Upload
yunus-emre-bolat
View
239
Download
6
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencilerinin yayına hazırladığı duvar gazetesidir. bengutasduvargazetesi.blogspot.com [email protected]
Citation preview
Editörden
Yunus Emre BOLAT
"İstek ve inanç, her güçlüğü devirir." Hüseyin Nihâl ATSIZ
Bu ay
yazıma, 11 Aralık
1975 yılında vefat
eden Türk yazar,
şair, tarihçi, fikir
adamı Hüseyin Nihâl
ATSIZ'ın bir sözüyle
başlamak ve bu
vesileyle kendisini
anmak istedim. Atsız'ın da dediği gibi, bir
güçlüğü devirmenin en büyük yolu istemek
ve inanmaktır. Bizler de isteyerek,
inanarak hiçbir engel tanımayarak,
kurucumuz Doç. Dr. Özer Şenödeyici
önderliğinde birçok güçlüğü devirdik ve bu
günlere kadar gelebildik. Bizler
Türkolojiye hizmet etmek amacıyla bir
araya gelmiş gençleriz. Bu amaca ne kadar
yakın olabilirsek, kendimizi o derece mutlu
hissedeceğiz.
Bengütaş Duvar Gazetesi, 2014
yılının son sayısını siz değerli
okuyucularına sunuyor. Bölümümüz
koridorunda ve internet sitemizde
yayınlanan gazetemiz, ilgi toplamaya
devam ediyor.Yalnızca Türkiye'den değil,
tüm dünyadan takip edilen bir gazeteyiz.
Bu bizleri daha da cesaretlendiriyor ve
güçlü hale getiriyor. Bizler 2014 yılına,
işlerimize maddiyat katmadan, herhangi bir
işletmeden reklam almadan tam 8 sayı
hediye ettik. Aynı şekilde yeni gireceğimiz
yılda da Bengütaş'ı en iyi yerlere
taşıyamaya çalışacağız.
Aralık sayımızla sizlere bu
güzelliği sunmaya devam ediyoruz. "Daha
nice sayılara Bengütaş" diyerek hepinize
iyi okumalar diliyorum.
Editör
Yunus Emre BOLAT
Editör Yardımcıları
Nuray ACAR
Hilal TUNA
İhsan BAYRAK
Tashih
Serap CENGİZ
Kevser BAYAZIT
Ayşenur AYYILDIZ
Seçil HAVUZ
İletişim Sorumları
İhsan BAYRAK
Gamze SAK
Röportaj Ekibi
Damla KARAYİĞİT
İrem ERTEN
Burcu BEKİROĞLU
İhsan BAYRAK
Yazı Denetimi Samih YIKILGAN
Eray KARAHAN
Oğuzcan KIYMIK
Bilgisayar ve Jenerik Yunus Emre BOLAT
Bayram AKI
Pano ve Arşiv
Nuray ACAR
Merve CAN
Gülsüm KANOĞLU
Meryem ZENGİN
Büşra BİRCAN
Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.
bengutasduvargazetesi.blogspot.com
Her hakkı saklıdır.
Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın
herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa çoğaltılamaz.
Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir.
Gazetede yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu
yazarlara aittir.
Röportaj
PROF. DR. MEHMET AÇA İLE
SÖYLEŞİ
İhsan BAYRAK
-Öncelikle kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
-Memleketim Konya’da dünyaya geldim. Lisans öğrenimimi
(1988-1992) Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nde, yüksek lisans (1992-1994) ve doktora
öğrenimimi (1994-1998) ise Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde tamamladım. Yüksek lisans ve doktora tezlerimi, Prof.
Dr. Saim Sakaoğlu’nun danışmanlığında hazırladım. Yüksek Lisans
tezim Obruk (Konya) köyleri halk edebiyatı ürünleri, doktora tezim
ise “Kozı Körpeş-Bayan Sulu Destanı” üzerinedir. 1993’te Adnan
Menderes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne Araştırma
Görevlisi olarak atandım. 20 Aralık 1999’da Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne Öğretim Üyesi (Yrd. Doç. Dr.) olarak atandım. 2003’te
Doçent Dr., 2008’de de Prof. Dr. unvanlarını aldım. Halen Balıkesir Üniversitesi Fen-
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev
yapmaktayım. Bu üniversitede görev yaptığım süre içerisinde yüzlerce lisans öğrencisinin
yanı sıra, 11 yüksek lisans, 4 de doktora öğrencisi yetiştirmiş bulunmaktayım.
-Türk Halk Edebiyatı alanını
seçme nedeniniz nedir? Lisans eğitimi ya
da öncesinden gelen bir ilham mı yoksa
hocalarınızdan gelen bir istek mi?
-Türk Halk Edebiyatı alanını seçme
nedenlerimin başında, lisanstan hocam
olan Prof. Dr. Saim Sakaoğlu gelmektedir.
Onun gibi saygın ve üretken bir
akademisyen olmak istedim. Türk Halk
Edebiyatı alanına yönelmemde, lisans
öğrenimim sırasında kitap ve makalelerini
okuma imkânı bulduğum Ord. Prof. Dr. M.
Fuad Köprülü’nün de önemli bir etkisi
vardır. Türk boylarının sözlü gelenekleri,
özellikle de mitoloji ve destanları daha
ikinci sınıfta iken ilgimi çekmeye
başlamış, içimde Türk boylarının
destanlarını, mitolojilerini, inanış ve
düşünce sistemlerini öğrenme ve araştırma
isteği uyanmıştı.
-Türk Halk Edebiyatı kapsamlı
bir dal. Çalışmalarınıza baktığımızda bu
dalın hemen her alanında çalışmalarınız
mevcut ancak daha çok destanlar,
özellikle de Tıva Destan ve Masalları
üzerine önemli çalışmalarınız var.
Nedeni nedir?
-Atalar, “gözden ırak olan,
gönülden de ırak olur” demiş. Sibirya,
güneyi ve kuzeyi ile bize her anlamda uzak
kalmış bir coğrafya. Türkiye Türklerinin
de vaktiyle kopup geldikleri bu coğrafyada
yaşayan Türk boyları ile onlar tarafından
meydana getirilip yaşatılan geleneksel
kültürler, Türkiye’deki akademik çevreler
tarafından neredeyse hiç bilinmemekteydi.
Oysa bu durum, Güney ve Kuzey Sibirya
ile doğrudan ya da dolaylı bir şekilde
hiçbir bağlantısı olmayan Avrupalı ve
Amerikalı akademisyenler için hiç de öyle
değildi. Bir dönem merhum Abdülkadir
İnan gayret etmiş bizlere Kuzey ve Güney
Sibirya Türklerinin dillerini ve geleneksel
kültürlerini tanıtmak için. Hiç üşenmemiş,
A. V. Anohin’in “Altay Şamanlığına Ait
Maddeler” adlı kitabının önemli bir
kısmını 1940’ların başında Türkçeye
çevirip yayınlamış. Anohin’in bu kitabının
tam çevirisi, Türkiye’de ancak 2006
yılında yapılabilmiştir. Doktora tezimi
hazırlarken konu gereği Türk boylarının
destan gelenekleri ile Altay Türkçesine de
odaklanmam gerekti. Okumalarım, Güney
Sibirya Türklerinin çok köklü ve zengin bir
sözlü geleneğe sahip olduklarını, bu
geleneğin Türk inanç ve düşünce
sistemlerinin öğrenilmesine yönelik
çalışmalarda çok önemli bir yere sahip
olduğunu gösterdi. 2002 yılından itibaren
Güney Sibirya bölgesine, özellikle de
Tıvalara yönelmeye karar verdim. Doktora
tezimin destan içerikli olması, işe
destandan başlamamı sağladı. Tıvaların
destanlarını, algış-yöreelleri (alkışları),
masalları, bilmeceleri ve atasözleri izledi.
Bu çalışmaları yaparken bir yandan Güney
Sibirya’nın önemli topluluklarından
Tıvaların geleneksel kültürlerini (bu, aynı
zamanda geleneksel dünya görüşlerini de
içermektedir) öğrenmeyi, diğer yandan da
anılan topluluğun sözlü kültür ürünlerini
Türkiyeli akademisyenlerin bilgisine
sunmayı amaç edindim. Aslında yaptığım
iş, Güney Sibirya sahasından Türkiye
sahasına kova ile su taşımak oldu.
-Türk Halk Edebiyatı ve Halk
Bilimi çalışmalarının neresindeyiz?
Artılarımız ve eksilerimiz sizce neler?
-Bugün çok daha iyi imkânlara
sahibiz. Bilgi ve materyale ulaşma
konusunda çok daha yeterliyiz. Böyle
olmakla birlikte ne yazık ki Köprülü ve
Boratav gibi isimlerin çok da önüne
geçmiş değiliz. Malzeme toplama,
arşivleme ve yayınlama konusunda çok
daha ileri bir noktada olmamıza rağmen,
analiz ya da yorum yapmada, çok daha
anlamlı ve işlevsel sonuçlara ulaşma
konularında arzu edilen düzeyde değiliz.
Bunun için de halk bilimi araştırmalarını
destekleyecek ya da çok daha anlamlı ve
işlevsel bir hale getirebilecek tarih,
coğrafya, antropoloji, sosyoloji, psikoloji,
felsefe, teoloji ve dilbilimi okumalarına
ihtiyacımız var. Çok daha fazla bir araya
gelip tartışmamız, fikir alışverişinde
bulunmamız gerekiyor. Halk bilimi
çalışmalarını fakülte odalarının dışına
taşırmamız gerekiyor. Yazıp çizdiklerimiz,
maalesef alanın dışındakiler tarafından
okunmuyor ya da okunamıyor.
Çalışmalarımızı çok daha anlamı ve
işlevsel bir hale getirerek geniş bir kitleye
okutabilmemiz gerekiyor.
-Halk Bilimi, bazı üniversitelerde
Türk Dili ve Edebiyatından ayrı bir
bölüm olarak yer almaktadır ancak
sınırlı sayıdadır. Bu konu hakkında
fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?
-Türk Halk Bilimi araştırmalarını
daha çok kültür araştırmaları olarak
görmeliyiz. Kültür araştırmalarını da insan
ve insan doğasından, dilden, tarihten,
coğrafyadan, düşünce ve inanç
sistemlerinden, estetikten bağımsız bir
şekilde düşünmemeliyiz. Bu nedenle, halk
bilimi araştırmaları, hem Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümleri’nde, hem de Halk
Bilimi Bölümlerinde yapılmalı.
Kanaatimce hem Türk Dili ve Edebiyatı,
hem de Halk Bilimi bölümlerinin
müfredatları kültür araştırmalarının
gerekleri ile günümüz Türk toplumunun
mevcut durumu ve beklentileri dikkate
alınarak güncellenmelidir. Türk halk bilimi
araştırmalarını, yukarıda sıraladığım
gerekçeleri de dikkate alarak genel
Türkoloji araştırmalarının dışında
düşünmemeliyiz. Halk bilimi alanında
yetişecek birisi, Türk toplumuna ve
kültürüne bir bütün olarak bakmayı
öğrenmelidir. Bu nedenle, halk bilimi
öğrenimi, Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümleri bünyesinde mi yoksa Halk
Bilimi bölümleri bünyesinde mi yapılmalı
gibi bir tartışmaya girmek yerine, halk
bilimi öğreniminin tarih, coğrafya,
antropoloji, sosyoloji, psikoloji, teoloji,
felsefe ve dilbilimi gibi alanları da
kapsayacak bir şekilde yapılıp
yapılamayacağını tartışmakta yarar vardır.
-Ülkemizde saha çalışmaları ne
durumda? Sizce yeterli seviyede midir?
-Saha çalışmalarını henüz
tamamlamış değiliz. Tamamlamamız da
mümkün değildir. Çünkü kültür statik
değil, dinamik bir yapıya sahiptir. Türk
toplumu değişip dönüşüyor. Bu nedenle
kültür sürekli olarak kendisini yeniliyor,
hatta üretiyor. Güncel olanı yakalamak
adına saha çalışmalarını sürdürmek
gerekiyor. Bu noktada saha çalışmalarına
yeni bir bakış açısıyla devam etmek
gerektiğini ifade etmeliyim. Halk bilimi,
başka bir ifadeyle kültür araştırmalarını
destekleyecek bilim dallarının geliştirdiği
bakış açılarını ve onların ortaya koydukları
verileri de dikkate almamız gerekiyor.
Sahaya sadece masal ya da efsane
derlemek için değil, bir sosyolog, bir
antropolog, bir psikolog duyarlılığı ile de
gitmeliyiz. Halk bilimi, kendisini açmak ve
yeni yeni konulara odaklanmak zorundadır.
Halk bilimi insan ve toplum merkezli
olmalıdır. Bu nedenle sahaya çıkan halk
bilimci insana ve topluma dair her varsa
hepsini dikkate almalıdır. Daha önceleri
ihmal edilen “küçük ayrıntılar”, artık
önemsenmelidir. İnsanın düşünüş ve inanış
biçimleri ile davranışları başlı başına bir
konudur. İnsanı ve toplumu çevresel
şartlardan, iklimden, ekonomiden bağımsız
bir şekilde ele almamak gerekir. Ağacı,
ağacın yanına giderek, kendi doğal
ortamında, onu var eden şartları dikkate
alarak anlatabilirsiniz. Ağacı köklerinden
söküp bir laboratuar ortamına getirerek
anlatmanız mümkün değildir. Saha
çalışmaları, bu ve buna benzer faktörler
dikkate alındığı takdirde çok daha anlamlı
ve işlevsel bir hale gelecektir.
-Halk Edebiyatı Profesörü olarak
biz gençlere söylemek istediğiniz bir
şeyler var mı?
-Her şeyden önce, bütün
zorluklarına rağmen, fikri ve vicdanı hür
bireyler olmaya gayret etmelisiniz. Birey
olmanın, düşünmenin ve üretmenin
temelinde bu yatmaktadır. Kendinizi dar
kalıplar içerisine hapsetmemeniz, sürekli
geliştirmeniz gerekmektedir. Dünyaya
insan odaklı yaklaşmanız ve insan olmayı
her şeyin temeline oturtmanız gerekir.
Kendinizi anlamlı ve değerli
hissetmelisiniz, bunun için de düşünmek,
üretmek, millete ve insanlığa hizmet etmek
zorundasınız. Kendinizi hiçbir zaman
değersiz ve anlamsız varlıklar olarak
görmemelisiniz. İnsani kimliğiniz bile tek
başına size bir anlam ve değer katar.
Önemli olan bu anlam ve değeri
arttırabilmektir. Bu dünya üzerinde sizleri
olumsuz düşünmeye sevk edebilecek pek
çok şey yaşanmaktadır. Bu nedenle zaman
zaman alıcılarınızı kapatmanızda, sizi
doğrudan ilgilendirmeyen konulara çok
fazla odaklanmamanızda yarar vardır.
Kendinize ve geleceği inanmanız,
inancınızı yitirmemeniz gerekir. Bir
yandan gelecek için donanmalısınız, diğer
yandan da içinde bulunduğunuz dönemi ve
şartları iyi bir şekilde değerlendirmelisiniz.
İnsan, başka bir deyişle, sosyal bir varlık
olduğunuzu, insanın doğruları ve yanlışları
ile var olmak zorunda olduğunu, insanın
anlayışa ve hoşgörüye muhtaç olduğunu
hiçbir zaman unutmamalısınız.
-Bengütaş Duvar Gazetesi
hakkında okuyuculara neler söylemek
istersiniz?
-Bengütaş Duvar Gazetesi düşünen, üreten,
sanat ve estetik kaygıları olan öğrencilerin
gazetesi. Öğrencilerimizi, bu çabalarından
dolayı kutluyor, başarılarının devamını
diliyorum.
-Bize zaman ayırdığınız için
Bengütaş Duvar Gazetesi olarak
teşekkür ederiz.
Gazel Şerhi
NEV'Î'NİN BİR GAZELİNİ ŞERH
Doç. Dr. Özer Şenödeyici
Gönlüm hayâl-i bûs-ı leb-i la‘l-i nâb ile
Bir şîşedür ki toptolu rengîn şarâb ile
bûs: öpme, öpüş, buse. // leb: dudak. // la‘l-i nâb: saf lâl taşı. // rengîn: renkli (kırmızı renkte
olan).
Gönlüm saf lâl taşına benzeyen dudağı öpme hayaliyle, içi kırmızı
şarapla ağzına kadar dolu bir şişedir.
Eski şiirde gönlün, şişeye benzetilmesi yaygındır. Şairler,
gönlün de bir şişe gibi kırıldığında tamir olunamadığını hesaba
katarak böyle bir benzetmeye başvurmuşlardır. Gönül ve şişe
münasebeti, beraberinde pek çok hayali de getirmiştir. Örneğin
gönülde taşınan sevgilinin hayali, şişeyle yakalanmış bir periye
benzetilir. Beyitte ise, aynı şişede sevgilinin lâl taşı gibi kırmızı olan
dudağını öpme hayali bulunmaktadır.
Cam ve gönül arasında bir
münasebet kurulduğu gibi, sevgilinin
dudağı ile lâl taşı arasında da renge dayalı
bir müştereklik kurulmuştur. Böyle kırmızı
dudağı öpme arzusu taşıyan yürek, içinde
şarap bulunan bir şişeye benzetilmiştir. Bu
unsurlar arasındaki ilişki leff ü neşr
yoluyla kurulmuştur. İlk mısradaki gönle
karşılık ikinci mısrada şişe; lâl gibi kırmızı
olan dudağı öpme hayaline karşılık da
kırmızı şarap ifadeleri kullanılmıştır.
Benzer mi gün yüzüne senün mâh-ı çâr-
deh
Şeb-tâbı bir görür mi kişi âfitâb ile
mâh-ı çâr-deh: on dördünde ay, dolunay.
// şeb-tâb: geceyi aydınlatan; ay, kamer. //
âfitâb: güneş.
On dördündeki ay, senin gül yüzüne benzer
mi? İnsan ayı, güneşle bir görür mü hiç?
Şâir, sevgilinin yüzünün aya
benzetilmesine karşı çıkıyor. Gelenekte
yüzün parlak cisimlere ve bilhassa güneş
ile aya benzetilmesi, sık başvurulan bir
durumdur. Ay, gecenin karanlığında etrafı
aydınlatan tek ışık kaynağı olması
sebebiyle kıymetlidir. Güneş ise kendisine
bakılamayacak surette parlak ve göz
alıcıdır. Bu anlamda sevgilinin yüzü güneş
gibidir. Şâir bu düşünceyi kıyaslamayla
daha etkileyici biçimde dile getirmiştir.
Galtân olur düşüb ten-i hâkîye göz yaşı
San tıfl-ı nâ-residedür oynar türâb ile
galtân: yuvarlanmak. // ten: vücut. //
hâkiye: topraktan. // tıfl: çocuk. // nâ-resî:
yetişmemiş. türâb: toprak.
Göz yaşı topraktan yapılma vücuduma
düşüp yuvarlanır. Bu hayliyle o, toprakla
oynayan küçük bir çocuktur.
Şâir, göz yaşını küçük bir çocuğa
benzetmek suretiyle sözcüklerin çağrışım
değerleriyle oynayarak, ilginç bir beyit
vücuda getirmiştir. Küçük bir çocuk,
toprağa bırakıldığında oynamaya,
yuvarlanmaya başlar. Şâir bu durumu,
gözden çıkan yaşın yanakta süzülmesine
benzetmiştir. Göz yaşı, acı ve ıstırapla
ilişkili olarak düşünülebileceği gibi, küçük
çocuklara mahsus bir tepki olarak da
değerlendirilebilir. Yani beyitteki göz
yaşının, çocukluğu çağrıştıran bir yönü
bulunmaktadır.
Göz yaşı ile çocuk arasındaki
benzetmenin bir diğer yönü ise, her ikisinin
de yuvarlanarak ilerlemesidir. Beyitte bu
hayali desteklemek için toprak ve insan
vücudu arasındaki münasebetten de
yararlanılmıştır. İnsanın topraktan
yaratıldığı inancı, beyitte hem ten-ihâkî
tamlasına vücut vermiş, hem de şâirin
vücut ve çocuğun oynadağı toprak arasında
benzerlik kurmasını sağlamıştır.
Kan terledi geçince yanundan ten-i za‘îf
Miskîni gör ki geçdi eriyüp hicâb ile
kan terlemek: çok terlemek, aşırı
terlemek. // ten: vücut, beden. // za‘îf:
zayıf // miskîn: misk kokulu, misk renkli;
tembel; derviş. // hicâb: utanma, utan.
Sevgili, yanından geçince zayıf vücut kan
ter içinde kaldı. O miskini gör ki utanıp
eriyerek gitti.
Şair “miskîn” sözcüğünün çok
anlamlılığından istifade ederek bir hayale
vücut vermiştir. Miskin sözcüğü Arapça
düşünüldüğünde tembel tembel oturan,
derviş gibi anlamlara gelir. Bu anlamda
şairin kendisine bu sıfatı yakıştırması bir
tevazu ifadesi olarak düşünülebilir. Diğer
yandan aynı sözcük Farsça “misk-în”
şeklinde misk kokulu ya da misk renkli
manalarını taşır. Bu anlam göz önünde
bulundurulduğunda şairin, kendi zayıf
vücudu ile ince bir çubuk halinde
hazırlanan misk tütsüsü arasında
münasebet kurduğu anlaşılabilir. Şair kendi
zayıf vücudunun, yanından sevgili geçtiği
zaman bir tütsü gibi eridiğinden
bahsetmektedir. Dolayısıyla sevgilisini de
tütsüyü tutuşturan ateşe benzetmektedir.
Tütsü, ateşi gördüğünde erimekte, şair
sevgiliyi gördüğünde ise utançtan kan ter
içinde kalmaktadır.
Bezm-i belâda döne döne Nev‘iyâ sana
Acıdı yandı sâgar-ı sahbâ kebâb ile
bezm: meclis, eğlence toplantısı. // belâ:
musibet, afet. // sâgar: kadeh. // sahbâ:
şarap // kebâb: pişmiş et yemeği.
Ey Nev’î! Bela meclisinde şarap kadehi,
kebapla birlikte senin haline döne döne
acıyıp yandı.
Şair bu beyitte “döne döne”
sözcüğünün ifade ettiği bazı çağrışımlara
yer vermiştir. Bir eğlence meclisinde şarap
kadehi, yuvarlak oturma düzenine sahip
insanların elinde devreder. Kebap ile
kastedilen yemek türü ise, bir çubuk
üzerine takılarak yalın ateş üzerinde
döndürülen ettir. Bu yemeğin hazırlanması
esnasında da “dönme” eylemi gerçekleşir.
Beyitte ifade edilen “yanma” ve “acıma”
eylemleri de şarap ve kebapla birlikte
düşünülmelidir. Kebabın yandığı
malumdur. Şair bu durumu manevi
atmosfere taşımakta, bu eyleme ruhani
ıstırap anlamı katmaktadır. Şarap için sarf
edilen “acıma” fiili ise, kadeh azaldıkça
dipte kalan sıvının daha acı bir tat
kazanmasından ileri gelir. Şarabın daha saf
ve tatlı kısmı üst tarafı, tortulu (cur’a) ve
acı tarafı ise alt tarafıdır. Nev’î, şarap ve
kebap tüketilen bir mecliste, bu gıdaların
kendi haline acıdığı gibi bir düşünceye
varmaktadır. Çünkü dâhil olduğu meclis,
bela meclisidir. Yeme içme kültürüne dair
unsurların şiir konusu edildiği bu türden
mısralarda, eski şiirin her şeyi şiir
malzemesi haline getirme kudreti
görülebilir. Ancak bu türden beyitler
okuyucuda yeme içme arzusu dışında bir
his uyandırmaz.
Deneme
SEVDİM
Nazlı ÖZLEMİŞ
Önce harfleri biriktirdim kendime. Biriktirdiğim harfler
kelimeye, kelimeler cümleye, cümleler duyguya dönüşüp kağıda
aktarılana kadar durmadım. Kısacası bir tutku edindim kendime. Kimi
zaman yazamamaktan kimi zaman da aktaramamaktan kafayı yedim.
İlle de bir yerde duracaksam
noktada durayım istedim. Noktayı hiçbir
zaman son kabul etmedim. Hep başlangıç,
her zaman yeni başlangıçlar kabul ettim.
Virgülü hiç sevmedim. Sevemedim.
Zıtlıkları sıralamayı hiç bilemedim.
Siyahla beyaz hiç sıralanmadı lügatımda.
Yalnız elmalarla armutlar sıralandı zorla.
Ünlemlerim oldu benim. Gözlerimin fal
taşı gibi açıldığı ünlemlerim. En çok onları
sevdim, işlevini hiç bilmeden. Cevabı
olmayan sorularımın soru işaretlerine sahip
olduğunu keşfettim. Bunu keşfettiğimden
beri soru işaretlerini pek çok sevdim. Çok
az cevap aldım. Yine de sevdim. Aldığım
cevaplar karanlıktaki ışığım oldu bir nevi.
Mum gibi. Mum gibi yandı ve söndü.
Cümlelerimin öznesini buldum
sonra. Ya da buldum sandım. Saçma bir
arayışa girdim. Cümlemin öznesi yazmak
oldu, yüklemi nereye koyacağımı bir türlü
bilemedim. Cümlelerden de en çok devrik
cümleyi sevdim. Kendime benzettim, bir
daha sevdim. Virgülü kullanmadım diye
anlatım bozukluğu oldu. Cümlemi sevmek
için virgülü de sevdim. Yüklemlerim
olmadı sonra. Hangisi kesin yargı hiç
bilemedim. Bulut oldu yüklemlerim
yağmur oldu. En çok benim şehrime
yağıyor diye en çok yağmuru sevdim.
Yağmur gelince o gelmeyecek bilirdim.
Yine de en çok yağmuru sevdim. Yirmi iki
yıllık hayatımda en çok yedi yaşımı
sevdim. Kardan üşüyen ellerimi, yağmur
damlalarını yakalamak için koşan
bacaklarımı sevdim. Ünlemle eş değer
gözlerimi sevdim. Saçlarıma dokunup
dizine yatıran şefkati sevdim. Sonra mavi
boncuklar biriktirdim kendime. Sırf
rüyamda gördüm diye. Gerçeküstü rüyalara
inandırdım kendimi. Bir masal buldum
kendime. Bu masalı sevdim.
Renklerden en çok kırmızıyı
sevdim. Her eşyadan mutlaka bir kırmızı
edindim. Kırmızı baktım, kırmızı güldüm,
kırmızı konuştum, kırmızı giydim, kırmızı
sevdim. Kırmızı bulutlar düşündüm,
günüm karardı. Pembeleştirdim. Kırmızıyı
yalnız tende sevdim pembeyi her yerde.
Maviyi öğrendikten sonra maviyi
sevdim. En çok ona yakışıyor diye maviler
biriktirdim cüzdanımda. Mavi umut oldu
bana, yeşil gelecek. Umudu vaat etsin diye
Elpis’i sevdim. Hayali kahramanım ve
umudun tanrıçası Elpis. Bir ara kafayı
bozdum adalet diye tutturdum. O arada
Dike’yi sevdim. Adalet nerdeyse gelsin
diye. Gelmedi. Vazgeçtim.
Hayaller kurdum hep. Irmaklar
akan bir yerde. Elpis yanlış çalıştı bu da
olmadı. Olmayan ihtimalleri sevdim.
Sonra en çok saçlarımı sevdim ben.
Sırf o dokunup ‘Rapunzel’ dedi diye.
Kırıklarını aldırırken bile korktum, çok
keserler diye. Yine uzadı yine kırıldı. Ne
uzamaktan vazgeçti ne de kırılmaktan. İşte
bu yüzden yirmi iki yaşımda en çok
saçlarımı sevdim.
Sarıyı sevdim, beyazı sevdim. Kara
bulutları sevdim. Karıncayı sevdim.
İnancımı sevdim. Kulaklarıma renk katsın
diye küpelerimi sevdim. Güneşi sevdim.
Güneşe benzeyen gözlerimi sevdim. Seni
sevdim, onu sevdim, bunu sevdim. Tüm
kırgınlıklar içinden çıkan ruhumu sevdim.
Hatalarımı da sevdim elbet. Sevdim de
sevdim yani. Tüm benliğimi sevdim.
Deneme
STETOSKOP
Esra KÖSE Duyma ihtiyacı mı duyurma ihtiyacı mı?
Genel bir tarif olarak stetoskop; kulaklıklar, tüp ve diyafram kısımlarından oluşan,
insan vücudundaki sesleri dinlemeye yarayan tıbbi bir alettir. Öyle midir? Öyledir. Öyledir de
hani kulaklık kısmından çene altına değin uzanan bölüm var ya, çelimsiz iki kolun uzanıp
yüzünüzü avuçlarına almasına benzer. Aşağıdan yukarıya gayretle uzanan zayıf kollar, o
gerginlikle daha da incelir. Çeneyi avuçlarına alır ve kemik parmaklardan ikisi, iki kulağı da
tıkar. Der ki: “Dışardaki sesleri unut bir an.” Hemen ardından göbek kordonu gibi uzanan o
hayat ipi; iki ucu, iki ayrı dünyaya bağlı öylece asılır arafta. Yürek ve kulak arasında… ve
kordonun hemen ucunda yuvarlak, gri, soğuk bir dudak belirir. Değdiği teni konuşturmak için
öpen hilebaz! Duyamazsa çekip dudaklarını az öteden öper, az beriden öper. Soğuk öpücüğü
ısıtamazsa ten, stetoskop dudaklarını çeker üzerinden. Duyamazsa eğer der ki: “Birazdan
benden de soğuk olacak bu beden.” Yahut da öpücüğe karşılık verirse sıcak bir ten, dudaklar
orada kalır ve dinler. Bu ses belki nabız, belki yürek, belki mide bozan berbat bir yemek…
Hissettiği an öpücüğü, dudakları tıklatır. Yalnızca iki parmağın tıkadığı kulaklar duyabilir.
Fısıldayarak, hırlayarak, belki haykırarak der ki içeriden bir ses: “Duy beni!”
Şiir
YOLCU
Serap CENGİZ
Ben bir yolcuyum,
Zeynep türküsündeki bayram.
Büyükbabam hep öyle derdi…
Senet; bakır leğenin üzerinde bulunan sözdü.
Ve ben rüyalarımdaki kayıtsızlığı yazıya dönüştürüyordum.
Ben bir yazıyım,
Mağaranın içine hapsolunmuş bilinçaltı,
“İnsandır” adım.
Hanımeli koklarım,
Kendini bulamayan aşkların içinde.
Ben bir güzelim,
Soyun güzelliği eksiltmiyor bedenimi,
Kürtajlar yapıyorlar eşyaların her birine.
Ve ben rüyalarımdaki kayıtsızlığı yazıya dönüştürüyorum.
Ben bir yolcuyum,
Esrarla dolu benliğimde,
“İnsanı” arıyorum.
Şiir
BEN SENİ SEVMEDİM
Mesut ÇAM
Ben seni sevmedim,
Yağmurlu bir günde sıkıca sarılıp yürümeyi sevdim.
Ben seni sevmedim,
Nefesin nefesime değdiğinde titreyen ellerini sevdim.
Geceler boyunca seni hayal etmeyi,
Uykusuz kalıp sabahlara kadar düşünmeyi,
Beklenmedik bir anda seninle uyuya kalmayı sevdim.
Ben seni sevmedim,
Seni gördüğümde kalbimin çırpışmasını,
İçimde küle dönmüş yüreğimin tekrar yanışını sevdim.
Ben seni sevmedim,
Gülüşün bulutların içinden çıkan güneş gibi beni aydınlatmasını,
Kalbinin vermiş olduğu sıcaklığı sevdim.
Ben de bilirdim geçtiğin yollara adını yazmayı,
Ben de bilirdim çiçeklerle kapına dayanmayı,
Ama ben seni sevmedim ki,
Sadece adının geçtiği her mısrayı sevdim.
Ben seni sevmedim,
Gece yarısı ansızın uyanıp yıldızlara bakarken,
Aşkının bir hançer gibi kalbime saplanmasını sevdim.
Fotoğraf: Burcu Bekiroğlu
Hikâye
KAYB’OLUŞ
Gözde TURGUT
“Üç jandarma tarafından
Malure
Mail sokağında yakalandım
Lirlonfa malure
Atladılar üstüme
Lirlonfa malure”
“Anneee!”
“Rastgele!”
“Berkay’la ayrıldık…”
“Ben bunu hak edecek ne yaptım be İsmail!”
“Biraları açta demlenelim.”
“Abi yanlış bastın notaya! Gitar bu gitar, karpuz kabuğu değil.”
Bir melodi…
“Sanki biraz evvel ağlamış gibisin…”
Bir kahkaha…
“Çok tatlısın. Hahahahaha!”
Bir sevinç…
“Ne yani bu köpek benim mi?”
Bir hüzün…
Hüzün? Ensemin soğuk taşa değip,
ayaklarımın tuzlu suda gezindiği yerde
hüznü aradım. Bir ağlayış sesi, bir
hıçkırık? Yok… Hiç mi yok? Yok işte yok!
Oysa gönlüm öyle kanıyor ki şu anda,
bağıra çağıra söküp atabilirim birilerinin
kalbini. Öfkeliyim, çok öfkeliyim! Öfkemi
boşaltmaktan korkuyorum, çünkü
biliyorum öfkem dinerse zayıflığım çıkar
ortaya; ağlarım. İnsanların benim
mutsuzluğuma eşlik etmeyip de gülmesi ne
saçma… Çocuklar var
kayalıkların en ucunda. Ölüme böyle yakın
olmak onları güldürüyor olmalı. Çok
büyük değiller; biri beş, diğeri yedi
yaşlarında… Üzerinde durdukları kaya
ince bir yosun tabakasıyla kaplı, sayısız
yengeç adımlıyor yakınlarında. Ve onlar
hala gülüyorlar ha? Hava kapalı, deniz
koyuya boyanmış… Ohhh tanrı aşkına
neden düşüncemi bölüp duruyorlar? Bu
kadar komik olan ne? Son bir kahkaha
daha atarlarsa onları azarlayacağım. Nasıl
yetişmiş bunlar? Hiç aile adabı bilmezler
mi? Ellerim ceplerimi karıştırıyor, istemsiz
yaptığımın farkındayım. Alıştım, çünkü
hep böyle oluyor. Sinirden ölmeden önce
şu LSD’lerden bir tane atmalıyım.
Ellerimle kavradığım o minicik mutluluğu
ağzıma götürecekken gözlerimin
parladığını ve titrememin geçtiğini
hissedebiliyorum. Ne güzel bir nimettir bu,
nasıl bir sevgidir? Ben bunları düşlerken
en ince ayrıntısına kadar, hayallerimde
eşlik ediyor bana. Şimdi ağzıma atacağım,
o ekşimsi tat damağımı sararken
yutkunacağım yavaşça. Midemde bir
patlama olacak, bummm! Damarlarım daha
çok belirginleşecek, kalbim kan
pompalamaya doyacak. Evet
yaklaştırıyorum, dudaklarım aralanıyor,
burnum genişliyor bir çiçek
koklayacakmışçasına. Az sonra tüm
stresim geçecek.
“Hahaha! Abi, abi balığa bak!”
Bunu da bölmüş olmalarına
inanamıyorum, baş belaları! İyi bir azarı
hak etti bunlar.
“Hey! Bana bakın!”
“Aaaaaaaaa…”
Son duyduğum sesler bunlardı.
Sonra, sonra bu iri kayanın arasında
buldum kendimi. Aman tanrım, gerçekten
o çocukları mı ittim uçurumdan?
“Çok yakınlarda olmalı amirim. Hiç
kimse gittiğini görmemiş!”
Olamaz! Beni aramaya gelmiş
olamazlar! Ne yani, bu kadar çabuk mu?
“Her taşın altına bakın Erdoğan! O
kadın bulunacak!”
Ben o kadın değil, Stejo’yum
demek geldi içimden. Tuttum kendimi. İsa
aşkına! Beni bulmalarını istemiyorum,
buna engel ol tanrım! Ayak sesleri
tıkırdarken tam üstümde, alnımdan terler
akıyor, ellerim titriyordu. Bulacaklar!
Elimi cebime atıp LSD’yi yuttum. En
azından biraz sakinleşmeliydim. Kalbimin
ritim tuttuğunu hissedebiliyordum, fakat
sakindim artık. Gün batmak üzereydi, eğer
yarım saat daha oyalanırlarsa beni
bulmaları zorlaşacaktı. “Aptallar!” demek
geldi içimden, tuttum kendimi. Ta ki onlar
gidene kadar durumu kontrolüm altına
almayı başarmıştım. Muhtemelen benim
gittiğimi düşünmüşlerdi; ne saçmalık!
Telsiz sesleri yok, çocuk gülüşleri yok!
Dışarı çıkma fikri aklıma geldiyse de,
dışarıda birilerinin olabileceği korkusuyla
çıkmadım. Ve söylendim sessizce “Bu
gece denizin kucağında uyuyacaksın
Stejo!” Gözlerimle yarı karanlık alanı
inceleyip, birkaç şey bulmayı ümit ettim.
Bir balıkçının misina parçaları, kayaya
yapışmış birkaç midye, bir sandviç ve bir
sırt çantası. Sessizce kıkırdadım… Bir
sarhoşun gelip bunca şeyi unutması ne
hoştu! Sırt çantasını kurcalamaya
başladım. İçinde öyle çok şey vardı ki;
bana bir ay yetecek yiyecek, battaniye…
Belki de bir kapkaççıdır bunları buraya
koyan. Yine kıkırdadım. “Şansına küs
sarhoş kapkaççı! Bunları ben
kullanacağım.” Battaniyeyi geniş çantanın
içinden asıldım, arasından düşen fener diz
kapağımı sızlatsa da içimden küfretmek
gelmedi, biraz ışık herkese lazım olurdu.
Battaniyeyi özenle dizlerime örttükten
sonra fenerin düğmesine dokundum. Artık
bir köstebek gibi karanlıkta değildim. Sırt
çantasını belime destek yapıp gülümsedim.
Nasılda şanslıydım böyle… Sandviçe elimi
atmıştım ki karşımda minicik bir yengeç
belirdi. Gülümsedim, onu sevmiştim…
Sandviçimden bir parça ısırıp yeni
arkadaşıma şarkı mırıldanmaya başladım.
“Uyursan çocuk, büyüyeceksin…”
Şarkıma devam ederken annemin o
duru sesi kulaklarımda çınlıyordu.
Gözlerimi yumarak devam ettim,
saçlarımda gezinirken annemin elleri,
kendimi güvende hissediyordum.
Gülümsedim ve söyledim… Yengecin
orada beni dinlediğini sezinliyordum.
Söyledim, söyledim… Sonra küçük bir
çıtırtıyla iri eller onu torbaya atmıştı.
Gözlerimi açıp hışımla çıktım. Dışarıda
yüzünü pek seçemediğim, şaşkın, uzun
boylu bir adam dikiliyordu. Ellerimi
kaldırıp, onu hızla ittim. Ayaklarını sağlam
tutmasını biliyor olmalıydı ki sadece
sarsıldı. O an bu adamın, o iki küçük çocuk
gibi güçsüz olmasını istemiştim. Bir
hamleyle yumruğumu karnına vurdum.
Uzun boylu, iki büklüm olmuş halde
kayaların üstündeydi. Hızla elindeki
torbaya uzanıp, çektim. Öyle güçlü
çekmeme rağmen torbayı alamamıştım.
Sinirlenmiş olmalı ki; ayağa kalkıp, kolunu
boynuma kilitleyerek beni kayaların altına
çekti. Nefesim bu kez göğsüme ihanet
etmişti, ellerimle boynumu bıraktırmaya
çalıştım… Elini sıktım, tırnaklarımı
geçirdim; nefesim biraz tükenip, gücüm
zayıfladığında öleceğimi anlamıştım.
Birkaç debelenişten sonra, bir şey oldu ve
ben düştüm. Düştüğüm yer aydınlık, mis
kokulu, huzurlu bir yerdi. Tam o sırada
yanımdan geçen yengeci gördüm.
Sevinmiştim, demek o da buradaydı.
Şarkımı tekrar mırıldanmaya başladığımda,
yengecim yakışıklı bir genç olmuş benimle
dans etmek istiyordu. Uzattığı elini nazikçe
elimle buluşturdum ve onun beni
adımlarına uydurmasına izin verdim. Biz
büyük bir zariflikle dans ederken etraf su
olmaya başlamıştı. Biraz irkilerek
söylendim:
“Su yükseliyor, boğulabiliriz.”
Ellerime daha sıkı tutunarak
kulağıma fısıldadı:
“Çocuğunu asma köprüde sallayan
bir annedir İstanbul…
Ki onun için süt dolu biberondur
Kız Kulesi;
Soğusun diye suya tutulan…”
Sular, bu satırları dinlerken
boynuma kadar yükselmişti. Garip olan
şuydu ki ben hala dansı bırakmak
istemiyordum. Dans ettim, dans ettim, dans
ettim… Su beni boğmaya başlayınca hızla
çırpındım. Gözlerimi açtığımda olanların
hepsinin bir hayal ürünü olduğunu farkına
vardım. Terlemiştim, sıkıntıyla
kıpırdanmaya çalıştım. Ellerimi cebime
götürecektim ki kollarımın sımsıkı bağlı
olduğunu gördüm. Lanet olsun! Polisler
beni yakalamış olabilir miydi? Gözlerimi
iyice açıp, etrafıma bakmaya başladım,
burası polis merkezi olabilir miydi? Yoo,
hayır; burası tamda beni saklayan yakışıklı
yengecin yeriydi. Bağırmaya başladım:
“Senin canına okuyacağım! Kimsin
sen!”
Yanımdaki fener yandı, mavi
çakmak gözler beni alaycı bir ifadeyle
süzdüler. Bir süre sonra kırmızı biçimli
dudaklara şirin bir gülümseyiş oturmuştu.
Tok ve zarif bir sesle konuşmaya başladı:
“Ben Rojhat. Ya sen kimsin?”
“Çöz beni barbar herif!”
Sesim olabildiğince güvenli ve
kararlı çıkmıştı. Fakat o bundan korkmuşa
benzemiyordu. Gülümseyişini bozmadan
konuştu:
“Memnun oldum çöz beni barbar
herif. Adının bir anlamı var mı?”
Onun böylesine rahat konuşması
benim sinirden titrememe neden olmuştu.
Çırpınmaya ve bağırmaya başladım. O
beni hiç kale almadan feneri söndürüp,
daracık alana kıvrılmıştı. Kıpırdanmak için
çırpındım, ağladım, bağırdım. Uyuduğu ya
da beni dinleyip kıs kıs güldüğü hakkında
hiçbir fikrim yoktu. Gece boyunca
direnişimi sürdürme kararıyla çığlıklarıma
devam ettim. Bağıdım… Bağırdım… Gün
doğumuna yakın boğazımdan sadece kan
tadı geliyordu, canım acımaya başladığında
göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Pes ederek
gözlerime oturan o iki Herkül’ün beni
götürmesine izin verdim. Geldiğim yer
karanlıktı, gözlerim doldu ve bağırdım:
“Ben karanlıktan korkarım! Lütfen
ışıkları açın!”
Bir bayan topuklularını tıkırdatarak
geliyordu. Tık… Tık… Tık… O
yaklaştıkça annemin kokusu, burnumda,
genzimde ve beynimde gezinmeye başladı.
Bu kez sesim şefkatle dolmuştu, sessizce
söylendim:
“Anneciğim seni çok özledim.
Lütfen seni görmeme izin ver.”
Annem yavaşça ışığa dokundu,
artık onu görebiliyordum. Kollarını iki
yana açtı ve bana seslendi:
“Ah Stejo’m seni çok özledim.”
“Ah anneciğim, bende seni
özledim. Lütfen gitme!”
“Gitmem gerek Stejo’m. Ama sık
sık geleceğim. Haydi sarıl bana.”
Anneme doğru adımladım ve ona
tıpkı eskiden olduğu gibi sımsıkı sarılıp
boynundaki huzuru içime çektim.
Kulağıma yaklaşıp fısıldadı:
“Baban nasıl Stejo’m?”
Babam mı? Babam ha! Tanrı aşkına
bu kadın katilini mi merak ediyordu yani?
Kendimi geri çektim ve gözlerimi onun
gözlerine kilitledim. O an fark ettim ki,
annemin yosun yeşili gözleri artık rengini
atmış bir deniz mavisi olmuştu. Dikkatimin
dağılmasına izin vermeden konuştum:
“O seni öldürdü anne!”
Annem her zaman yaptığı gibi bana
suçlayıcı gözlerle bakıp konuşmaya
başladı:
“Halen bu inadını sürdürdüğüne
inanmıyorum Stejo! Onu yalnız bırakmış
olamazsın!”
O an bu kadının aklından zoru
olduğunu düşünmüş ve zihnimden onun
ölmeyi hak ettiğini geçirmiştim. Evet, evet
haklıydım! Her zaman babamı düşünür,
benim ne yaşadığım umurunda bile
olmazdı. Stejo çocuk gibi zırlama, Stejo
sen güçlüsün, Stejo lütfen sürekli kavga
edip beni yorma, Stejo babana karşılık
verip huzursuzluk yaratma, Stejo baban ne
derse hemen yap, Stejo o seni seviyor,
Stejo o, Stejo bu, Stejo şu! Stejo onu yalnız
bırakmadığı için bu haldeydi zaten!
Omzuma dokunup yara izimi buldum. O
bıçağın omzuma girdiği gün, dün gibi
aklımdaydı. Anneme sinirli bir bakış
fırlatıp konuşmaya başladım:
“Ahhh Stejo, suçlusun sus Stejo,
konuşmalarını seç Stejo! Ne yani anne,
oradan bakılınca on beş yaşında mı
görünüyorum?”
Bu sözlerimden sonra annemin o
dönüşmüş gözlerine hiç bakmadan elime
geçen ilk nesneyi ona fırlattım:
“Beni mahvettiniz!”
Vazonun gürültülü kırılışı, annemin
bedeninden akan onca kan… Hızla
yerimden doğruldum, ohhh tanrım sadece
bir rüyaymış! Bir dakika… Uyumadan
önce ben bağlıydım, şimdi, şimdi nasıl
doğruldum peki. Ellerime bakıp
gülümsemeye başladım, yüce İsa aşkına
kurtulmuştum. Etrafıma bakınırken, kafamı
kaldırmamla onu görmem bir olmuştu.
Koyu mavi gözler ve kavruk ten endişeli
bir görünüm sergiliyordu. Alnıma biraz
oksijenli su sürerek konuşmaya başladı:
“Rüyanda ne gördün? Tıpkı
delirmiş gibiydin. Nasıl çıkarabildin o
ipleri? Kafanı öyle hızlı savuruyordun ki
henüz müdahale edemeden biraz yara
aldın. Söylesene ne oldu böyle?”
Ne yani denizden çıkagelen bu
davetsiz adam, böylesine şefkatli
davranarak her şeyi anlatacağımı mı
sanıyordu ki? Ona sırlarımı vermemek
kararıyla gözlerimi kaçırdım. Fakat bağırıp
çağırırsam tekrar bağlayacağından, geçerli
bir mazeretle savuşturmalıydım:
“Ben LSD kullanıcısıyım. Hap
bulmam gerek!”
“Pekala bayan baş belası, yanında
hiç hap var mı?”
“Adım Stejo. Cebimde olması
gerek.”
“Öyleyse hallet işini.”
Elime aldığım bir LSD’yi ağzıma
iştahla atarken beni gülümseyerek izlemesi
sinirime dokunsa da ses çıkarmamıştım.
Nefesini alıp, ağzını kıpırdatması beni
konuşacağı kanısına götürmüştü ki
yanılıyor sayılmazdım:
“Karnın aç mı Stejo?”
“Hem de nasıl! Ama önce biraz su
lütfen.”
Etrafıma baktığımda istemediğim
kadar suyun içindeydim. Elim kayığın
nemli tahtalarına temas ederken, nerde
olduğumu artık pek de umursamadığımı
farkına vardım. Gözlerimle kürek çeken
kaslı kolların sahibini süzdüm, taştan
oyulmuşçasına biçimli yüz hatlarına mavi
gözleri ve uzun kirpikleri eşlik ediyordu.
Kavruk tenini inkar edercesine düzgün
konuşması, onun ırkı konusunda bir sonuca
varmama engel oluyordu. Ses tonumu
yumuşatarak seslendim:
“Rojhat.”
Koyu mavi gözlerini bana dikti ve
ne olduğunu sorarcasına bir göz kırptı. -
Tanrım! Bu adam gerçekten mimiklerini
mükemmel kullanıyordu!- Gülümseyerek
konuşmaya başladım:
“Nerelisin? Yani yanlış anlama ama ırkını
merak ediyorum doğrusu.”
Gülümsediğinde gamzeleri ortaya
çıkmıştı, kaşlarını anlam
veremiyormuşçasına çatarak o tok sesiyle
konuştu:
“Kimin hangi ırkta olduğu neden
böylesine önemli? Ha, çok merak
ediyorsan söyleyeyim Vanlıyım ben.
Van’da doğdum, Van’da büyüdüm, fakat
deniz çekti beni kendine. Babam derdi ki:
“Bazıları doğuştan seçilir evlat. Kimi
melek olur, kimi şeytan, kimi de hiçbir
şey…” İşte bende o hiçbir şey olarak
doğanlardandım, sonra fark ettim ki sıfır
olmak bir olmaya engel değilmiş. Bende
deniz adamı olmayı seçtim. Sadece deniz
adamıyım ben, ne ırkım var, ne de
tarafım.”
Rojhat’ın sesi öylesine toparlayıcı
ve ikna ediciydi ki, onun susmamasını
dileyebilirdim. Kayıktaki sessizlik her ne
kadar yerinde olsa bile içimdekileri dökme
isteği bu kez sessizlik sevdamın önüne
geçmişti:
“Ben, bende deniz aşığıyım aslında.
Annem küçükken hep iyi bir süs balığına
benzediğimi söylerdi. Sürekli gelirim
Kaleiçi kayalıklarına. Ne bileyim işte
yosun kokusu hoşuma gider, bazen sadece
balıkçıların o ter kokularını çekmek için
giderim oralara. Öyle işte… Biliyor musun
Rojhat, ne zaman babamla tartışsak deniz
kokusu yatıştırır beni. O kadar hayranım ki
bu yaşama, bir balık kadar özgür olmak
isterdim doğrusu. Tek korkum martılara
yem olmak yada ne bileyim işte bir ağa
takılmak falan olsaydı, eminim çok daha
mutlu bir hayat sürerdim.”
Rojhat, benim anlattıklarımdan
etkilenmişe benziyordu. Gözlerine bakarak
gülümsemeye çalıştım. Böylesine kısa bir
sürede her şeyi anlatacak kadar dolmuş
olduğumun ben bile farkında değildim.
Tüm anlattıklarımın aksine Rojhat’ın bana
bakışları şefkat doluydu. Uzun süredir
alışkın olduğum beni çözmeye çalışan
bakışların aksine bu şefkat dolu bakışlar
bende derinlerden bir etki uyandırmıştı.
Ona sarılmak istiyordum, evet! Evet ona
sarılmayı her şeyden çok istiyordum. Ona
yaklaşıp fısıldadım:
“Sana sarılabilir miyim?”
Kollarını açıp bana sımsıkı sarıldı,
kokusunu çektim içime. Sarıldım,
sarıldım… Uzun süredir ilk kez mutluluğu
hissetmiştim.
“Mutluluk!” dedim, “Sanırım deniz
ve sen mutluluksunuz.”
Derin bir nefes çekip cevap verdi:
“Mutluluk seni seviyor!”
“Bende.” Dedim yanaklarım kızara
kızara.
Başımı uçurum kokulu kayalıktan
kaldırıp çevreme bakındım. Yine bir rüya
görmüş olabilir miydim? Mavi gözlü, kaslı
adam, onun kokusu, beni sevdiğini
söylemesi, sarılışı hepsi, hepsi hayal miydi
yani? Ayağa kalkıp uçurumdan aşağı
bakarken gözyaşlarımın gözlerimi
doldurduğunu hissettim. Hayır,
ağlamamalıydım! Gözlerimi denize
dikerek ağzıma bir LSD attım. Yuttum ve
onun eskiden olduğu gibi beni
sakinleştirmesini, her şeyi bir
halüsinasyona bağlamasını, hızla unutmayı
dileyerek bekledim. Gözlerimi
kırpamıyordum çünkü gözyaşlarımın
yanaklarımdan süzülmesi beni
korkutuyordu. Uzun bir bekleyişten sonra,
artık hiçbir şeyi LSD’nin çözemediğini
farkına varmıştım. Peki ya şimdi? Şimdi ne
yapacaktım? Ya ağlarsam? Hayır! Binlerce
kez hayır! Ağlayamazsın, bunu
yapamazsın! Tıpkı bir bebek gibi
zırlayamazsın Stejo!
“Stejo!” duyduğum bu tok ses, bana
koyu mavi gözleri anımsatmıştı. Arkama
dönmeli miydim? Ya döndüğümde bu da
bir beyin aldatmacası çıkarsa ne
yapacaktım? Ben bunca düşünceyi
kafamda kurgularken gözlerimden bir
damla yaş süzülmüştü. Ilık, rahatlatıcı
fakat bir o kadar da ezikçe! O damladan
sonra arkama dönemeyeceğimi anlamıştım.
Şu an tek isteğim, denizle bütünleşip özgür
kalmaktı. Önümdeki boşluğa yavaşça
adımladım, kollarımı iki yana açtım ve
Rojhat’ın ten renginin aksi olan beyaz
bedenimi nem kokulu özgürlüğe doğru
bıraktım.
Az ileride tüm bunları izleyen
kavruk adam gülümseyerek Stejo’nun bir
özgür martı oluşunu izliyordu. Yanındaki
arkadaşının sorusunu cevaplayışıyla
anlatmıştı gülümseyişini:
“Hey Rojhat! Neden onu tutmadın!”
“O bir deniz kızıydı dostum, en
fazla bu kadar kalabilirdi yanımda. Ben bir
elmanın içindeki kurttum fakat Eftelyalar
okyanuslara dökülmeliydi.”
Şiir
BIRAKMA ELİMİ
Hızır BULUT
Bırakma elimi, katil gibi yağmur.
Ölüm geziyor ıssız sokaklarda
Belli ki avsız, kana susamış.
Yok olmuş gündüzler, kâinat nursuz.
Deccal, Yecüc Mecüc sırasını savmış.
Yel değil esen, İsrafil’in nefesi.
Hava kan kırmızısı, gökten inen ölüm.
Bırakma elimi, yüreğimi; korkuyorum…
Şiir
MAVİ KELİME
Levent DALHAN
Umut kalmadı diyemiyordu biri,
İhtiyaç duyduğu anlarda zaten hiç olmamıştı.
O zamanlarda ne dünya bildiğiniz gibiydi,
Ne de hayat yaşadığını sandığınız gibi.
Evet gülebilen insanlar vardı,
Ama hiç akıl edemediğiniz gibi,
Mutlu olanlar başkaydı.
Biri kaybolduğu zamanlarda ne bir ses duydu,
Ne de adını çağıran biri oldu uzaklarda.
Duman altı düşlerde duyuldu sesi
"gökyüzü bana ellerini ver" diyebildi.
Biri gülüşüne gün değmemiş bir çocuktu,
Parmaklarını kösele ezdi, suratına ırmaklar oyuldu.
Oysa o meşhur mavi günler
Çocukların oynayacağı bir oyundu.
Biri bilmiyordu konuşmayı, yürümeyi, düşünmeyi
Herkesin bir gün olduğu gibi.
İlk duyduğu seste kaybetti,
Sonra bir daha rastlamadığı
O meşhur üç beş mavi kelimeyi.
Fotoğraf: Burcu Bekiroğlu
Şiir
SEHVİYYÂT
Yunus Emre BOLAT
Ben nice maânî gördüm berây-ı mehlikâ söylemişler
Baktım ben ol mehlikâya ki ümenâ dürûğ söylemişler
Görünce serv-i hırâmânı derk ettim ben vecâheti
Hüsne te’vîl edip mübalağa ettiğimi söylemişler
Kaç kez eş’âr tahrîr ettim mehlikâya heyecân içinde
Kemânebrûnun bana bîmübâlât olduğun söylemişler
Önce mevhûm sandım bana söylenen o müessif sözleri
Şekerhandıyla nigâh eyleyenden duyup da söylemişler
Acz içinde bîçâre Bolat tefekkür etti hiç durmadan
Dürûğzen kişiler münhasıran bunu sahih söylemişler
Şiir
H. NİHÂL ATSIZ'A
Âşık Faruk ERDOĞAN (Turanî)
Ülküsünde Turan ve milli dava
Özünde Türklük var Nihal Atsız'ın
Sanki çile ömür zindansa yuva
Gözünde Türklük var Nihal Atsız'ın
O aziz ülkünün yılmaz neferi
Ömrünce ahdetmiş kutlu zaferi
Vuslata erişmiş nice seferi
İzinde Türklük var Nihal Atsız'ın
Asla boyun eğip durmamış geri
Elinde kalemi alnında teri
Mevlam cennet mekan nur olsun yeri
Yüzünde Türklük var Nihal Atsız'ın
Faruk der bahara yaza ses verdi
Yanlışa dik durdu yoza es verdi
Gönlünde şiire söze süs verdi
Sözünde Türklük var Nihal Atsız'ın
Şiir
SOKAK MANZARALARI
Oğuzcan KIYMIK
Kırık cam bardakları,tuzlu çay köpüğü
Birkaç el öksürdüğüm sigara sönüğü
Buzlu kül tablaları,içinde aniden
Ruhumun düğmelerini kopartır gece
Yalnız,karanlık ve fettan bir hatun gibi.
Klarnet sesi eşliğinde,”Ah İstanbul”
Diyorken Taksim’de şu nostaljik tramvay,
Bu kış da balkon pek soğuk geçer sanırım
Ekmeği kapıcı Halis getirir yarın
Gazete olmaz umarım,yazmak istemem
İlk sayfada subay Ahmet,arkada
eşi kalır,üç yaşında yetim bebesi
Anası önünde beddualar sıralar,aminsiz
Önünde dul gelin,yetim bebe,şehit
Çocuklar var,parkta,evde sonra savaşta
Kimi mavi,kimi sarı,kiminin rengi
Siyahtı,kahve gözleri,yaşarmış yerde
Elinden tutup kaldıran,beyaz bir asker
Görsem,ak alnında damla olmak isterim
Mesela süslü bir telaşe alır beni
Saray önlerinden tahta faytonlar çıkar
Saçını sarıya boyar,Kasım çınarı
mumdan alev saçılır,avuç içlerime
Sönmeden,yedi cihan ısıtmak isterim
Yoksulluk kalın puntoyla yazılmış bugün
Dün yarı çıplak bir kadının,İngiliz ırkı
dört bacaklısının ardına saklamışlar
Memleket,memleket fakir düşmüşse eğer
şişman adamın cebinden çalmak isterim
Gece aydınlanırken, büsbütün sabaha
Halis bey elinde gazete ile görünür,
Ekmek sıcacık,bir helal,doyduk çok şükür.
Şiir
ŞÂH U GEDÂ
(Nazîre-i Fermân ez-Fazlullâh-ı zaman Üstâd Sâhir
Be-nâm-ı Mihribân, der-vasf-ı şâh hûbân) Yavuz Fermân KILIÇ
Elif, laaaam, miiiim
Aşk yolunun uslanmaz aşığıyım
Olmaz kusurum
Aşk elinde, esir olmuş şuurum
Elif, laaaam, miiiim
Fermân’ım, Nesîmi’yim, Mansûr’um
Elif, laaaam, miiiim
Elim, kolum rüzgârî zincirlerle bağlı
İşte karşısındayım
Halep’in gecelerinden daha derin gözleri
Ses çıkaramıyorum
Sanki idamlıklar çarşısındayım
Katlime fermânı verecek ilk sözleri
Elif, laaaam, miiiim
Son nefesim olsa da konuşacağım
Ölüme, gözlerinde kavuşacağım
‘’Ey şâh sultân!
Hasretinde nice prangalar eskidi
Revâ mıydı, bu an son nefesimde geldi?’’
Elif, laaaam, miiiim
Mihribân yolunda, Nesîmî oldum şimdi
Aşk benim
Elif, laaaam, miiiim
Haziran rüzgârı, kırbaç vuran cellâtlar gibi esiyor
Bağdat meydanlarında, benden sebep bir kargaşa var yine
Elimi, ayağımı, sözlerimi, çaprazlama kesiyor
Şâh sultânım, teşrif etmişken pişmân olmasın geldiğine.
Elif, laaaam, miiiim
Taş, toprak yağmurunda
Şâhımın karşısında duruyorum
Kanımı Dicle’ye, canımı göklere savuruyorum
Rüzgâr, rûhumu da göz hapsine alıyor
Elif, laaaam, miiiim
Son nefesim…
Gözleri, gözlerimde misafir oluyor
Revâ mıydı, bu an son nefesimde geldi
Elif, laaaam, miiiim
Mihribân yolunda ene’l-Hak Mansûr’um şimdi
Âşık benim.
Elif, laaaam, miiiim
Aşk meclisinin dört büyük aşığı
Parçalanacak, aç aslanların kafeslerinde
Dört büyük âşık, aşkın dört büyük sanığı
Meraklı bakışlar son nefeslerinde
Elif, laaaam, miiiim
Mecnûn: ‘’Dermân’’ dedi
Ferhâd: ‘’Biraz daha imkân’’ dedi
Tâhir: ‘’Son bir zamân’’ dedi
Fermân: ‘’Mihribân’’ dedi.
Elif, laaaam, miiiim
Nesîmî gibi yüzülüyor derim
Mansûr gibi dara çekiliyor bedenim
Aşk benim, âşık benim, maşûk benim
Elif, laaaam, miiiim
Cân benim, cânân benim, Mihribân benim
Aşk yolunda yazılan en güzel Fermân benim
Elif, laaaam, miiiim
Söze bürünmemiş harflerin sedâsı benim
Şâh sultân Mihribân’ın gedâsı benim.
Şiir
MUTLULUĞA DOĞRU
Recep ARSLAN
Bir kuş gibi mavi göklerde, Amansızca sonsuz boşluğa uçsaydım.
Ardımda her şeyimi bırakıp da
Bir daha hiç dönmemek üzere
Gözlerden kaybolup ...
Yok olsaydım.
Fotoğraf: Burcu Bekiroğlı
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATINDA BU AY
DOĞUŞTAN ARTİST VE YALNIZ BİR
ADAM: OĞUZ ATAY
Damla KARAYİĞİT
“Doğuştan artist bir çocuk olan Oğuz’un
karakterini bir çırpıda anlatmak çok zordur. Malum ya
serde artistlik var… Her gün bir başka şahsiyet olarak
karşımıza çıkar. Ama Oğuz deyince akla “el” gelir;
zira Oğuz meramını dilinden ziyade elleriyle
anlatmayı sever. Müziğe merakı vardır. Sınıftaki
bozuk piyanocuk ve arkadaşlarının biçare kafaları
Onun elinden neler çeker… Espriye pek meraklıdır.
Bazı güzel esprileri de olursa da onlar soğuk
esprilerinin arasında kaybolup giderler. Sinemaya,
tiyatroya gitmeyi çok sever. En büyük arzusu Agâh ağabeyinden(Agâh Hün) feyiz alarak
geleceğin ‘Vasfı Rıza’sı olmaktır.”
Lisedeki Oğuz’u bir arkadaşı böyle
tarif etmiş; ‘meramını dilinden çok
elleriyle anlatmayı sever’. Çok uzun yıllar
sonra Yıldız Ecevit onun için yapılan bu
tarifi ‘yazmak için yaşamış bir yazar’
olarak tazeler.
12 Ekim 1934’te
Kastamonu/İnebolu’da dünyaya gelen
Oğuz Atay’ın babası 6. ve 7. dönem Sinop
ve ardından 8.dönem Kastamonu
Milletvekilliği yapan Cemil Atay’dır.
Korkuyu Beklerken adlı kitabındaki
‘Babama Mektup’ isimli öyküsünde,
duygularının romantik bölümünü aldığını
söylediği annesi, ilkokul öğretmenliği
yapan Muazzez Atay’dır. Annesinin sıkı
dil eğitiminden geçen Oğuz Atay, henüz
okula başlamadan okuma-yazmayı öğrenir;
bu nedenle okula 2.sınıftan başlar.
İlkokul yıllarında geçirdiği
zatürree, onu çok ilgi duyduğu atletizmden
koparır. Hayatının geri kalan kısmını
etkileyecek olan bu hastalığın onun
zihninde ve kalbinde açtığı yara,
Tutunamayanlar adlı kitabında Selim Işık
adlı karakterde açığa çıkar; Selim,
geçirdiği ağır bir hastalığın ardından
şişmanlayan ve canı sıkıldığında oynadığı
tek oyun, evlerinin önündeki köprüden
dereye taş atmak olan bir çocuk olarak
büyümüştür. Yıldız Ecevit, ‘Ben
Buradayım’ adlı çalışmasında bu durum
üzerine şöyle bir saptamada bulunmuştur:
“Oğuz Atay'ın çocukluğunda geçirdiği bu
hastalık büyük bir olasılıkla, onun iç
dünyasında yaşadığı
çevreye yabancılaşma olgusunun
ruhbilimsel nedenlerinin gerisindeki
fizyolojik kökenli kaynağın kendisidir.”
Hal böyle olunca ilkokul sıralarında Atay,
içine kapanık, arkadaşlarıyla iletişim
kuramayan ve sürekli kitap okuyan bir
dönem geçirmiştir.
Ortaokul yıllarında hayatı boyunca
etkileneceği yazar Dostoyevski’nin eserleri
ile tanışır. Bunun yanı sıra dünya
edebiyatını ve batı klasiklerini okuyan
Atay, bir arkadaşıyla birlikte öğrendiklerini
pratiğe dökebilmek için duvar gazetesi
çıkarır. TED Ankara Koleji’ni 1951’de
bitiren Atay’ın karnesi lisede, üstün
başarılarla doludur. Bu döneminde onun
zeki ama içe kapanık yapısı arkadaş
çevresi tarafından hiç anlaşılamaz; kaldı ki
Atay da onların dünyalarına girmeyi, onları
tanımayı istese de başarılı olamaz.
Lise yıllarında tiyatronun yanı sıra
bir diğer tutkusu da resimdir. Resim
öğretmeni, Atay’ın çizimlerine her zaman
beğenilerini sunar ve resim alanına
yönelmesi için babasıyla konuşması
gerektiğini söyler; ancak Cemil Atay, oğlu
için kararı çoktan vermiştir. 1950’li
yıllarda Demokrat Parti’nin başa gelmesi
ile birçok Chpli milletvekili koltuğundan
olmuştur. Bunlardan biri de Cemil
Atay’dır. Aynı yıllar Oğuz Atay, İTÜ
İnşaat Fakültesi’ni kazanır. Böylece aile
Ankara’dan İstanbul’a taşınır.
1957’de mezun olan Atay, üç yıl
sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve
Mimarlık Akademisi(Yıldız Teknik
Üniversitesi) İnşaat Bölümü’nde öğretim
üyesi olur. 1957 yılının Aralık ayında
Oğuz Atay askere gider. Böylece Atay yeni
ve her zaman istediği, beklediği ortamı
bulmuş olur; çünkü asker arkadaşları Cevat
Çapan ve daha sonra Tutunamayanları ilk
okuyacak olan Vüsat O.Bener’dir. 1975’te
doçent olur, Topografya adlı bir de mesleki
eğitim kitabı yazar.
1968’de Tutunamayanları yazmaya
başlayan Atay, bir yıl gibi kısa bir sürede
eserini tamamlar ve Vüsat O.Bener’e
okutur; arkadaşının tavsiyeleri üzerine bazı
eksiltmeler yaparak 1970 TRT roman
yarışmasına eserini yetiştirir. Beklediği
üzere ödülünü de alır. Birçok yayınevi
eserini basmaz; ancak 1971’de Sinan
Yayınları iki cilt halinde eseri basar. 1973
yılında ‘Tehlikeli Oyunlar’ı yayınlar;
ancak Türk aydınları, Tutunamayanlarda
gösterdikleri sessizliği bu eserde de devam
ettirirler. Aynı sene yayımlanan “Oyunlarla
Yaşayanlar” adlı oyunu Devlet
Tiyatrosu’nda sahnelenir. 1975’te
üniversiteden hocası olan Mustafa İnan’ın
biyografisini ‘Bir Bilim Adamının
Romanı’ ismiyle yazar. Atay, okuyucunun
bu sessizliğine 1975’te yazdığı ‘Korkuyu
Beklerken’ adlı öykü kitabında: “Ben
buradayım sevgili okuyucum, sen
neredesin acaba?” cümlesi ile cevap verir.
Bir yalnız adam Atay, “Türkiyenin
Ruhu”nu tamamlayamadan beynindeki
tümör sebebiyle 13 Aralık 1977’de
İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.
Vefatından sonra 1987’de “Günlük”,
1998’de “Eylembilim” adlı kitapları
yayımlanmıştır.
Sağlığında hiçbir kitabı ikinci
baskıyı görmemiş olan Oğuz Atay’ın
eserleri, vefatının ardından büyük ilgi
görmüş ve defalarca basılmıştır. 2005
yılında Yıldız Ecevit’in “Ben Buradayım”
adlı çalışması Oğuz Atay’ın biyografisidir.
Bu eserde yalnızca Atay’ın hayatı değil,
eserleri ve eserleri üzerinden onu anlamaya
yönelik çıkarımlar da mevcuttur.
Bir aralık buradaydım; Bu Aralık
burada yokum… Vefatının 37.
yıldönümünde Oğuz Atay’ı saygı ve
rahmet ile anıyoruz.
Oğuz Atay’ın Eserleri:
-Tutunamayanlar
-Tehlikeli Oyunlar
-Bir Bilim Adamının Romanı
-Korkuyu Beklerken
-Oyunlarla Yaşayanlar
-Günlük
-Eylembilim
KAYNAKÇA
-Ecevit, Yıldız, Oğuz Atay’ın Biyografik
ve Kurmaca Dünyası, ”Ben
Buradayım”,İstanbul; İletişim
Yayınları,2009.
-Uygun, Hasan, Yapıtları ve Yaşamıyla
Oğuz Atay, Mavi Melek, sayı:44,2010.
-www.oguzatay.net
-Kutlu, Pakize, Oğuz Atay’la Röportaj,
Yeni Ortam,1972.
Şiir
PHONEX
Osman BAYKAL
Utangaç bir haldeydi yeryüzü
Gülmemek için kendini zor tutuyordu şeytan
Bir rezillik vardı ortada
Belki gülünecek bir rezillik
Belki de ağlanacak bir rezillik
Herkes kendi değer yargılarıyla
Yargılıyordu kendini
Değerleri olmayanlar
Alabildiğince haykırıyordu
Haykırdıkça zekileşiyordu
Peki neydi bu rezillik
B sorunun ardından
Çevriliyordu bütün güneşler
Kendi galaksilerine
Postmodernbir anlayışla
Kalemler kırılıyordu
Tüm edebi kaynaklar yıkılıyordu
daha sonra
dünya hiçbir şeye aldırmadan dönüyordu
ipini koparmışcasına
Fotoğraf: Burcu Bekiroğlı
Deneme
SON VAGON
Saliha YILMAZ
Bir hayat akıyor. Köprünün orda, taşların arasından.. Bulut
zerresini üzerinde barındırmadan, kuşların dansını gölge
bırakmadan yansıtıyor göğün efendisi. Şimdi o da süregelen
düzenin bir devamı...
Dört dörtlük değildi ama yaşanırdı biliyorum. Bir trenin son vagonundaydık,
altımızdaki raylara aldırmadan ilerliyorduk .Yanımızdan geçen her ne varsa hızlandırılmış bir
akımın seyriydi. Saniyeler ,dakikalar ,saatler geçiyordu. Kahramanlar bir bir siliniyordu
hafızalardan. Geç kaldığımız bütün randevuları unutmuş bulunuyorduk .Güzeldi,
hatırlanmaya değecek kadar güzel. Devam ediyordu ve biz güzellikleri görmeye mecburduk
.Yalnızlığımızı yağmur dindiriyordu ne de olsa, derdimizi rüzgar dağıtıyordu. Gün bizi
sarıyordu. Denizin üzerinde yürüyorduk, saçlarımız savruluyordu. Bağlıydık, öyle
görünüyorduk. Bir bankın üzerinde yenen simit kadar kıymetliydi sözler, söylenecek olanlar;
gelenler ve gidenler...Günümüze hayat katıyorduk, gözlerimize görmeyi öğretiyorduk,
ellerimize dokunmayı. Plan yapmıyorduk, planlar hayatımızı kısıtlayan bir dönemeçti. Göğe
asılan salıncakta bir ileri bir geri gidip geliyorduk serinliyordu duygularımız. Bugün güzeldi.
gün bugündü. Sessizdik ,kendimizi dinliyorduk ,varacağımız durak gözümüzde büyüyordu..
Karlar yığılmaktaydı önümüze ama beyazdı. İşte yine akıp gidiyorduk .Ütopyanın sevgilisi
bizi çağırıyordu. Mucizelerimizi karşılamak için sıraya girdik. Geri kalan hayatımızın ilk
gününü yaşıyorduk bugün..!
Şiir
YAPAMADIM
Bayram AKI
Okuduklarım kilitledi beni
Dilim tutuldu konuşamadım
Gördüklerim ezdi beni
Buz oldu bedenim yazamadım
Hayal belki bizimkisi
Gördüm düşünü uyanamadım
Sevda işte bizimkisi
Karşısında duramadım
Çaresi yok idi aşkın
Kapıldım çırpındım kurtulamadım
Yüreğime çizmişim seni
Üzerini karalayamadım
İşlerken sözlerin kalbime
Ölüyordum ben dayanamadım
Gözde yaş üzülürken sen
Ben buralarda duramadım
Deneme
BEKLEYİŞ
Hülya MALKOÇ
Sonbahar… Yağmurların bulutlara, yaprakların ağaçlara
küstüğü fasıl. Ve beklemek… Ne kadar umut varsa sırtlamak hepsini.
Bu umutlarla yol almak ömrün geri kalanına. Bir yerlere gizlenmiş
sabrı aramak dualara nakşetmek için. Ve sarılara, beyazlara bürünmüş
bir demet papatya ihtiyar avuçlarda tutulan… Ve bir martının tiz
çığlıkları kulaklarda çınlayan…
Düşünceleri bir martının tiz
çığlıkları ile bölündü. İrkildi hâliyle.
Elindeki papatya demetini yanına koydu.
Sesin geldiği yöne doğru çevirdi başını.
Hırçın dalgaların üzerinde süzülen martıyı
inceledi buğulu ve yorgun gözleriyle. Ne
talihliydi şu kuşlar onun nazarında.
Kanatları vardı bir kere. Onları
incitmedikleri sürece uçuyorlardı uzaklara.
Kanat çırpıyorlardı gönüllerince. Şehrin
dört bir bucağına, denizin sonsuz afakına.
Keşke onun da bir çift kanadı olsaydı.
Olsaydı da içine düştüğü mihnet
çukurundan kendini kurtarabilseydi. Böyle
düşünüyordu düşünmesine de bir çift kanat
da yetmezdi onun içini kavuran hicran
ateşini söndürmeye. Kalbinde coşan sevda
ırmağını kurutmaya… Tüm bunların
olması için ya ölmesi lazımdı ya da
hafızasının onu terk etmesi. Bunu iyi
biliyordu. Aslında ilk ihtimal çok da uzak
değildi ona. Yaşı epeyce ilerlemişti.
Emektar aynasına akseden ak saçlarından,
alnını kuşatan çizgilerden, göz altlarını
mesken tutan kırışıklıklardan bunu çok iyi
anlıyordu. İkinci ihtimal cılız kalıyordu
ilkinin yanında. Zira her kula nasip
olmayan bir hafızaya sahipti. Gençlik
yıllarında işine çok yarıyordu böyle sağlam
bir hafıza. Lâkin ihtiyarlıkta külfetten
başka bir şey değildi meret. Şu zamana
kadar aklına türlü düşünceler, kalbine de
envai çeşit duygu hücum etmemiş miydi ki
yeterince? Takati kalmamıştı artık acı
hatıralar okyanusunda kulaç atmaya.
Derken iki damla misafir oldu yanaklarına.
Ağlıyor muydu yoksa yağmur mu
yağıyordu bilemedi önce. Olsun,
bilemesindi. Düşüncelerinden sıyrılmıştı
ya yine, yeterdi bu ona. Seviyordu böyle
zamanları. Bir an için nefes aldığını
hissediyordu iyice daralan bedeninin.
Gökyüzüne çevirdi başını birden. Bulutlar
matem havasına bürünmüştü bile.
Damlalar sabırsızdı, bir an evvel toprakla
buluşmak için can atıyorlardı adeta.
Anlaşılan o ki birazdan aralarında kıyasıya
bir rekabet yaşanacaktı. Nitekim çok
geçmeden başladı bu yarış. Rüzgâr onları
bir sağa bir sola savurarak sakinleştirmeye
çalışıyordu sanki. İhtiyar adam ıslanmış,
hafifte önüne dökülmüş saçlarını elleriyle
geriye taradı önce. Sonra da siyah
şemsiyesini açtı. Saatine bir göz attı. Ooo,
neredeyse ikindi olmuştu. Zaman su misali
akıp gitmişti yine. Rengi solmuş kabanının
önünü ilikleyerek toparlandı bir müddet.
Yerinden kalktı ihtiyarlığın bedenine
yüklediği ağırlıkla. Birkaç adım attı kuru
yaprakların hışırtısı eşliğinde. Tam bir
adım daha atacaktı ki bir şeyi unuttuğunu
fark etti. Ah! Nasıl da unuturdu
sevdiceğinin papatyalarını? Hep o martı
yüzündendi. O feryat figân etmeseydi eğer
papatya demetini elinden bırakmayacaktı.
Neyse ki erken fark etti de dönüp aldı onu.
Yürüyordu şimdi, yâre giden yolda
yürüyordu. Boğazında bir parça kuruluk,
kalbinde bir parça buruklukla yürüyordu.
Arada bir soluğu kesiliyordu, olsun. O pes
mi etmişti bu zamana kadar ki şimdi etsin?
Sevdiceği de yılmasını istemezdi zaten şu
zamandan sonra. Ona yakıştıramazdı bu
yılgınlığı. Sahi sevdiceği… Onun bir
zamanlar gönlüne düşürdüğü aşk tohumu
öyle büyümüştü ki gönlünü gülistan
eylemişti çok geçmeden. Ne büyük
mutlulukları ağırlamıştı bu gönül. Nice keder fırtınalarını atlatmıştı da ayrılık acısının
üstesinden gelememişti bir türlü. Sevdiceğinin son nefesi bir “âh” olup da yakmıştı gönlünü.
Talan etmişti biricik gülistanını. Sonra “hoş geldiniz” demişti dertlere ve yalnızlığa.Hoş
gelmişlerdi fakat sefa getirmemişlerdi yanlarında.
Yürüyordu. Zaten sevdiceğinin onu terk etmesinden bu yana yaptığı en iyi şey
yürümekti belki de. Kesik kesik soluklarla, yavaş yavaş adımlarla yürümek. Yürüyordu. Ve
biliyordu. Ayrılık olmadan vuslat da olmazdı. Ellerinde papatyalar, burnunda taze toprak
kokusu ve gözlerine yuvalanmış yaşlarla birlikte yürüyordu. Kalbinin yegâne sahibine
kavuşana dek yürüyecekti. O can ki sevendi, beklemeye alışmıştı çoktan. Fakat cananı
bekletmek olur muydu hiç?
Şiir
ÖZLEMEK
Hakkı ÖZER
Özlemek...
Aslında özlemek değil de;
Seni özlemektir zor olan
Sesinden, kokundan, teninden ve 'Sen'den uzak olmak...
'Sensiz'liktir canımı yakan...
Şimdi anlatsam sessizliği,
Koşarak gelirdin ardında bakmadan,
Anlatabilsem sessizliği,
Severdin beni bıkmadan...
Bak bu kacıncı dize uğruna karalanan,
bu kaçıncı şiir.
Kaçını okudun cidden, kaçını attın bakmadan ?
Ben hasret dünyasında çırpınırken,
sen kaç kez geldin çığlıklarımı duymamazlıktan?
Özlemek diyordum prenses, zor cidden.
Nefes almaya çalışmak, yanımda sen yokken.
Sen ve ben olmak, "Biz" dururken.
Özlemek, Sensizlik zor prenses, zor cidden...
Şiir
SEVMEK
Mesut YILMAZ
Sevmek
Koklamak baharı
Ve güneşe sarılmak
Sevmek
Tutunmak bulutlara
Süzülerek kuşlarla
Sevmek
Küçük bir çocuk gibi
Mutluluğa kucak açmak
Hikâye
BİR KARGANIN ANATOMİSİ
Buse Asena KARA
O sabah güneşli bir güne uyanmamıştı. Islak, bulutlu ya da ılık bir
esintinin insanın coğrafyasında narince seyahat ettiği bir gün de değildi.
Bir gün ne kadar sıradan olabilirse bugün de en az o kadar sıradan ve
bayağıydı. Tıpkı o güzel pastaları sıradanlığa sürükleyen beyaz pasta
kreması gibi.
Bekir uyandığında saat altı olmamıştı.
Günün en karamsar, en ümitsiz hallerinden
biriydi. Sanki sabah çok uzaktı geceye ya
da gece çok uzaktı sabaha.
Bekir işte… Dört saatten fazla
uyuyamazdı hiç. Bulaşık da yıkayamazdı.
Dünya görüşü düzene karşıydı belki de bu
yüzden ütü bile almamıştı evine. Yatağını
hep dağınık bırakırdı. Çayı açık içerdi.
“Erkek adam çayı açık içer mi?” Yine de
açık içmeye devam ederdi.
Böyle bir adamdı Bekir. Eskiden
beri böyleydi. O sabah uyandığında her bir
parçası isyan eden o eski iğde rengi hırkayı
giydi yine. Yeşil kadife koltuğa uzandı,
dizlerini karnına çekti. Bunu kendini iyi
hissetmediğinde sıkça yapardı. Bazen de
üşüdüğünde. Şimdi neden yapıyor
derseniz, bunu Bekir’e sormalıyız derim.
Her şeyi bilmemi bekleyemezsiniz.
Eğilip fütursuzca yerde yatan sigara
paketine uzandı. Balkona çıkıp bir sigara
seçti paketten, ardından bir tane daha.
Tutuşturdu. “Bir tane bana, bir tane
kargalara..” Kargaları da severdi Bekir.
Keşke bu kadar siyah olmasalardı. İğde
renginde olabilirlerdi mesela. İğde rengi
kargalar…
O zaman onları daha çok severdi.
Fakat Aysel, yine de sevmezdi kargaları.
Kargalar da Aysel’i sevmezdi zaten. Tek
ortak noktaları Bekir’di. Bekir ikisini de
seviyordu. Bunu ne Aysel biliyordu, ne de
kargalar. Aysel mi? O Bekir’i sevemedi.
Belki de Bekir bir kargaydı. Öyle kara,
öyle tiz, öyle uğursuz. Çatıdaki sigara
yığınına baktı. Ne nankördü şu kargalar!
Durdu, düşündü. O kesinlikle bir karga
olmak için doğmuştu. İğde rengi
olanlardan..
HABERLER VE DUYURULAR
"Hikâyeleriyle Şiirler"
Hikâyeleriyle Şiirler, Doç. Dr. Özer
Şenödeyici önderliğinde bölümümüz
öğrencilerin hazırlamış olduğu ve şiirlerin
hikâyeleriyle beraber okunup, türkülerin
söyleneceği bir programdır. Hazırlanan
program 17 Aralık 2014 tarihinde
Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Nazım Terzioğlu Amfisi'nde saat
15:30'da gerçekleşecektir.
"Türk Halk Bilimi Günleri"
Türk Halk Bilimi Günleri adlı
proje, Karadeniz Teknik Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı bölümü
öğrencilerinin düzenlemiş olduğu ve halk
bilimi, halk edebiyatı meselelerinin
tartışıldığı etkinlikleri içermektedir. İlk
Türk Halk Bilimi Günü olarak 18 Aralık
2014 tarihinde saat 15:00'da bölüm
öğrencileri okulda toplanarak
"günümüzde devam eden eski Türk
inanışları" konusunda bilgilerini ve
araştırmalarını paylaşacaklardır.
Etkinliklere katılmak isteyen tüm
öğrencilere duyurulur.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Tanışma Yemeği
Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencileri
tarafından bir akşam yemeği organize edildi. Güzel
anlar yaşanan yemekte Merve Can ve Serap Cengiz adlı
öğrenci arkadaşlar türküler seslendirdi.
Bölüm Öğrencilerimiz Trabzon Görme Engelliler
Sanat ve Spor Kulübü Etkinliğine Katıldı
KTÜ Türk Dili ve Edebiyatı
bölümü, öğrencilerimizden Nuray
ACAR ve Serap CENGİZ'in de görev
aldığı Trabzon Görme Engelliler
Sanat ve Spor Kulübü'nün düzenlemiş
olduğu müzik ve eğlence programına
katıldı.