36

Dergi interaktif

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Dergi interaktif
Page 2: Dergi interaktif
Page 3: Dergi interaktif

Karın yağmasını dört gözle beklediğimiz şu kış mevsiminde içimizi ısıtacak, ruhumuzu doyuracak yazılarla elinizdeyiz. Değişen içeriği, ismi ve eklenen forumuyla on ikinci sayıyı sizlerle paylaşıyoruz. 2011 Ekim ayında yayınladığımız ilk sayımızdan bugüne “Enderun Değer” dergisi yayın hayatında çok güzel yazılar, güçlü kalemler ağırladı. Derginin hazırlanıp yayınlanmasında, içerik ve dizgisinde emeği geçen tüm öğretmen ve öğrenci arkadaşlarımıza gönülden teşekkür ediyorum.

Bu sayımızın iki önemli başlığı var: “Söylem ve Ey-lem Tutarlılığı, Nefsi Tezkiye”

Dergide daha çok değinmek istediğimiz kavram “söylem tutarlılığı”, daha doğrusu “söylem tutarsız-lığı”… Söylem tutarsızlığının günümüzün önemli toplumsal hastalıklarından biri olduğu su götürmez bir gerçek. Senedin, çekin önemli olmadığı, sözün namusla eş tutulduğu günlerin geride kaldığı, yemin ederek Allah’ı şahit tutmanın ise çerez bir cümle hâli-ne geldiği şu günlerde söylem-eylem tutarlılığına sa-hip insanlar gündüz vakti fenerle aranacak kadar az.

Diğer bir konumuz hayli iddialı “nefis tezkiyesi”. İnsanoğlunu mutluluğa ulaştıracak müessese olarak bilinen tasavvuf dünyasının ana unsuru. Allah’a vakit ayırmadığımız, Kur’an-ı Kerîm’dan zevk almayıp ilim irfan sohbetlerinden hazzetmediğimiz ve basit mutlu-lukların peşinde koşarak asıl neşveden uzak kaldığı-mız ahir zamanda nefsi temizlemek gerekli mi, yoksa çoğumuzun iddia ettiği gibi nefsimiz temiz mi? Mo-dern dünyada işte bu hassas çizgiyi şaşırıyor ya da asıl gerçekte kendini görmek istemiyor insan… Değerler Eğitimi bölümünde bu sorulara yanıt arayacağız .

Tebük Seferi gibi en büyük ve en meşakkatli bir gazveden dönülürken Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in beyân ettiği:

“Şimdi küçük cihâddan büyük cihada dönüyoruz” hadis-i şerifi, nefisle mücadelenin hem güçlüğünü hem de zarûetini ifade etmektedir. (Süyûtî, Câmiu’s Sağîr, 11.73)

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) “Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çe-kerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsinin hevası-na tabi olduğu halde Allah’tan (ha-yır) umandır.” (Tirmizi, Kıyamet, 25; İbn-i Mâce, Zühd 31) buyur-muştur.

Bireysel düşüncenin yoğunlaş-tığı deneme bölümünde ise yeni yazarlarımızı tanıyacaksınız. Şi-irlerimizle kronoloji bölümünü ve tarihe not düşen isimleri ilişki-lendirmeye çalıştık. Öğrencimizin yazdığı şiiri Arap harflerine akta-

rıp aslında günümüz Türkçesiyle yazılan şiiri Osmanlı Türkçesine uyarlayarak farklı bir yaklaşım sergilemek istedik.

Yeni eklenen bir diğer köşe ise“deyimlerin hikâye-leri”. Bu bölümde çok kullanılan deyimlerin hikâye-lerini tatlı bir üslupla okuyabilirsiniz. Diğer yandan edebi şahsiyetlere yer vererek izden gidenleri değil iz açanları tanıtmaya çalışacağız. Bilge Kral Aliya İzzet-begoviç ile Doğu medeniyetine aşık; ama Batı mede-niyetine de hayran Fatma Aliye…

Daha fazla söze gerek yok, hadi buyrun! SaidAYDOĞAN

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

SÖZE BAŞLARKENESSELAM

1

Page 4: Dergi interaktif

Hayata…Yeşilden, maviden, beyazdanTürküden, ezgiden, sezgiden

Duyguyla, erkenden, gülümsemeyleAllah’ın kulu, sağduyulu, su gibi duru

… İyimser bakalım.Halim SELVİ

TOPARLANIN, HAYATA GİDİYORUZ!Bu yazımızda nasıl ve “ne(re)den” bakalım! İstiyo-

rum. Yaşam sanki iki boyutlu: uzunluğu tutkular; sa-atin yelkovanı gibi hızlı. Genişliği şu an gibi yaşadık-larımız/realite; akrep gibi yavaş ama kesin. Saniyeler ise düşlerimiz; belki de boyut dışı. Çok felsefî olmasın yazımız…

Hepimiz hayatın kısalığından söz ederiz de, boş geçen zamanlarımızı nasıl kulla-nacağımız bilemeyiz. Bence “hayatımız düşüncelerimizin eseridir.” Her gün yeni ve yeniliklerle bize doğuyor, bizim için… Yaşadığımız günlük olaylarda bakışımı-zın/nazarımızın tesiri altındayız. Olayla-ra nasıl bakar, ona nasıl “anlam yükler-sek” ona göre sonuçlarını yaşarız. Bizim için önemli olan, hayatımızın içindeki yıllar değil, ömrümüzün/yıllarınızın için-deki hayattır.

Öğretmen panoya bir şeyler asmaya ça-lışırken gördüğü ilk öğrenciden yardım is-tiyor. Öğrenci de kendini sürekli “şanssız” olarak düşünen tüm bahtsızlıkların kendini bulduğunu düşünen bir öğrenci. Bu öğren-ci kendi kendine diyor ki; “Aman be, amma bahtsız adamın ya. Şuradan bir dakika sonra geçsem belki hocaya yakalanmayacaktım. Bir de etrafta başkaları varken niye hep böyle şeyler beni bulur hep.” diye hocasının yanına gelir. Öğretmene yardım ederken sıkıldığını çok belli edince öğretmen ona “Tamam, bırak, gidebilirsin.” der ve onu gönderir. Bu sefer de bak şimdi hocanın da gözünden düştüm mü diye hayıflanmaya başlayarak oradan ayrılır. Bu öğrenci gerçekten doğarken mi şanssız doğdu acaba?

Öğretmen ondan fayda göremeyince başka bir öğ-renciyi yanına çağırıp ondan yardım ister. O öğrenci de şöyle düşünür: “Etrafta bu kadar öğrenci varken hoca beni çağırdığına göre demek ki bana güveniyor.” Kendiyle gurur duyarak ve sevinçle yardıma gelir. Öğ-retmene yardım ederken onunla muhabbet eder, iyi zaman geçirir. Yanından ayrılırken ne kadar “şanslı” olduğunu düşünmektedir. Bu öğrenci de doğarken

şanslı mı doğdu?Her iki öğrenci de aynı olayı yaşadılar; birinin niye-

ti ve duruma bakışı olumsuzdu ve her şeyi menfi/kötü tarafından gördü. Diğeri ise olaya “olumlu” anlam

yükledi ve müspet/pozitif algıladı. Netice itibariyle şanslı veya şanssız insanlar olarak dünyaya gel-miyoruz. Olaylara güzel bakanlar güzel görüyor ve hayatından lezzet alıyor. Kötü bakış manayı anlamsız kılıyor, tadı tuzu kalmıyor hayatın. Te-dirgin, somurtkan, neşe yoksunu hayatlar…

Can Yücel’in bir şiiri var. Sizinle paylaşmak istiyorum bir kısmını. Çok hoş, bir o kadar

da “nasıl bakarsan öyle görürsün” anlayı-şıyla yazılmış.Unutma, yağmurun yağdığı kadar ıslaksınGüneşin seni ısıttığı kadar sıcak.Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsınVe güçlü hissettiğin kadar güçlüKendini güzel hissettiğin kadar güzelsinİşte budur hayat!

Şayet sen “bir resim yaptım ama sonuçtan hiç memnun kalmadım” diyorsan, bu harika bir şeydir.

Çünkü bu durum insanda bir sonraki resme baş-lama arzusu verir. Yolunda gitmeyen şeyin ne ol-duğunu anlarsınız. Umudun resmini çizer, mut-luluğun adresini yeniden ararsınız. Ancak böyle başarıya yaklaşırsınız. Umarım yaşam boyu ara ara böyle duygulara kapılır ve sonuçta giderek en iyiye ulaşmaya çalışır ve kendinizi geliştirirsiniz.

Hayat size limon verir; siz onu limonata yapmayı becermelisiniz.Hayat bizi resmen dört işlemle sınar: “Ger-

çeklerle çarpar, ayrılıklarla böler, insanlıktan çıkarır ve sonunda topla kendini” der.

Tolstoy – Hayat Üzerine

Halim SELVİRehberlik ve Danışmanlık Uzmanı

2

Page 5: Dergi interaktif

1) Nefsi Emare: Devamlı kötü işler emreden nefis de-mektir. Bu nefsin sıfatı, hep kötü işleri istemektir. Kötü işleri güzel görür, kalbi devamlı o tarafa çeker. Ahiret derdi, ölüm düşüncesi, hesap sorgusu, azap kaygısı yok-tur. Sadece keyfini, şehvetini, rahatını düşünür. Buna ulaşmak için helal haram diye sınır taşımaz. Her yolu kullanmak ister.

Kur’an-ı Kerim’de “Hiç şüphesiz nefis devamlı kötü-lüğü emreder. Rabbimin acıyıp korudukları müstesna” (Yusuf 12/53) ayeti bu sıfattaki nefsi tanıtmaktadır.

Kâfirlerin, münafıkların ve devamlı günaha dalan kimselerin nefsi bu sıfattadır. Bunun te-davisi, samimi tövbe ve terbiyedir.

2) Nefsi Levvame: Kendini kınayan, kötüle-yen, azarlayan nefis demektir. Tövbe ve terbiye ile bir derece uyanan nefis, bu merhalede ken-di işlediği kötülükleri önce zevk alıp yapsada peşinden pişman olur, kendisini kınar yap-mamak için karar verir. Ancak günah önüne gelince duramaz, yine içine düşer. Sonra pişman olur. İyilik ile kötülük arasında bocalar du-rur.

Eğer nefs, ilahi rahmet ve manevi bir feyiz ile desteklenirse bu halden kurtulur.

Kuran-ı Kerim’de: “Kıyamet gününde ve devamlı kendini kınayan nefse yemin ede-rim ki” (Kıyame 75/1-2) ayeti bu sıfattaki nefse işarettir.

3) Nefsi Mülhime: İlham, feyiz ve keşfe ula-şan ve hayırda kalbe yoldaş olan nefis demektir.

Nefis tövbe ve günahların ağırlığından ve şehvet batağından kurtulup itaate yöne-lirse, ilham ve feyz almaya kabiliyet ka-zanır. Artık, haramdan kaçar, hayra koşar. İbadet ve zikirden lezzet alır. Kalbinde ilahî aşk ateşi parlamaya başlar. Bu nur ile iyi ve kötüyü seçer.

Ancak şeytan bu kimsenin de kalbine gir-meye yol arar; peşini bırakmaz. Onu günah ile kandıramazsa, ibadetleri için kandırmaya çalı-şır. Ona “insanlar helakta ama sen kurtuldun” der. Hak’tan koparmaya uğraşır. Bu yoldaki hak yolcusu manevi terbiye altına girerse tehlikeden kurtulur. Yoksa gizli yollarla tehlikeli hallere düşme ihtimali mevcuttur.

4) Nefsi Mutmainne: Huzur bulmuş, sakin olmuş, rahatlamış, ıstırabı dinmiş, şek ve şüphesi gitmiş nefis demektir. Bu mertebe Yüce Allah’a dostluk yani velayet mertebesidir. Bu merhalde nefis, kalple birlikte bütün

ilahî emirlere sevgiyle uyar. Şek ve şüphesi kalmaz ıstı-raptan kurtulur. Manevî tecellilere ulaşır; feyizlenir, tat-lanır, artık her işte cenabı Hakkın rızasını hedef alır. Ona teslim olur. İtaati süreklidir.

Kur’ân-ı Hakim’de, “Ey mutmain olmuş Allah ile hu-zur ve sükûna ulaşmış nefis. Sen onran razı, O da senden razı olarak Rabb’ine dön. Gir Salih kullarımın arasına; gir cennetime.” (Fecr 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, Al-lah aşkı ve zikri ile mutmain olmuş nefistir.

5) Nefsi Râdiye: Allah’tan razı olan, O’ndan gayri her şeyi gözünden silip atan ve sadece Rabbi’ne nazar eden nefis demektir. Bu sıfata ulaşan nefis, kendi iradesi-ni yüce Allah’ın iradesine teslim eder. Onun için sever, Onun için kızar; onun için yaşar. Acı tatlı her şeyde ila-

hi rızayı arar, edebi korur. Herkese rahmet olur, kim-seye sıkıntı vermez. Bütün insanlara şefkat gözüyle bakar.

6) Nefsi Merdıyye: Yüce Allah’ın kendisinden razı olduğu nefistir. Bu nefis sahibi öyle terbiye olmuştur

ki, ne yapsa Allah rızasına uygun olur. Gü-nahları unutur; ilahi aşk denizinde yüzer; her şeyi ile âleme rahmet olur. Ona keşif ve kera-met olarak ne verilirse, o Allah rızasında baş-ka bir şeye iltifat etmez. Bu makam büyük ve-lilerin, ariflerin, kâmil insanların makamıdır.

7) Nefsi Kâmile: Kâmil, olgun, tertemiz, safi nefis demektir. Bu makamdaki nefis sahipleri

Allah-u Teâlâ’nın en seçkin ve en has kullarıdır. Onlar, ilahi aşkı ve edebi en üst düzeyde temsil

eden kutup insanlardır. Onlar Allah’ın yeryüzün-deki delili ve peygamberin varisidirler. Halkı ir-

şat ile görevlidirler. Bütün güzel ahlakları bünyelerinde toplamışlardır. Gavs, Kutup diye anılan zatlar bu makamdadır.

Onlar Yüce Hakk’ı sever, halk da onları sever. Onlar Allah’tan korkar, halk da on-lardan korkar. Onlar Cenab-ı Hakk’a hiz-

met eder; bütün âlem de onlara hizmet eder. Onlar Allah’tan razıdır; cümle âlem de -kâfir

ve gafiller hariç- onlardan razıdır.İşte tasavvuf terbiyesinin hedefi, bu kâmil in-

sanları bulup kâmil insan olmaktır. Bu yola giren ve kâmil insanı kendisine rehber eden herkes, dere-

ce derece nefsini terbiye edip yüce Allah’a yakın olur. Böylece insanlığın tadını tadar, ebedi saadeti bulur.

Bunun için ne yapılsa ne kadar emek verilse azdır.Dr. Dilaver Selvi

Derleyen: Mert Ali AKGÖZFL 10-A

NEFSİN MERTEBELERİ

3

Page 6: Dergi interaktif

Aklı başında olan kimsenin, nefsin azgın arzularını açlıkla sindirmesi gerekir. Çünkü Allah’ın (C.C.) düş-manını (nefsin azgın arzularını) ancak açlıklar gem-leyebilir. Nefsin azgın arzuları, yemek ve içmek şey-tanın vasıtalarıdır. Nitekim Peygamberimiz (S.A.S.) şöyle buyurur:

NEFSİ YENMEK VEŞEYTANA KARŞI KOYMAK

4

“Şeytan, insan vücudun-da kan damarları yolu ile dolaşır, Bi-nan-aleyh siz onun dolaşım yolunu açlıkla daraltınız. Kıyamet günü, insanların Allah’a en yakın olanı, en uzun müddet aç ve susuz kalanıdır.”

İnsanoğlu hesabına en büyük tehlike kaynağı, mi-denin doyumsuz arzularıdır. Hz. Âdem (a.s.) ile Hav-va’nın huzur ve istikrar yurdundan (cennetten) çıka-rılarak ayrılık, hasret ve yokluk diyarına (dünyaya) gönderilmelerinin sebebi de budur.

Bilindiği gibi bir ağaç meyvesinden yemek, kendi-lerine Allah tarafından yasaklandığı halde azgın ar-zularına yenilerek söz konusu ağacın meyvesinden yediler de çırılçıplak kalıverdiler.

Tahkike göre, mide, aşırı arzuların kaynağıdır. Hikmet ehlinden biri der ki: “Nefsinin kontrolü altı-na giren kimse, onun azgın arzularından hoşlanma-ya mahkûm olmuş, onun zindanında tutuklanmış ve kalbini faydalı şeylerden mahrum etmiş olur. Vücut azaları toprağını azgın arzularla sulayanlar, kalplerin-de pişmanlık ağacı dikmiş olurlar.”

Ulu Allah (C.C.) canlıları üç türlü yaratmıştır: Me-lekleri akıllı; fakat isteksiz yaratmıştır. Hayvanları azgın isteklerle donatmış ancak onların yapısına akıl katmamıştır.

İnsanoğlu ise akıl ve arzuları yapısına bir arada ka-tılarak yaratılmıştır. Buna göre aklını azgın arzuları-nın kontrolüne veren kimse hayvanlardan aşağıdır,

bunun tersine azgın arzularını aklının kontrolü altın-da tutan kimse de meleklerden üstündür.

Peygamberimiz (s.a.v) de bu konuda şöyle buyu-rur: “En faziletli cihat, nefse karşı verilen cihattır.”

Nitekim sahabeler (Allah onlardan razı olsun) kâ-firlere karşı verilen bir savaştan dönünce “Küçük ci-hattan büyük cihada döndük.” derlerdi.

Nefse, şeytana ve azgın isteklere karşı verilen ciha-da «büyük cihat» ismini vermelerinin sebebi şudur: Nefse ve azgın arzulara karşı verilen cihat aralıksızdır, oysa kâfire karşı ara sıra savaş verilir. Öte yandan cep-he savaşçısı düşmanını görür, fakat şeytan görünmez, görünür düşmana karşı cihat vermek, görünmez düş-manla cihat etmekten daha kolaydır. Bir de şeytana karşı savaşırken onun, senin nefsinde bir destekçisi vardır, bu destekçi nefsin azgın arzularıdır, oysaki kâ-firlerle yapılan savaşta onların senin nefsinde öyle bir yardımcıları yoktur, bu yüzden şeytana karşı verilen cihat daha çetindir.

Savaşta kâfir öldürürsen zafer ve ganimet elde eder-sin, kâfir seni öldürürse şehitlik rütbesi ile cennet ka-zanırsın. Hâlbuki şeytanı öldüremezsin, ama eğer o

seni öldürecek olursa Allah’ın cezasına çarpılırsın.

İmam Gazali Kalplerin KeşfiDerleyen: Melih Can KUYUCU

FL 10- A

Page 7: Dergi interaktif

Ve Kudüs şehri… Gökte yapılıp yere indirilen şehir.Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri…Altında bir krater saklayan şehir!Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi.Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdiHani Şam'dan bir şamdan getirecektinDikecektin Süleyman Peygamberin kabrineRuhları aydınlatan bir lambaİfriti döndürecek insana:Söndürecek canavarın gözleriniİfriti döndürecek insana

Ve Kudüs'ü terk ettiğin o ikindiBirinci Cihan Harbi günü vaktiKan sızdırıyor kaburga kemikleriKarlı dağlardan indirdiğin atlarınBir evde perdeyi indiriyor bir kadınMahşerin perdesini kıyametin perdesiniAğlıyor yere inen saçlarıGöğü yırtan kefen beyazı elleri

Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri…Yeşile dönmüş türbelerin demiriZamanın rüzgâr gibi esen zehiriyleVe yatırlar patır patır kaçıyor geceleriBoşaltıyorlar işgal edilmiş bir şehri boşaltır gibiKaçıyorlar Lut şehrinden kaçar gibiTuz heykele dönüşmemek için Tanrı gazabıylaSusmuş minarelerin azabıylaYıkılmış cami kubbelerinin ıstırabıyla

Ve şehit kemiklerinin bakışı bir başka bakışArtık burada taş bile durmak istemezVe ay'ı görmek istemez zeytin ağaçlarıEğilerek selamlamazlar hilali hurmalarArtık ne Zekeriya ve ne İsa varSararmış bir tomar mı mucizelerÖlülerin dirilişi şifa veren kelimelerVe ne de Miraçtan bir izYerden yükselen kaya

Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri.Bakır yaprakların, çelik gövdelerin, acımasız yürek-lerin…

Demir köklerin, tunçtan ve uranyumdan dalların…Kurşundan çiçeklerin şehri…Gülle kusuyor ana rahmiBomba parçalıyor beynini bebeğinTanklar saldırıyor evlere bir anda ev yok tank varUçak var gök yok utanç varVe kime karşı bütün bunlarMasum insanlara karşıBinlerce yıl oturdukları yurtta kalmak isteyenlere karşı

Ve kim tarafından bütün bunlar

Romanın, Babilin, Asurun ve FiravunlarınVe nice milletlerin zulmünü görenler tarafındanZalime olan öcünü mazlumdan almakZalim olmak ve en zalim olmak

Sezai KARAKOÇ

ALINYAZISI

5

SAATİ

Page 8: Dergi interaktif

6

Müslümanlar, Hz. Ömer (radıyallahu anh) devrinde Kudüs’ü fethedene kadar, kaynaklarda şehrin tarihi yaklaşık 2000 yıl öncesine kadar götürülür. İlk olarak bir Kafkas kavmi olan Hurriler’in şehirde hakimiyet kurduğu Mısır’daki belgelerde geçiyor. Daha sonra ise Yahudilerin uzun bir müddet şehre hakim olduklarını biliyoruz. İslam kay-naklarında Hz. Süleyman’ın bugün Mescid-i Aksa diye

Page 9: Dergi interaktif

7

Kaynak: Kubbelerin Gölgesinde İslam ŞehirleriYazar: Mehmet Raşit KÜÇÜKKÜRTÜL

Derleyen: Hale Reyhan KurterAL 10-B

andığımız mabedi inşa ettiği, bütün dünyayı hükümranlığı altına aldığı büyük bir devlet kurduğu ifade edilir. Yahudiler için büyük bir kı-

rılma olan Buhtunnasr’ın Kudüs’ü yok edip Yahudileri sürgün et-mesine ise Kur’an-ı Kerîm’de İsra suresinde de işaret vardır (İsra 17/4-7). Kudüs, Roma hakimiyetinden Bizans’a, bir ara da Sasani iktidarına, sonra tekrar Bizans’a geçmiştir.

Page 10: Dergi interaktif

8

Page 11: Dergi interaktif

Dünya'nın tüm renkleri aynı renkle kirleniyor; kanla... Kirletil-mek isteniyor. Bir tarafta savaşla yok edilmeye çalışılan toplumlar, değerler; diğer tarafta da kanla bes-lenen ülkeler, alınıp satılabilen vic-danlar, dolan cepler ve çıkarcılığın mahsulü bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın'cılar.

Bu gözü dönmüşlük, bir diğe-rine karşı kaygısızlaşmak, bana-nelerin çoğalan bahaneciliğiyle kan donduran zulümler ve dahası kontrolden çıkmış bir yok edicilik güdüsünün dışa vurumudur. Ki bu insanlık adına hiçbir sonuç verme-yen irrasyonel bir kopuşun adını heceliyor.

Türkiye'nin zararından getirim sağlamaya çalışanlara gelince, ka-dim mağdurluklarının kılıfçı anla-yışına verilmesi gereken en yerinde cevaptır; durulan yer ve takınılan tutumun açık, net ve doğrudan yana olması...

Dinamik bir dünya politikasın-da, Türkiye'nin sahip olduğu de-mokrasi ve irade potansiyeli doğru bir şekilde okunup değerlendiril-diği sürece her türlü tehdit öğeleri kolayca kendi kendini etkisizleş-tirmiş olacaktır... Barışçıl bir yapı, inşa edici, birleştirici bir düzen

iki şekilde kurulabilir; ya toplumu bütün olarak bu sürece ikna eder-siniz ki bu gerçekleşmesi oldukça güçtür ya da var olan tehditsel ya-pının zararları açık ve anlaşılır bir şekilde beyan edilerek uzlaşmayı ortak nokta haline getirirsiniz. Bu bağlamda uygulanması gereken ise ortak uzlaşı formülünde anlaşmayı sağlamaktır.

Ve gelinesi nokta; madde madde uzanmış demokratikleşme paketi. Anlayanlar, anladığını sananlar, anlamayanlar... Bir de hiç sorgu-lamayanlar... Olsa da olur, olmasa da olur! Her birinin anladığı fark-lı çünkü! Dile dahi getirmeyenler, getiremeyenler... Çünkü herkes herkesi çoktan ötekileştirdi... Biri, bir diğeri için çoktan gözden çıka-rılası... Sevgi zaten yok, bencillik duvarları arasında... ''Beni ilgilen-diren ne var?'' paylaşımsızlığı...

''Türkiye'nin sahip olduğu de-mokrasi ve irade potansiyeli doğru bir şekilde okunup değerlendiril-meli...'' dedik ya; doğru yerde yeri-mizi alalım o halde; idrakine vara-rak ötekini yakınlaştıran kestirme yolda, küçük ve ucuz hesapların derin uykusundan uyanmak adı-na...

Madde madde seni anlatıyor, beni, hepimizi; birleşmenin, hür-lüğe teslimiyetin vurgusu her biri... İnsana ait değerlerin hepsini hiçe sayıp hiç hükmünü giydirenlere bugün aslını aslına iade diyerek aynı giysiyi giydirme günü!

Aklın türlü oyunlarına sus payı verip, sevgiye, barışa, birliğe, bö-lünmezliğe söz hakkı verme vuslatı bugün... Rüyaları hayra yormanın arifesi… Sarılmak için sebeplerin olmadığı günün sabahı...

Müjdeliyor: ''İnanıyorsan, en güçlü sensin!''

Merve KÜÇÜKTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ

9

Page 12: Dergi interaktif

Yetmiş beş yaşındaydı Hacer Nine. Bu yaştan sonra yapacağı tek şey ibadetlerini yerine getirip oturmak-tı. Ama onun bakması gereken iki küçük çocuk vardı. Onun için yaşam mücadelesi daha bitmemiş ve halen devam ediyordu. Vatani görevini yapmak için askere gönderdiği yiğidinin şehadet haberi gelmişti ansızın. O artık yoktu. Vatanı, milleti için canını feda etmiş, şehitlik mertebesine ulaşmıştı. Zorluklarla, fedakâr-lıklarla bugünlere getirdiği canından çok sevdiği evla-dı bu dünyadan ayrılırken iki tane emanet bırakmıştı Hacer Nineye. Oğlunun şehit haberinin ardından kısa bir süre sonra kızı gibi sevdiği gelinini de elleriyle kara toprağa koymuş-tu.

O günden sonra yetim-ler için hem ana hem baba olacaktı. İlerleyen yaşına rağmen çalışıp evini geçindirmeliy-di. Küçük Osman ve Elif ’in hem ihtiyaç-larını karşılayacak hem de eğitimlerinin devam etmelerini sağlayacaktı. Onları çok seviyor, gözün-den bile sakınıyordu. Osmancık ve Elifcik sadece torunları de-ğil Hacer Nine’nin aynı zamanda yaşama sebe-biydiler. Onlar olmasa Hacer Nine yaşadığı üzüntülerle başa çıkamaz, hayatını devam ettirmekte zorlanırdı. Hacer Nine, Osman ve Elif hayat yoldaşıy-dı. Birbirlerinden başka kimseleri yoktu. Hacer Nine sabahları onları okula gönderdikten sonra kendi de

pazara çıkardı. Küçük ama insanın içini ısıtan evinin bahçesinde buruşmuş elleriyle yetiştirdiği sebze ve meyveleri dizerdi tezgâhlara özenle. Pazarın en güler yüzlü, en sıcakkanlı insanıydı Hacer Nine. Yaşadıkla-rına rağmen asla isyan etmez şükredecek bir şey bu-lurdu illaki. Yaşlılıktan çökmüş yüzünün içinde kalan iki çift gözü döktüğü yaşlara rağmen hep gülümserdi. Etrafındaki insanlara örnek olur zorluklar karşısında cesaret verirdi onlara. Hak etmediği hiçbir ücreti ka-bul etmez, sattıklarının karşılığını alırdı ancak. Yetiş-tirip sattığı ürünlerle geçinip giderlerdi. Elif ve Osman

da okul çıkışında pazara gelerek Hacer Nineye yardım ederlerdi. Akşam

olunca birlikte eve dönerlerdi. Hacer Nine sobayı yakar,

yemeği koyardı üzerine. Sobanın etrafında top-

lanıp Elif ve Osman’ın anne ve babasının da içinde olduğu hatı-raları konuşup biraz ağlar biraz gülerlerdi. Gece geç saat olma-dan günün yorgunlu-ğuyla hemen uykuya dalarlardı. Ertesi gün yine onları insan ba-

ğırışları, çocuk çığlık-ları, yerlere dökülmüş

meyve sebze kalıntıları, koşuşturma içinde olan

ayaklar, Pazar arabaları, bekli-yordu pazarda. Hayat hala devam

ediyor, bir şekilde geçiyordu.

Fatma Özlem UrganAL 10-B

HACER NİNE

10

Page 13: Dergi interaktif

Hayatınızın rotasını siz mi çiziyorsunuz, yoksa bi-rilerinin çok önceden çizmiş olduğu bir rotanın üze-rinde herkes gibi şuursuzca yürüyor musunuz? Bence ikincisini yapıyor birçok kişi. Geçmişe gidelim biraz, yedi yaşımıza, yani ilkokul sıralarına. Okul ortamına ilk defa giren, yepyeni bir dünyaya adım atan mini mini birlere sorulan sorulardan bir tanesi:" Büyüyün-ce ne olmak istiyorsun? “Herkes bir şeyler söyler; an-cak bu cevapların çoğu çevrenin inatla gündemimize oturttuğu, hayalimize yerleştirdiği şeylerdir. Bu soru okul hayatımız boyunca pek çok kez gelir karşımıza. Cevaplar değişse bile sonuç hep aynı kalır. Zahiren bir amaç gibi görünen ancak bizi gerçek amaçlardan uzaklaştıran hedefçiklerdir verdiğimiz cevaplar. Kü-çüklükten beri doktor olmanın hayalini kuran bir in-san doktor olunca amacına ulaşmış ve yürüdüğü rota-nın son noktasına ulaşmıştır. Kendine yeni bir hedef koymak için ne isteğe ne de takate sahiptir. Amaçsız, çevresinden bir haber, umursamaz, cansız ve renksiz bir biçimde yaşamaya devam eder.

Ben bu amaçsızlığı ve başkalarının çizmiş olduğu rotanın yolcuları olduğumuzu faklı bir amaçla sorul-muş klişe bir soruyla anladım. Bir konferans sırasında konuşmacı dinleyici arkadaşlarımdan birine sordu:

-Hedefin var mı?-Evet.-Söyler misin?-Üniversite sınavında belirlediğim puanın üzerine

çıkmak.-Sonra ne yapacaksın.-Okulu bitirip mesleğimi elime alacağım.-Peki sonra?İşte burası tam da tıkandığımız noktaydı. Sonra?

Sonra biz ne yapacağız? Hedefsiz hayalsiz zahiren dolu ama bâtınen bomboş zihnimizle, yıkanan beyni-mizle ne yapacağız? Sadece yazılıdan düşük not alma korkusuyla ders çalışıp öğrendiklerimizi ertesi gün unutarak, hiçbir niteliği olmayan dizileri takıp ede-rek, müzisyenlerin bizim için hiçbir şey ifade etmeyen yalnızca gürültü kirliliğine sebep olan ve beynimizi

uyuşturan albümlerini dinleyerek, son model tele-fonlarımızın açtığı karanlık dehlizlerde kaybolmaya gönüllü bir biçimde bilmediğimiz insanların kurduğu sanal dünyada yaşayarak hayatımızı ne kadar anlam-sızlaştırdığımızı ne zaman fark edeceğiz?

Odaklanmak zorundaymışız gibi hissettiğimiz kü-çücük bir hedef yüzünden etrafımızda kopan nice kı-yametin farkında bile değiliz. Bizler ufacık hesapların peşinde koşarken bizden çok daha küçükler devletler kadar büyük hayallerin peşindeler.10 yaşındaki bir Yahudi çocuğuna ne yapmak istiyorsun diye sorduk-larında:"10 yıl sonra hiçbir Müslümanın ayak basma-dığı bir dünya istiyorum" cevabını vermesi konumuzu gayet iyi bir şekilde özetliyor.

Bizler elbette iyi okullarda okuyup iyi meslekler sa-hip olacağız, ancak mesleğimize anlam veremediğimiz sürece kaybetmişiz demektir. “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" sorusuna “Fatih’in İstanbul için gemileri karadan yürüttüğü gibi ben de vatanım için imkânsızı deneyen bir asker olmak istiyorum.”, Yavuzlar, Kanu-niler Abdülhamitler yetiştirebilecek kadar yetenekli bir öğretmen olmak istiyorum." cevaplarını verebi-liyorsak rotayı çizmişiz demektir. Güzel bir meslek, amacımıza ulaşmak için bir araç olmalıdır, asıl ama-cımız değil. Bir an önce harekete geçin ve şuna dikkat edin: İpler elinizde mi?

Rumeysa ŞİMŞEKFL 10-A

İPLERELİNİZDEMİ?

11

Page 14: Dergi interaktif

Söylem ve Eylem Tutarlılığını tüm davranışlarımız-da doğruluk anlamına gelen “sıdk” kelimesiyle ifade edebiliriz. Peki, “sıdk” ne demektir?

Sıdk: Eski sözlüklerde ''vakıaya uygun hüküm ifade eden söz, yalanın karşıtı" diye tanımlanan sıdk keli-mesi; ayet ve hadislerle diğer İslami kaynaklarda "ha-kikati konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve güvenilir olmak, vaadine sadakat göstermek" anla-mında kullanılmaktadır.

Yüce Rabbimiz, Kutsal kitabımız Kur’an’ı Kerîm’de Saf Suresi 2 ve 3. Ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? (2) Yapmayacağınız şeyleri söyleme-niz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir (3).”

Bu Ayet-i Kerîme’den de anlaşılacağı üzere yalan konuşmak, dinimiz tarafından çok büyük bir günah olarak anlatılmış ve haram sayılmıştır. Ayrıca böyle bir davranışın büyük bir ceza gerektirdiği de haber verilmiştir. Yüce Rabbimiz, kullarının sözlerinde, fi-illerinde, niyetlerinde ve tüm davranışlarında daima doğru, dürüst ve güvenilir olmalarını istemiş ve bunu da açık ve net bir şekilde açıklamıştır.

Ayrıca Kuran’ı Kerîm’i yaşayarak uygulayan Hz. Peygamber'in(s.a.v) şu öğüdünü çok iyi dinlememiz ve hayatımızın her alanında uygulamamız gerekir.

"Size doğruluğu öğütlerim; çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Doğruluğu şiar edinen kim-se Allah katında Sıddîk (çok doğru sözlü) diye yazılır. Yalan söylemekten sizi men ederim; çünkü yalan söy-lemek günaha, günah da cehenneme götürür. Kişi ya-lan söyleye söyleye nihayet Allah katında Kezzâb (çok çok yalan söyleyen) diye yazılır".(Buhari, "Edeb", 69; Müslim, "Birr'', 103- l 05)

Bu öğüt sadece hadis kaynaklarında değil aynı za-manda sıdk konusuna yer veren hemen hemen bütün ahlak ve tasavvuf kitaplarında da yer almaktadır.

Hz. Mevlâna ise Mesnevi’sinde:“Ya da Olduğun Gibi GörünYa Göründüğün Gibi Ol”buyurarak doğruluğun ne kadar önemli olduğunu

bizlere en güzel şekilde anlatmıştır. İmam Gazzâli Hazretleri ise doğruluğu altıya ayır-

mıştır. Bunlar:a) Konuşmada Sıdk: Söylenen ve verilen her sö-

zün yerine getirilmesi ahlâkî bir ödevdir.b) Niyet ve İradede Sıdk: Bir kimse sözünde doğ-

ru olduğu gibi iç dünyasında da doğru olmalıdır.c) Karar Vermede Sıdk: İnsan iyi ve doğru oldu-

ğuna inandığı bir işi yapmaya dürüstlükle karar ver-melidir.

d) Kararında Durma Hususunda Sıdk: Bir konu-

SÖYLEM VE EYLEM TUTARLILIĞI

12

Page 15: Dergi interaktif

da verilmiş olan doğru kararı sürdürmeyi ifade eder.Özellikle kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha

bunlara dönmeme hususunda büyük önem taşır. e) Amelde Sıdk : "İyilikleri gösteriş için değil sırf

iyi ve gerekli olduğu için yapma, kötülükleri de aynı anlayışla terk etmek” gerekir.

f) Dini ve Manevi Hallerde Sıdk: Kulun Allah'a saygı ve bağlılığını gösteren havf, reca, tazim, zühd, tevekkül, muhabbet gibi manevi hallerdeki doğruluk ve samimiyeti sıdkın en ileri derecesi olarak değerlen-dirmiştir

Ebu Süfyan'ın henüz müslüman olmadığı dönem-de Bizans imparatoru Herakleios'un sorusu üzerine Hz. Peygamber'in kişiliği ve daveti hakkında verdiği bilgiler arasında, "O bize doğruluğu, iffetli olmayı ve akrabalık hukukunu gözetmeyi emrediyor" ifadesi de yer almaktadır. (Müsned, 1, 262, 263; Buhari, "Bed'ü'l-vahy", 6; Ebu Davud, "Edeb", 85). Bizzat Rasululah da, "Aranızda Allah'tan en çok korkan, en doğru olan ve en çok iyilik yapan benim" demiştir (Buhari, "icri-şam", 27). Kelam ilminde bütün peygamberlerin beş niteliğinden birinin sıdk olduğu belirtilir.

a. Konuşmada sıdk: Söylenen her sözün dini ve toplumsal bir zarara yol açmadıkça gerçeği yansıt-ması, verilen her sözün yerine getirilmesi ahlâki bir ödevdir. Hadislerde sadece karı-koca arasındaki ge-çimsizliği gidermek, savaşta düşmana üstün gelmek ve insanlar arasında barışı sağlamak niyetiyle yalan söylenebileceği bildirilmiştir. (Müsned, VI. 459, 461; Ebu Davüd, "Edeb", 50; Tirmizi. "Birr'', 26)

b. Niyet ve iradede sıdk: Bir kimsenin sözünde doğru olması yanında iç dünyasında da dürüst olma-sı, hakikati ifade etme niyet ve isteği taşıması gerekir. Hz. Peygamber'in, "Allah sizin bedenlerinize şekilleri-nize) ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar" (Müslim. "Birr", 33, 34) ; "Ödemek niyetinde olmadığı halde borçlanan kimse hırsızdır" (İbn Mace, "Şada-t", ı O, ll) anlamındaki hadisleri bunu ifade etmektedir. Gazzâlli'ye göre bir kimsenin amacı ger-çek, niyeti doğru olur, iradesi hayra yönelirse böyle biri sıdk veya sıddık diye nitelenir. Ahlaki bakımdan önemli olan sözün kelimeleri değil bunların arkasın-daki niyet ve iradedir. Buna göre bir kimse diliyle, "Al-lah'a yöneldim; ben Allah’ın kuluyum; Allah’ım yalnız sana kulluk ederim" derken kalbi Allah'tan başka şeylerle meşgul olursa onun bu söyledikleri yalandan ibarettir. Gerçek kul varlığını nefsine değil Mevlası-na adayandır, bu da sıddıkların derecesidir (İhya, IV, 388-389; rıca b k. SIDK).

c. Karar vermede sıdk: Niyet ve iradeden sonraki bir doğruluk ve dürüstlük aşaması olup insanın iyi ve doğru olduğuna inandığı bir işi yapmaya dürüstlükle karar vermesini ifade eder.

d. Kararında durma hususunda sıdk: Bir konu-da verilmiş olan doğru kararı sürdürmeyi ifade eder. Karar verme ve kararında durmadaki dürüstlük, özel-likle kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme hususunda büyük önem taşır.

e. Amelde sıdk: Ahlâk âlimleri amelde dürüstlü-ğü "iyilikleri gösteriş için değil sırf iyi ve gerekli oldu-ğu için yapma, kötülükleri de aynı anlayışla terk etme bilinci ve sorumluluğu" olarak açıklamışlardır.

f. Dini ve manevi hallerde sıdk: Özellikle tasav-vufi kaynaklar kulun Allah'a saygı ve bağlılığını göste-ren havf, reca, ta’zim, zühd, rıza, tevekkül, muhabbet gibi manevi hallerdeki doğruluk ve samimiyeti sıd-kın en ileri derecesi olarak değerlendirmiştir (a.g.e., lV, 386-392) Seyyid Şerif el-Cürcani'nin kaydettiğine göre hakikat ehli sıdkı "ölümü pahasına da olsa gerçe-ği söyleme" diye tarif etmiştir (et-Ta'rfat, ''şıd" md.). Cüneyd-i Bağdadi'nin de sıdkı böyle anladığı belir-tilir (Kuşeyr , ll, 451 ). Ancak İslam Âlimleri hayatı bir tehlike karşısında yalan söylemeyi caiz görmüştür (bk. YALAN)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), bir Müslüman’ın din kardeşini aldatamayacağını çok açık bir şekilde vurgulamış ve söyle buyurmuştur:

"Bizi Aldatan Bizden Değildir " (Müslim, İman 164)Bu ve benzeri ayet ve hadis-i şeriflere baktığımız

zaman hem yüce Rabbimiz (c.c), hem de sevgili Pey-gamberimiz (s.a.v), bizlerden özünde, sözünde, iç ve dış dünyasında dolayısıyla tüm davranışlarında doğ-ru olan bir Mümin olmamızı istemiş ve bunu da açık bir şekilde beyan etmiştir. Böyle davranmayan, gerek söz ve davranışlarında gerekse insanlarla olan ilişkile-rinde ikiyüzlülük yapanları ise Peygamber Efendimiz (s.a.v), "münafık" olarak tanımlamış ve münafıkların alametlerini aşağıdaki hadiste üç madde halinde açık-lamıştır. Bu hadise göre münafık;

• Konuştuğunda yalan söyler • Söz verdiği zaman sözünde durmaz • Kendisine bir şey emanet edildiği zaman emane-

te ihanet eder.(Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların

emin olduğu kimsedir.) [Buhari]

Şükriye Afşar Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

13

Page 16: Dergi interaktif

14

Page 17: Dergi interaktif

Uzun ince bir yoldayımGidiyorum gündüz geceBilmiyorum ne haldeyimGidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim andaYürüdüm aynı zamandaİki kapılı bir handaGidiyorum gündüz gece

Uykuda dahi yürüyomKalmaya sebeb arıyomGidenleri hep görüyomGidiyorum gündüz gece

Kırk dokuz yıl bu yollardaOvada dağda çöllerdeDüşmüşüm gurbet ellerdeGidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel işbu haleGâh ağlayan gâhî güleYetişmek için menzileGidiyorum gündüz gece

Yanı başında uyuyan kocasının uykusuna inat kadının gözlerine uyku girmez; çünkü bu gece vakit gelince onu terk edip gidecektir.

Kocasının uyumasından bir süre sonra pencereye atılan taşın sesini duyar kadın. Ayakkabılarını giyer, önceden ha-zırladığı eşyalarını alıp bahçede bekleyen sevgilisinin yanına gider ve koşarak oradan uzaklaşırlar. Koşarken kadının aya-ğını bir şey rahatsız eder, ayakkabısının içinde bir şey vardır ama kadın mecburdur koşmaya. Ayağını rahatsız eden şey için durma lüksü yoktur. Yakalanırlarsa töre onları cezalan-dıracaktır.

Belli bir mesafe uzaklaştıktan sonra nefeslenmek için du-rurlar. Kadın duraksamayı fırsat bilip nefes nefese der ki: "Evden çıktığımdan beri, ayakkabımın içinde bir şey var beni rahatsız ediyor.” Ayakkabısını çıkarıp bakar. O da ne? Ayak-kabısının içinde bir tomar para! Kocası her şeyin farkında, biliyor ki kadın gidecek. "Beni terk edecek ama bunca yıl çor-basını içtim, çamaşırlarımı yıkadı, ütüledi. Bana emeği geçti." diye düşünerek bütün parasını başka bir adam için kendisini terk eden karısının giderken kendinden uzaklaşan adımlar attığı ayakkabısının içine koymuştur.

Bu fedakârlığı yapan kişi ne okuyan yazan biridir ne de üniversite mezunudur. Zaten hayat kitaplardan öğrenilmez. Sözlüklerde kelimelerin anlamlarını bulabilirsiniz, okuyup

geçersiniz. Gerçek olan şu ki insanlar kelimelerin an-lamlarını yaşayarak öğrenirler. Bu vefakâr ve fedakâr

adamın yaşadıklarından geriye anlamını yaşayarak öğrendiği kelimelerle söylenen bu türkü kalmıştır.

Benginur ÇELİK FL 10-A

UZUN İNCE BİRYOLDAYIM

15

Page 18: Dergi interaktif

ESKİ ÇAMLAR BARDAK OLDUEvliya Çelebi, ünlü Seyahatna-

me’sinde Bolu'yu anlatırken şöyle der:(...)Ab-ı hayat suları ve kutu boza-

sı ve çam ve ardıç bardakları olur kim andan su içen ab-ı hayat-ı ca-vidan bulur. Ol diyarda ona senek ve boduç derler.*İmdi, çam ağacının işlenmesi ko-

laydır. Üstelik ağacın bir özelliği de suyu soğuk tutması ve ona lâtif bir koku vermesidir. Piknik arazilerin-deki çeşmelerin, çam gövdelerin-den akıtılmasının bir sebebi bu olsa gerektir. Ayrıca, çam ormanların-dan çıkan kaynak suları da oldukça itibar görür. Çam ile su arasındaki bu illiyet, Evliya Çelebi'nin de de-diği gibi çam ormanları bulunduğu yerlerde ağaçtan yekpare bardaklar (veya boduçlar) yapılıp su kabı ola-rak kullanılmasına yol açmış.Çelebi'nin verdiği malûmata göre

deyimi "Eski camlar bardak oldu" şeklinde okumak hatalıdır. Gerçi mantıkî olarak eski cam kırıkları-nın toplanıp yeniden imalâta soku-lup bardak yapılması mümkündür. Hatta bir dönemin İslâm fetihle-rinde yoksulluktan dolayı kilisele-rin küçük çanları da su tası olarak kullanılmış olabilir. Bu durumda "Eski çanlar bardak oldu" diyenler de haklı çıkabilir. Ancak deyimin şöyle bir hikâyesi anlatılır:Vaktiyle orman köylerinden bir

delikanlı, askere gitmiş. O yıllar-da askerlik de uzun sürüyor hani. Geri döndüğünde köyün yakının-daki büyük çam ağaçlarının kesil-diklerini görüp babasına sebebini sormuş. İşte cevap:— Oğlum, sorduğun o eski çam-

lar bardak oldu. Askerde iken sana gönderdiğimiz harçlıklar nereden geldi sanıyorsun? (s.80)

LÂF Ü GÜZAFHani "lâf " diye bir kelimemiz var-

dır. Son zamanlarda "söz, kelâm" karşılığı olarak kullanılması yay-gınlaştı. Hemen herkes, birilerinin sözlerinden "lâf " diye bahsediyor. Hâlbuki lâf denildiği zaman söz veya kelâma bir menfilik, bir olum-suzluk, hatta yerine göre istenme-yen bir tavır katılmış olur. Söz, nötr bir varlıktır. Onun üst derecesine kelâm, alt derecesine lâf denir,Kelime, Gencine-i Güftör Fer-

heng-i Ziya isimli Farsça sözlükte (c.III, s. 1731) "beyhude ve mana-sız söz, lakırdı, haddin fevkinde söylenen söz, öğünme, kendini gösterme" karşılıklarıyla verilmiş. Buradaki haddin fevkinde tanımı, siyasî literatürümüze "maksadını aşan söz" olarak girmiştir ki tam olarak lâfı karşılar. Bu kelime, es-kiden beri dilimizde daha ziyade "lâf-û güzaf " şeklinde kullanılmış-tır. Güzaf (aslı gizaf),"beyhude söz, abes, faydasız lakırdı" demektir. Yani, lâf ile eş anlamlı (müteradif) bir kelimedir. Bu yüzden ikisinin yan yana kullanılırken lâf-ı güzaf, şeklinde (tamlama biçimiyle) ifade edilmesi hatalıdır. Ama yan yana kullanılması, sözün değerinin iyi-den iyiye düşürüldüğüne delâlettir ki anlamı "saçma sapan söz" demek olur. Siz siz olun, söz ile lâfın o ince

çizgisini asla çiğnemeyin. Hele ko-nuştuklarınıza "Canım işte, laf ü güzaf!" dedirtmeyin. (s.147)

İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEKGiyim kuşamına özen göstermiş,

şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çe-ken insanlar hakkında sık sık "iki dirhem bir çekirdek" sözü kullanı-lır.Bu yakıştırma, ağırlık ölçüsü

olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır. Belki bili-yorsunuz, bir okka bugünkü öl-çülerle 1283 gram tutar. Okkanın dört yüzde birine, dirhem adı ve-rilirdi. Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.) Dirhem, daha ziyade hassas tera-ziler için kullanılan bir ölçüdür. Ancak sarraflar, dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık bi-rimi daha kullanırlar. Buna çekir-dek denir ki toplam, beş santigram karşılığıdır.Eski devirlerin en kıymetli para-

sı olan bir Osmanlı altını, toplam iki dirhem ve bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere, iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar, mecaz yoluyla onlara altın demiş olur-lar ki bizce pek zarif bir nüktedir. (s.110)

İki Dirhem Bir Çekirdekİskender PALA

Kapı Yayınları, Mayıs 2012

DEYİMLERİN HİKÂYE

LERİ

16

Derleyen: Elif Nur URGANAL 10-A

Page 19: Dergi interaktif

17

Page 20: Dergi interaktif

Güneş rengine bürünen yapraklar, ikindinin seri-ninde uçsuz yolculuğa çıkmanın hazırlığına soyunur-ken pencereden süzülen ışık birbiri ardınca devrilen onca yılın hatıralarını getiriverdi. Daha dün gibiydi il-kokulda, bağda, bahçede ve tarlada geçirdiği günler… Çarıkların içinde ayaklar yana yana harmanlarda ekin dermek, domuz girmesin diye gecenin ayazında ay-çiçeği beklemek, kışın soğuğunda çantayı sırtlanıp çamur çaylak demeden okula koştur koştur gitmek; okul dönüşünde de ya şarıldağa ya da harmana kaç-mak… Akşam olunca da masumluğun, garibanlığın ve sabrın gözlerinden süzüldüğü, nasırlaşmış ellerin-de şefkat kokusunun yayıldığı ananın hazırladığı aşın başına toplanıp acı soğan kuru yavanla karın doyur-mak; demir leblebi olan yokluğu dişleri kanaya kanaya gevip bir tabaka tütüne gizleyerek, bakışlarında vakur taşıyan güçlü bir atanın gözü önünde; korkuyu, sevgi-yi ve güveni yaşamak… Her biri takvimden süzülen sıla olup zaman denizini dolduruyordu.

Eğri bacalardan düz çıkan dumanlar, iğri iğri dü-şen yağmur damlalarına karışarak akşamın rengini şu koca şehrin üstüne perde perde taşıyordu. Karan-lığın yayılan her bir tonu sanki geçmişi davet ediyor, kapıdaki mazi ise ruhuna hasret sancısı çektiriyordu. Mızrap vurdukça efkarın teline bitmeyen şarkı çalınır, anılar gözlerde hayat bulurdu. Gözlerde canlanan anı-lar, bin yıllık Kisra saraylarının Mecusi ateşinde yana-rak özleşen, özleştikçe biriken tek damla gözyaşı olup İbrahim”i yakmayan ateşi söndürecek kudrete ulaşın-ca Ziya Hoca ruhunu doyurmaktaydı.

Lambalar yanınca nesnelerin dünyasında olduğunu fark etti; gelen sese yöneldi. Sesin sahibi Harun’du. Ha-run, yokluğu ve toprağı bilmese de modern dünyanın açtığı derin yaraları görebilecek kadar ufuk sahibiydi.

Harun:-Dedeciğim akşam yemeği hazır; hadi buyur, gide-

lim.

Ziya Hoca:-Tamam çocuğumSonbaharın görkemindeki çı-

nar Ziya Hoca ile, ilkbaharın; renk, zevk ve koku çeşnisi taze filiz dalı Harun’un konuşmasına gerek yok-

tu aslında. Onların dünyasında gönülden gelen sesler gözlerde kelimeye dönerdi. Ne de olsa aşk tepeden ge-lir, zirvede doğar ve eteklerde lisanı hafi olurdu. Saz ve mızrap, okla yay, hilalle yıldız gibi bütünleyen ve tamamlanan süregidendi ikisi. Biri diğerinin hayali, diğeri bir ötekinin modeliydi.

Ziya Hoca kalkmak için yüklendi yılların yorgunluğunu taşıyan dizlerine. Maa-lesef! O azametli yaylaları dağları tepeleri aşan bacaklar küçük be-denini taşıyamıyordu artık. Hâl-buki neleri taşımıştı bu dizler de şimdi dermansız kalmıştı!

Ziya Hoca, Harun’un göz-lerine bakıp ağır adımlarla ilerlemeye başladı yemek ma-sasına. Yemek masası, köydeki evle yayladaki şarıldağın arası kadar uzaktı sanki. Ziya Hoca; maşuğunun sırrını bakışlarına gizleyip, gözlerine asilce çizen âşık gibi geçtiği her menzilde köyünü görüyor, efsunkâr anı-larını korumak için onları dış dünyadan soyutluyordu.

Gökyüzüne arz-ı endam edip raks ortasında bir yürüyüp bir bakan dilber gibi uzanan serviler ve dağın eteğine eğilmiş muttasıl suya kanan sık ormanlık, heybe-tiyle tepeden nazar eden; varlığın mahrumu yokluğun zengini, taşlaş-mış evlerde sıcacık kalplerin yaşadığı şu dağ köyü, gelinlik kızın zifaf sandığı gibi Ziya Hoca’nın sırrını taşıyor-du.

GEÇMİŞİN SADRINDAN GELECEĞE UZANAN ADAM

Sevdiği her şeyden zevaldi.Yalandan riyadan ruhu bi’ haldi Kursağından geçen zerre helaldi Doğacak güneşlere batan hilaldi

18

Page 21: Dergi interaktif

-Toprak, pür ve meşe kokusu her tarafı sarmış; im-bikten süzülen şarap gibi sarhoş ediyor insanı! Özle-mişim! Bir hayalim var! Şu görünen yerde de bir evim olmalı, arada bir gelip toprağıma doymalıyım. Az ile-ride de küçük bir yer imar etmeliyim ki toprağımın tarih kokan havasını tekrar yaşamalıyım.

Burada babamla omuz omuza ekin dererdim. Gü-neşin altında ter döküp altın sarısı başaklara sarılır-dık, annenin yavrusuna sarıldığı gibi. Şurada gün görmeyen anacığımla çuval taşıyoruz. Bir gün olsun rahat yüzü görmeyen anacığım bize kıyamaz kendisi taşımak isterdi. Gücü yetmeyince belli etmez beline sardığı kuşağı iyice sıkılar biraz soluklanır: “Vay diz-ler vay! ” der; yine sükut elbisesini giyer, işine devam ederdi. Gün dönünce ağalarımla yola çıkar sürüyü eve sürerdik. Tozlu yollara karışan ömrümüz uçup giderdi. Kim derdi her birimiz bir gün perem perem dağılıp gideceğiz. Ata, ana derken ağa!!! Ve kalan, gidenin ardından gözyaşı dökecek tefekküre duran derviş gibi sükûta erecek sadrına saplanan sılayı ye-ninde taşıyacaktı.

Kıvrılıp giden ince, dar ve tozlu yollar… Ah, bu yollar! Topaçların kırbaçlandığı, aşık kemiklerinin oynandığı zamanlarda bağrı yanığa su veren çoban çeşmesi gibi çocuklara neşe veriyordu. Akşam olun-ca damlardan yükselen kaşık sesleri bu tozlu yollarda buluşur, günün neşesini üstlenir bir bardak çaya an-lam yüklerdi. Kimleri görmüş, kimleri yolcu etmişti, gidene veda ederken gelene selam ederdi bu kıvrılıp giden ince, dar ve tozlu yollar.

Her geçilen durakta yeni bir hayat yatıyor, her men-zil bir emeği barındırıyordu. İşte bak! Minnet ve sada-kat sunmak için bir bir evlerinin kapısına diziliyor, el pençe divan duruyordu hepsi. Mehmet Ağanın avukat olan oğlu, Sami Dayının öğretmen olan kızı, Hüseyin Emminin doktor olan oğlu, Ayşe Kadının yetim kalan torunu, cebindeki parayı pay ettiği Süleyman ve daha nice köyün kızı, kızanı… Tanıdığı tanımadığı birçok kimse geliyordu işte. Acaba yardımının dokunmadı-ğı; cebini, gönlünü, evini ve yurdunu açmadığı ya da gönlüne iz etmediği kim kalmıştı?

Ziya Hoca:-İnsanoğlu için mühim olan izden gitmek değil; iz

yapmak olmalı asıl gaye, derdi; hocam.Bağrı yanığa serinlik sunan meltem rüzgârı, yal-

nızlıktan boyun büküp suya sarkan ince söğüt dalıyla suyu harelendirdi. Minicikten başlayan dalgalar git-tikçe büyüyor suda kayboluyordu. Suyla söğüt dalının her buluşmasında temaşa eden halkalar sanki insan ömrünün bir kesiti oluvermişti. Varlık aslına rücu ediyordu halkaların deniz suyuna karışıp yok olma-sı gibi. Ve bir gün gözler arşa takılacaktı! Ayrı kalan parça, toprakla buluşup aslına dönecekti. İşte o vakit vazgeçemedikleri sebebiyle ayrı kaldığı toprağına ve giden sevdiklerine kavuşacaktı. Koskoca tarihi, iyiyi, kötüyü, el aldığını, el verdiğini ve meşale girmeyen gönül âlemini toprağa yar edecekti.

Bütün bu düşünceler arasında yemek masası-na oturmuştu da farkına bile varamamıştı Ziya Hoca.

Harun:-Dedeciğim hadi buyur yemeğini ye.

Evvelki zamanın içinde şimdiki zamanın dışın-da kalan Ziya Hoca, varlık alemine dönüp kama-

şan bakışlarla kaşığı tabakla buluşturup çorbasını yudumlamaya başladı.

Bu düşünceler arasında kendi kendine şunları mı-rıldandı:

“Her Derde Oldun da Deva, Kendine Olamadın Ziya!

Said AYDOĞANTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

19

Page 22: Dergi interaktif

9 Ekim 1862'de İstanbul'da doğdu. Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa ile Adviye Hanım'ın kızıdır. Kendisine özel bir eğitim verilmese de ağabeyi Ali Sedat Bey'in evde özel hocalardan aldığı dersleri dinlemesi saye-sinde kendini geliştirdi. Fransızca merakının ortaya çıkması üzerine ders alarak bu dili çok iyi düzeyde öğrendi.

Fatma Aliye Hanım, 17 yaşında iken 1877-1878 Os-manlı Rus harbindeki Plevne Savunması ile ünlü Gazi Osman Paşa'nın yeğeni Kolağası Faik Bey ile evlendi ve dört kızı oldu. (Hatice, Ayşe, İsmet, Nimet)

Evliliğinin ilk 10 yılında ancak eşinden gizli olarak kitap okuyabilen Fatma Aliye Hanım, eşinin bu ko-nudaki tutumunun değişmesinden sonra onun izni ile tercümeler yapmaya başladı. Edebi yaşantısı 1889 yı-lında Georges Ohnet'inVolonté adlı romanını Meram adıyla çevirmesi ile başladı. Bu romanı Bir Hanım im-zasıyla yayımlamıştır.

Bu başarısıyla babasının dikkatini çeken Fatma Ali-ye Hanım, babasından ders almaya, fikir tartışmaları yapma olanağına kavuştu. "Bir Hanım"'ın gösterdiği çabalar, ünlü yazar Ahmed Mithat Efendi tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övüldü ve yazar ken-disini manevi kızı kabul etti. Fatma Aliye Hanım, bu ilk çevirisinden sonraki çevirilerinde Mütercime-i Meram takma adını kullandı.

1891 yılında Ahmet Mithat Efendi ile birlikte Hayal ve Hakikat adlı romanı yazdı. Romanın kadın ağzın-dan olan kısmı Fatma Aliye Hanım'ın, erkek ağzın-dan olan kısmı Ahmet Mithat Efendi'nin kaleminden çıkmıştı. Eser, Bir kadın ve Ahmet Mithat imzasıyla yayımlandı. Bu romandan sonra ikili uzun süre mek-tuplaşmış ve bu mektupları Tercüman-ı Hakikat Ga-

zetesi'nde yayımlanmıştır.Fatma Aliye Hanım, edebi eserlerinin yanı sıra

kadın sorunları ile ilgili de eser vermişti. Kadınlara Mahsus Gazete'de kadın sorunlarına ilişkin makaleler yazdı ve muhafazakâr görüşlerden kopmadan kadın haklarını savundu. 1892'de yayımlanan Nisvan-ı İs-lam adlı kitabında Avrupalı kadınlara İslam'da kadı-nın durumunu anlattı. Romanlarında daha modern kadın kahramanlar yaratan yazar, bu kitapta, makale-lerinde olduğu gibi, eski gelenekleri savunmuştur.

1893 yılında Ahmet Mithat Efendi tarafından yazı-lan Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu (Bir Muharri-re-i Osmaniye'nin Neşeti) adlı kitap ile ününü arttırdı. Bu kitap Ahmet Mithat'ın Fatma Aliye'yi anlattığı ya-zıları ve Fatma Aliye'nin doğrudan kendisini anlattığı mektuplarından oluşmaktadır. Fatma Aliye mektup-larında bitmek tükenmez bilmeyen öğrenme coşku-sunu anlatır.

Fatma Aliye Hanım'ın edebiyat dışındaki uğraşı alanlarından bir başkası ise yardım cemiyetleri idi. 1897 yılında 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda yarala-nan askerlerin ailelerine yardım amacıyla Tercüman’ı Hakikat gazetesinde yazılar yazdı, Nisvan-ı Osmaniye İmdat Cemiyeti adlı bir dernek kurdu. Bu dernek, ül-kedeki ilk resmi kadın derneklerinden biridir. Fatma Aliye Hanım, Hilal-i Ahmer Cemiyeti'nin de ilk kadın üyesidir.

1914 yılında yazdığı Ahmed Cevdet Paşa ve Za-manı son yapıtıdır. Bu romanında Meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlamıştır. Resmi tarih tezlerine muhalefet ediyor olması, edebiyat dün-yasından dışlanmasına yol açmıştır.

İlk Türk kadın romancı olma özelliği ile Avrupa ve

ÖRNEK ŞAHSİYET

20

Page 23: Dergi interaktif

FATMA ALİYE

Amerika basınında kendisinden söz edilen Fatma Ali-ye Hanım'ın “Nisvan-ı İslâm” adlı eseri Fransızca ve Arapça'ya, “Udî” adlı romanı Fransızca'ya çevrilmiş-tir. Émile Julliard adlı bir Fransız yazarının Doğu ve Batı Kadınları adlı kitabını Fransız gazetelerine yazdı-ğı bir mektupla eleştirmesi Paris'te büyük yankı uyan-dırmıştı. Eserleri 1893 yılında Chicago Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğunda sergilenmiştir. Fatma Aliye Hanım'ın II. Meşrutiyet yıllarına kadar bilinen biri ol-masına rağmen zamanla unutulmuştur.

Fatma Aliye Hanım, soyadı yasasından sonra To-puz soyadını aldı. Fatma Aliye 13 Temmuz 1936 ta-rihinde İstanbul'da vefat etti. Cenazesi Feriköy Me-zarlığı'na gömüldü. Fatma Aliye Hanım, ilk Osmanlı kadın feministlerden Emine Semiye'nin ablası, tiyatro ve sinema oyuncusu Suna Selen'in anneannesidir.

Hakkındaki çalışmalarFatma Aliye Hanım Hayatı Sanatı ve Udi Romanı:

Hüseyin Kahya tarafından Kocaeli Üniversitesinde 2005 yılında tez olarak hazırlanan bir çalışmadır. Bu çalışmada sanatçının hayatı, sanatı ve eserleri tanıtıl-dıktan sonra “Udi” adlı romanı yeni yazıya aktarılıp tahlil edilmiştir.

Fatma Aliye Hanım ve Mahmud Esad Efendi ara-sında geçen çok eşlilik tartışmaları derlenerek Çok Eşlilik adıyla 2007’de yayımlandı.

Murathan Mungan’ın “Son İstanbul” adlı eserinde-ki kadın kahraman da Fatma Aliye Hanım’dır.

Uzak Ülke (2007), Fatma Aliye Hanım üzerine Fat-ma Karabıyık Barbarosoğlu’nun yazdığı biyografik bir roman çalışmasıdır.

Önemli YapıtlarıRoman:Ref ’et (1898), Udi (1899), Enin (1910), Muhadarat

(1892), Hayal ve Hakikat (1892).Çeviri: Meram (1890)Yaşamöyküsü ve tarih alanındaki yapıtları:Namdaran-ı Zenan-ı İslamıyan (Ünlü İslam Kadın-

ları) (1892)Teracim-i Ahval-ı Felasife (Felsefecilerin Yaşamları)

(1900) Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, Mayıs 2006Hayattan Sahneler (Levayih-i Hayat)Osmanlıda Kadın: “Cariyelik, Çokeşlilik, Moda”Ayrıca Fatma Aliye üzerine Ahmed Midhat’ın Fatma

Aliye Hanım yahud Bir Muharrire-i Osmaniye’nin Neşeti (1893) adlı bir incelemesi vardır.

Fatma Aliye-Mahmud Esad. Çok Eşlilik: Taaddüd-i Zevcat. Editör: Firdevs CANBAZ. Hece Yayınları 2007

Kosova Zaferi / Ankara Hezimeti: Tarih-i Osmaninin Bir Devre-i Mühimmesi (1915)

Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı (1913)Teracim-i Ahval-i Felasife: Filozofların Biyografileri

(1900)Tedkik-i Ecsam (1901)

Derleyen: Rabia ÖZÇORUMLUFizik Öğretmeni

21

Page 24: Dergi interaktif

Çiçeklerime dalmış onlarla ko-nuşurken: “ Bakar mısınız?” sesiyle irkildim.

-Buyurun-Ben çok alıngan olduğunu ka-

bul etmeyen arkadaşıma çiçek al-mak istiyorum sizce ne alabilirim?

Daha önce kimse sorununu an-latıp çözüm olarak da çiçek isteme-diği için şaşkındım. Şaşkınlığımı

geride bırakıp biraz düşündükten sonra:

-Mimoza çiçeği alıngan oldu-ğunu kabul etmeyen insanlara bu söylemenin kibar yoludur. Mimo-za çiçeği ile birlikte karanfil de alır-sanız arkadaşınızın sizi anlamasına yardımcı olabilirim,

deyip iki çiçeği de paketleyip ba-yana uzattım.

-Teşekkürler, deyip hızla dışarı çıktı.

Gözlerimle kadını takip ediyor-dum. Karşıya geçerken bir adama çarptı ve adamla konuşurken adam dönüp benim dükkânıma baktık-

ÇİÇEKÇİ DÜKKANItan sonra buraya gelmeye başladı. İçeri girer girmez

-Az önceki bayanın dediğine göre insanların sorunlarına karşı çözüm olarak çiçek veriyormuşsu-nuz. Benim de kanser olan karde-şim var ama tedavi olmak istemi-yor. Buna bir çözümünüz var mı?

-Ben psikolog değilim kardeşi-nizin ne hissettiğini bilemem. Eğer

isterseniz kardeşinize destek oldu-ğunuzu göstermek için sardunya çiçeği alabilirsiniz.

Adam bir süre düşündükten sonra

-Bir demet alayım” dedi. Çiçeği hazırlayıp adama uzat-

tım. Adam hiçbir şey demeden git-ti.

Aradan bir hafta geçtikten sonra aynı adam gelip çiçeğin işe yardığı-nı söyledi. Bu arda bende annesi ile babası boşanacak olan Ebru’yu ya-nımda işe aldım. Ebru’ya bir saksı petunya çiçeği hazırladım.

-Ebru zor bir dönemden geçi-

yorsun ve bu zor günlerinde ben senin umudunu kaybetmeni iste-miyorum bu yüzden bu çiçek se-nindir, deyip çiçeği uzattım. -Teşekkürler, Elif ablacım, ben de

sana bir şey sormak istiyorum.Başımla, evet, işareti yapınca de-

vam etti. -Neden bu işi yapıyorsun? Bu soru beni geçmişe götürmüştü.

-Annem vefat ettiğinde arkada-şım bana yenibahar çiçeği getir-mişti. Bana çiçek getirmesine bir anlam verememiştim. Niye çiçek getirdiğini sorduğumda her çiçe-ğin bir anlamı olduğunu ve bu çi-çeğin anlamını da öğrenirsem bana yenibahar getirmesinin sebebini anlayacağımı söylemişti. Anlamını öğrendikten sonra ben de insanla-ra çiçeklerin anlamlarını öğretebil-mek için bu dükkânı açtım.”

Lamia Betül ÇAKIRAL 10-B

22

Page 25: Dergi interaktif

Gönlümün sokaklarında gülerek top oynayan ço-cuklar var hala... Zamanın akıp gitmesi gibi ellerim-den kayıp giden çocukluğumun özlemini bastırmak istercesine gönlümün sokaklarından beri gelmiyor-lar...

Ufak tefek kavgalar, istediği olmayınca küsüp ağ-layanlar, gönlü olunca en güzel gülümseyişleri veren-ler... Her biri farklı renk, farklı bir dünyadır bana; kimi zaman kaçtığım, kimi zaman sığındığım, kimi zaman saklandığım...

Sevgiyle bana baharı getiren, umutla hayata bak-tıran, acıyla yaşamayı öğreten, içinde bulunduğu her durumda mutlu olmayı becerebilen, gözyaşını ılık bir yaz yağmuruna benzeten, her biri eşsiz ve değerli ço-cuklar...

Tüm bu güzellikleri bana yaşatan bu tatlı çocuklar, gönlümde iyi ki varlar...

Rana Süheyla ÇAĞLIYANFL 12-A

ÇO

CU

KLA

R

23

Page 26: Dergi interaktif

24

Page 27: Dergi interaktif

Geceydi seni bana getiren… Ağır aksak işleyen zamanın kurduğu tuzaklardan kurtulup gelen güne-şim gibiydin. Bütün umutsuzluğuma karşın bir anda ufukta beliren sendin. Sırlarını ve gizemini de berabe-rinde getirdin.

Ve içimde biriktirdiğim her kelime sessizce dökül-dü dudaklarımdan. Bekleyişlerimin içine hapsettiğim özlemlerimi aldın. Kalbimin bir köşesine fırlattığım ve dokunmaya cesaret edemediğim anılarımı silip at-tın. Bir bir söylerken sana üç noktalı sevda cümleleri-mi, o tedirgin duruşun bile durdurmaya yetmedi beni. Kendinden kaçmaktan yorulmuş ruhum, ışığında ha-yat buldu sanki. O derin derin bakan siyah gözlerin geceleri susturdu, tek söz hakkını bana verdi şimdi.

Ama kelimeler bile düğümlendi, seni anlatmaya ye-tiremedi kendini. Bedenimi öyle sarmış ki benliğin, nefes bile uzanamıyor içimdeki yerine. Çünkü tek ha-zinem senmişsin gibi gömdüm seni içime. En derin-lere sakladım ışığını, benden başkasına haram olsun diye.

Merve ÇAKMAKFL 10-A

GEC

E

25

Page 28: Dergi interaktif

26

Page 29: Dergi interaktif

DOSTUN AHVALİNİ ESTİREN RÜZGÂR

Bir rüzgâr esti bir gün

Bilmediğim bir yerden

Güzel, serin ve içimi titreten

Hoş lavanta kokulu bir rüzgâr

İnce bir dokunuş, tatlı bir tebessüm belki…

Beraberinde gelen hafif bir yağmur

Yüreğime sıcak damlalar düşüren,

Düştüğü an eriten kalbimi ve beni alıp götüren…

Başka dünyalarda başka âlemlerde

Zifiri karanlıkta ışığım

Gönlümün sesini haykıran sessizliğe

Bir nevi hayal gibi ıssız bir umman gibi

Baktığında içime akmaya başlayan bir ırmak sanki gözlerin.

Kalbim aklıma hükmediyor sanki

Ve kayboluyor aklım aşkın dipsiz kuyusunda

Ne duygu ne fikir ne de şiir

Zaman dahi selama durdu, hareketsiz bütün mahlûkat

Ben uçuşan bir kum tanesi kırılan kum saatinden

Sen ise uçuşan kum tanesini yakalayan bir yaprak belki…

Rana Süheyla ÇAĞLIYANFL 12-A

27

Page 30: Dergi interaktif

TEKNOLOJİElektronik Çakmak: Tesla

Karşımıza her gün çeşit çeşit ve hayatı kolaylaştıran ürün çıkıyor. Peki, sınırsız kullanım sağlayan çakmak diye bir şey duydunuz mu? Hiç bitmeyen çakmak Tes-la’dan bahsedeceğiz:

Mark F. Pauling tarafından geliştirilen Tesla çak-mak, bu zamana kadar bilinen bütün çakmak tasa-rımlarından farklı bir şekilde çalışıyor. Elektroman-yetik tetikleme ve elektrikli kıvılcım sistemine sahip olan çakmak, sınırsız kullanım işlemini kullandığı neodimyum mıknatıslara borçlu. Bu mıknatıslar, çak-mağın her harekette şarj olmasını sağlıyor.

Çakmağın dış kısmı da çok yaratıcı bir şekilde ta-sarlanmış: Alüminyum-Magnezyum alaşımlı ile kaplı olan çakmak, aşırı soğuk ya da sıcak havalarda da sağ-lam şekilde kalmaya başarıyor. Ayrıca dış kaplamada bulunan kauçuk çakmağı su ve toza karşı da daya-nıklı hale getiriyor.

Sınırsız bir kullanım sunan ve hareket ile şarj olan Tesla çakmak, Tek bir sallama ile 3-4 saniye civarında kıvılcım üretmek-te. Yani normal bir çakmak ile aynı stan-dart süreye sahip.

İnsan Beynine Yakın Yapıda ÇalışanBilgisayar Çipi Geliştirildi

Yapay zekâ teknolojisi her geçen gün değişiyor. Sadece dört işlem yapabilen makinelerden başlayıp, uzaya yolladığımız insansız uzay araçlarına kadar geldik, ancak bu son keşif iddialı. Çinli bilim adam-ları insan beynine yakın bir şekilde çalışan bir bil-gisayar çipi geliştirdi.

Hangcou Bilim ve Teknoloji Üniversitesi ve Cıci-ang Üniversitesi araştırmacılarının bir yıllık çalış-mayla geliştirdiği çipe "Darwin" adını verdi.

Küçük madeni para büyüklüğünde ve siyah renkli olarak tasarlanan Darwin, 4 milyondan fazla sinaps bağlantı noktası ve 2 bin 48 nöronla dona-tıldı.

Hangcou Bilim ve Teknoloji Üniversitesinden Dr. Ma Dı, "Darwin, nöronların sinaps bağlantı noktalarını kullandığı beyindeki sinir ağını taklit

ederek akıllı bilgisayar görevlerini de ye-rine getiriyor." dedi.

Darwin'in robotik çalışmalarda, akıl-lı donanım sistemlerinde ve beyin-bil-gisayar arayüzlerinde kullanılmasının

beklendiğini söyleyen Ma, çipin gelişiminin daha başlangıç safhasında ol-duğunu vurguladı.

Darwin'in bilinen diğer bilgisayar çip-lerinin yapamadığı zor işlemleri yapa-bildiğini aktaran a r a ş t ı r m a c ı l a r çipin farklı in-sanlar tarafından yazılan rakamları tanımlamak, fark-

lı görüntüleri ayırt edebilmek ve kulla-

nıcının beyin dalgala-rına göre ekrandaki nesneleri hareket ettirmek gibi karmaşık bilgileri işleyebildiğine dikkati çekti.

Çin'de beyinden esinlenilerek yapılan bilgisa-yar çalışmalarında dönüm noktası olarak nitelenen araştırma, "Science China" dergisinde yayımlandı.

28

Page 31: Dergi interaktif

Türkiye'ye İnsansı Robot Fabrikası Açılıyor!

Türkiye’deki yazılım firmalarından biri olan Akın-soft Türkiye’de bir ilke imza attı.

Akınsoft, 2009 senesinde kurulmuş olan robotik la-boratuvarında 2011 yılında "Akıncı", 2013 senesinde ise "Ada" ismini koyulduğu insansı robotlarını üret-miş olduklarını gururla belirtti. Bu robotların daha önce Konya'da bir kafede ve Robotik Uygulama Mer-kezi'nde garson robot olarak görev yaptığı-na dikkat çekti.

Akınsoft şirketi tam 20 yıldır yazılım konusunda çalışma yapıyor. 2009 yılından beri de robotik tekno-lojilerle kendilerini sürekli geliştirmek-te olduklarını be-lirten grup tara-fından "Şimdi hedefimiz 2023. Cumhuriyetimi-zin 100. yılı için v i z y o n u m u z , uzay teknoloji-leri konusunda AR-GE faaliyetleri başlatmaktır." şek-linde bir açıklama yapıldı.

Temeli atılan fabrika-nın 2016 yılının sonlarında faaliyete geçeceği ve seri üreti-mi başlatacak olan robotların fiyat ölçütleri oluşturulduktan sonra satışa sunulacağı ve robotların hostes ya da garson olarak görev yapacakları da belirtildi.

Açılış törenine Türkiye Bilişim Derneği Başkanı İl-ker Tabak ve Ankara Bilim Sanayi ve Teknoloji Müdü-rü Vehbi Konarılı ile birden fazla davetli katıldı.

Plüton İlk Defa Yakından Görüntülendi

Yaklaşık on yıl önce Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) tarafından fırlatılan Yeni Ufuklar (New Horizons) adlı uzay aracı, 2015 yılının Tem-muz ayında Plüton’u görüntüledi. Uzay aracı bu fo-toğrafları aşama aşama Dünya’ya aktarmakla beraber Plüton’un 17.000 kilometre yakınından geçerken on beş dakika boyunca yüksek çözünürlüklü fotoğrafla-

rını çekti. NASA bu fotoğrafların ellerine ulaşan kısmını geçtiğimiz günler-

de yayımladı. Bu fotoğraflar-da gezegenin yüzeyine ait

ayrıntılar, kraterli, dağ-lık ve buzlu alanlar

çok net olarak gö-rülebiliyor.

New Hori-zons, görevi sırasında Plu-ton’a ait Cha-ron, Styx, Nix, Kerberos ve Hydra isim-

li beş uyduyu da inceleyecek.

Uzay aracı Dün-ya’ya 5 milyar kilo-

metre uzaklıkta çek-tiği fotoğrafları NASA

üssüne göndermeye de-vam edecek.

Ahmet Şamil SÜSLÜFL 10-A

29

Page 32: Dergi interaktif

30

NAR AĞACINazan Bekiroğlu

Bir kitabı anlamanın yolunun yazarın hayatının okunmasından geçtiğine inanan biri olarak bu kita-bı size tanıtmadan önce kısaca yazarının hayatından bahsetmek istiyorum.

Nazan Bekiroğlu, Türk yazar ve akademisyen. 3 Mayıs 1957’de Trabzon’da doğdu. Edebiyata ilgi duyan bir ailenin üç çocuğundan en küçüğüydü. 14 yaşında iken babası vefat etti. İlk ve orta tahsilini Trabzon’da yaptıktan sonra Erzurum’a giderek Atatürk Üniver-sitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bö-lümünü bitirdi. İlk kitabı olan Nur Masalları’nı 1997 yılında yayımladı. 1998’den itibaren Karadeniz Teknik Üniversitesinde açılan Türkçe Eğitimi bölümünde öğ-retim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan Beki-roğlu 4 Mayıs 2001’de profesör olmuştur. Çeşitli der-gilerde çok sayıda bilimsel makale, deneme ve öyküsü yayımlanmıştır.

Trabzon’da ve Tebriz’de doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat…

Nar Ağacı Tebriz’in en büyük, en asil halı tüccarı-nın oğlu Settarhan ve Trabzonlu Zehra’nın öyküsünü konu alan, insanı Trabzon, Tebriz, Tiflis, Batum, Bakü ve İstanbul’a sürükleyen ve kurgusuyla baş döndüren bir kitap.

Nazan Bekiroğlu bu romanında Balkan savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasında birbirinden farklı nok-talarda yaşanan güzel aşk hikâyelerini bize sunuyor. Nar ağacı romanıyla tarihte bir yolculuğa çıkıyorsu-nuz. O zamanın şartlarında savaşın ortasında kalmış insanların hayatlarına tanıklık ediyorsunuz.

İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, mücadele, kader, farklı inançların yaşandığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu'nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu. "Nar Ağacı" hayal kadar zengin, sevda kadar güzel, tarih kadar gerçek bir hikâye… İncelikle işlenmiş karakterleri, son derece zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle okuyanların yıllarca unutamayacağı bir kitap.

Benginur ÇELİKFL 10-A

KİTAPLIK KİTAPZEKAYIKİBARLAŞTIRIR

Cemil Meriç

A’MÂK-I HAYALŞehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi

Amâk-ı Hayal’de Raci’nin hayalin derinliklerinde hiçlik zirvesinden Zerdüşt’ün dünyasına, Kaf ve An-ka’ya oradan da ilahi aşkın nuruna doğru yaptığı ma-nevi yolculuk ve tasavvuf dünyasını anlatıyor.

Hiçliğin zirvesine, yani sonsuz huzura, mutluluğa kavuşmak için dünya sıkıntılarından, zevklerinden, yiyeceklerinden, yönetici olmaktan kısacası dünyevi isteklerden uzat durmak gerekir. Bunu başarabilmek içinde kimsenin kendisini anlamadığı yerde bile doğ-ru bildiğini devam ettirmeli, yalnız kalmaktan, kendi-siyle yüzleşmekten korkmamalı insan.

“İnsan… İşte şu devirde, her şey oldukça anlaşıl-mış iken, anlaşılmayan bir bilmece… Nedense yara-tılıştan tuhaftır ki, birçok şeylere sahip olur, oldukça hırsı artar.”(s. 171) Diyen Ahmet Hilmi insanın hiçliğe ulaşmadan asıl mutluluğu tadamayacağını anlatmış bu eserde.

Fantastik roman türünde yazılan bu eser kültürü-müze ait izler taşıyor. Yazarın üslûbu son derece akı-cı olmakla birlikte Osmanlı Türkçesi ile yazıldığı ve doğu kültürünü yansıttığı için günümüzde yazılan fantastik romanlardan oldukça farklıdır.

Lamia Betül ÇAKIRAL 10-A

30

Page 33: Dergi interaktif

Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç''...Çünkü İslam, benim için güzel ve asil olan her

şeyin diğer adı. Dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için şerefli ve özgür bir hayatın, kısacası benim için uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır.'' Aliya İzzetbegoviç on dört yıl hapse mahkûm edilen, da-vasında samimi, vakarlı ve kararlı bir kişiliğe sahipti. Tüm zulümlere ve baskılara inat halkına bağımsız bir devlet bıraktı.

Müslümanların izzeti olan merhum Aliya, “Düş-manlarımıza tek bir borcumuz var: Adalet!” sözleriyle sadece ümmeti değil, küffarı dahi etkilemiş bir liderdi. Bu günler ne onun doğum gününe ne de vefat yıldö-nümüne tekâmül ediyor. Biraz dertlenmemize, üm-metin halini düşünmemize ve böyle insanlar olmak için çaba göstermemize vesile olur ümidiyle bir şiir ve birkaç cümleyi bahane ederek anmak istedik Bil-ge Kral’ı. Rahmet olsun ona ve şühedaya, selam olsun onun kutlu davasına!

Merve KÜÇÜKTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Bir ayetten iktibas edilmiş o yüzün var ya Aliya,Asrın tablosu gibi yüreğime astığım o hüzünlü çehren

O hilal var ya vahşetin tam ortasına diktiğinŞimdi bir aşr-ı şerif gibi yankılanan o sesin, Bosna'da Kosova'da, İşkodra'daVar ya hani o Sarayevo'nun somun kokan çarşısı-nı sulayan ellerin

Ben o elleri öpüyorum Aliya,Ve kalbimize diktiğin gülleri.

Erdal Çakır

Kaderini Cennete Taşıyan Adama Söylediklerimdir

31

Page 34: Dergi interaktif

İNSANLIK O KADAR İLERLEDİ KİARTIK GÖRÜNMÜYOR.

Page 35: Dergi interaktif
Page 36: Dergi interaktif