Alper AKÇAM
Alper AKÇAM
SABAHATTİN ALİ ÜZERİNE
“Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden
ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz.
Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden
başka Allah tanımayan biz çingeneler.” (Değirmen, 6. Basım, Cem yayınevi 1994, s.13)
1929 yılında yazılmış ve Sabahattin Ali’nin tüm yazınsallığına bir işaret gibi duran
bu öyküde, anlatıcının seslendiği adaş, belki de yazarın kendi iç benliğidir.
15 Mayıs 1928 tarihinde Balıkesir Irmak dergisinde yayınlanmış ama, daha sonraki
yıllarda kitaplarında belki de kendi arzusuyla yer almamış “O Arkadaşım” adlı
öyküde (Çakıcı’nın İlk Kurşunu) bir arkadaşına ait mektuptan sevgiliye seslenir.
“Hayat ki yegâne zevki değişikliktedir, bir kişiye bağlanmak ancak aptalların işidir ve ben,
beni aldatmayacak kadar alelade bir kadına tahammül edemem” şeklinde, toplumsal değer
yargılarını alt üst eden anlatımların yer aldığı öyküde de, asıl dikkati çeken,
anlatıcıdan ayrı duran bir iç sesle bir başkasına yönelmiş gibi görünen “hitabet”tir.
Bir insanı kavramak, onun içselliğinin ayrımına varmak için onu konuşturmak,
söyleşimsel ortamda içini döküşünü izlemek gerek… “Dostoyevski’nin temsilini ‘daha
yüksek anlamda’ gerçekçiliğinin başlıca görevi addettiği ‘insan ruhunun derinlikleri’ ancak
yoğun bir hitap edimi içinde açığa vurulabilir. İç insan üzerinde hâkimiyet kurmak, onu
yansız bir analiz nesnesine dönüştürerek kavramak ve anlamak mümkün değildir; onunla
bütünleşerek, onunla empati kurarak ona hükmetmek de mümkün değildir. Hayır, ona
yalnızca diyalojik olarak hitap edilerek yaklaşılabilir ve ancak bu yolla açığa vurulabilir –daha
doğrusu, kendisini açığa vurmaya zorlanabilir. Dostoyevski’nin anladığı şekliyle iç insanın
resmedilmesi ancak onun bir başkasıyla olan sesli söyleşisinin (communion) resmedilmesiyle
1
olanaklıdır. ‘İnsandaki insan’ ötekiler için olduğu kadar kişinin kendisi için de yalnızca
söyleşide, bir kişinin bir diğer kişiyle etkileşiminde açığa çıkarılabilir.” (M. Bahtin,
Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s. 336)
Sabahattin Ali yazınsallığını birkaç sözcükle özetlemek gereği doğarsa,
söylenebilecek en önemli şey, onun Türk edebiyat tarihinde önemli bir çokseslilik
kapısı açtığı olmalıdır.
M. Bahtin’in “çoksesli roman”ı tanımlarken, epik söylemle bugün arasında
zamandaşlık köprüsü kurmayı başarmış yarı ciddi yarı komik türler arasında saydığı
Batılı Menippos yergisinin ilk örneğini vermiş, ünlü diyalogcu Sokrates’in öğrencisi
Antistenes, felsefe alanında göstermiş olduğu başarıyı kendi benliğiyle kurduğu
söyleşimsel ilişkide bulur.
Çoksesli edebiyatın ve kültürün ana dokusunu oluşturan, oyunlar, sözlü kültür ve
anlatı geleneklerini romana özgü söz sanatlarını kullanarak (parodi- ironi) romana
ilk taşıyan, türler parodisi adımını atan Hüseyin Rahmi ise, çoksesliliği bir Rönesans
uygulaması gibi aktarma ve temsil söz konusu olmadan, yeniden doğuşa uğratarak
biçim ve biçemde çoğul bakış açısını kahramanları aracılığıyla ilk uygulamaya koyan
da Sabahattin Ali’dir...
Sabahattin Ali’ye kadar Batılılaşma sorunsalı romanımızın ana temasıdır. 1950
sonrasının romanlarında bile, Batılılaşma sorunsalı, hem temada, hem kahraman ve
karakter tiplerinin yaratılmasında ana öğe olarak sürüyor ve Orhan Pamuk
örneğinde olduğu gibi, kültüre geç kalmış olmanın bilinçaltı ve önbilinçte yarattığı
karmaşa, romanda ana yörüngelerden birisini oluşturuyor iken, Sabahattin Ali, 1932
yılında Konya’da tefrika edilmeye başlanan, 1937 yılında Tan gazetesinde tamamı
yayınlanan Kuyucaklı Yusuf’la, kendi yaşadığı toprakların, özgün, ayrıntılı iç
sorunlarına ve birey kurulumlarına eğilmeyi başarıyor, kültürümüzde yeni bir kapı
açıyordu…
2
Sabahattin Ali’nin kahramanları, çoğunlukla özgür, anlatıcısıyla, yazarıyla sorunu
olan kahramanlardır. Özellikle de Kuyucaklı Yusuf’ta, bu biçem, çok ayrımsanabilir
bir şekilde göze çarpar.
Fethi Naci, “S. Ali’nin kişilerine karşı davranışı ilginçtir. Gerçekten kendi dışında, gerçekten
kendinden bağımsız kişiler gibi görür onları. Davranışlarına müdahale edemediği bu
insanlara kimi zaman kızar, kimi zaman onlara yardımcı olmak için çırpınır. Ama karışmaz -
sanki- onların davranışlarına” diyerek, Sabahattin Ali’nin romandaki karnavalcı
yaklaşımı bir başka söylemle anlatıyor. Bu durum, Fethi Naci’ye Kafka’nın Max
Brond için söylediklerini, gerçek bir yazarın kişilerini yazardan bağımsız kıldığını,
kendi içlerinden gelen bir güçle devinimde bulundurduğunu, bu kişilerin alın
yazılarının yaratıcılarını şaşırtan eğriler çizdiğini anımsatıyor. Kuyucaklı Yusuf’ta
ustalıkla çizilmiş ayrıntıların romana tam bir somutluk kazandırdığını, romandaki
dünyanın roman çerçevesini kırıp kendi dünyanıza karıştığını ekliyor... (Fethi Naci,
Yüzyılın 100 Türk Romanı, Adam Yayınları, 4. Basım, s. 268-69)
Mihail Bahtin, roman türü için örnek seçtiği, üzerinde ayrıntılı çalışmalar yaptığı
Dostoyevski’nin yaratıcı dehasını açıklarken şunları söylüyor: “Dostoyevski’nin
yaratıcı dehası, din, kültür, siyaset konularındaki oldukça tutucu görüşlerine baskın çıkar
ama bunun nedeni romanlarında kendi görüşlerini dile getirmemesi, kahramanlarının
hepsine aynı uzaklıkta durması, dile getirdikleri düşünceler konusunda tümüyle tarafsız
kalması değildir. Bunların hiçbirisini yapmaz ama anlatıcının sesiyle kahramanların seslerini
aynı düzlem üzerinde yan yana getirerek, hiçbirine fazladan bir otorite barındırma olanağı
tanımayarak romanda dile gelen karşıt bakış açılarını daha yüksek bir düzeyde senteze
ulaştıran bir anlatı yapısından özenle kaçınarak çoksesli bir özgürlük ortamı yaratır. (...)
Dostoyevski için önemli olan kahramanının dünyada nasıl göründüğü değil, her şeyden
öncelikli olarak, dünyanın kahramanına nasıl göründüğü ve kahramanının kendisine nasıl
göründüğüdür. Yani kahramanın kendisiyle ilgili bilinci romanın düzenleyici ilkesi haline
gelir. ‘Kahramanın her şeyi yutan bilincinin yanına yazarın yerleştirebileceği yalnızca tek bir
nesnel dünya vardır: kahramanla eşit haklara sahip başka bilinçlerin dünyası’.” (M. Bahtin,
3
Problems of Dostoevsky’s Poetics, çeviren ve yayına hazırlayan: Caryl Emerson,
Austin, Texas, 1984, s. 47. Anan: Sibel Irzık, Karnavaldan Romana, s. 11, Bahtin,
Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s. 97- 100)*
Çokseslilik ile Dostoyevski arasındaki ilişkiyi incelerken, Sabahattin Ali’nin
İçimizdeki Şeytan’da Bedri ve Ömer kişilik kuruluşlarının, Dostoyevski’nin
Karamazov Kardeşler’indeki kişilik kurulumu ve söylem taşıyıcılığı ile koşutluklar
bulunabileceğini söylemekte yarar var. Dostoyevski, kendi babasının ölümü
karşısındaki iç çatışmaları, romanındaki baba ve oğullar arasındaki ilişkilerde
canlandırır; Tanrı’nın varlığı, insanın toplum içindeki çeşitli davranış biçimlerini de
kapsayan birçok sorunu kahramanları Mitya, İvan ve Alyoşa ile tartışmaya açar.
Kahramanlarında, parçalar halinde, birbirleriyle yan yana ve karşı karşıya duran,
“yaratıcı bir sanatçı”, “nevrozlu bir hasta” ve “bir ahlâkçı ve günahkâr bir kimse” (S.
Freud, Karamazov Kardeşler’e önsözden) olarak Dostoyevski’yi bulabilmek
mümkündür. İçimizdeki Şeytan’da her ikisi de Balıkesir kökenli Macide’ye âşık
Ömer ve Bedri karakterlerini, hem Sabahattin Âli’nin özgür karakterleri, hem de
onun kişilik parçalanmaları olarak görebilmek hiç de zor değildir. İçimizdeki
Şeytan’ın böyle bakış açısıyla değerlendirilmesinde karşımıza çıkan ayrım, romanın
sonunda kahramanlardan Ömer’de meydana gelmiş evrilme, içindeki şeytanı
bulmuş, tanımlamış olma sonucu ve tekil bir kişiliğe bürünmesidir. Bahtinci bir bakış
açısıyla çoksesli roman için çoğulluktan kopma ve senteze varma çabası olarak
değerlendirebileceğimiz bu sapmayı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında, roman
bitişinde Raskolnikov’da da buluruz. Bahtin’e göre, burada gazeteci Dostoyevski
devreye girmiştir.
Sabahattin Ali’nin dili, Bahtin’in Dostoyevski’de gözlediği ve belgesel diline
benzettiği, o yalın, anlatıcı ile kahramanları aynı düzlemde tutmaktan öte işlevle
görevlendirilmemiş bir dildir. Anlatıcı ile kahramanların üzerinde bulundukları
düzlem, engebesiz, okur için yabancılık duygusu uyandırmayacak bir ak tahta
gibidir. Anlatıcı, kahramana yakınlaştığında, onunla teması arttığında ancak bilgi
4
vermeye, yorum katmaya uğraşır gördüklerine. Kahraman ve karakterlerden ayrı,
onlara da eleştirel gözle bakan, her şeyin üzerinde, Tanrı katında bir anlatıcı
çoğunlukla bulunmaz Sabahattin Ali’de. Anlatıcısı da kahramanları da hep
diyalogdan, söyleşimden yanadır sürekli birbirleriyle karşılıklı konuşma içinde
gibidirler. Kimler ve neler konuşmaz ki onun metinlerinde: “Zaten sıkmadan uzun
uzun anlatmasını bilen yegâne geveze denizdir.” (Bir Gemici Hikâyesi adlı öykü,
Değirmen, s. 88)
Sabahattin Ali, öyküsünde, ne köyü ne kenti, ne dağı ne ormanı, ne denizi ne
değirmeni olduğu yerde bırakır. Her yere girip çıkar, her nesnenin ve her olgunun
kedine has sesini bulmaya, resmini çizmeye, her şeyin sıradan bakışta görünmeyen
gizlerini ortaya dökmeye çalışır. Anadolu’nun dağılmakta olan epik toplum
parçacıklarını, tefeci bezirgân egemenliğindeki karanlıkta kalmış kasabasını,
ulaşabildiği parçalar halinde kayıt altına almaya çalışır bir yandan, bir yandan
geleceğe ve kendi romantik kurgusal gerçekliğine ait ipuçlarıyla donatır. Gemide
tayfaları ayaklandırır, ormanda ormanı ellerinden alınmış köylüleri; ama orada
bırakır, bir iktidar tasarımına aktarmaz düşüncesini.
Özellikle de Kaz Dağları’nın Yörüklerine vurgundur S. Ali. Onların doğayla içli dışlı
yaşamları, dağa, taşa, suya birer insanmışçasına ad vermeleri, nesneyle özel adı bir
tutan çoğulcu yaklaşımları, Sabahattin Ali romantizmi için hem büyük bir karşıtlık
oluşturur, hem dayanılmaz bir çekicilikle çağırır yazarını…
Sabahattin Ali romantizmi, Cumhuriyet sonrası başlayan Anadolu modernleşmesi
içinde, kentlerde, fırsatçı, liberal, acımasız politikalar kurmuş rasyonel akla ve
Anadolu taşrasında onun ayağı olmuş kırsal tefeci bezirgân egemenliğe karşı önemli
bir karşı duruşu taşır. Batı’da Aydınlanma’ya karşı bir tepki olarak doğup büyümüş
romantizm, bizim topraklarımızda, Sabahattin Ali örneğiyle, birlikte boy verdiği
modernizmin hastalıkla yönleriyle didişir. Özellikle Markopaşa makalelerinde, sıkı
antiemperyalist vurgusuyla Kuvayımilliye yanlısıdır, Köy Enstitüleri, Halkevleri
hareketlerinin destekçisidir Sabahattin Ali; bir yandan da değişim ve gelişmelerden
5
kendince payını alamamış ezilen yığınların, yoksul köylülüğün sesi olur.
“Romantizm, Aydınlanmaya karşı bir tepkiydi, bu yüzden de onun tarafından belirlenmişti;
onun çelişkili ürünlerinden biriydi” diyor Octavio Paz. “Eleştirel aklın bir yana bıraktığı
ruhları yeniden harekete geçirmek yönünde şiirsel imgelemin bir girişimi… Romantik iki
anlamlılık: Çocuğun, çılgının, kadının, rasyonel olmayan ötekinin güçlerini ve yetilerini
yüceltir, ancak bunları modern çağ bakış açısından yüceltir.” (Octavio Paz, Çamurdan
Doğanlar, s. 83)
Sabahattin Ali öykülerinde aşk ve kadın ağırlıklı bir yer tutar. Onun mücadeleci,
Anadolu gerçekliğini kendine özgü bir öyküleme ile yazın alanına taşıması üzerinde
çok durulmuş, hem öykülerinde hem romanlarında ağır basan aşk temasıysa
neredeyse görmezden gelinmiştir. Yayınlanmamış “Bir Hakikatin Hikâyesi”
(Çakıcı’nın İlk Kurşunu) adlı 1931 tarihli, 1929 yılına ait “Kurtarılamayan Şaheser”
(Değirmen) adlı öykülerde ve Kürk Mantolu Madonna’da Raif ile Maria Puder’in
aşkları dışındaki tüm aşk anlatılarında, aşk teması meyve vermiştir; toplumsal sorun
aşkın yanında ikinci bir boyut olarak yer alır ve aşkın kendi sorunsalıymış gibi
işlenir, temayı boğup ezmez. Sabahattin Ali’nin anlatıcısı ezilmiş, dışlanmış,
kullanılmış kadından yana gibidir çoğunluk… Değirmen, Kurtarılamayan Şaheser,
Kırlangıçlar, Viyolonsel, Sarhoş, Bir Cinayetin Sebebi, Komik-i Şehir, Arap Hayri,
Selam güçlü aşkları anlatan öykülerdir. Çilli, Hanende Melek, Köstence Güzellik
Kraliçesi, Mehtaplı Bir Gece, Çaydanlık, Isıtmak İçin, Kazlar, Sıcak Su, Kağnı’da
kadının toplumdaki ezilmişliği, sorunları temaya taşınır. Barlarda, pavyonlarda,
hatta genelevlerde çalışan kadınların dostudur Sabahattin Ali’nin anlatıcısı. O
“düşkün” kadınların arkasında ihanet etmiş, despot bir erkek yüzü sırıtır çoğunluk.
Mehtaplı Bir Gece’de ölmek üzere olan yoksul ve hasta bir adama sahip çıkan garip
fahişenin insancıllığı yücelir. Gramafon Avrat’ta, Yeni Dünya’da da böyle kadınların
öyküleri vardır. Toplumsal değer yargıları altüst edilir.
Gümülcüne doğumludur Sabahattin Ali. Uzun yıllar kent yaşamı ve Batı kültürü
etkisiyle yetişmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderildiği Almanya’da iki
6
yıl kalmıştır. Milli Eğitim “Neşriyat Müdürlüğü”nde çalışmış, konservatuarda
dramaturgluk yapmıştır. Sabahattin Ali ile, Batı kültürü ve hümanizması, Anadolu
taşrasının çoksesliliği ile kaynaşır; onun metinlerinde, sanki yüzlerce yıldır kendi
kabuğunda uyuyakalmış olan Anadolu, dilin tüm olanaklarıyla bir orkestra gibi
duyumsanır, görünür duruma geçer.
Sabahattin Ali anlatıcısı yaşamın hemen kıyısında durur; yazıyla yaşamın yan yana
geldiği yerde. Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav’dan Sivas Lisesi Müdürü Faik
Dranas’la birlikte Sivas’ta yaptığı bir kamyon yolculuğunu dinledikten sonra, olayı
öyküleştirmek ister; kamyon yamağının adını anımsayamaz, şoförün ona seslenişinin
Boratav anlatısındaki tadını bulamaz, mektup yazıp ondan adını öğrenir, ondan
sonra yazar “Uyku” adlı öyküsünü. Yalnız kamyon sürücüsü değil, öykü de
seslenecektir “Rahmi!” diye bağıran uykulu bir sesle.
Kimi öykülerde öyküyle gezi notu, röportaj arasındaki ayrım silinip gitmiştir. Yazar,
anlatıcısının kendisi olduğunu belli ederek gözlemlerini aktarır. Fethi Naci’nin
“toplumcu gerçekçilik” tanımıyla uyuşmayan, “toplumsal gerçekçi” denebilecek bir
tarzı benimsemiş olur.
1942 yılında yazdığı Hasanboğuldu adlı öyküde (Yeni Dünya, s. 134) Natüralist bir
doğa tanımı, özel ve genel adlar arasındaki ayrımı silen çoğulcu Anadolu halk
kültürü sözlü geleneği, romantik bir anlatıcının bakış açısında buluşur.
1945 yılında yazdığı Beyaz Bir Gemi adlı öyküde gerçekçilikten uzak kalmış sanatsal
yaratıcılıkla dalga geçer. “Çünkü Sanat, yeryüzünde ve insanların içinde olup bitenleri,
çöplükle sarayı aynı hakikatten uzak ve güzelleştirici örtüye bürünen ay ışığı gibi tatlı bir
yalan bulutunun arkasından göstermeye mecburdu, sanat eserinden faydalanabilecek
durumda olanlar, her şeyden önce avunmak, oyalanmak istiyorlardı; sanatkârın ekmeği de
işte bu tatlı rüya merakına bağlıydı, yoksa kömür kayığında yüzükoyun yatan yırtık zıpkalı
Bartın uşağına değil.” (Sırça Köşk, s. 28)
7
Sabahattin Ali yazınsallığında çoksesliliğin örselenmiş göründüğü, yazar ideolojik
değerlendirme sistemi ve ideolojik yapısının metne açıktan yansıdığı yapıtlar, Koyun
Masalı ve Sırça Köşk adlı masallardır. “Masal” tür başlığı altında ayrı tutulan bu iki
masalda, toplumsal iktidar ve iç çatışmalar, savaş, sömürü, bürokrasi işleyişi alegorik
bir yöntemle yansıtılmakla ya da temsil edilmekle kalınmaz, bir çözüm yolu, çıkış
önerisi de gösterilir. Bu anlamda, tekil bildirimli, yazar öngörülü iki özel ürünün
Sabahattin Ali için bir ayrıcalığı vardır. Kavramsal boğuntular içine sürüklenmeme
koşuluyla, bu iki öykünün, tam bir “toplumcu gerçekçi” ruh taşıdığı söylenebilir.
Esirler adlı oyunda 7. yüzyıl Çin’inde tutsak yaşayan Türkler ana tema olarak
seçilmiştir. Çinli prenses ile Türk Beyi Kürşad arasındaki aşk oyuna ayrı bir anlam
boyutu katmıştır. Tüm Çinliler aynı kötücül bakış altında bir kategoriye
sokulmamıştır. Milliyetçi bir okumaya olanak tanısa bile, oyun hümanist bir ruhla
kaleme alınmıştır.
Sabahattin Ali yazınsal bütünlüğü içinde bakıldığında, şiirlerinin biçim ve içerik
bakımından büyük yenilikler taşıdığını söyleyebilmek olası değildir. Onun
yaşamında önemli bir yeri olmalarına ve oldukça duygulu bireysel iç sesler taşıyor
bulunmalarına karşın, bir çığır açıcılık, bir dönem başlangıcı sayılamazlar. 1934
yılından sonraki üretkenliği içinde şiire çok seyrek olarak vermiş olması da, kendi
şiiri karşısındaki tedirginliğinin dolayımlı bir anlatımı sayılabilir.
Sabahattin Ali, türler arasında mekik dokumuş, yazının, sözün yapısında, biçiminde
aranan bir göçebe gibi yaşamıştır. Türler arasında yaptığı gezintide, şiir, şiir eleştirisi,
roman, öykü, çeviri yazıları, kimi ciddi, kimi gülmece formunda sayısız makaleler,
kitap incelemeleri ve eleştiri yazıları, tiyatro oyunu, tiyatro ve opera eleştirileri,
Kağnı adlı öykünün opera metni olarak kaleme alınması da vardır.
Böyle uzun bir tanıtıcı girişten sonra, sorumuzu soralım? Kimdir Sabahattin Ali?
Nasıl bir yazınsallık sürdürmüştür, kabaca hangi kuramsal kategori ya da edebiyat
kanonu içinde değerlendirilmesi gerekir?
8
Doğa tutkunu bir romantik, gerçeküstücü bir ultraromantik, canlıcılık, natüralizm,
toplumsal gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik, eleştirel gerçekçilik, … Bu formların
tümü de, Sabahattin Ali yazınında ayrı ayrı biçem kurucusu gibi yer alırlar. Türden
türe, tarzdan tarza, durmaksızın akar, ayrı bakış açılarına yerleşir, oradan gözlem
altına alır dünyayı. Son günlerde, basında Einstein’in, arıyı canlı yaşamın ana
kaynağı olarak görmüş olduğuna ilişkin sözleri yayınlanıyor, konuşuluyor. Einstein,
döllenmeyi sağlayan arıların ortadan kalmasından sonra bitkinin de hayvanın da
insanın da yaşayamayacağını savlamış. İnsan yaşamı için arısız bir ortamda dört
yıllık süre tanımış…
Cumhuriyet sonrası uç vermiş Anadolu Rönesansında halk kültürü ile Batı kültürü
arasında mekik dokuyan bir arıdır Sabahattin Ali.
Sabahattin Ali’nin hangi kategoride ya da kanon başlığı altında değerlendirilmesi
gerektiği sorusuna önce kendisi yanıt vermeli: “Halkçı bir edebiyatın ancak realist
olabileceği izaha ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir hakikattir. Halk alelûmum realist
olduğu ve tahriften hoşlanmadığı için, hakikatleri maksatlı veya maksatsız, şuurlu veya
şuursuz değiştiren muharrirlerden de pek hoşlanmaz. Yalnız bu realizm, natüralizme pek
benzeyen diğer realizm ile karıştırılmamalıdır. Realist olacağım diye hayatta vakıa halinde
mevcut bulunan romantizmi inkâr etmek saflık olur. Zaten ben bu izm’lerden pek bir şey
anlamam. Benim için sadece hayat ve insan vardır, bin türlü tezahürleriyle bugün realist,
yarın romantik, öbür gün natüralist olan hayat ve insan. Muharrir yalnız görüşünde değil,
yazışında da bu hayat gibi olmalı, yani her şeyden evvel bir insan olmalıdır… Muhtelif
taraflarıyla herkes gibi bir insan. Ve böyle yazmalıdır. Muharrir realist mi? Şöyle mi, böyle
mi diye araştıracağımıza namuslu mu yoksa yalancı ve tahrifçi mi? Diye sormalıyız. Hakikî
realizm samimi olmak, yalan söylememektir.” (S. Ali, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler,
YKY, 4. Baskı, İstanbul, Nisan 2006, s. 87)
Sabahattin Ali, Batı kültürüyle içli dışlıdır: Okur, izler; okuduklarını düşünce sistemi
ve sözcelemi içinde yaşamına içselleştirerek kullanır. Asla taklitçi değildir ama; asla
9
bir geç kalmışlık, geride kalmışlık ruh kepazeliği, ezikliği ve eğilmişliği içinde
değildir. Kimi kuramsal yapıların gerektirdiği önyargılarla yaklaşmaz yaşama.
Öykülerinden yaşam akar. Birer fotoğraftır, kaynağında uğuldayan bir sestir,
ürperten bir dokunuştur sözcüklerine yaşam veren duygu esintileri… Hatta, romana
vardığında, bir orkestra olur, Kuyucaklı Yusuf örneğinde olduğu gibi. Kahramanı
Yusuf ve Kaymakam Salahattin Bey’in romantik yamaçlarından yaşamış oldukları
Edremit’in tüm seslerini taşıyan bir orkestra olur.
Sabahattin Ali’nin çoksesli yazınsallık ana dokusu, yalnızca romanda değil,
öykülerde de çok açık bir biçimde kendisini gösterir: “Misafirler köy ve civarını da beş
on dakika içinde iyice gezip dolaştılar. ‘Köycü’ler yolda ve kahvede rastladıkları bazı
köylülerle lafa girişmek teşebbüsünde bulundular. Aralarında köycülük tahsili için
Paraguay’a gidip senelerce kalmış biri vardı, sesini tatlılaştırıp yumuşatarak türlü şeyler
soruyor, hiçbir şey ifade etmeyen kısa cevaplar alıyordu. Bütün gayretlere rağmen,
konuşmalar birkaç sual ve cevaptan ileri gidemedi. Soran karşısındakinin acaba ne diye bu
kadar her şeyden habersiz, vurdumduymaz olduğunu, sorulan ise ötekinin neden böyle ipe
sapa gelmez şeyler sorduğunu düşünerek birbirlerinden ayrıldılar.” (Bir Konferans adlı
öykü, Yeni Dünya, s. 93).
Burada konuşanla dinleyenin söyleşimsel karşılaşmaları, konuşma tümceleri,
sözcükler durumunda aktarılmış olmasa da, anlatıcının her iki yandaki topluluğun
ve o topluluğa ait bireylerdeki bilinç yapısı ve algılama düzlemlerine aynı adalet
duygusu içinde yaklaştığını görmekteyiz.
Kuyucaklı Yusuf’ta romana baştan sona egemen olmuş bir yazar ideolojik bakış açısı,
öngörü bulmak olanaksızdır. Sabahattin Ali’nin tüm yapıtları içinde oldukça
ayrıcalıklı bir yeri, önemi vardır Kuyucaklı Yusuf’un. Sabahattin Ali’nin bu önemli
yapıtına kadar, hatta ondan sonraki yirmi yıl içerisinde de, Batılılaşma çabaları
karşısındaki duruş ve Batılı olabilmek ile gelenekten yana, kutsal metinci kalmak, ya
da genç Cumhuriyet Anadolu’suna yeni bir siyasi kimlik kazandırma kaygısı iç içe
geçer çoğu romanın hikâyesinde. Yazarlar, şairler, içinde yaşadığı toplumla kendini
10
çok özdeş göremeyen, hatta koşut durmayı başaramayan, toplumla ilişkilerinde
sorunlar yaşayan kahramanlar, karakterler aracılığıyla geleceğe yönelik birer reçete
hazırlama kaygısı içindedirler. Batı karşısında da bir geç kalmış olma endişesi taşır
edebiyat dünyası. Ya aynısının tıpkısı bir taklit, ya geleneksel değer yargılarının ya
da sınırları yeni çizilmeye çalışılan “milli” bir itiraz sinmiştir metinlere. Kuyucaklı
Yusuf, dönem Edremit’ini müdahaleci bir şefin gölgesine gerek bırakmadan
seslendiren bir orkestra gibidir.
Sabahattin Ali de, görece daha özgür kahramanları aracılığıyla aydın sorunsalını
tartıştırır İçimizdeki Şeytan’ın kahramanlarına. F. Jameson, “İddia ediyorum ki, tüm
üçüncü dünya metinleri zorunlu olarak çok özel bir biçimde alegorik metinlerdir” diyor
(Anan Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark, s. 171). Edebiyat ve edebiyatçının bu
yarı politik yaklaşımı, aslında, yalnızca bize özgü değildir… “Devlet felsefesi açısından,
Batılı aydın, sürgünde yaşayıp borusunu dışarıdan öttüren, başlıca silahı olan eleştirileriyle
düzeni dıştan etkilemeye çalışan kişidir. Meksika’da ise aydın kişinin asıl amacı, siyasal güç
ve eylemdir” diyor Ocativa Paz, Yalnızlık Dolambacı’nda… (Yalnızlık Dolambacı, s.
174).
Sabahattin Ali dönemi içinde çok farklı bakış açılarına, yazınsal tarza sahip birçok
yazarın adı sayılabilir. Halide Edip’in ilk romanlarıyla Halit Ziya Uşaklıgil’in
romanlarında, Mehmet Rauf’ta, belli ölçüde Tanpınar’da toplumsal sorunlar birincil
önemle anılmaz. Batılılaşma çabaları karşısındaki birey duruşu da dolayımlı olarak
yer alır tema içinde. Kimi kez, toplum dışında yaşıyormuş izlenimi veren bireyler
arasındaki öznel ilişkilerin öne çıkarıldığı yapısal kurulumlar egemendir.
Tanpınar romancılığı 12 Eylül sonrası kültür ortamında yeniden keşfedilmiş, hatta
yazınımızda yüzyılın en önemli romancısı olarak da anılır olmuştur. “Türk
edebiyatının yirminci yüzyıldaki en büyük şairiyle en büyük romancısı olacak Yahya Kemal
ve Tanpınar bu hüzünlü, ücra semtlerde dolaşırken sanki kaybettikleri şeyleri ve melankoliyi
daha da fazla içlerinde duymak istiyorlardı.” (Orhan Pamuk, İstanbul, Hatıralar ve Şenir,
YKY2. Baskı Ocak 2004, s. 235)
11
Sabahattin Ali’nin yaşadığı ve ürün verdiği dönem yazarlarında, hatta daha sonraki
dönemde de romanımızda, Tanrı bakışlı anlatıcı tarzı yaygındır. Güncel toplumsal
sorunlara ilgi duyan yazarlarda da, uzak durma çabasında olanlarda da, Sabahattin
Ali’nin özgür kahramanlarını bulabilmek olası değildir. “Toplumda var olan ayrı
düşünceleri kahramanları aracılığıyla temsil ettirme, anlatıcıyla ayrı düşüncedeki
kahramanlara aynı düzeyde yer verme kaygısı” olarak tanımlayabileceğimiz ve
Bahtin’in Dostoyevski romanının çoksesliliği için en önemli yapısal özellik olarak
gördüğümüz “teğet duran yazar” tarzını ancak Kuyucaklı Yusuf’ta bulabiliriz.
Dönemin hemen tüm romanlarda, kahramanlardan birisi, iyiyi, doğruyu, yazara
yakın olan düşünceyi savunur. Her şeyi bilme, her şeyi görme yetisindeki anlatıcı,
açıktan, ya da dolayımlı olarak bir olumlama – olumsuzlama arkasındadır. Reşat
Nuri, Anadolu gerçeğine eğilmeye çalışır, yalın diliyle, kurduğu söyleşimsel
köprülerle yazınsal bir aydınlık kurma uğraşındadır ama iyi- kötü ayrımlarıyla,
yazara ait olumlama ya da olumsuzlamaların devreye girmesiyle “syuzat” örselenir.
1949 yılında yayınlanmış ve günümüze yakın zamanlarda en çok okunan romanlar
arasına girmiş, hakkında çok sayıda övgülü yazılar yazılan Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın Huzur’unda kahramanlardan Mümtaz ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
Anlatıcıyla aynı düzlemde gibidir ve diğer kahraman ve karakterlerden hep bir adım
daha yakındır okura…
Robert P. Finn, Halit Ziya Uşaklıgil’i Türk romanının ilk dönemindeki birikiminin ve
sonraki gelişiminin en başarılı temsilcilerinden biri olarak andıktan sonra, “Kişileri
dünyada dolaşırlar gerçi ama, özde, ‘dünyadan biri’ değildirler” (Robert P. Finn, Türk
Romanı İlk Dönem, 1872- 1900, Türkçesi: Tomris Uyar, İkinci Basım, Agora Kitaplığı,
2003 s.139) saptamasını yapar. Servet-i Fünun yazarlarının çoğuna özgü bir
durumdur bu… Kahramanlar, karakterler, bir düşüncenin taşıyıcısı olmaktan, bir
söylemle belirlenmiş olmaktan çok, rastlantılarla karşılaşmış sıradan nesneler gibidir.
Romantizmin iç derinlikleri göz önüne serilmeye çalışılırken kahramanların
söylemini temsil eden bir düşünce sistemleri yoktur sanki. Bu biçem, Mehmet
12
Rauf’un Eylül’ünde iyice belirginleşir... Kahramanlar, birey olarak ayrıntılarıyla
resimlenmiş, nesnel birer varlık olabilmeleri için uğraşılmıştır ve neredeyse
soyutlanmış, ayrı bir dünyada yaşamaktadırlar.
Sabahattin Ali’nin çağdaşları içinde Mahmut Şevket Esendal’ı ayrı bir yerde anmak
gerekir. 1920’lerin sonunda özgün ve başarılı öykülerle adını duyurur. Esendal, kısa
öykücülükte kahramanlarıyla, karakterleriyle ve olay örgüsüyle sımsıcak, yaşamın
tüm ayrıntılarını düş dünyamızın önüne seren bir yazınsallık izler. Çağdaş Türk
öyküsü ona çok şey borçludur sanıyorum. Politik görevler ve sorunları nedeniyle
uzun süre edebiyat dünyasından kopmuş olması önemli bir kayıp sayılmalıdır.
Cumhuriyet döneminin kültürel karmaşası içinde, Anadolu kültürüne kendine özgü
bir bakışla eğilen Kuyucaklı Yusuf’la birlikte, romanımız yeni bir çağın eşiğine
gelmiştir. Bu eşikten sonra, Anadolu halk kültürünün kendisi de yazınsallık alanında
görünür olmaya başlamıştır. Kuyucaklı Yusuf’un açtığı yoldan, Bereketli Topraklar
Üzerinde’nin İflahsızın Yusuf’u, Yaşar Kemal’in Yusufçuk Yusuf’u geçecekler,
Anadolu çoksesliliği roman alanında boy göstermeye başlayacaktır.
Sabahattin Ali, hem biçimde, hem içerikte yeni doğmakta olanı taşır yazınsallığına.
Gecikmiş Anadolu Rönesansı’nın habercisi gibidir.
Kısacası, 1950 öncesinin ayrıcalıklı romanı, 1931 yılında yazılıp 1932’de Konya’da
Yeni Anadolu gazetesinde bir süre tefrika edilmiş, 1937’de tamamı Tan gazetesinde
tefrika edildikten sonra Yeni Kitapçı Yayınevi tarafından yayınlanmış Kuyucaklı
Yusuf’tur diyebiliriz.
Sabahattin Ali’nin biçimde ve biçemde öne çıkardığı çokseslilik, asıl toplumsal olanın
biçim olduğunu vurgulayan Simmel’in biçimler sosyolojisinin etkisiyle Lukacs’ın
Modern Tiyatro’nun önsözüne yazdıklarını anımsatır. “Sosyolojik çözümlemenin sanat
söz konusu olduğunda düştüğü en büyük hata şu: sanatsal yaratılarda sadece içerikleri
önemseyip inceliyor ve bunlarla verili ekonomik ilişkileri düz bir çizgi ile birbirine bağlıyor.
Oysa, edebiyatta asıl toplumsal olan biçimdir… Biçim toplumsal gerçekliktir, tinin hayatına
13
tüm canlılığıyla katılır. Dolayısıyla sadece hayat üzerinde edimde bulunan ve deneyimleri
şekillendiren bir etken olarak değil, kendisi de hayatça şekillendirilen bir etken olarak işler”.
(Aktaran F. Moretti, Mucizevi Göstergeler, s. 19-20)
Nazım Hikmet’in serbest vezinle Türk Edebiyatı’nda şiire kattığı biçimsel yenilik
Sabahattin Ali’nin düzyazıdaki çoksesliliğiyle bütünleşir. Bu biçim değişimi, aynı
zamanda büyük bir toplumsal yenileşme arzusunun da işaretidir; onunla koşut
gider.
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf’ta çıkar ilişkileri içinde yozlaşmış, kimi insancıl
özelliklerden yoksunlaşmış kasaba ticaret ilişkileri içindeki yapı ile Yusuf’un
kişiliğinde temsil ettirdiği “soylu yaban”ın çatışmasını işlemiştir. Sisteme yönelik
bütünlüklü, tekil söylemli bir eleştiri yoktur. Köroğlu, Robin Hood hikâyelerini
andırır bir yerel egemenler - ezilen halk karşıtlığı sergilenir.
Sabahattin Ali’nin erken ölümü ile, üç cilt olacak roman birinci cildinde kalmış olsa
da, romanın çıkış noktası, hangi yörünge üzerinde yürüyeceği belirlenebilmektedir.
Kuyucaklı Yusuf’ta, sözlü kültür geleneğinin “soylu haydut” teması zamandaş bir
yapıya taşınarak romanlaştırılmıştır. Edremit esnafının ve kirli ilişkilerinin
karşısında, romantizmin aşkın kahramanı, olağanüstü dürüst, paylaşımcı, yiğit
Kuyucaklı Yusuf vardır.
“Soylu haydut” teması, Doğu’nun sözlü anlatı geleneğinden olduğu kadar Bahtin’in
modern romanın kaynaklarından biri olarak gördüğü Batılı menippea’nın da sık
kullandığı bir temadır: “Menippea keskin tezatlar ve zıt kavramlardan oluşan
kombinasyonlarla doludur: erdemli orospular, bilgenin gerçek özgürlüğü ve kölece konumu,
köle olan bir imparator, ahlâksal çöküntüler ve arınmalar, lüks ve yoksulluk, soylu haydut vb.
Menippea, ani geçişler ve değişikliklerden, iniş çıkışlardan, yükselip düşmelerden, mesafeli ve
bölünmüş şeylerin beklenmedik bir araya gelişlerinden, her tür uygunsuz birleşmeden
hoşlanır.” (M. Bahtin, Karnavaldan Romana, s. 232)
14
J. J. Rousseau’nun (Toplum Sözleşmesi -1762’de), Montesquieu’nun tanımladığı
‘soylu haydut’lara benzer bir kişiliği vardır Yusuf’un. Bireyci öznelciliğin, romantik
tutumun da etkili olduğu karmaşık bir düşüncenin ürünüdür Yusuf. Hemen hiçbir
eğitimden geçmemiştir, kişiliğini oluşturan öğeleri edinebileceği bir yaşamı da
olmamıştır ama içinde bulunduğu toplumdan çok ayrıdır; derinliğine düşünme
yetisi olan, kendine özgü bir kahramandır. Kasabaya evlatlık olarak gelmiştir, uzun
yıllar boyunca bir yabancı gibi kalmıştır. Yeniden kırsala, dağa döner romanın
sonunda... İçinde bulunduğu kirli ve karmaşık dünyadan kurtulup saf ve temiz
olana, doğala yeniden kavuşabilmesi için başka çıkar yolu kalmamıştır.
Sabahattin Ali’nin Alman romantiklerinden ve özellikle Schiller’den etkilendiği
bilinir. Aslında siyasi görüşleri, sosyalist yapısı nedeniyle ömür boyu sıkıntı çekmiş,
yargılanmış, hapis yatmış, hatta bu nedenle de öldürülmüş bir kişidir ama diğer
yapıtlarında da romantizmin izleri, duygucu ve coşkulu bir bireycil yaklaşım
belirgin biçimde görülebilir.
Roman, Yusuf’un kişiliğinde, romantik bir biçemle kurulurken, Edremit esnaf, tüccar
çevresi anlatıya girdiğinde, çoğul gerçekçi, çoksesli bir biçeme geçilir. Edremit’teki
sosyal yaşamın insan üzerindeki etkileri karakter tiplemeleriyle, anlatıcıyla aynı
düzlemde yer alan kahraman konuşmaları aracılığıyla canlandırılır. Tüm kahraman
ve karakterler, içinde bulundukları sosyal-kültürel ortamın ürünüdürler, yazardan
bağımsız gibi hareket ederler, yargıları ve diğer kahramanlar karşısındaki tutumları
değişebilir...
Anlatıcı zaman zaman kahramanlarından birisine yakınlaşır, bir diğerine
serzenişlerde bulunur sanki. Yansızlığını yitirmek istemeyen yazar içsesi, susmayı da
yedirememektedir kendisine… Anlatıcıyla yazar arasındaki aralığın en aza indiği
anlarda bu durum iyice belirginleşmektedir. V. V. Vinogradov’un Gogol anlatıcısıyla
ilgili benzer bir saptaması vardır: “V. V. Vinogradov, Gogol’da anlatıcının sözünü
‘yazardan karaktere zikzak yapan’ söz olarak tanımlar.” (V. N. Voloşinov, Marksizm ve
Dil Felsefesi, s. 195)
15
Temiz doğa ile kirlenmiş kent ve insan çelişkisi romanda her adımda kendini
duyumsatır. Yusuf’un babalığı, Edremit Kaymakamı Salâhattin Bey, amaçsızca
kırlara çıktığı bir gün kanında yeni bir gücün dolanmakta olduğunun ayrımına varır.
Yenilenmiş, yıkanmıştır sanki. Sonra durur, bulunduğu tepeden Edremit’e bakar:
“Salâhattin Bey, başının dönmeye başladığını farketti. Bu kadar geniş, güzel ve sıcak bir
tabiatın ortasında kendini şaşırmış gibiydi. Fakat gözlerini tekrar etrafta dolaştırırken,
aşağıda mor bir duman tabakasıyla örtülmeye başlayan kasabayı gördü ve irkildi. Oraya, o
küçük ve çukur yere gidip gömülmek mecburiyeti ona pek acı geldi. Fakat bunun üzerinde
düşünmekten korkarak çabuk adımlarla derhal aşağı inmeye başladı.” (S. Ali, Kuyucaklı
Yusuf, Cem Yayınevi, İstanbul 1991, s. 142)
Kuyucaklı Yusuf’un ve babalığı Kaymakam Salâhattin Bey’in doğa tutkuları,
Goethe’nin doğada bulduğu karnavalcı ruhu anımsatmaktadır:
“Doğa... Etrafımız onunla kuşatılmış, kucaklamış bizi, ne o kucağın içinden çıkabiliriz ne de
daha derinlere nüfuz edebiliriz. İstemediğimiz, beklemediğimiz bir anda bizi dansının
hortumuna çeker, bizle beraber uçuşur, ta ki canımızdan bezmiş halde elinden düşene kadar.
Doğa konuşmaz, dili yoktur, fakat binlerce dil, binlerce kalp yaratır, onlar kanalıyla konuşur,
hisseder...” (Goethe, nesir şiir Doğa; anan: M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s. 282)
Edremit çözümlemelerinde sınıfsal bir altyapı kurma çabasının bulunmaması
romana kendince bir özgünlük kazandırmıştır. Esnafın iyisi de vardır kötüsü de...
Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf adlı yapıtı, kendinden sonraki edebiyat
ortamında büyük etkisi olmuş bir yapıttır. Sözgelimi, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i
ile Kuyucaklı Yusuf arasında birçok koşutluklar kurulabilir (İki roman da soylu
eşkıya sözlü anlatı geleneğini kullanırlar, her iki romanın kahramanı da babasız
büyümüş, evlat edinilmiştir, sevdikleri kız, zorba, sömürücü kişiler tarafından ya da
onlarla girişilmiş silahlı çatışmada öldürülmüştür. Kahramanlar rakiplerini öldürüp
dağa çıkarlar).
16
Kahramanlar, “Sokratik Diyalog”da olduğu gibi, aynı zamanda birer filozof, söylem
taşıyıcısıdırlar; Dostoyevski romanında kahramanların ana işlevi budur. Onlar, etiyle
kemiğiyle, davranışlarıyla aramızda yaşayan birer nesnel kişilik değil, birer sav, birer
kuşku kaynağıdırlar.
İçimizdeki Şeytan’ın Bedrisi ve Macidesi aracılığıyla bir kesim aydın hastalıklarının
eleştirisi girer anlatıya. Nihat, ayrıcalıklı, üstün insan belirlemesiyle, mutluluk
kaynağı olarak gücün ele geçirilmesi seçeneğini savunur. Bedri, Balıkesir’de
öğrencisi olmuş ve İstanbul’da arkadaşı Ömer’in karısı olarak yeniden karşılaştığı
Macide’ye olan ilgisini belli etmemeye çalışan, annesinin bakımını üstlenmiş, aydın
hastalıklarına pek bulaşmamış bir sanatçı olarak tanımlanır.
Kürk Mantolu Madonna’da kahramanı Raif Efendi’nin kızı Necla’nın içindeki
çatışmayı resimler anlatıcı… “Yüzünün hareketlerinde, ağzını, ellerini oynatmakta boyalı
teyzesini taklit eden ve bütün manevi kuvvetini de eniştesinin ukalalığından alan bu kızın,
bu kalın dış kabuklara rağmen içinde sahici insandan bir şeyler kaldığını zannettirecek
alametler mevcuttu. (…) Fakat bu haller, içinde saklanıp kalmış olan insanlığın ara sıra nefes
almak için yaptığı hamlelerden ibaretti ve muhitinin senelerce sabırlı bir çalışma ile vücuda
getirdiği sahte şahsiyet, asıl hüviyetinin başkaldırmasına meydan vermeyecek kadar
kuvvetliydi.” (Kürk Mantolu Madonna, s. 33)
“Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete
düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir.” (Anlatıcı - Kürk Mantolu Madonna, s.
38)
Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası’nda içinde bulunduğu kültürel ortamı kendi
kişiliğine yönelmiş parodik çelmeleme ile hakikat aracılığı yapan Bihruz’dan sonra
Sabahattin Ali’nin kahramanı Ömer’de bulunuruz. Kendi kişilik yapısına yönelmiş
parodik söylemden sonra Ömer’de oluşmuş evrimle ile çoksesli romandan bir sapma
durumu söz konusu olsa da, alışılageldik kahraman tanımına uymayan bir karakteri
vardır.
17
“Böyle bir geceyi bütün varlığımızla içemeyişimizin sebebi kafamızı birçok saçma şeylerin
doldurmuş olmasıdır. On bin yirmi bin sene evvelki insanlar gibi olabilsek, tabiatı onların
gözüyle görsek, muhakkak ki şimdi burada böyle sükûnetle oturamazdık. Onlar güneşi, ayı,
falanca büyük tepeyi veya filanca bulutu ve yıldırımı babalarının hayrına mı Allah yaptılar?
Onlar tabiatta saklı duran ruhu bizden iyi anlamışlardır. Halbuki bizim bunu yapmamıza
imkân yok. Mini mini kafalarımızı ukalaca kitaplar, birbirinden çürük bilgiler, neticesi
olmayan hesaplar ve Allah kahretsin, karmakarışık menfaat düşünceleri dolduruyor… Söyle,
hangi ilim, hangi şiir, hangi aşk, hangi devlet bu manzaradan daha güzel, daha
muhteşemdir? “ (İçimizdeki Şeytan, Cem Yayınevi, 1. Baskı 1989, s. 115)
Kahramanlardan Ömer’e aittir bu bakış açısı. Ömer, kimi varoluşçu edilgenliğin,
kimi nesnelerin kendisine dönmeyi öneren fenomenolojik bakış açılarını söyleminde
canlandırır. Sürekli iç çatışmalar ve çelişkiler yaşayan, zaman zaman Oblomovvari
yılgınlıklar içinde bocalayan bir karakterdir.
Hafız Hüsamettin zor koşullar altında yaşıyor olmasına karşın filozofça bir enginlik,
hoşgörü içindedir. Küçük mutluluklarla donanmış bugün kaygısının sahiplenilmesi
gereken tek yörünge olduğunu bildirir söyleminde. İçimizdeki Şeytan’ın Hafız
Hüsamettin’i ile Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Efendisi birbirine benzeyen, hatta
özdeş karakterlerdir neredeyse. Yaşamlarını çevrelerindeki küçük insanların küçük
mutluluklarına adamış görünerek kendilerini kendi içlerine kapatmış birer bilgedir
onlar. Günlük yaşama egemen olmaya başlamış liberal ekonomi, hazcı eğilimler ve
meta fetişizmi karşısında, insancıl bir geri çekilişin temsilcileri gibidir bu
kahramanlar.
Kadın kahraman Macide de ikircimli düşünceler içindedir, kendisini sorgulayan bir
karakter yapısı vardır.
İçimizdeki Şeytan’da; dergici, gazeteci, makaleler yazan siyasi mücadele insanı
Sabahattin Ali’nin gölgesi duyumsanır metnin içinde. Romanın başlangıcından son
sahnelere kadar sürekli iç çatışmalar yaşayan ve romana adını vermiş “içimizdeki
şeytan” kavramının yaratıcısı olmuş kahraman Ömer, roman sonunda içindeki
18
şeytanı görmüş, evrilerek tekil kimlikli bir kişiliğe bürünür gibi olmuştur: “İçimizdeki
şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz
var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunlardan daha korkunç bir şey: hakikatleri
görmekten kaçmak itiyadı var… Hiçbir şey üzerinde düşünmeğe, hatta bir parçacık durmaya
alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla
kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve
devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde
arıyoruz.” (İçimizdeki Şeytan, Ömer’in konuşması, s.317)
Her şeye karşın, kahramanın içinde bulunduğu evrimle yolu, toplu bir düşüncenin,
bir büyük söylemin parçası değildir.
Bireysel olgunlaşma ve özgürlük için, yazar, konuşturduğu kahraman aracılığıyla,
belki bir kez daha, kendi başına bireyi işaret etmektedir: ”İnsan bütün pislikleri ancak
yalnız başına ve dövüne dövüne, didine didine üstünden atabilir… Ama yalnız başına…
Kimseye bir şey sıçratmadan…” (İçimizdeki Şeytan, Ömer’in konuşması, s. 319)
Sabahattin Ali’de birey içselliğine yönelmiş romantik bir eğilim açıkça kendisini belli
etmiş olsa da, Batılı romantiklerin genel öznelci yapısından uzak kalabilmiş,
idealizmin gerçeklik dışı tarzını benimsememiştir. “Bu değerlendirmenin olumsuz yönü
ise idealizmdir, öznel bilincin oynadığı rol ve kısıtlılıkları hakkındaki yanlış kavrayışıdır.
Romantikler asla var olmamış şeyleri betimleyerek gerçekliğe yaratıcılık eklediler genellikle.
Fantezi, mistisizmi ön plana çıkaracak biçimde yozlaştırıldı, insan özgürlüğü zorunluluktan
koptu ve madde-üstü bir güce dönüştü.” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s. 151)
Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ında gözlediğimiz senteze yönelmiş yazar
öngörüsü, kahramanda evrimle gibi eğilimleri, onun açtığı kapıdan geçen, Anadolu
toprağına yönelmiş diğer bazı yazarlarda görmeyiz. Bahtin’in “yaşama teğet duran
yazar” tanımlaması Orhan Kemal’de iyice yerine oturmuş gibidir.
İş bulma, kazanma amacıyla Çukurova’ya giden üç arkadaştan ikisi orada ölmüş,
İflahsızın Yusuf düşlerindeki gazocağına da sahip olarak bir masal kahramanı gibi
19
yalnız dönmüştür. Yusuf’un romanın başında ve sonundaki dünyaya bakışı arasında
önemli bir ayrım varmış gibi görünür; 19. yüzyıl egemeni bildungsroman yapısında
olduğu gibi, kahraman bir evrime uğramıştır sanki… Eleştirmenler, tek başına
köyüne dönen Yusuf’un karakter çözümlemeleriyle Orhan Kemal romanı üzerinde
değerlendirmeler yaparlar: Berna Moran, Orhan Kemal’in Yusuf’tan yana olmakla
olmamak arasında bir ikircillik geçirdiğini söylemekte (Türk Romanına Eleştirel Bir
Bakış, 2. Cilt, s. 72), Fethi Naci, Yusuf’u kendiliğinden bir gelişmenin (kavgasız,
uzlaşmacı, duvarcı ustalığını becermiş bir köylü) tek olumlu simgesi olarak görmekte
(Fethi Naci, On Türk Romanı, 1971, s. 61), Taylan Altuğ ise, Yusuf’u kendiliğinden
ödün vermiş, dalkavukluk etmiş, insani yozluğa ve bireyciliğe kaymış bir kişilik
olarak tanımlamaktadır… (Türkiye Defteri, Ağustos 1974, s. 39; anan: Berna Moran,
agy, s. 71)
Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı yapıtındaki en önemli
ayrıntılardan biri, ikinci baskıda yaptığı bir değişikliktir. Yola çıkarken şehirlilerden
birer cin, tehlikeli, yoldan çıkmış yaratık olarak söz eden Yusuf, dönüşte şehirlileri
birer enayi olarak görmekte, şehirliyi küçümsemektedir. Arkadaşları Köse Hasan’la
Pehlivan Ali’nin ölülerini gurbet toprağında bırakıp dönmüştür. Artık kendine
güvenli bir havası vardır, böbürlenmektedir. Klasik roman yapısındaki başla son
arasındaki karakter değişimi, kahraman evrilmesi, gelişme gerçekleşmiş gibidir.
Kahramanın Lukácsçı, bütünlüklü bir dünya arayışı yolunda önemli bir adım
atılmıştır ki, her şey altüst oluverir: Yusuf’un tanışıp birlikte çay içtiği, konuşmaya
başladığı, başlangıçta Yusuf’un konuşmalarıyla eğlenen istasyon görevlisi birden
öfkelenir;
“- ‘Bana bak bana’ dedi. ‘Deminden beri boyuna dinlettin. Anlattıklarını yedim belleme. Hem
sana bir şey deyim mi? Köyünden de çıkmaya kulak asma.’
Yusuf küçük memurun gerçek yüzüyle karşılaşınca şaşırmıştı:
‘Niye?’
20
‘Şehri pislettiğiniz yeter!’
‘Biz mi pisletiyoruz?’
‘Fazla konuşma, gözü açıklığa da lüzum yok. Yallah, marş!’ diyerek kovalar onu.”(Remzi
Kitabevi, 4. Baskı, 1975, s. 369)
Yusuf’taki değişim üzerine kafa yoran, geride ölüsü kalmış iki arkadaşıyla ilgili
anıları onun kişiliğinde saklayan okur bu sahne ile altüst olur. İkinci baskıya eklenen
bu parodik söylem, Orhan Kemal’in yazınsallığı, kahramanlarının roman içindeki
gelişimleriyle ilgili değerlendirmeler yapan eleştirmenlere verilmiş bir yanıt gibidir
aslında: kahramanları ve karakterleri bildikleri gibi davranırlar! “Gözlemlenen kişilik
değişimi”yle dalga geçilerek anlatıcının önceden belirlenmiş bir sona ulaşma kaygısı
olmadığı gösterilmek istenmiştir sanki.
Sabahattin Ali, biçim ve içerikteki tutumuyla, kendisinden yıllar sonrasına, İtalyan
Edebiyat sosyologu F. Moretti’nin formalist ile sosyologu buluşturma çabasına ışık
tutmaktadır sanki: “Evet, sosyolog, edebiyatın toplumsal tarafının onun formunda yattığı
ve formun ise kendi yasalarına göre geliştiği fikrini kabul edebilirse; formalist de, kendi
payına edebiyatın büyük toplumsal değişimleri takip ettiği –çoğu zaman arkadan geldiği-
fikrini kabul edebilirse. Arkadan gelmek, olanı tekrar etmek (yansıtmak) demek değil, fakat
tam tersi: tarihin koyduğu problemleri çözmek anlamına gelir. Her dönüşüm, toplumsal
kimliği istikrarsızlaştıran bir sembolik fazla yük taşır. Edebiyat bu gerilimi düşürmeye
yardım eder.” (F. Moretti, Modern Epik, s. 8)
Sabahattin Ali genel anlamda bir romantik bir yazardır. Ancak, romantizmi, soyut
idealizmin gerçekdışı dünyaya kayan öznelliğinden çok gerçeküstücülüğün
“ötekiliği” önde, öznel benliği geride tutan ultraromantizmine yakındır. İçimizdeki
Şeytan’da Ömer’in Macide ile, Kürk Mantolu Madonna’da Raif’in Maria Puder’in
tablosu ile karşılaşmaları ve birden doğan müthiş aşkları, Andre Breton’un “nesnel
rastlantı” ya da “nesnel şans” kavramının boyutlarını açar önümüze. Octavi Paz,
21
“Dada ile gerçeküstücülük, ultraromantiktir” der. (Octavia Paz –Çamurdan Doğanlar, s.
125)
Sabahattin Ali’nin öykülerinde, kasvetin, hüznün, adaletsizliklere duyulan öfkenin
ağır bastığı söylenir. Bu saptama, belli bir yere kadar doğrudur; ancak, Sabahattin
Ali’nin gerek Markopaşa’daki serüveniyle, gerek öykülerinde başarıyla kullandığı,
gülmece öğeleriyle aynı zamanda yazınsal kronotopta zamandaşlığı kuruşu, gülmece
aracılığıyla gerçekliğe yakın duruştaki ustalığı üzerinde fazla durulmamıştır.
Kafakâğıdı adlı öyküde torunun nüfus cüzdanını kullanan ve yaşlıların yükümlüsü
olmadıkları yol vergisi vermeme nedeniyle cezalandırılışı (Kağnı Ses Esirler YKY, S.
18), Arap Hayri adlı öyküde, tiyatro oyuncusu olarak role çıkan ayakkabı boyacısı
anlatılır (Kağnı ses Esirler, s. 26). Yeni Dünya’da yer alan Bir Konferans adlı öyküde
köylüler konferans boyunca anlar görünürler konuşmacıyı, sorulduğunda da
anladıklarını söylerler ama, konuşmacı gittikten sonra konuşmalardan bir şey
anlamadıkları ortaya çıkar: “anlamadığımızı söyleyelim de, bir daha her şeyi baştan
mı anlatsın?” diye bildirirler görüşlerini, konuşmadan kendileri de bir şey
anlamamış Nahiye Müdürü ve öğretmene (Yeni Dünya, s.92)... İki Kadın (Yeni
Dünya, s. 113) adlı öyküde, olağanüstü cimri ve varlıklı kocaları ölen Hacer ve
Esma’nın, gece ölen hasta kocalarını önce çekiştirip gizledikleri paraları aramaları,
sabah olunca da, fizah ve ağıtlar içinde komşulara ölümü haber vermeleri, ölümle
yaşam arasındaki romantik karşıtlığı yok eden, şenlikçi halk kültürünün ağır bastığı
bir örnek olarak anılabilir...
Sabahattin Ali yazınsallığının öne çıkan iki niteliğinden birisi, biçim ve biçem üzerine
yaptığı yeniliklerse, diğeri de gülmece kültürüne Markopaşa hamlesi ile katkısı ve
halk kültürünün önünün açılmasındaki rolüdür. Sabahattin Ali’nin yedeksubay
okulundan çavuş çıkarılmasına engel olan kişinin Cumhuriyetin devrimci ve halkçı
eğitim politikalarında önemli katkıları olmuş Eğitim Bakanı Saffet Arıkan olması da
ilginç bir buluşmadır. (Kuyucaklı Yusuf, s. 7, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, s. 24)).
22
Markopaşa Dergisi’nin çıkış yılı 1946’dır. Aziz Nesin’in anlatısıyla, tasarım kendisine
aittir; parasal gücü sağlayan, derginin başyazılarını yazansa, Sabahattin Ali’dir.
Sabahattin Ali’nin Markopaşa yazıları, derginin diğer yazıları içinde en ciddi
görünen yazılar olsa da, bu yazılarda da zaman zaman gülmece öğesi öne
çıkmaktadır. Çoksesli yazın üzerine önemli çalışmaları bulunan Bahtin, Rönesansın
ortaçağ resmi kültürüne karşı verdiği mücadelede en büyük destekçisinin binlerce yıl
boyunca gelişmiş halk gülmece kültürü olduğunu söyler. “Bu gerçekten Gotik Çağ’ın
kalesine yapılan hücumda güçlü bir destekti; yeni, özgür ve ölçülü bir ciddiyete giden yolu
açtı.” (Rabelais ve Dünyası, s. 303).
Markopaşa’nın açtığı yoldan çoksesli, çok kültürlü Anadolu grotesk halk kültürü
kendisini üstyapıda da temsil olanağı bulacak, Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlarla bir
sıçrama daha yaparak düşünce alanında yeni özgür ve yenilikçi imgesel çığırlar
açılacaktır.
O dönemlerde adeta ana muhalefet gibi etki gösteren Markopaşa dergisinin
yazarlarına karşı birçok dava açılmış, kimi sayılar toplatılmış ve hatta dergi
kapatılmıştır. Bu tür olaylar yüzünden Markopaşa'nın bir sayısına "Yazarları
hapishanede olmadığı zamanlar çıkar" notu konulmuştur. Kimi zaman yazarlar dergiyi
elden dağıtmaya çalışmışlar, buna karşın çok sayıda satmayı başarabilmişlerdir.
Markopaşa kapatılınca, dergi, Merhumpaşa adıyla, o da kapatılınca Malûmpaşa
adıyla çıktı. Daha sonra da Ali Baba ve Hürmarkopaşa adlarını aldı.
Gülmece kültürü, iktidar karşıtlığının, hiyerarşileri yıkmanın, uygunsuzlukları bir
araya getirmenin, kısacası karnaval hayatının dile taşınmasını sağlayan çok önemli
ve çoksesli bir halk muhalefeti kaynağıdır. Uygarlıklar beşiği, kavimlerin geçiş yolu
Anadolu, göçebe geleneğiyle çatışan derebeyleşme çabalarına karşı, gülmece tarzını
hep önde tutarak iktidarlara karşı direnmeye çalışmıştır.
Markopaşa biçeminin şenlikçi yapısını gösterebilmek için, iki örnek almak anlamlı
olabilir...
23
“Radyo programı:
-Sabah-
6.30- Sabah ezanı, Necip Fazıl tarafından
7.00- Esneyerek uyanma: C.H.P. korosu
7.30- Hamdullah Suphi, Şemsettin Yeşil ve Necip Fazıl tarafından ilahiler. Üç acaip sesle.
8.00- Mekke’de sabah operasından bir arya. Beste: Kısakürek, okuyan solfat tiztenor
Hamdullah
-Öğle-
12.00- Nazari donanma talimleri.
13.00- Amerikancı taklit.
-Akşam-
18.00- Altın kaplamalı saatlerin ayarı. Adi marka saatler başlarının çaresine baksınlar.
18.05- Torunum, dadım ve ben: Fatay tarafından monolog.
18.15- I love you 150 milyon: Recep Peker tarafından.
19.00- İngilizvari, Amerikanımtırak ve Almanımsı ajans haberleri.
19.30- You are always lu zıy cüzdan. Mister Yalman tarafından.
19.45- Yakında İstanbul’a demir atacak olan Amerikan donanması hakkında iğneden ipliğe
malümat. Tatlı su amirali Abidin Daver tarafından.
20.00-My darling Recep C.H.P. temsil parmağı tarafından.
20.30- Arapça’dan Türkçe’ye sesli.
21.00- Mali ve mandavi marşlar.
23.00- Pekerist ninniler ve Radyopalas kepenklerinin inişi.
Muvafıklar! Şen ve esen kalın” (28.04.1947- Sayı 19, anan ODTÜ Halkbilimi Dergisi,
2005/1, sayı 19)
24
Aynı dergiden bir duyuru:
“Büyük bir ilim adamımızı kaybettik:
Merhum, tahsilini hukuk fakültesinde ikmal edip, oradan tüccar olarak mezun olmuş,
muhtelif hastanelerde ihtisasını yaparak uzun müddet Haliç vapurlarında çarkçı başlığı
yapmış, bilahare Istanbul darülfünununda astronomi kürsüsünü selahiyetle idare etmiş, daha
sonra siyasi hayata atılarak, C.H.P. tarafindan mebus tayin edilmiş, Ankara üniversitesinde
uzvi kimya okutmuş, aynı zamanda H.O.P.T.A.Ş. idare heyeti riyasetinde ve Dil kurumu
uydurca kolu azalığında bulunarak devlete, millete hizmet etmiştir. Merhum son vazifesi olan
kaldırım mühendisliğini büyük bir vukuf ehliyetle idare etmekte iken, bir mali kriz sonunda
vefat etmiştir.
Merhumun; “Hamsi balıklarını kara turpla semirtmek” adlı tıbbi bir eseri, “Türkçenin aslı
İngilizce, İngilizcenin aslı güneşçe, güneşçenin aslı faslı yoktur” adlı beynelminel bir tezi,
“Mübaşirlerin kısa pantolon giymeleri adli esastır” isimli muazzam bir şaheseri ve bine yakın
telifatı mevcuttur. Bundan başka yabancı dillerden eski Türkçe’ye çevrilmiş eserlerden yeni
Türkçe’ye yüzlerce tercümesi vardır.
Bütün ilim adamlarımıza taziyelerimizi sunarız.”
(Markopaşa, 21. 04. 1947, Sayı: 18; anan: ODTÜ Halkbilimi Dergisi, 2005/1, Sayı: 19)
Sabahattin Ali, yaratıcı düşünce Aziz Nesin’e ait olmakla birlikte Makro Paşa’ya dört
elle sarılmış, uzun yıllar bir gülmece dergisi aracılığıyla halk kültürünün üstyapıda
verdiği kavganın yürütücüsü olmuştur.
Sabahattin Ali, hem kendi yaşadığı çağ, hemen kendinden sonraki Türk edebiyatı
için çok önemli çığır açıcı bir ad olarak hep anılacaktır.
S. Ali Yapıtlarının İlk Yayınlanış Tarihleri:
Şiir: Dağlar ve Rüzgâr (1934-Yeni eklerle 1943)
25
Öykü: Değirmen (1935), Kağnı (1936), Ses (1937), Kağnı-Ses (1943), Yeni Dünya
(1943), Sırça Köşk (1947)
Roman: Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Madonna
(1943)
Markopaşa Yazıları ve Ötekiler (1986)
Çakıcı’nın İlk Kurşunu (Tereke) YKY Şubat 2002
Kaynakça:
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf, Cem Yayınevi, İstanbul 1991 Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Cem Yayınevi, 1989,Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, YKY’de 24. BaskıSabahattin Ali, Değirmen, Cem Yayınları 6. Basım Ocak 1994Sabahattin Ali, Kağnı Ses Esirler, YKY 4. Baskı, Ocak 2007Sabahattin Ali, Yeni Dünya, Cem Yayınları, 1982Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Cem Yayınları, Mayıs 1992Sabahattin Ali, Çakıcı’nın İlk Kurşunu, YKY 3. Baskı, İstanbul, Ekim 2004S. Ali, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, YKY, 4. Baskı, İstanbul, Nisan 2006Çakıcı’nın İlk Kurşunu (Tereke) YKY, 3. Baskı İstanbul, Ekim 2004, Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler, Çeviren Zeynep Altıok, Metis Eleştiri, 1. Basım, Aralık 2005,F. Moretti, Modern Epik, Çeviren Nurçin İleri, Mehmet Murat Şahin, Agora Kitaplığı, Birinci Basım: Ağustos 2005,Mihail Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Çev.: Cem Soydemir, Metis Eleştiri, İstanbul 2004 Mihail Bahtin, Rabelais ve Dünyası, Çev.: Çiçek Öztek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2005 Mihail Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Çev.: Cem Soydemir, Metis Eleştiri, İstanbul 2004 V. N. Voloşinov, Marksizm ve Dil Felsefesi, Çev.: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001 Octavia Paz, Çamurdan Doğanlar, Çeviren Kemal Atakay, Can yayınları, 1996Orhan Pamuk, İstanbul, Hatıralar ve Şehir, YKY2. Baskı Ocak 2004,Fethi Naci, Yüzyılın 100 Türk Romanı, Adam Yayınları, 4. BasımRobert P. Finn, Türk Romanı İlk Dönem, 1872- 1900, Türkçesi: Tomris Uyar, İkinci Basım, Agora Kitaplığı, 2003
26