View
240
Download
0
Category
Preview:
DESCRIPTION
Â
Citation preview
0
Editörden
Yunus Emre BOLAT
Değerli okurlarımız,
Bengütaş Duvar Gazetesi,
10. sayısıyla sizlerin
karşısında. 15 Şubat 2014
tarihinde yayınlanan ilk
sayımızdan bugüne tam
bir yıl geçti. Bengütaş bir
yaşına girdi. Bu gurur
hepimizin. Kurulduğu günden bu zamana
kadar Türk diline ve edebiyatına hizmet
etmek en büyük amaçlarımızdan oldu.
Gazetemizin kurucusu değerli hocamız
Doç. Dr. Özer Şenödeyici, kurduğu bu
büyük ve güzel oluşumu biz öğrencilerine
emanet etti. Bu emaneti en iyi şekilde
korumaya ve bu güzelliği sizlere sunmaya
devam etmeye çalışmaktayız.
Bengütaş Duvar Gazetesi ekibi
olarak, 12 Mart İstiklal Marşı'nın Kabulü
ve 18 Mart Çanakkale Zaferi sebebiyle
kapak fotoğrafımızı bu iki önemli güne
göre düzenledik. Türkloloji camiasının
önde gelen isimleriyle yaptığımız
röpotajları içeren söyleşi köşemizde,
bölümümüzden ayrılan ve Dokuz Eylül
Üniversitesi'nde öğretim üyeliği görevine
devam eden kurucumuz Doç. Dr. Özer
Şenödeyici'yi ağırladık.
Bir yıl boyunca sizlere dokuz sayı
sunduk. Gazetemiz tüm ülkeye, -Türk Dili
ve Edebiyatı bölümleri başta olmak üzere-
ulaştı. Ulusal ve yerel medya kanallarında
haberlerimiz yapıldı, gazetemiz duyuruldu.
Öğrencilerin yayına hazırladığı bu büyük
oluşum, binlerce kişi tarafından takip
edildi. Bizlere bu büyük mutluluğu
yaşattığınız için sizlere teşekkür ederiz.
Bu güzelliği sizlere onuncu kez
sunmanın haklı gururunu ve mutluluğunu
yaşıyoruz. İyi okumalar dilerim.
Kurucu
Doç. Dr. Özer Şenödeyici
Editör Yunus Emre BOLAT
Editör Yardımcıları
Nuray ACAR
Hilal TUNA
İhsan BAYRAK
Tashih Serap CENGİZ
Kevser BAYAZIT
Ayşenur AYYILDIZ
Seçil HAVUZ
İletişim Sorumları İhsan BAYRAK
Gamze SAK
Röportaj Ekibi Damla KARAYİĞİT
İrem ERTEN
Burcu BEKİROĞLU
Büşra BİRCAN
Yazı Denetimi Samih YIKILGAN
Eray KARAHAN
Bilgisayar ve Jenerik Yunus Emre BOLAT
Bayram AKI
Pano ve Arşiv
Nuray ACAR
Merve CAN
Gülsüm KANOĞLU
Meryem ZENGİN
Büşra BİRCAN
Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü, Trabzon.
bengutasduvargazetesi.blogspot.com
bengutasduvargazetesi@gmail.com
Her hakkı saklıdır.
Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni
olmaksızın herhangi bir vasıtayla kısmen de
olsa çoğaltılamaz.
Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir.
Gazetede yayınlanan yazıların tüm
sorumluluğu yazarlara aittir.
1
Röportaj
DOÇ. DR. ÖZER ŞENÖDEYİCİ İLE
SÖYLEŞİ
Söyleşiyi Yapan: Büşra BİRCAN
B.B.: Hocam, biraz kendinizi
tanıtır mısınız?
Ö.Ş.: Tanıtayım tabii ki. Kırım
göçmeni dedemin Türkiye’de mekân
tuttuğu Kocaeli’de dünyaya geldim. 1981
yılının yazı… Liseyi bitirinceye kadar bu
şehirde ikamet ettim. Daha sonra
rüyalarımı süsleyen Türk dili ve edebiyatı
bölümünü Ankara Gazi Üniversitesi’nde
okumaya hak kazandım. Böylece on sekiz
yaşımda tahsil gurbetim başladı. Dört
senenin sonunda okuma hevesimin henüz
bitmediğine kanaat getirdim ve aynı
üniversitede yüksek lisans eğitimine
başladım. Tezim devam ederken Gazi
Üniversitesi Kırşehir Fen-Edebiyat
Fakültesi’nde araştırma görevliliği sınavını
kazandım. Böylece akademisyenlik
mesleği ile 2005 yılında tanıştım. Bir sene
sonra da doktora eğitimime başladım. 2007
yılında değerli eşim Sultan Hanım’la
evlendim. 2010 yılında doktora tezimi
bitirdim. Ardından 2011 yılı içinde
askerlik vazifemi ifa ettim. Aynı sene
Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü’nde yardımcı doçent
olarak göreve başladım. 2013 yılında
doçent olmaya hak kazandım ve 2015
itibariyle de Dokuz Eylül Üniversitesi’ne
atandım. Resmî biyografim bundan ibaret.
B.B.: Hocam, eski Türk edebiyatı
sahasında akademisyen olmanıza
rağmen, yalnızca bu sahada akademik
çalışmalar yapmakla kalmayıp edebî
eserler de üretiyorsunuz. Bunun sırrı
nedir?
Ö.Ş.: Bir akademisyen, herhangi
bir alanda uzmanlaşmak gibi bir
yükümlülüğe sahip olduğu gibi, akademik
birikimini dönüştürüp insanlara sunmakla
da mükelleftir. Durum böyle olunca,
okuyup öğrendiklerimi, tecrübelerimi,
tekliflerimi ve şikâyetlerimi diğer
insanlarla paylaşma görevim olduğuna
kanaat getirdim. Bir sosyal bilimci olarak
elimdeki kalemi yalnızca yazılı kaynakları
derleyip onlardan birtakım sonuçlara
ulaşmak için değil, aynı zamanda bir
şeyleri değiştirmeye çalışmak için de
kullanmak istedim. Bir üniversite
hocasının, sınıf kürsüsünde konuşup
tahtaya bir şeyler yazmak dışında, içinde
bulunduğu toplumun bir aydını olarak
kendine yüklediği vazifeler olmalıdır. Bu
vazifeler, o hocanın milletine ve nihayette
tüm insanlığa daha yaşanabilir bir dünya
bırakabilmeyi hedeflemelidir. Çok mu
büyük sözler sarf ettim. Bence hayır.
Dünyanın sürekli artan insan nüfusunu
yakın gelecekte karşılayamayacağı
aşikâr… Öyleyse insanlık ya birbirini
kırmalı ya tabiatın kendisini harcamasını
beklemeli ya da eldeki kaynakları daha
verimli kullanmayı öğrenmelidir. Ben bu
noktada, bir eski edebiyatçı olarak Osmanlı
2
metinlerini transkribe etmenin insanlığın
kurtuluşu için çok dolaylı katkı
sağlayacağını düşünüyorum. Bu nedenle de
edebî birtakım şeyler yazarak insanların
dikkatini, bu gibi hususlara çekmek
istiyorum. Mesleğim gereği okuduğum
metinlerden günümüz insanına
seslenebilecek konuları günümüze
taşıyorum. Yahut da vezinli ve kafiyeli söz
söyleyebilme yeteneğimi kullanarak bazı
hikmetli manzumeler kaleme alıyorum.
Bunların hepsinin çıkış noktası, türümüzün
ortak geleceği için duyduğum endişelerdir.
İnsanları, farklılığın güzel bir şey olduğuna
ikna etmeye çalışan ve okumanın ruhu
terbiye edebilecek güzel bir uğraş
olduğunu göstermek istiyorum.
B.B.: Hocam, yaşını genç
olmasına rağmen birçok esere imza
attığınızı görüp sizi ilgiyle takip
ediyoruz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Ö.Ş.: Birçok mülâkatta böyle bir
soru yöneltildiğinde sanırım konuşmacıdan
fahriye ve nasihat karışımı cevaplar
beklenir. Ama ben bir şey başardığımı
zannetmiyorum. Okuyorum, çünkü
mesleğim bunu gerektiriyor. Yazıyorum,
çünkü bir derdim var. Akademik
çalışmalarım, zaten yapmam gereken
şeyler. Öyle ya bahçeye maydanoz ekip
onları sulayan insanların ürünleri bile
bizim ortaya koyduğumuz soyut verilerden
daha anlamlı geliyor bana. Yaptığım
şeyler, tabiata herhangi bir şey katmıyor.
Yalnızca dil ve edebiyata dair yüksek
düzeyde bir ilgi duyan öğrencilere ve
okurlara, farklı bir seçenek sunuyor.
Yaptıklarımın hiçbiri beni ölümsüz
kılmayacak. Kalabalık içinde boğulup
giden bir çığlık gibi sönüp gidecek. Ben
yazıyorum. Çünkü yazmak benim için bir
tutku… Akademik çalışmalar yapıyorum,
çünkü bilimsel bakış açısıyla edebî eserlere
yaklaşmaktan haz alıyorum. Edebî eserler
yazıyorum, çünkü insanlarla paylaşmak
istediğim şeyler var. Ne zaman yazdığımı
söyleyeyim. Çalakalem değil, uzun zihin
mesaileri ile yazıyorum. Bunu da iki şeye
borçluyum: Televizyon izlemek gibi bir
eğlenme biçimi geliştiremedim ve bir
futbol takımı taraftarı değilim. Bu ikisinin
bana sağladığı avantajla okuyup
yazabiliyorum. Belki yanlış yolda olan
benimdir ve belki haksızlık ediyorumdur.
Ama akşamlarını dizi film izleyip insanın
şuurunu kıskaca alan gereksiz tartışma
programlarını izleyenlere hem kızıyor hem
de üzülüyorum. Ahlâkın bozulduğundan
dem vuranlar, ahlâkın yerlerde süründüğü
dizilerin müptelası oluyorlar; kendilerine
verilen beyni işletemeyenler “araştırmacı-
gazeteci” unvanını kendi kendine atamış
olan cahillerin danışıklı dövüşlerini
tartışma programı diye izliyorlar. İşte bu
yüzden akşamları elektriklerin kesilmesini
istiyorum. O zaman insanlar gökyüzüne
bakmayı akıl edebiliyorlar. Evrenin ne
kadar güzel bir yer olduğu üzerine
düşüncelere dalıyorlar. Biz özeliz, evrende
bilinç kazanan organizmalarız. Bu nedenle
zamanımızı verimli kullanmalıyız. Keşke
daha az uyumam mümkün olsa, keşke fen
bilimleri için de vaktim olsa ve beni
kuşatan bilinmezliğe daha fazla
direnebilsem. Bunları yapamasam da
yazıyorum ben. Denizde katre bile değil
çabam, ama boşuna da değil…
3
B.B.: Herkesin bir meslek piri
vardır. Sizin meslek piriniz kim?
Ö.Ş.: İnsanların hayatlarında kimi
zaman tanımadıkları hâlde kendilerine yol
gösteren birileri olur. Bazen bir sinema
filmindeki karakterle ya da meşhur bir
yazarla özdeşleştirir insanlar kendilerini.
Benim de kendimce örnek aldığım başarı
hikâyeleri mevcut. Bu anlamda Türk dili
ve edebiyatı sahasında benden önce yetişen
üstatların her birini kendime önder
edindim. Ancak rahle-i tedrisinden
geçtiğim önemli insanlar oldu tabii ki…
Bu anlamda beni eski Türk edebiyatı
sahasına yönlendiren değerli Hocam Prof.
Dr. İsmail Hakkı Aksoyak’ın adını
hürmetle yâd etmek isterim. Kendisi bende
bu sahaya karşı duyduğum derin ilgiyi
uyandıran muhterem insandır. Ancak
bendeki ilgiyi bir aşka dönüştüren, beni
hamken yakan üstadım Prof. Dr. M. Fatih
Köksal’dır. Kendisiyle tanışıncaya kadar,
elime aldığım her akademik çalışmayı bana
bir şeyler öğretmeye çalışan bir materyal
gözüyle değerlendirirdim. Ancak kendisi
sayesinde, akademik çalışmalara eleştirel
gözle bakmayı öğrendim. Üstelik değerli
hocamın şahsî bir yazma eser kütüphanesi
de bulunmaktadır. Onun bu kütüphanesi
sayesinde, yazma eserlerle ünsiyet
kurabildim. Onları karıştırıp eski kâğıt
kokusunun genzimi yakmasından mutluluk
duydum. Değerli Hocam şöyle derdi hep:
“Bir insana günde altı saatlik uyku yeter.
Ancak o insan Müslüman’sa beş saat, hele
hele hem Müslüman hem Türk’se dört
saatten fazla uyumamalıdır.” Kendisini
hürmetle bu vesileyle yâd ederken,
kendisinin bu sözüne sadık kalmayı
başaramasam da uyanık saatlerimde bir
şeyler yapmaya çalıştığımı söylemek
isterim.
B.B.: Yakın zamanda ikinci
hikaye kitabınızı çıkardınız.
Hikâyelerinizi nasıl yazıyorsunuz?
Ö.Ş.: Hikâyelerimi tam bir vecd
hâli içinde yazıyorum. Hikâyelerimdeki
konuları seçme biçimimde bile bir
duyarlılığın bulunduğunu dikkatli
okuyucular fark etmiştir. Ben, uzun
zamandır yapılmaya çalışılıp da bir türlü
becerilemeyen bir hususa el attım ikinci
hikâye kitabımda. Biz de bilim olmadığı
gibi bilimkurgu da yoktur. Bu yüzden
uzaylı fenomeni bizde komediden başka
bir amaca hizmet etmez. Çünkü buna dair
bir altyapımız yoktur. Hâlbuki Batı, bu
durumu biraz da sansasyonel bir materyal
olarak işler ve bu fenomeni popüler
kültürün bir malzemesi hâline
getirir.Olasılık, kendine yaşama imkânı
bulur böylece. Son dönemde çıkan
kitaplara bir bakın. Dinî sömürü ya da
kişisel gelişim amaçlı yayınlar dışında bir
üretimin bulunmadığını görürsünüz. Bunun
sebebi, insanların diğer olasılıklara
zihinlerini açmamış olmalarıdır. Biz,
Batı’nın her şeyini bizden aldığını iddia
eden amatör belgeselcilerin söylemlerine
ve Osmanlı Devleti’nin ne kadar büyük ve
muhafazakâr bir toplum yarattığına
inanmaya eğilimliyiz. O yüzden bizde
4
bilimkurgu ve korku türünde kitaplar
yazılamaz, filmler çekilemez. Çünkü
elinde sermayesi olup da film çekenler,
Japon filmlerindeki beyaz tenli, ıslak, siyah
saçlı küçük çocukları alıp bize “cin” diye
yutturmaya çalışırlar. Bu yüzden korku
filmlerimiz, komedi diye izlenir. Siyasi
görüşü ya da ahbap çavuş ilişkisi sayesinde
ulu bir yayınevine yanaşan yazarlarımız da
bir o kadar kendi kültürüne yabancılaşmış
unsurları getirip Türk okuruna dayatmaya
çalışırlar. Böylece ortaya Süleymaniye’nin
ya da Ayasofya’nın şifresini çözmeye
uğraşan, kripto ve kriptekslerle süslenmiş,
taklidin ırzına geçen kopyalar çıkar. Din
sömürüsü de ayrı bir mecra tabii ki… Bir
ilmihalden daha bilgi verici kitapların
varlığı dikkatimi çekti. Elbette bunlar,
büyük bir ihtiyaca karşılık veriyorlar. Kötü
insanlara, ibadet ettikleri ve inandıkları
takdirde tüm günahlarından arınacakları
vaadini veren bu kitaplar, empatiye dayalı
ahlâk anlayışını yerle bir ediyor ve böylece
dini olup ahlâkı olmayan zümrelere vücut
veriyor. Bunların hemen yanında, ezikler
için kişisel gelişim kitapları bulunuyor.
Onlar da insanlara karşı cinsi etkileme ya
da arkadaş edinme taktikleri veriyor. Böyle
bir ortamda nasıl oldu da “Derviş Çile ve
Sır”ı yazdım. Bunu bilmiyorum. Herhalde
maddî bir beklentim yoktu. Nasıl olsun ki?
Bu derece düşkün bir edebî atmosferde
bilimkurgu, fantezi, gizem ve korku
unsurlarını bir araya getiren, üstelik bunları
kendi kültürümüz içindeki öğeleri
ötekileştirmeden işleyen bir hikâye
kitabının şansı ne olabilir ki? Ama ben
yazdım. Ruhuma bahşedilen ilhamı
türdeşlerimle paylaştım. Kıymeti bilinmiş
ya da bilinmemiş, umurumda bile değil…
Ama benim payıma düşen bu idi. Bize ait
unsurları, evrensel nitelik kazanan
hususlarla birleştirdim. Dervişlerden
bahsettim, ama onların insanî yönlerine
dikkat çektim. Modern dünyanın
gündemindeki meseleleri bizim kültürel
öğelerimizle birleştirdim. Bu yüzden edebî
kimliğimin ipini çekmiş olabilirim. Ama
yeni bir şey yaptım. Bunu ecdadın
yadigârını tanıyıp onu güncelleme gereği
duyan, sorumlu biri olarak yaptım.
B.B.: Geçen sene fal, cifir
konularında araştırmalar yapıyordunuz.
Çalışmalarınız ne aşamada?
Ö.Ş.: Evet Büşra, sizinle
işlediğimiz derslerde de bu hususa
değinmiştim. Benim, bu konuyla ilgilenme
nedenim, eski insanların ellerinde bilim ve
teknoloji olmadığı dönemlerde dünyayı
nasıl algıladıklarını merak etmemdir.
Yoksa geçmişteki falların muteber
olduklarına ya da herhangi bir fal türünün
bilimsel süreçlerle izah edilebilir bir
mantığı bulunduğuna kesinlikle
inanmıyorum. Zaten amacım da tüm
falların geçersiz ve doğaüstü metotlara
dayandığını ortaya koymaktır. Ancak fal,
günümüzde de muteber bir bilgi alanı
maalesef… İnsanlar içtikleri kahvenin
dibinde kalan tortudan hareketle geleceği
öğrenebileceklerine inanıyorlar. O
insanları anlayabilmek, onlarla hemhal
olabilmek hatta bir falcıya inanabilmek
isterdim. Ama aklım ve basit bir edebiyat
makalesi yazarken izlediğim ve
benimsediğim bilimsel metotlar, beni
bundan alıkoyuyor. Ben, bir şüpheci olarak
önüme konan tüm önermelere aynı
yöntemle yaklaşmak zorundayım ve fal
olgusu bu yöntemler önünde hemen dağılıp
gidiyor. Bu çalışmalarımda benim
ilgilendiğim asıl husus, falların sosyolojik
tarafı. Sözgelimi kendisini dinî kaynaklara
dayandıran falların her zaman kendilerine
rağbet bulmaları ilginç bir veridir. Bu
durum, geniş kitlelere hitap edebilmeyi
amaçlayan kimselerin hangi yollara
başvurabileceğine dair anlamlı veriler
sağlar bize. Günümüzde de öyle değil mi
zaten? Kendisine dinî referanslar bulan
falcı, çöpçü ya da yönetici diğerlerine
nazaran daha çok ilgi görmez mi? İşte
olayın doğasını anlamaya çalışan bir
akademisyen olarak ben, ecdadın yazdığı
fal metinlerinden hareketle günümüzde de
geçerli olabilecek bazı sosyolojik verilere
ulaşmak istiyorum. Bu nedenler eski
5
kültürümüzde fal telakkisiyle ilgili bazı
çalışmalar yürütüyorum. Çalışmalarımın
ilk aşamasını Kuran falları teşkil ediyor.
Az önce söyledim ya, fal ve falcı kendisini
dinî kaynaklara dayandırabildiği ölçüde
muteberdir. Ben de en kıdemli fal türünden
işe başladım ve birçok metin derledim.
Bunları günümüz harflerine aktarıp
mukayeseli olarak neşretmeyi
amaçlıyorum. Bu aralar metinlerin
okunması ile iştigal ediyorum.
B.B.: Bengütaş'ı kurarken
hayalleriniz nelerdi?
Ö.Ş.: Bengütaş’ı kurarken
hayallerim, onun şu anda tam olarak
bulunduğu yere gelmesiydi. Çok şükür
bunu başardık. Ancak bu platformu
kurarken, akademik kariyerimi Trabzon’da
noktalayabileceğime inanıyordum. Lâkin
nasip olmadı; ben de göz nuru Bengütaş’ı,
onu ebediyete taşıyabilecek olan genç ve
azimli bir kadroya havale ettim. İnşallah
kıymeti bilinir. Ben, Karadeniz Teknik
Üniversitesi’nde görev yaptığım süre
boyunca belirli prensiplerle hareket ederek
Bengütaş’ı belirli bir yere getirdim. Gazete
bünyesinde şiir yazan iki genç şairin kitap
çıkarmasına vesile oldum. Gazetenin
editörlüğünü yürüttüğüm ilk altı sayısının
kitaplaşmasını sağladım. Sosyal paylaşım
sitesinde iki bin beş yüz takipçisi olan bir
grup sayfası ve ziyaretçi sayısı yirmi bin
gibi bir sayı ile ifade edilen bir internet
sayfasına vücut verdim. Üstelik
ziyaretçilerimizin azımsanmayacak bir
kısmı Türkiye dışından idi. Bu sayede
çalıştığım kurumun yalnızca yerel değil,
evrensel düzeyde de tanınmasına yardımcı
oldum. Ben, Karadeniz Teknik
Üniversitesi’nde çaktığım kıvılcımın diğer
üniversitelerde de akis bulmasını ve her
edebiyat bölümünde bir Bengütaş’ın
dikilmesini istedim. Bunun için vakit
ayırdım. Öğrencilerimi dinledim, onları
yönlendirdim. Fakülte kantininde harcanan
vakitlere talip oldum. İnsanların yalnızca
emek ve zaman harcayarak güzel bir
şeylere vücut verebileceklerini kanıtladım.
Hislerimizi maddiyatla kirletmedim.
Bengütaş, bu yüzden böylesi bir başarı elde
etti. Çünkü bu harekete iştirak edenlerin
her biri Türk diline ve edebiyatına küçücük
de olsa bir katkı sağlamak dışında bir amaç
gütmedi. Zaten isim tercihinde bile Türk
dili ve edebiyatına hizmet etmeyi
amaçladığını gösteren platformumuz,
“Türkçe” çatısı altında toplanan tüm
gençlerimize kalemlerini keskinleştirme
imkânı tanıdı. Ben ilk altı sayının
editörlüğünü yaparak insanlara herhangi
bir maddî kaygı olmaksızın, salt özveri ile
bir şeylerin başarılabileceğini göstermek
istedim. Bunu da çok şükür ki başardım.
Gazetenin her aşamasında doğrudan görev
aldım ve gençlere aslında ne kadar değerli
olduklarını göstermek istedim. Altıncı
sayıdan sonra görevi, bizatihi yetiştirdiğim
gençlere -büyük bir heyecanla- devrettim.
Onlar da şükür ki devraldıkları
sorumluluğun hakkını verdiler ve
gazetemizi bir yaşına kadar omuzladılar.
Yolları açık olsun, Allah onları
utandırmasın.
6
B.B.: Bengütaş'ın ne kadar yol
kat ettiğini düşünüyorsunuz?
Ö.Ş.: Bengütaş, bir yıl gibi kısa bir
sürede, pek çok basılı yayına nasip
olmayan bir şöhrete kavuştu. Çalıştığım
kurumun, emsalleri arasında yücelmesine
vesile oldu. Her ay, Karadeniz Teknik
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
bölümünün, kendisine tahsis edilen
panosunda müstesna yerini aldı. Şairler
yetiştirdi, istidadı olan Türk gençlerine
kalemleriyle yücelme imkânı sundu, işin
içine para katılmadan da güzel bir eyler
yapılabileceğini kanıtladı. İmkânsızlık
içinde, her şeye rağmen ve onca çileye
rağmen; salt özveri ile güzel bir şeyler
yapılabileceğini gösterdi. Ben, Bengütaş’a
fikir babalığı yapmakla kalmadım. Onu
benimsedim, onun sayesinden yüce Türk
milletinin gençleriyle dolaysız bir ilişki
kurdum ve yeri geldiğinde küre-i arzı
patlatıp çıkacak bir iradeye tanıklık ettim.
Bu andan sonra, Bengütaş tecrübemi,
akademik bir derginin teşekkülü için
kullanacağım ve gençlerin bilimsel
üretimlerini teşvik edeceğim. Elbette
bulunduğu yerde Bengütaş’a bir halel
gelecek olursa, onu yeniden sırtlayıp
ömrümün yettiği yerdeki menzile kadar
taşıyacağımı da herkesin bilmesini
istiyorum.
B.B.: Hocam son olarak öğrencilerinize,
okurlarınıza ve takipçilerinize söylemek
istediğiniz bir şeyler var mıdır?
Ö.Ş.: Elbette var Büşra. Dostlarım
bilir, nasihat etmekten de dinlemekten de
hiç hoşlanmam. Ancak hasbıhâl
mahiyetinde bazı sözler sarf edeceğim.
Evvelâ Yüce Önderimiz Mustafa Kemal
Atatürk’ün dediği gibi, Türk gençlerine
muhtaç oldukları kudretin asil kanlarında
mevcut olduğunu hatırlatmak isterim. O
kan ki bana, Türk dili ile yazan gençlerin
yüceltilmesi gerektiğini fısıldadı. Ben de
bu vesileyle Bengütaş’a vücut verdim.
Ama görevim burada bitmiyor. Benim,
“Osmanlı” adını ağzından düşürmeyip de
yanından hakiki bir Osmanlı geçtiği
takdirde onu tanıyamayacak olan sözde
ecdat-perestlerle karşı yürüttüğüm bir
mücadele var. Diğer yanda Türk millî
hissiyatını nostaljik bir hamaset gösterisi
hâline getirmeye çalışanlar söz konusu.
Ayrıca Türk kimliğine saldırmayı vazife
edinenler bir başka cephe… Nusret
Allah’tandır. İnşallah yetiştirmeye
çalıştığım genç nesil tüm bunlara karşı,
akıl ve mantık çerçevesinde bir tavır
geliştirebilir ve benim ruhumu bu
dünyadan göçtüğümde şad edebilir.
B.B.: Teşekkür ederim Hocam.
Ö.Ş.: Ben teşekkür ederim Büşra.
7
Deneme
ÇANAKKALE'DEN İSTİKLÂL'E: KUTLU
BİR YOL
İhsan BAYRAK
Vatan, "yurt", "toprak parçası" olarak tanımlanıyor sözlükte. Bu
tanım, vatanın sadece maddi yönünü vurgulayan tek boyutlu bir tanımdır.
Vatan, sadece üzerinde yaşanılan toprak parçası mıdır yoksa
milletlerin varlıklarını adadıkları bir ülkü mü? Somut olarak baktığımızda
üzerinde yaşadığımız toprak parçasıdır. Peki, ülkü olarak baktığımızda
vatan nedir? Bu sefer vatanın manevi boyutu meydana çıkıyor ki bu da
vatanın kutsallığıdır.
Bundan tam yüz yıl önce varımızla yoğumuzla, namus meseli olarak korumak
zorunda kaldığımız toprak parçasıdır vatan. Bu uğurda verdiğimiz üstün emek, özveri ve iman
ise ülküdür. Alparslan'ın 1071 Malazgirt Zaferi ile bize kapılarını açtığı bu eşsiz vatan,
bundan tam bir asır önce tehlikeye girince yüzyıllardır yaptığımız gibi kanımızın son
damlasına kadar savaşıp vatanımızı koruduk. Bu eşsiz destanın yazıldığı yerdir Çanakkale.
Türk milleti olarak en önemli özelliğimiz, bağımsızlığımıza olan düşkünlüğümüzdür. Ne
zaman bağımsızlığımız tehlikeye düşse savaşıp vatanımızı ve bağımsızlığımızı koruduk. Bu
savaşçılık ve bağımsızlığa olan düşkünlük atalarımızdan bize geldi, bizden de gelecek
nesillere ulaşacak. Nitekim Namık Kemal'in:" Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır" sözü
tam da bu konuyu özetleyecek niteliktedir.
Yüzyıllardan beri sayısız devletler kurup yıkan Türk milleti, Osmanlı ile eşsiz bir
imparatorluk vücuda getirmiştir. Zamanla zayıflayan Osmanlı Devleti 20. yüzyılda dağılma
sürecine girince bunu fırsat bilen düşman devletler birleşip bize saldırdı. Amaç, Çanakkale'yi
geçerek boğazlar yoluyla İstanbul'u ele geçirip Osmanlı'nın fiili varlığına son vererek Türk
milletini yok etmekti. Ancak hesaba katmadıkları bir şey vardı: Türklerin çelikten iradesi ve
imanı. İşte bizim destanımız burada başlıyor. Yokluk içinde varlığını sürdüren bir halk ve
devleti kurtarmaya çalışan yöneticiler. Durumumuz kötüydü, yaralıydık, hastaydık ama
yaşıyorduk. Eğer yaşıyorsak bu hastalığın ve yaraların iyileşme ihtimali vardı. O halde
bıçağın boğazımıza dayandığı Çanakkale'de varımızla yoğumuzla savaşacaktık. Çünkü
yaşıyorduk ve umut vardı. Lakin eğer o bıçağın boğazımıza kesmesine izin verirsek bir daha
umudumuz olmayacaktı. Bütün bu hastalığa ve yaralara rağmen bizde kalan son dermanla
vardık Çanakkale'ye. Çocuklarımıza anlatacak destanlara bir yenisini daha ekleyelim dedik.
Kanlı vuruşmalar, açlık, susuzluk, cephane kıtlığı ve daha birçok olumsuzluk da üst
üste geldi. Ancak bunlara da göğüs gerdik. Yokluk içindeki varlıkla mücadele ettik ve
gerçekten de çocuklarımıza bir tane daha unutulmaz bir destan hediye ettik. Bu destanı
yazanları ne kadar yâd etsek onlara borcumuzu ödeyemeyiz. Mehmet Âkif Ersoy'un yazdığı
Çanakkale Şehitleri'ne adlı eser bu destanın aynasıdır. Bu şiir, destanın acı yönünü de
ihtişamını da gözler önüne seriyor. Bu destanı yazanların ne kadar kutlu insanlar olduğunu
Âkif'in mısralarında görüyoruz. "Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer", "Bedr'in
aslanları ancak bu kadar şanlı idi", "Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın" "Bu taşındır,
diyerek Kâ'be'yi diksem başına" gibi birçok mısra ile onlara ne derece borçlu olduğumuzu dile
8
getiriyor. Ancak bu borcu ödeyecek, bu hatıra için yapılacak bir şey bulamıyor. "Yine bir şey
yapabildim diyemem hatırana" dizesi bu çaresizliğin yansımasıdır. Bu kutlu şehitler için
"Peygamberin kucağını açıp beklediğini" dile getiriyor.
Bu derece kutlu destan yazan atalarımız Anadolu'nun düşman işgalinden
kurtuluşunun da filizlerini atmıştır. Bu iman ve irade olduğu sürece yapamayacağımız bir şey
olmadığını, fıtratın değişmeyeceğini fısıldadı kulağımıza. Bu güç ile çıktık kurtuluş
mücadelesine ve henüz bu mücadelenin ortalarında tekrar Âkif çıktı karşımıza. Bu sefer
İstiklâl Marşı ile yine ölümsüz bir eser bıraktı bizlere. Bu marş, yaptıklarımızın aynasıydı ve
yapacaklarımız için bize iman ve irade aşılayan bir güçtü. Bu marş, varlığımızın kısa bir özeti,
milletimizin zora düştüğünde tekrar tekrar okuması gereken bir başucu metniydi.
Bu iki kahramanlık destanı ve bu destanları ölümsüz kılan iki eser. Mart ayı, ikisinin
de yıldönümü. Mart, kutsal geleneklerimizde bir başlangıç, bir yeniden doğuş, mevsimsel
olarak da baharın habercisi. Bahar, umudun habercisi.
Çanakkale Savaşı'nın 100. yılında şehitlerimizi rahmet, saygı ve minnetle anıyorum.
Yukarıda bahsettiğim iki ölümsüz eseri bize kazandıran Mehmet Âkif Ersoy'u da rahmet,
saygı ve minnetle anıyorum.
Marşımızın kabulünün yıldönümü kutlu olsun. Dilerim ki bu konuda Akif'in duası
kabul olur.
9
Deneme
BİR ASIRLIK DEĞİRMENDİR ÇANAKKALE
Yazgül AKAT
“Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli
Gençliğim eyvah! “
1915, Çanakkale... Çarklar dönüyor. Kanlı bir çark işliyor
değirmende, öğüttüğü askerler yetmiyor. Diğer cepheler de yetişemeyince
ölüme, en yakın çevreden başlayarak on beş yaşın üstünde eli silah tutan
herkes çağrılıyor Çanakkele’ye... Millet eriyor günden güne. Kimi
Filistin'de, kimi Yemen'de, kimi Çanakkale'de. Çocuk gözleri arkada
kalıyor kiminin, köylerini bırakıp bilinmedik illere sürüyorlar atlarını,
yürekler, bir serçe yüreği gibi pır pır...
Kağnılar diziliyor yollara... Kara gözlü zayıf esmer tenli bir bebek uyutuluyor kağnı
üstündeki mermi sandıklarının gölgesinde. Eli yüreğinde uykularından sıçrayarak uyanıyor
analar, dudaklarda binbir dua, yakarış... Okul bahçeleri boşalıyor aniden... Mektuplar cevapsız
kalıyor. Köy çeşmeleri tenha; perdeler sıkı sıkı kapanıyor. Duvaklar sandıklara kaldırılıyor
umutlara sarılıp... Türküler susup ağıtlar başlıyor, ses sese karışıyor çığlık çığlık! Ağıtlar ki
her kelimesine kan sızmış, her sözcük gözyaşına çıkıyor, bu değirmenin çarkları arasında...
2015, Trabzon, dişlilerde sıkışıp kalmış biri...
Şiir
ÖLÜM ÖNCESİ ÇAĞRISI
(Veda Vakti Yaklaşırken)
Yavuz (Fermân) KILIÇ
Bir söz bilirim işte
Neden bilmem
Duygu yüklü bir gemiye benzerim, aklıma her gelişte
''Yemin eder gibi sevdim seni
Allah şahidim, yetmez mi?''
Uzunca bir mazimiz var seninle
Mihribân!
Güvercinlerin gökyüzü umuduyla bekledim hep seni
Kaç gün döküldü başımdan
Kaç güneş düştü ömrümden
Kaç yağmur ıslandım sensiz, sonbaharlarda?
Mihribân!
Hızla tükeniyor ömrümden arda kalan
Artık, bir bahara eremem belki
Bir nisan daha göremem belki
Mezar taşı davetler alıyorum dört bir yandan.
10
Her günüm, sevgi günü oldu seninle
Ben seninle büyüdüm
Seninle yürüdüm tek başıma
Kendimle başbaşa kalınca hep seninle konuştum
Neyi sakladım ki senden
Karşında, şairliğimin beş para etmediğinden başka?
Sustum... Hayalinin ardı sıra koştum
Düştüysem eğer, sana bakarken düştüm.
Güzelim,
Güzel sıfatına en layık olanım
Kuşların güzellik efendisi, kırlangıcım
Bir tebessümünde, dünyaya güzellik salanım
Hayata, yeniden başlangıcım
Güzelliği, güneşi kıskandıran
Gülüşü, yıldızları utandıran
Bakışı, gök kandilini söndüren
Yürüyüşü, rüzgârı süründüren
Güzelim,
Güzel sıfatına en layık olanım
Sen, gül güzeli gülşende
Tüm güzellik durur sende
Gelsen de bir, gelmesen de
Bir kere görsem yüzünü
Sen, sevdiğim Mihribân'sın
Sen, canım içinde cansın
Dîdelerimden nihansın
Bir kere görsem yüzünü
Sensiz geçti onca zaman
Sensiz karardı tüm cihan
Yazılmadan katle Fermân
Bir kere görsem yüzünü.
Mihribân!
Hızla tükeniyor ömrümden arda kalan
Mermer sanduka, içi dolu toprak
Mezar taşı davetler alıyorum
Ardıç dört kanat ve kuru yaprak
Son ânımda bir söz öğrendim işte
Neden bilmem
Duygu yüklü bir gemiye benzedim, son serzenişte
''Yemin eder gibi sevdim seni
Allah şahidim, yetmez mi?''
11
Şiir
SENİ YAŞAMAK
Mesut ÇAM
Sen hayatıma girdikten sonra,
Yaşadığımın hayat olduğunu anladım.
Sen kalbime düştükten sonra,
Kalp acımın sebebini anladım.
Sana sarılmak ölüm gibi,
Bir o kadar soğuk, bir o kadar titrek
Nefesini solumak nefessiz kalmak gibi,
Bir o kadar korkak bir o kadar çaresiz.
Benim olman ahiret gibi,
Bir o kadar sevinçli bir o kadar hüzünlü.
Gülüşün ölüm gibi,
Bir o kadar yersiz bir o kadar hevesli.
Seninle yaşamak cennet gibi,
Bir o kadar huzurlu bir o kadar mutlu.
Seni senle yaşamak Sırat köprüsünden geçmek gibi,
Bir o kadar ince bir o kadar keskin.
Şiir
AĞLAMAK İSTİYORUM
Abdurrahman YILMAZ
Seni istiyorum, sadece seni
Ellerini istiyorum ellerinde;
Ama sen yoksun ellerin yok bende.
İşte o zaman, ağlamak istiorum sadece.
Gezmek dolaşmak istiyorum seninle,
Dalmak istiyorum birlikte gözyüzüne.
Ama ben yaşıyorum yalnız hayalinle,
İşte o zaman, ağlamak istiyorum sadece.
Uyumak istiyorum tek yastıkta,
Sarılmak istiyorum, boğulmak istiyorum kokunla;
Ama sen yoksun yanımda, kollarımda...
İşte o zaman, ağlamak istiyorum sadece.
12
Mektup
GÖRMENİ İSTEMEM ATAM
Aslıhan ŞAHİN
Şuan bu
satırları gözyaşlarım
içinde yazıyorum.
Senden sonra sen gibi
kimse olmadı atam!
Hiç kimse sen gibi
bakmadı bize hiç kimse
vatanına, askerine,
kadınına, çoluğuna çocuğuna sahip
çıkmadı sen gibi! Yokluğun o kadar belli
ki... Senin yaptığın kahramanlıklarla
büyüdük biz her anımızda sen vardın. Sana
öylesine bir aşk duyduk ki... Babamıza
duyduğumuz aşk gibi... Kız çocuklarının
ilk sevgilisi, ilk aşkı babaları olur ya Atam,
sen de bu vatanın ilk aşkıydın ve son aşkı
olarak da kaldın hep. İlkler unutulmaz ya
seni unutmaya hiçbirimizin gücü yetmez.
Sen unutulmazsın! Çocukken geldim ben
senin ziyaretine.. Ankaraya vardığım o ilk
gün Atam'a götürün beni dedim babama.
Atatürk hakkındaki görüşlerin yazıldığı bir
defter var ya hani orda o deftere çocuk
aklımla sana duyduğum özlemi karaladım;
yanlarına kalpler çizdim... Şimdi sen
yoksun Atam sen olmasaydın biz de
olmazdık Türkiye de olmazdı insanlık da
olmazdı. Sen bize güveni öğrettin
gerektiğinde savaşmayı öğrettin. Keşke
sana kalk gel bu vatanın halini gör desem
Atam ama gelmeni istemem ki sana
kıyamam ki. Her gün sayılarca şehit
verdiğimiz memleketlerimizi, zorla mendil
satmak zorunda bırakılan minicik elleri,
uyuşturucunun günden güne çığ gibi
büyüdüğü lanet ülkemizi, kadına yapılan
şiddeti,tecavüzü,saygısızlığı... Gelip görme
Ata'm ! Bu ülke senin bıraktığın gibi değil,
hiç olmadı, belki de olmayacak da!
Bu mektubu sana yazıyorum
ülkemi, durumları anlatıyorum, sitem
ediyorum, şikayet ediyorum, üzülüyorum,
seni de üzüyorum belki de. Ama biliyorum
ki bu mektup senin hiç eline geçmeyecek
sadece yüreğine değecek. Affet beni Atan
seni üzdüğüm için affet beni . Seni
unutmayacağız!
Şiir
KARANLIK
Mesut YILMAZ
Gün doğmaz martılar uçuşurken
Isıtmaz içimi hiç bir güneş
Aydınlık olsa ne fayda dünya
Karanlıkta kalmış bir kez yürek
Gözlerin yeşerirdi gönlümde
Kıyıları döverken yüreğim
Hırçın dalgalarında Karadeniz
Mehtabında ben, sensiz...
13
Şiir
MENFEZ
Osman Fırat BAYKAL
Kırbaçladılar bizi,
Sayısız defa
Bir yaz güneşinin sıcağında
Kendini insan zanneden canlılar.
İniltiler, bağırmalar, can
çekişmeler
Duymuyordu vicdanlar bizi
Sağır vicdanlar(?)
Açtık, (sus)suzduk,
(kork)uyorduk;
Ama ölümüne inanıyorduk.
Dayanmadı bu zulma,
Bazı bünyeler
Zayıf bünyeler
Düştüler, kalkamadılar, öldüler.
Ölüm Allah’ın emri
Şiir
PARMAKLARIMA VURDUM HÜZNÜMÜ
Yunus Emre BOLAT
Parmaklarıma vurdum hüznümü,
Hem de hiç acımadım parmaklarıma...
Söküp atarcasına gönlümü,
Şiirler yazdım sevdalıma...
Parmaklarıma vurdum hüznümü,
Eziyet ettim hep parmaklarıma...
Notalara bağlarcasına gönlümü,
Besteler yaptım sevdalıma...
Parmaklarıma vurdum hüznümü,
Emir verdim, "Çal!" dedim parmaklarıma...
Sesimle bütünleştirip gönlümü,
Şarkılar söyledim sevdalıma...
14
Şiir
ÖLÜYORUZ
Gülsüm Simay KANOĞLU
Ölüyoruz...
Yazılışı kısa,
Söylenmesi kolay,
Hissetmesi en zor olan "ölüm"ü
Her an yaşıyoruz.
Ölüyoruz...
"Siz" "biz" diyerek
İnsan demekten çekinerek
Kalbimize indirgemekten
Korkuyoruz.
Ölüyoruz...
Her gün, alışkanlık olarak
Öğle namazına müteakip
İnsanlığı bol toprağa gömüyoruz.
Ölüyoruz...
Kulakları kelepçeleyip,
Gözleri suçlu yapıp,
Dilleri hapse atıp
Günlerden gün çalıyoruz.
Ölüyoruz...
Yaşamak nedir bilmeden,
Kötülükleri yok etmeden,
Suçlular koğuşunda;
Volta atıyoruz.
Ölüyoruz...
Masumlarla göz göze gelemeden
Suçluluğumuzu itiraf edemeden
Suçsuz gibi, üzgün gibi,insan gibi
Naralar atıyoruz.
Ölüyoruz...
İki gün ağlayıp,
Ertesi gün gülüyoruz.
Ağlayan yürekleri unutarak,
Yolumuza devam ediyoruz.
Ölüyoruz...
Gerçek hislerden bî-haber
Hüznün melodisine
Alkış tutuyoruz.
15
Şiir
BEN BİR DAĞIM
Arzu KÜÇÜKOSMAN
Ben bir dağım
Eteklerinde demirden yükler
Başında karlar, içinde kardelenler
Ben bir kadınım
Ben bir sazım
Her telinde ayrı bir hikâyenin çığlığı
Her çığlıkta ayrı bir ruhun sancısı
Ben bir kadınım
Ben bir mimarım,
Edebin hamuruyla evladını pişiren
Her katına ayrı bir dünyayı imar eden
Ben bir kadınım
Ben bir masalım
İlk satırı “Hep varmış” la başlayan
“Aslında hiç olmamış” la sonlanan
Ben bir kadınım
Ben bir isyanım
Daha on altısında, yavrusuyla
Ninnisinde hayallerinin avuntusuyla
Ben bir kadınım
Ben bir nasırım
Yüzünde kara bir hatanın kara imzası
Teninde değil, yüreğinde acısı
Ben bir kadınım
Ben bir mezarım
Bir sevdanın bir kurşun olan bedeli
Sebebi “burada her şey töreli”
Ben bir kadınım
Ben bir mirasım
Vârisi kayıp öylece ortada
Paylaşmak için kurtlar ön safta
Ben bir kadınım
Ben bir pazılım
Her parçamda bu kadınlar
Her sabah aynı kadını doğuruyorlar
Adını “ilkadın” koyuyorlar.
16
Şiir
DÜNYA DURDUKÇA
Yalçın ÇAĞIR
Yıllar geçse de geçmeyen sensin
Eskiyen tarihtir, gitmeyen sensin
Giden fani vücudundur, kalan
prensiplerin...
Zira her geçen gün gönüllerde hasretin
Bunda zerre kadar şüphe yok
Şüphesi olanlarda eziklik kararsızlık
çok...
İsmini kullananlarda hayasızlık daha da
çok...
Adına hakaret ettiklerini söyleyenler
ortalıkta yok...
İlke ve devrimlerini emanet ettiğin
gençliğin
Bazı odaklarca çevrilmeye çalışılsa da
yolundan...
Bil ki nadim olacaklardır bu hesapları
yapanlar,
Elbet yaptıklarından...
Fikri, vicdanı, irfanı hür olmasını
istediğin gençliğin,
Zaman zaman bu doğrultudan
sapmıştır saptırılmıştır...
Her yaşanan sıkıntı sonrasında da
maalesef büyüklüğün
anlaşılmıştır...
Asla şüphen olmasın,
dünya durdukça, bizdesin, bizimlesin...
Zira, gönüllerde sönmeyen meşalesin...
17
Şiir
BİR ÖZGE CAN/DI KADIN
Vural YILMAZ
Şiirimde tüy bitti
Kadınları anmaktan
Kadınlara yanmaktan
Ne ben ne de bir başkası
Tek satır bahsetmedi
Kadınları yakmaktan
Bugün bir gölge düştü şiire
Bir ay bir güneş tutulması
Ne yana dönsem karanlık
Ne şiir söylesem ölüyor kadınlık
Hangi şaire baksam benzi atık
Yitirmiş iksirini yitirmiş şairler
Artık kafiye tutmaz şiirler
Bir Özge Can/dı kadın
Vaktiyle bu memlekette
Başa taçtı gönle ilaç
Şimdilerde ise nefese muhtaç
Hangi şair şiir yazabilir artık
Böyle bir felakette
Böyle bir sefalette
Böyle bir cehalette
18
HABERLER
BENGÜTAŞ DUVAR GAZETESİ
1 YAŞINDA
DOÇ. DR. ÖZER ŞENÖDEYİCİ İÇİN
BÖLÜMÜMÜZDE İMZA VE VEDA GÜNÜ
DÜZENLENDİ
Bölümümüz eski Türk edebiyatı anabilim dalında öğretim
üyeliği yapan, Bengütaş'ın kurucusu değerli hocamız Doç. Dr. Özer
Şenödeyici, yeni hikâye kitabı Derviş, Çile ve Sır için düzenlenen
imza gününde, bölümümüze veda etti. Duygusal anların yaşandığı
imza ve veda gününde hocamız öğrencilerine son kez ders verdi.
Kendisine bizlere ışık tuttuğu için, bu güzel oluşumlara bizlere dahil
ettiği için sonsuz teşekkür ederiz. Gazetemizin kurucusu olarak
daima bengü kalacaktır. Yeni görev yeri olan Dokuz Eylül
Üniversitesi'nki mesleki hayatında da başarılar diliyoruz.
19
MEHMET AKİF ERSOY VE İSTİKLAL MARŞI
KONFERANSI
12 Mart 2015 İstiklal Marşı'nın kabulünün yıldönümü olması
sebebiyle, bölümümüz eski öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ali Çelik
tarafından, halk bilimci gözü ile Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı
konulu konferans düzenlendi. Konferansa üniversite genelindeki tüm
bölümlerden yoğun katılım oldu.
TÜRK HALK BİLİMİ GÜNLERİ DEVAM
EDİYOR
Bölümümüzde halk bilimine ve halk edebiyatına
ilgi duyan öğrenciler tarafından düzenlenen Türk Halk
Bilimi Günleri adlı öğrenci projesi, bahar yarıyılında da
tüm hızıyla devam ediyor. Öğrencilerin daha önceden
belirlediği bir meseleyi toplantı gününde ve saatinde
beraberce konuşmaları esasına dayanan etkinliklere tüm
öğrenciler katılabilmektedir.
Bilgi için: facebook.com/groups/turkhalkbilimigunleri
KADIN KONULU ŞİİR YARIŞMASINDA
DERECE
Üniversitemizce düzenlenen "Kadın
Konulu Şiir Yarışması" etkinliğinde,
bölümümüz mezunlarından ve yüksek lisans
öğrencilerinden Arzu Küçükosman, katıldığı
şiiriyle yarışmaya üçüncülüğe halk kazanmıştır.
Bengütaş'ın yazar kadrosunda olan Arzu
Küçükosman'a gazete yönetimi ve tüm
okuyucularımız adına teşekkür ediyor,
başarılarının devamını diliyoruz.
Recommended