241
2 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ TASAVVUF ANABİLİM DALI ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI’NIN MÂRİFETNÂME’SİNDE TASAVVÛFİ HAYAT YÜKSEK LİSANS TEZİ DANIŞMAN: Doç. Dr. MUSTAFA AŞKAR Perihan GÖKPINAR ŞUBAT 2006 ANKARA

T.C. ANKARA ÜN İVERS İTES İ SOSYAL B İLİMLER ENST İTÜSÜ ...docs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · 2 t.c. ankara Ün İvers İtes İ sosyal b İlİmler enst

  • Upload
    others

  • View
    20

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

2

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ TASAVVUF

ANABİLİM DALI

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI’NIN

MÂRİFETNÂME’SİNDE TASAVVÛFİ HAYAT

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN:

Doç. Dr. MUSTAFA AŞKAR

Perihan GÖKPINAR

ŞUBAT 2006

ANKARA

3

İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER 2

GİRİŞ 10

İBRAHİM HAKKI’NIN YAŞADIĞI DÖNEMİN GENEL ÖZELLİKLERİ 10

A. Siyâsî Durum 10

B. Ekonomik Durum 14

C. Askerî Durum 14

D. İlmî ve Sosyal Müesseseler 15

E. Kültürel ve Edebî Durum 16

a. 18. Yüzyılda Halk Şiiri 17

b. 18. Yüzyılda Tekke Edebiyatı 18

BİRİNCİ BÖLÜM

İBRAHİM HAKKI’ NIN HAYATI 21

A. Doğumu, Ailesi, Çocukluğu 21

B. Yetişmesinde Etkili Olan Şahsiyetler 22

a. Babası Derviş Osman Efendi

b. İsmail Fakirullah

c. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî

d. Yûnus Emre

e. Hazık Mehmet Efendi

C. Seyahatleri

D. Evliliği ve Çocukları

E. Ölümü

23

23

26

27

30

31

33

35

4

F. Kişilik Özelikleri

G. İlmî Özellikleri

İBRAHİM HAKKI’NIN ESERLERİ

A. Ana Eserler

B. Diğer Eserleri

İBRAHİM HAKKI’NIN ESERLERİNDEN ÖRNEKLER

A. MEKTUPLERINDAN SEÇMELER

a. İbrahim Hakkı’nın İlk Eşi Firdevs Hanım’a Yazdığı Mektup

b. İbrahim Hakkı’nın Eşi Fatma Hanım’a Yazdığı Mektup

c. İbrahim Hakkı’nın Eşi Belkıs Hanım’a Yazdığı Mektup

d . İbrahim Hakkı’nın Eşi Zeliha Hanım’a Yazdığı Mektup

e. İbrahim Hakkı’nın Oğlu İsmail Fehim’e Yazdığı Mektup

B. TEFVÎZNÂME

C. VASİYETNÂME-İ HAKKI

D. VUSLATNÂME

E. RUBÂİLER

F. MÂNİLER

İKİNCİ BÖLÜM

İBRAHİM HAKKI’NIN MÂRİFETNÂME’Sİ

BİRİNCİ BÖLÜM

MÂRİFETNÂME’NİN KONULARI

İKİNCİ BÖLÜM

GENEL ANLAMDA TASAVVUF

35

37

38

38

40

42

42

42

43

44

45

46

49

53

54

56

56

58

58

58

73

73

5

A. Tasavvufun Tanımı

B. Tasavvufun Doğuşu ve Gelişmesi

C. İslâm Düşüncesinde Tasavvûfî Anlayışın Kaynağı

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MÂRİFETNÂME’DE GEÇEN TASAVVÛFÎ KAVRAMLAR

73

75

76

83

A. Kâlb 83

B. Mârifetullah 94

C. Muhabbetullah

D. Riyâzet

103

116

E. Az Yemek 120

F. Az Uyumak 126

G. Az Konuşmak 133

H. Halvet - Uzlet 138

İ. Zikir 148

J. Tefekkür 158

K. Sabır 162

L. Rıza 171

M. Tevekkül 174

N. Zühd 181

O. Makamlar ve Haller 190

P. Nefs

a. Nefsin Mertebeleri

191

201

1. Nefs-i Emmâre 201

6

2. Nefs-i Levvâme 205

3. Nefs-i Mülhime 212

4. Nefs-i Mutmainne 219

5. Nefs-i Râziye 225

6. Nefs-i Marziye 229

7. Nefs-i Kâmile 230

SONUÇ

233

KAYNAKÇA

A.KİTAPLAR

B.MAKALELER

236

236

242

7

KISALTMALAR

a.g.e. : Adı geçen eser.

a.g.m. : Adı geçen makale.

AÜİF : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

bkz. : Bakınız.

c. : Cilt.

çev. : Çeviren.

haz. : Hazırlayan.

Hz. : Hazretleri.

md. : Madde.

MEB. : Milli Eğitim Bakanlığı.

MÜİFV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı.

s. : Sayfa.

sad. : Sadeleştiren.

ss. : Sayfalar arası.

TDVİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.

terc : Tercüme Eden.

Yay. : Yayınları.

8

ÖNSÖZ

En şerefli, en değerli ve bütün bir kâinâtın kendisine kucak açtığı varlık

olarak yaratılan insan, bu hayat sahnesine elbetteki bir görev yüklenerek

gönderilmiştir. Büyük âlem karşısında küçük âlem olan, özünde bu kâinâtın

örneklerini taşıyan insandan; kendi benliğini anlaması ve gönül dünyasına

yönelmesi beklenmektedir. Bunu sağlayacak en etkili yollardan birisidir tasavvuftur.

Tasavvuf “duymak, anlamak, hissetmek, yaşamak ve içselleştirmek”tir. Tasavvuf

“kendi olma”nın yoludur. Bundan dolayı mutasavvıflar yüzyıllardır insanlığa ışık

tutmuş ve onları mârifete, hakikâte çağırarak beşeriyetin ruh mimarları olmuşlardır.

Bu eşsiz şahsiyetlerden birisi de gerek kendi döneminde ve gerekse

kendisinden sonraki dönemlerde isminden sıkça söz ettiren İbrahim Hakkı’dır.

Nitekim o, sadece bir mutasavvıf olmakla kalmamış, yaptığı ilmî ve edebî

çalışmalarla örnek bir kişilik olmuştur. Zira İbrahim Hakkı’nın bugün bile ilgiyle

okunan “Mârifetnâme” ve dilden dile dolaşan “Tefvîznâme” si onun adının

anılmasına yetecek bir öneme sahiptir.

Bu çalışmamız aracılığıyla İbrahim Hakkı’nın yaşadığı dönemi, kendisini

etkileyen şahsiyetleri ve eserlerinde üzerinde en çok durduğu konuları daha yakından

tanımaya çalışacağız.

Yazarımızın pek çok değerli eseri vardır. Ancak tezimizin asıl konusunu

"MÂRİFETNÂME" adlı eseri oluşturduğu için onun üzerinde duracağız.

Mârifetnâme ansiklopedik bir eser olduğu için birçok alanda bilgiler içermektedir.

İbrahim Hakkı’nın bir mutasavvıf olarak neler düşündüğü, tasavvûfî hayat

hakkındaki fikirleri, sık sık kullandığımız tasavvufî terimlere İbrahim Hakkı’nın

yüklediği anlamlar, tezimizi meydana getiren asıl konulardır.

Bu doğrultuda Mârifetnâme adlı eserin Osmanlıca baskısını temele alıp, ilgili

diğer kitaplarla da tezimizi geliştirmeye çalışacağız.

9

Çalışmamızın birinci bölümünde İbrahim Hakkı’nın yaşadığı dönemi, onun

eserlerini, Mârifetnâme’sini ve eserlerinden birtakım örnekleri tanıtmaya çalıştık.

İkinci bölümde ise konumuzla bağlantısı olmasından dolayı ana hatlarıyla

tasavvûfî gelişmeyi ve tezimizin asıl konusunu meydana getirdiği için

Mârifetnâme’de yer alan tasavvufa dair kavramları daha ayrıntılı olarak ele almaya

gayret ettik. Ayrıca İbrahim Hakkı’nın üzerinde teferruatla durduğu ve

Mârifetnâme’yi yazmasında da oldukça önemli bir yere sahip olan “nefs”

konusunda açıklamalar yaparak nefsin mertebelerini de izah etmeye çalıştık.

Çalışmamız esnasında yardım ve desteklerini esirgemeyen değerli hocalarım

Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’na, Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’a ve çalışmamızı büyük

bir sabırla gözden geçirerek tashih etmemize yardımcı olan Doç. Dr. Mustafa

Aşkar’a minnet ve şükranlarımı arz ederim.

Perihan Gökpınar

Şubat 2006

ANKARA

10

GİRİŞ

İBRAHİM HAKKI’NIN YAŞADIĞI DÖNEMİN GENEL ÖZELLİKLERİ

A- Siyâsi Durum

İbrahim Hakkı, Osmanlı Devleti’nin “Gerileme Dönemi” diye adlandırılan

ve 18. yüzyıla tekâbul eden zaman diliminde yaşamıştı. Bu dönem Osmanlı için

birçok alanda sıkıntıların hâkim olduğu bir dönemdi. Çünkü devlet, uzun süren

savaşlardan hem maddi hem de mânevi kayıplarla çıkmıştı. Elden giden kıt’a ve

ülkelerin dışında, memleket siyâsî, idârî, mâlî ve askerî açıdan çaresiz bir hale

gelmiş, düzen bozulmuş, asayiş yok olmuştu. Devlet, Karlofça Antlaşmasıyla (1699)

Avrupa karşısındaki hâkimiyetini de kaybetmeye başlamış ve pek çok Avrupa

ülkesiyle savaşmak zorunda kalmıştı. Avusturya, Rusya, İran, Azerbaycan, Venedik,

Lehistan bunlar arasındaydı.

Savaşlar uzun süre devam ettiği için ülkedeki düzensizliğin yanısıra birtakım

isyan faaliyetleri de gündeme gelmekteydi. Rumeli, Karadağ, Sırbistan ve

Arnavutluk gibi bazı yerlerde gayri müslim halk şikâyete başlamış; Suriye ile

Elcezire civarındaki isyan hareketleri endişe verici bir hâl almıştı.1

Karlofça gibi kritik bir anlaşmayı imzalayan Osmanlı, ciddi boyutta toprak

kaybettikten2 sonra artık siyâsî ilişkilerinde yalnız başına hareket etmekten

vazgeçmek zorunda kalmış ve uygun gördüğü devletlerle yakınlaşmalarda

bulunmuştu. Yani Osmanlı’nın yıldızı sönmeye başlamış, içte ve dışta yaşanan

çalkantılar devleti oldukça zayıflatmıştı.3

Yaşanan bu sıkıntılardan kurtulabilmek için yenilikler yapılmalıydı. Bu

düşünce doğrultusunda birçok alanda reformlara girişildi. Sonuçta XVIII.

yüzyıldaki bu yeniliklerle dolu olan, Batı’nın üstünlüğünün kabul edildiği ve

1 İbrahim Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, c. 5, s. 1-3. 2 Karlofça anlaşması, İmparatorluk tarihindeki ilk toprak kaybına sebeb olmuştur. 3 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 247.

11

Osmanlı’da farklı bir süreç halinde yaşanan bu döneme “Lâle Devri” adı verilmişti.

Lâle Devri, 1718’de Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlığıyla başladı ve 1730’da

Patrona Halil isyanıyla sona erdi. Bu dönemde her çeşit kültür faaliyeti artmış,

matbaa tam olarak hizmete girmiş, eğlenceye olan merak artmıştı.4

Sanata ve sanatçıya duyulan ilgi artmış, tercüme faaliyetleri hızlanmış,

kurtuluşa vesile olacağına inanıldığı için Avrupa tarzı okullar açılmış, çini fabrikası

ve daha başka fabrikalar hizmete girmişti.5

Lâle Devri’nde eğlenceler ve ziyâfetler göze çarpmaktadır. Sa’dâbât

Köşkünde, Çırağan Bahçesinde, Şeref-âbâd’da, Bağ-ı Ferah Bahçesinde ve daha

başka pek çok saray ve köşkte “helva sohbetleri ve Lâle eğlenceleri” yapılmıştır.

Lâle eğlenceleri dolayısıyla lâleye olan merak artmış ve lâlenin 234 çeşidi

yetiştirilmiştir. Hatta padişah, buna önem verip ferman dahi yayınlatmıştır. 6

Burada bir hususu belirtmek yerinde olur ki; XVIII. yüzyıldaki bu eğlence

ve sohbetleri doğru anlamak gerekir. Şeyhülislâmın da katıldığı bu toplantılar gayr-

i meşru değildir ve haram olan bir unsur göze çarpmamaktadır.7

Genel anlamda eğlence ve zevk u sefâ dönemi diye zihinlerde kalan Lâle

Devri’nde fikir ve kültür hayatı adına önemli katkılar da sağlanmıştır. Örnek

olarak şunları gösterebiliriz:

a)Kendisi de eğitimli olan İbrahim Paşa, ilim ve sanat adamlarını

desteklemiş; âlimlerle özel dersler düzenlemiştir.

b) Damad İbrahim Paşa, tarihe oldukça ilgi duyduğundan, Osmanlı ve Türk

tarihiyle ilgili mühim çalışmalar bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Aynî’nin “Ikd’ül-

Cüman” isimli eseri, Mevlevî Ahmed Dede’nin “Câmi’ud-Düvel” adlı eseri bu

dönemde tercüme edilmiştir.

4 Ahmed Akgündüz, Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı ( Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yay.) İstanbul 1999, s. 209. 5 Osmanlı Ansiklopedisi, (Ağaç Yayıncılık) İstanbul 1994, s. 12. 6 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 214. 7 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 215.

12

c)İbrahim Paşa, küçük bir yerleşim birimi olan Muşkara’yı şehir haline

getirmiş; pek çok vakıf eserler meydana çıkarmış, çinicilik gibi yok olmaya yüz

tutmuş Türk sanatlarını ihyâ etmek için çaba harcamış; matbaayı yerleştirmiştir.

d)Nahîfî, Ahmed Neylî, Nedim gibi şahsiyetlere destek olarak, onların

öümsüz eserler vermesine yardımcı olmuştur. 8

İbrahim Hakkı’nın yaşadığı bu döneme beş padişah hükmetmişti. Bunlar:

III.Ahmet, I.Mahmut, III.Osman, III. Mustafa, I. Abdulhamit’dir. 9

I.Mahmut zamanında İran’la yapılan savaşların sonucunda ciddi anlamda bir

kazanç sağlandığı söylenemez. Nadir Şah’la yapılan savaşın barış anlaşmasıyla

sonuçlanmasına karar verildi. Ayrıca Avusturya ve Rusya ile de aramız açıldı. 10

Sultan III.Osman’ın saltanat dönemi kısa sürdü. Asabi ve geçimsiz bir devlet

adamıydı. Bu sebeble sadrazamlarından hiçbiriyle geçinemediği söylenir. En önemli

merakı sokaklarda tebdîl-i kıyâfet gezmekti. Kadınların sokaklarda serbest bir

şekilde dolaşmalarına ve giyinip süslenmelerine önemli kısıtlamalar getirmiştir. Bu

dönemin akılda kalan olayları, İstanbul’un önemli bir kısmını hatta Paşakapısı’nı

dahi yok etmiş olan Hocapaşa ve Cibali yangınları; birçok insanın ölümüne sebeb

olan vebâ salgını ve denizleri bile donduran çok şiddetli kışlardır. Bunun dışında

kayda değer bir vak’aya rastlanılmamaktadır.11

Sultan III.Mustafa ve I.Abdulhamit’in dönemleri de parlak geçmemiştir.

Askerî alanda başlayan düzensizlikler diğer alanlara da yansımış, eğitim ve bilime

politika karışmıştır. Bir yanda emek sarfeden bilim adamları, diğer yanda ise

yakınlarının hatırı için ilmiye sınıfında yer alan beşik ulemâsı vardı.12

8 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 216. 9 Uğur İbrahimhakkıoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve İki Torunu Feyyaz Efendi ile Zâkir Bey (Adalet Matbaacılık) Ankara 1998, s. 16. 10 Cemil Çiftçi, Erzurumlu İbrahim Hakkı (Şûle Yay.) İstanbul 2000, s. 29. 11Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 220. 12 Çiftçi, a.g.e., s. 29.

13

III.Selim saltanata geldiğinde, cephelerin durumu hiç de iyi değildi.

Nitekim Rus ve Avusturya karşısında Osmanlı, çok ağır yenilgiler almış, ciddi

anlamda hezimete uğramıştı. Devlet hem içte hem de dışta kontrolü kaybetmişti.13

Bu dönemde III.Selim, sorunlara çözüm bulmak için uğraştı. Devleti,

bulunduğu çaresizlikten kurtarmak ve işlerliğini kaybetmiş olan kurumlara canlılık

katmak istiyordu.14 Çünkü devlet, adâleti sağlayarak vatandaşın hakkını korumak ve

ülkenin sınırlarını düşmana karşı savunmak gibi iki temel görevini yerine

getiremiyordu. Birincisinin sebebi memlekete yayılmış olan derebey ve ayanlar;

ikincisinin sebebi ise imzalanmış olan Küçük Kaynarca Anlaşması (1774) idi. Daha

önceki padişahlar bu durumun farkındaydılar ama yeniçeri engelinden dolayı

gerekeni yapmamışlardı. III.Selim bu sorunları çözmek için girişimlerde bulundu ve

yapılan yeniliklere “Nizâm-ı Cedîd” (Yeni Düzenlemeler) adı verildi. III. Selim bu

doğrultuda şu kararları aldı: a)Mevcut askerî sistem yeniden düzenlenecek;

b)Avrupa’daki eğitimli askerler örnek alınarak benzer bir ordu kurulacak; c) Askerî

eğitim ve savaş teknikleri tanzim edilecek. Nizâm-ı Cedîd faaliyetleri bununla da

kalmamış bunlardan başka bir dizi ıslahat daha yapılmıştır. Örnek olarak şunları

verebiliriz:

a)Taşradan İstanbul’a olan göçler gözden geçirilerek teftişi sıkı kurallara

bağlanmıştır,

b) Gemicilik mesleğini teşvik için nizamnâme hazırlanmıştır,

c) Yeniçeri ocağının ıslahı doğrultusunda önlemler alınmıştır,

d) Yargı hususunda da yeni tanzimler yapılmıştır,

e) İrâd-ı Cedîd adında hazine kurulmuştur.

Aslında Nizâm-ı Cedîd’den kastedilen, rejim değişikliği değildir. Ancak

hakikâti anlamaktan uzak olan bazı zihinler, bu askerlere dil uzatmıştır. III.Selim de

şefkatinden dolayı bunları cezalandırmamış ve sonuçta canından olmuştur.15

13 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 225. 14 Çiftçi, a.g.e., s. 29. 15 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., ss. 229-231.

14

B- Ekonomik Durum: Uzun süren savaşlar dolayısıyla mâlî alanda da ciddi

boyutta gerilemeler yaşanmıştı. Karlofça’dan (1699) sonra Amcazâde Hüseyin

Paşa, birtakım tedbirler alarak ekonomiyi düzeltmek için uğraşmıştı.16 Mesela,

halkın kalkınıp iş sahasına atılması için savaş sebebiyle yüklenen fazla vergileri

ortadan kaldırmış, kalanları da affettirerek çiftçileri rahatlatmıştı. Ayrıca sanayii

geliştirmek için de girişimlerde bulunmuş ve düzeni tekrar sağlayabilmek için çaba

harcamıştı.17 Râmi Mehmet Paşa idaresinde yapılan tasarruflarla da gelir-giderde

denge sağlanmıştı.

III.Ahmed zamanında yeni sikkeler kesildi; para dönüşümü dengelendi.

Damad İbrahim Paşa sadâretinde ekonomik durum daha fazla düzeldi; ülke dışına

para, altın ve gümüş çıkarılmamasına önem verildi.

III.Ahmed’in hükümdarlığının son zamanlarından I. Mahmud’un

saltanatının ortalarına kadar Avusturya, İran ve Rusya seferlerinden dolayı para

sıkıntısı çekilmiş ancak mâlî buhran meydana gelmemişti. Bu yüzden de halk

kıtlık yaşamamıştı.

I.Mahmud zamanında üç devletle yapılan savaşlarda hükümdârın

sarayındaki birtakım gümüş eşyalar, sırmalı dokumalar, kumaşlar, saray

kütüphanasindeki bazı nâdide eserler satılarak sıkıntı önlenmişti. Bundan başka

padişahın yersiz harcamaları kestirmesi, hazineyi kontrol altında tutması ve tasarruf

yapılması sonucu ekonomi düzelmiş, hazine dolmuştu. Hatta hazine bolluğu 1768

ortalarına kadar devam etmişti.18

C)Askerî Durum: Bu yüzyılla ilgili olarak gördük ki, Osmanlı Devleti uzun

süren savaşların faturasını ağır ödemişti. Bir devlet için hayâtî önem taşıyan askerî

16 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 320. 17 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 7. 18 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, ss. 320-321.

15

gücü birçok alanda zayıflamış, ülkeyi savunamaz olmuştu. Bundan dolayı, devletin

tekrar toparlanabilmesi için askerî alana yönelmesi gerekmekteydi.

Avrupalı devletler yeni planlarla ordularını güçlendirirken Osmanlı Ordu’su

ve özellikle maaşlı olan kapıkulu ocakları düzensiz bir kalabalıktan ibaretti. Devlet

askere ihtiyaç duyduğu zaman dışardan adam alıyordu. Bunun sonucunda da

devşirme kanununun uygulanmasından ve ocak disiplininden eser kalmamıştı.

İran, Rusya, Avusturya ile yapılan savaşlar ve alınan yenilgiler Avrupa tarzı

düzenli orduları gerekli kılmaktaydı. Oysaki kapıkulu ocakları düzen kabul

etmedikleri ve idareciler de isyan sonucu öldürülmekten korktukları için gerçek

anlamda nizâma ihtiyaç duyulan bu ocaklara (özellikle yeniçeriler)

dokulunamıyordu.

Bunlardan başka humbaracı ocağında da düzenlemeye ihtiyaç

vardı.Türkiye’ye gelen ve bir Fransız kumandan olan Bonneval önderliğinde ıslahat

girişimlerinde bulunuldu. 19

D) İlmî ve Sosyal Müesseseler: XVIII. yüzyıl, Padişah ve devlet adamları

tarafından yaptırılmış olan ilmî ve sosyal müesseseler açısından dikkat çekicidir. Şu

örnekleri görmek mümkündür:

Sultan II.Mustafa’nın hocası Seyyid Feyzullah Efendi Fatih’de bir medrese

ve kıymetli eserlerden oluşan bir kütüphane; Sadrazam Râmi Mehmet Paşa Eyüp’te

bir mektep ve çeşme; Damad Ali Paşa da temin ettiği kitaplarla değerli bir

kütüphane yaptırmıştır.

III. Ahmed, birisi Topkapı Sarayı’nda Enderunlular için, diğeri Yenicami’de

halk için olmak üzere iki kütüphane oluşturmuştur.

19 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 230

16

III.Ahmed’in damadı İbrahim Paşa kendi doğum yeri olan Muşkara köyünü

çeşitli sosyal tesislerle zenginleştirip burayı şehir haline getirmiş ve “Nevşehir”

adını vermiştir. 20

I.Mahmut, Sarayın hazine odasındaki fazla yararlanılmayan eserleri,

Ayasofya içinde meydana getirdiği kütüphaneye getirerek ilmî hayata ciddi

anlamda katkıda bulunmuştur. Ayrıca Enderun’da Revan odasında ve Belgrad’da

bir kütüphane oluşturmuştur.

Bu dönemde matbaanın faaliyete geçmesiyle artan kâğıt ihtiyacını

karşılamak üzere Yalova’da bir kâğıt fabrikası kurulmuştur.

Susuzluluk sorununu gidermek için pekçok yere çeşme yapılmıştır.

III.Ahmet, Tophane ve Fındıklı civarındaki susuzluğu çözmek için Taksim

mevkiinde bir savak yaptırmış ama tamamlayamadan yönetimden çekilmiştir. Buna

yeğeni I.Mahmut devam etmiş ve tamamladığı için kendi ismini vermiştir. Bundan

başka Valide Sultan Azap kapısında; Nişancı Köprülüzade Ahmed Paşa Fındıklı’da;

Yeniçeri ağası İsmail Paşa Tepebaşı’nda; Anadolu Kazaskeri Şeyhzade Mehmet

Efendi Kasımpaşa’da; Valide kethüdâsı Osman Ağa Tophane’de; Reisülküttap

İsmail Efendi Kurşunlu Mahzen’de, Defterdar Mehmet Efendi Kule kapısı’nda

çeşmeler yaptırmıştır.21

E)Kültürel ve Edebî Yön: Kültür ve sanat alanında yeni arayışların

görüldüğü bu dönemde farklı anlayışlar meydana gelmişti. Edebiyatdaki

mahallîleşme cereyanı sonucu dilde sadeleşme ve millileşme görülmüştü. O

dönemdeki usta Divan şâirleri bu hareketi hızlandırmışlardı. Dildeki

mahallîleşmenin asıl sebebi İran’la aramızdaki savaşlardı. Bu kavga ve savaşlar

sebebiyle Türk şâirlerinin İran şâirlerine olan ilgisi azalmış; bunun sonucunda da

20 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 327. 21 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, ss. 328-330.

17

yazdıkları eserlerde Farsça’ya fazla itibar etmemişlerdi.22 Ayrıca İran şiirinde artık

eski ustaların yetişemez olması da mahallîleşmedeki başka bir unsurdu. 23

Bu yüzyılda duru bir üslûb ve anlaşılır bir Türkçe kullanılması önem

kazanmıştı. Dildeki bu sadelik sadece şiirde değil, nesirde de kendini göstermişti.24

Şâirler daha geniş bir kitleye hitap etmek istiyorlardı. Halk şâirleri Divan Edebiyatı

nazım şekillerini; divan şâirleri de Halk Edebiyatı nazım şekillerini kullanmaya

başlamışlardı. Böylece ortalama bir dil seviyesi meydana gelmişti. 25 Nitekim

dönemin büyük şâirlerinden Nedim ve Şeyh Galip hece vezniyle şiirler yazmışlardı.26

Nedim’in koşma tarzında hece vezniyle yazdığı türküler halka yaklaşma havasının

altın meyveleriydi.27

XVIII. yüzyılda şarkı türüne gösterilen ilgi arttı. Bu dönem şâirleri kaleme

aldıkları şarkılarla halkın zevkine hitap etmişlerdi.28

Bu yüzyılda önemli bir süreç olan Lâle Devri’ndeki yaşantı, gezi ve

eğlence yerleri, bayram şenlikleri, halkın bunlara gösterdiği ilgi Divan şiirine de

yansımış; Vâsıf ve Nedim gibi ustalar tarafından kaleme alınmıştır. 29

Bu dönem Divan şâirleri, biçim ve muhteva açısından farklılık arz

etmemişler; söyleyiş açısından farklılıklar sergilemişlerdir. Halkın gelenek ve

göreneklerini, kullandıkları deyimleri, duygularını şiire yansıtmışlardır. 30

a. 18. Yüzyılda Halk Şiiri: Bu yüzyıl, halk şiirinin en fazla yaygınlaştığı ve

İstanbul’un her tabaka insanı tarafından sevilip rağbet edildiği bir dönemdir. Bu

yüzyılla ilgili olarak Halk şiiriyle alâkâlı şu özellikleri söylemek mümkündür:

22 Çiftçi, a.g.e., ss. 29- 31. 23Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, (Türk Edebiyatı Vakfı Yay.) İstanbul 1997, c. 2, s. 721. 24 Çiftçi, a.g.e., s. 30. 25 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 720. 26 Çiftçi, a.g.e., s. 31. 27 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 720. 28 Çiftçi, a.g.e., s. 31. 29 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 720. 30 Çiftçi, a.g.e., s. 32.

18

a)Karacaoğlan ve Âşık gibi güçlü ozanlara pek rastlanmaz. Âşıklar daha

ziyade Divan şiirine kapılmış şehir ozanları üslûbunun etkisi altındadır.

b)Ozanlar ve Divan şâirleri arasında yakınlaşmalar meydana gelmeye

başlamış ve buna bağlı olarak da farklı nazım türlerinde eserler verilmiştir.

c)Daha önceki yüzyıllardaki gibi Asker şâir’ler (gâzi ozanlar)

görülmemektedir. Bunun nedeni artık fetihlerin ve Gazi- şâirlerle irtibat kuran

padişahların olmayışıydı.

d)Bu dönemde halk şâirleriyle tekke şâirleri arasında yakınlaşmalar olmuştu.

Çünkü şehirlere dağılan halk şâirleri kendilerine en uygun yer olarak tarikatları

bulmuşlardı ve şiirlerine tasavvufun esintilerini yansıtmışlardı. 31

b. 18.Yüzyıl Tekke Edebiyatı: Bu dönem edebiyatıyla ilgili olarak şu

noktaları sayabiliriz:

a)Tekke Edebiyatının en önemli temel kavramları arasında din ve

tasavvufu saymak mümkündür. İslâm’ın birtakım hükümleri şiire yansımıştır.

Bundan dolayı birçok şâir, divanlarına tevhid ve münacaat gibi bölümler

eklemiştir.

b)Tekke Edebiyatı tasavvuf ve tarikatla bağlantılı olduğu için tekke

şâirlerinin büyük kısmı tarikatla ilgisi olan insanlardı. Bunların kimisi herhangi bir

tarikat çevresinden sıradan kişiler olduğu gibi kimisi de bu çizgiyi belirleyen

tarikat şeyhleriydi.

c) Divan şâirlerinin genelde büyük kentlere yerleşmelerine karşın; Tekke

şâirleri küçük bölgeleri ve kırsal yerleşim alanlarını seçmişlerdi. Divan şâiri

medreseden; diğeri tekkeden gelmekteydi.

d)Tekke şâirleri hem Divan edebiyatı hem de Halk edebiyatı nazım

türlerinde eserler vermişlerdir. Divan tarzında mesnevî ve gazel; Halk tarzında ise

koşmayı kullanmışlardır. 32

e) Dil konusunda da Divan şâirleri gibi ağır bir dil ya da Halk şâirleri gibi

sade bir üslûb değil; ikisi arasında orta bir kıvam ortaya koymuşlardır. Şiirleri

31 Kabaklı, a.g.e., c. 2, ss. 852-853. 32 Çiftçi, a.g.e., ss. 33-34.

19

geniş bir alana yayılmıştır. Bunda; şiirlerinde dînî temanın yer alması ve

ilâhilerinin dergâhlarda okunması etkili olmuştur. 33

Bu dönem Tekke şâirleri arasında gördüğümüz önemli isimler şunlardır: Aziz

Mahmut Hüdâyi, Bursalı İsmail Hakkı, Hasan Sezâi Efendi, Keşanlı Zâtî,

Üsküdarlı Zekâi Mustafa Efendi, Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî34, Ravzî, Âşık Said,

Âşık Süleyman, Bağdâdî, Derviş Musa, Levnî, Âşık Ahmed, Tanburî Mustafa

Çavuş, Seferlioğlu, Âşık Süleyman, Mahdûmî, Reisoğlu,35 Mehmed Nasûhi

Efendi, Nureddin Cerrâhi, Balıkesirli Abdullah, Salâhî-i Uşâki, Hâşim Baba,

La’lizâde Abdulbâkî.36

Bu şahsiyetler hakkında genel anlamda şunları söyleyebiliriz:

Aziz Mahmut Hüdâyi (ö. 1038/1628), hem aruz hem heceyi kullanmış;

böylece hem Divan şâirlerinin seslendiği topluluğa hem de halka seslenmiştir.

Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1137/1724), tekke ve tarîkat çevresinde yetişmiş

mârifet ehli bir şahsiyettir. Edirne ve Aydos’ta eğitimini tamamlamış, Osman Fazlî

Efendi’den Celvetiyye Tarîkatı üzerine hilafet almıştır. Üsküp’te Celvetiyye

Tarîkat’ını kurarak irşad görevinin îfâ etmeye başlamış ve bunu daha sonra Bursa’da

sürdürmüştür.37

Bursalı İsmail Hakkı birçok alanda eser verecek kadar ilmî derinliğe sahiptir.

Rûhü’l Beyan adlı tefsiri “ilâhi bir işaretle emrolunmuş” çok tanınmış tasavvûfi bir

tefsirdir. Kenz-i Mahfî adlı eseri de tasavvûfî halleri anlatmaktadır. Mesnevî Şerhi

ise emsalleri arasında özel bir yere sahiptir ve Divan’ı oldukça mühim

sayılabilecek eserleri arasındadır. İsmail Hakkı’nın yüzden fazla eseri vardır.

Bunların altmış kadarı Türkçe, diğerleri ise Arapça ve Farsça’dır. 38

33 Çiftçi, a.g.e., s. 34. 34 Çiftçi, a.g.e., ss. 35-36 35 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 853. 36 H.Kâmil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar (Ensar Neşriyat) İstanbul 1997, s. 146. 37 Çiftçi, a.g.e., s. 35. 38 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 433.

20

1653’te Aydos’ta doğup, eğitimini Bursa’da tamamlayan İsmail Hakkı,

Sultan II.Mustafa tarafından çağrılmış ve Nemçe ile Erdel seferlerine katılmıştır.

Yalnızca Türklerin değil İslâm dünyasının da en büyük şeyhlerinden olan Bursalı

İsmail Efendi 1724’te vefat etmiştir. Bursa, Tuzpazarı’nda yaptırdığı Celvetî

dergâhında yatmaktadır.39

Hasan Sezai Efendi, bu yüzyılın önemli isimlerindendir. Daha önceleri

Halvetî Tarîkatı’na bağlanmış, daha sonra buradan ayrılarak Gülşenî Tarîkatına

girmiştir. Bu tarîkatın Sezâi kolunu kurarak otuzbeş sene Edirne’de tebliğ ve irşad

faaliyetlerini sürdürmüştür.

Sezâi Efendi, Divan Edebiyatının birçok nazım şeklini ustaca kullanarak

tekke şiirinin güzel örneklerini sunmuştur.

Diyarbakırlı Ahmet Mürşidî de XVIII. yüzyıldaki tekke şâirlerindendir.

Sade bir üslûbla kaleme aldığı ve on bin beyitten oluşan “Pendnâme” eseriyle

tanınmıştır. Bu eser, şâirinin adına nisbet edilmiş ve “Ahmediyye” ismiyle

tanınmıştır. Mevlid Manzûmesi adıyla bir eser ortaya koyarak, Süleyman Çelebi’den

itibaren devam eden mevlid geleneğini sürdürmüştür.40

La’lizâde Abdülbâki Efendi (ö. 1159/1746) hem Nakşî hem de Melâmî’dir.

Menâkib-i Melâmiyye-i Bayramiyye adlı bir eser yazmış ve bununla dedesi Sarı

Abdullah Efendi’ nin yolunda olduğunu göstermiştir.

Hâşim Baba (ö. 1197/1783) önceleri Celvetî Tarîkatı’na mensub iken daha

sonra Mısır’da Bektaşîliği de tatmış ve iki tarîkatı birleştirmiştir. Edebî ve tasavvufî

açıdan çok kıymetli olan Divan’ı vardır.

Müstakimzâde Sâdeddin Efendi de hem Nakşî hem de Melâmî’dir. Elliden

fazla eseri vardır ve hat sanatı ile ilgilenmiştir.41

39 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 433. 40 Çiftçi, a.g.e., s. 36 41 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf va Tarikatlar, ss. 146-147.

21

BİRİNCİ BÖLÜM

İBRAHİM HAKKI’NIN HAYATI

A-Doğumu, Ailesi, Çocukluğu:

İbrahim Hakkı, 2 Muharrem 1115’te (18 mayıs 1703)42 Erzurum’da

Hasankale’nin Nef’i Mahallesi’nde doğmuştu.43 İbrahim Hakkı eserlerinde kendi

doğumundan bahsetmiştir:

“Hicretin târihi binyüz onbeş oldu ol bahar

Kale-i Ahsen’de İbrahim Hakkı doğdu zâr...” 44

Babası Osman Efendi, sıdk ile istihare’ye yatmış, uyanıncaya kadar hayırlı

rüyalar görmüş ve hayırla müjdelenmişti. Bundan dolayı çocuğun ismi İbrahim

Hakkı olmuş ve çocuk o anda aşk u şevk ile dolarak, cismânî kederlerden arınmış ve

rûhanî endişelerden korunmuştu.45 Osman Efendi, iyi eğitim almış ve güzel ahlâkla

donanmış bir kişiydi. Annesi ise Hasankale’nin “Kındığı” köyünden ve sâdât-i

kirâm’dan Şeyh Oğlu Dede Mahmûd’un kızı Şerife Hanife Hatun’dur. Dolayısıyla

İbrahim Hakkı, anne tarafından Seyid’di. 46

Osman Efendi, babası Molla Bekir’in ölümüyle sarsılmış ve rûhî sıkıntılar

yaşamaya başlamıştı. Kalbi bir türlü itmi’nana ermiyor aksine huzursuzluğu giderek

artıyordu. Her sene bir oğlunun doğup, birkaç ay sonra boğularak ölmesi de onun

sıkıntısını büsbütün pekiştiriyordu. Osman Efendi’nin kederi, İbrahim Hakı’nın

doğumuyla biraz hafiflese de tamamen geçmemişti. O, kâmil bir mürşid bulmak,

ona intisab ederek rahatlamak istiyordu. Yol hazırlıklarını tamamladığı günlerde

42 Mustafa Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzûrûmî”, TDVİA, İstanbul 1994, c. 21, s. 305. 43 Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk EdebiyatıTarihi (Milli Eğitim Yayınevi) İstanbul 1971, c. 2, s. 796. 44 Mârifetnâme, s. 514. 45 C. Server Revnakoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Mârifetnâmesi (Ercan Matbaası) İstanbul 1961, s. 7; Başka bir bilgiye göre, annesi ona “İbrahim” adını vermiştir. ( Bkz.Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e.,s. 15) 46 Revnakoğlu, a.g.e., ss. 10-11.

22

hanımını kaybetmiş olması onun mürşide duyduğu ihtiyacı daha da

fazlalaştırmıştı. İşte bu hâl ve arayışlar içinde olan Osman Efendi, bir gece gizlice

Erzurum’a gelmişti. Buradaki ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1122’de hac

niyetiyle yola çıkmıştı. Bu esnada Siirt’in Tillo köyüne uğramış, oranın tanınmış

mürşidi olan İsmail Fakirullah’a bağlanarak, sekiz yıldır aradığı huzuru bulmuştu.47

Küçük yaşta annesini kaybeden İbrahim Hakkı, babasının da Tillo’ya

gitmesi sonucu yalnız kaldı. Osman Efendi aradığını bulmuştu ama oğlundan ayrı

kalmak onu üzmekteydi. Nihayet 1711 yılının Eylül ayında baba, oğluna

kavuşmuş hasret de sona ermişti. İbrahim Hakkı, amcası Şeyh Ali ile birlikte

yolculuğa çımış, birkaç günlük yol zahmetinden sonra Tillo’ya gelmişti.48

Bu ilk karşılaşmayı İbrahim Hakkı şöyle ifade ediyor:

“... Amcam, ben dokuz yaşındayken beni alıp, peder efendiyi bulmuştur. İlk

kavuşmamız o vakte müyesser olmuştur ki, hazret-i Şeyh ile peder efendi İkindi

namazını birlikte kılmıştır. İlk görüşmede Allah’ın hikmeti ile o azizin didârı,

babamdan ziyade bana biliş ve tanış gelmiştir. Hemen o demde didârının

cezbesiyle gönlümü almıştır. Aklım onun güzellik ve cemâline, lûtf ve söyleyişine,

ahlâk ve kemâline erdiği kadar hayran olup kalmıştır. Aziz pederim beni yanına alıp,

hilim ve yumuşaklık ile ilim öğretip, lûtf ile terbiye kılmıştır...”49 İbrahim Hakkı,

bundan sonra İsmail Fakirullah’ın babası için yaptırdığı hücrede yaşamaya

başlamış, böylece hem İsmail Fakirullah’ın hem de babasının ilminden, irfanından

faydalanmıştı.50

B)Yetişmesinde Etkili Olan Şahsiyetler

a- Babası Derviş Osman Efendi

47 Mârifetnâme, ss. 514-516. 48 Çiftçi, a.g.e., s. 15. 49 Mârifetnâme, s. 516. 50 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzûrûmî”, TDVİA, c. 21, s. 305.

23

İbrahim Hakkı’nın dedesi Molla Bekir, son derece cömert, dervişlere oldukça

saygılı bir zâttı. Onun 1081 (M.1670)’de bir oğlu dünyaya geldi ve ismi Osman

oldu. Buna çok sevinen Molla Bekir, halka ziyafetler verdi. O mahdûm çelebi,

yirmi yaşına kadar meşhur bir âlim olan Kara Şeyh oğlu İbrahim Efendi’den Sarf,

Nahiv, Hadis, Tefsir gibi ilimleri okumuş ve Derviş Efendi nâmıyla şöhret

bulmuştu. 51

Derviş Osman Efendi, son derece yumuşak huylu, çekingen, hâlim selim,

duygulu, edebli, cömert ve ilme susamış bir zâttı.52

Derviş Osman Efendi’nin özel bir defteri vardı. Nitekim Osman Efendi,

hayatının bir bölümünü tüm içtenliğiyle bu deftere yazmıştı. Hatta bu defterde

İbrahim Hakkı’nın çocukluk yıllarına dair birtakım bilgilere rastlamak da

mümkündür. Osman Efendi bu defterine çektiği gizli bir derdin ızdırâbını, ruh

sıkıntısı yaşadığı dönemleri, İbrahim Hakkı’nın doğumunu, seyahat arzusunu,

Erzurum’a gidişini ve oradaki dostluklarını mütevazi bir dille yazmıştır.53

Osman Efendi, İbrahim Hakkı’nın yetişmesindeki en önemli âmillerdendi.

O, sekiz yaşına kadar ilim ve irfan ehli olan babasının terbiyesi altında kalmıştı. Bir

yıllık ayrılıktan sonra İbrahim Hakkı, tekrar babasının yanına döndü ve hem

babasının hem de Fakirullah’ın elinde şekillenmeye başladı.54 Böylece Osman

Efendi, İbrahim Hakkı’nın hem ilk eğitimcisi hem de tasavvûfî anlamda ilk örneği

olmuştu.55

b-İsmail Fakirullah

İsmail Fakirullah, âlimler neslinden, Şâfii mezhebindendi. Arap asıllıydı.

Hicri 1067 (1656 M.) tarihinde doğmuştu. Babası Molla Kâsım, ilim sahibi mübarek

bir zâttı. Annesi ve babası ibadetlerine ve İslâmi yaşantılarına, mâneviyatlarına,

51 Mârifetnâme, s. 513. 52 Şâkir Diclehan, Çeşitli Yönleriyle Erzurumlu İbrahim Hakkı (Er-Tu Matbaası) İstanbul 1980, s. 12 53 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 18. 54 Çiftçi, a.g.e., s. 16. 55 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzûrûmî”, TDVİA, c. 21, s. 305.

24

dikkat eden insanlardı. Kendisi de bu minval üzere yetişip iç ve dışı ibadet zevkiyle

dolmuştu.

Babası Molla Kasım, Fakirullah Hazretlerinin ilk hocasıydı. İsmail

Fakirullah, babasından yirmi dört yaşına kadar ilim tahsil etmiş, babasının

ölümünden sonra ise evlenmiş ve ibadette, eğitimde Molla Kâsım Efendi’nin yerini

almıştı. Annesini ise otuz yaşında kaybetmişti. Bunun üzerine Fakirullah, hanım ve

çocuğuyla yaşamına devam etti.56

Fakirullah Hazretleri, helâl kazanca son derece dikkat ederdi. Bu amaçla

tarlasını bile kendi ekerdi. Kendi işini kendi görmeye gayret ederdi. Genellikle üzüm

tanesi yiyerek onunla yetinirdi. Geceleri ibadetle, gündüzleri ise oruçlu geçirmeye

özen gösterirdi.57

Fakirullah Tillovi, kırk sekiz yaşına geldiğinde, farkında olmayarak bir

kuyuya düşmüş, oranın kuyu olduğunu bile hissetmemişti. Daha alçak bir yere

düştüğünü zannetmişti. Burada birtakım mânevi haller yaşamış, evliyaullah’ın

ruhlarıyla karşılaşıp, muhabbet kadehiyle kendinden geçmiş, ecd halini yaşamıştı.

Kuyudan çıktıktan sonra sekiz yıl bu istiğrak hali sürmüştü. İnsanlardan uzaklaşıp,

ailesinden bile ayrılmıştı. Ancak bir yıl sonra bu sekr ve istiğrak halinden

kurtulmuştu.58

Fakirullah Hazretleri, birbirinden güzel sıfatlarla donanmıştı. Tevekkül, sabır,

rızâ, itaat, tevâzu, şükür, emre itaat, nefse muhalefet, cömertlik, ilim, hayâ, edeb,

şeriata uymada titizlik, salihlerle beraber olma, misafire ikrâm, Allah’tan

başkasını kalpten çıkarma, şefkat, vefâ gibi bir çok sıfata sahipti.59

İsmail Fakirulah, günlük hayatında dualara, tesbihatlara çok önem verir,

ibadetlerini aksatmazdı. Daima yumuşaklıkla muamele eder, yüzünden tebessümü

56 Mârifetnâme, s. 505. 57 Mârifetnâme, s. 505. 58 Mârifetnâme, s.506. 59 Mârifetnâme, s. 507.

25

gidermezdi. Sorulduğunda cevap verir, sorulmadığında sükût halini korurdu. Sürekli

Kıble’ye karşı ve hiçbir yere yaslanmadan otururdu. Huzur-u İlâhi’de olduğunu

aklından çıkarmazdı. Yeme içme ve uykusunu da oldukça azaltmıştı. Bir gün bir

gece de çeyrek ekmeği ancak yiyebilirdi. Beş altı günde ancak bir kâse su içebilirdi.

Çoğu zaman vecd ve istiğrak halindeydi. Bid’atlerden kaçınır, Sünnet-i Seniyyelere

ihtimam gösterirdi. Beş vakit namazı kendi hücresinde cemaatle eda ederdi. Elbisesi

de Sünnet üzere yapılmıştı. Genellikle siyah, beyaz ve yeşili tercih ederdi.60

Şeyh Fakirullah’ın, İbrahim Hakkı’nın yetişmesindeki etkisi büyük

olmuştur. İbrahim Hakkı, küçük yaşta İsmail Fakirullah ile tanışma şerefine nâil

olmuş, onun bu eşsiz hâl ve hareketlerinden çok etkilenmiş; daha sonra uzun yıllar

onun hizmetinde kalmıştı.61

İbrahim Hakkı, Şeyh Fakirullah ile ilk karşılaşma ânında ondan çok

etkilendiğini, hatta Şeyh Efendi’nin kendisine babasından bile daha güleç ve yakın

geldiğini belirtir. İbrahim Hakkı, Şeyhine o kadar sevgi beslemektedir ki onun için

“ruhum, canım” gibi tâbirler kullanmış ve şu güzel şiiri yazmıştır:

“Sen kadr ü berâtımsın

Hem âb-i hayatımsın

Bel ayn-i necâtımsın

Bârım da sen ey rûhî.”62

Hayatının büyük kısmını şeyhinin yanında geçiren İbrahim Hakkı,

Fakirullah’ın “halifesi” olmadan önce bazı mânevi derecelere tekâbül eden birtakım

görevlerde bulunmuştur. İbrahim Hakkı, İsmail Fakirullah’ın müridi olmaktan

iftihar ediyor, şeyhinin kendisine verdiği ilham ve bilgiler sonucu değerli eserler

verebildiğini övünerek söylüyordu.63

60 Mârifetnâme, ss. 508-511. 61 Mârifetnâme, s. 516. 62 Diclehan, a.g.e., s. 130 . 63 Hayrani Altıntaş, Erzurumlu İbrahim Hakkı (MEB. Yayınları) İstanbul 1997, s.21.

26

Şeyhi Fakirullah’a büyük bir sevgi besleyen İbrahim Hakkı onun pek çok

kerâmetinden, ayrıntılı olarak bahsetmiştir64

Dönemini aydınlatmış olan ve İbrahim Hakkı için çok önemli bir yeri

bulunan Tillovi Hazretleri, 1734’de vefat etmiştir. İbrahim Hakkı, şeyhi için özel

mimarisi bulunan bir bir türbe yaptırmıştır. O, Tillo’ya yaklaşık 4 km. mesafede

bulunan dağın tepesine bir kale inşa ettirmiş ve duvarın ortasına da küçük bir

pencere yerleştirmiştir.

Her sene Mart’ın 22’sine rastlayan “Nevruz Günü”nde Güneşin ilk ışıkları

kaledeki bu pencereden geçerek türbenin girişindeki kuleye yerleştirilmiş bulunan

prizmaya yansımakta ve oradan da türbenin tepesindeki kubbenin penceresine

aksedip, bir mercek yardımıyla İsmail Fakirullah’ın kabrinin baş ucunu

aydınlatmaktadır. 65

c) Mevlânâ Celâleddîn Rûmi

Asıl adı Muhammed olan Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, 30 Eylül 1207’de

Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. İlk eğitimini babası Bahauddin Veled’den aldı.

Moğol istilasına karşı ailesiyle birlikte önce Hicaz’a, oradan Şam’a ve daha sonra

Lârende’ye (Karaman) geçti. Konya’ya yerleşen bu aile halk ve saray

mensuplarınca büyük bir ilgi ve sevgiyle karşılandı.

Mevlânâ, 23 Ekim 1244’de Şems-i Tebrizi ile tanıştı. Bu iki gönül dostunun

muhabbetleri o kadar arttı ki duygu ve düşünce ikliminin büyüleyici ufuklarına

doğru yol aldılar. Şems’in Şam’a dönmesi sonucu üzüntüye boğulan Mevlânâ,

Selahaddin-i Zerkub adında bir kuyumcuyla dost oldu. Onun ölümünün ardından

Çelebi Hüsâmeddin isimli bir zâtla tanıştı ki; Mevlânâ’ya Mesnevi’yi yazması

yolunda telkinlerde bulunan da odur.

64 Mârifetnâme, ss. 517-521. 65 Diclehan, a.g.e., s. 134.

27

İki kez evlenen Mevlânâ’nın biri kız, üçü erkek olmak üzere dört çocuğu

olmuştur. Mevlânâ’nın Mesnevi’den başka Farsça olarak yazdığı eserlerinin çoğu

Türkçe’ye çevrilmiştir. Ölümü sevgili’ye kavuşmak olarak gören ve “Şeb-i Arûs”

olarak tanımlayan Mevlânâ, 17 Aralık 1273’de Hakk’ın rahmetine kavuştu.66

Mevlana hakkında bu genel bilgilerden sonra onun İbrahim Hakkı ile ortak

olan yönlerine değinebiliriz:

Her ikisi de “...en acı kader çizgileri karşısında kişiyi Allah’a götürebilen

insanın, din yolunda soğumamasını sağlayan güzellik telakkisini statik bir

durumdan dinamik atılıma dönüştüren, hareket ve aksiyon için aşkın lüzûmuna

inanan şâir ve bilginler olarak görmek gerekir.”67 Onlara göre kulluk görevini

yüklenen insan, Allah’ın yardımıyla bu dünyada ilerleyip yükselebilir.68

Bu açıklamadan anlıyoruz ki, her iki âlim de kul olmanın ne demek olduğunu

tam anlamıyla idrâk etmiş ve bu idrâki içselleştirmiştir.

Ve yine onlar sevgiyi yaşamış, hatta sevgi boyutunu aşarak aşka ermiş ve

aşkın özünü yakalamışlardır. Bundan dolayı aşkın yaşanarak tadılacağını

göstermişlerdir.

d) Yunus Emre

Hayatına dair çok kesin ve fazla bilgiye sahip olamadığımız Yunus Emre’nin

doğum yeri, ailesi, ölüm yılı ve kabrinin nerede bulunduğu netlik kazanmamıştır.

Ulaşılan kaynaklardan elde edilen sonuca göre 82 yıl ömür sürdüğü anlaşılan

Yunus’un 1239 veya 1240’da doğduğu ve 1321 veya 1322’de vefat ettiği görüşü

yaygınlık kazanmıştır.69

66 Diclehan, a.g.e., ss. 135-136. 67 Diclehan, a.g.e., s. 141. 68 Diclehan, a.g.e., s. 141. 69 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 314.

28

Bir rivayete göre Yunus, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş bir aileye

mensuptur ve -büyük bir ihtimalle- Eskişehir’de doğmuştur. Yunus Emre

Anadolu’nun birbirinden farklı birçok yerini gezmiştir.70

Yunus’un çok iyi bir eğitim gördüğü ve geniş bilgi hazinesine sahip olduğu,

şiirlerinden anlaşılmaktadır. Farsça ve Arapça’dan bazı parçalar hatta âyet ve

hadisler tercüme etmiştir. Kur’an’ın ezberini bitirdikten sonra İncil, Tevrat ve

Zebur’u da okumuştur.

Yunus Emre coşkun bir mutasavvıf olduğu kadar olgun bir müslümandır.

Onun müslümanlığında taassuba ve dar görüşe yer yoktur. O, son derece geniş ve

özgür düşünür.71

O, bir misyon adamıdır. Onun şiirlerinin temeli İlâhi aşk ve sevgidir. Dinin

kutsal saydığı kriterlere karşı son derece hassastır.72

Yunus, şiirlerini halka faydalı olmak için yazmıştır ve şiiri; ahlâkî,

tasavvûfî, dînî ve insanî görüşlerini açıklamak için bir vasıta olarak kullanmıştır.

Onun sözü ve fiilleri birbirine son derece uyumludur. Halka telkin ettiği

ahlâk felsefesi temkinli cesâret ve olgunluktur.

Ona göre Allah sevgisi en büyük ibadettir. Gerçek mutluluğa da ancak bu

sayede ulaşılır.73

Son derece samimi olan ve geniş halk kitlelerine ulaşmayı başaran

şâirimizin kabrinin yeri hakkında da bilgiler kesin değildir. Çünkü O, tüm

Anadolu’ya mâlolmuştur. Her şehir ve her kasaba O’nun kendisinde yatmasını

dilemiştir. 74

70 Diclehan, a.g.e., s. 144. 71 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 317. 72 Diclehan, a.g.e., s. 145. 73 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 319. 74 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 315.

29

Yunus, başlangıçta anlaşılamamış, bazı şiirleri İslâm’a aykırı gibi

görülmüştür. Ancak bu şiirler bir bütün halinde değerlendirildiğinde Yunus’un

İslâm’ı müdaafa konusunda çaba harcadığı görülecektir.75

Yunus Emre hakkındaki bu genel bilgilerden sonra O’nun İbrahim Hakkı’ya

olan etkilerine dair örnekler verebiliriz:

a)Yunus’un İbrahim Hakkı’ya etkisi hem şekil ve vezin; hem de anlam ve

ruh bakımından olmuştur.

Yunus Emre’nin dillerde dolaşan şu şiiri ile:

“Mülk-i bekâdan gelmişem

Fâni cihânı neylerem

Ben dost cemâlin görmüşem

Hûr u cinânı neylerem”

Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın:

“Can illerinden gelmişem

Fâni mekânı neylerem

Ol mülke meylim salmışam

Ben bu cihanı neylerem”

Şiiri hem şekil ve vezin, hem de duygu, düşünce ve ruh bakımından biribirine çok

benzemektedir.

b)Her iki mutasavvıf da hiçbir dar düşüncenin müntesibi olmamış; İslâm

düşüncesini diğer fikirlerin karşısına çıkarmış ve İslâm’ın prensiplerini en güzel

tarzda insanlara sunmuşlardır.76

c)İbrahim Hakkı’nın meşhur “Tefviznâme”sinin birçok mısraı hemen hemen

Yunus’un bir şiirinde aynen geçmektedir. Ancak görülen o ki; İbrahim Hakkı’ nın

söyleyişi daha kuvetli ve daha rahattır. Buna dair şu örneği verebiliriz:

Yunus’un ifadesiyle: 75 Diclehan, a.g.e., s. 145. 76 Diclehan, a.g.e., s. 148.

30

“Her dem dalalım bahre

Aldanmayalım dehre

Sabreyleyelim kahre

Allah görelim neyler”

İbrahim Hakkı’nın:

“Her kuluna her anda

Geh kahr ü geh ihsanda

Her anda O bir şânda

Allah görelim neyler

Neylerse güzel eyler” mısraları birçok açıdan birbirine benzemektedir.

d)Her ikisi de Allah sevgisini herşeyden üstün tutmuş; hûri ve cennet

umutlarını bir kenara iterek, abdest, namaz, oruç gibi dinin emirlerini insanlara

sevdirici bir üslûb kullanarak sunmuşlardır.

e)Her ikisinin de isimlerinin unutulmamasında insanlara karşı sevgi, saygı

ve merhametle yaklaşmış olmaları etkilidir.

f)Dikkatlice incelendiğnde her ikisinin de belli bir tarîkata bağlanmak yerine

nev-i şahsına münhasır bir yol izledikleri görülecektir. 77

g)İbrahim Hakkı’nın Yunus’u çok sevdiğini ortaya koyan bir kanıt da

Erzurum’un Düzce Köyü’nde Yunus’a ait olduğuna inanılan mezar taşlarının

diktirilmesi esnasında gösterdiği çabasıdır.78

e- Hazık Mehmed Efendi

Ünlü âlim İspirli Ebu Bekir Efendi’nin oğludur. H. 1102 (1591)’de

Erzurum’da doğmuştur. Asıl adı Muhammed Seyyid olan şâirimizin “Hazık”

mahlasını kimden, ne zaman aldığı bilinmemektedir. Mehmed Efendi uzun yıllar

babasından ilim almıştır. Eğitimini tamamladıktan sonra İbrahim Paşa 77 Diclehan, a.g.e., ss. 148-150. 78Diclehan, a.g.e., s. 150

31

Medresesi’nde müderrisliğe başlamıştır. Yaşantısının bir bölümünü Ahıska’da geçen

şâirimiz, kasideler yazarak medrese, cami ve çeşmelerin yapımına tarihler

düşmüştür.79

18. yüzyılda Klâsik Edebiyat alanında Hazık Mehmed Efendi, Tasavvûfî

Edebiyat alanında ise İbrahim Hakkı, silinmeyen bir isim bırakmışlardır.

Hazık Mehmed Efendi’nin İbrahim Hakkı ile olan ilgisi şiir ve edebiyat

alanıdır. Mehmed Efendi’nin tamamen Klasik tarzda ve müretteb olan Divan’ı

oldukça büyük bir değere sahiptir.

Hazık Mehmed Efendi’nin Nef’i’yi çok okuduğu ve onun etkisinde kaldığı,

Divan’ındaki şiirlerden anlaşılmaktadır. Daha çok anlama önem veren Mehmed

Efendi edebiyattaki mazmunları da kullanmıştır.

Hazık Efendi, İbrahim Hakkı’yı özelikle şiir zevkinin gelişmesi ve Divan

Edebiyatı’nın anlaşılması hususunda etkilemiştir.80

Her ikisi arasında bir arkadaşlık havası içinde süren karşılıklı fikir alışverişi

dikkate değerdir. İbrahim Hakkı’nın Mehmed Efendi’ye olan sevgi ve bağlılığını;

Mehmed Efendi’nin ölümü üzerine İbrahim Hakkı’nın ebced hesabıyla not düşmesi

göstermektedir. Zira İbrahim Hakkı, çok sevdiği insanların ölümüne ve önemli

olaylara dair not düşmeyi alışkanlık haline getirmişti. 81

C- Seyahatleri

İbrahim Hakkı, onyedi yaşındayken babasını kaybetti. Kendisini çok üzen bu

olayı İbrahim Hakkı şöyle anlatır:

79 Diclehan, a.g.e., s. 153. 80Diclehan, a.g.e., ss. 154-158. 81 Diclehan, a.g.e., s. 158.

32

“Hicri tarih 1132(M.1719) gelip, Receb ayının yarısına gitmiştir. İşte benim

o yakınım, anam, babam, hücre arkadaşım ve can ortağım, gurbet yoldaşım Derviş

Osman Efendi, Cum’a gecesi sabaha yakın dünyadan Âhirete intikâl etmiştir. Bu

şekâvet âleminden, kavuşma âlemine gitmiştir. Hemen gönlümün evi kara bulut

gibi gamlar ile dolup, merhûmun ayrılık hasretiyle baykuş viranesi olmuşumdur.

Zehirlenen gibi öyle feryad ve figân edecek idim ki, hücrenin kaldırıp, iniltilerim

göğe gidecek idi...”82 İbrahim Hakkı, Fakirullah Hazretlerinin, kendisini teselli

ettiğini, üzüntüsünü giderdiğini de anlatır: “ ...Hemen onu gördüm ki, başını kaldırıp,

kimya bakışı eseriyle yüzüme bakıp, tebessüm ederek, sadece Molla İbrahim, Molla

Osman lafzıyle bu yetîmini tâziye kılmıştır. O esnada onun mübarek göğsünden,

güneş benzeri bir nûr şavkıyıp, onda kalmıştır. O demde benim sînemin içinde

yüreğim süratle titreyip, hüzün ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet dolmuştur ki,

hislerimden bile dolup taşmıştır...”83

İbrahim Hakkı, babasının ölümünden sonra aynı yıl Erzurum’a dönerek

eğitimle meşgul olmuştur. Öğrenimini tamamladıktan sonra Fakirullah’ı ziyaret için

Tillo’ya gitti, babasının hücresine yerleşerek tasavvûfî hayata yöneldi. Şeyhinin

hizmetine ve onun feyzinden istifadeye devam etti. 1147’de İsmail Fakirullah’ın

vefatının üzerine Erzurum’a döndü. Daha önce babasının imamlık yaptığı Yukarı

Habib Efendi Camii’ne imam odu. 1150’de hacca gitti. Dönüşte “Lübbü’l-Kütüb”

adlı eserini hazırladı.84

İbrahim Hakkı, 1747’de -Sultan I.Mahmut’un hükümdarlık döneminde-

Padişah tarafından saraya davet edildi ve saray kütüphanesinden istifade etmesi için

imkân sağlandı. Bu dâvetin temelinde İbrahim Hakkı’nın kitap sevgisi ve ilim aşkı

yatmaktaydı. İlimle uğraşmaktan başka hedefi olmayan İbrahim Hakkı bu fırsatı

değerlendirerek çalışmalara başladı. Mârifetnâme’yi yazması esnasında bu

bilgilerden istifâde etmişti. Ayrıca İbrahim Hakkı, bu yolculuk esnasında “ders

okutmak amacıyla” I.Mahmut tarafından Erzurum’daki Abdurrahman Gazi

82 Mârifetnâme, s. 522. 83 Mârifetnâme, s. 522. 84 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 306.

33

zâviyedârlığına tayin edildi.85 Erzurum’a döndükten sonra türbadârlık görevini

oğluna bırakarak ilimde yoğunlaşmaya başladı. İkinci defa 1168’de resmî bir görev

için İstanbul’a çağrılan Sunullah Efendi ile birlikte İstanbul’a gitti. Bu ikinci ziyaret

birinciden daha uzun sürmüştü. İbrahim Hakkı, Hasankale’ye dönünce bir yandan

Mârifetnâme’yi yazarken bir yandan da öğrenci yetiştirmeye devam etti. III.Mustafa

tarafından Abdurrahman Gazi türbesinin zaviyadârlığı görevi yenilendi. Çok az

olan bu tekkenin gelirini oğulları ve amcasının oğlu Yusuf Nedim arasında

paylaştırdı. Bu arada “İrfâniyye”( Mecmûatü’l-İrfâniyye)’yi yazdı.

1177’de üçüncü defa Tillo’ya giden İbrahim Hakkı “İnsâniyye” isimli eserini

kaleme aldı ve aynı yıl ikinci defa hacca gitti. Dönüşünde yine eser yazmak ve

öğrenci okutmakla meşgul oldu. Bu arada kapsamlı bir eser olan “Mecmû atü’l-

Meâni”yi tamamladı. 1181’de üçüncü kez hac görevini îfâ etti. Orada, eserinin

Şam’da okunduğunu gördü ve mutlu oldu. Dönüşte Erzurum’a geldi. Yaklaşık üç yıl

sonra oğlu İsmail Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya gitti ve buraya yerleşti. 86 Beş

ana eser dediği on eser daha oluşturdu. Bu esnada “Mârifetnâme’deki birtakım

müsbet ilim verileri, bazı tutucu çevreler tarafından yadırgandı, dedikodu konusu

yapıdı ve kötü karşılandı. İbrahim Hakkı da hem kitabını kurtarmak hem de inançlı

olduğunu kanıtlamak için “Hey’etü’l-İslâm” ı yazdı. 87

D- Evliliği ve Çocukları

İbrahim Hakkı otuz üç yaşına geldiğinde Firdevs isimli kültürlü, hünerli ve

güzel bir kızla evlendi. İsmail Fehim ve Ahmed Nâîmî adında iki erkek çocukları

oldu.

1742’de Erzurumlu Fadime Hanım ile evlendi. Fadime Hanım Erzurum’un

zengin bir ailesi olan Hüseyin Bey’in kızıydı. İbrahim Hakkı’nın bu hanımından

olan çocukları yaşamamıştır.

85 Diclehan, a.g.e., s. 16. 86 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 306. 87 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 25.

34

İbrahim Hakkı, 1742’de Hasankale’ye yerleştiğinde Hasankaleli olan Belkıs

Hanım ile evlendi. Gülsün ve Muhammed Şâkir adlı iki çocukları oldu. İbrahim

Hakkı’nın erkek çocuklarından torunları Muhammed Şâkir ile devam etmiştir.

Aradan birkaç sene geçince Züleyha Hanım’la evlendi ve Osman Nedim

isimli bir oğlu oldu. İbrahim Hakkı, Osman Nedim’i kaybettiği zaman acısını

yansıtan şu mısraları yazmıştır:

Hasretiyle ağladı halk-ı cihân

Geldi târih gitdi vây Osman civân. 1172/1759

Fadime Hanım’ın vefatından sonra, İbrahim Hakkı’yı Tillo’ya bağlamayı

düşünen şeyhinin çocukları onu Fatma Azize Hanım ile evlendirdiler. Hanife ve

Şemsi Aişe adlı iki kızları oldu. İbrahim Hakkı’nın kızı tarafından gelen torunları

Hanife Hanım’la devam etmiştir.

İbrahim Hakkı’nınn Tillo’da bulunduğu zamanlarda eşi Züleyha Hanım

vefat etti. Bir müdet sonra Firdevs Hanım’dan doğan Ahmet Naîmi adındaki oğlu da

genç yaşta vefat etti. Bunun üzerine İbrahim Hakkı şu dötlükle oğlunun ölümünü

belgeler:

Ahmed Naîmî döndü azîme

Fer’i değişdi asl-ı kadîme

Fevtine Hakkı der bunda tarih:

Gitdi Naîmî Kasr-ı naîme. 1179/1766

Firdevs Hanım oğlunun ölümüne dayanamayıp iki sene sonra kendisi de

vefat etmiştir. İbrahim Hakkı, ilk eşi Firdevs Hanım için şu ifadeleri kaleme

almıştır:

Geçdi dünyadan garibin ey hoca

Makamıdır cennet içinde yüce

Söyledi Hakkı anın tarihini

Cennet-i Firdevse bu Firdevs uça. 1181/1768

35

Bir süre sonra 1778’de Fadime Azize Hanım da vefat etti. Bundan dolayı

İbrahim Hakkı, şeyhinden kalan yâdigârı kaybetmenin acısını yaşadı. 88

E- Ölümü

İbrahim Hakkı artık 77 yaşındadır ama hafızası oldukça kuvvetlidir. Bir gün

oğlu Yusuf Nedim’e Tillo’dan babası İbrahim Hakkı’ nın vefat ettiğine dair bir

mektub geldi.89 Ölümünden iki yıl önce yazdığı vasiyetnâmesinde, şeyhinin

kubbesi altına defnedilmemesini, oraya şeyhin çocuklarının gömülmesinin daha

doğru olacağını söylemiştir. Ancak Fakirullah’ın oğlu Mustafa Fâni’nin isteğiyle ve

İbrahim Hakkı’nın buraya gömülmesinin daha doğru olacağı düşüncesiyle İsmail

Fakirullah’ın kubbesi altına defnedildi.90

F- Kişilik Özellikleri

Öncelikle sistemli bir ilim adamı, bir ansiklopedist, dönemini takip eden ve

gözlemleyen bir bilgin, mutassavvıf ve İslam ilimlerinde ciddi anlamda otorite olarak

tanınan İbrahim Hakkı, bunun yanısıra on sekizinci yüzyılın, Bursalı İsmail Hakkı

ile birlikte en önemli dergâh şâirleri arasındadır.91

İbrahim Hakkı, önemli ve değerli bir filozoftur. Özelikle İslâm felsefesinde

oldukça mesafe kat etmiştir. İleri bir mutasavvıftır. Güçlü bir mütefekkirdir. Aynı

zamanda o, bir sosyologtur. Çünkü daima topluma ve toplum ahlâkına seslenir.

Psikologtur. İnsan üzerinde önemle durmuş, onun fiziksel ve psikolojik yönlerini

anlamaya çalışmıştır. Hümanisttir. İnsana verdiği önemden dolayı “İnsan-ı kâmil”

hakkında risalecik yazmıştır. Felekiyât âlimidir; kozmoğrafyadan, aydan,

yıldızlardan, yağmurdan ve birtakım tabiat olaylarından bahseder. Türkçe’ye büyük

önem vermiş, eserlerinin çoğunu Türkçe olarak yazmıştır. Fen adamıdır. Biyolojiden,

88 Çiftçi, a.g.e., ss. 20-22. 89 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 26. 90 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 306. 91 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 435.

36

jeolojiden, kimyâdan, hendeseden, riyâziyeden ve hatta hukuktan bahsetmektedir.

Kelâmcı olmadığı halde “Zât” ve “Sıfat” gibi meseleleri ayrıntılı olarak ele

almıştır.92

İbrahim Hakkı, hayatı boyunca irşad etmeye devam etmiş, kendi ailesinde

olduğu kadar Erzurum ve çevresinde de pekçok öğrenci okutmuştur. Ayrıca

eserlerinde ele aldığı konuları sadece yazmakla kalmamış bizzat nefsinde

yaşamıştır. Mal ve mülke rağbet etmemiş, olanları da dağıtmış, kanaatkâr ve

münzevî bir hayat sürmüştür.93

İbrahim Hakkı, şark kültürünün en güçlü temsilcilerinden birisidir. Gerileme

Dönemini yaşayan imparatorluğunun mânevi koruyucuları arasındadır. Yaşadığı

dönemi aydınlatmakla kalmamış kendisinden sonraki dönemlere de ışık tutmuş,

birbirinden farklı konuları ele almıştır. İbrahim Hakkı, herşeyi Allah’a havale ederek

daima yeni ufuklara doğru ilerlemiştir.94

İbrahim Hakkı’nın çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, oldukça anlamlıdır.

O, çocuklarına çok değer vermiş, onlara şefkât ve merhamet gözüyle bakmıştır.

Onun çocuk sevgisinin bir tezahürü de; yazdığı eserleri onlara ithaf etmesidir.

Çünkü insan çok sevdiği ve değer verdiği şahıslar için ithafta bulunur. Nitekim

Mârifetnâme’yi oğlu Ahmet Nâimi için yazdığını söylerken; Mecmuatü’l- Maâni adlı

eserindeki “Nûş-i Can” risalesini de büyük oğlu İsmail Fehim’e ithaf ettiğini

belirtmektedir.

İbrahim Hakkı’ya göre yaşamak, daima Allah’a kulluk etmektir. O, maddeye

değil mânâya öncelik vermiştir. Asıl maksadı ise insanları hakikâte çağırmaktır.

İbrahim Hakkı’nın başka bir özelliği de son derece mütevâzi olmasıdır.

Hayatı boyunca övünmemiş ve değişmemiştir. Padişah tarafından saraya davet

92 Revnakoğlu, a.g.e., ss. 2-7 93 Numan Külekçi, Erzurumlu İbrahim Hakkı (Toker Yayıları) Erzurum 2002, s. 29 . 94 Diclehan, a.g.e., ss. 20, 24.

37

edilmiş olmasına rağmen asla kendini üstün görmemiştir. Ayrıca o, herşeyde bir aşk

tecellisi görmüş, hep bu minval üzere hareket etmiştir.95

G) İlmî Özellikleri

İbrahim Hakkı’nın eserlerine baktığımızda onun, ilmin birbirinden farklı

alanlarına ilgi duyduğunu ve ele aldığı konuyu derinlemesine işlediğini görüyoruz.

Aşağıdaki özellikler de onun ilmî boyutunu yansıtmaktadır:

Babası Osman Efendi, İbrahim Hakkı’nın okumayı oyuna tercih ettiğini, beş

defa okuduğu zaman hemen ezberlediğini ifade etmektedir.96

“Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş,

yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların

sohbetine meylimi salmışımdır.” diyen İbrahim Hakkı okuma sevgisini dile

getirmektedir.97

O, müsbet bir bilim adamıdır. Taassubun yoğun olduğu bir zamanda bile

önyargılardan uzak durarak deney ve gözlemlerle hareket etmiştir. Ayrıca o, katı

bir din adamı olmamış, hep aydın bir görüş sergilemiştir. Aklın bulgularını inkâr

etmeyip dînî hükümleri uygun bir şekilde yorumlamayı uygun bulmuştur.98

İbrahim Hakkı’yı diğer dergâh şâirlerinden ayıran bir özellik vardır ki; o da

ilim üzerindeki sürekli ısrarıdır.99 Bu anlayışından dolayı insanın eğitimine büyük

önem vermiş ve Mârifetnâme adlı eserinde özel bir yer ayırarak öğretmen-öğrenci

ilişkisinden bahsetmiştir.100

95 Diclehan, a.g.e., ss. 82-96. 96 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 19. 97 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 306. 98 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., ss. 28, 32. 99 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 435. 100 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 30.

38

İbrahim Hakkı’nın hayatına ve şiirlerine baktığımızda en çok gözümüze

çarpan konular “İslâmî iyimserlik” ve “Kur’ânî ümid” olmaktadır. Yazarımızın

ifadelerinde hep pozitif hep sıcacık anlatımlar bulmaktayız. Şiirde Yunus ve Fuzuli

havalarını taşıyan İbrahim Hakkı, ünlü “Tefviznâme”sinde de orjinalliği yakalamış

ve kendine özgü bir üslup geliştirmiştir101

İBRAHİM HAKKI’NIN ESERLERİ

İbrahim Hakkı, gönül adamı olmasının yanısıra, sürekli ilimle meşgul

olarak, eser yazarak ve öğrenci yetiştirerek verimli, bereketli bir yaşam süren bilim

adamıdır.

Onun eserleri hakkında farklı rakamlar verilmiş hatta bunu otuz dokuza kadar

çıkaranlar olmuştur. İbrahim Hakkı, büyük kitaplarının içine aldığı küçük risalelerini

müstakil bir eser olarak saymamıştır.102 O, 1754-55 yılından 1764-65 yılına kadar

yazdığı beş eserini “ana eser”, 1766-1777 yılları arasında yazdığı on eserini de

“evlad eser” olarak adlandırmaktadır. Ana eserleri şunlardır: Divan, Mârifetnâme,

İrfaniyye, İnsaniye, Mecmuâtü’l-Meâni. 103

a) Ana Eserler

1-Dîvân: İbrahim Hakkı, ilk eseri olarak belirttiği Dîvân’ını oğlu İsmail

Fehim için yazmıştır. (M.1755)104 Eser, 1755’de düzenlenmiş, 1847’de basılmıştır.

İbrahim Hakkı, bu eserine İlâhînâme adını vermiş ve bir beyitinde bunu şu şekilde

dile getirmiştir:

İlâhî bu ednâ vasf-ı aşkın yazdı çün şevkınla bu ednâ

İlâhînâme nâmıyla kabul et bunu ey Mevlâ

101 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 436. 102 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 309. 103 Çiftçi, a.g.e., s. 41. 104 Külekçi, a.g.e., s. 32.

39

Aşağıdaki beyitin son mısrasında da ebced hesabıyla eserin hicri 1168/1755

tarihinde düzenlendiği belirtilir:

Bu vahdetnâmenin tenhâ bu mısra’ oldu tarihi:

İlâhînâme-i Hakk’ı enîs-i âşık-ı şeydâ

Eser bir münâcat ile başlar. Ardından sekiz kaside, bir Aşknâme, bir Na’t, bir

Vasf-ı Hâl ile devam eder. Dînî ve tasavvûfî gazellerin buluduğu, İlâhînâme-i

İbrahim Hakkı diye adlandırılan bölümde 360 adet gazel bulunmaktadır. Dîvân’da

bir Müseddes, altı Muhammes, suyun özellliği ile bir şiir, onbeş mâni, seksen iki

rübai, onyedi müfred ve rübailer bulunmaktadır. Vaslnâme, Pendnâme,

Şükürnâme’den sonra Murabba’, Mesnevi, Kıt’a, Vasiyetnâme gibi bölümlerle sona

erer.105

2-Mârifetnâme: Tezimizin de asıl konusunu oluşturduğundan dolayı

Mârifetnâme’yi ilerde müstakil bir bölüm halinde ele alacağız.

3-İrfâniyye: Eserin tam adı Mecmûatü’l-Vahdâniye fî Mârifeti’n-nefsi’r

Rabbâniye’dir.106 M. 1761’de tamamlanan eser, “nefsini bilen Rabbini bilir” sırrını

açıklamak için kaleme alınmıştır. Birinci bölümü Arapça, ikinci bölümü Farsça ve

üçüncü bölümü ise Türkçedir. Hepsinde aynı konu işlenmiştir.107

4-İnsâniye: Tam ismi Mecmûatü’l-İnsaniye fî Mârifeti’l-Vahdâniyye’dir.

İbrahim Hakkı, bu eseri yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler.108 M.

1763’de tamamlanan eser, antoloji şeklindedir. Arapça, Farsça ve Türkçe’den seçilen

şiirler tasavvûfî ve didaktik mahiyettedir.109

5- Mecmuatü’l Meâni: M. 1765’de Erzurum’da Arapça, Farsça, Türkçe

olarak yazılan eserde tevekkül, tefvîz, rızâ gibi konuların dışında, bazı mektuplara da

rastlanmaktadır.110 Bunun yanısıra astronomiye dair cep tahtasının kullanımı

105 Çiftçi, a.g.e., ss. 42-44. 106 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 107 Külekçi, a.g.e., s. 37. 108 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 109 Külekçi, a.g.e., s. 38. 110 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310.

40

hakkında Türkçe bir bölüm, Kur’an tecvidiyle ilgili yine Türkçe bilgiler ve her üç

dile ait küçük bir sözlük bulunmaktadır.111

b) Diğer Eserleri

1-Tuhfetü’l Kirâm: Evlad eserlerin ilkidir.112 Eserin kaynağı Mecmuâtü’l-

Meâni’dir. M. 1766’da yazılmıştır ve yazma nüshasına rastlanılmamıştır.113

2- Nuhbetü’l Kelâm: Eserin kaynağı Mecmuâtü’l Meâni ve Mârifetnâme’dir.

Mensur yazılan eser Arapça ve Farsça’dır.114

3- Meşâriku’l-Yûh: M. 1771’de yazılmıştır. İbrahim Hakkı’nın kendisine ait

olanlarla bazı eserlerden topladığı, tasavvuf ve daha farklı konulara değinen eser

antoloji şeklindedir. Arapça, Türkçe ve Farsça manzûmeler bulunmaktadır.115

4-Sefîne-i Rûh: M. 1773 tarinde yazılmış Türkçe, Farsça ve Arapça şiirler

seçilerek kırk bölüm olarak düzenlenmiştir.116

5- Kenzü’l- Fütûh: M. 1774 tarihinde düzenlenmiştir. Eser, didaktik ve

tasavvûfî mahiyetteki 1021 beyitten meydana gelmektedir. Bazı şiirler Arapça’dan

Türkçe’ye ve Farsça’ya çevrilmiştir.117 Eserin sonundaki iki beyitte eserin

özelliğine dair bilgiler verilmektedir:

Ey fakiri bin yiğirmi müfred oldu bu kitab

Sâl-i hicret seksan u sekiz tedâhuldur hisâb

Hakk’a hamdolsun habîb u âline yüzbin selâm

Buldu bu “Kenzü’l- Fütûh” ebyâtımız bunda tamam118

111 Külekçi, a.g.e., s. 38. 112 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 113 Çiftçi, a.g.e., s. 49. 114 Külekçi, a.g.e., s. 39. 115 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 116 Külekçi, a.g.e., s. 39. 117 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 118 Çiftçi, a.g.e., s. 50.

41

6-Defînetü’r- Rûh: Eserin kaynağı Mecmuâtü-l Meâni’dir. Arapça, Farsça ve

Türkçe olarak düzenlenmiştir. M. 1775’de yazılan eserde Cilâü’l- Kulûb ve İnsan-ı

Kâmil risaleleri, üç mektub ve 40 kadar şiir bulunmaktadır. 119

7-Rûhü’ş-Şürûh: M. 1776’da yazılmıştır ve İlâhînâme’den seçilmiş birtakım

şiirleri içerir.120

8-Ülfetü’l-Enâm: M. 1775 yılında Mârifetnâme’den alıntı yapılarak

düzenlenmiş, ancak günümüze kadar ulaşmamıştır. 121

9-Urvetü’l –İslâm: M. 1777 yılında yazılmış, bir mukaddime ve bir

hâtimeden oluşmuş, onbeş bölüm halinde düzenlenmiştir.122

10- Hey’etü’l-İslâm: M. 1777’de Arapça olarak kaleme alınmıştır.

Mârifetnâme’nin astronomiye dair bilgilerini içerir.123

Bunların dışında Lübbu’l-Kütûb adlı eseri, onun Farsça şiirlerden seçtiği

144 beyitten oluşan iki manzumesinin de bulunduğu antolojik bir eserdir. Tertîbu’l-

Ulûm adlı eseri ise Türkçe manzum bir eserdir. Dört beş sayfadan oluşan risâle,

çeşitli öğretim kademelerinde okunması gerekli dersleri ve öğretim kurallarını

içerdiği için büyük önem taşımaktadır. 124

119 Külekçi, a.g.e., s. 40. 120 Külekçi, a.g.e., s. 40. 121Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 122 Çiftçi, a.g.e., s. 51. 123 Külekçi, a.g.e., s. 40. 124 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310.

42

İBRAHİM HAKKI’NIN ESERLERİNDEN ÖRNEKLER

A. MEKTUPLARINDAN SEÇMELER

1. İBRAHİM HAKKI’NIN İLK EŞİ FİRDEVS HANIM’A YAZDIĞI

MEKTUP

Ve izzetli, hürmetli, muhabbetli, hakikatli, hatırlı, gönüllü, asıllı, usullu,

akıllı, güzel sabırlı, güzel huylu, tatlı dilli, hanım yapılı, güleç yüzlü, alçak gönüllü

dervişim, ehlim, helâlim Firdevs Hanım huzuruna.

Derûn-i dilden ve can ü gönülden selamlar ve dualar edip ol mübârek nâzik

hatırın süâl ederiz, Hüdâ’nın birliğine emanet veririz.

Benim nazlı yârim, benim yâr-i gam-güsârım, benim şenliğim, şöhretim,

benim sevdiğim, keyfim, benim canım Firdevs’im, neylersin? Ne keyiftesin? Ne

fikirdesin? Ne haldesin? Benim güzelim, garib gönlünü ne ile eğlersin? Okur musun,

nakış mı işlersin? Oynar mısın, güler misin?

Benim gönlüm senin hayâlinle eğlenir, sen nicesin? Keşke sizi getirsem bu

vilâyetleri seyrettirsem. Zira sensiz canım rahat olamıyor. Benim güzel keyfim,

senden ayrılmak ne çetin ahvalmiş bilmezdim. Hak Teâlâ gönül hoşluğuyla bir dahi

dünya gözüyle müyesser eylesin âmin.

Firdevs, Firdevs o saçların seveyim. Firdevs, Firdevs o başın seveyim, o

gözün seveyim, o yüzün seveyim. A zalim Firdevs, ayıpsız canın seveyim. Sakın

benden küsmeyesin ki gönlüm sıkılmasın. Kusurlarımı afvet, âhiret hakkını helâl

eyle. Kapının bükmesini gördükçe gönülden çıkarmayasın.

Benim doğanım, çiftçi eline düşmüşsün, seni çantada hapsetmişim. Allah

muînin olsun. Senin yerin İstanbul’dur. Ola ki kısmetimiz hayırlıysa kalkmış ola.

43

Zira bu taraftan senin ağa babanı aradım, buldum. Müjde! Biaynihî (aynıyla)

mektuplarda yazdığınız nişanları veriyor. Seni tanımıyor ama işitmiş. Vilayette

sanıyor. Kendisi, İstanbul’da yeniçeri ortasında ağa olmuş. Serden geçti Davut Ağa

(diye) çağırıyorlar.Üç kere görüştük.Vaa’d etti ki mektup yaza kardeşini Erzurum’a

getire ve seni buraya getire. Kışla odalarına oluyor, evi, avradı, uşağı (çocuğu) yok.

On yirmi kadar etba’ı (adamları) var. Bir cârî (muteber) âdem. Ak sakallı, gök gözlü,

alçak boylu, şirin yıldızlı, ısı kanlı bir güzel âdemdir. Sana çok selâm etti, gayet

hazzetti.

Benim ehlim! Eğer buysa kaynatam, işte buldum. Kaldı kaynım. İnşaallah,

onu dahi bulurum. Seni garib koymam. Hemen sağ olasın. Benim sırdaşım,

tırnacığıma derman ettim, sağaldı, kolum gibi hoş oldu öylece bilesin. Hiç

hatırımdan çıkmadın. Hayalimde gözüm önünde durursun. Böylece apayân

gönlümdesin. Allah’a emanet olasın. Bin tabaka kâğıt yazsam seninle sözlerim

tükenmez. Hele yavaş, inşâallah ramazan geceleri sabahlara deyin sana çok çok

gördüğüm, işittiğim güzel, pâk şeyleri ve esvapları size lâyık görürüm. Eğer fırsatım

olursa alırım. Yoksa siz sağ olunuz. Birer hamayıl getirürem. Şimdilik mektubum

boş olmasın için bir pâk büyük iki kat bürüncük gömlek göndermişim. Gönlünüz her

ne meyve isterse şehirden götürdesiniz, meyvesiz kalmayasınız. Haftada iki kere

çaylara, bahçelere çıkasınız, hapsolmıyasınız, rahat olasınız. Allahın birliğine emânet

olasınız. Ömrün uzun olsun, amîn ya muin.125

2. İBRAHİM HAKKI’NIN EŞİ FATMA HANIM’A YAZDIĞI MEKTUP

Ve izzetli, hürmetli, muhabbetli, hakikatli, hatırlı, gönüllü, asıllı, usullu,

akıllı, güzel sabırlı, güzel huylu, tatlı dilli, hanım yapılı, güleç yüzlü, alçak gönüllü

dervişim, ehlim, helâlim Fatma Hanım huzuruna.

Derûn-i dilden ve cân u gönülden selâmlar ve duâlar edip mübarek hatırın

sual ederiz ve Hüdâ’nın birliğine emânet veririz.

125 Çiftçi, a.g.e., ss. 129-131.

44

Benim yâr-i gârım, gam- güsârım, benim aklım, fikrim, benim cânım hanım,

neylersin? Ne fikirdesin? Ne keyftesin? Ne haldesin? Ne demdesin? Benim yükümü

çeken, benim hatırım sayan, benim ateşime yanan, bu ayrılık sana tez değil miydi?

Selâmet kurtuldun mu? (Galiba gebe olacak) Allah emeklerini zâyi etmesin. Ben

isterdim ki senin bu hizmetinde bulunayım, ama taktir böyle imiş. Şimdi bir selâmet

haberin müjdesini bekliyorum. Hak Teâlâ bir dahi dünya gözüyle görüşmek

müyesser eder mi? Bir görsen ki nasıl tavlı olmuşum? Şimdi İstanbul’un suyu ve

havası bana hoş geldi. Öyle ki gâyet şişman kişi oldum. Kardeşin ve dayın yanımda

zayıf uşaklar (çocuklar) gibi görünürler. Öylece bilesin.

Eğer bacın hânemizdeyse ona dahi çok selam ederiz. Hatırını süâl ederiz.Ve

izzetli, rif’atli karındaşımız Abdullah Bey’e çok selam ederiz. Mübarek hatırını süâl

ederiz. Hüdâ’ya emanet olasız. Ve emmin kızı Rahime Hanım’a selamlar ederiz,

hatırını süâl ederiz.

Benim cânım helâlim, mektubumuz boş olmasın için şimdilik sana bir

İstanbul gömleği yolladım, mâzur olsun. Sonra ben gelende görelim ne müyesser

olur? Hak Teâlâ’nın yanında aziz olasınız. Ben senden çok râzıyım. Rabbim de

senden râzı olsun. Cümlemizi Firdevs-i âlâya götürsün. Melek huylu, âlemin nuru

hânım. Allah’ın birliğine emanet olasınız. Âmin ya muin.126

3. İBRAHİM HAKKI’NIN EŞİ BELKIS HANIM’A YAZDIĞI MEKTUP

Ve izzetli, muhabbetli, hakikâtli, şefkatli, gayretli, edebli, helâlim Belkıs

Hatun’a.

Selâmlar edib mübârek hal ve hatırın süâl ederiz, Hüdâ’ya emânet veririz.

Benim Ayaz-i hasım,benim pâk, arı tavırlı yosmam! Benim derdimi, belâmı çeken

emektarım. Keyfin nice? Neylersin? Ne işlersin? Ne haldesin? Bacılarınla hoş, tatlı

mısın? Hatırım için cümleye izzet, hizmet eder misin? Gülsün Hatun’un (kızları)

keyfince gider misin? Sana gene cefâ eder mi? Benim yârim, benim Allahlık ehlim,

126 Çiftçi, a.g.e., ss. 131-132.

45

gurbet elde seni unutmam. Sen benim gene evvelki Ayaz-i hasımsın. Hiç gönlüne

bir gam ve elem getirme, keyfini aç. Allah Teâlâ muînin olsun. Sağ, selâmet seni

bana bağışlasın. Bir dahi dünya göziyle görüşmek müyesser eylesin, âmin! İnşaallah

ramazandan evvel gelende sizlere birer armağan getiririm; ama şimdilik bir

İstanbul gömleği gönderilmiştir ve Gülsün’e de bir cici mest yolanmıştır. Hemen

Allah Teâlâ cümlenize can sağlığı ve gönül hoşluğu ihsan eylesin, âmin.127

4. İBRAHİM HAKKI’NIN EŞİ ZELİHA HANIM’A YAZDIĞI MEKTUP

Ve izzetli, hürmetli, muhabbetli, hakikatli, hatırlı, gönüllü, hizmetli, sabırlı,

mârifetli, akıllı, gayretli, şefkatli, güzel yüzlü, şirin sözlü, melek huylu, çelebi kollu,

nâzik elli, ince belli, şirin yıldızlı, has odalığım, oğlum annesi, gönlüm canânesi,

inci dânesi, hatunum ve hânım küçük kadın Züleyha huzuruna.

Candan selâmlar ve gönülden duâlar edip ol mülâyim hâtırın kat kat süâl

ederiz. Allah’ın birliğine emânet veririz. Benim küçük kadınım, benim âşık paşam,

benim gözüm, benim sırdaşım, benim dervişim, benim emektarım. Ne keyftesin?Ne

haldesin? Neylersin? İyi misin? Hoş musun? Allah muînin olsun? Kendin uşak

(çocuk, küçükken) ken uşak hizmetine düştün. Allah emeklerini zayi etmesin. Hak

Teâlâ canına sağlık, gönlüne hoşluk versin.Tanrı seni bana bağışlasın. Bir dahi

dünya gözü ile görüşmek müyesser eylesin, âmin!

Aceb cihanda senin gibi var mıdır? O tatlı canın seveyim, o tatlı bakışmaların

seveyim. Hiç fikrimden gitmezsin. Böylece ayan gönlümde durursun. Benim nâzik

âşıkım, senin için yollarda ve İstanbul’da besteler yazıyorum ve öğreniyorum ki

inşaallah gelende seninle ses sese verelim de türlü türlü besteler, güzel güzel

kitaplar okuyalım, Allah Teâlâ’ya âşık olalım, safalar edelim.

Bir küçük kadın gördüm, hemen sana benzettim. Selâm sabah ettim. Sesi

dahi sana benzerdi. Senin hatırın için sokak ortasında ona yarenlik edip ahvâlini

sordum. Bir ihtiyar kocası varmış zindanda. Ona ekmek götürürmüş. On kuruş

127 Çiftçi, a.g.e., s. 132.

46

borcunu vererek anı halâs edip sevabını sana bağışladım. Allah Teâlâ senden râzı

olsun.Zira ben senden yer, gök dolusu râzıyım. Allah Şeyh Osman’ı (oğulları) bize

bağışlasın, âmin! Ve cümle küçük kadınlar sana kurban olsun! Ve büyük kadınlar

bacılarına kurban olsunlar. Benim hakkımda siz bana dünyalar değersiniz. Hak Teâlâ

dördünüzü, bana dünyada bağışlasın ve âhirette Firdevs-i Âlâ’da sizi bana versin.

Âmin, ya Erhamerrâhimîn!

Ben kimsenin fikrinde ve hayâlinde değilim. Bu muhabbetnâmem boş

gelmesin için her birinize birer bürüncük gömlek irsal olundu. Şimdilik mâzur

olsun.

Benim sizinle ol kadar çok sözlerim vardır ki bir ay yazsam tükenmez. Ben

ise şimdi kitap hazinesinden kitaplar alıp bakıp tatlı sözler yazsam gerek.Tâ

gelinceye değin, inşaallah bir kitap yazıp kendime armağan getirmek murad

etmişimdir. Kolay gele…128

5. İBRAHİM HAKKI’NIN OĞLU İSMAİL FEHİM’E YAZDIĞI MEKTUP

Benim aynım (gözüm) İsmail Fehim, merhaba! Nice keyfin? Canın sağ

mıdır? Gönlün hoş mudur? Kendini unutup Rabini bulmuş musun? Her havf ve

kederden âzad olmuş musun? Tanrı seni yok edip kendiyle var ede! Âmin!

Benim aynım Fehim Efendi, şehr-i Şevval’in onaltıncı günü, Şam-ı Şerif’ten

çıkıp Medine-i Münevere’ye konarak, göçerek, çadırlarda yiyerek, içerek, melek

huylu Müftü Efendimizle her fenden her dilce söyleşip sohbet ederek gece gündüz

mahfede uyku ile ve atlarla giderek sıhhat ve selâmetle Medine-i Münevvere’ye

vâsıl olduk. Ve Ravza-i Mutahhara’ya dahil olup sizlere ve cemi dua ile ve

Devletli Efendimize selâm ile vasiyet eden dostlara mahsus adınız ile dualar edip

selâmınızı dahi tebliğ etmişizdir Hak Teâlâ kabul eylesin, Âmin!

128 Çiftçi, a.g.e., ss. 133-134.

47

Andan varıp Rabak’da ihrama girip Beytü’l-Haram’a yüz sürüp Arafat

Dağı’nda durup andan Müzdelife’ye erip Mina Deresi’ne girip ordan gene

Mekke’ye gelmişizdir. Tavaf-ı ziyaret ve sa’y edip yevmü’l- ıyd beyne’s-salâten

tenhaca refîk-i şefîkimiz ile Beyt-i Şerîf’e dahil olup her semtte namaz kılmışızdır.

Zikr olunan makamlarda ve Hacer-i Esved mukâbilinde ve Makam-ı İbrahim

ardında ve Mîzâb-ı Rahmet önünde sizlere ve dostlara adlarınızla çok çok dualar

etmişizdir. Hak Teâlâ kabul eylesin!

Andan gene seyr ü sohbetlerle her gün başka yerde çadırlar kurdurup safa-

yı hatırla ve sıhhat-i vücudla Saferü’l- hayrın yedinci günü Şam-ı Şerife dahil olup

mektuplarınızla mesrur olmuşuzdur.

İnşa-Allahü’r-Rahman sâîlerden beş on gün sonra bizi ol tarafta bilesiz.

Niyetimiz Kuşmir ve Kiği üzerinden gelmektir.

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.

Bize mektup gönderen dostlar ki, Yeniçeri Efendisidir ve Narmanlızade

Yusuf Efendi’dir. Onlara ve süâl eden cümle dostlara selâm ve dualarımızı tebliğ

edip özrümüzü dileyesin. Mektup yazamadık. İnşa-Allahü Teâlâ mektuptan on gün

sonra görüşürüz. Hemen Hak Teâlâ cümleye sıhhat ü âfiyetler ihsan eylesin.Âmin!

Ve Hatice Hanım kızıma ve oğullarına selâm ve duamızı eriştirip başarı sağ

olsun diyesiz.

Hürmetli Firdevs Hatun’a selam ve dua edip mübarek hatırın süâl edip anı

Tanrı Teâlâ’ya emanet veririz. Mektubundan azim hazzedip cebime koymuşumdur.

İnşa-Allahü Teâlâ on gün sonra gelip kendim cevapların verip dua ederim.

Hakikatli Molla Yusuf’a, anasına, ehline, oğluna selâmlar ve dualar edip hal ü

hatırların süâl edip anları dahi Mevlâ’ya emanet veririz. Mektubu ile kitap geldi ve

makbul oldu. Allah râzı olsun, sa’yi meşkur olsun. Âmin!

48

Bu yolda refîk-i şefîkimiz sohbetiyle ağır, uslu olup nice yollar, töreler

öğrenmişizdir.

Ol tarafta âhiret bacım büyük hanım ve hatun hemşiremize ve Okumuş

Kadın’a ve Gülsün Hanım kızıma, hususa mektup yazan hakîkatli Rukiye Hanım

hemşireme ve Emine Hanım kızıma, gelin hanıma, Çinî Hanım Firdevs’im gidip

selâm ve duamızı eriştirip desin ki “Vallahi’l- azîm, Medîne’de Peygamberimizin

karşısında, Kâbe ile etrafında ve içinde Ağa karındaşımıza ve cümlesine adlarıyla

hayır dualar etmişimdir.”

Ama Şam’a gelip hanımın mektubunu gördüğümde, onca dualar kabul

olmayıp Ağa karındaşımız bu belâlara giriftar olduğundan bir mertebe mahzuz

olmuşumdur ki bilmiyorum, yeri üstünde miyim, altında mıyım? Geceyi gündüzden

fark edemiyorum.

Hanıma mektup yazamadım. Mektubunuz tehî olmasın için Âdât-ı Evliya’yı

nazm edip Mekke hediyesi olmak üzere gönderilmiştir, kabul ola!

9 Safer 1182/ 25 Haziran 1768

Muhibb-i muhlis İbrahim Hakkı 129

129 Çiftçi, a.g.e., ss. 137-139.

49

B. TEFVÎZNÂME

Hak şeyleri hayreyler

Zannetme ki gayreyler

Ârif anı seyreyler

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Sen hakka tevekkül kıl

Sabreyle ve râzı ol

Tefvîz it ve rahat bul

Mevla görelim neyler. Neylerse güzel eyler.

Kalbin ana berk eyle

Takdîrini derk eyle

Tedbîrini terk eyle

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Bil kâdı-i hâcâtı

Terk eyle mürâdatı

Kıl ana münâcâtı

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Bir işi murât itme

Haktan’dır O ret itme

Oldıysa inât itme

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Hakk’ın olıcak işler

Ol hikmetini işler

Boştur gam u teşvîşler

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

50

Hep işleri fâkıydır

Neylerse muvâfıkdır

Birbirine lâyıkdır

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Dilden gamı dûr eyle

Tefvîz-i umûr eyle

Rabbinle huzûr eyle

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Sen adli zulüm sanma

Sabr it sakın o sanma

Teslîm ol oda yanma

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Dime şu niçün şöyle

Bak sonuna sabr eyle

Yerincedir ol öyle

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Hiç kimseye hor bakma

Sen nefsine yan çıkma

İncitme gönül yıkma

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Mü’min işi reng olmaz

Ârif dili teng olmaz

Âkıl huyu cenk olmaz

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

51

Hoş sabır cemîlimdir

Allah ki vekîlimdir

Takdîr kefîlimdir

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Her dilde anın adı

Her kuladır imdâdı

Her cânda anın adı

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Nâçâr kalacak yerde

Dermân ider ol derde

Nâgah açar ol perde

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Her kuluna her anda

Her anda O bir şânda

Geh kahr u geh ihsânda

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Geh mu’ti vu geh mâni’

Geh Hâfıd u geh Râfi’

Geh Dârr u geh Nâfi’

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Geh abdin ider ârif

Her kalbi O’ dur sârif

Geh eymün u geh hâif

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

52

Geh kalbini boş eyler

Geh aşkına düş eyler

Geh halkını hoş eyler

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Az ye az uyu az iç

Dil gülşenine gel güç

Ten mezbelesinden geç

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Bu nâs ile yorulma

Kalbinden ırâğ olma

Nefsinle dahî kalma

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Geçmişle geri kalma

Hâl ile dahî olma

Müstakbele hem dalma

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Her dem ânı zikreyle

Hayrân-ı Hak ol söyle

Zîrekliği koy şöyle

Mevla görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Gel hayrete dal bir yol

Koy gafleti hâzır ol

Kendin unut anı bul

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

53

Her sözde nasihat var

Her işte ganimet var

Her nesnede zînet var

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Hep rumuz ve işârettir

Hep ayn-ı inâyettir

Hep gâmız ve bişâretdir

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Bil elsine-i halkı

Öğren edeb u hulki

Eklâm-ı Hak ey Hakkı

Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler

Vallah güzel etmiş

Tallah güzel etmiş

Billah güzel etmiş

Allah görelim netmiş. Netmişse güzel etmiş.130

C. VASİYETNÂME-İ HAKKI

Allah adını gönlünde zikr et

Her demde teveccüh ile fikr et

Gafletten uyan ko her hevâyı

Bil var yok anla mâsivâyı

Tevhid-i fiâl edip metîn ol

Fa’âl’e tevekkül et emîn ol

Tedbir ü gumûmdan baîd ol

130 Mârifetnâme, s. 385.

54

Tefvîz-i umûr edip saîd ol

Emraz u belâlara sabûr ol

Teslîm ü rızâ ile şekûr ol

Sabr eyle teennî et selîm ol

Sabr eyle tahammül et halîm ol

Ta’zîm-i Huda’da ihtimam et

Mahlûkuna şefkati tamam et

Afv eyle kusûru nefret etme

Setr eyle uyûbu gıybet etme

İncitme kimseyi rahîm ol

Tatyîb-i havâtır et kerîm ol

Rıfk ile halâyıka halîl ol

Kibr etme gönülde pek zelîl ol

Sen benliği terk edip fakîr ol

Nefy et bu vücudunu hatîr ol

Hakkı heman ol fakîr ü fâni

Tâ kim bulasın onunla ânı 131

D. VUSLATNÂME

Hak ismiyle bu nameye başladım

Ve hamd ile can cana bağışladım

131 Çelebioğlu, a.g.e., ss. 131-132.

55

Habîbine olsun salât u selâm

Dahi âl ü ashâbına bi’t-tamam

Ve ba’de bize geldi mektûbunuz

Ve ma’lûmumuz oldu matlûbunuz

Suâlin cevabı budur ey ahî

Gönül derdine hoş devadır dahi

…………

On âfetten et kalbini tahliye

Onu on güzel huyla kıl tahliye (tatlandır)

………….

Biri bu gafletten et tahliye

Derûnun tevecühle kıl tahliye

Sakın kendi kalbinden olma baîd

Ki dergâh-ı Hak’dır gönül ey saîd

………….

İkinci bu kim şirkten tahliye

Dilin eyle tevhîd ile tahliye

………..

Üçüncü edip kalbini tahliye

Hazerden tevekkülle kıl tahliye

…………….

Ve altıncı hem kibrden tahliye

Dilin kıl nihan züll ile tahliye

……………….

Onuncu vücudundan et tahliye

Derûnunfenâ birle kıl tahliye

…………..

Bunu yazdı Hakkı be taklîd ü kâl

Ona olmadıysa sana ola hâl

56

Yüz on altı beyt içre buldu hitam

Tamam oldu mektubumuz vesselâm 132

E. RÜBÂİLER

Ya Rab beni su’-i hulk-ı deden kurtar

Herkesten olan kabul u redden kurtar

Benden beni dûr kıl seninle meşgul

Mest eyle cemî-i nîg ü beden kurtar

Bir bahr ne eksilir ne artar asla

Emvâcı gelir gider o bahre vaslâ

Eşya ki o mevcler gibidir mislâ

Kalmaz iki an içinde baki fasla

………….

Nefsim beni aldatmakta fırsat bekler

Çün sofra bulur o dem çekip emekler işittin düştür

Tergîb eder efrât yemek içmekler

Düşman beni dosttan alıkor

……………

Hakkı nice bin safâ ki ettin düştür

Her ne ki görüp deyip işitin düştür

Etrafa seğirtip başa gittin düştür

Bu kim oturup râhata yettin düştür 133

F. MÂNİLER

Oldum sana hem- sâye

Sal üstüme heem sâye

Mihrin bana versin fer 132 Çelebioğlu, a.g.e., ss. 129-131. 133 Çelebioğlu, a.g.e., ss. 125-127.

57

Her niçe ki şems aya

……….

Sen benliği koy hâk ol

Bed- hûları at pâk ol

Şehvetle gazabdan geç

Dol aşk ile bî- bâk ol

…………

Candandır o dil beri

Kim buldu o dilberi

Âlem ki dıraht olur

Olmuştur o dil beri

Dil sevdi o cananı

Ah bulsa bu can anı

Seyr eylese ol yüzden

Hüsnü dil ü can anı

Sînemde çü balgam var

Nisyan çoğ u bil gam var

Anda nice dalgam var134

134 Çelebioğlu, a.g.e., ss. 127-129.

58

İKİNCİ BÖLÜM

İBRAHİM HAKKI’NIN MÂRİFETNÂME’Sİ

Mârifetnâme’nin Konuları

Mârifetnâme,Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın çok önemli ve bir o kadar da ünlü

eseridir. Dönemine âdetâ damgasını vurmuştur. Nasıl ki Mevlânâ deyince

“Mesnevi”yi hatırlıyorsak, İbrahim Hakk’yı yâd edince de “Mârifetnâme”yi

hatırlamamak mümkün değildir. Bu eserler, müellifleriyle âdeta bütünleşmişlerdir.

İlmin hemen hemen her sahasıyla ilgilenen İbrahim Hakkı, bunu ünlü eseri

Mârifetnâme’ye yansıtmış, konularla ilgili doyurucu bilgiler vermiştir. Kitabın

bölümleri hakkında daha ayrıntılı ve örnekli açıklamalara geçmeden önce, genel

anlamda bir bilgi sunmayı daha uygun bulduk:

İbrahim Hakkı’ya asıl şöhretini sağlayan Mârifetnâme, M.1757’de

Hasankale’de tamamlanmıştır. İbrahim Hakkı bu eserini oğlu Ahmed Naîmî için

yazmıştır. Kendi ifadesine göre İbrahim Hakkı bu eseri ortaya koyabilmek amacıyla

400 kitaptan faydalanmıştır.135

Eser, ansiklopedik bir tarzda düzenlenmiş olup; tabiat bilimlerinden,

astronomiden, insanın fizyolojik ve anatomik yönünden bahsetmektedir. Astronomi

konusunda referansı Kâtip Çelebi, psikoloji alanında ise İbn Sîna’dır.136

İbrahim Hakkı, konuları mümkün olduğunca ayrıntılı olarak ele almıştır.

Konuların monotonluktan kurtulup, okuyucunun dikkâtini çekmesi için de aralara

şiirler serpiştirmiştir.137 Eserde konular, soyuttan somuta doğru işlenmiştir.

135 Külekçi, a.g.e., s. 35. 136 Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, (T.C. Kültür Bakanlığı Yay.) Ankara 2001, s. 210. 137 Çiftçi, a.g.e., s. 44.

59

Aritmetik, geometri, astronomi, mineroloji, botanik, zooloji ve anatomi şeklinde

bir seyir takip edilmiştir.138

Mârifetnâme, yazıldığı günden bu yana defalarca basılmış ve yayınlanmıştır.

İlk düzenli baskısı Mısır-Bulak’ta yapılmış ve günümüze kadar ulaşmıştır.

Günümüzde mevcut olan baskıları arasında da en sadeleşmiş nüshası Turgut Ulusoy

baskısıdır.139

İbrahim Hakkkı’nın bu ünlü eseri geniş bir okuyucu kitesine sahip olmuş,

her yaş grubuna hitâp etmiştir. Özellikle Erzurum ve çevresinde halkın gözünde ayrı

bir değer kazanmış, adeta başlar üstünde taşınmıştır.140

Mârifetnâme’nin önemine dâir şu çarpıcı örneği vermek mümkündür:

“Avrupa’da, Aydınlatma Akımı sırasında, “öğrenimin başlamasından akademi

yaşına kadar gençliğin öğretimi için zaruri bütün bilgilerin –mârifetin- toplanıp

düzenlendiği “Elemantar Work” adlı büyük eser, “Mâriftnâme”den 20 yıl sonra

şüphesiz birbirinden habersiz olarak ve fakat onunla aynı fihristi ihtiva etmektedir!

İbrahim Hakkı’nın eserinin önemini belirtmek için bu örnek çok enteresandır.”141

Mârifetnâme’nin konuları çeşitlilik arz etmesine rağmen asıl yoğunluk

kazandığı konu tasavvufdur. İbrahim Hakkı, “Nefsini bilen Rabbini bilir” sırrınca

önce insanın kendisini tanımasını, bunun için de fizik, astronomi gibi ilimleri

bilmesinin önemini vurgular.

İbrahim Hakkı bunu şöyle ifade etmektedir:

“.....Âlemin ve insanın yaratılmasında nihâi maksat ve yüce istek, Mevlâ’nın

bilinmesidir. Bu ebedî devlet ve tükenmez saadet, her şeyden öncedir. Ancak bu,

nefsini bilmeye bağlı olup, nefsini bilmek de bedeni bilmeye dayanır. Bedenin

bilinmesi, âlemin bilinmesiyle olur. Âlemin bilinmesi ise hakiki ilimlerledir.....”142

138 Altıntaş, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 54. 139 Aşkar, a.g.e., s. 209. 140 Revnakoğlu, a.g.e., s. 2. 141 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 36. 142 Mârifetnâme, s. 2.

60

Bu düşünceyle kaleme alınan ve bir mukaddime (giriş), üç kitap (bölüm) ve

bir sonuç olmak üzere hazırlanan eserin mukaddimesinde, genel İslam bilgisinden,

dünya ve ahiret âlemlerinden; ilk bölümde ise âlemin durumundan, eşyanın ve

görüntülerin ayrıntısından bahsedilir. İkinci kitap, şekiller bilgisi, nefsin mâhiyeti ve

bedenlerin oluşumu gibi konuları içerir. Üçüncü kitabda ise irfan, mârifet ve Allah’a

ulaşmaya dair bilgiler yer alır. Bundan başka babası Osman Efendi ve şeyhi İsmail

Fakirullah ile ilgili açıklamalarda da bulunur. Sonuç bölümünde de görgü kuralları,

sohbet âdâbı, akrabalıklar ve komşuluklar gibi meseleler ele alınır.143

Yazarımız, âlemin yaratılışından uzun uzun bahseder ve konuyu âyetlerle

destekler. Birkaç misal vermek yerinde olur:

“Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çift çift hayvanlar var

etmiştir...”144

“Allah’ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misin?Aralarında

Ay’a aydınlık vermiş, Güneş’in ışık saçmasını sağlamıştır...”145

Allah Teâlâ, kendi nurundan bir cevher var edip, bütün kâinatı da ondan

derece derece çıkarmıştır. Bu ilk cevheri “Nûr-u Muhammedi”,”İzâfi Ruh”, “Akl-ı

Kül” diye de ifade etmek mümkündür. 146

İbrahim Hakkı, bunun ardından “Arş, Kürsi, Levh-i Mahvuz, Sidretü’l

Münteha, Berzah, Cennet” gibi kavramlardan da bahseder.

“Hakk Teâlâ, Arş-ı Âzam’ın nurundan ve onun altında, kırmızı yakut

renginde, Arş’ın ayağına bitişik dört sütun üzerinde bir büyük “Kürsi” yaratmıştır...”

diyerek tasvirde bulunmuştur.147

143 Mârifetnâme, ss. 2-3. 144 Şûra/11. 145 Nuh/15; ayrıca bkz. Mülk/24, Tegâbun /3-4, Talak/12. 146 Mârifetnâme, s. 5. 147 Mârifetnâme, s. 8.

61

Yazarımız bunun ardından cennetin isimlerini, nehirlerini ve kapılarını da bir

bir sayar.148

Astronomi sahasında da bilgi sahibi olan yazarımız gökyüzünün

katmanlarından, yıldızlardan, gezegenlerden, ay ve güneş tutulmalarından, şimşek,

yıldırım gibi fizik olaylarından da bahsetmektedir. Gök gürültüsünü, “Rad”adlı

meleğin Allah’ı tesbih etmesi olarak açıklar.149

Bu astronomik bilgilerden sonra cehennemden, kıyâmet ve âlâmetlerinden,

haşrden bahsedilir.150

İbrahim Hakkı, bunun ardından insan anatomisine yönelir.

“Kıyâfetnâme”olarak adlandırdığı bu bölümde uzuvların şekil, küçüklük, büyüklük

ve hikmetlerinden bahseder, konuya dair ilginç açıklamalar yapar. Kişinin sahip

olduğu beden yapısıyla o insanın huy ve tabiatı arasında paralellik kurmaya çalışır.

151

Bu konuda Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak önemli açıklamalarda bulunur: “Elbette

tek tek organlar ile karakterler arasında sıkı bir bağlantı tesbit edilemez. Şu da var

ki organ kusurlarının birtakım aşağılık duygularına sebeb olduğu ve bu duygunun

da şahsın karakterine damgasını bastığı inkar olunamaz”152

Konu ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:

Mârifetnâme, ansiklopedik ve ciddi bilgiler içeren bir kitap; İbrahim Hakkı

çaplı bir âlim olmakla beraber “Kıyâfetnâme” ile ilgili olarak yapılan bu

açıklamalara eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşmanın daha doğru olacağı

kanaatindeyiz. Çünkü insanın sahip olduğu fiziksel özellikleriyle onun kişilik

özellikleri arasında doğrudan bir ilişki kurmak ve bunu belli kriterlere göre

148 Mârifetnâme, s. 9. 149 Mârifetnâme, ss. 12-15. 150 Mârifetnâme, ss. 16-21. 151 Mârifetnâme, ss. 210-212 . 152 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 30.

62

değerlendirmek gerçekçi olamaz. Böyle bir durum kişinin psikolojik yönünü belki

de olumsuz etkilemenin yanı sıra bilimsel gerçeklikten de uzaktır.

Yazarımız bu bölümden sonra sağlıkla ilgili bilgiler verir. Sebze ve

meyvelerin faydaları, en çok kullanılan ilaçlar, sıhhati korumanın yöntemine değinir.

Ona göre sağlığın bekâsı için, yeme içmeyi, uyumayı doğru zamanda kâfi miktarda

yapmalıdır. Ayrıca solunum olayına da önem vererek bedeni rahatlatacak şekilde

teneffüs yapmayı tavsiye eder.153

Mârifetnâme, ansiklopedik bir kitap olmsına rağmen yoğunluk kazandığı asıl

konu tasavvuf olduğu için İbrahim Hakkı, bundan sonra uzunca bir bölüm halinde

tasavvûfi yaşantıdan bahseder. Zikir, tevekkül, sabır, mârifetullah, muhabbetullah,

rızâ gibi kavramları ayrıntılı olarak işler. Tezimizin asıl konusunu da bu terimler

oluşturduğundan, bunlar ileride kapsamlı olarak ele alınacaktır. O sebeple bu

bölümün ayrıntısına girmiyoruz.

Müellifimiz, varlıkları da ele alarak, bitki, hayvan ve insandan bahsetmiştir.

İnsanın, kendisini tanımaya çalışarak, ruhunu olgunlaştırmak için çaba harcaması

sonucu gerçek kemâle erişebileceğini; aksi taktirde hayvan seviyesine inebileceğini

ifade eder ve insanın, “cehâletle hayvan, irfanla kâmil olduğunu” belirtir. 154

Ayrıca İbrahim Hakkı, Darwin’den çok önce evrim teorisinden bahsetmiş,155

müziğin insanı yücelten yönüne değinmiş,156 Amerika’nın keşfine işaret etmiştir.157

Ruhun sıfatlarının Allah’ın sıfatlarına benzediğini, Allah’ın insan bedeninde

ve kâinatta sürekli tasarruflar yaptığını, kişinin ruh-beden dengesini sağlamasının

gerekli olduğunu söyler ve çeşitli açılardan ahiret âlemiyle benzerlik kurar: “Ölüme

misal, uykudur. Şeytana misal, vehmetmedir. Berzaha misal, rüyadır. Melekûta

misal, sâdık rüyadır. Mezara misal, göğsün içidir. Kabir karanlığına misal, Hak’tan

153 Mârifetnâme, s. 232. 154 Mârifetnâme, ss. 254-257. 155 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 308. 156 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 31. 157 Çiftçi, a.g.e., ss. 140-142.

63

gaflettir. Kabir azabına misal, kendini bilmemektir. Kabir nuruna misal,

gönül huzurudur. Zebânilere misal, kötü ahlaktır.” 158

İbrahim Hakkı’ya göre asıl mesele “nefsi tanımaktır.” O sebeple bu konu

üzerinde etraflıca durmuştur. Nefsin mertebeleri, bu mertebelerde yaşanan birtakım

mânevi haller tek tek incelenmiştir. 159

Mârifetname’de velilikten, onların hallerinden, kerâmetlerinden,

hikmetlerinden de söz edilmiş, Nakşibendi tarîkatı, bu yolun değişik kolları ve diğer

tarîkatlar da ele alınmıştır.

Ona göre velilerin bir takım alâmetleri vardır:Veli odur ki; bütün hareketleri

Mevlâ’nın rızâsına uygundur ve o, dünyaya rağbetini azaltıp Rabbine yakındır.

Velinin bir başka özelliği de halka karşı son derece yumuşak davranmasıdır.

Yine o, muhabbet makamına ermiş, gönlü ve ruhu huzurla dolmuştur. 160

İbrahim Hakkı, velilerin kerâmet ve hallerinden bahsettikten sonra

Nakşibendi tarîkatına da değinir. Bu yolun büyüklerinin başında Hâce Muhammed

Behauddin Nakşibend gelmektedir. Bu yolda üç önemli esas vardır ki, onlar da az

yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. 161

Mârifetnâme’de bu bilgilerden sonra mutasavvıfların mensub oldukları on iki

tarîkatten de bahsedilir.162

İbrahim Hakkı’nın Kâdirilik ve Nakşîlik gibi tarîkatlara dair bilgisi oldukça

geniştir. Onun herhangi bir tarîkata mensûbiyeti konusunda farklı görüşler ortaya

158 Mârifetnâme, s. 221. 159 Mârifetnâme, ss. 455-505. 160 Mârifetnâme, ss. 435-436. 161 Mârifetnâme, ss. 443-444. 162 Mârifetnâme, s. 453.

64

koyulmuştur. İbrahim Hakkı’nın Kâdiri olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi163

onun Nakşîliği benimsediğini belirtenler de mevcuttur.164

Eserin sonuç bölümünde ise âdâb-ı muâşeretten bahsedilmekte, günlük

hayattaki sosyal ilişkilerin nasıl olması gerektiği sorusuna cevap verilmektedir.

öğretmen-öğrenci, akraba ve eşler arasındaki kurallardan bahsedilir. Konunun

başında ilgili âyetler zikredilir. Birkaç örnek verebiliriz:

“Kullarıma söyle: En güzel sözü söylesinler...” 165

“...Öfkelerini yutarlar, insanları affederler...” 166 İbrahim Hakkı, âyetlerden

hareketle insanın âdâb ölçülerine uymasının gereğini vurgular.

Yazarımızın konuyla ilgili görüşlerine geçmeden önce sosyal hayattaki

âdâba riâyetin öneminden bahsetmenin yerinde olacağı kanaatindeyiz.

Âdâb kelimesi “edeb” kelimesinin çoğuludur. Edeb ise sözlükte; iyi ahlâk,

utanma, usluluk, zerâfet, güzel terbiye gibi anlamlara gelir.167 Tasavvuf ıstılahında

ise kişide bir meleke halinde bulunup da onu kötülüklerden vazgeçiren güçtür.168

Ebû’l Abbas b. Atâ, edebi şöyle tanımlamıştır: “Güzelliklere vâkıf olmaktır.

Allah ile ilişkilerinde, gizli ve âşikâr, edeb üzere bulunmaktır...”169

Mevlânâ’ya göre ise edeb, insanın bedenindeki ruhtur. 170

Tasavvuf literatüründeki hedeflerin belki en önemlilerinden biri de edebtir.

Sâlikin Rabbi karşısındaki tutumunu belirleyecek olan hâl ve hareketlere ayrı bir 163 Revnakoğlu, a.g.e., s. 4. 164 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 307. 165 İsra/53. 166 Al-i İmran/134; ayrıca bkz. Nahl/90, 127; İsra/7; Şûra/ 37. 167Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü ( Rehber Yay.) Ankara 1997, md. “Edeb”, s. 236; ayrıca edeb kelimesinin anlamı için bkz. Süleyman Uludağ, “Edeb”, TDVİA, c. 10, s. 414; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü (Mârifet Yay.) İstanbul 1991, md. “Edeb”, s. 152; Ali Ramazan Dinç, Kemâlât (Mavi Yay.) İstanbul 2001, s. 116. 168 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Edeb”, s. 152. 169 Serrac, a.g.e., s. 153. 170 Dinç, a.g.e., s. 119; ayrıca edebin tanımları için bkz. Serrac, a.g.e., ss. 152-153.

65

değer verilmiş, onun edeb çizgisinin dışına çıkmayıp zâhir-bâtın bütünlüğünü

sağlamaya çalışması üzerinde hassasiyetle durulmuştur.

İbn Mübârek, edebin önemini şu ifadelerle dile getirmiştir: “Edebin azı ilmin

çoğundan daha değerlidir.”171 “Edebi küçümsemek, haramı küçümsemeye götürür,

haramı küçümsemek saygıyı terke götürür, saygıyı terk etmek şükrü terk etmek

demektir. Şükrü terk etmenin de imandan ayrılmaya sebeb olacağından korkulur.

Çünkü kulun imanı yalnız edeple doğru olur. Edepsizlik ise ma’rifetin azlığından

ileri gelir.”172 diyen Sehl (r.a.) de edeb çizgisinin, insanı hangi boyutlara

sürüklediğini dile getirmiştir. Edeb sünneti, sünnet vacibi, vacib de farzı güçlendirir.

Farz ise imanı korur.173

Açıklamalarda görebildiğimiz kadarıyla iman hakikâtinin temelinde yer alan

ve küçümsenmeyecek bir öneme sahip olan unsur “edeb”tir. Edebin de kaynağı

mârifettir. Zira Allah’ı daha yakından tanıyan bir kul, huzur-u ilâhiye muhalif bir

hareketten kaçınır ve daima kendini muhasebe ederek, “kul” olduğu bilinciyle

davranır. Çünkü bilir ki edeb çizgisinin sınırları aşıldığında terakkiyat adına çok şey

kaybedilecektir.

Mutasavvıflar edebi zâhir ve bâtın olmak üzere iki bölümde

değerlendirmişlerdir: Birincisi, ameli riyadan, münafıklıktan korumaya yöneliktir;

ikincisi ise kalpteki şehveti, irade zayıflığını yok etmeye çalışmaktır. 174

Tasavvuf tarihine baktığımızda edebin her iki çeşidi üzerinde de önemle

durulduğunu görebiliriz. Ancak kanaatimizce daha çok yoğunlaşılması gereken,

bâtınî edebtir. Çünkü gönül dünyasında edebi iyice özümsemiş bir ruh, zâhirî

anlamdaki davranışlarına da bunu yansıtacaktır. Böylece her ânında, her nefesinde

ve her adım atışında Rabbinin huzurunda olduğu anlayışından uzaklaşmayacak;

171 Serrac, a.g.e., s. 152. 172 Ebu Abdurrahman es-Sülemi, Tasavvufun Ana İlkeleri - Sülemi’nin Risaleleri, çev. Süleyman Ateş (Ankara Üniversitesi Basımevi) Ankara 1981, s. 36; ayrıca bkz. Dinç, a.g.e., s. 117. 173 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Edeb”, s. 236. 174 Cebecioğlu, a.g.e.,md. “Edeb”, s. 236; ayrıca bkz. Süleyman Uludağ, “Edeb”, TDVİA, c. 10, s. 414.

66

buna bağlı olarak da iç dış bütünlüğünün sırrına erişecektir. Böylesine bir ruh

derinliğine ulaşan şahsiyetlerde eşsiz edeb örneklerine rastlamaktayız: Nitekim

Seriyy-i Sakati (k.s.)’nin yirmi yıl boyunca ayağını uzatmadığı rivayet edilir. 175

Mutasavvıflar, tüm yaşantılarında edeb çizgisini korumaya çalışmışlardır.

Onların hareketlerine birkaç misal verebiliriz: Onlar, kendi nefslerini kusurlu

görürler, uzun emel sahibi değillerdir, sahip olduklarını dağıtmaktan zevk alırlar,

kimseyi incitmek istemezler, yeme, içme, konuşma ve uyumada aşırıya kaçmazlar,

Allah’a itaatte son derece dikkâtlidirler, başkalarını kendilerine tercih ederler,

konuşunca hikmetli söz söylerler, huzur-u ilahiden ayrılmazlar...176

Güzel bir edebe sahip olmak için de birtakım noktalara dikkât etmek gerekir.

Şu örnekleri saymak mümkündür:

1)Sağlam bir Allah inancına sahip olmak,

2)Dînî emirleri öğrenmek,

3)İyi bir niyet taşımak,

4)Farzların dışında nafile ibadetlere de önem vermek,

5)Faydalı olacağına inanılan arkadaşlarla beraber olmak.177

Kanaatimizce tüm bu maddelerin bağlandığı tek bir kaynak var ki o da

mârifet sırrı ve bu sırra dayalı olarak gelişen muhabbet zevki. Bu iki kriterin idrakine

varan her şuur, edeb sınırını içtenlikle koruyacaktır.

Âdâb ile ilgili bu bilgilerden sonra İbrahim Hakkı’nın bu konudaki

açıklamalarına geçebiliriz. Yazarımız, günlük hayatta karşılaşılan sosyal ilişkilere

değinmiş, bu ilişkilerde dikkate alınması gereken birtakım kurallardan bahsetmiştir.

Meseleyi şu başlıklar halinde görmemiz mümkündür:

a)Mevlâ İle Sohbetin Âdâbı:

175 Dinç, a.g.e., s. 123. 176 Sülemi, a.g.e., ss. 36-61. 177 Dinç, a.g.e., s. 24.

67

İbrahim Hakkı konuyla ilgili pek çok kuraldan bahsediyor. Biz bunlardan

birkaçını zikredelim:

1.Başını eğip önüne bakmaktır.

2.Zihni her türlü düşünceden temizlemektir.

3.Sürekli zikr ile meşgul olmaktır.

4.Teslim olup rızâ göstermektir.

5.Allah Teâlâ’yı her şeye tercih etmektir.

6.Halktan uzaklaşabilmektir.178

Bu maddelerden anladığımız kadarıyla İbrahim Hakkı, bireyde dil, kalp ve

zihin bağlantısını gerçekleştirmenin yolunu göstermektedir. Çünkü bu

konsantrasyonu sağlayan bir sâlik, Rabbi ile nasıl bir seviyede olması gerektiğinin

farkında olacak ve ona göre bir tutum içine girecektir.

b) Üstad-Talebe İlişkisine Dâir Âdâb:

İbrahim Hakkı sosyal hayat ilkelerine devam ederek üstad-talebe ilişkilerine

de179 değinir. Nitekim İslâm dini ilme büyük önem vermektedir180 ve meselenin

temelinde kişinin öncelikle “kendisini tanıması” yer aldığından tasavvufta da insanı

hakikâte ulaştıracak ilme181 büyük değer atfedilmiştir. Ebû Süleyman Dârânî ilmin

önemine dair şöyle bir açıklama yapar: “Mekke’de ilm-i ma’rifet konusunda bana

bir kelime söyleyip faydalı olacak birinin bulunduğunu bilsem, ayaklarımla bin

fersah yol yürüyecek bile olsam, onu dinlemek için giderdim.”182 İlme ulaşmamızı

sağlayan vasıta da öğretmen olduğuna göre onun da hakkı yadsınamayacak kadar

büyüktür. Bundan dolayı öğretmene hak ettiği değeri verip, gerekli ihtirâmı

göstermek lâzımdır. İbrahim Hakkı da konuyla ilgili olarak talebenin hocasına karşı

nasıl davranması gerektiğini açıklar:

178 Mârifetnâme, s. 538. 179 Mehmet Şeker, Ali b. Hüseyin el Amasi ve Tariku’l Edeb (D.İ.B. Yay.) Ankara 2002, ss. 48-50. 180 Kur’an’ın ilk emrinin “oku” olması (Alak/1) , ilme vasıta olan kalem ve yazıdan bahseden Kalem Suresi’nin bulunması bu gerçeği ortaya koymaktadır. 181 Yunus’un ifadesiyle “...İlim kendin bilmektir...” anlayışında gördüğümüz gibi. 182 Serrac, a.g.e., s. 187.

68

1.Hocasına selam verip, ayakta karşılamalı.

2.Hocasının izniyle oturmalı.

3.Kendisine sorulduğu zaman konuşmalı.

4.Üstadın izniyle sormalı.

5.Onun huzurunda fazla konuşmamalı.

6.Her zaman edebini koruma. 183

7. İlim öğrenmek isteyen kişi ruhunu arındırıp, zihnî faaliyetlerini

engelleyecek durumlardan kaçınmalıdır.

8. Talebe hocasının önünde yürümemeli, onu öfkelendirmekten sakınmalı.

9. Hocasının bir kusurunu görünce hoş karşılamalı, hocası rahatsız olduğu

zaman yakınlık göstermeli.184

Üstada gösterilmesi gereken saygının anlamını tam mânâsıyla idrak eden

İslâm büyükleri, bu konuda a’zami gayret göstermişlerdir. Ebû Hanife, kırk sene

hocasının bulunduğu mahalleye ayak uzatarak yatmadığını ifade eder. İmam Şâfii de

hocası İmam Mâlik’in huzurundayken, rahatsız olur endişesiyle kitabın sayfalarını

yavaş yavaş açtığını söylüyor.185

Eğitim işinde öğretmen kadar öğrenci de önemli bir yere sahiptir. Bu şuur

içinde olan bir öğretmen de talebeye daha farklı yaklaşacak, ilimden istifâde

edebilme kapasitesini en üst düzeye çıkaracaktır.

İbrahim Hakı’ya göre üstad da öğrencisine yaklaşırken birtakım kriterlere

dikkat etmelidir:

1.Üstad, mütevazi olmalı.

2.Öğrenciye karşı sabırlı ve hoşgörülü olmalı.

3.Yapılan bir hatayı, yanlışı, kaba hareketi güzelce ikaz etmeli.

4.Faydalı bütün ilimleri Allah için öğrenmeye teşvik etmeli.

5.Ciddi olmalı.

183 Mârifetnâme, s. 539. 184 Ali Özbek, Hadislerle Ahlâki Davranışlar (Hisar Yay.) İstanbul 1979, s. 87. 185 Özbek, a.g.e., s. 88.

69

6.Vakar sahibi olmalı 186

7. Öğretimde kendi zevki, istek ve duygularını değil öğrencilerin durumlarını

göz önüne almalı.

8.Kolaylaştırıcı olmalı, korkutmamak ve nefret ettirmemek esas

alınmalıdır.187

Bu ilkelerin hem Hz. Peygamber (s.a.v.)’in uygulamalarına hem de pedogoji

öğretilerine uygun olduğunu görüyoruz.

c) Anne- Baba Hakkına Dâir Âdâb İlkeleri:

İbrahim Hakkı öğretmen-öğrenci ilişkisinden bahsettikten sonra ana babaya

karşı sorumlu olunan birtakım görevlerden de bahseder. Zira bu konu da, üzerinde

dikkatle durulması gereken bir değere sahiptir. Çünkü İslâm dini, bir neslin yetişmesi

gibi ulvî bir misyonun gerçekleşmesine vesile olacak anne babaya önemli

sorumluluklar yüklemiştir.

Gerçek anlamda ebeveyn olmanın şuuruna varanlar, sadece anne baba

olmakla kalmıyor bunun yanında çok önemli görevleri îfa edebilecek bir pozisyon da

yüklenmiş oluyor. Bundan dolayı bilinçli bir anne baba aynı zamanda;

Çocuğunun hocası, onun ruh mimarı, inanç doğrultusunu belirleyen bir

yönlendirici ve çocuğun arkadaşı oluyor.188

Anne baba hakkı Kur’an’da, defaatle ele alınan konulardan biridir. Nitekim

İsra Sûresi’nde bu meseleden bahsedilir:

“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle

davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa,

onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak

alçak gönüllülük kanadını ger ve de ki: “Rabbim, onlar küçükken beni nasıl terbiye

186 Mârifetnâme, s. 539. 187 Özbek, a.g.e., ss. 84-85. 188 Celâl Yıldırım, İslâm Ahlâkından Altın Sayfalar (Bedir Yay.) İstanbul 2003, s. 62.

70

ettilerse Sen de onları esirge.”189 İbrahim Hakkı da kişinin ebeveynine karşı

göstermesi gereken birtakım ilkelerden bahseder:

1)Onların sözlerini dinlemek,

2)Emirlerini uygulamak,

3)Sesini, onların sesinden fazla yükseltmemek,

4)Hizmetlerini, onları bekletmeden görmek,

5)Onlara karşı iyilik ve ihsan sahibi olmak,

6)İzinleri olmadan onları bırakıp da uzağa gitmemek,

7)Onlara ismiyle hitap etmemek, daima saygılı hitap etmek,

8)Yolda onların önünden yürümemek,

9) Onlara kol kanat gerip, şefkat gösterip merhamet etmek,190

10)Ana babasının temel ihtiyaçlarını, gücü ölçüsünde karşılamaya çalışmak,

11)Kendi nefsi için hoş gördüğünü onlar için de hoş görmek.191

Böylesine bir itaatle emrolunan evlad, sadece birkaç hususda ebeveynine itaat

etmeyebilir:

1)Kişiyi Allah’a karşı günah ve isyana sürükleyecek hususlarda,

2)Kul hakkını ihlâl eden durumlarda,

3) Farz ibadetleri yapmaya engel teşkil edecek zamanlarda192

Ebeveyn ve çocuk arasındaki ilişkinin sınırlarını belirten İbrahim Hakkı daha

sonra eşler arasındaki diyalogdan da bahseder. Hangi ölçülerde olması gerektiğine

değinir.

d)Erkeğin Hanımıyla Sohbet Erkânı:

1)Kişi, hanımına karşı güzel ahlâkla muamele etmeli,

2)Eşine karşı gönül alıcı olmalı,

3)Eşine çocuk eğitimi konusunda yardımcı olmalı,

4)Hanımından izinsiz yolculuğa gitmemeli,

189 İsra /23-24. 190 Mârifetnâme, s. 540. 191 Yıldırım, a.g.e., s. 63. 192 Yıldırım, a.g.e., s. 64.

71

5)Eşine dinî eğitim vermeli,

6)Hanımının nafakasını temin etmeli. Kendi yediği, giydiği temiz şeyler

ayarında onlardan yedirip giydirmeli,

7)Hanımının sırlarını kimseye söylememeli. 193

e) Hanımın Eşine Karşı Vazifeleri:

1)Eşi içeri girdiğinde onu ayakta karşılamak,

2)Eşini güler yüzlü karşılamak,

3)Eşinden izinsiz oruç tutmamak,

4) Eşine karşı saygı ve sevgide kusur etmemek,

5)Eşinin yanında ve gıyâbında ona dua etmek.

Yazarımız bundan sonra dostlarla ve akrabalarla olan ilişkilerden de söz

eder. Bunlarla diyalogun nasıl olması gerektiğini açıklar ve cahillerle sohbetin

kriterlerine değinir:

1)Onların boş sözlerine kulak asmamak,

2)Mümkün olduğu kadar aynı ortamda bulunmamak,

3)Onlara muhtaç olmamaya çalışmak. 194

Eserin konularını bu şekilde ele aldıktan sonra tekrar İbrahim Hakkı’nın

ifadelerine dönüyoruz.

Kitapta üç ana bölüm var demiştik. İbrahim Hakkı, bu bölümleri yazmasının

hangi amaca yönelik olduğunu ifade ediyor:

Okuyucu, âlemden bahsedilen birinci bölümdeYaratıcı’nın sıfatlarına vakıf

olsun ve kendisinin âlemin bir tercümanı olduğunu idrak etsin.

193 Mârifetnâme, s. 542. 194 Mârifetnâme, s. 543.

72

İkinci bölümde, kendisinin, kâinatın bir örneği, bir numûnesi olduğunu,

kâinattaki herşeyin benzerinin aslında kendisinde de bulunduğunu fark etsin ve

nefsini tanıyarak gerçek kimliğini anlasın.

Üçüncü bölümde, en kuvveli varlığın, tek mutlak hâkimin Allah olduğunu

görsün ve Mevlâ’sına yakınlığını artırsın.

Sonuç bölümünde ise her varlığa şefkatle yaklaşıp güzel muamele etmeyi

öğrensin. 195

Eserde âyet ve hadislere geniş yer verilmiştir. Konunun hemen başında ilgili

âyetler ve hadisler sıralanır ve yer yer konu ele alınırken de bu kaynaklara değinilir.

İbrahim Hakkı, eserini elli üç yaşındayken 1756’da tamamlamıştır.

195 Mârifetnâme, s. 3.

73

MÂRİFETNÂME’DEKİ TASAVVÛFî KAVRAMLAR

İKİNCİ BÖLÜM

GENEL ANLAMDA TASAVVUF

A. Tasavvufun Tanımı:

Bir “hâl ilmi” olarak tanımlanan tasavvufun günümüze kadar pek çok târifi

yapılmıştır. Tasavvuf bir “yaşantı”dır, “duymak” tır. Bu sebeple tanımlarda, farklı

noktalar ön plana çıkmıştır. Çünkü herkes, kendince bir şeyler yaşamış, kendince bir

şeyler sezmiş ve yine kendince farklılıklara şahit olmuştur.

Tasavvuf, insanın kendisine yönelmesini sağlayan ve Allah’ın kelâmının

doğru bir şekilde anlaşılmasına imkân tanıyan bir ilimdir”196 diye tanımlanabilir.

Bunun dışında tasavvufu kulun her an Allah’ın huzurunda olduğunun farkına

varması197 diye de ifade edebiliriz.

Tasavvuf, İslâm’ın özü ve esasıdır. Zâhiri ilimlerin, İslâm’ın bedenini

oluşturduğunu düşünürsek; bâtınî ilim olarak tanımlanan tasavvuf ise İslâm’ın

ruhunu oluşturmaktadır. Bedensiz ruh ve ruhsuz bedenin ise tek başına bir anlam

ifade etmeyeceği açıktır.198 Bu ifadelerde ise tasavvufun, dinin en büyük

tamamlayıcısı olduğu görülmektedir.

Üstad Necip Fazıl ise bu konudaki düşüncelerini çok etkili bir şekilde şöyle

ifade ediyor; “Tasavvuf … İslamî ruh ikliminin, su gibi güneş gibi ağaç gibi ana

unsuru… Belki de hepsi birden …”199 bu satırlarda da tasavvuf, hayatın “temel

196 İhsan Soysaldı, “Ebû Tâlib el-Mekkî (Ö. 386/996)’ nin Kûtu’l Kulûb Adlı Eserindeki Bazı Tasavvufî Kavramlar”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı:9 Temmuz-Aralık 2002, s. 293. 197 İbrahim Baz, “Necip Fazıl Kısakürek (Ö. 1983) ve Tasavvuf”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı:10, Ocak-Haziran 2003, s. 335. 198 Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler ( Dergâh Yay.) İstanbul 1990, s. 19. 199 N.Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu (Büyük Doğu Yay.) İstanbul 1984, s. 10.

74

yapıtaşı” gibi değerlendirilip, insan için “vazgeçilemeyecek” kadar önemli olduğu

vurgulanmıştır.

Tasavvuf; kimilerine göre ahde vefa göstermek200 diye tanımlanırken,

kimilerine göre Allah Teâlâ’da sükun bulmak201 şeklinde ifade edilmiştir. Ve yine

tasavvufun nihayetsiz bir umman202 olarak tanımlandığını görmek de mümkündür.

Madem ki tasavvuf bir ummana benzetiliyor o halde kişi, bu ummandan kendi

nasibine, kendi anlayışına göre istifade edebilecek; kimileri için bir damla belki de

derya olabilecektir.

Tasavvuf erbâbının tasavvufu nasıl anladığına dair şu örnekleri de verebiliriz:

Bu konuda Ruveym b. Ahmet şöyle diyor: “Tasavvuf, nefsi Allah ın

iradesine teslim etmektir.”203

Amr b. Osman Mekki ise tasavvufu şu şekilde tanımlıyor: “Tasavvuf kulun

içinde bulunduğu vaktin gereğine göre, o an ne yapılması gerekiyorsa onu

yapmaktır.”204

Mevlânâ olaya bambaşka bir boyut kazandırıyor. Ona göre tasavvuf, insanı

“evrensel insan”yapmanın yoludur.205

Bu tanıma göre kanaatimizce mutasavvıf, kendini gözlemleyerek ve

anlamaya çalışarak bakışını diğer insanlara çevirir. Yani enfüsten âfâka doğru bir

yönelme sözkonusudur.

Tasavvuf çok geniş ve subjektif bir kavramdır. Her bir tanım onun farklı bir

boyutunu yansıtır az önceki örneklerde de gördüğümüz gibi.

200 Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (1) (Erkam Yay.) İstanbul 1991, s. 28. 201 Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (1) s. 27. 202 aynı eser, s. 25. 203 Ebû Nasr Serrac Tusî, el Lüma- İslam Tasavvufu- Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, terc. H. Kâmil Yılmaz (Altınoluk Yay.) İstanbul 1996, s. 24. 204 Serrac, a.g.e., s. 25. 205 A.Reza Arasteh, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, çev. Bekir Demirkol, İbrahim Özdemir, (Kitâbiyât Yay.) Ankara 2000, s. 88.

75

Konuyla ilgili pek çok tanımla karşılaşmak mümkündür.206 Tanımlar

bölümünü burada bitirip, tasavvufun doğuşuna değinmek istiyoruz:

B-Tasavvufun Doğuşu ve Gelişmesi

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bir problemle karşılaşan insanlar bunu

kolaylıkla çözebiliyorlardı. Çünkü Hz. Peygamber hayattaydı ve onlara doğru yolu

gösteriyordu. O’nun vefatının ardından insanlar Kur’an ve Sünnet istikâmetinde

sorunlarını çözmeye devam ettiler. Ancak ne zaman fetihler yapılıp ülke sınırları

genişlemeye başladı işte o zaman birtakım sıkıntılar da kendini hissettirmeye

başlamıştı. Çünkü farklı inanışlar, alışkanlıklar, farklı yaşam tarzları, kültürler İslâm

toplumunda etkisini hissettiriyordu. Bu etki sonunda da insanlar değişik durumlar

sergiliyordu. Bir kısmı dünyevî zevkleri, malı, parayı tercih ederken diğer bir kısmı

da Hz. Peygamber’den (s.a.v) miras aldıkları sağlam inancı devam ettiriyorlardı.

İslâmî akîdeyi en üst düzeyde yaşamak isteyenlerin gayretleri sonucu Zühd

dediğimiz dönem başlamış oldu.207

“Zühdden gaye tasavvufa dönüşmektir. Kemâle eren bir zühd hareketi,

tasavvufî cereyanı doğurur. Onun için, “Zühdün nihayeti tasavvufun bidayetidir”

denilmiştir. Bu kaide hem ferdî hayattaki zühd yaşayışı, hem de ictimaî zühd hareketi

için doğru ve geçerlidir. Onun için bir buçuk-iki asır devam eden İslam zühd

hareketinin tasavvufî hareket haline dönüşmesi kaçınılmaz idi. Nitekim öyle de oldu,

ilk defa sûfi adıyla meşhur olan Ebû Haşim Sûfi’dir”.208

“....Sonraları halk bazı meselelerde ihtilafa düştüler. Bu insanlardan bir kısmı

dini vecibeleri daha dikkatli ve daha hassasiyetle yerine getirmeye koyuldular.

Bunlara Zâhid ve âbid adları verildi. Bid’at ehli de o zaman ortaya çıkmıştır. Böylece

kendi mezhebini hak kabul eden bir sürü insan grupları ortaya çıkmıştır. Bunlar

206 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, ( Dergâh Yay.) İstanbul 1990, ss. 31-37; ayrıca bkz. William Chittick, Tasavvuf, ( İz Yay.) İstanbul 2003, s. 65; İbn Arabi, El Fütuhat El Mekkiyye, Nihat Keklik (Kültür Bakanlığı Yay.) Ankara 1990, s. 23; Serrac, a.g.e., ss. 25-26; H.Kâmil Yılmaz, Gönül Erleri, Altınoluk Dizisi(5) (Erkam Yay.) İstanbul 1991, s. 75. 207 Chıttıck, Tasavvuf, s.65. 208 Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, ss. 31-32.

76

arasında ‘her nefeste Allah ile olma’209 halini koruyup gafletten uzak kalmayı tercih

edenler, tasavvuf adıyla210 diğerlerinden ayrıldılar. Bu ad daha hicrî 2. asırdan önce

meşhur olmuştur.”211

Bu tarihten itibaren tasavvufî eğilimin tasavvufa dönüşmesini sağlayan isim

Hasan Basri (ö. 110/728) olmuştur.212 Tasavvufî kavramları ilk defa açıklayan da

Cüneyd el Bağdadî (ö. 298/910) dir.213 Tasavvuf üzerine yazılmış ilk eser olarak da

Muhasibi’ ye (ö. 243/837) ait olan “er-Riaye” yi görmekteyiz.214

C. İslâm Düşüncesindeki Tasavvûfî Anlayışın Kaynağı

Tasavvufun doğuşuyla ilgili bu genel bilgilerden sonra tasavvufun kaynağı ile

ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:

İslâmî anlayışın farklı kültürlerle karşılaştığını belirtmiştik. Bundan dolayı

tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arayanlar olmuştur. İslam tasavvufunun

İran-Bizans-Yunan ve Hint doktrinlerinin etkisi sonucu oluşmuş olabileceği

düşüncesi taraflar arasında tartışmalara yol açmıştır.215 Bu düşünceyi hadisçiler,

kelâmcılar ve fıkıhçılar reddetmiş; Gazali ise kabul etmiştir. Gazali’nin kabûlünden

sonra ise bu görüş meşruiyyet kazanmıştır.216

İslâm tasavvufunun kaynağıyla ilgili olarak; “tevbe, sabır, zühd” gibi

kavramlar hakkında şu âyet ve hadisleri örnek olarak gösterebiliriz:

A.Tevbe: Günahtan dönmek anlamındadır. Bütün dinlerde ortaktır. Tasavvufa

tevbe ile girilir. Tevbe bir uyanıştır. Nefs mücadelesinin başlangıcı da tevbedir.

209 Abdulkerim Kuşeyri, Risale, trc. Süleyman Uludağ (Dergâh Yayınları) İstanbul 1981, s. 111. 210 Tasavvuf kelimesini bir sistem olarak Hz. Peygamber zamanında görmüyoruz. Tasavvufi hayatla ilgili her türlü uygulama o dönemde mevcuttu ama ciddi bir disiplin haline gelmesi daha sonraki dönemlerdedir. 211 Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi (AÜİF. Yay.) Ankara 1991, s. 4. 212 Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, s. 6. 213 aynı eser, s. 15. 214 aynı eser, s. 16. 215 aynı eser, s. 13. 216 aynı yer.

77

“Rabbini hamd ve tesbih et, O’ndan af dile. Çünkü O, tevbeleri çok çok kabul

edendir”(Nasr 110/3) 217 Âyetini bu konuda misal verebiliriz.

Hz.Peygamber’in (s.a.v) şu hadis-i şerifini de konuyla ilgili olarak zikretmek

mümkündür:

“Günahtan tevbe eden günahsız gibidir. Allah bir kulunu sevdi mi ona zarar

vermez. Çünkü tevbe etmesini nasip eder.”218

B.Zühd:Vazgeçmek, ilgi duymamak anlamına gelir. Kelime olarak Kur’ân-ı

Kerim’de geçmese de anlam olarak pek çok Âyette zikredilir:

“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın….”(Lokman 31/33)

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Asıl yurt ahiret

yurdudur.”(Ankebut 29/64)219

Peygamber Efendimiz (s.a.v) de dünya hayatının değersizliğini şu şekilde

ifade etmiştir: “Ahirete nazaran dünyanın değeri, sizden birinizin parmağını denize

daldırmasına benzer.Parmağı ile denizden aldığı suyu göz önüne getirsin.” 220

C.Sabır: Dayanmak, kendini tutmak anlamına gelir.221 Sabrın çeşitli yönleri,

Allah’ın yardımının sabredenlerle olduğu, sabrın mükâfatı gibi konular Kur’ân-ı

Kerim’de sık sık ele alınır. Konuyla alâkâlı olarak şu Âyetleri belirtebiliriz:

“Sabredenlerin alacakları ecir ve karşılık muhakkak sınırsızdır.”(Zümer

39/10)

217 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 50; ayrıca tevbe ile ilgili olarak bkz. Nur/31, Zümer/54, Tahrim/8, Tevbe/112, Furkan/71, Bakara/37/160/218, İsra/25, Necm/32, Meryem/60, Buruc/14, Mü’min/55. 218 Buhari, Da’vât, 3; İbn Mace, Edeb, 57. 219 bkz. dünya hayatı ile ilgili olarak Yunus/24, Hadid/20, Kehf/45, Al-i İmran/185, Bakara/212, Ra’d/26, Muhammed/36, En’am/32. 220 Müslim, Cennet, 5. 221 Kara, Tasavvuf ve Tarikatla Tarihi, s. 52.

78

“Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.”(Bakara 2/45)222

Şu hadis-i şerifte de sabrın gücünü görüyoruz:

“Bir kimse sabretmek isterse Allah ona sabır gücü verir. Hiç bir kimseye

sabırdan daha hayırlı daha geniş bir şey verilmemiştir.223

D.Riyazet-Mücâhede: Terbiye etmek demektir. Tasavvufda asıl gaye nefsin

isteklerini kontrol altına alabilmektir. Bunun yolu da şehevi arzuları azaltmaktır.

Tasavvufta önemli bir ilke her şeyde itidal üzere olmak, aşırılılıklardan kaçınmaktır.

Bu sebeble belli bir istikamette, aşama aşama bu terbiyeye yönelinir.

“Geceleri pek az uyurlar, seherlerde istiğfar ederlerdi.” (Zariyat 51/17-18)

“Geceleyin kalk namaz kıl.”(Müzzemmil 73/2-4)

“Bırak onları yesinler, eğlensinler, arzu onları oyalasın. Yakında

bilecekler.”(Hicr 15/23)224

Ayetlerde de gördüğümüz gibi Allah Teâlâ, kullarından yeme içme ve uykuda

denge sağlamaları gerektiğini bildiriyor. Hadis-i şeriflerde ise bu konu şu şekilde

işlenmektedir: “Ademoğlu karnından daha fenâ bir kap doldurmamıştır.”225 “Allah’a

ve Ahiret gününe inanan ya hayırlı bir şey söylesin veya sussun.”226

E.Zikr: Anmak, hatırlamak demektir. Her an Allah’ı hatırlamak, isimlerini

zikretmek tasavvufun esasıdır. Konuyla ilgili çok sayıda Âyet ve hadis mevcuttur.

Örnek olması için burada birkaç tanesini belirteceğiz:

“Rabbini çok zikret. Sabah akşam O’nu tesbih et.”(Al-i İmran 3/41)

222 aynı eser, s. 53, ayrıca konuyla ilgili bkz. Tur/48, Beled/17, Araf/126, Hac/35, Rad/22 223 Buhari, Zekat, 50. 226 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 54, ayrıca konuyla ilgili olarak bkz. Taha/108, Ankebut/69, İnsan/26. 225 Tirmizi, Zühd, 48. 226 Buhari, İlim, 38.

79

“Allah’ı zikretmeye karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun.”(Zümer

39/23),“Beni zikrediniz ben de sizi zikredeyim”(Bakara 2/52)227

Zikretmenin önemini de bize şu hadis-i şerif göstermektedir:

“Alah Teâlâ’nın yollarda gezen ve ehl-i zikri arayan melekleri vardır. Allah’ı

zikreden bir cemaat buldukları zaman birbirlerine aradığınız buradadır, geliniz

derler.”228

İslâmî tasavvufun kaynaklarına dair bu kavramlarla ilgili kısa bir bilgiden

sonra, sûfi kelimesine tekrar dönerek bunun menşeine değinmek istiyoruz.

Sûfi kelimesinin hangi kökten türediği, ne anlama geldiği hakkında farklı

görüşler ileri sürülmüştür. Bunları şu şekilde belirtebiliriz:

1.“Safv”kökünden olduğunu düşünenler, bunun safvet, durgunluk, bulanık

olmayan anlamında kullanıldığını belirtirler.

2.Medine mescidindeki “Suffa” dan,

3.Zâhidce yaşadıkları bilinen “Benu Sufe” kabilesinin adından,

4.Yunanca Hikmet anlamındaki “sophas” tan,

5.Namaz kılanların ilk saffı anlamında “Saff-ı evvel”den türemiş olabileceği

de düşünülebilir.

6.Bir diğer görüşe göre de yün anlamına gelen “sûf” tan türemiştir.

En çok kabul edilen görüş budur. Çünkü hem dilbilgisi hem de fonksiyon

açısından böylesi daha uygun görünmektedir. O yıllarda giyilen yünlü kıyafet, zühd

hayatı yaşayanları sembolize etmekteydi.

Bu yazılanlardan hareketle şunları söyleyebiliriz :

227 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 59; ayrıca zikr için bkz. Zümer/23, Ankebut/45, İnsan/25, Ahzab/41-42, Araf/205, Tur/48-49, Rad/28. 228 İbn Hanbel, II, 359.

80

Dıştaki her suret, her kılıf, içindeki özü gösterir. Az ya da çok o özü yansıtır.

İnsan da böyledir. Nasıl düşünüyorsa, neye önem veriyorsa, fıtrî özellıkleri nasılsa

tüm bunları bir şekilde dışarıya yansıtacakatır. İnandığı, düşündüğü gibi yaşayacak,

ona göre giyinecek ve ona göre davranacaktır. Ancak şunu da ifade edelim ki sadece

dış görünüşe bakarak hüküm vermek de çok sağlıklı bir durum değildir. Çünkü işin

hakikatini sadece suretlere bakarak kavrayamayız. Nitekim Peygamber Efendimiz

(s.a.v.) de bunu ifade etmektedir. 229

Sûfiliğin tarih içinde izlediği seyre bakacak olursak:

Sûfi terimi Hicri 150 tarihine kadar daha az kullanılmasına rağmen, bu

tarihten itibaren daha fazla kullanılmaya başlanmıştır. Ancak Hicri 150-200

tarihlerinde vefat eden İbrahim Ethem, Fudely İyaz, Şakik Belhi ve Dâvud Tâi gibi

ünlü zâhidler bile sûfilikten çok zühde mensubiyetle tanınmaktaydılar. Dolayısıyla

II.asrın ikinci yarısında dahi tüm zâhidleri kapsamına alan bir Sûfiyye zümresi

mevcut değildi.230

Hicri III. asırda gelişerek, daha sağlam bir zemine oturan tasavvufla beraber

artık mutasavvıfların sayısında da bir artış meydana gelmiştir. 231

Böylece doğup gelişen 232 tasavvufun amacı neydi? Ne için uğraş

veriyordu?

Bilindiği gibi, tasavvufun üzerinde durduğu asıl mesele “insan”dır. İnsanın

gerçek kimliğine ulaşabilmesi ve ilk yaratıldığı gibi ruhunu tertemiz muhafaza

edebilmesi için tedrîci olarak ona çözümler sunar ve insanın “kendisini”

bulmasına yardımcı olur.

229 “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve güzelliğinize bakmaz ancak kalplerinize ve niyetlerinize bakar. ” Müslim, Birr, 33. 230 Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zâviyeler, s. 32. 231 Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, s. 7. 232 bkz. ayrıntılı bilgi için İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam ( Ekin Yay.) İstanbul 2004, II. Bölüm, ss. 37-142; Fazlur Rahman, İslam (Ankara Okulu Yay.) Ankara 2000, ss. 193-219.

81

Abdulkâdir Geylâni de tasavvufun amacından bahseder. Ona göre:

“Tasavvufun ilk gayesi, kalbin pâk olmasını temindir. Nefsin boş arzularını kesip

atmaktır.”233

Neden kalp temizliği? İşe niçin buradan başlanmış ve bunun üzerinde

tarihler boyu ısrarla durulmuştur? Çünkü kalp, Allah Teâlâ’nın tecelligâhıdır.

Tasavvuf, kalbi eğitmek, gönle yön vermektir. Gönül de insanda

bulunduğundan dolayı tasavvufun konusunu “insan” oluşturmaktadır. Amacı ise

insanın ruhuna hitâb etmek sûretiyle onun kalbî yönünü eğiterek, onu belli bir

olgunluğa eriştirerek kemâl derecesine vâsıl edebilmektir. 234

Tasavvufun esas hedefi, insanı ihlas ile donatarak kâmil insan hüviyetine

ulaştırmaktır. 235

Bu olgunluğa ulaşabilmek, insan-ı kâmil olabilmek için farklı yöntemler

kullanılmıştır. Kimileri yalnız kalmayı (halvet) tercih ederken, kimileri zikri

öne çıkarmıştır. 236

Kim uzletle, riyâzetle ve zikirle nefsini tezkiye ederse, Allah Teâlâ da o

kulunun gönlünü, ilmini, amelini nurlandırır. 237

Tasavvufun hedefi İslâm’ı yaşatmaktır. Bundan dolayı sözden ziyâde

yaşantıya önem verir ve her an Allah’ın huzurunda olmanın şuuruyla hareket

edilmesini amaçlar.238

233 Abdulkâdir Geylânî, Sırrül-Esrar, çev. Abdülkadir Akçiçek, (Gelenek Yay.) İstanbul 996, s. 107 234 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 18. 235 Osman Nuri Topbaş, Gönül Bahçesinden- Muhabbetteki Sır ( Erkam Yay.) İstanbul 2001, s. 100 236 Bu kavramlar ileride daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 237 Geylâni, Sırrül-Esrar, s. 107. 238 İbrahim Baz, a.g.m., s. 335.

82

Başta da belirttiğimiz gibi tasavvuf “hal ilmi” dir ve sistemini kendi

içinde sağlamlaştırmıştır.

Tasavvuf ehlinin birtakım özelliklerinden bahsetmenin yerinde olacağı

kanaatindeyiz:

Onların yegâne gayeleri Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka herşeyi kalplerinden

çıkarmak için uğraşırlar. Farzları uygulayıp, haramlardan kaçınma konusunda da

çok hassas davranırlar. Dünyevî ihtiyaçlarını karşılarken de aşırılığa girmezler. Yeme

–içme, giyim-kuşam, barınma ve diğer birtakım fıtri ihtiyaçlarını en aza indirip

dengede tutmaya özen gösterirler. Hatta yeri geldiği zaman bir başkasını kendi

nefsine tercih edecek kadar büyük bir olgunluğa sahiptirler. Kadere rızâ gösterip

teslim olma konusunda da gerekeni yaparlar.239

Bu bilgilerin ışığında şunları söyleyebiliriz :

Mutasavvıf, yaratılış gâyesini unutmayan insandır. Bu dünyaya niçin

gönderildiğini ve kendisinden bekleneni daima hatırında tutmaya çalışır. Kendisinin

“kulluk” gibi bir görevle mükellef olduğunu ve bu dünyanın, ahiretin bir sermayesi

olduğunu bilir, ona göre davranır. Bu doğrultuda kendisine bahşedilen çeşitli

nimetleri de “amaç” değil “araç” olarak algılar. Ebedi mutluluğa ulaşmak için bir

araç, fıtratın gereğini yapabilmek için bir araç. ..Mutasavvıf, bu anlayışın

derdindedir...

239 Serrac, a.g.e., ss. 14 -15.

83

III. BÖLÜM

MÂRİFETNÂME’DE GEÇEN TASAVVÛFÎ KAVRAMLAR

Tasavvuf hakkında bu genel bilgilerden sonra, tezimizin asıl konusunu

oluşturan Mârifetnâme’deki tasavvufî kavramlara geçebiliriz:

A-KALB

Arapça, çevirmek, birşeyin altını üstüne getirmek mânâsındadır. Tasavvûfi

olarak da Allah’ın tecelligâhı, ilâhi latife, insanın mahiyeti anlamına gelir. Ayrıca

onu akıl ve ruh diye de ifade edebiliriz.240 Kalbe gönül, yürek, herşeyin özü ve ortası

demek de mümkündür.241

“Her yemişin çekirdeğinde kendi ağacı öz halinde bulunduğu gibi, kalpte de

bütün kâinat özleştirilmiştir. Hâsılı, kalp, bütün mevcutların hülâsa halinde nüshası

ve sonsuz sırların toplanma noktasıdır.”242 diyen Necip Fâzıl kalbin, ne kadar önemli

olduğunu dile getirmiştir.

Kalp gerçekten de tüm vasıflarla muttasıftır. O, hem melekî hem de şeytanî

uyarılara açıktır. Dolayısıyla kalp, hayır ve şerrin; takvâ ve fücûrun mücâdele

alanıdır. Bundan dolayı kalpler bir ömür boyu bu alan içinde gel-gitler yaşamaya

devam eder.243

Kalp, hem ezelî hem de ebedî nurdur. Bu kâinatın özüne yerleştirilmiştir

ve Allah, kuluna onunla nazar buyurmaktadır.244

Gazali kalbi hem somut hem de soyut anlamıyla açıklamıştır. Bedendeki kalb

somut anlamdaki kalbi ifade etmektedir. Soyut mânâdaki kalp ise rûhanî bir varlıktır

240 Cebecioğlu, a.g.e., md. “ Kalp”, s. 422. 241 Şamil İslam Ansiklopedisi ( Akit Gazetesi Yay.) c. 4, s. 252. 242 Necip Fâzıl Kısakürek, Reşahat- Ayn El Hayat, (Âlem Yay.) İstanbul, s. 29. 243 Adem Ergül, Kur’ an ve Sünnet’ te Kalbî Hayat, (Altınoluk Dergisi Yay.) İstanbul 2000, s. 12. 244 Abdülkerim İbrahim el-Cili, İnsan-ı Kâmil, terc. Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa (Kitsan Yay.) 1996, c. 2, s. 86.

84

ve insanın hakikâtidir. Mükellef olan, muhatab alınan, anlayan ve ârif olan da işte bu

kalptir. 245

İbrahim Hakkı kalbe çok önemli mânâlar yükler. Ona göre :

“Kulların kalpleri Mevlâ’ nın nazargâhıdır. Şu hâlde kalbi mâsivâdan

pak etmek, her tâatten evlâdır…İnsan kalbi Rahmân’ın kapısıdır ki kul,

Mevla’sı huzurunda duracak mekândır… Gönül, bir Rabbânî lütuftur.” 246

Madem ki kalp, nazargâh-ı ilâhi, o halde kalp için “Beytullah”(Allah’ın evi)

ifadesini kullanmak yanlış olmasa gerek. Madem ki o evin yüce bir sahibi var, o evi

sahibinin dilediği şekilde tasarruf etmelidir ve bu mekânı tertemiz tutarak onu

gerçek sahibine gereği gibi bırakmalıdır. “Beytullah” seviyesine çıkarılabilen bir

kalp de birbirinden güzel vasıflarla ve üstün özelliklerle247 nitelendirilmektedir.

Ve mâdem ki kalp böylesine değere sahip bir aynadır; o halde Hakk’ın

her an nazar buyurduğu248 böyle bir ayna elbetteki kırılıp atılabilecek rastgele

bir cisim değildir.249

Kanaatimizce insan için bundan daha büyük, daha şerefli bir durum olamaz.

Düşünün ki Allah Teâlâ kalbinize nazar buyuruyor ve belki bunu günde kaç kez

tekrarlıyor. Böylece insan bu iltifata günde defaatle mazhar oluyor. Bir kalbi

incitmek, bu tecelligâha aykırı düşmek anlamına geldiği için bu konuda bu denli

hassasiyet gösterilmiştir.

Aslında bu kalp aynası her insanda mevcuttur. Ama nefs ve gaflet perdesiyle

kirlenmiştir. Dine uymakla, ibadet ve taate devamla, zikre önem vermekle, zühd ve

245 İmam Gazali, İhyâ- u Ulumi’ d- Din ( Bedir Yay.) İstanbul 1975, c. 3, s. 11 ; ayrıca bkz. Ergül, a.g.e., s. 96; Gazali, kalbi “ruhun hakikati” anlamında kullanmaktadır. (Bkz. İmam Gazali, Kimya –yı Saadet, Bedir Yay., s. 19 ) 246 Mârifetnâme, s. 286. 247 Tahir Hafızalioğlu, Gayb Bahçelerinden Seslenişler (İnsan Yay.) İstanbul 2003, s. 237. 251 Kara, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 179. 249 M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) (Nil Yay.) İzmir 1996, s. 51.

85

takvayla bu aynayı parlatmak mümkündür.250 İnsandaki bu ayna temiz, saf ve cilalı

olursa birtakım sırlar ona yansır ve onda görünür.251 Ve eğer beden, ruhun

emrindeyse, kalp ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyzleri bedene taşır ve orada huzur

meydana gelir.252

Gazali de insan kalbinin aslında bir ayna olduğundan bahseder :

“İnsanın kalbi, yaratılışının başlangıcında, parlak ayna yapılan demir gibidir.

Bütün âlem bu aynaya sığar. Dikkat edilirse böyle olur. Edilmezse tamamen pas

tutar. Artık ayna yapılacak hali kalmaz.” der253 ve şu Âyeti delil getirir: “Hayır,

hayır ! Bilakis yaptıkları sebebiyle kalpleri paslanmıştır.”254

Ona göre kalp parlak bir ayna gibi işlem gördüğünden, kötü ahlâk bu aynanın

parlaklığını gideren is ve karartıdır. Buna mukâbil güzel ahlâk bu aynaya daha çok

parlaklık katan bir nur ve ışık gibidir. 255

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi kalp gerçekten de tıpkı bir ayna misâli,

içinde barındırdığı duyguları dışarıya yansıtır.

Bildiğimiz kadarıyla her insanda Allah Teâlâ’ nın isim ve sıfatlarının nüveleri

bulunmaktadır. Aslında her bir kul, farkında olmasa da Allah’ın bu esmâsını

yansıtmakla mükelleftir. Bu da ancak, orjinalliğini ve parlaklığını kaybetmemiş bir

kalp aynasıyla mümkündür.

İbahim Hakkı konuyla ilgili pek çok âyet zikretmiştir. Onlardan birkaçını

örnek olarak verebiliriz:

250 Mârifetnâme, s. 293. 251 Hafızalioğlu, a.g.e., s. 46. 252 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) s. 46. 253 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 25. 254 Mutaffifin / 14. 255 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 25; ayrıca bkz. Gazali, İhya, c. 3, s. 29.

86

“Bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz O'nun huzurunda

toplanacaksınız”256

“Çünkü O, göğüslerin özünü bilir” 257

Kalp, kul ile Allah arasındaki bağlantıyı sağlayan en önemli unsurdur. O

halde kalbin en büyük ilacı Allah'ı hatırlamak olacaktır. Bu konuyla ilgili şu âyeti

ifade edebiliriz: “Bilin ki ancak Allah'ı anmakla kalpler yatışır ve huzur bulur.”258

Kalbin gıdası, Mevlâ’nın sevgisine ve mârifetine ulaşmaktır. Zira kalp,

yaratılışı icâbı kendi sahibini bulunca salâhiyete kavuşur.

Kalbin helâki ise, Mevlâ’ dan gâfil olup, mâsivâya yönelmektir ve nefse tabi

olup dünya endişesine dalmaktır. 259

Gazali’ye göre de kalbin pasını gidermek Rabb’ in huzurunda olmakla

sağlanabilir. “Kalbi cilalandıran, şehevi arzulardan uzaklaşıp taat ve ibadete

teveccüh etmektir.”260

Kanaatimizce, insanı ve kalbi en iyi tanıyacak olan; elbetteki onu yaratandır.

Aslı itibariyle de kalp Rabbine müteveccih bulunduğundan; mutmain olması ancak

sahibinin huzurunda kalmasıyla mümkündür. Âyetin de ifade ettiği gibi bunun

dışında hiçbir şey kalbi huzura erdiremez.

İbrahim Hakkı, Allah’a ulaşmak isteyen bir kulun, çalışması gerektiğini,

gönlünü güzel ahlâkla süsleyip, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yolundan gitmesini tavsiye

256 Enfal/24. 257 Enfal/43. 258Rad /28, ayrıca bkz. Şûra/89, Bakara/74, Hacc/46, Secde/9, Ahzab/4, Mü'minun/78. 259 Sâdık Dânâ, Tasavvuf ve Mârifetullah ( Erkam Yay.) İstanbul 1995, s. 34. 260 Gazali, İhya, c. 3, s. 31; ayrıca kalbin cilası olarak zikrullah da belirtilmektedir. Kalpte iyi akis olabilmesi zikre devamla mümkündür. Konuyla ilgili olarak şu beş madde de önem arz etmektedir : a)Salihlerle beraber olmaya özen göstermek, b) Kur’ ân- ı Kerim okumaya a’zami dikkat etmek, c)Gece na maz kılmak, d)Seher vakti Rabb’ e yönelmek, e)Mideyi mümkün olduğunca fazla doldurmamak da kalp parlaklığını artıran unsurlardandır (Bkz., H.Kâmil Yılmaz, Gönül Erleri (Erkam Yay.) İstanbul 1991, s. 146)

87

etmektedir. Ayrıca yeme-içme-uykuyu azaltıp riyâzetini tamamlamasını söylemekte

ve şu hatırlatmada bulunmaktadır: “Şu halde kalbin tasfiyesini ve nefsin

temizlenmesini isteyen kimseye lazımdır ki, beş duyu yollarını tıkaya.”261 Bedenini

dünyevi şeylerden temizledikten sonra, gönlünü de mâsivâdan temizlemek için

uğraşmalıdır.262

İnsandaki en önemli merkezin kalp olduğunu ve Allah'ın, kulunun daha

ziyâde kalbini dikkate aldığını Peygamber Efendimiz (s.a.v) ifade etmiştir.

Yazarımız da bununla ilgili olarak şu hadis-i şerifi kaydediyor:

“Gerçekte Allah Teâlâ, sizin sûretinize ve güzelliğinize bakmaz lakin

kalplerinize ve niyetinize bakar”263

Anladığımız kadarıyla önemli olan öz’dür, çekirdektir. Dıştaki kabuk ise

koruyucu ve surettir. Kabuk ne kadar güzel olsa da çekirdeği sağlam ve iyi değilse

sonuç hüsrandır. Tıpkı bunu gibi insan için de asıl olan kalp ve orada taşıdığı

niyetidir. Niyet ne kadar hâlis ve iyi olursa insan da o oranda değer kazanır. Aksi

taktirde kişinin sahip olduğu güzellik onun özünü etkilemez. Ancak şu kadarını ifade

edelim ki, insanın iç güzelliği ve kalbî kemâlâtının şuaları kişinin suretine

yansıyarak ona ayrı bir güzellik katar.

Nitekim Gazali de, “Her bardak içinde ne varsa dışında o gözükür.”264

diyerek insan kalbinin, taşıdığı duygu ve düşünceleri yansıtma özelliğinin

bulunduğunu ifade etmektedir.

Kalp ve niyetin önemine dair bir noktayı daha ifade etmek istiyoruz ki;

insanın, niyeti sayesinde, yaptığı günlük işleri ibadet hükmüne geçmektedir. Çünkü

işin temelinde Hakk’ın rızâsı, O’nun hoşnutluğu vardır. Yapılan basit bir fiilin,

261 Mârifetnâme, s. 298. 262 Mârifetnâme, s. 298. 263 Müslim, Birr, 33. 264 Gazali, İhya, c. 3, s. 7.

88

sünnet-i seniyye sevabı kazandırmasında da Allah Rasûlü’ ne benzeme düşüncesi,

O’nun gibi olma niyeti yok mudur?

İnsan bedenindeki kalbin bir kumandan gibi işlediğini ve bedenin diğer

organlarının da ona göre şekillendiğini şu hadis-i şerif bize hatırlatıyor :

“Dikkat ediniz insan bedeninde bir et parçası vardır. O iyi oldu mu bedenin

diğer organları da düzgün olur ve o bozuldukça bedenin diğer organları da bozulur.

O, insan kalbidir.”265

Gazali de bir benzetme yaparak kalbin ne kadar önemli olduğunu ifade eder.

“...Beden bir şehre benzer. Kalp bu şehrin padişahıdır.”266 Bir şehir için idareci ne

kadar önemliyse, beden için de kalp aynı derecede önem taşır.

İnsan bedeninde, sahip olduğumuz bu gözlerden başka bizim idrâkine

varamadığımız ve çoğu zaman unutup ihmal ettiğimiz bir de kalp gözümüz vardır ki

asıl dikkatle üzerinde durulması gereken odur. Halid b. Sa’dan der ki :

“Hiçbir kul yoktur ki başında iki gözü bulunduğu gibi kalbinde de iki gözü

bulunmasın. Baş gözleriyle dünya işlerini, kalp gözleriyle de ahiret işini görür. Allah

bir kuluna hayır murat ettiği zaman o kulun kalp gözlerini açar ve Allah’ın ona

gaybda va’dettiği şeyi görür. . .” 267 Nitekim Allah Teâlâ’ da “. ..Doğrusu gözler kör

olmaz, ancak sînelerdeki kalpler körelir.” 268 buyurarak dikkatlerimizi kalbe ve onun

korunmasına yönlendirmemizi istemektedir.

İbrahim Hakkı kalbin üç çeşidinden bahseder: Birincisi "ihsan bekleyen

kalp”. Allah'ın ihsanını, lütfunu dilemektedir. İkincisi "rıza bekleyen kalp". Allah'ın

265 Buhari, İman, 39; Müslim, Müsâkat, 107; İbn Mace, Fiten, 14. 266 Gazali, İhya, c. 3, s. 13; ayrıca bkz. Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 21. 267Muhammed b. Abdullah Hâni, Âdâb, trc. Ali Hüsrevoğlu ( Erkam Yay.) İstanbul, s. 203. 268 Hac / 46.

89

rızâsına nâil olmayı arzu eder. Üçüncüsü de "kavuşma bekleyen kalp.” Bu da

Rabbine kavuşmayı, vuslata ermeyi istemektedir.269

İbrahim Hakkı, insan için kalbi mâsivâdan temizlemenin en büyük ideal

olduğunu ve bunu başarabilen insanın da pek büyük bir makamda bulunduğunu

belirtiyor. Ayrıca gâfil olan kalbin karanlıklarda kalmış olduğunu da şu şekilde ifade

ediyor:

"Gafil kalp, zindan karanlığından korkmuş ve sıkışmıştır. Kalbi mâsivâdan

pak eden, ârif ve kâmil insandır ve cihanın sultanıdır.”270

Gazali’ye göre de tertemiz bir kalp Allah Teâlâ katında en değerli uzuvdur:

“... Mâsivâdan arındığı zaman, Allah’a yaklaşıp saadete eren ve felah bulan

bu kalp olduğu gibi, mâsivâyı içine alıp gizlediği zaman da şekavete yönelip

hüsranda kalan yine bu kalptir. 271

Konunun başında da ifade ettiğimiz gibi kalp hem hayra hem şerre, hem hak

hem de bâtıla yönelebilme özelliğine sahiptir. İnsan zaman zaman doğru istikamette

gidişini sürdürür, sırat- ı müstakim çizgisini koruyabilir ancak kimi zaman da olur ki

çizgiden oldukça uzaklaşıp kalbini yanlış kapılara açmıştır ama farkında bile

değildir. İşte insana yüklenen vazife de burada ortaya çıkmaktadır. Yani çizgiyi

aşmamak ve kalbin muhafazasına çalışmak. Beşer elbetteki yanlışlık yapabilir ama

önemli olan bunu farkettiği zaman tekrar kalbine bir nazar kılıp, onun sesine kulak

verebilmesi; kalbini mâsivâya kapatıp, bu hânenin gerçek sahibine rücû

edebilmesidir.

269 Mârifetnâme, s. 286; kalbin çeşitleri hakkında Hatim –i Esamm’ın yaptığı şu tasnifi de örnek olarak verebiliriz. O, kalbi beşe ayırır : a) Ölü Kalp: Kâfir ve imansızların, b) Hasta Kalp: Günahkar olarak nitelenenlerin, c)Gâfil Kalp:Nasibsiz diye vasıflandırılan grubun, d) Uyanık Kalp: Meşguliyeti Hakk olanların, e) Diri Kalp: Allah’a karşı sorumluluğunu ve kulluğunu bilip, O’nun azametine sığınanların sahip olduğu kalptir. ( bkz. Yılmaz, Gönül Erleri, s. 139 ) Burada aşamalı bir şekilde Hakk’a yönelen kalp tasnifini görmekteyiz. 270 Mârifetnâme, s. 287. 271 Gazali, İhya, c. 3, s.7.

90

İbrahim Hakkı, akıl ve kalp arasında ilişkiler kurar. Aklın, kalp için ne derece

önemli olduğundan bahseder ve şöyle der: "Akıl, insan ruhunun içidir. O, Rabbâni,

latif bir cevherdir. Akıl, gönülde parlayan bir nurdur. Onda hak ile batılı ayırır. Akıl,

his ve kıyastan üstündür. Zira o, Mevlâ’nın gizli sırrıdır. Akıl Yezdan’ ın veziridir.

Akıl insan kalbinin hayatıdır.”272

Gazali, aklın kalp için ve kalbe yardımcı olması aracılığıyla yaratıldığını

ifade eder.

“...Duygular, akla hizmet ediyorlar. Akıl ise, kalp için yaratılmış olup, onun

mumu, kandili olmak, ona ışık tutmak içindir. Bunun nuru ile Allah Teâlâ’yı görür.

Kalbin cenneti budur. Demek ki akıl da kalbin hizmetçisi oldu. Kalbi ise, Allah

Teâlâ’nın cemâline bakmak için yaratmışlardır. . .”273

Anladığımız kadarıyla insan, yaratılışı icabı çift yönlü olarak techiz

edilmiştir. O, bir yönüyle pozitif değer taşırken; diğer yönüyle de negatif değerlere

sahiptir. Hayra ve şerre, nefse ve ruha yönelebilmesi de bunu göstermektedir. Çünkü

herşey zıddıyla bilinmektedir.

Kanaatimizce bu iki yön aslında birbirini tamamlayan iki önemli boyuttur.

Akıl ve kalp de böyledir. Uyumlu çalıştıklarında çok güzel sonuçlar meydana

gelebilir.

İbrahim Hakkı’nın da belirttiği gibi kalpde daha ziyâde duygular ağır basar.

Sadece kalbin sesini dinlemek her zaman işe yaramayabilir. İşte o zaman akıl

devreye girer ve kalbe yol gösterir. Aklın görevi bu esnada daha bir artar. Çünkü

akıl, kalbi gerçek nura götürecektir.

272 Mârifetnâme, s. 289; ayrıca akılla ilgili olarak bkz. Muhammed İhsan Oğuz, Saadet Anahtarı (Oğuz Yay.) İstanbul 1999, s. 288. 273 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 22; ayrıca aklın fonksiyonuyla ilgili olarak bkz. İskender Ali Mihr, Mutluluk Tasavvuf İslâm (Mihr Vakfı Yay.) İzmir 1990, s. 316; Oğuz, a.g.e., s. 286.

91

Bu derece önemli olan akıl kulluğu idrak etmede bir vesiledir. "Akıl bir alettir

ki, kulluğu bilmek için gönülde hasıldır "274 diyen İbrahim Hakkı, aklın kulluğu

ifade etmesindeki önemini belirtmektedir.

İbrahim Hakkı’nın belirttiği gibi dinin emirleriyle muhatab olmak için akıl da

önemli bir şarttır. Zira Kur’ân’daki ifadelere baktığımızda “akıl sahipleri” diye

seslenildiğini görürüz. Nitekim bu akıl sayesindedir ki insan, vahye muhatab olmuş

ve “halife” sıfatını kazanmıştır.

Akıllı insan, az konuşur ve doğruyu söyler. Allah'tan başka herşeyi kalbinden

çıkarmaya çalışır, ahlâkını güzelleştirmek için uğraşır.275

İbrahim Hakkı’ya göre, kalbin merkezi yürektir. Yüreğin ortasında bir siyah

nokta vardır ki, sırları açan bir anahtardır. "Süveyda" denilen bu nokta, iç güneşinin

doğuş yeridir.

Bu siyah nokta, cihânın ruhudur ki, ismi cenân (kalp, gönül)dır. Hislerin ve

kuvvetlerin özlerinin özüdür. Beden hisleri çalışmadığında, canlı kalan ve rüya

gören; işte burasıdır.276

Bu “süveyda” noktası, insanın mânevi güneşidir. Soyuttur, renksiz ve

şekilsizdir. Onun belli bir boyutu da yoktur. Beşeriyet sınırlarından arınabilirse; ezelî

ve ebedî bir nur meydana gelir.277

İbrahim Hakkı, kalbin bu merkezinin iki yönlü bir ayna olduğunu ve bir

tarafıyla gayb âlemini, diğer tarafıyla da şehadet âlemini yansıttığını belirtiyor.278

274 Mârifetnâme, s. 289. 275 Mârifetnâme, s. 289 276 Mârifetnâme, s. 292. 277 Hafızalioğlu, a.g.e., s. 237. 278 Mârifetnâme, ss. 293, 302; ayrıca konuyla ilgili bkz. Gazali, İhya, c. 3, s. 45; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s. 45; Hafızalioğlu, a.g.e., s. 45.

92

Açıklamalarda da ifade edildiği gibi insan bir yandan dünyevi yaşantısını

sürdürüp maddî yönüne hizmet ederken diğer taraftan uhrevî hayata hazırlanıp

ruhunu beslemektedir. Bundan dolayı insan hem şu içinde bulunduğumuz şehadet

âlemiyle hem de gayb âlemiyle irtibatlıdır. Bu iki dünya arasında gel-gitler yaşayan

insandan gönül perdelerini aralayarak kalp gözüne yönelmesi beklenmektedir. Ancak

bunun için de insanın mücadeleci ruhunu kaybetmemesi gerekmektedir.

Gazali de insanın bağlantılı olduğu iki âlemden bahseder. Ona göre, kalbin

içinde cismanî âlem denilen ve duyu organlarıyla hissedilen bir âlem vardır.

İnsanların çoğu bunu bilir, bununla algılarlar. Bundan başka bir de ruhanî âlem

denilen ve duyu organlarıyla hissedilemeyen ve insanların pekçoğunun idrak

edemediği bir âlem daha vardır ki çözülmesi gereken işte budur. Bu dünyaya yönelik

yaratılmış olan hisler elbetteki meleküt âlemini anlayamaz. Perde olan bu dünyevî

hisleri aradan kaldırmadıkça da hakikâte erilemez, o ulvi âleme yol bulunamaz.279

Kalbin kendi âlemiyle ilgili olarak İbrahim Hakkı şunları anlatır ve üç farklı

insan çeşidinden bahseder :

İnsan, ruhlar âleminde yaratıcısını görmüş ve O’nun “Elestü bi rabbiküm?”

(Ben sizin rabbiniz değil miyim?) hitabına “Gâlu Belâ” 280 diyerek, Rabbini

tanıdığını ifade etmişti.281 Ancak insan bedenine yerleşince geldiği kaynağı

unutmaya yüz tutmuş ve sonuçta kulluğa cevap veriş şekline göre üç farklı sınıf

oluşmuştu: Dünyaya gönderiliş amacını umursamayıp nefsinin doğrultusunda

ilerleyenler birinci grubu oluşturuyordu. Bir kısmı da asıl amacın kemâle ermek

olduğunu biliyordu ama onda da nefs baskındı. Bu grup aslına döner ama yine de

aldanmış durumdadır çünkü beklenen ilerleme sağlanamamıştır. Üçüncü grup ise

beklenene cevap vermiş, asıl gayeyi unutmamıştı.282 Böylece herkes kendi

kulluğunu ortaya koymuştu.

279 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 28. 280 Araf /172. 281 Mârifetnâme, s. 297. 282 Mârifetnâme, s. 302.

93

Kanaatimizce bu çağrıya cevap veriş şeklindeki farklılık tüm insanlık tarihi

boyunca sözkonusu olmuştur ve olacaktır. Nitekim peygamberlerin hayatlarındaki

tebliğ faaliyetleri de bunu göstermektedir. Kimi hemen itaat etmiş, kimi ise inadına

devam etmiştir. Çünkü her insanın ruhsal duyarlılığı, fıtrî özelliği ve kişiyi etkileyen

birçok faktör birbirinden farklıdır. Ancak insan, kendisini cezbeden tüm unsurlara

rağmen yaratılış gerçeğini bir kez daha hatırlayarak fıtratının gereğini yapmalıdır.

Ruhun seyr ve seferini İbrahim Hakkı şöyle anlatıyor:

İnsan ruhunun bu beden âleminden önce ruhlar âleminde bulunduğunu, ruhlar

âleminden önce de ama âleminde olduğunu söylüyor. 283

Bu âlemlerle ilgili iki tasniften söz ediliyor. Onları şu şekilde belirtebiliriz:

1)Âlem-i Ama: Mânâlar âlemi de denir. Allah’ın ezeli ilminde olan

sûretlerden ibârettir. Aslı Lâhut âlemidir (uluhiyet). Bu âlem hakkında “Hakikatü’l-

Hakaik”(Hakikatlerin hakikati ifadesi kullanılmıştır)284

2)Âlem-i Meleküt: Ruhlar âlemi de denir. Bu âlemin ehli melekler, ruhlar,

nefislerdir.

İkinci ve üçüncü âlem arasında iki farklı âlem daha vardır:

a)Misal âlemi: Berzah da denilebilir. Keşf ehli bütün ruhları burada görür.

b)Hayal âlemi: Aslı misal âlemidir.

3)Mülk âlemi: Şehadet âlemi demek de mümkün. Felekler ve yıldızlar âlemi,

unsurlar ve bileşikler âlemi de denir. Bu âlem de kendi içinde ikiye ayrılır:

a)Ulvî âlem: Meleküt âlemiyle bağlantılıdır. Arş, Kürsi ve yedi kat Gök

bunun içindedir.

b)Süflî âlem: Mülk âlemine bağlıdır. Dört unsurdur.(toprak, su, ateş, hava) 285

283 Mârifetnâme, s. 301. 284 Abdulkerim İbrahim el Cîlî, a.g.e., s. 184. 285 Mârifetnâme, s. 301; ayrıca konuyla ilgili olarak bkz. İbn Arabi, El- Fütühat El- Mekkiyye, ss. 384-385.

94

B. MÂRİFETULLAH

“Mârifet’’, masdar olarak “bilmek, tanımak, ikrar etmek” anlamında; isim

olarak da “bilgi” mânâsında kullanılan Arapça bir kelimedir. Tasavvûfi açıdan ise

Allah’ın (c.c.) sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında mânevi yaşantı sonucu

direkt olarak elde edilen bilgidir.286

Mârifet, sûfilerin rûhâni tecrübeleri yaşamaları ve ilâhi halleri tadmaları

sonucu ulaştıkları bilgi çeşididir. Bu şekilde Hakk’a dâir varılan bilgiye mârifetullah,

bu bilgiye sahip olan kişiye de ârif denir.287

Mârifet, sözle anlatılması mümkün olmayan bir bilgi ve aydınlanma

hâlidir.288

İbrahim Hakkı’ya göre mârifet, gönülde bir nurdur, Allah’ın şânını

yüceltmektir. O, gönül âleminin güneşidir, büyük bir hazinedir. Mârifet, gönülde bir

damladır ki, o, ruh için önemlidir.289

Tanımlardan anladığımız kadarıyla mârifete tecrübî olarak ulaşılmaktadır ve

bu tecrübe insanı birtakım bilgilerle donatmaktadır.

Kanaatimizce mârifetin meydana gelmesinde “insan” önemli bir etkendir.

Çünkü tanıma eylemini gerçekleştirecek olan, insanın bizzat kendisidir. Bu sebeble

öncelikle insan faktörüne değinmenin doğru olacağı kanaatindeyiz.

İnsan...Yüce değerler atfedilen, bütün bir kâinat, hizmetine sunulan, “kulluk’’

gibi bir makama muhatap olan, hâlâ tam mânâsıyla çözülememiş olan varlık.

İbn Ârabî insanı şu ifadelerle tanımlamaktadır:

289 Süleyman Uludağ, “Mârifet”, TDVİA, c. 28, s. 54. 290 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Mârifet”, s. 316. 288 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c. 28, s. 55. 289 Mârifetnâme, ss. 387-388; ayrıca Mârifetin tanımı için bkz. Ahmet Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor (5) (Nil Yay.) İzmir 1993, s. 16.

95

“İnsan gerçek olarak halifedir. O, gerçek olarak ilahi isimlerin mazharı (

zuhur ettiği yerdir) dir. O bütün âlemin hakikatlerini cami (toplayan)’dır.”290

Aslında her insan kendi içinde bir âlemdir. Kâinatın küçük bir nüshasıdır. O

sebeple insana küçük âlem, kâinata büyük âlem diyebiliriz.291

Bildiğimiz gibi, insanda madde ve mânâ boyutu292 birleşerek onu en

mükemmel varlık293 konumuna getirmiştir. İnsan, cismâni boyutuyla dünyevi yönünü

devam ettirirken, mânâ boyutuyla da yüksek derecelere ulaşabilmek için

çabalamaktır.

O halde insanı farklı kılan, onun diğer canlılara göre Rabbine muhatap

olmasını sağlayan nedir? Onun bu mânâ yönü. Çünkü Âyet-i kerime bunu ifade

ediyor: “Ona ruhumdan üfledim.”294 Ruh, Allah Teâlâ’ya ait olduğuna göre, ruhun

tatmin olması, ancak onu yaratanın istediği doğrultuda gitmekle olur. Bu sebeple

insan, fâni olmayanı aramaktadır.

İnsan, kendi âlemine yönelip, iç dünyasına nazar kıldığında; ebediyetten ve

ebedî zâttan başka hiçbir şeyle tatmin olamayacağını anlayacaktır.295

Peki amaç neydi? İnsana neden bu kadar değer verilmişti ve karşılığında ne

isteniyordu?

İnsan “halife”296 olarak yaratılmıştı. Karşılığında ise “kulluk”297 isteniyordu.

“Ben, insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” 298 buyuruyordu

Yaratan.

290 İbn Arabi, El- Futuhat El- Mekiyye, s. 434. 291 aynı eser, s. 436; ayrıca bkz. Mehmed Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları ( Zafer Yay.) İstanbul 1992, s. 131; William Chittick, Hayâl Âlemleri, çev. Mehmet Demirkaya, (Kaknüs Yay.) İstanbul 1999, ss. 52-54; insan kelimesi hakkında ayrıntılı bilgi için ve insanla ilgili Kur’an’ın üç gerçeği hakkında bkz. Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev. N.Ahmet Asrar ( Birleşik Yay.) İstanbul, s. 117,133-134; Dinç, a.g.e., s. 49. 292 M. Fethullah Gülen, Prizma (1) (NilYay.) İstanbul 1997, ss. 88-89. 293 Chittick, Tasavvuf, s. 183. 294 Hicr/29. 295 M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla (4) ( Nil Yay.) İstanbul 2001, s. 68.

96

Mutasavvıfların birkısmı âyette geçen “ibadet etsinler” şeklindeki ifadeyi

“beni tanısınlar” şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü ibadet edilebilmesi için ibadet

edilenin bilinmesi gerekmektedir. Zira bilinmeyen bir varlığa ibadet mümkün

değildir.299

Kanaatimizce bu görüş konuya uygun düşmektedir. Nitekim insanın,

hakkında az ya da çok hiçbir mülahazası bulunmayan bir varlığa yönelmesi kendi

fıtratını da aşan bir durumdur. Çünkü insan tanımadığı bir objeye karşı mesafelidir.

Ancak tanıma ve bilgi sahibi olma gerçekleşirse o taktirde kul yanlış inançlarından

uzaklaşarak o varlığa yönelebilecektir.

İnsandan beklenen fıtrî vazife Allah’a itaat ve kulluktur. Çünkü masrafı şu

kâinat olan insanlar bu dünyaya sadece maddî bir amaç uğruna gönderilmemiştir.

Dolayısıyla insanın da bu kadar lütf-u ilâhi’ye tefekkür, şükür ve ibadetle mukâbele

etmesi beklenmektedir300

Açıklamalarda da belirtildiği gibi en değerli varlık olarak yaratılan insan için

sayısız düzenlemeler, sayısız nimetler301 var edilmiştir. Şuurunu ve vicdanını

kaybetmemiş her varlık bunca güzellikler ve lütuflar karşısında duyarsız

kalamayacak, Rabb’ine yönelecektir.

Muhammet İkbal’in kulluğun bir gereği olan ibadete bakış açısı çok

mânidardır : “...Dua ve ibadet ister kişisel ister toplumsal olsun, kâinatın dehşet

verici sessizliği içinde, insanoğlunun kendisine, bir cevap bulmak için hissettiği derin

296 Bakara/30. 297 Gülen, Fasıldan Fasıla (4) s. 48. 298 Zariyat/ 58. 299 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c. 28, s. 55; ayrıca sûfiler Zümer /22 ve Enfal /29’ da geçen “nur” ve “furkan” kelimelerini de “mârifet” anlamında kullanmışlardır.. 300Kırkıncı, a.g.e., s. 17; ayrıca bkz. Ebu’l- Kâsım el- Hüseyin b. Muhammed el Ma’ruf Râgıb el İsfehâni, İslâm’ın Ahlâki İlkeleri, trc. Abdi Keskinsoy (Beşikçi Yay.) İstanbul 2003, s. 52; Serrac, a.g.e., s. 553. 301 Nahl /18.

97

hasret ve şiddetli arzusunun ifadesidir. Bu öyle bir buluşun eşsiz sürecidir ki, onunla

gerçeği arayan, kendi zatını inkar ettiği sırada kendi zatını ispatlamış olur. ..” 302

Kanaatimizce, büyük âlem karşısında küçük âlem olan insan, kendine ve

etrafına şöyle bir baktığında âcizliğini anlayacak ve Rabb’ini hatırlayıp ibadete

koyulacaktır. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.”303 sırrı da bunu dile getirmiyor mu

zaten?

Sûfiler, insanın kendini bilmesinin önemine birtakım âyetlerin işaret ettiğini

söylerler ve şu örnekleri verirler: “İnsanlara âfâkta ve nefislerinde âyetlerimizi

göstereceğiz ki onun hak olduğu âşikâr olsun.” (Fussilet /53)

“İnancı tam olanlar için yeryüzünde âyetler vardır, nefislerinizde de öyle,

görmüyor musunuz?” (Zâriyat /21)

Sûfiler bu delillerden hareketle Allah’ın (c.c.) iç ve dış âlemde tecelli

ettiğini, ancak iç âlemdeki tecellinin daha açık ve kesin olduğunu kabul ederler.

Dolayısıyla insanın kendi varlığı ve hayatın gayesi hakkında sorgulamalar yapması

onun kendisini tanımasını ve buna bağlı olarak da Hakk’ı bulmasını sağlar.304

İslâm ahlâk literatüründe nefs hakkında bilgi sahibi olmak insanın kendi

kişisel özelliklerini, zaaflarını ve yeteneklerini keşfetmesi demektir. Bu ahlâki çaba

sonucu insan, ruhundaki negatif duygulardan uzaklaşıp, benliğini olgunluğa

kavuşturur. 305

302 İkbal, a.g.e., s. 129. 303 Ebu Said el Harraz’ın “Nefsinde olanı bilmeyen rabbini nasıl bilebilir” sözü zamanla “Nefsini bilen rabbini bilir” şeklinde tasavvûfi bir vecîze halini almış ve hadis olarak literatüre geçmiştir. (bkz., Süleyman Uludağ, “Ma’rifet-i Nefs”, TDVİA, c. 28, s. 57) 304 Süleyman Uludağ, “Ma’rifet-i Nefs”, TDVİA, c. 28, s. 57; ayrıca bkz. Cebecioğlu, a.g.e., md. “Mârifet-i Nefs”, s. 487. 305 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c. 28, s. 56.

98

İnsanın nefsini tanıması, Rabbini tanımasının ilk basamağı; Rabbini bilmesi

de nefsini bilmesinin sonucudur. Dolayısıyla insan, nefsinin sıfatlarında ârif oldukça

Rabbinin sıfatlarını daha iyi anlayacak, daha iyi kavrayacaktır.306

İbrahim Hakkı’ya göre kendini bilen, Allah’a yakınlaşır, mârifet ve ilme vâkıf

olur.307

Gördüğümüz kadarıyla, “Nefsini bilen Rabini bilir” sırrını anlayan insan,

kendi benliğine eğilecek, varlığını sorgulayacak, hangi gâye için vücud bulduğunu

anlamaya çalışacak ve bu tefekkürî muhasebe sonucu Yüce Yaratıcı’ya dönecektir.

Bu dönüş de onu gerçek kimliğine ulaştıracak ve benliğinin, kul olmanın gereğini

yapabilecek bir anlayışa kavuşturacaktır. Böyle bir idrâke erişen birey de artık

kendindeki pozitif ve negatif yönlerinin hesabını yapabilecek, ruhunu başlangıçtaki

o saflığına eriştirebilecektir.

Şunu ifade edelim ki insanın, Rabbi hakkında ulaşacağı bilgi, kendisi

hakkında sahip olduğu bilgiyle doğru orantılı olduğundan; nefs hakkında ne kadar

çok hakikâte sahip olunursa Mevlâ’ya yakınlık o nisbette artacaktır. Zira bu, içten

dışa doğru bir açılımın ifadesidir.308 Kendi varlığından yola çıkan insan bu varlığı

var edeni anlayacaktır.

Mârifetullah seviyesini artıran önemli bir başka faktör de nefsin

kötülüklerinden uzak kalmaktır. 309 Çünkü kanaatimizce nefs, insanı doğru yoldan

uzaklaştırıcı ve kişinin mânevi donanımını olumsuz yönde etkileyeci bir güce

sahiptir. İnsanın, nefsinin fısıltılarını dikkate aldığı oranda istikâmetini şaşırması ve

doğrudan bir adım daha uzaklaşması kaçınılmaz olmaktadır. Ancak nefsinden

uzaklaşmayı gerçekleştirebilen bir kul da özündeki güzelliklerin farkına varacak,

benliğinin sınırlarını aşmayı başarabilecektir. İnsanın, eğer benliğinden sıyrılabilirse

nasıl yükseleceğini İbrahim Hakkı şu mısralarla ifade eder:

306 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c . 28, s. 55. 307 Mârifetnâme, ss. 386-387. 308 Fussilet /53’de ifade edildiği gibi enfüs ve âfâktaki açılım. 309 Cebecioğlu, a.g.e., md. “ Mârifet”, s. 487.

99

“Katresin bahrden amma cemed olmuş mâ’sın

Benliğin korsan eğer katre değil deryasın...”310

İbrahim Hakkı mârifet elde etmenin yolunu da anlatır: “Mârifetullah, aç

karın, uykusuz sabahlayan göz ve zikirde olan kalple ruhta ve gönülde meydana

gelir.”311

Şunu ifade edelim ki, ulaşılmak istenilen bir değerle ona ödenecek bedel

arasında paralellik vardır. Bir şey ne kadar yüce, ne kadar ulaşılmaz olursa onun için

ödenmesi gereken bedel de o nisbette büyük olacaktır. Nitekim mârifet de ihâta

edilemeyecek bir derinliğe sahiptir. Dolayısıyla insanın da mârifete erebilmesi için

ciddi anlamda gayret sarfetmesi ve nefsiyle olan hesaplaşmasını sürdürüp; açlık,

uykusuzluk, zikre devam, tevbe zühd gibi birtakım mücâdelelerle bedeninin,

kalbinin ve ruhunun hakkını vermeye çalışması yani bedel ödemeye hazırlıklı olması

gerekmektedir.

İbrahim Hakkı’ya göre mârifetin hakikâti dille Allah’ı anmak, kalple onun

sevgisine ulaşmak ve himmetle huzur-u ilâhiye yükselmektir.312

Görüldüğü gibi mârifete erme yolunda bir tedrîcîlik göze çarpmaktadır. İnsan

önce birşeyi tanımaya başlar, tanıdıkça onu anmaya, hatırlamaya devam eder. Bu

devam eden ifadeler de nihayet kişinin kalbinde ma’kes bulur ve o varlığın sevgisi

kulun kalbine zuhur eder. Kalbe yerleşen bu sevgi de zamanla bireyin tüm benliğini

sarar ve nihayet kul, ilâhi ikramları alacak kıvama gelir.

İbrahim Hakkı’ya göre insan, aklını kullanarak birtakım ilimleri öğrenebilir,

ama tam mânâsıyla herşeyi kavrayamaz. Mârifet de bunlardandır.313

310 Mârifetnâme, s. 391 Beyitin açıklamasını şu şekilde verebiliriz:(Denizden damlasın ama donmuş bir sudan ibaretsin. Benliğini bırakırsan eğer,damla değil deryasın...) 311 Mârifetnâme, s. 387. 312 Mârifetnâme, s. 387. 313 Mârifetnâme, s. 387.

100

İlim ve mârifet kelimeleri zaman zaman birbirinin yerine kullanılmaktadır.

Ancak ne var ki aralarında birtakım farklar sözkonusudur: İlmin zıddı cehil, oysa

mârifetin zıddı inkârdır. İlim kulun gayretinin sonucu iken (kesbî), mârifet Allah’ın

ikrâmıdır (vehbî).314 Bundan dolayı gerçek anlamda mârifet pek mümkün değildir.

Çünkü Allah Teâlâ, isim ve sıfatlarındaki sırlardan, hikmetlerden pekçok şeyi gizli

tutmuş, ancak mahlûkâtın kavrayabileceği kadarını açıklamıştır. Zira Hakk’ı gerçek

anlamda idrak etmeye yaratıkların gücü yetmez. Nitekim bütün bir kâinat O’nun

azameti karşısında bir “hiç”mesâbesindedir.315

Hz. Ebu Bekir (r.a.) mârifet konusunda insanın acizliğini şu sözleriyle belirtir:

“Tenzih ederim o Allah’ı ki hakkında mârifet sahibi olmak için, mârifetinden âciz

kalmaktan başka kulları için yol bırakmamıştır.” 316

Zünnûn el-Mısrî’ye göre de Allah’ı tam olarak tanımak ve idrak etmek

mümkün değildir. 317

“Allah’tan başka Allah’ı tanıyan yoktur” diyerek Cüneyd-i Bağdâdî de

insanın mârifete ermesinin imkânsızlığını dile getirir.318

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla gerçek anlamda mârifete erebilmek,

onun hakikatini ihâta edebilmek kulun idrâkini aşan bir hadisedir. Çünkü insan aklı

sınırlıdır ve birtakım olguları kavramaktan âcizdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de:

“Allah’ı tam olarak takdir edemediniz.”319 buyrularak bu konuda insanın anlayışının

çok geniş olmadığı belirtilmiştir. Kanaatimizce burada önemli olan faktör kulun

kendi âcizliğinin, sınırlılığının farkında olması. İnsan kendi küçüklüğünü anladığı

nisbette nazar-ı ilâhi karşısında büyüyecek; bu şuur içinde olduğu müddetçe mârifete

bir adım daha yaklaşacaktır.

314 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Mârifet”, s. 487; ayrıca bkz. İlim ve mârifetin karşılaştırılmasıyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için H. Kâmil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, ( Ensar Neşriyat) İstanbul 1997, s. 221. 315 Serrac, a.g.e., s. 34. 316 Ali b. Osman Cüllâbi el-Hucvîrî, Keşfü’l- Mahcûb ( Dergâh Yay.) 1982, s. 418. 317 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c. 28, s. 55. 318Süleyman Uludağ, “Mârifet”, TDVİA, c. 28, s. 55. 319 Zümer /67.

101

Mârifete erebilmek bir lütf-u ilâhidir. Allah Teâlâ, eğer isterse kendini

kuluna tanıtır. Böyle bir tanımaya nail olan kimse, mâsivâ içindeyken bile yalnızlık

hissetmez ve Hakk’ın ünsiyeti dışında hiçbir ünsiyete ihtiyaç duymaz.320

Hucvîrî, mârifetin meydana gelmesini Allah (c.c.) ın irâdesine bağlar. Ona

göre Allah Teâlâ, lütfuyla kulunun kalbine kendi nuruyla tecelli etmez ve onu bütün

âfetlerden temizlemezse o kişinin kalbinde zâhir ve bâtın nurları oluşmaz.321

İbrahim Hakkı da mârifetin ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebileceğini

söyler.322

Görüldüğü gibi, mârifete erebilmek kişinin kendi gayretinin sonucu değildir.

Eğer Allah (c.c.) lütf-u keremiyle kuluna mukâbelede bulunmazsa beşer tek başına

mârifetullah yolunda mesafe alamaz. Dolayısıyla diyebiliriz ki bu sırra ermek kesbî

değil vehbîdir. (Allah’ın dilemesine bağlıdır.) Ancak insan da bu yolda üzerine düşen

gayreti gösterip, kul olmanın gereklerini yerine getirmelidir.

Allah (c.c.) ın dilemesi sonucu mârifet oluşursa o taktirde dünyevî olan

herşey uhrevî bir hâl alır.323

Buna bağlı olarak belirtebiliriz ki kul, mârifete nâil olduğu zaman herşeyde

O’nu görecek, her varlıkta O’nu hissedecek ve her hareketini O’nun isteği

doğrultusunda tanzim edecektir. Böylece dünyevî hayatın bir gereği olan fiiller de

uhrevî bir boyut kazanmış olacaktır.

İbrahim Hakkı, ârifin sıfatlarından uzun uzun bahseder, onu çeşitli yönleriyle

tanıtır:

Ârif, Allah’tan başka birşeyle meşgul olmaz. İnsanlardan uzak kalıp, devamlı

Allah’ın huzurunda olmaktan zevk alır. Onun gerçek dostu Allah’tır. Bütün düşünce

320 Serrac, a.g.e., s. 34. 321 Hucvîrî, a.g.e., s. 407. 322 Mârifetnâme, s. 387. 323 Hucvîrî, a.g.e., s. 407.

102

ve davranışları O’nun içindir. Tek koruyucunun Allah olduğunu bilir. Ârif, kullukta

tam bir özen içindedir. Ârifin kalbi devamlı uyanıktır. Sadece Allah’a meyleder. Aşk

derdinden zevk alır.324

Yahya b. Muaz’dan, ârifin özelliği sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Ârif,

halk ile beraberdir, fakat onlardan ayrıdır.”325

Sâdık Dânâ’nın ifadesiyle ise ârif, Allah’a karşı son derece saygı

içindedir,O’nun emir ve yasaklarına da titizkikle uymaya çalışır. Her türlü isteğini,

derdini, şikayetini sadece Mevlâ’sına yöneltir. 326

Abdulkadir Geylâni’ye göre de ârif, Allah’ın nezdinde oldukça değerlidir.

Çünkü ârif, sırf Allah yolunda olmuş, sahip bulunduğu herşeyi O’nun yolunda

sarfetmiştir. 327

Ârif tanıyan, bilen demektir. Bilgisi artan insan yepyeni bir boyut kazanır.

Daha derin ve daha çaplı olur. Bunun sonucunda da herşeyi en güzel şekilde

yapmaya çalışır. Tanımlarda görebildiğimiz kadarıyla ârif, Allah dışındaki herşeyi

gönlünden zaten çıkarmış, hep Mevlâ’sının hoşnutluğunu aramaktadır. Çünkü o,

hakikâte ermenin zevkini tatmıştır. Bu sebeble başka birşeyle meşgul olmak istemez.

İbrahim Hakkı ârif ile zâhid arasındaki farklardan da söz eder: Zâhid ahireti

ister, ârifse Mevlâ’yı. Zâhid bazen nefsine yenik düşebilir, ârif sadece Allah’a

kuldur. Zâhidin kalbi bazen sebeplere meyl edebilir, ârifin ruhu Rabbiyledir. 328

Âbidler cennete yürür giderler. Ârifler ise yakınlık âlemine uçar giderler. Bu

uçuş, irfan ehlinin iç âleminde hâsıl olur. 329

324 Mârifetnâme, ss. 388- 390. 325 Serrac, a.g.e., s. 35 326 Dânâ, Tasavvuf ve Mârifetullah, s. 40. 327 Dânâ, aynı eser, s. 42; ayrıca ârifin tanımları için bkz. Dânâ, Tasavvuf ve Mârifetullah, ss. 53-54 328 Mârifetnâme, s. 390. 329 Abdulkâdir Geylânî, Sırr’l-Esrar, s. 30.

103

Bu farkları daha fazla artırmak da mümkündür. Her zâhid, ârif olmadığı gibi

her âlimin de ârif olduğunu söyleyemeyiz. Ancak Allah’ı hakkıyla tanıyan (ârif-i

billah) olanlar aynı zamanda hem âlim hem zâhiddir.330

Kanaatimizce ârif olabilmek müstesna derecelerden biridir. Zira bu mertebeye

erişmek kulun gücünün çok üstündedir. Gerçek anlamda bu sırra eren de Allah’ın

kudret tecellisiyle donanacağından dolayı her an huzur-u ilâhide bulunmanın gereğini

yapacak ve buna bağlı olarak da istikâmet çizgisinin dışına asla çıkmayacaktır.

İnsanda hakikati algılama merkezi kalptir.331 Buna dayanarak diyebiliriz ki

her insanın kalbî yapısı, gerçeklere olan inancı ve onları algılayış biçimi farklı

olduğundan her bir ferdin mârifeti elde ediş derecesi de birbirinden farklılık arz

edecektir. Nitekim tasavvuf da bir tür yaşantı olduğu ve tecrübeyi esas aldığı için bir

derecelenme sözkonusudur.

Sonuç olarak diyebiliriz ki mârifetullah bir aşk ve zevk işidir. Mârifetullah bir

tatdır. Ancak Allah Teâlâ, bu nimeti dilediğine, dilediği kadar tattırır. Kimileri az

miktarda tadarken, kimileri doyuncaya kadar tadar. Birkısmı yetecek miktarda

tadarken, birkısmına ise sonuna kadar verilir.

C. MUHABBETULLAH

Muhabbet kelimesi “hub” kökünden türemiş bir isimdir. Hub ise “buğzun

zıddı” olarak tanımlanmaktadır. Literatürde hub ile muhabbet ve meveddet ile vûd

kelimeleri sevgi ifade etmektedir. Semâvî kitaplarda ve özellikle İncil ve Kur’an’da

muhabbet üzerinde önemle durulmuş, dînî hayatın önemli bir unsuru olarak telakkî

edilmiştir.

330 Dânâ, Tasavvuf ve Mârifetulah, s. 44. 331 Ergül, a.g.e., s. 243

104

Kur’an-ı Kerîm’de muhabbet bir âyette geçmektedir.( Tâhâ /39) Hub ise dokuz

âyette kullanılmakta, yetmiş iki yerde ise aynı kökten isim ve fiiller yer

almaktadır.332

İnsan, “sevgi’’üzerine yaratılmış, mayası ‘’sevgi” ile yoğrulmuştur.Varlık

sebebimiz de zaten bu sevgi değil midir?

Bildiğimiz kadarıyla insan, dünyevî ve uhrevî pek çok sevgiyi paylaşabilecek

kapasitede yaratılmıştır. O, bir yönüyle sahip olduğu her türlü maddeye karşı sevgi

beslerken; bir yönüyle de gönlünün sesine kulak verir. Zira insan için zıt sevgiler333

varedilmiştir. Ancak ne var ki bu sevgilerin hangisi ağır basarsa insan o tarafa

yönelecektir. Dünyevî zevklere karşı duyulan sevgi arttıkça insanın gönlünü

Hakk’dan uzaklaştıran unsurlar artacağından, böyle bir haldeyken uhrevî sevgiye

yönelmek zorlaşacaktır.334 Ancak dünya nimetlerine karşı duyulan sevgiden

tamamen uzaklaşmak da İslâm’ın öğretilerine uymamaktadır. O halde insan, kalbini

itminana erdirecek gerçek sevgiye yönelmeli, diğer tüm sevgileri de dünya

yaşantısında varlığını devam ettirmesini sağlayan ve kendisinin hakiki sevgiye

ulaşmasını kolaylaştıracak olan birer basamak gibi kullanmanın çabası içinde

olmalıdır. Yani sahip olduğu bu ulvî duyguyu doğru yerde, doğru zamanda ve

doğru varlıklar için kullanmalıdır. Nitekim Allah Teâlâ’da insanda iki kalp

yaratmadığını belirterek335 var edilen bu kalbi gerçek sahibine çevirmenin önemini

vurgular.

Kanaatimizce böylesine önemli bir duygu olan sevginin temelinde yatan

faktör ise “bilmek” ve “tanımak”tır yani “mârifet”tir. Dolayısıyla mârifet ve

muhabbet arasında sıkı bir ilişki vardır ve birbirlerini gerektirirler. İnsan önce bir

332 Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, TDVİA, c. 30, s. 386; ayrıca “hub” kelimesinin anlamı ile ilgili olarak bkz. el Müncidü fi’l Lügati ve’l-Edebi ve’l- Ulûm, (el Matbaatü’l Kâsûliyetu), Beyrut 1908. 333 İbn Kayyim el Cevziyye, Kalbin İlacı Ed-Dâ ve’d-Devâ, çev. Savaş Kocabaş, (Elif Yay.) Şubat 2003, s. 230. 334 Zira sahip olunan, tadılan her türlü dünyevî zevk, insan gönlüne karşı gerilen bir perdedir. Çünkü bu sevgilere meyledince farkına varılmadan bunlar, insanı kendine bağlar ve bu sevgiler insanda tutku haline dönüşür. 335 Ahzab /4.

105

şeyi tanır, tanıdıkça o şeyi sevmeye başlar ve sevdikçe o şeyin yeni yönlerini

keşfeder.Yani muhabbet, mârifetin neticesi; mârifet de muhabbetin esasıdır.

“Muhabbet, mârifetin meyvesidir, mârifetten sonra gelir. Mârifet olmazsa

muhabbet olmaz. Mârifet zayıf olursa muhabbet de zayıf olur. Mârifet ne nisbette

kuvvetli olursa, muhabbet de o nisbette kuvvetleşir.” 336 diyerek Gazali ikisi

arasındaki ilişkiden bahseder.

Gerçek anlamda muhabbete ermenin mârifetle mümkün olduğunu düşünen

Gazali’ye göre:

“Allah’tan başkasını seven ve bu sevgisi Allah için olmayanların sevgileri

cehâletlerinden ve Allah’ı bilmekteki kusurlarındandır.”337

Gazali’nin de belirttiği gibi bir kul, Allah’ın dışındaki şeylerde sevgi arıyor,

kalbinin mutmain olmasını arzuluyorsa bu, onun mârifetinin azlığından

kaynaklanıyordur. Çünkü gerçek sevgiliyi bilen O’ndan başkasına yönelmek istemez.

Ancak hakiki sevgiye yüzünü döndüğü zaman pişmanlık yaşamayacağını, hem

dünyada Allah Teâlâ’nın kendisini yalnız bırakmayacağını hem de ahirette kendisine

enîs olacağını bilir. Bundan dolayı sahip olduğu kalbi, kalbin gerçek sahibine

çevirmeye çalışır.

Sevilmeye en lâyık varlık Allah olduğuna göre muhabbet o yönde

sarfedilmelidir.

Allah Teâlâ bunun yolunu da göstermektedir: Allah ve Rasul’ünü; sahip

olunan herşeyden daha fazla sevmek.338 İbn Kayyim el Cevziyye de Allah’ın

kulundan, bu sevginin sadece kendisine has kılınmasını istediğini belirtmektedir.339

Zira, Allah sevgisinin dışındaki her sevgide aşırıya gitme ihtimali vardır. Mahlukâta

336 Gazali, İhya, c. 4, ss. 545-546. 337 Gazali, İhya, c. 4, s. 545. 338 Tevbe /24, Bakara /165. 339 İbn Kayyim el Cevziyye, a.g.e., s. 239.

106

karşı gösterilen aşırı sevgi, kulu daha önemli ve faydalı olan asıl sevgiden

uzaklaştırır. 340

Kanaatimizce çok boyutlu olan bu duygunun önemli bir parçasını Alah ve

kul arasındaki münâsebet oluşturur. Bu, çift yönlü bir hareket izler. Allah (c.c.)

kuluna muhabbetinden dolayı ona lütf-u ilahi ile mukâbelede bulunur ve kul da

Rabbine olan sevgisinden dolayı O’nun yolunda olabilmek için uğraşır. Karşılıklı

olan bu sevginin delilini şu âyette görmekteyiz: “...Allah onları sever, onlar da

Allah’ı severler.” 341

Hucvîrî, Allah’ın kulunu sevmesini şöyle açıklar: Allah kuluna sevgi

beslediğinden dolayı ona pekçok nimetler, yüce makamlar lutfetmiş; onu

günahlardan koruyup, ceza yeri olan cehennemden emin kılmıştır.

Kulun Allah’ı sevmesi ise sevgilinin rızâsını arzulamak, onunla olmak için

sabırsızlanmak, zikre devam etmektir.342

Bu sevginin Allah’a atfedilen yönüyle ilgili olarak; Allah’ın takvâ sahiplerini,

hem maddî hem manevî temizliğe önem verenleri, sabredenleri, adâletli

davrananları, güzel ahlâk sahiplerini sevdiği bunun yanısıra inkârcıları, zâlimleri,

günahta bile bile ısrar edenleri, büyüklük taslayanları, aşırılığa kaçanları ve

nankörleri sevmediği belirtilir.343

Kanaatimizce çok merhametli olan Allah Teâlâ kulunun kendisine olan

sevgisini ve bu sevgi doğrultusunda emre itaat konusunda gösterdiği hassasiyeti

karşılıksız bırakmayacaktır. Çünkü kul O’na muhabbetinden dolayı sıkıntılara

sabretmiş, adâleti gözetmiş, iyilikte yarışa koyulmuş ve nehyedilen unsurlardan

kaçınarak günahtan, zulümden, inkârdan uzak durmuştur. Bunun karşılığında ise

Allah Teâlâ, sevgisini, kuluna yöneltmiştir.

340 İbn Kayyim el Cevziye, a.g.e., s. 230. 341 Mâide/ 54. 342 Hucvîrî, a.g.e., s. 446. 343 Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, TDVİA, c. 30, s. 386.

107

Yukarıda ifade edilen âyete dayanılarak (“Allah onları sever, onlar da Allah’ı

severler.”ayeti) bu sevginin yönüyle ilgili farklı açıklamalar yapılmıştır. Âyette, ilk

olarak Allah’ın zikredilmesinden dolayı muhabbetin önce Allah’tan kaynaklandığını

söyleyenler olmuştur. 344

Anlaşılacağı gibi muhabbetin meydana gelmesinde bu önemli bir etkendir.

Zira birşeyin vücut bulması O’nun dilemesine bağlıdır. Nitekim Allah Teâlâ da

“Alah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”345 buyurarak buna işaret etmiştir.

Ancak işin bir başka boyutu vardır ki o da konuya mühim bir yön

kazandırmaktadır: Kulun istemesi ve fiiliyata geçmesi. Kuldan beklenen bu konuda

gayret göstermesi, zihnini ve kalbini Allah ile meşgûl etmesidir. Nitekim “Beni anın

ki ben de sizi anayım...”346 âyeti bu gerçeği ortaya koymaktadır.

Diyebiliriz ki, kulun iradesi her ne kadar cüz’i de olsa bir konuda talepte

bulunmak, bu doğrultuda hareket etmek kulluğun gereğidir. Aksi taktirde hiçbir

gayret göstermeden sadece kaza-i ilâhiyi beklemek İslâm’ın ruhuyla da

özdeşlezmez. Sonuç itibariyle muhabbet, karşılıklı olarak gelişen bir ilişki

olduğundan Allah’tan kula inen tecellîlerle, kuldan Allah’a yükselen arayışların

birleşim noktasıdır.

Yazarımız konuyla ilgili birçok âyet-i kerime zikretmektedir. Bunlardan

birkaçını örnek olarak verebiliriz:

“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”347

“Gerçekten benim rabbim çok merhametli ve çok sevgilidir.”348

“Bir de sana tarafımdan, kendimden bir sevgi bırakmıştım.”349

344 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavuf ve Tarikatler, s. 207. 345 Tekvir / 29. 346 Bakara /152. 347 Maide/ 54. 348 Hud/ 90. 349 Ta-ha/ 39.

108

Hz. Peygamber (s.a.v) de, birbirlerini Allah için seven kimseleri kıyamet

gününde Arş’ın gölgesinde gölgelenecek kişiler arasında sayar.350

İbrahim Hakkı, Allah sevgisinin hakikâtlerinden bahseder:

Allah sevgisi, tamamen O’na yönelip O’ ndan başka herşeyi gönülden çıkarmaktır.

Muhabbet, kendini tamamen sevgiliye adamak, daima O’ nun huzurunda olmaktır.351

Allah sevgisi nihayeti olmayan bir sevgidir. Muhabbeti kazanabilmek için

gerçek anlamda hasret çekmek gerekir. Bunun ızdırabını çekmeden kolay kolay elde

edilemez. Sevgiyi dil ile anlatmak imkansızdır. Zira o, vicdânî bir hâdisedir o anda

yaşayarak tecrübe edilir.352

Allah sevgisi her sevgiden üstündür. Bunun da birtakım belirtilerinden

İbrahim Hakkı şu şekilde bahseder:

İlk alâmet, Rabbini sevene ibadetler kolay gelir ve muhabbet ehli bunlardan

zevk alır.

İkinci alâmet, seven, sahip olduğu her şeyi sevdiğinin uğrunda kullanmak

ister. Ayrıca eğer bunlar, kalbini meşgul edip de seveni sevdiğinden uzaklaştırıyorsa,

o şeyleri de terk eder.

Üçüncü alâmet, Allah’ı seven, her fırsatta O’nu anmaya çalışır.

Dördüncü alâmet, Kur’ân’a, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ve dostlarına muhabbet

besleyip onlara uyar.

Allah sevgisinin bir diğer alâmeti, seven, sevgilisiyle yakınlık kurabilmek için

uzleti tercih eder, dünya ile alâkasını kesmeye çalışır.

350 İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, trc. Sıtkı Gülle ( Çile Yay.) İstanbul 1981, 46. bölüm, hadis no: 376, s. 306, Buhari, Müslim’den rivayet. 351 Mârifetnâme, s. 397. 352 Mârifetnâme, ss. 397, 441.

109

Bir diğer alâmet de şudur ki, Allah’ı sevenin ölümden korkmamasıdır. Çünkü

ölümün yokluk değil, sevgiliye kavuşmak olduğunu bilir. 353

Yazarımızın da ifade ettiği gibi gerçek sevgiye eren ölümden niçin korksun

ki? O, bu dünyada zaten rolü icabı bulunmakta ve bu dünya kafesi onun ruhuna zaten

dar gelmektedir. Ölüm onun için vuslattır ve o, sevgilisine kavuşacaktır. Mevlânâ da

bu sebeble ölümü “Şeb –i Aruz” olarak görmüyor mu?

Ve yine gerçek sevgiyi tadan, sevgilisiyle arasındaki perdeleri kaldırmanın

yollarını arar. Sahip olduğu dünyevi nimetleri daha da azaltır, insanlardan uzaklaşıp

Rabb’iyle olmak ister. Zihnini de O’nun dışındaki ağyara kapatmanın çabasını verir.

Allah sevgisinin başka bir alâmeti sevdiğinin isteklerine öncelik vermek,

onun sevdiği herşeye karşı muhabbet beslemek, O’na itaatte kusur etmemeye

çalışmak, sürekli O’ndan bahsetmektir.354

Mârifetnâme’ye göre muhabbet ehlinin dışardan bile fark edilebilecek bazı

alâmetleri vardır: Renginin sararıp solması, gözlerinin kızarması, sesinin yanık bir

hal alması gibi.355

Evliyâullah ve asfiyânın hayatlarına baktığımızda tüm bu belirtileri

görebiliriz. Nitekim bu zâtlar, Allah’a olan muhabbetlerini her zerrelerinde hissetmiş,

gönüllerindeki aşk ateşini her an taze tutmuşlardır.

Allah’ı sevenin üç üstünlüğü bulunmaktadır: Deniz gibi cömert olmak,

şefkatte Güneş gibi olmak, tevazuda toprak gibi davranabilmek.356

Anlaşılacağı gibi sevenin nazarında tüm varlıklar değerlidir. Bu sebeble o,

herkese karşı şefkâtlidir. Çünkü her bir yaratılmışta O’nun izlerini görmektedir.

353 Mârifetnâme, s. 399;ayrıca konu ile ilgili bkz.Vehbi Yıldız, Değer Ölçüsü (1) (Nil Yay.) İzmir 1994, s. 254; Gazali, İhya, c.4, ss. 596-599. 354 Ergül, a.g.e., s. 25; konuyla ilgili ayrıca bkz. Yılmaz, Gönül Erenleri, ss. 145,149, 174 355 Mârifetnâme, s. 415. 356 Mârifetnâme, s. 438.

110

Yine o, tüm varlıkları kendinden değerli bulur. Bu sebeble eşsiz bir mahviyet

içindedir. Arzuladığı tek şey sevgilisinin bir nazar-ı ilâhisidir. Aynı zamanda seven,

sahip olduğu herşeyi kaybetmek pahasına bile olsa sevgisinden vazgeçmez. O, bu

uğurda benliğinden bile uzaklaşmaya hazırdır. Yeter ki sevdiğiyle kurduğu irtibat

kesilmesin.

İbrahim Hakkı, Allah sevgisinin keyfiyetine de değinir:

Muhabbet ehli daima sevdiğini hatırlar. Onunla olmak için uyumaz ve

insanlardan da uzak olmaya çalışır. Sevdiğinden başkasını görmez, duymaz ve

söylemez olur.357

Seven, sevdiğini her şeyden üstün tutar, her şeyden çok sever. Bu sevgi

uğruna her zorluk kolay gelir sevene. Mevlâ’sını seven, sevgilisinin sıfatlarını

kazanmaya çalışır.358

İbrahim Hakkı’nın belirttiği gibi, gerçek sevgili sevgilisini memnun etmek için

onun muhabbet beslediği şeylere kalbini yöneltir. Nitekim Allah Teâlâ da bunu ifade

etmektedir: “De ki, ey Habibim: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki

Allah da sizleri sevsin ve bağışlasın.Ve Allah çok bağışlayıcı, çok acıyıcıdır.”359

Çünkü Allah’ın en çok sevdiği insan Hz. Peygamber’dir. Allah’ı sevdiğini

iddia eden kişiye O’nun Rasul’ünü sevmek, O’na tâbi olmaktan başka yol kalmıyor.

Kanaatimizce kişi Allah sevgisinin yüceliklerine ulaşınca ona bu gibi sıfatları

uygulamak zor gelmez. Çünkü zaten onun gözünde sevgilisinden başka bir şey

yoktur ve o, beşeriyetinin sınırlarını aşmayı başarabilmiştir.

Yazarımız aşamalı bir şekilde artan Allah sevgisinden de bahsetmektedir:

357 Mârifetnâme, s. 397. 358 Mârifetnâme, s. 405; ayrıca bkz. Abdu’l Bâri en-Nedvî, Kitap ve Sünnetin Ruhuna Göre Tasavvuf ve Hayat,çev. Mustafa Ateş, (T.D.V. Yay.) Ankara 1998, s. 174; Sülemi, a.g.e., s. 31. 359Âl- i İmran / 31.

111

1.İrade-Kemâle yakın kimseye itaat ve sevgi duymakla, onun ahlâkına

benzemeye çalışmaktır,

2.Şevk-Ruhun,Rabbine ulaşma gayreti,

3.Tevekan-Şevkin kemâle ermesi,

4.Niza-Muhabbet sultanının kuvvet ve kudret bulması,

5.Sebabet-Sabır gücü tükenince, zorunlu olarak sevgiliye koşmak,

6.Heva-Sevgilinin kapısından ayrılmamak,

7.Meveddet-Sevgiliye yaklaşıp, kendinden geçip mest olmak,

8.Hullet-Gerçek sevgiliye ulaşmaktır.360

Muhabbetin kaynağının Allah’ın isimlerinde saklı olduğu ifade edilmiştir.

Zira varlıklardaki güzellik, O’nun “cemîl” isminin bir yansımasıdır. Güzele dönük

muhabbet de Allah’ın “vedûd” isminin tecellisidir.361

Bilindiği üzere Allah Teâlâ birbirinden güzel isim ve sıfatlarla muttasıftır.

Yarattığı her bir kulunda da bu isimlerin nüveleri, yansımaları vardır. Kimisi ilmi ile

Allah’ın “Alîm”ismini, bir başkası cömertliğiyle Allah’ın “Cevvâd” ismini

yansıtmaktadır. Nitekim Hak teâlâ “Vedûd isminin bir gereği olarak kulunu sevmiş,

yaratmış ve bu sevgiyle onu mücehhez kılmıştır. İnsan “Cemîl” isminin bir tecellisi

olarak güzel olana meyletmekte ve “Vedûd” isminin bir tezâhürü olarak da sevgi

duygusunu tatmaktadır.

İbrahim Hakkı, muhabbetten bahsettikten sonra aşka da değinir, konuyla ilgili

tasvirlerde bulunur. Müellifimizin açıklamalarına geçmeden önce aşk kelimesiyle

ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:

Aşk kelimesinin aslı “ışk”tır ve “sarmaşık” anlamına gelmektedir. Sarmaşık,

bulunduğu yeri nasıl kaplarsa aşk da girdiği kalbi öylece kaplar. Bundan dolayı bu

şiddetli sevgiye aşk denilmiştir. Aşk lafzı Kur’an’da kullanılmamış; ancak İbn

360 Mârifetnâme, ss. 403-404; ayrıca bkz. Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 173. 361 Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, TDVİA, c. 30, s. 387.

112

Arabî’nin açıklamasına göre kinaye yoluyla yer almıştır. Kur’an’daki ifadesiyle

“eşedd-i hub”362 âyeti de delil getirilmiştir. 363

Yazarımız gerçek aşkı şöyle ifade eder:

Allah aşkı zevklerden ayrılıp acılara katlanmaktır. Aşk, öyle bir ateştir ki,

insan kalbindeki Allah’tan başka her şeyi yakar. Aşk bir şarap gibidir, âşık onu

içtikçe bu dünya kendisine dar gelmeye başlar. Aşk, dermanı kendinde gizli olan bir

derttir. Aşk sonu olmayan engin bir denizdir. Aşk bütün gayb perdelerini şeffaf bir

hale getirir.364

Mevlânâ da aşktan bahseder. Ona göre bu duygu: “Acıyı tatlı, bakırı altın,

bulanıklığı duru, derdi devâ, dikeni gül, sirkeyi mey, zindanı gülistan, nârı nur,

üzüntüyü neşe, kahrı lütuf, ölüyü diri, kralı kul haline getiren bir güce sahiptir.” 365

Aşk öyle bir hastalıktır ki, onun devâsı derdinde gizlidir. Aşkdan duyulan

ızdırab onun tabii bir kânunudur. Zira seven için sevilenin vefâsı da cefâsı da

hoştur. Aşk öyle bir kimyâdır ki o sadece can ma’deninde bulunmaktadır.366

İbrahim Hakkı, aşkın şiddetini şu derin sözleriyle ifade eder: Aşk, demiri

eritir mum haline getirir ve taşı da kum yapar. Yazarımız aşkı böyle târif ettikten

sonra âşık hakkında da tasvirlerde bulunur :

Âşık, aşkın lezzetini tatmıştır. Bu sebeble dünyadaki çeşit çeşit lezzetlere

yüzünü çevirmiştir. Hak aşığı herşeyden sıyrılır ve aşk burağının süvârisi olarak

Mevlâ’sına yükselir. Âşık görünüşte hor ve hakirdir. Ancak gerçek anlamda

zenginliği bulan da ta kendisidir. Hak aşkını dil ile anlatmak mümkün değildir. Zira

sınırsız olan ummânı bir kova almaz. 367

362 Bakara / 165. 363 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 207. 364 Mârifetnâme, s. 415. 365Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, TDVİA, c. 30, s. 387. 366 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, (MÜİFV. Yay.), İstanbul 1994, s. 204. 367 Mârifetnâme, ss. 415-416.

113

İbrahim Hakkı, aşk ve âşıktan uzun uzun bahsetmektedir. Gönül dünyasında

yaşadıklarını bu şekilde yansıtmaktadır. Aşk gerçekten de sözle anlatılabilecek bir

durum değildir. Onu ancak yaşayanlar bilir.

Nitekim “Aşk nedir?” diye sorulan Mevlânâ, “Ben ol da bil” cevabını

vermiş ve aşkın ancak yaşanarak bilineceğini anlatmıştır.368

İbrahim Hakkı aşkta yoğunluktan da bahseder: Ona göre bir insan aşk acısı

yaşamalıdır. Aksi taktirde o beden su ve topraktan ibaret kalır.369

Kanaatimizce gerçek anlamda âşık olan bu bu aşkının neticesinde beden

kalıplarını aşıp, yücelere ulaşabilecektir. Çünkü âşık olan sadece âşık olduğu varlığa

odaklandığından ondan başkasını düşünemez olacak, bu aşkının sonunda oluşan

açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi maddi engellere takılmayacaktır. Böylece âşık

bedenini, beden kalıbından çıkarabilecektir. Bu, somut anlamda bir ilerlemenin

belirtisidir.

Bundan başka âşık, sevgilisinin istediği güzel huylarla bezenmeye çalışıp,

kötü huylardan arınmaya, sevgilisinin sıfatlarını kazanmaya gayret gösterecektir.

Böylece benliğindeki olumsuzluklardan da uzaklaşabilecktir.Aşkın bu yönü insana

fedakârlığı, sevdiği uğruna tahammülü öğretmektedir. Bu da soyut anlamdaki

gelişmenin ifadesidir. Nitekim âşık bu iki terakkinin birleşmesi sonucu yepyeni bir

boyut kazanacak, maddî kalıplardan sıyrılıp, sınırları kaldıracak ve ulvîliklere vâsıl

olacaktır.

Aşkın başlangıcı muhabbet, sonu ise vecd halidir. Âşık önce sevdiğine

sevgisini yöneltir ve daha sonra onun aşkında kaybolur. Vecd, aşığın kalbini

Mevlâ’sına yöneltir. Vecd, hiç kimsenin muttali olamayacağı çok ince bir sırdır.

368 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavuf ve Tarikatlar, s. 207. 369 Mârifetnâme, s. 422.

114

Vecd varlık nurunda yokluğa ermektir. 370 Âşık vecd halindeyken akıl âleminden

çıkar ve beşeriyet âleminden uzaklaşır.371

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla âşık olan, âşık olduğu varlığa karşı

öylesine sevgi besler ki bu sevgi giderek yoğunlaşır ve onun tüm zerrelerini sarmaya

başlar- tıpkı sarmaşığın, bulunduğu mekanı sardığı gibi. Zira aşk kelimesi sarmaşık

anlamına gelmekteydi- Ve bunun sonunda âşık vecd haline ermiştir ki artık o, âşık

olduğu varlıkla bütünleştiğini hissetmektedir.

İbrahim Hakkı, ilâhi aşka erebilmek için beşeri aşkın gerekliliğini ve bunun

bir basamak olduğunu savunur. Kurtuluşun da ancak aşkla olabileceğini söyler.

“Aşkdan korkma, yüz çevirme, mecâzî olsa da. Zira mecazi aşk; hakiki aşk

yolunda çalışır...”372 Ayrıca bir mürşide giden müride, : “Eğer âşık değilsen, var git

birine âşık ol, ondan sonra bize gel” diye nasihat ettiği bir olaydan bahseder. 373

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla gerçeğe ermek için şekli; hakikate

ermek için mecazı yaşamak ve aşmak gerekir. Yani beşer önce mecâzî aşka ulaşmak,

onu tatmak ister. Bu isteğine kavuşunca da, aradığının aslında bu olmadığını,

gönlünün gerçeğe ermek için kanat çırptığını farkeder. Böylece hem benliğinden,

hem de sevdiğinden sıyrılarak asıl hedefine ulaşmayı arzular. Nitekim Hz.Züleyha da

önce Hz. Yusuf ’un suretine âşık olmuştu. Ancak daha sonra aradığı aşkın bu

olmadığını anlayınca Rabb’ine yöneldi. Bu yöneliş karşısında da Rabbi ona karşılık

verdi. Hem kendi sevgisini hem de başlangıçtaki o beşerî sevgiyi lutfetti.

İbrahim Hakkı, konunun bir başka yönüne değinmiş ve aşk ile akıl arasındaki

ilişkiyi ele almış, aşkın akıldan üstün olduğu sonucuna ulaşmıştır.

370 Mârifetnâme, ss. 422-424. 371 Eşrefoğlu Rûmi, Müzekkin Nüfus (Salah Bilici Yay.) İstanbul 1979, s. 402 372 Mârifetnâme, s. 422; aşkın çeşitleri için bkz. Osman Nuri Topbaş, Gönül Bahçesinden - Muhabbetteki Sır, (Erkam Yay.) İstanbul 2001, s. 16; Süleyman Uludağ, “Muhabbet”,TDVİA, c. 30, s. 387; Nedvî’ye göre aşık, sevgisinde öylesine yoğunlaşır ki bundan başka her sevgiyi gönlünden çıkarır, böylece mecazi sevgiden başka ne varsa onlarla ilgisini keser. Sonra da zikir ve murakebe yoluyla gerçek sevgiye erişir. (bkz. Nedvi, a.g.e., s. 178 ) 373 Mârifetnâme, s. 422.

115

Hak âşığı ölümü arzular, âkil ise ondan korkar ve kaçar. Âşığın isteği bu aşk

ateşinde yanmaktır, âkil ise bu zorluğa katlanmayı göze alamaz. Âşığın mekânı gönül

ve can şehridir, âkil ise buralara uğramaz bile. O, cihan meydanında dolaşmaktadır.

Âşık aşk şarabıyla mest olmuşken, âkil nefsî lezzetlerin peşindedir. 374

Bu konuda şunları söyleyebiliriz: Aşk öyle bir haldir ki aklı safdışı bırakır,

insanın mantığını ve zihnini muattal kılar. Âşık olan, sevdiği uğruna herşeyi göze

alır, onun için herşeyi yapar bu, akıl dışı bile olsa. Çünkü sadece ona odaklanmış,

onun ekseninde dönmektedir. Bu sebeble âşık olan, sadece duygularıyla hareket edip,

aklını ikinci plana attığından, aşk akıldan üstün gelmiş, ona galebe çalmıştır.

İbrahim Hakkı bir başka bölüm olarak Allah aşkına ulaştıracak yollardan

bahseder:

“Tevbe”ile yakınlaşma olabileceğini söylüyor. Günah, kul ile Allah arasında

perdedir ve ancak tevbe ile bu perde kalkar.

“Zühd” ile de bu yakınlık sağlanabilir diyor. Çünkü bu esasla iki dünyadan da

sıyrılıp sadece Allah arzulanmaktadır.

Bir başka yol olarak da “tevekkül”ü sayar. Kul, böylece tamamen Rabbine

sığınacak ve O’na yöneleceği için yakınlık sağlanacaktır.

“Uzlet” de bir başka vesiledir. Çünkü kalbi meşgul eden her şeyden böylece

sıyrılmak mümkün olacaktır.

İbrahim Hakkı ayrıca kanaat, zikrullah, murakebe, rızâ ile de Allah’a

yakınlaşılabileceğini belirtiyor.375 Allah’ın nimetlerini düşünmek, Allah’ın

emirlerine itaat etmek, Allah dostlarıyla irtibatlı olmak, muhabbet talebiyle duada

374 Mârifetnâme, ss. 416-418. 375 Mârifetnâme, ss. 425 -426.

116

bulunmak, gönülden mâsivâya dair ne varsa çıkarmak da Alah sevgisini artıran

faktörlerdendir.376

Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Allah her bir insanı farkı özelliklerle

donatmış, farklı mizac ve zevklerle süslemiştir. Bu sebeble her insanın Allah’ı

telakki edişi, O’nu ifade edişi, O’na seslenişi, O’na olan sevgisini ortaya koyuşu

farklıdır. Kimisi bu dünyadan sıyrılmaya uğraşırken, kimisi yalnızlığa sığınarak

Rabb’ini bulmaya çalışır. Bir başkası tevekkülle sadece O’na güvenip huzura

ereken, bir diğeri sabra yönelip şikayet etmeyerek O’na doğru yol alır. Dolayısıyla

her kulun, Rabb’ine yakınlaşmaya çalışmasını sağlayan vesileler farklıdır.

D. RİYÂZET

Riyâzet; terbiye ve itaat etmek demektir. Nefsin isteklerine karşı durup yeme,

içme, uyuma gibi fıtrî ihtiyaçları en alt seviyeye indirmek anlamındadır.377

Mücâhede ise, içe dönük mücâdele etmektir.378

Mücâhede, nefsi iyiliğe zorlamak, riyazet ise onu bu işe alıştırmaya

çalışmaktır.379

Mücâhede, insanın nefsî isteklerine, şeytanın fısıltılarına karşı direnip

savaşmasıdır. Bu savaşta insanın en büyük silahı ibadet, zikir ve duadır. Riyâzet ise

nefsin arzularını en alt sınıra indirip, nefse onun hoşlanmayacağı şeyleri

yaptırmaktır.380

Istılah olarak her ikisi de nefsin isteklerine karşı direnmek, onunla

savaşmaya devam etmek, nefsin isteklerini yapmayıp, yeme içme, uyuma gibi

ihtiyaçları en asgari düzeye indirmek konularını kapsar.381

376 Serrac, a.g.e., s. 523 377 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 107. 378 Kara, aynı eser; s. 107 ayrıca bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 20. 379 Serrac, a.g.e.,s. 513. 380 Serrac, a.g.e.,s. 513. 381 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 107.

117

Tanımlarda gördüğümüz kadarıyla burada önemli olan, nefsin isteklerini belli

ölçüde frenleyerek, belli bir olgunluğa erişmektir.

Gerçek anlamda bir mücâhede, şehevî arzularının esiri olmamak için; mevkî

hırsına, servet çokluğuna ve lezzetli nimetler karşısında duyulan arzuya

direnebilmektir. 382

Gazali ise mücâhedenin nasıl anlaşılması gerektiğini şöyle ifade etmektedir:

Öncelikle kötü huyları çıkarmak lâzım. Bu sebeple bu istenmeyen huylara muhalefet

edilmelidir. Ardından da iyi ameller, ibadetler yaparak nefsi iyiliklere alıştırmak

gerekir. Çünkü amel, riyazeti kolaylaştırmaktadır.383

Riyazetde bulunurken gözönünde tutulması gereken önemli bir nokta var dır

ki o da “amaç”tır.

Riyazet ve mücâhedede başvurulan “nefsin isteklerini engelleme”nin bir

gayesi olmalıdır. Bunun gayesi insanın hazlarının yok edilmesidir. Böyle bir amaç

güdülmeksizin izlenilecek çaba, ancak zarar doğurur, mücâhede sayılmaz.384

Tehânevî’ye göre maksatlı ya da maksatsız bir şekilde nefse muhalefet

etmek mücâhede değildir. Mücâhede külfet yüklenmek ve sıkıntılara karşı direnmek

de değildir. Mücahede ve riyazet bizzat amaç değildir ancak arzulanan kaynağa

ulaşmak için birer vesiledir. O halde hedef yolunda faydalı ve lezzet verici şeyleri

tamaman terk değil, onları azaltmak esastır.385

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki, sâlikin asıl

hedefi Allah’a ulaşmak, O’nunla yakınlık kurabilmektir. Riyazet ise bu yolda amaç

değil araçtır. Yani kişiyi Allah’a götürecek, maksûda eriştirecek bir vasıta. Ancak bu

aracın da bir hedefi olmalı aksi taktirde sadece insan bedenine uygulanan bir

382 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 97. 383 Hasan Mahmud Çamdibi, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, (Han Yay.) İstanbul 1983, s. 220. 384 Şamil İslâm Ansiklopedisi,, c. 6, s. 21. 385 Mustafa Ateş, a.g.e., ss. 102,106 .

118

zorlamadan öteye geçemez. Riyazetde esas olan nefsin zevk aldığı unsurları

azaltmak, onları törpülemektir yoksa bu uyarıcıları tamamen ortadan kaldırmak

değil. Çünkü insanın mücadele etmesi gereken faktörler yok edildiğinde insanın da,

yaşamın da imtihan sırrı kalmayacaktır.

Riyazet denilen bu uygulamada kabul edilen üç temel faktör vardır. Bunlar:

Az yemek, az uyumak, az konuşmak.386 Ancak bunlara uzleti de ekleyerek madde

sayısını dörde çıkaranlar olmuştur.387

Riyazetin kapsamına giren maddelere baktığımızda iki önemli özellik

dikkatimizi çekmektedir: Birincisi bu faktörlerin insana büyük bir zevk vermesi,

onun nefsine çok hoş gelmesi. Çünkü insan fıtrî olrak yeme içme, uyuma, konuşma

ve insanlarla bereber olmaktan müthiş haz alır. Aldığı bu zevk de onu yeni arayışlara

sürükler ve insan böylece fâsid bir dairenin içine girer ki bunun da sonu yoktur. İşte

bu sebeble tamamen nefsin egemenliği altına girmemek için böyle bir uygulamaya

ihtiyaç vardır.

İkincisi bu maddelerin birbiriyle bağlantılı olması ve birindeki bozulmanın

diğerine yansıması. Yemek gibi bir eylemin, aşırıya kaçıldığında insanın uyuma

isteğini artırması; halkla gereğinden fazla samimi olunduğunda insanın

hedeflerinden uzaklaşabilmesi gibi- bu konuları ilerde daha etraflıca göreceğiz- İşte

tüm bu sebeblerden dolayı fıtrî ihtiyaçları, insanın hayatını idâme ettirebilmesi adına

sürdürmesi esastır yoksa bu ihtiyaçları tatmin için değil.

Mücahedede nefse muhalefet önemli olduğundan nefsin hayra engel iki

sıfatını bilmek de konunun mühim bir yanını oluşturmaktadır:

a) Hevâ ve heveslere dalmak

b) İbadet ve taatten uzaklaşmak. Nefs, hevesleri peşinde koşmak isteyince

“takva” yularıyla dizginlenmeli ve ibadette, amelde gevşeklik gösterince isteklerinin

tersi yaptırılmalı.388

386 Serrac, a.g.e., s. 513; ayrıca bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatler, s. 192; Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, s. 107. 387 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 103.

119

Gördüğümüz kadarıyla, nefsle olan hesaplaşmada iki ihtimal vardır. İnsan ya

nefsini esir alacak ya da ona esir olacak. Nefse biraz olsun müsamaha gösterilirse

nefsin arzuları sınırları zorlar ve insanı çıkmaza sürükler. Bundan dolayı nefse sahip

olunmak isteniyorsa ona muhalefet etmeli, onun isteklerinin tersi yönde

davranmalıdır.

Bu konuda dikkate alınacak bir yön daha vardır ki o da riyâzetin, insandaki

olumsuz sıfatları bir anda yok edemeyeceği gerçeğidir. Tehânevî şu açıklamayı

yapar: “Riyazet, kötü ahlâkı kökünden söküp atamaz. Ancak onları düzeltir, temizler,

ıslah eder...” 389

Kanaatimizce riyâzetin beklenilen sonucu vermesindeki en önemli unsurlar,

nefsin arzularını frenlemenin gerekli olduğu anlayışında sebat göstermek. Yani kısa

bir süre yoğun olarak yapılan ve sonrasında bu uygulamaya son veren bir anlayış

doğru bir anlayış değildir. Oysa ki nefsle olan mücadeleye gücü yettiği sürece, gücü

yettiği oranda devam etmek esastır.

Bu konudaki önemli bir başka unsur da riyazata bakış açısıdır. Riyazat

insandaki olumsuzlukları bir anda ortadan kaldırmaz, ancak onlara yön verir. Şöyle

ki: İnsan, nefsinde gördüğü aşırılıkları, istemediği yönleri kontrol ede ede bu

olumsuz sıfatları güzel alanlara çekmek için uğraşabilir.

Riyazat ve mücâhede sonucu iradeye bağlanan nefis ürküp şahlanan, ancak

süvarisine kolaylıkla teslim olan ve zabtedilebilen terbiye görmüş cins ata

benzetilebilir.390

Kanaatimizce bu durumdaki atı zabtetmek ve ne yapacağını tahmin etmek ne

kadar zor ise, arzu ve heveslerinin peşinde koşan nefsi zabtetmek ve sürüklenişinin

hangi boyutlara ulaşacağını anlamaya çalışmak da en az onun kadar zordur. Böyle

bir atın sadece kendi sahibine teslim olduğunu düşünürsek, nefsin teslim olması için

388 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 192. 389 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 107. 390 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 282.

120

de ona sahip olmak gerekiyor. Aksi taktirde nefs kişiye sahip olur ve onu adeta esir

alır.

Gayreti elden bırakmayıp mücâhedeye devam edenler ise Kur’an-ı Kerîm’de

zikredilmiş ve karşılaşacakları mükâfat bildirilmiştir: “Bizim uğrumuzda mücâhede

edenleri yollarımıza iletiriz.”391 Nitekim “Dışını mücahadeyle süsleyenin içini Allah,

müşahedeyle güzelleştirir.”392 diyen Ebû Ali Dekkâk da bu ikisi arasındaki ilişkiye

dikkat çeker.

İfadelerden anladığımız kadarıyla, gösterilen çabayla elde edilen netice

arasında bir uygunluk sözkonusudur. Yani katlanılan fedakârlık ne kadar çoksa

ulaşılacak sonuç da o nisbette büyük olacaktır. Nitekim müşahedeye ermek ne ulvî

bir lütuf ise mücahadeye katlanmak da o kadar ulvî bir gayrettir. Çünkü

mücahadeyle, insandaki pürüzler düzelmeye başlıyor ve artık duruşu daha dik,

bakışı daha net ve hedefe biraz daha kilitlenmiş oluyor. Bunun sonucunda da insan

daha donanımlı bir görüntü kazandığı için keşfe açık hale geliyor ve ince sırları daha

güzel bir şekilde anlayıp idrak edebiliyor.

E. AZ YEMEK

İnsanın bir madde bir de mânâ boyutu bulunmaktadır. Dünyevî nimetlerden

istifade edilerek beden; uhrevî alana yönelerek de kalp beslenmektedir. Ancak bu

ikisi arasında ters orantı vardır. Birisi ne kadar gelişirse diğeri o oranda geriler.

Fizyolojik arzular engellendiği oranda kişinin mânâ yönü o nisbette kuvvetlenir.

Bedenin gıdası olan yemek bu durumda önemli bir fonksiyona sahiptir. Kişiyi

ya beden ve ruh bütünlüğüne ya da sadece bedenin esiri olma yoluna iletecektir. Her

hususta olduğu gibi bu konuda da ölçüyü sağlamak önemlidir.

İbrahim Hakkı’ya göre kişinin hem bedeninin hem de ruhunun zarar

görmesinin temelinde çok yemek vardır. Çok yemek, kişiyi fizyolojik olarak 391 Ankebut /69 392 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf veTarikatlar, s. 191.

121

yıprattığı gibi şeytânî dürtülere de müsâit hale getirir. Yeme içme hayvani nefsi

harekete geçirir, ruhu da hasta eder. Her lokma, ruhun terakkiyatını engelleyen bir

özelliğe sahiptir. Çok yemek kalbi öldürür, organları lüzumsuz işlere sürükler. İlim

ve anlayışta düşüklük yapar, ibadetin azalmasına sebebtir. 393

Çok yemek, çok uyumaya sebeb olur. Bu da insanı tembelliğe iter ve dimağ

yorgunluğu meydana getirir. Bundan dolayı ilim öğrenmek isteyenlerin açlığa

dikkat etmeleri gerekmektedir.394

Hucviri’ye göre, insan ne kadar çok yerse nefsi o kadar kuvvetli hale gelir.

Hevâ ne kadar yayılma alanına sahip olursa saldırganlığı da o oranda artar. Salik

kendisini gıdadan uzak tutarsa hevâsı zayıflar, aklı güçlenir, nefsin gücü

damarlardan kesilip atılır ve böylece birtakım sırlar daha zâhir olur.395

Muhammed b. Vâsi der ki : “ Tok karınla yatmayın, karnınız doymadan

sofradan kalkın; çünkü bu, dünya doktorlarının da ahiret yolcusu doktorların da

tavsiye ettiği bir özelliktir.” Yahya b. Muaz açlık ve tokluğu şöyle ifade ediyor:

“Açlık nur, tokluk nâr (ateş) dır. İştah oduna benzer, ondan ateş meydana

gelir, bu ateş sahibini yakmadan sönmez.”396

Lokman Hekim oğluna, nasihatinde çok yemenin zararından şöyle

bahsetmiştir: “Oğulcağızım, mide dolunca teffekkür uyur, hikmet lâl olur ve âzâ

ibadetten tembelleşir.397

Açıklamalarda da belirtildiği gibi insanın midesi doydukça nefsi

hareketlenmeye ve kalbi perdelenmeye başlar. Nitekim İbrahim Hakkı da bunu

393 Mârifetnâme, ss. 309 -311. 394 M. Faruk Bayraktar, İslam Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri, ( MÜİFV. Yay.) İstanbul 1989, ss. 291-292. 395 Hucvîrî, a.g.e., s. 468. 396 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 107 397 Gazali, İhya, c. 3, s.191; ayrıca açlığın faziletine dair bkz. İhya, c. 3, ss. 191- 193 ; Gazali, İbrahim Hakkı’ya benzer açıklamalarda bulunur bkz. Kimya - yı Saadet, ss. 415 – 418.

122

kastederek şöyle söyler: “ ..Mide, kalbin altında fokurdayan bir tencere gibidir ki,

buharı kalbe yükselir. Böylece de midenin yoğun buharı kalbi karartır.” 398

Kanaatimizce kalp nasıl ki insanın rûhî yapısının merkezini oluşturuyorsa,

bedenin merkezinde de mide vardır. Bu iki merkez, zevklerinden uzaklaştıkça keşfe

açık hale gelecektir. Nitekim insan midesini açlıkla terbiye ettikçe mânevi açılımlara

hazır olacaktır.

Tokluğun âfetlerine dair yapılan açıklamalarda da gördüğümüz gibi midenin

doyması, başta kalp olmak üzere bütün bedeni ve ruhu etkilemektedir. Çünkü

bedendeki uzuvlar ve beden-ruh arasında sıkı bir alışveriş olduğundan birindeki

sıkıntı diğerine hemen yansımaktadır. Basit bir yeme eylemi insan benliğini baştan

başa etkilemektedir. Çünkü mide doyunca nefsin istekleri belirlemeye başlar.

Böylece yeme ve nefsin arzularından oluşan halka genişleyerek devam eder ve insanı

arzularının kölesi haline getirir.

Yazarımıza göre Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına neden olan olayın

temelinde “yeme hırsı” vardır.399 Bu hırstır ki insanı dünya zindanına göndermiş ve

en değerli olarak yaratılan kendisini nefsinin esiri yapmıştır.

İbrahim Hakkı, tokluğun bunca zararından bahsettikten sonra açlığın

faziletlerinden de uzun uzun bahsetmektedir:

Açlık, her hastalığı gideren etkili bir silahtır. Az yiyenin, elemleri az, sağlığı

uzun olur. Yeme içmede aşırıya kaçan ömründen yer ve onun hayatı hayâlden,

seraptan başka bir şey değildir. Az yemek sıhhat bahçesinin meyvesidir.

Az yemek ruhun arındırılmasıdır, ilâhi lütfun kaynağıdır. Vehimleri,

vesveseleri ortadan kaldıran en güçlü bir silahtır. Açlık kalbe hayat verir, kalbin

hikmetle dolmasına vesiledir.

398 Mârifetnâme, s. 309. 399 Mârifetnâme, s. 308.

123

Açlık ilim ve zekanın artmasını sağlar. Derin bir bilgiyle, o bilgiye doğruluk

verir, anlayışa keskinlik katar.

Açlık üstün ahlâkın kazanılmasını sağlar. Karnı aç olan kişinin gönlü ve

ruhu açılır, Mevlâ’sına ulaşır. Açlık ve gece uykusuzluk ile gönül parlaklığı

kazanılır. Karın aç kalınca diğer uzuvlar doyar.400

Açlık vasıtasıyla kalp aydınlığına ve parlaklığına erişilir. Kalbin

aydınlanması ile gaybî müşahede gerçekleşir; parlamasıyla da yakîn hâli hâsıl

olur.401

Görüldüğü gibi beden ve ruh daima beraber zikrolunmaktadır. Dolu bir

midenin her ikisine de zararı olmaktadır.

İyilik veya kötülük ne varsa hepsinin kaynağı midedir. Mideyi bir boruya

benzetirsek, boruda ne varsa bu, diğer kanallara yayılır ancak boru boş olursa kanala

yayılacak bir şey de kalmaz. Demek ki açlıkla, bütün âzâlar şerden kurtulmuş olur. 402

Allah Teâlâ bir kuluna ihsanda bulunacağı zaman ona şu üç hasleti nasib

eder: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak.403 Zaten bu üç amel kalbi uyanık tutan

unsurlardır. Aksi taktirde ise kalp ister istemez karanlığa doğru sürüklenir.

İbrahim Hakkı’ya göre az yemek suretiyle bedeni rahatlatmak, az uyumak

suretiyle gönlü huzura ulaştırmak ve az konuşarak da aklı selâmete erdirmek

gerekir.404

İbrahim Hakkı’nın verdiği bu kriterler son derece önemlidir. Dengeli bir

bireyden bahsetmek ancak, sayılan bu beden – ruh ve akıl sağlığının

bütünleşmesinden doğacaktır. Bu sonuca ulaşmak için de belirtildiği gibi yemeğe,

400 Mârifetnâme, ss. 306- 308. 401 Mekkî, a.g.e., s. 415. 402 Rûmî, a.g.e., ss. 290 –291; ayrıca açlığın semeresi için bkz. Hucvîrî, a.g.e., s. 468. 403 Mârifetnâme, s. 305. 404 Mârifetnâme, s. 309.

124

uykuya ve konuşmaya dikkat etmelidir. Çünkü sayılan her bir unsur, bağlantılı

olduğu mercii mutlaka ya doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecektir. Örneğin mide

fazla doyduğu zaman nasıl rahatsız oluyorsa, bunun negatif sonucu ruhu da etkiliyor

ve hakeza..

Peygamber Efendimiz (s.a.v) insana bu konuda güzel bir ölçü vererek,

midenin üçte birinin yemekle dolmasının insan için yeterli olduğunu

belirtmektedir.405

İrfan yoluna yeni girenlere de az yemesi tavsiye olunur. Çünkü böylece

bahsedilen âfetlerden korunmuş ve ilâhi tecelliye kavuşulmuş olur. Ona uygun olan,

oruca devam etmesi ve yemek hususunda ifrata kaçmamasıdır.406 Zira açlık,

mâneviyat yolunda kişiye yardımcı olacak en büyük unsurdur. 407

Yazarımızın da belirttiği gibi özellikle tasavvuf yoluna yeni adım atmış bir

sâlik için yemeği azaltmak, mümkün oldukça oruca devam etmek önemlidir. Çünkü

sâlik bu yola belli hedefler için başlamıştır. Bu esnada özellikle kalbinin uyanık

kalması gerekmektedir. Kalbe giden yolların açık kalması için de midenin

kapatılması icap eder. Salik buna özellikle dikkat eder ki sahip olduğu latîfelerine

daha bir canlılık katsın ve ilerleyişini sürdürsün.

Sûfiler çok acıkmadıkları sürece yemezler ve yediklerinde aşırıya kaçmazlar.

Sofrayı da ganimet olarak telakki etmezler. Yemek için yaşamayı değil de yaşamak

için yemeyi uygun görürler.408

İbrahim Hakkı, yemeği azaltmanın da birtakım yollarından bahseder: Çok

yemenin zararlarını düşünmek. En lezzetli yemeği önce yemek. En kolay yolun bir

gün içinde bir öğün olduğunu söyler. En idealinin ise aşırıya kaçmamak şartıyla

hergün bir miktar yemek olduğunu belirtir.409

405 İbn Mace, Sünen, Et’ime, 50. 406 Mârifetnâme, ss. 310-311. 407 Aziz Mahmud Hüdâyi, İlim – Amel Seyr u Süluk (Erkam Yay.) 1988, s. 164. 408 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Ta’am”, s. 679. 409 Mârifetnâme, s. 310.

125

Yazarımız, tek düşüncesi midesi olanın hayvan mertebesinde bulunduğunu,

ancak sağlığını ve ruhunu koruyacak kadar yiyenin insanlık mertebesini koruduğunu

bildirir.410

Sehl b. Abdullah’ a göre bir öğün yiyen sıddık; iki öğün yiyen mü’min; üç

öğün yiyen de hayvan mertebesindedir.411

Yapılan bu tasnifler dikkat çekicidir. İnsanla hayvan arasında ortak birtakım

özellikler olsa da ince bir çizgi vardır ki bu ayrımı netleştiriyor. Hayvan sadece

nefsinin yönlendirmesine göre hareket eder. Bu zaaf insanda da vardır ama o ayrım

işte burada gizli. Nefsinin ihtiyaçlarını elbetteki yerine getirmek ancak bu esnada

dengeyi de korumak. İşte insan bunu gerçekleştirmelidir.

Kanaatimizce iki cins arasında ortak bir payda olan yeme eylemi de burada

bireyin konumunu belirleyecek kadar önem taşımaktadır. İnsan midesini

önemsedikçe ve bu hedefe yöneldikçe bir basamak aşağıya düşecek ya da itidal

üzere hareket edip insanlığının hakkını verecek...

Sonuç olarak şunu ifade etmek istiyoruz ki; bu konu, tasavvuf literatüründe

önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü mide, insanı hem madden hem de mânen

etkilediği için onun ıslahı, insanın bütünlüğü sağlamadaki dengesi demektir. Bu

sebeble tasavvuf yolunda ilerlemek gibi bir çaba sözkonusuysa yemede de denge

sağlanmalıdır.

Bu konuda İbrahim Hakkı çok önemli bir ölçü vermektedir : Kişiye,

yemeğin hamallığını yapmayacak miktarda yemesini tavsiye etmektedir.412

410 Mârifetnâme, s. 307; ayrıca bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 192. 411 Kuşeyri, a.g.e., s. 237. 412 Mârifetnâme, s. 308.

126

F. AZ UYUMAK

İbrahim Hakkı mânevi ilerleme alanında önemli unsurlardan biri olarak az

uyumayı da zikreder. Mevla’ya yönelmek isteyenin uykusunu azaltması gerektiğini

ifade eder. Ona göre erenlerin yoluna ancak yemeği, uykuyu ve konuşmayı azaltarak

girmek mümkündür. Çünkü uyku yerilmiş bir gaflettir ve fazlası tembelliktir.

Uykunun zevkli bir nimet olmadığını şuradan anlıyoruz ki cennette uyku yoktur.413

Bilindiği gibi nefse çok câzib gelen zevklerden birisidir uyku. Ancak ne var

ki tasavvuftaki seyr –u süluku tamamlamak ve uyku birarada olamayacak iki

husustur. Mutasavvıfın –yemeği azaltma bahsinde söylediğimiz gibi –uyku ihtiyacını

en aza indirmesi, bedenini bundan uzak tutması lâzımdır ki bu mahrumiyetin

karşılığı olarak keşfe açık hale gelsin. İşte bu açıdan bakıldığında İbrahim Hakkı’nın

dediği gibi uyku gaflettir, ziyandır.

Bu konu âyeti-i kerimelerde şöyle yer alıyor:

“Onlar ki Rablerine secde ederek ve namaz kılarak geceyi geçirirler.414

“Ve gecenin bir kısmında namaz kıl ve uzun bir kısımda da onu tesbih et.”415

“Ey elbiselerine bürünüp yatan (peygamber) (ibadet etmek üzere) gecenin az

bir zamanının dışında kalk namaz kıl. Gecenin yarısında yahut yarıdan biraz azında

yahut da biraz fazlasında kalk, namaz kıl, Kur’an’ ı da yavaş ve açık olarak güzelce

oku.” 416

İbrahim Hakkı’ya göre yemek ve uyku arasında bir ilişki vardır ki mide ne

kadar çok dolarsa o oranda uyku gelir.417 Nitekim Gazali’ye göre de tok karınla gece

kalkmak çok zordur. Yemeği ve uykuyu zaruret miktarınca karşılamalı ki

müşahedeye erişilebilsin. 418

413 Mârifetnâme, ss. 313-315. 414 Furkan / 64. 415 İnsan / 26. 416 Müzzemmil / 1-4. 417 Mârifetnâme, s. 316. 418 Gazali, İhya, c. 3, s. 174.

127

Açıklamalarda belirtildiği gibi mide doyunca bedenin ağırlığı kalbe yansıyor

ve insan uyku ihtiyacı hissediyor. Dolayısıyla insan hem maddÎ hem mânevi kayıp

içine giriyor.

Mârifetname’de gece ibadetinin faziletinden de bahsedilmektedir: Gece,

saadet kaynağı ve rahmet kapısı olarak nitelendirilmektedir. Bu vakitlerde ancak

gâfil kalplerin uyuduğu, ama gönlü diri olanların bu zamanları Rableriyle birlikte

geçirdikleri anlatılmaktadır.419 Gece kâim olmak günahları sona erdirir ve onları

ortadan kaldırır. Şeytanın da her türlü şerrini def eder. Gece uyanıklığı aynı zamanda

bedeni de hastalıklardan korur.420

Mâlik b. Dinar konunun önemini şu sözleriyle ifade eder: “Kul, geceleyin

teheccüd namazı için kalkıp, tertil ile Kur’an-ı Kerim okuduğunda Cebbâr olan yüce

Allah ona yakın olur. Kalblerinde buldukları inceliğin, tadın, futûhâtın ve nurların,

âlemlerin Rabbi olan yüce Allah’ın kalblerine kurbiyetinden olduğunu bilirler.”421

Bu konuda Fudayl b. İyaz: “Güneş batarken Allah ile başbaşa kalacağım diye

sevinirim; güneş doğarken de insanlarla uğraşacağım diye üzülürüm.” demektedir.422

Cüneyd-i Bağdâdi, vefatından sonra rüyada görülüyor ve ahirette kendilerine,

sadece gece kıldıkları namazın fayda verdiğini ifade ediyor.423

Gece ibadetini kolaylaştıracak şeylerin Allah sevgisi ve imanın güçlü olması

esasına bağlandığını görüyoruz. 424

Gazali de bu açıklamaya katılır ve bu maddelere ilâveler yapar. Ona göre bu

sayılanların yanısıra; gece ibadetinin faziletini, konuyla ilgili âyet, hadis ve diğer

kaynakları öğrenmek, ahiret güçlüklerini düşünmek ve kalbi kinden, bid’atten

419 Mârifetnâme, s. 313. 420 Ebû Talib el Mekki, a.g.e., s. 207. 421 Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 211. 422 Gazali, İhya, c. 1, s.1034 . 423 Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (2)( Erkam Yay.) İstanbul 1992, s. 90. 424 Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (2), s. 92.

128

temizlemek, gündüzleri isyana dalmamak, öğleden önce biraz uyumak gece ibadete

kalkmayı kolaylaştırır. 425

Gece namaza mâni olan sebebler arasında da, dünya işlerine fazlaca dalıp

yorgun olmak, fazla yemek, halka fazla meşgul olmak sayılmaktadır.426

Kanaatimizce gece, gündüzün izdüşümü gibidir. Gündüz neyle, ne kadar

meşgulsek gece onun yansımasını yaşarız. Bu sebeble gündüz kalbi menfi

etkileyecek faktörlerden mümkün olduğunca uzak durmalıdır.

Kişinin yaşantısında önemli bir yere sahip olan uykunun da kendine ait

birtakım âdâbları vardır ki bunlardan bahsetmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Bu

konuda Hucvîrî şu açıklamaları yapar : Sâlik, uykusunun başında, kendini ömrünün

sonunda olarak telakki eder.Tevbe eder, abdest alır ve kıbleye dönük yatar. 427

Gazali de uykuda âdâb üzerinde durur. Ona göre, uyku iyice bastırmadan

yatmamalı, mümkün olduğunca rahat yataklar tercih etmemelidir. Dua ederek

uyumalı, uykunun da bir çeşit ölüm olduğu hatırdan çıkarılmamalı yine abdestli ve

kıbleye dönük yatmalı. Gazali konunun hassasiyetini şu maddeyi ekleyerek belirtir:

Başucunda vasiyetini hazır tutmalı. Zira uykudan kalkmaya garanti yoktur.428

Uykunun da birtakım âdâbları vardır ki, bunlara riayet eden elbette kazanır.

Tasavvuf erbabına baktığımızda onlar, uykunun da bir çeşit ölüm olduğu anlayışını

zihinlerinden hiç çıkarmamışlar, hep bu minval üzere hareket etmişlerdir. Tabii

bunlar hassas gönüllere zor gelmeyecek hususlardır. Nitekim ruhu bu yönde

eğitmelidir.

425 Gazali, İhya, c. 1, s. 1030. 426 Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (2), ss. 97-98. 427 Hucvîrî, a.g.e., s. 502. 428 Gazali, İhya, c.1, ss. 994 –1000; ayrıca bkz. Abdulkâdir Geylânî, İlahi Armağan- Feth’ ur - Rabbani, çev. Abdulkâdir Akçiçek, İstanbul 1980, s. 18.

129

İbrahim Hakkı, seher vaktinin öneminden de bahsetmektedir: Açlıkla ve seher

vakti uyanık kalmakla kalp dirilmektedir. Bu vakitte Allah’ı anmak erenlerin zevk

kaynağı, kâmillerin hazinesidir. Gönülleri hasretle yananların da san’at kaynağıdır.429

Hâl erbabı için bu vakitler paha biçilmez saatlerdir. Onlar için bu vakitte dua,

gözyaşı, niyaz, feryat, ibadeten yorulmuş bir beden, zevk ve sancı vardır.430

Sâdık Dânâ’nın ifadesiyle: “Seher vakti ne lâhûti bir zamandır, Allah

Teâlâ’nın kullarına bahşettiği en mühim ikramıdır, mânevi ziyafetidir.”431

Seher vakti, mânevi ilerleme vesilesidir.432 Geceyi Rabbiyle geçiren müridin

aldığı mânevi güç, onun gündüzünün de aydınlık olmasını sağlar.433

Nitekim âyette de belirtildiği gibi 434 gündüz vakti insan için çok fazla

meşgalenin olduğu bir zaman dilimidir. Oysa gece çok daha değerli, daha bereketli

ve insan zihninin en verimli olduğu bir bölümdür. Bundan dolayı gece saatlerinde

uyanık kalarak istifade eden bir birey her açıdan kârlıdır. Çünkü o saatlerde ibadet

zevkine erip, itaatin anlamını bir kez daha idrak etmiş ve uykunun da galebe

çalmasına fırsat vermediği için hem bedenine hem de ruhuna bir derinlik katmıştır.

Böylece gece sağladığı kazançla ve mânevi doyumla gündüz saatlerini de en verimli

şekilde kullanacaktır.

İbrahim Hakkı, çok uyumanın âfetlerine de değinir:

Uykunun fazlası tembelliktir. Mevlâ’dan uzak olmaktır, ilim ve hikmetten

mahrûmiyetir, cehâlettir, hastalıktır ve vebaldir.435 Uyku kalbi karartır ve öldürür.436

429 Mârifetnâme, s. 313. 430 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nevm”, s. 625 431 Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (2) s. 89 432 Dânâ, aynı eser, s. 89. 433 Dânâ, aynı eser, s. 97. 434 Müzzemmil /6-7: “Doğrusu gece neşesi etki bakımından daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz senin için uzun uğraşılar vardır.” 435 Mârifetnâme, s. 315. 436 Gazali, İhya, c.3, s. 174.

130

Bildiğimiz gibi tüm insanlığa eşit miktarda dağıtılan “zaman” gibi bir

sermaye vardır. Ancak bunu değerlendirip kâra dönüştürmek yüce ruhların işidir.

İbrahim Hakkı’nın da belirttiği gibi uykunun fazlası insan için ziyandır, kayıptır.

İhtiyaç oranında uyumaksa insan için faydalıdır. Nitekim İbrahim Hakkı:

“Kıvamında uyku, bedene rahatlık verdiği gibi, ruhun da rahatıdır.”437 diyerek bu

hususu dile getirmiştir.

Allah’ın Rasülü herşeyde olduğu gibi uyku konusunda da hassasiyetini

korumuştur.

Hz.Ayşe ( r.a.) şöyle rivayet etmiştir:

“Rasulullah (SAV) geceleyin onbir rekat namaz kılardı. Fecr-i Sadık doğunca

da hafifce iki rekat kılardı....”438

Bu konuda Mâlik b. Dinar şu şekilde bir açıklama yapmaktadır:

“Resûlullah’ı (s.a.) uyurken görmek istersen, onu bu halde görebilirsin; ama onu

gece ibadete kalkmış olarak görmek istersen yine görebilirsin; hem uyur hem de

ibadete kalkardı...”439

Gece ibadetinin önemini idrak eden sahabiler böylesine değerli bir ibadet

konusunda birbirleriyle adeta yarış içine girmişlerdir. Ebu’d- Derda (r.a.) bu

ibadetten aldığı zevki şu anlamlı sözleriyle dile getirmiştir: “ Eğer öğle vaktinin

sıcakları (oruç) ve gece ibadetleri olmasaydı ben bu dünyada yaşamayı sevimli

bulmazdım.”440

Üveys el Karani (k.s.) de gece yapılan ibadetin zevkine varanlardan. O

bütün bir gece uyanık olup sabaha kadar secdede kalırdı.441

437 Mârifetnâme, s. 315; ayrıca bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 194; Mustafa Ateş, a.g.e., s. 105. 438 İmamNevevi, Riyazü’s-Salihin, 127.bölüm, hadis no: 814, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir, s. 587. 439 Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 213 440 Dinç, a.g.e., s. 25 441 aynı sayfa.

131

Gece, her bir birey için farklı anlamlar taşır: Kimileri için bulunmaz bir fırsat

olurken, kimileri için ziyandır. Üç zümre vardır ki gece onlar için ya ganimet ya da

külfettir :

a)Gece; sevdiğiyle buluşup, O’nunla dertleşip, Mevlâ’sının huzurunda

bulunmaktan zevk alanlar için eşsiz bir zamandır. Bunlar, zamanın nasıl geçtiğini

bile anlamazlar. Gece uyanık kalarak dua, gözyaşı ve niyazla Rabb’in huzuruna

yükselmek onlar için eşsiz bir zevktir. İşte gece bu gibilere bir saltanattır.

b)Bir grup daha vardır ki gece, onlar için meşakkattir. Sabahlara kadar

nefsinin peşinde sürüklenenler ve şerle uğraşanlardır bunlar. Gece, bunlara bir fayda

sağlamadığı gibi zarar bile getirebilir.

c)Bu üçüncü grup ise ne kâr ne zarara uğrar. Bunlar geceyi uykuda

geçirenlerdir. Bunların geceden nasibi yoktur. 442

Böyle bir gruplamanın temelinde yatan faktör kanaatimizce “iman” meselesi.

İman etmek gereğini yapmak demektir. O halde sağlam bir imana sahip olan da

gereğini yapmaya çalışacak ve uykunun cazibesine yenilmeyip; gecenin o sırlı

saatlerini kâra çevirecektir. Dolayısıyla uykusuzluğun verdiği hazzı tadan kişiye de

bu konuda fedakârlık yapmak zor gelmeyecektir. Ancak bu zevkleri alamayan

ruhlardır ki ya fayda sağlamayan işlerle meşgul olarak ya da uykuda kalarak;

kendisinin belki de ilâhi ikrama mazhar olmasını sağlayacak nice lütuflardan

mahrum olmaktadır.

İbrahim Hakkı avam ve havassın uykusundan da söz eder:

Avamın uykusu gaflet ve yokluktur. Ârifin uykusu ise müşahadedir. Avamın

uykusu perişanlık ve dert içerir. Havassın uykusu ise gönül bağını

442 Rûmî, a.g.e., ss. 338-339; Ebû Tâlib el Mekkî’ye göre de gece ehli üç sınıftır: Birinci grup gece ibadeti yapmak isteyip de uykuya yenik düşenler. İkinci grup uykuya yenilmeyip gece ibadeti için uyananlar. Bunlar sabırda yarış içinde olan alim kimselerdir. Üçüncü grup ise çok az uyuyup geceyi değerlendiren kişilerdir. Böyle kimseler muhabbet ehlidir ve zikir, tefekkür ve münacaat ile meşguldür. (Mekkî, a.g.e., s. 208)

132

sağlamlaştırmaktır. Avamın uykusu bir tür ölümdür. Havassın uykusu ise zihnen

dirilmektir. Avamın uykusu oyalanmak, havassınki ise itaattir.443

Şibli’ye göre uyuyan kişi gaflettedir. Bedenî uyku da bir tür gaflettir. Çünkü

Allah’ı unutmaya nedendir. Dolayısıyla gaflette olan da Allah’a karşı perdelidir.444

Kanaatimizce uykunun farklı bir mâna kazanıp, farklı bir boyuta ulaşmasında

bakış açısı önemli bir yer tutar. Yukarıda da belirtildiği gibi, uyku kimisi için ziyan

ifade ederken; kimisi için ise ibadet hükmündedir.

Anladığımız kadarıyla avam, zevk aldığı ve nefsini frenleyemediği için

uykuya yenik düşmektedir. Bundan dolayı onun uykusu kayba uğramaktır. Ancak

havass, emanet olarak verilen bedenini korumak ve kendisini ibadete

yöneltmekte yardımcı olması amacıyla uyumaktadır. Ayrıca o, böyle bir niyete

sahip olduğu ve belirtilen birtakım âdâblara da riayet ettiği için havassın uykusu

daha farklı ve hakikâte daha dönük olmaktadır.

Uyanıklık iki çeşittir: Gözün ve kalbin uyanıklığı. Gözün uyanık olması,

gaflete izin vermemek, herşeye hikmetle ve ibretle bakmaktır. Kalbin uyanık olması

ise, onun Hakk’ı zikirden uzak kalmamasıdır.445

Anlayabildiğimiz kadarıyla insanın gerçek mânâda “kulluk” dairesinde

kalmasını sağlayan; sorumluluğunu unutmaması ve buna bağlı olarak, sahip olduğu

nimetleri, ikrâmları kendisine yakışır bir şekilde Hakk’ın rızâsı ylunda

kullanmasıdır. Zira göz, hakikâti görmek ve kalp hakikâti yakalayıp hissetmek için

var edilmişse kulun yapması gereken de yaratılışa uygun davranıp bu lütufları doğru

istikâmette tasarruf etmektir.

443 Mârifetnâme, ss. 313,316; ayrıca bkz. Mekkî, a.g.e., s. 417. 444 Cebecioğlu, a.g.e., s. 554. 445 Hafızalioğlu, a.g.e., s. 39; ayrıca bkz. Mârifetnâme, s. 317.

133

Kanaatimizce beden gözü ve kalb gözü arasındaki etkileşim birbirine

sıkısıkıya bağlıdır. Beden gözü, ibretle baktığı ve mâsivâya kapandığı oranda kalb

gözü açılacak ve Hakk’ı unutmayacaktır.

Şunu da belirtelim ki insan için asıl körlük; başında bulundurduğu gözlerde

değil kalbinin derinliklerinde saklı olan gönül gözündedir. Kur’an-ı Kerim bize bu

gerçeği hatırlatmaktadır: “...Doğrusu gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kalpler

körelir.” 446 Çünkü bedenî gözleri kör olduğu halde kalbi diri kalan ya da gözleri

gördüğü halde kalbi gerçeği görmekten uzak olan çok kimse vardır. İnsan ancak

kalbindeki ışıkla çevresine baktığında daha şuurlu, daha boyutlu ve daha anlamlı

olacak, yaratılış hakikâtini daha iyi kavrayıp kâinat kitabını okuyabilecektir.

Uykusuzluk, Allah’ın sıfatlarındandır. Çünkü O, “uyumaz ve uyuklamaz”447

Uykusuz kalan da bu sıfatla sıfatlanmış ve Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış olur.448

İbrahim Hakkı’ya göre uyanıklık nefse mârifet kazandırır.449

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Uykunun ihtıyaçtan fazlasının ziyan

olduğunu idrak eden sâlik, şuurla hareket edecek ve kendisini bundan müstağni

kılmanın yollarını arayacaktır. Yukarıda da ifade edildiği gibi uyanıklık nefsin

mârifete ermesini sağlayan çok önemli kriterlerden biridir. Çünkü insan bu sayede

nefsine muhalefet etmeyi başaracak, uyanık kaldığı saatlerde de zikir, tefekkür ve

murakebe ile meşgul olmaya özen gösterecektir. Buna bağlı olarak da rûhî

açıdan güçlenecek, Allah’ a kurbiyeti artacak, mârifet yolunda ilerleyip, keşfe açık

hale gelecektir.

G. AZ KONUŞMAK

Tasavvufun önemli esaslarından birisi de ihtiyaç kadar konuşmaktır. Bu yola

giren sâlik için kâl (söz ) ehli değil, hâl (yaşantı ) ehli olmak hedeftir.450

446 Hacc/46. 447 Bakara/255. 448 Hafızalioğlu, a.g.e., s. 39. 449 Mârifetnâme, s. 317. 450 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Söz”, s. 648.

134

En şerefli varlık insandır. İnsan ya dilini koruyarak, zikir ile meşgul ederek,

yasak ve çirkin sözler konuşmayarak bu değerine değer katar ya da faydasız ve yasak

edilmiş sözlere dalıp kendi seviyesini düşürür. Bu kadar önemli olduğu için dil

üzerinde İslâm büyükleri tarafından hassasiyetle durulmuştur.

İbrahim Hakkı da bu konuda çeşitli bilgiler vermiştir. Ona göre, konuşunca

doğruyu söylemeli, söz verince mutlaka yerine getirmelidir. Yumuşak söz söylemeli,

selâmı yaymaya çalışmalıdır. Çok gülmek hafiflik alâmetidir ve kalbin ölümüne

sebebtir. Lafın çok olması mânânın eksikliğine dalalettir.451 Söz kısa ve özlü

olmalıdır.452

Açıklamalarda da ifade edildiği gibi söz, kişinin kimliğini yansıtır. Bundan

dolayı insan neyi, ne zaman ve ne şekilde konuşacağına doğru karar vermelidir.

Konuşmanın nasıl olması gerekiği konusunda en güzel örnek Peygamber Efendimiz

(s.a.v.) dir. O, fazla konuşmayıp, az lafla çok şey anlattığından konuşması oldukça

etkili olurdu.

Allah- u Teâlâ, güzel sözlü olmamızı istemektedir: “Ve inanan kullarıma de

ki, (o müşriklere) sözün en güzelini söylesinler.”453 Nitekim Firavun’a bile yumuşak

söz söylenmesi emredilmiştir.454

Kula gereken, kendisine faydası olmayacak konuşmalar içerisine

girmemesidir. Bu hususu yine âyet-i kerime’de görebiliriz: “Ve çirkin söz

işittiklerinde, ondan yüz çevirirler.”455

Ayette de belirtildiği gibi, gereksiz söz konuşmamak ne kadar önemliyse,

faydasız söz işitmemek, bundan yüz çevirmek de en az o kadar önemlidir.

451 Mârifetnâme, s. 318. 452 Mârifetnâme, s. 322. 453 İsra/53. 454 Bkz. Ta Ha /42-44 ; ayrıca sözü güzellikle söylemekle ilgili bkz. Bakara /83, 263 ; Nahl /125 ; İsra / 53. 455 Kasas/55, ayrıca bkz. Furkan/72, Hucurat/11, Furkan/63.

135

İnsanın düşünmeden konuşmasının sonucunu ise bize şu hadis-i şerif

göstermektedir:

“Bir kul hayır mı şer mi olduğunu düşünmeden bir söz söyler de o söz

sebebiyle cehennemde doğu batı arasındaki mesafeden daha derin bir yere

kayıverir.”456

İbrahim Hakkı’ya göre dil çok önemli bir uzuvdur. Bu sebeble dilin

korunması diğer uzuvların korunmasından daha zarûridir. Çünkü dille kalp ve akıl

arasında münâsebet vardır. Dil sükût ettikçe gönül gözü açılmaya ve akıl rahat

etmeye başlar.457

Gazali de dil ve kalp arasındaki ilişkiden bahseder. Ona göre, ağızdan çıkan

her söz kalpte ma’kes bulur. Güzel ve hoş sözler sarfedildiğinde kalp nurlanmaya;

aksi taktirde kalp kararmaya başlar. O halde kalbin istikâmet üzere kalması dilin

doğru olmasına bağlıdır. 458

Bu konuda Hasan Basri önemli bir açıklama yapar : “Hakimin dili kalbine

bağlıdır. Bir şey söylemek istediği zaman kalbine danışır, faydalı ise söyler, değilse

susar. Cahilin kalbi ise diline bağlıdır, dili kalbine müracaat lüzumunu duymaz,

rastgele konuşur. ” 459

Kanaatimizce kalp ve dil arasındaki ilişki düşündüğümüzden daha derindir.

İnsan, kalbinde, gönlünde yatan duygularını diliyle ortaya koyar. Yani içten dışa

doğru bir açılımdır bu. Ya da insan birtakım düşüncelerini ifade eder ki bu da kalbe

yansır, kalp ona göre şekillenir, ona göre birtakım duygulara yönelir. Dolayısıyla bu

da dıştan içe doğru bir yansımadır. Görüldüğü gibi sarfedilen hiçbir söz boşa

gitmemektedir, doğrudan ya da dolaylı bir etkiye sahip olmaktadır. O halde önce

kalbe danışıp daha sonra konuşmalıdır.

456 İmam Nevevî, Riyazü’s- Salihin, 254. bölüm, Hadis no/512, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. s. 941. 457 Mârifetnâme, s. 320. 458 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 430. 459 Yılmaz, Gönül Erleri, s. 22; Mekkî, a.g.e., s. 421.

136

İbrahim Hakkı, az konuşmanın faziletinden de bahsetmektedir. Ona göre,

insan susarak, sıkıntılardan kurtulmayı başarabilir. Az konuştukça sözün ciddiyeti ve

etkisi artar. Dil insan için bir ölçektir, mihenk taşıdır. Dilini koruyan, ruhuna

ihsanlarda bulunur. Dilini koruyan emniyette olur, pişman olacağı şeylerle

karşılaşmaz. İnsan sükût ettikçe itibarı artar, gönül dünyası açılır, amellerini

muhafaza etmesi kolaylaşır, ahiret felâketlerinden kurtulabilir. 460

Ebû Tâlib el Mekkî’ye göre, sükût aklı geliştirir, sahibini takvâ ve verâya

ulaştırır. Allah, sükût edene doğru söz, güzel amel ve iyi bir ilim nasib eder.461

Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Her kim Allah’ a ve ahiret gününe

inanıyorsa hayır söylesin, yoksa sussun.” 462

Bir kişi, konuşmak için konuşmamalıdır. Bu hususu yine hadis-i şerifte

görmekteyiz:

“Allah’ı zikretmenin dışında çok söz söylemeyiniz. Zira zikrullah haricinde

çok söz söylemek kalp için bir katılıktır…” 463

İbrahim Hakkı, çok sözün afetlerine de değinir. Ona göre, nice boş sözler

vardır ki o, sahibi için eksiklikten başka bir şey değildir. Çok konuştukça gıybete

girme olasılığı artar. Çok laf etmekle gönüldeki mârifet nurları boşalır gider. Fazla

konuşmak insanı rezil eder. Zikrullahla ışıldayan kalbin nurunu giderir.464

Gazali de bu konuda benzer tespitlerde bulunur. O, bunlara ek olarak şu

maddeleri zikreder: İnsan diline sahip çıkmadığı zaman lüzumsuz konuşmalara dalar,

yalan söyleyebilir, alay edebilir, gereksiz yeminlerde bulunabilir, konuşulanlara

muhalefet etme alışkanlığı artabilir, bâtıla dalma sözkonusu olabilir. 465

460 Mârifetnâme, ss. 319-322. 461 Mekkî, a.g.e., s. 417. 462 İmam Nevevî, Riyazü’s Salihin, 254. bölüm, hadis no :1509, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. s. 940. 463 İmam Nevevî, R iyazü’s Salihin, 254. bölüm, hadis no: 1516, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. s. 943. 464 Mârifetnâme, ss. 320 -322. 465 Gazali, K imya-yı Saadet, ss. 433-444 ;ayrıca konuyla ilgili olarak bkz. Gazali, İhya, c. 3, s. 257.

137

Gazali’ye göre, bütün kötü şeyler dil ucundan doğar. Konuşmak hem hoş

hem de kolaydır. Ancak konuşulan şeylerdeki iyi ve kötü ayrımını yapmak zordur.

Susularak bu sorumluluktan kurtulunabilir. 466

Hucvîrî’ye göre, bu âfetlerin meydana gelmesinin sebebi insanın fazla

konuşmaya alışmasıdır. Nitekim o: “ Söz, aklı sarhoş eden bir şarap gibidir. Bir

kimse bu şarabı içmeye mübtelâ olsa, asla bir daha onu terk edemez ve kendini

ondan vazgeçiremez...” 467 diyerek insanın konuşmaya olan meylini dile

getirmektedir.

Açıklamalarda da belirtildiği gibi dile sahip çıkmanın hem bu dünyada hem

diğer dünyada bunca faydası varsa ve dili rahat bırakmak kişiye bunca sıkıntılar

yaşatıp onu hüsran edecekse akıllı kişi dilini kontrol altına almanın, onu bir terazi

gibi kullanmanın yollarını arar ve konuşmadan önce kendisine ne kazandıracağını

ya da kendisini nasıl bir kayba uğratacağını iyi hesaplar. Böylece hem söz israfından

kurtulmuş hem de güzel sözler sarfedilmesi için bahşedilen dilini en uygun şekilde

kullanmış olur.

İbrahim Hakkı’ya göre şu üç şey bütün felâketlerin kaynağıdır: Şaka, mizah,

boş laf.468 Şunu ifade edelim ki insan elbette şaka yapabilir. Çünkü Hz. Peygamber

(s.a.v.)’ in de şakalaştığını biliyoruz. Ancak ne var ki burada esas olan aşırıya

kaçmamaktır. İbrahim Hakkı’nın da bunu kastederek böyle bir açıklama yaptığını

tahmin ediyoruz.

Ağızdan çıkan söz madem ki bu kadar önemli o halde onu birtakım

kaidelerini göz önünde bulundurarak söylemelidir. Hucvîrî’ye göre mutasavvıf,

izinsiz konuşmaz. Sustuğunda utanma ve çaresizlik halindedir. Konuştuğu zaman

da gönüllere canlılık katar. Çünkü onun sözü dilinden değil kalbinden çıkmaktadır.

Onlar konuşmaktan çok susmayı tercih ederler. Sözün bir çeşit âfet olduğunu

akıllarından çıkarmazlar. Daima Hakk için ve Hakk’ı konuşurlar. Nitekim Cüneyd- i

466 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 433. 467 Hucvîrî, a.g.e., s. 503. 468 Mârifetnâme, s. 318.

138

Bağdadi bu konuda şöyle der : “Allah hakkında mârifet sahibi olanın dili lâl olur.”

469 İbrahim Hakkı’ya göre de mârifet yolundaki yolcu dilini sükûta alıştırır.470

Mârifetnâme’ye göre iki çeşit sükût vardır: Dilin sükûtu ve kalbin sükûtu.

Dilin sükûtu, Allah’tan başkasını anmamaktır ve kalbin sükûtu ise varlık âleminden

sıyrılıp Allah’a ulaşabilmektir.471

Bu konuda Hucvîrî de bir tasnif yapmaktadır. Ona göre söz de sükût da iki

kısımdır : “Sözün bir kısmı hak, bir kısmı batıldır. Sükûtun bazısından maksat,

bazısından gaflet doğar...Şayet söyleyeceği söz hak ise, o taktirde sözü sükûtundan

üstündür; batıl ise bu durumda susması konuşmasından efdaldir...” 472

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla dilden çıkan her söz, kalbde ma’kes

bulmakta, onu müsbet ya da menfî olarak etkilemektedir. Eğer dil gereğinden fazla

konuşursa hem amacından uzaklaşmış hem de kalpteki hikmet nurunu söndürmüş

olur. Bundan dolayı konuşmuş olmak için konuşmamalı, kalpteki şuaları artırmak

amacıyla konuşmaya gayret etmelidir.

H-HALVET

Tasavvuf yolunda ilerlemenin önemli kaidelerinden biri de uzlettir. Uzlet,

dünyevi meşgalelerden uzaklaşıp insanın gönül dünyasına yönelmesini

sağlamaktır.

Halvet, birtakım zikirler aracılığıyla riyâzet ve zihnî konsantrasyon sağlamak

için yapılan özel bir gayrettir.473

469 Hucvîrî, a.g.e., ss. 503 – 506. 470 Mârifetnâme, s. 324. 471 Mârifetnâme, s. 324; ayrıca bkz. Hafizalioğlu, a.g.e., s. 39. 472 Hucvîrî, a.g.e., s. 505. 473 Cebecioğlu, a.g.e., s. 321.

139

İnsanlardan ayrı, yalnız yaşamak mânâsındadır.474 Halvet, kalben bütün

eşyadan sıyrılabilmektir. Öyle ki bunun sonucunda gerçek mârifet elde edilmiş

olur.475

Halvet, tarîkata intisab etmiş bir müridin, bir süre sonra, şeyhinin

önderliğinde insanlardan uzaklaşıp, inzivaya çekilmesi ve bu esnada Rabbini zikirle

meşgûl olmasıdır. 476

Ortak bir amacı ifade eden ve çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan halvet

ve uzlet arasında ince bazı farklar vardır ki onları da şu şekilde belirtebiliriz:

Uzlet daha genel, halvet ise daha özel bir anlamı ifade eder. Uzlette süresi

belli olmayan bir yalnızlık sözkonusu iken; halvetteki yalnızlığın süresi bellidir.477

Uzlette kalbin Allah’a yakınlığı esas alınırken; halvette maddi varlık olarak

insanlardan uzaklaşmak esatır.478 Uzlet, halvetin bir boyutu, riyazat da diğer

boyutudur. Halvetin riyazat yüzü, nefsi, cismani arzulara karşı frenlemek; uzlet yönü

ise yalnız kalarak kalpten meşgaleleri silmektir.479

Bu metodu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendisine vahiy gelmeden önce

yaptığı uzlete çekilme uygulamasına kadar götürenler vardır. Uzletin ortalama kırk

gün olması konusunda da Hz. Musa’nın Tur Dağı’nda kırk günlük Allah ile olan

özel görüşmesini delil olarak görmek mümkündür.480

Bu kaynaklardan esinlenilerek uzlet, daha sonra tarîkatlarda uygulanmaya

başlanmıştır.

474 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s.106. 475 Abdulkâdir Geylânî, Gönül İncileri, çev. Celal Yıldırım, (Bahar Yay) İstanbul 1996, s. 25 ; ayrıca uzlet tanımı için bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 134 ; Soysaldı, a.g.m., s. 297 ; Kuşeyri, a.g.e., s. 200. 476 Eraydın, ag.e., s. 139. 477 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 195. 478 Eraydın, a.g.e.,s. 140. 479 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1), s. 36. 480 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Halvet”, s. 321; ayrıca halvetin tarihçesiyle ilgili bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 196; Şâdi Eren, Mesnevi Bahçesinde Tasavvuf (Nesil Yay.) İstanbul 1996, s. 32; Eraydın, a.g.e., s. 139; Serrac, a.g.e., s. 516.

140

Uzletin süresi tarîkatlara göre farklılık arz etmektedir. Bu süre üç gün, kırk

gün ya da Mevlevîlerde olduğu gibi binbir gün olabilmektedir. Ancak yaygın olarak

kabul edilen, uzletin kırk gün olduğuna dair görüştür.481

Kanaatimizce uzlet -halvet ve uzlet eş anlamlı olarak kullanılabilmektedir-

tasavvuf yolundaki sâlik için son derece önemli bir uygulama ve önemli bir

merhaledir. Salikin istenilen hedefe doğru ilerleyebilmesinde kendisine yardımcı

olacak güç kaynağıdır. Çünkü uzletteki amaç yoğunlaşmak, bir düşünce üzerinde

derinleşmektir. Sâlik, yaptığı bu uygulamayla bir sonraki aşamaya daha fazla

yaklaşacaktır. Bu sebeble uzlet, tasavvuf yolundaki tüm kaidelerle bağlantılıdır.

İbrahim Hakkı uzlet üzerinde önemle durur ayrıntılı açıklamalarda bulunur.

İbrahim Hakkı’ya göre uzlet ilahi yakınlıktır. Halktan uzaklaştıkça Hakk’a

vasıl olunur. Meleküt âlemine ulaşmak, Allah ile dost ile olabilmek, ilâhi huzurda

bulunabilmek uzletle mümkündür. Uzlet Mevlâ’yı bilmek, Mevlâ’yı bulmaktır ve o,

ihlasın kaynağıdır.482

İnsanları anlayan, onlardan uzak kalmayı tercih eder, insanlarla beraber

bulunmak felakettir. Çünkü onlarla meşgul olmak, kalbi gerçek hedefinden

uzaklaştırır. Seviyeyi koruyamayan insanlar faydalı olayım derken zarar verirler.

İnsanlarla içli dışlı olan hilelerden, vesveselerden kurtulamaz.483

İbrahim Hakkı bu konuda Gazali ile paralel düşünür. Gazali’ye göre de

uzletin birtakım faydaları vardır:484

481 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 196. 482 Mârifetnâme, ss. 326,328 483 Mârifetnâme, ss. 326- 327. 484 Gazali bu konuya çift yönlü bakmıştır. Bir yandan uzletin faydalarını sayarken diğer taraftan insanlarla bir arada bulunmanın da bazı yararları olabileceğini söyler. Onları da daha ilerde belirteceğiz.

141

Uzlet eden kişi zikir için, tefekkür için vakit bulur. Çünkü amellerin en

değerlisi tefekkürde bulunmaktır. İnsanların arasına karışan, oyalayıcı birçok unsur

içinde bu amelden uzak kalabilir.

Uzlet eden, birçok günahtan da korunmuş olur. İnsan kalabalık ortamlara

girince gıybet, riya, nifak gibi günahlara ortak olma olasılığı artmaktadır.

Ayrıca uzlet eden kişi tama’dan da uzak kalır. Çünkü insandaki arzu, kişiyi

hırsa ve hırs da onu tama’ etmeye yöneltir ki; insan böyle birşeye bulaşırsa bunun da

sonu gelmez, sürekli daha fazlasını ister. 485

Uzlet sayesinde kalbi korumak daha kolaylaşır. Ayrıca bu esnada gelişen

ibadet zevki sonucu kişi güzel ahlâkla bezenmiş olur. Nefsi düşmanlık ve kin gibi

olumsuz sıfatlardan muhafaza etmek mümkün olabilmektedir.486

Açıklamalardan anlayabildiğimiz kadarıyla insan, halkın arasına karıştığı

zaman ister istemez çizgisinden uzaklaşabiliyor. Dünyevî meşgaleler daha da bir

artıyor ve kişi itaatten uzak kalmanın yanısıra özellikle gıybet gibi günahlara ortak

olma riski daha fazla görülüyor. Oysaki birey kendisine özel vakit ayırabilirse daha

verimli sonuçlar alınabilir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Gazali, olayın bir başka yönüne değinir.

Ona göre, halkın arasına karışmak da önemli ve yararlıdır. Gazali bunları şu şekilde

açıklar :

Halkın arasına karışmakla kişi, hem diğer insanlardan faydalanır hem de

onlara faydalı olur. İlim öğretmek bunlardandır.

485 Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 312 -318. 486 Eraydın, a.g.e., s. 141; ayrıca uzletin faydası ile ilgili olarak bkz. Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 423.

142

Ayrıca insan, hem terbiye edilmiş hem de edeb öğrenmiş olur. Çünkü diğer

insanların sıkıntılarına katlanarak nefsî açıdan olgunluğa erişmiş, güzel hasletlerini

geliştirmiş olur.

İhtilatın (karışma, halkla beraber olma ) bir başka faydası da şudur ki kişinin

pek çok sohbet arkadaşı olur ve kişi onlarla ünsiyet eder.487

Gördüğümüz kadarıyla, enfüsî açıdan uzlet faydalı ancak âfâki açıdan ihtilat

gereklidir. Kanaatimizce ihtilatın en büyük faydası insanlara faydalı olmak, onlarla

fikir alışverişinde bulunmaktır.

İbrahim Hakkı’ya göre: “Kişinin uzlete çekilmesinden maksat; günahtan ve

günaha sebep olacak şeylerden sakınmaktır.”488

Kuşeyri bu olaya daha farklı yaklaşmış, daha farklı bir boyut kazandırmıştır.

Ona göre uzletin sebebi “İnsanların şerrinden selamette olmak değil, insanların kendi

şerrinden selamette bulunmalarına inanmasıdır.”489

Uzlet, halkın şerrinden korunmak ya da halkın kendi şerrinden korunması

amacıyla yapılmamaktadır. Bu, kötü ahlâkı terketmek, kemâle biraz daha yaklaşmak

anlamında bir uzlettir. Yani buradaki amaç negatif sıfatları bırakmaktır. Çünkü sâlik

için başlangıçta halvet gereklidir.490

Kanaatimizce uzletin, hem günah ortamından uzaklaşmak –çünkü yukarıda

ifade edildiği gibi insan, halkın içindeyken günaha ortak olma ihtimali yüksektir-

hem de bahsedildiği gibi bir yoğunluk yaşayarak rûhen daha olgun hale gelmek gibi

bir hedefi vardır. Çünkü günah, kişinin kalbine girince az yada çok bir iz mutlaka

bırakır ve kişinin terakkisini etkiler. Bu açıdan bakıldığında sâlikin kalbini tasfiye

487 Gazali, a.g.e., c. 2, ss. 603 -608. 488 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 134. 489 Kuşeyri, a.g.e., s. 199; ayrıca bkz. Soysaldı, a.g.m., ss. 297- 298. 490 Cebecioğlu, a.g.e., s. 730.

143

etmesi ve tasavvuf yolunda ilerleyebilmesi için bu uygulamayı gerçekleştirmesi

gerekmektedir.

Kur’an’ı Kerim’de de kişinin Allah’a yönelmesini görüyoruz: “Madem ki siz

kavminizden ve onların Allah’tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız, o halde

mağaraya çekiliniz ki Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin.”491

“Ben sizden ve Allah’tan başka kulluk ettiklerinizden ayrılırım da Rabbime

dua ederim.”492

Peygamber Efendimiz (S.A.V), insanların en üstünü arasında malı ve canıyla

Allah yolunda cihad eden müslümandan sonra, uzlete çekilip de Rabbiyle olan insanı

saymaktadır.493

Âyet ve hadislerde de ele alındığı gibi insanın, sebebleri ve mânileri aşarak

Rabbiyle beraber olmaya çalışması hem Allah’ın rahmetini celbeder hem de kişiye

Allah katında bir üstünlük sağlar.

Halvette sâlikten beklenen birtakım fiiler vardır ki sâlikin hedefine

ulaşabilmesi için önemlidir:

Halvet esnasında gönül gözünün ağyara kapanması ve her an Cenâb-ı

Hakk’ın teveccühüne hazır olunup beklenmesi.494

Kalpten mâsivâya dair ne varsa çıkarmaya çalışmak, Hakk’ın sayısız

ikrâmları karşısında tefekküre dalarak kendinden geçmek de halvetin

gâyelerindendir.495

491 Kehf /6. 492 Meryem /48. 493 İmam Nevevî, Riyazü’ s- Salihin, 69. bölüm, hadis no: 597, Buhari ve Müslim rivayet etmiş, s. 458. 494 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1), s. 38. 495 Serrac, a.g.e., s. 516; ayrıca halvetin gayesiyle ilgili olarak bkz. Eraydın, a.g.e., s. 139; Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 195.

144

Görüldüğü gibi sâlik bu gayret içinde olmalı ki; içinde bulunduğu halvet

süreci verimli geçebilsin. Bunun için hedefe kilitlenmiş bir zihin ve kalp gereklidir.

Uzletin, beklenilen sonucu verebilmesi için birtakım şartları gerçekleştirmek

gerekmektedir :

Uzlete çekilecek olan kişi öncelikle halk ile helalleşmeli ve kendisini, kabre

yerleştirilen ölü gibi saymalıdır.

Halvette olan kişinin abdestli olması çok önemlidir. Hatta mümkünse gusül

abdesti almalıdır. Zikre çok önem vermeli, dil ve kalbi bunun dışında meşgul

etmemelidir. Edeb çizgisinde kalmaya a’zami gayret göstermeli, Allah’ın huzurunda

olduğunun bilinciyle hareket etmelidir.496

Salik ayrıca tenha bir köşeye çekilir, tefekkürle, zikirle, ibadetle meşgul olur.

Keyfi olarak dışarı çıkmaz ancak Cuma ve cemaat namazlarına gider. Bunun dışında

tüm vaktini Allah ile olmaya ayırır. Bu esnada yeme içme uyuma gibi ihtiyaçları da

en alt seviyeye indirir.497

Görüldüğü gibi halvette fizyolojik ihtiyaçları en asgari sınıra indirmek

önemlidir. Çünkü mideyle kalp arasında bağlantı vardır. Mide ne kadar çok dolarsa

kalp o oranda tembelleşir. Bu sebeble sâlik kendisine kâfi olan miktarla yetinip

ibadette kalmaya önem vermelidir. Uykusunu da azaltıp498 yakaza haliyle bu

ihtiyacını gidermelidir.

Halvet ehli için önemli bir ilke daha vardır: Vâki olan her vâridattan, keşfden,

nurdan, tecelliden ve nefsin sıfatlarından hocasına bahsetmek ve hissettiği

vesveselere gönlünü tıkamaktır.499 Nitekim bu durumda bile nefsin fısıltıları bitmez.

496 Rûmî, a.g.e., s. 537. 497 Mârifetnâme, s. 328; ayrıca uzletin şartlarıyla ilgili olarak bkz. Eraydın, a.g.e., ss. 140,143. 498 Halvetteyken uykuyu engellemek için, oturdukları yerde başlarını bir kayışa bağlayan, bastona dayanarak uykusunu geçiştiren tasavvuf ehilleri olmuştur. (Bkz. Cebecioğlu, a.g.e., s. 322 ) 499 Rûmî, a.g.e., s. 538.

145

Yaşanan olağanüstü olaylara aldırmadan, onların, kendisini esir almasına fırsat

tanımadan Rabb’ine iltica etmeli, O’na sığınmalıdır.

İrfan isteklisi hedefine ulaşınca onun için artık yalnız kalmak ya da kalabalık

içinde olmak fark etmez. Zira o, hem onlarla birlikte olur hem de onlardan ayrı.

Bedeniyle onlarla beraberdir ama kalbiyle Allah iledir.500

Belirtildiği gibi sâlik bu aşamada gayretlerinin sonucunu görmüş, kalp ve

beden bütünlüğünün hakikâtine ermiştir.

İbrahim Hakkı’ya baktığımızda o, amacına ulaşan bir sâlik için ne tür

karşılıklar olduğuna da değinir. Ona göre, insanlar uykudayken, uyanık kalan; onlar

nefsini hoş ederken bedeninden sıyrılan ve Rabbin huzurunda olup uzleti tercih

edene “ Birlik” sırları ve mârifet kapıları açılır. Nihayet onun “beşeriyeti melekliğe,

kulluğu efendiliğe, gaib hali şehadete, bâtını zâhire ve aklı hisse dönüşür.” Böylece

veliler makamına ulaşmış olur.501

Halvetin, gözün korunmasında insana kolaylık sağlaması sonucunda,

kalpteki mânevi rahatsızlıklar düzelir ve böylece kişi içte ve dışta korunmuş olur.502

Kanaatimizce, beden gözüyle gönül gözü arasında bizim tahmin

ettiğimizden daha sıkı bir ilişki vardır. Bu sebeble beden gözü ağyara kapandıkça

gönül gözünün parlaklığı artar.

Halveti seçerek yalnızlığı tercih edinene kâinatın sırları açılır. Allah Teâlâ,

doğrudan kendi sırlarından ilham eder ve hiç kimsenin idrak edemeyeceği lütuflarla

o kuluna tecellilerde bulunur, kulunun kalbini kendi nuruna gark eder.503

500 Mârifetnâme, s. 328. 501 Mârifetnâme, s. 332. 502 Soysaldı, a.g.m., s. 297. 503 Soysaldı, a.g.m., s. 297.

146

Anladığımız kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki sâlik uzletteyken kendisini

birtakım nimetlerden, bazı imkânlardan yoksun bırakıyor. Maddeye karşı menfi bir

tavır alırken mânevi yönünü güçlendirmeye çalışıyor. Devamlı huzur-u ilahi’de

bulunmaya özen gösteriyor. Sonuçta kalbi daha latif bir hal alıyor ve mânevi

açılımlara hazır hale geliyor, müşahedesi açılıyor, gayb perdesi aralanıyor, kötü

sıfatları ortadan kalkarken hassas yönleri gelişiyor. Böylece terk ettiği şeylere karşı

en güzel şekilde karşılık görüyor ve uzletin nihâi hedefine ulaşmış oluyor.

İbrahim Hakkı, halktan uzak kalan ârifleri iki sınıfa ayırır. Birinci gruptakiler,

ilim ve hikmet yönünden halkın, kendilerine ihtiyacı olmayanlar. Bunlar evlerinde,

uzlettedirler Allah’ı anmanın zevkini tadarlar. Sadece Cuma namazına ve faydalı ilim

meclislerine giderler. Vakitlerini zayi etmek istemezler. Uzletlerini verimli kılmak

için çaba harcarlar.

İkinci gruptakiler, ilimde doruk noktasıdırlar ve halkın onlara ihtiyaçları

vardır. Böylelerinin uzlete çekilmesi zordur çünkü insanlar arasında olup ilim

yayarlar.504

İbrahim Hakkı’nın yaptığı bu tasnifin, Gazali’nin açıklamasıyla örtüştüğünü

söyleyebiliriz. Şöyle ki :

Gazali, uzlet faydalıdır demişti. Bu, İbrahim Hakkı’nın yaptığı ilk tasnif için

sözkonusudur. Çünkü burada bahsedilen ârif, uzlettedir ve kendi terakkiyatı için

uğraşmaktadır. Belli bir olgunluğu yakalayabilmesi adına uzlet, ona fayda

sağlayacaktır.

Gazali, bir sonraki aşamada halkın arasına karışmanın da faydalı olduğunu

ifade etmişti. Bu da ikinci grup için geçerli. Burada belirtilen ârif ilim sahibi. O

yüzden kendisini toplumdan soyutlayamaz. Halkın arasına girerek faydalı olması

gerekmektedir. Bu konumdaki kişi için de ihtilat, uzletten daha önemli ve gereklidir.

504 Mârifetnâme, s. 330.

147

Bu özelliklere sahip ârif uzlete çekilse sadece kendisiyle meşgul olacağından;

karşılıklı fikir alışverişinden ve fayda sağlamaktan uzak kalacaktır.

Şunu ifade edelim ki; olayın temel esprisi, zihni ve kalbi Allah ile irtibatlı

kılmaktır. Bunu hangi yolla gerçekleştireceği ise kişiye kalmıştır. Uzlet buna bir

vesiledir ancak tek yol değildir. Kimisi vardır uzlete çekilmiştir ama beklediği

sonucu alamamıştır; bir başkası da vardır ki halkın içindeyken bile Hakk’ı

unutmamıştır.505 Kişiden beklenen de budur: Kalbi, gerçek sahibiyle irtibatlı hale

getirmek.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz ki; İnsanın biyolojik yönü kadar

pisikolojik yönü de önemlidir. Zira ruh ve beden bütünlüğünü sağlayabilmek için bu

ayrıntı gereklidir. Ancak ne var ki insan bu yönünü zaman zaman ihmal etmektedir.

Çünkü âyette de belirtildiği gibi506 dünyevî meşgaleler kişiyi oyalamakta ve onu

kendisine yabancılaştırmaktadır. Dolayısı ile her insanın, kendisine vakit ayırması ve

kendisi ile baş başa kalması gerekli ve mühim bir durumdur.

Önceleri bu uygulama çilehanelerde, kırk gün veya daha uzun süreli olarak

gerçekleştirilmekteydi. Günümüzde bunu sağlamak belki pek o kadar kolay

olmayacaktır. Ancak önemli olan az da olsa bireyin kendisine vakit ayırabilmesidir.

Nitekim “Ölmeden önce ölünüz”507 hadisi ve Hz. Ömer’in sürekli hassas bir hesap

içinde olması, her gününü titizlikle sorgulaması bize bu gerçeği bir kez daha

hatırlatmaktadır. O halde insan ihtiyacına, ortam ve şartlarına göre kendisine

yönelmeli, iç dünyasında yaşadıklarını gözden geçirerek, benliği ile hesaplaşmalıdır.

Mânevi bir donanım vasıtası olan uzlet, sâlikin kendisiyle ilgili tahlil yapması

için de güzel bir fırsattır. Mevlânâ da bu gerçeği şu şekilde dile getirmiştir:

505 Nur /37. 506 “…Senin için gündüz vakti uzunca bir meşguliyet vardır.” (Müzzemmil /7) 507 Aclûnî, İsmail b. Muhammed el Cerrâhî, Keşfu’l Hafâ ve Muzîlu’l İlbâs, tahkik: Ahmed el Kallâş, (Müessesetü’r-Risâle) Beyrut 1980, 4. Baskı, c. 2, s. 384.

148

“Mutasavvıf için bu geçici yalnızlık dönemi, kendini tahlil etmenin ve

anlamanın çok etkili bir yöntemidir.” Bu uygulamayla sâlik, zihnindeki hayal

mahsülü tüm unsurları gözden geçirir ve daha anlamlı bir bakış gelişirir. Bu süreçle

sâlikin nazarında önceki değerli olan şeyler silinir ve sağlanan yoğunluk sonucu

onun varlığı zenginleşir. 508

Yani uzlet içebakışın dışa yansımış şeklidir.

İ. ZİKİR

Sözlükte hatırlama, anma, bahsetme, zikretme, anlatma gibi mânâlara gelen

zikir;509 Allah’a giden yolda kuvvetli ve etkili bir esastır. Hatta bu yolun temel

şartıdır da denilebilir.510

Bu kelime Kur’an’da müştaklarıyla beraber iki yüz elli altı yerde

geçmektedir. 511

Zikir, Kur’an-ı Kerîm’de birbirinden farklı anlamlarda kullanılmıştır:

a) “Kur’an-ı Kerim”, Zikir kelimesiyle ifade edilmiştir :

- “Kur’an’ı biz indirdik, onun koruyucuları da şüphesiz biziz.”512

b) “Cum’a namazı kılmak” mânâsında kullanılmıştır :

- “Ey iman edenler Cum’a günü namaz için çağrıldığınız zaman, hemen

Allah’ ı zikretmeye gidin, alış-verişi bırakın. Bu, bilirseniz, sizin için daha

hayırlıdır.” 513

c) “İlim” anlamında zikredilmiştir :

- “Biz senden evvel de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını

göndermiş değiliz. Eğer bilmiyorsanız; ehl’i kitabın âlimlerine sorunuz.” 514

508 Arasteh, a.g.e., s. 27. 509 Serdar Mutcalı, Arapça –Türkçe Sözlük (Dağarcık Yay.) 1995, md. “Zikir”, s. 1294 ; ayrıca bkz. Cebecioğlu, a.g.e., md., “Zikir”, s. 783; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 36; Chittick, Tasavvuf, s. 125; Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 162; Mâhir İz, Tasavvuf, haz. M.Ertuğrul Düzdağ (Kitabevi Yay.) İstanbul 1990, s. 128; Serrac, a.g.e., s. 510 510 Kuşeyri, a.g.e., s. 319. 511 Yılmaz, a.g.e., s. 162. 512 Hicr /9. 513 Cum’a /9. 514 Enbiya /7.

149

d) Bizzat “zikir” mânâsı ifade etmektedir. Birkaç örnek vermek mümkündür:

1- “Öyle ise siz beni (taat veibadetle) anın, ben de sizi (mağfiretle)

anayım...”515

2- “Onlar gece gündüz ara vermeyerek O’nu tesbih ve tenzih ediyorlar.”516

3-“...Allah’ı çok zikreden erkeklerle, Allah’ı çok zikreden kadınlar, işte

bunlar için Allah mağfiret ve pek büyük mükâfat hazırlamıştır.”517

Kur’ân-ı Kerim’de bu konu çeşitli açılardan ele alınmıştır. Aşağıdaki

örneklerde bu durumu görmek mümkündür:

-“Allah’ı çok anınız ki, belki kurtuluşa eresiniz.”518 Burada zikir ibadeti

kurtuluş vesilesi olarak kabul edilmiştir.

- “Rabb’inin ismini an ve her şeyden kesilerek O’na ibadet et.”519 Bu âyette

ise zikir esnasında tamamen Allah’a yönelmek gerektiği belirtilmektedir.

-“Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikrediniz sabah akşam da O’nu tesbih

ediniz.’’520 Görüldüğü gibi burada da Alllah’ı bol miktarda anmak gerektiği

belirtiliyor.

Hadis-i şeriflerde de zikre verilen önemi görmek mümkündür: “Rabbini

zikredenlerle zikretmeyenlerin hali diriyle ölünün haline benzer” 521

İbrahim Hakkı, zikri farklı ifadelerle tanımlamıştır. Ona göre, Allah’ı anmak

mârifet yolundaki esas unsurdur, Hakk ile ünsiyetin sebebidir, imanın alâmeti ve

ruhların kuvvetidir. Zikirle meşgul olmak en güzel zevktir.522

515 Bakara /152. 516 Enbiya /20. 517 Ahzab /35, Eraydın, a.g.e., s. 128. 518 Enfal/45. 519 Müzzemmil/8. 520 Ahzab/41; ayrıca zikirle ilgili olarak bkz. Al-i İmran/191; Ar’af /205; Nur/37; Ahzab/ 35; Hadid/16-17; Zümer/22; Zuhruf/36; İnsan/25; Ra’d/28; Enfal/110; Mü’minun/10; Ta-Ha/14; Münafikun/9; Mücâdele/19; Yâsin711; Furkan/18; Necm/29; Şuarâ/227; Kehf / 28; A’raf /69; Nahl/44; Nisa /103; Bakara/239 521 İmam Nevevî, Riyazü’s Salihin, 244. bölüm, hadis no: 1432, Buhari rivayet etmiştir, s. 886.

150

Tanımlarda da gördüğümüz gibi tasavvuf yolundaki en önemli faktörlerden

biridir zikir. Çünkü zikir sayesinde kalbî bağlılık sağlanabilir ve mâsivâya dair ne

varsa kalpten, ruhdan silinir.

İbrahim Hakkı’ya göre halvette olan zâkir devamlı Allah’ı anmayla meşgul

olursa onda birtakım mânevi haller meydana gelir. Buna ‘’üç vecd

deryası’’(müsteğrakatı-ı selase) denir.

Birincisinde zikrin etkisiyle insandaki kötü yönler ortadan kalkar ve latif hoş

yanları kalır. Zikrullah zıtlarını yok ederken (kötü huylar) insandan birtakım sesler

çıkar. Arı uğultusu, davul zurna sesleri gibi. Nitekim su da zıttı olan ateşi

söndürürken ses çıkarmaktadır.

Bu zikir anında zâkir Allah’ı anmanın dehşetiyle öyle bir hâl içine girer ki

dayanamayıp cinnet geçirmesi bile söz konusudur. Bu durumda ancak aklı vehmine

üstün gelen kişi zarar görmez.

İkincisinde insanın üzerine sırasıyla bir ışık, bunun ardından karanlık ve daha

sonra da zikrullah nuru gelir. Bu aşamadaki zâkir tamamen güven ve esenliktedir.

İman, yakîn, aşk ve zikrullah ile dopdoludur.

Üçüncüsünde de zikir gönülden çıkarak başa yükselir ve zâkir kendinden

geçmiştir. Zikrullah zâkirden ayrılmaz ve zikir ateşi asla yok olmaz. Bunların

neticesinde Allah zikriyle meşgul olan kişi, üzerine nurlar indiğini görür.523

Zikir gizli (hafî) ve açık (cehrî) olmak üzere ikiye ayrılır:

Silsileleri Hz. Ali (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dayananlar alenî

zikri; Hz. Ebûbekir (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dayananlar da hafî

zikri benimsemişlerdir.524

522 Mârifetnâme, s. 337. 523 Mârifetnâme, s. 340. 524 Eraydın, a.g.e., s. 128.

151

Bilindiği gibi herkes farklı bir yaratılış özelliğine sahip olduğundan kimisi

hafi zikirden zevk alırken kimisi cehri zikirden zevk almıştır. Böylece farklı tasavvuf

kolları farklı zikir türlerini uygulamışlardır. Ancak şunu söyleyelim ki zikrin her iki

şekli de sonuç itibariyle aynı kaynağa dayanmaktadır.

İbrahim Hakkı, zikri üç kısma ayırmaktadır:

Dille, kalple ve sırr ile.

Dille yapılan zikir: Lafızda kalıp da gönle inmeyen zikirdir.

Kalple yapılan zikir: Gönül dille beraber olursa bu ikinci aşama gerçekleşir.

Zâkir Allah’ın huzurunda olduğunun farkındadır. Zikredenin Allah ile bütünleştiği

zikir şekli de sırrî olur.525

Dille yapılan zikirde gaflet sözkonusu olduğu için bu zikrin kimseye faydası

yoktur. Nitekim Allah Teâlâ da kullarını, gâfillerden olmamaları konusunda

uyarmıştır. 526

Kalple yapılan zikirde dilin yanında kalp de etkilidir. Yani bu zikir kalp

huzuru ile yapılmaktadır. Bunun sonucu olarak da Allah Teâlâ, kişiye karşılıksız

ecirler verecektir. Ancak asıl hedeflenen zikir çeşidi bundan da bir adım öte olan sırr

ile yapılan zikirdir.

Üçüncü zikir çeşidi ise hem dil, hem kalp, hem de bütün uzuvların dâhil

olduğu zikirdir. Sâlik öyle bir zikirde bulunur ki sonuçta bu zikir önce diline, oradan

kalbine ve daha sonra da ruhuna ulaşarak orada muhabbetullahı meydana getirir.

Gönlünden mâsivâya dair ne varsa ortadan kalkmaya başlar ve mârifetullah kişinin

kalbine yerleşir. İşte tüm kaideleriyle yerleşen ve Cenâb- ı Hakk’ın da hoşnut

olacağı zikir çeşidi budur.527

525 Mârifetnâme, s. 341; ayrıca bkz. Zikrin çeşitleri için, Vehbi Yıldız, Değer Ölçüsü (2), ss. 182,189; Kuşeyri, a.g.e., s. 319; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 362. Zikrin çeşidini açık ve gizli olarak gruplayanlar da vardır: bkz. Hafızalioğlu, a.g.e., s. 39. 526 A’raf /205. 527 Rûmî, a.g.e., ss. 384 -395.

152

Zikir çok kapsamlı bir ibadet olduğu için528 herkes yaşantısına ve

hissettiklerine göre ona farklı anlamlar yüklemiş, farklı tasnifler yapmıştır :

Avamın, havassın ve ehassü’l havassın zikri olarak da ifade edilen zikir

çeşitleri vardır ki yukarıda belirttiğimiz dille, kalple, ruhla yapılan zikre tekâbül

etmektedir. Birincisi, tasavvufa yeni intisab etmiş olanların (mübtedi); ikincisi,

tasavvufta belli bir merhale katetmiş olanların (mutavassıt); üçüncüsü de,

müşahedeye ermiş olanların (müntehi ) zikridir. 529

Mübtedinn zikri kelime-i tevhiddir ve bu onu, “Allah’dan başka ma’bud

yoktur” anlamında zikreder. Mutavassıt ise onu, “Allah’dan başka matlub ve

maksud yoktur”anlamında zikreder. Müntehi ise onu, “Allah’dan başka mevcut

yoktur”mânâsında bu zikri gerçekleştirir.530

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla, tasavvufa yeni başlayan kişinin

öncelikle Allah Teâlâ’ya sağlam bir inanç besleyip O’ ndan başka herşeyi gönlünden

çıkararak tevhide ermesi, tek mutlak varlığın Allah olduğu fikrini gönlüne iyice

yerleştirmesi gerekmektedir. Bu sebeble bu aşamadaki kişi tevhid zikrine yoğunluk

vermeli, O’ndan gayrı hiçbir ilâh olmadığı inancında yoğunlaşmalıdır.

İkinci aşamadaki sâlik, tevhide erdikten sonra burada kalmanın mücâdelesi

içindedir. İstediği, yöneldiği asıl hedefi Allah’tır. Kendisini bu gâyeye götürecek

zikre ağırlık verir ve O’ndan başka hiçbir talebinin olmadığını dile getirir.

Bir sonraki aşamadaki sâlik ise varlıkları, varlıkların iç yüzlerini görüp

anlamıştır. Bu sebeble herşeyden yüz çevirmiş ve sadece Rabb’ine yönelmiştir.

Yapılan bir başka tasnifte ise zikir, imânın ölçüsü olarak ele alınmıştır. Şöyle

ki: Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın ismi anılınca kalbin titremesinden bahseder. (Enfal /

528 Al – i İmran /191’de ifade edildiği gibi insan, her anında , otururken, kalkarken her fırsatta Allah’ı anabilir. 529 Şimşek, a.g.e., s. 255. 530 Hüdâyi, a.g,e., s. 166.

153

2). Mü’minlerin ise devamlı surette Allah’ın adını zikrettiklerini dile getirir. (Al –i

İmran /191). Bunun yanısıra Allah’ı çok az ananların münâfıklar olduğunu ifade

ederken (Nisa /142), inkârcıların ise zikre uzak durduklarını bildirir.( Furkan /18,

Zümer/22, Mücadele 19)531

Şunu söyleyebiliriz ki; insanları birbirinden imânî açıdan çok kesin çizgilerle

ayırmak pek kolay olmasa da kabül edilmesi gereken birtakım gerçekler söz

konusudur. İnsan tanımadığı şeye yabancıdır. Tanımadığı için de o şeyi sevmesi, ona

muhabbet beslemesi beklenemez. Ancak bilgi sahibi olundukça arada sevgi oluşur.

Yukarıda ifade edilen tasnife dönersek, inançsız insan Yaratan’ını tanımıyor. Bu

sebeble de O’nun yüce vasıflarını bilemiyor ve bilmediği için yeterince sevgi bağı

gelişmiyor, O’nu anma ihtiyacı hissetmiyor. Nitekim seven, sevdiğinden bahsetmek,

onu anmak ister. Mü’min ise Rabbini kendi imkân ve istidatlarına göre tanıdığı için

O’na karşı muhabbeti zaten var. Tıpkı Leyla’sını seven Mecnun gibi gözü O’ndan

başkasını görmez ve dili O’ndan başkasını anmaz.

İbrahim Hakkı zikirdeki sıralamayı ifade eder : “.... İrfan isteklisi olan,

Allah’ı zikre devam etmekle o kadar zikreder ki, dil ile zikri kalbî zikre, kalbî zikri

de sırrî zikre dönüşür...” 532 Sâlikten beklenen de kalbi mutmain oluncaya ve

tevhidin amacına erinceye kadar zikre devam etmesidir.533

Ancak İbrahim Hakkı, bu ibadetin başka bir boyutuna değinir ve zikrin çok

büyük bir ibadet olmasından dolayı her ne şekilde olursa olsun terk edilmemesi

gerektiği üzerinde durur. Ona göre, zikrullah gafletle yapılsa da terk edilemez. Zira

“zikrullah için inkarı mümkün olmayan bir saltanat vardır.”534 diyen İbrahim

Hakkı’ya göre zikir en üstün amel, en şerefli hâl, en mükemmel sıfat ve geçirilen en

hoş vakitlerdir. 535

531 Ergül, a.g.e., s. 261. 532 Mârifetnâme, s. 341. 533 Rûmî, a.g.e., s. 386. Gazali de, faydalı olan zikrin devamlı ve kalp huzuruyla olduğunu; gâfil kalple yapılan zikrin faydasının az olduğunu söyler.(Bkz., İhya, c.1, s. 869). 534 Mârifetnâme, s. 341. 535 Mârifetnâme, s. 342.

154

Zikrin en efdali kalple ve gizlice olandır. Ancak açıktan yapılan zikrin de

sâlikin durumuna göre ayrı bir fonksiyonu ve önemi vardır. Dille yapılan bu zikir,

kalbî zikre bir nevi hazırlık sayılabilir.536

Kanaatimizce zikir gafletle ve dille yapılıyor olsa bile buna devam etmek

gerekir. Çünkü bunun elbette pozitif yanları vardır. Şöyleki:

Zikredildiğinde öncelikle Allah’ın emrine uyma ve zikre yönelme söz

konusudur. Bunun dışında insan, zikre devam ederek kendisine ve bulunduğu âna bir

anlam katmış, değer yüklemiş olur. Ayrıca insan dille zikre devam ettikçe kalbî zikre

yol bulmuş olur.

Dil ile zikrin saydığımız şekilde elbette faydarı vardır. Ancak kanaatimizce

asıl önemli olan zikrin hakikatine ermek, o ruhu yakalamaktır. Bunu kavrayabilen

insan ne şekilde olursa olsun Allah ile bağlantısını sağlayacaktır.

İbrahim Hakkı, zikrin sonuçlarından, sâlikin karşılaşacağı birtakım hoş

anlardan bahseder. Ona göre, zikre devam eden zâkirin mânevi dünyası gelişir,

itminana eriştiği için kalp huzurunu yakalar ve nefsânî yönü insânî yöne döner.

Mevlâsı’nın mârifetini elde etmeye başlar. O öyle bir makama ulaşır ki kendisine

Allah katından ilim (ilm-i ledunni) verilir. Allah’ı anmaya devam ettikçe ona

meleküt âleminin sırları açılır. 537

Zikredildiği zaman kişinin kalbinde muhabbetullah oluşur ve kalpten

mâsivâya dair ne varsa uzaklaşır. Yapılan zikir sonucu insanın basireti açılır ve kalp

karanlığı giderilir. Gönül dünyasında insanı gaflete sevk eden pek çok perde de

ortadan kaldırılır. 538

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi zikrullahın pekçok faydası vardır. Çünkü

kul, Rabb’ini hatırlamış ve sevgisinin sonucu olarak zikre yönelmiştir. Salikin zikir

536 Serrac, a.g.e., s. 510. 537 Mârifetnâme, ss. 341-342. 538 Rûmî, a.g.e., s. 387; ayrıca bkz. Eraydın, a.g.e., s. 127.

155

sonucu elde edebileceği en önemli kazanç kalp huzurudur. âyette de belirtildiği gibi

(Rad /28) kalp ancak Allah’ı anmakla huzura erecektir.539 Çünkü kalp de kendisini

yaratana müteveccihtir.

Zikirden uzaklaşıldıkça insanda bir huzursuzluk, mânevi anlamda bir sıkıntı

baş gösterir540 ve kalpde meydana gelen bu boşluğu şeytan hiç bırakmaz hemen

harekete geçer, kişiyi rahatsız eder. (Zuhruf /36-37) Bu durumun çözümünü de yine

Allah’ı anmakta buluyoruz. Şeytanın vereceği vesveselere, şüphelere karşı yöntem

yine zikir, yine Allah’ı hatırlamak ve yine Allah’a yönelmektir. (A’raf /201 )

İbrahim Hakkı’ nın de ifade ettiği gibi zikre önem vermek ve onda

yoğunlaşmak son derece mühimdir ta ki bu gayreti kişiyi hedefine ulaştırabilsin.

Gerekçesi ne olursa olsun insan, zikirden uzak kalmamalı, her fırsatta gönlünü

Rabbine açmalıdır. âyetlerde dünyevi hiçbir uğraşın kendisini, Allah’ı anmaktan

alıkoymadığı kulların tasviri 541 yapılmaktadır

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hakikate erdiği için Allah’ı anmaktan bir an bile

uzak kalamazdı. Hz. Ayşe (r.anha) Hz Resul’un (s.a.v.) bütün zamanlarında Allah’ı

zikrettiğini belirtmiştir.542

Zikir ulvî bir ibadettir. Rabbin huzurunda olmaktır.Bu kadar önemli bir

amel de rastgele olmamalı edeb ve ölçü içinde, özen içinde yapılmalıdır. Yazarımız

zikirden önce ve zikir sırasında uyulması gereken kuralları açıklamaktadır:

Zâkir öncelikle beden ve ruhunu meşguliyetlerden kurtarmalıdır. Daha

sonra abdest alıp kendisine uygun bir yer seçmeli. Kıbleye dönük olarak bağdaş

539 Mutasavvıflar itmi’nanı da kendi içinde bölümlere ayırırlar: a) Avam’ın itmi’nanı: Zikir sayesinde sükûnete erer ve bu duygudan hazz alır. b)Havass’ın itmi’nanı: Kazaya rızâ ve sıkıntıya sabır şeklinde kalplerin yatışmasıdır. c)Ehassü’l havassın itmi’nanı: Vuslata ermeyi arzularlar. Bunların tek hedefi Hakk ile beraber olmaktır. (Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 167-168) 540 Allah’ın zikrinden uzaklaştıkça insanın karşılaşacağı sonuçları âyetler bize haber vermektedir: “Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse şiddetli azaba sokar.” Cin /17; Rabbinin âyetleri kendilerine zikredildiğinde onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim var mıdır? Şüphesiz suçlulardan öc alınacaktır.” Secde /22 (bkz. Mihr, a.g.e., s. 121) 541 Nur /37, Münafikun /9. 542 İmam Nevevî, Riyazü’s- Salihin, hadis no :1442, Müslim rivayet etmiş, s. 890.

156

kurarak elleri dizleri üstünde zikretmelidir. Bunların dışında gündüz oruçlu, gece

ibadette olmalıdır. Az yemekle iktifa edebilmeli. Zikrullahdan başka dualar

okumakla meşgul olmayıp farz ve sünnetleri kılmalıdır. 543

Bu çok önemli olan tevhid zikrini usülüne göre söylemek gerekir. Sâlik, LA

İLAHE dediği zaman, başını sağ tarafına çevirmeli; İLLALAH dediği vakit de

başını sola çevirip sert bir şekilde söylemelidir. Harf ve harekeleri doğru söyleyip

yanlış telaffuz etmemeye son derece gayret göstermelidir. Bu sebeble hayli çalışmak

ve çok ihtiyatlı davranmak gerekir. Mümkün oldukça halvete de yer vermelidir. 544

Kanaatimizce azim ve uzlet üzerinde durulmasının sebebi, yapılan işe

yoğunlaşabilmek ve böylece tasavvûfi ilerleyişi sürdürebilmek. Çünkü çok hassas

olan bu yolda sâlikin mânevi açıdan doyuma ulaşması önemlidir.

En büyük zikir Kelime-i Tevhid’dir. Yazarımız bu konuda da açıklamalarda

bulunur, bu zikrin faziletlerine değinir :

“Lailaheillallah” zikri en büyük kaledir. Ve bu kaleye sığınan elbette pek çok

nimete mahzardır. Bu sözle kalp temizlenmiş ve Allah’a ulaşılmış olur.545

En efdal zikir tevhiddir. Çünkü bu zikir, nefse tesir bakımından en güçlü olan

zikirdir. Bu zikrin bir nâr bir de nur yönü vardır. Nârı yani ateşi Allah’dan gayri

herşeyi yani mâsivâyı yakıp temizler. Nuru ise kalbi parlatır. 546

Salikin kalbinde zikrullahın nuru vardır ve bu nur iyice yerleştikten sonra asla

kaybolmaz, hatta zâkirin kabrinde bile ona yoldaş olur. 547

543 Mârifetnâme, s. 343; ayrıca bkz. Hafizalioğlu, a.g.e., s. 44; Abdülkadir Geylani, Sırrü’l Esrar, s. 63 544 Rûmî, a.g.e., ss. 532-535 ; ayrıca zikrin şartlarıyla ilgili olarak şu maddeleri de sayabiliriz : a)Zikir ehil bir şeyhin önderliğinde olmalı, b) İhlas ile yerine getirilmeli, c) Muhabbet ve vuslat arzu edilmeli, d) Zikir nefs için değilAllah Teâlâ’nın hoşnutluğu için yapılmalı, e) Gafletten uzaklaşılarak huzurlu bir şekilde yapılmalı, f)Kalp, zikirle değil zikredilenle bağlantılı olmalı.(Bkz., Şimşek, a.g.e., s. 253) 545 Mârifetnâme, s. 345; ayrıca bkz. bu zikrin faziletine dair, İmam Nevevî, Riyazü’s Salihin, hadis no: 1435, s. 888, Tirmizi’den Rivayet; Vehbi Yıldız, a.g.e., ss. 195-197. 546 Hüdâyi, a.g.e., s. 165. 547 Rûmî, a.g.e., s. 389.

157

Yukarıda açıklandığı şekliyle tevhid zikrinin bu büyükllüğü nereden

kaynaklanmaktadır? Ona bu değeri katan, taşıdığı mânânın derinliğidir. O olmadan

hiçbir varlık ve hiçbir nesne bir anlam taşımaz. Zira o, temeldir, asıldır. Dinin

temelidir, peygamberlerin tarih boyu süren tevhid- şirk mücadelesinin temelidir.

Aynı zamanda o, tüm ibadetlerin ve tüm zikirlerin de özüdür. Çünkü kulu Allah’a

yönelten tüm uyarıların temelinde de aynı inanç vardır. Yani “tevhid” inancı. Kul

da bu inançta olduğu için O’na yönelmekte, O’na gönül vermektedir. Nitekim kul,

tevhidin hakikâtine ermek için çabaladığında onun anlamının ne kadar büyük

olduğunu fark edecektir. Çünkü insan “lailaheillallah” dediğinde; Allah’ın dışındaki

tüm varlıkları, inandığı, gönül verdiği tüm değerleri, sistemleri yok sayıyor, onları

bir tarafa itiyor; sadece Allah’ın birliğine, tek mutlak varlığın O olduğuna, O’nun

dışındaki hiçbir otoritenin aslında gerçek anlamda bir güç ifade etmediğine

inandığını ortaya koyuyor ve bu inançla yepyeni bir derinlik kazanıyor. Böyle bir

inançla yoğrulan ruh da kendi derinliği oranında ameller yapacak ve gerçek

anlamda kemâlâta ermiş olacaktır.

Zikir ibadetinin diğer ibadetlerden farklı bir boyutu vardır. Zira zikir,

istenilen her an yapılabilir. Diğer ibadetlerde belli bir zaman tasnifi sözkonusuyken

zikir için böyle bir şart yoktur. Yeter ki kul Rabbine yönelmek istesin Rabbi her an

kendisiyledir.548

Gördüğümüz kadarıyla âyette de buna işaret edilmektedir: “Onlar ayaktayken,

otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler...”549 Burada da belirtildiği gibi insanın,

her an zikir halinde olması mümkündür. Zira zikir anmak, hatırlamak demektir.

Dolayısıyla insana Allah’ı hatırlatan herşey bir nevi zikirdir. Bu açıdan bakıldığında

ibadet de, tefekkür de, sabır da, şükür de , tevbe de kulu Allah’a yönelten bir tür

hatırlama basamağıdır. İnsan bu şuurda olduğu zaman da yaptığı tüm hareketler

anlam kazanacak ve günlük bir fiil olmanın ötesine geçecektir. Bu düşüncedeki kişi

işe Allah’ın adıyla başlayacak, O’nun adıyla devam edecek ve zihninin bir köşesinde

548 Bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 321; ayrıca bkz. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) ss. 180-181; İz, a.g.e., s. 129. 549 Al-i İmran /191.

158

daima O olacaktır. Bundan dolayı böyle bir insan, zamanının tüm karelerini zikirle

dolduracak, Rabbiyle olmanın hoşnutluğunu yaşayacak ve Allah ile olan bağlantısını

sürdürecektir.

İbrahim Hakkı’ya göre mârifet yolunun en kısası zikirdir. Çünkü zâkir,

zikirde öylesine yoğunlaşır ki nihâyet kalbinden perde kalkar ve müşahedeye

erişir.550

Gördüğümüz kadarıyla mârifet yolunda ilerlemek uzun bir süreç, sabır ve

azim gerektirir. Birtakım vesileler de vardır ki hedefe ulaşmayı hızlandırır. İşte zikir

bunlardandır. Kanaatimizce bunun sebebi, zikrin her an yapılabilme özelliğine sahip

olması ve bu ibadetin önemi. Çünkü insan neyle meşgulse o meşgul olduğu şeyden

etkilenecek, ona göre şekillenecek ve onun izlerini taşıyacaktır. Zira Allah’ın zikriyle

meşgul olan insanın da dilinden güzel sözler çıkacak, kalbinde güzel yansımalar

meydana gelecek ve bu etkileşim sonucu insan güzelliklere sahip olacak, kendinde

Allah’ın hoşnut olduğu sıfatları sergilemeye başlayacaktır. Böylece mârifete ve

ilâhi sırlara erişebilecektir.

Zikir, diğer âlemde mutluluk getirdiği gibi bu dünyada da Allah’a yakınlık

sağlayabilmenin yolunu açar ve kişiye her iki dünyada da huzuru yakalamış bir

kalp sunar.551

J. TEFEKKÜR

Tefekkür, inceden inceye ayrıntılı olarak düşünmek demektir.552 Tefekkür bir

mesele hakkın da düşünmek, zihni yormak ve işin şuuruna varmaktır.553

550 Mârifetnâme, s. 343. 551 Chittick, Tasavvuf, s. 130. 552 Mutçalı, a.g.e., md. “Tefekkür”, s. 671. “Tefekkür” kelimesi, bulunduğu sîga itibariyle aşamalı, uzun süreli ve sistemli düşünmeyi ifade eder. 553 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 22; ayrıca bkz. Hüseyin Aslan, İbrahim Demir, Menba, (Afşar Yay.) Ankara 2002, c. 1, s. 1570.

159

Sülemi’ye göre: “Tefekkür kalbin lambasıdır, onun ışığıyla kalbe gelen

nurları görür.” Tefekkür, kalbin açılması meselesiyle uğraşmaktır.554

İbrahim Hakkı, tefekkürü tanımlamaktadır:

Hakkın yarattıklarını düşünmenin sonucu mârifete ve mârifet aracılığı ile de

Allah’ a (c.c.) varılır. Tefekkür insanın gönül dünyasında yanan bir kandildir ki insan

bu kandilin ışığıyla temyiz gücünü kullanıp doğruyu bulur. Tefekkür kalbin

korunmasını sağlayan güçlü bir kurtarıcıdır. Tefekkür eşyanın iç yüzünü kavratan

tılsımdır.555

Gazali de bu konuda benzer bir açıklamada bulunur. Ona göre insan zulmet

içerisindedir. Kendisini bu zulmetten, karanlıktan kurtaracak bir ışık aramaktadır.

İşte bu aradığı nur “mârifet” nurudur ve mârifete de ancak tefekkürle ulaşılır.556

Tefekkür neticesinde insan geniş bir ilim elde eder. İnsanın ilminin artması

sonucunda, kalbinin hâli değişir. Bunun akabinde ise insanın davranışları ve

hareketleri daha farklı bir durum arz eder. O halde insanın daha fazla bilgi elde

etmesi ve davranışlarının değişip düzelmesi, tefekkürle başlamaktadır.557

Açıklamalarda gördüğümüz kadarıyla potansiyel olarak düşünme ve akletme

gücüne sahip olarak yaratılan insanın hiçbir gayret sarfetmeden, kendisini doğruya

sevkedecek unsurları araştırmayıp bunlar üzerinde düşünmeden hakikate ulaşması

zordur. Madem ki insana bu güç verilmiş o halde bunu kullanmalıdır. Kur’ân-ı

Kerim’e baktığımızda da akıl kelimesinin hep fiil olarak kullanıldığını görüyoruz.558

Yani insandan düşünmesi, tefekkür etmesi bekleniyor. Bu zihnî faaliyettir ki kişiyi

mârifete ulaştıracaktır. Nitekim “kendini bilen Rabb’ini bilir” ilkesi de bunu

doğrulamaktadır. Kendinden hareketle kâinata açılan insan, ufkunu daima

554 Sülemî, a.g.e., s. 26. 555 Mârifetnâme, s. 347. 556 Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 708-709. 557 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 22. 558 Ergül, a.g.e., s. 103.

160

genişletecek ve bu tefekkür sonucu kendi konumunu daha iyi anlayacak ve

benliğini aşmanın yollarını arayacaktır.

Tefekkürün sonuçları mârifetullah ve muhabbetullahtır.559 İnsan birşeyi

tanıdıkça ona olan muhabbeti artar. Dolayısıyla tefekkür, mârifet, muhabbet arasında

güçlü ve çift yönlü bir ilişki vardır. İnsan düşündükçe bilgi sahibi olur, bilgisi ve

irfânı artınca bilgi sahibi olduğu şeye karşı sevgi beslemeye başlar. Dolayısıyla kul

Rabbinin huzurunda düşünecek, düşündükçe onun eserlerini, sıfatlarını daha iyi

kavrayacak, böylece Rabbini daha iyi tanımış olacak. Bu tanımanın ardından da

muhabbet gelecektir. Bu muhabbet de kişiyi yeni ilimlere, yeni ufuklara

yönlendirecektir.

Tefekkür düşünmektir. Ama bu düşünme rastgele bir düşünme değildir ve

öyle de olmamalıdır. İnsan sağlam bir akılla ve sistemli düşünmeyle hedefine

ulaşabilir.560

Tefekkür konusu, Kuranı Kerim’de çok geniş bir şekilde ele alınmaktadır:

“ Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah’ı anarlar göklerin ve

yerlerin yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen

münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru” derler.”561

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun

eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” 562

“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir

bakın, işte Allah bundan sonra ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her

şeye Kâdir’dir.”563

559 Mârifetnâme, s. 347. 560 Hüseyin Aslan, İbrahim Demir, a.g.e, c.1, s. 1564. 561 Al-i İmran/191. 562 Casiye /13: “Düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır. ” ifadesi Kur’ân-ı Kerim’de beş defa geçmektedir : Rad /3, Nahl /69, Rum/21, Zümer/42, Casiye/13. Tefekkür kelimesiyle aynı kökten meydana gelen kelimeler, Kur’ân-ı Kerim’de onsekiz yerde kullanılmaktadır. (Bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 22) .

161

Nitekim hadis-i şerif’te de tefekkürün büyüklüğü anlatılmış ve “Bir saat

tefekkür, bin sene ibadetten hayırlıdır.”564 buyrulmuştur.

İbrahim Hakkı, Allah’ın zâtını düşünmenin doğru olmadığını, eğer

düşünülecekse O’nun kudretinin, sanatının, hikmetinin tefekkür edilmesinin daha

uygun olduğunu bildiriyor. Çünkü insanın Allah’ın zâtı hakkında bilgisi yoktur.

Bilgisi olunmayan bir konunun ise insanı yanlışlığa itmesi kaçınılmazdır.565

Gazali’ye göre, tefekkürdeki zirve nokta zât-ı ilâhi ve sıfatlarda olur. Ancak

buna beşerin tâkâti yetmeyeceği için şeriat buna izin vermemiştir. Çünkü Allah

Teâlâ’nın celâli çok parlak, çok nurludur. Bunun parlaklığına hiçbir göz dayanamaz.

Zira insanın düşünebileceği alan sınırlıdır. O, görebildiği şu somut dünya ve kâinat

hakkında düşünceye dalabilir. Çünkü daha fazlası insanı aşar.566

Yukarıda da ifade edildiği gibi, insan aklının sınırlılığına karşın Allah’ın

kudreti, azameti sınırsızdır. Dolayısıyla sınırsız olanı, sınırlı olanla ihâta etmek

mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim de bu gerçeği: “Size ilimden az bir şey verildi.” 567

şeklinde ifade etmekte ve insanın âcizliği, insan aklının sınırlı olduğu gerçeğini

ortaya koymaktadır. Âyetin ışığıyla anlıyoruz ki insanın, zihninde canlandıramadığı,

hakikâtine eremediği gerçekleri idrak etmesi zordur. Dolayısıyla insan bu tür

hakikatleri anlamayı arzularken hakikatten bile uzaklaşabilir. Nitekim Allah’ın zâtı

da beşerin kavrayamayacağı bir gerçek olduğuna göre insanın bu konuda tefekkür

etmemesi daha doğrudur. Çünkü insan aklının anlamaktan aciz kaldığı bu nokta, onu

yanlış düşüncelere sevk edebilir.

563 Ankebut/20; ayrıca konuyla ilgili olarak bkz. Bakara/219,266, Mâide/18, Yunus/24, Rad /13. Gazali, tefekküre götüren deliller hakkında geniş açıklamalar yapar. konuyla ilgili bkz. Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 712-721. 564 Aclûnî, İsmail b. Muhammed el Cerrâhî, Keşfu’l Hafâ ve Muzîlu’l İlbâs, tahkik: Ahmed el Kallâş, (Müessesetü’r-Risâle) Beyrut 1980, 4. Baskı, c. 1, s. 370. 565 Mârifetnâme, s. 347. 566 Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 711-712. 567 İsra /85.

162

O halde insan, kendi benliğinin farkına vardırabilecek konuları, doğru bir

şekilde düşünüp, aczini anlayıp, beşeriyetini ve “kul” olduğunu ilan edip Rabbine

vasıl olmalıdır.

K. SABIR

Sabır sözlükte birini bir şeyden alıkoymak, tutmak, dayanmak gibi anlamlara

gelir.568

Sabır, şikayet etmeden memnunsuzluk göstermeden, gelen sıkıntılara

katlanabilmektedir. 569

Sabır, nefsin kendi isteklerinin peşinde koşmasını engellemeye çalışmak ve

Hakk’ın rızâsı için mücâhede gereken durumlarda mücâhedeye yönelmektir.570

Mârifetname’de sabrın tanımlarını görüyoruz:

Sabır, nefsin zevklerinden uzaklaşabilmektedir. Sabır sıkıntılara karşı, şikayet

etmemek, zorlukları rızâ ile kabul etmektir. Sabır, rızâ ile birleşirse o zaman

kolaylaşır.571

Kanaatimizce insan nefsi hoşlanmadığı birşeyle karşılaşınca ya da hoşlandığı

bir durum engellenince o zaman sabrını ortaya koyacaktır. Çünkü rahat içindeyken

ne kadar sabırlı olduğunu anlamak zordur.

Gazali’ye göre sabır insana mahsus çok özel bir haldir. Hayvanlar çok

noksandır ve nefsinin esiridir. Bundan dolayı onlarda sabır yoktur. Melekler de çok

kâmil ve Allah’ın aşkına dalmış olduğundan sabra ihtiyacı yoktur. Ancak insan ikisi

arasındadır. Bazen nefsi, bazen ruhu baskın çıkar. İşte bu mücâdele ânında sabır çok

568 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Tefekkür”, s. 605. 569 Dânâ, Altınoluk Sohbetlerı (1) s. 174. 570 Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 354; ayrıca sabrın tanımları için bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi c. 7, s. 87. 571 Mârifetnâme, s. 373.

163

önemlidir. Gazali’nin ifadesiyle: “Şehvet kuvvetine karşı din kuvvetinin

dayanmasıdır” sabır.572

Açıklamalardan şunu anlıyoruz ki insanda hem akıl hem de nefs bulunduğu

için sabır insana mahsus bir sıfattır. İnsanın aklını kullanarak nefsine yenik

düşmemesi ve buna bağlı olarak da sabretmesi ona ayrı bir değer katacak ve onu

gerçek kimliğine eriştirecektir. Hatta insanın sabır potansiyelini artırmaya ve

sabredemediği durumlara karşı da sabrını geliştirmeye çalışması önemli bir

ayrıntıdır. Nitekim âyette “sabırda yarışmaktan”573 bahsedilmektedir.

İbrahim Hakkı bollukta şükredip, darlıkta sabretmeyi; sıkıntılara karşı dirençli

olmayı ve sabredip hemen kızmamayı tavsiye etmektedir.574

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (k.s.): “Âfiyete sabır, belâya sabırdan daha

zordur.”575 diyerek sabrın bu yönüne dikkât çekmiştir.

Gördüğümüz kadarıyla, musibet gibi nimet içinde olmak da imtihandır.

Musibete sabretmek ne kadar zorsa nimete şükretmek, onun hakkını vermek ve

sahip olunan imkânları bu şuurda kullanmak da en az onun kadar zordur. Çünkü

insan nimet içindeyken bulunduğu durumun önemini tam anlamıyla kavrayamıyor.

Ancak bunlardan yoksun olduğunda aslında kendisinin ne kadar zengin olduğunun

farkına varıyor. Bundan dolayı insandan beklenen önemli bir vazife var ki o da

sabır –şükür dengesini sağlamasıdır.

İbrahim Hakkı’ya göre sabrın gücünü dağıtan unsur telaşa kapılmaktır.

Müellifimiz, bunun üzerinde etraflıca durmuştur. Ona göre sabretmeyip telaş yapan

kişi hiçbir fayda sağlayamaz ve yalnız kalır. Zira böyle bir kişi ibadete devam

etmekte de sabırlı olamadığı için daha fazla sıkıntıya maruz kalmış olur. Ayrıca bu

kişi sabrın karşılığındaki ecirden de yoksun olacağı için her hâlükârda zarardadır.576

572

Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 606,612. 573 Al-i İmran /200. 574 Mârifetnâme, s. 373. 575 Dinç, a.g.e., s. 134. 576 Mârifetnâme, s. 374.

164

İbn Mübârek: “Musibet bir tanedir. Buna uğrayan, sabırsızlık ettiği zaman

(musibet), iki tane olur. Onlardan biri musibetin kendisidir. İkincisi, musibetin

ecrinin gitmesidir. Asıl musibet budur. Musibetin kendisi değildir.” 577 diyerek sıkıntı

ânındaki sabrın önemine dikkât çekmiştir.

Kanaatimizce insan sabırsızlık içine girdiği zaman psikolojik açıdan da

kendini çok rahat hissetmez. Bunun sonucunda da normal bir zamanda yapmayacağı

yanlışlıklara düşer. Sabır gösterilmesi gereken bir durumla karşılaşıldığı zaman bize

göre, ilk yapılması gereken, sağlıklı düşünmeye, doğru karar vermeye çalışmaktır.

Nitekim Mevlânâ da “zihnî karışıklık saatinde sabrı tavsiye etmektedir.”578 Bu

aşamayı başarıyla tamamlayan kişi artık daha güçlü ve daha cesaretli olacaktır.

Sabır, Kur’ân-ı Kerim’de üzerinde önemle durulan bir konudur. Değişik

türevleriyle birlikte yüz üç yerde kullanılmıştır.579 Şu örnekleri görmekteyiz:

“Ey iman edenler, sabırla ve namazla Allah’tan yardım dileyin. Muhakak

Allah’ın yardımı sabredenlerle beraberdir.” 580

“Öyleyse Rabbinin hükmüne sabır göster.”581

“Ey iman edenler! Sabredin ve sabırda yarışın.”582

“Onlar sabredenler ve Rabblerine tevekkül edenlerdir.”583

İbrahim Hakkı, sabrın ne büyük bir amel olduğunu; Kur’ân-ı Kerim’de

üzerinde ısrarla durulmasını, pek çok âyette tekrarlanmasını delil getirerek

vurgulamaktadır ve böylesine değerli bir amele ulaşabilmek için kişinin çok gayretli

olması gerektiğini bildirmektedir.584

577 Dinç, a.g.e., ss. 134-135. 578 Arasteh, a.g.e., s. 96. 579 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 170. 580 Bakara / 153. 581 İnsan /24. 582 Al-i İmran /200. 583 Nahl /42; ayrıca sabırla ilgili olarak bkz. Mü’min /55,77; Şûra / 13,33;Tûr /48; Asr /1-3; Hacc /35; Ra’d /22; Yunus /109; Hicr /97-98; Lokman/17; Câsiye /14; Müzzemmil /10; Hucurat /15. 584 Mârifetnâme, s. 373.

165

Hz. Ali (r.a.), şu sözüyle sabrın önemini vurgular: “İman için sabır, cesetteki

baş durumundadır. Başı olmayanın cesedi bir işe yaramayacağı gibi (taat ve

musibete) sabrı olmayanın da imanı yok hükmündedir.”585

Sabrın bu kadar büyük bir önem taşıması kanaatimizce, onun her iş için

gerekli olmasından kaynaklanmaktadır. Zira dünyevi ve uhrevi başarıya ulaşmak

ancak sabır sayesinde mümkün olmaktadır. Sabrın çeşitlerinde de gördüğümüz gibi

insan, sabır gösteremediği sürece ibadete dahi yönelemiyor. Bundan hareketle

diyebiliriz ki sabır insanın güç kaynağı olmalı ve insan bu kaynaktan aldığı güçle

hep daha ileri hedeflere yönelmelidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) sabrın önemli bir boyutuna değinir ve onun

sıkıntıyla karşılaşılan ilk anda olması gerektiğini ifade eder.586

Hadis-i şerifin belirttiği bu durum oldukça mühim. Bize göre insan için en

büyük imtihan, bu ilk etapta göstereceği sabır olsa gerek. Bir süre sonra insan

sıkıntıya zaten alışıyor. Kanaatimize göre bu da istikrarlı bir hayatın sonucunda

gösterilebilecek bir başarıdır. Sıkıntısız zamanlarda boş yere telaşa kapılıp sabır

gücü dağıtılmıyorsa; musibet ânında sabır gösterilebilir.

İbrahim Hakkı, sabrın dört çeşit olduğunu belirtir. İtaatte ve kötülükleri terk

etmekte sabır, dünyanın lüzumsuz uğraşlarına karşı ve sıkıntılara karşı sabır

şeklinde.587

Bunlara sabretmek oldukça zordur. Çünkü kişinin nefsine ağır gelmektedir.

Abdulkâdir Geylani’ye göre Allah katındakilere, ancak sabırla sahip olunur. Allah’ın

585 Mekkî, a.g.e., s. 345, Hz. Ali (r.a.) ayrıca sabrı, İslâm’ın dört esasından biri sayarak sabrın ne kadar önemli olduğunu ifade etmiştir. ( Mekkî, a.g.e., s. 345) 586 İmam Nevevî, Riyazü’s Salihin, 3.bölüm, hadis no:31, Buhari ve Muslim rivayet etmiş, s. 54. 587 Mârifetnâme, s. 374; ayrıca bkz. Süleyman Uludağ, İslamda İrşad, (Mârifet Yay.) İstanbul 1992, s. 249; Ahmet Önkal, Rasullah’ın İslam’da Davet Metodu, ( Esra Yay.) Konya, 1992, s. 169; Yıldız, Değer Ölçüsü (1), s. 177; Gülen, Fasıldan Fasıla (4), s. 99; Kuşeyri, a.g.e., s. 278 ; Gazali, İhya, c. 4, s. 129,136; Dinç, a.g.e., s. 129-136; Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 364.

166

sevdiği kullar, sıkıntıya uğradıklarında hemen sabra dayanırlar, ağlamaz ve

sızlanmazlar. Mü’minler de musibet zamanında bile iyi işleri arar.588

Şunu ifade edelim ki insan olmanın bedeli “sabırlı olmaktır.” Çünkü âyette: “

Biz insanı meşakkat içinde yarattık”589 buyuruluyor. Öyle bir meşakkat ki hayatın

her anında, her karesinde kendisini hissettiriyor.

İbrahim Hakkı, sabırlı olunması gereken belirli çizgileri ortaya koymuş.

İnsandan da daima kendisini yenileyip, yeni bir güçle olayların karşısına çıkması

bekleniyor.

Gazali de sabredilecek konular hakkında açıklamalar yapar. Ona göre itaatte,

güzel amel işlemekte de sabra ihtiyaç vardır. Çünkü amellerin birkısmı tembellikten

(namaz gibi ); diğer birkısmı mala fazla kıymet vermekten (örneğin zekat ); bir

bölümü de her ikisinden (örneğin hac ) dolayı zor gelmektedir. Yapılan amellerin

düzgün olması için gösterilen gayret de ayrı bir sabrı gerektirmektedir.590

İnsanın bunca nimet karşılığında itaate dönmesi gerekir. Ama bu sanıldığı

kadar kolay değildir. Nefsine söz geçirerek ibadete yönelmek ciddi anlamda sabır

istiyor. Bakınız âyette; “Namaza sabırla devam et”591 buyrulması da bunu

doğrulamaktadır.

İbrahim Hakkı, kötülük ve günah işlememe konusunda sabırlı olmaktan da

bahseder. Çünkü insan kötülük işlemeye ve günaha girmeye mütemâyildir.592

Gazali de bunun üzerinde durur: “Şehvet ne kadar kuvvetli ve günah işlemek

ne kadar kolay olursa o günahı işlememeye sabretmek o kadar zor olur.” 593 Ödenen

bedel ne kadar yüksekse; karşılığı da o kadar büyük olacaktır.

588 Abdulkâdir Geylânî, Feth’ur-Rabbani, s. 24. 589 Beled/4. 590 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 609. 591 Ta Ha/132. 592 Yusuf/ 53. 593 Gazali, Kimya-yı –Saadet, s. 609.

167

Gazali, insanın dille işlenen günahlara karşı direnmesi için sabra dayanması

gerektiğini ifade eder. Çünkü dil çok hareketli olduğu için onu dizginlemek daha

zordur. Özellikle kalabalıkta dili korumak çok daha güç olduğundan bunun çözümü

de uzlettir.594

Ebû Tâlib el Mekkî de sabredilmesi gereken konuları ayrıntılı olarak

açıklamaktadır. Ona göre, nefsin isteklerine karşı sabır, Hakk’ın hizmetinde olmaya

devam için sabır, sıkıntı zamanında isyana dalmamak üzere sabır, sahip olunan

nimetlere karşı sabır, insanlara eziyet etmemek için sabır, salih amellerde

bulunabimek için sabır...595

Amellerde gösterilecek sabır da oldukça önemlidir. Zira amellerdeki sabrı;

amellerden önce, amel esnasında ve amelden sonra olmak üzere üç bölümde ele

almak isabetli olur:

Allah Teâlâ, sabrı amelden önce zikrederek şöyle buyurmuştur :

“Ancak sabredip güzel (salih ) amel yapanlar böyle değildir. Onlar için

mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.”596

Amelde sabır, onu tamamlayana kadar sükûneti elden bırakmamaktır. Şu

âyet-i kerime de amelde sabra işaret etmektedir :

“Sabreden (salih ) amel sahiplerinin mükâfâtı ne güzeldir .”597

Amelden sonra sabır ise bu yapılan ameli gizlemek ve onunla övünmeyi terk

etmektir.

594 aynı sayfa. 595 EbûTâlib el Mekkî, a.g.e., s. 354. 596 Hûd /11. 597 Ankebût /58-59; Sabır ehli üç sınıftır: a) Mütesabbır: Zorluklara bazen sabreden bazen de sabırdan âciz kalanlar, b) Sâbir: Sabırsızlık göstermezler, sabırsızlık onlarda yerleşmemiştir ancak bazen kendilerinden şikayet sâdır olabilmektedir. c) Sabbâr: Üzerlerine her türlü sıkıntı ve zorluk hücûm etse de yine de sabrı elden bırakmazlar. (İbn Sâlim’e ait bir söz. Bkz. Serrac, a.g.e., s. 48 )

168

“Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve amellerinizi (küfür ve riya ile)

boşa çıkarmayın.”598

Yukarıda da ifade edildiği gibi, bir amelde bulunabilmek için sabır çok

önemli bir kriterdir. Öyle ki o amelin tamamlanabilmesi için sabrın, amelin başından

sonuna kadar gösterilmesi gerekiyor.

Sabrın amelden önce olması demek kanaatimize göre, bir amele niyetlenilip,

böyle bir istek duyulunca bunda sebat göstermek ve hemen uygulamaya geçmektir.

Zira insan güzel bir amel yapmak istediği anda iç dünyasında iki ses duyar.

Bunlardan biri ruhunun diğeri de nefsinin sesidir. Bu seslerden birincisi insanı o fiile

yönlendirerek motive ederken; ikincisi insanı bundan men etmeye, ona fırsat

vermemeye çalışır. İşte bu an çok önemlidir ve insanın doğru bir karar vermesini

gerektirir. Nitekim insan da ya ruhunun sesini dinleyerek pozitif bir adım atar ya da

nefsine kulak verip o güzel davranıştan mahrum kalır. İşte insanın amelden önce

sabretmesi kanaatimizce, onu bu işe yönelten duyguda ve niyettte sebat gösterip

amelde bulunmak için hareket etmesidir.

Amel sırasındaki sabır ise, nefsin fısıltılarını dikkâte almamak ve başlanılan

fiili sona erdirmenin mücâdelesini vermektir. Zira nefs, insanı asla rahat bırakmaz

ve her fırsatta onu doğru istikâmetten uzaklaştırmak için uğraşır. Kul için bu ikinci

merhale de ayrı bir anlam ifade eder. Çünkü bir fiile başlamak kadar onu

sonuçlandırmak da oldukça önemlidir.

Amelden sonraki sabır ise âyette de belirtildiği gibi yapılan işi başa

kakmamak, böylece amelin derecesini düşürmemektir.

Bu üç aşama bir amelin meydana gelmesinde oldukça etkilidir. Aksi taktirde

gösterilen tüm çabalar sonuçsuz kalacak ve Kur’ân-ı Kerim’in de ifade ettiği gibi

“amellerin boşa gitmesi”599sözkonusu olacaktır.

598 Muhammed /33 (Mekkî, a.g.e., s. 356) 599 Muhammed /33.

169

Sabrı; dini ıslah eden ve bozan şeylere karşı sabır olmak üzere iki grupta ele

almak da mümkündür: Kişi, dinini ihya eden şeylere karşı sabrederse imanı, kâmil

bir hâl alır. Dinini bozan şeylere karşı sabrederse o taktirde yakîni artar. 600

Anladığımız kadarıyla şunu ifade edebiliriz ki, insanın dininin ihyâ olmasını

sağlayan faktörler; emirler, ibadetler, salih amellerdir ki bunlar da kişiyi doğruya,

iyiye ve sırat-ı müstakime yönlendirerek sonuç itibariyle kişinin imanını

güçlendirmektedir. Zira imansız amelin ve amelsiz imanın insanı hakikâte

erdiremeyeceği açıktır.

İnsanın dinini bozan şeylere göstereceği sabır da önemli bir ayrıntıdır ki

bunlar da yasaklara, insanın uzak durması gereken hususlara karşı olan sabırdır.

Zira zararlı olan unsurdan uzak durmak kolay bir mesele değildir. İnsan ancak

nefsinin arzularına sed çekmeyi gerçekleştirebilirse bunu sağlayabilir ki sonuçta da

Alah’a olan yakınlığı artar. Bu yakınlık da onun Allah’ı kavrayışını daha farklı

boyutlara ulaştırır. Nitekim birinci durumda iyiliğe yaklaşma sözkonusuyken; ikinci

durumda kötülükten uzaklaşma esastır.

Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda sabra özel bir anlam yüklendiğini ve sabr-ı

cemilden bahsedildiğini görüyoruz: “Güzel bir sabır ile sabret“601 Nedir gerçek

sabır? O, sızlanmadan ve şikayet etmeden gösterilen tahammüldür.602

Sabr-ı cemil, sıkıntı ve acıları gizleyerek, başkalarına şikayeti terk

etmektir.603

Kişi, karşılaştığı bir durumdan dolayı incinir, memnuniyetsizliğini gösterir

ve üzülürse bu da bir tür sabırsızlıktır, şikâyettir. Gerçek anlamda sabrı idrak

edebilmek için kişinin hem rahatta hem de sıkıntı zamanında sabrı bir olmalıdır.

604

600 Mekkî, a.g.e., s. 349. 601 Mearic/5. 602 Yılmaz,Gönül Erleri, s. 149. 603 Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 364; ayrıca bkz. Dinç, a.g.e., s. 136 604 Rûmî, a.g.e., s. 250.

170

Sabır hakikaten de zor bir ameldir. Ancak sabredildiğinde mükafatının ne

kadar büyük oluğunu bakınız İbrahim Hakkı nasıl ifade ediyor:

Bu dört seye sabreden kişi nice faydalar kazanır. İstikâmet bulmak,

kalplerinin fayda bulması, iki âlemde de sıkıntılardan kurtulmak. Kazanın

şiddetinden, telaştan, ahiret azabından, nefsin isteklerinden ve daha bir çok zorluktan

kurtulmak bunlar arasında sayılabilir.605

Arzulanan hedefe ulaşmak,606 Allah’ın övgüsüne mazhar olabilmek,607 müjde

ve rahmete ermek,608 Allah’ın muhabbetini celbetmek,609 Cennette güzel derecelere

kavuşmak 610ancak sabırla erişilebilecek ikramlardır.611

Kur’ân-ı Kerîm’de de sabrın mükâfatından bahsedilir:

“Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”612

“Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka. İşte, bağışlanma ve büyük

ecir bunlarındır.”613

“Sabret. Gerçekten Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez.”614

“Ancak sabredenlerin mükâfatları, hesapsız ödenecektir.”615

Görüldüğü gibi nefse çok zor gelen bu faziletli amelin hem bu hem de diğer

dünyada karşılaşılacak birçok mükâfatı olacaktır. İbrahim Hakkı da işin özünü

şöyle ifade eder. Ona göre, Allah’a tevekkül ederek, güzel bir sabırla sıkıntıları

göğüslemek, nefse muhalefet etmek suretiyle sabır şerbetini yudumlamak; “hem çok

zor bir iş, hem çok güçlü bir ilaç, hem taşlı bir yol, hem de pek ağır bir yüktür. Fakat

bu, öyle sağlam bir tedbir ve öyle doğru bir yoldur ki o çizgide olmak yüksek bir

saadet ve neticesi de geniş bir nimete kavuşmaktır.”616

605 Mârifetnâme, s. 374. 606 A’raf /137. 607 Sad /44. 608 Bakara /157. 609 Al-i İmran /146. 610 Furkan /75. 611 Dinç, a.g.e., s. 137. 612 Enfal /46. 613 Hûd /11. 614 Hûd /115; ayrıca bkz. Ahzab/ 35. 615 Zümer /10. 616 Mârifetnâme, s. 376.

171

Sonuç olarak diyebiliriz ki; her insana ömrü boyunca yetecek miktarda sabır

verilmiştir. Ama insan günlük yaşamında bu sabrı doğru yerde, doğru bir şekilde

kullanamadığından, sabrını dağıttığından, bir sıkıntı ânında sabır göstermesi zorlaşır.

Oysa ki sahip olunan sabır potansiyeli gereksiz yerlere sarfedilmemiş olsa, sıkıntıda,

ihtiyaç halinde sabırlı davranmak daha kolay olacaktır.

L. RIZA

Tasavvuf yolunda ilerlemenin önemli yapı taşlarından biri de kazaya rızâ

göstermektir. Sabretmesi zor ancak bir o kadar da mükâfatı olan rızâ, mutasavvıfın

mesafe katetmesinde önemli bir fonksiyona sahiptir.

Hoşnud olmak, beğenmek, gibi anlamlara gelen rızâ, Allah’ın hükmü

karşısında boyun eğmektir.617

Rızâ hükme ve kazaya karşı gelmemek, onları kabul etmektir.618

Tasavvuf büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî bu konuda: “Rıza, iradeyi ortadan

kaldırmaktır”619 demiştir.

İbn Atâ’nın ifadesiyle: “Rızâ, kalbin, Allah’ın kul için olan kadîm irâdesine

nazar etmesidir. Çünkü kul, Allah’ın kendisi için en efdal olanı seçtiğini bilir ve

buna râzı olarak kızmayı bırakır.” 620

İbrahim Hakkı’ya göre rıza, Allah’ın kul için şeçtiğine kulun râzı olmasıdır.

Rıza, takdir edilen şeyin oluşu ânında ruhun sekînet içinde bulunması, gönülden

çirkinliklerin çıkarılmasıdır. Rıza Hakk’ın en büyük kapısı ve makâmıdır. Rızânın

temeli O’ na güvenmektir. 621

617 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 175. 618 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Rıza”, s. 593. 619 Uludağ, a.g.e., md. “Rıza” s. 397; ayrıca bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 29. 620 Serrac, a.g.e., s. 52. 621 Mârifetnâme, s. 379.

172

Allah’ın takdîrine râzı olmak vacib iken; itiraz edip bunu kabullenmemek, bu

duruma karşı gelmek Hak Teâlâ’nın hoşnutsuzluğuna neden olmakla inâyet-i

ilâhiyeden mahrumiyeti gerektirir.622

Tanımlarda da gördüğümüz gibi rızâda tam bir teslimiyet sözkonusu. Zaten

kişi kendisini önce Rabb’ine teslim ediyor, sonra da O’ndan gelen her hükme râzı

oluyor hiçbir itiraz göstermeden.

İbrahim Hakkı’ya göre kazaya râzı olmak iki sebebden dolayı geçerlidir.

Birincisi ibadet etmek ve Allah’a yakın olabilmek amacıyla kalbi mâsivâdan

arındırmak için. Eğer bu sağlanmazsa kalp devamlı geçmiş ve gelecek işlerle meşgul

olacaktır.

İkincisi; Allah’ın gazabını hak etmemek için. Çünkü taksim eden O’dur. Eğer

şikayetlenilmiş olursa O’nu yine O’ na şikayet etmiş oluruz ki bu, yakışıksız bir

haldir.623

İbrahim Hakkı’ nın yaptığı bu tasnifin her iki maddesi de çok önemli. Birinci

maddeyle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Kader planında teslimiyeti

yakalayamamış bir birey sağlıklı değildir. Çünkü devamlı kaderi sorgulayacak,

neden? niçin? diyerek bulunduğu ânı değerlendiremeyecektir. Böyle bir ruh hâli

içinde olunduğu zaman ibadete bile yönelmek pek kolay olmayacaktır.

İkinci maddede bahsedilen ölçü de gayet önemlidir. Kadere rızâ, onu

meydana getirene itaat ve saygı açısından son derece lüzumludur. Var eden, taksim

eden, lutfeden ya da ortadan kaldıran kısacası her zerrede söz sahibi olan bir Zat-ı

Mutlak varsa; O’nun hükmünü eleştirmek, dikkate almamak ne büyük bir cür’ et olsa

gerek. Böylesi bir hareket de gazab-ı ilâhiyi celbeder. Konuyla alâkâlı Abdulkâdir

Geylâni’nin şu sözü ne kadar anlamlıdır:

622 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 29. 623 Mârifetnâme, s. 381.

173

“Yaradan’ı Yaradan’a şikayet etme…Asıl şikayetini her şeye güç yetiren

Mevlan’a yap, başkasına değil…” 624

Gazali de rızânın iki şeklinden bahseder. Ona göre; birinci durumda kişi

aşka öyle dalmış, kendinden o derece geçmiştir ki kendisinden bile haberdar

değildir. İkinci durumda kişi acı çekmektedir. Ancak sevdiğinin rızâsının acı çektiği

şeyde olduğunun farkındadır. Bu sebeble itiraz etmez. 625

İbrahim Hakkı dünya ve ahiretin mutluluğunu dört cümleyle özetlemektedir:

Tevekkül, Tefviz, Sabır, Rızâ. Rızâ, ibadetin özü ve kanaatin başlangıcıdır. 626

Müellifimizin tesbit edip sıraladığı bu maddeler halka misali birbiriyle

ilişkilidir. Tevekkülünü sağlam tutan kişi sonuç itibariyle rızâya erer. Artık Allah’ın

hükmünün kabul etmeye hazırdır.

İbrahim Hakkı, Allah’ın özel kullarının hasletlerini şu şekilde ifade ediyor:

Her şeyden Allah’a sığınmak, her halûkârda Allah ile olabilmek ve her olaya karşı

Allah’ tan râzı olabilmek.627

Yani kula gereken, daima huzur-u ilâhi’de bulunabilmek, O’ ndan güç

alabilmek, O’ nun takdirinin sonunda yine O’ na yönelebilmek, O’ nsuz olamamak

ve tek güç kaynağının yine O olması.

Rızânın alâmetini İbrahim Hakkı şu maddelerle belirtir: “Biri, kazadan önce,

istek ve tercihi terktir. Biri, kazanın gelişinden sonra acılığın yokolmasıdır. Diğeri

de belâ ortasında muhabbet heyecanı yaşamaktır...”628

Kanaatimizce insan, imânı nispetinde râzı olma kapasitesini arttırır. Çünkü

“iman”, “gereğini yapmak”tır. İman kuvvetlendikçe, kişinin dayanma gücü de artar.

624 Abdulkâdir Geylânî, Gönül İncileri, s.16. 625 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 777. 626 Mârifetnâme, s. 379. 627 Mârifetnâme, s. 380. 628 Mârifetnâme, s. 381.

174

Ayrıca mârifet ve muhabbet de bu noktada kula yardım eder. Kişiye sevdiğinden

gelen her şey hoştur. Eğer bu, gerçek sevgi ise...O zaman kula, kadere rızâ

göstermek daha kolay gelir.

İbrahim Hakkı’nın ifadesiyle: “Bütün işler hep Allah Teâlâ’nın isteğiyle

meydana gelir, öyleyse, O’ ndan başkasına güvenmemek ve ancak O’na tevekkül

etmek lazımdır...”629

Rızâ mertebesine erişmiş bir ruh, sevgilinin yaptığı her takdiri hoş karşılar ve

O’ndan gelen elemi de çirkin görmez.630

Kuldan beklenen, taksim olunana memnuniyet göstermesidir. Taksim edilmiş bir şeyi

istemek luzümsuz bir yorgunluk, taksim edilmemişi istemekse Allah’ ın gazabını

celbetmektir. 631

Muhakkak ki rızânın hakikâtini idrak eden ve kendisine râzı olma kapasitesi

lutfedilen bir kimse, en mükemmel rahatlığa kavuşmuş ve en yüce (derecede

Allah’a) yakınlığı elde etmiştir.632

M. TEVEKKÜL

Tevekkül, Arapça bir kelime olup sözlükte vekâlet almak, vekil olmak,

dayanmak, güvenmek, îtimad etmek gibi anlamlara gelir.633

Tasavvuf ıstılâhında ise, gerekli tüm çabayı gösterdikten ve her türlü tedbiri

aldıktan sonra, işi sağlam bir inançla Allah’a bırakmaktır.634

Tevekkül, dünyevi ve uhrevi her işte Rabb’i vekil kılmaktır. Tevekkül

Allah’a kalben tam bağlılıktır.635

629 Mârifetnâme, s. 383, ayrıca bkz. Abdulkâdir Geylânî, Futuhül-Gayb, şerh: İbn Teymiye, çev: İlyas Aslan, Derya Çakır ( Gelenek yay.) Ocak 2003, ss. 120-121. 630 M. Sıddık Gümüş, Seadet-i Ebediye ( Hakikat yay.) İstanbul 1995, s. 498. 631 Abdulkâdir Geylânî, Gönül İncileri, s. 16. 632 Kuşeyri, a.g.e., s. 290. 633 Serdar Mutçalı, a.g.e., s. 1009. 634 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Tevekkül”, s. 717.

175

Sülemî’nin ifadesiyle tevekkül: “Kalbin, Allah’ın verdiği garantiye

güvenmesidir.636

Tevekkül, hayatı, yaşanılan günden ibaret görmek suretiyle yarının derdini

gönülden silmektir.637 Tevekkül her an olmalıdır. Yani tedbir almadan önce, tedbir

alırken ve aldıktan sonra. Her zaman Allah’a güven esastır. 638

İbrahim Hakkı tevekkülü çeşitli açılardan incelemiştir. Ona göre tevekkül,

Halktan Hakk’a sığınmak, Rabbin sözüne tam mânâsıyla dayanmaktır. En üstün amel

ve kalbi mamur eden bir nurdur.639

Tanımlarda da gördüğümüz gibi tevekkülün temeli güvendir, teslimiyetir,

Alah’ın hükmünü kabuldür.

Tevekkül, kelime kökeni itibâri ile, “bir süreç ve birtakım zorluklar içerme”

anlamı taşır.640 Bize göre tevekkül bir süreçtir. Çünkü tevekkül etmeden önce tedbir

almak yerinde olur. Tevekkül zorluk içerir. Çünkü işi Allah’a havale etmek kolay

değildir, nefis bunu yapmakta biraz zorlanır. İster ki işi sonuna kadar kendisi yapsın.

İşi Allah’a ısmarladıktan sonra sonucu beklemek ve gelen sonuca katlanmak da kul

için ayrı bir zorluktur. Bu sebeple tevekkül etmek basit bir mesele değildir.

Kul, Allah’ın, kendisinin sahibi, Rabbi, vekili olduğuna gönül hoşluğu içinde

râzı olduğu zaman gerçekten tevekkül etmiş olur.641

635 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) ss. 101-102. 636 Sülemî, a.g.e., s. 25. 637 Kuşeyri, a.g.e., s. 260; ayrıca başka tanımlar için bkz. Vehbi Yıldız, a.g.e., s. 124; Serrac, a.g.e., ss. 50-51; Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 172. 638 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Tevekkül”, s. 488. 639 Mârifetnâme, s. 355. 640 Tevekkül, Arapça “ tevekkele” kelimesiyle ifade edilir “tefa’ale” bâbındadır. Bu bab, bahsettiğimiz anlamları içerir. 641 Kuşeyri, a.g.e., s. 259.

176

Şakik Belhi’ye göre gerçek tevekkül, kaybedilen dünyalığa üzülmeyip

bilakis ele geçmesinden daha çok sevinmektir. Böyle hissedildiği zaman o taktirde

Allah’a güven tam demektir.642

Gazali’ye göre mütevekkil dünya malına bağlanmaz ve aksayan dünyevÎ

işlerinden dolayı gam çekmez. Tevekkülde itimat ve rahatlık tam olmalı ki tevekkül

hakikâte ermiş olsun.643

Gördüğümüz kadarıyla mütevekkilin mümkün olduğunca kalp huzuruyla

Allah’a yönelmiş olması lâzımdır. Aksi taktirde kalpteki en ufak bir şüphe, duyulan

hafif bir üzüntü insanı tam anlamıyla tevekküle ermekten uzaklaştırabilir.

Tevekkülde asıl olan unsur kalbin ıstırapsız bir halde bulunmasıdır.644

Tevekkül kavramı Kur’ân-ı Kerim’de kırk yedi yerde geçmektedir.645

Konuyla ilgili birkaç örnek verebiliriz:

“Herhangi bir iş konusunda önce insanlara danış, istişâreden sonra karar verip

azmettiğin zaman da hemen tevekkül et.”646

“İnananlar Allah’a tevekkül etsinler.”647

“Eğer Allah’a iman ettiyseniz gerçekten O’na tam teslim olduysanız, artık

O’na itimat ediniz.”648

Âyetlerin de belirttiği gibi tevekkülün temelinde iman, teslim, azim, gayret,

sabır ve tahammül oldulça önemli bir yer tutmaktadır.649

642 Yılmaz, Gönül Erleri, s. 92. 643 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 731. 644 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Tevekkül”, s. 717. 645 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 172. 646 Al-i İmran /159. 647 İbrahim /12, ayrıca bkz. Al-i İmran /101,122, 159, 160,173; Rad /30; Hud /78; Yusuf /67; Tevbe /129; Nisa /81, 132; Mâide /11,23; Enfal/2, 49, 61, 64; Yusuf /67; Hacc /78; Furkan/58; Neml/79; Ahzab /3, 48; Zümer /38; Mücadele /10; Teğabun /13; Talâk /3; Müzzemmil / 9. 648 Yunus/ 84. 649 Yıldız, Değer Ölçüsü (2), s. 125.

177

Kanaatimizce öncelikle sağlam bir inanç olmalı ve kişinin kalbine “tevhid”

yerleşmeli ki; kulda teslimiyet meydana gelsin. Teslimiyet kemâle erince

arkasından da “tevekkül” hâsıl olur.

İbrahim Hakkı, tevekküle verdiği önemi şu sözlerle belirtir: “Akıl sahibi

olan seçkinler ve himmet erbabı olan yüksek ruhlu kişiler dünya sebeplerine

bakmayıp ötelerin yoluna itibar etmişler ve Rab’lerine dayanıp güvenerek,

tevekkülün doruğuna ulaşmışlardır...”650

İbrahim Hakkı mütevekkilin hallerini çeşitli aşamalarla anlatır. Ona göre,

mütevekkil, bir çocuğa benzer ki çocuğun her ihtiyacını annesinden istediği gibi

tevekkül eden de sadece Rabbini bilir. Her türlü ihtiyacını O’ndan ister. Bir sonraki

mertebede mütevekkilin hali, gassalın elindeki ölü gibidir, hiçbir şeye gücü yetmez.

Tıpkı bunun gibi tevekkül sahibi de kendisini Allah’a teslim olmuştur.651

Gazali de aynı gruplama ve benzetmeyi yapmıştır.652 Bu örneklerden

anlıyoruz ki; tevekkül ehli, kendi güçsüzlüğünü, acizliğini kabul edecek ve bütün

işlerinde gücü, otoritesi ve varlığıyla tek olan Mevlâ’sına yönelecektir. Nitekim âyet

de buna işaret etmiyor mu?

“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.”653 Âyette “vekil” kelimesinin

kullanılması dikkat çekicidir. Tam bir güvenle avukatına güvenen sanık gibi, kul da

Rabbini vekil tayin etmelidir.

İbrahim Hakkı’ya göre tevekkülün zirve noktasını Hz. İbrahim’de

görmekteyiz. Hz. İbrahim, ateşe atılacağı anda bile Rabbine yönelip tevhide ulaşmayı

başarmıştır.654

650 Mârifetnâme, s. 360. 651 Mârifetnâme, s. 355; ayrıca bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 258; Yıldız, Değer Ölçüsü (2), s. 126. 652 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 732. 653 Al-i İmran /173. 654 Mârifetnâme, s. 355.

178

Görüldüğü gibi böylesine kritik bir anda bile Hz. İbrahim, sebebleri de

ortadan kaldırmış ve tam bir teslimiyetle Hakk’a yönelmiştir. Böylece o ateş çukuru

gülistâna dönüşmüştür.

İbrahim Hakkı, rızık konusunda tevekkülden de önemle bahsetmektedir.

Madem ki rızık O’na aittir, o halde bu konuda tasalanmaya gerek yoktur diye

düşünür.655

Şunu ifade edelim ki; rızık konusunda tevekkül etmek elbette önemli ve

gereklidir. Kul ne kadar hırs da gösterse kısmetinden fazlasına sahip olamayacaktır.

Ancak ne var ki nasıl olsa kısmetim ayağıma gelecektir, ben tevekkül ediyorum

diyerek bir köşeye çekilmek de doğru değildir. Bilakis dinin emrine baktığımızda

çalışmayı ve gayret etmeyi desteklediğini görüyoruz. “Doğrusu insan için

çalıştığından başkası yoktur.” 656

“...Yeryüzünde dağılın Allah’ın nimetinden nasip arayın.” 657

Gazali, tevekkül etmek çalışmaya engel değildir der ve Hz. Ebubekir

örneğini verir. Hz. Ebubekir (r.a.)’in son derece mütevekkil olduğunu ancak bunun

yanında ticaretle uğraştığını belirtir. 658

Hakiki anlamda mütevekkil olan; çalışmadığında kazanılmayacağını,

ekilmeden biçilemeyeceğini, ibadetsiz, itaatsiz ve amelsiz Cennete girmenin

mümkün olmayacağını, ihlassız ve kulluk şuurundan uzak bir tavırla Allah’ın

rızâsına nâil olunamayacağını bilir.659

655 Mârifetnâme, ss. 357,361. 656 Necm /39. 657 Cuma /10; İslâm’da çalışmanın gerekli olduğuna dair bkz. Oğuz, a.g.e., s. 314. 658 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 730 659 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 77.

179

Sebeblere riâyet edildikten sonra gerçekleşen tevekkül, kul için oldukça

önemli bir durumdur. Çünkü bu taktirde Allah’ın emrine uygun, O’nun rızâsına

muvâfık bir amelde bulunulmuş olur.660

Sonuç olarak diyebiliriz ki; tevekkülde önemli olan, öncelikle gerekli bütün

tedbirleri almaktır. Zira aksi bir durum kulu tembelliğe sürüklediği gibi onun

irâdesini de ortadan kaldırır ki bu da İslâm’ın ruhuna aykırıdır. O halde kuldan

beklenen çalışıp gayret göstermesi ve “kesb”i terk etmeyip işlerini Rabbine teslim

ederek, sonucunu bekleyip râzı olmasıdır.

Tevekkülün daha ileri boyutu tefvizdir. Tefviz, dünyevi herhangi bir şey

istemeyip, Allah’ın takdirine râzı olmaktır. Tefviz, sonucu belli olmayan bir işi

gerçek sahibine yöneltmektir.661

Tefviz, Allah’ın meydana getirdiği tüm fiillere karşı kulun, nefsini O’na

teslim etmesidir. 662

Nitekim âyet-i kerimeler de buna işaret eder:

“...Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitir ve bilir.”663

“Rabb’in dilediğini yaratır ve seçer. Serbestlik ve seçim onların değildir.”664

“Ben, Allah’ın dilediğinin dışında ne bir menfaate ne de bir zarara sahip

olamam.”665

İbrahim Hakkı, işi Allah’a bırakmanın keyfiyetinden bahsederken kulla

Allah arasındaki bağlantıyı bir örnekle açıklar ve bu bağı doktorla hasta arasındaki

ilişkiye benzetir. Nasıl ki hasta, doktorun uyguladığı tedaviyi itiraz etmeden kabul

660 Oğuz, a.g.e., s. 319. 661 Mârifetnâme, s. 364. 662 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 175. 663 Bakara /137. 664 Kasas/ 68. 665 Yunus/ 49, ayrıca bkz. konuyla ilgili olarak Enbiya/ 23.

180

eder, Onun talimatlarına uyar, kuldan beklenen de Rabbi’ nin hükmüne râzı

olmasıdır.666

Örnekten hareketle şunu söyleyebiliriz: Doktorun uyguladığı tedavi acı

verici de olsa hasta hiç itirazsız bunu dikkate alır. Kul kimi zaman isteğine hemen

kavuşur, kimi zaman da geç kavuşur ve bazen istediğinden daha farklı bir sonuçla

karşılaşır. Ama Allah, kulunu daha iyi bildiğinden ona en uygun olanı nasib

edecektir. Çünkü kul kimi zaman duygularına esir olup sağlıklı isteklerde

bulunamayabilir. Nitekim âyette de bu vurgulanıyor: “Sizin hayır gibi bildiğiniz şer,

şer gibi bildiğiniz hayır olabilir.”667 Bu sebeble kuldan beklenen de- tıpkı hasta

örneğindeki teslimiyet gibi- en güzel hüküm vericinin (Ahkâmü’l Hâkimin )

hükmüne râzı olmasıdır.

Mârifetnâme’ye göre tefvizin alâmetleri üçtür: Birincisi, tedbiri takdire

bırakıp huzur bulmak, ikincisi irâde gücünü Allah’a bırakmak ve üçüncüsü de

Allah’ın takdîrini bekleyip râzı olmaktır.668

İşini Allah’a bırakan kişi, başarıya daha yakındır ve Allah’ ın yardımı

onunladır. “Zira Allah, kuluna ne verirse, verdiği şeyde ona yardımcı olur. Kul da her

neye kendi nefsi arzusuyla girerse, Allah o işi o kulun nefsine bırakır ki, o işin

üstesinden gelemez...”669 diyen müellifimiz, Allah’a dayanmanın önemini dile

getirmiştir. Görüldüğü gibi kul, gerekli önlemleri alıp sağlam bir niyetle yola çıktığı

zaman Rabbinin kendisinden beklentisini de yerine getirmiş olur.

Konumuza, İbrahim Hakkı’ nın, şu ifadeleriyle son verebiliriz:

“Eğer sen, bütün işlerini Allah’a bırakıp takdirine teslim olursan, O senin

için, sırrı çok ince olan işleri ihtiyar ettiği zaman ona cânı gönülden râzı olursun. Her

ne meydana gelirse, onun sırf hayır, iyilik ve kurtuluş olduğunu bilirsin. Acizlik ve

666 Mârifetnâme, s. 371 667 Bakara/216. 668 Mârifetnâme, s. 364; ayrıca bkz.; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) s. 105. 669 Mârifetnâme, s. 365.

181

hayreti, kendine saadet sermayesi yapıp O’nun irade ve terbiyesiyle kalbin tatmin

olur ve gönül huzurunu bulursun.”670

N. ZÜHD

Sözlük anlamı olarak, terk etmek, dünyaya sıcak bakmamak, faydasız

şeylerden uzaklaşmak gibi mânâlara gelen671 zühd, Kur’ân-ı Kerim’de lafızdan

ziyâde anlam itibariyle mevcuttur. Bir yerde “zâhid”şeklinde geçmiştir.672

Zühd, hayat zevklerini terk edip, bedenî arzulara karşı tavır almak ve ebedî

ahiret mutluluğu için dünyadaki rahatlığı terk etmektir.673

Zühd, dünya malına dair herhangi birşeye sahip olunduğunda sevinmeyip,

kaybedildiğinde ise üzülmemektir.674

İbrahim Hakkı, dünya hakkında ayrıntılı tanımlar yapar, farklı benzetmelerde

bulunur. Ona göre dünya uyku ve gölge gibidir. Gelip geçicidir. Lezzetiyle insanı

aldatan zehirli bir tatlıdır. Ona meyleden hüsrandadır.675

Yine dünya, rüyasında kendisini zevk u sefâ içinde yüzen bir padişah olarak

gören kişinin haline benzer ki; uyandığında bunların hiçbirisinin gerçek olmadığını

anlar.676

Ebû Süleyman Dârânî’nin ifadesiyle: “Dünya, kendisine talib olandan kaçar,

kendisinden kaçanı kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse yaralar, kendisine

talib olanı bulur ise öldürür. Çünkü dünya ile güreş etmeye gelmez, dünya insanı

yener.”677

670 Mârifetnâme, s. 370. 671 Eraydın, a.g.e., s. 172. 672 Yusuf /20. 673 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) s. 69. 674 Sülemî, a.g.e., s. 24; ayrıca Zühd tanımları için bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 213; Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Zühd”, ss. 533,544; Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 179. 675 Mârifetnâme, ss. 272-273. 676 Rûmî, a.g.e., s. 74. 677 Yılmaz, Gönül Erleri, s. 102.

182

Lokman Hekim oğluna şu önemli nasihatte bulunur: “Dünyayı ahirete sat ki;

her ikisinden de faydalanasın. Ahireti dünyaya satma ki; her ikisini de elden

çıkarırsın. ” 678

Hasan Basri’ye göre: “...dünyayı arayıp ahireti bulan görülmemiştir ama

ahireti ararken dünyayı bulan çoktur.”679

Abdulkâdir Geylâni’ye göre dünya, “hergün bir yerde açılan pazara benzer.

O, bir çarşıdır, satış yapılır, yakında da kapanır. Ona gönül kaptırma. . .” 680

Yapılan benzetme ve tavsiyelerden anladığımız kadarıyla insan neyi

istediğine doğru karar vermeli. Kur’ân-ı Kerim, bu tercihle ilgili olarak dünyayı

isteyene dünyanın, ahireti isteyene ise ahiretin verileceğini681 bildiriyor. Ancak şunu

ekleyelim ki ahiret eksenli bir dünya, asıl tercih edilecek seçenek olmalı.

Mârifetnâme’ye göre kurtuluşun sırrı dünyayı terk etmektir. İnsan fâni olanı

terk ettikçe bâki olanı anlar ve ona yönelir.682

Kanaatimizce bu bir alışveriştir. Dünyayı satıp, karşılığında sonsuz nimetleri

ve güzellikleriyle ahireti almak. Ama insan çoğu zaman bu kârlı alışverişi fark

edemiyor. Âyette de böyle söylenmiyor mu?

“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti

vermek üzere– canlarını ve mallarını satın almıştır.”683

İnsan, dünyanın faniliğini, en güzel mükâfatın ise Allah katında olduğunu

idrak edebilse zaten dünyaya karşı hırs içinde olmaz. Kanaatimizce mesele, ahirete

olan inancın tam olarak yerleşememesi.

678 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 482. 679 Yılmaz,Gönül Erleri, s. 17. 680 Abdulkâdir Geylânî, Feth’ur-Rabbani, s. 240. 681 İsra/18-19. 682 Mârifetnâme, ss. 272-273. 683 Tevbe/111.

183

Pek çok âyet-i kerime dünyanın kısalığı ve fâniliğiyle alakalıdır. Şu âyetleri

örnek olarak vermek mümkündür:

“Dünya hayatıyla sevinirler. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı bir geçimden

ibârettir.”684

“Size verilen her şey, dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah’ın yanında

olan ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Aklınızı kullanamıyor musunuz?” 685

Ayetlerde de gördüğümüz gibi dünya, ahiretin yanında son derece değersiz

bir mevkide bulunmaktadır. Âyetler çok açık bir şekilde ve defaatle bunun üzerinde

durmaktadır.

Allah Teâlâ, yarattığı kulunu elbetteki daha iyi bilmektedir.686 Onun

zaaflarını, meyillerini. Bu sebeble dünyayı ve ahireti sürekli bir arada zikretmiş, iki

âlemin de hakikatlerini gözler önüne sermiştir.

Allah Teâlâ, kullarına dünya hayatının gerçek yüzünü net olarak açıklamıştır:

“Biliniz ki dünya hayatı; bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme, mal ve

evlatta bir çoğalıştır.”687 Bu âyette dünyanın özelliklerinden bahsedilerek mahiyeti

belirtilmiştir.

Yukarıda ifade edilen unsurların kaynağı da açıklanmıştır: “İnsanlara;

kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yayılıma salınmış atlar,

davarlardan ve ekinlerden yana nefsin istediklerine muhabbet, süslenip bezendi.

Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir.”688

684 Ra’d / 26. 685 Kasas/ 60; ayrıca bkz. Nisa /77; En’am / 32; Tevbe /38; Ra’d /26; Hadid /20. 686 Mülk/14. 687 Hadid / 20. 688 Al-i İmran /14, ayrıca bkz. Yunus/58, Rum/7, Lokman/33, Kehf /46, Ankebut /64, Fâtır /5, Muhammed /36.

184

İnsan, bu dünya sahnesine bir imtihan olarak gönderilmiştir. Nitekim

âyetlerde de bu hususu görmekteyiz: “Şüphesiz yeryüzünde olan şeyleri, insanların

hangisinin daha iyi iş işlediklerini ortaya koyalım diye yeryüzü için süs yaptık.”689

“Hanginizin daha iyi işler yapacağını görmek için ölümü ve hayatı yaratan

O’dur.” 690

Peki bu imtihanın amacı neydi? Böylesine bir hayat düzeni karşılığında

insandan ne bekleniyordu?

Kulluk... İnsan bu dünyaya, ahirete yönelik azık toplamaya gelmişti. 691

Bu dünyaya gelmekten maksat, ebedî huzura ve saadete kavuşabilmektir.

Bunu idrâk eden yüce ruhlar ise fâni olanla ve cismânî şeylerle uğraşmaz; ebediyete

dönük olanla ilgilenir, onu tedârik etmenin gayreti içine girerler. Zira bedene ait olan

her şey sonuç itibariyle toprağa verilmeye mahkûmdur.692

Abdulkâdir Geylâni de yaratılıştaki gâyeyi şöyle belirtiyor: “Dünyada daimi

kalmak için yaratılmış değilsin. Onda yalnız yiyip içmek için durmuyorsun.”693

Açıklamalardan da anlıyoruz ki, insan çok büyük bir imtihanla karşı karşıya.

Geçici olan bu dünyevî meşgaleler içinde ebedî olan ahiret yurdunu kazanmak... Bu

sınavı kazanmak ya da kaybetmek, bir nevi insanın elindedir. Düşünce ve aksiyon

uyumuyla çok güzel sonuçlar elde edilebilir. Önemli olan Kur’ân’ın yaklaşımıyla

dünyaya bakabilmektir.

İbrahim Hakkı, bu sınavı kazanmak için dünyanın terk edilmesi gerektiğini

söylüyor. Buna katılıyoruz. Ancak şunu hemen ifade edelim ki bu, kesben değil

kalben bir terk olmalıdır. Aksi taktirde insanın dünyayı tamamen terk etmesi hem

çok zordur (çünkü âyetlerde bu sevginin insana verildiği belirtiliyor. Al-i İmran /114)

689 Kehf /75. 690 Mülk /2. 691 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 60. 692 Topbaş, a.g.e., s. 95. 693 Abdulkâdir Geylânî, Feth’ur Rabbani, s. 25.

185

hem de insan fıtratına aykırıdır. Zira insan, bu dünyada hayat sahibi olabilecek

şekilde düzenlenmiştir.

Aslında dünya mutluluğu ile ahiret mutluluğu birbirinin zıddı değildir.

Ahiret mutluluğunu yakalayabilmek için dünyadan tamamen vazgeçmek gerekmez.

Dünyada müreffeh bir yaşantı ile de ahiret kazanılabilir. Nitekim Hz. İbrahim ve Hz.

İsa’nın her iki saadete de kavuştuğu bildirilir:

“...Andolsun biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o,

salihlerdendir.”694

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla dünyadaki herşey Allah’a ulaşmak için

birer vesile olarak tanzim edilmiştir. Bu vasıtalar doğru yerde ve doğru şekilde

kullanılırsa hem dünyada mutlulukla hem de ahirette güzel sonuçlarla karşılaşılır.

Çünkü Allah’ın bahşettiği lütuflar (mal, ilim, sağlık vs.) yine O’nun yolunda

kullanılmış olacaktır. Böylece her iki âlemde de denge695sağlanabilecektir

İbrahim Hakkı da bu dengeden bahsetmektedir: Dünyaya hakkettiği kadar

değer vermek.Yani beşerî arzuları ihtiyaç oranında, helal yoldan karşılamak, israfa

kaçmadan geçimini sağlamak, faydalı ilimlerle uğraşmak.696

Gazali de bu konuda aydınlatıcı bir ölçü verir. O’na göre dünyada insanın

varlığını sürdürebilmesi için kendisine lâzım olan birtakım ihtiyaçları vardır ki;

bunlar kişinin bedeninin ve dolayısıyla da kalbinin istikamette kalması için

önemlidir. Yeme, içme, evlenme ve mesken sahibi olma bunlar arasındadır.697 Ancak

ne var ki; bu unsurların da ihtiyaç mı yoksa zevk için mi olduğu iyi

hesaplanmalıdır.698 O’na göre, ihtiyaç miktarınca karşılanan bu maddelere kanaat

694 Bakara /130; ayrıca bkz. Al-i İmran /45(Bkz. Süleyman Uludağ, “Dünya”, TDVİA, c. 10, s. 22) 695 Kasas /77’de de bu dengeden bahsedilmektedir. 696 Mârifetnâme, s. 274. 697 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 67. 698 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 484.

186

eden ve bundan amacı da dînî görevlerini uygulamada rahatlık olan kimse dünya

ehlinden sayılmaz.699

Madem ki bu beden insana bir emanet o halde ona iyi bakmalı ki; beden de

sahibini Rabb’ine yöneltmekte zorlanmasın. Bu amaçla lutfedilen nimetlerden

mübah sınırları içinde, haddi aşmamak şartıyla faydalanılabilir.

İbrahim Hakkı, dünyaya karşı duyulan muhabbetten bahsetmektedir.

Mârifetnâme’ye göre esas olan; dünya hayatına gösterilen sevginin dozunu iyi

ayarlayabilmek. Dünyaya olması gerektiği kadar ilgi gösteren kişi nefsini tanımış

olur ve dünya ona hizmet eder. Aksi halde dünya hayatının peşinde koşan kişi

dünyaya kul köle olmuş olur. Zaten bunun da sonu yoktur ve kişi bu durumda hayat

sınavını kaybetmiş sayılır.700

Gazali’ye göre, suya giren insanın ıslanmamasının mümkün olmadığı gibi,

dünyayla tanışan insanın da ona bulaşmaması mümkün değildir.701

Kanaatimizce, dünyaya meyil gösteren kişi çoğu zaman farkına bile

varmadan dünyaya bağlanmış oluyor.

Şunu da ifade edelim ki; insanın dünyevî nimetlere sevgi beslemesi, onlara

hemen ilgi duymasını normal karşılamak gerekiyor. Çünkü bu muhabbet, insanın

özüne yerleştirilmiş. Zaten imtihan sırrı da burada gösteriyor kendisini. Yani fıtrî

olan bu sevginin peşinde sürüklenmek ya da bu sevginin dozunu ve yönünü doğru

hedefe çevirerek orada sebat etmenin mücâdelesini vermek...Sonuçta duygularına

yenik düşen insan, her zaman dünyanın peşinde koşmaya mecbur kalacak. Çünkü

duyguların ve bunun karşılığında da dünyevi câzibenin sınırı yoktur. İbrahim

Hakkı’nın da belirttiği gibi insanın karşısında iki yoldan başka seçenek

kalmamaktadır: Ya dünyanın hizmetçisi olmak ya da dünyayı kendine hizmet

ettirmek...

699 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 67. 700 Mârifetnâme, s. 273. 701 Gazali, İhya, c. 3, s. 484.

187

Mârifetnâme’ye göre dünya sevgisi, kulu Rabb’inden uzaklaştırır, onu

ibadetten alıkoyar.702 Dünyadan yüz çevirip Allah’a yönelene mârifet ve muhabbet

yolu açılır ve onun dostu Allah olur.703 Mü’min kula yakışan da kendisini Mevlâ’nın

huzurundan alıkoyan hareketlerden uzak kalmasıdır.704

Gazali, burada çok önemli bir denge prensibi ortaya koyar. Şehveti tamamen

yok etmeye çalışmaz. Dünyevî olan herhangi birşeyin ardından koşmadığı gibi onu

tamamen de terk etmez. Ona göre asıl olması gereken – her konuda olduğu gibi-

itidal üzere hareket etmektir. 705

Şunu hemen belirtelim ki; kötü olan, insanı gerçeklerden uzaklaştıran; dünya

ve içindekiler değil, ona yaklaşım tarzıdır. Bir şey zararlı özelliklere sahip olabilir

ama onu kullanış biçimi ve amacı da önemlidir. Ateşin yakma özelliği de vardır ama

aynı zamanda o ısınmak için de kullanılır. Tıpkı bunun gibi dünya bizi ebedi

hüsrana da sürükleyebilir, ebedi mutluluğa da...

Nitekim âyette, “ne alışverişin ne de ticaretin Allah’ı anmaktan

uzaklaştıramadığı” insanlardan bahsedilir.706 İbrahim Hakk’nın da düşüncesi bu

yöndedir.707 Yani dünyevî lütuflar arasındayken bile kalbi Allah ile beraber kılmak.

Şunu belirtelim ki, bir kimsenin dünya adına sahip olduğu çok fazla nimet

olabilir. Ama bu kişi, bu nimetleri kalbine yerleştirmemiştir. Diğer birisinin de dünya

adına sahip olduğu çok az şey vardır ama kalbini bunlardan kurtaramıyordur.

Buradaki ölçü sahip olunanların miktarı değil, onlara gönül dünyasında verilen

değerdir.

702 Mârifetnâme, s. 277. 703 Mârifetnâme, s. 280. 704 Mârifetnâme, s. 279 705 Gazali, İhya, c. 3, s. 508; ayrıca bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 180; Eraydın, a.g.e., s. 175. 706 Nur /37. 707 Mârifetnâme, s. 321.

188

Kur’ân-ı Kerim’de kötülenen dünyadan kasıt da maddeyi ve şahsi menfaati

ön planda tutmaktır. Mal, mevki, şöhret, şehvet, ve lüks gibi tutkular kınanırken;

mânevi birtakım değerlere ve uhrevi yaşantıya önem verilmesi istenmiştir.708

Bir hareketin gerçek anlamda zühd olarak nitelendirilebilmesi için şu

özellikleri taşıması icâb eder:

Birincisi, dünyevi her şeyin kaybolması veya elde edilmesi arasında bir fark

olmaması.

İkincisi, övünmenin ya da yerilmenin kişinin nazarında eşit olması.

Üçüncüsü, Allah ile olmayı herşeye tercih etmek.709

Gazali’ye göre bir hareketin zühd sayılabilmesi için birtakım şartlar da vardır

ki birincisi şudur: Zühd hareketi mübah sayılan unsurlarda olur. Haramdan

uzaklaşmak zaten farzdır.

Diğer bir şart da mal ve mevkide gözü olmayıp, sahip olunanları

verebilmektir. Çünkü zâhid dünyevi zevklere karşı kendini zaten uzak tutmayı

istemektedir.710

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, zâhid, benliğini Rabb’ine yönelttiği için

O’ndan başkası zâhide gerçek mutluluğu veremez. Bu yola gerçekten kendini

adayan bir zâhidin nazarında dünyevi herhangi bir şey pek de anlam taşımaz. O,

nefsini de gerçek sahibine çevirdiğinden insanlar da onun için büyük bir önem arz

etmez. O, insanların değil Rabb’inin nazarında değerli olmak ister, hep o arayışın

içindedir. O, sahip olduğunda değil de kaybettiğinde, O’nun yolunda harcadığında

mutludur.

İbrahim Hakkı’nın da belirttiği gibi zâhid, gerçek kurtuluşun dünyadan

uzaklaşmak olduğu hakikâtini özüne yerleştirmiştir.

708Süleyman Uludağ, “Dünya”, TDVİA, c. 10, s. 23. 709 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s. 70. 710 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 664.

189

Zühd hakkında birtakım gruplamalar da yapmak mümkündür. Bununla ilgili

olarak şu örneği verebiliriz:

Ahmed b. Hanbel’in yaptığı tasnife göre:

Zühdün birinci şekli avamın yaklaşımıdır ki bu, haramı terk etmektir.

İkincisi havassın zühdüdür. Bu da lüzumlu olmayan helali terk etmektir.

Üçüncüsü de âriflerin zühdüdür ki bu da Allah ile olmaya engel teşkil eden

her şeyi ortadan kaldırmaktır.711

Gazali’ye göre ârif, cenneti de cehennemi de düşünmez. O, sadece Allah

Teâlâ’yı müşahede etmeyi arzular. Gazali, en yüksek zühd mertebesinin de bu

olduğunu söyler.712

Kanaatimizce zühd hassas bir çizgidir ve mübah sınırları içinde gerçekleşir.

Çünkü kişinin haramlardan kaçınması zaten zaruridir. Bu tüm insanlar için

sözkonusudur.

İkinci aşamayı da seçkin kullar gerçekleştirebilir. Çünkü helali yapmakta bir

sakınca yoktur ancak zâhidane bir hayat yaşamayı arzulayanlar bunda bile titiz

davranırlar.

Bir de seçkinlerin seçkini olan kullar vardır ki onlar, kalplerini ancak gerçek

sahibine teslim edince rahat ederler.

Sanırım bu kademeleşme, hakiki bir rûhî eğitimin sonucudur. Aksi taktirde

insanın; terk etmesinde bir zaruret olmayan maddelerden uzaklaşması, olgunluğa

erişmeyen bir ruhun rahatlıkla yapabileceği bir hareket değildir.

Hayat çizgisinin bir imtihan alanı olduğunu daha önce belirtmiştik. En güzel

neticenin formülü ise kulun, ahireti sermayesi ve dünyayı da onun kârı olarak kabul

711 Kuşeyri, a.g.e., s. 214; İbrahim b. Ethem de zühd konusunda aynı tasnifi yapmaktadır.( bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 180) 712 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 664.

190

etmesi; bu hayat yolunda sahip olduğu zamanı da öncelikle ahirete dönük işlere,

kalan vaktini de dünyevî işlere tahsis etmesidir.713

Konumuzu Abdulkâdir Geylani’nin şu sözüyle bitirebiliriz: “...Bir eline

dünyayı, öbür eline de ahireti al, ikisini yanyana getir. Bir yere yerleştir. Aralarından

çık. Mevlan’a yönel. Kalbin çıplak olsun onda ne dünya, ne de ahiret bulunsun.

Hiçbiri olmamalı.” 714

O. MAKAMLAR VE HALLER

Tasavvuf yolunda ilerlemek belli bir süreç ve sabır gerektirir. İçinde

bulunulan derecenin korunması da ayrı bir önem taşır. Makamlar ve haller olarak

ifade edebileceğimiz bu mesele tasavvuf eğitimindeki kademeleşmeyi belirtir.

Makam ve hâl kelimeleri kimi zaman birbirinin yerine kullanılsalar da

aralarında bazı farklar vardır:

Makam, kulun çalışmasıyla ibadet ve riyâzetle kesbî olarak elde edilir.

Kısmen süreklidir.

Hâl ise, Allah’ın kuluna lutfettiği, gelip geçici, çalışmakla elde edilemeyen

özel bir durumdur.715

Farklı tasnifler yapılmış olsa da, genel olarak tasavvufi makamların on tane

olduğu belirtilir:

Tevbe- Zühd- Sabır- Kanaat- Uzlet- Devamlı zikir- Tevekkül-Rıza-

Murâkabe- Allah’a yönelmek.716

713 Geylâni, Fütuhu’l Gayb, s. 88. 714 Abdulkâdir Geylânî, Feth’ur Rabbani, s. 21. 715 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi , s. 88. 716 Aynı eser, s. 128.

191

Makamlarda ilerlemek nefsle, onun tezkiyesiyle ilgili olduğu için yazarımız,

nefs ve katmanları hakkında ayrıntılı açıklamalar yapmaktadır. Nefs de insanda

bulunduğu için öncelikle insanın konumunu anlamamız yerinde olacaktır.

P. NEFS

İnsan; varlıklar sıralamasında hayvan ve melek arasında yer almaktadır.

Üreme ve beslenme yönünden bitki derecesinde; his ve hareket yönünden hayvan

derecesindedir.717 Hayvanlar akıllarıyla değil de fıtrî ihtiyaçlarına göre davranırlar.

Fizyolojik varlıklarını sürdürmek onlar için yeterlidir ve akıllarıyla hareket

etmedikleri için yaptıklarından sorumlu değillerdir.

Meleklerde ise akıl vardır ancak nefs yoktur. Bu sebeble onlar günah

işlemezler, sadece Rabb’lerini anarlar.

İnsanda ise hem akıl hem de nefs vardır. Dolayısıyla aklı olduğu için

sorumludur, emir ve yasaklarla mükelleftir. Aynı zamanda günah işlemeye de

meyillidir çünkü nefsi vardır. Bundan dolayı onda hem hayvani hem de rûhâni yön

bulunmaktadır. Nefsinin fısıltılarına uyarak hayvanî yönünü öne çıkarmak ya da

aklını ilmiyle bütünleştirip nefsine söz geçirerek melek kadar saflaşmak insanın

gayretine bağlıdır. Böylece insan, en aşağı mertebe olan “efsel-i sâfilin”e inebileceği

gibi, en yüce mertebe olan “ahsen i takvim”e718 de çıkabilir.

İnsan hayatı, bu iki çizgi arasında bir yerde karar kılmayı gerektiren sürekli

bir mücadele alanıdır.719

İnsanın konumunu böylece belirledikten sonra İbrahim Hakkı’nın konuyla

ilgili açıklamalarına geçebiliriz:

717 Çamdibi, a.g.e., s. 139. Gazali de aynı düşüncededir. Ona göre, insanın hayvanlarla bazı ortak özellikleri ve duyguları vardır.(İkisi de hayat sahibidir. Ayrıca gazab, öfke, şehvet gibi duygular ortaktır.) Ancak insanı hayvandan ayıran birtakım faktörler de vardır ki; kalp, irade ve ilim bunlardandır.(Bkz., Gazali, İhya, c. 3, s. 18); İsfehani, a.g.e., s. 51. 718 Tin /4,5; ayrıca konuyla alâkâlı, bkz. Gülen, Fasıldan Fasıla (4), s. 29. Bu yükseliş için insanın nefsiyle olan mücadelesine gayretle devam etmesi gerekmektedir. Aksi taktirde insan, küçük bir tavizinin bedelini ağır ödeyecektir. 719 Topbaş, a.g.e., s. 47.

192

Mârifetname’ ye göre insanda iki çeşit ruh vardır: Hayvanî ruh ve insanî ruh.

Bedenin his, hareket ve irade yönünü sağlayan güç, hayvani ruhtur ki buna “Şehvani

nefs”ya da “Behîmi nefs”de demek mümkündür.

İnsânî ruh ise, maddeden ayrı özel bir güç ve cevherdir. “Nefs-i Nâtık” olarak

da isimlendirilir. Yedi mertebede ele alınan nefs (ruh) işte budur. 720 İbrahim Hakkı

nefsi natıka, gönül, ruh ve kalp kelimelerini birbirinin yerine kullanmaktadır. Bunları

özünde, maddeden mücerret bir cevher olarak telakkî etmektedir. 721

Gördüğümüz kadarıyla, bu kavramlar ayrı ayrı tanımlanıp açıklansa da

sonuçta hepsinin de kastettiği, anlatmak istediği, ortak bir noktadır. Hepsi de insanı

iyiliğe, doğruluğa ve hakikate çeken özdür, cevherdir.

Nefs-i nâtıkanın (ruh) hem bu dünyada hem de diğer âlemde farklı isimleri

vardır: Bu âlemde“Ruh”, “Kalb”,“Sırru’s-sır”, “Hakikat-insan” diye

isimlendirilmiştir. Diğer âlemde ise; “Levh-i Mahfuz”, “Külli Nefs”, “Hakikat-i

Muhammediye” diye adlandırılır.722

Ruh, son derece latif bir cevherdir.723 “Ruh”, bedenle birleşince “nefs” adını

almaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda ruhun, “yaratılış başlangıcında

devreye giren ve maddî yapıyı tamamlayıp insan varlığını ortaya çıkaran mânevi bir

cevher” olduğunu görüyoruz. Bu oluşumdan sonra ruh kavramının yerine nefs

kavramı kullanılıyor.724

Kuşeyri’nin ifadesiyle: “Nefs, muhtemelen şu bedene konulan ve emanet

edilen kötü huyların yeri olan bir latîfedir. Nitekim beğenilen huyların yeri olan ruh

720 Mârifetnâme, s. 455; ayrıca ruhun bölümleri için bkz. Ergül, a.g.e., s. 146; Tasavvufçulara göreinsanda dört çeşit ruh vardır: a) Tabiî Nefs: Cismin parçacıklarını muhafaza edip, cismi korur. b)Nebâtî Nefs: Bedenin büyümesini, fizyolojik anlamda besinlerin hazmedilmesini sağlar. c) Hayvânî Nefs: İnsanın hareket ve his gücünü oluşturur. d)İnsânî Nefs: İnsan bedeninin gerçek sultânıdır. (bkz. Mehmet Ali Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi, sad: H.R.Yananlı, (Akabe Yay.) İstanbul 1985, ss. 112-114. 721 Mârifetnâme, s. 455. 722 Mârifetnâme, s. 456. 723 Mârifetnâme, s. 456 ayrıca bkz. Aziz Nesefi, a.g.e., s. 16. 724 Ergül, a.g.e., s. 122.

193

da şu beden kalıbına konulan bir latîfedir.Nefs, ruh, akıl gibi kuvvetlerin bazısı diğer

bazısını hükmü altına alır ve insan bunların toplamı olan tek bir varlıktır.”725

Ebû Tâlib el Mekkî nefsin temel iki özelliğinden bahseder: Nefsin doğru

yoldan uzaklaşması ve kendi istekleri doğrultusunda hırslı olması. Birincisinin

kaynağı cehalettir, ikincisinin kaynağı ise aşırı hırstır.726

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki, insan bir şey

hakkında ne kadar bilgiye sahip olursa; ona yaklaşım tarzı da o oranda şekillenir ve

önemli bir boyut kazanır. Nitekim nefsini daha yakından tanımaya çalışan da onun

özelliklerini, zararlarını, insana yönelttiği vesvese ve fısıltılarını biraz daha net

görecek ve bu olumsuz dürtülerin etkisinde kalmamak, buna bağlı yanlışlar

yapmamak için uğraşacaktır. Zira insanın istikâmetten uzaklaşması, nefsine

yabancılaşmasının sonucudur.

Ayrıca nefsin taşıdığı bir sıfat vardır ki, o da insanın doğrudan

uzaklaşmasına, kalbinin olumsuz yönde etkilenmesine ve nefsin ihtirasları peşine

sürüklenmesine sebeb olan hırstır. Zira dozu iyi ayarlanamayan hırs duygusu

insanı o derece esir alır ki artık bu duygu onda tutku haline gelir ve onun tüm

hareketlerini, tüm benliğini sarar ve insanı yanlışa sürükler. Ancak yönü

değiştirilerek, kişiye katkı sağlayacak alanlarda bu duygu kullanılabilirse o taktirde

insanı hedefine yaklaştırır. Nitekim daha önce de ifade ettiğimiz gibi negatif

duyguları yok etmek değil; onları pasifize ederek olumlu alanlarda kullanmak

esastır.

İbrahim Hakkı’ya göre, bu cevherin (ruhun) iki yönü vardır ki, bir yönüyle

cisimler âlemine, diğer yönüyle de gayb âlemine bağlıdır. Şehvânî nefs vasıtasıyla

bedene ait istek ve ihtiyaçlar karşılanırken nefs-i nâtıka aracılığıyla kalbin ihtiyaçları

725 Abdulkerim b. Hevâzin el Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, trc. Şeyhülislâm Hoca Sâdettin Efendi, haz. Mehmet Günyüzlü, (Yasin Yay.) İ stanbul 2003, s. 136; ayrıca bkz. Selahaddin Şâr, İslam Tasavvufu (Toker Yay.) İstanbul 1991, s. 359. 726 Mekkî , a.g.e., s. 383.

194

karşılanmaktadır. Dolayısıyla insan her iki âlemle de irtibatlı olacak şekilde

yaratılmıştır. 727

“Herşeyin aslına rücu etme temayülü fıtri olduğundan beden, topraktan hasıl

olan nimetlere mütemayildir.Bu temayül, nihayet onun toprağa girmesiyle sükunet

bulur.Ruh ise ilahi nefhadan vücuda geldiğinden onun meyli de ulvilikleredir.Hayat

da her insanda ruh ve beden arasında ebedi bir cidâle sahnedir...”728

Bu konuda şu örneği verebiliriz:

“….Beden kafese benzer, içerideki düşman nefis, dışarıdaki insanların eza ve

cefalarını gösteren ruhun bir dikenidir.Zira insan, ruh ile cesetten meydana

gelmiştir.Böyle olmakla beraber, ceset ruh için kafestir.Onu içeride

hapsetmiştir.Islah olmayan ceset, diken gibi cesede batar.

Çünkü ruh, yalnız bırakılıp ilahi izzete uçmak ister.Ama kafes, kuşun

uçmasına engel olduğu gibi beden de ruhu kaçırmaz,ona diken gibi batar...”729

Görüldüğü gibi ruh, aslı itibariyle sahip olduğu saflığına dönmek ister.

Çünkü ancak o taktirde huzura erer. Ancak beden de, cismânî zevklerden hoşlanır,

onları arzular. Bu ikisi birbirine zıt durumlardır. İnsan kimi zaman ruhunun sesine

kulak verir, onun istediği doğrultuda gider; kimi zaman da cismâniyetinin arzuları

ağır basar, ona yönelir. Bu gel-gitler hayat boyu devam eder. Ancak insan asıl

görevinin, ruhunun kendisini yönlendirdiği alana dönmek olduğunu unutmamalı ve

mücadelesini bu doğrultuda sürdürmelidir.

İbrahim Hakkı, insanın sahip olduğu birtakım özelliklerden de bahseder.

Ona göre bunların birkısmı pozitif, birkısmı ise negatiftir.

727 Mârifetnâme, s. 456. 728 Topbaş, a.g.e., s. 85. 729 Mehmet Ildırar, a.g.e., s. 67.

195

Müellifimiz, insanı doğru çizgiden kaydıran vasıflar arasında, cehalet, kibir,

cimrilik, dünya sevgisi, riya gibi birtakım özellikleri sayar.

Bunların tam karşıtı olarak da, ilmi, tevâzuyu, cömertliği, samimiyeti,

tevekkülü, güler yüzlü olmayı, merhameti Allah’ın hoşnut olduğu ve kulun,

Rabb’ine yaklaşmasını sağlayıcı olumlu sıfatlar arasında belirtir.730

Mârifetnâme’ye göre Allah’ın yolunda olmaktan maksat da budur.Yani

olumsuz sıfatlardan soyunarak, güzel sıfatlara bürünüp böylece gerçek olgunluğa

erişmek.731

Kanaatimizce, insan tabiatına yerleştirilen olumsuz sıfatların da elbetteki bir

anlamı vardır. Onlar da uygun yerlerde kullanıldığında şüphesiz güzel sonuçlar

verir. İnsandan beklenen de onları tamamen yok etmesi değil, ancak mümkün

olduğu ölçüde kontrol altına alabilmek için uğraşmasıdır.

Mevlânâ da bu doğrultuda düşünür. Ona göre mutasavvıfın yapması gereken

ilk iş nefsini ortadan kaldırmak değil pasifleştirmek olmalıdır. 732

Yukarıda da ifade edildiği gibi, insandan bu negatif yönünü bütünüyle

kaldırması beklenemez. Böyle bir şey insan tabiatına da aykırıdır. Çünkü insan,

olumlu ve olumsuz duygularıyla anlamlı bir bütün oluşturmaktadır. Zira onda sadece

olumlu sıfatlar olsaydı günaha, hataya meyletmeyecekti. Buna bağlı olarak da

mücadele etmesini gerektirecek, kendiyle hesaplaşmasını sürdürmesini sağlayacak

bir unsur da bulunmamış olacaktı. Ancak negatif yönlerle süslenen insan zaman

zaman birtakım yanlışlıklara, hatalara düşebilir. Buna mukâbil tevbe eder, Rabbine

yönelir ve bu güçle adımları daha sağlam, kalbi daha mutmain ve idraki daha güçlü

olur. Dolayısıyla insandaki bu zaafiyet, onu Hakk’a yönelten bir basamak gibi işlem

görür; tabi ki böyle bir durum hassasiyetini yitirmemiş ruhlar için geçerlidir.

730 Mârifetnâme, s. 461. 731 Aynı sayfa. 732 Arasteh, s. 26; ayrıca bkz. Eren, a.g.e., s. 27.

196

İbrahim Hakkı’nın nefs konusunda diğer mutasavvıflar gibi düşündüğünü,

insanın hakiki olgunluğa erişebilmek için nefs mücadelesine önem vermesi

gerektiğini ancak bu takdirde kulla Rabb’i arasındaki yakınlığın sağlanabileceğini

ifade ettiğini gördük.

Nitekim nefs terbiyesinin gerekliliğini Kur’an’dan öğreniyoruz: “Ey iman

edenler! Nefislerinizi terbiye ve tezkiye etmek üzerinize borçtur.” 733

Nefste arındırılması gerekli üç çeşit kuvvet vardır:

Birincisi, “ fikir kuvveti.” Bunun tezkiyesi sonucu ilim ve hikmete ulaşılır.

İkincisi, “şehvet kuvveti.” Bu kuvvetin arındırılmasından cömertlik ve iffet

hâsıl olur.

Üçüncüsü, “hamiyet kuvveti.” Bu gücün temizlenmesinin sonucu ise hilm ve

şecaatdir.734

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla, yukarıda belirtilen bu üç maddeden,

sayılan sıfatların ortaya çıkmasındaki önemli kriterlerden biri; kontrol altına

alınması gereken bu kuvvetlerin yok edilmeyerek yönünün değiştirilmesi ve

müsbet doğrultuda şekillendirilmesidir.

Diğer bir kriter ise bu üç maddede denge sağlanması ve bu kuvvetleri

kullanırken itidâl üzere hareket edilerek aşırılığa kaçılmamasıdır.

Nefsi terbiye etmenin gerekliliğini bilmek kadar bunun yöntemini bilmek de

önemlidir.

Nefs başlangıçta isyankâr bir yapıya sahiptir. Bundan dolayı nefsin

isteklerinin tersi yönde hareket etmek önemlidir. Nefs tezkiyesinde nefsi kurtuluşa 733 Mâide /105. 734 İsfehani, a.g.e., s. 61.

197

erdirecek emirler ve bunun yanında onu kötülüklerden engelleyecek yasaklar

mevcuttur.735

Yukarıda da ifade edildiği gibi, nefse belli bir şekil kazandırmak, onu daha

iyiye, daha güzele ve mükemmele eriştirmek için birtakım emirler ve yasaklar vaz’

edilmiştir. Ancak emre itaat etmek nefse zor geldiği için ve yasaklar da ona câzib

geldiğinden dolayı nefs, bu kuralları uygulamak istemez.

Açıklamalarda da görüldüğü şekliyle nefsi belli bir olgunluğa erdirebilmek

amacıyla başlanılan çabada göz önünde bulundurulması gereken önemli bir ilke

vardır ki o da, nefsin arzularının tersi istikâmetinde hareket etmektir. Aksi taktirde bu

isteklerin sonu yoktur ve nefs daima daha fazlasını isteyecektir. Böylece emelleri

daha da artacak olan nefsi dizginlemek hayli zorlaşacaktır.

Kanaatimizce, nefsle olan bu mücadelede başarılı bir sonuç alabilmek için

arzulanan hedef iyi belirlenmeli, bu konuda belli bir tavır içine girilmeli ve bu

doğrultuda taviz vermemek için uğraşılmalıdır.

Tezkiye işleminde kulun tek başına bunu gerçekleştirmesinin ise zor

olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz: “Görmedin mi? O, nefslerini temize çıkartıp

tezkiye ettik diyenleri. Hayır (hiç kimse nefsini tezkiye edemez). Ancak Alah

dilediğinin nefsini tezkiye eder...”736

Bu arınma işleminde kişiye yardım edecek merci’leri de yine Allah Teâlâ’nın

açıklamalarında buluyoruz. Nitekim Alah, bu iş için önce peygamberler ve daha

sonra da görevli kimseler gönderdiğinden bahsediyor: “Size içinizden bir resul

gönderdik. Size âyetlerimizi tilâvet eder. Sizin nefsinizi tezkiye eder. Size kitap ve

hikmet öğretir...”737

735 Mihr, a.g.e., s. 291. 736 Nisa /49. 737 Bakara /151; ayrıca bkz. Secde /24.

198

“And olsun ki mü’minler üzerine bir nimet olmak üzere o zaman kendi

içlerinden bir yetkili gödeririz. Onlara âyetleri tilavet eder. Onları tezkiye eder ve

onlara kitap ve hikmet öğretir..”738

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla, nefsi tezkiye etmek adına girişilen

mücadele son derece önemli ve zordur. Çünkü insan acizdir739 bundan dolayı

istikâmetini her an koruması her zaman mümkün olmayabilir. Yarattığı kulunu en

iyi şekilde bilen Allah Teâlâ da kendisine klavuzluk yapması amacıyla

peygamberler ve görevli şahsiyetler göndermiştir.

Kanaatimizce insan, nefsini eğitmek konusunda belli bir yere gelebilir ama

onun tek başına sonuna kadar bunu sürdürmesi güçtür. Ayrıca insan zaman zaman

gel-gitler yaşar. Bazen ilerleyişi muntazam olarak devam ederken bazen de aşağı

seviyelere inebilir. Sâlik için bir başka husus da önemlidir ki, o da ulaşılan dereceyi

ve o derecenin gerektirdiği konumu koruyabilmek. İşte bahsettiğimiz tüm bu

hususları başarıyla yerine getirebilmek için sâlikin, kendisini doğruya sevk edecek

ve mânevi doyuma ulaşmasını sağlayacak bir kaynağa ihtiyacı vardır.

İbrahim Hakkı gibi Mevlânâ da nefs ve nefsin terbiyesi üzerinde önemle

durur.

Mevlâna, nefsin, kendisine uyulduğu taktirde insanı esir aldığını ve tıpkı aşk

gibi kişinin tüm hayatını yönetecek kadar büyüdüğünü ifade ederek şöyle bir örnek

verir:

“Tıpkı tuzlu balığı tatmak gibi, o asla tatmin olmaz. Kişi ne kadar çok yerse,

o kadar çok suyu arzu eder...” 740

738 Al-i İmran / 164; ayrıca bkz. Kasas /68; Secde /24. 739 bkz. İnsanın acizliği ile ilgili Maide /30-31; Nahl /4. 740 Arasteh, a.g.e., s. 77.

199

Gerçekten de böyledir. Nefse karşı gösterilen ufak bir müsamaha,

düşünemeyeceğimiz kadar büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bundan dolayı Mevlânâ bu

meseleye çok hassas yaklaşmış ve daha işin başında sorunu çözmeye çalışmıştır.

Ona göre öncelikle düşünce planında olayı bitirmek gerekmektedir. Düşüncenin,

davranışa dönüşmesine fırsat vermeden.

Mevlânâ, davranışın kendisinden çok, insanı o davranışta bulunmaya

sürükleyen güdüler üzerinde durur. Bundan dolayı “arzu edilmeyen düşünceleri

bilinçten silmeyi ve nefsten kaynaklanan arzuları kontrol etmeyi” vurgular. 741

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla elde edilen müsbet ya da menfi

durumların kaynağı insanın zihni ve düşünce yapısı. Zira herşey düşünce planında

şekillenmekte ve buna bağlı olarak davranışa dönüşmektedir. Bundan dolayı insanın

zihnini anlamlı temalarla donatması ve bu temalara uygun adım atması

gerekmektedir. Olumlu düşüncelere sahip olan bir birey pozitif yönde hareket

ederken; olumsuz düşüncelere sahip olan birey ise negatif yönde hareket edecektir.

İbrahim Hakkı nefsin tasfiyesiyle ilgili olarak, kulla Mevlâ’sı arasındaki

perdelerden bahsederek şöyle der: “Allah’la kul arasında aydınlık ve karanlık

yetmiş perde vardır...”742 Ona göre nefsi ıslah yolunda çaba gösterilecekse bu

perdeler aralanmalıdır.

Zünnun el Mısrî de İbrahim Hakkı gibi düşünür. Ona göre de en zor perde

nefsi görüp onda varlık bulmaktır. Kişi, nefsine muhalefet ederek ibadete

ulaşabilmek için çaba harcamalıdır. İbadetlerin en faziletlisi de perdeleri aşarak

Allah’a yakınlık kurmaya çalışmaktır.743

Perde olarak tanımlanan unsuru, “Allah’a giden yoldaki engel” olarak

algılıyoruz. O taktirde bu engellerin nitelik ve niceliği kişilere göre değişiklik arz

741 Arasteh, a.g.e., s. 97. 742 Mârifetnâme, s. 460. 743 Hüdâyi, a.g.e., s. 260.

200

edecektir. Kimisi için makam, mevki perde olurken; bir başkası için evlat, mal ya

da başka bir unsur perde olabilir ve kulu Rabbinden uzaklaştırabilir.

Salikten beklenen nefs mücadelesindeki nihâi hedef; rûhî kemâlâtı

yakalamak, hakiki olgunluğa erişmektir. Fudayl b. İyaz bu konuda şöyle bir açıklama

yapar:

“Bize göre kemâle eren kişi, çok namaz kılan ve çok oruç tutan değil, nefsini

sehavete, sadrını selamete erdirerek ümmete nasihat edendir.”744

İbrahim Hakkı’ya göre de kemâle ermek gönlü ve ruhu arındırıp, asli olan

saflığına ulaştırmak ve nefsle olan mücâdeleye devam ederek iyi hasletleri

yerleştirmektir.745

Kanaatimizce bu konuya bu denli bir boyut kazandıran unsur, nefsin sahip

olduğu birtakım özelliklerdir. Nefs tezkiyesi basit bir hâdise değildir. Nitekim Hz.

Peygamber (s.a.v.) de bu gerçeği dile getirmiştir. Çünkü nefs tezkiyesinde başarıya

ulaşmak için kararlılık, süreklilik, sabır ve irade gücünden faydalanmak

gerekmektedir.

İnsan bu mücadelede bir miktar yol alabilir ancak nefs öyle bir güce sahiptir

ki en ufak bir boşluk bulduğunda insanın sonuca varmasını engellemek için

uğraşır. Bundan dolayı nefs mücadelesinde süreklilik oldukça önemlidir.

Ayrıca insanın, mârifet yolunda ilerleyerek Hakk’a vasıl olması, böylece

kendisinden beklenen “kulluk” sorumluluğunu yerine getirmesi de yine bu savaş

sonunda kazanılacak bir başarıdır.

Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz ki, insanın ulaşabileceği en son nokta ,

en ulvî derece birtakım kerâmetler yada farklı yaşantılar ortaya koymak değil;

nefsine kemâlât kazandırmaktır. 744 Yılmaz,Gönül Erleri, s. 85. 745 Mârifetnâme, s. 461.

201

Bu düşüncede olan sâlik, nefsiyle hesaplaşmasını sürdürecek ve nefsin

katmanlarını birer birer çıkmak için çaba harcayacaktır. İbrahim Hakkı nefsin

katmanlarından ayrıntılı olarak bahsetmektedir. Şimdi nefsin derecelerine sırasıyla

geçebiliriz:

NEFSİN MERTEBELERİ

1. NEFS-İ EMMÂRE

Bu nefs, üzeri kalın perdelerle örtülü olan nefstir.746 Kötü fiillerin

kaynağıdır.747 Bu nefs, sahibini doğru yola iletmez, daima yanlışa, fısk ve fücura

götürür.748 Nefs-i emmâre akıl ve sağduyunun olumlu bulmadığı yöne sürükleyen

güdülerle doludur.749 Cüneyd-i Bağdadi, bu nefsi, helâk olmaya davet eden, hevâ ve

hevese uyan nefs olarak tanımlamaktadır.750

Tanımlarda da gördüğümüz gibi, nefsi emmâre, insana sık sık zararlı, çirkin

şeyleri fısıldamaktadır. Onu yanlışa sevk etmeye çalışmaktadır. Zaten, kelime olarak

da “emmâre”, bir şeyi ısrarla emretmek anlamına gelir.

İnsandaki iki çeşit ruhun (İnsânî ruh ve hayvânî ruh olmak üzere.) sıfatları

birbirlerine zıt olduğu için devamlı savaş halindedirler.751

İbrahim Hakkı da konunun özünü bu şekilde açıklar: İnsandaki “nefs-i

nâtıka”, “Şehvani nefse” yenik düşünce, onun emri altına girince, nefsin bu ilk

mertebesiyle karşılaşıyoruz.752 Gerçekte nefs-i emmâre Rabbâni bir cevherdir. Ama

746 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Nefs-i emmâre”, s. 369. 747 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nefs-i emmâre” s. 547. 748 Rûmî, a.g.e., s. 15. 749 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı (İşaret Yay.) 2000, s. 468, 54. dipnot 750 Kuşeyri, a.g.e., s. 247; ayrıca bkz. Mihr, a.g.e., s. 332. 751 Şeyh Mehmed Şemseddin Nuriy-i Nakşibendi, Miftahu’l Kulüb’dan İnsanın En Büyük Düşmanı Nefs ve Mertebeleri ( Osmanlı Yay.) İstanbul 1996, ss. 7-8 752 Mârifetnâme, s. 463.

202

olumsuzluklara, kötülüklere yöneldiği için kirlenmiştir. Şehvâni nefsin emri altına

girerek olumlu sıfatlardan uzaklaşmıştır.753

Bildiğimiz kadarıyla ruh o ulvi âlemlerden bu dünya hayatına gelince ne

yazık ki nefsin kurbanı olmuştur. İnsanda nefse meyletme zaafı bulunduğu ve nefsin

sunduğu şeyler câzib olduğu için insan o yöne kaymış ve nefsinin emirlerine boyun

eğmiştir.

Bu nefsin cimrilik, hased, kibir gibi birtakım olumsuz sıfatları vardır. Bu

nefsin seyri Allah’a doğrudur. Âlemi bu gördüğümüz (şahadet) âlemdir.754

Bu nefs mertebesindeki kişi tevbe etme ihtiyacı hissetmez. Yaptığı

kötülüklere de üzülmeyip şehvetinin esiri olur. Günahta da bile bile ısrar eder.755

Ancak kimi zaman kötülüğün zuhurundan pişmanlık duyar fakat bu pişmanlık

onun davranışlarını düzeltmeye yetmez. Bu sıfatla donanmış olan nefs, hevâ ve

heveslerine fazlaca düşkündür.756

Kur’ân-ı Kerim’de bu konu, şu ifadelerle anlatılıyor:

“Ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefs kötülüğü emredicidir.”757

Kötülüğü arzulama nefsin tabiatında vardır. Ancak Allah’ın emrine girip ilâhi

rahmete yönelen, nefsin kötülüğünden uzak kalır. 758

İnsana sık sık olumsuz dürtülerle yaklaşan bu nefse yenik düşmemek kolay

bir iş değildir. İnsanın buna karşı kendisini otokontrol etmesi gerekmektedir.

753 Mârifetnâme, s. 463. 754 aynı sayfa. 755 Gazali, İhya, c. 4, s. 83. 756 Serrac, a.g.e., s. 555. 757 Yusuf/ 53. 758 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 198.

203

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), insanın nefsiyle olan mücadelesinin en büyük

cihad olduğunu ifade etmiştir.

İbrahim Hakkı, mâneviyat yolunda ilerlemek isteyen sâlikin neler yapması

gerektiğinden bahseder:

Bu yolda ilerlemek isteyen, tenha bir yerde abdestli olarak “la İlahe İllallah”

zikrine devam etmelidir. Ama bu rastgele bir söyleyiş olmamalıdır. Her bir harf ve

kelimesini uygun şekilde vurgulamalıdır. Hatta bu zikirden bir an bile gâfil

olmamalıdır.Yatarken, kalkarken, otururken her hâlükârda bu zikirle meşgul

olmalıdır.759

İbrahim Hakkı, bu yola yeni giren sâlikin ilk etapta “La ilahe illallah”

zikrinden yeterince zevk alamayacağını ama zamanla mesafe kat edeceğini bildirir.

Hatta güzel amellere yönelip kalbini korumaya özen gösterirse gizli sırlara vâkıf

olacağını dahi ifade eder.760

Yine sâlikten beklenen önemli birkaç merhale vardır ki yeme içme ve

uykuyu azaltıp, güzel ahlâkla vasıflanmasıdır.761

Gazali de bu konuda nefsle olan mücadeleyi sürdürmenin önemi üzerinde

durur. Ona göre, nefsi tezkiyeye uğraşmalı, onu kahr zincirine vurmalı, arzularından

uzaklaştırmalıdır. 762

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi sâlik, mârifet yolunda ilerleyebilmek için

nefsiyle olan mücadelesini sürdürmeye devam etmelidir. Bunu gerçekleştirmek için

de bir yandan zikre yoğunluk vererek rûhî ilerleyişini sürdürürken; diğer yandan

bedenî ihtiyaçlarını en alt düzeye indirerek bu ilerleyişe katkıda bulunur. Fizyolojik

ihtiyaçlar ne kadar azalırsa terakkiyat o oranda artar ve hızlanır.

759 Mârifetnâme, s. 464. 760 Mârifetnâme, ss. 464-465. 761 Mârifetnâme, s. 465. 762 Gazali, İhya, c. 4, s. 748.

204

İbrahim Hakkı, nefsi arındırma adına yapılan bu gayretlerin sonuçlarından

da bahseder. Ona göre bu çabaların sonucunda sâlikin kalbi, kirlerden arınmaya,

imanı daha bir kuvvetlenmeye, eşyanın hakikatini görmesini engelleyen bulanıklıklar

gitmeye başlar.763

Kanaatimizce, sâlikin bu işin başında karar verip azmetmesi, onun derece

katetmesinde önemli bir etkiye sahiptir. Çünkü sâlik, hep bu bilinçle hareket edecek,

emir ve yasaklara karşı daha duyarlı olacaktır. Zikir, tefekkür, murâkabeye yoğunluk

vererek mânevi açıdan güçlenirken; cismâniyetinden de gücü yettiği oranda

uzaklaşacaktır. İbadetlere daha çok yöneldiği ve nefsine muhalefeti sürdürdüğü için

de Allah’a olan kurbiyeti artacak ve Allah’ın ilâhi ikramlarına mazhar olacaktır.

Bu makamda bulunanlar üç haldedir: Birinci grup, nefsin esiridirler,

emredilen iyiliklerin hiçbirisini yapmayıp her türlü kötülükleri, yanlışlıkları

uygularlar. Buna rağmen kendilerinin hakikati bulduklarını zannederler. Hatta

kendilerini uyarmak, yanlışlıkta olduklarını belirtmek isteyenleri dahi dinlemezler.

İkinci grup, bunlar da iyiliği terk ederler, fenâlıktan sakınmazlar. Ancak

haramı haram olarak kabul ederler. Gençliğe aldanıp ibadeti, itaati daha sonraya

ertelerler, Allah`ın azab etmeyeceğini düşünürler. Yaptıkları kötülüklere karşı

pişmanlık duymazlar.

Üçüncü gruptakiler de iyiliği bırakırlar kötülükten sakınmazlar. Ancak

işledikleri çirkin filler için pişmanlık duyarlar. Kendi hallerinin doğru olmadığını

itiraf ederler.764

Bu gruplama ile ilgili olarak şunu söyleyelim ki; birinci gruptakiler büsbütün

nefsin yönlendirmesinin esirindedir. Daha da kötüsü kendinden başkasını dikkate

almıyor. Burada benlik tüm yoğunluğuyla kendini hissettiriyor.

763 Mârifetnâme, ss. 464-465. 764 Mehmet Şemseddin, a.g.e., ss. 45-49.

205

İkinci gruptakiler bir derece daha iyi durumda. En azından haram helal

anlayışı var. Ama diğer fiiller yine nefsin kontrolünde.

Üçüncü gruptakilere gelince onlar da ikincilerden daha iyi. Çünkü hem

hatalarını kabul ediyor hem de pişmanlık duyuyor. Ancak şunu söyleyelim ki; her üç

grup için de ortak olan bir durum var o da kendi benliğini kusursuz görme.

Nefs tezkiyesi kolay bir mesele değildir. Uzun süreli sabrı ve azmi

gerektirmektedir. Burada kilit nokta insanın kendisidir, kendisiyle olan

mücadelesidir. Kararlılıkla nefsin isteklerine kulak tıkayan kişi, fıtratından

beklenen çabayı göstermiş olur.

2. NEFS-İ LEVVÂME

İkinci makamda nefs-i nâtıka, yaptığı kötülüklerden dolayı kendisini kınar.

Bu kınamadan dolayı “nefs-i levvâme” (çokça kınayan nefs) adını alır.765

Bu nefs iyilikleri yapmaya başlar ve kötülükleri bırakma gayreti içindedir.

Kendisine olan güveni azdır. Bu sebeble yaptıkları şeylerin başkaları tarafından

bilinmesini ister.766

Bu nefsin kibir, gizli riya, makam sevgisi gibi birtakım olumsuz sıfatları

vardır.Ancak o, hakkı hak bâtılı bâtıl olarak kabul eder.767

Bu nefs, günahlarından dolayı pişmanlık duyar. Ancak eline fırsat geçtiği

zaman tekrar günah işler. Levvâme sıfatı emmâre’ye yakın bir haldir. Bu sebeple gel-

gitler yaşar. Kâh tövbe eder kâh günaha dalar.768

765 Mârifetnâme, s. 465; “Levvâme”, Arapça bir kelimedir ve bulunduğu sîga itibâriyle “birşeyi çokça yapmak” anlamına gelir. 766 Ali Kuşat, “Nefis Mertebelerine Psikolojik Bir Yaklaşım”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 3, sayı: 9, Temmuz-Aralık 2002, s. 123. 767 Mârifetnâme, s. 466. 768 Mehmet Şemseddin, a.g.e., ss. 11-12; ayrıca bkz. Serrac, a.g.e., s. 555; M.Nuri Şemsuddin Nakşibend, Tasavvuf Âlemi, sad. Sabri Çağlayan ( Çağ Yay.) İstanbul 1974, s. 14.

206

Bu nefs bir parça kalbin nuruyla nurlanmış olup uyanıklık kazanmıştır.

İçedönük bir eleştiri başlamıştır. Dinin emirlerine bağlılık artmış, salih amellere

dönülmüştür. 769

Nefs-i levvâme, bir zamanlar emmâre nefse uyup ahirete yönelik ameller

yapmaktan uzaklaştı. Şeytana uyarak birçok günahlar işledi. Çünkü levvâme nefs,

emmâreye çok yakın olduğundan zaman zaman emmâre nefsin özelliklerini gösterir.

Levvâme nefsin temel özelliği pişmanlık duymak ve yanlışının farkına varmak

olduğu için inâyet-i ilâhi yetişmiş ve o, emmârelikten ayrılarak bir mürşide

bağlanmıştır. Böylece tevbe etmiş, salâhiyete kavuşmuş ve cennete gitmeye namzet

olmuştur. 770

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, levvâme nefsin en büyük özelliği, yaptığı

hata ve günahlara karşı üzülmesi, pişmanlık duyması ve birtakım güzel hasletleri

yerleştirmeye çalışmasıdır. Ancak o, tam olarak emmârelikten kurtulamamıştır.

Bundan dolayı kimi zaman emmâre nefsin özelliklerini gösterebilir. Ancak daha

pozitif sıfatlara sahip olabilmek için çabalamayı sürdürür.

Nefs-i levvâme Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde geçmektedir:

“Ve kendisini kınayan nefse yemin olsun ki...”771

Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942) , bu kınayan nefsi iki şekilde açıklar: Nefis ya

başkasını çokça kınar ya da kendisini hatalarından dolayı kınar. Ancak çoğunluğa

göre en çok kabul edilen görüşün bu ikincisi olduğunu ifade eder.772

Kanaatimizce insan hata ve günahlarından ötürü kendisini kınayacaktır.

Çünkü insanın “ahiret”gibi bir sahnede kendisini bırakıp da başkalarını kınaması pek

mümkün görünmemektedir. O gün insan için pişmanlıktan başka bir şey yoktur.

Dünyada kulluğunun gereğini yaparak yaşayan insan, ahiretteki derecelerle

769 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nefs-i Levvame”, s. 547. 770 Rûmî, a.g.e., ss. 25-26. 771 Kıyame/2. 772 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, s. 437.

207

karşılaşınca, bir üst mertebeye çıkabilmek için neden daha fazla kulluk

yapmadığından dolayı; dünyadayken gerçek kimliğini unutan insan da bu

yaşantısından dolayı pişman olacaktır. Pişman olacak ve kendi kendisini

kınayacaktır.

İbrahim Hakkı bir üst makama çıkabilmenin yöntemini şöyle anlatır:

Sıkıntılardan kurtulup rahata erebilmek için velilerin yolunda olmak lazımdır.

Tâ ki kişinin nefsi olgunluğa erişip, sır perdelerini aralasın. Bu ilerleme esnasında

çok önemli bir faktör de zikirdir. Bu makamdaki sâlik “Allah” zikriyle meşgul olur,

öyle ki yatarken, kalkarken, otururken, ayaktayken bu ismi zikreder. Tâ ki kendisine

birtakım perdeler açılana kadar. Bu zikri de gözü kapalı bir şekilde Kıble’ye doğru

yapmak gerekir.773

Bu makamda olana vesveseler pek çok gelir. Bunlardan kurtulmanın yegane

çaresi de yine bu ismin zikrine devam etmektir.774

Kanaatimizce, sâlikin hissettiği bu vesveseler onun için tehlikeli bir

durumdur. Zira sâlik bu vesveselerden kurtulamazsa mârifet yolundaki ilerleyişini

devam ettirmekte zorlanır. Ondan beklenen, kendisine gelen birtakım vesveselere,

kuruntulara, hatta nefsin abarttığı bazı düşüncelere itibar etmemesi, bunların şeytanın

birer oyunu olduğunu unutmamasıdır.

İbrahim Hakkı sâlik için yol gösterici olabilecek birtakım maddelerden de

bahseder. Ona göre, nefsî açıdan ilerleyebilmek ve alışkanlıkların esiri olmamak şu

altı maddeyle mümkündür: Yemeği, uykuyu ve konuşmayı azaltmak, sürekli zikirle

meşgul olmak, tefekkür etmek, insanlardan uzak kalabilmek. Bu sayılan maddelere

uyabilen kişi, gerçek savaşı kazanmış demektir. Bunları uygularken önemli olan

aşırılığa kaçmayıp dengeyi kurabilmektir.775

773 Mârifetnâme, s. 469. 774 Mârifetnâme, s. 469. 775 Mârifetnâme, s. 468.

208

Bilindiği gibi, gerçek mânâda dini yaşayıp da hakiki kul olabilmeyi

başarabilen yegâne insan Hz. Peygamber (s.a.v.) dir. O dahi aşırılığa kaçmamış,

peygamberlik yönünün yanısıra beşeriyet yönünü ihmal etmemiş ve böylece ideal

çizgileri belirleyerek örnek olmuştur. Sâlikten beklenen de mükemmeli elde etme

düşüncesiyle bile olsa ifrat ve tefrite girerek sınırları zorlamaktan kaçınması ve

fizyolojik ihtiyaçlarını “ihtiyaç” oranında karşılayarak, mânevi ilerleme yolunda

kendini frenleyecek pürüzlere karşı temkinli olmasıdır.

İbrahim Hakkı’ya göre yapılması gereken önemli bir madde de şehvetin

yolunu tıkamaktır ki bu şehvetin kaynağı da giyinme ve yeme tutkusudur. Salikin

gözünde her türlü yeme ve giyme unsuru eşit hale gelene kadar nefs mücadelesi

sürmelidir. Bu yola giren kişiden beklenen önemli bir ilke, yemek konusundaki

titizliğidir. Acıkmadan yememek ve doymadan kalkmak, bir öğünle yetinmek esastır.

Aksi taktirde tam mânâsıyla irfan yoluna girilmiş sayılmaz.776

Kanaatimizce, insanın istikâmet çizgisini korumasının temelinde amaç ve

araç kavramlarını doğru olarak anlaması yer almaktadır. Nitekim yukarıda ifade

edilen yeme ve giyim hususu da insan için bir araçtır, bir ihtiyaçtır. Amaç ise

Allah’a ulaşmayı sağlayacak vasıtaları aramak ve bu araçları o yolda kullanmaktır.

Bunu yaparken de dengeyi sağlamak son derece önemlidir. Zira bahsedilen bu

ihtiyaçları tamamen yok saymak ne kadar yanlışsa; bütünüyle onlara yönelmek ve

onları hedef haline getirmek de en az onun kadar yanlıştır. Çünkü böyle bir

uygulama, kalbi olumsuz yönde etkiler ve ona perde olur ki bu da sâlikin nefs

mücadelesini zorlaştırır. Bedeni koruyacak ve ibadete yöneltecek kadar yemeğe,

kimliğini muhafaza edecek kadar giyime değer vermelidir.

Sadâkatli bir sâlik, Allah dışındaki her türlü şeyden uzak durmaya çalışır.

İnsanlarla bir arada olmamaya özen gösterir.777 Daha önce de ifade ettiğimiz gibi,

insanın kalbi bulunulan ortam ve kişilere göre şekil alır. Kalbin korunması adına

insanlarla olan ilişkinin dozunu ayarlayabilmek ve pozitif ortamlarda bulunmak

önemlidir. 776 Mârifetnâme, ss. 469-473. 777 Mârifetnâme, s. 473.

209

Gördüğümüz kadarıyla, sayılan bu maddeler sâlik için oldukça gereklidir.

Çünkü ancak belirtilen kriterlere riayet edildiğinde mârifet yolunda ilerlemek

kolaylaşacak ve sâlik, hedefine ulaşabilecektir.

İbrahim Hakkı, levvâme makamındaki sâlik için sözkonusu olan bir halden

bahseder. Bu mertebedeki kişi nefsiyle olan mücadelesinde başarı sağlayabilirse

kendisine ilâhi sırlar açılır ve o, misal âlemine girer. Bu âleme girmek kolay değildir.

Bu, nefsi konusunda mücadele eden ve Allah’a yakınlığını sağlayabilenlere verilmiş

özel bir mertebedir.778

Kul böylece mücâhedesinin sonucuna ulaşmış, müşahedeye varmıştır. Tüm

gayretleri nimete dönüşmüş, eşsiz sırlara vâkıf olmuştur.

İbrahim Hakkı ikinci makamın başlangıcında görülen bir durumdan söz eder

ki; o da nefsin gazab ve öfke duyması. Ona göre öfkesini yenebilen insan hakiki

insandır ve gerçek halifedir. Ama öfkesi galebe çalan da insanlıktan uzak bir

yerdedir.779

Hz. Peygamber (s.a.v.) de öfkeyi yenmenin ne kadar zor olduğuna işaret

etmiş ve öfkesini yenebilen kişiyi gerçek pehlivan olarak nitelendirmiştir.780

Çünkü bu haldeki kişi sağlıklı düşünemez ve kontrollü davranamaz. Bu

sebeble daha işin başındayken ileri boyutlara ulaşabilecek hareketlerden

kaçınmalıdır.

Öfkesinin esiri olan kişi, çocuğun oynadığı topa benzer ki topun sağa sola

gittiği gibi o da şeytanın elinde bu hale döner. Şeytan onu istediği yere

yönlendirir.781

778 Mârifetnâme, s. 471. 779 Mârifetnâme, s. 471. 780 Buhari, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108. 781 Rûmî, a.g.e., s. 266.

210

Şeytan insanı çok iyi tanıyor. Onun zaaflarını iyi biliyor. Öfke damarı çabuk

tahrik olan bir kişi çok rahatlıkla şeytanın oyuncağı haline gelebilir.

Mârifet yoluna giren kişiden gazab ve şehvetine yenik düşmemesi beklenir.

Bunu sağlayabilen sâlik de gerçek seviyesini elde etmiş olur. Nitekim Allah Teâlâ da

buna işaret etmektedir:

“O takva sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini

yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.”782

Kanaatimizce, kişinin öfkesine yenik düşmemesi nefsiyle ilgili olduğu için

ona büyük bir önem atfedilmiştir. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ, öfkesini yenebilenleri

“müttaki” olarak tanımlamaktadır. Yani takva üzere yaşayan, Allah’ın huzurunda

olduğunu unutmayan, nefsinin dizginini eline almayı başarabilen insan...

Ayette kullanılan ifade dikkat çekicidir. Öfkelerini yok edip ortadan

kaldıranlar denmiyor onun yerine “ öfkelerini yutanlar” deniyor.

Zira insanda bu duygu olmasa insan melekleşir. Dolayısıyla da terakki

sağlanamaz. Buradaki kemâl derecesi, bu duygunun, bireyi Hakk’dan ayırmayacak

ancak O’nun yolunda olabilmek için gereğini yapabilecek düzeyde olmasıdır.783

Gördüğümüz kadarıyla seyr u sülûk, beşerî sıfatlar dahilinde yapılır, onları kontrol

altına almayı öğütler, ortadan kaldırmayı değil.

İbrahim Hakkı öfkeyi yenmenin yollarından da bahseder:

Gazablanmış kişiye bunu yenebilmesi için, nefsinin zaaflarını acizliğini ve

zayıflığını düşünmesini tavsiye eder.

Allah’ın kudretinin kendi kudretinden daha fazla olduğunu hatırlatır.

782 Al-i imran/134; ayrıca konuyla alakalı bkz. Şûra/37, Tevbe/15. 783 Hüdâyi, a.g.e., s. 138.

211

Öfkeli kişiye eğer ayaktaysa oturmasını, oturuyorsa da sırt üstü yatmasını

öğütler.784

Ayrıca öfkelendiren olaya hemen cevap verilmeyip, olay yerinden ayrılmak

ve bir süre muhakeme etmek de önemlidir.785

Başka bir çözüm de öfkesini yenenlerin karşılaşacağı mükâfatı, öfkesine

uyanların ise uğrayacağı azâbı düşünmektir.786

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi insan, karşısındakine öfkelendiği zaman,

onun da kendisi gibi bir beşer olduğunu, Rabbin huzurunda “insan” olma bakımından

kendisinin bir üstünlüğü olmayıp onunla eşit konumda bulunduğunu düşünebilirse,

o zaman bu duyguyu yenmesi daha kolay olur. Çünkü “misafir” olarak gelinen bu

âlemde hiçbir kalbin incitilmesine izin yoktur.

İbrahim Hakkı, sonuç olarak bu makamdaki sâlik için mânevi bir reçete

sunar ve dört madde sayarak buna tam mânâsıyla inanan bir kulun her türlü

korkudan emin olacağını, hatta insan ve cin şeytanlarından bile korunabileceğini ve

nihayet kalbini Hakk’dan uzaklaştıran engelleri de böylece aşarak huzur-u ilâhi’ye

erebileceğini ifade eder. Bu maddeler şöyledir:

Allah’ın her şeye Kadir olduğuna inanmak, O’ nu en kudretli varlık olarak

kabul etmek,

Allah’ın her şeyi bildiğine, Alîm olduğuna inanmak

Allah Teâlâ’ nın her varlığa karşı çok şefkatli ve çok merhametli olduğunu

kabul etmek.

Allah’ın fiillerinin iyilikten ibaret olduğuna inanmak.787

784 Mârifetnâme, s. 475. 785 Ziya Ceran, Allah ve İnanç, ( Ankara Basım ve Ciltevi) Ankara 1972, s.154. 786 Rûmî, a.g.e., ss. 267-269 .

212

Bazı şeyler vardır ki zâhiren bakılsa şer gibi görünür. Ama onda belki de pek

çok hayır gizlidir. İnsan bir olayın mâhiyetini, hikmetini ilk etapta anlayamıyor.

Allah kuluna bir şey lütfeder. Bu, sabrı gerektiren bir durum olabilir. Kul da buna

sabrettiği ve sonuçta güzel mükâfatları hak ettiği için hayır olmuştur. Ya da kuluna

şükür isteyen birtakım nimetler lutfetmiştir. Kul da bunun gerçek sahibini idrak edip

şükrettiği için o durum da kul için bir hayır olmuştur. Sonuçta büyüklerin de

söylediği gibi hakiki bir kul her hâlükârda hayr üzeredir. Sabrı ve şükrü bildiği için.

Önemli olan kulun, Allah’ın, kendisini iyiliğe kanalize etmeyi düşündüğünü

unutmamasıdır. Zaten Allah’ın Kadir, Alîm, Rahim olduğunu bilen bir insanın,

O’nun yolundan ayrılması, O’na güvenmemesi mümkün değildir.

3. NEFS-İ MÜLHİME

Nefs-i mülhime, nefs basamaklarının üçüncü derecesidir. Allah, nefs-i

nâtıka’nın itaat yada itaatsizliğini hiçbir vâsıta olmaksızın doğrudan kendine

bildirdiği, ilham ettiği için bu ismi almıştır.788

Nefs-i mülhime, nur ve zulmetin bir arada olduğu nefs şeklinde

tanımlanabilir.789 Buna göre, beşer, gâh günaha girer gâh tevbe eder. Ama tevbesinde

sebat etmeye çalışır.

Levvâme nefs, bir mürşid-i kâmile tabi oldu. Onun rehberliğinde riyâzata

önem verdi, kötü sıfatlarından kurtuldu. Böylece mülhime nefse yükseldi. İlhamlara

muhatab olup, onun zevki içinde kaldı ve bâtıldan uzaklaştı. Bu nefsin makamı

bütün iyi huylarla bezenmek, basiret gözüyle görüp, basiret kulağıyla işitmek ve

mârifet ehli arasına girmektir.790

787 Mârifetnâme, s. 476. 788 Mârifetnâme, s. 477. 789 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Nefs-i Levvame”, s. 369. 790 Rûmî, a.g.e., ss. 28, 31.

213

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi levvâmelikten henüz kurtulan bu nefs,

yükseldiği yeni makamda kalabilmenin mücadelesi içindedir. Artık daha

kararlıdır.Tevbesinde daha samimidir, fırsat bulmuş olsa bile günahtan kaçınmaya

çalışır.

Kur’ân-ı Kerim nefs-i mülhimeyi şu şekilde ifade ediyor:

“..Ona (nefse) kötülük (fücûr) ve takvasını ilham etmiştir..”791

Takvâ Allah’ın ilhâmı, fücur ise şeytanın ilhâmıdır. Takvâ neleri

gerektiriyorsa fücur da tam tersi şeyleri gerektirmektedir.792

Bilindiği gibi Allah Teâlâ, insanı yaratmış ve onu her türlü kâbiliyetle

donatmıştır. İyi ve kötüyü, zararlı ve faydalıyı anlamasını sağlamış ve önüne iki yol

sunmuştur: Hayrın ve şerrin yolu, insana verdiği (ilham ettiği) güçle de doğru yola

yönelmesini istemiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942), bu âyet hakkında şöyle bir açıklama

yapmaktadır:

“...Kuşku yok ki yüce Allah, her nefse, bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar

duygusu vermiştir. Bunun birisi sonuç itibariyle o nefis hakkında tehlike, birisi de

kazanç ve başarıdır. Onun için insan zarardan kaçınır, kâra atılır. Bu toplu mânâ ile

ilham, yaratılıştan her nefiste genellikle cereyan eder...” 793

Müfessirimiz ayrıca neyin ilham edilmiş olabileceği hakkında da görüşünü

ortaya koyuyor:

Ona göre, insanın her zaman aklıyla bilemeyeceği ve bir ömrün yetmeyeceği

kadar tecrübe gerektiren meseleler ilham edilmiş olabilir.794

791 Şems/8. 792 Mihr, a.g.e., s. 133. 793 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s.242. 794 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s.242; ayrıca bkz. İsmail Hakkı Şengüler, Seyyid Kutub Külliyatı- Kur’an’ın Mesajı (Mekke Devri) (Akabe Yay.) İstanbul 1987, s. 195.

214

Şunu söyleyebiliriz ki, Allah, insana bildirdiği (ilham ettiği) bu seçenekler

sonucu aklını da kullanıp kulluğunun farkına varmasını ve insanlığının gereğini

yapmasını beklemektedir. Çünkü insan için sunulan yollar ve bu yola giden

vesileler bildirilmiştir.

Kanaatimizce, neyin ilham edilmiş olabileceği muğlak bir konudur. İlham

edecek olan Allah olduğuna göre neyi, kime, ne kadar ve nasıl ilham edeceğine

karar verecek olan da O’dur. Dolayısıyla bu konuda kesin bir şey söylemek kolay

değildir. Bu ancak ilham eden ve ilham edilen arasındaki özel bir bağlantıdır.

İbrahim Hakkı bu nefsin birtakım özelliklerinden bahseder. Ona göre bu

nefste görülen bazı sıfatlar şunlardır: İlim, tevazu, sabır, güzel zan’da bulunmak, Hak

ile meşgul olmak, Allah’ı zikir, güler yüzlülük vs. Bu makamdaki sâlik, her canlının,

Allah’ın “kudret eli” altında olduğunu bilir ve her varlığa sevgi, saygı duyar. 795

Bu makamda bir iyileşme sözkonusu. Nefs artık sevab ve günahı idrâk

etmiştir. Bu nefs cömerttir, kanaatkârdır, kâinatın sırrına hayranlık içindedir, güzel

ve hikmetli sözler sarf eder.796

Bu makamda dikkat çeken bir özellik müsâmahakârlıktır. Bu da “sevgi”

temelinden kaynaklanmaktadır. Sâlik, çevresindeki her türlü varlığa sevgiyle

yaklaşır. Bunun sonunda da yüce Yaratıcı tarafından sevilmiş olur. 797

Mevlânâ sevgiye dâir şu veciz ifadeyi kulanır: “Hayat, insanın sevgide

doğduğu varlık düzeyidir.”798

795 Mârifetnâme, s. 477. 796 Cebecioğlu, a.g.e., md.“ Nefs-i Mülhime”, ss. 548-549. 797 Ali Kuşat, a.g.m., s. 124. İnsanın yapısında “sevme ve sevilme” ihtiyacı fıtridir. Tasavvufi yaşantıda da bu duygu önemli bir yer tutar. Bu temel duygu bireyin yaşantısında ve tasavvuf hayatında kendini hissettirir 798 Arasteh, a.g.e., s. 68.

215

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, bu nefste artık, önceki özelliklerin

aksine pozitif duygular, pozitif özellikler yerleşmeye başlar. Nefs gayet olumlu

özellikler sergilemektedir. Kâinata bakış açısı değiştiğinden herşeyin temelindeki

“sevgi” unsurunu hissetmeye başlamıştır. Mevlânâ’nın dediği söz ne kadar

anlamlıdır.Yaşamak, sevgide doğmaktır. İşte bu aşamadaki nefs bu anlayışı

sezinlemeye başlamıştır.

Bu mertebedeki başka bir özellik zâhiren mükemmel bir dini hayatın

gözlenmesi. Allah’ın emir ve yasakları dikkatli bir şekilde yaşanmaya çalışılır.

Ancak bunun yanı sıra kul ile Allah arasında bir zulmet perdesi olduğu için iman,

taklitten öteye geçememiştir.799

İbrahim Hakkı bu makamın ne kadar kritik olduğunu şöyle ifade ediyor:

“..Bu üçüncü makam hem hayrı, hem de şerri birlikte bulunduran bir makamdır. Eğer

bu “nefs-i mülhime” nin hayrı şerrinden üstün geldiyse yüksek makamlara çıkar.

Eğer kötülüğü iyiliğe üstün geldiyse, tabiat zindanına düşüp aşağıların aşağısında

olan bu bedene iner. Demek ki, tâ dördüncü makama yükselinceye dek nefsi

azarlayıp tahkir etmek lazımdır. Zira, nefs bu makamda düşüklüğe, bayağılığa

meyledici ve beşeriyetine dönmeye fırsat kollayıcı, onu isteyicidir.” 800

Mârifetnâme’ye göre hayrın ve şerrin üstün gelmesi ne demektir?

İyiliğin kötülüğe üstün geldiğinin alâmeti; sâlikin hem zâhir hem de bâtınının

İslâmî inançla dopdolu olması, her türlü günahtan kaçınmaya çalışması ve Rabb’in

huzurundan gâfil olmamasıdır.

Kötülüğün iyiliğe üstün gelmesinin alâmeti de, sâlikin şer’i esaslar dışında

kalması ve bundan dolayı günah işlemekten çekinmemesidir. 801

799 Mustafa Kölemenoğlu, “ Nefs Mertebeleri”, İcmal Aylık İlim, Fikir, Kültür Dergisi, yıl: 2, sayı: 21, s.12. 800 Mârifetnâme, s. 479 801 Mârifetnâme, s. 479.

216

Yazarımızın da ifade ettiği gibi nefsi hiçbir zaman kendi isteklerine

bırakmayıp mücadeleye devam etmek gerekmektedir. Çünkü bir anlık bir gaflet

insanı çok farklı noktalara götürebilmektedir. Hedefe ulaşmak kadar orada kalmak da

önemlidir. Sâlik için de bu geçerlidir.

Kanaatimizce işin temelinde yatan madde “kalp” ve “kalpteki iman.” Eğer

iman hakikatleri kalbe tam yerleşebilirse bireyi hem içte hem dışta (enfüs ve âfâkta)

kuşatacak, attığı her adımı, söylediği her sözü ve her türlü fiilini, sırat-ı müstakîme

yönlendirecektir. Böylece her an Allah’ın huzurunda olduğunu hatırlayacak ve zâhir

batin, söz amel bütünlüğünü yakalayabilecektir.

İbrahim Hakkı’ya göre, bu makamın önemli bir özelliği mürşide duyulan

gereksinimdir. Zira sâlikin inkişâfının artması ve dördüncü dereceye çıkması adına

mürşide tâbi olması gereklidir.802

Çünkü bu mertebede zan’dan hakikate geçiş söz konusudur. Bir rehber

vasıtasıyla bunu sağlamak daha kolayken, rehbersiz, alt makamlara inmek

kaçınılmazdır. 803

Açıklamalardan anladığımız kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki, tasavvuf yoluna

giren bir mürid için mürşid oldukça önemli ve lüzumludur. Çünkü mürşid, sâliki

tanımaktadır. Bundan dolayı ona en uygun reçeteyi, en uygun zamanda ve en uygun

bir şekilde verecektir. Sâlikin nereden başlaması gerektiğini, ilerleyişini ne şekilde

sürdürmesinin uygun olacağını belirtecektir. Ayrıca mürşid, sâlikin sıkıntılarının,

birtakım vesveselerinin ve onu negatif yönde etkileyen hususların çözümünde de

kendisine yardımcı olacaktır. Zira tek başına bu yolda ilerleyişi sürdürmek zordur.

İbrahim Hakkı üçüncü makamdaki meşguliyetten, birtakım sıkıntılardan, bir

üst dereceye çıkmanın yollarından da bahsetmektedir.

802 Mârifetnâme, s. 478. 803 Kölemenoğlu, a.g.m., s.12.

217

Ona göre üçüncü makamdaki sâlik, “Hu” ismini vird edinmelidir. Bu esmâyı

âdâbına uygun bir şekilde sürekli tekrarlamalıdır. Hatta otururken, kalkarken her

hâlükârda buna devam etmelidir. Ancak bu şekilde, bulunduğu makamı koruyup

daha aşağı mertebelere düşmeyi engelleyebilir.804

Kanaatimizce, tasavvuf yolundaki ilerlemede özellikle sâlike büyük görev

düşmektedir: Onun, mürşid-i kâmiline bağlılığı ve tavsiyelerini uygulaması son

derece önemlidir. Çünkü mürşidi kendisine uygun reçeteyi vereceğinden sâlik bunu

uygulayarak terakkisini hızlandırabilir.

İbrahim Hakkı bu makamdaki sâlik için birtakım tehlikelerin sözkonusu

olduğunu ifade eder. Bunlardan birisi, nefsin, yükseldiği bu derece itibariyle (elde

ettiği ilim ve ilham onu mârifet ehli arasına dahil etmiştir.) gurura kapılma

ihtimâlinin olmasıdır.

Sâlik, bu gururu engellemenin mücâdelesini vermelidir. Bu mertebeye belki

kendi gayretiyle ulaşmıştır ama orada kalması da bir lütf-u ilâhidir. Gururun insanı

ne gibi acı sonuçlara sürüklediğini Karun kıssası bize hatırlatmaktadır.805

Yazarımızın belirttiği bir başka tehlike de şudur:

Bu mertebedeki sâlik kendisini şeytânî nefs’ten soyutladığı zaman rûhânilerden

birtakım emirler, yasaklar ve haberler alır. Bunları dikkate almayan sâlik için bir

tehlike yoktur. Ancak böyle hitapları, ilâhi kaynaklı zanneden sâlik, elde ettiği

dereceyi kaybetmeye başlar. 806

Gördüğümüz kadarıyla nefs, bu dereceye kadar bile ilerlemiş olsa şeytan

sâliki yalnız bırakmamaktadır. Onun Allah’tan aldığı birtakım ilhamlara karşı şeytan

da menfî ilhamlar vererek sâlikin ilerleyişini durdurmak istemektedir. Bundan

dolayı sâlik, aldığı ilhamlara, duyduğu birtakım haberlere ve şâhid olduğu bazı

hallere aldanmamalı, bunların, asıl hedefi olmadığını unutmamalıdır. Bunlara

804 Mârifetnâme, s. 482. 805 Kasas /78-81. 806 Mârifetnâme, s. 484; ayrıca bkz. Şemsuddin Nakşibend, a.g.e., s. 15; Mihr, a.g.e., s. 333.

218

odaklanırsa ilerleyişi sekteye uğrar. İşte kâmil mürşide duyulan ihtiyaç burada bir

kez daha karşımıza çıkıyor. Sâlik hissettiği ve duyduğu tüm şeyleri mürşidine

bildirmekten çekinmemelidir ki; mürşidi sâliki en güzel şekilde yönlendirsin.

Sâlik için her makamda çeşitli tehlikeler mevcuttur. Onun bunlara karşı daima

hazır bulunması gerekmektedir.

Mârifetnâme’ye göre bu makam, iyi ve güzel ruhun makamıdır. Sâlik,

kalbinde irfan nurunu bulur ve gerçek aşka erişir. Âşığın gözünde sevgilisinden

başka hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur.807 Bu aşk ateşi sâlikin artık tüm varlğını

sarmıştır. Sâlik zikrinden zevk almaya başlar, hatta zikrin harareti öylesine artar ki

sâlikin bütün a’zâsı zikreder. Artık sâlik tüm mevcûdatın zikrini duymaya başlar.808

Aşkın yanında nefs, ilk kez ilham almanın şaşkınlığını yaşamaktadır. Ancak buna

rağmen o, Hakk’dan gelen ilhamların zevki içindedir. Böylece sâlik bu iki güçle

(aşk ve ilham ) dopdoludur. Ne vakit herhangi bir ses duysa o ses “ELEST” hitâbının

zevkini hatırlatır ve mülheme nefs hemen coşmaya başlar. Nitekim Mevlânâ da

demircilerin çekiç seslerini duyunca hemen sema’a kalkardı çünkü demircilerin

sesleri ona ruhlar âleminde verdiği bu sözü hatırlatırdı. 809

Aşk, Mevlânâ’ya göre tanımlanması en zor kavramdı. Hiçbir şey aşkla

mukâyese edilemezdi. Ona göre aşk nâmesinden başka bütün sesler davul gürültüsü

gibiydi.810

Kanaatimizce, aşkı ancak aşk ateşi çeken, vuslat arzusuyla dolu olan bilir.

Aksi taktirde bu sadece lafızdan ibaret kalır. Mevlânâ’nın ifadeleri de bunu

göstermektedir. Mülheme nefs de bu sırra erişmiştir. Artık duyduğu her seste bu

aşkın nâmelerini dinlemektedir.

807 Mârifetnâme, s. 483. 808 Şemsuddin Nakşibend, a.g.e., s. 15. 809 Rumî, a.g.e., s. 31. 810 Arasteh, a.g.e., ss. 62-63.

219

Bu makamda kişi kabz ve bast hallerini yaşar. Genişlik halinde, aşkından

müthiş zevk alır, sözleri kalbinin derinliğinden geldiği için çok etkilidir. Bu genişlik

(bast) halinden sonra bir de darlık (kabz) hali gelir. Bu esnada sâlikin kalbi öylesine

daralır ki târifi mümkün değildir. Bu gel-gitler sonucu nefs, dördüncü mertebeye

çıkar.811

4. NEFS-İ MUTMAİNNE

Nefs-i Mutmainne, huzura ve itmi’nana ermiş nefstir. İbrahim Hakkı’ya göre

nefs-i nâtıka, içinde bulunduğu sıkıntıdan Rabb’inin hitâbıyla kurtulur, ızdırabları

biter, rahata erer, sükûnet bulur. Bu sebeble “nefs-i mutmaine” diye adlandırılır. 812

Bir önceki nefsteki “nur-zulmet karışımı” olan nefs”; artık nurlu perdelerin

daha yoğun olduğu nefs813 haline dönüşmüştür.

Tanımlarda da gördüğümüz bu dereceye erişen nefs, artık doğru-yanlış

ayrımını daha iyi idrak etmekte, daha mükemmel olmaya çalışmakta ve tüm güzel

sıfatları yaşantısına alıp doğru istikâmette kalmaya gayret göstermektedir.

Mârifetnâme’ye göre bu nefsin sıfatları pek çoktur: Cömertlik, tevekkül,

şükür, sabır, güler yüzlülük bunlar arasındadır.814 Doğruluk, yumuşak gönüllülük,

affedicilik de mutmainne nefsin özelliklerindendir.815

Bu derecedeki nefsin en belirgin sıfatı; şehevî arzu ve isteklerden

kurtulmasıdır. Böylece kalp de hakiki huzuru elde etmiştir.816 Artık nefs, hırs denilen

âfetten kurtulmuştur. Önceden neye sahip olursa olsun doymayan arzuları, bundan

811 Mârifetnâme, ss. 486-487. 812 Mârifetnâme, s. 488; ayrıca bkz. Cebecioğlu, a.g.e., md. “ Nefs-i Mutmainne”, s. 548. 813 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Nefs-i Mutmainne”, s. 369. 814 Mârifetnâme, a.g.e., s. 488. 815 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nefs-i Mutmainne”, s. 548. 816 Ali Kuşat, a.g.m, s. 125.

220

sonra kanaat etmeyi öğrenmiştir. Elde ettiklerini yeterli bulmakta; ölçülü ve dengeli

olmaktadır.817

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, bu nefste artık huzur ve sekînet

hâkimdir. İtminana ermiştir çünkü gerçek anlamda Hakk’a yönelmiştir. Bunun

yanısıra sâlik, zihnini ve kalbini meşgul edecek , onu esir alacak hırs duygusundan

da uzaklaşmıştır. Kanaatimizce bu, önemli bir noktadır. Çünkü insan hırs duyduğu

sürece, bulunduğu konumdan neden bir adım daha önde olmadığının sorgulaması

içinde olacak ve bu soruları artarak devam edecektir. Böylece iç dünyasında da

huzursuzluk yaşayacak, sahip olduğuyla yetinmenin mutluluğunu tadamayacaktır. Bu

durumun çözümü ise kanaattir. İnsan kanaat göstermeye devam ettikçe ve

davranışlarını bu bilinçle şekillendirdikçe sahip olduğu hırs duygusu törpülenecek;

kişi duyduğu rahatsızlıklardan kurtulup, bulunduğu ânı daha iyi idrak edecektir.

Tıpkı dördüncü derecedeki nefsin kanaat sonucu, şehvet ve hırstan kurtularak

itminana eriştiği gibi.

Ayrıca bu makamda gerçek benlik anlayışı tam anlamıyla kemâle ermiş ve

yüksek seviyede bir iç derinliği oluşmuştur.818

Mevlânâ da gerçek benliği analiz etmiş onu anlamaya çalışmıştır. Ona göre,

hayatı eksiksiz olarak yaşamak tam bir “farkında olmak”la mümkündür. Ve gerçek

benlik, “bilinçli vâroluşu”gerektirmektedir. O’nun ifade ettiği gibi “Tıpkı güneşin

kendi varlığının delili oluşu gibi, gerçek benlik de kendi kendisinin delilidir.” 819

Mevlâna gerçek benlikle ilgili araştırmasını sürdürmüş, onun hiçbir yerde değil

kendi içinde (kalbinde) olduğu sonucuna varmıştır.820

Kanaatimizce, insan kendine eğilip benliğini, varlığını, cismini, ne olduğunu

sorgulayıp cevap aradıkça kendine biraz daha yaklaşacak, kimliğini daha iyi

kavrayacak ve ne olduğu sorusuna cevap bulup bu varlığı var edene yönelecektir.

817 Mihr, a.g.e., s. 334. 818 Kuşat, a.g.m., s. 125. 819 Arasteh, a.g.e., s. 43. 820 Arasteh, a.g.e., s. 44.

221

Tıpkı mutmain nefsin herşeyden sıyrılarak Rabb’ine yöneldiği ve bunun sonucunda

da itminana eriştiği gibi.

Dördüncü dereceye yükselebilen nefsin bir başka özelliği tevbesinde samimi

olmasıdır. Geçmişindeki hata ve günahlara nasuh tövbesi edip bu konuda kesinlikle

tâviz vermez. Günahlarını sevaplarla değiştirip hayırda yarışmayı ihmal etmez. Artık

tüm gayretini bir adım daha öne geçebilmek için sarf eder.821

Mutmain nefsten Hak Teâlâ “Sâbikun” diye bahsetmektedir.822 Yani öne

geçenler. Peki bu nefs neden böyle adlandırılmıştır? Çünlü bunlar, dünyaya itibar

etmemiş ahirete de güvenmemişlerdir. Gerçek dostun muhabbetine erişmek için

gayret göstermişlerdir. Bu makama erince de maddî zevkleri bırakmışlardır. Rabb’in

hitâbına muhatap olmuş, ilâhi cezbeye tutulmuşlardır. Bundan sonra da artık gönül

kuşu durmamış ve daima Hakk’ı aramışlardır.823

Kanatimizce, hayırda koşmanın, iyiliklerle donanmanın güzelliklerini tadan

bu sıfatlardan uzaklaşamaz. Çünkü gerçek huzuru burada bulur. Mutmain nefs da

böyledir. Gayret gösterdikçe daha fazlasını harcamak ve dolayısıyla da daha

fazlasına erişmek için çırpınır. Bundan dolayı mutmain nefs, “öne geçen, ileri

geçen” diye anılmıştır.

Gazali bu nefsin bir başka özelliği olarak da sabır konusundaki tutumundan

bahseder. Bu derecedeki sâlik tamamen hevâi kuvvetini kontrolü altına almıştır.

Böyle zorlu bir iş, ancak sabırla elde edilebilir. VeAllah Teâlâ da bu çeşit kullarını

sıddıklar ve mukarreblerden addedmiştir.824

Bildiğimiz kadarıyla sabır gösterilmesi gereken durumlardan birisi de nefsin

istekleri hususundadır. Nefisle olan bu mücadelede “sabır” gücünden

faydalanılmadan başarıya ulaşılması zordur. Zira insan, nefsine karşı gâlib bir

821 Gazali, İhya, c. 4, s. 78. 822 Vâkıa /10. 823 Rûmî, a.g.e., ss. 39, 41. 824 Gazali, İhya, c. 4, s.127..

222

duruma gelebilir ama bunun devamlılığını sağlamak da son derece önemlidir. Çünkü

nefs, bulduğu ufak bir boşluğu hemen dolduracak ve harekete geçecektir. Bu

esnada sâlikin sabra dayanması gerekli bir ilkedir. Nitekim “Sabırla ve namazla

Allah’tan yardım dileyin.”825 âyeti de bu hâkikâti hatırlatmaktadır.

İbrahim Hakkı’ya göre sâlikin bu mertebeye yükselmesinin birtakım

alâmetleri vardır:

Salik bu mertebede, şeriatten, dînî akâidden en ufak bir uzaklaşma göstermez.

Onun tek bir hedefi vardır: O da Allah Resûlü’nün izinden gitmek, O’nun ahlâkıyla

ahlâklanmak. Bu makamdaki sâlik, Allah’ın kendisine ilham ettiği sırlarla dolup

taşmıştır. Öyle ki onu dinleyenler bundan çok zevk alırlar ve asla bıkkınlık

hissetmezler.826 Bu nefs, Allah’a tam mânâsıyla teslim olduğu için gönül huzuruna,

rûhî mutluluğa ulaşmıştır. Ahirette de pek çok lütüflarla karşılaşır.827

İbrahim Hakkı “mutmainne’’ makamındaki sâlikin “Hak’’ zikriyle meşgul

olduğunu ifade eder. Bu ismi zikretmekten alıkoyacak sebeplere asla teveccüh

etmez. Sâlik, bu zikre devam ettikçe iç dünyasında sırlar açılır, birtakım gaybî hallere

şahit olur.828

Daha önceki mertebelerde de gördüğümüz gibi her derecenin kendine has

virdleri vardır. Sâlik sabırla buna devam etmelidir.

İbrahim Hakkı’nın açıklamasına göre sâlike birtakım mânevi doyumlar

(kerâmetler) yaşatılabilir. Kendisine bazı kerâmetler ihsan olan sâlik, bunlara asla

itibar etmez. Çünkü o bilir ki, asıl olan bunlar değil, bu tür lütufların sahibidir. Her

şeyde O’na dönmek, O’na varmak gerekmektedir. Zaten kerâmetin bizâtihi kendisi

çirkin bir şey değildir. Asıl yanlış, bunlara meyletmek ve sonuçta tehlikeye

uğramaktır.829

825 Bakara /45,153; A’raf /126. 826 Mârifetnâme, s. 488. 827 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 200. 828 Mârifetnâme, s. 489. 829 Mârifetnâme, ss. 488-489.

223

Yukarıda da ifade edildiği gibi, azimle büyük bir gayretin içine giren sâlike,

Allah Teâlâ lütf-u ilâhi olarak birtakım olağanüstülükler yaşatabilir. Ancak

yaşadığı bu hallere değer atfeden sâlik, hedefinden uzaklaşmanın yanısıra gurura

kapılabilir. Bunların kendi üstünlüğünden kaynaklandığını düşünebilir ki bu da

sâlikin o zamana kadar sağladığı tüm ilerlemeleri boşa çıkarır. Çünkü işin içine

“benlik” karışmış ve sâlik nefsinin tuzağına düşmüş olur. Zira hedef kerâmet değil,

onu yaşatan Hakk’a yönelmektir.

Mârifetnâme’ye göre dördüncü makamdaki mutmain nefste görülen bir hal

vardır ki o da mal sevgisidir. Ancak bu, mal toplamak ve biriktirmek anlamında

değildir. Sâlik bunu ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktadır. O sebeple bu sevgi kötülenmiş

değil bilakis övülmüştür.

Yazarımızın belirttiği şekildeki bir anlayış elbetteki sahibine çok hayırlar

getirir. Sahip olduğu malı dağıtmanın zevkine varan da daha çok vermek ister.

Çünkü bilir ki o verdikçe, bunun karşılığı kendisine fazlasıyla dönecektir.

ÇünküAllah Teâlâ böyle söz veriyor:

“...Hayırdan her ne infak ederseniz size eksiksizce ödenecektir.”830

“Eğer Allah’a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artırır

ve sizi bağışlar...” 831

Burada şunu ifade edelim ki kul, elbetteki mala mülke sahip olmalı. Ancak

bu meta, kişinin kalbine yerleşmemeli. Mal sevgisi bir kere kalbe girdiği zaman

artık kişi farkına bile varmadan bu amaç uğrunda sürüklenir. Sahip olunan bu

zenginlik; ihtiyaç gidermek, dağıtmak ve Rabb’in rızâsına erişmek için vesile olarak

kullanılmalı. Bu ölçü iyi ayarlandığı taktirde kişinin malının olmasında bir zarar

yoktur. Aksine ona Rabbinin rızâsı yolunda çok güzel fırsatlar kazandırır. Yani

830 Bakara/272. 831 Teğabun /17; ayrıca bkz. Hadid/7,11; Leyl / 5-7,18.

224

sahip olunanları kullanım şekli kişiyi sonsuz lütuflara erdirdiği gibi onu ebedî azaba

da sürükleyebilir.

Kur’ân-ı Kerim mutmain olmuş nefsten çok hoş bir şekilde bahseder:

‘’Ey huzura eren nefs, Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi

kullarım arasına gir! Cennetime gir!” 832

Burada itminana ermiş nefse hitap ediliyor. Nefsin mutmain olabilmesi ancak

Allah Teâlâ’yı anmakla mümkündür.833 Çünkü nefs, kendisini yaratana yöneldiği

zaman gerçek kimliğini bulabilir.834

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, insan için huzur verici tek kaynak, insanı

yaratan ve tanıyan Rabbidir. Çünkü insan aslı itibariyle kendisini yaratana

mütevecccihtir. Dolayısıyla bunun dışındaki hiçbir varlık, hiçbir nesne ve hiçbir

uyarıcı, kişiyi aradığı huzura erdiremeyecek ve insan eğer kalbinin aradığı

istikâmetin dışın çıkarsa huzursuzluğu, sıkıntısı daha da artacaktır.

Elmalılı Hamdi, nefsin bu mertebesinden detaylı olarak bahsetmekte, nefsin

hakiki mânâda huzura ermesini açıklamaktadır. Ona göre, kulun ihtiyaçları

sonsuzdur. Bitip tükenmek bilmez, eğer Allah’ın lütfu olmazsa Allah’ın dışındaki her

şeyin gücü ve sürekliliği ise sonludur. Nitekim sonsuz olan şeyleri sonlu olanla

gidermek mümkün değildir. O yüzden kulun bitmeyen ihtiyaçları ancak Allah’ın

nihâyetsiz kemâliyle karşılanır ki huzur ve sükünet oluşsun.835

Müfessirimizin de belirttiği gibi, bu mertebedeki nefs acizliğini idrak edip

en güçlü olan Zât-ı Mutlak’a dayandığı, O’na tevekkül ettiği için tam bir rahatlık

içindedir.

832 Fecr/27-30 833 Rad/28. 834 Kölemenoğlu, a.g.m., s.12. 835 Yazır, a.g.e., c. 9, s. 203.

225

Ayette mutmain olan nefse sesleniliyor ve sonraki iki kademeden

bahsediliyor. Nefs artık itminana erdiği için Allah’tan râzı olması isteniyor.836

Açıklamaların da işaret ettiği gibi, bu dereceye erişen bir insan, Allah’ın ve

Rasûlü’nün yolundan ayrılmaz, tam bir sadâkâtle ona bağlanır. Dinin getirdiği emir

ve yasaklara titizlikle uyar. Bunu da zorlamayla değil seve seve, gönül hoşluğu

içinde yapar ve Allah’ın dini uğruna her türlü fedâkârlığı yerine getirir.

Kanaatimizce, bu nefste görülen en belirgin özellik “teslimiyet ve ahde vefa.”

Bundan dolayı nefs tam itaat içinde ve çizginin dışına çıkmıyor. Elbetteki bunun

karşılığı da gösterilen çabayla paralel. Nefs, gayretinin sonucunu hem dünyada hem

de ahirette ilâhi ikrâmlara mazhar olarak görüyor.

5. NEFS-İ RAZIYYE

Nefs-i Râzıyye, Arapça, hoşnut olan, râzı olan nefs anlamındadır. 837

Nefs-i nâtıka, yaşadığı her hâle karşı tam bir “rızâ” içindedir. Meydana gelen

her olayı memnuniyetle karşıladığı için bu ismi almıştır.838

Tanımlarda da gördüğümüz gibi nefs bu derecede karşılaştığı bir sıkıntının

olumsuz yönlerini görebiliyor ancak bu olayları meydana getiren Rabbine karşı

hiçbir itiraz göstermeden tam mânâsıyla râzı olduğunu hissettiriyor.

Bu makamdaki kişi, bütün güzel huylara sahip olup, ahlâk yönünden bir

ahenk oluşturur. Onun temel özelliği iyiliktir ve herkesten sevgi saygı görür.839

Bütün halk onun elinden ve dilinden emindir.

836 Mihr, a.g.e., s. 334. 837 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nefs-i Râziye” s. 549. 838 Mârifetnâme, s. 492; ayrıca bkz. Mihr, a.g.e., s. 334. 839 Ali Kuşat, a.g.m., s. 125.

226

Râziye nefs, kendi iradesini bırakıp Hakk’ın iradesine bağlanmıştır. Beşerî

tüm özelliklerden sıyrılmıştır. Emir ve yasaklara karşı çok hassastır.840

Bu derecede pek çok güzel sıfatlar vardır. İbrahim Hakkı bunlardan da

bahseder: Muhabbet, Allah ile dostluk, tam teslimiyet, kerâmet, verâ (şüpheli

şeylerden kaçınmak)841

İbrahim Ethem’e göre verâ: Şüpheli olan herşeyden uzaklaşmaktır. Hatta

fuzûli şeyleri bırakmak demek olan malayâniyi bile terk etmektir.842

Anladığımız kadarıyla sâlik, Allah’a yakınlığını o kadar arttırmış, öyle

mânevi zevkler yaşamış ve terakkisini o kadar ilerletmiştir ki “verâ” halini yaşamaya

başlamıştır.Takvânın da bir adım ötesine geçerek artık şüpheli şeylerden bile

uzaklaşır olmuştur. Bu, Allah’a duyulan derin muhabbetin, saygının bir ifadesi olsa

gerektir.

İbrahim Hakkı önemli bir başka özellik olarak da sâlikte görülen “edeb”

halinden bahseder. Öyle ki, sâlik edebinden, hiçbir şey isteyemez olur. Çok zorda

kalırsa dua eder ve duası da reddolunmaz. İnsanların sâlike karşı müthiş bir saygı ve

sevgisi vardır. Ancak o, böylesine sevgi karşısında bile insanlara meyletmez.843

Tasavvufta edeb çok önemlidir. Nitekim tevhid imanı, iman şeriatı ve şeriat da

edebi gerektirmektedir. O halde edebi olmayanın şeriatdan, imandan ve tevhidden

nasibi yoktur.844

Yukarıda da ifade edildiği gibi, herşeyin başı edebtir. Sâlik buna dikkat ederek

gönül dünyasında şualar oluşturabilir. Çünkü o, Allah’ın her an kendisiyle olduğunun

bilincindedir.

840 Cebecioğlu, a.g.e., s. 549. 841 Mârifetnâme, s. 492. 842 Kuşeyri, a.g.e., s. 205. 843 Mârifetnâme, s. 492. 844 Celâcili Basri’ye ait bir söz. ( Bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 398).

227

Ayrıca sâlik, her halinde (ister vecd hali olsun isterse başka hallerde) halkı

irşad etmekten bir an olsun uzaklaşmaz. Üzerine aldığı tebliğ ve irşad vazifesini

mutlaka yerine getirir.845

Kur’ân-ı Kerim “rızâ” makamında yoğunlaşan bu nefsten Fecr Sûresi’nde

bahsetmektedir:

“Ey güvenceye kavuşmuş nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabb’ine

dön.”846

Kul, Mevlâsı’nın kendisine verdiği her hale râzı olmuş ve bunun sonunda da

Rabb’inin şu hitabına muhatab kılınmıştır:

-“Kulum, ben senden râzıyım, sen de benden râzı mısın?” denilerek

müjdelenmiştir.847

Sâlik için bu mertebede bir korku hali vardır. Allah’ın rızâsını kaybetme

korkusu. Gerçi sâlik, her hadiseyi Rabb’inden râzı olarak karşılamaktadır ama yine

de böyle bir korku içindedir. Buna “havf-ı rızâ” (rızada bir kusur edersem) korkusu

denir.848

Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, bu mertebedeki kişinin en belirgin

özelliği ve tek hedefi her türlü sıkıntıya, her türlü zorluğa rağmen Allah’tan râzı

olmak ve bu hâli devam ettirmektir. Sâlik, karşılaştığı güçlüğü çekerken, acıyı

yudumlarken mutludur. Çünkü bu durum ona, sevdiğinden gelmiştir. Dolayısıyla o,

acılara dayandığı ve bu sabrı sonucu Rabbini memnun ettiği sürece huzurlu

olacaktır.

Her makamda Allah’ın farklı isimlerine ağırlık verildiği gibi bu makamda da

“Hayy” ismi yoğunluk kazanmaktadır. Sâlik bu isme devam ettikçe Rabb’iyle

845 Mârifetnâme, s. 492. 846 Fecr/28. 847 Mhmet .Şemseddin, a.g.e, s. 21. 848 Mehmet Şemseddin, a.g.e, ss. 27-28.

228

yakınlığı artmaktadır ve artık o, yeni bir hâl içine girer. İbrahim Hakkı’ya göre bu

makamdaki sâlikin hâli fenâ hâlidir ki; sâlik bütün beşerî yönünden sıyrılmıştır. Bu

derecedeki fenâ hâli, üçüncü derecedekinden daha farklıdır ve bu makamda öyle

hâller, öyle zevkler vardır ki onu ancak tadanlar bilir.849

Fenâ, dünyayla ilgili tüm ilişkilerin kesilerek Allah’a dönülmesidir. Bu

yönelmede sûfi, bir ölü dünyayı nasıl terk ediyorsa öyle terk eder. Allah’a doğru

olan bu dönüşte tam bir vecd hali görülür.850 Bu hâldeki kişinin tüm benliği ruhânî

bir duruma bürünür ve kişi akıl ölçülerini aşar. Bu hâli yaşarken kendisinden öyle

geçer ki vücuduna bir zarar dokunacak olsa onu dahi hissetmez.851 Sonuçta o,

Mevlâsı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmaya başlar. Nihâyet, Allah’ın fiillerine ait

tecellilerini geçer, isim ve sıfatlarının tecellileriyle kalır.852

Allah’ın fiillerine ait tecelliyi İbrahim Hakkı şöyle açıklar: “Allah Teâlâ,

kendi fiillerinden bir fiille kuluna tecelli eder. Böylece O’nun topyekün eşyada

dolaşan gücü kula apaçık görünür. İşte bu kul, eşyayı, kâinatı hareket ettiren ve

durduranın yalnızca Allah olduğunu bilir. Bu hale, o müşahede ile varır...” 853 der ve

bu durumun mâneviyat yoluna yeni girenler için bir tehlike olabileceğini ifade eder.

Allah Teâlâ’nın isimlerle tecellisi de, Rabb’in güzel isimlerinden bir ismiyle

kulun kalbine tevecüh etmesi, kendini hissettirmesidir.

Bu hakikâtleri yerli yerinde anlamak lazımdır. Yoksa insan yanlış birtakım

inançlara, düşüncelere girebilir. Bu süreçte kul, Allah’ın zâtıyla aynı olur, O’nunla

birleşir diyemeyiz. Nitekim bu hâl, Allah’ın sıfatlarına benzemeye çalışmak, O’nun

ahlâkıyla ahlâklanmak anlamındadır.854

849 Mârifetnâme, s. 492. 850 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Fena”, s. 269. 851 Rûmî, a.g.e., s. 402; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 339. 852 Mârifetnâme, s. 492. 853 Mârifetnâme, s. 493 . 854 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 339.

229

Sıfatların tecellisi ise, Mevlâ’nın, kendi sıfatlarıyla kuluna yönelmesidir. Öyle

ki sâlikteki bütün beşeri sıfatlar yok olur ve Allah’ın sıfatları o kulda görünür. Nefs

bu müşahedeleri yaşamış, Allah’ın tecellilerine mahzar olmuştur. Artık bir sonraki

mertebeye çıkacak olgunluğa ermiştir.855

6. NEFS-İ MARZİYE

Bu makamdaki “nefs-i nâtıka” dan Allah Teâlâ râzı olduğu için bu ismi

almıştır. Fecr süresinde bu nefse atıf yapılmaktadır:

“Hoşnud etmiş ve edilmiş olarak Rabbine dön!” 856

Allah Teâlâ herşeyi kulu için var etmiş, onun için faydalı olanı seçmiştir. Bu

durumda kula gereken de Rabbinden râzı olmasıdır. Kişi bilicektir ki o, Allah’tan

râzı olunca Allah da ondan râzı olacaktır. Tezkiye-i nefs kademeleşmesinde görülen

“Biz senden râzı olduk, sen de Bizden râzı oldun mu?” hitâbı, sadece kulu onore

etmek için yöneltilmiş bir sorudur. Zira Allah Teâlâ kulundan râzı olmuştur ve

kulunun da kendisinden râzı olacağını bilmektedir.857

İbrahim Hakkı nefs-i marziyenin özelliklerinden bahsetmektedir.

Bu makamdaki kuldan hem Allah Teâlâ hem de kullar memnundur, râzıdır

ve kendi de herkesden râzı olmuştur. O, mânâ âleminden gerekli ilimler toplayıp bu

madde âlemine sunmuştur.

Sâlik bu mertebede son derece ahde vefâlıdır. Bir söz verdiyse eğer onu

mutlaka yerine getirir. Son derece lütüfkârdır, yardımseverdir, maddi imkânlarını

ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan geri durmaz. 858

855 Mârifetnâme, s. 493. 856 Fecr/28. 857 Mihr, a.g.e., s. 335. 858 Mârifetnâme, s. 495.

230

Bu makamda sâlik nafile ibadetlere ağırlık verir. Bu çabası sonunda

kendisindeki kötü huyları bütünüyle yok edebilirse Allah da bu sıfatların yerine ona

güzel hasletler nasip eder. Böylece sâlik “Hakk –el yakîn” e ulaşmış olur. 859

Bu mertebedeki nefs, Hakk Teâlâ ile bizzat müşahede ve ve mükâleme

halindedir. Devamlı huzur-u ilâhi’de olmanın bilinciyle hareket eder. Bu nefsten

birtakım olağanüstülükler sâdır olsa da o, bunlara itibar etmez. Sâlik Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkıyla ahlâklanmıştır. O’nun sünnet-i seniyyesine ittibâı

kuvvetlidir.860

Allah için seven, ince düşünceli, iç eleştirisini yapan, hoşgörülü ve

yardımsever bir özelliğe sahiptir bu makamdaki kişi. 861

Marzıyye makamındakı sâlik Allah’ın “Kayyüm” ismini vird edinir ve sürekli

onu tesbih eder. Ta ki tamamen edep çizgisinde kalıncaya kadar. 862

Altıncı makamdaki sâlikin dünyaya ya da ahirete dair bir isteği yoktur.863

Açıklamalarda da belirtildiği gibi bu makamdaki nefs, Allah’ın kendisinden

hoşnud olduğu bir makamda bulunduğu için onda tüm güzel sıfatlar yerleşmiştir.

Dolayısıyla bahsedilen özellikleri uygulamak bu nefse zor gelmemektedir.

Marziyye makamındaki sâlik, Rabbinin rızâsına kavuştuğu için dünya ve

ahiret kaygısını gönlünden çıkarmayı başarmıştır. Bu nefsin tüm gayretleri sonuç

vermiş ve o, ciddi boyutta kemâle ermiştir. Sonuçta da müşahede ve mukâlemeye

mahzar olmuştur.

7. NEFS-İ KÂMİLE

Nefs-i Sâfiye ya da Nefs-i Tezkiye de denir. Tezkiye, arınmak, temizlenmek

demek olup; Allah’a dönmek, varmak için bir vesiledir.Tezkiye, nefsi kontrol altına

alıp onu gerçek saflığa eriştirmektir. Nitekim âyette de bu temizlenmeden bahsedilir:

859 Mârifetnâme, s. 495. 860 Şemsuddin Nakşibend, a.g.e., s. 19. 861 Ali Kuşat, a.g.m., s.125. 862 Mârifetnâme, s. 496. 863 Mehmet Şemseddin, a.g.e., s. 28.

231

“Her kim temizlenirse kendi nefsinin kontrol altına alınması için temizlenir

ve ruhen Allah’a vâsıl olur.”864

Dünya hayatını sürdürürken kişinin nefsini arındırıp, temizlemeden Allah’a

dönebilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Hakk Teâlâ, tezkiyeyi “kurtuluş”

anlamında kullanıyor: “Her kim tezkiye olursa and olsun ki o felâha erer.”865 âyeti de

bu kurtuluştan bahseder.866

Bu makamdaki nefs bütün üstün vasıflara ve olgunluğa eriştiği için böyle

isimlendirilmiştir. Önceki makamların bütün olumlu ve güzel sıfatlarını almıştır. 867

Bu nefs hikmetle konuşur, sevgi ve aşka değer verir, bunlarla kemâle ermeyi

amaçlar hataları bağışlar, kendisinin Allah’ın halifesi olduğunu unutmaz ve buna

göre davranır. Tüm davranışlarını ibadet anlayışı içinde yapar. 868

Nefs-i kâmilenin şekillenmesi esnasında, hayvânî ruh, sultânî ruhun

sıfatlarıyla donanır, onun emri altına girer. Böylece aralarındaki düşmanlık ve

mücâdele kalkarak muhabbet meydana gelir. 869

Demek ki kâmil bir nefse, olgun bir ruha sahip olabilmek, içimizdeki

“hayvani yönümüzü” ortadan kaldırmakla, onu hedeflenen insânî kimliğe

dönüştürmekte mümkündür. Aksi taktirde bulunulan makamı korumak zorlaşacak,

daha alt seviyeye inmek kaçınılmaz olacaktır.

Bu makam diğer tüm makamların üstündedir, son mertebedir. Artık

mâneviyat yolundaki çabalar tamamlanmıştır. Bundan sonra riyâzet ve mücâhedeye

gerek kalmamıştır. İtidal üzere devam etmek, orta bir yol tutmak yeterli olacaktır. 870

864 Fâtır /18. 865 Şems /9. 866 Mihr, a.g.e., s. 335. 867 Mârifetnâme, s. 497. 868 Ali Kuşat, a.g.m., s. 126. 869 Mehmet Şemseddin, a.g.e., s. 30.

232

Salik “Kahhar” ismini zikretmeye devam eder ve ibadetten hiçbir zaman uzak

kalmaz. Her bir âzâsı mutlaka Allah’a taat üzeredir. Tevbe istiğfar etmeyi alışkanlık

haline getirmiştir. Bütün derdi Allah’ı anlatmak, insanların Mevlâ’ya

yönelmeleridir. Tüm insanları kucaklamış durumdadır. Ruhu hep Rabb’ine dönüktür

ve O’nun huzurunda olduğunu asla unutmaz. 871

İnsan bu nefs kademelerinde ilerledikçe hem maddi hem mânevi ikramlara

mazhar olacaktır. Ruhu “vuslat”a erecek ve nefsi, ulaşılabilecek en son mertebeye

erişecektir. Zira, ruh, nefsin her tezkiye aşamasında bir gök katı yükselecek, nihayet

yedinci ve son derecede Rabbine kavuşma gerçekleşecektir. Bu, nefsle olan

mücâdelenin uhrevî sonucu. Bunun dışında, cennete nâil olabilmek gibi bir mükâfat

daha var ki o da bu çabanın maddî boyutunu oluşturmaktadır.872

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; “Mücahedesiz müşahade olmaz” sırrınca

sâlik, elinden gelen gayreti ortaya koymuş, çabalamış (mücahede); nihayet bunun

meyvesini elde etmiş ve birtakım ilahi sırlara vâkıf olmuş, gayb perdesini aralayarak

(müşahede) seyr u sülûkunu tamamlamıştır.

Nefs ve derecelerini bu şekilde ele alarak konuyu noktalıyoruz.

870 Mârifetnâme, s. 497. 871 Mârifetnâme, s. 497. 872 Mihr, a.g.e., ss. 145, 335.

233

SONUÇ

İbrahim Hakkı, Osmanlı Devleti’nin “Gerileme Dönemi” diyebileceğimiz 18.

yüzyılda yaşamış etkili bir mutasavvıftır. Bu dönem, Osmanlı Devleti için idârî,

ekonomik ve sosyal birçok alanda çöküşün görüldüğü; ülkenin hem iç hem de dış

siyâsetinin oldukça zayıfladığı bir dönemdir. Buna bağlı olarak yüzyıllarca

adından söz ettiren İmparatorluk, artık o ihtişâmı, o saltanatı da geride bırakmaya

başlamıştır.

Böylesine çalkantılı bir zamanda dünyaya gelen İbrahimHakkı’nın yetiştiği

çevre ise oldukça pozitif bir çerçeve arz etmektedir. Başta anne ve babası olmak

üzere, hocası Fakirullah ve daha birçok âlim, onın şekillenmesinde, kişiliğinin

oluşmasında ve ilim erbâbı arasında yer almasında oldukça önemli modeller

karşımıza çıkmaktadır.

Dopdolu, hareketli ve aynı zamanda verimli bir yaşam süren; ilim

meclislerinden ve saray kütüphanesinden faydalanmak amacıyla sık sık İstanbul’a

seyahatler yapan İbrahim Hakkı, üç defa da hac görevini edâ etmiştir.

Bu renkli yaşam içinde ilmî çalışmaları ilk sıraya alan İbrahim Hakkı,

öğrenci yetiştirmekten, onlara örnek olmaktan da asla uzak kalmamış ve her fırsatta

buna devam etmiştir.

İbrahim Hakkı’nın birbirinden değerli eserlerinin arasında tezimizin

konusunu oluşturan Mârifetnâme, âdeta onunla bütünleşmiştir. Günümüzde de büyük

bir ilgi gösterilen Mârifetnâme, özellikle Erzurum ve çevresinde ayrı bir değer

taşımakta; bir “başucu kitabı” olma özelliği sergilemektedir. Bunun yanısıra

İbrahim Hakkı’nın “...Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” mısraları onun

ünlü Tefvîznâme’sinden olup tıpkı bir vecîze gibi dilden dile dolaşmaktadır. Nitekim

bu mısralarda tevekkülün en sade ama bir o kadar da derin mânâsı

hissedilmektedir.

Gördüğümüz kadarıyla mutasavvıfımız, diğer tasavvuf ehli şahsiyetlerle

paralel düşünmekte, onlara yakın açıklamalar yapmaktadır. Özellikle Gazali ile olan

benzerliği dikkât çekicidir. Ayrıca İbrahim Hakkı, Mevlânâ ve Yûnus gibi halka

mâl olmuş eşsiz isimlerden etkilenmiş, bunu satırlarına yansıtmıştır.

234

Üslûb konusunda akıcı ve sade bir dil kullanan İbrahim Hakkı net ifadelerle

düşüncelerini dile getirmiş; fikirlerini âyet ve hadislerle temellendirerek sunmuştur.

Bunun yanısıra o, konuyu ele alırken sadece nesirle yetinmeyerek, sözlerini şiirlerle

süslemiş ve böylece okuyucuya farklı bir zevk tattırmıştır.

Gördüğümüz kadarıyla İbrahim Hakkı bir ansiklopedist hüviyeti

sergilemektedir. Nitekim o, insanın toplumsal yönünü, toplumsal ilişkilerde

gözetilmesi gereken sınırları belirleyerek sosyolojiye; insanın iç dünyasına

eğilmesinin önemini ifade ederek de psikolojiye değinmektedir. Bunların yanı sıra

kelâmî konuları, astronomik ve fîzîkî gerçekleri, tıbba dâir bilgileri de kendisine has

üslûbuyla dile getirdiğini görüyoruz.Birbirinden farklı konularda açıklamalar

yapmış olsa da İbrahim Hakkı’nın asıl yoğunlaştığı konu tasavvuftur ve bu alanda

pek çok değerli eseri bulunmaktadır.

Çalışmamızın ana yapısını oluşturan ikinci bölümde de görüldüğü gibi

İbrahim Hakkı, nefs ve mertebeleri konusuna ayrıntılı olarak yer vermiş; hakikâte

ermenin ve mârifete ulaşmanın yolunun nefsi tanımaktan geçtiği sonucuna varmıştır.

Nitekim o, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” gerçeğinden yola çıkarak insanı, nefsini

tanıması doğrultusunda yönlendirmiştir.

Burada bir hususu belirtmek istiyoruz ki Mârifetnâme, günümüzden birkaç

asır önce kaleme alınmış olmasına rağmen o zamanın şartlarına göre oldukça büyük

bir önem ifade edecek birtakım bilimsel ilkelerden, bazı fîzîkî ve astronomik

kurallardan bahsetmekte; konuları detaylı bir şekilde sunmaktadır. Ancak ne var ki,

eserdeki bazı konular bilimsel gerçeklikten uzak kalmaktadır. Bu bilgilere daha

objektif olarak ve daha eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmanın isabetli olacağını

düşünüyıruz. Nitekim “Kıyâfetnâme” olarak adlandırılan bölüm buna örnek olarak

verilebilir. Zira burada bahsedildiği gibi uzuv şekilleriyle insanın karakteri arasında

doğrudan bir bağ kurulamayacağı açıktır. Ancak tüm bunlara rağmen Mârifetnâme,

dönemine damgasını vurmuş ve hatta kendisinden sonraki zamanlara da yol gösterici

olma özelliğini sürdürmüştür.

Görebildiğimiz kadarıyla İbrahim Hakkı’nın, İslâm’ın özüne, onun

kriterlerine aykırı bir görüşü bulunmamaktadır. Hatta o, ehl-i sünnet inancına o

denli bağlıdır ki bu inancı savunmak adına müstakil bir eser kaleme almış;

açıklamalarında sık sık âyet ve hadislere atıflara bulunmuştur. İncelememiz

235

esnasında ehl-i sünnet akâidini dile getiren pek çok ilâhinin de İbrahim Hakkı’ya

ait olduğunu görmüş bulunuyoruz.

İbrahim Hakkı’nın dikkâtimizi çeken bir başka yönü ise eğitime verdiği

önemdir.Zira o, Mârifetnâme’sinde bu amaçla bir bölüm yazmış; bir pedagog

tavrıyla konuya yaklaşarak üstad-talebe ilişkisinin esaslarını belirlemiştir. Nitekim

İbrahim Hakkı, eğitime olan inancının bir tezâhürü olarak; karşılaştığı her türlü ilmî

verileri ve âlim şahsiyetleri değerlendirerek, kendisine bir değer katmış,

dağarcığını sürekli yenilemiştir. Eserlerini Arapça, Farsça ve Türkçe olarak

yazabilmesi de bunu doğrulamaktadır.

İbrahim Hakkı’nın dikkâtimizi çeken bir diğer yönü ise onun, sevginin gerçek

anlamını idrâk edebilmiş hatta bu duyguyu içselleştirerekyaşantısına dökmüş eşsiz

bir şahsiyet olmasıdır. Nitekim onun, eşlerine ve çocuklarına verdiği değer, bu

doğrultuda kullandığı ifadeler de oldukça mânidardır. Çocuklarına “Efendi” diye

hitap etmesi, eşlerine sevgi dolu mektuplar yazması da onun sevgi anlayışını ortaya

koymaktadır.

Mutasavvıfımız ile ilgili bizi etkileyen bir nokta da onun son derece kanaatkâr

olmasıdır. Hatta o, az bir ücret karşılığı yürüttüğü türbedarlık görevinin gelirini dahi

kendi kullanmamış; oğulları ve yeğenleri arasında paylaştırmıştır. Bu ancak

yüceliklere erişen bir ruhun yapabileceği bir fiildir.

Sonuç olarak söyleyebiliriz ki İbrahim Hakkı, varlık sahnesinde görülen

nâdir şahsiyetlardendir. Sadece kendi döneminde değil kendinden sonraki

dönemlerde de ışık olmaya devam etmiştir. Kanaatimizce bunu temelinde, İbrahim

Hakkı’nın –diğer mutasavvıflarda görüldüğü gibi- inandığı gibi yaşama mücâdelesini

sürdürmesi ve zâhir-bâtın bütünlüğünü kavrayıp daima huzûr-u ilâhî’de olduğu

bilinciyle hareket etmesi yatmaktadır. Netice itibariyle o, hem dünyevî hem de

uhrevî yönüyle örnek insan olma misyonunu yerine getirerek günümüze ve daha

sonraki dönemlere bir isim bırakmıştır.

236

KAYNAKLAR

A. KİTAPLAR

ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed el Cerrâhî, Keşfu’l Hafâ ve Muzîlu’l İlbâs,

tahkik: Ahmed el Kallâş, (Müessesetü’r-Risâle) Beyrut 1980, 4. Baskı, c. 2,

AKGÜNDÜZ, Ahmet, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor (5), (Nil Yayınları)

İzmir 1993,

ALTINTAŞ, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, (AÜİF Yayınları) Ankara 1991.

_________________, Erzurumlu İbrahim Hakkı, (M.E.B. Yayınları) İstanbul

1997.

ASLAN,Hüseyin, DEMİR, İbrahim, Menba, (Afşar Yay.) Ankra 2002 c.1-3

AŞKAR, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, (TC. Kültür Bakanlığı

Yayınları) Ankara 2001.

AYNÎ, Mehmet Ali, İslâm Tasavuf Tarihi, sad: H.R. Yananlı, (Akabe

Yayınları) İstanbul 1985.

BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, (Milli Eğitim

Yayınevi), c. II, İstanbul 1971.

BAYRAKTAR, M.Faruk, İslam Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci

Münasebetleri, ( MÜİFV. Yayınları) İstanbul 1989.

BULAÇ, Ali, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, (Birim Yayınları) İstanbul.

CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, (Rehber

Yayıncılık) Ankara 1997.

CERAN, Ziya, Allah ve İnanç, ( Ankara Basım ve Ciltevi) Ankara 1997.

CHİTTİCK, William, Hayal Âlemleri, ( Kaknüs Yayınevi) İstanbul 1999.

_________________, Tasavvuf, (İz Yayıncılık) İstanbul 2003.

ÇAMDİBİ, Hasan Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, (Han Yayınları)

İstanbul 1983.

ÇELEBİOĞLU, Âmil, Erzurumlu İbrahim Hakkı, (Kültür ve Turizm

Bakanlığı Yayınları) Ankara 1998.

ÇİFTÇİ, Cemil, Erzurumlu İbrahim Hakkı, (Şûle Yayınları) İstanbul 2000.

DÂNÂ, Sâdık, Altınoluk Sohbetleri (1), (Erkam Yayıncılık) İstanbul 1991.

237

___________, Altonoluk Sohbetleri (II), (Erkam Yayıncılık) İstanbul 1992.

___________, Tasavvuf ve Mârifetullah, (Erkam Yayıncılık) İstanbul 1995.

DİCLEHAN, Şâkir, Çeşitli Yönleriyle Erzurumlu İbrahim Hakkı, (Er-Tu

Matbaası) İstanbul 1980.

DİNÇ, Ali Ramazan, Kemâlât, (Mavi Yayınları) İstanbul 2001.

el-CEVZİYYE, İbn Kayyim, Kalbin İlacı - ed-Dâ ve’d-Devâ, çev. Savaş

Kocabaş, (Elif Yayınları) 2003.

El-CİLÎ, Abdülkerim İbrahim, İnsan-ı Kâmil, terc.Seyyid Hüseyin Fevzi

Paşa, (Kitsan Yayıncılık) 1996.

el-MEKKÎ, Ebû Tâlib, Kütû’l-Kulûb, terc. Yakup Çiçek, ( Ümran Yayınları)

İstanbul 1998.

El-Müncidü fi’l-Lügati ve’l-Edebi ve’l Ulûm, (elMatbaatü’l Kâsûliyetu)

Beyrut 1908.

en-NEDVÎ, Abdulbâri, Kitap ve Sünnetin Ruhuna Göre Tasavvuf ve Hayat,

çev. Mustafa Ateş, (TDV Yayınları) Ankara 1998.

ERZÛRÛMÎ, İbrahim Hakkı, Mârifetnâme, nâşir: Kerim Yusuf Ziya,

( Matbaa-i Ahmed Kâmil) İstanbul 1330.

ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, (MÜİFV Yayınları) İstanbul

1994.

EREN, Şâdi, Mesnevî Bahçesinde Tasavvuf, (Nesil Yayınları) İstanbul 1996.

ERGÜL, Âdem, Kur’an ve Sünnet’te Kalbî Hayat, (Altınoluk Yayınları)

İstanbul 2000.

ESED, Muhammed , Kur’an Mesajı (İşaret Yay.) 2000

es-SÜLEMÎ, Ebû Abdurrahman, Tasavvufun Ana İlkeleri- Sülemî’nin

Risaleleri, çev. Süleyman Ateş, ( Ankara Üniversitesi Basımevi) Ankara 1981.

FAZLUR RAHMAN, İslam, (Ankara Okulu Yayınları) Ankara 2000.

GAZALİ, Muhammed b. Ahmed, İhya’u-ulumi’d-Din, ( Bedir Yayınları)

1975.

GEYLANİ, Abdulkadir, Gönül İncileri, çev. Celal Yıldırım, (Bahar

Yayınları) İstanbul 1996.

______________________, Sırru’l Esrar, çev. Abdulkadir Akçiçek, (

Gelenek Yayınları) İstanbul 1996.

238

______________________, Fütuhu’l- Gayb, şerh: İbn Teymiyye, çev: İlyas

Aslan, Derya Çakır, (Gelenek Yayınları) Ocak 2003.

GÜLEN, M. Fethullah, Fasıldan Fasıla (4), (Nil Yayınları) İstanbul 2001.

_______________, Kalbin Zümrüt Tepelerı (1), ( Nil Yayınları ) İzmir 1997.

GÜLEN, M.Fethullah, Prizma(1), (Nil Yayınları) İstanbul 1997.

GÜMÜŞ, M. Sıddık, Saadet-i Ebediyye, ( Hakikât Yayınları) İstanbul 1995.

HAFIZALİOĞLU, Tahir, Gayb Bahçelerinden Seslenişler, (İnsan Yayınları)

İstanbul 2003.

HÂNİ, Muhammed b. Abdullah, Âdâb, terc. Ali Hüsrevoğlu, (Erkam

Yayınları) İstanbul.

HUCVÎRÎ, Ali b. Osman Cüllâbi, el-Keşfü’l-Mahcûb, haz. Süleyman Uludağ,

( Dergâh Yayınları) 1982.

HÜDÂYİ, Aziz Mahmûd, İlim-Amel Seyr u Sülûk, haz: H.Kâmil Yılmaz,

(Erkam Yayınları)

ILDIRAR, Mehmet,Tasavvuf Sohbetleri (4), İstanbul 2001.

İBRAHİMHAKKIOĞLU, Uğur, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve İki Torunu

Feyyaz Efendi ile Zâkir Bey, (Adalet Matbaacılık) Ankara 1998.

İcmal Aylık İlim Fikir ve Kültür Dergisi,Mayıs 1985,yıl:2 sayı:21

İKBAL, Muhammed, İslâmda Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu (Birleşik

Yayıncılık) İstanbul

İSFEHANÎ, Ebu’l Kâsım el Hüseyin b. Muhammed el Ma’ruf Râgıb,

İslâm’ın Âhlâkî İlkeleri, terc. Abdi Keskinsoy, (Beşikçi Yayınları) İstanbul 2003.

İZ, Mahir, Tasavvuf, haz: M.Ertuğrul Düzdağ, ( Kitabevi Yayınları) İstanbul

1990.

KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı, (Türk Eğitim Vakfı Yayınları ), c. II,

İstanbul 1997.

KARA, Mustafa, Din Hayat Sanat Açısıdan Tekkeler ve Zaviyeler, (Dergâh

Yayınları) İstanbul 1990.

KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, ( Dergâh Yayınları) İstanbul

1990.

KIRKINCI, Mehmed, Hikmet Pırıltıları, (ZaferYayınları) İstanbul 1992.

239

KISAKÜREK, Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, (Büyük

Doğu Yayınları) Aralık 1984.

KUŞEYRİ, Abdulkerim b. Hevâzin, Kuşeyri Risalesi, terc: Şeyhülislam

Hoca Sâdettin Efendi, haz: Mehmet Günyüzlü, (Yasin Yayınları) İstanbul 2003.

____________________, Risale, terc. Süleyman Uludağ, (Dergâh Yayınları )

İstanbul 1978.

KÜLEKÇİ, Numan, Erzurumlu İbrahim Hakkı, (Toker Yayınları) Erzurum

2002.

MİHR, İskender Ali, Mutluluk Tasavvuf ve İslâm, (Mihr Vakfı Yayınları)

İzmir 1990.

MUHAMMED, A. Draz, En Mühim Mesaj Kur’an, terc: Suat Yıldırım, (Işık

Yayınları) İzmir 1994.

MUTÇALI, Serdar, Arapça-Türkçe Sözlük, (Dağarcık Yayınları) İstanbul

1998.

NAKŞİBENDİ, Şeyh Mehmet Şemseddin Nuriyyi, Miftahu’l Kulûb’dan -

İnsanın En Büyük Düşmanı Nefis ve Mertebeleri, (Osmanlı Yayınları) İstanbul 1996.

NESEFİ, Aziz, Hakikatlerin Özü, haz: M. Murat Tamar, (İnsan Yayınları)

İstanbul 1997.

NEVEVİ, Muhyiddin, Riyazü’s Salihin, terc.Sıtkı Gülle, (Çile Yayınları)

İstanbul 1981.

OĞUZ, Muhammed İhsan, Saadet Anahtarı, (Oğuz Yayınları) İstanbul 1999.

Osmanlı Ansiklopedisi, (Ağaç Yayıncılık) İstanbul 1994.

ÖNKAL, Ahmet, Rasulullah’ın İslam’a Davet Metodu, (Esra Yayınları)

Konya1992.

ÖZEK, Ali, Hadislerle Âhlâkî Davranışlar, (Hisar Yaınları) İstanbul 1979.

REVNAKOĞLU, C.Server, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Mârifetnâmesi,

(Ercan Matbaası) İstanbul 1961.

RÛMİ, Eşrefoğlu, Müzekkin-Nüfus, (Salah Bilici Kitabevi Yayınları)

İstanbul 1979.

SARMIŞ, İbrahim, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam, (Ekin

Yayınları) İstanbul 2004.

Şamil İslam Ansiklopedisi, (Akit Gazetesi Yayınları) Haziran 2000, c. 1-8.

240

ŞÂR, Selahaddin, İslam Tasavvufu, (Toker Yayınları) İstanbul 1991.

ŞEKER, Mehmet, Ali b. Hüseyin el Amasî ve Tarîku’l- Edeb, (DİB

Yayınları) Ankara 2002.

ŞENGÜLER, İsmail Hakkı, Seyyid Kutup Külliyatı, (Akabe Yayınları)

İstanbul1988.

ŞİMŞEK, Halil İbrahim, Osmanlı’da Müceddidîlik-XII/XVIII.Yüzyıl,(Sûf

Yayınları) İstanbul 2004.

ÇAĞRICI, Mustafa, “İbrahim Hakkı Erzûrûmî”, TDVİA, c. XXI, İstanbul

1994, ss. 305-311.

TOPALOĞLU, Bekir, “Mârifetnâme”, TDVİA, c. XXVIII, İstanbul 1994, ss.

57-59.

ULUDAĞ, Süleyman, “Dünya”, TDVİA, c. X, İstanbul 1994, ss. 22-25

, “Edeb”, TDVİA, c. X, İstanbul 1994, ss. 412-415

, “Mârifet”, TDVİA, c. X, İstanbul 1994, ss. 54-56.

, “Ma’rifet-i Nefs”, TDVİA, c. XXVIII, İstanbul

1994, ss. 56-57.

, “Muhabbet”, TDVİA, c. XXVIII, İstanbul 1994, ss. 386-

388.

TOPBAŞ, Osman Nuri, Gönül Bahçesinden- Muhabbetteki Sır (Erkam

Yayınları) İstanbul 2001.

TÛSÎ, Ebû Nasr Serrâc, el Lüma- İslâm Tasavufu- Tasavvufla İlgili Sorular-

Cevaplar, haz. H.Kâmil Yılmaz, (Altınoluk Yayınları) İstanbul 1996.

ULUDAĞ, Süleyman, İslam’da İrşad, (Mârifet Yayınları) İstanbul 1992.

________________, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (Mârifet Yayınları) İstanbul

1991.

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, c. 5.

YAHYA, Hârun, Kur’an Fihristi, (Vural Yayıncılık) İstanbul 1998.

YAZIR, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, (Azim Yayınları), c. I-X,

İstanbul

YILDIRIM, Celâl, İslâm Âhlâkından Parlak Sayfalar,(Bedir Yayınları)

İstanbul 2003.

241

YILDIZ, Vehbi, Değer Ölçüsü, (Nil Yayınları) İzmir 1997.

YILMAZ, H. Kâmil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf veTarîkatlar, (Ensar Neşriyat)

İstanbul 1997.

___________________, Gönül Erleri (Erkam Yayınları) İstanbul 1991.

YÜKSEL, Nevzat, Kur’an Fihristi, (Dergâh Baskı).

242

B. MAKALELER

BAZ, İbrahim, “Necip Fazıl Kısakürek (Ö. 1983) ve Tasavvuf”, Tasavvuf

İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı:10, Ocak-Haziran 2003

SOYSALDI, İhsan, “Ebû Tâlib el-Mekkî (Ö. 386/996)’ nin Kûtu’l Kulûb Adlı

Eserindeki Bazı Tasavvufî Kavramlar”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma

Dergisi, sayı:9 Temmuz-Aralık 2002

KUŞAT, Ali, “Nefis Mertebelerine Psikolojik Bir Yaklaşım”, Tasavvuf İlmi

ve akademik araştırma Dergisi, yıl:3, sayı:9, Temmuz.Aralık 2002

KÖLEMENOĞLU, Mustafa, “ Nefs Mertebeleri”, İcmal Aylık İlim, Fikir,

Kültür Dergisi, yıl: 2, sayı: 21