Upload
uc-nokta-fanzin
View
253
Download
11
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
1 |U Ç N . K T A
İÇİNDEKİLER
BİZ, KISACA
ÖLÜYÜM ÇÜNKÜ ARTIK ARZULAMIYORUM, HİÇBİR ARZUM
KALMADI ÇÜNKÜ BEN LÂNETLENDİM, LÂNETLENDİM ÇÜNKÜ
KURTULMAK İÇİN UĞRAŞMADIM, UĞRAŞMADIM ÇÜNKÜ HİÇBİR
ŞEYİMİZİN OLMADIĞINI KANIKSADIK, HİÇBİR ŞEYİMİZİN
OLMADIĞINI GÖRDÜKÇE, KENDİ BENLİKLERİMİZİ TÜKETMEYE
BAŞLADIK. KENDİ BENLİKLERİMİZİ SUNMAK YA DA TÜKETMEK, KANIKSADIK Kİ HİÇBİR ŞEYİMİZ YOK, BUNUN FARKINA
VARINCA OLMAYI ARZULADIK, OLMAYI ARZULAMAK, YA DA
YAŞAMAK.
DAUMAL
3 |U Ç N . K T A
Benlik
“Tüm bu yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler olmalı.”
X yatağından doğrulurken, pencereden odasına doluşan sesler arasında
bu sözü işitmiş ve kulak kesilmişti sokağa. Sesin ardı kesildi. Pencereye
doğru baktığında top oynayan birkaç çocuk ve pencereden betona sarkar
gibi, o bomboş ve buna karşın hep sesli olan sokağı boş gözlerle seyreden
kadınları gördü. Ne de anlamsızdı hepsi. Bu kadınların ne işi vardı o cam-
ların önünde! İçeri girip güzel bir şarkı açıp dinleyemezler miydi; ya da
güzel bir şiir okuyamazlar mıydı? Ne de anlamsızdı şu tüm pencere önü
kadınları. Çocuğunu eve çağırıyordu şu “pencere önü kadınları”ndan biri.
Çocuk biraz direndiyse de kabul etti. Bir apartmanın orta katlarından bi-
rindeki pencerenin önüne, sergilercesine oturttuğu kocaman -ve bir
yönüyle doğurgan ve besili- memelerinin altında, kenetlemiş ellerini;
çocuğuna bağırarak eve gelmesini emrediyordu. Çocuk uzun süre eve git-
memekte, aslında aç olmadığına annesini inandırmakta direttiyse de, anne
çok netti ve çocuğun boynu ağrımıştı yukarı bakmaktan. Çocuk boynunu
ovuşturarak apartmanın dış kapısına doğru yöneldi. Anne de otomata
basmak üzere –olsa gerek- içeri girerken gözgöze geldiler. Kadının sokağı
izlerken takındığı boş tavrı önceden bilmese, o kadının her şeye bu merak-
la baktığını sanabilirdi. X bu bakışın anlamını çözmek ister gibi kendi üst-
başına göz gezdirirken geceliğinin düğmelerinin koptuğunu fark etti.
Geceliğinin önünü hızla kapatırken başını kaldırdığında, kadının çoktan
içeri girdiğini gördü. İçi rahatlamıştı X’in. Pencereyi kapatıp perdeyi çek-
tikten sonra geceliğini çıkarıp, düğmelerin neden koptuğunu anlamak
ister gibi incelemeye koyulduysa da, pek bir şey anlamayıp bir köşeye
bıraktı. Yatağın yanıbaşındaki çekmeceden beyaz bir sütyen çıkarıp, ayna-
nın karşısında giyerken kopçalardan ikisinin kırık olduğunu fark etti. Çap-
razlama takıp üzerine bir gömlek geçiriverdi. Bu “çaprazlama” tekniği ona
kendini daha bir çekici hissettiriyordu. Aynada kendini izlemeye koyuldu.
Kilo vermişti; birkaç aydır güneş görmeyen teninin, o koyu ve alımlı ren-
gini yitireli çok olmadığını görebiliyordu. Eski “bembeyaz” kadına dönüş-
mesini izliyordu aynada. Omuzuna düşen saçlarını başının tepesine top-
layıp boynunu izlemeye koyuldu. Boynundaki benleri saymak istiyordu.
4 |U Ç N . K T A
Ne de çok irili ufaklı beni vardı!... Bunlar nasıl yok edilirdi. Aslında, güzel
görünüyorlardı; yok edilmeyip, aksine daha belirgin olsaydı bazıları
keşke. Keşke. Hatta keşke bunlardan biri, dudağının üzerinde ya da yana-
ğında olsaydı. Ama yalnızca boyun çevresinde ve birkaç tanelerdi. Ne de
az beni vardı! Bazı kadınlar gerçekten çok şanslılardı. Topladığı saçları
tekrar açıp, gözlerini izlemeye başladı. Bir süredir dikkatlice bakışıyordu
kendiyle. Kirpikleri kısacık fakat çoktular. Önceki geceden kalma siyah-
lıkları iyi silememişti; irili ufaklı lekeler vardı göz altlarında. Aynanın
önündeki kutulardan birinden bir mendil çıkarıp, dikkatle silmeye başladı
göz altlarını. Alışkın değildi; arkadaşlarından biri olsa şipşak halledi-
verirdi bu “sorunu”. Hatta, dün geceden siliverir ve leke bile bırakmazdı.
X şu beceremediği makyaj işinin, şu makyajı silme kısmını da becereme-
yişine hayıflanıyordu içten içe. Sonra göz akındaki kırmızı bir leke dik-
katini çekiverdi. Mendili bırakıp aynaya eğilerek göz akındaki bu lekeyi
dikkatle izlemeye başladı. Sağına soluna, iyice bakındı. Anlam veremedi.
Gözleri kanlanmıştı; çok uyumaktan olsa gerekti. Bu kırmızıya boyanmış
göz akını izlerken, gözbebeklerine kaydı bakışları. Ne de karanlıktılar! Ne
kadar da siyahtı. Dünyayı bu karanlık renkli yuvarlağın içinden izliyor
oluşu ne şaşırtıcı şeydi. Düşünceleri yavaşca duyulmaz oluyordu. Kendi
bakışlarına o denli odaklanmıştı ki, beklenmedik anda kendinden, bakış-
larından ürkedek başını geri attı ve yalnızca ani bir korku yaşayan bir
kadının çıkaracağı o ince ve keskin iç çekme sesini çıkarıverdi fütursuzca.
Gözbebeklerini ve bakışlarını izlemekten vazgeçmişti. Bunun yerine
dolaplardan birinden çıkardığı bir pantolonu geçiriverdi altına. Bacakları
üşümüştü. Zaten gecelikle yatma fikri oldukça saçmaydı. Elbette
düğmeler kopabilirdi. Saatlerce uyuyan bir insan o sırada ne hareketler
yaptığını nasıl tartabilirdi! Öyle ya; hata geceliği giyenin değil, bu geceliğe
düğme dikenlerindi. Hem madem düğme dikilmişti; bari dayanıklı düğ-
meler dikilseydi. Bunları düşünürken başını çevirdiğinde, perde aralı-
ğından, o kadının merak dolu bakışlarını gördü yine. Neredeyse irkilmişti.
Pencereye yaklaşıp perdeyi bu kez eskisinden daha sıkı çekmişti ve
geceden yanık kalmış ışığı da söndürmüştü.
Ali C Yoksuz
5 |U Ç N . K T A
●
Kedi bakışlı sokakta geçen
Senli benli konuşmalar
Günlerden incir yaprağı kokuyordu
Hatırlarsan
Yine böyle zamandı
Ben doğmuştum
Senin adın yoktu
Simge
6 |U Ç N . K T A
7 |U Ç N . K T A
İkinci Sayfa
Sana böyle ulaşılacağını nederen nereden bilirdim Gogo. Ne olur
küstüysen affet beni. Hoş, artık darılıp küsmeyle gösteremeyeceğimiz
hislerin ve hissizliğim elindeyiz.
Gogo. Sana bu mektubu dönüp dolaşıp geldiğim aynı yerden ve artık
mektubun iletişim aracı olmadığı bir zamandan yazıyorum (ama hiçbir
şey öylesine değişmedi ki, dünya inadına değişken, aklım çömezce statik).
Yola çıkmadan önce (tam olarak ne zaman hatırlamıyorum) bana gelip,
eşyalarımı toplamama yardım etmiştin. Yazar ve yayınevi sırasına göre
kolilere yerleştirmiştik kitapları. Senin “bunları burada bırak; yeni gelen
kullansın” dediğin; kurdela, balık yemi, yüksük, jilet, üç adet boş çakmak,
deniz gözlüğü, tükenmez kalem kapağı, yarım küp merhem, bir avuç çivi
ve eser miktarda pamuğu bakkaldan aldığımız gofret kutusuna doldurup
ambalajlamıştık. Eşyaları ve kitapları satmakla uğraşmak istememiştim,
ısrarlı gözlerini görmeye dayanamam. Bu kadar eşyaya bir şişe şarap verir
miydi acaba tekelci abi? Verdiği şişe evde içmek karşılığında mı
alınabilirdi? Şişe bittikten sonra mantarı ne yapılırdı? Mantarı alıp kutuya
8 |U Ç N . K T A
koydun ve benim, bizim evden nasıl çıktığını anlayamadığım güzellikte
bir kağıtla ambalajladın.
Bak Gogo, sekans sekans aklımda hepsi. Ama neden hiç
konuşmamıştık? En azından bir kere daha tartışsaydık.
Sonra beklemiştik kapının önünde. Gözlerim ağzından çıkacak ilk
harfle dudaklarının alacağı biçimi kaçırmamak için odaklanmıştı. Ben en
çok ‘S’yi yakıştırırdım dudaklarına. Ama sen “Kalıyorum” dedin. Ben
giderken sen kalıyordun. Son kararlarımız bizi ayırdı. Onca zaman sonra
gitmek beni aynı yere getirdi Gogo. Dönüp aynı yere gelmişsen döndünü
tamamlamış olur musun Gogo?
Hatıralarımı yok etmeye çıktığım o yoldan aklımda hatırı sayılır hiç iz
bırakmadan çıktığım yere dönmem geçmişimi bana yakınlaştırır mı ey
Gogo?
Yola çıktığım an başladım unutmaya harıtımı, bilinçdışımı yolda
silmeye. Edimleye yer vermeden sürekli bastım pedala, yolda
gördüklerim, selam verenler, küfür savuranlar, tacizciler, orospular,
reklâm tabloları, simitçiler, kamyon şoförleri, kaldırım taşları, asfalt,
cumhuriyet ilköğretim okulları, kardeşler birahaneleri, öz turizmler, şifa
eczaneleri, yılmaz soyisimliler, karabaş köpekler, sarıkız inekler, yağmur.
Yolda bundan başka ne vardı? Haritalarda şehirleri ayıran çizgiler bile
yoktu görünürde.
Ben yola çıkmadan önce (ne zaman hatırlamıyorum) bana bir şey
sormuştun. Ben evdeki bütün ayakkabuları boyayıp, nane limon
kaynatmıştım. Saçlarımı örüp yatağa girmiştin. Tam uykuya dalmadan
önce “Denizler tuzlu değil de şekerli olsaydı yemekten sonra tuzla yer
miydik?” Çok uzun düşündüm diye hatırlıyorum. Uyurken kulağına
fısıldamıştım cevabı. Yavaşça yüzün düşmüştü, nefesin azalmıştı. Tam
tersini söylememi istemiştin sanırım. Ama ne yapabilirim Gogo? Ben
gitmek için uğraşıyordum. Kalmayı hep bir yerde ve biriyle
düşündüğümden kavrama, daha doğrusu işarete tam yaklaşamıyordum.
Gitmekse kendi başına ilk an eylemiydi ve her şeyden ziyade önce
kendisiydi. Yanılmışım… Gittikçe bana anlamsız gelen, kurtulmaya
9 |U Ç N . K T A
çalıştığım her şeyin veba gibi yolları esir aldığını gördüm. Gözlerimi
kapamam yetmedi. Yorulduğum an su vermek istediler, açılan araba
camlarından üzerime nesneler vırlatıldı, arkamdan koşan her çocuk
“hello” dedi. Farkında olmadan geldim buraya.
İki yılda bir banyoya girip saçlarını kazımandan anlamalıydım
kalacağını. O gazete haberini görmeme gerek yokmuş aslında Gogo,
kalmanın anlamını çözmek için. O ne çirkin haberdi öyle: “Saçında
boğuldu.” İnsan bir intihar haberinin başlığını böyle mi atar? Gerçi benim
de ondan aşağı kalır yanım yok. Kalmanın anlamının, işaretinin
durmaktan, durdurmaktan, ölmekten geçtiğini ben de çok sonra
anlayabildim. Kalmak mı, gitmek mi tartışmalarımızda çok hevesli, yeni
ayrılmış erken gibi soluksuz savunularıma bakan olacak gönüllü
gözlerinin esrarını yeni görüyorum Gogo. Ve ben de kalıyorum.
Mektubumu çıkarken kapısını üç kere kilitleyip, bir de üstüne kolunu
çevirdiğim için suratıma bakıp munzır munzır güldüğün evimize
bırakıyorum…
Gogo, Gogom. Kalıyorum.
Kâmuran Sertdüş
10 |U Ç N . K T A
11 |U Ç N . K T A
Önce var sonra yok-sa(y)
Kirpiklerimden soluyor
Bir adam esmeri
Küp küp şekerler
Eriyor ılıklığımızda
Ne çok Tanrım (!)
Ne çok
Oluveriyoruz
(böyle)
Girip gelirken
(hani)
Gecelerin kısalığında
Sigara söndürüyoruz
(ama)
12 |U Ç N . K T A
Acı yok
-beyazlar- hep yalan
Buruşsun izi çıksın
Esmerliğinin tenimde
Vakit az
(sonra)
Bilirsin işte
Taş var,
Köpek yok
(çünkü)
O Tanrının
(da)
Gelmişine
Geçmişine
Müzeyyen Karlıpınar
13 |U Ç N . K T A
27 Saniye
“Kırmızı ışığın, yeşile dönmesine 27 saniye kaldı. Hava parçalanmış
bulutlarla dolu. İtiraf ediyorum hepsini ben parçaladım.”
Kırmızı “27” ibaresi ile aynı anda gözüme, garip bir adamın gözündeki
korsan bandı ilişti. Hemen ardından diğer gözünü gördüm. Üzerimde.
Kalan tüm saniyeler boyunca demokrasi anlamını yitirmiş, bir bakış
otokrasisi iki beden, üç göz ve bir göz bandından oluşan evrenimize
hâkim hâle gelmişti. Ben teslimiyet sularında salınırken 27 saniye son-
lanmış ve yeşil ışık olanca yönetsel otoritesiyle “geçebilirsiniz” komutunu
vermişti. Hareketlendi güruh. Korsan bantlı adamla, birbirine doğru iler-
leyen iki korsan gemisi gibiydik. Füme takım elbisesi, beyaz gömleği, taba
rengi ince bir kravatı, siyah dizlerine kadar uzanan kaşe bir paltosu ve
elinde de siyah deri bir evrak çantası vardı. 40 yaşlarında gösteriyordu.
Dar pantolon paçalarının altında çok zarif görünen taba rengi İtalyan
ayakkabıları zenginliğinin nişânesi gibi duruyordu. Tam çarpışacakken,
sola doğru hafif bir hamle yapıp sağ koluyla sol kolumu ufak bir temasla
sıyırdı ve geçti. Olduğum yere yaklaşık bir 7 saniye kadar çivilendim. 7
saniye, adamı takip etmeye karar vermeme, bu takibin mesafesi hakkında
düşünmeme ve takip için somut bir gerekçeye ihtiyacım olmadığına ken-
dimi ikna etmeme yetmişti. Ancak yeşil ışık için yeterli bir ömür değildi.
Araba kornalarının âni hücumuyla kendimi korsan bantlı adamın peşine
düşmüş hâlde buldum.
Tam 18 adım gerisinden yürüyordum. Adımlarım konusunda daima
çok ciddi olmuşumdur. Uzun ağaçlarlar çevrelenmiş, yaklaşık 100 met-
relik bir ara sokağın dar ve düz olunda, düşük bir tempoda ilerliyorduk.
Adım sesleri kalp ritmime eşti. Onu kan akış hızımla takip edebiliyor
olmak, kontrolün bende olduğu hissini uyandırıyor ve rahatlamamı sağlı-
yordu. Bir süre aynı tempoda ve seyirde ilerledikten sonra, yolun sağ
14 |U Ç N . K T A
tarafına yöneldi. Sürgülü bir kapıdan, büyük taştan bir evin avlusuna
girdi. Avluya bakmak istedim ancak duvarlar çok yüksekti. Yolun sol tara-
fında kalıp görüş açımı genişleterek, bir ağacın, korsan bantlı adamın beni
göremeyeceği ama benim onu gözleyebileceğim bir tarafına yaslandım ve
beklemeye başladım. İçeriye girdikten tam 5 dakika 45 saniye sonra,
yanında kendinden kısa ve yaşlı bir adamla sürgülü kapıda belirdi. Adam
dostâne bir edayla onu uğurluyordu ki, korsan bantlı adam, elindeki evrak
çantasını açıp içinden şırıngayı aldı. Korsan bantlı adam, yaşlı adamın tep-
kisine fırsat vermeden arkasını dönmüş, o eve girmeden önceki ritmiyle
ritmiyle, o eve girmeden önceki güzergâhına geri dönmüştü. Ben takip
mesafesinin oluşması için biraz daha bekliyordum ki, gözüm, düşme sesi-
nin geldiği yaşlı adama doğru döndü. Korsan bantlı adamın verdiği şırın-
gayı kalbine saplamış ve olduğu yere yığılıp kalmıştı. Şaşırmamıştım ve
içten içe gülümsemiştim. Sandığımdan daha eğlenceli bir hâl almaya
başlamıştı iş.
Korsan bantlı adam önce, ben 18 adım arkada yürümeye devam edi-
yorduk. Yol bitmek üzereydi ve yolun bitiminde bir tane sağ tarafa, bir
tane de sol tarafa yönelen iki ayrı yol görünüyordu. Oraya gireceğini
anlayınca, yolun karşı tarafına geçip, daha iyi görebileceğim bir konuma
yerleştim. Korsan bantlı adam içerdeki kıvırcık saçlı, bordo kazaklı kızla
konuşuyordu. Kızın yüzünü, adamınsa geniş omuzlarını görebiliyordum
bu açıdan. Gülüyordu kız, belli ki önceden bir tanışıklıkları vardı. Kızın
önündeki garson olduğunu anlaşılıyordu ancak ifadesinde daha çok bir
işletmeci hâli hâkimdi. Kız korsan bantlı adama her yanı camdan olan
dükkânın içindeki iki masanın, dükkânın giriş kapısının sol tarafında kala-
nını işaret etti. Korsan bantlı adam oturmak için paltosunu çıkarırken kız
tezgâhın arka tarafına doğru yönelmişti. Adam evrak çantasını,
arkadaşıymış gibi tam karşısındaki sandalyeye özenle yerleştirmişti. Kısa
süre sonra kız, içinde Brezilya kahvesi olduğunu tahmin ettiğim bir
bardakla geri geldi. Adımlarım konusundan sonra hakkında daima ciddi
15 |U Ç N . K T A
olduğum bir diğer konu kahvelerdir. Kız kahveyi masaya bıraktıktan
sonra tezgâha sırtını yasladı ve korsan bantlı adamla kahve bitene kadar
söyleştiler. Adam paltosunu giydi, çantasını aldı ve kapıya yöneldi. Tam
eşikte çantasını açıp içinden beyaz bir kasımpatı çıkardı ve kıza uzattı.
İkisinin de yüzüde, ağzının sol tarafını kancayla yukarı doğru çekiştiri-
yorlarmış gibi eğreti bir gülümseme vardı. Bu gülüşten çok, garip ve sıra-
dışı bir felce benziyordu. Adam yine karşı tarafın tepkisini beklemeden
arkasını dönüp yoluna koyulmuştu.
Sol taraftaki yoldan devam ediyorduk. Daha geniş ve daha az ağacın
Tam sola ayrım noktasında, küçük pastaneye benzer camdan bir dükkân
vardı ve adam oraya yönelmişti. olduğu, önceki gibi tenha bir ara sokaktı
burası da. Korsan bantlı adam yine aynı tempoda sürdürüyordu yürüyü-
şünü ve ben yine tam 18 adım arkasındaydım. Yolun varış noktasından ve
olacaklardan daha çok merak ettiğim husus, o çantanın içinde daha nele-
rin var olduğu sorusuydu. Sabırla ve merakla sürdürdüm takibimi.
Korsan bantlı adam yol üzerinde rastladığımız, bacağı yaralı bir
köpeğe, çantasından çıkardığı pansuman malzemeleriyle yardım etti ve
sargı beziyle bacağını sardı. Bir süre köpeğin başını ve boynunu okşadı.
Köpek hâlinden çok memnun görünüyordu, acısı az da olsa hafiflemiş
olmalıydı. Korsan bantlı adamın yüzünde bu kez, felce benzer gülüşü
değil, gerçek ve şefkatli bir gülümseme belirmişti. Doğrulup ritminden
ödün vermediği yürüyüşüne geri döndü ve sağ taraftaki iki binanın ara-
sından giden yola saptı. Yol oldukça dardı. Mekânın daralması ve özelleş-
mesiyle takip riskli bir hâl almaya başlamıştı. Ama bu durum beni korkut-
mamış, heyecanlandırmış ve merakımı daha da körüklemişti.
Dar yolun sonunda bir binalar topluluğu vardı ama etraf yine çok
tenhaydı. Hiç insan görünmüyordu. Binalardaki tüm camlar ve perdeler
kapalıydı. Korsan bantlı adam, birkaç binanın arasından geçerek, şampan-
ya rengi 7 katlı bir binanın girişine doğru yöneldi. Binanın kapısına gelip
16 |U Ç N . K T A
durdu ve çantasını açtı. Çantadan çıkardığı beyaz bir zarfı, kapının
parmaklıklarının arasına sıkıştırdı. Ben o sırada, beni göremeyeceği bir
konumda, bir kolonun arkasında onu gözetliyordum. Sonra tekrar geldiği
dar yola yöneldi. İkilemde kalmıştım. Girip zarfı açmak istiyordum ama
bu bu esnada adamı gözden kaybetmek istemiyordum. Hızla kapıya
yöneldim, zarfı aldım ve dar yola doğru yürüme başladım. Dar yol bitip,
geniş ara sokağa çıkınca, etrafa bakındım dikkatlice. Korsan bantlı adam
görünmüyordu. Sağ tarafta, az ilerde köpek hâlâ yerde yatar hâldeydi
ancak gözleri benim üzerimdeydi. O an ilk kez korktuğumu hissettim.
Bakınmaya devam ettim ama adamı gözden kaybetmiştim bir kez. Yolda
ilerlemeyi sürdürürken, elimdeki zarfı incelemeye başladım. Zarfın arka-
sında bir adres yazıyordu. Adresi okudum ve daha önce trafik ışıkların-
daki kilitlenişim gibi bir kilitlenme daha yaşadım. Bu, bu benim evimin
adresiydi…
Kendime gelmeye çabalarken, mektubu açma girişiminde bulundum.
Zarfın içinden bir fotoğraf çıkmıştı. Korsan bantlı adamın kolunun, benim
omzumda olduğu bundan 10 yıl öncesine ait bir fotoğraf. Korsan bantlı
adamın, korsan bantının olmadığı bir fotoğraf. Ve fotoğrafın altında şu
yazı: “Bu mektup tarih taşımıyor, taşıyamaz da, çünkü içeriğinin bende her an
var olan bir duygunun bilincini oluşturuyor. –Kierkegaard.”
Gözlerimden istemsizce yaş gelmeye başlamıştı. Kafamı mektuptan
kaldırdım ve karşımda büyük taştan evin sürgülü kapısında kendimi kal-
binden şırıngalayan yaşlı adamı gördüm. Bir adım arkasında, bordo
kazaklı kıvırcık saçlı kız duruyordu. Yaşlı adamın elinde şırınga, kızın
elinde kasımpatı vardı ve ikisi de gülümsüyordu. Arkamdan bir adım sesi
geldi ve ses doğru döndüm. Korsan bantlı adam korsan bandını ve palto-
sunu çıkarmış, çantasını yere bırakmış, tek eli arkasında, tek eli de bana
bir şey uzatır hâlde duruyordu. Yüzünde köpeğe bakarkenki şefkatli ifade
vardı. Eline baktım. Bana bir matruşka uzatmıştı. Elim titreyerek
17 |U Ç N . K T A
matruşkaya uzandım ve aldım. Adam köpeğe gülümsediği gibi gülümsedi
bana ve arkasına sakladığı elini kafasına götürüp, o elindeki silahla o
anda, kendini vurdu.
Beni vurmuş gibiydim. Yere yığılıışı, bir şehrin olduğu gibi çöküşünü
canlandırmıştı gözümde.
Sarsıntıyla yanında duran çanta devrilmiş ve içi açılmıştı. Adamın
kafasından akan kan yeşildi ve yeşil yuvarlak bir göl oluşturmuştu. Önce
gölü sonra da çantasının içini gördüm. Trafik ışığının tabelası vardı
çantada, yeşil yanıyordu…
Kırmızı ışığın, yeşile dönmesine kalan 27 saniye bitti, yeşil ışık yandı.
Takım elbiseli, 40 yaşlarında şık bir adam yanımdan koluma çarpıp geçti.
Hüsn-ü A.’ya benzerliği sarsıcı boyuttaydı.
Hava parçalanmı bulutlarla dolu. İtiraf ediyorum hepsini ben parça-
ladım. Parçalamak da ciddi olduğum konulardan biridir. 27 saniyede in-
san neler düşünebilir inanamazsınız. Ben yemek tarifleri düşünürüm
genellikle. Ama bu kez öyle olmadı. Bir mektup yazmayı düşündüm.
Hatta birkaç mektupluk bir serinin ilkini. Adını bile koydum: “Hüsn-ü
A.’ya Mektuplar 1”.
Nur An
18 |U Ç N . K T A
19 |U Ç N . K T A
güzel olasılıkların peşinde
bir delinin umudunu kestiğidir
bizim kopan güllerimiz
tam böyle sarılacakken kime
kimmiş diye
bana okuma yazma öğrettiler
ne sarıldık ne okuduk sonra
en sevdiğimiz olacaktı
ardını bırakmasaydık kimin
kimmiş diye
20 |U Ç N . K T A
aklını yitirmiş kasten
bundandır cana ışıması
çünkü öğretilmedi, eğitilmedi
kaygılı her sahte gerekten
bize anlatmaya gelecekti
ardını bırakmasaydık kimin
kimmişiz diye
bir bebeğin ailesini doğurduğudur
bizim güzel günlerimiz.
Buğra Kavukçuoğlu1
1 Buğra Kavukçuoğlu’nun Acele adlı şiir kitabını edinmek isteyenler bize e-posta adresimizden ulaşabilir ya da FANZİNLİK’ten satın alabilirler. (FANZİNLİK adres: Rasimpaşa Mah. Karakolhane Cad. Nahcivan Pasajı No 18/8 Kadıköy)
21 |U Ç N . K T A
22 |U Ç N . K T A
23 |U Ç N . K T A
O Değil
Biz ucube çocuklarız diyorum, ucube
Ucube ailelerin ucube evlatları
Hastayız, deliyiz, ölüyüz
Hasta bir zihin sağlıklı bir bedene uğradığı vakit, kişi kendini toplum
normlarından daha özgürleşmiş bir hâlde bulur, bu başkalaşımı geçirmiş
bireylerin soluklarına, ölüm tohumları serptiler, tanrılar, gelmeyen, hiç,
görülmeyen, hiç, ama yine de hep beraber allahlanıyoruz, ne iyi di mi,
haha ha, dermiş ki yaşamadan ölümü, ölmeden yaşamayı tattırmadığımız
bu iğrenç yaratıklar, yaşarken ölümü, ölürken yaşamayı tohumlaya-
caksınız, korkun, kork, Biz, biz inanmıyoruz sana, yarabbim, söylemesi
güç biliyorum, kendi kanımı sana bahşediyorum, gel bu evime, gece-
kondu, mavi nemli huysuz, çaydanlık devriliyor hep mutfaklarda, bazı
evlerin, bazı zamanlarında, durulmuş durgun hazır, seviyoruz da herkesi
hayır orası ayrı mesele susalım burada, susalım, şiire devam ediyorum
pardon, ne diyordum?
(Sincan F Tipi'nde kameraları kırdıkları için gardiyanların saldırısına
uğrayan kanser hastası tutsak Erol Zavar, açlık grevine başladı.) Şairin notudur.
Hastayız, delililiiyiz, ölülülüyüüzz, ne amına koyim kendine gel
Gel bak bizim mahallemize orada hala reklam panosu yok camını
indiremiyoruz, slogansız
24 |U Ç N . K T A
Bakkaldan ampuller alırız belli aralıklarla, bakkal bilir kimin ampulunun
biteceğini, mooonooooot
Dışarda içmeyiz cigara bak ayıp ananın babanın önünde, çatıya gel akşam,
bekle bi, 05374568912
Bunlar süt aynen, bunlar çakmak bak bak bak, façalıya bak, piçe bak
taklaya bak, iç iç iç şimdi sıkıntı yok
Yaa nooooollduu kardeşim, beğenmiyodun dimi, değermiş di mi,
değermiş piç, o ben sevmiyorum abi yalar neydi lan
Yok sana daha işte sen siktir git şimdi, biz senlik dolarız her gün her gece,
püüüüüüüüfffff, içimde, duman kaçmadı
Biliyorum allahım geçirdiğim kötü bir sınavdır, ama unutalım bunu olur
mu? Unutalım de nolur artık çalışıcam
Artık biliyorum nereden sorulmadığını, kesin ve adice
Biliyorum nerelerden sorulmadığını artık, söylemem abes kaçar,
bitiriyorum.
Burak Çağlayan
25 |U Ç N . K T A
Şeytanın Ville Valo’ya Fısıldadıkları
zerre zerre hançer bilgisi
yenik bir kalpti sıcak fısıltılarla söküp
soğuk kudretini bıraktıkları
şimdi
daha güçlüsün be oğlum
şimdi ölüm
dudaklarının insafında
ardında binlerce şarkının
bir umut yaşanmak için
bak nasıl da zavallı
sıra bekliyor
derin ve kederli
26 |U Ç N . K T A
ve damarlarındaki soğuk
karanlık coşkunun
ellerinde ağır leşlerle
siyahı giz tutanlar için
boğulacak bir nehir olması
biraz da tanrı kılıyor seni
"lokman kurucu"
27 |U Ç N . K T A
Geçiş
Renklerin uyumu gökkuşağını anımsatmıyordu. Kör olmayı yeğleyecek
kadar çok şey görmüş olmam beni her hangi bir konuda bilirkişi yapmaya
da yetmiyordu. Derviştim kimi zaman selamını esirgemeyen ya da Kays-
tım Fuzuli'nin hikayesine konu olacak kadar hayali. Küllerinden doğan
anka, küllerine ölen bana tepki olmalıydı "doğrusu bu" tabirinde.
Etraf çok karanlık. Ama çıtırtılar kulağımı zedeleyecek seviyede hala.
Tuhaf bir ses bu. Benzetecek olsam, kendimi Niagara yakınlarında
bulurdum. Benzetemediğim için buradayım.
Bir tabancayım. Köy yerinde çeyizin altına saklanan. Teklemeyeceğim
bilinse bile, kullanılacak fırsatın karşınıza çıkmasını istemeyeceğiniz dede
yadigarı. Belde taşındığım dönem biteli çok olmuş.
Bir piyanistim. Bestesini yarıda bırakınca hasta yatağından kalkıp
tamamlayan Bach gibi değil. "Tamamlanmaya yeltendiğin bestemi yarıda
bırakmalısın. Sonları sevmem."
Kurak bir iklimi yaşıyordum içimde. Çürüyordum yavaş yavaş.
Islanmaya ihtiyacım varken bir meteor düşüyordu önce. Sonra
yaşlanıyordu topraklarım. Sonra çöküyordu gece. Tökezliyordu
cümlelerim. Devriliyordu ulu orta. Yeniden doğrulmam vakit alsa da
başarısızlığı kabul edemedim hiç bir zaman. Koluma giriyor eski anıların
gardiyanları. "Vakti geldi." diyorlar bana.
.
.
.
28 |U Ç N . K T A
- Bir sonraki seansta görüşmek üzere Şevket..
- En büyük devrimimdir kabullenmek doktor. Görüşmemiz ümidiyle.
Ufkum Ç.
29 |U Ç N . K T A
30 |U Ç N . K T A
31 |U Ç N . K T A
Hiçlik
Sokağa giriyorum. Sona geldim. Cebimdeki silâh hâlâ yerinde.
Rahatlıyorum. Sokağın sonunda olduğunu biliyorum. Onu öldüreceğim.
Hayatımı elimden aldı, ben de onu öldüreceğim ve her şey bitecek.
Sokağa girer girmez uzun sakallarıyla, birasını yudumlayan yaşlı
adam dikkatimi çekiyor. Derin bir nefes alıyor ve ona daha dikkatli
bakıyorum. Kadim dinlerin reddedeceği o adama bakarken kendimi görü-
yorum. Düşüncelerim yoğunlaşıyor. Aklımı kaçırasım geliyor. Başka
şeyler düşünmeliyim. Paralel evren, Freud, psikanaliz, devrim, Jack
Karouac, babam, felsefe… Hayır. İşe yaramıyor. Sadece sokağın sonuna
yürümeliyim. İnsanlar üstüme üstüme geliyor. Konuşuyorlar. Bu kadar
çok ne konuşuyorlar?
Biraz daha yürüyoruum. Solda bir kadın ağlıyor. Ne zaman bir kadının
ağladığını görsem içim acır. Gözünden akan yaşlar yere damlıyor, çoğa-
lıyor, sel oluyor. Diğerleri görmüyor. Sular yükseliyor, boğulacak gibi olu-
yorum. Elbiselerimi çıkartıp, doğduğum gibi “ben” olarak ona gitmek isti-
yorum. Düşüncelerimi kadından uzaklaştırmam gerektiğini hissediyorum.
Bir adam yanına gidip “bayan, iyi misin?” diyor. İyiyim, cevabını aldıktan
sonra arkadaşlarına dönüyor ve “iyiymiş” diyor. Bu kadar basit miymiş?
Hayır. İyi değil. Biliyorum. O da benim gibi ölüyor. Çılgınlığın tam
ortasındayız.
Yürüyorum. Sorgulamadan, düşünmeden, cevaplamadan. Sadece
yürüyorum. Düşünmeden çok fazla duramıyorum. Hakikati düşünü-
yorum. Gerçeklik nedir? Doğruluk nedir? Sevgi, nefret, iyilik, merhamet,
kıskançlık?... Hayır, hiçbiri gerçek olamaz. Tanrı, seks, spor, tarih, akıl…
Hayır, hayır, hayır. Septik olmanın tehlikeleri vardır. Adımlarımı ağır ağır
atlatmaya devam ediyorum. İnsanların eğlendiğini görüyorum.
İki çocuk var. ellerinde mendiller, onları yargılayan gözler arasında
para kazanmaya çalışıyorlar. Kimileri teşekkür ediyor kimileri ise cevap
dahi vermiyor. Çocukların suratlarından saflık akıyor. Bir çocuk ikinci
oyuncak için ağlarken, onların bu saatte sokakta olması beni üzüyor. Birini
32 |U Ç N . K T A
yanıma çağırıyor ve elli lira veriyorum. suratıma bakıyor ve “dalga mı
geçiyorsun?” diyor. Şaşırıyorum. Sevinmesi lazımdı. Cevap vermeden
suratına bakıyorum. “Boş kâğıdın üzerine elli lira yazmışsın” diyor. Ona
kızıyorum. Yürümeye devam ediyorum. Artık bu iş bitsin istiyorum.
On-onbeş adım daha atıyorum. Bir köpek havlıyor. İnsanlar ondan
korkuyor, kimisi köpeği kovuyor. Tek düşünebildiğim, onun bizden çok
daha akıllı olduğu. Kızınca havlııyor, mutlu olunca kuyruk sallıyor.
Hırsız, basit.
, Sokağın sonuna geliyorum. Her şeyin sonuna geliyorum. Gözlerim
onu arıyor. Bu iş bitmeli. Hiçbir şey düşünmemeye çalışıyorum. Kalabalık
olsa da gözüm onu hemen seçiveriyor. Hayatımı elimden aldı. Kalp atış-
larım hızlanıyor. Ayakta kalmaya çalışıyorum. Yavaşça yanına yaklaşı-
yorum. Hayvanî içgüdüler ile gizlice avıma doğru ilerliyorum. Son bir
nefes alıyorum. Elim cebime gidiyor. Silâhımı çıkarıp ateş ediyorum.
Anlayamıyorum. Kafam karışıyor. Suratıma güneşin yakıcı ışığı vuru-
yor ve odadayım. Çok takılmamaya çalışıyorum. Akşam olanlardan sonra,
kaçıp uyumuş olmalıyım. Önümde bir gazete var. gazeteyi alıp okumaya
başlıyorum. Gözüm dün yaptığım şeyle ilgili bir şey olup olmadığında.
Sayfaları karıştırıyorum ve işte bir haber: “Dün gece saat 23.30 sularında
bir genç kendini Kadıköy Kadife Sokak’ın bitiminde vuurdu. Çıldıracak
gibi oluyorum. Olamaz. Kendimi kaybediyorum. Duvarları yumruk-
lamaya başlıyorum. İçeri beyaz önlüklü iki adam ve bir kadın giriyor.
Adamlardan biri, “ilaçlarını vermediniz mi?” diye soruyor. Beni tutmaya
çalışıyorlar. Bağırıyorum. Kendimi kaybettim. Bitsin istiyorum. Kafamı
duvara sertçe vuruyorum.
Bir evdeyim. Aynaya bakıyorum. Tanıyamıyorum aynadakini. Ellerim
titriyor. Kim olduğumu düşünüyorum. Kadın, erkek, çocuk, belki bir kedi,
belki de bir yastık, cezaevindeki bir ‘suçlu’, tımarhanedeki bir hasta,
keşiş… Hayır. Tekrar bakıyorum aynaya. Hiçbir şeyim ben, hiçkimseyim.
Bir şeyim; belli olmayan.
Alp Kökten
33 |U Ç N . K T A
git
bir hışımla hıncını okşa
git
gözüme batmayacaksın
boşa uğraşma.
gittin mi?
dönme
Ayakların geri geri gitmesin
ayaklarını kaldırıp bakma buraya
gittin mi?
yüzümdeki duvara alınma
ben o duvara işedim bile.
34 |U Ç N . K T A
geldin mi?
illa geldin yani
iyi
sen bilirsin ben de gidiyordum zaten
hiç durasım yok
ne yalan söyleyeyim unutuyordum.
ne yapıyorsun şu an? Bilmiyorum
kal mı dedin? Duyamadım
git mi dedin suçlarcasına?
anlamadım seni hâlâ
dün gibi
o gün gibi
biz biz olalı
bizi anlamadığım gibi.
gibi gibi.
Gabriel
35 |U Ç N . K T A
Yol
Geçenlerde yine oturuyorum burada. Birden düştün aklıma, tam düşleri
dişlerken. “Ah,” dedim “yine mi sen?” Döndüm evin içinde üç beş tur.
Baktım yemek var, salça olayım; belki düşersin aklımdan, diye. Tuza
bandın. İçime düştün.
Yok!
Dedim “olmayacak bu, kitap var”
Dedim “bi şuradan kaybolayım.”
Olur mu, ne münasebet! Gözlerime düştün. Neyse efendim, geçtim
koltuğa açtım televizyonu salağa yatarsam belki kızar gider…
Yok!
Başladın benimle muhabbet etmeye… Çay demlerken buldum
kendimi. Vardı ya bizim karar almalarımız falan; hani biz Bolşevik
partisinin iki kişilik konseyiyiz ya, sektirmeden vuruyoruz her noktaya.
Öyle dalmışım ki senle muhabbete, bi ara ne sinirlenmiştim yeminle.
Velhasıl çay demini alıyordu. Kalkmışken geri dönüp oturmak olmazdı.
Demlenene kadar mutfakta, dikilmiş başıma, konuşuyodun. “Az sus be
kadın!” diyemedim. Daldım cümlelerine. Öyle dalmışım ki… Kafamı
çevirdiğimde çay taşıyordu. Alelacele koydum çayı. Koyarken elim yandı;
fokurdarken elime sıçradı suyu. Sanki canın, öyle bir yandı ki… Ama
çaktırmamaya çalışıyordun. Ve ben bozuntuya vermedim. Neyse…
Geçtim odaya. Bi sana bi bana, dizdim masaya bardakları. Şekeri de aldım.
“Oh! keyif yapacaz” derken “n’apıyorum ben!” dedim. “Giyin,” dedim
“çocuk. Çık dışarı.”
Hafiften giyindim. Tespihi bileğime aldım. Giydim ayakkabıları,
kapıyı açtım döndüm yine sana: "Sen kal evde. Ben gelecem." Çektim
kapıyı, yürüdüm sokakta, çıktım ana caddeye, geçtim durağa, bindim
otobüse ve son durakta indim. Gelene kadar yalnızca kesik kesik çizgileri
izledim. Onlar benim dilek ağacımdı, bilirsin; geçerken yanlarından, her
birine hayallerimi asar geçerdim. Öyle ya da böyle, hayallerimi asa asa,
geldim semte. Yaktım bi sigara, yürüdüm peron içinden sahile. Ufaktan
baktım Haydarpaşa’ya. Biri gürül gürül bağırıyordu "Sana aşığım!" diye.
36 |U Ç N . K T A
Duymadım say. Öylece yürüdüm. Sadece gidiyordum. Aklım sende
kalmasındı mevzu. Öyle ya, seni evde bırakmıştım ben. Hah! Sen öyle san!
Semtin her sokak tabelası sana çıkarmı be arkadaş! O sokak sana, bu sokak
yine sana, hep sana. sana , sana, sana! Sağ da sana sol da sana… Ne
yapayım daldım sokaklardan birine. Gözüme kestirdiğim bir kafeye geçip,
oturdum köşedeki iki kişilik bir masaya. “Bi çay abi” dedim çay geldi. İki
şeker atıp karıştırdım çayı. Kaşığı çıkarıp, iki parmak ucumla ileri
kaydırdım bardağı. Çaya daldım. Yaktım bi sigara. Derin derin çektim;
sömürdüm resmen sigarayı. Boğulurcasına veriyordum nefesi. Yakmadım
ikinci sigarayı. Çay karşımda dikiliyor ben ona bakıyordum,
Dedim “ben artık kalkayım. Sana afiyet olsun.”
Hesabı istedim. Çayı masaya, para üstünü bardağın yanıbaşına bahşiş
olarak bıraktım. Yine sana çıkan sokaklardan birine öylesine dalıverdim
ve şehir içi otobüs peronlarına vardım. Ne Ümraniye ne Taksim ne
Ataşehir ne Beykoz ne Kavacık ne de tüm diğerleri… Alayı sana mı gider
ya! Alayı sana mı uğrar bunların!
Dedim “çocuk. Bin birine. Git! Bunlar ya Cebraile ya Azraile çıkar. İlla
ki ahirete uzanırsın. Sen aldanma bulutlara. Bin hadi."
Bindim. İçeride yalnızca bir tane tek kişilik koltuk vardı. O da orta kapı
semalarındaydı. Geçtim oturdum. Baktım, dikiliyosun tepemde.
Sormadan duramadım "Hiç mi üşenmiyorsun beni sevmeye?" Tabi, sen
hala otur. Hiç… Cevabımı aldığımın farkındaydım. Yine astım
hayallerimi, yine dilek ağaçlarıma doladım seni. Sen tepemde dikilirken
yine, sana geliyordum. Sana giden vasıtaların biriyle yol bitti, ben kalktım,
sen kenara çekildin, ben indim, sen yoktun.
Şaşırdım.
Girdim markete. Bir sigara aldım. Para arttı. Bir de beyaz çikolata
istedim. Yürüdüm usulca. Saate baktım, seni senden geçemiyordu; kala
kala sen kalmıştın. Yol bitti, eve vardım, zili çaldım, kapı açıldı. Bıraktığım
yerdeydin. Öyle ya, beyaz çikolatayı çok severdin ve ben sana gelmeyi ne
çok sevmiştim. Sen şehirlere aldanıp bu kapıdan içeri beni bıraktığın
günden beri…
GABRIEL
37 |U Ç N . K T A
Fotoğraf: Engin Altundağ
38 |U Ç N . K T A
●●●●●●●●
●●●●●●●●
39 |U Ç N . K T A
Okuyucuya Duyurulur
Bir seneyi ‘TÜKETTİK’. Öyle ki, birkaç mevsim ve sene
daha tüketecek olmalıyız. Yürüyoruz. BİZ KİMİZ? Biz
olan kimdir?
Edebi uğraşımıza okuyucuyu, yani sizi, yani ‘SENİ’ dahil
etmek istiyoruz. BİZE İNTİHAR MEKTUPLARI YAZIN.
Bir şeyler DENİYORUZ.
Her biriniz (her birimiz) ölümü düşünüyor fakat
tadamıyoruz. Yalnızca kıyısında dolaşabiliyor ya da
TANIK OLUYORUZ. Öyleyse bir adım daha yakından
bakmak gerek aynaya BİZE İNTİHAR MEKTUPLARI
YAZIN.
Diğerlerine, onlar’a, bu satırları hiç okumamış olanlara bu
mektupları okutalım. Onlar da DÜNYA ismindeki bir
FANZİN’in habersiz okuyucusu olsunlar.
Sizden, ölü olan sizden, olmayan sizden, Sen’lerden,
yalnızca O ÇOK DEĞERLİ HAYATINIZI
sonlandıracağınız an yazabileceğiniz bir metin ya da
metinler istiyoruz.
Çünkü
ANLAMANIN İLK BELİRTİSİ ÖLÜM İSTEĞİDİR (BELKİ DE DEĞİLDİR)
İletişim
Blogger
ucnoktafanzin.blogspot.com