SABAHATTİN ALİ
25 Şubat 1907 tarihinde Gümülcine / İğridere’de doğdu. İlköğrenimini Üsküdar,
Çanakkale ve Edremit'te yaptı (1921). Balıkesir Muallim Mektebi'ni bitirdi (1927). Aynı yıl
Yozgat Cumhuriyet İlkokulu’na öğretmen oldu. Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla 1928'de
Almanya'ya gitti. 1930 yılı mart ayında yurda döndü. Aydın ve Konya'da öğretmenlik yaptı.
Resimli Ay dergisinde öykülerini yayınlamaya başladı.
Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı (1932). Bir yıla hüküm giydi. Konya ve
Sinop hapishanelerinde yattı. 1933 yılında memuriyet kaydı silindi. Cumhuriyet'in onuncu yıl
dönümünde çıkarılan afla hapisten çıktı (29 Ekim 1933). Yeniden memur olabilmesi için
bağlılığını ispatlaması istendi. Bu amaçla 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinde (13. Sayı)
"Benim Aşkım" başlıklı, Atatürk'e övgü şiiri yayınladı. Karşılığında MEB Talim Terbiye
Dairesi Mümeyyizliğine atandı (30 Eylül 1934). 1937'deki askerliğini takiben, önce Ankara
Musiki Muallim Mektebi Türkçe öğretmenliğine, ardından çevirmen, öğretmen ve dramaturg
olarak çalışacağı Devlet Konservatuarı'na atandı (1938).
1945'de Yeni Dünya gazetesinin, 1946'da Marko Paşa'nın neşrine katıldı. Marko Paşa'daki
yazıları yüzünden çeşitli kovuşturmalara uğradı. Bunlardan birinden yedi ay hüküm giydi.
1948'de Zincirli Hürriyet'teki bir yazısından dolayı yine hakkında kovuşturma açıldı.
Nakliyeciliğe başladı. 1 Nisan 1948 tarihinde yurt dışına kaçma girişimi sırasında öldürüldü.
Cesedi öldürülüşünden iki buçuk ay sonra (16 Haziran 1948) bulundu.
Eserleri:
Hikâye Kitapları:
Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk.
Romanları:
Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna.
Şiir:
Dağlar ve Rüzgâr
Oyun:
Esirler
Edebi Kişiliği
Sabahattin Ali yazı yaşamına şiirle başlamış, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık
izleri görülen bu ürünlerini Balıkesir'de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen
Çağlayan dergisinde yayımlamıştır (1926). Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi
dergilerde de yazan (1926 - 1928) Sabahattin Ali, bu arada öykü de yazmaya başlamış, ilk
öyküsü "Bir Orman Hikâyesi" Resimli Ay'da yayımlanmıştır (30 Eylül 1930). Toplumsal
eğilimli bu öyküyü Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine
az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını,
iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını
ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı
hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz".
Sabahattin Ali, af yasasından yararlanarak hapisten çıktıktan sonra, özellikle Varlık
dergisinde yayımladığı "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" (1934 -
1936) gibi öyküleriyle dikkati çekmiştir. Sabahattin Ali Anadolu insanına yaklaşımıyla
edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile
getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı
eleştirmiştir. 1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün
örneklerinden biridir.
Sabahattin Ali'nin halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren Dağlar ve Rüzgâr
(1934) adlı kitabı edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırmış, örneğin Yaşar Nabi, Hâkimiyeti
Millîye'de şu övücü satırları yazmıştır: "Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir
deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali'nin tecrübeli muvaffak neticeler vermiş. Ve bize,
şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklarını hissetirmekle beraber, o
tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış
olması, bu şiirlere büyük bir sadelik vermiş." Ancak, Sabahattin Ali, bu kitabından sonra şiirle
ilgilenmemiş, sadece hikâye ve roman yazmıştır. 'Leylim Ley', 'Aldırma Gönül' gibi halk
dilinden yararlanarak yazdığı şiirler herkes tarafından bilinir.
Sabahattin Ali, Varlık'ta Esirler adlı üç perdelik bir oyun da yazmış (1936), ancak bu türü
de bir daha denememiştir.
Öykü Anlayışı
Sabahattin Ali; Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Kenan Hulusi, Reşat Nuri, Esendal, Sadri
Ertem çizgisinde seyreden Türk öykücülüğünde, ortaya koyduğu ürünlerle büyük bir sıçrama
zemini hazırlamış, önemli bir öncü ve yol açıcıdır. Onun Türk öykücülüğünde açtığı özellikle
iki temel kanal, pek çok öykücü için bir birikim olmuş, kendinden sonra gelen pek çok
öykücüyü etkilemiştir. Özellikle “Köy ve köylünün sorunları” ve “cezaevi gözlemleri” gibi
daha sonra Türk öykücülüğünde bir döneme damgasını vuracak olan temalar ile dönemsel
akımların başlatıcısı ve yol göstericisi olmuştur.
Onu Türk öykücülüğünde seçkinleştiren ve öncü kılan en önemli özelliği köy ve köylüye
bakıştaki orijinalliğidir. Sabahattin Ali, Anadolu insanını, köy ve köylüyü şive çıkmazına
düşmeden ve özellikle daha sonraları benzerleri tarafından yapılacağı gibi bayağılaştırmadan
oldukça gerçekçi ve kabullenilebilir bir bakış açısıyla öykülerine yansıtmayı başarmıştır.
Anadolu insanı Türk öykücülüğünde belki ilk kez ete kemiğe bürünüp tam bir gerçeklikle onun
öykülerinde hayat bulmuştur. Öykülerinde Anadolu insanının yol, su, toprak, işsizlik, ağalık
düzeni, bürokratik baskı, sağlık gibi sorunlarını bir bir ortaya koymuştur. Ama köy ve köylünün
bu sorunlarını bir ideolog ve politikacı gibi değil, bir sanatçı gibi görmüş ve sanatın gerekleriyle
öyküleştirmiştir. Bütün bu sorunları, nedenleri ve çözümleriyle değil, bireyde yarattığı
sonuçları itibariyle irdelemiştir. Elbette bu yaklaşımlarında kendi muhalif duruşunun bir sonucu
olarak bir tarafta yer almış, köy ve köylüyü savunmuştur. Ama duracağı yeri çok iyi belirlemiş
bu yüzden de çoğunlukla didaktikliğe düşmemiştir. Sonuçta da ortaya inandırıcı ve etkileyici
bir dünya çıkarmayı başarmıştır. Sabahattin Ali, “benim köyüm güzel köyüm” yaklaşımının
tersine, öyküsünü köyü yaşanacak yer olmaktan çıkaran dramlar, sorunlar üzerine kurmuştur.
Köylülere çağdaşı pek çok yazar gibi hizaya getirilmesi gereken, aydınlatılmaya muhtaç
cahiller olarak değil, çözülmesi gereken sorunlarla etrafı kuşatılmış ve özellikle yönetim
baskısıyla bir açmaza itilmiş insanlar olarak bakmıştır. Anadolu’yu anlatırken popülizme
kapılmamış, köylüden yana olmakla birlikte, bu kıstırılmışlığından kurtuluşunun kendine bağlı
olduğunu vurgulamıştır. Gözlediklerinin bir yansıması olarak çıplak gerçekliğe sonuna kadar
bağlı kalmış, olayları, dramları, çelişkileri hafifletmeye kalkışmamıştır. Yaşananların en sert,
en acımasız anlarını anlatmış, kahramanların mutluluk anlarından çok, acılı yanlarını anlatmayı
benimsemiştir. Ama ilginçtir Sabahattin Ali’nin takipçileri onun büyük bir ustalık ve yetkinlikle
işlediği bu temaları, çok daha sonra yağmalamış, bayağılaştırmışlardır.
“Kanal” Öyküsünün Özeti
İnsanlar Beyşehir Gölü’nün suyunun rengini berrak bilir. Çumra Kanalı’nın berraklığını da
buna bağlarlar. Fakat Konya Ovası’na bu kanalın suyu ulaşınca su kırmızı bir renge bürünür.
Herkes bunu ovanın kırmızı toprağına bağlar. Oysaki bu kanalın suyunun kırmızı oluşu
Dedemköylü Mehmet’le kardeşinin kanının bu suya karışmasından dolayıdır.
Konya Ovası’nın ufukları mavi değildir sarıdır çünkü bu sarılık Zağar Mehmet’in benzinin
sarılığıdır. Rüzgârın kaldırdığı tozlarla bunun bir alâkası yoktur.
Zağar Mehmet’le Dedemköylü Mehmet çocukluktan evleninceye kadar birlikte büyüyen iki
dosttur. Zağar Mehmet yirmi yaşını doldurunca hemen evlenir. Dedemköylü Mehmet’in babası
öldüğü için anası, bacısı, bir de on sekiz yaşında oğlan kardeşi onun başına kalır. Bundan dolayı
evlenmesi uzun sürer. Uzun bir zaman geçtikten sonra Dedemköylü Mehmet ve kardeşi
Mustafa da evlenirler.
. Bir gün Zağar Mehmet, tarlasını kanaldan sularken, arkın yavaş yavaş boşaldığını,
meydana sarı bir çamur tabakası çıktığını görür. Başını kaldırıp evvela kanala, sonra biraz
yukarıdaki Dedemköylü Mehmet’in tarlasına bakar. Suyu orada önlediklerini ve kendi
tarlalarını suladıklarını görür. Bunun üzerine küçük çocuğunu gönderir suyun önünü
açmalarını ister fakat Dedemköylü Mehmet ve kardeşinin hiç böyle niyetleri yoktur.
Yaşayabilmek, şu çatlak tarladan bir avuç ekin çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar
dövüşmeleri lazım geldiğini biliyorlar; çünkü bu su kavgasıdır
Zağar Mehmet bir gün sabahleyin erkenden, mavzerini alıp tarlaya gider. Kuru su yolunun
içine yatar. Dedemköylü Mehmet’le kardeşi tarlada göründükleri zaman beş el ateş eder ve
ikisini kanı Çumra Kanalı’nın sularına karışır işte bu yüzden Çumra Kanalı’nın suları
kıpkırmızıdır.
Zağar Mehmet koşup gelen karısına, kanalı açmasını, tarlayı sulamasını, bundan sonra
kanalın suyunu kimseye kestirmemelerini, çünkü yukarı tarlanın artık erkeği kalmadığını
söyler ardından köyün muhtarı ve jandarmayı bekler.
Hapishane yılları başlayan Zağar Mehmet’in benzi sararır işte bu yüzden Konya Ovası’nın
ufukları sapsarıdır. İşin kötü yanı Dedemköylü bir çoban Zağar Mehmet’le aynı hapishaneye
düşer. Bu çoban hep Dedemköylülerin şarkısını söyler. Ancak ne zaman ki Zağar Mehmet’i
uzaktan görse hemen susar. Çünkü zağar Mehmet’in yüreğinin dayanmadığını o da bilir.
Dedem köylülerin şarkısı şu şekilde sürüp gider:
Ecel gelir kapımızı dolaşır,
Kara haberimiz köye ulaşır,
Çifte gelin kuzu gibi meleşir.
Yuma hocam, yuma, kanımız aksın,
Dostumuz ağlasın, düşmanlar baksın…
Kişiler
Türü, Teması ve İletisi
“Kanal” olay öyküsüdür. Çünkü olay (Su kavgası) Konya Ovası’nda (Yer) geçiyor.
Kişiler (Dedemköylü Mehmet, Zağar Mehmet…). Zaman (Dedemköylü Mehmet’in
çocukluğundan ölümüne kadar geçen zaman).
Öykünün teması “yokluk”tur.
“Zağar Mehmet gene bekledi. Tarlasına gitti, dibindeki çamurlar kuruyup çatlayan su
yollarına, sonra yukarı taraftaki tarlada dolaşan Mehmet’e uzun uzun baktı ve bekledi.
Gökyüzüne baktı, bir bulut aradı ve bekledi…” paragrafında da görüldüğü gibi bir su
bekleyişi var.
İnsanoğlu öyle bir yoklukla karşı karşıya kalır ki en yakın dostunu dahi vurmayı göze
alabilir.
Çocukluk Arkadaşları
arkadaşları
Annesi,
Bacısı,
Erkek
Kardeşi
Dedemköylü
Mehmet
Zağar
Mehmet
İki Kard
eş Dedemköylü
Mustafa
A
i
l
e
s
i
Dil Ve Üslûp
Açık, anlaşılır, sade bir dil kullanmıştır.
1) Deyimler
Ekmeğini Taştan Çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak becerilikte
olmak, her türlü işi yapmak. "Ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta
gecikmedi."
Birbirine Düşmek: Aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirlerine kötü bakmaya başlamak.
Medet Ummak: Yardım beklemek.
2) Edebi Sanatlar
Gülen yüzler: Mecaz-ı Mürsel (benzetme amacı güdülmeden gülen, neşeli insanlar
kast edilmiştir.)
Zavallı ekinler: kişileştirme (acizlik insana has bir özelliktir. Burada ekinlere insana
ait bir nitelik verilmiştir.)
Çifte gelin kuzu gibi meleşir: benzetme (hayvanlara ait bir özellik insana
aktarılmıştır ve benzetmenin dört unsuru da kullanılmıştır.)=> benzetilen: kuzu,
benzeyen: çifte gelin, benzetme edatı: gibi, benzetme yönü: meleşmek.
Ecel gelir kapımızı dolaşır: kişileştirme (soyut bir varlığa insana ait olan dolaşma
eylemi yüklenmiştir.)
Yüzlerini buruşturarak ağır ağır akan sular: kişileştirme (Yüz buruşturmak insana
özgü bir davranıştır. Bu hâl sulara nakledilmiştir.)
3) Bilinmeyen Kelimeler
Yuma: Yuvarlak biçimde sarılmış olan
Ecel: Hayatın sonu, ölüm zamanı
Mintan: Yakasız, uzun kollu erkek gömleği.
Mintanlık: Mintan yapmaya elverişli olan (kumaş).
Mavzer: Atış hızı dakikada ortalama altı mermi olan ve orduda kullanılan bir tüfek
tipi.
Zebil: 1. Bakımsız, perişan. 2. Yok yere harcanmış, dökülüp saçılmış. 3. Çok, fazla.
Teessür: Üzülme, üzüntü.
Bakış Tarzı
Yazar doğayı kişileştirerek cimri bir insana benzetmiştir. Yazar: “Bozkırlardan mahsul
tırnakla kazıyarak alınır. Sapan işlemez topraklar devedikeninden ve iki santimlik otlardan
başka bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler, susuzluktan yanan göğüslerini, çırçıplak
gökyüzüne açmak isterler.”
“İnsan ellerinin açtığı kanal, bu ovaların yalnız susuzluğunu artırır. Bulanık ve
tembel, sanki buraya geldiklerine kızıyorlarmış gibi yüzlerini buruşturarak ağır ağır akan
sular, biraz ötede çatlaklarını -su!- diye bir karış açan toprakları doyurmak değil, buğuları ve
serinlikleriyle olsun avutmazlar. Bir zeytinyağı ırmağı gibi koyu, sıkıntılı bir akışla sallana
sallana geçip giderler.” ifadeleriyle ekmeği kazanmanın ne kadar güçleştiğini ima etmiştir.
İnsanı ise en sağlam dostlukları ayaklar altına alabileceği günlerle karşı karşıya
kalabileceği konusunda uyarıyor. Öyle bir an gelir ki yaşanılmış bütün güzel şeyler ört pas
edilebilir. Bunu: “Bu bakış birçok şeyler ve her şeyden evvel, o günden itibaren aralarında
barışması olmayan bir dövüş başladığını söylüyordu. Bu bakışta kin yoktu, çünkü aralarında
kin doğuracak bir şey geçmemişti. Bu bakışta yalnız toprak ve su kavgasının gölgeleri,
insanların içini kapkaranlık yapan gölgeleri vardı. Hatta ihtimal biraz da teessür vardı:
Yaşayabilmek, şu çatlak tarladan bir avuç ekin çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar
dövüşmeleri lazım geldiğini bilmekten doğan bir teessür.” paragrafından anlamak pek güç
olmayacaktır.
Anlatıcı
Yazar ilahi bakış açısını kullanmıştır. Yazar Yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan her
şeyi bilir, görür ve duyar. Kahramanların gönlü veya kafasından geçenleri okumaya kadar
uzanır. Anlatıcı, anlattığı olayların dışında durur, gören durumundadır. Üçüncü tekil şahıs
ağzıyla konuşur.
“Bu bakış birçok şeyler ve her şeyden evvel, o günden itibaren aralarında barışması
olmayan bir dövüş başladığını söylüyordu. Bu bakışta kin yoktu, çünkü aralarında kin
doğuracak bir şey geçmemişti. Bu bakışta yalnız toprak ve su kavgasının gölgeleri, insanların
içini kapkaranlık yapan gölgeleri vardı. Hatta ihtimal biraz da teessür vardı: Yaşayabilmek, şu
çatlak tarladan bir avuç ekin çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar dövüşmeleri lazım
geldiğini bilmekten doğan bir teessür.” paragrafında yazar bakışların ne manaya geldiğini
bilen konumda olduğu için hâkim bakış açısı kullanılmıştır.
Hâkim Olan Duygu
Öyküde hayatın acımasızlığı dile getirilmiştir. İnsan aklına dahi gelmeyecek şeyleri
gün gelir de yapmak zorunda kalabilir. Hayatta kalma mücadelesi sevilen birçok şeyi gölgede
bırakabilir.
“Bir gün sabahleyin erkenden, mavzerini alıp tarlaya gitti. Kuru su yolunun içine yattı.
Dedemköylü Mehmet’le kardeşi tarlada göründükleri zaman beş el ateş etti.
Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir.” Zağar
Mehmet en sevdiği dostu olan Dedemköylü Mehmet’i “yokluktan” dolayı vurmak zorunda
kalmıştır.
Üslûp
Klâsik öykü biçimini koruyan Sabahattin Ali, nasıl değil neyi anlatması gerektiği üzerine
kafa yormuştur. Sabahattin Ali’nin dili, sadece yabancı sözcüklere değil aynı zamanda şive ve
ağızlara kapalı, herkesin anlayabileceği bir dildir. Cümleler çoğunlukla, kısa ve anlaşılırdır.
Betimlemeler ve sıfat kullanımı sınırlıdır. Klasik öykü biçiminden saptığı öykülerin de ise ya
politik taşlama, kara mizah örnekleri kaleme almış ya da masalsı anlatım biçimleri
kullanmıştır. Sabahattin Ali’nin kurduğu sade, kısa cümleler çoğu zaman kolay anlaşılabilme
kaygısına yorulmuştur. Oysa anlatılan olayların vuruculuğu ve toplumsal derinliği, öykülerin
daha geniş bir bakış açısıyla yorumlamayı zorunlu kılmıştır.
Öyküde Zaman
Biyolojik Zaman
Öykü iki Mehmet’in de çocukluk yıllarından başlayarak gençliğini ve yaşlılığını
anlatmaktadır. İnsanın büyüme, olgunlaşma ve ihtiyarlığı beraber ele alındığı için öyküde
biyolojik zaman vardır denilebilir.
“Dedemköylü Menmet’le Zağar Mehmet kapı bir komşuydular. Aralarında yaş farkı da
yoktu. Küçükken köyün harman yerinde beraber emeklemişler; sokağın gübreli tozlarında
beraber yuvarlanmışlar; sıska inekleri, ellerinde boylarından büyük bir değnekle, köyün
kıyısından geçen sığırtmaca beraber götürmüşler; kanalda beraber kurbağa taşlamışlardı…
Biraz daha büyüyünce analarıyla beraber pazara yağ ve yoğurt satmaya giderler, yedi saat
ötedeki dağdan eşekle odun getirirler, hatta bunları beraber satarlar ve bazen acemi ve yabancı
bir memurdan beş on kuruş fazla koparırlarsa, bir örnek mintanlık zifir alırlardı.
Delikanlılıklarında beraber düğünlere gitmişler, avrat oynatmışlar, kadın kaldırmışlardı.
Bütün Orta Anadolu insanlarında olduğu gibi bunlarda da lakırdı haline gelmeyen bir dostluk
vardı. Bu dostluk pek delikanlı zamanlarında, yan yana giderken birbirlerinin elini tutup
sallamak şeklinde görünürdü.” paragraflarından anlaşılacağı üzere öyküde biyolojik zaman
vardır.
Öyküde Mekân
Çumra, Konya iline bağlı Konya Ovası'nda yer alan bir ilçedir. Mehmet’lerin aralarındaki
olayların geneli bu ilçedeki kendilerine ait tarlalarında geçektedir. Çumra’da sulama imkânları
ve yağışlar yetersiz olduğu için kurak ve verimsiz toprağa sahip bir ilçedir. Bu yüzden kurak
tarlalar öyküde yaşanan olayların mekânı olmuştur.
Eserin Öykü Geleneği İçerisindeki Yeri
Sabahattin Ali; Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Kenan Hulusi, Reşat Nuri, Esendal,
Sadri Ertem çizgisinde seyreden Türk öykücülüğünde, ortaya koyduğu ürünlerle büyük bir
sıçrama zemini hazırlamış, önemli bir öncü ve yol açıcıdır.
Onun Türk öykücülüğünde açtığı özellikle iki temel kanal, pek çok öykücü için bir
birikim olmuş, kendinden sonra gelen pek çok öykücüyü etkilemiştir. Özellikle “Köy ve
köylünün sorunları” ve “cezaevi gözlemleri” gibi daha sonra Türk öykücülüğünde bir döneme
damgasını vuracak olan temalar ile dönemsel akımların başlatıcısı ve yol göstericisi olmuştur.
Onu Türk öykücülüğünde seçkinleştiren ve öncü kılan en önemli özelliği köy ve
köylüye bakıştaki orijinalliğidir. Sabahattin Ali, Anadolu insanını, köy ve köylüyü şive
çıkmazına düşmeden ve özellikle daha sonraları benzerleri tarafından yapılacağı gibi
bayağılaştırmadan oldukça gerçekçi ve kabullenilebilir bir bakış açısıyla öykülerine yansıtmayı
başarmıştır. Anadolu insanı Türk öykücülüğünde belki ilk kez ete kemiğe bürünüp tam bir
gerçeklikle onun öykülerinde hayat bulmuştur. Öykülerinde Anadolu insanının yol, su, toprak,
işsizlik, ağalık düzeni, bürokratik baskı, sağlık gibi sorunlarını bir bir ortaya koymuştur. Ama
köy ve köylünün bu sorunlarını bir ideolog ve politikacı gibi değil, bir sanatçı gibi görmüş ve
sanatın gerekleriyle öyküleştirmiştir. Bütün bu sorunları, nedenleri ve çözümleriyle değil,
bireyde yarattığı sonuçları itibariyle irdelemiştir. Elbette bu yaklaşımlarında kendi muhalif
duruşunun bir sonucu olarak bir tarafta yer almış, köy ve köylüyü savunmuştur. Ama duracağı
yeri çok iyi belirlemiş bu yüzden de çoğunlukla didaktikliğe düşmemiştir. Sonuçta da ortaya
inandırıcı ve etkileyici bir dünya çıkarmayı başarmıştır. Sabahattin Ali, “benim köyüm
güzel köyüm” yaklaşımının tersine, öyküsünü köyü yaşanacak yer olmaktan çıkaran dramlar,
sorunlar üzerine kurmuştur.
Şairler içinde bulunduğu toplumun sorunlarıyla ilgilenir. Bu sorunları hem dile getirirler
hem de kendi ideolojileri doğrultusunda çözüm yolları sunarlar.
Realist sanatçılar, eserlerinde yaşamın gerçeklerini dile getirir.
Yalnızca yaşananın anlatılmasına yönelen gerçekçiler, olaylar ve kişiler karşısında
tarafsız davranırlar. Eserlerine kendi duygu, düşünce ve yorumlarını katmazlar. Çünkü
realizmde doğayı olduğu gibi kopya etmek esastır.
Kanal adlı öyküde de toplumsal bir sorun olan su, toprak ve kuraklık gibi sorunları dile
getirdiği için Sabahattin Ali hem realist hem de toplumcu-gerçekçi bir yazardır. Aşağıdaki
alıntıda bunu daha net görebiliriz:
“Bozkırlardan mahsul tırnakla kazıyarak alınır. Sapan işlemez topraklar
devedikeninden ve iki santimlik otlardan başka bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler,
susuzluktan yanan göğüslerini, çırçıplak gökyüzüne açmak isterler.”
Bütün bunlar Sabahattin Ali’nin toplumcu-gerçekçi bir yazar olduğunu göstermektedir.
Eserin Öykücünün Yaşantısı ve Biyografisiyle İlişkisi
Sabahattin Ali, otobiyografik roman ve öykü türünü Türk edebiyatında ustalıkla
uygulayanlar arasında, ilk sıralarda yer alır.
Ali’nin hayatı ile eserini karşılaştırdığımızda eserde olan birçok olay ile –gerek yaşadığı
dönemde, gerekse yaşamından sonra – oldukça fazla benzerlikler taşımaktadır. Ali’de birçok
gerçekçi ve natüralist yazar gibi eserlerinde gözleme ve incelemeye dayanan bir kurguyu
benimser. Ali bu tür gözlemleri bazen tesadüfen bazen de bilinçli olarak yakalar. Bilinçli olarak
akşamcı kahvelerinde sabahlar, yurtlarda kalır, hastaneleri, resmi daireleri gezer, sıradan
insanlardan veya tanıdıklarından olayları dinler veya kendisi genelde ortamın sakin olduğu
saatlerde çevreyi gezerek notlar alıp daha sonra bunları eserlerinde ustalıkla işler. Bunların
haricinde hayatın her kademesindeki meslek ve kariyer sahibi insanlarla ilişki içinde olmuştur.
(Bkz. Bezirci 1979:128)
Sabahattin Ali için bir diğer malzeme de mahkemelik olaylardır. Bu olayları çoğu kez
hayatı boyunca başı dertten kurtulmadığı mahkeme ve hapishanelerdeki gerçek öykülerden
edinir.
Ali’nin arkadaşı Mehpare Taşduman’a yazdığı aşağıdaki mektuptan da açıkça
anlaşılacağı üzere, Ali uzun bir süre, - belki de evlenene kadar- hep sığınacak birilerini
aramış, anne ve kardeş şefkatinden yoksun, sevgisiz kalmış, karşılıksız aşklar
yaşamıştır.
Vefasız dostlarının oluşu onun bunalıma düşmesinde en büyük sebeplerin başında
geldiği çok büyük bir ihtimaldir. Aşağıda alıntıladığımız mektuptan da Ali’nin oldukça fazla
arkadaşı olmasına rağmen, yalnızlık çektiğini anlıyoruz:
“Abla, bütün bunları, bu belki seni hiç alâkadar etmeyecek şeyleri niçin yazdım, bilir
misin? Sırf benim deliliklerimin, manasızlıklarımın sebebini anlayasın diye. Halbûki onda
birini bile, evet, çektiklerimin onda birini bile söyleyemedim. Ah! Sevgili Ablacığım! Benim
yerimde başka birisi olsaydı, bu kadar vukuattan sonra benim gibi yalnız muavenesizlik ile
kurtulmaz zincirlere ağlanacak bir deli olurdu. (...) Sana söylememiş miydim ki ben bir ana
şefkatini bir kardeş muhabbetini, hulasa candan bir sevgiyi hiç kimsede bulamadım? Sen
tahmin etmemiş miydin ki ben bu söylediğim temiz ve hayırlı muhabbetleri sende bulacağımı
anlayınca can sıkacak kadar sana sokulacağım? İşte, Ablacığım, yine sana sığınıyorum.“(Ali
–Özkırımlı 1968:361)
Yukarıdaki bilgiler ışığında Sabahattin Ali’nin Kanal adlı öyküsüne yaşamının tesir
ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü öyküdeki şu paragrafta:” İnsan ellerinin açtığı kanal, bu ovaların
yalnız susuzluğunu artırır. Bulanık ve tembel, sanki buraya geldiklerine kızıyorlarmış gibi
yüzlerini buruşturarak ağır ağır akan sular, biraz ötede çatlaklarını -su!- diye bir karış açan
toprakları doyurmak değil, buğuları ve serinlikleriyle olsun avutmazlar. Bir zeytinyağı ırmağı
gibi koyu, sıkıntılı bir akışla sallana sallana geçip giderler.” hayattan yoksunluk, cansızlık,
isteksizlik, tükenmişlik gibi duygular seziliyor. Yapılan tek şey insana ait duyguların,
özelliklerin, hislerin doğaya aktarılması olmuştur.
Sorular
1) 1945'de Yeni Dünya gazetesinin, 1946'da Marko Paşa'nın neşrine katıldı. Marko
Paşa'daki yazıları yüzünden çeşitli kovuşturmalara uğradı. Bunlardan birinden yedi ay
hüküm giydi. 1948'de Zincirli Hürriyet'teki bir yazısından dolayı yine hakkında
kovuşturma açıldı. Nakliyeciliğe başladı. 1 Nisan 1948 tarihinde yurt dışına kaçma
girişimi sırasında öldürüldü. Cesedi öldürülüşünden iki buçuk ay sonra (16 Haziran
1948) bulundu. “Kuyucaklı Yusuf” adlı romanıyla büyük bir ün kazanmıştır.
Yukarıda hakkında bilgi verilen sanatçımız aşağıdakilerden hangisidir?
a) Yaşar Kemal
b) Orhan Kemal
c) Nazım Hikmet
d) Sabahattin Ali
2) “Ekmeğini taştan çıkarmak” deyiminin anlamını yazınız ve bir örnek cümle
veriniz.
(Ekmeğini taştan çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak becerilikte olmak,
her türlü işi yapmak. "Ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta gecikmedi.")
3) Kanal adlı öykünün ana düşüncesini belirtiniz.
(İnsanoğlu öyle bir yoklukla karşı karşıya kalır ki en yakın dostunu dahi vurmayı
göze alabilir.)
4) “. Bir gün Zağar Mehmet, tarlasını kanaldan sularken, arkın yavaş yavaş boşaldığını,
meydana sarı bir çamur tabakası çıktığını görür. Başını kaldırıp evvela kanala, sonra
biraz yukarıdaki Dedemköylü Mehmet’in tarlasına bakar. Suyu orada önlediklerini ve
kendi tarlalarını suladıklarını görür. Bunun üzerine küçük çocuğunu gönderir suyun
önünü açmalarını ister fakat Dedemköylü Mehmet ve kardeşinin hiç böyle niyetleri
yoktur.”
Yukarıdaki paragrafın anlatımında hangi bakış açısı ağır basmaktadır?
a) Hâkim Bakış Açılı Üçüncü Tekil (O) Anlatıcı (İlahi/Tanrısal bakış açısı)
b) Kahraman Bakış Açılı Birinci Tekil (Ben) Anlatıcı
c) Müşahit/Gözlemci Bakış Açılı (Ben veya O) Anlatıcı
d) Çoğulcu Bakış Açısı ve Anlatıcıları
5) Hapishane yılları başlayan Zağar Mehmet’in benzi sararır işte bu yüzden Konya
Ovası’nın ufukları sapsarıdır.
Yukarıdaki cümlede hangi söz sanatına başvurulmuştur? Nedenini açıklayınız?
(Hüsn-i ta’lil sanatı kullanılmıştır. Çünkü Konya Ovası’nın ufuklarının sapsarı olma
nedeni rüzgârın kaldırdığı tozlardır. Fakat anlatıcı bunu Zağar Mehmet’in benzinin
sarılığına dayandırmıştır. Yani bir durumu başka bir nedene bağlama söz konusudur.)
6) Zağar Mehmet’in Dedemköylü Mehmet’i vurma nedeni namus meselesidir. ( )
D/Y
7) ( )Zağar Mehmet gene bekledi( ) Tarlasına gitti( ) dibindeki çamurlar kuruyup
çatlayan su yollarına sonra yukarı taraftaki tarlada dolaşan Mehmet’e uzun uzun
baktı ve bekledi( )( )
Yukarıdaki paragrafta ayraç içindeki yerlere uygun noktalama işaretlerini
getiriniz.
[ (“) (.) (,) (.) (“) ]
8) “Yazar doğayı cimri bir insana benzetmiştir.” cümlesini ögelerine ayırınız.
Yazar: Özne
Benzetmiştir: Yüklem
Doğayı: Nesne
Cimri bir insana: Dolaylı tümleç
9) “ 25 Şubat 1907 tarihinde Gümülcine / İğridere’de doğdu. İlköğrenimini Üsküdar,
Çanakkale ve Edremit'te yaptı (1921). Balıkesir Muallim Mektebi'ni bitirdi (1927).
Aynı yıl Yozgat Cumhuriyet İlkokulu’na öğretmen oldu. Milli Eğitim Bakanlığı
bursuyla 1928'de Almanya'ya gitti. 1930 yılı mart ayında yurda döndü.”
Yukarıdaki paragrafta hangi anlatım biçimine yer verilmiştir?
a) Betimleyici Anlatım
b) Açıklayıcı Anlatım
c) Öyküleyici Anlatım
d) Tartışmacı Anlatım
10) Aşağıdaki cümlelerin hangisindeki altı çizili sözcükte yazım yanlışı yapılmıştır?
a) Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla 1928'de Almanya'ya gitti.
b) Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı.
c) Onu görünce heyecandan eli ayağı dolaşdı.
d) Dün izlediğim filmi Mahmut da izlemiş.
Kaynakça
1. Sevengül Sönmez, A'dan Z'ye Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, 2009.
2. Sabahattin Ali cinayeti". Cumhuriyet Ansiklopedisi 1923-2000. 2. Cilt (3. bas.).
İstanbul: Mayıs 2002. ss. 138.
3. Sabahattin Ali, Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, Der: Muzaffer Uyguner,
Bilgi Yayınevi, 1992.
4. ÖZKIRIMLI, Atilla, ALİ, Filiz: Sabahattin Ali. De Yayınları, İstanbul 1986
5. ÖZLÜ, Demir: Sabahattin Ali İçin Bir Önsüz. Yeni Dergi, Şubat 1966