View
252
Download
9
Category
Preview:
DESCRIPTION
İncir Çekirdeği Dergisi Şubat 2015 Sayısı
Citation preview
Halide Edip
Şubat 2015 Sayı: 11 dil, edebiyat, kültür, sanat
Ateşten Gömlek Giyen Bir Kadın :
Meksika’dan Esen
Bir Rüzgar:
Sırça Fanus’ta
iki isim:
Sylvia Plath
Tezer Özlü
Kırgız Çadırı:
BOZÜY Bir
“HOCALI”
Hikayesi:
“Ben Bir
Nöbetçiyim”
FRIDA KAHLO
E
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Aziz Nadir
Beyza Arı
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Işık Selin Orhuntaş
Mehmet Altınova
Merve Başol
Sema Keser
Süleyman Erkut
Tuğçe Erkol
Zeynep Tosun
Misafirler
Haskız Yıldırım
Erdi Yeşilağaç
Serpil Südüpak
Salih Özışık
Hüseyin Arda Salkaya
Tasarım
Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim
incircekirdegidergisi@gmail.com
facebook.com/incircekirdegidergisi
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN...
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları…
Yeni ve yine dopdolu bir sayı ile sizlerle buluşabildiğimiz
için her zamanki gibi mutlu ve bir o kadar da heyecanlıyız.
Bu ay dergimizde sizleri neler bekliyor, neler okuyacağız
bir göz atalım.
Dergimizin bu ayki dosya konusu Halide Edip Adıvar oldu.
Hayatıyla, eserleriyle Halide Edip siz okuyucularımızla
buluşacak. Işık Selin Orhuntaş Sylvia Plath ile Cadı Avı’na
devam ediyor. Tuğçe Erkol James Joyce ve Uleysses’i sizler
için yazdı. Mehmet Altınova Hocalı Katliamını bir öykü ile
anlatıyor. “Ardından” yazı serisi Sırdem Kemiksiz’in
kaleminden yine sizler için devam ediyor. Editörümüz
Kübra Tarakçı’nın Berlin, Prag ve Viyana turu, güncesinde
okumanız için sizleri bekliyor.
Dergimizin sinema, tiyatro ve kitap köşeleri bu ay da
tanıtımlara devam ederken okuyucularımızdan gelenler de
misafir köşesinde yine yerini aldı.
Artık sizleri yeni sayımızla baş başa bırakıyor ve iyi
okumalar diliyorum.
Esen kalın.
Sultan DEMİRTAŞ
Editör
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Havadis
Halide Edip’in Kronolojik Hayatı
“Ölüm”- Şiir / Halide Edip Adıvar
“Handan” – İnceleme / Işık Selin
Orhuntaş
Halide Edip Adıvar’ın Sultanahmet Mitingi
Konuşması
Bir Kurt, Üç İsim / Ayşe Bengisu Akdağ
“İstanbul” – Şiir / Halide Edip Adıvar
Handan Handan’a Karşı / Tuğçe Erkol
“Mor Salkımlı Ev” Eserinin Tahlili /
Mehmet Altınova
“Kent ve Ben” – Şiir / Aziz Nadir
“Çizilmiş Yol” – Şiir / Serpil Südüpak
Muhteşem Bir Yapı: Bozüy / Busenur
Aslan
Cadı Avı-3 Sylvia Plath / Işık Selin
Orhuntaş
“Gökyüzü Aldatmaz Beni” – Şiir / Erdi
Yeşilağaç
Korkunun Hikayesi / Zeynep Tosun
“Ben Bir Nöbetçiyim” – Hikaye / Mehmet
Altınova
“Gidiş” – “Genç Bir Zaman” – Şiirler /
Sema Keser
Ardından – 8. Bölüm / Sırdem Kemiksiz
Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra Tarakçı
“Kalemime” – Şiir / Haskız Yıldırım
İlm-i Kelam – Şiir / Süleyman Erkut
“ULU SES”: James Joyce / Tuğçe Erkol
Ali Şir Nevai’den Gazel
Fotoğraf / Aybige Akdağ
Meksika’dan Esen Bir Rüzgar: Frida Kahlo
/ Hilal Akarslan
“Tekzip Et” – Şiir / Hüseyin Arda Salkaya
“Kara Kız” – Şiir / M. Salih Özışık
Alternatif Tiyatro: Bavul / Sultan
Demirtaş
Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı
Arka Kapak / Merve Başol
İçindekiler
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA
VÂ
DİS İsmail
Gaspıralı’yı en iyi
ifade eden
öğrenciler
ödüllerini aldı
İsmail Gaspıralı, yoğun bir
katılımla Bursa ve
dışarıdan öğrencilerin
yüzlerce eserle katılımıyla
ele alındı. Yarışmaya dahil
olan eserler, 7
akademisyen tarafından
değerlendirildi. Eski
Eğitim Araçları Dede
Efendi Salonu’nda
meydana gelen mükafat
töreninde Bursa Devlet
Klasik Türk Müziği Korosu
da bir konser verdi.
Koronun seslendirdiği
eserlerle katılımcılar
keyifli dakikalar yaşadı.
Kompozisyon
yarışmasında üniversite
seviyesinde Uludağ
Üniversitesi Türk dili ve
Edebiyatı bölümü çifte
sevinç yaşadı. Bölüm
öğrencilerinden Adem
Kaçar 1. olurken, Genel
Yayın Yönetmenimiz Ayşe
Bengisu Akdağ ikinci oldu.
ATAOL
BEHRAMOĞLU
BURSA’DA
KONFERANS
VERDİ
Türk edebiyatının önemli
isimlerini halkla
buluşturan Nilüfer
Belediyesi, şiir
tutkunlarını usta kalem
Ataoğlu Behramoğlu ile
bir araya getirdi.
Ataol Behramoğlu, Nilüfer
Belediyesi Kütüphane
Müdürlüğü’nün
düzenlediği “Şairin Şiir
Evreni” söyleşine katıldı.
Şiir Kütüphanesi’nde
düzenlenen ve Akif
Oktay’ın yönettiği yaptığı
söyleşi ilgi gördü. Salonun
tıklım tıklım dolduğu
söyleşide usta şair, şiir
hakkında görüşlerini dile
getirdi. Edebiyatçının sırf
piyasa için üretmesinin
çok kötü olduğunu
söyleyen Behramoğlu,
“Şairler bunu istese de
yapamaz. Şiir hemen
tüketilecek bir şey değil,
çileli bir iş. Şiir yazmak
ancak sevgiyle olur, para
kazanmak için şiir
yazılmaz” diye konuştu.
Edebiyat bilgesi
MEHMET
KAPLAN 100
yaşında
Hocaların Hocası, Türk
edebiyatının
unutulmayan bilgini
merhum Prof. Dr.
Mehmet Kaplan,
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
doğumunun 100. yılında
ESKADER (Edebiyat Sanat
Kültür Araştırmaları
Derneği) tarafından
anıldı. Cağaloğlu
semtindeki Timaş Kitap
Kahve’de gerçekleşen
anma toplantısında
konuşmacı ise, Aydın
Üniversitesi öğretim
üyesi, eski Milli Eğitim
Bakanlığı Müsteşarı Prof.
Dr. Necat Birinci oldu.
Prof. Birinci, Mehmet
Kaplan’dan ilgi çekici
hâtıraları dinleyicilerle
paylaştı. Kaplan’ın çalışma
hayatını, fikirlerini,
eserlerini, çalışma
disiplinini ve
öğrencileriyle
münasebetlerini anlattı.
"Bülbülü
Öldürmek"
romanının
devamı geliyor
ABD'li ünlü romancı
Harper Lee, tek eseri olan
"Bülbülü Öldürmek"ten
50 yıl sonra ikinci bir kitap
basacağını açıkladı. O
kitap, ünlü romanın
devamı niteliğinde olacak.
Yeni romanın ismi: "Git
Bekçiyi Ayarla"
Hayal
Kurmaktan Uzak
Çocuklar İçin
Çocuk Edebiyatı
Sempozyumu
Edebiyat alanına
çocukların ve gençlerin
dikkatini çekmek,
yaratıcılıklarını artırmak
amacıyla Üsküdar
Üniversitesi ev
sahipliğinde 1.
Uluslararası Marmara
Çocuk ve Gençlik
Edebiyatı Sempozyumu
düzenlenecek. İnternetle
birlikte hayal kurmayan
ve düşünmeyen bir nesille
karşı karşıya olunduğuna
dikkat çeken Prof. Dr.
Nevzat Tarhan,
sempozyumun bu
kapsamda çok önemli
olduğuna vurgu yaptı.
Arnavut yazar Kadare’ye Kudüs Edebiyat Ödülü Arnavut şair ve yazar
İsmail Kadare işlediği
temaların evrensel
değere sahip olması
nedeniyle 2015 yılı Kudüs
Edebiyat Ödülü’ne layık
görüldü. Kadare ödülünü
şubat ayında
gerçekleşecek Kudüs
Uluslararası Kitap
Fuarı’nda alacak.
Kudüs Edebiyat Ödülü’ne
layık görülen Arnavut
yazar İsmail Kadare, açılışı
8 Şubat’ta gerçekleşecek
Kudüs Uluslararası Kitap
Fuarı’nda düzenlenecek
özel bir törenle ödülünü
alacak. Yapılan
açıklamada, bu ödülün
kişinin toplum içindeki
özgürlük hakkını en iyi
ifade eden yazara
verilmekte olduğu
bildirildi. Kadare,
çalışmalarında Arnavutluk
tarihine ve toplumuna
odaklanan konuları,
özgürlük ve insan hakları
temalarını işlemekte.
Ülkesini ve totaliter rejimi
eleştirmesi ile de sivrilen
79 yaşındaki Kadare,
Arnavutluk’un en ünlü
yazarlarındandır
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Halide Edip Adıvar’ın
Kronolojik Hayatı
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Halide Edip Adıvar 1884 yılında Beşiktaş,
İstanbul'da doğdu.
Annesini küçük yaşta veremden kaybetti.
Evde özel dersler alarak ilköğrenimini tamamladı.
İngilizce öğrenirken çevirdiği kitap 1897’de basıldı.
Bu, Amerikalı çocuk kitapları yazarı Jacob
Abbott'un "Ana" adlı eseri idi.
1899 yılında bu çeviri nedeniyle II. Abdülhamit
tarafından Şefkat Nişanı ile ödüllendirildi.
Robert Kolej'den diploma alan ilk Müslüman kadın
oldu.
Kolejin son sınıfında iken matematik öğretmeni
olan Salih Zeki Bey ile okuldan mezun olduğu yıl
evlendi.
Birkaç Sherlock Holmes hikayesinin çevirisini yaptı.
Fransız yazar Emile Zola’nın yapıtlarına büyük ilgi
duymaya başladı. Daha sonra ilgisi Shakespeare’e
yöneldi ve Hamlet adlı yapıtının çevirisini yaptı.
1903 yılında ilk oğlu Ayetullah, bundan on altı ay
sonra da ikinci oğlu Hasan Hikmetullah Togo
dünyaya geldi.
1905 yılında gerçekleşen Japon-Rus savaşında batı
uygarlığının bir parçası sayılan Rusya'yı Japonların
yenmesinin verdiği sevinçle oğluna Japon Deniz
Kuvvetleri Komutanı Amiral Togo Heihachiro'nun
ismini vermişti.
1908'de gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar
yazmaya başladı. İlk yazısı Tevfik Fikret'in çıkardığı
Tanin'de yayımlandı.
31 Mart Ayaklanması sırasında öldürülme
endişesiyle kısa süre için iki oğluyla Mısır'a gitti.
Oradan İngiltere’ye geçti.
1909'da İstanbul'a geri döndü; siyasi içerikli
yazıların yanı sıra edebi yazılar da yayımlamaya
başladı.
1910 yılında eşinden boşandı ve artık yazılarında
Halide Salih yerine Halide Edip adını kullanmaya
başladı.
Halide Edip, 1911 yılında ikinci kez İngiltere'ye gitti,
kısa bir süre kaldı. Yurda döndüğünde Balkan
Savaşı başlamıştı.
1911'de Harap Mabetler ve Handan isimli
romanları yayımlandı.
1916'da Cemal Paşa'nın daveti üzerine okul açmak
üzere Lübnan ve Suriye'ye gitti.
Bursa’da, aile doktorları Adnan Adıvar ile nikahları
kıyıldı.
Türk ordularının Lübnan ve Suriye'yi boşaltması
üzerine 4 Mart 1918’de İstanbul'a döndü. Yazar,
hayatının buraya kadar olan bölümünü Mor
Salkımlı Ev adlı kitabında anlatmıştır.
İzmir'in işgalinden sonra "milli mücadele" en
önemli işi haline geldi. Karakol adlı gizli örgüte
girerek Anadolu’ya silah kaçırma işinde rol aldı.
Halide Edip Refik Halit, Ahmet Emin, Yunus Nadi
gibi aydınlarla 14 Ocak 1919'da Wilson Prensipleri
Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı.
Yıllar sonra Halide Edip Türkiye'ye geri döndüğünde
verdiği bir röportajında Milli Mücadele için ,
"Mustafa Kemal Paşa haklıymış !" demiştir.
İzmir’i Yunanlıların işgal etmesi üzerine
İstanbul’da, iyi bir hatip olan Halide Edip, 19 Mayıs
1919 günü kadın hatiplerin de konuşmacı olduğu ilk
açık hava mitingi olan Fatih Mitingi’nde kürsüye
çıkan ilk konuşmacıydı.
Attığı nutuk ile belleklerde büyük iz bıraktı.
20 Mayıs’ta Üsküdar mitingi, 22 Mayıs’ta Kadıköy
mitingine katıldı. Bunları Halide Edip’in
başkahramanı haline geldiği Sultanahmet mitingi
izledi. Önceden hazırlanmadan ve yazmadan
yaptığı konuşmada sarf ettiği “Milletler dostumuz,
hükümetler düşmanımızdır.” cümlesi bir vecize
halini aldı.
İngilizler İstanbul’u 16 Mart 1920’de işgal ettiler.
Hakkında idam emri çıkardıkları ilk kişiler arasında
Halide Edip ve eşi Dr. Adnan da vardır.
Çocuklarını İstanbul’da yatılı okulda bırakarak 19
Mart 1920 günü Adnan Bey ile at sırtında yola
çıkan Halide Hanım, Geyve’ye ulaştıktan sonra
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
buluştukları Yunus Nadi Bey ile birlikte trene binip
Ankara’ya gitmiş ve 2 Nisan 1920 günü Ankara’ya
varmıştı.
1921’de Ankara Kızılay başkanı oldu. Aynı yılın
Haziran ayında Eskişehir Kızılay’da hastabakıcılık
yaptı. Sakarya Savaşı sırasında onbaşı oldu.
Yunanlıların halka verdiği zararları incelemek ve
raporlamakla sorumlu Tetkik-i Mezalim
Komisyonu’nda görevlendirildi.
Vurun Kahpeye adlı romanının konusu bu
dönemde oluştu. Türk'ün Ateşle İmtihanı(1922)
adlı anı kitabı, Ateşten Gömlek(1922),Kalp Ağrısı
(1924),
Savaş boyunca cephe karargahında görev yapan
Halide Edip, Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden
sonra ordu ile İzmir’e gitti. İzmir’e yürüyüş
sırasında rütbesi başçavuşluğa yükseldi. Savaştaki
yararlılıklarından ötürü İstiklal Madalyası ile
ödüllendirildi.
Halide Edip, cumhuriyetin ilanından sonra Akşam,
Vakit ve İkdam gazetelerinde yazdı. Bu arada
Cumhuriyet Halk Fırkası ve Mustafa Kemal Atatürk
ile siyasi fikir ayrılıkları yaşadı.
kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den
ayrılmak zorunda kalarak İngiltere'ye gitti. 1939
yılına kadar 14 yıl boyunca yurtdışında yaşadı. Bu
sürenin 4 yılı İngiltere'de, 10 yılı da Fransa'da geçti.
Halide Edip, yurtdışında yaşadığı dönemde kitap
yazmayı sürdürdüğü gibi Türk kültürünü dünya
kamuoyuna tanıtmak amacıyla pek çok yere
konferanslar verdi.
1928 yılında ABD'ye ilk gidişinde Williamstown
Siyaset Enstitüsü'nde yuvarlak masa konferansına
başkanlık yapan ilk kadın olarak büyük ilgi çekti.
1932 yılında Columbia Üniversitesi Bernard
Kolej'den gelen çağrı üzerine ikinci kez ABD'ye gitti
ve ilk gidişindeki gibi seri konferanslarla ülkeyi
dolaştı.
1935 yılında İslam üniversitesi Jamia Milia'yı
kurmak için açılan kampanyaya katılmak üzere
Hindistan'a çağırıldığında Delhi, Kalküta, Benares,
Haydarabad, Aligar, Lahor ve Peşaver
Üniversitelerinde dersler verdi. Konferanslarını bir
kitapta topladı, ayrıca Hindistan izlenimlerini içeren
bir kitap yazdı.
1936 yılında en ünlü eseri olan Sinekli Bakkal’ın
İngilizce orijnali "The Daughter of the Clown"
yayımladı. Roman aynı yıl Türkçe olarak Haber
Gazetesi'nde tefrika edildi. Bu eser 1943 yılında
CHP Ödülü’nü aldı ve Türkiye’de en çok baskı yapan
roman oldu.
1939'da İstanbul'a döndü ve 1940 yılında İstanbul
Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi kürsüsünü
kurmakla görevlendirildi ve 10 yıl kürsü başkanlığını
yürüttü. Shakespeare hakkında verdiği açılış dersi
büyük yankı uyandırdı. Bu süreçte İngilizce yazılmış
incelemeleri oldu.
1950 yılında Demokrat Parti listesinden İzmir
milletvekili olarak TBMM'ye girdi ve bağımsız
milletvekili olarak görev aldı.
5 Ocak 1954 günü Cumhuriyet Gazetesi'nde Siyasi
Vedaname başlıklı bir yazı yayımlayarak bu
görevinden ayrıldı ve tekrar üniversitede görev
aldı.
1955'te eşi Adnan Bey'in kaybı ile sarsıldı.
Halide Edip Adıvar, 9 Ocak 1964 yılında İstanbul'da
80 yaşındayken böbrek yetmezliği nedeniyle
yaşamını yitirdi. Cenazesi, Merkezefendi
Mezarlığı’na defnedildi.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÖLÜM
Yapraklar üşürken dökülür;
Ağaçlar kışa soyunurken ölür.
Nedir acelesi ecelin?
Daha bitmeden yaşama sevincim.
Neden bu kadar soğuk ellerim?
Gözlerim aynı noktada donuk.
Nedir bu sonsuz karanlık?
Ve bu bitmeyen yalnızlık.
Nereden çıktı bu tabut?
Ne işim var benim içinde?
Ve bu kalabalık.
Yüzler; bu yüzler hep tanıdık.
Herkes bırakıp gitmiş.
Geceye sessizlik çökmüş.
Gözlerim hâlâ açık,
Ve bitmeyen yalnızlık.
Halide Edip Adıvar
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
‘’Ben artık zelil ve sefil bir günahkâr oldum. Ben artık tarihin en melun
çehresi Yehuda 'ya bir nazire oldum. Yehuda nasıl dünyanın pek muazzez bir
simasını, efendisini birkaç dinar için sattı ise ben de dünyanın beni en çok
sevmiş bir ruhunu, o ruhun hududu olmayan emniyetini, muhitini sattım,
dünyada en çok sevdiği bir şeyin kalbini ondan çaldım. ‘’
Günümüzde Halide Edib’in
diğer eserlerine nazaran az
bilinen romanı. 1912 yılında
Tanin gazetesinde dizi olarak
yayımlanır. Karakterlerin
kendi arasında
mektuplaşmalarından oluşur.
Ana karakter Handan’dır.
Genç bir kadının aşkını,
sevgisini ve sıkıntılarını işler.
Yani II. Meşrutiyet
dönemindeki kadınların iç
dünyasına yolculuk yapılır.
Böylece Türk Edebiyatı’na
kadın psikolojisi Halide Edip
ile girer.
Handan’ın aşk hikayesi
konu edinilir romanda. Büyük
aşkı Nazım’dır ama Nazım
sosyalisttir. Nazım’ın önceliklerinin farklı
olduğunu düşündüğünden ondan gelen
evlenme teklifini ret eder. Handan içindeki
vicdan azabıyla birlikte yeni bir evlilik yapar.
Kadınlığını yaşayabileceğini düşündüğü Hüsnü
Paşa ile evlenir. Aşkını kalbine gömer.
Handan’ın çekeceği acılar yeni başlar. Bu
evlilik Nazım’ı intihara sürükler ve geride
ölümünden Handan’ı suçlayan bir mektup
bırakır. Hüsnü Paşa ile yapılan evlilik yolunda
gitmez. Metresleriyle düşüp kalkan Paşa
yaşadıklarını Handan’a anlatmaktan hiç
çekinmez. Bir zaman sonra Handan, kuzeni
Neriman ve eşi Refik Cemal’in yanına
Londra’ya gider. Bu ziyaret esnasında Hüsnü
Paşa ile araları iyice bozulur, yavaş yavaş
depresyona girer ve hafızasını kaybeder.
Tedavisi için Sicilya’ya gitmesi gereken
Handan’a yolculukta Refik Cemal eşlik eder.
Mecburi seyahat aralarında aşk doğmasına
H
A
N
D
A
N
Işık Selin ORHUNTAŞ
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
sebep olur. Handan’ın asıl trajedisi burada
başlar. Ancak söz konusu aşk çok sevdiği
kuzenine ihanet anlamına gelir, yaşadığı
vicdan azabı onu ölüme sürükler.
Halide Edip, Handan’ı yazarken kuşkusuz
malzeme olarak kendi yaşamından kullanır.
İdeal kadın tipi çizer Handan’la. Günümüzde
kadına çizilen tablodan çok farklıdır. Üç çocuğu
ile eve tıkılmış Tanzimat dönemi romanları
misali köle değildir kadın. Sosyal hayatın
içindedir, insanları zekasıyla kendine hayran
bırakır. Gerektiği yerde kendi ayakları üzerinde
de durabilir. Onurludur aynı zamanda. Vicdan
azabından ölebilecek kadar onurlu.
Eşinin onu aldattığı dönemlerde yazılan
otobiyografik roman sadece ideal kadın
tipinden söz etmez. Fark ettirmeden nasıl
sevmemiz gerektiğini de öğretir; Nazım’ın
Handan’ı sevdiği gibi. Dış güzelliğe önem
vermeden klasik tabirle iç güzelliğine tutulur
onun. Mükemmele yakın kadının karşısına
mükemmele yakın bir erkek konur. Nazım’ın
mükemmel olamayışındaki sebep ise (
Handan’a göre ) ülkü peşinde olmasıdır. Çünkü
Nazım, Handan’ı ülküsü kadar sevemeyecektir.
Kedine eş değil yoldaş aradığını düşünmesi
yüzden evlilik teklifine içi yanarak olumsuz
cevap verir. Dışarıdan baktığımızda bu
düşünce de Handan’ın – çok güzel olamayışı
dışında – mükemmel olamamasının sebebi gibi
gelir. O kadar kusur Halide Edib romanlarında
bile olur değil mi ?
Söz konusu roman genellikle lise çağlarında
okunur. Handan ve Handan’ın hayatındaki üç
erkek okuyucuyu içine çeker. Eğer duygusal
biriyseniz kitabın ilk sayfalarında ağlamaya
başlarsınız. Nazım’ın Handan’a yazdığı
mektuplarda kendinizi kimin yerine
koyduğunuzu anlayamadan gözyaşlarınız
dökülmeye başlar. Bu dediklerim duygusal
insanlar için geçerli. Su götürmez bir gerçek
var ki o da Handan ile beraber
olgunlaşacağınız ve kendinizi bulacağınızdır.
Handan’la beraber büyürsünüz. Ona
imrenirsiniz, yerinde olmak istersiniz neticede
kahramandır; hatalar yapıp onuruyla ölebilen
bir kahraman!
Kavgası yüzünden birleşemeyen aşıklar sadece
Halide Edib romanında yoktur. Nazım
Hikmet’in şiirinde de vardır. ‘’Mavi gözlü dev
minnacık kadın ve hanımelleri ‘’ şiiri de bize
kavuşamayan aşıkları anımsatır. Bir rivayete
göre Hikmet bu şiiri hayalleri, idealleri,
düşünceleri farklı olduğu için Nüzhet Berkin’i
Türkiye’ye geri göndermesi üzerine yazmıştır.
Handan hem dönemin kadın-erkek ilişkilerini
yorumlamak hem de okunduktan sonra
yazarın hayatına farklı bir gözle bakmak için
önemli bir eser.
Ölümünün 51. Yılında Halide Edib‘e ve
bahaneyle anımsatmış olduğumuz mavi
gözlü deve sevgiyle…
‘’ O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve. ‘’
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Hanımlar, bugün elimizde top, tüfenk
denilen alet yok, fakat ondan büyük,
ondan kuvvetli bir silahımız var: Hak ve
Allah var (Alkışlar). Tüfek ve top düşer,
hak ve Allah bakidir. Topun yüzüne
tükürecek kadar evlatlar, analar,
kalbimizde aşk ve iman, milliyet
duygusu var. Biz dünyada millet sınıfına
layık bir millet olduğumuzu, erkek,
kadın ve çocuklarımıza kadar ispat
ettik.
Bugün memleketimiz taksim tehlikesi
karşısında adım adım, adeden kendi
durumumuzdaki milletleri başımıza
efendi yapmak istiyorlar. Bugün İzmir,
yarın Konya, öbür gün İstanbul, sonra
Müslüman dünyasının başı olan Türk
susturulmuş olacaktır. Buna karşı ne
silahımız var? Kurşun, top, bomba... Bir
top bebeklerimizi öldürebilir. Bizim
bundan da kavi silahlarımız var.
Sesimizi mutlak dünya işitecektir.
İşitmek ve işittirmek için bugün kuvvetli ve metin bir millet halinde bulunmalıyız.
Arkadaşlar, Müslümanlar, Türkler, bugün buraya toplanan şu halk kütlesinin bir tek isteği var. O da en
tabii haklarının kendisinden alınmamasıdır. İsteyeceğimiz basit, yüksek ve ulvi bir haktır. Bizim
sözümüzü onlar dinlemeyebilirler, fakat biz padişahımızdan bize babalık etmesini rica ederiz. Biz
erkeklerimizle beraber milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en cesur, milleti en çok temsil
edecek bir kabine isteriz. Padişahımıza halkın hissiyatını tebliğ eder ve deriz ki: İşte kara bir gün
yaşıyoruz, bugün herkes susmuştur. Bugün Türk
ve Müslüman, padişahın etrafında toplanmıştır.
Hanımlar, efendiler, bugün bunun beş bini
kadar bir miting de yapmış olsak bir semeresini
göremeyiz. Fakat yarın var, çocuklarımız var.
Buradaki Müslüman aleminin kalbidir. Siz
düştüğünüz zaman birçok şeyler düşecektir.
Kadınlar silahsız ve zayıf, fakat kalbi gayet
metindir. Bütün alem-i İslam hep kardeşimizdir.
Halide Edip ve SULTANAHMET Konuşması
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bundan dönen Türk kadını değildir.
Ya Rabbi, hakkın ve milletlerin bir mahşeri, bir mahkeme-i kübrası hazırlanıyor. Bu mahkemeye
millet ve hakkı çiğneyen zalimler gelecektir. Ve bu zalimleri en evvel kendi milletleri mahkum
edecektir. Milletlerin ruhunda her vakit ilahi bir hak ve büyüklük vardır.
Dinleyiniz! Sizin iki dostunuz var: Bugünkü Müslüman alemi, öteki millet hakkı için bağıracak milletler;
Birini kazandınız, ötekini bugünkü açtığınız davanın hak ve ulviyeti kazanacaktır.
Hükümetler düşmanınız, milletler dostunuz, kalbinizde isyan kuvvetinizdir.
Böyle muazzam bir günü Osmanlı tarihi, Osmanlı toprağında bir defa daha idrak edemeyecektir.
Bugün size haber verdiğim milletlerin hak günü uzak değildir. O gün gelirse içimizden bugün burada
bulunanlardan bazıları bu dava yolunda ölmüş olursa, onun mezarı üstüne istiklal bayrağınızla geliniz
ve o günü müjdeleyin. Şimdi yemin ediniz ve benimle tekrar ediniz:
Milletlerin ilahi hakkı ilan olunacağı güne kadar kalbimizde heyecanımız kalacak, eksilmeyecektir.
Yedi yüz senenin en asil ve büyük mirası olan vakarımızı, adalet ve terbiyemizi unutmayacağız.
Yemin ediniz! Yedi yüz senenin tarihini, ağlayan minareler altında yemin ediniz:
Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna hıyanet etmeyeceğiz.”
(Kaplan ve diğerleri, 1992 95-96; Adıvar, 1987: 34-35; Arıburnu 1951: 43-44.)
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yahya Kemal “Eğil Dağlar”* eserinin içinde yer alan 4 Mayıs 1912 tarihini düştüğü “Kurdun Dişisi
ve Yavruları”** başlıklı yazısında Fransız mekteplerinde çocuklara okutulan, şair Alfred de Vigny'nin
“Kurdun Ölümü” isimli meşhur bir şiirinin hikayesini anlatır.
1797-1863 yılları arasında yaşamış Fransız şair, oyun ve roman yazarı olan Vigny edebiyatla
uğraşmak adına subaylıktan ayrılmış bir romantik. Tıpkı Bekir Sıtkı Erdoğan, Nazım Hikmet, Turgut
Uyar gibi. Vigny’nin bu şiirini dinleyen Fransız çocukların gözleri dolar, gönüllerinde saf bir dağ rüzgârı
esermiş. Fikirlerini hürriyet ve istiklâl sevdası alırmış. Fransa'da o yıllarda şiirleri, bizim “Orda Bir Köy
Var Uzakta” gibi, “Dağ Başını Duman Almış” gibi okutulurmuş.
Yahya Kemal’in anlattığı, şiirin hikayesine göre; Aralarında şairin de bulunduğu avcılar, gece,
tüfeklerinin beyaz parıltılarını gizleyerek gördükleri taze ayak izlerini takip etmekte, ağaç dallarını
ayırarak yavaş yavaş ilerlemektedirler. Bir ara avcıların üçü duraklar. Vigny, onların ne gördüklerini
merak edip aranırken ansızın karşısında alev saçan iki göz görür: Kurt! Yavruları biraz ötede sessiz
sessiz oynamakta; fakat içgüdüleriyle, düşmanlarının yakında, pusuda beklediğini bilmektedirler.
Dişi kurt tehlike karşısında sessiz ve hareketsizdir. Erkek kurt ise bütün kaçış yollarının kapalı
olduğunu anlayınca, önce ön ayaklarını kumluğa saplayarak çömelir, sonra üzerine saldıran
köpeklerden en cüretlisini seçer ve bütün gücüyle gırtlağına sarılır. Avcılar açtıkları ateşle erkek kurdu
delik deşik eder, bıçaklarını gövdesine üşürürler. Ne var ki o, demir gibi çenesini açmaz ve sonunda
köpeği öldürür. Başını çevirip avcılara bakar, ağzından akan kanları diliyle yalar, avcılara bir daha
baktıktan sonra, nasıl öldürüldüğünü bilmeye tenezzül etmeksizin, ailesini korumuş olmanın iç
huzuruyla iri gözlerini kapatır.
Bir Kurt, Üç İsim: Alfred de Vigny, Yahya Kemal ve Halide Edip
Ayşe Bengisu AKDAĞ
*Yahya Kemal, Eğil Dağlar-İstiklal Harbi Yazıları, 1975, İstanbul Fetih Cemiyeti
**a.g.e. s.91
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu maceradan sonra, Vigny, başını tüfeğinin namlusuna dayayarak şöyle der: "Eğer bu iki yavru
olmasaydı o güzel ve kederli dul, erkeğini bu büyük imtihanda yalnız bırakmazdı! Lakin bir vazifesi
vardı. O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeyi ve şehirlerde, bir
lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukabil insanın önünde av avlayan zelil hayvanların insanla
akdettiği ittifaknameye hiçbir zaman dahil olmamayı öğretmekti!"
Şair Vigny devam eder : "Hayattan ve bütün ıstıraplardan nasıl feragat edilir? Şu ulvî hayvanlar,
yalnız siz biliyorsunuz!'' Yeryüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı bir kere iyice
hesap ettikten sonra anlaşılır ki ulvî olan ancak sükûttur, maadası zaaftır." Şair, kurdun o son
bakışında ne demek istediğini anlar. Asil hayvan, o son bakışıyla demek ister ki: "İnlemek, ağlamak,
yalvarmak hepsi zillettir. Kaderinin seni sevk ettiği yolda uzun ve ağır vazifeni dişini sıkarak ifa et!
Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıstırap çek ve öl!”
Yahya Kemal’in eserinde hikayesini anlattığı bu şiirden kısa zamanda birçok kişi etkilenir. Bunlardan
biri de Halide Edip’tir. Aradan yaklaşık on yıl geçtikten sonra Halide Edip, Kurtuluş Savaşı’nı, Milli
Mücadele’yi, Türk’ün yeniden doğuşunu kendi gözlemlerinden hareketle anlattığı hikaye kitabına
“Dağa Çıkan Kurt” adını verir. Vigny’nin kurdundan etkilenen Halide Edip başka bir kurt hikayesiyle
karşımıza çıkar.
Bu hikayede;
Bir gün ormanda tüm hayvanlar derin öfke ve homurtularla toplanırlar. Aslanların kükremeleri,
kaplanların ışıldayan gözlerle her an bir şeyin üzerine atlayacakmışçasına tavırları, ayıların iniltileri,
çakalların uluyuşları ortalığı kaplar, kurtlar da bu sırada inlerinden fırlarlar ve büyük bir kavga kopar.
Isıran, parçalayan, koparan, kemiren, pençeleyen hayvanlar her yeri kan ırmakları ve hayvan parçaları
haline getirirler. Ortada ne sağlam bir in ne de durgun bir pınar kalır.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Uzun bir süreden sonra hayvanlar tekrar ırmak kenarında toplanırlar. Hepsinin bir yanı sakatlanmış
halde acılarını birbirinden çıkarmak istercesine homurdanırlar. Ormandaki düzen tıpkı Birinci Dünya
Savaşı sonrası geriye kalan Avrupa gibi tamamen bozulmuştur. En büyük hayvan olan fil, Amerika’nın
savaştan sonra yaptığı gibi artık hayvan dünyasında savaşın, hilenin, avlamanın yapılmayacağını
anlatır. Küçük hayvanlar, büyük olanlar tarafından ne haraca kesilecek ne de besinleri alınacaktır ve
fil öyle etkileyici ve güçlü bir sesle bağırır ki bundan tüm hayvanlar etkilenir.
Bu kararla ortalık bir savaş sonrası sessizliğine bürünür. En son olarak çalıların arkasında duran
köpekler, İngilizlerin Avrupa ülkelerini üzerimize kışkırtması gibi birden bire ortalığı ayağa kaldırırlar.
Bu uysallığın ve sessizliğin tek bir cins hayvanın yemlik ve av diye feda etmekle sağlanacağını
düşünürler. Sonunda ormanda hep birden daima korku gölgesi gibi dolaşan bir hayal hepsinin gözü
önüne belirir ve haykırırlar :
-Kurtlar, Kurtlar…
1914 ‘te bütün Avrupa ülkelerinin toplanıp yüzyıllardır baş edemedikleri, içlerinde onlar için hep
korku olarak kalan, savaşta yıkamayıp ancak masa başında yıkmayı başarabildikleri Türk milletini bir
av, sömürülecek bir yem olarak seçerler.
Bu olayın ormandaki hayvanların işine gelmesi, kurtları çaresiz ve yalnız bırakır. Bunun üzerine bize
ve soyumuza kurtlara, yani Türklere, hayat boyu hüküm giydirirler. Alınan karar aşamasında kurtların
inleri çiğnenir, kurt yavruları çalınır, dişileri parçalanır, erkek kurtlar avlanır. Her şeyle kurt soyuna
saldırılır. Bu eşi görülmemiş bozgun ve yıkım karşısında inlerinden, ormanından, av ve tuzak
yerlerinden yaralı, bahtsız bir şekilde çıkarılan kurtlar, soyun öc adını ulumak için dağlara çıkarlar.
Benzeri Birinci Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi tüm İtilaf Devletleri, savaştan biçare kalkmış Türk
milletinin topraklarına saldırırlar. Topraklar yağmalanır, yakılır, yıkılır, Türk erkekleri tek tek öldürülür,
çocuklar kaçırılır, kadınlarımız kötü davranışlara maruz kalır. Bir fiil işgal edilen topraklarımızda
yapacak herhangi bir şeyi kalmayan milletimiz tekrar birlik olup vatan topraklarını ele geçirmek için
dağlarda Kuvay-i Milliye adında toplanır. Ta ki Türk milletine eski refah ve barış dolu yıllarını getirene
kadar oradan inmemeye and içerler.
Bundan sonra dağlardan, ufuklardan, korkunç bir uluma, bütün ormandaki kurtların uluması her
yere bir anda korku salarak yayılır. İşte bu Türk’ ün sesidir.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ateşten Gömlek, Halide Edip Adıvar
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
2014 yılının Ekim ayında kitapçıların raflarında
yeni bir Handan romanı yerini aldı. Kısa
zamanda birçok okuyucuya ulaştı. En başta
Ayşe Kulin'in kemikleşmiş okuyucusuna,
ardından da yavaş yavaş Halide Edib
hayranlarına...
Ayşe Kulin sevdiği, hayran olduğu ya da bir
şekilde örnek aldığı kişileri eserlerine konuk
etmeyi seviyor. Daha önce İçimde Kızıl Bir Gül
Gibi ‘de Nazım Hikmet'i; Türkan'da Türkan
Seylan’ı; Piraye'de de tıpkı Handan'da olduğu
gibi Piraye adlı karakteriyle benzerlik gösteren
Nazım'ın kızıl saçlı bacısı Piraye'yi ele almıştı.
Şimdiyse Handan'da, Halide Edib' in ölümsüz
kahramanı Handan'ı ele alıyor.
Ayşe Kulin Gizli Anların Yolcusu'yla başladığı
serisine Bora'nın Kitabı ve Dönüş ile devam
etmişti ki bu seriye şimdi de Handan eklendi.
Handan'dan sonra bu dört eserdeki diğer
karakterler üzerinden devam eder mi bilmem
ama Handan kesinlikle bu dörtlünün içinde
ayrı bir yerde olmalı. Çünkü Handan her
şeyden önce hem edebiyatımız hem de
geçmişimiz için oldukça önemli bir kişi. Lise
bilgilerinden de ezbere bildiğimiz kalıp bir
ifade ile söyleyecek olursak “Handan, kadın
ruhunu yansıtan ilk kadın karakter”dir ve
sene henüz 1912'dir. Yani ortada ne Milli
Mücadele var ne de Cumhuriyet!
Handan, Handan'a Karşı Tuğçe ERKOL
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu kalıp ifadeyi bir kenara bırakmak gerekirse
Handan modern kadının en güçlü
temsilcilerinden biri. Eğitimiyle, zekasıyla güçlü
bir kadın. Üstelik o sadece toplumun ona
dayattığı görevlerle değil duygularıyla,
hisleriyle, kadın ruhuyla ve psikolojisiyle tam
bir kadın olarak çıkıyor karşımıza.
"Modern Türkiye'nin çağdaş ve kişilikli kadını,
hayata karşı dik duran, siyasi fikirleri, vizyonu
olan bir kadın Handan!" diyor kitabında Ayşe
Kulin, Handan için.
Ayşe Kulin' in Handan'ı yaşadığı aşkları,
evliliği, ayrılığı, aldatma ve aldanmayı, kardeş
kaybını yaşarken hep yalnız, daha doğrusu
yalnız sayılabilecek bir kadın. Yeni Handan'ın
babaannesi "Bak kızım, bir roman okuyorum,
kahramanı öyle zarif, öyle güzel ve akıllı bir
kadın ki, herkesi büyülüyor, tesiri altına
alıyor. Koskoca Halide Edip onca isim
arasından başkahramanı için boşuna
seçmemiş bu adı, lügate baktım, meğer
Handan, şen ve neşeli demekmiş." diyerek
kimseye itiraz hakkı tanımadan torununun
adını Handan koymuş. Böylece yeni Handan'ın
yolu eski Handan'la ilk defa böylece çakışmış.
Yeni Handan'ın ölüm ve yaşam arasındaki
seçimi sırasında yalnızlıktan çıldırdığını
düşünürken başucunda duran bir kitapla önce
kendini toparlıyor. Ardından da hayatını
yeniden düzene koyarken o kitabın kadın
karakteriyle yoluna devam ediyor. Elbette ki o
kitap Halide Edib' in kaleminden çıkan
Handan'dan başkası değil. Halide Edib' in
bizzat kendisinin geçmişte verdiği savaşlarda
kurtardığı kadınlarımız gibi yazdığı eserleriyle
bir kadının daha hayatını kurtarıyor.
Ayşe Kulin' in Handan romanında yeri
geliyor geçmişteki Türk kadınıyla günümüzdeki
Türk kadınının çatışmalarına rastlıyoruz. Yeri
geliyor geçmiş ve günümüz acılarının
ortaklığına şahit oluyoruz. Yeri geliyor
birbirinden zaman açısından farklı olan bu iki
kadına gülüyoruz. Eski Handan teknoloji
karşısında bocalıyor, yeni Handan eski
kelimeler karşısında düşük not alıyor. Handan,
Handan'a karşı oluyor yani yeri gelince.
İki eser hakkında da söylenecekler bitmez
ve bana kalırsa her iki eserin de okunması
gerek. Birinde Osmanlı Devleti'nin son
zamanlarındaki bitmiş halini görüyoruz, o
zamanın İstanbul'unda yaşanan sosyal, siyasal
ve duygusal hayatı; diğerindeyse Türkiye
Cumhuriyeti'nin siyasal ortamı çevresinde
kalan bir kadının sosyal ve duygusal ilişkilerini
okuyoruz.
Her iki eseri de göz önünde bulundurarak
son söz olarak söylemek gerekirse, Ayşe Kulin
en büyük ustalarından biri olarak gördüğü
Halide Edib' in bu eseri üzerinden tüm özgür
ve eşit Müslüman Türk kadını adına
şükranlarını sunmuş Halide Edib' e.
Onunla beraber mücadele eden kahraman
arkadaşları önce vatanımızı kurtarıp ardından
da kadının hakkını savunmasaydı sadece Türk
kadını değil, Türk erkeği de onların bize hediye
ettiği Cumhuriyet'te fikri hür, irfanı hür
yaşayamazdı. Yaşayamazdık!
Sonsuz şükranlarımızı bir borç biliriz...
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Halide Edip, 1882′de Mehmet Edip Bey’in kızı
olarak Beşiktaş’ta Mor Salkımlı Ev’de dünyaya
gelmiştir. Aile, çeşitli sebeplerle ara ara bu evden
ayrılmakla birlikte her defasında mor salkımlı eve
geri döner. Halide’nin annesi o küçük yaşta iken
veremden ölmüştür. Halide, onu çok az ve silik
hatırlamaktadır.
Halide’nin hayatında, mor salkımlı evde
‘Haminne’ diye hitap ettiği anneannesinin büyük
yeri olmuştur. Eyüp Sultanlı Nakiye Hanım
(Haminnesi), Mevlevi, aşırı derecede merhametli,
cömert, elindeki her şeyi yoksullara dağıtmaya
çabalayan bir insandır. Haminne’siyle birlikte
Çingene olduğu söylenen sütninesi Hatice ile de
çok iyi anlaşmaktadır. Bunların dışında Halide’nin
annesinin ilk evliliğinden olan Mahmure ablası
onun çocukluk yıllarındaki en büyük arkadaşıdır.
Halide Edip’in zihninde, babası Mehmed Edip
Bey’in de büyük bir yeri vardır. Mehmed Edip Bey,
işi gereği bazı geceler sarayda kalmaktadır. Halide,
annesinin ölümünden sonra çok hassaslaştığı için
babasının sarayda kaldığı bir gece evde ‘Babamı
isterim!’ diye sinir krizi geçirmiş, ev halkı mecburen
küçük kızı saraya babasının yanına götürmüştür.
Bir süre sonra, Mehmed Edip Bey, bir
başkasıyla evlenerek Yıldız’da bir ev tutar. Halide
yeni üvey annesi ile tanışmak zorunda kalır. Önce
üvey annesine ısınsa da eve ve muhite alışamaz.
Mor salkımlı evi ve oradaki yakınlarını özler. Babası
Mehmed Edip Bey, katı bir İngiliz terbiye usulü be-
nimsemiştir. Halide, buna dayanamaz. Kış
günlerinde, kollarını, bacaklarını açıkta bırakan
lacivert ve kısa elbiseleri, yazın beyaz kıyafetleri
giymekten hiç hoşlanmaz. O, sokaktaki küçük kızlar
gibi renkli elbiseler giymek ister. Beslenmesi de katı
İngiliz terbiye metoduna göre düzenlendiğinden
şekerleme yemesine izin verilmez.Halide,
bugünlerde kendini çok yalnız hisseder.
Küçük Halide, KiriaEleni adlı bir Rum kadının
işlettiği bir çocuk yuvasına verilir. Halide, buradaki
tek Türk çocuğudur. Halide, KiriaEleni’yi çok sever
ve buraca bir sıcaklık hisseder. Fakat babasının
evinde çektiği sıkıntı ve yalnızlık onun
hastalanmasına neden olur ve babası mecburen
onu mor salkımlı eve gönderir.
Mor salkımlı evde, kalabalık bir aile içinde
Halide, içe kapanık bir çocuk olur. Saraylı Hanım
teyzesi ona Afrika Seyahatnamesi adlı bir kitap
verir. Halide, okuma zevkine ilk olarak bu kitapta
ulaşır. Daha beş yaşında olmasına rağmen babası,
ondaki okuma arzusunu görerek özel hoca tutar.
Halide’nin bu günlerde arka arkaya iki kız kardeşi
dünyaya gelir: Nilüfer ve Nigâr. Bir süre sonra
Halide’nin dayısı ve büyük babası mor salkımlı evde
vefat edince aile Üsküdar’daki İbrahim Efendi
Konağı’na taşınır. Halide bu evde piyano dersleri de
almaya başlar. Fakat müzikte çok başarılı değildir.
Ancak müziği derinden sevmektedir. Konağa gelen
Mor Salkımlı Ev Adlı Eserin İncelenmesi
Mehmet Altınova
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ve Halide’yi etkileyen kişilerden biri de Ahmet
Ağa’dır. Üç yıl boyunca onlarla kalan Ahmet Ağa,
Halide’ye okuması için Battal Gazi, Ebu Müslim gibi
eserler verir. Halide’nin hayal gücüne büyük tesiri
olur bu eserlerin. Ahmet Ağa, onu Karagöz’le de
tanıştırır.
Halide’nin hayatında bir değişiklik
meydana gelir. Saraylı Hanım teyzesi ile babası
evlenir. Eski üvey annesi bu durumdan çok rahatsız
olur. Bu karmaşayı ve hüznü yakından gören Halide
ömrü boyunca çok evlilikten nefret eder. Babası
huzursuzluğa son vermek için iki eşini ayrı yerlere
yerleştirir ve Halide tekrar mor salkımlı evde
yaşamaya başlar.
Halide yaşı büyütülerek Üsküdar Amerikan
Kız Kolej’ine gönderilir. Bu okulda çok şey öğrenen
Halide evinde Rıza Tevfik’ten de ders almaktadır.
Rıza Tevfik, ona mistisizmi ve folkloru tanıtmıştır.
1899′da tekrar Amerikan Kız Kolej’ine devam eder.
Burada din üzerine düşünmeye başlar ve kolejin
kütüphanesinde Hristiyanlığı araştırır. Sonuçta
Hristiyanlığın çok tahrip olduğu kanısına varır.
1900′de matematik dersinde yetersiz
olduğunu fark e-den Halide, babasından özel hoca
tutmasını ister. Dönemin ünlü matematikçi ve
pozitivisti Salih Zeki Aktay hocası olur. Salih Zeki,
Halide’nin fikir dünyasına çok tesir eder. 1901′de
ilk Türk kızı olarak koleji bitiren Halide kendisinden
yaşça büyük Salih Zeki ile evlenir. Mutlu bir
evlilikleri olur. Birlikte çalışmalar yapmaktadırlar.
1903′de ilk oğlu, on altı ay sonra da ikinci oğlu
dünyaya gelir. Halide Edip, çocukları ile ilgilenirken
çalışmalarına devam etmektedir.
1908′de Meşrutiyetin ilanı onu derinden
etkiler. İstanbul’a iner ve Tevfik Fikret’in
başyazarlığını yaptığı Tanin gazetesinde yazmaya
başlar. Meşrutiyet’in rahat dönemi bitmeye
başlayınca Halide Edip, serbest kadın fikirleri
yüzünden tehdit edilir. Ama o, farklı dergilerde
kadın haklan ile ilgili fikirlerini yazmaya devam
eder. Bu arada İngiliz gazeteci İsa-bel Fry ile tanışır.
1909′un 31 Mart’ında siyasi karışıklık son
haddine varır. Tanin matbaası basılarak tahrip
edilmiştir. Halide Edip de kara listededir. Bu yüzden
bir süre Amerikan Kız Koleji’nde saklanmak
zorunda kalır. Tehlike artınca iki oğlu ile birlikte
zorlu bir vapur yolculuğu ile Mısır’a gider.
IsabelFry’in daveti üzerine İngiltere’ye gider. Orada
entelektüel bir çevre tarafından takip edildiğini ve
tanındığını görünce çok sevinir.
1909′da İstanbul’a döndükten sonra
roman çalışmalarına devam eder ve Heyula,
Raik’inAnnesini, yayınlar. Pedagojik mevzularla
ilgilenmektedir. Darülmuallimat’da ve İdadi’de beş
yıl öğretmenlik yapar.
1910′da onu üzen bir olay olur. Kocası Salih Zeki bir
kadınla daha evlenmek istemektedir. Halide buna
müsaade etmez. Dokuz senelik evlilikleri bu yüzden
sona erer. Babasının Fazlı paşa Yokuşu’nda tuttuğu
eve gider. Orada uzun bir hastalık geçirir. Bu
hastalık süresince manevi hisleri artar.
1910-1912 yılları arasında Türk Ocağı’na
girer. Milliyetçilik fikirlerinden etkilenir. Bazı
farklılıklar dolayısıyla bir süre sonra Ziya Gökalp ile
yollan ayrılır. 1912′de Balkan Muharebesi patlak
verince Halide, Teali-i Nisvan Cemiyeti’nin faaliyet-
lerine katılır. Bir hastanede gönüllü olarak çalışır.
Memleketi yakından tanıma fırsatı bulur. 1913′de
Balkan Savaşı son bulur.
Halide Edip, öğretmenlikten istifa eder. Kız
Mektepleri Umumi Müfettişliğine getirilir. Bu
görevi dolayısıyla İstanbul’un arka mahallerindeki
fakir insanların hayatını yakından görme fırsatı elde
eder. 1914′de I. Dünya Savaşı çıktığında aynı görevi
sürdürmektedir. 1916′da Cemal Paşa’nın daveti
üzerine maarifçi olarak Lübnan’a gider. Buralarda
mektep açma faaliyetlerini üstlenmesi için
görevlendirilmiştir. Günde 16 saat çalışmaktadır.
1917′de Adnan Adıvar’la evlenir. Tatil için
Türkiye’ye gelirler. Lübnan’a tekrar döndüklerinde
orada Kenan Çobanlarını yayınlar. Bu eser
bestelenerek opera şeklinde defalarca temsil edilir.
Mart ayında okullar kapanınca Halide Edip tekrar
İstanbul’a döner.
Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar’ın
çocukluk günlerinden 1918 yılına kadar anılarını
anlattığı kitaptır. Bu yüzden o dönemler içerisinden
o dönemde ki siyasal ve ruhsal olayları, zihniyeti
yani toplum yapısını öğrenebiliriz. Öyküleyici
anlatım türü kullanılmıştır çünkü Halide Edip
Adıvar’ın hayatını anlatmaktadır. Bunları anlatırken
sade bir dil kullanmayı ihmal etmemiştir. İki
bölümden oluşan bu eser, dönem, yazar, gelenek
görenek ve sosyal çevre bakımından bilgi veren
nadireserlerdendir.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KENT ve BEN
Bir dert var bu kentte;
İlacı yokmuş yağmurdan başka.
Derler ki;
Yerde bitkiler yetiştirir yağmur
Her gelişinde huzur getirir yağmur
Derdi de melâli de bitirir yağmur.
Kuraklık mı oldu bilmem,
Yağmur mu yaramadı kente
Hala içinde gezersin
Benden çok uzakta.
Yıprandı kent
Çünkü
Kavuşmamız ulu çınarlardan
Daha çok yakışırdı ona
Bu dert hep saklı kaldı böylece onda.
Bir dert var bende,
Sen gibi sultan dururken
Resmi makamlara arz olunmaz.
Dediler ki;
Bir âşık varmış, ayrılık görüp korkak olmuş,
Dert tekmiş, bendeymiş, kent gelmiş ve ortak olmuş.
Bir kuytu var bu kentte,
Ben kentte değilim kent değil bende.
Şimdi ben o karanlık, dipsiz kuytudayım,
Çıkar tülbendini, sarkıt da kurtulayım.
AZİZ NADİR
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Çizilmiş Yol
Tepeleme yığılmış iyi kötü anlarım,
Sanma kirden arınmış az olsa da yıllarım.
Biçare ki zamandan boşa geçen bir andan,
Galibi değer veren, asıl darbeler ondan
Sessizce bir hilalin aydınlattığı karanlık,
Çehremin çamurunu örtbas eden bataklık,
Ruh suretle kavgalı, yalnız huzurda rahat.
Bahsedilenler sağlam, ürettikleri sakat
Kapsam dışı çosturlar, su altı yılanları
Kestirme yol sandılar , batık gemi malları
Çağır meclisi danış fikrini, kalk ve yol al.
Kin dolu küplerim sevgi bağımla kırıldı,
Gül, diken saçarken gözlerime takıldı.
İçimi karartan duman; gurur, kibir ve yalan,
Keskin bakışlarımla yediklerim kuru bir saman,
Zaman rüzgarı esiyor; kansız bedenime
Sonsuzluk yolu kefeni hazırladım kendime.
Gayretime karşılık, adım kalsın köşede
Alsak artık helallik dönmeden bir cesede
Çakal sürüleri toplanın, gün büyük gündür
Çizdiğiniz yol benim hesapsız ölümümdür...
Serpil Südüpak
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türkler, bilindiği üzere tarih öncesi
devirlerden itibaren hayvancılıkla
uğraşmışlardır. Hayvancılığın bir getirisi olarak
konar-göçer olarak yaşamlarını uzun bir süre
sürdürmüşlerdir. Kışları geniş ovalara, yazları
ise yayla denilen alanlara göçmüşlerdir. Yeme-
içme davranışları, doğumları, barınakları bu
yaşam tarzına uygun hale gelmiştir. Takdir
edersininiz ki konar-göçer yaşam şeklinde
yerleşim kolay değildir. Belli bir alan yurt
olarak tayin edilmediği için insanlar, barınak
ihtiyacını karşılamak için bugün kullandığımız
yapılardan daha farklı bir yöntem tercih
etmişlerdir. Bu tercihleri, kolayca sökülüp
kurulabilen çadırlardan yana olmuştur.
Yazımızın konusunu, bu çadırlardan UNESCO
Somut Olmayan Kültürel Miraslar
Listesi’ne dahil edilen, Kırgızlara ait olan
Bozüy (Boz-ev) adlı çadırlar olarak belirledik.
Ev denilince hepimizin aklına gelen ilk
kelime ‘’yuva’’dır elbette. Yuva demek,
sıcaklık, huzur, samimiyet demektir. Kimimiz
bu kelimenin anlamını apartman dairelerinde
kimimiz ise müstakil evlerde buluyoruz.
Kırgızlar ise bu kelimenin manasını Bozüylerde
buluyor. Bu evler hakan çadırı şeklindedirler.
Keçeden yapılırlar ve yağmura, kara ve yazın
sıcak havalarına karşı korunaklıdırlar. İçi kışta
sıcak, yazda serindir. Tam bir mühendislik
harikası olan, çadır-ev şeklinde oluşan
Bozüyler bir evde ihtiyacımız olan her şeye
sahiptir. Kolay bir şekilde kurulup
sökülebilmesi sayesinde de göçmen halk için
büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Göz alıcı bir
şekle sahip olan bu çadırlar Kırgızistan’da bir
çok yerde karşımıza çıkabilirler.
Bozüyün ana malzemeleri; kasnak kısmını
oluşturan ağaç sırıkları, keçe ve iptir. Ağaç
sırıkları genellikle kayın ağacından elde
edilmektedir. Bozüyler, zamana karşı da çok
dayanıklıdırlar. Günümüzde kullanılan diğer
yapılar kısa sürede yıkılmakta veya
çökmektedir. Fakat Bozüyler varlıklarını çeyrek
asır kadar bir süre devam ettirebilecek kadar
dayanıklıdırlar. Her biri farklı bir büyüklüğe
sahiptir. Büyüklüklerine göre; dört kanat, sekiz
kanat, on iki kanat olabilirler. Bozüylerin
kubbe kısmını oluşturan kısıma ‘’uuk’’ adı
Muhteşem Bir Yapı: BOZÜY Busenur ASLAN
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
verilmektedir. Bu kısmı oluşturan sırıklara göre
de ‘’ 50, 70, 80, 100 başlı ‘’ olarak da
adlandırılmaktadır Bozüyler. Bu yapılarda,
kubbe bölgesindeki eğrilmiş sırıklardan yere
kadar olan eğri ağaç duvarlar bulunur. Bu
duvarlara, ‘’kerege’’ adı verilmektedir. Uuk ve
kerege bu sıcacık yuvanın kaburgasını
oluşturur. Nasıl binaların sağlam temelleri
varsa Bozüylerin de sağlam bir kaburga
kısımları mevcuttur.
Geleneğin getirisi olan Bozüylerin kurulma
aşaması da gelenekseldir denilebilir. Çünkü
öyle ki geleneğe göre, Bozüyleri kadınlar
kurmaktadır. Bu bize ‘’Yuvayı dişi kuş yapar.‘’
deyimini hatırlatmaktadır. Yalnız Bozüylerin
‘’tündük’’ adı verilen ve çatı kısmında bulunan
pencere kısmının yapımında, erkekler yardımcı
olmaktadır. Bu kısım aynı zamanda, baca
görevini de üstlenmektedir. Öyle muhteşem
bir şekilde oluşturulmuştur ki bu kısım hem
pencere hem bacadır ve gündüzleri bu sıcacık
yuvanın ışığını sağlamaktadır. Aynı zamanda
havanın devinimi için de önemlidir. Çünkü
içeriye hava girmesini de sağlamaktadır.
Tündük kısmı tekerlek şeklindedir. Bu şekil
Kırgızistan bayrağının da ilham kaynağı
olmuştur.
Görünüşüyle ve sahip olduğu özellikleriyle
bizi bizden alan bu muhteşem yapının içine
girelim artık. Eşik denilen giriş kısmını
geçtikten sonra, sağ ve sol kısım olmak üzere
karşımıza iki kısım çıkar. Sağ kısımda mutfak
bulunmaktadır. Bu kısım genellikle kadınların
bulunduğu kısımdır. Sol kısımda ise oturma
yerleri bulunmaktadır. Bu kısım ise daha çok
erkeklere aittir. Evin ocağı olan kadına haliyle
ocağın içinde olduğu mutfak kısmı verilmiştir.
Bir de İki kısmın arasında bulunan kısım vardır.
Burada da genellikle misafirler
ağırlanmaktadır. Gördüğünüz gibi bu
muhteşem yapılar bugün barınmakta
olduğumuz ve lüks adı altında anılan evlerde
bulunan birçok özelliğe de sahiptir.
Günümüzde Bozüyler daha çok, turistik
amaçlı kullanılmaktadır. Kültüre ait olan bu
kadar harika bir şekilde tasarlanmış olan
yapılar haliyle birçok insanın dikkatini
çekmektedir. Bu amaçla Bozüyler, genellikle
yol kenarlarına kurulmaktadır. Dinlenmek,
kültürü tanıtmak, birbirinden lezzetli Kırgız
yemeklerinin tadına bakmak ve Türklerin
daima şifahi bir özellik kattıkları kımızı içmek
için ideal birer mekan halini almışlardır.
Dünyaca tanınan Bozüyler artık Kırgızistan’ın
sembolü olmuşlardır.
Muhteşem bir zekanın ve mimarinin ürünü
Bozüyler, Kırgızların hem yuvası hem geçim
kaynağı hem de sembolleri olmuştur. Bu
yapılar tarih boyunca bugünkü kadar ilgi odağı
olacaklardır ve daima eşsizliklerini
koruyacaklardır. Kırgızların zekasının ve
kültürünü önemli sembolü olmaya devam
edeceklerdir.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sırça Fanus’unun içinde ölen Tezer
Özlü ve Sylvia Plath hatırasına
saygıyla…
-Yolculuk nereye ?
- Yaşamın ucuna…
Yaşamın Ucuna Yolculuk yaparken Tezer Özlü
yanında Svevo , Kafka ve Paves’i alır,tek tek
mezarlarına gider. Bense Sylvia Plath’i. Aynı onun
gibi intihar düşüncesiyle dolup taşan şair,yazar ve
bir anne ; Sırça Fanus’unun içinde.
Kadınların en bilindik özelliği duygusal olmalarıdır.
Bunu yaşama sevinciyle birlikte ölüme giden
kadınların şiirlerinde çok rahat görebiliriz. Sadece
duygusallığı değil , bambaşka duyguları da…
Alman bir babanın kızı Plath. Almanca’yı zorla
öğrenmesi ilk yaralardan. Çünkü buna zorlayan
babası. İlk şiirini sekiz yaşında yazar Plath. Yoğun
nefreti hissetmemek imkansız.
‘’ dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
güçlükle konuşurdum
her alman'ı sen sanırdım
hele o yüz kızartıcı dilin
…
baba, babacığım, alçak herif,
seninle işim bitti. ‘’
İlk şiirini babasının ölümü üzerine yazar. Saplandığı
boşluktan hayatı boyunca kurtulamaz. ‘’ İçinde
susturamadığı bir ses olduğu için yazdığını’’ çok
sonra Sırça Fanus’ta söyler. Şiirler yazmaya devam
eder.
İlk intiharını on yaşında dener. Bulunmak
isteyenlerden değildir o. Sonsuz ışığa sonsuz
sessizliğe kavuşacağını düşünür. Başarısız olur.
Gizdökümcü şiirler onunla başlar. Plath itiraflarını
şiirlere dökerken Özlü ise anlatılarında yoğurur.
Bursla gittiği okulda ikinci intiharına kalkışı başarısız
olur.
Daha sonra yine bursla Cambridge Üniversitesi'ne
gider.
Susturamadığı ses yazıya dökülmeye devam eder.
Onun gibi şair olan Ted Hughes'la evlenir. Mutlu
evlilik zamanla kabusa dönüşür. Plath’in kıskançlık
krizleri Hughes’ı bıktırır. Bu krizler yersiz değildir
çünkü Hughes onu aldatır.
Önce evliliklerini düzeltmek için çocuk sahibi
olmaya karar verirler. Bu plan da pek işe yaramaz.
Başarısız evliliğin Plath üzerindeki kötü etkisi
büyüktür. Evlendikten sonra yaratıcılığının
sınırlandığını, gerilediğini düşünür.
Yaşamına pek çok şiir ve pek çok kitap sığdırır.
Yetenekli ve zeki kadın zaferini 11 Şubat 1963 günü
kazanır. Sabah kalkar, çocuklarına süt ve
bisküvilerini hazırlayıp odalarına götürür. Kapıyı
sıkıca kapatır. Hatta bant, battaniye vb şeylerle
kapının bütün boşluklarını kapatır. Mutfağa gider
kafasını fırının içine sokarak intihar eder. 30 yıl
boyunca yanında taşıdığı ölüm gün yüzüne çıkmıştır
artık. Üçüncü intihar girişimi başarılı olur.
Şiirlerinde kalkıştığı intihar girişimleriyle gurur
duyar. Her şeyin yanında bir kadın olarak ölüme
giderken bile çocuklarını düşünür. Gazdan
etkilenmemeleri için önlem alır. Ne kadar naif bir
düşünce…
"Yola düşen gölgemin, yorgun yol arkadaşıdır
ömrüm."
CADI AVI -3 Işık Selin Orhuntaş
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Plath öldükten sonra kocası Günlükler ‘i yayımlar.
Bu kitaba yazdığı önsöz yüzünden Sylvia hayranları
ondan nefret eder. Önsözde güncelerin bazılarını
imha ettiğini söyler. Sebebi de çocuklarının rahatsız
olabileceğidir. Bu saygısızlık şu soruyu akla getirir:
Kendi bencilliği çocuklara olan sevgisizliğinin önüne
mi geçti? Çocuklar sadece Sylvia’nın mı? Bu sorular
doğru kadının ( Sylvia’nın ) hayatı boyunca yanlış
adam için çabaladığı gerçeğini değiştirmiyor.
Sırça Fanus ( The Bell Jar ) Ocak 1963’te Victoria
Lucas takma adıyla yayımlanır. Güzel başlayıp kötü
süren yaşamın kağıda dökülmesidir. Otobiyografik
bir kitaptır. Plath kendi yaşamını yazmıştır.
Kahramanların isimleri farklıdır sadece, yaşananlar
aynıdır. New York ‘ da bir moda dergisinde çalışan
kahraman zamanla yaşamdan soyutlanmaya başlar
, bunalıma girer. Gördüğü tedaviler , yaşadıkları ,
hissetikleri ve adım adım ölüme yaklaşımı yazılıdır.
Ölür yeniden dirilir yazarak. Hayatla kavgası
sessizlik içinde sürüp gider. O yüzdendir ki kitapta
sessizlik her sayfada vardır. Sırça Fanus ’ un içine
hapis olmuş durumdadır. Normal bir yaşam
sürebilmek için her şeyi yapmıştır oysa ki... Fildişi
kulede yaşamak yetmez bu yüzden Sırça Fanus ‘ a
tırmanır. Yazarın kullandığı kelimeler ve
benzetmeler çok çarpıcıdır.
"Sessizlik bunaltıyor beni. Sessizliğin sessizliği
değil bu. Benim kendi sessizliğimdi. Çok iyi
biliyordum ki otomobiller gürültü yapıyordu.
Otomobillerin ve yapıların aydınlık pencerelerinin
gerisindeki insanlar da gürültü yapıyordu. Nehir
de gürültü yapıyordu. Ama ben hiçbir şey
duyamıyordum. Kent ışıldayarak, göz kırparak, bir
afiş gibi yamyassı asılmış duruyordu penceremde.
"
Pür dikkat okunduğu zaman altını çizecek tekrar
tekrar okunduğunda huzursuz edecek cümle çok.
Ariel ‘ de toplanır şiirleri:
‘’Ölmek,
Her şey gibi bir sanattır,
Bu konuda yoktur üstüme. ‘’
Yaşamın saçmalığına katlanamayan anne
şair/yazarlar geride özel hayatlarına girmemiz için
günlük bırakırlar. Sylvia Plath ‘ in günlükleri bana
Tezer Özlü’ yü hatırlatır. Aslında ikisini ayıramam.
Her ne kadar Türk Edebiyatı’nda Plath hayranlığını
açık açık söyleyen Nilgün Marmara olsa da Özlü’ yü
ayırmak haksızlık gibi geliyor bana. İkisi de yaşamla
savaşır; yaşama karşı ölümü savunurlar. Baba
sevgisizliğinin kurbanı kız çocuklarıdırlar.
Yaşamın ucuna gidişlerinin yıldönümlerinde
özlemle anıyoruz…
Son olarak;
Türkçeye pek az eseri çevrilmiştir. Merak eder de
okumak isterseniz Kırmızı Kedi Kitapevi’nin
çevirilerini tercih edin.
2003 yılında yazarın hayatı Oscarlı oyuncu
Gwyneth Paltrow ’un ünlü şairi canlandırdığı
“Sylvia” filmine de aktarıldı.
Nilgün Marmara Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı
Bağlamında Analizi adıyla İngilizce tez yazmıştır.
Yazıldıktan 20 yıl sonra Türkçe’ye çevrilmiştir.
The Bell Jar ‘ın yayımlanmaması için Plath ‘in
annesi uzun uğraşlar vermiştir. Lakin bu uğraşlar
eseri Amerikan’ın ilk feminist romanı olmasını
engelleyememiştir.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Akşamüstü ağaçlarla,
Çok düşünmüştüm ben
Çok saftı güneşle sema,
Yıldızlar sanki ben gibiydi...
Ne zaman baksam,
Ellerimden tutarlardı,
Pandora bir an gözüme ilişirdi...
İkinci bir şans yeni doğmuştu,
Güneş batınca,
Görüntüsü beni götürmüştü...
Siyah dalgalar gelse de yüreğime,
Bir ağaç akıtmıştı zehri.
Yıldızlar ve gezegenler semada
paralanıyordu, Bir rüzgar aklımı
alıyordu.
Gece ne kadar da karanlık olsa,
Gökyüzü aldatmazdı beni
biliyordum...
Unutuyorum birden şehri ve
dünyayı, Tepemdeki taze hayale
bakıyorum, Belki de
bir gün bir yıldız çıkacak,
Beni alıp götürecek...
Gönlüm, bahtım kara ama
biliyordum, Gökyüzü aldatmaz
beni...
Gökyüzü Aldatmaz Beni
Erdi YEŞİLAĞAÇ
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Siyah arabadan indi. Kırmızı şort ve tişört vardı üzerinde. Kafasındaki kocaman şapkası, gözlüğünün
yetmediği yerde güneşten koruyordu onu. İner inmez kendisini siyah takımlı, kulağında kulaklık ve
mikrofon taşıyan sert görünümlü bir sürü adamın ortasında buldu. Şaşkın değildi. Sonuçta kendi
korumalarıydı. Fakat korumalar tuhaf davranıyordu o gün.
Siyah arabadan inen kırmızı şortlu adamı umursamamış, duruşlarını bozmamışlardı. Patronlarını
bekliyorlardı belli ki. Patronları gayet resmi bir adamdı. Takım elbisesi olmadan asla işe gelmez,
konuşmalarında ciddiyeti hiç bir zaman elden bırakmazdı. Çalışanlarına iyi davranır, çalışanları da onu
severdi. Yalnız rakip şirketlerle her zaman sorun yaşardı. Bir kaç gün önce haberini almıştı;
rakiplerinden biri, bu rekabeti ebediyen sonlandırmaya karar vermişti.
Duydukları onu korkutmuş, elini ayağına dolaştırmıştı. En yakın arkadaşıyla uzun süren
konuşmalarının ardından karar vermişti: O gün işe kılık değiştirerek gidecekti. Zaten korumaları onu
kapıda karşılardı, tanınmayacağı bir kılıkta gitmek, neredeyse her açıdan güvenliydi.
Nihayet o gün gelmişti. Tıpkı karar verdiği gibi takım elbisesini giyinmedi. Havanın sıcaklığını da
göz önünde bulundurarak kırmızı şort ve onu tamamlayan bir tişört seçti kendine. Kocaman
gözlüklerini de kocaman şapkası tamamladığına göre, artık hazırdı. Çalışanları onu tanıyamayabilirdi
belki ama bunu sorun etmedi. Son anda aklına gelen bir fikirle arabasını da değiştirdi. Şuan kullandığı
arabası onu mutlaka ele verecekti çünkü. Bu yüzden daha küçük ve sade görünümlü, siyah bir araba
seçti kendine ve şirkete kadar kendisi kullandı.
Yol boyunca etrafı izledi, kılık değiştirmiş olmasına rağmen kendini korkudan geri alamıyordu.
Nihayet vardığında korumalarına yakın bir yere arabayı park etti ve indi. Üzerindeki kırmızı şortuna
rağmen korumaların dikkati dağılmamıştı. Birer heykel edasıyla öylece durarak patronlarını
bekliyorlardı. Kırmızı şortlu adamı umursamadılar. Kırmızı şortlu adam, korumaların beklediği kişinin
kendisi olduğunu göstermek için şapkasını çıkarmaya yeltendi, tam o sırada şirketinin yanında
bulunan binanın camında, elinde büyükçe bir silahı olan adamı gördü. Yanında aşağı yukarı on
yaşlarında bir çocuk vardı. Adam bu manzara karşısında dilini yuttu ve sendeleyerek yola doğru
yürümeye başladı. Geriye doğru yürüyor ancak gözünü camdaki adamdan ayıramıyor, bir kaçış yolu
arıyordu. Adeta kilitlenmişti. Korkusu, kalp atışıyla paralel hızda artıyordu. Dikkatsizce geriye doğru
yürürken hızla gelen otobüsü fark etmedi. Otobüs şoförü direksiyonu farklı yöne kıracak zamanı
bulamadı... Oğluna henüz aldığı kocaman su tabancasını ona nasıl kullanacağını öğretmeye çalışan
camdaki adam, kaza sesiyle birlikte oğlunu içeri alarak camı ve perdeyi kapattı. Cadde
kalabalıklaşıyor, ambulans vakit kaybediyor, korumalar hala patronlarını bekliyorlardı.
Korkunun Hikayesi Zeynep Tosun
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ben bir gazeteciyim. İşim dışarıdan bakıldığında çok
kolay gibi gözükür. Olayları yaşamayan biri gibi
görünürüm bazen benden nefret ederler; olayları
yaşamayıp empati yeteneği gelişmemiş insan
olarak algılanırım. Sanki her gece başımı yastığa
koyduğumda elimin kaleme gittiği anda o olayı
yaşayan ben değilmişim gibi... Belki de haklıdırlar.
Çünkü bilemezler benim ne hissettiğimi onların acı
ya da mutlu olduğu anlarda. Bu yüzden onlara
kızmıyorum, zaten kızamam da buna hakkım yok.
Yukarıda da sözünü ettiğim gibi ben bir
gazeteciyim. Yılın her günü benim için anlamlıdır.
İnsanların özel tarihleri olur, bunlar; doğum günü,
ölüm günü , savaş günü , evlilik günü diye araya
boşluklar koyup sonsuza kadar uzatabiliriz kısacık
anı. Ama benim için bazı günler var ki matem gün
olarak adlandırırım bu günleri. Bu anlarda
yazacağım konu bellidir. O matemimi anlatırım ve
acımı kağıdım ve kalemim gibi zararsız dostlarımla
paylaşırım. Bu artık bende alışılagelmiş bir hal oldu.
25 şubat… Bu tarihte yazım daima beni
1992 yılına çeker çünkü bir sonraki gün benim için
önemlidir. O gün yaşanan olayları tıpkı şöyle
yaşarım :
Bir gece yarısı düşünün. Öyle bir gece
yarısı olsun ki herkes derin bir uykudayken ani bir
baskınla sizi öldürmeye kalksınlar. Kadın, çocuk,
yaşlı ,genç, sağlam sakat demeden sizi öldürsünler.
Bunun yapılmasındaki sebep de sizin olan toprak
parçasını almak olsun. Öyle bir düşman düşünün ki
postalları kirlenmesin diye çocukları dereye
,çamura atıp onun üzerinden geçen ,dünyaya
gelmeyen çocukları öldüren ,onların organlarını
alan ,çocukların saçından tutup sürükleyen
,kadınların ırzına geçen bir düşman var karşınızda…
Bu eylemleri yapan hatta benim daha fazla yazmak
istemediğim, daha doğrusu tahammül edemediğim
hatırlayınca "Bu kadar da olur mu ?"dediğim
Ben Bir Nöbetçiyim
Mehmet Altınova
HİKAYE
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
eylemleri böyle bir düşman askeri tarafından
yapılmış şekilde yaşarım. Bu eyleme karşılık veren
insanlar diri diri yakılmış , üzerlerinde bilim
adamları deneyler yapmış,öldürülmüş ve onlara
daha fazlasını yapılmış gibi hissederim. İşte ben
böyle bir matemin içinde kaybolurum her yanı
Hocalı köyü olan dünya gibi bir yerde.
Benim empati kuramadığımı söyleyen
insanları suçlayamam. Her yıl olduğu gibi yazımın
konusu bellidir. Hocalı Katliamı. Geçen gün
rüyamda yaşadım bu olayı. Gerçekten beni etkiledi
bu rüya. Açıkçası konuyu ilk kimden dinlediğimi de
bilmiyorum ama anlatan kişi o kadar iyi anlatmış
olacak ki bende derin bir iz bırakmış. Yazımı
yazdıktan sonra uykuya daldım. Aklımda yine
Hocalı köyünün sakinleri vardı elbet. Rüya hep
ilginç gelmiştir bana ve hep araştırmışımdır.
Psikologların ve bu konuda uzman kişilerin
rüyaların nelerden etkilenip oluştuğu ve oluşum
süreci hakkındaki çalışmaları bende hep merak
uyandırmıştır. Bu konu beni çok etkilediğinden
olacak ki o gece rüya görmüşüm.
Rüya şu şekildeydi: Bir kaledeydim. Koruma sırası
bana gelmişti. Altı yüz kişinin canı bana emanetti o
gece. Hocalı köyünü koruyacaktım. Sakin bir geceye
benziyordu. Tabiri caizse çıt çıkmıyordu etrafta.
Hava zifiri karanlık , tek tük aydınlatma vardı
çevrede. Elimde tüfeğim, yanımda çayım, gazetemi
okuyordum. Sanki bir yandan işimi yapıyordum
rüyamda belki de bu olayı yazıyordum daha
yaşamadan… Ağır ağır şiddeti yükselen bir sesle
beraber uzaklardan gelen birçok insan gördüm.
Zaman azıcık ilerleyince sayıları çoğaldı. Bu normal
bir duruma benzemiyor hissi beynime yer etmiş ki
ben bunun olağandışı bir hareket olduğunu
anlamıştım. O da ne öyle ? Birkaç tane tank da mı
var orada ? Şaşırmıştım ama yapımın ve görevimin
bana sağladığı dürtülerle çabuk kendime geldim.
Düşman askerleri olduklarından şüphem yoktu ama
hangi ülkenin askerleriydi bu kişiler, bunu
kestirmeyi amaçlıyordum. Artık yanıma geldiklerini
hissettim onların soluklarıyla, şah damarımın az
ötesindeydiler. Elimdeki tüfeğimle ateş etmek
istedim. Amacım birkaç askeri öldürmek ve uykusu
ağır olanları -gerçi bu sesi sağırlar bile duyar-
uyandırmak için uyarı ateşi açmaktı. Ama tüfek ateş
etmiyordu. İçinin dolu olduğundan adım kadar
emindim. Ama etmiyor işte, lanet olsun ki etmiyor
ateş! Rüyada olduğumun farkına vardım ama bu
savaşı kazanmak zorundaydım, şimdi uyanıp onları
yalnız bırakamaz idim. Rüya, insanları derinden
etkileyen olayların kendi yorumladığı ya da
yorumlamak istediği hayal ürünlerinin bir
parçasıdır. Fakat ben hayal gücüme hakim olamıyor
düşman askerlerini öldüremiyordum. Elimden
geleni yapıyordum, beynime hakim olabilmek için
ama sanki kaderim böyle olmasını istiyormuşçasına
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yönetemiyordum onu. Düşman askerleri bana
nispet yaparcasına sanki hareket kabiliyetimi almış
gibi hunharca, iki kat koruduğum kişileri
öldürüyorlar; beni de adeta hiçbir şey
yapamamanın verdiği vicdan azabıyla öldürüyordu.
Savaşı bu sayede iki kez kazanıyorlardı...
Bir düşman askeri hamile kadının saçını
tutmuş çekiyordu. Kadın korkuyla bebeğini
düşürdü. O anı görmemek için kapalı olan gözlerimi
daha sıkı yumdum. Belki de benim göremediğim
ama onların yapmış olduğu başka eylemler de
vardır. Bunları yaptıklarına göre benim
göremediğim halde yapmış olabilir dediklerim
arasında şu eylem yoktur desem yalan söylemiş
olurum: Yavrusunu emziren anne köpeği öldüren
düşman. Evet acımasız ama bu kadar acımasız
düşman askeri niçin bunu da yapmamış olsun diye
düşünüyorum işin açıkçası.
“Bu savaş tamamıyla insanlık suçudur.”
diye haykırdım. Uluslararası insanlık suçu nerede?
Nerede İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi! Nerede
Avrupa'daki Adalet Bakanları, Komisyonları?
Nerede bunları imzalayan diğer devletler? ...
Nerede... Nerede ...?
Beyaz önlüklü birkaç kişi değişik yaş ve
cinsiyet guruplarından insanların saçından
sürükleyerek bir yere çekiyordu. İp gerilmiş ve
zincire vurulmuş vaziyette elbisesini soydular.
Çekilen kişiler “Biznen ne istirsiniz ?" (bizden ne
istiyorsunuz?) "Bu muxarebe nedi?" (Bu
savaş/muharebe ne?) diyordu. Aralarından biri de “
mama”(anne) diye sayıklıyordu daha doğrusu çığlık
atıyordu. Ama bu yapılanlar da ne ? Beyaz önlük
giymiş adamlar çevrede dolanıyorlardı. Bir an için
çaresiz düşmüş, zavallı insanlara yardım
edeceklerini düşündüm, yanılmışım.O götürdükleri
insanların derilerini soyuyor. Evet yanlış
okumadınız derilerini soyuyorlardı. Ama
endişelenmeyin bilim için yapıyorlar(!) Deneyi
anlattığımda bu kadar da olmaz diyeceğinizden
eminim ama bu olayın 26 Şubat 1992 yılında
yaşanmış bir hadise olduğunu söylemeliyim. Niçin
mi yapıyorlar bu deneyi ? “ İnsanlar acıya kaç
saniye dayanır?”onu hesaplamak ve bu bilginin
beyinlerinde yer edebilmesi için... Mamafih sadece
onlar değil, saklanan çocukları da bulup onları sırf
bu vahşetten kurtulmayı umdukları için iki kat
eziyet çektiriyorlardı. Savaş epeyce bir vakit sürdü.
Zaten şu anda da sürmüyor mu sanki ? Her 26
Şubatta yıl kaçı gösterirse göstersin hepimizin içi
kan ağlamıyor mu ?
Evet... Bu söylediklerim yaşandı; en fazla
yedi saniye sürebilecek rüyamda. Bu olayları
naklettim size. Nice zaferler kazandı bu millet.
Çanakkale savaşını kazandık , donarak şehit düştük
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
, kaburgalarımız kırılıncaya kadar mermi taşıdık ,
elbiselerimiz bitlendi karıncalar yesin diye yollara
serdik , aç idik , susuz idik ama bizde düşman
askerlerinde olmayan bir husus vardı. Biz Türküz ,
Azerilerimiz , Türkistan'ımız her bir köşe bucak da
dünya denilen mekanda dört bir yana dağılmış
köktaşlarımız vardı. Aliyev'in dediği gibi biz "İki
devlet tek millet" idik ve onların kaybı bizim de
kaybımız idi. Albert Coumus'un dediği gibi 20.yüzyıl
cinayetler yüzyılıydı. Nasıl olmasın ki ? Dünya
savaşları , Hocalı katliamı ve diğer savaşlar cinayet
değil de neydi..? Kendi topraklarını düşmanlara -
Ermenilere- vermemek için canlarını ortaya koyup
onların kötü amellerine maruz kaldılar. Orada
ölenler yalnızca Azeri kardeşlerimiz değildi,biz de
oradaydık tıpkı onların bizimle daima oldukları gibi.
Ne mi oldu rüyanın sonunda? Ben onları bütün
arzumla ve irademle çekmek istedim dünyaya ama
gözümü açtığımda ben dünyada idim onlar hâlâ
orada savaş içerisindeydiler. İnsan en fazla
gölgesini götürürmüş yanında. Uyandığımda
gölgem yanımda etten örülmüş vücudum ise
oradaydı... Onları geri getiremedim , çok istedim
ama olmadı...
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
GİDİŞ
Gözlerimin rengini güneşe benzetenler,
Bu bozkır sarısına bilemem ki ne derler?
“Paçavralardan arınıp yürüyorsun gerçeğe
Sırtında ki anılarla yıllanacak mahzene”
Pazartesi yağmurları, bu aralar kulak verse
sesime,
Yağmazlardı böyle hızlı, dinlerlerdi sessizce.
Seyyah güvercinlerden haber aldım evvelce,
Birkaç güne kalmadan, ağıtlar yakılır tepemde.
Çaputlar bağlasınlar dilek ağaçlarına benim
vekilliğimde,
Ateşler yansın nevruzda yeşil bir tekerleklide
gidenlerin yerine.
Çırılçıplak toprağı vücuduma giyeceğim,
Hayat ipliklerini koparıp, aldığıma teslim
ettiğimde.
Sema Keser
GENÇ BİR ZAMAN
Karanlıklarda uçan yarasalar gibiydik biz;
Elimizde erimiş kar taneleri,
Dilimizde arka sokak kedileri,
Gönlümüzde Bağdadın Babil’e açılan renkleri,
Aklımızda Beatles’ın aykırı sözleri.
Başımızdaydı elbet gençliğin pervasız halleri.
Gözlerime gizlenmişti mutluluğun sembolleri.
Her daim korkusuzduk,
Ölüm’e meydan okuyan Firavun misali.
Sema Keser
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bilgisayar başında geçirdiğim berbat bir gün daha… Bir
yandan İzmir’den kaçıp hangi şehre yerleşsek diye açtığım
Türkiye haritasına bakıyor bir yandan da acaba teyzemi
kliniğe yatırmaya nasıl ikna edebilirim diye düşünüyordum.
Haritadan yer beğeniyorum diye gülmeyin sakın. Kabul
ediyorum, tercih listesini dolduran memur adayı gibiyim bu
durumda ama teyzeme iyi gelecek bir şehir arıyordum. Bir an
gözüm masanın ucunda duran Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş
Şehir’ine takıldı.’’Sudan ibaret Bursa…’’ İhtiyacımız olan şey
suydu. Thales de evrenin ilk maddesini su olarak
tanımlıyordu. Bizim de ihtiyacımız olan şey belki biraz su
biraz yeşillikti. Ellerimi çırpa çırpa aşağıya indim.’’Buldum,
buldum’’ diye bağırıyordum. Duyan, Arşimet olup suyu
buldum sanacak ama olsun. Bizim için bir çıkış yolu bulduğum
söylenebilirdi. Teyzeme Bursa’ya yerleşme fikrini söylediğimde tahmin ettiğimden de çok
sevindi. Artık bavulları tozlanmış yerlerinden indirme vakti gelmişti…
Teyzem eşyalarını toplarken ben de biletlerimizi aldım. İçim içime sığmıyordu. Genellikle bir
şeyin sonunu getirmeyi beceremediğim için onu hiç yaşanmamış sayıp yeni şeylere başlamaya
bayılırım. Bu sebeple şu an tek düşündüğüm ‘’yeni olan her şey heyecanlandırır’’ düşüncesiydi.
Benim hazırlanmam çok uzun sürmedi. Tek bir valizle geldiğim için saniyeler içinde
toparlandım ancak bir sorun vardı. Mırnav hanım valizimin içine girmiş öylece bana
bakıyordu. Bu kediler neden daracık kutularda, valizlerde çok mutlu oluyorlar bilmiyorum.
Üstelik girince çıkmak da bilmiyorlar. Bir dergide bu tip yerlerde kendilerini güvende
hissettiklerini okumuştum. Mırnav’ı kandırmak için ona ödül mamasından verdim. Garibim
hemen kandı da ben de tüy içinde kalmış valizimi kapatabildim.
Mırnav’ı kafesine koyup yolculuğa hazırlamak benim görevimdi. Çünkü teyzem adeta
sırtında evi taşıyordu. Teyzemi beklerken annemi aradım. Eve dönmediğim için bana hayli
kızgındı ama teyzemi bırakamazdım. Üstelik anlattığı şeyde gerçeklik payı varsa teyzemin
tedavi olması gerekiyordu ve ben bu aşamada onu yalnız bırakamazdım. Anneme Bursa’ya
gideceğimizi söyledim. Orada hiçbir akrabamız yoktu. Bu durum teyzem için bir avantajdı. Her
ne kadar şu an aklımdan geçeni bilmese de tedavi olduğu süre içerisinde çevresinde gerekli
gereksiz bir sürü insanın olmaması çok güzel bir şeydi. Gerçi benim birkaç arkadaşım orada
yaşıyordu ama onların da bize sadece yararı olabilirdi.
Teyzem elindeki valizi evden çıkarmaya çalışırken ağlıyordu. Valizi bahçe kapısına bıraktı ve
bahçesine döndü. Begonyalarını, kamelyalarını öptü. Yeniden valizini aldı ve bahçe kapısını
kapattı. Nazar boncuklu kapı numarasını da okşadıktan sonra ‘’gidebiliriz’’ dedi ve sıcak bir
İzmir akşamında birlikte ‘’elveda İzmir’’ dedik…
ARDINDAN Sırdem Kemiksiz
Bölüm -8-
Devamı gelecek…
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kübra'nın yolu bu sefer Avusturya'ya düştü. Osmanlı İmparatorluğu'nun geldiği ama alamadığı, Viyana Kuşatması'nın
yapıldığı o meşhur şehir Viyana... Viyana'yı Avrupa'nın kültür ve sanat başkenti olarak nitelesek yalan olmaz sanırım. Baktığınız her yerde her köşede sanatsal bir obje görmeniz mümkün. Klasik Batı Müziği'nin buradan gelişip yayılması Viyana'yı aynı zamanda müziğin
kenti de yapmaktadır. Freud ve Kafka gibi adından hala söz edilen önemli kişileri yetiştiren bu şehir caddeleri,
sokakları, eğitim seviyesi, yaşam kalitesi ile Avrupa'nın önde gelen şehirlerindendir. Gezi için kış mevsimi gerçekten kötü bir seçim ama ne yazık ki başka seçeneğimiz yoktu. Dondurucu soğuğun altında şehri gezmeye çalıştık. Öncelikle Viyana'da ulaşım diğer ülkelere oranla çok daha pahalı bu yüzden biz de birkaç defa kaçak olarak tramvay ve otobüs kullandık ama şunu da itiraf etmeliyim ki bu çok tehlikeli. Çünkü eğer kontrole denk gelirseniz cezası 100 Euro civarı. Seçim size kalmış.
İlk durağımız Schönbrunn Sarayı yani Kraliyet Sarayı oldu. Devasa büyüklükte bir arazi üzerine kurulan bu saray Viyana'nın en önemli yapıtı sanırım. İçinde imparator ve imparatoçilere ait eşyalar bulmanız mümkün ama biz maalesef içeri giremedik. Burada Avrupa'nın en eski hayvanat bahçesini , bitkilerle oluşturulmuş bir labirenti, onlarca ufak çiçek bahçesini, havuzları, spor yapan insanları yani kısacası burda bir çok şeyi bir arada görmeniz mümkün
İkinci durağımız Aziz Stephan Katedrali. Katedral 1365 yılında inşa edilmiş. Daha sonra şehirde Hofburg Sarayı'nı ziyaret ettik. Saray başta Habsburg hanedanlığı olmak üzere Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun birçok yöneticisine ve hanedanına ev sahipliği yapmış. Ayrıca Hitler de, İkinci Dünya Savaşı zamanlarında bu sarayın
balkonundan bir konuşma yapmış. Sonraki durağımız Rathaus (Hükümet Binası). Bu bina Gotik tarzda inşa edilmiş ve ününde yılın belli zamanlarında çeşitli festivaller düzenlenmektedir.
BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Kübra TARAKÇI
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ve Türkler için en önemli yer Kahlenberg Tepesi. Burası, Polonya Kralı Jan III. Sobieski'nin İkinci Viyana Kuşatması sırasında Osmanlı ordularını durdurduğu yer. Yani Osmanlı askerinin ve padişahın gelebildiği son nokta. Acı olan şu ki Osmanlı'ya dair ne bir anıt ne bir yazı olması. Zamanında devlet tarafından her şey yok edilmiş. Bu tepe geniş bir Tuna Nehri ve Viyana manzarasına sahip. Stefaniewarte adındaki 165 metrelik radyo ve televizyon kulesi de burada yer alıyor. Almanya'dan Ukrayna'ya kadar on ülkenin içinden geçen; türkülere, marşlara konu olan Tuna Nehri'nin bir bölümü de Viyana içerisinde akmaktadır. Son olarak Viyana'ya gitmişken Schnitzel ve Sacher Torte'yi tatmanızı öneririm.
Türkçe'nin İngilizce'den daha geçerli olduğu sıradaki şehrimiz Berlin. Hitler'in Berlin’i...
Görülmesi gereken yerlerden ilki Brandenburg Kapısı. Bu kapı tam anlamıyla Berlin'in
simgesidir. Reichstag; aslında parlamento binasıdır. Bu binayı ilginç yapan özelliklerden bir tanesi de Hitler'in buraya hiç ayak basmamasıdır.
Checkpoint Charlie; Checkpoint Charlie, Doğu Berlin ve Batı Berlin arasındaki ana geçiş noktasıymış. Savaş yıllarında, aradaki geçişlerin
engellenmesi açısından bir zamanlar bu noktada Amerikan ve Sovyet askerleri nöbet tutuyormuş.
Holocaust Memorial; savaşta hayatını kaybeden Yahudilere adanmış bir anıt. Yaklaşık 19.000 metrekarelik devasa bir alana yayılmıştır. Mezarlık misali ancak hiçbir isim bulunmayan 2711 bloktan oluşmuştur. Genel olarak Berlin'i çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim maalesef Berlin'de beni
etkileyen tek yer Sachsenhausen Nazi Toplama Kampı idi. Kampı gezerken geçmişte yaşanan o acı olayları iliklerinize kadar hissetmeniz mümkün.
Ve masal şehri Prag... Prag, katedralleri, sivri kuleleri, köprüleri ve tarih kokan sokaklarıyla her sahnesinden ayrı bir kartpostal çıkaracak güzellikte.
Prag'ın kalbi Old Town. Burda Astronomik saat Kulesi'nden tutun birçok tarihi yapıyı bulabileceğiniz bir yer. Astronomik Saat Kulesi gerçekten görülmesi gereken en önemli yerlerden birisi. Gitmişken her saat başında gerçekleşen performansı da izleyebilirsiniz. Bu performansta ölüm figürü çanı çalar ve 12 Havari belirir.
Prag Kalesi: Guinness rekorlar kitabının da onayıyla dünyanın en büyük tarihi
kalesi. Şehre tepeden bakan kalede şehrin etkileyici manzaralarını yakalamak mümkün. Çevresindeki St. Vitus Katedrali, saraylar ve Royal Garden bulunmaktadır. Yahudi Mahallesi (Josefov): Avrupa’nın en eski aktif sinagogu
The Old New Synagogue‘un da bulunduğu mahallede birçok sinagog,
Avrupa’nın en eski Yahudi Mezarlığı ve Kafka’nın Evi bulunmaktadır. Prag'da gezilmesi gereken yerler i liste yapsak sonu gelmez sanırım. O kadar zengin bir
sanata sahip ki. Para birimleri farklı olduğu için hesap işleri biraz karışmıştı. Parayı ilk çevirdiğimizde “Aa zengin olduk!” dedik ama bu mutluluk gecenin sonuna kadar
sürdü. Çünkü gecenin sonunda bütün paramız neredeyse bitmişti.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ayın 9 unda gece saat 3 de otobüsümüz vardı. Bizde hostele para vermektense geceyi otobüs terminalinde geçirmeye karar verdik. Ama nerden bilelim otobüs terminalinin gece 12'de kapanacağını. O gece gerçekten unutamayacağım anılar arasına girdi. Kışın o ayaz soğuğunda 3 kız sokakta kalmıştık! Gerçekten bir başkentte otobüs terminalinin gece kapanması çok tuhaf. Bu ay da böyleydi işte... Yavaş yavaş Erasmusun sonlarına yaklaşıyorum. İçimde bir burukluk... Erasmus şansınız varsa gerçekten bunun için ne yapmanız gerekiyorsa yapın hatta döneminizi uzatmayı bile göze alın derim. Çünkü hayatınızda geçiremeyeceğiniz kadar güzel günleriniz olacağına eminim. Edebiyatla kalın...
“Slavya Kahvesinde oturan dostum tavfer'le, vıltava suyuna karşı oturup, tatlı tatlı yarenliği severim hele sabahları hele baharda. hele sabahları hele baharda konuşurken dalar dalar gideriz bir yitirir bir buluruz birbirimizi. hele sabahları hele baharda. prağ şehri yaldızlı bir dumandır ve kızıl, kocaman bir elma gibi. nezval geçer taze çıkmış kabrinden param parça yüreği de elinde ve orhan veli'yle karşılaşırlar urumeli hisarından gelir o ve telli kavağa benzer orhanım yüreciği delik deşik onun da. biz de aynı loncadanız biliriz tavfer zanaatların en kanlısı şairlik sırların sırrını öğrenmek için yüreğini yiyeceksin, yedireceksin. pırağ şehri yaldızlı bir dumandır vıltava suyunun köpüklerine martı kuşlarıyla gelir istanbul... lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer martı kuşlarına ekmek verelim.” Nazım Hikmet
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BERLİN
PRAG
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KALEMİME
Haskız YILDIRIM
Bir ben varım âlemde, bir de kalemim,
Garip birer seyyahıyız sanki bu âlemin.
Dur durak bilmeden uzar gider yolumuz,
Engin bir deryâda olmalı ancak sonumuz.
Bazen o lâl olur, bazen bende bin tasa,
İçimdeki elemler bir an gelse uyusa.
O yazmasa, çizmese baş kaldırsa bana,
Arar dururum bir kucak, sığınacak bir ana.
O nazlı bir gelin gibi süzülürken elimde,
Dünya bir türkü olur; susmaz benim dilim de.
O işler nakış nakış ayrılığı umudu,
Ben garip bir Kays idim o Leylâmı buldurdu.
Nice fermânlar yazdı, çoğunu çekti dara,
Âyet âyet işledi hizmet etti Kur'ân 'a.
Anladım gider bir gün şan, şöhret ve de yâr,
Sıkı sarıl kaleme; zirâ onda âlem var.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İLM-İ KELAM
Gecenin karanlığında ay,
Güneş ışığı misali ilmi yay.
Benim kelamım iki nesneden ibaret
Ok ve yay gerisi gizem ve keramet...
İlham perimin nefesi Haktan,
Susuz açmaz çiçek topraktan.
Ezelden ebede bâki kalsın,
Şiirim özümdür adım dua ile anılsın.
Kelam kaleme düşsün yayılsın,
Gaflet uykusunda olanlar uyansın.
Sen ne bir şair ne bir ozan sade bir Süleymansın.
Araftayım belli değil ne sağ ne sol,
Sen doğru ol bulunur doğru yol.
Allah insi cinsi yaratmış Hû diye,
Şiirim nefestir okuyana olsun hediye...
Elbet şairdir şiir yazan ,
Bilemedim ki ben miyim ozan?
Muallakta kaldı aklım inan,
Elimdeki kalem değil mühr-ü Süleyman.
Yapacağım en basit iş bir iki kadeh söz yazmak,
Sözden kasıt bilimi bilip ilmi yaymak.
Unutmadan hatırlatmak hatırlatıp aydınlatmak.
Zaman avare, gönül divane,
Kim deli,kim veli bilinmez, zaman ahir...
Hikmet sahibi kim, kimdir arif?
Gel gör ki ne gerek acep
Dervişe bir hırka bir lokma...
Lokum gibi tatlı satırlar yazmış şair hatırla,
Her satırda bir hatıra vardır elbet unutma.
Düşmez kalkmaz bir Allah destur Bismillah,
Uyan artık uyan çok geç olmadan zaman.
Süleyman Erkut
Fotoğraf: Aybige Akdağ / Ulucami-Bursa
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
James Augustine Aloysius Joyce, 2 Şubat
1882'de Dublin'de doğdu. İlk eğitimini
sonradan Hristiyan olmuş bir İspanyol askeri
olan de Loyalo'nun 16. yy'de kurduğu,
misyonerlik yaparak insanları eğitime
yönlendiren Cizvit Okulu'nda gördü.
Üniversiteye kadar öğrenim hayatı burada
geçti. Üniversiteyi Dublin'deki Universty
College'de felsefe ve modern diller üzerine
okudu. Joyce'nin edebiyata ve yazmaya atılışı
1900 yılında daha üniversitede öğrenciyken
Norveçli yazar Henrik İbsen'in “Biz Ölüler
Uyanınca” adlı son oyunu üzerine yazdığı uzun
bir yazının Fortnightly Review dergisinde
yayınlanmasıyla başladı. Aynı dönemde sırf
İbsen'den çok etkilendiği için İskandinavca da
“... Ama
bedenim bir
arp ve onun
sözleri ve
jestleri teller
arasında
gezinen
parmaklar
gibiydi.”
J.Joyce
Dublinliler
“ULU SES” Tuğçe ERKOL
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
denen Norveçceyi öğrendi.
İbsen'le ilgili yazısının beğenilmesinin
ardından bu defa şiire merak saran Joyce lirik
şiirler yazmaya başladı. Şiirlerini daha
sonradan Oda Müziği adını verdiği kitabında
topladı.
1902'de Dublin'den ayrılıp Paris'e gitti. Amacı
tıp eğitimi almaktı. Ancak burada bir yıl
kaldıktan sonra annesinin ölüm döşeğinde
olduğunu öğrenip Dublin'e geri döndü. Aynı yıl
Dublin'de tanıştığı evlerinin köşesindeki
fırıncının kızı olan Nora Barnacle ile yaşamaya
başladı.
Barnacle, midyevari bir deniz canlısı anlamına
gelir. Joyce'nin babası bu birlikteliği öğrendiği
zaman değil evlenmelerine, birlikteliklerine
bile izin vermez. Üstelik oğluna Nora ile ilgili
"Bu kız sana bir midye gibi yapışacak ve
peşini bırakmayacak." der. Joyce ise evliliğe
karşı olduğu için biricik yabani çit çiçeği ile
başlangıçta evlenmez ama ondan da hiç
vazgeçmez. Yıllar sonra kızı ve torununun
isteği üzerine 1931'de Paris'te evlendiler.
1905'de Dublin'den ayrılıp İtalya'ya gelirler.
10 yıl Trieste'de yaşarlar. Ancak İtalya'ya
geldikleri ilk sene Joyce 9 ay için Roma'ya gidip
orada bankacılık yapar. Roma'da bir bankacı
olarak yaşamanın ona göre olmadığına karar
verince Trieste'ye geri döner ve burada özel
okullarda İngilizce öğretmenliği yapar.
1914'e geldiğimizde nihayet Joyce'yi Joyce
yapan eserlerden birisi Londra'da yayımlanır:
“Dublinliler”
Dublinliler içinde 15 öykü barındıran bir kitap.
Dublin'de yaşayan orta sınıf İrlandalılar'ın
yaşantısı, tüm İrlandalılar'ın kendi başlarına bir
millet olduklarını savundukları ve birleşmiş bir
İrlanda kurmaya dayandırdıkları İrlanda
milliyetçiliğinin en ateşli döneminin çevresinde
anlatılmıştır. Öykülerin kahramanları üzerinde
Joyce'nin epifani tekniğini kullanarak, kişilerin
aniden bir şeyleri kavradıklarını, olayın özünü
anladıklarını görürüz.
Dublinliler, karakterler üzerinden incelendiği
zaman ilk öykülerdeki kahramanlar gençtir,
sona doğru ilerledikçeyse karakterler
yaşlanmaktadır. Bu nokta Joyce'un eserini
çocukluk, ilk gençlik ve olgunluk şeklinde
kurgulamasına uyumludur. Ayrıca Joyce'un bu
eserindeki karakterleri daha sonra Ulysses'te
de görürüz.
Joyce hayatı boyunca tiyatroya önem
vermiştir ve yazıcılığını da desteklemiştir.
Ancak tek bir tane oyun yazar: “Sürgünler”
1915'de yazılan bu oyun Joyce'un hayatından
ve kişiliğinden izler taşır. Onun sanatçı ve
düşünür yanlarını ortaya koyarken
Hrıstiyanlık’ın belirlediği suçluluk ve
kuşkuculuk üzerinde de durur.
1916 yılına geldiğimizdeyse onun yarı
otobiyografik romanı olan “Sanatçının Bir
Genç Adam Olarak Portresi” yayımlanır.
Eserde Stephen Dedalus'un bir sanatçı
olabilme arzusuyla hayal gücünü boğan ve
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yaratıcılığın kabullenemeyen kiliseye, okula ve
topluma başkaldırısını anlatır. Ayrıca eser
henüz yetişkinliğine erişmemiş bir adamın
gözüyle dünyayı göstermesi ve bilinç akılı
yönteminin en yetkin ilk örneklerinden biri
olması nedeniyle önemlidir. Joyce yarı
otobiyografik eserinin yayımlanmasının
ardından Zürih'e taşınır.
Joyce deyince akla gelen ilk şey okunması zor
Ulysses'tir. Ulysses önce Mart 1918'de
ABD'deki The Little Rewiev dergisinde yazı
dizisi olarak yayımlanır. Bu yazı dizisi Aralık
1920'ye kadar devam eder. O yıl eserin
içeriğinden dolayı dergi mahkemeye verilir ve
yazı dizisi sekteye uğrar. Dava bittikten sonra
da bir daha dizi başlamaz.
Joyce, eserine olan güveninden olsa gerek
davadan sonra yazı dizisi kesilmiş olmasına
rağmen eseri üzerinde çalışmaya devam eder.
Eser bittikten sonra yazar önce Dublin'e gidip
orada eseri yayımlatmak ister. Ancak
Dublin'deki ayaklanmalar nedeniyle eser orada
basılamaz. Şansını Fransa'da denemek için
Paris'e gider ve Paris'te bir yayınevi tarafından
kabul edilir. Ancak ortaya bir takım problemler
çıkar. Eserin dilinin İngilizce olması, Joyce'nin
görme bozukluğunun oluşundan dolayı kağıt
düzeninin kötülüğü, Joyce'nin dağınıklığı ve
kötü yazısından dolayı eser ilk baskısına 3000'e
yakın hatayla ve yayınevinin bıraktığı bol
miktardaki boşluklarla girer.
Ulysses, Homeros'un Odysseia'sının üzerine
kurulmuştur ve 16 Haziran 1904 gününde
Dublin'de geçer. Bu tarih Joyce için çok
önemlidir. Çünkü biricik eşi Nora ile ilk
randevusunu o tarihte gerçekleştirmiştir.
Eserin konusu özünde oldukça sadedir.
Öğrenci Stephen Dedalus ile Leopold
Bloom'un birbiriyle karşılaştırılmasıdır. Ancak
eserin derinliklerine inildiğinde olayın bundan
daha yüksekte olduğu görülür. Çünkü Stephen
da, Bloom da birer simgedir. Stephen sanatın
doğasını, Bloom da bilimin doğasını
simgelemektedir. Üstelik Bloom için manevi
bir oğul olan Stephen, Joyce'nin gençliğini
simgelerken manevi baba Bloom da Joyce'nin
olgunluğunu simgeler.
Ulysses'ın ele alındığı 16 Haziran, tarihi eser
okuyucularına kavuştuğundan beri İrlanda'nın
en önemli edebiyat etkinliklerinden birisi
olarak, Bloomsday adıyla kutlanır. Her sene 16
Haziran'da kahvaltıyla başlayan etkinlikler
Joyce okumalarıyla devam eder. Kutlamalar
tam 24 saat sürer.
Ulysses'ı bu kadar büyük bir üne kavuşturan
şey kullanılan bilinç akışıdır. Bilinç akışı,
karakterin düşünme eylemini olduğu gibi
Ulysses'in ele alındığı 16
Haziran, tarihi eser
okuyucularına kavuştuğundan
beri İrlanda'nın en önemli
edebiyat etkinliklerinden biri
olarak, “Bloomsday” adıyla
kutlanır. Her sene 16 Haziran'da
kahvaltıyla başlayan etkinlikler
Joyce okumalarıyla devam eder.
Kutlamalar tam 24 saat sürer.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
aktarmaya çalışan edebi bir tekniktir. Genelde
kişinin içinden kendisiyle konuşması gibidir.
Yani iç diyalog şeklindedir. Bu teknik aslında
psikoloji ile ilgilidir. May Sinclair sayesinde
edebiyata girmiş ve modernist hareket
sayesinde yayılmıştır.
Ulysses, Türkiye'ye oldukça geç kazandırılmış
bir kitap. Senelerce tercüme edilsin diye
çalışıldı. Ancak bir bütün halinde tercüme
yapılamadığı gibi çevrilen parçalarda da
istenilen sonuç edilemedi. Bunun üzerine Yapı
Kredi Yayınları, Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar
dizisini kurdu ve özellikle Ulysses tercümesi
için çalışmalar başlattı. Bir heyet kuruldu. Bu
heyet deyim yerindeyse bir Ulysses tercüme
yarışmasına başladı. Birçok farklı tercüme
incelendi ve sonunda Nevzat Erkmen'in
tercümesi seçilip 1996'da Erkmen'in tabiriyle
Joyce'nin “ulu sesi” nihayet Türkçedeydi.
Ulysses Türkiye'de yayımlandıktan kısa bir
süre sonra ilk baskı hızla tükendi ve ardından
üç baskı daha yaptı. Bunu duyan Selim İleri
olaya biraz nükteli bir şekilde yaklaşarak
durumu özetledi:
"Madem 3000 Joyce okuyucusu var, bu
Türkiye'nin hali nedir?"
Selim İleri bu söylemiyle eseri okumanın
zorluğundan ve diyelim ki okuduk bu sefer de
anlamanın zorluğu üzerinde durarak bunu
başarabilenlerin çağdaş medeniyetler
seviyesinde olduğunu vurgulamıştır ki kitap
okuyucularıyla buluştuktan kısa bir süre sonra
okuyucusundan şikayetler gelmeye
başlamıştır. Zaten Joyce da eserinin bu zor
okunma ve anlaşılma durumu için
söyleyeceğini söylemiştir:
"İçine o kadar çok bilmece, bulmaca ve zeka
oyunu koydum ki profesörler yüzyıllarca ne
demek istediğimi tartışacaklar; insanın
ölümsüzlüğünü garantilemesinin tek yolu da
budur."
Nevzat Erkmen, eserin tercümesinden sonra
ölümsüzlüğü zaten eline almıştı; ama bunu
garantilemek istiyor olacak ki okuyucuya
kolaylık olması için bir eser hazırladı: Ulysses
Sözlüğü.
Ulysses'in basılması için Paris'e gelip bir daha
dönmeyen Joyce iki savaş arası dönemi
Paris'te geçirdi. Burada torunu Stephen'e
göndermek için bir mektup yazdı. Bu mektuba
da Fransız halk masallarından kaynaklanan bir
hikaye ekledi ki bu Joyce'nin fazla bilinmeyen
bir yönü olup Türkiye'de Kedi ile Şeytan adıyla
yayımlandı.
Joyce'nin son romanı olan Finnegans Wake iki
savaş arasındaki dönemde Paris'te yazıldı.
Ancak eserin yazımı 15 yıldan fazla sürdü.
Oldukça ağır ve sembollerle dolu bir eserdir.
Bir aile üzerinden herkesin istediği ideal aile
düzeni anlatılırken tüm insanlık tarihini de
içine alır.
Joyce, Finnegans Wake'yi yazdıktan 2 yıl sonra
13 Ocak 1941'de Zürih'te ölür. Ancak Joyce
eserleri ve yazdıklarıyla zaten ölümsüzlüğü
çoktan garantilemiştir...
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bahâr boldu vü gül meyli kalmadı könlüm
Açıldı gonce vü likin açılmadı könlüm
Yüzün hayâli bile vâlih irdi andak kim
Bahâr kelken ü kitkenni bilmedi könlüm
Yüzün nezâresi de mahv ü mest idi ya’ni
Ki gül çağıda zamâni ayılmadı könlüm
Nevai gonce tilep könlüm ağzın etti heves
Eğerçi tapmadı likin yanılmadı könlüm
Ali Şir NEVAİ
Fotoğraf Aybige Akdağ
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Meksika’
dan
Esen
Bir
Rüzgar:
FRİDA
KAHLO
Hilal AKARSLAN
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yaşamı mücadele içinde geçen feminist,
komünist, aşık bir ressam; Frida KAHLO…
Ona olan hayranlığım lise yıllarımda Pera
Müzesi’n deki adı ‘Frida Kahlo ve Diego Rivara’
sergisine gitmemle başladı. Frida’nın
tablolarındaki karmaşaya, renklere bakarken
bir yandan da bu kadını anlamaya
çalışıyordum. Neden kendini çizmişti ve neden
kaşları ortadan birleşikti?
Bu sorulara cevap aradığım sırada resim
dersi hocamızın açıklamasıyla biraz olsun
aydınlığa kavuşsam da Frida Kahlo bendeki
merakı kamçılaşmıştı bir kere…
Resimlerine bakarken ‘Ah, Frida’ dediğim
20.yy’ın ekolu haline gelmiş, güçlü kadını
sizinle tanıştırmak istedim.
Öncelikle Frida, altı yaşındayken geçirdiği
çocuk felcinin sonucu olarak bir bacağı özürlü
kalmış, kendisine "Tahta Bacak Frida"
denmişti. Bu özrüyle baş etmesini bilen Frida,
gençliğini dönemin en iyi eğitimini veren
Ulusal Hazırlık Okulu’nda okudu. Bu okul, onu
sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara
yönlendirdi. İlerde Meksika’nın önemli isimleri
olarak anılacak Alejandro Gomez Arias , Jose
Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları
oldu. Okulda, anarşist bir edebiyat grubuna
dahil oldu; güçlü bir kişilik oluşturmaya
başladı. 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası
bütün hayatını değiştirdi.
17 Eylül 1925 okuldan eve dönerken bindiği
otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok
kişinin öldüğü kazada, trenin demir
çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından
girip leğen kemiğinden çıkmıştı. Kazadan sonra
tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar
arasında geçecek; omurgası ve sağ bacağında
dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez
ameliyat edilmişti.
Bu trafik kazasını Frida şöyle anlatır:
‘Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama
küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce,
aramak için indik. Beni harabe eden
otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta
oldu… İnsanın çarpışmanın farkında
olduğu, ağladığı doğru değil. Gözümden
bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk
kılıcın boğayı delmesi gibi beni de deldi
geçti.’
Yazının başında da dediğim gibi güçlü bir
kadındı Frida. O kadar güçlüydü ki neredeyse
vücudunun yarısından fazlası alçı içindeyken
sanat icra edebilmişti. Üzerindeki alçıda resim
yapacağı bir yer kalmadığını gören anne ve
babası ona hediye tuval ve fırçalar almıştı ve
böylece yatağında geçirdiğini zamanı resim
yaparak geçirir olmuştu. Bir süre sonra
annesinin tavana astığı ayna ile ilk oto-
portresini çizmişti. İlk oto-portresinin adı,
‘Kadife Elbiseli Oto portre’dir. İlk resmini ilk
aşkı olan Alejandro’ya armağan etmiştir.
Resim yapmak onun için hayatını
tamamlamaktı. Resim yaparak yarım
kalmışlığı, hayallerini tamamlamaya
çalışıyordu. Frida artık iyileşmeye başlamıştı,
resim onu büyük motive etmişti. 1927 yılının
sonunda artık yürüyebiliyordu. Ayakları onu
aşkı Diego’ya götürecektir.
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Frida hayatımın iki büyük kazası var der ve
birisi trafik kazası iken diğeri de Diego
Rivara’dır. Resim çalışmalarına iyileştikten
sonra da devam eden Frida ünlü ressam ile
tanışır ve ona aşık olur. Frida’nın ailesi
Diego’yu onaylamaz. Diego’yu şişko bir file ve
bu evliliklerini bir fille güvercinin evliliğine
benzetirler. Ailesi ve yakın çevresi ne kadar
karşı çıksa da Frida deliler gibi aşık olmuştur ve
inatçı yanını ortaya da koyarak 21 Ağustos
1929’ta evlenmişlerdir. Düğüne babasından
başka kimse gelmemiştir.
Evliliğin ilk yıllarında hamile kalan Frida
bebeğini düşürmesiyle ağır travmalar geçirir
ve o sıralarda çizdiği resimlerde acının
duygusunu görebilirsiniz. Çocuğu olmayacağını
öğrendikten sonra hayal dünyasında hayali
erkek bir çocuğa yer verir. Hayali oğlunun adı
Leonardo’dur ve hüznün ayı olan eylül ayında
doğmuştur. Leonardo için bir doğum belgesi
çıkarttığı bile söylenmektedir.
Frida Kahlo, Diego için büyük savaşlar
vermiştir. Evliliklerinin ilk yılları mükemmel
geçse de bazı sarsıntılarla temel de çatlaklar
oluşmuştur. Evliliklerinde üçüncü kişilerin yer
alması temeldeki çatlaklıkların genişlemesine
sebep olmuştur. Diego’nun Frida’nın ablası ile
olan ilişkisi onun için oldukça zor ve kabul
edilebilir bir durum değildi. Frida’nın da farklı
kadın ve erkeklerle dahası Meksika’da
sürgünde olan ve evlerinde misafir ettikleri
Troçki ile birlikte olduğu da yazar kaynaklarda.
Bir dönem boşanırlar ancak ayrılık aşklarını
bitiremez, yeniden evlenirler.
Bitmeyen aşkları ayrıldıkları zaman daha da
alevlenir, birbirlerine özlem duyarlar. Frida
onun için mektuplar yazar aşkını konuşturur.
Onlar birbirleri için dost, sevgili, eş, anne,
baba, meslektaş, sırdaş idiler. Birbirlerini hep
en iyi ressam olarak değerlendirirlerdi ve
bunun aksine asla iddia etmemişlerdir.
Frida’nın Diego için yazdığı birkaç satır ise
şöyle:
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
‘‘Seni göğsüme bastırdım ve vücudunun
mucizesi parmak uçlarımdan bütün
bedenime işledi. Meşe özünün kokusu,
cevizin hatırası, kül ağacının yeşil nefesi.
Ufuk ve tarlalar, onları öpücüklerle takip
ettim. Sözlerin kayıtsızlığı kapalı
gözlerimizin bakışlarını anlatmak için bir
lisana dönüşecek. Sen elle tutulamaz
biçimde buradasın, odamın biçimine
sıkıştırdığım bütün evren, sensin.
Yokluğun saatlerin vuruşunu ve odamın
ışığını titretiyor, aynadan nefesini
duyuyorum. –‘’
“Başlangıç Diego. Yapıcı Diego. Çocuğum
Diego.
Ressam Diego. Babam Diego. Oğlum Diego.
Sevgilim Diego. Kocam Diego.
Dostum Diego. Anam Diego.
Ben Diego
Evren Diego”
Bu çalkantılı ve aşk dolu evlilikleri sürerken
aynı zaman da Frida, sergiler açmaktadır.
Hatta bir sergisine rahatsızlığından dolayı
gidememiş ve karyolasını sergi mekanına
taşıttırmış, kendi sergisinden geri kalmamıştır.
Sanatına yaptığı işe işte bu kadar aşıktı.
İlerleyen yıllarında rahatsızlıklarıyla mücadele
edecek takati kalmamıştı. Hayatı
mücadelelerle geçse de artık yorulmuş, çocuk
felci yüzünden bir bacağı kangren olmuş ve
kesilmişti. Frida Kahlo’nun son vasiyeti ise
,“Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın
sadece” diyerek yaşamın ölüm dahil tüm
trajedilerine gülebilen bir kadındı. 13 Temmuz
1954’te mücadelesi son buldu. Gömülmedi,
isteği üzerine yakıldı. Külleri şimdi müze olan
Mavi Ev’de sergileniyor.
Ve son olarak;
“Ama sevgilim, bir daha gelseydim
dünyaya yine seni severdim… Canlı canlı
çürüyeceğimi bilerek!”
Frida KAHLO
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tekzip Et Hadi tekzip et yokluğunu, İnandır bizi anılardan ibaret olmadığına. Birlikte kurulan bir düş var mıdır? Aynı göğün küçük bir bölümü altında Heyecanla yürünmüş bir sahil ya da bir orman, İlişir mi rüzgarla ruhumuza. Perdeleri çekili camlardan, Beni gözleyen bir suretin var mıdır hala? Yalanla haydi sana yazılan mektupları, Güvercinleri tanımam de. Ulaşmaz postalarıyla postacıları, Çıkar hayatımızdan. Bütün uzviyetimi kır geç. Mümkün mü? Elimde tutamadığım elinin sıcaklığı. Var mısın yani rüyalardan öte, Tekzip et yokluğunu. İnanacağım. Sessizliğine, suskunluğumuz diyeceğim. Kötü bir heyula gibi çekilip üstünüzden gideceğim. Bir sarnıç kadar temizim, doluyum. Kafi derecede de inançlıyım bugün. Hadi tekzip et. Varlığına inandığım kadar inandır bizi. Huzuruna çıkılmaz ayın yalnız. Hadi aynı kayan yıldıza bakışalım Var mıdır bir geleceğimiz. İspat et, tüm hislerimle aradığım. Yokluğun kafi derecede ağır. Hıçkırık mıydı o aramızdan akan ? Ağlamaksa, ona da varım. Yeter ki birlikte ağlayalım. Hadi tekzip et suskunluğunu, yokluğunu. Ömrümden silip atacağım bu boşluğu.
Hüseyin Arda Salkaya
Kara Kız
Sonbaharda güneşin kızıllığı
Boyu buğday başağı
Bakışları saman sarısı
Kaldırımda öbek öbek solgun yaprak
Hüzünle dökülür ağaçtan
Damarlarda gizli keder
Suskunluğum belki de bundan
Gecelerin gündüzlere karıştığı an
O efsunlu bakışlardan
Sessizce akar zaman
Menekşe kokan kitapların satırlarında
Saçların birer mısra
Sessizce seyrederken seni
Bütün şiirler dudaklarımda
Yüreğimde bir tükenmişlik
Sensizlik derin yara
Beni yakan gözlerindeki kara
M. Salih Özışık
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Uludağ Üniversitesi öğrencileri farklı ve bir o kadar da yararlı uğraşlarla
karşımıza çıkmaya devam ediyor. Farklı bölümlerden bir araya gelen beş öğrenci
yepyeni bir tiyatro topluluğu ile Bursa seyircisi ile buluşmak için gün sayıyor.
Bavullarına fikirlerini, yaratıcılıklarını, hayallerini ve yüreklerini koyarak sanat
için çırpınan gençler bunlar. Kimler mi? Bavul Sahne tiyatro grubu… Bursa’da
bağımsız tiyatro yapmak için yola çıktılar. Oluşum sürecinin ardından iki oyunla
seyirci karşısına çıkmak için son hazırlıklarını yapıyorlar.
Bavul Sahne kendilerini şu cümlelerle anlatıyor: ‘’Bavul Sahne, üniversite
hayatlarında tiyatro ile uğraşmış beş arkadaşın, tiyatro maceralarını devam
ettirmek amacıyla Bursa’da bir alternatif tiyatro grubu kurmalarıyla gerçekleşen
oluşumdur. Bursa’da sağlam bir kültürü olmayan alternatif tiyatro kültürünü
güçlendirmek, Bursa halkını tiyatro ile daha çok buluşturmayı ve kendilerini bu serüvende daha çok geliştirmeyi
amaçlayan Bavul Sahne ekibi; öğrenmeye devam etmek ve daha da gelişmek için çıktıkları bu yolda başta
Görükle olmak üzere tüm Bursa halkıyla beraber yürümeyi amaçlıyor. Oyunlarını oynamak için belli bir mekânı
ya da sahnesi olmayan grup, imkân buldukları her yere bavullarını alıp, oyunlarını oynamak için gitmeyi
planlamaktadır. Bavul sürprizlerle doludur, içinde ne olduğunu bilemezsiniz."
Hiçbir kuruma bağlı olmayan, tamamen bağımsız olan Bavul Sahne’nin İlk
oyunları Dönemeç 21 Şubat günü, diğer oyunları 444 ise 27 Şubat günü
prömiyerini yapacak.
Tankred Dorst tarafından avangart bir üslupla yazılan Dönemeç adlı tek
perdelik oyun zamanın ve mekânın belli olmadığı bir dönemeçte yaşanıyor. İki
kardeş bu dönemeçte kaza yapan arabaları satarak para kazanıyor. Kaza yapan
arabalardan sağ çıkan olmadığı için kardeşlerden biri ölen kazazedeleri törenle
defnederken diğeri de arabaları tamir ediyor. Yirmi beşinci kazada ise bir ilk
gerçekleşiyor ve arabadan sağ çıkan bir adamla oyunun çatışması başlıyor. Artık
kendi yaşam döngülerini devam ettirmekle meşgul olan bu üç adam arasında
gelişen olaylarla oyunun gerilimi artıyor. Oyunda bürokrasi ve sistem eleştirisinin
yanında göze çarpan bir diğer nokta ise yazarın bu yola yüklediği anlam oluyor.
Oyun bize her insanın içinde sakladığı sorunları ele alarak yabancılaşma kavramı ile ilgili sorular soruyor.
Cevapları bulmanız dileği ile…
444 ise Yiğit Sertdemir’in kaleminden çıkan bir oyun. Bu oyun "Hatırlatma Merkezinin" şikâyet bölümünün
ofisinde geçiyor. Gece vardiyasında, biri uzun süredir çalışan diğeri ise işe yeni başlamış iki kişinin bulunduğu
bölümde hatlar karışmaya başlıyor. Bütün bir gece boyunca bu soruna kendilerince çözüm ararlarken
aralarındaki tansiyonun zaman zaman yükselmesine ve başlarına gelecek olan ilginç ve gülünç olayların
yaşanmasına da engel olamıyorlar. Ancak gecenin sonunda hiç beklenmedik bir gerçekle yüzleşmek durumunda
kalıyorlar. Bakalım bu gerçek ne imiş?
Takip Etmek için:
https://twitter.com/bavul_sahne
https://www.facebook.com/pages/B
avul-
Sahne/1551043078441984?fref=ts
http://instagram.com/bavul_sahne/
Alternatif TİYATRO Sultan Demirtaş
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
TUTUNAMAYANLAR
YAZAR: OĞUZ ATAY
KONU:
Türk edebiyatının en önemli eserlerinden
biridir. Berna Moran, Oğuz Atay’ın bu ilk
romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş
biçimiyle bir başkaldırı “ olarak niteler. Moran
‘ a göre “Oğuz Atay’ın mizah gücü ve duyarlığı
ve kullandığı teknik incelikler,
Tutunamayanlar’ı büyük bir yeteneğin ürünü
yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını
çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş
ve ona çok şey kazandırmıştır”.
Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice
alaya alan Atay, “saldırısını tutunanların
anlamayacağı, reddedeceği türden bir
romanlar yapar”.
SİMYACI
YAZAR:
PAULO
COELHO
KONU:
Simyacı, 1988 yılından bu yana dünyanın dört bir
yanında kitap listelerini alt üst eden, aylarca liste
başından inmeyen, Brezilyalı eski şarkı sözü yazarı
Paulo Coelho’nun üçüncü romanı.
1996 yılından beri Türkiye’de de en çok satılan,
hakkında en çok yazılan, çok övülen, çok yerilen bir
kitap oldu Simyacı. Bir büyük Doğu klasiği olan
Mevlana’nın ünlü Mesnevi’sinde yer alan , bir
küçük öyküden yola çıkılarak yazılan bu roman,
yüreğinde, çocukluğunun çarpıntılarını taşıyan
okurlar içinde bir ‘klasik’ yapıt oldu. Simyacı,
İspanya’dan kalkıp Mısır Piramitlerinin eteklerinde
hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban
Santiago’nun masalsı yaşamının felsefi öyküsü.
Sanki bir ‘nasihatname’: “Yazgına nasıl egemen
olacaksın ? Mutluluğu nasıl kuracaksın ?”
sorularına yanıt arayan bir yaşam ve ahlak kılavuzu.
Mistik bir peri masalına benzeyen bu romanın,
dünyanın dört bir yanında milyonlarca satılmasının
gizi, kuşkusuz, onun bu kılavuzluk niteliğinden
kaynaklanıyor. Simyacı’yı okumak, herkes daha
uykudayken güneşin doğuşunu izlemek için şafak
vakti uyanmaya benziyor.
ARKA KAPAK Merve BAŞOL
Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
E-Dergiciliğin Hakkını
Veriyoruz!
İncir
Çekirdeği Her Yerde!
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...
Recommended