31

Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencilerinin yayına hazırladığı duvar gazetesidir. bengutasduvargazetesi.blogspot.com [email protected]

Citation preview

Page 1: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı
Page 2: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Editörden

Yunus Emre BOLAT

"İstek ve inanç, her güçlüğü devirir." Hüseyin Nihâl ATSIZ

Bu ay

yazıma, 11 Aralık

1975 yılında vefat

eden Türk yazar,

şair, tarihçi, fikir

adamı Hüseyin Nihâl

ATSIZ'ın bir sözüyle

başlamak ve bu

vesileyle kendisini

anmak istedim. Atsız'ın da dediği gibi, bir

güçlüğü devirmenin en büyük yolu istemek

ve inanmaktır. Bizler de isteyerek,

inanarak hiçbir engel tanımayarak,

kurucumuz Doç. Dr. Özer Şenödeyici

önderliğinde birçok güçlüğü devirdik ve bu

günlere kadar gelebildik. Bizler

Türkolojiye hizmet etmek amacıyla bir

araya gelmiş gençleriz. Bu amaca ne kadar

yakın olabilirsek, kendimizi o derece mutlu

hissedeceğiz.

Bengütaş Duvar Gazetesi, 2014

yılının son sayısını siz değerli

okuyucularına sunuyor. Bölümümüz

koridorunda ve internet sitemizde

yayınlanan gazetemiz, ilgi toplamaya

devam ediyor.Yalnızca Türkiye'den değil,

tüm dünyadan takip edilen bir gazeteyiz.

Bu bizleri daha da cesaretlendiriyor ve

güçlü hale getiriyor. Bizler 2014 yılına,

işlerimize maddiyat katmadan, herhangi bir

işletmeden reklam almadan tam 8 sayı

hediye ettik. Aynı şekilde yeni gireceğimiz

yılda da Bengütaş'ı en iyi yerlere

taşıyamaya çalışacağız.

Aralık sayımızla sizlere bu

güzelliği sunmaya devam ediyoruz. "Daha

nice sayılara Bengütaş" diyerek hepinize

iyi okumalar diliyorum.

Editör

Yunus Emre BOLAT

Editör Yardımcıları

Nuray ACAR

Hilal TUNA

İhsan BAYRAK

Tashih

Serap CENGİZ

Kevser BAYAZIT

Ayşenur AYYILDIZ

Seçil HAVUZ

İletişim Sorumları

İhsan BAYRAK

Gamze SAK

Röportaj Ekibi

Damla KARAYİĞİT

İrem ERTEN

Burcu BEKİROĞLU

İhsan BAYRAK

Yazı Denetimi Samih YIKILGAN

Eray KARAHAN

Oğuzcan KIYMIK

Bilgisayar ve Jenerik Yunus Emre BOLAT

Bayram AKI

Pano ve Arşiv

Nuray ACAR

Merve CAN

Gülsüm KANOĞLU

Meryem ZENGİN

Büşra BİRCAN

Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.

bengutasduvargazetesi.blogspot.com

[email protected]

Her hakkı saklıdır.

Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın

herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa çoğaltılamaz.

Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir.

Gazetede yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu

yazarlara aittir.

Page 3: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Röportaj

PROF. DR. MEHMET AÇA İLE

SÖYLEŞİ

İhsan BAYRAK

-Öncelikle kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

-Memleketim Konya’da dünyaya geldim. Lisans öğrenimimi

(1988-1992) Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve

Edebiyatı Bölümü’nde, yüksek lisans (1992-1994) ve doktora

öğrenimimi (1994-1998) ise Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü’nde tamamladım. Yüksek lisans ve doktora tezlerimi, Prof.

Dr. Saim Sakaoğlu’nun danışmanlığında hazırladım. Yüksek Lisans

tezim Obruk (Konya) köyleri halk edebiyatı ürünleri, doktora tezim

ise “Kozı Körpeş-Bayan Sulu Destanı” üzerinedir. 1993’te Adnan

Menderes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne Araştırma

Görevlisi olarak atandım. 20 Aralık 1999’da Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne Öğretim Üyesi (Yrd. Doç. Dr.) olarak atandım. 2003’te

Doçent Dr., 2008’de de Prof. Dr. unvanlarını aldım. Halen Balıkesir Üniversitesi Fen-

Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev

yapmaktayım. Bu üniversitede görev yaptığım süre içerisinde yüzlerce lisans öğrencisinin

yanı sıra, 11 yüksek lisans, 4 de doktora öğrencisi yetiştirmiş bulunmaktayım.

-Türk Halk Edebiyatı alanını

seçme nedeniniz nedir? Lisans eğitimi ya

da öncesinden gelen bir ilham mı yoksa

hocalarınızdan gelen bir istek mi?

-Türk Halk Edebiyatı alanını seçme

nedenlerimin başında, lisanstan hocam

olan Prof. Dr. Saim Sakaoğlu gelmektedir.

Onun gibi saygın ve üretken bir

akademisyen olmak istedim. Türk Halk

Edebiyatı alanına yönelmemde, lisans

öğrenimim sırasında kitap ve makalelerini

okuma imkânı bulduğum Ord. Prof. Dr. M.

Fuad Köprülü’nün de önemli bir etkisi

vardır. Türk boylarının sözlü gelenekleri,

özellikle de mitoloji ve destanları daha

ikinci sınıfta iken ilgimi çekmeye

başlamış, içimde Türk boylarının

destanlarını, mitolojilerini, inanış ve

düşünce sistemlerini öğrenme ve araştırma

isteği uyanmıştı.

-Türk Halk Edebiyatı kapsamlı

bir dal. Çalışmalarınıza baktığımızda bu

dalın hemen her alanında çalışmalarınız

mevcut ancak daha çok destanlar,

özellikle de Tıva Destan ve Masalları

üzerine önemli çalışmalarınız var.

Nedeni nedir?

-Atalar, “gözden ırak olan,

gönülden de ırak olur” demiş. Sibirya,

güneyi ve kuzeyi ile bize her anlamda uzak

kalmış bir coğrafya. Türkiye Türklerinin

de vaktiyle kopup geldikleri bu coğrafyada

yaşayan Türk boyları ile onlar tarafından

meydana getirilip yaşatılan geleneksel

kültürler, Türkiye’deki akademik çevreler

tarafından neredeyse hiç bilinmemekteydi.

Oysa bu durum, Güney ve Kuzey Sibirya

ile doğrudan ya da dolaylı bir şekilde

hiçbir bağlantısı olmayan Avrupalı ve

Amerikalı akademisyenler için hiç de öyle

değildi. Bir dönem merhum Abdülkadir

İnan gayret etmiş bizlere Kuzey ve Güney

Sibirya Türklerinin dillerini ve geleneksel

kültürlerini tanıtmak için. Hiç üşenmemiş,

A. V. Anohin’in “Altay Şamanlığına Ait

Maddeler” adlı kitabının önemli bir

kısmını 1940’ların başında Türkçeye

Page 4: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

çevirip yayınlamış. Anohin’in bu kitabının

tam çevirisi, Türkiye’de ancak 2006

yılında yapılabilmiştir. Doktora tezimi

hazırlarken konu gereği Türk boylarının

destan gelenekleri ile Altay Türkçesine de

odaklanmam gerekti. Okumalarım, Güney

Sibirya Türklerinin çok köklü ve zengin bir

sözlü geleneğe sahip olduklarını, bu

geleneğin Türk inanç ve düşünce

sistemlerinin öğrenilmesine yönelik

çalışmalarda çok önemli bir yere sahip

olduğunu gösterdi. 2002 yılından itibaren

Güney Sibirya bölgesine, özellikle de

Tıvalara yönelmeye karar verdim. Doktora

tezimin destan içerikli olması, işe

destandan başlamamı sağladı. Tıvaların

destanlarını, algış-yöreelleri (alkışları),

masalları, bilmeceleri ve atasözleri izledi.

Bu çalışmaları yaparken bir yandan Güney

Sibirya’nın önemli topluluklarından

Tıvaların geleneksel kültürlerini (bu, aynı

zamanda geleneksel dünya görüşlerini de

içermektedir) öğrenmeyi, diğer yandan da

anılan topluluğun sözlü kültür ürünlerini

Türkiyeli akademisyenlerin bilgisine

sunmayı amaç edindim. Aslında yaptığım

iş, Güney Sibirya sahasından Türkiye

sahasına kova ile su taşımak oldu.

-Türk Halk Edebiyatı ve Halk

Bilimi çalışmalarının neresindeyiz?

Artılarımız ve eksilerimiz sizce neler?

-Bugün çok daha iyi imkânlara

sahibiz. Bilgi ve materyale ulaşma

konusunda çok daha yeterliyiz. Böyle

olmakla birlikte ne yazık ki Köprülü ve

Boratav gibi isimlerin çok da önüne

geçmiş değiliz. Malzeme toplama,

arşivleme ve yayınlama konusunda çok

daha ileri bir noktada olmamıza rağmen,

analiz ya da yorum yapmada, çok daha

anlamlı ve işlevsel sonuçlara ulaşma

konularında arzu edilen düzeyde değiliz.

Bunun için de halk bilimi araştırmalarını

destekleyecek ya da çok daha anlamlı ve

işlevsel bir hale getirebilecek tarih,

coğrafya, antropoloji, sosyoloji, psikoloji,

felsefe, teoloji ve dilbilimi okumalarına

ihtiyacımız var. Çok daha fazla bir araya

gelip tartışmamız, fikir alışverişinde

bulunmamız gerekiyor. Halk bilimi

çalışmalarını fakülte odalarının dışına

taşırmamız gerekiyor. Yazıp çizdiklerimiz,

maalesef alanın dışındakiler tarafından

okunmuyor ya da okunamıyor.

Çalışmalarımızı çok daha anlamı ve

işlevsel bir hale getirerek geniş bir kitleye

okutabilmemiz gerekiyor.

-Halk Bilimi, bazı üniversitelerde

Türk Dili ve Edebiyatından ayrı bir

bölüm olarak yer almaktadır ancak

sınırlı sayıdadır. Bu konu hakkında

fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

-Türk Halk Bilimi araştırmalarını

daha çok kültür araştırmaları olarak

görmeliyiz. Kültür araştırmalarını da insan

ve insan doğasından, dilden, tarihten,

coğrafyadan, düşünce ve inanç

sistemlerinden, estetikten bağımsız bir

şekilde düşünmemeliyiz. Bu nedenle, halk

bilimi araştırmaları, hem Türk Dili ve

Edebiyatı Bölümleri’nde, hem de Halk

Bilimi Bölümlerinde yapılmalı.

Kanaatimce hem Türk Dili ve Edebiyatı,

hem de Halk Bilimi bölümlerinin

müfredatları kültür araştırmalarının

gerekleri ile günümüz Türk toplumunun

mevcut durumu ve beklentileri dikkate

alınarak güncellenmelidir. Türk halk bilimi

araştırmalarını, yukarıda sıraladığım

gerekçeleri de dikkate alarak genel

Türkoloji araştırmalarının dışında

düşünmemeliyiz. Halk bilimi alanında

yetişecek birisi, Türk toplumuna ve

kültürüne bir bütün olarak bakmayı

öğrenmelidir. Bu nedenle, halk bilimi

öğrenimi, Türk Dili ve Edebiyatı

Bölümleri bünyesinde mi yoksa Halk

Bilimi bölümleri bünyesinde mi yapılmalı

gibi bir tartışmaya girmek yerine, halk

bilimi öğreniminin tarih, coğrafya,

antropoloji, sosyoloji, psikoloji, teoloji,

felsefe ve dilbilimi gibi alanları da

kapsayacak bir şekilde yapılıp

yapılamayacağını tartışmakta yarar vardır.

Page 5: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

-Ülkemizde saha çalışmaları ne

durumda? Sizce yeterli seviyede midir?

-Saha çalışmalarını henüz

tamamlamış değiliz. Tamamlamamız da

mümkün değildir. Çünkü kültür statik

değil, dinamik bir yapıya sahiptir. Türk

toplumu değişip dönüşüyor. Bu nedenle

kültür sürekli olarak kendisini yeniliyor,

hatta üretiyor. Güncel olanı yakalamak

adına saha çalışmalarını sürdürmek

gerekiyor. Bu noktada saha çalışmalarına

yeni bir bakış açısıyla devam etmek

gerektiğini ifade etmeliyim. Halk bilimi,

başka bir ifadeyle kültür araştırmalarını

destekleyecek bilim dallarının geliştirdiği

bakış açılarını ve onların ortaya koydukları

verileri de dikkate almamız gerekiyor.

Sahaya sadece masal ya da efsane

derlemek için değil, bir sosyolog, bir

antropolog, bir psikolog duyarlılığı ile de

gitmeliyiz. Halk bilimi, kendisini açmak ve

yeni yeni konulara odaklanmak zorundadır.

Halk bilimi insan ve toplum merkezli

olmalıdır. Bu nedenle sahaya çıkan halk

bilimci insana ve topluma dair her varsa

hepsini dikkate almalıdır. Daha önceleri

ihmal edilen “küçük ayrıntılar”, artık

önemsenmelidir. İnsanın düşünüş ve inanış

biçimleri ile davranışları başlı başına bir

konudur. İnsanı ve toplumu çevresel

şartlardan, iklimden, ekonomiden bağımsız

bir şekilde ele almamak gerekir. Ağacı,

ağacın yanına giderek, kendi doğal

ortamında, onu var eden şartları dikkate

alarak anlatabilirsiniz. Ağacı köklerinden

söküp bir laboratuar ortamına getirerek

anlatmanız mümkün değildir. Saha

çalışmaları, bu ve buna benzer faktörler

dikkate alındığı takdirde çok daha anlamlı

ve işlevsel bir hale gelecektir.

-Halk Edebiyatı Profesörü olarak

biz gençlere söylemek istediğiniz bir

şeyler var mı?

-Her şeyden önce, bütün

zorluklarına rağmen, fikri ve vicdanı hür

bireyler olmaya gayret etmelisiniz. Birey

olmanın, düşünmenin ve üretmenin

temelinde bu yatmaktadır. Kendinizi dar

kalıplar içerisine hapsetmemeniz, sürekli

geliştirmeniz gerekmektedir. Dünyaya

insan odaklı yaklaşmanız ve insan olmayı

her şeyin temeline oturtmanız gerekir.

Kendinizi anlamlı ve değerli

hissetmelisiniz, bunun için de düşünmek,

üretmek, millete ve insanlığa hizmet etmek

zorundasınız. Kendinizi hiçbir zaman

değersiz ve anlamsız varlıklar olarak

görmemelisiniz. İnsani kimliğiniz bile tek

başına size bir anlam ve değer katar.

Önemli olan bu anlam ve değeri

arttırabilmektir. Bu dünya üzerinde sizleri

olumsuz düşünmeye sevk edebilecek pek

çok şey yaşanmaktadır. Bu nedenle zaman

zaman alıcılarınızı kapatmanızda, sizi

doğrudan ilgilendirmeyen konulara çok

fazla odaklanmamanızda yarar vardır.

Kendinize ve geleceği inanmanız,

inancınızı yitirmemeniz gerekir. Bir

yandan gelecek için donanmalısınız, diğer

yandan da içinde bulunduğunuz dönemi ve

şartları iyi bir şekilde değerlendirmelisiniz.

İnsan, başka bir deyişle, sosyal bir varlık

olduğunuzu, insanın doğruları ve yanlışları

ile var olmak zorunda olduğunu, insanın

anlayışa ve hoşgörüye muhtaç olduğunu

hiçbir zaman unutmamalısınız.

-Bengütaş Duvar Gazetesi

hakkında okuyuculara neler söylemek

istersiniz?

-Bengütaş Duvar Gazetesi düşünen, üreten,

sanat ve estetik kaygıları olan öğrencilerin

gazetesi. Öğrencilerimizi, bu çabalarından

dolayı kutluyor, başarılarının devamını

diliyorum.

-Bize zaman ayırdığınız için

Bengütaş Duvar Gazetesi olarak

teşekkür ederiz.

Page 6: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Gazel Şerhi

NEV'Î'NİN BİR GAZELİNİ ŞERH

Doç. Dr. Özer Şenödeyici

Gönlüm hayâl-i bûs-ı leb-i la‘l-i nâb ile

Bir şîşedür ki toptolu rengîn şarâb ile

bûs: öpme, öpüş, buse. // leb: dudak. // la‘l-i nâb: saf lâl taşı. // rengîn: renkli (kırmızı renkte

olan).

Gönlüm saf lâl taşına benzeyen dudağı öpme hayaliyle, içi kırmızı

şarapla ağzına kadar dolu bir şişedir.

Eski şiirde gönlün, şişeye benzetilmesi yaygındır. Şairler,

gönlün de bir şişe gibi kırıldığında tamir olunamadığını hesaba

katarak böyle bir benzetmeye başvurmuşlardır. Gönül ve şişe

münasebeti, beraberinde pek çok hayali de getirmiştir. Örneğin

gönülde taşınan sevgilinin hayali, şişeyle yakalanmış bir periye

benzetilir. Beyitte ise, aynı şişede sevgilinin lâl taşı gibi kırmızı olan

dudağını öpme hayali bulunmaktadır.

Cam ve gönül arasında bir

münasebet kurulduğu gibi, sevgilinin

dudağı ile lâl taşı arasında da renge dayalı

bir müştereklik kurulmuştur. Böyle kırmızı

dudağı öpme arzusu taşıyan yürek, içinde

şarap bulunan bir şişeye benzetilmiştir. Bu

unsurlar arasındaki ilişki leff ü neşr

yoluyla kurulmuştur. İlk mısradaki gönle

karşılık ikinci mısrada şişe; lâl gibi kırmızı

olan dudağı öpme hayaline karşılık da

kırmızı şarap ifadeleri kullanılmıştır.

Benzer mi gün yüzüne senün mâh-ı çâr-

deh

Şeb-tâbı bir görür mi kişi âfitâb ile

mâh-ı çâr-deh: on dördünde ay, dolunay.

// şeb-tâb: geceyi aydınlatan; ay, kamer. //

âfitâb: güneş.

On dördündeki ay, senin gül yüzüne benzer

mi? İnsan ayı, güneşle bir görür mü hiç?

Şâir, sevgilinin yüzünün aya

benzetilmesine karşı çıkıyor. Gelenekte

yüzün parlak cisimlere ve bilhassa güneş

ile aya benzetilmesi, sık başvurulan bir

durumdur. Ay, gecenin karanlığında etrafı

aydınlatan tek ışık kaynağı olması

sebebiyle kıymetlidir. Güneş ise kendisine

bakılamayacak surette parlak ve göz

alıcıdır. Bu anlamda sevgilinin yüzü güneş

gibidir. Şâir bu düşünceyi kıyaslamayla

daha etkileyici biçimde dile getirmiştir.

Galtân olur düşüb ten-i hâkîye göz yaşı

San tıfl-ı nâ-residedür oynar türâb ile

galtân: yuvarlanmak. // ten: vücut. //

hâkiye: topraktan. // tıfl: çocuk. // nâ-resî:

yetişmemiş. türâb: toprak.

Göz yaşı topraktan yapılma vücuduma

düşüp yuvarlanır. Bu hayliyle o, toprakla

oynayan küçük bir çocuktur.

Şâir, göz yaşını küçük bir çocuğa

benzetmek suretiyle sözcüklerin çağrışım

değerleriyle oynayarak, ilginç bir beyit

vücuda getirmiştir. Küçük bir çocuk,

toprağa bırakıldığında oynamaya,

yuvarlanmaya başlar. Şâir bu durumu,

Page 7: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

gözden çıkan yaşın yanakta süzülmesine

benzetmiştir. Göz yaşı, acı ve ıstırapla

ilişkili olarak düşünülebileceği gibi, küçük

çocuklara mahsus bir tepki olarak da

değerlendirilebilir. Yani beyitteki göz

yaşının, çocukluğu çağrıştıran bir yönü

bulunmaktadır.

Göz yaşı ile çocuk arasındaki

benzetmenin bir diğer yönü ise, her ikisinin

de yuvarlanarak ilerlemesidir. Beyitte bu

hayali desteklemek için toprak ve insan

vücudu arasındaki münasebetten de

yararlanılmıştır. İnsanın topraktan

yaratıldığı inancı, beyitte hem ten-ihâkî

tamlasına vücut vermiş, hem de şâirin

vücut ve çocuğun oynadağı toprak arasında

benzerlik kurmasını sağlamıştır.

Kan terledi geçince yanundan ten-i za‘îf

Miskîni gör ki geçdi eriyüp hicâb ile

kan terlemek: çok terlemek, aşırı

terlemek. // ten: vücut, beden. // za‘îf:

zayıf // miskîn: misk kokulu, misk renkli;

tembel; derviş. // hicâb: utanma, utan.

Sevgili, yanından geçince zayıf vücut kan

ter içinde kaldı. O miskini gör ki utanıp

eriyerek gitti.

Şair “miskîn” sözcüğünün çok

anlamlılığından istifade ederek bir hayale

vücut vermiştir. Miskin sözcüğü Arapça

düşünüldüğünde tembel tembel oturan,

derviş gibi anlamlara gelir. Bu anlamda

şairin kendisine bu sıfatı yakıştırması bir

tevazu ifadesi olarak düşünülebilir. Diğer

yandan aynı sözcük Farsça “misk-în”

şeklinde misk kokulu ya da misk renkli

manalarını taşır. Bu anlam göz önünde

bulundurulduğunda şairin, kendi zayıf

vücudu ile ince bir çubuk halinde

hazırlanan misk tütsüsü arasında

münasebet kurduğu anlaşılabilir. Şair kendi

zayıf vücudunun, yanından sevgili geçtiği

zaman bir tütsü gibi eridiğinden

bahsetmektedir. Dolayısıyla sevgilisini de

tütsüyü tutuşturan ateşe benzetmektedir.

Tütsü, ateşi gördüğünde erimekte, şair

sevgiliyi gördüğünde ise utançtan kan ter

içinde kalmaktadır.

Bezm-i belâda döne döne Nev‘iyâ sana

Acıdı yandı sâgar-ı sahbâ kebâb ile

bezm: meclis, eğlence toplantısı. // belâ:

musibet, afet. // sâgar: kadeh. // sahbâ:

şarap // kebâb: pişmiş et yemeği.

Ey Nev’î! Bela meclisinde şarap kadehi,

kebapla birlikte senin haline döne döne

acıyıp yandı.

Şair bu beyitte “döne döne”

sözcüğünün ifade ettiği bazı çağrışımlara

yer vermiştir. Bir eğlence meclisinde şarap

kadehi, yuvarlak oturma düzenine sahip

insanların elinde devreder. Kebap ile

kastedilen yemek türü ise, bir çubuk

üzerine takılarak yalın ateş üzerinde

döndürülen ettir. Bu yemeğin hazırlanması

esnasında da “dönme” eylemi gerçekleşir.

Beyitte ifade edilen “yanma” ve “acıma”

eylemleri de şarap ve kebapla birlikte

düşünülmelidir. Kebabın yandığı

malumdur. Şair bu durumu manevi

atmosfere taşımakta, bu eyleme ruhani

ıstırap anlamı katmaktadır. Şarap için sarf

edilen “acıma” fiili ise, kadeh azaldıkça

dipte kalan sıvının daha acı bir tat

kazanmasından ileri gelir. Şarabın daha saf

ve tatlı kısmı üst tarafı, tortulu (cur’a) ve

acı tarafı ise alt tarafıdır. Nev’î, şarap ve

kebap tüketilen bir mecliste, bu gıdaların

kendi haline acıdığı gibi bir düşünceye

varmaktadır. Çünkü dâhil olduğu meclis,

bela meclisidir. Yeme içme kültürüne dair

unsurların şiir konusu edildiği bu türden

mısralarda, eski şiirin her şeyi şiir

malzemesi haline getirme kudreti

görülebilir. Ancak bu türden beyitler

okuyucuda yeme içme arzusu dışında bir

his uyandırmaz.

Page 8: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Deneme

SEVDİM

Nazlı ÖZLEMİŞ

Önce harfleri biriktirdim kendime. Biriktirdiğim harfler

kelimeye, kelimeler cümleye, cümleler duyguya dönüşüp kağıda

aktarılana kadar durmadım. Kısacası bir tutku edindim kendime. Kimi

zaman yazamamaktan kimi zaman da aktaramamaktan kafayı yedim.

İlle de bir yerde duracaksam

noktada durayım istedim. Noktayı hiçbir

zaman son kabul etmedim. Hep başlangıç,

her zaman yeni başlangıçlar kabul ettim.

Virgülü hiç sevmedim. Sevemedim.

Zıtlıkları sıralamayı hiç bilemedim.

Siyahla beyaz hiç sıralanmadı lügatımda.

Yalnız elmalarla armutlar sıralandı zorla.

Ünlemlerim oldu benim. Gözlerimin fal

taşı gibi açıldığı ünlemlerim. En çok onları

sevdim, işlevini hiç bilmeden. Cevabı

olmayan sorularımın soru işaretlerine sahip

olduğunu keşfettim. Bunu keşfettiğimden

beri soru işaretlerini pek çok sevdim. Çok

az cevap aldım. Yine de sevdim. Aldığım

cevaplar karanlıktaki ışığım oldu bir nevi.

Mum gibi. Mum gibi yandı ve söndü.

Cümlelerimin öznesini buldum

sonra. Ya da buldum sandım. Saçma bir

arayışa girdim. Cümlemin öznesi yazmak

oldu, yüklemi nereye koyacağımı bir türlü

bilemedim. Cümlelerden de en çok devrik

cümleyi sevdim. Kendime benzettim, bir

daha sevdim. Virgülü kullanmadım diye

anlatım bozukluğu oldu. Cümlemi sevmek

için virgülü de sevdim. Yüklemlerim

olmadı sonra. Hangisi kesin yargı hiç

bilemedim. Bulut oldu yüklemlerim

yağmur oldu. En çok benim şehrime

yağıyor diye en çok yağmuru sevdim.

Yağmur gelince o gelmeyecek bilirdim.

Yine de en çok yağmuru sevdim. Yirmi iki

yıllık hayatımda en çok yedi yaşımı

sevdim. Kardan üşüyen ellerimi, yağmur

damlalarını yakalamak için koşan

bacaklarımı sevdim. Ünlemle eş değer

gözlerimi sevdim. Saçlarıma dokunup

dizine yatıran şefkati sevdim. Sonra mavi

boncuklar biriktirdim kendime. Sırf

rüyamda gördüm diye. Gerçeküstü rüyalara

inandırdım kendimi. Bir masal buldum

kendime. Bu masalı sevdim.

Renklerden en çok kırmızıyı

sevdim. Her eşyadan mutlaka bir kırmızı

edindim. Kırmızı baktım, kırmızı güldüm,

kırmızı konuştum, kırmızı giydim, kırmızı

sevdim. Kırmızı bulutlar düşündüm,

günüm karardı. Pembeleştirdim. Kırmızıyı

yalnız tende sevdim pembeyi her yerde.

Maviyi öğrendikten sonra maviyi

sevdim. En çok ona yakışıyor diye maviler

biriktirdim cüzdanımda. Mavi umut oldu

bana, yeşil gelecek. Umudu vaat etsin diye

Elpis’i sevdim. Hayali kahramanım ve

umudun tanrıçası Elpis. Bir ara kafayı

bozdum adalet diye tutturdum. O arada

Dike’yi sevdim. Adalet nerdeyse gelsin

diye. Gelmedi. Vazgeçtim.

Hayaller kurdum hep. Irmaklar

akan bir yerde. Elpis yanlış çalıştı bu da

olmadı. Olmayan ihtimalleri sevdim.

Sonra en çok saçlarımı sevdim ben.

Sırf o dokunup ‘Rapunzel’ dedi diye.

Kırıklarını aldırırken bile korktum, çok

keserler diye. Yine uzadı yine kırıldı. Ne

uzamaktan vazgeçti ne de kırılmaktan. İşte

bu yüzden yirmi iki yaşımda en çok

saçlarımı sevdim.

Sarıyı sevdim, beyazı sevdim. Kara

bulutları sevdim. Karıncayı sevdim.

İnancımı sevdim. Kulaklarıma renk katsın

diye küpelerimi sevdim. Güneşi sevdim.

Güneşe benzeyen gözlerimi sevdim. Seni

sevdim, onu sevdim, bunu sevdim. Tüm

kırgınlıklar içinden çıkan ruhumu sevdim.

Hatalarımı da sevdim elbet. Sevdim de

sevdim yani. Tüm benliğimi sevdim.

Page 9: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Deneme

STETOSKOP

Esra KÖSE Duyma ihtiyacı mı duyurma ihtiyacı mı?

Genel bir tarif olarak stetoskop; kulaklıklar, tüp ve diyafram kısımlarından oluşan,

insan vücudundaki sesleri dinlemeye yarayan tıbbi bir alettir. Öyle midir? Öyledir. Öyledir de

hani kulaklık kısmından çene altına değin uzanan bölüm var ya, çelimsiz iki kolun uzanıp

yüzünüzü avuçlarına almasına benzer. Aşağıdan yukarıya gayretle uzanan zayıf kollar, o

gerginlikle daha da incelir. Çeneyi avuçlarına alır ve kemik parmaklardan ikisi, iki kulağı da

tıkar. Der ki: “Dışardaki sesleri unut bir an.” Hemen ardından göbek kordonu gibi uzanan o

hayat ipi; iki ucu, iki ayrı dünyaya bağlı öylece asılır arafta. Yürek ve kulak arasında… ve

kordonun hemen ucunda yuvarlak, gri, soğuk bir dudak belirir. Değdiği teni konuşturmak için

öpen hilebaz! Duyamazsa çekip dudaklarını az öteden öper, az beriden öper. Soğuk öpücüğü

ısıtamazsa ten, stetoskop dudaklarını çeker üzerinden. Duyamazsa eğer der ki: “Birazdan

benden de soğuk olacak bu beden.” Yahut da öpücüğe karşılık verirse sıcak bir ten, dudaklar

orada kalır ve dinler. Bu ses belki nabız, belki yürek, belki mide bozan berbat bir yemek…

Hissettiği an öpücüğü, dudakları tıklatır. Yalnızca iki parmağın tıkadığı kulaklar duyabilir.

Fısıldayarak, hırlayarak, belki haykırarak der ki içeriden bir ses: “Duy beni!”

Şiir

YOLCU

Serap CENGİZ

Ben bir yolcuyum,

Zeynep türküsündeki bayram.

Büyükbabam hep öyle derdi…

Senet; bakır leğenin üzerinde bulunan sözdü.

Ve ben rüyalarımdaki kayıtsızlığı yazıya dönüştürüyordum.

Ben bir yazıyım,

Mağaranın içine hapsolunmuş bilinçaltı,

“İnsandır” adım.

Hanımeli koklarım,

Kendini bulamayan aşkların içinde.

Ben bir güzelim,

Soyun güzelliği eksiltmiyor bedenimi,

Kürtajlar yapıyorlar eşyaların her birine.

Ve ben rüyalarımdaki kayıtsızlığı yazıya dönüştürüyorum.

Ben bir yolcuyum,

Esrarla dolu benliğimde,

“İnsanı” arıyorum.

Page 10: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Şiir

BEN SENİ SEVMEDİM

Mesut ÇAM

Ben seni sevmedim,

Yağmurlu bir günde sıkıca sarılıp yürümeyi sevdim.

Ben seni sevmedim,

Nefesin nefesime değdiğinde titreyen ellerini sevdim.

Geceler boyunca seni hayal etmeyi,

Uykusuz kalıp sabahlara kadar düşünmeyi,

Beklenmedik bir anda seninle uyuya kalmayı sevdim.

Ben seni sevmedim,

Seni gördüğümde kalbimin çırpışmasını,

İçimde küle dönmüş yüreğimin tekrar yanışını sevdim.

Ben seni sevmedim,

Gülüşün bulutların içinden çıkan güneş gibi beni aydınlatmasını,

Kalbinin vermiş olduğu sıcaklığı sevdim.

Ben de bilirdim geçtiğin yollara adını yazmayı,

Ben de bilirdim çiçeklerle kapına dayanmayı,

Ama ben seni sevmedim ki,

Sadece adının geçtiği her mısrayı sevdim.

Ben seni sevmedim,

Gece yarısı ansızın uyanıp yıldızlara bakarken,

Aşkının bir hançer gibi kalbime saplanmasını sevdim.

Fotoğraf: Burcu Bekiroğlu

Page 11: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Hikâye

KAYB’OLUŞ

Gözde TURGUT

“Üç jandarma tarafından

Malure

Mail sokağında yakalandım

Lirlonfa malure

Atladılar üstüme

Lirlonfa malure”

“Anneee!”

“Rastgele!”

“Berkay’la ayrıldık…”

“Ben bunu hak edecek ne yaptım be İsmail!”

“Biraları açta demlenelim.”

“Abi yanlış bastın notaya! Gitar bu gitar, karpuz kabuğu değil.”

Bir melodi…

“Sanki biraz evvel ağlamış gibisin…”

Bir kahkaha…

“Çok tatlısın. Hahahahaha!”

Bir sevinç…

“Ne yani bu köpek benim mi?”

Bir hüzün…

Hüzün? Ensemin soğuk taşa değip,

ayaklarımın tuzlu suda gezindiği yerde

hüznü aradım. Bir ağlayış sesi, bir

hıçkırık? Yok… Hiç mi yok? Yok işte yok!

Oysa gönlüm öyle kanıyor ki şu anda,

bağıra çağıra söküp atabilirim birilerinin

kalbini. Öfkeliyim, çok öfkeliyim! Öfkemi

boşaltmaktan korkuyorum, çünkü

biliyorum öfkem dinerse zayıflığım çıkar

ortaya; ağlarım. İnsanların benim

mutsuzluğuma eşlik etmeyip de gülmesi ne

saçma… Çocuklar var

kayalıkların en ucunda. Ölüme böyle yakın

olmak onları güldürüyor olmalı. Çok

büyük değiller; biri beş, diğeri yedi

yaşlarında… Üzerinde durdukları kaya

ince bir yosun tabakasıyla kaplı, sayısız

yengeç adımlıyor yakınlarında. Ve onlar

hala gülüyorlar ha? Hava kapalı, deniz

koyuya boyanmış… Ohhh tanrı aşkına

neden düşüncemi bölüp duruyorlar? Bu

kadar komik olan ne? Son bir kahkaha

daha atarlarsa onları azarlayacağım. Nasıl

yetişmiş bunlar? Hiç aile adabı bilmezler

mi? Ellerim ceplerimi karıştırıyor, istemsiz

yaptığımın farkındayım. Alıştım, çünkü

hep böyle oluyor. Sinirden ölmeden önce

şu LSD’lerden bir tane atmalıyım.

Ellerimle kavradığım o minicik mutluluğu

ağzıma götürecekken gözlerimin

parladığını ve titrememin geçtiğini

hissedebiliyorum. Ne güzel bir nimettir bu,

nasıl bir sevgidir? Ben bunları düşlerken

en ince ayrıntısına kadar, hayallerimde

eşlik ediyor bana. Şimdi ağzıma atacağım,

o ekşimsi tat damağımı sararken

yutkunacağım yavaşça. Midemde bir

patlama olacak, bummm! Damarlarım daha

çok belirginleşecek, kalbim kan

pompalamaya doyacak. Evet

yaklaştırıyorum, dudaklarım aralanıyor,

burnum genişliyor bir çiçek

koklayacakmışçasına. Az sonra tüm

stresim geçecek.

“Hahaha! Abi, abi balığa bak!”

Page 12: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Bunu da bölmüş olmalarına

inanamıyorum, baş belaları! İyi bir azarı

hak etti bunlar.

“Hey! Bana bakın!”

“Aaaaaaaaa…”

Son duyduğum sesler bunlardı.

Sonra, sonra bu iri kayanın arasında

buldum kendimi. Aman tanrım, gerçekten

o çocukları mı ittim uçurumdan?

“Çok yakınlarda olmalı amirim. Hiç

kimse gittiğini görmemiş!”

Olamaz! Beni aramaya gelmiş

olamazlar! Ne yani, bu kadar çabuk mu?

“Her taşın altına bakın Erdoğan! O

kadın bulunacak!”

Ben o kadın değil, Stejo’yum

demek geldi içimden. Tuttum kendimi. İsa

aşkına! Beni bulmalarını istemiyorum,

buna engel ol tanrım! Ayak sesleri

tıkırdarken tam üstümde, alnımdan terler

akıyor, ellerim titriyordu. Bulacaklar!

Elimi cebime atıp LSD’yi yuttum. En

azından biraz sakinleşmeliydim. Kalbimin

ritim tuttuğunu hissedebiliyordum, fakat

sakindim artık. Gün batmak üzereydi, eğer

yarım saat daha oyalanırlarsa beni

bulmaları zorlaşacaktı. “Aptallar!” demek

geldi içimden, tuttum kendimi. Ta ki onlar

gidene kadar durumu kontrolüm altına

almayı başarmıştım. Muhtemelen benim

gittiğimi düşünmüşlerdi; ne saçmalık!

Telsiz sesleri yok, çocuk gülüşleri yok!

Dışarı çıkma fikri aklıma geldiyse de,

dışarıda birilerinin olabileceği korkusuyla

çıkmadım. Ve söylendim sessizce “Bu

gece denizin kucağında uyuyacaksın

Stejo!” Gözlerimle yarı karanlık alanı

inceleyip, birkaç şey bulmayı ümit ettim.

Bir balıkçının misina parçaları, kayaya

yapışmış birkaç midye, bir sandviç ve bir

sırt çantası. Sessizce kıkırdadım… Bir

sarhoşun gelip bunca şeyi unutması ne

hoştu! Sırt çantasını kurcalamaya

başladım. İçinde öyle çok şey vardı ki;

bana bir ay yetecek yiyecek, battaniye…

Belki de bir kapkaççıdır bunları buraya

koyan. Yine kıkırdadım. “Şansına küs

sarhoş kapkaççı! Bunları ben

kullanacağım.” Battaniyeyi geniş çantanın

içinden asıldım, arasından düşen fener diz

kapağımı sızlatsa da içimden küfretmek

gelmedi, biraz ışık herkese lazım olurdu.

Battaniyeyi özenle dizlerime örttükten

sonra fenerin düğmesine dokundum. Artık

bir köstebek gibi karanlıkta değildim. Sırt

çantasını belime destek yapıp gülümsedim.

Nasılda şanslıydım böyle… Sandviçe elimi

atmıştım ki karşımda minicik bir yengeç

belirdi. Gülümsedim, onu sevmiştim…

Sandviçimden bir parça ısırıp yeni

arkadaşıma şarkı mırıldanmaya başladım.

“Uyursan çocuk, büyüyeceksin…”

Şarkıma devam ederken annemin o

duru sesi kulaklarımda çınlıyordu.

Gözlerimi yumarak devam ettim,

saçlarımda gezinirken annemin elleri,

kendimi güvende hissediyordum.

Gülümsedim ve söyledim… Yengecin

orada beni dinlediğini sezinliyordum.

Söyledim, söyledim… Sonra küçük bir

çıtırtıyla iri eller onu torbaya atmıştı.

Gözlerimi açıp hışımla çıktım. Dışarıda

yüzünü pek seçemediğim, şaşkın, uzun

boylu bir adam dikiliyordu. Ellerimi

kaldırıp, onu hızla ittim. Ayaklarını sağlam

tutmasını biliyor olmalıydı ki sadece

sarsıldı. O an bu adamın, o iki küçük çocuk

gibi güçsüz olmasını istemiştim. Bir

hamleyle yumruğumu karnına vurdum.

Uzun boylu, iki büklüm olmuş halde

kayaların üstündeydi. Hızla elindeki

torbaya uzanıp, çektim. Öyle güçlü

çekmeme rağmen torbayı alamamıştım.

Sinirlenmiş olmalı ki; ayağa kalkıp, kolunu

boynuma kilitleyerek beni kayaların altına

çekti. Nefesim bu kez göğsüme ihanet

etmişti, ellerimle boynumu bıraktırmaya

çalıştım… Elini sıktım, tırnaklarımı

geçirdim; nefesim biraz tükenip, gücüm

zayıfladığında öleceğimi anlamıştım.

Birkaç debelenişten sonra, bir şey oldu ve

Page 13: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

ben düştüm. Düştüğüm yer aydınlık, mis

kokulu, huzurlu bir yerdi. Tam o sırada

yanımdan geçen yengeci gördüm.

Sevinmiştim, demek o da buradaydı.

Şarkımı tekrar mırıldanmaya başladığımda,

yengecim yakışıklı bir genç olmuş benimle

dans etmek istiyordu. Uzattığı elini nazikçe

elimle buluşturdum ve onun beni

adımlarına uydurmasına izin verdim. Biz

büyük bir zariflikle dans ederken etraf su

olmaya başlamıştı. Biraz irkilerek

söylendim:

“Su yükseliyor, boğulabiliriz.”

Ellerime daha sıkı tutunarak

kulağıma fısıldadı:

“Çocuğunu asma köprüde sallayan

bir annedir İstanbul…

Ki onun için süt dolu biberondur

Kız Kulesi;

Soğusun diye suya tutulan…”

Sular, bu satırları dinlerken

boynuma kadar yükselmişti. Garip olan

şuydu ki ben hala dansı bırakmak

istemiyordum. Dans ettim, dans ettim, dans

ettim… Su beni boğmaya başlayınca hızla

çırpındım. Gözlerimi açtığımda olanların

hepsinin bir hayal ürünü olduğunu farkına

vardım. Terlemiştim, sıkıntıyla

kıpırdanmaya çalıştım. Ellerimi cebime

götürecektim ki kollarımın sımsıkı bağlı

olduğunu gördüm. Lanet olsun! Polisler

beni yakalamış olabilir miydi? Gözlerimi

iyice açıp, etrafıma bakmaya başladım,

burası polis merkezi olabilir miydi? Yoo,

hayır; burası tamda beni saklayan yakışıklı

yengecin yeriydi. Bağırmaya başladım:

“Senin canına okuyacağım! Kimsin

sen!”

Yanımdaki fener yandı, mavi

çakmak gözler beni alaycı bir ifadeyle

süzdüler. Bir süre sonra kırmızı biçimli

dudaklara şirin bir gülümseyiş oturmuştu.

Tok ve zarif bir sesle konuşmaya başladı:

“Ben Rojhat. Ya sen kimsin?”

“Çöz beni barbar herif!”

Sesim olabildiğince güvenli ve

kararlı çıkmıştı. Fakat o bundan korkmuşa

benzemiyordu. Gülümseyişini bozmadan

konuştu:

“Memnun oldum çöz beni barbar

herif. Adının bir anlamı var mı?”

Onun böylesine rahat konuşması

benim sinirden titrememe neden olmuştu.

Çırpınmaya ve bağırmaya başladım. O

beni hiç kale almadan feneri söndürüp,

daracık alana kıvrılmıştı. Kıpırdanmak için

çırpındım, ağladım, bağırdım. Uyuduğu ya

da beni dinleyip kıs kıs güldüğü hakkında

hiçbir fikrim yoktu. Gece boyunca

direnişimi sürdürme kararıyla çığlıklarıma

devam ettim. Bağıdım… Bağırdım… Gün

doğumuna yakın boğazımdan sadece kan

tadı geliyordu, canım acımaya başladığında

göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Pes ederek

gözlerime oturan o iki Herkül’ün beni

götürmesine izin verdim. Geldiğim yer

karanlıktı, gözlerim doldu ve bağırdım:

“Ben karanlıktan korkarım! Lütfen

ışıkları açın!”

Bir bayan topuklularını tıkırdatarak

geliyordu. Tık… Tık… Tık… O

yaklaştıkça annemin kokusu, burnumda,

genzimde ve beynimde gezinmeye başladı.

Bu kez sesim şefkatle dolmuştu, sessizce

söylendim:

“Anneciğim seni çok özledim.

Lütfen seni görmeme izin ver.”

Annem yavaşça ışığa dokundu,

artık onu görebiliyordum. Kollarını iki

yana açtı ve bana seslendi:

“Ah Stejo’m seni çok özledim.”

Page 14: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

“Ah anneciğim, bende seni

özledim. Lütfen gitme!”

“Gitmem gerek Stejo’m. Ama sık

sık geleceğim. Haydi sarıl bana.”

Anneme doğru adımladım ve ona

tıpkı eskiden olduğu gibi sımsıkı sarılıp

boynundaki huzuru içime çektim.

Kulağıma yaklaşıp fısıldadı:

“Baban nasıl Stejo’m?”

Babam mı? Babam ha! Tanrı aşkına

bu kadın katilini mi merak ediyordu yani?

Kendimi geri çektim ve gözlerimi onun

gözlerine kilitledim. O an fark ettim ki,

annemin yosun yeşili gözleri artık rengini

atmış bir deniz mavisi olmuştu. Dikkatimin

dağılmasına izin vermeden konuştum:

“O seni öldürdü anne!”

Annem her zaman yaptığı gibi bana

suçlayıcı gözlerle bakıp konuşmaya

başladı:

“Halen bu inadını sürdürdüğüne

inanmıyorum Stejo! Onu yalnız bırakmış

olamazsın!”

O an bu kadının aklından zoru

olduğunu düşünmüş ve zihnimden onun

ölmeyi hak ettiğini geçirmiştim. Evet, evet

haklıydım! Her zaman babamı düşünür,

benim ne yaşadığım umurunda bile

olmazdı. Stejo çocuk gibi zırlama, Stejo

sen güçlüsün, Stejo lütfen sürekli kavga

edip beni yorma, Stejo babana karşılık

verip huzursuzluk yaratma, Stejo baban ne

derse hemen yap, Stejo o seni seviyor,

Stejo o, Stejo bu, Stejo şu! Stejo onu yalnız

bırakmadığı için bu haldeydi zaten!

Omzuma dokunup yara izimi buldum. O

bıçağın omzuma girdiği gün, dün gibi

aklımdaydı. Anneme sinirli bir bakış

fırlatıp konuşmaya başladım:

“Ahhh Stejo, suçlusun sus Stejo,

konuşmalarını seç Stejo! Ne yani anne,

oradan bakılınca on beş yaşında mı

görünüyorum?”

Bu sözlerimden sonra annemin o

dönüşmüş gözlerine hiç bakmadan elime

geçen ilk nesneyi ona fırlattım:

“Beni mahvettiniz!”

Vazonun gürültülü kırılışı, annemin

bedeninden akan onca kan… Hızla

yerimden doğruldum, ohhh tanrım sadece

bir rüyaymış! Bir dakika… Uyumadan

önce ben bağlıydım, şimdi, şimdi nasıl

doğruldum peki. Ellerime bakıp

gülümsemeye başladım, yüce İsa aşkına

kurtulmuştum. Etrafıma bakınırken, kafamı

kaldırmamla onu görmem bir olmuştu.

Koyu mavi gözler ve kavruk ten endişeli

bir görünüm sergiliyordu. Alnıma biraz

oksijenli su sürerek konuşmaya başladı:

“Rüyanda ne gördün? Tıpkı

delirmiş gibiydin. Nasıl çıkarabildin o

ipleri? Kafanı öyle hızlı savuruyordun ki

henüz müdahale edemeden biraz yara

aldın. Söylesene ne oldu böyle?”

Ne yani denizden çıkagelen bu

davetsiz adam, böylesine şefkatli

davranarak her şeyi anlatacağımı mı

sanıyordu ki? Ona sırlarımı vermemek

kararıyla gözlerimi kaçırdım. Fakat bağırıp

çağırırsam tekrar bağlayacağından, geçerli

bir mazeretle savuşturmalıydım:

“Ben LSD kullanıcısıyım. Hap

bulmam gerek!”

“Pekala bayan baş belası, yanında

hiç hap var mı?”

“Adım Stejo. Cebimde olması

gerek.”

“Öyleyse hallet işini.”

Elime aldığım bir LSD’yi ağzıma

iştahla atarken beni gülümseyerek izlemesi

sinirime dokunsa da ses çıkarmamıştım.

Page 15: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Nefesini alıp, ağzını kıpırdatması beni

konuşacağı kanısına götürmüştü ki

yanılıyor sayılmazdım:

“Karnın aç mı Stejo?”

“Hem de nasıl! Ama önce biraz su

lütfen.”

Etrafıma baktığımda istemediğim

kadar suyun içindeydim. Elim kayığın

nemli tahtalarına temas ederken, nerde

olduğumu artık pek de umursamadığımı

farkına vardım. Gözlerimle kürek çeken

kaslı kolların sahibini süzdüm, taştan

oyulmuşçasına biçimli yüz hatlarına mavi

gözleri ve uzun kirpikleri eşlik ediyordu.

Kavruk tenini inkar edercesine düzgün

konuşması, onun ırkı konusunda bir sonuca

varmama engel oluyordu. Ses tonumu

yumuşatarak seslendim:

“Rojhat.”

Koyu mavi gözlerini bana dikti ve

ne olduğunu sorarcasına bir göz kırptı. -

Tanrım! Bu adam gerçekten mimiklerini

mükemmel kullanıyordu!- Gülümseyerek

konuşmaya başladım:

“Nerelisin? Yani yanlış anlama ama ırkını

merak ediyorum doğrusu.”

Gülümsediğinde gamzeleri ortaya

çıkmıştı, kaşlarını anlam

veremiyormuşçasına çatarak o tok sesiyle

konuştu:

“Kimin hangi ırkta olduğu neden

böylesine önemli? Ha, çok merak

ediyorsan söyleyeyim Vanlıyım ben.

Van’da doğdum, Van’da büyüdüm, fakat

deniz çekti beni kendine. Babam derdi ki:

“Bazıları doğuştan seçilir evlat. Kimi

melek olur, kimi şeytan, kimi de hiçbir

şey…” İşte bende o hiçbir şey olarak

doğanlardandım, sonra fark ettim ki sıfır

olmak bir olmaya engel değilmiş. Bende

deniz adamı olmayı seçtim. Sadece deniz

adamıyım ben, ne ırkım var, ne de

tarafım.”

Rojhat’ın sesi öylesine toparlayıcı

ve ikna ediciydi ki, onun susmamasını

dileyebilirdim. Kayıktaki sessizlik her ne

kadar yerinde olsa bile içimdekileri dökme

isteği bu kez sessizlik sevdamın önüne

geçmişti:

“Ben, bende deniz aşığıyım aslında.

Annem küçükken hep iyi bir süs balığına

benzediğimi söylerdi. Sürekli gelirim

Kaleiçi kayalıklarına. Ne bileyim işte

yosun kokusu hoşuma gider, bazen sadece

balıkçıların o ter kokularını çekmek için

giderim oralara. Öyle işte… Biliyor musun

Rojhat, ne zaman babamla tartışsak deniz

kokusu yatıştırır beni. O kadar hayranım ki

bu yaşama, bir balık kadar özgür olmak

isterdim doğrusu. Tek korkum martılara

yem olmak yada ne bileyim işte bir ağa

takılmak falan olsaydı, eminim çok daha

mutlu bir hayat sürerdim.”

Rojhat, benim anlattıklarımdan

etkilenmişe benziyordu. Gözlerine bakarak

gülümsemeye çalıştım. Böylesine kısa bir

sürede her şeyi anlatacak kadar dolmuş

olduğumun ben bile farkında değildim.

Tüm anlattıklarımın aksine Rojhat’ın bana

bakışları şefkat doluydu. Uzun süredir

alışkın olduğum beni çözmeye çalışan

bakışların aksine bu şefkat dolu bakışlar

bende derinlerden bir etki uyandırmıştı.

Ona sarılmak istiyordum, evet! Evet ona

sarılmayı her şeyden çok istiyordum. Ona

yaklaşıp fısıldadım:

“Sana sarılabilir miyim?”

Kollarını açıp bana sımsıkı sarıldı,

kokusunu çektim içime. Sarıldım,

sarıldım… Uzun süredir ilk kez mutluluğu

hissetmiştim.

“Mutluluk!” dedim, “Sanırım deniz

ve sen mutluluksunuz.”

Derin bir nefes çekip cevap verdi:

“Mutluluk seni seviyor!”

Page 16: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

“Bende.” Dedim yanaklarım kızara

kızara.

Başımı uçurum kokulu kayalıktan

kaldırıp çevreme bakındım. Yine bir rüya

görmüş olabilir miydim? Mavi gözlü, kaslı

adam, onun kokusu, beni sevdiğini

söylemesi, sarılışı hepsi, hepsi hayal miydi

yani? Ayağa kalkıp uçurumdan aşağı

bakarken gözyaşlarımın gözlerimi

doldurduğunu hissettim. Hayır,

ağlamamalıydım! Gözlerimi denize

dikerek ağzıma bir LSD attım. Yuttum ve

onun eskiden olduğu gibi beni

sakinleştirmesini, her şeyi bir

halüsinasyona bağlamasını, hızla unutmayı

dileyerek bekledim. Gözlerimi

kırpamıyordum çünkü gözyaşlarımın

yanaklarımdan süzülmesi beni

korkutuyordu. Uzun bir bekleyişten sonra,

artık hiçbir şeyi LSD’nin çözemediğini

farkına varmıştım. Peki ya şimdi? Şimdi ne

yapacaktım? Ya ağlarsam? Hayır! Binlerce

kez hayır! Ağlayamazsın, bunu

yapamazsın! Tıpkı bir bebek gibi

zırlayamazsın Stejo!

“Stejo!” duyduğum bu tok ses, bana

koyu mavi gözleri anımsatmıştı. Arkama

dönmeli miydim? Ya döndüğümde bu da

bir beyin aldatmacası çıkarsa ne

yapacaktım? Ben bunca düşünceyi

kafamda kurgularken gözlerimden bir

damla yaş süzülmüştü. Ilık, rahatlatıcı

fakat bir o kadar da ezikçe! O damladan

sonra arkama dönemeyeceğimi anlamıştım.

Şu an tek isteğim, denizle bütünleşip özgür

kalmaktı. Önümdeki boşluğa yavaşça

adımladım, kollarımı iki yana açtım ve

Rojhat’ın ten renginin aksi olan beyaz

bedenimi nem kokulu özgürlüğe doğru

bıraktım.

Az ileride tüm bunları izleyen

kavruk adam gülümseyerek Stejo’nun bir

özgür martı oluşunu izliyordu. Yanındaki

arkadaşının sorusunu cevaplayışıyla

anlatmıştı gülümseyişini:

“Hey Rojhat! Neden onu tutmadın!”

“O bir deniz kızıydı dostum, en

fazla bu kadar kalabilirdi yanımda. Ben bir

elmanın içindeki kurttum fakat Eftelyalar

okyanuslara dökülmeliydi.”

Şiir

BIRAKMA ELİMİ

Hızır BULUT

Bırakma elimi, katil gibi yağmur.

Ölüm geziyor ıssız sokaklarda

Belli ki avsız, kana susamış.

Yok olmuş gündüzler, kâinat nursuz.

Deccal, Yecüc Mecüc sırasını savmış.

Yel değil esen, İsrafil’in nefesi.

Hava kan kırmızısı, gökten inen ölüm.

Bırakma elimi, yüreğimi; korkuyorum…

Page 17: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Şiir

MAVİ KELİME

Levent DALHAN

Umut kalmadı diyemiyordu biri,

İhtiyaç duyduğu anlarda zaten hiç olmamıştı.

O zamanlarda ne dünya bildiğiniz gibiydi,

Ne de hayat yaşadığını sandığınız gibi.

Evet gülebilen insanlar vardı,

Ama hiç akıl edemediğiniz gibi,

Mutlu olanlar başkaydı.

Biri kaybolduğu zamanlarda ne bir ses duydu,

Ne de adını çağıran biri oldu uzaklarda.

Duman altı düşlerde duyuldu sesi

"gökyüzü bana ellerini ver" diyebildi.

Biri gülüşüne gün değmemiş bir çocuktu,

Parmaklarını kösele ezdi, suratına ırmaklar oyuldu.

Oysa o meşhur mavi günler

Çocukların oynayacağı bir oyundu.

Biri bilmiyordu konuşmayı, yürümeyi, düşünmeyi

Herkesin bir gün olduğu gibi.

İlk duyduğu seste kaybetti,

Sonra bir daha rastlamadığı

O meşhur üç beş mavi kelimeyi.

Fotoğraf: Burcu Bekiroğlu

Page 18: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Şiir

SEHVİYYÂT

Yunus Emre BOLAT

Ben nice maânî gördüm berây-ı mehlikâ söylemişler

Baktım ben ol mehlikâya ki ümenâ dürûğ söylemişler

Görünce serv-i hırâmânı derk ettim ben vecâheti

Hüsne te’vîl edip mübalağa ettiğimi söylemişler

Kaç kez eş’âr tahrîr ettim mehlikâya heyecân içinde

Kemânebrûnun bana bîmübâlât olduğun söylemişler

Önce mevhûm sandım bana söylenen o müessif sözleri

Şekerhandıyla nigâh eyleyenden duyup da söylemişler

Acz içinde bîçâre Bolat tefekkür etti hiç durmadan

Dürûğzen kişiler münhasıran bunu sahih söylemişler

Şiir

H. NİHÂL ATSIZ'A

Âşık Faruk ERDOĞAN (Turanî)

Ülküsünde Turan ve milli dava

Özünde Türklük var Nihal Atsız'ın

Sanki çile ömür zindansa yuva

Gözünde Türklük var Nihal Atsız'ın

O aziz ülkünün yılmaz neferi

Ömrünce ahdetmiş kutlu zaferi

Vuslata erişmiş nice seferi

İzinde Türklük var Nihal Atsız'ın

Asla boyun eğip durmamış geri

Elinde kalemi alnında teri

Mevlam cennet mekan nur olsun yeri

Yüzünde Türklük var Nihal Atsız'ın

Faruk der bahara yaza ses verdi

Yanlışa dik durdu yoza es verdi

Gönlünde şiire söze süs verdi

Sözünde Türklük var Nihal Atsız'ın

Page 19: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Şiir

SOKAK MANZARALARI

Oğuzcan KIYMIK

Kırık cam bardakları,tuzlu çay köpüğü

Birkaç el öksürdüğüm sigara sönüğü

Buzlu kül tablaları,içinde aniden

Ruhumun düğmelerini kopartır gece

Yalnız,karanlık ve fettan bir hatun gibi.

Klarnet sesi eşliğinde,”Ah İstanbul”

Diyorken Taksim’de şu nostaljik tramvay,

Bu kış da balkon pek soğuk geçer sanırım

Ekmeği kapıcı Halis getirir yarın

Gazete olmaz umarım,yazmak istemem

İlk sayfada subay Ahmet,arkada

eşi kalır,üç yaşında yetim bebesi

Anası önünde beddualar sıralar,aminsiz

Önünde dul gelin,yetim bebe,şehit

Çocuklar var,parkta,evde sonra savaşta

Kimi mavi,kimi sarı,kiminin rengi

Siyahtı,kahve gözleri,yaşarmış yerde

Elinden tutup kaldıran,beyaz bir asker

Görsem,ak alnında damla olmak isterim

Mesela süslü bir telaşe alır beni

Saray önlerinden tahta faytonlar çıkar

Saçını sarıya boyar,Kasım çınarı

mumdan alev saçılır,avuç içlerime

Sönmeden,yedi cihan ısıtmak isterim

Yoksulluk kalın puntoyla yazılmış bugün

Dün yarı çıplak bir kadının,İngiliz ırkı

dört bacaklısının ardına saklamışlar

Memleket,memleket fakir düşmüşse eğer

şişman adamın cebinden çalmak isterim

Gece aydınlanırken, büsbütün sabaha

Halis bey elinde gazete ile görünür,

Ekmek sıcacık,bir helal,doyduk çok şükür.

Page 20: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Şiir

ŞÂH U GEDÂ

(Nazîre-i Fermân ez-Fazlullâh-ı zaman Üstâd Sâhir

Be-nâm-ı Mihribân, der-vasf-ı şâh hûbân) Yavuz Fermân KILIÇ

Elif, laaaam, miiiim

Aşk yolunun uslanmaz aşığıyım

Olmaz kusurum

Aşk elinde, esir olmuş şuurum

Elif, laaaam, miiiim

Fermân’ım, Nesîmi’yim, Mansûr’um

Elif, laaaam, miiiim

Elim, kolum rüzgârî zincirlerle bağlı

İşte karşısındayım

Halep’in gecelerinden daha derin gözleri

Ses çıkaramıyorum

Sanki idamlıklar çarşısındayım

Katlime fermânı verecek ilk sözleri

Elif, laaaam, miiiim

Son nefesim olsa da konuşacağım

Ölüme, gözlerinde kavuşacağım

‘’Ey şâh sultân!

Hasretinde nice prangalar eskidi

Revâ mıydı, bu an son nefesimde geldi?’’

Elif, laaaam, miiiim

Mihribân yolunda, Nesîmî oldum şimdi

Aşk benim

Elif, laaaam, miiiim

Haziran rüzgârı, kırbaç vuran cellâtlar gibi esiyor

Bağdat meydanlarında, benden sebep bir kargaşa var yine

Elimi, ayağımı, sözlerimi, çaprazlama kesiyor

Şâh sultânım, teşrif etmişken pişmân olmasın geldiğine.

Elif, laaaam, miiiim

Taş, toprak yağmurunda

Şâhımın karşısında duruyorum

Kanımı Dicle’ye, canımı göklere savuruyorum

Rüzgâr, rûhumu da göz hapsine alıyor

Elif, laaaam, miiiim

Son nefesim…

Gözleri, gözlerimde misafir oluyor

Revâ mıydı, bu an son nefesimde geldi

Elif, laaaam, miiiim

Mihribân yolunda ene’l-Hak Mansûr’um şimdi

Âşık benim.

Page 21: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Elif, laaaam, miiiim

Aşk meclisinin dört büyük aşığı

Parçalanacak, aç aslanların kafeslerinde

Dört büyük âşık, aşkın dört büyük sanığı

Meraklı bakışlar son nefeslerinde

Elif, laaaam, miiiim

Mecnûn: ‘’Dermân’’ dedi

Ferhâd: ‘’Biraz daha imkân’’ dedi

Tâhir: ‘’Son bir zamân’’ dedi

Fermân: ‘’Mihribân’’ dedi.

Elif, laaaam, miiiim

Nesîmî gibi yüzülüyor derim

Mansûr gibi dara çekiliyor bedenim

Aşk benim, âşık benim, maşûk benim

Elif, laaaam, miiiim

Cân benim, cânân benim, Mihribân benim

Aşk yolunda yazılan en güzel Fermân benim

Elif, laaaam, miiiim

Söze bürünmemiş harflerin sedâsı benim

Şâh sultân Mihribân’ın gedâsı benim.

Şiir

MUTLULUĞA DOĞRU

Recep ARSLAN

Bir kuş gibi mavi göklerde, Amansızca sonsuz boşluğa uçsaydım.

Ardımda her şeyimi bırakıp da

Bir daha hiç dönmemek üzere

Gözlerden kaybolup ...

Yok olsaydım.

Fotoğraf: Burcu Bekiroğlı

Page 22: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATINDA BU AY

DOĞUŞTAN ARTİST VE YALNIZ BİR

ADAM: OĞUZ ATAY

Damla KARAYİĞİT

“Doğuştan artist bir çocuk olan Oğuz’un

karakterini bir çırpıda anlatmak çok zordur. Malum ya

serde artistlik var… Her gün bir başka şahsiyet olarak

karşımıza çıkar. Ama Oğuz deyince akla “el” gelir;

zira Oğuz meramını dilinden ziyade elleriyle

anlatmayı sever. Müziğe merakı vardır. Sınıftaki

bozuk piyanocuk ve arkadaşlarının biçare kafaları

Onun elinden neler çeker… Espriye pek meraklıdır.

Bazı güzel esprileri de olursa da onlar soğuk

esprilerinin arasında kaybolup giderler. Sinemaya,

tiyatroya gitmeyi çok sever. En büyük arzusu Agâh ağabeyinden(Agâh Hün) feyiz alarak

geleceğin ‘Vasfı Rıza’sı olmaktır.”

Lisedeki Oğuz’u bir arkadaşı böyle

tarif etmiş; ‘meramını dilinden çok

elleriyle anlatmayı sever’. Çok uzun yıllar

sonra Yıldız Ecevit onun için yapılan bu

tarifi ‘yazmak için yaşamış bir yazar’

olarak tazeler.

12 Ekim 1934’te

Kastamonu/İnebolu’da dünyaya gelen

Oğuz Atay’ın babası 6. ve 7. dönem Sinop

ve ardından 8.dönem Kastamonu

Milletvekilliği yapan Cemil Atay’dır.

Korkuyu Beklerken adlı kitabındaki

‘Babama Mektup’ isimli öyküsünde,

duygularının romantik bölümünü aldığını

söylediği annesi, ilkokul öğretmenliği

yapan Muazzez Atay’dır. Annesinin sıkı

dil eğitiminden geçen Oğuz Atay, henüz

okula başlamadan okuma-yazmayı öğrenir;

bu nedenle okula 2.sınıftan başlar.

İlkokul yıllarında geçirdiği

zatürree, onu çok ilgi duyduğu atletizmden

koparır. Hayatının geri kalan kısmını

etkileyecek olan bu hastalığın onun

zihninde ve kalbinde açtığı yara,

Tutunamayanlar adlı kitabında Selim Işık

adlı karakterde açığa çıkar; Selim,

geçirdiği ağır bir hastalığın ardından

şişmanlayan ve canı sıkıldığında oynadığı

tek oyun, evlerinin önündeki köprüden

dereye taş atmak olan bir çocuk olarak

büyümüştür. Yıldız Ecevit, ‘Ben

Buradayım’ adlı çalışmasında bu durum

üzerine şöyle bir saptamada bulunmuştur:

“Oğuz Atay'ın çocukluğunda geçirdiği bu

hastalık büyük bir olasılıkla, onun iç

dünyasında yaşadığı

çevreye yabancılaşma olgusunun

ruhbilimsel nedenlerinin gerisindeki

fizyolojik kökenli kaynağın kendisidir.”

Hal böyle olunca ilkokul sıralarında Atay,

içine kapanık, arkadaşlarıyla iletişim

kuramayan ve sürekli kitap okuyan bir

dönem geçirmiştir.

Ortaokul yıllarında hayatı boyunca

etkileneceği yazar Dostoyevski’nin eserleri

ile tanışır. Bunun yanı sıra dünya

edebiyatını ve batı klasiklerini okuyan

Atay, bir arkadaşıyla birlikte öğrendiklerini

pratiğe dökebilmek için duvar gazetesi

Page 23: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

çıkarır. TED Ankara Koleji’ni 1951’de

bitiren Atay’ın karnesi lisede, üstün

başarılarla doludur. Bu döneminde onun

zeki ama içe kapanık yapısı arkadaş

çevresi tarafından hiç anlaşılamaz; kaldı ki

Atay da onların dünyalarına girmeyi, onları

tanımayı istese de başarılı olamaz.

Lise yıllarında tiyatronun yanı sıra

bir diğer tutkusu da resimdir. Resim

öğretmeni, Atay’ın çizimlerine her zaman

beğenilerini sunar ve resim alanına

yönelmesi için babasıyla konuşması

gerektiğini söyler; ancak Cemil Atay, oğlu

için kararı çoktan vermiştir. 1950’li

yıllarda Demokrat Parti’nin başa gelmesi

ile birçok Chpli milletvekili koltuğundan

olmuştur. Bunlardan biri de Cemil

Atay’dır. Aynı yıllar Oğuz Atay, İTÜ

İnşaat Fakültesi’ni kazanır. Böylece aile

Ankara’dan İstanbul’a taşınır.

1957’de mezun olan Atay, üç yıl

sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve

Mimarlık Akademisi(Yıldız Teknik

Üniversitesi) İnşaat Bölümü’nde öğretim

üyesi olur. 1957 yılının Aralık ayında

Oğuz Atay askere gider. Böylece Atay yeni

ve her zaman istediği, beklediği ortamı

bulmuş olur; çünkü asker arkadaşları Cevat

Çapan ve daha sonra Tutunamayanları ilk

okuyacak olan Vüsat O.Bener’dir. 1975’te

doçent olur, Topografya adlı bir de mesleki

eğitim kitabı yazar.

1968’de Tutunamayanları yazmaya

başlayan Atay, bir yıl gibi kısa bir sürede

eserini tamamlar ve Vüsat O.Bener’e

okutur; arkadaşının tavsiyeleri üzerine bazı

eksiltmeler yaparak 1970 TRT roman

yarışmasına eserini yetiştirir. Beklediği

üzere ödülünü de alır. Birçok yayınevi

eserini basmaz; ancak 1971’de Sinan

Yayınları iki cilt halinde eseri basar. 1973

yılında ‘Tehlikeli Oyunlar’ı yayınlar;

ancak Türk aydınları, Tutunamayanlarda

gösterdikleri sessizliği bu eserde de devam

ettirirler. Aynı sene yayımlanan “Oyunlarla

Yaşayanlar” adlı oyunu Devlet

Tiyatrosu’nda sahnelenir. 1975’te

üniversiteden hocası olan Mustafa İnan’ın

biyografisini ‘Bir Bilim Adamının

Romanı’ ismiyle yazar. Atay, okuyucunun

bu sessizliğine 1975’te yazdığı ‘Korkuyu

Beklerken’ adlı öykü kitabında: “Ben

buradayım sevgili okuyucum, sen

neredesin acaba?” cümlesi ile cevap verir.

Bir yalnız adam Atay, “Türkiyenin

Ruhu”nu tamamlayamadan beynindeki

tümör sebebiyle 13 Aralık 1977’de

İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.

Vefatından sonra 1987’de “Günlük”,

1998’de “Eylembilim” adlı kitapları

yayımlanmıştır.

Sağlığında hiçbir kitabı ikinci

baskıyı görmemiş olan Oğuz Atay’ın

eserleri, vefatının ardından büyük ilgi

görmüş ve defalarca basılmıştır. 2005

yılında Yıldız Ecevit’in “Ben Buradayım”

adlı çalışması Oğuz Atay’ın biyografisidir.

Bu eserde yalnızca Atay’ın hayatı değil,

eserleri ve eserleri üzerinden onu anlamaya

yönelik çıkarımlar da mevcuttur.

Bir aralık buradaydım; Bu Aralık

burada yokum… Vefatının 37.

yıldönümünde Oğuz Atay’ı saygı ve

rahmet ile anıyoruz.

Oğuz Atay’ın Eserleri:

-Tutunamayanlar

-Tehlikeli Oyunlar

-Bir Bilim Adamının Romanı

-Korkuyu Beklerken

-Oyunlarla Yaşayanlar

-Günlük

-Eylembilim

KAYNAKÇA

-Ecevit, Yıldız, Oğuz Atay’ın Biyografik

ve Kurmaca Dünyası, ”Ben

Buradayım”,İstanbul; İletişim

Yayınları,2009.

-Uygun, Hasan, Yapıtları ve Yaşamıyla

Oğuz Atay, Mavi Melek, sayı:44,2010.

-www.oguzatay.net

-Kutlu, Pakize, Oğuz Atay’la Röportaj,

Yeni Ortam,1972.

Page 24: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Şiir

PHONEX

Osman BAYKAL

Utangaç bir haldeydi yeryüzü

Gülmemek için kendini zor tutuyordu şeytan

Bir rezillik vardı ortada

Belki gülünecek bir rezillik

Belki de ağlanacak bir rezillik

Herkes kendi değer yargılarıyla

Yargılıyordu kendini

Değerleri olmayanlar

Alabildiğince haykırıyordu

Haykırdıkça zekileşiyordu

Peki neydi bu rezillik

B sorunun ardından

Çevriliyordu bütün güneşler

Kendi galaksilerine

Postmodernbir anlayışla

Kalemler kırılıyordu

Tüm edebi kaynaklar yıkılıyordu

daha sonra

dünya hiçbir şeye aldırmadan dönüyordu

ipini koparmışcasına

Fotoğraf: Burcu Bekiroğlı

Page 25: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Deneme

SON VAGON

Saliha YILMAZ

Bir hayat akıyor. Köprünün orda, taşların arasından.. Bulut

zerresini üzerinde barındırmadan, kuşların dansını gölge

bırakmadan yansıtıyor göğün efendisi. Şimdi o da süregelen

düzenin bir devamı...

Dört dörtlük değildi ama yaşanırdı biliyorum. Bir trenin son vagonundaydık,

altımızdaki raylara aldırmadan ilerliyorduk .Yanımızdan geçen her ne varsa hızlandırılmış bir

akımın seyriydi. Saniyeler ,dakikalar ,saatler geçiyordu. Kahramanlar bir bir siliniyordu

hafızalardan. Geç kaldığımız bütün randevuları unutmuş bulunuyorduk .Güzeldi,

hatırlanmaya değecek kadar güzel. Devam ediyordu ve biz güzellikleri görmeye mecburduk

.Yalnızlığımızı yağmur dindiriyordu ne de olsa, derdimizi rüzgar dağıtıyordu. Gün bizi

sarıyordu. Denizin üzerinde yürüyorduk, saçlarımız savruluyordu. Bağlıydık, öyle

görünüyorduk. Bir bankın üzerinde yenen simit kadar kıymetliydi sözler, söylenecek olanlar;

gelenler ve gidenler...Günümüze hayat katıyorduk, gözlerimize görmeyi öğretiyorduk,

ellerimize dokunmayı. Plan yapmıyorduk, planlar hayatımızı kısıtlayan bir dönemeçti. Göğe

asılan salıncakta bir ileri bir geri gidip geliyorduk serinliyordu duygularımız. Bugün güzeldi.

gün bugündü. Sessizdik ,kendimizi dinliyorduk ,varacağımız durak gözümüzde büyüyordu..

Karlar yığılmaktaydı önümüze ama beyazdı. İşte yine akıp gidiyorduk .Ütopyanın sevgilisi

bizi çağırıyordu. Mucizelerimizi karşılamak için sıraya girdik. Geri kalan hayatımızın ilk

gününü yaşıyorduk bugün..!

Şiir

YAPAMADIM

Bayram AKI

Okuduklarım kilitledi beni

Dilim tutuldu konuşamadım

Gördüklerim ezdi beni

Buz oldu bedenim yazamadım

Hayal belki bizimkisi

Gördüm düşünü uyanamadım

Sevda işte bizimkisi

Karşısında duramadım

Çaresi yok idi aşkın

Kapıldım çırpındım kurtulamadım

Yüreğime çizmişim seni

Üzerini karalayamadım

İşlerken sözlerin kalbime

Ölüyordum ben dayanamadım

Gözde yaş üzülürken sen

Ben buralarda duramadım

Page 26: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Deneme

BEKLEYİŞ

Hülya MALKOÇ

Sonbahar… Yağmurların bulutlara, yaprakların ağaçlara

küstüğü fasıl. Ve beklemek… Ne kadar umut varsa sırtlamak hepsini.

Bu umutlarla yol almak ömrün geri kalanına. Bir yerlere gizlenmiş

sabrı aramak dualara nakşetmek için. Ve sarılara, beyazlara bürünmüş

bir demet papatya ihtiyar avuçlarda tutulan… Ve bir martının tiz

çığlıkları kulaklarda çınlayan…

Düşünceleri bir martının tiz

çığlıkları ile bölündü. İrkildi hâliyle.

Elindeki papatya demetini yanına koydu.

Sesin geldiği yöne doğru çevirdi başını.

Hırçın dalgaların üzerinde süzülen martıyı

inceledi buğulu ve yorgun gözleriyle. Ne

talihliydi şu kuşlar onun nazarında.

Kanatları vardı bir kere. Onları

incitmedikleri sürece uçuyorlardı uzaklara.

Kanat çırpıyorlardı gönüllerince. Şehrin

dört bir bucağına, denizin sonsuz afakına.

Keşke onun da bir çift kanadı olsaydı.

Olsaydı da içine düştüğü mihnet

çukurundan kendini kurtarabilseydi. Böyle

düşünüyordu düşünmesine de bir çift kanat

da yetmezdi onun içini kavuran hicran

ateşini söndürmeye. Kalbinde coşan sevda

ırmağını kurutmaya… Tüm bunların

olması için ya ölmesi lazımdı ya da

hafızasının onu terk etmesi. Bunu iyi

biliyordu. Aslında ilk ihtimal çok da uzak

değildi ona. Yaşı epeyce ilerlemişti.

Emektar aynasına akseden ak saçlarından,

alnını kuşatan çizgilerden, göz altlarını

mesken tutan kırışıklıklardan bunu çok iyi

anlıyordu. İkinci ihtimal cılız kalıyordu

ilkinin yanında. Zira her kula nasip

olmayan bir hafızaya sahipti. Gençlik

yıllarında işine çok yarıyordu böyle sağlam

bir hafıza. Lâkin ihtiyarlıkta külfetten

başka bir şey değildi meret. Şu zamana

kadar aklına türlü düşünceler, kalbine de

envai çeşit duygu hücum etmemiş miydi ki

yeterince? Takati kalmamıştı artık acı

hatıralar okyanusunda kulaç atmaya.

Derken iki damla misafir oldu yanaklarına.

Ağlıyor muydu yoksa yağmur mu

yağıyordu bilemedi önce. Olsun,

bilemesindi. Düşüncelerinden sıyrılmıştı

ya yine, yeterdi bu ona. Seviyordu böyle

zamanları. Bir an için nefes aldığını

hissediyordu iyice daralan bedeninin.

Gökyüzüne çevirdi başını birden. Bulutlar

matem havasına bürünmüştü bile.

Damlalar sabırsızdı, bir an evvel toprakla

buluşmak için can atıyorlardı adeta.

Anlaşılan o ki birazdan aralarında kıyasıya

bir rekabet yaşanacaktı. Nitekim çok

geçmeden başladı bu yarış. Rüzgâr onları

bir sağa bir sola savurarak sakinleştirmeye

çalışıyordu sanki. İhtiyar adam ıslanmış,

hafifte önüne dökülmüş saçlarını elleriyle

geriye taradı önce. Sonra da siyah

şemsiyesini açtı. Saatine bir göz attı. Ooo,

neredeyse ikindi olmuştu. Zaman su misali

akıp gitmişti yine. Rengi solmuş kabanının

önünü ilikleyerek toparlandı bir müddet.

Yerinden kalktı ihtiyarlığın bedenine

yüklediği ağırlıkla. Birkaç adım attı kuru

yaprakların hışırtısı eşliğinde. Tam bir

adım daha atacaktı ki bir şeyi unuttuğunu

fark etti. Ah! Nasıl da unuturdu

sevdiceğinin papatyalarını? Hep o martı

yüzündendi. O feryat figân etmeseydi eğer

papatya demetini elinden bırakmayacaktı.

Neyse ki erken fark etti de dönüp aldı onu.

Yürüyordu şimdi, yâre giden yolda

yürüyordu. Boğazında bir parça kuruluk,

kalbinde bir parça buruklukla yürüyordu.

Arada bir soluğu kesiliyordu, olsun. O pes

mi etmişti bu zamana kadar ki şimdi etsin?

Sevdiceği de yılmasını istemezdi zaten şu

zamandan sonra. Ona yakıştıramazdı bu

yılgınlığı. Sahi sevdiceği… Onun bir

zamanlar gönlüne düşürdüğü aşk tohumu

öyle büyümüştü ki gönlünü gülistan

eylemişti çok geçmeden. Ne büyük

Page 27: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

mutlulukları ağırlamıştı bu gönül. Nice keder fırtınalarını atlatmıştı da ayrılık acısının

üstesinden gelememişti bir türlü. Sevdiceğinin son nefesi bir “âh” olup da yakmıştı gönlünü.

Talan etmişti biricik gülistanını. Sonra “hoş geldiniz” demişti dertlere ve yalnızlığa.Hoş

gelmişlerdi fakat sefa getirmemişlerdi yanlarında.

Yürüyordu. Zaten sevdiceğinin onu terk etmesinden bu yana yaptığı en iyi şey

yürümekti belki de. Kesik kesik soluklarla, yavaş yavaş adımlarla yürümek. Yürüyordu. Ve

biliyordu. Ayrılık olmadan vuslat da olmazdı. Ellerinde papatyalar, burnunda taze toprak

kokusu ve gözlerine yuvalanmış yaşlarla birlikte yürüyordu. Kalbinin yegâne sahibine

kavuşana dek yürüyecekti. O can ki sevendi, beklemeye alışmıştı çoktan. Fakat cananı

bekletmek olur muydu hiç?

Şiir

ÖZLEMEK

Hakkı ÖZER

Özlemek...

Aslında özlemek değil de;

Seni özlemektir zor olan

Sesinden, kokundan, teninden ve 'Sen'den uzak olmak...

'Sensiz'liktir canımı yakan...

Şimdi anlatsam sessizliği,

Koşarak gelirdin ardında bakmadan,

Anlatabilsem sessizliği,

Severdin beni bıkmadan...

Bak bu kacıncı dize uğruna karalanan,

bu kaçıncı şiir.

Kaçını okudun cidden, kaçını attın bakmadan ?

Ben hasret dünyasında çırpınırken,

sen kaç kez geldin çığlıklarımı duymamazlıktan?

Özlemek diyordum prenses, zor cidden.

Nefes almaya çalışmak, yanımda sen yokken.

Sen ve ben olmak, "Biz" dururken.

Özlemek, Sensizlik zor prenses, zor cidden...

Şiir

SEVMEK

Mesut YILMAZ

Sevmek

Koklamak baharı

Ve güneşe sarılmak

Sevmek

Tutunmak bulutlara

Süzülerek kuşlarla

Sevmek

Küçük bir çocuk gibi

Mutluluğa kucak açmak

Page 28: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Hikâye

BİR KARGANIN ANATOMİSİ

Buse Asena KARA

O sabah güneşli bir güne uyanmamıştı. Islak, bulutlu ya da ılık bir

esintinin insanın coğrafyasında narince seyahat ettiği bir gün de değildi.

Bir gün ne kadar sıradan olabilirse bugün de en az o kadar sıradan ve

bayağıydı. Tıpkı o güzel pastaları sıradanlığa sürükleyen beyaz pasta

kreması gibi.

Bekir uyandığında saat altı olmamıştı.

Günün en karamsar, en ümitsiz hallerinden

biriydi. Sanki sabah çok uzaktı geceye ya

da gece çok uzaktı sabaha.

Bekir işte… Dört saatten fazla

uyuyamazdı hiç. Bulaşık da yıkayamazdı.

Dünya görüşü düzene karşıydı belki de bu

yüzden ütü bile almamıştı evine. Yatağını

hep dağınık bırakırdı. Çayı açık içerdi.

“Erkek adam çayı açık içer mi?” Yine de

açık içmeye devam ederdi.

Böyle bir adamdı Bekir. Eskiden

beri böyleydi. O sabah uyandığında her bir

parçası isyan eden o eski iğde rengi hırkayı

giydi yine. Yeşil kadife koltuğa uzandı,

dizlerini karnına çekti. Bunu kendini iyi

hissetmediğinde sıkça yapardı. Bazen de

üşüdüğünde. Şimdi neden yapıyor

derseniz, bunu Bekir’e sormalıyız derim.

Her şeyi bilmemi bekleyemezsiniz.

Eğilip fütursuzca yerde yatan sigara

paketine uzandı. Balkona çıkıp bir sigara

seçti paketten, ardından bir tane daha.

Tutuşturdu. “Bir tane bana, bir tane

kargalara..” Kargaları da severdi Bekir.

Keşke bu kadar siyah olmasalardı. İğde

renginde olabilirlerdi mesela. İğde rengi

kargalar…

O zaman onları daha çok severdi.

Fakat Aysel, yine de sevmezdi kargaları.

Kargalar da Aysel’i sevmezdi zaten. Tek

ortak noktaları Bekir’di. Bekir ikisini de

seviyordu. Bunu ne Aysel biliyordu, ne de

kargalar. Aysel mi? O Bekir’i sevemedi.

Belki de Bekir bir kargaydı. Öyle kara,

öyle tiz, öyle uğursuz. Çatıdaki sigara

yığınına baktı. Ne nankördü şu kargalar!

Durdu, düşündü. O kesinlikle bir karga

olmak için doğmuştu. İğde rengi

olanlardan..

Page 29: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

HABERLER VE DUYURULAR

"Hikâyeleriyle Şiirler"

Hikâyeleriyle Şiirler, Doç. Dr. Özer

Şenödeyici önderliğinde bölümümüz

öğrencilerin hazırlamış olduğu ve şiirlerin

hikâyeleriyle beraber okunup, türkülerin

söyleneceği bir programdır. Hazırlanan

program 17 Aralık 2014 tarihinde

Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Nazım Terzioğlu Amfisi'nde saat

15:30'da gerçekleşecektir.

"Türk Halk Bilimi Günleri"

Türk Halk Bilimi Günleri adlı

proje, Karadeniz Teknik Üniversitesi

Türk Dili ve Edebiyatı bölümü

öğrencilerinin düzenlemiş olduğu ve halk

bilimi, halk edebiyatı meselelerinin

tartışıldığı etkinlikleri içermektedir. İlk

Türk Halk Bilimi Günü olarak 18 Aralık

2014 tarihinde saat 15:00'da bölüm

öğrencileri okulda toplanarak

"günümüzde devam eden eski Türk

inanışları" konusunda bilgilerini ve

araştırmalarını paylaşacaklardır.

Etkinliklere katılmak isteyen tüm

öğrencilere duyurulur.

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Tanışma Yemeği

Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencileri

tarafından bir akşam yemeği organize edildi. Güzel

anlar yaşanan yemekte Merve Can ve Serap Cengiz adlı

öğrenci arkadaşlar türküler seslendirdi.

Page 30: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı

Bölüm Öğrencilerimiz Trabzon Görme Engelliler

Sanat ve Spor Kulübü Etkinliğine Katıldı

KTÜ Türk Dili ve Edebiyatı

bölümü, öğrencilerimizden Nuray

ACAR ve Serap CENGİZ'in de görev

aldığı Trabzon Görme Engelliler

Sanat ve Spor Kulübü'nün düzenlemiş

olduğu müzik ve eğlence programına

katıldı.

Page 31: Bengütaş Duvar Gazetesi 8. (Aralık) Sayısı