View
248
Download
13
Category
Preview:
DESCRIPTION
İncir Çekirdeği Dergisi Haziran 2016 Sayısı
Citation preview
Haziran 2016 Sayı: 27 “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
“KUŞLAR DA GİTTİ”:
YAŞAR KEMAL
ALAGEYİK’İN PEŞİNDE:
TÜRK MİTOLOJİSİ
KIYAFETNÂMELER
ÜZERİNE
FUAD KÖPRÜLÜ
Ölümünün
50. Yılında
Sultan Demirtaş
Editör
Değerli okuyucularımız,
Bir sayımızda daha sizlerle buluşabildiğimiz için çok
mutluyuz. Biliyoruz ki aynı mutluluk sizlerde de var. Bu yola da
bu sayede beraber devam edebiliyoruz. Sizler okudukça biz yeni
sayılarımızı okurlarımızla buluşturabilmek için çabalıyoruz
elimizden geldiğince.
Geçen süre zarfında, kendimizi dergi dışında
ekranlardan da ifade etme şansı yakaladık. Geçtiğimiz ay hiç
unutmayacağımız bir deneyim yaşadık. Dergimizin Genel Yayın
Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ, Yazı İşleri Müdürü Sırdem
Kemiksiz ve yazarlarından Mehmet Altınova ve Begüm Çalışkan
Bursa Tv’de Güne Başlarken programının konuğu oldu. İncir
Çekirdeği olarak dergimizin, serüvenimizin, içeriğimizin geniş
bir şekilde ele alındığı, konuşulduğu programda
heyecanlandığımız kadar eğlendik de. İzleyen, okuyan, destek
veren bütün okurlarımıza teşekkürü bir borç biliriz.
Gelelim Haziran sayımıza… Bu sayımızda dosya konusu
olarak çok değerli bir ilim insanını, bir Türkologu işledik:
Ölümünün 50. yılında Mehmet Fuad Köprülü. Yazarlarımızdan
Beyza Özkan Köprülü'nün edebiyat tarihçiliğini, Pınar Çaylak
Halk Bilimi araştırmacılığını yazarken, A. Bengisu Akdağ ise
daha farklı bir yönünü Tevfik Fikret üzerine düşüncelerini sizler
için yazdı. Hatice Türk de tekke ve tasavvuf edebiyatı
çerçevesinde Fuad Köprülü’yü ele aldı.
Mehmet Altınova Eski Türk şiirinin bugüne etkileriyle ilgili,
Sırdem Kemiksiz de Divan edebiyatında oldukça dikkat çeken
Kıyafetnamelerle ilgili bir yazı kaleme aldı. Bursa’daki kültür-
sanat etkinliklerinin detayları yine sayfalarımızda. Şairlerimiz
yine kalemlerini sizler için oynatıp güzel şiirlerini bu ay da
eksik etmedi. Misafir köşemizde de sizden gelen denemeler,
hikayeler okunmak için bekliyor.
İyi okumalar diliyorum. Esen kalın.
İncir Çekirdeği Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Begüm Çalışkan
Beyza Özkan
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Işık Selin Orhuntaş
Mehmet Altınova
Muhammed Münzevî
Pınar Çaylak
Sema Keser
Süleyman Erkut
Tuğçe Erkol
Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
Misafir
Mustafa Işık
Habil Yashar
Muhammed Kırvar
İletişim
incircekirdegidergisi.weebly.com
incircekirdegidergisi@gmail.com
facebook.com/incircekirdegidergisi
twitter.com/IncirCekirdegiD
instagram.com/incircekirdegi_dergisi/
“Rü'yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle, Her ânını, her rengini, her şi'rini hazdan. Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle! Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan”
Yahya Kemal Beyatlı
Havadis / Beyza Özkan
Mitoloji Pusulası: Alageyik’in Peşinde / Busenur Aslan
Araf – Şiir / Sema Keser
Eski Türk Şiirinin Yeni Türk Şiirine Bıraktıkları / Mehmet Altınova
İntizar – Şiir / Muhammed Münzevi
Edebiyat Tarihinin Ordinaryüsü: Mehmet Fuad Köprülü / Beyza Özkan
Aşiyan’a Uzanan Köprü: Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Üzerine Düşünceleri /
Ayşe Bengisu Akdağ
Köprülü ve Tekke Edebiyatı Çalışmalarına Dair / Hatice Türk
Fuad Köprülü’den…
Köprülü Hoca’ya Dair / Pınar Çaylak
Türk Tarih-i Dinîsi Üzerine Birkaç Söz / Ayşe Bengisu Akdağ
Nisyan – Şiir / Köprülüzade Mehmet Fuad
Düştü, düştüm – Şiir / Süleyman Erkut
Hoş geldin – Şiir / Merdümgiriz
Kıyafetnâmeler Üzerine / Sırdem Kemiksiz
Yaşar Kemal Anısına: Kuşlar da Gitti / Begüm Çalışkan
Zaman – Şiir / Pınar Çaylak
İlahi Dante / Tuğçe Erkol
Aynı Değil – Şiir / Sema Keser
Xəbər Al – Şiir / Habil Yashar
Bir Yasla Kocayanlar – Hikaye / Serhan Demir
Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ
Ev Üzerine Düşünceler / Muhammed Kırvar
Derviş Dirisi – Şiir / Mustafa Işık
Bir Bekleyiş – Şiir / Merdümgiriz
İhtilal - Şiir / Muhammed Münzevi
Fotoğraf / Aybige Akdağ
İçindekiler
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA
VÂ
DİS
62. SAİT FAİK
HİKÂYE
ARMAĞANI
Doğan Hızlan'ın
başkanlığında toplanan Jale
Parla, Metin Celal, Hilmi
Yavuz, Nursel Duruel, Beşir
Özmen ve Murat Gülsoy'dan
oluşan jüri kararıyla 62. Sait
Faik Hikaye Armağanı, yazar
Muzaffer Kale'nin "Güneş
Sepeti" adlı kitabına verildi.
Sait Faik Hikaye Armağanı
Jürisi, ödül gerekçesini şöyle
açıkladı:
“62. Sait Faik Hikaye
Armağanı’nın, kısa öykünün
olanaklarını başarıyla
kullanan ve varoluşun
yoğunluğunu yaşamın
ayrıntılarında yakalayan
Muzaffer Kale’nin Güneş
Sepeti adlı kitabına
verilmesi oy birliğiyle uygun
görülmüştür.”
1957 yılında doğan
Muzaffer Kale, Dicle
Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı bölüm mezunu.
1981’den beri çalışmaları
dergilerde yayınlanıyor.
İzmir’de yaşayan Kale,
öğretmenlik yapıyor.
SULTAN
ABDÜLAZİZ
LONDRA’DA
Osmanlı Padişahı Sultan
Abdülaziz’in eskizleri ile bu
eskizler temel alınarak
oluşturulan yağlı boya
tabloların yer aldığı
“Eskizlerden Tablolara
Sultan Abdülaziz Resim
Sergisi”, 18 Mayıs'ta Londra
Yunus Emre Enstitüsü Türk
Kültür Merkezi'nde
Londra’da ziyarete açıldı.
Yunus Emre Enstitüsü Türk
Kültür Merkezi’ndeki açılışa
katılan Türkiye’nin Londra
Büyükelçisi Abdurrahman
Bilgiç, Londra’dan önce Paris
ve Viyana’da açılan serginin,
her iki şehirde de
ziyaretçilerin övgüsüyle
karşılaştığını söyledi.
ATAOL
BEHRAMOĞ-
LU’NA
AVRUPA’DAN
ÖDÜL
Ünlü şair Ataol Behramoğlu,
Romanya'da düzenlenen
Uluslararası Şiir
Festivali'nde, Mihai
Eminescu Nişanı ve Opera
Omnia Ödülü'ne layık
görüldü. Romanya'nın
Craiova kentinde, Mihai
Eminescu Uluslararası
Akademisi tarafından
düzenlenen törende, ödül
gerekçesi, "Ataol
Behramoğlu'nun özlü bir
duyarlılıkla işlenmiş büyük
bir özgünlük ve moderniteye
sahip yazınsal yaratıcılığının
Avrupa şiirine kalıcı katkısı"
olarak açıklandı. Ödül
töreninde Türkiye'nin
Bükreş Büyükelçiliği'nce
gönderilen teşekkür mesajı
da okundu.
Beyza Özkan
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
OSMANGAZİ
BELEDİYESİ-
NDEN
TANPINAR
ANISINA
SEMPOZYUM
Osmangazi Belediyesi, usta
edebiyatçı Ahmet Hamdi
Tanpınar anısına ‘Ahmet
Hamdi Tanpınar ve Bursa’
konulu sempozyum
düzenledi. Bu yıl ilk kez
düzenlenen ve geleneksel
hale getirilmesi planlanan
sempozyumda konuşmacı
olarak yer alan birbirinden
değerli edebiyatçılar,
Tanpınar’ın eserlerini,
edebiyatçı kişiliğini ve Türk
edebiyatına katkılarını ele
aldı.
Ördekli Kültür Merkezi’nde
düzenlenen sempozyuma
edebiyatseverlerin ilgisi
büyük oldu. Sempozyuma
konuşmacı olarak Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın asistanı
Prof. Dr. Birol Emil’in yanı
sıra değerli edebiyatçılar
Mehmet Tekin, Abdullah
Uçman, Beşir Ayvazoğlu,
Alev Sınar, Metin
Mengüşoğlu, Şerif Esgin,
Sezai Coşkun, Ali Şükrü
Çoruk, Handan İnci, Ercan
Yılmaz, Cem Kalender ve
Murat Koç yer aldı.
KAVUĞUN YENİ
SAHİBİ:
ÖZTEKİN
Geleneksel Türk
tiyatrosunun son temsilcisi
İsmail Hakkı Dümbüllü’nün
kavuğu, Beyoğlu’ndaki Ses
Tiyatrosu’nda düzenlenen
törenle Ferhan Şensoy’dan
oyuncu Rasim Öztekin’e
devredildi. Öztekin, Hasan
Efendi'den günümüze gelen
ve 27 yıldır Şensoy’da olan
kavuğun beşinci sahibi oldu.
Orta oyunu ve Tulûat
(doğaçlama) sanatçısı İsmail
Hakkı Dümbüllü, ustası Kel
Hasan’dan devraldığı
kavuğu, 1968’de oyuncu
Münir Özkul’a devretmişti.
Münir Özkul tarafından
1989’da Ortaoyuncular
Tiyatro Topluluğu’nun
kurucusu Ferhan Şensoy’a
devredilmişti.
NAZIM HİKMET
NİLÜFER’DE
ANILDI
Nâzım Hikmet, ölümünün
53. yılında Nilüfer Belediyesi
ve Nilüfer Kent Konseyi
tarafından “Bu Kent Nâzım’ı
Sevdi” başlığıyla anıldı. İlk
tören Nâzım Hikmet
Çınarlığı’nda düzenlendi.
Karikatür ve resim atölyeleri
düzenlendi. Etkinlik
boyunca Nilüfer Belediyesi
Sanat Atölyeleri'nden
eğitmenler, usta şairi,
karikatürlere ve resimlere
yansıttı.
“En Sevdiğin Şiiri ile Nâzım'a
Ses Ver' etkinliğinde de
büyük küçük her yaştan
Nâzım dostu, ustanın en
sevdikleri şiirlerine ses
verdiler. Nâzım
Çınarlığı’ndaki etkinliğin
ardından büyük ustanın
adını taşıyan Nâzım Hikmet
Kültürevi’nde anma gecesi
düzenlendi.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Merak etmek ve bilme isteği beni daima ileri
götürmüştür. Bugün ellerimde tuttuğum gizem dolu
bu kitap ve pusula, beni çok büyük iki maceraya
götürdü. Evime dönüp yalnızlığıma gömüldüğüm o
birkaç dakikada, kitabımı ve pusulamı ne yapacağım
sorusu vardı aklımda. Onu bilim dünyası ve
insanlıkla paylaşmalı mıydım? Yoksa kendime mi
saklamalıydım? Elimdeki bu, büyülü dünyaya açılan
kapı, dedemin kütüphanesine gelene kadar kimlerin
elinden geçmişti? Dedeme nasıl ulaşmıştı? Bu
soruların cevabına elbet bir gün ulaşacaktım. Peki, o
âleme gitme dürtüsünden kurtulabilecek miydim?
Gözlerim tavana dikili bir şekilde uzandığım
yatağımda, düşüncelere dalıyorum. Boğulmama
ramak kalan düşünceler ırmağından kurtulmam
lazımdı artık. Elimle savurdum kafamdaki, içinde
hayaller dolaşan baloncuğu. Üzerinde dumanı tüten
bir çay doldurdum fincanıma. Artık çalışmalarıma
odaklanmam gerekiyordu. Masamın başında beni
bekleyen yığınla kitap, makale ve not vardı. Adeta
bir dağ vardı önümde. Birkaç saat zorladım kendimi
çalışmaya. Notlarımın arasında Ziyâ Gökalp’ı
gördüm. Aklıma çocukluğumdan kalma bir mısra
geldi. “Çocuktum, ufacıktım/Top oynadım,
acıktım…” Gökalp’ın özümüzü Türk mitolojisinde, en
eskimizde aramamız gerektiğini söyleyen sözleri
çınladı kulaklarımda. Öyle ya, Batı medeniyeti böyle
kurtarmıştı kendini karanlık çağdan. Bugün
kurdukları medeniyetin özünde kendi özlerine
dönmeleri vardı. Biz de dönebilirdik işte böyle
kendimize. Güç aldıkça özümüzden, yükselirdik ta
arşa kadar.
Alageyik’in Peşinde
Busenur Aslan
MİTOLOJİ PUSULASI
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bardaklar dolusu çay içtim. Olmadı.
Yapamadım. Gitmek istedim. Şimdi aklımda, çoktan
unuttuğumuz “bizim âlemler” vardı. Bir yanda atlısıyla
koşturan ve asla durmayan Oğuz Kağan, diğer yanda
alageyik peşinde koşan genç. Ergenekon’dan dağları
delip çıkan Türk beyleri, kurttan türeyen Türk... Hepsi
aynı anda hücum etti aklıma. Ayaklarım aklımın değil,
kalbimin sözünü dinledi. Birden kalktım masanın
başından. Aceleyle değiştirdim kıyafetlerimi ve
dedemden bana kalan o masalsı kütüphaneye gittim.
Dedem bu evi kitaplarını koymak için almıştı ve
uçmağa giderken bana bırakmıştı. Her odasında ondan
bir anı, her kitapta ondan bir izlenim vardı. Burası,
sahip olabileceğim en büyük mirastı ve benimdi artık.
Mirasımın içinde, dünyalara bedel bir miras vardı. O
da kitabımla birlikte bulduğum pusulaydı. Koşar adım
girdim, kitap kokularının beni mest ettiği
kütüphaneme. Beni fanusun dışındaki büyüye
ulaştıran kitabı, aldım kitaplıktaki yerinden. Pusulayı
ise boynumda bir madalyon gibi kullanıyorum artık.
İkisi ayrı yerlerde, başkalarının bilgisinden uzak
kalıyordu böylece. Sonuçta pusula olmadan kitap,
koca bir boşluktan ibaretti. Yazısız kitap kollarımın
arasında, oturdum dedemin okumalarını yaparken
oturduğu koltuğuna. Pusulayı yerleştirdim kitabın
kapağındaki oyuğa. Birden açıldı kitap ve döndü
yapraklar. Alageyik’i görmek istiyordum. Onu takip
edip kurtuluşuna şahit olmak istiyordum. Oldu da.
Sayfalar dönmekten vazgeçip durunca gördüm altın
varaklarla yazılmış Alageyik başlığını. Elimi gezdirir
gezdirmez kabartmalarda, buldum kendimi o büyülü
ormanda.
Gökyüzünün huzuruyla doldu içim. Yine
süzülüyordum gökyüzünde, rüzgarla birlikte.
Bulutların içinden geçiyor, özgürlüğün doruklarına
varıyordum. Özendiğim o kuşlardan biriydim yine.
Böyle oyalanırken gördüm top oynayan çocuğu.
Gizliden onu izleyen bir alageyik vardı ağaçların
ardında. Çocuk bıraktı topu. Acıkmıştı işte ve buldu
yerde bir erik. Onu gözleyen alageyik kaptı elinden
eriği. Er ya bu, yiyeceğini kaptırmak olur muydu hiç?
Düştü peşine alageyiğin bir ak doğana binip. Dağ taş
aştı alageyiğin peşinden. Her şey büyük bir hız içinde
durmadan gerçekleşiyordu. Rüzgarı aldım arkama ve
ancak öyle takip edebildim onu. Doğan şaşırdı yolunu
ve masalların meşhur Kafdağı’nı bile aştı. Güçlüğü
yenip görünenin arkasına ulaştı. Sonra doğan göle attı
genç çocuğu. Bu sırada bir kahkaha duydum ardımda.
Heyecanla çevirdim kafamı ve gördüm onu. Daha önce
defalarca fotoğraflarını gördüğüm büyük Türk aydını.
İşte şimdi karşımda duruyordu, Türk mitolojisini
yeniden canlandıran Ziya Gökalp. Kafasını eğerek
selam verdi bana ve parmağıyla işaret etti gölden
çıkmakta olan genci. Genç, bir büyük çöle çıktı gölden.
Adeta, vahanın içindeki rüyadan çöle uyanmıştı genç.
İşte o anda gördü alageyiği. Bu sefer yakaladı
ayağından. Geyik büyük bir sevince uğradı. Onu
yakaladığı için ödül verdi gence. “Dinlenme, durma.
Dağdan yürü, kırdan git. Altınköşk’e çabuk yit. Seni
bekler ezeli, orada dünya güzeli… Bin yıllık çile doldu!”
dedi ve gözden kayboldu geyik. Eriğin çiğliği peşinde
koşan genç, elmanın olgunluğuyla buluştu. Bir ısırıktan
sonra, çiğliğin ve gençliğin perdesi kalktı gözünden. Bir
büyülü âlem serildi gözlerinin önüne. Masalsı bir
dünyaydı burası. Aksakallı cüceler, korkunç devler,
cinler, kesik başlar ve melekler. Bir de baktı genç,
melekler devlerin elinde ve mutsuz bir şekilde ağlıyor.
Kendi yolunu umursamadan çıkardı kınından kılıcını ve
kurtardı onları. Her biri teşekkür etti bu ere. Gökalp,
“Bak yolundaki acizlere yardım ediyor. Böyle bir genç
nasıl adalet dolu. Hep ben demiyor. Yüce gönüllü. İşte
Türk milletinin yıllar yılı olduğu gibi.” dedi.
Gülümsedim bu haklı sözlerine.
Genç dağları aşıyor, durmuyordu,
yorulmuyordu ve devam ediyordu. Atunköşk çıktı
sonunda karşısına. İki kapısı vardı köşkün. Biri açıktı
belli ki yıllar yılı. Ötekiyse kapalı. Kapalı kapıyı açtı
genç, açık olanı kapattı. Gökalp dedi ki; “Bak bu,
başkalarının isteklerine kulak vermektir. Onların bin
yıllık özlemini giderdi.”. İçeri giren çocuk bir köpek ve
at gördü. Atın önünde et vardı, köpeğin önünde ot.
İkisi de ağlıyordu. Genç ite eti verdi ata otu. “Bak!”
dedi büyük düşünür Gökalp “İşte bu adalettir. Genç
nasıl da adaletli davranıyor.” Çocukluğumda defalarca
okuduğum hatta ezberlediğim destanını hiç
düşünmemiştim bu açıdan. Genç de bu sırada girdi
dev şahının odasına. Dev, koca tahtında uyuyordu.
Fırsat bu fırsat dedi kesti devin başını. Sonra sordu “Ey
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ifrit, hani nerede dünya güzeli?” Bir güzel ses duyuldu
tahtın ardından. “Elinde eli.” Ortaya çıktı güzel giyimli
bir Kırgız kızı. Meğer bizim Alageyik, büyünün
etkisindeki güzeller güzeli Kırgız kızıymış. Turan meleği
diye seslendi genç ona. İki ayrı Türk bir oldular. Turan
yoluna koyuldular. Dağları eritip kızı kurtarmaya
gelmişti genç. Tıpkı Ergenekon’daki gibi. Birlikte
çıktılar odadan. Köpeğin başını okşadılar. Gencin ot
verdiği ata atlayıp yola koyuldular. Dağ, tepe demeden
gittiler. Önlerine çıktı Demirkapı. Asırlardır açılmamış
kapıya “Açıl!” dediler açıldı. Ziya Gökalp dedi ki; “Bak
bu yüzyıllar sonra açılan Ergenekon’daki dağdır.” Yol
serilmişti önlerine. Burada bozkurt çıktı karşılarına.
Onları aldı, Kafdağı’ndan geçirdi ve Türk iline getirdi.
Böylece büyülü serüveni bitirdi.
Bembeyaz oldu her yer birden. Koskoca
aydınlıkta ben ve büyük düşünür Ziya Gökalp vardı.
Onu görmek şansını ancak böyle büyülü bir dünyada
yakalayabilirdim. Sordum ona; “Nasıl oldu bu olay?”.
Dedi; “Büyülü dünyanın sırrının sonu yok. Elinde
tuttuğun kitap ve pusula aynı zamanda benim elimde.
Türklüğü böylece döndürmeye çalıştım özüne. Şimdi
senden ricam, durma sen de gör öğren her şeyi. Özüne
dön de bir bak. Ne yapmış bu dedelerin.”. “Peki bir
daha görebilecek miyim sizi?” diye sordum. Nutkum
tutulmuştu heyecandan. İki dudağı üst üste gelmeyen
ben, dilsiz kesilmiştim adeta. “Kim bilir?” dedi. İçimde
yandı bir umut ışığı. Bu ışıkla kendimi serüvenden
önce oturduğum koltukta buldum.
Ben uçtum, ruh oldum. Alageyik kurtarıldı,
Turan oldu. Gökalp yazdı, destan oldu. Ben mest
olmuşken kalbim merakla doldu. Daha neler görecekti
bu gözler? Daha kimlere yol olmuştu bu pusula, bu
kitap?
Devam edecek…
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARAF
Beni, karşı ovadaki papatyalara sorun
Onlar anlatsın derdimin büyüklüğünü
Beni, kızıla çalan akşam güneşine sorun
Haykırsın dağlara özgürlüğümü
Beni, yoldaşım olan çiğ tanesine sorun
Anlatsın gün ışığındaki ibadetimi
Beni, hapsetttiğiniz prangalara sorun
Sorgulasın yelelerimin çektiği eziyeti
Sema Keser
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Baki kalan bu kubbede
bir hoş sada imiş” İle
Attila İlhan’ın “An gelir
Attila İlhan ölür” dizeleri
arasında bir fark yoktur.
Aradan dört yüzyıl
geçtiyse de kullandığı şiir
tekniği aynıdır.
Geçici olarak öğretmenlik yaptığım
okulda öğrencilerin sürekli olarak Cumhuriyet
dönemi Türk şiirini işlememi istemeleri bana
aşağıda anlatacağım bu satırları yazdırdı.
Eski şiir, kendine has özelliklerini
yenileşen Türk şiirine miras bırakmış ve ortaya
“Çağdaş Türk Şiiri” çıkmıştır. Ben, bu yazıda
sizlere bu miras hakkında bilgi
vermeye çalışacağım.
Türk şiiri, hepimizin
bildiği üzere zıt
düşüncelerden vücuda
gelmiş ve edebiyatımıza
zenginlik katmıştır. Divan
şiirine zıt giden Tanzimat
şairleri yine de bu edebiyatın
kendine has biçimsel
özelliklerini kullanmaktan geri
kalamamıştır. Çünkü şiir, bir miras işidir ve
altı yüzyıllık tarih, şairlere o kültürü aşılamıştır.
Tanzimat döneminde “Hürriyet Kasidesi” buna
en önemli örnektir. Edebiyat-ı Cedide
döneminde ise Tanzimat’a zıt gidilmiş ve
Tanzimat döneminden daha ağdalı dil
kullanarak, Divan şiirinin özelliklerinden biri
kullanılmıştır. Yine bu dönemde, Servet-i Fünun
şairleri tıpkı Divan şiirinde olduğu gibi var olan
kelimelere yeni anlamlar eklemiş ve Divan
şiirinde bikr-i mazmun denilen orijinal kelimeler
elde etmeye çalışmıştır.
Servet-i Funun’un ahenk
unsuru ile Divan şiirinin ahenk
unsuru aynıdır. Bu durum Fecr-i
Ati dönemine de miras kalır.
Milli edebiyatta ise
İslamiyetten önceki Türk
edebiyatının etkisini
görmekteyiz. Ziya Gökalp,
Ömer Seyfettin de tıpkı
İslamiyet öncesi Türk şiirinde
olduğu gibi milli vezni kullanmıştır.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde ilk
ayaklanma olan Garip akımında dahi eski Türk
şiirinden izler bulmak mümkündür. Gerek konu
gerekse işleyiş bakımından Türk şiirinden izler
vardır. Örneğin, Garipçilerin özelliklerinden biri
olarak söyleyebileceğimiz “folklorik unsurları
ESKİ TÜRK ŞİİRİNİN YENİ TÜRK ŞİİRİNE
BIRAKTIKLARI Mehmet Altınova
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
kullanmama”yı bu dönemin şairleri kendi
şiirlerinde uygulayamamışlardır. Çünkü bir
kültürün içinde yetişen şairin kendi kültürünü
şiire aktarmaması olanaksızdır. Ziya Gökalp’ın
“hars” adını verdiği kültür ögelerini şair
şiirlerinde kullanmış ve bu durum kendisinden
sonra gelen örneğin Garipçiler’den Orhan
Veli’ye miras kalmıştır. Sözgelimi “Yol
Türküleri” adlı şiirinde Türk kültürüne ait
unsurlar vardır. Bu kültür meselesini şiirde
kullanan en iyi şair sanıyorum ki Bedri Rahmi
Eyüboğlu’dur. Çünkü o, şiirlerinde Türk
kültürüne ait masalları son derece iyi adapte
ederek kullanmayı başarmıştır.
Eski Türk şiirinin Cumhuriyet Türk
şiirine etkileri bunlarla sınırlı değildir elbette.
Örneğin, şiirde takma ad olarak adlandırdığımız
mahlaslar da modern Türk şiirinde
kullanılmaktadır. Gerek gerçek adını şiirin son
mısraında kullanma gerekse kendi adından
başka yeni bir ad alıp şair kimliğinde bunu
kullanma şeklinde görürüz. Asıl adı Hikmet
Süreyya Kanıpak olan kişinin şairlikteki adı
Süreyya Berfe olduğu gibi. Bana göre,
Özellikle Cumhuriyet döneminde ikinci
Yeni şiirinde gördüğümüz yoğun anlatım, Divan
şiirinin ileriye bıraktığı mirastan başka bir şey
değildir. Nitekim, Divan şiirinde de parça
güzelliği ve iki mısrada çok şey anlatma özelliği
kendini İkinci Yeni şiirinde de gösterir. Böylece,
aslında iki şiirin aralarında bu bakımdan
birbirlerine benzer olduğunu söyleyebiliriz.
Sözgelimi Fuzuli’nin Su Kasidesi ile Cemal
Süraya’nın Üvercinka’sı yoğun anlatıma sahip,
açıklanmaya ya da eskilerin ifadesiyle şerh
edilmeye muhtaç şiirlerdir.
Divan şairlerinin mazmun adını
verdikleri özel kalıpları vardır. Örneğin,
sevgilinin kaşları keman, gamzesi ok, kirpikleri
mızraktır. Bunlar, şiiri güzelleştirmek ve az önce
de ifade ettiğim yoğun anlam katmak için
kullanılmış ve hala kullanılan kelimelerdir.
Mazmunlar, bu isimle adlandırılmasalar da Türk
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
şiiri içerisinde farklı dönemlerde kullanılmaya
devam etmiştir. Örneğin, “gül” kelimesi
sevgiliyi kasdediyorsa o aslında mazmundur.
Bunun dışında örneğin Yedi Meş’aleciler’in
kendilerinin “buluş” adını kattığı şey de
mazmundur. Bu yeni ifadeler Türk şiirinde
sıklıkla kullanılmış ve kullanılmaya devam
etmektedir. Bu durum da kuşkusuz Divan
şiirinin Yeni Türk Şiirine mirasıdır.
Bilindiği üzere şiir, söz sanatlarıyla
oluşur. Aslına bakacak olursak söz sanatları salt
şiir değil düz yazı için de geçerlidir. Fakat söz
sanatları kıyaslama yoluna gidecek olursak en
çok şiir üzerinde kendini gösterir. Bu bakımdan
İslamiyet öncesi Türk şiirinden, İslami dönem
Türk şiiri de dahil olmak üzere çağdaş Türk şiiri
de söz sanatlarını kullanarak kelimeleri
işlemiştir. Örneğin, İstifham-soru sorma-
sanatını İslamiyetten öncesi Türk şiirinden olan
Alp Er Tunga sagusunun ilk dizesinde, XVI.
Yüzyıl divan şairlerinden olan Fuzuli’nin su
redifli kasidesinin ikinci beyitinde, çağdaş Türk
şairlerinden olan İsmet Özel’in Yıkılma Sakın
adlı şiirinde görmekteyiz. Bu yüzden aslında söz
sanatları da İslamiyetten önce Türk
edebiyatının, Çağdaş Türk edebiyatına
mirasıdır.
Bu mirasların dışında doğrudan
aklımıza gelmeyen bir mirası daha satırlarımda
belirtmek istiyorum; günümüzün Türk şairleri
şiir kitaplarına adlar verirken Eski Türk şiirinden
ilham almışlardır. Örneğin, Ercan Yılmaz’ın,
“Nurusiyah”ı, Behçet Necatigil’in “Divançe”si
daha eskilere gidecek olursak Yahya Kemal’in
şiir kitaplarından olan “Eski Şiirin Rüzgarıyla”-
Bu kitabın adını N.Sami Banarlı vermiştir- bu
duruma örnek teşkil eder.
Sonuç olarak mümkün olduğu kadar
kısaca ele almaya çalıştığım bu yazıda siz
değerli okuyuculara ve öğrencilerime
günümüzün Türk şiirinin aslında geçmişten izler
taşıdığı yahut geçmişin gelenekleriyle devam
ettiğini açıklamaya çalıştım. “Değişerek devam
etmek, devam ederek değişmek.” sözü
sanıyorum ki Tanpınar’ın söylediği sözler
içerisinde Türk şiiri için söylenebileceklerin en
iyisidir.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İNTİZAR
Bu şehir neden sessiz, herkes uyuyor mu
Hiç kimse bu yangının farkında değil mi
Bu şehir sensiz de değil
Ama bu şehir neden sessiz
Damarlarımdaki sokaklarda beslediğim aşk tomurcukları
Hala uyuyorlar mı
Kan pıhtılarının altında kamufle mi olmuşlar
Yamalardaki yaraları da mı yolmuşlar
Bulmuşlar sanki şairin tesellisini
Nasıl dayanacak hecelerken ismini
Cebimde bir müsvedde olarak bekleyen intihar
Sen söyle, sevilmeyi hissedince
Sevmeyi unutmak mı var
Bozuk para gibi harcanan şiirlerle
Çekilir mi intizar
Ya sen
Sen söyle kırılmaya hazır cam kenarı
Ağlamayı da sen öğrettin ağlamamayı da
Otobüste bir rüya vardı
Sisler gitmişti yol açıktı
Şair yola çıktı
İnzivayı intizar etti
Ay ışığı bu gece ile bitti.
Muhammed Münzevi
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“ Edebiyat tarihine hevesli her
Türk genci, henüz inşâ
malzemesinden hiç biri hazır
bulunmayan bu büyük milli ve
ilmî âbide için, izah edilen
usuller dairesinde hiç olmazsa
birer taş getirmeye çalışmalıdır;
çünkü vücuda gelecek bu
muhteşem âbide, büyük ve şerefli
Türk milletinin asırlar boyunca
muhtelif muhitlerde geçirmiş
olduğu fikrî ve hissî safhaları ve o
muhtelif safhalarda kendini
gösteren Türk millî dehasının
vahdetini göstererek,
istikbaldeki nesilleri aynı vahdet
gayesine sevk edecektir. Türk
edebiyatı tarihçisi için bundan
daha asil ve mukaddes bir hedef
nasıl tasavvur olunabilir! ”
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ölümünün 50.
Yılında
MEHMET FUAD
KÖPRÜLÜ
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Vatan şairi Namık Kemal’in “Tarihini
bilmeyen milletler yok olmaya mahkûmdur.
”sözleri adeta Fuad Köprülü’nün edebiyat
camiasına geleceğini haber vermekteydi. Ve bu
düşünce ordinaryüs Köprülü’nün ilmi
çalışmalarında düstur bellediği bir düşünce
oldu. Köprülü Hoca’yı tanımadan evvel onun bu
iklime nasıl girdiğine şöyle bir göz atmak
gerekecektir…
Mehmet Fuad Köprülü, edebiyat
hayatına 1909’da Fecr-i Âtî ile katıldı. Bu
toplulukta şiirler yazdı ve şiirleri “Mehasin”,
“Tanin” ve “Servet-i Fünûn” da yayımlandı. Bu
yıllarda cereyan eden Milli Edebiyat” ve “Yeni
Lisan” akımlarına karşıydı. 1910’dan sonra
İstanbul’un çeşitli okullarında Türkçe ve
edebiyat okuttu, liselerin edebiyat programını
düzenledi. Ziya Gökalp çevresine girdikten
sonra Milli Edebiyat akımının görüşlerini
benimsedi, Türk tarihinin ilk dönemlerine
kadar indi, ilk Türk topluluklarının tarih ve
edebiyatlarını inceledi. 1913’te, Halit Ziya
Uşaklıgil’den boşalan İstanbul Darülfünunu
Türk edebiyatı tarihi müderrisliğine getirildi.
Aynı yıl Bilgi dergisinde Türk edebiyatının hangi
yöntemle incelenmesi gerektiğini tartışan “Türk
Edebiyatı Tarihinde Usul” adlı yazısı çıktı.
Ahmet Yesevi ve Yunus Emre
hakkındaki incelemelerini anlatan, ilk büyük
yapıtı olan Türk Edebiyatı’nda İlk
Mutasavvıflar kitabını yayımlandı. 1923’te
Edebiyat Fakültesi dekanı oldu, ''Türkiye Tarihi''
adlı kitabını çıkardı. 1925’te Türkiyat
Mecmuası’nı çıkarmaya başladı, ünü giderek
dünyaya yayıldı, birçok uluslararası kongreye
Türkiye temsilcisi olarak katıldı. 1928’de Türk
Tarih Encümeni Başkanlığına seçildi. 1931’de
Türk Hukuk Tarihi Mecmuası’nı çıkarmaya
başladı; 1932-1934 arasında Divan Edebiyatı
Antolojisi’ni çıkardı. 1933’te ordinaryüs
profesör oldu, İstanbul Üniversitesi’nde birkaç
kez dekanlık yaptı. 1934’te siyasete atılarak
Edebiyat Tarihinin Ordinaryusu:
MEHMET FUAD KÖPRÜLÜ
Beyza Özkan
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Köprülü’nün tarihçi
oluşundan gelen titiz,
gözlemci ve ciddi tavrı
onun edebiyatımız üzerine
daha sistemik bir şekilde
eğilmesini sağlamış ve
bugün kendisinden sonra
gelecek olan edebiyat
tarihi ekolünü açmıştır.
Kars milletvekili oldu. 1936-1941 arasında Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesi’yle Siyasal Bilgiler
Okulu’nda ders verdi. 1935’te, Paris’te Türk
Tetkikleri Merkezi’nde verdiği konferansların
toplamı olan Les Origines de L’Empire Otoman
(Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu) adlı
kitabı yayımlandı ve büyük yankı
uyandırdı. Heidelberg ve Atina Üniversiteleri ile
Sorbonne’da onursal doktorluk sanı verilen,
bilim kuruluşlarınca onur üyeliğine seçilen
Köprülü 1941’den sonra İslam Ansiklopedisi’nin
yayımına katıldı.
Bu verdiklerimizden hareketle Köprülü
hakkında genel bir bilgi sahibi olduktan sonra
onunla ilgili asıl konuya geçmekte
yarar vardır, diyerek Fuad
Köprülü’nün yazmış olduğu
edebiyat tarihlerinden
ve araştırmalarından
bahsedeceğim.
Bundan evvel
edebiyat tarihi nedir,
nasıl hazırlanır,
edebiyat tarihçisinin
edebiyat tarihi
hazırlarken takınacağı
tavır nasıl olmalıdır gibi
konulara değineceğim.
Edebiyat tarihi, edebiyat ile tarih
arasında bir yerde duran, tarihten ziyade
edebiyatla ilgilenen; edebiyat verimlerinin,
edebiyatçıların tarih içinde bir yere
oturtulmasını sağlayan, aynı zamanda bir
“sanat” olan edebiyat biliminin bir koludur.
Edebiyat tarihi hazırlamak sözlük hazırlamak,
antoloji hazırlamak, ansiklopedi hazırlamak
kadar ciddi ve dikkat isteyen bir iştir. Ciddiyet
ve dikkatin yanında yüksek bir gözlem ister.
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi isimli
eserinde edebiyat tarihini şu şekilde
tanımlamaktadır:
“Edebiyat tarihi, umumiyetle tarihin -
daha açık bir ifade ile – medeniyet tarihinin en
mühim bir kısmıdır. Bir milletin uzun asırlar
esnasında geçirdiği fikri ve hissi gelişmeyi
belirten bütün kalem mahsullerini tetkik ile,
onun manevi hayatını, gerçekte olduğu gibi
tasvire çalışır. Bir milletin edebiyatı, milli ruhu
ve milli hayatı göstermek için en samimi bir
ayna sayılabilir. (...) Şu halde edebiyat tarihi, bir
milletin manevi ve maddi gelişmesini edebi
eserlerin menşûru arkasından gören ve
gösteren canlı bu tarih şubesidir.” 1.
Ordinaryüs Köprülü’nün dediği gibi
edebiyat tarihi, içine alacağı malzemeleri
“olduğu gibi “ almaya dikkat etmelidir. Zira
edebiyat tarihi tarafsız olmalıdır fakat
her edebiyat tarihi, yazarından
izler taşır. Bu nedenle edebiyat
tarihleri tarafsızlık
konusunda ince bir çizgide
durur.
Köprülü, eserine
edebiyat tarihinin tanımını
yaparak başladıktan sonra,
“diğer tarih şubeleri ile
münasebetleri” başlığı adı
altında edebiyat tarihinin dil ve
tarih üzerine bina edilmeden vücuda
getirilmeyeceğini, şair ve düşünürlerin yani
mütefekkirlerin hâl tercümelerini sıralayan
eserlerin “Edebiyat tarihi” olarak telakki
edilemeyeceğini söylemektedir. Eserinin
“büyük sanatkarlar ve şaheserler” bölümünde,
yukarıda sözünü ettiğim hâl tercümeleri ile
edebiyat tarihleri arasında “usul” ve “gaye”
farkının olduğunu söyleyerek eserinde takip
ettiği metodu bizlere söylemektedir. Zira bir
edebiyat tarihçisi, yazdığı tarihte takip edeceği
metodu bütün bir eser boyunca korumalıdır.
Köprülü de bu vazifesini ifa etmiş bir tarihçidir.
Nitekim onu izleyen “Edebiyat tarihi ve edebi
1 KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, s.1, Ötüken
Yayınları, 1980
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
tenkid” adını taşıyan bölümde edebi eserleri
incelemede kullandığı yöntemin ilkinin “âfâkî”
yani objektif, diğer yöntemin de “subjektif”
yani tenkitçi görüş olduğudur.
Edebiyat tarihleri, bünyelerinde pek
çok şeyi barındırır. Metin tahlili, tenkidi,
mukayeseli edebiyat, araştırma, inceleme vs.
Fuat Köprülü de bu de detayın farkındadır:
“Edebiyat tarihçisi, vazifesini her ne kadar
tarafsızlıkla yapmak isterse istesin, kendi
zamanı hakkındaki görüşlerinde nihayet bir
ciddi “münekkid” vaziyetindedir. “ 2
Köprülü’den vermiş olduğum bu
demeç, az evvel sözünü ettiğim tarafsızlık
konusunu somutlaştırmış olacağı gibi
bahsettiğimiz yargıyı destekler niteliktedir.
“Zümre Edebiyatları” bölümünde ise
Köprülü’nün edebiyat tarihinin derin yapılarda
hissedilen hatta yüzey yapıda da fark
edebildiğimiz bilimlerle ilişkisini
görebilmekteyiz. Bir edebiyat tarihinin,
edebiyat biliminin kollarıyla yani -tenkid,
mukayeseli edebiyat, edebiyat sosyolojisi vs.-
ilişkisi söz konusu olmalıdır. Bunun yanında
sosyoloji, psikoloji gibi pozitif bilimler de
edebiyat tarihinin sahasında yer almaktadır. Bu
bölümde Köprülü, çevrelerde görülen zevklerin,
duyuşların edebiyatımızın çehresini ne
derecede etkileyebileceğini kaydetmekle
birlikte Arap-Acem edebiyatının taşra kasabada
nasıl karşılanacağını gözler önüne sererek
edebiyat tarihinin sosyoloji ve halkiyat ile olan
ilişkisini derin yapıda da olsa hissettirmektedir.
Köprülü, “Edebiyat Tarihimizin
Meçhullüğü ve Bunun Sebepleri” bölümünde
ise edebiyatımızın sistemli bir şekilde
kaydedilemediğinden, “tezkire “ ve “hâl
tercümeleri” nin bir “Edebiyat tarihi” olarak
telakki edilmesinden ötürü edebiyat tarihimizin
2 KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e , s. 3
hazırlanırken usul ve gayeden yani amacının ve
yönteminin olmamasından dem vurmaktadır.
Buradan da şu sonuç çok rahat çıkarılabilir;
edebiyat tarihleri hazırlanırken bir amaç ve
yöntem doğrultusunda hazırlanmalıdır.
Edebiyat tarihleriyle ilgili birçok özelliğin
yanında bir de şu vardır ki önemlidir: “Tarihi
icablara riayet”3 . Bu doğrultuda Türk tarihini
bağlantılı oldukları toplumsal kurumlar
açısından üç devirde incelemiştir:
1. İslamiyetten evvel Türk edebiyatı
2. İslam medeniyeti tesiri altında Türk
Edebiyatı
3. Avrupa medeniyeti tesiri altındaki Türk
edebiyatı
Bugün edebiyat derslerinde bu sınıflandırma
kullanılmaktadır. Eserinin bu kısmında da
inceleme yöntemini şu şekilde açıklamaktadır:
“Birbirinden tamamen ayrı ve çok bariz
seciyelere malik olan bu üç büyük devrede,
3 KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e, s. 5
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
çeşitli lehçeler edebiyatlarını, ayrı ayrı ve
“takvimî” bir sıra takip ederek gelişim
tarihlerine göre -umumi medeniyet tarihi
çerçevesi içinde vermeye çalıştık. Büyük edebi
şahsiyetler yahud bazı büyük tarihi cereyanlara
göre yaptığımız ikinci derecedeki taksimde de -
son derecede- indi bölünmelerden uzak
kalmaya, tarihi icaplara uymaya gayret ettik.
Keza, çeşitli lehçeler edebiyatları dahilinde
hususi bir gelişme hattı takip eden bazı zümre
edebiyatlarını da yine takvimi sıraya göre göz
önüne aldık ve edebiyatın umumi tekamülü
arasında onun hususi gelişme hattını da
müstakil olarak göstermek istedik. “ 4
Köprülü’nün “Edebiyat Araştırmaları” ,
günümüzde derlenip toparlanmış ve kitap
haline getirilmiştir. Edebiyat üzerine yaptığı
araştırmalar tıpkı hazırladığı edebiyat tarihleri,
Osmanlı tarihi ve hukuk tarihi gibi ciddi ve
titizdir. Bir tanesinden söz ederek ömrüne
sığmayan ordinaryüsle ilgili söyleyeceklerimi
sonlandıracağım.
İlk basımı 1966 yılında, müellifinin
vefatından az önce yapılan eserin yayınlanma
serüveni Fuad Köprülü’den öğrendiğimize göre
Türk Tarih Kurumu Yeni Çağ Kolu’nun 22 Kasım
1958 tarihindeki toplantısında aldığı “dağınık
ilmî makalelerin külliyat halinde basılması”
kararı ile başlamıştır. Bu kararın ardından
makaleleri üzerinde uzun uzun çalışma yapan
Köprülü, dört ana kısma1 ayırdığı
çalışmalarından oluşacak külliyatın ilkini
Edebiyat Tarihi olarak hazırlamıştır. Bu kararı
alırken ilk çalışmalarının bu alanda olmasının
etkili olduğunu ifade eden Köprülü, durumu
şöyle izah eder: “Evet, mademki ilk
araştırmalarım Türk edebiyatı sahasında idi ve
bu, hayatım boyunca da tetkiki zaruri diğer
yardımcı sahalar yanında esas olarak kalma
mevkiini kaybetmemişti, o halde işe bunlardan
4 KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e, s.5
başlamak doğru olacaktı!” (s. 20)
11 kısma ayrılan eser “Türk Edebiyatı
Tarihinde Usul” adlı makale ile başlamaktadır.
Sonra sırası ile “Türk Edebiyatının Menşe’i,
Ozan, Bahşı, V-XVI. Asırlarda Türk Şairleri, Saz
Şairleri: Dün ve Bugün, Türk Edebiyatında Âşık
Tarzının Menşe’i ve Tekamülü, Türk
Edebiyatının Ermeni Edebiyatı Üzerindeki
Tesirleri, Milli Edebiyat Cereyanının İlk
Mübeşşirleri, Aruz, Türklerde Halk
Hikâyeciliğine Ait Maddeler” başlıklı yazılar yer
almaktadır. Eser sonunda oldukça geniş bir
umumi indeks de bulunmaktadır.5
Fuad Köprülü’nün tarihçi oluşundan
gelen titiz, gözlemci ve ciddi tavrı onun
edebiyatımız üzerine daha sistemik bir şekilde
eğilmesini sağlamış ve bugün kendisinden
sonra gelecek olan edebiyat tarihi ekolünü
açmıştır. Edebiyatımızı en eski dönemlere
kadar inceleyişi, en eski dönemlerin
edebiyatına ayna tutuşu onun sistemli
dikkatinin bir timsali durumundadır. Yazdığı
Edebiyat Tarihi ile Ahmet Hamdi Tanpınar’a,
Nihat Sami Banarlı’ya ve edebiyat tarihi yazan
nice edebiyat tarihçilerine ışık tutmuştur.
Edebiyatımızın daha da sistemli ve
daha da yüksek bir disiplinle inceleneceği
dileğiyle değerli ordinaryüse rahmetle selam
olsun diyoruz.
5 http://www.yenimakale.com/mehmed-fuad-koprulu-edebiyat-
arastirmalari-1.html
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Geçtiğimiz yıl Tevfik Fikret’e özel
hazırladığımız Ağustos sayımızda, “Aşiyan’ın
Yalnızlığı” başlıklı yazıma; “…O bir tezatlar
şairiydi ve onu açıklamaya sadece iki kelime
kâfiydi: Tevfik Fikret” diyerek başlamıştım.
Yaklaşık bir yıl geçti. Bu sefer Haziran sayımızı
Ölümünün 50. Yıl dönümünde büyük ilim
insanı Fuad Köprülü’ye ayırmaya karar verdik.
Köprülü Hoca’yı hangi yönüyle ele alsam, neyi
yazsam, nasıl anlatsam diye düşünürken
kütüphanemden Köprülü’den Seçmeler1
kitabını alıp incelemeye başladım. Fuad
Köprülü’nün Turan, Akşam, İkdam, Vatan,
Cumhuriyet gibi gazetelerde; Hayat ve Ülkü
gibi mecmualarda yayınlanan yazılarının bir
kısmının bir araya getirilmesinden oluşan
kitapta yazarın pek çok alandaki çeşitli
düşüncelerini okuyabiliyorsunuz. İçindekilere
göz atarken dikkatimi çeken ilk başlık “Tevfik
Fikret’e Dair” başlıklı yazı oldu. Ve yazarın da
Fikret’i bir zıtlıklar şairi olarak ele aldığını, hatta
kıyasıya eleştirdiğini, kimi yerlerdeyse eski
fikirlerinden vazgeçtiğini gördüm. Gördüm ve
şimdiye kadar, üstelik Fikret üzerine sayfalarca
okuduğunu düşünen(?) biri olarak Köprülü
Hoca’nın görüşlerinden bîhaber olmaktan
utandım.
Türk ilim ve tefekkür dünyasının önde
gelen isimlerinden Fuat Köprülü XX. yüzyılın ilk
yarısına her yönüyle damgasını vurmuş bir ilim
adamı. Tarihten edebiyata, sosyolojiden
hukuka pek çok sahada bilgi sahibi bir
ordinaryüs. Edebiyatı da toplum yapısıyla iç içe
araştıran Köprülü için bir zamanlar kendisinin
de yazarı olduğu hatta beyannamesine imza
attığı Servet-i Fünun mecmuası oldukça önemli.
“Servet-i Fünûn’da yayınladığı pek çok şiirinin
1 Orhan F. Köprülü, Köprülüden Seçmeler, MEB Yayınları, İstanbul
1990
yanı sıra Fecr-i Âtî topluluğunun açıkladığı
amaçlar doğrultusunda birçok batılı şair ve
yazar hakkında makaleler de neşreden”2
Köprülü Türk şiirinin de en önemli isimlerinden
biriyle ilgili yazılar kaleme almış. “Türk
edebiyatı tarihinde mizaç, karakter, ahlâk ve
hayat felsefesi üzerinde en çok konuşulmuş ve
münakaşa edilmiş bir şahsiyet”3 olan Tevfik
Fikret.
“Türk Edebiyatı’nın başlangıç
dönemlerine dair orijinal pek çok tespitte
bulunan Köprülü, Servet-i Fünun edebiyatının
ötesinde Türk edebiyatının söylemleri
bakımından en kompleks şairi üzerine önemli
2 Abdülkerim Asılsoy,“Türk Modernleşmesi Öncülerinden: Fuat
Köprülü Hayatı, Eserleri ve Fikirleri”, M.Ü., Türkiyat Arş. Ens., Doktora Tezi, İstanbul 2008 3 Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret (Devir,Şahsiyet, Eser), Dergah
Yayınları
Aşiyan’a Uzanan Köprü Ayşe Bengisu AKDAĞ
Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Üzerine Düşünceleri
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Köprülü’nün eleştirileri
Fikret’le farklı siyasi
görüşlerde olmalarından
kaynaklanmaktadır ve
genel olarak Fikret
üzerindeki sanat
düşüncelerini belirleyen de
hep bu ayrılık olmuştur.
bir çalışma yapmıştır.” 4Köprülü, Fikret’in
şiirleri hakkındaki görüşlerini, Servet-i Fünun’da
yazdığı dönemlerden daha sonra, fikirleri
değiştikçe ve Fikret vefat ettikten sonra kaleme
almış. Köprülü’nün bu düşüncelerini şairin
ölüm yıldönümü dolayısıyla yazdığı “Tevfik
Fikret’e Dair” başlıklı kısa makalesinin yanında,
Haluk’un Defteri üzerine Servet‐i Fünun’da
yayımladığı üç makaleden ve Tevfik Fikret ve
Ahlakı adlı küçük boyutlu bir kitaptan
öğreniyoruz.
Köprülü, Tevfik Fikret ve Ahlakı adlı
kitabında şairi, şiirleri dışında, farklı bir açıdan
eleştirir. “Özellikle savaş yıllarının buhran
günlerinde, Tevfik Fikret’in gençler nezdinde bir
“ahlak mürşidi” ve “fazilet heykeli” haline
geldiğini belirten Köprülü, bu övgü
dolu ifadelerine rağmen, şairin
yaydığı ahlaki görüşlerin,
Türk milliyetperverleri
için uygun olmadığını
da vurgular.”5 Ancak,
daha sonraki “Tevfik
Fikret’e Dair” yazısında
bu eleştirisini geri alır
ve şairin fikirlerindeki
bazı kusurlara rağmen
ahlaki büyüklüğünün kabul
edilmesi gerektiğini söyler.
Köprülü’nün bu eleştirileri şüphesiz
Fikret’le aralarındaki farklı siyasi görüşlerde
olmalarından kaynaklanmaktadır ve genel
olarak Fikret üzerine sanat düşüncelerini
belirleyen de hep bu ayrılık olmuştur.
Fuad Köprülü’ye göre, Tevfik Fikret,
şiirlerinde, birbirleriyle uzlaşması mümkün
olmayacak ölçüde çelişkili fikirler öne sürmüş
ve özellikle de kendisini farklı ruh halleri içinde
ifade etmiştir. Bazı araştırmacılara göreyse,
şiirlerde şairin kendisini aramak ve farklı şiirlere
4 Fatih Arslan, “Tevfik Fikret Evreninde Gözden Kaçan Bir Küçük
Kitap: Fuad Köprülü’nün ‘Tevfik Fikret ve Ahlakı’” Turkish Studies, Volume 7/4, Fall 2012, p. 783-798 5 Alphan Akgül, “Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Eleştirileri”,
Karadeniz Araştırmaları, Kış, 2013, Sayı 36, s. 277--‐286
göre şairin zıt davranışlar içinde olduğunu
belirtmek yanlıştır. Bu görüşe göre “edebiyat
eleştirisinde, yazar, ele alınan metin, ister
düzyazı ister şiir olsun, bir tasarımcı olarak
kabul edilir. Oysa şiirde konuşan kişi, şairin o
şiir için tasarladığı kurgusal bir kimlik, yani
yazardan farklı bir persona olarak tanımlanır”6.
Ancak söz konusu Fikret olduğunda,
şiirlerindekinin kendisinden başkası olduğunu
düşünmek olası mıdır? Bu tanımla bir
genelleme yapmak doğru mudur? - Bu soruları
burada kesip Fuad Köprülü’ye dönmek
istiyorum, yoksa kalemim Köprülü’den çıkıp
yine Fikret’in derinliklerinde bulacak kendini :)
Bu soruların cevapları ayrı bir yazının konusu
olarak beklesin.
Fuad Köprülü’nün şairle ilgili
görüşlerine geri dönersek, yazar
şairin gelgitli ruh hallerini
şiirlerinden örneklerle
açıklar. Şairin Rübab-ı
Şikeste’deki üslubunu terk
edip bir başka üsluba
geçmesini, bir “istihale-i
ruhiye” olarak yorumlar.
Bu konuyu şairin,
düşüncelerinin zamanla
değişmesi olarak değil, ruh
halinin, psikolojisinin değişmesine
bağlar. Ondaki değişimi bir “tekamül”
olarak görmez ve bu değişimi şu şekilde izah
eder:
“Çünkü, Rübab-ı Şikeste şairi, eskiden
beri muntazam ve mütevazin bir cümle-i efkara
sahip olamamıştır. Onun bütün şiirlerini
okuyunuz! Hayat ve insaniyet hakkında, gaye--
‐yi mevcudiyet hakkında nasıl tarz‐ı telakkiler
perverde ettiğini “nikbin” mi yoksa “bedbin” mi
olduğunu asla―kat‘i bir
surette―anlayamazsınız.”
Köprülü’ye göre, Tevfik Fikret, sabit bir
ruh haline ve fikri bütünlüğe sahip değildir ve
6 Alphan Akgül, agm
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Köprülü, Fikret’in “iyimser”
olmaya çalışırken,
“kötümserliği”ni
bastırdığını, oysa
“kötümser” hislerinin,
zaman zaman gayr‐i ihtiyari
ortaya çıktığını söyler.
bu nedenle şairin “iyimser” mi yoksa
“kötümser” mi olduğu kesin bir şekilde
belirlenemez.7
Köprülü, Tevfik Fikret’in şiirlerinde fikri
bir bütünlük olmadığını Haluk’un Defteri
bağlamında da dile getirir. Yazar, bu kez, şair ile
eseri arasında bir fikri tutarsızlık olduğunu öne
sürer. Yani Tevfik Fikret’in şiirlerinde fikri
bütünlük olmadığı gibi, kendi şahsiyeti ile
şiirleri arasında da fikri bütünlük yoktur:
“Kemal‐i samimiyetle itiraf ediyorum ki
Haluk’un Defteri’ndeki efkar ve hissiyat hiçbir
vakit Fikret Bey’in efkar ve hissiyat‐ı samimiyesi
değildir”8
Yani buradan anlayacağımız; Köprülü,
Tevfik Fikret’in, “iyimser” olmadığı halde,
gençlere “iyimserlik” aşılamasını, şairin samimi
fikirlerini saklaması olarak görüyor. Bu noktada
Köprülü Hoca’nın bu düşüncesi doğru olsa dahi,
eleştirilecek bir konu mudur bilemiyorum.
Mehmed Akif’i düşünüyorum. Akif de
Anadolu’ya bakıyordu, vatana, toprağa,
gençlere bakıyordu ve üzülüyordu, endişe
duyuyordu, hatta korkuyordu belki
ama “Korkma” diyordu. Bunu
demeye mecburdu halka yol
gösteren bir aydın
mütefekkir olarak.
Fuad Köprülü
Fikret’e bu açıdan
yaklaşmanın üzerine
gitmiştir. Köprülü, Tevfik :
“Madem ki Tevfik
Fikret Bey, bu kadar nikbindir, o
halde Haluk’un Defteri’nde sık sık
tesadüf edilen sadalar kimin enfas‐ı samimisi
veya caliyetidir [yapmacıklığıdır]. Yok eğer bu
bedbin terennümler Fikret Bey’in kendi enfas-ı
samimiye‐i sanatı, evvelce yazdığım gibi
“saklamak istediği bedbinliğinin gayr‐i ihtiyari
7 Alphan Akgül, agm
8 Köprülü, “Haluk'un Defteri Münasebetiyle”, 1911, s. 198
tezahürat-ı maraziyesi ise” o halde sadedilane
denilecek kadar nikbinane olan şiirleri sahte ve
gayr‐i samimidir. Görülüyor ki herhangi surette
kabul olunursa olunsun, Fikret Bey’in efkar ve
hissiyatındaki caliyetin teslimi
zaruridir.”
Köprülü Hoca’nın
Tevfik Fikret’in
tutarsızlığı, şiirlerinde
çelişkiler olduğu
yönündeki düşünceleri
başka örneklerle diğer
yazılarında da devam
eder. Bu çelişki olduğu
düşüncesi doğru mudur?
Doğruysa da kusur mudur?
Türk şiirinde adeta trajedi
yaşamaya gönüllü olan Fikret;
değişim, yozlaşma, çelişki ve tutarsızlık
dünyasına sahip olsa da bunları şiirlerinde
yumuşatmaya çalışan samimi bir şairdir.
“Uğradığı sosyal, psikolojik, fiziksel ve statü
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bağlamındaki travmalarını mısralarına bütün
içtenliğiyle aktarmıştır.”9
Fuad Köprülü Tevfik Fikret’e ahlak ve
zıtlıklar açısından iki açıdan eleştiriler
getirmiştir. Ancak her ne kadar faklı
düşüncelere sahip olsa da zamanla
eleştirilerinin dozunu indirmiştir. Bu eleştirileri
yaparken yeri geldiğinde onun için “Fikret tam
bir sanatkar tahaddüsüyle Osmanlı nazmının
nasıl şekiller alması lazım geldiğini duyuyor,(…)
nazım lisanına yeni bir ses koyuyordu.”
açıklamalarında da bulunmuştur. Ve “Tevfik
Fikret’e Dair” yazısını şu satırlarla bitirmiştir:
“Fikirlerinde yanlış ve kusurlu
göreceğimiz birçok noktalar görünmesine
rağmen, ahlaki büyüklüğünü bilhassa ş u son
senelerin yarattığı meşum ahlak bozgunu
esnasında her zamandan daha fazla takdis
mecburiyetindeyiz.”
Ölüm yıldönümlerinde Köprülü Hoca’ya
ve Tevfik Fikret’e, rahmetle…
9 Fatih Arslan, agm.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Köprülü, Tarikatların
kendilerine mahsus bir
edebiyatlarının ve
musikilerinin mevcut
olduğunu, bu şairlerin aruzu
kusurlu kullandıkları halde
milli vezni ve milli şekilleri
tamamen Türk zevkine uygun
kullandıklarını belirtmiştir.
Mehmet Fuad Köprülü, Türk
edebiyatının önemli alanlarında gerek kendi
döneminde gerekse bugün adından övgüyle
bahsedilen çok kıymetli eserler vücuda
getirmiştir. Onun araştırma kollarının geniş bir
sahaya yayılması Türk medeniyetini bir bütün
halinde inceleme gayretinden
gelmektedir. Bunun yanı sıra
kendi lisanını, edebiyatını,
tarih ve coğrafyasını -en
azından genel hatlarıyla-
bilmeyen bir adamın
milletine faydalı
olamayacağı düşüncesi
onu çalıştığı konularda
üstün seviyede başarılı
kılmıştır.
Köprülü’nün
araştırmalarını yönelttiği ve
aydınlattığı alanlardan biri de
İslamiyet’in eski hars unsurlarımızla
kaynaşmasından meydana gelen ve Arap, Acem
yahut Avrupa edebiyatlarında benzerine
rastlanmayan tekke edebiyatımızdır. Bir gazete
yazısında tarikatların kendilerine mahsus bir
edebiyatlarının ve musikilerinin mevcut
olduğunu, bu şairlerin aruzu kusurlu
kullandıkları halde milli vezni ve milli şekilleri
tamamen Türk zevkine uygun kullandıklarını
belirterek bu alanda çeşitli makaleler yazmıştır.
Zamanın raflarında tozlanan tekke
edebiyatımızın aslen dipdiri ve yetkin
yapısının pasının silinmesi ve ona
gereken kıymetin gösterilmesi
gerektiği görüşündedir.
Köprülü, halk
edebiyatını öz Türk
Kültürü’nün temeli
saydığından âşık tarzı,
tasavvuf ve tekke edebiyatı
vb. konularda ve başlıca
temsilcilerinin biyografileri
üzerinde çalışmalar
yapmıştır.Tekke edebiyatımızı
derinlemesine inceleme çabası onu
13.yy’a, ta Yunus Emre’ye kadar götürmüştür.
Türk Yurdu Dergisi’nde yayımlanan Yunus Emre
makalesinde ve ardından yazdığı Yunus Emre:
Asarı makalesinde Yunus Emre’nin hayatını,
vefatını, mezarı hakkında bilgileri okuyucu ile
KÖPRÜLÜ ve TEKKE EDEBİYATI
Çalışmalarına Dair
Hatice TÜRK
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Fuad Köprülü,
“Kadim” olanla
“yeni” olanı, güçlü
bir sentez içinde
inşa edebildi.
paylaşmış; onun Risaletü’n Nushiyye’si
üzerinde durarak “bizim Yunus”un halk
edebiyatı üzerindeki derin etkilerinden söz
etmiştir. Yine 13.yy’da yaşadığını tespit
ettiği Said Emre isimli şairimizi ilim alemine
tanıtmış ve onun Yunus Emre’den
etkilenen en eski şairlerimizden biri olduğu
kanaatine varmıştır. Bir yıl sonra ise Hoca
Ahmet Yesevi, Çağatay ve Osmanlı
Edebiyatları Üzerindeki Tesiri adlı
araştırmasını yayımlayarak Orta Asya ve
Anadolu Türklerinin ortak bir edebiyatları
olduğu tezini savunmuştur. Makalede
Yesevi’nin tarikatı ve dervişleri hakkında
bilgiler verir. Aynı yıl Süleyman Fakih,
Mevlid-i Şerif başlıklı gazete yazısında
devrin tasavvufi anlayışını yansıtan
mevlidin Türk halkı için öneminden
bahseder. Tekke edebiyatımızın eser
yönünden olmasa bile fikir yönünden
etkilendiği önemli kişilerinden biri olan
Hacı Bektaş-ı Veli’yi de Bektaşiliğin
Menşe’leri ve Mısır’da Bektaşilik
makaleleriyle tanıtmıştır.
Nihayet “İslamiyet’ten sonraki Türk
edebiyatında milli ruhu ve milli zevki
anlayabilmek için en çok incelenmeye layık bir
devir, halk lisanını ve halk veznini
kullanmak suretiyle geniş bir
kitleye hitap etmiş eserleri
asırlarca yaşamış büyük
mutasavvıflar devridir.”
diyerek görüşlerinin
somut bir delili olan,
yayımlandığı döneme
kadar yazdığı tasavvufla
ilgili araştırma ve
makalelerinden teşekkül “Avrupa
ilim alemine ilk temasım” diye nitelediği
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabını
hazırlamıştır. Ona göre eski zamanlarda Acem,
Tanzimat’tan sonra ise Avrupa tesiri altında
unutulan şahsiyetimiz, yani halk ile ilgili her şey
gibi tekke ve tasavvuf edebiyatımız da ihmal
edilmiştir. Bu ihmal, Türk edebiyatı tarihinin de
mükemmel bir şekilde yazımını engellemiştir.
Köprülüye göre Türk edebiyatı tarihimiz,
Türklerde tasavvuf ve tarikatların
incelenmesiyle tamam olacaktır ki
sözünü ettiğimiz eseri tam da bu
görüşlerinin bir ürünüdür.
Köprülü, iki kısma
ayırdığı bu eserinde İslamiyet
öncesi Türk edebiyatından
Ahmet Yesevi’ye kadarki
dönemde Türkler arasında
İslamiyet’in ve tasavvufun yayılışını,
sonrasında Ahmet Yesevi’nin menkıbevi
hayatını, halifelerini ve takipçilerini anlatarak
Doğu Türklerinde tekke edebiyatının tarihi
hakkında bilgi vermiş olur. Tekke edebiyatının
Batı Türklerindeki oluşum ve gelişimi,
Anadolu’nun manevi ve edebi hayatı hakkında
da bilgi vererek eseri sonlandırır.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar
yalnızca içeriği ile değil, konularının ele alınış
tarzıyla da yerli ve yabancı pek çok ilim insanını
hayrette bırakır. Jul Nemeth, “Köprülüzade bu
müşkil sahada öyle bir rehber vücuda
getirmiştir ki bu rehber birçok meseleyi
hallettiği gibi ileride yapılacak araştırmaları da
son derece kolaylaştıracaktır.” sözleriyle eserin
üstlendiği misyonu belirterek eserin yetersiz
bilgileri tamamlaması yönünden Avrupa
üniversitelerinde öğretilenleri aratmayacak
düzeyde yapısını takdir etmiştir.
Köprülü, hazırladığı bu mühim eserin
yanında tekke edebiyatı alanında yapılan
çalışmaların yalnız tasavvuf tarihini değil
tümüyle Türk tarihini alakadar ettiğini savunur
ve bu alanda yapılan çalışmaları da destekler,
onları büyük boşlukları doldurmaları yönünden
takdire şayan bulur.
Sonuç olarak; Fuat Köprülü edindiği
birikimi kendinden sonra gelen Cumhuriyet
nesline de başarıyla intikal ettirebildi. Hem
geleneksel “ilim” anlayışını hem de fen
ilimlerini içeren “bilim” anlayışını birlikte görme
fırsatını yakaladı; dolayısıyla “kadim” olanla
“yeni” olanı, güçlü bir sentez içinde inşa
edebildi.
İlmi çalışmalarında Türk medeniyetinin
her alanına ilgi duymuş olan Fuad Köprülü;
yorulmak bilmeyen şahsiyetiyle, geride bıraktığı
1500’ü aşkın pek çok türde ve formda eseriyle
ardından gelen nesle örnek olmuş, yöntem
tarifleriyle yolları aydınlatmıştır.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Memleketimizde ilmin lüzum ve faydaları,
şimdiye kadar, yalnız şekli bir surette anlaşılmış
ve hiçbir zaman o ihtiyaç hakiki bir surette
hissedilmemiştir. Halbuki bugün milliyetin feyiz
veren ve hayatla dolu cereyanı bizde de bir ilim
ihtiyacı doğurdu ki yarın bundan fikri bir hayat
uyanması ümit olunur ve muhakkaktır. Bugün
mefkûreci Türk genci görüyor ve duyuyor ki
asrımız milliyet asrıdır; fakat aynı zamanda şuna
da kanidir ki milliyetperverlik telakkisi menfi bir
histen ibaret kalamaz. İnsan milliyetperver
olabilmek için evvelâ kendi milliyetinin neden
ibaret olduğunu, yani tarihini, coğrafyasını,
içtimâiyatını, lisan ve edebiyatını bilmelidir.
Fuad KÖPRÜLÜ
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yazarken kelimeleri hep titizlikle
seçmeye çalışırım ama bu defa bir başka
heyecan var. Yalnız ben de değil kelimeler de
bir o kadar tereddüt içinde. Hele cümleler,
kurulurken bir yanlışlık yapmaktan korkar
gibiler. Haklılar elbet, Türk Edebiyatı’nı
araştırmak ve geliştirmek için hayatı boyunca
çabalayan durmadan çalışıp üreten nice
hocalar yetiştiren büyük hocayı anlatmak kolay
olmayacak. Elbet yolun da henüz çok
başındayım daha aşacağım çok yol var Türk
Dili’nin sonsuz vadisinde. Bu vadide bizlere yol
açan Fuad Köprülü hoca için birkaç kelam
etmeye çalışacağım izninizle.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
öğrencilerinin birinci sınıftan başlayarak mezun
oldukları güne kadar adını hep duyacakları ve
yaptığı çalışmaları temel kaynak olarak
alacakları hocayı anlamak çalışmayı
gerektiriyor. Ben, Fuad Köprülü Hocanın
“Terazinin bir kefesine Dede Korkut’u koysalar
diğer kefesine ise yapılan bütün halk edebiyatı
çalışmalarını koysalar yine de Dede Korkut
Hikayeleri ağır basar.” sözünü okuduğumda
diğer çalışmalara haksızlık olarak algılamıştım.
İçten içe de böyle bir şeyin olamayacağına
inanmış olmalıyım bir süre. Ta ki Dede Korkut’u
gerçekten inceleyinceye ve içinde Türk Halk
Kültürü ile ilgili hemen her konuda bilgi
barındıran başucu kitabı olduğunu anlayana
kadar. O zamandan sonra hocaya olan
hayranlığımın bir kat daha artmaması pek de
mümkün değildi. Benim fikirlerim bir tarafa
hocanın yaptığı değerli çalışmalar herkes
tarafından kaynak alınmaktadır.
Hoca’nın yetmiş altı yıllık hayatındaki
bütün çalışmalarını tek yazıya sığdırmanın
mümkünatı olmayacaktır. Elbet ki bu alanlarda
başarılı pek çok çalışma yapmıştır. Onu, bırakın
sadece Türk Edebiyatının bir sahasında görmek,
tek bir ilim alanına ait görmek bile yeterli
değildir. Eski Türk Edebiyatından, Yeni Türk
Edebiyatına ve tabii ki Türk Halk Edebiyatına
bütün dallarda kıymetli çalışmalar yapmıştır.
1909’da Fecr-i Ati Topluluğuna katılan ve
Mehasin, Servet-i Fünun gibi dergilerde yazıları
yayımlanan hoca, başta “Yeni Lisan” hareketine
karşıydı. Ancak öğretmenlik yaptığı yıllarda
Ziya Gökalp’in etkisiyle pek çok Fecr-i Ati üyesi
gibi “Milli Edebiyat” görüşünü benimsemiştir.
Milli Edebiyat görüşünü benimsedikten sonra
Türk tarihini ve Türk dilini ilk dönemlerine
kadar inceledi. Bu zaman gerektiren değerli
Köprülü Hoca’ya Dair Pınar ÇAYLAK
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir ilim insanı, bir
siyaset adamı, bir
Türkolog, bir öğretmen,
bir araştırmacı ve
başarılı bir derleme
üstadı… Adının önüne
onlarca unvan
getirebileceğimiz büyük
bir Hoca…
çalışmalarının ardından Türk dilinin hangi
yöntemler ile incelenmesi gerektiğini gözler
önüne seren “ Türk Edebiyatında Usul” adlı
yazısı yayımlandı. Bunu: “Türk Edebiyatı’nda İlk
Mutasavvıflar “ ve ''Türkiye Tarihi'' adlı
kitapları izledi.
Köprülü, halk edebiyatını öz Türk
Kültürü’nün temeli saydığından âşık tarzı,
tasavvuf ve tekke edebiyatı vb. konularda
çalışmalarını sürdürdü ve başlıca temsilcilerinin
biyografileri üzerinde çalışmalar yaptı.
1929’dan itibaren bu sahada başladığı
çalışmalarını iki cilt halinde Türk Saz Şairleri
Antolojisi adıyla topladı. Ayrıca, Türk Halk
Edebiyatı Ansiklopedisi’nin birinci fasikülünü
neşrederek burada, Abdal ve Abdallar üzerine
yazılar yazdı.
Hoca’nın yazıları, araştırmaları ve
kitapları bizlere Türk dilini bir bilim olarak
incelemenin yolunu gösterirken şiirleri ise bu
zengin dilin duygularını yüreğimizde, en
derinlerde hissettiriyor. “Akıncı Türküleri”nden
şu mısraları her okuduğumda gurur ile
burukluğu iç içe yaşıyorum. Duyguların bu
derece harman oluşu elbette ki hocanın
kelimeleri ustaca kullanışından kaynaklanıyor.
Bu harmandan siz değerli okuyucuların da
payını alması taraftarıyım ve şiiri sizlerle
paylaşmadan bu yazı bitemez. :)
“Tuna boylarında sıra selviler,
Tan yeri estikçe sessiz ağlarmış;
Gül bahçelerinde baykuşlar öter;
Şu virânelikler eski bağlarmış.
Namazgâh bir otluk, kalmamış taşı;
Çeşmelerden akan, kanlı gözyaşı...
Orda bir güzel var, çatılmış kaşı;
Ak alnına kara çatkı bağlarmış...
Kırık minârelerden duyulmaz ezân...
Hep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan.
Bir inilti duydum, sandım bir ozan;
Sesime ses veren karlı dağlarmış.
Söğüt dallarında hasta serçeler
Eski akın destanını heceler.
Tuna ağlıyormuş bazı geceler;
Göğsünde kefensiz şehitler varmış.
Bozulan bağların üzümü acı;
Asi köle kesmiş eski haracı;
Yine yedi kral giymişler tacı,
Şahin yuvasını kargalar basmış.
Haydi eski ozan, al sazı ele,
Düşmanlar içine düşsün velvele;
De ki: Hor bakmayın bu durgun sele
O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış...”
Şiiri okuduktan sonra yine derin
duygularda kaybolmadan hemen öce,
UNESCO’nun 2016-2017 yılını “Ahmet YESEVİ
ve M. Fuad KÖPRÜLÜ Yılı” olarak ilan edeceğini
hatırlatarak yazımı noktalıyorum. Türk Dili’nin
yolunu aydınlatan yüce insana sonsuz saygı ve
minnet ile.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Fuad Köprülü Hoca’nın çok
yönlülüğünü, Türk kültür sahasına katkılarını,
eserlerini bu ay dergimizde Hocanın ölümünün
50. Yılı münasebetiyle ele alıyoruz. Çok yönlü
bir ilim adamı olması dolayısıyla sosyal ilimlerin
muhtelif sahalarında kalem oynatan Fuad
Köprülü’nün sayısız katkısı, makalesi eseri
olduğu malum. Bunların hepsini, bu 50 55
sayfalık dergide ele almamız, sayfalara
sığdırmamız imkansız. Bizim yazılarımız Köprülü
Hoca için yazılanlar arasında incir çekirdeğini
doldurabilirse ne mutlu…
Bu çekirdeği bir nebze olsun doldurma
gayretiyle, biraz da Ramazan ayında olmamızın
verdiği ilgiyle Köprülü Hoca’nın “Türk Tarih-i
Dinîsi” kitabından bahsetmek istiyorum.
Tarihçi veya ilahiyatçı değilim bu sebeple
haddim olmayan satırlar, tahliller
yazmayacağım burada :) Sadece Türk kültür ve
tarihine ilgi duyan bir okurun bu kitapta neler
bulacağından bahsetmek amacım.
Söz konusu eser Hocanın talebeleri
tarafından tutulmuş notların bir araya
getirilmesiyle oluşturulmuş ve 1925’te taş
basma olarak basılmış. 19911 ve 19972
yıllarında da hakkında önemli tezler hazırlanan
bu eser, hocanın dinler tarihi ve özellikle de
Türk din tarihi üzerine çalışmalarının bir özeti,
sonucu niteliğinde. Aslında esere bakıldığında -
Metin Ergun’un deyimiyle- Fuad Köprülü’nün
daha sonra geniş bir şekilde ele almak istediği
bir Türk din tarihi kitabının taslağı biçiminde
olduğu da söylenebilir. Ancak Köprülü maalesef
bu eseri üzerinde bir daha duramamıştır.
1 Abdullah Aykın, Fuat Köprülünün Türk Tarih-i Dinîsi Adlı Eserinin Transliterasyonu ve Değerlendirilmesi, Erciyes Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1991. 2 Meryem Ertekin, Türk Tarih-i Dinisi (Transkribe Metin), İnönü Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans, 1997.
Türk Tarih-i Dinîsi’nde yazar tarafından
başlangıcından 750 Hicrîye kadar olan
dönemdeki Türklerin yaşayışları, tarihleri, dinî
itikatları ve tarikat yapılanmaları ele alınmış.
Elimdeki Metin Ergun’un yayına hazırlamış
olduğu3 Köprülü’nün bu eser i“İslamiyet’ten
Evvel Türkler” ve “Kable’l İslam Türk
Medeniyeti” adında iki ana başlıktan oluşuyor.
Bu başlıkların da çok sayıda alt başlığı mevcut.
İlk kısma Köprülü, “Türklere uzun asırlar bir
faaliyet sahnesi olan Orta Asya yaylası,
Sibirya'nın cenûbundan Himalaya dağlarına,
Ural nehrinden Balkaş gölüne Hazar
Denizi'nden Çin'e kadar imtidâd eder.” dediği
“Orta Asya Yaylası” ile başlıyor. Coğrafyadan,
yaşamdan, yiyeceklerden haritalar da ekleyerek
bahseden Köprülü, Çinlilerin “Hiyong-nu
dedikleri “Kon: Koyun” Türkleri’nden ve onların
rakibi olduğunu belirttiği “Türk cinsinden
3 M. Fuad Köprülü, Türk Tarih-i Dinîsi, haz. Metin Ergun, Akçağ Yayınları, 1. bs., Ankara 2005
Türk Tarih-i Dinîsi Üzerine Birkaç Söz
Ayşe Bengisu Akdağ
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Eserin, Köprülü’nün
daha sonra geniş bir
şekilde ele almak
istediği bir Türk din
tarihi kitabının taslağı
biçiminde olduğu da
söylenebilir.
olmaları pek ziyade me’mul olan Yüe-şiler”den
geniş bir şekilde bahsederek devam ediyor ilk
kısma: “Hiyong-nu Türkleri Çinlilerle asırlarca
muharebelerde bulundular. Mete nâmındaki
hükümdarları zamanında kuvvet ve şevketleri
en yüksek dereceye çıkarak Asya’nın en kuvvetli
devleti oldular.”4
Köprülü’nün kalemiyle, Orta Asya
yaylasında gezinmeye devam ediyoruz ve Attila
ve Hunların istilasına geliyor sıra. Sonra
Avrupa’ya uzanan Hunlar, diğer tarafta ise
bozkırda kalan Hazar ve Kuman Türkleri kısa
kısa anlatılıyor. Ve bahis konusu Orta Asya
olunca söz tabii ki beni heyecanlandıran kısma
geliyor: Orhun Kitabeleri.
“Türklerin en eski kitabeleri
olarak bildiğimiz ve Türk
lisanının en eski
numunesi olmak
itibariyle fevkalâde
kıymetli olan Orhon
kitabeleri (M. 764)’de
kat’iyyen inkıraz bulan bu
Şark Türklerine aittir.
(…)Tanıdığımız en eski Türk
harfleriyle yazılmış olan bu
kitabelerden biri, hakanın biraderi olup (m.
731)’de ölen kahraman Kül-Tigin namına
732’de, diğeri de 734’de ölen hükümdar Bilge
Hakan namına 735’te dikilmiştir.”5
İlk kısım yine çeşitli Türk kavimleriyle, -
Avarlar, Hazar Türkleri gibi- bunların özellikleri,
savaşları, adetleri, bir kısmının artık yavaş yavaş
İslamiyeti kabulleri ve benim anlamakta
zorlandığım üst düzey tarihi bilgilerle devam
ediyor :)
İkinci kısım biraz daha rahat ve zevkli
benim için. En azından daha aşina olduğum
bilgilerle karşılaşıyorum. Zaten eserin ağırlık
noktasını da bu bölüm oluşturuyor. Kable’l
4 M. Fuad Köprülü, age., s. 20 5 M. Fuad Köprülü, age., s.26
İslam Türk Medeniyeti başlıklı bu ikinci
bölümde Türklerin devletleşmesini, ahlak ve
adetleri, devlette ailenin yerini, önemini,
kadının ailedeki ve devletteki önemini, “Gök
Tanrı”yı, “Yağız Yer”i, küçükbaşlıklarla okuyoruz
ilk olarak:
“Türklerde bundan başka yukarıda “Mavi
Sema” ile aşağıda “Kara Yer” adlı iki dinî
“umde” daha vardır ki, gerek eski Hiyong-
nularda, gerek Tu-kiyularda buna rast
geliyoruz.”6
Devam eden bu kısımlar için Dede
Korkut’ta masal havasında okuduklarımızın ilmî
satırlara dökülmüş hali diyebiliriz. İkinci kısmın
bir diğer alt başlığı ise “Fikir Hayatı”.
Köprülü bu bölümde genel olarak
Türklerin ilim, sanat, şiir ve
edebiyat dünyalarından
bahsediyor. Söz yine “Eski Türk
hayat ve itikadâtının saf Türk
ruhunun bütün hususiyetlerini
tamâmen saklayan”7 Orhon
Kitabelerinden başlıyor, Uygur
yazısıyla devam ediyor. Devamında
ise resimden, dokumaya pek çok sanat
dalındaki izlerimizden ve sonunda tabii ki
şiirden ve ilk şairlerden bahsediliyor:
“İslâmiyetin takarrurundan sonra bile, kable’l-
İslâm zamanlardan kalma bir çok edebî
an’anelere ve şekillere tesâdüf olunmaktadır.
En eski Türk şairleri -Altay Türklerinin “kam,”
Kırgızların “baksı” Oğuzların “ozan” dedikleri-
“sâhir- şair”lerdir.”8
Fuad Köprülü bu kısımlarda yavaş yavaş
Türklerin İslamiyetle tanışmasına sözü
getiriyor. Araplarla münasebetler ve Abbasiler.
Abbasilerle birlikte İslamlaşan Türkler, ilk
Müslüman Türk devletleri ve “Türklerin
arasında İslâmiyetin intişarına ve
6 M. Fuad Köprülü, age., s. 40 7 M. Fuad Köprülü, age., s. 48 8 M. Fuad Köprülü, age., s. 53
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Maveraünnehir'in kat’i surette Türkleşmesine
hizmet eden Hakaniyye Devleti”9 dediği
Karahanlılar. Sonraki başlık “Gazneviler” ve
devamında Anadolu’yla birlikte “Oğuz
Türkleri”. Fuad Köprülü Oğuzların da
lisanından, etimolojisinden, coğrafyasından,
İslamiyet’e girişlerinden bahseder:
“İslâmiyeti kabul eden Oğuzlara muahharan
Türkmen lâkabı verilmiştir. İslâm
memleketlerine bu Oğuz muhacereti hicri
dördüncü asırdan sonra büsbütün kuvvetlendi
ve İslâmiyet bu daimî temaslar ve muhaceretler
neticesinde onlar arasında kuvvetle taammüm
ve intişara başladı.”10
Sözünü“Bugünkü Oğuzlar” a bağlayarak
bu kısmı bitiren Köprülü Selçuklu
İmparatorluğu başlığıyla Selçuklulardan geniş
bir şekilde söz eder:
“ İşte cenub-i garbiye gelen bu Türk zümreleri,
Selçukî sülâlesine mensup bazı büyük
şahsiyetlerin etrafına toplandıklarından Türk
tarihinde eskiden beri görülen bir âdete tebaan
bu devlet Selçukî nâmını almış ve pek az zaman
zarfında Şarkî Türkistan'dan, Marmara ve
Akdeniz sahillerine, Kafkas dağlarından Bahr-i
Muhît-i Hindi ye kadar mümted muazzam bir
Türk-İslâm imparatorluğu şeklinde inkişîf
etmiştir.”11diyerek sözlerine başlayan Köprülü,
siyasi geçmişten, savaşlardan, istilalardan
bahsederek devam eder ve artık kitabın son
kısımlarına doğru görülen alt başlık “Anadolu
Fütûhâtmın Başlangıcı: Malazgirt Meydan
Muharebesi”dir.
Tabii ki söz konusu Orta Asya,
İslamiyet, Selçuklular olunca Tasavvufa ayrı bir
başlık açılması gerekir ki Fuad Köprülü de öyle
yapmıştır. “Menşelerinden Selçukîler Devrine
Kadar Tasavvuf Cereyanı” başlığıyla başlayan
kısımda Köprülü Hoca;
9 M. Fuad Köprülü, age., s. 92 10 M. Fuad Köprülü, age., s. 108 11 M. Fuad Köprülü, age., s. 114
“Türkler için hiç yabancı bir saha olmayan
Horasan, Sûfîlik cereyanının da başlıca
merkezlerinden biriydi. Binaenaleyh
Maveraünnehir İslâmlaştıktan sonra bu
cereyanın İslâmiyetin evvelce takip ettiği
yollardan Türkistan'a gireceği gayet tabii idi ve
öyle de oldu(...) Kendilerine İlâhîler, şiirler
okuyan, Allah rızası için iyilikte bulunan, cennet
ve saadet yollarını gösteren bu hayırkâr
dervişleri, Türkler, eskiden dinî bir kudsiyet
verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul
ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı.”12 şeklinde
açıklamalar yaptıktan sonra, sûfiliğin ortaya
çıkışından, ilk Türk sûfilerinden, Hoca Ahmed
Yesevî’den ve Kalenderîye gibi, Haydariye gibi
tarikatlardan bahseder.
Fuad Köprülü’nün “Türk Tarih-i Dinîsi”
kitabı bu bölümle sona erer. Köprülü hoca ilk
Türklerden, Totemizmden başlayıp Şamanizme,
ordan İslamiyet’e ve onun içinde tasavvufa
kadar uzanan dini coğrafyada Türklere ait olan
birçok kültürel unsura yer verir, izahlar getirir.
20. Yüzyılın Türklük Bilimi alanında
yetişmiş en büyük âlimi olan Fuad Köprülü’nün
bu eseri döneminde yazılmış en önemli, nitelikli
eserlerdendir. Eser ince olmasına karşın içerdiği
bilgilerin ağırlığıyla Türk tarihine, folklorüne,
Türk din tarihine ve edebiyatına ilgi duyanlar
için bir başucu kitabı niteliğindedir. Ben bu
yazımda Köprülü Hoca’nın bu büyük kaynağını
bir nebze olsa da tanıtabildiysem, okurlarda ilgi
uyandırabildiysem ne mutlu…
12 M. Fuad Köprülü, age., s. 146
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
NİSYANi
Köprülüzade Mehmet Fuad
i Nisyan: unutma Hıyâbân: iki tarafı agaçlı yol Mübhem: belli olmayan, belirsiz makber-i mesir-i hâtırâtımdan: hatıralarımın gezinti kabirleri revayıh- hülya: hayallerin kokusu dest-i mesâ: akşamın eli zılâl ü ziyâ: gölge ve ışık leyle-i hayalât: hayallerin gecesi iltimâ’-ı harîrîsi: şiddetli parıldama nigâh: bakış melûl-ı tevekkül: razı olmaktan usanan acûl: aceleci ser-i melûl: sıkıntılı baş fevk-i haşyetinde: aşırı korkulu nefha-yı şi’riyle: şiirin nefesi Samût ü pür elem: suskun ve elem dolu İhtizâz-ı gusün: ağaç dallarının titreyişi Rükûd-ı şâmı: akşamın durgunluğunu hıyaban-ı şi’ri: şiirin ağaçlı yollarını
Güneş ufukta solarken, onunla kol kola biz
Dolaştık eski hıyâbân-ı aşkı hep sessiz.
Menekşe gölgelerin aks-i mübhemiyle dolan
Bu eski makber-i mesir-i hâtırâtımdan
Uçan revâyıh-ı hülyâyı, dest-i mesâ
Uzak ve gölgeli âfaaka yaydı.
Nazarlarında zılâl ü ziyâ ölen o kadın
- Bir eski gölde solan leyle-i hâyalâtın
Son iltimâ’-ı harîrîsi, son nigâhı gibi-
Biraz melûl-ı tevekkül, fakat acûl, asabî
Ve muhteşemdi. Ben öksüz emellerimle hazân
Ser-i melûlümüzün fevk-i haşyetinde uçan
Ölümlü nefha-yı şi’riyle, rûhumuz yorgun
Samût ü pür elem, ağlaştık. İhtizâz-ı gusün…
Menekşe gölgeler artık karardı, öldü mesâ.
Rükûd-ı şâmı sararken bu leyle-i hülyâ
Biraz elem-zede, yorgun, onunla kol kola biz
Dolaştık eski hıyaban-ı şi’ri hep sessiz…
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Düştü, düştüm
Şarabın teşnesinde boşluğa gemi
Gidiyor yelkenler fora seyir alemi.
Kırdım kalemi akıl dile düştü, düştüm
Bir sustum, bu düştü bin düşündüm.
Kokusu burnumda güllerin nefesi
Ensemde meleğin karanlık kafesi
Aklım boşluğa düştü, dile düştüm
Gönüllerde yer içte boşluk matemi.
İçten bir ses dedi silkelen içim geçti
Var mıydım yok mu bir süleyman geçti
Kimdi neydi neciydi söze düştü,d üştüm
Düşündüm nedendir diye de düştü geçti
Düştüm kocaman bir boşluğun içine
Şiir eskiden sesimdi anlamsız biçime
Biçimsiz tarlalara verimsiz tohum düştü
Yazamadım kafamda yolluk şiir içime.
İşledim bu temi gördük ölümü matemi
Yokluğu bolluğu karanlık karartı geceyi
Yine geldi duvarın sesi de aklım düştü
Düştüm yerimden geçtim kırdım kalemi
Noldu ne hale geldi bu dert bu hale
Haleden geçmiş halsiz ne bilir hali
Halden anlamazlara gönlümüz düştü
Düştüm ses içine boşluğun ta kalbine
Takatim kalmadı bu dertnak dile şiire
Varamadım henüz kesretten vahdete
Sırrımı tek bir kişiye açtım içim düştü
Dün verdim sırrı mı boyun kementine
Bir engin denizdir şiirimiz der bilen
Sırrımız Allahta saklı kalır kalender
Kalemden verileni anlayan düştü
Düştüm yine pervasız kara kalemden.
Kışın son baharı mı bu solan yaprak
Talan olan bu kalp verimsiz çorak toprak
Torlak bile amansız bir mürşide düştü.
Düşünde görmek onu son durağa varmak
Kalmak öylece ölümsüz seslere nefes
Sessiz gemilere talim olan alime raz
Saz çalan bir dile anlamsız şiirler düştü
Düşlerde yaşayan Allahın mekanına raz
Isfahan makamında kalem ruhun hali
Şiir defterin şakağında vurduruyor dili
Eli kırık sağ yolcu solla yazar mı düşü
Bu halde bize ölmek susmak gitmek düştü...
Süleyman Erkut
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HOŞGELDİN
Bir kediymiş yahut bir kuş
Issız kalplerin dilinde
Hiç hatırlanmak istemezcesine
Bütün güllerini soldurmuş
Sorgulanmış hayatının hiçbir nüshasında
Atmamış kalbi
Ayrılıkların visali
Gece kaplı şiirler eder mi?
Ah elleri mısraya boyanmış
Gözleri bir ziyanın hülyasına dalmış adam
Deliliklerimin iplerine tutun da gel
Senin için yağmurlar yağdırayım.
Merdümgiriz
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yaşadığımız çağın belki de büyük bir
bölümünü oluşturan “insanları dış
görüntüsüne göre yargılama” algısı aslında
hayatımıza yeni girmiş bir şey değil. Üstelik şu
an kıyafet dediğimizde aklımıza gelenle
yüzyıllar öncesinde akla gelen şey de tam
manasıyla birbirini karşılamamaktadır.
İnsanlar 650.000 yıldır giyiniyorlar ve
bunu önce örtünme ihtiyacı doğrultusunda
gerçekleştiriyorlar. Günümüzde ise iyi bir
kıyafet bizler için çok iyi yazılmış bir tavsiye
mektubu yerine geçiyor adeta.Ancak “kıyafet”
kelimesi şu anki bilinen anlamından ziyade
başlangıçta “beden yapısı” için kullanılan bir
kelimeydi.Hatta kılık kıyafet dediğimizde yüz ve
beden yapısından bahsedilmektedir.
Meseleyi “kıyafetname”ler olarak ele
alacak olursak, Kıyâfet-nâme, kişilerin dış
görünüşlerinden ahlak ve karakter yapıları
hakkında çıkarılan yargıları konu alan eserlerin
genel adıdır. Dış yapıdan iç yapıyı anlamaya
çalışan bu ilme ‘’kıyâfet ilmi’’ ; bunu yapan
kişiye de “kâyif” veya “kıyâfetşinâs” denir.
Kıyâfet ilmi genel olarak kıyâfetü’l-isr
(ayak izlerini konu alır) ve kıyâfetü’l beşer
(bütün olarak insanı konu alır) olmak üzere
ikiye ayrılır. Kıyâfet-namelerin konusu ise daha
çok bu ikinci grupla ilgilidir. Araplar buna ilm-i
firâset derler.
Araplar arasında kıyâfet anlamında
kullanılan firâset kavramını şaban-ı Sivrihisârî
ise zeyreklik, yani zeki ve anlayışlı olmak diye
tarif eder. Taşköprizâde de ilimlerin tasnifini
yaptığı Mevzuatü‟l-ulûm’da firâseti, insanların
zahiri halinden, yani renginden ve azalarının
şeklinden deliller getirerek, onların ahlâklarını
bilmek; kısaca dış görünüşlerinden batıni
ahlâklarına deliller getirmek olarak tarif eder.
Beden yapısı ile insan kişiliği arasındaki
münasebetler çok eski dönemlerden itibaren
ilgi çekmiş ve 18.yy’a dek bu konuda çeşitli
araştırmalar yapılmıştır. İnsanı tiplere göre
ayırma işlemini ilk deneyen Hipokrat
olmuştur.(M.Ö 5. yy).Ardından
Eflâtun,Bokrat,Galien,İladus ve Aristo da bu
konuda araştırmalar yapmış ve hatta sonraki
dönemlerde İslam dünyasında da etkili
olmuşlardır.Yine Sasani hükümdarı
KIYAFETNÂMELER Sırdem KEMİKSİZ
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kıyâfet-nâme,
kişilerin dış
görünüşlerinden ahlak
ve karakter yapıları
hakkında çıkarılan
yargıları konu alan
eserlerin genel adıdır.
Nuşirevân’ın bir firâset kitabı yazdırarak
ülkesini buna göre yönettiği rivayet olunur.
Kıyafetnameler özellikle insanın
uzuvlarıyla ilgili hükümleri içeren manzum
eserlerdir. Kıyafetnameler edebî maksatla
yazılmamıştır. Ancak şekli ne olursa olsun asıl
dikkat edilmesi ve önem verilmesi gereken
husus bu kadim eserlerin içerdiği bilgilerdir.
Alimler kıyafetname ilmini açıklarken
ayet ve hadislerden de istifade etmişlerdir.
Kuran-ı Kerim’de geçen şu ayet önemli bir çıkış
noktası olmuştur: “Araftakiler, yüzlerinden
tanıdıkları kâfirlerden birtakım adamlara
seslenirler.”(Kuran-ı Kerim 7/48) Bu ayette
geçen “simalarından” kelimesi ile neyin
kastedildiği konusunda da bazı
görüşler ortaya konulmuştur.
Mesela İbn-i Abbas bunu
Müslüman bir insanın,
yüzünden belli olacağı
yaklaşımında
bulunarak şöyle izah
etmiştir. “Hz.
Osman(r.a) şöyle
buyurur: Her kim bir
sırrı gizlerse Allah onun
yüz hatlarından elinde
olmadan çıkıveren sözlerle
açığa çıkarır.” Hz. Ömer(r.a)’in,
her kim içini ıslah ederse Allah da onun
dışını düzeltir.” dediği rivayet olunur.”
Mevlana: “Bir insanın yaptığı işi ve sözü
onun gönlünün şahididir. Sen bu ikisine bak, o
kişinin içi nasıldır? Onlardan anla.” (Mevlana,
1997: 35)
Balizade Mustafa Efendi ise kıyafetnameler
hakkında olumsuz bir yargıya vararak şunları
beyan etmiştir: “Bu ilim zandır, zira zan bazen
hata bazen de isabettir.”(Balizade, Nr.4100)
Seyyidzade Mevlana Ömer şöyle der: “İnsan
türünün ahlak ve tabiatları birbirine yakın ve
birbirinden farklı oldukları için bir köle ve cariye
almak isteyince bunlardan iyilik ve kötülüğe
işaret eden özelliklerini bilmeye yarayacak
sağlam bir ölçütün bulunması önemli ve gerekli
olduğundan, bazı büyük insanların,
insanoğlunda bulunan özelliklerin delalet ettiği
hal ve durumları ayrıntılarıyla açıklamak
konusundadır.”
Osmanzade Taib, Ahlak-ı Ahmedi adlı eserinde
şöyle bir olay aktarır:
“Bir gün İmam Şafive İmam Muhamed
Haremişerif’te bir kişi gördü. Şafi, bu adamın
demirci olduğunu; Muhammed de marangoz
olduğunu söylediler. Sonunda adama sordular.
Adam da daha önce demirci olduğunu fakat
şimdi marangozluk yaptığını söyledi. Böylece
her ikisinin da firasetli hükümleri
doğrulanmış oldu.” Yine aynı eserde
şöyle bir rivayette mevcuttur:
“Nuşirevan, firaset ilminden
hareketle şikayet edilen
adamın boyunu posunu
sordu; kısa boylu olduğu
söylenince de tebessüm
edip gereği gibi ferman
etti.”(Osmanzade, Nr. 714)
Eflatun’un çehresini
gördüğü kişinin, kişiliği hakkında
tahminde bulunma olayı kaynakta şu
şekilde geçer: “Bir dağ tepesinde inzivada
bulunduğu sıralarda, buraya çıkan yolun başına
bir nakkaş koyup kendisiyle sohbete gelenlerin
resmini çizdirdiğini ve sohbete layık olup
olmadıkları konusunda fikir elde ettiği
belirtilir.”
Kıyafetname özelliklerini 11.yüzyılda
Kudatgu Bilig’de de görüyoruz. Yusuf Has Hacip
eserinde, gerek hükümdarın gerekse
hükümdarın yanında görev alan insanların,
karşılaştıkları kişilerin nasıl bir kişiliğe, ahlâka
sahip olduklarını dış görünüşlerinden hareketle
bilebilecek bir birikime sahip olmaları
gerektiğini söyler. Ona göre özellikle yönetici
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
olarak görev yapan insanlar firaset ilmine sahip
olmalıdır. Yusuf, “Kapıcı-başı”nın görevlerinden
bahsederken onun, çok sadık ve bu hizmeti
canla başla benimseyen, usûl ve erkân bilen,
tabiatı, bütün tavır ve hareketleri mülayim biri
olmasının yanı sıra; kabul zamanı gelince bütün
takımını toplayarak, onların huzura lâyık olup
olmayanlarını gözden geçirmesi gerektiği;
hizmetkârlardan istikbâl vaat edenleri bir bir
hükümdara arz edip, onları yükseltmesi
gerektiği de ifade edilir. Yine Kapıcı-başı, sahip
olduğu engin anlayış ve tedbiriyle hükümdarın
başına kötü bir hadise, bir felâket gelmesini
önlemelidir. İtimat edilmeyecek kimseleri onun
yanından uzaklaştırmalı; şüpheli kimselere karşı
ihtiyat tedbirleri almalıdır.
“Hakan”dan bahsedilirken de onun, “İyi
tabiatlı, asil nesepli (b.108) olduğu, babası gibi
kendisinin de bey olduğu (b.1936) ifade edilir.
Yusuf, günümüzde kalıtım çerçevesinde dile
getirilen görüşlere yakın bir şekilde, ataların iyi
ya da kötü karakterlerinin gelecek nesillere
geçtiğine inanmaktadır ve bunu genel
hükümler olarak şöyle dile getirmektedir:
“Baba bey ise oğul bey doğar, o da babaları
gibi bey olur.”(b.1950) “Soyu iyi ise, insan iyi
olarak doğar ve iyi olduğu için başköşeye
geçer.”(b.1959) “Soyu iyi olan insan iyi olur; bu
iyi insan halk için de iyilik ister.”(b.2438) “Ulu
Hacib”den bahsederken de, “Soyu sopu temiz
ve tabiatı iyi olmalıdır.”(2437) der. Yusuf’a göre
insanın iyilik ya da kötülüğünü, karakterini dış
görünüşünden anlamak mümkündür; çünkü
insanın ahlâkî ve ruhsal durumu dışına
aksetmektedir. “Ulu Hacib”in, “yüzü ve kıyafeti
güzel, saçı sakalı düzgün, erkek sesli ve açık
sözlü olmalıdır.”(b.2458) “Yüzü ve kıyafetinin
güzelliği onu sevdirir; huzura girip çıkarken,
merdâne tavrı iyi tesir yapar.(b.2459) “Saçı
sakalı düzgün erkek haşmetli olur; insan temiz
olursa hareketi de temiz olur.”(b.2560) “Onun
yüzü göze güzel görünmelidir...”(b.2464) “Bu
güzel yüzü görünce insanın yüzü güler; içi açılır
ve canı zevk bulur.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Edebiyatımızdaki mevcut
kıyafetnamelerin genellikle mensur olduğunu
ve yabancı eserlerden tercüme yahut adapte
edilmiş eserler olduğunu söyleyebiliriz.
Bunların içerisinde telif denebilecek en mühim
eser Hamdullah Hamdi’nin Kıyafetnamesi’dir.
Amil Çelebi, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın
Kıyafetnamesi’ni de telife çok yaklaşan bir eser
olarak zikretmiş olsa da bu eserin Hamdullah
Hamdi’den etkilenilerek yazıldığı Ali Çavuşoğlu
tarafından vurgulanmıştır.
Kıyafetnameler hakkındaki bu kısa
bilgilerin ardından sizler için kıyafetnamelerden
seçtiğimiz beyitleri şöyle sıralayabiliriz:
Başı büyük büzürg himmet olur / Başı büyük olanın himmeti büyük olur
Yassı ise fark-ı ser / Başın üst kısmı yassı ise
Sahibi çekmez keder / Bu kişi üzüntü çekmez
Kameti her kimün ki olsa uzun / kimin boyu uzun olursa
Olur ol sâfî-kâlb ü sâde-derün / kalbi saf ve içi temizdir
Kısa olursa kibr ü kîne olur / Kısa olursa kibirli ve kinli olur
Kim ki vasat boyludur / Orta boylu olanlar
Âkıl u hoş huyludur / Akıllı ve güzel huylu olurlar
Ger küçük olduysa el / Eğer el küçük olursa
Bî-bedel olur güzel / Güzellikte bedelsiz olur
Gözi büyügün ıssı kâhil olur / Gözü büyükler olgun olur
Küçük olsa hafif ü muhmîl olur / Küçük olanlar hafif ve ihmalcidir
Göz karası zekâ alametidir / Gözkarası zekaya işrettir
Çeşmi büyüktür zarîf / Büyük gözlü zarif ve narin olur
Gözleri gök eşkar ak / Gözleri gök, kızıl ve ak olsa
Olsa ol andan ırak / Ondan uzak dur
Kaş odur kim siyâh u ince ola / Siyah ve ince kaşlı olanın
Nâzı vü şîvesi yirince ola / Nazı ve şivesi de yerinde odur
Her ki kaşınun ince olsa ucı / Kaşının ucu ince olanın
Eksik olmaya fitnesi ve güci / İşi gücü fitne çıkarmaktır
Kaşta çok olan kılı /Kaşının kılları çok olanın
Mükesser olur gussalı / Üzüntüleri de çok olur
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bursa Nilüfer Belediyesi 2016 senesini,
geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Yaşar Kemal’e
adadı. Yıl boyunca yazar için etkinlikler yapıldı
ve yapılmaya devam ediliyor. Bu sayede hem
Türk Edebiyatı’nın Yaşar Kemal’e olan vefa
borcu bir nebze de olsa ödenmiş oluyor hem de
Bursa halkı kitap okumaya ve Yaşar Kemal’i
tanımaya teşvik ediliyor.
Mayıs ayı içerisinde Yaşar Kemal adına
düzenlenen iki etkinliğe katıldım. İlki adını
Yaşar Kemal’in kısa romanından alan “Kuşlar
Gitti” etkinliğiydi. Bu kapsamda Yaşar Kemal’in
eserinden hareketle Eskikaraağaç Köyü’ne
giderek bu uğraşıda uzmanlaşmış kişilerle
beraber kuş gözlem etkinliği yaptık. Bu köyde
yaşayan kuşlar hakkında, onların göçleri
hakkında birçok şey dinledik ve öğrendik. Daha
sonra doğa yürüyüşü ve kahvaltımızın ardından
“Kuşlar da Gitti” okumaları yaptık.
“ Kuşlar Da Gitti’’ romanı çok az
sayfaya sığdırılmış doğanın içinden taşan bir
roman. Genel olarak insanların manevi duygu
durumlarının körelmesini; doğaya olan
duyarsızlığı ve meta toplumlarının zamanla
nasıl da çırpınan kuş seslerine kayıtsız kaldığını
anlatıyor diyebilirim. Öyle ki romanda eskiden
Florya düzlüğünde özgürce uçuşan kuşlar
zamanla yükselen binalardan, insanların
doğaya dünyaya ya da toprağa sahip olma
çabasından kendilerine uçacak yer bulamazlar.
İnsanlar yüzyıllar boyunca kendilerine
gereksiz alanlar kurmak için doğanın
boğazına sarıldılar ‘’Kuşlar Da Gitti’’ bunun
bir çığlığı diyebiliriz belki de. Ve tabi ki
insanın olduğu yerde insan bile
barınamazken kuşlar da gider kuşlar da gitti
elbette...
‘’ ‘İnsanlık öldü mü?’ dedim.
‘Yok,’ dedi ‘ölmedi, ölmedi ama, bir şeyler oldu,
başka bir yerlerde sıkıştı kaldı herhalde?’
‘Nerede kaldı acaba?’
Mahmudun yüzü bir sevinç ışığında şakıldı.
İnsanlık belki Mahmudun bu ağız dolusu
gülüşünde, bu yürek dolusu sevincindedir, kim
bilir, belki…
‘Kuşlar da gitti,’ dedi Mahmut.
Sonra hiç konuşmadık. Kuşlar da gitti, kuşlarla
birlikte de… Ne olacak, kuşlar da gitti.’’1
Yaşar Kemal adına düzenlenen bir
başka etkinlik Nilüfer Akkılıç Kütüphanesi’nde
yapıldı. Bu etklinliğin konuşmacıları Erendiz
Atasü, Gürsel Korat ve Faruk Duman’dı. Bu üç
isim bizlerle Yaşar Kemal okuma notlarını ve
1 Yaşar Kemal, Kuşlar Da Gitti, YKY
Yaşar Kemal Etkinlikleri:
Kuşlar Da Gitti
Begüm ÇALIŞKAN
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yazar adına değerli görüşlerini paylaştılar. İlk
konuşmacı Erendiz Atasü idi. Atasü’nün Yaşar
Kemal adına söylediklerini özetleyecek olursak;
“Roman batılı bir türdür ve kökeni
İlyada’ya dayanır. Yaşar Kemal Homeros’a
Tolstoy’dan daha yakındır. Azra Erhat ona
“Homerosoğlu” der .Yaşar Kemal’in eserleri
Şolohov’un eserleriyle kıyaslanabilir çünkü
Tolstoy’da hareket eden bir kitle yoktur. Yaşar
Kemal doğayı işleme inceliği açısından dünya
çapında bir yazardır. O, destan çağının
insanıdır; destan doğuran bir zamanda
yaşamıştır. Eserlerinde çocukluğu önemli yer
tutar. Her ne kadar kendimi anlatmıyorum dese
de elbette her büyük yazar gibi kendini anlatır.
Yaşar Kemal korkuyu erken yaşta öğrenmiştir.
İnsanın temel duygusu da budur. Açgözlülüğün
altında yatan temel duygu korkudur. İnsan bir
şeylere tutunarak hayatta kalabileceğini
düşünür. İnsanı kötü yapan şey korkudur ve
Yaşar Kemal de insanı korkutan zalimlere isyan
edelim demiştir aslında. Öyle ki İnce Memed’te
toprak yağması anlatılır. İnce Memed’in
sonunda büyülü gerçekçilikle de karşılaşırız.
Şiirsel cümleler büyük yer tutar bu eserde.
Garip bir şekilde kitabın sonunda bir neşe
duyulur…’’
Erendiz Atasü’den sonra söz Gürsel
Korat’taydı. Yaşar Kemal izlenimlerini madde
madde ayırmıştı ve şunları söyledi;
“Yaşar Kemal anlatıcı sesi kullanır.
Seslenip de yazılan bir metnin yazıcısıdır, sözel
anlatıcı gibi. Destansı anlatım yazıya
geçmiştir diyebiliriz. O, köy edebiyatıyla
sınırlı kalmamıştır, modern ve modern
öncesi formun
başında doğmuştur. Türkiye modernizmiyle
yaşıt bir adamdır. Yaşar Kemal kitleleleri
anlatmıştır tıpkı Emile Zola gibi o da insanın iç
dünyasını görmez. Yaşar Kemal destanları
moderne aktarmış destanı yazılı kültüre
geçirmiştir. Başkaldırı edebiyatının ilk ismidir
diyebiliriz onun için. O her zaman yoksullara
yakın ve zulme düşman olmuştur. Kendi Robın
Hood’unu yaratmıştır. Yaşar Kemal halk
dilinden yükselip gelmiş bir dil kullanır, okur
onu kolayca anlar. Ben her zaman
edebiyatçıların bir dil yarattığına ve halkın o dili
kullandığına inanırım. Melih Cevdet’in
‘’Döneceğim’’ adında bir şiiri vardır. O şiir sanki
bu sabah yazılmış gibi tazedir. Sanırım bizler
Orhan Veli, Melih Cevdet’in konuştuğu dili
konuşuyoruz…’’
Son konuşmacı Faruk Duman;
“Yaşar Kemal edebiyatı masada
öğrenmiş bir yazar değildir. O hayatın içindedir
ki ona Homerosvari diyoruz. Bazı cümlelerinde
Dede Korkut’u andıran cümleler vardır. Okula
gitmemiş olması ve halkın arasında olması
kendiliğinden gelen bir edebiyatı doğurmuştur.
Onun yazdıkları halk masallarına elbette çok
yakındır ve kaynağı korkudur. Fakat onlara
masal demiyoruz çünkü ortada bir konu ve
karakter seçimi var…”
Şeklinde açıklamalarda bulundu. Son olarak
Nilüfer Belediyesi’ne edebiyata verdikleri
kıymet için teşekkür ediyor,
Bursa’nın bu etkinliklere ilgisiz
kalmamasını temenni
ediyorum.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ZAMAN
Zaman diyorum, hani biraz kalsa yanımda,
Bir kez de benden tarafa işlese günah mı olur?
Kim bilir belki yanlışlık benim olduğum tarafta,
Olamaz mı yani, olur hem de ne olmak…
Çok yoruldum, hem biraz soluklansam suç mu?
Belki bir masal da anlatır bana,
Ağaçların koluna salıncak kurmasa da olur.
Çocukluğumun o deliksiz uykularına dalarım yeniden
Aman uyandırmasın kimse ha, tek ses istemem!
Belki saatlerce denize de bakarım uzun uzun yeniden,
Fazla mı şey istedim şimdiden?
Hele bir soluklansın;
Yalan değil ya hiç bizden taraf değildi zaman,
Kucak dolusu yorgunluklar birikti omuzlarımda.
Hep de kötü şeyler olmadı elbet;
Papatyalar açtı mesela, bir de şiirler düştü mısralara,
Çay da öyle bir demini aldı ki dost meclislerinde sorma,
Hem de şu zamana karşı sabırla!
Üstelik güneş her geceye inat yeniden doğmakta…
PINAR ÇAYLAK
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
1265 yılının Mayıs ayında mı yoksa
Haziran ayında mı doğduğu tam olarak
bilinmeyen ve asıl adı Duranta olan, bir
rivayete göre babası bu adı verdi diye adını
değiştiren yazar Dante, İtalya’nın ileri gelen
ailelerinden birine mensuptu. Ancak daha
sonra hayat şartları onu, bu aristokrasinin en
alt sınıfına kadar düşürecekti. Babası II.
Alighiero’nun mesleği hakkında kesin bir bilgi
yoktur, ancak devlet için çalıştığı ve Guelfo
partisine mensup olduğu kesindir. O zamanlar
Ghibellino Partisi hükümetteydi. Hükümetse
muhalifleri Floransa’dan sürüyordu. Bu
durumda II. Alighiero’nun da sürülmesi
gerekirken ailesiyle birlikte Floransa’da
yaşamaya devam etmiştir.
Dante, annesini çok küçük yaşta kaybeder.
Annesinin ölümünün ardından babasıyla baş
başa kalır ve babası ikinciye evlenince zaten
sevmediği babasından iyice soğur. Babasının
ona üvey anne getirmesi, annesinin
yokluğunda oğluna karşı kötü tavırları, silik
karakteri ve muhalif olmasına rağmen
Floransa’dan sürgün yememesindeki soru
işaretinden kaynaklanan kötü ünü, Dante’nin
babasını sevmemesindeki sebeplerdendir.
Dante’nin babasına olan nefreti, onun
eserlerine de yansır. Babasından hiç
bahsetmezken, var olan baba karakterlerini
kötü babalar olarak yazar. Zaten sevmediği
babası, Dante 18 yaşındayken ölür. Babası
öldü diye neredeyse sevinecekken, onun
ardında kalan üvey anne ve üvey
kardeşlerinden dolayı daha da öfkelenir
babasına. Dante’nin bu halinin Oidipus
Kompleksi’yle bir alakası var mı diye de -bu
baba-oğul ilişkisi düşünüldüğünde- rahatlıkla
sorulabilir.
Dante, ilk eğitimini bir çeşit papaz okulunda
alır. Ancak bu eğitimin ardından herhangi bir
okula gidemediği ya da gitmediği ki aristokrat
bir aileden geldiği düşünülürse gidemediği
değil de gitmediği demek daha doğru olacaktır,
eğitimini dışarıda tamamlamıştır. Herhangi bir
okul kaydı bulunmamakla beraber büyük bir
okuma ve araştırma ateşiyle yanan Dante,
kendini geliştirmek için elinden geleni yapar.
İtalyanca, Latince ve Yunanca eserleri okur.
İlahi DANTE Tuğçe ERKOL
Dante, Bea’yı hayatı boyunca
sadece iki defa görmüştür. İlk
görüşteki aşkın ardından Dante,
onu bir daha 18 yaşında
görecektir. Dante’nin bu tek
taraflı aşkı, edebiyat tarihine
damga vurmuştur. Bu aşk sadece
Dante’ye değil, tüm sanat
dünyasına ilham verir.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İçinde geçmişi barındıran Yunanca eserleri
okuyarak bir yerde Rönesans’ın tetikleyicisi
olmuştur.
Dante, annesini çok küçük yaşta
kaybettiğinden hayatında bir kadın isteği de
öncelikle anne hasretinden çıkmıştır. Üstelik,
babasının ikinci eşinden de pek haz etmiyordu.
Hayatındaki bu şefkat eksikliğini daha çocuk
yaşlarında, 9 yaşında, kendisinden bir yaş
küçük bir kıza aşık olarak tamamlamaya
çalışır. Beatrice Portinari... Floransalı bir
şövalyenin kızıdır, Bea. Dante’nin ailesiyle
beraber yaşadığı evin yakınlarında yaşar. Bu
yüzden şaşılacaktır ki, Dante, Bea’yı hayatı
boyunca sadece iki defa görmüştür. Üstelik ilk
görüşmelerinde Bea’ya aşık olmuştur. Ve bu ilk
görüşteki aşkın ardından Dante, onu bir daha
18 yaşında görecektir. Dante’nin bu tek taraflı
aşkı, edebiyat tarihine damga vurmuştur. Öyle
ki bu aşk sadece Dante’ye değil, tüm sanat
dünyasına ilham verir.
Dante, Komedya’yı, Bea’ya olan aşkından
yazar. Komedya’nın sonunda kavuştuğu
sevgilisini, olunabilecek en üst seviyeye
yerleştirir. Maddi aşkı, manevi bir hale getirir.
Hatta, Bea’nın ona Cennet’te sunacağı bir
kadeh şarabı içebilmek için eserde kendisini
bile öldürmüştür. Bu aşk hiçbir şekilde iki
tarafın da bildiği bir aşk değildir. Dante, Bea’ya
söyleyemez. Bu yüzden olacaktır ki, Bea,
1288’de babası gibi bir şövalyeye evlenir.
Bea’nın evliliğinden çok mutsuz olduğu, öyle ki
bu mutsuzluğa daha fazla dayanamayıp 2 yılda
hastalanarak öldüğü bile söylenir. Evet, Bea
evlendikten iki sene sonra ölmüştür, ama
ölümünün nedeni sadece hastalık olarak
belirtilmiştir.
Dante’yi Dante yapan Bea olmuştur. Onu
silkeleyip kendine getiren şey de Bea’nın
ölümü olmuştur. Çünkü deyim yerindeyse
Bea’nın ölümünün ardından manevi bir boşluğa
düşmüştür ve bu manevi boşluğu doldurmak
için önce politikayla ilgilenmeye başlamıştır,
politikadan sonra da şah eserini yazmaya
başlamıştır.
Komedya’nın dışında daha birçok eseri
olmasına rağmen Dante deyince akla ilk gelen
eseri Komedya’dır ki bunun nedeni aşktır. Ah,
aşk, insana her şeyi yaptırıyorsun! Dante,
Bea’yı yaşatmak ve onunla mutlu olduğu bir
yaşamın artık bu dünyada olamayacağının
farkındaydı. Bu yüzden de Bea’yla
yaşayabileceği bir öbür dünya tasarladı. Bunu
da Komedya’da okurlarına sundu.
İlk aşk deneyimini 9 yaşında yaşayan Dante,
evlilik yolundaki ilk adımını Bea’yla atmayı
planlarken ailesinin zoruyla 12 yaşında atmıştı.
Gemma de Manetto Donatti’yle nişanlanmıştır.
Bu nişanda gene iki ailenin aynı sosyal
statüden olup, birbirlerine denk olma durumları
esas alınmıştı. Bu nişandan önce ve sonra sık
sık görüşen zoraki çiftin arasında en ufak bir
sevgi tohumu filizlenmemiş, aksine Dante’nin
Bea’ya olan aşkı gün geçtikçe kuvvetlenmişti.
Bea’nın ölüm haberini aldıktan sonra beş yıl
boyunca derin bir üzüntü içinde yaşamış ve
evliliğin maneviyatının onu iyileştireceğine
inandığı için de nişanlısıyla evlenmişti. Dante,
tıpkı babası ve büyükbabasına yaptığı gibi
Gemma’yı hiç sevmedi, ama evliliğin
kutsallığından dolayı saygı duyarken ondan
eserlerinde hiç bahsetmedi. Bea’dan ise her
fırsatta bahsetti ve onu sevmekten asla
vazgeçmedi.
Dante dönemin siyasi ortamı içerisinde önce
çocukken babasından dolayı bulunmuş, daha
sonra da kendisi aktif siyaset hayatına girmişti.
Karısının ailesinin başı çektiği Siyahlar’ın
karşısında, Beyazlar’ın yanında olup reformist
düşünceyi savunmuştu. Beyazlar’la Siyahlar
arasındaki çatışma oldukça uzun bir süre
devam etmişti, ancak bu çatışmayı kazanacak
Dante, Bea’yla mutlu
olduğu bir yaşamın artık
bu dünyada
olamayacağının
farkındaydı. Bu yüzden
de Bea’yla yaşayabileceği
bir öbür dünya
tasarladı. Bunu da
Komedya’da okurlarına
sundu.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
kişi tabi ki papa destekli olan, reformist
düşünceye kapalı Siyahlar olacaktı.
Dante, dönemin Papa'sı VIII. Bonifatius’u, hiç
sevmezmiş. Bu siyasi çatışmanın haricinde de
babasıyla yakın ilişkileri olması onun bu
durumunun bir nedeni olabilir. Siyahlar,
Floransa’da hükmetmeye başlayınca Beyazlar,
cezaya çarptırıldı: İdam ve sürgün! Ama babası
bundan etkilenmemişti. Dante ise babası kadar
şanslı olamadı. Önce Floransa’dan sürgün
edildi. Ardından da Papa VIII. Bonifatius’un
özel emriyle bir de Dante için idam kararı
çıkarıldı: Görüldüğü yerde infazı
gerçekleştirilecektir!
Dante, adına çıkan ölüm kararından habersiz
bir şekilde Floransa’yı terk etti. Daha sonradan
bu ölüm haberini de alınca sürekli yer
değiştirerek yaşamaya devam etti. Çok sevdiği
Floransa’dan ayrılan Hayata karşı güveni iyice
azalan Dante kendi yalnızlığını dostlarıyla
doldurmak için eseri üzerine çalışmaya başlar:
Komedya!
Floransa’dan ayrıldıktan sonra Verona’ya
geldiği bilinen Dante’nin daha sonra ne yaptığı
bilinmez. Ancak bir daha karısını görmediği,
kendini araştırmalara ve yazmaya verdiği
bilinir. Dante, 1321’de henüz 56 yaşındayken
sıtma hastalığından dolayı öldüğünde
Ravenna’da olduğuna göre Verona’dan sonra
Ravenna’ya gittiğini söyleyebiliriz. Dante’nin
bedeni artık toprak olsa da gittiği yerde Bea’yla
umarım kavuşmuşlardır.
Dante'nin eserleri için yapılan en temel
sınıflandırma eserlerin dillerine göre olandır.
Latince Eserler ve İtalyanca Eserler olmak
üzere iki ana gruba ayrılır. En meşhur iki eseri
Yeni Hayat ve Komedya ise dönemin halk dili
olarak görülen Toscana İtalyancası ile
yazılmıştır.
Komedya'da Dante baş karakter olarak
kendisini çizer ve ölümden sonrası için
yapılabilecek bir yolculuğu anlatmaya başlar.
Yaptığı bu seyahat üç ana duraktan oluşur.
Eser de bununla doğru orantılı olarak üç ana
bölümden oluşur: Cehennem, Araf ve Cennet.
Eserin asıl ismi Komedya'dır. Ancak
Hristiyanlık'ın temel ögeleriyle fazla iç içe olan
bu eseri deyim yerindeyse Hristiyanlık'a mal
etmek ve biraz daha kutsal bir hale getirmek
için Boccacio tarafından Komedya adının
başına bir İlahi kelimesi eklenir. Eser, içerik
açısından incelendiği zaman zaten yeterince
kutsal bir içeriğe sahiptir. Yazılırken İncil'i
kendisine kaynak olarak almıştır Dante.
Bununla da yetinmeyip Kur'an-ı Kerim'den de
yararlandığı söylenir.
Komedya'nın en temel özelliklerinden birisi
sembolik olmasıdır. Eser boyunca gözümüze
çarpan her şey aslında kendisinin de içinde
bulunduğu siyasi dönemin bir alegorisi ve
çarpık bir eleştirisidir. Yani eserde bol miktarda
Guelfolar ve Ghibellinolar'a rastlanır.
Ayrıca Komedya yazıldığı dil açısından da
İtalya'nın kendi ulusal kimliği açısından önem
taşır. Eserler o dönemde kilisenin elinde olan
Latinceyle yazılıyordu ve halkın büyük bir kısmı
da bu eserleri okuyamıyordu. Dante, bu ikiliği
ortadan kaldırmak adına bir adım atmıştır ve
eserini halk dili olan Toscana İtalyancasıyla
yazmıştır. Böylece lehçenin halk dilinden,
edebiyat diline doğru da geçişi için bir adım
atılmış olur.
Komedya boyunca 3 rakamı gözler önüne
çarpar. Dante, dinine düşkün ve dinini iyi bilen
biriydi. O yüzdendir ki özellikle Rodolfo
Benini'ye göre bu 3 rakamının bol miktarda
kullanılması tamamen bilinçlidir. Kantoların 33
kıta olması Hz. İsa'nın öldüğü zamanki yaşını,
Kantoları oluşturan her bölümün 3 mısra
olması Teslis'i, eserin 3 bölüm olması gibi
örnekler çoğaltılabilir.
Dante bir daha vatanına
dönemeyecekti. Savunduğu
ideoloji çökmüştü. Adına bir
ölüm kararı çıkmıştı, tek
aşkı Bea, kavuşamadan
ölmüştü ve sevmediği bir
karısı vardı.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Eser boyunca kutsal hedefe ulaşmak için
ilerler Dante ve sonuçta kutsal hedefe
varacaktır. Onun bu seyahatinde son aşamaya
kadar yanında bir şair vardır. O şair Dante'nin
etkilendiği ve saygı duyduğu Vergillus'dan
başkası değildir. Vergillus, Agustus döneminde
yaşamış İtalyan bir şair, Aeneis adlı destanıyla
tanınır. Zaten Dante'nin yol boyunca
karşılaştığı mitolojik kahramanların çoğu da
Vergillus'un kaleminden çıkanlardır.
Dante, yolculuğun sonuna gelindiğinde artık
yanındaki rehberini geride bırakır ve kutsal
sebebine ulaşır. Onu Cennet'te Yeni Hayat'ta
da geçen Beatrice Portanari karşılayacaktır.
Nihayet Bea'ya kavuşan Dante onun sunduğu
bir kadeh şarabı içecektir önce ve ardından da
onun kolunda göğe yükselerek kutsal ışığın
kaynağına ulaşacaktır.
Her zaman geçerli olan bir şeydir ki bir eserin
sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de bir o
kadar vardır. Komedya dendiği zaman Batı'daki
insanlar hazır ola geçerler deyim yerindeyse.
Doğu kültüründe ise insanlar bununla ilgili iki
görüşe ayrılırlar. Bir görüş, Dante'nin Cennet'e
doğru yaptığı yolculukta, yedi ölümcül günah
için hazırladığı yedi katmanın en derininde Hz.
Muhammed'le karşılaşmasından dolayı eseri
yerin dibine sokar. Bu görüşte olanlar bir de
Dante'nin bunu yapma sebebi olarak
Hristiyanlık gibi bir din varken Hz.
Muhammed'in İslamiyet diniyle ortaya çıkıp en
büyük günahı işlediğini söylerler. Diğer görüş
ise tıpkı Dante'de olduğu gibi Cennet'e gitmek
için Hz. Muhammed'in de o yoldan gittiğini,
Cennet'e gidişiyle ilgili bir bilgi verilmediğini
savunur. Hatta bunu söyleyenler, Hz.
Muhammed'in Miraç'a yükselmesinden
etkilenerek Bea'yla beraber kutsal ışığın
kaynağına ulaştığını da söylerler.
Dante bu eseriyle kimi çevreceler alkışlandı
kimi çevrelerce de yuhlandı. Ama şu da bir
gerçektir ki Dante'nin bu eseri yuhlanmaktan
çok alkışlanmış, sadece kendi dönemine değil,
kendi döneminden sonraki dönemlerde kaynak
olmuştur. Özellikle heykel ve resim sanatında
Dante'nin bu eseri defalarca konu olmuştur.
Botticelli'nin tablolarında, Dore'nin
oymalarında, Mechellino'nun yağlı boya
çalışmalarında, Michelengelo'da, Rodin'in
meşhur Düşünen Adam Heykeli'nde, Dan
Brown'un Cehennem adlı son romanında ve
Cahit Sıtkı'nın dizelerinde...
"Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün."
Dante'nin öldüğünde 56 yaşında olduğu
düşünülürse ömrünün yarısının 35 olmadığı
bariz şekilde ortaya çıkar. Ancak bunun için
Dante'nin, Komedya'yı yazdığı yaşının onun
hayatının yarısı olduğunu savunanlar olduğu
için bu yolun yarısı 35 olarak düşünülmüştür.
İtalya'nın yetiştirdiği en büyük şair olan Dante,
Shakespeare'le birlikte Batı Avrupa
Edebiyatı'nın en büyük dehalarından biri
olmuştur. Ortaçağ'da her şeyi tekelinde
bulunduran Roma Katolik Kilisesi'ne rağmen,
zorla Latinceyi benimsemek yerine halk diliyle
yazmıştır. Onun bu halk diliyle yazma çabası
İtalyancanın öneminin artması, İtalya'nın milli
bir hareket yaşamasıyla sınırlı kalmayıp
insanların Ortaçağ kilisesinden kurtulması için
de bir adım olmuştur.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
AYNI DEĞİL
Bu ara ekmeğin tadı da değişti
Sahi ortancalar da eskisi gibi değil
Hep denk geldiğim köşedeki çocuklar
Bu ara onlar bile aynı değil.
Musluk suları güzeldi eskiden
Şimdi, tükürük bohçası gibi
Güzeldi önceden İstanbul'un semtleri
Şimdi, o bile aynı değil.
Sema Keser
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Xəbər Al
Sorursan ömrümdən nələrim gedib,
Nələrim olub ki, nələrim gedə.
Mənim bu taleyim qara yazılmış,
Çətin ki, zülmətim işığa dönə.
Mən kədər şairi, qəm şairiyəm,
Dərdləri özümə həmdərd bilmişəm.
Nə zaman sevinib, gülümsəsəmdə,
Mən dərd yaşamışam, dərd düşünmüşəm.
Soruşma dərdimi, soruşma dostum,
Sən bu dərdlərimi bilən deyilsən.
Mənim dərdlərimdə səadətimdir,
Sən bu səadətdən gülən deyilsən.
Heç kəsə, heç zaman arzulamaram,
Heç kəsin sevinci dərddən olmasın.
Bu dərdin sevinci ağırdır ancaq,
Olan mənə olsun, sizdən olmasın.
Mən sizə danışdım mən kiməm, nəyəm,
Mənim kimliyimi məndən xəbər al.
Mən bu yer üzündə bir divanəyəm,
Nələr çəkdiyimi qəmdən xəbər al.
Habil YASHAR
Bakü, Azerbaycan
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BİR YASLA KOCAYANLAR
Hırkasını sırtına giydi ve oğlunun odasına
gitti. Kapıyı tıklattı. İçeriden usulca bir ses ‘’Gir’’
dedi. Salih Bey odaya girdi. Ali, pencerenin
önündeki koltukta oturmuş, kederli bir şekilde
dışarı bakıyordu. Salih Bey sakin bir sesle:
- Geç oldu oğlum hadi artık uyu! Yaşadığın
şey kolay değil anlıyorum. Ne desem seni teselli
etmeye yetmeyecek ama bizim hatrımız için artık
kendini bu kadar hırpalama’’ dedi.
Ardından bir cevap bekledi ancak odada
sessizlik hâkimdi. Salih Bey, daha fazla uzatıp
oğlunun canını sıkmak istemedi ve odasına dönüp
yattı.
Ali de duvarların soğuk ellerini boynunda
hisseder hissetmez ceketini alıp tekrar evden çıktı.
Saat altıydı. İş saatine daha iki saat vardı. Dün
akşam çok fazla alkol aldığı için hâlâ ayılmakta
güçlük çekiyordu. Küfrediyordu, isyan ediyordu. Bir
yıl evvel ölen nişanlısını onu bırakıp gitmekle
suçluyordu. Her şeye, herkese karşı inancını
yitirmeye başlamıştı. Yaşadığı acı gerçekten
büyüktü ama hiçbir acı karşısında küçüleceğimiz
kadar büyük olamazdı. Kendi ölümümüz hariç...
Ağır adımlarla sokakta yürümeye başladı.
Dünyadaki tek dertli insanın kendisi olduğunu
düşünerek, etrafındaki herkesin güllük gülistanlık
yaşadığını zannederek, şikâyet ve nefret dolu
gözyaşları dökerek ve yaşadıklarını bir türlü
kabullenemeyerek iki saat boyunca yürüdü.
İşe geldiğinde bitkin bir haldeydi. Banka
memurları birer ikişer gelmeye başlamışlardı.
Rozetini taktı, silahını beline koydu ve girişteki
yerini aldı. Girişte bir rakı kokusu hâkimdi ve öğleye
kadar devam etti. İşte yine aynı ihtiyar kapıda
gözüktü. İhtiyar bu bankanın müdavimiydi. Her
haftanın ilk günü öğle vakitlerinde gelir, kiraladığı
kasadaki emaneti -ki o emanet banka çalışanlarının
hakkında büyük efsaneler uydurduğu bir sırdır-
ziyaret eder ve giderdi. Ali ise senelerdir devam
eden bu ziyaretlerin farkına varalı çok olmamıştı.
Bu durum onun pek ilgisini çekmiyordu. O dertliydi
çünkü. (!) Ta ki ihtiyarı kasa odasından yürümekte
bile güçlük çekerek ve gözlerinden sağanak
sağanak yaşlar dökülerek çıktığını görene kadar...
Uzun zamandır gördüğü bu ihtiyarı ilk defa
kendisine bu kadar yakın hissetmişti, sebebini
bilmiyordu ama onu o halde görünce bir an kendi
dertlerinden soyunmuştu. Bu kıyafetin insanların
üzerinde ne kadar çirkin durduğunu uzun bir zaman
sonra ilk kez görebilmişti. İhtiyarı bir sandalyeye
oturttu, ellerine kolonya döktü, kendisine gelene
kadar başında durdu ve iyi olduğunda kapıya kadar
eşlik etti. İhtiyarın senelerdir gelip gittiği bankada
konuştuğu tek kişi olmayı başarmıştı. İhtiyar, Ali’ye
ismini lutf etti. Yardımı için teşekkür etti. Bu büyük
bir şeydi çünkü yıllardır bu bankada ihtiyarın sesini
dahi duyan yoktu. Dertlerinin yerini bu günden
itibaren biraz olsun merak almıştı. Bu Muhsin Amca
kimin nesiydi? Niçin her Pazartesi buraya
geliyordu? O kasada ne vardı? Bu gibi birçok soru
akın etmişti zihnine. Haftaya geldiğinde bu Muhsin
Amcanın sırrını öğrenmeliydi. Nasıl olsa onunla
Hikaye Serhan DEMİR
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
konuşmuştu. Belki biraz daha yakınlaşsa, zorlasa
öğrenebilirdi. Acaba o kasanın içinde ne olabilirdi?
Günler geçti ve Pazartesi gelip çattı. Ali bir
haftadır fazla alkol almıyordu, işe pek geç
kalmıyordu. Zihnini meşgul edecek bir şey
bulmuştu nihayet ve biraz olsun dertlerini
unutmuştu. O gün işe tam vaktinde gitti. Girişte
rakı kokusu yoktu. Öğlen ise gelmek bilmiyordu.
Nihayet ihtiyar yine kapıda gözüktü yaşının
beraberinde getirdiği rahatsızlıklar sırtına binmiş
belini bükmüştü, geçen haftadan daha zor
yürüyordu, gözlerinde taşmayı bekleyen okyanuslar
vardı ama dudaklarındaki tebessüm denen o adayı
asla yutamazdı. Muhsin Amca bir haftada çok fazla
çökmüştü ama yine de buraya gelmeyi ihmal
etmemişti. Ali’ye başıyla selam verdi ve yürümeye
devam etti. Ali tam ardından gidecekti ki müdürü
çağırdı ve ‘Çıkışta konuşurum.’ diyerek müdürünün
yanına gitti. Müdürünün verdiği görevleri yapmış
tekrar girişteki yerini almıştı ancak ihtiyar bir saat
olmasına rağmen kasa odasından çıkmamıştı. Ali
biraz daha bekledi ancak yarım saat daha
geçmesine rağmen hâlâ yoktu. Gittikçe
endişelenmeye başladı ve yetkisi olmamasına
rağmen telaşla kasa odasının kapısını açtı ve içeri
girdi. İhtiyarın başı kasa odasının ortasındaki
masaya düşmüş, gözleri sımsıkı kapanmış ve son
anlarında gözlerinden süzülüp masada biriken
yaşları daha kurumamış, her şeye inat yüzünden
hiç eksik etmediği o tatlı tebessüm tazeliğini
kaybetmemiş, bir eli sandalyenin kenarından aşağı
düşmüş, diğer eli bir çerçeveyi sıkıca kavramıştı.
Çerçevede siyah-beyaz bir resim vardı. Resimde
üzerinde gelinliği olan güzel genç bir kız ve
damatlığıyla yakışıklı, fidan gibi bir delikanlı Muhsin
Amca vardı. Ali, gördüklerinin karşısında donup
kaldı.
Bir gün sonra Muhsin Amca defnedildi.
Cenazesinde huzurevindeki arkadaşlarından ve kız
kardeşinden başka kimse yoktu. Herkes dağıldıktan
sonra Ali, Muhsin Amcanın kız kardeşinden Muhsin
Amcanın neden o resmi kasada sakladığını, o
resimdeki kadına ne olduğunu, Muhsin Amcanın
neden kimsesiz meczup bir halde yaşadığını sordu
ve Zeynep Hanım anlatmaya başladı:
Muhsin 1962 yılında resimde gördüğün o
güzel kızla, yani Kadiriye Hanım ile evlendi. Kadiriye
Hanım sara hastasıydı. Düğünün ertesi günü hava
kararmaya başlayınca evdeki kandilleri yakmaya
başlamış, tam o sırada da sara nöbetine tutulmuş,
kriz sırasında elindeki kandil yere düşmüş ve alev
almış. Muhsin de iş çıkışı düğün günü çektirmiş
oldukları o resmi fotoğrafçıdan almış eve
dönüyormuş, mahalleye girdiğinde evinin etrafında
bir kalabalığın toplanmış olduğunu görüp telaşla
koşmuş, kalabalığı yarmış ancak her şey için çok
geçmiş… Ne Kadiriye Hanım’dan ne de birlikte
kurdukları o sıcacık yuvadan geriye bir şey kalmış.
Muhsin beyin güzel hanımından, evliliğinden,
mutluğundan kalan tek hatıra eve gelene kadar
özenle taşıdığı ve eşine göstermek için
sabırsızlandığı o evlilik fotoğraflarıymış. Muhsin
Bey resmin başına bir şey gelmesin diye yıllarca
onu o kasada tutmuş ve her pazartesi yani Kadiriye
Hanım’ın öldüğü gün onu görmeye gitmiş.
Ali duydukları karşısında gözyaşlarını
tutamamıştı. Hanımefendiye teşekkür etti ve
müsaade istedi. Yürümeye başladı. Artık bambaşka
biriydi. Muhsin Amcanın hayatı ona fazlasıyla tesir
etmişti ve kendi geçmişi ve geleceğiyle benzerlikler
taşıyordu. ‘’Zavallı Muhsin Amca’’ dedi, “Bir
yastıkta kocamayı hayal ederken bir yasla
kocamış”, benim gibi...
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
PERDE GAZELLERİ / İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ
KÜLTÜR YAYINLARI
Bursa’da okumanın, yaşamanın yazısız kuralları vardır. Bunlardan biri, Bursa’da
doğan ve Türk Tiyatrosu’nun temel taşı sayılan Gölge Oyunu’nu nam-ı diğer
Karagöz ve Hacivat’ı tanımak. Karagöz ve Hacivat oyunun muhavere bölümü de
denilen giriş kısmında karşılıklı atışırlar ve Hacivat, perdeye gelerek, bu oyuna
özel olarak yazılmış şiirleri okur. Buna “Perde Gazeli” adi verilir. Ünver Oral' in
hazırladığı bu kitap da söz konusu perde gazellerini ele alıyor. Sadece perde
gazellerini değil, aynı zamanda gölge oyununun tarihçesini ve tasavvufla ilişkisini
de konu ediniyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları serisi içinde
çıkan bu kitap, bir kültürün tanıtılmasına hizmet ediyor.
Jean Christophe GRANGE / LEYLEKLERİN UÇUŞU
Leyleklerin Uçuşu, gerilim ve polisiyenin son dönemlerde isminden söz ettiren
yazarı Grange’ın ilk kitabı. Hayal gücü ve kusursuz kurgunun birleşimi Fransa’da
850.000 adet sattı ve ardından sekiz bölümlük bir TV dizi olarak izleyici karşısına
geçti. Nefes nefese okuyacağınız bu kitapta, leyleklerin göç yollarını araştırmaya
yardım etmek üzere, yanında işe başlayacağı profesörün öldürülmesiyle leylekleri
bırakıp, cinayeti araştırmaya başlayan Louise’ın hikayesi anlatılıyor. Grange’ ın
kalemiyle tanışmak için doğru kitap!
MURAT MERİÇ / 100 ŞARKIDA MEMLEKET TARİHİ
Tarih okullarda hep sıkıcı şekilde anlatıldı. Savaşlar , seferler , fetihler döngüsünde
sayılar ezberletildi bize. Ama memleket tarihinden bihaber kaldık. Müzik yazılarıyla
tanıdığımız Murat Meriç tarihe farklı pencereden bakıyor. Memleket tarihini
şarkılarla anlatıyor. 100 şarkı ile tarihi sınırlıyor. Kitabı İstiklal Marşı ile açıyor. Her
şarkının hikayesini ve ilişkilendirildiği olaylı anlatıyor. Ajda Pekkan’ın Petrol’ü ,
Duman’ın Eyvallah’ ı , aşk şarkıları içine gerçekleri koyan Fabrika Kızı ve daha
niceleri. Memleket tarihi gözünüzün önünden film şeridi gibi geçerken her yaştan
okuyucuya hitap edecek bir kitap.
ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
STEFAN ZWEIG / SABIRSIZ YÜREK
Sabırsız Yürek, 17 yaşındayken okuduğum ve hâlâ daha "en çok etkilendiğim
yabancı kitap" listemin ilk sırasını muhafaza eden en kısa zamanda tekrar okumayı
istediğim bir dünya klasiği. Zweig'in tek romanı olan Sabırsız Yürek’in aslında olay
örgüsü alışık olmadığımız bir tarz değil. Hatta biraz biraz Servet-i funun, Halid Ziya
tarzı. Zengin bir baba, zavallı hasta kızı, kızın aşık olduğu karizmatik ama serseri
ruhlu asker ve acı son... Stefan Zweig'in kendi sonu gibi. Romanı özel yapan
Zweig'in senaryo dışındaki kalemi. Karakterlerin uyumu, iç muhasebeleri ve
tasvirlerin etkisiyle eser ruhunuzda derin bir etki bırakıyor. Ve bir kez daha idrak
ediyoruz ki "vicdan hatırladıkça hiçbir suç unutulmaz."
Kitaptan: "Yalnızca yardımcı olmak, bambaşka birine faydam dokunması fikri bile
içimde bambaşka bir sevinç uyandırıyordu. Kişi ancak başkaları için de bir değeri
olduğunu anladığında varlığının anlamını ve önemini kavrayabiliyordu"
NECİP FAZIL KISAKÜREK / O VE BEN
Necip Fazıl'ı "kaldırımlar şairi" olarak biliriz, "reis bey" olarak biliriz, "Sakarya"
olarak biliriz. Peki ya bu satırların ardındaki çocuk Necip, delikanlı Necip,
"değişen" Necip?
"O ve Ben" Necip Fazıl Kısakürek'in az sayıdaki nesir eserlerinden biri.
Anıları. Çocukluğundan başlayan, yetişkinliğine uzanan, O'nu tanımasıyla "tam
otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum" mısralarını yazdıran, değişen hayatı. Bu
kitapta üstad Necip Fazıl Kısakürek'i değil, Necip'i okuyorsunuz. Acısıyla,
sevinciyle, vicdan azaplarıyla kimi zamansa övünmelerle dolu Necip'i...
Kitaptan: "Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman,
mekan, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen, bir
kedi yavrusu gibi kıvranıp duruyorum. Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayal uçsa
kanatları kana boyanır…"
ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Evin yerine geçebilecek, ikâme edilebilecek
başka mekânlar veya varlıklı yollar var mıdır? Evsizlik
giderilmesi gereken, âciliyeti gelecekle ilgili bir
derttir çünkü. Aramanın devamı olsun isteriz.
İkâme sözcüğü tuhaf kaçabilir. Sonuçta birebir
karşılaması elbette olanaksızdır. Evimizin
olmamasının sonucu olarak yaşayabileceğimiz
olumsuzlukları telâfi edebilecek, yaşama bağlanma
isteğimize kapı açabilecek başka tutamaklar diyelim.
Bu tutamaklar ummadığımız kapılarda olabilir ve
gönlümüzün hüzünlerini otarıcı ufuklara açabilirler.
Ayrıca çağrısında olduğumuz o evin sedalarımıza
akislerle cevap vermeyeceği ne malum? Bu sorunun
cevabının olumsuz olması durumunda neler
olabileceğini, olduğunu bir düşünün. “Düşüncesi bile
korkutucu” denir ya, işte öyle olmalı.
Aksinde ise, düşüncelerimiz bütün
yönleriyle eksiksiz nesnel çıkarımlarda bulunamasa
da, sadece muştudan ibaret yol işaretleri bile
uzuvlarımızın gevşemesini bize hissettirebilir. Bu bile
tek başına, farklı bir iklime geçebileceğimizin işareti
olmalıdır. O yollar ile buluşamamak, karşılaşamamak
gibi bir talihsizlik savı, varlığın içerdiği canlılığa
bühtan değil midir? Doğrusu; evin yeri
doldurulamasa da, bahsi geçen eksikliklerimizin,
tercihlerimizle ve uygun gelişmeler olması koşulu ile
kısmen veya tamamen giderilebileceği zannı bende
gâliptir. En azından hayat sarmalını çözebilecek,
yaşanabilir kılacak kadar.
Adâlet beklentisi bu sanıya tutunmama
sebep olan birincil etkendir. Varlıklarda ve varlıklar
arasında cereyan eden olayların bünyesinde taşıdığı
ve biteviye yansıttığı hayat ve canlılık kubbesi
altındaki anlam bürüntüsü, sanat, bilgi, güç ve
düzenin boyutları ve aşkınlığı, her birinin diğerlerini
kendi içinde olgunlukla taşıması, birbirilerini
tamamlayıcı bir bütüncüllük örüntüsü, perdelerimize
akseden her görüntünün eksiksizliği, mükemmelliği
diğerleri gibi yani, anlam, sanat, bilgi, güç ve nizam
gibi adaleti de varlık yapısının vazgeçilmez bir parçası
kılıyor. Herhangi bir unsur diğerinin tamamlayıcısı
adeta. Eskilerin deyimi ile mütemmim cüz’ü. Biri
diğeri olmadan olamaz.
Ev Üzerine Düşünceler – III Muhammed Kırvar
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu durağan olmayan, sürekli doğuş ve
tazelenme hâlindeki, mütemâdi sahne değişmeleri
yaşayan varlık senfonisi, hem sahne aktörü hem de
seyirci konumunda olan bizlere zihnen ve manen
apışıp kalmaktan başka bir şık bırakmıyor ki. Rakip
olmanın kısa süren itkisi ile başka şıklara gidip-gelsek
de, nihayette eksiklikler arayan benliğimizin
samimiyetle buluşması halinde, rakip olmanın
sadece bir yansımadan ibaret olduğunu anlaması ile
tenkit oklarının bize yönelmesi bu inadî arayışın son
sahnesi olacaktır. Zaten, varlık, yapı gibi kelimelerin
bîzâtihî kendileri ipucu olmuyor mu?
Madem siz ve yeriniz sizin dışınızda
belirlenmiştir, eksikliklerinizi tamamlama imkânının
olması, görünen tablonun anlam bütünlüğünün
sağlanması bakımından zorunluluk değil midir?
Aksi halde kendi konumumuz hakkında hiçbir fikrimiz
olamayacağı gibi, anlamsızlık çemberlerinin ortasına
düşmemiz de kaçınılmaz olur. Tabi anlamsızlık
tasavvuru halinde çember nasıl olur? Ortasına nasıl
düşülür? Nasıl betimlenir? Anlamı olmayan insan bu
betimlemeyi hem de anlamlı kılarak nasıl
gerçekleştirebilir? Bu konular çok suyu kaldıramaz
bir hamur. Tek bilebildiğim; öznel olarak, kendimi
oldubittilerin eseri görmek bana çok ağır ve aşağılık
geliyor. Ben..! Tesadüflerin eseri olamam diyorum.
Hayatın her alanında olduğu gibi, varlığımız hakkında
da hüküm verirken yaşadıklarımız esas olmalı ve
kendimizi aldatmamalıyız. “Kendini aldatamayan hiç
kimseyi aldatamaz.” deyimi aldatmanın nerelere
kadar uzanabileceğini, daha doğrusu aldatmanın
zirvesini göstermek amaçlı olmalıdır herhalde.
Aldanmalarımızın sürekliliği sakın bu yüzden
olmasın?
Elbette bu bakış somut içerikli
bulunmayacaktır, zira soyutluk öznelliğimize en yakın
gerçektir. Zaten hem somutu hem de içeriği bir
başka arada, bir arada bulana aşk olsun. Öznemizin
rahata erdiği, hiçbir nesnelliğin veremediği hayat
hazlarını küçük bir dolaşımda elde ettiğimiz,
sınırlarını kimsenin sabitleyemediği bu hudutsuz
alanı sevmemek mümkün mü? Benliğimizin yüzdüğü
o deniz, varlığımızın yüzdüğü ıssız bucaksız suların
esamesi olsa gerek.
Somutlar herkesindir, ben ise her nesnede
bulduğum soyut yüzlerimle mutlu olurum. Beni ben
kılan onlardır, sadece ben değil. Mümkün olsa
insanın “Alın, hepsi sizin olsun.” diyesi gelir. Peki,
aynı varlık düzleminde bulunmak bizi kendimizden
vazgeçmeye mi götürmeli? Vazgeçmek ile özneler
arası uyum korosunun tınılarını gözetmek arasındaki
küçük görülen fark, insanoğlunun varacağı yeri ne de
çok birbirinden uzaklaştırmıştır.
Yukarıda geçtiği gibi, çıkış olmamasının
sonuçları çok vahim olacaktır. Ters odaklı bu bakış
dünyanın ve insanın dokusuna çok aykırı
görünmektedir ve çözümün olanaksız olmasını
vicdanımız başta olmak üzere hiçbir unsurumuz
kabul etmemektedir ve etmeyecektir. Bu çıkarımlar
ikna edici değilse, bu hususlara ilişkin enginlikleri
barındıran kadîm kaynaklar münacaat ihmal
edilmeden ayrıntıları ile tekrar tekrar
kurcalanmalıdır. Ben ancak, küçük tecrübelerle ve
enginliklerin kumsalında yaptığım kısacık
dolaşmalardan elde ettiğim his kırıntıları ile bu
zannın bende gâlip olmasını izah etmeye çalıştım.
Sadece ve yalnızca o kaynaklarla tecrübelerimin
çatışmayacağına ilişkin hislerimin epey kuvvetli
olduğunu söylemekle yetinebilirim.
Bu yollar neler olabilir? Sevgi bu yollardan
birisi olabilir mi? Yoksa var olan tek yol mudur?
Neleri sevebiliriz? Başta kendimiz olmak üzere
insanı, tabiatı veya bunların aşkınlığı mı, belki de
hepsini? Birine olan sevgimiz diğerlerinden
vazgeçmemizi gerektirmez herhalde? Varlıklar arası
tercihte bulunmak mümkün müdür? Bu, koskoca
sorular ülkesinde minicik ve muvakkat, geçici bir
evden ibaret, muhtar hükümdârı olarak atandığımız
nâdir soru adacıklarından, ülkeciklerinden birisidir.
Evet, sevmek, sevilecekleri görebilmeye çalışmak tek
yoldur ve başka yolların izleri bulunamamıştır.
Bulduğunu iddia edenlerin hepsine olmasa bile bir
kısmına baktığımı ve yeniden aramaya döndüğümü
belirtmeliyim. Bu yolun başlangıcını yakalamış
olmam bile hükmü vermeme yetti ve sevmeye
çalışmak bugüne kadar ki tek kazancım oldu. Zıddını
düşünmek, bizleri her bir varlık ile mücadeleye
götürecektir ki, buna hiç kimsenin gücünün
yeteceğini zannetmiyorum. Üstelik o varlık listesinin
en başında kendimizi bulacağımız da gün gibi âşikar
iken. Çok açık, sarahati tartışma götürmez bir tablo.
Peki, bu yolda sadece kendi benliğimizi sevip,
dışındakilere hisse vermemek olasılığı gibi bir tehlike
yok mu? Bence var ve olması gerek şart gibi. Pay
kelimesi bile ne kadar sivrilik arz ediyor fark ettiniz
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
mi? Sanki bölümlenebilir. Hâlbuki bölünebilen
bitebilir. Kuşatmak kelimesini tercih etmek daha
yerinde ve söz konusu tehlikeyi bertaraf eder gibi.
Gerçekten sevginin hasredilmesi, alanının
daraltılması istilacı yapısına aykırı olsa gerek.
Hapsedilmeye kalkışılması başta teşebbüs sahibine
zarar verecektir. Darlığa maruz bırakılmasının
oluşturacağı manevi basıncın etrafındaki herkesi
yıkacak kuvvette olacağını bilmek kâhinlik olmasa
gerek.
İnsanla başlayalım. Varlık âleminin durduğu
yer bakımından en mükemmel örneği; insan,
hemcinsimiz. Farkındalığını sırf yaşamakla kalmayıp,
yaşadıklarının şuurunda, şuurunun da farkında olan
tek varlık ve yanı başımızda. İlk bakışta insanı sevmek
kolayımıza da gelebilir. Çünkü kendimizi ifade
edebilmekte, ifade edilenleri yorumlamakta bildik
vücut ve kalp dillerini kullanırız. Lisanlarımız farklı
değildir. Mesajları bunlarla alır ve veririz.
Muhatabımız bizden farklı değildir. Aramızda derece
farkları olsa da mahiyetimiz aynıdır. Kısacası,
sapmalara uğrama olasılığı en aza indirilmiş iletişimi
insanla, hemcinsimizle kurabiliriz. Kastından sapma
olasılığı iletişimin barındırdığı en büyük tehlikedir
zira. Evet, bu aynîlik varlıklar arasındaki seçimimizin
hemcinsimizden yana olmasında baskınlık sağlar.
Hemcinslerimiz arasında ise, tercihimizi genelde
kendimizde olmayanı bulunduran, arzuladıklarımızı
taşıyan, eksikliklerimizi tamamlayan, ihtiyaçlarımızı
karşılayan, taşıdığımızı düşündüğümüz zenginlikleri
gören ve gördüğünü hissettiren ve duygularımızı,
duygularını bize de yaşatabilen insanlardan yana
kullanırız. Bir dost, bir arkadaş, bir hayat ortağı, bir
varlık rehberi ancak bu arayıştaki cevaplar ile öne
çıkan insanlar arasından çıkacaktır. Bu arayış kendi
dar sınırlarımızdan çıkışımızın anahtarı olabilir. Belki
de, bu çıkışla ortak paydaşlara ulaşmak, ortak paydaş
bulma olasılığı yanında, paylaşmakla yükümüzü
hafifleştirme olanağına da kavuşmak ihtimali
belirecektir. Sonuçta, nasıl tandır başı soğuk kış
günlerinde kendisi merkezde olur ve insanları
ekseninde toplarsa, işte öylesine dairesel bir ihtiyaç
halkasından bahsediyoruz. O başkasına, biz ona, o
bize muhtaç. Bu ögeye erişmemize bazen sihirli bir
kelime barındıran bir cümle, küçük bir insanî eylem,
o an farkına vardığımız bir varlık tablosu, zihnimizi
efsunlayan cümleler içeren bir kitap vesile olabilir.
Her gün yeniden uyanmamız, havaya karışan her
soluğumuz, Güneş in her sabah doğması,
ıslatmasından kaçtığımız yağmurun toprakla bizi
gene yakalaması algılarımızdaki basit ve umarsız loş
köşelerinde unutulmuşken mucize oldukları
hatırlanabilir, bizi çocukluğumuza götürebilir,
olağanüstü konumlarına konuşlandırılabilir,
yerleştirilir. Anımsanamaz, çünkü hatırları vardır.
Kimi vakitler de, sadece kendimizin dinlediği
sessizliğimiz veya yürek acılarımızdan, sarıca
hüzünlerden örülmüş kafeslerimizden yükselen
mutluluğa ulaşma figanları aracı olabilir. Asıl olan,
hepsinin can kulağımızın ışıklarla gelmesini beklediği
terennümleri fısıldıyor olmalarıdır.
Kutsal metindeki “Vesileye sarılınız” emri
“Arayış” tercihinin insanın elinde olan ve bu nedenle
sonuçlarına katlanılmak zarureti içeren yegâne
eylem türü olduğunu sadece bu yüzden vurguluyor
olabilir. Her durumda, sosyal yapıları da eklenti
olarak içerebilen vesilelerin oluşturduğu veya bizim
var zannettiğimiz atmosfer bizi tedirginlikten
kurtararak emniyete kavuşturan, anlam
boşluklarınızı dolduran, efkârımızı sarsıcı dalgalardan
koruyan bir mendirek işlevi görebilir. Bu liman,
tasavvurumuzun eseri olabileceği gibi hakikatte de
bulunabilir. Varlık nedeni arayışımız olduğu sürece
bunun önemi değişmez. Tasavvurumuzun eseri
olması yokluğuna kanıt değildir, bilakis arayış
kuvvetimizin varlığı etkileme gücüne, varlığın var
edilmesi ile olan zorunluluk ilişkisine kanıt demektir.
Sürekli ya da geçici zihni varlık algımızın betimlemesi
olarak tanımlanabilecek o tasavvurun bize inşa
ettirdiği dayanaklar aynı zamanda tasavvurun
kendisine de payanda olacaktır. Beklenenin kül rengi
bulutlardan sıyrılmış olması ve çehre kazanması,
belirsizlikten kurtuluştur yaşamsal olan, gerisi
ayrıntıdan ibarettir. Unutmamamız gereken diğer bir
şey; bizi uçuran ve o limana ulaştıran kanatlarımızdır.
O kanatlar benlikten, tek olmak direncinden diğer bir
tanımlama ile varlık içindeki varlığımızın inkârından
vazgeçmek yolundaki samimi arayışımız ve
tercihimizdir. Uçulacak menzil, varılacak durak ve
uçuracak kanatlar bir bütündür, parçalanamaz, öne
geçebilen olamaz, arkada kalan hiç olamaz. Bu
tercihi yapabilmek, varlıkta görünür olan can
suyunun iksirvâri tadını duyumsamaya ve hayatın
sürekli ve mutlak kaynağına ilişkin benliğimizdeki
duvarları aşmamıza bağlıdır herhalde.
Veya tercihimiz bu yönde olduğu, olabildiği için
benlik duvarlarımızı aşmanın yolu bize açılacaktır.
Çok zor ulaşılabilecek bir yol görünümüne rağmen
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ancak benliğimizin sıkıntılarının boyutları göz önüne
alınınca ve göze alınınca ve istekle az da olsa
yaşanınca çocukluk kuyularından çıkıp, varlığa
bürünen bir his hepimize yardımcı olacaktır. Varlık
diğer bir varlığın delilidir çünkü. Biri diğerinin
yokluğunda nasıl var olabilir ki? Zaten yokluğu kim,
nasıl tarif edebilir ki? Olmayanı. Varlık denizinde
yüzen, kuşatılmışlık atmosferinin benliğe diz
çöktürebilen havası genizlerimizi haykırışlarla
geçerek hücrelerimize yerleşme çabasında iken, var
ve varlık olarak yokluğu nasıl tarif edebiliriz ki? Biz
varlığın tarafında olmalıyız, başka taraf olursa elbette
onlarla da ilgilenebiliriz. Olursa. Olmayanlarla nasıl
ilgilenilir? Belki yokluğu, kaybetmekle, kaybolmakla
karıştırıyoruz. Evet, öyle olmalı. Çünkü o anda, o his
bizi ne kadar kuşatabiliyorsa ve kendisine manileri ne
kadar uzakta tutabiliyorsa biz o hissin duvarları
arasında ne kadar kalabiliyorsak o kadar çözüme
yaklaşıyoruz.
Diğer olasılık, bizi kuşatan kalın, içsel
duvarlarımızın kapısız ve ışıksız kalmasıdır denebilir.
İçeride kaldığımız süre uzadıkça, başkalarına açık
olma olasılığının azaldığı bu kalenin duvarları geçen
her zaman dilimi ile doğru orantılı olarak
kalınlaşacaktır. Kanatlarımızın olmadığı hâl ve
zamanlarda, aydınlıkların hiç birine vâsıl olma
olasılığının olmadığını bilmek bile tek başına,
ulaşacağımızı umduğumuz bilginin kıyısıdır. Bilmek
(Bilgi ile karıştırılmadan) bulmanın başlangıcıdır
herhalde.
Hâkimler; “Benliğin insanda ve insanlıkta
erimesi, onu varlığın her unsurunu çeken, karşı
konulmaz güç olma özelliğine kavuşturur ve her şeyi
yerli yerince içine alan devasa bir varlık havuzu
haline getirir, kıyılardan enginlere ulaştırır.”
demişler. Enginler bir rıza lokmasıdır denilmiştir ve
herkese nasip olmayışı bu sebepten olsa gerek. İşte
bu nedenle bu serinlik kaynakları az bulunur.
Uzaklardan da olsa o kaynakların esintilerini
hissedebilmek, her birimizin farklı boyutlarında
olduğu yolculuğun tatlı anlarındandır. İnsanla
başlayalım demiştik, bulunduğumuz sahilin kısalığı ve
sığlığı eskilerin “İnsan hepsine yetti ve zaten öz onda
saklıdır.” Deryası ile anlaşılsın ki bitirelim.
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
DERVİŞ DİRİSİ
Abası yollara yorgunsa
ne yapsın derviş demir çarığı.
Sabahlar salasız
paslı kalemden akmazsa mürekkep
ve adına en çok Hızır yakışıyorsa
ne yazar,
kalbimin orta yerinde
annemin duası geçer.
Kaç ağıt duyulur sesinden gitmelere dair
kaç ayrılığa eş tartılır leyli yıldızdan ağırlığın,
geceleri alıp başını ansızın giden
mezarlık karanlığıyım
ıslatmaz beni yağmurların.
Kirli parmakların tenhasından
iz bıraktı şehrim,
sokak arşını tellal avazı sabrımı damıtır,
kuş kanadına takılı hazan yaprağı
gömleğimden düğmedir.
Kaf Dağı ardı / her gün
Ankasız masal diyardır bana
Kendimi çoğaltıyorum
çağdaş pazarların milyonluk som baharına.
Bir çözebilsem
asude iplere eş uykuları,
acemi yanlarıma dolanacak muştular
biliyorum / gölge gibi
sarmalayacak mahremliğimi
bir omuz bekleyen
cami avlundaki tabutlar.
hem hancıyım hem yolcu
dur da biraz solukla nefesimi..
abası yollara yakışan yolcu abbas
bir aba delisiyim işte
gel de benle eğlen biraz.
Mustafa IŞIK
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BİR BEKLEYİŞ
Sanki biri gökyüzünün lambalarını açıp kapıyor
Dilimde Suzan Suzi
Güneş rakı burcuna girince sahi
Bir arada görmek ister mi bizi?
Gözlerim daldığında mı,
Yoksa dolduğunda mı gelir uzaklardaki?
Peki ya o nasıl sonları severdi?
Ardında bilinmezliğin yırtıcı sesi
Bir gün tan yerinin ortasında
Güneşi bekleriz belki.
Merdümgiriz
Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İHTİLAL
Küreselleşen şiirler var çantamda
Küreye tesir etmeyen
Yontulması gereken kurşunlarım var
Yontuldukça hüzne doyan
Yasak aşk değildi benimkisi
Yasaklanmış kelimeler kullanılmadan
Yasaklar çiğnendi
Pasaklanmış öpüşler
Son kullanma tarihi geçmiş gülüşler
Sana bakarken tutuklama beni
Çalkalanıyor kalbim
Sarmaşıklaşan karmaşık prangalarım
Paslanmaya yüz tutmuş
Gördüğüm her örtünün altında sen mi varsın
Serap mı görüyorum suretlerde
Harap mı olmuşum yoksa gurbetlerde
Benim çalar saatlerim terk edilmeye ayarlı
Benden giden benleri saymayı bıraktım
Beni sen bekle ey gavurluğu bırakmayan gece
Beni hak eden sensin ancak ve ancak
Seninle bir güzel sona varacağız mutlak
Ki dün batan güneşi ben batırdım
Batan güneşin şiirleri bunlar
Hoşça kal!
Muhammed Münzevî
Fotoğraf Aybige Akdağ
“Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi.” Ahmet Hamdi Tanpınar Ulu Camii, Bursa
Recommended