View
367
Download
26
Category
Preview:
Citation preview
Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler
Ta r İh ö n c e s İ E g e
George Thomson
ISBN -10: 9944-483-13-3 ISBN-13: 978-9944-483-13-1
Eski Yunan T oplum u Ü stüne İncelem eler Tarihöncesi Ege G eorge Thom son
Özgün AdıStudies in A ncient G reek Society - T h e Prehistoric Aegean © G eorge T hom son varisi M argaret Alcxiou
Çeviren Celâl Üster
Editör Betııl Avtınç
Tasarım Sinan Turan
Ofset Hazırlık H om er Kitabevi
Baskı ve Cilt Altan Basım Ltd. Şti.
1. Basım 1983 3. Basım 1995H om er Kitabevi'nde 1. Basım 2007
© H om er Kitabevi ve Yayıncılık Ltd. Şti.
T üm m etnin yaynn hakkı saklıdır.TaniLim için yapılacak kısa alıntılar dışında yazarın ve yayımcının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltıl am az.
H om er Kitabevi ve Yayıncılık Ltd. Şti.Yeni Çarşı Cad. No: 12/A Galatasaray 34433 İstanbul
T el: (0212) 249 59 02 • (0212) 292 42 79Faks: (0212) 251 39 62e-mail: hom er@ hoinerbooks.com
Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler
Ta r İh ö n c e s İ E g e
George Thomson
Çeviren: Celâl Üster
homer kitabeui
George Thomson'ın, özgün adı Studies in Ancient Greek Society olan bu yapıtı, Lawrence and Wishart Yaymevi'nin 1961 tarihli üçüncü basurundan Türkçe'ye çevrilmiştir. Kitabın İngiltere'deki birinci basımı 1949'da, gözden geçirilmiş ikinci basımı da 1954'de gene aynı yayıne- vince yayımlanmıştır.
Notlar, Dizin ve Kaynakçaya İlişkin Bir Açıklama
George Thomson, Eski Yunan ve Latin yazarları ile onların yapıtlarına değgin notlan sunarken, Liddel ve Scott'm Greek-English Lexicon'undaki (Yunanca-İngilizce Sözlük) ve Lewis ve Short'un Latin-English Dictionary' sindeki (Latince-İngilizce Sözlük) kısaltmaları olduğu gibi korumuştu. Biz de, Türkçe'de yayımlanan bazıları dışında, çoğunu bu kısaltmalarla verdik.
Kişi ve yer adları dizinlerinin yanı sıra kapsamlı bir kaynakçayı kitabın sonunda bulabilirsiniz.
George TH O M SO N 19 Ağustos 1903'te Londra'da doğdu. Cambridge'deki King's College'ı bitirdikten sonra İrlanda'ya giderek, bir süre dil üstüne incelemeler yaptı. Çalışmalarını Cambridge Üniversitesi ve King's College'da sürdürdükten sonra, 1937'den 1970'e kadar Birmingham Üniversitesi'nin Eski ve Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde dersler verdi. Eski Yunan şiiri ve dili üstüne incelemeler yayımladı, Eski Yunan klasiklerinden çeviriler yaptı. I960 'ta Çekoslovakya Bilim Akademisi üyeliğine seçildi. 1979'da Selanik Üniversitesi tarafından kendisine onursal doktora verildi. Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus (1938) ve Aiskhylos ve Atina (1941) gibi ilk dönem yapıtlarında, Aiskhylos'un oyunlarından yola çıkarak Yunan tragedyasını inceledi. Antropolog Lewis Henry Morgan'ın Friedrich Engels tarafından Marxçılığa mal edilen görüşleri temelinde, Yunan tragedyasını anaerkil toplumdan erkek egemen bir topluma geçişin bir ifadesi olarak yorumladı. 1946'da yayımlanan M arxgihkve Şiir'de ise, şiirin doğuşu ve gelişimini, söz ve büyüyle olan ortak kökenini, emek süreciyle olan bağını ele aldı. Antik Çağ üstüne yapılmış en yetkin Marxçı araştırmalardan biri olan Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler'in ilk cildi Tarihöncesi Ege'yi 1949'da, ikinci cildi İlk Eilozoflar’ı 1955'te yayımladı. 1970'lerde, daha çok sosyalizmin sorunlarını ele alan kuramsal yapıtlar verdi. 3 Şubat 1987'da Birmingham'da öldü.
Celâl ÜSTER 8 Mayıs 1947'de İstanbul'da doğdu. İngiliz Erkek Lisesi ve Robert Academy'yi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1970'lerin sonlarında Aydınlık gazetesinin sanat servisini, 1980'li yıllarda Cumhuriyet gazetesinin kültür servisini yönetti, Cumhuriyet Kitap'ın yayın yönetmenliğini üstlendi. George Thomson'm Tarihöncesi Ege adlı kitabının çevirisiyle, 1983'te Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Çeviri Ödiilü'ne değer görüldü. Marxçı klasiklerden yaptığı çeviriler dışında D. H. Lawrence, Yaroslav Haşek, Liam O'Flaherty, George Orwell, Juan Rulfo, Iris Murdoch, Mario Vargas Llosa, Jorge Luis Borges, John Berger gibi yazarların yapıtlarını dilimize kazandırdı. Can Yayınları ve P Dünya Sanatı Dergisi'nin genel yayın yönetmeni. "Yeryüzü Kitaplığı" başlığı altında yazdığı yazılarını Radikal Kitap'ta sürdürüyor.
Hugh Fraser Stewart'm anısına
İçindekiler
Çevirmenin Ö nsözü.................................................................................13G ir iş ............................................................................................................. 15
BİRİNCİ B ö l ü m
AKRA BA LIKI. TOTEMCİLİK
1. Etnoloji ve Arkeolojinin Karşılaştırmalı Bir İncelem esi 272. Totemciliğin Kökeni.................................................................................303. Dıştan Evlenmenin K ökeni................................................................... 344. Totemcilikte Doğum ve Ölüm Çevrimi..............................................395. Totemcilikten D ine...................................................................................426. Yontmataş Çağı Avrupasında T otem cilik ....................................... 44
II. AKRABALIK AD LIĞI
1. Kabile Y ap ısı..............................................................................................512. Sınıflandırma Sistemi: Tip I ................................................................. 533. Kuttörenlerdeki Rastgele Cinsel İlişki................................................594. Sınıflandırma Sistemi: Tip I I ................................................................. 605. Küme E v liliğ i............................................................................................626. Sınıflandırma Sisteminin Bozulm ası..................................................647. Betimleme S istem i................................................................................... 69
III. KABİLEDEN DEVLETE
1. İrokua Birliği.............................................................................................. 802. Romalılarda Kabile Sistem i................................................................... 853. Roma'da Krallığın Ana Soyundan Geçmesi.....................................904. Populus R om an u s...................................................................................93
8 TA R İH Ö N CESİ Eg e
/V. YUNAN KABİLE KURUMLARI
1. Aiol'lar, Dor'lar ve İon'lar..................................................................... 952. Attika Kabile Sistem i.............................................................................. 973. Ev H alkı.....................................................................................................1024. Attika'da Hellenlerden Önceki K lan lar..........................................1045. Totemci Kalıntılar: Yılana Tapınma.................................................. 1066. Totemci Kalıntılar: Klan Belirtkeleri................................................1137. Klan Tapımları ve Devlet Tapım ları................................................ 1158. Eleusis MysteriaTarmın Klan T e m e li..................... 1199. Adam Öldürmeye Karşı Tutum .........................................................124
10. Kız Kalıtçı Y a sa s ı...................................................................................12911. Eski Yunan Etnolojisi............................................................................ 13112. Anayanlı Soyun Dilbilimsel Kanıtları..............................................136
İk İn c İ B ö lü m
ANAERKİ V. EGE’NİN ANAERKİL HALKLARI
1. Anaerki N edir?....................................................................................... 1412. LykiaTılar.................................................................................................. 1553. Karia'lılar ve Leleg 'ler.......................................................................... 1584. Pelasg 'lar.................................................................................................. 1625. M in os'lu lar >.......................... 1676. H ititler.......................................................................................................1697. Amazonlar Söylencesi . . . ................................................... 1708. M inyTer.................................................................................................. .1749. Bazı Anaerkil Kalıntılar........................................................................189
V7. BİR TANRIÇANIN YARATILMASI
1. Çocuk Doğurma ve Aybaşı................................................................. 1942. Aya Tapınma........................................................................................... 2003. Halk Arasındaki Yunan Dininde A y ................................................2054. Bitki B ü y ü sü ........................................................................................... 2085. Thesmophoria ve Arrhephoria...........................................................2116. Arınma K u ttören leri............................................................................ 2137. Proitos'un K ızları...................................................................................2168. Yunan Tanrıçaları ve A y ......................................................................218
İÇİN D EKİLER 9
9. Persephone'nin K açırılm ası..............................................................22110. Küçük Kadın Yontuları...................................................................... 227
VII. EGE’DEKİ BAZI ANAERKİL TANRIÇALAR
1. D em eter.....................................................................................................2392. A th en a .......................................................................................................2473. Ephesos'lu A rtem is .............................................................................. 2584. Brauron'lu A rtem is ...............................................................................2645. H e ra ........................................................................................................... 2686. A p o llo n .....................................................................................................280
Ü ç ü n c ü B ö lü m
ORTAKLAŞMAC1L1K VIII. TOPRAK
1. Özel Mülkiyetin Başlangıcı................................................................. 2852. Yunanistan'ın İlk Dönemlerinde Mülkiyet Sorunu..................... 2873. İlkel Toprak K u llan ım ı........................................................................2914. İngiliz Köy Topluluğu.......................................................................... 2955. Eski Yunan'da Ç iftçilik ........................................................................2976. Günümüz Yunanistan'mda Toprak K ullanım ı............................ 3017. Eski Yunan'da Açık Tarla Sistem i.................................................... 3028. Toprağın Yeniden Bölüşülm esi.........................................................3089. Bölüşüm Yöntemi...................................................................................313
10. Ayrıcalığın Gelişmesi........................................................................... 317
IX. İNSANIN YAŞAMDAKİ PAYI
1. Meslek Klanları....................................................................................... 3232. İplik Büken M oira'lar............................................................................ 3253. Hora'lar ve Kharit'ler............................................................................ 3304. Erinys'ler.................................................................................................. 3325. Moira'ların Hint-Avrupa Kökeni...................................................... 3346. Moira'nm D önü şüm ü.......................................................................... 336
X. KENTLERİN OLUŞUMU
1. Thukydides Eski Yunanistan'ı A nlatıyor......................................339
2. Tarihsel Dönemde Kentlerin Oluşumu........................................... 3413. Kabile Kampından Kent-Devletine.................................................. 3434. PhaiakTann Ülkesi ve Pylos............................................................... 3515. Atina'nın İlk D önem i............................................................................354
Dö r d ü n c ü B ö l ü m
KAHRAM ANLIK ÇAĞI X/. MYKENE HANEDANLARI
1. Geleneksel Süredizin............................................................................ 3612. Arkeolojik Çerçeve................................................................................ 3633. Geleneksel H anedanlar........................................................................366
XII.AKHA'LAR
1. AkhaTarın D ağılım ı.............................................................................. 3772. AiakidTer..................................................................................................3793. İon 'lar.........................................................................................................3824. Peloponnesos AkhaTarı........................................................................3845. Akha'lann K ö k en i................................................................................ 3876. PelopidTer................................................................................................ 392
XIII. KÜLTÜRLERİN ÇATIŞMASIN
1. Akha'lann Toplumsal Özelliği...........................................................4042. Anaerkil Toplumun Homeros'da Ele A lm ışı................................ 4093. Odysseus'un K rallığı............................................................................ 4164. Batı Yunanistan'daki Leleg'ler...........................................................4225. Akha'lann Ü stünlüğü..........................................................................427
Be ş İn c î Bö l ü m
H O M ER O SXIV. ŞİİR SAN ATI
1. Söz ve Büyü..............................................................................................4332. Ritim ve Çalışma.....................................................................................4433. Doğaçtan Söyleme ve Esinlenme...................................................... 453
lO TA R İH Ö N CESİ EGE
XV. YUNAN EPİK ŞİİRİNİN KUTTÖRENSEL KÖKENLERİ
1. S o ru n .........................................................................................................4622. Strofi...........................................................................................................4633. Heksametron........................................................................................... 4684. K o ro ...........................................................................................................4725. Epik G iriş ..............................................................................................4836. Akşam Yemeğinden Sonra Söylenen Şarkılar.............................. 487
XVI. ARKEOLOJİ AÇISINDAN HOMEROS
1. Tarihlendirilebilir Ö ğ e le r ................................................................... 4952. Gömme B iç im i....................................................................................... 4973. H elen a .......................................................................................................5004. Epik Biçem ................................................................................................511
XVII. HOMEROSOĞULLARI
1. Aiolis ve İonia......................................................................................... 5272. Homeros'un Doğum Y e r i ................................................................... 5333. Saraydan Pazar Yerine..........................................................................5364. Homeros K ü lliyatı.................................................................................5395. Destanlar Ç em beri.................................................................................5476. İlyada ve Odysseia'mn Yayılm ası.................................................... 5527. Peisistratos'un Metin Sap tam ası...................................................... 5598. Epik Şiirin S o n u .....................................................................................5649. İlyada ve Odysseia'mn Y a p ıs ı...........................................................566
EK
YUNANİSTAN'DA TOPRAK KULLANIMI Ü STÜ N E 573
Kaynakça.................................................................................................. 585Süreli Y a y ın la r....................................................................................... 603Kişi Adlan D izin i...................................................................................605Söylence Kişileri D izin i........................................................................607Yer Adlan D iz in i...................................................................................611Resimler D izin i....................................................................................... 614Çizelgeler D izini.....................................................................................617Haritalar Dizini....................................................................................... 618
İÇİND EKİLER II
Nerede gerçek?Parlak sözler Çelmesin aklını.Arama kaynağı, bulamazsın Kendi içinde, ey İnsan! -Birleşmenin simgesi, ey Kurtarıcı- Gerçeği ancak aklın Ve yüreğin tüm yaşamla Uyumunda bulacaksın.
PALAMAS
•3
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ
Elinizdeki kitap, Tarihöncesi Ege, dil, edebiyat ve felsefe alanlarında Eski Yunan toplumu üstüne birçok yapıt vermiş olan İngiliz Marxçı araştırmacı ve kuramcı George Thomson'ın Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler adlı başyapıtının ilk kitabı. Antik Çağ üstüne yapılmış en yetkin araştırmalardan biri olan Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler, 1949'da yayımlanan Tarihöncesi Ege ve 1955'te yayımlanan İlk Filozoflar adlı iki kitaptan oluşuyor.
Tarihöncesi Ege'de, özellikle Tunç Çağı'na denk düşen dönemde Ege'de anaerkillik, toprağı kullanma hakkı, kentlerin gelişimi ve destanın doğuşu inceleniyor; Ege'nin ilkçağ toplumları, uygarlıkları ve kültürlerinin oluşumu, yapısı, evrimi ekonomik gelişme temeli üstünde derinliğine ve kapsamlı bir incelemeyle gözler önüne seriliyor.
20. yüzyılın ikinci yarısında bilim dünyasının çeşitli alanlarında gerçekleşen gelişmeler göz önüne alındığında, 1940'lı yıllarda yazılmış bir kitabın eskimiş olabileceği düşünülebilir. Hiç kuşku yok ki, Tarihöncesi Ege'nin kaleme alınmış olduğu günlerden 2000'li yıllara uzanan dönemde, insanlığın tarihöncesi üstüne yeni bulgular elde edilmiş, yeni bilgilere varılmış, yeni kuramlar geliştirilmiştir. Ama öyle sanıyorum ki, George Thomson'ın şaşırtıcı bilgi donanımı ile hayranlık uyandırıcı emeğinin ürünü sayılması gereken Tarihöncesi Ege, bugün de alanı ve konusunun en temel çalışmalarından biri olarak kabul edilmelidir. Thomson'ın, insanlığın tarihöncesinin karanlıkta kalan bir köşesini aydınlığa çıkarırken, antropoloji, etnoloji, arkeoloji, dilbilim, sosyoloji, felsefe ve edebiyat gibi birbirinden çok farklı alanların birikim ve olanaklarını birbirini sonsuzca destekler biçimde seferber etmiş olması, bu çalışmayı günümüzde de onsuz edilemez kılmaktadır.
Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler'in Mehmet H. Doğan tarafından dilimize çevrilen ikinci cildi İlk Filozoflar’da ise, Eski Yunan'daki doğa felsefesi, toplumda gerçekleşen köklü değişikliklerin düşünsel bir ürünü olarak ele almıyor, Yakındoğu ve Çin felsefeleriyle karşılaştırma içinde inceleniyor. Doğa felsefesinin gelişiminde meta üretimi ve para dolaşımının işlevi vurgulanırken, ilkel düşünceyle bilimsel bilgi
i4 T a r İh ö n c e s İ E g e
arasındaki geçiş süreci, köleciliğin gelişmesi ve bilimin kökenleri temelinde açıklanıyor.
Tarihöncesi Ege'yi 1980'lerin başlarında dilimize çevirmeye çalışırken, gerek Antik Çağ dünyasına ilişkin sözcük, ad ve terimleri, gerek Thomson'm kuramsal evrenini oluşturan birçok bilim dalının içerdiği terminolojiyi Türkçe'ye doğru bir biçimde aktarmakta zorluklarla karşılaştım. Çeviriyi gerçekleştirdiğim süreçte, masamın bir ucunda duran ve ikide bir el attığım sözlüklerin sayısı sürekli arttı. Çeviriyi bitirdiğimde, salt Tarihöncesi Ege'yi daha sağlam bir kavrayışla çevirebilmek için yüzden fazla kitap okumuş bulunuyordum. Diyeceğim, Thom- son'ın yapıtını çevirmek, bir çeviri çalışmasının çok ötesine geçti, bir "okul" oldu benim için.
Bu zorlu çeviri sürecinde Hilmi Yavuz, Cevat Çapan ve artık aramızda olmayan sevgili arkadaşım Cem Taylan özendirmeleriyle hep yanımda oldular, yardımlarını esirgemediler. Onlara binlerce teşekkür borçluyum.
Celâl Üster Mart 2007
«S
GİRİŞ
Cilalıtaş Çağı ekonomisinin gelişmesi, son Buzul Çağı'mn sona ermesini izleyen bir dizi iklim değişikliği sonucunda gerçekleşti. Bu gelişme ilk önce Ortadoğu'da bir yerlerde başladı. Buzullar kuzeye doğru çekildikçe, bu bölgenin başlarda ılıman olan iklimi giderek astropikal bir iklime dönüştü. Hemen hiç aralıksız Fas'dan İran'a kadar uzanan uçsuz bucaksız otlaklar yarı çöllük alanlara bölündü. Bu yarı çöllük alanların ortasından, yeşil vahalar ve üstleri sık bitki örtüleriyle kaplı ırmak yatakları geçiyordu. Avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla geçinen gezginci topluluklar eskisi kadar rahat dolaşamaz oldular. Avladıkları hayvanlar ve topladıkları bitkilerle birlikte daha verimli yörelerde yığışmak zorunda kaldılar. Bunun sonucunda çeşitli olanaklar daralınca, av eti ve meyve elde etme olanaklarının da sınırlandığını gördüler. Eski avlanma ve yiyecek toplama uygulayımı artık yetersiz kalıyordu. Hayvanların ve bitkilerin çoğalmasını insanoğlunun denetimi altına alarak, onları korumanın bir yolunu bulmak gerekiyordu. Bu yöreye özgü türler arasında hepsi de kolayca evcilleştirilebilen koyun, keçi, domuz gibi hayvanlar ve bizim arpa ve buğdayımızın yabanıl ataları bulunuyordu. Hayvanlar güdülüyor ve ağıllara konuluyor, bitkiler ekilip yetiştiriliyordu. Her iki iş de insan emeğiyle gerçekleştiriliyordu elbette. Avcılık ve yiyecek toplayıcılığının yerini hayvan yetiştiriciliği ve çiftçilik aldı. Yeni ekonomi düzenli bir süt, et ve tahıl üretimi sağlamasının yanı sıra dokumacılık ve çömlekçilik gibi, yaşama düzeyinin daha da yükselmesine neden olan bir dizi ikincil uygulayımın doğmasına yol açtı. İnsanlar çoğaldı. Yerleşik olmaktan uzak, durmadan yer değiştiren kabile kampı, derlitoplu, kendi kendine yeterli, dirlik düzenlikli bir köye dönüştü. Ama nüfus fazlasını, sürekli olarak aynı örneğe göre kurulan yeni köylere yerleştirmek zorunda kalmıyordu. Böylece Cilalıtaş Çağı ekonomisi bütün bölgeye, onun da ötesinde ekilebilir toprakların bulunduğu her yere yayıldı. Yayılmanın sınırlarına yaklaşıldıkça, nüfusun artan baskısıyla daha yoğun tarım yöntemleri ortaya çıktı ve bu arada değiş tokuşun gelişmesi köylerin kendi kendine yeterliliğini zayıflattı.
ı6 T a r İh ö n c e s i Eg e
Nil, Fırat ve Dicle ırmaklarının her türden canlıyla dolup taşan bataklık bölümleri avcılar ve balıkçılar için her zaman çekici bir alan olmuş, ne var ki ilk çiftçilerin karşısına çetin bir engel olarak dikilmişti. Toprağın tarıma elverişli kılınması, ancak belirli bir tasar uyarınca çalışan örgütlenmiş yığın emeğini gerektiren geniş çaplı bir sulamayla sağlanabilirdi. Cilalıtaş Çağı ekonomisi komşu bölgelerde de iyiden iyiye gelişmedikçe, bu koşulların gerçekleştirilmesi olanaksızdı. Öte yandan bu alüvyonlu topraklarda büyük bir gizil verimlilik yatıyordu. Nitekim, engeller aşılır aşılmaz, nüfusta gözle görülür bir artışın ve yaşama düzeyinde eski Cilalıtaş Çağı ekonomisinin olanaklarının çok ötesinde bir gelişmenin yolu açıldı. Köylerin yerini kentler aldı. Kentler köylerden yalnızca daha büyük değil, aynı zamanda daha kalabalık ve daha gönençliydi. Ekonomik temeli bakımından da değişiklik gösteriyordu. Kentlerin tahıl ve hayvan fazlası o denli büyüktü ki, çevredeki dağlarda yaşayan kabilelerin (tribü'lerin) kereste, taş ve madenleriyle sürekli olarak ve geniş ölçüde değiş tokuş edilebiliyordu. Böylelikle, çevre dağlardaki kabilelerin köy ekonomisi de giderek değişikliğe uğradı ve kente bağımlı bir duruma geldi. Uzak yöreleri saymazsak, ekonomik kendi kendine yeterlilik geçmişte kalmıştı artık. Gidilmedik koyak bırakmayan, aradaki koca çölleri aşan zanaatkarları, tüccarları ve türlü türlü aracılarıyla birlikte ticaret yaygınlaştıkça, dağınık köyler değiş tokuşun burgacına çekildi ve köyle kent arasında ilkel de olsa bir işbölümü doğdu. Kentlere gelen hammaddeler arasında madenler de vardı. Bunların bazısı, sözgelimi gümüş ve altın, süs eşyalarında kullanılıyordu. Ama bazısı da, örneğin bakır ve özellikle de kalay karıştırılmış bakır, araç yapımında tahtayla taşın yerini aldı ve böylece el sanatlarında devrime yol açtı. Yeni kent ekonomisi, tunç madeni temeli üzerinde yükseliyordu.
Mısır'da tek bir ırmak vardır. Bu ırmak da her yıl taşar ve tüm koyağı sular kaplar. Her yıl gerçekleşen bu taşkın, toprağın veriminin artmasında tek etkendir, işte bu yüzden, o zamanlar her rençberin taşkından su yollarını dolduracak, ama taşırmayacak kadar su elde edebilmesi canalıcı bir sorundu. Hiç kuşkusuz, her çiftçinin taşkından önce uyarılması gerekiyordu. Dolayısıyla, taşkının, koyağın başlangıcından denize kadar uzanan yatağı boyunca denetim altına alınması gerekiyordu; bu da, gökbilimcilerle tarımbilimcilerin ancak merkezi bir yönetimle sağlanabilecek çok ustalıklı çabalarını gerektiren dev bir örgütlenmeyi zorunlu kılıyordu. İşte, Yukarı Mısır ve Aşağı Mısır krallıklarının hızla güçlenmelerinin ve İ.Ö. 3000 yılından kısa bir süre sonra tek
bir kralın yönetiminde birleşmelerinin nedeni buydu. Açıkçası, Mısır firavunu yerini ekonomik bir gereksinmeye borçluydu. Rahiplerin denetlediği merkezi bir devlet aygıtının başıydı firavun.
Mezopotamya'da Mısır'daki gibi bir birleşme görülmedi, çünkü tarımsal koşullar bir değildi. Mezopotamya'da çeşitli kollardan beslenen ve bu suyolları ağıyla birbirine bağlanan iki ırmak vardı. Onun için ekili alanlar birbirlerine o kadar bağımlı değildi. İşte bu yüzden, buradaki kentler gelişip güçlenerek, kendi rahipleri ve rahip-kralı bulunan bağımsız kent-devletlerine dönüşebildiler. Bu kent-devletleri arasında amansız bir yarışma sürüyordu. En sonunda tüm ülke silah zoruyla Babil egemenliği altında birleşti.
Bu farklılıklar bir yana bırakılırsa, Mısır ve Mezopotamya toplum- larmın sınıf yapısı temelde aynıydı. Her iki ülkede de geniş çaplı tarım yapılıyordu. Bu tarımsa, yeni bir işbölümü temelinde, üreticiler ile üretimi örgütleyenler arasındaki bölünme temelinde gelişmişti. Üretimi Örgütleyenler rahiplerdi. En azından kol emekçileri kadar vazgeçilmez olan kafa emekçileri, bir başka deyişle gökbilimciler, matematikçiler, mühendisler, mimarlar ve yazmanlar hep rahipler arasından çıkıyordu. Üretim araçlarının denetimini ellerinde tutan bu kişiler zamanla üretim araçlarının sahipleri oldular. Görevlerinin niteliğinden doğan yetkeyi kullanarak üretim fazlasını kendi ellerinde topladılar. Gerçekte, bu da. yeni uygulayımların gelişmesi açısından ekonomik bir gereklilikti. Özellikle tunç madeninin işlenmesi karmaşık ve pahalı bir işlemdi, anamalsız gerçekleşmesi olanaksızdı. Böylece, yeni ekonominin büyümesi, devletin saltık dinerki biçiminde pekişmesi sonucunu doğurdu. Mısır'da bütün ülke, kralın kişiliğinde somutlaşan tanrının malıydı ve toplumun üretimle ilgili bütün işlevleri, sözgelimi tarım, el sanatları ve değişim sıkı sıkıya denetleniyordu. Mezopotamya'daysa her kent bir tanrı-evi oluşturuyordu. Bu tanrı-evi kentin ortasında oturan bir koruyucu tanrının malıydı ve bu tanrı adına bir rahip-kral tarafından yönetiliyordu. Kral ve rahiplerin ellerinde toplanan yetke, kabile toplumunun ileri aşamalarında kabile başkanlığının çevresinde gelişmiş olan büyü derneklerinden geliyordu. Gene bu ilk kent-devletinin güçlü ortaklaşacılığı da Cilalıtaş Çağı köy topluluğunun bir kalıtıydı. Ama egemen sınıf, kral ve rahiplerde toplanan yetkeyi, sistemli bir biçim de kendi ayrıcalıklarını korumanın bir aracı olarak kullanıyordu artık. Gerçekte, toplumdaki kah katmanlaşma, kentin yapısında da açık seçik görülüyordu. Kentin ortasında büyük, görkemli ve göz kamaştırıcı bir tapınak yükseliyordu. Tapınağın çevresindeyse görevlilerin, za-
GİRİŞ 17
18 TA R İH Ö N CESİ EGE
naatkârların ve her türden kol emekçilerinin çalıştıkları yazı odaları, hazine odaları, tahıl ambarları, eşya depolan ve işlikler yer alıyordu. Burada çalışanlardan bazıları savaşta ele geçirilen tutsaklardı; bazıları da sözde özgür olmakla birlikte, ekonomik yönden rahiplere, yani kentin en büyük işvereni durumundaki efendilerine bağımlıydılar. Kent dışında ekilebilir topraklar uzanıyordu. Bu toprakların bir bölümü ya kiracı çiftçilere kiralanıyor ya da bir tür emek hizmeti biçiminde doğrudan doğruya tapmak adına işleniyordu. Geri kalan topraklar aile mülklerine bölünmüştü; bunlar kiraya ya da daha başka biçimsel yükümlülüklere bağlı değildiler, ama güçlü bir rahipler sınıfının halk yığınlarının inancım her zaman sömürdüğü birtakım törel sorumluluklara bağımlıydılar. Ortak kalan, yalnızca otlaklardı.
Gene de, Gordon Childe'm da belirttiği gibi, Mezopotamya'da en düşük ücretle çalıştırılan emekçilerin bile bir Cilalıtaş Çağı köyünün özgür ve eşit üyelerinden daha iyi durumda olduklarını unutmamak gerekir. Kent devrimi insanların yaşama düzeyinde su götürmez bir yükselmeye yol açmıştı. Öte yandan, emek üretkenliğindeki büyük artışı göz önüne aldığımızda, Mezopotamya'daki emekçilerin göreli olarak kötü durumda bulundukları açıktır. Kent devriminin sağladığı kazançlar eşitsiz bir biçimde bölüşüldü. Nitekim yeni ekonominin yaygınlaşmasını duraklatan etken de bu oldu. Bir yanda egemen sınıf üretim fazlasının gitgide artan bir bölümünü lüks mallara ayırıyor, öte yanda satın alma gücü ister istemez sınırlanan halk yığınları artık gereksinme maddesi durumuna gelmiş bulunan birçok şeyi yeterince edi- nemiyordu. Bu arada kent-devletleri hammadde ve pazar uğruna bir- birleriyle yarışmaya giriyorlar, bunun sonucundaysa egemen smıf kendi yaşam düzeyini ancak üreticiler üzerindeki sömürüsünü yeğinleştirerek koruyabilir bir duruma geliyordu. Kaçınılmaz bir çelişmeydi bu. Ticaret alanındaki yarışma ve düşmanlıklar gitgide tunçtan silahlarla ve büyük hırslarla yürütülen savaşlara yol açtı En sonunda, bütün ülke, daha da keskinleşen sımf çatışmasının yeni biçimlere büründüğü ve çok daha geniş boyutlara eriştiği bir dizi imparatorluğun boyunduruğuna girdi.
Mısır çöllerle kuşatılmış ve gemi yapımında kullanılan keresteden yoksun bir ülkeydi, dış ticareti daha geriydi, bu yüzden ilk üreticiler üzerindeki sömürü hem daha yoğun, hem de daha dolaysızdı. Köylü yığınları egemenler için görkemli gömütler yapmaya zorlandılar. Bu gömütler aynı zamanda bakımları için rahipleri gerektiren birer tapınak da olduklarından, ölüler için dikilmiş birer anıt oldukları kadar,
yaşayanlar için de birer gelir kaynağıydılar. Angarya ve amansız vergiler halk yığınlarını neredeyse kölelerden farksız bir duruma düşürdü. Aynı zamanda krallık, daha güçlü soyluların karşı koyuşuyla yüz yüze geldi, çünkü bu soylular krallara ödenen vergilerden kurtulmaya, kendi mülklerinin başına buyruk egemenleri olmaya çalışıyorlardı. I.Ö. 2200 dolaylarında Eski Krallık iç savaşlar sonucunda yıkıldı. Ne var ki, merkezi bir yönetime duyulan karşı konulmaz gereksinmenin bir kez daha dayatmasıyla krallık yeniden kuruldu. Orta Krallığın firavunları kuzeyde Suriye'ye kadar uzanan temkinli bir yayılma, ticaret ve yağmalama siyaseti izlediler ve böylece Onsekizinci Sülâlenin tam anlamıyla gelişmiş emperyalizminin yolunu açtılar. Böylelikle imparatorluklar arası bir çatışmanın temeli yaratılmış oldu. Babil İmparatorluğu yıkıldı, yerini Asur İmparatorluğu'na bıraktı; sonra Asur İmpara- torluğu'nun yerini Pers İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu'nun yerini de Makedonya İmparatorluğu aldı. Mısır sırasıyla Asurlular, Persler ve Makedonyalılarca alındı. Bunları daha sonraları Romalılar ve Arap- lar izledi. Ve Nil köylüleri, efendilerinin durmadan değiştiği bu beş bin yılı aşkın dönem boyunca, yeryüzünün bu en bereketli topraklarını yoksulluk ve hastalıklarla boğuşarak ekip işlemeyi başardılar.
Kent devriminin bir özelliği de, madenlerin geniş ölçüde işlenmesi için gerekli üretim fazlasını tek başına sağlayabilecek uçsuz bucaksız alüvyonlu toprakların madensel zenginlik bakımından doğal olarak yetersiz olmalarıydı. Madenlerin dışardan alınması gerekiyordu. Örneğin, bakır İran'dan, Suriye'den ve Sina Yarımadası'ndan; kalay İran ve Suriye'den; altın Nubya'dan; kurşun ve gümüşse Kappadokia'dan geliyordu. Demek ki, yeni ekonominin can damarı ticaretti. Ticaret yaygınlaştıkça, Cilalıtaş Çağı köyleri ve dağ kabilelerini kapsayan daha da geniş bir alanı uygarlığın yörüngesine çekti.
İ.Ö. 3000 dolaylarına gelindiğinde bakır kullanımı tüm Ortadoğu'ya yayılmış olmakla birlikte, henüz evrensel bir düzeye ulaşmaktan uzaktı. Mezopotamya'da bile bakırın maliyeti henüz yüksekti ve Mısır'da bütün bir Tunç Çağı boyunca köylüler çalışmalarını tahta ve taş araçlarla sürdürdüler. Daha geri bölgelerdeyse bu yeni madeni kullanmaya ancak kabile başkanlannın gücü yetiyor, onlar da bakırı saban demiri yapımında değil de, daha çok kılıç yapımında kullanıyorlardı. Bakırın bol olduğu yerlerde bile insanların yerel bir sanayi geliştirmek- tense, bakırı işlenmemiş olarak dışa satmayı yeğledikleri, bu işi daha kârlı buldukları anlaşılıyor. Demek ki, Mezopotamya ve Mısır dışında ortaya çıkan ilk kent toplulukları başlangıçta ticaretle uğraşan yerle
GİRİŞ 19
20 T A R İH Ö N C ESİ Eg e
şim merkezleriydi. Sözgelimi, Kappadokia'daki Kaniş kentini, aralarında Toros dağındaki madenleri elinde tutan Hititlerin de bulunduğu yerel kabilelerle alışverişe girişen Mezopotamyalı tüccarlar kurmuştu. Gene, topraklarında zengin bakır ve kalay yataklarının yanı sıra üstün nitelikli keresteyi de fazlasıyla barındıran Suriye'de, içlerinde Byblos ile Ugarit'in de bulunduğu birçok kent Mısır'la çok canlı bir ticarete girişmiş ve sonraları gitgide büyüyerek Mısır, Mezopotamya ve Anadolu arasındaki alışverişin büyük bir bölümünü ellerinde tutan varlıklı kent-devletlerine dönüşmüşlerdi.
Deniz ulaşımının sağladığı bütün üstünlükleriyle birlikte Akdeniz, kent devrimine açılmıştı artık. Ugarit'den denize açılan ilk tüccarlar sanırız rotalarını ya Nil Deltası'na çevirmişlerdi, ya da bakır adası Kıbrıs'a. Kıbrıs'ın bakırca zengin olmasının bu adada kentlerin gelişmesini geciktirdiği anlaşılıyor. Adalılar Suriye kıyılarındaki ileri topluluklara yakınlıkları dolayısıyla bütün çabalarını kendi sanayilerini geliştirmeye değil de, dışarıya külçe külçe bakır satmaya yöneltmişlerdi. Gene de, Anadolu'nun girintili çıkıntılı güney kıyılarının tam karşısında bulunan Kıbrıs adasının konumu ticaret açısından hiç de elverişli değildi.
Girit adasının durumuysa farklıydı. Suriye ve Mısır'a eşit uzaklıkta bulunan Girit, karayla kuşatılmış küçük körfezlerden, dolambaçlı koyaklardan geçerek Balkan dağlarına, oradan da Tuna'ya ve Orta Avrupa'ya kadar geçit veren Ege havzasının, adaları ve dağlarıyla basamak basamak yükselen o görkemli bölgenin girişini tutuyordu. Dördüncü bin boyunca, Cilalıtaş Çağı göçmenleri ürkek ürkek Thessalia ve Peloponnesos içlerine sokulmuşlardı. Bilindiği kadarıyla, Girit adasına ilk yerleşenler de, kimi Anadolu'dan, kimi Nil Deltası'ridan gelen Cilalıtaş Çağı insanlarıydı. Bunlar adanın doğusuna ve güneyine yerleştiler. Bu arada bakır kullanımı Anadolu'nun içlerinden geçerek Ege kıyılarına ulaşmıştı. Bakır kullanımıyla birlikte nüfus giderek arttı ve bunlardan bazıları İ.Ö. 3000 dolaylarında denize açılarak Kyklad'lara ve Girit adasına yerleştiler.
Mısır ya da Mezopotamya'yla karşılaştırıldığında Girit'in tarımsal kaynakları yetersizdi. Gerçi yemyeşil otlaklar ve ekin, üzüm bağları, hurma ağaçları ve zeytinlikler için elverişli yaylalar yok değildi, ama gene de adanın büyük bir bölümü dağlar, ormanlarla kaplıydı; sonra deniz de hiç kuşkusuz yayılmanın önüne dikilen bir engeldi. Buna karşılık, bol kereste ve çok sayıda elverişli limanın bulunması, adalıların daha ilk başlarda dört bir yanlarının deniz olmasından yararlanmak-
Hari
ta
I. Do
ğu
Akd
eni
z
rım sağladı. Bunun sonucu olarak, Girit kentlerinin zenginliği büyük ölçüde ticaretten geliyordu ve ticaretin hızlı gelişmesi iktidarın büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmasını engelleyici bir rol oynuyordu. Minos kentleri, genellikle, bir prensin sarayının bitişiğindeki bir açıklığın çevresinde kuruluydu. Bu prens hem yüksek rahip, hem baş yönetici, ama hepsinden önce bir tüccar-prensti. Öteki tüccarlar da sarayın hemen yakınında bulunan ve prensin saraymdan yalnızca biraz daha az gösterişli olan konaklarda oturuyorlardı. Gerek prensi, gerek öteki tüccarları topluluğun geri kalan bölümünden ayıran hiçbir şey yoktu. Bu kentlerin belirli bir düzene göre kurulmamış olmaları bile, toplumsal ilişkilerin daha bir özgür ve esnek olduğunu gösteriyor. Demek ki, Mezopotamya ve Mısır'la karşılaştıracak olursak, Girit'de kent dev- riminin, kabile toplumu yapısında daha az çözülmeye yol açarak gerçekleştiğini görürüz.
Madenlerin kullanılmaya başlandığı Erken Minos döneminde (İ.Ö. 2900-2200) ticaret büyük ölçüde Mısır ve Kyklad'lara yönelikti; kentler de daha çok adanın doğusunda ve güneyinde gelişmişti. Tunç kullanımının gelişmesiyle belirlenen Orta Minos döneminde (İ.Ö. 2200-1600) nüfusun durmadan arttığı, Mısır'la ticaretin yoğunlaştığı, Suriye'yle dolaysız bir ilişkinin kurulduğu göze çarpar. İ.Ö. 1700'den bir zaman sonra Kassitler, Babil'i ele geçirip de doğunun düzeni bozulunca, Suriye'yle ilişkiler koptu ve Minos prensleri Ege'de yeni olanaklar aramaya koyuldu. Kyklad takımadalarıyla ilişkilerini güçlendirdiler, Argos yaylasında ve Orta Yunanistan'da yerleşim merkezleri kurdular. Bu gelişmeler, Girit adasmda Knossos kentinin önem kazanmasıyla sonuçlandı. Geç Minos döneminde (İ.Ö. 1600-1200) Knossos prensleri kalelerin koruduğu bir yollar ağı kurarak adadaki egemenliklerini pekiştirdiler ve imparatorluklarını denizaşırı yörelere kadar, Kyklad'lara, Argolis ve Attika'ya, dahası belki de Sicilya'ya kadar genişlettiler. Bu prenslerin iktidarını, büyük bir olasılıkla İ.Ö. 1450 dolaylarında Yunanistan anakarasından gelen ve Girit adasını baştan başa ele geçirerek kentleri yerle bir eden Minoslulaşmış kabilelerin başkanları yıktı. Merkezi, Mısır ve doğu Akdeniz kıyılarıyla dolaysız ilişkilere giren Myke- ne'de bulunan imparatorluk, varlığını birkaç yüzyıl daha korudu. Daha sonraları, barbar sürülerinin Ege'ye doluşmaları ve tüm Doğu Akdeniz'i karadan ve denizden ta Nil deltasına kadar ele geçirmeleri sonucunda yıkıldı gitti.
Mykene tipik bir Minos kenti değildi. Kentin çekirdeğini son derece güçlü bir kale oluşturuyordu. Kalenin içinde soyluların evleriyle çev
ZZ TA R İH Ö N CESİ EGE
relenen ve çok iyi korunan saray ve ambarlar yer alıyordu. Kalenin duvarları dibinde açıklık bir yerleşim merkezi bulunuyor, burada sarayın gereksinmelerini karşılayan zanaatkarlar ve tüccarlar oturuyordu. Baştaki yönetim, egemenliğini, öncelikle savaşlarda kullandığı tunç madenini tekeline alarak kurmuştu. Tiryns, Thebai ve Troya gibi öteki merkezler de aynı tipe uyuyordu.
Bu Mykene prenslerinin egemenliği pek uzun sürmedi. Bunlar Minos kültürünün uygulayımsal başarılarını savaşma sanatına uygulayarak başa geçmişlerdi. Özellikle atlı savaş arabasını, yeni kılıç türlerini, meç, tolga ve zırhı kullanmaya başlamışlardı. Ama üretim uygulayımını ilerletmek için pek az çaba harcadılar, işte bu yüzden de, demirle donatılıp silahlandırılmış yeni bir istilacılar dalgası karşısında boyun eğmek zorunda kaldılar; tunçtan silahları ve zırhlarıyla Mykene savaşçıları bu yeni istilacılarla başa çıkamadılar. Dor'lar tunçtan ucuz olmasına karşın demir kullanıyorlardı, üstelik hâlâ kabile düzeni temelinde örgütlendiklerinden demiri yalnızca önderler değil, herkes kullanıyordu, işte üstünlüklerini bu olguya borçluydu Dor'lar. Demir tek bir sınıfın tekelinde değildi. Dolayısıyla, Tunç Çağı'mn sona ermesi, Yunan toplum yapısmda ortaya çıkan önemli değişikliklerle aynı döneme rastgeldi.
GİRİŞ 23
Birinci Bölüm
AKRABALIK
İlk Yunanlıların bugünkü barbarlara benzer bir biçimde yaşadıklarını ortaya koyan birçok kanıt gösterilebilir.
THUKYDİDES
27
TOTEMCİLİK
I
1. Etnoloji ve Arkeolojinin Karşılaştırmalı Bir İncelemesi
Günümüzde kabile düzeninde yaşayan topluluklar yiyecek elde etme biçimlerine göre şu sınıflara ayrılıyorlar: Aşağı Avcılar (yiyecek toplama ve avlanma); Yukarı Avcılar (avlanma ve balık tutma); Çobanlık (iki evre); Tarımcılık (üç evre).1 Yukarı Avcıların Aşağı Avcılardan başlıca farkı, kargı kullanmalarının, çömlekçilik ve dokumacılık sanatlarının ve hayvanlan evcilleştirmelerinin yanı sıra bir de yay kullanmalarıdır. İkinci Çobanlık evresinde sığırtmaçlık tarımla bütünleşir; Üçüncü Tarımcılık evresindeyse çapayla yapılan bahçe tarımının yerini sabanla yapılan tarla tarımı alır ve tarım sığırtmaçlıkla birleşir. Bu iki evrede el sanatlarının, kalıcı yerleşim merkezlerinin, kabileler arası değiş tokuşun ve madenlerin işlenmesinin daha da geliştiğini görürüz. Daha geri evrelerden kalma kabile toplumu yapısı bu aşamada artık çözülmeye yüz tutar.
Bu sınıflandırma bir soyutlamadır elbette. Organik bir süreci ele aldığı için başka türlü olması da beklenemez. Sözünü ettiğimiz sınıflamaların birbirini bütünüyle dışladığı düşünülmemelidir. Avcılık ve hatta yiyecek toplayıcılık bile daha ileri evrelerde de varlıklarını sürdürürler, ama hiç kuşkusuz önemlerini yavaş yavaş yitirerek. Sonra,
1 L.T. Hobhouse, G.C. Wheeler ve M. Ginsberg, Material Culture and Social Instituions of the Simpler Peoples (ilkel Halklarda Maddesel Kültür ve Toplumsal Kurumlar), (Londra, 1930), s. 16-29. Yalınlık kaygısıyla Bağımlı Avcılık evresini almadım. Totemciliğe ilişkin günümüzdeki görüşler için bkz. A. Van Gennep, Litatactuei du problime tatimique (Totem Sorununun Şimdiki Durumu), (Paris, 1920). Benim görüşüm A.C. Haddon tarafından da sezinlenmiştir: Bkz. A.W. Howitt, Native Tribes of South- East Australia (Güneydoğu Avustralya'daki Yerli Kabileleri), (Londra, 1904), s. 154. R. V. Russel ve R.B.H. Lal, Tribes and Castes of the Central Provinces of India (Hindistan'ın Orta Eyaletlerindeki Kabileler ve Kastlar), (Londra, 1916), c. I, s. 96.
28 TA R İH Ö N CESİ EGE
belirli bir zaman sırası da izlemez bu sınıflamalar. Her yerde ilk önce avcılık ve yiyecek toplayıcılığın ortaya çıktığı söylenebilir, ama daha ileri evrelerin gerçekleşmesi yerel hayvan ve bitki toplamına ve öteki çevresel etkenlere bağımlı olmuştur. Doğa koşullarının elverişli olduğu birçok yörede çiftçilik ile sığırtmaçlık daha başından çoban çiftçilik ya da karma çiftçilik biçiminde birleşmiştir.2
Tarihöncesine ilişkin arkeolojiye dönersek, avcılık evrelerinin aşağı yukarı Yontmataş Çağı'na, öteki evrelerin de Ortataş Çağı ve Cilalıtaş Çağı'na denk düştüğünü görürüz. Bir Cilalıtaş Çağı ekonomisinin ardışık evrelerini somut bir örnekle ortaya koyabiliriz. Arkeologlar, Tuna havzasının tarihöncesi kültürünü üç evreye ayırıyorlar.3 Birinci evrede avcılık çoktan ikincil duruma düşmüştür. Gerçi küçük domuz, koyun ve sığır sürülerine rastlanır, ama insanlar daha çok çapayla işlenen bostanlarda arpa, fasulye, bezelye ve mercimek yetiştirerek sağlarlar geçimlerini. Elyapımı çömleklere ilişkin kaba bir uygulayım ve biraz da dokumacılık bilgisi göze çarpar, ikinci ve üçüncü evrelerdeyse, el sanatlarının geliştiği, ekilebilir topraklar üzerindeki baskının artmasından dolayı da sığırtmaçlığm yaygınlaştığı görülür.
İnsan toplumunun tarihöncesine değgin bütün bilgilerimizi bu iki araştırma alanından, etnoloji ile arkeolojiden elde etmemize karşın, bu iki bilim dalı henüz verimli bir eşgüdüm içine girmiş değildir. Etnoloji alanındaki bilgilerin bir arkeoloğa büyük yararlar sağlayacağını kimse yadsıyamaz. Bunu Tuna kültürüne ilişkin bir örnekle açıklayabiliriz. Yapılan kazılar, Tuna havzasındaki yerleşim merkezlerinin bütün bölgede yoğun ve benzeşik bir dağılım gösterdiğini, ancak, bunların hiçbirinde uzunca bir zaman oturulmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu durumun açıklaması, Afrika'nın çeşitli yörelerinde bugün hâlâ varlığını koruyan koşullara bakılarak yapılabilir. Ekilebilir topraklar üzerinde bir yerleşim yeri kurulur, sonra bu topraklar verimliliğini yitirinceye kadar işlenir, ekilir. Toprağın verimliliği tükenince de yerleşim merkezi terk edilir, ekiciler de kalkar başka bir yere giderler. Göçebe tarımıdır bu.
Arkeoloji, yok olmuş toplulukların maddi kalıntılarıyla uğraşır; toplumsal örgütlenmeyle ilgili doğrudan doğruya hiçbir şey söylemez. Oysa bazıları, bu boşluğun günümüzde aynı maddi düzeyde varlıklarını sürdüren kabilelere ilişkin bilgilerimizle doldurulabileceğini yadsıyor
2 V.C. Childe, Man Makes Him self (Kendini Yaratan insan), (Londra, 1936), s. 85. F. Heichelheim, Wirtschaftsgeschichte des Altertums (Eskiçağda Ekonomi). (Leiden, 1939), I, s. 48.
3 V.C. Childe. The Dawn of European Civilization (Avrupa Uygarlığının Doğuşu), (Üçüncü basım, Londra, 1939), s. 96-108.
TO TE M C İLİK 2 9
lar. Gordon Childe soruyor, diyor ki: "Bu kabilelerin ekonomik ve maddi kültürünün, AvrupalIların onbin yıl kadar önce geçtiği bir gelişme aşamasmda kaldığına bakarak, onların zihinsel gelişiminin o noktada donup kaldığını mı varsayacağız?"4 Sonra da bu soruya çok haklı olarak olumsuz bir yanıt veriyor. Ne var ki, sorun bu kadarla bitmiyor, iki bilgi kümesinin karşılaştırılabilir olduğu kabul edildiğine göre, uygun karşılaştırma yöntemini bulup ortaya çıkarma yükümlülüğüyle yüz yüzeyiz demektir. Bu, önemli olduğu kadar güç bir iştir. Burada ancak bazı yol gösterici ilkeler saptamakla yetinebiliriz.
Modern anamalcı uygarlık, olağanüstü bir hızla gelişen tarihöncesi Avrupa ve Yakındoğu kültürlerinin bağrından doğdu. Bu kültürlerin tersine, yeryüzünün öteki yörelerinde varlığını hâlâ koruyan ilkel kültürlerse, geciktirilmiş ya da durdurulmuş bir gelişmenin ürünüdür. Hiç kuşkusuz bunlar iki uç örnektir ve bunların tartışmasına girmeden önce bu karışıklığın çözümlemesini yapmanın bir yolunu bulmalıyız. Burada bir eşitsiz gelişme sorunu söz konusudur.
Gordon Childe'ın belirttiği gibi, günümüzdeki bu kabilelerin toplumsal kurumlan olduğu gibi kalmamıştır. Gelişmelerini sürdürmüşler, ama elbette bu gelişme egemen üretim biçiminin belirlediği yönlerde olmuştur. Kaldı ki, sorunun anahtarı da buradadır. Sözgelimi, totemcilik, dıştan evlenme ve erginleme törenlerinin Avustralya'da rastlanan biçimlerini inceler ve başka yerlerde görülen aynı kurumlarla karşılaştırırsak, bunların uzun bir gelişme döneminden geçtiklerini ve olağanüstü bir yetkinliğe ulaştıklarım görürüz. Ama bunların hepsi de basit bir avcılık ekonomisine özgü kurumlardır. Başka bir deyişle, bu kabilelerin ekonomik gelişmesi nasıl durakladıysa, kültürü de öyle içedönük kalmıştır. Dolayısıyla, bu kurumlara Yontmataş Çağı Avrupa- sında aynı biçimde rastlanmasını bekleyemeyiz, ama şu ya da bu biçimde rastlamamız olasıdır.
Sonra, bu kabileler, salt geriliklerinden ötürü, ilişkiye girdikleri daha zengin ve ileri kültürlerin etkisine uzun bir dönem açık olmuşlardır. Kültürel yayılma hiç kuşkusuz bütün çağlarda görülen bir olaydır, ama etkileri belli bir birikim sonucunda kendini gösterir, günümüzdeki bu kabilelerdeyse bu etkiler son derece uzun süreli ve güçlü olmuştur. Bu noktada da AvustralyalIlar uç bir örnektir. Çünkü AvustralyalIlar, Yontmataş Çağı ekonomilerini korumakla birlikte, son zamanlarda kendilerini hızla yutan Avrupa anamalcılığının etkisine girdiler. Bu
4 Man Makes Himself, s. 51; bkz. n. 61.
gün varlığını sürdüren ilkel topluluklara ilişkin bilgilerimizin, bunların arasına giden tüccarlarımızın, misyonerlerimizin, devlet görevlilerimizin ve etnologlarımızın bilgileriyle sınırlı olduğunu unutmamak gerektir. Bu ilkel topluluklar bazı durumlarda Güney Afrika'nın altın madenlerinde çalışan Bantular gibi açıktan açığa proleterleşmişlerdir. Bazı durumlardaysa bunların kendi kurumlan, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı tarafından, dolaylı bir egemenliğin aracı olarak kullanılmak amacıyla, bile bile korunmuştur. Bu tür kültürler, ilişkilerinin sertliğinden dolayı, ister istemez kendine özgü bazı özellikler gösterir. Bunlar ancak anamalcı sömürünün etkilerinin sistemli bir biçimde çözümlenmesiyle açıklanabilecek özelliklerdir. Oysa hiçbir kentsoylu etnoloğun kendiliğinden üstlenmeye yanaşmayacağı bir iştir bu.
Bu durumda, konumuzu geliştirmek istiyorsak, karşılaştırmalı yöntem, yararlanabileceğimiz ve yararlanmamız gereken bir araçtır. De Pradenne korkusuzca söylüyor "Tarihöncesi konusunda dar bir bakış açısıyla bir yere varılamayacağı kanıtlanmıştır, çünkü çıkmaza girilmekte, yerinde sayılmakta ve bataklığa saplanılmaktadır. Bütün bir süreç boyunca karşımıza dikilen bütün sorunların üstüne üstüne gitmek, bir çözüme varmanın tek yoludur."5 Üstelik elimizdeki araçları yetkin- leştirinceye dek beklememiz de olanaksızdır. Çünkü araçları ancak kullanarak geliştirebiliriz. Gerçeği güruşığma çıkarabilmek için yanılmayı göze alabilmek gerekir.
2, Totemciliğin Kökeni
Kabile toplumuna özgü büyüsel-dinsel bir sistemdir totemcilik. Kabileyi oluşturan her klanın doğadaki bir nesneyle bağıntısı vardır. Totem adı verilen bu nesne, çoğu zaman ya bir bitkidir ya da bir hayvan. Klan üyeleri, totemi akraba bilirler ve onun soyundan geldiklerine inanırlar. Totem sayılan bitki ya da hayvanı yemek yasaktır,6 tam tersine totem türünü çoğaltmak amacıyla her yıl tören düzenlenir. Aynı totemin üyeleri birbirleriyle evlenemezler.
30 TA R İH Ö N CESİ EGE
5 A.V. De Pradenne, La PrMstoire (Tarihöncesi Dönem), (Paris, 1938), s. 14.6 Burada yasak olan, totem türünün öldürülmesi değil, özellikle yenmesidir: B. Spencer ve F.J. Gillen,
Northern Tribes of Central Australia (Orta Avustralya'daki Kuzeyli Kabileler), (Londra, 1904), s. 149. Başka bir klanın totem türünün izinsiz yenmesi de yasaktır: Aynı yerde, s. 159, 296. B. Spencer ve F.J. Gillen, Native Tribes o f the Northern Territory of Australia (Avustralya'nın Kuzey Yöresindeki Yerli Kabileleri), (Londra, 1914), s. 324.
TO TEM CİLİK 31
Bugün totemcilik en eksiksiz biçimiyle Avustralya'da aşağı avcılık evresindeki kabilelerde görülüyor. Totemciliğe az çok çözülmüş biçimleriyle Amerika, Afrika, Hindistan ve Asya'nın öteki bazı yörelerinde de rastlanıyor.7 Avrupa, Sami ve Çin uygarlıkları ya totemciliğin somut uzantıları ya da bu ideolojinin kalıntıları sayılan birçok gelenek içeriyor. Totemci uygulamalardan doğan bu gelenekler derinlere kök saldıkları için dirençli oluyor.
Avustralya'daki totemcilik bizim için önemlidir, çünkü dolaysız bilgi edinebildiğimiz en ilkel düzeyi gözler önüne sermektedir. Avustralya'daki totemciliğin şimdiki biçiminin bir çözümlemesini yaparak ilk baştaki biçimini ortaya çıkarabilir ve her iki biçimi tutarlı bir evrim sürecine oturtabilirsek, genel olarak totemciliğin tarihi konusunda yaklaşık da olsa bir sonuca varmış sayılabiliriz.
Avustralya totemlerinin büyük çoğunluğu yenilebilir bitki ve hayvan türleridir.8 Geri kalanlar da çokluk ya taşlar ve yıldızlar gibi doğadaki nesneler ya da yağmur ve rüzgâr gibi doğa olaylarıdır. Bu cansız totemler önceden varolan kalıba örnekseme yoluyla oluşturulmuştur ve ikincildir. Sistemin kökenini araştırırken daha çok bitkiler ve hayvanlar üzerinde durmak gerekir; bunların çoğunun yenilebilir olması totemciliğin kökeninin yiyecek sağlamayla bağıntılı olduğunu düşündüren önemli bir ipucudur.
Totem türünün çoğaltılması için düzenlenen törenler, çiftleşme mevsiminin başmda toteme bağlı olan klamn avlağında, totem merkezi denilen önceden belirlenmiş bir yerde gerçekleştirilir. Totem merkezi genellikle söz konusu türün gerçek çiftleşme yeridir.9 Örneğin, tırtıl klanının atalarının, bugün tırtılların çoğalması için törenlerin düzenlendiği yere bir zamanlar hangi nedenle gelmiş olabileceklerini düşündüğümüzde, akla gelen tek yanıt tırtıl yemek için geldikleri olmaktadır.
Günümüzde klan üyelerinin totem türünü öldürmeleri değilse bile yemeleri yasaktır, ancak bu konuda kuraldışı örnekler de vardır. Orta
7 Hirıt-Avrupa totemciliği sorununa Frazer şöyle bir değinmiş [Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), Londra, 1910, 4, s. 12-14], Lowie ise bu sorunu gözardı etmiştir [Primitive Society (İlkel Toplum), New York, 1929, s. 131). Sami, Çin ve Hindistan totemciliği için bkz. W. Robertson Smith, Religion of the Semites (Samllerin Dini), (Üçüncü basım, Londra, 1927); M. Cranet, La Civilisation Chinoise (Çin Uygarlığı), (Paris, 1929), s. 180; O.R. Ehrenfels, Mother-right in India (Hindistan'da Ana Türesi), (Oxford, 1941).
8 Speneer ve Gillen’ın saydıkları iki yüz totem türünün yüz elliden fazlası yenilebilir türlerdir: Northern Tribes of Central Australia, s. 768-773.
9 Aynı yerde, s. 147, 288; J.C. Frazer, Totemica, (Londra, 1937), s. 59, 62, 69, 70, 99, 185, 189. Tören her yıl çiftleşme mevsiminin başında düzenlenir: Aynı yerde, s. 72, 78,195.
Avustralya'daki çoğaltma töreni sırasında klan başkanının totem türünden bir parça yemesi zorunludur. Klan başkanı, bu durumu, büyü yapabilmek için "totemi içine alması" gerektiğini söyleyerek açıklıyor.10 Yasağın tören sırasında çiğnenmesi, ilk başlardaki genel bir uygulamadan geliyor. Klan atalarının bir alışkanlık olarak, hatta salt kendi totem türlerini yiyerek besleniyormuş gibi gösterildikleri kabile gelenekleri bunu kanıtlıyor.11 Bu da, totemciliğin, avlanma uygulayımının son derece geri olduğu dönemlere kadar uzandığını, yiyecek aramaya kesin sınırlamaların konulduğu ve ancak belirli türlerin yenildiği dönemlere kadar uzandığını gösteriyor.12 Totemci klan, beslendiği belli bir hayvan ya da bitki türünün ürediği yere gelen küçük bir göçebe topluluk ya da "sürü"den kaynaklandı. Şimdi geriye, bu durumun nasıl olup da karşıtına dönüştüğünü ortaya çıkarmak kalıyor.
Çoğaltma töreni sırasında, totemin, eğer bir bitkiyse büyümesi, bir hayvansa belirleyici davranışları, devinimleri ve çıkardığı sesler, kimi zaman da o hayvanın yakalanıp öldürülmesi oyunlaştırılarak sunulur. O hayvanın ya da bitkinin kılığına girmiş dansçılar genellikle o türü kusursuz bir biçimde yansılayarak dans ederler, kimi zaman da kayalara ya da toprağa onun resmini çizerler. Sanırız, bu gösterilerin ilk baştaki amacı, söz konusu türü daha kolay yakalayabilmek için onun davranışlarını olduğu gibi yansılamak, böylece onun alışkanlıklarını, devinimlerini iyice öğrenmekti. Daha sonralarıysa, avlanma uygulayımının gelişmesiyle birlikte bu işlev yerini büyüsel bir denemeye bıraktı. Klan üyeleri başarıh bir avlanma eylemini önceden yansdayarak gerçek avlanma sırasında gerek duyacakları güç ve yetiyi bedenlerinde toplamış oluyorlardı. Büyünün özü budur. Büyü, insanoğlunun gerçekliği denetlediği yanılsamasının yaratılarak, gerçekliği gerçekten denetleyebilmesinin sağlanması ilkesine dayanır. Gerçek uygulayımın yetersizliklerini gideren aldatıcı bir uygulayımdır büyü. İnsan bilinci, üretim düzeyinin geriliğinden dolayı, henüz dış dünyanın nesnelliğinin tam anlamıyla farkında değildir. Bu yüzden dış dünyayı dilediği gibi değiştirebileceğini sanır ve gerçek eylemde elde edilen başarıyı önceden düzenlenen törene bağlar. Ama aynı zamanda, bir eylem kılavuzu olarak büyü
32 T A R İH Ö N C ESİ EGE
10 Northern Tribes o f Central Australia, s. 323; Native Tribes of the Northern Territory of Australia, s. 198; B. Spencer ve F.J. Gillen, The Arunta, (Londra, 1927), s. 82.
11 Northern Tribes o f Central Australia, s. 321, 324, 394, 405; The Arunta, s. 331, 332, 334, 339, 341, 342; bkz. G. Thomson, A/skhylos ve Atina.
12 Totem türünün tek besin durumuna geldiğini söylemek istemiyorum. Besin elde etme temelde yiyecek toplayıcılığa bağımlılığını sürdürüyordu. Ama avcıların üzerinde yoğunlaştıkları yiyecek totem türüydü.
TO TEM CİLİK 33
ideolojisi önemli bir gerçeği de içerir: İnsanoğlunun dış dünya karşısındaki öznel tutumu, dış dünyanın gerçekten değiştirilmesini sağlayabilir. Yansılama dansı sırasında güç ve yetilerini uyaran ve örgütleyen avcılar artık hiç kuşkusuz eskisinden daha iyi birer avcı olmuşlardır.
Klan üyeleri totemleri olan türe büyük bir yakınlık duyar, dahası kendilerini onunla bir tutarlar.13 Beslenmelerini tırtıllardan sağlayan insanlar, tırtıllar semirdiğinde semirir, tırtıllar açlık çektiğinde açlık çeker, tırtılları denetimleri altına alabilmek için onların devinimlerini yansılar, böylece onlarla tam anlamıyla bütünleşirler. Kaldı ki, bu ilişkiyi kendilerinin tırtıl olduklarım söyleyerek dile getirirler. Dolayısıyla, klan yaşlılarınca kullanılan yetke atalara tapınmayı doğurduğunda14 insan biçiminde atalara değil de, totem hayvanı ya da bitkisi biçiminde atalara tapınılır.
Öyleyse, totemciliğin evrimindeki ilk aşamanın, ilkel sürünün farklı yiyecek kaynaklarının elde edilebilmesi amacıyla bölünmesiyle belirlenmesi gerekir. Ortaya çıkan bu topluluklar birbirleriyle bağlantılarını yitirdikleri sürece bu değişiklik niceliksel bir değişiklik olmaktan öteye gidemedi. Yani bir topluluk yerine iki topluluk çıkmıştı ortaya. Ama belli bir aşamaya gelindiğinde bu değişiklik niteliksel bir durum aldı. İki topluluk yiyeceklerini kendi başlarına elde etmekten vazgeçerek, birbirine bağımlı iki klan biçiminde bütünleşti. Her birinin ürettiği yiyecek iki klan arasında bölüşüldü ve bu işbirliği düzeni totem türünün dolaysızca edinilmesine konulan tabu aracılığıyla korundu. Başka bir deyişle, totem türünün bulunduğu anda ve yerde yenilmesi yasaktı, bölüşülmek üzere klana getirilmesi gerekiyordu. Her topluluk, ürünlerini öteki klanla paylaşan bir totem klanı durumuna geldi. Bu değiş tokuşun nasıl gerçekleştirildiğini daha ileride ele alacağız.
Üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte bu sistem ekonomik temelini yitirdi. Tırtıl arama artık özel bir uygulayım olmaktan çıktığından, tırtıl klanının işlevi totem türünün topluluk yararına artıp çoğalmasını sağlamakla sınırlı salt biiyüsel bir niteliğe büründü,15 totem türü üzerindeki tabu da artık ekonomik kökeninden koptuğu için saltıklaştı.
Bu arada törenler de değişikliğe uğradı. Artık totem türünün devinimlerini, davranışlarını yansılamak yerine, totem atalarının yaşamın
13 Aruntalardan biri kendi fotoğrafını göstererek, "Bu tıpkı ben," demiş, “demek ki bir kanguru" (totemi kanguruydu); The Arunta, s. 80.
14 C. Landtman, Origin of the Inequality of the Social Classes (Toplumsal Sınıflardaki Eşitsizliğin Kökeni), (Londra, 1938), s. 125.
15 Northern Tribes of Central Australia, s. 327.
daki olaylar kutlanıyordu. Bu değişikliği de Orta Avustralya'ya bakarak inceleyebiliriz.16 Tören, totem türünün döllenmesi açısından hâlâ gerekli sayılmakta, ama bu iş artık dansın eyleme geçmeye çağırdığı atalar aracılığıyla yapılmaktadır. Bu biçimiyle tören, aynı zamanda klan geleneklerinin yeni yetişen kuşağa aktarılmasına da hizmet etmektedir.17 Böylelikle, üretim biçiminin ayrılmaz bir parçası olarak ortaya çıkmış bulunan bir yöntem, salt büyüsel-dinsel bir sisteme dönüştürülmüş olmaktadır. Kendi bağrından doğan bir toplum yapısının onaylanmasını sağlayan bir sistemdir bu.
Avustralya'da totemcilik ideolojisi, doğa dünyasına ilişkin kapsamlı bir kurama vardırıldı. Toplumsal organizma nasıl her birinin kendi totem türü bulunan birçok klandan ve klanlar topluluğundan oluşuyorsa, doğa dünyası da (deniz, ırmaklar, dağlar, tanrısal varlıklar ve doğada varolan her şey) totemci örneğe uygun bir biçimde sınıflandırılmıştır. Çeşitli ağaç cinsleri o ağaçlarda yuva yapan kuş cinsleriyle aynı kümede toplanmış, su ise su kuşları ve balıklarla aynı kümeye sokulmuştur.18 Doğanın topluma dayattığı örgütlenme yansıtılarak doğa dünyasına bir düzen verilmiştir. Dünyanın düzeni toplum düzeninin bir yansımasıdır; insanoğlunun doğa karşısındaki güçsüzlüğünden ötürü hâlâ basit ve dolaysız olan bir yansımadır bu.
Ekonomik gelişmenin bu ilk aşamada tıkanıp kalmadığı dünyanın daha başka yörelerinde sistem bütünüyle çöktü, geriye yalnızca ortak bir soydan esinlenen bir akrabalık duyarlığı, ayırt edici bir atalara tapınma, dıştan evlenme uygulaması, belli bir bitki ya da hayvanın salt biçimsel olarak tabu sayılması ve totem söylencelerinin çoğaltılması kaldı.
3. Dıştan Evlenmenin Kökeni
Klan üyeliğini belirleyen soydur. Geçen yüzyılda, Bachofen'in ardından etnologlar soyun ilk başta anadan geldiği konusunda birleşmiş
3 4 TA R İH Ö N CESİ E g e
16 Aynı yerde, s. 297.17 Aynı yerde, s. 328-392; G. Landtman, Origin of the Inequality of the Social Classes, s. 21. 31; H. Webster,
Primitive Secret Societies (İlk İnsanlarda Gizli Dernekler), (İkinci basım, New York, 1932), s. 27. 32, 60, 140.
18 Native Tribes of South-East Australia, s. 454. 471; A. R. Radcliffe-Brown, "The Social Organisation of the Australian Tribes” (Avustralya Kabilelerinde Toplumsal Yapı). Oceania, (Melbourne/Londra, 1931); R.B. Smyth, The Aborigines of Victoria (Victoria Yerlileri), (Londra, 1878), c. I. s. 91; E. Durkheim ve M. Mauss, "De quelques formes primitives de classification”, Annie sociologique, (Paris. 1896); P. Radin, Indians o f South America (Güney Amerika Yerlileri), (New York, 1942), s. 141.
T O TE M CİLİK 35
lerdi. Oysa bugün bu görüş Sovyetler Birliği dışında hemen herkesçe yadsınıyor, ancak üzerinde birleşilen başka bir görüş de getirilemiyor. Geçen yüzyılda kabul edilen görüş son zamanlarda Briffault tarafından yeniden doğrulandı. Kanımca, karşıt görüştekilerden çok daha büyük bir çabayla derlediği çok sayıda belge ve bilgiyle Briffault eski görüşün doğruluğunu kanıtlamış bulunuyor.
Günümüzdeki kabilelerde anayanlı soydan babayanlı soya geçildiğini gösteren birçok örnek saptanmasına karşın, bu sürecin tersini ortaya koyan hiçbir duruma rastlanmamıştır.19 Her ikisinin de hemen hemen eşit oranlarda ve genellikle birbirine karışmış olarak bulunduğu Avustralya'da, bazı bölgelerde yakın zamanlarda gelişmiş bir sistem olan dıştan evlenme sistemi yetkinleştikçe babayanlı soya da daha sık rastlanmaktadır. Ayrıca kadınların durumunda son zamanlarda meydana gelen değişikliklere ilişkin daha başka kanıtlar da vardır.20 Başka yerlerdeyse anayanlı soydan babayanlı soya geçişin Avrupa kültürüyle kurulan bağlar sonucunda daha da geliştirildiği bilinmektedir. Bir zamanlar bir Chocta yerlisi karşılaştığı bir misyonere Amerika Birleşik Devletleri uyruğuna geçmek istediğini, çünkü o zaman kalıtının kız kardeşinin oğluna değil, kendi oğluna kalacağını söylemişti.21 Bu geçişin yeni gerçekleştiği Nijerya'da, yerliler bunu, baba-oğul ilişkisi konusundaki kendi kentsoylu değerlendirmelerinde direten İngiliz yargıçların etkisine bağlıyorlar.22
Eldeki kanıtlara bir bütün olarak göz attığımızda, avcılık evrelerinde anayanlı soyun az çok ağır bastığını, ama sonraları çobanlık evrelerinde hızla, tarım evrelerindeyse çok daha ağır bir biçimde gerilediğini görüyoruz.23 Bu da soy biçiminin üretim biçimiyle karşılıklı bir ilişkisi olduğunu gösteriyor.
Avcılıktan önceki aşamada üretim diye bir şey yoktu, yalnızca tohumların, meyvelerin ve küçük hayvanların basit bir biçimde elde edilmesi söz konusuydu ve dolayısıyla işbölümü diye bir şeyden söz et
19 Bkz. E.W. Smith ve M. Dale, The lla-speaking Peoples of Northern Rhodesia (Kuzey Rodezya'da İla Dili Konuşan Halklar), (Londra, 1920), c. I, s. 292. Son zamanlarda toplum yaşamına paranın girmesiyle birlikte değişen anaerkil bir Hint topluluğu örneği için bkz. Mother-right in India, s. 62.
20 The Arunta, s. 150,167, 328, 340, 346.21 l . H. Morgan, Ancient Society (Eski Toplum), (Chicago, 1910), s. 166.22 C. K. Meek, A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study of the Jukun-speaking Peoples o f Nigeria (Bir
Sudan Krallığı: Jukun Dili Konuşan Nijerya Halkları Üzerine Etnografık Bir inceleme). (Londra, 1931), s. 49, 61.
23 Material Culture and Social Institutions o f the Simpler Peoples (İlkel Halklarda Maddesel Kültür ve Toplumsal Kurumlar), s. 150-154.
36 TA R İH Ö N CESİ E g e
mek de olanaksızdı. Oysa kargının bulunmasıyla birlikte avcılık erkeklerin işi oldu, kadınlarsa yiyecek toplama işini sürdürdüler. Kadınların gebelik ve emzirme dönemlerinde eskisi kadar rahat devinememe- lerinden kaynaklandığı için24 bu cinsel işbölümü avcı kabilelerde genel bir olgudur.25
Avcılık giderek hayvanların evcilleştirilmesine yol açtı. Av hayvanı öldürülmüyor, canlı olarak eve getirilip bir yere kapatılıyordu. Dolayısıyla, sığırtmaçlık hemen her yerde erkek işidir.26 Öte yandan, yiyecek toplayıcılığı da yerleşim merkezinin hemen yanındaki toprak parçalarına tohum ekimiyle sonuçlandı ve böylece bahçe tarımı da kadınların işi oldu.27 Daha sonraları, öküzle çekilen sabanın bulunmasıyla birlikte çiftçilik de erkeklere geçti.28 Afrika'da sabanın yeni yeni kullanılmaya başlandığı yörelerde çiftçiliğin kadınlardan erkeklere geçişini bugün de gözlemlemek olasıdır.29
Kadınla erkeğin üretim biçimiyle olan ilişkilerinde görülen bu yer değiştirmeler babayanlı soyun ortaya çıkışını açıklıyor. Bu süreç avcılıkla başladı, sığır yetiştiriciliğiyle yoğunluk kazandı, ama tarımın ilk evresinde tersyüz oldu.
Bazıları, soy ilk başta anayanlı olduğuna göre nasıl oluyor da en geri halkların bir bölümü soylarının baba yanından geldiğini varsayıyor, buna karşılık daha ileri kimi halklar eski biçimi koruyor diye bir soru sormuşlardır. Bu soru, avcılık ekonomisine özgü cinsel işbölümünün
24 S. Zuckermann, “The Biological Background of Human Social Behaviour", Proceeding of the Second Conference on the Social Sciences at the Institute of Sociology ("Sosyoloji Enstitüsü'nde Yapılan Toplum Bilimleri Konulu ikinci Konferansın Tutanakları" adlı kitapta “ insanın Toplumsal Davranışının Biyolojik Temelleri" bölümü), (Londra, 1936), s. 10.
25 B. Malinowski, The Family Among the Australian Aborigines (Avustralya Yerlilerinde Aile), (Londra, 1913), s. 275-283; H.H. Bancroft, Native Races of the Pacific States of North America (Kuzey Amerika'nın Pasifik Kıyısındaki Eyaletlerinde Yaşayan Yerli Irklar), (Londra, 1875-76), c. I, s. 66, 131, 186, 196, 218, 242, 261-65, 340; Wirtschaftgeschichte des Altertums (Eskiçağda Ekonomi), c. I, s. 14, Erkeklerin yalnızca silahlarıyla dolaşmalarının gerekliliği yükleri niçin kadınların taşıdığını açıklıyor: H. Basedow, The Australian Aboriginal (Avustralya Yerlileri), (Adelaide, 1929), s. 112; J. Roscoe, The Bağanda, (Londra, 1911), s. 23; Origin o f the Inequality of the Social Classes, s. 15.
26 Aynı yerde, s. 15; E. Westermarck, The Origin and Development of Moral Ideas (Ahlaksal Fikirlerin Doğuşu ve Gelişmesi), (Londra, 1906-8), c. I, s. 634, c. II, s. 227.
27 Material Culture and Social Institutions of the Simpler Peoples, s. 22: Wirtschafi-geschichte des Altertums, c. I, s. 14; bkz. Hold. Pont. RP. s. 23; Eus. PE. 6.10.18.
28 R.H. Lowie, Primitive Society (ilkel Toplum), (New York, 1929), s. 71,174,184; Mon Mokes Himself (Kendini Yaratan insan), s. 138.
29 E.J. Krige, Social System of the Zulus (Zulu'larda Toplumsal Dizge), (Londra, 1936), s. 190: "Bugünlerde bu kural [toprağın kadınlar tarafından işlenmesi) büyük ölçüde Avrupa uygarlığının etkisi yüzünden gevşemiş bulunuyor, öküzlerin koşulduğu sabanın kullanılmasıyla birlikte çift sürme işini tümden erkekler üstlendi, çünkü kadınlar öküzlerle başa çıkamamakta."
TO TEM CİLİK 37
doğası gereği o ekonomiye babayanlı soya yönelik bir eğilim kazandırdığı ileri sürülerek yanıtlanabilir. Günümüzdeki avcı kabilelerin bü- vük bir bölümünün babayanlı olmalarının nedeni ekonomik yaşamlarının o düzeyde tıkanıp kalmış olmasıdır. Ne var ki, ileride de göreceğimiz gibi, uygar halkların tarihöncesinde anayanlı soyun, etnolojik bilgilere bakarak umabileceğimizden çok daha ileri bir aşamaya kadar varlığını koruduğu göze çarpıyor. Bu olgu da bu halkların avcılıktan tarıma hızla geçmiş olmalarıyla açıklanabilir.
On dokuzuncu yüzyıl uzmanlarının yanılgısı, anayanlı soyun kökenini hesaba katma çabalarında yatıyordu. Morgan, toplumun ilk aşamalarına denk düştüğünü varsaydığı ortaklaşa evlilik koşullarında çocukların babaları bilinmediği için ister istemez analarının klanına bağlı sayıldıklarını ileri sürüyordu. Ama o koşullarda çocuğun anasının ya da babasının kim olduğu hiç önemli değildi.30 Ortaklaşa evliliği çökerten de, bireysel mülkiyet haklarının gelişmesi sonucunda ana ve baba- nııı ilerici bir biçimde tanımlanması oldu. Dolayısıyla Morgan'm kuramının bu noktada düzeltilmesi gerekir.
Bol bol bilgi edinme olanağı bulduğumuz birbirine epey uzak iki Avustralya kabilesinde, evli erkeklerin yakaladıkları avın bütününü ya da en iyi parçasını karılarının ana-babasına vermelerini zorunlu kılan ayrıntılı kurallara rastlıyoruz.31 Benzer kurallar dünyanın başka yerlerinde de karşımıza çıkıyor.32 Bu kurallar, erkeklerin gidip karılarının klanında, kadınları merkez alan anayanlı bir klanda yaşadıkları bir toplum düzeninin göstergesidir.
Yukumbil adlı başka bir Avustralya kabilesinin eskilere uzanan bir geleneğine göre, erkekler ava giderken kanlarıyla çocuklarını da yanlarına alırlarmış, ama sonraları çocukları yaşlı bir kadının gözetiminde geride bırakmayı uygun görmüşler.33 Avcılığın gelişmesiyle doğan işbölümü halkın belleğinde iyice yer etmiş. İlk kurulan kampı kadınlar çekip çeviriyordu. Klan, kadınları merkez alıyor ve çocuklar hangi klanda doğmuşlarsa o klana bağlı sayılıyorlardı.
30 Yeni Britanya Adasında yaşayan bir yerli kendisinin iiç anası olduğunu ileri sürerek böbürleniyordu. Üstelik kadınlar da "Onu üçüm üz doğurduk," diyorlardı: J.G. Frazer, Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik). (Londra, 1910), c. I, s. 305.
31 The Arunta, s. 494; Howitt, Native Tribes o f South-East Australia, s. 756-66.32 A.C. Haddon, Reports o f the Cambridge Anthropological Expedition to the Torres Straits (Cambridge
Tarafından İnsanbilimsel İncelemeler Amacıyla Torres Boğazına Yapılan Gezi Raporlan), (Cambridge, 1908), 5, s. 149-50; R. Briffault, The Mothers (Analar), (Londra, 1927), c. I. s. 268-430.
33 A. R. Raddiffe-Brown. 'Totemism in Eastern Australia", Journal o f the Anthropological Institute (Antropoloji Enstitüsü Gazetesi'nde "Doğu Avustralya'da Totemcilik” başlıklı yazı), (Londra, 1872), s. 403.
38 T a r i h ö n c e s İ E g e
İlkel sürüde ister istemez içten evlenme kuralı egemendi. Avustralya geleneği bu olguyu anımsatan ipuçları da içeriyor. Kabile ataları kendi totemlerinin kadınlarıyla gelişigüzel cinsel ilişkide bulunuyor- larmış gibi gösteriliyorlar.34 İlkel sürüden kabileye (dıştan evlenme kuralına dayalı klanlar toplancasma) geçişin, basit yiyecek edinme aşamasından üretim aşamasına geçiş tarafından zorunlu kılındığını; klanların ekonomik karşılıklı bağımlılığının totem türüne konulan bir tabu biçimini aldığını ve bunun da her klanı kendi avlağında edindiği yiyecekleri öteki klanlarla paylaşmak zorunda bıraktığını söylemiştim. Peki, bu klanlar neden soyundan geldikleri ilkel sürü gibi kendi içlerinde çoğalmayı sürdürmüyorlardı? Başlangıçta her klanın yalnızca özel bir yiyecekle geçindiğini, erkeklerin evlendikleri kadının klanında yaşadıklarını ve emeklerinin ürünlerini o klanın üyelerine verdiklerini nedenleriyle birlikte görmüştük.
Bu koşullarda, başka klanlardan koca alma uygulaması, her klanın kendi üretmediği yiyecekleri de elde etmesini ve böylece yiyeceklerini çoğaltmasını sağladı. Dıştan evlenmenin başlangıçtaki işlevi, yiyecek dolaşımının gerçekleştirilmesiydi.
Kabile, düşük üretim düzeyince belirlenen, dıştan evlenmeyle gerçekleştirilen, yansılama büyüsüyle bütünleştirilen ve ideolojik izdüşümünü hayvansı atalara tapınma biçiminde bulan bir işbölümü temelinde ilkel sürüden evrilip ortaya çıkan çok-gözeli bir organizmadır.
Aşağı Avcılık evresindeki kabileler arasında bu totem kurumlan, doğrudan doğruya başlangıçtaki ekonomik işlevlerinden doğup gelişmiş olmalarına karşın, hâlâ kabilelerin kendileri kadar kalıcı ve belirlenmiş olan uyumlu bir sistem oluşturmaktadır. Ama kabile yapısı, çobanlık ya da çiftçilik ekonomisi koşullarında çözüldüğünde, kutsal bitki ya da hayvanla ilgili yansılama dansları ve resimleriyle, tüm canlıların akrabalığına ilişkin örtük kuramıyla birlikte totem büyüsü ve onun dış dünyanın denetim altına alınmasını sağlayan somut işlevi de dağılır ve üretim güçlerinin daha da gelişmesi sonucunda boy atan yeni iş- bölümleriyle beslenen ve sanatlar, bilimler, söylenceler, dinler, felsefeler biçiminde ortaya çıkan birbiriyle bağıntılı bir yığın etkinliğe dönüşür. Basit yiyecek edinmeden üretime geçiş, insanoğlunun hayvanlardan ayrıldığı andan başlayarak, insan kültürünün üzerinde gelişeceği temeldir artık.
34 B. Spencer ve F.J. Gillen, Native Tribes of Central Australia, (Londra, 1899), s. 419.
4. Totemcilikte Doğum ve Ölüm Çevrimi
Totemcilik bireyin yaşam tarihi üzerinde de izini bıraktı.Başlangıçta bütün çalışma ortaklaşaydı. Birey ancak bir topluluğun
üyesi olarak sürdürebiliyordu varlığını, topluluk dışında varlığım sürdürmesi olanaksızdı. Topluluğun çoğalması, geçim araçlarının üretilmesinden ayrüamazdı.
Avcılıkla geçinen kabilelerde, daha önce sözünü ettiğimiz cinsel işbölümünün yanı sıra klan üyeleri çocuklar, yetişkinler ve yaşlılar diye sınıflara ayrılırlar. Çocuklar yiyecek toplama işinde kadınlara yardım eder, erkekler avlanır, yaşlılarsa yönetir ve denetler.35 Bu yaş sınıfları işlevsel bir temele dayanır. Gençlerle yaşlılar yiyecek bakımından yetişkinlere bağımlıdır. Dolayısıyla, bu yaş sınıflarının en basit biçimleri avcılıktan öncelere rastlar. İlk başlarda iş göremez olanlar ölmeye bırakılırdı, ama daha sonraları yaşlılar uzun deneyimleri sonucu bütün gelenek ve görenekleri doğal olarak çok iyi bildiklerinden ekonomik bir değer kazandılar ve böylece topluluğun ürün fazlası üzerinde hak sahibi oldular.
Öte yandan, çocuk edinme her zaman yiyecek edinme kadar dirimsel bir işti. Gençlerin tüm eğitimi bu iki uygulayım üstünde yoğunlaşmıştı ve kadının çoğalmadaki rolü erkeğinkinden çok daha belirgin ve zor olduğundan çoğalmaya yardımcı olmak üzere yaratılan büyü daha başından dişil bir damga taşıyordu.
Bir yaş sınıfından öbürüne geçiş, erginleme törenleriyle gerçekleştirilir. Bu törenlerin en önemlisi, ergenlik çağında düzenlenenidir; üretim ve çoğalma konularında eğitilen delikanlı topluluğun tam bir üyesi olur artık. Bu canalıcı değişikliğin (bedensel, zihinsel, toplumsal, ekonomik) önemi, ilkel düşüncedeki anlatımını, bireyin tören sırasında ölüp yeniden doğduğu inancında bulur.36 Bu, bütün bir din tarihinin temelinde yatan ana kavramlardan biri olduğundan ne anlama geldiğini kavramak önemlidir.
Yeni doğan bir çocuk, klan atalarından birinin yaşama geri dönmesi, klan toteminin yeniden bir bedene kavuşması olarak karşılanır.37
TO TEM CİLİK 39
35 Bu konuda yapılmış en iyi İnceleme hâlâ H. Webster'in Primitive Secret Societies (ikinci basım, New York, 1932) adlı yapıtıdır. Başlı başına kadınların erginlenmesine ilişkin bir yapıt yoktur.
36 Bkz. A. L. Cureau, Sovage Man in Central Africa (Orta Afrika'da Yabanıl insan), (Londra, 1915), s. 167: “Yerliler fiziksel yaşamdaki bütün önemli olayları, ardından bir dirilişin geldiği ölümle özdeşlerler.”
37 R. Karsten, The Civilisation o f the South American Indians (Güney Amerika Yerlilerinin Uygarlığı), (Londra, 1926), S. 416: “Bir çocuk dünyaya geldiği zaman, varedilen yaşam yeni bir yaşam değildir.
4 0 TA R İH Ö N CESİ E g e
Dünyanın hemen her yerinde çocuğa dedelerinden birinin adını verme göreneği buradan kaynaklanmaktadır;38 adı verilen kişinin ölmüş olmasını gerektiren kuralla çoğu zaman ilintili bir görenektir bu.39 Ad, toteme ilişkin bir simgedir, bu yüzden de büyüseldir. İlkellerin adlarım yabancılara söylemeye yanaşmadıkları çok iyi bilinir. Çünkü bu adlar toteme değgin gizlerdir.40 Bu düşünceler öylesine köklüdür ki, kendi dil ailemizde bile name (ad) ve mark (işaret), kin (akraba) ve know (bilme, tanıma) sözcüklerinin kökeninde (latincesi nomen, nota, gens, gnosco) ortak bir temel görülür. Ad ile işaret aynı şeydir; ad sözlü olarak, işaret ise görsel olarak, o ad ya da işareti taşıyanda cisimleşen totemi dile getirirler. Erkek akraba taşıdığı ad ya da işaretle, yani totemiyle bilinir.
Klanın atası bir çocuk olarak nasıl yeniden doğarsa, çocuk da ergenlik çağma eriştiğinde bir çocuk olarak ölür ve bir erkek ya da kadın olarak yeniden doğar. Bu olay ona yeni bir ad verilerek belirlenir. Yetişkinin yaşlılığa geçmesi de aynı biçimde gerçekleştirilir. Gerçi bu ikinci aşama birincisi kadar kalıcı olmamıştır, ama gene de otacılığa ya da büyücülüğe alınma törenlerinde varlığını yaygın bir biçimde sürdürmektedir. Bu törenlerde de çırağa yeni bir ad verilir.41 Yaşlı bir adam en sonunda öldüğü zaman en yüksek sınıfa, totem atalarının arasına girmiş sayılır, zamanı geldiğinde bu sınıfın içinden yeniden ortaya çıkarak aynı çevrimden bir kez daha geçecektir. Doğum ölümdür, ölüm de doğum. Doğum ve ölüm, sonsuz bir değişim sürecinin birbirini bü- tünleyen iki yönüdür.
Üyeliğe alman kişinin yeniden doğuşu oyunlaştırma yoluyla sunulur. Çoğu zaman son derece gerçekçidir tören. Ölme ve dölyatağından doğma eylemi olduğu gibi yansılanır, otacılığa ya da büyücülüğe alınacak olan çırak, bir tanrı ya da ruh tarafından yutulup kusuluyormuş gibi devinimlerde bulunur.42 Daha ileri kültürlerde tören daha ince bi
Doğan çocuğun varlığında yeniden dünyaya gelen atalardan birinin yaşamıdır. Öte yandan, bir yerli ölünce yaşamı sona ermez. Ölüm, yaşamın sona ermesi demek değildir, bir yaşam biçiminden başka bir yaşam biçimine geçiştir yalnızca."
38 Totemism and Exogamy, 2, s. 302, 453, 3, s. 298; The Civilisation of the South American Indians, s. 417; Social System o f the Zulus, s. 74; A.C. Hollis, The Masai, their Language and Folklore (Masai Halkı, Dilleri veTöresel Yaşamları), (Oxford, 1905), s. 305.
39 Ancient Society (Eski Toplum), s. 78; J. H. Hutton, The Sema Nagas, (Londra, 1921), s. 237; A. Playfair, The Caros, (Londra, 1909), s. 100.
40 Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), c. I, s. 196-7, 489.41 Native Tribes o f South-East Australia (Güneydoğu Avustralya’daki Yerli Kabileleri), s. 738; A. Van
Gennep. Les rites de passage (Geçiş Törenleri), (Paris, 1909), s. 89; Webster. Primitive Secret Societies (İlkel insanlarda G izli Dernekler), s. 174-5.
42 Primitive Secret Societies, s. 38; J. Hastings, Encyclopaedia of Religion and Ethics (Din ve Ahlâk
TO TEM CİLİK 41
çimler alır. Sözgelimi, büyü uykusu ya da büyü düşünde çırak bir çocuk olarak yatırıldığı uykudan bir yetişkin olarak uyanır43 ya da yeni kimliğine bürünmeden önce eski kimliğinden kurtulması gerektiği düşüncesiyle erkek çocuksa kız çocuk gibi, kız çocuksa erkek çocuk gibi giydirilir.44 Erginleme töreninden geçecek adaylar köyden alınıp götürüldüklerinde, anaları, sanki ölmüşler gibi arkalarından yas tutar. Adaylar törenden döndükleri zaman konuşmasını ve yürümesini bilmeyen ya da akrabalarını tanımayan küçük çocuklar gibi davranırlar.
Bu törenlerin yaygın özelliklerinden biri de bedenin bir parçasının ameliyat edilmesi ya da kesilmesidir. Kızlık zarının delinmesi, sünnet derisinin kesilmesi ya da alttan yarılması, dişlerden birinin çekilmesi, saçların kesilmesi gibi işlemlerdir bunlar 45 Kızlık zarının delinmesi dışında, bunların hiçbiri yararcı bir değer taşımaz; sünnetin de başlangıçta kızlık zarım delme töreninden örnek alındığı ileri sürülmüştür.46 Bütün bu örneklerde, kesilen parçanın özenle saklanması zorunludur.47 Dolayısıyla, bu işlemler, ölülerin yeniden doğabilmeleri için bedenlerinin tümü ya da bir parçasının alıkonulduğu gömme törenleriyle belli bir koşutluk gösterir. Yeryüzünün birçok yerinde, ölünün, kollarıyla bacakları göğsünün üstünde toplanmış olarak iki büklüm durumda gömülmesinin temelinde de aynı ilke yatar; böylece çocuğun dölyata- ğındaki duruşu benzetlenmiş olur.48
Ayrıca bir de arındırma ve sınama törenleri vardır. Gençler su ya da kanla temizlenir, ırmak ya da denizde yıkanır ya da ateşten geçirilirler; kimi zaman da zorlu engelleri aşmak zorunda oldukları yarışlara girer ya da çokluk ölümle sonuçlanan düzmece dövüşlere sokulurlar; bayılıncaya dek kamçılanırlar, kulak memeleri ya da burunları delinir, bedenlerinde yaralar açılır ya da dövmeler yapılır. Bu sınama törenlerinin çoğunda rastlanan bedensel acı çekme her yerde başarısızlığın yetersizlik ve aşağılanma anlamına geldiği bir güç sınaması olarak açık
Ansiklopedisi). (Edinburgh, 1908-18). 7, s. 318: "Benediktin rahipliğine alınma töreninde rahip adayı dört mumun arasına yatırılır ve üzerine bir kefen örtülerek bir ölü için yapılan işlemler yapılır, orada bulunan topluluk da hep bir ağızdan Mezmurlar Kitabından 51. Mezmuru okur."
43 Totemisin and Exogamy, 3, s. 370-456; Primitive Secret Societies, s. 154.44 W.R. Halliday, “The Hybristika", Annual o f the British School at Athens (Atina Ingiliz Okulu Yıllığı),
(Londra, 1894), 16, s. 212 .45 Primitive Secret Societies, s. 32-8.46 The Mothers (Analar), s. 325-33.47 Primitive Secret Societies, s. 36.48 E.D. Earthy, Vaknge Women (Oxford, 1933) adlı yapıtında, "amacın, çocuğu dünyaya geldiği sıradaki
koşullarda ve durumda gömmek olduğunu" açıkça belirtir.
4 1 TA R İH Ö N CESİ EGE
lanır.49 Çoğu zaman töreni yöneten yaşlılar sınamanın acımasızlığını bile bile artırırlar, böylece gençleri iyice sindirerek onlarda tartışmasız boyun eğme alışkanlığının yer etmesini sağlamaya çalışırlar.50 Ama bütün bunların ardında bedensel istekleri körletme ya da arındırma, döllendirme ya da yeniden doğuş dürtüsü yatar. Nasıl kirlenme hastalık, hastalık da ölüm anlamına gelirse, arındırma da yaşamın yenilenmesi anlamına gelir.
En sonunda gençlere cinsel ve toplumsal davranışla ilgili bilgiler verilir. Bu iş vaızlar, sorgulamalar ve yansılama danslarıyla ve kutsal nesnelerin, özellikle de cinsellik simgelerinin açıklanmasıyla gerçekleştirilir.51 Tören tümüyle gizlidir; yerleşim merkezinin uzağında, genellikle önceden hazırlanmış bir tören alanında yapılır. Yaşlılar ve erginleme töreninden geçmiş yardımcılar dışında herkes tören alanından uzaklaştırılır ve oraya yaklaşırlarsa ölüm cezasına çarptırılacakları yolunda uyarılır. Çoğu zaman gerçek erginleme töreninden önce adaylar denenmek amacıyla bir süre yalnız bırakılırlar, törenden sonra salıverilince de yaptıkları, gördükleri ya da duydukları konusunda törenden geçmemiş olanlara hiçbir şey söylememeleri yolunda sıkı sıkıya tembihlenirler.
5. Totemcilikten Dine
Totemcilik gelişmiş dinden, Tanrı yakarılarına başvurulmamasıyla, buyrukların bulunmasıyla ayrılır. Tapınıcılar kendi istemlerini toteme büyünün zorlayıcı gücüyle dayatırlar52 ve bu ortaklaşa zorlama ilkesi topluluğun her bir üyeden ve üyelerin tümünden üstün tutulduğu bir toplum düzeltine uygun düşer. Bütün topluluğun birleşik çabası topluluğun varlığını korumayla sınırlı kaldığı sürece, bireysel yetilerle kazanılan saygınlık dışında hiçbir ekonomik ya da toplumsal eşitsizlik söz konusu olamaz.53 Avustralya'da durum hâlâ böyledir. Kabilenin
49 Primitive Secret Societies, s. 34-5.50 Aynı yerde, s. 59-66.51 Aynı yerde, s. 49-58. Avcı kabilelerin çoğunda delikanlılar erginleme törenlerinin hemen ardından
evlendirilir ve evlenme sırasında ayrı bir tören yapılmaz. Delikanlıların erginleme töreni sırasında verdikleri sınavlar evlilik için bir önkoşul sayılır ve bazan gelinin klanından erkekler tarafından uygulanır. Sonradan bütün dünyada yaygınlaşan evlenme öncesi yarışmalar buradan kaynaklanmıştır.
52 J.G. Frazer, Totemica, (Londra, 1937), s. 257.53 Aşağı Avcılık evresinin kabilelerinde yaşlıların durumu, C. Hose ve W. McDougall'ın Pagan Tribes of
Borneo (Londra, 1912), ve B. Spencer ve F.j. Gillen'in The Arunta (Londra, 1927) adlı yapıtlarında
TO TE M CİLİK 43
başındaki adamın durumu herkesin onayına bağlıdır. Avustralya kabilelerinde ne şefler vardır, ne de tanrılar.
Din adını verdiğimiz şeye özgü daha ileri tapınma biçimleri, azınlığın çoğunluğun sırtından geçinmesini olası kılan üretim fazlasını gerektirir. Başkanlık giderek seçime dayanma niteliğini yitirir, soydan geçme bir şeflik olur çıkar. Toteme yakanlar ve övgülerle yaklaşılır, totem insan biçimine bürünür ve Tanrı olur.34 Uyrukları için şef neyse, topluluk için de Tanrı odur. Tanrı, ideal şefe yakıştırılan tüm niteliklerle donatılır. Tanrı'ya, gerçek şefe sunulan hizmetlerin örnek alındığı törenlerle tapınılır.55 Bir Yunan atasözünde belirtildiği gibi, armağanlar tanrıları da yola getirir, yüce kralları da.56 Tanrı düşüncesi krallık gerçekliğinin bir izdüşümüdür. Ama insan bilincinde bu ilişki tersyüz edilmiştir. Kralın gücünü Tanrı'dan aldığına inanılır ve kralın istemi Tanrı'nın istemi olarak kabul edilir.
Kendi doğrulanışını tanrısal güçlerde bulan sınıf ayrıcalığının daha da artması, bu tanrısal güçlerin gitgide karmaşıklaşmasına yol açar. Egemen klan, yetkesini genişlettikçe, öteki klanların totem tanrılarını kendine bağlar ve kendi totem tanrısına katar. Egemen klanın totemi, kabilenin ya da kabileler birliğinin tanrısı durumuna gelir ve en sonunda da devletin tanrısı olur. Kimi tanrılar öteki tanrılara üstün gelir; krallar ve ülkeler arasında patlak veren savaşlar bir kez de gökyüzünde verilir. Mısır firavunlarının görkemli giysilerini süsleyen totem belirtke- leri gerçekte kabilelerin çözülerek bir krallık altında birleşmelerini simgeler. Tigris (Dicle) ve Euphrates (Fırat) kentleri arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen düşmanlıklar ve savaşların yansıması, Babil tanrılarının birleşik ve değişken niteliklerinde görülür.57
Ama gene de bu tanrılar kökenlerinin izini hiçbir zaman sırtlarından atamamışlardır. Hâlâ hayvan kılığına bürünüp cisimleşebilmekte- dirler; hâlâ çevrelerinde uşakları ya da belirtkeleri olarak ortaya çıkan
çok güzel anlatılmıştır: "Başlı başına yaşlılık hiçbir ayrıcalık getirmez, yaşlılık ancak özel bir yetenekle birleştiği zaman belli bir ayrıcalık sağlar, kabilenin şefi diye bir şey kesinlikle yoktur."
5 4 Northern Tribes o f Central Australia (Orta Avustralya'daki Kuzeyli Kabileler), s. 490-1; Native Tribes of South-East Australia (Güneydoğu Avustralya'daki Yerli Kabileleri), s. 488-508.
55 A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study o f the Jukun-speaking Peoples o f Nigeria (Bir Sudan Krallığı: Jukun Dili Konuşan Nijerya Halkı Üzerine Etnolojik Bir inceleme), s. 217.
56 Platon (Eflatun), Devle t, (Üçüncü basım, Haziran 1975, Remzi Kitabevi, Çevirenler: S. Eyüboğlu - M. Ali Cim coz), 390.
57 Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), 1, s. 81. 2, s. 139,151,166; A. Moret ve G. Davy, From Tribe to Empire (Kabileden İmparatorluğa). (Londra. 1926), s. 143-5; W. Robertson Smith, Religion o f the Semites (Samilerin Dini), (Üçüncü basım, Londra, 1927), s. 73; F. Engels. Ludwig Feurbach, s. 65-9.
kutsal hayvanlar dolaşmaktadır;58 hâlâ olağandışı bir biçimde hayvanlar tarafından dünyaya getirilmektedirler. Dinsel simgecilik hâlâ Taıı- rı'nm kökeninde yatan hayvanların izlerini taşımaktadır.
Totemin tanrıya dönüşmesiyle birlikte totem töreninin yerini de kurban töreni aldı. Çoban toplulukların çoğunda sığırların etinden değil, sütünden yararlanılır ve dolayısıyla da özellikle ineklerin etinin yenilmesi yasaktır.59 Böylece totem tabusu yeni bir işleve uyarlanmıştı. Bu arada çoğaltma töreni de ortak bir şölene dönüşmüştü; klan üyeleri zaman zaman şeflerinin yönetiminde bir araya geliyor ve tören gereği kutsal sürülerin etinden bir parça alıyorlardı. Şölen bir kurbanla başlıyordu; yani ilk kesilen et klan üyeleriyle birlikte sofraya oturan klan tanrısına sunuluyordu. Çünkü klan tanrısı klan üyelerinin akrabasıy- dı ve şeflerin şefi sayıldığı için klan şefinden önde geliyordu. Tarım topluluklarında, ilk hasadın Tanrı'yı simgeleyen şef ya da rahibe sunulması da, ekin böliişülürken ilk payın şefe ayrıldığı zamanlardan kalma bir görenektir.60 Daha sonraları bile, gizemsel derneklerin törenlerinde de aynı örneğe rastlanabilir. Sınıf çatışmaları karşısında belleri bükülen ve ezilen insanlar, rahiplerinin yönetimi altında, tanrılarının etini yiyip kanını içiyor, böylece yitirilmiş bir eşitliğin yanılsamasıyla besleniyorlardı. Kullarının yaşayabilmesi için Tanrı'nın ölmesi gerektiği inancı, daha o zamanlar, örtük bir biçimde de olsa totem törenlerinden birinde vardı; her yıl düzenlenen bu törende kutsal hayvan öldürülür, böylece çoğalacağına inanılırdı. Dinsel tören nasıl totem yasağının tören sırasında çiğnenmesinden kaynaklanmışsa, paylaşım töreni de klanın ortaklaşa emeğiyle yaratılan zenginliğin ortaklaşa olarak tüketilmesinin yüceltilmiş bir imgesidir.
6. Yontmataş Çağı Avrupasında Totemcilik
Çağdaş arkeologların çoğu karşılaştırmalı yöntemi yadsıyor.
4 4 T A R İH Ö N C ESİ Eg e
58 ilinti kurulan nesne ilk ağızda tanrısal gücün bir yığınağı olarak görülür; The Civilisation of the South American Indians (Güney Amerika Yerlilerinin Uygarlığı), s. 207.
59 Religion o f the Semites, s. 223;). Roscoe, The Bakitara or Banyoro, (Cambridge, 1923), s. 6; Social System o f the Zulus (Zulu'larda Toplumsal Dizge), s. 55. Bu kural evrensel değildir:). H. Hutton, The Sema Nagas, Londra, 1921; P. R. T. Gurdon, The Khasis, Londra, 1914. Daha sonraları saban öküzünün kesilmesi de yasaklanmıştır.
60 Religion o f the Semites (Samilerin Dini), s. 244-54.
TO TEM CİLİK 4 5
Yalnızca arkeoloji tarafından bilinen bazı halkların bazı şeyleri nasıl gerçekleştirmiş ya da nasıl açıklamış olabileceklerini gözler önüne serebilmek için sık sık günümüzdeki ilkellerin düşünce ve uygulamalarına başvuracağız. Ne var ki, günümüzdeki bu tür uygulama ve inançların somut olarak gözlemlenen eski nesneler, yapılar ya da işlemlere ilişkin birer açıklama ya da yorumlama olarak kullanılmaları dışında hiçbir geçerlilikleri yoktur. Kalıcı sonuçlar bırakan ve arkeologun kazmasıyla ortaya çıkarılabilen eylemlerde dile getirilmiş olanları saymazsak, tarihöncesi insanların düşünceleri ve inançları bir daha geri gelmemece- sine yok olup gitmiştir.61
Burada kimi noktalar abartılırken, kimi noktalar da küçümseniyor. Bir kere, etnolojik bilgilerin toplumsal bağlamlarını çözümleyip sınıflandırmadıkça, onları bir açıklama ya da yorumlama olarak bile kullanamayız. Örneğin, Bantuların yaşamsonrasına ilişkin düşüncelerinin Aurignacien gömme törenlerinin yorumlanmasıyla bir bağıntısı olduğunu kabul edemeyiz, çünkü Bantu toplumu Aurignacien kültüründen daha ileri bir aşamanın toplumudur. Buna karşılık, tarihöncesi insanların düşünce ve inançlarının, kazılarla ortaya çıkarılabilenler dışında, yok olup gittiğini ileri sürmenin hemen hiçbir anlamı yoktur. Bütün sorun, bunların ne ölçüde yok olup gittiğidir. Bunu yanıtlamanın tek yolu da, genel olarak ilkel düşüncenin niteliğini gözden geçirmek, yani karşılaştırmalı yöntemi uygulamaktır. Soruna bu açıdan yaklaşırsak, sorunu uygun bir temelde ele alırsak, arkeoloğun kazmasının genellikle sanıldığından çok daha derinlere indiğim görebiliriz.
Arkeoloğun günışığına çıkardığı Yontma taş Çağı kalıntıları arasında köpek kemiklerine rastlanır. Bu hayvanların çevrelerine karşı tıpkı Pavlov'un köpeği gibi tepki göstermiş olmaları gerekir, çünkü onunla aynı türdendirler. Hayvan davranışını belirleyen, dış uyarımlara tepki olarak gösterdiği bedensel güdülerdir. İnsandaysa bu güdüleri, hem de uygarlığın gelişmesiyle orantıü olarak artan bir ölçüde geliştiren, toplumsal gelenektir. Dahası, insanoğlunun toplumsal geleneğinin gelişmesini belirleyen de, araçları kullanmasıdır, üretimdir. Uygar düşüncenin zengin bireyselliği, toplumsal ilişkilerimizin karmaşıklığı, çok yönlü işbölümleri, modern sanayinin üstün uygulayımı hep üretim
61 Man Makes Him self (Kendini Yaratan insan), s. 53. Childe bu tutumunu değiştirm iştir, bkz. Southwestern Journal o f Anthropology dergisinde (2. s. 343) “Arkeoloji ve Antropoloji" başlıklı yazı: “Yaşam biliminde paleontoloji ile zooloji nasıl karşılıklı bir onsuz edilemezlik taşıyorsa... arkeoloji İle antropoloji de insan biliminde birbirini bütünleyen iki gelişmedir."
4 6 TA R İH Ö N CESİ EGE
güçlerinin yüksek gelişmesinin farklı düzeylerdeki yansımalarıdır. Kaldı ki, insan bilincinin çevresi üzerindeki denetimini durmadan genişletebilmesini sağlayan da bu üretim güçleridir. Daha alt düzeylere gittikçe, üretim uygulayımının gerilediğini, işbölümlerinin bir bir ortadan kalktığını, toplumsal örgütlenmenin yalınçlaştığım, insan bilincinin daha yalınkat bir niteliğe büründüğünü ve salt varolma savaşımı tarafından daha dolaysızca belirlendiğini ve en sonunda da hayvanların düzeyine indiğimizi görürüz. De Pradenne'in deyişiyle, "insanın gelişme aşaması ne kadar ilkelse, yaşamı da o kadar daha fazla çevresi tarafından koşullandırılır."62
Bu, günümüzdeki AvustralyalIlar için ne denli doğruysa, Yontmataş Çağı insanı için de o ölçüde doğrudur. Ve bu iki durumda da, yiyecek toplayıcılığı ve avcılığa bağımlı olan üretim biçimi aynıdır. Bu yüzden, ortak bir ekonomik temele dayanmaları bu iki kültürün kar- şılaştırılabilirliğini kanıtlamaktadır.
Hiç kuşku yok ki, tarihöncesi kültürü inceleyip öğrenme yolundaki bütün çabalar arkeoloğun kazmasının açığa çıkarabildikleriyle sınırlıdır. Peki, nedir arkeoloğun açığa çıkardığı?
AvustralyalIlar kayaları ve mağaraları insan ve hayvan resimleriyle bezemlerler.63 Bu "resimli mağaralar"a Batı Avustralya, Kuzey Bölgesi ve Queensland gibi birbirinden epeyce uzak yörelerde rastlanmıştır. Özellikle çokça rastlandıkları Kuzey Kimberley'de her yerel topluluğun avlağında mutlaka bir resimli mağara bulunduğu anlaşılmaktadır. İnsan resimleri arasında hem erkek, hem de kadın resimleri bulunmakta ve kadın resimlerinde abartılmış cinslik işaretlerine rastlanmâk- tadır. Hayvanlar ve bitkilerse, anlaşılabildikleri kadarıyla, hep yenilebilir türlerdir: Kangurular, kertenkeleler, nalgo meyvaları.64 Aynı zamanda, kanguru taşıyan bir erkeği ya da ceplerinde yavrularıyla bir dişi kanguru sürüsünü gösteren bileşik resimler de görülmektedir. Sık rastlanan çizimler arasmda bir de insan elinin izi ya da kalıbı göze çarpmaktadır; bunlar elin ayasına yaş boya sürülerek ya da el kayanın üstüne konulup elin tersine toz dökülerek yapılmışlardır.65
62 A. V. De Pradenne, Prehistory, (Londra, 1940), s. 12.63 C. Grey, Journals o f Two Expeditions of Discovery in North-Western and Western Australia (Kuzeybatı
ve Batı Avustralya’da yapılan iki Keşif Seferinin Tutanakları), (Londra, 1841), 1, s. 201-6; A. P. Elkin, ’’Rock Paintings of North-West Australia" (Oceania, (Melburn/Londra, 1931), s. 257-79.
64 Aynı yerde, s. 277.65 Journals o f Two Expeditions of Discovery in North-Western and Western Australia, s. 204; “Rock Paintings
of North-West Australia” (Kuzeybatı Avustralya’daki Kaya Resimleri), s. 261.66 Aynı yerde, s. 261-3.
TO TEM CİLİK 47
Bu resim ve çizimleri yorumlayabilmek için, bunları bugün de törensel amaçlarla kullanmakta olan yerlilerin kendilerine danışabiliriz. Çiftleşme mevsiminin başında, yağmur yağmasını ya da betimlenen türlerin çoğalmasını sağlamak amacıyla resimler yeniden boyanır ya da düzeltilir. Böylelikle kanguruların ya da nalgo meyvalarınm bollaşması sağlanır ve kadınlar doğurgan kılınır.66 Çoğaltma töreninin değişik bir biçiminden başka bir şey değildir bu. Resim sanatı adım adım bağımsızlığına yürümektedir, ama gene de henüz büyüden kopmuş değildir.
Bu resimlerde kullanılan uygulayım, kaba ve ilkeldir. Çoğu zaman resimlere ulaşmak oldukça güçtür. Kuzey Kimberley'de tavanında be- zemler bulunan bir mağara vardır; bu bezemleri görebilmek için emekleyerek epeyce gitmek, sonra da sırtüstü dönmek gerekir.67 Bu da, kut- törenin yerli kültürün çözülmesinden önceki dönemlerde daha karmaşık olduğunu göstermektedir.
Mağara resimlerine Avustralya dışında da rastlanıyor. Avcılıkla geçinen başka bir totemci topluluk, Afrikalı Buşmanlar azala azala en sonunda Güney Afrika'da yaşayan birkaç bin kişiye inmişlerdir, ama bir zamanlar tüm Afrika'yı dolaştıkları anlaşılmaktadır, çünkü bunların yaptığı resimler Büyük Sahra'da ve Tanganika Gölü yöresinde de görülmüştür.68 Gerçi bu sanat bugün artık ölmüştür, ama bundan elli yıl öncesine kadar Transval'da hâlâ yaşıyordu ve günümüzde de yerliler tarafından hâlâ açıklanabiliyor. Buşmanların bu mağara resimleri Avus- tralya'dakilerle karşılaştırıldığında, uygulayımsal bakımdan daha ileri ve anlayış bakımından daha sağlamdır. En güzel örneklerden birinde, bir devekuşu sürüsü betimlenmiştir; devekuşlarından biri ok ve yay taşımaktadır ve ayakları insan ayağıdır.69 Hayvanlara ok atabilecek kadar yaklaşmak amacıyla devekuşu kılığına girmiş bir avcı olmalıdır bu. Belki de bu avcı bir devekuşu klanının üyesiydi. Bir başka resimdeyse, dans eden altı erkek vardır. Kafalarına antilop başı geçirilmiş dansçıların çevresinde kadınlı erkekli toplanmış el çırpan izleyiciler görülmektedir.70 Bu da olsa olsa bir antilop klanının yansılama dansıdır.
Yukarı Yontmataş Çağı Fransasmdaki ve özellikle de doğu Ispanya'daki mağara resimlerini Buşmanların bu sanatıyla karşılaştırabiliriz.71 Aralarında o denli büyük bir benzerlik vardır ki, kimi uzmanlar
67 Aynı yerde, s. 258.68 L. S. B. Leakey. Stone Age Africa (Taş Çağı Afrikası), (Oxford, 1936), s. 137-60.69 L. Adam, Primitive Art (İlkel Sanat). (Londra, 1940), s. 88.70 Aynı yerde, s. 4.71 M. C. Burkitt, Prehistory, (İkinci basım, Cambridge. 1925). s. 192-221.
48 TA R İH Ö N CESİ Eg e
bunların hepsini aynı halkın elinden çıkma yapıtlar olarak görmektedir. Yontmataş Çağı'nda basit oyma ve kabartmalara, sarmallara ve kaba hayvan resimlerine rastlanmaktadır. Zamanla bunların yerini insanı şaşırtacak kadar canlı erkek geyikler, yaban sığırları ve daha başka hayvanlar, av ve savaş sahneleri ve geyik başı takmış erkekler almıştır. Sık görülen çizimlerden biri de insan eli kalıbıdır.72 Mağaralarda sürekli oturulduğunu gösterir hiçbir belirti yoktur, üstelik resimlerden bazıları Kuzey Kimberley'dekilerden bile daha zor erişilebilir yerlerdedir. Örneğin, Niaux'daki bir mağara bir buçuk kilometre derinliğin- dedir. Mağara ağzında resim yapmaya elverişli birçok yüzey bulunmasına karşm, ilk resimlere ancak altı yüz metre kadar içerilerde rast- lanmaktadır. Bugün bütün arkeologlar bu resimlerin büyüsel amaçlarla yapıldığı konusunda birleşmektedirler.
süslendiği görülmektedir.74 Bu da başka bir totem dansıdır.Bu Yontmataş Çağı toplulukları totemci topluluklardı. Totemci ol
duklarına göre, totemcilikteki doğum ve ölüm çevrimiyle bağıntılı ol
72 R. A. S. Macalister, Textbook o f European Archaelogf (Avrupa Arkeolojisinin Ders Kitabı), (Cambridge. 1921), 1, s. 456. El izine Libya mağaralarında da rastlanmaktadır: R. F. Peel, 'Rock Paintings from the Libyan Desert', ('Libya Çölünde Kaya Resimleri') An. 13. 389.
73 Prehistory, s. 311.74 Aynı yerde, s. 308: Res. I. Macalister'in, bu resimlerin totemciliği ele verdiği yolundaki yorumlara
karşı çıkması, totemciliği yanlış anlamasından kaynaklanmaktadır.
Resim 1. Dağkeçisi dansı: Yontmataş Çağı geyik boynuzu.
Hiç kuşkusuz, hayvan kılığına girmiş bir erkekle hayvanın kendisini birbirinden ayırt etmek kolay değildir, ama kimi örneklerde bu ayırım yanılgıya yer bırakmayacak kadar açıktır. Pirene D ağlarındaki mağaralardan birinde kafasına geyik boynuzları geçirmiş, arkasına da kısa bir kuyruk takmış bir erkek resmi vardır.73 Mege'deki bir kaya sığınağında bir geyik boynuzu bulunmuştur. Boynuzun, dağkeçisi
postlarına bürünmüş, kafalarına dağkeçisi başlan geçirmiş dans eden üç insan resmiyle
TO TEM CİLİK 4 9
duklarını varsaymamız gerekiyor. Burada da arkeolog bir kere daha elini uzatıyor bize. Ölülerin iki büklüm olarak, başka bir deyişle çocuğun anasının dölyatağmdaki durumunda gömülmelerine Avustralya'da olmasa bile öteki bütün anakaralarda ileri kabileler arasında yaygın bir biçimde rastlanmaktadır. Ölülerin bu durumda gömülmesi Yont- mataş Çağı'ndaki ölü gömmelerde büyük bir yaygınlık göstermekte, Cilalıtaş Çağı'ndaysa nerdeyse her yerde görülmektedir.75
Erginleme törenlerinde gövde sakatlamanın Avustralya'ya özgü biçimleri gövdede yaralar açma ve diş sökmedir. Gövdede yaralar açmanın Yontmataş Çağı Avrupasında uygulanıp uygulanmadığı sorusunu arkeolojinin yanıtlaması hiçbir zaman olası değildir. Ama Kuzey Afrika'daki Kapsiyen kültürün kalıntıları arasında üst öndişleri sökülmüş birçok kafatası bulunmuştur. Bu dişlerin kendiliğinden sökülmediği açıktır.76 Burada söz konusu olan, Yontmataş Çağı'na özgü bir erginleme törenidir.
Açılmış el izi, Akdeniz ve Yakındoğu'da kötülüklere karşı koruyucu bir simge olarak hâlâ yaygındır. Bu yörelerde kapılara ve duvarlara çıkarılmış ya da kadınların yüzlerine dövme olarak yapılmış el izlerine rastlanabilmektedir.77 Yontmataş Çağı'na değgin çeşitli örneklerde bir ya da birkaç parmağın bir bölümünün ya da tamamının kopuk olduğu görülmektedir.78 Bu da, erginleme törenlerindeki gövde sakatlamanın başka bir örneğidir ve bunu uygulayanlar arasında AvustralyalIlar ve Buşmanlar da vardır.79 Böylesine garip bir göreneğin doğmasının birden çok nedeni olamaz.
Son olarak, bu tarihöncesi kültürler totemciyseler, aynı zamanda dıştan evlenme kuralına bağlı olmaları gerekir. Çünkü dıştan evlenme, totem klanının yapısının özünde varolan bir kuraldır. Böylece koşutluk tamamlanıyor. Morgan'ın yetmiş yıl önce ortaya attığı savın, yani evrensel olarak insanın toplumsal evrimüıdeki ilk aşamanın kabile düzeni olduğunu ileri süren savın doğrulanmasında arkeoloji ile etnoloji birleşiyor. Morgan'ın o zamanlar bilmediği arkeolojik veriler tartışılmıyor; Morgan'ın yol göstermiş olmasına karşın bu veriler yorumlanmadan öylece bırakılmıştır. Oysa kazı çalışmaları yapılmıştır, hem de büyük bir ustalıkla. Öyleyse Morgan'dan sonrakiler ellerinde bunca
75 Aynı yerde, s. 163.76 A. V. De Pradenne. Prehistory, s. 161.77 Textbook o f European Archaelogy, 1, s. 509.78 Aynı yerde. 1. s. 458.511.79 Native Tribes o f South-East Australia (Güneydoğu Avustralya'daki Yerli Kabileleri), s. 746-7.
gereç de bulunmasına karşın gerekli sonuçları çıkarma konusunda neden bu kadar isteksizlik göstermişlerdir? Çünkü onlar, Morgan'm, insan ilerlemesinin birlik ve sürekliliğine ilişkin kavrayışını yitirmişlerdir. Birbirlerinin bahçesine girmemek, toplumsal bilimler alanındaki kentsoylu uzmanlar için bir onur sorunu olup çıkmıştır. Gelişigüzel ve bölük pörçük çabalar dışında arkeologların etnoloji alanındaki bilgilerden yararlanmaları nerdeyse "yasadışı" sayılmaktadır. Gene, etnoloji ve toplumsal antropoloji uzmanlarının arkeoloji konusunda vardıkları sonuçlan açıklamaları da aynı ölçüde yasadışıdır; bu tür açıklamaları ancak rastlantısal bir "merak" sonucu yapabilirler. Bakın, böyle düşünenlerden biri ne diyor:
Arkeolog geçmişle değil, şimdiyle ilgilenir... Uzak geçmişe gömülmüş bulunan ilk insanların ve belki de kendi unutulmuş atalarımızın bazı inanç ve göreneklerinin merak sonucu açığa çıkarılmış ve tanımlanmış olması ise bir başka konudur.80
Demek ki, etnologlar, tarihöncesi totemciliği, arkeologların genel olarak totemciliği ele aldıkları gibi ele alıyorlar. Her iki durumda da, geriye anlatacak kimsenin kalmadığı "bir başka konu"dur bu. Tüm konunun baştan sona anlatılması, yalnızca geçmişin bir uzantısı olarak şimdiyi günışığına çıkarmakla kalmayacak, aynı zamanda geleceğin üzerindeki örtüyü de kaldıracaktır. Gerçekte, bütün sorun da buradadır.
50 TA RİH Ö N CESİ EGE
80 A. Goldenweiser, Anthropology (Antropoloji), (Londra, 1937), s. 47.
51
AKRABALIK ADLIĞI
II
1. Kabile Yapısı
İlkel sürü kendi içinde bölünerek evrildi. Önce ikiye bölündü, sonra her yarım yeniden iki ya da daha fazla birime ayrıldı. Böylece, her biri birçok klanı içeren iki yarım'dan oluşan kabile doğmuş oldu. Daha sonraları bu klanlar da bölündüler ve ortaya, her biri birçok fratri ya da klan kümesi içeren iki yarım'dan oluşan bir kabile çıktı. Temel birim, klandır. Fratri, tek bir klandan evrilen bir klanlar kümesidir. Yarım ise, başlangıçtaki bölünmeden doğan bir fratriler kümesidir.1 Kabile, baştaki çekirdeğin birliğini koruyan tüm toplancadır.
Kabile sistemi, hiç kuşku yok ki, gerçek yaşamda bu denli yetkin bir bütünlük içinde gelişmedi. Karmaşıklıklar ve sapmalar oldu. Bu da, elbette, değişik çevrelerde gerçekleşen organik bir süreçte kaçınılmazdı. Kabile sisteminin, kabaca ve tek başına ekonomik güçlerce sürdürüldüğünü söylemek de güçtür. Böylesine özenli bir yapı, savaşlar ve kıtlıklarla sık sık bozulmuş olsa gerek. Kaldı ki, kimi özel durumlarda, dışarıdan yeni klanların sisteme katılmasıyla ya da eski klanların bir frat- riden öbürüne aktarılmasıyla kabile sisteminin yapay bir biçimde yeniden oluşturulduğunu biliyoruz. Ama böyle istediğince yeniden düzenlemeler, kabile sisteminin ne denli canlı olduğunu ve insan zihninde ne denli güçlü bir biçimde yer etmiş olduğunu gösterir.
1 Yarım, işlevsel bir birim olarak daha çok Avustralya’da varlığını sürdürmektedir, ancak yarım’a dünyanın her yanında rastlamak da olasıdır: TheArunta, s. 41-3; W. H.R. Rivers. History o f Melanesian Society (MelanezyaToplumunun Tarihi), (Cambridge, 1914), 2. s. 500-6; W. H.R. Rivers. Kinship and Social Organisation (Akrabalık ve Toplumsal Yapı), (Londra, 1942), s. 205-6; J. Layard, Stone Men of Malekula, (Londra, 1942), s. 53-73); Ancient Society (EskiToplum ), s. 90-3.
2 A.C. Hollis, The Nandi, their Language and Folklore (Nandi Yerlileri, Dilleri ve Töresel Yaşamları),
Şimdi, dıştan evlenme kuralım daha açık seçik formüle edebilecek durumdayız. Bu kural, yalnızca evlilik ilişkisi için değil, her türlü cinsel ilişki için geçerlidir.2 Yasaklama Afrika ve Amerika'da genellikle klan içi evlenmeyle sınırlıdır, ama dıştan evlenme kuralının uygulandığı birimin bir zamanlar fratri olduğu yolunda Kuzey Amerika'da kanıtlar elde edilmiştir;3 daha geri Avustralya kabilelerindeyse yasaklamanın uygulandığı birim hâlâ yarım'dır.4 Fratrinin dıştan evlenme kuralı bu birimin tek başına bir klan olduğu zamana kadar uzanmakta, yarım'da gördüğümüz dıştan evlenme kuralıysa sürünün ilk baştaki bölünmesinde yatan kuralın kökenine kadar gitmektedir.
Yarım'lar, kabile sisteminin oluşmasındaki belirleyici adımdır. Belirleyicidir, çünkü ilk adımdır. Dıştan evlenmeye dayalı yarım'lara bölünmüş kabileye özgü akrabalar arası sürekli evlenme, kendiliğinden, her bireyin öteki bütün bireylere çifte bir bağla, kan ve evlilik bağlarıyla bağlı olduğu çapraşık bir ilişkiler ağı yaratır. Bu karşılıklı ilişkiler, bunları dile getirmek amacıyla düzenlenen akrabalık adlığmda (no- manklatura) yansır. Akrabalık adlığı, gerçekte, temel aldığı edimsel ilişkiler değiştikten sonra da varlığını sürdürme eğilimindedir. Dolayısıyla, ilkel akrabalık adlıklarının incelenmesi, evliliğin tarihöncesine ilişkin ipuçları sağlar.
Sözcüklerin kendilerine yakıştırılan anlamlardan daha yavaş değişmeleri, bu incelemenin bağlı olduğu tarihsel dilbilimin temel önermelerinden biridir. Bu terimler sistemlerini incelediğimizde, gerçekte varolan ilişkiler ile akrabalık adlığmm yansıttığı ilişkiler arasında hemen her durumda ayrılıklar bulunduğu görülür. Bu tür ayrılıklar, o akrabalık adlığının gerçekliğe uygun düştüğü daha eski bir aşamadan dev- ralındığmı kanıtlar. Bu ilke, her iki bilimin de, yani dilbilimin ve etnolojinin de çocukluk çağında oldukları bir dönemde Morgan tarafından açıklanmış ve doğanın ve toplumun evriminin incelenmesiyle de doğrulanmıştır.
Varlığını koruyan canlı organizmaların yapısının incelenmesi olan biyoloji, nasıl taşılların incelenmesi olan paleontolojiden destek aldıysa, biz de tarihlerini başka türlü öğrenemeyeceğimiz ilkel topluluklara dilbilimsel yöntemi uygulayarak onların geçmişlerinin derinliklerine uzanabiliriz.
52 TA R İH Ö N CESİ EGE
(Oxford, 1905), s. 6;). Roscoe, The Bagesu and other Tribes o f the Uganda Protectorate (Uganda’daki Bagesu Kabilesi ve Diğer Kabileler), (Cambridge, 1924), s. 33.
3 Eski Toplum, s. 90.4 Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlllik), c. 1, s. 339-95.
Şimdi, bu saptamadan yola çıkarak, Morgan'ın belirlediği başlıca üç akrabalık terimleri sistemini gözden geçirelim. M organ'ın vardığı sonuçlar, Avustralya dışında bütün anakaralardan toplanmış yüz elli dile ilişkin bir çözüm lem eye dayanmaktaydı. Ben, günüm üzde Avustralya'da bulabildiklerimiz de içinde olmak üzere, yüz otuz kadar dil daha topladım ve bunları çözümledim.5 Bu konudaki çalışmalarım sonucunda, Morgan'ın vardığı genel sonuçların sağlam olduğu kanısına ulaştım, ancak bu sonuçları bazı bakımlardan, özellikle Mor- gan'm bilmediği ya da açıklamadığı türden belli sapmalar açısından geliştirdim.
2. Sınıflandırma Sistemi: Tip I
Tip I'e birçok Polinezya dilinde ve bir Avustralya dilinde, Tip H'ye ise Avustralya, Polinezya, Hindistan, Kuzey Amerika ve Afrika'nın kimi yörelerinde rastlıyoruz. Bunlar, Morgan'ın, sınıflandırma sistemi olarak tanımladığı sistemin iki ayrı biçimidir. Betimleme sistemi olarak tanımlanan Tip III ise seyrek olarak Asya ve Amerika'da, özellikle de Eskimolar arasında görülmektedir, ama bu ayrıksı durumlar dışında Hint-Avrupa ve Sami dilleriyle sınırlıdır.
Tip I çok basittir. Her kuşak için yalnızca bir ya da iki terim kullanılır. Sözgelimi, benim kuşağımdaki herkes benim "erkek kardeşim" ya da "kız kardeşim"dir; başka bir deyişle, gerçek erkek kardeş ya da kız kardeş için kullanılan terimler, aynı zamanda en uzak dereceden de olsa bütün kuzen ve kuzinler için de kullanılmaktadır. Buna uygun olarak, bir önceki kuşaktan herkes de ya "baba" ya da "ana"dır, bir sonraki kuşaktan olanlar ise "oğullar" ya da "kızlar" ya da bazı dillerde cins aynını yapılmaksızın yalnızca "çocuklar"dır. İki önceki ve iki sonraki kuşaklar içinse, bütün yarı öğeleriyle birlikte hem büyükbaba ile
A K R A B A L IK A D LIĞ I 53
5 Morgan dışında başlıca kaynaklarım şunlardır: Avustralya: Native Tribes of Central Australia (Orta Avustralya'daki Yerli Kabileleri), s. 66, 77, 79; Northern Tribes of Central Australia (Orta Avustralya'daki Kuzeyli Kabileleri), s. 77-8, 80-8. Okyanusya: C. Hose ve W. McDougall. Pagan Tribes o f Borneo, (Londra, 1912), s. 80; C. G. Seligman, The Melanesians o f British New Guinea (İngiliz Yeni Ginesindeki Melanezyalılar), (Cambridge, 1910), s. 66,481,707. Afrika: C. G. Seligman, Pagan Tribes of the Nilotic Sudan, (Londra, 1932). s. 52. 117, 152, 218. 258, 315, 379, 434, 507. Amerika: F. Eggan, Social Anthropology of the North American Tribes (Kuzey Amerika Kabilelerinin Toplumsal Antropolojisi), (Chicago. 1937); A. V. Rojas, ''Kinship and Nagualism in a Tzeltal Com m unity", American Anthropologist (Washington/New York, 1888-). Avrupa: P. Kretschmer, “Die griechische Benennung des Bruders” (Yunanca'da Erkek Kardeş Adlari), Glotta, (Gottingen, 1907-), c. 2, s. 201.
5 4 T A R İH Ö N C ESİ E g e
büyükanneyi, hem de torunları içeren ve iki cins için de ortak olan tek bir terim söz konusudur.
Morgan, bu tipin, her kuşakta cinsel ilişkiye hiçbir sınırlamanın konulmadığı bir döneme ilişkin olduğunu ileri sürmüştür. Örnekse, babam annemin erkek kardeşi olabilir, annem de babamın kız kardeşi. Erkek kardeşlerimle kayınlarım, kız kardeşlerimle baldızlarım birdir, onların çocukları ile benim çocuklarım arasında da bir ayrım yoktur, işte ilkel sürüde görülen içten evlenme kuralı budur.
İki ayrı kuşak için tek bir ortak terimin kullanılması, topluluğun gençler, yetişkinler ve yaşlılar diye üç yaş kümesine bölünmesinin bir yansımasıdır. Her çocuk, konuşmayı öğrenirken, "büyükbabalar" ya da "büyükanneler"e, "babalar" ya da "anneler"e ve "erkek kardeşler" ya da "kız kardeşler"e bölünmüş bir topluluğun en alt kümesinde bulur kendini. Çocuk, ergenlik çağma geldiğinde, ikinci yaş kümesine girer ve böylece "oğullar" ya da "kızlar"dan oluşan yeni bir yaş kümesi doğar, ama bu arada "büyükbabalar" ve "büyükanneler" yitip gitmiştir.6
"Erkek kardeş" ve "kız kardeş" için kullanılan iki terim vardır. Bunlardan birini erkek kendi erkek kardeşleri için, kadın kendi kız kardeşleri için kullanır. Ötekiniyse, erkek kendi kız kardeşleri için, kadın kendi erkek kardeşleri için kullanır. Dolayısıyla, örneğin Tikopia dilinde, taina, konuşan erkekse "erkek kardeş", konuşan kadınsa "kız kardeş", anlamına gelir. Kav e, konuşan kadınsa "erkek kardeş", konuşan erkekse "kız kardeş" anlamına gelir. Bunlar, "karşılıklı olarak birbirinin yerini alan" terimlerdir. Eğer A, B'ye göre taina ise, B de A'ya göre tai- na'dır. "Büyükbabalar" ya da "büyükanneler" ve "torunlar" için kullanılan terim de bu türden terimlerdendir. Bu nedenle, Dobu dilinde benim büyükbabam ve büyükannem benim tubuna'm olurlar, ama ben de onların tu bu m ’sı olurum. Bu ilke, sınıflandırma sisteminin temel özelliklerinden biridir. Bu ilkeye, kimi Polinezya dillerinde ana-baba ve çocuklar için kullanılan terimlerde bile rastlamak olasıdır. Örneğin, özgün Polinezya dilinde "baba" anlamına gelen tama, kimi dillerde "oğul" ya da "kız" anlamına gelir. Tikopia dilindeyse, "baba" anlamına gelen tam am "ran yanı sıra, "oğul" ya da "kız" anlamına gelen tama görülür.
6 Ağabey ve ablanın küçük kardeşlerden ayrı terimlerle belirtilmeleri genel bir kuraldır, hele Avustralya'da nerdeyse bütünüyle böyledir. Sistemde görülen tek yaş ayrımı da budur ve bunun özgün olmadığı, büyük olasılıkla erginlemeden doğan kıdemliliğe dayandığı konusunda Krichevsky ile aynı kanıdayım (W.H.R. Rivers, Kinship and Social Organisation, s. 187-9).
A K R A B A L IK AD LIĞ I 55
Öyle anlaşılıyor ki, bütün bir sistem daha başından karşılıklı olarak birbirinin yerini alan terimlerden oluşmaktadır. Böylece, başlangıçta karşımıza, üç terim dizisi çıkmaktadır. Bunlardan birincisi birbirini izleyen kuşaklar arasında, İkincisi yakın kuşaklar arasında, üçiincüsüy- se aynı kuşak arasında kullanılmaktadır. Ve bu üç terim, üç ayrı yaş kümesine özgü değişik davranış biçimlerine uymaktadır.
Rivers, sınıflandırma sisteminin en ilkel tipinin, daha geri halkları saymazsak Polinezyalılar tarafından pek korunmadığını ileri sürerek, Morgan'ın Tip Ti yorumlamasına karşı çıkmıştır. Rivers, Polinezyalı- ların bu tipe ilişkin terimcelerinin soysuzlaştığı kanısındaydı. Tip IJ'yle karşılaştırıldığında, bu dillerde bulunmayan ayırımlar yitirilmiştir. Bu, karşılaştırıldığı kadarıyla, iç kanıtlarla doğrulanmış değildir. "Annenin erkek kardeşi" ya da "babanın kız kardeşi" için kullanılan Polinezya sözcükleri, varoldukları yerlerde, ya tek bir dil ya da yöreyle sınırlı yalıtılmış biçimlerdir, dolayısıyla da özgün Polinezya sistemine bağlanmaları olası değildir; ya da bunlar, bütün yöreye kusursuz bir benzerlik içinde dağılmış bulunan, "baba", "anne", "erkek kardeş" ve "kız kardeş" için kullanılan ilk baştaki sözcüklere dayalı bileşik sözcüklerdir.7 Fotuna dilinde "annenin erkek kardeşi" anlamına gelen tua-tina; "erkek kardeş" demek olan tua ve "anne" demek olan tim sözcüklerine dayanmaktadır. Noka-noka dilinde "babanın erkek kardeşi" anlamına gelen nganei-tama bileşik sözcüğü; "kız kardeş" anlamına gelen ngane ve "baba" anlamına gelen tavıa sözcüklerine dayanmaktadır.8 Tonga dilinde, annenin erkek kardeşinin oğlu ya da kızı için kullanılan sözcük de aynı biçimde bu üç ilişki için kullanılan ilk baştaki terim-
7 İlk baştaki Polinezya terimlerinin ne denli geniş bir alanı kapsadığı şu örneklerden anlaşılabilir: "baba” anlamına gelen tama aynı biçimiyle Motu, Trobriand, Tube-tube, New Ireland, Bugotu, Florida, Eddystone, Cuadalcanar, Pentecost. Fiji ve Sam oa’da görülür ve bu terimin benzerleri de şöyle sıralanabilir, tantana (Tikopia. Aniwa, Fotuna, Dobu), taman (Kayan), tamau (Kingsm ill), tamai (Mota, Tonga), sama (DulT, sına ’’anne"), etma (Anaiteum, etpo "büyükbaba" ve "büyükanne”), timin (Weasisi), rimini (Kwamera. rini “anne"), to (Tavua, Navatusila, ngwani-ta “babanın kız kardeşi”), ama (Noka-noko. ina "anne”), amai “babanın erkek kardeşi" (Kayan), ma (Nggao. Loh, Narambula), maa (Lau, Fiu), mou (Savo. Arosi matı "annenin erkek kardeşi"), 1vama (Rafurafu, waforo), mama (Koita, Vella Lavella, Hiw. Rafurafu mamou "annenin erkek kardeşi”), imam (Vanua Lava, Rowa), makua (Hawaii) vb.: “anne" anlamına gelen tina aynı biçimiyle Solomon ve Fiji adalarında görülür ve benzerleri de şöyle sıralanabilir: tinana (Tikopia, Fotuna), tinan (Kayan), sina (Motu, Tube-tube, Duff), sınano (Dobu), tinau (Kinsgm ill), rini (Kwamera). etna (New Ireland, Anaiteum) etma “baba”
ina (Noka-noka), vb.8 Ngane biçiminin, ya akrabanın ya da konuşanın cinsini belirten ikinci öğe olan tua-kane'den (Samoa
tua-ngane. Duff to-kant, vb.) türetildiği anlaşılıyor: Demek ki, Tavua’da ngtvandi (ngıvone-tina) "annenin erkek kardeşi". Ayrıca, Mota’da, ululama öneki ra ile birlikte, "anne” demek olan veve’den “babanın kız kardeşi” anlamına gelen ra-veve.
Çiz
elge
! A
KRA
BA
LIK
TER
İMCE
LER
İ
Cer
çek
ilişk
i/
IIII
ID
ob
uT
ikop
iaU
rab
unna
Telu
guTü
rkçe
si
Bab
anın
bab
ası
kad
nini
tata
büyü
kbab
aA
nn
en
in b
abas
ıtu
pun
atu
pu
na
thun
thi
Bab
anın
an
ne
sino
will
ieav
vab
üyük
anne
An
ne
nin
ann
esi
kad
nini
Baba
nia
tand
riba
ba
Bab
anın
erk
ek k
arde
şiam
ca
An
ne
nin
kız
kar
deş
inin
koc
ası
tam
ana
tam
ana
mam
a
men
a-m
ama
mam
a
eniş
teB
aban
ın k
ız k
ard
eşin
in k
ocas
ı
An
ne
nin
erk
ek k
arde
şitu
atın
aka
wku
kada
yı
Kayn
ata
.b
wos
iana
tam
ana
fon
gova
ika
ynat
a
An
ne
luka
talli
anne
An
ne
nin
kız
kar
deşi
hala
Bab
anın
erk
ek k
ard
eşin
in k
arıs
ısi
nan
ati
nana
teyz
eA
nn
en
in e
rkek
kar
deş
inin
kar
ısı
now
illi
eat
ta
Bab
anın
kız
kar
deşi
mas
ikit
anga
men
- a
tta
yeng
e
Kay
nana
law
ana
tina
na f
ongo
vai
atta
kayn
ana
Erke
k ka
rdeş
erke
k ka
rdeş
Bab
anın
erk
ek k
ard
eşi
nin
oğl
uta
ina
1
kave
1
/ nu
thie
1
/ an
na
An
ne
nin
kız
kar
de
şin
in o
ğlu
*ta
sina
1 ku
pu
ka
1i
tam
mu
du
kuze
nA
nn
en
in e
rkek
kar
de
şin
in o
ğlu
nu
un
a\
/V
Bab
anın
kız
kar
de
şin
in o
ğlu
wit
tew
aba
vaK
ayın
ma.
tai
naka
yın
58 T a r i h ö n c e s i Eg e
Çizelge I'e İlişkin Açıklama
İlk sütunda akrabalık ilişkileri geniş bir biçimde sıralanmaktadır. Kısaltmalar: e.k erkek
konuşurken, k.k. kadın konuşurken.
I, II, III. sütunlardaysa, bu ilişkilerin, sınıflandırma sisteminin Tip I ve Tip ll’si ve betimleme
sistemi (111) içinde nasıl sınıflandığı gösterilmektedir. Sınıflamalar yatay çizgilerle belirlenmiştir.
Öteki sütunlarda da, beş dilde kullanılan terimler verilmektedir. Ancak bazı ayrıntılar
dışarıda bırakılmıştır. Dobu (Polinezya) dili, hepsi de Tip II doğrultusunda birer gelişme olan
kaynata ve kaynana, erkek kardeşin çocukları (k.k.) ve kız kardeşin çocukları (e.k.) için ayrı
terimlere sahip olması dışında, Tip Te uygun düşmektedir. Tikopia (Polinezya) dili ise, Tip I
ile Tip II arasında bir yerdedir. Bu iki dilde, erkek kardeş ve kız kardeşi karşılayan eş terimler,
konuşanın cinsine göre kullanılmaktadır. Urabunna (Güney Avustralya) ve Telugu (Güney
Hindistan) dilleri, Tip ITye girmektedir. Bu iki dilde, erkek kardeş ile kız kardeşi karşılayan eş
terimler, konuşanla ilişkisine göre daha yaşlı ve daha genç olanı ayırt etmek için
kullanılmaktadır.
lerden türetilmiştir (tama-a-tuasim); buna karşılık, Fiji dilinde buna denk düşen terim (tavale), sözcüğü sözcüğüne concumbens anlamına gelmektedir,9 dolayısıyla da erkek kardeş ve kız kardeş için ilk başlarda kullanılan terimlerin bir sıfatıdır. Eğer bu bileşik sözcükler ikincilseler, ki açıkça öyle olmaları gerekmektedir, o zaman belirtmekte kullanıldıkları ayrımlar da ikincildir.
Polinezya toplumunun birçok bakımdan ileri olduğu doğrudur,, ama bu toplumda madenlerin işlenmesi diye bir şey söz konusu değildir. Bu olgu, başka bir durumla ilintili olarak göz önüne alınmalıdır. Poli- nezyalılarm yaşadığı yöre, Büyük Okyanus'da geniş bir alana dağılmış bir yığın adacıktan oluşmaktadır ve yeryüzünün dil açısından en ben- zeşik bölgesidir. Polinezyalılar bu yöreye, o zamanki kültürlerinin şimdikinden ileri olduğunu ortaya koyan bir denizcilik başarısı sonucunda, İ.Ö. onuncu yüzyılla on dördüncü yüzyıl arasında yerleşmişlerdir. Bir başka deyişle, Polinezyalılarm kültürü, göçler dönemiyle belirlenen en yüksek noktasına ulaştıktan sonra durağanlaşmıştır. Bu da, Po- linezyalıların dillerinin ayrı ayrı varoldukları dönem boyunca niçin bu denli küçük değişikliklere uğradıklarını açıklamaktadır. Göçlerden ön
9 B.H. Thom son, "Concubitancy in the Classlficatory System of Relationship", Journal o f the Anthropological Institute (Antropoloji Enstitüsü Dergisinde "Sınıflayıcı Akrabalık Dizgesinde Kadın- Erkek Birlikteliği" başlıklı yazı), (Londra, 1872), 24, s. 371.
A K R A B A L IK A D LIĞ I 59
ce, başlangıçtaki ilkel koşullarda çok hızlı bir gelişme gerçekleşseydi, ilkel tipte bir akrabalık sisteminin kuraldışı bir biçimde varlığını sürdürmesi, son derece keskin diyalektik çelişmeler tarafından belirlenen bir sürecin parçası olarak yerli yerine oturacaktı.
3. Kuttörenlerdeki Rastgele Cinsel İlişki
İlkel sürü bugün artık yeryüzünde kalmamıştır, dolayısıyla Mor- gan'ın ahlâk anlayışları incinen hasımları rastgele cinsel ilişkinin dolaysız kanıtlarının artık nasıl olsa bulunamayacağı düşüncesiyle gönül rahatlığına kavuşabilirler. Ne var ki, totemcilikten öğrendiğimiz gibi, ekonomik ilerlemenin ıskartaya çıkarttığı toplumsal kurumlar, tarihçinin salt terk edilmiş uygulamaların ve gözden düşmüş inançların üst üste dizildiği bir yığmak olduğu için ilgi duyduğu dine sığınırlar. İnsanlar, gündelik yaşamlarında ataları gibi davranmayı bıraktıktan çok sonraları da, dirlik düzenliklerinin her nasılsa atalarının iyi niyetine bağlı olduğu inancına sarıldılar, bunun sonucunda, bireyin yaşamının canalıcı anlarında ya da toplumun bir yıkımla yüz yüze geldiği zamanlarda ataların görenekleri yeniden canlanma eğilimi gösterir oldu.
Orta Avustralya'daki Arunta kabilesinde, her kadının evlenmeden önce belirli akrabalık ilişkileri içinde bulunduğu çeşitli erkeklerle belli bir sıraya göre cinsel ilişkide bulunması gerekir; üstelik bunlardan sonuncusu dışında hepsi cinsel ilişkinin yasak olduğu akrabalık dere- cesindendir.10 Evlenme ediminden önce, daha geniş olan eski hakların biçimsel olarak tanınması gelir.
Gene Aruntalarda ve daha birçok kabilede, her evli kadının yaşamında bir kez bir törene katılması gerekir. Bu tören süresince evli kadına, babası, erkek kardeşleri ve oğulları dışında, dıştan evlenme kurallarına bakılmaksızın orada bulunan bütün erkeklerin ortak malıymış gibi davranılır. Yerliler, kuralların çiğnendiği bu törenlerin, atalarının uygulamasına uygun düştüğünü söylemektedirler.11
Fiji Adalan'nda, bir kabile şefi hastalandığında, oğlu babasının iyileşebilmesi için erginlenme isteğiyle bir rahibe başvurur. Hastanın yaşayabilmesi için erginleme törenine katılan aday ölür. Erginleme töreninden sonra, dıştan evlenme kurallarının ve mülkiyet haklarının tüm
10 The Arunta, s. 412-6.11 Aynı yerde, S. 472-6: Northern Tribes o f Central Australia, s. 73.
60 TA RİH Ö N CESİ EGE
den bir yana bırakıldığı bir şenlik düzenlenir. "Şenliğin sonlarında domuzlardan bir farkımız kalmamıştır artık," diye açıkça belirtmektedir bir yerli. Olağan yaşamda birbirlerine dokunmaları bile yasak olan erkek ve kız kardeşler karı-koca gibi davranırlar. Bu şenliklerde ortak- laşmacılığa hem cinsel, hem de ekonomik yönlerden törensel olarak geri dönüşün çifte önemi, yerlilerin bu durumlarda "domuzların da, kadınların da sahibinin bulunmadığını" söylemelerinde açıkça dile getirilir. Bu olayın ayrıntılarını belgelemiş olan dini bütün, ama dürüst bir Hıristiyan misyoneri, Fison şöyle demiştir:
Bunun, herhangi bir anlam ve amaç taşımayan, salt kuraldışı bir patlama olduğuna inanmamız hiçbir zaman söz konusu olamaz. Bu, dinsel bir törenin parçasıdır ve ataların hoşuna gittiği varsayılmaktadır. Ama, ataların çok eski zamanlardaki davranışlarına uygun düşmese, neden hoşlarına gitsin?12
4. Sınıflandırma Sistemi: Tip II
Sınıflandırma sisteminin Tip H'sinde, Tip I'in her sınıflaması ikiye bölünür. Baba ve babanın erkek kardeşinden farklı olarak, annenin erkek kardeşi için ayrı bir terim kullanılır ve bu terim kaynatayı da kapsar. Anne ve annenin kız kardeşinden farklı olarak, babanın kız kardeşi için ayrı bir terim kullanılır ve bu terim kaynanayı da kapsar. Babanın erkek kardeşinin ve annenin kız kardeşinin çocuklarıyla hâlâ bir tutulan erkek kardeş ve kız kardeşten farklı olarak, annenin erkek kardeşinin ve babanın kız kardeşinin çocukları için ayrı terimler vardır ve bu terimler kayın ile baldızı da içerir. Oğul ve kız için kullanılan terimler, erkek tarafından kendi çocukları ve erkek kardeşinin çocukları için, kadın tarafından da kendi çocukları ve kız kardeşinin çocukları için kullanılır. Ama bir erkeğin kız kardeşinin çocukları ve bir kadının erkek kardeşinin çocukları için ayrı terimler kullanılır ve bunlar damat ile gelini de kapsar. Babanın anne ve babası annenin anne ve babasından, oğulun çocukları da kızın çocuklarından ayrı tutulur.
Tip I'de olduğu gibi, her terim sınıflandırma amacıyla kullanılır, yani her terim sonsuz bir soydaşlar zincirini kapsar. Örneğin, baba için kullanılan terim, babanın erkek kardeşini, babanın babasının erkek kar
12 L. Fison, "The Nanga "Journal o f the Anthropological Institute, (Londra, 1872), 14, s. 30.
A K R A B A LIK AD LIĞ I 6 l
deşinin oğlunu, babanın babasının babasının erkek kardeşinin oğlunun oğlunu, vb. içerir. Anne için kullanılan terimse, annenin kız kardeşini, annenin annesinin kız kardeşinin kızını, annenin annesinin annesinin kız kardeşinin kızının kızını, vb. içerir. Babanın kız kardeşi için kullanılan terim, babanın babasının erkek kardeşinin kızını; annenin erkek kardeşi için kullanılan terim de, annenin annesinin kız kardeşinin oğlunu içerir. Aynı biçimde, erkek kardeş ve kız kardeş için kullanılan terimler, "baba" ya da "anne" denilen herkesin çocuklarını da kapsar. Oğul ve kız için kullanılan terimlerse, bir erkek tarafından "erkek kardeş" dediği herkesin çocuklarını kapsayacak biçimde; bir kadın tarafından da "kız kardeş" dediği herkesin çocuklarını kapsayacak biçimde kullanılır.
Konuşan kişinin kuşağının iki sınıflamaya ayrıldığı görülür. Birincisi, erkek kardeşle kız kardeşi, babanın erkek kardeşinin çocuklarını ve annenin kız kardeşinin çocuklarını içerir. Bunlar, "koşut kuzen ya da kuzinlerdir. İkincisiyse, annenin erkek kardeşinin çocuklarım ve babanın kız kardeşinin çocuklarını kapsar. Bunlar da, "çapraz kuzen ya da kuzinler"dir. Bu ayrımın kavranması önemlidir.
Çapraz kuzen ya da kuzinler, konuşan erkekse kaynı, konuşan kadınsa baldızı da içerir. Dolayısıyla, bir erkeğin çapraz kuzeni kaynı oluyorsa o zaman çapraz kuzinin de karısı olması gerekir; gene, bir kadının çapraz kuzini görümcesi oluyorsa çapraz kuzeninin de kocası olması gerekir.
Birçok dilde kan ve koca birazdan inceleyeceğimiz özel terimlerle belirtilir. Ama Avustralya'da, çapraz kuzen ya da kuzin için kullanılan terim, konuşan erkekse karıyı, konuşan kadınsa kocayı da içerir. Başka bir deyişle, annenin erkek kardeşinin ve babanın kız kardeşinin çocuklarının bir erkekle ilişkisi kayın ile karı arasındaki ilişki; bir kadınla ilişkisi de koca ile baldız arasındaki ilişkidir. Aynı biçimde, bir Önceki kuşakta kaynata annenin erkek kardeşidir, kaynana da babanın kız kardeşi. Bir sonraki kuşaktaysa, bir erkeğin damadı onun kız kardeşinin oğludur, bir kadının damadı da onun erkek kardeşinin oğlu. Bütün sistem, çapraz kuzen ya da kuzinlerin sürekli olarak kendi aralarında evlenmeleri üzerine döner.
Çapraz kuzen ve kuzin evliliği, evlilik ilişkilerinin, dıştan evlenme kuralına bağlı iki kümenin her kuşağındaki karşılıklı evlenmeden doğan bir biçimidir. Bütün akrabalar, konuşan kişinin kendi kümesine ya da öteki kümeye bağlı olmalarına bakılarak sınıflandırılır. Demek ki. Tip I'in içten evlenmeye dayalı sürüye özgü ilişkileri yansıtmasına
karşılık, Tip II dıştan evlenmeye dayalı iki yarım'dan oluşan bir topluluğa uygun düşer. Bunlar arasındaki farklılık, yani Tip IPnin Tip Pin her sınıflamasını ikiye bölmesi, sürünün ikiye bölünmesinin bir sonucudur.
62 TA R İH Ö N CESİ EGE
5. Küme Evliliği
Sistemin mantığını anlaşılır kılan biricik yorum budur. Dilbilimsel kanıtlar öylesine kesindir ki, dayanaksız bile olsalar kabul edilmek zorundadırlar. Ne var ki, gerçekte, çapraz kuzen ve kuzin evliliği, bütün Avustralya'da, Polinezya ve Melanezya'mn bazı yörelerinde, Hindistan'da kimi kabileler arasında, Kuzey, Orta ve Güney Amerika'nın ve Afrika'nın çeşitli yörelerinde hâlâ kural durumundadır.13
Çapraz kuzen ve kuzin evliliği, bireysel ya da ortaklaşa olabilir. Günümüzde, Avustralya dışında her yerde bireyseldir, ancak kız kardeşlerin en büyüğüyle evlenen bir erkek, erginlik çağına geldikleri zaman küçük kız kardeşler üstünde de hak ileri sürebilir. Bu koşullarda, ortaklaşa ilişkiler ilkesine dayanan terimce, gerçekteki uygulamayla çelişir. Ama Avustralya'nın kimi bölgelerinde çapraz kuzen ve kuzin evliliği ortaklaşadır, en azından son zamanlara değin ortaklaşaydı. Bir erkek kardeş kümesi bir kız kardeş kümesiyle evlendirilir.14 Burada ad- lık sistemi gerçekliğe uygun düşmektedir. Bir zamanlar Tip II'nin durumunun her yerde böyle olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Tıpkı Tip I'in her sınıflamasının ikiye bölünmesinin sürünün içten evlenme kuralını dıştan evlenme kuralıyla sınırlaması gibi, yeni sınıflamalar içersinde daha ileri ayrımların bulunmaması da cinsel ilişkilerin daha sıkı bir kısıtlamaya bağımlı olmadığını göstermektedir. Evlilik ortaklaşay- dı. Aslına bakılacak olursa, bu aşamada evlilik sözcüğünü kullanmak bile pek doğru değildir. Çünkü, ilerde de görüleceği üzere, biçimsel evlilik, en sonunda ortaklaşa ilişkilerin yerini alan bireysel ilişkilerin tanımını belirler.15 Her kuşakta, bir yarım'ın erkekleri öteki yarım'ın kadınlarının edimsel ya da gizil eşleriydiler.
Morgan'ın küme evliliği kuramına büyük bir çaba ve inatla karşı çıkıldı. Yetmiş yıl önce ortaya atılmış olmasına karşın, bu kuram bugün
13 The Mothers (Analar), c. 1, s. 563-84.14 Northern Tribes of Central Australia, s. 73. 95; Native Tribes o f South-East Australia, s. 173-87.15 The Mothers (Analar), c. II, s. 1-96.
de eskisi kadar tantanalı bir dille suçlanıyor. Gerçekte, Morgan'ın savının bu denli dayanıklı ve dirençli olması şaşırtıcıdır. Onun vardığı sonuçların yeni kanıtlarca eskitildiği birçok kez söylendi. Doğrusu, bu tutum, elde edilen bilgiler biraraya getirilerek desteklenseydi, hiç kuşkusuz daha etkili olurdu; ama anlaşılan, Morgan'ın kuramını çürüten kanıtlar o kadar çok ki bir türlü toparlanıp biraraya getirilemiyor. Sözgelimi, Morgan'ın derlediği yüz elli kadar dil bugün iki katına, dahası üç katma çıkarılabilirdi, ama bu yapılmamıştır. Bir yığın tamamlayıcı bilginin ve gerecin yüzlerce monografi ve dergide dağınık bir biçimde yatmasına karşın, bugün bu konudaki ana derleme hâlâ Morgan'ın Kandaşlık ve Akrabalık Sistemleri (1871) adlı yapıtıdır. Edimsel evlilik alışkıları açısından, terimcelerden ayrı olarak, Morgan'ın yapıtını günümüze ulaştırma konusunda yalnızca tek bir yöntemsel çaba gösterilmiştir, o da Briffault tarafından.16 Briffault, Morgan'ın en güçlü savunucularından biridir; Morgan'a karşı çıkanların bilimsel olmayan uslamlamalarını tümden gözler önüne sermekte ve Morgan'a karşı ortaya atılmış olanlardan çok daha geniş ve eksiksiz bir somut bilgi yığınını Morgan'ı destekler nitelikte sıralamaktadır. Bunu söylerken, VVestermarck'm İnsan Evliliğinin Tarihi adlı yapıtını unutuyor değilim. Bu yapıta güven duyan her okur Briffault'ya başvurmalıdır.17
Morgan'ın günümüzdeki karşıtlarından Lowie, onun toplumsal ilerlemeye olan inancının "özellikle 1870'lerin evrimci iyimserliğiyle birleştiği zaman, doğallıkla, tarihsel yasalara duyulan inanca yol açtığını" gözlemlemektedir.18 Demek ki, Lowie tarihsel yasalara inanmamaktadır. Kendi tarih anlayışının bilimsel olmadığını kabul etmektedir. Öyleyse bizim inanmamızı nasıl bekleyebilir. Burada söyledikleri, hiç kuşkusuz, Morgan'ın haklı olarak Darwin'inkiyle kıyaslanan yapıtının,19 olgunluk çağındaki anamalcılığın düşünsel bir başyapıtı olması bakımından oldukça doğrudur. Aynı zamanda, Lowie'nin, "uygarlık denilen o karmaşa, o yamalı bohça"20 konusundaki iğneleyici özdeyişlerinde dile getirdiği toplumsal ilerlemeye olan inançsızlığının, aynı ölçüde, çürüyen anamalcılığın kendine özgü bir ürünü olduğu da doğrudur.
A K R A B A L IK AD LIĞI 63
16 A g.y„c, I, s. 614-781.12 Ag.y., c. I, s. 764-5, c. II, s. 16-64.18 R.H. Lowie, Primitive Society (İlkel Toplum), (New York, 1929), s. 427.19 F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 31.20 Primitive Society, s. 428.
6 4 T a r İh ö n c e s İ E g e
6. Sınıflandırma Sisteminin Bozulması
Küme evliliğinin başlangıç noktası sürünün ikiye bölünmesi olduğuna göre, ilişkinin ortaklaşa niteliği ilk başta tamdı anlaşılan; başka bir deyişle, bir klanın bütün erkekleri öteki klandaki bütün kadın yaşıtlarıyla evleniyorlardı. Ama başlangıçtaki iki klan, klan kümelerine ya da yarım'lara ayrılınca, cinsel ilişkiler alanı sözde hâlâ yarım içinde başlayıp bitmekle birlikte, uygulamada yarım'ı oluşturan klanlardan biri ya da ötekiyle sınırlandı. Tek bir ortaklaşa birliğin yerini çeşitli ortaklaşa birlikler aldı. Aynı süreç, klan fratriye dönüştüğünde de yinelendi; ta ki, en sonunda, dıştan evlenme kuralı tek başına klanda yoğunlaşıncaya kadar. Bu, farklılaşmamış sürüden yola çıkarak, bir ya- rım'lar, fratriler ve klanlar toplancası durumuna gelmiş bulunan kabile düzeninin evriminin en yüksek noktasıdır.
Bu nokta geride bırakıldıktan sonra, sistemin gelişmesini belirleyen ekonomik ve toplumsal farklılaşmanın çoğalan güçleri yıkıcı bir nitelik aldı. Üretim biçimi, bireyselleştikçe, üreticilerin ortaklaşa örgütlenmesi ile çatışır duruma gelir. Her üreticinin kendi kendine yeterliliği arttıkça, sahip olduğu mallar da artar. Ve böylece ortaklaşa evlilik çöker. Bir erkek kardeşler kümesinin bir kız kardeşler kümesiyle eşit koşullarda birleşmesinin yerini, her erkek kardeşin bir ya da daha fazla kız kardeşle evlenmesi alır; ancak burada, evli olan erkek kardeş evinden uzaklara gittiğinde karısının ya da karılarının öteki erkek kardeşlerce kullanılması söz konusudur. Daha da sonraları, klanın yaşça daha büyük üyesi olarak kalıt üzerinde öncelik hakkı kazanan en büyük erkek kardeş, bu hakka uygun olarak, kız kardeşler kümesinin bütünü üzerinde hak elde eder, ancak kendisi ölünce kız kardeşler küçük kardeşlerine kalır.
Bir kız kardeşler kümesinin aynı erkekle evlenmesine baldızla evlenme; ağabeyin dul kalan karısı ya da karıları üzerinde hak sahibi olmaya da kayınla evlenme denir.21 Bu yaygın alışkılar, bireysel evliliğin, artık üretimde egemen rolü oynamakta olan cinsin yararına, tek- yanlı gelişiminin bir göstergesidir. Baldızla evlenmenin tersi olan kardeş çok-kocalılığına -bir erkek kardeşler kümesinin aynı kadınla evlenmesi- çok daha az rastlanır, çünkü kadının toplumdaki üstünlüğü ortak mülkiyetin, dolayısıyla da bozulmamış biçimiyle küme evliliğinin varlığını korumasıyla birarada varolma eğilimindedir.22
21 Kayınla evlenme ve baldızla evlenme için bkz. The Mothers, c. I, s. 614-29, 766-81.22 Ag.y., c. I, s. 628.
A K R A B A L IK A D LtĞ I 65
Tip Il'ye döndüğümüzde, yarım, dıştan evlenmeye dayalı temel birim olmaktan çıkar çıkmaz sistemin bir çelişme içerdiğini gözlemleriz. Her sınıflama içinde, adlık sisteminde görülmeyen bir ayrım doğmuştur uygulamada: Bir erkeğin aym ortaklaşa birleşmeden doğmuş gerçek erkek kardeşleri ve kız kardeşleri ile öteki ortaklaşa birleşmelerden doğmuş sınıflandırıcı "erkek kardeşleri" ve "kız kardeşleri" arasındaki bir ayrımdır bu. Bu ayrışma, "yakın erkek kardeşler" ve "uzak erkek kardeşler", "öz erkek kardeşler", vb. gibi betimleyici sıfatların kullanılmasıyla karşılanmıştır. Birincil terimleri sınırlamak üzere düzenlenen bu türden sıfatlar, sistemin yaygın bir özelliğidir.23 Bunlar yeni bir ilke getirirler, çünkü "yakın erkek kardeşler" ve "yakın babalar" biçimindeki bu yeni sınıflamalar belli sayıda bireyle sınırlanmıştır. Ve bu durumda bile, yalnızca geçici bir önlem niteliğindedirler.
Bireysel evlilik haklarının benimsenmesiyle birlikte, gerçek karı-kocayı öteki çapraz kuzen ve kuzinlerden, gerçek ana babayı öteki "ba- balar"dan ve "analar"dan, gerçek kaynatayla kaynanayı "annenin erkek kardeşleri" ve "babanın kız kardeşleri"nden ayırt etmek çok kolaylaştı. Bu yeniliğin oluşturduğu gerilim, doğallıkla, dolaysızca etkilendiği noktada son derece yeğindi ve bundan dolayı da Avustralya ve Melanezya'nm bazı bölgeleri dışında kalan dillerin çoğunda karı ile koca için ayrı terimler gelişti. Bu terimlerin ikincil kökenleri, birçok durumda anlamları hâlâ anlaşılabilen sözcükler tarafından ele verilmektedir: "erkek", "kadın", "ortak", "çift", "ikisi birarada", vb 24 Ne var ki, bir kez benimsendikten sonra bu betimleme ilkesi, yeni birimin, yani bireysel ailenin sınırları son biçimini alıncaya kadar kendini bütün dirimsel noktalarda ortaya koydu. Böylece, akrabalığa ilişkin sınıflandırma sistemi, kabile toplumu sisteminin yıkılışıyla birlikte ortadan kalkmış oldu.
Bu sürecin ayrıntılarını gözler önüne sermeden önce, gelişmeleri kabile toplumu aşamasında duraklayan halkların akrabalık terimceleri- nin ne olduğunu görelim.
Tip Il'den başlıca iki sapma olmuştur. Birinci sapma, kabile düzeninin olduğu gibi kaldığı Avustralya'ya özgüdür. Avustralya anakarasındaki birçok dilde, karmaşıklığıyla insanı şaşırtan bir terimce tipine rastlarız; oysa Tip II nasıl Tip I'den oluştuysa, bu terimce tipi de Tip
23 L.H. Morgan, Systems of Consanguinity and Affinity of the Human Family (insan Ailesinde Kandaşlık ve Evlilik Yoluyla Akrabalık Sistemleri), (New York, 1871), s. 523.
24 Aynı yerde, s, 369.
66 TA RİH Ö NCESİ Eg e
Il'den oluşmuştur. Tip II Tip I'in her sınıflamasını nasıl ikiye böldiiy- se, bir anlamda Tip Ha da Tip Il'nin her sınıflamasını öyle ikiye böler. Tip II rastgele cinsel ilişkiyi çapraz kuzen ve kuzin evliliği kuralıyla nasıl sınırlamışsa, Tip Ha da bazı çapraz kuzen ve kuzinleri evlenilemez diye ayırarak çapraz evliliği sınırlar.25
Bütün bu kabilelerde birinci dereceden çapraz kuzen ve kuzinler arasında evlenme yasaklanmış ve bütün terimce buna uygun olarak yeniden kurulmuştur. Tek bir çapraz kuzen ve kuzinler sınıflamasının yerini, evlenilemez ve evlenilebilir diye iki sınıflama almıştır. Birinci sınıflama, annenin erkek kardeşinin ve babanın kız kardeşinin çocuklarıyla birlikte bunların "erkek kardeş" ya da "kız kardeş" dedikleri herkesi, yani annenin annesinin kız kardeşinin oğlunun ve babanın babasının kız kardeşinin kızının çocuklarını, vb. içerir. İkinci sınıflamaysa, karı ve kocayı, kayınları ve baldızları, annenin annesinin erkek kardeşinin kızının ve babanın babasının kız kardeşinin oğlunun çocuklarını, vb. içerir. Annenin erkek kardeşi, kaynata ve bunların "erkek kardeş" dedikleri herkes için kullanılan tek bir terimin yerini, biri annenin erkek kardeşi ve onun sınıflayıcı "erkek kardeşleri", öbürü de kaynata ve onun sınıflayıcı "erkek kardeşleri" için olmak üzere iki terim alır. Aynı alt bölünme, kabile örgütlenmesinin kendinde de ortaya çıkar. Yarım'lar ve fratrilerden oluşan olağan yapı yerine; her yarım'ın iki fratri, her fratrinin de iki alt-fratri içerdiğini görürüz.26 Bu, akrabalık sisteminde somutlaşan evlilik kuralının başka bir anlatımından başka bir şey değildir. Bağlı olduğum yarım'a karşıt yarım'daki bir alt-frat- riden bir kadınla evlenmem gerekir. Bu alt-fratrinin benim kuşağımdan olan üyeleri, yukarıda tanımladığımız gibi, evlenilebilir çapraz kuzen ya da kuzinlerdir.
Aruntalar bir zorluk daha çıkarmışlardır. Evlenilemez çapraz kuzen ve kuzinler sınıflamasından bir kadınla evlenmem yasak olduğu gibi, eğer benimle aynı yerel kümedense evlenilebilir sınıflamadan bir kadınla evlenmem de olanaksızdır. Bu kısıtlama da akrabalık terimlerine yansır.
Pek haklı olarak, bu koşullarda bir Arunta erkeğinin kendisine bir eş bulmasının çok güç olduğunu düşünebilirsiniz. Gerçekten de öyledir. Hem de eş bulmak o denli güçtür ki, kabilenin soyunun tiikenme-
25 G. Thomson, Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), (ikinci basım, Londra, 1946), s. 395.26 8u, "sekiz-sınıf sistemi diye bilinen şeydir Native Tribes o f Central Australia, s. 77-9; Northern Tribes
of Central Australia, s. 78-85; Native Tribes of the Northern Territory of Australia, s. 73-5; The Arunta, s. 41-6.
A K R A B A L IK ADLIĞ1 67
si doğrudan doğruya evlilik kuralları tarafından çabuklaştırılmadadır. Avustralya toplumunun bu özelliği sayrılıklı bir özelliktir.
Burada gene, bu ilkel yerlilerin nasıl olup da, bir çizge üzerinde incelenmesi bile adamın aklını karıştıracak ölçüde ayrıntılı bir adlık sistemini algılayabildikleri sorulabilir. Gerçekte, bu konuda en küçük bir zorluk çekmezler. Tartacak ekinleri, yetiştirecek sığırları olmayan bu ilkel insanlar beşe kadar saymayı zor becerirler,27 ama akrabalıkla ilgili olguları akıllarında öyle bir beceriyle tutarlar ki, şaşar kalırsınız. Öte yandan, onların terimcesi bizim için ne denli şaşırtıcıysa, bizim terimlerimiz de onlar için o ölçüde şaşırtıcıdır. Aslına bakılırsa, kullandıkları sınıflandırma sistemini böylesine karmaşıklaştırmış olmalarının nedeni, sistemi bireysel ilişkiler açısından yeniden düşünmelerini sağlayacak bir düşünsel devrimi gerçekleştirememeleridir.
Tip ila her yerde babayanlı soyla bağıntılıdır ve günümüzde hâlâ yayılmakta olduğu belirtilmektedir 28 Gerçekte, son zamanlarda gösterdiği bu gelişme, onu açıklayabilmemiz için bazı ipuçları sağlamaktadır.
Bu kabileler, geri olmalarına karşın, bir yüzyılı aşkın bir süredir AvrupalI altın arayıcılar, koyun yetiştiriciler, misyonerler, polisler ve bizim kültürümüzün daha başka savunucularıyla sürekli bir ilişki içinde olmuşlardır. Tanrıya inanmanın yanı sıra, özel mülkiyete saygı duymayı öğrenmişlerdir. Birinci dereceden çapraz kuzen ve kuzinler arasında evlenmeyi yasaklayarak, karı-koca arasındaki kanbağım en aza indirgemişler ve böylelikle kocanın yetkesini güçlendirmişlerdir. Spencer ve Gillen'ın saptadıkları gibi, bunların akrabalık sistemlerinin kendine özgü nitelikleri, "bireylerin, terimin bizim kullandığımız anlamıyla belirli aileler oluşturmak üzere ayrılmasının ilk aşamasını" göstermektedir.29 Bütün bunlar, ölüp gitmek üzere olduğu için köklü bir biçimde yeniden kurulamayacak kadar katılaşmış bir sistem içinde bir bireysel evlilik kuralı formüle etme çabasıdır.
Benzer etkenler, ikinci sapma olan Tip Ilb'nin en özyapısal örneklerini sunan Kuzey Amerika yerlileri arasında görülmüştür. Kuzey Amerika'nın batı ve orta bölgelerinde, erkeğin yalnızca kendi klanı dışından değil, aynı zamanda ilk üç dereceden akrabalarının da dışından bir kadınla, başka bir deyişle aralarında hiçbir gerçek kanbağı bulun
27 Spencer, The Arunta, s. 21.28 Totemita, s. 5. 52. 256.29 The Arunta, s. 49.
68 T A RİH Ö N C ESİ Eg e
mayan bir kadınla evlenmek zorunda olması, genel bir kuraldır.30 Sanırız, bu da son zamanlarda meydana gelen bir gelişmedir, çünkü bazı kabileler çapraz kuzen ve kuzin evliliğinin yalın biçimini hâlâ korumaktadır.31
Bu Amerika yerlilerinin büyük bir bölümü Yukarı Avcılık evresine ya da Birinci Tarım evresine bağlıdır. Bunların kabile kurumlan AvustralyalIlara oranla daha ileri, dolayısıyla daha değişkendir. Demek ki, bireysel evlilik bunlarda sınıflandırma sisteminin genişlemesine değil, bozulmasına yol açmıştır.
Çapraz kuzen ve kuzin evliliğinin bırakılmasından sonra, sistemin en zayıf noktası doğallıkla çapraz kuzen ve kuzin ilişkisidir. Karı ile kocayı, kayın ile baldızı çapraz kuzen ve kuzinlerden ayırt etmenin bir yolu bulunmak zorundadır. Bu dillerin büyük bir bölümünde karı ve koca için ayrı terimler vardır, ama gene de birçoğunda hâlâ koca karşılığı kullanılan terim kaynı da (kadın konuşurken), karı karşılığı kullanılan terim baldızı da (erkek konuşurken) kapsamaktadır.32 Tinneh- ler ve Kayalık Dağları kabileleri arasında, annenin erkek kardeşinin ve babanın kız kardeşinin çocukları, artık evlenilebilir olmaktan çıktıkları için, erkek kardeş ve kız kardeş sınıflamasına aktarılmışlardır.33 Da- kota'da bunlar, kayın (takarı, shechay) ve baldız Umnka, eclıapan) için kullanılan terimlere bir sonek konularak (tahanshe, shechayshe, hankashe, ec- lıa-panshe) belirtilirler.34 Bu önlemlerden birisinin benimsendiği yerlerde terimce olduğu gibi kalmıştır. Ne var ki, pek çok dilde, çapraz kuzen ve kuzinler kendi kuşakları dışındaki sınıflamalara aktarılmıştır. Böylelikle de, kimi durumlarda olağanüstü bir karışıklık yaratan yeni bir çelişme getirilmiştir sisteme. Dolayısıyla, MinnitareeTerde annenin erkek kardeşinin çocukları oğul ve kızla bir tutulmaktadır. Buna uygun olarak, bunların karşıtları, babanın kız kardeşinin çocukları anne ve babayla, babanın kız kardeşi büyükanneyle, vb. bir sayılmaktadır. Osagelerdeyse tam tersi bir yöntem benimsenmiştir. Babanın kız kardeşinin çocukları oğul ve kızla, annenin erkek kardeşinin çocukları da annenin erkek kardeşi ve anneyle özdeşlenir. Daha ileri yansımaları Çi
30 Systems o f Consanguinity and Affinity of the Human Family, s. 164; Ancient Society, s. 467.31 F. Eggan, Social Anthropology o f North American Tribes, (Chicago, 1937), s. 95; The Mothers, c. I, s.
572.32 Systems o f Consanguinity and Affinity of the Human Family, s. 291; Social Anthropology of North American
Tribes, s. 105.33 Systems of Consanguinity and Affinity of the Human Family, s. 291. Bu sistemlerden bazıları, büyük
bir olasılıkla, doğrudan doğruya birinci tipe uzanmaktadır.34 Aynı yerde, s. 291.
A K R A B A L IK A D LIĞ I 69
zelge Il'de görebilirsiniz.35 Amerika yerlilerinin bütün bozulmuş sistemleri bu iki tipten birine yakınlık gösterir.
Sanırız, oğul ve kız için kullanılan terimlerin kimi dillerde annenin erkek kardeşinin çocuklarını, kimi dillerde de babanın kız kardeşinin çocuklarını kapsayacak biçimde genişletilmesinin nedeni, zaman zaman annenin erkek kardeşinin karısıyla ya da babanın kız kardeşinin kocasıyla evlenmeyle ilintilidir.36 Birinci durumda annenin erkek kardeşinin çocukları, ikinci durumdaysa babanın kız kardeşinin çocukları üvey çocuk olacaklardır, ancak bu dillerde üvey çocuklar genellikle öz çocuklarla bir tutulurlar. Bu türden evlenmeler, doğaları gereği, ayrıksı ya da seyrek oldukları için bozulmaya yol açmış olamazlar, olsa olsa bozulmanın yönünü belirlemiş olabilirler.
Art arda bozulma ilkesi salt Amerika'yla sınırlı değildir. Melanez- ya ve Afrika'da da görülür.37 Özellikle anababa ile çocuklar arasındaki ilişkilerde yarattığı karışıklık, sınıflandırma sisteminin gerçeklikle bağıntısını yitirdiğini gösterir. Yeni çoğalma birimi, bir erkek, bir ya da daha fazla kız kardeş ve onların çocuklarından oluşan bireysel ailedir. Oysa bambaşka bir birime göre düzenlenmiş olan sınıflandırma sistemi artık paramparça olmaktadır. Bu kabilelerin durakladıkları bundan sonraki adım, smıflandırma sisteminin yerine, yeni gerçekliğe uygun düşen yeni bir sistem koymaktır.
7. Betimleme Sistemi
Hint-Avrupa dilleri ailesi, Ukrayna'dan doğuya uzanan geniş düzlüğün bir bölümünde yaşayan halkın konuşmasından kaynaklanmıştır. I.Ö. üçüncü binde, bu halk dağıldı, çeşitli yönlerde göçe başladı ve bu halkın konuştuğu dil birçok türevine bölündü; bu türevlerden de günümüzde hâlâ varlığını koruyan ya da yazılı belgelerde saklı duran Hint-Avrupa dilleri doğdu.
35 Minnltaree tipi: Aynı yerde, s. 291; Social Anthropology o f North American Tribes, s. 289. Osagetipi: Systems of Consanguinity and Affinity o f the Human Family, s. 191; Social Anthropology of North American Tribes, s. 252
36 Aynı yerde, s. 274.37 Minnitaree tipi: History of Melanesian Society, c. I, s. 28, 30-31, 192 (hepsi anayanli). Osage tipi:).
Roscoe, TheBakitara or Banyom, (Cambridge, 1923), s. 18; J. Roscoe, The Northern Bantu, (Cambridge, 1915), s. 292; Pagan Tribesofthe Nilotic Sudan, s. 117, 258; C. Bateson, Nüven, (Cambridge, 1936), s. 280 (hepsi babayani»).
Çizelge II
AM ER İK A YERL İLER İN İN AKRABALIK S İST EM LER İN D EK İ BO ZU LM ALAR
M İN N İT A R EE
Gerçek İlişk i
Annenin erkek kardeşinin oğlu
kızı
oğlunun karısı
kızının kocası
7 0 T A R İH Ö N C E S İ EGE
B ir Tu tu lduğu İlişk i
Oğul
Kız
Celin
Damat
Babanın kız kardeşinin
Babanın kız kardeşi
Babanın kız kardeşinin
Annenin erkek kardeşinin
oğlu
kızı
oğlunun karısı
kızının kocası
kocası
oğlunun oğlu
oğlunun kızı
kızının oğlu
kızının kızı
Baba
Anne
Anne
Baba
Büyükanne
Büyükbaba
Erkek torun
Kız torun
Erkek torun
Kız torun
O SA CE
G erçek İlişk i
Babanın kız kardeşinin oğlu
kızı
oğlunun karısı
kızının kocası
B ir T u tu ld u ğ u İlişk i
Oğul
Kız
Gelin
Damat
Annenin erkek kardeşinin oğlu Annenin erkek kardeşi
kızı Anne
oğlunun karısı Annenin erkek kardeşinin karısı
kızının kocası Baba
Babanın kız kardeşinin oğlunun oğlu
oğlunun kızı
kızının oğlu
kızının kızı
Erkek torun
Kız torun
Erkek torun
Kız torun
A K R A B A L IK ADLIĞJ 7t
Bazı arkeologlar, dağılıp bölünmemiş Hint-Avrupalıları, Güney Rusya'daki Cilalıtaş Çağı Kurgan Kültürüyle özdeşlerler. Bu kültüre adını veren "kurgan'Tar ya da höyüklerde çanak çömlek, at gemleri ve tekerlekli araba parçaları bulunmuştur. Bütün bunlar, ormanların bol olduğu bir yöredeki göçebe çoban ekonomisinin göstergeleridir.38 Dilbilimsel kanıtlar, Hint-Avrupalıların dağıldıkları dönemde çiftçilik ve madenlerin işlenmesi konularında az çok bilgi sahibi olmakla birlikte, çobanlık yanlarının ağır bastığını; bir tür kabile şefliği ya da krallık yönetiminde klan yerleşim alanlarında örgütlendiklerini; soyun erkek yanından geldiğini varsaydıklarını ve kadınların evlendiklerinde erkeğin klanına ya da evine gelin gittiklerini ortaya koymaktadır.39 Bu yüzden, ikinci Çobanlık evresine bağlı oldukları söylenilebilir.
Bunların ilkel akrabalık adlıkları, smıflandırma sisteminden habersiz dilbilimciler tarafından, varlığını sürdüren dillerin karşılaştırmalı çözümlemesine dayanılarak yeniden kurulmuştur. Aslında, bu adlık sistemi, hemen göze çarpan ve dilbilimcilerin de açıklayamadığı birtakım aykırılıklar taşımaktadır.40 Bu sistemin, evlilikle ilgili olarak en azından beş ayrı ilişki kabul ettiği anlaşılmaktadır; ayrıca, annenin erkek kardeşi, kuzen ve kuzinler, erkek yeğenler ve kız yeğenler, amca, dayı ve enişteler, teyze, hala ve yengeler için hiçbir ilkel terime rastlanmamıştır. Bu adlık sistemi, bütün bu noktalarda, daha sonraki Hint- Avrupa terimceleri ve dünyanın her yöresinde görülen az önce incelediğimiz sınıflandırma sisteminin çeşitli biçimleriyle çarpıcı bir karşıtlık içindedir.
Varlığım koruyan Hint-Avrupa terimceleri içinde en eskisi, Latin te- rimcesidir. Şimdi buna bir göz atalım.
Klasik Latince'de babanın kız kardeşinin ya da annenin erkek kardeşinin çocukları için özgül terimler yoktur, ama babamın erkek kardeşinin çocukları benim patrueles'im, annemin kız kardeşinin çocukları da benim cotısobrini'm olurlar.41 Bunlar, sınıflandırma sistemindeki ikinci tipin erkek kardeş ve kız kardeşle bir tuttuğu düz kuzen ve ku
38 ).L. Myres, Cambridge Ancient History'de, (Cambridge. 1925-39), c. I, s. 83-5.39 V.G. Childe, The Aryans, (Londra, 1926), s. 78-93.40 A. Meillet, Introduction d l'tlude comparative des langues indoeuropinnis (Hint-Avrupa Dillerinin
Karşılaştırmalı incelemesi), (ikinci basım, Paris, 1937), s. 389-92.41 Consobrinus terimi kimi zaman genel olarak kardeş çocukları için kullanılıyordu, ama ilk baştaki
kullanımı kökenine (consuesrinus) bakılarak belirlenmiştir. Annenin erkek kardeşinin oğlu karşılığı matruelis ve babanın kız kardeşinin oğlu karşılığı amitinus daha sonraları, Roma imparatorluk hukuku hazırlanırken ömekseme yoluyla oluşturulmuşlardır.
72 T A RİH Ö N C ESİ Eg e
zinlerdir. Demek ki, Latince'de, bu sözcükler, /rater ve sorar'un sıfatlandır; gerçekten de, "öz erkek kardeş" anlamına gelen frater germa- mıs'un karşıtı olarak frater patruelis ve frater consobrinus biçiminde sık sık kullanılırlar.42 Dahası, bu sıfatlardan vazgeçilebilir de. Frater ve sorar, babanın erkek kardeşinin ya da annenin kız kardeşinin çocukları için çoğu zaman tek başlarına kullanılırlar; başka bir deyişle, sınıflayı- cı anlamda kullanılırlar 43
Sınıflandırma sisteminin Tip H'sinde, babamın erkek kardeşi benim "babam"dır, annemin kız kardeşi de benim "annem"; ama babamın kız kardeşi ve annemin erkek kardeşi ayrı terimlerle belirtilirler. Demek ki, Latince'de, babamın erkek kardeşi, pater’in bir uzantısından başka bir şey olmayan pat runs'um dur, annemin kız kardeşi de ma ter'in bir uzantısı olan matertera'mdır; öte yandan, babamın kız kardeşi benim amita'm, annemin erkek kardeşi de benim auonculus'umdur.
Auonculus, Latince'de büyükbaba anlamına gelen fl/ıos'dan türetilmiş bir küçültmeli addır. Sınıflandırma sisteminde, babanın babası, annenin annesinin erkek kardeşiyle aynı terimin kapsamına girer. Çünkü çapraz kuzen ve kuzin evliliğinde, babanın babası, annenin annesinin erkek kardeşidir. Eğer benim annemin annesinin erkek kardeşi benim ouos'um idiyse, annemin erkek kardeşi de doğallıkla auonculus'um olabilir.
Latince'de, oğul ve kız çocuk için kullanılan ilkel Hint-Avrupa terimleri yitmiştir. Keltçede de öyle. Vendryes'in gözlemlediği gibi, İtal- yanca-Keltçe dil kümesinin bu özelliği, Keltçe'nin İtalyanca'dan ayrılmasından önce meydana gelen toplumsal bir değişiklikten kaynaklanmış olsa gerektir.44 Latince'de, filius ve filia, "ana sütü" anlamına gelen felo'dan türetildiği varsayılan sıfatlardır.45 Dolayısıyla bunlar, az önce sınırlayıcı terimlerin betimleyici sıfatları olarak kabul ettiğimiz patruelis ve conşobriııus'la benzeşirler.
Hint-Avrupa terimcesinin sınırlayıcı kökeni belirlenir belirlenmez, kuraldışı özelİikleri de kendi kendini ele verir.
Hint-Avrupa terimcesinde sınıflayıcı bir terim olarak yer alan au- os, babanın babasını ve annenin annesinin erkek kardeşini kapsıyor-
42 Cicero, Oratiopro Plancio, 11. 27; Cicero, De Finibus, 5.1.1.; Plautus, Aulularia, 2.1.3.43 Cicero, Oratiopropre Cluentio. 24. 60; Cicero, Epistuloc ad attieum, 1. 5.1; Catullus, 66. 22; Ovidius,
Metamorphoses (Dönüşümler), 1. 351.44 J. Vendryes, "La Position linguistique du celtique”, Proceedings o f the British Academy (İngiliz Akademisi
Ders Metinleri), (Londra), 33, s. 26.45 A. Walde ve ). Pokomy, Vergleichendes Woterbuch der indogermenischen Sprachen, (İkinci basım.
Leipzig, 1928-33), c. I, s. 830.
Çizelge IIIHİNT-AVRUPA AKRABALIK ADLIĞI
9\ I H int-A vrupa La tin ce
Babanın babası *auos auos
pahanın annesi *auia
T n nenin annesi *ana
Baba pater
Tabanın erkek kardeşi *patğr patruus
"annenin kız kardeşinin kocası
Babanın kız kardeşinin kocası
Annenin erkek kardeşi *suğkuros aunculos
Kaynata socer
Anne mater
Annenin kız kardeşi -m itSr matertera
"Babanın erkek kardeşinin karısı
Annenin erkek kardeşinin karısı
Babanın kız kardeşi *suekrus amita
Kaynana socrus
Erkek kardeş
Babanın erkek kardeşinin oğlu *bhrât#r frater
Annenin kız kardeşinin oğlu
Annenin erkek kardeşinin oğlu
Babanın kız kardeşinin oğlu *daiuer
Kayın leuir
Kız kardeş
Babanın erkek kardeşinin kızı suğsâr soror
Anhenin kız kardeşinin kızı
Annenin erkek kardeşinin kızı
Babanın kız kardeşinin kızı *g(e)l6uBaldız glosOğul FiliusErkek kardeşin oğlu (e.k.) *sunusKız kardeşin oğlu (k.k.)
neposErkek kardeşin oğlu (k.k.)
Ktz kardeşin oğlu (e.k.) *gemeDamat generKız filia
Erkek kardeşin kızı (e.k.) *dhught6rKız kardeşin kızı (k.k.)
neposErkek kardeşin kızı (k.k.)
_ü'z kardeşin kızı (e.k.) *snusösCelin nurus
^ğulun oğlu*anğp6tiosKızın oğlu
nepos_°gulun kızı
*anepûtiaKızın kızı
74 TA RİH Ö NCESİ Eg e
du. Daha sonra Latince, Ermenice ve Eski Norveççe'de salt "büyükbaba" anlamını aldı; Latince'deki auonculus'da, Eski İrlanda dilindeki amnair'de, eski Standart Almanca'daki oheinı’d a ve Litvanyaca'da- ki avynas’da. gövdeye bir -en öğesi eklenerek geliştirildi ve annenin erkek kardeşi anlamını aldı.46 Fransızca'da, Modern Almanca'da ve Gal dilinde bu gelişmiş biçim "uncle" (dayı, amca) olarak genelleştirilmiştir.
Aııos'un annenin erkek kardeşi anlamını alması, bu ilişki için kullanılan daha eski bir terimin ortadan kalkmış olduğunu gösterir. Yitirilen terim, Hint-Avrupa terimcesindeki seukuros idi ve bu terim annenin erkek kardeşini, kaynatayı ve babanın kız kardeşinin kocasını kapsıyordu. Bu terim, kaynata (Latince'de socer) tarafından sahiplenilmiş- ti. Hint-Avrupa terimcesinde, babanın kız kardeşini, kaynanayı ve annenin erkek kardeşinin karısını karşılayan sııekrııs da aynı biçimde kaynana (Latince'de socnıs) tarafından sahiplenilmişti. Böylece, babanın kız kardeşi için kullanılan terim de ortadan kalktı. Babanın kız kardeşi Latince'de cımita sözcüğüyle karşılanır oldu ve bu sözcük her ikisi de "büyükanne" anlamına gelen Eski Standart Almanca'daki ana ve Eski Prusyaca'daki ane ile ilintiliydi.
Bundan da anlaşılıyor ki, Latince'de "annenin erkek kardeşi" anlamına gelen auonculus nasıl babanın babası ve annenin annesinin erkek kardeşi için kullanılan Hint-Avrupa teriminden oluşturulmuşsa. Latince'de "babanın kız kardeşi" anlamına gelen amita da Hint-Avrupa terimler sisteminde annenin annesini ve babanın babasının kız kardeşini belirten ana teriminin gövdesi uzatılarak oluşturulmuştu.
Babanın erkek kardeşi ve annenin kız kardeşi, gövde uzatılarak baba ve anneden ayrıldı. Latince'deki patruus ve matertera ile benzeşen biçimler Yunanca'da, Sanskritçe'de, Eski Standart Almanca'da, Anglo- Saksonca'da ve Galce'de vardır 47
Hint-Avrupa terimcesindeki bhrater ve suesor, Latince'de düz kuzen ve kuzinleri kapsayarak varlığını sürdürdü. Slav dillerinde bunlar çapraz kuzen ve kuzinleri de kapsayacak biçimde genişletildi. Ayrıca ele alacağımız Yunanca'yı saymazsak, öteki dillerde bu terimler öz erkek kardeş ve öz kız kardeşle sınırlandırıldı. Böylece düz kuzen ve kuzinler için kullanılan terimler yitip gitti.
46 A. Emout ve A. Meillet, Dictionnaire 6tymologiquc de la langue latine (Kökbilgisel Latince Sözlüğü), (Paris, 1932), bkz. Avonculus.
47 Öteki dillerde benzeri olmayan Yunanca'daki metroos, polroos'dan örnekseme yoluyla kurulmuştur.
A K R A B A LIK ADLIĞI 75
Hint-Avrupa terimcesinde kaynı ve çapraz kuzeni kapsayan daiııer, kayın (Latince'de leııir) tarafından sahiplenildi. Bu terimin dişili olan g(e)loıt- da aynı biçimde baldız (Latince'de glos) tarafından sahiplenildi. Sonuç olarak da, çapraz kuzen ve kuzinler için kullanılan terimler ortadan kalktı.
Hint-Avrupa terimcesinde sunus ve dlmghter öz oğul ve öz kızla sınırlandırılmıştı, yalnızca İtalyanca-Keltçe'de bunlar ortadan kalkmıştı. Bu durum, bir erkeğin erkek kardeşinin çocukları ve bir kadının kız kardeşinin çocukları için kullanılan sözcüklerin kalkmasına yol açtı. Hint-Avrupa terimcesinde kız çocuğun kocasını, bir erkeğin kız kardeşinin oğlunu ve bir kadının erkek kardeşinin oğlunu kapsamış olan geme-- ve onun dişili smısos sırasıyla kız çocuğun kocası ve oğulun karısıyla (Latince'de gener ve nımıs) sınırlandırıldı. Böylece, erkek yeğenlerle kız yeğenler için kullanılan terimler kaldırılmış oldu.
Çapraz kuzen ve kuzin evliliğinde, babamın babasının, annemin annesinin erkek kardeşi olduğunu görmüştük. Demek ki, erkek konuşurken, oğlumun oğlu kız kardeşimin kızının oğludur. Bunlar, birbirinin yerini alan ilişkilerdir. Buna uygun olarak, Hint-Avrupa terimcesinde aııos nasıl büyükbaba ile annenin erkek kardeşi arasında bölündüyse ve annenin erkek kardeşi en sonunda "dayı" olarak genelleştirildiyse, onun karşıtı olan nnepotios da erkek torun ile kız kardeşin oğlu arasında bölündü ve kız kardeşin oğlu "erkek yeğen" olarak genelleştirildi. Ancak, fliıes'un ikinci kullanımının gövdeyi geliştirerek belirlenmiş olmasına karşılık, aııepotios'un ikinci kullanımı böyle değildi, dolayısıyla da bölünme daha belirsizdi. Terim, Sanskritçe'de erkek torunla. Eski Irlandaca'da kız kardeşin oğluyla sınırlandırılmıştı; Yunanca, Eski Norveççe, Eski Standart Almanca ve Eski Slav dillerinde "erkek yeğen" olarak genelleştirilmişti; Latince, Eski Litvanyaca ve Anglo-Sakson dilinde erkek yeğen ile erkek torun arasında değişiyordu.
Geriye, Hint-Avrupa terimcesinde kocanın erkek kardeşinin karısını belirten icnaier kalıyor.48 Bu terim, kocanın erkek kardeşinin karısının kız kardeşle özdeşlendiği sınıflandırma sistemine yabancıdır.49 Dolayısıyla, kaynak dilin, daha önce gördüğümüz gibi toplumsal birimi öteki kümelerden gelen karılarıyla birlikte yaşayan erkek kardeşler kümesinin oluşturduğu son evresine değgin bir terimdir.
48 Lâtince'de ianitrices, Yunanca'da einateres, Sanskritçe'de yatar. Eski Slavca'da jentry. Bu akrabalık İlişkisi için kullanılan betirrileyici terimlere sınıflandırma sistemlerinde de rastlanır.
49 Systems of Consanguinity and Affinity of the Human Family, s. 291; Social Anthropology of North American Tribes, s. 105.
76 T a r İh ö N c e s İ Eg e
Böylece, Hint-Avrupa adiığı, sınıflandırma sisteminin olağan bir örneği olarak, yani Tip II olarak yerli yerine oturmaktadır. Bu adlık sistemi, her terim yüklendiği çeşitli akrabalıklardan yalnız biriyle sınırlandırılarak, bu yapılırken de daha yakın akrabalık ilişkileri daha uzak akrabalık ilişkilerine ve koca tarafından akrabalıklar karı tarafmdan akrabalıklara yeğ tutularak yeniden kuruldu. Ortadan kalkmış sınıflamalar için, gövdede değişiklikler yapılarak, betimleyici sıfatlar getirilerek ve bazı durumlarda da başka kuşaklara aktarmalar yapılarak yeni terimler bulundu. Bunlar, dünyanın her yanmdaki ilkel dillerde uygulandığını gördüğümüz aynı önlemlerdir. Öteki sistemlerin bıraktığı yerden Hint-Avrupa sistemi devralır. Eğer bütün bulgu ve kanıtları biraraya getirecek olursak, bunun tek bir kesintisiz tarihsel süreç olduğunu apaçık görebiliriz. Özellikle, Hint-Avrupa sisteminde saptadığımız terimleri kendi kuşaklarmın dışına taşırarak onlara başka anlamlar yükleme eğilimi, Kuzey Amerika dillerine özgü daha yaygın bozulmalara ilişkin çözümlememizi doğrulamaktadır. Ayrıca, bu eğilimin, Kuzey Amerika dillerinde Hint-Avrupa dillerine oranla daha ileriye götürülmesinin nedeni, Amerika yerlilerinin kabile düzeninin ötesine geçmeyi başarama- malarma karşılık, Hint-Avrupa dilleri konuşan halkların kısa bir duraksama döneminden sonra sistemlerini tümden yeni bir temel üzerinde yeniden düzenleyebilecek kadar büyük bir hızla gelişmeleridir.
Bu yeni temel, bireysel aileydi. Betimleme sisteminde, baba erkek kardeşlerinden, anne kız kardeşlerinden, erkek kardeşler ve kız kardeşler düz kuzen ve kuzinlerden, oğullar ve kızlar erkek yeğenlerden ve kız yeğenlerden ayrılır; kaynata ile kaynana, kayın ile baldız, damat ile gelin de ayrı terimlerle belirtilir. Aile tanımlanır. Öte yandan, sınıflandırma sisteminin ikinci tipinin tersine, babanın erkek kardeşi ve kız kardeşi annenin erkek kardeşi ve kız kardeşiyle, düz kuzen ve kuzinler çapraz kuzen ve kuzinlerle, erkek kardeşin çocukları kız kardeşin çocuklarıyla, baba tarafmdan büyükbaba ve büyükanne ana tarafından büyükbaba ve büyükanneyle, oğulun çocukları kızın çocuklarıyla iç içe geçerler. Çapraz kuzen ve kuzin evliliğinin zorunlu kıldığı bu ayrımlar gerekliliğini yitirmiştir artık.
Morgan bu sorunlar üstünde çalışırken, Hint-Avrupa adlığını yeniden kurmak için gerekli olan gereçler daha elde edilmemişti; ama gene de, Hint-Avrupa dilbilimi açısından sınıflandırma sisteminin önemine ilk dikkat çeken Morgan oldu.50 Morgan, bizim dillerimize özgü betim-
50 Ancient Society (Eski Toplum), s. 491.
A K R A B A L IK A d LIĞI 77
[eme sisteminin başlangıçtaki sistem olamayacağını gördü. Morgan'dan sonra bu sorun üstünde çalışmalar yapanlar da onun izinden yiirüse- lerdi, Hint-Avrupa adlığı çok önceleri açıklığa kavuşturulabilirdi.
Morgan'm sınıflandırma sistemi kuramı, Fison, Howitt, Spencer ve Gillen gibi AvustralyalI klasik alan-antropologları tarafından kabul edildi. Bunlar Morgan'm ölümünden sonra, onun vardığı sonuçları doğrulayan yeni bilgileri günışığına çıkardılar. Fison'un duraksadığı tek nokta, Morgan'a yazdığı bir mektupta da içtenlikle kabul ettiği gibi, dinsel meslektaştan arasında doğan utancadan kaynaklanıyordu.51 Morgan'm da kendi bölgesinin papazı J. H. Mcllvaine'le başı beladaydı; Eski Toplum adlı yapıtı üstünde çalışırken, Tevrat'a ters düşmekle suçlanabileceği korkusuyla Mcllvaine'le birçok ciddi tartışmaya girişmişti. Kitap yayımlandığı zaman, Morgan'm manevi danışmam, belki biraz da dostuna olan sevgisinden dolayı kavrama yetisini yitirerek şöyle yazıyordu ona: "Bence büyük bir yapıt bu. Bugüne kadar Dar- vvincilere karşı ve türlerin değişmezliğinden yana ortaya atılmış en güçlü sav."52
Ne var ki, bu kadar kolay aklanmayanlar da yok değildi. Marx kitabı hemen alkışladı; tıpkı bir zamanlar, bilim adamlarınca öfkeyle suçlandığı sıralarda Türlerin Kökeni'ni alkışladığı gibi. Engels, "Darwin'in evrim kuramı biyoloji açısından, Marx'm artı-değer kuramı ekonomi politika açısından ne denli önemliyse, bu yapıtın da antropoloji açısından o ölçüde önemli olduğunu" açıkladı.52 Gerçekte, hiç kuşkusuz, ötekiler gibi bu yapıtın da suçlamalara uğramasının nedeni buydu. Dar- vvin'e karşıçıkış en sonunda yıkılıp gitti, çünkü Darwin'in getirdiği kuram sanayinin gelişmesi açısından vazgeçilmez nitelikteydi. Ama Morgan ile Marx, dünyanın pek çok yerinde hâlâ birer tabudur.
Bu işin içinde dinsel önyargıdan öte bir şey vardır. Tanrı gibi aile de özel mülkiyetle el ele yürür. Özel mülkiyeti "baştan beri varolan" bir
51 Fison şöyle yazdı: "Aslında onun (bölünmemiş komün yani içten evlenmeli sürünün) varlığınınyeterince kanıtlandığını kabul ediyorum, ama şu iki nedenle bunu açıkça belirtmiyorum: 1) Böyle biraçıklama karşısında şiddetli bir karşıtlık oluşacağını sanıyor ve tartışma ortamını elimden geldiğincedar tutmaya çalışıyorum; 2) Bölünmemiş komün, 'cinsel ilişkilerin rastgele gerçekleştiği' bir düzendenbaşka bir anlam taşımamaktadır, bu durumsa rahiplerimizden pek çok yakın dostum için korkunç bir olgu olarak algılanacaktır..,. Kısacası, Bölünmemiş Komün'ün daha önce yaşandığı konusundakuşkum yok ama kendi amaçlarım doğrultusunda bunu açıklamayı gerekli görmüyorum; dahası, (çevremden dolayı) bir açıklama gereksiz olduğu sürece bunu belirtmemeyi yeğliyorum” [B. J. Stern, Lewis Henry Morgan, (Chicago, 1931), s. 162). Yaşam yolu dikenlidir ve fısıltılı diller hakikatizehirleyebilir.B. J. Stern, Lewis Henry Morgan, (Chicago, 1931), s. 27.
59 F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 31.
78 T a r İh ö n c e s İ Eg e
şey sayan kentsoylu düşünürler, Morgan'a baştan sona karşıçıkılması gerektiğini içgüdüsel bir biçimde ayrımsamışlardır. Gel gör ki, ona el- birliğiyle karşı çıkmalarına karşın, ortak bir cephe kuramamışlardır, bunun nedeni de başka bir seçenek üzerinde anlaşmayı bir türlü bece- rememiş olmalarıdır.
Radcliffe-Brown şunu ileri sürmüştü:"... Morgan'a ve onun izinden gidenlere karşı, herhangi bir kabilenin akrabalık terimcesi ile bu kabilenin bugün varolduğu biçimiyle toplumsal örgütlenmesi arasında çok kapsamlı bir işlevsel bağ olduğu ortaya konulabilir," dolayısıyla, "akrabalık terimcesinin, salt varsayımsal bir geçmişteki bambaşka bir toplumsal örgütlenme biçiminin günümüzdeki bir uzantısı olduğunu düşünmek için en küçük bir neden yoktur."54 Başka bir yerde de ayrıntılı olarak ele aldığım gibi, Radcliffe-Brown'm sınıflandırma sistemini bu temele dayanarak açıklaması, savunulması olanaksız bir açıklamadır.55
Bu arada, bir başka seçkin antropolog, Kroeber bunun tersini kanıtlamaya çalışmıştır. Kroeber, akrabalık terimcelerinin toplumsal örgütlenmenin ışığında açıklanabileceğini tümden yadsımaktadır:
E ğer akrabalık terim lerinin öncelikle dilbilimsel etkenlerce belirlendiği ve toplum sal koşullara ancak arasıra , o da dolaylı bir biçim de bağlı oldukları d aha açık seçik kavransaydı, sanırız betim lem e sistem i ile sınıflandırm a sistem i arasındaki ayrım ların öznel ve yap ay olduğu herkesçe çok önceleri anlaşılırdı.56
Arunta sistemini iyice anlayabilmek için kafa patlatan okur, bû sistemin nesnel olarak kendisininkinin aynısı olduğunu öğrenince rahatlayacaktır.
Ve elbette, bundan sonra tüm sorunu gerçeklik dünyasının dışına çıkarmak için atılması gereken bir adım kalıyordu. Bu adımı da Malinowski attı. Malinowski, "sınıflandırma sistemlerinin günümüzde varolmadıkları gibi, daha önce de hiçbir zaman varolmadıklarının açık bir gerçek olduğunu" keşfetti.57 Lowie, aynı şeyi totemcilik konusunda yaptı. Lowie, "bu konuda ortaya serilen bütün uğraş ve bilgilerin,
54 A. R. Radcliffe-Brown, The Social Organisation of the Australian Tribes", Oceania, (Melburn/Londra, 1931-.), c. I, s. 427.
55 Bkz. Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), s. 396-401.56 A. L. Kroeber. “The Classiflcatory System of Relationship”, Journal o f the Anthropological Institute,
(Londra, 1872-.), 39, s. 82.57 B. Malinowski, "Kinship", Man (insan adlı yapıtta "Akrabalık" bölümü), (Londra, 1901-,), 30, s. 22.
A K R A B A L IK A D LIĞI 79
totem olgusunun gerçekliğini kanıtlayamadığı" kanısındadır.58 Açıkçası, sorun, sorunun varlığı yadsınarak çözülmekledir. Her zaman olduğu gibi, sonunda bilir bilmez söz söylemeye varan kentsoylu kuşkuculuğunun son sözü budur işte.
Ama hiç kuşku yok ki, Malinowski'nin keşfinden teselli bulanlar, onun çağdaş Anglo-Amerikan toplumsal antropoloji okulunun temel görevini yerine getirmede tam bir başarısızlığa uğradığını itiraf ettiğini gördüklerinde biraz düşkırıklığma uğrayacaklardır:
İşin içinde olan biri olarak diyebilirim ki. Bayan Seligmaıı ya da Dr. Lo- wie ile ne zaman biraraya gelsem, Radcliffe-Brown ya da Kroeber'le ne zaman bazı konuları tartışsam, o anda karşımdakinin konudan haberi bile olmadığını fark ediyor ve sonunda çoğu zaman bunun benim için de geçerli olduğu duygusuna kapılıyorum. Akrabalık konusunda yazdıklarımızın hepsini de buna katabiliriz ve bu hepimiz için geçerlidir.59
Görüldüğü gibi, bir türlü kafa kafaya verip anlaşamıyorlar! Mor- gan'ı çürüteceğiz diye yıllar yılı çabaladıktan sonra yalnızca birbirlerini çürütmeyi başarabiliyorlar. Bu arada, Engels tarafından geliştirildiği biçimiyle Morgan'm yapıtındaki savlar, Sovyetler Birliği'ndeki etnologlar ve arkeologlar tarafından geniş bir cephede sürdürülüyor.
58 Primitive Society, s. 137.59 Kinship, s. 21.
80 TARİHÖ NCESİ EGE
KABİLEDEN DEVLETE
III
1. İrokua Birliği
Morgan'ın İrokua'lara ilişkin incelemesi, antropoloji alanında öncü bir çalışma ve kendi türünün bir başyapıtıdır. Morgan, eski Yunan ve Roma'daki kabile örgütlenmesiyle ilgili ipucunu, bu yerlilerin arasına gittiği sıralarda bulmuştu.
Morgan, Amerika yerli toplumuna ilişkin genel görüşlerini şöyle belirtir:
Amerika yerlilerinin yönetim tasarı, gens (klan) ile başlıyor, yönetsel kurumlarının eriştiği en yüksek nokta olan genbirlikte (konfederasyon, ç.n.) sona eriyordu. Bu yönetim tasarı organik olarak şöyle sıralanıyordu: Birincisi, bir kandaşlar topluluğu olan gens; gens üyesi kandaşlar gens'i ıralayan ortak bir ad taşıyorlardı, İkincisi, birtakım ortak amaçlarla daha yüksek bir birlikte biraraya gelmiş bulunan bir akraba gen- tes (gens'in çoğulu, ç.n.) topluluğu olan fratri. Üçüncüsü, genellikle frat- rilerde örgütlenmiş, bütün üyeleri aynı lehçeyi konuşan bir gentes'ler topluluğu olan kabile (tribü, ç.n.). Ve dördüncü olarak da, her biri aynı dil ailesinin ayrı lehçelerini konuşan kabilelerden meydana gelen gen- birlik. Bu, bir siyasal toplum ya da devletten (civitas) farklı olarak, bir gentilice toplum (societas) ortaya çıkarıyordu, ikisi arasında büyük ve köklü bir ayrım vardır. Amerika bulunduğu zaman orada ne bir siyasal toplum vardı, ne bir yurttaş, ne bir devlet, ne de herhangi bir uygarlık. Amerika'daki en ileri yerli kabileleriyle genellikle bilindiği anlamıyla uygarlığın başlangıcı arasında koskoca bir budunsal dönem vardı.1
1 Ancient Society (Eski Toplum), s. 65. irokua’ları yeniden inceleyen Quain, onların son derece ilen
K a b i l e d e n D e v l e t e 8 i
Altı ayrı lehçe konuşan altı İrokua kabilesi vardı. Bunların dördünden her biri iki fratri ve sekiz klana bölünmüştü. Öteki ikisindeyse, frat- j-j yoktu, yalnızca üç klan vardı.2 Bunların ortak kökeni klan adlarıyla gösterilmiştir; klan adlarından üçü altı kabilede de geçmekte, buna karşılık yalnızca ikisi tek bir kabileyle sınırlı kalmaktadır.
Biri dışında bütün klanlar hayvan adları taşımaktadır. Bunlar, klan totemleridir. Sözgelimi, bir söylenceye göre, çok sıcak bir yaz günü güneş bir kaplumbağanın yaşadığı küçük gölü kurutuvermiş, kaplumbağa da kabuğunu sırtından attığı gibi insana döniişüvermiş. İşte bu insan, kaplumbağanın adını ve belirtkesini taşıyan klanın atasıymış.3
Çizelge IV
İR O KU A BİRLİĞİ
Kabile Fratri Klanlar
Seneca1II
Ayr
Geyik
Kurt
Çulluk
Kunduz
BalıkçılKaplumbağa
Şahin
Cayuga1II
Ayı
Geyik
Kurt
Şahin
Kaplumbağa
Kunduz
Çulluk Yılan Balığı
Onondaga1
IIKurt
Geyik
KunduzAyı
Kaplumbağa
Yılan Balığı
Çulluk Top
Tuscarora1II
Ayı
Bozkurt
Kunduz
Sarı Kurt
Büyük Kaplumbağa
Küçük Kaplumbağa
Yılan Balığı
Çulluk
Mohawk Ayı Kurt Kaplumbağa
Oneida Ayı Kurt Kaplumbağa
Morgan'ın zamanında dıştan evlenmeye dayalı birim klandı, ama geleneklere bakıldığında bu birimin bir zamanlar fratri olduğu anlaşılıyordu. İrokua'ların "fratri" için "kardeşlik" anlamına gelen bir sözcük kullanmaları da bunu doğrulamaktadır. Aynı fratriye bağlı klanlar, "kardeş" klanlardı; ayrı fratrilere bağlı klanlarsa "kuzen" klanlardı.4 Senecalar, başlangıçta kabilelerinin Ayı ve Geyik adlarını taşıyan
askeri örgütlenmelerinin, Avrupalı sömürgecilerle ilişkiler sonucunda geliştiğini ileri sürmektedir. B.H. Quain, "The Iroquois", Meade, s. 240.
2 Ancient Society (Eski Toplum), s. 69.2 E. A. Smith, “Myths of the Iroquois", Annual Reports of the Bureau of Ethnology (Etnoloji Kurumu
Yıllık Raporları, "irokua Yerlilerinin Söylenceleri"), (Washington, 1887-.) II, s. 77.4 Ancient Society, s. 90.
82 TA RİH Ö NCESİ EGE
yalnızca iki klanı bulunduğunu, daha sonraları bunların bölündüğünü, ilk baştaki birimlerin her birinin kendi fratrisi içinde eski ve saygın klanlar olarak varlıklarım koruduklarını ileri sürüyorlardı.
Klan üyeleri "uzun ev" denilen ortak bir konutta yaşıyorlardı; bahçelerle çevrili olan "uzun ev"in kapısının üzerine klan totemini belirten bir simge işlenmişti.5 Ev ve bahçelerin bakımı kadınlar tarafından yapılıyor, erkeklerse avcılık ve savaşçılıkla uğraşıyorlardı. Toprağın işlenmesinde çapa kullanılıyordu. Başlıca ekin mısırdı. Toprak on ile yirmi yıl arasında değişen bir sürede ürün vermez duruma geliyor, o zaman kabile yeni bir yerleşme yerine taşmıyordu.6
Soy ve kalıtım anayanlıydı. Her klanın kendi özel adlar kümesi vardı. Bu adlardan herhangi biri, klanın yaşayan üyelerinden birinin adı olmaması koşuluyla çocuğa verilebiliyordu.7 Bir erkeğin kişisel eşyaları dayıları, erkek kardeşleri ve kız kardeşlerinin oğulları arasında paylaşılıyordu. Kendi çocuklarına kalmıyordu. Bir kadının kalıtçılarıysa, kendi çocukları, kız kardeşleri ve kız kardeşlerinin çocuklarıydı. Böy- lece, klanın malları gene klan içinde kalmış oluyordu. Ölünün ardından kendi klanının üyeleri yas tutuyor, ama gömü tün hazırlanması ve gömme işlemi öbür klanlarca yerine getiriliyordu. Ölen önemli bir kişiyse, ardından bütün fratrisi yas tutuyor, gömme töreniyse öteki frat- ri tarafından gerçekleştiriliyordu. Morgan'ın zamanında ölüler gelişigüzel gömülmekteydi, ama Morgan çeşitli belirtilere bakarak eskiden her klanın kendi gömütlüğünün bulunduğu sonucuna varmıştı.8
İrokua'lar her yıl altı şenlik düzenliyorlardı. Bu şenlikler, önceden her klandan seçilmiş belirli sayıda kadın ve erkek görevli tarafından yönetilmekteydi, İrokua'larda özel bir klan tapımı yoktu, bunun yerini klan örneğine göre kurulmuş gizli derneklerin tapınma törenleri alıyordu. Gerçekte bu, Amerikan yerli kabilelerinin genel bir özelliğidir, ancak kimi kabilelerde totem çoğaltma töreninin değişik bir biçimine rastlanılabilir. Sözgelimi, Mandan'ların her mevsim yaban sığırının çoğalması için yaptıkları yaban sığırı dansının bilinen tipten tek farkı, belli bir klana özgü olmamasıdır.9
5 L. H. Morgan, The League o f the Iroquois (irokua Birlikleri), (Kochester, 1851), s. 318. Gem’i bulgulamadan önce kaleme aldığı bu yapıtında, Morgan, bunu bir “kabile aygıtı” olarak tanımlıyor.
6 H. Hale, The Iroquois Book o f Rites (İrokua'larda Kuttörenler), (Philadelphia. 1883), s. 50; Totemism and Exogamy, III, s. 3-4.
7 Ancient Society (Eski Toplum), s. 77-80.8 Aynı yerde, s. 74-5, 83-4, 96.9 Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), III. s. 137, 472.
KABİLEDEN DEV LE TE 83
Klan, yabancıları evlat edinme hakkına sahipti. Bu yabancılar, kendilerini evlat edinen kişilerin "erkek kardeşi" ya da "kız kardeşi" olarak klanın gerçek üyeliğine kabul ediliyor ve bir klan adı alıyorlardı. Tutsaklar ise ya evlat ediniliyor ya da öldürülüyordu. Kölecilik diye bir şey yoktu.10
Klan, üyelerinin davranışlarından ve onların çıkarlarının korunmasından sorumluydu. Bir klanın üyesi başka bir klanın üyesince öldürüldüğünde, öldüren adamın klanına yakınmada bulunuluyor ve zararın ödenmesi için bir istem sunuluyordu. İstenilen ödence verilirse - genellikle mal olarak ödeniyordu- sorun kalmıyordu. Yok verilmezse, o zaman ölenin klanının üyeleri arasından bir öç alma bölüğü kuruluyor, bunlar öldüreni yakalayıp öldürmekle görevlendiriliyordu. Eğer ölenle öldüren ayrı fratrilerdense, dava ilgili klan adına fratri tarafından ele alınıyordu.11
Klan içinde adam öldürme konusunda belirlenmiş bir işlem yoktu. Kaldı ki, bu türden suçlar çok ender işleniyordu. Özel mülkiyetin bulunmadığı bu koşullarda bu türden suçlarm işlenmesine yol açan başlıca dürtü bazı eksikliklerdi, ama klana can veren güçlü dayanışma ruhu bu konuda olumlu bir caydırıcı rol oynamaktaydı.
Klanın, her iki cinsten yetişkinlerin özgür oylarıyla seçilen bir şefi (1scıchenı) vardı. Gerçi klan şefi yaşam boyu görevde kalmak üzere seçilirdi ama, seçmenleri hoşnut edemezse her zaman görevden alınabilirdi.12 Şeflik kalıtımsal bir eğilim gösteriyor, şef ölünce şeflik onun erkek kardeşlerinden birine ya da kız kardeşlerinin birinin oğluna geçiyordu, İrokuaTarda şefliğe yalnızca erkekler seçilebiliyordu, ama bunun çok eskilere dayanıp dayanmadığı belli değildir. Wisconsin'deki Win- nebago'lar, ölen şefin erkek kardeşi ya da kız kardeşlerinden birinin oğlu yoksa, şefliğin ana tarafından en yakın kadın akrabaya geçmesi kuralını uyguluyorlardı.13
Her kabilenin kendi bölgesi ve kendi kabile konseyi vardı. Kabile konseyi, savaş ve barışla ilgili sorunları karara bağlamak ve seçilen klan şeflerini onaylamak üzere kabile halkı önünde toplanırdı ve seçilen klan şefini veto etme hakkına sahipti. Kararlarını oybirliğiyle almak zorundaydı. Kabile konseyi, klan şeflerinden ve ayrıca kişisel kahramanlıklarından dolayı seçilmiş bazı askeri şeflerden ve belli klanlarda kalıt
10 Ancient Society, s. 80-1.U Aynı yerde.s.77,9S.12 Aynı yerde, s. 70-3.13 Aynı yerde, s. 161-2.
sal olarak geçen ve kabileyi genbirlik konseyinde temsil etmekle görevli özel bir şefler sınıflamasından oluşmaktaydı.14
İrokua'ların en yüksek organı olan genbirlik konseyi, az önce sözünü ettiğimiz özel şeflerden oluşuyordu. Bu konsey de halk önünde toplanırdı ve kararlarını oybirliğiyle almak zorundaydı. Genbirlik konseyinin görevini yürütebilmesi için altı kabilenin de onayı gerekliydi.15 Askeri eylemlerin yürütülmesi görevi, Seneca'larm Kurt ve Kaplumbağa klanlarından seçilen iki yüksek askeri şefe verilmişti.16
Morgan, bu kabilelerin, ata soyundan nasıl ayrıldıkları ve sonunda nasıl yeniden birleştikleri konusunda bazı uyarıcı görüşler öne sürüyor:
Doğal büyüme sonucunda durmadan yeni kabileler ve yeni gentes'ler oluşmaktaydı. Amerika anakarasının uçsuz bucaksız alanları bu süreci gözle görülür bir biçimde hızlandırmaktaydı. Yöntem basitti. En başta, yaşama olanakları bakımından çok elverişli olan, dolayısıyla da aşırı bir yığılmaya uğrayan bir coğrafi merkezde giderek bir taşma meydana geliyordu. Yıldan yıla sürüp giden bu taşma sonucunda, kabilenin başlangıçta yerleşmiş olduğu merkezden uzakta bir yerde bir nüfus birikimi gerçekleşiyordu... Böylece yeni bir kabile doğuyordu.
Artan insan sayısı yaşama olanaklarını zorladığında, insan fazlası yeni bir yere taşınıyor ve oraya büyük bir beceriyle yerleşiyordu, çünkü her gens'de ve bir bölükte bir araya gelen gentes'ler de yetkin bir yönetim vardı...
Genbirliklerin oluştuğu koşullar ve dayandığı ilkeler son derece basittir. Bu genbirlikler, doğallıkla, belli bir zaman süreci içinde önceden varolan öğelerin bağrından doğup gelişmişlerdir. Bir kabile çeşitli kabilelere bölünmüş, bu altbölümler birbirinden bağımsız, ama sınırdaş bölgelere yerleşmişler, genbirlik de bunları içerdikleri ortak gens'ler ve konuştukları yakın lehçeler temelinde daha yüksek bir örgütlenme içinde yeniden bütünleştirmiştir. Gens'de somutlaşan akrabalık kavramı, gens'lerin ortak bir soydan gelmeleri ve birbirlerinin konuştukları lehçeleri hâlâ anlayabilir durumda olmaları, bir genbirlik için gerekli maddi öğeleri sağlamaktaydı. Demek ki, genbirliğin temelinde ve merkezinde gentes'ler, daire çevresindeyse dil ailesi yer almaktaydı.17
84 T A RİH Ö N C ESİ Eg e
14 Aynı yerde, s. 113-20.15 Aynı yerde, s. 35.16 Aynı yerde, s. 150-1.17 Aynı yerde, s. 105,125.
K ABİLEDEN DEV LE TE 85
Görüldüğü gibi, kabile sistemi, durmadan yer değiştiren bir topluma son derece yetkin bir biçimde uyarlanmıştı. Kabilelerin çoğalması, kabilenin kendisini yaratmış olan bölünme sürecinm bir devamından başka bir şey değildi. Ne var ki, genbirlikte bu gelişme tersine dönmüştür ve işte tam bu noktada, yüksek askeri şeflerin görevinde eşitlik ilkesinden ilk uzaklaşmayı gözlemleriz. İrokua Birliği'nde, kabileler, daha ileri, ama sınıflara bölünmüş devlet biriminde birleşmek üzeredirler.
İrokua Birliği, savaşa göre düzenlenmiştir. Birlik, Algonkin'lerin kovulmasından sonra, bugün New York eyaletinin bulunduğu bölgede kurulmuştu.18 O sırada Irokua'lar, varolan üretim düzeyinde özgürce yayılmanın sınırına varmış bulunuyorlardı. Ama, hâlâ göçebe tarımı aşamasında oldukları için, yalnızca toprak uğrunda savaşını veriyorlardı. Eğer Birliğin oluşumundan önce tarımları daha ileri bir düzeye erişmiş olsaydı, onlar da Orta Amerika'daki Köy Yerlileri gibi yerleşik düzene geçerlerdi; ya da, Birlik yönetimi altında tarımlarını geliştire- bilselerdi, M eksika'da daha sınırlı bir bölgede Aztek Birliği'nin yaptığı gibi, bu aygıtı hiç kuşkusuz öteki kabileleri şu ya da bu biçimde sömürmekte kullanırlardı. Ne var ki, İrokua'ların gelişmesi, Kristof Ko- iomb'un izleyicileri tarafından bu noktada kesiliverdi.
2. Romalılarda Kabile Sistemi
Her Romalının ya da hiç değilse her soylu Romalının üç adı vardı. Nomen ya da "ad ", proenomen ya da "ilk ad" ve cognomen ya da "soyadı". Proenomeıı kişisel addı. Nomen o kişinin geus'ini ya da klanını belirtiyordu. Cognomen ise fam ilia’sini ya da ailesini belirtiyordu. Örneğin, Gaius lulius Caesar, lulia gens'inin Caesar ailesindendi.
Familia, gens' in bir altbölümüydü. Paterfamilias'ı (erkek aile reisi, ç.«.), onun karısını, oğullarını ve evlenmemiş kızlarını, oğullarının oğullarını ve evlenmemiş kızlarını, kölelerini ve öteki mal mülkü kapsıyordu.19 Gens, ortak bir ataya bağlı erkek soyundan gelen bir fa m il iae’ ler kümesiydi. Familia sözcüğü başlangıçta mülk edinilmiş köleler (famuli), yani gens'm ortak mülkiyetinden ayrı olarak edinilmiş mallar anlamına gelmekteydi.
18 Aynı yerde, s. 169: Systems o f Consanguinity and Affinity of the Human Family (İnsan Ailesinde Kandaşlık ve Evlilik Yoluyla Akrabalık Sistemleri), s. 150-1.
19 Ancient Society, s. 293-5; H. F. Jolowitz, Historical Introduction to the Study o f Roman Law, (Cambridge,
1939). s. 122.
8 6 T a r i h ö n c e s İ E g e
Vasiyetname bırakmadan göçüp giden birinin malı mülkü ilk ağızda karısına ve çocuklarına kalırdı. Çocukları yoksa, erkek tarafından gelen dolaylı torunlarına, daha sonra baba soyundan gelen akrabalarına, yani erkek kardeşlerine ve evlenmemiş kız kardeşlerine, babasının erkek kardeşlerine ve evlenmemiş kız kardeşlerine ve son olarak da bunların hiçbiri yoksa gens'ine kalırdı. Bu öncelik kurallarını tersine çevirirsek, onları, gens'in ortak mülkiyetinin ardışık çiğnenişlerini gösteren tarihsel sıraları içinde görürüz. Evlenmiş kız kardeşlerin ve kız çocukların dışlanmasının nedeni, kadının evlendiği zaman kocasının geııs'inin bir üyesi durumuna gelmesiydi.
Romalılarda evliliğin tarihinin başlangıç dönemi belirsizdir ve ancak el yordamıyla açıklanabilir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde üç evlilik biçimi vardı: Usıts, confarreatio ve coemptio.20 Birincisi, birlikte yaşamadan öte bir şey değildi. Hiçbir tören gerektirmiyor, istenildiği anda bozulabiliyor ve mal mülkün aktarılmasına ilişkin hiçbir koşul getirmiyordu. İlk Etrıisklerin az sonra anlatacağımız gevşek anaerkil birliklerini andırıyordu ve büyük bir olasılıkla, pleblerin evlenmelerinin ve mülkiyet haklarının patriciler tarafından tanınmadığı döneme uygun düşüyordu.21 Patricilerin evlenme biçimi, confarreatio idi; gelini kocasının yetkesi altına sokan bir aktarma olayıydı. Coemptio da pleblere uygun düşen biçimdi; bu, kocaya, karısının sahibi olduğu konusunda sözleşmeye dayalı bir hak tanıyan bir satın almaydı. Sonradan, patricilerle pleb- ler arasındaki ayrım ortadan kalktığında, bu evlilik biçimlerinin yerini, eski ıısus kadar gevşek bir birleşme aldı, ama bu kez özel mülkiyet çıkarları vasiyetname düzenleme hakkıyla güvence altına almıyordu.
Bu ataerkil patrici birleşmelerinin ardında yatan amaç oldukça açıktır:
Eğer, der Cato, karını seni aldatırken yakalarsan, onu yargılamadan öldürebilirsin ve en küçük bir ceza yemezsin; ama eğer sen karını aldatırsan, karın senin kılına bile dokunamaz.22
Confarreatio, kalıtımın babadan oğula geçmesini sağlama almak amacıyla kadının özgürlüğünü sınırlıyor; coemptio da, aynı ilkeyi daha alt
20 C. W. Westrup, "Recherches sur les formes antiques de mariage dans l’ancien droit romain” ("Eski Roma Yasalarındaki Evlilik Biçimleri") Oversigt over det kongelige Danske Videnskabernes Selskobs Forhondlinger, (Kopenhag, 1816-.), 30,1. Historical Introduction to the Study of Roman Law, s. 113-6, 243-4.
21 Usus'un eskiliğine ilişkin bilgi için bkz. C. W. Westrup.22 Cellius, 10. 23.
KABİLEDEN D EW LE TE 87
katmanlara yaygınlaştırıyordu. Bunlar, eski kabile haklarınım tüzel bir kısıtlaması olarak mülkiyetin gelişmesi sonucunda resmi ev/liliğin nasıl ortaya çıktığını göstermektedir:
Tarihte ortaya çıkan ilk sınıf ayrılığı, tekeşli evlilikte erkek ile kaıdın arasındaki karşıtlığın gelişmesiyle, ilk sınıf baskısı da erkeğin kaodın üzerindeki baskısıyla aynı zamana rastlar.23
Familicı, geııs'in bir altbölümü olduğundan, aile adına cognıonıen, "soyadı" ya da ek ad deniliyordu. Nomen, kesin olarak gens'i bellirtiyordu. Gene, edinilmiş mülkiyeti belirten fannlia'nuı daha geç ortaya çıkmış bir sözcük olmasına karşılık, gens ve nomen, yani "akraba" vce "ad", daha önce de gördüğümüz gibi, erkek akrabanın kendi klanı adı ya da klan belirtkesiyle tanındığı ilkel klandan gelmektedir. Ve bu nomina’la- ra baktığımızda, kökenleri apaçık görülür. Aquilia Gensi Kartal klanı, Asinia Gensi Eşek klanı, Aurelia Gensi Altın klanı, Caecilia <Gensi Kertenkele klanı, Caninia Gensi Köpek klanı, Capraria Gensi İKeçi klanı, Cornelia Gensi Kızılcık Ağacı klanı, Fabia Gensi Fasulye klanı, Divıdi- a Gensi Koyun klanı, Porcia Gensi Domuz klanı, Vlaeria G ensi Kara Kartal klanı, Vitellia Gensi Buzağı klanıdır, vb. Romulus ihe Remus'u bir ağaçkakanın beslemesi ve bir kurdun emzirmesi, m asallara özgü düşgücünden çok öte bir olaydır. Çünkü kabile ve bölge adlıarı bu hayvanların kutsal olduğunu göstermektedir.
Totem kalıntılarına yer yer daha somut bir biçimde rastlıyoruz. Sözgelimi, Quintia Gensinde altın takılar takmak tabuydu, Acilia Gensi- nin Serrani ailesi kadınlarının keten giysi giymelerini yasaklam ıştı.24 Manlia Gensinden Torquati ailesi özel bir gerdanlık takar, Quintilia Gensinden Cincinnati ailesiyse kendine özgü bir başlık takardı.25 Bunlara benzer gelenekler ilkel halklar arasında o denli çoktur ki, bunların totemci bir kökenden geldikleri son derece açıktır.
Her ge/ıs'in kendi şefi (princeps),26 kendi sunağı (sacellum), kendi gömütlüğü27 ve ilk zamanlarda kendi topraklan vardı.28 Claudia Gensi,
23 Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 94.24 Historia Naturalis, 33. 21. 19. 8.25 Suetonius, Caius Caligula, 35.26 Cicero, Epistulac ad Familiares, 9. 21. 2; Festus, 61; D. H. AR. 6, 69. 1.27 Cicero, De Lagibus, 2. 22. 55; Cicero, De Ojjîciis, 1.17. 55; Cicero, Tusculanae Dişputationes, 1. 7;
Cicero, Oratio pro A. Ucinio Archia, s. 22; Valerius Maximus, 9. 2.1; Suetonius, Nero1, 50; Plutarkhos, Pop/. 23; D. C. 44.51; P. Velleius Paterculus, 2.119. 5; CIL. 1.65-72.375.
28 T. Mommsen, History of Rome, (Londra, 1868), I, s. 39,74.
8 8 T a r i h ö n g e s İ E g e
Sabin ülkesinden Roma'ya göç ettiğinde, kendilerine Roma'daki İupi- ter Tapınağı'nın yanında bir gömütlük ve Anio Irmağı kıyısında bir toprak parçası verildi.29 Gens'in tapımı, adını ata ruhu demek olan Remus'dan ya da geııs'in adıyla belirlenen halk tanrılarının birinden alıyordu: Naevii'lerin Silvanus Naevianus'u, Calpurnii'lerin Diana'sı, İu- lii'lerin Veiovis'i gibi.30 Ata ruhunun gens adını taşıyan tanrıya dönüşmesi, totemin tanrıya dönüşmesidir.
Gerçi salt belli bir gens’le ilintili bir kişi adına rastlanmamaktadır, ama Marcus Manlius'un öyküsü gens'ın kendi üyelerine ad verümesin- de söz hakkı bulunduğunu göstermektedir: Marcus Manlius, Manlii- ler için öyle bir yüzkarası olmuştu ki, Manlii'ler Marcus adının herhangi bir gens üyesine verilmesini yasaklamışlardı.31 Evlat edinme konusunda da gens’in onayının alınması gerekiyordu; evlat edinilen oğul, kendisini evlat edinen babanın nomen'ini ve cognomen'ini alıyordu. Evlat edinme töreni, çocuğun dünyaya gelişinin bir benzetlemesi olarak anlatılmaktadır.32 Bu anlayışa hemen her yerde rastlanır. Evlat edinme, özel bir erginleme töreninden başka bir şey değildir.33 Burada, evlat edinilen yabancı, bir yabancı olarak ölür ve bir klan üyesi olarak yeniden doğar.
Geııs'deki dayanışma, üç yüz kişi kadar olan Fabii'lerin Veii'lere karşı kendi başlarına nasıl savaştıklarını anlatan öyküde bütün açıklığıyla görülür.34 Appius Claudius hapse atıldığında, onun kişisel düşmanıyla birlikte bütün Claudii'ler yas tutmuşlardı.35 Gens aynı zamanda yoksulluk ya da sıkıntı çeken bir üyesine yardımcı olmakla yükümlüydü.36 Gentilis ile generosus, yani "akrabalık" ile "iyilik" (İngilizce'de "kinship" ile "kindness", ç.n.) arasındaki bağıntı birçok dilde ortaktır ve bütün klan bağları arasında en sürekli olanıdır. Tıpkı Hardy'nin Tess'inin "akrabaları olduğunu ileri sürmek" üzere D'Urberville'lere gidişi gibi, yurt dışında parasız kalan bazı İrlandalIların ortak bir so-
29 Suetonius, Tiberius, 1.30 CIL. 6.645; Cicero, Oratio de Horispicum Responsis, 32; CIL. 1. 807.31 Titus Livius, 6. 20. 14; C. Daremberg ve E. Saglio, Dictionrıaire des antiquitts grecques et romaines
(Eski Yunan ve Roma Söylenceleri Sözlüğü), (Paris, 1877-1919), 2. 2. s. 1510.32 Corp. Gloss. Lat. 4. 304. 44; C. Plinius Caecilius Secundus, Ponegyricus. 8.1.33 Hıristiyanlıktaki vaftiz töreni hem bir yeniden bedenleşme, hem de bir evlât edinmedir; “Bu bebeği
yeniden dünyaya getirmek ve evlât edinerek kendi çocuğun kılmak seni mutlu etti." Ayrıca bkz. REisler, Opheus the Fisher, (Londra, 1921), s. 63-5; J.G. Frazer, Folklore in the Old Testament (EskiAhitte Töresel Yaşam), (Londra, 1919), 2. s. 27-38.
34 Titus Livius, 2. 48-50.35 Titus Livius, 6. 20. 2-3.36 Titus Livius, 5. 32. 8-9; D. H. AR. 2. 10. 2.
K a b İl e d e n D e v l e t e 89
yadı taşımalarına güvenerek tümden yabancı kişilere başvurup para istediklerini duymuştum.
Gerçi gens’m dıştan evlenmeye dayalı olduğu hiçbir yerde açıkça belirtilmiş değildir, ama gene de Romalıların yakın akrabalar arasında evlenmeyi doğru bulmadıklarını biliyoruz.37 GÖreneksel bir yasa olarak hiçbir zaman yazılı belgelere geçirilmemiş olmasının nedeni, bu kuralın çok eski zamanlardan bu yana uygulanıyor olmasıdır belki de.
İlk başlarda eşit bir biçimde otuz cunae'ye bölünmüş 300 gentes bulunduğunu öğreniyoruz.38 Yunan yazarlarının her zaman phratria diye söz ettikleri curia,39 ya bir akraba gentes’[er kümesidir ya da fratri. Her cııria’mn curio adı verilen bir rahip tarafından yönetilen bir tapmağı vardı. Otuz curiones, comitia curiata tarafından seçilen curio maximus’a bağlı kutsal kurulu oluşturuyordu.40 Bu, eli silah tutan bütün erkeklerden meydana gelen bir meclisti, gerçek bir "klanlar kurultayı" idi. Comitia curiata denilmesinin nedeni, oylamanın curiae'ler tarafından yapılmasıydı. Her cîino'nın, kendi gentesTerinin çoğunluğunca belirlenen bir oyu vardı.41 Yabancıların yurttaşlığa alınmasına ve yurttaşların evlat edinme yoluyla bir aileden öbürüne aktarılmasına ilişkin bütün sorunları bu kurul karara bağlıyordu.42
Nasıl on gentes bir cııria oluşturuyorsa, on cııriae de bir tribus oluşturuyordu. Uç kabile vardı: daha çok Latin soyundan gelen Ramn'lar, daha çok Şahinlerden gelen TatiTer; Etrüsk öğesini de içeren Lucer'ler 43 Bunların her birinin kendi kabile şefi vardı ve hep birlikte Populus Ro- manus diye bilinen kabile birliğini oluşturuyorlardı.44
Birliğin en yüksek organı, senatus ya da yaşlılar konseyiydi. Senatörlerin sayısı daha ilk başlarda artırılmıştı. Niebuhr, bunların başlangıçta klan şefleri (principes gentium) olduklarmı ileri sürmektedir.45 Yürütme erki, senato ve comitia curiata tarafından ortaklaşa atanan bir rex ya da kralın elindeydi.46 Rex hem başkomutan, hem başrahip, hem de baş yargıçtı. Krallığın yıkılmasından sonra Rex' in siyasal görevleri ye-
37 Plutarkhos. M. 265d. 289d.38 Titus Livius, 1.13. 6; Plutarkhos, Rom. 20.39 D. H. AR. 2. 7. 3, 6. 89.1; Plutarkhos. Rom. 20, Publ. 7; D. C. 5. 8-9.40 Titus Livius. 27.8.1.41 D. H. AR. 2.14. 3. 4. 20. 2.42 Caius. 1.99; Historical Introduction to the Study o f Roman Law, s. 86.119.12S.43 Titus Livius. 1.13.8.44 D.H.AR. 2.47.45 B. G. Niebuhr, History o f Rome, (Londra. 1885), 1. s. 338-9.46 Titus Livius. 1.17, 32.1, 35. 6; Cicero. De Republico, 2 .12. 3.
9 0 TA RİH Ö NCESİ EGE
ııi oluşturulan konsüllere aktarıldı, ama krallık rahipliği rex sacrorum görevinde varlığını korudu.47
Nedendir bilinmez, çağdaş tarihçiler, bütün bu bilgilere karşı kuşkucu bir tutum takmıyorlar. Sözgelimi, Jolowitz'e bakılırsa, comitia cıt- riatcı'nm kral tarafından getirilen önerileri yürürlüğe koyup koymadığı "son derece kuşkuludur"; ayrıca "çağdaş tarihçiler, Roma tarihçilerinin kralın comitia tarafından seçildiğini düşünmekte haklı olduklarını sanmaktadırlar", çünkü "bildiğimiz kadarıyla temsil düşüncesi daha yakın dönemlerdeki senatonun bileşimine o denli yabancıdır ki, bu düşüncenin en eski dönemlerde bile uygulandığına inanmamız olanaksızdır."48 Roma tarihçileri bu çelişmenin hiç değilse aynı ölçüde farkındaydılar sanırız, ama gene de anlaşılan o sıralar yadsınamayacak kadar güçlü olduğu için geleneği kabul etmişlerdi. Rex sözcüğü Kelt dillerinde benzer bir biçimde vardır ve aynı anlama gelmektedir, üstelik Keltlerde krallar seçimle başa gelmekteydi.49 Dolayısıyla, Romalıların kendi senatolarına benzettikleri Galyalıların meclislerinde de büyük olasılıkla durum aynıydı; öte yandan, meclisten başka bir de askeri şefi bulunan bazı Galya kabileleri İrokua'larla benzerlik göstermektedir.50 Sözünü ettiğimiz tarihçilerin işin içinden çıkamamalarının nedeni, Ro- ma'nın ilk dönemindeki kabile kurumlarım, kabile toplumunun ne olduğu sorusunu ortaya getirmeden açıklamaya çalışmalarıdır.
3. R om a'd a K ra llığ ın A na Soyu nd an G eçm esi
Populus Romanus'un ilk kralı, Roma kentinin kurucusu Romulus'du. O sıralar Şahinlerin büyük çoğunluğu kendi kralları Titus Tatitus'un yönetiminde bağımsız yaşıyordu. Romulus'un yerini, bir Sabin aldı: Titus Tatius'un damadı Numa Pompilius. Daha sonraki kral, Latin soyundan gelen Tullus Hostilius'du. Onun yerine de başka bir Sabin, Nu- ma'nın kızının oğullarından biri olan Ancus Martius geçti. Ardından Etrüsklerin fethi başgösterdi. Bir sonraki kral, Tarquinius Priscus bir Etriisktü. Onun ardılıysa, ne Etrüsklerdendi, ne de Latin soyundan: Tarquinius Priscus'un kızıyla evlenen Servius Tullius bir köleydi. Kral
47 Titus Livius, 2. 2. 1, 6. 4. 1, 9.48 Historical Introduction to the Study of Roman Law, s. 16-7.49 H. Hubert, Greatness and Decline o f the Celts (Keltlerin Büyüklüğü ve Düşüşü), (Londra, 1934), s.
220 .
50 Aynı yerde, s. 221-2.
KABİLEDEN DEVLETE 9!
lığın Servius Tullius'un damadına, Priscus'uıı oğullarından birine geçmesiyle birlikte tekerki de sona erdi.
Bu gelenekte krallık düzenli olarak kadın soyundan geçer.51 Ancus Martius, öncelinin kızı Pompilia'nm oğludur ve bu da ana yanından başa geçtiğini göstermektedir. Pompilia'nm babası Numa da öncelinin kızıyla evlenmişti. Servius Tullius, Priscus'un kızıyla; Lucius da Servius Tullius'un kızıyla evlenmişlerdi. Daha sonraki bir çağın Romalıları, önyargılarına çok ters düşen bir gelenek yaratmışa benzememektedirler.
Krallığın kaynatadan damada geçmesi, çok bilinen bir anayanlı kalıtım biçimidir. Taht erkeklerdedir, ama kadınlardan geçmektedir. İrokua'larda görülen annenin erkek kardeşinden kız kardeşin oğluna biçimindeki kural da aynı ilkeye dayanmaktadır; aradaki tek ayrım, Romalılardaki kuralın evlenmenin daha ileri bir gelişme aşamasını gerektirmesidir. Bu durumda, eğer krallık kaynatadan damada geçerse, kraliçelik de anadan kıza geçer. Acaba bu, kralın bir anlamda karısı adına yönettiğini mi gösterir? Bir sonraki bölümde, bunun böyle olduğunu göreceğiz.
Etrüskler anaerkil olarak bilinirler. Etrüsklerin bazı gömüt yazılarında, ölenin adından sonra babasının adı yazılıdır. Bu, babayanlı bir tutumdur. Bazılarında da hem annenin, hem babanın adı yazılıdır. Burada durum belirsizdir. Kimi gömüt yazılarındaysa, ölenin adının ardına yalnızca annesinin adının eklenmiş olduğu görülür.52 Genus hııic ma tema superbum nobilitas dabnt, incertum de patre ferebatP Bu mezarya- zıtları, analık hukukunda bir gerileme olduğunu göstermektedir.
Yunan tarihçileri, Etrüsklerin "ortak karıları bulunduğunu" ve "çocukların babalarını tanımadığını" söylüyorlar.54 Aynı şeyi tarihöncesi Atinalılar için de belirtiyorlar.55 Kadının kendi seçtiği dilediği sayıdaki erkekle evlenmekte özgür olduğu anaerkilliğin alışılagelmiş bir tanımlanışından başka bir şey değildir bu. Eş aldatma diye bir şey söz konusu değildir -bu, erkeğin icadıydı- ve kadın çocuklarının denetimini çocukların baba soyuna bakılmaksızın elinde tutar. Dolayısıyla, Anadolu'da yaşamış anaerkil bir halk olan Lykia'Ularda, özgür bir erkeğin
51 J.G. Frazer, The Golden Bough'da (Altın Dal), (Londra, 1923-7), “The Magic Art and the Evolution of Kings”, ("Büyü Sanatı ve Kralların Evrimi”), 2. s. 270-2.
52 Bkz. Cambridge Ancient History'de (Cambridge, 1925-39) R. S. Conway, 4. s. 405. Lykia yazıtlarında da aynı d urum söz konusudur: C IC . 4266b, 4316a, 4278, 4215, 4300. Latince’de "anababa” anlamına gelen parens başlangıçta “anne" anlamına geliyordu; M.M. Odgers, The Latin Parens. (Philadelphia, 1928).
53 Vergilius. Aeneis, 11. 340-1.54 p. 222; Karş. Titus Livius, 4. 2. 6.55 Bkz. Bu kitapta Yunan Kabile Kurumlan bölümünün “Eski Yunan Etnolojisi” başlıklı altbölümü.
Çizelge V
ROMA’NIN SABİN VE ETRÜSK KRALLARI
Titus Tatius
ITatia = Num a Pompilius
IPompilia = Martius
Ancus Martius
Tanaquil = Tarquiniııs Priscus
92 T a r İh ö n c e s İ Eg e
Kızı = Servius Tullius
ILucius Tarquinius = Tullia
bir kadın köleden olan çocuğu köle sayılır, buna karşılık bir erkek kölenin özgür bir kadından olan çocuğu özgür olurdu.56 Bu da, bir kölenin bir Etrüsk prensesiyle evlenerek nasıl Kutsal Kent'in kralı olabildiğini ve prensesin erkek kardeşinin prensesin kızıyla evlenip durumunu sağlamlaştırarak nasıl onun yerine geçebildiğim açıklamaktadır.
Şahinlerin analık hukukuna ilişkin anıları, annesi yoluyla Rutulle- rin şefi olan Drances'in ve Volsklarm savaşçı kraliçesi Camilla'nın öykülerinde varlığını sürdürüyordu.57 Şahinler, Rutuller ve Volsklar aynı soydan geliyorlardı. Sabin kadınlarının ırzına geçilmesi, genellikle zorla elde etme yoluyla evlenme durumu olarak açıklanır; gerçekten de böyleydi, gene de bu yoldan karı edinmenin bir zamanlar sanıldığından daha az rastlanılan bir durum olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Ancak, Sabinler anaerkil idiyseler, Romalıların gerçekte bu hanımların kendilerinden çok, mülklerini elde etmeyi amaçlamış oldukları pekâlâ düşünülebilir.
Latin krallarında anayanlılık kuralı görülmemektedir. Peki bu, La- tinlerin ataerkil oldukları anlamına mı gelir? Eğer böyleyse, Latmler öteki İtalyan kabilelerinden bir adım öndeydiler; dünyanın ele geçirilmesi yolunda başta gidiyorlardı.
56 Herodotos, Herodot Tarihi, (Remzi Kitabevi, 1973, Türkçesi: Müntekim Ökmen), 1. 173. Aynı kural eski Çin'de de geçerliydi: K. A. Wittfogel. Wirtschaft und Cesellschaft Chineas (Çin Ekonomisi ve Toplumu) (Leipzig, 1931), s. 400.
57 Verg.A. 11.
K a b i l e d e n D e v l e t e 93
Bir soru daha: Şahinlerin anaerkilliği, Hint-Avrupa soyunun dağılma döneminde ataerkil olduğunu gösteren kanıtlarla nasıl bağdaştırılacaktır? Bu sorunun yanıtı, İtalya'nın arkeologlar tarafından henüz aydınlığa çıkarılmamış tarihöncesinde yatmaktadır. Unutmamak gerekir ki, kalıt yasaları ekonomik güçler tarafından belirlendikleri için, değişmeye yatkındırlar. Bazıları, Italyan halklarım, tarıma dayalı olduğu için büyük olasılıkla anaerkil olduğu sanılan lerramara kültürüne58 bağlıyorlar. Ama ne olursa olsun, bu halklar Etrüsk etkisi altında gelişmişler ve bu da ister istemez onlarm kendi özgün kurumlanın etkilemiştir. Bu, Yunan tarihöncesinde yeniden karşılaşacağımız bir süreçtir.
4. Populus Romanus
Gens, cııria, tribus ve populus, İrokua'lardaki klan, fratri, kabile ve birliğe uygun düşer. Populus Romanus ile İrokua Birliği aynı tipte yapılardır. Ancak aralarında önemli bir ayrım vardır.
İrokua kabileleri, doğal genişleme yoluyla evrimleşmişler ve iç yapılarını bozmaksızın birleşmişlerdir. Romalıların genbirliğiyse, kendince bir edimle ayrı türden öğelerden yapay bir biçimde kurulmuştur. Roma genbirliğinin yapay kökeni, gentes'in ve curiae'nin bakışımlı kümelenmesiyle kanıtlanamaz, çünkü bu sözlü geleneğin yuvarlak sayılara yatkınlığından ileri geliyor olabilir; ama bu yapay köken, tribus sözcüğüyle kanıtlanmaktadır, çünkü tribus "üçte bir" anlamına geldiğinden üç kabilenin birliğini gerektirmektedir. Açıktır ki, genbirlik, Ro- ma'da kurulan yeni yerleşim merkezini örgütlendirmek amacıyla oluşturulmuştur. Nitekim, İrokua'lar yerleşik bir yaşama geçecek kadar varlıklarını koruyabilselerdi, onların tarihindeki bir sonraki adım da bu olacaktı. Gerçekten de, Morgan'ın ortaya koyduğu gibi, Roma gen- birliği, Mexico kenti kurulduğu sırada Aztek Birliği'nce benimsenen yapıya çok benzemektedir.59 Populus Romanus, klan üyesinin bir yurttaş olmak üzere bulunduğu ve kabile sisteminin de bir devlete dönüşmenin eşiğinde olduğu noktayı belirlemektedir.
Tersinden bakılacak olursa, İrokua kabileleri, Romalıların sona eren bir aşamasını örneklemektedir. Daha da eski zamanlarda eski İtalyan soyunun çeşitli kollan İtalya yarımadasında, tıpkı Amerikan yerlileri
38 Bkz. Cambridge Ancient History'de T.E. Peet, 2. s. 568-74.59 Ancient Society (Eski Toplum), s. 191-220.
nin Kuzey Amerika'da yayıldıkları biçimde yayılmışlardı. Eski İtalyan kabileleri, gelenek uyarınca, her yıl erginleme töreninden yeni geçmiş genç kızlar ve delikanlılardan oluşan bir topluluğu yeni bir yurt aramaya gönderirlerdi.
Bu göçmenlerin Tanrıları Mars'ın öküzünü simge olarak benimseyen bir bölüğü güneye, "öküz-kent" Bovianum dolaylarındaki koyaklara uzandı ve sonradan orada Samnitler adını aldı; kurda (hirpus) bağlanan ikinci bir bölüğüyse aynı yönde daha ilerilere gitti ve Hirpinler olarak ortaya çıktı; ağaçkakanı (picus) önder sayan üçüncü bir bölük Um- bria'ııın güneyine, Adriyatik kıyılarına doğru kuzeydoğuya yöneldi ve bu bölgeye onların adından esinlenerek Picenum adı verildi; kendi Tanrıları Mars'a daha açıktan açığa bağlı olan dördüncü bir bölük de dağlık bir bölgenin ortasındaki Fucine Gölü yakınlarında, savaşçı Marslar kabilesini oluşturdu.60
Populus Romanus'un kurulmasının gerçek amacı, Tiber Irmağı üzerindeki yeni yerleşim merkezini örgütlendirmekti. İleride umulmadık sonuçlar doğuracak böylesine bir girişimi tek bir kişiye maledenler, tümden yanılmamış olabilirler. Romulus'un Capitolium tepesinde kurduğu sığınakta kendisine katılmaları için herkese yaptığı çağrının Yunan tarihinde de bir benzeri vardır. İ.Ö. altıncı yüzyılda Kyrene'deki Yunanlılar, anayurttakilere başvurarak, toprağı yeniden bölüşmek üzere kendilerine katılmaya çağırmışlardı. Toprağın yeniden bölüşümü kabile sistemi yeniden kurularak gerçekleştirilmiş, yeni gelen eski yerleşmecilerle üç kabileden oluşan bir genbirlik içinde bütünleştirilmiş, kabilelerden her birine ortak topraklar ayrılmış ve bütün bu işlem özel olarak atanan bir denetmenin denetiminde yürütülmüştü.61 Bundan da anlıyoruz ki, söz konusu dönemde, hem Yunanistan'da, hem de Ro- ma'da kabile yapısı salt biçimsel bir kuruluş -içi boş bir kabuk- olma yolundaydı ve gerçek kanbağı ise yalnızca adda kalmıştı. Yunan kent- devletleri bu kabuğu hiçbir zaman çıkarıp atmadılar. Şimdinin geçmişe bağımlılığının bilinçsizce bir kanıtını sunarcasına, ortadan kalkıncaya dek yurttaşlarını kabilelerde örgütlendirmeye devam ettiler.
94 T a r I h ö n c e s İ E g e
60 J.L. Myres, History of Rome (Roma Tarihi), (Londra, 1914), s. 19.61 Herodol Tarihi, 4,159,161.
9 5
YUNAN KABİLE KURUMLARI
IV
1. A io l'Ia r , D o r'lar ve İo n 'la r
Yunanlılar, üç ana lehçeleriyle bağıntılı olarak, soylarının üç kolunu tanıyorlardı. Aiol'Iar Thessalia'ya, Boiotia'ya ve Anadolu kıyısındaki Aiolis'e yerleştiler. Dor'lar Peloponnesos'un doğusuna ve güneyine yerleşerek buralardan denizlere açıldılar ve güneydeki Kyklad Takımadalarına, Girit ve Rodos Adaları'na ve Karia kıyılarına kadar uzandılar, İon'lar ise Attika'yı, orta ve kuzey Ege'yi ve Anadolu'nun İon'lar- dan dolayı İonia adını alan kıyı bölgesini ele geçirdiler.
En son gelenler Dor'lardı, dolayısıyla Dor'ların kabile gelenekleri en gelişmiş olanıdır. Dor'lar İ.Ö. ikinci binin sonlarında güney Yunanistan'a girdiler. O sıralar üç kabileden kurulu bir birlik oluşturmaktaydılar: Herakles'in oğullarından biri olan Hyllos'un soyundan gelen Hylle'ler; tanrı Apollon'a tapman Dyman'lar, Demeter'e tapman ve adları "tüm kabilelerin erkekleri" anlamına gelen PamphyTler.1 Bunlar, orta Yunanistan'daki dağlık Doris bölgesinden geliyorlardı.2 Doris bölgesi, verimli Boiotia yaylasını sulayan Kephisos Irmağı'nm kaynaklandığı yerdeki Parnassos ve Oita dağlarının arasındaydı. Pamassos'un güneyinde, Apollon'un yüce kenti Delphoi vardı; Apollon tapımı buraya tarihöncesi dönemde Girit'ten ve güneybatı Anadolu'dan getirilmişti.3 Oita dağıysa, Boiotia bölgesindeki Thebai kenti kahramanı Herakles'in öldüğü yerdi.4 Kephisos koyağındaki Lebadeia'da ve güney Tesalya'da
1 W.R. Paton ve E .l. Hicks, Inscriptions o f Cos (Istanköy Yazıtları), (Oxford, 1891), s. 341.2 Strabon, 475-6; Herodol Tarihi, 1,56; Pausanias, 5, 1.2.
Bu kitabın "Anaerki" başlıklı ikinci bölümünün “Ege Bölgesindeki Bazı Anaerkil Tanrılar” başlığını taşıyan altbölümündeki “Apollon”a bakınız.
4 Apollodoros, 2. 7. 7.
Çizelge VI
TARİHÖNCESİ YUNAN SÜREDİZİNİ
96 T a r İh ö n c e s İ E g e
Tarih Anakara Kyklad’lar Girit Mısır
3300
3200Cilalıtaş Çağı Sülaleler
1 III3100
3000
2900 Cilalıtaş Çağı Alt Cilalıtaş Çağı
2800 Erken Minos 1 IV
2700
2600Erken Kyklad
Erken Minos II V-VI
2500
2400 Erken Hellas
2300 Erken Minos III VII-X
2200
2100Orta Minos 1 XI
2000
1900Orta Kyklad Orta Minos II XII
1800 Orta Hellas
1700Orta Minos III XIII -XVII
1600
1500 Geç Hellas 1 Geç Minos 1
1400 Geç Hellas IIGeç Kyklad
Geç Minos II XVIII
1300Geç Hellas III Geç Minos III XIX
1200
1100 Alt Mykene XX
Bkz. J.D.S. Pendlebury, Archaelogy a f Crete (Londra, 1039), s. 301.
Geç Hellas dönemleri aynı zamanda Mykene dönemleri diye de bilinir.
Pyrasos'da, Dor'ların güneye gitmeden önce ele geçirdikleri söylenen tarihöncesi Demeter tapımı merkezleri vardı.5 Üçüncü kabilenin adına ve üç kabilenin tapmalarına bakılırsa, Dor Birliği, tarihöncesi Delphoi ve Boiotia kültürlerinin etkisi altında Orta Yunanistan'da kurulmuştu
5 Pausanias, 9.39.1-5; Homeros, ilyada, (Sander Kitabevi, 1967, Türkçesi: Azra Erhat - A. Kadir), 2.695- 6; Herodot Tarihi, 1. 56.
ve populus Romanus gibi yapay bir kuruluştu. Önce Peloponnesos'a, ardından da denizi aşıp güney Ege'ye yerleştiklerinde, kabile örgütlenmelerini de birlikte getirdiler.6 Elbette bu, üç kabilenin de her devinime edimsel olarak katıldıkları anlamına gelmez. Kabile sisteminin göçler sonucunda karışıldığa uğramış ve Dor'ların yeni yurtlarında geleneksel kalıba göre yeniden kurulmuş olması daha akla yakındır.
İon'larda dört kabile vardı. Bu kabilelerin adları -Aigikorlar, Hop- lesler, Argadlar, Geleonlar- açıklığa kavuşmamıştır. Buna da hiç şaşmamak gerekir, çünkü çağdaş etnolojide, bütünüyle rastlantısal olarak alınmış kabile adlarına değgin pek çok örnek görülür.7 Bu kabilelerin tapmalarına ilişkin bütün bildiğimiz, Geleonların Zeus Geleon'a tapındıkları ve İon Birliği'nin koruyucusunun batı Boiotia'daki Helikon Dağı tanrısı Poseidon Helikonios olduğudur.8 Birlik, hiç kuşkusuz, İonia'ya topluca yerleşilen dönemden daha eskilere dayanıyordu, çünkü aynı dört kabileye Attika'da da rastlanmaktadır. Ne zaman ve nasıl oluştuğuna gelince, bu sorunu ileride yeniden ele alacağız.9
2. Attika Kabile Sistemi
Kabile, fratri ve klanın Yunanca karşılıkları Attika lehçesinde pln/le, phmtria ve geuos'dur. Phyle, bir "ürün" ya da "soy" anlamına gelir. Phrat- ria, aynı birim için İrokuaTarda kullanılan terim gibi, kendisini oluşturan klanlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi belirten bir "kardeşlik"tir. Latince'deki gens'e uygun düşen genos ise, Hint-Avrupa dillerinin derinlerinde yatan bir köke kadar uzanır.
Aiol ve Dor lehçelerinde, genos' un yerini, soyun erkek yanından geldiğini belirten patra, yani "babalık" alır.10 Attika lehçesinde, "klan üyesi" anlamına gelen gennetes sözcüğünün yanı sıra, soyun kadın yanından geldiğini belirten ve "aynı sütü emmiş" anlamına gelen homogalak- tes sözcüğüne rastlarız.11 Eğer ardıllık biçiminde değişiklikler olduysa, bu tür çeşitlemelerin de beklenmesi gerekir.
Y u n a n K a b İl e K u r u m l a r i 97
® Bu üç kabileye birçok Dor yerleşim merkezinde rastlanmaktadır, ama Telos’a yerleşmedikleri anlaşılıyor.
7 Ancient Society (Eski Toplum), s. 114.8 Herodot Tarihi, 1.148.S Bu kitabın "Kahramanlık Çağı" başlıklı dördüncü bölümünün "Akha’lar” başlığını taşıyan
altbölümündeki “ ionTar"a bakınız.10 Herodot Tarihi, 2.143.11 Aristoteles, Politika, (Remzi Kitabevi, Nisan 1975, Türkçesi: Mete Tuncay), s. 8.
98 T a r i h ö n c e s i Eg e
Kabile sistemi çözüldükçe, bu sözcükler de daha geniş uygulama, larla gevşek bir biçimde kullanılır oldular. Pliyle (plıylon) genel olarak kanbağına dayalı her türlü soy için, dahası kimi zaman bir klan için bile kullanılabilmektedir.12 Genos daha da değişkendi. Kabile kökeni belirtilmeksizin "akrabalık", "cins", "soy", "ırk" anlamlarına gelebiliyordu.13 Aynı olay hiç kuşkusuz modern dillerde de olmuştur. Bu birimler için kullanılan eski sözcükler yitip gitmiştir ve etnologların benimsediği "kabile" ve "klan" gibi sözcükler genellikle çok belirsiz bir biçimde kullanılmaktadır.14 Ama eski Yunanlılar kabile toplumuııa bizden çok daha yakın olduklarından, bu sözcükleri kimi zaman gevşek bir biçimde kullansalar da kavramları hiçbir zaman karıştırmıyorlardı.
Aristoteles, ilk AtinalIların dört kabilede örgütlendiklerini, her kabilenin iiç fratriden, her fratrinin otuz klandan, her klanın da otuz kişiden oluştuğunu söylüyor. Sonra da, dört kabilenin mevsimlere, on iki fratrinin aylara ve her fratrideki otuz klanın da bir ayın günlerine uygun düştüğünü ekliyor.15 Her kabilede üç fratri bulunması son derece akla uygundur, klanların dağılımı da Romalılardakinden daha çizemsel (şematik) değildir, peki takvimle kurulan koşutluğun anlamı nedir?
Demokraside, kabilelerin sayısı ona çıkarılmış, takvim yılı da on döneme bölünmüştü. Her dönemde kabilelerin birinden seçilen bir yürütme kurulu görev başına geliyordu. Eğer bu kabilelerin her dönem sırayla görev başına gelmeleri ilkesi yeni bir ilke idiyse, o zaman Aristoteles'in belirttiği gelenekte geçmişe yönelik bir izdüşümü yapıldığını düşünebiliriz. Ama bu ilkenin yeni olduğu su götürür. Demokratik kuruluş yerini aldığı eski sistemin dış özelliklerini yeniden üretecek bir biçimde düzenlenmişti.16 Eğer bu dört eski kabile yılın her çeyreğinde belli amaçlarla ayrı ayrı görev başına geliyorduysa, böyle bir düzenlemenin her yerdeki kabile toplumlarının özelliği olan kuttörenlerdeki elbirliğiyle uygunluk içinde olması gerekirdi. Bu durumda, tarihsel bakımdan aykırılık taşıyan tek öğe, koşutluğun fratrilerden klanlara yay- gınlaştırılmasıdır, nitekim, bu da, sözlü geleneklerin her zaman yatkınlık gösterdiği biçimsel bir yalınlaştırmadın
12 Homeros, Odysseia, (Sander Kitabevi, Eylül 1978, Tütkçesi: Azra Erhat - A. Kadir), 14. 68; Herodot Tarihi, 4. 149.
13 Dolayısıyla, Platon, Philebos, 30d; “gennctoi"lar kanbağıyla ya da doğuştan akraba olan bireyler değil, fratriierde kümelenmiş; genos'ların üyeleridirler.
14 Bkz. Eski Toptum, s. 64.15 Aristoteles, fr. 385.16 Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), s. 207-8.
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 99
Geriye, takvimle açıklanamayan bir nokta, her klana otuz kişinin düşmesi kalıyor. Bu sayı, belki de, zorunlu askerlik ya da vergilendirme açısından hesaplanmış beylik bir oranlamadan kaynaklanıyordu; tıpkı Anglo-Saksonlarda evlerden toplanan yüz kişiyi temsil eden "yüz" sayısı gibi. Bu benzeşme Grote tarafından saptanmıştı. Bugün rastlanmayan başka bir benzeşme de, Samos'da bulunan yazıtlarda görülmektedir. Bu yazıtlara bakılırsa, her kabile "binler"e, her "b in" de "yüz- ler"e bölünmektedir.17
Bu sistemin bakışımı ve takvimle olan koşutluk nasıl yorumlanırsa yorumlansın, geleneğin üç birim arasındaki organik bağa ilişkin özü değişmez. Bu noktada, Aristoteles, hepsi de pliyle, phratria ve genos'u Latince'deki tribus, curia vegens'in eşdeğeri sayan Polybios, Dionysi- os, Plutarkhos ve Dio Cassius ile aynı görüştedir.18 Kabile bir fratriler kümesiydi, fratri de bir klanlar kümesi. Eskiler bu konuda görüş birliği içindedirler ve günümüzde dünyanın her yanında kabile sistemiyle ilgili olarak yapılan araştırmalarda da aynı sonuca varıldığı için tarihöncesi Yunanistan'ın toplumsal örgütlenmesine ilişkin bütün olgular arasında daha sağlam bir temele dayananı yoktur.
Dışsal kanıtları görmezden gelerek Aristoteles'in tanıklığını vargüç- leriyle çürütmeye çabalayan son zamanların tarihçilerinin görüşünü işte bu somut artalan temelinde değerlendirmemiz gerekir. Gardner ve Cary'nin Cambridge Ancient History'de yazdıklarına bakılırsa, ilk Atina kabileleri "bir yığın bağımsız savaş topluluğundan" oluşuyordu; kökenleri bakımından "her şeyden önce silah arkadaşlarından oluşan gönüllü birlikler oldukları anlaşılan" fratrilerin, kabilelerin altböliimleri olduğunu kabul etmek gerekirdi; ama "kendi içinde bağıntılı tek bir kümeden çok, yapay aile topluluklarını" oluşturan "bölgesel birlikler" diye tanımlanan klanlar, fratrilerin altböliimleri değildi.19 Bu açıklamalar desteklemek için başvurulan savların niteliği dikkate değerdir.
Daha birçok Yunan devletinde, belki de bütün Yunan devletlerinde olduğu gibi, Atina'da da, kabileler ordunun birimleri olarak işlev görüyordu.20 İlyada'da Akha'lar "kabile kabile ve fratri fratri" savaş düzeni alırlar.21 Hiç kuşku yok ki, kabile sisteminin askeri işlevleri sava
'7 C. Crote, History o/Creece (Yunanistan'ın Tarihi), (ikinci basım, Londra, 1869), 3. s. 54.18 Bkz. "Kabileden Devlete" başlıklı bölümün 39. notu.19 Cambridge Ancient History'de M. Cary, 3. s. 583-5.20 Is. 2. 42; Herodot Tarihi. 6. 111: Thukydides, Peloponnesos Savaşı, (Hürriyet Yayınları. Mart 1976,
Türkçesi: Tanju Cökçöl), 6.98. 4.21 İlyada, 2. 362-3.
t o o T a r i h ö n c e s i E g e
şın kendisi kadar eskidir, ama sistem daha da eskidir. Kabile sisteminin kökeninin savaşta yattığı görüşü, gelişigüzel bir uydurmadır.
Cary, fratri ile klan arasındaki ilişki konusunda, "Fratrilerin yalnızca klan üyelerini değil, öteki yurttaş sınıflarını da üye olarak kabul etmeleri gerektiğini öngören eski bir Attika yasasının günümüze ulaşmış bir parçası, Aristoteles'e karşı kesm bir sav oluşturmaktadır," diyordu.22 Aslında bu, eski Attika sisteminin çözülmekte olduğu altıncı yüzyıla değgin bir yasadır. Bu yasa, fratriyi bir klanlar kümesi olarak tanımlayan Aristoteles'i haksız çıkarmak şöyle dursun, haklı olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü klan üyesi olmayanlar daha önce dışlanmış olmasalardı, onların klan üyeliğine alınmalarını zorunlu kılan bir yasanın çıkarılmasına da gerek kalmazdı. Yasalar, insanları zaten her zaman kendi istemleriyle yapmış oldukları şeyleri yapmaya zorlamak için çıkarılmaz. Öyle olsaydı tarihçinin işi de bayağı kolaylaşırdı, ama öyle değildir.
"Gene," diye sürüyor sav, "klanların fratrilerin altbölümleri olmadığı kesindir. Genel bir kural olarak, klan üyeleri tümden aynı fratriye bağlı değildi, bu kümeler arasında rastgele dağılmışlardı; Eteobutad'la- rın durumunda olduğu gibi, üyeleri tümden aynı fratriye bağlı bir klan ayrıksı bir örnek sayılmalıdır.23 Bundan anlaşılıyor ki, klanların fratri- lerle en küçük bir kesin bağı yoktur." Bu açıklama bu kadarıyla son derece doğrudur, ne var ki eski sistemin varlığını hâlâ koruduğu durumu, yani demokratik devrimden önceki durumu açıklamayı amaçladığından, iyi niyetli okuru bir noktada uyarmamız gerekir: Açıklamanın dayandığı kanıtlar eski sistemin ortadan kalktığı, devrimden sonraki dönemden alınmıştır. Bu küçük, ama zorunlu düzeltme yapılınca görülecektir ki, doğru sonuç, burada kesin diye açıklanan şeyin tam karşıtıdır. Az önce, yurttaşlık haklarmı taşıyan fratri üyeliğinin altıncı yüzyılda klan üyesi olmayanlara kadar açıldığını görmüştük. Bu, fratriye indirilen ilk darbeydi. İkinci darbe, yüzyılın sonlarında geldi. O zaman, yeni demokratik yapı koşullarında, yurttaşlık hakları fratriye dayanmaktan bütünüyle çıktı. Sonuç olarak, siyasal yaşamdan kopan fratri de, klan da çözülmeye yüz tuttular. Ve bu koşullarda asıl üstünde durulması gereken durum "genel kural" -bu birimler arasındaki organik bağın kopması- değil, burada rastgele olduğu gerekçesiyle bir yana bırakılan ayrıksılıktır. Bütün Atina klanları arasında Eteobutad'lar ya da Butad'lar en eskimiş yapıyı taşıyanı ve dışa en kapalı olanıydı. Bunlar,
22 Bkz. bu bölümün "Attika'da Hellenlerden Önceki Klanlar” başlıklı altbölümü (s. 139).23 Aeschin., 2.147.
Y u n a n K a b İl e K u r u m l a r i i o i
damarlarında topraktan doğma Erikhthoniosün kanını taşımakla övünüyorlardı.24 Kalıtımsal ayrıcalıkları arasında, öteki eski rahipliklerin yanı sıra, devletin koruyucu tanrıçası Polias Athena tapımı da vardı.25 Altına yüzyılda, tüccar sınıfının istediği reformlara karşı, öteki büyük toprak sahiplerini tutuculuk bayrağı altında birleştirmişlerdi.26 Demokratik devrim döneminde ata mallarının hiç değilse bir bölümünü hâlâ ellerinde tuttukları anlaşılmaktadır; çünkü o sıralar bir kolları hâlâ Bu- tadai'da yaşıyordu27 ve adından da anlaşılacağı gibi burası onların en başta yerleştikleri yerdi. Demek ki, bir yüzyıl sonra, bu eskiye bağlı ve inatçı klanın tümden aynı fratriye katıldığını gördüğümüzde, bundan ancak, bir zamanlar genel kural olan şeye gurur duyarak uyduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Son olarak, "klanların yapay niteliğinin eski çağların yazarlarınca açık seçik gözler önüne serildiği; klanların adlarım aldıkları atalarının açıktan açığa birer söylence ürünü olmalarının ve varlıklarım Roma imparatorluğu zamanına kadar aralıksız sürdürmüş çeşitli klanların uzun ömürlülüğünün de bu gerçeği ortaya koyduğu" ileri sürülmektedir. Eski yazarların klanların yapaylığına tanıklık etmelerinin akla uygun tek yanı, klana alınmanın tek yolunun evlat edinme olmasıdır. Ama bu da, ilkel düşüncede doğuş ile yeniden doğuş arasında hiçbir ayrım yapılmadığından, dünyanın her yerindeki klanlar için geçerlidir. Aynı biçimde, Yunan klanının ortak soydan gelmesi, klana adını veren atanın genellikle bir söylence ürünü olmasına dayanılarak çiirütülüyorsa, o zaman günümüzdeki totemci klanların sahip çıktığı ve günümüze dek uzanan soyağaçlarımn da birçok durumda doğruladığı ortak soyun da bir söylence olması gerekir, çünkü bu soyağaçlarındaki ata genellikle ya bir hayvan ya da bir bitkidir. Cary'nin, klanların yapaylığının uzun ömürlü olmalarıyla da ortaya konulduğu yolundaki giderayak edilmiş keskin sözlerine gelince, umutların tümden yitirildiği durumlarda kazananın yanma geçiveren beyler her zaman bulunur demekten başka bir şey yapamayız.
Soruna böyle bir yaklaşım Grote'da bağışlanabilirdi; çünkü Grote, Morgan'dan önce yazdığı için, "gens ve fratriyle ilgili birlikler ilk dönemlerini pek iyi bildiğimizi ileri süremeyeceğimiz sorunlardır,"28 di
24 Apollodoros, 3.14.8; Plutarkhos, M. 843e.25 Apollodoros. 3.15.1; Pausanias, 1. 26. 5; Aeschin., 2.147.26 Herodot Tarihi, c. I, 59-60.27 Plutarkhos, M. 841b.28 History o f Creece, 3. s. 58.
1 0 2 TA RİH Ö NCESİ EGE
ye bir sonuca varırken bir bakıma haklıydı. Ama toplumsal antropoloji alanında elde edilen öteki başarıları bir yana bıraksak bile, Morgan'm bulguları yarım yüzyıldır elimizin altındadır. Dolayısıyla, Aristoteles'in Attika kabile sistemine ilişkin açık seçik tanımlamasını, Cambridge Ancient History'ran bağımsız savaş toplulukları, gönüllü birlikleri ve yapay kümeleri arasında gürültüye getirmenin, günışığma çıkarılmış olanı karartmaktan başka bir işe yaramadığını gördüğümüzde, Grote'un ardıllarının karanlığı aydınlığa neden böylesine kararlılıkla yeğ tuttuklarına şaşırmamak elde değildir. Sakın, Grote'un pek kavrayamadığı ve ardıllarının da kavramaya niyetli olmadıkları bu sorunun içinde onurlarına leke düşürecek bir giz, ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni saklı olmasın?
3. Ev Halkı
Atinalı bir yurttaş, resmi olarak, kişisel adı, baba adı ve bucak adıyla tanınırdı. Bucak, doğumunun kayıtlı olduğu kent ya da köy yöresiy- di. Öteki devletlerdeyse, baba adı yerine klan adına rastlanır.29 Aileyi belirten bir cognomen yoktu. Fanıilia'nın Yunanca'daki karşılığı "ev halkı" anlamına gelen oikos ya da genos'un daha geniş çemberi içinde "en yakm akraba"yı belirten anchisteia idi.30 Oikos, bu birimin kurucusundan, onun çocuklarından, oğullarının çocuklarından ve oğullarının oğullarının çocuklarından oluşuyordu. Kurucu öldüğü zaman varı yoğu oğullarına kalıyordu; oğulları bu kalıta ya ortaklaşa sahip oluyor ya da aralarında bölüşüyorlardı. Ama her iki durumda da ortak kalıtçılar olarak kalıta ortaklaşa sahip oluyorlardı. Oğullardan biri kurucudan önce ölmüşse, onun payı kendi oğullarına, eğer oğulları da ölmüşse erkek torunlarına veriliyordu. Ama dördüncü kuşakta, mallar son olarak kurucunun her biri yeni bir ev halkı oluşturmuş bulunan torunlarının oğulları arasında bölüştürülüyordu.31 Bu sınırlama kurumun bütün yönleri için geçerliydi. Yaşlılığında kurucunun geçimini sağlama ve öldü kten sonra gömü tüne bakma ödevi de oğullara, erkek torunlara ve torunların oğullarına aktarılıyordu.32 Biri öldürüldüğü zaman da
29 C/C. 3064.30 H. E. Seebohm, The Structure o f Creek Tribal Society (Yunan Kabile Toplumlarının Yapısı). (Londra.
1895), s. 54-64, 88-97.31 Aynı yerde, s. 56-64.32 IS., s. 4. 19. 8. 32; Aeschin. c. 1,13.
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 103
vacı olma yükümlülüğü öldürülenin kardeş çocuklarının çocuklarına kadar uzanıyordu ve bunlar aynı büyük dedenin torunları olarak ev halkı içinde yer alan en uzak akrabalardı.33 Bir erkek, çocuğu olmadan Ölürse, onun kalıtçıları sırasıyla babası, erkek kardeşleri ve onların çocukları, babasının erkek kardeşlerinin çocukları, babasının erkek kardeşlerinin oğullarının çocukları oluyordu. Bunların hiçbiri yaşamıyorsa, mallar daha uzak torunlara değil, annesinin ev halkına kalıyordu.34
Oikos ile familia arasındaki ayrılıklar, Attika'daki mülkiyet yasasının Roma'daki kadar olgunlaşmamış olmasından kaynaklanır. Dördüncü kuşakla sınırlandırma, büyük bir olasılıkla, familia'nın mülkün başkasına bırakılabilir olmasından sonra yitirdiği çok eski bir özelliktir. Attika yasalarında, özgürce vasiyetname düzenleme hakkı tanınmamıştı, bu yüzden mülk de hiç değilse yasal olarak başkasına bırakılamıyor- du.35 Ayrıca, Roma'da kadın, kocasının familia'sının bir üyesi, dolayısıyla da mallarının ortak kalıtçılarından biriydi. Buna karşılık, Atinalı kadın, kendi oikos'uvuın vasiliğinde kalıyordu. Onun için kocasının kalıtında en küçük bir haktan yoksundu; bu konuda tek bir kuraldışı durum vardı, o da kadının kocasının o/7cos'unun soyu tükenmişse malların kadının oikos'una kalmasıydı.36
Oikos’a ilişkin bilgilerimizin büyük çoğunluğu Atina'dan kaynaklanmaktadır, ama aynı sınırlamanın bulunduğu benzer kalıt kurallarına günümüze ulaşmış başka bir yasa olan Gortyn (Girit) yasasında da rast- lanmaktadır.37 Nitekim, dünyanın Kronosoğulları arasında paylaşıldığı Homeros söylencelerinin temelinde ortak ardıllık ilkesi yatmaktadır. Zeus göğü alır, Poseidon denizi, Hades de yeraltmı; yeryüzü ve Oly- mpos ise ortaktır.38 Bölüşülen ilk üç öğe, özel mülkü temsil etmektedir, taşmmaz mala, yani toprağa ve eve ise ortaklaşa sahip olunmuştur.
Oikos'un kökeni H. E. Seebohm tarafından şöyle açıklanmıştır:
Bir erkeğin ölmeden önce torununun çocuklarından sonrasını görebilmesi son derece uzak bir olasılıktı. Ayrıca, savaş ya da istila dönemlerinde oğullan ya da erkek torunlan orduyla birlikte uzaklara gidebilir,
33 D. 43. 57; Platon, Leg. 871b. Aynı sınırlama kadın akrabaların ölenin evine alınması konusunda da geçerliydi; D. 43. 62. 57. 66, S/C. 1218. Her iki durumda da amaç, bir klan kan davasını önlemekti.
34 IS. 7. 22. II. 1-2.35 Bu hak ilkel yasalarda yoktur: A. S. Diamond, Primitive Low (İlkel İnsan Yasası), (Londra, 1935), s.
248-50.36 The Structure o f Creek Tribal Society, s. 27-8.37 Lex. Cort. 5.10-21.38 ilyada, 15.187-93.
1 0 4 TARİH Ö NCESİ EGE
geride yaşlı adamla torunlarının çocuklarını bırakabilirdi... Dolayısıyla, özellikle babanın ölümünden sonra mal mülke bölünmeden sahip olunduğu durumlarda, kardeş torunlarının (yani ortak büyük dedeye kadar götürü lebilen herkesin) belli bir oikos'un dolaysız soyunun doğal bir sınırını oluşturduğunu ve bunların ataların kalıtı üstünde hak ileri sürebilecek en uzak akrabalar olduklarını kolayca görebiliriz. Evin reisi olan büyük dedenin ölümünden sonra, onun torunları büyük bir olasılıkla mallan bölüşmek ve kendi başlarına yeni evler kurmak isteyeceklerdir. Genellikle en büyük oğul babasının babasının adını alır, en yaşlı kolun adını sürdürür ve büyük dedenin gömütü başında düzenlenen dinsel törenlerin yerine getirilmesinden sorumlu tutulurdu... Böy- lece, doğal olarak, genos'un öteki ve dıştaki üyelerine ancak dolaylı bir biçimde ulaşan bağların sımsıkı birleştirdiği kan ilişkilerine dayalı bir iç kümenin doğduğu anlaşılmaktadır?39
Kimi durumlarda aym sınırlamayı içeren benzer ev halkı tiplerine Keltler, Cermenler, İslavlar ve Hindular arasında da rastlanmıştır40 ve bunun kökeninin ortak olduğuna ilişkin bir belirti vardır. Hint-Avrupa akrabalık terimleri arasında kocanın erkek kardeşinin karısı için kullanılan terimin sınıflandırma sistemine girmediğini görmüştük. Şimdi bu durum, ataerkil ev halkının bir yeniliği olarak açıklanabilir; ataerkil ev halkı, kurucudan sonraki her kuşakta, birbirleriyle salt bir erkek kardeşler kümesiyle evlendikleri için akraba olan bir kadınlar kümesini aynı çatı altında toplamaktaydı. Demek ki, Hint-Avrupa klanı daha bu ilk döneminde bile modern ailenin tohumunu taşıyordu; bu da, sınıflandırma sistemlerinin çökmesi kadar bu halkların dağılmasmın nedeninin de bireysel mülkiyet haklarının baskısı olduğunu gösteren bir belirtidir.
4. Attika'da Hellenlerden Önceki Klanlar
Cary'nin Aristoteles'e karşı ileri sürdüğü savlardan biri de, klan üyesi olmayanların fratrilere alınmasını öngören eski Attika yasasıydı. Yasada sözcüğü sözcüğüne şöyle deniliyor: "Fratrinin orgeorıes'len ve ho- mogalaktes'leri kabul etmesi zorunludur."41 Ancak Cary bu sınıflama-
39 The Structure of Creek Tribal Society, s. 54-5.40 Aynı yerde, s. 49-54.41 Philoch, 94.
Y u n a n K a b î l e K u r u m l a r i 105
lan tanımlamaya çalışmadı. Bunların klan üyesi olmadıklarını hiç düşünmeden kabul etti. Oysa bu varsayımın tartışmasız benimsenmesi olanaksızdır, çünkü söz konusu yasadan alıntı yapan Philokhoros, ho- mogalaktes'lerin, "bizim klan üyeleri (gennetai) dediğimiz şey olduğunu" eklemektedir.
Orgeones'ler, her ay yerel Tanrıya ya da kahramana kurbanlar sunmak üzere bucakta toplanan bir dinsel derneğin üyeleriydiler.42 Bu At- tika'ya özgü derneklerin toplumda resmi bir yeri vardı. Bir yurttaş bir erkek çocuğu evlat edindiği zaman, onu kendi fratrisinin üyelerine (phrateres), kendi bucağının üyelerine (demotai) ve kendi orgeones'leri- ne tanıtırdı.43 Fratri bölgesel bir birim değildi, ama gerek demotai'lar, gerek orgeones'ler aym yöredendiler. Denilebilir ki, orgeones'ler dinsel bir sıfat taşıyan demotai'lardı.
Bu kanıtlar, bucakların yerel yönetim birimleri olarak yeniden düzenlendikleri demokratik devrim sonrasıyla ilintilidir. Hiç kuşkusuz, bucaklar demokratik devrimden önce de vardılar, ama tıpkı köyler gibi resmi bir nitelikten yoksundular. Sonuç olarak, orgeones'lerin, köy tapımını yönetmek üzere demotai'lardan ve denıotai'larca atanan kişilerden oluşan bir kurul olduğunu söyleyebiliriz.
Adlarını bildiğimiz yaklaşık iki yüz kadar Attika bucağının en azından otuzu klan adıdır.44 Örneğin, Philaidai bucağı, Philaidai klanına adını veren Philaios'un Attika'ya ayak bastığı yer olan Brauron yakınlarında kurulmuştu 45 Hiç değilse bu tür örneklerde bucak kesinlikle bir klanın yerleştiği yerdi. Ayrıca, yirmi beş kadar da adını ağaç ya da bitki türlerinden almış bucağa rastlıyoruz; örnekse, Aigilia (yaban yulafı), Hagnus (söğüt), Marathon (rezene), Myrrhine (mersin), Rhamnus (cehri). Bunlar elbette tarihöncesi Yunanistan'da çok yaygın oldukları bilinen bitki büyüsü ve ağaca tapınmayla ilgili yerel tapınılan akla getirmektedir. Orgeon sözcüğü, büyük bir olasılıkla, gizli dinsel törenler, "cinsel şenlikler" anlamına gelen orgia ile ve İthaka kentinin hemen dışındaki kutsal kavak korusu46 gibi işlenmiş ya da işlenmemiş kutsal toprak parçası demek olan orgas ile bağıntılıdır.47 Bu tür korular İonia
42 Phot, orgeones; Poll. 8. 107.43 IS. 2. 14. Belki de Attika'nın tüm yörelerinde bulunmadıkları için bu formülde orgeones'terden her
zaman söz edilmemektedir.44 A. Pauly ve G. Wissowa, Realencycbpadie der klassisehen Alurtumswissenschaft, (Stuttgart, 1894-1937).45 Plutarkhos, Sol. 10.46 Harp, orgeones.47 Odysseio, 17. 204-11,
ro6 TA RİH Ö NCESİ Eg e
Adaları'nda hâlâ vardır.48 Avrupa ve Asya'nın birçok yöresinde köylerin değişmez birer Özelliğidirler ve Hindistan'da bugün bile yerel yeryüzü tanrıçasına buralarda tapınılmaktadır.49
Attika'mn bilinen en eski halkı, Hellenlerden olmayan Pelasg'lardı; bu halktan daha ileride söz edeceğiz. Bana öyle geliyor ki, orgeones'ler ilk başta PelasgTarm klan üyeleriydiler. Bu klanlar anayanhydı; dolayısıyla "aynı sütü emmiş" demek olan homogalaktes adı da buradan geliyordu. Bu klanlar köy yerlerinde yaşıyorlardı ve her birinin klan ta- pımının (orgia) sürdürüldüğü kendi kutsal korusu (orgas) vardı. Yunanca konuşan istilacılar kendi kabile sistemlerini de getirdiler ve bu yerlileri kendi sistemlerinin dışında tuttular. Böylece, yeni klanlarca özüm- lenenleri bir yana bırakırsak, eski Pelasg köy tapınılan belirsizliğe düştüler. Ama yok olup gitmediler. Bu köy tapmaları, altıncı yüzyılda topraklara el konulması sonucunda yerinden yurdundan olan gezginciler, yurtsuzlar, evsiz barksızlar ve kabiledışı kalmış öteki öğeler için doğal bir toplanma yeri oluşturdular ve demokratik devrimden sonra eski soylu klanların yerine geçen yeni bucaklar sisteminde yerlerini alarak yeniden eski durumlarına kavuştular.
5. Totemci Kalıntılar: Yılana Tapınma
Atina genos’u, özel bir tapmakta bir archon ya da şef50 tarafından yönetilen bir ata tapımını sürdürüyordu ve ölülere kahramanlar olarak tapınılan kendi gömütlüğü vardı.31 Ölülere tapınma ve belki de tüm klan tapımı, köy orgia'lan gibi her ay düzenlenen törenlere dayanıyordu.52 Peki, bu tapmalar totemci miydi acaba?
Totemciliğin karşılaştırmalı bir incelemesi, bu soruyu olumlu yanıtlamamız için öylesine güçlü ipuçları getirmektedir ki, kanıtlama zorunluluğu ister istemez soruyu olumsuz yanıtlayanların sırtına yıkılmaktadır. Yunan dininde totemci öğelerin bulunduğunu yadsıyan- lar, görüşlerini, ancak konuyu dinin genel tarihi içindeki bağlamından yalıtarak savunabilmişlerdir. Bunun sonucunda da, Yunan kültürünün en çarpıcı özelliklerinden biri, yani bitkilerin ve hayvanların
48 D. T. Ansted, The Ionian Island (Yunan Adaları), (Londra, 1863), s. 191-5.49 B.H. Baden-Powell, The Indian Village Community (Kızılderili Köy Topluluğu), (Londra, 1896), s. 23.50 1C. 2. 605; 3. 97. 680, 702.51 Plutarkhos, Them. 1; Herodot Tarihi, 5. 61. 2.52 S. £1.281.
Y u n a n K a b İl e K u r u m l a r i 107
söylencelerde ve dinsel törenlerde oynadığı rol açıklığa kavuşturulamamıştır.
Cambridge Ancient History'de klanın "yapay bir aileler topluluğu" diye ele alınarak ailenin kökeninin nasıl erişilmez bir geçmişin belirsizliğine gömüldüğünü görmüştük. Bu yüzden, klan tapımıyla ilgili olarak, bu yetkililer, çirkin bir sözmüş gibi totemcilik sözcüğünü kullanmaktan kaçınarak "Yunan dininin bu varsayılan tanrı-öncesi kültür aşamasıyla olan bağıntısının suya düştüğünü" ileri sürüyorlar.53 Lykei- os Apollon'un bir kurt-tanrı olduğunu herkes kabul ediyor;54 gelin görün ki, bu kurt-tanrı belki bir zamanlar gerçekten bir kurttu, ama bu o kadar eskide kalmıştır ki şimdi ortaya çıkıp işimize burnunu sokması bir çuval inciri berbat edecektir. Yunan arkeolojisine büyük katkılarda bulunan Nilsson bile, "Yunan dininde ille de totemci bir açıklama gerektiren hiçbir şey bulunmadığı" ve "Yunanlıların ataları arasında totemciliğin olup olmadığının bile kanıtlanmadığı ve bunun su götürür olduğu" konusunda diretmektedir.55 Nilsson'un genellikle son derece açık seçik ve inandırıcı olan uslamlamasının, bu sorunla yüz yüze geldiğinde yıkılıp gittiğini ayrıntılı bir biçimde gösterebiliriz.
Yunan dininin, Mykene uygarlığı zamanından Hıristiyanlık çağma kadar durmadan kanıtlanan başlıca özelliklerinden biri, yılana tapınmadır. Yunan totemciliği konusuna bu tapmaların kısa bir incelemesiyle girilebilir. Üstelik bu, genel olarak totemciliğe de biraz daha ışık tutacaktır.
Ülkenin her zaman en geri yörelerinden biri olan Epeiros bölgesinde ta Hıristiyanlık çağına kadar kutsal bir Apollon ormanı vardı. Bu ormana yalnızca bir rahibenin girmesine izin veriliyor, rahibe de orada Delphoi ejderinden doğduklarına inanılan yılanlara bakıyor, onları ballı çöreklerle besliyordu. Yılanlar çörekleri bir lokmada yutarlarsa, o yılın iyi geçeceğine inanılıyordu.56 Burada karşımıza çıkan, Delphoi tanrısı Apollon'un yörüngesine girmiş bulunan tanrı-öncesi bir yılan tapımıdır.
Kronos dağında ebe tanrıça Eileithyia'nın Olympia'daki kutsal koruluğa bakan bir tapınağı vardı. Bu tapınakta Sosipolis, yani "devletin kurtarıcısı" adı verilen bir yılan yaşıyordu. Bu yılan da bir rahibe tarafından ballı çöreklerle besleniyordu. Oraya yalnızca bu rahibe, o da an
53 Cambridge Ancient History'de, W.R. Halliday, 2.613.54 Aynı yerde. 2.632.55 M.P. Nilsson, History ofCreek Religion (Yunan Dini Tarihi). (Oxford, 1925), s. 77-8.56 Ael, NA. 11,2. Lavinium'da da benzer bir tapun vardı: Aynı yerde, 11.16.
ı o 8 T a r İh ö n c e s İ Eg e
cak başı örtülü olarak girebiliyordu.57 Söylenceye göre, Elis'li erkekler Arkadia'lılarla savaşa tutuşmak üzereyken Elis'li kadınlardan biri yeni doğmuş bebeğini getirip iki ordunun arasına bırakmış. Bebek anında yılana dönüşünce Arkadia'lılar o kadar korkmuşlar ki tabanları yağ- layıvermişler. Daha sonra yılan toprağa girip kaybolmuş ve sonradan tam oraya bir tapmak yapılmış.58
E. N. Gardiner, klasik Yunan atletini karşılaştırmalı antropolojinin saygısızlıklarından korumaya özen gösterdiği Olympia kentine ilişkin
yapıtında, bu tapımı ve onunla ilgili söylenceyi "dördüncü yüzyılın boş inançlara dayalı safdilliğinin tipik bir örneği" diye nitelendirerek bir yana atıyordu.59 Oysa bütün bir klasik dönem boyunca Yunanistan'ın olanca görkeminin ortasında, Atina'daki akropoliste nerdeyse özdeş bir tapımın boy attığını unutuyordu. Hero- dotos'un yapıtının ünlü bölümlerinden birinden, Persler Atina'ya yaklaştıkları sırada Erekhteus tapmağında yaşayan kocaman bir yılanın kendisine aydan aya verilen ballı çöreği yemeyerek kent halkını uyardığım, böylece Atmalıların kenti boşaltmalarını sağladığını öğreniriz.60 Bu örnekte de, sürüngene her ay ballı çörek sunulmakta ve devletin güvenliğini sağladığına inanıldığından ona Koruyucu Yılan denilmektedir.61 Bununla toprak tanrıçasının ya da başka bir yoruma göre At- hena'nm oğlu Erikhthonios söylencesi arasında bağıntı kurulmaktadır.62 Erikh- thonios'un bir yılan olarak doğduğu ya
Resim 2. Athena ve yılan: Melos ^ doğduktan sonra bir çift yılan tarafın- Adasından bir kabartma ° '
57 Pausanias, 6. 20. 2.58 Pausanias, 6. 20. 4-5.59 E. N. Gardiner, Olympia, its History and Remains (Olympia, Tarihi ve Kalıntıları), (Oxford, 1925), s.
125.60 Herodot Tarihi, 8. 41.61 Hsch. oikuron ophin,62 Apollodoros, 3.14. 6.
Y u n a n K a b İl e K u r u m l a r i 109
dan büyütüldüğü söylenmektedir.63 Erikhthonios'un ruhu tapınakta beslenen hayvanın bedenine girmiş, Atina kralı Erekhtheus da onun soyundanmış; Erekhtheus'un kızı Kreusa terk ettiği bebeğinin boynuna babasının anısına yılandan bir gerdanlık takmış.64
Nilsson bu tapımla ilgili olarak şöyle diyor "Eğer My kene döneminde ortaya çıktıysa, Athena'nm niçin tapınağın koruyucu yılanıyla birleştirildiği anlaşılabilir. Minos'daki ev tapmaklarında tapınılan tanrıça bir yılan-tanrıçaydı." Peki, yılan-tanrıça nereden geliyordu öyleyse? "Yılanın, ölenin ruhunu temsil ettiği sanılmıştır," diyor Nilsson. "Ne ki, yılan her zaman ölülerin temsilcisi değildir. Gerek eski halkbilimde, gerek modern halkbilimde yılan evin koruyucusu olarak bilinir ve bugün Yunanistan'da hâlâ yılana Evin Efendisi diyenler ve sunular sunanlar vardır. Minos'un evcil yılan-tanrıçasmı açıklamak için daha uzağa gitmek gereksizdir."65 Nilsson, Athena ile yılan arasında daha sonraki dönemde bağ kurulmasının nedeninin aynı bağın tarihöncesi dönemde de kurulması olduğunu ve aynı nedenle bugünkü Yunan köylülerinin yılana Evin Efendisi dediklerini ve çeşitli sunular sunarak onu beslediklerini ileri sürüyor. Tamam da, niçin? Daha uzağına gitmemize izin verilmeyen bu açıklama gerçekte hiçbir şeyi açıklamamaktadır.
Resim 3. Gömüt tepesi ve yılan: Attika vazosu
63 Pausanias. 1. 24. 7; Hyg. Ast. 2 .13.64 Euipides, ton 18-26.65 History of Creek Religion, s. 26-7.
n o T a r İh ö n c e s i Eg e
Resim 4. Ölüler Şöleni: Lakonia kabartması
Eski Yunanistan'ın incelenmesi açısından modern Yunan halkbiliminin taşıdığı değer yadsınamaz. Ama hiç kuşku yok ki, iki bin yıllık bir dönemi bir sıçrayışta geçmeden önce, Jane Harrison'm sözünü ettiği o eski gömiit kabartmalarına bir göz atmamıza izin verilebilirdi. Çünkü bu kabartmalardan birinde, ölü yemek yerken ardından bir yılan yükseliyor ya da ölünün elindeki iki kulplu tastan içiyor. Yılan ölünün kendisidir. Sonra gene, Jane Harrison'm sözünü ettiği o siyah resimli vazo var, bu vazodaki resimde, bir gömütten yükselen bir yılan geriye çekilen bir adamı kovalıyor.66 Orestes'e annesinin yılan ya da yılansı kadın kılığındaki öç perileri tarafından nasıl işkence edildiyse, burada da kaçmakta olan adamın gerçekte kurbanının ruhu tarafından kovalanan bir katil olduğu açıktır. Bu yılansı Erinys'ler, ölülerin ruh
66 J.E. Harrison, Prolegomena to the Study o f Creek Religion (Yunan Dinine G iriş) (Üçüncü basım, Cambridge, 1922), s. 237, 325-31. Bkz. Resim 3 ve 4.
Y u n a n K a b İl e K u r u m l a r ! I l l
larıydılar. Gene, Nilsson'un kendi açıklamaları sonucunda, Yunanlılardaki kahraman tapımlarının ölülere tapınmadan kaynaklandığı konusunda görüş birliğine varılmıştır.67 Kahramanlar hep yılan kılığında ortaya çıkıyorlardı. Plutarkhos, ölüsünün gövdesine dolanan bir yılan tarafından akbabalardan kurtarılan Kleomenes'in ölümünü anlattıktan sonra, "eskiler yılanın kahramanlarla bütün öteki hayvanlardan daha yakın bir bağıntısı olduğuna inanırlardı," diye ekliyor.68
Başka bir yılan-kahraman olan Kykhreus da Salamis Savaşı'na katılan bazı Yunan kadırgalarında belirmişti... Anlatıldığına göre, Sala- mis'den kovulan Kykhreus, Demeter tarafından Eleusis'de karşılanmış ve hayvan kılığında kalarak Demeter'in buyruğuna girmiş ve orada kalmış.69 Demeter de Minos'un yılan-tanrıçasıydı. Saygıdeğer Hesio- dos, bu tanıklığıyla, Nilsson'un modern halkbilime sığınarak geçiştirdiği noktayı açıklığa kavuşturuyor.
Günümüz Avrupasındaki köylü görenek ve gelenekleri, eskiyip gitmiş bir dinsel törenin kalıntılarından başka bir şey değildir, bu yüzden de açıklanabilmeleri için o dinsel törene gereksinme duyulur. Eğer yılan modern Yunan halkbiliminde ilk baştaki önemini bütünüyle yitirmiş olsaydı, eski kanıtlar pek az bir değer taşıyacaktı. Ama yitirmemiş- tir. Vaftiz edilmemiş bebekler halk arasında dmkoilcıs, yani "yılanlar" diye anılır, çünkü yılana dönüşüp ortadan kaybolabileceklerine inanılır.70 Olympialı bebeğin başına gelen de budur.
Gerçi dolaysız kanıtlar belirleyicidir, ama karşılaştırmalar da yararlı olabilir, çünkü bu sorunlara olabilecek en geniş açıdan bakmak her zaman bir üstünlük sağlar. Kaldı ki, eski Yunanistan'ın da ötelerine uzanmayı düşünüyorsak, neden günümüz Yunanistan'ında durup kalalım? Gerçekte, Yunanlılar yılana tapınma konusunda eski Mısırlılarla, Samilerle ve yeryüzünün dört yanındaki ve her çağdaki ilkel halklarla aynı tutumu paylaşıyorlardı. Ölülerin yılanlarda cisimlenmesi, insanlığın ortak kalıtı olan bir inançtır.71 Yılan, deri değiştirerek yeniden canlılık kazanır ve böylece ölümsüzlüğün ve yeniden doğma gücünün bir simgesi olup çıkar. Bu da, ölümün ve bütün acılarımızın nasıl ortaya çıktığını açıklamayı amaçlayan sayısız masalda yılanın ne aradığını açıklığa kavuşturuyor. Günümüzde Melanezya dillerinde "sonsuz
67 History o f Greek Religion, s. 103-4.68 Plutarkhos, Cleom. 39.69 Pausanias. 1. 36.1; Apollodoros, 3.12. 7.70 Prolegomena to the Study o f Greek Religion, s. 331.71 The Mothers (Analar), 2. s. 641-51, 660-73.
112 T A RİH Ö N C ESİ EGE
yaşam" anlamında kullanılan deyim, tamı tamına "deri değiştirmek" anlamına gelmektedir.72 Mısırlıların Ölüler Kitabı'nda ölü, yılan olmak için yakarıda bulunur: "Ben, yılan Sata'yım... Ölürüm ve yeniden doğarım."73 Fenike'liler ise, yılanın, yalnızca yaşlılığı kovup yeniden gençleşme yetisine değil, gücünü artırma ve boyunu uzatma yetisine de sahip olduğuna inanırlardı.74 Yılan, derisini değiştirmekle yaşlılığı attığına göre, "deri" karşılığı kullanılan Yunanca sözcüğün açıklamasını daha fazla aramamıza gerek yoktur; bu sözcük "yaşlılık" anlamına gelen gems'd ur (Latince'de senectııs).
Zulu'lar ölülerini kutsal ormanlara gömerler. Her ormanda, o yörede ne kadar köy varsa o kadar da gömütlük vardır. Ormanlara herkesin girmesi yasaktır, yalnızca rahip girebilir. Ölüler, rahibe, kimileyin memeli hayvan, genellikle de yılan biçiminde olmak üzere sık sık görünürler/5 Bir keresinde, köy halkı uzaklarda bir yerde bir düğün şöleninde eğlenirken, köydeki kulübelerden birinde kalmış olan yaşlı kadınlar duvarda iki yılanın dolaştığını görünce korkuya kapılmışlar. Hemen köy başkanına haber salmışlar. Köy başkanı gelip durumu anlayınca onları şu sözlerle yatıştırmış: "Korkacak bir şey yok, bunlar bizim ata tanrılarımız, şölene katılmaya gelmişler!"76 Masai'lerde tanınmış biri öldüğü zaman adamın ruhu bir yılana geçer ve çocuklarına bakmak için köyüne gelir.77 Bunu bir Yunanlıya anlatsanız, adamın bir kahramana ya da evin koruyucusuna dönüştüğünü söylerdi sanırım. Masai'lerde bütün aile ve klanların kendi yılan türleri vardır ve bir klanın atalarının bu yılanda cisimlendiğine inanılır. Savaşta yenik düşen bir erkek, aile yılanlarını çağırırken şöyle bağırın "Anamın evinin öç alıcıları, çıkın ortaya!"78 Klytaimnestra ve Sosipolis'in öykülerini din-
72 Aynı yerde, 2. s. 643.73 E.A.W. Budge, The Cods of the Egyptians (Mısır Tanrıları), (Londra, 1904), 2. s. 377. Minos’un oğlu
Glaukos’la ilgili Yunan söylencesinin temelinde de aynı düşünceler yatar (Apld. 3. 3.1-2).74 Eusebios, PE. 1.10. 46-9.75 H. A. Junod, Life o f a South African Tribe (Bir Güney Afrika Kabilesinin Yaşantısı), (ikinci basım.
Londra, 1927), 2. s. 367-7,384-5.76. Aynı yerde, 2. s. 384. Bathongaların yaşlı bir rahibi, Junod'a, sunuda bulunmak için kutsal bir ormana
girmek üzereyken karşısına birden bir yılanın, yani Makundju'nun babasının çıktığını, kendisini ve yanındakileri çevreleyerek onlara, "Sağolun! Demek hâlâ buradasınız, çocuklarım! Bana armağanlar getirmişsiniz,” dediğini anlatmıştı. )unod, rahibe, bu anlattıklarının gerçek mi yoksa uydurma mı olduğunu sorduğunda yaşlı adam şöyle yanıt vermişti: "Elbette gerçek... Bunlar büyük hakikatlerdir!” (Life of a South African Tribe, 2. s. 384-5). Yunan ve Bantu yılan tapımları arasındaki tek önemli ayrım, Yunan tapırtılarının kadınlar tarafından yönetilmesidir.
77 A.C. Hollis, The Masai, their Language and Folklore (Masai Yerlileri, Dilleri ve Töresel Yaşamları) (Oxford, 1905), s. 307-8.
78 Aynı yerde, s. 308.
jeyerek büyüyenler, bu çağrıyı duyduklarında sanırız hiçbir yoruma gerek duymazlardı. Bu Bantular özgürlüklerine kavuştuklarında, hiç kuşkum yok, aralarından çok iyi arkeologlar çıkacaktır.
Yılana tapınmada, klan toteminin yerini genelleştirilmiş bir yeniden cisimlenme simgesi almıştır. Bu da, totemciliğin değiştirilmiş bir biçimidir.
6. Totemci Kalıntılar: Klan Belirtkeleri
Atina akropolüne dönersek, Erekhteus'un ailesinde yılanın hem ata olarak, hem de belirtke olarak ortaya çıktığını görmüştük. Bu da, Erekh- teid'lerin nerdeyse bir yılan klanı olduklarını gösterir. Ama Erekhte- id'lerin bir klan oldukları bilinmemektedir. Bu ad Atmalılar için şiirsel bir san olarak kullanılmıştı ve tarih döneminde tapımın kendisi de Bu- tad'lar tarafından yönetilmişti.79 Bu örnekteki kanıt yeterli değildir, dolayısıyla tek söylenebilecek şey, bunun totemci bir ideolojiyi öngördü-
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r ! 113
Thebai'lı Spartoi'lara bu adın verilmesinin nedeni, Kadmos'un Thebai kentinin temeline ektiği ejder dişlerinden çıkmış olm alarıdır.80 İ.Ö. 362'de Leuktra'da ölen Thebai'lı önder Epameinondas, bu klanın üyesi olduğu için bir ejderle bezenmiş bir kalkan resmi taşıyan bir gömü- te gömülmüştü.81 Klanın atası da, belirtkesi de ejder olduğuna göre, klan toteminin de ejder olması gerekir.
Phrygia'da, Ophiogeneis, yani "yılandan doğma" adım taşıyan bir klan vardı. Yılan ısırmasına karşı kalıtımsal bir bağışıklığı bulunan bu klanın soyu, Artemis'in kutsal korusunda bir yılanın döllediği bir kadından doğan çocuğa dayanıyordu.82 Burada, bilinen türden bir söylence, Epeiros'da gördüğümüze benzeyen bir tapımla birleştirilmek- tedir.
Bütün büyük Attika klanları, tıpkı Spartoi'lar gibi, kalkanlarının üstüne ata belirtkelerini işlerlerdi. Örneğin Alkmaionid'lerin triskeles'i, Pei- sistratid'lerin atı, Philaid'lerin at sağrısı, Butad'ların öküz başı ve hangi klanların olduğu anlaşılamayan daha birçokları.83 Triskeles, kökeni
79 Harp. Eleobutadai; Paıısanias, 1. 26. 5; Apollodoros, 3.15.1.80 Pi. P. 5.101.81 Pausanias, 8.11. 8.82 Strabon, 588; Ael. NA. 12. 39.83 C. T. Seltmarı, Athens, its History and Coinage, (Cambridge, 1924), s. 24,30,49.
114 TA RİH Ö NCESİ EGE
belirsiz bir simge olan gamalı haçtır.84 Pei- sistratid'lerin soyağacı Nestor'un oğlu Pei- sistratos'tan geçerek, hayvanlan arasında bir de at bulunan Poseidon'a kadar uzanmaktadır.83 Philaid'lerdeki at sağrısı gerçekte bir klanın bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bir "yarım totem "di.86 Bu klanın öteki yarısı büyük bir olasılıkla Eury- sakid'lerdi. Aias'ın iki oğlu Philaios ve Eurysakes Salamis'deıı Attika'ya göç etmişler, Philaios Brauron'a, Eurysakes de Atina'ya yerleşmişti.87 Öküz başı ise, Bu- tadiarın siyasal etkisinin doruğunda olduğu dönemde sikkelerin üstünde görünmesiyle saptanmıştır. Pek kesin olmasa da, "sığırtmacın oğulları"nm {boutes), komii- nal bir klan şöleninden alındığını gösteren açık belirtiler taşıyan bir şenlik olan Athena Bayram ları'nda88 kalıtımsal bir yerlerinin bulunması olasıdır.89 Bu şenlikte önce bir öküz kurban ediliyor, sonra da totem yasağının çiğnendiği durumlarda
genellikle yapıldığı gibi bir bağışlatma töreni düzenleniyordu.90Başka bir Attika klanı, Dionysos Melpomenos rahipliğini ellerinde
tutan Euneid'ler, şarap tanrısı Dionysos'un torunu Lemnos'lu Hypsipy- le'nin soyundan geliyorlardı.91 Bir keresinde, Hypsipyle tam öldürülmek üzereyken birden oğulları ortaya çıkmışlar, klan belirtkesi olan altın rengi asmayı göstererek kimliklerini kanıtlamışlar ve Hypsipyle'yi kurtarmışlardı.92 Bir de, Theseus'un soyundan gelen Lykia'h İoksid'le- rin kuşkonmaz yakmaları yasaktı, çünkü kadın ataları Perigune'nin
84 A.C. Haddon, Evolution in Ari (Sanatın Evrimi), (Londra, 1895), s. 282.85 Herodot Tarihi, 5. 65. 4.86 Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), 1. s. 10, 58, 77, 2. 397, 520, 3.100, 4.175.87 Plutarkhos, Sol. 10.88 W. Robertson Smith, Religion of the Semites (Samilerin Dini), (Üçüncü basım, Londra, 1927), s. 304-
6.89 ). ToepfFer, Attische Cenealogie, (Berlin, 1889), s. 136.90 Totemism and Exogamy, 1. s. 18-20, 2.156-8, 160, 3. 67, 81.91 1C. 3. 274. 278.92 A P. 3.10.
anısına kuşkonmaza tapmıyorlardı; Perigune, Theseus tarafından kovalandığında kuşkonmazların arasına saklanmıştı.93
Bu geleneklerin "ille de totemci bir açıklamayı" gerektirip gerektirmediğine okur kendisi karar vermeli, ama bu açıklamaya karşı çıkanların başka bir açıklama getirmediğini de unutmamalıdır. Özellikle, totem tabusunun sürdüğüne ve bitkiye hâlâ totemci biçimiyle tapmıldı- ğma tanık olduğumuz son örneğe karşı çıkmak biraz güç görünmektedir. Totemciliği hiç değilse incelemiş olan Frazer, "bir aile ya da klanın bütün üyelerinin belli bir hayvan ya da bitki türüne karşı kuşaktan kuşağa gösterdikleri saygının totemciliği anımsattığım" kabul etmiş, ama temkinliliği elden bırakmayarak, "bunun ille de totemciliğin bir kanıtı olmadığını" eklemişti.94 Doğrusu, böylesine kılı kırk yaran bir ayrım, totemcilik söz konusu olduğunda kanıtlar çoğaldıkça kanıtlama ölçütünün de yükseltildiği kanısını uyandırıyor insanda. Gene de, Frazer'a haksızlık etmemek için, az önce aktardığımız açıklamasını yapmadan yirmi beş yıl önce "totemciliğin Mısırlılarda kesinlikle, Samiler, Yunanlılar ve Latinlerde de büyük bir olasılıkla varolduğunun kabul edilebileceği" kanısında olduğunu dile getirdiğini belirtmeliyiz.95 O günlerde kentsoylu düşünürler genel sonuçlar çıkarma konusunda şimdikinden daha cömerttiler.
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 115
7. Klan Tapınılan ve Devlet Tapınılan
Olympos tanrılarının hepsiyle çeşitli hayvan ve bitkiler arasında şu ya da bu biçimde bir bağ kurulduğuna göre, Yunan dininin genellikle totemci bir temele dayandığı sonucunu çıkarmak sanırız yanlış olmaz. Bu doğrultuda girişilecek kapsamlı bir incelemeden değerli sonuçlara varılabilir. Ben burada yalnızca, birkaç somut örnek vererek kabile düzeninin dağılması ve kent-devletinin doğması sonucunda klan tapımlarmın devlet tapmalarına dönüşmesini ortaya koymaya çalışacağım; çünkü bunun, Yunan dininin evrimindeki temel süreç olduğuna inanıyorum.
İ.Ö. 514 yılında Atinalı tiran Hipparkhos öldürüldü. Hipparkhos'u öldürenler, Gephyra'lılardan Harmodios ve Aristogeiton adlı soylu iki gençti. Bu klan, Kadmos soyundan gelen bir başka koldu. Klanın Yu
93 Plutarkhos. Thes. 8.94 j.G. Frazer, Apollodoros, (Londra, 1921), 2. s. 125.95 Tolemism and Exogamy, 1. s. 86.
I l6 T A RİH Ö N C ESİ Eg e
nanistan topraklarındaki ilk yurdu, Eretria (Euboia) idi, Daha sonra boğazlardan geçerek Tanagra'ya (Boiotia) göç etmişlerdi. Troya Sava- şı'ndan sonra Tanagra'dan kovulunca Atina'ya yerleşmişler ve orada Akhaia Demeterinin gizli bir ta pimim kurmuşlardı. Bunu Herodo- tos'dan öğreniyoruz.96 Bu, açıkça, varlığını beşinci yüzyıla kadar sürdüren bir klan tapımıdır.
Yunanlıların Fenike'li olduğunu söyledikleri Kadmos, Zeus'un Suriye kıyılarında ele geçirip Girit'e kaçırdığı kız kardeşi Europa'yı ararken yaptığı yolculuk sırasında Thebai kentine varmış.97 Europa, Knos- sos'un söylencelik kralı Minos'un anasıydı. Europa'nın Demeter'e koşut bir kişiliği vardır, çünkü her ikisi de Minos Ana Tanrıçasından doğmadırlar.98 Lebadeia'da, Thebai yakınlarında, sanırız Kadmos'lular tarafından kurulmuş olan bir Demeter Europa tapımı yer alıyordu.99 Thebai kentindeki Demeter Thesmophoros tapınağının da bir zamanlar Kadmos'un sarayı olduğu söylenir.100 Bütün bunlardan, Kadmos'lu- ların Girit'ten göç etmiş ve Minos Ana Tanrıçasına bağlı bir tapımı da birlikte getirmiş oldukları sonucunu çıkarmak olasıdır. Bunların Feni- ke'li ataları önümüzdeki bölümlerden birinde incelenecektir.
Kadmos öldüğü zaman bir yılana dönüşmüş. Nitekim, Troya'ya doğru yelken açan Boiotia gemileri, Kadmos'u elinde yılanla gösteren oymalarla süslüydü.101 Demek ki, KadmosTularm Demeteri, tıpkı Erekh- theidlerin Athenası gibi, bir yılan-tanrıçaydı ve Gephyra'lılann Akhai- a Demeteri tapımında varlığını sürdürüyordu.
Akhaia Demeterine Tanagra'da, Thespiai'da ve Marathon'da da tapınılıyordu.102 Tanagra ile Marathon arasında, Harmodios ve Aristo- geiton'un doğum yeri Aphidnai yer alıyordu.108 Gerçekte bu, Atina'ya yerleşen klanın kollarından yalnızca biriydi.
Herodotos'a göre, bu Lapım Atina'da salt klanla sınırlıydı. Ama yazıtlardan, beşinci yüzyılda Dionysos Tiyatrosu'nun en ön sırasında öte
96 Herodot Tarihi, 5. 57.61.97 Apollodoros, 3.1.1.98 M.P. Nilsson, Mycenaean Origin o f Creek Mythology (Yunan Söylenceleri ve Mikene Çağındaki
Kökenleri), (Londra, 1932), s. 33.99 Pausanias, 9.39.5.100 Pausanias, 9.16. 5. Thebai Thesmophoriaları Kadmeia’da kutlanıyordu: X. He/l. 5. 2. 29.101 Apollodoros, 3. 5.4; Euripides, İphigenia Aulis'de, 253-8.102 L.R. Famell, Cults o f the Creek States (Yunan Devletleri Tapırtıları), (Oxford, 1896-1909), 3. s. 323-4.
Tanagra yakınlarındaki Oropos, ortak bir Eretreus tapımı ve ortak bir lehçe aracılığıyla Eretria'yla bağıntılıydı.
103 Plutarkhos, M. 628d.
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 117
ki din ve devlet görevlilerinin yanı sıra Akhaia Demeteri rahibesine de yer ayrıldığını öğreniyoruz.104 Bu, tiranlığın yıkılmasında oynadıkları rolden dolayı Gephyra'lılara tanınmış bir ayrıcalık da olabilir. Böyle- ce, Gephyra'lılann klan tapımını, devlet tarafından devralmdığı noktaya kadar izlemiş oluyoruz.
Öteki örneklerdeyse klan tapımmdan devlet tapımına geçiş somut olarak görülmektedir. Messenia'lılar dördüncü yüzyılda Sparta boyunduruğunu kırdıklarında Demeter MysteriaTarım (İnananlara günahlarından arınma, öbür dünyada mutluluk içinde yaşama sağlayan gizli kuttörenler, ç.n.) eski başkentleri Andania'da yeniden başlattılar. Tapınım bağlı olduğu klan varlığını hâlâ koruyordu. Bugün elimizde, klan şefi Mnasistratos'un yeni yönetimin baş biliciliğine atandığını belirten ve MysteriaTarın yönetilmesini de devlete bırakan bir buyruğun metni bulunmaktadır.105
Bir başka örneğeyse, bir Zeus Patroios tapımımn ve bir de Klytidler adlı altı klanlık fratrinin bulunduğu Keos adasındaki bir yazıtta rastlıyoruz. Söz konusu dönemde, fratriyi oluşturan klanlardan hiçbirinin üyesi olmayan birçok yurttaş fratri üyeliğine kabul edilmişti. Attika'da olduğu gibi Keos'da da fratri dışa kapalı olmaktan çıkıyordu. Artık bu yurttaşlar tapıma katılmaya hak kazanmışlardı. Tann için bir tapmak yapılması ve klan üyelerinin evlerindeki sacra'ları (kutsal sayılan şeyleri, ç.n.) bayram günlerinde tapmağa getirmeleri için buyruk çıkarılmıştı. Bu buyruk hemen yürürlüğe konulacak ve belirli bir süre sonra da sacra'lar sürekli olarak tapmakta kalacaktı.106 Giderleri hiç kuşkusuz devlet tarafından karşılanan tapmağın yapılması, tapımın klandan devlete aktarılmasını belirlemektedir.
Yunanistan'ın her yöresinde, doğuştan kazanılmış bir hak olarak görev yapan rahiplere rastlarız.107 Tapım devlete aktarıldığında da klan genellikle bu eski hakkı korumuştur. İthome'de ve gene Aigion'da rahibin tanrı görüntüsünü kendi evinde tutmaya hakkı olduğunu ve bunu yalnızca yıllık şenlik sırasında evinden çıkardığını öğreniyoruz.108 Bundan da, o tanrı görüntüsünün bir zamanlar o rahibin klanının olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Halikarnassos'da da, her yıl herkese açık
104 IG. 3. 373.105 S/G. 736. Messenia kralları Andania'da otururlardı (Pausanias, 4.3.7.); bu yüzden Thebai'daki gibi
bu da bir saray tapımı olarak başlamış olabilir.106 S/C. 987.107 IG. 12.3. S İ4-9, 522. 865. 869.108 Pausanias, 4. 33. 2, 7. 24. 4.
ı ı 8 T a r i h ö n c e s i Eg e
olarak düzenlenen bir şenliğin yanı sıra, her ay yeniay sırasında gİ2 İj olarak düzenlenen bir töreni içeren bir tapım bulunduğunu görüyoruz.109 Bu, klan tapımı ile devlet tapımımn birleştiği bir geçiş aşamasıdır. Buna benzer başka örnekler de verebiliriz. Aslında, bütün bu örnekler, demokrasinin bir özelliğinin de tapımların sayısını azaltmak ve onları halka ardına kadar açmak olduğunu söylerken Aristoteles'in ıie demek istediğini göstermektedir.110 Eski aileler mülksüzleştirilmemiş, ama devlet denetimini kabullenmek zorunda bırakılmışlardı.
Hiç kuşkusuz, bütün bu klan tapanlarının kabile düzeni döneminden başlayarak varlıklarını kesintisiz olarak sürdürdüklerini sanmamalıyız. Dinsel yönetimle el ele yürüyen siyasal iktidarı ele geçirmek için düşman klanlar arasında sürekli savaşımlar oluyordu. Bir klan kendisinin olmayan tapımları ele geçirebildiği gibi, kendi tapımımn bir bölümünü başka bir klana bırakmak zorunda da kalabiliyordu. Daha önce de sözünü ettiğimiz Butad'lar bu savaşımlarda etkin bir rol oynamışlardı. Atina akropolündeki en eski tapmalar, Athena Polias ve Poseidon Erekhtheus tapmalarıydı ve her ikisi de Butad'lar tarafından yönetiliyordu.111 Ama başlangıçta bağımsız olmuş olmaları gerekir. Athena ile Poseidon akropol için yarışa girmişlerdi.112 Erekhtheus tapınağındaki yılan Athena'mndı113 ve bu yılanda cisimlenen kahraman, Erekhtheus'un dedesi Erikhthonios olduğuna göre, Erekhtheidlerin saray tapımında hem Athena'ya, hem Poseidon'a tapınılmış olması gerekir. Butad'lann, adını aldıkları ataları Butes'in Erekhtheus'un erkek kardeşlerinden biri olduğunu ve dolayısıyla onun da Erikhthonios'un soyundan geldiğini ileri sürdükleri doğrudur;114 ama burada Butad'lar taraftırlar ve Hesiodos'a göre Butes Poseidon'un oğullarından biridir.115 İşte ipucu da buradadır. Butad'lar, krallık tapımını ele geçirip kendi Poseidon tapmalarıyla birleştirdikten sonra, kendi ataları ile yerine geçtikleri sühâle arasında yakın bir bağ kurarak işi sağlama bağlamışlardı.
Aynı duruma başka yerlerde de rastlanır. Syrakusa'da, Demeter Mysteria'ları, Gela'lı bir göçmen olan tiran Hieron'un klanında soydan geçmeydi. Demeter Mysteria'larmı Gela'ya klan atası Telinos getirmiş-
109 S/C. 1015. 24.110 Politika, s. 42.111 Apollodoros. 3. 14. 8; Plutarkhos, M. 843b.112 Bu kitabın “Anaerki" başlıklı ikinci bölümünün “Ege Bölgesindeki Bazı Anaerkil Tanrılar" başlığını
taşıyan altbölümündeki “Athena"ya bakınız.113 Hsch. oikuron ophin.114 Apollodoros.3.14. 8.115 Butes’i İon’un torunu kabul eden bir başka yorum daha vardır (Apollodoros, 1.9. 16; Hyg. F. 14.)
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i i 19
fi; Telinos ise, tanrıça Demeter'in başka bir tapımının bulunduğu Kni- dos Burnu açıklarındaki Telos adasmdan gelmişti.116 Ama Syrakusa'da- ki Demeter aynı zamanda "ekin" anlamına gelen Sito ve kesinlikle Yunanca bir sözcük olmayan Simalis diye de bilinir.117 Bu da, Syrakusa kentinin Yunanlılardan önceki halkının Sicilyalı bir ekin-tanrıçasma tapındığını ve sonradan Syrakusa devletinin başına geçen Hieron'un bu tanrıçayı kendi tanrıçası Demeter'e kattığını akla getirmektedir.
8. Eleusis MysteriaTarımn Klan Temeli
Büyük panhellenik şenliklerin köklerinin uzandığı klan tapımlarının altında yatan karmaşık örgüyü aydınlığa kavuşturmak istiyorsak, Eleusis Mysterialarının başlangıcını incelemekten daha iyi bir şey yapamayız.
Yönetimde biri Eumolpid'ler, öbürü de KerykTer olmak üzere iki klan vardı; KrokonidTere de yönetimde ikincil rol tanınmıştı.118 Kurucu Eumolpos, EumolpidTerle Keryk'lerin ortak ataşıydı. Yönetimde en önde gelen klanın gelenekte de en önemli yeri tutması doğaldı, ama bu gelenekte belirgin bazı sakatlıklar vardır,
EumolpidTerin tanrısı, Mysteria'larm adandığı Demeter değil, Po- seidon'du. Üstelik Eumolpos Trakya'dan gelmiş bir yabancıydı.119 Gerçekten de, Eumolpos, kuzeyle olan birçok bağlarını bildiğimiz Posei- don'un bir tapımını Trakya'dan getirmiş olabilir. Ama Demeter'le ilgili bir tapımı getirmiş olması uzak bir olasılıktır, çünkü eski çağda Demeter güney Thessalia'dan daha yukarılara ulaşmamıştı.120 Aslında Eumolpos'un barbar ataları, onun torunları için bir utanç kaynağıydı, çünkü yetkili bir ağızdan Mysteria'larm kurucusunun Trakyalı Eumolpos değil, aynı adı taşıyan başka biri olduğunu öğreniyoruz.121 Bu farklı yorumun benimsenmemiş olmasının nedeni, belki de, Mysteria'lar- da gözle görülür Trakya öğelerine, özellikle de Demeter ya da Persephone içm kullanılan Brimo adına rastlanmasıdır.122 Dinsel törenler söylenceler kadar esnek değildirler.
116 Herodot Tarihi, 1.153-4.117 Ath. 109a, 416b.118 Krokonidler bir safran klanıydı ve mistiklerin sağ el ve sağ ayaklarına bağladıkları safran lifleriyle
(krokos) ilintiliydiler.119 Apollodoros, 3. 15. 4.120 İlyada, 2. 695-6.121 İst. 21.122 Clem. Pr. 2.13.
120 TARİHÖ NCESİ EGE
Keryk'lerin Eumolpos'la akrabalığını Keryk'lerin kendileri kabul etmiyorlardı. Keryks'in Hermes'in oğlu olduğunu ve Atina'nın ilk kralı Kekrops'un kızlarından birinden doğduğunu söylüyorlardı.123 Kek- rops ise bizi Eumolpos'un da, Demeter'ın de ortaya çıkışından dört kuşak önceye götürmektedir. Mysteria'larda Hermes'in de izlerine rastlanır. Eski bir kutsal evlilik biçimine göre, Hermes, Aiskhylos'un Per- sephone'yle özdeşlediği Daeira'nın kocasıydı.124 Anlaşılan, Eleusis'de- ki gizemsel tanrı evlenmeleri Demeter'in gelişinden daha eskiydi. Peki, Demeter'i kim getirmişti oraya?
Demeter'e Atina'da ilk başlardan beri Demeter Thesmophoros (Yasa Getiren Demeter, ç.n.) olarak tapımlmaktaydı.125 Herodotos, Thes- mophoria bayramının Argolis'e yerleşen ve bu bayramı da orada oturan Pelasg kadınlarına da öğreten Danaos'un kızları tarafından Mısır'dan getirildiğini söylüyor.126 Eğer tarihçinin Mısır kaynaklarına olan o pek iyi bilinen eğilimini, Girit'in Mısır'la Yunanistan arasında yer aldığını düşünerek değerlendirirsek, bu yorumunu kabul edebiliriz.
Demeter'in Argolis'de çeşitli yerlere, örneğin Argos'a, Hermione'ye, Troizen'e gelişiyle ilgili gelenekler vardı. Argos'lular, Demeter'den toprağı işlemesini öğrenen ve bunu halkına da öğreten Eleusis krah Trip- tolemos'un aslında Demeter'in Eleusis'e yerleşmiş Argos'lu rahiplerinden birinin oğlu olduğunu savunuyorlardı.127 Açıkçası, Eleusis Deme- terini kendi Demeterlerinin bir uzantısı olarak görmekteydiler. Ama Atmalılar aynı kanıda değildiler. Bu işte Argos'a en küçük bir yer ayırmıyorlardı. Ama Arkadia'hlar ayırıyordu. Arkadia'lılar, Mysia Deme- terine bu adın verilmesinin nedeninin, Mysos ("m istik"?) adlı birinin Demeter'i Argos'da ağırlamış olmasından kaynaklandığını söylüyorlardı.128 Bu nokta önemlidir, çünkü Eleusis Demeterinin Arkadia'yla bağları vardı.
Demeter, Eleusis'de Metaneira ve kızları tarafından Çiçekler Kuyu- su'nda karşılanmıştı.129 Kraliçe Metaneira, Eleusis kralı Keleos'un karısıydı. Metaneira'nın kızlarından biri, Krokonidlerin atası olan ve yıkık sarayı Pausanias tarafından eski Attika sınırının Eleusis yanında
123 Pausanias, 1. 38. 3.124 C. A. Lobeck, Aglaophamus, (Königsberg, 1825), s. 1212-5.125 Bu kitabın "Anaerki” başlıklı ikinci bölümünün "Bir Tanrıçanın Yaratılm ası” adlı altbölümündeki
"Thesmophorialar ve Arrhephorialar"a bakınız.126 Herodot Tarihi, 2 . 171.127 Pausanias, 2. 18, 3, 2. 35. 4-8, 1. 14. 2.128 Pausanias, 7. 27. 9. 2.18. 3.129 Homeros, Hymnos (Homerik Övgüler), 2.105-10,161,184-7, 206-7; Pausanias, 1. 39.1.
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 121
Harita II. Demeter tapımları
122 TA RİH Ö NCESİ EGE
görülen Krokon'la evlenmişti.130 Çiçekler Kuyusu kentin öteki yanında, Megara yolundaydı.131 Tanrıça Eleusis'e Peloponnesos'daıı gelmişse bu yoldan gelmiş olması gerekir.
Peloponnesos'a Megara yönünden girdiğimiz zaman Phlius kentine geliriz. Burada, Keleai denilen bir köyde Keleos'un kardeşlerinden Dysaules'in kurduğu yerel Demeter Mysteria'ları vardı.132 Keleos ile Keleai arasında şaşmaz bir bağmtı olduğu açıktır. Nasıl Thespios Thes- piai'm, Alalkomeneus AlalkomenaiYn, Eleuther de Eleutherai'm ata adıysa, Keleos da Keleai'ın ata adıdır.133 Keleos, Eleusis kralı olmakla birlikte, bir Peloponnesos adı taşımaktadır. Bundan da, Keleos'un temsil ettiği tapımın Peloponnesos kökenli olduğu anlaşılır. Gelenekteyse, Eleusis'in saygınlığını korumak amacıyla gerçek tersyüz edilmiştir. Keleos bir Eleusisliymiş gibi gösterilmiş ve onun Peloponnesos'la olan bağıntısı Keleai'daki tapımın Eleusis'deki tapınım bir kolu olduğu ileri sürülerek açıklanmıştır.
Keleai, çok rastlanan türden bir yer adıdır. Tıpkı Thespiai, Alalko- menai, Eleutheria Potnia ve Alesiai gibi Keleai da kadınların yerel bir tapımıdır ve "bağıran kadınlar" (kaleo, kcloma'ı) anlamına gelir.134 Köylü kadınlar her ay yol kavşağına gider, aya bağırırlar. Bu göreneğe dünyanın her yerinde rastlarız.135 Bu görenek Yunanistan ve İtalya'da Artemis'e, daha sonraları İsis'e, ama en başta Demeter'e bağlanıyordu. Servius, İtalyan köylü kadınlarının, Demeter'in yitirdiği kızı Per- sephone'yi arayışını yansılayarak yol kavşaklarında haykırdıklarını anlatır.136 Gene bu bölgeden başka örnekler de vardır. Megara'da, Anaklethra, yani "yakarı" (anakaleo) kayası denilen bir kaya vardı. Burada Demeter yitirdiği kızı için ağlayıp yakarmış, Megaralı kadınlar da bu olayın anısına gizli bir dinsel tören düzenlem işlerdi.137 Eleu- sis'de de tanrıça Demeter'in oturup ağladığı bir Gülmez Kaya vard ı.138 Bu olayla ilgili dinsel tören yazılı belgelere geçmemiştir, ama Megara'dakinden farklı olmasa gerek.139 Demeter Akhaia, yani Yas-
130 Pausanias, 1. 38. 1-3.131 Pausanias, 1. 39. 1.132 Pausanias, 2. 14. 1-4.133 D. S. 4. 29; Pausanias, 9. 33. 5; St. B. Eleutherai.134 Klazomenai, "haykıran kadınlar", Phlius’dan çıkmıştı; Pausanias, 7. 3. 9.135 J. Hastings, Encyclopaedia of Religion and Ethics, (Edinburg, 1908-18), "Cross-roads" maddesi.136 Apuleius, Dönüşümler 11.2.137 Pausanias, 1. 43. 2.138 Apollodoros, 1. 5. 2.139 F. M. Cornford, bkz. e. C. Quiggin, Essays and Studies Presented to William Ridgeway (W. R.’e sunulan
Deneme ve İncelemeleri), (Cambridge, 1913), s. 161.
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 123
h Demeter (achos, "acı") adına ilişkin ipucunu da bu törende bulabiliriz.140
Phlius'un batısındaki tepelerde Pheneos kenti vardı. Bu kentte iki Demeter tapımı bulunuyordu. Söylendiğine göre, bunlardan biri Eu- molpos'un torunlarından biri tarafından kurulmuştu. Daha eski olduğu söylenen öbüründeyse, tanrıça, Demeter Thesmophoros'un141 değişik bir lehçeyle söylenişi olan Demeter Thermia adıyla anılmaktaydı.142 Bu tapımın kurucusu, adı Keleos'un kardeşi Dysaules'i çağrıştıran Trisaules'di. Attika gibi Arkadia da Pelasg'ların eski bir yurduydu, ilk kral Arkas'm, tıpkı Triptolemos gibi, Demeter'den öğrendiği çiftçiliği orada başlattığı söylenir.143 Arkas'ın oğullarından Azan, toprakları Pheneos'u da içine alan144 Azanlardan almıştı adını.145 Bir başka oğlunun adı olan Apheidas ise, Tegeia dolaylarındaki Apheidantes köyünün ata adıydı.146 Bunların her ikisi de Attika'da yeniden karşımıza çıkmaktadır: Azan, Azania bucağında;147 Apheidas da Apheidan- tidai klanında.148 Dahası, analarının, yani Arkas'm karısının, Krokon'un kızı Metaneira olduğu söylenmektedir.149
Herodotos haklıydı. Eleusis'deki Demeter tapımının kökeninde, bu tapımı Argolis Pelasg'larından alan Pelasg Krokonidleri tarafından Ar- kadia'dan getirilen Thesmophoria'nm 150 yerel bir biçimi yatıyordu. Eleusis'de Demeter'e tapman üç klan arasında tanrıçayla en yakın bağı olanı, tarih döneminde en az göze çarpanıydı.
Eleusis Mysteria'larınm klan kökeni konusunda yaptığımız inceleme böylece Yunan dinindeki en önemli tapımlardan birinin tarihönce- sini ortaya koymamızı sağlamış bulunuyor. Demeter, Minos ana-tan- rıçasının bir biçimi olarak, Minos kültürünün birçok bağının bulundu
140 Plutarkhos, M. 378e.141 Troizen’deki Demeter Thermesia için bkz. Pasusanias, 2. 34. 6.142 Pausanias, 8.15.1-4.143 Pausanias, 8. 4.1.144 Pausanias, 8.4.2. Demeter'e Azanion Dağı'nda ve Arkadia'dan gelen Azanların Phrygia'da kurdukları
bir yerleşim merkezinde de tapınılıyordu.145 St. B. Azania.146 Pausanias, 8.45.1.147 Polem. 65; Strabon, 398.1481C. 2. 785.149 Apollodoros, 3. 9.1.150 Eleusis'deki Thesmophoria bayramının, Eleusis kralı olduğu zaman Triptolemos tarafından getirildiği
söylenir. Öte yandan. Thesmophoria'nm Boiotia'dakl biçimine çok benzeyen Atina’daki biçiminin Demeter Akhaia tapırtımdan etkilenmiş olması gerekir, çünkü bu bayram dolayısıyla pişirilen ekmeklere akhainai deniliyordu (Ath. 109e).
124 TARİHÖ NCESİ E g e
ğu Mısır'dan gelmiş olabilir.151 Demeter Yunanistan'a Kadmos ve Da- naos tarafından temsil edilen iki ana yoldan gelmişti. Birinci yol, Eu- boia'dan geçerek Boiotia'ya; ikinci yol da, Argos'dan geçerek Pelopon- nesos'a varıyordu. Her iki yol da, Attika'da birleşiyordu. Demeter Ak- haia, Boiotia'dan; Eleusis Demeter'i ise Peloponnesos'dan geliyordu.
9. Adam Öldürmeye Karşı Tutum
Kabile toplumunda ölümle cezalandırılan iki suç vardır. Bunlardan biri kandaşla cinsel ilişki, biri de büyücülüktür. Kandaşla cinsel ilişki, gerçekte dıştan evlenme kuralının çiğnenmesinden başka bir şey değildir. Büyücülükse, bütün topluluğun yararına sunulan büyünün bireylerce gereksiz yerlerde kullanılmasıdır.152 Her iki suç da topluluk tarafından anında topluca cezalandırılır. Adam öldürme de içinde olmak üzere öteki suçlarsa haksız edimler diyebileceğimiz suçlardır. Hak arama yükümlülüğü kurbanın akrabalarına düşer. İlkel anlamda kendi işini kendi görme olarak bilinen işlemdir bu.153
Attika hukukunda, adam öldürmeden açılan davalar, kamu davaları (grnphai) değil, özel davalardı (tüTcı?/).154 Öldürülen kişinin ev halkı ya da fratrisi tarafından girişimde bulunulurdu.155 Kovuşturma ve savunma için kullanılan terimler sözcüğü sözcüğüne "kovalamak" (dio- ko) ve "kaçmak" (pheugo) anlamına gelmekteydi. [G. Thomson, burada, İngilizce'deki "hue and cry" örneğini veriyor. Bu deyim, halkın "Tutun! Yakalayın!" diye sokaklarda bağrışması anlamına geliyor. ç.n.]156
Eski çağda adam öldürme hiçbir aktöresel damga taşımadığından, bilerek adam öldürme ile istemeden adam öldürme arasında hiçbir ayrım yapılmıyordu. Eğer öldüren adam uygun bir ödence vermiyor ya da veremiyorsa ülkeden ayrılmak zorunda bırakılıyordu. Doğrusu bu da büyük bir güçlük doğurmuyordu, çünkü nereye giderse gitsin başı derde girmiş biri olarak, başvurduğu her yabancı tarafından ister istemez konukseverlikle karşılanıyordu. Odı/sserâ'da, Telemakhos tam İt-
1 Sİ Danaos'un Mısır'la olan ilişkileri için bkz. bu kitabın “Kahramanlık Çağı" başlıklı dördüncü bölümünün "Mykene Hanedanları" adlı altbölümündeki "Geleneksel Suredizin".
152 A. S. Diamond, Primitive Law (İlkel insan Yasası), (Londra, 1935), s. 280.153 G. M. Calhoun, Growth of Criminal Law in Ancient Greece (Eski Yunan'da Ceza Yasasının Gelişmesi),
(Beikeley, 1927), s. 62-7.154 Aynı yerde, s. 9.155 D. 43.57.156 Growth of Criminal Lour in Ancient Greece s. 64.
Y u n a n K a b İl e K u r u m l a r i 125
haka'ya gitmek üzere gemiye bineceği sırada yanma bir kaçak yaklaşır, birini öldürdüğünü, ölen adamın erkek akrabalarının ardında olduklarını anlatır. Telemakhos bir an bile duraksamadan adamı gemiye alır, kendi evine götürür, kalmak istediği sürece evinde ağırlar.157 Kaçağın yalnız ağırlanmakla kalmadığı durumlar da vardır. Ev sahibinin konuğuna bir tarla, dahası bazan kızını bile verdiği olur.158 Bu görenekler aslında bir toprak fazlası bulunduğunun belirtisidir. İşleyebileceğinden daha fazla toprağı olan her şef, karşısına çıkan her yabancıyı, işgücüne sevindirici bir katkı olarak bağrına basmaya hazırdır.
Ödence ile öç alma arasındaki seçim ve öç almanın uygulanış biçimiyle ilgili olarak İrokua'ların ne yaptıklarını biliyoruz. Ama Home- ros'da bir ayrıntı eksiktir, öldürülenin akrabalarının öç almakla yükümlü oldukları açıktır, ama öldürenin akrabalarının onun sorumluluğunu paylaştıklarına ilişkin bir ipucu yoktur. Homeros ozanlarının bu noktayı neden açıklamadıklarını burada tartışmak gereksiz. Bu konuda daha başka kaynaklardan bilgi edinilebilir. Klanm, üyelerinin davranışından sorumlu olduğuna ya da bir zamanlar sorumlu olduğuna ilişkin Homeros-sonrası kanıtlar vardır. İ.Ö. 621'de Kylon, yönetimi devirmeye kalkışıp da başarısızlığa uğrayınca, yandaşlarıyla birlikte tapmağa sığınmıştı. Orada Alkmaionidlerden bazı erkekler tarafından yakalanıp öldürülmüşlerdi. Ama Alkmaionidler böyle davranmakla bedenlerini o denli kirletmişlerdi ki, aradan iki yüzyıl geçtikten sonra bile ilençli sayılmışlardı.139 Mantineia'da bulunan bir yazıtta, bazı kişilerin Alea Athena tapmağında adam öldürdükleri için para cezasına çarptırıldıkları açıklanmakta ve para cezası ödenmezse suçluların klanlarının bir daha tapınağa alınmayacağı belirtilmektedir.160 Klanın artık parçalanmış olduğu daha sonraki dönemlerde bile, ortaklaşa sorumluluk ilkesi, herkesin önünde ant içme biçimindeki törede varlığını sürdürmekteydi: "Eğer bu andı bozarsam, ben de yok olayım, klanım da yok olsun! " 161 ya da kimi zaman "ben de, ev halkım da, klanım da yok olsun!"162 Aynı sözler günümüzdeki ilkel halklar arasında da kullanılmaktadır.163
157 Odysseia. 15. 272-81, 508-46.lS8İ/yodo.6. 155,14.120.159 Peloponnesos Savaşı, 1.126; Herodot Tarihi, 5. 71.160 1C. 5.2.262; SİC. 9.161 1C. 37.1. 360. 50, 526.40; Herodot Tarihi, 6. 86.162 D. 23. 67.163 J. H. Hutton. The Sema Nagas. (Londra, 1921), s. 166.
126 T a r İh ö n c e s İ Eg e
Bu görenekler, Yunan düşüncesindeki temel öğelerden birini çözümlememizi olanaklı kılmaktadır.
Yunanca'da zarar vermekten, özellikle de adam öldürmekten dolayı ödence alınmasının karşılığı, İonia lehçesinde tisin lambano, Attika lehçesinde ise diken dioko idi. İonia lehçesindeki deyim, yukarıda anlattığımız ödence verme kuralına uygun olarak, "bedel almak" anlamına gelir. Attika lehçesindeki deyimse, dioko'nun kovuşturma anlamında kullanılışına dayanır. Dike, Homeros'da "yol yordam", "görenek" ya da "yargı" anlamında kullanılır. Hesiodos bu sözcüğü "yargı" ve kişi- leştirilmiş Adalet'e uygular. Bu sözcük, Attika lehçesinde, graphe'nin karşıtı olarak öncelikle özel dava anlamına; dikaios, "adil" sözcüğünden oluşturulmuş dikaiosyııe ile dile getirilen soyut adalet düşüncesi anlamına gelmekteydi. Sözcüğün öteki sıfat biçimleriyse, endikos, "adaletli" ve ekdikos, "adaletsiz" idi.
Dike'mn kök anlamı "yol"dur. "Belirtmek" ya da "göstermek", "yol göstermek" anlamına gelen deikmjmi (Latincesi dico) ile aynı kökten gelir. Dolayısıyla, diken dioko tim tam olarak "bir adamı yol boyunca izlemek", "bir adamı kovalamak" demektir. Yol bulmak ilkellerin yaşamında önemli bir yer tutar164 ve Hint-Avrupa dillerinde "yol" anlamında kullanılan sözcükler epeyce gerilere uzanır.165 işlek yoldan ayrılmak tehlikeliydi; Attika'nm ilk dönemlerinde yabancılara yol göstermeyenler ilençlenirdi.166 Yollar aynı zamanda toprak mülklerinin ve bölgelerin sınırlarını oluştururlar. Yollara ve kavşaklara işaret koyma biçimindeki yaygın görenek ve bunun yol açtığı kötülük kovma törenleri de buradan kaynaklanır.167
Üstünde yürünen yol anlamında "yol"dan gelenek-görenek anlamında "yol"a geçiş, düpedüz somuttan soyuta geçiştir. Aynı biçimde> adam öldürme yasasına baktığımızda, "yol"dan başlayıp "öç alma"dan geçerek genel olarak cezalandırma düşüncesine varan gelişmeyi izlemekte hiç de güçlük çekmeyiz." Yol"dan başlayan "yön"den geçerek "yargı"ya erişen adım adım gelişmeyi görmek de aynı ölçüde kolaydır. Bu da, yargılardan niçin "doğru" ya da "eğri" diye söz edildiğini açıklamaktadır.168
164 Life o f a South African Tribe, 2. s. 54-5.165 A.C. Moorhoııse, “The Name of the Emine Pontus”, Classical Quarterly, (Londra, 1906-.), s. 123-8.166 Diph. 62; Bkz. Social System o f the Zulus (Zulu'larda Toplumsal Dizge), s. 214; “Sorulduğunda yol
göstermek bütün Zulu'ların göreviydi, yol göstermeyi reddedecek olurlarsa cezalandırılabiliyorlardı.”167 Encyclopaedia o f Religion and Ethics (Din ve Ahlâk Ansiklopedisi), “Crossroads" maddesi.168 İlyado, 18. 508.23. 579-80; Hesiodos, İşler ve Cünler, 216-19,250, (Hesiodos, Eseri ve Kaynaklan, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, 1977, Çevirenler: A. Erhat-S. Eyuboğlu).
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 127
Doğru bir yargı, "yolda" anlamına gelen endikos'dur. Eğri bir yargı ise, "yoldan çıkmış" anlamına gelen ekdikos'dur. Buradaki eğretileme, sözcüğün özgün anlamım ortaya koymaktadır. Ve son olarak da, Dike'nin cezalandırma ya da yargılama tanrıçasında kişileştirilmesi, soyut adalet düşüncesinin formüllendirilmesine yol açmaktadır.
Buraya kadar, tarafların ayrı klanlara bağlı olduğu adam öldürme durumlarım inceledik. Peki, birisi kendi klanının bir üyesini öldürdüğü zaman ne oluyordu? Buradaki ayrım çok önemlidir. Klan dayanışması ortaklaşa üretime dayalıydı, bu da bireyin varlığını ancak topluluğun bir üyesi olarak koruyabileceği anlamına geliyordu. Daha sonraları bile, mülkiyet klanda toplandığı sürece, klan akrabalığı bütün bağların en bağlayıcısı oldu.169 Dolayısıyla aynı klandan birini öldürmenin cezası, bu suçun seyrekliği ölçüsünde ağırdı.
Eski Cermen toplumunda da benzer görenekler yürürlükteydi. Grön- bech, klanlar arasında adam öldürme durumlarında uygulanan işlemi şöyle anlatıyor:
Öldürülenin akrabaları topluca davacı olurlar. Ödence vermeyi üstlenen de, ödenceyi veren de öldürenin klanıdır. Ödenceyi alansa öldürülenin klanıdır ve alınan ödence topluluğun tek tek bütün üyeleri arasında paylaştırılır.170
Grönbech ayrıca, klanlar arasında adam öldürmenin "yaşamın kendisine karşı işlenmiş bir suç olmadığını, dahası doğaya aykırı bir davranış olarak bile görülmediğini" açıklıyor. Ama klan içinde adam öldürme bambaşka bir sorundur.
Klanın içine girdiğimiz andan başlayarak yaşamın kutsallığı tartışılmaz bir dokunulmazlık içinde boygösterir; kan dökme kutsal olana saygısızlık, körlük, canına kıyma olarak değerlendirilir. Tıpkı bir sinir ucuna iğne batırılmışcasına, apansız ve şaşmaz bir tepki gelir... Ilençleme bir kez ağızdan çıktı mıydı, klan törelerin "kan dökeni suçlu bulduğu"nu belirten andı içerek mahkûm edilen adamı bir kez reddetti miydi... yasayı çiğneyen ölmüştür. İnsanların yaşamının dışına fırlatılmıştır.171
169 E.W. Smith ve M. Dale, The lla-speoking Peoples of Northern Rhodesia (Kuzey Rodezya'da İla Dili konuşan Halklar), (Londra, 1920), 1. s. 296.
170 V. Grönbech. Culture o f the Teutons, (Cermenlerin Kültürü), (Oxford, 1931), c. I, s. 55.171 Aynı yerde, c. I. s. 343. Galler'de de, erkek akrabasını öldüren birisi “öldürülmez... para cezası |go/omıs|
almaz, yalnızca ilençlenir ve aşağılanarak sürülür." The Structure o f Creek Tribal Society (Yunan Kabile
128 TARİH Ö NCESİ EGE
Yunanistan'da da böyleydi. Erkek akrabasını öldüren bir kimse topluluğun dışına sürülür, akrabalarının ilençleri ya da kendi deyişleriyle ölen adamın öcünü arayan ruhu tarafından kovalanır, yakalanır ve yutulurdu; ta ki, geriye bir kemik yığını kalıncaya kadar.172 İlenç ile öç arayan ruh aynı şeylerdir. Öç alma tanrıçaları Erinys'ler, yasaları çiğneyeni ayağa kalkıp yok etmeleri için ataların ruhlarını çağıran klanın ortak ilencini simgelerler.173 Bütün bunların sonucunda adam çıldırır ya da belki de öldürme ediminde bulunduğu sırada çıldırmıştır bile. Yaptığı öylesine korkunç, öylesine görülmemiş bir şeydir ki, böyle davranmakla toplumun olağan bir üyesi gibi yaşama yeteneğinden yoksun olduğunu kanıtlamıştır zaten. İlkellerin, mutlak bir tabuyu bilmeden çiğnediklerini anladıkları zaman korkudan gerçekten öldüklerini ortaya koyan birçok örnek saptanmıştır.174 İlkel bilinç, uygar insanın bilinci kadar karmaşık olmadığından, bozulması da daha kolaydır. Dolayısıyla, işlediği suç aynı zamanda kendi cezasıdır. Böyle bir şey yapabilmesi için ancak çıldırmış olması gerekir, aklını başına topladığında, yaptığı işin korkunçluğunu fark ederek geçireceği sarsıntı onu yeniden çıldırtacaktır.
Yunanca'daki ate kavramının doğmasına yol açan ruhsal durum bu- dur; Erinys'lerin, yani öç alma tanrıçalarmın kışkırttığı ölümcül gafleti yansıtır ate kavramı. Sözcük, Homeros şiirlerinin uygar ortamında ilkel içeriğinden büyük ölçüde arınmış, anlam bakımından genellikle insanoğlunun kendisini yıkıma sürükleyen bir yanılgıya düşmesine neden olan bir tür yarı çılgınlık durumuna dönüşmüştür. Öte yandan, Girit adasındaki Dor lehçesinde, ceza ya da ödence anlamında kullanılan bir hukuk terimi olarak varlığım sürdürmüştür.175 Birinci durumda öznel yöndür; ikinci durumdaysa karşıtını dışlayarak başat bir nitelik kazanan nesnel yöndür. Ama sözcüğü hem suç işlemeye yol açan ani bir çılgınlık, hem de bu çılgınlığın sonucu olan kendi kendini yıkıma sii-
Toplumunun Yapısı), s. 42. Kelt ve Cermen hukukunda kapsamlı olarak görülen bu ayrım, ortaçağ başlarındaki İngiltere'de neden “erkek akraba öldürmenin genellikle hâlâ tüzel bir işlem görmediğini ve cezalandırılmadığını; öldüren adamın yalnızca Kiliseye teslim edildiğini ve manevi bir ceza çektiğini" açıklamaktadır. (Aynı yerde, s. 336).
172 Aiskhylos. Eumenides, 244-66.173 Aiskhylos, Eumenides, 240.174 Bir Melanezya yerlisine eğer kandaşıyla sevişecek olursa neler hissedeceği sorulduğunda şu yanıtı
vermişti: "Biz böyle bir şey yapmayız. Birisinin böyle bir şey yapabilmesi için aklını kaçırmış olması gerekir. Aklı başına geldiğinde de mutlaka canına kıyar” (F. Wertham, Dork Legend: a Study in Murder- New York, 1941. s. 179).
175 Lex.Gort. 11, 34.
rükleme anlamında kullanan Aiskhylos, sözcüğün başlangıçtaki birliğini korumuştur.176
10. Kız Kalıtçı Yasası
Aristoteles'in öğrencilerinden Dikaiarkhos'un Yunan kabile sisteminin evrimine ilişkin bazı görüşleri, bir Bizans yorumunda korunmuştur. Dikaiarkhos'un bu görüşleri, söz konusu sürecin sınıflı toplumun önyargılarıyla ele alındığında kaçınılmaz olarak nasıl yanlış yorumlandığını gözler önüne sermektedir.
Klan (patra), Yunanlıların klan, fratri ve kabile adı verilen üç toplum biriminden biridir, ilk basta evli çiftle sınırlı olan akraba kümesi, ikinci dereceden akrabalara yaygınlaştırıldığında, en yaşlı ya da en saygın üyesinin adını alan (Aiakid'ler, yani Aiasoğulları; Pelopid'ler, yani Pe- lopsoğulları gibi) ve klan denilen birim doğdu. Kız çocuklarının evlendirilerek başka bir klana verilmesi sonucunda fratri oluştu. Gelin artık kocasının klanına girdiğinden babasının klanının dinsel yaşamında yer almıyordu. Dolayısıyla, erkek kardeşle kız kardeş arasında kopan birliğin yerini doldurmak amacıyla başka bir dinsel birlik, fratri oluşturulmuştu. Demek ki, klan nasıl anababa ile çocuklar arasındaki ilişkiden doğduysa, fratri de erkek kardeşler arasındaki ilişkiden doğmuştur. Kabile ise, bütün bunların kentler ve budunlar içinde eriyip birleşmeleri sürecinde evrilmiştir; kent ve budunları oluşturan öğelere kabileler de- nümiştir.177
Öğretmeni Aristoteles gibi Dikaiarkhos da, toplumun ilksel biriminin evli çift olduğu önermesinden yola çıkıyor. Aristoteles, kendi görüşüne göre, bu birimin nasıl genişlediğini ve giderek aile, köy ve kente dönüştüğünü açıklamıştı.178 Burada Dikaiarkhos aynı uslamlamayı kabileye uyguluyor. Aslında yola çıktığı önerme hiç kuşkusuz yanlış, bu yüzden de önermesini olgulara uydurmakta epey güçlük çekiyor. Ne var ki, olguların kendileri doğru olarak ortaya konulmuş. Klan, aralarında evlenen klanların bir kümesi olan fratri içinde organik bir bi
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 129
176 Aiskhylos, Agamemnon, 396-7.177 Die. 9.178 Politika, s. 8-9.
rimdir. Önermeye uygun düşen olguları çürütmek ise günümüz tarihçilerine düşüyor.
Aslında, Dikaiarkhos'un kafasmdaki öncelikle Attika sistemi değil. Bunu, Attika lehçesindeki genos teriminin yerine patra terimini kullanmasından ve gelinin kocasının klanının bir üyesi durumuna geldiğini açıklamasından çıkarıyoruz. Ayrıca, "kız çocukların evlendirilerek başka bir klana verildiğini" söylüyor. Dikaiarkhos'un bu tanıklığı özellikle değerlidir, çünkü tarih dönemi Atinasında dıştan evlenme kuralı tümden kalkmıştı. Ancak, bu kuralın bozulabileceği durumları tanımlayan kalıtım yasalarından, dıştan evlenmenin daha önceleri varolduğunu çıkarsamak olasıdır. Ama ilkin bir benzeşme üzerinde duralım.
Sami halkları başlangıçta anayanlıydılar,179 ama İsrailliler Kenan Ül- kesi'ne yerleştikten sonra tarıma geçtiklerinde ataerkil olmuşlardı bile. Taşınmaz ve taşınır bütün mallar oğullara kalıyordu. Peki, ya adamın hiç oğlu olmamışsa? Tevrat'ın Sayılar Kitabında şöyle deniliyor (xxvii. 8):
Bir erkek ö ld ü ğü n d e hiç oğlu yoksa, kalıtının kızına kalm asını sağlayacaksınız.
Bu da, kalıttan yararlanma hakkının, kız çocuğun dıştan evlenme kuralı uyarınca başka bir klandan olması gereken kocasına geçtiğini gösteriyordu. Dolayısıyla, şöyle bir yasa getirilmişti (xxxvi. 8):
Ve İsrailoğullarının herhangi bir kabilesinde kendisine kalıt kalan her kız ço cu ğ u , babasının kabilesinin ailelerinden birine karı gidecektir, ki İsrailoğullarının her erkeği babasının kalıtından yararlanabilsin!
"Kabilenin ailesi" denilen şey klandır.180 Mülkün erkek tarafında kalabilmesi için kadın kalıtçı kendi klanından biriyle evlenmek zorunda bırakılıyordu.
Altıncı yüzyılda düzenlenen Attika hukukuna göre, babanın varı yoğu erkek çocuklara kalıyordu, ama evlenirlerken kız kardeşlerine çeyiz düzmeleri koşuluyla. Kız çocuğun kalıttaki payıydı çeyiz. Eğer hiç erkek çocuk yoksa her şey kız çocuklara kalıyordu, ama o zaman da
i3 o T a r İh ö n c e s İ Eg e
179 W. Robertson Smith, Kinship and Marriage in Early Arabia (Erken Arabistan’da Akrabalık ve Evlilik), (ikinci basım, Londra, 1903), s. 27-34.
180 W.R. Smith, Religion of the Semites (Samilerin Dini), (Londra, 1927), s. 276.
Y u n a n K a b î l e K u r u m l a r i 131
kızlar evlendiklerinde babalarının en yakın akrabası kalıtta hak sahibi olabiliyordu.181 Gortyn'de de aynı kural geçerliydi, yalnız kız çocuk erkek çocuğunkinden az olmakla birlikte kendi hakkı olan payı alabiliyor ve kadın kalıtçı kalıtın bir bölümünü kendisine bırakmak koşuluyla en yakın akrabayla evlenmeyi reddedebiliyordu.182 Tarih bakımından daha sonralara rastlamakla birlikte Gortyn'deki yöntem Attika'da- kinden daha eskicildir (arkaik) ve her ikisi de Yahudilerdeki yöntemle aynı ilkeye dayanmaktadır. Erkeğin özel mülkiyetteki çıkarı uğruna dıştan evlenme kuralı ve onunla birlikte kadının özgürlüğü gözden çıkarılmıştı.183
Özetlersek: Yunan kabile sistemi Romalıların ve İrokuaTarın kabile sistemine benzemektedir. Yapısı, kökeni ve gelişimi bakımından aynıdır. Klanın içinde giderek en sonunda bağımsız duruma gelen daha küçük birimlerin gelişmesi sonucunda, tıpkı geııs'in içinde familia’nır\ ev- rilmesi gibi genos 'un içinde de oikos evrilmişti. Yunan dininin temelinde totemci klan tapımları yatar. Yunanlılar, Cermenler ve Amerikan yerlileri arasındaki koşut göreneklerde gözlemlediğimiz klan dayanışması ilkesi, Yunan ceza hukukunun terimce ve yönteminin temelini oluşturur. Dıştan evlenmeyle ilgili kanıtlar dolaylı olmakla birlikte kesindir, çünkü dıştan evlenme klan yapısının özünde vardır.
Geriye, yerine geçme ve kalıt biçimi kalıyor. Bu konu ilerideki bölümlerde durmadan karşımıza çıkacak. Çünkü bu konu yalnızca Ege'deki Hellenler-öncesi kültürler sorunuyla değil, aynı zamanda Helleniz- min belirleyici özelliğiyle de sıkı sıkıya ilintilidir. Şimdi bu bölümü, önümüzdeki daha kapsamlı sorunlara doğru bir bakış açısıyla yaklaşmamızı sağlayacak genel bazı düşüncelerle bitirebiliriz.
11. Eski Yunan Etnolojisi
Bir yandan yabanıllık ve barbarlığın çeşitli aşamalarındaki daha geri halklarla, bir yandan da Yakındoğu'nun ileri, ama eskidi imparatorluklarıyla çevrili bulunan uygar Yunanlılar, kadınların bu çevre ülkelerdeki durumunun kendi ülkelerindekinden çok farklı olduğunu göz
181 Kız kalıtçı erginlik çağına erişir erişmez en yakın erkek akrabayla evlenmekle yükümlüydü (Is. 6.14), en yakın erkek akraba ise, o sırada evliyse kız kalıtçıyla evlenebilmek için karısından ayrılmak zorundaydı (Is. 3.64). Hiç kuşku yok ki, bu durumda kız çocuk bir kalıtçı değil, malvarlığına bir katkıydı (epikleros).
'82 Lex. Çort. 4. 31-44, 7. 54-8. 6.1-83 Plutarkhos, Sol. 21; "Mallar ölenin genos'unda kalmalıdır."
132 TA RİH Ö NCESİ EGE
lemlemekte gecikmediler. Bu konuya ilişkin yazanak ve yorumları çok ilginçtir. Hiç kuşkusuz, başka kaynaklardan doğrulanabildikleri noktalar dışında tartışmaya açıktırlar ve klasik bilim adamlarının çoğu bunları her duyduğuna inanan gezginlerin anlattığı masallar olarak kabul etmiş ve pek önemsememiştir. Modern etnologlar ise bu konuda daha saygılıdır. Ne var ki, bunlar, tam olarak doğru olup olmadıkları bir yana, önemli belgelerdir; çünkü etnoloji diye bir şeyin bulunmadığı bir dönemde, ilkel kurumlan tanımlamak için geleneksel olarak kullanılan sözcükleri açıklığa kavuşturmaktadırlar.
En eski bilgi kaynaklarımızdan biri Herodotos'dur. Anadolulu He- rodotos yalnızca Yunanistan'daki ülkelerde değil, Afrika, Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Karadeniz kıyılarındaki ülkelerde de uzun bir zaman gezip dolaşmıştı. Herodotos'dan edindiğimiz bilgiler her zaman güvenilir olmayabilir, ama bazı anlattıkları daha başka eski ve yeni yazarlardan öğrendiklerimizle sıkı bir uygunluk içindedir.
İskityalı Agathyrslerde, diyor Herodotos, "kadın herkesindir, böy- lece herkes birbiriyle kardeş olur ve bu genel akrabalık karşılıklı kıskançlık ve kin duygularını kaldırır".184 Kadınların ortaklaşalığınm mülkiyetin ortaklaşa lığıyla el ele yürüdüğü düşüncesi hiç de yabancı değildi. Bu düşünceye Aristophanes ve Platon'da yeniden rastlarız.183
Şamlı Nikolaos, bir başka İskityalı kabile olan Galaktophaglarda "mülkiyetin de, kadınların da ortaklaşa olduğunu; kendilerinden büyüklere baba, kendilerinden küçüklere oğul, yaşıtlarına da erkek kardeş dediklerini" anlatır.186 Bu örnek,.sınıflandırma sisteminin birinci tipini andırmaktadır. Eusebios'un anlattıklarına bakılırsa, gene İskityalı olan Gelonlar arasında, kadınlar "toprağı işliyor, evleri yapıyor, bütün işleri çekip çeviriyor ve eş-aldatma suçlamasıyla karşılaşmaksızm canlarının çektiği erkekle yatıyorlardı".187 Kadınların üretim çalışmasındaki etkinliği cinsel özgürlükleriyle bütünleniyordu. Aristoteles, Yukarı Libya'nın bazı halklarında "kadınların ortaklaşa olduğunu" söylüyor.188 Ayrıntılarıysa Herodotos'da buluyoruz. Libyalı Makhlyeslerde, diyor Herodotos, "kadın herkesindir; birarada yaşamazlar ve hayvan gibi çiftleşirler". Kim bilir kaç misyoner bu korkunç durum karşısında
184 Herodot Tarihi, 4.104.185 Aristophanes, Plutos. 510-626; Platon, Devlet, (Remzi Kitabevi, Üçüncü basım. Haziran 1975, Türkçesc
Sabahattin Eyuboğlu, M. Ali Cimcoz), 416d.186NİC. Dam. 123.187 Eusebios. PE. 6 .10.18.188 Politika, s. 34.
Y u n a n K a b İl e K u r u m l a r i 133
şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştur! "Doğumdan sonra iki ay beklenir, sonra erkekler biraraya toplanırlar, çocuk hangisine benziyorsa o adam, çocuğun babası sayılır."189 Burası biraz düş ürünü olabilir ama, gene de bu koşullarda bireysel babalık diye bir kavram olamayacağı açıktır. Libyalı Nasamon'lar kadınları "MassagetTerde olduğu gibi, ortak kullanırlar; önlerine bir değnek diker, sonra çiftleşirler".190 Bu konuda da günümüzde benzerlik gösteren sayısız örnek sunulabilir. "Bir Nasamon ilk karısını aldığı zaman, genç kadın ilk geceyi davetlilerle geçirir."191 Daha önce günümüz Avustralyasında da rastladığımız gibi bu uygulama o denli yaygındır ki, Herodotos'dan esinlenilerek Nasamonculuk adı verilmiştir. Herodotos LydiaTılardan, KyprosTulardan (Kıbrıslılar) ve Babillilerden, Plautus da Etrüsklerden söz ederlerken, gene evlen- me-öncesi rastgele cinsel ilişkinin başka bir biçimine değinmektedirler.192 Orta Asyalı Massaget'lerle ilgili olarak şöyle diyor Herodotos: "Kadınlardan ortak yararlanırlar... Bir kadını arzulayan bir Massaget ok torbasını kadının arabasının önüne asar ve hiç çekinmeden onunla kalır".193 Çin kaynakları, Massaget'ler ya da Büyük Getai'ların anaerkil olduklarını göstermekte ve bazı yetkililer onları Hindistan'daki Jat'Iarla bir tutmaktadırlar.194 Eğer bu doğruysa, o zaman onların görenekleri bizim kültürümüzün tarihöncesine bağlanmalıdır.
Anadolu'yu, Mısır'ı, İtalya'yı ve batı Akdeniz'i çok iyi bilen Strabo, İspanya'daki Can trabilerde "bir tür anaerki (gynaikokratia) olduğunu; kız çocukların erkek kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenip onları evlendirdiklerini" söylüyor.195 Aynı kalıt kuralı eski Mısır'da da geçerliydi.196 Nikolaos'a göre, EtiyopyalIlar "kız kardeşlerini el üstünde tutarlardı; kralın yerine de kralın kendi oğlu değil, kız kardeşinin oğlu geçerdi".197 Mısır'daki Ammon sülâlesine ilişkin tutanaklar da bunu doğrulamaktadır.198 Lykia'da, diyor Herodotos, "bir Lykia'h öbürüne, kimlerdensin, diye sorsa, kendi adından sonra anasının adım ve onun
189 Herodot Tarihi, 4.180.190 Aynı yerde, 4.172.191 Aynı yerde, 4.172.192 Aynı yerde, 1.93, 1. 199.193 Aynı yerde, c. I. 216.194 The Mothers (Analar), c. 1. s. 354-9.195 Strabon, 165.196 Bu kitabın "Anaerki" başlıklı ikinci bölümünün “Ege'nin Anaerkil Halkları" adlı altbölümündeki
“Anaerki Nedir?"e bakınız.197 Nic. Dam. 142.198 E. Revillout, L'ancienne Egypte (Eski Mısır), (Paris, 1909), 2. s. 147.199 Herodot Tarihi, 1.173.
134 TARİHÖ NCESİ EGE
soyadını söyler".199 Theopompos'a göre, Etrüskler'de de erkekler "kadınları ortaklaşa kullanıyorlardı" ve "çocuklar babalarını tanımıyorlardı".200 Arkeoloji, gerek Lykia'lıların, gerek Etrüsklerin anaerkil olduklarını kanıtlamış bulunmaktadır.
Bu alıntılar, "kadınları ortaklaşa kullanıyorlardı" denilirken, ortak mülkiyetle iç içe geçmiş bir tür küme evliliğinden söz edildiğini; "çocukların babalarını tanımadıkları" söylenirken de soyun ana yanından geldiğinin belirtildiğini gösteriyor. Yunanlılar, ilkel toplumun gerçekliklerini yakından tanıyorlardı.
Evliliğin kurucusu olduğu söylenen ilk Atina kralı KekropsTa ilgili bir geleneği işte bu bilgilerin ışığında yorumlamamız gerekir. Kek- rops'dan önce "evlilik diye bir şey yoktu; cinsel ilişki rastgele olduğundan ne çocuklar babalarını tanıyordu, ne de babalar çocuklarını. Çocuklar analarının adını alıyorlardı".201 Demek ki, bir zamanlar Atina'da anayanlı küme evliliği egemen olmuştu.
Bu geleneğin varlığına inanmamamız için bir neden yoktur. Sanırız, Atmalılar atalarını yabanıllar olarak tanıtan bir masal uydurmazlardı. "Yunanlılar da bir zamanlar bugünkü barbarlar gibi yaşıyorlardı." Thukydides'in bu unutulmaz sözleri, benzersiz bir kavrayışla, toplumsal antropolojinin karşılaştırmalı yöntemini muştulamaktaydı.202 Aynı gerçeği Aiskhylos ve Hippokrates'in yazılarından da çıkarmak olasıdır.203 Bu, materyalist gelenekti. Ne var ki, daha Thukydides'in zamanında gericilik işin içine girmişti. Materyalist toplumsal evrim görüşü, köleciliğin gelişmesiyle körüklenen ve Yunanlılar ile barbarların doğuştan farklı olduklarını savunan öğretiyle uzlaşmazlık içindeydi, ilkel ortaklaşmacılık, küme evliliği ve anaerkillik gibi şeylerin Yunan uygarlığının başlangıcında varolduğu kabul edildiğine göre, kent-dev- letinin çökmeye yüztutmasıyla birlikte egemen sınıfın gittikçe daha fazla sırtını dayadığı dogmayı, hani şu özel mülkiyet, köle emeği ve kadınların baskı altına alınmasına dayalı ekonomik temelinin doğal adalete dayandığını savunan dogmayı ne yapacağız acaba? Demokritos ve Epikuros gibi daha sonraki materyalistlerin yazıları yok olmasaydı, bugün elimizde eski Yunan toplumu konusunda çok daha derinlikli bir çözümleme bulunması işten değildi. Ama bu yazılar biraz da bu yüz
199 Herodot Tarihi, 1.173.200 Theop. 222.201 Clearch. 49; Charax. 10; 10. Ant. 13.202 Peloponnesos Savaşı, 1. 6. 6.203 Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), s. 218-9.
den yok olmuşlardır belki de. Platon, Demokritos'un yapıtlarının yakılmasını istemiş204 ve bu isteği de yerine getirilmişti.
Hiç kimse Aristoteles'in Politika'smı okuyup da yazarın engin bilgisi ve derin kavrayışı karşısında hayranlığa kapılmadan edemez. Eğer bu kitap da ortadan kalksaydı, sanırız dünya çok şey yitirmiş olurdu. Ne var ki, bu bizi Aristoteles'in yapıtının bazı sınırlılıklarını görmekten alıkoymamalıdır. Aristoteles, Yunanlıların bir zamanlar kabile düzeninde yaşadıklarını biliyordu; eskiden Yunanlılarda köle diye bir şey bulunmadığını da iyi biliyor olması gerekir.205 Evliliğin tarihinde Kek- rops'a ayrılan yerin de büyük bir olasılıkla farkındaydı, üstelik önünde kendi döneminin Sparta örneği duruyordu. O dönemin Spartasın- da tekeşlilik kuralı o kadar az bağlayıcıydı ki, altı kardeş bir kadını paylaşabiliyor ve eş-aldatma cezalandırılmak şöyle dursun ayıplanmıyordu bile.206 Gene de, kent-devletini uygar yaşamın biricik olası temeli sayan Aristoteles, toplumun ilk çekirdeğini, erkeğin egemen olduğu ve köle emeği kullanan evli çift olarak tanımladığı bir kuram yaratıyor 207 Thukydides'in ortaya koyduğu ilke daha başından dışlanmıştı.
Aristoteles'in başaramadığını Herodotos'dan bekleyemeyiz. Thukydides'in benzersiz bir durulukla dile getirdiği gerçeği Herodotos bütün o yolculukları boyunca hiçbir zaman sezinleyemedi. Mısır'daki anaerkil toplum konusunda, kalıtım kuralını anıştırarak bütün söyleyeceği şudur: "Ana babalarına bakmak istemeyen erkek çocuklar buna zor- lanamazlar, ama kızlar, istemeseler de ana babalarına bakmak zorundadırlar."208 Üstelik Herodotos'un bu açıklaması, gerçekleri yorumlamaktan çok, okurlarını eğlendirmeyi amaçladığı bir bölümde yer almaktadır. Dolayısıyla, Lykia'lıların anaerkil toplumundan söz ederken, onların bu özelliğini "başka hiçbir ulusta rastlanmayan" bir şey olarak yorumlamasına şaşm am ak gerekir.209 İstek düşünceye ağır basmıştı. Bu yanlış açıklamanın önemi, yeri gelince anlayacağımız nedenlerden dolayı, Herodotos'un zamanındaki Yunanlıların inanma eğiliminde oldukları şeyi yansıtmasmdadır.
Y u n a n Ka b i l e K u r u m l a r i 135
204 Aristox. 83.205 Herodot Tarihi, 6.137.206 Evlenme alışkısı, bir "kardeş çokkocalığı" durumundadır. Çocuklar ortak kabul ediliyordu: Plb. 12.
6. 8. Öte yandan, kocalar karılarını geçici olarak değiş tokuş edebiliyorlardı: Herodot Tarihi, 6.62. Erkeklerin karılarını ödünç vermeleri Roma’da da eski bir alışkıydı: Strabon, 515.
207 Politika, s. 8.208 Herodot Tarihi, 2. 35.209 Aynı yerde, 1. 173.
12. Anayanlı Soyun Dilbilimsel Kanıtları
Anamalcı sınıfın geçmişi de, geleceği de tam bir kendine güvenle incelediği on sekizinci yüzyılın sonları ve on dokuzuncu yüzyılda Adam Smith, Ferguson, Millar, Bachofen, Morgan, McLennan ve Tylor gibi ilerici düşünürler, eski toplumun kendi eliyle yaptığı ve son fırça darbelerini de Platon ile Aristoteles'in vurduğu geleneksel portresini düzeltmek için ellerinden geleni yaptılar. Ama anamalcılık gerilemeye yüztuttukça, özel mülkiyet ve kadınların durumu gibi sorunları modern kentsoyluluğun Aristoteles'de de tanık olduğumuz aynı önyargılarla ele aldığı anlaşıldı. Çağımızdaysa bu önyargılar daha da bir duyarlılık kazanmışlardır, çünkü yeni kurulan toplumlardaki bazı gelişmeler bu önyargıların saçmalığım daha da açık bir biçimde gözler önüne sermiştir.
Böylece eski uygarlığın bu yönleri tarihte ikinci kez bir yana bırakılmıştır. Hiç kuşkusuz, bu kuralın dışında kalan örnekler vardır. Evans, Ridgeway, Harrison, Glotz, Briffault ve öbürleri, tarihöncesi Yunanistan'ın anaerkil olduğunda diretmişlerdir. Ne var ki, sonunda Marxçı- lığa başvuran Briffault dışında bunların hepsi de her şeyden önce konularının özü gereği materyalist bir tutum takınmak zorunda kalan arkeologlardı. Böyleyken bile, gerçeği görmüş olmalarına karşın, önemini kavramış oldukları söylenemez. Tarihçilerin çoğunluğu arasında ve elbette "katıksız bilim"in gözkamaştırıcı dünyasında bu sorun tartışma konusu bile edilmemektedir. "Demokrasi," diyor Rostovtzeff, Eski Dünyanın Tarihi adlı yapıtında, "kadını sokaktan eve sürdü".210 Rostovtzeff gerçeği belirtiyor ama, demokrasinin neden böyle kabalık ettiğini açıklamıyor; daha doğrusu, demokrasinin kadını o zamana kadar hep bulunması gereken yere oturttuğunu kabul ediyor. Cambridge Ancient History ise böyle bir gerçeğe değinmiyor bile.
Sözcüklerin bağrında ne öyküler saklıdır! Yitip giden geçmişin yaşayan tanıklarıdır sözcükler.
Yunanlıların tipik klan adlarında, Yunanca'da dişil olan -id- öğesine dayanan ve ata adını belirten -idas Udes) biçiminde bir sonek vardır.211 Bundan da anlaşılıyor ki, ilk dönemlerde klanları erkeklerin değil, kadınların temsil ettiği düşünülüyordu.
136 T A RİH Ö N C ESİ E g e
210 History o f the Ancient World (Eski Dünya Tarihi), c. I, s. 287.211 A. Meillet ve J. Vendryes, Crammaire comparte des langues classiques (Klasik Diller Karşılaştırmalı
Dilbilgisi), (İkinci basım, Paris, 1927), s. 390-1.
Y u n a n K a b i l e K u r u m l a r i 137
Yunanca'da "erkek kardeş" anlamına gelen adelphos ile "kız kardeş" anlamına gelen adelphe'nm, öteki Hint-Avrupa dillerinde benzeri yoktur.212 Hint-Avrupa dilindeki blırater ve suesor, Yunanca'da phrater ve eor olarak varlığını sürdürmüş, ama akrabalık terimi olarak kullanılmamıştır. Bu terimlerdeki anlam değişikliği, Yunan terimcesinin en ayırt edici özelliğidir ve açıklanması gerekir.
Plırater, fratrinin bir üyesini belirtmek amacıyla kullanüıyordu. Sözgelimi, Atina'da bir erkek çocuk erginlik çağma geldiğinde, "aynı babaların oğulları"nın bayramı olan Apaturia'larda babasının fratrisine kabul edilirdi.213 Peki, phrateres'ler hangi anlamda "erkek kardeşler" ve "aynı babaların oğullan" oluyorlardı?
Erkek çocukların agelai adı verilen arkadaşlık derneklerine yazıldığı Sparta'da214 "erkek kardeş" anlamına gelen kasios terimi, aynı agela içindeki bütün erkek kardeşler ve kuzenler için kullanılıyordu.215 Gene aynı sözcük, kasis ya da kases biçimini alarak konuşan kişiyle aynı kuşaktan erkekleri belirtmekte kullanılıyordu.216 Sonuç açıktır. Atti- ka-İonia lehçesindeki phrateres'ler ve Dor lehçesindeki kasioi'ler, başlangıçta her kuşakta, aynı babanın oğulları, babanın erkek kardeşlerinin oğulları, babanın babasının erkek kardeşinin oğullarının oğulları, vb. anlamında kullanılıyordu. Yani sınıflandırıcı anlamda "erkek kardeşler" diler.
Eor ise yalnızca daha sonraki dönemlere ilişkin bir Yunanca sözlükte geçmektedir ve bu sözlüğün bir yerinde "kız çocuk ya da kuzin" olarak, başka bir yerinde de "akraba" olarak açıklanmaktadır.217 Bu açıklamalar elbette eksik ve karışıktır, ama gene de sözcüğün başlangıçtaki anlamı açıktır. Çünkü bu sözcük, Hint-Avrupa dilindeki suesor'un Yunan dilindeki karşılığıdır.
Adelphos ve adelplıe terimleri sıfat niteliğindedir. Yani bunlar, phrater adelphos ve eor adelphe biçimlerinde kullanılan betimleyici sıfatlardır. Adelphos'un anlamı, "aynı dölyatağmdan doğmuş"tur.218 Demek ki, "aynı babadan erkek kardeş" anlamına gelen phrater opatros'dan farklı olarak phrater adelphos ana bir baba ayrı erkek kardeş olmaktadır.
212 Adelphos'l» ilgili bu açıklama için bkz. P. Kretschmer, “ Die griechische Bennennung des Bruders", Glotta, (Cöttingen, 1907-.), 2. s. 201.
213 A. Mommsen, Feste der Stadt Athen. (Leipzig. 1898), s . 323-49.214 Plutarkhos, Lyc. 16-21.215 Hsch. kasioi.216 Hsch.217 Hsch. eor, eores.218 F. Kuiper, “Beitrage zur griechischen Etymologie”. Clotta, (Cöttingen, 1907-.), 21. s. 287.-
Bu sözcükler kendi öykülerini kendileri anlatıyorlar. Eski Girit ve Anadolu kültürlerinin yörüngesine giren Ege'nin Yunanca konuşan istilacıları anayanlı kalıtı benimsediler ve erkek kardeş ile kız kardeş için kullanılan terimlerin yeni uygulaması en sonunda onların yerini alan betimleyici sıfatlarla belirlendi. Ne var ki, erkekler babayanlı fratrivi korudular ve buna bağlı olarak phrater de varlığını korudu. Kadınların buna denk düşen bir örgütü bulunmadığından, eor sözcüğü yaşamadı. Görüldüğü gibi, dilbilimsel bilgiler ancak bu varsayım temelinde bütünüyle açıklanabilmekte, başka hiçbir varsayımdan yola çıkılarak açıklığa kavuşturulamamaktadır.
Yunanca'daki adelphos sözcüğünün ne demek olduğunu okula giden her çocuk bilir. Ama bunlann kaçı, erkek kardeşin neden "aynı döl- yatağmdan doğmuş" biri olarak tanımlandığını araştırmaya özendiril- miştir acaba? Bunu bir kez olsun düşünmemiş dilbilimciler bile vardır. Bilgeliğe ancak araştırıcı bir ruhla varılabilir. Bize sürekli olarak anımsattıkları gibi, Yunanlıların erdemlerinden biri de düşünsel meraktı. Gel gör ki, klasik eğitimin metafizik "düşünce"si altında düşünsel merakın serpilip boy atması beklenemez.
138 T a r i h ö n c e s i E g e
212 Adelphos'li ilgili bu açıklama için bkz. P. Kretschmer, “Die griechische Bennennung des Bruders". G/otta. (Göttingen, 1907-.), 2. s. 201.
213 A. Mommsen. Feste der Stadt Athen, (Leipzig, 1898), s. 323-49.214 Plutarkhos, Lyc. 16-21.215 Hsch. kasiol.216 Hsch.217 Hsch. eor, eores.218 F. Kuiper, “Beitrage zur griechischen Etymologic”, Giotto, (Göttingen. 1907-.), 21. s. 287.
İkinci Bölüm
ANAERKİ
Sizin adınıza, anneler, bir taht gibi sınırsızlıkta, sonrasız yalnızlıklarda, ama hep paylaştığınız. Yaşamın görüntüleridir başınızı çevreleyen, kıpırtılı, ama cansız.Ne vardıysa bir zamanlar, tüm görkemiyle oradadır, kıpırdanır; sonrasızlık için.
GOETHE
EGE'NİN ANAERKİL HALKLARI
1. Anaerki Nedir?
İnsanoğlunun hayvanlardan farklılaşmasındaki başlıca etkenlerden biri, kendisini biçimlendiren eğitime açık olduğu büyüme döneminin uzunluğuydu. Bu eğitimi, ekonomik üretimin bulunmadığı koşullarda, analık işlevleri dolayısıyla topluluğun denetimini ister istemez ellerinde tutan kadınlar yerine getirmekteydi. Bu aşamada erkeklerin yerine getirdiği biricik içgüdüsel işlev döllenmeydi. Topluluğun, hep birlikte insan kültürünün çekirdeğini oluşturan alışkıları, davranış kuralları ve kalıt aldığı gelenekleri kadınlarca biçimlendiriliyor ve aktarılıyordu.1
Birinci Bölüm'de de gördüğümüz gibi, kadınla erkek arasında sonradan boygösteren çatışma, üretimin gelişmesinin bir sonucuydu. Avcılık ekonomisi koşullarında, erkeklerin ekonomideki rolü ile toplumdaki konumları arasında bir çelişki doğdu; her ikisi de avcılığın birer uzantısı olan hayvancılık ve savaşın da pekiştirdiği bu eğilim, özgürce işlediği yerlerde, kadın ile erkeğin toplumdaki konumlarını en sonunda tersyüz etti. İşte, tarımla uğraşmayan günümüz kabilelerinde anayanlılık kuralının avcı toplulukların yaklaşık yüzde ellisinde, çoban toplulukların da hepsinde yıkılmış olmasının nedeni budur.2
Morgan'm savma karşı, anayanlı soyun ille de toplumun kadınlarca denetlendiği anlamına gelmeyeceği ileri sürülmüştür. Çok doğru
' R. Briffault, TheMothers (Analar), (Londra, 1927), c. I, s. 96-110.195-267,2 L.T. Hobhouse, G.C. Wheeler ve M. Ginsberg, Material Culture and Social Institutions o f the Simpler
Peoples (ilkel Halkların Maddesel Kültürü ve Toplumsal Kurumlan), (Londra, 1930), s. 152. Bu kitapta, Arizona'daki Navahoların çobanıl ve anayanlı oldukları belirtiliyor. Oysa Frazer'a bakılacak olursa, Navahoların çobanıl olarak sınıflandırılıp sınıflandırılamayacakları tartışmalıdır. Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), (Londra. 1910) 3. s. 242.
142 TARİHÖ NCESİ E g e
dur. Bildiğimiz anayanlı kabilelerin birçoğunda, belki de büyük bir çoğunluğunda gerçek denetim erkeklerin elindedir. Ardıllık kuralı da açık uygulamalarla denetlenir; sözgelimi, bir erkek oğullarına kendi klanının adını verir ya da ölmeden önce varım yoğunu oğullarına armağan olarak aktarır.3 İlkel insan, birtakım açıklar bulma konusunda günümüz hukukçusundan hiç aşağı kalmaz. Değişiklik, değişen bir şey yokmuş gibi davranılarak doğrulanır.
Erkeğin üstünlüğüne yol açan etkenler tarımın ortaya çıkışıyla dengelendi. Her ikisi de göçebe uğraşı olan avcılığın ve hayvancılığın tersine, insanlığın bütün bir gelişimindeki en büyük adımlardan birinin, yerleşik yaşamın benimsenişinin yolunu açar tarım. İnsan, ancak toprağı işlemeyi öğrendikten sonra, sözcüğün gerçek anlamıyla bir "siyasal hayvan", kentlerde yaşayan bir hayvan olabilmiştir.4 İrokuaTar, AvrupalIların fetihleri tarafından engellendiklerinde işte tam bu adımı atmak üzereydiler, dolayısıyla, göçebe yaşamından yerleşik tarıma geçtikleri için kendi çanak çömleklerini, madeni eşyalarım, mimarilerini, kendi görüntüsel yazılarım ve ay-gün takvimlerini yaratabilmiş olan Azteklere erişemediler. Eski Dünya'da bu çatışkı daha da çarpıcıdır. Avrasya bozkırlarının bazı yöreleri ancak günümüzde uygarlaşabilmiş, buna karşılık güney Asya'nın alüvyonlu zengin koyaklarında çok eski zamanlardan bu yana birçok imparatorluk kurulmuş ve yıkılmıştır. Nil, Fırat ve İndüs'ün, zenginliklerini topraktan alan kent uygarlıklarının başlangıcı ta İ.Ö. dördüncü bine kadar uzanır, oysa bu kent uygarlıklarının aralarında yer alan çöller bugüne kadar "çadırlarda yaşayıp sığır yetiştirenler"in3 yurdu olagelmiştir. Tarımın ne kadar önemli olduğunu daha fazla vurgulamak gereksiz. Asıl belirtilmesi gereken, bu üretim biçiminin kadınlar tarafından başlatılmış olması ve dolayısıyla da kadınların uygarlığın doğuşunda belirleyici bir rol oynamış olmalarıdır.
Peki, anaerki nedir öyleyse? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, yöntemimize uygun olarak, ilk önce etnoloji alanında canlı bir anaerkil topluluk örneği aramamız gerekiyor. Ne ki, arayışımızın kendinde varolan bir güçlükle yüz yüzeyiz burada. Anaerkinin varolabilmesinin en elverişli koşulları yiyecek toplayıcılıktan hızla tarıma geçiştedir. Ama bunlar uygarlığın gelişmesinin en uygun koşullarıdır. Ereğimize ula
3 Totemisin and Exogamy, 1. s. 71; 3. s. 42, 72, 308; 2. s. 195; 3. s. 245; 4. s. 290.4 Aristoteles, Politika, 1253a. 9.5 Gen. 4, 20.
EGE’NİN A N A E R K İL H ALKLARI 143
şabilmemiz için gerekli olan koşullar ereğimize ulaşmamızı engellemektedir. Anaerkil toplumun günümüzde pek az örneği bulunmasının nedeni de budur. Üzerinde yükselen uygarlıkların altında gömülü yatmaktadır anaerkil toplum.
Aradığımızı, büyük bir olasılıkla, barbarlığın üst aşamalarına hızla geçişi bir durulmanın izlediği yörelerde bulabileceğiz. Böyle yörelere güney ve güneydoğu Asya'da rastlanır. Marx'tan aktarıyorum:
Bazıları günümüze kadar varlığını korumuş olan bu küçük ve son derece eski Hint toplulukları, ortak toprak sahipliğine, tarımla el sanatlarının karışımına ve her yeni topluluğun kuruluşunda hazır ve kalıplaşmış bir plan ve taslak yerine geçen değiştirilemez bir işbölümüne dayanır... Asyatik devletlerin sürekli olarak dağılıp yeniden kurulmalarıyla ve ardı arkası kesilmeyen hanedan değişiklikleriyle çok çarpıcı bir karşıtlık içinde olan Asyatik toplumların değişmezliğinin gizi, kendilerini aynı biçim içinde durmadan yeniden oluşturan ve bir rastlantı sonucu yıkıldıkları zaman da aynı yerde ve aynı adla boy atan bu kendi kendine yeterli toplulukların üretim için örgütlenmesinin basitliğinde- dir. Toplumun ekonomik öğelerinin yapısı, siyasal alandaki fırtına bulutlarından zerre kadar etkilenmez.6
Khasi'ler, Dakka'nın kuzeydoğusunda, Bengal ile Assam arasındaki dağlarda yaşayan iki yüz bin kişilik bir topluluktur. Kültürel bakımdan yalıtılmış durumdadırlar. Konuştukları dil, orta eyaletlerdeki Çu- tia Nagpur'da ve Satpura Dağları'nda yaşayan Santhallar ve Munda- ların temsil ettiği Kolarien ailesindendir. Khasi'lerin başlıca uğraşı tarımdır; tarımın yanı sıra avcılık, balıkçılık ve hayvancılık da yaparlar. En çok pirinç yetiştirirler. Gübrelemenin iyi kavranmış olmasına karşın, ülkenin birçok yöresinde insanlar sabandan habersizdir.
Khasi ülkesinin aşağı yukarı yarısı çok küçük yerel devletlere bölünmüştür, geri kalan bölümüyse İngiliz Hindistantna bağlıdır. İngiliz yönetimi, doİaylı ya da dolaysız, 1835'ten bu yana sürmektedir; 1842'den bu yanaysa bir Gal misyoner okulu halka hizmet sunmaktadır. Neyse ki, bu hizmetin mutlu sonuçlarını, kaleme aldığı değerli monografiden dolayı kendisine çok şey borçlu olduğumuz yarbay Gurdon'dan öğrenebiliyoruz. "Hıristiyanlığı benimseyen Khasi'ler," diyor yarbay Gur- don (bunların sayısı yirmi binden fazladır), "genellikle dine büyük bir
® K. Marx, Dos Kapital, s. 350-2.
içtenlikle sarılıyorlar... pazar ayinlerini hiç kaçırmıyorlar. Pazar sabahları, en temiz giysilerini giyip, yüzlerinde ancak İngiltere'de rastlayabileceğiniz pazar gününe özgü bir anlatımla kilisenin yolunu tutan erkeklerin, kadınların ve çocukların seyrine doyum olmuyor".7 Khasi'ler, kendilerine sunulan bu yararlara karşın -ne kadar önemli olduğu Lyall'm aşağıdaki açıklamasından da anlaşılabilecek olan- alışkılarını korumayı başarmışlardır:
Khasi'lerin toplumsal örgütlenmesi, babanın konum ve yetkesini toplumun temeli olarak görmeye alışmış olanları şaşırtacak bir mantık ve kusursuzlukta sürdürülen anaerkil kuruluşlarını hâlâ koruyan en yetkin örneklerinden birini oluşturmaktadır. Anne yalnızca ailenin başkanı, kaynağı ve tek birleştirici halkası olmakla kalmaz, aynı zamanda en ilkel dağlık yöre olan Syneteng ülkesinde mülkün biricik sahibidir, kalıt ancak annenin aracılığıyla aktarılır. Babayla çocuklar arasında hiçbir akrabalık yoktur, çocuklar annelerinin klanına bağlıdır. Erkeğin kazancı kendi anaerkil soyuna gider, öldüğünde de kemikleri annesinin akrabalarının gömütlüğüne konulur. Jowai'da erkek karısının evinde ne oturur, ne de yemek yer, yalnızca karanlık çöktükten sonra uğrar oraya. Kabile dininin temeli olan ataların ululanmasında, yalnızca baş dişi ataya ve onun erkek kardeşine saygı gösterisinde bulunulur. Ölülerin anısını sürdürmek amacıyla, klanı temsil eden kadın adına yassı anıt taşları konulur, bunların ardınaysa ana yanından erkek akrabalar adına dik taşlar dizilir. Atalara tapınmanın bu biçimine uygun olarak, ululanan öteki ruhlar arasında erkeklere de rastlanmakla birlikte bunların da çoğunluğu kadındır. En sık tapınılan hastalık ve ölüm güçleri de dişidir. Ev halkının iki koruyucusu da tanrıçadır, ama bunların yânı sıra klanın ilk babasına da saygı gösterilir. Bütün kurban törenlerini kadınlar yönetir, erkek görevlilereyse onların yardımcılığını yapmak düşer. Önemli bir devlet olan Kirim'de en yüksek din görevlisi ve devletin başı bir kadındır, din ve yönetim işleri bu kadının kişiliğinde toplanır.8
Khasi'lerin yaşamının merkezi köydür. Genellikle, ülkenin bulunduğu tepelerden birinin hemen dibinde yer alır köy. Bir kez kurulduktan sonra, baskı ya da zor altında kalınmadıkça, başka bir yere taşınmaz. Köy bir kasırga ya da yağmacıların saldırısı sonucunda yıkılıp
1 4 4 TA RİH Ö NCESİ F.GE
7 P. R. T. Gurdon, The Khasis, (Londra, 1914), s. 6.8 Bkz. aynı yerde, xix-xx, C .). Lyall.
EGE’ NİN A N A E R K İL H ALKLARI 145
yerle bir olabilir, ama tehlike geçtikten sonra orada oturanlar geri dönüp köyü aynı yerde yeniden kurarlar. Evler birbirine çok yakındır; şefin ailesinin evi ile ötekilerin evleri arasında hiçbir ayrım yoktur. Köyün çevresi anıtlar ve klan gömütleriyle doludur. Bir de, köy tanrısına adanmış olan kutsal korular vardır. Ağaçlar ölüler tapımına ayrılmış olduğundan bunlara dokunmak yasaktır.9
Köyün malı olan boş topraklarda herkes damlarını örtmek için ot ve ateş yakmak için çalı çırpı toplayabilir. Ekilebilir topraklar klanın ortaklaşa mülkiyetindedir; rahiplik arazisi rahiplerin geçimi için, krallık arazisiyse şefin ve ailesinin geçimi için ayrılmıştır. Bir de, satın alınarak elde edilmiş olan belli ölçüde özel arazi vardır. Bu, toprakların kadınların malı olması kuralının tek ve aynı zamanda sınırlı kuraldışı yanıdır. Doğu yörelerinde bir toprak parçası satın alan erkek onu kullanma hakkına sahiptir, ama öldüğü zaman toprak annesine ya da annesinin kız kalıtçısına geçer. Erkek, evli olması koşuluyla, batıda da aynı hakka sahiptir; dahası toprağın bir bölümünü kendi çocuklarına bile bırakabilir, ama evli değilse toprağı kendi klanı adına kazanmış sayılır.10
Khasi'ler arasında, "Klan kadından doğdu" diye bir deyim vardır. Klanların dıştan evlenme kuralma sıkı sıkıya bağlı olduğu görülür. Klan içinden biriyle evlenmek bir Khasi'nin işleyebileceği en büyük günahtır. Klanın öteki üyeleri böyle birisiyle bütün ilişkilerini anında keserler. Bu suçu işleyen Khasi aynı zamanda klan gömütlüğüne gömülme hakkım da yitirir. Her klan ev halklarına bölünmüştür. Şi kpoh, yani "bir dölyatağı" diye bilinen bu birim, aynı dişi atadan dördüncü kuşağa kadar ana yanından gelen herkesi kapsar. Anaerkil bir oikos'dm bu. Materfamilias, hem aile tanrıçasının tapımını, hem de eğer ailesi klanın en kıdemli ailesiyse klanın dişi atasının tapımını yönetir. Klanın bütün üyelerinin geçimini güvence altına alan klan toprakları, en kıdemli materfamilias adına onun annesinin erkek kardeşi tarafından yönetilir. Materfamilias' m yerine en ufağından başlayarak ablaları geçer, kız kardeşleri yoksa yerini kızları alır. Bu durumda ev en küçük kıza kalır, büyük kız ise taşınabilir mallarda pay sahibi olur yalnızca. Materfamili- «s'ın kızları da yoksa, o zaman mülk kız kardeşlerinin kızlarına, daha sonra annesinin kız kardeşlerine ve onların ana tarafından kız torunlarına kalır.11
9 Aynı yerde, s. 33.10 Aynı yerde, s. 82-7.11 Aynı yerde, s. 77,82-3,88.
146 TARİHÖ NCESİ EGE
Bu durum erkeğin alanını bir hayli daraltır kuşkusuz. Bir koca olarak erkek, kendisini yalnızca bir "dölleyen" olarak gören karısının hj. sımlarının gözünde bir yabancıdır. Bir ölçüde tekeşli evlilik söz konusudur, kadının aynı anda birden çok kocası olamaz. Ama boşanma öylesine kolaydır ki, Gurdon'ın dediği gibi, "Çocuklar çoğu zaman babalarının adını bile bilmezler". Babalarının adını bilmemek çocuklarda bir kaygı yaratmaz. Annelerinin evinde yetişmişlerdir ve babalarını bilsinler bilmesinler orada kalırlar.12
Klan tapımlarından ayrı olan halk dini genellikle rahipler tarafından yönetilir, ama bu rahipler üzerinde tuhaf bir sınırlama vardır. Gerçi tanrılar adına hayvan kesme, onlara yiyecek, içecek sunma gibi görevleri yerine getiren rahiptir, ama bu tür görevler yerine getirilirken orada mutlaka bir de rahibe hazır bulunur. Rahip, bu rahibenin yardımcısıdır aslında. Gurdon'ın belirttiği gibi, rahibenin töreni tek başına yönettiği dönemlerin bir kalıntısıdır bu.13
Şefin erkek olduğu yerlerde, onun yerini, en büyüğünden başlayarak erkek kardeşleri, kız kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin kızlarının oğullan ve annesinin kız kardeşlerinin oğullan alır. Erkek kalıtçıları yoksa, kalıt hakkı kadınlara, yani şefin kız kardeşlerine, onların kızlarına vb. geçer. Gurdon bu incelemesini yaptığı sıralar Kirim şefi bir kadındı. Gurdon önemli bir ayrıntıya değinerek, bu kadın şefin dindışı görevlerini oğluna ya da kız kardeşinin oğluna bıraktığını belirtiyor.14 Dolayısıyla rahipler gibi şeflerin de daha sonraki konumlarına önceleri kadınların yardımcılığını yaparak eriştikleri ortaya çıkmaktadır.
Artık, ardıllığın bütün geçmişine yeni bir ışık altında bakabiliriz. Anayanlılılığın varlığını koruduğu yerlerde ardıllık genellikle annenin erkek kardeşinden kız kardeşin oğluna biçimini alır; bu durum giderek bir kural olarak benimsenmiştir. Gerçekte bu bir geçiş biçimidir. Khasi klamnda erkeklerin dışlandığı, ardıllığın anneden kız çocuğa geçtiği ilk biçim korunmuştur. Bu biçim, kadının görevlerinin yetki olarak erkeğe (ya Khasi'lerde ve İrokua'larda olduğu gibi erkek kardeşe ya da Roma krallığında olduğu gibi kocaya) aktarılmasıyla değişikliğe uğramıştır. Bu durumda ardıllık, kadın tarafından kalmak koşuluyla, erkekten erkeğe, yani annenin erkek kardeşinden kız kardeşin oğluna ya
12 Aynı yerde, s. 81-2; Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 62.13 The Khasis, s. 120-1.14 Aynı yerde, s. 70-1.
Eg e ’n i n A n a e r k i l H a l k l a r i 147
da kaynatadan damada geçer. Böylelikle, anaerkil kuralın tam karşıtı olan ve ardıllığın erkek yanı tarafından belirlenerek erkekten erkeğe geçtiği, kadınların bu işin bütünüyle dışında bırakıldığı ataerkil kurala varıyoruz.
Khasi'lerin anaerkil düzeni, kadının başka yerlerde bölük pörçük ya da geçmişten gelen gelenekler biçiminde rastlanan bütün haklarını işlevsel bir birlik biçiminde koruması bakımından benzersizdir. Ancak Asya'nın özellikle bu bölgesinde bu tip kurumların bir zamanlar yaygın olduğuna ilişkin bol kanıt bulunmaktadır. Assamlı Garolarda aynı mülkiyet ve kalıtım kurallarına rastlanır, ama iki önemli değişiklikle. Koca karısının mülkünden bütünüyle yararlanabilir ve dul kalan kadın en küçük kızının kocasıyla evlenmek zorundadır, böylelikle en küçük kızın kocası anayanlılık ilkesi çiğnenmeksizin kalıt alabilir.15 Çin'in güneyinde bugün bile kadın şeflerin yönettiği kabileler vardır;16 eski Çin ise bütün bütüne anaerkildi. Granet, "kadınların çocuklarına adlarını verdiklerini, kocalarınsa bir karılar kümesine katılmış eşlerden başka bir şey olmadıklarını" belirtiyor.17 Çin tarihçilerinden öğrendiğimiz kadarıyla, İ.S. onuncu yüzyılda kuzey Tibet'te Nu-kuo, yani Kadınlar Krallığı adı verilen son derece örgütlü bir anaerkil düzen vardı. Kraliçenin kocası yönetim de en küçük bir yeri olmayan önemsiz biriydi. Kraliçe tarafından toplanan ve saraylı kadınlardan oluşan bir devlet konseyinin elindeydi yönetim. Bu kadınların buyrukları "kadınların vekilleri" denilen erkek görevlilerce yerine getirilmekteydi.18 Burada gene kraliçenin kocasının giderek en sonunda nasıl kral olduğunu görüyoruz. Bu nokta o denli önemli ki, daha başka örnekler de vermemiz gerekiyor. Bu örnekleri verebilmemiz için de Afrika'ya döneceğiz.19
Bugün Bagandalarda totem babadan devralınır, eskidense anayan- lıydı. Dine ilişkin olduğundan doğallıkla tutucu bir nitelik taşıyan eski kural kral ailesinde bugün de korunmaktadır. Kral mutlak bir despot olmakla birlikte, ne gariptir ki iki kadına bağımlıdır. Kraliçe ile ana- kraliçe krallık sanını paylaşırlar. Her birinin kendi maiyeti ve kendi görevlilerince yönetilen malikânesi vardır. Ana-kraliçenin bir görevi de, krala her gün yiyecek armağanlar sunmaktır. Ana-kraliçenin ölümü özellikle kral için büyük bir yıkım sayılır; kral onsuz edemezmişçesi-
15 Totemizm and Exogamy, 2. s. 323.16 TheMothers, 3. s. 23.4.17 M. Cranet, La civilisation chinoise (Çin Uygarlığı), (Paris, 1929). s. 343-4.
TheMothers, 3. s. 23-4.^ Aynı yerde, 3. s. 28-36.
148 TA RİH Ö NCESİ EGE
ne ana-kraliçenin yerine hiç vakit yitirmeden gene onun klanından bir ardıl belirlenir. Kraliçe kralla aynı tahtta oturur ve taç giyme törenin, de kralla aynı andı içer. Ana-kraliçe tarafından seçilen kraliçe kralın kır kardeşlerinden biridir.
Çizelge VII
BABAYAN Ll AR D ILL IĞ IN EVR İM İ
E, erkek. K, kadın. Kalıtçılar siyah yazıyla gösterilmiştir.
rhE K » E Dolaysız anayanlı ardıllık (anneden kız çocuğa)
K = E
K = E Dolaylı anayanlı ardıllık (annenin erkek kardeşinden kız
| kardeşin oğluna). Kadının hakları erkek kardeşine aktarılır.
K = E
K = E Dolaylı anayanlı ardıllık (kaynatadan damada) Kadının
hakları kocasına aktarılır.
K = E
E K = E Babayanlı ardıllık (babadan oğula).
E g e ’n İ n A n a e r k i l H a l k l a r i 149
Bagandalarda ana-kraliçenin görevi daha çok dinseldir, buna karşılık güney Nijerya'daki Benin krallığında ana-kraüçenin kendi maiyetinin bulunmasının yam sıra kral bütün devlet işlerini ona danışır. Ana- kraliçeyle kızları birlikte otururlar. Bu kızlar hiç evlenmezler, ama toplumun her katından istedikleri kadar sevgiliyle gönül eğlendirebilir- ler. Lunda'da ana-kraliçe ülkeyi kralla birlikte yönetir. Kral bütün kararlarında ana-kraliçenin onayım almak zorundadır; halkın önüne mutlaka ana-kraliçeyle birlikte çıkar. Kralın yokluğunda bütün yetke ana- kraliçededir.
Afrika'daki daha ileri krallıkların hepsi de kralın yalnızca kraliçenin kocalarından biri olduğu daha önceki bir aşamanın uzantısı olan bu yarı anaerkil tipe uyar. Loango ve Daura gibi daha geri krallıklarda ve Fildişi Kıyısı'ndaki Abronlarda, bir kölenin oğlu olan kralın hemen hiçbir yetkisi yoktur. Agonna'da, Latuka'da, Ubemba'da ve daha başka yerlerde kral diye bir şey yoktur. Ülkeyi bir kraliçe yönetir; bu kraliçe hiç evlenmez, ama köle gibi kullandığı sevgilileri vardır.
Bu Afrika krallıklarındaki ataerkil gelişmeler, başlangıçta kabilenin genişleme sürecinden doğan, ama giderek köle ticaretinin uyandırdığı yankılar ve AvrupalIlarla Müslümanların Afrika'ya girmeleriyle iyiden iyiye yeğinleşen fetih savaşları tarafından hızlandırılmıştır. Böyle- ce, tarım büyüsü üzerine kurulmuş bulunan anaerkil düzen birdenbire değişikliğe uğramıştır. Gerçi bu güçlü ve sağlam zenci kadınlar ordularını AvrupalIların süngüleri üstüne amansızca ve umutsuzca sürmüşler, ancak uzun süren savaşlar bunların yetkesinin zayıflatmasına yol açmıştır. Oğullarını ve kocalarını böylesine güçlü bir biçimde denetimleri altında tutabilmelerinin gizi, tarıma ilişkin olduğu için kendi cinslerinin elinde bulunan dinsel işlevleridir.
Hiç kuşkusuz, Afrika'da kralların yetkilerinin salt dindışı yetkiler olduğu samlmamalıdır. Tam tersine, kral her yerde başrahip, özellikle de yüce yağmurcudur. Ama, Briffault'nun gösterdiği gibi, kralın bu dinsel işlevleri de bizi aynı sonuca vardırmaktadır. Sözgelimi, kralın saraylı kadınlar üzerinde kesin bir denetiminin bulunduğu Dahomey'de, kendisiyle birlikte sarayda oturduğuna inanılan yağmurtanrmın torunlarından biri olarak ululanır kral; ama gene de, tören suyunu kuyulardan çeken ve yağmur yağdırma büyüsünü gerçekleştiren, kralm Analar adı verilen karılarıdır. Onun için, Dahomey'den daha geri topluluklarda yağmurcuların genellikle kadm olmasında hiç de şaşılacak bir yan yoktur. Orta Afrika'daki Çigunda'da yağmur yağdırmak amacıyla bütün kabile bir araya gelir, ama asıl töreni bütünüyle kadınlar yönetir.
150 TARİHÖ NCESİ E g e
Damaralarda, yağmur duaları, bu amaçla hiç söndürülmeyen kutsal ateşi bekleyen şefin kızı tarafından okunur. Hererolarda da, yağmur duasını okuyan ve şefin baş karısının kulübesindeki kutsal ateşin ba- şmda bekleyen, şefin kızıdır. Burada, Frazer'm belirtmiş olduğu gibi başlangıçta Roma krallarının karıları olan Romalı Vesta rahibelerinin durmadan yanan ocak ateşini anımsayacaksınız sanırım.20
Krallığın başlangıçta tarım büyüsünden doğduğu, askeri ve siyasa] işlevlerininse ikincil olduğu bugün artık Frazer'm olağanüstü araştırmaları sonucunda anlaşılmış bulunuyor. Kral, insanın ve doğanın bereketinin artırılmasına yöneltilen tüm toplumsal gücü kendi kişiliğinde ya da kendi denetimi altmda toplayarak konumunu sağlamlaştırır. Böylece halkının esenliği konusunda her türlü yetkiyle donatılan kral bir tanrı gibi ululanır ve özel bir törenle (kralın yeniden doğduğunu ve artık bir insan değil, bir tanrı olduğunu gösteren taç giyme töreni) göreve getirilir 21 Nijeryalı Jukun'ların yeni bir kralı esenlerken söyledikleri sözler kralın nasıl yüceltilip ululandığını çok canlı bir biçimde dile getirmektedir; kralın önünde yerlere kadar eğilip şöyle haykırır Ju- kun'lar: "Yağmurumuz, ekinimiz, sağlığımız, zenginliğimiz!"22
Kral ilk başlarda topluluğu yöneten kadınların yalnızca eşi olduğuna göre, günümüz insanının gözünde kralın ilk özelliklerinden en şaşırtıcısının hangisi olduğunu anlamak olasıdır. Kralın görev süresinin ilk zamanlar önceden belirlenmiş olduğunu, bu sürenin bitiminde kralın öldürüldüğünü gene Frazer'dan öğreniyoruz. Eşlerine, köle oldukları için köle gibi davranan bu Afrikalı kraliçelerin evlilik törelerine baktığımızda, o koşullarda kralın ölümünün kadınların kuttören çevriminde sıradan bir olay olduğunu görebiliriz. Daha yakın zamanlara kadar, krallarını öldüren Sudanlı Şilluklarda prensesler aym özgürce sevişme hakkına sahiptiler ve eskiden kralı kendi elleriyle boğarak öldürürlerdi.23
Toprağın ürün verebilmesi için bu "kraliçeler"in gebe kalmaları zorunluydu. Cinsel yaşamları, bir öykünme büyüsü döngüsüydü. Dolayısıyla, dölleyen, bir tanrı olarak (ilk başta, hiç kuşkusuz, ilkel düşünceye göre kadınlarda gebeliğin, toprakta bereketin nedeni olan ay tanrısı olarak) diişleniyordu. Bu tanrının kendilerinde cisimleştiği erkek
20 J.G. Frazer, The Golden Bough (Altın Dal), (Londra, 1919), “The Magic Art and the Evolution of Kings” (Büyü Sanatı ve Kralların Evrimi), 2. 5. 228.
21 A. M. Hocart, Kingship (Kral Olmak), (Oxford, 1927), s. 70-98.22 C. K. Meek, A Sudanese Kingdom; an Ethnographical Study of the Jukun-speaking peoples of Nigcf'0'
(Londra, 1931), s. 137.23 The Mothers, 3. s. 36-7; The Golden Bough, “The Dying God" (Altın Dal "Ölen Tanrı"), s. 17-8.
Eg e 'n İ n A n a e r k i l H a l k l a r i 151
ler görevlerini yerine getirdikten sonra öldürülüyorlardı. Ekinlerin yaşaması için onların ölmesi gerekiyordu. İştar ile Temmuz, İsis ile Osiris, Aphrodite ile Adonis mitoslarının esin kaynağı olan bu kuttören, tekeşlilik koşullarına uyarlandığı Yunan kutsal evliliğinin muştucusudur.
Bu Bantu krallıklarını incelerken Firavunların krallığını anımsamamak olanaksız. Eski Mısır'da krallık kadın yanından aktarılıyordu.24 Hükümdar ailesinden bir annenin çocukları da hükümdar ailesinden sayılıyordu; ama kralın çocuklarının hükümdar ailesinden sayılabil- mesi için kralın, kız kardeşlerinden biriyle ya da annesinin kız kardeşlerinden birinin kızıyla evlenmesi gerekiyordu.25 Bu, günümüzde Ba- gandalarda olduğu gibi eski Mısır'da da gözlemlenen anaerkil içten evlenme kuralıdır.
Eğer kralın annesi hükümdar ailesindense, kral ülkeyi kendi adına yönetiyor, annesi de tıpkı Bantu ana-kraliçesi gibi aynı yüce yeri paylaşıyordu. Nitekim kimi anıtlarda kralla ana-kraliçenin yan yana oturdukları görülür.26 Eğer kral doğuştan hükümdar ailesinden değilse, o zaman ülkeyi evlilikten doğan hakla yönetiyordu.27 Kral nasıl cisim- leşmiş tanrıysa, kraliçe de "tanrının karısı"ydı ve kraldan hiç de aşağı olmayan bir konumdaydı. XVIII. Sülalenin iinlü kraliçesi Hatşepsut ülkeyi otuz yılı aşkın bir süre, önce babasıyla, sonra da yeğeni III. Tut- mozis'le birlikte yönetmişti.28
Eğer kral hükümdar ailesi dışından biriyle evlenirse, ardıllık kadın yanma geçiyor, bundan dolayı da yeni bir sülalenin kurucusu genellikle eski sülaleden biriyle evlenmek gibi bir önlem alıyordu.29 Roma'da- ki Sabin ve Etrüsk sülalelerinde gördüğümüz ilkenin aynısıdır bu.
Eski Mısır ile günümüzdeki Bantu krallıkları arasındaki ayrım, Mısır'da toplumun bütününün az çok anaerkil olmasıdır. Gerçi bir erkek belirli mallarını oğullarına bırakabiliyordu, ama genel kalıt kuralı uyarınca bir erkeğin mülkü en büyük kızma kalıyordu.30 ikinci kuşakta nıülk kadının olduğuna göre, birinci kuşakta nasıl erkeğin olduğu sorulabilir. Oysa erkek mülkün sahibi değildir. Evlenme yoluyla mülkün
24 W.M.F. Petrie, History o f Egypt (Mısır'ın Tarihi), (Londra, 1894-1901), 2. s. 183.25 Aynı yerde, 2 s. 95-6.26 Aynı yerde, 1. s. 114.22 Aynı yerde, 2. s. 240.28 Aynı yerde, 2. s. 183.29 E. Revillout, L'oncienne Egypte (Eski Mısır), (Paris. 1909), 2. s. 57.30 H. Breasted, History o f Egypt, (2. basım, New York, 1910), s. 86.
152 T a r İh ö n c e s İ Eg e
kullanım hakkmı elde etmiştir, o kadar. Bu da bizi, KhasiTerdeki, bütün mülkiyet haklarım kadınlarda toplayan kuralın Garolarca değiştirilmiş biçimine geri götürmektedir. Dolayısıyla, firavun örneğine uygun olarak, erkek çocuk kendi kız kardeşiyle evleniyordu. Mısırlılardaki bacı kardeş evliliği, anaerkil toplum düzeni içersinde erkeklerin mülkiyet haklarının ortaya atılmasının zorunlu kıldığı bir olguydu. Petrie'nin belirttiği gibi, "bacı kardeş evliliği, anaerkil mülkiyeti baba tarafından kalıt almayla uzlaştırıyordu".31
Eski Krallık'da kadınların toplumda saygın bir konumu vardı, kadının aile içindeki yeri en azından kocasmınkine eşitti. Ne var ki, V. Sülaleden başlayarak değişiklik belirtilerine rastlıyoruz. Bugün, o dönemin soylu erkeklerinin nept pa ya da evin hanımı adı verilen baş karılarının yanı sıra "ikinci bir karı"yla daha evlenebildiklerini öğreniyoruz.32 Rahiplik de giderek artan ölçüde erkeklerin denetimine girmiş, kadınlar kamu yaşammdan çekilmişlerdir. Kadınların kamu yaşamından çekilmesi ilginç özellikler taşımaktadır. Revillout'ya göre, "Beni Hasan'm yazıtları, yönetim işlevlerinin kalıtsal ve egemenin onayına ya da vetosuna bağımlı olduğu o dönemde, kadının yönetimindeki haklarını oğluna ya da kocasına aktardığını kanıtlamaktadır".33 Başka bir deyişle, "kadının vekili" kadının yerine geçmiştir.
Hall'a göre, "M ısır'da Mutterrecht'in her zaman güçlü izleri vardı, oysa Babil'de böyle bir ize hiç rastlanmıyordu".34 Burada Hail'un söylediklerine herhangi bir şey eklemeyi gereksiz buluyorum. Robertson Smith, bütün Sami halklarının başlangıçta anaerkil olduğuna inanıyordu;35 Hall'un sözünü ettiği ilk Sümer kent-devletlerinde anaerkil toplum düzeninin izden de öte şeyler bıraktığı anlaşılmaktadır:.
H er kent, aynı zam an d a yerel tanrının başrahibi olan ve tanrıların yer- yüzündeki vekili o ld u ğu kabul edilen pat esi sanını taşıyan soyd an gelm e bir vali tarafından yönetiliyordu. Süm er dilinde, daha yüksek bir siyasal örgü tlenm enin başını belirten bir sözcük vard ı: Lııgal, yani "k ral" (sözcük an lam ı, "b ü yü k ad am "). Bu sözcük hiçbir dinerkici yan anlam
31 W.M.F. Petrie, Social Life in Ancient Egypt (Eski Mısır'da Toplumsal Yaşam), (Londra, 1923), s. 110.32 Vancienne Egypte, 2. s. 31, 39, 57-8. Erkeğin ikinci bir eş alması kurumuna Babil ve Hitit yasalarında
ve eski İrlandalIlar arasında da rastlanmaktadır.33 Aynı yerde, 2. s. 57, 91.34 H.R. Hill, Ancient History o f the Near East (Yakındoğu'nun Eskiçağ Tarihi), (10. basım, Londra, 1947),
s. 205.35 W. Robertson Smith, Kinship and Marriage in Early Arabia (Eski Arabistan'da Akrabalık ve Evlilik), (2-
basım, Londra, 1903).
Eg e ’n i n A N A E R K İL H ALKLARI 153
taşımıyordu. (...) anlaşılan, zor kullanıp ya da düzen kurup çeşidi kentleri kendi yönetimi altında birleştirerek başa geçen her patesi için kullanılıyordu.36
Patesi'lik dinerkine dayanıyordu, lugal' likse askeri güce. Bu ayrım, krallığın anaerkil düzenin gerileme sürecindeki olağan gelişmesine uygundur. Sümer tarihinin başlarında, Lagaş patesi'si Lugalanda'nm karısı Baranamtarra'nın kenti kocasıyla ortaklaşa yönettiğini görüyoruz. Saygın "Kadın" samnı taşıyan Baranamtarra'nın, patesi'nin "Erkek Ocağından ayrı olarak kendi maiyeti, "Kadın Ocağı" var. Bir sonraki patesi Urukagina'nm karısı da aynı konumdaydı. Adı Şagşag, sanıysa 'Tanrıça Bau" idi. Devletin baş yöneticisine Lugalanda yönetiminde "Kadın Ocağının yazm am", Urukagina yönetiminde de "Tanrıça Ba- u'nun yazmanı" deniliyordu. Demek ki, her iki yönetimde de patesi’nin karısının maiyetindeydi baş yönetici. Dahası, her iki yönetimde de resmi belgelere patesi'nin karısı adma tarih düşülmekteydi. Bütün bunlar, Langdon'm da belirttiği gibi, patesi'nin yalnızca bir eş olduğunu, gerçek yetkeninse karısının elinde bulunduğunu gösteriyor.37 Bu anaerki değilse, en azından anaerkine çok benzer bir şeydir. Üstelik bu koşullar yalnızca Lagaş kentine de özgü değildi. Zabşali'de ve Anzan'da bir patesi’nin lugal'in kızıyla evlendiğini; sonra tek bir örnek de olsa, Mar- kasi'de bir lugal'in kızının gerçek bir patesi gibi görev yaptığını biliyoruz.38
Anaerkil kurumlar eski Elam'da da boygöstermiş39 ve oradan Pers imparatorlarına aktarılmıştır. Aiskhylos okurları, oğlunun yokluğunda krallığı yöneten ana-kraliçe Atossa'nm görkemli kişiliğini anımsayacaklardır.40 Kserkses'iıı babası Dareios, Atossa'nm ikinci kocasıydı. Atossa'nm ilk kocasıysa, erkek kardeşi Kambyses'di. Herodotos'a göre, Kambyses'in ölümünden sonra da "bütün yetkileri elinde tutmayı" sürdürdü Atossa.41 Hiç kuşkusuz, Dareios'un onunla evlenmesinin nedeni buydu. Büyük İskender'le aynı dönemde yaşayan bir başka Dareios ise, hepsi de "hükümdar soyundan prensesler" olan kız kardeş-
36 Ancient History of the Near East, s. 178-9.32 S.H. Langdon, Cambridge Ancient History’de (Cambridge Eskiçağ Tarihi), c. I, s. 385-6.3? R.C. Thompson, Cambridge Ancient History'de, c. I, s. 509-10.39 F.W. König, “Mutterecht und Thronfolge im altem Elam”, Festschrift der National-bibliothek in Wien,
(Viyana, 1926).40 Aiskhylos, Persler, s. 153-60. Aiskhylos'un, Perslerin yaşamını iyi bildiği anlaşılıyor: F.W. König, Relief
und Insehrift des Königs Dareios von Bagistan, (Leiden, 1938), s. 88-90.41 Herodot Tarihi, 7. 3. 4.
i 5 4 T a r İ h ö n c e s İ E g e
lerinderı biriyle evlenerek tahta geçmişti.42 Makedonya krallığındaki hanedan savaşımlarında kadınların önemli bir rol oynamış olmaları da, bu krallığın da anaerkil öğeler içerdiğini düşündürmektedir 43 Kaldı ki, bacı kardeş evliliği, Büyük İskender'in ardılları olan Ptolemaios'lar, Arsakid'ler ve SeleukosTar için kesinkes ileri sürülmektedir. Ptolemai- os'lar firavunlardan, Arsakid'lerle Seleukos'larsa Perslerden almışlardır bacı kardeş evliliğini. Örneğin, III. Antiokhos'un kızı Laodike sırayla üç erkek kardeşi Antiokhos, IV. Seleukos ve IV. Antiokhos ile evlenmiştir. Laodike'nin Seleukos'dan gelen Antiokhos adı verilen bir oğlu dünyaya gelmiş; bu çocuk, daha küçükken, anasının sonradan evlendiği üçüncü erkek kardeşi IV. Antiokhos'un kral naipliğinde kral ilan edilmiştir. Tarn'm söylediğine bakılırsa, kral naibinin Laodike'yle evlenmesinin amacı, vasiliği altındaki çocuğun tahta çıkmasını güvence altına almaktı.44 Ama anası ve babası dolayısıyla, tahta çıkması zaten güvence altındaydı çocuğun. Onun için, IV. Antiokhos'un kendisinin kral olmak istemiş olması daha akla yakındır. Nitekim öyle de olmuştur. Çok geçmeden çocuk öldürülmüş, IV. Antiokhos kral olmuştur. Çocuğu kim öldürmüştü dersiniz?
Arrianus, Semiramis'in destansı zamanından bu yana Anadolu'nun sürekli olarak "kadınlarca yönetildiğini" söyler.45 Arrianus Anadoluludur, dolayısıyla bu durumu iyi bilmesi gerekir, ama gene de bir abartma payı bırakmakta yarar var. Çağımızda kaleme alınan Yakındoğu tarihlerinde, kadınların konumunun gözardı edilmesinin iki nedeninden biri anaerkiniıı ne olduğu konusundaki genel kavrayışsızlık, farklılığı kesinkes kanıtlanmadıkça eşki toplumun bugünkü topluma benzemesi gerektiği yolundaki üşengeç varsayım; ötekiyse genellikle siyasal bir nitelik taşıdıkları için tek yanlı bir görünüm çizen eski belgelerdir. Anaerkil toplum düzeninin gerilemesinden sonra, kadınların toplum yaşamında da benimsenmiş olan ayrıcalıkları dinle sınırlı bir niteliğe bürünmüş, ama bu durum kadınların dindışı işlere karışmalarını önleyememiştir. Biçimi terk ettikten çok sonraları gerçekliği korumuşlar, böylece cinslerinin belirleyici özelliklerinden birini geliştirmişlerdir.
42 Arr. An. 2.11-2.43 Plutarkhos, Alex. 9.44 W. W. Tam. The Greeks in Bactria and Indio (Baktria ve Hindistan'da Yunanlılar), (Cambridge, 1938).
s. 185.45 Arr. (nd. 1.23. 7.
EGE’NİN A N A E R K İL H A LKLA RI 155
2. Lykia'lılar
Şimdi ağı biraz daha daraltalım. Dilbilimsel kanıtlar, bizi, Ege'ye gelen Yunanca konuşan göçmenlerin anaerkil etkiler altına girdikleri son u c u n a vardırmıştı. Peki, onların kendi geleneklerinde, bu sonucu destekleyen neler vardı acaba?
Ege havzası hiçbir zaman bütünüyle Hellenleştirilmemişti. Ege'nin kuzeyi durmadan yeni saldırılarla karşı karşıya kaldı: Trakialılar, phyrgialılar, daha sonraları da Makedonialılar, Galyalılar ve Slavlar. Yunan dili, ancak İskender'in fetihlerinden sonra Anadolu'nun iç bölgelerine sokulabildi. Aiolis'in ardında Phrygia'lılar, İonia'nm ardında Lydia'lılar, en güneydeki Dor yerleşim merkezlerinin ardında da Ka- ria'hlarla Lykia'lılar yaşıyorlardı. İ.Ö. dördüncü yüzyıla gelininceye değin, Girit'in kimi yörelerinde hâlâ Yunanca olmayan bir dil konuşulmaktaydı.46
Lykia'lıların bu adı almalarının nedeni, tanrıları Apollon Lykeios'a bir kurt (/ı/tos) olarak tapımlmasıydı.47 Apollon tanrı doğmadan önce anası Leto'nun bir kurta dönüştüğü ya da kurtların onu Apollon'ım d o ğacağı yere götürdüğü söylenir 48 Gerçekte Lykia'lılar kendilerine Trmmli diyorlardı; bu ad Yunanca'da ünlüleşerek Termiller biçimini almıştır. Lykia'lıların, Yunanca adlarıyla (Luka) geçtikleri Mısır vakayinamelerine baktığımızda, İ.Ö. on üçüncü yüzyılda öteki Ege halklarıyla birlikte Nil Deltası'na akınlar düzenlediklerini öğreniyoruz. Bir yüzyıl sonra Lykia'lıların bir bölümüyle KariaTılar, Pamphylia'dan ve Kilikia'dan geçerek Filistin'e göç etmişler ve orada Filistinliler adıru almışlardır 49
Bunların anaerkil kuramlarına daha önce değinmiştik. Soy zincirleri anayan- lıydı. Plutharkhos, Lykia klanı İoksid'ler- den söz ederken, doğrusunun dişil biçim olduğunu belirtircesine "Ioksidai ya da loksides" adını kullanır.50 Lykia'lılarda
46 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae (Londra, 1933), s. 65-6.42 Ser. Myth. Cr. 77.48 Ael. NA. 10. 26.49 H.R. Call, Cambridge Ancient History'de, 2. s. 282-4.30 Plutarkhos, Thes. 8.
Resim 6. Bir Filistinli: M ısır resmi
156 T a r İh ö n c e s İ E g e
kalıt da anayanlıydı. Kalıt bırakılırken, kız çocuklar erkek çocuklara yeğ tutuluyordu.51 Gömüt yazıtlarının da doğruladığı gibi, toplumun temel birimi, anaerkil ev halkıydı. Bu yazıtlardan kimilerinde, bildik anaerkil türden bir formüle rastlarız: "Parthena oğlu Neiketes... Lalla oğlu Neiketes... Euthykes, babası bilinmiyor... Aleksandros, babası bilinmiyor."52 Bu bölgede yapılacak sistemli kazılar, Anadolu'daki anaerkil toplum düzenine ilişkin bilgünize hiç kuşkusuz büyük katkılarda bulunacaktır.
Yunan geleneğinde, kral Proitos'un, Argos ovasındaki en önemli Mykene kentlerinden biri olan, koca taşlardan surlarla çevrili Tiryns'i, Lykia'lıların yardımıyla ele geçirdiği belirtilir.53 Aynı kuşaktan Glau- kos'un oğlu ve Sisyphos'un torunu Bellerophontes, Proitos'un sarayına konuk olduktan sonra Lykia'ya göç etmiş, orada kralın kızıyla evlenip krallıktan pay almıştır. Bellerophontes'in Laodameia adlı bir kızı, Hippolokhos adlı bir oğlu olmuştur. Laodameia, Zeus'dan, Troya Savaşı'nda Lykia'lılara komutanlık eden Sarpedon'u dünyaya getirmiştir. Hippolokhos ise, Troya'da Sarpedon'la omuz omuza dövüşen başka bir Glaukos'un babasıydı.54 Yunanlılar İonia'yı kolonileştirdik-
Çizelge VIII
S ISY PH O S SOYU
Sisyphos
Glaukos Amisodaros
1 rBellerophontes = Philonoe
Hippolokhos Laodameia = Zeus
Glaukos Sarpedon
51 Nic. Dam. 129.52 TAM. 2.176. a. 48, b. 20,46. Her iki durumda da, anne, Babillilerin Nin-An’ı (Tanrının gelini) türünden
bir rahibe olabilir. Annesinin bir Nin-An olduğu sanılan Sargon “babasını tanımıyordu": R.C- Thompson, Cambridge Ancient History'de, 1. s. 536-7.
53 Apollodoros, 2 .2 .1 . Burada Bellerophontes'in kaynatası, Amphianaks ya da iobates diye verilmiştir, İobates bir Lykia adıydı: TAM. 2. 283.
54 ilyada, 6.152-206. Bellerophontes'in öyküsüne çok benzeyen bir İrlanda geleneği vardır: M. Dillon, The Cycles o f the Kings, (Oxford, 1946), s. 35. İskandinavya mitologyasında, ardıllığın kaynatadan
Eg e ’ n i n A n a e r k i l H a l k l a r i 157
lerinde, bu ailenin üyeleri Miletos'da ve başka yerlerde kral seçildiler.55 Ailenin bir başka koluysa, Lykia'da, Glaukou Demos denilen bir kentin bulunduğu Ksanthos'da kaldı.56
Lykia'lıların Troya'daki komutanının Glaukos değil de, Sarpedon olması, eski Homeros yorumcularının ilgisini çekmiş ve bunlar Sarpe- don'un komutanlığını, haklı olarak, anası adına bir onur belirtisi biçiminde açıklamışlardır.57 Bellerophontes, kralın kızıyla evlenerek hükümdar ailesine girdiğinden, ardıllık karısının kızı aracılığıyla geçmekteydi. Bu da, daha önce gördüğümüz gibi, dolaylı anayanlı ardıllığın bir biçimidir.
Glaukid'ler, sanırız, Yunanca konuşuyorlardı; yoksa İonia'lılar onları kendilerine kral seçmezlerdi. Yunanca'yı Lykia'da öğrenmiş olamazlar, çünkü Lykia'nm yerel dili Hıristiyanlık dönemine değin varlığını korumuştur. Dolayısıyla da, Sisyphos soyunun, Peloponnesos'dan ayrıldığında Yunanca konuşuyor olması gerekir. Dilbilimsel çözümlememiz bizi böyle düşünmeye yöneltiyor. Yabancı bir anaerkil halkın arasına yerleşen bir Yunan klanı, o halkın kendi ardıllık kuralına uyarak başa geçmektedir.
Kendi türünde tek örnek değildir bu. Argolis Dor'lan üç ata kabilesi içinde Örgütlenmişlerdi, ama bunların yanı sıra fethedilen yörenin halkıyla kaynaşma sonucunda ortaya çıkan dördüncü bir kabileleri, Hyrnathlar vardı.58 Bu kabilenin ata adı Hyrnetho'nun (Dor dilinde, Hyrnatho) öyküsü şöyleydi: Argolis'in yönetimi kendisine verilen Dor şefi Temenos, oğullarını, kızı Hyrnetho'yla evlenen Deiphontes'i kayırmakla suçlamış. Bunun üzerine, ardıllığı yitirmekten korkan oğulları, birkaç haydudu kışkırtmışlar, haydutlar da Temenos'u pusuya düşürüp öldürmüşler. Ne var ki, Temenos ölmeden az önce krallığı kızına ve damadına bıraktığını açıklamış; kızıyla damadı da halkça onandıktan sonra Argolis'i birlikte yönetmişler.59 Bu öykü belki de tarihte gerçekten olmamıştır, ama bu gene de onun eski bir göreneği doğrulamasını engellemez. Bu öykü, analık hukukundan babalık hukukuna geçiş sırasmda doğan çatışmaları yansıtmasının yanı sıra, belirli bir il
damada geçtiğine ilişkin izlere rastlanır: H.M. Chadwick, The Origin o f the English Nation (İngiliz Ulusunun Kökeni), (Cambridge, 1906), s. 312.
55 Herodot Tarihi, 1.147.56 Alex. Polyh. 82-3.57 ilyada, 12.101.58 /C. 4.517.59 Nic. Dam. 38; Apollodoros, 2. 8. 5.
kenin Yunanistan'daki örneğini de sunmaktadır bize: Bir erkek, kaynatasının yerine geçerek kral olduğunda, kendi hakkıyla hükümdarlık eden kraliçesinin eşi olarak yapar bunu.60
3. Karia'lılar ve Leleg'ler
Gerek Karia'lılar, gerek Leleg'ler Anadolu kıyılarında yaşıyorlardı. Aralarında pek belirgin bir ayrım yoktur. Herodotos, Leleg'leri, eski budunsal adı koruyan Karia'hların bir kolu olarak görmektedir. Leleg- lerin, Karia'hlarca köleleştirilen ayrı bir halk olduğu ve ilk başlarda Samos ve Khios adalarında yaşadığı yolunda görüşler de vardı.61 Tarihsel dönemde, Leleg'ler artık bir anı olmaktan öteye geçemezken, Karia'lı- lar kendi adlarını taşıyan ülkenin Yunanlı olmayan sakinleri olarak herkesçe bilinmekteydiler.
Karia'daki başlıca Yunan yerleşim merkezi, Herodotos'un doğum yeri olan Halikamassos'du. Tarihçi Herodotos'un kendisinin de Karia'lı- ların soyundan gelmesi olasıydı, çünkü babasının adı Lykses, amcasının adıysa Panyasis'di; bunlar, Yunan adları değildir.62 Gerçi Yunan etkisine Lykia'hlardan daha açıktılar ama, Karia'lılar da kendi dillerini ve kültürlerini korudular. Samnz, Herodotos onları iyi tanıyordu; Lykia'lıların anaerkil toplumunun başka hiçbir budunda görülmediğini söylediğine bakılırsa, onun zamanında Karia'lılarda babayanlılık egemendi. Ancak, burada bile, yanılma payı bırakmakta yarar var.
Karia'hların en ünlü kralı, dördüncü yüzyılda hüküm sürmüş olan Mausolos'du. Mausolos'un karısıysa, kız kardeşi Artemisia'ydı. İdrie- us ve Piksodaros adlı iki de erkek kardeşi vardı Mausolos'un. İdrieus da başka bir kız kardeşiyle, Ada'yla evliydi. Mausolos çocuğu olmadan ölünce, anısına ünlü Mausoleum'u yaptıran Artemisia geçti yerine. Daha sonra, Artemisia'mn yerini İdrieus, İdrieus'un yerini de Ada aldı. Ada ise, Perslere boyun eğen, krallığı kızıyla evlenen Pers satra- bına bırakan Piksodaros tarafından tahttan indirildi, en sonunda Sat-
158 TA RİH Ö NCESİ Eg e
60 Megara kentinde de öyleydi: Sikyon, Pandion'un kızlarından biriyle evlenerek, bacanağı Nisos'a karşı krallıkta Hak ileri sürmüş, sonunda krallık ikisi arasında paylaştırılmıştı. N isos'un yerine damadı Alkathoos, Alkathoos'un yerine de onun damadı Telamon geçti: Pausanias, 1. 39. 6, 41. 6, 42 4 Korinthos kentinde iason Medea'yia evlenerek tahta çıktı (Pausanias, 2. 3. 10); Troizen’li Oros’un yerine kızının oğlu geçti (Pausanias, 2. 30. 5).
61 Herodot Tarihi, 1.171. 2; Strabon, 321, 661.62 Ouassos ve O nzossyasos gibi yer adlarının varlığını sürdürmesi (S/C. 46) Karia dilinin
Halikarnassos’da da konuşuladurduğunu düşündürüyor.
Eg e ’n i n A n a e r k i l H a l k l a r i 159
rap da, Ada'nın isteği üzerine Büyük İskender tarafından tahttan indirildi, böylelikle Ada bir kez daha kendi hakkıyla başa geçti.63 Herodo- tos'dan yüz yıl sonra, Karia hanedanının, firavunlarla aynı anaerkil içten evlenme kuralına uyduğunu görüyoruz.
Herodotos'dan, doğum yeri Halikarnassos'un, Pers Savaşı sırasında adının Artemisia olduğuna bakılırsa aynı hanedandan gelen Karia- h bir kraliçenin yönetiminde olduğunu öğreniyoruz. Bu kraliçenin annesi Giritliydi; babasının adıysa Lygdamis'di. Kocası ölmüştü, ama yetişkin bir oğlu olmasına karşın, "girişken ruhu, erkekçe korkusuzluğuyla" tiranlığı kendisi yönetmekteydi.64 Kseıkses Yunanistan'ı istilâ ettiğinde, Artemisia kendi komutasında beş savaş gemisiyle ona katıldı. Salamis Savaşı'nda, Pers bozgunu başladığında, Artemisia'nm gemisinin ardına bir Atina gemisi takıldı, ama Artemisia ustaca bir dönüşle Pers gemilerinden birine bindirerek kendini kurtardı. Atmalılar Artemisia'nm kendi saflarına geçtiğini sanarak onu kovalamaktan vazgeçtiler. Perslere gelince, onlar da Artemisia'nm gemisinin bindirdiği geminin bir düşman gemisi olduğunu sandılar; savaşı kıyıdan izleyen ve kendi amirallerinin başarısızlığına öfkelenen Kserkses şöyle dedi: "Erkekler bugün kadın gibi, kadınlar da erkek gibi davrandılar."65 Bu olayın belki de asıl ilginç yanı, olup bitenlere Atina gemilerinden birinde tanık olan bir oyun yazarının, erkekçe korkusuzluğuyla Artemi- sia'yı bile geride bırakacak büyük bir oyun kişisi yaratacak olmasıydı.
Miletos'u ele geçiren İon'lar, ana-babalarını öldürdükleri Karia'lı kadınları aldılar. Gel gör ki, bu kıyımdan dolayı Karia'lı kadınlar, yeni kocalarıyla birlikte yemeğe oturmamaya, kocalarının adını anmamaya ant içtiler.66 Bu da, koloninin ilk dönemlerinde, kadınların kendi yerli düzenlerini bir ölçüde koruduğunu gösteriyor. Bir başka İon yerleşim merkezi olan Teos'da bir yıllık bir mahkeme listesi bulunmuştur.67 Her davada, erkeğin adından sonra klanının ve pt/rgos'unun adı belirtilmektedir. Pyrgos, erkeğin köyüydü ve Attika'daki bucakla eşanlamlıydı. Bu listede, yirmi beş davadan on birinde klan adıyla köy adı aynıdır; örneğin, "Boioslu Euthyrrhemon Boides". Bu da gösteriyor ki, bu iki birimin özdeşliği o sıralar hâlâ bozulmamıştı. Klan adları kendi anlamlanın kendi
63 Strabon, 656-7.64 Herodot Tarihi, 7.99.
Aym yerde, 8. 87-8.5® Aym yerde, 1.146.3. Herodotos. ionia’lı kadınların giyim kuşamının Karia kökenli olduğunu söyler
(5.887).67 C/C. 3064.
.o
'Har
i.ta
III..
Ege
'nin
ta
rih
ön
cesi
h
alk
lar
ı
EGE'NİN A N A E R K İL H ALKLARI l6 l
içlerinde taşımaktadır. Bunlardan biri, Philaides, Attika'dandır, bir başkası, Kothides, Euboia'dandır;68 bir üçüncüsü, Maliades, Thessalia'dan- dır.69 Bryskides ve Daddeios gibi birçokları Karia'lıdır.70 Bu Karia klanları yerli adlarıyla kendi yerleşim merkezlerinde kaldıklarına göre, kendi yerli kurumlarım da korumuş olsalar gerektir; hem sonra, Teos'da böyle olduysa, öteki İon kolonilerinde de böyle olmuş olması gerekir.
Karia'lılar ile Leleg'ler tarihöncesi dönemde Karia'nın çok ötelerine uzanmışlardı. Sözgelimi, Troya Savaşı'ndan sonra Troas'dan sürülüp atıldıkları söylenir.71 Kos'un eski adı Karis'di, Khios'da da Karides adlı bir kent bulunuyordu.72 Karia'lılardan Naksos'da ilk oturanlar olarak söz edilmektedir,73 sonra, Naksos'da Lygdamis diye bir özel ada rastlıyoruz74 ve Naksos kendisi de Naksia adlı Karia kentiyle ilintili görünüyor.75 Naksos'daki Karia'lıların Thessalia'nın en güneyindeki La- mia'dan gelmiş olduktan söylenir.76 Argos kıyılarındaki Epidauros ve Troizen, Karia'lıların yerleşim merkezleriydi.77 Megara'daki akropoli- se, "Karia'lı" anlamına gelen kral Kar'dan dolayı Karia denilmekteydi.78 Ayrıca, merkezi Karia başkenti Mylasa'da bulunan Zeus Karios tapımına Boiotia'da79 ve gene Attika'da80 da rastlanmıştır.
Megara kentinin ilk krallarından bir başkasının adı da Leleks'di; Me- gara'dan gelen Leleg'ler, Messenia'daki Pylos kentinin ilk kurucularıydılar.81 Leleks, en eski sakinlerinin Leleg'ler olduğu söylenen Sparta'nın da ilk kralıydı.82 Ayrıca, Leleg'lerin adına Leukas'da, Akarnaia'da, Lok- ris'de ve Boiotia'da rastlanıyor.83 Son olarak, Thukydides, Minos deniz egemenliği döneminde Karia'lıların Kyklad'lardan kovulduğunu
68 Strabon, 447.69 Strabon. 433.70 Pausanias, 7. 3. 6.71 Strabon, 321; i iyoda, 21. 85-8. Antandros. Skepsis, Pedasos, Gargara, Assos kentleri hep Leleg’lerindl:
Strabon, 605-10.72 Hellanikos. 112. Samos ve Khios’da ilk oturanlar Karia’lılar olarak tanımlanır: Pausanias. 7. 4. 8-9.;
Slrabon, 637.73 D.S.5. 51.74 Herodot Tarihi, 1. 61. 4.75 Alex. Polyh. 54-5.76 D. S. 5. 51.77 Aristoteles, fr. 491 - Strabon, 374.78 Pausanias, 1. 40. 6.79 Herodot Tarihi, 1.171. 6; Strabon, 6591.60 Herodot Tarihi, 5. 66.61 Pausanias, 1. 39. 6, 4, 36. 1.62 Pausanias, 3 .1 .1 .63 Aristoteles, fr. 560 = Strabon, 321-2.
ı 6 z T a r İh ö n c e s İ E g e
söylüyor ve Delos'da bazı eski gömütler açıldığında bulunan savaş giy. silerinden ölülerin yarısından fazlasının Karia'lı olduğunun anlaşıldı- ğını ekliyor.84
Ama gene de, Karia'hların yaşadığı alanın belirli sınırları vardır. Bu alan, Leukas'dan Lamia'ya kadar çekilen, sonra da Khios'a kadar uzanan bir çizgiyle belirlenir. Bu çizginin kuzeyinde kalan bölgede tarihöncesi dönemde yaşayanlarsa, Yunanlıların anımsadığı kadarıyla Pelasg'lardı.
4. Pelasg'lar
Pelasg'lar, kuzey Ege'nin çeşitli yörelerinde, kendi dillerini koruyarak yaşamışlardır: Örnekse, Makedonia kıyılarındaki Akte'de, aynı yörede bir yerlerde bulunan Krestoıı'da, Lemnos ve İmbros adalarında,85 Propontis kıyılarında Kyzikos bölgesinde Plakia ve Skylake'de.86 Ayrıca Samothrake'de, Troas'da, Lydia'da, Lesbos'da ve Khios'da yaşadıklarından da söz edilmiştir.87
Pelasg'lar, Yunanistan'da, Zeus Pelasgios'un Dodona'daki eski tapmağında88 ve Pelasgikon Argos ya da Pelasgiotis diye bilinen Thes- salia ovasında89 adlarını bırakmışlardır. Pelasg'lardan, Boiotia'nın ve Peloponnesos'daki Akhaia bölgesinin ilk sakinleri90 ve özellikle de Attika, Argolis ve Arkadia'nın yerli halkı91 olarak söz edenler de olmuştur. Olympia yakınlarında, bir zamanlar bütün bir Elis bölgesinde görülen Kaukon'lar adlı bir kabilenin kalıntıları vardı. Bunlar da büyük bir olasılıkla Pelasg'lardaııdılar.92 İh/ada'da, Pelasg'larm yanı sıra Kau- kon'lar adını taşıyan bir kabileden Troyalılarm bağlaşıkları olarak söz edilmektedir; aynı ada, daha kuzeyde Karadeniz kıyısındaki Paphla- gonia'da yaşayan Kaukon'larda bir kez daha rastlanmaktadır.93 Güney
84 Thukydides, Peloponnesos Savaşı, (Hürriyet Yayınları, Mart 1976, Türkçesi: Tanju Cökçöi), s. 19.85 Aynı yerde, s. 265; Herodot Tarihi, 1. 57, 5. 26. Pelasg’lara değgin gelenekleri Lesboslu Hellanikos
derlemiştir. Hellanikos'un Phoropis adlı yapıtı, sanırız bu adı taşıyan bir destana dayanmaktadır: L. Pearson, Early Ionian Historians (ilk Ionia Tarihçileri) (Oxford, 1929), s. 159.
86 Herodot Tarihi, 1. 57.87 Aynı yerde, 7. 42; Strabon, 221, 621.88 ilyada, 16. 223; Strabon, 327; Plutarkhos, Pyrrh, I.89 ilyada, 2. 681, 840, Strabon, 221. 443.90 Strabon, 410; Herodot Tarihi, 7. 94.91 Herodot Tarihi, 1. 57, 4. 145. 6. 137; Peloponnesos Savaşı, s. 101; Herodot Tarihi, 2. 171, 1. 146;
Pausanias, 8. 1. 4.92 Strabon, 345, 542; Odysseia, 3. 366.93 ilyada, 10. 429, 20. 329; Strabon, 345.
E g e ’n İn A n a e r k i l H a l k l a r i 163
Peloponnesos'da ya da Kyklad'Iarda Pelasg'lann hiçbir izine rastlan- jrtamakla birlikte, Odysscia'da onlardan Girit'de yaşayan halklardan biri olarak söz edilmektedir.94
Kretschmer'e göre, Pelasg'lann adı, pelcıgos'un budunsal bir türevidir.95 Pelagos, Hint-Avrupaca'da düz yüzey, ova anlamında kullanılan bir sözcüktür, Yunanca'daysa denize değgin olarak kullanılmıştır (Latince'deki aequor gibi). Gündelik Yunanca'da "deniz" thalassa'ydı ve bu sözcük Hint-Avrupa kökenli değildir. Acaba Ege'yi istila eden Yunanlılar bu sözcüğü orada karşılaştıkları "deniz msanları"ndan, Pelasg'lar- dan mı almışlardı?
Epeyce dağılmış olmalarına karşın, Pelasg'lann türdeş bir kültürü olduğu anlaşılıyor. Pelasg'lann ayırt edici yer adlarından biri olan La- rissa'ya Thessalia'nın, Attika'nın, Argolis'in, Elis'in, Girit'in, Troas'ın, Aiolis'in ve Lydia'nın çeşitli yörelerinde rastlamak olasıdır.96 Hellen- lerden önce varolduğu kesin sayılan ateş-tanrı Hephaistos'uıı tapımı Atina'da ve Lemnos'da odaklanıyordu 97 Hephaistos, ayrıca, Samot- hrake'de, Lemnos'da ve İmbros'da yaşamış olan Kabirlerin Pelasg ta- pımında da karşımıza çıkmaktadır.98 Kaldı ki, A.B. Cook da, Hephais- tos'un bir Pelasg tanrısı olduğunu öne sürmüştür.99 Dolayısıyla, Hermes de bir Pelasg tanrısıdır büyük bir olasılıkla. İmbros'da Yunan kökenli olmayan bir tapımı bulunan Hermes'in de Kabirlerle bağıntılı olduğu ileri sürülm üştür.100 Herm es'in anakarada bulunduğu en eski yerlerse Arkadia ve Attika'ydı. Kendisine bir ata tanrı olarak tapınılan101 Arkadia'daki Kyllene Dağı'nın yamaçlarında dünyaya geldiği söylenir Herm es'in. Eİis'deki Kyllene'd eyse, Hermes imgesi bir penis erecfı/s'du102 ve bu da Pelasg'lardan kaynaklandığı söylenilen ve hermai adı verilen kamış yontularını andırmaktadır.103 Keryk'lerin klan atası olan Eleusis Hermes'i Daeria söylencesine, bu söylence de Samothra- ke Mysteria'larına bağlanmıştır.104
M Odysseia, 19.177.95 P. Kretschmer. "Zur Gcschichte der griechischen Dialekte", Glotta, (Göttingen, 1907-,), s. 9.96 ilyado, 2. 841; Strabon, 430, 440, 620-1; Pausanias, 2.24. 1,7.17. 5.
97 ilyada, 1. 593.98 Herodot Tarihi, 2. 51. 3. 37; Strabon, 472: Pausanias, 9. 25. 5-10.99 A.B. Cook, Zeus, (Cambridge, 1914-40), 3. s.100 Herodot.Tarihi, 5.7.101 Homeros, Hymrıos, 4.1-7; Pausanias, 8 .17.1-2.
102 Pausanias, 6. 26. 5.103 Herodot Tarihi, 2. 51; Pausanias, 4. 33. 3.104 Pausanias. 1. 38. 7; Cicero, De Deorum Natura, 3. 22. 56; Herodot Tarihi, 2. 51; J. ToepfFer, Altische
Geneologie, (Berlin, 1889). s. 96.
164 T a r İh ö n c e s İ E g e
Peki, Pelasg'lar nereden gelmişlerdi? Bir kere, güneyden gelmedikleri açık. Girit'de Eteokretler ya da Gerçek Giritlilerden kesinlikle ayrı tutulurlar.105 Sonra, güney Ege'nin başka hiçbir yöresinde karşımıza çıkmazlar. Güneybatı Anadolu'dan geldikleri de söylenemez. Çünkü orası Karia'lılarla Lykia'hlarındı. Eldeki bütün ipuçları bizi kuzeye götürüyor: Makedonia kıyılarına ve Hellespontos'un girişindeki Samothrake, Lemnos ve İmbros adalarına. Pelasg'larm izini Hellespontos'dan ve Pro- pontis'den geçerek Anadolu'nun kuzey kıyılarına dek sürebildiğimize göre, onların anayurdunun Karadeniz'in öte yanında bir yerlerde bulunduğunu düşündürtecek güçlü bir kanıtımız olduğunu söyleyebiliriz.
Ataları Ege'nin kuzey kıyılarından olan Thukydides, Akte'li, Lem- nos'lu ve Attika'h Pelasg'ları Tyrrhen'ler (Tyrsen'ler) olarak tanımlamaktadır.106 Nitekim, Sophokles de, Argolis'deki Pelasg'lar için aynı adı kullanmaktadır.107 Yunanlılar Etrüskleri Tyrsen'ler olarak bilirlerdi. Yunan geleneğine göre, Etrüskler İtalya'ya Ege'nin bir yöresinden göç etmişlerdi; Herodotos bunların Lydia'dan göç ettiklerini söylemekte, kimi yazarlarsa Etrüskleri Thessalia'dan, Lem nos'dan ya da İm- bros'dan göç eden Pelasg'lar olarak tanımlamaktadırlar.108 Nitekim, Caere'li Etrüskler de soylarının Thessalia'lı Pelasg'lardan geldiğini ileri sürmüşlerdir.109 Tyrrhenos, bir Lydia kenti olan Tyrrha'nm budunsal türevidir.110 Tarquinius'un Yunanca'daki biçimi olan Tarkhon'un erkek kardeşinin adıdır Tyrrhenos.111 Tarkhon ile Tyrrhenos'un babası Telephos ise, İtalya'da Tarquinii'lerin atası, Lydia'da da Teuthrania kralı olarak ortaya çıkar.112 Son olarak, Lemnos'da bulunan kimi yazıtlar, Etrüsk dilini çok andıran bir dilde yazılmıştır. Gerçi Lydia'lıların dili konusunda pek az bilgi vardır, ama gene de eldeki bilgiler bu dilin de aynı aileden olduğunu göstermeye yeterlidir.113
Etrüskler gibi Lydia'lılarda da, küme evlililiğinin bir kalıntısı diyebileceğimiz evlilik öncesi rastgele cinsel ilişki vardı. Etrüskler anaerki) olarak bilinirler, bu da, göç döneminde Lydia'lıların da anaerkil olduklarını akla getiriyor. Üç Lydia sülalesinden söz edilmektedir: Atyad'lar,
105 Odysseia, 19.177.106 Peloponnesos Savaşı, s. 265-6.107 Sophokles, fr. 248.108 Herodot Tarihi, 1. 94; Strabon, 443, 221.109 Strabon, 220.110 Attische Cenealogie, s. 195.111 Lykophron, 1248.112 Lykophron, 1249.113 P. Kretschmer. "Die Stellung der lykischen Sprache”, Clotta, 28. s. 108.
E g e ’n i n A n a e r k i l H a l k l a r i 165
Herakleid'ler ve MermnadTar. Sonuncusu, yani MermnadTar Kroi- sos'un soyudur. Soyağaçları ne denli karışık olursa olsun, gene de Mermnad'lardan Sadyattes'in kız kardeşiyle evlendiğini, Sadyattes'in oğlu ve kalıtçısı Alyattes'in de aynı şeyi yaptığını gösteriyorlar bize.114 Herodotos, bir önceki sülalenin babadan oğula hüküm sürdüğünü söyleyerek,115 bunlarda kalıtın babayanlı olduğunu ortaya koymaktadır; ama, bu olgudan kuşku duymamız için hiçbir neden olmamakla birlikte, Herodotos'un buradaki anıştırması bazı sorulara açıktır. Bu amaçla düzenlenmiş olduğundan, bacı kardeş evliliği de ardıllığın babadan oğula geçmesiyle sonuçlanır. Ama bacı kardeş evliliği, kökeninde, ana- yanlıdır: Oğul doğrudan doğruya anadan kalıt alır. Dolayısıyla, Herak- leid'lerin de Mermnad'larla aynı kuralı izlemiş olmaları olasıdır; aslında olasılıktan da ileri bir durumdur bu, çünkü Herodotos'un anlattığı geleneğin değiştirilip bozulmuş olmasından kuşkulanmamızı gerektiren nedenler vardır. Herodotos'a bakılırsa, sülalenin kurucusu, Herak- les'in, İardanos'uıı Lydia'h bir köle olan kızından olma oğluydu. Burada, Sophokles'in ve öbürlerinin yorumlarından çarpıcı bir ayrılma göze çarpmaktadır. Eurystheus'un köle olarak sattığı Herakles'i, İar- danos'un kızı Omphale satın alır; Omphale ise bir köle kız değil, bir kraliçedir ve kocasının ölümünden sonra tek başına saltanat sürmüştür.116 Bu öyküdeki Lydia'h Herakles, Etrüsklerdeki Servius TuIIius'dur.
Lydia'lılar ve Etrüskler anaerkil idiyseler, o zaman onların akrabası olan Pelasg'lar da anaerkildiler. Lemnos'lu Pelasg'lar, en ünlü Yunan söylencelerinden birinde boygösterirler. ArgonautTar, Altın Post'u ele geçirmek için Thessalia'dan denize açılmışlar ve o zamanlar Thoas'm kızı kraliçe Hypsipyle'nin hüküm sürdüğü, "kadınlar tarafından yönetilen" Lem- nos'da demirlemişler gemilerini. Meğer bir süre önce Lemnos'lu kadınlar Aphrodite'ye kızmışlarmış; Aphrodite, bu kadınlara çok kötü bir koku bulaştırarak kocalarının onları terk etmesine yol açmışmış. Onlar da öçlerini erkeklerini öldürerek almışlar, bir tek Hypsipyle babasını öldürmemiş. Argonaut'larm kaptanı İason, Hypsipyle'ye vurulmuş, bu birleşmeden dünyaya gelen oğullan Euneos da Euneid'ler klanını kurmuş.117
Bu söylencenin ilk kez Bachofen tarafından aydınlığa kavuşturulan anlamı118 kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Akla hemen Pe-
Ü 4 N jc . Dam. 63.'15 Herodot Tarihi, 1.7.Ü 6 Sophokles. Trakhis Kadınlan, 2S2-3.B 7 Herodot Torihi, 6.138; Apollodoros. 1. 9.17.1 '8 J- J. 8achofen, Dos Muttenecht (Ana Türesi). (Stuttgart, 1861), s. 84-7.
ı6 6 T a r i h ö n c e s İ E g e
lasg'ların anaerkil düzenini getirmektedir, ancak kadınların sonunda aşağılanmasına uygun düşen bozulmuş biçimiyle:
Lem n os'lu n u n suçu görülm üş işitilm iş değil m asallard a,Bir günah ki yılgıyla yankılanm ış y eryü zü n d e,Y ü z kızartıcı bir olaydan mı söz edilecek H ep L em n os d ü şm ü ş akla.İnsanoğlu aşağılam ış, Tanrı ilençlem iş L em n o s'luyu,K esilm iş dölü bereketi geri gelm em ecesine,Kim saygı d u y ar Tanrıların sırt çevirdiğin e .119
Sanki yeni düzenin eski düzene yönelttiği bir ilenmedir bu.Attika'daki Tyrrhen-Pelasg'lar, LemnosTularm bir koluydu.120 Bir
zamanlar Atinalılar, Akropolis'i çevreleyen duvarları ördürmek için Pelasg'ları tutmuşlardı.121 O günlerde kölelik diye bir şey yoktu, su getirmek için Enneakrunos Çeşmesi'ne giden Atinalı kız ve erkek çocuklar durmadan Pelasg'lann saldırısına uğruyorlardı. Bu yüzden, Pe- lasg'lar Attika'dan kovuldular ve gidip Lemnos'a yerleştiler.122
Demokrat Atinalılar, Pelasg kökenli oluşlarıyla övünüyorlardı. "Toprağın oğullan" diyorlardı kendilerine.123 Herodotos, bunları, Hellen- leşmiş Pelasg'lar olarak tanımlar.124 İlk krallarından biri, evliliğin kurucusu Kekrops'du.125 Kekrops'dan önce kadınlar gelişigüzel ilişkide bulunuyor ve çocuklarına kendi adlarını veriyorlardı. Etrüsklerle ilgili olarak da bize tastamam bunlar anlatılmaktadır.
Yer adlarındaki çeşitli benzerliklere bakılırsa, Etrüsklerin Anadolu'yla (yalnızca Lydia'yla değil, Karia ve Lykia'yla da) daha ileri bağıntıları söz konusudur. Dahası, bütün bir Ege havzasında ve güneyde Kilikia'ya, kuzeyde Kafkasya'ya kadar Anadolu'nun iç bölgesinde Hellenik olmayan birtakım öğelere (-nth-, -nd-, -ss-, -tt-) dayanan Ko- rinthos, Kelenderis, Myndos, Pamassos, Knossos, Hymessos, Adramy- ttion gibi yer adlarına rastlıyoruz.126 Thalassa (Attika lehçesinde thalnt-
119 Aiskhylos, Khoephoroi (Sunu Taşıyan Kızlar), 631-4.120 Peloponnesos Savaşı, s. 265.121 Herodot Tarihi, 6. 137.122 Aynı yerde, 6.137.123 Euripides, /on, 20.124 Herodot Tarihi, 1.57.125 Aynı yerde, 8.44.126 P. Kretschmer, Einieitung zur Geschichte der griechischen Sprache, (Göttingen, 1896), s. 401-6: E-
Schvvyzer, Grieschische Grammotik, (Münih, 1939), 1. s. 60-1; Homer and Mycenae, s. 64-5.
E g e ' n i n A n a e r k i l H a l k l a r i 167
ta) sözcüğü de aynı türdendir. Bu tür sözcükler, Hellen-öncesi dillerin varlıklarım en uzun süre korudukları Karia'da ve Lykia'da çok boldur, ama bunların geniş bir alana yayılmış olmaları, bir zamanlar Ege havzasında Anadolu'dan çıkan benzeşik bir dil alanının doğmuş olması gerektiğini göstermektedir.
Son olarak, Etrüsklerin dili, Kafkasya'da hâlâ konuşulan dillerle bağıntılıydı. Bunu ilk kez, elli yıl önce Thomsen ortaya çıkarmış, M arr da onaylamıştır.127
Benim varabileceğim yer burası. Etrüsklerin konuştuğu dilin ve kimi Asya dillerinin Kafkasya'yla bağıntılarının doğurduğu sorunlar, Karadeniz'den Suriye'ye, Ege'den Sümer'e kadar bütün bir bölgeyi kaplayan ortak bir dil alt-katmanının bulunmasıyla karmaşıklaşmış ve büyümüştür.128 Dahası, bu diller, Hint-Avrupa yayılmasının meydana geldiğine inanılan Güney Rusya'dan gelmişlerse, Yunan dilinde Hint- Avrupalı olmayan son derece yerleşik kimi öğeler Yunanca'nm kendisi kadar eski olabilir. Kesin bir sınıflama olarak Hint-Avrupa kavramının kendisinin bile yeniden gözden geçirilmesi gerekebilir. Böylesine kapsamlı sorunların, birkaç sayfada çözülmesi şöyle dursun, yeterince ortaya konulması bile beklenemez. Anadolu'nun tarihöncesine ilişkin daha ileri araştırmaların gerçekleştirilmesini sabırla beklemekten başka umarımız yok. Ben burada, yalnızca, Ege'nin ilk halklarıyla ilgili eski Yunan geleneklerinin, bilgisizce kaleme alınmış duygusal yazılar ya da eskiçağlara değgin palavralar diye nitelendirilerek bir yana atılmaması gerektiği noktasında diretmek istiyorum. Bu ayrıntılar bir araya getirildiğinde, arkeoloji ve dilbilim araştırmalarının ortaya çıkardığı görünümle uygunluk gösteren tutarlı bir resim oluşmaktadır.
5. Minos'lular
Kyklad'larm bilinen en eski sakinleri, doğudan ve güneyden, belki de büyük ölçüde Girit'ten gelip yerleşenlerdi; bunlar bakır madenini
127 V. Thomsen, "Sur la parents de la langue 6trusque", Oversigt over det kongelige Danske Videnskabernes Selskobs Forhanglinger (Kopenhag, 1816-.), 1899, 1.; H.R. Hall, "The Caucasian Relations of the Peoples of the Sea” (Deniz Halklarının Kafkas ilişkileri). Klio, (Leipzig, 1901-), 22. 335; H.R. Hall, The Civilisation of Greece in the Bronze Age (Tunç Çağı'nda Yunanistan Uygarlığı), (Londra, 1928). s. 292-3.
228 P. Kretschmer, "Zur altesten Sprachgeschichte Kleinasiens”, Glotta, (Cöttingen, 1907-), 21. 76; C. Sigwart, “Zuretruskischen Sprache", Glotta, 8.139. s. 148-59.
r68 T a r İh ö n c e s İ Eg e
biliyorlardı. Erken Kyklad diye bilinen bu kültür, Minos etkisi altında gelişti. Üçüncü bin başlarında Peloponnesos'a, Orta Yunanistan'a ve Thessalia'nın güneyine yayıldı (Erken Hellas). Bu kültürü taşıyanların Karia'hlar ve Leleg'ler olduğu söylenebilir.129
Cilalıtaş Çağı'nda Girit'te yaşayanlar, Kuzey Afrika'dan bir öğe barındırıyorlardı içlerinde. Bellerine sardıkları kuşakların, hesap tabletlerinin ve sekizli kalkanlarının benzerleri Libya'da ve sülaleler-öncesi Mısır'da vardır.130 Ama yukarıda sözünü ettiğimiz türden yer adları Girit'te, Anadolu dışındaki öteki yerlerde olduğundan daha yaygındır ve iki ağızlı balta tapımı söylenceye geçtikten sonra da Karia'da varlığını sürdürmüştür.131 İşte bu yüzden ve daha birçok nedenden ötürü, Minos Giritlilerinin Karia'lılarla, Leleg'lerle ve Lykia'lılarla yakınlığının bulunduğu sonucuna varılmıştır.
Bu bağlar, izlerini, Yunan geleneğine bırakmıştır. îlyada'da Bellerop- hontes'in torunu olarak tanıdığımız Sarpedon, bir başka yerde Knos- sos kralı Minos'un erkek kardeşi olarak çıkar karşımıza.132 İlki Yunan yorumudur, ikinciyse Lykia ve Minos. Rodos'taki ve Karia'hların Mi- letos'daki yerleşim merkezindeki Zeus Atabyrios tapımına, Girit kökeni yakıştırılmıştır.133 Lykia'lıların ve Kaunos'daki Karia'lıların Girit'ten geldikleri öne sürülmüştür.134
Bu geleneklerde odak noktası Girit'tir. Anadolu'dan Girit'e yönelik tersine bir devinime değgin hiçbir belirti yoktur. Ama gene de, bu geleneklerdeki yorum tartışmasız bir biçimde benimsenmiş de değildir. Karia'hlar, atalarının Ege adalarına Anadolu'dan gittiği konusunda diretmişler, bunun kanıtı olarak da adalarla en küçük bir bağıntısı bulunmayan Lydia'hlarla akrabalıklarım göstermişlerdir.135
Minos uygarlığının bir anlamda anaerkil olduğu genellikle kabul edilir. Söylenceleri saymazsak bu konudaki birkaç olgudan biri de Yunanlıların anımsadıklarına göre "Girit'te kadınların herkesin içine çıkmalarının alışılmış bir şey olduğu"dur.136 Bu alışkanlık kendi toplunv
129 D. H. Hogarth, Cambridge Ancient History'de, 2. 555; O. Frödin ve A.W. Persson, Asine, (Stockholm.1938), s. 432.
130 The Civilisation o f Greece in the Bronze Age, s. 25-7.131 Daha başka Anadolu İlişkileri bkz. J.D.S. Pendlebuty, Archeology of Crete (Girit'te Arkeoloji), (Londra,
1939), s. 42.132 Herodot Tarihi, 1. 173.133 Apollodoros, 3. 2.1.134 Herodot Tarihi, 1.172-3.135 Aynı yerde, 1.171.136 Plutarkhos, Thes. 19
larmdaki duruma ters düştüğü için Yunanlıları şaşırtmıştır. Üstelik Giritli kadınlar yalnızca herkesin içine çıkmakla kalmıyorlardı; Evans'ın yaptığı kazılar sonucunda ortaya çıkan fresklerde, anıltaşlarda ve mühürlerde bu kadınların boks yaptıkları, boğa üstünden atladıkları, akrobatlık, araba sürücülüğü ve avcılık yaptıkları görülmektedir.137 Dahası, çanak çömlek yapımıyla uğraşıyorlardı.138 Yunanistan'da gerçek yaşamda bir kadın çömlekçiye hiçbir zaman rastlanmaz; dinde bile yalnızca belli belirsiz izleri görülür bunun: örneğin, el işçiliği ve el sanatlarının koruyucusu Athena tapımmda ve Hephaistos'un demirhanesinde çalışan o yabansı kızlarda olduğu gibi.139 Gene de, eldeki bilgiler karşılaştırıldığında, balçık pişirme sanatını kadınların bulduğu, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde anlaşılmaktadır.140 Bu Minos çömlekleri, Yunan uygarlığı ile ilkel uygulama arasındaki bağı kurmaktadır.
Gerçekte, Minos kalıt kuralları, yazıtlar okununcaya değin bilinme- yecektir. Ancak, görebildiğimiz kadarıyla, bunlar temelde, Lykia'da ve Yakındoğu'nun öbür yörelerinde rastlanılan kurallardan değişik değildir.141 Bir bakıma daha doyurucu sayılabilecek dinse! kanıtları Yedinci Böliim'de inceleyeceğiz.
6. Hititler
Buraya kadar, Ege'nin dört bir yanını baştan başa dolaştık ve her yerde anaerkil toplum düzeninin izlerine rastgeldik. Ama göz önüne alınması gereken bir halk daha kaldı.
Hititlerin Anadolu'ya Kafkasya'dan geçtiklerine inanılır.142 Çobanıl ve savaşkan, karışık bir budundu Hititler.143 Daha on üçüncü yüzyılda demiri kullanmayı biliyorlardı.144 Konuştukları dillerden biri, Hint-Avrupa dil ailesindendi. Başkentleri, kuzeybatı Kappadokia'da, bugünkü
Eg e 'n i n A n a e r k î l H a l k l a r i 169
137 C. Glotz, La civilisation tgdenne (Ege Uygarlığı). (Paris, 1923), s.138 A.J. Evans, The Palace o f Minos (Minos'un Sarayı). (Londra, 1921-35), 1. s. 124-5.159 Ilyada, 18.417-21.140 The Mothers (Analar), 1. s. 466-77; O. T. Mason, Woman’s Share in Primitive Culture (İlkel Kültürde
Kadının Rolü), (Londra, 1895), s. 91-113.141 Yunan döneminde. Gortyn kentinde, özgür bir kadının köle bir erkekten olan oğlu, eğer annesinin
evinde doğmuşsa özgür sayılırdı.142 E. Cavalgnac, be problim e hittite (Hitit Sorunu), (Paris, 1936), s. 14-5.143 Aynı yerde, s. 5. 42.144 Aynı yerde, s. 4; The Civilisation o f Greece in the Bronze Age, s. 253; Aiskhylos, Zincire Vurulmuş
Prometheus, (Bilgi Yayınevi, Ocak 1968, Türkçesi: Azra Erhat - Sabahattin Eyuboğlu), 714.
Boğazköy'ün yerinde bulunan Hattuşa'ydı.145 Hititler, bütün Kappado- kia'yı, Suriye'nin büyük bir bölümünü ve orta Anadolu'nun kimi yörelerini egemenliği altında tutan geniş bir imparatorluk kurdular. Daha batıda, Lydia'ıun başkenti Sardes'de, Sipylos Dağı'nda ve Hermos koyağının denize uzanan bölümünde Hitit anıtları bulunmuştur.146 İlk Lydia hanedanı Atyad'ların, Hitit beylerinin boyunduruğu altına girmiş oldukları ileri sürülmüştür.147 Herakleid'lerin sonuncusu Myrsilos, İ.Ö. 1350 dolaylarında Hitit kralı olan Murşil'le aynı adı taşımaktadır.148 Üçüncü Lydia hanedanı Mermnad'lar, Hititler olmaları güçlü bir olasılık sayılan Leukosyr'lerin, "Beyaz Suriyeliler"in ülkesinden gelmişlerdir.149 Öte yandan, Etrüsklerin atası Tarkhon ya da Tarquinius'un adının, Hitit savaş tanrısı Tarhun'dan geldiği anlaşılmaktadır.150 Gerçi bu yakıştırmaların kimileri birer varsayım olmaktan öteye gidememekte- dir, ama gene de temelde üzerinde anlaşılan ortak bir nokta vardır. Güçlerinin doruğunda bulundukları dönemde, Hititlerin etkisi, Hermos ve Maiandros ırmakları üzerinden Ege'ye dek uzanmıştır. İlk Hitit kralları ataerkil ve çokeşliydiler, babadan oğula hüküm sürüyorlardı. Ama bu kralların en güçlü oldukları dönemde, kraliçe ile ana-kraliçenin önemli yetkilerle donatılmış olduklarını, ana-kraliçenin resmi görevleri kralla ortaklaşa yerine getirdiğini görüyoruz.151 Anlaşılan, Hititlerin kendi kurumlan, Anadolu etkisi altında değişikliğe uğramıştır. Dinde de aynı şey söz konusudur. Babil'den savaş ve aşk tanrıçası İştar'ı, Mitanni'den güneş-tanrıça Hepat ile onun kocası fırtına-tanrı Teşup'u benimsemişlerdir.152 Hattuşa'daki kabartmalarda, belki de Amazonların prototipi diyebileceğimiz bir kadın savaşçı, tanrıça ya da rahibe figürü görülür.153
7. Amazonlar Söylencesi
Amazonlar söylencesi, Yunanlıları büyülemişti. Gittikleri her yere taşıdılar bu söylenceyi. Yunanlıların yayılmasıyla birlikte bu söylence
1 7 0 TA RİH Ö NCESİ EGE
145 Le problime hittite, s. 1-2.146 D. H. Hogarth, Cambridge Ancient H/slory'de, 2. s. 264,548.147 J. Carstang, The Hittite Empire (Hitit imparatorluğu), (Londra, 1929), s. 18. Herodot Tarihi, 1. 7.;
Hogarth, Cambridge Ancient History'de., 2. s. 26.4149 Nic. Dam. 9; Apollodoros, 2.5. 9.; The Hittite Empire, s. 171.150 P. Kretschmer, "Die Stellung der lykischen Sprache", Clotta, 28.104,112-4.151 Le problime hittite, s. 52,72,85.152 Aynı yerde, s. 116.153 Aynı yerde, s. 116.
EGE’NİN A N A E R K İL HALKLARI 17i
de büyümüş, en sonunda bütün dünya bu romantik söylence kişileriyle dolmuş, Amazonların kökeni unutulup gitmiştir.
Yaygın geleneğe göre, Amazonların yurdu, Anadolu'nun kuzey kıyılarında ya da daha doğuda, Kafkasya'daydı. Örneğin, Herodotos, Amazonların Yunanlılarca yenilgiye uğratılarak tutsak edildiklerini, ama gemiye doldurulup denize açıldıklarında Yunanlı erkeklerin üstüne atılıp onları öldürdüklerini, Kırım'da karaya çıkıp Skythlerle dost olduklarını anlatır.134 Daha sonraki yazarlarsa, Amazonları çok daha uzaklara götürürler. Diodoros'a göre, Libya'nın yerli halkıdır Amazonlar. Bu ülkede başa geçtikten sonra kraliçeleri Myrina önderliğinde yeryüzünün batı sınırına, düşsel Atlantis'e kadar gitmişler, orada Gorgo- ları alt etmişlerdir; daha sonra doğuya yönelip Mısır'a varmışlar, orada İsis'in oğlu Horus'la bağlaşıklık kurmuşlar, savaşa savaşa Arabistan ve Suriye'den geçmişler, Toros'daki dağlıları boyundurukları altına almışlar, Anadolu'dan geçerek Ege kıyılarına gelmişler, buralarda en yiğit önderlerinin adlarım verdikleri kentler kurmuşlardır. Daha sonra, Lesbos veSamothrake adaları üzerinden Thrakia'ya ulaşmışlar, böylece bütün dünyayı ele geçirdikten sonra utkuyla Libya'ya, yurtlarına dönmüşlerdir.135
Bütün bir Ege bölgesinde ve Anadolu'nun kuzey kıyılarında, Amazonda adı verilen yerel anıtlara, Amazonların serüvenlerini dile getiren söylencelere rastlanıyordu; ne var ki, onların kentler kurdukları söylenilen bölge daha dar bir alanda kalmaktadır. Bu kentlerden bir bölüğü Propontis ve Paphlagonia kıyılarındaydı.136 Öbürleriyse, Ege kıyılarının sonraları Aiolis ve İonia diye bilinen bölümündeydi: Myri- ne, Mytilene, Elaia, Anaia, Gryneia, Kyme, Pitane, Smyrna, Ephesos yakınlarındaki Latoreia ve Smyrna adlı bir Amazonun yönettiği söylenilen Ephesos'un kendisi.157
Ehpesos'daki eski Artemis tapınağı (Ephesos'lularm Dianası) Amazonlar tarafından yapılmıştı.158 Bu gelenek gerçekte Atina Akropolis'in- deki Koreler, yani genç kızlar gibi Tanrıça Artemis'e hizmet eden soylu genç kızlar olan kadın avcı ya da savaşçıların toplu yontularını gü- nışığma çıkaran kazılarla da doğrulanmıştır. Bu anıtlar, ilk kalıntılar
154 Herodot Tarihi, 4.110-3; Zincire Vurulmuş Prometheus, 708-9; Strabon, 505, 547; Pausanias, 1. 41. 7.155 D. S. 3. 52-4.156Thiba (Arr. fr. 58), Sinope (Hec. fr. 352), Nikaia (Plutarkhos, Thes. 23), Am asıris (Dem. Birth. 9 »
FHC. 4. 385).157 D. S. 3. 54.158 Pausanias. 7. 2. 7; Tacitus, Annales, 3. 61.
172 TA RİH Ö NCESİ EGE
Resim 7. Amazon: Attika vazosu
arasında Hitit etkisinin belirgin izlerini gözlemleyen Lethaby tarafından yayımlanmıştı. Garstang da, Amazonların bir Hitit tapımıyla bağıntılı oldukları ve daha sonraki Artemis tapımımn bu tapımdan kaynaklandığı konusunda Lethaby'ye katılıyor.159
Amazonların adı genellikle şöyle açımlanmaktaydı: Amazonlar, savaşırken kendilerine engel olmasın diye memelerinden birini ya da her ikisini de daha çocukken keserler ya da dağlarlarmış; bu yüzden de, "memesiz" (amazoi) diye bilinirlermiş.160 Bir başka görüşe göreyse, ki-
159 W.R. Lethaby, “The Earlier Temple of Artemis at Ephesus” (Efes’teki Eski Artemis Tapınağı), Journal o f Hellenic Studies, (Londra, 1880-), 10.
160 D. S. 3. 57.
E g e ’n i n A n a e r k İ l H a l k l a r i 173
nıi Ephesos'Iu kadınlar, kendi cinslerinin doğal işlerini bir yana bırakarak savaş ve" tarımla uğraşmaya başlamışlar; bellerinde kuşaklarıyla (zonai) ekin biçtikleri (amao) için bunlara Amazonlar adı verilmiş.161 Gerçi sözcüklerin kökenlerinden yola çıkılarak yapılan bu açıklamaları çok fazla önemsememiz gerekmiyor, ama gene de ikinci açıklamanın ardında yatan düşünce anlamlıdır. Strabon'un anlattığı gibi, Amazonların, "bütün çift sürme, ekin ekme, hayvan otlatma ve at yetiştirme işlerini kadınların yaptığı"162 kimi Kafkasya kabileleriyle bir tutulmalarının ardında da aynı bakış açısı yatmaktadır. Diodoros'un, Amazonların toplumsal yaşamı konusunda söylediklerinde de karşımıza aynı düşünce çıkmaktadır:
Amazonlar, kadınların yönettiği bir halktı; yaşama biçimleri bizimkinden çok değişikti. Kadınlar savaş için eğitiliyor, belli bir süre zorunlu olarak silah altına almıyorlardı; bu süre boyunca kızoğlankız kalmak zorundaydılar. Askerlik görevleri sona erdikten sonra, salt çocuk yapmak amacıyla erkeklerle yatıyorlar, ama tüm kamu işlerinin denetimini kendi ellerinde tutuyorlardı. Buna karşılık, erkekler, tıpkı bizim top- lumumuzdaki kadınlar gibi, evcilleşmiş bir yaşam sürüyorlardı.163
Tabloyu tamamlamamız için, Arrianus'a dayanarak, "bunların soy çizgilerini kadın yanından hesapladıklarını"164 eklememiz yetecektir.
Bu söylence, Yunanlılardaki biçimiyle, Ephesos'da Anadolu Ana- Tanrıçasına adanmış dinerkici bir Hitit yerleşim merkezinin anaerkil kurumlanılın bir simgesi olarak yaratılmıştır.165 Ve oradan bütün Ege'ye yayılmıştır. Yunanlıların Akdeniz'in dört bir yöresine yayıldıkları bütün bir kolonileştirme dönemi boyunca, her yerde karşılaştıkları ana- erkilliği koruyan halkları Yunanlılar kendileri daha yakından tanıdıkça, bu söylence de yayılmasını sürdürmüştür. Ya da, bir başka biçimde söyleyecek olursak, başlangıçta Hattuşa'daki Savaş Tanrıçası'nın hizmetkârları olarak Amazonlar, genişleyen Yunan çevresinde ortaya çıkan bütün öteki anaerkil figürleri (Lydia'h Omphale, Lem nos'lu
161 Themistag. 3 - F H C . 4. 512.162 Strabon. 503-4163 D. S. 3.52.164 Arr. fr. 58.165 Hititlerin ana-tanrıçası, Semiramis söylencesini esinlendiren Ermenilerin ana-tanrıçasıyla ilintiliydi.
Yunanlılar Amazonları Kafkasya'ya doğru izlerken, Artemis'in Kafkasya kökenli olduğunu benimseyen bir geleneği iz lem i; olabilir. Bir yer adı olan Kizkal'ah, Kız Kalesi, bugün hâlâ Ermenistan ve Azerbaycan'da topraktan setlerle kaplı tepeler için kullanılan yaygın bir addır.
174 TARİHÖ NCESİ EGE
Hypsipyle, Asur kraliçesi Semiramis, Mısır ve Ethiopia'nın kraliçeleri ve ana-kraliçeleri, Massaget'lerin kraliçesi Tomyris ve Arabistan, Libya, İtalya, Galya ve İspanya'daki daha birçok ilkel kabilenin yetenekli, gözüpek kadınları) tek bir söylencesel kavramda birbiri ardı sıra özümlediler.166 Amazonlar ile Lemnos'lu kadınlar, aynı düşüncenin kutuplaşmış anlatımlarıdır. Lemnos söylencesinde, ana hukuku kavramı, bir kez kuruldu mu ilksel olduğunu öne süren daha sonraki toplum düzenine karşı bir başkaldırı düzeyine indirgenmiştir; Amazonlardaysa, gerçeklikten koparılmış, romantikleştirilmiş, zararsız bir düşler ülkesinde özgürce gezintiye çıkmıştır.
8. Miny'ler
Şimdi, Yunan dilinin ilk taşıyıcılarının, bu anaerkil dünyada nereye oturtulabileceğini düşünmemiz gerekiyor.
Bu yeni dilin bu bölgeye ilk sızmaları ikinci bine kadar uzansa gerek. Eğer, birçoklarının inandığı gibi, göç edenler Tuna havzasından geldilerse, ya Aksios koyağından aşağılara inmiş olmaları ya da Adriyatik kıyılarını izleyerek Epeiros'a gelmiş olmaları gerekir. Ama her iki durumda da, Peneios Irmağı ve onun kollarının suladığı bereketli Tlıes- salia Ovası'nın çekiciliğine kapıldıkları açık. Gerçekten de, bunların, adını Thessalia'daki yerleşim merkezi Dimini'den alan Cilalıtaş Çağı kültürüyle özdeşlenmeleri önerilmiştir.167 Bu Dimini halkı, kuzeyden gelmiş göçmenlerden oluşuyordu; Thessalia'nın doğusuna yerleşmişler, güneyde Korinthos'a kadar yayılmışlardı. Nitekim, daha önce değindiğimiz Kyklad kültürünün (Erken Hellas) kalıntılarının altında bunlara ilişkin kalıntılar bulunmuştur. Bunlar kendi köylerini kurup berkitmişler ve "megaron" adı verilen yeni bir konut tipi ortaya çıkarmışlardır. Bu özdeşleme hiç kuşkusuz bir varsayımdır; ama hiç değilse bizi, kuzeyden ve güneyden gelen en eski akımların umut verici bir araştırma olarak çakıştığı güney Thessalia ve Boiotia'ya yöneltmektedir. Ge-
166 Keralalı Nayarlar anaerkil toplum düzenini 1914-18 savaşı sonrasına kadar korudular. "Güzellikleri, özsaygıları ve incelikleri dillere destan Nayar kadınları, Brahminlerden (Brahman adı verilen Hint rahiplerinin karıları), yani aynı ülkenin ataerkil egemenlik altındaki kadınlarından çok daha sağlıklı bir tipi temsil etmektedirler... ve erkeklerle boy ölçüşebilecek bir zekâ, kişilik ve bedensel sağlamlık düzeyine erişmişlerdir": O.R. Ehrenfels, Mother-right in India (H indistan’da Ana Türesi) (Oxford, 1941), s. 58-9.
167 The Civilisation o f Greece in the Bronze Age (Tunç Çağı’nda Yunanistan Uygarlığı), s. 248.
Eg e ’n i n A n a e r k İl H a l k l a r i 175
leneksel Yunan soy zincirlerinden yararlanmadan önce, bunların taşıdığı tarihsel değeri elden geldiğince belirlemek gerekir, ileride de göreceğimiz gibi, bu soy zincirleri bütünüyle düş ürünüdür, ama böyle- dirler diye de ahlamazlar, çünkü düş ürünleri de bir anlam taşır. Sözgelimi, Hellen'in oğullarının -Aiolos, Doros ve İon'un babası Ksuthos- düş ürünü oldukları açıktır, bu kişiler hiçbir zaman yaşamamıştır.
176 TA RİH Ö N C ESİ E g e
Gel gör ki, Yunanlıların ulusal bilince erişmeleri -Hellenler olarak bir birlik anlayışına ve Aiol, Dor ve İon olarak bir çeşitlilik anlayışına erişmeleri- bu kişilerde cisimleşir ve bu da bir düş ürünü değil, basbayağı bir olgudur.
İlkel toplumda, klanın yaşlıları, klanın yaşayan bütün üyeleri ile ölmüş olanların birçoğunu ve bunların evlilik bağlarını kapsayan son derece ayrıntılı bir soyağacını ezbere bilirler; çünkü bütün bu bilgiler, klan geleneklerinin aktarılabilmesi ve klanın yaşayışının düzenlenebilmesi için gereklidir. Ne var ki, geçmişteki klan üyeleri zamanla bireyselliklerini yitirir, birbirlerine karışır, genelleştirilmiş bir klan atası kavramı içinde eriyip giderler. Bu klan atası, aynı türden öteki figürlerle, klanların içinde evrildikleri alışkılara göre, erkek kardeş ya da kuzen ilişkisi içindedir. Süredizin (kronoloji) kısa gibi gösterilme eğilimindedir, ama köken anlayışı aynı kalır.
Akrabalık, toplum yaşamında başat etken olmayı sürdürdüğü sürece, bu gelenekler canlılığını korur. Kabile düzeni çözülüp dağıldığındaysa, bu gelenekler basmakalıp bir nitelik alırlar ve sınıf savaşımı geliştikçe de yeniden düzenleme ve çarpıtmalara açık bir duruma gelirler, işte, yanılgının kaynakları da, sonradan yapılan bu değişikliklerdedir. Eski Norveçlilerde ve Maori'lerde olduğu gibi, bir ölçüde bozulmadan kaldıkları yerlerde bu soy zincirleri belli sınırlar içinde son derece kesindir.168 Ne var ki, Yunan soyağaçları daha ileri bir aşamaya değgindirler ve bunun için de bunlardaki yanılma payı daha büyüktür. Öte yandan, Yunan geleneğinin, kent-devletlerinin bağımsızlığından doğan çok çeşitliliği, değişik elyazmalarının farklı yorumlarında olduğu gibi, çözümleme için geniş olanaklar sağlar.
Bir geleneğin tarihsel değeri, onun bize değişik yorumlarla ulaşmış olmasıyla ille de ortadan kalkmaz. Birbirleriyle çelişmelerine karşın, iki değişkenin her ikisi de geçerli olabilir. Sözgelimi, Boutes, hem Posei- don'un oğludur, hem de Pandion'un. Bu önesürüşlerin ikisi de gerçek değildir. Biri, ilerideki bölümlerden birinde inceleyeceğimiz gibi, Bu- tad'larm kökenini simgelemekte;169 ötekiyse, Butad'ların, Erekhteid'le- rin tapımına kabul edilişini belirlemektedir. Athena Polias ve Erekhte- us tapımını devraldıklarında Butad'ların gerçekten de bir baba tanım a ya da evlat edinme töreninden geçtiklerinden hiç kuşkumuz olmasın.
168 H.M. Chadwick, The Growth of Literature (Yazın'ın Gelişimi), (Cambridge, 1932-40), 1. s. 270-6, 3- s. 242-3.
169 Bkz. bu kitapta VII. 2. Athena. 94.
Eg e ’n i n A n a e r k İl H a l k l a r i 177
Kabile düşüncesine göre, yabancı bir klanın kabul edilmesi, soyağacın- ja bir düzeltmeyi gerektirir; aslında bu düzeltme, birliğin gerçekleştirildiği yeniden doğuş eyleminin resmi olarak belgelenmesidir.
Yunan soyağaçlarının bir özelliği vardır ki, ilk bakışta gözümüze çarpan Bu soyağaçlarmda, kadınların bütünüyle tarihin ışığına çıktıkları noktadan sonra kadın adlarına çok sık rastlanır. Bunun nedeni, genellikle, daha yakın zamanlara ilişkin olduklarından ayrıntıların noksansız anımsanabilmesidir. Kaldı ki, demokrasi düzeninde bile, eski aileler saygınlıklarını büyük ölçüde korumuşlardı; kimileyin bu ailelerin birbirleri arasında evlenmelerinin siyasal bir önemi vardı. Ama Dor istilasına kadar uzanan önceki dönemde, kadın adlanna hemen hiç rast- lanmamaktadır. Bu döneme değgin soyağaçlarının başlıca amacı, getirdiği ayrıcalıklar uğruna klan soy çizgisini korumaktı; soy çizgisi ba- bayanlı olduğu için de kadınlar önemsiz bir etkendi. Ancak, daha da gerilere uzandığımızda, kadınların her zamankinden daha çok öne çıktıklarını görüyoruz. Örneğin, Solon ile-Platon'un bağlı olduğu Kod- rid'lerin soyağacını alalım.1/0 Bu soyağacı, ondördüncü yüzyıldan dördüncü yüzyıla kadar otuz iki kuşağı kapsamaktadır. İlk üç kuşakta erkeğin karısının adı hemen her durumda, dördüncü kuşaktaysa çeşitli durumlarda yazılmıştır. Ama dördüncü kuşaktan otuzuncu kuşağa gelinceye kadar başka kadın adı görülmemektedir. Bu ilk kadın adlarından kimileri yalnızca birer addır, görünürde hiçbir işlevsel değer taşımamaktadırlar, ama bir zamanlar bundan öte bir nitelik taşımış olmaları gerekir, yoksa gelenekte böylesine derin bir iz bırakamazlardı. Bu tarihöncesi soyağaçlarını yorumlarken karşılaştığımız en büyük güçlük, bunların bize, kadının kalıtı ve soy zincirini belirlemedeki rolünün anlaşılır olmaktan çıktığı bir dönemden geçerek aktarılmış olmalarıdır.
Aynı adı taşıyan öteki kentlerden ayırt etmek için Minyen Orkho- nıenos denilen Orkhomenos kenti, Kephisos Irmağı'nm Kopais Gölü'ne döküldüğü yerin biraz kuzeyindedir.171 Orkhomenos, anakarada Minos kültürünün sağlam bir biçimde kurulduğu en kuzeydeki yerleşim merkezidir. Daha ilk dönemlerden başlayarak, Boiotia ovasının denetimi konusunda, başka bir Minos yerleşim merkezi olan Thebai kentiyle anlaşmazlığa düşmüştü Orkhomenos kenti. Bu iki kent arasındaki düşmanlık, Orkhomenos'un yağmalandığı, halkının köle olarak satıl
170 W. Petersen, Quaestiones de historic gentium Alticarum, (Schleswig, 1880), s.'71 Orkhomenos hanedanlarına değgin bu bilgiler için bkz. Pausanias, 9. 34-7; başlıca değişkeler
dipnotlarda verilmiştir.
178 T A RİH Ö N C ESİ E g e
dığı İ.Ö. 364 yılına dek sürdü. Bu kentin gelenekleri, birkaç küçük öğe dışında, kendisiyle birlikte yok olup gitti. Thebai'lılar üstün gelmişlerdi. Ama gene de, kendi kentlerinin Orkhomenos krallarınca yönetildiği, dahası belki de kurulduğu bir dönemin izlerini tümden silip atamadılar.172
İlk Orkhomenos kralı, Peneios'un oğlu Andreus'du. Andreus'un krallığı sırasında, kente yeni gelen Athamas adlı birine, Laphistion Da- ğı'nda ve Koroneia ve Haliartos'da göl kıyısında toprak verildi. Andre- us, Athamas'ın torunlarından biriyle evlendi ve bu kadından olan oğlu Eteokles, Andreus'un ardmdan tahta çıktı.173 Eteokles'in krallığı zamanında, Sisyphos'un oğlu Almos bu ülkeye gelerek kendi adı verilen Almones diye bir köye yerleşti. Daha sonra, Almos'un yerine onun kızının oğlu Phlegyas, Phlegyas'ın yerine de onun annesinin kız kardeşinin oğlu Khryses geçti. Phlegy'ler savaşkan bir halktı; ülkeyi ta Delp- hoi'a kadar bir baştan bir başa yakıp yıktılar, yağmaladılar. Onları da yıldırımlar ve depremler yok etti.
Daha sonra, Poseidon'un oğlu Minias'm kurduğu yeni bir hanedan başladı. Minias akıl almaz ölçüde zengin bir kraldı. Hâzinesini yeraltında saklıyordu.174 Minias'm oğlu, Orkhomenos'du. Ondan sonraki kral, Athamas'ın torununun oğlu Klymenos'du. Thebai'ı Klymenos'un oğlu Erginos ele geçirdi. Erginos'un oğullan Trophonios ile Agamedes, tapmaklar ve yeraltında hazine daireleri kuran ünlü birer yapı ustasıy- dılar. Krallık daha sonra Askalaphos ile İalmenos'a geçti; bunlar, Klymenos'un torununun kızının Ares'den olan çocuklarıydılar. Troya Sava- şı'na Orkhomenos'dan katılan ordunun komutanlarıydılar.
Bu soyağaçları karışık, tutarsız ve çelişmelidir. Bu, eski yapıtlarla uğraşanların, varlığını bölük pörçük koruyan yerel bir geleneği, Ho- merik şiirlere ve.öteki yazmsal kaynaklara uydurma çabalarının bir sonucudur. Ama, böyle de olsa, yol gösterici izi sürmek olasıdır.
İlk kralın babasının adı Peneios, Thessalia ovasından geçen ırmağın adıdır. Almones köyünün ata adı olan Almos; Almos, Salmone, Hal- monia ve Salmonia gibi değişik adlarla bilinen bir Thessalia köyüne de vermiştir adını.175 Anlatıldığına göre, bu köy bir zamanlar Minyeios
172 Apollodoros, 2. 4.11; D. S. 4.10. 3-5; Pausanias, 9. 37; Odysseia, 11. 263-5.173 Eteokles, Minias ile Orkhomenos'un babası olarak da gösterilir: Pi. 1.1. 79.174 Minias, değişik yerlerde, Poseidon’un, Aiolos’un (Pi. P. 4.120) ya da Okeanos’un (Pi. 0 . 14. 5.) ya
da Boiotos’un (A. R. 1. 230) ya da Hyperphas’ın (Odysseio, 11, 326) kızlarından birinden olan oğlu ya da Orkhomenos, Eteokles, Aleos ya da Ares’in oğlu (Pi. 1.1. 79) olarak tanımlanır.
175 Plinius, NH. 4.29.
E g e ’n i n A n a e r k i l H a l k l a r i 179
Çizelge IX
O R K H O M E N O S KRALLARI
Peneios
Andreus = Euippe
IEteokles
Minyas
Orkhomenos Kylmenos
Erginos Azeus
Trophonios Agamedes Aktör
IAstyokhe
Askalapos İalmenos
denilen Thessalia Orkhomenosu'nun (daha sonraları Krannon) yakınlarındaydı.176 Almos'un babası Sisyphos'un Korinthos'da yaşadığı varsayılıyordu, ne ki Sisyphos'un babası Aiolos Thessalia'lıydı.177
Değişkelerde de böylsdir bu. Phlegyas bir başka yerde Antion'un oğlu olarak çıkar karşımıza, oysa Antion bir Thessalia kabilesinin ata adı olan Lapithes'in torunuydu.178 Erkek kardeşlerinden birinin adı olan Gyrtone, aynı zamanda Tempe Irmağı'run yukarılarında, kuzeydoğu Thessalia'daki bir bentin adıydı.179
Peneios'un başka bir oğlu da Atraks'dı; koyağın yukarılarında bir kentin adıydı Atraks.180 Atraks'ın torunu Kaineus, ünlü bir Lapith şe-
176 Aynı yerde,4.29.177 Apollodoros, 1. 9.3.1.7.3.178 Phlegyas, iksion'un erkek kardeş (Strabon, 442), Antion’un oğlu Aiskhylos, (fr. 89). Periphas'ın oğlu,
Lapithes'in oğlu (D. S. 4. 69) idi.Daha başka değişkeler de bulunmakla birlikte, Lapith'lerle değişmez bir bağıntısı vardır Phlegyas'ın.
179 St. B, Gyrton.180 St. B. Atraks.
Almos
I IKhryse Khrysogeneia
I IPhlegyas Khryses
ı 8 o T a r İh ö n c e s İ E g e
Çizelge X
LAPİTH 'LER
Peneios
Atraks
IElatos
IKaineus
Koronos
Andraimon
Thoas
IHaimon
Oksylos
Hypseus Stilbe = Apollon
Lapithes
Astyagyia = Periphas Phorbas
Antion Auglas
Phlegyas İksion Phyİeus Agasthenes
Peirithoos
Polypoites
Meges
Polyksenos
Aktör
Eurytos
Th alp io s
fiydi.181 Kaineus'un babası, Elatos'du; Elatos da, aynı koyakta Gyrto- ne'nin aşağılarında bulunan Elateia kentinin ata adıydı.182
Bu gelenekler birbirleriyle ne denli çelişirlerse çelişsinler, Orkhomenos kentinin, ilk çağlarda Boiotia'ya kuzeydoğu Thessalia'dan gelen Lapith'lerin kolları tarafından istila edildiğini belirtmekte birleşmektedirler. Dahası, Lapith'lerin, ata adlarından da anlaşıldığı gibi Thes- salia'daki anayurdu, bugünkü Rachmani dolaylarına düşmektedir ve bu yöre Dimini kültürü kalıntıları bakımından olağanüstü zengindir.183 Demek ki, Rachmani yöresinin Cilalıtaş Çağı kültürünün, Yunan geleneğindeki Lapith'lere rastgelmesi olasıdır.
Aiolos, Homeros şiirinde, Sisyphos ile Kretheus'un babası olarak çıkar karşımıza.184 Herodotos ise, Aiolos'un, Athamas, Salmoneus ve Pe*
181 Ant Lib. 17.182 Die. 30.183 H. D. Hansen, Early Civilisation in Thessaly (Teselya’da Eski Uygarlık), (Baltimore, 1933), s. 26-8.33-
7,43-4.50-5,78-113.182-4.184 ilyada, 6.152-4; Odysseia, 11. 235-7.
Eg e ’n i n A n a e r k i l H a l k l a r j 181
rieres'in babası olduğunu söyler.185 Daha sonraki yazarlar işi daha da ileri götürürler. Homeros'un bilmediği Doros ve İon gibi Aiolos da daha geç bir kavramdır. Aiolos, Yunanlıların yeni yurtlarına yerleştikleri zaman bölündükleri üç koldan birini simgeler. Bu nedenledir ki, onunla aralarında bağıntı kurulan kabile ve klanların en eski tarihleri konusunda Aiolos'a güvenmemek gerekir. Buna karşın, Aiolos'un Thessalia kökenli olduğunun söylenmesi anlamlıdır ve en azından oğullarından ikisinin, Sisyphos ile Kretheus'un aynı yöreyle ayrı ayrı bağları vardır. Daha önce de gördüğümüz gibi, Sisyphos'un oğlu Almos bir Thessalia adı taşımaktadır. Sisyphos kendisi, Korinthos olduğu belirlenen Eph- yra'da hüküm sürmüştü, ama Elis'de ve Thessalia'da da birer Ephyra vardı.186 Bu da, olsa olsa, Thessalia'dan göç edenlerin Korinthos'a ve Elis'e yerleştiklerini gösterir. Nitekim bunun gerçekten böyle olduğunu göreceğiz. Anımsanacağı gibi, Sisyphos, Bellerophontes'in dedesiydi ve Ionia kralları Bellerophontes'in soyundan geliyorlardı; bu, daha önce de belirttiğim gibi, Sisyphos soyunun Yunanca konuştuğunun bir belirtisidir. Kretheus, Pagasai Körfezi'ndeki İolkos kentinin kurucusuydu.187 Karısı Tyro ona üç erkek çocuk doğurmuştu: Aison, Pheres ve Amytha- on.188 Aison, körfezdeki bir başka yerleşim merkezini, Aisonis'i temsil etmektedir; Pheres, aynı bölgedeki Pherai'ı kurmuştur.189 Aison'un oğlu İason, Argonautdan toplayarak İolkos'dan gemiyle sefere çıkmıştır.190 İason'un Lemnos'da kaldığına, orada Euneos adlı bir oğlu olduğuna daha önce değinmiştim. Kretheus ile Tyro'nun üçüncü oğullan Amytha- on, Melampus ile Bias'm babasıydı. Bunlar Peloponnesos'a göç etliler ve Melampus orada Bellerophontes'i konuk eden Argos kralı Proitos'un kızlarından biriyle evlendi.191 Elis'de Minyeios adlı bir ırmak vardı; Melampus, Proitos'un Dionysos tarafından çıldırtılan kızlarını bu ırmakta yıkayıp arındırarak iyileştirdi.192 Olimpiyat Oyunları'nı yöneten Klytid- lerin bilici klanı, Melampus soyundan türemiştir.193
Buraya kadar, Sisyphos ile Kretheus arasında, bir yana bırakmaya karar verdiğim iz Aiolos soyundan gelmelerini saymazsak, hiçbir do-
185 Hesiodos, fr. 7.186 İlyoda, 6. 152-3; Apollodoros, 1. 9. 3; Strabon, 328. 333. 331.
187 Apollod oros, 1.9.11.188 Odysseia, 11. 235-9.189 Pher. 58; Apollodoros. 1.9. 14.
190 Apollodoros, 1 .9 .1 6 .191 Apollodoros, 1. 9 .11 , 2. 2. 2.192 İlyada, 11. 722; Pausanias, 5. 5. 7, 5. 6. 3.
193 Pausanias, 6.17. 6.
18 2 TARİHÖ NCESİ EGE
Iaysız bağ kurmadık. Ama gene de küçük bir ayrıntı var. Sisyphos'un Tyro'dan çocukları olduğu ve Tyro'nun bu çocukları doğar doğmaz öldürdüğü söylenir.194 Korinthos geleneğince bastırılan Sisyphos ile Tyro arasındaki eski bir bağın anımsanmasıdır sanki bu.
Ayrıca Elis de, Tyro'nun yurdu olarak karşımıza çıkıyor; Tyro, Elis'de, aynı zamanda Olympia'nın kuzeyindeki Salmone kentinin ata adı olan Salmoneus'uıı kızı olarak görülüyor.195 Tyro, orada, Enipeus Irmağı'na vurulmuş. Irmak boyunca gezinirmiş durmadan. Sonunda, ya Enipeus'dan ya da kendini ırmak şekline sokan Poseidon tanrıdan Pelias ve Neleus adlı ikiz oğullan olmuş.196 Pelias, "Thessalia'da yaşamış", orada Alkestis adlı bir oğlu olmuş. Neleus ise, güneye, Messeni- a'daki Pylos'a gitmiş, nitekim Odysseia'da oğlu Nestor'a orada rastlarız.197 Dor'lar Peloponnesos'a girdiklerinde, bu Pyloslu Neleid'ler (Ne- leusoğulları) Attika'ya kaçmışlar ve orada en ünlü Atina klanlarından kimilerini (Alkmaionid'ler, PeisistratedTer, Paionid'ler ve Kodrid'ler) kurmuşlar.198 İonia'ya yapılan göçe Kodrid'ler önderlik etmişler ve tıpkı uzak akrabaları, Lykia'dan gelen Bellerophontes'in torunları gibi onlar da orada çeşitli kentlere yerleşerek krallık etmişler.199
Bu gelenek birçok bakımdan önemlidir. Bir kere, yer ve zaman açısından böylesine geniş bir göçler dizisinin, Yunan dilini tarihsel alanına yerleştiren bir hareketin parçası olduğuna inanmamak güçtür. Sisyphos soyunun olduğu gibi Kretheus soyunun da Yunanca konuştuğu doğrultusunda güçlü bir kam vardır.
İkincisi, bütün bir hareketin odağı Thessalia'dır. Salmoneus'un Elis'de oturduğu yer olan Salmone, Thessalia'daki Almos'un başka bir biçiminden başka bir şey değildir.200 Tyro'nun gönlünü kaptırdığı Enipeus Irmağı, Thessalia'da Peneios'un kollarından biri olarak belirir.201 Minyeios akarsuyu, Minyen Orkhomenosu'ndan geçerek Thessalia Ork-
194 Hyg. F. 60.239; Neleus’un Korinthos'da gizlice gömüldüğü söylenmekteydi: Pausanias. 2. 2.2.195 Apollodoros. 1. 9. 7-8; Strabon. 356.196 Odysseia, 11. 235-59.197 Odysseia, 11. 281-6; Apollodoros, 1. 9. 9; Pausanias, 4. 2. 5. Nestor’un. Triphylia Pylos'undan değil
de. Messenia Pylos'undan olduğu son kazılarla da doğrulanmıştır: C. W. Blegcn ve K. Kouronıotis, "Excavations at Pylos" (Pylos Kazıları). 1939, American Journal o f Archaelogy, (Concord, 1897-). 43. 557.
198 Herodot Tarihi, 5.65; Pausanias, 2.18.8. Neleid’lerin torunlarından kimileri Messenıa'da yaşamışlardır: Strabon, 359.
199 Herodot Tarihi, 1.147,9.97. Herodotos. Kodrid’lerden Kaukon'lar diye söz eder. Bundan, Kodrid'lerin izleyicileri arasında Pylos'dan gelen Kaukon'ların da bulunduğu sonucunu çıkarıyorum.
200 Bkz. dipnot 175.201 Strabon, 356-432.
E g e 'n î n A n a e r k i l H a l k l a r i 183
homenosu'na ya da Minyeiosuna döner. Tersinden bakacak olursak, Elis'de Peneios adlı bir ırmak vardı.202 Sonra bir de Bias'm öyküsü var: Bias, Neleus'un güzel kızıyla evlenmek istiyormuş, ama Neleus kızını Bias'a ancak Phylake'deki sürüleri getirirse vereceğini söylemiş. Bu öykünün Thessalia'dan aktarıldığı açık; çünkü Phylake, Pagasai Körfezi ile Thessalia'daki Enipeus arasındadır.203
Bir de Tyro'nun kendisi var. Elis'de Salmoneus'un kızı, Thessalia'da Kretheus'un karısı olan Tyro, bu soyun iki kolunu birleştiren addır. Klanın ortak kadın atası, ilk anasıdır Tyro. Acaba bir anayanlı soy geleneğini daha sonraki bir çağm düşüncelerine uydurmak amacıyla Sal- moneus ve Kretheus soyağacının tepesine oturtulmuş olamazlar mı? Bu olasılığı akıldan çıkarmaksızm Miny'lere dönelim şimdi.
Miny'ler, adını kenti yeniden kuran Minias'dan alan Minyen Ork- homenosunun halkıdır. Minias'm, eski adı Minyeios olan Thessalia'daki Orkhomenos kentinden geldiği anlaşılmaktadır, ancak Thessalia'lı olmakla birlikte Minias'm Lapith'lerle ya da Tyroid'lerle hiçbir ilişkisi yoktur. İşin içine yeni bir öğenin girmesini temsil etmektedir Minias. ipucu için yeniden arkeolojiye dönüyoruz.
İ.Ö. 2000'den kısa bir süre sonra Orkhomenos kenti, "M inias çömleği" diye bilinen özel türden bir çömlek kullanan bir halk tarafından yıkılmış ve bir kez daha işgale uğramıştı. Sözünü ettiğimiz çömleklere bu adı veren Schliemann'dır; belki deSchliemann'm sandığından da yerinde bir addır bu. Bu tür çömlekler Thessalia'da, Makedonia'da ve Troya'da bulunmuştur; bunların ikincil uzantılarıysa, Erken Hellas döneminin üstünü kaplamış olarak orta ve güney Yunanistan'dadır. Uzun yıllar önce, Forsdyke bu tür çömleklerin Yunanistan'a Troya'dan geldiğini ileri sürmüştür, son zamanlarda Heurtley'in Makedonia'da gerçekleştirdiği kazılar da bu görüşü desteklemektedir.204 Heurtley, bu çömleklerin, kuzeybatı Anadolu'dan Makedonia üzerinden gelen göçmenlerce Thessalia'da ve Orta Yunanistan'da geliştirildiğini öne sürülmüştür. Ayrıca, bu çömlek türü ve Erken Hellas kültürü için "Troya'nm doğusunda bir yerde" bir ortak kaynak olabileceği varsayımında bulunmuştur Heurtley. Ben de, temkinliliği elden bırakmaksızın, Erken Hellas kültürü nasıl Karia'lılarm ve Leleg'lerin ürünü idiyse, Heurt-
202 Strabon. 337-8.203 Odysseia, 11. 287-97; Apollodoros, 1. 9.12; Strabon, 433, 435.204 E.j, Forsdyke, “The Pottery called Minyan Ware", Journal o f Hellenic Studies, (Londra, 1880-), 34.126;
W.A. Heurtley, Prehistoric Macedonia, (Cambridge, 1939), s. 118-23.
184 T a r i h ö n c e s i Eg e
ley'in kuzeybatı Anadolu'dan gelen göçmenlerinin de Pelasg'lar olduğunu ileri sürmek istiyorum.
Orkhomenos kenti, Miny'lerin yönetimi altında, Minos Giritinin yörüngesine çekildi. Trophonios ile Agamedes'in mimari başarılarını ve Minias'm kızlarıyla ilintili gelenekleri bu döneme yakıştırabiliriz. Bu gelenekler, Tyroid'lerle içli dışlı ilişkiler bulunduğunu ortaya koydukları için son derece ilginçtirler.
Minias'm Hlymene, Periklymene, Eteoklymene ve Persephone adlı dört kızı vardı.205 Klymenos Hades'in bir sıfatı,206 Persephone de onun ecesi olduğuna göre, Minias'm kızlarının adlarının Minos'daki Deme- ter-Persephone saray tapımını anıştırdığını söyleyebiliriz, tıpkı Kad- mos'un Thebai'da kurduğu tapım gibi.
Persephone, Amphion'un anasıydı;207 Amphion'un ise Khloris ve Phylomakhe adlı iki kızı vardı. Bu kızlar, Tyro'nun Enipeus'dan olan oğullan Neleus ve Pelias'la evlendiler.208 Periklymene, Tyro'nun Kret- heus'dan olan oğullarından biriyle, Pheres'le evlendi. Admetos ve Ei- domene adlı iki çocukları oldu.209 Eidomene, Tyro'nun Kretheus'dan olan ikinci oğlu Amythaon'la evlendi ve ondan Melampus ile Bias'ı dünyaya getirdi.210 Klymene, Phylakos'la evlendi. Onların kızı Alki- mede de Tyro'nun Kretheus'dan olan üçüncü oğlu Aison'la evlenerek ondan İason'u dünyaya getirdi.211 Bütün bunlar, iyiden iyiye, iki klan arasında evlenme geleneğini andırmaktadır.
Miny'lerin, Orkhomenos halkı olduğu açık. Ama İason'la Argona- ut'lar da Miny'ler olarak tanımlanıyor, lolkos'da oturanlara neden bu ad verilsin? Orkhomenos'dan gelen Miny'lerin İolkos'a yerleşmeleriyle açıklanmıştı bu çok eskiden.212 Bu oldukça akla yakındır, çünkü güneydoğu Thessalia'da, Boiotia'dan daha az ve o yönden gelmiş epeyce Mykene (Geç Hellas) kalıntısı bulunmuştur.213 Argonautika'nın bilgili yazarı Apollonios'un açıklamasına göreyse, İolkos'lu Miny'lere bu
205 A. R. 1.230; Pher. 56.206 Las. ap. Ath. 6 4 2 e - E. Diehl. Anthologia Lyrico Craeca, (Leipzig, 1925), 2. s. 60.207 Pher. 56. Amphion. Hyrieus'un (yani Kithairon Dağı eteğindeki Hyria kenti) torunu Antiope'nin oğlu
olarak da gösterilir: Apollodoros, 3. 5. 5.208 Odysseia, 11. 281-2; Apollodoros, 1. 9. 10. Neleus’un Khloris'le evlenerek, Pylos’un yanı sıra
Orkhom enos'u da yönettiği söylenir. Pelias'ın karısı, Bias'ın kızı Anaksibia olarak da gösterilir (Apollodoros, 1. 9.10).
209 Apollodoros, 1. 9.14.210 Apollodoros. 1.9.10-1.211 A. R. 1.45-7, 230-3.212 Strabon, 414.213 Early Civilisation in Thessaly, s. 107.
Çizelge XI
M İN İA S İLE TYRO
E g e 'n i n A n a e r k i l H a l k l a r i 185
M İN İA S Kretheus < TYRO = Enipeus
r 1 1 iPersephone = İaos Klymene = Phylakos Periklymene = Pheres
I
Niobe = Amphion Eidomene = Amythaon
Melampous Bias
Alkimede = Aison
. IHypsipyle = İason
IEuneos
Chloris = Neleus
INestor
rPhylomakhe = Pelias
Admetos = Alkestis
IEumelos
adın verilmesinin nedeni, önderlerinin, Minias'ın kızlarından dünyaya gelmiş olm alarıdır.214 Başka bir deyişle, Tyro'nun, Pagasa- i Körfezi dolaylarına yerleşen ve Orkhomenos hanedanıyla karşılıklı olarak evlenen torunları ana yanından Miny'lerdi.
Soruna bütünüyle değişik bir açıdan yaklaşılarak da ayru sonuca varılmıştır.
Boiotia'daki Agriania şenliğinde, bir bölük kadın, Dionysos rahibi tarafından kırbaçla kovalanırdı. Rahip, en arkada kalanı yakalarsa, öl
214 A.R. 1.229-32.
l86 TARİHÖNCESİ EGE
dürme hakkına sahipti. Bu töreni açıklayan söylence, dolaylı olarak Mi- nias'ın kızlarına değinmekteydi. Minias'm kızları, Dionysos Mysterj- a'lanna, bu gizli tapmalara girmeyi reddedince, insan etine karşı çılgınca bir isteğe tutulmuşlar. Aralarında kurra çekmişler ve kurranın çıktığı kardeşlerinin çocuğunu parçalayıp yemişler. Ondan sonra da dağlarda çılgınlar gibi dolaşmışlar, asma yaprağı, porsukağacı yaprağı ve defne yaprağıyla beslenmişler.215 Bu son ayrıntı, Orkhomenos'daki şenliğin başka bir özelliğine denk düşüyor. "Kadınlar," diyor Plutarkhos, "coşup kendilerinden geçtiklerinde asmaların üstüne atılır, onları parçalayıp yutarlar".216
Gerçekte, çok bilinen türden bir kuttörendir bu. insanlar arasından seçilen bir kurban ülkenin dışına bir yere götürülür, orada topluluğun günahları adına kurban edilir.217 Yunan dinindeki pompcıi ya da tören alayları sırasında da Tanrının imgesi kent dışına götürülür, orada bir kurban sunulduktan sonra geri getirilirdi. Bunlar da aynı nitelikte kut- törenlerdi.218
Agriania şenliği, Argos'da da gözlemleniyor ve orada Proitos'un kızlarına bağlanıyor. Dionysos Argos'a geldiğinde, kadınlar onun gizli tapımına girmeye yanaşmamışlar. O zaman Dionysos Tanrı da onları çıldırtmış, kadınlar kucaklarındaki bebekleri öldürüp yemişler. Özellikle de Proitos'un kızları Peloponnesos'un dört bir yanında çılgınlar gibi dolaşmaya koyulmuşlar. Melampus da, kendilerinden geçercesine dans eden delikanlıların başını çekerek, Proitos kızlarının ardına düşmüş. Bu kovalama sırasında Proitos kızlarından biri ölmüş. Onu Melampus'un öldürdüğü söylenmiyor gerçi, ama öyle görünüyor. En sonunda, sağ kalanlar Olympia yakınlarındaki Minyeios Irmağı'na erişmişler. Orada, Melampus onları yıkayıp arındırmış ve içlerinden birini kendine eş seçmiş.219
İki söylence arasındaki benzerlik, Argos'daki Agriania'nın Boiotia'da- ki aynı kuttörene dayandığını açıkça ortaya koyuyor.220 Dolayısıyla,
215 Plutarkhos, M. 299e; Ant. lib. 10.216 Plutarkhos, M. 291a.217 The Golden Bough (Altın Dal), “Adonis. Attis, Osiris".218 C. Thomson. Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), (2. basım, Londra, 1946), s. 166-7.219 Apollodoros, 2. 2. 2.; Herodot Tarihi, 9. 34; Strabon, 346; D. S. 4. 68; Pausanias, 2.18. 4, 5. 5.10. S.
18. 7.220 Agrianios ayma, Boiotia, Sparta, Rodos, Kos, Kalymnos ve Bizans'da rastlanır; W.R. Paton ve E L
Hicks, Inscriptions o f Cos (istanköy Yazıtları), (Oxford. 1891), s. 327-30. Bu ay adının bu dağılımı. Peloponnesos’a Boiotia’dan getirildiği varsayımını doğruluyor. G. Thomson, "The Greek Calendar’ (Yunan Takvimi), Journal o f Hellenic Studies, 63. s. 56.
Eg e ’n î n A n a e r k i l H a l k l a r i 187
bu kut törenin, Peloponnesos'a soyağaçlarında Melampus tarafından temsil edilen Tyroid'lerin bir kolu tarafından getirildiği, onların da bunu ana yanından, Orkhomenos'lu Miny'lerden kalıt aldıkları sonucunu çıkarabiliriz.
İason soyundan gelen Attika'h Euneid'lerin de, Dionysos Kittos, Asma Dionysos'a bağlanan bir Dionysos tapımı vardı. Bu tapımın belirleyici özelliklerinden biri de, tapım üyelerinin flüt çalarak dans etmeleriydi. Tören alaylarının (pompai) yönetilmesi, bu klanın bir ayrıcalığıydı.221 Anlaşılan, bu da bizi gerilere, Euneid'lerin atalarının bu tapımı ana yanından, MinyTer olarak edindikleri Orkhomenos'a götürmektedir.
Peki, bu MinyTer Yunanlı mıydı acaba? Nilsson, Yunanlı oldukları, İonia Yunanlıları oldukları kanısında.222 Ama burada bir ayrım yapmamız gerekiyor sanırım. Gerçi MinyTer ile Tyroid'ler karşılıklı olarak evleniyorlardı, ama ataları bakımından hiçbir bağ yoktur aralarında. Bu yüzden, ben, Orkhomenoslu Miny'leri Hellenik saymamayı yeğliyorum. Belki de, daha önce de söylediğim gibi, Pelasg'lardandılar. Ama lolkos'lu MinyTer farklıdır. Eğer Tyro'nun soyu Yunanlı idiyse, o zaman bunlar da Minos'lulaşmış Yunanlılardı. Ne var ki, onlara İon demeye çekiniyorum, çünkü İonca'nm bu denli erken bir dönemde ayrı bir lehçe olarak varolduğunu kabul etmek pek doğru olmaz. Bunların konuştukları dilin, daha sonraki İon ve Aiol lehçelerinin kaynağı olması daha akla uygundur. Bu da, onların Attika ve İonia'daki torunlarının İon'la yakın ilişki içinde olmalarına karşılık, kendilerinin neden her zaman Aiolos'un torunları sayıldıklarını açıklamaktadır.
Daha da ileri gitmeden edemiyor insan. Kuzey Thessalia'daki -At- raks, Gyrtone ve Elatos- Lapith'lerin, Elateia'nın hemen kuzeyinde, Rachmani çevresindeki Dimini yerleşim merkezlerine bağlanması gerektiğini söyledim. Bu bölge dışmda, Dimini kalıntılarına en çok Pagasai Körfezi çevresindeki ovalarda rastlanmaktadır. Burası Tyroid'lerin yurduydu. Dimini ise, eski İolkos yakınlarındadır. Dahası, Tyroid'lerin, körfeze kuzeyden ulaştıkları anlaşılmaktadır, çünkü Tyro'nun vurulduğu Tanrı, başka bir deyişle Pelias ile Neleus'un babası, Poseidon Pet- raios diye tanımlanmakta, bu da bizi Olympos Dağı'nın kuzey eteklerindeki Petra'ya götürmektedir.223 Lapith'lerle Tyroid'ler, Dimini hal
221 Pausanias, 1.31.6.222 M.P. Nilsson, Mycenaean Origin o f Creek Mythology, (Londra, 1932), s. 155; Homer and Mycenae, s.
96.223 Pi. p. 4 , i 3g Poseidon Petraios tapınağının, tanrının üç ağızlı kargısını kayaya vurarak at biçiminde
yarattığı Sisyphos'un doğuşunun anısına kurulduğu söylenir.
l88 TA RİH Ö NCESİ EGE
kının iki kolu muydu acaba? Bu görüşe karşı, soy araştırmalarmda Thes- salia'lı Lapith'lerin Apollon'a bağlandığı ileri sürülebilir, ama bunun nedeni Delphoi'dan gelen daha sonraki etkiler de olabilir, ilerideki bölümlerden birinde, Thessalia'lı Lapith'lerin torunlarının, yani Attikah ve Peloponnesos'lu Lapith'lerin Poseidon'la, özellikle de Poseidon Pet- raios'la ilintili olduklarını göreceğiz.224 Eğer Dimini kültürü Yunan geleneğinde bir iz bıraktıysa, bunda Lapith'lerin ve Tyroid'lerin büyük payı vardır. Ve eğer bunu kabul ediyorsak, Orkhomenos kültürünü özümledikten sonra "Minias çömleği"ni güney Yunanistan'a aktaranların bunlar olduğunu söyleyebiliriz.
Aydınlığa çıkarılması gereken bir nokta daha var. Körfez çevresindeki Yunanca konuşulan bu köylerin, Orkhomenos'un kent kültürüyle ilişkiye girmiş oldukları sonucuna varıyoruz. Ama bu kültür, doruğuna, İ.Ö. 1400 dolaylarında erişmiştir. Öte yandan, geleneksel siiredi- zini doğru sayıyorsak, Tyro'yu 1300'den daha gerilere götüremeyiz. Tyro çok daha sonra ortaya çıkmıştır.
Yunan soyağaçlarmda bu tür güçlüklerle sık sık yüz yüze geleceğiz. İlerideki bölümlerden birinde, geleneksel süredizinin olduğu gibi be- nimsenemeyeceğini ortaya koymaya çalışacağım.225 Bu arada, bu so- yağaçlarının siiredizinsel çerçevesine karşı tutumumuzun, bunların içeriğine ilişkin değerlendirmemize dayanması gerektiği de unutulmamalıdır. Eğer Tyro için verilen geleneksel tarihi kabul edersek, Tyro'yu gerçek bir kişi olarak kabul etmiş oluruz. Kimsenin böyle bir şeye yanaşmayacağı açık. Ama eğer Tyro gerçek biri değildiyse, o zaman ona değgin bir tarih de verilemez. Onu, bir Yunan klanları kümesinin ortak anayanlı kökeninin bir simgesi olarak aldığımız anda, süredizine ilişkin güçlük de kalkar ortadan.
Kodrid'lerin ve Alkmeonid'lerin anımsanabilen en eski ataları Ba- kırtaş Çağı Thessalia'sındaki Enipeus Irmağı'nın pusları arasından çıktıklarında, Orkhomenos kentinin anaerkil rahip-krallarının etkisi altına girerler, onlarla tecim ilişkilerinde bulunur ve evlenirler. Ama onlar, Pagasai Körfezi'ni çevreleyen kaleler çemberine yerleşmiş savaşçı bir halktırlar. Çok geçmeden denizlere açılarak LemnosTa ve Troya'yla ilişkilere girerler, oradan belki de Pelasg kılavuzlarıyla birlikte Karadeniz'in öte ucundaki Kolkhis'e ulaşırlar, daha sonra güneye yönelerek Peloponnesos'un batı kıyılarında krallıklar kurarlar. Bu arada bel
224 Bkz. bu kitapta VII. 2. Athena.225 Bkz. bu kitapta XII. 6. Pelopid'ler.
E g e ’n i n A n a e r k İl H a l k l a r i 189
ki de yeniden ataerkilliğe dönüyoriardır, ama daha da sonraları Ege Denizi'ni geçerek İonia'ya gelen torunları kendilerini İolkos'daki atalarına benzer bir durumda bulurlar: Karia'lı kadınlarla evlenm ek ve kapılarının eşiğinden Anadolu'nun içlerine kadar uzanan engin anaerkil dünyaya bilinçli bir biçimde karşı çıkarak, yeni ataerkil kent-dev- letlerini kurmak zorunda kalırlar.
9. Bazı Anaerkil Kalıntılar
Korkarım, akrabalık ilişkilerine değgin sınıflandırma sistemi arasından yollarını bulmayı başaran okurlarım bile, bu soy zincirlerinin getirdiği sıkıntıyı duyacaklardır. Üzücü bir durum, ama yapabileceğimiz bir şey yok. Bugünkü durumumuza nasıl geldiğimizi anlamak istiyorsak, yaşanılan her şeyden çok akrabalık olgusu tarafından belirlendiği için gözleri akrabalıktan başka bir şey görmeyen en eski atalarımızın bakış açısıyla bakmaya yöneltmeliyiz kendimizi. Dünyaya soybilim açısından bakışımızı geliştirmek zorundayız.
Bu arada, biraz dinlenmek amacıyla, Hellas'ın herhangi bir yöresinde analık hakkının tarih döneminin aydınlığına erişecek kadar uzun sürdüğü "ırm ak ya da deniz kıyısında küçük bir kent"in bulunup bulunamayacağını araştırarak sona erdirelim bu bölümü.
Lokroi Epizephyrioi, İtalya'nın parmakucunda bir Yunan kolonisiydi. Bu koloniyi, İ.Ö. yedinci yüzyılda, Aristoteles'in ilk sakinlerinin Le- leg'ler olduğunu söylediği Orta Yunanistan'daki Lokris'den gelenler kurmuştu.226
Polybius, bu koloninin İ.Ö. ikinci yüzyıldaki durumundan söz ederken şöyle diyor: "Bütün ata saygınlıkları kadın yanından geliyor; sözgelimi, Yüz Aile'nin torunlarının soyluluğu".227 Öteki kaynaklardan da,Lydia'hlar ve Etrüskler gibi Lokroi'lularm da evlilik öncesi rastge- le cinsel ilişkide bulunduklarım228 ve Lokroi'lularm devletinin kendi yasalarını çıkaran ilk Yunan devleti olduğunu öğreniyoruz.229 İşte bu yüzden, Lokroi'lularm anaerkil ardıllığı alıkoymaları, kurumlarının olağandışı erken bir tarihte durmuş-oturmuş bir nitelik almasıyla açık- lanmaktadır.
226 Aristoteles fr. 560 = Strabon. 322. Hangi Lokris’i kastettiği belirsizdir (Strabon. 259).
227 Polybius. 12. 5. 6 .228Clearch. 6 .229 Aristoteles, Politika, s. 46.
IŞO TARİHÖ NCESİ EGE
Yüz Aile, anayurttaki yerli soylulardan geliyordu. Anlatılanlara bakılırsa, kolonicileri göç etmek zorunda bırakan da, bu soylu hanımefendilerin kölelerle gelişigüzel cinsel ilişkide bulunmalarının yol açtığı skandal olmuştu.230 Ne var ki, bunlan savunmak gerekirse, yaptıklarının Omphale ya da Tanaquil'in ya da Afrika'daki Bantu kraliçelerinin yaptıklarından daha kötü bir şey olmadığı söylenebilir. Üstelik, geleneğin, kolonicilerin kendilerine de kaçak kölelerden ve yasadışı cinsel ilişkide bulunanlardan oluşan bir eşkiya takımı damgası vurduğunu görünce, Lemnos'un suçlarını yaratan önyargıya bir kez daha gülümsemeden edemiyor insan. Peki, bizim bilgili tarihçilerimiz pek mi farklı acaba? "Böylesiııe umutsuz öğelerden oluşan bir koloniciler topluluğunun," diyor Grote çok ciddi bir havada, "böylesine bir yasatanı- mazlık ve kargaşa içine düşmesi hiç şaşırtıcı değildir. Ama, anlaşılan, bu kötülükler koloninin ilk yıllarında o denli hoşgörülemez bir niteliğe bürünmüştür ki, belli bir düzeltmenin zorunluluğuna hiç kimse karşı çıkamaz olmuştur. Böylelikle, Yunan toplumunun gelişiminde yeni bir olgu çıkmıştır ortaya: İlk kez yazılı yasaların konulması",231 Yasa koymanın kökeniyle ilgili bu görüşün ne anlama geldiğini bir parça düşündüğümüzde, açıkçası alabildiğine bir başına bırakılmış suçluların yasa ve düzene doğru ilerlemenin doğal önderleri olduklarını düşündüğümüzde, bırakın gülümsemeyi, kahkahalarla gülmemek olanaksızdır.
Lokroi Epizephyrioi böyle kötü bir başlangıç yapması bakımından kuraldışı olmuş olabilir, ama o bölgede aynı dönemde kurulan başka koloniler de vardı ve bunlar ahlaksal bakımdan değilse bile ekonomik bakımdan aym koşullardaydılar.
İtalya'nın topuğundaki Taraş (Tarentum), Lokroi'dan daha eskiydi. Bu koloni, Sparta'dan gelen ve Partheniai, yani "kızoğlankızların oğullan" denilen erkekler tarafından kurulmuştu. Spartalılar Messenia'yı ele geçirmek için yıllarca savaşırlarken, karıları da kendilerini tıpkı Klytaimnestra gibi avutmuşlar ve sonunda işte bu "kızoğlankızların oğulları" dünyaya gelmişti. Bu çocukların babalarının, anayurtta kalan Spartalılar olduğu söylenir. Savaş sona erince kocalar geri döndüler ve karılarını ayartanları köleleştirerek cezalandırdılar.232 Öykü böyle, ama doğrusunu isterseniz pek inandırıcı değil. Eğer suçlular özgür
230 D. P. 365-7; Polybius, 12.6b. "Köleler", serfler, yani toprak köleleri anlamına da geliyor olabilir. Çünkü her ikisini de karşılamaktadır.
231 G. Grote, History o f Greece (Yunanistan'ın Tarihi), (2. basım, Londra, 1869), 3. s. 378.232 Theop. 190; Ant. 14; Servius ad. Vergilius, Aeneis, 3. 551.
Eg e ’ n i n A n a e r k i l H a l k l a r i 191
Spartalılar idiyse, yaptıkları şey dördüncü yüzyılda suç sayılmıyordu. O zaman bu olayın sekizinci yüzyılda geçmiş olabileceği geliyor akla. Kaldı ki, bunlara "kızoğlankızlarm oğulları" denilmesinin nedeni, annelerinin evlenmemiş olması olabilir ancak. Öyle görünüyor ki, bunların babaları başından beri sertler, yani toprak köleleriydi: Lokroi'lu hanımlarla sevişenlerde olduğu gibi ayrıcalıklı bir yerleri olan toprak köleleri. O zamana dek, bu tür ilişkiler sonucunda dünyaya gelen çocuklar, annelerinin malında mülkünde hak sahibi olurlardı. Ama artık, sa- hiplenilmeyi bekleyen bereketli Messenia ovasında eski kural kaldırılmıştı. Bundandır ki, yalnızca ana yanından Spartalı olanlar, "doğuştan kazanılan haklarını sırtlarında onurla taşıyarak" denizaşırı ülkelerde yeni zenginlikler aramaya zorlandılar. Lokroi'un olduğu gibi Taras'm kuruluşu da, anayurtta taşınmaz mallara ilişkin kalıt haklan konusunda süreduran çatışmaya, sözün kısası toprak uğrundaki savaşıma bağlı bir olaydı.233
Korinthos kentinin ilk tiram Kypselos, İ.Ö. 657'de başa geçti. Kypse- los, Lapith'lerden Kametis'un soyundan gelen Kaineid'ler, yani Kaine- usoğulları klanındandı.234 Korinthos'dan birkaç kilometre ötede, Oly- mpos Dağı eteklerindeki Petra'yı akla getiren Petra kentinde doğmuştu.235 Kypselos'dan önce, Korinthos kentini, Dor istilacılarıyla birlikte geldiklerini ileri süren, ama doğrusu nereden geldiklerini bilmediğimiz Bakhiad'lar yönetmişlerdi. Bakhiad'lar başlangıçta Korinthos kentini krallıkla yönetmişler, krallık kaldırıldıktan sonraysa yalnızca kendi aralarından birer yıllığına atanan yüksek görevliler aracılığıyla yönetimi ellerinde tutmuşlardır.236 Bu klanın üyeleri, Herodotos'un deyişiyle, "yalnız kendi aralarında evlenirlerdi". Burada, en eski Yunan klanlarının genellikle dıştan evlenme kuralına dayalı oldukları yolundaki görüşümüz doğrulandı Peki, Bakhiad'larda niçin içten evlenme kuralı egemendi öyleyse? Tarihçi Herodotos şöyle sürdürüyor sözlerini:
İçlerinden birisinin, Amphion'un topal bir kızı oldu: adı Labda'ydı. Bak-hiadlardan hiç kimse bununla evlenmek istemiyordu; kısmet Ekhekra-
233 Savaşın başlangıcında, kardeşMessenialı Dor'lara karşı niçin savaşmak istediği sorulan Sparta kralı şu yanıtı vermişti: "Paylaşılmamış kalıtımıza gireceğim" (Plutarkhos, M. 231e), yani toprakları bölüşeceğim". Cene Spartalıbr, "... ölçü ipleriyle ölçülmüş... toprağı bereketli Tegea'yı, size onu vereceğim,” diyen bir bilici sörüne güvenerek Tegea’yı ele geçirmeye kalkıştılar (Herodot Tarihi, 1. 66).
234 Herodot Tarihi, 5. 92b.2J5 Pi. P. 4. 246.236 Pausanias. 2. 4. 3.
192 TARİHÖ NCESİ EGE
te so ğ lu E etion 'u n m u ş, bu Petra d em os'u n d an am a, aslında Lapithler-dendi ve K aineid 'lerden iniyordu.237
Çok geçmeden, Bakhiad'lara Delphoi'daki tapmaktan anlamını pep çıkaramadıkları bir bilici yanıtı geldi. Sonunda, bilici yanıtını şuna yordular: Eetion'un oğlu, Korinthos kentinin sonu olacaktı. Böylece, Beti- on'un karısı güzel bir erkek çocuk doğurduğunda, çocuğu öldürmeye karar verdiler. İçlerinden on kişi, çocuğu öldürmek üzere, Eetion'un evine gidip bebeği görmek istedi. Yolda kararlaştırmışlardı, bebeği ilk alan yere çarpıp kafasını ezecekti. Labda hiçbir şeyden kuşkulanmadı, çocuğu onlardan birinin kucağına verdi. Ama tam o sırada çocuk adama gülümsedi. Bu gülümseyiş adamı duygulandırdı, acıdı, öldiireme- di. Acıma duygusu baskın çıkıyordu, çocuk İkincinin, sonra iiçüncü- nün eline geçti. Böylece elden ele dolaştı, on kişinin onu da çocuğu ya- nmdakine vermiş, öldürememişti. Çocuğu anasına geri verip çıktılar. Kapının eşiğinde birbirlerine girdiler, birbirlerini suçladılar. Ama bir süre sonra anlaştılar, "hep birden girecekler ve hep beraber öldüreceklerdi." Ancak, bu arada olup bitenlerden kuşkulanan Labda çocuğu bir kutuya saklamıştı. Böylece, Eetion'un çocuğu Kypselos büyüdü, Bak- hiad'ları alaşağı etti, Korinthos tiranı oldu.238
Bu aptalca öyküyü daha fazla anlatmak gereksiz. Ama bu alışılmadık evlenme alışkısı bir olgu olarak alınmalıdır, bundan sonrası için ipucu vermektedir. Wade-Gery, bunun "belki de kız kalıtçının payının dışarı gitmesini istemediklerinden böyle olduğunu" ileri sürmüştü.239 Ne ki, ataerkil düzende kız kalıtçı yasası genel bir kural olarak değil, ancak erkek kalıtçı yoksa geçerlidir. Bu bölümdeki çeşitli örneklerde de gördüğümüz gibi, sürekli yakın akrabalar arasında evlenme, kalıtın anadan kız çocuğa geçmesini önleyen, baba ve oğuldan yana bir önlemdir. Öyleyse, buradaki durumun olağan bir anaerkil içten evlenme örneği olduğunu kabul edecek olursak, adamların bebeği öldürmekte niçin duraksadıkları ve bebeğin büyüdüğü zaman onların kalıtında niçin hak ileri sürdüğü de kendiliğinden açıklanmış olacaktır. Bebek, onlarla aynı klandandı.
Son olarak, Lesbos, Lemnos, Naksos ve Kos da içinde olmak üzere birçok Ege adasında, İ.S. onsekizinci yüzyıl sonlarında, taşınmaz m a l
237 Herodot Tarihi, 5. 92b.238 Aynı yerde, 5. 92c-d-e.239 H.T. Wade-Gery. (Cambridge Ancient History'de), 3. s. 534.
Eg e ’ n İn A n a e r k İl H a l k l a r i 193
larda arıayanlı kalıt kuralının geçerli olduğunu belirtmekte yarar var. gu konuya ilişkin birtakım olgular, John Hawkins adlı bir İngiliz gezginince kaleme alınmıştı:
1 7 9 7 yılı so n u n d a , yap m ak la y ü k ü m lü o ld u ğu m araştırm alar so n u cu n d a , B ay G u y s 'a şu n ları b ildirdim : E g e D en izi'n dek i ad aların b ü y ü k bir ço ğ u n lu ğ u n d a en b ü y ü k kız ço cu k , çey iz o larak , eşyalarıyla birlikte aile evini v e aslın d a bu ad aların ço ğ u n d a başlıca geçim aracı olan a n n e sinin m alların ın ü çte birini y a d a d ah a b üyü k bir b ölü m ü n ü a lm ak ta d ır. Ö teki kız ço cu k la r d a , birbiri ard ı sıra evlen d ik çe, o sırad a o tu ru lan aile ev in i v e g e riy e k alan m allard an ayn ı payı alm a hakkına sah ip tirler. Son o larak , b ir b ö lü m ü n ü kendi başım a top lad ığım , bir b ö lü m ü nü d e b aşk aların d an ed in d iğim b u bilgiler Lesbos, L em n os, Skop elos, K syros, Z ea , İp sera, M yk on os, P aro s , N ak sos, Siphnos, Santorini v e Kos ad aları için g eçerlid ir.240
Anaerkil kuralın bu olağanüstü kalımım ya da yeniden canlanışını açıklayacak durumda değilim. Bu, olsa olsa, Bizans ve Osmanlı imparatorlukları dönemlerinde Yunanlılarda toprak kullanım hakkı gibi pek dokunulmamış bir konunun incelenmesine girişilerek gerçekleştirilebilir. Çünkü böyle bir inceleme yapılacak olursa, anaerki gibi Yunanlılara böylesine yabancı bir şeyin, tarihöncesi Ege'de bile varolabileceğim akılları almayan bilginlerin, anaerkillin Ege'de dedelerinin zamanında bile yaygın olduğunu görmeleri sağlanabilir.
240 R. Walpole, Travels in Various Countries o f the East (Çeşitli Doğu Ülkelerinde Geziler), (Londra, 1820),
5. 392.
194 t a r i h ö n c e s i Eg e
BİR TANRIÇANIN YARATILMASI
VI
1. Ç ocuk D oğurm a ve A ybaşı
İnsan toplumunun ilk evrelerinde bir yaşam koşuluydu emeğin ortaklaşalığı. Uygulayım düzeyi çok geri olduğu için, yiyecek toplama ve avlanma çok kişiyi gerektiriyordu, insanların çok fazla sayıda olmaları sakıncalı değildi, fazla gelenler her zaman başka yerlere gidebilirlerdi, oysa çok az insanın olması ölüm demekti. Yaşama olanaklarının üretilmesini topluluğun kendisinin üremesinden ayırmak olası değildi. Üretim uygulayımı gibi üreme de ilkel temellerde sürüyordu. Nitekim, ilkel halklarda çocukların ölüm oranı inanılmayacak kadar yüksektir. İşte bu yüzden, doğum olayıyla ilgili olarak her yerde bol bol rastlanan büyü törenleri maddi bir zorunluluktan doğmuştur.1
Tarımın bulunmuş olduğu daha ileri bir düzeyde de benzer koşullar söz konusudur. Yeni uygulayım daha çok geri olduğu için, ormanda ekilecek bir alan açmak ve bu alanı korumak çok büyük çabalan gerektiriyordu. Yerleşim yeri, insanların sağlığını ve varlığını tehlikeye düşüren bulaşıcı hastalıklar ve yabanıl hayvanlar gibi engellerle kuşatılmıştı. Sami dillerinde olduğu gibi Germen dillerinde de toprağı işlemek inşa etmek, kurmak, yapmak anlamına gelir (Almanca'da baven, Arapçada amam)2 Amansızca direnen el değmemiş doğayı evcilleştirmek gerekiyordu. O koşullarda, bir ailenin tek başına bir yere yerleşmesi olanaksızdı, insanların güvenlikleri sayılarına bağlıydı. Kadınla-
1 Bu kuttörenlerin insan türünün varlığını sürdürmesi için bilinçli olarak düzenlendiğini söylemek
istemiyorum. Bunlar, analık dürtüsünün ideolojik bir yansımasıydı yalnızca.2 W. Robertson Smith, Religion o f the Semites (Samilerin Dini), (Üçüncü basım, Londra, 1927), s-
95-6.
BİR T A N RIÇ A N IN YA RA T IL M A SI 195
rm bin bir güçlükle yetiştirdiği ekinler, doğum tanrıçalarınca ya kutsa- myor ya da kurutulup yok ediliyordu.
Kadınların üremeye ilişkin işlevlerini çevreleyen büyünün esinlediği korku, daha başından güçlü bir tabuyla pekiştirilmişti. Bu konuda griffault şıınlan yazıyor:
H ayvan psikolojisinde bir tabu y a da form üllendirilm iş bir yasağa tam olarak uygun d üşen hiçbir şey bulunm am akla birlikte, bir yasağın en güçlü hayvan tepilerine olağan bir biçim de dışarıdan dayatıldığı fek bir ilişki vard ır... M em eli d işilerde gebelik ve em zirm e sırasında çiftleşm e hem bir işlev taşım az, h em d e istenilir b ir şey d eğild ir; d işiler bu d ö nem lerde erkeği kendilerinden kesinlikle uzak tu tarlar. İnsanlardaysa, kadının cinsel etkinlik dönem i b ir dişi hayvanınkinden d ah a sürekli olm asına karşın, kadında aybaşı g ö rm e biçim inde d aha başka b ir ara g ö rülür. (...) Kadının erkeği yanına yaklaştırm am ası, h ayvan lar arasın d aki "y a sa k "la tek b en zerliğ i o lu ştu ru r. Bu, h a y v a n la r a rasın d a a n ca k edim sel d iren m eyle ya da dişinin kaçm asıyla uygulanabilir. D olayısıyla d a , h ayv an psikolojisinde, form üllendirilm iş bir y asağa tam olarak uygun d üşm ez. A ncak bildiğim iz soyaçekim yerine getirebilir bunu. Bir yasağın benim senm iş bir ilke niteliğini alm ası, dil aracılığıyla, ancak insan d üzeyind e gerçekleşebilir.3
İlk tabu olarak, gebelik ve aybaşı sırasındaki cinsel ilişki yasağı, daha sonraki bütün tabuların öntipi oldu.
insanlarda doğurganlık büyüsünün sonuca değil, sürece; çocuğun kendisine değil, loğusalık akıntısına ilişkin olduğunun gözlemlenmesi önemlidir. Bu yüzden, gerek loğusalık, gerekse aybaşı sırasında bütün kan akıntıları, dişi cinsin özünde varolan can verici gücürf birer belirtisi olarak kabul edilir. İlkel düşüncede, aybaşı görme, çok doğru olarak, doğum yapmayla aynı nitelikte bir olay sayılır.4
Bu büyü çok yönlüdür. Güçlülüğü, onu korkulu kılar. Gereğince denetim altına alınmazsa, elektrik akımı gibi, epey zarar verebilecek bir güç kaynağıdır. Tabu da öyle. Erkeğin yaklaşması yasak olan kadın bir yandan dokunulmaz ve kutsaldır, öte yandan da kirlenmiş ve pis sayılır. Romalıların deyimiyle, sacra, yani kutsal ve ilençlidir. Bundan detayıdır ki, kadının ataerkil toplumda din üzerindeki denetimini yitirmesinden son
* R. Briffault, The Mothers (Analar), (Londra, 1927), c. 2, s. 364.4 Aynı yerde, c. 2, s. 366.
ıg 6 T a r İh ö n c e s İ Eg e
ra, varlığını sürdüren olumsuz yön olur. Yalnızca cinsel işlevleri kirlenmiş sayılmakla kalmaz, aynı ilençleme kadının dişiliğine de yakıştırılır Kadın bütün kötülüklerin kaynağı, Havva, cadı olur çıkar.5
Bu düşünceler evrenseldir. İnsan yaşamının hiçbir alanında, ayba- şılı ve loğusa kadınların ele alınışında olduğu kadar aynılık gözlemle- nemez. Briffault bu konuyu inceden inceye irdelemiş, insan soyunun bütün kollarından, bütün kültür aşamalarından örnekler derlemiştir.6 Burada bütün yapılması gereken, bunun, Yunan diniyle olan bağıntılarını gözler önüne sermek üzere belirgin özellikleri özetlemektir.
Güney Afrika'daki Herero kabilelerinde, sığırtmaçlar her sabah sağılan sütü doğum yapmayı bekleyen bir kadına getirirler, kadın da dudaklarıyla kutsar sütü.7 Kuzey Amerika'da, ekinlere kurt girdiğinde, aybaşı görmekte olan kadınlar geceleyin dışarı çıkıp tarlalarda çırılçıplak yürürler.8 Benzer alışkılar Avrupa köylüleri arasında hâlâ sürmektedir.9 Plinius, aybaşılı kadınların yalınayak, saçlarını omuzlarına dökmüş, eteklerini kalçalarına kadar kaldırmış bir durumda tarlalarda dolaşmalarını, zararlı böcekleri yok etmenin bir yolu olarak salık veriyordu. Columella'ya bakılırsa, Demokritos da aynı kanıdaydı: Kadınlar, diyordu Demokritos, yalınayak ve saçları uçuşarak ekinlerin çevresinde üç kez koşm alıdırlar.10 Açıktır ki, bunun ardında yatan düşünce, böyle dönemlerde kadın gövdesinin yüklü olduğuna inanılan doğurgan gücü ekinlere dökmekti. Kimi yerlerde de, bu gücün kadın cinsinin kendinde varolduğu kabul edilir. Sözgelimi, Zulu'larda, tarlada gezinecek kızlar çıplak olmalıdır, ama ille de aybaşı görüyor olmaları gerekmez.11 Yunanistan'da özellikle Demeter'le ilintili sayılan ve kadınların eteklerini kaldırarak cinsel organlarını gösterdikleri kuttörenin kökeninde de yatan budur.12 Rahibelerin yalınayak, saçlarını çözüp kemerlerini çıkararak, art arda sıralanıp yürüdükleri birçok Yunan tapı- mındaki bu yaygın alışkı da aynı düşünce çemberi içinde sayılmalıdır.13 Tarlalarda yüzleri açık, saçları darmadağınık, yalınayak dans edip
5 Aynı yerde, c. 2, s. 407.6 Aynı yerde, c. 2, s. 364-439.7 Aynı yerde, c. 2, s. 410.8 H.R. Schoolcraft, Indian Tribes o f the United States (Birleşik Devletler'deki Kızılderili Kabileleri).
(Philadelphia, 1853-6), c. 5, s. 70.9 The Mothers, e. 2, s. 389, 410.10 Plinius, Historia Naturalis, 28. 78; Columella, RR. 11. 3. 64.11 E.J. Krige, Social System o f the Zulus (Zulu'larda Toplumsal Dizge), (Londra, 1936), s. 200.12 Clem, Pr. 2. 20-1; Herodotos, Herodot Tarihi, 2. 60; D, S. 1. 85.13 Call. Cer. 1-6, 125-6; S IC . 736. 4; Nonn. D. 9. 243-8; Vergilius, Aeneis, 4. 509; Ovidius, Fasti, 3. 257.
BİRTANRIÇANIN Y A R A T IL M A SI 197
şarkılar söyleyerek boşinançlara dayalı pisliklerinden arınan bu kızlar, en sonunda, Yunan şiirinin en güzel geleneksel düşlemlerinden biri olmuşlardır.14
Gebeliğin ve aybaşı görmenin can verici özelliklerine duyulan inanç, her yeTde, hiç ters gelmeksizin, en derin korku ve iğrenmeyle birleştirilmiştir.15 Gerek gebe olan, gerek aybaşı görmekte olan bir kadının, öliiye -değmiş biri kadar kesin bir biçimde toplumdan yalıtılması gerekir. Bir erkeğin, böyle bir kadını görmesi bile ölümüne yol açabilir. Böyle bir kadın eliyle ya da ayağıyla dokunacak olsa, sığırlar hastalığa yakalanıp ölebilir, ekinler kuruyup yok olabilir. Doğuracak olan kadının kapatıldığı kulübeye girmek, ebeler dışında herkese yasaktır. Daha sonra, loğusalık dönemi bittiğinde, döleş, göbek bağı ve tüm kan izleriyle birlikte tüm giysiler ve yemek kapları özenle yok edilmeli ya da kimsenin yanlışlıkla dokunamayacağı, üstlerine basamayacağı bir yere bırakılmalıdır.16 Kimi halklarda, bu pisliklerin, oradan geçen yolcularca alınıp götürüleceği düşüncesiyle bir yola ya da yol kavşağına bırakılması yeterlidir.17 Topluma yeniden kabul edilebilmesi için, kadının kendisinin de yıkanıp temizlenmesi ya da daha başka arındırma işlemlerinden geçmesi gerekir. Kadın, aybaşı gördüğü sırada, genellikle köyden bütün bütüne ayrılarak ormana çekilmek, orada bir kulübede bir başına ya da kendisine eşlik eden kadınlarla kalmak zorundadır. Köye döneceği zamansa, pisliklerinin bütün izlerini ortadan kaldırmalı ve bir akarsuda yıkanmalıdır. Bir genç kızın ilk kez aybaşı görmesi, cinsel yaşamının başlamasıyla aynı zamana rastgeldiğinden, çoğunlukla özel önlemlerin alınmasına yol açar ve kadınların erginleme törenlerinin sürdüğü yerlerde bu törenlerin kapsamına girer.18 Sözgelimi, Afrikalı Bantularda genç kızlarm erginlenmesini örnek verebiliriz buna.
Bir genç kız, ilk kez aybaşı göreceğini sezinleyince, komşu köyden evli bir kadını kendine "analık" seçer ve aybaşı günü geldiğinde "onun
Ü Cali. Cer. 124-5; Bion, 1. 21-2; Opp. Ven. 1. 497-8; Nonn. D. 5. 374, 405-7, 8. 16-19,9. 248,14.382; longus. 1. 4,2. 23; Ach. Tat. 1.1.7; Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, (Türkçesi; Azra Erhat- Sabahattin Eyüboğlu, Ocak 1968, Bilgi Yayınevi), 140; Sophokles, Oidipus Kolonos'da, 348-9; Theoc. >9 (24) 36.
15 The Mothers, c. 2. s. 365-90.'6 Ayrıca bkz. E.D. Earthy, Volenge Women, (Oxford, 1933), s. 69-70;). Roscoe, The Bağanda, (Londra,
1911), s. 21. 54;). Roscoe, The Bakılara or Banyoro, (Cambridge, 1923), s. 159: "Bütün süprüntülerüstüne basılma ya da karıştırılma tehlikesi olmayan ve evden çıkacak daha sonraki süprüntülerle bütün çocuk dışkılarının da bırakılabileceği bir yere atılırdı."
^ H. P. Junod, The Bantu Heritage (Johannesburg, 1938), c. 1, s. 200-1; Petronius, 134.
198 T a r İh ö n c e s İ Eg e
la ağlamak üzere" bu analığa kaçar. Genç kızın yalnız yaşaması bir ay sürer. Çoğu zaman üç dört genç kız erginlemeden birlikte geçer. Bunlar bir kulübeye kapatılırlar ve ancak yüzleri örtülü olarak dışarı çıkmalarına izin verilir. Kızlar her sabah, daha önce erginleme töreninden geçmiş kadınlar eşliğinde göle inip yıkanırlar. Bu kadınlar, genç kızlara eşlik ederlerken açık saçık şarkılar söylerler ve karşılarına çıkabilecek erkekleri kovalamak üzere yanlarında birer sopa taşırlar; çünkü genç kızları gören erkeklerin hemen kör olacağına inanılır. Kızlar kulübeye döndüklerinde, sırılsıklam olmalarına, tir tir titremelerine karşın, ateşin başına gitmelerine kesinlikle izin verilmez. Tam tersine daha yaşlıca kadınlar bir yandan açık saçık şarkılarını sürdürür, cinsel bilgiler verir ve kızları aybaşı gördüklerini bir erkeğe açıklamamaları yolunda uyarırlarken, öte yandan da onları tırmalar, çimdikler ve işkence ederler. Genç kız ay sonunda anasına geri verilir ve onuruna bir şölen düzenlenir. "Bahtsızlığı sona ermiştir" artık.19
Eski Yunanistan'da, çocuk doğuracak kadınların, kan dökmüş ya da bir ölüye dokunmuş biri kadar kirlenmiş olduğuna inanılırdı.20 Eleu- sis'de, adam öldürenler, ölüye dokunanlar ve doğum yapmakta olan bir kadına yaklaşanlar, bu kirlerinden annıncaya değin Mysteria'lar- dan çıkarılırdı.21 Nitekim, Hesiodos'un İşler ve Günler adlı yapıtında, daha önce bir kadının yıkandığı suda bir erkeğin hiçbir zaman yıkanmaması gerektiği uyarısında bulunulur.22 Yazıtlardan da, aybaşı gören ya da çocuk doğuran kadınların tapınaklara ancak yıkanıp arındıktan sonra alındığını öğreniyoruz.23 Aybaşı görmenin eski İtalya'da uyandırdığı ürküniin, bugünkü ilkeller arasındaki kadar büyük olduğunu söyleyebiliriz. Gerçi Plinius, gereği yerine getirildiğinde aybaşının yararlı etkileri olduğuna inanıyordu, ama gene de genelde zararlı olduğu yolundaki kanısını zayıflatmıyordu bu:
K adınların k anam a ve aybaşı görm esinden daha kork un ç bir şey olam az. Ç ün k ü bu hastalıkları sırasında, kadınlar, bir şa rap fıçısına yak-laşsalar ya da fıçının üstü n den geçseler, şarap ne denli taze olursa ol-
19 H. A. Junod, Life of a South African Tribe (Bir Güney Afrika Kabilesinde Yaşantı), (ikinci basım, Londra,1927), e. 1,5.177.
20 Euripides, iphigenia Touris' de. 381 -3; Social System of the Zulus, s. 82: Zulu'lar, gebe ve aybaşı görmekte olan kadınları, bebek annelerini, az önce cinsel ilişkide bulunmuş, gömme törenine katılmış ya da bir ölüye dokunmuş kimseleri kirli sayarlar.
21 Porph. Abst. 4.16; Theo Sm. 14; Apollodoros, 2. 5.12.22 Hesiodos, işler ve Günler, 753.23 S/G. 982-3,1042.
B İR T A N R IÇ A N IN Y A R A T IL M A S I 199
sun ekşir; tarlada göğerm iş bir ekine d okunsalar, ekin sararıp so lar, bir daha da o ekinden h ayır gelm ez. G ene, bu top rak larda çim en lere d eğ ecek olsalar, aniden ölür g id er çim enler. Bir bahçedeki bitkilerin v e koncaların şöyle bir yanından geçm eyegörsü n ler, hepsi tu tu şu r, yan ıp kül
olur.24
Bu boşinançlar, ilginç bir Sicilya masalını yorumlamamıza ışık tutuyor:
Z eu s'a , A ngelos adında bir kız ço cu ğ u d oğu rm u ş H era. Z e u s da bu kızı baksınlar diye n ym p h a'Iara , orm an perilerine verm iş. Ç ocu k b ü yü yü nce, H era'm n yü zü n e allık diye sü rd ü ğü sarı sakızı çalm ış. B unu öğrenen H era, A n gelos'u cezalan d ırm aya kalkm ış, am a k ızcağız yeni d o ğum yap m ış bir kadının evin e, orad an da ölü taşım akta o lan b irtakım adam ların yanına k açm ış. O zam an H era kızın ard ın ı b ırak m ış. Z eu s da. Kabirlere, kızla ilgilenm elerini, onu yıkayıp tem izlem elerini b u y u rm uş. Bunun ü zerin e, K abirler A n gelos'u alıp A kheron G ö lü 'n e g ö tü rm üşler, o rad a yıkayıp arın d ırm ışlar.25
Angelos, Artemis'le bir tutuluyordu.26 Anasının allığını niçin çaldığıysa birazdan anlaşılacak. Ama daha şimdiden açıktır ki, evden kaçmasına ve doğum ve ölüm gibi iki kirlenmeyle bağ kurmasına yol açan şey, masalı anlatanın görmezden geldiği aynı nitelikte üçüncü bir kirlenmeydi.
Aristoteles, Plinius ve öteki ilkçağ ve ortaçağ doğabilimcileri, dölütün, aybaşı kanamasının durmasından sonra dölyatağmda kalan kandan oluştuğuna inanıyorlardı.27 Hayat veren kandır bu. Dolayısıyla, kişileri ya da şeyleri tabu kılmanın -aybaşı görmeyle, loğusalık akıntısıyla ya da bu özgün temelde oluşmuş bir başka yasakla ilgili- en yaygın yöntemi, onları kanla ya da kan rengiyle işaretlemektir. Tabunun kendisinin çok yönlü niteliğine uygun olarak, bu kan işaretinin o kişiyle bağ kurmayı yasaklayan ve o kişiye dirim gücü veren çifte etkisi vardır. Aybaşı gören ya da gebe kadınların gövdelerini aşıboyasıyla boyamaları çok yaygın bir alışkıdır; hem erkeklerin uzak durmalarını, hem
24 Plinius, Historia Naturalis, 7.64.25 Theoc. 2 . 12 .26 Hsch.27 Aristoteles, CA. 2.4; Aristoteles. PA. 2. 6.1 ; Plinius. Historia Naturalis, 7.66; The Mothers, c. 2. s. 4,
44.
de kadınların doğurganlığının artmasını sağlar. Birçok evlenme töreninde gelinin alnına kırmızı boya sürülür, kocası dışında hiçbir erkeğin ona yaklaşamayacağını gösteren bir işaret ve kocasına birçok çocuk doğuracağına ilişkin bir güvencedir bu.28 Süründüğün buradan kaynaklandığı söylenebilir. Bir Bantu kabilesi olan Valengelerde, her kadının, kendi cinsi açısından kutsal sayılan ve törenler için yüzünü ve gövdesini boyamakta kullandığı bir aşıboyası çanağı vardır.29 Buna gereksinme duyduğu durumlarla ilgili olarak şunlar belirtilebilir: Annenin loğusalığının bitiminde hem anne, hem de çocuk aşıboyasıyla boyanır: böylelikle çocuğun yaşaması, annenin de yaşama geri dönmesi sağlanmış olur. Erginleme sırasında genç kız baştan ayağa kırmızıya boyanır; böylelikle genç kızın yeniden doğması ve doğurgan olması sağlanmış olur. Kocası ölen bir kadın, yas süresi sona erdiğinde, bir ateşin üstünden atlatıldıktan sonra gene kırmızıya boyanır böylelikle ölümün kirliliğinden sıyrılıp arınmış olur.
Yaşamın yenilenmesidir kırmızı. Yontmataş ve Cilahtaş Çağlarına değgin gömütlerde bulunan kemiklerin kırmızıya boyanmış olmasının nedeni budur.30 İskeletin, çoğu zaman, dölütün dölyatağmdaki duruşu gibi yatırılmış olduğunu gördüğümüzde, buradaki simgecilik iyice açıklığa kavuşur. Dölyatağmdaki bir bebek gibi büzülmüş yatan, yaşam rengine boyanmış iskeletler: İlkel insan, ölenin ruhunun yeniden doğmasını sağlamak için daha ne yapabilirdi acaba?
2. Aya Tapınma
Kadınların üreme işlevlerini aym düzenlediği düşüncesine liemen bütün halklar arasında yaygın bir biçimde rastlanır. Bu inancın bilimsel bir dayanağı olduğu kuşkuludur. Gerçi son zamanlarda yapılan araştırmalar, bu inancın bilimsel bir temeli olmadığını ortaya koymaktadır. Ama bilgiler uygar kadınlardan alındığı için, bu sonucun kesin sayılması çok zordur.31 Ancak, gerçek ne olursa olsun, kadınların ay
ZOO TARİHÖ NCESİ EGE
28 The Mothers, c. 2, s. 412-7.29 Valange Women, s. 123; A.C. Hollis, The Nandi, their Language and Folklore (Nandi Halkı Dilleri ve
Töresel Yaşamları), (Oxford, 1909), s. 58; M. C. Burkitt, Prehistory, (ikinci basım, Cambridge, 1925), s. 22-3.
30 Prehistory, s. 163,184, 191.31 D. L. Gunn, P. M. Jenkin ve A. L. Gunn, “Menstrual Periodicity" (Aylık Kanama"). Journal o f Obstetries
and Gynaecology, (Londra, 1902-), 44.872.
B İR T A N R IÇ A N IN YARA TILM A SI 201
başı dönemleri ay dönümlerine o denli denk düşmektedir ki, bu düşünce ister istemez aybaşı görme ile ay arasındaki dolaysız bir ilişkiden doğmuştur. Ayla ilgili bütün ilkel alışkıların temelinde bu inanç yatmaktadır. Üstelik, bu ilkel alışkılar öylesine derinlere kök salmıştır ki, aya tapınmayı çoktan bırakmış olan uygar halklar bile bunları folklorun ve boşinançların geri düzeyinde nerdeyse eldeğmemiş bir biçimde korumaktadır.
Ay, büyüde güneşten çok daha fazla yer tutar. Sonra, hemen her yerde ilk zaman göstergesidir ay.32 Örneğin, ilk takvim birimi, dolunayla ikiye bölünmüş olan ve yirmi yedi ya da yirmi sekiz geceden oluşan ayayıydı.33 Daha sonraları, dolunaydan önceki ve sonraki evrelerin de ayrılmasıyla, üç evreden oluşan bir birime ulaşıldı.34 En sonunda, Ba- billiler, ayı dört çeyrekten oluşacak biçimde yeniden düzenlediler; bizim dört haftalık ayımızın kökeniydi bu.35 Takvimin aya bağımlılığı, "moon" [ay; yer'in uydusu olan gökcismi], "month" [ay; art arda gelen iki yeniay arasında geçen 29,5 günlük süre] ve "measure" [ölçü] gibi sözcüklerimizin ortak temelinde de yansır.36
Ay, aybaşı görmenin nedenidir. Tipik bir örnek verecek olursak, ay, kadınların ırzına geçen ve böylece kanamalarına yol açan genç bir erkektir.37 Dölütün aybaşı kanından oluştuğuna inanıldığı için, gelen kan bir tür çocuk düşürme olarak görülür. O zaman da, kadınları ayın gebe bıraktığı sonucuna varmak gerekiyor, nitekim gerçekten de ilkel düşüncede bu sonuca vanlmaktadır. Maori'lere bakılırsa, ay, bütün kadınların gerçek kocasıdır.38 Gebe bırakmayla ilgili gerçek, ancak, babalık toplumsal bir değer kazandığı zaman benimsenir, dahası o zaman bile eski inanç çabucak ortadan kalkmaz. Kadınlar aydan gebe kalırlar. Onun için de, ilkel dillerde aydan bir erkek olarak, kadınların efendisi olarak söz edilir.39 Ay sözcüğü Slav ve Germen dillerinde hâlâ erildir; Kelt, Yunan ve Latin dillerinde de bir zamanlar erildi. Yunanca'da, se
32 M.P. Nilsson, Primitive Time leckkonirtg (İlkel Zaman Saptama Yöntemleri), (Lund/Oxford, 1920), s. 148-9.
33 Aynı yerde, s. 155.34 Aynı yerde, s. 167-70.35 Aynı yerde, s. 171.36 Hint-Avrupa ailesinden mateı sözcüğünün bu ortak temelle bağıntılı olduğu yolundaki eski görü;
bırakılmıştır, ma- artık bir Ullwort olarak açıklanmaktadır, ama iki yorumun birbirine pek ters düşmediği söylenebilir, çünkü ‘bir dilin evrimi, bir farklılaşma sürecidir": M. Bröal, Essai de simantique (Anlambilim Üzerine Denemtler), (Paris 1899), s. 33.
32 The Mothers (Analar), c. 2, s. 583-4.38 Aynı yerde, c. 2, s. 432.39 Primitive Time Reckoning, c. 2. s. 583-97.
202 TARİHÖNCESİ EGE
lene, "ay" anlamına gelen sözcük olarak varlığını koruyan men'in dişi] türevi mene'nin yerine kullanılır. Anadolu'da, aya, Yunanlıların Men adını verdikleri bir erkek olarak tapmılagelmiştir.40 Kadınların aydan gebe kaldıkları düşüncesinden, giderek, kadınların ayın etkisiyle kendilerinden geçtikleri ya da çıldırdıkları düşüncesi doğar. Ayın isteriyle, sarayla ve kutsal sayılan bütün hastalıklarla olan bildiğimiz bağıntıları da buradan kaynaklanır.41 [İngilizce'de luna ay anlamına, lunacy ise delilik anlamına gelir. Anadolu Türkleri de aydaki değişmeler sonucunda kimi insanlarda da ruhsal değişimler meydana geldiğine inanırlar, böyle insanlara aybastı ya da aysar derlerdi, ç.n.)
Resim 8. Ay tapımı: M ino s’dan bir değerli taş
40 W.H. Roscher, Ausfiihrliches Lexicon der griechischen und römischen Mythologie, (Leipzig, 1884-1937). c. 4, s. 2687.
41 The Mothers, c. 2, s. 608-10.
B İR T A N R IÇ A N IN Y A R A T IL M A SI 2 0 3
Kadınların cinsel yaşamından kaynaklanan aya tapınma, zamanla kadınların toplumsal işlevleriyle bağıntılı bir niteliğe büründü. Su çekmek, bitkilere bakmak, bol çiy ve yağmur sağlamak kadınların göreviydi. Dolayısıyla, ay, bitki örtüsünün büyümesinin nedeni ve bütün can verici suların kaynağı olarak görülmekteydi. Ay, Hindistan'da "tohumun taşıyıcısı, bitkilerin taşıyıcısıdır, Babil'deyse bütün bitki yaşamının kaynağıydı. Ayın Hindistan'daki soma ya da Kuzey Amerika'daki mısır gibi kutsal bir bitki ya da ağaçla bir tutulması da bundandır. Rio Grande yerlileri, "A y büyürken, bitki özü bol akar," derlermiş.42 Tütsü ve merhemlerde kullanılan bitki özleri, özellikle de güzel kokulu sakızlar, bu değerli niteliklerini aydan alır. Robertson Smith, Sami- lerden söz ederken, "Akasya sakızının büyü gücü, onun aybaşı kanının pıhtısı olduğu düşüncesiyle, yani akasya ağacının bir kadın olduğu düşüncesiyle ilintilidir," diyor.43
Mısırlıların ay tanrıçası Nit'in, dokuma tezgâhını bulduğuna inanılırdı. Avrupa folklorunda da ay hâlâ bir dokumacıdır. Bu da kadınların işidir. Birçok ilkel gelenekte ayın buğday öğütmeyle, çömlek yapımıyla ya da yemek pişirmeyle ilintili olduğu görülür.44 Dahası, büyü bir zamanlar kadınların elinde olduğundan, ay özellikle birinin gönlünü çalmakta kullanılan güçlü bir büyü kaynağı olmuştur. Kadın büyüsü yasaklandıktan sonra da ay büyücülük sanatının, kara büyünün temel bir öğesi olarak kalmıştır ve bu niteliğini günümüzde de korumaktadır.45
Ayın doğurganlığın, verimliliğin kaynağı olduğu düşüncesi, aydaki gerçek değişmelerin öznel bir biçimde yorumlanmasıyla geliştirildi. Ay parlaklaşır ve solar, büyür ve küçülür, ölür ve yeniden doğar. Böylece, yaşamın yenilenişinin evrensel bir simgesi durumuna gelir. Bütün ilkel halklarda, ölümden sonra diriliş inancı, doğan ayla ilintilidir.46 Giderek, ay ile, aynı türden öteki simgeler arasında, özellikle de ne denli önemli olduğunu Dördüncü Bölüm'de açıkladığımız yılan arasında ilişki kurulur. Avustralya ve Melanezya'da, ayın her ay deri değiştirdiği söylenir. Öte yandan, yılan, her yerde kadınları baştan çıkarır ve kutsal suların
40 W.H. Roscher. Ausjiihrliches Lexicon dergriechischen undrömischen Mythologie, (Leipzig, 1884-1937), C. 4, s. 2687.
41 The Mothers, c. 2, s. 608-10.42 Aynı yerde, C. 2, s. 624-38.43 Religion o f the Semites (Samilerin Dini), s. 133.44 The Mothers, c. 2, s. 624-8.45 Aynı yerde c. 2, s. 620-3.46 Aynı yerde, c. 2, s. 620-3.
2 0 4 TA RİH Ö NCESİ EGE
bekçisidir.47 Erkeğin cinsel organına benzemesi ve sık sık göllere ve p ı
narlara gitmesi de, yılanla ilgili bu çağrışımları güçlendiren etkenlerdir 48 Yılanın doğurganlık törenindeki yeri, Batı Afrika'daki Mpongwe kadınlarının gizli derneğiyle örneklenebilir. Bu kadınların ormanın içerlerinde yapılan toplantıları öylesine gizlidir ki, Anne denilen belli bir başkadın olmasına karşın onun kim olduğunu hiç kimse bilmez. Her kadın mangrov köklerinde yaşayan küçük yılanlardan birini yakalamak zorundadır; yılanları yakaladıktan sonra hepsi çırılçıplak soyunur, ellerinde yılanlarla kösnül şarkılar söylemeye koyulurlar. Yorgunluktan yere yıkılıp kalıncaya kadar bütün gece şarkı söyleyip dans ederler 49
Ayın can verici gücünün taşlarda, özellikle kristallerde ve yarı saydam değerli taşlarda, ayrıca insanların kemiklerinde ve saçlarında bulunduğuna inanılır.30 Erginleme törenlerinde diş sökme ve saç kesmeye verilen önem, dişlerin ve saçların kendi kendilerini yenileme özelliğinden kaynaklanır. Aya kurban sunulan yerlerde, kurbanların seçilmesinde çarpıcı bir benzerlik göze çarpar.51 Bunlar genellikle, büyücülükte hâlâ önemli bir yer tutan yaban tavşanı, keçi ve domuz; özellikle Sami kadın tapımlarına özgü bir hayvan olan güvercin; dokuz canlı oluşu da buradan kaynaklanan kedidir. Eski Mısır'da kediye tapmıl- masmm nedenini Plutarkhos şöyle açıklıyor;
Bu h ayvanın çok renkli olm ası, geceleri d olaşm ak v e yiyecek aram ak
gibi alışkanlıkları ve g arip ü rem e biçim i, onu ayla ilgili u ygu n bir sim ge yap m ak tad ır. Kedinin ilk d o ğu ru şu n d a bir y a v ru , İkincide iki y avru v e yedinci d o ğu ru şu n a k ad ar h er seferinde b ir fazla y av ru y av ru ladığı söylen ir. Bu d a top lam yirm i sekiz y av ru etm ek ted ir ki, b ir ayın günlerinin sayısı k adardır. Kaldı ki, bu söylenenler tü m d en d ü ş ürünü bile olsa, kedinin gözlerinin ay dolunay old u ğu n d a b ü yü y ü p p arlak laştığını, ay soluklaştığındaysa küçülüp donuklaştığını herkes bilir.52
Briffault'nun belirttiği gibi, "kadınların kurban ettiği hayvanların küçük hayvanlardan olması evrensel bir kuraldır". Briffault, bunu, "kadınlar genellikle avcıların ve sığırtmaçların kurban ettikleri kadar iri
47 Aynı yerde, c. 2, s. 664-73.48 Aynı yerde, c. 2, s. 667.49 Aynı yerde, c. 2, s. 548.50 Aynı yerde, c. 2, s. 692-4, 702-9.51 Aynı yerde, c. 2, s. 610-23.52 Plutarkhos, Moralia, 376e.
hayvanları kurban edemedikleri için çoğunlukla küçük hayvanlar seçmek zorunda kalmışlardır," diye açıklıyor.53 Briffault'nun açıklaması daha sonraki aşamalar için de geçerlidir, ama ilk etkenin hayvanların evcilleştirilmesi olması daha akla yakındır. Evcilleştirmenin, avcıların eve getirdikleri küçük hayvanların yavrularını kadınların beslemesiyle başladığına inanılmaktadır.54
Ay büyüsünün dans üzerinde de etkisi söz konusudur. Ay solduğu zaman, ayın hasta olduğuna inanılırdı, İrokuaTar ayı sağlığına kavuştu rm ak amacıyla dans ederlerdi. Güney KaliforniyalI Dieguenyolar yeniay evresinde ayın büyümesine yardımcı olmak için yarışlar düzenlerlerdi. Pawneeler de, topla yaptıkları dansları, erkek kardeşi Kurt'un, yani solan ayın anısına Büyük Tavşan'ın başlattığını söylerler.55 Burada top bir öykünme simgesidir.
3. Halk Arasındaki Yunan Dininde Ay
Aristoteles'in, dölütün aybaşından oluştuğu görüşü, EmpedoklesTe paylaştığı, aybaşmın genellikle ay sonuna doğru, ay soluklaştığı sıralarda meydana geldiği inancıyla uyum içindedir.56 Omurilikle ilgili söyledikleri de aynı doğrultudadır. "Gövdenin parçaları," der Aristoteles, "kandan oluşur; dölüt kanla beslenir; ilik de kemiklerdeki kan öğesini temsil eder"?7 Aion, "ilik" sözcüğü, sonsuzluk düşüncesine yaygmlaş- tırılmıştır. Gerçi ilik ile ay arasında doğrudan bir ilişki kurulmamıştır, ama iliğin göğüste "bulunduğundan" söz ederken Aiskhylos buna benzer bir şey düşünmüş olsa gerektir, çünkü bu sözcük astrolojide göksel varlıkların etkisi anlamında kullanılmıştır.58 Ay, Endymion söylencesinde karşımıza bir sonsuzluk simgesi olarak çıkar.59 Bu söylenceye göre, çoban Endymion bitimsiz uykusunu uyurken, ay-tanrıça Selene her gece üstüne eğilir, gövdesini ışınlarıyla sarar, öpermiş Endymion'u.
Daha başka yerlerde olduğu gibi Yunanistan'da da, ay, halk arasında dölütün kaynağı sayılırdı. Plutarkhos'a göre, çiy damlası, dolunay
BİR TANRIÇANIN YARATILMASI 205
53 The Mothers, c. 2, s. 619.54 R. Thumwald, Economics in Primitive Communities (İlkel Topluluklarda iktisat), (Londra, 1932), s. 77;
J.C. Frazer, Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), (Londra, 1910), c. I, s. 14-5.55 The Mothers, c. 2, s. 746-9.56 Aristoteles, HA. 7.2, (582b), CA. 23. 4. 9.52 Aristoteles, PA. 2. 6 .1.58 C . Thomson, Aeschylus, Oresteia, (Cambridge, 1938), c. 2, s. 13.59 Apollodoros, 1 . 7. 5; Pausanias, 5. 1 . 4.
Z06 TA RİH Ö NCESİ EGE
da en yüklü durumundadır, şiirdeyse, aym kızlarından biridir.60 Stoacı öğretide, ay, besinini pınarlardan ve akarsulardan sağlar.61 Plinius, güneşin emdiği ıslakları aym ortaya çıkardığını söyler. Cicero'ya göreyse, ay, canlıların büyümesini sağlayan ve topraktan doğan her şeyi olgunlaştıran bir sıvı akıtır.62 Sara ve benzeri hastalıkların da aynı etkiden kaynaklandığı ileri sürülmüş,63 öteki hastalıkların belirtilerinin de aym değişik evrelerine göre yükselip alçaklığı düşünülmüştür.64 Dolunay, tohum ekmenin63 ve evlenmenin66 en uygun zamanı sayılmaktaydı. Yeni doğan bebekler dadılarınca kapının önüne çıkarılır, "aya gösterilirdi".67 Çocukların gerdanlıklarına takılan, meyva ağaçlarına asılan, aşk büyüsü olarak kullanılan ve saralıların iyileştirilmesinde başvurulan ay taşı en etkili muskalardan biriydi.68 Aynı düşünce uyarınca, bitkilerin ve ağaçların kesilmesi, koyunların kırkılması gibi işler hep aym solmakta olduğu döneme rastgetirilirdi.69 Roma imparatoru Tiberius'un da saçım kestirirken titizlikle uyduğu bir kuralmış bu.70 Bu önlem savsaklanırsa, insanların kel olacağına inanılırmış.
Aym yılanla olan ilintisi, Aristoteles'in hiç duraksamasız benimsediği yaygın bir inançta çıkar karşımıza. Bu inanca göre, yılanın kaburga kemikleri ile bir aym günlerinin sayısı aynıdır.71 Yılan birçok Yunan söylencesinde suların bekçisi olarak belirir. Bunlardan en ünlüsü, Apol- lon'un Delphoi'u nasıl kurduğunu dile getiren öyküdür:
Yakınlarda bir yerd e fokur fokur kaynayan bir pınar vardı. A pollon orada güçlü yayını gerip ok un u saldı ve insanlara görü lm em iş zararlar veren, o bölgeyi kasıp k avuran korkunç can avarı ö ld ü rd ü .72
60 Plutarkhos, Moralia, 367d, 659b; Vergilius, Georgica, 3. 337; ilyoda 23. 597-9.61 Porph. Ant. 11; bkz. Plutarkhos. Moralia, 659b; Plinius, Historia Naturalis, 2. 223; Aristoteles. Mete.
1. 10.62 Plinius, Historia Naturalis, 20.1; Cicero, De Deorum Notum, 2.19. 50.63 Gal. 9.903; Macrobius. Saturnalia, 1.17.11; Artem. 104.14; Oiph. L S0. 474-84.64 Gal. 19.188; Plinius, Historia Naturalis, 28.44. Biliciliğin de böyle olduğu düşünülüyordu: Argos'daki
bir Apollon tapınağında bir kadın her ay koç kanı içtikten sonra gökyüzünden haberler verirdi: Pausanias. 2. 24. 1.
65 Palladius, 1. 6 .12.66 Euripides, İphigeneia Aulis'de, 716-7; En kolay doğum dolunaydaydı: Cicero, De Deorum Natura, 2.
45.119; Plutarkhos, Moralia, 282d, 658f, 939f; İlyada, 21.483.67 Plutarkhos, Moralia, 658f.68 Plautus, Epidicus, 5.1. 33; Plutarkhos, Moralio, 282a, 287f-288b.69 Plinius, Historia Naturalis, 18. 32,1-2; Varro, De Lingua Latina, 1. 37.70 Plinius, Historia Naturalis, 16, 194.71 Aristoteles, HA, 2 .17. 23; Plinius, Historia Naturalis, 11. 82.72 Apollodoros, 3. 6. 4; Pausanias, 9.10. 5.
BİR TANRIÇANIN YARATILMASI 207
Resim 9. Bir Mainad: Attika vazosu
Yılan-tanrı Asklepios'un Epidauros'daki tapınağında bulunan yazıtlardan öğrendiğimize göre, yılan, kadınları ayartıp ırzlarına geçen bir yaratık olarak da bilinmekteydi. Kısırlığına umar arayan bir kadın gelmiş bir gün Asklepios tapmağına. Kadın, tapınağın kuralları uyarınca geceyi orada geçirmiş. Gece düşünde tanrının elinde bir yılanla yanma geldiğini görmüş, yılanla cinsel ilişkide bulunmuş, dokuz ay sonra da ikiz oğlan doğurmuş.73 Burada yılan, kendisine inanan kadını hayvan aracılığıyla gebe bırakan tanrıdır. Asklepios tapınağında ye
^3 SIC. 1169,19,1168.112. Bu tanrının yılanla olan ilişkileri için bkz. J.G. Frazer, Pausanias's Description o f Greece (Pausanias’ın Yunanistan Betimlemesi), (Londra. 1898). c. 3, s. 65-6.
208 TARİH Ö NCESİ E g e
tiştirilen yılanların sağaltıcı gücünün, bu hayvanların deri değiştirerek yaşamlarım yenileme yetilerinden kaynaklandığına inanıldığını da ekleyebiliriz buna.74
Bu düşünce çemberini bütünleyen bir örnek daha verebiliriz. Daha önce sözünü ettiğimiz Batı Afrika yılan dansının bir benzerine Make- donia'da rastlıyoruz:
D aha en eski çağ lard an başlayarak , bu ülkenin kadınları O rph eu s ve D ionysos dinlerinin cinsel şenliklerine katılm ışlardır... C o şu p esrim ede kim senin eline su dökem ediği O lym pias, dans ederken kocam an uysal yılanlar taşıyarak kuttörenleri bir kat daha yabanıl v e utanm asız kılıyordu; yılanlar, gizem li beşikler içindeki sarm aşık lar arasın d an dışarı çıkıyor, kadınların değneklerine ve başlıklarına d olan ıyord u : Erkeklerin yü reğin e korku d üşü ren bir görü n üm dü bu.75
Olympias, Büyük İskender'in anasıydı. Büyük İskender doğmadan bir süre önce, Olympias'm kocasının eve geldiğinde karısını yatakla koynunda bir yılanla uyurken bulduğu söylenir.76
4. Bitki Büyüsü
Şimdi artık, Yunan panteonunun görkemli tanrıçalarına tapınmanın gerisindeki ilkel büyüyü günışığına çıkarabiliriz.
Yeryüzünün her yanında kadınların uğraş alanına girer bitki büyüsü. Bayan Earthy, Valengelerle ilgili'incelemesinde şöyle yazıyor:
H em en bütün ağ açlar ve bitkiler büyüsel bir anlam taşır. Beni ne zam an bitki örnekleri toplarken görseler kadınlar hem en m eraka kapılıp ilgileniyorlardı; çünkü kafaları bitkilerle ilgili büyü ya da ilaç reçeteleriyle d o lu y d u .77
Eski Yunan'daki bitki bilgisi Dioskorides ve Plinius'un yazılarında incelenebilir, ama Yunan dinini inceleyenlerden hak ettiği ilgiyi gör* memiştir nedense.
74 Aristophanes, Plutos, 733.75 Plutarkhos, Alex, 2.76 Plutarkhos, Alex, 2; Suetonius, Octavius Augustus Caesar, 94.77 Valenge Women, s. 24.
B İR T A N R IÇ A N IN Y A R A T IL M A SI 209
flAeniım ya da selenogonon denildiğine bakılırsa etkisini ve gücünü aydan aldığına inanıldığı anlaşılan şakayık kökü, aybaşı görme ve doğumlarda kullanılıyordu.78 Güveyi otu (diktamnos), doğurmayı kolaylaştırmada kullanılıyor ve doğum tanrıçası Eileithyia için yapılan çelenkle- re örülüyordu.79 Mersin, dölyatağını kapatarak erken doğuma engel oluyordu; zambak da, aybaşını denetleyen bir rol oynuyordu.80
Bu çiçekler Aphrodite tanrıçaya adanmış sayılmaktaydı.81 Bir çeşit söğüt olan lı/gos'un aybaşı görmeyi çabuklaştırdığı ya da Önlediği inancı yaygındı.82 Spar- ta'da Artemis'e Lygodesma, "söğüt dallarına sarılı" denirdi; bunun nedeni, Artemis imgesinin söğüt dalları arasında bulunduğunun söylenmesiydi.83 Aynı tanrıçanın Agra'daki (Attika) yontusu, söğüt dallarından çelenklerle bezemlenmişti.84 Gene, Saınos'lu Hera'nm da, tapınağında göğermiş bir söğüt ağacmın dibinde dünyaya geldiği söylenirdi.85 Havlıcandan (kypeiros) yapılan ilaç, dölyatağının açılmasında kullanılırdı;86 hasırçiçeğiyse aybaşı görmeyi kolaylaştırır ve Spartalı kızlar tarafından Hera'ya taç yapmakta kullanılırdı.87 Alkman'm Hera'ya övgüsünde bir genç kız şöyle yakarır: "Yalvarıyo-
78 Plinius, HistoriaNatura/is. 26. İS I .79 Thphr. HP. 9. 16.1; Arat. 33.80 Plinius, HistoriaNaturalis, 23. 159-60, 24. 50, 21.126.81 Pausanias, 6. 24. 7.82 Dsc. 1. 134; Plinius, Historia Noturolis, 24. 59-60.83 Pausanias, 3.16.11.84 Euripides, Hip. 73.85 Pausanias, 7. 4. 4.86 Plinius, Historia Naiuralis, 21.118.87 Plinius, Historia Noturolis, 21.148.
Resim 10. Nar tutan tanrıça; Attika yontusu
2i o T a r i h ö n c e s i E g e
rum sana; havlıcanlardan, hastrçiçeklerinden örülü bir çelenk sunuyorum bak."88 Romalıların Herası Juno'nun bir görevi de, aybaşı görmeyi kolaylaştırmaktı;89 bundan başka, Hera'ya, Artemis'e ve Aphrodi- te'ye doğum tanrıçaları olarak da tapındırdı.90
Eski Yunan'da en çok bilinen bitki nardı. Demeter, elinde bir haşhaş ya da nar, kimi zaman da ikisiyle birlikte gösterilir her yerde.91 Atina'daki Zafer Taşıyıcı Athena'nın sağ elinde bir tolga, sol elinde bir nar vardır.92 Atlet Milon'un Olympia'daki yontusunun bir elinde bir nar görülür. Milon da Hera tapımı rahiplerinden biriydi.93 Hera tanrıçanın Argos'daki yontusunun bir elinde kutsal değnek, bir elinde nar vardır. Pausanias bu yontudan söz ederken bakm ne diyor: "Narla ilgili başka bir şey söylemeyeceğim, çünkü narın öyküsü bir gizdir."94 Neydi bu giz öyleyse? Narın meyvası parlak kırmızıdır. Kaba bir boya elde edildiği için Yunanca'da kızıl (kokkinos) sözcüğünün türetildiği nar tohumu (kokkos) da kırmızıdır.95 Bir kan imiydi nar. Narın bir kan imi olduğu genellikle bilinmesine karşm, imin gerçek anlamı gözden kaçmıştır. Nar, çoğu zaman, korkunç ölümün simgesi olarak görülmüştür.96 Belli durumlarda, hiç kuşkusuz, bu anlama gelmektedir. Narın, Titanlar tarafından yaralandığında Dionysos'un kanından filizlendiği söylenir;97 bir de, kendini tanrılara kurban eden Menoikeus'un gövdesi üstünde çiçeklenmiş ve Eteokles'in ölmesine neden olan Erinys'ler tarafından Eteokles'in gömütüne dikilmiş.98 Bir kimsenin düşünde nar görmesi, onun yaralanacağının bir belirtisiydi.99 Ama bu yakıştırmalar hep ikincildir. Nar, aybaşı görme ve doğumlarda ilaç olarak kullanılırdı, bu da, Demeter'in elindeki narın, açıkça bir doğurganlık simgesi olarak tanımlanan haşhaşla aynı anlamı taşıdığmı göstermektedir.101 Eleu-
88 Alem. 24.89 Varro.90 l.R . Famell, Cults o f the Greek States (Yunan Devletlerinde Tapımlar), (Oxford, 1896-1909), c. 1, s.
196, c. 2, s. 444,655-56,91 W.H. Roscher, Auşföhrliches Lexikon dergriechischen undrömischen Mythotogıe. (Leipzig, 1884-1937),
c. 2, s. 1342-43, 1345.92 Cults o f the Greek States, c. 1. s. 327.93 Pausanias, 6.14. 6.94 Pausanias, 2.17. 4.95 Strabon, 630.96 J.C. Frazer, Pausanias' Description o f Greece, (Londra, 1898). c. 3, s. 184-85.97 dem . Pr. 2. 16.98 Pausanias, 9. 25.1; Philost. İm. 2. 29. 4.99 Artem. 1.73.100 Plinius, Historia Naturalis, 23.107, 112.101 Eusebios, PE. 3.11. 6.
gjs Mysteria'larmda ve Despoina'yla (Persephone) ilgili Arkadia Myste- ria'larında nar tabu sayılırdı.102
Persephone öyküsündeki ünlii olaydan kaynaklanıyordu bu tabu. Bu olayı birazdan inceleyeceğiz. Atina'daki Thesmophoria bayramlarında oruç tutan kadınlarm nar yememeleri ve cinsel ilişkide bulunmamaları gerekiyordu. Geceleri, hem cinsel dürtüleri önlediğine, hem de yılanları uzak tuttuğuna inanılan söğüt dalından döşeklerde uyuyorlardı.103 Söğüt dallarını cinsel etkinliğe karşı bir koruyucu olarak kullandıklarına bakılırsa, nar yemekten de bir cinsel uyancı olduğu için kaçmıyorlardı büyük bir olasılıkla. Nar rengi, savaş kanı değil, özellikle doğurganlık kanıydı; aybaşı kanı ve loğusalık akıntısıydı.
5. Thesmophoria ve Arrhephoria
Thesmophoria bayramlarının amacı, ekinlerin bereketini artırmaktı. O zaman, kadınlar niçin dölleyici etkilerden kaçınmaya özen gösteriyorlardı? Bu soruya vereceğimiz yanıt, başlangıçtaki işlevi unutulup gittiğinde ilkel kuttörenlerin nasıl bir nitelik aldığını ortaya koyacaktır.104
Bayram ekim ayı sonlarına doğru kutlanırdı. Birkaç ay öncesinden (sanırız, haziranda ya da temmuzda kutlanan Skirophoria'da) kadınlar domuzlar kurban ederler, bunları Demeter'e sunu olarak büyük bir mağaraya bırakırlardı. Thesmophoria gelince, üç gün bedenlerini temiz tuttuktan sonra105 yılanları ürkütüp kaçırmak için ellerini çırparak büyük mağaraya girerler, domuzların çürümüş kalıntılarını toplayarak güz ekimi için tohumluk tahıllara karıştırırlardı. Domuzlar "insanın ve ekinlerin doğuşunun simgeleri" olarak tanımlanır.106 Bir de şöyle bir öykü anlatılırdı: Persephone yeraltı dünyasına kaçırıldığı zaman, orada bulunan bir domuz çobanı da domuzlarıyla birlikte toprağın altına çekilmiş.107
Tavşan, güvercin ve kadınlarca beslenen öteki hayvanlar gibi domuzun da olağanüstü doğurgan olduğuna inanılırdı.108 Dolayısıyla, tam
B İR T A N R IÇ A N IN Y A RA T ILM A SI 211
102 Porph. Abst. 4.16; Pausanias. 8. 37. 7.103 Clem. Pr. 2.16; Plinius, Historia Noturolis, 24. 59.104 L Deubner, Attische Feste, (Berlin, 1932), s. 43-66.105 Aynı kurala Abdera ve Sparta'da aynı şenlikte ve Tithoreia'daki İsis tapımında da uyulurdu.106 Luc. D M er.2 .1.107 dem . Pr. 2.17.108 Luc. DMer. 2.1.
bir bereket simgesiydi domuz. Ama bu kadarla da kalmıyordu. Kadının kendisinin yerine konuluyordu. Bu da, bu hayvan için kullanılan sözcüğün (khoims) halk arasında niçin pudenda muliebria [kadının edep yeri] karşılığı kullanıldığını açıklıyor.109 Kokkos sözcüğü de aynı anlam
212 TARİHÖNCESİ EGE
da kullanılıyordu.110 Domuz kanı, kadın katharnmta'smm -aybaşı kam ya da loğusalık akıntısı- yerini tutuyordu. Bu bayramların kökeni, kat- harmata'nm tohumların verimini artırmada kullanılmak amacıyla gizlice dağıtılması biçimindeki ilkel uygulamaydı.111 Sonraları, bu görev domuz kanma aktarıldığında, kadınların olumlu niteliğini yitiren cinsel etkinlikleri bir kirlenme olarak görülmüş ve yasaklanmıştı.
Bu tür kuttörenlerin rastlandığı tek tapım Demeter tapımı değildi. Athena Polias rahibesi iki genç kız, her yıl belli bir gece, bir kutu içinde gizli bir şey taşıyarak Akropolis'den aşağı inerlerdi. Tepenin dibinde bir mağara vardı. Kızlar bu mağaraya girip kutuyu bırakırlar, ora
109 Varro, RR. 2. 4.10.IlO H s c h .111 Pausanias, 2. 31. 8, S. 5.10. 8. 41. 2.
BİRTANRIÇANIN YARATILMASI 213
ya daha önce bırakılmış başka bir şeyi alıp geri dönerlerdi.112 Kutunun içinde ne olduğu belirtilmiyor, ama ErikhthoniosTa ilgili öyküden çıkarabiliriz bunu. Athena tanrıça, yılan biçiminde dünyaya gelen Erikh- thonios'u bir kutuya koyup Kekrops'un kızlarına vermiş; sakın kutuyu açmayın diye tembihlemeyi de unutmamış. Kekrops'un kızları dayanamayıp kutuyu açınca çıldırmışlar, kendilerini Akropolis'den aşağı atmışlar.113 Burada yılan domuzla aynı anlamı taşımaktadır; yılanla ilgili tabu da aym biçimde gelişmiştir.
Bu törene, Deubner'in ortaya koyduğu gibi "gizlerin taşınması" anlamına gelen Arrhephoria deniliyordu.114 Thesmophoria da "thesmo- i'un taşınması”dır. Thesmos, "konulan" bir şeydir; genellikle bir "yasa" ya da bir "kuraT'dır bu. Nitekim daha sonraları evlilik tanrıçalığmdan ötürü Demeter'e, yasa koyucu anlamına gelen Thesmophoros nitelemesi yakıştırılmış tır.115 Ne var ki, bu çeşit kuttörenlerin evlilik yasalarından eski olduğu açıktır; üstelik, thesmos, aynı zamanda "saklanılan" ya da "konulan"116 somut bir şey anlamında da, başka bir deyişle bu durumda ilk başlarda katharmata anlamında da kullanılıyordu. Bu iki bayramın kökeni, kadınların bereket büyüsüdür.
6. Arınma Kuttörenleri
Demeter tanrıçanın daha çok tahılların yetiştirilmesiyle ilgilenmesine karşılık, Artemis bir orman, bataklık ve kır tanrıçasıydı:
Artemis, elinde oku, ordan oraya koşarsa nasıl, koca Taygetos ya da Erymanthos dağları boyunca, yaban domuzları, hızlı geyikleri kovalar sevinir,Nympha'lar, Kalkanlı Zeus'un kızları, sıçrar dururlar kırlarda onunla birlikte, bir hoş olur yüreği Leto'nun,Artemis başıyla, alırıyla geçer hepsini, bütün güzeller içinde belli olur ilk bakışta.117
112 Pausanias, 1. 27. 2-3.113 Apollodoros, 3.14. 6 .114 Attische Feste, s. 9.115 Attische Feste, s. 44-45116 Anacr. 58.117 Odysseia, 6. 102-8.
Alpheios Irmağı kıyısında, Letrinoi'da bir Artemis Alpheaia tapmağı vardı. Şöyle anlatılır: Günlerden bir gün, Alpheios, Artemis'e vurulmuş. Gelgelelim, Artemis'in kızoğlankız kalmaya ant içtiğini, onun için isteğine hiçbir zaman boyun eğmeyeceğini biliyormuş. Alpheios düşünmüş taşınmış, Artemis geceleyin nympha'larla şenlik yaparken on-
2 1 4 TA RİH Ö NCESİ EGE
Resim 12. Kuyu başındaki kızlar: Attika va zo su
lara gizlice yanaşmaya kalkmış. Ama Artemis ile periler, Alpheios'un amacını anlayınca yüzlerine çamur sürmüşler, Alpheios da onları birbirinden ayıramamış.118 Gizli bir kuttöreni akla getiriyor bu söylence: Evlenme çağma erişen genç kızlar ırmak boyuna inerler, gövdelerini çamurla sıvayarak can veren suları soğururlardı. Alpheios'a yakıştırılan sağaltıcı nitelikler, onun adını taşıyan Cüzam (alphas) İrmağı'ndan da anlaşılmaktadır.119 Irmağın geçtiği koyak baştan başa bu tür ilaçlarla doluydu. Letrinoi'dan daha aşağılarda, Cüzamlılar Kenti anlamına gelen Lepreos diye bir yer vardı. Burada Zeus Leukaios'un, "beyaz hastalık" tanrısının bir tapınağı bulunuyordu. Gene aynı bölgedeki Anig- ros Irmağı'nda cüzamlıların gittiği bir mağara yer alıyordu.120
Öteki yerel söylenceler de aynı doğrultudadır. Pisalı Leukippos gönlünü Daphne'ye kaptırmış. Kadın kılığına bürünerek dostluk kurmuş
118 Pausanias, 6 . 22. 9.119 Strabon, 347; Lykophron, 1050-53.120 Pausanias, 5. 5. 5,5. 5.11; Strabon, 346.
paphne'yle. Daphne ve öteki perilerle ava çıkmaya başlamış. Gel gör jâ, günlerden bir gün, kızlar Ladon Irmağı'nda yıkanmaya karar vermişler. Leukippos, suya girmeye yanaşmayınca onu zorla soymuşlar, erkek olduğunu görünce de oracıkta öldürüvermişler.121 Ladon, Ery- nranthos dağı yamaçlarında akan bir koludur Alpheios JrmağTnm. Bir örnek de Boiotia'dan. Çok sıcak bir yaz günü avdan yorgun düşen Artemis, sık ağaçlarla kaplı bir koyağa gelmiş; orada Kız Kuyusu (Part- henia) denilen bir pınarda yıkanmaya koyulmuş. Köpekleriyle birlikte oradan geçen Aktaion adlı bir avcı da tanrıçayı pınarda çırılçıplak yıkanırken görmüş. Bunun üzerine, gördüğünü başkalarına anlatmasın diye Aktaion'u geyiğe dönüştürmüş Artemis; köpekler de oracıkta parçalamışlar geyiği.122
Yunanistan'ın kırsal yörelerinde adım başı Parthenia ya da Parthe- nios denilen pınarlara, derelere rastlanırdı.123 Genç kızlar dinsel şen-
B İR T A N R IÇ A N IN YA RA T ILM A SI 215
R e sim 13. A rte m is ile Aktaion; Attika vazosu
121 Pausanias. 8. 20. 3.122 Hyg.F. 181.123 Pausanias, 6 . 21. 7; Strabon, 357.457.
liklerden önce kendilerini arındırmak için bu pınarlarda yıkanırlardı;1 gelinler de evlenmeden önce o yöredeki ırmakta ya da ırmaktan taşınan suyla gövdelerini arındırırlardı.125 Bu uygulamaların hepsi de dönüp dolaşıp erginlemeye dayanmaktadır.126 Bütün gövdenin suya sokularak kutsanması, başlangıçta, ilk kez aybaşı gören genç kızların arındırılmasını ve aynı zamanda doğurgan kılınmasını amaçlıyordu. "Can verici" diye tanımlanan düğün yıkanmasının böyle bir etkisi olduğuna inanılıyordu.127 Bu nokta, Troaslı gelinlerde daha da açıktır. Troas- lı gelinler Skamandros Irmağı'nda yıkanırken ırmak-tanrıya yakarır, şöyle derlerdi: "Ey Skamandros, al benim kızlığım ı!"128 Bu da, başka ülkelerde olduğu gibi bir zamanlar Yunanistan'da da genç kızların su tarafından gebe bırakıldığına inanıldığını göstermektedir. Yıkandıktan sonra gelin olan bu kızların; nympha'larm, yani ırmak-tanrılarla sevişip yiğit erkek çocuklar doğuran "gelinler"in (mjphai) ölümlü prototipleri oldukları son derece açıktır.
7. Proitos'un Kızları
Cüzamlıların geldiği Anigros ilk zamanlar Minyeios diye bilinirdi. Melampus'un, Proitos'un kızlarını yıkayıp arındırarak delilikten kurtardığı Minyeios Irmağı'ydı bu. Şimdi, bu söylencenin ardındaki kut- töreni biraz daha yakından inceleyebiliriz.129
Proitos'un kızları "erginliğe eriştiklerinde"130 çıldırmışlar; anlayacağınız, ilk kez aybaşı gördüklerinde. Bir yoruma göre Dionysos, başka bir yoruma göreyse Hera alır akıllarını başlarından. Dionysoş kuzeyden gelmişti; Herodotos'a bakılırsa,bu dini Yunanistan'a sokan Me- lampus'du.131 Bu.da, Peloponnesos Agrianiasınm, aynı nitelikteki daha eski bir tapıma katılmış olduğunu ortaya koymaktadır, ikinci yoru
216 TA RİH Ö NCESİ EGE
124 Plutarkhos, M. 771f, 772b; Ly. 913.125 Thukydides, 2. 15. 5; Poll. 3. 43; Plutarkhos, Moralıa, 772b.126 E.D. Earthy, Valenge Women, (Oxford, 1933), s. 167: “Bedenin yıkanması her zaman az çok törensel
bir nitelik taşır... Hastalığın ya da ölümün manevi kirliliğinden bir tür arınmadır yıkanma... Hastalananlar, iyileşinceye dek yıkanmazlar."
127 Nonn. D. 3. 89.128 Ps. Aeschin. Ep. 10.3.129 W.H. Roscher, Selene und Venvandtes, (Leipzig, 1890), s. 70-71. Bu bölümdeki bilgiler büyük ölçüde
Roscher’in söz konusu yapıtına dayanmaktadır.130 Apollodoros, 2. 2. 2.131 Herodot Tarihi, 2. 49.
B İR T A N R IÇ A N IN YA RA T ILM A SI 217
ma göre, Proitos'un kızları, Hera'nm altınlarını çaldıkları için çıldırırlar. Burada Angelos'un Hera'nm allığını çalışı geliyor aklımıza. Bu hırsızlıklarından dolayı Proitos'un kızları ineğe dönüşmüşler.133 Daha önce de söylediğimiz gibi, Anigros ya da Minyeios Irmağı'nda iyileşmişler; Melampus onları arındırdıktan sonra Katharmnta’yı ırmağa atmış134 Bir başka yorumda da, Melampus'un, Proitos'un kızlarını Lousoi yakınlarındaki bir Artemis Lousia'da, Yıkanan Artemis tapınağında arındırdığı belirtiliyor.135
Neydi peki bu kızların hastalığı? Bu soruyu yanıtlamanın tek güçlüğü, günümüzde birbirinden ayrı değerlendirilen kimi hastalıkların ilkel tıpta birbirine karıştırılmasından doğmaktadır. Cüzam sarayla aynı şey değildir, ama ilkel düşüncede bu iki hastalık birbirine çok yakındır. Cüzamlı, hastalığı bulaşıcı olduğundan, toplum dışına atılıyordu; saralı ise, nöbet geldiği zaman kendini dışarı atıyor, ıssız kırlara kaçıyordu.136 Yani ikisi de toplumdışı kılınıyordu, işte bu yüzden, Aisklı- ylos, Erinys'lerin cezalandırdığı bir günahkârı tanıtırken bu iki hastalığın belirtilerini birbirine karıştırır.137 Ayrıca, saralı bir kimsenin ruhuna bir hayvanın egemen olduğu sanılmaktaydı.138 Bu da, Proitos'un kızlarının niçin ineğe dönüştürüldüklerine açıklık kazandırıyor. Gerçekte birer usyarılıını (şizofreni) belirtisinden başka bir şey olmayan bu yarı hayvan, yarı insan sabuklamaları, uygar insanlarda pek az görülmekle birlikte totem düşüncesinin egemenliğini sürdürdüğü ilkel insanlar arasında bugün bile yaygındır.139 Dahası, kadınlarda rastlanan saraya, aybaşı görmeyi engelleyen bir dölyatağı tıkanmasının yol açtığına inanıyordu Yunanlılar.140 Kuşkusuz, yanılıyorlardı. Böyle bir durum olsa olsa isteriye yol açabilirdi, saraya değil. Ama belirtilerinin benzerliğinden ötürü bu iki hastalık birbirine karıştırılıyordu; Hippokrates'in bilimsel tıbbın temel ilkelerini ortaya koymasından çok sonra bile, isterinin yalnızca kadınlarda görülen bir hastalık olduğu, buna da dölyata- ğında (hystera) bir tıkanmanın yol açtığı inancı varlığını sürdürdü.141
132Servius.Ü3 Prob.134 Pausanias, 5. 5. 10.135 Pausanias, 8.18. 8.136 Hp. Morb. Sac. 4.137 Aiskhylos, C. 277-95.138 Hp. Morb. Sac. 4.139 Selene und Venvandtes, s. 71.140 Cal. 11.165.141 Aristoteles, CA. 4. 7 .6.
218 TARİH ÖNCESİ EGE
Birkaç kadının ansızın delirerek kendilerini kırlara atmaları bize çok tuhaf gelebilir, ama ilkellerin ruh ve düşünce yapısını inceleyecek olursak bu kuşkumuz hemen dağılacaktır.142 Sözgelimi, Yunanlılara hiç de garip görünmüyordu bu düşünce. Sparta'da ve Lokroi Epizephyrio- i'da toplu isteri olayları belirlenmiştir; üstelik her iki kentte de bu hastalığa yakalananlar kadınlardır.143 Sparta'da isteriye tutulan kadınlar, Delphoi bilicisinin buyrukları uyarınca bakıcı Bakis tarafından iyileş- tirilirdi. Lokroi'daysa, sofrada sessiz sessiz otururlarken ansızın doğaüstü bir sese karşılık veriyormuşçasına cinnet getirerek yerlerinden fırlarlar, kent dışına kaçarlardı. Bunlar tanrı Apollon'a yakarılar okunarak iyileştirirlerdi.
Agriania'da değinmediğimiz bazı öğeler var hâlâ: yeni doğan çocuğun öldürülmesi, kovalama ve en geride kalanın öldürülmesi. Bunları daha sonra ele alacağız.144 Ama Argos'daki söylencenin anlamı artık açıktır. Kadınların ruhsal süreçlerindeki büyünün esinlediği yılgının bir izdüşümüdür bu.
8. Yunan Tanrıçaları ve Ay
Kapsamlı bilgilere dayalı çalışmalar yapan Roscher'in, gerçekte bütün Yunan tanrıçalarının başlangıçta ayla ilgili kutsal varlıklar olduğunu ileri sürmesinden bu yana yarım yüzyıl geçti.145 Roscher'in görüşleri genellikle kabul ediliyor. Başta Farnell olmak üzere karşı çıkanların görüşüyse, Roscher'in dayandığı kanıtların büyük ölçüde Hellenis- tik kaynaklardan alındığı, bunun da Yunan dilinin Doğu etkilerine iyice açıldığı bir döneme rastladığı yolundadır. Anlaşmazlık daha çözülmüş değildir; Yunan dinini inceleyenler bilimsel bir yöntem benimsemedikçe de çözüleceği yoktur.
Roscher'in kaynaklarınm hepsi geç bir döneme ilişkin kaynaklar değildir; kaldı ki, geç döneme ilişkin olanlar da Farnell'ın sandığından
142 Frazer, I. H. N. Evans'ın Malaya'dan verdiği bir örneği aktarır: “Bir Jakun erkeği benim önümde tuhaf bir yakınmada bulundu... onun bulunduğu yerdeki bütün kadınlar sık sık bir tür çılgınlığa -büyük bir olasılıkla bir tür isteriye- yakalanıyorlarmış. Her kadın türkü çağırarak ormana kaçıyor, günlerce bir başına orada kalıyor, sonunda da nerdeyse çırılçıplak ya da giysileri paramparça bir durumda geri dönüyormuş... Bunu önce kadınlardan biri başlatıyormuş, sonra da öbürleri onu izliyorlaımış." |.C. Frazer. Apollodoros, (Londra, 1921), s. 147.
143 Aristophanes, Av. 962.144 C. Thomson, Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), (ikinci Basım, Londra, 1946), s. 144-45.145 Selene und Verwandtes.
B İR T A N R IÇ A N IN Y A RA T ILM A SI 2 ig
çok daha değerlidir. Yunan kent-devletlerinin kozmopolit Makedonya ve Roma imparatorlukları içinde eriyip gittikleri sıralarda doğudan birçok tapımın akın ettiği doğrudur, ama bunların çoğu Yunan tapım- larıyla aynı kökenden gelen tapanlardır. Daha en baştan beri Babil ve Mısır'dan etkilenen tarihöncesi Anadolu ve Ege dini, Yunanistan'da, kent-devletlerinin ayrışması sonucunda ayrı gelişme yolları izlemiştir. Böylelikle, bu devletler bağımsızlıklarını yitirince, dinsel üstyapıları da onlarla birlikte çökmüş, onları bir kez daha Anadolu ve Ege'nin daha az farklılaşmış tapmalarının etkisine açık bir durumda bırakmıştır. Giderek, daha sonraki Orpheusçuların ve Yeni Platoncuların gizemsel öbür dünya bilgisinin ortamı hazırlanmıştır; bu öbür dünya bilgisi, kurgusal yeniliklerle geliştirilmiş olmasına, bilmesinlerci ve çokbilmiş bir nitelik taşımasına karşın, özünde, eski dindeki en ilkel öğelerden kimilerinin bir yeniden canlanışıdır.
Roscher'in yaklaşımının eksikliği, kaynaklarında değil, aya tapınmayı ilkel toplumun yapısından kopuk bir biçimde, bir "kendinde şey" olarak ele akşındadır. Hemen bütün Yunan tanrıçalarında ve tanrılarının birçoğunda gördüğümüz ay ile ilişkili olma niteliği, ayın kadınların yaşamına egemen olduğuna, kadınların yaşamını çekip çevirdiğine inanılan dönemin bir kalıntısıdır.
Ay ile arasında en açık seçik bağ kurulan kutsal varlık, büyü tanrıçası Hekate'ydi. Ay sonunda, ay görünmez olduğunda, Yunanlı kadın yerleri süpürür, çöpleri ve süprüntüleri bir yol ayrımına götürür, başını başka yana çevirip oraya döker, sonra da ardına bakmadan geri dönerdi. Yol ayrımına bırakılan bu süprüntü yığınlarına "Hekate'nin akşam yemekleri" denirdi.146 Öteki çerçöple birlikte süpürülen insan salgılarının büyü yüklü, dolayısıyla tehlikeli olduğu düşünülürdü. Eldeki bilgilerin karşılaştırmalı bir incelemesi yapıldığında kaçınılmaz olarak bu yoruma varılmaktadır; üstelik dolaysız kaynaklar da doğrulamaktadır bu yorumu. Sözgelimi, İoıılis'deki (Keos) bir yazıtta, gömme törenlerinin düzenlenmesine ilişkin bir yasaya rastlıyoruz. Yasada, gömme törenlerinin ay sonlarında düzenlenmesi yasaklanmakta, ayrıca evden getirilen süprüntülerin gömütlere konulması da suç sayılmaktadır.147 Bir uygulama yasaklanıyorsa, yaygın demektir. Bu uygulamalar, ay sonunda toplanan bu süprüntülerin ölülerin yeniden doğmasına yardımcı olduğu inancına dayanıyordu.
146 Uutarkhos, Morolia, 708-09.147 J/C. 1218. 22.
220 TARİHÖNCESİ EGE
Ayın onaltısmda, ay dolunay olduktan hemen sonra kad utlar bir yol ayrımına gider, "parlayan şeyler" (amphiphontes) adını verdikleri, üstlerine mumlar takılı, yuvarlak çörekler sunarlardı Hekate'ye.148 Bundan amaç, ayın ışığını sürdürmekti. Bu "parlayan şeyler" Artemis tanrıçaya da sunulurdu.149 İki tanrıça arasındaki sayısız bağdan yalnızca biridir bu. Aiskhylos, aydan, "Leto'nun kızının gözü" diye söz eder, bir başka yerde de Hekate ile Artemis'i tek bir doğum tanrıçasında özdeşler;150 sanırız, Aiskhylos'un tanıklığı ne geç bir tanıklıktır, ne de kuşkulu/ Gerçekte Hekate, Apollon Hekatos'un kız kardeşi Artemis He-
kate'dir, oklarını ya da doğum sancılarını "uzaktan atan" tanrıçadır.131 Her iki tanrıçaya da trioditis ve trip- rosopos önadları yakıştırıl- rnıştır. Trioditis ile kavşak, "üç yolun birleştiği" yer belirtilir; triprosopos ise "üç yüzlü" anlamına gelir.152 Kavşak kuttöreni aya seslenen bir kuttören olduğuna göre, buradaki üç yol da ayın üç evresini simgelemektedir. Porphyrios şöyle diyor "Ay, onun değişen
Resim 14. ü ç yü zlü Hekate: Tak. evrelerini ve bu evrelerebağımlı güçleri simgeleyen Hekate'dir: Etkisinin üç bi
çimde belirmesinin nedeni de budur."153 İ.S. üçüncü yüzyılda yaşamış olan Suriyeli bir Yeni Platoncu'ydu Porphyrios, ama bin yıldan fazla bir zaman önce Hesiodos da Hekate'ye "yerde, denizde ve gökte" nasıl pay verildiğini anlatmamış mıydı?154 Üç biçimli Hekate kavramı, Yeni Platonculuk'tan çok daha eskiydi.
148 Ath. 645a.149 Bu kuttörende Hekate’yle Artemis özdeşleniyordu: Aristophanes. Plutos, 594.150 Euripides, Ph. 109-10.151 İtyada, 5.53,7. 83.152 Orph. HMog. 3. 8. 5. 25.153 Eusebios. PE. 3. 11.32.154 Hesiodos, Theogonia, 427.
Orpheusçu yazında aym evreleri çeşitli biçimlerde yorumlanır. Birine göre, "Aya ilk üç gün Selene adı verilir, altıncı gün Artemis olur ay; on beşinci günse Hekate."155 Bir başkasına göre de, "Ay, yerin üstündeyken Selene, içindeyken Artemis, altındayken Persephone'dir."156
Gerçi bu yorumları yapanlar çok daha sonraki bir dönemde yaşamışlardır, ama gerçekte eski bir geleneği yeniden yaratmaktadırlar. Epikharmos, ikisinin de bir süre yerin altında kalmalarına bakarak, Per- sephone'yi ay ile özdeşler.157 Asıl önemlisi, İ.Ö. altıncı yüzyılda yaşamıştır Epikharmos. Kaldı ki, ay ile Persephone arasındaki bağ, Deme- ter'e yazılmış bir Homerik övgüde çok önceleri dile getirilmiştir. Persephone kaçırıldığı zaman onun çığlıklarım duyan Hekate'dir; Persep- hone'nin ırzına geçilmesini görmez Hekate, bunu yalnız Güneş görür. Yüreği parçalanan Demeter'i karşılayıp duyduğu çığlıkları ona anlatan Hekate'dir. Dirilen genç kızı bağrına basan ve ona gönülden hizmet eden de Hekate'dir.158 Kimdir öyleyse Persephone? Persephone'nin o gün bugündür ozanlara esin kaynağı olan öyküsü gerçekte ne anlama gelmektedir?
9. Persephone'nin Kaçırılması
Kadınların Thesmophoria bayramlarında domuzlarını bıraktıkları büyük mağaraya m egam ı denirdi. Demeter ve Persephone adına kutsal sayılan mağaralar için genellikle kullanılan sözcük buydu.159 Aynı zamanda ev ya da saray anlamına da geliyordu. Bu megaron'un Home- ros'daki anlamıdır. Hades'in Persephone'yle birlikte gözden yittiği derin yarık da bir megaron'du.160
İlk tapınaklar mağaralardı; ilk barınaklar da.161 Yunan geleneğinde böyleydi; arkeoloji de doğruluyor bunu.162 Yontmataş Çağı Avrupa- smda mağara ağızları ve kaya sığmakları ev olarak, mağaralar da kutsal yerler olarak kullanılıyordu. Cilalıtaş Çağı'nda mağaralar artık ko-
BİR T A N R IÇ A N IN Y A RA T ILM A SI 221
155 Euripides, Med. 396.156 Vergilius, Aeneis. 4. 511.157 Epikharmos, 54.158 Homeros, H. 2. 24-6, 47-58, 438-40.159 Plutarkhos, Moralia, 378e; Pausanias, 1. 39. 5. 3. 25. 9.160 Homeros. H. 2. 379.161 Porph. Ani. 20.162 V.C. Childe, The Down of European Civilisation (Avrupa Uygarlığının Doğuşu), (Üçüncü basım, Londra,
1939), s. 4. 221,231,285.
222 T a r İh ö n c e s İ Eg e
nut olarak kullanılmaktan çıkmıştı ama, tapınak, gönuit ve tahıl ambarı görevi görüyorlardı. Yunanistan'daki bu mağara tapmaklarının birçoğunda, özellikle de Odysseia'da sözü edilen Knossos kenti yakınlarındaki Amnisos Mağarası'nda Minos kalıntıları bulundu.163 En yalın Minos gömütleri çıplak mağaralardır yalnızca. Bir de, toprağın altına kazılan, üstleri büyük taşlarla örtülen odalar vardı.164 Kimi arkeologlar, Batı Avrupa'da tarihöncesi çağlarda iri kayalardan yapılmış anıtsal yapıları doğal mağaraların birer kopyası sayarlar.165 Yapay gömiit- ler birer mağara örneği olarak doğmuş, ev mimarisinin yolunu izleyerek gelişmiştir.166 Gömüt, bir ölü eviydi.
Anadolu'da Phrygia'lılar ve büyük bir olasılıkla onlardan önce de Hititler, doğal tepeciklere kazılan ve kütüklerle desteklenen çukurlan sıcaktan ve soğuktan korunmak için sığınak olarak kullanıyorlardı.167 Tahıl ambarı görevi gören ve tepeden bir merdivenle inilen benzer çukurlar Kappadokia'da, İtalya'da, Almanya'da, Libya'da ve İspanya'da da yaygındı. Latince'de "kuyu" (pııteus) deniyordu bunlara. Varro, bu kuyularda saklanan tahılların yıllarca bozulmadığını, örneğin buğdayın elli yıl, darının yüz yıldan fazla dayandığını söyler.168
Romalıların mundııs'u da böyle bir yapıydı.169 Kent kurulurken, tam ortaya ilk ürünlerin konulacağı bir koruncak olarak kullanılmak amacıyla bir çukur kazılmıştı. Her yıl 24 Ağustosta hasattan alınan tohumluk buğdayı koymak, 8 Kasımda da tohumlukları çıkarıp ekmek için açılıyordu. Açma töreni kutsal bir nitelik taşıyordu. Ölülerin ruhlarına bir kapı açılıyordu sanki. Jane Harrison'ın gözlemlediği gibi, "aynı yapı hem hazine, hem ambar, hem gömiUtür: Daha başından, ruhlar ve tohumluk buğdaylar yan yana yaşar".170
Tahıl Eleusis'de toplanırdı.171 Birçok Yunan devleti ilk ürünlerini Eleusis Demeterine yollardı. Tahıllar orada güze değin yeraltındaki ambarlara kapatılır, güzün çıkarılıp satılırdı.172 Peki, ne amaçla satılırdı bu tahıllar? "Elbette, yenmek için değil, tohumluk buğdayla karıştı-
163 Odysseia, 19.188.164 The Dawn o f European Civilisation, s. 50-51, 67.165 Aynı yerde, s. 50-51, 209.166 A.). Evans. The Palace o f Minos (Minos’un Sarayı), (Londra, 1921-35), c. 1, s. 72.167 Vitr. 2 .1 .5 .168 Vano, RR. 1.57.169 W. W. Fowler, "Mundus Patct”, Journal o f Roman Studies, (Londra, 1911 ■).170 J.E. Harrison. ‘"Sophocles' Ichneutae and the Dromena of Kyllene and the Satyrs", Quiggin, s. 136.171 S/C. 83.11.172 "‘Sophocles’ Ichneutae and the Dromena of Kyllene and the Satyrs", Quiggin, s. 145.
BİRTa NRIÇANIN YARATILMASI 223
nlmak için," diyor Cornford, "tıpkı Thesmophoria bayramındaki sacra gibi".173 Tohumluk buğdayın koruncaklara yığılmasının bir kuttö- rende sürdürülmesinden başka bir şey değildi bu.
Eleusis'deki Gülmez Kaya'ya, Demeter orada oturup ağladığı için bu ad verilmişti. Gülmez Kaya, Demeter tanrıçanın, kızım ölüler ülkesinden geri çağırdığı Megara'daki Yakarı Kayası'nı akla getiriyor. Homerik Ovgüler'de Gülmez Kaya'dan söz edilmiyor. Demeter'in Kız Kuyusu'nun başında oturduğu söyleniyor.174 Kız Kuyusu, doğal bir pınar (krene) değil, bir sarnıç, yapay bir çukur,Latince'deki Puteus'du. Cornford, Kız Ku- yusu'nun gerçekte bir tahıl ambarı, Gülmez Kaya'nm da onun kapağı olduğu sonucuna varıyordu.175 Kız Kuyusu'nun başka bir adı da Çiçekli Kuyu'ydu; Persephone'nin kaçırılmadan az önce topladığı çiçeklerin esinlediği bir addı bu.176 Demek, kaçırma olayı tam orada gerçekleşm işti: Yeraltı ambarı, ölüler evi ve yeraltı dünyasının eşiği denilebilecek bir yerde.
Eleusis Mysteriaiarı eylülde kutlanırdı. Gerçi ekim mevsimi tarihsel dönemde ekim ayındaydı, ama çok eski çağlarda bir ay önce başlardı.177 Hasatsa hazirandaydı.Dolayısıyla, tohumluk buğday dört ay, yani yılın üçte birlik süresi boyunca saklanırdı; söylencede de Persephone'nin her yıl yeraltında geçirmek zorundaolduğu süre aynıdır. Resim 15. Persephone Hades'de: Attika vazosu
173 F. M. Cornford, Quiggin, s. 164-65.'74 Homeros, H. 2.99.'75 F. M. Cornford. Quiggin, s. 161.176 Pausanias, 1. 39.1.'77 Hesiodos, işler ve Günler, 389.
2 2 4 TA RİH Ö NCESİ EGE
İşte bu nedenlerden, Cornford, tohumluk buğdayın hasattan ekime kadar yeraltındaki çukurlarda saklanmasının bir simgesi olarak yorumlamıştır Persephone'nin kaçırılmasını.178 Çok eski zamanlardan beri tapmaklar ve gömütlerle bağıntılı oldukları için bu tahıl ambarlarına yakıştırılan kutsallık, yeraltına saklanan tahılın ölülere değmesi nedeniyle veriminin arttığı inancını doğurmuş, olaym bütünü de Hades'in kaçırdığı, anasının ardından gözyaşı döküp yas tuttuğu, yılın üçte birinde yeraltındaki sevgilisine dönmesi koşuluyla salıverilen genç kıza ilişkin bir söylence olarak tasarımlanmıştır. Gömülen ve yeniden doğan tohumluk ekinin ruhudur Persephone.
Cornford, bu başarılı yorumuyla, gözüpek ve açık görüşlü bir maddecidir. Ama gene de, bazı küçük ayrıntıları açıklığa kavuşturmuyor bu yorum. Bu ayrıntılardan birine Cornford kendi de değinmiş. Persephone hasat zamanı kaçırıldıysa, nasıl oluyor da o sırada ilkyaz çiçekleri topluyor? Cornford, bunu, "tüm öykü ilkyazda kuttörenlerde canlandırıldığı için" sonradan eklenen bir öğe olarak açıklıyor.179 Bu tür değişiklikler bulmak güç değildir. Güney İtalya'daki Yunanlılar, kadınların saçlarına takmak için kır çiçekleri topladıkları bir Demeter ve Persephone şenliği düzenlerlerdi.180 Erosantheia ya da İlkyaz Çiçekleri Şenliği adı verilen benzer bir şenlik de Peloponnesos'da görülmüştü.181 Ama böyle bir tören, tohumluk buğdayın ruhuna niçin bağlanmış olsun?
P ersephone n ym p h a'larla oyn uyor, güller, çiğd em ler, m enekşeler, süsenler, sü m b üllerle kaplı bereketli bir çay ırd a çiçek top lu yord u . N ergisler d e vard ı bu çayırd a. N ergisi, Z eu s'u n b u yru ğu ü zerin e T oprak yaratm ıştı; güzel kızı ele geçirm ek için bir tuzak d ü şü n en Ö lüler T anrısını h oşnut etm ek istem işti Z eus... Kızcağız bu gü zel çiçeği koparm ak için elini u zattı, am a ansızın y er yarıldı, ölü m sü z atlarıyla gelen Tanrı genç kızın üstüne atılıverd i.182
Daha başka değişkeler de vardı. Bir değişkeye göre, Persephone Me- galopolis'de çiçek topluyordu, yanında da Athena ile Artemis vardı.183
178 F. M. Cornford, Quiggin. s. 157-91.179 Aynı yerde, s. 166.180 Strabon, 256.181 Pausanias, 2, 35. 5.182 Homeros. H. 2. 5-18.183 Pausanias. 8. 31. 2.
BİR T A N R IÇ A N IN Y A R A T IL M A SI 225
Olympia'da, yanındaki arkadaşları gene nympha'lardı, ama bu kez top oynuyorlardı.184 Yunan kuttörenlerinde topla yapılan danslar yaygındır. Sparta'da, erginleme törenine katılan erkek çocuklar top dövüşü (.şpiıai-romaklıia) yaparlardı.185 Atina'daki Akropolis'de kutuyu aşağıya, tepenin dibindeki mağaraya taşıyan kızlar, yani Arrhephoroi186 için bir top alanı düzenlenmişti.
Homerik Övgü'deki bitkileri ince eleyip sık dokumamıza gerek yok. Belli ki, adı geçen çiçekleri güzelliklerine bakarak seçmiş ozan. Ne var İd, en son sözedilen çiçek ötekilerden ayrılıyor. Demeter ve Persephone tapımmda sümbül ve çiğdem gibi187 nergis de kutsal bir nitelik taşıyordu. Kendilerini bu tapıma adayan kadınlar başlarına takmak üzere nergislerden çelenkler örerlerdi.188 Bu söylencede karşımıza çıkan çiçek toplamanın temelinde bitki büyüsü vardır, ilkyaz geldi miydi kadınlar kırlara çıkar, kumaş boyası, ilaç ve büyü hazırlamak üzere bitki toplarlardı. Söylencenin bu bölümü, geç döneme ilişkin olması şöyle dursun, en eski bölümlerden biridir. Bitki büyüsü tarımdan eskidir çünkü.
Homerik Övgü'de anlatıldığı biçimiyle, Persephone'nin kaçırılması, zorla evlenmedir, gelinin kocasının evine gittiğini örtük bir biçimde de olsa belirten ataerkil bir birleşmedir. Peki, o sırada kızın babası neredeydi, niçin kızını kurtarmaya gelmedi öyleyse? Persephone'nin babasının Zeus olduğu söylenir,189 ama Homerik Övgü'de bu konuda bir ipucu yok. Aslında Persephone babasızdı. Tıpkı Demeter gibi. Deme- ter'e adını veren ve adına Mysteria'lar kurmayı vaat eden, anası Rheia idi.190 Eleusis'de de, onu saraya çağıran, orada onuruna eğlentiler düzenleyen de kraliçedir.191 Söylencenin geçtiği ortam anaerkildir. Ancak, evlenmenin daha sonraki dönemlerde eklenmiş bir öğe, salt biçimsel bir öğe olduğunu da söylemek istemiyorum. Eleusis Mysteria'larında başrahiple başrahibenin canlandırdığı kutsal bir evlenme söz konusuydu.192 Ayrıntılarını bilemiyoruz. Hitit ana-tanrıçasının Mysteria'ların- dan doğduğu sanılan Phrygia'daki tarım-tanrı Sabazios MysteriaTarm- da, rahibe, giysinin içinden yere altın bir yılan indirirdi: "göğüsten çı
184 Pausanias, 5. 20. 3.185 Pausanias, 3.14. 6 .186 Plutarkhos, Moralia, 839b.187 Pausanias, 2. 35. 5.188 Sophokles, Oidipus Kolonos’da, 683-85.189 Hesiodos, Theogonia, 912-13.190 Homeros, H. 2. 122 , 459-69.191 Aynı yerde, 2. 169-230. Bu rnysteria'ların çekirdeği, büyük bir olasılıkla, bir anaerkil saray tapımıydı.192 Aster. Horn. 10.
226 TARİH Ö NCESİ Eg e
kan tanrı".193 Törenin gerçek anaerkil biçimi bu; ancak, başlangıçta büyük bir olasılıkla bir tapmakta altından bir yılanla gerçekleştirilmiyor o tarihöncesi kutsal mağaralardan birinde düzenleniyordu.
Hekate genç kızın çığlıklarını duymuş, ama kaçırılışmı gözüyle görmemişti. O sırada mağarasmdaydı; gözle görülmez olmuştu.194 Aradan dokuz gün geçtikten sonra elinde meşaleyle ortaya çıktı.195 Bu süre içinde Demeter kızını aramış, kavşaklarda, yol ayrımlarında ağlayıp yakarmıştı. Hekate'nin gözle görülmez olduğu, Demeter'in dolaşıp durduğu bu dokuz gün, ayın yitmekte olduğu evredir gerçekte; ayın son üçte biridir, kavşak kuttöreninin düzenlendiği zamandır.196 Nitekim, Persephone de yılın üçte birlik süresinde yeraltında, ölüler ülkesinde kalıyordu.197 Öyle anlaşılıyor ki, Persephone'yi ay ile özdeşlerken gerçeğin hiç de uzağında değildi Epikharmos.
Cilalıtaş Çağı'nda güneş takvimi diye bir şey yoktu. Çok daha sonraları bulundu güneş takvimi; güneş takviminin bulunması, iyi örgütlenmiş bir rahipler takımını ve resmi bir tarım şenlikleri çevrimini gerektiriyordu.198 Tarihsel dönemin Yunanistanmda bile atalara bağlı klan tapımları aya ilişkin temellerini korudular; Hesiodos'a kadar uzanacak olursak, köylülerin tüm yaşamınm nerdeyse yalnızca aya göre düzenlendiğini görürüz. Tohumluk buğdayın her yıl koruncaklara yığılıp saklanması, yıllık değil de aylık olan daha ilkel bir göreneğin gelişmiş biçimiydi.199
Demeter niçin Persephone için yas tuttu, Persephone'yi niçin aradı acaba? Demeter'in bu davranışı söylencenin oluşturduğu ortamda o denli doğaldır ki, bu sorumuz bazılarına gereksiz bile gelebilir. Ne var ki, böyle durumlarda asıl sorulması gereken sorular, öyküde tartışmasız kabul edilmiş konulara ilişkin sorulardır. Öyle sanıyorum ki, sorumuzun yanıtını, Kuzey Amerikalı Mohavvk'larla ilgili şu gözlemde bulabiliriz:
Erginlik çağm a erişen gen ç kız, tıpkı adaletin erişem eyeceği bir yere kaçan bir su çlu gibi, gözlerd en ırak bir yere çekilip gizlenir; anası ya da
193 dem . Pr. 2 . 14.194 Homeros, H. 2. 25.195 Aynı yerde, 2. 51-2.196 Thesmophoria'nın batıdaki biçimlerinde, kadınlara dayatılan perhiz sûresi dokuz gündü; Ovidius.
Met. 10.431-35.197 Homeros, H. 2. 398-400.198 M.P. Nilsson, Primitive Time Reckoning, (Lund/Oxford, 1920), s. 173, 231 -32.199 Aynı yerde, s. 71-2.
BİRTANRIÇANIN YARATILM ASI 227
öteki k ad ın a k ra b a la rd a n biri g en ç kızın yok lu ğun u fark ed in ce , k ad ın
k om şu ların a h ab er v e r ir , h ep birlikte a ram ay a k oyu lu rlar kızı. K im i za m an on u b u lm aları ü ç d ö r t gün sü rer. G en ç kız bu sü re b oyu n ca o ru ç tu ta r ; b u lu n u n ca y a k a d a r o rta y a çık m ak tan sa ölm ek y e ğ d ir o n u n g ö z ü n d e .200
Son olarak da, ölüler ülkesinden ayrılmadan önce Persephone kandırıldı ve bir nar yedi.201 Bunun ne anlama geldiğini daha önce görmüştük. Böylece Persephone yılın belli bir döneminde geri dönecek, Hades'in yanında kalacaktır. Elimizdeki öyküde bu süre yılın üçte biri, yani dört aydır; ama başlangıçta, ayın yitmekte olduğu aybaşı görme zamanıydı.
Kimdir Persephone öyleyse? Roscher'in öne sürdüğü gibi bir ay tan- nçası mıdır? C ornford'un kanıtlarını ortaya koyduğu gibi birbuğday- kız mıdır? Eskiden kendisine tapınanlarm inandığı gibi ölüler kraliçesi midir? Bir bakıma bunların hepsidir, "tanrıça, genç kız ve kraliçe"dir; ama aynı zamanda, Yontm ataş Çağı mağaralarında yaşayanların yabanıl bakışlı, pasaklı kızlarından Atina bayramlarında güzel giysileriyle boy gösteren genç hanımlara kadar kızlığın bütün bir yaşantısını kendisinde toplayan sıradan bir genç kızdır.
10. Küçük Kadın Yontuları
Varlığını günümüze dek koruyan en eski yontu örneklerinden biri, Aşağı A vusturya'da yukarı Yontmataş Çağı'na değgin bir lös birikintisinde bulunmuştur. Yumuşak yumurtamsı kireçtaşmdan yapılmış, on bir santimetre boyunda, kollarını memeleri üstünde kavuşturmuş bir çıplak kadın yontusudur bu. Wil- lendorf Venüsü adıyla bilinmektedir. Bu ad, Louvre M tizesi'nde Milo Venüsü'nü coşkunlukla izlemiş olanlara biraz tatsız gelebilir. Şişman, geniş kalçalı ve iri memelidir bu Yontmataş Çağı Venüsü. Kırmızı toprak boyayla boyanmıştır.202
200 The Mothers, c. 2, s. 369.201 Homeros, H. 2. 371-74.202 R. A. Macalister, Textbook o f European Archaeology (Avrupa Arkeolojisinin Ders Kitabı), (Cambridge,
1921), c. 1, s. 447.
R esim 16. W illen d orf
Ven üsü ; Yo n tm ataş
Çağı yontusu
2 2 8 TARİH Ö NCESİ EGE
Orta Avrupa, Akdeniz bölgesi ve Yakındoğu'daki Cilalıtaş Çağı ve Bakırtaş Çağı birikintileri arasından, bu küçük kadın yontularının yü2. lercesi çıkarılmıştır. Çoğu pişirilmiş kilden (terrakotta) yapılmış, kimisi de taştan oyulmuştur. Kadın yontuları kadar olmamakla birlikte erkek, hatta hayvan yontularına da rastlanmaktadır.
Tuna kültürünün Birinci Evresi'nde az sayıda küçük kadın yontusu bulunmuştur, İkinci Evredeyse çok sayıda. Ama Üçüncü Evre'de hiç rastlanmamaktadır bu yontucuklara. Üçüncü Evre'nin ayırt edici özel
liği, büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ve savaşların gelişmesidir.203 Genellikle olduğu gibi bu değişikliklerle birlikte kadınların toplumdaki yeri kötiile- diyse, küçük kadın yontularının ortadan kalkışını bu olguya bağlayabiliriz.204
Romanya'daki Gumelnita kültürü, kuttörenler- Ie ilgili kalıntılar yönünden zengindir. Birinci Evre'de, ustaca biçim verilmiş çok sayıda küçük kil yontuyla karşılaşılmaktadır, bunların hepsi kadın yontusudur. Bunlar ikinci Evre'de de varlığını sürdürmektedir, ama bu evrede artık erkeklik organlarıyla birlike erkek yontulan da görülmektedir. Gumelnita birikintilerinin üstünde, çakmaktaşından ok başları ve savaş baltalarıyla belirlenen daha sonraki bir kültür yatmaktadır. Bu kültürde tek bir kadın yontusu göremiyoruz.205
Benzer bir ardışıklık Cilalıtaş Çağı Thessalia- sı'nda da söz konusudur:
Genellikle, eski küçük yontuların hepsi işlenm iş kilden yapılm ış, çoğunlukla cilalanm ış ve kimi zam an da b eyaz ü stü n e kırm ızı tarzında ya da buna benzer bir tarzda boyanm ıştır. Ç oğu kadın yon tu su d u r, erkek yontusu pek azdır... tik kadın tiplerinin çoğu epeyce şişm andır, bedensel ay rıntılar büyük ölçü d e abartılm ıştır... A yakta d u ru rk en ya da otururken, kimileri d e bir ayak lan nı altlarına alm ış olarak canlandırılm ışlardır. Kollar ya kalçaların ü stünden aşağı sarkm akta, ya göğsü n ü stü n d e kavuşturulm uş olarak d urm ak ta ya da m em elere destek olm aktadır.206
203 The Dawn o f European Civilisation, s. 99-108.204 Aynı yerde, s. 108.205 Aynı yerde, s. 126-29.206 H. D. Hansen, Early Civilisation in Thessaly (Eski Tesalya Uygarlığı), (Baltimore, 1933), s. 43-44.
Resim 17. Th e ssa lia
yontusu: S e sk lo ’dan
bir terrakotta
B i r T A N R I Ç A N I N YA RA TILM A SI 22 Ç
Dimini kültüründe (Thessalia II) taşarı ve kilden yontucuklara hâlâ rastlan- nıakta ve iki yeni tip belirmektedir: kucağında bir bebekle oturan kadın ve erkeklik organı çok iri, elleri dizleri üstünde oturan erkek. Ayrıca sığır yontulan da vardır. Ne ki, Dimini yontuları daha önceki döneme oranla sayıca daha az, ustalık yönünden daha geridir. Bu gerileme Thessalia IU'de sürmekte, bu evreden sonraysa küçük yontular ortadan kalkmaktadır.207
Minos'daki küçük yontuları Evans'dan öğreniyoruz. Erkek yontulan da bulunmuş olmasına karşın, bulunan parçaların büyük çoğunluğunu kadın yontulan oluşturmaktadır. En yakın benzerleri Anadolu'da görülen en yaygın tip, kısa boylu ve şişmandır. Evans bir de şunları ekliyor:
M
Resim 18. Küçük M inos Yontusu: Knossos’dan bir terrakotta
Bu kanıtlar kilden yapılm ış, birbirine y a kın türden, kısa boylu ve çok şişm an, çö- melmiş ya da oturan kadın figürlerinin d aha Cilalıtaş Ç ağı'n d a E g e 'd e d e, A nad oluyakasında da varo ld u ğ u n u g ö steriy or. Bu türün taştan yap ılm ış kollarından birinin, orta F ıra t gibi ep ey d o ğ u d a b ir yö red e ortay a çıkm ası, benzer bir kadın figürleri küm esinin geniş bir Sam i bölgesine ve d ah ası A nau kültü rü n ün g ü n ey T ürkistan 'd ak i yerleşim m erkezlerin e dek
yayılm ış olm asıyla bağıntılı o larak son d erece ilginç bir o lgu d u r... D oğudaki bu küm enin bilinen en eski örnekleri arasın d a, N ip p u r'da b u lunan v e Babil an a-tan rıçasıy la b ir tu tu lan k üçü k kil y o n tu lar v a rd ır ; bunların İ.Ö. 2700 'd en kalm a oldukları san ılm aktadır.208
Dolayısıyla, güneydoğu Avrupa ve güneybatı Asya'daki küçük yontuların bir ölçüde Babil etkisi altmda gelişmiş olmalarına karşılık, Babil ana-tanrıça imgesinin de aynı kökenden evrilmiş olduğu açıktır. De-
207 Aynı yerde, s. 68-71,91.708 A.). Evans, The Palace o f Minos, (Londra, 1921-35), c. 1, s. 45, 51.
230 TA RİH Ö NCESİ EGE
mek ki, bütün bir bölgeye özgü asıl tapımın Babil kökenli olduğunu varsaymamız için hiçbir neden yoktur.
"Girit'te bile," diye sürdürüyor sözlerini Evans, "bu ilkel imgeleri, büyük ana-tanrıçanın tapınaklarında ve sığınaklarında görülenlerden ayırt etmek olanaksızdır".209 Yunanistan'da da Cilalıtaş ve Bakırtaş dönemleri boyunca bu küçük kadın yontularına bol bol rastlarız; tarihsel dönemin Yunan tanrıçalarının Minos tanrıçalarıyla bağıntılı oldukları kabul edildiğine göre, bu yontuların aynı Cilalıtaş Çağı prototipine kadar uzandıkları sonucunu çıkarmak durumundayız.
Schliemann, Mykene'de yaptığı kazılarda -bu yörede yapılan ilk kazı- çok sayıda küçük kadın yontusu buldu. Bu yontular o kadar kaba sabaydılar ki, Schliemann bunları inek başları sanarak "inek yüzlü" Hera'nın simgeleri olarak yorumladı.210 Bu bir yanılgıydı gerçi, ama bu küçük yontuların Hera'yı temsil ettiğinden kuşkulanmak için de bir neden yok. Aynı tanrıçanın güney İtalya'da Sele Irmağı'nın ağzındaki tapmağında, bir kadını canlandıran iki yüzden fazla terrakotta yontu bulunmuştur.211 Gerçi bunlar çok daha geç bir dönemin ürünleridir, biçemleri Mykene'dekilerden çok değişiktir, ama aynı güdülerle esinlenmiş olmaları gerekir ve tanrıçanın betimleri oldukları açıktır. Bu küçük yontuların en çok göze çarpan özelliklerinden biri, elde tutulan nar sepetidir. Bu yontulardan Korinthos yakınlarındaki Heraia'da ve Spar- ta'daki Artemis tapmağında da bulunmuştur.212
Bu yontularla bereketin artırılmasının amaçlandığı görüşünde birleşmiştir herkes. Gerçekten de, bu amaç, kimi örneklerde çok açıktır. Ama daha öteye gidilmediği görülür. Bu sorunu çözmeye koyulurken, bazı noktaları gözönünde tutmak gerekir. Bir kez, insan betimlerinin kullanıldığı tapımlar ne yalnız bu bölgeye özgüdür, ne de yalnız geçmişe. İkincisi, kalıntılar geç Yontmataş Çağı'ndan Demir Çağı'na değin aralıksız bir ardışıklık oluşturduğuna göre, bunların değişik dönemlerde değişik amaçlarla yapıldıkları sonucuna varmaya hazırlıklı olmamız gerekir. Bu yontuların birincisi ile sonuncusu arasında ner- deyse bütün bir büyü tarihi yatmaktadır. Üçüncüsü, nerelerde bulundukları gözönüne alınmalıdır. Çoğu gömütlerde bulunmuştur; daha
209 Aynı yerde, c. I, s. 52.210 M.P. Nilsson, Minoan-Mycenaeon Religion (Minos-Mikene’de Din). (Lund. 1927), s. 260-62.211 U. Zanotti-Bianco, “Archaeological Discoveries in Sicily and Magna Craecia", Journal o f Hellenic
Studies. (Londra, 1880-), s. 244.212 H. C. Payne, “The Plough in Ancient Britain", ("Eski İngiltere'de Tarım"), Archaeological Journal,
(Londra, 1884 ), s. 197-227.
B i r TA N R IÇ A N IN YA R A T IL M A SI 23i
geç dönemlere ilişkin örneklerden birçoğunun da tapmanlarm getirdikleri sunular olmaları gerekir, nitekim kimileri asılmak üzere delinmiştir. Kimi örneklerde de, duruşların ve el kol devinimlerinin belli anlamlar taşıdığı açıktır. Son olarak, Tuna, Gumelnita ve Thessalia'da kat kat yükselen kültürlerde ortaya çıkan ardışıklık, bunların ilkel tanm- sal anaerkil düzen temelinde incelenmeleri gerektiğini de açıkça göstermektedir.
Japonya'daki Cilalıtaş Çağı birikintilerinden, abartılmış cinsel organları bulunan, kilden birtakım küçük kadın yontulan çıkarılmıştır.213 Filipinler'de ve güneydoğudaki Caroline Adaları'nda tahta oymadan, son derece stilize, küçük kadın yontuları bulunmuştur.214 Afrika'nın bazı yörelerindeki kadın kuttörenlerinde tahta bebekler önemli bir yer tutmaktadır. Araştırmamıza da, kuttörenlerin hâlâ yaşadığı buradan başlamamız gerekiyor işte.
İlkel insanların çocukları da, tıpkı bizim çocuklanmız gibi, oyuncak bebeklerle oynarlar. Bizde olduğu gibi ilkellerde de daha çok kız çocuklar içindir bu oyuncaklar. Oyuncak bebeklerle oynamanın anneliğin bir provası olduğu çok açıktır. Yalnız, ilkel insanlarda, çağdaş bir anaokulundakinden çok daha ciddi bir iştir bu. Ne yazık ki, bu konuda pek az şey biliyoruz. İlkeller arasında erkekler buna pek önem vermezler, vermeleri de beklenemez zaten; ama erkek antropologlar daha da az önem verirler. Kaldı ki, sormaya kalksalar bile, yerli kadınlar kocalarından gizli tuttuktan gizleri beyaz derili üniversite hocalarına açıklayacak değildirler ya! Öte yandan, bizim kadınlarımızın toplumdaki konumları da antropolojiyle uğraşmaya özendirici değildir. İşte bu yüzden, ilkel yaşamın kadınlara ilişkin yarısı, birçok şeyin başlangıcının incelenmesi açısından daha önemli olmasına karşın, belge bakımından çok yoksuldur. Onun için, Güney Afrikalı Valenge'lerde genç kızların erginlenmesini bütün açıklığıyla, eksiksiz olarak anlatan Bayan Earthy'ye çok şey borçluyuz.215
İlkyazın ilk günlerinde yerel kabile şefi, o yıl ergenlik çağına erişen bütün kızların erginlenmesine ilişkin bir çağrıda bulunur. Bu çağrının ardından düzenlenen törenler bir ay sürer. Nı/aınbııtsi denilen bir kadının denetiminde gerçekleştirilir bu törenler. Bu görevi ve kuşaklar boyu anadan kıza özel bir sepet içinde aktarılan erginleme simgelerini
213 L. Adam, Primitive Art (ilkel Sanat), (Londra, 1940), s. 111-12.214 Aynı yerde, s. 125.215 E.O. Earthy, Volenge Women, (Oxford. 1933), s. 111 -24.
nyambutsi de kendi anasından devralmıştır. Simgeler, hepsi de kırmızı toprak boyasıyla boyanmış bir davul, bir boynuz ve tahtadan yapılmış kadın ve erkek bebeklerden oluşur. Davulla boynuz kadınla erkeğin cinsel organlarım simgelemektedir. İlk gün, adaylar bir araya toplandığında, daha önce erginleme töreninden geçmiş kadınlar, nyambut- si'nin önderliğinde, dölyatağınm simgesi olan davulun ritmine uyarak çırılçıplak dans ederler. O sırada, dansı izleyen adaylar korku içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Akşamleyin dans sona erince, her genç kız kızlık zarının kutsal boynuzla delindiği bir ameliyattan geçer. Daha sonraki günler, cinsel yaşam konusunda düzenli bir eğitim görürler. Bu amaçla oyuncak bebekler sepetten çıkarılır; üreme organlarının imgeleriyle birlikte bu oyuncak bebekler cinsel eylemin canlandırılmasında kullanılır. Bunlar, ata ruhlarının etkinliğinin birer aracı sayıldıkları için, büyük saygı görürler. Bu arada adaylara gizli bir dil öğretilir ve hiçbir ceza görmeksizin birbirlerinin eşyalarını çalmaya özendirilirler. Ayın son günü ilk günkü dans yinelenir; yalnız bu kez gövdelerini kırmızı toprak boyayla boyamıştır bütün dansçılar. Bir de, kızlar bu son dansta ağlamazlar. Sepetini son bir kez açması için nyambutsi'yç yalvarırlar; nyambutsi de sepetindeki bebekleri çıkarır ve genç kızlar oyuncak bebeklerin çevresinde sevinç içinde el çırpıp türkü söyleyerek dans ederler.
El bebek, gül bebek.Bu ne güzellik canım bebek!
Artık her şey bitmiştir. Nyambutsi pilisini pırtısını toplar; genç kızlar evlerine dönüp takılanın, süslerini çıkarırlar; anaları da bunları kulübenin gizli bir köşesine yerleştirir büyük bir özenle.
Büyü bir yansılamadır (mimesis) - bir prova ya da kendini inandırmadır; oyunlar da büyünün bir uzantısıdır. Kendini inandırma oyunlarda çocuklar için kendi başına bir amaç olmuştur, ama büyüde bilinçli bir biçimde belli bir ereğe yöneltilir. Düşmanının balmumundan bir benzerini yapıp ona iğne batıran ya da ateşe tutup eriten bir köylünün, ilkel büyüyle uğraştığı açık değil midir? Valengelerin oyuncak bebekleri de aynı görevi yerine getirir. Bu bebekler nesnel olarak asıl uygulamayı göstermenin birer aracıdır gerçi, ama öznel olarak gösteri bü- yüsel bir prova niteliği alır. Büyü öğesi asıl uygulayımdan ayrılamaz, onun öznel yanından başka bir şey değildir. Gösterinin sonunda bebekler artık kadın ile erkek olmaktan çıkmıştır; gösterinin vaadini ye
232 TARİHÖNCESİ EGE
rine getirmiş, dahası zamanla bütün bu sürecin gerçek yaşamda yineleneceği vaadini dile getirmiş ve birer çocuğa dönüşmüşlerdir.216
Yeniden küçük yontulara dönersek, daha ilk başlarda kadın yontularının çoğunlukta olması, bunların başlangıçta Valenge bebekleriyle aynı amaçla yapılm ış olamayacağını göstermektedir. Bunlar, en ilkel insanlar arasında hâlâ olduğu gibi cinsel ilişki ile gebe kalma arasındaki bağın bilinmediği dönemlere kadar uzanmaktadırlar.217 İlk ağızda, aybaşı ve doğumla ilgili büyü için yapılmışlardı; daha sonraları erginlemeyi, evlenmeyi, hastalığı, ölümü, bir başka deyişle yeniden yaratma gücünün aşılanmasını, yaşamın yenilenmesini gerektiren her türlü olayı kapsayacak biçimde genişledi bu büyü.
Daha sonraki kuttörenlerde rastlanan erkek yontularında erkeklik organlarının da bulunması, bu aşamanın Valenge kuttörenine uygun düştüğünü akla getiriyor.Yontular hâlâ kadınlar tarafından ve kadınlar için yapılmaktadır gerçi, ama cinsel eylemi göstermede birer kukla olarak kullanılmaktadırlar. İnsan biçimindeki tanrı ve tanrıçaların gelişmesiyle belirlenen üçüncü aşama, bizi eski Yunan'a değgin bilgilerin alanına sokuyor. Bir kadm olarak tasarımlanan bir kutsal varlığa bağlanan betim ler karm aşıklaşm akta ve onunla bir tutulmaktadır. Küçük yontu, bir tapım yontusu durumuna gelmektedir.
Küçük Yunan yontularının en eskileri Erken Kykla- dik dönemdendir. Çoğunlukla gömütlerde rastlanılan bu küçük yontuların en belirleyici örneği, kollarını memelerinin altında kavuşturmuş çıplak bir kadındır.218 Bu tipin örnekleri G irit'e getirilmişti, nitekim Erken Minos dönemi gömtitlerinde ortaya çıkarılmışlardır. Orta ve Geç Minos yontularını üç bölükte toplayabiliriz: Gömütlerde bulunanlar, tapmaklara bırakılan sunular ve tapım putları. Küçük kadın yontularının hemen hepsinde eller m em elerin ya altında ya da üstündedir, kimilerinde ellerden biri havadadır. Ellerden birinin ha- Resim 19. Kyklad
vada oluşu, "dans eden kızlar"ı -etekleri farbala- yontusu m erm er
B İR T A N R IÇ A N IN YARATILM ASI 233
216 Primitive Art, s. 97.217 R. Karsten. The Civilisation o f the South American Indians (Güney Amerika Yerlilerinde Uygarlık).
(Londra, 1926), s. 427-29.218 Minoan-Mycenoeon Religion, s. 251.
234 TARİHÖNCESİ EGE
h, bir elleri alınlannda, bir elleri bellerinde küçük tunç yontular- anımsatmaktadır; Nilsson "kutsama devinimi" adını vermiştir buna. Aym duruşa kimi erkek örneklerinde rastlanmaktadır; kimilerinde de eller göğsün iki yanındadır.219
Gene gömütlerde ve tapmaklarda bulunan Mykene örneklerini Nilsson üç tipe ayırmıştı: Birinci tipin başında bir başlık vardır, saçları omuzlarından aşağı dökülmektedir; kollar boynuzları andıran birer uzantı biçimindedir, nitekim Schliemann'm yanılgısı da buradan kaynaklan
maktadır. İkinci tip başlıksız ve kolsuzdur. Üçüncü tipteyse kollar memelerin üstündedir, yalnız kimilerinde kavuş
turulmuş durumdadırlar.220Hiç kuşku yok ki, simgeseldir bu
duruşlar. Aigion'da, ebe-tanrıça Ei- leithyia'mn bir eli ileri uzanmış, öteki elindeyse bir meşale bulunan bir tapım yontusu vardı.221 Aynı tanrıça, Athena'nm doğumunu dile getiren bir vazo resminde de aynı duruşta çıkar karşımıza;222 şiirdeyse, Artemis'in iki elini doğum yapan
bir kadının üstüne uzattığı dile getirilir.223 Bu duruş, Farnell'ın belirttiği gibi,
doğuma yardımcı olmayı yansıtıyordu. Bunun tersini, yani doğumu geciktirmeyi gösteren duruşsa parmakların birbirlerine geçirilerek ellerin kenetlenmesiydi.224 Bu noktayı saptadıktan sonra, birçok yontuda rastlanan oturma ya da çömelme duruşunun,
asıl doğum amm canlandırdığı sonucuna varabiliriz. İlkel topluluklarda, doğum yapmakta olan kadının ebelere yaslanarak çö-
Resim 20, "Kutsama devinimi" Knossos’dan bir tunç yontu
219 Aynı yerde, s, 252-56.220 Aynı yerde, s. 260-62.221 Pausanias, 7. 23. 6.222 L.R. Famell, Cults o f the Creek States (Yunan Devletlerinde Tapımlar), (Oxford, 1896-1909), c. 2. s
614.223 AP. 6. 271.224 Ovidius, Met. 9. 292-300.
BİR T A N R IÇ A N IN Y A RA T IL M A SI 235
m eld iğ in i y a d a d iz ç ö k tü ğ ü n ü b iliy o ru z , s o n ra , d iz ç ö k m ü ş k a d ın la r ı , E ile ith y ia 'la r ı y a d a G e n e ty llid 'le r i , b a şk a b ir d e y iş le d o ğ u m ta n r ıç a la rını g ö s te r e n k im i esk i k ü ç ü k Y u n a n y o n tu la r ı d a v a r e lim iz d e .225
Nijeryalı JukunTarın bir yağmur dansı vardır. Kralın kızları yapar bu dansı. Çok yalın bir danstır. Dansçı ellerini ilkin başından kalçalarına, sonra da kalçalarından başına götürür ve bu devinimi durmadan yineler: "Kutsama devinimi". Jukun'ların rahip-krallarınm eski Mısır'la tarihsel bağları bulunduğuna inanıldığından bu benzerlik daha bir ilginçlik kazanıyor.226 Küçük yontulardaki değişik duruşların, bir dansın geçiş anları -"Eileithyia'nın kutsal şarkısı"- olabileceğini akla getirmekte,227 ayrıca bu devinimlerin insanın doğuşu, konusunda olduğu kadar ekinlerin büyümesi konusunda da etkili sayıldığı yolundaki görüşü doğrulamaktadır. Bu kuklalar, doğumun yanı sıra yaşamın bütün alanlarında yardımcı olabiliyordu. Birçoğunun gömütlerde bulunmasının nedeni de budur.
Geriye, Nilsson'un adak olarak getirilen sunular diye sınıflandırdığı, tapmaklarda rastlanan örnekler kalıyor. Ancak, işe bir önyargıyla başlamamak için, şimdilik adak ya da sunu sözcüğünü kullanmayalım. Elbette bunların birçoğu, hiç değilse daha sonraki kalıntılarda bulunanlar adaktılar; ama bütün sunuların adak olduğu söylenemez, hele bunlardan önce Cilalıtaş Çağı'ndakiler sunu diye bir şeyin bilinmediği tanrı-öncesi tapımlarla ilgili olsalar gerektir.228
Yunan mağara tapınakları kuttören kalıntıları bakımından çok zengindir; ilintili geleneklere bakılarak kuttörenin niteliği anlaşılabilir: He- ra'mn Eileithyia'yı doğurduğu Amnisos'daki mağara,229 Rheia'nın' Ze- us'u doğurduğu mağaralar230 ve nympha'Iarın her yerde rastgelinen mağaraları.231 Bu mağaraların birçoğunda gölcükler ya da pınarlar vardır. Kutsal mağaralar kadar çok olan kutsal pınarların hepsi de bize aynı öyküyü anlatır: Rheia'nın doğum yaptıktan sonra arındığı pınarlar,232 Kız Pınarları, genç kızların şenliklerden önce yıkandıkları pınar
225 Valenge Women, s. 69, 71.226 C. K. Meek, A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study of the Jukun-speaking Peoples of Nigeria,
(Londra, 1931), s. 183,191,196, 202, 207.227 Call. Del. 257.228 The Civilisation of the South American Indians, s. 244-45, 251-52.229 Odysseio, 19. 188.230 Pausanias, 8. 36. 3.231 W. H Roscher, Ausführliches Lexicon dergriechischen und römischen Mythologie, (Leipzig, 1884-1937),
C .3.S. 509-11.529-34.232 Pausanias, 8. 28. 2.
lar, nympha'lara ayrılmış pınarlar.233 Buralar, en eski zamanlardan başlayarak, kadınların erginlenme, aybaşı görme, evlenme ve çocuk doğurmayla ilintili gizlerine sahne olmuştur, dolayısıyla, buralarda bu kadar çok küçük yontu bulunması hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu küçük yontular, tapım malı olduklarından, tapmaklarda saklanıyordu doğal olarak; tapmaklarda hem onlara bir zarar gelmiyor, hem de içerdikleri büyünün başkalarına zarar vermesi söz konusu olmuyordu. Bir tanrıça düşüncesi biçimlendiğinde, bu küçük yontular o tanrıçanın sayıldı; güçlerini de tanrıçadan aldıkları düşünüldü. Nitekim, kadınlar bu yontulan oynatarak onlardaki büyüyü soğurdtıklarına, böylelikle tanrısallıkla dolduklarına, tanrıçayla özdeşleştiklerine inanıyorlardı.234 Artık birer kukla olmaktan çıkmış, başka bir nitelik almıştı yontular. Tanrıçanın kendisinin ya da ona tapınanların simgeleri sayılıyorlardı. Böylece, zamanla nasıl sunu olarak kullanılmaya başlandıkları da anlaşılıyor.
Gerçekte, bir adağın yerine gelmesi için sunuda bulunulur. Sözgelimi, bir çıkmaza düşmüşsünüzdür, sizi bu zor durumdan kurtarırsa bir armağan vereceğinizi vaat edersiniz tanrıya. Yalnız, ödeme genellikle peşin yapılır. Adakta bulunan kimse, kendi payına bunun bir inanç belirtisi olduğunu düşünebilir. Ama gerçekte, adak adama alışkısının evrimindeki daha ilkel bir aşamaya değgin bir şeydir bu. Eski Yunan'da sığırlar hastalanınca çiftçiler onların benzerlerini yapar ve bunları tapınaklara adarlardı.235
Bunlar benim öküzlerim ; ekinlerimi yetiştirm em e y a rd ım a oldular. H am u rd an yapılm ış bunlar, am a sen gene d e al bunları D em eter; karşılığında da gerçek öküzlerim in yaşam alarını, tarlalarım ı ekin dem etleriyle dold urm aların ı sağ la .236
Tanrıça açısından kötü bir pazarlık değil mi bu? Aslının karşılığında suretinin sunulması, tanrıçanın gönlünü almakla açıklanamaz. Burada söz konusu olan, öykünme büyüsüdür. Düşmanı başarı kazanıyorsa, onun balmumundan bir imgesini yapıp yakar. Öküzleri hastalanmışsa, öküzlerinin sağlıklı suretlerini yapar. İşin püf noktası buradadır.237 Su
236 TARİHÖNCESİ Eg e
233 Ausfuhrliches Lexicon der griechischen und römischen Mythologie, c. 3, s. 509-11,234 Pausanias. 3.16. 11, 2.17. 5, 3. 14. 7, 2. 2. 6.235 Cults o f the Creek States, c. 2, s. 579.236 AP. 6. 40.237 S. Smith. Babylonian Legends o f the Creation (Babil Yaratma Söylenceleri), (Londra, 1931), s. 37.
BİRTANRIÇANIN YARATILMASI 237
retin tapmağa adanması, büyüyle yüklü olduğu için güvenlikli bir yere kaldırılması gerektiği düşüncesiyle sonradan ortaya çıkmıştır.
Küçük yontular için de aynı şey söz konusudur. Tapınıcı, tanrıçanın koruması altına girmek amacıyla, kendi simgeleri olarak tanrıçaya adıyordu bunları. Bu adama, hem gerçek tehlike, hastalık ya da çocuk doğurma sırasında, hem de erginleme, evlenme ya da ölüm gibi düşsel tehlike sırasında yapılıyordu. Bunlar, tanrıçanın simgeleri olarak onun iyilikleri karşılığında kabul edebileceği birer armağandılar. Yo- rumlayış önemli değildi. Önemli olan büyü eyleminin yerini almış bulunan kuttörenin kendisiydi, adamaydı.
Pausanias, Troizen'in pazar yerinde, Pers istilası sırasında oraya gönderilen Atinalı kadınların diktiği bir dizi kadın ve çocuk yontusu görmüştü.238 Bu durumda, yontunun yapılmasındaki güdü geriye dönüktür, Atinalı kadınlar sağ kaldıkları için gönül borcu duymuşlardır. Gel gör ki, orada bulunmayan ya da yitmiş kişilerin sağ salim dönmelerini sağlam ak am acıyla dikilmiş yontular bulunduğunu da öğreniyoruz.239 Burada büyü düşüncesi hâlâ etkindir. Gene, ölüler adına yontu dikmenin ardındaki düşünce de, gerçekte ölülerin anısını sürdürmek değil, ruhlar dünyasında onların varlığını sürdürmekti.
Eski Yunanistan'ın hemen her yerinde, atletizm yarışmalarını kazanan atletlerin, görev süreleri sona eren rahip ve rahibelerin yontuları yapılırdı. Atletin nasıl olup da kutsal sayıldığını, Olimpiyat Oyunları'm incelerken göreceğiz. Rahip ve rahibelerin kutsallığıysa doğrudan doğruya görevlerinden geliyordu. Örnekse, Atina'daki Arrhephoros- lar bir yıl görev yaptıktan sonra onurlarına yontular dikiliyordu.240 Bunlar genç kızların kendilerinin portreleriydi, ama bu genç kızlar tanrıçanın sacrrt'sıyla ilişki aracılığıyla onun özelliğini özümledikleri için tanrıçanın temsilcisi sayılıyorlardı. Yunan yontuları bu biiyüsel çağrışımlardan hiçbir zaman bütün bütüne kopmamıştır.
Eskicil yontuculuğun ilk örneklerinden biri, Delos'da bulunan bir mermer yontudur. Saçları uçuşan, kolları iki yanından aşağı uzanan, uzun bir khiton’a sarınmış bir kadın yontusudur bu. Altındaki yazıtta Şu sözleri okuruz:
238 Pausanias, 2. 31. 7.239A. Benveniste, Revue de philotogie, (Paris, 1877-), 58.118.240 Pausanias, 2. 17. 3, 2, 35. 8. 7.
N aksoslu D einodikes'in biricik kızı, D einom eneus'un kız k ard eşi, şim diyse Phraksos'un kansı N ikandra, oklarını uzaktan atan tanrıçaya adadı beni.241
"Şimdiyse Phraksos'un karısı" sözlerinden anlaşılacağı gibi, evlenme dolayısıyla adanmış bu yontu. Peki, kimi temsil ediyor öyleyse? Ar- temis'i mi, yoksa Nikandra'yı mı? Bu sorunun yanıtını Nikandra kendisi bile veremezdi belki de.
Böylece sonunda, başka yerlerde olduğu gibi Eski Yunan'da da, Wil- lendorf Venüsü'nün uzun tarihinin son evresine varıyoruz. Sokrates ile Phaidros, güneşli bir günde İlissos Çayı'nm gölgelik kıyılarında dolaşırken nympha'larm bir tapınağına rastgelirler. Birtakım adak sunuları vardır tapmakta; küçük resimler, oyuncak bebeklerdir bunlar. Yu- nanca'da oyuncak bebeğe kore, "kız" denir. Onların her zaman rastladıkları bir şeydi bu, dolayısıyla şöyle bir bakıp geçerler.242 Ama oyuncak bebekleri oraya kim bırakmıştı, üstelik niçin bırakmıştı acaba? Bu sorunun karşılığını bir sunu yazıtında bulabiliriz:
Gelin olm aya giden T im arete davulun u , topunu, saç bandım , oyuncak bebeklerini ve onların giysilerini su n ar san a, ey Bataklıkların A rtem isi!Ey L eto 'n u n kızı, u zat elini T im arete 'ye, kutsa on u , lekeden ve tehlikeden uzak tu t!243
Timarete evlenmektedir, çocukluğuyla ilgili ne varsa hepsini ortadan kaldırmanın zamanı gelmiştir artık. Ama yalnızca birer oyuncak da olsalar bir köşeye atılamaz bunlar, gerçekte her zaman ait oldukları tanrıçaya geri verilmelidirler; çünkü Timarete'nin en eski kadın atalarının, bir Yontmataş Çağı mağarasının ıslak ay aydınlığında yaşamı yenileme gücüyle donatılmış aynı simgelere dokundukları zamanların kokusunu, ruhunu belli belirsiz de olsa taşımaktadır.
238 TARİHÖNCESİ EGE
241 CD I. 5423.242 Platon, Phdr. 229-30.243 AP. 6. 280.
239
EGE'DEKİ BAZI ANAERKİL TANRIÇALAR
VII
1. Demeter
Küçük yontular nitelik değiştirip oyuncak bebeklere dönüşürken, onları ilkel büyüden almış olan anaerkil tanrıçalar da kendilerini yeni ataerkil koşullara uydurmaktaydılar. Bu sürecin ilk evrelerine Geç Minos döneminde rastlanabilir.
Minos'da ölüler genellikle doğal mağaralara ya da tapınak-gömüt- lere topluca gömülürdü.1 Mokhlos'da ve Mesara'da gömütler gömütlüklerde birarada bulunur; demek ki, çeşitli soylar tek bir köy yerleşim merkezinde toplanmıştır.2 Ölülerin bir arada gömülmesi Kyklad'lar- da, Attika'da ve Peloponnesos'da da yaygındı. Topluca gömülme Orta Helladik dönemde anakarada ortadan kalkar, ama Geç Mykene döneminde küçük öbekler biçimindeki aile gömütleriyle yeniden ortaya çıkar. Mykene'nin Gömüt Alanı'ndaki gömütler iki yüzyıl boyunca sürekli kullanılmıştır; nitekim, buradaki iskeletler arasında bir aile benzerliği göze çarpar.4 Malthi'de (Messenia) yapılan son kazılarda, birbirine yakın evlerde kümelenmiş üç yüzden fazla odadan oluşan bir Geç Hellas köyü gün ışığına çıkarılmıştır. Köy, yüksek bir duvarla çevrilidir. Duvarın dışındaysa, ana kapınm hemen yakınında, Mykene'deki
1 V.G. Childe, The Dawn o f European Civilisation (Avrupa Uygarlığının Doğuşu), (Üçüncü basım, Londra, 1939), s. 22-23; A.). Evans, The Palace o f Minos (Minos’un Sarayı), (Londra, 1921-35), c. 1. s. 70-72; H.R. Hall, The Civilisation o f Greece in the Bronze Age (Tunç Çağı’nda Yunanistan Uygarlığı), (Londra,1928), s. 44.
2 The Dawn o f European Civilisation, s. 23; J.D.S. Pendlebury, Archaeology o f Crete, (Girit'te Arkeoloji), (Londra, 1939), s. 63-65.
3 The Dawn o f European Civilisation, s. 50-51, 67.4 Aynı yerde, s. 76.
2 4 0 TA RİH Ö NCESİ ECE
Gömüt Alanı gibi büyük taşlarla çevrili geniş bir gömütlük bulunmaktadır.5
Öte yandan, ölülerin çömleklere, taştan oyulmuş sinlere ya da kilden tabutlara tek tek konulması Girit'te ve Kyklad'larda daha Erken
Minos döneminde başlamış ve gitgide yaygınlık kazanmıştı.6 Yalnız, ölülerin çömleklere konularak gömülmesi belki de özel bir durumdur, daha çok küçük çocuklar için uygulanmış olabilir. Anneyi ölen çocuğun ruhu aracılığıyla yeniden gebe bırakmak amacıyla, küçük çocukları evin içinde ya da hemen yakınında bir
yerde çöm leklere koyup gömme çok rastlanan bir alışkıdır.7 Ama
ölülerin tek tek gömülmesi, genel olarak, klanın dağılmasının bir belirtisi sa-
Resim 21. Yüzlü birTroya yılmalıdır. Kyklad ve Minos kültiirle-çomleği rinin, kabileden devlete giden yolda -
daha sonraları değişik koşullarda Yunanistan'ın dört bir yanında yinelenmiş olan bir süreçte- ilerlemeye başladığını göstermektedir.
Minos kabile düzeni konusunda şimdilik hiçbir bilgimiz yok, ama totemci kalıntılardan da geçilmiyor. Praisos'da dişi domuz eti tabuydu; Zeus'u bebekliğinde bir dişi domuzun emzirdiği yolundaki bir gelenek de bu tabuyu doğruluyor.8 Bu bölgede yaşayanlara Eteokret'ler ya da Gerçek Giritliler9 deniliyordu,.başka bir deyişle Minos soyun- dandılar bunlar; Zeus adı da Hint-Avrupa ailesinden geldiğine göre bunun Yunanca konuşan istilacılar tarafından yerel bir totemci klana yakıştırılmış olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Adanın daha başka yörelerinde Zeus'la keçi arasında ilinti kuruluyordu.10 Zeus'a adanmış olan
5 M. N. Valmirı, Swedish Messenia Expedition, (Lund, 1938).6 The Dawn o f European Civilisation, s. 24, 50-51; The Palace o f Minos, c. 1, s. 149-50.7 O. Frödin ve A.W. Persson, Asine, (Stockholm, 1938), s. 437. Valengeler arasında "ölü doğan ya da
daha birkaç aylıkken ölen bütün bebekler bir kaba konularak gömülür" (E.D. Earthy, Valenge Women, Oxford, 1933, s. 153) ve "su kabı dölyatağının simgelerinden biridir" (aynı yerde, s. 66).
8 Ath. 376a.9 Staph. 12.10 Ida Dağı’nda Zeus'a dadılık eden Amaltheia adlı nympha onu keçi sütüyle beslemiş (Erat Cat. İli
Hyg. Ast. 2.13). Minos Ciritindeki çiftlik hayvanları daha çok domuzlardan ve keçilerden oluşmaktaydı
Eg e 'd e k İ B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r 241
Aigaion Dağı, yani Keçi Dağı eteklerinde doğal bir mağara, Psykhro Mağarası vardır ve bu mağarada keçilerle ve çift yüzlü baltalarla bezemlen- ıniş bir Minos vazosu bulunmuştur.11 Anlaşılan, keçi de domuzun yaptığını yapmaktadır. Çünkü bir Minos mühründe, bir keçinin bir bebeği emzirdiği görülmektedir.12
Minos dininin kendine özgü simgeleri sütun, çift yüzlü balta ve boğa boynuzlarıdır. En çok önem verilen hayvanlarsa yılan, güvercin ve boğadır. Aslında sütun, kutsal ağacın stilize edilmiş bir biçimidir.13 Baltanın kutsallığı, ilkel toplumda kadınların işi olan ağaç kesmekten kaynaklanmış olsa gerektir.14 Ağaçlan devirmek için kullanıldığından, yıldırımla arasında bir bağıntı kurulmuş,
böylelikle yağmur yağdıran bir büyü aracı olmuştur zamanla. Daha sonraları savaş baltasına ve kurban baltasına dönüşmüş, en sonundaysa kutsal boğanın kanına değdiğinden gücü bir kat daha artmıştır.15 Hayvanlara gelince, yılanla güvercinden daha önce söz etmiştik. Boğa ise, erkeğin dölleme gücünü simgelediğinden, sürünün tanrılaştırılmış önderiydi. Günümüzdeki çoban topluluklarda da görülen sığıra tapınmanın Cilalıtaş Çağı Avrupa-
Resim 25. Ç iSa ,üzlü M i * » b a te ,: f 1' " ^ ' ' a r o ‘d u f - £ > S a y O T t u -Knossos'dan defedi ta, « to n a o,ma lanndan anlaşılmaktadır.16
(The Down o f European Civilisation, s. 21).G. Clotz. La civilisotion igienne (Ege Uygarlığı), (Paris, 1923), Aegean Civilisation, (Londra, 1925), s. 252-53; M.P. Nilsson, Minoan Mycenaean Religion (Minos-Mikene'de Din), (Lund, 1927), s. 56-58.
12 A.J. Evans, “Knossos Excavations, 1903”, Annual o f the British School at Athens, (Londra, 1894-), 9. s. 88.
13 Id. MTPC.14 O. T . Mason, Woman's Share in Primitive Culture (İlkel Kültürde Kadının Rolü), (Londra, 1895), s.
133.15 Aegean Civilisation, s. 231-32.16 The Dawn of European Civilisation, s. 137.
Resim 22. Keçinin emzirdiği bebek: M inos mührü
2 4 1 TA RİH Ö NCESİ E g e
Resim 24. M inos boğa güreşi: Knossos'dan değerli taş üstüne oyma
Minos ana-tanrıçasma, erkek yardımcıları da bulunan rahibeler hizmet ederdi. Minos'da bulunmuş bir yüzüğün üstündeki mühürde, kırda dans eden üç rahibe görülmektedir. Rahibelerin eteklikleri farbalalı, göğüsleri açıktır. Ayaklarının dibinde zambaklar açmıştır. Az ötede, tanrıça havada asılı durmaktadır; aşağıdan, tanrıçayla buluşacakmışçasına bir yılan tırmanmaktadır yukarı.17 Mykene'de bulunan bir altın yüzükte, bir rahibe yalvarıp yakanyormuşçasına sunağa doğru eğilmiştir, başka bir rahibe de kolları dirseklerinden bükülmüş, elleri kal-
Resim 25. Mykene tapım sahnesi: Mykehe'den bir altın yüzük
17 Aegean Civilisation, s. 249.
çalarına uzanmış, dans etmektedir. Sağda bir ağaç göze çarpmaktadır; bir erkek yardımcı, rahibelere meyve koparmak için ağaca eğilmiştir.18 Gournia'daki bir tapım putunda tanrıça, doğurmakta olan bir kadın olarak gösterilmiştir.19 Tanrıçaya, Amnisos'daki Eileithyia Mağarasında bu özelliğiyle tapınılmaktadır. Adı Hint-Avrupa ailesinden kaynaklanmayan Yunan Eileithyiası'nm doğrudan doğruya Minos doğum tanrıçasından geldiğini kabul" edebiliriz. Kimi bilim adamları daha da
E g e ' d e k İ B a z i A n a e r k İl T a n r i ç a l a r 243
Resim 26. Kutsal ağacın önünde dans: Mykene'den bir altın yüzük
ileri giderek, Eileithyia ile Eleusis arasında bir köken bağı bulunduğunu öne sürmüşlerdir.20
Demeter'in atalarının Minos'lu olduğunu doğrulamak için kimi De- meter tapımı anıtlarına göz atılabilir. Louvre Müzesi'nde Demeter'in bir terrakotta kabartması vardır. Bu kabartmada, iki elinde başak tutan, kollarından yukarı yılanlar süzülen Demeter yerden göğe yükselmektedir. Gerçi bu kabartma daha sonraki bir dönemde yapılmıştır, ama buradaki tip büyük bir olasılıkla eskidir.21 Eleusis'de bulunan çok eski bazı küçük yontularda, Demeter'in başında bugünkü Yunan pap-
18 Aynı yerde, s. 238.19 H.B. Hawes, R.E. Williams, R.8 . Seager ve E.H. Hall, Gournia, Vasiliki, and other Prehistoric Sites on
the Isthmus o f Hierapetra (Crete) (Gournia, Vasiliki ve Girit’teki Diğer Tarihöncesi Kalıntılar), (Philadelphia, 1908), s. 11.
20 Minoan-Mycenaean Religion, s. 450-51.21 W.H. Roscher, Ausfiihrliches Lexikon der griechischen und pömischen Mythologie, (Leipzig, 1884-1937),
c. 2, s. 1359.
2 4 4 T A RİH Ö N C ESİ EGE
Resim 27. Demeter'in yükselişi: Terrakotta kabartma
pas'larının başlıklarım andıran silindir biçiminde uzun bir başlık vardır.22
Gerçekte, bu iki tip arasında ortak bir yan yoktur, ama her ikisi de tanrıçanın ya da onun rahibesinin uzun başlıklı, etekliği farbalalı, göğüsleri açık, korsajlı olarak gösterildiği bazı Orta ve Geç Minos yontularını anımsatmaktadır; öne uzatılmış olan ellerde yılan vardır, başka bir
takım yılanlar da kollara, omuzlara ve kafaya dolanmıştır.23 Bu Minos tipi, saçlarında ve ellerinde yılanlar bulunan kadınlar bi
çimindeki Erinys'leri akla getirmektedir ister istemez.24 Nitekim, Ar- kadia'da bu tanrıçaya Demeter Erinys adıyla tapınılmaktaydı.25 Anlaşılan, Demeter, Emıt/s'lerin ki- şileşmiş bir biçimi olarak ortaya
^ .çıkm ıştır ve Artemis ile nympha- lar arasında nasıl bir ilişki varsa, Demeter ile Erinys'ler arasında da öyle bir ilişki söz konusudur.
1o P
oQ 1Â l
- f i l 0a a t
â laÖ 8SAO
S İ so 4 ?
Resim 28. Demeter’in Pappas tipi: Eleusis’den bir
terrakottaResim 29. M inos yılan rahibesi: Kü çü k yontu
22 L.R. Famell, Cults o f the Creek States (Yunan Devletlerinde Tapırtılar), (Oxford, 1896-1909), c. 3. s- 215.
23 The Civilisation of Greece in the Bronze Age. s. 127-28.24 Aiskhylos, C. 1046-48.25 Pausanias, 8. 25. 4.
E g e ’ d e k i B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r 245
Persephone, Eleusis'de Kore, yani Kız adıyla, Andania'daysa Lekesiz Kız anlamına gelen Hag- ne adıyla biliniyordu.26 Söylencelerde geçen Knos- sos'lu prenses Ariadne'nin adı, kızoğlankız demek olan eriagne'nin Girit Dorcasıdır;27 Ariadne'nin öyküsüyse (Ariadne, Theseus tarafından Naksos Adası'na getirildikten sonra Dionysos tarafından kaçırılmış, dağa kaldırılmış)28 Persephone'nin ka- çınlışmm bir başka biçimidir. Aynı türden üçüncü bir örnekse Britomartis'dir. Britomartis'in adı, anlamını çıkarabildiğimiz birkaç Minos sözcüğünden biri: "tatlı bakire" anlamına geliyor.29 Kral Minos, Britom artis'e vurulmuş, kızı dokuz ay durmadan kovalamış, sonunda yakalanacağını gören Britomartis kendini denize atmış.30
Minos ana-tanrıçasmın bir erkek ortağı vardı; belki oğlu, belki de eşiydi bu ortak, belki de her ikisi birden. Bu tanrı Cilalıtaş Çağı'nda hiç görülmez. Orta ve Geç Minos dönemlerinde durumunda bir gelişme olursa da, gene de sonuna dek ikincil kalır.31 Anaerkil toplum düzeninin bağrından
26 S/c. 736.34.2? Plutarkhos, Thes. 20.28 D. S. 5.51.29 Pausanias, 3.1-/.2.J0 Cali. Dian. 189-203.
Resim 30. Britomartis:
Lyttos’dan değerli taş üstüne oyma
2 4 6 TA RİH Ö N C ESİ E g e
doğan ataerkil bir ilkeyi temsil etmektedir bu tanrı. Knossos'da boğa ile özdeşlendiği anlaşılmaktadır. Kral M inos'un karısı Pasiphae'niry gönlünü kaptırdığı Minotauros'la ilgili söylence buradan kaynaklanmıştır. Belki de bu söylence, erkeğin boğa başı maskesi takmış kral tarafından temsil edildiği bir kutsal evlenmeye dayanmaktadır.32 Sözü
nü ettiğimiz bu tanrı, oğul olarak düşünüldüğünde, Rheia'nm bakması için Amaltheia adlı nympha'ya verdiği Zeus'dur; eş olarak düşünüldüğündeyse, Demeter'in üç kez sürülmüş bir tarlada sarmaş dolaş olduğu İason.33 Eleusis'de de, kutsal evlenme, söylencede karşımıza Demeter'in evlatlığı Demophon ya da Triptolemos olarak çıkan ölümsüz bir çocuğun doğmasına yol açmıştır.34 Triptolemos, Deme- ter'den öğrendiği saban kullanmayı ve tarla bakımını bütün dünyayı dolaşarak insanlara öğretmiştir.35 Demek ki, söylencede erkeğin belirmesi, erkeğin
Resim 32. M ino s’lu rahip: tarımla uğraşmaya başlamasına denkKnossos’dan bir kabartma düşmektedir.
Resim 33. Demeter ile Triptolemos: Attika tası
31 The Palace of Minos (Minos’un Sarayı), c. 4, s. 46; Aegean Civilisation (Ege Uygarlığı), s. 252-54.32 Apollodoros, 3.1. 2, 3.15. 8; A.B. Cook, Zeus, (Cambridge, 1914-40), c. 1, s. 464-96, 521-25.33 Odysseia. 5.125-27.34 Homeros, H. 2.223-49; Apollodoros, 1. S. 2.
Demeter, bütün Yunan tanrıçaları içinde en tutucu olanıydı. Demeter tapımmın yeni bir doğrultuda geliştiği biricik merkez, bu tapımın panhelenik bir gizemci dine dönüştüğü Eleusis'di; ama Demeter orada bile tarımsal niteliğini bütünüyle yitirmedi ve başka yerlerde karşı cinsle ilişkiye girmemeyi sürdürdü. Kızoğlankızlığını koruyan tek ana- tanrıçaydı Demeter.
2. A thena
Thukydides, Yunanistan'daki ilk yerleşim merkezlerinin, daha sonrakilerin tersine, deniz kıyısına kurulmadığını, korsanlardan korunmak için içerilere kurulduğunu söylüyor.36 Thukydides'in bu görüşü, Thebai, Orkhomenos, Atina, Mykene gibi en eski yerleşim merkezlerinden kimilerinin, Hermione, Epidauros ve Messenia Pylosundaki Ka- ria-Leleg kentleriyle karşılaştırılmasıyla doğrulanabilir. Ayrıca, bu ilk dönemlerde nüfusun en geniş kesimini Pelasg'ların oluşturduğunu da söylüyor Thukydides.37
İlk köylerden kimileri daha çok tepelik yerlere kurulur, köy büyüyüp kente dönüştüğünde ilk yerleşim yeri kale ya da akropolis olurdu. Bunun en açık örneği Atina kentidir. Yunanistan'ın dört bir yanında (Atina'da, Argos'da, Sparta'da, Troya'da, Pergamos'da, Smyrna'da, Ro- dos'da ve daha birçok yerde) tanrıça Athena adına kurulmuş akropo- lislere rastlanır.38 Aristeides'in deyişiyle, "Athena tanrıça, her kentin doruğunda tek başına egemenliğini sürdürür."39 Burada biraz abartma var elbette, Athena tanrıça hiç de öyle hazır ve nazır değildi. Ama Athena tapımının yayıldığı koşullarda ortaya çıktığını sandığımız bu yakıştırma, tanrıça Athena'nm ayırt edici özelliklerinden biri olup çıkacak kadar yaygındı.
Athena, Peloponnesos'da derin kökler salmıştı. Aliphera'da (Arka- dia) Athena'nın doğumuyla ilgili yerel bir söylence vardı.40 Kuzey Elis'deki Larisos Irmağı dolayında Athena Larisaia adıyla tapınılıyor
EGE’DEKİ B A Z I A N A E R K İL T A N R I Ç A L A R 247
35 J.E. Harrison, Prolegomena to the Study of Creek Religion (Yunan Dini Üzerine inceleme). (Üçüncü basım, Cambridge, 1922), s. 273.
36 Thukydides, 1. 7.37 Thukydides, 1. 3. 2.38 Pausanias, 2. 24. 3.39 Aristid. 1.15.40 Pausanias, 8. 26. 6.
du tanrıçaya.41 Tanrıça, en eski çağlarda Larisa diye bilinen Argos'da- ki akropolisde de aynı adla anılıyordu.42 Pelasg'lara özgü bir yer adıy. dı bu. Atina kentinde Athena tapımının daha kentin kuruluşundan başlayarak ortaya çıktığı sanılmakladır. Atina'da ilk oturanlar Pelasg'lar- dı: Pelasg'larm kralı Kekrops ise Athena tanrıçanın hizmetkârıydı. Dolayısıyla, tanrıça Athena'nm, Atina kentine kendisine tapınan Pelasg'lar- ca getirilmiş olabileceği geliyor akla. Peki, Pelasg'lar hangi yönden gelmişlerdi acaba?
2 4 8 TARİH Ö N CESİ E g e
41 Pausanias, 7.17. 5.42 Pausanias, 2. 24. 3.
E g e ’d e k İ B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r 249
Boiotia'lılar, Kopais Gölü'nü yaratan taşkın sularının altında kalan Atina diye bir kentin anısını koruyorlardı. Strabo ve Pausanias'a bakılırsa, bu kent, kral Kekrops'un Boiotia bölgesine egemen olduğu dönemde biliniyordu. Demek ki, Attika Atinası daha eski bir kentti.43 Gerçekte bu görüşü doğrulayan tek bir bağımsız kanıt yoktur, ama gene de böyle bir savın ortaya atılmasındaki amaç açıktır. Atmalılar, budala Boiotia'hlara borçlu görünmekten hiç hoşlanmıyorlardı. Oysa Athena tanrıçayı onlardan aldıkları anlaşılıyor. Athena'nın Alalkomena- i yakınlarındaki Triton Irm ağı'nın kıyısında dünyaya geldiğine ilişkin gelenekten kaynaklanan Tritogeneia ve Alalkomeneis gibi sıfatları çok eski olsa gerektir, çünkü bu sıfatlar daha Homeros şiirlerinde yerel anlamlarından uzaklaşmışlardır.44 Bu bakımdan, Meyer'in, Athena tanrıçanın Attika'ya Boiotia'dan geldiği görüşüne katılabiliriz.
Boiotia'ya girdikten sonra daha da kuzeye yöneliyoruz. Tarihsel zamanlarda Boiotia Birliği'nin tanrıçasıydı Athena; kendisine Athena İto- nia adıyla tapınılmaktaydı. Bu ad, bizi, güney Thessalia'daki İtonos'a yöneltiyor. Çünkü Athena tanrıça, İtonos'da, aynı ad altında Thessali- a Birliği'nin tanrıçasıydı.45 Boiotia Birliği ise, Troya Savaşı döneminde Boiotia'yı ele geçiren Boiot'lara kadar uzanıyordu. Thessaller Thessa- lia'yı aynı dönemde ele geçirdiler; Boiot'ları Boiotia'ya süren de onlar- dı. Dolayısıyla, Athena İtoina tapımırun Boiotia'ya güney Thessalia'dan geldiği açıktır. Ne ki, tanrıça Athena'nın Atina'daki ve daha başka yerlerdeki tapımları Troya Savaşı'ndan çok daha eskilere uzandığına göre. bu tanrıça Thessalia'ya Thessal'ler ya da Boiot'lar eliyle getirilmiş olamaz. Onu orada karşılaştıkları insanlardan almış olsalar gerektir; Pelasg'ların Thessalia'da öteki yörelerden daha kalabalık olduklarının söylendiğine bakılırsa,46 bu tanrıçanın başlangıçta Pelasg'ların tanrıçası olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz.
Thessalia'yı Boiotia'dan ayıran Malis Körfezi'nin güney kıyılarında Lokris Epiknemidia ve Lokris Opountia yer alır; buralara bu adlar, aynı halkın Korinthos Körfezi'ndeki bir başka yerleşim merkezi olan Lokris Ozolis'den ayırt edebilmek için verilmiştir. Lokris Opountia halkının çok ilginç bir göreneği vardı: Her yıl Troya'ya iki genç kız yollu- yorlardı, Troya Athenası'mn hizmetine adanıyordu bu kızlar.47 Bu gö
43 Pausanias. 9. 24. 2.44 Tausanias, 9. 33: İlyada, 4. 415. 5. 908.45 Pausanias, 9. 34.1,10. 1. 10; Strabon, 411; Thukydides. 1. 12. 3.
46 Strabon, 220-21.47 Timae. 66: Polybius. 12. 5, 6.
250 TARİHÖNCESİ EGE
renek, Troya Savaşı'na katılan komutanları Aias'm işlediği günahın kefareti olarak açıklanıyordu. Troya kentinin yağmalaııışı sırasında, Ai- as da, kral Priamos'un bir Apollon rahibesi olan kızı Kassandra'yı kaçırmıştı. Hiç kuşkusuz, bir neden uydurabilmek için gerçek tersyüz edilmiştir burada. Gerçekte, genç kızların Troya Athenası'nm hizmetine yollanmaları, tanrıçanın Lokris'deki tapınunm Troya'daki tapımın bir kolu olduğunu göstermektedir.
İh/adcı'da Troya'nm koruyucu tanrıçasıdır Athena, akropolisdeki tapmağında oturur. Ama Athena tapınağının rahibesi Theano kesinlikle Troyalı değildir; Thrakia'mn egemeni kral Kisseus'un kızıdır. Strabon, Kisseus'un, Thrakia'mn sonradan Makedonia diye bilinen yöresinde; daha doğrusu, Kissos Dağı'nm ve bir zamanlar sonradan Thessaloni- ke kentine dönüşen Kissos kentinin bulunduğu Halkidikya yarımadasında yaşadığım söylüyor.48 Pelasg'lar oturmuştu bu bölgede, dilleriyse burada varlığını sürdürmüştü. Kisseus, bir de, Aşağı Mezopotamya'daki Susa kenti yakınlarında yaşayan bir kabilenin, Kissi'lerin ata adı olarak çıkıyor karşımıza.49 Gerçi Susa Troya'dan çok uzaklardadır, ama Troya kral ocağının doğuyla bağıntıları olduğu biliniyor. Troyalı- larm bağlaşıklarından biri de, akropolis'i Memnonion olarak bilinen Susa kentinin kurucusu Tithonos'un oğlu Memnon'du; Tithonos, Troya kralı Priamos'un erkek kardeşiydi ve karısının adı da Kissia'ydı.50 Hekabe de, Homeros-sonrası gelenekte Kisseus'un kızı olarak anılır.51 Demek ki, Kissi'lerin biri doğu, öbürü batı olmak üzere iki kolu vardı ve batı kolu Homeros Troyası'nm kral soyunu oluşturuyordu.
Memnon'u, Priamos'un yardımına, Asur ya da Asya kralı olarak tanımlanan Teutamos diye biri göndermişti.52 Biliyoruz ki, Kretschmer, -atııos ile biten özel adları incelemiş, bunların Anadolu'ya özgü adlar olduğunu ortaya koymuştur.53 İmbros'daki Pelasg Hermesi'nin yerel adı İmbramos'du.54 Priamos'un bağlaşığı olan Pelasg önderleri (Troya Larissası'ndan geliyorlardı) Teutamos'un torunlarıydılar.55 Thessalia
48 ilyado. 11. 222-24: Strabon. 330. 24.49 Herodot Tarihi, 3. 91. 4, 5. 49. 7, 7. 62. 2; Strabon, 728.50 Odysseia, 4.188-89; ilyada, 11.1.51 Euripides, Hekabe, 3; Vergilius, Aeneis, 7. 320, 10. 705. Bu Kisseus kimi zaman Homeros
destanlarındaki Kisseus'la bir tutulurdu (Euripides, Hekabe, 3) ama Philokhoros'a göre (FHC. 4.648) Kisseus bir Phrygia köyü ya da klanının ata adıydı. Bir değişkede de, Priamos'un anasının adı Plakia olarak geçer (Apollodoros, 3. 12. 3), Plakia Pelasg'ların bir yerleşim merkezidir.
52 D. S. 2. 22; lo. Ant. 24.53 P. Kretschmen, Einleitung zur Ceschichte der griechischen Sprache, (Cöttingen, 1896), s. 325.54 B. V. Head, Historia Numorum, (ikinci basım, Oxford. 1911), s. 261.55 ilyada, 2. 840-43; Strabon, 620; W. Leaf, Troy, (Oxford, 1912), s. 198-213.
Eg e ’ d e k i B a z i A n a e r k i l T a n r i ç a l a r 251
Larissası ise bir zamanlar Teutamidas ya da Teutamias adlı bir Pelasg kralının egemenliği altına girmişti.56 Priamos adı da aynı sınıftan bir sözcüktür. Bütün bıınlar birbirini tutmaktadır. Eğer Kissi'ler Pelasg idiyseler, onların ilk yurtlarmı Kafkasya'da aramamız gerekir; nitekim, oralarda bir yerde, Trabzon'la Batum arasındaki kıyıda Kissa57 adı verilen bir yerleşim merkezine rastlıyoruz. Eğer, Kissi'lerin iki kolu karşıt yönlere doğru göç etmişlerse, bu, batı kolunun Ege bölgesine taşıdığı Tithonos söylencesine açıklık getirmektedir: Tithonos'u, kendisine âşık olan şafak-tanrıça kaçırmıştı.58 Acaba bu Troya ve Makedonia Kissi'leri, Beşinci Bölüm'de belirttiğimiz gibi "Miny çömleği"yle belirlenen kültürü getiren Pelasg'lar mıydı? Öyle sanıyorum ki, Pelasg göçüyle ilgili bu ve daha başka sorular, mitoslarla ve yerlerin betimlenmesiyle ilgili yazınsal bilgilerin daha da derinliğine bir çözümlemesiyle yanıtlanabilir. Ama şimdilik Athena'nın bir Pelasg tanrıçası olduğunu belirtmekle yetineceğim.
Kekrops'un "toprağın oğlu" olduğu söylenir, yani bir Pelasg yerlisidir Kekrops. Üstü insan, altı yılan biçimindedir.59 Üç kızı vardır: Ag- lauros ya da Agraulos, Herse ve Pandrosos. İlkinin sözcük kökeni belirsiz; ama "çiy" anlamına gelen Herse ile "tepeden tırnağa çiy" anlamına gelen Pandrosos sözcükleri, Athena Polias tapınağının yanındaki Pandroseion'da yetişen kutsal zeytin ağacına tapınmadan kaynaklanmaktadır.60 Tanrıça Athena bir gün Hephaistos'un işliğine gelmiş, kendisine silah yapmasını istemiş Hephaistos'dan. Ateş-tanrı birden dayanılmaz bir istek duymuş Athena'ya, başlamış kaçan tanrıçayı kovalamaya. Tanrıçaya yetişmiş, ama boğuşurlarken Hephaistos'un sperması Athena'nın bacağına akmış. Athena tanrıça bir yün (eriotı) parçasıyla spermayı silmiş, tiksinerek yere, toprağa (khthon) atmış. Böylece toprak ana döllenmiş ve yılan-çocuk Erikhthonios doğmuş. Athena da çocuğu Kekrops'un kızlarına vermiş bakmaları için.61 Elimizdeki biçimiyle bu öykü, daha sonraları tanrıçalarının kızoğlankız olduğunu savunan Atinalılara verilmiş beceriksizce bir ödündür. Eğer tanrıyla tanrıça bir zamanlar bir kutsal evlenme biçiminde birleşmiş olmasalardı, böyle bir öykü uydurmaya da gerek duyulmazdı. Yılan-çocuğun ger
56 Apollodoros, 2. A. A. Lesboslu Theophrastos’un gerçek adı Tyrtamos'du, ama Tyrtamos çok çirkin bir ad olduğundan Aristoteles onu adını değiştirmeye razı etmişti: Strabon. 618.
57 Arr. Ind. 26. 8.58 Homeros, H. 5. 218.59 Apollodoros, 3 .14.1.60 Apollodoros, 3. 14. 2; Pausanias, 1. 2. 6, 1. 27. 2.61 Apollodoros, 3. 14. 6.
çek anası yılan-tanrıçaydı. Ve Minos tanrıçası gibi bir tanrıçanın da, kral ocağının kızlarınca yetiştirilen kutsal bir zeytin ağacıyla bağıntısı vardı. Bu tanrıçanın tapımı, anaerkil bir tapımdı.
252 TARİHÖNCESİ EGE
Kral Kekrops'un egemenlik dönemine iki önemli olay yakıştırılır. Bunlardan biri, evlilik kuruntunun ortaya çıkışıdır. Otekiyse, Atheııa ile Poseidon'un Akropolis'e talip olmaları ve bunun için armağanlar yarışmasına girmeleridir. Athena, Pandroseion'a kutsal zeytin ağacuıı dikmiş; Poseidon ise Erekhtheus tapmağının içinde üçlü yabasmı yere vurarak kutsal bir kuyu yaratmış. Hakemliğine başvurdukları Kekrops Poseidon'un kutsal kuyusunu beğenmemiş, zeytin ağacım diken At- hena'ya vermiş ödülü.62 Troizen'de, Argos'da ve Korinthos'da rastlanan birçok benzer öyküde Poseidon gene yarışmacı olarak boy gösterir. Poseidon, Athena'yla birlikte Troizen'e talip olmuş ve en sonunda kenti tanrıçayla paylaşmayı kabul etmişti.63 Argos'da Hera'yla karşı karşıya gelmiş, tanrıçaya yenik düşmüştü.64 Korinthos kenti için de gü- neş-tanrı Helios'la yarışır ve kent Helios'a verilir sonunda. Korinthos
62 Herodot Tarihi, 8. 55; Apollodoros, 3.14.1,63 Pausanias, 2. 30. 6.64 Pausanias, 2.15. 5, 2. 22. 4.
Resim 35. Athena, Erikhthonios ve Kekrops: Attika kabartması
E g e ’d e k i B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r 253
İsthmosu'nu ise Poseidon kazanır ve orada Poseidon adına İsthmia Oyunları düzenlenir.65 Bir başka geleneğe bakılırsa, İsthmia Oyunları, Kadmos'un kızı İno'nun oğlu Melikertes'in anısına düzenlenmiştir.66 İsthmos'daki Megara kentinin kurucusu Megareus, Miny'lerin Orkho- ırıenos kentinde Poseidon'un Onkhestes'den olan oğluydu.67 Bu gelenekler Boiotia'dan aktarılmıştı; ancak, Kadmos'lular ya da Miny'ler ta-
Resim 36. Athena ve Kekrops kızları: Attika vazosu
rafından değil de, onlarla bağı olan halklar tarafından aktarılmış olabilirler. Poseidon'un Thessalia'da Tyroid'lerin ata tanrısı olduğunu görmüştük; sonra, daha kuzeyde, Peneios Irmağı'run ağzı dolaylarındaki Petra'da eski bir Poseidon tapımı vardı.68
Poseidon kuzeyden gelmişti. Güzel de, Attika ve Peloponnesos'a kimler getirmişti Poseidon'u? Bir kere, Tyroid'ler getirmiş olamaz, çünkü onlar Attika'ya Dor istilasından sonra gelmişlerdir. Poseidon soyundan olduklarını ileri süren Boiot'lar da olamaz, çünkü Boiot'lar Peloponnesos'a kadar uzanmış olmalarına karşın, Attika'da hiçbir iz bırakmamışlardır. Geriye, Attika, Korinthia ve kuzey Peloponnesos'da yaşadıkları belgelenmiş olan Lapith'ler kalıyor.69 Attika Peirithoid'leri Lapith'Ier- dendiler; Peirithoos da Atina'nın yerel kahramanı Theseus'un en yakın
65 Pausanias, 2. 1 . 6 .66 Apollodoros, 3.4. 3.67 Pausanias, 1. 39. 5; Apollodoros, 3.15. 8.68 Pi. P. 4.138.69 Ells Kralı Augias ve Epeio'ların Homeros destanlarındaki önderleri (ilyado, 2.615-24) Lapith'lerdendilen
D. S. 4. 69; Pausanias, 5 .1 .11.
2 54 TARİHÖNCESİ EGE
dostuydu. Bu söylence, bugünkü biçimiyle, sanırız altıncı yüzyılın ikinci yarısında doğmuştur, daha eski değildir. Theseus, altıncı yüzyıhn ikinci yansında, Dor ırkının büyük kahramanı Herakles'e karşı Atina- lılarca uydurulmuş bir kişidir.70 Daha önceleri, Peirithoid'lerin yaşadığı Marathon'un yerel kahramanıydı Theseus; Homeros'un İhjada'sında da Theseus'u Thessalia'da Peirithoos ile Kaineus'un silah arkadaşı olarak görürüz.71 Theseus köken bakımından Thessalia'h bir Lapith'di. Bu da sorunumuzu açıklığa kavuşturuyor, çünkü Theseus yalnız Piııdaros ile Euripides'in onun babası olduğunu söyledikleri Poseidon'la değil, Troizen kenti ve İsthmos Kıstağı ile de yakından bağıntılıydı.72
Poseidon'un, Theseus'daıı ayrı olarak, konumuzla doğrudan ilgili iki bağı daha vardır Lapith'lerle. Birincisi, Korinthos'dandır. Makedo- nia kıyısında bir Korinthos kolonisi olan Potidaia onun adını taşır; sanırız bu adı koloninin kurucusu, yani Korinthos tiranı Periandros'un oğlu seçmiştir.73 Periandros, öyküsünü Beşinci Böltim'de anlattığımız Kypselos'un oğlu ve ardılıydı. Kypselos ise, Korinthos yakınlarındaki Petra kentine yerleşen Kaineid'lerin Lapith klanmdandı.74 Bunların, Poseidon Petraios'un bulunduğu Thessalia Petrası'ndan gelmiş oldukları söylenebilir. Korinthos'daki Petra kentinin yeri tam olarak belirlenememektedir; ama eğer kentin doğusunda -Korinthia'nm büyük bir bölümü de buradadır- idiyse, o zaman İsthmos Kıstağı'nda olsa gerekir. Böylece, Poseidon'un Korinthos'a gelişi açıklanmış oluyor: Korint- hos'a Lapith'lerin bir kolu tarafından getirilmiştir Poseidon.
Gerçekte Athena tanrıçaya bağlı olan Erekhtheion'da, eski yılan kahramanla yeni tanrının kaynaşmasını simgeleyen bir Poseidon Erekh- theus sunağı bulunuyordu. Hemen bitişiğindeyse, orada rahiplik yapmış olan Boutad'ların resimleriyle süslü bir Boutes sunağı vardı.75 Bou- tes, Poseidon'un oğluydu ve kızının adı Hippodameia idi. Lapith'lerin önderi Peirithoos, Hippodameia ile evleneceği zaman, düğününe Ken- taur'ları, at adamları da çağırır; şarap içmeye alışık olmayan at adamlar şölende esriyip kendilerinden geçer, gelini kaçırmaya kalkışırlar; Lapith'lerle Kentaur'lar arasındaki ünlü kavga böyle başlar işte.76 Bu Boutad'lar, Lapith'lerin başka bir koluydu.
70 K. Schefold, '‘Kleisthenes", Museum Helveticum, (Basel, 1943 -), 3. 65-67.71 Euripides, Held. 32-37; Herodot Tarihi, 9. 73.72 Euripides, Hippolytos, 887.73 Nic. Dam. 60.74 Herodot Tarihi, 5. 92b.75 Pausanias, 1 . 26. 5; Plutarkhos, Moralia, 841-43.76 ilyada, 1. 263: Odysseia, 21. 295-309; Pausanias. 5.10. 8; Apollodoros, Epit. 1. 21.
Eg e ’ d e k i B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r 255
Lapith'lerin, Yunanca'yı tarihöncesi Thessalia'ya taşıyan halklardan biri olduğunu Beşinci Bölüm'de belirtmiştik. Yalnız, Boutad'lar Atina soyluluğunun kaymak tabakasıydılar; başkalarım hor gören, eski kafalı ve gerici bir topluluktular. Theseus'un yerel kahramanlığa yükselişi, pekâlâ Boutad'lar eliyle gerçekleştirilmiş olabilir. Boutad'lar, rahipliklerinin daha önceki döneminde Athena Polias tapımım ele geçirmişlerdi. Bu da, soyluluğun egemenliği koşullarında, kentin denetimini ellerinde tuttuklarını gösterir. Eğer Atmalılar "Hellenleştirilmiş Pe- lasg'lar" idiyseler, Hellenleştirilmelerinde Boutad'larm parmağı olsa gerektir. Bu yüzden, Boutad'larm Yunanca konuşan bir soydan geldikleri görüşü pekâlâ doğru olabilir.
Lapith'ler, Attika'ya ilk yerleştikleri sıralarda, başka bir ırktan gelen Pelasg'lar tarafından kuşatıldılar ve zamanla Pelasg'ların kültürünü benimseyip özümlediler. Ne var ki, eski anılar ve izler kolay silinmedi. Toprak için verilen savaşım eski anıları ve izleri kuşaklar boyu canlı tuttu. Soylular, halkı, yerlileri, "toprağın oğullarını nedenli aşağılıyorlarsa, Attikalı olmayan atalarıyla da o ölçüde övünç duyuyorlardı. Sonunda, demokratik hareket, Munro'nun pek yerinde belirttiği gibi, alçakgönüllü kökenlerini "demokratik bir slogan" ve "yabancı bir soyluluğun egemenliğine karşı bir protesto" olarak gözüpek bir biçimde ilan eden bu "toprağın oğulları"nın bir yeniden canlanışına dönüştü.77
Boutad'lar, Erekhtheus tapınağım ele geçirdikten sonra, yerli hanedanın kendi klan atalarmın soyundan indiğini ileri sürer oldular. Poseidon ile Athena arasındaki anlaşmazlık konusunda en eski yetkili sayabileceğimiz Herodotos bu konuda görüş belirtmekten ustaca kaçınıyor, ama Apollodoros ilk gelenin kesinlikle Poseidon olduğunu, Athe- na'nın ancak Kekrops'un yalancı tanıklığıyla baskın çıktığını söylüyor.78 Demek, bu "toprağın oğlu" bir yalancı tanıktı. Bu soylu aile, geçmişini işte böyle küçük hilelerle meşrulaştırmıştı.
Peki, bizim Pelasg Athenası'na ne oldu? Athena tanrıça uzlaşmak zorunda bırakıldı. Gerçi Athena gene Akropolis'in egemeniydi, ama bir bedeli vardı bunun. Bu bedelin ne olduğu, öykünün bir başka değişkesinden çıkarılabilir. Bu değişkeye göre, anlaşmazlık Atina halkının demokratik (aslında, demokrasi koşullarında gerçekleştirilen bütün oylamalardan daha demokratik) oylamasıyla çözülmüştür. Anlatılanlara ba-
J.A. R. Mundo, "Pelasgians and lonians" ("Pelasg'lar ve İonia'lılar"), Journal o f Hellenic Studies. (Londra, 1880-), 54.116.
78 Hcrodot Tarihi, 8. 55; Apollodoros, 3 .14.1.
256 TARİHÖNCESİ Eg e
kılırsa, Kekrops'un krallığı zamanında mecliste erkekler kadar kadınların da oy hakkı vardı. Söz konusu anlaşmazlık meclise sunulduğunda, erkekler Poseidon'dan yana, kadınlarsa Athena'dan yana oy kullandılar ve kadınlar bir oy farkla üstün geldiler. Böylece Atina kentinin koruyuculuğu tanrıça Athena'ya verildi, ama buna karşılık erkekler de bir misillemede bulundular. Kadınları bir daha geri almamacasına meclisten attılar, Atinalı sıfatından yoksun kıldılar ve çocuklara analarının adının verilmesini yasakladılar.79 Bu öyküde anılan kadınlar anaerkil Pe- lasg'lar, erkeklerse ataerkil göçmenlerdir. Tapımlarm çatışması, baba- yanlı kalıtın getirilmesiyle, kadınların yurttaşlık haklarından yoksun kılınmasıyla ve küme evliliğinden tekeşli evliliğe geçişle aynı zamana denk düşmektedir. Diyebiliriz ki, burada söylence, insanların ekonomik, siyasal, toplumsal, cinsel, sözün kısası bütün ilişkilerinin birliğini bir söylencenin dile getirebileceği kadar açık seçik dile getirmektedir.
Bu denli kapsamlı değişiklikler hiç kuşkusuz epey uzun bir zaman almıştır. Sanırız, bu değişikliklerin Athena tanrıça üzerindeki etkisi de aşamalı olmuştur. Süreci ayrıntılarıyla izlemek olanaksız. Ama sonunda ortaya çıkan durumu hepimiz biliyoruz. Yılanı ve kutsal zeytin ağacıyla, sflcra'sını yeraltına taşıyan, onuruna top oynayan ve adlarını çiy- den alan genç rahibeleriyle tarihöncesi Athena tanrıçayı, değerli taş üstüne oymalarda ve mühürlerde zambaklar arasında dans eden, kendisine meyva toplayan tapmıcılarına gökten inen Minos ana-tanrıçasın- dan ayırt etmek gerçekten de çok zordur. Bu özellikler kolay kolay silinemeyecek kadar derinlere kök salmıştı, ama üstlerine yeni yeni özellikler eklendi ve yeniden yorumlandılar. Tanrıça Athena hiç evlenmemişti, çünkü PelasgTar zamanında evlilik diye bir şey yoktu; ama yeni çağda bu duruma bakılarak tanrıçanın kızoğlankızlığı yeğlediği sonucu çıkarıldı.80 Athena'nm hiçbir zaman annesi olmadı; çünkü bir ana- tanrıça olarak Athena kendisi analığın simgesiydi; ama şimdi, tepeden tırnağa silahlı olarak kafasından çıktığı Baba Zeus'un gözde kızı oluyordu.81 Gene dokumacılığın, çömlekçiliğin, el işçiliğinin ve el sanatlarının koruyucusu olarak kalıyor,82 ama bunlara hepsinden önce savaşkan yiğitlik, uz dillilik ve erdemli, ılımlı düşünmenin tanrıçalığı da ekleniyordu: gerçekte, demokrasinin ülküleriydi bunlar.83 Athena tan-
79 Aug. CD. 18.9.80 Aiskhylos. E. 740.81 Hesiodos, Theogonia, 929 k-m.82 İlyada, 9. 390; Odysseia. 7.110-11, 20. 72.83 C . Thomson. Aeschylus, Oresteia, (Cambridge, 1938), c. 1. s. 56.
uçanın bu resmi yönü, olanca ürkütücü görkemiyle, Pheidias'm Part- Iıenon'da diktiği altından ve fildişinden yapılmış büyük yontuda belirir: "Uzun boylu, gözleri ışıl ışıl, zırhlara bürünmüş, giysisi bileklerine inen, başında tepeli tolgası, elinde kargısı, ayaklarının dibinde kalka-
Eg e ’d e k i Ba z i A n a e r k İl T a n r i ç a l a r 257
Resim 37. Athena’nın doğum u sırasında Poseidon ve Hephaistos: Attika vazosu
nıyla güzeller güzeli bir kızoğlankız."84 Ataerkil devletin kutsal başkanı olarak tanrıça Athena, kökenince belirlenen kadınlığının elverdiği ölçüde erkeksileşmiştir artık. Az daha unutuyorduk; bir de, ayaklarının dibindeki kalkanın altında sessizce çöreklenmiş yatan küçük bir yılan göze çarpar; Erikhthonios.85
84 Max. Tyr. 14. 6.85 Pausanias, 1. 24. 7; Hyg. Ast. 2.13.
258 TARİHÖNCESİ Ege
3. E p h esos'lu A rtem is
Ephesos'daki Artemis tapımı, İonİarın oraya yerleşmesinden çok önceleri oradaydı.86 Bu tapım, sanıldığı gibi gerçekten Hititlere kadar uzanıyorsa, en azından on üçüncü yüzyıla kadar gidiyor demektir.87 Doğrusu, başka hiçbir Yunan tapımının bu denli kesintisiz bir tarihi yoktur. Burada söyleyeceklerim konusunda, bu tapımı Hitit döneminden alıp Demeterius'un Ephesos Dianası'na bağlılığı sayesinde zengin olduğu günlere kadar getirerek bütün ayrıntılarıyla gözler önüne seren Picard'a çok şey borçluyum.88
Bu tapımın üyeleri başlangıçta Leto'ya tapmıyorlardı. Leto'yu Kaystros Irmağı bataklıklarında bulunduğu söylenen,89 kutsal bir ağaca asılı bir yontu temsil ediyordu. En eski tapmak, altında küçük bir sunak bulunan ağacın çevresindeki avludan oluşuyordu.90 Minos anı-taşların- da betimlenen tapımlarla bütünüyle aynı türde bir tapım- dı bu. Sözünü ettiğimiz basit yapı, eski çağların başlarında büyüyerek tipik Yunan tapınağına (tanrıça ve onun yontusu içm bir ev) dönüştü.91 Birkaç kez yeniden yapılan tapmak kalabalık ve örgütlenmiş bir rahipler ve rahibeler topluluğunun hizmette bulunduğu en büyük tapınaklardan biri oldu çıktı sonunda.92 Her yıl düzenlenen şenlik ilkyaza rastlar ve bir ay sürerdi.93
Şenlik herkesin önünde kesilen kurbanlar ve yapılan danslarla açılır, sonra bunu atletizm yarışmaları izlerdi.94 Bu yarışmaların aynı nitelikteki öteki yarışmalardan (örneğin Olimpiyat Oyunları) ayrılan bir özelliği vardı; da-
E b kiTül<an ^ m c ı yüzyıla kadar, kadınların yarışmaları baştan so- yontu na izlemelerine izin verilmekteydi.95 Yarışmaları kaza-
86 Pausanias, 7. 2. 6 .87 W.R. Lethaby, “The Earlier Temple of Artemis at Ephesus" (Efes'teki Eski Artemis Tapınağı), Journal
of Hellenic Studies, 37. 1.88 Acts 19. 24-27.89 C. Pieard, Ephise ei Clams, (Paris, 1922), s. 13-14.90 Aynı yerde, s. 18-19.91 Aynı yerde, s. 20-21.92 Aynı yerde, s. 28,104.93 Aynı yerde, s. 328.94 Aynı yerde, s. 332.95 Thukydides, 3.104. 3.
Resim 38
Ephesos'lu
Artem is:
Eg e ’d e k i B a z i A n a e r k i l T a n r i ç a l a r 259
jıanlar bir din okuluna yazılırdı.96 Ephesos'lu tanrıçanın genel niteliğini Picard şöyle tanımlıyor:
Bütün doğanın egemeniydi. İlkyaz geldiğinde çiçeklerin açmasını, toprağın verimli kılınmasını, o denetlerdi. Ana öğelere hükmeder, havayı ve suları çekip çevirirdi. Hayvanların yaşayışını yönetir, yabanıl hayvanları evcilleştirir, evcil hayvanları korurdu. Hem iyilik eder, hem de canlıların ölümünü elinde tutardı. Hastalıkların iyileştiricisi ve sağlık tannçasıydı. Aynı zamanda, öbür dünyaya yolculukları sırasında ruhlara yol gösterirdi.97
Ayrıca, bu tanrıça, kendisini erkeklerden kaçman kızoğlankız bir avcı olarak betimleyen Homeros şiirlerine meydan okurcasına, doğum yapan kadınların yardımcısı olarak kalmıştır sonuna kadar.98
Kutsal ağaç, tanrıçanın doğduğu yeri gösteriyordu. Doğum sancıları geldiğinde bu ağaca yaslanmıştı Leto.99 Tapımın temeli buydu. Tapınak kalıntıları arasında, kourotrophos tipinde (bebek emziren kadm) birçok küçük yontu bulunmuştur.Bunların en eskisinde, bir ana ile çocuğu (Leto ile Artemis) görülmektedir. Yalnız daha sonraki örneklerin kimilerinde iki çocuk vardır.100 Kız çocuğa bir de erkek çocuk eklenmiştir. Artemis en sonunda anası Leto'nun yerini aldı, ama Ephesos'lu Apollon hiç büyümedi.
Ephesos'un otuz kilometre kadar kuzeyinde, Kolophon kenti yakınlarında,Apollon'un Klaros denilen bir kutsal korusu vardı. Burada da başlangıçta anneye, yani Leto'ya tapınılıyordu, Leto bura
96 Ephise et Claros, s. 340.97 Aynı yerde, s. 377.98 Apul. Met. 1 1 . 2.99 Tacitus. Ann. 3. 61.100 Ephise et Claros, s. 455-56.479-81.
Resim 39. Ana-tanrıça ve ikizler:
Attika vazo su
z6o TARİHÖNCESİ EGE
da da bir çocuk doğurmuştu, ama bu kez doğan çocuk erkekti ve sonunda anasının yerini alacaktı.101 Peki, neden Leto'nun yerini Ephe- sos'da kızı, Klaros'daysa oğlu aldı dersiniz? Picard bunun yanıtını şöyle veriyor:
Klaros genellikle Doğu'ya ve Doğu'nun geleneklerine karşı Ephesos'dan daha dirençliydi... Apollon gibi, ataerkil toplumun göksel egemeni olan bir tanrının orada daha iyi karşılanması doğaldı kuşkusuz.102
Ephesos'lu Artemis anaerkil niteliğini korudu. Artemis'in birçok Doğulu özelliği vardı, ama aslında bunlar salt Doğu'nun etkilerinden doğan özellikler sayılmazdı.103 Denilebilir ki, Artemis, Doğu'nun etkilerini almakla birlikte kendi kökenine bağlı kalmıştır. En güçlü dönemlerinde Hititlerin kurduğu Artemis tapımı, daha Yunanlılar onu Karia'lı- larm ve Leleg'lerin elinden aldıkları zaman bile birçok köklü değişikliğe direnmiş bulunuyordu. Gerçi Yunanlılar tapımın kendisini ataer- killeştiremediler, ama siyasal açıdan belirleyici nitelikte bir yenilik getirmeyi de başardılar. Din okullarına rahiplerin yanı sıra rahibeler de girebiliyordu; ne var ki, iç tapmağa kadınların girmesi yasaktı, buraya giren kadınlar ölüm cezasına çarptırılıyordu.104 Böylece, merkezi yönetim erkeklerin denetimine girmiş oluyordu. Bu Yunanlıların Karia'lı kadınlarla evlendiklerini anımsayacak olursak, bu kuralın ne anlam taşıdığı açıkça ortaya çıkar; nitekim, kadınların iç tapmağa girememesine ilişkin kuralın bu denli tartışılmaz ve kesin nitelikte oluşu, gerçekte anaerkil geleneğin ne denli sağlam olduğunu göstermektedir.
Sparta'daki Artemis Orthia tapınağı Eurotas İrmağı kıyısındaydı. Burada yapılan kazılarda birçok küçük kadın yontusu bulundu.105 Tanrıçanın imgesinin söğüt dalları arasında bulunduğu söyleniyordu; Tan- rıça'ya da Lygodesma, "söğüt dallarına sarılı" adı verilmişti.106 Eplıe- sos'daki yontuyla aralarındaki benzerlik öylesine açık ki, Spartah Artemis'in Ephesos'lunun bir uzantısı olduğu bile söylenebilir. Anımsayacak olursak, Sparta'da ilk oturanlar Leleg'lerdi. Spartah erkek çocuk
u n Aynı yerde, s. 455-56.102 Aynı yerde, s. 457.103 Aynı yerde, s. 130.104 Artem. 4. 4.105 R. M. Dawkins, The Sanctuary o f Artemis Orthia at Sparta (Sparta'daki Artemis Tapınağı), (Londra.
1929), s. 145-62.106 Pausanias, 3 .16.11.
Eg e ’d e k i B a z i A n a e r k i l T a n r i ç a l a r 261
lar, erginliğe eriştikleri zaman, bu tapınakta kırbaçlanarak bir dayanıklılık sınavından geçirilirdi; Spartalı adının güçlüklere karşı dayanıklı olmanın simgesi sayılması da bu sınavlardan kaynaklanmıştır. Tören gerçekten bir dayanıklılık denemesi ya da bir güçlülük sınavıydı; kabilelere özgü erginlenme törenlerinin tipik bir biçimiydi. Yalnız bir özelliğiyle farklılık gösteriyordu: Erkek çocuklar kutsal yontuyu kucağında tutan rahibenin önünde kırbaçlanıyordu.107 İlkel erginleme töreninin en ağır yaptırımlarla güvence altına alman değişmez bir kuralı da, karşı cinsin kesinlikle dışarıda tutulmasıdır. Demek ki, Spartahların erginleme sınavı bu canalıcı noktada değişikliğe uğramıştı. Rahiplerin gerçekleştirdiği bir kuttörende bir rahibenin bulunması, Khasi'lerden bildiğimiz gibi, bu görevi bir zamanlar rahibenin yerine getirdiğini gösterir. Ayrıca biliyoruz ki, söğüdün (lı/gos) aybaşı üzerinde etkili olduğu sanılıyor ve bu bitki bu alanda kullanılıyordu. Sparta'dakine çok benzeyen bir kırbaçlama sınavı da, Arkadia'daki Alea'da kadınlara uygulanmaktaydı.108 Spartalı erkek çocukların rahibenin önünde kırbaç-
Resim 40. Artemis Orthia: Sparta’dan bir fildişi kabartma
107 Pausanias, 3 .16.11.108 Pausanias, 8. 23.1.
262 TARİHÖNCESİ EGE
lanmalarının nedeni, bu erginleme sınavının, adayların genç kızlar ve başgörevlinin de bir rahibe olduğu bir kuttörenden kaynaklanmış olmasıydı.109
Artemis Orthia tapınağının bulunduğu yerdeki kalıntıların hiçbiri Dor istilasından eski değildir. Bu da tapımın orada Dor yerleşmeciler tarafından kurulduğunu gösterir, ama daha başından onlara özgü bir tapım olduğunu göstermez. İstilacıların, her zaman, ele geçirilen yöre halkının tapmalarını kendilerine mal ederek durumlarını sağlamlaştırmaya çalıştıklarına tanık olunmuştur. Kaldı ki, Spartah Artemis'in nereden geldiğini de biliyoruz. Sparta'da bulunduğu yere Limnaion {linine, "bataklık") deniliyordu; tapıma da Messenia sınırındaki Limna- i köyünden kalkılarak bu ad verilmişti; burada bir Artemis Limnatis ("bataklıkların" tanrıçası) tapınağı vardı.110
Orthia ya da Orthosia (her iki biçime de rastlıyoruz) adının ne anlama geldiği bilinmiyor. Tek bildiğimiz, Orthia'nm Elis'de, Orthosi- a'nın da Karia'da birer köy oldukları.111 Sparta'ya özgü bir ad değildi demek ki. Yazılı belgelere geçmiş on Artemis Orthia (Orthosia) tapımı vardır ve üçü dışında hepsi de Peloponnesos'dadır.112 Ayrıca, az önce anlattıklarımızdan da açıkça anlaşılacağı gibi, Artemis Orthia ile Artemis Limnatis gerçekte aynı tanrıçaydılar. Tam yedi Artemis Limnatis (Limnaia) tapımı vardır ve bunların hepsi de Peloponnesos'dadır.113 Bunlara, Arkadia'da bulunan Stymphalia Gölü'ndeki Artemis Stympha- lia ve Letrinoi'daki Artemis Alpheaia tapımları da eklenebilir; bunların da aynı kümeden oldukları açıktır.114 Olympia'da bir Artemis Alpheaia daha vardı.115 Bu "bataklıkların" tanrıçası da Artemis Agrote- ra'dan, "kırların" tanrıçasından pek farklı değildi sanırız. Bu ad dokuz yerde karşımıza çıkmaktadır ve bunlardan beşi Peloponnesos'dadır.116 Öyleyse, yirmi dört Orthia-Limnatis-Agrotera merkezinin en azından on sekizi Peloponnesos'dadır. Geriye kalanların ikisi Atina'da, biri Me- gara kolonisi olan Byzantion'da, ikisi birer İon kolonisi olan Euboia Adası'ndaki Artemision Burnu'nda ve Phanagoreia'da, biri de Akar-
109 C . 2.467-71.110 Strabon, 362; Pausanias, 3.16. 7 ,4 .4 . 2, 4. 31. 3.111 Pausanias, 5.16. 6; Strabon, 650.112 Pi. 0. 3. 54; Pausanias, 5.16. 6.113 Pausanias. 2. 7.6 (Sikyon), 7.20. 7-8 (Patrai), 8.5.11 (Tegea), 4. 31.3 (Kalamai), 3.23.10 (E p id a u ro s
Limera), 2.14. 2 (Sparta).114 Pausanias, 8. 22. 7. 6 . 22. 8.115 Pausanias, 5.14. 6; Strabon, 343.116 X. Hell. 4. 2. 20; Pausanias. 5.15. 8.
i 6 4 T a r İh ö n c e s İ Eg e
nania bölgesindedir. Bu tapımlar Peloponnesos'un belirleyici özelliklerini taşıyorlardı; bu da, onların Karia'lılar ve Leleg'ler tarafından Anadolu'dan getirildikleri görüşüyle uygunluk göstermektedir.1,7
Artemis'e, Peloponnesos dışında, daha çok Boiotia'da tapındırdı. Ama Boiotia'daki adları değişikti Artemis tanrıçanın. Khaironeia'da Soodina, yani "doğum sancılarından kurtaran";118 Thisbe'de Soodina ya da Soteira, yani "kurtarıcı" adıyla anılırdı.119 Soteira adına Mega- ra'da, Troizen'de, Lakonia bölgesinde ve Kyklad'larda da rastlarız.120 Khaironeia, Thisbe, Thespiai ve Orkhomenos'da aynı zamanda Artemis Eileithyia'yı görürüz.121 Bundan, Karia'lı doğum tanrıçasının Boiotia'da Minos'lu tanrıçayla kaynaştığı sonucunu çıkarabiliriz.
Thessalia kıyılarındaki Magnesia kentinde de rastlarız Artemis So- teira'ya, ama tanrıçanın Thessalia'daki tipik imgesi "kavşakların" tanrıçası anlamına gelen Enodia'dır.122 Artemis-Hekate'ııin belki de Thra- kialı Brimo ve ay-tanrıça Bendis'le ilintili yerel bir biçimidir bu.123Thes- salia'nın hiçbir yerinde Orthia, Limnatis ya da Agrotera'ya rastlanmaz. Demek ki, bu sıfatların kuzeye doğru yayılması, Karia'lıların etki alanının sınırlarına denk gelmektedir.
4. Brauron'lu Artemis
Şimdi bu kızoğlan kız avcıyı Yunan dininin en karanlık köşelerinden birine kadar izlememiz gerekecek.
Arkadia'lılann atası, "ayı-adam" (arktos) Arkas'dı. Arkas dünyaya gelmeden kısa bir süre önce, Artemis'in arkadaşı olan anası ayı kılığına sokulmuştu.124 Arkas'm anasının adı Kallisto, Megisto ya da The- misto'ydu. Aslında bunlar Artemis'in kendi adlarıydı.125 Attika kıyısında, Brauron'da bir Artemis Brauronia tapınağı bulunuyordu. Genç kızlar burada evlenmeden önce safranlara bürünerek bir ayı dansı ya
117 Pausarıias, 3.14. 2.118 1C. 7. 3407.119 Cults of the Creek States, (Yunan Devletleri Tapınılan), c. 2, s. 586.120 Pausanias. 1.40. 2 ,1 .4 4 .4 .2 . 31.1, 3. 22.12.121 Culture of the Creek States, c. 2. s. 568.122 F. Stahlin, Das hellenische Thessalien, (Stuttgart, 1924), s. 54, 71,107.123 Historia Numorum, s. 307-08; Euripides, ion, 1048.124 Apollodoros, 3. 8. 2.125 K. O. Müller, Prolegomena zu einer wissenschaftlichen Mythologie, (Göttingen, 1825), s. 73-76; Cults
of the Creek States, c. 2, s. 435. Artemis’e Atina’da ve Trikolonoi’da Kalliste olarak tapınılıyordu: Pausanias, 1. 29. 2, 8. 35. 8.
parlardı.126 Ayrıca şenlik sırasında bir keçi kurban edilirdi. Halk bir zamanlar bir ayıyı öldürmüş, tanrıça da onları ilençleyerek üstlerine veba salgını salmıştı. O zaman içlerinden biri tanrıçanın öfkesini yatıştırmak amacıyla bir keçiye kızının giysilerini giydirmiş, sonra da onu tanrıçaya kurban etmişti.127
Doğum yapmak üzere olan kadının ayıya dönüştüğü Arkadia mitosunu, evlenmek üzere olan genç kızların ayı dansı yaptıkları Attika kutlöreni açıklıyor. Ancak, kuttörende mitosun içermediği iki ayrıntı var: keçinin kurban edilmesi ve bir genç kızın kurban edilir gibi gösterilmesi. Keçinin, ayının yerini tuttuğu düşünülebilir. Bu da, kuttöre- nin, daha eski bir dönemden ya da ayılara tarihsel dönemin Attika- sı'ndan daha sık rastlanan başka bir ülkeden kaynaklandığını getirmektedir akla. Peki ya genç kız? Lemnos'lu PelasgTarm kaçırdığı Ati- ııalı çocukların öyküsünü daha önce dinlemiştik. Bir başka gelenekteyse, Pelasg'lar Brauron kıyılarını yağmalamakla, Attikalı genç kızları kaçırıp gemilerle Lemnos'a götürmekle suçlanırlar.128 Bu kızlardan ne istiyorlardı acaba? Anlatılanlara bakılırsa, Lemnos'lular genç kızların kurban edildiği bir "ulu tanrıça"ya tapmıyorlardı.129 Gerçek ortaya çıkmış oluyor böylece.
Troya Savaşı'na katılacak Akha'ların gemileri Aulis limanında toplanır. Ama denizdeki fırtına filoların yola çıkmasını engellemektedir. Ordunun bilicisi, Artemis tanrıçanın öfkelendiğini, ancak kral Agamemnon kızı İphigeneia'yı kendisine kurban ederse öfkesinin yatışa- cağuu söyler. Bunun üzerine Agamemnon, safranlara bürünen kızı Ip- higeneia'yı öldürmeye hazırlanır; İphigeneia kurban edilmek üzere sunağa çıkar, bıçak tam boğazına saplanacağı anda Artemis onu havaya kaldırıp bıçağın altına bir dişi geyik, boğa ya da ayı koyar.130 İphigeneia ise Tauris'e, yani bugünkü Kırım'a götürülür. Tauris kralı Thoas, bu kıyılara ayak basan her yabancıyı Artemis tanrıçaya kurban etmektedir. İphigeneia orada Artemis tapmağına rahibe olur. Yıllar sonra, Tauris'e, anasını öldürdüğü için sürgün edilen erkek kardeşi Orestes gelir. Kral Thoas, Orestes'i, kurban edilmek üzere İphigeneia'ya teslim eder. Ama İphigeneia Orestes'i tanıyınca, onu ve tanrıçanın yontusunu kıyıya götürmek için bahane uydurur, kıyıya inince de Örestes'le
Eg e ’ d e k i B a z i A n a e r k i l T a n r i ç a l a r 265
126 Aristophanes, Lysistrata, 645.127 llyada, 331. 26.128 Herodot Tarihi, 4.145, 6 .1 38 .1 ; Plutarkhos, Moralia, 247a; ilyada, 1. 594.
129 St. B.; Phot.; Hsch.130 Procl. Chr. 1. 2.
266 T a r İh ö n c e s İ Eg e
birlikte gemiye atlayıp sağsalim yurduna döner.131 Şimdi yeniden Lem- nos'a dönelim. Lemnos'lu kadınlar bir gece adada ne kadar erkek varsa öldürdüklerinde, yalnızca Hypsipyle babasını öldürmemişti. Babasının adı Thoas'dı. Hypsipyle babasına Dionysos giysileri giydirerek onu deniz kıyısına götürmüştü. Oradan bir gemiye binerek Tauris'e gitmişler, Thoas orada kral olmuştu.132
Böylece bu ayı-tanrıçanın geçmişi açıklığa kavuşmuş oluyor. Bu tanrıça, kendisini Arkadia'ya Attika'dan, Attika'ya Lemnos Adası'ndan, Lemnos Adası'na da Karadeniz'in uzak kıyılarından getirmiş olan Pe- lasg'larm tanrıçasıydı. Bu durumda, Ege'ye Propontis, yani bugünkü Marmara Denizi üzerinden gelmiş olması gerekir. Pelasg dilinin varlığını sürdürdüğü bölgelerden biriydi burası; ayrıca burada Ayı Dağı denilen bir dağ bulunuyordu, Kyzikos kenti bu dağa kurulmuştu.133 Böylece Pelasg'ların Kafkasya kökenli oldukları doğrulanıyor ve irili ufaklı öteki kanıtlar da yerli yerine oturuyor. Elis'de, Troas'da ve Paph- lagonia'da rastgeldiğimiz Kaukon'lar Kafkas adı taşımaktadırlar; gene Pelasg'ların yaşadığı Khios Adası'nda Kaukasa adlı bir köy ve bu köyde bir Artemis Kaukasis, yani KafkasyalI Artemis tapımı vardı.134
Brauron'daki ayı dansı, aslında bir ayı klanının, totemi canlandıran adaylardan birinin öldürüldüğü bir erginleme töreniydi. Erginleme törenlerinde insanların kurban edilmesine zaman zaman günümüzdeki kabilelerde de rastlanır.135 Ama aynı tanrıçanm, ayının yam sıra daha başka kutsal hayvanları da vardı. Bunlardan biri boğaydı; tanrıça, boğadan dolayı Tauro ya da Tauropolos adını almıştı. Bu ad Attika'da, Lemnos'da ve Kappadokia'da görülür.136 Hiç kuşku yok ki, tanrıçanın oraya çıktığı yer olan Tauris de bu adla ilintilidir.
Eğer Brauron Artemisi Pelasg'ların tanrıçası idiyse, onun Athena tanrıçayla nasıl bir ilişkisi olduğuna bakmamız gerekir, iki tapım arasında bir bağıntı noktası arayacak olursak, Troya'da bulabiliriz bu bağıntıyı. Troyalı Athena'ya hizmet etmeye gönderilen Lokrisli genç kızlar ilkin bir sınavdan geçmek zorundaydılar. Bu sınav gereği, canlarını kurtarmak için kaçarlar, yakalanmadan tapmağa ulaşabilirlerse ra
131 Euripides, Iphigeneia Tauris'de, 28-41; Herodot Tarihi, 4.103.1; Apollodoros, Epit. 3. 23.132 Hyg. F. 15.133 Strabon, 575; Nic. Alex. 6-8.134 Herodot Tarihi,5. 33. T.135 H. Webster. Primitive Secret Societies (İlkel İnsanlarda G izli Dernekler), (İkinci basım. New York.
1932). s. 35.136 Cults o f the Creek Stoles, c. 2, s. 569-70.
Eg e ' d e k i B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r 267
hibe olurlardı. Tapınağa ulaşmadan yakalanırlarsa Athena tanrıçaya kurban edilirlerdi.137 Burada gene, Lemnos'un "yüce tanrıçası" çıkıyor karşımıza.
Bu durumda Pelasg'ların ana kolunun Makedonia ve Thessalia'dan geçerek karadan gelmiş olmasına karşın, daha küçük bir topluluğun da, belki de daha sonraları, Lemnos ve Troas'dan kalkıp denizden orta Yunanistan'a geldiği anlaşılıyor. Athena tanrıça birinci göçe bağlıdır, ayı-ve-boğa tanrıça ise ikinci göçe. O zaman ikinci tanrıçaya niçin Artemis adı verilmişti? Bu özdeşleme, sanırız, Ephesos'un yüce tanrıçasının etkisinden ileri gelmekteydi. Dahası, belki de ilk kez Troas bölgesinde yapılmıştı bu özleşleme. Yitik destanlardan birinden, Kı/pria'mn bir bölümünden, Khryses'in kızının, Troas'da Akha'ların eline düştüğünde, Artemis'e kurban edileceğini öğreniyoruz.138 Anlaşıldığı kadarıyla, bu Troyalı Artemis Troyalı Athena'nın başka bir biçiminden başka bir şey değildi; nitekim, Pelasg ve Karia-Leleg egemenlik alanlarının bu bölgede çakışması bu belirsizliği aydınlığa kavuşturmaktadır.
Daha başka benzerlikler de söz konusu. Ephesos'lu Artemis, analıkla ve ayla olan bağıntılarını hiçbir zaman yitirmemiştir.139 Spartalı Ar- temis'in kentin hemen dışında bir tapmağı vardı, dadıları erkek çocukları buraya getirirlerdi.140 Bebeği aya gösterme göreneğinin bir değişkesidir bu. Brauron'lu Artemis doğum yaparken ölen kadınların giysilerinden dikilmiş cüppelere sarınır,141 hiç kuşkusuz ayla ilintili bir ad142 olan Munykhia adını taşırdı.143 Atina dolayında bu adda bir kent bulunuyordu; burada Artemis şenliği Munykhion (Nisan-Mayıs) ayının on altısına rastlardı.144 Bu da, bu şenliğin, çok eskilere uzanan her ay dolunaydan sonraki gece çörek sunma göreneğine dayandığını gösteriyor. Artemis Munykhia, hepsi de Pelasg'ların egemenlik alanında kalan Pherai, Pygela, Kyzikos ve Plakia'da yeniden karşımıza çıkar.145
Artemis tanrıçanın evrimi, Yunan göksel varlıklarının değişik kültürlerin kaynaşmasını içeren karmaşık bir sürecin ürünleri olduğunu
137 LykopHron, 1141.138 İlyada, 1 . 366.139 Ephise et Claros, s. 368.HO Ath. 139a; Plutarkhos, Moralia, 657e.m Euripides, iphigeneia Tauris’de, 1463-67.142 Bkz. İkinci Bölüm, Anaerki, VI. Bir Tanrıçanın Yaratılması, 5. Thesmophoria ve Arrhephoria, Not.
114.
143 Aristophanes, Lysislrata, s. 645.İ n Plutarkhos, Moralia. 349f.145 Cali. Dian. 259; Strabon, 639.
268 T a r ih ö n c e s i E g e
ortaya koymaktadır. Tıpkı Athena gibi bu Pelasg Artemisi de Helle- nik değildir diye kestirilip ahlamaz. Bir bakıma, Hellen-öncesi dönemdendir, çünkü Brauronlu genç kızlar ayı danslarını yaparlarken sanırız Attika köylerinde konuşulan dilde tek bir Yunanca sözcük yoktu daha. Ama Pelasg Artemisi, tam da bu nedenle, bildiğimiz gelişmiş Artemis'e, yani Hellas masallarının en ünlüsünde Agamemnon'un kızının canını almak isteyen tanrıçaya çok daha büyük katkıda bulunmuştur ve bu el değmemiş, kızoğlankız annenin tapmaklarını Meryem Ana'ya bırakması için çanların çalmaya başladığı güne kadar, Brauronlu genç kadınlar bu tanrıçaya tapınmayı sürdürmüşlerdir. Helle- nizmin kökenlerini Balkan dağlarındaki ya da Ukrayna bozkırlarındaki erişilmez bir geçmişin sınırları içinde tutmak doğru olmaz. Hel- lenizmin kökenleri Yunan toprağında, yüzeyin hemen altında yatmaktadır.
5. Hera
Hera, asıl örnekten sapmada Athena'yı bile geride bırakır. Sanırız, anaerkil niteliğinden sıyrılan ilk tanrıçaydı Hera. Hera, Agamemnon'un Argos Ovası'ndaki sarayının bulunduğu Mykene kentinde, Troya'yı kuşatan Akha'lar topluluğunun tanrıçası oldu ve böylece erken bir tarihte Olympos'un ecesi, yeni ataerkil dünyanın göksel egemeni Zeus'un karısı olarak ululandı.
Tarihsel dönemde, Hera'ya Yunanistan'ın birçok yöresinde özellikle evlilik tanrıçası olarak tapınıldı, ama onun Argos'daki tapmağı, yani Argos Heraion'u önceliğini hiçbir zaman yitirmedi. İlyadn'da, Mykene, Argos ve Sparta Hera'nın en sevdiği üç kenttir.146 Sparta'daki Hera Argeia tapımı oraya Argos'dan gelmişti.147 Hera tapmağına en kuzeyde, Malis Körfezi'ndeki Pharygai'da rastlanır ve bu tapmağı Argo- lis bölgesinden gelip oraya yerleşenler kurmuşlardır.148 Boiotia'run birçok kentinde tapım merkezleri vardı, ama sanırız bu bölgedeki en eski Hera tapımı Korinthos Körfezi'nin içerlerinde bulunan Kithairon Da- ğı'ndaydı.149 Körfezin çepeçevre bütün bir iç bölgesinde, Korinthos'da,
146 ilyada, 4. 50-52.147 Pausanias, 3, 13. 8.148 Strabon, 426. Hera, Argonaut'lar söylencesinde Hera Pelasgis olarak çıkar karşımıza: Apollodoros,
1. 9 . 8.
149 Pausanias, 9.2.7, 9.9.3.
Eg e ’ d e k i B a z i A n a e r k İl T a n r i ç a l a r 269
Harita V I. A rgos O vası
270 TARİHÖNCESİ EGE
Heraia'da ve Sikyon'da bu tanrıçaya tapınılıyordu.150 Bu saydığımız yerler bir zamanlar Mykene Krallığı'nın bir bölümünü oluşturmuştu.151 Kazılar, Heraia'daki tapımın, Argos'daki Heraion'dan kaynaklandığını kanıtlamıştır; gelenekte de, Sikyon'daki iki Hera tapımı için aynı şey söylenmektedir.152 Olympia'daki en eski tapınak olan Hera tapmağı, Olimpiyat Oyunları'nın Argos'lu Herakles tarafından kurulduğunu belirten gelenekten ayrı tutulamaz.153 Atina kentindeyse pek önemli değildir Hera tanrıça; Akropolis'de tapınağı yoktur. Euboia Adası'nda Hera'yla ilgili söylence ve kuttören nerdeyse Argos'dakiniıı aynıdır.154
Hera tapımınm anakaradaki odak noktası Argos'daki Heraion, yani Hera tapınağı ise, o zaman nerdeyse kaçınılmaz olarak Hera'nın Argos Ovası'na denizaşırı ülkelerden geldiği sonucunu çıkarabiliriz. Heraion'daki, armut ağacından yapılmış en eski Hera yontusu buraya Tiryns kentinden getirilmişti.155 Tiryns kenti, kızoğlankız Hera anlamına gelen Hera Parthenos156 tapımınm bulunduğu Nauplia kentine yalnızca birkaç kilometre uzaklıktaydı. Sanırız Nauplia da, o güzelim doğal limanıyla, Minos'lu tacirlerin sık sık uğradıktan bir liman kentiydi. Hermione'de güzel bir liman daha vardır; burada da bir Hera Parthenos tapımı bulunuyordu ve söylenenlere bakılırsa, Girit'ten Yunanistan'a geldiklerinde Zeus ile Hera burada karaya ayak basmışlardı.157
Ege'de, Argos Heraion'una karşı öne sürülebilecek tek bir merkez vardır. Samos Adası'ndaki Hera tapımınm çok eski olduğu doğrulanmıştır, buradaki Hera tapınağı Ephesos'lu Artemis tapınağından bile büyüktür.158 Hera yontusunun Argos'dan gelmiş olduğu söyleniyordu, ama Samos'lular bunu yadsıyor ve Hera'mn tapmaktaki söğüt ağacının dibinde doğduğunda diretiyorlardı.159 Hermione gibi Samös da bir Karia yerleşim merkeziydi; eski adı Parthenia'ydı.160 Demek ki, Hera'mn doğusuyla ilgili söylence Karia'lı Artemis'le bağı olduğunu ak-
150 Culture of the Creek States, c. 1. s. 248.151 Bkz. Dördüncü Bölüm, Kahramanlık Çağı, XII. Akha'lar, 4. Pelaponnesos Akha'ları.152 H. C. Payne. "The Plough in Ancient Britain" {"Eski İngiltere’de Tarım") Archaeological Journal.
(Londra. 1844-), 104.22; Pausanias, 2.11.1-2.153 Pi. 0.10. 23-59.154 Cults of the Creek States, c. 1. s. 253.155 Pausamas,2. 17. 5.156 Pausanias, 2. 38. 2.157 Theoc. 15.64.158 Herodot Tarihi, 3. 60. 1.159 Pausanias, 7. 4. 4.160 Strabon, 637.
Eg e ’ d e k i B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r 271
la getirmekle birlikte, Samos'Iu Hera'nm Hermione'li ve Nauplia'lı Hera Parthenos'la bağı vardı.
Hera tanrıçanın Anadolu'dan kaynaklandığını gösteren hiçbir belirtiye rastlanmıyor. Kaldı ki, Hermione'deki yerel gelenek de bizi Gi- rit'e yöneltm işti. Girit'teki Knossos kentinde Hera'ya, Zeus'la birlikte, kutsal bir evlilik çerçevesinde tapınılıyordu.161 Bu, Minos saray tapı- mının bir kalıntısıydı hiç kuşkusuz. Knossos yakınlarında bir yerde, Hera'nm Eileithyia'yı doğurduğu Amnisos Mağarası vardır.162 Dolayısıyla, Hera'nın, Minos ana-tanrıçasınm belli bir biçiminden ya da belli bir yönünden evrildiğine kesinlikle inanabiliriz.
Kutsal evlenme, Hera tapımının en yaygın özelliklerinden biriydi. Plataiai kentindeki tapımmda, gelin giysisi giydirilmiş bir yontu Kit- hairoıı Dağı'nın tepesine çıkarılırdı.163 Hera'nın Zeus'la birleşmesini kutlamak için Atina'da her yıl bir şenlik düzenlenirdi.164 Euboia Ada- sı'nda düğünler Okhe Dağı'nda yapılırdı.165 Samos Adası'nda da He-
Resim 41. Zeus ve Hera: Attika vazosu
161 G. W. Elderkin. "The Marriage o f Zeus and Hera” ("Zeus'la Hera'nm Evliliği"). American Journal a f
Archaeology. (Concord. 1897-), 41. 424-25.•62 Pausanias. 1. 18. 5.•63 Pausanias, 9. 3. 3-9.>64 Phot.•65 St B.
272 T a r i h ö n c e s İ Eg e
ra tanrıçayı gelin gibi giydirilmiş bir yontu canlandırırdı.166 Nauplj. a'da, gizli tapmaların her ilkyaz düzenlenen törenlerinde, Hera evlendikten sonra kızoğlankızlığını yenilemek için yıkanıp arınırdı.167 Böy- lece, yerel Hera Parthenos, Zeus'un resmi karısıyla bağdaşlaştırılrnış oluyordu, Hermione'de güveyin Hera'ya guguk kuşu kılığına bürünerek yaklaştığı söylenir: Minos tanrıçasına özgü kuşa dönüşmelerin bir uzantısıdır bu.168
Kutsal evlenme kimi zaman boğa ile ineğin birleşmesi biçiminde canlandırılıyordu. Hera'nm benzeri olan İo'yla ilgili söylencenin anlamı budur; Jane Harrison'la Farnell ilk kez bu noktada anlaşmışlardır.169 İo, Hera tapmağının rahibesiydi. Tiryns'deki armut ağacından yontuyu diken, İo'nun babasıydı.170 Zeus, İo'yu görünce, genç kızın güzelliğine vurulmuş. Babasını, kızını evinden atmaya, Lerna'nın yeşil çayırlarına göndermeye zorlamış. İo oraya varır varmaz bir ineğe dönüşmüş ve sırtında boğa postu bulunan yüz gözlü sığırtmaç Argos'un gözetiminde otlamaya koyulmuş. Sonra, ya Zeus ya da onun kıskanç ecesi tarafından kovalanınca, başlamış yeryüzünü dolaşmaya, en sonunda Nil Irmağı'nın ağzına varmış. Orada Zeus, elinin bir dokunuşuyla, İo'yu yeniden insan kılığına sokmuş, akıl sağlığını geri vermiş ona. Ve gene Zeus'un bir dokunuşuyla, Epaphos adlı bir erkek çocuğu doğurmuş İo. Kuşaklar geçmiş aradan, bu Epaphos'un torunlarından Dana- os, kızlarıyla birlikte Mısır'dan yelken açmış, Nauplia'da karaya çıkmış, atalarının yurduna, Argos'a yerleşmiş.171
Aiskhylos'un anlattığı öykü böyle, İo'nun, Proitos kızlarıyla ortak bir yanı olduğu hemen göze çarpıyor. İo, Mısır'da, kutsal hayvanı inek olan ana-tanrıça İsis'le bir tutulurdu.172 Öykünün bu bölümünün ne kadar eskilere uzandığı belirsiz, ama Mısır'dan hiç söz edilmeyen daha başka değişkeleri de vardı. İo'nun, Euboia Adası'nda Karystos kenti yakınlarında, kıyıdaki bir mağarada Epaphos'u dünyaya getirdiği söylenir.173 Tarihöncesi zamanlarda Euboia'da Abantlar otururdu; Abantlar bu adaya eski bir Argos kralı olan Abas'ın önderliğinde yer
166 Aug. CD. 6. 7; Lact. Inst. 1.17.167 Pausanias, 2. 38. 2.168 Pausanias, 2. 36.1-2.169 Cults o f the Creek States, c. 1. s. 182.170 Apollodoros, 2.1. 3; Pausanias, 2. 17. 5; Plutarkhos, Daed. 10.171 Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus. 672-709, 733-61, 816-41, 872-902.172 Apollodoros, 2. 1. 3; Herodot Tarihi, 2. 41.173 Historia Numorum, s. 357; Pausanias, 9. 3. 1.
E g e ’d e k i B a z i A n a e r k İ l T a n r i ç a l a r 273
leşmişlerdi.174 Aslına bakılırsa, adanın adı da anlamlıdır: "güzel öküz" adası- Bu ad yalnızca İo'yu akla getirmekle kalmıyor, aynı zamanda Argos Heraion'unun Euboia adlı bir dağın dibinde kurulduğunu da anımsatıyor. Bu adın Hera'nın dadısından dolayı verildiği söylenir.175 Bu da, bu adın gerçekte Hera'nm kendisinin sıfatlarından biri olduğunu gösterir. Demek ki, çocuğunu hizmet gördüğü tapmağa bakan yamaçta doğurur İo. Böylece, söylence bir genç kızın erginlenme törenine dönüşür; kutsal evlenmede Hera'yı bir rahibe olarak genç kız kişi- leştirir, erkek rolünüyse boğa kılığına sokulmuş bir rahip üstlenir.176 Öykü, bu biçimiyle, Mino- tauros söylencesine bütünüyle uygun düşüyor.Girit kralı Minos'un karısı Pasiphae bir boğaya âşık olur. Ünlü yontu ustası Daidalos içi boş bir inek yontusu yapar, boğa da gelir bu inek yontusunun üstüne çıkar, ama yontunun içinde Pasiphae vardır.177 Bu olağanüstü birleşmeden insan gövdeli, boğa başlı Minotauros dünyaya gelir. Minotauros, Aiskhylos'un genç bir boğa olarak anlattığı Epaphous'un karşıtıdır.178
Zeus'la Hera'ya, evliliğin koruyucuları olarak, karı kocanın yasal biçimde birleşmesini kutsayan Olymposlu çift olarak tapınmlırdı her yerde.179 Farnell, Zeus'la Hera'nm bu yönlerinin daha fazla incelemeye yer bırakmayacak denli eski olduğunu ileri sürmüştür.180 Bunun, kutsal evlenmenin bir biçimi olarak, aslında insanın hayvanlardan kalıt edindiği cinsel eylemin bir kuttörene dönüştürülmesinden başka bir şey olmadığı hiç kuşkusuz doğrudur. Ama bütün biçimleri arasında evlilikle ilgili olanı sonuncusudur. Burada açıktır ki yalnızca kolayımıza geldiği için "evlilik" diye söz ediyoruz bundan. Yunan kutsal evliliği hiç kuşkusuz Mykene dönemine, dahası onun da ötesine kadar uzanır, ama Zeus'la Hera arasında bir birleşme biçiminde görülmez.
Eğer Hera Minos ana-tanrıçasından inip geliyorsa, Zeus onun asıl eşi olamaz; çünkü Zeus Yunan panteonunun, adının kesinlikle Hint-
174 Pt, p. 8. 73.
175 Pausarıias, 2 .17.1.176 A.B. Cook, Zeus, (Cambridge, 1914-40). c. 1. s. 464-96.177 D. S. 4. 77; Clem, Pr. A. 51.178 Aiskhylos, Su. 41.179 Aiskhylos, E. 214; Aristophanes, Thesmophoria Bayramını Kutlayan Kadınlar, 973-76.180 Cults o f the Creek Stotes, c. 1, s. 199-201.
Resim 42. Minotauros: Knossos’dan bir sikke
274 TARİHÖNCESİ EGE
Avrupa ailesinden geldiğini söyleyebileceğimiz biricik üyesidir. Kuşkusuz çok erken bir tarihte ortaya çıkarılmıştır, ama kendini kabul ettirmesi için belli bir süre geçmiş olsa gerektir. Bütün tanrıların başına geçişini, anlaşıldığı kadarıyla, büyük çoğunluğu soyağaçlarmı ona kadar götüren Akha'lara borçludur; Akha'larsa, On ikinci Bölüm'de de göreceğimiz gibi, Ege toplumunun anaerkil yapısının zayıfladığı Geç Mykene dönemindendirler. Gerçek dünyadaki bu devrim, düşünce dünyasında bir karışıklığa yol açmıştır. Daha önceki anaerkil söylenceler altüst olmuştur. Gerçi tümden yok olup gitmemişlerdir, ama uyarlanıp çarpıtılarak nerdeyse tanınmaz bir kılığa bürünmüşlerdir, işte, Zeus'la Hera'nm evliliğinin de bu döneme yakıştırılması gerekir.
Zeus ile Hera'mn her zaman ideal evli çift olduklarına bakarak, bu birleşmenin hiç değilse bir çocukla kutsanmasını bekliyor insan.181 Ne ki, böyle bir çocuk göremiyoruz ortada. Zeus'un yüzlerce çocuğu var aslında, ama Hera bunların hiçbirinin anası değil. Hera'nm da birçok çocuğu var, ama Zeus da bunların hiçbirinin babası değil. Zeus ile He- ra'nın evliliğini örnek bir evlilik olarak göstermek de olanaksız. İh/oda' da, Zeus'la Hera arasındaki karı koca kavgalarına kahkahalarla gülmekten alamayız kendimizi. Diyeceğim, neresinden bakarsak bakalım, bu uygunsuz Olymposlu çiftin uydurma olduğu açıktır. Athena'mn Zeus'un kafasından çıktığı söylenir, ama Athena doğası gereği babası olmayan tipik bir ana-tanrıçaydı bir zamanlar. Artemis'le Apollon'un babalarının Zeus olduğu söylenir ama ilk başlardaki Ephesos ve Kla- ros tapınaklarında yalnızca bir anneleri olduğu biliniyordu. Ares ve Hephaistos, babalarının Zeus olduğu ileri sürülmeden önce Hera'nm oğullarıydılar; oysa gerçekte biri Thrakialı, biri de Pelasg olduğuna göre Zeus'la da, Hera'yla da bir bağları bulunamazdı.182 Zeus'un da> He- ra'nın da izleri Knossos'a uzandığından, ancak Eileithyia'nm Hera'nm gerçek çocuğu sayılabilmesi olasıdır; Eileithyia dışında bu çocukların hepsi uydurmadır. Herodotos'un belirttiği gibi, Yunan tanrı ve tanrıçalarının doğuşunu Homeros ve Hesiodos düzenlemişti;183 başka bir deyişle, tanrıların doğuşu, kökleri Mykene döneminde yatan epik geleneğin bir ürünüydü.
Minos ana-tanrıçasmm biçimlerinden biri olarak Hera'nm bir erkek eşi vardı mutlaka. Kimdi bu peki?
181 A.B. Cook. “Who was the Wife of Zeus?" (“Zeus'un Karısı Kimdi?"), Classical Review. (Londra. 1887). 20. 365,416.
182 Hera Ares'l Zeus'un yardımı olmadan, bir çiçeğe dokunduktan sonra doğurmuştu: Ov. F. 5. 229-56183 Herodot Tarihi. 2. 53. 2.
Ege ’d ek î B a z i A n a e r k î lT a n r i ç a la r 275
Herakles ile İphitos ikizdiler. Biri ölümsüzdü, biri ölümlü.184 Herak- les öyküsünün çıkış noktası buydu. Bu çıkış noktası, ikizlerden birini öldürme biçimindeki yaygın uygulamaya uygun düşmekteydi; yetiştirme güçlüğünün zorunlu kıldığı185 ve öldürülenin ölümsüzlük kazandığı inancıyla haklı gösterilen186 bir uygulamaydı bu. Herakles Thebai kentinde doğmuştu, ama anası Argos Ovası'ndandı, nitekim Herakles'in başardığı on iki işin merkezi de Argos Ovası'ydı.187 Dolayısıyla, Herakles öyküsü Mykene kültürünün iki ana bölgesinde geçmekteydi,188 öykünün Minos çıkışlı olduğunu gösteriyor bu da. Öykünün en ilginç özelliklerinden biri, kahramanın, anasının doğduğu yerin tanrıçasıyla olan ilişkisidir. Bu tanrıça, daha anasının karnındayken Herakles'in haklarını elinden alır ve gün ışığını görür görmez onu boğmaları için iki yılan gönderir.189 Herakles'in cinnet getirip karısıyla çocuklarını öldürmesine yol açan; Amazonları ona karşı silaha sarılmaya kışkırtan; Herakles yeryüzünün batı ucundan Geryoneus'un sığır sürüleriyle dönerken yollarına bir atsineği çıkarıp sığırların dört bir yana dağılmasını sağlayan da aynı tanrıçadır.190 Bu tanrıça başından sonuna kadar Herakles'in amansız düşmanıdır.
Mitologya çözümlemesinin benimsenmiş bir ilkesi de, iki kavram arasındaki asıl ilişki bozulduğu zaman bu ilişkinin tam karşıtına dönüştürülmeye yatkın olmasıdır. Hera'nın Herakles'e düşmanlığı "çok ileri gider", ama öykünün yazılı yorumlarını bir yana bırakıp yerel geleneklere baktığımızda çok farklı bir durumun anılarıyla karşılaşırız. Sparta'da bir Hera tapınağı vardı. Bu tapmağı Herakles, Hippokoon'la dövüşünde kendisine yardımcı olduğu için Hera'ya şükran borcunu ödemek amacıyla yaptırmıştır.191 Herakles Hera'nın dev Porphyrion'la boğuştuğunu görür görmez koşup yetişmiş, Hera'ya saldıran devi cansız yere sermişti.192 Herakles Hesperid'lerin (Batı Kızları'nın) Bahçesi'ne gittiği zaman da, oradan Altın Elmalar'ı alıp döndüğünde de onu
184 Hesiodos. Sc. 48-52.185 C. K. Meek, A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study o f the Jukun-speaking Peoples o f Nigeria (Sir
Sudan Krallığı: Nijerya'da Jukun Dili Konuşan Halklar Üzerine Etnolojik Bir inceleme), (Londra, 1931). s. 357.
186 j,G. Frazer, The Colden Bough (Altın Dal), (Londra, 1923-27), "The Magic Art and the Evolution of Kings” ("Büyü Sanatı ve Kralların Evrimi"), c. 1, s. 267-69.
187 Apollodoros, 2.4. 6, 2. 5.1.188 M.P. Nilsson, Mycenaean Origin o f Creek Mythology, (Londra, 1932), s. 207.189 ilyada, 19. 95-133; Pi. N. 1. 33-40; Apollodoros, 2. 4. 5-8.190 Euripides, HP. 843-73; Apollodoros. 2. 4.12, 2. 5. 9-10.191 Pausanias, 3.15. 9.192 Apollodoros, 1. 6. 2.
276 TARİHÖNCESİ EGE
karşılayıp kutlayan Hera'dır.193 Bütün bu yerel geleneklerde Herakles Hera'nm dostu ve yardımcısıdır.
Yunanlılar, bu yüz kızartıcı çelişmeyi, aynı adı taşıyan iki kahraman olduğunu söyleyerek çözmeye çalışmışlardır: Kolları kıllı Argos'lu yiğit ve ondan daha büyük olan yumuşak bakışlı Giritli delikanlı.194 Me- galopolis'deki bir toplu yontuda, Demeter'le kızının yanında bu Giritli Herakles de görülmekteydi.195 Aynı Herakles Mykalessos'daki (Myka- le Burnu) Demeter tapmağında hizmet görmüştü.196 Yazılı geleneğe bakılırsa, Olimpiyat Oyunları'nm kurucusu Argos'lu Herakles'di; ama durumu daha iyi bilmeleri gereken yerel rahipler Olimpiyat Oyunla- rı'nı Girit'ten gelen öteki Herakles'in kurduğunu söylüyorlardı.197 Di- o Khrysostomos bir gün Olympia yakınlarında bir kır gezintisi yaparken yol kıyısında bir Herakles tapmağına rastgelmiş, tapmağın yanında yaşlı bir köylü kadın oturuyormuş. Yaşlı kadın, kaba bir Dor lehçesiyle, tapınağın bakıcısı olduğunu, Tanrıların Anası'nm kendisini ödüllendirerek bilici yaptığını söylemiş. O yörenin çiftçileri sürülerinin ve ekinlerinin encamını öğrenmek için ona danışırlarmış.198 Herakles'le Tanrıların Anası'nm ortak tapımmın kırsal kesimlerde yaygın olduğu anlaşılıyor.199 Bu sapa yörelerde köylüler kahramana eski niteliğiyle tapınmayı sürdürüyorlardı. Resmi görüşe verdikleri tek ödün, kahramanı, kendileri için pek az anlam taşıyan Zeus'un Olymposlu karısından alıp yerli, anaerkil niteliğini korumuş olan bir tanrıçaya aktarmış olmalarıydı.
Sonra bir de adın kendisi var. Kahraman ister Hera'nm düşmanı olsun, ister Demeter'in dostu, başından sonuna kadar "H era'nm ünü" anlamına gelen bir adla tanınmıştır. Bu, nedendir bilinmez, yanlış anlaşılmıştır. Nilsson, Giritli Herakles'den hiç söz etmeksizin Argos'lu Herakles ile Thebai'lı Herakles'in ayrıntılı bir incelemesini sunduktan sonra, "Herakles adının, Hera'nm Herakles öyküsündeki rolünün çıkış noktası olduğunu" belirtir.200 Bu varsayıma göre, kahramanın adının başlangıçtaki seçimi bir rastlantıdır. Daha sonra tanrıçayla arala
193 O. Cruppe. Criechische Mythologie und Religionsgeschichte, (Münih, 1906), s. 460-61.194 Herodot Tarihi, 2. 43-44; Pausanias, 9. 27. 6-8.195 Pausanias. 8 .31 .3 .196 Pausanias. 9.19. 5, 9. 27. 8.197 Pausanias, 5. 7. 6-7.198 D. Chr. 1 .61.R .199 l.R . Parnell, Creek Hero Cults (Yunan Yarı-Tanrı Tapımları), (Oxford. 1921), s. 129.200 Mycenaean Origin of Creek Mythology, s. 211.
E g e ’d e k İ B a z i A n a e r k İl T a n r i ç a l a r 277
rında bir bağ kurulması da rastlantıdır; elbette aralarındaki düşmanlık da bir giz olarak kalmaktadır. Eldeki ipucu bir yana bırakılırsa sorunun çözülememesi doğaldır kuşkusuz. Herakles adı, avazı çıktığı kadar haykırarak, Herakles'in ana-tannçanın erkeği olduğunu açıklamakta, erkek çocuğa anasının adının verildiği bir toplumda cinslerin durumunu belirlemektedir.
İki yüzlü balta bir şimşek simgesiydi. Karia başkenti Mylasa'da Ka- ria'lılara özgü bir Zeus Labrandeos, yani İki Yüzlü Baltalı Zeus tapımı vardı. "Niçin," diye soruyor Plutarkhos bıkıp usanmadan, "Karia'h Zeus elinde kutsal değnekle ya da yıldırımla değil de, baltayla gösteriliyor?" Herakles, Amazonların ecesini öldürünce onun pusatlarını da aldı; pusatlar arasında bir de balta vardı. Herakles, bu baltayı, hizmetine girdiği Lydia kraliçesi Omphale'ye sundu. Bu balta Omphale'den sonra, Karia'h Arselis'in öldürdüğü Heraklidlerin (Heraklesoğulları) sonuncusuna kadar bir evladiyelik gibi elden ele aktarıldı. Arselis'e gelince, o, baltayı aldı, Mylasa'ya götürüp Zeus'un eİine verdi.201 Zeus Labrandeos, baltasını Herakles'den aldı açıkçası; o da Hititlerden almıştı.
Eski bir Etrüsk gömüt anıtmda, elinde iki yüzlü balta, başında kocaman sorguçlu bir tolgayla bir savaşçı görülmektedir.202 Savaş başlığının tepesindeki sorguç, Lykia'lılarla Karia'lılara özgü bir buluştu.203 Dahası, Yunanlıların Heraklesi'yle Herası nasıl bir ilişki içindeyseler, Etrüsklerin Herkle- si'yle Uniali ve Romalıların Hercule- si'yle Iunosu da tıpatıp öyle bir ilişki içindeydiler. Roma'daki bir tunç yontuda, Iupiter'i, Hercules'le İuno'yu tanıştırırken görüyoruz. İupiter'in amacı, yalnızca bir uzlaştırmayla sınırlı değildir. Bunu, ayaklarının dibinde du
201 Plutarkhos, Moralia, 301 f.202 Cambridge Ancient Histoıy'de (Cambridge. 1925-39), 4. 392, R. S. Conway.203 Herodot Tarihi. 1. 171. 4.
Resim 43. Etrüsk zırhı: Vetulonia'dan bir dikilitaş
278 TARİHÖNCESİ Eg e
ran kadın ve erkek üreme organları da doğrulamaktadır.204 Gerçekte bir kutsal evlenmedir söz konusu olan. Roma düğünlerinde gelinin beline sardığı kuşak İuno'ya adanır, bu kuşağın güvey tarafından yatağa girilirken çözülen düğümüne nodus Herculaneııs205 denirdi. Bu kanıt] ortaya koyan Cook, "Herakles tapımı çok erken bir tarihte İtalya'ya ya-
204 “Who was the Wife o f Zeus?", s. 374.205 Festus. 63.
Eg e ’d e k İ B a z i A n a e r k İl T a n r i ç a l a r 279
yıldığında, Herakles'in benimsenmiş kadın eşinin Hera olduğu"206 sonucuna varmaktadır. Bugün elimizdeki bilgiler bu konuyla ilgili Yunan söylencesinin ne zaman yeniden düzenlenmiş olduğunu belirlememize el vermiyor, ama en azından bir yerel tapımda söylence kahramanı evliliğe ilişkin işlevini korumuştur. Kos Adası'nda evlenme törenleri onun tapmağında düzenlenir, ona düğüne gelen konuklardan biriymiş gibi yemekler sunulurdu.207
Bundan ötesini açık seçik göremiyoruz, ama gene de belli belirsiz birtakım izler bizi daha da gerilere çekiyor. Herakles'in Knossoslu He- ra'yla birleşmesi, Girit'de bir tarlada İason'la sevişen Demeter'i getiriyor aklımıza 208 Herakles'in Olimpiyat Oyunları'm başlatmak için Girit'ten getirdiği arkadaşlarının adları Paionaios, Epimedes, İdas ve İa- sios'du.209 İlk ikisi ilkel tıbbın kurucularıdır. İdas, adını Girit'deki İda'dan almıştır, İasios ise İasion'dan güç ayırt edilir bir addır.210 Bu da bir dizi ikilemeye vardırıyor bizi: Herakles-İasion, Demeter-Persep- hone, Hera-Eileithyia, Eileithyia-Eleusis. Hera ile Demeter'i kendi topraklarında daha iyi araştıracak duruma geldiğimizde, belki de her ikisinin de Cilalıtaş Çağı ana-tanrıçasında yatan kökenlerine varabiliriz.
Bir soru daha: Eğer Hera Herakles'den Zeus'la evlenmek için boşan- dıysa, Zeus'un ilk karısı kimdi? Aristoteles'den, Hellenlerin en eski yurdunun, Dodona kenti dolayındaki yöre olduğunu öğreniyoruz.211 Do- dona'da çok eski bir Zeus tapmağı vardı, belki de Yunan topraklarındaki en eski Zeus tapınağıydı bu. Zeus'un Hint-Avrupalı yanım, Ege etkilerinden uzak olarak ancak burada bulabileceğimizi düşünebiliriz. Anlatıldığına göre, Dodona'da Hera'ya Dione deniliyormuş 212 Dione ya da Dia, Zeus'un (Hint-Avrupa dilinde dyeus) dişilinden başka bir şey değildir. Cinslerin belli koşullardaki konumlarına uygun olarak, ataerkil Hint-Avrupa tanrıçası erkek efendisine göre adlandırılmıştı, hpkı anaerkil Minos tanrısının kadın efendisine göre adlandırıldığı gibi. Bu iki kültürün ataerkil Yunanistan'da kaynaşması da, anaerkil tanrıça ile ataerkil tanrının evliliğinde ustaca simgeleştirilmişti.
206 “Who was the Wife of Zeus", s. 375.207 V.R. Paton ve E.L. Hicks. Inscriptions o f Cos, (Oxford. 1891). s. 76. 28208 Odysseia, 5.125-27.209 Pausanias, 5 . 7. 6.210 C. Picard, "Sur la patrie et les peregrinations de Demeter" (“Demeter'in Yurdu ve Gezileri Üzerine"),
Revue des itudes grecs, (Paris, 1887-). 40. 357.211 Aristoteles, Mote. 1.14.212 Odysseia, 3. 91.
6. A pollon
Bu konunun ayrıntılarına pek fazla girmek niyetinde değiliz. Önemli tanrıçalardan birini, Aphrodite'yi buraya almadık, ileride, Homeros destanlarındaki Helena'yı incelerken Aphrodite'yle ilgili söyleyeceklerim olacak. Bu bölümü, Apollon'la ilgili bazı gözlemlerle sona erdirmek, Apollon'un nasıl anaerkil Artemis ve Leto tapanından evrildiği- ni göstermeye çalışmak istiyorum.
z8o TARİHÖNCESİ EGE
Resim 45. Apollon ile Artemis: Melos Adası’ndan bir vazo
Apollon'un bazı özellikleri, sözgelimi kehribar ticaretiyle ilişkisi bizi kuzeye, Orta Avrupa'ya yöneltiyor.213 Bunlar, Hint-Avrupalı özellikler olabilir. Ama Apollon genellikle güneybatı Anadolu ve Girit'le bağıntılı bir tanrıdır. Nilsson ortaya koymuştur bunu:
Apollon şenlikleri anakarada daha seyrektir. Her yerde aslında kendisiyle ilgili olmayan daha eski şenliklere el koymuştur Apollon... Dolunay zamanını yeğleyen öteki bütün Yunan tanrılarının tersine, Apollon'un bütün şenlikleri ayın yedinci günü kutlanır. Babillilerin şabat- fu'su ile eksiksiz ve hiç de rastlantısal olmayan bir benzerlik gösterir... Anası Leto güneybatı Anadolu'dan çıkmıştır. Leto ile uygunluk gösteren özel adlara yalnızca güneybatı Anadolu'da rastlanması bu konuda son derece inandırıcı bir kanıttır. Dilbilimciler, Leto'nun adını, Karia di-
213 M.P. Nilsson. Creek Popular Religion, (New York, 1940). s. 79.
Eg e ’ d e k i B a z i A n a e r k î l T a n r i ç a l a r 281
ündeki lada, "kadın" sözcüğüne bağlamaktadırlar. Yunanistan'daki Le- to tapımlarının sayısı az olduğu gibi, kaç yıllık oldukları da belirsizdir; yalnızca Girit'te Leto adına düzenlenen bir şenlik vardır.214
Nilsson'un vardığı bu sonuçlar, Picard'm Klaros'da yaptığı çalışmanın ışığında bir adım daha ilerletilebilir. Klaros Meryemi'nin yerini nasıl oğlunun aldığını görmüştük. Benzer bir gelişme, öteki Karia yerleşim merkezlerindeki, özellikle Miletos ve Delos'daki Apollon için de düşünülebilir. Delphoi'daki Apollon tapımı, tarihsel dönemde bütün ötekilere baskın çıkacak kadar etkili bir duruma gelmişti, ama Deipho- i'da bile Apollon tapmağının ilk bakıcılarının Girit'ten gelen yabancılar olduğu anımsanmaktaydı.215 Eğer Apollon Delphoi'ya Girit'ten gelmişse, Girit'e de Anadolu'dan geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Karia'lı Apollon Delos Adası'na geldiğinde, anası, yani Kadın, orada kendisine ve kızma bir yer sağlayacak kadar güçlüydü daha.216 Ama Apollon Parnassos Dağı'nm eteğine indiğinde kendini "Zeus'un oğlu"217 ilan etti. Deiphoi'da Apollon'un anası ve kız kardeşi söylenceden de, kuttörenden de çıktılar.218 Denilebilir ki, Delphoi'lu Apollon, kendismi yaratmış olan toplumsal değişikliklerin eksiksiz bir yansımasıdır. Ephesos'da tanrılık anadan kıza geçerdi, Klaros'da ve Delos'da ise anadan oğula. Deiphoi'da ana da, kız da ellerini eteklerini çektiler bu işten; Oğul'u yüce Baha'sının yetkesiyle donatılmış olarak bıraktılar: Öylesine güçlü bir tanrı oldu ki Apollon, dünyaya bir CUalıtaş yon- tucuğunun kucağında bir bebek olarak geldiğini unuttuk nerdeyse.
214 Minoan-Mycenaean Religion, s. 443-44215 Homeros, H. 3,475-80.216 Call. Del. 36-58.217 Homeros, H. 3, 480.218 Cults o f the Creek States (Yunan Devletleri Tapımları), c. 2. s. 465.
Üçüncü Bölüm
ORTAKLAŞMACILIK
Ve toprak hiçbir zaman satılmayacaktır; çünkü toprak benimdir.
Leviticus
Benim tarlam, Tanrının toprağıydı. Nereyi sürdüy- sem, orası benim toprağımdı. Toprak herkesindi. Hiç kimsenin kendisinin olduğunu söyleyemediği bir şeydi toprak. İnsanların, kendilerinin olduğunu söyledikleri tek şey emekti.
Tolstoy
28s
vın
TOPRAK
1. Özel Mülkiyetin Başlangıcı
Avcılıkla geçinen toplulukların bir özelliği vardır: Avcı, yakaladığı avı kendine ayırmaz, bölüşülmek üzere yaşadığı topluluğa getirir.1 Bu kural, uygulayım düzeyinin düşüklüğü yüzünden üretimin de, tüketimin de ortaklaşa olduğu bir ekonomiye uygun düşer.2
Emeğin üretkenliği arttıkça, insan, kendi elleriyle edindiği zenginliğe kendisi ve en yakınları adına sahip çıkma eğilimi gösterir. Kabile (tribü) düzenini önünde sonunda devlete dönüştüren özel mülkiyetin
1 B. Spencer ve F.J. Cillen, Northern Tribes o f Central Australia (Orta Avustralya'nın Kuzey Kabileleri), (Londra, 1904), s. 609; B.Spencer ve F.J. Cillen, Native Tribes o f the Northern Territory o f Australia (Avustralya'nın Kuzey Bölgesindeki Yerli Kabileler), (Londra, 1914), s. 36; B. Spencer ve F.J, Gillen, The Arunta (Arunta'lar), (Londra, 1927), s. 52; A.W. Howitt, Native Tribes o f South-East Australia (Güneydoğu Avustralya'nın Yerli Kabileleri), (Londra, 1904), s. 756; B. Malinowski, The Family Among the Australian Aborigines (Avustralya Yedilerinde Aile), (Londra, 1913), s. 283-86; H .H . Bancroft, Native Races o f the Pacific States o f North America (Kuzey Amerika'nın Pasifik Devletlerindeki Yerli Irklar), (Londra, 1875-76), Cilt 1, s. 118, 417,506; W.H.R. Rivere, Kinship and Social Organisation (Akrabalık ve Toplumsal Örgütlenme), (Londra, 1932), s. 108: R.W. Williamson, Social and Political Systems o f Central Polynesia (Orta Polinezya'nm Toplumsal ve Siyasal Sistemleri); A.F.R. Wollaston, Pygmies and Papuans (Pigme’ler ve Papua’lar), (Londra, 1912), s. 129; E.W. Smith ve M. Dale, The Ita-speaking Peoples o f Northern Rhodesia (Kuzey Rodezya'deki İla Dili Konuşan Halklar), (Londra, 1920), Cilt 1, s. 384; L.T. Hobhouse, G.C, Wheeler ve M. Ginsberg, Material Culture and Social Institutions o f the Simpler Peoples (ilkel Halkların Maddi Kültürü ve Toplumsal Kurumlan), (Londra, 1930), s. 244; G. Landtman, Origin o f the Inequality o f the Social Classes (Toplum sal Sınıfların Eşitsizliğinin Kökeni), (Londra, 1938), s. 7; M.P. Buradkar, "Clan Organisation of the Gonds" (“Gond'ların Klan Örgütlenmesi”), Man in India, (Haydarabad, 1920-), 27,127, s. 155.
2 W.E. Roth, Ethnological Studies among North-West Queensland Aborigines (Kuzeybatı Queensland Yerlileri Arasında Etnolojik incelemeler), (Brisbane/Londra, 1897), s. 96, 100; J. Mathew, Two Representative Tribes o f Queensland (Oueensland'den iki Örnek Kabile), (Londra, 1910), s. 87; A.C. Hollis, The Nandi, their Language and Folklore (Nandi'ler, Dilleri ve Folklorları). (Oxford, 1909), s. 24; bkz. ).L. Myres, Cambridge Ancient History, Cilt 1, s. 50.
286 TARİHÖNCESİ E g e
ve ailenin tohumudur bu. Ne var ki, bu tohum, ilk aşamalarında, kabile düzeninin bağrında gelişir, dahası önceleri de gördüğümüz gibi kabilenin dayandığı ortaklaşa işlevleri yoğunlaştırarak kabile düzenini güçlendirir. Klanlar, birbirlerine karmaşık bir karşılıklı hizmetler ağıyla bağlıdır; bu karşılıklı hizmetler ağı içinde, yapıcı bir yarışma ruhundan kaynaklanan istekle saygınlık uğrunda yarışırlar birbirleriy- le.3 Bir av ya da savaş vurgunu fazlası elde eden kimse, başka bir klanı kendi klanıyla şölene katılmaya çağırarak başarısını gözler öniine serer. Onun bu çağrısı bir meydan okumadır; karşısındakileri, saygınlıklarını yeniden kazanabilmek için bu çağrıya olabilirse fazlasıyla karşılık vermek zorunda bırakan bir meydan okuma.4 Bu yükümlülük yerine getirilemezse, bir tür iş hizmetiyle de karşılanabilir. Böylelikle, eşit olmaktan çıkar klanlar. Bu arada, aynı süreç klan içinde de işlemeye başlar, giderek klan ailelere bölünür.
Günümüzde var olan kabilelerde, mülkiyetin büyümesine yönelik bu eğilimler, sömürüyle büyük ölçüde hızlandırılmıştır. Bu eğilimler, bireysel hakların kabile düzeni içinde gelişebileceği en yüksek noktayı belirler; dolayısıyla, uygar halkların tarihöncesini incelerken, ortak mülkiyetin daha ileri bir aşamaya karşı direndiğini görmeye hazırlamamız gerekir kendimizi. Kendi geçmişimize dönüp baktığımızda, başlıca etkenlerden birinin, hayvancılık ekonomisinin benimsenmesi olduğu doğrultusunda birçok belirtiyle yüz yüze geliriz. Latince'de, "sığır" demek olan pecns sözcüğünden gelen pecunia sözcüğü kendi kendini açıklamaktadır; kaldı ki, daha birçok dildeki benzer sözcüklerin kökenleri de bunu doğrulamaktadır.5 Av bozulup çürüyebilir, toprak bir yerden bir yere taşınamaz; ama hayvanların ele geçirilmesi, bölüşülmesi ya da değiş tokuş edilmesi kolaydır. Hayvancılıkla geçinen kabileler, hepsi de göçebe olduklarından, zenginliklerini sığır talanları ve savaşlarla çabucak artırırlar; savaş da erkeklerce yapıldığından, bu ekonominin özünde var olan zenginliğin erkeklerin elinde toplanması eğilimi daha da
3 L. H Morgan, Ancient Society (Eski Toplum), (İkinci basım, Şikago, 1910), s. 96; Northern Tribes of Central Australia, s. 164; H. Hubert, Creatnessand Declineofthe Celts (Kelt'lerin Büyüklüğü ve Çöküşü). (Londra, 1934), s. 195; Origin o f the Inequality o f the Social Classes (Toplumsal Sınıflardaki Eşitsizliğin Kökeni), s. 70.
4 Native Races o f the Pasife States o f North America, Cilt 1, s. 192, 217, Cilt 2 s. 711; J. Roscoe, The Bağanda (Baganda'lar), (Londra, 1911), s. 6; J.G. Frazer, Totemism and Exogamy (Totemcilik ve Dışevlilik), (Londra, 1910), Cilt 3, s. 262, 300-01, 342-44, 519, 545; M.Granet, La civilisation chinoise (Çin Uygarlığı), (Paris, 1929/ Londra, 1930), s. 165, 267; V. Grönbech, Culture o f the Teutons (Töton'ların Kültürü), (Oxford, 1931), Cilt 2, s. 8,87; Greatness and Decline o f the Celts, s. 54,193-96
5 F.Heichelheim, Wirtschaftsgeschichte des Altertums (Leiden, 1939), Cilt 1, s. 47.
güçlenir. Bu atılgan, durmak oturmak bilmeyen kabileler, her yeri yağmalarlar, erkekleri öldürüp kadınları köle olarak alır götürürler; ta ki, en sonunda, bir tarım bölgesine kalıcı bir biçimde yerleşip oradaki yerli halkı düzenli vergiye bağlaymcaya kadar. Yerli halkın köleleştirilme- sinin ilk adımıdır bu.6 Babil'i ele geçiren Kassitlerin, Mısır'daki Hyksos krallarının, Minos Girit'ini yağmalayan Akha'ların başlangıçta yaptığı buydu.7 Hint-Avrupalı göçebeler, bir de, evcilleştirilebilir hayvanların en hızlısına, ata sahiptiler. Dillerini, bu denli uzaklara yayabilmeleri- nin nedeni, kendilerinden gelen bir üstünlük değil, toplumsal ve tarihsel koşulların onlara Yakındoğu'nun yerleşik tarım uygarlıklarını boyunduruk altına alma ve özümleme olanağı veren özel bir bileşimiydi.
Savaş, tek ve bölünmez bir önderliği gerektirir. İşte bu yüzden, bu kabilelerde krallık askerileşmiştir.8 Başarıyla sonuçlanan bir seferin ardından, kral ve ona bağlı şefler gerek köle, gerek toprak olarak savaş vurgunundan aslan payını alırlar. Böylece belli ellerde toplanan zenginlik eşitsizlikleri arttırır, toplumun dokusu doruktan başlayarak sarsılır.
2. Yunanistan'ın İlk Dönemlerinde Mülkiyet Sorunu
Marathon'daki "ünlü utku"yu koca bir bölüm boyunca uzun uzadıya anlatan Cambridge Ancient History, Eski Yunan'm ilk dönemlerindeki toprağın kullanımı sorununu tek bir tümceyle geçiştirir:
Yunanlılar, toprağın klanın ortak malı olduğu ve özel mülkiyetin bilinmediği aşamayı -kuşkusuz, böyle bir aşanın olmuşsa eğer- çoktan geride bırakmışlardı.9
T o p ra k 287
6 Bkz. j. Roscoe, The Bakitara or Banyoro (Bakitara’lar ya da Banyoro’lar), (Cambridge, 1923), s. 6-9.Bunun ilk aşaması, Strabon'un, yılın belirli zamanlarında yerleşik ovalıların topraklarını ele geçirmeve yağmalama hakkını elde eden Massaget'leri ve öteki Kafkasya göçebelerini anlatışında görülebilir: Strabon, s. 311, 511.
2 I.Ö. 1700 dolayında Babil'e giren ve buraya atı getiren Kasslt'lerin dili bir ölçüde Hint-Avrupa diliydi: H,R. Cali, Ancient History o f the Near East (Yakındoğu'nun Eskil Tarihi), (Onuncu basım, Londra, 1947), s. 199-203. I.Ö. 1600 dolayında Mısır’a giren Hyksos'lar ya da "çoban krallar" Anadolu ve Hint-Avrupa öğelerini de kapsıyorlardı; M ısır’ı hızla ele geçirmeleri at ve araba kullanmalarına bağlanmıştır Aynı yerde, s. 212-13; R.M. Engberg, The Hyksos Reconsidered (Hyksos'ların Yeniden incelenmesi), (Şikago, 1937), s. 23,41-50; H.R. Hail, The Civilisation o f Greece in the Bronze Age (Tunç Çağı'nda Yunan Uygarlığı), (Londra, 1928), s. 84-85.
® Bkz. Bu bölümde “ 10. Ayrıcalığın Gelişmesi".® Cambridge Ancient History'de F.E. Addock, Cilt 4, s. 42.
O zaman, insanın aklına şu soru geliyor hemen: Peki, özel mülkiyet Cennet Bahçesi'nin çevresine çit çekilmesinden bu yana var olmuş olamaz mı? Ama temkinli yazarımız hiç değinmiyor bu konuya. Özel mülkiyetin kökenini rahatlıkla gözardı edebilmek için, bu konuyu çok eskilere götürüp bırakmayı yeterli görüyor. Tarihin böyle yazılabileceğini söylemek çok güçtür.
İlyada'da şu dizelerle karşılaşıyoruz:
Tarlaları ortak iki adamdı sanki bunlar,ellerinde ölçü vardı sanki,sınırı çizmek için de çekişmedeydiler.Hiçbiri gözden çıkarmıyordu eşit payını.10
Bu dizelerin ardında nasıl bir toprak kullanımı yatıyor dersiniz? Biz- dekine benzediği söylenemez, çünkü toprağın ortak olduğundan söz ediliyor. Bu durumu gerçekten kavramak istiyorsak, konuyla ilgili bütün öteki bilgilerle birlikte kendi bağlamı içinde incelememiz gerekir. Kuşkusuz, sağduyu da bunu gerektirir. Ama çoğu zaman kılı kırk yaran ünlü uzmanlarımız, bu konuyla karşılaştıklarında, insanı şaşkmlığa düşürecek kadar kestirmeci bir tutum takınıyorlar. Yaşayan en büyük Homeros çağı arkeoloğu olan Nilsson'un şu sözlerine kulak verelim:
Eski bir varsayıma göre, Homeros, toprak mülkiyetinin ortak olduğundan ve toprağın zaman zaman yeniden bölüşüldüğünden söz eder. Oysa bu varsayımın kanıtı olarak gösterilen dizeler başka türlü de yorumlanabilir. "Epiksynos" sözcüğünün "ortaklaşa" anlamına gelip gelmediği belirsizdir. Bu sözcük, yalnızca "herkese açık", yani "mülkiyeti tartışmalı" anlamına gelebilir; o zaman, Homeros'un sözünü ettiği çekişme, tarlaları komşu iki çiftçi arasındaki çekişme de olabilir.11
"Ortak" ile "herkese açık" arasında yapılan bu pek ince ayırımın, dahası "herkese açık, yani mülkiyeti tartışmalı" biçimindeki daha da ince eşitlemenin anlamı nedir? Bunlar, benimki kadar okurun sağduyusunu da zorlayacak sorulardır. Okur, bu soruları yanıtlamayı başar- sa bile, gene de kendi kendine, tartışma konusu toprağın mülkiyeti ise bu iki adam neden toprağı eşit parçalara bölmeye uğraşıyor, diye sor-
2 8 8 TARİHÖNCESİ EGE
10 İlyada, (Sander Yayınları, dördüncü basım, İstanbul, 1981,Türkçesi: Azra Erhat-A. Kadir), 12.421 -23-11 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae (Homeros ve Mykene), (Londra, 1933), s. 242.
T o p r a k 289
inak zorunda kalacaktır. Kaldı ki, bu belirsiz görüş uğruna bir yana atılan o "eski varsayım", bundan yarım yüzyıl kadar önce Esmein'in yaptığı bir yorumdur ve konunun karşılaştırmak bir incelemesinden çıkarılmıştır-12 Demek ki, bu "eski varsayım" gerçekte hiç de bir varsayım değil akla uygun bir görüştü. Nilsson, bu görüşü bir yana fırlatıp atarak, yerine en küçük bir destekten yoksun kendi varsayımını koymuştur; bir başka deyişle, Homeros'un dizelerinin, modern anamalcı mülkiyet ilişkilerinin ışığında hemencecik yorumlanabileceğini varsaymış- tır. Açıktır ki, tarih böyle de yazılamaz.*
Bu tarihçiler özel mülkiyetten niçin bu kadar utanıyorlar acaba? Gerçekte, her zaman böyle değildiler. Kentsoylu tarihçilerin en eskileri -Ferguson, Millar, Adam Smith- özel mülkiyetle övünürlerdi. İnsanlığın ilerlemesinin özel mülkiyete dayandığına inanırlardı ve bir zamanlar insanlığın ilerlemesi gerçekten de özel mülkiyete dayanırdı. Bu yazarlar, özel mülkiyetin uygarlığın gelişmesinde belirleyici etken olduğunu Marx ve Engels'den daha önce görmüşlerdi. Görmeden de edemezlerdi, çünkü savundukları anamala mülkiyetin gelişmesi onların döneminde hâlâ feodalizmin kalıntılarınca kösteklenmekteydi. 1795'de Çitleme Yasaları'nm göziipek bir savunucusu olan Sir John Sinclair'in kimi gözlemlerine bakacak olursak, o günlerde kentsoyluluğun mülkiyete karşı tutumunun ne denli değişik olduğunu görebiliriz:
Toprakların ortak olması düşüncesi, haklı olarak belirtildiği gibi, insanların avcılık ve çobanlıktan öte bir uğraşa yabancı oldukları ya da toprağın işlenmesinden sağlanan yararlan daha yeni yeni tattıkları, o barbar toplum düzeninden alınmıştır.13
Cambridge Ancient History'd e okuduklarımıza karşılık, ne tuhaftır ki, bilgisiz bir toprakağasının "kötü Kral George" dönemindeki bu açıklaması bilimsel olarak doğrudur. Hiç kuşkusuz, eski tutumun göziipek dobralığı da, yeni tutumun belirsiz kapalılığı da kentsoyluluğun mül
12 A. Esmein, "La propiiti fonciere dans les poemes homiriques", Nouvelle revue historique du droit français et dtranger, (Paris, 1855).
* Burada bir noktayı belirtmekte yarar var. Benim bu çeviride kendime temel aldığım Azra Erhat-A. Kadir çevirisinde İlyada'da "ortak" sözcüğü yerine "komşu" sözcüğü; "eşit pay" sözcükleri yerine de "en küçük pay" sözcükleri kullanılmaktadır. Bu açıdan, Azra Erhat-A. Kadir çevirisinin yorumu, Nilsson'un yorumuna daha yakın düşmektedir. Ama, George Thomson, kitapta temel aldığı İngilizce çeviride "ortak" ve “eşit pay" sözcüklerini kullanmaktadır, (f.n.)
13 ).L. Hammond ve B. Hammond. The Village Labourer (Köy Emekçisi), (Dördüncü basım, Londra, 1936), s. 12.
kiyetteki çıkarından doğmaktadır. Ama dünya değişti artık. Ortaklaş- macılığı salt tarihöncesine ilişkin bir olgu olarak bir yana atmak olanaksızdır; bu yüzden de, bu konu tabu olup çıkmıştır. Hakikatin aydınlığa kavuşturulmasına hangi tutumun daha yardımcı olduğunu belirtmeye bile gerek görmüyorum.
Marx'çılar, zaman zaman, gerçekleri kendi ilkelerine uydurmak amacıyla çarpıtmakla suçlanırlar; oysa karşı görüştekileri kendi yanılgılarıyla suçlamak, kentsoyluluğun alışkanlıklarından biridir. Bu deneycilerin öngördüğü tümevarım yöntemi, eldeki konunun tümüne sınırlama konmaksızın uygulandığı sürece belli amaçlan sağlayabilir, ama bu durumda bile yetersizdir. Ne ki, bir de önümüzdeki örnekte olduğu gibi, konunun ancak bütünle bağıntısı içinde kavranabilecek küçük bir parçasıyla sınırlı tutuldu mu, genel sonuçlara varma olasılığım da engellemekten başka bir işe yaramaz. Modern bilimin onsuz edemeyeceği karşılaştırma yöntemi, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda kentsoylu tarihçilerce uygulanmış ve olağanüstü sonuçlar vermişti. Ama son zamanlarda, elde çok daha fazla gereç olmasına karşın bir yana bıraktılar bu yöntemi. Toplumculuğun gelişmesiyle karşı karşıya gelince, öncüllerinin kazandığı mevzileri birbiri ardı sıra terk ettiler. Öte yandan, özel mülkiyetin kökenleri göz önünden uzaklaştırılabilir- se, bugün onun tepesinde dolaşan gölgelere biraz daha uzun bir süre gözlerimizi kapayabiliriz. O lente, lente currite, noctis eqiti. Ve böylece tarih yazımı gitgide daha içekapanık bir niteliğe bürünür; bir bilim olmaktan çıkar, bir "sanat" olur.
Bu tutumun yol açtığı inatçı körlük, Toutain'in İlyada'dakı sorunumuza ilişkin sözlerinde bütün açıklığıyla ortadadır:
İşte önümüzde ortak mülkiyetin eksiksiz bir örneği, diyor Esmein. Doğrusu, insanın bu görünümü böyle yorumlayabilmesi için önyargılı bir düşüncenin kölesi olması gerekir. Oysa tam tersine, bana öyle geliyor ki, iki komşunun davranışları özel mülkiyetin varlığını ve her birinin kendi payı için ne denli inatçı bir biçimde dövüştüğünü kanıtlıyor.14
Hepsi bu; ne bir görüş öne sürülüyor, ne de Esmein'in görüşleri yanıtlanıyor. Köle hangisi acaba? Ve bu içi boş yadsıma, karşılaştırma yöntemine yöneltilen bir suçlamayla bütünlük kazanıyor:
290 TARİHÖNCESİ EGE
14 ). Toutain, Economic Life of the Ancient World (Eski Dünyanın Ekonomik Yaşamı), (Paris, 1927/Londra,1930), s. 14.
t o p r a k 291
Kimi ilkel halklarda toprak mülkiyetinin ortak olduğu gerekçesiyle, aynı düzenin aynı biçimde bütün ilkel halklarda var olduğunu düşünmek gereksizdir. Bu sonucu çıkaranlar, toprak mülkiyetinin niteliğinin toprağın ve iklimin niteliğinden bağımsız olamayacağını unutuyorlar... Ne olursa olsun, kanımca, böyle bir konuda bir ülkenin sonuçlarını başka bir ülkeye aktaran bir yöntem tümden tehlikelidir.15
Belli bir toprak kullanımı biçimi, her somut durumda, yalnızca toprağa ve iklime göre değil, bütün bir doğa ve toplum koşulları karmaşası göz önüne alınarak belirlenir. Toutain'in yüz yüze gelmekten kaçındığı önerme budur. Öte yandan, "böyle bir konuda", hele bugünkü akışkan durumuyla Avrupa anakarasında bir ülkenin sonuçlarını bir başka ülkeye aktarmakta belli bir tehlike olduğu da kabul edilebilir.
3. İlkel Toprak Kullanımı
Olguları araştırmanın vakti artık. Gerçekte, pek kolay olmayacak bu. îlkel toprak kullanımının tarihi daha yazılmadı. Eski Yunan'da ve daha başka yerlerde daha çözülmemiş birçok sorun var. Ben burada olsa olsa, benim elimdekilerden daha geniş bir bilgiyle uygulandığında bu sorunların çözülmesini sağlayacak yöntemi özetlemeye çalışabilirim.
Hobhouse, W heeler ve Ginsberg'in etnolojik bilgilerin sayılara dayalı çözüm lem elerinden elde ettikleri sonuçları özetleyerek başlayayım işe:
Bütün bir eğilimi en iyi şöyle dile getirebiliriz: Komünal ilke, aşağı kültür evrelerinde egemendir, çobanı! halklar arasında da az farkla da olsa ağır basmaktadır. Özel mülkiyetse, daha ileri tarım evrelerinde artma eğilimi göstermektedir, ama gene de bu özel mülkiyet bir ölçüde komünal ilkeyle iç içe, bir ölçüde yalnızca şefle sınırlıdır, kimi durumlarda da feodal toprak kullanımını andırır niteliktedir. Gerçekte, bu belirsizlikten, kendi tarihimizin başlangıcında rastladığımız senyörlük mülkiyeti ile halk mülkiyeti arası bir şey çıkıyor karşımıza. Hep görüyoruz ki, barbarlığın uygarlığa dönüşmeye başladığı aşamada komü-
15 Aynı yerde, s. 12-13. Karşıt görüş için bkz. P. Vinogradoff, Growth o f the Manor (Malikânenin Gelişimi). (Londra, 1950), s. 18: “Öyle görünüyor ki, eski hukukta, toprağın ilk başlarda tek tek bireylerce değil, gruplar tarafından mülk edinildiği ve toprağa tek tek bireylerin sahip olmasının uzun bir gelişme süreci sonunda gerçekleştiği yolundaki görüşten daha kesin bir şey yoktur.”
292 T a r İh ö n c e s } Eg e
nal, özel ve senyörlük mülkiyet ilkeleri iç içe geçmiştir... ve senyöre üstünlüğünü sağlayan aşamanın, uygarlığa giden yoldaki bir sonraki aşama olduğu anlaşılmaktadır.16
Şimdi de, bu genellemeleri sağlam bir temele oturtabilmek amacıyla Afrika, Asya ve Avrupa'dan bazı tipik örnekler vermek istiyorum. Junod'un Güney Afrikalı Bathonga'larla ilgili açıklamasıyla başlayacağım işe.
Bathonga'larm düzeni, son zamanlarda sığırlarının bir hastalık sonucu tümden kırılmasından önceki dönemden kaynaklanan bir düzendir. Dolayısıyla da, büyük ölçüde hayvancılığa bağımlı bir ekonominin düzenidir. Bugün saban bir ölçüde kullanılıyorsa da, bu bir yeniliktir gerçekte. Bütün topraklar şefindir, daha doğrusu gereksinimi olan herkes toprağı bu şef aracılığıyla elde eder. Şef, her köy başkamna geniş bir toprak parçası bağışlar. Köy başkanı da, bu toprak parçasının en iyi yerlerini kendi yönetimi altındaki aileler arasında paylaştırır. Bu topraklar kalıtsaldır, ama ne satılabilir, ne de başka birine aktarılabilir. Toprak alınıp satılamaz. Ayrıca, o bölgeye yerleşmek isteyen bir yabancının dilediğince toprak elde edebilmesi için, şefin buyruğu altına girmeyi kabullenmesi yeterlidir; ardından toprağı temizleyip işlemeye koyulur. Yeni geleni özendirmek, köy başkanmın çıkarmadır, çünkü böylelikle toprağın değerini, dolayısıyla da bölgenin zenginliğini ve insan gücünü arttırmış olacaktır. Kaldı ki, köy başkanınm bazı iş hizmetleri sağlama durumu vardır.17 Böyle bir düzen, toprak fazlasını gerektirir. Her gelene bol bol yer vardır, topraklar tarımın her bölgeye yayılmasına elverişlidir. Bathongaiar bu koşullarda ekonomik büyümenin sınırına tam yaklaşırlarken İngilizlerin vergileri araya girmiş, Bat- honga erkeklerini madenlerde çalışmak zorunda bırakmıştır.
Yeniden Hindistan'a dönersek, kimileri ilkel Hint-Avrupa kültürü için varsayılmış koşullara benzerlik gösteren farklı ve çok çeşitli koşulla karşılaşırız. Örneğin, en bereketli yörelerde temizlenip açılması güç olan toprak aynı zamanda sulamayı gerektirir.18 Bu etkenler, tarıma geçiş için elverişli değildir. Yaygın bir örnek olan rcıiyahvcıri tipi köy komününü Baden-Powel şöyle anlatıyor:
16 Material Culture and Social Institutions of the Simpler Peoples, s. 253.17 H.A. )unod, Life o f a South African Tribe (Bir Güney Afrika Kabilesinin Yaşamı), (İkinci basım, Londra,
1927), Cilt 2, s. 6-7; E.). Krige, Social System o f the Zulus (Zulu'larda Toplumsal Dizge), (Londra. 1936), s. 176-77; The lla-speaking Peoples o f Northern Rhodesia, Cilt 1, s. 387.
18 B.H. Baden-Powell, The indim Village Community (Hint Köy Topluluğu), (Londra, 1896), s. 51, 66
T o p r a k 293
Bu tip köylerin çokluğuyla belirlenen ülkelerde, hemen her zaman, kabile toplum düzeninin kanıtlarına rastlayabiliriz... Birkaç köyü kapsayan klan bölgeleri vardı ve bunların her birinin başında kendi başkanı ya da şefi bulunuyordu... Her köy kümesi birtakım hane ya da aile topraklarını içerir... Başkan ya da şef önemli bir kişi olduğundan, hiç kuşkusuz, tarım için açılacak ve yerleşilecek yerin seçimi onun yönetiminde yapılırdı... Daha sonraki dönemlerde, başkanın, yeni ekim alanlarını düzenlediğini ve yeni topraklara el konulmasıyla ilgili anlaşmazlıkları çözüme bağladığını görüyoruz. Racalık kurulduğunda (belki daha da sonraki dönemlerde), Racanın izni olmadan hiçbir boş toprağın mülk edinilemeyeceği düşüncesi egemendi. Ama uygulamada buna çoğu zaman dolaylıca izin verilir, dahası bu tutum açıkça özendirilirdi; eski devlet görevlileri daha fazla ekili toprak görmekten çok hoşnut olurlardı, çünkü kralın çok eski zamanlardan beri tek gelir kaynağı olan üretimden aldığı pay artmış olurdu böylelikle... Toprak sahipleri genellikle ekilebilir toprakların orta yerine kurulan merkezi bir köyde otururlardı. Bu köyde, başkanın ötekilerden daha büyük ve daha iyi yapılmış bir konutu bulunurdu... Başkanın, evini, yağmacılara karşı korunabileceği gerçek bir kaleye dönüştürdüğü de görülürdü... Başkan, topluluktaki yerinden ötürü, değerli bir toprak parçasıyla ödüllendirilirdi ve bu genellikle köydeki en iyi toprak parçası olurdu... Başkanın ayrıca çeşitli ayrıcalıkları ve öncelik hakları da vardı.19
Yazar, zanaatkarların durumunu ve toprak kullanımı koşullarını da şöyle dile getiriyor:
Yerli zanaatkarlar ve hizmetkârlar, götürü ücret almazlar, önceden köy- cek belirlenmiş bir ödül karşılığı çalıştırılırlar. Bu ödül, kimileyin kiradan (ve belki de vergiden) bağışık bir toprak parçası, kimi zaman hasat mevsiminde yapılan küçük ödemeler, bazen de alışıldığı üzere verilen belli sayıda ekin demetidir... Hindu yasaları uyarınca toprak sahibi öldüğünde özel toprak parçası ortak bir biçimde onun soyundan inenlere kalır; onlar da bu toprağı koşullar elverdiği ölçüde aralarında payla-
39 Aynı yerde, s. 9-15; R.V. Russell ve R.B.H. Lal, Tribes and Castes o f the Central Provinces o f India (Hindistan'ın Orta Eyaletlerindeki Kabileler ve Kastlar), (Londra, 1916), Cilt 1, s. 43-44; "Sahip olma hakkı İngiliz hükümetince kendisine verilen patelya da köy başkanı hiç kuşkusuz daha önce bu hakka sahip değildi; köy topluluğunun sözcüsü ve temsilcisiydi yalnızca." Özel mülkiyetin Hindistan'da Ingilizler tarafından bir politika sorunu olarak dayatılması konusunda bkz. R.P. Dutt, India Today, (Bugünkü Hindistan), (Londra, 1940), s. 209-15.
294 TARİHÖNCESİ EGE
şırlar... Konukların ağırlanması, bayramların kutlanması, vb. gibi köy harcamalarından yalnızca başkan sorumludur ya da bir zamanlar böy- leydi.20
Toprakların paylaşılma biçimi, Güneybatı Bengal'deki bu tip köylere bakılarak örneklenebilir. Önce, ayrıcalıklı kişilere ayrılan özel paylar vardır: Bir pay yörenin sefine, bir pay başkana, bir pay da rahibe. Ekilebilir toprakların geriye kalanıysa, gereksinmelerine göre hane sahipleri arasında bölüştürülür ve dönem dönem bu bölüşüm yeniden düzenlenirdi 21 Başlangıçta Raca'nm geliri yalnızca, kendilerine her köyde kiradan bağışık topraklar bağışlanan emekçilerce işlenen kendi özel toprak parçalarının (majhhas) üretimine dayanıyordu. Ama zamanla buna bir de köy topraklarının üretiminden alman zorunlu vergi eklendi.22
Toprakların dönem dönem yeniden bölüştürülmesinden amaç, ailelerin değişen gereksinmelerine bağlı olarak toprak mülkiyetinde elden geldiğince gerçek bir eşitlik sağlayabilmekti. Yeniden bölüştürme kura yoluyla gerçekleştiriliyordu. Bu işlem, Peşaver'den verilen aşağıdaki örnekten de anlaşılabileceği gibi, kimi durumlarda kılı kırk yararcasına uygulanıyordu:
Topraklar kura çekme yoluyla alınıyordu... Bölüşülecek topraklar nitelik bakımından ayrım gösteriyorsa, klan yetkilileri iyi, iyice ve şöyle böyle topraklardan oluşan ya da başka bir biçimde ayırt edilen çemberler ya da sıralar düzenliyorlardı. Topraktan pay alanlar topraklarını her sıradan bir parça almak zorundaydılar... Ama gene de, toprakların sınıflandırılmasına karşın eşitsizlik tümden önlenemediğinden, dönem dönem toprak değiştirme ya da toprağı yeniden bölüştürme sistemine uzun zaman bağlı kalındı.23
20 Aynı yerde, s. 16-20.21 Aynı yerde, s. 179-80, bkz. s. 132, 324-25; S.A. Dange, Land Fragments and Our Farmer (Toprak
Parçaları ve Çiftçimiz), (Bombay, 1947), s. 35-38.22 Aynı yerde, s. 181.23 Aynı yerde, s. 253-55, bkz. s. 262, 324-25. Dönem dönem yeniden bölüşüm Ortadoğu’nun bazı
yörelerinde de sürmektedir. Bkz. D. Warriner, Land and Poverty in the Middle Fast (Ortadoğu'da Toprak ve Yoksulluk), (Londra, 1948), s. 18, 66-67, 19: "Filistin, Ürdün ve Suriye'de daha da başka bir yarı-ortaklaşa mülkiyet biçimi vardır... Kabile ilk başta yerleştiğinde, her köyün ekilebilir topraklan üyeler arasında eşit bir biçimde bölüştürülüyordu; her üye köyün değişik bölgelerinde bir toprak parçası alıyordu. Üyeler arasında eşitliği korumak için de toprak belli aralıklarla yeniden dağıtılıyordu "
4. İngiliz Köy Topluluğu
Avrupa ve Asya köy topluluklarının temelinde yatan benzerlikleri büyük bir başarıyla ortaya koyan, Henry Maine'di. Avrupa'da feodalizm öncesi toprak kullanımı biçimlerine ilişkin bir inceleme, Eski Yu- nan'la ilgili çok değerli sonuçlar çıkarma olanağı sağlamaktadır bize. Hiç kuşku yok ki, çok temkinli bir yaklaşımla kullanılmalıdır bu sonuçlar, ama gene de bölük pörçük oldukları için tek başlarına hiçbir şey anlatmayan birtakım bilgilerden bir anlam çıkarmamıza olanak tanımaktadırlar. Daha 1885 yılında Ridgeway, Homeros çağı toprak sistemine değgin şaşırtıcı yazısını yayımladığı zaman, bu yaklaşımın umut verici olduğunu kendine özgü bir kavrayışla sezmişti. Bu yazı, klasik bilginler arasında pek ilgi uyandırmadığı gibi hiçbir zaman destek de görmedi. Ridgeway'in ardından bu doğrultuda tek adımı, H.E. See- bohm attı. Genel olarak ilkel toprak kullanımını inceleyen H.E. See- bohm, Homeros çağma ilişkin durumu dolaysızca görme olanağını elde etti.24 Şimdi, Ridgeway ve Seebohm'un çalışmalarını gözden geçirmeden önce, tıpkı onların yaptığı gibi dayanılacak temeli hazırlamamız gerekiyor. Bunu da ancak, kimileri bugün bile tam anlamıyla ortadan kalkmamış daha sonraki çeşitli kalıntılarını da unutmadan, kendi ülkemizde onaltmcı yüzyıla kadar varlığını koruyan toprak sistemini inceleyerek yapabiliriz. Başka konularda olduğu gibi bu konuda da işe kendi yurdumuzdan başlamakta yarar var.
Tipik İngiliz köyü, her biri ayrı toprak parçalarına bağlı olan belli sayıda dilimlere bölünmüş açık tarlalar ya da "shot"larla çevriliydi. Tarlalar ekinlerin büyüme döneminde çitlerle çevriliyor, ürünün kaldırılmasından sonraysa otlağa açılıyordu. Otlaklar da dilimlere bölünmüştü ve her yıl ekilebilir toprakların sahipleri arasında kurayla paylaştırılıyordu. Çorak topraklar bölünmüş değildi, buraların kullanımı toplulukça düzenlenmekteydi. Çiftlikler ayrı ayrı işletiliyordu, ama ilk zamanlar bunlar bile kimi durumlarda kurayla yeniden bölüşülmek- teydi.25 İngiltere'nin batısında, Galler'de, İskoçya'da ve İrlanda'da "run- rig" denilen değişik bir sistem vardı. Bu sisteme göre, hem ekilebilir
T o p r a k 295
24 W.Ridgeway, ‘Th e Homeric land System" (“Homerik Toprak Sistemi"), journal o f Hellenic Studies. 6. 319; W. Ridgeway, "Measures and Weights" ("ölçüler ve Ağırlıklar"), A Companion to Creek Studies, (Cambridge, 1905); H.E. See-bohm, The Structure of Creek Tribal Society (Yunan Kabile Toplumunun Yapısı), (Londra, 1895).
25 F. Seebohm, The English Village Community (İngiliz Köy Topluluğu), (Dördüncü basım, Cambridge, 1926), s. 105-17; Growth of the Manor, s. 165-66, 173.
296 T a r i h ö n c e s İ Eg e
topraklar, hem de otlaklar, bir başka deyişle bütün topraklar her yıl y e _
niden bölüşülüyordu. Bu bakımdan "run-rig" sistemi daha eskitil bir sistemdi.26 Doğrudan doğruya şu ilkeye dayanmaktaydı:
Toprak bireylere kalıcı olarak verilmez, kabile topluluğunun mülkiyetinde kalırdı. Buna karşılık, toprağın tarımsal amaçlarla kullanımı belli kurallara göre haneler arasında bölüşülürdü, ekilecek dilimlerse kurayla belirlenirdi.27
Dilimin uzunluğu yörenin uzanımına ve toprağm niteliğine göre değişiyordu, ama genellikle 40 rod (200 metre), yani 1 "fur-long", 1 karık uzunluğu olarak belirlenmişti; bir başka deyişle, sabanın hiç durmaksızın sürülebildiği yaklaşık uzunluktu bu. Her ikisi de "dilini" ya da "acre" (yarım dönüm) anlamına gelen Fransızca'daki journel ve Almaıı- ca'daki Morgeıı terimleri buradan kaynaklanmıştır.28 İngilizce'deki "ac- re"ın kökeni de aynıdır. Uzunluğu 1 "fur-long" olarak saptanmışsa genişliği de 4 "rod" olur ki, bu da dilimin yerleşik genişliğiydi.29
Bir toprak parçasmm büyüklüğünü hesaplamanın alışılagelmiş birimi "hide" idi. Bu birim yörelere göre değişmekteydi, ama genellikle 120 "acre" (527 dönüm) olarak hesap ediliyordu.30 Anglosakson döneminde toprak ne satılabiliyor, ne de başka birine aktarılabiliyordu.31 Toprak erkek çocuklara kalıyor, onlar da bunu ortaklaşa ekip biçiyor ya da eşit bir biçimde bölüşüyordu. Bu, Kent'de uygulanmış olan "gavelkind" (kalıtın erkek çocuklar arasında eşit olarak bölüştürülmesi) kuralıdır.32 Ancak, tek bir parçadan oluşmaz bölüştürülen toprak. Onu oluşturan dilimler değişik "shot'Tara dağılmıştır; öyle ki, her kalıtçıya değişik nitelikte topraklardan pay düşer.33
26 The English Village Community, s. 438-41.27 Growth of the Manor, s. 18.28 TheEnglish Village Community, s. 124-25,29 Aynı yerde, s. 2. Seebohm’un “dilim ” ile "acre’’ı özdeşlemesine C.S. Orwin "dilim ”in büyüklüğünün
değiştiği gerekçesiyle karşı çıkmıştır. \The Open Fields (Açık Tarlalar), Oxford, 1938, s. 43]; ama bu “bovate", "carucate” ve “virgate” gibi öteki toprak ölçüleri için de geçerlidir. Orwin "dilim”i, bu ülkede hâlâ yaygın bir biçimde kullanılan kulaklı sabanla işlenen "toprak’Ma özdeşliyor. Bu görüşü kabul etsek bile, "toprak”ın boyutlarının açıklanması gerekiyor; üstelik dilim sistemine Avrupa ve Asya'nın birçok yerinde rastlanm asına karşın, görüldüğü kadarıyla saban kulağının kullanımı Kuzeybatı Avrupa'yla sınırlı. Eski Yunan'da kullanılan sabanın kulağı yoktu: Bkz. Resim 46 ve Resim 47.
30 The English Village Community, s. 49-57; Growth of the Manor, s. 141-44.31 Büyük malikânelerden değil, köylülerin kiraladıkları küçük topraklardan söz ediyorum. Büyük
malikâneler ya da daha çok bunlar üstündeki haklar tümden satılabilir nitelikteydi.32 The Structure of Greek Tribal Society, s. 95; The Indian Village Community, s. 417.33 Growth of the Manor, s. 175-77.
Bede, "hide"ı, ortalama bir ailenin gereksinmeleri için yeterli bir toprak parçası, terra un'ıus familiae diye tanımlıyor. Bloch'un da belirttiği gibi, Bede bu sözcüğü Latince'deki anlamında kullanmaktaydı:
Bede'in kullandığı sözcüklerin, bize, kurumu ilkel biçimiyle kavramamızı sağlayacak anahtarı verdiği kesindir. Burada aklımıza, daha sonraki çağların, evliliğe dayalı küçük ailesi gelmemelidir. Uygarlığımızın şafağındaki kan bağlarının tarihine ilişkin bilgimiz eksik ve yanlış olduğundan, başlangıçtaki barınağı "manse" olan kümenin, ortak bir aile ocağı çevresinde yaşayan çeşitli kuşaklardan ve aynı soydan gelen çeşitli hanelerden oluşan ataerkil bir aile olduğunu düşünmemiz çok doğaldır.34
Bu ortak haneler bizi gerilere, kıyılarımıza ilk ayak bastıkları sıralar Saksonların örgütlendikleri gerçek ya da düş ürünü ya da her ikisinin iç içe geçtiği akraba kümelerine götürüyor.35 Bunların adları, o pek iyi bildiğimiz Tooting'lerde, Woking'lerde, Epping'lerde ve Hopping'ler- de sürmektedir. Bu adların hepsi de ata adıyla ilintili36 -ingas'a dayanmaktadır ve bu da köyün klan örneğine dayalı bir klan ya da küme tarafından kurulmuş olduğunu düşündürmektedir.37
5. Eski Yunan'da Çiftçilik
Kışları yağışlı, yazları kurak geçen bir ülkedir Yunanistan. Alçak yörelerden, yüksek yörelere, güneyden kuzeye gidildikçe büyük ölçüde artar yağış. Kimi bölgelerde topraktaki humusu sürükleyip götüren aşırı bir yağış görülürken, kimi bölgelerde yağış yetersizliği ancak sulamayla giderilebilir. Sulamanın tarihöncesi dönemde uygulanmakla birlikte ülkenin doğasından dolayı geniş çapta uygulanmadı-
T o p r a k 297
34 M. Bloch, "The Rise of Dependent Cultivation and Seignorial Institutions", Cambridge Economic History, Cilt I, s. 268, 1941. Bloch, "manse" ile "hide"ı bir görüyor.
35 H.M. Chadwick, The Origin o f the English Nation (İngiliz Ulusunun Kökeni), (Cambridge, 1906), s. 303.
36 Growth o f the Manor, s. 140; The English Village Community, s. 346-47.37 Son iki kesimle ilgili kanıtlar, Tacitus’un şöyle çevrilmesi gerektiğini gösteriyor “Her topluluk, kendi
rençperlerinin sayısıyla orantılı bir toprak parçası işgal eder. Bundan sonra topraklar toplumsal statüye göre bölüştürülür. Geniş düzlükler, bölüşümü kolaylaştırır. Tarlalar her yıl değiştirilir ve gene de bir toprak fazlası vardır. Meyva yetiştirerek, otlakları çitle çevirerek ya da sulama yaparak toprağın verimini ve kapsamını arttırma zahmetine bile girmezler."
298 TARİHÖNCESİ Eg e
Resim 46. Çift sürme: Attika vazosu
ğını ve tarih çağında da bu konuda önemli gelişmeler sağlanmadığını biliyoruz.38
Toprak iki bölüme ayrılıyor, her yıl bir bölümü ekiliyordu.39 Dördüncü yüzyıl öncesinde her yıl dönüşümlü ekin ekmenin izlerine rastlanmıyor. Nadasa bırakma toprağın düzeltilmesi için yeterli olmadığından, nadasın yanı sıra belleme, yakma ve gübreleme de uygulanmaktaydı.40 Belleme killi topraklardaki bağlar için yararlıdır, ancak tahıllar için pek o kadar etkili olduğu söylenemez. Yakma yalnızca bir yan önlemdir. Giibrelemeyse Homerik şiirlerde anılmakta, Hesiodos'da hiç geçmemektedir.41 Gübrelemenin en kolay yolu, sığırları nadasa bı-
Resim 47. Çift sürme: Varı’den bir vazo
rakılmış tarlaya salıvermektir; ama üçüncü yüzyılda yalnız bir kez rastlanan bu yöntem günümüze kalmış çeşitli kira sözleşmelerinde yasak
38 Eski Yunan'da tarım için bkz. C. Daremberg ve E. Saglio'nun Dictionnaire des antiquitis grecques el romoines' inde (Paris, 1877-1919) A.S. Dorigny, 4.902-10, H. Michell, Economics of Ancient Greece (Eski Yunan'da Ekonomi), (Cambridge, 1940), s. 38-88. Michell hayvancılığı çok güzel anlatıyor, ama toprak kullanımı konusunda bir şey söylemiyor.
39 ilyada, 18. 541 Pi. N. 6. 9-11.40 X. Oec. 16.14-5,18.2.41 Odysseia, (Sander Yayınları, İkinci basım, İstanbul, 1978, Türkçesi: Azra Erhat-A. Kadir), 17. 299.
lanmıştır.42 Bu yöntemin pek benimsenmemiş olmasının nedeni, sanırız, ekilebilir toprakların bitişiğindeki alçak otlakların genellikle çok kötü nitelikte olmasıdır; söz konusu yöntemin kira sözleşmelerinde yasaklanmış olmasıysa, tarlaların çevresinin sığırların girmesini engelleyecek kadar kapatılmadığını düşündürmektedir.
Nadasa bırakılan toprak yeniden ekileceği zaman en az üç kez sürülüyordu. Birincisi, ilkyaz mevsiminde bir çift öküzün çektiği bileşik sabanla (pekton arotron) yapılıyordu.43 İkincisi, hasattan sonra yapılıyordu ve bu kez toprak ilkinin çaprazlamasına sürülüyordu.44 Bunda, daha hızlı oldukları ve karığı daha düz açtıkları için öküzlere yeğlenen katırların çektiği basit saban (autogyon arotron) kullanılıyordu;45 Üçün- cüsüyse, ekim ayında ekimden hemen önce yapılıyordu.46
Yetiştirilen başlıca tahıllar, arpayla buğdaydı. Ekimi hem daha kolay, hem de daha eski olan arpa, kölelerin ana besini olagelmişti.47 Ekim ayında, yağmurlar başlar başlamaz ekiliyordu arpa. Buğdaysa, çok faz-
T o p r a k 299
Resim 48. Zeytin hasadı: Attika vazosu
42 Economics of Ancient Greece, s. 54.43 Hesiodos. işler ve Günler, (Hesiodos, Eseri ve Kaynakları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1977, Ankara,
Türkçesi: Sabahattin Eyuboğlu ve Azra Erhat). 432-33; Odysseia, 13. 32.44 İşler ve Günler, 462; Plinius, NH, 18.178.45 İlyada. 10. 351-53 Odysseia, 8.124; işlerve Günler, 46.46 Attika’da. ekim ayı olan Pyanepsion'un beşinde düzenlenen Proerosia bayramından sonra; Plutarkhos,
M 378 e.47 E. C. Semple, Geography of the Mediterranean Repon (Akdeniz Bölgesinin Coğrafyası), (Londra, 1932),
s. 342-43; C . Thomson. Aeschylus, Oresteia (Aiskhylos. Oresteia), (Cambridge, 1938), 2.109-10.
la ya da çok az yağış yüzünden daha başından bozulmaya yatkın olduğu için daha büyük bir özen gerektiriyor, dolayısıyla da bütün bir güz sonu boyunca seçmeli aralıklarla ekiliyordu.48
Ekin, yörenin yüksekliğine göre ya mayısta ya da haziranda kaldırılıyordu. Ancak harman dövme işi bildiğimiz harman döveniyle yapılmıyordu, buğday taşlık bir yerde sığırlara çiğnetiliyordu. Harman elekte (liknon) sallanıp elendikten sonra sepetlere doldurulup rüzgâra savruluyor, rüzgâr çöpü taneden ayırıyordu.
Tahılların geç boy vermesi, bahçeciliğe, özellikle de incir, asma ve zeytine çok daha elverişli olan toprağın niteliğinden ötürüydü. İncir genellikle kölelerin beslenmesinde kullanılmaktaydı. Zeytin gerçi pek az bakımı gerektiriyordu, ama yetişmesi yıllar aldığından yetiştiriciler akınlar ve savaşlar sırasındaki yağmalamalar yüzünden büyük ölçüde ürün yitirebiliyorlardı.49 Gene de, zeytin ve asma bugün olduğu gibi o zamanlar da epeyce kazanç getiriyordu. Minos Knossos'unun olduğu
3 0 0 TARİHÖNCESİ EGE
Resim 49. Kır dansı: İonia vazosu
48 X.oee. 17.4; Thphr. HP. 8 .6 .1 .49 Geography o f the Mediterranean Region, s. 394,434; W.E. Heitland, Agricola. (Cambridge, 1921), s. 104.
gibi demokratik Atina'nın da başlıca dışsatım ürünleri zeytinyağı ve şaraptı; içteki tahıl yetersizliği, deniz tecimiyle giderilmekteydi. Besbelli, Thessalia, Elis ve Lakonia gibi buğday ürünü bakımından en verimli bölgeler siyasal açıdan uzun bir süre geri kaldılar.
Ülkenin çoğu yöresinde düzdeki otlaklar yalnızca koyunlar, keçiler ve domuzlar için elverişlidir. Büyükbaş hayvanlar yaz boyunca dağlarda otlar; yük hayvanlarıysa bütün bir yıl ahırlarda beslenmek zorundadır. İyi otlak az olduğu için inek sütünün niteliği düşüktür; peynir daha çok koyun ve keçi sütünden yapılır. Koyun yetiştirilen başlıca bölgeler Thessalia, Boiotia, Korinthos İsthmos'u ve Anadolu kıyısının ardında kalan bölgeydi.
6. Günümüz Yunanistan'ında Toprak Kullanımı
Yukarıda kısaca özetlediğimiz çiftçilik biçimi bugün de Yunan köylülüğü arasında pek az bir değişiklikle sürmektedir. Bu nedenle, günümüz Yunanistan'ındaki toprak sistemine, özellikle daha geri bölgelerde varlığını koruyan eski biçimlere bir göz atmakta yarar var.50
Bugün köylülüğün büyük bir bölümü Amerika'dadır. Solon zamanında olduğu gibi, gene yoksulluktur onları yurtlarından söküp atan. Kalanların birçoğuysa nerdeyse birkaç dönüm toprakla ayakta durmaya çalışmaktadır. Toprak parçaları birçok yörede kesintili ve aralıklıdır; bunların bir zamanlar dilimler biçiminde düzenlendiğini göstermektedir bu da. Köylüler ayrı ayrı malikânelerde değil, köylerde bir arada oturmaktadırlar. Toprak sahibi vasiyetname bırakmadan ölürse, toprak parçası çocuklar ya da bir sonraki en yakın akrabalar arasında eşit bir biçimde paylaşılmaktadır, ancak kalıt bırakan kişi eşit paylaşımdan sonra dolaysız kalıtçıların her birine kalacak kadar kalıttan fazlasını bırakamamaktadır. Kalıtçılar arasında bölüşüm isteğe bağlıdır. Çoğu zaman toprağa ortaklaşa sahip olmayı kararlaştırırlar. Gerçi bu ortak aile toprakları sistemi bugün nerdeyse ortadan kalkmıştır, ama geçen yüzyılda hâlâ varlığını sürdürmekteydi; nitekim Ansted'in İonia Adaları'yla ilgili yazısı (1863) bize bu konuda değerli bilgiler sunmaktadır. Baba öldüğünde oğullar ve kızlar malikâneden eşit pay alıyor, ama bir kural olarak onu bölmüyorlardı. Gençseler, evlilik ya da bir
T o p r a k 301
50 Bu konunun Bizans'daki toprak kullanımıyla bağıntılı olarak incelenmesi gerekir. Özellikle bkz. W. Ashburner, "The Farmer's Law" ("Çiftçi Hukuku"), Journal of Hellenic Studies, 32, 70.
uğraş nedeniyle oradan ayrılmak zorunda kalıncaya kadar birlikte oturmayı sürdürüyorlardı. Kız kardeşler, evlendiklerinde, paylarına düşen kalıt kadar çeyiz alıyorlardı. Erkek kardeşlerden kimilerinin başka yerlere gittiği, başka yollardan geçimini sağladığı oluyordu; ama hangi kaynaktan elde edilmiş olursa olsun gelirlerinin tümünü, babadan kalan malikâneye dayanan aile anaparasına katmayı sürdürüyorlardı. Genellikle erkek kardeşlerden biri evde kalarak çiftlik işlerini çekip çeviriyor, biri de çiftlik ürünlerinin satıcısı olarak en yakın kente yerleşiyordu. Ötekilerse öğretmen ya da avukat olabiliyordu. Ama hepsinin geliri bir araya toplanıyor, yapılan bütün işlerin sıkı sıkıya hesabı tutuluyordu. Erkek kardeşlerden biri öldüğünde, onun payı çocuklarına kalıyor, onun kız çocukları büyüyüp evlendiklerinde ortak anaparadan kendilerine düşen payı çeyiz olarak alıyorlardı; bu pay verilirken, kız çocukların babalarının geliri göz önüne alınmıyordu.51
Ansted'in Santa Mavra'da (Leukas) ve bir ölçüde de Kephalonnia ve Zante'de (Zakynthos) karşılaştığı sistem buydu. Eski Atina oikos'una şaşılacak kadar benzemektedir bu sistem. Tek önemli ayrım, eskiçağda ortak mülkiyetin dördüncü kuşakla sınırlandırılmış olmasıdır.
7. Eski Yunan'da Açık Tarla Sistemi
Bugünkü Yunanistan'daki ortak aile, anamalcılık öncesi dönemin ayrıksı bir kalıntısıdır yalnızca. Oysa eski oikos o dönemin toplum yaşamının ayrılmaz bir parçasıydı. Kent-devleti, o/Tcos'lardan oluşan bir topluluktu. Aile malikânesinin sahipliği, kentin kurucularından birinin soyundan geçiyor ve yurttaşlık haklarını da yanmda getiriyordu. Atina gibi tecimin egemen olduğu kentlerde, bu eski ayrıcalıklar büyük ölçüde ortadan kalkmıştı gerçi, ama Sparta'da başlangıçtaki ayrıcalıklar kesinlikle unutulmuş değildi32 ve sanırız denizaşırı kolonilerin birçoğunda da anımsanmaktaydı. Atina'da bile bir yabancıya yurttaşlık haklan verilmesi demek, uygulamada, onun bir kabileye, fratri- ye ya da bucağa alınması53 ve kimi zaman da ev ve toprak sahibi ya
302 TARİHÖNCESİ EGE
sı D.T. Ansted, The Ionian Islands (İonia Adaları), (Londra, 1863), s. 199-201. H iç kuşkusuz, bu hane tipinin doğrudan doğruya oikos’dan geldiğini söylemek doğru olmaz, ama her şeye karşın bu konuda aydınlatıcıdır; Yugoslavlardaki zadruga ile bağıntılı olabilir; O. Lodge, Peasant Life in Jugoslavia (Yugoslavya’da Köylü Yaşamı), (Londra. 1941). s. 92-11.
52 Held, Pont. RP. 2. 7.53 S/C. 162,175, 40, 226. 16, 310. 21. 312. 30, 353. 5, 531. 30, 543.
T o p r a k 303
pılması54 demekti; ancak böylelikle topluluğun gerçek bir üyesi durumuna gelebiliyordu. Atina mahkemelerinde, bir kimsenin, ölen mülk sahibinin akrabası olduğunu savunarak bir mülkte hak ileri sürdüğüne rastlanır da/5 alım satımla ilgili toprak anlaşmazlıklarına hiçbir zaman rastlanmaz:
Hak ileri sürme, her zaman, daha önceki mülk sahibiyle kan bağının ya da evlat edinme yoluyla yakm akrabalığın bulunduğunun kanıtlanmasıyla sonuçlanır. Kalıt alma hakkı da, gerekli akrabalık ilişkisinin kabul edilmesinden sonra tartışılmaz bir biçimde tanınır.56
Elbette, malikânelerin hiç alınıp satılmadığı anlamına gelmiyordu bu. Ama bir para ekonomisinin var olduğu Atina'da bile, akrabalık savları göz önüne alınmaksızın bir mülkün resmen devredilmesi söz konusu olamazdı. Öteki kentlerde de, doğuştan geçen malikânelerin başkasına bırakılması açıkça yasadışı sayılmaktaydı.57
Demek, kent-devleti, ortak ailelerin bir birliği olarak doğmuştu. Bu ailelerden her biri, kentin kurucularından birinin kalıt bıraktığı bir toprak parçasının değişmez sahibiydi. O toprak parçası aileyle aynı zamanda oluşmuştu. Kimi topraklar sonradan bölünmüştü, ama ancak o toprağın sahibi olan ailenin de bölündüğü durumlarda. Aile, üstünde yaşadığı toprağa bağlıydı. Böyle olduğuna göre, toprak parçalarının nasıl bölüşüldüğünü olabildiğince saptamak bize kalıyor.
Bu yönde belli bir yere varmış bulunuyoruz. Attika'daki bucakların, başlangıçta, tıpkı Anglosaksonların "ing'Teri ve "ham"leri gibi klan yerleşim merkezleri olarak kurulduğunu belirtmiştik. Oikos'la ilgili ardıllık kuralının, Anglosaksonlar'daki "gavelkind" yasasına uygun düştüğünü de göstermiştik. Eski İngiliz toprak sisteminin salt bu ülkeye özgü bir sistem olmadığını da akıldan çıkarmamalıyız kuşkusuz. Bu sistemin benzer biçimleri Avrupa'nın her yerinde, Hindistan'da, Çin'de, Orta Amerika'da, Güney Amerika'da da karşımıza çıkmaktadır.58 Ger
54 H .C . Lolling, "Inschriften von Hellespont", Mitteilungen des deutschen archaologischen Instituts: Athenische Abteilung. 9. 60.
55 Is. 1.17.56 The Structure o f Greek Tribal Society, s. 83.57 Aristoteles, Politika, 1319a. 9; Held. Pont. Rp. 2. 7.58 The English Village Community, s. 186-206, 214-62, 336-88; W.F. Skene, Celtic Scotland (Kelt iskoçyası),
(İkinci basım, Edinburgh, 1908), 3. 139; M.M. Kovalevsky, Tableau des origines de Revolution de la jamille et de la propriitt. (Stockholm, 1890), s. 162-70; ICA. Wittfogel, Wirtschaft und Gesellschaft Chinas, (Leipzig, 1931), 5. 348-409; Native Races o f the Pacific States of North America, Z 226; |.E.
3 0 4 TARİHÖNCESİ EGE
çekte ilkel köy topluluğuna özgü bir sistemdir bu59 ve Eski Yunan'da- ki toprak kullanım sistemine kafamızda belli bir örnekle yaklaşacaksak göz önüne alacağımız kurum bu olmalıdır, yoksa yirminci yüzyılda keyif için çiftlik işleten beyzadelerin sınır kavgaları değil.
Demokrasi yönetimindeki Atina'da hem işsizliği azaltmak, hem de stratejik noktalan güvenlik altına almak için sürekli bir siyaset izlenir, yoksul yurttaşlar denizaşırı ülkelerde ele geçirilen yerlere yerleştirilirdi.60 Ayrılan topraklar yurttaşların sayısı kadar parçaya eşit bir biçimde bölünür, sonra da kura çekilerek dağıtılırdı. Koloniye yerleşenlerin kendilerine verilen topraklarda oturmaları istenirdi ama, bir kural olarak bunlar toprağı kendileri işlemezlerdi. Toprak, yıllık bir kira ödeyerek uğraşlarını sürdürebilen yerli mal sahiplerince işlenirdi. Bu kleroukhiai ya da "kura topraklarT'nın en iyi bilineni, İ.Ö. 427-426 yıllarında Lesbos'da yer alan ekim alanıdır. Bu tarihten bir yıl önce, Methy- mna kenti dışında Lesbos Adası halkı Atina yönetimine başkaldırmış- tı. Ayaklanmanın önderleri idam edildi ve Thukydides'in anlattığı gibi Lesbos Adası bütünüyle bir ekim alanına dönüştürüldü:
Toprakları, Methymna'nm topraklan dışında, üç bin parsele bölündü.Bu parsellerin üç yüzü tanrılara ayrıldı. Gerisi kurayla Atina'lı kolonlara dağıtıldı. Lesbos'lular her yıl parsel başına iki minos vergi ödemeye ve toprakları kendileri işlemeye söz verdiler.61
Bu parseller eşit değerdeydi. Düzenin doğasında var olan bir şeydi bu; kiranın her parsel için aynı oluşuyla da kanıtlanmaktaydı. Yerli halk topraklarında kaldı. Peki, topraklar kurayla Atinalı kolonlar arasında nasıl bölüştürüldü öyleyse? Genellikle varsayıldığı gibi, ada daha önce modern anamalcı çiftlikler gibi çevreleri kapatılmış ve birbirinden ayrılmış toprak mülkleri biçiminde işlenmiş olsaydı, bu toprak mülklerinin büyüklükleri birbirinden çok farklı olurdu. Dolayısıyla da, yerli ayrıcalıkları kesin bir biçimde yeniden düzenlenmeksizin bu toprakları eşit parsellere bölmek olanaksızlaşırdı. Ama Thukydides'e göre böyle yapılmamıştı. Bir başka yolsa, kirayı çiftliğin büyüklüğüne göre belirlemek ve geliri kura çekenler arasında bölüştürmek olabilirdi. Ama böyle bir yol
Thompson. Archaeology of South America (Güney Amerika'nın Arkeolojisi), (Chicago, 1936), s. 49.59 The Structure o f Greek Tribal Society, s. 88.60 G.B. Grundy, Thucydides and the History of His Age (Thukydides ve Çağının Tarihi), (Londra, 1911).
s. 177-78, 201.61 Thukydides. Peloponnesos Savaşı, (Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1976, Türkçesi: Tanju Gökçöl), 3.50.
T o p r a k 305
da tutulmamıştır. Bu durumun gereklerine uygun düşen koşullar, ilkel Köy topluluğunun koşullarıdır yalnızca. Dlimler biçimindeki bir bölüşüm birimiyle, var olan topraklan bozmakuzın farklı büyüklükteki toprak parçalarını birleştirmek ya da eşit parsellerle bölüştürmek olanaklı olabilirdi. Her köy yöresi belli sayıda parsele ayrılabilir, borçları paylaşma işi Hindistan'da olduğu gibi köylülerir kendilerine bırakılabilirdi.
Bu sonuç, çıkarımları bakımından o denli geniş kapsamlıdır ki, gözlerinden kaçmış gibi görünen bir soruna tarihçilerin dikkatini çekmenin ötesinde bu noktada diretmenin bir anlamı olmayacaktır. Ama bu sorundan doğan bir iki düşünce vardır ki burada rahatlıkla sözü edilebilir. Lesbos'daki yöntemin olağandışı olduğunu düşünmemiz için hiçbir neden yoktur. Lesbos'dakinden selsen yıl önce (İ.Ö. 506) Khal- kis'deki (Euboia) tarımda bir ikinci örneje rastlamaktayız.62 Khalkis örneğinde parsellerin sayısı dört bindi. Söıiinü ettiğimiz dönemde Eu- boia'nın toprak sahibi soyluları hâlâ yönetimdeydi ve işte Atmalılar toprağı işleyen rençberlerin yerine değil,bu toprak sahibi soyluların yerine geçtiler. Euboia Adası'ndaki topraksahipleri Attika'daki toprak sahiplerinden daha uzun süre korumuşlcrdı varlıklarını, çünkü kolonilere yayılma olayı Euboia'daki toprak sıvaşımım yumuşatmıştı. Bu da, eğer kolonileşme olanağı sözkonusuysa, ilkel bir toprak sisteminin hızlı bir tecimsel gelişmeyle bir arada varolabileceğinin rahatlıkla düşünülebileceğini gösteriyor. Doğru, Lestos'da demokratik akım çok daha önceleri başlamıştır; ama öte yandaı da, altıncı yüzyılda Pers is- tilasmca durdurulmuştur bu demokratikakım.63
Büyük çiftlikler, Lesbos'lu çiftçileri kira ödeyen köylüler durumuna düşürdü. Daha başından vergiye bağlanmş bir köylülük temeli üstünde kurulmuş olan öteki Yunan devletlerinle de aynı sorun ortaya çıkmaktadır. Dor'lar, Sparta'yı ele geçirdiklerinde, ülke halkını yerinden yurdundan etmediler, eski köylerinde otırmalarına izin verdiler onların.64 Buna karşılık, toprakları, alınıp satılnayan aile malikânelerine bölerek paylaştılar; bu toprakları Dor'lar içiı işleyen yerliler ürünün yarısını onlara vermek zorundaydılar.65 Htm bu malikâneler eşitti; bir
62 Herodot Tarihi, (Remzi Kitabevi, İstanbul, 1973, Türlçesi: Müntekim öktem , Yunanca aslıyla karşılaştıran ve sunan; Azra Erhat), 5. 77, 6.100.
63 Elimizde Lesbos'dan (Roma dönemi) birçok yazıt var. 61 yazıtlarda çiftliklerin ne kadarında tahıl, zeytin ağacı, bağ ve çayır bulunduğunu gösteren listele veriliyor ve çiftliklerin büyüklüğü epeyce değişkenlik gösteriyor; IG. 12. 2. 33-7.
64 Titus Livius. 34. 27.65 Held. Pont. RP. 2. T. Aristoteles, Politika, 1270a; Tyrt. 5.
3 o 6 T a r i h ö n c e s i E g e
başka deyişle büyüklükleri daha başından, ortak aşlara yapacakları katkıyı bu malikânelerden sağlamak zorunda olan sahiplerinin gereksinmelerine göre düzenlenmişti.66 Ne var ki, beşinci yüzyılda Lesbos'da- ki durum ne olursa olsun, on birinci yüzyıl Sparta'smda toprağa yaygın bir biçimde elkonulnıuş olamayacağı açıktır. Demek ki, burada da, toprakların yerlilerde kalmış olması, yeni toprak parçalarının dilim sistemi temelinde bölüşülmüş olduğunun bir belirtisidir. Daha bu erken tarihte fetihlerle durulan Sparta soyluluğu, değişikliğe karşı direnmede olağanüstü başarılıydı. Sparta soyluluğunun ilkel niteliğinin bir başka kanıtını da, kentin görünüşü gözler önüne sermektedir. Sparta, Thukydides zamanında bile hiçbir zaman tam anlamıyla bir kent değildi, bir komşu köyler topluluğuydu.67 Bu gelişmemiş, eksik kentleşmenin, ilkel köy komününde görülen kabile yaşayışıyla iç içe geçmiş olması da, duruma ilişkin genel varsayımlarla uygunluk içindedir.
Herodotos, geometri biliminin kökenini şöyle açıklıyor:
Kral Sesostris bütün topraklan Mısırlılar arasında bölüştürmüş, herkesin payına aynı ölçüde toprak düşmüştür; her toprak sahibi yılda bir ve belli zamanda kira gibi bir şey ödüyor, kral da kendisine bu yoldan bir gelir sağlamış oluyordu. İrmak bunlardan birinin toprağım yerse, o adam gidip krala durumu anlatıyor, bunun üzerine Sesostris adamlarım gönderip toprağı ölçtürüyor, ne kadarının eksildiği saptanıyor ve köylü vergisini o ölçüde eksik ödüyordu; bana öyle gelir ki, sonradan Yunanistan'a da geçmiş olan geometrinin kökeni budur.68
Yunanlılar bu konuda Mısır'a Herodotos'un öne sürdüğü ölçüde dolaysızca borçlu olmayabilirler, ama gene de Herodotos'un69 belirttiği ana nokta sözcüğün kendisince kanıtlanmaktadır. Geometrinin çıkış noktası, toprağı bölüştürme gereksinmesiydi.
Batı Avrupa'nın "acre", "Journel" ve "Morgen" gibi toprak ölçülerinin nasıl dilimin boyutlarından kaynaklandığını görmüştük. Yunan dilinde de, Yunan diliminin boyutlarını bulmamıza yarayacak benzeşik bir terim vardır.
Homeros'da bir toprak ölçüsü olarak kullanılan gı/es sözcüğü, gerçekte "saban-ağacı" demektir. Bu sözcük, ülkenin kimi yörelerinde bu
66 Plutarkhos, Lyc. 8; Polybius. 6. 45. 3.67 Peloponnesos Savaşı, 1. 10. 2.68 Herodot Tarihi, 2. 109, 1. 66. 2.69 ilyada, 9,579; Odysseia, 7. 113, 18. 374.
T o p r a k 307
gün bile rastlanabilen, yalnızca çatallı bir daldan oluşan ilkel saban için de kullanılmıştır. Ridgeway'e dayanarak, bir ölçü olarak gyes'in başlangıçta bir saban-döniimü, yani belli bir süre içinde sabanla sürülebi- len toprak parçası anlamına geldiği sonucunu çıkarabiliriz. Sanırız bu süre bir gün boyuydu, çünkü Homeros'un "akşam" anlamında kullandığı sözcüklerden biri de boıılytos, başka bir deyişle "öküzlerin çözüldüğü saattir.70
Eski yorumcular, gyes'in bir Plethron'a eşdeğer olduğunu söylüyorlar.71 30,5 metreye eşit bir uzunluk ölçüşüydü bu.72 Demek ki, gyes, bir yanı 30,5 metre uzunluğunda olan bir saban-dönümüydü. Ama hangi yanı? Homeros'da ourorı diye bir toprak ölçüsü daha geçer. Bir "öküz ouron'u" ve bir de "katır ouron'u" deyimleriyle karşılaşırız. Bunlardan İkincisi daha uzundur.73 Bu sözcük, bir olasılıkla, oııreus, "katır" ve Latince'deki urvum, "saban-kuyruğu" sözcükleriyle bağıntılı olan ouros, "sınır" sözcüğünün heteroklit bir biçimidir.74 Yorumcular, "katır ouro- ıı»"nu, "bir katırın bir atılımda sabanla sürebileceği toprak parçası" olarak açıklıyorlar.75 Yani "bir plethron'dur" diyorlar. Bundan da, gyes ile ouron'un bir oldukları anlaşılıyor. Karıklar boyunca 30,5 metre tutan saban-dönümüdür bunlar.
"Karığın uzunluğu konusunda elimizde tek bir ipucu var. Bütün ülkelerde uzunluk ölçüsü birimlerinin genellikle toprağın işlenmesinden doğduğunu anımsayarak, Yunanca'da 6plethra'mn 1 stadion, yani 183 metre olduğunu belirtelim. Stadion alışılagelmiş uzunluk ölçüşüydü, nitekim stadyum ya da yarış alanı sözcüğü de buradan geliyordu. OIympia'daki ve başka yerlerdeki bütün koşu alanları 183 metre uzun- luğundaydı.76 Ancak, Argos Dorcasmda sözcük stadion değil,spadion biçimindedir. Sesçil değişkeler değildir bunlar, farklı sözcüklerdir. Her ikisi de karığın uzunluğuna uygun düşen tanımlardır, çünkü sta "dur" demektir, spıı ise "çek" anlamına gelir; burada, öküzün ya da katırın durup geriye dönünceye kadar sabanı çektiği uzunluk dile getirilmektedir. Demek ki, Yunanca'daki stadion, İngilizce'de "bir karık uzunluğunda" demek olan furlong ile aynı kökenden gelen bir birimdir. Bu varsayım, Yu
70 İlyada, 16. 779; Odysseia, 9. 58.71 İlyoda. 9. 579.72 İlyada, 21. 407; Odysseia, 11. 577.73 İlyada. 10. 351-53; Odysseia, 8.124-25.74 E. Boisaq, Dictionnaire dtimologique de la langue grecave. (Üçüncü basım, Paris, 1938).75 ilyada, 10. 351.76 A. Pauly ve G. Wissowa, Realencyclopadie der KlassischenAltertumswissenschaft, (Stuttgart, 1894-1937),
2.5.1969.
nan koşu alanının genişliğinin genellikle 30,5 metre kadar olduğunu öğrendiğimizde doğrulanmaktadır.77 Başlangıçta, koşu alanı bir dilimdi.
Şimdi dilerseniz, konudan bu uzun ama yararlı kopuştan sonra yeniden işe başladığımız Homeros ahntısına dönelim:
T arlaları o rtak iki ad am d ı sanki bunlar,ellerinde ölçü vardı sanki,sınırı çizm ek için çekişm edeydiler.Hiçbiri gözden çıkarmıyordu eşit payını.İşte onlar, bir duvarla birbirlerinden ayn, gelmişlerdi böyle göğüs göğüse.78
Dilimin genişliği olarak oııron, çitten çite olan uzunluktu. Eski Yu- nan'da çit bir dizi taştan (ouroi) oluşuyordu; tıpkı bugün bile Filistin'de rastlanabileceği gibi, tıpkı İsrailoğulları komşularının smırtaşına dokunmamaları için uyarıldıkları zamanlar olduğu gibi.79 Böylece, dilimin genişliği anlamına gelen oııron ile bir dilimi ötekinden ayıran taş dizisi anlamına gelen ouros arasındaki ilinti açıklanmış oluyor. Söz konusu taş dizisi de, İlyada destanında Akha'larla Troya'lıların üstünde göğüs göğüse geldikleri alçak duvarı açıklığa kavuşturuyor. Karşılaştırma yerindedir. Benzetmedeki iki adam, açık tarlalardan birinde kendilerine ayrılan paylarını ölçmektedir. Tarla pek o kadar büyük bir tarla değildir; belki de daha o sıralar özel çitler çekilmiştir bile. Dolayısıyla, iki adam paylarını eksiksiz alabilmek için çekişmektedirler. Ama tarlanın sahibi değildirler. Salt kullanım amacıyla bölüşmektedirler tarlayı. Aynı tarla belki bir gün yeniden bölüşüİecektir. İşte bu yüzden, "ortak" diye söz edilmektedir tarladan. İlkel ortaklaşmacılığm bu stir- dürücülerinin bağlı oldukları köy komününün ortaklaşa sahip olduğu bu "ortak" tarla o döneme hiç yabancı değildir.
8. Toprağın Yeniden Bölüşülmesi
İlyada ve Odysseia'run son biçimlerini aldıkları dönemde, tarlanın zaman zaman yeniden bölüşülmesi alışkısı büyük bir olasılıkla yitnıek-
3 0 8 TARİHÖNCESİ EGE
77 Aynı yerde.78 İlyada, 12. 421-25.79 İlyada, 21. 403-05: Deut. 19. 14.
teydi. Ne var ki, Homeros'un bize her şeyi anlatmak gibi bir amacı yoktur, onun için birtakım sonuçlar çıkarmadan önce kanıtları gözden geçirmemiz yararlı olacaktır.
Altıncı yüzyıl başlarında, Attika'nın kırsal bölgeleri hoşnutsuzluk ve tedirginlikle kaynarken, Solon birtakım tarım reformları çıkardı. Gerçi bu reformlar bunalımı geçici olarak giderdi, ama köylülerin gönlünü kandıramadı. Çünkü köylüler "toprağın yeniden bölüştürülmesini" istemişlerdi.80 Gerçekte, böyle bir işlem, Libya kıyılarında bir Yunan kolonisi olan Kyrene'de uygulanmıştı. Altıncı yüzyılda anayurttan gönderilen yeni yerleşmeciler "toprağın yeniden bölüştürülmesi- ne" katılmaya çağrılmış, bu temel üstünde yeni gelenlerin de içinde bulunduğu bütün halk, kralın başrahiplik payı olarak birtakım özel malikânelerin bir yana ayrılmasından sonra, üç kabileye bölünmüştü.81
Çoğunun yorumunun tersine, Attika köylülerinin isteği devrimci bir istek değildi, kutsal özel mülkiyet haklarına karşı yıkıcı bir meydan okuma değildi. Karşı-devrimci bir istekti; eski komünal hakların kutsallığını ayaklar altına alan toprağa elkoymaya karşı bir protestoydu. Geleceğe yönelik değil, geçmişe yönelik bir istekti. Yeniden bölüşüm ilkesi, Kyrene örneğinde gördüğümüz gibi, hâlâ yürürlükteydi. Bu ilkenin bir zamanlar dönemsel olduğunu göstermek kalıyor geriye.
Yunanlılar bu uygulamanın hiç de yabancısı sayılmazlardı. Strabon, Dalmaçyalıların toprağı her sekiz yılda bir yeniden parsellediklerini söylev.82 Diodoros da, bu uygulamanın Ispanya'daki VaccaeTer arasında her yıl yerine getirildiğini anlatır:
Vaccae'ler toprağı her yıl bölüşürler; her biri, ortak mal sayılan üründen pay alır. Elkoymanın cezası ölümdür.83
Altıncı yüzyıl başlarında, Rodos ve Knidos'dan bir Dor topluluğu Sicilya'ya doğru yola çıktı. Amaçları Lilybaion'da bir koloni kurmaktı, gel gör ki Fenike'lilerce geri püskürtüldüler. Daha sonra yelkenlileriyle Liparai Adaları'na giderek oranın yerli halkıyla güçlerini birleştirdiler. Öykünün bundan sonrasmı Diodoros'un ağzından dinleyelim:
T o p r a k 309
80 Aristoteles. Ath. 11. 2. İ.Ö. beşinci yüzyılda, Sicilya'da bir kent olan Leontinoi'da halk toprakların yeniden bölüşülmesini istemişti; Peloponnesos Savaşı, 5. 4. 2.
81 Herodot Tarihi, 4.159-61; Peloponnesos Savaşı, 8. 21.82 Strabon, 315.83 D.S. 5. 34; Nic. Dam. 126.
Lipara'da iyi karşılanan yerleşmeciler, toprağı yerli halkla paylaşmaya razı oldular... Bir zaman sonra, Etrüsk korsanlarının saldırıları karşısında, bir donatıma kurmak ve uğraşlarını bölmek zorunda kaldılar. Bir bölüğü toprakları ortaklaşa işlemeyi sürdürürken, bir bölüğü de korsanlara karşı savunmayı örgütledi. Mülkiyet ortaktı, yemekleri de ortaklaşa yiyorlardı. Bu komünal yaşamı bir süre sürdürdükten sonra, kentin de bulunduğu Lipara'yı bölüştüler, ama öteki adalardaki toprakları ortaklaşa işlemekten vazgeçmediler. En sonundaysa, bütün adaları yirmi yıllık dönemler için bölüştüler; her dönemin bitiminde toprağı yeniden parselliyorlardı. Denizlerde Etrüsklere karşı birçok utku kazandılar, ele geçirdikleri savaş vurgunlarından Delphoi'a sayısız değerli armağan gönderdiler.84
Diodoros, istediğimizden de fazlasını anlatıyor bize. Bir Yunan kent- devletindeki dönemsel yeniden bölüşüm sisteminin sözünü etmekle kalmıyor, aynı zamanda toprakların geçici bir bölüşme bile olmaksızın köy komünlerince sahiplenildiği ve işlendiği daha da eski bir evreye götürüyor bizi.
Okuyucu, günümüz tarihçilerinin, özellikle de köle kafalı Esmein'i suçlayışı hâlâ belleklerden çıkmayan Toutain'in, Diodoros'un bu sözlerini başka türlü yorumlamayı nasıl becerdiğini sorabilir. Gerçekte, Toutain'in tek yaptığı, Diodoros'un bu yazdıklarmdan hiç söz etmeme cüretini göstermesidir. Cambridge Ancient History'deki yazar da bizi Yunanların Diodoros'un tanımladığı evreyi çoktan geride bırakmış olduklarına inandırmaya çalışırken, aynı şeyi yapıyor. Anlaşılan, Cambridge Ancient History yazarı da, Toutaiıı de, bu sorunun Guiraud'nun hâlâ konuyla ilgili temel yapıt sayılan La propriete fonciere en Grece'inde tümden çözülmüş olduğuna inanıyorlardı. Toutain, Guiraud'nun "gayret ve vuzuh"undan sık sık söz eder ya! Alın size "gayret ve vuzuh":
Diodoros'un Liparai Adaları'nda tarımın ortaklaşa olduğu konusunda anlattıklarını sorgulamamız için bir neden yoktur. Onun anlattığının tek su götürür yanı, bu sistemin benimsenmesine yakıştırılan güdüdür. Son olarak Theodore Reinach, Livius'dan bir alıntıya dayanarak Liparai Adası halkının da tıpkı Etrüskler gibi korsan olduğunu ortaya koymuştur. Durum böyle olunca, ada halkının ortaklaşmacılığınm geçmişin bir kalıntısı olmak şöyle dursun, belirli bir amaç için yaratılmış yapay bir
310 TARİHÖNCESİ EGE
84 D.S. 5.9.
T o p r a k 311
düzen old u ğu n u an lam ak g ü ç olm asa gerek. B urada hiçbir siyasal ya da top lu m sal ilke söz k onu su değild ir. Bu ad alılar bir eşkiya çetesine en uygun k urum lan benim sem işlerdir, hepsi o kadar... Üstelik in san oğ- lunda çok güçlü olan özel m ü lk iyet tutkusu çok g eçm ed en bu d ü zen in bozulm asına yol açm ıştır. En g eç beşinci yüzyıl içinde, h iç k uşk u su z biricik su rla çevrelenm iş ve yaşan ılır ad a olan ana ad ayı b ölü şm eye başlam ışlardır. Ö teki ad alarsa o ld u ğu gibi bırakılm ıştır.85
"Siyasal ve toplumsal ilkeler"e geçmeden önce olgulara bir göz atalım. Aslında, düzene bir güdü yakıştırdığı yoktur Diodoros'un. Bunu yapan, Guiraud'nun kendisidir. Ana adanın ne zaman bölüşüldüğünü gösterir hiçbir belirti yoktur ortada. Diodoros, anlaşılan, öteki adalardan hiç değilse kimilerinde insanların oturduğu kanısındadır ve bu konuda sözüne güvenebileceğimiz ikinci bir yetkili olan Strabon da Diodoros'un bu kanısına katılmaktadır. Strabon sekiz adanın adını anmakta ve bunlardan yalnızca ikisinde yaşanılmadığını söylemektedir.86 Dolayısıyla, Guiraud'nun bu bölümle ilgili yorumu, bölümün kendisiyle çelişmektedir. Mos erat civitatis vehıt publico latrocinio partam prae- dam divide re.57 "Görenekleri, bir tür ortaklaşa eşkiyalıkla elde edilen vurgunlan bölüşmekti." Bu Yunan ortaklaşmacıları hiç değilse tutarlıydılar. Dinibütün bir davranışla tanrılara bir armağan sunduktan sonra, kalanı kendi aralarında paylaşıyorlardı. Taşınır ya da taşınmaz mallar, bir yerden edinilmiş ya da kalıt kalmış bütün mülkler ortaklaşay- dı. İlkel ortaklaşmacılık bütün öğeleriyle ortada.
Olguları gözler önüne serdiğimize göre, şimdi de ilkeleri inceleyebiliriz. Yurtları dışmda bir soyguncudan başka bir şey olmayan bu adalılar, doğaldır ki yurt içinde tıpkı Sir John Sinclair gibi Guiraud'nun da uygarlığın denektaşı olarak gördüğü özel mülkiyete saygıyı geliştirememişlerdi. Ama kurumlarınm hiçbir "siyasal ya da toplumsal ilke" içermediğini varsaymak, doğrusu biraz acelecilik olur. Eğer bu ilkesiz adalılar korsan idiyseler, o zaman Etriiskler, Kartacalılar, Fenike'liler, Karia'lılar,88 dahası Yunanlılar da içinde olmak üzere bütün eski denizci halklar da korsanlık yapma fırsatım hiçbir zaman kaçırmamışlardı.89
85 P. Guiraud, La propriitifonciire en Grice, (Paris, 1893), s. 13-14.86 Strabon, 275-77; Peloponnesos Savaşı, 3. 88. 2; Pausanias 10. 11. 14. Yıl boyunca sürekli yaşanılan
tek ada, ana adaydı.87 Titus Livius, s. 28.88 D.S. 5. 9; Polybius, 3. 24. 4; Peloponnesos Savaşı, 1.4. 7-8; Odysseia, 15.415-84.89 Herodot Tarihi, 1.166, 6.17; Peloponnesos Savaşı, 1. 5; D. 50.17; Lycurg. Leo. 18.
312 TA RİH Ö N C ESİ EGE
İlyada'mn ve Odysseia'nın Akha'lı kahramanlan da korsandılar ve bundan onur duyuyorlardı.90 Üstelik, az sonra göreceğimiz gibi, kötü yollardan elde ettikleri kazançlarım aynı biçimde paylaşıyorlardı.91 Siyasal ve toplumsal ilkeleri Guiraud ve benzerlerince insanlığın önüne bir örnek olarak sunulan uygar Yunanlılar korsanlıkta bir beyefendinin onuruyla bağdaşmayan bir yan görmüyorlar, dahası korsanlık haklarının uygulanmasını çeşitli antlaşmalara açıkça bir koşul olarak geçiriyorlardı.92 Ne de olsa, deniz yağmacılığı ile kara yağmacılığı arasında ilke açısından bir ayrım yoktur. Bütün korsanlar, bütün yağmacılar, bütün fetilıçüer, bütün imparatorluk kurucuları, özel mülkiyetin kutsal varlığı önünde ne denli saygıyla eğilirlerse eğilsinler, onu bir kez ele geçirdiler mi, tıpkı Lipara'lılar gibi çalmakla başlarlar işe. Eğer Guiraud biraz daha çaba gösterip düşünmeyi biraz daha sürdürebilseydi, kendi uygarlığının temelinde soygunculuğun yattığı biçiminde bir siyasal ve toplumsal ilkeyle yüz yüze gelecekti. La propriete c'est le vol (Mülkiyet hırsızlıktır).93
Guiraud, bu ve daha başka Yunan kaynaklarındaki ortak mülkiyetle ilgili bütün kanıtları "tersinden yorumladıktan" sonra şu sonuca varıyor:
İnsanın bunlara azıcık değer verebilmesi için, görülmedik ölçüde yanlı bir kafaya sahip olması gerekir. Aklı başında bir biçimde yorumlandığında, bütün bir eski yazında böyle bir görüşü doğrulayan tek bir bölüm yoktur.94
Eğer aklı başında olmak yansız olmak demekse, o zaman hepimiz akıldan bir parça yoksunuz. Bir ölçü sorunudur bu. Ama bu gayretkeş tarihçinin oluşturmayı başardığı hiç değilse bir toplumsal ve siyasal ilke var. Gayretkeş tarihçimiz, modern kentsoylulugun özel mülkiyet tutkusunun, yaşamı onsuz düşünemeyecekleri kadar müthiş bir güç olduğunu en küçük bir kuşkuya yer bırakmayan bir açıklıkla ortaya koymuştu:
90 İlyada, 11. 625; Odysseia, 4. 81-90, 9. 40-42,14. 229-34.91 Bkz. Bu bölümde "10. Ayrıcalığın Gelişmesi".92 ). Hasebroek, Staat und HandeI im alten Griechenland, (Tubingen, 1928). Trade and Politics in Ancient
Greece (Eski Yunan'da Tecim ve Siyaset), (Londra, 1933); s. 117-21.93 F. Engels, Origin o f the Family, Private Property and the State (Ailenin. Özel Mülkiyetin ve Devletin
Kökeni), (Londra, 1940), s. 127.94 La PropriM fonciire en Grice, s. 21-22.
W as ihr niclıt fasst, d as fehlt euch gan z und gar,W as ihr nicht rech n et, glaubt ihr, sei nicht w ah r.(Aklınızın alm adığı şeylerin tüm üyle yokluğuna,Dikkate alm adıklarınızın da gerçek olm adığına inanırsınız.)
9. B ölüşü m Yöntem i
Şimdi yeniden kleroııkhia'ya dönelim. Yerleşmecilerin sayısı belirlendikten sonra, yerleşilecek topraklar aynı sayıda parsele bölünüyordu. Gerçi yerleşmecilerin nasıl seçildiği anlatılmıyor, ama öyle anlaşılıyor ki bazen başvuranlar eldeki topraklara göre çok fazla oluyordu. O zamanlar demokraside kura çekmenin yaygın bir biçimde uygulandığını biliyoruz; öyleyse başvuranların aralarında kura çektiklerini varsaymamızda bir sakınca olmasa gerek. Aynı zamanda, toprakların ana ülkede var olan kalıtım kurallarma bağlı olduğunu varsaymalıyız. Her pay sahibi, bir oikos'un, normal tipte bir aile malikânesinin kurucusu oluyordu. Bu aile malikânesinin tek ayrılığı, yeni olduğu için üstünde kalıtsal haklar ileri sürülememesi, dolayısıyla da temlikinin daha kolay olmasıydı. Birçok durumda, kuralların tersine, pay sahiplerinin topraklarını satıp yurda geri döndüklerini biliyoruz.95
Kleroııklıin'nın sıradan bir koloniden (cıpoikia) ayrımı, üyelerinin Atina yurttaşları olarak bütün haklarını korumalarıydı.96 Koloni, metro- polise dinsel bağlarla bağlı, ama siyasal bakımdan bağımsız olan yeni bir kent-devletiydi. Bunun dışında, örgütlenme biçimi aynıydı. Kyre- ne, yedinci yüzyılda, tam Thera Adası kıtlıkla karşı karşıya bulunduğu sırada bu adadan seçilenlerle kolonileştirilmişti. Adadaki her ailenin iki oğlundan biri kurayla seçilmişti.97 Benzer bir işlemi de, Lydia'dan ayrılırlarken Etrüsklerin ataları uygulamışlardı. Orada da kıtlık söz konusuydu. Kral, halkı iki eşit bölüğe ayırmış ve aralarında kura çekmişti.98 Bir koloninin kurucularının kurayla seçilmelerinin geleneksel bir uygulama olduğu açıktır.
Beşinci yüzyıl ortalarında Thrakia kıyılarındaki Brea'da bir Atina kolonisi kuruldu. Buradaki işlemin nasıl yapılacağını düzenleyen yasa günümüze kalmıştır. Bu yasanın maddelerinden biri şöyledir: "Her
T o p r a k 313
95 G. Grote, History o f Greece (Yunanistan Tarihi), (İkinci basım, Londra, 1869), 6.37-38.96 Cambridge Ancient History'de E.M. Walker, 4.161.97 Herodot Tarihi, 4.153; Parth. 5.98 Herodot Tarihi, 1. 94. 5.
31 4 TA RİH Ö N C ESİ EGE
kabileden bir kişi olmak üzere on adam toprak paylaştırıcısı seçilecek ve bunlar toprakları kurayla bölüştüreceklerdir."99 Toprak paylaştırıcısı (geonomos), toprakların sınırlarım çizen toprak ölçücüden farklı olarak, topraklan bölüştürüyordu. Buradan da anlıyoruz ki, topraklar kura yoluyla bölüştürülüyor ve bu da her nasılsa kabile düzeniyle eşgüdümlü bir biçimde yapılıyordu. Hiç kuşkusuz düşsel bir durum söz konusudur bu örnekte; ama Platon'un bu işlem için gerçek uygulamayı örnek aldığı da bilinmektedir:
H er şeyden önce, kent, bölgenin elden geldiğince m erkezind e kurulacaktır... Sonra, kentin d e içinde bulunduğu bütün bölge, H estia, Z eus ve A th en a 'm n A kropolis adı verilecek ve surla çevrilecek tapm ağından b aşlayarak on iki bölüm e ayrılacaktır. Bu bölüm ler eşit olacak ve toprağın niteliğine uygun bir biçim de düzenlenecektir. T oplam 5040 top rak p arçası belirlenecek ve bunlardan her biri, biri kent içinde, biri d aha uzakta olm ak ü zere iki p arçaya bölünecektir... O n d an so n ra , y u rttaşlar da on iki öb eğe bölünecekler ve öbekler arasınd a elden geldiğince eşit bir b içim de bölüştüriilebilm esi için yu rttaşların kişisel m allarının eksiksiz bir d ök ü m ü çık arılacak tır. En so n u n d a, h e r öbek O n İki T anrı'd an birine bir top rak parçası ayıracak ve kabile adını alacak tır.100
Platon'un ortaya çıkardığı toplam toprak parçası sayısı, Plutark- hos'un kedi ve yavruları için saptadığı formüldeki aynı gizemsel diziyle varılmaktadır: Ix2x3x4x5x6x7= 5040. Ama bu bile bir olguya dayanmaktadır. Uygun bir toplam olarak benimsenen sayının yarısından biraz fazladır.101 Amphipolis'deki Atina kolonisi 10.000 toprak parçasına bölünmüş, Syrakusa'hlar da Atina'daki kolonileri için aynı sayıyı saptamışlardı.102
Platon'un pay sahipleri, aile başkaniarıydı. Yasalar'm öteki bölümlerinden açıkça anlaşılıyor bu. Ne var ki, bu aileler, daha büyük bir birimin, kabilenin öğeleri olarak ele almıyordu. Bu da daha başka kaynaklarca doğrulanıyor. Erken Rodos'da üç yerleşim merkezi vardı: Lindos, Ialysos, Kameiros.103 Bunlar, İli/ada'dan öğrendiğimize göre, göçmenle
99 M.N. Tod, Greek Historical Inscriptions (Tarihsel Yunan Yazıtları), (Oxford, 1933X s. 88-90.100 Platon. Leg. 745.101 Aristoteles. Politika, 1267 b. 3.102 Poloponnesos Savaşı, 1.100; D.S. 11.49.103 İlyada, 2. 655-56; Pi. O. 7. 73-74; SIG. 339 n. 1 İlyada’ya göre bu yerleşim merkezlerinin kurucusu
Ephyra’lı (sanırız Thessalia Ephyra'sı) Tlepolemos'du; ama Pindaros'a göre ve gene C irit'li
T o p r a k 31s
rin üç kabilesine denk düşmekteydi. Dahası, kurayla belirlenmişlerdi. Pindaros'un bu kentlere ilişkin anlattıklarından bu sonuca varıyoruz, çünkü Pindaros gene aynı şiirde tanrıların yeryüzünü paylaşmak için nasıl kura çektiklerini dile getiriyor. Güneş-tanrı kura çekilirken orada yokmuş, bu yüzden de paysız kalmış. Güneş-tanrmın paydan yoksun kalışı, o zamanlar denizin altında bulunan Rodos Adası'nın kendisine verilmesiyle giderilmiş. Rodos Adası'nın dipten deniz yüzeyine doğru yükseldiğini gören Güneş-tanrı olmuş ve Pay Tanrıçası Lakhesis de bu düzenlemeyi onaylamış.104 Yeni fethedilen dünyanın Kronosoğulları arasında pay edilmesi, yeni fethedilen adanın Heliosoğulları, yani onların adlarını taşıyan üç kabile yerleşim merkezinin kurucuları arasında paylaştınlmasının kutsal bir örneği olarak sunulmaktadır.
Buraya kadar, klan adının kullanıldığını görmedik. Nedenini anlamak da o kadar zor değil. Gelişkin kent-devletinde, fratrinin salt dinsel bir birliğe, klanın da ailelere dönüşmesinden çok sonraları bile kabile askercil ve siyasal bir birim olarak varlığını koruyordu. Klan varlığını bir ölçüde soylular arasında sürdürüyordu, ama kolonilere daha çok aşağı sınıflardan insanlar, toprak isteyen insanlar gönderiliyordu.105 Ve bu kesim, klan bağlarının en çok ortadan kalktığı kesimiydi toplumun. Klanın izlerini bulmak istiyorsak, tarihöncesi döneme dönmek zorundayız.
Atina'daki kleroukhia'nın, sekizinci yüzyıldan altıncı yüzyıla dek süren büyük koloni yayılması döneminde izlenen örgütlenme biçimine uyduğunu görmüştük. Büyük koloni yayılması, Yunanlıların bütün Akdeniz'e dağılmalarını sağlayan akımdı. Şimdi de, daha da gerilere giderek, bu kolonilerin ana-kentlerinin yapılarını örnek aldıklarını düşünürsek, bunların Yunanistan'da ve Ege'de ana-kentlerin kendilerini kurmuş olan daha da eski akımların sürdürülmesi olduklarını görebiliriz.
Yunanlılar, sürekliliğe saygı duyarlardı. Troya Savaşı'ndan önceki günlerde Rodos'un kurucusu Tlepolemos'un nasıl "toprakları eşit bir biçimde bölüştürdüğünü"; daha önceleri Makar'm nasıl Lesbos'daki "toprakları paylaştırdığını"; Kydrolaos'un nasıl "Samos'a yerleştiğini ve toprakları paylara böldüğünü"; Tenedos Adası'na adını veren Te- nes'in topraklan halkı arasında nasıl paylaştırdığım ve kendisine ayrı
Althaimenes'in öyküsüne bakılırsa adaya Helios’un üç oğlu yerleşmişti: Apollodoros, 3.2.1 -2. Gerçekte art arda birçok yerleşim olmuştu: Strabon, 653-54.
104 Pi. O. 7. 54-76: Apollodoros, 2. 8.4; Pausanias. 8.4 . 3.105 Brea yasasında (y. 41) kolonicilerin en yoksul sınıflardan seçilmesi belirtiliyordu. Platon. Leg. 735-
36; Iso. 4. 182.
316 TARİH Ö N CESİ EGE
lan özel topraklarda (temenos) ölümünden sonra bir kahraman olarak Tenes'e nasıl tapmıldığmı anımsarlardı.106 Bu tarihöncesi yerleşim merkezlerinin, kesinlikle kent-devletleri değil, kabile birlikleri oldukları açıktır. Dolayısıyla, klanın daha öne çıkmış olabileceği beklenebilir buralarda. Nitekim öyleydi de. Dor istilasından sonra kurulan İonia kolonisi Teos pyrgoi'ya ya da bucaklara bölünmüştü; beşinci yüzyıla kadar bunların birçoğunda, adlarım almış oldukları klanlar yaşamaktaydı. Rodos'un üç bölgesi de bucaklara bölünmüştü. Bunlardan biri Net- tidai'larm Netteia'sı, öteki de Hippotadai'ların Hippoteia'sı idi.107 Bu bilgiler, Attika bucaklarını incelememizden çıkan sonucu doğrulamaktadır. Doğru, Attika'da atalarının bucağında yaşamayı sürdüren tek bir klan -Boutadai- biliyoruz (bkz. Bölüm I1I/2). Bunun nedeni, altıncı yüzyıldaki toplumsal karışıklıklar sonucunda ülkenin değişikliklere uğramış olmasıydı. Ne var ki, Attika'da bile eski bağlar, kopmuş olmalarına karşın, unutulmuş değildiler. Philaidai'larm Kimon'u Atina ile Eleu- sis arasındaki Lakiadai'dandı; ama atalarının, Philaios'un Attika topraklarına ilk ayak bastığı yer olan Brauron yakınlarındaki Philâidai'dan geldiklerini biliyor olmalıydı, yoksa bizler de bilemezdik. Bir yoruma göre de, Kral Theseus ülkeye yeni bir düzen verirken kırsal yöreleri dolaşmış, "bucakları ve klanları gezmişti".108 Anlaşılan, o eski günlerde bu iki birim özdeşti. Bu sonucu daha önce Dördüncü Böliim'de de gözden geçirmiştik; son bir doğrulama ise sözcüğün kendinden geliyor. Homeros'da demos sözcüğü hem işlenmiş bir toprak parçasını, hem de orada yaşayan insanları dile getirir.109 Daha doğrusu, genellikle toprağın bölüşümü ya da dağıtımı için kullanılan dasmos sözcüğüyle aynı kökten geldiğinden, bir "bölüm"dür rf£>mos.110 Demek, köken bakımından bucak hem bölgesel, hem de siyasal bir birimdi; tıpkı İngilizce'deki Woking, Tooting, Epping, Fransızca'daki Aubigny, Corbigny, Pon- tigny, Almanca'daki Geislingen, Gottingen, Tübingen111 ve Vaat Edil-
106 D.S. 5. 59, 81-83.107 SIC. 932. 24,33.118.5.695. 21.108 Plutarkhos, Thes. 24.109 ilyada. 5. 710. 20. 166.110 Dictionnaire itymologique de la langue grecque. Günümüz bilim adamları, kabile topi umunun yapısını
çözümlemeyi savsakladıkları için, klan ile köy arasındaki bu doğal bağdan kaçınılmaz olarak habersizdirler. Dolayısıyla, Cary'nin izinden giden F.E. Adcock da, "demos"un kökeninden söz ederken klanı tümden dışlamakta (“soyluluğun bir yansıması olan klan, ginos henüz gelecektedir") ve bunun sonucunda kabile üyelerinin köylerde yaşadıkları gerçeğiyle yüz yüze geldiğinde bunu "içgüdüleriyle" böyle yaptıklarını söylemekten öteye gidememektedir. (Cambridge Ancient History, 3. 688).
111 The English Village Community, s. 355-67.
T o p r a k 317
miş Toprak'a yerleşmiş olan İbrani "aileleri" ya da klanları gibi bir klan yerleşim merkeziydi:
İsrailoğullarına söyle ve onlara de: Ü rd ü n 'd en Kenan d iyarına g eçtiğ iniz zam an , m em lek ette o tu ran ların hepsini ön ün ü zd en k ovacaksınız...Ve m em leketi aşiretlerinize gö re kura ile m iras alacaksınız; ço k olanın m irasını çoğaltacak sın ız ve a z olanın m irasııiı azaltacaksınız; b ir ad am a kura nerede d ü şerse o yer onun olacak ; atalarınızın sıp tların a göre m iras alacak sın ız .112
V e Y eşu İsrailoğullarına dedi: A talarınızın Allahı Rabbin size v e rd iği d iyara m ülk edinm ek için girm ekte ne vak te kadar gevşeklik ed ecek siniz? H er sıpttan kendiniz için ü ç ad am seçin ; ve onları g ön d ereceğ im ; ve kalkıp m em leketi d olaşacak lar ve m iraslarına göre onu y az ıp bana gelecekler... Ve siz m em leketi yed i hisse olarak yazacak sın ız v e yazıyı b uraya bana getireceksiniz ve burada A llahım ız Rabbin ö n ü n d e sizin için kura çek eceğim .113
10. Ayrıcalığın Gelişmesi
Yunanca'da, toprak parçası karşılığı olarak, "pay" anlamına gelen kleros kullanılır. Şiirde de moira ve lakhos aynı anlamda geçer. Bu sözcüklerin hepsi de Hint-Avrupa kökenlidir. Kleros'un ilk anlamı, İrlanda dilinde "tahta" ya da "kereste" demek olan clar sözcüğü gibi, bir "tahta parçası" idi; küçük tahta parçalarının kura çekmekte kullanıldığını gösteriyor bu da. Bu sözcüğün kla tabanını, Yunanca'da "dal, kol" anlamına gelen klados ve "kırm ak" anlamına gelen klao sözcüklerinde; İngilizce'deki "lot" (pay) ile aynı kökten ve eşanlamlı olan Got dilindeki hlauts sözcüğünde de görürüz. Bu köken ortaklıkları, Hint-Avrupa kültüründe pay ya da kuranm kullanımının eski bir özellik olduğunu gösteriyor. Bu özellik, topluluğun her üyesinin topluluğun emek ürününden eşit pay almaya hakkı olduğu ilkesine dayanıyordu.114
Bu ilke, erken Yunanistan'da, rahiplerin, şeflerin ve kralların özel yararına toprak parçalan ayırma töresiyle çoktan sınırlandırılmış bulunuyordu. Lesbos'daki ekim alanında bir toprak payı tanrılara "ayrı-
112 The Books of the Old Testament, (Eski Ahit), "Numbers” (“Sayılar”), 33. 51-54.113 The Books of the Old Testament, “Joshua”, 18.3-6114 Yunanistan'da “kura", Delphoi bilicisinin kehanetine yaklaşım önceliğini belirlemek ve klan şeflerini
atamak amacıyla seçimlerde de kullanılageldi. Aiskhylos. E. 32; J. Topffer, Attische Genealogie, (Berlin,
3 i 8 TA RİH Ö N C ESİ E g e
Resim 50. Kura çekim i: Attika vazosu
lıyordu". Brea'ya yerleşenlere, rahipler için "ayrılan" birtakım topraklar dışında kalan bütün topraklar verilmişti.115 Kyrene'de de kral için benzer türden topraklar "ayrılmıştı".116 îlyacia'da, Kral Nausithoos Phai- ak'ları götürüp yeni yurtlarına yerleştirdiği zaman, kentin dört yanını onlar için surla çevirir, tekmil topraklan dağıtır ve tanrılara tapınaklar yapar.117 Homerik şiirlerde, kralın elinde çeşitli ayrıcalıklar bulunmasına karşın, toprağın halkın denetiminde olduğu açık seçik görülür. Lykia Kralı bütün krallık onurlarını Bellerophontes'le bölüşür, ama Bel- lerophontes'e verimli, zengin toprakları bağışlayan Lykia halkıdır.118 Akhilleus, kendisiyle dövüşmeye gelen Aineias'ı uyanrken şöyle seslenir:
A m a sen öldürsen de beni,Priamos vermez senin eline onur yerini,
deli değil o, aklı başında, hem oğullan var onun.
T royah lar sana bir toprak mı ayırdı yoksa, güzel bağlar mı, tarlalar mı ayırdılar,
1889), s. 21; W.R. Paton ve E .L Hicks, Inscriptions of Cos (Kos Yazıtları), (Oxford, 1891), s. 137.115 Creek Historical Inscriptions, s. 88-90, Aiskhylos, E. 403-05.116 Herodot Tarihi, 4. 161. 3.117 Odysseia, 6. 9-10.118 ilyada, 6.195-95.
T o p r a k 319
on lara mı konacaksın beni ö ldürürsen , hiç d e kolay değil bunu y ap m ak .119
Burada da onur yerini veren Kral Priamos, bağları ve tarlaları verense Troya halkıdır. Sanırız gerçekte klan şefleri olan Aitol yaşlıları, kendileri uğrunda çarpışmaya, illerini korumaya razı etmek için güzel Kalydon ovasının en bereketli yerinde toprak vermeyi önerirler Mele- agros'a.120 İşte bu ayrılan topraklara temenea adı verilir; halk arasında bölüştürülen toprakların geriye kalanından "kesip alman" (temno) ya da "ayrılan" (eksaireo) topraklarıdır bunlar. Temenos, kabile düzeninin bağrında göğeren tohumudur özel mülkiyetin.
Aynı komünal ve bireysel ilkeler bileşimi, yağmanın paylaşılmasında da görülür. Bölüşüm işlemi aynıdır: Savaş vurgunu (dasmos) kura çekilerek bölüşülür. Ve tıpkı topraklar paylaşılırken krala özel bir toprak parçası armağan edildiği gibi, savaş vurgunları bölüşülürken de genel paydan ayrılan özel bir "ayrıcalık" (geras) ya da "ödül" (time) alır kral.121 Kılık değiştirmiş Odysseus, dokuz akın düzenlemiş olmakla böbürlenirken, bu akmların her birinde talanın paylaşımından kendi payının kat kat üstünde, değerli armağanlar aldığını söyler.122 Akha'lar, Thebai kentini yağmaladıktan sonra "talanı bölüşürler, Khryses'in kızını da Agamemnon'a ayırırlar."123 Daha sonra kızı geri vermek zorunda kalan Agamemnon buna karşılık ödence ister, ama Akhilleus'un kendisine anımsattığı gibi çok geçtir artık:
Ü nlü A treu soğlu , ey doym ak bilm ez ad am !Ulu canlı A k h alar arm ağanı (geras) nerden bulsun versin san a ,
elim izde yed eğe alınm ış mal mı var ki.
119 ilyada, 20.178-86.120 ilyada, 9. 574-80. Yaşlılar büyük olasılıkla klan şefleriydi. G. Glotz, La solidarity de la/amille dom le
droit erimimi en Grice, (Paris. 1904). s. 12. Temenos, orada çalışacak köleleri de içeriyor olmalıydı: H. Jeanmaire. Couroiet Couretes. (Lille, 1939), s. 75; ilyada, 9.154-56. Toprak kullanımındaki ayrıcalıklar belirsiz; bir olasılıkla, bu ayrıcalık şeflerin elindeydi.
121 ilyada, 1.166-67, 368-69, 2. 226-28; Aiskhylos, Agamemnon, 945; Euripides, Troyalı Kadınlar, 248. 273; Native Races of the Pacific States of North America, 2. 225; The Indian Village Community, s. 195; W. Robertson Smith, Kinship and Marriage in Early Arabia (Arabistan'ın Erken Çağında Akrabalık ve Evlilik), (İkinci basım, Londra, 1903), s. 65.
122 Odysseia, 14. 229-33. Ege'de, daha İ.S. on sekizinci yüzyıl sonlarına kadar, tecim ya da korsanlık amacıyla sefere çıkan bir gemi geri döndüğünde, elde edilen kazanç iki bölüme ayrılırdı. Bir bölümü geminin ortaklarına verilir, öbür bölümü de geminin mürettebatı arasında eşit bir biçimde paylaştırılırdı.
123 ilyada, 1. 368-69.
3 2 0 TA RİH Ö N C ESİ EGE
İllerden ne yağ m a ettiysek hep b ölüşüldü, d o ğ ru o lu r m u toplam ak bu m allan yen id en?
H ayd i d u rm a, sun tanrıya sen şu kızı, biz A k h alar veririz sana ü ç d ört katını;
iş ki güzel surlarla çevrili T roya ilini talan etm eyi buyursun Z eus b ize .124
Elde edilen zenginliklerin halk arasında bölüştürülmesi, çok direngen bir ilkeydi; yalnız Liparai Adaları gibi uzak köşelerde görüldüğü söylenemez bu ilkenin. İ.Ö. 484'de bile Atinalılar gümüş madenlerinden elde edilen gelir fazlasının bütün yurttaşlar arasında paylaştırılmasını önermişlerdi. Ama Themistokles, Atmalıları bu parayı dağıtmak yerine savaş gemisi yapımına harcamaya razı etti.125 Eski kabile alışkısı, devletin büyüyen çıkarlarına ayak uyduramıyordu artık.
Talan için geçerli olan, yiyecek konusunda da geçerliydi. Plutark- hos'un yazdıklarına bakılırsa, yemekleri Moira ya da Lakhesis'in eşitlik ilkesine göre sundukları ilk zamanlarda her şey dürüst ve özgür bir biçimde düzenlenmişti. Dahası, Plutarkhos, şölen anlamında kullanılan eski bir sözcüğün tastamam "bölüşüm" anlamına geldiğini belirtiyor.126 Plutarkhos'un sözcüklerin kökenleri konusunda söyledikleri doğrudur: dais, dasınos ile aynı kökenden gelmektedir. Et payları (mo- irai) eşit olarak bölüştürülmekteydi. Kılık değiştirmiş Odysseus, uzun serüvenlerden dönüp evinden içeri girdiğinde akşam yemeğinde et dağıtılmaktadır; Telemakhos içeri giren partal giysili adama da "herkese ne kadar pay verilmişse o kadar pay verilmesi" için diretir.127 Hermes'e yakılan Homerik Övgü'de, on iki Tanrı'ya sunulan et on iki parçaya ayrılır ve kurayla dağıtılır.128
Öte yandan, etin en iyi yeri sayılan sırt, bir geras olarak, masanın başında oturan şefe ayrılırdı. Menelaos, konuklarını masaya oturttuğunda, uşakların kendi önüne koydukları sırt yerini alıp konuklarına su
124 l/yada. 1.123-29.125 Herodot Tarihi, 7. 144; 3. 57.2.126 Plutarkhos. M. 644a; Odysseia, 8.470: Hesiodos, Tanrılann Doğuyu (Theogonia), (Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 1977, Türkçesi: Sabahattin Eyuboğlu-Azra Er ha t). 544; Thgn. 677-78. İlkel ortak aş'ın gelişmiş bir kalıntısı olan Eski Yunan'daki halk şölenleri için bkz. N.D. Fustel de Coulanges. La c iti antique, (Yedinci basım, Paris, 1878). s. 179; M.P. Nilsson, History o f Creek Religion (Yunan Dininin Tarihi), (Oxford, 1925), s. 254-5S: W. Robertson Smith, Religion o f the Semites (Samilerin Dini), (Üçüncü basım, Londra, 1927), s. 282.
127 Odysseia, 20. 279-82.128 Horn. H . 4 . 128-29.
T o p r a k 321
nar.129 Odysseia'da, çobanbaşı etleri pay ederken domuzun sırtını kılık değiştirmiş Odysseus'a verir; dokunaklı bir davranıştır bu, çünkü ço- banbaşı etin onur payını kim olduğunu bilmeden efendisine vermektedir.130 Oidipus, oğulları kendisine etin sırtım değil de budunu sundukları zaman ilençler onları.131 Oropos'daki Amphiaraos tapmağında ne zaman kurban kesilse, hiç şaşmaz, etin sırtı rahibin payına düşerdi.132 Sparta krallarının öncelik haklan da nerdeyse aynıydı. Her ikisi de hem kral, hem rahipti. Bir ülkeye savaş açtılar mı, dilediklerince koyun ve keçi kurban ederler, sırt etleriyle kurban derilerini kendilerine ayırırlardı. Bütün şölenlerde bir medimnos arpa unu, dörtte bir ölçek de şarap verilirdi onlara.133 Thukydides'in belirttiği gibi, Yunanlılarda krallık "belirlenmiş öncelik haklan" na dayanıyordu.134 Bu öncelik haklarının hangi koşullarda kullanıldığı, İlyada'nm ünlü bölümlerinden birinde anlatılır:
Glaukos, Lykia'da neden çok sayarlar bizi, neden oturturlar bizi baş köşeye,
neden etlerle, dopdolu taslarla ağırlarlar, neden bakarlar bize tanrıymışız gibi,
ulu Ksanthos kıyılarında neden geniş topraklanınız(temenos) var,
hem bağ olmaya, hem buğday olmaya elverişli?öyleyse burda bizim ödevimiz ne,
Lykia'lılanıı ön sıralarında savaşmak değil mi?Kalın zırhlı bir Lykia'lı o zaman diyecek ki:
Lykia'da bize baş olan krallar, yağlı koyun etleri yerler gerçi, şarabın en iyisini içerler ama,
129 Odysseia, 4. 65-66; ilyada, 7. 321; Horn. H. 4. 122.130 Odysseia, 14.433-38.131 Sophokles, Oidipus Kolonos'da, 1375.132 S/G. 1004. 30-1. Kos’ta et sunularının özel yerleri belirli klanlara ayrılırdı; Inscriptions o f Cos, s. 88-90;
SIC. 271. 589; Plutarkhos. M. 294c.; D.S. 5. 28. Çağımızdan örnekler için bkz. Social System o f the Zulus, s. 55-56: Life o f a South African Tribe, 1. 329: E.D. Earthy. Volenge Women (Valenge Kadınları), (Oxford, 1933), s. 37,159; J. Roscoe. The Banyankole, (Cambridge, 1923), s. 165; J.H . Hutton. The Sema Nagas, (Londra, 1921), s. 75; P.R.T. Gurdon, The Khasis, (Londra, 1914), s . 48: W .G. Ivens. The Melanesians o f the South-East Solomon Islands (Güneydoğu Solomon Adalari'ndaki Melanezyalilar), (Londra. 1927), s. 408.
133 Herodot Tarihi, 6. 56; X. RL. 15. 3.134 Peloponnesos Savaşı, 1.13.1.
323
IX
İNSANIN YAŞAMDAKİ PAYI
1. Meslek Klanları
Kabile toplumunun daha yüksek evrelerinde, uzmanlık uğraşları belirli klanlarda soydan geçme eğilimindedir. Eski Yunan'da böyle birçok meslek klanı adına rastlarız: Asklepiadai (hekimler), Homeridai (ozonlar), İamidai, Brankhidai, Krontidai (biliciler), Kerykes, Theokery- kes, Talthybiadai (ulaklar).1 Sparta'da bütün ulaklar Talthybiad'lardan- dı. Herodotos, ulaklığın bu klanın geras'ı olduğunu anlatır.2 Daha birçok klan vardır adları bir mesleği dile getiren: Poimenid'ler (sığırtmaçlar), Bouzyg'ler (öküz sürenler), Phreorykh'ler (kuyu kazıcılar), Daida- lid'ler (yontucular), Hephaistiad'lar, Eupyrid'ler, Peleke'ler (silahçılar ve demirciler).3 Bu meslek klanları bir bakıma loncalar olarak da tanımlanabilir. Bir çeşit oybirliğiyle girilebilen bir meslek örgütü olan ortaçağ loncası, Grönbech'iıı de göstermiş olduğu gibi, zanaat klanının değişip gelişmiş bir uzantısıydı.4 Ama Yunan loncaları, kökenlerine daha yakın bir yerdeydiler. İlk başlarda Homerid'ler ya da Homerosoğul- ları Homeros'uıı gerçek torunlarıydılar; kurucuyla hiçbir soybağı bulunmayan ozanları aralarma almaları daha sonralarıdır.5 Doğuştan ka-
1 W.H. Roscher, Ausführlicftes Leakon der griechischen und römischen Mythologie, (Leipzig, 1884-1937), Keryke'lerle ilgili olarak bkz. bu kitapta IV. Bölüm, "8. Eleusis Mysteria'larının Klan Temeli". J. Toepffer, Auische Genealogie, (Berlin, 1889), s. 80-91 iamid'lerin Elis, Sparta, Messenia ve Koroton'da kolları vardı: Herodot Tarihi, 9. 33, 5. 44. 2; Pausanias, 3.12. 8, 4. 16. 1, 6. 2. 5, 8. 10. 5; Pindaros, O. 6.Günümüzdeki zanaat klanları için bkz. A.C Hollis, The Nandi, their Language and Folklore, s. 8-11;G. Landtman, Origin of the Inequality o f the Social Classes, s. 83.
2 Herodot Tarihi, 7. 134.3 attische Genealogie, s. 136-46,166, 310-15.4 Culture of the Teotons, 1. 35.5 Pindaros, N. 2; Strabon, 645; bkz. bu kitapta "Homerosoğulları” bölümü, “3. Saraydan Pazar Yerine."
3 2 4 TA RİH Ö N C ESİ E g e
zaıulan hak, üyelerin oybirliğiyle yaygınlaştırılmıştı. Asklepiad'lar da aynı biçimde dışa açıldılar. Üstelik Asklepiad'ların bunu nasıl yaptıklarını da biliyoruz. Yeni üye "ana-babasına gösterdiği saygıyı ustasına da göstereceğine, onu geçimine ortak edeceğine, kazancını kara günde onunla paylaşacağına, onun akrabalarına kendi kardeşleriymişler gibi davranacağına" and içiyordu.6 Bu, klana almanın, evlat edinmenin bir biçimiydi; bunun da bir yenidendoğuş kuttöreni olarak, bir zamanlar ilkel klanın olağan bir özelliği olduğunu biliyoruz. Olasıdır ki, bütün bu değişikliklere karşın, soy zinciri hiçbir zaman tümden yok olmamıştı. Asklepiad'lar dan olan Aristoteles dördüncü yüzyılda hâlâ Asklepi- os'un soyundan geldiğini ileri sürebiliyordu.7 Kaldı ki bundan kuşku yoktu, çünkü ortaçağda olduğu gibi Yunanistan'da da oğul babasının yolundan gitme eğilimindeydi.
Asklepiad'lar soy zincirlerini hekimlerin ustasına kadar vardırıyorlardı. Homerid'ler ozanların en yücesine; İamid'ler bilicilik tanrısı Apol- lon'un oğullarından birine; Keryke'ler ulaklığın tanrısı Hermes'in bir oğluna; Theokeryke'ler ulak Talthybios'a; Daidalid'ler Minos Giritiniıı destansı sanatçısı Daidalos'a; Bouzyg'ler öküzleri ilk kez sabana koşan Bouzyges'e kadar vardırıyorlardı soy zincirlerini. Hepsinde de klanın soydan gelen mesleği, kurucuya yakıştırılıyordu.
Zeus, Kronos'a ve Titan'lara savaş açmadan önce, eğer bu savaştan utkuyla çıkarsa var olan ayrıcalıklara saygı göstermekle kalmayıp ayrıcalığı olmayanlara da ayrıcalıklar bağışlayacağına ant içer tanrılar önünde. Ve sonunda, savaş son bulduğunda, tanrılar ölümsüzlerin başına geçmesini, Olympos'un efendisi olmasını isterler ondan.8 Verdiği askeri hizmetin ödülü olarak Olympos'un kralı olur Zeus. Tanrıların başına geçer geçmez de onur paylarını dağıtır her birine. Hephaistos'un geras 'ı ateştir,9 Atlas'ın payına düşen moira, göğü ayakta tutmaktır;111 nympha'ların payına düşen moira ise, ölümlülerin gençliğini beslemektir.11 Apollon'un payına müzik ve dans düşerken, Hades'in lakhos'u sisli karanlıklar ülkesidir.12 Moira' sı ya da t ime' si sevişmek olan Aphrodi-
6 Hp. Jusj. 1- 298-300. Bunun Asklepiad'ların andı olduğu açıkça belirtilmiyor, ama başka hangi meslek klanına yakıştırılabilir bilemiyorum.
7 D.L.5.1.8 Tanrıların Doğuşu, 73,74,112-13, 383-403, 881-85; Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 218, 244-
47; Alkman, 45.9 Zincire Vurulmuş Prometheus, 38.10 Tanrıların Doğuşu, 520.11 Aynı yerde, 348.12 Stesikhoros, 21
te bir keresinde dokuma tezgâhının başmda çalışırken yakalanır. Athena buna çok kızar, Aphrodite onun kleros'unu çalmıştır; Moira'ların kendisine yakıştırdıkları işle uğraşmayacaktır artık Athena.13 Apollon Orestes'i Erinys'lerin elinden kurtardığında, Erinys'ler Moira'ların kendilerine doğuştan verdikleri lakhos'u kendilerinden çalmakla suçlarlar Apollon'u.14 Asklepios da aynı nedenle cezalandırılır: Ölüleri diriltmeye kalkışmakla Hades'in moira'sim ayaklar altına almıştır.15
Herodotos'a göre, "Yunan tanrılarının soy zincirini düzenleyen" ve "tanrılara sıfatlarını, ayrıcalıklarını, görevlerini veren, görünüşlerini belirleyen", Homeros ile Hesiodos'du.16 İstilacı kabileler nasıl Ege'yi ezip geçmişlerse, Kronosoğulları da dünyayı öyle ele geçirmişlerdi. İstilacılar toprakları nasıl kurayla bölüşmüşlerse, Kronosoğulları da yeryüzünü öyle bölüşmüşlerdi. Bu kabilelerin kralları, yerlerini, verdikleri askeri hizmete borçluydular; tıpkı Olympos'un kralı gibi. Gene, mi- tologyada karşımıza çıkan tanrılararası işbölümü de, meslek klanları sisteminin, bir başka deyişle insanın uğraşının -yaşamdan aldığı payın, doğuştan elde ettiği hakkın- doğduğu klan tarafından belirlendiği sistemin bir yansımasıdır.
2. İplik Büken Moira'lar
Peki, bu Moira'lar, başka bir deyişle zenginlik "pay"ları ya da iş "bö- lümler"i nasıl oldu da yazgı ipliğini büken üç tanrıça olup çıktılar? Bu sorunun yanıtını ararken, Wilamowitz'in yaptığından daha iyisini becermemiz gerekiyor; çünkü Wilamowitz bu düşünceyi "salt şiirsel bir buluş" olarak ele almıştı, sanki şiirsel buluşlar ya kendi kendini açıklar ya da hiç açıklanamazlarmış gibi.17
Ayın üç evresiyle ilintili daha birçok şeyin yanı sıra bir de büyüsel bir sayı vardı.18 Bir zaman bölücüsü ve kadınların tapındığı bir nesne
İNSANIN YAŞAM DAKİ PAYI 3 2 S
13 Tanrıların Doğuşu, 204-05; Nonnus, D. 24. 274-81.14 Aiskhylos, Eumenides, 173,335-36, 730.İS Aiskhylos, Agamemnon, 1004-14.16 Herodot Tarihi, 2. 53.17 U. von Wilamowitz-Moellendorff, DerCIaube derHellenen, (Berlin, 1931), 1.359. Krause, Moira'ların
dokumacı oluşunu "ölçünme” olarak değerlendiriyor “Die Ausdrücke fur das Schicksal bei Homer”, Clotta, 25. 143. W. Drexier ise, Moira'ların bulut ve sis tanrıçaları olduklarını, ilkel insanın yazın gökyüzünde kümeler halinde gördüğü bulutları “eğriltmiş iplikler" olarak düşlediğini ileri sürüyor W.H. Roscher, Ausfiihrliches Lexikon der griechischen und römischen Mythologie, (Leipzig, 1884-1937), 1.2715.
18 R. Briffault, The Mothers (Analar), (Londra, 1927), 2. 603-06.
326 TARİH Ö N CESİ EGE
olan aym, her zaman dişi olarak tasarlanan Moira Tarla ikili bir bağıntısı söz konusuydu. Moira'ların adları Kiotho, Atropos ve Lakhesis'di. Klotho, iplik bükmenin kişileştirilmişidir açıkça; üçünün en yaşlısıdır. Homeros, Moira'lardan hep birlikte "yazgı ipliğini büken güçlü tanrılar", yani Klothes diye söz eder, ama öbür ikisinin adını anmaz.19 Daha sonraların yazınında Atropos "sık dokunmuş yaşamı kesen" iğrenç tanrıça olarak belirir. Anlaşıldığı kadarıyla, bu benzetme, dokunmuş kumaşın dokuma tezgâlundan kesilmesinden kaynaklanmaktadır: "Hayatımı bir çulha gibi dürdüm; o beni erişten kesecek."20 Ne var ki, bu yoruma ilk Yunan yazınında rastlanmıyor;21 bu adın geleneksel yorumundan da bu sonuç çıkmıyor: Atropos geri döndürülemez, ipliği çözülemez.22 Kaldı ki, Aiskhylos'a kadar uzanan bu yorum bile sonradan düşünülmüş bir yorum gibi görünüyor. İplik eğirenin eğirdiğini çözmesi ya da dokumacının dokuduğunu sökmesi o kadar güç bir iş değildir; Penelope bunun en açık örneğidir. Dolayısıyla, belki de söz konusu olan, yanlış bir köken belirlemesidir. Sözcük "döndürme" (trepo) düşüncesinden kaynaklanmaktadır, burası kesin. Ama belki de önek olumsuzluk belirten bir ek değil, pekiştirmeli bir ektir. Bu durumda da, Atropos, p ile k'nin yer değiştirmesiyle atraktos'un bir yan biçimidir yalnızca; "döndürülemez olan" değil, döndürücü'diir, iğ'in bir kişileşmesidir. Lakhesis'e, yani lakhos ya da ayrılmış pay tanrıçasına gelince, öteki ikisinin yanında yer alması, onun iplik bükme sanatıyla -iplik eği- renler arasında ya işlenmemiş yünün ya da iği doldurmaya yetecek kadar yünün, ki ikisi de aynı kapıya çıkar, paylaştırılması- bağıntılı bir çağrışım taşımış olabileceğini akla getirmektedir.23
Öyleyse, ne oldu da bu üçlü, insan yazgısının ipliğini büker oldu? Bu sorunun yanıtı, onların insan ilkörneklerinde (prototiplerinde) aranmalıdır. Unutmayalım ki, buradaki gelenek tutarlıdır: İnsanın yazgısı insan doğar doğmaz bükülmeye başlar.24 Bu da MoiraTarı, gene bir iplik büken olarak betimlenen Eileithyia ile bağıntı içine sokar.25 Bu açı
19 Odysseia, 7. 197. Üçlü ilk kez Hesiodos'un Tanrıların Doğuşu'nda görülüyor: 218.20 The Books o f the Old Testament, "Isaiah", 38.12.21 Bu düşünceyi eskil yazın'da hiç bulamadım, ama Vergilius'un Aeneis'inde dolaylı olarak geçtiği
görülüyor 10. 814.22 Aiskhylos, Eumenides, 335-36 (dipnotuma bakınız); Platon, Devlet, 620e; Cali. LP. 103; Nonnus, D.
25. 365,40. 1; Luc. JTr. 18; Euripides, fr. 491; Jo. Diac. ad Hes. Sc. 236.23 Orph. t. 70, AP. 7. 5; Erinna, 23.24 ilyada, 20.127-28; Odysseia, 7.197-98; Aiskhylos, Eumenides, 348; Euripides. Helene, 212; Euripides,
İphigeneia Tauris’te, 203; Euripides, Bakkha lar, 99; Plutarkhos, Moralia, 63 7f.25 Pausanias, 8. 21. 3; Pindaros, O. 6. 42.
dan bakıldığında Moira'lar, ebelerdir, doğuma yardımcı olan yaşlı kadın akrabalardır.26 Peki o zaman bu kadınlar bir çocuğun doğumunda ne diye iplik bükmekle uğraşıyorlardı? Bana kalırsa, bir tek yanıtı vardır bu sorunun: Çocuğun giysilerini hazırlıyorlardı.
Giysilerin başlıca işlevi, en azmdan soğuk iklimlerde, bedeni korumaktır. Bu işlev, bir insanın giysilerinin her nasılsa onun yaşamıyla bağlantılı olduğu düşüncesine dayalı büyü uygulamalarıyla iç içedir her yerde. Bu da, insan gövdesinin boyalı ya da dövmeli büyü nişanlarıyla süslenmesi alışkısını, gerdanlık, bilezik, yüzük türünden takılar takılmasını açıklamaktadır.27 Yunanistan'da yeni doğan çocuk kundak bezine sarılır, çocuğa nazarlıklar takılırdı. Bu süslere genellikle gnorismata, "nişanlar" denilirdi, çünkü bunlara bakıp çocuğun kimliğini anlamak olasıydı.28 İstenmeyen bir çocuk bir yere bırakıldığı zaman, nişanları da birlikte bırakılırdı. Çocuğun yaşayabileceğini ummaları bir yana, ana- babanın çocuğun ortadan kalkması konusunda kararlı oldukları durumlarda bile bırakılırdı nişanlar. Kyros doğup da, yabanıl hayvanlara bırakılması için bir sığırtmaca verildiğinde renkli kundak bezine sarılıydı ve alhn takılarla süslenmişti. Yumuşak yürekli sığırtmaç, Kyros'u kendi yeni doğmuş bebeğiyle değiştirirken, Kyros'mı takılarını da çıkarıp kendi çocuğuna taktı.29 Dolayısıyla, çocuk bırakılırken nişanların da bırakılması, salt çocuğun sonradan yeniden bulunabilmesi umudundan kaynaklanmış olamaz, bu ancak belirli durumlarda ikincil bir neden olmuş olabilir. Çocuğun ruhunun, bir ölçüde, onun kökeninin izlerini taşıyan giysilerince içerildiği inancından esinlenen kuttörensel bir davranıştı bu.
Araplar sığırlarını masın dedikleri belirgin bir işaretle dağlarlar. Bu, başlangıçta, Robertson Smith'e göre, tıpkı Bantu'larm hem klan sığırlarını, hem de klan üyelerini işaretlemekte kullandıktan türden bir klan
İNSANIN YAŞAM DAKİ PAYI 327
26 E.D. Earthy. Valenge Women (Valenge Kadınları), (Oxford, 1933), s. 69; The Boğanda, s. 51; The Bakiıara or Banyoro, s. 242; J. Roscoe, The Bagesu and Other Tribes of the Uganda Protectorate (Bagesu'lar ve Uganda Protestorasındaki öteki Kabileler), (Cambridge, 1924), s. 24; The Sema Nagas, s. 233.
27 Religion ofthe Semites, s. 335; R. Karsten, The Civilisation of the South American Indians (Güney Amerika Yerlilerinin Uygarlığı), (Londra, 1926), s. 1-197; The Nandi, Their Language and Folklore, s. 27.
28 Romalı çocuklar boyunlarına içinde bir “phallus’' bulunan küçük bir kutu takarlardı. Erkek çocuklar togo virilis'i (geleneksel beyaz Roma giysisi; erkek çocuklar belli bir yaşa kadar togo protexta, erginlik çağına erişince de togo virilis giyerlerdi) giyinceye kadar, kız çocuklar da ola ki evlenene kadar takarlardı bu küçük kutuyu boyunlarına: Dictionnaire des antiques grecques et romaines. Yunan nişanlarının sonradan ne yapıldığı açık değil, ama Orestes'in durumunda titizlikle korunmuşlar, başka bir örnekte de evlenen bir genç kız tarafından adak olarak sunulmuşlardır. Longus, 4. 37. Atina'da kundak bağları genellikle bu amaçla saklanmış bezlerden yapılırdı. Bu bezler, ana-babanın Eleusis'de erginleme töreninden geçtikleri sırada kullanılan bezlerdi: Aristophanes, Plutos, 845.
29 Herodot Tarihi, 1.111. 3; Horn. H. 3.121-22.
328 TARİHÖNCESİ E g e
belirtkesiydi.30 Wasm sözcüğü, Arapça "ad" anlamına gelen isin sözcüğüyle aynı köktendir. Aynı benzerlik Hint-Avrupa dillerinde de görülür: "m ark" (işaret) ve "name" (ad). ThebaiTı SpartosTarın biri yılan, öbürü kargı olmak üzere iki belirtkeleri vardı. Öyküye göre, her klan üyesi doğuştan kargı işaretini taşıyordu. Ama doğuştan var olan bu işaretler kalıtımsal değildi; kaldı ki, kargının gerçekte dövme olduğu görüşü de akla uygundur.31 Erekhtheus'un, kızınm çocuğunu, atası yı- lan-adam onuruna bir yılan gerdanlıkla süslediğini unutmayalım; işte kargı dövmesi de yılan gerdanlıkla aynı işi görmekteydi. Orestes, yurduna döndüğünde, kendisini çocukluğundan beri görmemiş olan kız kardeşi İphigeneia'ya kimliğini onun dokumuş olduğu bir giysiyi göstererek kanıtlar; belki de Orestes'in kundak bezidir bu giysi.32 Giysiye hayvan motifleri işlenmiştir. Tüm eski çağlar boyunca, hayvanlar, madeni takılarda ve bebeklerin kundaklandığı süslü bezlerde geleneksel bir motifti. M enandros'da bunun birçok örneğine rastlarız; örneğin, Syriskos terk edümiş bir bebeğin nişanlarını incelerken şöyle der: "İşte altın kaplama demir bir yüzük. Ya mühre işlenmiş olan ne, bir boğa mı, yoksa bir keçi mi?" Bir başka yerde: "Git, şu mücevher kutusunu getir bana. Biliyorsun, saklaman için sana vermiştim... Şu ne, bir keçi mi, bir öküz mü, yoksa başka bir hayvan mı?.. İşte beni bebekken sarılı buldukları kundak bezi bu."33 Gnorismata, yani "nişanlar", çocukların klan totemiyle işaretlendiği dönemin uzantılarıydı. Bunlar, klan atasının bir yeniden kişileşmesi olarak, çocuğun klanının soysal görevlerini ve ayrıcalıklarını -moira'larım- doğuştan kalıt aldığım gösteriyorlardı. Ve dolayısıyla, nakışlı kundak bezleri dokuyan kadınların izdüşümleri olarak MoiraTar, her insanın doğuştan kazandığı hakkı belirleyen soysal alışkının yetkesini simgeliyorlardı.
Aynı sonuca bir başka yoldan da varabiliriz. Orpheus'çuların ve Pythagoras'çıların daimon'u, genius ya da bir başka deyişle insana doğar doğmaz egemen olan, onun yaşamının tüm canalıcı olaylarını çekip çeviren koruyucu ruhtu. Bu Mısırlılarda ka, MeksikalIlarda nagıtal,
30 Kinship and Marriage in Early Arabia, s. 213; The Masai, their Language and Folklore, s. 290; The Nandi, their Language and Folklore, s. 22.
31 Aristoteles, Poetika, 1454b; D. Chr. 1 .149R; Gaius lulius Hygius, Fabularum Liber, 72; Plutarkhos, Moralia, 563a; T. Harrison, Savage Civilisation, (Londra, 1937), s. 435; A.B. Cook, Zeus, (Cambridge. 1914-40), Z 122.
32 Aiskhylos, Khoephoroi, 230.33 Menandros, Epit. 170-74; PK. 631-60. Philostratos, Imagines, 1. 26: Burada, Phllostratos, Hora’lann
bebek Hermes'in kundak bezlerine "nişanlardan yoksun kalmasınlar diye” çiçekler serpiştirdiklerini anlatır.
İNSANIN YAŞAM DAKİ PAYI 329
/Vrnerikan yerlilerinde ınanitıı'dur.34 Klan totemine örnekseme yoluyla oluşturulmuş totemlerdir bunlar ve çoğu zaman iç içe geçmişlerdir.35 Yunanca'da bile, bu tek daimon dışında, klana bağlı kalıtımsal bir daimon görülür.36 Dahası, bu sözcük, sürekli olarak moira sözcüğüyle ner- deyse eş anlamda kullanılırdı. Yunanca'da "talihini denemek" anlamında "daimon'unu sınamak" ya da "moira'm araştırmak" deyimleri kullanılırdı.37 Empedokles, bir insanın yaşamını başlatan iki tür daimon ya da moira bulunduğunu söylüyor.38 İphigeneia hem kendisini anasının dölyatağmdan çıkaran uğursuz daimon'a, hem de anasına böylesine acınası bir çocuk doğurtan Moira'lara birlikte ilenç yağdırır.39 Konuyu biraz daha perçinleyecek olursak, daimon sözcüğü "yemek" anlamına gelen dais ve "bölüm" anlamına gelen dasmos sözcükleriyle aynı kökendendir. Her insanın mo/ra'sıru çekip çeviren ata ruhudur daimon.
Moira'lar erginleme, evlenme ve ölüm konularında da etkindirler. Atina'da, daha önce ölüm haberi gelmiş ve akrabalarınca ardından yolu yordamıyla ağıtlar yakılmış bir adam bir gün ansızın çıkagelirse, gerçekte bir doğum yansılaması olan bir tören düzenlenir, başka bir deyişle adam topluluğa yeniden kabul edilirdi. Bu durumda, topluluğa yeniden alman adamdan, ikinci bir potmos edinmiş kişi anlamında deuteropotmos40 diye söz edilirdi. Burada, potmos, insanın payına "düşen" (Latince'de casus) anlamında moira ile eşanlamlıdır. Mitologyada, Zeus ile Hera'nın düğün yatağının başucunda Moira'lar vardır.41 Tapımdaysa, gelin Artemis'e ve Moira'lara saçından bir tutam sunar.42 Gerdek gecesi şöyle denilirdi: "Bu gece, yeni bir potmos, yeni bir daimon başlatıyor."43 Öte yandan, "ölüm payı" anlamına gelen moira
34 Cambridge Ancient History’de T.E. Pcet. 1. 334; E.A.W. Budge, The Cods o f the Egyptians (Mısırlıların Tanrıları), (Londra, 1904), 1.163; A. Moret ve C . Davy, Des dans aux empires, (Paris, 1923), From Tribe to Empire (Kabileden İmparatorluğa), (Londra, 1926), s. 8.145; C.K. Meek, A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study o f the Jukun-speaking Peoples o f Nigeria, (Londra, 1931), s. 202-07; Native Races ofthe Pacific States o f North America, 2.277; H.R. Schoolcraft, Indian Tribes ofthe United States (Birleşik Devletlerdeki Yerli Kabileleri), (Philadelphia, 1853-56), 5.196.
35 H. Webster. Primitive Secret Societies (ilkel G izli Dernekler), (İkinci basım. New York, 1932). s. 154.36 Aiskhylos, Agamemnon, 1478,1568.17 Aiskhylos, Thebai’ye Karşı Yediler, 493; Khoephoroi, 511.38 Empedokles, 122; Plutarkhos, Moralia, 474b.39 Euripides. İphigeneia Tauris’te, 203-07; Euripides, Helene, 212-14; ilyada, 3.182.40 Plutarkhos, Moralia, 265a. Hindu'larda yurt dışından ülkesine geri dönen bir kimse "yeniden doğmak"
zorundadır: J.G. Frazer, The Golden Bough, (Altın Dal), (Londra, 1923-27) “Taboo and the Perils of the Soul” ("Tabu ve Ruhun Korkulan"), s. 113.
41 Aristophanes., Av. 1731 -43; Pindaros, fr. 30.42 Pollux. 3. 38.43 antipho Soph. fr. 49.
thanatou44 gibi deyimler de, insanın öbür dünyadaki yaşamda da kendine ayrılmış bir payı bulunduğunu göstermektedir. İşte bütün bu düşünceler toplancasının anahtarı, insan yaşamının olağan bölümleri ya da moiralarının, yani doğum, erginleme, evlenme ve ölümün ilkel düşüncede aynı nitelikte olaylar olarak ele alınmasında yatmaktadır.
MoiraTar, ata alışkısının kişileştirmeleri olarak; ilkel ortaklaşmacı- lığın ekonomik ve toplumsal işlevlerinin -avın paylaşılması, talanın paylaşılması, toprağın paylaşılması, klanlar arasında işin böliişülmesi- simgeleri olarak doğdular. Denilebilir ki, Moira'ların kökeni, Cilalıtaş Çağı ana-tanrıçalarıdır. Anaerkil klanın kadın-yaşlılarından kaynaklanan bu ana-tanrıçalar, klanlarda yaşamaya başladıklarından bu yana erkeklerin yaşamı üstünde su götürmez bir egemenlik kurmuş olan sayısız kadın-ata kuşağının ortak yetkesini simgeliyorlardı. Aiskhylos, dünyanın başlangıcında Moira'ların her şeye egemen olduklarını, en üstün sayıldıklarını anımsıyordu.45
3. Hora'lar ve Kharit'ler
Moira'ların kimliğini belirledikten sonra, İngiliz şiirinde "Hours" (Saatler) ve "Graces" (Güzeller) olarak boygösteren Hora'lar ile Kha- rit'leri yorumlamakta pek güçlük çekeceğimizi sanmıyorum.
Hora'ların adları, Eunomia, Eirene, Dike46 sınıflı topluma değgin adlardır. Eunomia, yani Yasa ve Düzen yeterince açık. Eirene, yani Barış, kent-devletleriyle birlikte biçimlenen bir düşünce 47
Dike ise, az ileride göreceğimiz gibi, Homeros-sonrası dönemde Moira'nm yerini alan bir kavram. Ama gerçekte Hora'ların kendileri adlarmdan eskidir. Yılın bölümlerini yansıtan ortak adları ve kendilerine doğurganlık ruhları olarak tapımlması, ilkel dönemlere uzanan varlıklarını kanıtlamaktadır.48 Hora'lar toprakta çahşmanm zamanlarını ve mevsimlerini belirlemelerinin,49 sepetlerini çiçekler, buğday demetleri ve yemişlerle doldurmalarının50 yanı sıra, Semele'nin evlen-
3 3 0 TA RİH Ö N C ESİ F.GE
44 Aishkylos, Periler, 917; Aiskhylos. Agamemnon, 1462; ilyada, 16. 457, 23. 9.45 Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 531-34.46 Tanrıların Doğuşu, 901-2.47 J. Hasebroek, Staot und Handel im alien Griechenland, (Tübingen, 1928), Trade and Politics in A n c ie n t
Greece (Eski Yunan’da Tecim ve Politika), (Londra, 1933), s. 118.48 Philokhoros, 18,171; Aristophanes, Pa. 308.49 Tanrıların Doğuşu, 903; Pausanias, 1. 40.4.50 Eusebios, PE. 3.11. 38; Eusebios, AP. 6. 98.
İn s a n in Y a ş a m d a k i P a y i 331
meşine yardımcı olmuşlar/1 yeni doğan Hermes'i kundağa sarıp dizlerinde hoplatmışlardır.52 KharitTerin adlarıysa Euphrosyne (Sevinç), Thalia (Eğlenti) ve Aglaie'dir (Parlak).53 KharitTer Kadmos'un düğününde,54 Peleus'un düğününde,55 Aphrodite'yle,56 Olympos Bayramlarında Hora Tarla,57 Persephone doğduğunda Hora'larla veM oira'lar- la dans ederler.58
Bu kutsal üçlülerin, yani KharitTer, Moira'lar ve Hora'ların gerçekte bir oldukları açıktır. Hepsi de, eskil anaerkil devletin doğuşuyla birlikte kadın-atalardan kaynaklanıp bireyselleşen ana-tanrıçalardan ayrı olarak, kadın-atalarm anonim biçimden çoğalmasından başka bir şey değildir. Bunlar durmadan, korobaşı olan şu ya da bu ana-tanrıçayla
Resim 51. Kharit’ler: Attika duvar kabartması
51 Nonnus. D. 8.4-5; Moskhos, İd. 2.164.52 Philostratos, Imagines, 1. 26; Pindaros, P. 9. S9-62; Euripides. Bakkha'lar, 418-20; Pausanias, 2.13.
3. Bunlar aynı zamanda doğum tanrıçalarıydılar: Nonnus, O. 3.381-82,9.12-16,16.396-98, 48. 801.
53 Tanrıların Doğuşu, 907-09.
54 Theognis, 15-16.55 Quintus Smyrnaeus, 4. 140.56 Odysseia, 18.193-95, 8. 362-66; İlyada, 5. 338.
57 Horn. H. 3.194-9658 Orph. H. 43.
33 2 TA RİH Ö N C ESİ EGE
birlikte bir tür koro olarak çıkarlar karşımıza. Artemis'e Moira'larla birlikte tapmılırdı.59 Demeter'in bir adı da HoraTarı Yaratan'dır.60 Ar- gosiu Tanrıça Hera'nın, Hora'lar ve Kharit'lerin resimleriyle süslü bir tacı vardır.61 Odysseia'da, Kharit'ler dans ettiğinde başı çeken Aphro- dite'dir.62 Aynı tanrıça Attika geleneğinde MoiraTarm en yaşlısı diye tanımlanır.63 Gerçekte en gençlerinden biriydi.
4. E rin y s'ler
Erinys'ler ilk bakışta tümden farklıdırlar:
N e bir tanrı, ne bir insan, ne bir h ayvan sok ulur yan larına,Tiksinç gen ç kızlar, yılların saçlarını ağarttığı çocu k lar,
N e gök yü zü n d e bir sevenleri var, ne y ery ü zü n d e,U ğu rsu z gelm işler bir kez bu d ü n yaya,
T artaros'u n dibindeki karanlıkta y aşarlar.64
ErinysTerin işi, akrabasını öldüreni, yalan yere ant içeni, ana-baba- sma kötü davrananı, konuklarını hoş tutmayanı cezalandırmaktı. Bu suçlardan birincisini Dördüncü Bölüm'de incelemiştik. Ötekilerse, Eleu- sis'deki Orpheus'çu mysteriaTarm, yani gizli tapmaların üç "yazılı olmayan yasa"sma denk düşerler: Tanrılara saygı göster, ana-babana saygı göster, yabancıya saygı göster.65 ErinysTerin verdiği cezalar çıldırma, kıtlık, dölsüzlük, salgın hastalıktı. Başlangıçta, ErinysTerin hemen davranıp suçlunun ölümüne yol açtıklarına inanılırdı. Minos Giritinin söylencelerdeki Yasa Koyucusu RhadamanthysTn bulduğu uygulamayı anımsayacaksınız. Rhadamanthys, suçlu olabilecekleri ant içirterek sınardı.66 işte bu uygulama, ErinysTerin rolüne de açıklık getiriyor. Suçlanan kişi kendini koşullu olarak ilençlerdi; eğer suçluysam klanımla birlikte yok olayım, gibisinden bir dua ederdi. Böylece, ant içme, su
59 C/G. 1444.60 Hom. H. 2. 54. 192, 492; Cali. Cer. 122-24; Nonnus, O. 11. 501-04; 1C. 12. 5. 893; Cali. Ap. 87:
Pausanias, 3.18.10. 8. 31. 3.61 Pausanias, 2. 17. 4.62 Odysseia, 18.193-95.63 Pausanias, 1.19. 2.64 Aiskhylos, Eumenides, 68-73.65 G. Thomson, Aeschylus, Oresteia, 1. 51-52, 2. 269-72.66 Platon, Leg. 948.
İNSANİN YAŞAMDAKİ FA Y I 33 3
çun edimsel bir sınanması olmaktan çıkıp da tanığın gözünü korkutarak kanıtı güçlendirmenin bir aracına dönüştüğünde,67 ErinysTer öteki dünyaya çekildiler, orada ölüler ülkesi tanrıçası Persephone'nin cehennem elçileri olarak ilençlilerin ruhlarına işkenceler çektirdiler.
Erinys'lerin yazılı olmayan yasalarla bağı Homerik şiirlerde bile görülür, ama bu yasalar ilkel dönemlerin yasaları değildir. Ant içirerek sınama, kabile düzeninin ileri aşamalarında görülür yalnızca. Ana-ba- bava boyun eğme, ailenin var olmasını gerektirir. Dilencilere ve yabancılara yakıştırılan kutsallığın bir ereği vardı: Topraktaki işgücü yetersizliğini, daha somaları da tecimin gereklerini karşılamak. Bütün bunlar, Rhadamanthys ve Persephone'ye yapılan göndermelerle birlikte düşünüldüğünde, yazılı olmayan yasaların Minos Giritinden kaldığını akla getiriyor.68
ErinysTer, Kadmos soyundan gelen Oidipus'un söylencesinde ağırlıklı bir yer tutar. Oidipus'un babası Thebai Kralı Laios'dan başlayarak Oidipus ve oğullan ErinysTer tarafından ilençlenir ve cezalandırılır; Erinys'lerin ilenci en sonunda hanedanın yıkımına yol açacaktır.69 Delp- hoi'dan kaynaklanan bir gelenekti bu.70 Öte yandan, Odysseia'da, Oidipus'un başına bela olan kötü cin Furia, babasının değil, anasımndır;71 bu öç perilerinin başlangıçta dişisoylu olduklarını gösteren, cinsiyetlerinin yanı sıra daha başka belirtiler de vardır.72 Meleagros, anası Alt- haia'nın erkek kardeşini öldürünce, Althaia oğlunun üstüne öç perileri Erinys'leri salmıştı. Analarını öldürdükleri suçlamasıyla Orestes'i ve Alkmaion'u cezalandıranlar da Erinys'lerdi.73 Bunların hepsi de akrabalar arası adam öldürme örnekleriydi; bir kabile üyesinin işleyebileceği en korkunç suç. Sonuçta, Erinys'lerin "ilençler" olarak tanımlanmasına74 ve yılanlar biçiminde tasarlanmasına bakarak, temelde, insanları ilençleyerek kabile töresinin çiğnenmezliğini savunan o anaerkil kadın-ataların belli bir yönünü görebiliriz.
67 A.S. Diamond. Primitive Law (ilkel Hukuk), (Londra, 1935), s. 52.68 Ant verdirerek sınama, Gortyna Yasaları'nda öteki ilkel yasalardan daha ağırlıklıdır: Primitive Law, s.
364-65. G irit’i istila eden Dor'lar, Minos yasalarına uymayı sürdüren oradaki eski halktan birçok kurumu devraldılar: Aristoteles, Politika, 1271b.
69 Pindaros, O. 2. 42-46; Aiskhylos, Thebai’ye Karşı Yediler, 710-12, 751-52, 770-72, 776; Sophokles, Oidipus Kolonos’ta, 1434.
20 Herodot Tarihi, 4. 149.21 Odysseia, 11.279-80.22 Moira'lar gibi bunlara da yalnızca kadınlar tarafından tapındırdı: Euripides, Mel. Capt. 18-21.23 İlyada. 9. 565-72; Apollodoros, 1. 8. 3, 3. 7. 5.24 Bkz. bu kitapta. IV. Yunan Kabile Kurumlan, 9. Adam Öldürmeye Karşı Tutum, s. 140-45.
ErinysTerin de tanrıçalarla bağları vardı; ama yalnızca Demeter ve Persephone'yle. Erinys'ler, Homeros'da, yalan yere ant içenlerin ruhlarını cezalandırma görevini Persephone ile paylaşırlar.75 ArkadiaTı Demeter Erinys, onların adını taşır görüldüğü gibi; üstelik nereye baksanız yılan ile Demeter arasında bir bağ görürsünüz.76 Erinys'ler, Minos Giritinin Moira'larıdır.
3 3 4 T a r i h ö n c e s i E g e
5. Moira'ların Hint-Avrupa Kökeni
Kimileri Erinys sözcüğüne bir Hint-Avrupa kökeni bulabilmek için çok çaba harcamış, ama bu çabaların tümü de boşa çıkmıştır. Çoğu bilinmeyen yabancı dillerden kaynaklanan birçok öğe içeren Yunan dilini ele alırken, ortaya bir Hint-Avrupa kökeni koyabilmek için salt dilbilimsel bir olasılıktan öte bir şey gereklidir; çünkü örneğin niteliğine bakarak, karşı yandaki öteki seçenekleri kestirmemiz olanaksızdır. Önümüzdeki örnekle ilgili olarak, Latince'deki Furia ve Yunanca'daki erirı- yo, yani "öfke"nin gösterdiği gibi, sözcüğün "çılgınlık"ı çağrıştırdığını söyleyebiliriz ancak.77 Bu da, kendisini doğrulayacak hiçbir Hint-Avrupa kökeni bulamadığımız aşırı bir görüştür.
Öte yandan, moira kesinlikle Hint-Avrupa kökenlidir ve bu noktaya dayanarak çözümlememizi bir adım daha ilerletebiliriz. Analık hakkıyla bağıntılı olduklarından, Moira'lar, çok gerilere, Hint-Avrupa ta- rihöncesine kadar gitseler gerek. Bizi çok eskilere, en sonunda avcılık ekonomisine kadar götüren yemeğin paylaşılmasındaki rolleri de aynı sonucu çıkarmamızı sağlamaktadır. Böyle olunca, Hint-Avrupa kültürünün öteki kollarında aynı kökten gelen kavramlar bulmayı umabiliriz. Konu burada incelenemeyecek ölçüde kapsamlı, ama belki Romalıların Parka'ları, Keltlerin Matres Dea'ları ve Germenlerin Norn'la- rıyla ilgili bir iki söz söylenebilir.
Parka'ların bize pek yardımcı olacağını sanmıyorum. Doğum perileri olarak hiç kuşkusuz aynı kökenden gelmektedirler; ama iplik eği- rici bir üçlü olarak sunulmaları Yunan etkisinin bir sonucudur. Bunun dışında, Parka'ları, Romalı din görevlilerinin halkı başlarına gelebilecek gazaba karşı sürekli korku içinde tutmak amacıyla düzenledikleri,
75 ilyada. 9.454-57.76 Pausanias, 8. 25. 4.77 Pausanias, 8. 25. 6.
İNSANİN YAŞAM DAKİ PAYI 335
geniş kapsamlı bir büyüler ve tılsımlar sistemini oluşturan iyi ve kötü periler, kişileştirmeler ve soyutlamalar kalabalığından ayırt etmemize yarayacak pek bir ipucu yoktur.78 Eğer Moira düşüncesi Latince'de var olmuşsa, bu "et" anlamına gelen caro (Umbria dilinde "bölüm " anlamına gelen karıi), "pay" anlamına gelen sors (sero "örgü" demektir) ve casus (Yunan dilinde potmos) gibi sözcüklerde aranmalıdır.79
Matres Dea'lar çoğunlukla İ.S. ikinci yüzyıldan başlayarak Kuzey İtalya'da, Fransa'da, Ispanya'da, İngiltere'de ve Ren Nehri'nin batısında kalan Almanya'da bulunmuş yüzlerce adak kabartması ve levhasında karşımıza çıkar.80 Bunlardan biri kucaklarmda meyva sepetleriyle oturan bir kadınlar üçlüsü; başka biriyse el ele tutuşmuş dans eden bir kadınlar korosudur. Oturan gruplardan kimilerinde figürlerden birinin elinde bolluk boynuzu vardır; Yunanlılarda Amaltheia'nın boynuzudur bu.81 Son örnek ise özellikle ilginç, çünkü Laussel Venüsünü akla getiriyor: Bir Yontmataş Çağı taş oymasında çıplak bir kadın elinde bir yaban sığırı boynuzu tutuyor.82 Matres Dea'lar, Kelt ana-tanrı- çalarımn, kadın yontucuklarıyla bağıntılı daha eski tapımların bir birleşimi olarak görülebilir.
Norn'lardan günümüze hiçbir tapım anıtı kalmamış. Gene de, Norn'lar söylencelerde bol bol boy gösterirler ve Moira'lara çok ben-
Resim 52. Matres Dea’lar: Avigliano’dan bir
duvar kabartmasıResim 53. Laussel VenüsCi:
Yontmataş Çağı oyması
78 Ausjiihrliches Lexikon der griechischen und römischen Mythologie; Polybius, 6. 56. 6-12.29 C.D. Buck. Comparative Grammar o f Creek and Latin (Karşılaştırmalı Yunanca ve Latince Dilbilgisi),
(Chicago, 1944), s. 49; A. Ernout ve A. Meillet, Dictionnaire itymologique de la langue latine, (Paris. 1932).
80 Ausfiihriiches Lexikon, Z 2464-79: Resim 51Bkz. bu kitapta, VII. Ege'deki Bazı Anaerkil Tanrıçalar, 1. Demeter, s. 282-90: Dipnot 10, s, 325.
82 Cambridge Ancient History, Plates 1. 8: Resim 53.
zerler. Onlar da doğum, evlenme ve ölüm tanrıçalarıdır. Onlar da yazgının ipliğini bükerler.83 Yunan etkisini görmek olası. Bu etki olsa olsa Roma'dan geçerek gelmiştir. ParkaTarın Roma'da iplik bükenler olarak tasarlanması, yalnızca yazınsal bir aktarma olduğu için, eğitim görmüş sınıflarla sınırlıydı. Eğer halk düşüncesinde herhangi bir etki uyandırmış olsaydı, Matres Dea'larda izi kalmış olurdu; ama bulgular çok olmakla birlikte iplik bükenlerin ParkaTarla özdeşlendiği yalnızca tek bir bulgu söz konusudur ve ParkaTarın doğrudan iplik büktüğü tek bir örnek yoktur. Öyle görünüyor ki, Norn'lar ve MoiraTar ortak bir Hint- Avrupa kalıtımından gelmektedirler.
6. Moira'nın Dönüşümü
Yunan mitologyasında MoiraTar ile ErinysTer arasında yakın bir ilişki göze çarpar. Aiskhylos, başlangıçta yeryüzünün o sıralar Zeus'dan da güçlü olan Üç MoiraTar ve Unutmak Bilmez ErinysTer tarafından çekilip çevrildiğini söyler.84 Oidipus'un kadınları, "kötülük veren Moi- ra'ya ve Oidipus'un hayaleti Kara Erinys"e kargışlar yağdırırlar.85 Agamemnon, Akhilleus'un geras'mı, onur payını elinden almaktan duyduğu pişmanlığı dile getirirken, kendisinin suçlu olmadığını ve Zeus, Moira ve Erinys'lerin aklını çeldiklerini söyler.86 Zeus, Poseidon'u moira'sim, yazgısını aşmaması yolunda uyarırken, en büyük erkek kardeşin payının ErinysTer tarafından korunduğunu anımsatır ona.87
Homeros-sonrası şiirde Moira'nın yerini çoğu zaman Dike alır. Agamemnon ve Menelaos, Aias'm gömülme hakkını -ölülerin moira'sı- geri çevirdiklerinde, ölünün erkek kardeşi onlara Zeus, ErinysTer ve "doğruluk getiren" (telesphoros) Dike adına ilenç yağdırır.88 Moira'nın geleneksel bir sanıydı bu. Oresteia'da, çocuklarının davranışları karşısında yürekleri kan ağlayan ana-babalar Dike'ye ve Erinys'lere başvururlar. Herakleitos da, eğer Güneş kendisinin koyduğu "ölçiiler'T {metra) aşa
336 T a r i h ö n c e s i Eg e
83 H. Paul, Grundriss dergermanischen Philologie, (Strassburg, 1900), 3. 282; W. Mannhardt, Germanischc Mythen, (Berlin, 1858), s. 576, 609); H.M. Chadwick, The Growth o f Literature (Edebiyatın Çelişmesi). (Cambridge, 1932-40), 1. 208, 218, 646.
84 Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 531-34.85 Aiskhylos, Theboi’ye Karşı Yediler, 962-64.86 ilyada, 19.86-87.87 İlyada, 15. 204.88 Sophokles, Aias, 1389-92, 1326-27; Sophokles, Antigone, 1070-75: Aiskhylos, Zincire Vurulmuş
Prometheus, 527.
İNSANİN YAŞAM DAKİ PAYI 337
cak olursa, Dike'nin elçileri Erinys'lerin kendisini bulacaklarını açıklamıştır.89 Metron düşüncesi moira'nın Homeros-sonrası bir gelişimiydi.90 Bu bölümler, Moira'nm işlevlerini Dike'nin üstlenmiş olduğunu91 ve her ikisinin de Erinys'lerle bağıntılı olduğunu gösteriyor. Şöyle bir ilişki görülür aralarında: Moira insan davranışlarına konulan sınırların aşılması karşısında gücenip öfkelenir, ama suçlunun cezalandırılması Erinys'lere bırakılır. M oira'lar yargıyı verir, Erinys'ler de cezayı.92 Bu geleneksel işbirliği, Yunan uygarlığının temelinde yatan kültürlerin kaynaşmişliğim yansıtır; Hint-Avrupa öğesinin başatlığı ise Moira'la- rm yetke üstünlüğünde yansır.
Agamemnon, yaptığı yanlıştan ötürü özür dilerken, Zeus'un adı ile Moira ve Erinys'ler arasında bağlantı kurar. Zeus'un Moira'larla nasıl bir ilişkisi vardı? Burada gene krallığın evrimine geliyoruz. Uzmanlık gerektiren bir uğraş olarak krallık en sonunda kalıtımsal bir niteliğe bürünmüştür,93 ama krallığın babadan oğula geçmesi uzun bir süre halkın onayına bağımlı kalmıştır. Nitekim, Temenos'un oğulları krallığın babadan oğula geçmesini sağlamak için babalarını öldürdüklerinde, halk duruma elkoyarak krallığı damada vermiştir.94 Telemakhos'un gönlü babasının tahtmdaydı, ama yalnızca babasından ona kalan mal mülk üstünde hak ileri sürebiliyordu.95 Gene, Agamemnon talandan payına düşenden fazlasını almakla suçlandığında, görürüz ki, kral artık gerçekte halkının bir armağanı olan şey üstünde hak ileri sürmeye başlamıştır.96 Zeus için de geçerlidir aynı şey. Aiskhylos'a bakılırsa, başlangıçta, Moira'ları alt edecek güçte değildi Zeus.97 Oğlu Sarpedon savaşta vurulup ölmek üzereyken Zeus yüreğinden onu kurtarmayı geçirir; ama Hera eğer yazgınm yargısına karşı gelirse öteki tanrıların da başkaldıracağını söyleyerek caydırır Zeus'u.98 Öte yandan, moira theoıı ve epeklosanto theoi gibi deyimler, Moira'larm yetkelerini yitirmekte oluşlarının belirtileridir.99 Daha ileri bir tarihteyse, Olympos'lu Ze-
89 Aiskhylos, Eumenides, 514-15; Herakleitos, 94,90 C . Thomson, Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), (İkinci basım, Londra, 1946), s. 78.91 Pindaros, P. 4.145-46; Platon Leg. 943e; İşler ve Günler, 256-62; İlyada, 1.286; Herodot Tarihi, 7. 35.2.92 işte bu yüzden, Akhilleus'un atı Ksanthos söylemeye yazgılı olduğu her şeyi söyledikten sonra Erinys'ler
tarafından susturulur ilyada, 19. 418.93 The Bağanda, s. 13; Indians o f South America, s. 16.94 Apollodoros, 2. 8. 5.95 Odysseia, 1. 389-98.96 ilyada. 9. 330-34, 367-68-97 Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 534.98 ilyada, 16. 433-49.99 Odysseia, 11. 292, 22. 413, 1.17; ilyada, 24. 525.
338 TA RİH Ö N C ESİ E g e
us ve DelphoiTu Apollon için kullanılan tapım adı moiragetes ile birlikte Moira'ların en sonunda boyuneğişleri açığa çıkar.100 Yeni tanrılar egemendir artık. Kabilenin yerini devlet almıştır.
İplik eğirme, kadının işiydi. Bu açıdan bakıldığında Moira'nın önemi, Yunan düşüncesinde kökeni erkeklerin çalışmasında yatan başka bir öğeyle karşıtlık oluşturabilir. Moira'yı en sonunda toplumsal önem bakımından gölgede bırakacak bir sözcüğün temelinde otlak kavramı yatar. İlk başlarda nonıos sözcüğü, tıpkı moira sözcüğü gibi, "bölüm" ya da "pay" anlamına geliyordu, ama iki yönden farklıydı. Kurayla hiçbir ilintisi olmadığı gibi yalnızca otlağa değgin olarak kullanılıyordu.101 Klan moira'sının aile topraklarına bölünmesinden çok sonraları da otlaklar ortak kaldılar. Kullanımları ise göreneksel haklar tarafından düzenleniyordu. Böylelikle nomos giderek bir ortak kullanım, benimsenmiş görenek anlamı kazandı ve dolayısıyla yerleşik yasa niteliğinde bir göreneğe dönüştü.102 Nomos'un da moira'nm da kökleri kabile yaşanandaydı; ama tarihsel dönemin başlangıcında Moira'nın yok olmaya yiiz- tutmasma karşılık, Nomos yalnızca demokratik kent-devletinde olgunlaştı. Moira'nın düşüşü ve Nomos'un yükselişi, anaerkil kabileden ataerkil devlete geçişin bir göstergesidir.
Sınıf eşitsizliklerinin büyümesiyle birlikte, zenginliklerin bölüşü- münde kura çekme yöntemine gitgide daha az başvurulur oldu. Bunun sonucunda, bütün insanların emeklerinin ürünlerine sahip olmalarının doğuştan kazanılmış bir hak olduğunu savunmuş olan MoiraTar, çoğunluğun mülksüzleştirildiği yeni toplum düzeninde insanların ne denli az olursa olsun paylarına düşenle yetinmelerini sağlamakta kullanılan değiştirilemez Yazgı'lara dönüştüler. En sonunda da, gerçek dünyada doğuştan kazanılmış haklarından, başka bir deyişle "bereketli topraklardan, bol ekin ve şaraptan" paylarına düşenden yoksun kılınan insanlar, bu dünyada yitirdiklerini düşsel bir dünyada yeniden elde etme gizemsel umuduyla avunmak zorunda bırakıldılar. Doğum ile kazanılan hak, ölüm ile kazanılan hak oldu çıktı.
100 Pausanias, 5. 15. 5, 8. 37. 1, 10. 24. 4; Euripides, fr. 260; Euripides, Elektro, 1247-48; Orph. H. 59. 11-14, fr. 248. 4.
101 F.M. Cornford, From Religion to Philosophy (Dinden Felsefeye). (Londra, 1913), s. 27. 31.102 nomos (1) "bir hayvan ya da bitkinin yetiştiği yer" (2) "alışkanlık", "alışkı".
339
KENTLERİN OLUŞUMU
X
1. Thukydides Eski Yunanistan'ı Anlatıyor
Thukydides, Yunan polis'inin doğuşunu ve gelişimini gözler önüne sererken, birinci sınıf maddeci bir tarihçi olarak çıkıyor karşımıza:
Bugün Y un an istan (H ellas) adı verilen ülkede, başlangıçtan itibaren istikrarlı bir biçim de yerleşilm işe benzem iyor; ülkede ön ce g ö çler o ld u , çünkü otu ran lar, sayıları d u rm ad an çoğalan yeni gelenlerin baskısıyla sık sık bölge d eğiştiriyorlard ı. T icaret yoktu; halklar arasınd ak i ilişkiler karada d a, d en izd e de gü venli değildi; ülkede otu ran ların h er biri toprağından an cak ölm eyecek k adar bir şey çıkarabiliyordu: servet biriktirm iyor, tarım işletm eleri kurm u yorlardı, çünkü, m ü stah k em şehirler b u lun m ad ığın dan , bir istilacının o rtaya çıkıp h er şeyi ele g eçirm eyeceğinden em in değillerdi. Bu koşullar altında insanlar, günlük y iyeceklerini n erd e olsa b ulacak ların ı d ü şü n m ek te, kolayca gö ç etm ek te, güçlü şeh irler k urarak ya da herhangi bir başka yoldan ü stünlük sa ğ lam aya çalışm am ak tayd ılar. H alk değişikliklerine en çok u ğrayan y erler özellikle en iyi topraklardı: bugün Thessalia adı verilen bölge; Boio- tia; A rkadia dışında Pelop onn esos'un en büyük kısm ı; kısacası gen ellikle en elverişli bölgeler. A slın d a, toprağın bereketliliği sayesin d e d u rm ad an artan gelirler ay ak lan m alara yol açıyor, ülkeyi h arap eden bu ay ak lan m alar, ayn ı zam an d a da yabancıların h ücu m ların a d ah a açık bir hale getiriyordu. A ttika ise, toprağının çoraklığı yü zün d en uzun sü red ir ayak lan m alard an uzaktı ve kesintisiz olarak aynı insanların o tu rd u ğu bir yerdi...
İşte eski Y unanistan'ın güçsüzlüğünü daha kusursuz bir biçim de gösteren bir şey d aha: T roya savaşın d an önce Yunanistan ortaklaşa hiçbir
işe girişm işe benzem iyor ve bence bu ad bile tüm Y un an istan 'a u ygu lan m ıyord u. D eukalion'un oğlu H ellen'den ön ce bu ad v a r olm uşa bile b en zem iy or, h er halk, özellikle Pelasgoi halkı, Y u n an istan 'a kendi özel adından gelm e bir ad verm ekteydi... K ısacası, H ellenler adını önce site site, yani aynı dili konuşan insan toplulukları halinde, sonra da hep birden alan bu halklar, T roya savaşın d an ön ce , gü çsü zlü k leri ve ilişkilerinin azlığı nedeniyle ortaklaşa hiçbir işe girişm em işlerdir. Ü stelik bu sefere de an cak deniz tecrübeleri artınca kalkışm ışlardır.
G eleneğe g öre , bir d onan m aya ilk olarak M inos sah ip old u ; bugün Y un an denizi adını verdiğim iz şeyin büyük kısm ına gü cü n ü kabul ettirdi; Kyklades ad alan n a boyun eğdirdi ve K aria'lıları kovduğu bu ad alarda ilk olarak koloniler kurdu; adalara vali olarak öz oğullarını yerleştirm işti; aynca vergilerin toplanm asını d ah a kolayca sağlam ak am acıyla korsanlığı elinden geldiğince ortadan kaldırdı. G erçekten, eski Y unanlıların b arb arlar ülkesinde, deniz kıyısında otu ran ları ve adalarda yaşayan ları birbirleriyle deniz yoluyla daha sık ilişkiler kurunca korsanlığa başladılar; en güçliileri korsanlığı zenginleşm enin ve g ü çsü zleri beslem enin bir yolu olarak görüyorlardı; surları olm ayan şehirlere ve kasabalara d ağılm ış halklara saldırıyor, yağm alıyor ve gelirlerinin büyük kısmını bu seferlerden sağlıyorlardı; çünkü korsanlıkta hiçbir on ursuzluk yok tu ; tam tersine, b iraz ün bile k azand ırm ak tayd ı. B ugün bile
birkaç deniz halkının korsanlık yapm aktan on ur d uym aları ve her y erde eski ozanların şiirlerindeki kişilere, gem icilere korsan olup olm adıklarım sord u rm aları çok iyi gösterir bunu; bu sorunun yöneltildiği kim selerin bu işi inkâr etm edikleri, soranların da soru ya bir h akaret gözü yle bakm adıkları görü lü r. Kıtada, halklar birbirlerini yağm alam ak tayd ılar. Bugün bile, Y unanistan 'ın birçok bölgesinde, Lokris'lilerin, O zöl'le- rin, E tolia 'h ların , A k am an ia 'h larm bölgesinde ve kıtanın bu yanında, eski tarza uygun yaşanır...
Daha yakın bir tarih te , seyrüsefer kolaylaşınca ve zenginlikler birikince kurulan tüm şeh irler, deniz kıyısında yapıldı, tahkim edildi ve kıstakları işgal etti; böylece ticaret kolaylaştırılıyordu ve h er birinin kom şularına karşı güvenliği d aha fazlaydı. Eski şehirlerse, tersine, uzun süre d evam eden korsanlık yü zün d en , ad alard a d a, k ıtada da olsalar tercihan d en izd en u zağ a k uruluyorlardı v e bugüne k ad ar toprakların iç kısm ında kaldılar; çünkü herkes birbirini y ağm alıyor, hatta denizci olm adıkları halde kıyılarda otu ran halklar bile çap ula u ğ ru y o rlard ı.1
3 4 0 TA RİH Ö N C ESİ EGE
1 Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 1. 2-5, 7.
KEN TLERİN O LUŞU M U 34 i
Böylesine dengesiz koşullar, bir yerden ayrılmak zorunda bırakılan insanların sürülerini de yanlarında götürebilmeleri gibi bir üstünlüğü olan çobanıl zenginliğe öncelik kazandırıyordu. Homerik şiirlerde sığırların çalışmasından çok söz edilir,2 nitekim Thukydides'in anlattığı yağmacılıklar da hiç kuşkusuz büyük Ölçüde bu niteliktedir. Aynı koşulların toprağın işlenmesi üstünde tersine bir etkisi vardı. Özellikle bağlar ve zeytinlikler, sulamayı gerektiren uzun dönemli yatırımlar oldukları için, ilk zamanlar olanaksızdılar. Yerleşim yerlerinin durmadan değişmesi, insanların toprağa kalıcı bir biçimde bağlanmalarına olanak tanımıyordu. Dolayısıyla, daha geri bölgelerde tarım, çabuk ürün veren tahıllarla sınırlıydı. İşte bu yüzden, ülkenin durumu, ekilebilir toprakların dönem dönem yeniden bölüşülmesine olanak tanıyan göçebe tarımına elverişliydi.3
Thukydides, polis deyimini her iki türden yerleşim merkezi için de; hem surla çevrilmemiş köyler topluluğu, hem de surla çevrili kent için kullanıyor. Sözcüğün bu geniş kapsamlı kullanımı, ilkel köy topluluğundan başlayıp, Thukydides'in çöküşünü de görecek kadar yaşadığı büyük kente dek uzanan kesintisiz bir gelişimi ortaya koyuyor.
2. Tarihsel Dönemde Kentlerin Oluşumu
Kentler ile köyler arasındaki kültürel gelişme farklılığı, kırsal bölgelerin çıkarlarının sistemli bir biçimde kentlerin çıkarlarına bağımlı kılındığı modern anamalcılığın bildik bir özelliğidir. Sanayi kenti, anamalcı üretime özgü yerleşme birimidir. Köy ise, feodalizmin bir kalıntısıdır.
Eski Yunan'da da benzer bir ayrım söz konusuydu. Ama toplumun bütününün geri düzeyine uygun olarak, uygarlık ile barbarlık arasında bir karşıtlık biçiminde beliriyordu bu ayrım. Açık köylerdeki barbarca ya da yarı-barbarca yaşama alışkanlığının karşısında kent-dev- •eti uygarca yaşamanın belirgin bir göstergesiydi. Strabon, barbarların köy yaşamından birçok yerde söz ediyor:
2 ilyada, 1.154; 11. 672; 20.91; Odysseio, 21.16-19.2 J.K. Das. 1905’den başlayarak Viyana’da yayımlanan Anthropos'da yer alan “Notes on the Economic
and Agricultural Life of a Little-Known Tribe on the Eastern Frontier of India" ("Hindistan'ın Doğu Sınırındaki Az Bilinen Bir Kabilenin Ekonomik ve Tarımsal Yaşamı ÜstOne Notlar") başlıklı yazısında Manipur Dağları'ndaki Kuki kabileleri için şöyle der: "İşlenen toprakların değiştirilmesi, zenginliğin özel ellerde birikmesine ve böylece kişilerin rütbelerinin yükselmesine yol açmamış; buna karşılık, toplumsal ve siyasal yaşamlarında çok ileri bir demokratik ruh yaratmış."
342 TARİHÖNCESİ EGE
Kimi yazarlar, Ispanya'daki İber'lerin bini aşkın kenti olduğunu belirtiyorlar. Ama bana kalırsa, İber'lerin büyük köylerinden söz ediyor bu yazarlar. Belki toprağın verimsizliğinden, belki arada büyük uzaklıklar bulunmasından, belki de ülkenin yabanıllığından, doğa koşullan burada birçok kentin kurulmasına elvermemektedir. Kaldı ki, güney ve doğu kıyılarında yaşayanlar dışında, halkın yaşayışı ve görgüsü insanda kentli izlenimi uyandırmıyor, İber'lerin çoğunluğu köylerde yaşıyor, böyle olduğu için de uygar değiller.4
Strabon, Yunanlıların da bir zam anlar aynı biçim de yaşadıklarının çok iyi farkında:
Homeros zamanında Elis kenti daha kurulmamıştı, halk köylerde yaşıyordu... Bu kentin ortaya çıkması, çeşitli bucakların birleşmesiyle oluşması Pers Savaşları'ndan sonradır. Homeros'un sözünü ettiği birkaç kuraldışı durum dışında, aynı şey Peloponnesos'daki hemen bütün yerleşim merkezleri için de geçerlidir. Bunlar kent değil, yöresel bucak kümeleriydiler. Kentler, daha sonraları, bunların bağrından doğdu. Sözgelimi, Mantineia kenti, beş bucağın, Tegeia ve Heraia sekiz bucağın, Patrai yedi bucağın, Dyme sekiz bucağın birleşmesiyle oluştular.5
Megara bölgesi de, her biri birkaç köyü kapsayan beş yöreden oluşuyordu. Bunlar en sonunda Megara adını taşıyan kentte birleştiler.6 Çoğu zaman, kentleşme aşama aşama gerçekleşti; köyler küçük bir kentte, küçük kentler de büyük bir kentte birleşiyordu. Örneğin, Roma döneminde, Keos adasında İoulis ve Karthaia adlı iki kent bulunmasına karşılık, daha önceleri aynı adada dört kent vardı.7 Rodos'un birliğine kavuşması I.Ö. 408 yılına kadar uzanır. Adanın adını taşıyan yeni başkentin halkı Lindos, İalysos ve Kameiros adlı üç eski kentten gelmeydi. Bu üç kentin her biri de birkaç bucağı içerdiğinden, bunların da komşu köy kümelerinden evrilip oluştukları açıktır.8
Bu örnekler, kent-devletlerinin oluşumunun bütün bir Yunan tarihi boyunca sürüp gittiğini gösteriyor. Thukydides zamanında, Aitoüa ve Akarnania'daki Yunanlılar hâlâ surla çevrili olmayan, açık yerleşim
4 Strabon, 163,186, 218, 241, 250; D.S. 5.6; Herodot Tarihi, 1. 96.5 Strabon, 336-37; Polybius. 4. 73. 7.6 Plutarkhos, Moralia, 295b; Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 4. 70.7 Strabon, 486, 657; Platon, xxvil.8 Strabon, 653-54; S/C. 329 n. 2, 570 n. 4.
merkezlerinde oturuyorlardı9 ve Sparta bile "eski Hellenik tarzda" bir köyler kümesiydi.10 Bir iki kuşak sonra, iki olay kent-devletinin yapısını açık seçik gözler önüne serdi. İ.Ö. 386 yılında Spartalılar Mantinei- a'lıları kentlerini yıkıp yok etmeye ve kenti oluşturmuş bulunan köylere dağılmaya zorladılar.11 Saati geriye doğru işletmeye çalışıyorlardı aslında. On altı yıl sonra, Sparta yönetüni yıkıldığında, Mantineia'nın disjecta membra'lan yeniden bir araya geldi ve ayrıca Megalopolis'de çevredeki bütün küçük kentlerle köyleri birleştiren yeni bir kent kuruldu.12 Aristoteles'in, polis'den "çeşitli köylerin birliği" diye söz ederken ne demek istediği anlaşılıyor.13
3. Kabile Kampından Kent-Devletine
Kitabımızın VIII. Toprak bölümünde, Attika demos’ unun, bildik türde bir köy topluluğu olarak, klana denk düşen bölge birimi olarak doğduğunu öne sürmüştük. O sıralar Yunanca'da "köy" anlamında kome sözcüğü kullanılıyordu. Aristoteles, kome (koma) sözcüğünün Attika dilindeki demos’un Dor dilindeki karşılığı olduğunu söyler açıkça. Plu- tarkhos'un hep bucak ile klanı birlikte anması, bunların bir zamanlar aynı yerde ve aynı anda varolduklarını gösterir. Aristoteles de, kent- devletini (polis) "klanların (gene) ve köylerin (komai) birliği" olarak tanımlar.14 Tipik Yunan köyünün kökeni, klanın yerleşim yeriydi.
Polis’in tarihi, adında saklıdır. Sözcüğün anlamındaki en üst katman soyut olarak "kent-devleti"dir, bir başka deyişle uygar topluma özgü örgütlenme biçimi. Bu katmanın altında, somut olarak, kendisine bağlı çevre köylerle birlikte kentin kendisi yatar. Bu düzeyde, kale ile aşağı kent arasında, akropolis ile asty arasında bir ayrım belirir. Daha sonraları Yunan dilinde genelleşecek olan akropolis, Odysseia'da iki kez geçer; ama İlyada'da yalnızca ayrık biçimi olan akre polis’e rastlarız ve birçok bölümde kale hiçbir niteleme getirilmeksizin polis'dir yal
K e n t l e r i n O l u ş u m u 343
9 Thukydides. Peloponnesos Savaşı, 3 .94.4 .10 Aynı yerde, 1.10. 2.11 Ksenophanes, Hellenica, 5.2. 5-7.12 Pausanias, 8, 27; D.S. 15. 72.İ3 Aristoteles, Politika, 1252b. S IC . 344'de (Hellenistik dönem, Teos) kentin yeniden düzenlenmesi
yolunda alınmış bir karara rastlıyoruz. Amaç, Lebedos'dan gelen halkı da kente katmaktır. Lebedos'lular öğünden sonra ayn kimliklerini yitirerek Teos'lular diye anılacaklardır. Yalnızca, kendi ayn gömütlükleri kalacaktır.
14 Aristoteles, Poetika: 1448a; Aristoteles Politika, 1281a. 14.
3 4 4 T a r İh ö n c e s i E g e
nız.15 Bu da bizi sözcüğün temeldeki anlamına götürür: Doğal bir sur, Thukydides'in sözünü ettiği zorlu zamanlarda bir köy için elverişli bir yerleşme yeri.
Şimdi, daha önceki bölümlerde ortaya koyduğumuz genel düşüncelerin ışığında ve ayrmtılara ilişkin ek bilgilerden de yararlanarak, bu Yunan köylerinin gelişimini kabataslak çizmeye çalışalım. Çizeceğimiz taslak, ister istemez çok kaba olacak; ama şimdilik üstünde çalışabileceğimiz bir varsayım sağlayacak bize. Bu varsayımı daha sonra sınayabiliriz.
Yunan kabile yerleşim merkezlerinin en eskileri geçiciydiler. Buralarda bir yıl, birkaç yıl, bir kuşak boyu oturuluyordu belki; ama kabile önünde sonunda oradan ayrılmak zorunda kalıyordu. Bu tür bir değişken yerleşim merkezinin göçebe kabile kampı düzenini yaratmış olması gerekir, çünkü durağan kılınmış olmasma karşın gene de bir kamptan başka bir şey, değildir.
Gerçi hiçbir zaman hepsi bir araya getirilmemiştir ama, kabile kamplarıyla ilgili bilgiler boldur. Ben burada birkaç tipik örnek vereceğim. Avustralya'daki AruntaTar kamplarını daire biçiminde düzenlerler. Daire, iki yarım daireye ve dört çeyreğe bölünmüştür. İki yarım daireye iki yarım (moety), dört çeyreğe de dört fratri yerleşmiştir. Bir fratri- nin üyeleri, yelkıranlarını kendilerine ayrılmış çeyreğin sınırları içinde diledikleri yere dikebilirler, ancak bir toprak parçası mutlaka toplantı yeri olarak ayrılır.16 Amerikan yerlilerinin kampları da aynı ilkeye göre düzenlenmiştir. Örneğin, Kansas kabilesi her biri sekiz klandan oluşan iki fratriye ayrılmıştır; kamp, sınır çizgisiyle ikiye bölünmüş bir daire biçimindedir. Her fratri bir yarım daireye yerleşmiştir. Dıştan evlenme kuralının bir tanımı da, erkeğin dairenin öbür yarısından kadın almak zorunda olmasıdır.17 Kabile kampı, kabile düzeninin bir resmidir gerçekte. Dolayısıyla, kabile göçebe olmaktan çıktığında, köy yerleşim merkezleri de aynı yolu izlerler. Her klan kendi köyünde ya da bölgesinde oturur.18 Meksika'da da topraklar her yıl yeniden paylaşıl-
15 Odysseia, 8.494,504: ilyada, 6.88,257,297, 317,22.383; İlyoda. 6.86,17.144; Odysseia, 14.472-73.16 The Arunta, s. 501 -04.17 J.O. Dorsey, "Siouan Sociology” (“Sioux Sosyolojisi"), Annual Reports of theBureau of Ethnology,
(Washington, 1881-), 15. 230-32; H. Hale, The Iroquois Book of Rites (İrokua’ların Dinsel Törenler Kitabı), (Philadelphia, 1883), s. 184; J. Haeckel, "Totemismus und Zweiklassen system bei den Sioux- Indianerm". Anthropos, (Viyana, 1905-), 32.457-60.
18 A.S. Gatschet. A Migration Legend o f the Creek Indians (Creek Yerlilerinin Bir Göç Söylencesi). Philadelphia, 1884), 1. 154; ).G. Bourke, The Snake Dance o f the Moquis o f Arizona (A rizo n a ’daki
Moqui’lerin Yılan Dansı), (Londra, 1884), s. 229.
KENTLERİN OLUŞUMU 345
mak üzere klanlar (calpıılli) arasında bölüşülmüştü ve halkın oturduğu yerleşim merkezleri klan sayısı kadar bölgeye ayrılmıştı.19
Rodos'daki üç eski yerleşim merkezinin üç kabileye denk düştüğünü ve bunların klanlara denk düşen köylerle çevrili olduğunu görmüştük. Demek, Erken Rodos tipik bir kabile yerleşim merkeziydi. Gene, beşinci yüzyılda hâlâ surlarla çevrili "olmayan, açık köylerde yaşayan Aitol'ler üç kabileye bölünmüştü: Apodotoi, Eurytanes ve Ophioneis.20 Malis halkı da üçe bölünmüştü ve Zakynthos adası dört kentten oluşan bir tetrapolis ya da genbirlikti (konfederasyon).21 Benzer bir köken, Marathon, Oinoe, Probalinthos ve Trikorythos temaslarından oluşan ve dinsel bir birlik olarak korunmuş olan eski Attika tetrapolis"i için de varsayılabilir.22 Bunların hepsi de farklı gelişme ya da gerileme aşamalarındaki kabile genbirlikleridir.
Bu yerleşim merkezlerinin nasıl oluşturulduklarını kafamızda canlandırmaya çalışalım. Bunu yapabilmemiz için, Cilalıtaş Çağı'nm köy topluluğuna dönmemiz gerekecek. Gerçi Cilalıtaş Çağı Yunanistanm- da yerleşmecilerin ataerkil olmaları bir kuraldan çok kuraldışı bir durumdur, ama ortaya koyacağımız örneği yalınlaştırmak amacıyla ben yerleşmecilerin artık ataerkilliğe geçmiş bulunduklarını varsayacağım.
Kabilenin yerleşeceği bölge ve klanlara ayrılan yerler, toprağın niteliğine, suyun elde edilebilirliğine ve belki de savunma gereksinmelerine göre saptanır. Her klan kendi köyünü kayalık ve yüksek bir yere ya da konumu çevreyi gözetlemeye elverişli bir tepeye kurmaya özen gösterir. En iyi yer, kabile şefinin klanına ayrılır. Kabile şefinin klanına ayrılan yer yeterince genişse, köyün tümü oraya kurulur; değilse, şef ile ailesi seçilen merkeze yerleşirler, öteki haneler de merkezin çevresinde toplanır. Ama bir tehlike başgösterdiğinde şefin oturduğu merkeze sığınmaya hazırdırlar. Belki de, bütün köy öteki köylerin de gerektiğinde sığınabileceği biçimde bir duvar ya da çitle çevrilir.23
Köyün içinde, her ailenin, önünde bir de çitle çevrili bahçesi bulunan kendi konutu vardır. Oralarda bir yerde, belki de şefin evinin önünde açık bir alan uzanır: Eski agora, daha sonraki plateia, bizdeki köy meydanı. Bu alanın ortasında yaşlıların oturması için taştan bir pey
19 Native Races a f the Pacific States o f North America, 2. 226-27.20 Thukydides, Peloponnesos Sava} 1, 3. 94.4-5.21 Aynı yerde, 3. 92, 2. 30.22 S/C. 541 n.l. Kurucuları Lapith’ler olabilir.23 F. Tritsch, “Die Stadtbildung des Altertums und die griechische Polis”, Klio, (Leipzig. 1901-), 22.1.
70; The Indian Village Community, s. 67.
3 4 6 T a r İh ö n c e s İ E g e
keyle çevrili köy ağacına bugün Yunanistan'da hâlâ rastlanabilir.-1 Klan üyelerinin toplandığı yerdir burası. Hane başkanları, şefin evinde toplanma, yemek yeme, sorunları tartışma haklarına sahiptirler. Şef, ana hanenin başı olarak, klan atasının temsilcisi özelliğini taşır; dolayısıyla şefin ocağı özel bir kutsallıkla donatılmıştır. Klanın ata ocağıdır burası; klanm daha ailelere bölünmemişken tek bir kamp ateşi çevresinde toplandığı günleri anımsatmaktadır. Köyün dışında, ama köy bölgesinin içinde, sürülü tarlalar, az ötede otlaklar ve çorak topraklar uzanır. Toprağın işlenmesi ve hayvanların otlatılması, yaşlıların yönetimindeki köy meclisince denetlenir. Ekilebilir alanlar, küçük açık toprak parçalarına ayrılır ve aileler arasında bölüştürülür. Bu bölüşüm düzenli aralarla yinelenecektir. Otlaksa bölünmez. Tek yerleşik işbölümü kadınlarla erkekler arasındadır.
Köyün iç örgütlenişi konusunda diyeceklerimiz bu kadar. Köyler arasındaki ilişkiler de aynı ilkeler temelinde düzenlenmiştir. Nasıl klan şefinin evi köyün en iyi korunan eviyse, kabile şefinin köyü de bölgenin en iyi korunan köyüdür. Nasıl klan şefi klanın ata ocağına başkanlık ediyorsa, kabile şefi de kabilenin ata ocağına başkanlık etmektedir. Tıpkı klan şefinin öteki hane başkanlarmı, klanın yaşlılarını ağırladığı gibi, kabile şefi de öteki klan şeflerini, kabilenin yaşlılarını ağırlamaktadır. Nasıl her köyde klan üyeleri için bir toplanma yeri varsa, bütün klanlardan kabile üyeleri de kabile şefiyle yaşlıların yönetiminde savaş, barış, göç ve yabancıların kabul edilmesi gibi tüm topluluğu ilgilendiren canalıcı sorunları karara bağlamak için ana köyde toplanırlar.
Buraya kadar, topluluğu kendi içinde bir birim olarak ele aldık..Top- luluğun başka benzer topluluklarla da ilişkileri bulunabilir, ama topluluğun Cilalıtaş Çağı'na özgü kendi kendine yeterli yapısını bozabilecek nitelikte değildir bu ilişkiler. Madenlerin kullanılmaya başlamasıyla birlikte yeni bir evreye erişilir. Madenden yapılmış araçlar tahta ya da taştan yapılmış araçlardan çok daha kullanışlıdır. Ya o yörede yapılan ya da gezgin demircilerin oraya getirdikleri araçlardır bunlar. Ama her iki durumda da, madenden yapılmış araçların kullanılmaya başlamasıyla emek üretkenliği artar ve demirci, duvarcı, sepici, vb. gi
24 Herodot Tarihi, 4. 15. 4; The Indian Village Community, s. 23; P.R.T. Gurdon. The Khasis, (Londra, 1914), s. 33; H.M. Chadwick, The Growth o f Literature, (Cambridge. 1932-40), 1. 324. Agora' mn krai eviyle ilişkisi için bkz. F. Tritsch, "Die Agora von Elis und die altgriechische Agora", Jahreshet des östeıreichischen archaologischen Imtituies, (Viyana, 3897-). 27. 63; R.E. Wycherley. "The Ionian Agora", Journal o f Hellenic Studies, (Londra, 1880-), 62. 22.
K e n t l e r i n O l u ş u m u 347
bi uzmanların varlığını olanaklı kılacak bir düzeye yükselir emek üretkenliği- Hiç kuşkusuz, bu yeni işbölümleri de, üretim uygulayımındaki (tekniğindeki) daha ileri gelişmelerin yolunu açar. Artık her toplulukta, şeflerin ve toprağı işleyenlerin yanı sıra, bir de zanaatkârlar -Yu- nanca'da demiourgoi- vardır; "topluluk için çalışan" bu kişilerin emeklerinin karşılığı toplulukça aynı olarak ödenmektedir.25
Bu yeni uygulayımların gelişmesi, yalnızca tarımdan belli bir fazla ürün elde edilmesini değil, aynı zamanda o güne kadar tek tek ekicilere azar azar dağıtılmış olan bu ürün fazlasının daha da verimli kılınabilmesi için belli bir yerde toplanmasını da gerektirir. Ürün fazlası şeflerin eline teslim edilir böylece. Ondalık ya da iş hizmeti biçimindeki düzenli vergiyi şefler alır. Klan üyeleri bu tür ödemeleri, elde ettikleri birtakım yararlar karşılığı, gönüllü olarak yaparlar. Elde ettikleri yararlarsa, ya yağmacılara karşı korunma ve savaşta başarılı önderlik gibisinden gerçek yararlardır ya da şefin büyü gücü aracılığıyla bol ürün kaldırma gibisinden düşsel yararlar. Ama temeldeki etken ekonomiktir. Yeni uygulayımsal gelişmeler için yeterli anamal ancak böyle biriktirilebilir. Gene de madenler bollaşmaz. Şefler, elde edilebilen madenleri kendi kullanımları için bir yana ayırma eğilimindedirler. Bakır ya da tunç üstünde çalışan zanaatkârlar, şefler için yeni bir araç bulgularlar; kılıçtır bu yeni araç. Şefler de, işte kılıç denilen bu yeni aracı kullanarak, komşu toplulukların ürün fazlalarına zorla el- koyarlar.26 Savaş, başlı başına bir uğraş olur çıkar. Toprakta ve yağmada aslan payının nasıl şeflere gittiğim VIII. Toprak bölümünde anlatmıştık. Artık şeflerin, savaşta ele geçirdikleri kölelerce ekilip biçilen kendi temenos'ları vardır; elde ettikleri ürün fazlası artık öylesine boldur ki, değiştokuşta bulunmak üzere birtakım maddelerin üretimine girişebilirler.
Meta değişimi, kabilelerarası konukseverlikten doğup gelişti belli belirsiz. Kabilenin akrabalar çemberi içinde evrilip gelişen toplumsal ilişki yasaları, başlangıçta o çemberle sınırlıydı. Çemberin dışında kalan tüm erkekler, istendiğinde öldürülebilecek ya da soyulabilecek yabancılar ve düşmanlardı.27 Dolayısıyla, kabileler arasında barışçıl ilişkiler oluştuğunda, yabancı biri akrabalar çemberine kabul edilirken onunla simgesel bir biçimde yiyecekler paylaşılıyordu. "Birlikte otu
25 Odysseio, 3. 432-35,17. 383,85,19.135.26 V.G. Childe, Scotland Before the Scots (İskoçlardan Önce iskoçya), (Londra, 1946), s. 48,27 Burada, aynı anlamda kullanılan Yunanca sözcük de hem "bilinen, tanınan", hem de "akraba"
anlamına gelir. İngilizce’deki "kith and kin" (hısım akraba) sözü de aynı anlayıştan geliyor.
348 T a r İh ö n c e s İ Eg e
rup yemek yiyenler/' diyor Robertson Smith, "bütün toplumsal işlerde birleşmiş olurlar. Birlikte yemek yemeyenler birbirlerine yabancıdırlar. Ne bir din kardeşliği vardır aralarında, ne de karşılıklı toplumsal görevleri."28 Yemeğe alıkonulup ağırlanan bir yabancı, artık yabancı sayılmaz. Düşman, konuk (Latince'de lıostis) olmuştur. Sözgelimi, Odysseus Phaiak'larm sarayına vardığında kralm ilk işi ona masada yer vermek olur.29 Gene, konuk ağırlandığı yerden ayrılırken, yeni kurulan ilişkinin bir belirtisi olarak ev sahibinden bir armağan alır. Giderek, karşılıklı armağan verme, sonunda bir dostluk güvencesi olarak görülmeye başlar. Her ayrılık armağanı, ileride yeniden ağırlanma hakkını sağlar. Küreksever Taphos'luların kralı kılığına bürünmüş olan Tanrıça Athena Telemakhos'un yanından ayrılırken, Te- lemakhos değerli bir armağan sunar ona. Athena da Telemakhos'a öbür gelişinde daha da değerli bir armağan vereceğini söyler.30 Tro- ya Savaşı sırasında, Lemnos'dan Eunos, Akha'ların kampına gemilerle şarap gönderir. Agamemnon ile Menelaos'a tam bin ölçü şarap armağan ettikten sonra geri kalanını tunç ve demir, sığır, deri ve köle karşılığında değiştokuş eder gür saçlı Akha'larla.31 Aslına bakarsanız, burada apaçık bir takas işlemiyle yüz yüzeyizdir; ancak bu işlemden önce resmi bir armağan sunma işlemi söz konusudur. Bu armağanın kabul edilmesi, daha sonraki alışveriş için bir güvence göstergesidir. Armağan aynı zamanda krallara verilen bir paydır; bir tecim vergisidir belki de.
Bu örnek, takas işleminin neden şefin denetiminde geliştiğini açıklamaktadır. Topluluk, mutlak üretim fazlası aşamasına ulaştığında, köyün ortasındaki toplantı yeri yerel şeflerin ürün fazlalarını öteki toplulukların ürün fazlalarıyla takas ettikleri bir pazar yerine dönüşür. Zanaatkarlar da aynı yolu izlerler. Üretim güçleri kendi klan üyelerinin gereksinmelerince tüketildiği sürece çalışma alanları da kendi köyleriyle sınırlı kalır. Ne var ki, gelişen uygulayım, köyün gereksinmesinden daha fazla üretmelerini olanaklı kıldığında, onlar da ürün fazlasını pazara götürürler. Sonuçta, bütün toplumsal ilişkiler değişir. Te- menos'un sahibi, ondalıkları alan, artık bu ayrıcalıklar sağladığı hiz
28 W. Robertson Smith. Religion of the Semites, (Üçüncü basım, Londra, 1927), s. 269.29 Odysseia. 7.167-71.30 Odysseia, 1. 305H8: ilyada, 6. 230-31; Name Races of the Pacific States of North America, 1. 192:
"armağan verme sistemleri bile bir tür tecimdir, verilen her armağanın gerçek değerinin ertesi bayramda başka bir armağanla karşılanması beklenir."
31 İlyada, 7.467-75; Sümer'lerde nigba: CambridgeAncient History'de S. Langdon, 1. 378.
KENTLERİN OLUŞUM U 349
metlerin bir karşılığıymış gibi davranamaz olur. Çünkü artık bu ayrıcalıkları daha fazla kâr elde etmek için kullanmaktadır. Bu da ona sömürü oranını daha da artırma gücünü ve dürtüsünü verir. Zanaatkârlar için de aynı şey geçerlidir. Bir kez meta üretimine geçtiler mi, kendi köylerindekilerle de tecim temelinde alışveriş yapmanın kârlı olduğunu görürler. Artık "topluluk için çalışanlar" olmaktan çıkar, kendileri için çalışanlar durumuna gelirler. Sonuçta, gerek şefler, gerek zanaatkarlar ergeç köylerini terk eder, pazarın yanında ev kurarlar. Merkezdeki köy, bir pazar kasabasına dönüşür. Köydeki elsanatları tümden yok olmaz, ama köy artık kendi kendine yeterli değildir. Gitgide, kasabanın nitelikli emeğine bağımlı duruma gelir. Şefler ve zanaatkarlar bu adımı atarlarken klanla olan bağlarını koparırlar. Şefler, kendi klanlarının ayrı çıkarlarını temsil etmekten uzaklaşmışlardır artık. Yoksul klan üyelerine karşı, ortak bir çıkarda birleşmiş toprak sahibi soylulara dönüşmektedir şefler. Zanaatkârlarsa, klan düzenine göre kurulan loncalarda örgütlenirler; ama ekonomi tarıma bağlı kaldığı sürece toprak sahiplerinin üstünlüğüne karşı koyacak durumda değildirler.
Küçük toprak sahiplerine, taşralı akrabalara gelince, onlar da daha sınırlı da olsa kendi olanaklarıyla aynı ereğin ardında koşarlar. Teme- wos'un varlığı bile onun ekonomik üstünlüğünün kanıtıdır. Yeniden bölüşüme elverişli olmadığından, ekinlerin daha iyi korunm ası için çevresi kalıcı olarak kapatılabilir ve emek uzun dönemli bir yatırım olarak konulabilir içine. Açık tarlalar tükendikçe tarım boş topraklara taşmaya başlar; böylece tarıma elverişli kılınan topraklar komünal denetime gireceği yerde özel mülkiyete dönüşür. Bu arada, nüfus artışı, her yeniden bölüşümde açık tarlalardaki payları azaltmaktadır; dolayısıyla yeniden bölüşüm uygulamasından vazgeçilir. Ve toprak parçaları sabitleştiğinde, toprakların zaman zaman dilimler halinde bölüşümü işlevini yitirir, tam bir başbelası olup çıkar; toprak için savaşımda küçük toprak sahibine fazladan bir ayakbağıdır artık.
Son olarak diyebiliriz ki, toplumun ekonomik temelindeki bu devrim, topluluğun kültürel yaşamını değiştirmiştir. Klan şefleri kasabaya geldiklerinde klan tapımlarını da yanlannda getirdiler. Klan farklılıklarından sıyrılıp da ortak sınıf çıkarında birleştiklerinde, tapımlar onların ortak denetiminde devlet şenlikleri biçiminde yeniden örgütlendi; amaç, yeni toplum düzenine bir kutsallık kazandırmaktı.
İşte, herkesin gereksinmesine göre kurayla eşit paylara bölüşülen kabile yerleşim merkezini kent-devletine, toprak sahibi soyluluğun yö
3 S ° T a r i h ö n c e s İ E g e
nettiği ve bağımlı köylerde yaşayan yoksul düşmüş köylülerin çevrelediği kente dönüştüren süreç kabaca buydu. Bu yeni birim, hem tarımsal, hem de sınai bakımdan yeni bir işbölümünün yansımasıydı. Bir kez yerleşip gerçekleşti mi, daha başka işbölümlerine yol açan, böyle- ce insan yaşamını köleci bir temelde yeni karmaşıklık düzeylerine yükselten bir işbölümüydti bu.
Gerçi bu süreç bütün bir eskil çağlar boyunca ülkenin değişik yörelerinde süredurdu; ama sürecin kendine özgü biçimi her zaman yalnızca sonsuz çeşitlilik gösteren yerel koşullarca değil, toplumun söz konusu dönemdeki genel diizeyince de belirlenmekteydi. Tarihi ne denli geçse, sınıf niteliği de o ölçüde belirgindi. Bu da, dördüncü yüzyılda Mantineia'da neler olduğunu yorumlamamızı olanaklı kılıyor. Kentin ortadan kaldırılmasını buyuran Spartalılar, her zaman olduğu gibi, büyük toprak sahiplerinin çıkarlarının gerektirdiği doğrultuda davranıyorlardı. Oysa, bizim polis tanımımıza göre, polis'i yaratmış olan çıkarlardı bunlar. Evet, ama zaman değişmişti artık. Altıncı yüzyılda, meta üretiminin gelişmesi bütün ileri kent-devletlerinde hızla daha da ileri bir devrime, bir başka deyişle toprak sahibi soyluluğun tecimen sını- fınca yıkılmasına yol açmıştı. Dördüncü yüzyılda toprak sahipleri yalnızca Arkadia gibi geri bölgelerde hâlâ iktidardaydılar. Dolayısıyla, bu bölgelerde, kentleşmenin itici gücü toprak sahiplerinden değil, teci- menlerden ve zanaatkarlardan geliyordu ve kentleşme toprak sahiplerine karşı savaşımın bir parçası olarak gerçekleştiriliyordu. Toprak sahiplerinin amacıysa, bu süreci durdurmak ya da Mantineia'da bir süre için başardıkları gibi süreci tersine çevirmekti.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, Yunan siyasal terimlerindeki ilginç bir özelliğin anahtarı ortaya çıkmaktadır. Atina'da arklıon terimi, hem klan şefi anlamına geliyor, hem de her yıl seçilen devlet görevlilerinden birini belirtiyordu. İlk anlam, yani klan şefi anlamı eski kullanımdı; ikinci anlamsa, kent-devletinin gelişmesiyle birlikte birinci anlamın bağımdan çıkmıştı. Soyluların yönetiminin başladığı sıralarda, kentin yönetim organını oluşturanlar klan şefleriydi. Demokratik devrimle birlikte bu görevler halkın denetimine girmiş, ama eski ad da korunmuştu. Atina'dan daha sonra kurulan başka devletlerde, her yıl seçilen yöneticilere demiurgoi, yani "zanaatkârlar" deniliyordu.32 Bu yeni terim, sınıf güçleri dengesindeki değişikliği yansıtmaktaydı.
32 Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 5 .47.9; S/C. 183.
K EN TLERİN O LU ŞU M U 35i
4. Phaiaklann Ülkesi ve Pylos
Odysseus'un yolculuğunun son uğrak yeri, Phaiak'lar tarafından ağırlandığı Skherie Adası, Kerkyra olarak, yani bugünkü Korfu olarak belirlenmişti.33 Skherie Adası'nda yaşayanların eskiden Hypereia'da (yeri belli değil) oturdukları söylenir. Yabanıl komşuları Tepegözlerin, yani Kyklop'ların bitmek bilmeyen saldırılan karşısında kalkıp Skherie'ye göç etmişler.34 Skherie'liler yaman denizciymişler. Denir ki, bir seferinde Rhadamanthys'i bir günde Girit'den Euboia Adası'na götürüp geri getirmişler.35 Gerçi Home- ros onlardan epey abartarak söz eder, ama Rhadamanthys'i bir günde Girit'den Euboia'ya götürüp geri getirmeleri, Minos'un deniz egemenliğini akla getirmektedir; Leleg'lerin yerleşim merkezlerinin aym kıyı şeridindeki Leukas ve Akar- nania'da bulunduğundan söz edildiğini de belirtmekte yarar var.
Minos'un korsanlığı bastırmasından sonra kurulan, hepsi de surlarla çevrili olan ve deniz kıyısında yer alan kentler konusunda Thukydi- des'in söyledikleri, Odysseia'da anlatılan Skherie'nin konumuna cuk oturmaktadır. Bir yarımadanın ucundadır kent. Kente, iki yanında birer liman bulunan daracık bir kıstaktan varılır.36 Limanların arasında pazar yeri vardır; ortasında bir Poseidon anıtı bulunan, düzgün taşlarla döşeli bir alandır burası.37 Burada, kralın ve danışmanlarının oturmaları için cilalı taştan sıralar vardır.38 Kente giden yol, pazar yerinin hemen ardında, kıstak boyunca uzanan bir surla kesilir. Tanrıça Athe- na'nm korusunun bitişiğinde yer alan tarlalarla otlaklar, kralın teme-
33 Hellanikos, 45; Strabon, 44, 269, 299; Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 3. 70. 4.34 Hypereia, Sicilya'da ya da Argos'da çeşitli yerlerde gösterilir (Odysseia, 6.4.), ama bunların hepsi de,
Anadolu'dan kaynaklandığını sandığım ız Kyklop’lar söylencesinden yapılan çıkarsam alardır: Ausftihrliches Lexikon der griechischen und römischen Mythologie, 2 ,1688.
35 Odysseia, 7. 321-24; Herodot Tarihi, 1. 171. 2.36 Odysseia, 6. 262-65.37 Aynı yerde, 6. 266-67.38 Aynı yerde, 8. 5-7; ilyada, 18. 503-04; F. Tritsch, “Die Agora von Elis und die altgriechische Agora”,
s. 83,87, 99.
352 T a r ih ö n c e s i Eg e
ııos'u hep anakaradadır.39 Kralın temenos'u, kentten bağrılsa duyulacak uzaklıktadır.40 Odysseia’da birçok kez geçtiğine bakılırsa, "bağırsan duyulur" diye dile getirilen, benimsenmiş bir uzaklık ölçüşüydü; eğer Hindu'lardaki kos’a bakarak bir sonuç çıkarabilirsek, yaklaşık iki buçuk kilometreye denk düşüyordu. Kos, Hindistan'da yerleşik bir uzunluk ölçüsüdür ve eski bir kurala dayanır. Bu kural da, köyün sınırlarının köy merkezinden bağrılsa duyulacak uzaklıkta olmasıdır.41
Kralın sarayı kentin içindedir; sarayın önündeki bahçede kent halkının su aldığı bir pınar vardır.42 Ancak bu topluluğun önderini kral olarak tanımlamak biraz yanıltıcıdır. En azından, her şeyi tek başına yöneten bir hükümdar değildir. Alkinoos bir basileus'dur, ama on iiç basileus'dan biridir yalnızca.43 Bu on üç şef, yaşlılar kurultayını (boule) oluşturur. Kralın sarayında toplanıp yemek yerler, sorunları tartışıp görüşürler ve pazar yerindeki toplantılara başkanlık ederler.44 Yabancının geldiği günün ertesi sabahı Alkinoos onlara yol gösterir, pazar yerindeki cilalı taşların üstüne oturtur onları. Bu arada Alkinoos'un ulağı da -tellal- kent halkını pazar yerine toplamaktadır. Toplantıda, yabancının nasıl ağırlanacağı, baba toprağına dönüşünün nasıl sağlanacağı görüşülecektir. Alkinoos, öteki şefleri sarayında şölene çağırır; bu arada denize bir gemi indirilecek ve halk arasından elli iki delikanlı seçilecektir kürek çekmek için.45 Şölenden sonra kralm ozanı çalgı çalarak çağrılıları eğlendirir, daha sonra yeniden pazar yerine gidilir, orada top oyunları oynanır, horalar tepilir. Ardından, yabancıya verilmek üzere konukluk armağanları hazırlanır. Şeflerden her biri bir gömlek, bir kaftan, bir külçe de altın verir yabancıya.46 Günbatımında şefler akşam yemeğine saraya dönerler. Yemekten sonra Odysseus onlara kimliğini açıklar, başından geçenleri anlatır bir bir. Odysseus'un öyküsü karşısında büyülenen Alkinoos, daha önceki armağanlara ek olarak şeflerin her birinin Odysseus'a bir büyük üçayak, bir de leğen vermelerini, bunun da halka ödetilmesini önerir; dostlan da kabul ederler bu öneriyi.47
39 Odysseia, 6. 259, 291-93.40 Aynı yerde. 6. 294, 5. 400, 9. 473,12. 181.41 The Indian Village Community, s. 1142 Odysseia, 7 .112-31.43 Aynı yerde, 8. 390-91.44 Aynı yerde, 7.136-37,185-227, 8. 40-45, 4-7.45 Aynı yerde, 8. 35-36.46 Aynı yerde, 8. 390-93.47 Aynı yerde, 13.13-15, 19. 196-98.
KEN TLERİN O LU ŞU M U 353
Yunan destanlarında ağır basan soyluluk ruhu gereği sıradan halka ancak zaman zaman değinilmektedir. İşte bu ara sıra değinmelerden anlıyoruz ki, Skherie tek bir kentten oluşan bir topluluktur. Kentin dolayında köyler yoktur. İlk ağızda, çizdiğimiz varsayımsal görünümle çelişir gibidir bu. Ama unutmamak gerekir ki, bu kent o sırada bulunduğu yerde oluşup gelişmiş değildir. Başka bir yerden göç eden insanlar tarafından deniz tecimine elverişli bir yere kurulmuştur. Kaldı ki, kentin yapısına daha yakından baktığımızda, varsaydığımız örneğe uygun düştüğü daha eski bir aşamanın belirtilerini görebiliriz. Odysseus'u yurduna götürecek gemiye seçilen delikanlıların sayısı, şeflere bağlı olarak seçilmiş görünmektedir. Her şef dört adam vermektedir. Bu da, kentin on üç yöreye bölünmüş olduğunu göstermektedir. Sonra, şefler yabancıya birer leğenle üçayak armağan etmeyi kararlaştırdıklarında, paraların bu yörelerden toplandığına tanık oluruz. Bu yöreler ya da Attika lehçesindeki deyimiyle demos' lar gerçekte başlangıçtaki ilk yerleşim merkezindeki ayrı ayrı köylerdir, ama burada güvenliğin ve tecimin gerektirdiği nedenlerden ötürü tek bir yerde toplanmışlardır.
Telemakhos, Pylos'a vardığında, halkı deniz kıyısında toplanmış bulur. Oysa halkın her zaman toplandığı yer değildir burası. Nestor'un kıyının az uzağındaki sarayının dışında cilalı taştan bir sıra vardır. Eskiden babasının yaptığı gibi Nestor da oraya oturur.48 Halkın olağan durumlarda orada toplandığı söylenebilir. Oysa bu özel bir durumdur. Nestor Ocağı'nın kutsal atası sayılan deniz tanrısı Poseidon'a kurbanlar kesilmekte, boğalar sunulmaktadır. Deniz kıyısında dokuz hedra- i vardır, bunların her birine beş yüz kişi ve dokuz boğa düşmektedir 49 Sayılarının çokluğuna bakılırsa bu hedrai oturulacak yer anlammda "sıralar" değildir; halkın bölündüğü dokuz küme için belirlenm iş ayrı alanlardır. Homeros başka yerlerde de pazar yerinin olağan bir biçimde böyle bölündüğünden söz etmektedir.50 Nasıl Telemakhos Pylos'a vardığında halk deniz kıyısında dokuz küme olarak sıralandıysa, İh/cı- da’da anlatıldığı gibi, Nestor'un krallığı da dokuz bölgeyi içerir. Bu kadar da değil; her küme nasıl Poseidon'a dokuz boğa kurban ediyorsa, Nestor da Troya'ya Her bölgeden on tane olmak üzere doksan gemiy-
48 Aynı yerde. 3. 406-12. Troya’daki pazar yeri, sarayın önündeydi; İlyada, 2. 788-89. Olym pia'lılar Olympos'un tepesinde, yani kendi akropolis'lerinde toplanırlardı; İlyada, 8. 2-3.
49 Odysseia, 3.5-8.50 ilyada, 1 99. 211; Odysseia, 3.31,8.16.
le g id e r .51 E v e t , N e s t o r 'u n k ra llığ ı, k a b ile d ü z e n i te m e lin d e ö rg ü tle n m işti.
5. Atina'nın İlk Dönemi
Ş im d i d e , k e n t-d e v le tle r in in en b ü y ü ğ ü n e g e ç e lim v e b u k e n t-d e v - letin in o lu ş u m u n u b ilgili b ir a rk e o lo ğ u n u s ta lığ ıy la d ile g e tire n T h u k y - d id e s 'd e n d in le y e lim :
Kekrops ve ilk kralların hükümdarlığından Theseus'un zamanına kadar Attika'da, her birinin kendi arklıon'u ve kendi pn/taneiorı'u olan çeşitli yörelerde oturuluyordu. Bir tehlikeyle karşı karşıya gelinmedikçe, arkhon'lar kralla birlikte meclis toplantısına katılmıyor, işleri kendi yerel meclislerinden, bağımsız olarak yönetiyorlardı. Dahası, Eleusis'lile- rin Erekhteus'a karşı Eumolpos'u desteklediklerinde olduğu gibi, zaman zaman birbirleriyle savaşa bile girişiyorlardı. Ne var ki, güçlü ve uzak görüşlü bir kral olan Theseus, bütün bu yerel meclisleri ve yetkileri ortadan kaldırıp onları tek bir merkezî meclis ve prytaneion oluşturduğu Atina'da toplayarak ülkeye yeni bir düzen verdi. Malına mülküne el sürmedi kimsenin, yalnızca onları tek bir kentin yurttaşları olmaya zorladı. Dört bir yanı surlarla çevrili olan bu kent hızla büyüdü, genişledi ve Theseus'un ardıllarına kaldı. Bu olayın anısına o gün bugündür Atinalılar Synoikia denilen halk bayramlarını kutlarlar. O zamana kadar kent, Akropolis'den ve onun güneye uzanan eteklerinden oluşuyordu. Hemen bütün eski tapmakların ya güney yamaçta ya da Akropolis'de olmaları bunun kanıtıdır... Gene, şimdi Dokuz Pınar diye bilinen kuyu, tiranlar zamanında yeniden yapılmadan önce, Kallirhoe denilen açık bir pınardı. Eski zamanlarda, kolay erişilebilir olduğu için başı öteki pınarların hepsinden daha kalabalık olurdu bu pınarın. Bu alışkı bugün de sürdürülmekte, düğünlerden önceki kuttörenlerde ve başka kutsal olaylarda bu pınarın suyu kullanılmaktadır. Son olarak, Akropolis'in çok eskiden oturulan bir yer olması bugün Atinalüarın ona niçin Kent (polis) dediklerini açıklamaktadır.52
3 5 4 T a r i h ö n c e s i E g e
51 İlyada, 2. 591-602; Odysseia, 3. 7; G. Glotz, La citi grecque, (Paris, 1928), s. 44. Bu sayılar titizlikle hesaplanmıştır kumsalda toplananların toplam sayısı olan 4500 (90x50), askeri birlikteki savaşçı sayısına (90x50) uygun düşmektedir.
52 Thukydides, Peloponnesos Savaşı, 2.15.
K e n t l e r İn O l u ş u m u 355
Kent-devletinin yaygın bir özelliği olan prytaneion,53 kent konağıydı; kent ocağının, sürekli yanan ateşin bulunduğu yapıydı.54 Bir koloni kurulacak oldu mu, göç edecek kişiler yanlarına bu ocaktan yanan odunlar alırlar, gittikleri denizaşırı ülkede bunlarla yeni bir prytaneion başlatırlardı.55 Seçkin yabancılar, yabancı ülkelerden gelen elçiler, savaşta ya da Yunanlılararası oyunlarda kazandıkları başarılarla halkın övgüsünü toplayan yurttaşlar bu yapıda ağırlanırlardı.56 Sözcüğün kökeni açısından bakarsak, prytaneion, prytanis'in ya da "başkan'Yn evi demektir. Bu da gösteriyor ki, tarihçi Thukydides her kentin kendi ark- hon'u ve pn/tatıeion'u bulunduğunu söylerken, yaşlüar meclisi topluluğun kutsal ocağında asıl şefin başkanlığında toplandığında asıl şefin ötekileri ağırladığı evden söz etmektedir. Demek, kent konağı, ta gerilere götürüldüğünde, uzun ama kesintisiz bir yolun sonunda ilk kamp ateşine varmaktadır.
TlteseusTa ilgili ayrıntıları Aristoteles anlatıyor. Theseus, halkı üç sınıfa ayırmış: Eupatrid'ler, Geom or'lar ve Dem iurgos'lar.57 Eupat- rid'ler, merkezdeki kentin meclisinde görev yapma hakkına soydan sahip olan şeflerin aileleriydiler; adlarının "soylu babaların oğulları" olması da, soylu bir kast olarak birleşmeleri ile babayanlı soyun resmi olarak tanınmasının aynı zamana rastladığını düşündürmektedir. Geo- mor'lar, kırsal bölgede yaşamayı sürdüren küçük toprak sahipleriydiler. Demiurgos'lar, yani zanaatkârlar, diyebiliriz ki çoktan kentte yoğunlaşmaya başlamışlardı. Tarihsel dönemde, Demiurgos'ların bir kesimi olan çömlekçiler, kent yöre ya da bucaklarından birinde, Kera- meikos'da kendi mahallelerinde oturuyorlardı ve anlaşıldığı kadarıyla oraya çok eski zamanlarda yerleşmişlerdi.58 Eğer bu yörelerin tarihini izleyebilseydik, büyük bir olasılıkla, kent genişledikçe zaman zaman yeniden kurulmalarına karşın bunların Akropolis çevresinde kümelenen köylerden geliştiklerini görecektik; hiç kuşkusuz, Akropo- lis'in, o doğal kalenin, sözcüğün başlangıçtaki anlamında bir polis olduğu dönemde.
53 Publius Aelius Aristides, Panothenaikos, 103.16; Titus Livius, 41. 20.54 Pindaros. N, 11.1; Pausanias, 5 .15 .9 . Kimi toplu ant içme törenlerinde Hestia Zeus'dan daha çok
geçiyordu: S IC. 527.10; Platon. Leg. 745b, 848d; Pausanias, 5.14. 4.55 EM. Prytaneia.56 Dictionnaire des anliquites grecques et romaines, bkz. Prytaneion. Olympia prytaneion'u için bkz. E.N.
Gardiner, Olympia, its History and Remains (Olympia. Tarihi ve Kalıntıları), (Oxford, 1925). s. 167- 69.
57 Aristoteles, fr. 385; Plutarkhos, TJıes. 25.58 Pbilokhoros, 72; Menecl. 3=FGH. 4.449.
356 T a r İh ö n c e s İ E g e
Gerek Thukydides'in, gerek Aristoteles'in bu konuda anlattıkları elbette sözlü gelenekten alınmıştır ve özünde doğru sayılabilirler. Yalnız değişikliklerin nasıl gerçekleştiği ve bunların Theseus'un adıyla bağlantıları konularında kuşku duyulabilir. Theseus'a yakıştırılan son birleştirmeden önce, doğallıkla daha küçük çaplı benzer çabalar olmuştur. Strabon'a bakılırsa, Theseus'un bütün yaptığı, daha önce Kekrops'un kurduğu on iki kentlik bir genbirliğini merkezileştirmekti.59 Atina bu on iki kentten biriydi; bir başkası ise, daha önce de sözünü ettiğim Kuzeydoğu Attika'nın fetrapolis’iydi. Anlaşılan, Kekrops'un genbirliği bile kendi türünün ilk örneği değildi. Eupatrid'lerin sonunda yükselmeleri de, krallığın ağır bir süreç içinde gerçekleştiğini bildiğimiz çöküşü ile uygun adım meydana gelmiş olmalıdır. Dor'ların Peloponnesos'u istilalarından sonra, NeleidTerin bir kolu olan Medontid'lerde krallık soydan geçer oldu. Neleid'leri Dor'lar Pylos'dan atmışlardı. Öyle görünüyor ki, kralın yetkelerine gelen ilk sınırlama, EupatridTerin kendi aralarından seçtikleri ayrı bir savaş şefinin (pokmarkhos) ortaya çıkışıyla birlikte görüldü.60 Sekizinci yüzyıl ortalarında krallık MedontidTer- de hâlâ soydangeçmeyken krallar on yıllık bir görev süresi için seçilmeye başladılar ve bir sonraki yüzyılın başlarında krallığın yerini, EupatridTerin tüm üyelerine açık olan ve bir yıl için göreve gelen dokuz arkhont aldı. Ama o zaman bile krallık ortadan kalkmadı. Kurultay, ark- hon basileus'un, "kral arkhon"un başkanlığında Kral Konağı'nda toplanmayı sürdürdü.61 Medontid'ler ise, krallık ayrıcalıklarını son kalıntısına kadar korudular. Akropolis'in eteklerinde bir toprak parçasına sahiptiler; eski zamanlardaki ternenos'larıydı bu toprak parçası.62
Bir de, Theseus'un kendisiyle ilgili bir sorun var. Theseus'un aslen Kuzeydoğu AttikaTı olduğuna ve altıncı yüzyılın ikinci yarısında ulusal kahraman mertebesine yükseltildiğine inanmamız temelden yoksun sayılmaz. Bundan da anlaşılıyor ki, Theseus'un Attika'nın birliğini sağlamadaki rolü o dönemde yakıştırılmıştır. Theseus, beşinci yüzyılda, Atina demokrasisinin kurucusu olarak sunuldu; gönülsüz köy ileri gelenlerini kaba koltuklarından kalkıp kentin rahatlıklarına yönelmeye zorladıktan sonra Theseus krallıktan vazgeçmiş, yönetimi halka bırakarak Atina demokrasisini kurmuştu.63 Schefomd'un geçenlerde
59 Strabon, 397.60 Aristoteles, Ath. 3. 3; Pausanias, 4. S. 10,1. 3.1; Justinus, 2. 7; Cambridge Ancient History'de Cary, 3.61 Aristoteles, Ath. 57.62 /G. 1.497.63 Plutarkhos, Thes. 25.
belirttiği gibi Atina demokrasisinin kurucusu Kleisthenes'in uydurmuş olabileceği bu güzel masala ille de inanmamız gerekmiyor.64 Yerel şeflerin köylerden ayrılmak istemedikleri yolundaki görüş, gerçekte, At- tika'lı köylülerin yuvalarına bağlılıklarıyla ün yaptıkları beşinci yüzyılın koşullarına uygun düşmektedir.65 Öte yandan, EupatridTerin kentte oturmakla yitirecekleri hiçbir şey olmamasına karşılık, kazanacakları çok şey vardı. Çünkü mallarını mülklerini korudular ve güçlerini artırdılar. Kendi çıkarlarını kollamak için hiçbir dış dürtüye gerek duymadılar; krallığın yerine kurdukları düzen en sonunda öylesine katlanılmaz bir nitelik aldı ki, halk başkaldırdı, kodamanları ülkeden attı ve onların geniş topraklarını kendi aralarında bölüştü. Öykünün bu bölümüyle ilgili olarak, ilk kralların yetkesinin hiç kuşkusuz hâlâ canlı bir kabile eşitliği düşüncesiyle kısıtlandığı söylenebilir olsa olsa. Çünkü kabile eşitliği, yok olup gittikten sonra bile, insanların kafalarmda ne zamanın, ne de zorlukların silip atabildiği bir demokratik ülküler kalıtı bırakmıştı. Bizdeki demokrasi geleneğinin esin kaynağı da, beşinci yüzyıldaki yeni demokrasinin bu eski anılarının coşkusu olabilir pekâlâ.
KEN TLERİN O LUŞU M U 357
64 K. Schefold, "Kleisthenes", Museum Helveticum, (Basel, 1943-}, 3. 65-67.65 Thukydides, Peloponnesos Savası, 2.16. 2; Aristophanes, fij. 805-07.
Dördüncü Bölüm
KAHRAMANLIK ÇAĞI
Benim tüm varlığ ım , kargım , kılıcım ve kalkanım ; bunlarla ekip biçer, bunlarla şarap alırım ü züm den , kendim e bunlarla bey dedirtirim kölelerim e.
H YBRİA S
K ard eş k ard eşle d ö v ü şecek v e k ard eş k ard eşi
boğazlayacak ve bacıların çocukları hısım akrabalığa leke sürecek .
Völuspa*
* Völuspa, İskandinav mitologyasının başyapıtlarından Edda'nın evren ve tanrı doğumunu kapsayan bölümü. Bu bölümde, evrenin ve tanrıların yaratılışı, tanrıların soy zinciri anlatılır. Özellikle Saemund'un Edda'sı Kuzey mitologyasının başlıca kaynaklarındandır. Gerçekte iki Edda vardır ve ikisi de yedinci yüzyıl ile on ikinci yüzyıl arasında yazılmıştır, (f.n.)
3 & ı
MYKENE HANEDANLARI
XI
1. Geleneksel Süredizin
Dördüncü yüzyıldan sonra, Yunan tarihçileri, yılları Olim piyatlarla, iki Olimpiyat Oyunları arasındaki dört yıllık dönemlerle hesaplamaya başladılar. Yerel olayların, her yıl seçilen yüksek görevlilerin adlarıyla tutanaklara geçirilmesi sürdürülüyordu. Tarihçiler, daha eski zamanlara ilişkin hesaplamalarını geleneksel soyağaçlarına dayandırmak zorundaydılar. Kapsamlı bir süredizin hazırlama yolundaki ilk çaba, İ.Ö. 264-263 tarihine uzanan uzun bir yazıtla, Paros Mermeri'yle gerçekleşti. Daha sonraki yıllarda Eratosthenes ikinci bir girişimde bulundu. Ama Eratosthenes'in girişiminin sonuçları da Paros Merme- ri'nden çok farklı sayılmaz. Nitekim Eratosthenes Troya kentinin düşüşünü İ.Ö. 1209 yılma değil de, İ.Ö. 1183 yılına yakıştırır.
Modern arkeoloji bu konuya yepyeni bir yaklaşım getirdi. Mısır'daki kazı alanlarında Minos yapıtları, Minos'daki kazı alanlarında da Mısır yapıtları bulundu. Böylelikle, Yunan tarihöncesi, Mısır tutanaklarıyla birçok noktada eşzamanlı kılındı; buna karşılık, Mısır tutanakları da Mısır takvimince gökbilime göre tarihlendirildi. Kuşkusuz, bu yöntem kesin belirlemeler açısından umut verici, ama gene de birçok sorunun üstesinden gelinmiş değil.
Arkeoloji, Yunan söylencesindeki kadın ve erkek kahramanları tümden tarihdışı sayarak bir yana bırakan birçok on dokuzuncu yüzyıl bilgininin akademik kuşkuculuğuna son verdi. Artık, ne denli akü almaz, düş ürünü abartmalarla dolu olurlarsa olsunlar bu geleneklerin gene de çoğu zaman gerçeğin çekirdeğini içerdikleri kabul ediliyor. Gerçi kimi modem tarihçiler de öbür uca kaydüar. Örneğin, Perseus, Herakles, Minos, Theseus ve İason gibi söylence kişilerini gerçek kişiler saydı Bury.
362 T A R İH Ö N C ESİ Eg e
Bu kişilerin gerçekliğine Yunanlıların kendilerinin de inandığını, Ho- meros'da temel alman soyağaçlarının şaşırtıcı ölçüde tutarlı olduğunu ileri sürdü.1 Gelin görün ki, Yunanlılar İ.Ö. 1521 yılma yakıştırdıkları ataları Hellen'in ve İ.Ö. 1600 yılma yakıştırdıkları insan soyunun yaratıcısı Prometheus'un da gerçek olduğuna aym ölçüde inanıyorlardı. En azından Hellen ile Prometheus katıksız birer söylencedir; ötekilerden tek farkları, kendilerine yakıştırılan değer ölçüsüdür. Doğrusu, Home- ros'daki soyağaçlarının tutarlılığı da su götürür. Hemoros'da karşımıza çıkan soyağaçlarmda, başlangıçta birbirinden bağımsız olan bir yığın gelenek, rastgele uyarlamalar ve çarpıtmalarla dolu tek bir birleşik sisteme indirgenmiştir. Nilsson, bu soyağaçlannı böyle görüyor.2 Nitekim, sözkonusu soyağaçlarının arkeolojinin vardığı sonuçlarla birçok noktada çelişmesi de Nilsson'un bu görüşünü güçlendiriyor.
Çizelge XII
ER ATO ST H EN ES’İN SÜ R ED İZ İN İI.ö.1313 Thebai kentinin Kadmos tarafından kurulması.
1261 Herakles'in doğumu.
1225 Argonaut'ların yolculuğu.
1213 Yediler’in Thebai'a karşı savaşı.
1200 Agamemnon'un Mykene'de tabta çıkışı.
1183 Troya kentinin düşüşü.
1176 Akha'ların Salamis'e (Kıbrıs) yerleşmeleri.
1124 Thessalia'nın Thessal'ler tarafından ele geçirilmesi.
1104 Oor'ların Peloponnesos'u istila etmeleri.
1053 Aiol'ların Lesbos'a yerleşmeleri.
1044 lon'ların göçü.
Minos, Troya Savaşı'ndan önceki üçüncü kuşağa, yani Eratosthe- nes'in hesabına göre İ.Ö. 1260 yılının kuşağına yakıştırılmıştı. KariaTı korsanları Ege Denizi'nden sürüp atan Girit kralıydı Minos. Knossos kentindeki yönetime on beşinci yüzyılda son verilmişti; büyük bir olasılıkla da Akha'lar son vermişti bu yönetime. İşte bu yüzden, Bury de, Minos'u Girit'in Akha'lı bir yöneticisi olarak aldı.3 Oysa öyle olsaydı, Minos korsanlığın köküne kibrit suyu ekmiş olamazdı; çünkü Mısır kaynaklarından öğrendiğimize göre, Ege Denizi on üçüncü yüzyılda
1 J.8. Bury, Cambridge Ancient Histoıy'de, 2.478; J.L. Myres, Who Were the Creeks? (Yunanlılar Kimlerdi?), (Berkeley. 1930). s. 340-46.,
2 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae (Homeros ve Mykene), (Londra, 1933), s. 58.3 j.B. Bury, History o f Greece (Yunanistan Tarihi), (İkinci basım, Londra. 1913), 2.475.
M YK E N E H A N E D A N L A R I 363
çeşitli halkların düzensiz akınlan sonucu tam bir kargaşa içine düşmüştü ve bu halklar arasında Akha'lar da bulunuyordu; Akha'ların ise ne denli yasal bir denizcilik anlayışları olduğunu İlyada ve Odysseia’da okuduklarımızdan çıkarabiliriz.4 Bu geleneğin tarihi, ancak içeriğinden vazgeçilerek korunabilir. Oysa içeriğini kabul etmek, tarihini ise bir yana bırakmak çok daha akla uygundur. Minos'un denizlerdeki egemenliğine ilişkin öykü gerçektir, ama tarih bakımından Knossos'un düşüşünden önceki döneme denk gelmektedir.5
Kendilerine arkeolojik temelde kabul edilebilir bir yer bulunabilen bütün tarihöncesi kişiler için de aynı görüşler bütünüyle geçerlidir. Hepsi de kendi zamanlarından daha sonraki tarihlere yakıştırılmıştır. Bu ilk kuşaklar, geleneği yazan tarihçilerce daha yakın zamanlara getirilmiştir. Bu durumda, kişilerin kendilerinin gerçekliğini de gözü kapalı kabullenmemiz güçtür. Bunlar, hanedan değişiklikleri, istilalar, savaşlar ve göçler gibi çok uzak geçmişte yatan, ama can alıcı bir etkileyicilik taşıyan olayların, halk arasında yaygınlık kazanmış simgeleri olarak ele alınmalıdır.
2 . A r k e o l o j i k Ç e r ç e v e
Mykene'de İ.Ö. 1600'den kısa bir süre önce, krallarıyla kraliçeleri Oluk Gömütler'e gömülen güçlü bir hanedan boygösterdi. Bu gömüt- lerin en eskilerinde pek az Minos etkisine rastlanır, ama daha sonrakilerde Minos etkisi çok belirgindir; altından ve gümüşten çanaklar ve taçlar, süslü tunçtan kılıçlar, gerçekçi av sahneleri işlenmiş hançerler. En ilginciyse, kuşatılmış bir kentin surları dibinde bir savaş sahnesiyle süslenmiş gümüşten bir mühür. Saldıran erlerin tolgalarındaki at kuyruğu sorguçlar, Karia'lılarla Lykia'lıları akla düşürüyor hemen, Bu krallar, Mykene ve Tiryns kentlerini surlarla çevirerek berkitmişler, ülkeyi Korinthos Kıstağı'na (berzah) kadar denetimleri altına almışlar, Thebai ve Orkhomenos kentlerinin ilk hükümdarlarıyla Korinthos Kıstağı üzerinden bağ kurmuşlardı.6
4 İlyada, 11. 625; Odysseia, 4. 81-90, 9. 40-42,14.229-34.5 H.R. Hall, The Civilisation of Greece in the Bronze Age (Tunç Çağı’nda Yunanistan Uygarlığı), (Londra,
1928), s. 265-66. Paros Mermeri'nde yazılanlara bakılırsa, Minos adını taşıyan iki kral vardı. Bunlardan biri İ.Ö. on beşinci yüzyılda, öteki ise İ.Ö. on üçüncü yüzyılda yaşamıştı. Bkz. Plutarkhos, Thes. 20;O.S. 4. 60. Minos adı, tıpkı Firavun ya da Sezar gibi, bir krallık sanıydı büyük bir olasılıkla.
6 Mykene hanedanlarıyla ilgili bu bilgileri verirken, A.J.B. Wace'in açıklamalarını temel aldım.
364 TA R İH Ö N CESİ Eg e
İ.Ö. 1500 dolayında bu hanedanın yerini Tapmak Gömiit Hanedanı aldı. Bu türden gö- mütler Messenia'da ve Lakonia'da ortaya çıkarılmıştır. Tapmak Gömüt Hanedanı'run yönetimi süresince, Mykene kenti gücünü Pelo- ponnesos'un dört bir yanmda duyurdu; Thebai ve Orkhomenos kentleriyle ilişkiler sıklaştı ve bu kentler aracılığıyla Mykene kültürü Thes- salia'ya girdi.
İ . 0 . 1450 ile 1400 yıllan arasında bir zamanda, içlerinde Knossos'un da bulunduğu Gi- rit'in bütün kentleri bir yangın sonucu yok oldu. Bu yıkıma bir savaş mı yol açtı, yoksa söz
gelimi deprem gibi doğal bir neden mi, şimdilik belli değil. Ama daha sonraki kalıntılarda, buraya yabancıların gelmiş olduğunu düşündürecek hiçbir belirtiye rastlanmıyor; Akha'larm daha bu olaydan önce Girit'de oldukları akla yatkın görünüyor.7
Knossos düştükten sonra, Mykene Ege dünyasının siyasal ve kültürel merkezi durumuna geldi. On dördüncü yüzyıl başlarında ortaya çı-
Resim 56. Mykene’de yaban domuzu avı: Tiryns’den bir duvar resmi
7 J.D.S. Pendlebury, Archaeology of Crete, (Girit Arkeolojisi), (Londra, 1939), s. 281; A.J.B. Wace, "History of Greece in the third and second milleniums BC" (“İ.Ö. üçüncü ve ikinci binlerde Yunanistan Tarihi"), Historia, 2. 87-88.
Resim 55. Oluk Gömüt Hanedanı'nın altından yapılmış ölüm maskı
M y k e n e H a n e d a n l a r i 365
Resim 57. Cemiye binme sahnesi: Tiryns'den bir mühür
kan yeni bir kral, kenti yeniden kurdurdu. Kentin ortasında bir saray, sarayın çevresinde saray görevlilerinin konutları ve kralın gelirleri tahıl ve zeytinyağının saklandığı ambarlar yer alıyordu. Kentin duvarları üç metre kalınlığında kocaman taş parçalarıyla örülüydü. Kentin ana girişinde ünlü Aslan Kapısı bulunuyordu. Aslan Kapısı'nın tepe-
Resim 58. Mykene’deki Aslan Kapısı
366 T a r i h ö n c e s İ E g e
sinde, bir kutsal sütunun iki yanında yüzleri birbirine dönük, art ayakları üstüne kalkmış iki aslandan oluşan bir kabartma vardı. Kapının hemen içersinde, Oluk Gömüt Hanedanı'nm gömütlüğünü çember biçiminde çevreleyen taşlar; gerideki bayırda da belki de aynı kralın yaptırdığı ve Atreus'un Gömütü diye bilinen ilençli gömüt yer alıyordu. Mykene halkıysa kalenin aşağısındaki kentte yaşıyordu.8
Aynı yüzyılın sonlarında Tiryns kentine yeni ve daha büyük saray yapıldı. Bu kez halk, saray dışındaki kalede oturmuyordu; ama güçlü bir biçimde berkitilmiş olan kale, çevresinde yer alan kentteki insanlarca bir sığmak olarak kullanılıyordu. Tiryns kentinin krallarının, Ko- rinthos'a kadar bütün ülkeyi doğrudan denetimleri altında tutan Mykene krallarına bağımlı olduklarını düşünmek yanlış olmaz. Lekhaion'un doğusundaki Korakou'da bir limanları vardı. Bu limandan kalkan gemiler tecim yapmak amacıyla Korinthos Körfezi'nden aşağılara iniyor, karşıya Thisbe'ye geçiyorlardı; Thebai'a ve Orkhomenos'a varıyordu yolları.9
Ege'nin dört bir yöresinde ve çok daha ötelerde yığınla Mykene yapıtı bulunmuştur. Mykene'liler batıda Sicilya ve İspanya'ya kadar sokulmuşlardı. Doğudaysa Troya, Kıbrıs, Suriye ve Mısır'la yakın ve sürekli ilişkileri vardı. Ancak her zaman barışçıl değildi bu ilişkiler; öyle görünüyor ki, on üçüncü ve on ikinci yüzyıllarda Mykene kültürünün taşıyıcıları, yasal tecimenlerden çok yağmacılar ve yurtlarından kopmuş göçmen topluluklarıydı.
Son olarak, Minos'dan esinlendiği her zaman açık olmasına karşın Mykene kültürünün Minos-dışı birçok özelliğinin de bulunduğu söylenebilir. Bu özelliklerin en göze çarpanları "megaron" tipi ev, kışa kollu harmani, çengelli iğne ve kehribar kullanımıdır. Göründüğü kadarıyla, bunların hepsi de kuzeyden gelmiştir.10
3 . G e l e n e k s e l H a n e d a n l a r
Mykene, Tiryns, Thebai ve Orkhomenos'la ilgili söylenceler bu çerçeveye ne ölçüde oturtulabilir? "Ege'nin Anaerkil Halkları" başlıklı bölümde (ikinci Bölüm, V) bu soruna bir yaklaşımda bulunmuştuk. Do
8 A.J.B. Wace, Cambridge Ancient History'de, 2.457-60.9 Aynı yerde. 2. 457-60.10 Homer and Mycenae, s. 72-82.
M y k e n e H a n e d a n l a r i 367
layısıyla, orada ortaya koyduğumuz sonuçları özetlemekle başlayabiliriz işe. Erken Kyklad ve Hellas dönemlerini Karia'lılar ve Leleg'lerle bir tutmayı önermiş, öte yandan belirleyici özelliğini "M inias çömleğ in d e bulan kültürü de Pelasg'lara yakıştırmıştık. Bu özdeşlemelerden, çok açık seçik görünen birincisi daha fazla yorumda bulunmayı gerektirmiyor, ama İkincisi daha karmaşık. Minias çömleği Girit'de değil, KykladTarda bulunmuştur; buna karşılık, Pelasg'lara KykladTarda değil, Girit'de rastlanabilmektedir. Varsayımımızı savunacaksak, bu çelişmeyi açıklamak zorundayız. Öteki Girit halkları gibi Pelasg'la- nn da G irit'e Anadolu'dan gelmiş oldukları düşünülebilir; Anadolu'daysa, Pelasg'ların izi güneye, Maiandros ovasındaki Tralles'e kadar sürülebilir.11 Demek ki, Pelasg'lar, Makedonya üstünden Troas'dan geçip Thessalia'ya varan ana koldan, Minias çömleğinin ayırt edici özellikleri daha gelişmemişken kopmuş olabilirler. Gene de, Pelasg'ların KykladTarda görülmemesi, Minias çömleğinin güneye doğru yayılmasında bir başka etkenin bulunması gerektiğini göstermektedir. Burada, Tyroid'lere ve Lapith'lere başvurabiliriz. Bu iki topluluğun adları, ilk kez, bir deneme olarak Dimini kültürüyle özdeşlendikleri Thessa- lia'da duyulmuştur. Tyroid'ler de, Lapith'ler de, Orkhomenos'un yörüngesine girmişler, güney Yunanistan'a doğru yayılmışlardır. Tyro- id'lerin izine Korinthos'da, Elis'de ve Messenia'da; Lapith'lerin izine de Attika'da, Korinthos'da, Elis'de, Arkadia'da, Argolis'de ve aym zamanda KykladTarda rastlanabilir. Argos soyağaçlarmda ve Rodos'da karşımıza çıkan Phorbas ile Triopas, Lapith adlarıdır.12 Oğulları Diktys ile Polydektes'in Seriphos'a yerleştikleri Magnes kesinlikle Thessali- a'lı ve sanırız Lapith'lerdendi.13 İşte bu nedenlerden ötürü, güney Yunanistan'da Minias çömleğinin Tyroid'ler ile Lapith'lerin yardımıyla Pelasg'lar tarafından yaygınlaştırıldığı; Tyroid'lerle Lapith'lerin Minias çömleğini Pelasg'lardan Thessalia'da ya da Boiotia'da aldıkları var- sayılabilir.
Orkhomenos soyağacı tam bir yamalı bohçadır. Bu kitapta "Ege'nin Anaerkil Halkları" bölümünde incelediğimiz Thessalia'yla olan bağlantıları dışında, Miny'ler, bir Demeter saray tapımma bağlı Minoslu- laştırılmış Pelasg'lar olarak kabul edilebilirler; Trophonios ve Agame- des tapmaklarının mimari güzellikleri hiç kuşkusuz Kopais havzasm-
11 st. B.12 Pausanias, 2 .16 .1 ; Hyg. Asi. 2.14.13 Apollodoros, 1. 9. 6.
368 T a r i h ö n c e s i E g e
da ortaya çıkarılmış olan Geç Mykene yapılarından esinlenmişti. Bütün diyebileceğimiz bu kadar.
Poseidon ile Libya'nın iki oğulları vardı: Belos ve Agenor. Belos, Mısır kralı oldu. Agenor ise, Fenike'ye yerleşti ve Europa, Phoiniks, Ki- liks ve Kadmos adlı dört çocuğu dünyaya geldi. Boğa kılığına bürünen Zeus, Europa'yı Girit'e kaçırdı. Ve Europa Girit'de Minos'u dünyaya getirdi. Europa'yı arayıp bulmak amacıyla yurdundan ayrılan Kiliks, Kilikia'ya yerleşti; Kadmos'un yolu ise Rodos'a, Thasos adasma ve en sonunda Delphoi'a vardı. Orada Delphoi bilicisi, kız kardeşini aramaktan vazgeçmesini ve bir kent kurmasını öğütledi Kadmos'a. Kadmos da yolda bir ineğin ardına takıldı, ineğin çöküp oturduğu yere Thebai kentini kurdu.14
Bu öyküyü ne edeceğiz? Bir yana bırakamayız. Kadmosoğulları en azından altıncı yüzyıla kadar Yunanistan'ın çeşitli yörelerinde yaşamışlar ve her zaman Fenike'liler olarak kabul edilmişlerdir.15 Buna karşılık, Fenike'liler dokuzuncu yüzyıldan önce Ege'de en küçük bir iz bırakmamışlardır. Bir görüş, Kadmos söylencesinin bir sözcük karışıklığına dayandığı yolundadır. Phoiniks sözcüğü hem Fenike'li, hem de "kızıl derili" anlamına gelmektedir; Kadmos'un da, Girit'den gelen "kızıl derili" bir Minos'lu anlamında Fenike'li olduğu ileri sürülmektedir.16 Kadmosoğullarının bir bakıma Minos'lu oldukları, Europa'nın öyküsünden ve onların Demeter tapımından bellidir. Ne var ki, Mi- nos'lularm "kızıl derililer" olarak ayırt edildikleri ya da edilmiş olabilecekleri yolunda hiçbir kanıt yoktur. Bu sorunun ipucunun, Suriye'deki Orontes ırmağının ağzı yakınlarında, Ugarit'de (Ras Şamra) yapılan son kazılarda yakalanabileceğine inanıyorum. Bu kent çok eski zamanlardan beri, Mezopotamya, Mısır, Anadolu ve Girit arasındaki tecimin bir antreposu niteliğindeydi. Burada, en eskileri on yedinci yüzyıla kadar uzanan birçok Minos ve Mykene yapıtı bulunmuştur.17 Dahası, Woolley, Orta Minos kültürünün bazı belirleyici özelliklerini doğrudan doğruya bu bölgeden almış olabileceğini öne sürmüştür.18 İ.Ö. ikinci binde bu bölgede Babilce, Hititçe, Mısırca ve Fenikece ile İbranicenin anası olan İlk Fenikece de içinde olmak üzere en azından yedi ayrı di
14 Apollodoros, 3 .1 .1 ; 3. 4,1.15 Herodot Tarihi, 2. 49, 5. 58. vb.16 Bkz. Homer and Mycenae, s. 131.17 T.H. Caster, "Ras Shamra, 1929-39", Antiquity, 13. 304; C.F.A. Schaeffer, Cuneiform Texts of Rot
Shamra (Ras Şamra’daki Çiviyazısı Metinler), (Londra, 1939), s. 3.18 L. Woolley, “Tal Atchana", Journal o f Hellenic Studies, 56.132.
M y k e n e H a n e d a n l a r i 369
lin konuşulduğu biliniyor.19 Dolayısıyla, Kadmosoğullarımn, Orta Minos döneminde Girit üstünden Yunanistan'a ulaşmış FenikeTiler olmaları güçlü bir olasılıktır. Gerçekte bir olasılıktan da ileridir böyle olmas ı , çünkü Ugarit'deki çiviyazısı metinlerde anlatılan bir Fenike söylencesinde boğa-tanrı El ile ana tanrıça Aşerat, Zeus ile Europa'ya büyük bir benzerlik göstermektedir.20 Bir kez daha görüyoruz ki, modern arkeoloji eski geleneği şaşırtıcı bir biçimde doğrulamaktadır; üstelik, bu örnekte, bir başka kitapta ortaya koyacağımız gibi, belirtiler çok geniş kapsamlıdır.
Argos soyağacı, Troya Savaşı'ndan önceki on yedi ya da on sekiz kuşağa kadar uzanır. Gerçi Argos soyağacı eldeki en uzun soyağacı- dır, ama içinde yer alanlar düşkırıcıdır. Bu soyağacının, Mykene'ye ve Tiryns'e üstüniüğii ancak Dor istilası sonrasına kadar uzanan Argos'un çıkarları doğrultusunda istenildiği gibi yeniden düzenlendiğini ortaya koyan her türlü belirti vardır. Argos soyağacı, Çizelge X lll'de, kendi yorumunu yerel geleneğe dayandıran Pausanias'm verdiği biçimde sunulmuştur.21 Adların bazıları nerdeyse hiçbir şey demiyor bize, onun için bundan sonraki görüşlerimi belirtirken kendimi yalnız somut sonuçlar çıkartılabilecek adlarla sınırlamak istiyorum.
Soyağacının tepesinde, kentten geçen ırmak İnakhos'dan olma Pho- roneus yer alıyor. Phoroneus, göçebelere kentlerde nasıl yaşanılacağı- m öğreten "ilk insan" olarak tanımlanmaktadır.22 Gene, Megara'da da, Karia'lı Kar'ın babası olarak çıkmaktadır karşımıza. Bu da, Erken Hellas yerleşmecilerini temsil ettiğini akla getirmektedir. Phoroneus'dan sonraki üçüncü ve dördüncü kuşaklarda, kuzeyden gelen istilacıların ilk belirtileriyle karşılaşıyoruz. Phorbas ve Triopas, Lapith adlarıdır; Pelasgos'u ise açıklamaya gerek yok. Argos akropolisi Larissa diye bilinirdi; Larissa gerçek bir Pelasg yer adıdır. Ayrıca Pelasgos'un kızının da adıdır Larissa. Kentte, Pelasgos'un olduğu söylenen bir gömüt, gömütün yanıbaşmda da bir Demeter Pelasgis tapmağı bulunmaktaydı.23 Pausanias, Pelasgos'un erkek kardeşlerinden biri olan İasos'dan İo'nun babası olarak söz etmektedir; İasos'un yerini Hesiodos'da Pei-
19 Cuneiform Texts ofRos Shamra, s. 39. Fenike ve Ugarit dilleri arasındaki yakınlıklar için bkz. W.F. Albright. "The Phoenician Inscriptions of the Tenth Century B.C. from Byblos” (“İ.Ö. Onuncu Yüzyılda Byblos’daki Fenike Yazıtları") Journa l o f the American Oriental Study, 67.153.
20 Cuneiform Texts o f Ras Shamra, s. 61.21 Pausanias, 2.15-16; Apollodoros, 2.1 -4.22 Pausanias, 2.15. 5.23 Pausanias, 2. 24.1, 2 .22 .1 .
3 7 0 T a r i h ö n c e s i E g e
Çizelge XIII
A R C O S SOYAĞACI
Inakhos
IPhoroneus
INiobe
IArgos
Peirasos Phorbas
ITriopas
lasos
.1lo
IEpaphos
ILibya
IBelos
r~ ıAigyptos Danaos
I ILynkeus = Hypermestra
IAbas
Agenor
IKrotopos
Sthenelas
Celanor
Akrisios
I ■Danae
IPerseus =
Andromeda
Proitos
Pelasgos
ILarissa
Megapenthes Lysippe = Melampous iphianassa = Bias
Pelops
Elektryon Corgophone Sthenelos = Nikippe Atreus =
| = Perieres | Klymene
Alkmene Euiystheus I
Herakles Agamemnon Menelaos
M YK E N E H A N E D A N L A R I 37i
ren, Aiskhylos'da ise İnakhos almaktadır.24 Aslında bu ayrılıklar çok önemli sayılmaz, çünkü İo, Hera rahibelerini simgeleyen salt kuttö- rensel bir kişidir. Daha önce de gördüğümüz gibi, İo Mısır'a gitmiş ve onun soyundan gelen Danaos Argos'a dönerek, tahtını kendisine bırakan Agenor'un yerine kral olmuştur.25 Birçok yönden önemli bir kişidir Danaos.
Tıpkı Kadmos gibi Danaos da Akdeniz'in doğusundan gelmiştir. Tıpkı Kadmos gibi Danaos da Rodos'da bir yerleşim merkezi bırakmıştır ardında. Tıpkı Kadmos gibi Danaos da Demeter'i Yunanistan'a getirmiştir. Bütün bunlara, Kadmos'un kız kardeşi Europa'dan Danaos'uıı karısı olarak söz edildiğini de ekleyebiliriz.26 Benzerlik çok fazladır; sanırız Yunanlılar da farkındaydılar bunun. Libya ile Belos'un, uymamalarına karşın, Argos soyağacmda karşımıza çıkmaları da bunu göstermektedir. İasos'dan Danaos'a uzanan çizgi beş kuşağı kapsamaktadır; Agenor'dan Gelanor'a uzanan çizgiyse yalnızca üç kuşağı. Libya ile Be- los, Kadmosoğullarından devralınmışlardır. Bu devralma düşüncesi ise, az önce değindiğimiz benzerliklerden ve Argos'lu antika düşkünlerinin kendi kentlerinin Thebai'dan daha eski olduğunu kanıtlamadaki çıkarlarından kaynaklanmıştır.
Kadmos nasıl Fenike'den gelmişse, Danaos da Mısır'dan gelmişti. Peki, bu da sonradan düşünülüp düzenlenmiş bir şey miydi acaba? Bu sorunun yanıtı, İo'ya nasıl bir anlam verdiğimize bağlı. İneğe dönüştürülen bir kadın olarak İo, kutsal hayvanı inek olan Isis ile özdeşlenm işti27 Bu özdeşlemenin yedinci yüzyıldan daha eskilere gitmediği kolaylıkla söylenebilir. İo'nun Mısır kralı olan oğlu Epaphos, ya Kano- bos'da oturuyordu ya da Memphis'de.28 Kanobos kenti, Nil ırmağının Naukratis ve Sais'den geçip Memphis'e kadar uzanan kollarından birinin denize döküldüğü yerdeydi. Naukratis ise, İ.Ö. 600'den az önce kurulmuş bir Yunan tecim durağıydı. Sais'e gelince, o sıralar yönetimde bulunan XXVI. Hanedanın oturduğu kentti Sais. Bu hanedanın Memphis kentiyle de bağlantısı vardı.29 Elimizde yalnızca bu kanıt bulunsaydı, İo'nun Mısır yolculuğu öyküsünün Naukratis'Ü Yunanlılarca uydurulduğundan kuşku duymazdık.
24 Apollodoros, 2 .1. 3: Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 614-15.25 Apollodoros. 2 .1 .4 .26 Apollodoros, 2 .1. 5.27 Bkz. Bu kitapta "Ege'deki Bazı Anaerkil Tanrıçalar” başlıklı bölüm, Not 172.28 Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, 872-78; Apollodoros, 2 .1 .4 .29 H.R. Hall, Cambridge Ancient History'de, 3. 276, 285.
372 T a r İh ö n c e s i Eg e
Ama buna hiç uymayan bir öykü daha söz konusu. Herodotos, Thebai bölgesinde Nil'in yukarılarında bir kente, Khemmis'e gittiğinde kendisine bir Perseus tapmağı gösterirler. Bu tapmağa bağlı bir de Yunan tapımı vardır. Törenlerde, Mısırlılara yabana bir uygulama olan atletizm yarışmaları düzenlemektedirler. Rahipler, Herodotos'a, atletizm yarışmalarının, Gorgon'un başını bulmak üzere Libya'ya giderken Mısır'a geldiğinde Perseus tarafından başlatıldığım söylerler. Perseus, bu atletizm yarışmalarını, atası Danaos'un Khemmis'li oluşunun ve Argos'a gelmek üzere Khemmis'den yelken açışının anısına başlatmış.30 Bu öykü yedinci yüzyıla yakıştırılamaz. Çünkü Nil Deltası'nda daha yeni yeni at oynatmaya başlayan o zamanm Yunanlılarımı! Thebai bölgesini biliyor olmaları uzak bir olasılıktır.
Aynı sorun, İlyada ve Odysseia'da, Mısır'daki Thebai kentinin yeryüzünün en zengin kenti olarak tanımlandığı bölümlerde ortaya çık-
Resim 59. Perseus ve G orgon : Attika va zo su
maktadır.31 Yedinci yüzyılda Thebai en küçük bir önem taşımıyordu, çünkü İ.Ö. 663'de Asurlarca yok edilmiş, bir daha da hiç kurulmamıştı. Homeros geleneğinde, Thebai kentinin ortadan kaldırılmasından önceki durumuna değiniliyor olsa gerek. Ama, Odysseia'da hiçbir bilgi bulunmamasından da anlayabileceğimiz gibi, bütün bir sekizinci yüzyıl boyunca ve ta on ikinci yüzyıla kadar Yunanlıların Mısır'la hiçbir
30 Herodot Tarihi, 2. 91.31 İlyada, 9. 381-82; Odysseia, 4.126-27.
bağlar* yoktu ve Mısır'a ilişkin pek az şey biliyorlardı.32 On üçüncü yüzyıla gittiğimizde, Egeli yağmacıların Nil Deltası'nı talan etmekte olduklarını görüyoruz, ama orada bozguna uğradıklarına bakılırsa The- bai'uı yakınma bile sokulmuş olamazlar.33 Böylece, en geç on dördüncü yüzyıla kadar geriye sürükleniyoruz. O zamanlar Thebai hiç kuşkusuz yeryüzünün en zengin kentlerinden biriydi. XVIII. Hanedanın başkentiydi. Ve bu dönem, Tapmak Gömüt Hanedanı'nın Mykene'de hüküm sürdüğü dönemdi.
M YK E N E H A N E D A N L A R I 373
Resim 60. M ino s’lular Mısır'da: M ısır resmi
Homeros'daki sorunun Lorimer ve Nilsson tarafından öne sürülen çözümü,34 bizim sorunumuzu da çözmektedir. Egeli elçiler, XVIII. Hanedanın gömüt resimlerinde hâlâ görülebilmektedir. Eğer İonia'lı teci- menler (tüccarlar) Naukratis'e yedinci yüzyılda gelmişlerse, o zaman Mykene'li tecimenlerin Khemmis'e on beşinci yüzyılda yerleşmemiş olmaları için hiçbir neden yoktur. Ve eğer, Mykene'liler orada önceden bir Perseus tapımı kurmuşlarsa, İonia'lıların İo'ya Mısır'da bir yurt ara
^2 Odysseia, 3. 321-22, 4. 355-57; Homerand Mycenae, s. 136.33 Bkz. bu kitapta "Akha'lar" başlıklı bölümün ”6. Pelopid'ler" başlıklı altbölümü.34 H .l . Lorimer, “Homer's Use o f the Past" ("Hom eros'un Geçmişi Kullanışı"), Journal oJHellenic
Studies, 49.153; Homer and Mycenae, s. 157-58.
374 T a r İ h ö n c e s İ E g e
malarının gerekçesini sağlamıştır bu. to ile Danaos söylencesi, Yunan halk belleğinin Mısır ile Mykene arasında Tapmak Gömüt Hanedanı zamanında var olan yakın ilişkilerden yüzyıllar sonra çıkardığı bir üründür.
Resim 61. Ege gemisi: M.s.r resmi Danaos'un yerine yeğeni ve damadıLynkeus, onun yerine de Abas geçmişti. Abas'ın adına bakılırsa, Euboia'lı
AbantTardandır.35 Euboia'da İo söylencesinin yerel bir biçimi vardı. Abas'ın iki oğlu, Proitos ile Akrisios, babaları ölünce kimin kral olacağı konusunda birbirlerine girmişler. Proitos Lykia'ya kaçmış, oradan bir Lykia ordusuyla geri dönerek Tiryns kentine yerleşmiş.36 Proitos, kızlarım Tyroid'lerden Melampus ve Bias'a vermiş. Bir başka kuzeyli olan Bellerophontes'i Lykia'ya gönderen de Proitos'muş. Akrisios'uıı ise Danae adında da bir kızı varmış. Delphoi tapınağının tanrı sözcüsü, Danae'nin bir erkek çocuk doğuracağım, ama bu erkek çocuğun, yani torununun onu öldüreceğini söylemiş Akrisios'a. Akrisios da Da- nae'yi yerin altmda çepeçevre tunçla örülü bir odaya kapatmış. Gel gör ki, Danae'ye gönül vermiş olan Zeus altın yağmuru halinde çatı aralığından Danae'nin içine kadar akmış. Danae de Perseus'u doğurmuş. Bunun üzerine Akrisios, kızıyla torununu bir sandığa koyarak denize atmış. Ana oğul Seriphos adasında karaya çıkmışlar. Perseus orada büyümüş, koca adam olmuş, Gorgon'un başım getirmek üzere Libya'ya doğru yola çıkmış. Filistin'den geçerken Andromeda'yı bir deniz canavarının elinden kurtarmış, Seriphos adasına gelmiş, Andromeda ve anasıyla birlikte Argos'a dönmüş. Tanrı sözcüsünün dediklerini anımsayan büyükbabası kral Akrisios Thessalia'daki Larissa kentine kaçmış.37 Perseus onun ardından gitmiş ve bir rastlantı sonucu Larissa'da düzenlenen yarışmalara katılmış. Perseus disk atarken yel almış attığı diski Akrisios'un kafasına indirmiş, böylece Argos kralı Akrisios ölmüş. Ne var ki, Perseus öldürdüğü adamın dedesi olduğunu anlayınca o kadar üzülmüş ki, Argos tahtına çıkmayı kabul etmemiş. Proitos'un yerine Tiryns'e kral olan Megapenthes'e Argos'u verip kendisi Tiryns'i almış. Böylece Megapenthes Argos kralı olmuş; Perseus da Mideia ve
35 Apollodoros, 2. 2. 1; Pindaros, P. 8. 73.36 Apollodoros, 2. 2.1.37 Apollodoros, 2. 4. 4. Öykü belki de, Argos’luların Argos’daki Larissa’nın Thessalia'daki Larissa'dan
daha önce kurulduğu yolundaki savlarını desteklemek amacıyla böyle düzenlenmişti: A.R. 1. 40.
M YKEN E HANEDANLARI 375
Mykene kentlerini surlarla çevirip sağlamlaştırdıktan sonra Tiryns'e yerleşmiş. Perseus'un yerine geçen oğullarından Elektryon'un Alkme- ne adlı bir kızı olmuş. Alkmene, Herakles'i dünyaya getirmiş. Sthene- los ise, Elektryon'un yerine tahta çıkan Eurystheus'un babasıymış. Bu noktada yeni birileri daha çıkıyor sahneye. Eurystheus'un anası, Pe- lops'un kızlarından biridir; Pelops'un yerine de onun erkek kardeşi At- reus geçer.38 Burada, Perseus ve Pelops soyağaçlarını birleştirmenin güçlüğünden kaynaklanan bir yanlışlık olsa gerek. Biraz da anlaşılmaz bir biçimde, Atreus'un Sthenelos tarafmdan "çağırtıldığı", Sthenelos'un Atreus'a Mideia kentini verdiği; ama Eurystheus'un ölümünden sonra Atreus'un Mykene halkı tarafmdan gene "çağırtıldığı" söyleniyor.39 Atreus'un karısı, Katreus'un kızlarından biri ve Minos'un torunudur. Paris, Menelaos'un karısını, Menelaos Girit'teyken, Katreus'un gömme töreni sırasında kaçırmıştı.40
Bütün bunlardan tarih olarak çıkarılacak pek bir şey yok. Proitos'un hükümdarlığı zamanındaki Lykia'ya değgin bilgiler şaşırtıcı ölçüde açık seçik; ama burada işin arkeolojik yönüne baktığımızda, veriler yanıltıyor bizi. Danae'nin yeraltında kapatıldığı oda, Oluk Gömütler'in, ergenlik çağındaki kızların bir yere kapatılması göreneğiyle karıştırılan belli belirsiz bir anısı gibi görünüyor. Eğer Perseus, göründüğü gibi, yeni bir soy çizgisinin başlatıcısıysa, belli belirsiz Tapınak Gömüt Hanedanı'nı temsil ettiği kabul edilebilir. Herakles gerçekte bir tapım kişisidir ve üstesinden geldiği işlerden yalnızca biri burada anılmaya değer. Eurysthenes onu Girit Boğa- sı'nı getirmeye yollamıştı.41 Minos'a bağlı olan bu hayvan, Knossos'uıı boğa başlı canavarı Minotauros'un bir başka yorumundan başka bir şey değildir. Atina geleneğinde, aynı kuşakta Herakles olarak tanınan Theseus42 tarafından öldürülmüştü Minotauros. Bu iki söylencede,Knossos'un düşüşünün belli, belir
38 Apollodoros, 2. 4. 6.39 Apollodoros, 2. 4. 6; Epit. 2.11.40 Apollodoros, Epit. 3. 3.41 Apollodoros, 2. 5. 7.42 Apollodoros, Epit. 1. 7-9
Minotauros: Altın takı
376 T a r İh ö n c e s i E g e
siz de olsa gerçek bir anımsaruşmı görebiliriz ve bu olayın Atreus'un tahta çıkışının hemen öncesine yerleştirildiği açıktır. Kimdi Atreus, nereden gelmişti? Bu soru Yunan tarihöncesiııin can alıcı sorunlarından birine sımsıkı bağlıdır ve bu sorun öylesine kafa karıştırıcıdır ki sonunda "Akha sırrı" adını almıştır.43
Son olarak, iki noktanın açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Bu so- yağacmın tüm Mykene dönemini kapladığım gördükten sonra, Perse- us'un zamanından önce Mykene'den hiç söz edilmemesine ve Girit'e yalnızca iki kez değinilmesine şaşırdık. Daha önce de belirttiğim gibi, bu nokta Argos kentinin daha sonraları üstünlüğü ele geçirmesiyle açıklanmıştır. Eğer Agamemnon'un oturduğu merkez olarak Mykene'nin anısını koruyan Homeros ozanları geleneği olmasaydı, bu kent tümden yok sayüacaktı diye düşünüyor insan ister istemez.44 Perseus'dan önceki kralların gerçekten Argos kralları mı oldukları, yoksa Argos egemenliği altında Mykene'den mi aktarıldıkları, benim yanıtlayamaya- cağım bir soru. İkinci noktaysa, hem Argos, hem de Thebai soyağaçla- rmı ilgilendiriyor. Eğer Kadmos ve Danaos'un değişik yollardan Yunanistan'a getirdikleri Demeter tapımı Minos kökenli idiyse, o zaman birinde Girit'le yalnızca dolaylı bir ilişkinin görülmesinin, ötekinde Girit'le hiçbir ilişkinin bulunmamasının nedeni nedir? Kanımca, daha sonraki tarihte yatmaktadır bunun açıklaması. Dor'larm yol açtığı yıkımdan sonra Girit'in Yunanistan'la bağıntısı kesilmişti. Doğu Akdeniz yeniden açıldığında, Yunanlılar Girit'e uğramaksızm doğrudan doğruya Mısır'la ve Akdeniz'in doğusuyla tecimsel ilişkilere girişmişlerdi. Sonuçta, sürecin kopan bağıntıları toparlandığında, Kadmos ve Perseus'a ilişkin Fenike ve Mısır geleneklerini, Minos'un geçmişteki görkemini pek az gözöniine alan yeni yorumlarda yeniden bütünleştirdiler.
43 C.D. Buck, Creek Dialects (Yunan Lehçeleri), (ikinci Basım, Boston, 1928), s. 7.44 Argos'lularla bağlaşma yapılmasından hemen sonra yazılan Oreste/o'da Aiskhylos Mykene'nin yerine
Argos'u geçirdi. Ama Sophokles ve Euripides sonradan bunu düzelttiler.
377
AKHA'LAR
XII
1. Akha'ların Dağılımı
Homeros ozanları, Agamemnon komutasında savaşanlardan ayırım yapmaksızın Argos'lular, Danao'lar ya da Akha'lar diye söz ederler. Argos'lular gerçekten de Argos ya da Argolis halkıydılar. Danao'ların adı Danaos'dan geliyordu. Mykene kentinin egemenlik döneminde, Argos'lular ve Danao'lar terimleri, Argos ovasının egemen hanedanına bağımlı herkes için kullanılır oldu. Üçüncü ad da aynı biçimde gelişmişe benziyor. Çünkü genel kullanımın tersine, bir iki bölümde belli bir budun anlamında kullanılıyor. Ayakta kalan kullanım da bu olmuş zaten. Daha sonraki yazarlar, Akha'lardan söz ettiklerinde, Homeros ozanları geleneğini bile bile izledikleri yerleri saymazsak, belli bir yörede yaşayan gerçek bir halkı kastederler hep. Demek ki, bizim ilk görevimiz, tarihsel zamanlardaki Akha'ların kimliğini belirlemek olacak.
Akha'lar, her şeyden önce, Akhaia'da oturanlardı. Bu adı taşıyan iki bölge vardı. Biri, güneydoğu Thessalia'daki Akhaia Phthiotis'di; ben burada kolaylık açısından Thessalia Akhaia'sı diyeceğim. Bu yöredeki Akha'lar, Dor'larm Peloponnesos'u istila ettikleri dönemde Thessalia'yi ele geçiren Thessal'lere bağımlıydılar. Öbür Akhaia ise, Korinthos Körfezi'nin güney kıyıları boyunca uzanan on iki kentten oluşan bir birlikti. Pellene, Aigeira, Bura, Helike, Aigion, Patrai, Pharai, Tritaia, Rhypes, Olenos ve Dyme idi bu kentlerin adlan.1 Dilerseniz buraya da Peloponnesos Akhaia'sı diyelim.
Bir de, Akha'ların tüm Doğu Akdeniz'e dağılmış daha küçük yerleşim merkezleri vardı. Thukydides, Homeros'un Kephallen'ler2 diye söz
1 Herodot Tarihi, 1.145; Pausanias, 7. 6. 1.2 İlyada, 2.631.
378 T a r i h ö n c e s i Eg e
ettiği Zakynthos adası halkını Akha'lar olarak tanımlıyor.3 Bunlar hiç kuşkusuz Dor'larm önünden kaçanlardı. Pausanias, Lakonia'nın hemen güneyinde, Kyparissia akropolisinin hemen altında, bir zamanlar Pa- rakyparis Akha'larmın oturduğu bir kentin yıkıntılarını görmüştü.4 Rodos adasının üç kentinden biri olan İalysos'un akropolisine Akhaia deniliyordu ve burada oturan Akha'lar Kilikia'daki Soloi kentinin kurulmasına katılmışlardı.5 Kilikia'lılar (Kilik'ler) ilk zamanlarda Hypakha- i'lar, yani karışık Akha'lar diye biliniyorlardı.6 Troya yakınlarında bir başka yerleşim merkezi daha vardı Kilik'lerin.7 Burada yaşayanlar, güneydeki adaşlarıyla akraba olduklarını savunuyorlardı8 ve bunlardan bazıları Troya Savaşı'ndan sonra güney Kilikia'ya göç ettiler.9 Başka bir Kilikia kenti olan Olbe, torunları orada rahip-krallar olarak hüküm süren Teukros'un oğlu Aias tarafından kuruldu.10 Bu Teukros, Salamis- liydi. Teukros, Troya Savaşı bittiğinde babası Telamon tarafından yurdundan kovulunca Kıbrıs'a doğru yelken açtı. Kıbrıs'da Akhaion Ak- te, Akha Kıyısı'nda karaya çıktı ve Kıbrıs Salamis'ini kurdu. Kıbrıs'da- ki Salamis kenti dördüncü yüzyılda hâlâ Teukros'un torunları tarafından yönetilmekteydi.11 Daha da uzaklarda, Nil Deltası'ndaki Arkhan- dros Polis adlı yerleşim merkezi de, Akhaios'un torunlarından ve Ak- ha'larm önderlerinden biri olan Arkhandros'un adını taşımaktaydı.12
Yeniden kuzey Ege'ye dönüp baktığımızda, Makedonia kıyısındaki Skione kentinin Peloponnesos'lu Akha'lar tarafından kurulduğunu öğreniyoruz; Peloponnesos'lu Akha'lar Troya Savaşı'ndan dönerken bir fırtınaya yakalanmışlar ve Skione kentinin bulunduğu yerde karaya çıkmışlar.13 Troya'da da, Yunanlıların kamp kurdukları yer Akha Ovası olarak biliniyordu.14 Yakınlarda bir yerde Killa ve Khryse adlı iki köy vardı. Killa, Pelops'un araba sürücüsü Killos'un gömütünün
3 Peloponnesos Savaşı, 2. 66.1. Arkadia'dan gelmişlerdi: Pausanias, 8. 24. 3.4 Pausanias, 3. 22. 9.5 Athenaeus, 360e; Strabon. 671.6 Herodot Tarihi, 7.91; P. Kretschmer. “Die Hypachaer" Clotta, 21.213; P. Kretschmer, “Nochmal die
Hypachaer und Alaksandus”, Clotta, 24. 203.7 ilyada, 6. 386-97, 415-16; 1. 366.8 Strabon, 676.9 Herodot Tarihi, 7. 91; Strabon, 668.10 Strabon, 672.11 Strabon, 682; Herodot Torihi, 1. 90; isokrates, 9.17-18.12 Herodot Tarihi, 2. 98. Kıbrıs’ta Akha’ların olduğu söylenebilecek öteki yerleşim merkezleri Kourion
(Herodot Tarihi, 5.113. 1), Lapathos (Strabon, 682) veC o lgo i’dur (Pausanias, 8. 5. 2).13 Peloponnesos Savaşı, 4. 120.1.14 Strabon, 595.
A k h a ’l a r 379
bulunduğu yerdi.15 Khryse ise, İlyada'da kızı Khryseis onca soruna yol açan Apollon rahibi Khryses'in yurduydu.16 Khryse, Girit'den gelen ye Teukrosoğulları denilen göçmenler tarafından kurulmuştu. Bu gelenek sekizinci yüzyıla kadar gerilere götürülebilir,17 ama Attika'da değişik bir yorum daha vardı. Salamis'in karşı kıyısındaki Ksypete daha önceleri Trun Bucağı ya da Troia diye biliniyordu.18 Öyküye göre, bu bucaktan Teukros adlı biri (Telamon'un oğlu değil, onun atalarından biri) kurmuştu Troya'daki Khryse köyünü.19 Bu Attika geleneğinde, Tro- ya Savaşı'ndan önce, Troya'ya karşı düzenlenen ve Telamon'un da katıldığı bir sefere değiniliyor. Telamon, kenti ele geçirdikten sonra Pria- mos'un kız kardeşlerinden biriyle evlenmiş.20 Yoldaşlarından bazıları Yunanistan'a dönecekleri yerde, doğuya doğru gitmişler ve Kafkasya'ya yerleşmişler. İşte, Heniokh'lar ve Zygi'ler, yani tüm eskil çağlar boyunca varlıklarını koruyan ve Akha kökenli olduklarını hiç unutmayan gerçek Kafkasya halkları bunların soyundan inmiş.21
Bu gelenekler hiç kuşkusuz birbirine karışmıştır, ama onlara inanmamamız için bir neden değildir bu. Tam tersine, onların bağımsızlığının bir göstergesidir. Troya, Attika, Salamis, Kilikia, Kıbrıs ve Girit'e dağılmış olan bu Teukrosoğulları arasmda gerçek bir hısımlık olsa gerek. Bunlar Kilikia'da, Kıbrıs'da ve Kafkasya'da Akha adıyla doğrudan bağıntılıdırlar. Ayrıca, Odysseia'da Akha'lardan Girit'de oturanlar diye söz edildiğini de eklememiz gerekir.22
2. Aiakid'ler
Eğer Homeros ozanları Odysseia'yı söyledikleri sırada Akha'lar Girit'de idiyseler, Dor istilasından önce de orada olmaları gerekir. Bu durumda, Yunan dilini getirenler de onlar olabilir. Yunanca'nın Dor'lar- dan önce Girit'de konuşulduğu biliniyor.23
15 Theopompos, 339: Strabon, 612-13.16 İfyada. 1.37-38.17 Kallinos, 7; Strabon, 604.18 Strabon, 604; W.H. Roscher. Aıısfiihrliches Lexikon dergriechischen und römischen Mythologie, (Leipzig.
1884-1937), 5.1231.19 Strabon, 604.20 Apollodoros, 2. 6.4.21 Strabon, 416,129,496; F H C , 3.639; Ammianus Marcellinus, 22.8.25; D.H. 1. 89; “Die Hypachaer",
s. 241-43.22 Odysseia, 19.175.23 Bkz. Bu bölümde, “Akha’ların Kökeni" başlıklı altbölüm.
380 T A R İ H Ö N C E S İ E g e
Akhilleus'un Troya'daki izleyicileri, babası Peleus'un Thessalia Ak- haia'smdaki krallığından geliyorlardı. Bunlar Halos, Alope, Trakhis, Phthia ve Hellas'daki yerleşim merkezlerinden gelen Myrmidon'lar, Akha'lar ve HellenTer olarak tanımlanırlar.24 Myrmidon, Peleus'un krallığında yaşayanların tümünü kapsayan genel bir addı.25 Halk, beş kümeye ayrılmıştı; her kümenin kendi şefi vardı.26 Bu kümeler, az önce sıraladığımız beş yerleşim merkezine denk düşmektedir. Öyleyse, denilebilir ki, Myrmidon'lar, Akha'lardan ve Hellen'lerden oluşan bir kabile birliğiydi.
Akhilleus'un dedesi Aiakos, Zeus'un Aigina'dan doğma oğluydu; anasının adını taşıyan adada dünyaya gelmişti.27 Aiakos'un üç oğlu
Phokos
IOrnytos
Naubolos
IAntiphateia
= Krisos
Çizelge XIV
A İAK İD ’LER
Asopos
II I
Thebe Aigina = Zeus
IPsamathe = Aiakos = Endeis
Eriboia = Telamon = Hesione
I IAias Teukros
Eurysakes Philaios Aias
Peleus = Thetis
IAkhilleus
Neoptolemos
Strophios = Anaksibia
IPylades
24 İlyada, 2.681-85. Peleus'un egemenlik alanının Sperkheios'un güneyinde nereye kadar uzandığı açık değil: Strabon, 431-33; T.W. Allen, The Homeric Catalogue of Ships (Hom eros’da Gemilerin Sayımı), (Londra, 1921), s. 109-114.
25 ilyada, 1.180,16. 200, 266-69,18. 69. Danao'lar nasıl aslında Argos’da Akha’lardan önce oturanlar idiyseler, büyük bir olasılıkla Myrmidon adı da gerçekte Argos’da Akha'lardan önce yaşayanlardan geliyordu. Peleus'un, kızıyla evlenerek yerine geçtiği Eurytion, Myrmidon'un soyundan gelmeydi: Apollodoros, 1. 7. 3; 1. 8. 2.
26 ilyada, 16. 168-97.27 Apollodoros, 3. 12. 6; D.S. 4. 72.1-5; Pausanias, 2. 5.1-2; 5. 22. 6. Aiakos'un buradakinden daha
ayrıntılı bir biçimde ele alınması gerekir.
A k h a ’l a r 381
vardı; Peleus, Telamon ve Phokos. İlk ikisini Skiron'un kızlarından biri doğurmuştu ona. Skiron, Korinthos'luydu ve Poseidon ya da Pe- lops'un oğullarından biriydi.28 Phokos'un anası, Nereid'lerden Psamat- he id i29 Phokos, yani "fok balığı", Phokis bölgesinin ata adıydı; ayrıca, Agamemnon ve Orestes'le dostlukları Pelopid'lerin tarihinde yer etmiş bir olay olan Strophios ve Pylades'in ataşıydı Phokos.30
Aiakos zamanında, Arkadia'da Pelops'un işlediği bir cinayetten sonra Yunanistan'da kuraklık başgöstermiş. Kuraklık, Aiakos'un Aigina'da- ki Panhellenion Dağı'na çıkıp yağmur yağdırması için babasına yakarmasıyla sona ermiş. Bir sonraki kuşakta, üvey erkek kardeşleri Phokos'u öldürmüşler ve gereğince cezalandırılmışlar.31 Peleus, Pthia'ya giderek Nereid'lerden Thetis'le evlenmiş ve Thetis ona Akhilleus'u doğurmuş.32 Akhilleus'un oğlu Neoptolemos dağlık Dodona yöresine göç etmiş.33 Telamon, Salamis'e giderek orada Pelops'un torunlarından biriyle evlenmiş; Pelops'un torunu ona Aias'ı doğurmuş. Priamos'un kız kardeşlerinden biri olan Hesione'den ise ikinci bir oğlu olmuş Telamon'un: Teukros. Kıbrıs'daki Salamis kentinin kurucusu olmuş Teukros.34
İşte, Aiakid'lerin öyküsü böyle. Öykünün çeşitli değişkeleri de söz konusu. Bunlardan birinde, Aiakos Tlıessalia'ya yerleştirilir.35 Bu öykü, Aiakos'un tek oğlu olarak Peleus'un admın anıldığı Homeros geleneğine uymaktadır.36 Aiakos'un Phokos'la ilişkisi dolaylı bir biçimde doğrulanmaktadır: Aiakidas, Delphoi soyluları arasında bir özel ad olarak belirmektedir.37 Aiakos'un Aigina ile bağları da, Homeros'da sözü
28 Apollodoros, 3. 12. 6., Epit. 1. 1. Bir başka yorumda, Telamon'un, Aktaios’un Glauke'den olma oğludur; Glauke, Kykhreus'un kızıdır: Pherekydes, 1 S. Bu da, Aiakid'ler ile Attika kıyılarındaki eski (Minos'lu?) yerleşmeciler arasında karşılıklı evlenme olduğunu gösteriyor.
29 Theogonia, 1003-1004; Pindaros. N. 5.7-13. Psamathe, kendisine vurulan Aiakos ile sevişmek istemez, ondan kurtulmak için bir fok balığı kılığına girer (Euripides, Andromakhe, 687); kılık değiştirerek totem hayvanının biçimine dönüşmenin örneklerinden biridir bu: Bkz. bu kitapta VII. Bölüm, “4. Brauron'lu Artemis".
30 Pausanias, 2. 29. 4; Euripides, Orestes, 33.31 Apollodoros, 3.12. 6; Pausanias. 2. 29-30; D.S. 4. 72. 6-7.32 İlyada, 18.85-87,432-34. Peleus'un ilk karısının, yerine geçtiği Eurytion'un kızı olduğu söylenir (bkz.
Not 25): Apollodoros. 3 .13 .1 . Bu geleneği Homeros biliyordu: İlyada, 16.173-78. Anlaşılan, Thetis de Psamathe gibi kendisine koca olarak seçtikleri Peleus’a varmamak için kılıktan kılığa geçmişti: Apollodoros, 3.13. 5. Bkz. Not 29.
33 Apollodoros, Epit. 6.12; Plutarkhos, Pyrrhus, 1; Proklus, Chr. 1.3. Molossoi kralları, Neoptolemos'un soyundan iniyordu: Strabon, 326.
34 Apollodoros, 3.12. 7; Pindaros, I. 6.45.35 Strabon 4.40136 ilyada. 16.15. vs.37 Supp. Epig. Cr. 2. 298.14-15, vs.
382 TA RİH Ö N C ESİ EGE
edilmemekle birlikte, gerçekte bir temele dayanıyor olmalı, çünkü Aiakid'ler beşinci yüzyılda Aigina'da varlıklarım hâlâ sürdürüyorlardı.38 Varabileceğimiz en akla uygun sonuç, Aiakid'lerin, Thessalia'dan Pho- kis'e, oradan da kıyı boyunca aşağılara Salamis ve Aigina'ya yayılan bir Akha klanı olduklarıdır. Bu da, soyağaçları en sonunda sistemleşti- rildiğinde Aiakos'un yurdunun niçin Thessalia olarak değil de, Aigina olarak belirlendiğini açıklamamızı sağlamaktadır. O görkemli tarihön- cesinden sonra Thessalia kültürel bakımından durgun bir bölge durumuna düşüp yüzyıllarca böyle kalırken, Aigina Dor istilasının ardından yeniden canlanan deniz teciminin akışı içine çekilen ilk devletlerden biri olmuştu.
3. İon'lar
Şimdi de gelelim Peloponnesos Akhaia'sına. AkhaiosTm torunu Ark- handros ya da Pelops komutasında Thessalia'dan çıkan bir Akha topluluğu, kendilerine eşlik eden bir Boiot birliğiyle birlikte, Argolis'i ve Lakonia'yı ele geçirdi ve Dor'lar tarafından sürülüp atılmcaya kadar orada kaldı.39 Daha sonra, Orestes'in oğullarından birinin önderliğinde Peloponnesos'un kuzey kıyısına gittiler ve yörede eskiden beri oturan İon'Iarı oradan attılar; yörenin adı Akhaia olarak değişti.40 Attika'ya kaçan İon'lar oradan da Anadolu'ya geçtiler, Anadolu'da on iki kentten oluşan Panion Birliği'ni kurdular. Bu on iki kent, atalarının Pelopon- nesos'da bir zamanlar ele geçirdiği on iki kente denk düşmekteydi.41
Tarihsel dönemin İon'Iarı, İonia ve Attika'nın birbirine çok yakın lehçeler konuşan Yunanlılarıydılar. Ama, Herodotos'un belirttiği’gibi, Panion Birliği içinde bulunmayan Atmalılar ve Asya İon'Iarı İon adını aşağılama eğilim indeydiler,42 bu da, İon adının temelinin çok sağlam olmadığım düşündürüyor. Göçün koşullan doğruluyor bunu. İonia'mn kurucuları, Orkhomenos'lu Miny'lerden, Thebai'lı KadmosoğuHarından, Euboia adasından gelmiş olan Abant'lardan, Attika'dan gelmiş
38 Pindaros, N. 4.11, 7. 9-10; Pindaros, 0 . 13.109.39 Pausanias, 7.1. 7, 2. 6. 5 {Herodot Tarihi, 2. 98), Strabon, 365.40 Strabon. 383-84.41 Herodot Tarihi, 1.145,8.73; Strabon 365,383,385-86. Panion Birliği. Poseidon Helikonios’a adanmıştı
(Herodot Tarihi, 1.148); burada ancak Boiotia’daki Helikon Dağı kastediliyor olabilir, yoksa Helike değil.
42 Herodot Tarihi, 1.143. 3.
A k h a ’l a r 383
olan Neleid'lerden, Arkadia Pelasg'lanndan, Epidauros Dor'lanndan ve daha birçoklarından oluşan bir yamalı bohça olarak tanımlanıyorlar.43 İon'larm bileşimi böyle olduğuna göre bildiğimiz biçimiyle İon lehçesi, bu öğelerin İon'larm yeni yurdunda kaynaşmasından önce ortaya çıkmış olamaz.44 Homeros ozanlarının şiirleri de aynı sonuca yöneltiyor bizi. Homeros ozanlarının şiirlerinde, Troya Savaşı zamanında İon'larm Peloponnesos'da bulunduklarını gösteren hiçbir ipucuna rastlayamıyoruz. Sözü edilen İon'lar, Menestheus'un Atinalı izleyicileridir yalnızca.45 Bu da, İonia'nın Attika'nın eski adlarından biri olduğunu söyleyen geleneğe46 ve İon kolonicilerinin "en soyluları"nın Atina kent ocağmdan gelenler olduğunu ileri süren Herodotos'a uymaktadır.47
Bu sonucun, Hellen'in üç oğluyla ilgili öyküyle çeliştiğini kabul etmek gerekir. Öyküde, Hellen'in üç oğlu, yani İon'un babası Ksuthos, Aiolos ve Doros ülkenin tüm soyağacırun tepesine yerleştirilmişlerdir 48 Ama bunların hiçbirinin geçmişte yatan gerçek bir kökü yoktur. Bunlar, ayrı ayrı geleneklerin sistemleştirilmesindeki en son aşamayı, son fırça darbesini, yapıtının kilit taşını temsil ederler. Tarihöncesinde, Yunanlılar dağınık ve bölünmüş bir durumdaydılar, ortak bir adları yoktu, dolayısıyla da ortak bir köken bilincinden yoksundular. Budunsal bilinci ancak tarihsel dönemin başlarında geliştirdiler. Nitekim, Hellen ve oğullan öyküsü de bu bilinci dile getirmek amacıyla uyduruldu. İlk ata olarak Hellen'in seçilmesi, önümüzdeki bölümde açıklanacak. Homeros, Hellen'den habersizdi; Aiolos'u saymazsak Hellen'in oğullarını da bilmiyordu. İlk ortaya çıkan Aiolos'du, çünkü Asya kıyılarındaki Aiol dili konuşan Yunanlılar destan geleneğini ilk geliştirenlerdi. Dor'ların isim babası Doros'un hiçbir yaşam öyküsüne rastlanmaz; hiçbir yerde herhangi bir dölünden de söz edilmez. Dor şefleri, kendi soy çizgilerini Herakles'e vardırarak tuhaf bir saygı gösterisinde bulun
43 Herodot Tarihi, 1.146. 2.44 Vardığımız bu sonuç, ileride dilbilim açısından yeniden incelenecektir.45 ilyada, 13. 685, 690, 2. 546-52.46 Strabon, 392.47 Herodot Tarihi, 1.146. 2. Herodotos kendisi de İon'lar ile Akha'lar arasında yakın bir bağ olduğunu
söylüyor: Herodot Tarihi, 9. 26. 3. Herodotos, İon'larm, Ksuthos'un oğlu ion’un adını almadan önce Aigia Pelasg'ları adını taşıdıklarını vurguluyor (Herodot Tarihi, 7, 94). Ben, Herodotos'un bu sözlerinden, Pelasg'ların İon'lar oldukları sonucunu çıkarmıyorum, kesinlikle olası görünmüyor bu bana; yalnızca, Peloponnesos'un bu yöresinin daha önceleri Pelasg'ların işgali altında olduğu sonucunu çıkarıyorum.
48 Apollodoros, 1. 7. 3.
muşlardır Doros'a. Ayrıca, Akhaios'un geçmişte kökleri bulunsaydı, bizlere Akha'lardan o kadar çok söz eden Homeros tarafından es geçilmezdi. İon'a gelince, anası aracılığıyla Erekhteid'lerle yakm bağı vardı onun; İon'a, dört Attika-İon kabilesine adlarını veren ataların babası olarak tapınılıyordu. Neleid'ler kaçıp Attika'ya geldiklerinde, Atina'nın kabile düzeni onların kabul edilebilmeleri için yeniden düzenlenmişti. İon söylencesi, bu olayın resmi bir biçimde anılmasını belirlemekteydi. Erekhtheus'un torunlarından biri olarak İon, Erekhthe- us'un erkek kardeşi Boutes'e benzerlikler göstermektedir. Her ikisi de topluluğa ya da evlatlığa kabul etme söylenceleridir.49
Eğer Neleid'ler Attika'ya yerleşmeden önce İon'lar yok idilerse, o zaman onların Akha'lar tarafından Peloponnesos'dan atıldıklarını anlatan öyküyü ne yapacağız? Bu sorunun içinden, İon'lar ile Akha'ların aynı oldukları yolundaki kaba varsayımla çıkılmıştır. İon Yunanlıları adlarını geriye doğru, Peloponnesos'dan gelmiş olan tüm atalarına kadar vardırıyorlardı. Söylencenin kendisi de bunun ipucunu vermektedir; İon ile Akhaios'un kardeş olarak sunulması, onların birbirlerine yakınlıklarının her birinin Aiolos'a ya da Doros'a olan yakınlığından daha fazla olduğunu düşündürmektedir. Peloponnesos'da varlığını sürdürmüş olan Akha Birliği'yle aynı sayıda kenti içeren Panion Birli- ği'ııin yapısından da aynı sonuç çıkmaktadır.50 İon'ların denizötesin- deki yeni yurtlarında dodekapolis (on iki kent) geleneklerini yeniden oluşturmaları çok doğaldı, ama İon'Iarı yurtlarından süren Akha'lar onların bu düzenini neden benimsesinlerdi? Bir örgütlenme biçiminin sürekliliği ille de belli bir halkın sürekliliği demek değildir. Peloponnesos'da hiçbir zaman bir İon yaşamamıştı. Daha sonraki zamanlarda, İonia İon'larmın Akha'lı atalarına verdikleri addan başka bir şey değildi bu.
384 T a r İh ö n c e s İ Eg e
4. Peloponnesos Akha'lan
Dor istilasından önce, Peloponnesos Akha'Iarınm oturduğu bölgeler Argolis ve Lakonia'ydı. Bu geleneği saymazsak, çıplak gerçeklere bakıldığında, Peloponnesos Akha'lan Argolis'de en küçük bir iz bırak
49 Burada, ion ve lon'larla ilgili olarak benimsenen bu görüş, ilk kez E. Meyer tarafından ortaya atılmıştır Ceschichte des Allertums, (İkinci basım, Stuttgart, 1937), 3. 397-403.
50 Polybius, 2.417-18.
A k h a ’ l a r 385
mamışlardır.51 Ama Lakonia'da, Parakyparis Akha'larımn yerleşim merkezinin yambaşında, Boiotia ve Thessalia ile olan geleneksel bağların tüm izlerini görüyoruz ve bu bağların çoğu değilse bile birçoğu Akha'lara kadar vardırılmalıdır.
İ.Ö. birinci yüzyılda, Sparta egemenliğinden yeni kurtulan Lakoni- a halkı, Özgür Lakonia'lılar Birliği (Eleutherolakones) adını verdiği yirmi dört kentlik bir genbirlik (konfederasyon) kurdu. Bunlar arasmda Parakyparis Akha'ları da vardı. Gerçi hepsini saymak gereksiz, ama şu kentleri belirtmekte yarar var: Gytheion, Teuthrone, Akriai, Leuktra, Kharadra, Thalamai, Las, Oitylos, Gerenia, Brasiai, Asopos.52
Bir öyküye göre, Orestes'in deliliği Gytheion'da iyileşmişti.53 Bu öyküde, Teuthrone ile Agamemnon'un oğullarından Teuthras arasında,54 Akriai ile de Hippodameia'yla evlenme konusunda Pelops'un rakibi olan Akrias arasında55 bağ kuruluyordu. Leuktra, Kharadra ve Thala- mai'ın Pelops tarafından kurulduğuna inanılıyordu.56 Bütün bunlar, Pelopid'lerin, Pelopsoğullarının Peloponnesos'da iktidarda oldukları günlere kadar uzanan yerel geleneklerdi.
İlyada'nm Dokuzuncu Bölümünde, Akhilleus'u yatıştırmaya çalışan Agamemnon ona Peloponnesos'un güneyinde yedi kent vermeyi önerir: Kardamyle, Enope, Hire, Pherai, Antheia, Aipeia ve Pedasos.57 Eno- pe kenti, Özgür Lakonia kentlerinden biri olan Gerenia ile özdeşlenmişti.58 Pherai, Akha Birliğinin üyelerinden birinin adını taşımaktadır. İlycıdn'mn İkinci Bölümünde, yedi kent Agamemnon'un kendi egemenlik alanı içinde sıralanmaz, ama Peloponnesos'un bu yöresinde içlerinde Laas ve Oitylos da bulunan birçok kent Agamemnon'un erkek kardeşi Menelaos'a bağlı gösterilir.59 İl yada'da belirtildiği gibi, Agamemnon'un egemenlik alanı doğudan batıya doğru Mykene, Korinthos, Kle- onai, Orneiai, Sikyon, Hyperesie, Genoessa, Pelİene, Aigion, Aigialos
51 Herodotos, Kynuria’da konuşulan Dor-öncesi lehçenin İon lehçesi olduğunu söyler. (Herodot Tarihi, 8. 73; Pausanias, 2. 37. 3). Ben, bunu, Akha-öncesi lehçe olarak alıyorum.
52 Pausanias, 3. 21. 6-7.53 Pausanias, 3. 22.1.54 ilyada, 5. 705.55 Pausanias, 6. 21.10.56 Strabon, 360; Athenaeus, 625e. Epidauros ve Letrinoi'un, Pelops'un oğulları tarafından kuruldukları
söylenir; Pausanias, 2. 26. 2, 6. 22. 8.57 ilyada, 9.149-52. Pausanias, Aipeia kentini, adını Boiotia'daki Koroneia'dan almış olan Koronai ile
bir tutar (4. 34. 5).58 Pausanias, 3. 26. 8.59 ilyada. 2. 581-86. Pelopid'ler, bu yöreyi, Lakonia ve Messenia'nın yerli hanedanlarıyla evlenme yoluyla
edinmişlerdi.
ve Helike'der» oluşur.60 Eğer Kıstaktan Mykene'ye doğru güneydoğudaki uzantısını saymazsak, bu bölge, Peloponnesos Akhaia'sma denk düşmektedir. Aigion, Helike ve Hyperesia (sonradan Aigeira) kentleri61 gerçekte Akha Birliği'nin üyeleriydi. Demek ki, Orestes'in oğlu Ak- ha'ları Lakonia'dan Peloponnesos Akhaia'sma götürürken, daha bü-
386 T a r İ h ö n c e s İ E g e
A B C D
Harita VII. Peloponnesos’daki Akha yerleşim merkezleri
60 ilyada, 2.569, 77. Agamemnon'un hükümdarlığı, Sikyon'da anımsanıyordu: Pausanias, 2. 6. 7.61 Pausanias, 7. 26.1-4.
A k h a 'l a r 387
yükbabasının zamanında Akha'lar tarafından işgal edilmiş olan atalarının egemenlik alanlarmdan birine sığınmaya çalışıyordu.
Pelops'un Thessalia'dan Peloponnesos'a götürdüğü Akha'ların yanında, geleneğe bakılırsa, bir Boiot topluluğu da vardı. Bunlar da izlerini bıraktılar. Özgür Lakonia kentlerinden biri olan ve Pelops tarafından kurulan Leuktra, Boiotia'daki öteki Leuktra'nın bir kolonisiydi ve burada Kadmos'un kızı İno'ya bağlı yerel bir tapım vardı.62 İno'ya aynı zamanda Brasiai'da ve Thalamai'da da tapınılıyordu ve Thalama- i daha sonraki zamanlarda Boiotoi diye bilinecekti.63 Bir başka özgür Lakonia kenti olan Asopos da biri Boiotia'da, öteki Peloponnesos Akhaia'sm- da iki ırmakla aynı adı paylaşmaktadır.64 Gytheion'da, öç alma tanrıçaları Erinys'lerin yerel bir biçimi sayılabilecek Praksidik'lerin bir tapımı yer almaktaydı.65 Praksidik'lere aynı zamanda Boiotia'daki Haliartos kentinde de tapmılmaktaydı; bilebildiğimiz kadarıyla da başka hiçbir yerde tapınılmamaktaydı.66 Gerenia'da, Thessalia'daki Trikka'dan aktarılmış bir Asklepios Trikkaios tapımı vardı.67 Teuthrone'nin güneyinde, biri Akhilleus'un adını almış, öteki Phokos'un anası Psamatho ya da Psa- mathe'nin adına kurulmuş iki liman bulunmaktaydı.68 Laas halkı, Hele- na'nm taliplerinden biri olarak Sparta'ya gittiğinde Akhilleus'un öldürdüğü Laas adlı bir adamın soyundan gelmekteydi.69 Kardamyle'de Ne- reid'lerin, yani Nereus Kızları'nın bir tapınağı vardı. Nereid'ler, Mene- laos'un kızıyla evlenmek üzere Sparta'da bulunduğu sırada Neoptole- mos'u kutlamak için orada karaya çıkmışlar.70 Bu geleneklerin hepsi de bakışları Boiotia ya da Thessalia üstünde toplamakta; kimileri somut olarak Boiot'lardan, kimileri de Akha'lardan söz etmektedir.
5. Akha'ların Kökeni
Yeniden kuzeye dönelim. Thessalia Akhaia'sında Akha'ların Pele- us yönetiminde Hellen'lerle birleştiklerini görmüştük. Az önce de, Boi-
62 Strabon, 360, Pausanias, 3. 26.4.63 Pausanias, 3. 24.4,3. 26.1; Strabon, 360.64 Pausanias, 2. S. 2, 2. 6.1.65 Pausanias, 3. 21. 266 Pausanias. 9. 33. 3.67 Strabon, 360; Pausanias, 3. 26. 9.68 Pausanias, 3. 25. 4.69 Pausanias, 3. 24.10.20 Pausanias, 3. 26. 7.
388 T a r i h ö n c e s i E g e
ot'larla yakından ilişkili olduklarını gördük Akha'ların. Kimdi bu halklar peki? Burada bir varsayım öne süreceğim: Bunlar, bir zamanlar dağlık Epeiros bölgesinde yaşamış olan tek bir soyun kollarıydılar.
Hellas, İlyada'nın "Gemilerin Sayım ı" bölümünde, Thessalia Akhaia'sındaki yerleşim merkezlerinden birine verilen addır, İlyada'ran öteki bölümlerindeyse, genellikle Pthia'dan Boiotia'nm güney sınırlarına dek uzanan tüm ülke için kullanılır Hellas.71 Eğer Akha'lar, Boi- ot'lar ve Hellen'lerin gerçekte aynı halk olduğunu düşünürsek, bu yaygınlaştırılmış kullanım anlaşılır bir niteliğe kavuşur.
Adlarını Boiotia'ya vermiş olan Boiot'lar Thessalia'dan gelmişlerdi. Thukydides, Boiot'ların Boiotia'yı istilasının Troya Savaşı'ndan önce başlayıp altmış yü sonra tamamlandığım söyler.72 İlyada'nın "Gemilerin Sayımı" bölümünde, hâlâ Miny'lerin yönettiği Orkhomenos ve Asp- ledon'u saymazsak, bütün ülke Boiot'ların elindedir. Demek ki, güne-
Harita VIII. Thessalia Akhaia'sı
71 ilyada, Z 683,9.447,478, 2. 683; Strabon, 431-32.72 Peloponnesos Savayı, 1. 12. 3. Gephyra’lıları Tanagra topraklarından kovanlar Boiot’lardı: Herodot
Tarihi, 5. 57.
A k h a ’l a r 389
ye iki aşamada gitmişlerdir. Birinci aşama, Boiot'ları ve A kha'lan Peloponnesos'a getiren harekettir. İkinci aşamaysa, Thukydides'in belirttiği gibi, Thessalia'da kalanların Thessal'ler tarafından güneye sürüldüğü dönemdir. Bu dönem, AiolTarın göçüyle, yani Yunan dilini kuzeybatı Anadolu'ya yerleştiren hareketle özdeşlenebilir. Strabon, bu göçmenlerin ana kolunun Boiot'lar arasından geldiğini söylüyor.73
Boiot'lar Aigina halkıyla akraba olduklarını savunuyorlardı. Bu savlarını, Thebai kentinin ata adı olan Thebe'nin, Aiakid'lerin kadın atası Aigina'nın kız kardeşlerinden biri olduğunu.söyleyerek dile getiriyorlardı.74 Babaları, Asopos'du: Az önce Peloponnesos Akha'lan arasında rastladığımız bir ad. Onlara adını veren ataları Boiotos, İtonos'un oğullarından biriydi; Boiot'ların tapımı ise Athena İtonia tapımıydı.75 Athena İtonia tapımı, Thessalia Akhaia'smdaki İtonos'dan gelmişti, ll- ı/fldfl'da, Phylake ve öteki yerleşim merkezleriyle birlikte İtonos'un da, Phylake'li olan ve orada beşinci yüzyılda bile hâlâ tapımları Protesila- os'un buyruğunda olduğu söylenir.76 Böylece görülüyor ki, Peleus, Thessalia Akhaia'sının tek egemeni değildi. Gerçekte, Protesilaos, Pe- leus'un akrabası olarak tanımlanmıyor gerçi; ama haritaya bir göz atacak olursak, iki ülkenin, s ık ı ' bir işbirliği olmaksızın yönetilemeyecek kadar iç içe geçmiş olduğunu görürüz. Dolayısıyla, Protesilaos ve buy- nığundakiler, hâlâ Akha'larla yakın ilişkide oldukları Thessalia'da yaşayan Boiot'ların bir kesimi olarak kabul edilebilirler.77
İ l y a d a 'mn On Altıncı Bölümünde, Patroklos son dövüşüne gittiğinde, Akhilleus onun sağ salim dönmesi için şöyle yakarır:
D odonalı Z eu s, Pelasg soyu n u n tanrısı, u zaklard a, soğuk kışlı D o d on a'd a hüküm süren, çevresind e, ayaklarını y ık am az, yerde y atar sözcüleri (Selloi)
o tu ra n ...78
73 Strabon. 402.74 Herodot Tarihi, 5.80.75 D.S. 4. 67; Pausanias, 9.1.1, 9. 34.1; Strabon, 411.76 ilyada, 2. 695-701; Pindaros, 1. 58-59; Arrianus, Anabasis o f Alexander; 1 .1 1 .5 . Skione’ye yerleşen
Akha'lar, Protesilaos'un izleyicileri olarak tanımlanıyor. Apollodoros, Epit. 6 .15b. ilyada’nırı "Gemilerin Sayımı" bölümünde sözü edilen tüm Thessalia'lı şeflerin, Euneos, Gouneus ve Prothoos dışında, sözcüğün gerçek anlamında Akha'lı olduklarını varsaymak güvenli bir yoldur.
77 Çok sayıda Boiot’un geride Thessalia'da kalmasıyla ilgili olarak, gelenekte, Thessalia'lı serfler arasında yurtlarını terk etmektense boyun eğmiş olan Arne'li Boiot'ların da bulunduğu belirtiliyor F H C . 4.134.
78 ilyada, 16. 233-35.
3 9 0 T A R İ H Ö N C E S İ E G E
Bu canalıcı anda Akhilleus'urı çok uzaklardaki Dodona'nın tanrısına seslenmesinin nedeni, hiç kuşkusuz, kendisi de Zeus soyundan geldiği için kendi ata yurdunun tanrısına başvurup yakarıyor olmasıdır. Gene, oğlu Neoptolemos da savaştan sonra bu bölgeye yerleşirken aslında atalarının ülkesine geri dönmekteydi. Dahası, Selloi ya da Helloi'un Hellen'lerden başkası olmadıkları görüşüne herkes katılıyor. Bunlardan "sözcüler" ya da yorumcular diye söz edilmektedir; bir başka deyişle, tanrının gönderdiği işaretlerin anlamını çözen biliciler ya da rahiplerdir bunlar.
Aristoteles, Hellen'lerin, Dodona dolayındaki ülkeden geldiklerini ve orada Graikoi diye bilindiklerini söyler.79 Bu, Romalıların Hellen'le- ri tanıdığı adı açıklayabilir, çünkü Hellen'lerin İtalya'da yaşayan halklarla ilk ilişkisi doğallıkla Adriya Denizi üstünden kurulmuştu. İ/ı/a- dn'daki "Gemilerin Sayımı" bölümünde, Boiotia'hlarm yerleşim merkezleri arasında Graia da sayılır; Aristoteles de, Graia'nm, sonradan Oropos adım alan yer olduğunu söyler.80 Eğer Boiotia'hlarm bu adı Do- dona'dan yanlarında getirdiklerini düşünürsek, H ellen'lerin nasıl Graikoi olarak tanındıklarım anlayabiliriz. Ama bu işin kolayına kaçan bir varsayım olur, çünkü Oropos adı da aynı yoldan açıklanabilir. Pro- tesilaos'un Thessalia Akhaia'sından gelen bir Phylake'li olduğunu daha önce belirtmiştik. Dodona'nın birkaç kilometre güneyinde başka bir Phylake daha vardı; Oropos adı verilen bir ırmağın kıyısındaydı bu Phylake.81
Tüm eskil çağlar boyunca varlığını sürdürmüş olan bir bağ, bu bir bakıma seyrek sayılabilecek bağları perçinliyor. Boiotia'lılar, en ünlü bilicilik merkezi sayılan Zeus tapınağının bulunduğu Dodona kentine her yıl hac düzenlerlerdi; dolayısıyla özel bir ayrıcalıkları vardı Dodo- na'da. Tapmaktaki bilicilerin açıkladığı Zeus buyrukları gerçekte rahi- belerce aktarılırdı, ama Boiotia'lılar kehaneti erkek yorumcular ya da sözcülerden öğrenme hakkına sahiptiler.82 İşte burada söz konusu olan, Selloi'dur. Bu ayrıcalık, eski akrabalığa gösterilen bir saygının sonucuydu.
Eğer Akha'lar ile Boiot'lar arasında ortak bir Hellen kökeni var idiyse, Yunan dilinin yayılmasında önemli bir rol oynamış olmaları gere
79 Aristoteles, Mete. 1.14.80 ilyada, 2 .498.81 Titus Livius, 45.26. Aynı biçimde, Thessalia bölgesindeki Arne kenti, Boiotia bölgesinde de karşımıza
çıkıyor İlyada, 2. 507; Strabon, 413.82 Ephoros, 30; Strabon, 402.
A k h a ’l a r 391
kir. Şimdi bakalım, Akha'lar ile Boiot'ların göçleri dilbilimsel bilgiler ışığında nasıl bir görünüm sunuyor.
Yunan dilinin Peloponnesos'a ilk kez Neleid'ler ve Lapith'ler tarafından getirildiğini kitabımızın daha önceki bölümlerinde değişik açılardan belirtmiştik. Neleid'ler Messenia'nm batı kıyılarına, Lapith'ler de Argolis, Arkadia, Elis ve Korinthos Kıstağı dolayına yerleşmişlerdi.83 Neleid'lerin hangi lehçeyi konuştuklarını ortaya çıkaracak hiçbir ipucu yok elimizde. Ama konuştuktan lehçenin, Lapith'lerin lehçesine yakın olduğu düşünülebilir. Homeros'daki Yunanca sorununa geldiğimizde, Lapith'lerin kullandığı lehçeyle ilgili bazı şeyler söyleyebileceğiz.
Tarihsel dönemlerde Argolis, Messenia ve Lakonia'da konuşulan lehçe, Dor'caydı. Elis ve Akhaia halkları, Kuzeybatı Yunancası konuşuyorlardı. Kuzeybatı Yunancası, Dor'caya yakın bir dildi ve Dorca'yla aynı zamanda ortaya çıkmıştı. Ama Arkadia'da konuşulan dil ne Dor'caydı, ne de Kuzeybatı Yunancası; Aiol diline yakın bir dildi. Kimin lehçesiydi bu peki?
Argolis ve Lakonia'da konuşulan Dor'ca, Arkadia dili olarak belirlenmiş bazı biçimleri içerir. Bu da, Arkadia dilinin bir zamanlar daha geniş bir alanı kapsadığını gösterir. Üstelik, Argolis ve Lakonia, Ak- ha'ların işgal ettikleri iki bölge olduğu için, Arkadia dilinin bu öğelerini Akha'lara bağlamamızı sağlayacak kanıt da vardır elimizde. Gi- rit'deki, Rodos'daki ve Pamphylia'daki Dor'canm temelinde benzer öğeler bulunmuştur. Bütün bu bölgelerde Dor'lardan önce Akha'lar yaşamıştı. Dahası, Dor'ların ulaşamadığı Kıbrıs'da kullanılan Yunanca, nerdeyse aynı lehçe sanılacak kadar çok benzer Arkadia diline.84 Dolayısıyla bunun Akha'ların dili, yani Thessalia'daki Aiol'canm bir kolu olduğu açıktır. Dor'lar Argolis ve Lakonia'ya girdiklerinde, Akha lehçesini oralardan kaçanlar Arkadia ve Akhaia'ya taşımışlardı.
Boiotia lehçesi, temelde, Kuzeybatı Yunancası ile örtüşmüş Aiol'cay- dı. Buck, bu örtüşmenin temelindeki Aiol'canm Miny'lerin dili olduğunu, kuzeybatı öğesini Boiot'ların getirdiğini öne sürmüştür.85 Bu gö
83 Elis’de, Lapith'ler Epeo'lulara hükmediyorlardı (fiyada, 2. 620-24; D.S. 4, 69). Epeo’lular sanırız Karia’lılardı: Pausanias, 5. 1.5. Bu bölgedeki bir başka Lapith yerleşim merkezi de Dulikhion’du: İlyada, 2. 625-29; Pausanias. 5.1.10.
84 C.D. Buck, Creek Dialects (Yunan Lehçeleri), (İkinci Basım, Boston, 1928), s. 6-7; Homer and Mycenae, s. 86-87.
85 Creek Dialects, s. 3. Buck'ın ileri sürdüğü gibi. Boiot'ların adlarını Boion Dağı'ndan almış olmaları olasıdır, ama bundan onların Kuzeybatı Yunancası konuştukları sonucu çıkmamaktadır.
3 9 2 T A R İ H Ö N C E S İ E G E
rüş gerçeklerle bağdaştırılamaz. Anadolu kıyısındaki (Aiolis) Aiol dili, Kuzeybatı Yunancasıyla bozulmamış olması yönünden, Thessalia ve Boiotia'daki Aiol dilinden farklıdır.86 Dolayısıyla, Ege'nin karşı yakasına, Kuzeybatı Yunancasının Thessalia ve Boiotia'ya gelişinden önce götürülmüş olması gerekir. Ama Boiot'lar daha Troya Savaşı'ndan önce Thessalia ve Boiotia'daydılar. Dahası, Aiolis'e göç edenlerin büyük bir bölümünü Boiot'lar oluşturuyordu; o kadar ki, yeni yurtlarına zaman zaman Boiotike de deniliyordu.87 Demek, bunların konuştuğu dil Kuzeybatı Yunancası değil, Aiol diliydi. Boiot'lar ile Akha'lar arasında var olduğunu ileri sürdüğüm yakın ilişki, böylece, Aiol dili ile Ar- kadia dili arasındaki yakınlıkla doğrulanmaktadır.
Zeus adı, Hint-Avrupa kökenlidir. Poseidon adının kökeni yeterince açığa çıkarılabilmiş değilse de, eski Hint-Avrupa yağmur tanrısının koşut bir biçimi olabilir pekâlâ.88 Eğer Zeus'u Dodona'ya Akha'lar getirmişse, o zaman Akha'ların Adriya Denizi kıyısından aşağılara doğru geldikleri, sonra Pindos dağını aşıp Peneios ırmağım izleyerek Thessalia ovasına vardıkları düşünülebilir. Thessalia ovasında Akha'lardan önce Tyroid'ler ve Lapith'ler vardı. Aksios ırmağından aşağı ve Petra ya giden kıyı boyunca doğu yolunu tutmuşlar, orada bir Poseidon tapımı kurmuşlardı Tyroid'ler ve Lapith'ler. Bu yüzden, Yunan dilinin Yunanistan'a ilk girdiği iki ana yerin Dodona ile Petra olduğu söylenebilir.
Böylelikle, Akha adının Mykene döneminde genelgeçer bir terim olarak yaygınlaşması, Akha'ların Mykene'deki egemen hanedanın yönetimi altında yayılmalarıyla açıklanmış oluyor. Öte yandan, Mykene, Thebai ve Orkhomenos'un parlak kültürünü özümsedikten sonra bu kültürü yanları sıra Yunan destanının beşiği Aiolis ve İonia'ya taşıyan Akha'lar ile Boiot'ların ortak Hellenik kökeni, Hellenik adının nasıl daha da görkemli bir geleceğe yazgılı olduğunu görebilmemizi sağlıyor.
6. Pelopid'ler
Geriye dönüp de Akha'ların yayılışına baktığımızda, Akha'ların yerleşim merkezlerinin büyük çoğunluğunun denize yakın olduğunu görüyoruz. Akhilleus'un su perisi Thetis'in oğlu olması, Phokos'un da
86 Creek Dialects, s. 5-6.87 Strabon, 402; Pelopormesos Savaşı, 3. 2. 3, 7. 57. 5, 8.100. 3.88 A.B. Cook, "Zeus, Jupiter and the Oak", Classical Review, 17.174-75.
A k h a ’l a r 393
adını fok balığından alması boşuna değildir. Akha'lar Thessalia'ya ulaştıktan sonra denizi tanıdılar. Onların da denizlere yelken açmayı tıpkı Tyroid'ler gibi Pagasai Körfezi'nde öğrendiklerini varsaymak yanlış olmasa gerek. Tyroid'lerin Akha'larla sanırız yakın ilişkileri vardı, çünkü Troya Savaşı zamanında Pherai'da ve İoİkos'da hâlâ Tyroid'lerin bir kolu bulunuyordu.89
Forrer, Hattuşa'da bulunan Hitit belgelerinde geçen kimi Yunan prenslerinin adlarını çözüp okuduğunu açıklayalı yirmi yıldan fazla oldu. Forrer'ın belirlediği birçok adın çevresinde ateşli tartışmalar patlak verdi; ben burada Forrer'm belirlemelerinden yalnızca birinden yararlanacağım. Murşil'den (İ.Ö. yaklaşık 1350-1320) başlayarak birçok Hitit kralı, Ahhiyava denilen bir ülkenin yönetenleriyle karşılıklı ilişki içindeydi. Bunların Akha'lar oldukları kabul ediliyor. Gel gör ki, Yunan anakarasının Akha'lan değildi bunlar. Ahhiyava ülkesinin tam nerede bulunduğu şimdilik açık değil, ama Anadolu'nun güney ya da batı kıyılarında bir yerlerde olduğu anlaşılıyor. Ahhiyava kralı, Murşil'in oğlu Muvatallu'ya armağanlar göndermekte, ondan armağanlar almaktadır (İ.Ö. yaklaşık 1300); Ahhiyava'lılar bir kuşak sonra Hititlere karşı Assuva (neresi olduğu belirsiz) kralıyla birleşmişlerdir. İ.Ö. 1240'da kralları Attarisyas Kıbrıs'ı ele geçirir.90 Öte yandan, Ahhiyava'dan Hitit sarayına gelerek savaş arabası sürmeyi öğrenen prenslerden söz edilmektedir.91
Akha'lar, Mısırlıların da yabancısı değildiler. İ.Ö. 1288'de II. Ramses Kadeş kentinde Hititlerce bozguna uğratılmıştı. Bu savaşta Hititle- rin bağlaşıkları arasmda Luka'lar (Lykia'lılar), İliunna'lar (Troyalılar?) ve Kalikişa'lar (Kilik'ler) vardı.92 Altmış yıl sonra, Merneptah'm yönetimi sırasında Mısır bir kez daha LibyalIların batıdan "bütün ülkelerden kuzeyli sürüleri"yle birlikte giriştikleri ortak bir saldırıyla yüz yüze geldi. Sözü edilen "Kuzeyli sürüleri" arasmda Luka'lar, Şardina'lar, Turşa'lar ve Akaivaşa'lar vardı. Şardina'lar ya Sardes kenti halkıdır ya da Sardunyalıların ataları; ama her ikisi de olabilirler.93 Turşa'lar, Tyrsen'ler ya da Tyrrhen'lerdir. Akaiyaşa'lar da Akha'lardır. Daha son
89 ilyada, 2. 711-15.90 E. Cavaignac, Le probleme hittite (Hitit Sorunu), (Paris, 1936), s. 41-42, 50, 58-59, 86, 92-95.91 Aynı yerde, s. 42.92 H.R. Hall, "Keftiu and Peoples of the Sea", Annual o f the British School at Athens, 8.157; Cambridge
Ancient History'de. 2. 275-76, 281-83.93 Sardunyalıların kökeni Kafkasya'ya kadar götürülmüştür (“Die Hypachaer", 225); Sardunya'nın Tunç
Çağı kültürünün Ege'yle olan yakınlıkları için bkz. G. Childe, The Dawn o f European Civilisation (Avrupa Uygarlığının Şafağı), (Üçüncü basım, Londra, 1939), s. 242-46.
3 9 4 T A R İ H Ö N C E S İ E G E
raları, İ.Ö. 1194 yılında, 111. Ramses benzer bir kuzeyliler sürüsünü Nil Deltası'nda yenilgiye uğratacaktı.
Akha'ların, ta on dördüncü yüzyılda Hitit İmparatorluğu'yla ilişkili oldukları sıralarda Anadolu kıyılarında etkin oldukları açıktır. İşte, Pelopid'leri bu bağlam içersinde incelememiz gerekiyor.
Birçok bilim adamı, Pelopid'lerin, kendilerini izleyen Akha'larla aynı soydan geldiğini öne sürmüştür. Kendi içinde epey akla uygundur bu görüş; hem de, eski çağdan bir yazar da bu görüşten yanadır. Kendisiyle ilgili pek bilgimiz bulunmayan Autesion adlı bir yazarın, Pe- lops'u Olenos'lu bir Akha olarak tanımladığı belirtilmiştir.94 Kuşkusuz, Akha'ların yöneticileri olarak Pelopid'lerin bir ölçüde Akha'laş- mış olmaları çok olasıdır, ama Pelopid'lerin Akha kökenli olmalarından kuşku duymamızı gerektiren nedenler vardır.
Eğer Akha'ların Thessalia'dan Peloponnesos'a gitmelerine önderlik eden Pelops kendisi de bir Akha idiyse, Akha'ların geldiği yörede izler bırakmış olması beklenirdi. Ama bırakmamıştır. Boiotia'dan ayrılmadan, kız kardeşi Niobe'yi Thebai'lı Amphion'la evlendirmiş, Niobe Amphion'a Khloris'i doğurmuştur; Khloris de Neleus'un karısı olmuştur.95 Thebai, Mykene ve Pylos hanedanları arasındaki eski bağların bir belirtisi olması bakımından ilginçtir bu. Pelops, Peloponnesos'a yerleştikten sonra, Kadmos Ocağı'ndan Laios'u ağırladı orada.96 Khaironei- a'da onun değneği kutsal bir emanet olarak saklandı. Pelops'un değneği Khaironeia'ya Phokis'den getirilmişti. Phokis'e de, Pylades ile evlendiğinde Agamemnon'un kızı Elektra tarafından Mykene'den getirilmişti.97 Hepsi bu. Pelops'un Boitia'yla üç bağı söz konusu; bunlardan biri Mykene'ye kadar gidiyor gerilere; Thessalia'da ise Pelops'un en küçük bir izine rastlanmıyor. Dahası, niteliği pek bilinmeyen bir yazar olan Autesion'u bir yana bırakırsak, tüm eski yazarlar, Pelops'un Anadolu'lu olduğu (bir Lydia'lı, bir Paphlagonia'lı ya da bir Plırygia'lı) konusunda birleşiyorlar.98 İsterseniz, gelin bir de yaşamöyküsüne kulak verelim Pelops'un. Çünkü, Pelops'un yaşamöyküsü, tarihsel gerçek kırıntılarının bir kuttörenler yıkıntısıyla kaynaştırılarak nasıl tipik bir Yunan destanına dönüştürüldüğünü görmek bakımından öğretici bir örnektir.
94 Pindaros, O. 1. 37.95 Strabpn, 360; Odysseia, 11. 281-83; Apollodoios, 1.9.9.96 Apollodoros, 3.5.5; Athenaeus, 602-03; Euripides, Ph. 1760.97 Pauşanias, 9. 40,11-1198 Peloponnesos Savaşı, 1. 9; Pindaros, O. 1. 24; B. 7. 53; Herodot Tarihi, 7. 8, 7.11.4; Pindaros, 0 . 1. 37.
A k h a ’l a r 39 5
Pelops'un babası Tantalos, tanrı Zeus'un oğluydu; Lydia'daki Sipy- los dağında dünyaya gelm işti." Pelops'un Broteas ve Daskylos adlı iki erkek kardeşi ve Niobe adlı bir kız kardeşi vardı.100 Tantalos sık sık tan- rılarm sofrasına çağrılma onuruna erişirdi. Bir gün, daha küçük bir çocukken oğlu Pelops'u kesip pişirdi, yemek diye tanrıların önüne koydu. Tanrı Zeus yemeğin ne olduğunu anlayınca hemen geri götürülmesini ve Pelops'un bedeninin yeni baştan yaratılıp diriltilmesini buyurdu. Buyruğu yerine getirildi Zeus'un: Moira'lardan biri, yaşam ipliğini büken IĞotho, çocuğu yeniden yaşama döndürdü.101 Ne ki, daha önceden Demeter ya da Thetis Pelops'un bir omzunu yemiş bulunmuştu. İşte bu omzunun yerine fildişinden yeni bir omuz yapıldı Pe- lops'a. O günden sonra Pelopid'ler omuzlarındaki beyaz bir doğumi- zinden tanınır oldular.102 Tantalos'u da yıldırımlar çarptı.
Pelops büyüdüğünde, tanrı Poseidon ona kanatlı atların çektiği bir araba armağan etti. Hiç ıslanmadan denizleri aşabiliyordu bu araba.103 Yunanistan'a doğru yola koyulan Pelops, arabasının sürücüsü Killos ölünce, Lesbos adasında duraklamak zorunda kaldı. Killos'u Lesbos'da ya da Troas bölgesindeki Killa'da toprağa verdi.104 Yeniden yola koyulup Olympia yakınlarındaki Pisa'ya geldi. Pisa kenti o sıralar Ares ile Harpina'nın oğlu Oinomaos'un yönetimindeydi.105 Oinomaos'un güzeller güzeli bir kızı vardı; her gören hemen gönlünü kaptırıyordu bu kıza. Gelgelelim, Oinomaos pek istekli değildi Hippodameia'yı evlendirmeye; çünkü ya kızının oğlunun kendisini öldüreceği yolunda uyarılmıştı ya da kendisi vurgundu kızma. Karşısına gelen her damat adayını kendisiyle araba yarıştırmaya zorluyordu. Yarışılan yer de, Pisa kentinden Korinthos Kıstağı'na kadar uzanan bitmez bir yoldu. Damat adayı, Hippodameia'yı da yanma alıp sürüyordu arabayı; kızın babası Oinomaos da başka bir arabayla artlarına düşüyordu. Damat adayı yarışta yenik düşerse öldürülüyordu.106 On üç aday can verdi Hippo- dameia ile evleneceğim derken. Ama Pelops hepsinden talihli çıktı. Hippodameia, Pelops'a gönlünü kaptırınca, gitti babasının seyisi Myrti- los'u kandırdı. Babasının arabasının tekerleklerindeki dingil çivilerini
99 Pausanias, 2. 22. 3; Hyg. F. 82; Apollodoros, 3.5. 6.100 Pausanias, 3. 22 4; A.R. Z 358.101 Pindaros, 0 . 1. 23-51.102 Pindaros, 0 . 1. 37; Hyg; F. 83.103 Pindaros. 0 . 1. 75-78,87; Apollodoros, Epit. Z 3.104 Theop. 339; Strabon, 613.105 Pi. O. 1.65-88: Pausanias. 5. 22. 6. 6. 21. 8.106 Apollodoros, Epit. 2.4; D.S. 4. 73.
396 T a r İ h ö n c e s İ E g e
çıkarttırdı. Sonunda, Oinomaos'un arabası dingilden çıkıp paramparça oldu. Kimine göre, Oinomaos yere düşerken dizginlere dolaşıp öldü; kimine göre de, Pelops kargısmı saplayarak öldürdü onu.107
Gel gör ki, seyis Myrtilos geline, Hippodameia'ya vuruldu bu arada. Arabayla Ege Denizi'ni aşarlarken (orada ne aradıkları açık değil) bir ara Pelops arabadan inip su getirmeye gitti. Myrtilos da kaşla göz arasında Hippodameia'yı becermeye kalktı. Tam o sırada geri dönen Pelops, arabacı M yrtilos'u denize atıp öldürdü.108 Bu serüvenlerden sonra Yunanistan'a dönen Pelops, Peloponnesos'u ele geçirdi (nasıl ele geçirdiği anlatılmıyor) ve kendi adını verdi bu bölgeye. Daha önceleri bu bölgeye Apis ya da Pelasgiotis deniliyordu.109 Pelops, Pisa kentinde kayınbabasımn yerine geçti ve birçok oğlu oldu. Bunlardan Atreus ile Thyestes bir zaman Makistos'da (Triphylia) oturduktan sonra Mykene'ye ve Tiryns'e geçtiler.110 Pelops'un kemikleri, Olympia'da kendisine adanan bir temenos'a, kutsal alana konuldu.111 Pelops'un Amphi- on'la evlendirdiği kız kardeşi Niobe'ye gelince, bir sürü çocuk doğurdu. Niobe, çocuklarıyla o denli onur duyuyordu ki, Apollon ile Arte- mis'in anası Leto'dan bile daha mutlu olduğunu söyledi herkesin içinde. O zaman, Apollon ile Artemis, Khloris dışında tüm çocuklarını öldürdüler Niobe'nin. Niobe derin acılar içinde yurduna, Spylos'a döndü ve taş kesildi.112
Pelops'un kaynatılıp pişirilmesi, bir erginleme söylencesidir.113 Klot- ho'yu doğum tanrıçası olarak önceden de biliyorduk; oysa burada bir yeniden doğum tanrıçasıdır Klotho. Hippodameia uğruna düzenlenen araba yarışı, svayamvara'ya ya da evlilik öncesi yarışmasına dayanmaktadır: Evlenmeden önce gençlere uygülanan erginleme sınavının ataerkil toplumdaki bir gelişmesidir bu.114 Ancak burada bizi asıl ilgilendiren, kuttörenlerle ilgili temel değil, bütün bunlardan artakalan tarihsel olgulardır.
Eğer Pelops kız kardeşini Boiotia'da evlendirmişse, dosdoğru Sipy- los'dan Pisa'ya gelmiş olamaz. Bu aykırılık, iki ayrı gelenekle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Thessalia'dan söz edip de Sipylos ya da
107 Pindaros, O . 1.127: Pausanias, 6. 21. 7; Apollodoros. Epit. 2. 6-7.108 Apollodoros, Epit. 2. 8-9; İlyada, 2.104.109 Apollodoros, Epit. 2.9.110 Euripides, Orestes, 5.111 Pausanias, 6. 22.1.112 İlyada. 24. 602-17; D.S. 4. 74; Apollodoros, 3. 5. 6.113 G.Thomson, Aeschylus and Athens (Aiskhylos ve Atina), (İkinci basım, Londra. 1946), s. 113-18.114 Briffault, The Mothers (Analar), 2.199-208.
A k h a 'l a r 397
Pisa kentlerinin adını anmayan gelenek Akha'ların yorumudur; Thes- salia'yı ve Akha'lan görmezden gelen ikinci gelenek ise Pisa kentinin vonımu.
Eğer Pelops Peloponnesos'u ele geçirdiyse, Mykene kenti ya da o dönemde çevreye nam salmış başka kentler dururken, kendine başkent olarak Pisa'yı seçmiş olması tuhaftır. Bir süre Olimpiyat Oyunları'm denetimi altında tutmuş olmasını saymazsak Pisa kenti hiçbir dönemde önemli bir kent niteliği kazanmamıştı. Kaldı ki, Olimpiyat Oyunları da sekizinci yüzyıldan önce tüm Yunanistan'ı kapsayan bir niteliğe büriinmemişti. Eğer Pisa kenti herhangi bir dönemde Pelopid'lerin merkezi olmuşsa, İlyada'da Agamemnon'un egemenlik alanlarından biri olarak adının geçmesini beklememiz doğaldır; ama geçmemektedir. Pisa kentiyle bağıntının söylenceye sonradan eklenmiş olmasından kuşkulanmamak elde değil.
Dor istilasından kısa bir süre sonra, Agorios diye birinin önderliğindeki bir Akha topluluğu Peloponnesos Akhaia'smdaki Helike'den göç ederek Elis'e yerleşti. Agorios, Orestes'in torunlarındaridı.115 İpucu da burada işte. Pelops tapımı, bu geç tarihlerde Pelopid'lerin bir kolu tarafından Elis'e getirildi. Olimpiyat şenliği yöneticilerinin hiç kuşkusuz böylesine görkemli bir geleneği kendilerine maletmekte çıkarları vardı. Böylece, şenlik yöneticilerinin çabası sonucu, Olympia kentinde bir yurt buldu kendine Pelops tapımı.
Öteki belirtiler de aynı doğrultuda. Hippodameia, Olympia'ya gömülmüştü; ama kemikleri Olympia'ya Mideia'dan getirilmişti, kocasıyla kavga ederek gidip yerleştiği Mideia'dan.116 Oinomaos nerdeyse yalnızca PelopsTa bağmtılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Pisa kentinde Oi- nomaos'dan önce bilinen bir kral yoktu. Yanşın varış yerini niçin Ko- rinthos Kıstağı olarak belirlemişti peki Oinomaos? Sanırız, kendisi de o yöreden gelmeydi de ondan. Oinomaos'un anasının babası, ırmak Aso- pos'du.117 Helike de, Mideia da, Korinthos da, Asopos ırmağı da, Homeros ozanlarınca Mykene'li Pelopid'lere yakıştırılan bölgenin içinde kalmaktadır. Bu nedenlerle, Pelops söylencesinin Yunan topraklarına ilk kez burada, Peloponnesos'un kuzeydoğu köşesinde ekildiğine inanıyorum. Ne var ki, bundan, Pelops'un bir zamanlar Mykene'de hüküm sürdüğü sonucu çıkmaz. Tam tersine, Pelops'un Yunanistan'a hiçbir za
i l 5 Pausanias, 5. 4. 3.116 Pausanias. 5. 20. 7, 6.20. 7.117 Pausanias, 5.22. 6, 6.21. 8. Pelops'un arabası Phleius'da korunup saklanmıştı: Pausanias, 2.14. 4.
398 T a r i h ö n c e s İ Eg e
man erişmediğini gösteren belirtiler söz konusudur. Pelops'un kemiklerinin Troyalı Athena imgesine uydurulduğu yolunda bir gelenek vardı.118 Pelops'un arabacısı Anadolu'dan ayrılmadan ölmüştü; bu gelenekte Pelops'un da daha Anadolu'dayken öldüğü ileri sürülmektedir. Üstelik bu sav, Olympia yorumunun tam tersme, Oinomaos'un Lesbos kralı olduğunu savunan bir başka görüş tarafından desteklenmektedir.119 Tıpkı Pelops'un pişirilmesi gibi araba yarışı da, Pelopid'lerin Anadolu'dan gelirken getirdikleri bir ata söylencesinden başka bir şey değildi.
Sipylos, Sardes kenti ile deniz arasında kalan Hermos koyağına bakan dağdır. Çocuklarının acısından gözyaşlarına boğulan Niobe burada taş kesilmişti. Pelops'un Tahtı diye bilinen kaya buradaydı. Tanrıların Anası'mn, erkek kardeşi Broteas tarafından yaptırılan eski tapınağı buradaydı. Yakındaki koyaklardan birinde, ilk başlarda Pelopei- a diye bilinen Thyateira kenti yer alıyordu.120Hermos ırmağı, Hitit kültürünün Ege'ye ulaştığı ana yoldu. Niobe imgesi, Pelops'un Tahtı, Bro- teas'm yaptırdığı tapınak, bütün bunlar Sipylos dağında bugün hâlâ görülebilen Hitit anıtlarını akla getiriyor. Bu kadar da değil. Pelops'un öteki erkek kardeşi Daskylos, Lydia kral ocağı Mermnad'ların ilki olan Gyges'in babasının adaşıydı aslında. Sürücü Myrtilos da, Lydia'lı He- raklesoğullarının sonuncusu Myrsilos'un ve Ahhiyava prensesiyle başından geçenleri Hattuşa'da tutanağa geçirten Hitit kralı Murşil'in adaşıydı. Söz konusu gelenekte, Pelops'un Lydia'lı olduğu doğrultusunda somut belirtilerin bulunduğu açıktır.
Pelops aynı zamanda Paphlagonia'lı ve Phrygia'lıydı. Paphlagonia, Hattuşa kentinin hemen kuzeyindeydi ve Hititler oldukları söylenen Leukosyr'lerin ülkesiydi. Thrakia'lılarla akraba olan ve Hellespontos'u, yani Çanakkale Boğazı'nı geçerek Hitit İmparatorluğunu istila eden Phrygia'lılar Hint-Avrupa dili konuşan bir halktı. Tıpkı Knossos'u ele geçiren Akha'lar gibi onlar da daha eski bir kültürün etkisi altına gir
118 Dion, Rhod. 5; Clem, Pr. 4. 14: İlyada, 4. 92; Lykophron, 53, 911; Pausanias, 5. 13. 4-5.119 Euripides, Orestes, 990.120 Pausanias, 5 .13 .7 ,3 . 22. 4. Anadolu'yla daha birçok bağıntı vardır. Olympia'da Artemis'e bağlanan
kordaks dansı Sipylos'dan gelmişti: Pausanias, 6. 22. 1. Pygela’daki Artemis Munykhia tapınağı. Agamemnon tarafından yaptırılmıştı: Strabon, 639. Hippodameia’nın daha önceki talipleri arasında Mermnes, Hippothoos, Alkathoos ve Lokris bölgesindeki Opuntia'dan Pelops da vardı: Pausanias. 6. 21. 10; Pindaros, O. 1. 127. Mermnes, Mermnad'ların ata adıdır. Hippothoos, Teutamos’un torunlarından biriydi: İlyada, 2.840-42. Hesiodos, Alkathoos'un Porthaon’un Pieuron'dan olan oğlu olduğunu söylüyor (Pausanias, 6.21.10), ama Homeros’a göre, Alkathoos Aineias'ın kayınbiraderidir ve karısı da Hippodameia'dır ( ilyada, 13. 428-29): Pleuron'da ilk oturanlar, Kuzeybatı Anadolu'dan gelen Leleg'lerdi.
A k h a ’l a r 399
diler. Phrygia'lı Kybele, Hitit ana-tannçasmm yeni bir biçimiydi; günümüze kadar gelen birçok Phrygia anıtı, eğer doğrudan doğruya Hititli ustaların elinden çıkmamışsa bile en azından Hitit'deki asıllarmdan esinlenilerek yapılmıştır. Bunlar arasında, Ayazzin ve Dimerli'nin aslan gömütleri sayılabilir.121 Bu iki gömütün kapılarının üstünde büyük birer taş parçası vardır. Bu taş parçasına, art ayakları üstüne kalkmış ve birbirlerine bakan iki aslan figürü oyulmuştur. İki aslan arasındaysa dik bir sütun göze çarpmaktadır. Garstang'm belirttiği gibi, Hititlere özgü bir anlayıştı bu. Daha önce Mykene'de rastlamıştık aynına.
Yunanlıların, daha sonraları onların kültürünü devralan halklardan ayrı olarak Hititlerle ilgili doğrudan hiçbir bilgileri yoktu. Dolayısıyla, Pelops'un Lydia'lı, Paphlagonia'h ya da Phrygia'h olduğunu söylerlerken, onun bir Hititli olduğunu ancak bu kadar söyleyebilirlerdi.
Hitit İmparatorluğu'nun yıkılışı İ.Ö. 1200 yılında tamamlanmış olmalı. Cavaignac da, Phrygia'lılarm istilasının aynı dönemde gerçekleştiğini söylüyor.122 Eğer doğruysa, bundan, Troya Savaşı döneminde Troya kentinin istilacılar tararından çoktan ele geçirilmiş olduğu sonucu çıkabilir. Homeros-sonrası gelenekte Hekabe Thrakia'dan gelen bir Pelasg'dır; ama Homeros'da Hekabe'nin babası Dymas PhrygiaTılarm kralıdır.123 Priamos'un kendisi bir Phrygia'h değildir; ama Troya soyağacı o denli karışık ve belirsizdir ki, bu aykırılık önemli sayılmamalıdır. Bir seferinde, Priamos, Sangarios koyağında Am azonlara karşı Phrygia'hlarla birlikte dövüştüğü bir çarpışmayı anım sar.124 Bu da, PhrygiaTılarm daha Troya Savaşı'ndan önce Hititlerle ilişki içinde olduklarım gösteriyor. Bir de, açıklaması güç de olsa, bu savaşta Phrygia'lılarm başındaki kralın, Atreus'un Aiol dilindeki biçimi olan Otreus olduğunu belirtmekte yarar var.125
Kybele'nin, Hitit tanrıçasından aldığı bir özellik de, aslanın çektiği arabasıydı.126 Hititler arabalarıyla ünlüydüler. Aynı köken belki de Pelops'un serüvenlerinde karşımıza çıkan araba için de varsayılabilir. Tanrıça, Kappadokia'da Ma adıyla tanınmıştı ve merkezi de Hititler
121 J. Garstang, The Hittite Empire (Hitit İmparatorluğu), (Londra, 1929), s. 16. 85. Bellki de, Garstang, bu gömütlerin doğrudan doğruya Hititlerin yaptığı asıllarmdan alındığını söylemekle fazla ileri gidiyor; Hiç kuşkusuz, bunlar tarih bakımından Mykene'deki Aslan Kapısı'ndan çok sonraydılar, ama ortak bir Anadolu ilkörneğinin var olduğu varsayımıyla çelişmiyor bu.
122 Le probleme hittite, s. 152.123 ilyada, 16. 718.124 ilyada. 3.185-89.125 İlyada, 3.186; Homl. H. 5.111. 146.126 The Hittite Empire, s. 114; A.j. Evans, "The Ring o f Nestor", Journal o f Hellenic Studies, 45. 33-37.
4 0 0 TA RİH Ö N C ESİ EGE
zamanında önemli bir kent olan Komana'daydı. Bu kentte, yani Koma- na'da, ta Roma çağma kadar varlığını koruyan, Agamemnoneion Ge- nos ya da Orestiad'lar denilen bir rahipler klanı vardı. Bunlar, Ores- tes'in Tauris'den getirdiği Artemis'in kendilerinin olduğunu ileri sürüyorlardı.127
Kimdi öyleyse Pelopid'ler? Yunan geleneği, bu konuda Hititlere yöneltiyor bizi. Ancak, Hattuşa'daki tarih tutanaklarında, Hitit yönetiminin Yunanistan'a kadar uzandığına değgin hiçbir ipucu yok. Belki de Pelopid'ler, Hitit kültürünü özümlemiş Akha'ların Anadolu'daki bir koluydular. Bugünkü bilgi düzeyimizle, daha kesin bir sonuca varmaya çalışmak pek akıllıca bir iş olmayacak.
Homeros'da verildiği biçimiyle Pelopid'lerin soyağacı dört kuşağı kapsıyor: (1) Pelops; (2) Atreus ve Thyestenes; (3) Atreus'un oğulları
Çizelge XV
P E L O P İD ’LER
Tantalos
IPelops
Atreus Thyestes
Strophios = Anaksibia Menelaos Agamemnon Aigisthos
Pylades = Elektra Hermione = Orestes = Erigone
I I IStrophios Tisamenos Penthilos
Kometes Damasias Ekhelas
I IAgorios Cras
Agamemnon ve Menelaos ile Thyestenes'in oğlu Aigisthos; (4) Agamemnon'un oğlu Orestes. Orestes'in oğulları Tisamenos ve Penthilos'un temsil ettikleri kuşak soyağacınm dışında kalmıştır, çünkü şiir-
127 D.C. 36.13: Stiabon, 535: C/G. 4769.
A k h a ' l a r 401
leıin söylendiği dönemden sonraya denk düşmektedir. Bu soyağacı, sanrız, şiirler söylendiği sıralar Lesbos'un kralları olan Penthilid'lerin aü? geleneğinden çıkarılmıştı.128
Anakaradaki Yunanlıların değişik bir yorumu vardı. Hesiodos'a göre, Agamemnon ile Menelaos'un babası Atreus değil, Atreus'un Pleist- hmes adlı oğludur.129 Pleisthenes tam bir bilmecedir. Onu soyağacma kamak için de, soyağacından çıkarmak için de hiçbir ipucu bulunama- mıktadır. Ama her iki durumda da, soyağacmdaki kuşakların sayışımı her zaman doğru anımsanmadığı kanıtlanmaktadır.
Tisamenos ve Penthilos, Dor istilasıyla aynı dönemde yaşamışlardı. Lfkonia'dan atılan Tisamenos kaçıp Helike'ye yerleşti; orada öldü, orada gömüldü.130 Oğlu Kometes daha önceden Anadolu'ya göç etmişti.131 Lesbos adasındaki Aiol kolonisini kuran Penthilos, iki oğlunu Pe- loaonnesos'da bıraktı. Bunlardan biri, Damasias, Agorios'un babasıydı132 İşte, bir Akha topluluğunun başına geçip onları Elis'e götüren Ajorios, bu Agorios'du. Yerel geleneğe bakılırsa, Agorios, Elis'de Ok- sibs adında bir şef tarafından karşılanıp ağırlanmıştı. Burada, geleneksel sitredizindeki bir başka zayıf noktaya parmak basabiliriz.
Eratosthenes, bir kuşağın ortalama süresini kırk yıl olarak belirlenişti. Bu ortalama süre, en azından Thukydides'e kadar gerilere uzanmaktadır. Thukydides, Dor istilasının tarihini Troya kentinin düşüşün- dtn seksen yıl sonra diye saptamıştı. Bu tarih, Agamemnon ile onun Ebr'lar tarafından kovulan torunları arasındaki iki kuşağa denk düşmekteydi.133 Burn'ün belirttiği gibi, çok uzundur bu süre.134 Ne var ki, Bırn'ün önerdiği çözümle, yani Eratosthenes'in tarihlerini bir bir he- sıplamakla güçlük ortadan kalkmamaktadır. Başka bir deyişle, Burn, kışakların sayısının doğru olduğunu varsaymaktadır. Ama bana öyle giliyor ki, kuşakların sayısı sürelerinden daha güvenilir değildir. Bu audan Pleisthenes yerinde bir örnekse, Oksylos da bir başka yerinde önektir. Elis geleneğinde Oksylos, Thoas'ın torunudur ve Aitolia'hdır. Eor'larla elbirliği etmiş, bir Aitolia'lı topluluğuyla Elis'i ele geçirmiş
im Aristoteles, Politika, 1311b. 19; Strabon, 402, 447, 582; Pausanias, 3. 2.1.19 Hesiodos, fr. 98; Stesikhoros, 15; Aiskhylos, Agamemnon, 1568.10 Pausanias, 2.18. 8. 2. 38.1, 7.1. 7-8.11 Pausanias, 7.6. 2.12 Pausanias, 3.2.1,5.4. 3.13 Peloponnesos Savaşı, 1.12. 3; Herodot Tarihi, 1. 7. 4,2.142. 2.14 A.R, Burn, “Dates in Early Greek History” ("Erken Yunan Tarihinde Tarihler”), Journal o f Hellenic
Studies; The Growth o f Literature, 1. 193, 198. Yanılgının kaynağı, büyük olasılıkla, beşinci yüzyıl Atina’sındaki geç evlenmelerdi.
402 T A R İ H Ö N C E S İ E g e
tir.135 Bu da, İh/ada'daki "Gemilerin Sayımı" bölümüne uygun düşmektedir. Orada, Thoas'dan, Troya kuşatması sırasında Aitolia'lıların bir şefi diye söz edilmektedir.136 Aynı zamanda, Dor istilasının Troya Sa- vaşı'ndan iki kuşak sonra gerçekleştiği yolundaki varsayıma da uygun düşmektedir. Ama savaştan sonraki dördüncü kuşağa yakıştırılan Ago- rios'un soyağacma uygun düşmemektedir. Hiç kuşkusuz, bu aykırılığa karşın bu kuşaklar aynı dönemde yaşamış da olabilirlerdi, çünkü bir kuşağın kapsadığı süre değişmektedir. Ama bu, geleneksel süredi- zine olan inancımızı sarsmaktan başka bir işe yaramaz; geleneksel sü- redizinde soyağaçları belirli bir dönemdeki değişik aileler için aynı sayıda kuşaklar varsayılarak aynı birimle ölçülebilir kılınmışlardır. Bu soyağaçlarından birinin ya da ötekinin değiştirilip bozulmuş olması çok daha akla yakmdır. Peki, hangisi daha güvenilirdir bunların? Era- tosthenes'in yapay bir biçimde tutarlı kılınmış sistemine boyun eğen mi, yoksa bağımsızlığını ilan eden yerel biçim mi?
Bu görüşlerin ışığında, Pelops'u hanedanın Anadolu'da yatan kökeninin bir simgesi olarak almak daha akla uygundur. Bu krallar, bir kez Mykene'ye yerleştikten sonra, Asya'daki geçmişlerinin eksiksiz bir tutanağmı saklamayı akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdir. Hiç kuşkusuz, iktidarda oldukları sürece kendi adları yazılı olarak korunmuştur; ama hanedan devrilince gelenekleri de kendileri gibi iki kola ayrılmıştır. Lesbos'lu PenthilidTer krallık mevkilerini ellerinde tutuyorlardı; ama adlarından da anlaşılacağı gibi geleneklerinin işlevi, krallık mevkiini devraldıkları Orestes'in oğullarından birinin soyundan geldiklerini kanıtlamaktan öteye gitmiyordu. Yer ve zaman bakımından çok uzaklarda kalan ilk kuşaklar ise söylenceler dünyasının içinde yitip gitme eğilimindeydi. Bu arada, ailenin Agorios önderliğindeki öteki kolu Peloponnesos'da varlığını sürdürdü; ama ancak aile serveti kadar nerdeyse aile geleneğinin de sarsıldığı bir altüst oluştan sonra. Ve Elis'e yerleştiklerinde, bu aile geleneğinin artakalanı, Olympia rahiplerinin çıkarları doğrultusunda değiştirilmiş bulunuyordu.
Argos'lular, Agamemnon'un gömütiinün Mykene'de olduğu konusunda Homeros'la birleşiyorlardı. Ama Spartalılar Agamemnon'un gö- mütünü Amyklai'da gösteriyorlardı.137 Eğer benim düşündüğüm gibi,
135 Pausanias, 5. 3. 6. Bu, Kuzeybatı lehçesini Elis'e getiren göçtü.136 İlyada, 2. 638.137 Pausanias, 2. 16. 6, 3. 19, 6. Amyklai, Dor istilasından sonra da bir süre Akha'ların elinde kaldı:
Pausanias, 3.2.6. Anlaşılan, Agamemnon'un Sparta'daki konağı, Odysseia'nın ozanlarınca biliniyordu: The Homeric Catalogue of Ships, s. 66-69.
Agamemnon'un somut bir tarihsel kişi olarak kabul edilmesi gerekiyorsa, o zaman bu seçenekler arasmda bir seçim yapma zorunluluğundan kurtulduk demektir. O zaman da, şunu söylememiz yeterlidir: Hanedanın Menelaos tarafından temsil edilen kolu Eurotas ırmağı dolayına yerleştiğinde, ata tapımını da yanında getirdi ve bu tapımı yeni gömütlüğünde sürdürdü. Çok sonralan onların terk ettikleri bu gömütlük, Akha'lar tarafından, en yüceleri Agamemnon olan eskil krallarının gömüldüğü yer olarak anımsanır oldu. Pelopid geleneği varlığını sürdürdü; ama yerelleşmiş, tutarlılığım yitirmiş, yozlaşmış biçimlerde ve ezilmiş serflerin eski parlak günlerinden anımsayabildikleri ya da Anımsamak istedikleri her şeyi temsil ederek.
A k h a 'l a r 403
4 0 4 TA R İH Ö N CESİ Eg e
KÜLTÜRLERİN ÇATIŞMASI
XIII
1. Akha'ların Toplumsal Özelliği
Gerçi çok şey söylenildi ama, Yunan anaerkil toplumunun gerçek tarihi hâlâ yazılmayı bekliyor. Konuya ilişkin genel incelememiz sonucunda, ana hukukunun tüm çarpıcı özelliklerinin Yunan anaerkil top- lumunda bulunduğu kanıtlanmış oldu. Gelgeldim, onu tüm canlılığıyla bir düzen olarak ortaya koyabilmiş ya da bu toplum düzeninin gelişme ve gerileme evrelerini tanımlayabilmiş değiliz. Minos yazısını okumayı başaracağımız güne kadar da bu işin üstesinden gelebileceğimizi sanmıyorum. Şimdilik şunu söyleyebiliriz: Minos'daki dokuz evrenin ilkiyle sonuncusu arasında, mülkiyetin krallık hakları zararına gelişmesini ve kadın ile erkeğin toplumsal ilişkilerindeki dengenin yavaş yavaş yer değiştirmesini içeren sürekli bir değişim süreci yatmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, dengedeki bu yer değiştirme anaerkil çerçeve içersinde gerçekleşmiş ve anaerkil düzen incelememizde şimdi vardığımız döneme kadar derinleşen çelişmeleriyle varlığını sürdürmüştür. Eğer Yunanistan dış dünyaya daha kapalı kalabilse ve daha kolay merkezileştinlebilseydi, eski sistem, Mısır'daki kadar uzun ömürlü olabilirdi; Mısır'ın Hyksos'lara yaptığı gibi, barbar saldırılarının birbiri ardı sıra gelen dalgalarını yutup özümleyebilirdi. Ama Akha çağında dıştan gelen bu zorlama, iç çelişmelerle de birleşince, bildiğimiz Yunan uygarlığının boy atmasına yol açan bir bunalım doğdu; Yunan uygarlığı, özel mülkiyete dayalı bir sınıflı toplumdu ve ilk dönemlerinde, anaerkil geçmişin kurumlarını değiştirme ya da bastırma uğrunda verdiği bilinçli savaşımda canlılık bulmaktaydı.
Akha toplumunun Homeros'da betimlenen genel özelliklerini Chadwick çözümlemiştir. Başka başka "kahramanlık" çağlan arasındaki ay-
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 4 0 5
dmlatıcı benzerliğe parmak basmıştır Chadwick.1 Kaba olmakla birlikte daha güçlü ve canlı istilacılar, kendilerinden daha üstün bir kültürü bastırır ve özümlerler ve böylelikle zenginliklerin güçlü bir askeri kastın elinde birikmesiyle belirlenen bir ekonomik ve toplumsal altüst oluşa yol açarlar. Kendi içinde ölümcül taht ve kalıtım kavgaları eksik olmayan bu askeri kast, kabile bağlarından koparak zora dayalı, kendini zorla kabul ettiren bir bireyciliği başarıyla uygular. Ne var ki, parlak olduğu kadar kısa ömürlü bir başandır bu, çünkü tüm kazançları üretim güçlerinin herhangi bir gelişmesi sonucu değil, kılıç gücüyle elde edilmiştir.
Bu Akha şeflerinin zenginliğini, her şeyden önce, hayvan sürüleri oluşturur. "Kargı salan Troya'lılarla savaşa gelmiş değilim ben," diye bağırır Akhilleus Agamemnon'a. "Ne sığırlarımı çaldılar, ne atlarımı götürdüler."2 Akha şeflerinin hayvan sürülerine, ele geçirdikleri ülkelerin halklarından aldıkları aynî vergileri de eklemeliyiz. Agamemnon, Akhilleus'a Messenia'daki yedi ili vermeyi önerirken, oralarda yaşayanların "kendisine bir tanrıymış gibi armağanlar sunacaklarını"3 söyler; bir başka deyişle, ellerindeki mal mülkün bir bölümünü Akhilleus'a vereceklerdir. Kadın tutsakların değeri, dokuma tezgâhındaki becerileriyle ölçülür, fiyatları öküzlerle biçilir.4 Dahası, bu doymak bilmez serüvenciler, altın ve gümüş leğenlere, tunçtan üçayaklara, kazanlara, kaplara, sözün kısası Minos işçiliğinin el koyabilecekleri her türlü ürününe göz dikerler. Değer sıralamalarını, yarışmalarda verdikleri ödüllerden çıkarabiliriz. Araba yarışı: Birinci gelene el işlerinde çok becerikli bir kadm ve yirmi iki ölçeklik kulplu bir üçayak; ikinci gelene altı yaşında gebe bir kısrak; üçüncü gelene dört ölçeklik, ateşe değmemiş, yepyeni bir kazan; dördüncü gelene iki ölçeklik altın; beşinci gelene iki kulplu, ateşe değmemiş bir kap.5 Yumruk dövüşü: Altı yaşında dayanıklı bir katır ve iki kulplu bir sağrak.6 Güreş: On iki öküz değerinde bir üçayak ve dört öküz değerinde bir kadm.7 Koşu: Birinciye Sidon'lu ustaların elinden çıkma, altı ölçeklik gümüşten bir testi; İkinciye yağlı, kocaman bir öküz; üçüncüye yarım ölçek altın.8
1 The Heroic Age; The Growth o f Literature; F. Engels. Origin o f the Family, Private Property and the State, (Londra, 1940), s. 115-22,186-87.
2 ilyada, 1.154.3 ilyada, 9.154-55:4 ilyado, 23. 703, 885; Odysseia, 1. 431.5 ilyada, 23. 262-70.6 ilyada, 23. 653-56.7 ilyada, 23. 702-05.8 ilyada, 23. 741-51.
Bunların ahlâk değerleri, kişisel ülküleri ve halka karşı tutumları, ozanlarının onlara anlattıkları tann öykülerinde yansır. Zeus, Olympos dağının bulutlarla kaplı doruğunda oturur.9 İlk başlarda, Bulutlan Devşiren ve Şimşek Savuran niteliklerini taşıyan Zeus yalnız başına yaşamaktadır; öteki tanrılar başka yerlerde oturmaktadırlar. Sözgelimi, Hera Argos'da, Aphrodite Paphos'da, Athena da Erekhteus Ocağı'nda oturmaktadır. Ama sonradan tanrıların hepsi gökyüzünde tek bir korunaklı yerde bir araya gelirler. Zeus merkezdeki sarayda, öteki tanrılar da Hephaistos'un yaptığı ve Zeus'un sarayını çevreleyen konaklarda oturmaktadırlar artık. Zeus'un egemenliği ve üstünlüğü hepsince kabullenilmiştir; ama Zeus'a sık sık kafa tutmaktadırlar, özellikle de karısı. Zeus, kendine bağlı tanrıları toplantılara çağırmakta, bu toplantılarda insanlığın yazgısıyla ilgili kararlar alınmaktadır. Toplantıya katılan tanrıları et, şarap ve müziğe boğmaktadır Zeus. Bu tanrılar bencil, acımasız, açgözlüdürler; tüm tensel zevklere fazlasıyla düşkündürler. Kendilerine tapan insanlardan yalnızca bir konuda ayrılmaktadırlar: Hiç ölmemektedirler. Bu ayrıcalıklarını da büyük bir kıskançlıkla korumaktadırlar. İnsanoğlu şu ölümlü dünyadaki yaşamından daha yükseklere göz dikmemelidir, yoksa yıldırımlar çarpabilir. Sıradan insanlar kabile şefleri karşısında ne ise, insanoğlu da tanrılar karşısında odur.10 Akha'ların Olympos'u, toplumsal gerçekliğin aynasıdır.
Destansı pırıltılarmı çıkarıp attığımızda, o ölçüsüz coşkunluklarını, canlılıklarını saymazsak, hayranlığımızı uyandıracak pek az şey vardır bu adamlarda. Kılık değiştirmiş Odysseus'un, çobanbaşı Eumai- os'da iyi bir izlenim yaratmak için ne diller döktüğüne kulak verelim:
Ö v ü n ü rü m ben yaygın G irit'te d oğm u ş olm akla, çok varlıklı b ir adam dı benim babam ,
oğ u llan vard ı konağında onun d aha b ir sü rü , hepsi de d oğm uşlardı asıl karısından.
O ysa beni satın alınm ış bir ana d oğu rm u ştu , b ir k apatm a.A m a H ylakosoğlu K astor sayardı beni öz çocukları gibi,
K astor, soyu nd an olm akla ö vü n d ü ğü m ad am .Bir zam an lar m utluluğu , malı m ülkü ve yararlı oğu llarıyle o
G irit'te halktan saygı görü rd ü tanrı gibi.A m a ne vakit ki ölüm tanrıçaları onu alıp H ad es'e g ö tü rd ü ,
406 T a r i h ö n c e s i E g e
9 Homer and Mycenae, s. 267.10 History of Creek Religion, s. 158-59.
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 4 0 7
kura çekip p ay ettiler taşkın canlı oğu llan m alını m ü lkünü, çok a z bir m al ve bir ev ayırdılar bana da.
A m a ben gene de çok varlıklı bir ad am d an kız alabildim , erd em liyd im , savaştan k açm azd ım , işe yaram az ad am değild im .
Şim di hepsi geçti gitti, hepsi hayal oldu am a sen gene d e sam anına bak, başağını anla:
Eh, ne yap arsın , bu başa nice d ertler geldi!A res'le A thene atılganlık ve pazı gü cü verm işti b ana, p usu ya yatm ak için seçtiğim zam an yiğit ad am larım ı,
ve d ü şm an lara kötülük dileğim i tasarladığım da, yiğit yü reğim hiç g örm ez olurdu ölüm ü,
herkesten ön ce öne atılır, tepelerdim kargım la d üşm an erlerden benim k ad ar koşam ayıp ayağım ın altına düşeni.
İşte böyle gözü pek bir ad am d ım ben savaşta , am a hiç m i h oşlan m azd ım tarla işlerinden, güzel çocu k yetiştirm eden ve ev işlerinden,
ben kürekli gem ileri, savaşları severd im h er vakit, severd im gü zel cilalanm ış kargıları, okları, herkesi titreten korkunç araçları severdim .
Bütün bunları bir tanrı k oym uştu benim gönlüm e:H er insanın hoşlandığı şeyler başka başka.
A khaoğulları T roya toprağına basm ad an önce, d oku z kere g ötü rm ü ştü m ad am larım ı yabancı ülkelere, hızlı gem ilerim le g ö tü rm ü ş, çok da kazancım olm uştu.
A ldıktan son ra bu talandan gön lü m ü n dilediğini, k uradan d a bir sü rü şeyler d üştü yd ü p ayım a,
b öylece evim in varlığı geliştiydi çabucak, değerli bir ad am o ld u yd u m G irit'tiler arasında, çok saygı gören .
A m a ne vakit ki k ararlaştırdı g ü r sesli Z eu s bunca yiğidin dizlerini bükecek o belalı seferi,
bana ve şanlı İd om en eu s'a b u yu rd u lar gem ileri İlyon'a götü rm em izi,
olm az, d iyem ezd im , halk arasında kötüye çıkardı a d ım .11
İh/ada'da rastladığımızda Phoiniks ağırbaşlı, yüreğinde tanrı korkusu taşıyan yaşlı bir adamdır; oysa onun da fırtınalı bir geçmişi olmuştur:
>1 Odysseia, 14. 1951-239.
408 T A R İ H Ö N C E S İ E g e
O gü n babam la kavga etm iş, k açıy o rd u m , gü zel saçlı kapatm ası yü zü n d en k ızm ıştı b an a ,
onu sev iy o r, in san d an say m ıy o rd u asıl k arısını, an am ı. A n am sa , d izlerim e k apan ır, y a lv arırd ı b itev iy e ,
n e o lu rsu n , d erd i, y a t o k arıyla , yaşlı b ab an d an iğren sin , so ğ u su n .
Öyle yaptım ama anladı babam işi, lanetledi beni, yalvardı uğursuz Erinys'lere,
ne olur, dedi, vermeyin kucağıma torunumu. Tanrılar getirdiler adağını yerine,
bir yandan yeraltı tanrısı Zeus, bir yandan yırtıcı Persephone.
Sivri tunçla babamı öldüreyim dedim, ama bir tanrı yatıştırdı öfkemi,
bir bir saydı insanların başına gelenleri, doğru yolu gösterdi bana,
yoksa adım çıkacaktı, olacaktım baba katili. Ama öfkeli bir babanın yanında yaşamak
çok sıkıyordu göğsümde yüreğimi.Hısım akrabam, amca kardeşlerim,
yalvardılar, dediler ne olur kal.Kocaman koyunlar kurban ettiler,
p a y ta k p ay tak yürüyen boynuzlu öküzler, yağlan fışkıran bir sürü domuz.
Hephaistos'un ateşinde, şişlerde kızartıldı. İhtiyarın küplerinden bol bol şarap içildi.
Benimle geçirdiler dokuz geceyi, biri bekledi kapalı avlunun kem eri altında, biri oda kapılan önünde, iç avluda bekledi.
A teş boyuna yandı, hiç sönm edi.Ama karanlık gecenin onuncu gelişinde,
odanın sağlam menteşeli kapısını kırdım çıktım, avlu duvannın üstünden atladım gittim,
ne nöbetçiler farkına vardı, ne hizmetçiler. Engin Hellas boyunca kaçtım uzaklara,
kuzuların anası Phthie'ye vardım, vardım Kral Peleus'un yanma.
Çok iyi karşıladı beni o, oğlunu seven bir baba gibi sevdi,
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 4 0 9
bolluk içinde büyüttüğü oğlunu, gözbebeğini.Bir hayli er verdi buyruğuma,
beni mal mülk sahibi etti.Dolop'ların kralıydım Phthie'nin ta ucunda.12
Bu bölümleri okuduktan sonra, bir Homeros uzmanının, Akha'la- rın "evlilik ilişkilerinde tertemiz ve sevecen bir anlayış"a sahip olan "ince ve cömert bir soy" oldukları yolundaki kibar sözleriyle karşılaşınca doğrusu ağzı açık kalıyor insanın.13
Etleri ve içkileri böylesine miğdesine indiren "hısım akraba" nın sayısı, hiç kuşkusuz, bir ailenin sınırlarını epeyce aşmaktaydı. Burada, klanı tarafından dayatılan sınırlamalardan kurtulmakta olan bir Akha ile karşı karşıyayız. Bu Akha, yani Phoiniks, kurtuluşunu gerçekleştirdikten sonra salt bireysel bir ilişkiyle bir yabancıya bağlanmaktadır: Bir vasal ile derebeyi arasındaki kişisel bağlılık ilişkisidir bu. Phoiniks'in babası Ormenos'un yasal karısının üstlendiği rol de çok ilginçtir. Or- menos, kılıcın elde edebileceği, sığırın satın alabileceği kadar kadına sahip olmakla, kuzeyli atalarının izinden gidiyor olabilir. Ama karısı buna tepki göstermiş ve Klytaimestra gibi karşı koymuştur. Yeni gelenler, kadınlık onuru konusunda farklı düşünceler taşıyan yerli soylularla evlenmişlerdi. İşte bu yüzden, bu "destansı" öykülerin çoğunda, kanlar ve kapatmalarla ilgili kavgalar kopmaktadır. Bu kadınların en güzeli, Helena, uğrunda yarışan Akha'lar arasından kendisi seçmişti kocasını; başından özgürce seçtiği için de düşüncesini değiştirmekte özgürdü. Bu durumda, karşı çıkan kocaydı ve Akha'lar da onun yanında yer aldılar. Bin gemiye yelken açtırılması, sırf Helena'nın güzel yüzü uğruna değildi. Paris, Helena'yla birlikte epey mal da alıp götürdü.14 Mal mülk ve varlık, kadınla birlikte gidiyordu o zamanlar. Güzel kadınlar uğrundaki dövüşler, para pul uğrunda dövüşlerdi.
2 . A n a e r k i l T o p l u m u n H o m e r o s ' d a E l e A l ı n ı ş ı
Homeros ozanları, kahramanlarının savaşa savaşa üne eriştikleri dün- yanrn kendi dünyalarından çok değişik olduğunun bal gibi farkındaydı
12 İlyada. 9. 447-84.13 R.C. )ebb, Homer (Homeros), (Yedinci basım, Glasgow 1905). s. 53-S4.14 ilyada, 3. 72, 7. 362-64.
4 i o T a r i h ö n c e s İ E g e
lar ve birçok ayrımı özenle vurguluyorlardı. Ozanların yaşadığı dönemde, demir tunçtan daha önemli bir madde olmuş, Peloponnesos'da Dor'lar üstünlüğü ele geçirmişlerdi. Oysa şiirlerde demire pek az rastlanır. Dor'lar ise önemsenmez. Homeros ozanları, bu gibi konularda, geçmişi bilinçli olarak idealleştirilmiş bir biçimde betimlemişlerdir. Bu betimleme, mülkiyetin gelişimi ve ataerkil ailenin güçlenmesi açısından çok daha özneldir, açıldıktan yoksundur. Oysa kadınların toplumdaki yerinin bir değişikliğe uğradığım biliyorlardı. Nitekim şiirleri bu gözle ince eleyip sık dokursak, gerçekleri bu ozanların kendi sözlerinden de çıkarabiliriz.
İlyada'yı okuyanların çoğu, Troya'yla ilgili sahnelerde Yunan olmayan bir havanın ağır bastığı görüşünde birleşecektir. Agamemnon ile yoldaşları, korkunç savaş naraları patlatan, kıüç sallamakta, kargı savurmakta kimsenin ellerine su dökemediği komutanlardır. Oysa Priamos, savaş- kanlıktan çok uzak, yumuşak başlı, ince bir kraldır. Evet, Hektor'un bir Akha'lı gibi davrandığı söylenebilir, ama öyküde daha eski bir figür olduğu anlaşılan Paris hiç de yiğit değildir.15 Sonra, Andromakhe'nin Hektor'un karısı olarak toplumdaki konumu Penelope'nin konumundan pek değişik olmamakla birlikte, Helena güzelliğiyle herkesin aklını başından alarak sokaklarda özgürce dolaşabilmektedir ve Hekabe'nin çok saygın ve etkileyici bir kişiliği vardır. Troya kentinin korunması için Tanrıça At- hena'ya yalvanlırken, kral değil, Hekabe'dir yakarıyı yöneten:
Böyle dedi o , anası da gitti saraya, hizm etçileri çağırdı.O nlar da top lad ılar yaşlı kadınları d ört bucak tan .
G üzel kokulu am bara indi ana.O rda renk renk şallar vardı,
Sidonia'lı kadınlann-işlediği şallar.Y aygın denizin ötesinden H elene'yi k açırdığında,
T an rıya benzer A leksandros Sidon 'dan getirm işti.H ekabe seçti şallardan bir tanesini, arm ağ an diye götürdü A theneye,
en b üyüğü, en güzel işlenm işiydi o, p arlıyord u sandığın dibinde yıldızlar gibi.
S onra yola koyuldu H ekabe, öb ü r yaşlılar da koşuştular ardından.
V ardılar kaleye, A then e'nin tapınağına, güzel yanaklı K isses'in kızı T heano açtı kapıyı,
15 ).A. Scott, The Unity o f Homer (Homeros’da Birlik), (Berkeley, 1921), s. 205-06.
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 4 1 i
a tlan iyi sü ren A n ten or'un karısıydı o,T royah lar kom uşlardı onu oray a,
A th en e'ye duacılık yap ıyord u .K aldırdı b ütün kadınlar ellerini,
yak ard ılar A th en e'y e hep bir ağızd an ,G üzel yanaklı T heano da aldı şalı,
gü zel saçb A thene'nin dizlerini ö rttü .16
Aynı tanrıçaya, hiç kuşkusuz, tüm geçmişi boyunca gerek Atina'da, gerek başka yerlerde rahibeler hizmet etmişti. Ama daha sonraki dönemlerde tanrıçaya değgin tüm hizmetler (kurban sunmalar, tören alayları, oyunlar) erkek devlet görevlilerince denetlenir olmuştu. İlyada’da anlatılan bu Troyalı Athena, Atina'lı Athena'nın bir zamanlar taşıdığı nitelikleri taşıyordu.
Priamos'un sarayı şöyle düzenlenmişti:
T am elli tane oda vardı ord a, cilalı taştan yan yan a odalar,
P riam os'u n o ğ u llan yatardı asıl k anlarıyla.A vlu n u n öb ü r yan ın da, karşıda,
k ızlannm od aları vard ı, on iki tane, cilalı taştan, yan yan a, d ü z dam lı.
S aygıd eğer k an larıyla P riam os'u n güveyleri y a tard ı.17
B u aile ocağı, ataerkil ortak hane olarak tanımlanmıştır;18 ama biraz düşünecek olursak böyle bir yorumun olanaksızlığını görürüz. Ataerkil ortak hane, paterfamilias (ailenin başı, erkeği, başkanı), karısı, oğulları, evlenmemiş kızları ve gelinlerinden oluşur. Evlenmiş kızlar ya da damatlar yoktur, çünkü bunlar ayrı hanelerde otururlar. Priamos'un evinin olağandışı bir örnek olduğu anlaşılıyor, çünkü evlenmiş çocuklar aynı anda iki evde birden oturuyor olamazlardı. Olağandışı olmasının nedeni, kralın sarayı olmasıdır. Kral evi, oğulların kız kardeşleriyle evlenerek babalarının tahtına geçmeyi güvence altına almalarmı sağlayan anaerkil içevlilik ilkesi üstüne kurulmuştur. Bunun, bir zamanlar Priamos'un kentinin tümünde geçerli bir kural olduğu da, onun
16 ilyada. 6. 286-303.17 İlyada, 6. 243-50. Nestor’un Pylos'daki sarayı da aynı biçimdeydi: Odysseia, 3. 387,451.18 W. Erdmann, Dit Ehc im alten Criechenland, (Münih, 1934), s. 126.
sarayının düzenlenişiyle kanıtlanmaktadır. Homeros ozanları, bunun farkına varmadan betimlemişlerdir sarayı. Ama söz konusu uygulamadan da tümden habersiz değildiler. Rüzgârların kralı Aiolos, büyülü bir adada, tunçtan duvarlarla çevrili bir sarayda oturuyordu:
A iolos'u n on iki çocu ğu vardı konağında, altısı kızdı, altısı erkek, delikanlı çağ ın d a,
oğulların a karı diye verm işti kızlarını A iolos.Şölen yap arlardı bu çocu klar sık sık
sevgili babalarının, saygıd eğer analarının yan ın d a, türlü yiyecek içeceklerle dolu ydu sofraları,
tü terdi y ağ dum anları bütün gün evin içinde, kaval sesleriyle çınlar d u ru rd u ev bütün g ü n ,
geceleriyse herkes yatardı sayın eşinin yan ın d a, kilim ler döşeli olm alı sed irlerd e.19
Mitos dünyasında, yasak kılınmış geçmişin kandaşıyla cinsel ilişki alışkıları varlığını sürdürür, çünkü artık gerçeklikten kopmuşlardır, zararsızdırlar.
Phaiakia'nın olağanüstü krallığını daha önce de görmüştük. Phaia- kia krallığı, bir söylence de olsa, gerçek dünyadan alınmış öğelerle doludur; gerçek dünyayı görebilmemiz için bu krallığa dikkatlice bakma
mız yeterlidir. Aslında, Minos Girit'inin yitip gitmiş dünyasıdır bu. Kral Alkinoos'un yüksek çatılı sarayının bahçesinde tunçtan duvarlar uzanır iki yanda, mavi mineden kuşaklar vardır bu duvarlarda; ağaçlar dal budak salmıştır; armut ve nar ağaçları, pırıl pırıl yemişli elma ağaçlan, bal gibi incirler, yemyeşil fışkıran zeytinler... Bir bağ vardır ötede, salkım salkım üzümlü. Kızarmış salkımlar koparılıp ezilmeye hazırdır. En dipte, bağın öbür ucunda, yol boyu çeşit çeşit bitkiler fışkırmaktadır. Bağın içinde iki çeşme akmaktadır; biri bütün bahçeyi dolaşmakta, öbürü avlu eşiğinden saraya doğru gitmektedir. Sarayın eşikleri tunçtan, söveleri gümüştendir; iki yanları ve kapı
4 1 2 TA R İH Ö N CESİ EGE
19 Odysseia, 10 . 5-12 .
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 413
tokmaklarıysa altından. Yerde iki köpek vardır, biri altından, öteki gümüşten. Dansçılar hora tepmekte, şaraprengi topu havaya fırlatıp müzikle uyumlu bir sıçrayışla yakalamaktadırlar, ozan elinde sazı Ares ile Aphrodite'nin sevgilerini söylemektedir baştan çıkancı bir ezgiyle. Kadınların davranışları özgür ve bağımsızdır. Bütün bunlar, aklımıza, Minos Sarayı'run duvar resimlerindeki görüntüleri getiriyor.
Alkinoos'un kızı Nausikaa, anasıyla babasına nasıl yaklaşacağı konusunda titiz öğütler verir Odysseus'a:
Avluyu aşıp girince evin içine, geç büyük sofayı bi koşu, anama var,
oturur ocak başında, yün eğirir ateşe karşı, alacalı renklere bak bak şaş,
sırtını direğe dayamıştır anam, oturur hizmetçileri de arkasında.
Tahtındadır babam, sırtı ocağa dönük, şarabını içer yudum yudum,
ölümsüz bir tanrı sanırsın onu.Dosdoğru gider, dayarsın ellerini anamın dizlerine,
görürsün sıla gününü, olursun mutlu:Ne kadar uzaklardan gelirsen gel,
iyi duygular kıpırdatırsan yüreğinde anamın, hazır ol sevdiklerine kavuşmaya,
güzel yapılı evine, baba toprağına.20
Kral yalnızca süsleyici bir öğedir. Karar kraliçenindir. Kraliçe, olağanüstü bir kadındır. Odysseus tam kente girecekken, elinde bir testiyle küçük bir kız çıkar karşısına. Küçük kız Odysseus'a saraya giden yolu gösterir ve kralın ailesini anlatır:
Alkinoos kendine karı aldı onu,Arete'yi öyle saydı, öyle saydı ki,
hiçbir kadın böyle sayılmadı yeryüzünde, erkeğinin buyruğunda, evinde yaşayan hiçbir kadın,
hem çocukları, hem kocası saydı onu yürekten, halk da bir tanrıça gibi baktı ona,
tatlı sözlerle selam verirlerdi kente inince o,
20 Odysseio, 6. 303-15 .
çok akıllıydı, iyi yürekliydi de ondan, yatıştırırdı bütün kavgalarını erkeklerin.
İyilik dilerse o kadın yüreğinde sana, umudun olsun sevdiklerini bir daha göreceğine, yüksek çatılı evine döneceğine, baba toprağına.21
Buraya kadar her şey iyi güzeldir de, Odysseus saraya vardığında bambaşka bir durumla karşılaşır:
Çok çekmiş tanrısal Odysseus yürüdü evin içinden, yoğun sis vardı üstünde, Athene'nin döktüğü,
yürüdü Arete'ye ve kral Alkinoos'a doğru.Dizlerine kapandı Arete'nin, sarıldı kollarıyla ona,
Odysseus'u saran sis hemen dağıldı.Birdenbire önlerinde bir adam görünce ordakiler,
yuttular dillerini, apışıp kaldılar,Odysseus da başladı yalvarmaya:
Arete, tanrıya denk Reksenor'un kızı, saygıdeğer eşi ulu yürekli Alkinoos'un,
çok acılar çektikten sonra, bak işte, kapanıyorum ayaklarına, dizlerine senin,
yalvarıyorum tekmil konuklarına ayrı ayrı, mutlu yaşamayı bağışlasın tanrılar size,
bırakasınız çocuklarınıza evinizin varlığını, halkın size verdiği onur payını bütün!
Yola koyun beni, tezelden gönderin yurduma, çile doldururum ne zamandır sevdiklerimden uzakta.
Böyle dedi, gitti ocağın külleri içine oturdu, kesiliverdi bir anda herkesin sesi soluğu,
Yaşlı Ekheneos söz aldı az sonra, en yaşlısıydı o Phaiak yiğitlerinin,
söz söylemede de çok üstündü, eski şeyler bilirdi bir sürü.
İyiniyetle konuştu, dosdoğru dedi ki:Olmadı bu, Alkinoos, yakışmaz doğrusu
konuğun yerde oturması, ocağın külleri arasmda.Hepimiz sustuk sen konuşasın diye.
4 H T a r İ h ö n c e s İ E g e
21 Odysseia, 7. 6 6 -7 7 .
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 4 15
Hadi kaldır, gümüş kakmalı bir tahta oturt konuğu, karsınlar şarabı, buyur uşaklara,
sunu sunalım yıldırım savuran Zeus'a, odur yalvarıcılara yoldaşlık eden.
Kâhya kadın da yemek versin içerden konuğumuza.Duyunca bu sözleri Alkinoos'un kutsal gücü,
çok bilmiş, akıllı Odysseus'u elinden tuttu, kaldırdı ocak başından, parlak bir tahta oturttu,
yerinden kaldırmıştı yanıbaşındaki Laodamas'ı, yiğit oğlunu, Alkinoos severdi bu oğlunu çok.22
Odysseus, kendisine tembihlendiği gibi, dileğini kraliçeye sunar, ama bir yanıt olamaz ondan. Kraldır kararı verecek olan.
Burada, aynı izleğin (temanın) iki ayrı yorumuyla karşı karşıyayız. Birinde, yalvaran Odysseus kraliçenin ayaklarına kapanır, dizlerine sarılır: Simgesel bir doğum, yeniden doğuş, evlat edinme, yakarış davranışı, çalımıdır bu. Ötekindeyse, Odysseus ocağın (aile yaşamının merkezi) külleri içine oturur; kral onu kaldırır masaya götürür, yer gösterir; böylece akrabalığa kabul edilir Odysseus. Aslında ikisi de birer yakarı töreni, ama biri anaerkil, öbürü ataerkil. Odysseia'ya son biçimini veren ozanlar bu ikisi arasında kararsız kalmışlar.
Kral ile kraliçenin soylarını araştırdığımızda, bir başka olağandışı- lık daha giinışığına çıkıyor. Gene testili kız anlatıyor:
Saraya girer girmez git doğru kraliçenin yanına: onun adı Arete'dir, kendi de erdemli,
anası babası Alkinoos'u dünyaya getiren soydan.*Poseidon, yeri sarsan tanrı,
Nausithoos'a baba olmuştu ilkin, birleşmişti kadınların en güzeli Periboia ile,
en küçük kızıydı Periboia ulu canlı Eurymedon'un, taşkın canlı devlerin kralıydı Eurymedon bir vakitler, ama yok etti tanrıya saygısız halkını da, kendini de.
İşte bu Periboia ile birleşti Poseidon,
22 Odysseia, 7.139-71.* Azra Erhat-A. Kadir çevirisinde. Arete'nin anasıyla babasının “Alkinoos'u dünyaya getiren soydan"
oldukları söyleniyor. Oysa George Thomson, bunun “aynı ana-babadan” diye çevrilmesi gerektiğini söylüyor ve örneğin kimi uzmanların “ana-baba” sözcüğünü “atalar" diye yorumlamasının yanlış olduğunu vurguluyor, (f.n.)
4 16 TA R İH Ö N CESİ EGE
kadın da d oğu rd u ulu canlı N au sith oos'u ,N au sithoos da son rad an Phaiak'lara kral oldu,
babası oldu R eksenor'la A lkinoos'un, gü m ü ş yaylı A pollon öld ü rd ü Reksenor'u yeni evliyken,
oğlu olm am ış, kız çocu k bırakm ıştı bir tek,A rete bu kız çocu ğu yd u işle,
A lkinoos kendine karı aldı on u .23
Yukarıdaki alıntının son dizelerinde, Arete'nin, kocasının erkek kardeşinin kızı olduğunu öğreniyoruz. Burada söz konusu olan, kadın kalıtçıyla ilgili Attika yasasına uygun düşen ataerkil içevliliktir. Arete tek çocuktu, dolayısıyla da babasının en yakın akrabasıyla evlenmişti. Birkaç dize önce ise, Alkinoos ile Arete'nin "aynı ana-babadan doğduklarını" okuyoruz. Kimi uzmanlar, "ana-baba" sözcüğünü "atalar" diye yorumlayarak durumu kurtarmaya çalışmışlardır. Oysa bu onları, Alkinoos ile Arete'yi kardeş olarak tanımlayan Hesiodos'la çelişmeye düşürmekten başka bir işe varamamaktadır.24
Homeros en azından burada başıyla doğrulamaktadır. In flagrante delicto [suçüstü] yakalanmıştır Homeros. Kadın kalıtçı konusundaki bildik ve yaygın yasaya uygun düşen bir soyağacı, Yunan ozanlarının anlamadıkları ve anlamak da istemedikleri anaerkil içevlilik kuralına bir seçenek olarak uydurulmuştur. Ufak bir dil sürçmesi ele vermiştir ozanları. Çıkan sonuç açıktır; bu sonuçtan varılabilecek noktalarsa rahatsız edici. Kimbilir, benzer dürtülerle, ama daha büyük bir ustalıkla daha kaç soyağacı çarpıtılmıştır? Gerçekte düpedüz bir çarpıtma olmasına karşın, bu örnekte bile üç bin yıl süreyle yutturmayı başarmışlardır. Çünkü Homeros ozanlarının kadın ile erkeğin toplumdaki konumlarına ilişkin tutumunu, onların günümüzdeki yayımcıları da o bilgince yansızlıklarına karşın başlarıyla doğrulamışlardır.
3. O d y sseu s'u n K ra llığ ı
Örtünün bir ucunu kaldırdık. Şimdi artık örtünün bu ucunun kalktığı köşeden pırıl pırıl gözler önüne serilen görünümü kısaca da olsa
23 Odysseia, 7. 53-66. Bkz. Ausftihrliches Lexikor der griechiscben und römischen Mythologie, 3. 2206-07; J.A.K. Thomson, Studies in the Odyssey (Odysseia Üstüne incelemeler), (Oxford, 1914), s. 168.
24 Hesiodos, fr. 95; Odysseia, 7. 54. Bu farklılığa R.M. Burrows dikkati çekmişti; The Discoveries in Crete (Girit'teki Bulgular), (Londra, 1907), s. 217.
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 4 17
izleyebiliriz. Eğer Odysseus'u İthaka'ya kadar götürürsek, acımasız Akha korsanlarının bu yabansı anaerkil dünyaya girdikleri zaman ortaya çıkan karışıklığı göreceğiz.
İthaka'daki yaşamın Homeros ozanlarınca anlatılışındaki belirsizlikler ve tutarsızlıkların bir bölümü, gelenekte yazılı olan toplum duru m u n u nerdeyse hiç bilmeyen ozanlardan kaynaklanmaktadır. Ama bir bölümü de, iki ayrı kültürün çatışmasından ve birleşmesinden doğan geçiş döneminin kuraldışılıklarıyla dolu koşullardan kaynaklanıyor olsa gerek.
Kephallen'lerin yaşadığı Odysseus'un krallığı, anlatıldığına göre, İt- haka, Samos (sonraları Kephallonia) ve Zakynthos adı verilen üç adadan, bir de ya Akarnania kıyılarında birer kent ya da körfezde birer
A B C
Harita IX. Odysseus’un Krallığı
4 18 TA R İH Ö N CESİ EGE
adacık olan Krokyleia ve Aigilips'den oluşmaktadır.25 İthaka adası, kıraç ormanlık, çayırsız çimensiz, at yetiştirmeye elverişsiz bir yer olarak anlatılır.26 Odysseus'un büyük bölümü anakarada bulunan varlığı, daha çok hayvanlardan oluşur. Mal dökümü şöyledir: Anakarada 12 sığır sürüsü, 12 koyun sürüsü, 12 domuz sürüsü, 12 keçi sürüsü vardır. Adadaysa taliplerin oburluğuna karşın 11 keçi sürüsü, 600 dişi domuz, 360 erkek domuz ve Odysseus'un kendisine ayrılmış bir teme- nos, yani tarla.27 Bütün bu hayvanlara ve topraklara sayısı belirsiz köleler bakmaktadır. Öyküde bunlardan yalnızca çobanbaşı Eumaios'un adı anılır doğru dürüst. Eumaios, Kyklad Adaları'ndan biri olan Syros adası kralının oğludur. Küçük bir çocukken Fenike'li korsanlarca kaçırılır. Eumaios'u korsanlardan Odysseus'un babası Laertes satın alır ve aile içinde büyütür.28 Savaştan önce, Odysseus, Eumaios'a bir ev, bir tarla ve bir kadın bağışlamayı, başka bir deyişle onun bağımsız bir çiftçi olarak yerleşmesini sağlamayı tasarlar.29 Kadın köleler de vardır; bunlardan on ikisi değirmen taşlanın çevirmekte, arpa ve buğday öğütmektedir; sarayda da elliden fazla kadın köle hizmet etmektedir.30 Saraydaki kadın kölelerden Aktoris, Penelope'nin çeyizinin bir parçasıdır.31 Odysseus'un dadılığını yapmış olan hizmetçi Eurykleia'yı Laertes körpecik bir kızken yirmi sığır karşılığında satın almıştır. Laertes Eurykleia'ya vurgundur, ama karısının öfkesinden ödü patladığı için onu bir kez olsun yatağına almamıştır.32
Odysseus'un Phokis'li olan anası ölmüştür, ama Laertes hâlâ sağdır. Odysseia'nm genellikle son bölümü sayılan XXIV. Bölümünde, yaşlı adam bir zamanlar anakaraya nasıl akın düzenlediğini anımsar ve o vakitler kendisinin kral olduğundan söz eder.33 Ama Odysseia'nın başka hiçbir yerinde bir daha geçmez bu konu; bir zamanlar kral olan La- ertes'in sonradan tahtını neden bıraktığı da anlatılmaz. Bu noktanın belirsizliği, Odysseus'un, babasının yerine geçerek değil de, bir başka yoldan tahta çıkmış olabileceğini akla getirmektedir.
25 İlyada, 2. 631-35; Strabon. 452-53.26 Odysseia, 4. 601-18,13. 242-47.27 Odysseio, 14.13-20,100-04,17. 299.28 Odysseia, 15. 403-84. 363-70.29 Odysseia, 14.62-64,17.320-23; P. Vinogradoff, Growth of the Manor (Malikânenin Büyümesi), (Londra,
1905). s. 202,230; M. Bloch, Les carocttres originauıt de 1‘histoire ruralefrançaise, (Oslo, 1931), s. 239.30 Odysseia, 20.105-08, 22. 421-23.31 Odysseia, 23. 228.32 Odysseia, 1.429-35.33 Odysseia, 24. 377-78.
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 4 19
Laertes sarayda oturmaz; daha önceleri oturduğundan da hiç söz edilmez. Kentten uzakta, içinde bir ev, bir harman yeri, bir de bahçe bulunan bir kır malikânesinde oturur Laertes.34 Odysseia'nın XXIV. Bölümünde, bu malikâne, Laertes'in çalışıp çabalayarak edindiği kendi malı olarak tanımlanır. Başka bir deyişle, Laertes'in boş, ıssız bir yörede kendisi için düzeltip açtığı bir yerdir burası.35 Yaşlı Laertes bahçesinde çapa işleriyle oyalanmakta, topraklarını ise Dolios ve ailesi işlemektedir.36 Evlenip de İthaka'ya geldiğinde Penelope'ye babası İkari- os'un verdiği bir köledir Dolios.37 Tıpkı Aktoris gibi Dolios da Penelo- pe'nin çeyizinin bir parçasıdır. IV. Bölümde, Penelope hizmetçilerine şöyle der:
Gitsin bir koşucu, çağırsın yaşlı Dolios'u, buraya gelirken babam vermişti onu yanıma,
bağıma bahçeme bakar o şimdi benim.
Kimindir bu bahçe? Odysseia'nm XXIV. Bölümünün öteki bölümlerine uymadığını burada bir kez daha görüyoruz. IV. Bölümden anlaşılmaktadır ki, Penelope'nin çeyizi toprağı işleyen köleyle birlikte toprağın kendisini de içermektedir.
Odysseus, Troya'ya on iki gemilik bir filoyla gitmişti. Çeşitli yerlerde anlatılanlardan, toplam 624 kişi olduklarını çıkarabiliyoruz; yani her gemide bir kaptan, bir dümenci ve elli kürekçi vardı.38 Demek, nüfus büyük ölçüde azalmıştı. Anlaşılan, kral kendisi de gemiye binmekle yetinmemiş, yetişkin erkeklerin birçoğunu yanma almıştı. Ve yirmi yıl geçmiştir aradan. Bu yirmi yıl boyunca bir kral seçilmediği gibi, ne bir yaşlılar kurulu toplanmıştır, ne de bir kurultay.39 Bu arada yeni bir kuşak oluşmuştur. Yeni kuşakta, Telemakhos gibi babalarını bir kez bile görmemiş, hırslı, tutkulu birçok delikanlı vardır. Delikanlılar, olağan zamanlarda büyüklerinin kendilerine dayatacakları sınırlamalardan kurtulmuş durumdadırlar; doğal olarak da Odysseus'un öldüğünü düşünerek, her türlü baskıdan kurtulmak ve yeni bir kral seçmek için sabırsızlanmaktadırlar.
34 Odysseia, 1.189-93, 23. 359 60.35 Odysseia, 24. 205-07.36 Odysseia, 24. 220-25. 387-90,497.37 Odysseia, 4. 735-37.38 İlyado, 2.637; Odysseia. 9. 60-61.159-60.195, 289, 311,10.116,128-34. 203-08.39 Odysseia, 2. 26-27.
420 T A R İ H Ö N C E S İ E g e
İşte, Penelope'nin talipleri de bu genç adamlar arasından çıkar. Taliplerin sayısı 108'dir: 12'si İthaka'dan, 24'ü Samos'dan, 20'si Zakyn- thos'dan, 52'si de Dulikhion'dan.40 Üç yıldır Penelope'yi bunaltmakta,41 konağın içinde Telemakhos'un kesesinden yiyip içip yatmaktadırlar. Taliplerin bu yüzsüzlüğü, kral ocağının konukseverliğine layık olduklarını ileri sürmelerinden kaynaklanıyor olmalıdır; olağan zamanlarda kentin büyüklerine, yaşlılarına gösterilen bir konukseverliktir bu.42 Talipler, İthaka halkının ses çıkarmamasından güç almakta,43 Penelope içlerinden biriyle evlenmeden konaktan ayrılmaya yanaşma- maktadırlar. Telemakhos da onların kılma dokunamamakta, onları başından atamamaktadır. Tek yapabildiği, babasının evinin, uşaklarının ve mallarının kendisine kalması gerektiğinde diretmektir.44 Talipler de onaylamaktadır bunu. Nitekim, Telemakhos'u öldürmeyi tasarlamalarının bir nedeni de, böylece ailenin ocağını söndürerek Telemakhos'a babasından kalan malı mülkü aralarında pay etme umududur.45 Öte yandan, Telemakhos, babasının yerine tahta çıkmaktan özellikle kaçınmaktadır. Adalarda babasının yerine geçebilecek başka birçok prens bulunduğunu kabul etmektedir.46 Peki, talipler Penelope'yle evlenerek ne elde etmeyi ummaktadırlar öyleyse? Gerçekle bütün öykü biraz da bu sorunun çevresinde dönmekte ve sorunun yanıtı hiçbir yerde açıklıkla verilmemekte, verilmiş varsayılmaktadır yalnız. Ama durum yalnızca tek bir yanıta elvermektedir; bu yanıt da XV. Bölümde bir rastlantı sonucu çıkmaktadır ortaya. Telemakhos, taliplerin amacının "anasıyla evlenip babasının mallarına igeras) konmak"47 olduğunu söylemektedir. Penelope'yi alan, Odysseus'un yerine geçecektir. Krallık erkeğin soyundan gelmemektedir, erkekyanlı değildir; ancak kraliçeyle evlenerek olasıdır tahta çıkmak.
40 Odysseia, 16.247-51. Dulikhion'un nerede olduğu belli değildi. Eski yetkililer, Dulikhion ile Kephallonia'yı aynı yer olarak tanımlıyorlardı (Strabon, 456); son zamanlarda ise Dulikhion'un Leukas'la (The Homeric Catalogue o f Ships, s. 83-87) ve ithaka adası ile anakara arasındaki adalarla [R. Rodd, Homer's Ithaca (Homeros’un ithaka'sı), (Londra, 1927), s. 78-97) aynı yer olduğu ileri sOrüldü. Orada oturanlar, Taphioi olarak tanımlanırlar: Euripides, İphigeneia Tauris’te, 283-87. Dulikhion, İlyada'da babası Elis’den gelmiş olan Meges tarafından yönetilir (2.625-29), ama Odyssieo'da anası babası bilinmeyen Akastos yönetir Dulikhion'u ve Meges'den hiç söz edilmez (14. 335-36).
41 Odysseia, 13. 377-78.42 G. Glotz, Lo c iti grecque, (Paris, 1928), s. 55.43 Odyssio, 2. 239-41,16.375.44 Odysseia, 1. 397-98.45 Odysseia, 2. 335-36, 368.46 Odysseia, 1. 394-96.47 Odysseia, 15. 518-22.
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 4 2 i
Odysseus, taliplere saldırmak için, bir ok atma yarışma girdikleri anı seçer. Penelope, taliplerden hangisi Odysseus'un yayını kolaycacık gerebilir ve okunu on iki balta arasından geçirebilirse onunla evleneceğine söz vermiştir. Bu da, evlilik öncesi yarışmanın bir başka örneğidir; ayrıca, belirtmek gerekir ki, Homeros-sonrası bir öyküde Odysseus kendisi de Penelope'nin babasının düzenlediği bir koşuda bütün rakiplerini geride bırakarak hak kazanır Penelope'yle evlenmeye.48 II. Bölümde, talipler Teiemakhos'dan anasını babasının evine göndermesini ve Penelope'nin evleneceği adamı babasının seçmesini isterler.49 XV. Bölümde, Penelope'nin babası İkarios ve erkek kardeşleri taliplerin en iyilerinden biri olan Eurymakhos'la evlenmesi için baskı yaparlar Pe- nelope'ye.50 Penelope'nin babası İkarios'un nerede yaşadığı söylenmiyor, ama bu bölümde anlatılanlardan çok uzaklarda olmadığı anlaşılıyor. Daha sonraki dönemlerin yazınında İkarios'un Sparta'da yaşadığı söylenmiştir; ama Odysseia'det İkarios'un Sparta'da oturduğu dolaylı bir biçimde de olsa söylenmiş olamaz, yoksa Telemakhos Sparta'ya gittiğinde İkarios'un adının mutlaka anılması gerekirdi. Odysseia'nın bu konudaki suskunluğu, Strabon'un daha sonraki destanlardan aktardığı bir öyküyle giderilebilir: İkarios ile Tyndareos, Sparta'da doğup büyümüş iki kardeşmişler. Delikanlılık çağlarında Sparta'dan kaçmak zorunda kalmışlar. Korinthos Körfezi ağzındaki Pleuron'un kralı Thes- tios'un yanına sığınmışlar. Gel zaman git zaman, Tyndareos Sparta kentine geri dönmüş ve kral olmuş. İkarios ise kuzeyde kalmış ve Akarna- nia krallığına getirilmiş. Oğulları Alyzeus ve Leukadios'la birlikte yönetmiş Akarnania'yı.51 Öyleyse, bu Alyzeus ile Leukadios, Penelope'nin Odysseia'da adları anılan erkek kardeşleridir. Alyzeus Akarnania'da bir kent olan Alyzia'yı temsil etmektedir, Leukadios da Leukas'ı. Buraları Odysseus'un Odysseia'da tanımlanan bölgesine yakın olduğuna göre, ister istemez, Odysseus' un İkarios'a bağımlı bulunduğu, onun bir vasalı olduğu ve krallık hakkını onun kızıyla evlenerek elde ettiği sonucuna varıyoruz.
Odysseus'un evliliğinin bir başka yorumu daha vardır; Sparta'dan yerel bir öyküdür bu. Düğünden sonra İkarios Odysseus'a kendisiyle birlikte oturmaları için yalvarmış, ama Odysseus kabul etmemiş. Odysseus ile Penelope İthaka'ya gitmek üzere yola koyulduklarm
ış Pausanias, 3.12 I.49 Odysseia, 2.113-14.50 Odysseia, 15. 518-22.51 Strabon, 452, 461.
4 2 2 TA R İH Ö N CESİ EGE
da, onlardan ayrılmamakta direten İkarios da artlarına takılmış. Sonunda Odysseus dayanamamış, Penelope'ye dönüp kararını vermesini söylemiş: Ya benimle birlikte benim yurduma gel, demiş, ya da bensiz babanın yurduna dön.52 Bu, açıkça, anayerli evlilikten, yani evlendikten sonra kadının ailesinin bulunduğu yere yerleşme ilkesinden, babayerli evliliğe, yani evlendikten sonra erkeğin ailesinin yaşadığı yere yerleşme ilkesine geçişin halk belleğindeki bir örneğidir. Burada hemen, Yakub'un yirmi yıl karılarının ailesinin yanında yaşadığı, bu yirmi yılın on dördünü onlara hizmetle geçirdiği, ama en sonunda karılarını alıp kendi babasının evine kaçtığı, kızlarının malları üstündeki denetimini yitirmekte olduğunu sezinleyen La- ban'ın da onların ardına düştüğü akla geliyor.53 Penelope de aynı şeyi yapmıştı; ana-babasını terk etmeye, kocasıyla birlikte gitmeye karar vermişti.
Demek ki, Odı/sseia, ana hukukundan baba hukukuna geçişi belirleyen çatışmalar ve çelişmelerin belli belirsiz anılarıyla doludur. O zaman da şu soru çıkıyor ortaya: Öyküde geçen kişiler ve halklar, Yunan tarihinin bu canalıcı döneminde etkin oldukları bilinen budunsal topluluklarla ne ölçüde bir tutulabilir, özdeşlenebilirler?
4 . B a t ı Y u n a n i s t a n ' d a k i L e l e g ' l e r
Homeros'da, Odysseus yetiştirilişiyle, davranışlarıyla ve dış görünüşüyle Akhilleus'dan ayırt edilemez. Gerçek anlamda bir Akha olup olmadığı belli değildir. Destanda, büyükbabası Arkeisios'un adı geçer, ama kökeni konusunda en küçük bir ipucu verilmez.54 Odysseus'un ailesi adalarda bir başına gibidir; kendi çevresi dışında kan bağıyla bağlı hiçbir akrabası yoktur ailenin. Odysseus'un savaşa giderken ev işlerini çekip çevirsin diye geride bıraktığı Mentor bile ailenin eski bir dostudur yalnızca.55 Odysseus'un, doğrudan akrabaları dışında akraba saydığı tek kişi, ordusunun öteki bölüğünün komutanı Eurylok- hos'dur.56 Eski yorumculara bakılırsa, Eurylokhos, Odysseus'un kız
52 Pausanias, 3. 20.10.53 Kitabı Mukaddes, I. Eski Ahit (Tevrat). Tekvin, Bap 31,1-43, (Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1969):
Euripides, fr. 318.54 Odysseia. 13.182,16.118.55 Odysseia, 2. 225-27.56 Odysseia, 10. 205, 441.
KÜLTÜRLERİN Ç A T IŞM A SI 423
k ard eşi Ktimene'nin kocasıdır; destanda, Klimene'nin evliliğinin aileye sayısız armağanlar getirdiği anlatılmaktadır.57
Kephallen'lerle ilgili, Odysseia’da geçmemekle birlikte orada söylenenlere uygun düşen ve İkarios ile birçok bağmtısı olan bazı öyküler vardır: İthaka halkı suyunu kentin hemen dışındaki bir çeşmeden alırmış. Çeşme, nympha'ların taştan sunağının yambaşmdaki kutsal bir kavak korusunun ortasındaymış. Polyktor, Neritos ve İthakos yaptırmışlar bu çeşmeyi. Bu bilgiler Odysseia'da veriliyor.58 Sözü edilen üçlünün yerel kahramanlar olduğu açık. Penelope'nin taliplerinden birinin babasının adı da Polyktor. Bu da, onun soyundan gelenlerin hâlâ adalarda olduğunu düşündürüyor,59 PolyktorTa ilgili başka bir şey bilmiyoruz. Neritos, İthaka adasının ortasındaki dağın ata adıydı, İthakos da adanın kendisinin. Öyle görünüyor ki, Odysseia’m n ozanları, destanda anlattıklarından daha çok şey biliyorlardı bu eskil kişilerle ilgili. Başka kaynaklardan, Neritos ile İthakos'un kardeş olduklarını ve Kephallonia'da doğduklarını öğreniyoruz. Babaları Pterelaos'du; Pte- relaos'un Taphios ve Teleboas admda iki oğlu daha vardı.60 Taphioso- ğullart ile Teleboasoğulları, Leukas'la Korinthos Körfezi arasında dağılmış küçük adaları ellerinde tutan haydutlardı. Odysseia’d a , Taphi- osoğullarından birçok kez söz edilir. Öte yandan, Apollodoros, Myke- ne'lilerin bir keresinde Teleboasoğullarını cezalandırmak amacıyla bir sefer düzenlediklerini söyler.61 Taphiosoğulları da, Teleboasoğulları da Akarnania'dan geliyorlardı ve kimi yetkililerce aynı halk olarak kabul ediliyorlardı.62 Taphiosoğulları aynı zamanda Kadrnos soyundan inen Fenike'liier olarak da tanımlanıyorlardı.63 Aristoteles'in de doğruladığı bir başka öyküde ise64 Taphios ile Teleboas, Hippothoe'nin Po- seidon'dan olan oğullarıdır. Apollodoros, Hippothoe'nin Perseus'un torunlarından biri olduğunu söylemektedir; ama Aristoteles'e bakılırsa, Hippothoe'nin babası Leukas'lı bir "toprağın oğlu" idi ve adı Le- leks'di.63 Bu iki yorum arasında bir uyuşmazlık yok gerçekte. Perseus
57 Odysseia, 10.441.15. 363-67.58 Odysseia, 17. 204-11.59 Odysseia, 18. 299.60 Acııs, 30; A.R. 1. 747. Soyağacı karışık: Bkz. Aus/uhrliches Lexikon dergriechischen und römischen
Mythologie, s. 3. 3261-62.61 Odysseia, 1.105.181, 419.14. 452,15. 427,16. 426: Apollodoros, 2. 4. 6.62 Strabon, 461; A.R 1. 747. Telebois, Akarnania’nın eski adıydı.63 EM. 748. 40.64 Aristoteles, fr. 546.65 Apollodoros. 2. 4.5; Aristoteles, fr. 546.
424 T A R İ H Ö N C E S İ E g e
Kyklad adalarından gelmişti; Minos'un Kyklad'lardan kovaladığı korsanlar ise Karia'lılar ve Leleg'lerdi. Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Taphiosoğulları ile Teleboasoğulları ve onlarla birlikte Kep- hallen'ler, Ege Denizi'nden Adriya Denizi'ne sürüldükten sora Korint- hos Körfezi'ne giden yollarm çevresinde eşekarıları gibi dolanıp duran Kadmosoğulları ile Leleg'lerin bir karışımıydılar.
Topografya da doğruluyor bunu. İthake'yi (İthaka) ve Akarnania kıyılarındaki Astakos'u saymazsak, -ake ve -akos ile biten yer adlarına Yunanistan'da hiç rastlanmaz. Bu tür yer adları Anadolu'da yaygındır.66 Pleuron yalanlarında denize ulaşan Euenos ırmağıyla adaş bir ırmak vardır Troya dolayında.67 Kephallonia'mn Homeros'daki adı Samos, Leleg'lerin en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Ege Sa- mos'una denk düşmektedir. Ayrıca, Ege Samos'undaki Leleg'leri yönetmiş olan Ankaios'un oğullarından birinin adı Alitherses'di; Alither- ses, Odysseia'det İthaka'nm yaşlı bilicisinin adıdır.68
İkarios'un öyküsünü anlattım. Sparta'da dünyaya gelen İkarios, kardeşiyle birlikte Pleuron'a kaçmış, orada Thestios tarafından karşılanmış ve Akarnania kralı olmuştu. Yorumlardan biriydi bu; ama iki yorum daha vardı. Spartalılar, İkarios'la kardeşinin Sparta'dan hiç ayrılmadıklarım ileri sürüyorlardı. Sparta krallarından Perieres, Perseus'un
Çizelge XVI
PERİERES VE TH EST İO S
Ares
Thestios Euenos
Tyndareos = leda = Zeus Marpessa
| | = İdas
Penelope Idas = Klytaimestra Helena
= Odysseus Marpessa = Agamemnon = Menelaos
66 Yunanca bir sözcük olan Phylake'yi saymıyorum, örnekler: Karadeniz’de Artake, Rhyndakos, Khabake; Thrakia’da İdakos, Andriake; Lydia’da Akharake; Kappadokia’da Mazaka. Assarakos ve Hyrtakos gibi kişi adları da Anadolu kökenlidir.
67 Strabon. 327, 614.68 Pausanias, 7. 4. 1; Odysseia, 2. 157-59. Heurtley, Pelikata yıkıntılarında Erken Hellas döneminden
kalma çok sayıda çömlek buldu ve Pelikata yıkıntılarını Odysseus'un sarayı olarak tanımladı; “İthaka’da Miny ve Mykene etkileri, varlığını sürdürmekte olan daha eski bir uygarlığın üzerine ancak ince bir biçimde yayılmıştı," dedi: W.A. Heurtley, "The Site of the Palace of Odysseus”, Antiquity, 9. 414.
Perieres = Corgophone
ikarios Aphareus
KÜLTÜRLERİN Ç A TIŞM A SI 425
kızıyla evlenmiş ve dört oğlu olmuştu: İkarios, Tyndareos, Hippoko- on ve Oibalos. Kral Perieres ölünce, yerine kimin geçeceği konusunda oğullan birbirine düşmüştü. İkarios'un desteğini alan Hippokoon, Tyndareos'u Sparta'dan atmış, Tyndareos da Eurotas'm birkaç kilometre yukarısındaki Pellana'ya kaçmıştı. Ama daha sonra Herakles Hippokoon'u öldürünce, Tyndareos Sparta'ya geri dönerek kral olmuş ve TTıestios'un kızı Leda'yla evlenmişti.69 Gelgelelim, hiç değilse ilk zamanlar Spartalıların Thestios'u Korinthos Körfezi'nin ötesindeki Pleu- ron'un krab olarak gördükleri su götürür; çünkü Spartalılar onu kendi bölgelerindeki Eurotas ırmağının kıyısında bulunan Thestia adb bir köyün kurucusu olarak anımsıyorlardı.70 Messenia'hların yorumu ise daha da değişik. Messenia'lılar, Tyndareos'un bir başka kardeşinin, yani Aphareus'un yanma kaçtığını; Aphareus'un da onu Thalamai'a yerleştirdiğini ve Tyndareos'un orada Leda'yla evlendiğini söylüyorlardı. Leda'nm nereden geldiği belirtilmiyor, ama Aphareus'un oğlu İdas güzel Marpessa'yı kaçırmıştı; Marpessa'mn babası Euenos ise Thesti- os'un kardeşiydi ve Pleuron'luydu.71
Bu yorumların hangisi doğru diye sormak anlamsız. Hepsi de uydurma çünkü. Ama gene de, kendini bu yorumların çelişmeleri arasından belli eden bir tarihsel hakikat açığa vuruluyor. Eğer birçoğunda olduğu gibi bu söylence de sistemleştirilseydi, sanırız gerçek anlamın bir daha ortaya çıkarılması umudu kalmazdı. Oysa söylence, üç ayrı yörenin üç ayrı yorumuyla önümüzde durmakta ve kendi kendini açıklamaktadır. Dolayısıyla, sorun, söylencenin kökenini belirleyebilmektedir; ama söylencenin söz konusu yörelere dağılmasmm nedenini açıklayacak biçimde.
Leleg'lerin, Leukas ve Akarnania'daki yerleşim merkezlerinin yanı sıra Korinthos Körfezi'nin daha yukarısındaki Ozolai Lokris'inde ve körfezin burnunda da yerleşim merkezleri vardı. Leleks, Megara'nın ilk krallarından biriydi. Leleks'in torunu Pylas, bir Leleg topluluğunu Megara'dan alıp Messenia'ya götürmüş, orada Pylos kentini kurmuş
69 Pausanias, 3.1. 4-5.70 Cedr. Hist. Comp. 212; Mal. Chron. 82.71 Apollodoros, 1. 7. 7-8. Tahtın anayanlı olması ilkesinin bir belirtisine Meleagros söylencesinde
rastlanır. Meleagros, Kalydon Avı diye anılan bir serüvenin kahramanıdır. Artemis tanrıça, Kalydon'a korkunç bir yaban domuzu salar. Meleagros bu hayvanı avlamaya kalkışır. Kalydon Avı'na bütün ünlü yiğitler katılır. Yaban domuzu öldürülür. Av sona erince, Meleagros yaban domuzunun postunu Ataiante'ye (Artemis'in bir simgesi) vermek ister. Ama annesinin erkek kardeşleri, Thestios'un oğulları, buna karşı çıkarlar. Onlara göre, eğer Meleagros postu kendine ayırmayacaksa, post “doğuştan onların kazandığı bir hak"tır. Bunun üzerine Meleagros dayılarını öldürür; Apollodoros. 1. 8. 2-3.
426 TA R İH Ö N CESİ Eg e
tu. Oradan Neleid'lerin kovduğu Leleg'ler kıyı boyunca yukarılara gittiler ve Triphylia bölgesinde öteki Pylos kentini kurdular.72 Leleks aynı zamanda, ilk kez Leleg'lerin oturduğu Sparta'nın da ilk kralıydı. Sparta kentindeki Artemis Orthia tapımının bulunduğu rfemos'lardan, bucaklardan birinin adı Pitana'ydı. Pitana, anakara Yunanistan'ında adını bir Amazondan alan tek yerleşim merkezidir; Anadolu'daki on iki Aiol kentinden biri olan Pitana'yı (Pitane) kuran da aynı Amazondu.73 Kitabımızın "Ege'deki Bazı Anaerkil Tanrıçalar" başlıklı bölümünde Artemis Orthia tapımını Ephesos'a kadar geriye götürmüş, bu tapınım Karia'lılar ve Leleg'ler tarafından Ephesos'dan Peloponnesos'a getirildiğini görmüştük.
Leda'nm iki kızı vardı: Klytaimestra ve Helena. Klytaimestra'nın babası Tyndareos'du. Ama Helena bir yumurtadan çıkmıştı; kuğu kılığına giren Zeus'un becerdiği Leda'nm doğurduğu ya da bulduğu bir yumurtadan.74 Bu totem söylencesi, tüm öykünün çekirdeğidir. Tynda- reos adı köken bakımından Yunanca değildir. Eğer bir bileştirme ya da aykırılık sonucu değilse, -d- birleşimi Yunanca'ya yabancıdır. Bu birleşim özellikle Karia'da yaygındır: Lindos, Myndos, Karyanda, Alabanda, vb. Ve Leda (Dor lehçesinde Lada) gerçekte Leto'nun değişik bir biçiminden, Karia dilinde "kadın" anlamına gelen lada'dan başka ne olabilir (s. 281 )?75
Agamemnon ve Menelaos'un karıları Klytaimestra ile Helena, bizi Pelopid'lere geri götürüyorlar. Bu hanedanın üç egemenlik alanı vardı: My kene ile Korinthos Kıstağı arasındaki bölge; Peloponnesos Ak- haia'sı; Messenia'yla birlikte Lakonia. Mykene ile Korinthos Kıstağı arasındaki bölge, Perseid'lerin eski Mykene krallığıydı. Pelopid'leriıı Akhaia'yı ele geçirmeleri, belki de, korsanları körfezden uzak tutma gereksinmesinin bir sonucuydu. Üçüncü bölgeyse, Menelaos'un Sparta yakınlarında Therapne'deki sarayından yönetilmekteydi. Therapne,
72 Pausanias, 4. 36.1.73 Pausanias, 3.16. 9: D.S. 3. 54; Herakleides, 34.74 Euripides, Helene, 16-22; Sappho, Şiirler, (Çeviren: Cevat Çapan, Cem Yayınevi, İstanbul, 1972). s.
15; Apollodoros, 3. 10. 7.75 leda’nm kuğu ile ilişkisi, Sparta ve Stymphalos'daki Artemis Limnaia tapırtılarında betimlenen su
kuşunu anımsatıyor:).E. Harrison, Themis, (Cambridge. 1912). s. 114: F. Imhoof-Blumer ve P. Gardner “Numismatic Commentary on Pausanias", Journal o f Hellenistic Studies, 7. 103. Penelope bir su kuşunun adını taşımaktadır. Penelope'nin Mantineia'da gömülü olduğu (Pausanias. 8. 12. 5.) ve Arkadia’lı çobanların tanrısı Pan’ın anası olduğu (Pindaros, fr. 422; Herodot Tarihi, 2.145.4: Pausanias. 8. 14.4-5) söylenir. Bu Arkadia'lı Penelope, Karia'lıların ve Leleg'lerin tanıttıkları Artemis Limnaia tapımlarından kaynaklanır: Studies in the Odyssey, s. 48-50.
KÜLTÜRLERİN ÇA TIŞM A SI 427
Leleks'in kızlarından birinin adıydı aynı zamanda.76 Bu nedenlerle, Me- nelaos'un Lakonia'yı Leleg'Ierin yönetimindeki hanedanından bir kızla evlenerek eline geçirdiğini düşünebiliriz; tıpkı Odeysseus'un İkari- os'un kızıyla evlendiği gibi.
5. A k h a 'la rın Ü stünlüğü
Ilyada ve Odysseia'yi yaratan insancıl ozanların bu yapıtlarının ar- dmda, özel mülkiyetin gözüpek öncülerinin, Minos anaerkil toplumunun zengin, ileri, incelikli uygarlığını yağmaladıkları bir yabanıllık ve zorbalık çağı yatar. Phaiakia'nm eski dünyası kararmıştır artık; kaba ve acımasız İthaka'nındır gelecek. Ozanlar Odysseus'un aslım değiştirmişlerse de, gene de tıpkı Akhilleus gibi kahramanlık çağı erkekliğinin ülküsü olarak kalmıştır Odysseus. Yerinde duramayan, uyanık, girişken Odysseus on yılını savaşarak, on yılını da gezip dolaşarak, tecim yaparak, yağmalayıp talan ederek, zenginliklerine zenginlik katarak, Kirke ya da Kalypso'ııun kollarında gönül eğlendirerek geçirmiştir. Bu arada, açgözlü taliplerden çekmediği kalmayan Penelope, onların sözlerine kulaklarını tıkamış, başını dokuma tezgâhından kaldırmamış, boynunu büküp beyinin geri dönmesini beklemiştir:
H aydi evin e dön, bak işine gücüne, git d oku m a tezgâhına, ipliğine bak, b u y u r hizm etçilerine, işe gözkulak olsunlar k onuşm ak erkeklere vergi, en başta bana, benim bu evin tek efendisi.77
Aslına bakılırsa, Phaiak'ların kralı Alkinoos'un karısı Arete kadar yüceltilmemiştir Penelope. Ama Penelope kahramanlık çağı kadınlığının tipik örneğidir; kocasının tutumuna karşı çıkan, boyun eğmekten- se ölmeyi yeğleyen Klytaimestra'nın karşısına çıkarılmıştır bilinçli olarak. Bilindiği gibi, Agamemnon on yıl sonra yanında bir kapatmayla geri döner ve kimse bir şey söyleyemez ona. Bu arada Klytaimestra da kendini bir sevgiliyle avutmuştur ama, aynı hoşgörüyle bakılamaz Klytaimestra'mn davranışına. Eski düzenin kadın kahramanı, yeni dü
76 Pausanias, 3.19.9.77 Odysseia, 1. 356-59.
428 TA R İH Ö N CESİ Eg e
zende bir suçludur artık. Yeni düzenin büyük ozanı Aiskhylos, gerçi kadının boyuneğişini doğru bulmaktaydı, ama gene de eski aile geleneklerinden artakaldığı söylenilebilecek bir başkaldırı vardı içinde. İşte bilinçaltında yatan bu başkaldırı, Yunan şiirinin başyapıtlarına egemen olan bu görkemli konunun bağrındaki çatışmanın yaratıcı bir simgesi olarak yeniden boyverdi Aiskhylos'da.78
Gelişmiş Yunan toplumunun, tahtın babadan oğula geçtiği, kadının tek bir erkeğe bağımlı, koçanınsa özgür olduğu temel birimi, tahtın kadın soyundan geçtiği, evlilik diye birşeyin var olmadığı ve kadının erkeğini gönlünce seçtiği bambaşka bir düzenin bağrında verilen uzun bir savaşım sonucunda zorla kabul ettirilmişti. Hem de bu savaşımı, yeni ataerkil ideolojiyi pekiştirmenin en etkili araçlarından biri olan ve somut anlatımını îlyada ve Odysseia'da bulan destan geleneğini yaratan insanlar vermişti. İşte, îlyada ile Odysseia'ya o olağanüstü canlılığı veren bu tarihsel etkendir.
Minos uygarlığının çöküşü ve yıkılışı, Roma'nm çöküşü ve yıkılışına benzetilir. Her ikisinde de, ileri, ama bitkin ve verimsiz bir toplum, barbar istilalarının zoru karşısında çökmüştür. Her ikisinde de, fetih- çiler ele geçirdikleri ülkelerin kültürünü özümlemişler ve epik şiir adı verilen özgün bir şiir biçimi geliştirmişlerdir. Her ikisinde de, sonuçta, daha yüksek türde yeni bir toplum yaratılmıştır. Ama temel bazı ayrımlar da vardı hiç kuşkusuz. Nitekim, bu ayrımlardan biri vardır ki, hiçbir zaman açıklanmamıştır. Roma İmparatorluğu'na bağlı eyaletlere yerleşen Cermen budunları Latin dilini benimsemişlerdi; Akha'lar ise kendi dillerini korumakla kalmamışlar, ele geçirdikleri yerlerin halklarına zorla benimsetmişlerdi dillerini. Bu bakımdan, Akha'ların tutumu, Hin t-AvrupalIların Hindistan'ı istilasına daha fazla benzemektedir; Hint-Avrupalılardan önceki anaerkil kültürlerin çözülmesiyle birlikte istilacıların dili yavaş yavaş yayılmıştır.79 Akha'ların Yunan dilini dayatmalarmı sağlayan en önemli etkenlerden biri, toplumsal örgütlenme biçimleriydi. Bir kere, Akha'ların örgütlenme biçimi, özel miil-
78 Klytaimestra’nın Agamemnon’u öldürmesi, kendilerini terk eden kocalarını öldüren Lemnos'lu kadınların (bkz. s. 165) ve gene kocalarını öldüren Danaos Kızları'nın (bkz. Aiskhylos ve Atina) suçlarıyla aynı toplumsal anlamı taşımaktadır. Panwar-Rajput’larda, evlenecek olan kıza anası koşuk biçiminde bir öğüt okur. Eğer kız anası, güveyi anaerkil kurala uygun olarak kendisiyle birlikte oturmaya razı edemezse, kızına verdiği öğüdü, kocasını zehirlemesini söyleyerek bitirir (Tribes and Castes of the Central Provinces of India, 4. 344). Bu artık hoş bir şaka olarak görülmektedir, ama Ehrenfels'in belirttiği gibi (Mother-right in India, s. 142) bir zamanlar "şakayla uzak yakın bir ilgisi yoktu, gerçek yaşamın bir parçasıydı."
79 Mother-right in India, s. 138.
kiyetin gelişmesine uyarlanmış olduğundan, olağanüstü tarihsel gizil- güçlerle doluydu. İkincisi, aynı zamanda ataerkil olduğundan, başka halklarla karşılıklı kız alıp verme sonucu Yunan dilinin eski dil ve lehçelerle yüz yüze geldiği her yerde, terazinin erkeklerin ve erkeklerin dilinin bulunduğu kefesinin ağır basmasını sağlıyordu.
Akha'lar bu işi Dor'lann gelişinden önce ne ölçüde başarmışlardı, bu işi kim tamamladı, bilmiyoruz. Çünkü Homeros ozanlarının Ak- haİarın geçmişini nereye kadar götürebildiklerini kestiremiyoruz. Ama gene de, Orestes'in başına gelenler, Pelopid'ler zamanında baba sanının hâlâ pek o kadar güvenceli olmadığını düşündürüyor insana. Dahası, Orestes'in oğulları ve torunları Ege Denizi'nin karşı kıyısına kaçtıklarında, kendilerini yeniden eski anaerkil dünyanın içinde bulmuşlardı. Savaşımın yeniden verilmesi gerekiyordu. Akha'larm ozanlık sanatı, Aiolis ve İonia'ya aktarıldığında, yeni bir gelişme evresine girdi ve yavaş yavaş olgunlaşarak epik şiire dönüştü.
Yunan uygarlığı, Olympos'dan inen İris gibi, barışçıl koyaklara konmamıştır. Yunan uygarlığı, yanan kentlerden yükselen dumanlar ve yurtlarından edilen tutsakların çığlıkları arasında gerçekleştirilen sayısız akınlar ve çarpışmalarla dolu bir savaşımın ürünüydü. Onu ilerleten güç, sınıfların çatışmasıydı. Bunu görmezden gelirsek, hem Yunanlıları beceriksizce övmüş, hem de kendimize haksızlık etmiş oluruz.
K Ü L T Ü R L E R İ N Ç A T I Ş M A S I 429
Beşinci Bölüm
HOMEROS
M üzik b içim leri ile sö z arasın d ak i ilişki, sa n a t yaratıcılığ ın ın o ld u ğ u k ad ar, bilim in de in celem e konusu olacak bir gü n.
Y EA T S
4 3 3
ŞİİR SAN ATI*
XIV
1. Söz ve Büyü
Bu bölümün konusu, şiirin kökeni ve doğası. Bu konuyu bilimsel bir sorun olarak ele alacağız. Şiirden salt şiir olarak tat almakla yetmenle- re uygun ya da çekici gelmeyebilir bu yol; ama şiir, bilimsel olarak incelendiğinde, daha az değil, daha çok tat verir. Şiirin tadma bütünüyle varabilmemiz için, şiirin ne olduğunu anlamamız gerekir; ne olduğunu anlamamız için de nasıl ortaya çıkıp geliştiğini araştırmamız.
Bu sorunu ele almaktaki amacımız, Yunan şiirinin tarihöncesine ışık tutmak. Ne var ki, bu işin üstesinden ancak olabildiğince geniş bir alandan seçilecek örnekler karşılaştırılarak gelinebilir. Dolayısıyla, vereceğimiz örnekler yalnızca Yunan şiiriyle sınırlı olmayacak. İngiliz ve İrlanda şiirinden rasgele örnekler sunacağım. İngiliz şürinden örnekler, en iyi büdiğimiz şiir olduğu için yararlı olacak. İrlanda şüriyse, çağdaş Avrupa şiirinin gelişmesinde daha erken bir aşamayı örneklemektedir. Bunlar dışında, bir de ilkel halkların şarkı ve danslarından örnekler vereceğim.
Yunan şiiri ile çağdaş İngiliz şiiri arasındaki en belirgin ayrımlardan biri, eski Yunan'da şürle müziğin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasıdır. Eski Yunan'da salt çalgısal bir müzik yoktu, en güzel şiirlerin çoğu müzik eşliğinde okunmak için yazdırdı. İrlanda dilinde de şiirle mü
* George Thomson, kitabının "Şiir Sanatı" başlıklı bu bölümünü bir süre sonra Marxism and Poetry adını taşıyan bir kitapçıkta ufak tefek birtakım değişikliklerle ayrı olarak yayımladı. Bu kitapçık, Türkiye'de Cevat Çapan çevirisiyle önce Marksizm ve Şiir (Uğrak Kitabeyi Yayınları, Şiir Sorunları Dizisi 1, İstanbul, Kasım 1966) adıyla, daha sonra da Şiir Sanatı (Üç Çiçek Yayınevi, Sanat-Edebiyat Kuramları 1, İstanbul. Mart 1984) adıyla yayımlandı. Dolayısıyla, bu bölümü çevirirken, Thomson'ın kendi yaptığı değişiklikleri bir yana bırakırsak, Cevat Çapan'ın çevirisini olduğu gibi korumaya çalıştım, (ç.n.)
zik arasında yakın bir bağ var. Üstelik çıkarsama yoluyla vardığımız bir sonuç değil bu, bugün bile yaşayan bir gerçeklik. Nicedir kitaplardan bildiğim kimi İrlanda şiirlerini, geleneksel biçemle okuyan usta bir köy türkücüsünden dinlediğim ilk günü hiç unutamayacağım. Yepyeni bir yaşantıydı bu benim için. Şiir olarak da, müzik olarak da, buna benzer bir şey duymamıştım daha önce.
İrlanda şiirinin bir başka özelliği daha var. İngiliz şiiri, birçok İngiliz için rafa kaldırılmış bir kitaptır. Kimsenin ne bildiği vardır, ne de ilgilendiği. İlgilenen az sayıda insan arasında bile, şiirin günlük yaşayışlarına büyük ölçüde ya da derinliğine karıştığı söylenebileceklerin sayısı pek çok değildir. İrlanda dili konuşan köylüler arasındaysa, bu hiç de öyle değil. Onlar için kitaplarla hiçbir ilintisi yoktur şiirin. Pek çoğu okuryazar bile değildir ya da yakın zamanlara kadar değildiler. Şiir, dillerinde yaşar onların. Herkes bilir, herkes sever şiiri. Durmadan günlük konuşmaya karışır. Üstelik bugün bile yaşayan bir güçtür! Ne zaman önemli bir olay olsa, onu kutlamak için bir türkü bestelenir. Bestelenir diyorum ama, bu sözcük pek yerinde değil aslında. Bu türküler bizim anladığımız anlamda bestelenmez. Doğaçtan söylenir. Daha son zamanlara kadar, birçok İrlanda köyünde, bir esinlenme anında, genellikle günümüz İngilizcesindeki koşuk biçimlerinden çok daha işlenmiş koşuk biçimleriyle şiir uydurabilecek yetenekte geleneksel bir ozan bulunurdu. Benim en iyi bildiğim köyde de, kırk yıl kadar önce ölmüş ünlü bir ozan varmış. Şiirlerinin hemen hepsi belli zamanlarda, belli olaylarla ilgili olarak uydurulmuş. Anımsıyorum, ailesi anlatmıştı; ölüm döşeğinde bile başını koluna dayayarak bütün gece durmadan şiir okumuş.
Elbette üstün yetenekli biriydi bu ozan. Sanatını bir önceki kuşaktan gelme bir ozandan öğrenmiş meslekten bir ozandı. Ama çok geçmeden gördüm ki, meslekten ozanla köyün öteki insanları arasında kesin bir ayrım yok. Bütün iş ustalığın ölçüsünde. Bir yere kadar hepsi ozandı bu insanların. Konuşmaları hep şiirleşme eğiliminde. Şiir geleneklerini bizim toplumumuzda olduğundan çok daha yaygın bir biçimde biliyorlardı, sokaktaki insan da bir çeşit ozandı. Bir örnek vereyim.
Atlas Okyanusu'na bakan bir tepe üzerine tünemiş gibi duran bu köyde bir akşam dolaşırken, köyün kuyusuna geldim. Tanıdığım yaşlı bir köylü kadına rastladım orada. Kovalarını daha yeni doldurmuş, durmuş denize bakıyordu. Kocası ölmüş, yedi oğlu da, onun deyişiyle "toparlanıp" Massachusetts'in Springfield kentine "gitmişlerdi". Birkaç gün önce oğullarından birinden bir mektup gelmiş, son günlerini rahat geçirsin diye onu da yanlarına çağırıyormuş, yol parasını da gön-
4 3 4 T a r i h ö n c e s İ E g e
ŞİİR SA N A T I 4 35
gerecekmiş, yeter ki o razı olsun. Ayrıntılarıyla anlattı bütün bunları bana, sonra da tepelerdeki tezek yığınına gitmek için nasıl yorulduğundan, tavuklarının öldüğünden, karanlık, isli kulübesinden yakındı; ardından, düşündeki Amerika'nın taşı toprağı altın bir Eldorado olduğundan, Cork'a kadar yapılması gereken tren yolculuğundan, denizleri aşmaktan söz açtı, ama tek dileğinin kemiklerinin İrlanda toprağında dinlenmesi olduğunu söyledi. Konuştukça coştu, dilinin akıcılığı arttı, daha renkli, ritimli, ezgili bir nitelik aldı. Gövdesi de düşteymişçesine, bir beşik gibi sallanarak sözlerine eşlik ediyordu. Sonra gülerek kovalarım aldı, bana iyi geceler diledi, evinin yolunu tuttu.
Okuma yazma bilmeyen, hiçbir sanat kaygısı olmayan bu yaşlı kadının beklenmedik coşuşuııda şiirin bütün özellikleri vardı: Esinli bir konuşmaydı bu. Bir şairin esinlendiğini söylediğimiz zaman ne demek isteriz?
Bu soruyu yanıtlayabilmemiz için, gününmüzde yaşayan ilkel insanların dillerinde sürdürüldüğü biçimiyle ilkel şiire dönmemiz gerekiyor. Ama bu insanların toplum yapılarını bilmezsek, şiirlerini de anlayamayız. Üstelik, şiir özel bir söz biçimidir. Bu da insanın başlangıcına dönmeyi gerektirir, çünkü söz (konuşma) insanın ayırt edici özelliklerinden biridir. Sorunun ta başına dönmemiz gerekiyor.
İnsanın nasıl yaratıldığını tam olarak bilmekten oldukça uzağız daha, ama bilim adamları bir temel nokta üzerinde anlaşıyorlar. İnsan iki temel özelliği ile hayvanlardan ayrılır: Araçlar ve konuşma.
Yüksek memeliler ayakta durabildikleri ve önayaklarım el olarak kullanabildikleri için aşağı omurgalılardan ayrılırlar. Beyindeki devimsel organların sürekli incelmesi anlamına gelen bu gelişme, çevredeki özel koşulların bir sonucudur. Bunlar ormanlarda yaşayan hayvanlardı; ağaçlar arasında yaşamaksa görme ve dokunma duyuları arasmda yakın bir işbirliği ve incelmiş bir kas düzeni gerektirir. Ellerin gelişmesiyse, beyin için yeni sorunlar, yeni olanaklar çıkardı ortaya. Böylece, daha başlangıçta, el ile beyin arasında bütünsel bir bağ kurulmuş oldu.1
İnsan, yüksek memelilerin bir sonraki aşaması olan insansı maymunlardan, ayakta durabilmesinin yanı sıra yürüyebildiği için de ayrılır. İnsanın ormandan çıkıp toprağa basmak zorunda kalması sonucunda yürümeyi öğrendiği ileri sürülüyor. Böyle de olmuş olsa, asıl önemlisi böylece insanda eller ile ayaklar arasındaki işbölümünün ta-
1 C . Elliot Smith, Evolution of Mon, (Oxford, 1924), s. 17-46; C . Clark, From Savagery to Civilisation,
(Londra, 1946), s. 1-6.
marnlanmış olmasıdır. Ayak parmakları kavrama özelliğini yitirmiş, el parmaklarıysa maymunlarda olmayan bir beceriklilik kazanmıştı. Maymunlar ellerine sopa ve taş alabilirler, ama yalnız insan eli bunlardan araç yapabilir.
Bu belirleyici bir adımdı. Yepyeni bir yaşama yolu açıyordu. Araçlarla donanan insan, artık geçimi için gerekli şeyleri arayıp bulmaktan kurtuluyor, onları üretiyordu. Doğayı denetimi altına almak için kullanıyordu araçlarını. Ve bunu başarmaya çalışırken, doğanın, insan isteminin dışında kendi yasalarına göre yönetildiğini anladı. Çevresinde olup bitenlerin nasıl olduğunu öğrenerek bu olayları gerçekleştirmek için ne yapması gerektiğini de öğrendi. Doğadaki yasaların nesnel gerekliliğini tanıdıkça, onları kendi amaçları doğrultusunda kullanma gücünü elde etti. Bu yasaların kölesi olmaktan kurtulup onlara egemen olmayı başardı.2 Öte yandan, doğa yasalarının nesnel gerekliliğini anlayamadığı sürece, çevresindeki dünyayı salt kendi istemini öne sürerek değiştirebileceğini sandı. Büyünün temeli de budur.
Başlangıç evrelerinde üretim çalışması topluca yapılırdı. Birçok insan elbirliği yaparak birlikte çalışırdı. Bu koşullarda araçların kullanılması yeni bir iletişim yolu çıkardı ortaya. Hayvan seslerinin anlatımı son derece sınırlıdır. İnsandaysa açık seçiklik kazanmıştır sesler. Gelişip düzenlenerek çalışan toplulukların eylemleri arasında bir uyum sağlamıştır. Böylece, insan araçları bulmakla konuşmayı da bulmuştur.3 El ile beyin arasındaki bağ gene karşımıza çıkıyor. Konuşma, asıl üretim uygulayımının bir parçası olarak doğmuştur. Çalışma sürecini önceden canlandırarak gövdenin kassal devinimlerine yardımcı oluyordu konuşma; çalışma süreci açısından vazgeçilmez olduğu için de öznel olarak onun nedeniymiş gibi görünüyordu; bir başka deyişle, bii- yüseldi. İlkel düşüncede, söylenen sözcük, her zaman ve her yerde bü- yüsel bir güçle donanmıştır.4
Uygulayım geliştikçe, çalışmaya sesle eşlik etme fiziksel bir gereklilik olmaktan çıktı. İşçiler kendi başlarına çalışma yeteneğini edindiler. Ama toplu davranış ortadan kalkmadı. Asıl işe başlamadan önce onun bir provası olarak, daha önce işin kendisinden aynlamayacak olan
436 T a r i h ö n c e s i E g e
2 F. Engels, Doğanın Diyalektiği.3 B. Malinowski, "The Problem o f Meaning in Primitive Languages", C.K. Ogden ve I.A. Richards'ın The
Meaning o f Meaning'inde (Londra, 1927); B. Malinowski, Cora/ Cardens and Their Magic, (Londra. 193S), C ilt li, s. 232.
4 R. BrifTault, The Mothers, (Londra, 1927), Cilt I, s. 14-23; bkz. Coral Cardens and Their Magic, Cilt II. s. 232.
toplu devinimlerin canlandırıldığı bir dans olarak, varlığım sürdürdü. İlkel insanların bugün bile yaptıkları yansılama dansı budur.
Bu arada konuşma gelişti. Araçların kullanılmasında yönetici bir eşlik olmaktan çıktı, bireyler arasmda, bütünüyle açık seçik, bütünüyle bilinçli bir iletişim yolu, yani bugün anladığımız anlamda dil oldu. Yansılama dansındaysa sözlü bölüm olarak varlığını sürdürdü ve büyü görevini korudu. Böylece bütün dillerde iki konuşma biçimi olduğunu gö- rüvoruz: Biri, insanların birbirleriyle iletişimde bulunmalarına yarayan, bildiğimiz, günlük konuşma; öbürü de, toplu olarak kuttörenlerde kullanılan, daha yoğun, olağandışı, ritimli ve büyüsel olan şiirsel konuşma.
Bu açıklama doğruysa, şiir dili genel olarak ritim, müzik ve düşlem niteliklerini daha çok koruduğu için, konuşma dilinden daha ilkeldir. Elbette, yalnızca bir varsayım bu, ama ilkel diller üzerine bildiklerimiz de bu varsayımı doğruluyor. Bu dillerde şiirsel konuşma ile günlük konuşma arasında tam bir ayrımın iyice belirmediğini görüyoruz.
İlkel insanların günlük konuşmalarında çok belirgin bir ritim ve oynak, ezgisel bir vurgu vardır. Kimi dillerde vurgu öylesine müziksel, anlama öylesine bağlıdır ki, bir türkü bestelendiğinde, türkünün havasını daha çok konuşulan sözün doğal ezgisi belirler.5 Konuşan kimse de, sözünü ettiğim Mandalı köylü kadın gibi, arada coşarak yarı şiirsel bir dil kullanma eğilimindedir. Bu özelliklerin ilk ikisine değilse bile, sonuncusuna bir örnek verebiliriz burada.
Bir İsviçreli misyoner Umbosi demiryolu yakınlarında, Zulu bölgesinde kamp kurmuş. Yerliler için Umbosi demiryolu Durban'a, Lady- smith'e, Johannesburg'a yapılan yolculuk demekmiş; köy delikanlılarının seçim hakkı vergisi yüzünden sazdan kulübelerini bırakıp maden ocaklarında gençliklerini tüketmek, genç kızların çoğunun da arka sokaklardaki genelevlerde çalışarak daha korkunç bir duruma düşmek için her yıl çıktıkları yolculuk. Kamptaki uşaklardan biri, karşıdan bir tren göründüğünde bulaşık yıkamaktaymış; tam o sırada şu sözleri mırıldandığı duyulmuş:
U zak tan h om u rd an ıp gelen,D elikanlıları ezip geçen ,K arılarım ızı baştan çıkaran .
Ş if R S A N A T I 437
S I. Schapera, The Bantu-speaking Tribes o f South Africa, (Londra. 1937), s. 282-3. 286. 401-2; R.S. Rattray, Ashanti (Oxford, 1923), s. 245-7; bkz. Platon. Devlet, (Çevirenler Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz; Remzi Kitabevi, Oçtincü Basım, Haziran 1975), 398d.
438 T a r İh ö n c e s İ E g e
Bizi bırakıp kentlere gidiyorlar, kötü oluyorlar.Irz d üşm anı! Bizse yalnız kalıyoruz b u rad a.6
İşte sanat kaygısı taşımayan bir söylenme daha. Yaşlı bir zenci uşağın kendi kendine mırıldandığı sözler, ama gene de şiir bu. Tren adamın dikkatini çekiyor. Bulaşığı unutuyor. Sonra treni de unutuyor. Tren, tren olmaktan çıkıp en çok sevdiklerini yok eden bir gücün simgesi oluyor. Bilinçaltının dilsiz yakınması bir açıklanma yolu buluyor. Sonra trenin gürültüsü yitiyor, adam da bulaşıklarına dönüyor.
Demek ki, ilkel insanların günlük konuşmaları ancak şiir için düşündüğümüz ölçüde ritimli, ezgisel ve olağandışıdır. Bu insanların günlük konuşmaları şiirselse, şiirleri de büyüseldir. Bildikleri tek şiir türküdür, türkü söyleyişleriyse hemen her zaman gövdesel bir devinim eşliğindedir ve dış dünyayı bir değişikliğe uğratma, yanılsamayı gerçekliğe dayatma amacım güder.
MaoriTerin bir patates dansı vardır. Körpe ürünler doğu rüzgârlarından zarar görebileceği için, genç kızlar tarlalara gidip dans ederler, gövdeleriyle rüzgârın esişini, yağmurun yağışını, bitkilerin büyüyüp yeşermesine öykünürler. Bir yandan da türkü söyleyerek, ekinleri de kendilerine uymaya çağırırlar.7 Gerçekleşmesini istedikleri sonucu düşsel bir biçimde yerine getirirler. Bu, asıl uygulayımın bir tamamlayıcısı olan aldatıcı bir uygulayım, yani büyüdür. Ama aldatıcı da olsa, boş bir şey değildir bu. Dansın patatesler üstünde doğrudan doğruya bir etkisi olmayabilir, ama dansa katılan kızlar üstünde hiç de küçümsenmeyecek bir etkisi olabilir, nitekim vardır da. Dansın patatesleri koruyacağı inancıyla esinlenerek, daha büyük bir güven ve güçle tarlalarına bakmaya başlarlar. Böylelikle dansın ürünler üstünde de bir etkisi görülür sonunda. Dans, kızların gerçeklik karşısındaki öznel tutumlarını, dolaylı olarak da gerçekliği değiştirmiş olur.
MaoriTer Polinezyalıdır. Yeni Hebrid adalarında yaşayanlar da öyle. Bunların değişik ritimli iki bölümden oluşan geleneksel bir türkü türleri vardır. Birinci bölüme "yaprak", ikinci bölüme "m eyva" derler.8 Bir başka Polinezya adası olan Tikopia'daysa üç bölümlük bir türkü türü var. Birinci bölüme verilen ad "ağaç gövdesinin tabanı", ikinci bö- Iümünki "ara sözler", üçüncü bölümünkiyse "meyva demeti" anlamı-
6 H.A. Junod, Life o f a South African Tribe, (ikinci Basım, Londra, 1927), Cilt II, s. 196-7.7 K. Bücher, Arbeit und Rhythmus, (Beşinci Basım, Leipzig, 1919), s. 409-10. Burada sözkonusu olan
patates, tatlı patatestir (Batatas edulis).8 ). Layard, Stone Men ofMalekula, (Londra, 1942), s. 315.
ŞİİR SANATI 439
ııa geliyor.9 Bu terimler de gösteriyor ki, bu türkü türleri, Maori kızla- rmmkine benzeyen yansılama danslarının evrimi sonunda ortaya çıkmıştır. Şiir, büyüden doğmuştur.
Resim 64. Dansçılar; Attika vazosu
Biraz daha ilerletelim kanıtlamamızı. Aşağıdaki alıntı, Malinowski'nin- Trobriand Adaları'nda derlediği okuyup üfleme dualarından biri:
G eçer, geçer,K aval kem iğinin acısı g eçer.D erinde açılan y ara geçer,K arnındaki d erin sızı g eçer,G eçer, g eçer.10
Şiirsel diyebileceğimiz bir şey değil bu şiirin konusu. Ama biçimi şiirsel. Malinowski'nin de belirttiği gibi, bu duaların dilinin özelliği "sesçil ve ritimli olması, eğretileme ve ses yinelemesi etmenlerinin zenginliği, garip titreşimler ve yinelemelerden yararlanmasıdır".11 Gerçekleş-
9 R. Firth, We, the Tikopia, (Londra, 1936). s. 285.10 Coral Cardens and Their Magic, Cilt II, s. 236-7.11 Aynı yerde. Cilt II, s. 213, bkz. s. 222; R.H. Codrinton, The Melanesians. (Oxford, 1891), s. 334; Stone
Men ofMalekula, s. 285; J. H. Driberg, The Longo: a Nilotic Tribe o f Uganda, (Londra, 1923), s. 245.
4 4 0 TA RİH Ö N C ESİ EGE
meşini istediğin şeyin gerçekliğini öne sürerek onu gerçekleştirmiş oluyorsun. Bu öne sürüşte kullandığın dil de, özlenen gerçekliğin yerine gelmesi için yaptığın yansılama dansındaki coşkun müziğin yankılarını taşıyor.
Bu da, bir kayanın içinde yaşadıkları söylenen iki kadma söylenen bir Yeni Hebrid türküsü:
T ürkü d u y u lu y o r, türkü bağırıyor.T ürkü b ağırıyor, gelsin k arım olsun!
O rad a d u ran kadın.O radaki iki kadın,K utsal kayadak i kadınlar.K ayanın içinde o tu ran , kayanın içind e yaşay an ,
T ürkü b ağırıyor, ikisi d e dışarı çıksın!12
Burada düşle gerçeği birbirine karıştıran bir anlatım yerine, bir buyrukla karşı karşıyayız. Ama bu buyruk doğrudan doğruya ilgili kimselere yöneltilmiyor. Türkünün büyüleme gücünün aracılığıyla açıklanıyor. Türkü doğaüstü bir güç olarak dışsallaştırılıyor. Bundan sonraki örneğim, bir Alman ormancı türküsü:
Sen söyle, sen söyle, orm an.Sen çınla, sen çınla, bayır,G ene u ğulda, gen e uğulda, koru,G ene yankılan, gen e yankılan, orm an,Yinele benim güzel sesim ,Yinele benim altın başım ,Yinele benim şarkım ,En sevd iğim seslerin geldiği yerde:
Yakında çalılar kırılacak,A ğ aç gövdeleri yığılacak,K ütükler avlu d a toplanacak,S am an lar orta yere birikecek,Ellerini sü rm ed en delikanlılar
Bilenm iş baltaların a.13
12 Stone Men of Malekula, s. 142.13 Arbeit und Rhythmus, s. 473.
ŞİtR SANATI 44i
Ormancılar, türkülerinin karşılığında, ağaçların devrilmesi, kütüklere ayrılması, ormandan yuvarlanarak avluya yığılması için sesleniyorlar. Söyledikleri şeylerin olmayacağım onlar da çok iyi biliyorlar, ama olacağını düşlemek hoşlarına gidiyor, çünkü çalışmalarına yar- dnncı oluyor. Şiir büyüden çıkıp gelişmiştir.
Şimdiki örneğim de, İrlanda'dan eski bir bilicilik şiiri:
İyi haberler: deniz bereketli, kıyılar dalgalı, gü lü m seyen korular;
tılsım u çu y or, m eyvalar tom urcuk lan ıyor, tarlalar başak d olu , arılar vızıldıyor,
yeryü zü sevin ç içinde, barış ve bolluk, m utlu gelen y a z .14
Uğurlu, iyi bir mevsimin gelmesi için bir bilicinin okuduğu dua bu. Özlenen gelecek, daha o anda gelmiş gibi tanımlanıyor.
Böylece, nerdeyse sezilmesi güç bir gelişmeyle, çok iyi bildiğimiz bir şiir türüyle karşı karşıya geliyoruz:
Y az m evsim i geliyor,Şakıyor gu guk kuşu!
Tohum başakta, çay ır rüzgârda O rm an yeşeriyor gene -
Ö t gu guk kuşu!
Bir gerçeği bildiriyor bu sözler, ama burada bile bir buyruk var sonunda. Kökleri Avrupa'daki köylü yaşayışına kadar inen bu mevsimlik türküler, topluluğun özlemlerinin gerçekleşmesini kutlamak için yakılırdı. Ama bu kutlamada bir duanın yankıları sürüp gitmektedir. Şiir büyüden çıkıp gelişmiştir.
"Parlak yıldız, ben de senin gibi değişmez olsam!" Den lieb' ich, der Unmögliches begehrt. Neden şairler olmayacak şeyleri özlerler? Çünkü şiirin, büyüden aldığı başlıca görevi budur da ondan. Kendilerini yansılama danslarının coşturuculuğuna kaptıran aç, korkmuş ilkel insanlar, doğa karşısındaki güçsüzlüklerini gerçek dünyanın, dış dünyanın bilincinden uzaklaşıp özledikleri dünyaya, bilinçaltına, düşlerdeki iç dünyaya geçişlerini, ruh ve bedenlerinin katıldığı yoğun bir esrime için
14 K. Jackson, Early Celtic Nature Poetry, (Cambridge, 1935), s. 170.
4 4 2 TA RİH Ö N C ESİ E g e
de dile getiriyorlardı. İnsanüstü bir çabayla, yanılsamayı gerçekliğe dayatmaya çalışıyorlardı. Gerçi bunu başaramıyorlardı, ama çabaları da boşa gitmiyordu. Böylece, kendileriyle çevreleri arasmdaki fiziksel çatışma çözülüyor, denge sağlanmış oluyordu. Öyleki, gerçekliğe döndüklerinde, gerçeklikle eskisinden daha iyi baş edebilecek bir duruma gelmiş oluyorlardı.
Keats, son bir çabayla sağlığına kavuşmak için İtalya'ya doğru yola çıktığında yirmi dört yaşındaydı. Fanny Brawne'u son bir kez görmüştü. Manş Denizi'nde kopan bir fırtına yüzünden gemisi Lulvvorth Körfezi'ne sığınmak zorunda kaldı. Keats burada karaya çıktı. İngiltere topraklarında son bir kez dolaştı. Akşamleyin gemisine döndü, içinde Shakespeare'ın şiirleri bulunan bir kitabm arkasına bu soneyi yazdı. Dört ay sonra da İtalya'da veremden öldü.
P arlak yıldız, ben de senin gibi d eğişm ez olsam !
Bilinçli bir istek bu, ölmekte olan bir insanın isteği. Ama daha o anda şiirsel anılarla yüklü:
A m a ben kutup yıldızı gibi kım ıldam am yerim d en ,Diretip yerind en ayrılm am akta
G öklerde eşi olm ayan o yıldız gibi.
Bu sözler, şairin kendi düşlerini harekete geçiriyor. Kendisini yıldızla, sonra da insanların en eski çağlardan beri sonsuz yaşamın simgesi olarak tapındıkları ayla özdeşliyor. Keats gözünü aydan çevirip, körfezde sallanan gemisinden, bu gezegeni belirten çizgilerin üstünde alçalıp yükselen sulara bakıyor:
Y ap ayaln ız, görkem iyle gecenin d o ru ğ u n d an ,D oğa'nın sabırlı Dervişi gibi,
K ap an m ayan gözlerle bakakalm am ak Y eryü zü n ü n kıyılarında su dökü n ü p
Dua eden keşişler gibi koşuşan d algalara,Y a da d ağ lara , fundalıklara ilk yağan karın
Y u m u şak örtüsüne dalıp gitm em ek -
Sonra, böylece sonsuzluğa çekilmiş, hâlâ geminin uyutucu sallanışını duyarak ve ölümsüzlüğe erişmiş olarak yeryüzüne iniyor:
ŞİİR SANATI 443
H ayır, am a gen e de aym , gene de değişm ed en ,Y aslan ıp sevdiğim in kabaran göğsü ne,
H ep onun yu m u şak alçalıp yükselişini d u y m ak ,O tatlı sallantıyla her an uyanık,
D inlem ek, durm aksızın o ılık soluyuşu,V e hep böyle yaşam ak -
Ama olanaksızdır bu. Ölümsüz aşk olamaz, işte bu yüzden de şairin ölümsüzlük yakarışı karşıtına dönüşür:
V e hep böyle y aşam ak , ya da hiç uyanm am ak .
Uyanır. Geminin sallanışıyla gelen bir düş gibidir bu; uyuyan sevgilisinin beyaz göğsünün, koşuşan dalgalarla ve dağlara yağan karla simgelendiği bir düş. Ama bu düşün yardımıyla üstündeki sıkıntıyı atmıştır. Yeniden dinginliğe kavuşmuştur. Dünya nesnel olarak gene
G ençliğin solup eriyerek öldüğü
dünyadır, ama şairin bu dünyaya karşı öznel tutumu değişmiştir. Bu yüzden, şair için artık aynı dünya değildir. İşte bu, büyünün olduğu gibi, şiirin de diyalektiğidir.
2. Ritim ve Çalışma
Ritim, en geniş anlamıyla, perde ve temposu belli aralıklarla düzenlenmiş sesler dizisi olarak tanımlanabilir. Fizyolojik bir başlangıcı var bunun kuşkusuz, ama o düzeyde insanlarla hayvanların ortak bir niteliği bu. Burada, ritmin fiziksel temeliyle değil de, insanın onu ne duruma getirdiğiyle ilgiliyiz. Ben, insan ritminin, araçların kullanılmasıyla başladığını ileri süreceğim.
Hepimiz biliyoruz ki, çocuklar yazı yazmayı öğrenirken, çoğu zaman elleriyle birlikte dillerini de kımıldatırlar, dahası yazdıkları sözcükleri yüksek sesle söyledikleri bile olur; dinleyen biri olduğu için değil, parmakların kalemi oynatmasına yardım etmek için yaparlar bunu. Aslında beyinde eli devindiren alandan dili denetleyen alana bir "taşma" olur. Çocuk yaza yaza kolaylık kazamnca, bu taşma ortadan kalkar.
4 4 4 TA RİH Ö N C ESİ E g e
Gene, kütük ya da taş kaldırmak gibi ağır bir iş yapan bir adam, kaslarını zorlayacak her devinimden önce derin bir soluk almak için durur, soluk borusunu kapar; kasları gevşeyince de ciğerlerindeki soluğu çıkarır, böylece ses tellerinin titreşiminden anlaşılmaz bir homurtu duyulur.
İlkel insanlar, konuşurken, çocuklar gibi ellerini kollarmı kullanırlar. El kol kullanmanın işlevi yalnızca söyleneni başkalarının anlama- sına yardım etmek değildir. Kendi kendilerine konuşurlarken de kullanırlar ellerini kollarını. Daha önce anlattıklarımız gibi içgüdüsel bir devinimdir bu. Ses organlarının devinimiyle gövdenin kaslarındaki öbür devinimler birbirine karışır sanki. Bizim için önce konuşma, sonra el kol devinimi gelir, ama ilk atalarımız için bunun böyle olduğu söylenemez. İlkel insanlara değgin ruhbilimde, konuşma ile el kol devinimleri arasındaki doğal karşılıklı bağımlılık, kanıtlanmış bir olgudur.15
Yarım yüzyıl önce Bücher, bu görüşlere dayanarak, konuşmanın, araçların kullanılmasında kasların zorlanmasıyla ses organlarında ortaya çıkan tepkeli devinimlerin bir evrimi olduğunu ileri sürdü.16 Eller ustalaştıkça, ses organları da gelişti, sonunda bilinçlenen insan bu tepkeli devinimleri toplumun tanıyabileceği bir iletişim düzeni olarak geliştirdi.
Bücher, bu varsayımı geliştirirken, iş türkülerini kapsamlı bir biçimde inceledi. İş türkülerinin işlevi, ritimli, coşturucu bir nitelik kazandırarak üretim çalışmasını hızlandırmaktır. İplikçi kız, türküsü çıkrığını döndürecek diye türkü söyler; söylediği türkü kendisinin çıkrığı döndürmesine yardım ettiği için de çıkrığın dönmesini kolaylaştırmış olur. Büyüye çok yakın bir şey bu. Belli durumlarda bu türkülerin okuyup üfleme duaları olarak ortaya çıktığı kanıtlanabilir.17
Yeryüzünün her yanında bütün kültür aşamalarında iş türkülerine rastlanır; makinelerin uğultusunun bu türküleri bastırdığı yerler dışında elbette. Kol emeğini gerektiren bir işe giriştikleri anda, ilkel insanların dudaklarından kendiliğinden dökülür iş türküleri; özellikle ka
15 l.H . Gray, Foundations of Language, (New York, 1939), s. 155; R.B. Smyth, The Aborigines of Victoria. (Londra, 1978), Cilt II, s. 412; Ashanti, s. 247. Birçok ilkel halkın, suskunluk tabularının üstesinden gelmek için başvurdukları gelişmiş "sağır-dilsiz" dilleri vardır; B. Spencer ve F.|. Gillen, The Arunta, (Londra, 1927), s. 433, 600-8; A.W. Howitt, Native Tribes of South-East Australia, (Londra, 1904), s. 723-35: The Aborigines of Victoria, Cilt II, s. 4, 308.
16 Arbeit und Rhythmus, s. 395. Bücher'den sonra Paget de az çok benzer bir varsayım ortaya atmıştır. Paget'nin varsayımı ruhbilimsel açıdan daha kapsamlı olmakla birlikte, sorunun öteki yönlerinin pek derinine inmemektedir.
17 H.M. Chadwick, The Growth o f Literature, (Cambridge, 1932-40), Cilt III, s. 783.
ŞİİR SANATI 445
dınlar arasında günlük yaşayışın tekdüzeliğine bastırılmaz bir eşlik sağlar.18 İş türküleri birtakım anlamlı değişimlere karşın, dil ile çalışma arasındaki ilk ilişkiyi korudukları için, şiirin kökeni bakımından da özel bir önem taşır. Bunu gören Biicher'dir.Bücher'in vardığı başlıca sonuç, bir başka deyişle insan konuşmasının ritminin çalışma sürecinden kaynaklandığı, hiç kuşkusuz doğrudur. Bücher, bu sonucu, belli ritimleri belli süreçlerle özdeşleyerek doğrulamaya çalışmıştır.19 Kanıtlamasının bu bölümü yanlıştır, nitekim ben de buraya almadım. Bücher'in vardığı sonucun en açık seçik kanıtı, türkü yapısı ilkelerinin çözümlenmesinde yatmaktadır ve ben bu işi üstlenebilirim.
Kürek çekme işi, değişikliği olmayan, düzenli aralıklarla yapılan yalın bir kas işlemidir. Kürekçilerin tempo tutması için en yalın biçimiyle iki seslemli bir heyamola kullanılır: Ho - hop! İkinci seslem zorlanma anını belirtir, birincisiyse hazırlayıcı bir işarettir.
Bir geminin yönünü değiştirmek, kürek çekmekten daha ağır bir iştir. Bu yüzden, zorlanma anları da daha yeğindir ve daha uzun bölümlere ayrılmıştır. Bu da İranlIların Ho - li - ho - hup! diye bağırdıkları heyamolada olduğu gibi hazırlayıcı sesleme yayılma olanağı sağlar. Kimi zaman Rusların heyamolasında olduğu gibi son seslem bir rahatlama seslemidir: £ -yuh - nyem! Kimi durumlardaysa bu heyamolaların tümüyle ya da bir bölümüyle açık seçiklik kazandığı görülür: Heave - o - ho! Haul away! (Yisa! Vira salpa! ç.n.)
İki seslemli yalın heyamolaların değişen ve değişmeyen öğelerinin, dansta el ya da ayağın kaldırılışını ve indirilişini belirten ölçülü düzenin vurgusu ve durgusu oldukları anlaşılıyor.20 Demek ki, ritimde vurgu, ilkel çalışma süreciyle, sürekli olarak ağaç kütüklerini çekmek ya
18 Arbeit und Rhythmus, s. 63-243; bkz. The Growth o f Literature, Cilt III, s. 583, 648, 783; The Bantu- speaking Tribes o f South Africa, s. 285; C.S. Orde Brown, The Vanishing Tribes o f Kenya, (Londra, 1925), s. 167; E.J. Krige, Social System o f the Zulus, (Londra. 1936), s. 338; Life of a South African Tribe, Cilt II, s. 207-9.
19 Arbeit und Rhythmus, s. 407.20 Aynı yerde, s. 25,402.
Resim 65. M üzik e şliğ in d e ekm ek p işirenler:
Boiotia 'dan bir terrakotta
d a b elli b ir a r a c ı d e ğ n e ğ e y a d a taşa v u rm a k la b a ş lıy o r . İn sa n y a ş a m ının ta b a ş la n g ıc ın a , in sa n ın in san o ld u ğ u a n a u z a n d ığ ı için d e b izi b ö y le d e r in d e n s a rs ıy o r .
A ş a ğ ıd a k i tü rk ü y ü d e , d a h a ö n c e a n d ığ ım ız İsv iç re li m is y o n e r Ju - n o d , y o l k ıy ıs ın d a A v r u p a lı işv e re n iç in ta ş k ıra n T h o n g a T ı b ir ço c u k ta n d u y m u ş :
Ba hi shani-sa ehe!Ba ku hi hlupha, ehe!Ba nw a m akhofi, ehe!Ba n ga hi nyiki, ehe!
(Bize kötü davran ıyorlar, ehe!Bize hiç acım ıyorlar, ehe!Kahvelerini içiyorlar, ehe!Bize hiç verm iyorlar, ehe!)21
H e r d iz e d e y in e le n e n ehe! çe k ic in v u r u ş u n u b e lir te n h e y a m o la d ır . D e ğ iş m e y e n ö ğ e , b u s e s tir . H e r d iz e d e b u d e ğ iş m e y e n s e s te n ö n c e g e len a n la ş ılır s ö z le r s e , işç in in y a p tığ ı işe k a rş ı ö z n e l tu tu m u n u d ile g e tirm e k te d ir . T ü r k ü h e y a m o la d a n ç ık ıp g e liş m iş tir , tıp k ı h e y a m o la n ın y a p ıla n işin k e n d is in d e n çık ıp g e liş tiğ i gibi.
H ayd i, asıl küreğe!N asıl taşıyor çarpan yüreğimG özlerinde çakan ışıkla,E y Puhi-huia!H ayd i, asıl küreğe!22
Bir M a o ri k a y ık çı tü rk ü s ü d ü r b u . K ü re k çib a şı b elli a ra la r la h e y a m o la ç e k iy o r , h e y a m o la la r ın a ra s ın d a d a k ay ık ta b u lu n a n o y m a k b eyin in k ızm a şiirle r d ü z ü y o r . Ş iirin u y d u ru lm a s ı s ıra s ın d a s ö z c ü k le r in r i tm iy le te m p o tu tu lm u ş o lu y o r . H e y a m o la iş le v s e lliğ in i y i t i r m iş d e ğ ild ir , a m a n a k a r a t o lm a y o lu n u d a tu tm u ş tu r .
B u n d a n s o n ra k i ö r n e ğ im , V o lg a k ü re k çile rin in tü rk ü s ü :
4 4 6 TA RİH Ö N CESİ E g e
21 Life o f a South African Tribe, Cilt II, s. 284.22 J.C. Andersen, Maori Life in Ao-tea, (Wellington, Yeni Zelanda, 1907), s. 373.
Şİf R SA N A TI 4 4 7
E -yu h -n yem ! e-yu h -n yem ! Y eşço razik! yeşço d a raz!R azovy om mi b eryozu , razov yom m i kud riavu!
A ida da, aid a! razovyo m ! A ida da, aid a! k ud riavu!E-yu h-nyem ! e-yu h -n yem ! Y eşço razik! yeşço d a raz !25
Burada, yapılan işi kolaylaştırmak için uydurulan yüreklendirme sözlerinin başına ve sonuna bu sözleri içine alan ve tanımlayan heyamola ekleniyor.
İş türküsü, çalışma sırasmdaki zorlanma anları arasında uydurulan değişik sözlerin çoğalmasıyla gelişmiştir. İşçiler çalışırken geleneksel bilgi dağarcıklarına göre bir şeyler düşünürler ya da kafalarını kurcalayan günlük olaylar üstüne rasgele yorumlarda bulunurlardı. Sözleri arasında tiran Pittakos'a değinen, "Öğüt, değirmen, öğüt!" nakaratlı eski bir Yunan değirmenci türküsü biliyoruz.24 Kocasını arayan can- darmalara bilgi vermek istemeyen bir kadının arpa öğütürken uydurduğu çağdaş bir Yunan türküsünde de gene aynı nakaratla karşılaşıyoruz.23 Asıl işle ilgili olan nakaratın değişmeden kalma eğilimi gösterdiği, değişen öğeninse gününe göre biçim aldığı anlaşılıyor. Türkülerimizdeki anlaşılmaz noktalardan pek çoğunun, bu belli sözlere esin kaynağı olan yaşayış düzeninin unutulmasından kaynaklandığı söylenebilir. Bu türden örneklere, bir yandan çalışanları rahatlatmaya yarayan, bir yandan da Incil'in öğretisini yayan zenci ilahilerinde26 ve aşağıya aldığımız on sekizinci yüzyıl sonu İngiliz denizci türküleri gibi türkülerde rastlanır:
Fran sa kralıydı Louis, D evrim den önce,H eyam ola, k ard aşlar, heyam ola!
Boynunu v u rd u lar L ouis'n in , ele geçince,H eyam ola , k ard aşlar, h eyam ola!27
Bu arada türkü sanatı çalışma sürecinden ayrıldı. Türküler boş zamanlarda, dinlenme saatlerinde uyduruluyordu. Ama bu türküler gene de geleneksel örneklere uyuyordu. Aşağıdaki türkü, Orta Afrika'da
23 Arbeıt und Rhythmus, s. 235. Bunun birçok değişkesi vardır, çünkü dörtlüğün ortası bugün bile doğaçtan söylenmektedir.
24 Carm. Pop. 30.25 N.G. Polites, Eklogoi, (Atina, 1932), s. 241,26 Arbeit und Rhythmus, s. 263-73.27 Aynı yerde, s. 239.
beyaz gezginlerin eşyalarını taşıyan yerli hamalların akşamleyin kamp ateşinin çevresinde söyledikleri bir türküdür:
K ötü b eyaz ad am uzaklaşır kıyıdan - puti, puti!G ideceğiz kötü beyaz adam ın ardından - puti, puti!Bize yem ek verdiği sü rece - puti, puti!A şacağız dereleri, tepeleri -puti, puti!Bu koca bezirganın kervanıyla -p u ti,p u ti!28
Ateşin çevresinde, hepsi uykuya dalmcaya kadar biri bırakır, biri alırmış türküyü. O anda doğaçtan söylenen sözleri herkes teker teker sırayla okurmuş, yinelenen puti ("yiyecek" anlamına gelen bir sözcük) sözüyse hep bir ağızdan okunurmuş. Bu da bize hepimizin bildiği solo ve koro düzenini açıklıyor.29 Heyamola artık bir nakarat olup çıkmıştır.
Çalışma sürecinden kopunca, heyamolaların değişmez öğesi de genişlemeye başladı. Bütünlüğü sağlayan düzenli yineleme anlayışını tümden ortadan kaldırmaksızın ritim yapısında çeşitlilik sağladı ve sözcükler tam bir açık seçiktik kazandı.
N iye böyle kana boyalı kılm cın,E d w ard , E d w ard 'im ?
N iye böyle kana boyalı k ılm an ,N iye böyle ü zgünsün, oy?
Sorm a! zorlu şahanım a kıydım ,A n am , anam ;
Sorm a! zorlu şahanım a kıydım ,Şahansız kaldım , oy.*
Böylece balad dörtlüğüne gelmiş oluyoruz. Bu dörtlüklerde nakarat ortadan kalkıyor, ancak sav ve karşısav, sesleniş ve karşılık olarak dörtlüğün ritim yapısında beliriyor:
4 4 8 T a r İh ö n c e s i E g e
28 R.F. Burton, The Lake Regions of Central Africa, (Londra, 1860), s. 361-2.29 H. Basedow, The Australian Aboriginal, (Adelaide, 1929), s. 376; The Melanesians, s. 335; Stone Men
of Malekula, s. 315, 611; The Vanishing Tribes of Kenya, s. 167; P.A. Talbot, The Peoples of Southern Nigeria, (Londra, 1926), s. 808; The Lango: a Nilotic Tribe of Uganda, s. 127,129, 245; The Growth of Literature, Cilt III, s. 353, 355-6, 581; W.). Entwistle, European Balladry, (Oxford, 1939), s. 19, 35.
* Türkçesi: Can Yücel, (f.n.)
ŞİİR SAN A TI 4 4 9
Bir güzel o tu ru rm u ş şu derenin d ü zü n d e.A şağı d ere b oyunda, oy.
Bir gü zel, K athrine Jaffray ad ın da.N ice yiğitlerin oynaşı, oy .30
Balad biçiminde, dörtlük bir müzik "tümcesi", beyit bir müzik "tüm- ceciği", dize de bir müzik "birim i"dir. Her tümcecikte iki birim, her tümcede de iki tümcecik vardır. Her çiftte birbirine benzeyen, ama gene de ayrı olan birimlerin birbirlerini tamamladığı görülür. Müzik kuramcıları ikili biçim diyorlar buna: AB.
Balad biçiminin böyle müzik açısından yorumlanması, yalnızca bir örnekseme değil, tek doğru çözümleme yöntemidir. Okullarımızda okutulan dilbilgisi yaşayan dil tarihinden ne denli uzaksa, ders kitaplarındaki şiir kuralları da yaşayan şiir tarihinden o ölçüde uzaktır. Başlangıçta bir dans biçimiymiş balad. Bugün bile, Faroe Adalan'nda olduğu gibi Avrupa'nın kimi yerlerinde bir dans biçimi olarak yaşar:
Korobaşı baladı söyler ve ayak vurarak tem po tutulur. D ansçılar, sözleri yan sılayarak belirtecekleri için, korobaşını dikkatle d inlerler. Eller bir savaş patırtısı içinde sım sıkı kenetlenir; sevinçli bir sıçram a u tkuyu belirtir. H er d ö rtlü ğ ü n son u n d a bütün d an sçılar k oroya katılır, am a
dörtlüğün öb ür dizelerini ancak ün yapm ış belli bir iki kişi söyler.31
Müzikbilimin çözümsel ilkeleri, şiirin, müziğin ve dansın ortak temeli olan ritmin incelenmesine bağlıdır.
Türkülerimizin çoğu ikili biçimdedir, ama daha gelişmiş olanları da vardır. Örneğin, Volga kürekçilerinin türküsünde, başına ve sonuna geleneksel heyamola dizelerini alan ve doğaçtan söylenen bir bölümden oluşan dörtlüğü görürüz. Müzik terimleriyle söylersek, birinci konuyu ikinci bir konu izler, sonra ya birinci konu yinelenir ya da sürdürülür. Bu, üçlü biçimdir: ABA. Usta ellerde A2, A l'in yalnızca bir yinelenmesi değildir: A l'in B ile koşullanmış yeni bir biçimidir. Öyle ki, üçlü biçim ikili biçimden daha organik, daha diyalektik bir nitelik taşır. Modern müzikte geniş ölçüde işlenmesi de bu yüzdendir.32 Yunanlılar her iki biçimi de kullanmışlardı. Yunan müziğinin ezgisi bugün ar
50 F.B. Gummere, Old English Ballads, (Boston, 1894), s. 169, 263.51 European Balladry, s. 35.52 S. Macpherson, Form in Music, (Londra, 1915), s. 61-90.
4 5 ° TA RİH Ö N CESİ E g e
tık b ilin m iy o r , a m a ep ik v e d ra m a tik s ö y le ş im le r d ış ın d a Y u n a n şiirin in b ü y ü k b ir b ö lü m ü şa rk ı o la ra k o k u n m a k a m a c ıy la b e s te le n d iğ in d e n , r itm i s ö z le r in d e n ç ık a rıla b ilir . B u n u Yunan Lirik Ş iirinde Ö lçü a d lı k ita b ım d a e le a lm ış v e esk i Y u n a n 'd a k o ro ü y e le r in in s a ğ d a n sola d o ğ ru h a re k e t e d e rk e n o k u d u k la rı şiir p a rç a s ın ın (s tro fi) , m o d e rn d ö rtlü k le b ü tü n ü y le a y n ı tü rd e n o ld u ğ u n u g ö s te r m iş tim .
Ö z e tle rs e k , d a n s , m ü z ik v e şiir d e d iğ im iz ü ç s a n a t , b ir tek s a n a t o la ra k b a ş la m ış tır . B u s a n a tla r ın k a y n a ğ ı, to p lu c a ç a lış a n in sa n g ö v d e le rin in ritim li d e v in im id ir . Bu d e v in im in iki ö ğ e si v a rd ı: G ö v d e se l v e sö z lü . B irin cis i b a ğ r ın d a d a n s ın to h u m u n u ta ş ıy o r d u , İk in cisi d ilin . Dil, ritm i b e lir tm e k iç in ç ık a rıla n b e lirs iz s e s le r b iç im in d e b a ş la y ıp şiirse l k o n u ş m a v e g ü n lü k k o n u ş m a b iç im in d e fark lıla ştı . A n la m s ız b a ğ ırtıla r , in s a n s e s in d e n a y r ı l ıp a r a ç la r ın v u r u ş u y la e ld e e d ile r e k ç a lg ıs a l m ü z iğ in ç e k ird e ğ in i o r ta y a ç ık a rd ı.
B iz im a n la d ığ ım ız a n la m d a k i ş iire d o ğ ru a tıla n ilk a d ım , d a n sın bir y a n a b ıra k ılm a s ıy d ı. B ö y le c e tü rk ü o r ta y a çık tı. T ü r k ü d e ş iir m ü z iğ in içe r iğ i, m ü z ik d e ş iirin b içim id ir. D ah a s o n ra b u ik isi d e b irb ir in d e n a y rıld ı. Ş iirin m ü z ik e ş liğ in d e n y o k s u n b içim i, tü rk ü d e n a ld ığ ı , a m a k en di m a n tığ ın ın iç e r iğ in e g ö r e y a lın la ş tıra ra k g e liş tird iğ i r i tim y a p ıs ıd ır . Şiir, ritim d ü z e n in e b a ğ lı o lm a k sız ın , k en d i iç b ü tü n lü ğ ü o la n b ir ö y k ü a n la tır . B ö y le c e , d a h a s o n ra la r ı , a n la tısa l ş iird e n d ü z y a z ı , ö y k ü ve ro m a n d o ğ m u ş o ld u ; b u n la r d a ş iirse l k o n u ş m a n ın y e r in i g ü n lü k k o n u ş m a a lm ış , a y r ıc a k o n u d e n g e li, u y u m lu b ir b iç im g e re k tirm iy o r s a r itim d e k u lla n ılm a z o lm u ş tu .
Bu a r a d a s a l t ç a lg ıs a l b ir m ü z ik tü rü g e liş ti . S e n fo n i , r o m a n ın bir k a rş ıt la m a s ıd ır . R o m a n ri tim s iz s ö z le r s e , s e n fo n i d e s ö z s ü z ritim d ir . R o m a n a b irliğ in i k a z a n d ır a n , a n la ttığ ı ö y k ü d ü r v e b u ö y k ü a lg ıla n a b ilir y a ş a m d a n a lın m ış tır ; s e n fo n iy s e g e re ç le rin i b ü tü n ü y le d ü ş le m d e n a lır. K en d i b iç im i d ış ın d a b ir iç b ü tü n lü ğ ü y o k tu r . D e m e k ki, r o m a n d a o r ta d a n k a lk m ış o la n b ü tü n bu y a p ısa l ilk e le r m ü z ik te g ö rü lm e m iş ö lç ü d e g e lişm iştir . B u ilk eler b ö y le ce m ü z iğ in ö z e l a lan ı s a y ılm a y a b a şlam ıştır . B iz g e n e llik le "m ü z ik se l b iç im " d iy o ru z b u n a . A m a m ü z ik d u y a rlığ ıy la in c e le d iğ im iz z a m a n , ş iird e şiirin y a ln ız c a ritim d ü z e n in d e d e ğ il , k o n u s u n u n d ü z e n le n iş in d e d e b u ilk elerin k a lın tıla rın ı g ö re b iliriz . Ş im d i, y a ln ız c a sö z k o n u s u n o k ta y ı a ç ık la m a k la k a lm a y ıp şiirin b ü y ü y e n asıl b a ğ lı o ld u ğ u n u g ö s te r e c e k iki ö rn e ğ i in c e le y e lim .
S a p p h o 'n u n A phrod iteye Yakarış'ı, A v r u p a 'n ın en e sk i lirik ş iirid ir ; h e m d e ta m a n la m ıy la lirik b ir ş iir , lir e ş liğ in d e s ö y le n e n b ir tü rk ü . S a p p h o , k e n d ile rin i ta n r ıç a A p h r o d ite 'y e a d a y a n g e n ç k ız la r d a n o lu
ŞİİR SA N A TI 4 5 i
şan dinsel bir derneğin önderiymiş. Tutkuyla bağlandığı kızlardan biri sevgisine karşılık vermemiş Sappho'nun.
Ey tahtı ışıl ışıl ö lü m sü z A phrodite,U lu Z e u s 'u n d üzenci kızı,Y alv arırım yü reğim i acılarla dağlam a!
Y ard ım ım a gel gene, hani eskidenSesim i d u y u n ca nasıl çıkıpBabanın sarayın d an , kanat çırpan kuşlarm
Ç ektiği yaldızlı arab an a biner,Y ery ü zü n e inerdin bulutsuz m avilikten;Ö lü m sü z d u d ağın d a o aydınlık gülüşle sorard ın ,
"G en e n en v a r?" d erd in , "n ed ir gene.Deli gön lü n ü çelen? T ılsım ım la kimi B aştan çıkarıp yollam am gerek iyor koynuna?
Söyle S app h o, kim seni üzen?K açıyorsa , kaçsın, bırak,Y ak ın d a o senin ardına düşecek,
B ugün alm ıyorsa verdiklerini,Y arın o sana arm ağ an lar verecek;Seni sevm iy orsa , istem ese de, ergeç sevecek ."
G eleceğin varsa, şim di gel, k urtar beni!K u şk u d an , ne diliyorsa gönlüm Y erin e getir, sen d e katıl benim le savaşa!
Sappho dileğini açıklayarak başlıyor söze. Sonra, buna benzer yakarışlarının daha önce nasıl karşılandığını anımsıyor. Sonra yakarış yineleniyor. Bu, bilinçli bir sanatçının ustalıkla kullandığı üçlü biçimdir. Yakarış olumsuz, çekimser bir havayla başlıyor; sanki arada olup bitenler dileğinin yerine getirileceği inancını vermişçesine olumlu, güvenli bir havayla sona eriyor.
Arada neler olup bitmiştir? Aphrodite'ye geçmişi anımsatıyor Sappho: "Eskiden... nasıl... geldiysen... gene gel." Geleneksel bir şeydi bu. Tan
452 T a r İh ö n c e s i Eg e
rılara yakardığınız zaman, daha önce onlardan yardım gördüğünüz, size iyi davrandıkları zamanları anımsayarak isteğinizi pekiştirirdiniz.33 Bir tapınma biçimiydi bu. Tapmma da bizi büyüye götürüyor. Büyüde olmasını istediğiniz şeyi, düşlemde oldurursunuz. Sappho'nun da burada yaptığı bu; ancak, eylem yerine, dans etme yerine, burada yalnızca düşgiicünün kanatlanması var. Sappho, tanrıçaya gelmesi için yalvarıyor; sonra gelişini kafasında canlandırıyor, onu görüyor, sesini duyuyor; sonra da düşgücünün bu çabasıyla coşup daha bir güven kazanıyor, yeniden yakarıyor tanrıçaya. Sanata dönüşmüş büyüdür bu.
İngiliz şiirinde miiziksel biçimin bu çeşit kalıntıları tek tiiktür. Bu yüzden, şiirin kaynaklarıyla ilgilenmeyen eleştirmenler görememişlerdir bunları. Oysa Shakespeare'in üçlü biçimin Yunan şiirindekiler kadar yetkin bir örneği olan şu sonesmi hepsi bilir:
D üşünce insanların ve kaderin gözünden,A forozlu lar gibi, yap ayaln ız ağlarım ;
İrkilir sağır gök ler çığlıklarım yüzünden,Bahtım a lanet okur, yüreğim i dağlarım ;
Talihi y av er giden herkese gıpta eder,Şu denli gü zel olsam , dostlarım olsa d erim ;
Şunda san ata, bunda dehaya içim gider,O ysa solda sıfırdır yap m ak istediklerim ;
K endim den iğrenirken aklım sana d oğru lu p G ön lü m kara dün yayı gerilerde bırakır,
Gün d oğark en yükselen bir tarla kuşu olup C enn et kapılanında kutsal ezgiler şakır;
Ö yle bir serv ettir ki sevgini anm ak bile,Sultanlarla y er değiş deseler d e nafile.*
Bu şiirin yapısını tek bir eleştirmen açıklamıştır, o da bir müzik ku- ramcısıydı.34 Bu on dört dize boyunca şairin dünyaya karşı tutumunda köklü bir dönüşüm oluyor. Başlangıçta kendisine kulak vermeyen
33 Homeros, ilyada, (Türkçesi: Azra Erhat-A. Kadir, Dördüncü Baskı, Sander Yayınları, Mayıs 1981), 1. 39-42, 394-5,453,5.116-7,16. 236-8; Homeros, Odysseia, (Türkçesi: Azra Erhat-A. Kadir, ikinci Baskı, Sander Yayınları, Eylül 1978), 4. 763-6; Herodotos, Herodol Tarihi, (Türkçesi: Müntekim ökmen, Remzi Kitabevi, Aralık 1973), 1.87.1.
* Türkçesi; Talât Sait Halman. (f.n.)34 W.H. Hadow, A Comparison of Poetry and Music, (Cambridge, 1926), s. 10-12. Bkz. George Thomson,
Aeschylus, Oresteis, (Cambridge, 1938), Cilt I, s. 14.
ŞİİR S A N A T I 453
göklere karşı gözyaşı döken aforozlu biriyken, sonunda cennet kapılarında övgüler okuyan bir sultan oluyor. Ve bu köklü dönüşüm, şairin başlangıçtaki durumunu tersine çeviriyor. Büyük bir umutsuzluk havası içinde başlayan şiir bir utku türküsünün coşkunluğuyla bitiyor.
Dünyaya karşı tutumumuzda köklü bir dönüşüm yaratmak. Daha önce, şiirin içeriğinden -dualar, mevsimlik türküler, Keats'in o sonesi- yola çıkarak şiirin başlıca işlevinin bu olduğu sonucuna varmıştık. Şimdi, şürin biçimini incelediğimizde de aynı sonuca varmış oluyoruz.
3. Doğaçtan Söyleme ve Esinlenme
Bizim dünyamızda doğaçtan şiir düzen kimse yok gibidir hemen hemen. Kâğıt kalem işidir bizim için şiir. Çağdaş şairler arasında şiirleri yüksek sesle okunmamış olanlar bile vardır. Bu şiirler ilkin şair tarafından yazılmış, daha sonra basılıp yayımlanmış, kitabı satın alan- larca da sessizce okunmuşlardır. Bizim şiirimiz, günlük konuşmadan daha güç, daha yüksek düzeyde bilinçli bir çabayı gerektiren yazılı bir sanattır.
Modern şiirin bu özelliğinin yepyeni bir özellik olduğunu unutmamak gerekir. İlkçağ ve ortaçağda, günümüzde de köylüler arasında şairle halkı birbirinden ayıran okuryazarlık gibi bir engel yoktur. Gerçi günlük konuşmadan ayrıdır şairin dili, ama gene de hem kendisinin, hem de halkın kullandığı konuşma dilidir bu. Şair bu dili herkesten daha büyük bir akıcılıkla kullanır, ama bu da kendisinin dil konusunda daha ustalaşmış olmasındandır. Bir yere kadar herkes şairdir.35 Bu yüzden de adsız kişilerin sanatıdır halk şiiri genellikle. Günlük yaşayış içinde kendiliğinden doğar, doğaçtan söyleme yeteneği tükeninceye dek, renk değiştire değiştire, ağızdan ağıza, babadan oğula geçer. Ancak doğaçtan söyleme yeteneği tükendiği zaman durağanlaşır, ama o zaman bile belirleyici niteliğini korur; işçilik açısından ne denli yetkin olursa olsun bilinçli sanat niteliğinden yoksun olduğunu söyleyerek tanımladığımız bir niteliktir bu. Asıl eksiği budur halk şiirinin: Bireysel bir kişiliğin damgası. Bu da, halk şiiri bir kişinin değil, bütün bir topluluğun ürünü olduğu için, kaçınılmaz bir eksiktir. İlkel şair, kullandığı aracın, günlük konuşmadan farklı bir şey olduğunun bilincinde değildir; aslı
35 Growth o f Literature, Cilt III, s. 65, 178, 659; Stone Men ofMalekula, s. 314-5; The Bantu-speaking Tribes o f South Africa, s. 285.
4 5 4 T a r i h ö n c e s İ E g e
na bakılacak olursa, daha önce de gördüğümüz gibi, ilkel şairin diliyle günlük konuşma arasında çok büyük bir ayrım yoktur. Bu yüzden doğaçtan şiir düzebilir. Kullandığı dili nesnelleştirmeyi başardıkça, doğaçtan söyleme yeteneğini yitirir, ama aynı zamanda onu kendi kişiliğine uyarlama gücünü elde eder ve böylece bilinçli bir sanatçı olur.
Öte yandan, şiirin uyandırdığı etki, her zaman olduğu gibi hâlâ, bilincimizin duyular aracılığıyla algılanabilen dünyadan düşlem dünyasına çekilmesidir. Şiirsel konuşmayla günlük konuşmayı karşılaştırdığımızda, şürsel konuşmanın daha ritimli, daha düşlemsel, daha uyumlu, daha büyüsel olduğunu görmüştük. Bilinçli yaşayışımızda, insan olma özelliğimizi belirleyen ekonomik, toplumsal ve kültürel öğeler en etkin; bireysel ayrımlar en belirgin durumlarındadırlar. Öyle ki, nasıl bilinçli yaşayışımızın zihinsel süreçleri bireyler arasındaki en büyük çeşitliliği yansıtıyorsa, bu zihinsel süreçlerin dili olan günlük konuşma da en özgür bireysel anlatım yolu olarak belirir. Ama duyularla algılanabilen dünyadan çekilip uykuya ve düşlere daldığımız zaman, bireyselliğimiz de uykuya yatar ve bilinçli yaşayışımızda toplumun baskısı altında kalan hepimize özgü tepiler ve istekler bu baskıdan kurtulmuş olur. Düş dünyamız uyanık yaşayışımızdan daha az bireyselleşmiş, daha birörnek bir dünyadır.
Bir çeşit düş dünyasıdır şiir. Yeats'in bir sözünü anacağını:
Ritmin am acı, d üşü n ceye dalm a anını, u y u r uyanık olm a anını, biricik yaratım anını uzatm ak tır; bir yandan tekdüze bir ninniyle bizi u yutm aya çalışırken, bir yan dan da çeşitliliği ile uyanık tu tarak y ap ar bunu; bu kendinden geçm e içinde istem im izin baskısından kurtulan zihnim iz de kendini sim gelerle açıklar.36
Buradaki "Kurtulan" sözü tartışılabilir, ama konumuz için büyük bir önemi yok bunun. Şiir dili, ritimli olduğu için, ninni gibidir. Ama bütün bütüne uyutan bir ninni gibi de değil. Herhangi bir dilin hangi şiir ölçüsünü çözümlersek çözümleyelim, Yeats'in söylediği gibi, zihni bir çeşit kendinden geçme, şiirin kendine özgü tılsımında, düşlem dünyasında uyku ile uyanıklık arasında tutmak için gerekli olan o tekdüzelik ve çeşitlilik, benzerlik ve başkalık karışımını buluruz.
İşte bu yüzden, bir şair için esinlenmiş dediğimiz zaman, kendisinin bu bilinçaltı düşlem dünyasında öbür insanlar gibi yabancı olma
36 W.B. Yeals, Essays, (Londra, 1924). s. 195-6.
dığım söylemek isteriz. Şair ruhsal kopuntuya olağanüstü yatkındır. Bu sürecin yardımıyla, iç çatışmalarından, toplumla olan ilişkisinden doğan çelişmelerden kurtulmuş olur. Gerçekliğin düğümleri düşlemde çözülür. Ama, şairin çekildiği bu dünya öbür insanlarla kendisi arasında ortak bir dünya olduğu için, bu dünyanın yaşantısını yansıtan şiiri de genel bir tepki yaratır, başkalarının duyup da dile getiremediği duyguları dile getirerek onlar arasında daha güçlü bir duygu ve düşünce birliği sağlar:
Ve acıd an dili tu tulunca insanın, bir tanrı Ç ektiğim i anlatayım diye bana dil verm iş.37
İnsanların açıklayamadıkları, dile getiremedikleri özlemleri vardır. Şair de açıklayamaz bunları, ama esinlenme yeteneğiyle dile getirir hiç değilse. Şair özlemlerini dile getirince de, öbiir insanlar kendi özlemlerini bulurlar şairin sözlerinde. Onun şiirini dinlerken, şiirin yazılışının yaşantısını paylaşırlar şairle. Onunla aynı düşlem dünyasına uçar, aynı dinginliğe kavuşurlar.
Yansılama dansında, ilkel avcılar içlerinden birinin önderliğinde, büyük bir istem gücüyle düşlerini gerçekleştirmek için avın başarılı bir uygulamasının provasını yaparlar. Gerçekte bütün yaptıkları doğa karşısındaki güçsüzlüklerim açığa vurmaktır, ama güçsüzlüklerini açığa vurmakla onu bir ölçüde yenmiş olurlar. Dans sona erdiği zaman, gerçekten de eskisinden daha usta birer avcıdırlar artık. Şiirde aynı süreci daha yüksek bir düzeyde görürüz. Uygar insan doğa üzerinde büyük ölçüde bir üstünlük sağlamayı başarmıştır, ama ancak toplumsal ilişkilerini karmaşıklaştırarak yapabilmiştir bunu. İlkel toplum yalındı, sınıfsızdı, doğaya karşı zayıf da olsa birleşmiş bir bütün olarak çıkıyordu. Uygar toplumsa daha karmaşık, daha zengin, daha güçlü olmakla birlikte, bütün bunların kaçınılmaz bir sonucu olarak da her zaman kendine karşı bölünmüştür. Demek ki, toplum ile doğa arasındaki çatışmaya -büyünün temeli- birey ile toplum arasındaki çatışma -şiirin temeli- eklenmiştir. İlkel avcıların dansını yöneten önder onlar için ne yapıyorsa, şair de bizim için aynı işi yapar.
ilkel ozan kendi başına çalışmaz. Dinleyicileri de işbirliği yapar onunla. Kendisini dinleyen bir kalabalığın uyarımı olmadan hiçbir şey yapamaz. İlkel ozan yazmaz, yüksek sesle okur. Şiirlerini durup düşüne
ŞİİR SAN A TI 4 5 5
37 Goethe, Tasso, 3432-3.
rek değil, doğaçtan söyler. Kendisine esin geldiği zaman, dinleyenleri hemen bunun etkisini duyar. Anında içtenlikle o yanılsamaya kaptırırlar kendilerini. Böyle durumlarda şiirin yaratılması ortaklaşa bir toplumsal eylemdir.
Bir şiir okurken ya da dinlerken bizim de derinden duygulandığımız olur, ama öyle kolay kolay "kendimizden geçmeyiz." İlkel bir dinleyici topluluğunun tepkisi daha az incelmiştir. Böyle durumlarda bütün topluluk kendini bir düş dünyasında bulur, herkes kendinden geçer. Batı İrlanda'da sık sık rastladım buna. Şimdi, Onega Gölü'ndeki adalardan birinde bir kulübede, bir Rus halk ozanının nasıl türkü söylediğini açıklayan şu sözleri dinleyin:
Utka ök sü rd ü . H erkes kulak kesildi. Başını geriye attı, gü lü m seyerek şöyle bir baktı çevresine. Sabırsız, istekli bakışları gö rü n ce hem en başladı türküsüne. Y av aş yav aş değişti yaşlı türkücünün yü zü. Bütün kurnazlığı u çu p gitti. Ç ocu k su , yapm acıksız bir yü z oldu. Esin dolu bir ışım ayla ayd ın lan dı. G üvercin gibi gözleri b ü yü yü p p arlam ay a başladı.İki d am la y aş belirdi gözlerinde; esm er yüzü al al o ld u , sinirli gırtlağı d ü ğü m len m eye başladı. O tu z yıl d öşeğin den k alk am ayan M u rom 'lu U ya ile birlikte acı çekiyor, haydut Solovey'in hakkından gelişine onunla birlikte sevin iyordu . Bütün dinleyenler de baladın kahram anı ile birlikte yaşıyorlardı. A rad a birinin şaşırıp bağırdığı, bir başkasının kahkahasının çınladığı o lu yord u . Bir başkasm ınsa, gözlerin den boşanan y aşları isteksizce sildiği görü lü yord u . T ürkü bitinceye k ad ar hepsi gözlerini k ırpm adan o tu rd u . Bu tekdüze, am a çok tatlı ve yu m u şak havanın her notasını sev iyorlard ı.38
Okuryazar değildi bu insanlar; ama şiir, bugünkü İngiliz halkı için asla taşımadığı bir anlam taşıyordu onlar için. Bizim Shakespeare'imiz Keats'imiz vardı, doğru; üstelik Utka'dan daha büyük şairlerdi bunlar. Ama Utka'yı halk seviyordu; bizse aynı şeyi kendi yurdumuzda Shakespeare ve Keats için söyleyemezdik bugün.
Rusya'dan Orta Asya'ya uzanalım, bakalım bundan altmış yıl önce Türkmenler nasıl şür dinlerlermiş:
E trek 'd eyk en , bir halk ozanının çadırı vardı bizim çad ırın yan ın da. Kimi ak şam lar sazını alıp gelir, bütün kom şu çadırların delikanlıları onun
4 56 TA R İH Ö N CESİ E g e
38 Grou/th of Literature, Cilt II, s. 241 'de kaynak olarak veriliyor.
yiğitlik d estanlarını dinlem ek için toplanırlardı. Bu ad am ın türküleri, türküden çok, gırtlaktan çıkan hırıltılara benziyordu; önceleri bir y an dan türkü söylerken , bir yan d an da ok şar gibi sazının tellerine d ok u nuyordu . A m a kendisi coştu k ça, sazının tellerine vu ru şu d a h ızlan m aya başladı. A nlattığı sav aş kızıştıkça, türkücünün d e, gen ç dinleyicilerinin d e coşk un luğu arttı. Bu gen ç göçebeler nara atıp külahlarını havaya fırlattıkça, coşkuyla saçlarını sıvazladıkça, sanki b ir sav aş öfkesine k ap ılıyorlar, d estan sı b ir sah n eyi can lan d ırıyo rlard ı g ö zlerim izin önünde.39
Bu Türkmenler, ozanıyla, dinleyenleriyle, gerçekten kendilerinden geçmişlerdi.
Şimdi de, eski çağlara dönüp, Attila'nın otağında bulunmuş bir BizanslI yazarın sözlerine kulak verelim:
A kşam olup karanlık çök ün ce m eşaleler yakıldı. B u n la rd a n ikisi ön e çıkıp A ttila'nın karşısına geçtiler, onun kazandığı utkuları, savaşlard a gösterdiği yiğitliği öven tü rk ü ler söylem eye başladılar. Şölene katılan konuklar gözlerini türkücülerden ayırm ıyorlardı. Savaşları an ım sad ık ça bazıları kendinden geçm işçesine dalıp gidiyor, bazılan büyük bir coşkunluğa kapılıyor, yerlerinden kıp ırd ayam ayan yaşlılarsa g ö zyaşlarına b oğuluyorlard ı.40
İşte, İlyada'yy ve Odysseia'yı da bu bağlamda incelememiz gerekir. Acaba eski Yunanlılar ne yaparlardı Homeros'u dinlerken? Tıpkı bizim gibi davrandıklarını sanırız biz, oysa yanlıştır bu. Platon'un söy- leşimlerinden birinde, Homeros destanlarını okuyan bir ozan, şiir okuyuşunun kendisi ve dinleyicileri üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor:
Acıklı b ir şey an latıy o rsam , gözlerim yaşla d olar; an lattığ ım k ork u n ç ve d u y u lm am ış b ir şeyse , tü ylerim diken diken o lu r, yü reğ im in atışı d u y u lu r... K ü rsü d en ne zam an beni dinleyenlere şöyle bir g öz atsam , bakarım kendilerini d uydukları sözlere kaptırm ış, şaşkınlık içinde ağ lıyorlar.41
ŞİİR S A N A T I 4 57
39 A. Vambery, Travels in Central Asia, (Londra. 1864), s. 32i40 Prisc. 8. - FH C. 4.92.41 Platon, ion, (1- Eflatun, Küçük Diyaloglar, "ion: Şiir Üstüne11, Çeviren: Tacettin Ünlü, Remzi Kitabevi,
1960:2- Eflatun, I, "İon: ya da ilyada Üzerine", Çeviren: Tanju Gökçöl, Hürriyet Yayınlan, Nisan 1973), 535.
Bu tür ozanlar, uğraşlarının niteliği sorulduğunda, hep aynı yanıtı verirler. Hepsi de esinlenmiş olduklarını, ciğerlerini tanrının soluğuyla doldurduklarını ileri sürerler:
Usta bir Kırgız halk ozanı, olayların sırasını bildiği sürece, her konuda doğaçtan şiir söyleyebilir. En usta ozanlarından birine her türküyü söyleyip söyleyemeyeceğini sorduğumda, "İstediğiniz her türküyü söyleyebilirim," diye karşılık verdi, "türkü söylemek tanrı vergisi bana. Sözler, benim arayıp bulmama kalmadan, tanrıdan iniyor bana. Söylediğim türkülerden hiçbirinin sözlerini ezberlemedim. Bütün sözler yüreğimden dökülür dudağıma."42
Sonra, düşlerinde kendisini görmeye gelen bir melekten esinlenen Caedmon,43 Helikon Dağı'run yamaçlarında koyun güderken güzel ezgileri esin perilerinden, Musa'lardan öğrenen Hesiodos,44 İthake ve Phaiak ülkesinin usta ozanları Phemios ile Demodokos geliyor aklımıza. "Ustasız öğrenmişim ozanlığı," diyor Phemios, "kendi kendime. Tanrı esinledi bana türkülerin her türlüsünü."45
Bütün ilkel insanlar arasında, ozan, tanrıyla esinlenmiş, tanrıyla es- rimiş, tanrının sesiyle konuşan bir yalvaçtır. Eski Yunanlılarda, yalvaçlık (maııtike) ile delilik (mania) arasındaki bağ sözcüklerin kendisinde belirir. Onlar için şiirin ve yalvaçlığın büyüsel başlangıcı kendiliğinden anlaşılır bir olaydır, çünkü her ikisinin de belirtileri onlara Dionyos ta- pımlarmdaki esrime danslarını anımsatır:
Bütün iyi destan ozanları sanatçılıklarıyla değil, tanrısal bir esinlemeyle ya da esrimeyle yazarlar şiirlerini. Lirik ozanlar da öyledir. Kory- bant'lar nasıl ancak kendilerinden geçtikten sonra dans edebilirlerse, onlar da ancak kendilerinden geçerek yaratabilirler şiirlerini. Kendilerini bir ritim ve uyuma kaptırdılar mı, çılgınlıkla ırmaklardan süt ve bal akıtan Bakkha'lardan farksızdırlar.46
4 5 8 TA RİH Ö N C ESİ Eg e
42 V.V. Radlov, Proben der Volkslliteratur der türkischen Stamme und der Dsungarischen Steppe, (St. Petersburg, 1866-96), Cilt V, XVII.
43 Bede, Ecclesiastic History, Cilt IV, s. 24.44 Hesiodos, Theogonia, 22-3. (Hesiodos: Eseri ve Kaynaklan, Çevirenler. Sabahattin Eyuboğlu-Azra Erhat,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1977.)45 Odysseia, 22. 247-8, 8. 479-81.46 Platon, /on, 533e.
ŞİİR S A N A T I 4 59
Bakkha'lar, müziğin etkisiyle esrime nöbetlerine tutulan Dionysos rahibeleriydiler. Bu esrimeyi, enthcoi oldukarını, yani "içlerinde bir tanrı" olduğunu söyleyerek açıklıyorlardı.47 Bu düzeye gelindiğinde, sanattan söz edemeyiz artık. Burada, sanatın büyüde yatan köklerine varmış oluyoruz.
Esinlenme ve esrime aynı şeydir. İlkel toplumlarda, bilincin yitirilmesi ve çırpınma ya da katılma gibi ruh bozuklukları, bir tanrı, bir hayvan ya da atalardan birinin ruhunun yol açtığı bir delilik, bir tür cin çarpması sayılırdı.48 Bu düşünce, yansılama danslarında dansçıların kendilerinden geçip coşarak, totem hayvanını, başka bir deyişle dansın doğurduğu yükseltilmiş ortak ben'in simgesini kişileştirmelerinden, canlandırmalarından kaynaklanıyor.
İsteri, bir sinir hastalığı, birey ile çevresi arasında bilinçaltının ayaklanması biçiminde beliren bir çatışmadır. İlkel insanlar bu tür çatışmalara daha yatkın olduklarından değil, bilinçleri daha yüzeysel ve daha az esnek olduğu için isteri daha yaygındır onlarda. Bu hastalık büyüyle iyileştirilir. İlk belirtiler ortaya çıkınca, hastanın başında bir türkü okunur. Bu türkü nöbeti hızlandırır, bedensel çözülmeyi kolaylaştırır.49 Demek ki burada, salt büyüsel düzeyde bir şiirle ya da daha doğrusu şiir olmayıp da şiiri doğuran sağaltıcı büyüyle karşı karşıyayız. Çünkü büyü de aynı yoldan iyileştirilen bir bilinçaltı ayaklanışıdır. Arada şu ayrım vardır yalnız: Yansılama danslarında bu isteri eğilimi topluca düzenlenir, düzenli yığın isterisidir bu; tek tek kişilerde rastlanan isteri nöbetleriyse düzensizdir. Ama iyileştirme yolu her ikisinde de temelde aynıdır. Hastanın cinleri kovulur. Hastanın benliğini saran kötü ruh bir türkünün büyüsüyle uyandırılıp uzaklaştırılır. Bu cin kovu- culuk işini yapan kimse -şaman, otacı, büyücü de denilebilir yerine göre- çoğu zaman özel eğitim görmüş bir isteri uzmanıdır.30 Bu bakımdan, cin kovucuyla hastası arasındaki ilişki yansılama danslarındaki oyuncularla önderleri arasındaki ilişkiye benzer.
Bilicilik, ruhların ya da cinlerin etkisiyle esrimenin bir gelişmesidir. Bir hastayı etkisine alan ruh ya da cinden kurtarmanın en yaygın yollarından biri, o ruh ya da cini adını açıklamaya zorlamaktır; çoğu za
47 G. Thomson, Aiskhylos ve Atina, (ikinci Basım, Londra, 1946), s. 374, 377-8.48 Ufe o f a South African Tribe, Cilt II, s. 479-503; E.W. Smith ve M. Dale, The llo-speaking Peoples of
Northern Rhodesia, (Londra. 1920), Cilt II, s. 136-52; The Bantu-speaking Tribes o f South Africa, s. 253; ). Roscoe, The Boğanda, (Londra, 1911), s. 274, 318, 320-2.
49 The lla-speaking Peoples o f Northern Rhodesia, Cilt II, s. 137-8.30 Aiskhylos ve Atina, s. 375.
man da, ruh ya da cin, adını açıkladıktan sonra kurbanını salıvermesine karşılık kendisinin de yatıştırılmasım ister. Böylelikle bu işlem tanrıların isteğini açıklama ve dolayısıyla da geleceği haber vermenin bir yolu olur. İsteri nöbeti yalvaçsı bir kendinden geçme biçimini alır ve bu kendinden geçme sırasında hasta günümüzdeki ruh çağırma olaylarındaki gibi bir aracı, bir tanrının ya da ruhun sesini duyuran bir araç durumuna gelir.51 Bu durumda, gelecekle ilgili ve bilinçliyken duyumsadığı korkuları, umutları, sezinlemeleri dile getirir. Bugün bile, gelecekteki olaylarm önceden gölgeleri vurur, deriz. Bunlar bilinçaltımıza doluşarak tanımlanması güç bir kargaşa ve tedirginliğe yol açar; bilinçaltı olağanüstü etkin olduğundan her an patlamaya yatkın olan bilicideyse yüzeye çıkarlar.
En sonunda bilici ozan olur. İlkel düşüncede bilicilik ile şiir arasında kesin bir ayırım yoktur. Homeros destanlarında anlatılan ozanlara ikinci bir görme yetisi tanınır, kişilikleri kutsal sayılırdı.52 Ozan, daha üstün ruhsal ve toplumsal düzeye erişmiş bir bilicidir. Gerçi ozandaki kendinden geçmenin bedensel yeğinliği azalmıştır, ama gene de bir kendinden geçmedir bu. Ruhu bir düşlem dünyasında bulur kendini, bilinçaltı bu düşlem dünyasında bir boğuşma içindedir ve istekler bir çıkış yolu bulur. Bilicinin gelecekten verdiği haber nasıl herkesçe benimsenirse, ozanın sözleri de bütün yürekleri duygulandırır.
Böylelikle, Caudwell'i okuyarak, şiirin özsel niteliğini tanımlayabiliriz:
S anat d ü n y ay a daha ince ve daha derinden tepki gösterebilsin diye insanın bilincinin coşk usal içeriğini d eğiştirir. İç gerçek liğin bu ele geçirilişi, toplu lu k halindeki insanlarca b aşarıldığı v e tek insanın üstesin den gelebileceği bir g örev in ötesinde bir k arm aşası o ld u ğu için, insan kardeşlerinin yüreklerini de ortaya kor ve toplum daki tüm ortak d u y gu yu yeni bir k arm aşa d ü zey in e yükseltir, in san lar arasın d a ek onomik üretim in yarattığ ı yeni m addi d üzenleniş seviyelerin e u yg u n d ü şen yeni bilinç d u ygu d aşlığı, anlayış ve sevgi d ü zeylerin i m ü m k ü n kılar. Tıpkı kabile dansının ritm ik içe d o ğru d ö n ü şü n d e d an sa h er katı- lanın, bir alg ı d ü n y asın ı d eğil d e, bir içgü d ü ve kanı k ay n atan ritim dünyasını ark ad aşlarıy la ortaklaşa bölüşm ek için kend in e, kalbine, içgü d ü lerin in k ay n ağ ın a çekilişi gibi bugün d e san atın içg ü d ü sel ego
4 6 0 T a r İh ö n c e s İ Eg e
51 Aynı yerde, s. 376.52 Theogonia, 31-2; Odysseio, 8. 479-81, 22. 345-6.
ŞİİR S A N A T I 4 6 i
d ün y ası h em cin slerim izle ilişki k urm ak için içine çek ild iğ im iz gen el in sandır.53
Burada, esinlenmenin bir yönüne daha değinilebilir. Büyü uzun bir zaman kadınların uğraşı olduğundan, her yerde bilicilik ve şiirde esinlenmenin özellikle kadınlara değgin bir şey olduğunu görüyoruz.54 Kadınların ilkel toplumdaki yeri erkeklerin yeri kadar açık seçik belgelenmediğinden, bunun kanıtları daha da ilginçlik kazanıyor.55 Bu konunun ayrıntılarına burada girmeyeceğim. Bücher'in, Briffault'nun ve Chadvvick'in kitaplarından inceleyebilirsiniz bu konuyu. Homeros'un iki büyük destanına, Hesiodos'un da Theogonia'sına, dokuz esin perisine, yani Musa'lara seslenerek başlamaları, yalnızca bir ozanlık çalımı olarak açıklanabilir mi? Kadının müziğin ortaya çıkışındaki yeri, müzik sözcüğü ile Musa'lar arasındaki ilişkiden bile yeterince anlaşılmaktadır.
*3 C. Caudwell, Yanılsama ve Gerçeklik, (Türkçesi: Mehmet H. Doğan, Payel Yayınevi, Aralık 1974), s. 187-8.
54 Arbeıt und Rhythmus, s. 434-52: The Mothers, Cilt II, s. 514-71; Growth o f Literature, Cilt III, s. 186-8, 413,663, -895-8. Estonya, Letonya ve Litvanya'da derlenen 1202 türküden 678’i kadın türküsü, 355’i erkek türküsüdür, 169’u ise belirsizdir (Arbeit und Rhythmus, s. 450).
55 Bkz. Arbeit und Rhythmus, s. 435-6: Growth o f Literature, Cilt III, XXII.
462 TARİH Ö N CESİ EGE
YUNAN EPİK ŞİİRİNİN KUTTÖRENSEL
KÖKENLERİ
1. Sorun
S a n a t , k u t tö r e n le r in ta p ın m a tö re n le r in in b a ğ r ın d a n d o ğ m u ş tu r . G e rç e k te n d e , b elli b ir g e n e lle m e iç in d e s ö y le n d iğ in d e , h içb ir ak lı b aş ın d a ö ğ re n c in in y a d s ıy a m a y a c a ğ ı b ir ö n e rm e d ir b u . B irço k la rın ın , söz k o n u s u ö n e rm e y i ö n e m s iz s a y ıp g ö rm e z d e n g e ld iğ i d o ğ r u d u r . N e d e n m i? Ç ü n k ü tıp k ı b ü y ü g ib i s a n a t d a y e r y ü z ü n d e b ü y ü k b ir g ü ç tü r ya d a b ü y ü k b ir g ü ç o la b ilir v e o n la r s a n a tı u y s a l , e v c il tu tm a k is te rle r . O y s a g e r ç e k te , s a n a tın k ö k e n le rin in in ce le n m e sin i k ü ç ü m s e m e k le , sa n a tın n e o ld u ğ u n u a n la m a v e b ö y le c e sa n a tın ta d ın a v a r m a fırsa tın ı kaç ırm ış o lu rla r . O n la rın e lin d e n k u rta rm a lıy ız sa n a tı. H iç h a k la rı y o k san a tın k o lu n u k a n a d ın ı k ırm a y a .
Y u n a n ş iir in in k u t tö re n le r le o la n b a ğ la r ı , ç o ğ u z a m a n , b ir b a k ış ta a n la şılır H o m e rik Ö v g ü 'l e r d e , P in d a rik Ö v g ü 'le r d e , A ttik a d r a m san a tı d a h e p b ilin çli b ire r ta p ın m a e y le m iy d i. N e v a r k i, Y u n a n şiiri ile k u ttö re ııle r a ra s ın d a k i b a ğ ın tı, b ir tek ep ik şiird e açık se ç ik g ö z le r ö n ü n d e d e ğ ild ir . Y u n a n e p ik şiirin in ta rih se l e le ştiris i iki a n a ç iz g i iz le m iştir . B irço k k la sik b ilg in y ü z y ılı aşk ın b ir z a m a n d ır İlı/ada v e O dyssei- fl'nın y a p ıs ın ı ta r t ış m a k ta d ır . T a r tış m a n ın ş im d ilik b ir ç ö z ü m e v a rd ığ ın ı s ö y le m e k z o r . A m a so n z a m a n la r d a ta r tış m a n ın tü m d e n b o şa çık m a y a c a ğ ın ı g ö s te r e n b e lir tile r d e y o k d e ğ il. Ö rn e ğ in , b ir A n g lo sa k so n p ro fe s ö rü y e n i b ir y a k la ş ım a ö n c ü lü k e tti. K a rş ıla ş tırm a lı y ö n te m i d e ğ işik h a lk la rın e p ik ş iir in e u y g u la y a n C h a d w ic k , b u tü r ş iiri b elli b ir to p lu m s a l v e ta r ih se l k o ş u lla r ç e rç e v e s in e o tu r tm a y ı o la s ı k ılan b ir d iz i k arşılık lı b a ğ ın tı s a p ta d ı . A m a ep ik şiirin k ö k e n le rin in k u ttö re n le r - d e y a tm a s m a d e ğ g in s o ru n ö y le c e d u r u y o r .
XV
Y u n a n E p ik ŞİİRİN İN K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i 4 6 3
Olgunluk evresine erişme sırasıyla alırsak, Yunan şiirinin üç ana biçimi epik şiir, lirik şiir ve dramatik şiirdir. İlyada ve Odysseia'nm ortaya çıkışı en geç sekizinci yüzyıl olabilir. Lirik şiirin en eski ustalarından Alkman yedinci yüzyılda yaşadı. Aiskhylos ise ilk ürünlerini beşinci yüzyıl başlarında verdi. Tarih sırasıyla bakarsak böyle. Oysa bu sıralama, bize yalnızca her şiir biçiminin bilinçli sanat düzeyine ulaştığı dönemleri gösteriyor. Kökenleri açısından bakarsak, bu tarih sırası altüst olur. Dram sanatı şarkı, dans ve kişileştirmeyi birleştirir; yansılama büyüsünün başlangıçtaki birliğini korur. Koral lirik şiir şarkı ile dansı birleştirir. Epik ise salt ezberden okuyup anlatmaya dayalıdır. Lirik şiir strofi ya da kıta (stanza) temelinde kurulur; epik şiirdeyse strofi'ye rastlanmaz. Demek ki, üç biçimin en az farklılaşmış, dolayısıyla da en ilkel olanı, en geç olgunlaşmış olanıdır. Ama hakikatin bütününü açıklamaya bu kadarı da yeterli değil. Dram sanatında ezberden okuma vardır; en eskileri olması açısından yapısı da içlerinde en ilkel olanıdır gerçi, ama tekniği de, içeriği de ilkel değildir. İşte bu nedenle, her üç biçimin bir bütiinlenişidir dram sanatı.
Bütün bu karmaşıklıklar, bilginin tek kaynağı olarak görgüsel deneye güvenenleri yıldırmış, sonunda hiç kimse Yunan şiirinin bilimsel bir tarihini yazmaya girişmemiştir. Oysa bu karmaşıklıkları açıklığa kavuşturmak o kadar da güç bir iş değildir. Sözünü ettiğimiz üç sanat biçimi, Yunan toplumunun gelişiminde birbirini izleyen üç evreye denk düşer: Erken krallık evresi, toprak soyluluğu evresi, demokrasi evresi. Sınıflar arasındaki çatışmaların diyalektiğini yansıttıkları kavranılır kavranılmaz, bunlar arasındaki karşılıklı çelişmeler yerli yerine oturur.
Bu bölümün sorunu, üç ana başlık altında incelenecek: Strofi'nin yapısı, koronun evrimi ve kadınla erkek arasındaki ilişkiler. İlk ağızda, okurlar haklı olarak bu sorunların İlyada ve Odysseia ile ne ilgisi var diye düşünebilirler. Görelim bakalım.
2. Strofi
Stanza ve strofi bütünüyle aynı şeylerdir. Stanza bir "duruş" ya da "duraklama"dır. Strofi ise Latince'deki versus gibi bir "dönüş"tür. İkisi de, bir dans devinimindeki bölümleri dile getirir.
İngiliz şürinde balad ölçüsünün (vezin) iki ana tipi vardır. Sekiz vurgudan oluşan kısa ikilik (couplet, beyit) ve on dört vurgudan oluşan
4 6 4 TA R İH Ö N CESİ E g e
u z u n ik ilik .1 İk in ci tip te , ikilik g en ellik le a ltb ö liim le re a y r ı l ır v e b u n u n s o n u c u n d a o r ta y a b ild iğ im iz b a la d d ö r t lü ğ ü ç ık a r . B u r a d a , s ıra s ıy la d ö r t v u rg u lu v e ü ç v u rg u lu o la ra k d e ğ iş e n d ö r t d iz e v a rd ır . İkili y a p ıy ı b e lir le y e n , u y a k lı (k a fiy e li) o lu ş u d u r . U y a k , ik in ci v e d ö r d ü n c ü d iz e le r d e , b a şk a b ir d e y iş le h e r tü m ce n in s o n u n d a d ır . D e m e k ki, u y a k la r , d a n s d e v in im in d e k i m in ö r v e m a jö r iki d u r a k l a m a y a d e n k d ü ş m e k te d ir . U y a k la r , d a n s ç ıla r ın h e r k o şu şu n d a k i b e lir le y ic i, so n a d ım la rın y a n k ıla r ıd ır sa n k i. U y a ğ ın k ö k en i d e b u r a d a d ır iş te . E şg ü d ü m lü b ir b e d e n d e v in im in e s e s in eşlik e tm e s in d e n k a y n a k la n m ış tır u y a k .
B a la d d ö r t lü ğ ü n d e r i tm ik y a p ı, o rg a n ik b irliğ in i k o ru y a b ile c e k en k ü çü k a la n a in d irg e n m iş tir . A m a Y u n a n s lr o f i 's i , k o ra l k ö k e n in e çok d a h a y a k ın b ir d u r u m d a d ır . B ü tü n Y u n a n lirik ş iir in e , y a n i s tro fi b içim in d e s ö y le n e n b ü tü n ş iire lir y a d a flü t eşlik e d e rd i . M o n o d i 'y i , yan i tek se s le o k u n a n ş a rk ıy ı s a y m a z s a k , lirik ş iird e d a n s e d e n b ir k o ro n u n eşliğ i d e s ö z k o n u s u y d u . D o la y ıs ıy la , m ü z ik e ş liğ in in in ce lik lerin i o rta y a ç ık a ra n , d a n s ç ıla r ın el v e a y a k d e v in im le rin in g e liş m e s in i s a ğ la y a n lirik ş iirin y a p ıs ı d a h a ö z e n li, d a h a y e tk in d ir .
S tro fi b iç im in in ü ç tip i v a r d ır : M o n o s tro f ik , tr ia d ik v e a n tis tro fik . M o n o stro f ik ö v g ü 'd e , tıp k ı m o d e rn şiird e k i s ta n z a 'd a o ld u ğ u gibi tek b ir s tro fi d u r m a d a n y in e le n ir (A A A ). T r ia d 'd a , s tr o f i 'y i , ö n c e stro fi'n in y in e le n m e sin d e n b a şk a b ir ş e y o lm a y a n b ir a n tis tro fi, s o n ra d a b ir ep o d iz le r (A A B ). E p o d , a y n ı y a d a b e n z e r ritim ö ğ e le r iy le s ö y le n e n , a m a d eğ işik b ir b iç im d e d ü z e n le n e n v e b itiş b ö lü m ü (k o d a ) y e r in e g e ç e n bir s is te m d ir . V e s ö z ü n ü e ttiğ im iz b u triad d u r m a d a n y in e le n ir (A A B A A B A A B ). A n tis tro f ik b iç im ise , s tro fi v e a n tis tro fi 'd en o lu ş a n b ir ç if tle r d iz is id ir . Ç ifti o lu ş tu ra n b ö lü m le r a y n ı, a m a h e r çift b ir ö n c e k in d e n fark lıd ır (A A B B C C ).
O g ü n le rd e n b u g ü n le re k a la n e n esk i Ö v g ü 'le r (O d 'la r ) , d a h a d o ğ ru s u A lk m a n 'm (y a k la şık İ.Ö . 6 6 0 ), A lk a io s 'u n v e S a p p h o 'n u n (İ.Ö . 630 - 5 8 0 ) Ö v g ü 'le r i h e p m o n o s tro fik tir . A lk a io s v e S a p p h o 'n u n Ö v g ii'le r in - d e n b irç o ğ u , d a n s eşliğ i o lm a d a n tek b ir şa rk ıc ın ın s ö y le d iğ i m o n o d i- le rd ir . T r ia d 'ı , b ir s o n ra k i k u şa k ta n S te s ik h o ro s 'u n b u ld u ğ u sö y le n ir . T ria d , h e r z a m a n k o ra ld i v e d a h a s o n ra k i s o y lu lu ğ u n e g e m e n b içim i o ld u . P in d a r o s 'u n h e m e n b ü tü n Ö v g ü 'le r i tr ia d ik tır . G e n e k o ra l olan a n tis tro fik b iç im ise , y a ln ız c a d ra m s a n a tın d a k u lla n ılır . T a rih se l s ıra - d ü z e n b ö y le . A m a b iz im b u ra d a k i iş im iz , g e liş m e y i y e n id e n e le alıp k u rm a k .
1 F.B. Gummere, Old English Ballads {Eski İngiliz Baladları), (Boston, 1894), s. 307-309.
Y u n a n E p i k Ş ü r İn in Ku t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ 4 65
Bu şiir biçimlerini tarihsel bağlamlarına yerleştirir yerleştirmez, belirgin birtakım karmaşalıklarla karşılaşıyoruz. Alkman Sparta'da yaşamıştı; o sıralar uzun sürecek egemenlik döneminin başlarındaydı Sparta soyluluğu. Ama Alkman gerçekte Lydia'daki Sardes kentinden bir ozandı. O dönemin Sparta şiiri, genellikle yabancıların elinden çıkmaydı. Ayrıca Lesbos'luTerpandros'dan ve Giritli Thaletas'dan da söz ediliyor. Dahası, Alkman'daki koşuk biçimlerini incelediğimizde, Al- kaios ve Sappho'ya o denli yakın benzerlikler görüyoruz ki, üçünün de ortak bir Yunan-Anadolu geleneğine bağlı olması gerektiğini düşünüyoruz ister istemez.
Alkaios ve Sappho, Lesbos'luydular. Terpandros'dan sonraki kuşaktandılar ve yurtlarından hiç ayrılmadılar. İkisi de soyluydu. Ama onların döneminde bir demokratik devrimin eşiğindeydi Lesbos adası. Bu gerçeği unutmazsak, Alkaios ile Sappho'nun yapıtlarının Alk- man'm yapıtlarından daha ileri olduğunu gördüğümüzde şaşırmayız.
Stesikhoros, Himera'da doğmuştu. Himera, Sicilya'da, Syrakusa'dan gelen Dor'lar ile Khalkis'den gelen İon'ların ortaklaşa kurdukları bir koloniydi. Stesikhoros da, Alkman gibi, Dor lehçesi kullanıyordu, ama tekniği farklıydı. Triad'ı Stesikhoros'un bulduğundan kuşkulanmamız için bir neden yok, ama hiç kuşkusuz triad'ı yoktan var etmemişti Stesikhoros. Daha önceden var olan bir malzeme üstünde çalışmıştı. Tri- ad'in yapısı, iki yarım-koroya (iki ayrı cins, iki ayrı klan, iki ayrı yaş kümesi ya da her ne idiyseler) bölünmüş bir koroyu gerektirir. Bu iki yarım-koro, strofi ve antistrofi'yi ayrı perdelerden, epod'u ise aynı perdeden söyler. Ancak, bilebildiğimiz kadarıyla, en eski triadik Ovgii'le- rin hiçbiri gerçekte ayrı perdelerden değildi. Aynı perdeden söyleniyorlardı. Ayrı perde (antiphony) uygulaması bırakılmış olmakla birlikte, yapı varlığını korumaktaydı. Demek ki, Stesikhoros'un yaptığı, bu kuttören biçimini kuttörensel işlevinden soyutlayarak bir sanat biçimine dönüştürmek olmuştu.
Üçüncii tipte, antistrofik biçimde, yineleme en aza indirilmiştir. Bu, antistrofik biçimin ayırt edici özelliğidir. Üçü arasında en esneği, dolayısıyla da en dramatiği antistrofik biçimdir. Dram sanatına Özgü bir biçim olmasına bakılırsa, oyun yazarlarınca yaratıldığı söylenebilir.
Eğer triad'daki epod, aynı perdeden ve bir ağızdan söylenmek üzere düzenlendiyse, o zaman kökeninde bir nakarattı. Ve eğer epod ilk başlarda antistrofi gibi strofi'ye eklenmişse (AX AX AX), o zaman solo ve koro, doğaçlama ve nakaratta olduğu gibi gene birbirini izleyen
4 6 6 T a r İh ö n c e s i Eg e
ilkel ikiliyle karşı karşıyayız demektir. Gerçekte böyle olduğunu düşünmemizi gerektiren birçok neden de var.
Bir kez, antistrofik biçimi inceleyecek olursak, aynı sonuca varırız. Oyun yazarları kimi ÖvgüTerinde epod'u kullanırlar, ama yalnızca bütünün sonunu belirleyen tek bir bitiş bölümü olarak (AA BB CC D). Oyun yazarları bir de ephymnion diye bilinen bir bitiş bölümü kullanırlar. Ephymnion, her zaman yalın ve yaygın bir ritimdedir ve çiftlerin her iki bölümüne de eklenir (AX AX BX BX). Bu düzenleme, triad'm az önce açıkladığımız özgün biçiminden yalnızca bir özelliğiyle ayrılır: Az önce bir yenilik olarak gördüğümüz çiftlerin eşitsizliği.
Aristoteles'e göre, tragedya, dithyrambos'dan geliyordu. Eski çağlarda bir korobaşı ve koroyla söylendiği bilinen bir tür koral övgü'ydü dithyrambos. Korobaşı bir dizi doğaçtan dörtlük (stanza) söylerken, koro da nakaratları okuyordu.2 Bu durumda, antistrofik biçimin nasıl geliştiği de açıklık kazanıyor. Antistrofik biçim, solo ile nakaratın ilkel bir biçimde birbirini izlemesiyle başlamıştı. İkinci aşamada solist kalktı ortadan. Artık övgü'yü baştan sona koro söylüyordu. Ephyumion'h- rı (ephymnia) olan monostrofik bir övgü'ydü bu. Üçüncü aşamada, övgü, antistrofik çiftlere bölünerek daha esnek kılındı. En sonunda, ephy- mnion'lar bir yana bırakıldı, geriye yalnız tipik antistrofik övgü kaldı.
Ancak, Yunan lirik şiirinin günümüze kalan örneklerinin hemen tümünün bilinçli sanatın başyapıtları olduğunu unutmamamız gerekir. Tapmaklardaki gündelik tapınmalarda kullanılan Övgü'ler, sanırız o denli yetkin ve işlenmiş değildi. Gerçi bu konuda pek az şey biliyoruz, ama bildiklerimiz bu tür Övgü'lerdeki solo ve koro geleneğinin bütün bir eskil çağ boyunca sürdüğünü göstermeye yeterli. Bu gelenek, günümüzdeki Hıristiyan kutsama törenlerinde de varlığım koruyor. Aynı gelenek, korobaşlarınm doğaçlamalarının anlaşılmaz haykırışlarla yanıtlandığı ağıtlarda da sürmüştür.3 Kureta'ların (Ana Tanrıça Rhea'nın rahipleri) Girit Övgüsü'nde4 ve Elis'deki Dionysos'a Övgü'de de görüyoruz ayru geleneği. Dionysos'a Övgü Plutarkhos'da karşımıza çıkmakta ve Plutarkhos bu Övgü'nün nakaratından epod diye söz etmektedir.3
2 Arkhilokbos, 77; A.W. Pickard-Cambridge, Dithyramb, Tragedy and Comedy (Ditiramb, Tragedya ve Komedya), (Oxford, 1927), s. 19. Yunanlılarda solo ve koro geleneği İçin bkz. H.W. Smyth, Creek Melic Poets (Yunan Lirik Ozanları), (Londra, 1906), XXI, XL, XLVI, XLVIII, CXI, CXV, CXVI, CXXII, s. 503.
3 ilyada, 2A. 719-76.4 E. Diehl, Anthologia Lyrica Craeca (Yunan Lirikleri Güldestesi), (Leipzig, 1925), 2. 279-81.5 Plutarkhos, Moralia, 299b.
Bir de sözcüğün kendisi var. Epoidos ne demektir? Epoidos, triad'm üçüncü parçasına bağlı olarak, bir "şarkı-sonrası", bir koda, bir bitiş bölümü diye açıklanıyordu. Ama teknik bir ayrıntıydı bu. Halk düin- de epiodos, tıpkı Hektor'un ölüsü başmda düzülen ağıt, hastayı iyileştirmek için hastanın yanı başmda söylenen büyülü yakarış ya da suçluyu ilençlemek için suçlunun başında çağrılan kargışlama gibi, "büyü", "tılsım", "büyü duası" ya da birinin başında söylenen şarkı anlamına geliyordu. Hiç kuşkusuz, sözcüğün başlangıçtaki anlamıydı bu. Nakarat, ilk başlarda bir büyü yakarışıydı. Oresteia'da ErinysTer kaçağı büyüyle bağlamak için bir büyü dansı yaparlar.6 Burada, ephyımıi- ou'larıyla birlikte Övgü antistrofiktir ve büyü Erinys'lerin kurbanlarının çevresinde dans ederken söyledikleri nakaratlar aracılığıyla gerçekleşir. Aiskhylos'un Yalvarın K ızlarında da ephymnion aynı biçimde kullanılır; Yalvarıcı K ızlarda, Danaos Kızları artlarına düşen erkekleri ilençlerler ve tepelerine fırtınalar yağdırmak için yakarıda bulunurlar.7
Y u n a n Ep i k Ş u r î n i n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i 4 6 7
6 Aiskhylos, Eumenides, 307-99.? Aiskhylos, Yabancı Kızlar, 118-81.
4 6 8 T A R İH Ö N C ESİ E g e
Bu nakaratlar bizi doğrudan doğruya ilkel büyünün yansılama dualarına götürmektedir.
Geriye monostrofik biçim kalıyor. Epod ve ephymnion'da yaptığımı* gibi, nakaratın somut bir kalıntısından söz etmemiz olanaksız burada. Nakarat, monostrofik biçimde tümden ortadan kalkmıştır. Ama bir zamanlar kesinlikle vardı. Bunun kanıtı, strofi'nin kendi iç yapısında görülebilir.
3. Heksametron
Gelelim, Yunan epik şiirinin ölçüsü (vezin) olan daktilik heksamet- ron'un [bir açık, iki kapalı seslemden oluşan altı ölçü kalıbı, ç.n.\ kökenine.8
Şiirin çekirdeği, ilkel şarkı ile dansın ayrışmamış bütünündeki sözlü öğeydi. Bu çekirdek büyüdükçe, kabuk çürüyüp bozuldu. Önce dans atıldı, sonra müzik. Giderek ritmik biçim yalınlaştı. Strofi'nin nasıl daraldığını görmüştük. Şimdi de nasıl ortadan kalktığını göreceğiz.
Daktilik heksametron'u inceleyeceksek, trokaik tetrametron [biri uzun, biri kısa iki seslemden oluşan dört ölçü kalıbı, f./ı.] ve iambik tri- metron [birincisi kısa, İkincisi uzun iki seslemden oluşan üç ölçü kalıbı, ç.n.] ile bağıntılı olarak yapmalıyız bunu. Kolaylık olsun diye, bu üç ölçüden heksametron, tetrametron ve trimetron diye söz edeceğim.
Tetrametron ve trimetron karşımıza ilk kez, sekizinci yüzyılın ikinci yarısında ürün verdiğini söyleyebileceğimiz Arkhilokhos'un yapıtlarında çıkıyor. Solon da bu iki ölçüyü kullanmıştı. Tetrametron, başlangıçtaki oyun yazarlarınca tragedya diyaloğunun anlatım biçimi olarak benimsenmişti, ama daha sonraları tetrametron'un yerini Aristoteles'e göre gündelik konuşmanın ritmine daha yakm düşen trimetron aldı.9
Bu ölçülerin yapısı şöyledir: -uu-uır/u/ıruu-utrü Heksametron:-u-irırû/_ıriruü Tetrametron: ü-u~ü/-u/_ü- uü Trimetron:
8 Bu konuda, değişik bir yaklaşım izleyerek, kuramları artık genellikle terk edilmiş olan Bergk ve Usener
ile bütünüyle aynı sonuca vardım. Bowra'nin, heksametron'un kaynağı “dörtlük birimlerinden değil,
dize birimlerinden oluşan anlatısal şiirin ilkel bir türü olsa gerektir" yolundaki görüşü sorunu geçiştirmekten başka bir şey değildir.
9 Aristoteles. Poetiko, 4.18-19; Demetrios, 43.
Bunlar genellikle birbirini izleyen şu kadar daktil (~uu), şıu kadar troki ("u) ya da şu kadar iamb (u- ) diye ele alınır. Bu çözümleme dizenin süresini ve uzunluğunu gösterir, ama organik yapısı konusunda hiçbir ipucu vermez. Organik yapı, sözcüklerin iç kırılışlarına ya da bir dize okunurken hafifçe durulacak yerlere bağlıdır; bu da, heksamet- ron'da ve trnnetron'da her zaman bir ayağın ortasına denk düşer. Ayak, tıpkı danstaki ayrı bir adım ya da müzikteki eşzamanlı ölçü çizgisi gibi, organik değeri olmayan bir soyutlamadır. Organik birim, parçalarının bir toplamı olarak değil, tek bir birlik olarak işlev gören bir adımlar ya da vuruşlar dizisini temsil eden figürdür.
Burada biraz durup, kendisini oluşturan figürleri ve tümcecikleri ayırt etmek için bir Yunan lirik şiir örneğine uyguladığımız deneyleri açıklamalıyım.10 Bunlar üç tanedir: Sözcüklerin bölünmesi, üıilü boşluğu [bir sözcükte ya da birbirini durak olmadan izleyen iki sözcük arasında, ayrı seslemlere bağlı iki ünlünün rastlaşması, ç.n.J ve kuraldışı seslemler. Diyelim, her yinelenişinde strofi'nin aynı yerinde sözcüklerde bir kırılma oluyordur; ünlü ile biten bir sözcüğü ünlü ile başlayan bir sözcük izliyordur ve orada her ünlünün ölçü (vezin) açışımdan bağımsız bir işlevi vardır; kısa bir seslemin yerini uzun bir seslem ya da uzun bir seslemin yerini kısa bir seslem alıyordur. Bütün bu saydıklarımız genellikle iki figürün bitiştiği yerde gerçekleşir. Bu da, kökeninde, danstaki duruşa denk düşen müzikteki duraktır.
Uç öiçii kalıbımıza dönecek olursak, onları lirik şiirden aıyıran ilk özellik, monofrastik, yani tek tümcecikli ya da tek figürlü olmalarıdır. Bir başka deyişle, sürekli yinelenen tek bir dizeden oluşmaları. İkincisi, eşzamanlı bir ölçüye sahip olmalarıdır. Heksametron'da dört vurgulu tempo vardır. Öteki ikisindeyse üç vurgulu tempo. Karışık tempo yoktur. Bunların yapısal benzerlikleri, şiirlerin sunuluş biçiminden gelmekteydi. Bu ölçülerle bestelenen şiirler ezberden okunmaktaydı. Herkesin dikkati söylenen sözde toplanmaktaydı. Ölçü düzeninin böy- lesine yalın olmasının nedeni budur. Ama bu yalınlık, kabalık anlamına gelmiyordu. Tam tersine, böylece yalınlaştırıldıktan sonra ölçü düzeni yeni türden ritim incelikleri için bir klavye olarak kull anılmıştı. Oysa yapısal çeşitliliği strofi'yi bu tür yeni ritim inceliklerinden yoksun bırakıyordu. Bu ölçü düzeni, gündelik konuşmanın doğal akışına uygun düşen sonsuz bir dize çeşitliliği geliştirilmesine olanak tanıdı.
Y u n a n Ep i k ŞİİRİNİN K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i ' 4 6 9
10 Elimizdeki elyazmalarındaki bölünmeler ancak İskenderiye dönemindendır [İ.Ö. 300-30. ç.n.J; daha eski dönemlerde lirik şiir tıpkı düzyazı gibi kesintisiz bir biçimde yazılıyordu.
4 7 ° TARİH Ö N CESİ EGE
Homeros'daki Yunanca'nm en çarpıcı özelliklerinden biri, çokses- lemli sözcüklerinden yana zenginliğidir. Daha sonraki Yunanca'da özellikle Attika lehçesinde, bitişik ünlülerin atılması sonucu çokseslenı- li sözcükler de azaldı. Bu değişikliğin dilin ritmi üstünde belirgin bir etkisi oldu.
Homerik dize daktilik'tir, Attika lehçesindeyse dize trokaik olur. Heksametron'un giderek ortadan kalkmasında bunun da payı olsa gerek. Dil gittikçe daha az daktilik oldukça bu ölçü de yaşamsallığını yitirmiş, konuşma diline daha yakın başka ölçülere bırakmıştır yerini.
Heksametron ve trimetron'da, her zaman bir ayağın ortasına düşen durağın iki konumu vardır: Birincide, üçüncü daktil'in ikinci sesleminden önce ya da sonra; İkincide, üçüncü ya da dördüncü ayakta. Bu ölçüleri bu denli esnek kılan, durakların yerlerinin değiştirilebilir olmasıdır. Her dize bütünün zaman düzeniyle çatışan iki birime bölünür ve aynı zamanda birbirini izleyen her dize ölçü bakımından bir öncekiyle aynı olmakla birlikte ritim açısından farklı kılınabilir. Benzeyen ile benzemeyenin bu sürekli etkileşimi, ölçünün (vezin) ruhudur.
Tetrametron bu üstünlüklerden yoksundur. Durağın tek bir yeri vardır tetrametron'da: Ayağın sonunda. Durak, zaman örgüsüne her zaman uygun düştüğünden, ritmi daha az esnek, dolayısıyla daha tekdüze kılar. Aristoteles'in dediği gibi, çok "danssı"dır. Oyun yazarları, tetrametron'dan bu yüzden vazgeçmişlerdir. Sözünü ettiğimiz üç ölçü içinde, üçlü temposu ve değişken duraklarıyla gündelik konuşmaya en yakın olan trimetron'u yeğlemişlerdir.
Durak nereden geliyordu peki? Durağın ritmik etki açısından çok önemli olduğunu görüyoruz, ama.gene de doğal olarak var olan bir gereksinimi karşılamak amacıyla yaratıldığını düşünmemiz için bir neden yok. Yunanca'da da, başka dillerde de hiç durak içermeyen birçok ölçü vardır. Durağın kökeninin tarihsel olması gerekir.
Ele aldığımız üç ölçünün en kabası olan tetrametron, aynı zamanda yapısıyla kendini en fazla ele verenidir. Tetrametron'da kuraldışı seslemlerin varlığına bakarak şu formülü çıkarabiliriz: u-ü-u-ü/-u-ü-u . Bu, birbirinden yalnızca sonlarında ayrılan iki figürden oluşan bir tüm- ceciktir. Demek ki, durak, iki figürlü bir tümcecikteki iç bölünmeden kaynaklanmıştı.
Epik söyleyimin ileride inceleyeceğimiz bir özelliği de kalıp-tümce- lerin kullanılmasıdır. Birçoğu çok eskidir bunların. Epik şiir bu kalıp- tümcelerden dokunur. Kalıp-tü nicelerin çoğu duraktan önce ya da sonra gelen bir yarım-dizeden oluşur.
Y u n a n E p İk ŞH r î n î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i 471
Konunun gerektirdiği her yerde sürekli olarak ve hiç değiştirilmeden kullanılan bu kahp-dizelerin biçimselliği, bunların çok eski çağlara uzandığını akla getirmekte; heksametron'un da iki figürün birleşiminden doğduğunu, iki figürün birbirinden kopuşunun ise durakta sürdüğünü düşündürmektedir. İlk başlardaki figürlerin ne olduğuna gelince, bu daha güç bir soru. Yunan ölçülerinin en eskisi olan heksametron'un tarihinin ilk evresi bilinmemektedir. Ancak temelde, heksametron'un, ilk başlardaki Yunan lirik şiirine egemen olduğu bilinen ve ikili biçimin sesleniş ve karşılık'ma dayanan bir tür iki figürlü tümce- cikten kaynaklandığını belli bir güvenle ileri sürebiliriz.
Vardığımız bu sonucu, değişik türden bir kanıt da doğrulamaktadır. Bu kanıt, aradaki aşamalar ne olursa olsun Yunan epik şiirindeki dize biçiminin koral lirik şiirden geldiğini kesin kılmaktadır.
Tarihsel dönemde, epik şiirde eşlik yoktu. Ozan, elinde bir değnek, söylerdi şiirini. Hesiodos da söz ediyor ozanın değneğinden. Üstelik bir öyküye göre Hesiodos bir keresinde bir ozanlık yarışmasında okuduğu şiire çalgısıyla, yani liriyle eşlik edemediği için yenik düşmüş.11 İlyada ve Odysseia'nm birçok yerinde, kahramanlık çağı betimlenirken ozanların şiir okumalarından söz edilir. Bu örneklerin hepsinde, ozan şiirini söylerken bir yandan da liriyle şiire eşlik eder. Daha sonraları ozan değneğinin, lirin yerini tutan törensel bir öğe olduğu açıktır.
Odj/sse/fl'nın Dördüncü Bölümünde Telemakhos Sparta'ya vardığında Menelaos düğün dernek kurmuştur. Bir ozan lir eşliğinde şiir okumakta, iki cambaz ortada şarkı söyleyerek dönüp durmaktadır.12 Pha- iakia'da da benzer bir eğlentiye tanık oluruz:
T anrıya denk A lkinoos böyle dedi, haberci de kalktı, oyu k kannlı sazı getirm eye gitti kral evinden.H alk arasınd an d oku z hakem seçilm işti, bunlar kalkıp her şeyi eksiksiz hazır ettiler, gü zelce d ü zeltip genişlettiler oyun alanını.H aberci d e geldi, verdi sazı D em odokos'a, ozan sazını alıp geçti o rtay a ,h orad a u sta gen cecik delikanlılar dizildiler çevresin e, başladılar tanrısal top rağa ayaklarıyla v u rm aya,
11 Pausanias, 10. 7. 3; M. Murko, "Neues über Südslavisches Volksepik", Neue Jahrbücher fü r das klossisches Altertum, (Leipzig, 1898-), 43. 285.
12 Odysseia, 4.17-19.
472 TA R İH Ö N CESİ E g e
bakakaldı O dysseus, şaştı gönlünde, ışıl ışıl dönen ayaklarına delikanlıların.D em odok os, elinde sazı, güzel bir ezgiye k oyuldu,A res'le güzel belikli A phrodite'in sevgileri ü stü n e13
İşte, ilk baştaki özgün konumuyla epik sanatı.Burada, Yunan şiirinin şarkıyla dansın iç içe olduğu ilkel tapınma
törenlerinin bağrından evrilişini, onun ölçü (vezin) biçimlerini somut olarak çözümleyerek gözler önüne serdik. Ortaya çıkan sonuç, On Dördüncü Bölümde genel olarak şiirin kökeni konusunda vardığımız sonuçları doğrulamaktadır. Gösterinin tarihini ortaya serdikten sonra şimdi de bakışlarımızı göstericilere çevirelim. Epik şiirdeki heksametron ile şarkı-dans bileşkesi arasındaki ilişki neyse, epik ozan ile şarkı söyleyip dans eden koro arasındaki ilişkinin de o olduğunu gösterebiliriz.
4. Koro
Yunan devlet dini, polis'e yerleşen büyük toprak sahibi ailelerin klan tapımları üstüne kuruluydu. Her aile, bir yandan saygınlığını artırmak için kendi tapımını güçlendirirken, öte yandan, da egemen sınıf olarak konumunu güvence altına almak için tapınmayı öteki ailelerle ortaklaşa tekelinde tutuyordu. Demokratik devrimden sonra, çoğu zaman yönetimleri kalıtımsal sahiplerinin elinde kaldıysa da tapımlar devlet denetimi altına alındı. Dolayısıyla, pek az kuraldışı örnek sayılmazsa, klan tapımlarını ancak devlet tapınılan oldukları ölçüde tanıyabilmi- şizdir. Ama klan tapınılan, hiç kuşkusuz, devlet tapımına dönüşme süreci içinde değişmişlerdir. Pek değişmeyen klan tapınılan ise, özel bir çevre içinde kaldıklarından, o günden bugüne pek az iz bırakmışlardır.
Gene de, eski klan kuttörenini hiç değilse ana çizgileriyle açıklayabiliriz. Eski klan kuttöreni, koral övgü'nün ilkörneğiydi. Dram sanatı ne denli demokrasiye özgüyse, epik şiir ne denli kahramanlık çağı krallığına özgüyse, koral lirik şiir de o ölçüde soyluluğa özgüdür. Koral lirik şiirin ta kabile döneminden gelen tekniği, soyluluğun bu tutucu ailelerince büyük değişikliklere uğratılmaksızm kuşaktan kuşağa akta-
13 Odysseia, 8 . 256-67 .
rılmıştı. Dolayısıyla, ancak epik şiir olgunluk evresini geride bıraktıktan sonra boy göstermesine karşın koral lirik şiir yapısı bakımından daha eskiydi.
Lirik şiirin soylu niteliği en geç ürünlerinde bile açık seçiktir. Pin- daros, eski soyluluğun Sparta, Elis ve Thessalia dışında hemen her yerde demokrasiyle uzlaşmaya zorlandığı bir dönemde yaşamıştı. Pinda- ros'un bugün elimizde bulunan bütün Övgü'leri, spor şenliklerinde ödül kazananlar için yazılmıştır. Spor şenliklerini kuşkusuz gezginci satıcılardan ve gezmeye çıkan halktan oluşan bir kalabalık da dolduruyordu; ama oyunlar gene de soylu bir nitelik taşıyordu. Ancak varsılların cimnastik çalışmalarına ayıracak zamanları vardı. En gözde ödül olan araba yarışı ödülü, aslında bir binicilik geleneği bulunan toprak sahibi sınıfın üyelerine ayrılmıştı.
Övgü, yarışı kazanan kişi kendi kentine döndüğünde düzenlenecek törende okunmak üzere yazılırdı. Övgii'yü meslekten bir ozan yazardı, ama ozanın kendisi şiirin okunuşuna katılmazdı. Övgii'yü, bir çalgıcı eşliğinde, yarışı kazananın akrabalarından oluşan bir koro okurdu. Ödülü alan ve ailesi için yazılmış bir övgü şarkisiydi bu. Tipik Pin- daros övgü'sünde, yarışı kazanan kişi şiirin başında ve sonunda övülür; şiirin ortası ise, çoğu zaman, ödül alanın ailesi ya da klanının geleneklerinden alınmış bir söylenceye ayrılır. Piııdaros zamanında uygulama böyleydi, ama bu iş için meslekten bir ozanın tutulması bir yenilikti. Daha eski çağlardaysa, ödül alanın akrabalarının hem yazıp hem söyledikleri ve klanın övüldüğü bir koral'in sözkonusu olduğunu düşünebiliriz.
Pindaros, bugün artık hepsi yitmiş olan birçok türde Övgü yazmıştı: İlahiler, tören şarkıları, şükran ya da utku şarkıları, ditiramb'lar, ağıtlar, partheıteia. Özellikle ağıtları ilginç olsa gerek. Başka yerlerde olduğu gibi Yunanistan'da da gömme töreni ne zaman ortaya çıktığı anım- sanamayacak kadar eskilere uzanıyordu ve tıpkı spor yarışmalarındaki övgüler gibi soylularca aile saygınlığı uğruna sürdürülüyordu. Birçok kent-devletinde, gömme törenlerinin büyüklüğünü, süresini ve harcamalarını sınırlayan yasalarla karşılaşırız.14 Atina'da Solon'la başlar bu tür düzenleyici yasalar. Bu yasaların tek amacı özel savurganlığın önünü almak değildi. Aynı zamanda klanlara karşı bir önlemdiler. Bir adam bir kavgada öldürüldüğünde, adamın bütün klanı ölüsünün ardından klan gömütlüğüne gider, orada gömüt başında söylenen ağıtı
Y u n a n Ep î k ş î İr î n İn K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ 473
14 Plutarkhos. Solon, 12: D. 43.62: SIG. 1218-9; GDI. 2561.
4 7 4 T a r İ h ö n c e s İ E g e
dinlerken herkes nerdeyse cinnet getirerek kendinden geçerdi. Ve bu cinnet, kangütmeyle sonuçlanırdı. Böyle çıldırtıcı törenlerden birine de Oresteia'da rastlanır: Agamemnon'un çocukları, babalarının gömütii başında ağıt söylerlerken, birden öfkeyle öç alacaklarını haykırmaya koyulurlar.15
İlkel ve daha sanata dönüşmemiş biçimiyle ağıt kadınlarca söylenirdi. Bu yüzden, az önce sözünü ettiğimiz yasalar ölü evine ancak ölüyle belli bir yakınlığı olan belli sayıda kadının girmesine izin verir, kadınların gömiit başındaki davranışlarına çeşitli smırlamalar getirir. Geçmişin alışkılarına inatla sarılan kadınlar çok kavgacıydılar. Ataerkil toplumdaki aşağı ve
ikincil konumları kadınlarda geleneksel olarak yasa ve düzene karşı bir saygısızlık yaratmıştı.
Gerçi Pindaros ağıtının yapısını bilmiyoruz, ama daha eski bir örnek var elimizde: tlyada'nm sonunda Hektor için tutulan yas. Sırasıyla Andromakhe, Hekabe ve Helena birer ağıtla Hektor'a seslenirler; her birinin ağıtının ardından çevredeki kadınlardan inleyiş ve hıçkırıklar yükselir. Burada üç ağıtçı korobaşıdırlar, öteki kadınlar da koroyu oluştururlar.16 Gösterinin kuttörensel özellikleri ister islemez hafifçe törpülenmiştir, ama daha başka kaynaklardan da biliyoruz ki burada sözko- nusu olan konuşma değildir, ağıt hep birlikte söylenir ve ağıta kadınların kendilerinden geçmişçesine yaptıkları, göğüslerini dövüp .saçla- rını yoldukları bir dans eşlik eder.17 Günümüzde ağıtın bütün dünyadaki biçimidir bu.18
Pindaros'un parthetıeia'sının yitmiş olmasına karşılık, Alkman'ın aynı türden bir şiirinin bugüne erişmiş olması bir ölçüde su serpiyor insanın yüreğine. Birtakım değerli bilgiler içeriyor Alkman'ın şiiri.
15 Aiskhylos, Khoephoroi, 305-476.16 ilyada, 24. 719-76. Bu bölümde bir terslik var. Üç kadının ağıtın başını çektiği (723. 747, 761), öteki
kadınların da nakaratı söylediği (746) belirtiliyor. Ama başlangıçta, korobaşlarının erkek ozanlar olduğu (720-22) söylenmişti. Sanırım, ilkel kadın ağıtı daha sonraki profesyonel ağıtla karıştırılmış. Bkz. II. M. Chadwick. The Growth of Literature, 3. 61.
17 ilyada, 18. 50-51: Aiskhylos, Khoephoroi, 423; Aiskhylos, Pettier, 123-28: Aiskhylos, Yol varıcı Kızlar, 126-28; Peloponnesos Savaşı, 2. 34. 4.
18 K. Bücher, Arbeit und Rhythmus, (Beşinci basım. Leipzig. 1919), s. 442.
Resim 68. Mykene'li dansçı: Vapheio'dan bir
süstaşı
Y u n a n Ep İk ş ü r i n î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i 475
Anlaşılan, şiirin yazılış nedeni, Artemis tanrıçaya yeni bir giysinin sunulmasıydı.19 Her yıl bu tür armağanların sunulması çok yaygın bir gelenekti. İlyada'da, kadınlar Troyalı Athena'ya çok güzel işlenmiş bir şal sunarlar.20 Atina kentinde, Thargelion'un (Mayıs-Haziran) yirmi birinde tapınaktaki Athena Polias yontusu tülle örtülerek yerinden indirilir, yıkanırdı.21 Daha sonra Athena Polias, arrhephoroi'un, yani giz taşıyıcı kızların dokuduğu yeni bir şala sarılırdı.22 Bu tören, Praksier- gid'ler klanının yönetiminde gerçekleştirilirdi.23 Athena Polias yontusunun yerinden indirildiği gün bir dies nefasta idi; başka bir deyişle, Attika takvimindeki en uğursuz günlerden biri.24 Kimi araştırmacılar, o günün uğursuz sayılmasının törenin kendisinden kaynaklandığını öne sürmüşlerdir,25 ama olası değildir bu. Çünkü aynı gün, Hesiodos'un İşler ve Günler’inde de uğursuz, belalı bir gündür.26 Gerçekte, o günün uğursuz sayılmasının nedeni, ayın tam küçüldüğü döneme rastgelme- siydi; o güne bağlanan tören de gerçekte her ay düzenlenen bir arınma kuttöreniydi.
Ephesos'daki Artemis rahibelerinden birine kosmeteira derlerdi. Kos- nıeteira'mn bu görevi soydan geçerdi. Sıfatından da anlaşılabileceği gibi, armağanlara bakardı kosmeteira.27 Bütün bunların tam olarak ne zaman olduğunu bilmiyoruz, ama sanırız bu da bir başka arınma ya da yenidendoğuş kuttöreniydi. Aynı tanrıçanın Brauron'daki tapımında, tanrıçaya sunulan şal doğum yaparken ölen kadınların giysilerinden dikilirdi.28
Alkman'm partheneion'unu, on ya da on bir evlenmemiş kızdan oluşan bir koro söylerdi. Tanrıçaları için olduğu kadar kızlar için de bir yenidendoğuş ya da erginleme töreniydi bu. Anlaşılan, kızlar bir age- la oluşturuyorlardı. Agela, erginleme törenine katılacak adayların oluş
19 Sanırım, tanrıçaya sunulan şal yıldızlarla süslüydü; bkz. ilyado, 6. 295; Orpheus, fr. 238. O zaman şu dizeler anlaşılır oluyor: "Artemis Orthia’ya hoş kokulu gecenin içinden Sirius'u andıran bir şal sunduğumuzu gören Pleiad'lar kahroluyorlar kıskançlıktan." Başka bir deyişle, şal, Pleiad yıldızlarını gölgede bırakmaktadır.
20 ilyoda, 6. 286-3U3.21 Plutarkhos. Alkibiades, 34.22 Harpokration: Aristophanes. Af. 826-27.23 Plutarkhos. Alkibiades, 34.24 Plutarkhos. I.c: Ksenophon. Hellenica, 1. 4.12; Polluks. 8.141.25 L. Deubner, Attische Feste, (Berlin. 1V32). s. 22.26 Hesiodos. i;ler ve Günler, 803.27 SIC. 1228; C/G. 2823.28 Euripides, İphigeneia Tauris'de. 1450-67. Tanrıçalara giysi sunmayla ilgili benzer örnekler için bkz.
Hypereides. 4. 25: Pausanias. 3. 16. 2. 3.19. 2. 5.16. 7. 23. 5. IG. 5. 2. 265.19.
4 76 T a r İh ö n c e s } Eg e
turduğu bir arkadaşlık derneğiydi. Delikanlılar gibi genç kızların da böyle örgütlendikleri biliniyor.29 Erkek agela'sının bütün üyeleri erkek yanından aynı soydan gelirlerdi. Alkman'ın şiirinde de önde gelen iki genç kızdan kuzin diye söz edilmektedir. Dolayısıyla, agela'nın, klan içinde bir akrabalık kümesi olduğu anlaşılıyor. Gerçekten böyle idiyse, bu genç kızların katıldığı kuttören de bir klan tapımıydı.
Kızlar korosuna Alkman'ın kendisi eşlik ediyordu. Yapıtlarından bugüne kalan öteki örneklerinden bu sonuç çıkıyor. Alkman kendi de katılıyor şarkıya. Örneğin, bir yerde, alaycı bir şarkı söyleyerek çok yaşlı olduğundan dem vuruyor, dansa katılamadığı için korodaki genç kızlardan özür diliyor.30
Alkman'ın bu partheııeion'u elimizdeki en eski koral övgü'dür, ama bu tür övgii'lerin Alkman'dan önce yüzyıllar süren bir süreç içinde geliştiği söylenebilir. Kaldı ki, Yunanlılarda "Homerosöncesi ozanlar"m var olduğunu ayrımsamışlardı ve birtakım adlardan söz ediyorlardı. Bu ozanlardan hiç değilse ikisinin tarihsel bir dayanağı olsa gerektir.
Bir Atinalı olan Pamphos'un adı, Pamphid'ler denilen ve kuşaktan kuşağa geçen bir kadın tapım derneğince sürdürülüyordu.31 Bu ozanın Sappho'yu da etküediği söylenen yapıtları arasında Demeter'e, Per- sephone'ye ve Kharit'lere yakılmış övgü'ler bulunuyordu.32
Ölen adlı ozana gelince, Delos'a yerleşmiş bir Lykia'lıydı o. Delos'da Tanrı Apollon için övgü'ler yazmıştı.33 Bunlardan biri, ergenlik çağma yeni erişmiş kızlardan ve oğlanlardan oluşan ikili bir koro tarafından söyleniyordu.34 Bir başka övgü'de, doğum tanrıçasına seslenilmektey- di. Leto doğum yaptığı sırada, Delos nymphaiarı "Ebe Tanrıça Eileith- yia'mn kutsal şarkısı"nı mırıldanırlarken, Anadolu'dan gelen kuğular da Leto'nun başında yedi şarkı söylemişlerdi.35 Hera'ya yazılmış bir övgü ve daktilik heksametron'u bulma onuru da Olen'e yakıştırılıyordu.36
Bu övgü'lerde değinilen tapımların hepsi de anaerkil kökenli tapanlardı. Övgü'ler, tıpkı Alkman'da olduğu gibi, erkek korobaşımn önderliğinde kadınlar korosunca söyleniyordu. En çok bilinen Yunan söylencelerinden biri de bu görüşü doğruluyor. Müzik, dans ve şiir sanat
29 Pindaros. fr. 112.30 Alkman, 94.31 Hsch.32 Pausanias, 1. 38, 3, 1. 39.1. 7. 21. 9,8. 35. 8, 8. 37. 9, 9, 27, 2, 9. 29. 8, 9. 31. 9, 9. 35. 4.33 Herodot Torihi, 4. 35; Pausanias, 8. 21. 3,9. 27. 2.34 Kallimakhos, HDel. 296-99.35 Aynı yerde, 249-57.36 Pausanias, 2. 13. 3; 10. 5. 7.
Y u n a n Ep i k Şİİr î n î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ 4 77
ları Tanrı Apollon'un ve M usa'ların, yani esin perilerinin koruması altındaydı. Pinda- ros, elinde yedi telli liriyle Apollon'un başını çektiği Musa'ların Peleus ile Thetis'in düğününde nasıl dans ettiklerini anlatır.37 A- lkman, Musa'lara, kız dansçıları için yeni bir şarkı söylesinler diye yalvarıp yakarır.38 Ter- pandros'un olduğu söylenen bir övgü, Le- to'nun oğlu Apollon'a, Musa'ların önderine çağrıyla başlar39 İlyada'da, Olympos'lu ölümsüzler karınlarını doyurduktan sonra taslar şarapla dolup boşalmaya başladığında Apollon lirini çalar, Musa'lar da karşılıklı şarkılar söylerler ,40 Homerik övgü'lerde, Musa'lar gene karşılıklı şarkılar söyleyerek tanrıların ölümsüzlüğünü ve insan soyunun çektiği acıları dile getirirlerken, Hora'lar ile Kha- rit'ler Apollon'un müziği eşliğinden el ele dans ederler ve bir ara Apollon da katılır dansa.41 Tanrıçalardan kurulu korosuyla bu lir çalan tann, tarihöncesi partheııeion'un gök- yüzündeki bir yansımasıdır düpedüz.
Apollon'a tek bir yerde rastlayanlayız:Akhilleus'un gömme töreninde:
Deniz ihtiyarlarının kızları aldılar çevreni senin, tanrısal rubalar giydirdiler sonra ağlaya sızlaya.Dokuz Musa da karşılıklı ağıtlar okudular güzel sesleriyle.42
Doğası gereği yas tutup gözyaşı dökemeyeceği için aydınlık ve sağlık tanrısı Apollon'un Akhilleus'un gömme törenine katılması olanaksızdı. Herkesçe bilinen bir şeydi bu 43 Apollon'un yas tutması düşiinü-
37 Pindaros, N. 5. 22-25; Hesiodos, 5c. 201-06; Pausanias, 5 .18.4.38 Alkman, 7,68. 94.39 Terpandros, 3; T. Bergk, Ueberdas olteste Versmaass derCriechtn, (Freiburg. 1854).40 İtyado, 1. 603-04.41 Horn. H. 3.188-201.42 Odysseio, 24. 60-61; ilyada, 18. 50-51.43 Aiskhylos, Agamemnon, 1058-63; Aiskhylos, Persler, 608; Euripides, Yalmana Kızlar, 971-79; Stesikhoros,
22; Sappho, 109.
Resim 69. A p o llo n ve lir:
Attika v a zo su
478 T a r î h ö n c e s İ Eg e
lemezdi, çünkü Apollon erkek korobaşını temsil ediyordu ve tarihön- cesinde ağıt salt kadınlarca söyleniyordu.
Koruyucu tanrıları bakımından koral lirik ile epik arasında hiçbir ayırım yoktu. Nitekim, günümüze kadar gelebilmiş tüm epik şiirler Musa'lara yakarışla başlar. Odysseus, Phaiakia'h Demodokos'u övmek istediğinde, "Sanatını ya Musa'lar öğretti sana ya da Apollon," der.44 Dahası, bu evrede ozan rahibe karışır, onunla iç içe geçer. Ozanın kişiliği kutsaldır. Apollon'dan esinlendiği ve kendinden geçtiği için ozan olduğu kadar bilicidir de.43 Apollon da öyleydi. Bilicilik ile müziği kendinde birleştırirdi, çünkü ilkel toplumda her türlü ruhsal çözülmenin yolu müzikti ve bilicilerin esriyip kendilerinden geçmeleri de bu ruhsal çözülmenin bir parçasıydı. Aynı anda hem ozan, hem bilici, hem rahipti o; bir kadın tapımının rahibiydi.
Peki, bu Apollon ve Musa'lar kavramı ne denli geriye gidiyordu? Hiç kuşku yok ki, tarihöncesine değgin bir kavramdı. Ama incelememizi daha da gerilere götürecek olursak, bu tanrısal koronun bölündüğünü görürüz. Musa'lar kuzeyden gelmişlerdi: Boiotia'daki Helikon dağından ve Olympos dağının eteklerindeki Pieria'dan 46 Adları, büyük bir olasılıkla, "çılgın kadınlar" anlamına gelmektedir.47 Bunlar, tıpkı kendileri gibi kuzeyden gelen ve Dionysos tapımının dinsel törenlerini çılgınca kendilerinden geçerek kutlayan Bakkha'ları andıran bir kadın yoldaşlar (thiasos) topluluğudur 48 Tarihsel dönemde, Musa'ların başlıca merkezi Thespiai idi; Thespiai'da Hesiodos'un adını taşıyan bir derneğin üyeleri Musa'lara tapm ırlardı49 Delphoi'da pek bilinmeyen Musa'ların yerini Delos'da Deliad'lar ve Minoid'ler almıştı.50 Apollon ise güneyliydi, Giritliydi. Nitekim Apollon'un simgesel çalgısı, vedi telli lir Girit'de Hagia Triada lahitinin üstünde hâlâ görülebilir.51
44 Odysseia, 8. 487-88; Hom. H. 25. 2-3.45 Odysseia, 8. 479-81, 2Z 345-46; Tanrıların Doğuşu, 31-32; ilyada, 1. 70.46 Tanrıların Doğuşu, 52-53; Strabon, 410, 471.47 W.H. Roscher, Ausführliches Lexikon der griechischen undrömischen Mythologie, (Leipzig. 1884-1937).
2. 3238.48 Musa'lar Orkhomenos'daki Agriania'da Dionysos'a tapınanlar olarak görünürler; Plutarkhos, Moralio.
717a; Eratosthenes, Catalogoi, 24.140.49 Pausanias, 9. 31.4; 1C Sept. 1785,4240, bkz. 1735,1760,1763. Thespiai, gerçekte Musa'lara ilişkin
bir tapım adıdır. Musa’ların, Boiotia'da Kharit'lerin yerini almış olmaları olasıdır. Kharit’lere ilişkintapım Orkhomenos'da çok eskiydi (Pausanias, 9. 35. 1; Ausführliches Lexikon, 1. 877-78) ve sanırız Suriye kökenliydi; T.H . Gaster. “The Graces in Semitic Folklore", JRA 1938. 37.
50 A.J. Evans, The Palace o f Minos (Minos Sarayı), (Londra, 1921 -35), 3. 74.51 Aynı yerde, 2. 834-36; Resim 73.
Bütün bunlara dayanarak şu görüşü ileri sürebiliriz: Apollon ve Musa'lar kavramı, Minos etkisi altında ve anaerkil toplum düzeninin gerilemesindeki belli bir evreye tepki olarak Yunan anakarasında, belki de Boiotia'da belirginleşmiştir; tam da, daha önce kadınlara bağlı olan tapımların bir erkek rahibin denetimi altına sokulduğu sırada.
Eğer bu kadınlar korosunun başı bir davetsiz misafir idiyse, o zaman nasıl girmişti koroya? Kadın kılığına girerek. Bakkha'ları gözetlemeye gittiğinde Pentheus da böyle yapmıştı.52 Dionysos şenliklerinde erkeklerin kadın giysilerine bürünmesine çok sık rastlanırdı.53 Lydia'lı rahiplerin sırtındaki, gerçekte kadın giysisiydi.54 Bizi şaşırtmamalı bu. Tam tersine, bizim din adamlarımızdaki piskoposluk taçlarına, ipek atkılara, cüppelere daha keskin bir gözle bakarsak iyi ederiz. Dünyanın her yerinde, dinsel yetkenin bir cinsten öteki cinse, kadından erkeğe aktarılması, rahibin bir rahibe gibi giydirilmesiyle gerçekleşmiştir.55 Kuşkusuz bunun bir nedeni de, hiçbir değişiklik olmamış gibi davranarak değişikliği kabullenilebilir kılmaktı; ama başka bir şey daha vardı. Geleneksel giysi kutsaldı, büyülüydü, dolayısıyla bir yana atılması olanaksızdı.
Knossos'daki duvar resimlerinden birinde bir zeytinlikte düzenlenen bir şenlik betimlenir.56 Resmin sağında ve önde on dört kadından oluşan bir koro dans etmektedir, kollarını uzatmışlar, sola doğru ilerlemektedirler. Arkalarında izleyiciler görülmektedir. Dans alanının hemen ardında, çimenlere oturmuş aralarında söyleşen kadın öbekleri göze çarpmaktadır. Kadınların ardında, korkulukla ayrılmış bir yerde bir sürü erkek tıkış tıkış ayakta durmakta, dikkatle gösteriyi izlemektedir. Görüldüğü kadarıyla, erkekler yalnızca birer izleyicidir; çimenlerde oturan kadınlarsa belki de az sonra kalkıp dansa katılacak göstericilerdir. Freskonun, dansçıların kollarını uzattıkları sol yanı kırılıp dökülmüş, ama gene de orada ne olduğu konusunda çok fazla düşünmemiz gerekmiyor. Aynı dönemden kalma altın bir mühür yüzüğünde, zambaklarla kaplı kırda dans eden üç kadın görülüyor.57 Kadınların ikisi kollarını yukarıya kaldırmışlar. Daha yüksekte duran dördiin-
Y u n a n E p Jk Ş ü r î n İn K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i 4 79
52 Euripides, Bakkha'lar, 821-36.53 Loukianos, de cat. 16.54 W.M. Ramsay, Asianic Elements in Creek Cmlisatian (Yunan Uygarlığındaki Asyalı Öğeler), (Londra,
1927), s. 174.55 The Mothers, 1531-36.56 The Palace of Minos, 3.67-68.57 Aynı yerde, 3. 68: Resim 71.
4 8 0 TARİHÖNCESİ EGE
cü bir kadın daha var; onun da bir eli kalçasında, öbür eli alnında. Biraz daha yukarıda beşinci bir kadın figürü göze çarpıyor, ama sırtında eskil bir giysi olan bu kadın ötekilerden kırık, dalgalı bir çizgiyle ayrılmış. Bu çizgi, Evans'm belirttiği gibi, yeryüzü ile gökyüzü arasındaki sınırdır. Bir kadınlar korosu ve bir kadın korobaşından oluşan tapm- macılarınm çağrısına uyan tanrıça, onları dansın coşkusuyla esinlendirmek üzere yeryüzüne inmektedir.
Resim 70. K n o sso s'lu kadınlar: D uvar resm i (onarılm ış)
R esim 7ı Tan rıçan ın yeryüzüne inişi: M inos m ühür yüzüğü
Y u n a n E p i k Ş i i r i n i n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ 481
Gerek duvar resmi, gerek mühür yüzüğünü Evans. Orta Minos III dönemine yakıştırmıştı. Ancak bu iki örnekteki figürler daha sonraki Örneklerde de görüldü. Geç Minos dönemine değgin bir terrakotta örneğinde aynı figüre yeniden rastlarız nitekim: Üç kadın, kollarmı açmış, halka olmuşlar, dans etmektedirler; dördüncü bir kadın ise ortada oturmuş, lir çalmaktadır.58 Minos korosunun tümden kadınlardan oluşan bir koro olarak kaldığı anlaşılmaktadır. Evans'ın dediği gibi, "Anaerkil aşamanın bir belirtisidir" bu.59 Ancak, Geç Minos III döneminde bir değişikliğin belirtileri çıkıyor karşımıza. Hagia Triada lahi- tinde görülen tören alayında lir çalan bir delikanlı vardır; yeni yeni ortaya çıkmakta olan Apollon'dur bu delikanlı aslında. Onun erkek olduğunu teninin renginden anlarız.60 Eğer bu delikanlının teni değişik bir renge boyanmamış olsaydı onu kadın sanabilirdik. Çünkü, tıpkı önünde duran genç kız gibi, etekleri bileklerine kadar inen uzun bir giysi ve göğsü açık bir kadın yeleği var sırtında. Bir kadın gibi giyinmiş, çünkü bir kadının görevini yerine getiriyor.
Resim 72. M inos korosu: Terrakotta
58 Aynı yerde, 3. 73: Resim 72.59 Aynı yerde. 3. 75.60 Aynı yerde. 2. 836.
Resim
73
. Li
r ça
lan
Min
os'
lu:
Hag
ia
Tri
ada
Lah
iti
Y u n a n E p i k Ş i i r i n i n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ 48 3
/Ukman'dan yola çıkarak, korobaşı erkek olan kadınlar korosundan korobaşı kadın olan kadınlar korosuna, ozan rahibe ve rahipten rahibeye doğru gerilere gittik. Peki, ozanın yeri neydi bu gelişme içinde?
Tarihsel dönemde ozan ya da o zamanki adıyla rapsod, bir çalgıcı y a da yaratıcı bir ozan değil, yalnızca meslekten bir şiir okuyucuydu. Arna ozan daha eski zamanlarda kendi koşuğunu kendi yazar, okuduğu şiire çalgısıyla eşlik ederdi. Bu, geleneksel Homeros figürünün, "fırtınalı Khios'un kör ozanı"nın temsil ettiği aşamadır. Homeros destan
larında geçmişi anlatır, ama Homeros koşuklarında anılan ozanlar o günlerin olaylarını doğaçtan dile getirirler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Odysseia'nın bir yerinde, anlatılan konu kahramanlık çağma ilişkin değildir, epik değildir: Dans etmekte olan koroya eşlik etmek üzere söylenen ezgide Ares ile Aphrodite'nin sevişmelerinden söz edilir. Demek, geçmişe doğru gidildikçe epik şiir koral lirik şiire dönüşmektedir. Ama zincirin bir halkası ortada yok gene de. İlyada ve Odyssei- fl'da ozan ve dansçıları hep erkektir. Gerçi genç kızlarla delikanlıların katıldığı karma danslardan da söz edilmektedir, ama bu kez de ozan yoktur.61 Bu noktayı açıklayabilmemiz için soruna bir başka açıdan yaklaşmamız gerekiyor.
Bütün büyük şenliklerde epik şiir okuyanlara ödüller verilirdi. Meslekten ozanlar kent kent dolaşır, her gittikleri yerde birbirleriyle yarı
Resim 74. Karma koro: Attika vazosu
5. Epik Giriş
61 İlyada. 1 8 . 5 6 7 -7 2 , 5 9 0 -6 0 6 .
şırlardı.62 Ozanların başlıca merkezi Delos'du.63 Delos'daki Apollo^ şenliğine kadınlı erkekli her yaştan insanlar akın akın gelirler, müzik yarışmalarına her kentten korolar katılırdı. Homeros'un da Delos'da yarıştığı söylenir.
Bu şiir resitallerinden önce, bugün Homerik Ö vgüler diye andığımız türden, giriş niteliğindeki övgüler (prooitnia) söylenirdi. Bunların çoğunun yedinci ve altmcı yüzyılların ürünü olduğunu söyleyebiliriz. On iki dizeyi geçmeyenleri de vardır, yüzlerce dizeden oluşanları da; uzunlukları değişir. Çeşitli tanrılar için yazılmışlar ve hiç kuşkusuz farklı şenlikler için tasarlanmışlardır. Epik ölçüsüyle ve epik lehçesiyle yazılmış olmalarına karşılık, konularının niteliği bakımından epik şiirlerden çok farklıdırlar. Epik şiirlerde kahramanlık konuları, "insanların şan ve şerefi" anlatılır; bunlar ise hep tanrı söylencelerine ayrılmıştır. Geleneksel bir ayırımdı bu. Helios için söylenen Homerik Öv- gü'de, ozan tanrıyı övdükten sonra şöyle bitirir sözlerini:
Kal sağlıcakla, ey tanrım ! G önlüm e göre bir y aşam bağışla bana. Senin adını anarak başladım ; şim di de M usa'ların insanoğluna tanıttıkları kahram anların , ölü m lü soyun türküsünü söyleyeyim .64
Bu bilgileri bir araya getirerek uygulanan yol yordamı yeniden gözümüzün önüne getirebiliriz. Yarışma bir girişle, o şenlik ya da bayramın tanrısına bir övgü'yle açılırdı. Sonra ilk yarışmacı öne çıkar, değneği (rhabdos) eline alıp başlardı İh/ada'dan okumaya. Kendisine ayrılan bölümü okuyup bitirdiğinde, bir sonraki yarışmacı değneği alır, okumayı sürdürürdü.
Bu destan anlatma yarışmalarından önceyse ozanlar için yarışmalar düzenlenirdi. Bu yarışmalarda ozanlar yarışırlarken ezgilerlerdi şiirlerini. Home- ros ile Hesiodos arasındaki bu tür bir yarışmanuı öyküsü günümüze dek değişen biçimlerde sürmüştür. Sonradan uydurulmuş da olsa bu öykü konumuza ışık tutmaktadır: "Homeros ve ben, şarkımıza yeni
4 8 4 T a r i h ö n c e s i Eg e
Resim 75. L ir çalan
adam : Attika
vazosu
62 Platon, Devlet, 600d; Platon, İo, 541b; Platon, Certomen, 55.63 Bkz. Bu kitapta Homerosoğulları başlıklı bölüm: 3. Saraydan Pazar Yerine.64 Horn. H. 31. 17-19.
ezgiler katarak Delos'da Leto'nun oğlu Apollon'a övgü'ler düzen ilk ozanlardık."65 Yarışmacılar sırayla doğaçtan söylerlerdi, biri söylerken öteki susardı. Lirin ya da değneğin her seferinde elden ele geçmesi gerçekte sürekli bir ezginin bölümlerini belirliyordu. Nitekim, "şarkı düzen" anlamına gelen rapsod (rhapsoidos) deyimi de buradan kaynaklanıyordu.66
Yukarıda özetlediğimiz işlemde dinsel olan ile dindışı olan, giriş ile epik arasında kesin bir ayırım vardır. Ama ilk başlarda bu ikisi arasında kesinti olmadığı söylenebilir. Delos Apollon'una övgü'nün kuşkusuz Homerosoğullarmdan biri olan ozanı, kendini Homeros diye tanıtmakta ve şenliği tıpkı Homeros zamanındaki gibi anlatmaktadır:
Ne k ad ar gü zel, ne k ad ar gön ü l çelici şu D elos'lu k ızlar, A p o llon 'u n hizm etkârları. Ö nce A p ollon 'u , L eto 'yu ve A rtem is'i öven bir ezgi sö y lerler, son ra da eskilerin kadınlarını, erkeklerini an arlar şark ıyla .67
Anlaşılan, ikinci bölümün birinci bölümü kesintisiz izlediği dönemdir burada söz konusu olan. Burada, dönüp dolaşıp Alkman'a geliyoruz gene. Alkman'ın partheneion'u tamamlanmış değildir, ama tamamlanmışa yakındır. Herakles ile Hippokoon'un oğulları arasındaki kavgayla ilgili bir söylenceyle başlar; ardından yapılması gereken göreve, yani şalm sunulmasına geçer. İkinci bölümdeyse dansçılar arasında coşkulu bir atışma yer alır. Aynı yapıdır karşımızdaki: Ölümsüzlerle ilgili bir giriş ve ölümlülerle ilgili bir bitiriş.
Bu ardıllığın Yunan şiirinde çok derin kökleri vardır. Ozanın işe "tanrıyla başlam ası", herkesçe bilinen bir kuraldır. Şöyle der Pinda- ros: "Ey, çalgıma yön veren övgü'ler! Hangi tanrıyı, hangi kahramanı, hangi ölümlüyü kutlayacağız bugün?"6® Gene Pindaros, M usa'ların Thetis için söyledikleri düğün şarkısından söz ederken, "Zeus ile başladılar, sonra Thetis ile Peleus'a geçtiler," der.69 Alkman da aynı yoldan yürür: "Zeus ile başlayacağım şarkıma." Alkman'dan önce Ter- pandros da aynı yöntemi kullanmıştır: "Ey Zeus! Her şeyin başlangıcı, herkesin ulu önderi! Sana adıyorum bu övgü'nün girişini."70 Bütün
Y u n a n E p ik Ş İ İ r İ n în K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ 485
65 Hesiodos, fr. 265.66 Bkz. CM. Bowra, Tradition and Design in the Iliad (İlyada'da Gelenek ve Tasarım), (Oxford, 1929), s. 41.67 H o m .H . 3.156-61.68 Pindaros, O. 2.1-2.69 Pindaros, N. 5. 25-26.70 Alkman, 9; Terpandros. 1; Ksenophanes, 1.13.
4 8 6 T a r Ih ö n c e s İ Eg e
bunların en eski örneklerinden, İlyada ve Odysseia'daki örneklerinden birazdan söz edeceğiz. Pindaros tarzı övgü bir bakıma kuraldışı gibj. dir. Yarışı kazananla başlar ve gene onunla sona erer. Ama ozan çoğu zaman bu tasarımı tanrılara seslenen bir giriş bölümüyle birleştirmeye çalışır.71
Şimdi, Delos'daki işlemin nasıl geliştiğini görebiliriz artık. Epik resitaller Delos'a dışardan getirilmişti. Homerosoğullarınm yaygınlaşması sırasında Delos'da yer etmişti epik resitaller. Daha önceleri, sırasıyla tanrılara ve ölümlülere söylenen bir koral övgü vardı yalnız. Homerik resitaller, yani Homeros destanlarından bölümler okumalar tümüyle övgü'nün yerini almadı; onun dindışı bölümünü öziimsedi ve böylelikle eski koral övgü daralarak bir girişe, asıl okumadan önceki salt biçimsel bir açılış bölümüne dönüştü.
İlyada ve Odysseia'ya bakacak olursak, aynı ardıllığın kalıntılarını görebiliriz. Her ikisi de Musa'lara seslenişle başlar. Çok kısa bir sesleniştir bu; anlatıyı başlatmak için hazırlanmış bir formüldür yalnızca.72 Ama bu Musa'lara sesleniş biçimindeki girişin orada bulunması bile kahramanlık şiirinin kendisinin de bir zamanlar Övgü niteliğinde bir şey olarak ortaya çıktığını düşündürmektedir. Bunu Hesiodos da doğruluyor.
İşler ve Giinler'in girişindeki seslenişin kendi içinde bir bütünlüğü vardır; küçük çapta bir Zeus Övgüsü'diir bu. Tanrıların Doğuşu'nda ise, giriş bölümü yüz dizeyi aşar; Homeros'daki girişlerin çoğundan uzundur. Tanrıların Doğuşu'nun girişinde, yani Musa'lara Sesleniş bölümünde, Musa'ların ilkin tüm ölümsüz tanrılar soyuna, sonra tanrıların ve insanların babası Zeus'a, en sonunda da insanlara ve güçlü devler soyuna Övgü'ler okudukları anlatılır. Tanrıların Doğuşu'nun bütünü tanrıların kökenini ve geçmişini öyküler, ama bu öyküyü ölümlülerle evlenen tanrıçaların sıralanması izler ve şiir şu sözcüklerle sona erer: "Şimdi ey tatlı dilli M usa'lan Olympos'un/Siz, ey eli kalkanlı Zeus'un kızları/ Anlatm şimdi o ölümsüz kadınları ki..." Kadınların Sayımı diye anılan son bölümden günümüze yalnızca birkaç parça kalmıştır, ama Tanrıların Doğuşu'nun sonu iki şürin bir arada tasarlandığını, Hesiodos'un
71 Pindaros, O. 2.1-5, 3 .1 4 ,4 .1 -1 0 , 5.1-3 vb.72 Odysseia’nm Sesleniş bölümü şöyle sona erer (1.10): “Al bir yerinden, tanrıça, anlat bize de". Anlaşılan,
öykü daha önce başka ozanlarca birçok kez anlatılmıştır (“Bize de anlat" denilmesinin nedeni budur) ve Odysseıo'daki öykü anlatmalar nerdeyse rastgeledir. Bkz. 8. 500,1.492, 8. 493. Cemilerin Sayım' ve Agamemnon'un Kahramanlıkları adlı bölümlerin (İlyada, 2. 484-92,11. 218-20) başındaki toplu yakarılar, bunların o sıralar ayrı şiirler olarak da söylendiğinin belirtileridir.
Y u n a n Ep î k Ş İ î r î n İn K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r ! 4 8 7
sıravla tanrıların tarihini ve kadın kahramanların tarihini açıklamayı amaçladığını göstermektedir. Dolayısıyla Kadınların Sayımı'm n konus u kahramansı, destansı bir konudur, ama söz konusu olan erkek kahramanlar değil, kadın kahramanlardır. İçerdiği öğeler Homeros-önce- si döneme değgindir ve tarihöncesindeki anaerkil döneme kadar uzanmaktadır. Tanrıların Doğuşu ile birlikte düşünüldüğünde Kadınların Sayımı, DelosTu genç kızların önce Apollon ile Leto'yu, ardından geçmişteki kadın ve erkekleri kutladıkları Övgü'yle aynı yapıya sahip olan bir Övgü'dür. Hesiodos okulu, Homeros okulu kadar dindışı olmadığı için eski yapıyı sürdürüyordu.
Böylece, koral lirik şiir ile epik şiirin gerek içerik, gerek biçim bakımından ortak bir kuttören temeline dayandıkları çıkıyor ortaya. Her ikisinüı de temelinde aynı konu ardıllığını buluyoruz. Şimdi, bu ardıllığın ne olduğunu biraz daha yakından tanımlamaya çalışmamız gerekiyor.
6. Akşam Yemeğinden Sonra Söylenen Şarkılar
Ozanların Odysseia'da anlatılan gösterilerinin kimileri koral'dir, kimileri koral değildir. Koral örnekler, düğün ya da Odysseus onuruna düzenlenen eğlentiler gibi özel durumlarda söyleniyordu. Koral olmayan örneklerde söyleniş daha az değişiklik gösteriyordu.
Bu koral olmayan şiirlerden üçü var elimizde. İkisi Demodokos'un, biri Phemios'un. Demodokos, Odysseus ile Akhilleus arasındaki kavganın ve Tahta At'm ezgilerini okuyor.73 Phemios, Akha'larm savaştan yurtlarına dönüşlerini söylüyor.74 Bu izleklerin (tema) hepsi de destansıdır ve hepsi de akşam yemeğinden sonra söylenir. Buydu kural:
Ne güzel şeydir dinlemek bir ozanı,hele sesi bu ozan gibi tannlara denkse,bundan daha güzel başka ne var yeryüzünde,az şey mi barış içinde yaşaması bütün halkın,evlerde şölen yapıp ozanı dinlemesi,sıra sıra oturulması et ve ekmek dolu sofralarda,
73 Odysseio, 8. 72-82, 485-35.74 Odysseio, 1. 325-27.
şarap karılan sağrak tan doldurm ası şarap sunanın, ve getirip dökm esi herkesin tasm a ayrı ay rı.75
Tahta At söylencesiyle ilgili şiiri, Odysseus'un isteğiyle söyler De- modokos:
Daha çok sayarım , D em odokos, seni tekmil ölü m lülerd en, sanatını ya M u sa 'lar öğretti sana, ya d a A pollon.N e gü zel söyledin A khaların destanım , o ld u ğu gibi, neler yaptıklarım ne güzel söyledin, nelere katlandıklarını, neler çektiklerini.O rda m iydin sen , başka birinden mi d uy d u n yoksa?H ayd i şim di geç başka bir konuya, şu tah ta at olayını anlat şim di bize...O d ysseu s böyle dedi, ozan da tanrıdan hız aldı v e kalkıp başladı şiirini d oku m aya.76
"Tanrıdan hız aldı" ya da "tanrıdan başladı": İşte ta gerilere gittiğimizde, kahramanlık çağında aynı formül çıkıyor karşımıza. Üstelik sözleri onun salt biçimsel bir açılış olmadığı, şiirden ayrı bir şey olduğu izlenimi uyandırıyor.
Odysseia'nm başında, Telemakhos bir yabancıyı ağırlar. Gerçekte kılık değiştirmiş Athena'dır bu yabancı. Telemakhos, yitik babasını yabancıya sormak için fırsat kollar, ama orada bulunan anasının taliplerinden utanır. Kolladığı fırsatı akşam yemeği yendikten sonra yakalar.
Y enilip içilince doyasıya, uyanda yü rek lerind e başka istekler, çalgıyla , oyu n la şölen tam olsundu.U şak, çok gü zel bir saz verdi Phem ios'un eline, bu ozan a d ü şm ü ştü taliplere ezgi söylem ek, doku n d u tellere, bir türkü tutturdu.O sıra T elem akhos seslendi gök gözlü A then eye, eğm işti başını ona, d uym asın diye ötekiler.77
488 TA R İH Ö N CESİ E g e
75 Odysseia, 9. 3-10.76 Odysseia, 8. 487-99.77 Odysseia, 1.150-57.
Söyleşileri sona erince yabancı yani Athena Tanrıça kuş olup uçar, gözden ırak olur. Telemakhos da taliplerin yanma döner. Talipler sessiz sedasız oturmuş, AkhaTarm acıklı dönüşünün türküsünü çağıran ozanı dinlemektedirler.78 Ama az önce de, yüreklerinde başka isteklerin uyandığı, çalgı çalmaya, oyun oynamaya daldıkları anlatılmıştı. Öyleyse, bu son şiir nereden çıkmıştı? Öyle görünüyor ki, solodan, yani kahramanlık şiirinden önce koral övgü vardı.
Bu, Delos'da rastladığımız ardıllıktır. Orada, tanrılar için söylenmiş bir övgü'yü izleyen bir epik resital; burada, bir koral övgü'yü izleyen bir kahramanlık şiiri. Destanlar Delos'a dışardan hazır bir biçimde gelmiştir. Ama Odysseia'daki bu kahramanlık şiiri bir Akha şefinin sarayında, yani özgün konumundadır. Dışardan bir yerden getirilmiş olamaz; Övgü'den doğup gelişmiş olsa gerektir. Baştaki koral girişiyle birlikte alındığında, Hesiodos'un "Tanrıların Doğuşu" ve "Kadınların Sayım ıyla ve Delos Övgüsü'yle aynı düzeni izlemektedir.
Akşam yemeği sonrası şarkıları, kahramanlık şiirinin doğuşuna yol açmalarından sonra da söylenegelmişlerdir. Bütün bir tarihsel dönem boyunca, soylular arasında yerleşik bir gelenek olmuşlardır. Bu gelenek incelenmeye değer; çünkü ilk baştaki özgün konumu içinde korunduğundan, ozanlık sanatının terk ettiği özellikleri açığa çıkarabilir. En iyi bilinen örnekler, Attika'da içki içilirken söylenen şarkılardır.
Akşam yemeğinden sonra şarap getirildiğinde, hep birlikte Apol- lon'a bir şükran şarkısı söylenir, bu arada tanrılar, kahramanlar ve Kur-
Y u n a n Ep i k Şİİr In î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r İ 48 9
78 Odysseia, 1 .3 2 5 -2 7 .
tarıcı Zeus onuruna yere şarap dökülürdü.79 Ardından herkese şarap sunulurdu. Bir mersin ya da defne (aisakos) dalıyla birlikte iki kulplü bir şarap tası elden ele gezdirilirdi. Sırayla her konuk tas ile dalı alır dal elinde, doğaçtan bir dörtlük (stanza) söylerdi. Bu dörtlüklerin genellikle dindışı bir izleği olurdu; siyasal ya da özlü bir deyiş niteliğin- deydi bunlar.80
Konukların elden ele dolaştırdıkları bu dal, Musa'ların çiçeğe durmuş bir defneden koparıp Hesiodos'a verdikleri o güzelim dalı81 ve Homeros destanlarındaki ozanların değneğini anımsatıyor. Öte yandan, şükran duasında epik girişi (Prooimion); doğaçtan söylenen dörtlüklerde de kahramanlık şiirini sezinliyoruz.
Bu alışkı, hiç kuşkusuz, Attika'ya özgüydü; İonia'dan gelen etkiler altında gelişmişti. İonia'daki gelenek ise, sanatsal biçimini, altıncı yüzyıl başlarında yaşamış olan Teos'lu Pythermos'a borçluydu büyük ölçüde.
Attika şöleninde, izlencenin dindışı bölümü, ardışık sololar söyleyen bütün toplulukça yerine getirilirdi. Kahramanlık çağı şöleninde, meslekten bir ozanın söylediği tek bir uzun soloya dönüştü bu. Aralarındaki başlıca ayrım budur ve bu ayrım kahramanlık çağı krallığının özel koşullarına bir göz atıldığında hemen açıklık kazanmaktadır. Ozanlar sarayın buyruğu, kralların koruması ve desteği altındaydılar; sanatları uzmanlığı gerektiren bir uğraştı. Daha önceleri, bu kralların ataları olan ilkel kabile şefleri şarkıya kendileri de katılırlardı. Homeros'da bile bu tür durumların anısı tümden silinmiş değildir. Akhilleus, canı sıkıldı mı, çalgısını çalıp "yiğitlik türküleri" söyleyerek gönlünü eğlendirir.82 Bu onun meslekten bir ozan olduğunu göstermez. Akhilleus'un geldiği kaba ülkede ozanlık sanatı Mykene'de olduğundan daha az uzmanlık gerektiren, ama daha yaygın bir sanattı.
4 9 0 TA RİH Ö N C ESİ EGE
79 Aiskhyios. Agamemnon, 257-58: KsenopHon, Şölen, 176a; Platon, Şölen, 176a.80 Platon, Corgias, 451e; Atheneos, 694a; Aristophanes, Nu. 1364; Plutarkhos, Moralia, 615b.
Yunanistan'da varlığını hâlâ sürdüren ve kuşkusuz çok eskilere dayanan bu geleneğin tarihini izlemek ilginç olurdu. Anglosakson İngiltere'sinde, akşamları köylüler içki içmek üzere bir araya geldiklerinde, herkes sırayla arp eşliğinde şarkı söylerdi. Geçen yüzyılın başlarında, İrlanda'da, Limerick ozanları aynı biçimde bir araya gelerek belli bir düzene bağlı olarak doğaçtan stanza'lar söylerlerdi; Limerick'in [birinci, ikinci ve beşinci dizeleri bir uyakta, üçüncü ve dördüncü dizeleri başka bir uyakta olan nükteli bir şiir, ç.n.] kökenini anlamak için bunları duymak bile yeterliydi. (P. Dinneen. Filidhe na Maighe, Dublin, 1906). Cambridge'deki öğrencilik günlerimde de her yıl benzer şölenler düzenlenirdi, ama doğaçtan şiir söyleme kimi uygunsuzluklara yol açtığından yasaklandı.
81 Tanrıların Doğuşu, 30-31.82 ilyada, 9.186-89.
Y u n a n E p ik Ş ü r î n İ n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i 491
R esim 77. D a n s eden genç kız: Attika şarap tası
Bir karışık noktayı daha açıklığa kavuşturursak, sorunumuz kalmayacak. Alkaios'un içki şölenlerinde söylenen kimi şarkıları, Sappho dörtlüğü biçimindedir.83 Peki, Sappho içki şölenlerinde söylenen şarkılar da yazıyor muydu?
Kadınların da kendi aralarında şölen kurup gönül eğlendirdikleri düşüncesi, Victoria çağı bilginleri arasında destek bulmadı. Onlar, Yunan kadınlarının temiz adına sürülmüş bir leke olarak gördükleri bu düşünceyi bir yana attılar.84 Şarap tanrısına tapınmanın daha çok ka
83 Alkman, 77-78, 85, 92.84 R. Reitzenstein, Epigromm und Skolion, (Giessen, 1893), s. 18-19. illyria'da erkeklerin içki şölenlerinde
dınlara düşen bir görev olduğu ve suyun pek az bulunduğu bir ülkede, kadınların tıpkı kocalan gibi şarap içip eğlenmelerinde ne gibi bir uygunsuzluk olabileceğini düşünmeye yanaşmadılar. Demokratik Atina'da böyle bir alışkıya rastlanmadığı doğrudur. Ne var ki, Atina tüm Yunanistan demek değildi; hem sonra, demokratik Atina'nın kadınlara karşı garip tutumu da pek ünlüydü. Oysa eski çağ yazarları, kadınların şölen düzenleyip eğlenmeleri konusunda herhangi bir kaygıya kapılmış görünmüyorlar. Sikyon'lu bir hanımdan, Praksilla'dan, içki şöleni şarkılarının bestecisi diye söz ediyorlar; Sappho'dan da.85
Sappho, Lesbos adasında genç kızları toplum yaşamına hazırlayan bir okulun başındaydı. Toplum yaşamına hazırlayan okul diyorum ama, aynı kurumun daha ilkel bir biçimi olan erginleme okulu demek daha doğru olur sanırım. Bu okul, Alkman'ın Partheneion'unu yazdığı Sparta'daki agela gibi bir kadın tapımı derneğiydi gerçekte.
Bu küçük topluluğun yaşamındaki en canalıcı anlar, öğrencilerin evlenmek üzere ayrılıp gittikleri günlerdi. Sappho, aralarından ayrılan her kıza bir düğün şarkısı yazardı.86 Genç kızlar kadınların şenliklerindeki halkaya katılırlardı; bu şenliklerin en önemlilerinden biri de, Sappho'nun ağıtlar yazdığı Adonis bayramıydı.87 Bu genç hanımların akşamlan neler yaptıklarını bilmiyoruz, ama Sappho'nun övgü'lerini okudukları bir akşam yakarıları vardı sanırız. Dolayısıyla, akşam yemeklerinden sonra şarkı söylemeleri çok uzak bir olasılık olarak görülmemelidir.
Samos'daki Adonis bayramında genç kızlar içkili eğlentiler düzenlerler, bu eğlentilerde birbirlerine bilmeceler sorarlardı.88 Adonis tapı- mının bu özelliği salt Samos'a özgü olmasa gerek, çünkü başka yerlerdeki tapanlarda da görülmektedir. Boiotia'da kadınlar Agriania sırasında dışarı çıkıp yitik Dionysos'u ararlar; yemekten sonra da bütün akşamı birbirlerine bilmeceler sorarak geçirirlerdi.89
En eski çağlara kadar uzanan ve dünyanın çok yerinde rastlanan bilmece, kökeninde, topluluğa ahnma, kabul edilme gizlerini sorgulama
492 T a r İ h ö n c e s ) E g e
kadınlann da bulunması olağandı; Claudius Aelianus, Variae Historiae. 3.15. Şu örneklerden, benzer bir alışkının tarihöncesindeki Yunanistan'da da var olduğu sonucu çıkarılabilir Odysseia, 4. 219-34; Aiskhyios, Agamemnon,- 254-58. H iç kuşku yok ki, aynı alışkı Atina'da da köle kızlar ve fahişeler için geçerliydi: Platon, Şölen, 176e.
85 Aristophanes, V. 1240.86 Sappho, 115-33.87 Sappho, 21,107.88 Atheneos, 451b.89 Plutarkhos. Moralio, 717a.
Y u n a n Ep İk Ş İİr î n î n K u t t ö r e n s e l K ö k e n l e r i 4 93
nın bir yoluydu.90 Avrupa'nın birçok yöresinde olduğu gibi Yunanistan'da da bilmece zamanla nitelik değiştirerek en sonunda bir çocuk oyununa dönüştü. Ama bilmecenin büyüsel anlamı şu öyküde çok açık değil mi: Ünlü bilicilerden Kalkhas, rakibi Mopsos'un sorduğu bir bilmeceyi bilemeyince öfkesinden canına kıymış.91 Hint-Avrupa mitolog- vasmda bu tür öykülere çok rastlanır.92 Yunanistan'da bilmece ölçülü (vezinli) biçimini korumuştur. Bu da bilmecenin bir zamanlar şarkı gibi söylendiğini göstermektedir.
Demek, bu şenliklerde, kadınların belki de tıpkı o duvar resmindeki Minos'lu hanımlar gibi dışarda oturduklarını ve duruma uygun konularda doğaçtan müzikli bir sorgulama yürüttüklerini düşünebiliriz. Gerçi tablo tamamlanmıyor ama, erkeklerin akşam yemeği eğlentileriyle olan koşutluk ortada. Her ikisi de, en eski geçmişlerine dek izleri sürüldüğünde, klanın kamp ateşini çevreleyen alacakaranlıkta birbirini izleyen solo ve nakarat dizilerine varmaktadır.
Bu incelemenin başında, klan toteminin etkinliklerinin yansılanışı- mn klan atalarının basanlarını yansıtan dramatik danslara nasıl dönüştüğünü, böylece yiyecek üretme olanaklarının çoğaltılması için klan atalarının büyü gücüne nasıl başvurulduğunu görmüştük. Sınıf eşitsizliğinin artmasıyla birlikte bu ata ruhlarının nasıl birer tanrıya dönüştüğünü de. Yunan tanrıları bile, egemen klanların ataları, kurucuları olarak, kendilerine tapmanlarla ata bağlarını koruyorlardı. "Tanrılar soyu ile insan soyu birdir," diyordu Pindaros.93 Ancak genel olarak, sınıflı toplumun pekişmesiyle birlikte tanrılar kendilerine tapınan- lara bir anababa ilgisi, sevecenliği gösteren, ama ölümsüzlük ayrıcalığına sahip olan ayrı bir soy olup çıktılar.
Totem kuttöreninin evrilerek nasıl kurban sunma törenine, dans ve şarkı eşliğinde tanrıyla paylaşılan bir şölene dönüştüğünü de gördük. Bu, ev sahipleriyle konukların yemek yedikten sonra ilkin tanrılarına övgülerini gönderdikleri, ardından destansı atalarının geleneklerini anımsadıkları koral övgü'niin kökeniydi. İlk başlarda toplumun anaerkil yapısına uygun olarak tanrıçalara ve kadın kahramanlara övgüler söyleyen kadınlar ağır basıyordu koral övgü'de. Ama daha sonraları, savaşların yaygınlık kazanması ve kişisel mülkün çoğu kuzeyden
90 A. Pauly ve G. Wissowa, Realencyctopoedie der klossischen Alteriumswisserachafi, (Stuttgart, 1894- 1937); The Growth o f Uteroture, 3.152-53, 834-36.
91 Strabon. 642-43.92 The Growth of Literature, 1. 474.93 Pindaros, N. 6.1.
yeni gelen ataerkil askeri şeflerin elinde toplanması sonucunda, yeni türden bir koral övgü çıktı ortaya: Savaşçıl, erkeksi, kişisel ve dindışj. "Kadınların şan ve şerefi" yitip gitti. "Tanrıların şan ve şerefi" onurlu yerini koruduysa da, kesilip biçilip yeniden düzenlenerek yeni konumuna uygun kılındı. Artık ağırlık "erkeklerin şan ve şe re flid e y di; erkekler oradaydılar ve ozanı dinliyorlardı. Erkek ozan, dansçılar korosuna yol vermişti; geriye çalgısını, yani lirini de bırakması kalmıştı artık.
4 9 4 TA RtH Ö N CESt E g e
4 9 5
ARKEOLOJİ AÇISINDAN HOMEROS
XVI
1. Tarihlendirilebilir Öğeler
Attika'lı tragedya yazarları, tarihsel tutarlılık kaygısı duymaksızın, kendi zamanlarının düşünce ve alışkılarını dile getirerek sahnedeki kahramanlarını az çok gündeş bir konumda sunarlardı. Epik gelenekse epey değişikti. Tıpkı genelde kahramanlık şiiri gibi epik şiir de bilinçli bir biçimde eskiseldi (arkaistik). Bu şiirlerde, Mykene uygarlığı sanki yeni yeni boy atıyormuş gibi anlatılır, o zamandan bu yana olup bitenler bilerek gözardı edilirdi. Sözgelimi, Peloponnesos'da Dor'lara, Anadolu'da İon'lara rastlanmazdı, silahlar tunçtandı, altın ve gümüşten geçilmezdi. Bu ozanlar geçmişte yaşıyorlardı. Kuşkusuz, kimi terslikler de vardı. Ama yeri geldikçe anlattıkları kimi konulardan anlıyoruz ki, bu ozanlar demirin kullanılışını iyi biliyorlardı. Sonra, temelde, kadınların toplumdaki konumu konusunda kafalarının epeyce karışık olduğunu daha önce saptamıştık. Gene de, eski çağlara ilişkin bilgilerinin genelde doğru olduğu arkeoloji tarafından onaylanmıştır.
Homeros arkeolojisi, karşılaştırmalı bir incelemedir. Şiirleri kazılarda ortaya çıkarılan kalıntılar ışığında, kalıntıları da şiirler ışığında yorumlar. Şiirlerde, arkeologların, erken ya da geç, on beşinci yüzyıldan oıı yedinci yüzyıla kadar belli dönemlere göre tarihlendirdikleri öğeler -maddi nesnelerin ve toplumda uyulan kural ve törelerin tanımlamaları- vardır. Bunlar bugüne kadar birçok kez tartışıldı. Burada, Homeros eleştirisinin kimi ilkelerini aydınlatmak amacıyla yalnızca en açık seçik örnekleri ele alacağım.
İh/ada'ııın On Birinci Bölümünde, Patroklos Nestor'un barakasından içeri bakar ve masanın üstünde iki ayaklı çok güzel bir kupa görür:
4 9 6 T a r i h ö n c e s i E g e
Altın kakm alıydı kupanın üstü , kulpu vard ı tam d ört tane, gagalıyord u her kulpu altından iki k u m ru .1
B u so n a y rın tı H o m e r o s u z m a n la r ın ı ço k şaşırtm ıştı; ta ki, M y k en e 'd ek i d ö rd ü n c ü O lu k Gö- m iit 'd e ço k s ü s lü k u lp la r ı o la n v e İly ad a'd ak i ta n ım a ço k y a k ın d ü ş e n b ir içk i b a rd a ğ ı b ulu n u n c a y a k a d a r .2
İlyada'nm O n u n cu B ö lü m ü n d e , M e rio n e s tolg a sın ı O d y s s e u s 'a v e r ir :
Kayışlarla iyicene gerilm işti tolganın içi, dışına bir yaban d om u zu n u n ak dişleri çep eçevre, sık sık, ustaca dizilm işti.3
B u b u lm a c a , M y k e n e s a n a tın d a k i to lg a ö rn e k le r iy le ç ö z ü ld ü ; ö te y a n d a n , g ö m ü tle rd e b içü rılen d irilm iş v e tu ttu ru lm a k ü z e re b ir u ç la rı d e lin m iş y a b a n d o m u z u d iş i p a r ç a la r ın ın b u lu n m a s ı , b u lm a c a y ı tü m d e n ç ö z d ü . P a r ç a la r d e ri b aşlığ ın için e tu ttu r u lm u ş v e y a n y a n a d ik ilm iş ti.4
B u iki ö rn e k o n b e şin ci y ü z y ıl o la ra k ta r ih le n d ir ilm iş tir , d o la y ıs ıy la H o m e ro s g e le n e ğ in in M y k e n e ç a ğ ın a k a d a r g e rile re u z a n d ığ ı y o lu n d a k i b e n im s e n m iş g ö rü şü d o ğ r u la m a k ta d ır . A m a g e n e b u ö r n e k le r , a n la tı ld ık la rı b ö lü m le r in o k a d a r
esk id e g e ç tiğ in i k a n ıtla m a m a k ta d ır , çü n k ü e p ik ş i i r d e b u tü r e sk i ta n ım la m a la r g e le n e k se l b ire r iz lek o la ra k k o ru n u r, k u ş a k la r b o y u d u r m a d a n a n la tılır . B u ra d a y a ln ız c a b ö lü m le r in içe r iğ i ta r ih le n d irilm iştir .
1 ilyada, 11. 632-35.2 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 137-38. Bkz. Resim 78.3 ilyada, 10. 261-65.4 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 138; Bkz. Resim 79.
Resim 78. D ördü n cü O lu k G ö m ü t’den b ir altın kupa
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H O M ERO S 4 9 7
On Birinci Bölümde, Agamemnon Kıbrıs'dan armağan olarak gönderilen zırhını geçirir göğsüne:
O n sırası koyıı göktaşındandı,on iki sırası altından, yirm i sırası kalaydan,iki yan d an boyuna d o ğ ru ü ç yılan dolam yordu .K ronosoğlunun ölüm lü insanlara bir belirti d iye bulutlara dayadığı gökkuşaklarını an dırıyordu .5
Yılan Mykene'de süsleyici amaçlarla kullanılmıyordu, ama Fenike'de ve Doğu biçemi taşıyan erken Yunan sanatında yaygındı.6 Bu zırh yedinci yüzyıldan daha eski olamaz.
On Yedinci Bölümde, Troyalı dostlardan birinden, Euphorbos'dan "Tanrısal saçları hemen bulandı kana/altmla, gümüşle sarılı lüleleri kana bulandı"7 diye söz edilir. Mykene'li erkekler saçlarını lüle yapmazlardı, ama lüle saç altıncı yüzyılda hem erkekler, hem kadınlar arasında geçerlikteydi.8 Euphorbos'un lüleleri, Agamemnon'un zırhından daha eski değildir.
Bir nesneyi betimleyen sözcüklerin biçimi o nesneden daha yeni olabilir, ama daha eski olamaz. Zırh ve saç yaptırma erken tarihsel döneme ilişkinse, İlyada'daki bu bölümlerin de erken tarihsel döneme değgin olması gerekir ve aynı ölçüde geç ve daha ortaya çıkarılmamış başka şiirler de olması gerektiğinden bu şiirlerin yedinci yüzyılda hâlâ yayılmakta olduğu sonucuna varabiliriz.
Bir bütün olarak şiirlerin zamandizinirıi saptayabilmek için, böyle birbirinden kopuk bölümler yeterli değildir. Salt birer eklenti olarak açık- lanamayacak kadar derinliğine gömülü ya da kapsamlı öğeler bulmaya çalışmamız gerekiyor. Gerçi böyle birçok öğe var, ama gene de çoğu tartışmalı. Ben bunlardan ikisiyle yetineceğim: Gömme biçimi ve Helena.
2. Gömme Biçimi
Mykene prensleri ölülerini gömerlerdi. Şiirlerdeyse ölüler yakılmaktadır. Daha sonraki dönem Yunanistan'ında her iki uygulama da sözko-
5 İlyoda, 11.19-28.6 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 125-26.7 İlyoda, 17. 52.8 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 127-30.
498 T a r i h ö n c e s i Eg e
nusuydu. Homeros arkeolojisinde en çok tartışılan çelişmelerden biridir bu. Genel olarak gömme kurallarıyla ilgili birkaç sözle başlayayım işe.
Ölünün gömülmesi kuralının geçerli olduğu her yerde ölünün ya- nıbaşına çanak çömlek, araç gereç, silah, sözün kısası her türden alet bırakmak bir alışkanlık olagelmiştir. Uzmanların çoğu bu alışkanlığı öleni gelecekteki bir yaşam için donatmanın bir yolu olarak açıklamaktadır; birçok örnekte bu alışkanlığı uygulayan insanların kendileri de aynı nedeni göstermektedirler. Ancak çok iyi biliyoruz ki, ilk baştaki amaçlarından uzaklaşmış uygulamaların sürmesini haklı göstermek için durmadan yeni nedenler bulunup çıkarılır. Sözgelimi, bu uygulamada bu açıdan önemli sorunlar vardır. Ölünün yanıbaşına bırakılan her nesne yararcı bir değer taşımamaktadır. Kimileri, örneğin küçük yontular, kamış simgeleri, muskalar açıkça büyüyle ilgilidir. Dahası, çanaklar gömüte konulmadan önce çoğu zaman bilerek kırılmaktadır.9 Sanırız, en azından bunların öbür dünyada kullanılması düşünülmüyordu. Karsten'in ileri sürdüğü gibi, bu nesnelerin, içlerindeki büyüyü salıvermek amacıyla kırılıyor olmaları çok daha olasıdır. Demek, aynı şey öteki nesneler için de düşünülebilir.10 Bunlar, ölenin kişisel eşyası olarak, onun yaşamından bir şeyler taşımaktadır; dolayısıyla onun eski durumuna döndürülmesinde özellikle etkili olacaklardır. Söz konusu uygulama, böyle yorumlandığında, aynı ölçüde yaygın olan başka gömme alışkılarına da uygun düşmektedir: Ölünün gömüte doğumdan önce dölyatağmdaki durumda yerleştirilmesi; kemiklerin aşıboya- sına, kırmızıya boyanması; ölünün yanma tohum ya da yaprak serpilmesi; gömütün üstüne çiçek dikilmesi. Gömme töreni, özel bir erginleme töreninden başka bir şey değildir. Amaç, yaşamı yenilemektir.
Ölülerin yakılması da öyledir. Doğum ölüm, ölüm de doğum olduğundan, yeniden doğma ölüp yok olmayı gerektirir. Yaşlı Adem ölmelidir ki, onun bağrında yeni insan boy atabilsin. En yaygın erginleme törenlerinden biri de ateşle sınamadır; o arındırıcı yanıyla ateşle sınama yeniden doğmaktan başka bir şey değildir. Ölülerin yakılmasının anlamı da budur. Gömme ve yakma, aynı ilkenin olumlu ve olumsuz yönleridir yalnızca; ama ilkenin parçalanıp dağılmasıyla birlikte ayrı niteliklere bürünmüşlerdir.
9 R. Karsten, The Civilisation o f the South American Indians, s. 244-45, 246, 251-53; J. Roscoe, The Banyankole, s. 147. Bu uygulama Yunanistan'da hâlâ sürmektedir N .C . Polites, "On the Breaking of Vessels as a funeral Rite in Modem Greece" (“Modem Yunanistan'daki Gömme Törenlerinde Çanak Çömlek Kırma Üstüne"), Journal o f the Anthropological Institute. (Londra, 1872-), 23. 29.
10 R. Karsten, The Civilisation of the South American Indians, s. 244-45.
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H O M ERO S 4 9 9
Kimileri, yakmanın gömmeden daha maddeci bir bakış açısını içerdiğini söylerler.11 Bu da yanlış bir değerlendirmedir. Ölünün kırık çanak çömlekle yaşama geri döndürülebileceği inancı kaba ilkel maddeciliğin tipik bir örneğidir. Yakma inancındaysa, ölü yalnızca gövdeden ayrılmış bir ruh olarak varlığını korur. Homeros'da ruhun bir hayalet ya da yaşayan kişinin gölgesi olarak görülmesi, ruhun maddedışı ya da Ölümsüz bir şey olarak ele alındığı Orpheus'çu gizemciliğe giden yolda atılmış bir adımdı.
Soruna bu açıdan yaklaşırsak, Mykene'deki uygulama ile Homeros geleneği arasındaki uçurumun sanıldığı kadar geniş ya da derin olmadığını görürüz.
Birçok Mykene gömütünde ateş izi kalmıştır. Dendra'da bulunan yağmalanmamış bir gömüt, uygulamanın nasıl yapıldığını açığa çıkarmıştır sonunda: Ölü gömülmüş, ama kişisel eşyası gömü tün hemen yanındaki sığ bir çukurun içinde yakılmış. İkinci bir çukur ise, gömme töreni sırasında kurban edilmiş insan ve hayvanların kömür olmuş kalıntılarıyla dolu.12 Nitekim, İlyada'da, Patroklos için düzenlenen tören sırasında Akhilleus dört at ve dokuz köpekle birlikte on iki Troyalı tutsak öldürür, Patroklos'un ölüsünün altında yanmakta olan ateşe atar hepsini.13 Böylece Patroklos'un ölüsü de yakılır. Bu gömme töreni, olağandışı ve korkunç bir olay olarak anlatılır. Homeros'daki olağan gömme töreniyse çok daha yalındır. Birkaç hayvan kesilip kurban edildikten sonra ölü yakılır, kemikleriyle külleri bir kutuya konur, kutu bir çukura indirilir ve üstünde bir gömiittaşı bulunan bir tümsekle örtülür.14 Şimdi bu yakma mıdır, yoksa gömme mi? Kuşkusuz, ikisi de.
Ölü gömme sekizinci ve yedinci yüzyıllarda uygulanıyordu, dolayısıyla Homeros ozanlarının bu olaya yabancı olmamaları gerekir.15 Ama onlar ölülerin gömülmesinden hiç söz etmezler. Bundan, Homeros ozanlarının kahramanlık çağının uygulaması olduğuna inandıkları şeye bağlı kaldıkları anlamı çıkarılmalıdır. Az önce gördüğümüz gibi, ozanların geleneği gerçek gelenekten değişikti. Çünkü Mykene döneminde ölüyü gömüp eşyasını yakıyorlardı. Epik şiirdeyse ölü önce yakılmakta, sonra gömülmektedir. Homeros destanlarındaki işlem da
l ı H.L. Lorimer, "Pulvis et Umbra "Journal 0/ Hellenic Studies, (Londra, 1880-), 177.12 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 155.13 İlyada, 23.164 69.14 İlyada, 24. 788-801, 6.418-19: Odysseia, 1.291,2.222; İlyada. 21.320-21,23.91.239,252-53; Odpseia,
24. 6S-84.15 H.L. Lorimer, "Pulvis et Umbra". 170-71.
ha yalındır ve kuşkusuz Mykene'deki işlemden kaynaklanmış olması gerekir; yoksa neden külleri toprağa gömsünler? Eğer Mykene ve Pylos hanedanlarının soyundan inen Aiol ve İon soyluları arasındaki kural bu idiyse, o zaman ozanların kahramanlık çağına neden bu kuralı yakıştırdıkları açıklık kazanmaktadır. Ve eğer, yurtlarından kalkıp başka yerlere göç eden bu insanları atalarmın uyguladığı kuraldan uzaklaşmaya neyin zorladığını soracak olursak, bunun yanıtının, yeni yurtlarının kısıtlı olanakları içinde böyle bir uygulamayı yerine getirebilecek durumda olmamalarında yattığını görürüz.
Vardığım bu sonuç desteksiz kalsaydı tek başına bir ağırhk taşımayacaktı, çünkü bir arkeolog değilim ben. Ama Akha'larm ölülerini Yunanistan'da da bilinemeyecek kadar eski bir zamandan beri yakıyor olabileceklerini, ancak Mykene etkisi altında uygulamada değişiklik yapmış olmalarının da gözden uzak tutulmaması gerektiğini bile ileri süren Lorimer'ın vardığı sonuca da yakındır benim ulaştığım sonuç.16 Eğer ölüyü yalnızca yakmakla yetinip kalıntıları gömmeselerdi, arkeologun bulacağı hiçbir şey kalmazdı geriye.
3 . H e l e n a
Yüzünün güzelliği uğruna bin geminin denizlere yelken açtığı Helena bir söylencedir; kadının ölümsüz güzelliğinin söylencesi:
G ünışığı iner gökyüzünden,G enç ve güzel ölür eceler,H elena'nm gözlerini toprak örter.
Bu söylencenin kaynağına ilişkin yöntemlice bir araştırmanın, onu yaratan ozanlara olan tutkumuzu daha da artıracağını göstermeye çalışacağım.
Helena'nm söylencedeki kökeni artık hemen herkesçe benimsenmiştir.17 Kuğu kuşuna dönüşen Zeus'un gebe bıraktığı Karia'lı "ka- dm"m (bkz. Kültürlerin Çatışması başlıklı bölümde: 4. Batı Yunanistan'daki Leleg'ler) doğurduğu yumurtadan çıkan Helena, hem Karia'lı Leleg'lerin tapımmda bir su kuşu olarak simgelenen Bataklıkların Ar-
5oo T a r i h ö n c e s i Eg e
16 Aynı yerde, 176.17 M.P. Nilsson, Mycenaean Origin o f Creek Mythology, s. 74-75,170-75.
temis'ine,18 hem de Fenike'lilerin aydan düşen bir yumurtadan çıkan Aphrodite-Astarte'sine yakındır.19 Helena'nın sevgilisiyle kaçışının öyküsü, ancak bölük pörçük bildiğimiz yitik Homeros'su destanlardan birinde, Kypria'da (Kıbrıs Destanı) anlatılmıştı. Aleksandros (öbür adıy
A r k e o l o j i A ç i s i n d a n H o m e r o s 501
la Paris) günlerden bir gün Sparta'ya Menelaos'u görmeye gider, ama lam o sırada evsahibi Menelaos Girit'e çağrılır, daha aradan üç gün geçmeden Aleksandros Helena'yla birlikte soluğu Troya'da alır. Bu
18 T. Harrisson, Savage Civilisation (Yabanıl Uygarlık), (Londra, 1937), s. 114; F. Imhoof-Blumer ve P. Gardner, "Numismatic Commentary on Pausanias", Journal of Hellenic Studies, 1.103.
19 Hyg. F. 197. Helena'nın yumurtasının da aydan yere düştüğü söyleniyordu: Ath. 57f; Plutarkhos, Moralia, 637b.
502 TA R İH Ö N C ESİ EGE
öyküden İlyada'da yalnız bir kez söz edilir: O da, Hekabe Athena için şal seçerken dolaylı olarak:
G üzel kokulu am b ara indi ana,O rda renk renk şallar vardı,Sidonia'lı kadınların işlediği şallar.Y aygın denizin ötesinden H elene'yi k açırd ığınd a,T anrıya b en zer A leksandros Sidon'dan getirm işti.20
Herodotos'un da ayırdma vardığı gibi İlyada'daki bu bölüm Kypria ile çelişmektedir.21 Aleksandros, Sparta'dan Troya'ya dönerken neden Fenike'nin başkentinden geçmiştir?
Troya kentinin düşüşünden sonra Menelaos'un yaptığı yolculuklar Odysseia'da anlatılır.22 Agamemnon'la kavga eden Menelaos, kış bastırmadan Ege Denizi'ni aşma kaygısıyla Agamemnon'u almadan gemiye atlar, yola çıkar. Lesbos'da, yurduna erişmeye çalışan Nestor'la karşılaşır, gemileriyle yan yana yelken açarlar, Sunion'a varırlar. Orada dümencisi ölünce Menelaos mola verir, zaman yitirir. Yeniden yelken açıp da Maleia dağının sarp kayalıklarına geldiğinde bir kasırga patlar, gemiler Mısır ve Girit'e sürüklenir. Yurduna döniinceye dek yedi yıl geçer aradan. Menelaos Kıbrıs'a, Fenike'ye, Ethiopia'ya, Mısır'a ve Libya'ya uğrar. Mısır'dayken, tanrıların istediği bir kurbanı kesip sunmadığı için bir fırtına çıkar, Menelaos'u Pharos adasında ahkoyar. Orada, Deniz İhtiyarı Proteus'la karşılaşır. Proteus, yazgısını anlatır Menelaos'a:
Sana M enelaos, Z eu s'u n beslediği, nasip değil at yetiştiren A rg os'ta ölüp kaderini d old u rm ak , ölü m sü z d ün yan ın ucuna götü recek seni,Elysion ovasın a, sarışın R had am an tys'in yan ın a, öyle rah at y aşar ki insanlar ord a:H iç kış o lm az, ne kar yağar, ne yağ m u r, insanları serinletm ek için yükselir O k ean os'tan esen yelleri Z ep h yros'u n tatlı tatlı.
20 İlyada. 6.288-92.21 Herodot Tarihi. 2. 117; Aiskhylos, Agamemnon. 696. Kypria1 nm bu bölümü daha sonraları ilyada’ye
uydurulmak üzere yeniden yazıldı; Proclus, Chr. s. 103; bkz. T.W. Allen, Homer: Origins and Transmission, (Oxford, 1924), s. 151.
22 Odysseio, 3.130-69, 276-302,4. 351-586.
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H OM ERO S 5O3
N eden mi böyle olacak bu,sen H elene'nin kocası, Z eus'u n dam adısın da ondan.
Bunun üzerine Menelaos Mısır'a döner, tanrılara kurbanları sunar, yola çıkıp Sparta'ya gelir. Onu Sparta'da tüm öyküyü Telemak- hos'a anlatırken buluruz; Helena da çırağıların ışığında iş işlemektedir.
Bu öykünün ilginç yanı, az önce alıntıladığımız bölümü saymazsak, Helena'yı pek önemsememesidir. Krallar Helena uğruna Troya'yı yağmalayacaklarına ant içmişlerdir; oysa bu öyküde, Helena'nın on yıl kan döküldükten sonra kocasına geri verildiğini ve yedi yıl denizlerde dolaşan kocasına bağlı kaldığını varsaymaktan başka bir seçenek bırakılmıyor bize. Helena'nın Menelaos'un serüvenlerindeki konumu konusunda bütün öğrenebildiğimiz, Helena'ya iki kez şöyle bir değinilen dizelerden çıkarabildiklerimizden öteye geçmiyor: Hekabe'nin gümüş sepeti Mısır'daki Thebai kentinin kralı Polybos'un eşi Alkandre'nin armağanıdır. Bir de, Helena'nın bir ilacı vardır; Mısır'da Thon'un eşi Poly- damna vermiştir bu ilacı ona; ilaç içkiye atıldığında yası öfkeyi dindirmekte, tekmil acıları unutturmaktadır.24
Helena savaştan önce Fenike'ye gitmişti; savaştan sonra yurduna Mısır'dan döndü. Peki, Troya'ya hiç gitmiş miydi acaba?
Stesikhoros, hayır diyor. Yalnızca hayali gitmiş Troya'ya Helena'nın. Bir hayalet uğruna savaşılmış. Gerçi daha önceki bir şiirinde Stesikhoros Homeros'daki yorumu benimsemişti, ama sonra ansızın görüş değiştirdi ve ünlü reddiyesini yazdı: "Bu öykü doğru değil. Sen ne bir gemiye ayak bastın, ne de Troya'nın surlarına çıktın."25 Bu görüş zaman zaman salt kimin söylediğine bakılarak doğru sayılmıştır, ama bir Yunan ozanının sırtım dayayacağı başka bir yetkili olmadan İlyada'ya meydan okumayı göze almış olabileceğine inanmak güçtür. Nitekim, Ste- sikhoros'un gerçekten güvendiği böyle bir yetkilinin var olduğu anlaşılıyor. Çünkü Tzetzes'e bakılırsa, Helena'nın hayaleti düşüncesini daha önce Hesiodos da ortaya atmıştır.26
23 Odysseio, 4. 561-69.24 Odysseio, 4. 125-32, 220-30.25 Stesikhoros. 11. Homerosoğulları arasında, Helena'nın bir gün Homeros'un düşüne girdiği ve ondan
“Troya seferi" üstüne bir şiir düzmesini istediği söylenirdi: Iso, Hel. 64-65. Aynı türden başka öyküler için bkz. Pausanias, 9. 23. 3; Platon, Phaidon, (Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri: 12, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1945, ikinci basım), 60e; Plutarkhos, Moralia, 543a.
26 Hesiodos, fr. 266; Lykophron, 822.
B ir ta r ih çi o la r a k ek sik leri b u lu n m a s ın a k a rş ın , y e te n e k li b ir edebiy a t e le ş tirm e n i o la n H e r o d o to s d a a y n ı s o ru n u e le a lm a k ta d ır . H ero- d o to s , M ısır k ra lla rın ı a n la tırk e n bu so ru n a d e ğ in m e k te d ir :
P h ero s 'd an son ra gelen , bana dediklerine g ö re , M enıphis'U birisidir; ad ı, Y unan söyleyişine göre P roteu s'tu r ve bugün M em p h is'te pek gü zel, pek bakım lı bir kutsal yeri [tem enos] vard ır; H ephaistos tapınağının gü ney yü zün ü n karşısına düşer. T y r Fenike'lileri bunun çevresin de otu ru rlar ve bütün buralara T yr'lüler m ahallesi denir. Proteu s'u n bu yerinde, Y abancı A p h rod ite tapm ağı denilen bir tapınak vard ır. Bu tapınak, T yn d areos kızı H elene için kurulm uş olsa gerek tir; bana anlatılan ve H elene'yi Proteu s'u n yanında gösteren h ikayeden ve A phrodi- te 'ye takılan Y aban cı sıfatından ben böyle çık arıyoru m . Ç ünkü bu tan rıça, başka hiçbir tap m ağınd a böyle anılm ış değild ir.27
H e r o d o t o s , b u s ö y le d ik le r in in a r d ın d a n , ta p m a k ta k i ra h ip le rd e n d in le d iğ i ö y k ü y ü a n la tıy o r : A le k s a n d ro s , H e le n a 'y ı S p a r ta 'd a n k açırd ık ta n s o n ra T r o y a 'y a d o ğ r u d e n iz e aç ılm ış . A m a te rs e se n y e lle r onu M ısır k ıy ıların a a tm ış . M ıs ır 'd a , A le k s a n d ro s 'u n k im i k ö le leri o n u n M e- n e la o s 'u n y a p tık la r ın ı ra h ip le re a n la tm ış la r . N il ır m a ğ ın ın a ğ z ın ı bek ley en T h o n is d e d u r u m u P ro te u s 'a iletm iş. B u n u n ü z e r in e P ro te u s Alek- s a n d r o s 'u y a k a la tm ış , H e le n a 'y ı d a k en d i k o ru m a s ı a lt ın a a lm ış . Sonra d a , A le k s a n d r o s 'a ü ç g ü n iç in d e ü lk e d e n a y r ılm a s ın ı b u y u rm u ş .
R ahiplerin bana an lattıklarına göre, H elene, P ro teu s'u n yanına böyle gelm iş; zaten bana öyle geliyor ki, bu hikayeyi H om eros d a biliyordu; am a herhalde anlattığı d estan a layık bulm am ış olacak ki bunu bilerek küçüm sem iştir, am a bildiğini de belli etm iştir; bu, İlyad a 'n m , A leksan- d ros'u n göçeb e gezişini ve H elene'yi kaçırırken, en son Fenike'deki Si- d on 'a yan aşm ad an önce, nasıl o kıyıdan bu kıyıya atıldığını anlatan (ve destanın başka bir yerind e tersi söylenm iş o lm ayan ) dizelerinden anlaşılm ak tad ır.28
H e r o d o to s d a h a s o n ra şa lla ilgili b ö lü m d e n b ir a k ta rm a y a p ıy o r ve bu b ö lü m d e a n la tı la n ın K ypria1 d a k i y o ru m la ç e liş tiğ in i s ö y le y ip H e le n a 'n m M e n e la o s 'a n a sıl d ö n d ü ğ ü n ü şö y le d ile g e tir iy o r :
504 T a r i h ö n c e s i Eg e
27 Herodot Tarihi, 2. 112.28 Aynı yerde. 2.116.
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H OM EROS 505
M enelaos M ısır'a gelir, M em p h is'e doğru yelken açar; olanı biteni d o sd oğru anlatır; çok iyi karşılanır, bir sıkıntı çekm em iş olan H elene'yi alır ve onunla beraber bütün servetini geri getirir. A m a M enelaos, bütün bu iyiliklerine karşılık M ısır'a haksızlık etm iştir. Yola çıkacağı sırada u y gun rü zg âr b u lam ad ığı için o ld u ğu y erd e kalm ış; bu böyle u zay ın ca , dine aykırı bir kurban kesm ek istem iş; iki Mısırlı çocuk alm ış, bıçakla boyunlarından kesm iş. Sonradan bu su ç ortaya çıkınca p açaları tutuşm uş, gem ileriyle beraber Libya'ya kaçm ış.29
Durmadan yinelenen Proteus, Pharos ya da Pheros, Thon ya da Thonis gibi adlar Herodotos yorumunun Homeros yorumuyla belli bir bağıntısı bulunduğunu gösteriyor, ama bu iki yorum gene de temel noktada çelişiyor. Helena Troya'ya hiç gitmemişti; yalnızca Mısır'a gitmişti. Peki, Helena'nın Mısır'da kalışıyla ilgili bu öykü ne kadar eskiydi?
Pharos adası Nil Deltası'nın hemen dışındadır. Oysa Odı/sseia'da bu adanın kıyıdan gemiyle bir günlük yolda olduğu anlatılır.30 Yunanlıların Delta'da, Naukratis kentinde bir tecim merkezi kurdukları İ.Ö. 600 yılından sonra, Pharos adasının uzaklığının böylesine yanlış hesaplanması olanaksızdır. Kaldı ki, Yunanlılar Nil dolayını büyük bir olasılıkla çok daha öncelerden biliyorlardı. Dahası, Lorimer ve Nilsson'un belirttikleri gibi, Mısır'daki Thebai kentinden sanki krallık başkentiymişçesine söz edilmektedir. Oysa Asurbanipal Mısır'daki Thebai kentinin İ.Ö. 663 yılında tümden yok etmişti ve bu kent on üçüncü yüzyıldan sonra hiç başkent olmamıştı.31
Herodotos'daki yorumun eskiliğini doğrulayan bir başka nokta daha var. Bu nokta, Homeros yorumunda eksik olanı tamamlıyor. Ody- sseia'da şöyle bir değinilen kurban kesme olayı, Herodotos'a Memp- his'de anlatılanlarla açıklığa kavuşuyor. Çünkü Menelaos'un, erkek kardeşinin benzer bir durumda yaptığını yaptığı, aynı türden bir kut- törene başvurduğu anlaşılıyor. İphigeneia'nm kurban edilmesinden söz ediyorum.
Herodotos'a olayı anlatanlar, Tyros'lular mahallesindeki Aphrodite rahipleriydi. Demek, bu öykü Fenike kökenliydi. Ancak, bu noktada, Dracontius'un sürdüregeldiği bir başka yorumu da gözden kaçır
29 Aynı yerde, 2.119.30 Odysseio, 4. 354-57.31 H .L Lorimer “Homer’s Use of the Past" (“Homeros’un Geçmişten Yararlanması”) Journal o f Hellenic
Studies, 49.153; M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 157-58.
5o 6 T a r İh ö n c e s İ Eg e
m a m a lıy ız .32 A le k s a n d r o s , H e le n a 'y la K ıb r ıs 'd a k i A p h r o d ite ta p ın a ğ ın d a k a rş ıla ş ır v e ta m M e n e la o s G irit 'd e n K ıb rıs 'a g e ld iğ i s ıra d a H e le n a 'y la b irlik te g e m iy e a tla y ıp T r o y a 'y a d o ğ r u y e lk e n a ç a r . D ra co n ti- u s K a r ta c a 'n ın y e r l is iy d i, d o la y ıs ıy la o d a b ir F e n ik e 'liy d i .
H e r o d o to s v e D ra c o n tiu s , H e le n a 'n m g e rç e k te D o ğ u A k d e n iz li o ld u ğ u v e A p h ro d ite -A s ta r te 'n in te m e lin i o lu ş tu r d u ğ u n o k ta s ın d a binle ş iy o rla r . H o m e r o s 'd a F e n ik e 'd e k i S id o n k e n tin e y o lc u lu ğ a d eğ in il- m e sin in a rd ın d a y a ta n b u d u r . H e le n a 'y ı S p a r ta 'y a y e r le ş tire n v e T ro y a 'y a g ö n d e r e n le r , H o m e r o s o ğ u lla r ı o lsa g e re k tir . H o m e ro s o ğ u lla r ı , H e le n a 'n m D o ğ u A k d e n iz li k ö k e n in i u n u tt u r m a y a ç a l ış m ış la r , a m a a ra d a is te m e y e re k a ğ ız la r ın d a n k a çırm ışla rd ır . D a h a s o n ra , H e le n a 'n m D o ğ u A k d e n iz k ök en li o lu şu , K ypria'da g e n e g ö z d e n k açırılm ıştır. O n u n g e rç e k k ö k e n i, g e rç e k H e le n a ile d ü şse l H e le n a a ra s ın a b ir a y ır ım koy a ra k d u r u m u d ü z e l tm e y e ça lışa n H e s io d o s o k u lu n c a a n ım sa n m ış tır .
F e n ik e 'lile rin d o k u z u n c u y ü z y ıld a n ö n ce E g e ile d o la y s ız h içb ir b ağ la n tıla rı o lm a d ığ ı sö y le n e b ilir . D o ğ r u d u r b u . Y u n a n y e r le ş im m e rk e z le r in d e y a p ıla n k a z ıla r d a ç ık a rıla n , M ısır v e A s u r ö rn e k le r in e b a k ıla ra k y a p ılm ış F e n ik e g ü m ü ş ça n a k la rı d a b u n u g ö s te r m e k te d ir . S ö zü n ü e ttiğ im iz g ü m ü ş ç a n a k la r sek izin ci y ü z y ıld a n d ır . D a h a ö n c e le ri , b ü y ü k b ir o lasılık la F e n ik e g e m ile riy le g e tirilip sa tıla n , M ısırlıla rın k u tsa l s a y d ık la rı b o k b ö c e k le rin e v e k ü çü k y o n tu la ra ra s t la n ıy o r . A p h ro d ite 'n in b u d ö n e m d e K ıb rıs 'lı v e K y th e r a 'h d iy e ta n m d ığ ı k e s in d ir .33 F en ik e 'li- le r K ıb rıs 'a a ş a ğ ı y u k a rı o s ıra la rd a y e rle şm iş le rd i v e K y th e ra a d a s ı Fe- n ik e 'lile rin E g e D e n iz i 'n d e k i te c im d u r a k la r ın d a n b ir iy d i .34 N ilsso n , b ü tü n b u n la ra d a y a n a r a k , F e n ik e 'li le r in o n u n c u y ü z y ıld a n ö n c e E g e D e n iz i 'n e g ir m iş o la m a y a c a k la r ın ı ileri s ü r ü y o r ; T r o y a S a v a ş ı 'm n g e len ek sel ta r ih in in iki y ü z yıl s o n ra s ı d e m e k tir b u .35
F e n ik e 'li le r in O dysseia 'd a a n la tıla n ö y k ü le ri , F e n ik e 'li d e n iz c ile rin E g e s u la r ın d a d o la ş tık la r ım g ö s te rm e k te d ir . D o la y ıs ıy la , F e n ik e 'lile rin E g e 'd e k i v a r l ığ ı o n u n c u y ü z y ıla y a d a d a h a s o n r a la r a y a k ış tır ılm a lı- d ır .36 A m a A le k s a n d ro s v e M e n e la o s 'u n y o lc u lu k la r ı , E g e li d e n iz c ile rin F e n ik e s u la r ın d a d o la ş tık la rın ı o r ta y a k o y m a k ta d ır . F e n ik e 'lile rin d a h a D o ğ u A k d e n iz 'e e g e m e n o lm a d ık la rı d ö n e m e , D e n iz H a lk la rı'n ın S u riy e v e F ilis tin 'e a k m e ttik le ri, N il D e lta s ı'n ı y a ğ m a la d ık la r ı d ö n e m e
32 Dracontius, Rapt. Hel.33 ilyada, 5. 330, 8. 288,18. 193; bkz. Pausanias, 3. 23.1.34 Herodot Tarihi, 1.105.35 M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 134.36 Odysseia, 13. 271-86,14. 288-91,15. 415-84; bkz. ilyada, 23. 740-47.
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H OM EROS 507
H arita X . Anadolu ve Karadeniz
5 0 8 TARİH Ö N CESİ EGE
g e ri g itm e k te d ir le r . B u n la r a ra s ın d a , H itit b e lg e le r in d e n ö ğ re n d iğ im iz e g ö re , d a h a İ .Ö . 1 2 4 0 y ılın d a K ıb rıs 'a y e rle ş m iş o la n A k h a 'la r d a v a r d ı.37 A n la ş ıla n , P h e r o s d a a y n ı d ö n e m d e n d ir , ç ü n k ü X IX . H a n e d a n ın k ra lla rın d a n b iri o la r a k b e lir le n m iş tir .38 P ek i, F e n ik e 'li A p h ro d ite 'n in izi o d e n li g e r i le re sü rü le b ilir m i? Ö y le g ö r ü n ü y o r ki, sü rü le b ilir .
O n B irin ci B ö lü m d e , K a d m o s 'u n k ö k en in i ta r tış ır k e n , so n z a m a n la rd a K u z e y S u r iy e 'd e g e rç e k le ş tir ile n v e M in o s G irit 'i v e M y k e n e Y u n a n is ta n 'ı ile b a ğ ın tıla rı a ç ığ a ç ık a ra n k a z ıla rd a n s ö z e tm e v e O rta M in o s k ü ltü rü n ü n k im i ö ğ e le r in in b u b ö lg e d e n k a y n a k la n m ış o la b ile ce ğ i g ö rü ş ü n ü o r ta y a a tm a o la n a ğ ı b u lm u ştu k . B ö y le id iy s e , o z a m a n iki y ö n lü b ir a k ım s ö z k o n u s u y d u : O rta M in o s d ö n e m in d e S u r iy e 'd e n G i- r i t 'e v e K n o s s o s 'u n d ü ş m e s in d e n s o n ra M y k e n e 'd e n S u r iy e 'y e . B irin cis i, D e m e te r 'i G ir it 'd e n Y u n a n is ta n 'a g e tire n K a d m o s 'u n n için F en ik e 'li s a y ıld ığ ın ı a ç ık lıy o r . İk in cisiy se , H e le n a s ö y le n c e s in in D o ğ u A k d e n iz 'i y a ğ m a la y a n A k h a 'l ı d e n iz c ile rd e n k a y n a k la n d ığ ın ı d ü ş ü n d ü rü y o r .
B ir g iiv e rc in -ta n r ıç a o la ra k A p h ro d ite -A s ta r te , H itit re s im y a z ıia r ın - d a g e ç e n K u b a b a 'n ın , K a rg a m ış tan rıça s ın ın s o y u n d a n in m iş tir .39 T a n r ıç a K u b a b a , eşi S a n d a s 'la b irlik te , G ü n e y b a tı A n a d o lu 'd a d o ğ m u ş tu r ; o ra d a o n a K y b e b e a d ıy la ra s tla r ız .40 Y u n a n A p h ro d ite 's in in a n a s ı olan M in o s g ü v e rc in -ta n r ıç a s ıy la d a b ir b a ğ ın tıs ı o lsa g e re k . D o la y ıs ıy la , tarih se l d ö n e m d e k i A p h r o d ite , s a n la r ın d a n ik isin i d o k u z u n c u v e sek iz in c i y ü z y ıl la r d a g e tir i le n F e n ik e ta n rıç a s ın a b o rç lu o lm a k la b irlik te , bu ta n rıça n ın k e n d is i S u r iy e 'y e y e rle şe n E g e lile rin e tk isi a lt ın d a b iç im le n m iş ti. S ö z ü n k ısa s ı, b ü tü n b u n la r , T y r o s 'lu la r m a h a lle s in d e k i Y a b a n cı A p h ro d ite ta p ın a ğ ı ra h ip le rin in a n la ttığ ı H e le n a ö y k ü s ü n ü n , bir z a m a n la r F e n ik e 'li le r in A k h a 'la r la p a y la ş tığ ı b a ğ ım s ız b ir ö y k ü o ld u ğ u n u g ö s te r iy o r .
P ek i, H e le n a 'n m iz leri b ir ta n rıça y a v a r ıy o rs a , M e n e la o s n e re y e çık a r? M e n e la o s H e le n a 'd a n d a h a g e rç e k o lm a k la b irlik te , o bile tü m d e n b u d ü n y a d a n d e ğ ild ir . D a h a ö n c e d e g ö r d ü ğ ü m ü z g ib i, E ly s io n 'a , b a şka b ir d e y iş le C e n n e t 'e g ö n d e rilir M e n e la o s . Bu b e n z e rs iz a y rıca lık " Z e u s 'u n d a m a d ı o ld u ğ u iç in " v e rilm iş tir o n a .41
37 E. Cabaignac, Le probleme hittite, (Paris, 1936), s. 95.38 C.A. Wainwright, The Sky-Religiorı in Egypt (Mısır’da Gök Dini), (Cambridge, 1938), s. 75.39 E. Cavaignac, Le probleme hittite, s. 168.40 Herodot Tarihi, 5.102.41 Kadmos ile Rhadamanthys de Elysion Çayırları’na, Fenike'lilerin deyişiyle “El'in Çayırlarına
gönderilmişlerdi: C.F.A. Schaeffer, Cuneiform Texts of Ras Shamra, (Londra, 1939), s. 61.
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H O M EROS 509
Sparta'dan altı yedi kilometre uzaklıkta, Eurotas ırmağına bakan bir Mykene yerleşim merkezi vardır: Therapne. Therapne'de, Menelaos ile Helena'nm gömülü oldukları söylenen bir tapmak bulunmaktaydı.42 Ancak bu söylenti Menelaos'un ölümsüzlüğü söylencesiyle çelişmemektedir. Tam tersine, söylenceye açıklık getirmektedir. Çünkü Therapne'de,Helena'nm yanı sıra Menelaos'a da bir tanrı olarak tapınılmaktaydı.43 Menelaos, o yörenin Hele- na-Aphrodite'siyle evlenerek tahta çıkmış bir ra- hip-kral mıydı yoksa?
Yalnızca bir varsayım bu, ama benzer bir örnek güçlendiriyor bu varsayımı. Kinyrasoğulları, yani Kıbrıs'ın rahip-kralları, Aphrodite rahibi Kinyras'ın kızlarından biriyle evlenmiş olan Akha şefi Teuk- ros'un soyundan geldiklerini savunuyorlardı.44 Kinyrasoğullarının Akha'larla olan ilişkilerine Homeros'da da değiniliyordu: Agamemnon'a göğüs zırhını armağan eden Kinyras'dı. Kinyrasoğulla- rmın sarayı, Aphrodite'nin de yaşadığı yer olan Paphos'daydı.45 Tarihsel dönemde Paphos'da en büyük Aphrodite tapınaklarından biri vardı. Kral gömütleri çevrede bulunuyordu ve rahiplik ailenin ayrıcalığındaydı.46 Kinyrasoğulları- nın bir anlamda Aphrodite'ye eşlik ettikleri yolundaki görüş, Kıbrıs adasının ata adı da olan Kypros'un, Tanrıça Aphrodite'nin Kinyras'dan olan çocuğu olduğunu dile getiren öyküden kaynaklanmaktadır.47
Bu tapım Kıbrıs'a Kuzey Suriye'den gelmişti. Lübnan'da Kinyras'ın yaptırdığı bir Aphrodite tapınağı vardı.48 Aphrodite'nin gönül verdiği Adonis'den dolayı kutsal sayılan Byblos kentindeyse Kinyras'ın bir sarayı bulunuyordu.49 Dahası, Kinyras'ın bir Asur kralı olduğu bile söylenir.50 Gerçekte bütün bunlar birbirini tutmaktadır. Söylenceye ba
Resim 81. Güvercin başlı Aphrodite: Kıbrıs
terrakottası
42 Pausanias, 3 .19 .9 ; Herodot Tarihi, 6. 61. 3.43 isokrates, Hel. 63.44 Pausanias, 1. 3. 2; Pindaros, P. 2.15-17.45 Odysseia. 8. 362-63.46 Tacitus, Historioe, 2. 3; Pausanias, 2.29; Ptol. Meg. 1.47 Ph ilo ste p h.il.48 Luc, DSyr. 9; Strabon, 755; kz. Herodot Tarihi. 1.105. 3.49 Strabon, 755; Luc. DSyr. 6; S .H . Hooke, Myth and Ritual (Mitos ve Kuttören), (Oxford, 1933), s. 82-
83.50 Hyg. F. 58, 242, 270.
kılırsa, Babil'in anatanrıçası İştar ile erkeği Temmuz, Suriye ve Kıbrıs üstünden Yunanistan'a aktarılarak Aphrodite ile Adonis adlarını almışlardır. Tapınma törenlerindeyse, rahip-kral Suriye ve Kıbrıs'da Kin- yras adıyla, Sparta'da Menelaos adıyla belirmektedir.
Bu benzeşme doğruysa, kadın kahramanımız Helena'nm yaşam öyküsündeki en önemli olay, yani sevgilisiyle kaçması da açıklığa kavuşmaktadır. Genellikle, Helena'nm ırzına geçilmesinin kuttörensel bir temel taşıdığı görüşünde birleşilir. Buna benzer birçok öykü vardır. Ama bunların en yakını az önce ele aldığımız tapmadadır. Tıpkı Suriye ve Babil'deki aynı tanrıçaya olduğu gibi, Aphrodite'ye de Paphos'da kutsal fahişeler hizmet ederdi.51 Herodotos, Kıbrıs'daki alışkının Babil'de- kinin aynısı olduğunu söylüyor ve ayrıntılarıyla anlatıyor:
H er kadın ö m rü n d e bir kez, A phrodite tap m ağın d a otu rm alı ve kendini yab an cı birisine verm elid ir. Parasına gü venen ve k alabalığa karışm ak istem eyen kadınlar, tapm ağın yanm a k adar arab a ile g id erler ve p eşlerinde bir sürü hizm etçi bulunduğu halde beklerler. A m a çoğu n luk için şöyle olur. A phrodite duvarları içersinde, b aşlan kurdele ile çatılmış birçok kadın o tu ru r, kimileri gider, yenileri gelir; yerler gerili iplerle b ölü nm üştü r; yab ancılar önlerinde dolaşır, istediklerini seçerler.Bu d u v arlar içerisine girip otu ran kadın, b ir yab ancı gelip d e , tap m ağın d ışın d a on un la çiftleşm ek için dizleri ü zerin e b ir p ara atm adıkça evine dönem ez; parayı atarken aynen şunları söylem ek zorundadır. "Senin şah sın d a tan rıça M ylitta 'yı çağ ırıy o ru m ". M ylitta, A p h rod ite 'n in A su rcasıd ır.52
Aynı alışkı, Kinyras'ın kızlarıyla ilgili bir öykünün de temelini oluşturuyor. Tanrıça Aphrodite'nin öfkesini üstlerine çeken bu kızlar birer yosma olmuşlar. Kıbrıs'a gelen giden yabancılara verirlermiş kendilerini. Sonunda da Mısır'a göç etmişler.53 Helena da öyle yapmıştı.
Eğer Troya'ya hiç gitmemiş olan eski Doğulu Helena Homeros etkisine karşın Hesiodos geleneğinde varlığını koruduysa, o zaman Homeros'daki Helena Dor'ların gelişinden sonra Aiolis'de ya da İonia'da biçimlenmiş olsa gerektir. Kan ve gözyaşı dolu on yıl boyunca güzel-
510 TA RİH Ö N C ESİ E g e
51 Herodot Tarihi, 1.199. 5; Clem. Pr. 2.13; Arnobius, Ada. Not. 5.19.52 Herodot Tarihi, 1.199.53 Apollodoros, 3.14. 3; j.G. Frazer, The Golden Bough, "Adonis, Attis, Osiris", s. 36-41.
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H O M ERO S 51i
üğiyle erkeklerin soluğunu kesmekten bir an geri kalmayan kadın, onu ölümsüzleştiren ozanların bir yaratışıydı:
O rda, Batı kapılarının üstündeki kulede,P anthoos, T hym o ites, Lam pos,K lytios, A res 'in filizi H iketaon,Aklı başında O u k alegon 'la A ntenor,P riam os'u n çevresin d e k urm uşlardı yaşlılar derneğini.Yaşlılık onları sav aştan alıkoyu yord u , am a çok iyi k on u şan ad am lardılar, orm an d a, a ğ a çla n dolana d olan a, incecik öten ağu stosb öcekleri gibi tıpkı.K ulede böyle o tu ru y o rd u T roya'lı ulular.H elene'nin g ö rü n ce çıktığını kuleye şu kanatlı sözleri söylediler usulcacık:"T royah larla A k h alan n , böyle bir kadın için yıllard ır acı çek m eleri h iç d e ayıp değil.Y ü zü n e bakan ö lü m sü z tan n çalara b enzetir onu.A m a gen e d e binse gem iye keşke gitse, gitse d e , bizi, ço cu k lan m ızı belaya sok m asa."54
Dolayısıyla, İlyada ve Odysseia'nin kökleri çok daha gerilere, Mykene çağına uzansa da, bu şiirlerin bir bütün olarak onuncu ve dokuzuncu yüzyıllarda Anadolu'da biçimlendiği ve yedinci yüzyılda daha hâlâ yayılmakta olduğu anlaşılmaktadır. Bu arkeolojik sonuç, Homeros'a yakıştırılan geleneksel tarihe uygun düşmektedir. Homeros, Thukydi- des'e bakılırsa, "Troya Savaşı'ndan çok sonraları" yaşamıştır; Herodotos ise, "Homeros ve Hesiodos benden, herhalde, dört yüz yıldan daha eski değildirler," diyordu; ki bu da yaklaşık İ.Ö. 950'ye denk düşmektedir.55
4. Epik Biçem
Epik şiir, ünlü kişilerin bir zamanlar yaptıklarının anımsanmasını sağlar. Bireysel, soylu, ataerkil ve savaşçıldır. Epik şiirin bütün temel
54 İlyada, 3.146-60.55 Peloponnesos Savaşı, 1. 3.3; Herodot Tarihi, Z 53. 2.
512 TA RİH Ö N C ESİ E g e
özellikleri, tarihin belli bir aşamasına, sınıf savaşımımı! ortaya çıktığı aşamaya özgü özelliklerdir. Sınıf savaşımının bağrında geliştiği özel koşullar her durumda farklıdır ve epik şiir için en elverişli koşullar geçişin hızlı ve birdenbire olduğu koşullardır. Bu koşullarda, geri halklar daha üstün bir kültürle ilişkiye geçmeleri sonucunda kabile düzeni içinde toplumsal eşitsizlikleri körüklerler, ardından da bu iç gerilim, ler onları uygar komşularını yağmalayıp baskı altına almaya, zenginliklerine ve sanatlarına el koymaya yöneltir.
Roma sınırlarına dayanan Cermen kabilelerinin tarihi böyle özetlenebilir. Caesar'm Yorumlar'ında ilk kez karşılaştığımız Cermenler hâlâ kabile düzeni içinde yaşamaktadırlar. Tacitus'u okuduğumuzda, gözle görülür bir biçimde ilerlemiş olduklarım görürüz. Birkaç kuşak sonraysa, Roma İmparatorluğu'na bağlı illerden krallıklar koparmaktadırlar. Tacitus'dan biliyoruz ki, Cermen kabileleri, Arminius gibi büyiik önderlerin anılarının canlı tutulduğu eski şarkıları geliştirmişlerdir.56
Ege Denizi'ndeki ilk korsanlıkları anlatırken Thukydides, her zamanki derin görüşlülüğüyle, yağmalamaların ardında yatan güdüyü, önderlerin kişisel kazanca olan susamışlıklarıyla ve kendilerinden daha yoksul olan adamlarını besleme zorunluluklarıyla açıklar.57 Bu soyguncu şefler Mykene krallıklarının kurucularıydılar ve uğraşlarının yan ürünleri arasında epik sanatı da bulunuyordu. Bunların başa geçişlerinin hızlılığı, Yunan epiğinin bağrından doğup evrildiği koral danslardan neden o denli kesin bir biçimde ayrıldığını da açıklar. Gerçekten de, yaşamda olduğu gibi sanatta da geçmişten kesin bir kopuş gerçekleşmişti. Ama gene aynı nedenle, Yunan epik sanatı, tıpkı Beow u lf da ve Edc/aTarda olduğu gibi, olgun sınıflı toplumun sözümona "yazınsal" destanlarının yitirmiş olduğu birçok ilkel özelliği korumuştur. Homeros Avrupa'daki bütün epik geleneğini etkisi altına aldığından, bu karşıtlık daha da çarpıcıdır. Vergilius Homeros'u örnek almıştır kendine, Dante de Vergilius'u; Milton'sa her ikisini de. Ama H on ıe- ros biçeminin kimi özellikleri vardır ki, hiçbir zaman yeniden üretmeye kalkışmamışlardır. Çünkü Homeros biçemi çok temel bir açıdan onlara yabancıydı ve öykünülemezdi: Yazıöncesi dönemin ürünüydü.
Yazı sorunu, Homeros tartışmasının çıkış noktasıydı. On sekizinci yüzyılda Vico ve öbürleri, Homeros destanlarının oluştuğuna inanıldığı dönemde yazının bilinmediğini ileri sürm üşlerdi. Bu görüşü,
56 Tacitus, G. 2, Ann. 2. 88.57 Peloponnesos Savaşı, 1.5.1.
ARKEOLOJİ AÇISTNDAN H O M E R O S 513
17 9 5 'de, Avrupa Fransız Devrimi'nin coşkusu içindeyken W olf da ele almıştı.58 Wolf, Homeros destanlarının, altıncı yüzyılda Atina'da bir araya getirilmiş daha kısa şiirlerin derlemeleri olduğunu savunmuştu. VVolf'un görüşlerini, İlyada'yı ayrıntılı bir biçimde çözümleyen Lach- manıı geliştirmiş ve kısa bir süre sonra da Kirchhoff aynı yöntemi Odysseia' ya uygulamıştı.59 On dokuzuncu yüzyıldaysa, Homeros Sorunu dört bir yarn sarmış ve doktora peşinde koşan üniversite mezunları için bulunmaz bir nimet olup çıkmıştı. En sonunda, Fick, Odysseia’y ı "insan aklına karşı işlenmiş bir suç" olarak mahkum ettiğinde, iş çığrın- dan çıkmıştı artık.60 Bu suçlamaya karşı çıkanlar yıldırılarak susturulmuştu. Ne var ki, Homeros destanlarının ayrı ayrı kişilerin düzdüğü kısa şiirlerden oluştuğunu savunanların, kendi aralarında bir görüş birliğine ulaşmak şöyle dursun, her iki destanı da ancak sonradan yapılmış eklemeler olarak mahkum edebildikleri zamanla anlaşıldı. Yirminci yüzyılda, destanları tek bir kişinin oluşturduğunu savunanlar, bu tedirgin edici sonuçtan yüreklenerek karşı saldırıya geçtiler ve destanların tek bir kişinin elinden çıktığı görüşünü ötekilerin yadsıdığı kadar gözüpek bir biçimde savundular:
Y u n an istan 'd a, böylesine olağan ü stü , bu denli görkem li sa n a t yap ıtlarını tasarım layabilecek bir insanın var olduğuna inanm ak olasıdır. A m a Y u n an istan 'd a, h erh an gi b ir d ön em d e böylesine yetenekli iki insanın ya da bir insanlar top lu lu ğu nu n bulunduğunu d ü şü n m ek bile o lan ak sızdır.61
Kentsoylu düşüncesini yakından incelemiş olanlar, bu yavan çekişmenin özünde ne denli temelsiz olduğunu göreceklerdir. Kentsoylu tarihçilerin bir kesimi insanlığın bütün ilerlemesini bireylerin bilinçli etkinlikleriyle açıklamaya çabalamışlardır; öteki kesimse, insanlığın bütün ilerlemesini karşıkonulmaz ekonomik güçlerin işleyişine indirgemiştir.62 Dolayısıyla, iki destanı da tümden tek bir kişinin oluşturduğunu savunanlar, Homeros'un kişiliğinde olağanüstü bir yeteneğin yü
58 Homeros tartışmasının tarihi için bkz. R.C. Jebb, Homer (Homeros), (Yedinci basım, Glasgow. 1905), s. 103-55; M.P. Nilsson, Homer and Mycenae, s. 1-51.
59 L Lachmann, Betrachtungen über Homers llias, (Berlin, 1847); A. Kirchhoff, Homer's Odyssee, (Berlin, 1859).
60 A. Fick, Die Entstehung der Odyssee, (Göttingen, 1910), s. 168.61 J.A. Scott, The Unity o f Homer, (Berkeley, 1921), s. 268-69.62 G.V. Plekhanov, Role o f the Individual in History (Tarihte Bireyin Rolü), (Londra, 1940).
5 H T a r i h ö n c e s i Eg e
ce bir örneğini görürlerken; destanları ayrı ayrı kişilerin oluşturduğu, nu ileri sürenlerin gözünde, halkın dudakları arasından ortaklaşa ve doğal bir biçimde doğmuş olan bir rastgele halk şiirleri derleminin atası olup çıkmıştır Homeros. O çok iyi bilinen, eski kentsoylu ikilemidir bu; idealizm ile mekanik maddecilik arasındaki kısır karşıtlıktır.
Schliemann ve Evans sağolsunlar, son elli yıldır, yazının ta İ.Ö. 2500 yılında Ege'de var olduğu biliniyor artık. Minos yazısıydı bu yazı. Yunan alfabesi, belki de ta dokuzuncu yüzyılda FeııikeTilerce bulunmuştu. Öte yanda, 1887 yılının 2 Ocak günü ile 15 Şubat günü arasında bir Hırvat ozanın Agram'da İlyada ve Odyssm'nın iki katı uzunluğunda bir dizi şiiri ezberden okuduğunu biliyoruz.63 Demek ki, erken ya da geç, Homeros'un yazmasını biliyor olması olasıdır; bilmiyor idiyse bile kendi adıyla anılan şiirleri gene de kendisi yaratmış olabilir. Bu konuda bir sonuca varabilmemiz için, Homeros'un yapıtlarını, tümden sözlü olarak aktarıldıkları bilinen öteki epik şiir geleneklerinin ışığında incelememiz gerekiyor.
Bugün Kırgızlar, Hindukuş'un kuzeyindeki Tanrı Dağları'nda yer alan Kırgızistan Cumhuriyeti'nin özgür ve eşit yurttaşlarıdır. Oysa 1917 Devrimi'nden önce, geri, hastalıktan kırılan, yok olup gitmeye yazgılı, ama şiirleriyle ün salmış göçebelerdi Kırgızlar. Gerçi bugün de şiirleriyle ünlüler, ama bütün öteki yönlerden değişmiş dürümdalar. Burada sunacağımız bilgileri, Kırgızları ilkel konumlarında tanıyan on dokuzuncu yüzyıl gezginlerinden aldık.64
Kırgızların hepsi de ozandı. Gerçi yalnızca ozanlığı uğraş edinenler halk önüne çıkıyordu, ama hemen herkes doğaçtan bir kahramanlık şiiri söyleyebiliyordu. Ozanlıkla uğraşanlar ülkeyi boydan boya dolaşıyor, gittikleri yerlerde düzenlenen şenliklere katılıyor, şiir ya da türkülerini kopuz denilen iki telli çalgı eşliğinde söylüyorlardı. Her yöredeki beyin kendi ozanı vardı, ozanın görevi, beyinin başarılarını şiirleriyle kutsamak, övmek, yüceltmekti.
Bu ozanlardan biri 1860 yılında Kırgızistan'a gönderilen bir Rus keşif birliğine katılmıştı:
O zanın h a y ran lan h er ak şam ağzı açık ayran budalaları gibi çevresinialıyor, onun öykü ve türkülerini dinlerken kendilerinden geçiyorlard ı.
63 M. Murko, "Neues über südslavisches Volksepik”. NeueJahrbücherftir das klastisches Altertum. (Leipzig. 1898 ). 43. 284.
64 Bundan sonraki alıntılarda Chadwick’den yararlandım: H.M. Chadwick, The Growth o f Literature, 3.174-91.
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H O M ER O S 515
O zanın d ü şgü cü öylesine sınırsızdı ki, bir bey oğlu olan kahram an ı ad ına ak ılalm az yiğitlikler y aratıy o r, tansıklar ülkesine d o ğ ru yüreklilikle kanat çırp ıy ord u .65
Radlov, bu ozanların tekniğini şöyle anlatıyor:
Bir Kırgız o zan m , k onu şm ayı çok sevdiği ve dinleyicilerini incelikli d izelerle ve cu k otu ran deyim lerle etkilem eye çalıştığı g ö rü lü yor. Dinleyenlerin d e b un lardan hoşlandığı ve deyim lerin cu k o tu ru p o tu rm ad ığım an layabildiği kesin. K arşısındakileri büyülem esini bilen bir ozanı derin bir suskunluk içinde dinliyorlar. B aşlan önlerinde, gözleri ışıl ışıl, öyle o tu ru yorlar. O zan m d ud ak ların dan dökülen sözleri içiyorlar san ki. H er ustalıklı d ey im , h er incelikli sözcük oyu n u yü rek ten alkışlarla karşılanıyor...
A z çok yeteneği olan her ozan türkülerini h er zam an an ın d a d o ğ a çtan okuyor. D olayısıyla, bir türküyü bütünüyle ayn ı biçim de yen id en söylem esi olanaksız. A m a her söyleyişte yeni bir şiir d ü zd ü ğ ü an lam ına gelm iyor bu. O zan m d oğaçlam a işlemi tıpkı bir piyanistin yap tığ ına benziyor. P iyanist nasıl o andaki esinlenişine g ö re bildiği ezgileri u yum lu bir biçim e d ök er, böylece eskinin bağrından yeniyi o lu ştu ru rsa, epik ozan da aynı şeyi yap ıyor. U zun deneyim leri so n u cu n d a, d eyim yerind eyse, bir çeşit "ü retm e öğeleri" dizisi edinm iş. A n lattığ ı öykünün akışına u ygu n bir biçim de bir araya getiriyor bunları. Bir k ah ram anın d o ğ m ası, b üyü m esi, silahların görkem liliği, sav aş h azırlıkları, savaş kasırgası, bir kahram anın savaştan önce söyledikleri, insanların
ve atların an latılm ası, ünlü kahram anların dile getirilm esi, bir gelinin güzelliğinin övü lm esi gibi belli olayların ve d urum ların betim lem elerinden olu şu yor bunlar... O zan m sanatı, bu d uruk p arçaları d u ru m u n
gerektirdiği b içim de bir aray a getirm ek ve gene d u ru m a g ö re u y d u rd uğu dizeleri bunlarla birleştirm ekte yatıyor. Bütün bu kalıpları çok değişik biçim lerd e kullanabiliyor. Bir olayı birkaç fırça v u ru şu y la can lan d ırm ayı becerebildiği gibi, o olayı d aha derinliğine ya d a epik bütün lü ğü içinde tüm ayrıntılarıyla işlem eyi d e biliyor. Bu öğeleri ne k ad ar çok kullanabilirse, gösterisi o ö lçü d e zenginleşiyor, tekdüzeliğe d ü şü p dinleyicilerini sık m ad an kendini u zu n sü re d in letm e g ü cü o ö lçü d e artıyor. Yetenekli b ir ozan , kendi dilediği ya d a dinleyicilerin istediği h erhangi b ir öyk üyü d oğaçtan söyleyebiliyor, yeter ki olayların akışını iyi-
65 J. ve R. Michell, The Russians in Central Asia (Orta Asya'daki Rusiar), (Londra, 1865), s. 290.
ce bilsin. En usta ozan lard an birine her türküyü söyleyip söyleyem eyeceğini sord u ğum da bana şu yanıtı verdi: "Söyleyem eyeceğim türkü yoktur, çünkü T ann bu türkü söylem e yeteneğini y ü reğim e sokm uş bir kez. Benim aray ıp b ulm am a gerek k alm ad an , T anrı dilim in u cu n a getirir sözcükleri. T ürkülerim in hiçbirini öğrenm iş değilim . O nların hepsi de yü reğim den g ö ğ erir." A d am haklıydı. Söyleyecek b ir d u ru m çıktığınd a, ozan bir an d u ru p düşünm eksizin , içinden gelen bir gü çle d oğ açtan söylem eye başlıyordu ... Tıpkı hiç d u rm ad an k onu şu p anlatabileceği gibi, bir gü n , bir hafta, bir ay aralıksız türkü d e söyleyeb iliyord u .66
Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, tıpkı şiir söyleme yetisinin herkeste bulunması gibi, şiirsel söyleyiş özellikleri de gündelik konuşmalarında daha alt bir düzeyde görülebiliyordu:
Kırgızların hepsinde, sözcükler d ans ed ercesin e d ud ak ların dan dökülüyor. H er K ırgız dile uzun şiirleri d oğaçtan söyleyebilecek kadar egem en olm akla kalm ıyor, gündelik konuşm asında bile ritm in ve yapm a bir d üzenlem enin izlerine rastlanıyor. Kullandığı dil değişm eceli (m ecazi), kullandığı d eyim ler etkili ve açık seçik .67
Radlov, ozanın sanatının püf noktasını açıklamış. Koşukta sözcükler yapma kalıplara göre düzenlenir. Eğer ozan koşuk dilini konuşma dili kadar kolay kullanabiliyorsa, elinin altında, konusuna uygun düşen tüm olayları, ilkel yaşamın bilinen tüm törelerini ve süreçlerini kapsayan bir geleneksel kalıplar dağarcığı bulunduğu için yapabiliyordur bunu. Ustalığı bir parça da buna dayanır. Epik anlatımın bu kadar kolay olmasının nedeni, bu kadar biçimsel olmasıdır. Kökeni doğaçtan söylemeye dayandığı için, belirli kalıplara bağlı bir nitelik taşır.68
Bu özellikler evrenseldir. Kırgız ozanların toplumsal konumu nasıl Odysseus'un sarayında da karşımıza çıkıyorsa, dili kullanımları d a //- yada ve Och/sseıa'da öyle y a n k ıla n ır . Ya da, Chadwick'in y a p tığ ı gibi
5i6 T a r i h ö n c e s i Eg e
66 V.V. Radlov, Proben der Votkslitteratur der türkischen Stâmme und der Dsungarischen Steppe, (St Petersburg 1866-96), s. Iil, xvi. Radlov’un belirttiği gibi, ozan gösterisini durumun niteliğine göre ayarlar. Örneğin, "Eğer kendisini dinleyenler zengin ve önde gelen Kırgızlarsa, övgülerini büyük bir ustalıkla onların ailelerine yöneltmeyi çok iyi becerir... Eğer dinleyicileri yalnız yoksullardan oluşuyorsa, o zaman da zenginlerin gösterişli yaşamlarına ilişkin kin dolu sözler etmekten çekinmez; hele dinleyicilerinin kendisini onayladıklarını gördükçe daha da ağır sözler söylemeye başlar": Aynı yerde, 5. xviii-xix).
67 V.V. Radlov, Aus Sibirien, (Leipzig, 1884), 1.507.68 H.M. Chadwick, The Growth o f Literature. 3. 669.
A r k e o l o j İ A ç i s i n d a n H o m e r o s 517
Y ıınan ep ik şiirin i C e rm e n ep ik ş iiriy le k a rş ıla ş tıra ca k o lu rs a k , y a tm a k , k alk m ak , y e m e k h a z ır la m a k , k o n u k la n a ğ ır la m a k , a tla r ı a r a b a y a k o şm ak g ib i iş le rin h e p a y n ı k a lıp la şm ış s ıfa tla r , s ü s lü d e ğ iş m e c e le r (m e caz lar) v e y in e le n e n b ö lü m le rle a n la tıld ığ ın ı g ö rü rü z . C h a d w ic k 'in b e lirttiği g ib i, " h e r iki e p ik ş iir d e s ö z lü g e le n e k le s ü r d ü r ü le c e k b iç im d e d ü z e n le n m iş tir ." 69
Bıı özelliklerin İlyada ve Odysseia'da bulunması, bu şiirlerin Radlov'un anlattığı koşullarda geliştiğini gösteriyor. Ama bu hiç kuşkusuz, sözko- nusu şiirlerin elimizdeki biçimleriyle çok daha ileri bir düzenin malı olduğuna inanmamızı engellemez. Elbette daha ileri bir düzenin malıdırlar, ama bu noktaya nasıl geldiklerini anlamak istiyorsak, temkinli davranmalı, her adımımızı dikkatli atmalıyız. Homeros'un o "üretme öğe- leri"ni kullanışında, onun hâlâ canlı olan bir sözlü geleneğin bu yazıön- cesi aşamasının ötesine geçtiğini düşündürecek bir yan var mıdır?
Bovvra'mn belirttiği gibi, bunlarm dinleyiciler için işlevsel bir değeri vardır.70 Gerçekte, ozan için ne denli gerekliyseler, dinleyiciler için de o ölçüde gereklidirler. Tıpkı ozanm akıcı bir biçimde şiir düzmesini sağladıkları gibi, araya giren bu kalıplaşmış sözcükler, deyimler, bölümler aracılığıyla dinleyicilerin zaman zaman rahatlamasını sağlarlar. Zaman zaman araya giren bu kalıplaşmış sözcükler, deyimler ve bölümler, herkesçe bilindiğinden, dikkat kesilmiş koşuğu dinleyen insanların bir an için rahatlamalarına olanak tanırlar. Demek ki, bu şiirler halk önünde söylendikleri, okundukları sürece, sözkonusu öğelerin varlığını korumak zorundadırlar. Vardığımız bu sonuç doğru gerçi; gel gör ki, sözünü ettiğimiz öğeler ilkel toplum koşullarında da aynı işlevi yerine getirdiklerinden, önümüzdeki sorun konusunda bir sonuca varmamıza pek bir katkıda bulunmuyorlar.
Kalıplaşmış sıfat, anlama pek az şey katar. Kaldı ki, özelliği de bu- dur. Dolayısıyla, kalıplaşmış sıfat, olduğu gibi alındığında, kimi durumlara öbürlerinden daha az uygun düşer. İlkel ozan bundan rahatsız olmaz, ama gelişmiş ozanlar bu konuda daha titizdirler. Öyleyse, Homeros'un bu kalıplaşmış sıfatları devingen bir biçimde, bağlamı bilinçli olarak gözönüne alarak kullandığı ortaya konulabilirse, bu onun ilkel tekniğin ötesine geçtiğinin bir göstergesi olacaktır.
Odysseia' da, Klytaimestra'nm evlilikdışı ilişkisinin, yani AigisthosTa sevişmesinin öyküsüne, "kusursuz Aigisthos"a (1.29) ilişkin bir araş
69 H.M. Chadwick, The Heroic Age (Kahramanlık Çağı), (Cambridge, 1912), s. 320.70 C.M. Bowra, Tradition and Design in the Iliad, (Oxford, 1929), s. 81.
5i8 T a r i h ö n c e s i Eg e
tırmayla girilir. "Kusursuz" sıfatı, Odysseia'nin öteki bölümlerinde bü- tünüyle etkin bir anlamda kullanılır. Ama burada kalıplaşmış, duruk bir sıfattan öte bir anlamda kullanılsaydı, gülünç olmaktan öteye gidemezdi.
İlyada'nın On Altıncı Bölümünde, koca bir dağın doruğundan koyu bir bulutu uzaklaştırırken Zeus "şimşek devşiren" diye tanımlanır. Burada Zeus için genellikle kullanılan "bulut devşiren" sanlığının yerine "şimşek devşiren" sıfatının kullanılmasını, Bovvra çok ince bir ayırım olarak değerlendirmişti.71 Gene de bu örnek çok şey söylemiyor bize. Çünkü ilkel bir ozan bile bulutları dağıtmakta olan Zeus'a "bulut devşiren" demeye kalkışmazdı sanırız. Dahası, "bulut devşiren" kadar yaygın olmamakla birlikte "şimşek devşiren" sanlığı da geleneksel olarak kullanılan bir sıfattı.72
Bowra'nm verdiği öteki örnekler uzun uzadıya incelenmeye değmez. Hiçbir şey yoktur bu örneklerde. "Gür naralı" Diomedes, savaş- tanrısının saldırısı karşısında tir tir titrerken, Bovvra'ya kalırsa, "bu sıfatın, gereksiz ya da yersiz olmak şöyle dursun, ömründe ilk kez korkan bir yiğiti çok iyi yansıttığını"73 anlamamız gerekir. Oysa bana öyle geliyor ki, Diomedes burada, yataktan kalkarken bile "gür naralı" diye tanımlanan Menelaos'la aynı biçimde verilmektedir.74 Bowra'nm gözünden kaçan şudur: Bu sıfatlar arada sırada bile Bowra'nm dediği gibi kullanılmış olsalardı, birer duraklama olarak, başka bir deyişle ozanın dinlenmesini sağlayan birer öğe olarak işlevlerini koruyamazlardı. Dinleyenler durmadan yeni bir sözcük oyunu beklerlerdi. Bu özelliğin Homeros'daki kullanılışı, ilkel ozanların kullanımıyla kesin bir uygunluk içindedir.
"Bütün ozanlar için olduğu gibi Homeros için de," diye yazmıştı Parry, "şiir düzmek demek, ona epik şürin geleneksel biçemini kalıt bırakmış olan ozanların anlatımlarından sözcükler, deyimler, deyişler anımsamak demektir."75 Parry'nin bu görüşünün doğruluk ölçüsünü, Homeros destanlarının dizelerini süreklilik içinde inceleyerek anlayabiliriz. Sözgelimi, İlyada'nın ilk elli dizesinden hiç değilse otuz altısı, bütünüyle ya da yer yer, "üretme öğeleri" sayılabilecek deyimlerden oluşturulmuştur.
71 Aynı yerde, s. 83.72 Bkz. İlyada, 1.580; Hesiodos, Tanrıların Doğuşu, 390.73 C.M. Bowra, Tradition and Design in the Iliad, s. 84.74 Odysseia, 4. 307.75 M. Parry, Lesformules et la metrique d'Homere, (Paris, 1928), s. 6.
A r k e o l o j î A ç i s i n d a n H o m e r o s 5 19
Parry, Homeros'un biçeminde en küçük bir özgünlük bulunmadığı görüşündeydi. Gerçi edebiyat eleştirmenlerini çok şaşırtmıştı bu; ama Parry kendi açısından haklıydı. Gerçekten de, Homeros'daki anlatım bireysel değildir, gelenekseldir. Sözlü anlatı gereklerine uygundur. Ama biçern ele avuca sığmaz bir şeydir. Eski öğeler yeni birtakım biçimlerde bir araya getirilebilir. Eski kalıplar, benimsenmiş yöntemlerden açıktan açığa uzaklaşmaksızın, nitel olarak geliştirilebilir, yetkinleştirilebilir. Belirli birtakım nesnel dil koşullarınca ortaya çıkarılan epik lehçenin, onun bağrmda yatan gizilgüçleri bilinçli bir biçimde kavrayan ozanlarca düzenlendiğini ve genişletildiğini görmüştük. Aynı şey epik biçem için de geçerlidir.
İlyada'yı öteki eski epik şiirlerden ayıran özelliklerden biri de, benzetmelerin (teşbih) çok sık kullanılmasıdır. Benzetme hiç kuşkusuz Cermen epik şiirinde de kullanılır, üstelik aynı biçimde kullanılır. Ama bu kadar sık kullanılmaz. İlyada'da benzetmeler hem çok iyi düzenlenmiştir, hem de şiirin yapısına yedirilmiştir.76
Homeros'daki benzetmelerin çoğu kır yaşamından alınmıştır. Kırsal hayvancılığa dayalı yalın, dingin ve yerleşik bir toplumdan tutarlı bir görünüm yansıtırlar. Bu benzetmelerin az çok geç bir döneme ilişkin olduğu, destansı geçmişten çok ozanların kendi zamanlarıyla ilintili olduğu öne sürülmüştür.77 Genel özellikleri çok iyi bilinir bunların. Çoğu zaman sözcüğü sözcüğüne durmadan yinelenirler; sık sık gerçekliğe bağlı kalınmaksızın geliştirilirler; kimilerinin de konuyla ilgisi yoktur açıkça. Bu bakımdan kalıp sıfatı andırırlar. Kalıp sıfat nasıl dikkat kesilmiş dinleyiciyi bir an için rahatlatıp dinlendirirse, benzetme de bir süre için konudan uzaklaşmayı sağlar. Benzetme, hiç değilse kökeninde, bir "üretme öğesi"dir.
İlyada'nm İkinci Bölümünde, Akha'lar savaşa hazırlanmaktadırlar:
K avu ru cu ateş bir d ağ d oru ğun d a büyük bir orm an içinde ışıldar hani, görü lü r parıltısı da uzaktan, yü rü yen ord u lard a silahların parıltıları
öylece gök lere ağ ıyord u yayıla yayıla.Kanatlı kuşlar, kazlar, turnalar, u zun b oyunlu k uğu lar nasıl sürü sürü,
76 j.T. Sheppard, The Pattern o f the Iliad, (Londra, 1922).77 H. Frankel, Die homemchen Gleichnisse, (Göttingen, 1921).
5 2 0 TA RİH Ö N C ESİ EGE
A sya çayırların d a, K aystros'u n iki yakasında, sallayarak kanatlarını kibirli kibirli, nasıl u çarlarsa bir o yana, bir bu yan a, çağrışarak yere konunca çayır çın çın öterse nasıl, öy lece gem ilerd en , barakalardan pıtrak gibi insan S k am an d ros ovasın a aktı yayıldı; insanların, atların ayakları altında inledi toprak .B aharda yeşeren yap rak lar gibi d urdu binlerce kişi çiçekli çayırların d a Skam andros ovasın ın .78
Buraya kadar her şey açık seçiktir, ama birden:
S ürülerle sinek, koyun ağılının d ö rt bir yan ın da hanibirbirlerine yapışıp nasıl uçuşurlarsasü t k ap lan d old u n ılu rk en bahar günleri,g ü r saçlı A k h alar da işte öyleceT royalılan yok etm ek hırsıyla yana yanabir an d a d old u rd u lar ovayı.79
Bu benzetme şiire bir şey kazandırmamakta, tam tersine ondan bir şeyler eksiltmektedir. Savaşçılar yerlerini aldıklarmda hâlâ uçuşan sineklerden söz edilmektedir. Dahası, On Altmcı Bölümde aynı benzetme bir kez daha yinelenecektir.80 Ozan, anlattığı olayın etkisini artırabilme kaygısıyla, söz dağarcığım bizim bugünkü beğenimize göre biraz fazla özgürce kullanmıştır.
Hektor'un Akhilleus'dan kaçtığı o ünlü bölümde de benzer bir durum sözkonusudur:
Ö n d e bir yiğit k oşuyordu am ad ah a yiğit biri geliyord u arkadan v ar hızıyla,bu yarış bir kurbanlık, bir öküz derisi u ğru na değildi,a t sü rü cü sü H ek tor'u n cam u ğrunaydı bu yarış.Ç ok yarış kazanm ış tek tırnaklı a tlar nasılbüyü k bir hızla d önerlerse sınırı,bir ölünün şerefine yapılır bu koşu, b ü yü k tü r öd ü lü ,
78 ilyada, 2. 455-68.79 ilyada, 2. 469-73.80 ilyada, 16. 641-43.
A r k e o l o j i A ç i s i n d a n H o m e r o s 521
bir ü çayaktır, ya d a bir kadın;H ek toPla A khilleus da koşarak onlar gibi, dolandı ü ç kere kentini P riam os'u n .81
• i • ^ n i r i ^ ^
Resim 82. Koşu: Attika vazosu
Benzetme, burada da geleneksel. Nitekim aynı benzetmeye destanın bir başka bölümünde de rastlamıştık.82 Peki, Akhilleus'un Hektor'u kovalamasını önce iki insanın yarışmasına benzettikten sonra, ardından onları yarış atlarma benzetmenin ne gereği var?
Sakın yanlış anlaşılmasın; ötekiler kadar yerinde olmayan bu benzetmeleri sonradan yapılmış eklemeler sayarak bir yana atmıyorum. Eğer sandığım gibi, bu benzetmeler ortak bir dağardan alınmış "üretme öğeleri" iseler, şiirlerin hâlâ canlılığını koruduğu, hiçbir zaman aynı biçimde iki kez söylenmediği bir döneme ilişkin sözlerdir. Bunlar, şiirin evrimi içinde, doğası gereği sonradan ekleme olasılığını dışlayan ya da bütün şiirin sonradan eklemeden başka bir şey olmadığı bir evrenin malıdırlar, ki her ikisi de aynı kapıya çıkar. Üstelik, bu tür ben
81 İlyada. 22.158-66.82 llyoda, 22. 22-23.
52 2 TA R İH Ö N CESİ EGE
zetmeler o koşullarda yerinde bulunan benzetmelerdi. Eğer bu ozanlar, daha sonraki Yunan ozanlarının öğrenmek zorunda kaldıkları dersi -"tohumu torbayla değil, elle saçmayı"83- öğrenmemişlerse, bunun nedeni onların değişik bir ortamda şiir düzüyor olmalarıdır.
Demek, buraya kadar, benzetmenin Homeros'daki kullanımı, ilkel teknikte bir ilerleme olarak gözükmemektedir. Ama bununla kalmıyor Homeros. Çünkü kaba etkiler uyandırmak amacıyla bol bol kullanılan bu sanatsız benzetmelerin yam sıra, öylesine cuk oturan, o denli canlı benzetmeler var ki, o günlerden bu yana bütün ozanlara hâlâ parmak ısırtıyor. Bunlar arasında her Homeros okurunun kendince sevdikleri vardır. Benim en sevdiğim benzetme de, az önce alıntıladığım bölümde kullanılıyor; Hektor'un artık kaçamaz duruma geldiği anı betimliyor:
D ağlard a bir köpek nasıl izlerse geyik yavru su n uonu ininden kaldırm ış, k ovalar d ere tepe,geyik y av ru su sığınıp saklanır çalıların altına,izini kokluya koklaya k oşar köpek d e habire,b u lu n caya dek direnir, b ırakm az peşini,işte H ek tor d a tıpkı onun gibik açam ıyo rd u ay ağı çabuk Peleusoğlu 'nun gözü nd en .
Bu benzetme çok etkili olmakla birlikte gelenekseldir. Bu tür kova- lamacalara daha önce de birçok metinde rastlamışızdır. Ama ozan bu kadarla da yetinmiyor:
D üş gören bir ad am kaçan birini nasıl k ovalay am azsa , kaçan nasıl k açam az, kovalayan da yak alayam azsa ,A khilleus H ek tor'a öyle yetişem iyordu,H ek tor da kaçıp k urtulam ıyordu A khilleus'tan .84
Daha iyisi can sağlığı. Burada benzetme konuyu saptırmıyor, aydınlatıyor. Üstelik İlyada’da bu düzeye erişen başka dizelere rastlamak olanaksız. Bilinçli sanatın havasını taşıyor bu benzetme.
Bir dizi bağıntılı imgeye bakacak olursak, aynı izlenimi daha da güçlü bir biçimde ediniriz. Örneğin, tanrıların İda dağlarından ya da Oly- mpos'dan yeryüzüne inişleri anlatılırken:
83 Plutarkhos, G lor. Ath. 4.84 İlyada. 2 2 .189-201.
ARKEOLOJİ A Ç ISIN D A N H O M ERO S 523
Böyle dedi, alevlendirdi A thene'nin içindeki ateşi,A then e fırladı indi O lym p os'u n d oruklarından;K ronos'un oğlu nasıl bir yıldızı gönderirse belirti d iye yaygın ord u nu n erlerine ya da gem icilere, işte Pallas A thene öylece, ışıklar saçarak
o n
indi yeryü zü n e bir yıldız gibi, aktı ortalarına.
Böyle dedi, yel gibi hızlı İris de dinledi onu, indi İda d ağlarınd an kutsal İlyon'a.G ökten d oğm a B oreas'ın baskısı altındabuz gibi dolu ya da k ar nasıl yağarsa bulutlardan,hızlı İris de öyle çabuk fırladı u çtu .86
Giriş ve son, iki örnekte de neredeyse aynı formülden oluşuyor. Dahası, benzetmelerin yerini değiştirseniz hiçbir şey fark etmeyebilir. Gelenek, böyle durumlarda benzetmeyi gerektiriyordu. İlkel bir ozan, tıpkı aynı kalıp sıfatı yinelediği gibi, aynı benzetmeyi yinelemeyi yeğ tutardı. Oysa Homeros biçimi koruyor, ama içeriği değiştiriyor. Geleneği, destanın bir köşesini canlı ve şaşırtıcı bir süsle bezemenin bir yolu olarak kullanıyor. Küni zaman daha da gözüpek:
B öyle dedi, ak kollu tan rıça H ere d e dinledi on u,İda d ağlarınd an koyuldu yola , koca O lym p os'a d oğru .Y eryü zü n ü karış karış dolaşırken bir ad am , kafasında bir sü rü d ü şü n celer geçirir d e hani,"şu ray a bi v a rsa m " d iy e b ir fikir çak arsa b eyninde nasıl, ulu H ere d e böyle, istekle atıldı ileriye.87
Burada, Odysseia'da rastladığımız "kanat kadar, düşünce kadar hızlı"88 kalıbı ustalıkla geliştirilmiş. Ama hız düşüncesinin ötesinde bu benzetmenin Hera ile uzak yakın bir ilgisi yok; hiç de düşünceli değil o sırada Hera, tam tersine çok öfkeli. Sanki ozan kalıplardan bıkmış da, düşgücüne dayalı bir yenilik getirmeye kalkmış yüreklilikle.
Gene de, üstünde pek fazla düşünülmeden yapılmış, salt ölümsüzlerin alışılmış davranışlarını betimlemeyi amaçlayan benzetmelerdir
85 İlyada. 4 .73 78.86 İlyada. 15.168-72.87 İlyada, 15. 78-83.88 Odpseia, 7. 36.
524 TA RİH Ö N C ESİ E g e
R esim 83. İris: Attika vazo su
bunlar. Gerçekte bunun ötesinde bir yanları varsa, ozanın özgünlüğünden gelmektedir bu. Anlatılan durum alışılmışın dışında bir öğeyi gerektiriyorsa, ozan fırsatı kaçırmamaktadır. İlyada'nın öyküsü, Agamenı- non'la Akhilleus arasındaki ölümcül kavganın üstüne oturtulur; Apol- lon'un saldığı vebayla başlar bu kavga:
Böyle y ak ard ı o, Phoibos Apollon da dinledi onu indi O lym p os'u n doruklarından, k öpü rm üş, öfkeli.O m u zların d a yayı, iki ucu kapalı okluğu.K ım ıldandı m ı, oklar om uzlarında çan gırd ıyord u .Kızgın tanrı yü rü yo rd u gece gibi.89
89 i ly a d a , 1 . 43-47 .
A RKEOLOJİ AÇISINDAN H O M ERO S 525
B u ra d a , b içim se l g ir iş k a lk m ış o r ta d a n ; b e n z e tm e , s o n r a d a n ak la g e len b ir d ü ş ü n c e y e in d irg e n m iş . B ö y le lik le b e n z e tm e ç o k d a h a etk ili kılm ıyor. O lg u n la ş m ış s a n a tın ö rn e ğ i b u ; k a lıt a lın m ış b ir g e le n e ğ in ö z g ü rce k u llan ılış ın ın g ü z e l b ir ö rn e ğ i.
İlyada'da hemen bütün benzetmeler, savaşın betimlendiği bölümlerde geçer. Savaş bölümlerindeki kırımların yürek karartıcı bir biçimde uzun uzadıya sayılıp dökülmesine bir renk ve tat katar benzetmeler. Bu, hiç kuşkusuz, ozamn bilerek yaptığı bir şeydir. Zeus'un Agamem- non'a yalancı bir düş gördürerek Troya'yı alabileceğini bildirdiği ve savaşa dönmesini sağlamak amacıyla Akhilleus'a elçiler gönderildiği ara bölümlerde nerdeyse hiç benzetme yoktur. İlyada'dan çok daha değişken ve dingin bir olay örgüsüyle karşılaştığımız Odysseia'da da hemen hiç benzetmeye rastlanmaz. Demek ki burada tutarlı bir bütünlük anlayışını ortaya koyan gerçek bir sanatsal ayırım örneği sözkonusu- dur. Homerosoğulları aktarmaktan öte bir iş yapmışlardır. Aktarırken dönüştürmüşlerdir. Hepsi de soydan ustalardı, ama bu ustaların en iyileri yaratıcı sanatçılardı. Ancak bunlar bile özgünlüklerini köklü yenilikler getirmekten çok, tekniklerine incelik ve uyum kazandırarak gözler önüne sermişlerdir. İlyada ve Odysseia'nm dokusu ve işlenişi ile ilkel destanların dokusu ve işlenişi aynıdır, ama doğaçtan söylenen koşuğun nitelikleri bu iki destanda öylesine geliştirilmiştir ki, bunların kendiliğindenliğini yitirmeden sanata dönüşebilmeleri sağlanmıştır. Homeros'un biçemini böylesine eşsiz kılan o akıcı, zorlamasız ustalık, yüzyıllar süren bir uygulamanın, olgunlaşmanın ve yetkinleşmenin sonucudur.
Bütün estetik yargılar, önünde sonunda kişisel deneyime dayanır; onun için HomerosTa ilgili yanılmalarımın bir gün nasıl ortadan kalktığını burada açıklamak isterim.
Önce Odysseia'y\ okumuş ve şu çevrilmesi olanaksız, dizelerle karşılaştığım zaman bütün öğrenciler gibi kendimden geçmiştim:
toz hortu m u içinde yatıyord un boylu b oyunca, a t sürm esini, arab a sürm esini u nu tm uştu n.90
Olağanüstü, esinlenmiş dizelerdi bunlar. Daha sonra aynı dizelere İlyada'da da rastladım. Çok şaşırtıcıydı. Gerçekten esinlenmiş dizeler idiyseler, nasıl yeniden kullanılabilirlerdi? Kimileri bir bölümü öbür
90 Odysseia, 24 . 39-40 ; ilyada, 16 . 775-76 .
bölümün öykünmesi olarak açıklıyorlardı, ama bu açıklama yetmiyordu bana. Öyleyse, gerçeğinin düzmecesinden ayırt edilmesi olanaksız bir yamalı bohçadan başka bir şey değildi bu şiirler. Daha sonra, aym türden başka yinelemelere de rastlayınca, hepsini "ilkel" diye damgaladım, ama bunun ne anlama geldiğini kavramadan.
O sıralar İrlanda'ya gittim. O yoksul köylülerin konuşmalarım biraz sökmeye başladığımda aklım başımdan gitti. Sanki dirilmişti Homeros. Soluğu tükenmeyen bir konuşma diliydi bu; ama gene de ritim- li, ses yinelemelerine yer veren, biçimsel, yapay bir dil, her an şiire dönüşebilecek bir dildi. Daha fazla tanımlamaya çalışmanın gereği yok, çünkü bu konuşma dili Radlov'un Kırgızların konuşmaları konusunda değindiği bütün nitelikleri taşıyordu. Bir gün biri geldi, köyde bir kadının doğurduğunu söyledi. Ama şöyle dile getirdi bunu: Tri se tar- raigthe aniar aice; yani "Kadın batıdan getirip yıktı yükünü". Ne demek istediğini anlamıştım. Çünkü tezek azaldığında, bayırlardan topladıkları çalıların yükü altında iki büklüm olmuş kadınların köye dönüşlerini birçok kez görmüştüm. Ne hoş bir imge, dedim kendi kendime, ne güzel bir söz sanatı! Oysa akşama kadar aynı deyimi üç dört kişiden daha duyacaktım. Herkesin kullandığı bir deyimdi bu. Buna benzer daha birçok deneyimden sonra, bu insanların dillerinden dökülen incilerin hiç de yeni şeyler olmadığım, yüzyılların ardından geldiğini anladım. Dil gerçekte bu deyimlerden oluşturulmuş, bu deyimlerden dokunmuştu. Nitekim bu dili akıcı bir biçimde konuşmaya başladığımda, aynı inciler benim dilimden de dökülür oldu. Homeros'u yeniden elime aldığımda, yeni bir anlayışla okudum onu. Bir halk ozanıydı Homeros. Gerçi soyluydu kuşkusuz, ama smıf eşitsizliklerinin kulübe ile konak arasında daha bir kültür kopukluğu yaratmadığı bir çağda yaşamıştı. Kullandığı dil yapaydı; ama ne tuhaftır ki, doğal bir yapaylıktı bu. Homeros'un dili, daha güçlü kılınmış, yüceltilmiş bir halk diliydi. Dolayısıyla, onu dinlerken halkın kendinden geçmesine hiç şaşmamak gerekiyordu.
526 TARİH Ö N CESİ EGE
5*7
HOMEROSOĞULLARI
XVI I
1. Aiolis ve İonia
Karayla çevrili iki deniz ile iki anakara arasındaki anayollara egemen bir konumda bulunan Troya kentinin yöresi, daha çok eski çağlardan başlayarak insanlara çekici gelmiş, insanların gelip oraya yerleşmelerine yol açmıştı.1 Troya 1, Anadolu'ya özgü cilalıtaş çağı kültürünün egemen olduğu, duvarlarla çevrili bir köydü. Troya II, orta yerinde tıpkı Dimini ve Sesklo kentlerinde olduğu gibi bir saray bulunan, surlarla çevrili bir kentti. Orta Avrupa'dan çekiç-baltalar, Kafkasya'dan ustura ağızları, Kyklad'lardan çanak çömlek alan gönençli bir pazar kentiydi Troya II. I.Ö. 2300 dolayında yerle bir oldu. LÖ. 2300 tarihi belki de Pelasg'ların Ege'de ilk kez göründükleri döneme denk düşmektedir. İki köy (Troya III ve IV) yıkıntılar arasında varlığını sürdürdü. Daha sonraları kent yeniden kuruldu ve genişletildi (Troya V ve VI). Homeros'da geçen kent ise, Troya VII idi. Artık Minos etkisi ağır basmaktaydı. Akha'ların yağmaladıkları Troya, Akha'ların Mykene kentiyle aynı kültürdendi.
Daha sonra Troya kenti tümden ortadan kalktı. Tarihsel etkenler kentin doğal üstünlüklerini geçersiz kıldı. Korsanlığın yeniden boy göstermesi, Hellespontos'daki, yani Çanakkale Boğazı'ndaki deniz ulaşımına son vermişti; Hitit İmparatorluğu çökmüştü; kısa bir süre sonra da karaköprüsünden geçen tecim yolu Phrygia'lıların Anadolu'yu ele geçirmeleri sonucunda kesildi. Fııit İlium (Artık her şey bitmişti).
Ege Denizi'nin Anadolu yakasına ilk yerleşen Yunanlılar buraya tecim amacıyla gelmemişlerdi. Yerleşip yaşayabilecekleri bir yer arıyor
1 V.C. CHilde. The Down of European Civilisation, (Üçüncü basım, Londra, 1939), s. 35.
528 T a r İh ö n c e s İ Eg e
lardı. Kıyı bölgesinin en çekici yeri, Hermos ve Maiandros ırmakları ara- smda kalan geniş düzlüktü. Burada çok sayıda ve kullanışlı limanlar, aşağı koyaklarda elverişli otlaklar vardı; öte yandan, yukarılarda Anadolu'nun dağlık yörelerinin içlerine kadar giren kervan yolları, bu dağlık bölge ile Kappadokia, Suriye ve Doğu'nun uçsuz bucaksız imparatorlukları arasında tecimi olanaklı kılıyordu. Burada, Minos ve Hitit etkileri birleşmiş, Mykene kültürü kadar görkemli olmamakla birlikte ondan daha derin ve güçlü bir kültür oluşturmuştu Karia'ülar ve Leleg'ler arasında.2 Bu bölge saldırılara uzun zaman direndi. Mykene'nin çöküşünden sonra göçmenler dalga dalga akın ettiler buraya; ama Aiolia'lı- İar daha çok Hermos ırmağının kuzeyine, Dor'lar da Maiandros ırmağının güneyine yerleştiler. Ortadaki verimli bölgenin İonia'ya dönüşmesi göç alanının hemen hemen sona erdiği döneme rastlar.
Eratosthenes, Aiol'lerin göçünün başlangıç tarihini I . 0 . 1124 olarak belirler. Troya kentinin düşüşünün altmış yıl sonrasına, İon'ların göçünün seksen yıl öncesine denk düşer bu tarih. Aiol'lerin göçünün, İon'ların göçünden daha dağınık ve daha uzun süreli olduğu söylenir.3 Herodotos'a göre, ilk başlarda Aiolis'de on iki kent bulunmaktaydı: Troas bölgesindeki Killa; Kaikos ırmağı ağzındaki Pitaııe; Pitane kentinin güneyine düşen kıyıda ya da bu kıyının dolayında yer alan Grynei- a, Myriııa, Aigaia ve Kyme; Hermos ırmağına bakan tepelerdeki Tem- nos; aşağı Hermos koyağında, Kyme'den gelenlerce kurulan Larissa, Neonteikhos ve Smyrna; daha da güneyde, Kolophon dolayındaki kıyıda Notion; bir de yeri belirtilmeyen Aigiroessa.4 Sözünü ettiğimiz kentlerden kimileri, bu yörede eskiden beri oturanlarca -kıyı yörelerinde Pelasg'lar, KariaTılar ve Leleg'ler; daha içerlerde Karia-Lydia soyundan iki halk, yani Mysia'hlar ve Maionia'hlar- ele geçirilmişti. Herodotos, bu on iki kentin bir tür Aiol Birliği oluşturduğuna değiniyor; ama nerdeyse Aiol kentleri kadar eski ve ünlü başka kentler de vardı: Tenedos, Lesbos ve Sipylos dağı eteğindeki Magnesia.
Bu yerleşim merkezlerinin ne düzende kurulduğu konusunda iki olaydan yola çıkarak bilgi edinebiliyoruz. Bu bilgileri, İ.Ö. beşinci yüzyılda yaşamış Lesbos'lu bir tarihçi olan Hellanikos'dan Strabon aktarıyor bize. Dor'lar Peloponnesos'u ele geçirirlerken, Orestes komuta
2 Bu bölgedeki Hitit kalıntılarıyla ilgili olarak, "Anaerki” başlıklı İkinci Bölüm'de V. Ege'nin Anaerkil Halkları, 6 . Hititler'e bakınız. Miletos'un da, Kolophon'un da, Erythrai’ın da, Khios’un da başlangıçta Girit'den gelenlerce kurulduğu ileri sürülüyordu: Pausanias, 7. 2-4.
3 Strabon, 582.4 Herodot Tarihi, 1.149.
sında bir topluluk Sparta'dan yola çıkmış. Orestes Arkadia'da ölünce topluluğun önderliğini oğlu Penthilos üstlenmiş. Penthilos, bu sürgünler topluluğunu Lokris bölgesindeki Phrikion dağına kadar götürmüş. Kimileri oraya yerleşmişler. Penthilos ise yolculuğunu karadan Thra- kia'ya kadar sürdürmüş ve anlaşılan orada ölmüş. Ondan sonra önderliği Penthilos'un oğlu Ekhelas ele almış; Hellespontos'u ve Bosphoros'u geçerek Daskyleion'a kadar gelmiş. Sonunda, Ekhelas'in en küçük oğlu Gras güneye yönelmiş ve önderliği altındakileri Lesbos'a götürmüş.5 Öte yandan, geride kalıp Lokris'e yerleşmiş olan topluluk, gene Agamemnon soyundan gelen Kleuas ve Malaos'un önderliğinde Aulis'den yelken açıp yola çıkmış ve Ege bölgesindeki Kyme kentini kurmuş.6
Gerçi öykünün ayrıntılarının tartışmalı olduğu söylenebilir, ama gene de değinilen noktalardan ikisi doğru sayılabilir ve Homeros sorununa ışık tutabilir.
Çok uzun bir zaman yolculuk ettiği ve nereye gittiğini de açık seçik bilmediği anlaşılan birinci topluluk gerçekten de umutsuz bir serüven yaşamışa benzemektedir; alt-Mykene dönemindeki Peloponnesos'un yoksul kültürüne uygun düşen bir yorumdur bu.7 Denizden giden ikinci topluluksa daha iyi örgütlenmiş gibidir. Her iki durumda da, göçmenlerin çoğunluğu Thessalia ve Boiotia'dan geliyor olsa gerektir. Pe-
Ho m e r o s o ğ u l l a r i 529
Resim 84. Alt-Mykene askerleri: Mykene’den bir vazo
5 Strabon, 582: Hell. 114; Pi. N. 11. 34-35; Pausanias. 2.18. 6, 3. 2.1.6 Strabon, 401, 582.7 H.R. Hail, The Civilisation of Greece in the Bronze Age, (Londra, 1928), s. 239-86.
5JO TA RİH Ö N C ESİ EGE
loponnesos'dan yola çıkarılmalarının tek nedeni, önderlerinin sürgün edilmiş Pelopid'ler, bir başka deyişle Pelopsoğulları olmasıdır. Bunu bir olgu olarak kabul edebiliriz. Lesbos'un en büyük kenti Mytilene'nin ilk başlarda Penthilid'ler, yani Penthylosoğulları soyundan krallarca yönetildiğini biliyoruz.8 Sonra, Kyme'de Kleuas ve Malaos'un temsil ettiği öteki kola bağlı olması gereken Agamemnon diye bir kraldan söz ediliyor.9 PelopsoğuHarının sonuncusuna bağlılıklarını sürdüren bu göçmenlerin amacı, geçmişten kopmak değil, tam tersine geçmişi Tro- ya Savaşı'nm geçtiği yere yakın düşen yeni yurtlarına taşımak ve orada korumaktı.
İonia'mn kolonileşmesi çok daha canlı ve çarpıcı bir olaydı. Bu olayın başında, Pylos'dan Atina'ya sürülmüş olan Neleid'ler, yani Nele- usoğulları vardı.10 NeleusoğuHarına Atina'da toprak bağışlanmış ve belki de onlar için yeniden oluşturulan kabile düzeninde bir yer verilmişti. Attika'da durumları iyiydi. Neleusoğullarına bağlı klanlardan biri olan Medontid'ler, yani Medonoğulları Atina krallığını ele geçirmişlerdi; gene onlara bağlı bir başka klan, Kodrid'ler, yani Kodroso- ğulları İonia'ya düzenlenen göçe önderlik ettiler. Kodrosoğullarınm bu göçte oynadığı rol, elimizdeki öyküde abartılmış olabilir, nitekim öyküde geçmişe Atmalıların gözüyle bakılmaktadır; ama gene de Kodro- soğulları göçte azımsanmaması gereken bir rol oynamış olsalar gerektir. Kurdukları kentlerden kimileri, dört Attika kabilesi temelinde örgütlenmişti;11 ikisi dışmda bütün kentler Attika'ya özgü Apaturia* bayramını kutlamayı sürdürüyordu.12
Herodotos, İoıı Birliği'nin on iki kentini, kullandıkları lehçelere bakarak dört kümeye ayırıyordu: (1) Khios ve Erythrai; (2) Ephesos, Ko- lophon, Lebedos, Teos, Klazomenai, Phokaia; (3) Miletos, Myus, Prie- ne; (4) Sam os.13 Bunların dördü (Khios, Klazomenai, Phokaia ve Samos) ana göç akımının dışındadır. Khios, Euboia'dan gelenlerce; Klazomenai, Kleonai'dan ve Phleius'dan gelenlerce; Phokaia, Phokis'den gelenlerce; Samos da, Epidauros'dan gelenlerce kurulmuştu.14 Samos
8 Aristoteles, Politika, 1311b.9 Poll. 9. 83. Smyrna yakınlarında Agamemnon'un adının verildiği bir pınar vardı: Philostr. Her. 2.18.10 Herodot Tarihi, 1.146: Pausanias, 7. 2.1.11 C/C. 3078, 3664.* Apaturia, özellikle İon soyundan gelen Grek (Yunan) boylarınca düzenlenen şenliklere, bayramlara
verilen addır. Atina kentinde Pyanepsion ayında (Ekim-Kasım) düzenlenir ve üç gün sürerdi, (ç.n )12 Herodot Tarihi, 1.147.13 Aynı yerde, 1.142.14 Pausanias, 7. 3-4.
H o m e r o s o ğ u l l a r i S3 1
kertti, İort Birliği'ne, Ephesos'dan düzenlenen bir sefer sonucunda zor“ la sokulmuştu.15 Phokaia ve Klazomenai, Neleid'ler, yani N e le u s P ğ u l- lan soyundan kralların egemenliğini benimsedikten sonra Birliğe alınmıştı: Phokaia kentinin başına Erythrai ve Teos'dan gelen, Klazor^enai kentinin başına da Kolophon'dan gelen Neleusoğulları soyundan b a l lar geçmişti.16 İlk başlarda on iki kent de krallarca yönetilmekteydi/ bu krallar, Kodrosoğulları soyundan ya da Glaukid'Ier, yani Giauko?°ğul- ları soyundan, kimi durumlarda da her iki soydan geliyorlardı.1 Gla- ukosoğulları, yüzyıllar önce Lykia'nın başkenti Ksanthos'a yerleşmiş olan ve Yunanca konuşan bir klandı. İon kentlerinin başına, Mile't°s ve Teos'da, bir olasılıkla da her yerde yaşayan yerli halkı yatıştırmak amacıyla getirilmiş olsalar gerektir. Oradaki yerli kültür bastırılama'yacak kadar güçlüydü. Birliğin resmi merkezi, Mykale dağındaki Pamoni- oıı'daydı, ama burası merkez için elverişli olamayacak kadar güneydeydi, nitekim daha sonraları İoniar dört bir yöne yayıldıkların^3 De- los'daki Apollon bayramında yeniden birleşeceklerdi.
Ephesos'da, Kodrosoğulları bordo giysi giyme ve Eleusis'de-ki De- meter tapınağının rahipliğini ellerinde tutma haklan gibi birtakıım krallık ayrıcalıklarını ta Roma dönemine kadar korudular.18 İonia'dalki krallık ne kadar sürdü bilmiyoruz, ama Aiolis'deki krallıktan daha1 çabuk çöktüğünü sanıyoruz.
İonia'lılar gelişip gönence kavuştular. Sahneye Aiol'lerden d?>ba geç çıkmalarına karşın, çok geçmeden bütün üstünlük alanlarını (Onların elinden alacak kadar güçlendiler. Khios, erken bir tarihte İon'^aŞhrıl- dı. Ardından Smyrna elden çıkacaktı. Smyrna kenti Hermos ırn^ağı ağzında, elverişli bir konum daydı; ama halicin girişinde. Pholkaia ve Klazomenai kentlerince köstekleniyordu; nitekim çok geçmec$en Ko- lophon kentinden yola çıkan bir birlik Sm yrna'yı ele geçiırece^ti. Smyrna'nın yerli halkının Aiolis'in öteki yörelerine çekilm esine izin verildi ve Smyrna bir İon kenti oldu.19 Hellespontos yolu açıldüğmda, Aiol'ler Sestos'a ve Abydos'a yerleştiler, ama daha sonraları Abydos kenti Miletos'a bağlandı, ardından da Phokaia'dan gelenler L-am psa- kos kentini kurdular ve Miletos'lular Propontis'in (Marmara Denizi) daha da kuzeyinde, Kyzikos'da güvenlikli bir yer sağladılar ikendile-
'5 Pausanias, 7. 2. 8, 7. 4. 2.H Aynı yerde, 7. 3.10.17 Herodot Tarihi, 1. 147.
Strabon, 632.*9 Herodot Tarihi, 1. 149-1 SO; Pausanias, 7. 5.1.
532 TA RİH Ö N C ESİ EGE
rine.20 Aiolis üstünlüğü gene elden kaçırmıştı, bir daha da ele geçire- meyecekti. Çatalağzmdaki (delta) Naukratis kentinde, Yunanlıların tanıdığı ayrıcalıkla güvenlikli bir yer edinen Mytilene'yi saymazsak,21 Aiol'lerin yerleşim merkezlerinin hiçbiri İonia'nm üstünlüğüyle baş edemedi.
Gerçi bu kolonilerin ilk dönemlerinin tarihi çoktandır biliniyor, ama bu tarih, bölük pörçük de olsa, Homeros sorunu açısından daha önce hiç irdelenmemiş birtakım değerli ipuçları da içeriyor.
Epik şiir, kralın utku ve başarılarının sayılıp döküldüğü saray ozanlığından doğmuştur. Her yer için olduğu kadar Yunanistan için de geçerlidir bu dediğimiz. Odysseia'mn dizelerini okuduğumuzda, Agamemnon'un Mykene'deki ozanının saygın bir yüksek görevli olduğunu görüyoruz.22 Agamemnon'un soyundan inen Penthilid'ler, yani Penthylosoğulları uzun yolculuklarının bitiminde, içinde bulundukları zor koşullar elverdiği ölçüde, geleneksel saray yaşamlarım yeniden kurdular. Bu girişimlerinde tümden başarısızlığa uğradıkları söylenemez, çünkü dünyalıklarım hepten yitirmiş olmalarına karşın, kimsenin ellerinden alamayacağı, kuşaktan kuşağa aktarılmış, çok değerli ve kutsal bir varlıkları vardı: Aiolis bölgesinin geriliği yüzünden krallık kurumu korunmuş, böylece epik şiirin gelişmesi kolaylaşmıştı.
Beowulf un, Anglosakson saraylarında okunan kahramanlıkları, aslında bir zamanlar Kuzey Denizi'nin ötesindeki yörelerde gerçekleşmişti, onun serüvenlerini cankulağıyla dinleyen krallar ile Beowulf arasında doğrudan hiçbir bağ olamazdı. Gerek B eow ulf da, gerek Wid- sitlı'de, Offa'yı saymazsak, İngiliz ölan tek bir kişi yoktur.23 Günümüze ulaşan biçimleriyle Eski Edda İzlanda'yla, Nibelınıgenlied de Bavye- ra'yla ilgilidir, ama bu destanların kahramanlan, çıkarabildiğimiz kadarıyla, Gotlar, Hunlar ve Burgondiyalılardır.24 Cermen epik şiirinin yaygın bir özelliği de, ozanların şiirİeri, kahramanlıklarım dile getirdikleri kişilerden, anlattıkları olaylardan zaman ve yer bakımmdan çok uzaklaştırılmış bir biçimde sürdürmüş olmalarıdır; bunun bir nedeni de, Töton halklarının nerdeyse bütün Avrupa'ya yayılmalarıyla sonuçlanan göçlerin geniş kapsamlı ve uzun süreli oluşudur.
20 Cambridge Ancient History’de J.L. Myres, 3. 657-60.21 Herodot Tarihi, 2.178.3.22 Odysseia, 3.267-71.23 H.M. Chadwick, The Heroic Age, (Cambridge, 1912), s. 32.24 Aynı yerde, s. 33-34.
Oysa bizim sözünü ettiğimiz Penthylosoğulları topu topu Ege Deni- zi'ni aşmışlardı; savaş alamna bakan İda dağı yakınlarındaki yeni yurtlarında, doğrudan Agamemnon soyundan gelen bu insanlar İlyada'yı dinliyorlardı. Yanlarındaki konuklarına dönüp, "Gerçi önemsiz bir şey ama, hiç değilse bizim," dediklerini gözünün önüne getirebiliyor insan.
Ardından Kodrosoğulları geldiler. Yurdu atalarının yaşadığı yere çok yakın olan Odysseus'un öyküsünü Homeros destanına Kodroso- ğullarmın katmış olması hiç de uzak bir olasılık değildir. Odysseus'un batıdaki yolculukları ile Argonaut'larm yolculukları arasmda garip birtakım benzerlikler vardır. Bu da, destanın, İolkos'dan göç ettiklerinde Neleusoğullarınca doğudan batıya aktarılmış olabileceğini düşündürmektedir.25
İoııia'da krallık, ancak bu iki kolu birleştirecek kadar sürdü ve orada sanat, hiçbir kesintiye uğramadan, o güne kadar ve o günden sonra hiçbir epik ozanın solumadığı bir ortama, tecimle uğraşan kent-dev- letinin keskin, eleştirel, sarıcı ortamına aktarıldı.
2. Homeros'un Doğum Yeri
Homeros'un doğum yeri, ancak, İlyada ve Odysseia’nın bizim anladığımız anlamda bir yazarı bulunup bulunmadığı sorusu karşısında herhangi bir önyargı taşımaksızın araştırılabilir. Yunanlılar böyle birinin var olduğu inanandaydılar; bu konuda neler söylediklerine bir bakmakta yarar var.
Homeros Sorunu, günümüzde ortaya çıkmış bir sorun değil. Bu iki destanı aynı kişinin yazıp yazmadığı, Hellenistik bilimin parlak günlerinde bile tartışılıyordu. Bu tür tartışmalar zamanla daha da gelişti. Uçüncii yüzyılda nereye varıldığım, Lukianos o canlı anlatımıyla şöyle dile getiriyor:
A radan iki ü ç gün geçm işti ki, ozan H om eros'a rastladım . İkimiz d e kimseye bağlı olm adığım ız için, on a birçok konuda gönül rahatlığıyla soru lar sorabildim . N ered e d oğ d u ğ u n u d a sord u m bu arad a. B unun bizler arasm d a hâlâ çetin bir tartışm a konusu olduğunu açıkladım kendisine. H om eros, çeşitli u zm an larca kendisinin doğum yerinin Khios, S m yrn a ya da K olophon olarak gösterildiğini, oysa gerçekte birçoklarına T igra-
H o m e r o s o ğ u l l a r i 533
25 J.A.K. Thomson, Studies in the Odyssey (Odysseia Üstüne incelemeler), (Oxford, 1914), s. 80-99.
nes diye d e bilinen Babylon'lu olduğunu söyledi; an cak Yunanlılara köle (h om eros) olarak satıldıktan sonra H om eros adım alm ıştı. Başka soru lar da so rd u m . Peki, dedim , d estanları kitapta top layan ların yad sıdıkları dizeler gerçek te senin m i? H epsinin kendisinin old u ğu n u söyledi. O zam an , A ristarkh os ve Z enodotos okulunun bütün o bilgiççe saçm alarını bir b ir sayd ım H om eros'a. A rdından da, İlyada 'y a niçin Aklıil- leus'un öfkesiyle başladığını sord u m . G erçekte hiçbir nedeni olm adığını, salt kafasına öyle estiği için öyle başladığını söyledi. Birçok uzm anın ileri sü rd ü ğü gibi ilk önce O dysseia’yı yazıp yazm adığını da çok m erak ed iyord u m . Bu so ru m u , hayır, diye yanıtladı H om eros. A rtık körlüğü konusunda söylenilenlerin doğru olup olm adığını sorm am a gerek yoktu, çünkü kör olm adığını kendi gözlerim le g öreb iliyord u m .26
Lukianos'un sözlerindeki bu ince alayın yersiz olmadığı, Homeros araştırmasının sonuçlarını özetleyen Bizanslı sözlük yazarı Suidas'm şu girişinden de anlaşılabilir. Homeros'un doğum yerine ilişkin bölümü aktarıyorum:
Böylesine ulu bir ozan m ölüm lü olup olam ayacağı yolundaki kuşkular, onun d oğu m yeri konusunda da benzer bir belirsizliğe yol açm ıştır. Ç eşitli u zm an lar H om eros'u n S m yrn a'd a, K hios'da, K olop h on 'd a, İos'da, K ym e'd e, T ro as bölgesindeki K enkherai'da, L y d ia 'd a , A tin a 'd a , İtha- ka'd a, K ıbrıs'da, Salam is'de, K ııossos'da, M ykene'de, M ısır'da, Thessa- lia 'da, İtalya 'd a, L uk an ia 'da, G ryneia'da, R om a'd a ve R od os'd a d o ğd u ğunu ileri sü rm ü şlerd ir.27
Olağanüstü bir adaylar listesi. Ne var ki, hakikatin nerdeyse iki bin yıl süren aranılışından sonra, İ.S. on birinci yüzyılda derlenmiş bir liste bu. İşe, Hıristiyanlıktan önceki dönemin tanıklarından kaynaklanmayanların hepsini bir yana bırakarak başlayabiliriz. Geriye yedi yerden oluşan kısa bir liste kalıyor:
5 3 4 T a r i h ö n c e s i E g e
Kaynak
Apollon'a Homerik Övgü
Am orgos'lu Semonides (?)
Keos’lu Simonides (?)
Tarih (İ. Ö. yüzyıl)
vıı-vıvıı-vıvı-v
Doğum Yeri
Khios
Khios
Khios
26 Luc. VH. 2. 20.27 Suid. Homeros.
H o m e r o s o ğ u l l a r i 535
Sigeion’lu Damastes V Khios
Pindaros VJ Khios
I Smyrna
Thasos’lu Stesimbrotos V Smyrna
Eiis'li Hippias V Kyme
Keos’lu Bakhylides V ios
Kolophon'lu Antimakhos V-IV Kolophon
Kyme’li Ephoros IV Kyme
Aristoteles IV ios
Atinalı Philokhoros IV Argos
Kos’lu Theokritos III Khios
Samothraike’li Aristarkhos lll-ll Atina
Kolophon’lu Nikandros II Kolophon
Thraiks’li Dionysios II Atina28
Şimdi bu aday kentleri, en güçsüzünden başlayarak bir bir gözden geçirelim:
Atina: Daha ilk ağızda yitiriyor adaylığını. Atina, İon'ların anakentiydi; İon'larm başarılarının saygınlığı bu kente yakıştırılırdı. Nitekim, İon'lar çok sonraları Atina kökenli görülmeyi bir övgü sayacaklardı. Smyrna'lı Aristeides, kendi kentini bir Atina kolonisi, atalarını da Ati- nalı olarak tanımlar.29 Atinalı tiran Peisistratos'un bir yontusuna kazılı bir yazıt var elimizde:
Ü ç kez tiran olan, ü ç kez sü rg ü n e gönderilip yeniden başa geçen d ev let ad am ı P eisistratos'u m ben; H om eros'u n dağınık şiirlerini top layıp
biraraya getiren Peisistratos. Ç ünkü Sm ryna kentini A tm alılar k u rdu k - larına göre, o yü ce ozan d a bizim yurttaşım ızdı.
îos: Öyküye bakılırsa, bu adada yaşayan Kretheis adlı bir genç kız, tanrılardan birinden gebe kalmış. Smyrna kentinde köle olarak satılan genç kızı Maion adlı bir Lydia'lı almış. Maion kızla evlenmiş ve genç
28 Horn. H. 3.172: Sim. 85: Pi. fr. 264; Dam. 10 = FH C . 2. 66; Stesim. 18; Hippias. 8 = FH C . 2. 62; fr. 48 Blass; Antim. 18 = FH C . 2. 58; Eph. 164; Aristoteles, fr. 66; Philokhoros, 54; Theoc. 7.47; Nicand. fr. 14; VHom. 5-6.
29 Aristides, 23. 26, 29. 27, 40. 759,42. 776.30 VHom. 5-6 = AP. 11.441
kız Homeros'u dünyaya getirmiş.31 Hiç kuşkusuz, Bakhlides ve Aris- toteles'in değindikleri öykü bu. Gelgelelim, bu öyküden Homeros'un doğum yerinin İos değil, Smyrna olduğu sonucu çıkıyor.
Argos: Homeros şiirleri Argos'da kuşkusuz siyasal nedenlerden ötürü çok tutulurdu. Homeros'la Apollon'u konuk olarak çağırdıkları bir müzik şenliği vardı ArgosTuların.32 Homeros'un, Maion ile Hyrnet- ho'nun oğlu olduğunu söylerlerdi.33 Bu öyküde Hymetho, İos'lu genç kızın az çok değişik biçimlisi olarak çıkar karşımıza. Hyrnetho, Dor- öncesi topluluklardan oluşan Argos kabilelerinden birinin, Hyrneth'le- rin ata adıydı. Bir Mykene ozanları geleneğinin, Homeros geleneğinden bağımsız olarak, burada Dor akınlarmdan sonra da varlığını korumuş olması hiç de uzak bir olasılık değildir.
Kolophon: Bu kentin Homeros'un doğum yeri olduğunu savunanlar Kolophon'lulardır, onun için yansız oldukları pek söylenemez. İleri sürdükleri sav, Kolophon'dan gelen İon'ların Smyrna'yı yeniden bayındır kılmalarından kaynaklanıyor olabilir.
Geriye kalıyor Kyme, Symrna ve Khios. Kyme'nin Homeros'un doğum yeri olması çok uzak bir olasılık; belki de, salt Smyrna'nın anakenti olduğu için çıkıyor karşımıza Kyme. Öte yandan, en güçlü olasılık Khios'da. Homeros'su Övgü ve Amorgos'lu Semonides kaynaklan da Khios olasılığını doğruluyor; elbette, alıntıda değinilen Keos'lu Simonides değil de Amorgos'lu Semonides ise gerçekten. Ayrıca, Khios Homerosoğullarımn yurdu sayılıyordu.34 Smyma'run adaylığından yana bir varsayım ise, Homerosoğullarımn Smyrna'nın Kolophon kentine yenik düşmesinden sonra merkezlerini Smyrna'dan Khios'a taşımış olmasıdır. Bizim için en uygun yol> Khios ve Smyrna'da karar kılmak, Kyme'yi de en yakın aday olarak belirlemektir. Üç kent de Aiolis ile İo- nia'nın sınır bölgesinde, Hermos ırmağının döküldüğü körfezin kıyısaldadır. Yunan epik şiirinin beşiğinin burası olduğunu biliyoruz.
3 . S a r a y d a n P a z a r Y e r i n e
Homeros, Homerid'lerin, yani Homerosoğullarımn ata adıdır. En azından Homeros adı gerçek bir addır. Girit'den Thessalia'ya kadar
536 T a r i h ö n c e s i Eg e
31 Plutarkhos, VHom. 3. İos adasında aylardan birinin adı Homereon’du: 1C. 12 (5) 15.32 Aelianus, Variae Historbe, 9.15.33 VHom. 4.1-2, 6. 27; Certamen, 25.34 Strabon, 645; Akusilaos, 31; Hellanikos, 55.
H OM EROSO ĞU LLARI 537
birçok yerdeki yazıtlarda kişi adı olarak geçen Homaros'un İon lehçesindeki biçimidir Homeros.35 Cins adı olarak homeros ise "köle" anlamına geliyordu. Nitekim, bir öyküye göre, ozan Smyrna'dan Khios'a köle olarak götürülmüştü.36 Öykü, adm kendinden anlaşılıyor. Akla daha uygun bir başka öyküye bakılırsa, homeros "kör" anlamına gelen eski bir sözcüktü.37 Demirciler hep topaldır ya, ozanlar da aynı nedenle hep kördür. Meslek seçimini bedensel eksiklik belirtiyordu. Körlük, yan ı sıra "ikinci bir görme duyusu"nu, önseziyi, bir başka deyişle bili- ciliği ve şiiri getiriyordu.38 Demodokos kördü, Thamyris ve Stesikho- ros da öyle.39 Eğer Homeros yalnızca bir "kör ozan" idiyse, adının onun gerçek olduğunu gösterdiği pek söylenemez.
Homerosoğullarının "ilk başlarda Homeros'un torunları oldukları kuşaktan kuşağa aktarılan bir geleneğe göre Homeros'un şiirlerini söyledikleri, ama daha sonraki çağlarda Homeros'la akrabalığı bulunmayan ozanlara Homerosoğulları denildiği"ni40 öğreniyoruz. Başka bir deyişle, başlangıçta bir klan olan Homerosoğulları sonunda bir loncaya dönüşmüşlerdi. Belli bir soydan gelmenin yerini lonca üyeliğine seçilme almıştı. Merkezleri Khios'daydı. Bütün halk ozanları gibi onlar da her gittikleri yerde tanınan gezgin sanatçılardı ve hiç kuşkusuz Yunanistan'ın birçok yerinde üyeleri vardı. Bunlardan biri olan Khios'lu Kynaithos, altıncı yüzyıl sonlarında Syrakusa'ya göç etti.41 Platon'dan öğrendiğimize göre, Homerosoğullarının sayısı dördüncü yüzyılda hâlâ artmaktaydı. Halkın okuyamadığı, yalnız bu ozanların elinde bulunan birtakım gizli şiirlerden söz eder Platon.42 O sıralar artık şiirler üstündeki tekellerini yitirmiş olabilirler, ama gerek Attika yazınında, gerek yazıtlarda Atina doğumlu bir halk ozanından söz edilmemesi ilgi çekicidir. Platon bu sanatın tipik bir temsilcisini tanıtmak istediğinde, Ephesos'dan İonia'lıyı seçer.
Bu şiirler Pelopsoğullarmın ve Kodrosoğullarmm saraylarında serpilip boy atmışlarsa, krallığın çöküşünden epeyce etkilenmiş olmaları gerekir. Kyme kentini İ.Ö. 700 yılına kadar bir kral yönetmişti, ama uç bir örnekti bu. Krallık, hiç değilse İonia'da, bu tarihten çok önceleri kal
35 GDI. 1033; S/C. 1059.1.3.36 Proklus, Chr. 99.17.37 Aynı yerde, 19-20; Ephoros, 164.38 B kî. The Growth o f Literature, 3. 619.39 Odysseia, 8. 63-64; İtyada, 2. 599-600; Isokrates, Hel. 64.40 Pindaros, N. 2.1.41 Aynı yerde, 2.1.42 Platon, Phaedros, 252b; İo, 530d; Devlet, 599e.
538 T a r İh ö n c e s İ Eg e
dırılmıştı. İşte, epik şiir geleneğinin hiç aralıksız bir sonraki aşamaya aktarılmasını olanaklı kılan, Asya YunanistanYıun değişik yörelerini^ eşitsiz bir biçimde gelişmesiydi.
Sarayın çöküşüyle birlikte, ozanlar pazar yerinde şiir söylemeye başladılar. Pazar yeri derken, köylülerin, sığır satıcılarının, köy zenginle- riyle ileri gelenlerinin doldurduğu sessiz ve dingin bir pazar yerinden söz etmiyorum. Sözgelimi, Hesiodos şiir söylemiştir böyle bir pazar yerinde; bu da onun HomerosTa boy ölçüşmesine yol açmıştır. Diyeceğim, Yunanlıların, Karia'lıların, Fenike'lilerin, tecimen denizcilerin, dokumacıların, tefecilerin, bankerlerin doluştuğu kalabalık bir liman kentinin meydanından söz ediyorum, özellikle de Delos'da her yıl düzenlenen panayırdan.
Küçücük bir ada olan Delos, mavi Ege'de gnays ve granitten oluşan, deniz yüzeyi üstüne taşmış bir kaya parçasıdır. Ama Kyklad adalarının ortasında yer alan Delos, kültürel bakımdan İonia'nın anakenti olmuştur.
Ey T anrı A p ollon, ne k adar çok tu r senin tapm akların , o rm an lar arasındaki düzlüklerin. Bütün toprakları, d ağ doruklarını, denize doğru akan bütün ırm akları değerli sayarsın sen. A m a en değerlisi D elo s'd u r senin gözü nd e. K arıları ve çocuklarıyla birlikte İon'lar, uzun giysilerini sürüyerek orad a top lan ırlar. Y um ru k d övüşleri, d an slar v e m ü zik le senin anım y aşatırlar. Ö ylesine görkem li bir g örü n ü m d ü r ki b u , insan o kadınlar, erkekler, gem iler ve m allar yum ağına bakıp bakıp, b u rad a her şey zam an d an v e ölü m d en bağım sız diye düşünebilir.43
Yalnız İonia'dan değil, Yunanistan'ın dört bir yanından hacılar bu bayram yerine akm ederlerdi. Sekizinci yüzyıl başlarında Messenia'dan gelen bir koronun, Korinthos'lu Eume-İos'un kendileri için bestelediği bir övgü'yle yarışmaya katıldığını biliyoruz.44 Atinalılar da Solon zamanında ve belki daha önceleri de yarışmalara katılıyorlardı.45 Çok yürekten şarkı söyleyen birisi için Yunanca'da şöyle bir söz vardı: "Sanki Delos'a gidecekmiş gibi söylüyor."46
Delos adası önemini ta Perslerin bölgeyi ele geçirmelerine kadar korudu ve Perslerin yenilgisinden sonra adanın geleneksel saygınlığı De-
43 Horn. H. 3. 143-55.44 Pausanias, 4. 4.1.45 Ath. 234e. Philokhoros, 158.46 Zenon, 2. 37.
HOMEROSOĞULLARI 539
los'un Atina kentince kurulan yeni İon birliğinin kültür m erkezi olm asını sağladı.
Delos şenliğinde H om eros'su şiirlerin okunm ası düzenlenen izlencede önem li b ir yer tutardı, bu kesin. Delos A pollon'unun tapm ağından O dysseia ' s ö z edilir.47 Ayrıca, bir öyküye göre, kör ozanın kendisi de D elos'da kalabalıkları büyülem işti:
A p o llo n v e A r te m is 'in sev g isi ü z e rin iz d e n ek sik o lm asın , k alın sağ lı
cak la, D elos'lu k ızlar! Sakın beni gön lü n ü zd en çık arm ayın . Bir g ü n uzak
la rd a n b ir y o lc u g e lir d e , "B u ra y a y o lu d ü şe n o zan lard an en ço k han
gisini s e v d in iz ? " d iy e so ra rs a , b ir a ğ ızd an şu y an ıtı v erm e y i u n u tm a
yın : " K ö r b ir a d a m , k a y a lık K h io s 'd a y a şa r , tü rk ü sö y lem ek te kim seler
su d ö k e m e z e lin e ."48
Şiir dinletilerinin Delos'da ne zaman başladığını bilmiyoruz. Dokuzuncu yüzyıla kadar uzanıyor olabilir. Ayrıca, geçen bölümde gördüğümüz gibi, söz konusu şiirler yedinci yüzyılda hâlâ yayılmaktaydı. Toplumsal değişiklik, Homeros destanları daha tamamlanmadan meydana geldi. Dolayısıyla, biçimlendiriri bir etkisi oldu bu şiirler üstünde. Gerçekten de devrim ci bir değişiklik olsa gerekti. Epik şiir, eski bir dünyanın soyluluğunun güvenlikli saray yaşamında, geçmişin anılarıyla beslenerek gelişmişti. İonia'daki tecim, politika ve bilim cümbüşünün içine düştüğündeyse çiçeğe durdu bu şiirler. Koşullar benzersizdi.
4. Homeros Külliyatı
Daha önceki bölümlerde, İhyada, Odysseia ve Övgüler'den topluca Ho- merik, yani Homeros'su şiirler diye söz ettik. Eski çağlarda Homeros'un ya da onun okulunun adıyla bilinen ve bugün artık yitip gitmiş olan on iki kadar yapıt daha vardı. Homeros külliyatıydı bu.
Homeros külliyatı ikiye ayrılır: İlkin, herkesin ya da hemen hemen herkesin ustanın kendisine, Homeros'a yakıştırdığı şiirler, yani İhyada, Odysseia ve Övgüler vardır. Bunlardan bundan sonra da Homeros şiirleri diye söz edeceğim. Kimileri Homeros'a, kimileri de onun izdeşle- rine yakıştırılan öteki şiirlerse, destanlar çemberi diye bilinir.
47 Odysseia, 6.162-63; Certamen, 315-21; Hesiodos, fr. 265.48 Horn. H. 3.165-73.
5 4 0 TA RİH Ö N CESİ EGE
Destanlar çemberine ilişkin bilgilerimizin çoğu, yeniplatoncu Prok- los'dan (İ.S. beşinci yüzyıl) geliyor. Proklos'un Homeros külliyatı için derlediği kılavuzun bir özeti günümüze kadar ulaşmış.49 Öyle görünüyor ki, Proklos işini büyük bir özenle yapmış. Proklos dışında, bu konuyla ilgili olarak yalnızca Hellenistik Çağ, Yunan-Roma Çağı ve Bizans döneminin öteki yazarları ve yazı parçalarındaki alıntılar ve değinmeler var elimizde.
İh/ada, Agamemnon'la Akhilleus arasındaki kavgadan başlayıp Hektor'un gömme törenine kadar, Troya Savaşı'nm onuncu yılını anlatır. Odysseia'mn konusuysa, Odysseus'un İthaka'ya dönüşü, ailesine kavuşması ve karısının taliplerinden öç almasıdır. İlyada 15693 dizeden, Odysseia'd a 12110 dizeden oluşur. İskenderiyeli yayıncılar her iki destanı da yirmi dört bölüme ayırmışlardır. İlyada hemen herkesçe Homeros'un yapıtı sayılmıştır; bu görüşe karşı çıktıkları bilinen kimi Hellenistik Çağ bilginleri bir yana bırakılırsa, Odysseia da öyle.50
Otuz dört Övgü vardır, ama bunlardan beşi dışında hepsi çok kısadır. Thukydides (beşinci yüzyıl) Apollon'a Övgü’nün, Karystos'lu Antigonos (üçüncü yüzyıl) da Hermes’e Övgü'nün Homeros'un olduğundan söz eder.51 Athenaios (İ.S. ikinci üçüncü yüzyıl), Apollon'a Övgü'nün "Homeros'un ya da Homerosoğullarından birinin" olduğunu söyler.52 Syrakusa'lı Hippostratos (tarihi yok), bu övgii'nün gerçekte Homerosoğullarından biri, yani Khios'lu Kynaithos'un olduğunu, ama "H om eros'un dizelerine kendinden birçok dize eklediğini" ve İ.Ö. 504 ile 500 yılları arasında Syrakusa'ya gittiğini belirtir.53 Son yıllarda Wade-Gery bu şiirin gerçekte iki övgü'den oluştuğunu inandırıcı bir biçimde öne sürmüştür. VVade-Gery'ye göre, bunlardarı Delos Apollon'u için olanı İ.Ö. 600 yılından önce, Delphos Apollon'u için olanıysa İ.Ö. beşinci yüzyılda oluşturulmuştur. Bu ikisinin birleştirilmesi ise Kynaithos'un işidir.54 Kanımca, W ade-Gerynin vardığı bu sonuç doğrudur.
Destanlar çemberi konularma bakılarak Troya Çemberi, Thebai Çemberi ve Çeşitli diye sınıflandırılabilir.
49 Khrestomathia'nın yazılışı konusunda bkz. T.W. Allen, Homer: Origins and Transmission, (Oxford, 1924), s. 51-60.
50 Proklus, 102. 3.51 Peloponnesos Savaşı, 3.104; Antigones, 7; bkz. Pausanias, 4. 30. 4; 9. 30.12; 10. 37.5.52 Athenaios, 22b.53 Pindaros, N. 2. 1.54 H.T. Wade-Gery, “Kynaithos”, Creek Poetry and Life, (Oxford, 1936), 56.
Çizelge XVII
H O M E R O S KÜLLİYATI
H o m e r o s o ğ u l l a r i 541
Başlık Ozan Tarih
jlyada Homeros 950
Odysseia Homeros
övgüler:
Apollon’a Övgüf Homeros
Khios’lu Kynaithos 500
ötekiler Homeros
Troya Çemberi:
Kypriaf Kıbrıslı Stasinos
1 Salamis'li Hegesinos
““
Aitbioph Miletos'lu Arktinos 744
f Sparta'lı Kinaithon 762
Küçük İlyada1 Mytilene’li Leskhes
1 Phokaia'lı Thestorides
710
V. Erythrai'li Diodoros -
Troya'tun Yağmalanıp Miletos'lu Arktinos 744
Yurda Dönüşler Troizen’li Agias -
Telegoniaf Sparta’lı Kinaithon 762
| Kyrene'li Eugammon 566
Thebai Çemberi:
Oidipodeia Sparta’lı Kinaithon 762
Thebais Homeros
Epigonoi Teos’lu Antimakhos 753
Çeşitli:
Oikhalia’nın Ele Geçirilişi Sam os’lu Kreophylos -
Titan'ların Savaşıf Miletos'lu Arktinos
| Korinthos'lu Eumelos
744
750
Phokais Homeros
Margites Homeros
Amazonia Lydia’lı Magnes 700
Herakleia Lindos’lu Peisinos 750
542 TARİHÖNCESİ EGE
Troya Çemberi'nde altı destan vardır. Birincisi, Kypria, yani Kıbnsh Destan on bir bölümdür. Kypria'mn konusunu Aleksandros'un yargılanması, Helena'nm ırzma geçilmesi, Akha'ların savaş düzenine girmeleri, İphigeneia'nın kurban edilmesi ve savaşın Agamemnon'la Ak- hilleus arasındaki kavgaya kadar olan akışı oluşturur.55 Herodotos (beşinci yüzyıl), şiirin dizelerini inceleyerek Kypria'nin Homeros'un olamayacağını ileri sürer; demek, bu destanın Homeros'un olduğunu düşünen birçok kimse vardı.56 Sonunda Pindaros'a (beşinci yüzyıl) male- dilebilecek bir öyküde, Homeros'un Kypria'yı damadı Kıbrıslı Stasi- nos'a düğün armağanı olarak verdiği anlatılır.57 Platon (dördüncü yüzyıl) bu destandan alıntı yaparken kimin destanı olduğundan hiç söz etmez.58 Pausanias (İ.Ö. ikinci yüzyıl) da bir açıklama yapmaz bu konuda.59 Athenaios, Kypria için, "Kıbrıslı Stasinos'un, Hegesias'm ya da bir başkasının olabilir"60 der. Proklos ise, Kypria'y\, Stasinos'a ya da Sala- mıs'li (Kıbrıs'daki Salamis kenti) Hegesinos'a yakıştırır.61
İkincisi, Aithiopis beş bölümdür. Konusu: Hektor'un gömme töreninden Akhilleus'un ölümüne kadar savaşın onuncu yılı.62 Proklos, Aithiopis'in Miletos'lu Arktinos'un olduğunu söyler. Arktinos, Suidas'a (İ.S. on birinci yüzyıl) göre, Homeros'un izdeşlerinden biridir.63 Doğum tarihi İ.Ö. 744 diye geçer.64
Üçiincüsü, Küçük İlyada dört bölümdür. Konusu: Akhilleus'un zırhı uğruna düzenlenen yarışma ve Tahta At'ın yapılması.65 Küçük İlyada, Sparta'lı Kinaithon'a (Hellanikos, beşinci yüzyıl), Mytilene'li Lesk- hes'e (Proklos), Phokaia'h Thestorides'e ya da Erythrai'lı Diodoros'a yakıştırılır.66 Kinaithon'un doğumu tarihi İ.Ö. 762 diye geçer.67 Lesk- hes ise Arktinos'la aynı dönemde yaşamışta.68 Bir yoruma göre de, Thes-
55 Proklus, 102-05.56 Herodot Tarihi, 2.117.57 Ael. VH. 9.15; bkz. lamb. VP. 146; Suid. Homeros, 29.58 Platon. Euthyphro, 12a.59 Pausanias, 4. Z 7.60 Athenaios, 682d, bkz. 35c, 334b.61 Proklus, 97.15.62 Aynı yerde, 105-06.63 Suidas, Arktinos - FH G . 4. 314.64 Suidas, I.e.: Homer: Origins and Tronsmisson, s. 62-63.65 Proklus, 106-07.66 Euripides, Tr. 821.67 Homer: Origins and Transmission, s. 63.68 Clemens. Stromata. 1. 21. Leskhes’in (bir şiirde mi?) Homeros ile Hesiodos arasındaki bir ozanlık
yarışmasından söz ettiği söylenir (Plutarkhos, Moralia, 154a). Bu öykünün bizim için önemli yanı, her iki ozanın da doğaçtan söyleme yeteneğini vurgulamasıdır.
H o m e r o s o ğ u l l a r i 543
torides'le birlikte Phokaia'da kalırken Homeros kendisi oluşturmuştur Kiiçiik İlyada'yı. Thestorides'in gene bir epik ozan olan oğlu Partheni- 0s, Homeros'un soyundan diye tanımlanır.69 Pausanias ise Küçük İlya- da'yı ortaklaşa oluşturulmuş bir şiir olarak görür.70
Dördüncüsü, Troya'ntn Yağmalanışı iki bölümdür ve Aithiopis'in ozanı Arktinos'undur 71
Beşincisi, Yurda Dönüşler beş bölümdür. Konusu: Diomedes, Nestor, Neoptolemos, Agamemnon ve Menelaos'un savaştan sonraki serüvenleri. Ozanı: Proklos'dan öğrendiğimize bakılırsa Troizen'li Agi- as (Hegias).72 Pausanias da aynı adda bir ozandan söz eder, ama Yurda Dönüşler’i ortaklaşa gerçekleştirilmiş bir yapıt olarak görür.73
Altıncısı, Telegonia iki bölümdür. Konusu: Penelopeia'nm taliplerinin gömme töreninden Odysseus'un ölümüne kadar Odysseus'un başından geçenler.74 Ozanı: İ.S. üçüncü yüzyılda yaşamış olan Eusebios'a göre, Sparta'lı Kinaithon; İ.S. ikinci-üçüncii yüzyılda yaşamış olan Kle- mens'e göre, Kyrene'li Eugammon.75 Eugammon'un doğum tarihi İ.Ö. 566 olarak verilir.
Troya Çemberi'ni tartışırken, Aristoteles'in, Homeros'u bu destanların ozanı olarak görmediği anlaşılmaktadır.76
Daha sonra, üç şiirden oluşan Thebai Çemberi gelir. Oidipodeia'da, Oidipus'un babasını nasıl öldürdüğü, anasıyla nasıl evlendiği, oğullarını nasıl ilençlediği anlatılır. Thebais, oğullar arasındaki savaşı, Ar- gos'lularm Thebai kentine düzenledikleri ilk seferi, seferin birbirlerini öldürmeleriyle son buluşunu dile getirir. Epigonoi, düzenlenen ilk seferde can veren Argos'lu komutanların oğullarının gerçekleştirdiği ikinci bir sefer sonucunda kentin yok oluşunu anlatır. Thebais de, Epigonoi da 7000 dizeden oluşuyordu.77
Yazıtlardan birinde, Oidipodeia'nm Kinaithon'un olduğu belirtilir.78 Pausanias ise bu destanı ortaklaşa gerçekleştirilmiş bir şiir olarak görür.79 Ephesos'lu Kallinos, Thebais'i, sekizinci yüzyılda Homeros'a ya-
69 Suidas, Parthenios.70 Pausanias, 3. 26.9.71 Proklus. 107-08.72 Aynı yerde. 108-09.73 Pausanias, 1. 2.1.10. 28. 7; bkz. Athenaios, 281b.74 Proklus, 109.75 Eusebios, Khrikhon; Olen, 4; Clemens, Stromata, 6. 25.1.76 Aristoteles, Poetika, 23. 5-7.77 Certamen, 255-60; bkz. C/C. It. Sic. 1292. 2.12.78 C/C. İt, Sic. 1292. 2.11.79 Pausanias, 9. 5.11.
544 TARİHÖNCESİ Ege
kıştırmıştır.80 Bu, külliyattaki bir şiir ile ustanın adı arasında kurulan en eski ilişkidir. Herodotos, "Homeros'un Epigonoi'u" der, ama ardından hemen ekler: "Elbette bu destanı gerçekten Homeros söylemişse."81 İskenderiye'de bir yapıtta, bu destan Antimakhos'a, sanırız Teos'lu An- timakhos'a (İ.Ö. 753) yakıştırılır.82
Geriye çeşitli yapıtlar kalıyor.Oikhalia'nm Ele Geçirilişi. Konu: Herakles'in son kahramanlığı. Ozan:
Üçüncü yüzyılda yaşamış olan Kallimakhos'a göre, Samos'lu Kreoph- ylos.83 Platon, Kreophylos'dan "Homeros'un bir dostu" diye söz eder.84 Bir başka yerde, tıpkı Stasinos gibi Kreophylos'un da Homeros'un damadı olduğu vurgulanır.85 Kallimakhos'un anlattığı ve sanırız Platoıı'un da bildiği bir öyküye bakılırsa, Kreophylos Samos'da Homeros'u ağırlayıp eğlendirmiş, buna karşılık Homeros da bu destanı Kreophylos'a armağan etmiş.86 Klemens, bu destanı Halikamassos'lu Panyasis'iıı Kreophylos'dan çaldığını söyler.87 Ama belki de çalmmamıştır da, uyarlanmıştır.
Titan'larm Savaşı'nı, Athenaios, Miletos'lu Arktinos'a ya da Korint- hos'lu Eumelos'a yakıştırır.88 Eumelos (İ.Ö. 750), soylu Bakkhid'ler kla- nmdandır. Korinthia adlı bir başka destanın da ozanı sayılıyordu Eumelos.89 Messenia'dan gelen koronun Delos'da okuduğu övgü de Eu- melos'undu.
Phokais'ın, Homeros'u Phokaia'da ağırlayan Thetorides tarafından Homeros'dan alındığı söylenir.90 İçeriğiyle ilgili hiçbir şey bilinmiyor.
Margites, hem heksametron, hem trimetron ile oluşturulmuş bir taşlamadır. Kendisini anasının mı, yoksa babasının mı doğurduğunu bilmeyen ve anasına söyler korkusuyla karısıyla sevişmekten çekinen bir budalayı anlatır.91 Platon ve Aristoteles, Margites'i Homeros'un sayarlar; ama daha sonraki yazarlara bakılırsa bir Homeros öykünmesidir M argites92
80 Pausanias, 9. 9. 5.81 Herodot Tarihi, 4. 32.82 Aristophanes, Pa. 1270; Plutarkhos, Rom. 1283 Cali. Ep. 6.84 Platon, Devlet, 600b.85 Suidas, Kreophylos.86 Strabon, 638.87 Clemens, Stromata, 6. 25. 2.88 Athenaios, 22c, 277d.89 Pausanias, 21. 1,2. 2. 2,2. 3. 10.90 Ps. Hdt. VHom. 16.91 Aeskhines, Ct. 160.92 Platon, Alkibiades, 1147c; Aristoteles, Poetika, 4. 3.10-12; Hephaistion, Enkheiridion, 17.
H o m e r o s o ğ u l l a r i 545
Bir de Amazonia ve Herakleia var. Amazonia, Lydia'lı Magnes'indir (İ.Ö. 700). Herakleia ise, Klemens'e göre, Kameiros'lu Peisandros (İ.Ö. 750) tarafından Lindos'lu Peisinos'dan çalınmıştır.93
İki noktaya daha değinirsek, elimizdeki bilgiler tamamlanmış olacak. Birincisi, Platon'un İon'u, hani şu Ephesos'lu ozan, yalnızca Homeros'un yapıtlarım okuyan, ustalığını gösterirken yalnızca Homeros'dan yararlanan bir ozan olarak tanıtır kendini.94 Nitekim, İon'un yaptığı bütün alıntılar İlyada ve Ocfyssm'dandı. Ksenophon da, Home- ros'u baştan sona ezbere bilen bir Atinalıdan söz eder; metinden anlaşılacağı gibi, baştan sona Homeros derken İlyada ile Odysseia'yı söylemektedir.95 İkincisi, Proklos, "eskiler"in bütün bir destanlar çemberini, yani külliyatın tümünü Homeros'a yakıştırdıklarını belirtir.96
Görüldüğü gibi, eskilerin verdikleri bilgiler belirsiz ve karışık. Peki, ne yapabiliriz? Bu sorun bugüne kadar en hafif deyimle rastgele ele alınmış. Ayrıcılara, yani destanların ayrı ayrı ozanlarca oluşturulduğunu savunanlara göre, eski çağlarda bu şiirlerin hepsi de Homeros'a yakıştırılınıştı, Homeros ise tarihsel gerçekliği olmayan bir ata adından başa bir şey değildi. Öte yandan, birciler, yani bu destanları tek bir ozanın oluşturduğunu savunanlar, iki başyapıt dışında öteki destanlardan hiçbirinin eski çağlarda Homeros'un özgün yapıtları sayılmadığını ortaya koymaya çabalamışlardır. Her iki görüşü de destekleyen çelişik bilgiler vardır, demek ki gerçek her iki görüşten de farklı olsa gerektir. Her iki yanın da yanılgısı, kanıtlardaki çelişkileri birer ipucu olarak yakalayacaklarına onları ortadan kaldırmaya çalışmalarıdır.
Yunanlı tarihçinin bir büyük üstünlüğü var. Kent-devletlerinin siyasal ayrılıkları, ortak bir kökenden kaynaklanan benzer tapımların varlığını sürdürmesini, aynı olayların değişik yorumlarının yapılabilmesini olanaklı kılmış, böylece karşılaştırma ve çözümleme yoluyla hakikatin parça parça yeniden bulunması için bol bilgi ve kaynak sağlamış. Yunan geleneği, arapsaçına dönmüş bir yün çilesine benzer; çözebilmek için tek tek iplikleri bulup çekmek gerekir. İçlerinde en güçlü- leri olan Atina geleneği, beşinci yüzyıldan sonra bütün öteki gelenekleri kendi bağrında toplamayı başarmıştı. Ama İonia'lılarm da kendi kültürleri vardı, hem Atmalıların kültüründen daha eski bir kültürdü bu; ta Hellenistik Çağ'a kadar büyük ölçüde bağımsız kalmıştı. Son za-
93 Nic. Dam. 62; Clemens, Stromata. 6. 25. 2; Suidas Peisandros.94 Platon. İo, 531a.95 Ksenophon, Symposium. 3.5; Athenaios, 620b.96 Proklus, 102.
54& TARİHÖNCESİ Ege
martlarda, "İonia'h bazı İskenderiye bilginlerinin, Atina kentine h iç
ulaşmamış ciltler dolusu bilgiyi anayurtlarından İskenderiye'ye getirdikleri" ortaya konuldu.97 İşte bütün bunların ışığında incelendiğinde, Homeros geleneğindeki çelişmeler çözülebilir.
Sekizinci yüzyılda, bir İonia'lı olan Kallinos, Thebais destanının Homeros'un olduğunu söyler. Üç yüzyıl sonra Pindaros, Stasinos'a verilen düğün armağanının öyküsünü anlatırken, Kypria'nm ozanının Homeros olduğunu söylemek ister. Ama daha sonraları, Lesbos'lu Hellanikos Küçiik İlyada'y\ Kinaithon'a yakıştırırken, Atina'da oturan bir Anadolulu olan Herodotos Kypria ve Epigonoi destanlarının Homeros'un olduğu yolundaki görüşe karşı çıkma gereğini duyar. Atina'da, Thukydides Apollon'a Öugıi'nün Homeros'un olduğunu söyler, ama dördüncü yüzyılda Ksenophon İlyada ve Odysseia dışında hiçbirinin Homeros'un olmadığını savunur. Platon ve Aristoteles de Kse- nophon'la aynı kanıdadırlar, yalnız onlar Margites'in Homeros'un olduğunu kabul ederler. İskenderiye döneminde, Homeros'a seçenek olarak gösterilen birçok addan söz edilir ve bu konudaki genel tutum yansızdır.
Burada bir gelenek değil, iki gelenek söz konusudur. Bu iki gelenek ayrı ayrı boy atıp gelişmiş ve en sonunda karışıp iç içe geçmiştir.
Biri, Homerosoğullarının kendi geleneğiydi. En eski çağlarda, bu "Homeros'un oğulları" gerçek bir ozanlar klanının üyeleriyken, bu tür topluluklarda çok sık rastlanan bir alışkanlığı sürdürürler, dağarlarının tümünü ustanın kendisine yakıştırırlardı. İpse d ix it*
Daha sonraları, klan loncaya dönüştüğünde, daha bir bireysellik kazandılar. Kalıt aldıkları destanları hâlâ yaygınlaştırmak ve geliştirmekle uğraştıklarından, kişisel çabaları ile birlik duygularını, kendi adlarıyla ustanın adının simgesel bir biçimde birleştiği öykülerde, hani o düğün ve konukluk armağanlarına ilişkin öykülerde uzlaştırdılar. Kimi durumlarda, aynı izleği (tema) birçoğu art arda yeniden işliyordu. Destanların sözlü olarak okunduğu koşullarda doğal ve kaçınılmazdı bu. Ama daha sonraki çağlarda, bireysel yazarlık savlan ağır basmaya başladığında, bu durum ister istemez yanlış anlamalara yol açtı. Gerçekte birbirlerinin ardı sıra gelmiş olan ozanlar, birbirlerinin yapıtlarına eklemelerde bulunan ya da birbirlerinin yapıtlarını aşıran, birbirlerini geçmeye çalışan ozanlar gibi göründüler.
97 L. Pearson, Early Ionian Historians, (Oxford, 1929), s. 9.* Kendileri söylüyorlar, başka kanıt yok. (f.n.)
HOMEROSOĞULLARI 547
Bu destanlar Yunanistan anakarasına ulaşıp da halk arasında okunmaya başladığında, ilk ağızda İonia'lıların eski tutumu benimsendi ve hepsi de Homeros'un destanları olarak kabul edildi. Ama dördüncü yüzyılda, edebiyat eleştirisi yavaş yavaş boy atmaya başladığında, At- tika'h yazarlar Homeros'un adını iki başyapıtın yanı sıra Ionia'da bile belli bir ozana bağlanmamış olan Övgüler ve Margites ile birlikte anmayı yeğlediler. En sonunda iki gelenek İskenderiye'de iç içe geçti. Ark- tinos'un, Leskhes'in, Kinaithon'un ve İonia'dan aktarılan öteki Home- ros'su ozanların adları artık herkesçe biliniyordu ama bu adları yadsıyan Attika edebiyatının etkisi yüzünden, mürekkep yalamış kişilerin tutumu kuşkucuydu. Öte yandan, halktan kişiler külliyatın tümünün Homeros'un olduğuna inandıkları için böyle bir kuşku duymuyorlardı. Bu konuda birisi kendilerine karşı çıkacak olursa, Homeros'un anasının babasının ölümsüz, tanrısal kişiler olduklarım söyleyip çıkıyorlardı işin içinden.
5. Destanlar Çemberi
Troya Çemberi ile Thebai Çemberi'ne ilişkin olarak adları anılan on ozandan yalnızca beşinin Aiolis ya da İonia'nın yerlisi olduğu söylenir. Ötekiler ya Peloponnesos, Kıbrıs ve Libya'da doğmuş ya da oralı- larca evlat edinilmişlerdir. Bu ozanlara yakıştırılan destanları ve doğum tarihlerini gözden geçirirsek, Homerosoğullarımn yayılması konusunda kimi ipuçları bulabiliriz belki.
Sparta'lı Kinaithon için İ.Ö. 761-758 tarihi veriliyor. Doğum tarihi diye alsak bile çok erken bir tarih. Küçük İlyada'daki rakibi Leskhes'den yirmi yıl, Telegonia'daki rakibi Eugammon'dan iki yüz yıl erken. Kinaithon Küçük İlyada'yı Proklos'un anlattığı biçimde oluşturmuş olamaz, çünkü bu destanın konusu, Arktinos'un yapıtları olan Aithiopis ve Tro- ya'nmYağmalanışı ile bağıntılı bir biçimde tasarlanmış olması gerektiğini gösteriyor. Öte yandan, Kinaithon, Küçük İlyada'nın daha eski bir yorumun ozanı olarak da kabul edilebilir. Gene, Kitaithon'un Telegonia' sı, Eugammon için bir örnek oluşturmuş olabilir. Kyrene kenti The- ra'dan gelenlerce kolonileştirilmişti, Thera kenti de Sparta'dan gelenlerce.98 Geriye, tek ozan adayının Kinaithon olduğu Oidipodeia destanı kalıyor. Bu noktada, Kinaithon için verilen tarih, Epigonoi'un ozanı An-
98 Herodot Tarihi, 4.147-59.
548 T a r İh ö n c e s i E g e
timakhos için verilen tarihle ve Kallinos'un da bildiği Thebais destanının eskiliğiyle uyuşuyor. Kallinos'un yaşadığı dönem, Arkhilokhos'dan "çok önce değildi." Son zamanlarda, Arkhilokhos'un İ.Ö. 740-670 arasında yaşadığı ileri sürülmüştür.99
Demek, Kinaithon büyük bir olasılıkla sekizinci yüzyılda yaşamıştır. Sparta kentine baktığımızda Kinaithon'a çok uygun bir ortamda görürüz. O sıralar daha askercilleşmemiş olan Sparta kenti bir kültürel yenidendoğuş yaşıyor, ozanlar Yunanistan'ın dört bir yöresinden Spar- ta'ya akın ediyorlardı: Girit'den Thaletas (tarih yok), Kolophon'dan Polymnastos (tarih yok), Lesbos'dan Terpandros (İ.Ö. 676'da yaşlı bir adamdı), Sardes'den Alkman (İ.Ö. 672 ya da 657) ve Atina'dan Tyrtai- os (İ.Ö. 630). Karneia'daki ilk müzik yarışmalarını başlatan Terpan- dros'du.100 Alkman da Odıjsseia'yı mutlaka biliyordu, çünkü Kral Al- kinoos'un kızı Nausikaa top oynarken Odysseus'un ortaya çıkıp onu şaşırttığı bölümü anlatan bir danslı oyun hazırlamıştı.101 Ayrıca, Sparta yasalarım değiştiren devlet adanu Lykurgos'un Samos'daki Kreoph- ylos ailesinden edindiği İlyada ve Odysseia’yla ilgili dinletiler başlattığı söylenir.102 Lykurgos pek somut olmayan, bir bakıma mitolojik bir kişidir, dolayısıyla Lykurgos'la ilgili bir tarih verilemez, ama Homero- soğullarının sekizinci yüzyılda Sparta kentinin koruması altında olduklarını göstermesi yönünden bu öykü öteki anlatılanlara uygun düşmektedir. Oidipus söylencesinin Sparta'yla özel bir bağıntısı bulunduğunu da ekleyebiliriz bütün bunlara. Oidipus, Sparta krallarının atalarından biriydi.103
Yurda Dönüşler’in ozanı Troizen'li Agias için hiçbir tarih verilmiyor. Homeros'un da çağrıldığı Argos'daki şenliğe ve Hyrnetho'nun öyküsüne daha önce değinmiştik. Yedinci yüzyılın ortalarına kadar, Argos kralları Peloponnesos'un kültürel önderliği için Sparta krallarıyla yarıştılar. Son Argos kralı Pheidon (İ.Ö. 675), Olimpiyat Oyunları'nın denetimini eline geçirdi.104 Eğer daha o sıralar Sparta sarayında Homeros ozanları çalıp söylüyorduysalar, bunlar Argos'a da gitmiş olmalıdırlar.
99 Homer: Origins and Transmission, s. 61; A. A. Blakeway, “The Date of Archilochus", Creek Poetty and Life, (Oxford), 1936), 34.
100 Hellanikos, 121101 Alkman, 16.102 Plutarkhos, Lykurgos, 4; Herakleides, PP. 2.3; Claudius Aelianus, Variae Historiae, 13.14.103 Herodot Tarihi, 6. 52. 2.104 Aynı yerde, 6.127. 3.
HOMEROSOĞULLARI 549
Kypria'nin ozanları oldukları söylenen Stasinos ve Hegesinos için de bir tarih yok elimizde. İkisi de Kıbrıslıydı. Hegesinos, Teukrosoğul- larınm krallık merkezi olan Salamis kentindendi. Paphos'da, Kinyra- soğullan denilen bir başka kral soyu daha vardı. Her iki soy da Akha kökenli olduklarını öne sürüyorlardı. Teukrosoğulları da, Kinyraso- ğulları da varlıklarını Hellenistik Çağ'a kadar sürdürdüler. Stasinos ve Hegesinos'u koruyup gözetenler bunlar olsa gerektir. Kıbrıs'da Homeros okuluyla kaynaşmış bir Akha ozanlık okulunun bulunması bile olasıdır.
Kyrene'li Eugammon için kesin olarak İ.Ö. 566 tarihi veriliyor. Kyre- ne kenti bir önceki yüzyılın son çeyreğinde kurulmuştu daha. Kyre- ne'de de Battosoğullarının egemenliğinde krallık sürüyordu. O zaman, kentin epik şiirle bağı perçinleniyor kuşkusuz. Telegonia, Odysseia'nm bir devamıydı. Yunanlıların Batı Akdeniz'e girmeleriyle birlikte, bu yörelerle büyük ölçüde bağıntılı olan Odysseus'un öyküsü Homeros'su sınırlarının çok ötelerine taşırıldı ve geniş bir ailenin babası oldu Odysseus. Dahası, Eugammon, Telemakhos'un Arkesialos adlı bir erkek kardeşinin bulunduğunu söyledi.105 En azmdan dört Kyrene kralının adıydı Arkesialos. Anlaşılan, Battosoğulları OdysseusTa akraba olduklarını söylemek istiyorlardı. İlişkinin tam olarak ne olduğu belirsiz, ama Odysseia'yı geliştirirken Battosoğulları ile Odysseus arasındaki bağıntıyı vurguladığma bakılırsa Eugammon bu durumu biliyor olmalıydı.
Demek ki, Homerosoğulları, Sparta'da sekizinci yüzyılda, Argos'da sekizinci ya da yedinci yüzyılda, Kyrene'de yedinci yüzyılda ve Kıb- ns'da aşağı yukarı aynı dönemde benimsetmişlerdi kendilerini. İonia dışında, kral saraylarında kendilerine kucak açan dost bir ortam bulmuşlardı.
Aristoteles, yazılarında sık sık rastladığımız o kısa ama unutulmaz bölümlerden birinde, Destanlar Çemberi'ni İlyada'dan ayırmaktadır:
Dolayısıyla, daha önce de belirttiğim gibi, Homeros'un İlyada’da bile Troya Savaşı'nın başını ve sonunu anlatmakla birlikte, savaşı başından sonuna betimlemeye kalkışmaması, olağanüstü bir sezgidir nerdeyse. Çünkü konu tek bir şiirde ele alınamayacak kadar uzundu; Homeros her şeyi tıkış tıkış doldurmaya kalksaydı, öykü çok karmaşık, içinden çıkılmaz bir duruma gelecekti. Homeros tek bir bölümde yoğunlaşmayı ve o bölümü Gemilerin Sayımı gibi birçok yanöyktiyle çeşitlendirme
105 Eustathius. 1796. 50.
yi yeğlemiştir. Öteki ozanlar, sözgelimi Kypria ve Küçük İlyada'nın ozanları, bütün bir dönemi kapsayan koca bir olaylar dizisi içinde tek bir kişiyi ele alırlar. İşte bu yüzdendir ki, İlyada ve Oıiı/ssm'dan yalnızca birer ya da ikişer tragedya oluşturulabilmiş olmasına karşılık, Kypria'dan birçok, Küçük İlyada'dan da sekizden fazla tragedya çıkarılmıştır.106
Destanlar çemberinin ozanları yaratıcı güç bakımından daha geriydiler. Bu herkesçe benimsenen bir kanıydı. Horatius da bu ozanları Ho- meros'dan ayırmakta, Proklos ise bu ozanların daha çok işledikleri konular açısından incelenmeye değer olduklarını söylemektedir.107
Aristoteles'e göre, Homeros'un üstünlüğü, konusunu şiire tıkış tıkış doluşturmaya kalkışmamasındaydı. Destanlar çemberinin ozanla-
550 TARİHÖNCESİ EGE
106 Aristoteles, Poetika, 23. 5-7.107 Horatius, Ars Poetica, 140, Proklus, 97.
nysa böyle yapmışlardı. İlı/ada ile Odysseia'da anlatılan olaylar birkaç haftalık bir süreyle sınırlı olmasına karşın, her ikisi de yirmi dört bölümü bulmuştu. Oysa Kypria on bir bölümde on yıllık bir dönemi. Yurda Dönüşler beş bölümde sekiz yıllık bir süreyi anlatıyordu. Ölçekleri çok daha küçüktü. Öte yandan, Troya Çemberi incelendiğinde, İlyada ve Odı/sseia'mn gerçekte de günümüzdeki biçimlerinde oldukları ortaya çıkmaktadır. Kypria, İlyada'nın başladığı yerde biter. Kiiçiik İlyada, büyük İlyada'nın sona erdiği yerde başlar. Yıtrda Dönüşler, Odysseia'ya bir ek, Telegonia ise gene Odysseia'nm sonudur. Homerosoğullarımn yaratıcı gücünü aşmak olanaksızdı.
Bu geldiğimiz noktada, Homeros eposunun tarihindeki üç evreye değinmemiz gerekiyor.
İlk olarak, Aiolis ve İonia'da saray ozanlarının yalnız o yörede söyledikleri kısa şiirlerinin söz konusu olduğu ilkel dönemden söz edebiliriz. Phemios ve Demodokos'un şiirlerinde yansıyan evredir bu. Başlarda sayısız ozanlar klanından biri olan Homerosoğulları, zamanla sanatlarının büyük ustaları oldular ve ünlerini artırdılar. İlyada ve Odysseia daha o sıralar yoğrulup biçimlenmekteydi, ama daha organik birer bütün olmaktan çok, gevşek örülmüş bölümler durumundaydılar. Belirgin bir biçime bürünmemişlerdi.
Homerosoğulları daha sonra kendilerine Delos'daki Apollon şenliğinde bir yer sağladılar. Yeni sorumluluklar, yeni olanaklarla yüz yüze gelen Homerosoğulları yeniden örgütlendiler ve genişlediler. Dışa kapalılıklarını bir yana bırakarak, gerekli nitelikleri taşıyan bütün ozanlara açık bir meslek örgütüne dönüştüler. Rakiplerini de aralarına alarak kendilerini zenginleştirdiler. Halk onları öylesine tutuyordu ki, şenlik izlencesinin büyük bir bölümü, belki de birkaç günü onlara ayrıldı; böylelikle büyük çaplı başyapıtlarını oluşturabilecekleri elverişli bir konuma kavuştular. İlyada ve Odysseia’nm yapısında kendini gösteren teknik ustalık, yüksek düzeyde bir düzenlemeyi gerektiriyordu. Demek, Apollon'a Övgü'den dolaylı da olsa çıkan sonucu kabul edebiliriz: Bütün İonia'nın kendilerini dinlediği kör ozanm izdeşleri, Delos'da, sanatlarını daha sonra kimsenin erişemediği bir yetkinlik düzeyine yükselttiler. Gerçi destanlar hâlâ yoğrulabilir, biçimlendirilebilir durumdaydılar, ama Delos'da her yıl söylene söylene biraz daha bütünsellik kazanarak, her söylenişte biraz daha yetkinleşerek belli bir kalıba döküldüler, belli bir inceliğe, uyuma ve bütünlüğe eriştiler.
Üçüncü evrede, epik şiir sanatı İonia ötelerinde kök sürdü. Ama bu yaygınlaşması sırasında gerilemeye de başladı. Gerçi ozanlar Sparta,
HOMEROSOĞULLARI 55i
Argos, Kıbrıs, Kyrene gibi yerlerde çok iyi karşılandılar, ama bu yörelerde daha çok kısa şiirler tutuluyordu, ozanlardan kısa şiirler bekleniyordu, dolayısıyla onlar da bir zamanlar atalarının yaptığı işe döndüler, kralların saraylarında zamamn olaylarını koşukla yazmaya başladılar. Epik şiir sanatı, gelişme yönünün tersine çevrilmesiyle birlikte sona erdi. Giderek yaratıcı olmaktan çıktı. Yepyeni bir maddi ve düşünsel yaşam düzeyine ulaşmış bir çağda, epik şür, tarihsel anlatı için yeterli bir yol olmaktan çıkmıştı artık. Artık Homeros'un gelişmiş kent- devletindeki gerçek kalıtçısı, Platon'un İon’unda anlatüan kuş beyinli virtüöz değil, zamanın olaylarım düzyazıya döken vakanüvistti. Tıpkı halk ozanları gibi Herodotos da halk önünde söylerdi108 ve başvurduğu yol yeni olmakla birlikte, coğrafî ve tarihsel yanöykülerle çeşitlendirdiği ana izleginde, yani Yunan-Pers Savaşı'nda kullandığı teknik temelde Homeros'su bir teknikti. Diyeceğim, tarihin babası aslında epik şiirin çocuğuydu.
6. İlyada ve Odysseia'nm Yayılması
Geldik Homeros Sorunu'nun canalıcı noktasına. Bu şiirler ne zaman yazıya geçirildi? Eski gelenek çok kesin bu konuda. Bölük pörçük şiirler olarak tanındıktan sonra İlyada ve Odysseia'yı altıncı yüzyıl sonlarında Atinalı tiranlar toplayıp biraraya getirdiler ve bugün elimizde bulunan biçimleriyle yayımladılar. Bu iki yapıtın ayrı ayrı kişilerce meydana getirildiğini savunan ayrıcılar, bu duruma bakarak, şiirlerin bütünsel birer sanat yapıtı değil, derleme yapıtlar olduğunu ileri sürdüler. İlyada ve Odysseia'nm tek bir ozan tarafından oluşturulduğunu savunan birciler ise kanıtları körü körüne yadsıdılar. Ayrıcalık daha çok Almanya'da, bircilik genellikle İngiltere'de boy gösterdi; giderek, dil ve yazm alanındaki bu karşıtlığa ulusal karşıtlıklar da eklendi. Kendi düşüncemi hemen belirteyim. Ayrıcılar kanıtı kabul etmekte haklıdırlar; bircilerin yanlışı ise ayrıcıların kanıtı yanlış yorumlamalarına göz yummalarıdır. Ben kendimi, aşırı uçlar arasında ılımlılığı savunan bir konumda görüyorum; belki alışılmamış bir konum bu, ama gönlüm rahat.
Kimi bilim adamları, şiirlerin nerdeyse ustanın kafasında doğar doğmaz görünmez kanatlarla uçarak dört bir yöreye dağıldığını düşünür gibidirler. Hiç kuşkusuz bir yanılgıdır bu. İlyada v e Odysseia'nm yayıl
552 TARİHÖNCESİ Ege
108 Eusebios, Chr.; Olen, 83; Strabon, 18.
HOMEROSOĞULLARI 553
ması, en azından kent-devletlerinin gelişmesi kadar eşitsiz bir biçimde gerçekleşmiştir. Dahası, bu destanların halka ulaşmadan önce meslekten ozanlarca bilinebileceği ve birer bütün olarak tanınmadan önce parça parça söylenmiş olabileceği de açıktır. Öyleyse, îlyada ile Odysseia'nm îonia dışında halk önünde ilk kez ne zaman, nerede ve nasıl okunduğunu sormakla başlayalım işe.
Bu iki başyapıt Sparta ve Argos'da daha İ.Ö. sekizinci ve yedinci yüzyıllarda biliniyordu. Ama burada bir sorun var. Sözünü ettiğimiz kültürlü Peloponnesos krallıkları uzun ömürlü olmadı. Yedinci yüzyü sonlarında serfler arasındaki tedirginlik ve kıpırdanmalardan korkuya kapılan Sparta'lı toprak sahipleri kralhğa el koydular ve sarayı kışlaya dönüştürdüler. Artık Eurotas koyağında tek bir ozan kalmamıştı. Bu arada Argos, Korinthos karşısmdaki tedmsel üstünlüğünü yitirmişti. İsthmos Kıstağı'nda yer alan Korinthos, Ege Denizi'nden Adriya De- nizi'ne giden ve artık açılmakta olan dolaysız yol üstündeydi. Homeros dinletileri Argos'da sürmüş olabilir, ama Sparta'da sürmedi.
Daha sekizinci yüzyıl başlarında Korinthos önemli bir gemi yapım merkeziydi; Korinthos çömlekçiliğinin yayılmaya başlaması da o sıralara rastlar.109 Ama Korinthos'un kendine özgü bir gelişmesi söz konusuydu. Sparta'da soylular iktidan tecimin gelişmesini önleyecek kadar erken ele geçirmişlerdi. Korinthos'da, ise kentin elverişli konumu soyluların tecimin gelişmesini önlemelerine olanak tanımıyordu; bu durumda soylular başka bir şey yaptılar: Bakkhid'lerin yönetiminde tecimi tekellerine aldılar ve tecim üstünde boğucu bir egemenlik kurdular. Bunları bir tecimen prens ya da bildiğimiz türden bir tiran olan Kypselos alaşağı etti (İ.Ö. 657). Kypselos ve oğlu Periandros'un yönetiminde, tecim ve kültür yaşamı yeniden canlandı. Lesbos'lu ozan Ari- on'un koruyuculuğunu Periandros üstlenmişti.110 İşte, Korinthos'lu vazo bezekçilerinin, İh/ada'dan sahneleri, bu destanı çok iyi bildiklerini kanıtlayacak kadar doğrulukla çizmeye başlamaları bu döneme rastlar.111 Destanlarla ilgili bu bilgileri, tiranların başlattığı destan dinletilerinden edindikleri düşünülebilir.
Sikyon kentinin -İsthmos Kıstağı İçin de geçerli- ilk tiranı, Kypse- los'la aynı dönemde yaşamış olan Orthagoras'dı. Orthagoras da ozan
109 Cambridge Ancient History’de H.T. Wade-Gery, 3. 535, 539.U0 Herodot Tarihi, 1. 23-24.111 K.F. Johansen, lliaden i tiglidgraesk kurut, (Kopenhag, 1934); Journal o f Hellenic Studies’de J.D. Beazley,
54.85; H.T. Wade-Gery, “Kynaithos", Creek Poetry and Life, (Oxford, 1936), s. 77. Johansen'in kitabını ele geçiremedim.
554 T a r İh ö n c e s İ Ege
ları koruyup gözetmiş olsa gerek, çünkü yarım yüzyıl sonra Orthago- ras'm ardılı Kleisthenes'in "ozanların Homeros şürleri okumalarını Ar- gos'u ve Argos'luları yücelttikleri gerekçesiyle yasakladığını" öğreniyoruz Herodotos'dan.112 Kleisthenes bu yasağı Argos'la yapılan bir savaştan hemen sonra koymuştu. Ne ki, böyle bir yasağın fazla sürdüğünü sanmıyoruz. Bir zamanlar Agamemnon'a bağlı bir kent olarak Sik- yon, kendi Homeros geleneğinden onur duymaktaydı. Sikyon'lu bilginler, İlyada'da bir yanlış bulduklarını ileri sürüyorlardı. Günümüzdeki metinde Agamemnon'un Sikyon yakınlarındaki toprakları olarak geçen Gonoessa'nın bir yanlış okuma olduğunu, bu yerin gerçek adının Donoessa olması gerektiğini söylüyorlardı. Bu çarpıtmanın Atmalı yayıncılardan kaynaklandığı kanısmdaydılar.113
Kuzeye yönelip Boiotia'ya geldiğimizde, bağımsız bir epik şiir okulunun boy gösterdiği bir yörede buluruz kendimizi, demek koşullar epeyce değişiktir Boiotia'da.
Hesiodos, kendisine yakıştırılan bütün yapıtların yazarı değildir gerçi, ama tarihte gerçekten yaşamış bir kişidir. Herodotos, Homeros'un çağdaşı sayar Hesiodos'u,114 ama Hesiodos'un kullandığı dil kesinlikle Homeros-sonrası bir dildir ve günümüz bilim adamları onun sekizinci yüzyılda yaşadığını savunurlar. Thebai dolayında bir köyde, As- kra'da yaşamıştır Hesiodos. Ama orada doğup doğmadığı belli değildir. Kyme'li bir göçmen olan babası Dios onu daha çocukken Askra'ya getirmiş olabilir.115 Demek, hemen bütün sanatların soysal bir nitelik taşıdığı bir çağda, babası Homerosoğullarının beşiği olarak saptadığımız yöreden gelen, meslekten bir ozanla karşılaşıyoruz Askra'da. Peki, Hesiodos'un babası Dios da Homerösoğullarmdan mıydı acaba? Eskiler Dios'un Homeros'un akrabası olduğunu öne sürüyorlar ve orta- ya bir soyağacı çıkarıyorlardı.116 Kuşkusuz uydurmaydı soyağacı; ama deneyimlerimiz, bize bu savı salt uydurma olduğu gerekçesiyle gözar- dı etmememiz gerektiğini gösteriyor. Hesiodos külliyatının tarihöncesi Thebai ve Orkhomenos'daki koral şiirden alınmış olan içeriği Boio-
112 Herodot Tarihi, 5. 67.113 Pausanias, 7. 26.13.114 Herodot Tarihi, 2. 53.2. Ceriamen, İki ozan arasındaki yarışma anlamına geliyor, her birinin öbürünün
başladığı heksametronları tamamlaması gerekiyor. Eski İrlanda edebiyatında da geçen bu tür yarışmalar yakın geçmişe kadar sürmüştür: bkz. D. Hyde, Abhrain diadha Chuige Chonnacht, (Londra. 1906).
115 Hesiodos, işler ve Günler, 633-40; Ceriamen, 51-5Z.116 Ceriamen, I.e.; Proklus, 100.
HOMEROSOĞULLARI 555
tia ile ilgilidir, ama biçimi tümden Homeros'sudur. Hesiodos'un kullandığı lehçe ve altı ölçü kalıbı (heksametron) Homeros'dakiyle aynıdır. Bu da olsa olsa, bildiğimiz biçimiyle Hesiodos okulunu, Homero- soğullarının bir kolunun kurduğu anlamına gelir.
Hesiodos'un zamanında Homeros şiirlerinin Boiotia'da ne denli yaygın olduğu, ne ölçüde bilindiği ayrı bir konu. Hesiodos'un bir ozanlık yarışmasında Homeros'la boy ölçüştüğü söylenir; ama Boiotia'da değil, Khalkis ve Delos'da.117 Hesiodos okulu yerini bir tek orada koruyabilmişti. Hesiodos okulu ozanları sanırız rakiplerinin yapıtlarını çok iyi biliyorlardı, ama halk önünde şiir söylerlerken rakiplerinin yapıtlarını da kullanmaktan nefret ediyorlardı mutlaka. Öte yandan, kendi dağarlarındaki şiirlerle birlikte rakiplerinin şiirlerini de öteki meslektaşlarına aktarmış olmaları çok olasıdır.118 Demek, Boiotia'yı İlyada ve Odysseia'nm ikincil bir yayılma merkezi sayabiliriz.
Adriya Denizi'nin ötesindeki kolonilere baktığımızda, Hippostra- tos'un "Homeros şiirlerinin Syrakusa'da ilk kez 69. Olimpiyat sırasında -yani İ.Ö. 504 ile 500 arasında- Kynaithos tarafmdan okunduğu" yolundaki açıklamasıyla karşılaşıyoruz.119 Apollon 'a Övgü'nün düzenlemesini yapan da Kynaithos'du. Yalnız, Hippostratos'un bu şiirlerin bu bölgede daha önce hiç bilinmediğini Öne sürmediğini gözden kaçırmayalım. Homeros şiirleri, ailesi Lokris'li olan ve Hesiodos'la akraba olduklarım söyleyen Stesikhoros'un hiç kuşkusuz elinin altındaydı.120 Hippostratos'un asıl söylemek istediği, Kynaithos'un 69. Olimpiyat sırasında ilk dinletiyi sunduğu ve ondan sonra Homeros şiirlerine Syra- kusa takviminde resmi bir yer verildiğidir. Olmayacak bir şey değildir bu. Elimizde bulunan aynı türden öteki bilgilere de uymaktadır. En eski Homeros uzmanlarından biri sayılabilecek Theagenes, İtalya'nın güneyindeki Rhegion kentindendi; Theagenes'in ölüm tarihi aşağı yukarı altıncı yüzyılın son çeyreği diye belirlenebilir.121 Ayrıca, Kynaithos Syrakusa'ya ayak bastığında, tarihinin en görkemli evresinin eşiğinde bulunuyordu Syrakusa kenti. Gerçi toprak sahibi soylular hâlâ baştaydılar, ama tecimen smıf hızla gelişiyordu. Nitekim bir sonraki kuşakta, tiran Gelon kenti yeniden kurdurtacak, yeni bir liman yaptırtacak
117 Certa/nen; Hesiodos, fr. 265.118 Korinthos'lu Eumelos anlaşılan Hesidos okulunun bir sürdürücüsilydü; gerek Titanomokhia'sı, gerek
Korinthia'sı Hesiodos'su konular içerir.119 Pindaros, N. 21.120 Aristoteles, fr. 524. Stesikhoros’un söylenceleri ele alışı büyük ölçüde Hesiodos'suydu.121 Tat. Or. Cr. 31.
556 T a r İh ö n c e s İ Eg e
ve öteki kentlerden zorla insan getirterek nüfusu artıracaktı (İ.Ö. 485). Gelon'un sarayı giderek batının en parlak sanat merkezine dönüşecek, gücünün doruğundaki Atina'yla bile boy ölçüşecek düzeye erişecekti. Görüldüğü gibi, Syrakusa kenti, Yunanistan'ı incelerken vardığımız sonucu bir kez daha doğruluyor. Saray yaşamının bağrından doğmuş olan epik şiir sanatı, bu tecimen prenslerin cömert koruyuculuğu ve sa- hiplenişi sonucunda yeniden kendini bulmuştu.
Gelelim Atina'ya. Peisistratos, İ.Ö. 540 yılından 527 yılma kadar başta kaldı. Onun yerini oğulları Hipparkhos ve Hippias aldılar. Hippark- hos İ.Ö. 514'de öldürüldü. Üç yıl sonra da Hippias görevden uzaklaştırıldı. Demek Atina tiranlığı topu topu otuz yıl sürdü, gelgelelim gerçekleştirdikleri olağanüstüydü. Peisistratosoğulları, başkalarının yapam adıklarını yaptılar. Samos kentinin açgözlü tiranı Polykrates, Ege'deki tecimi tümden egemenliği altına almayı kafasına koymuştu, bu yüzden Delos'a özel bir önem veriyordu. Polykrates'in buyruğuyla, Delos adasının hemen yakınındaki Rheneia adası Delos Apollon'una adanmıştı.122 Ama Perslerin İonia'yı ele geçirmeleri, Polykrates'in işlerinin yarım kalmasına yol açtı. Peisistratos da Polykrates'i örnek aldı kendine. Delos adasını arındırmaya girişti, tapmağm çevresindeki gömütlerin hepsini ortadan kaldırttı.123 Amacı, büyük İonia şenliğinin koruyuculuğunu ele geçirerek kişisel saygınlığını artırmaktı. Üstelik, şenliğin koruyuculuğunu üstlenmek için dayandığı sav da yabana atılır cinsten değildi. Neleid'lerin, yani Neleusoğullarınm torunlarından biri olan Peisistratos, İonia'nın saygın kurucularının soyundandı. Onların atalarının da Homeros destanlarında onurlu bir yeri vardı. Hem de Peisistratos, Pylos'dan Sparta'ya yolculukta Telemakhos'a eşlik eden Nestor oğlu Peisistratos'un adını taşıyordu.124 Bu olağanüstü ailenin Avrupa kültürüne önemli bir katkıda bulunduğunu, tragedya sanatını onların başlattığını bilmeyenimiz yoktur. Ama günümüz bilim adamları, onların epik şiir sanatına sağladıkları yararı pek önemsememiş- lerdir.
Platon'un söyleşimlerinden birinin adı Hipparkhos'dur. Gerçekte Hip- parkhos'u yazan Platon değil, Platon'un dördüncü yüzyılda yaşamış iz- deşlerinden biridir. Hipparkhos'da Sokrates bir dostuyla söyleşirken şöyle der:
122 Peloponnesos Savaşı, 3.104. 2.123 Aynı yerde, 3.104.1.124 Herodot Tarihi. 5. 65. 4.
HOMEROSOĞULLARI 557
Adı Hipparkhos. Philaidai'lı Peisistratos'un oğullarının en büyüğü ve en bilgilisi. Parlak başarıları arasında, Homeros'un şiirlerini bu ülkeye getirmesi de sayılmalı mutlaka. Ozanların Homeros şiirlerini art arda baştan sona okumalarım buyuran yasayı o çıkarmıştı; bugün de yürürlükte bu yasa. Sonra Teos'dan Anakreon'u getirtmişti; Keos'lu Simoni- des'i yanından ayırmaz, gönlünü hoş tutardı. Bütün bunları halkını eğitmek amacıyla yapmıştı.125
Başka yerlerde olduğu gibi Atina kentinde de tiranlık sonunda gericiliğe dönüştü. Tiranlan alaşağı eden demokratlar, tiranlığa gözü kapalı hüküm giydirdiler. Böylece, tiranların reformlarından kimilerini, örneğin az önce değindiğimiz yasayı, demokrasinin gerçek babası saydıkları Solon'a mal eder oldu herkes.126 Ama hiç değilse bu örnekte yasayı gerçekte kimin çıkardığı açık. Burada da çömleklerin üstündeki çürütülemez kanıtlara başvurabiliriz. Gerçi Attika vazolarında İlyada destanından görüntülere daha altıncı yüzyılın ikinci çeyreğinde rastlanır, ama ressamların İlyada'yı baştan sona bildiklerini ortaya koyan bezekler ancak altına yüzyılın son çeyreğinde, demek Hipparkhos zamanında yapılmıştır.127
Bütün bu belirtiler, ipuçları bizi belli bir sonuca vardırıyor. Bu sonuca kuşkuyla bakmamızı gerektirecek en küçük bir neden yok. Ailen şöyle diyor;
Hipparkhos'daki açıklama çok önemlidir, çünkü söz konusu olayın üstünden daha yüz elli yıl geçmemişken yapılmıştır. Homeros destanlarının Kleisthenes yönetimindeki Sikyon'da yaygın ve saygın oluşu, bu destanların önceden bilinmediği yolundaki görüşü yalanlamaktadır. Si- geion olayında Homeros destanlarına başvurulması, destanların daha önceden Atina'ya ulaşmış olduğunu göstermektedir... Dördüncü yüzyıl sonlarının tarih imgeleminin, Peısistratosoğullarınm zamanına kadar destaıısız bir Attika düşleyebilmesi doğrusu çok şaşırtıcıdır.128
Aslına bakılırsa, Eski Yunan'da şaşırtıcı olan o kadar çok şey vardır ki, Eski Yunan'ı inceleyen günümüz tarihçileri de kendi imgelemlerini dizginlemekte zaman zaman güçlük çekmektedirler.
125 Platon. Hipparkhos, 228b.126 D. L. 1.57.127 K.F. Johansen; bkz. Not 111.128 Homer: Origins and Transmission, s. 228.
Sigeion olayı şuydu: Altıncı yüzyılda, Peisistratosoğulları yönetimi sırasında ya da daha önceleri, Atina kenti ile Mytilene kenti arasında Troas bölgesinde yer alan ve Hellespontos'un denetimi bakımından kilit noktası niteliği taşıyan Sigeion'un kimin olduğu konusunda bir anlaşmazlık çıkmıştı. Atina kentinin sözcüleri, kendi savlarını bir temele dayandırmak amacıyla, Atmalıların Troya Savaşı'na katıldıklarını kanıtlayabilmek için İlyada'ya başvurdular.129 Ama gerek Hipparkhos'da, gerek bir başka eski uzmanın yazdıklarında, "destanların önceden bi- Linmediği"ni doğrulayacak hiçbir açıklamaya rastlanmamaktadır. Kaldı ki, Sikyon'da altıncı yüzyıl başlarmda ozanlık yarışmalarmm düzenlenmiş olması, bu Kir yarışmalarm birkaç on yıl sonra Atina'da başlatıldığından kuşkulanmamızı gerektirmez.
Ailen, Kynaithos'u ele alırken daha da saygıbilmez bir tutum içinde:
69. O lim piyat İ.Ö. 5 0 4 'd e yapılm ış olam az, çünkü 7 3 3 'd e kurulan Syra- kusa kentinde H o m eros'u n iki yü z yıl bilinm eden kalm ası olanaksızdır. A yn ca, Apollon'a Övgü'de yer alan ve y er alm ayan n oktalar, bu öv- gü 'n ü n beşinci yüzyıl b aşlan n da yazılm ış o lam ayacağın ı gösterm ek tedir. Üstelik, T hnkydides kendi doğum un d an elli yıl k ad ar ön ce yazılm ış bir şiirin H om ero s'u n olduğunu söyleyem ezdi. Dem ek ki, verilen tarih yanlıştır... Syrakusa kentinde H om eros destan ları ilk kez 504 yılında işitildiyse, A tina elçisi İlyada'daki G em ilerin Sayım ı bölüm ünden tiran G elon'a nasıl söz edebilm ektedir? Bu yü zd en , H erod otos'u n an lattıklarına in an ıyoru z ve K ynaithos S yrakusa'nın kurulm asından hemen son ra, yani t.Ö . 700 'd en önce kentte yaşam ış ve H om eros şiirlerini ok u m u ştu r d iyoru z.130
İşte, birci bilim adamımız, ayırıcı Almanların "saçma yöntembi- lim"ini böyle yerden yere vuruyor.131 Ayrıcılar hiç kuşkusuz budalaca çamlar devirmişlerdir, ama Ailen da sırça köşkte oturmaktadır. Hadi diyelim, Wade-Gery'nin, Apollon'a Övgii'yle ilgili çözümlemesinden önce yazdığı için bu konuda bağışlanabilir; ama Apollon'a Övgü baştan sona Kynaithos'un olsaydı bile Thukydides onu aynı tanrı için düzülmüş öteki övgü'lerden gene de ayıracak, geleneksel olarak Homeros'a
558 TARİHÖNCESİ Eg e
129 Herodot Tarihi, 5. 94. 2.130 Homer: Origins and Transmission, s. 65-66.131 Aynı yerde, s. 7.
H O M E R O S O Ğ U L L A R I 5 5 9
yakıştıracaktı. İ.Ö. 481'de Syrakusa kentindeki Atina elçisine gelince,132 adamcağız Atina'da halk önünde otuz yılı aşkm bir süredir, Syraku- sa'da da yirmi yıldır okunan bir şiirden alıntı yapıyordu. 500'ü bir kalemde 700 yapmak cesaret işi doğrusu. Üstelik, bunu yaparken öne sürülen tek gerekçe, Syrakusa kentinde "Homeros'un iki yüz yıl süreyle bilinmemiş olamayacağı". Niçin? Buna bir yanıt getirmiyor Ailen. Bu konuda Ailen yalnızca ozanın metninin baştan beri her yerde dolaştığı yolundaki desteksiz kanısına güvenebilir. Açıktır ki, geçmişteki bütün şiirlerin, günümüz edebiyat eleştirisinin ölçülerine uyduğunu varsayıyor Ailen.
Birciler, bu tutumdan ayrılırlarsa, kapıların ardına kadar düşmana açılmasından, düşmanın kaleden içeri girip onların bütün değerli varlıklarını paramparça etmesinden korkuyorlar. Dilerseniz yüreklerine biraz su serpmeye çalışalım.
7. Peisistratos'un Metin Saptaması
"K im ," diyor Cicero o bildik sorgulama yöntemiyle, "kendi çağında Peisistratos'dan daha bilgili, söz sanatında daha usta ve daha kültürlüydü; Homeros'un o günlere kadar karm akarışık olan yapıtlarını bugünkü biçimleriyle düzene soktuğu söylenen Peisistratos'dan?"133 Platon'uıı söyleşim inde Hipparkhos hangi gerekçeyle övülüyorsa, Cicero da burada Peisistratos'u o gerekçeyle göklere çıkarıyor. Atina'yı iyi incelemişti Cicero ve bu sözleri söylerken gerçekte bir Atina geleneğini aktarıyordu.
Aynı konu, yeni hiçbir şey eklemeyen Pausanias ve Aelianus'da ve yüzyıllar sonra Bizansh yazın incelemecilerinin üç yorum unda da ele almıyor:
I. Derler ki, Peisistratos Homeros'un şiirlerini biraraya getirmişti, çünkü Homeros şiirleri rastgele ve bölük pörçük okundukları için zamanla iç tutarlılıklarını yitirmişlerdi.
II. Derler ki, Homeros'un şiirleri yok olup gitmekteydi, çünkü o zamanlar bu şiirler yazılı değil, sözlü olarak aktarılmaktaydı. Atina tiranı Peisistratos, soylu kişiliğine yaraşır bir davranışla, Homeros şiirlerini yazıya geçirmeyi tasarladı, böylece saygınlığını daha da artıracaktı.
>.--------------------------------------------------
132 Herodot Tarihi, 7.161. 3.
133 Cicero, O. 3.137.
560 TARİH Ö N CESİ Eg e
H a lk a ra s ın d a b ir y a r ış m a d ü z e n le d i v e ş iir le r i b ile n v e o k u y a b ile n h e r
k e se d iz e b a ş ın a b ir g ü m ü ş s ik k e v e re c e ğ in i s ö y le d i. B ö y le lik le H o m e
ro s ş i ir le r in i to p la d ı v e u z m a n la ra v e rd i. [B u n d a n s o n ra , " H o m e r o s 'u n
D o ğ u m Y e r i" b a ş lık lı b ö lü m d e a k ta rd ığ ım ız , P e is is t r a to s 'u n b ir y o n tu
s u n a k a z ılı y a z ıt g e liy o r .]
III. D a h a ö n c e d a ğ ın ık b ir d u ru m d a b u lu n a n H o m e ro s ş iir le r in e , P ei-
s is t r a to s 'u n y ö n e t im i s ıra s ın d a A r is ta rk h o s v e Z e n o d o to s 'u n s e ç t iğ i iki
b ilg in b u g ü n k ü b iç im le r in i v e rd i; a n c a k A r is ta rk h o s v e Z e n o d o to s , P to -
le m a io s d ö n e m in d e y a ş a y a n a y n ı a d lı b ilg in le r le k a r ış t ır ı lm a s ın . K im i
u z m a n la r , H o m e ro s m e tin le r in in P e is is tra to s z a m a n ın d a s a p ta n m a s ın ı
d ö r t y a y ın c ıy a y a k ış t ır ır la r : K ro to n 'lu O rp h e u s , H e r a k le ia 'l ı Z o p y ro s ,
A tin a lı O n o m a k r ito s v e ... [so n ad o k u n m u y o r ] .134
Burada öykü, Bizanslı okul çocuklarının kolayca okuyabilmeleri için renkli ayrıntılarla süslenmiş, ama ana izlek gerçek. Arınmalar adlı bir şiirin ozanı olan Orpheus'çu Onomakritos'un adına Herodotos tarihinde rastlarız. Herodotos, Onomakritos'un, eski bir kehanete Lemnos'la ilgili uydurma bir kehanet sokuşturduğu gerekçesiyle Hipparkhos tarafından Atina'dan kovulduğunu söyler.135 Pek açık olmamakla birlikte bu olayın altında yatan neden, büyük bir olasılıkla siyasaldı. Nitekim, birkaç yıl sonra (İ.Ö. 502-495) Lemnos adası Atina kentine bağımlı kılındı.136
Plutarkhos ve Aelianus, Homeros destanlarının benzer bir basımını Lykurgos'a yakıştırırlar.137 Lykurgos'la ilgili öyküler genellikle tartışmalıdır; bu öykü de salt Atina'da saptanan Homeros metninin karşısına bir de Sparta metni çıkarmak amacıyla uydurulmuş olabilir.. Ama eski Sparta'da, böyle bir şeyin şiir dinletilerini düzene koymak amacıyla yapılmış olması olanaksızdır.
İlyada'nm Gemilerin Sayımı bölümünde, Salamis'den gelen birlikler iki dizeyle anlatılıyor:
S a la m is 'te n A ia s g e tirm iş tir o n ik i ta n e g e m i
ta m d a A tm a lıla r ın d iz ild iğ i y e rd e d u r u r la r .138
134 Bkz. Homer. Origins and Transmission, s. 230-33.135 Herodot Tarihi, 7. 6. 3.136 Aynı yerde, 6.140.137 Plutarkhos, Lykurgos. 4.; Aelianus, Variae Historiae, 13. 14.138 ilyada, 2 . 558-59 .
H o m e r o s o ğ u l l a r j 561
İkinci dizeye birçok metinde rastlayamazsınız ve bu dizenin yer almadığı metinler arasında papirüse yazılı en iyi metinlerden biri de vardır. Strabon'dan öğrendiğimize göre, bu dize, destanın daha sonraki birkaç bölümüyle çeliştiği gerekçesiyle İskenderiyeli yaymcılarca çıkarılmıştı.139 Çelişkiler ve tutarsızlıklar, hiç kuşkusuz, destanın değişik ellerden çıktığının bir kanıtı olarak gösterilemez. Homeros'un bile beni başıyla doğruladığım görür gibi oluyorum. Ama bu dize aslında bir başka açıdan tartışmalıdır. Anlaşılan, bu dizeyle, Salamis'in Atina'ya bağımlı olduğu ya da en azından Salamis'lilerin Atmalıların yakın bağlaşıkları oldukları söylenmek istenmiştir. Ne var ki, elimizdeki öbür kaynaklarda, iki topluluk arasında bu kadar erken bir tarihte herhangi bir ilişki bulunduğunu düşündürecek hiçbir açıklama ya da değinmeye rastlayamıyoruz. Dolayısıyla, bu dizenin açıkça sonradan eklendiği çıkıyor ortaya. Eskiler bunu anlamışlardı, dizenin nereden geldiğini biliyorlardı. Peisistratos'un bir başarısı da, daha önce Megara'ya bağlı olan Salamis adasını Atina'ya katmak olmuştu. Peisistratos, bu dizeyi İlyadcı'ya sokuşturarak ününe 1in katmak istemişti. Aristoteles de aralarında olmak üzere eski uzmanların hepsi, bu dizenin Homeros'un olmadığını söylemişlerdi. 140 Megara'lılar da kendi bölgelerindeki dört yer adının geçtiği dizeleri anımsadıklarını, bu dizeleri Peisistratos'un çıkardığım ileri sürüyorlardı.141
Burada öne sürülen neden akla uygun, ama bir başka neden daha olabilir. Philaidai'lı olan Peisistratos bu adı taşıyan klan üyeleriyle aynı köydendi; bunlar, Aias'ın oğullarından biri olan ve Salamis'den göç etmiş bulunan Philaios'un soyundan geliyorlardı. O sıralar Mil- tiades'di şefleri. Miltiades, Hellespontos'un Thrakia yakasına göç etmiş, o yörede Atina'ya bağımlı bir tiranlık kurmuştu.142 Lem nos'u, Miltiades'in yerini alan yeğeni ele geçirdi. Bütün bu olaylar arasında daha aydınlığa kavuşturulmamış bir bağ olsa gerektir; ama öyle görünüyor ki, tiranın Salamis ile Atina arasında var olduğunu uydurduğu bağ, çocukluğundan bildiği bir öyküye dayanıyor olabilir. Belki de iki kent arasındaki bağ tiranın sarayındaki ozanlar tarafından sokulmuştu şiire; bir başka deyişle, ozanlar koruyucularına yaranmak istemişlerdi.
139 Strabon, 394.140 Aristoteles, Rh. 1.15; İlyada, 3. 230: Quintilianus, 5.11.40.141 Strabon, 394.142 Herodot Tarihi, 6. 34-35.
Peisistratos'urı eklediği söylenen iki bölüm daha vardır: Theseus'la ve Herakles'in ölümsüzlüğüyle ilgili dizeler.143 Theseus'la ilgili dizeler, Atina'nın gerçekte Homeros-sonrası bir nitelik taşıyan bu ulusal kahramanına övgü dizeleriydi. Ötekilerse, Herakles'in ölümünü onun tanrısallığıyla bağdaştırmayı amaçlıyordu. Eğer Homeros destanları bir araya getirilip yayımlanırken yapılan değişiklikler bu kadarla kalıyorsa, çok abartmamak gerekir.
Son olarak, Dolon'un Öyküsü (İlyada, Onuncu Bölüm) ile ilgili bir yorumda şöyle deniliyor:
B u ö y k ü y ü H o m e r o s 'u n İlyada’nm b ir p a rç a s ı o la ra k d e ğ il, a y r ı o la ra k
o lu ş tu rd u ğ u , İlyada'ya s o k u ş tu r a n m ise P e is is tra to s o ld u ğ u s ö y le n ir .144
Bu alıntı, ayrıcılar için savlarını doğrulayan güçlü bir kanıttır. Gerçekte, Dolon'un Öyküsü, destana sonradan yapılmış birçok eklemenin sonuncusuydu. İlyada, değişik öğelerden meydana gelen bir yamalı bohçaydı. Böyle olması, bircilerin gözünde çok utanç verici bir durumdur. Onlar Peisistratos'un Homeros destanlarını biraraya getirdiği yolundaki görüşü tümden yadsırlar; ama akla uygun bir nedene dayanarak değil, salt buna inanmak istemedikleri için. Ayrıca, çok haklı olarak, İlyada'nm Onuncu Bölümünde kullanılan dilde bu bölümün sonradan yazilıp eklendiğini gösterir bir özellik bulunmadığını belirtirler.
İlyada'nm bu bölümü ya da Odysseia'nm başka birtakım bölümleri sonradan mı eklenmiştir? Homeros tartışması ne kadar sürerse sürsün, bu soru hiçbir zaman yanıtlanamayacaktır. Tıpkı Akha'lar ve Troyalı- lar gibi ayrıcılar ve birciler de bir hayalet uğrunda savaşmaktadırlar ve kendilerine savaş alanı olarak seçtikleri eskil kaynaklarda işin doğrusunu özlü bir biçimde bulduğumuzda, onların boşuna göziipekliği daha da sırıtmaktadır.
Bizanslı yorumcuları küçümsemek kolay. Onlar da birtakım yanılgılara düşmüşlerdi. Zaman zaman iyice saçmaladıkları da olmuştur. Ne var ki, Yunanca konuşuyorlardı ve Yunan kalıtını kesintisiz bir biçimde devralmışlardı. Bu çok değerli özellikleri, kimi zaman hiç anlamadan gerçeği söylemelerini olanaklı kılıyordu. Aiskhylos'un metni üstünde çalışırken ayırdına vardım bunun; daha sonra bunu Homeros üstüne yaptığım incelemeler de doğruladı.
SÖ2 TARİH Ö N CESİ EGE
143 Plutarkhos. Theseus, 20; Odysseia, 11. 602.144 İlyada, 10.
"Şiirlerin iç tutarlılığı bozulmuştu." Şiirlerin hiçbir zaman b^r birliği olmadığı söylenmiyor, bu birliği yitirdikleri söyleniyor. Birciijer bunu gözden kaçırmışlar. "Şiirler yok olup gitmekteydi, çünkü y%zıh değil, sözlü olarak aktarılmaktaydılar." Bu konuda izdeşlerince b,ııe aşa_ ğılanan Wolf haklıydı.
İlyada'yı okumak ne kadar zaman alıyordu? Tek bildiğimiz, A tina'daki tiyatro şenliklerinde bir günde dört oyun sergilendiği. Bu da İhyada'nm dize sayısının yarısından daha az demektir. Odysseia biraz daha kısadır. İlyada ve Odj/sserâ'nm bir günde okunabileceğini pek aklım kesmiyor.
Homeros şiirleri İonia'da gelişti. Homeros dinletilerinin ilk lbaşlatıl- dığı dönemde Delos'daki izlence bu destanlara göre düzenler^jyordu. Şenliğin en önemli olayı Homeros şiirleriydi. İonia'lılar varsı^ ve gö_ nençliydiler, uzun süreli bir şenliğin altından kalkabiliyorlardı!
Daha sonra bütün Yunanistan'a yayıldı şiirler. Ne var ki, Y /U rıanjs _ tan'da, İonia'daki kadar kendi topraklarında değildiler. Yerel) ozanların şiirleriyle boy ölçüşmek zorundaydılar. Hele uzunlukları l^ir engel olup çıkmıştı. Daha kısa olan Destanlar Çemberi'ndeki şiirler yenj ]<0_ şulları karşılayacak biçimde düzenlenmişti. İlyada ve Odysseia belki de eldeki belgelerin gösterdiğinden daha önceleri ve daha yaygıın bir biçimde okunmaktaydı, ama yalnızca seçme bölümlerdi bu dir\,jetj]ercıe sunulan. Böylece parçalara ayrılıp dağılmaya yüztuttular.
Sonra, yeniden bir canlanma dönemi geldi. Tecim yollarırlın geçtiği her yerde, halkın maddi ve kültürel düzeyinin yükselmesinde doğrudan çıkarı bulunan tecimen prensler, gücünü yitirmiş soydtıiıığım karşısına dikildiler. Homeros şiirlerine yeniden bir istem b e lid i ve yeniden düzenlenen İlyada ve Odysseia için yer açıldı.
Ama yeterli değildi bu. Şenliklerde yanşan ozanlar hâlâ en ^özde bölümleri sunmak uğruna bütünü bozuyorlardı. İşte bu yüzdery destanları gerçek sıradüzenleri içinde okumaları kuralı konuldu; bir c zanm bıraktığı dizeden öteki ozanın alması gerekiyordu. Gelgelelim, bu kuralın tam anlamıyla uygulanabilmesi için destanların gerçek sıracJüzeninin bilinmesi gerekiyordu. Giderek bir resmi metin gereksinmesi doğdu.
Korkunç bir işti bu önemli bir güçlüğü getiriyordu üstelik, ilyada ve Odysseia'nın sınırları nasıl belirlenecekti? Dolon'un Öyküsü, İlyada’ya mı katılacaktı? Odysseia, ateşin başındaki konuşma sahnesiyle nli sona erecekti? Kimilerince hiç uygun görülmeyen Zeus'un AldatrnaSı bölümü ne olacaktı? Gerçekte savaşın patlak vermesiyle ilgili ola^ Gemilerin Sayımı bölümü, oraya uygun düşmüyor muydu gerçekte^? Deyim- leme ve ölçü sorunları bir yana, bütün bu konulardaki uygu]ama bir
H O M E R O S O Ğ U L L A ^ r ,
ozandan ötekine değişmekle kalmıyor, bir ozanın bir dinletisinden öbür dinletisine de değişiyordu. Şiirler hâlâ akışkan bir durumdaydılar. Peisistratos, ucu bucağı belli olmayan, dal budak salmış, organik bir sözlü gelenek yığınını kâğıda dökmek ve düzene koymak gibi karmaşık ve çetin bir uğraşla yüz yüzeydi. Başarısının ölçüsü, bugün elimizde bulunan İlyada ve Odysseia'dır.
8. Epik Şiirin Sonu
Yunan alfabesi, İonia'da oluşmuş ve tecim aracılığıyla yayılmıştı. Okuryazarlığın yaygmlaşması her toplulukta ister istemez ağır bir biçimde gerçekleşiyordu. Okuryazarlığın yaygınlaşmasında öncülüğü, terimsel sözleşmeler ve yasaların toplanması için bir araca gerek duyan tecimenler üstlendiler. Aynı nedenle toprak sahipleri karşı koydular. Bir de, kuşkusuz, sözlü bir tekniğe dayanan meslekler arasında okuryazarlık daha az gelişme gösterdi.
Okuryazarlık-öncesi halklara özgü bellek gücü yalnızca onu yaşamamış olanlara şaşırtıcı gelir. Bellek, bilgiyi korumanın tek yolu olduğu için, günlük yaşamdaki uygulama içinde yetkinleşmiştir. Özellikle ozanlar doruğuna vardırnuşlardır bunu. Bellek gücü, sanatlarının bir parçasıdır. Bu da, Yunan epik şiirinin niçin o kadar uzun zaman yazıya dökülmediğini açıklamaktadır. Homerosoğullarınm kaleme gereksinmesi yoktu. Şiir dağarlarını kafalarının içinde taşıyorlardı. Sonunda, şiir dağarları artık denetleyemeyecekleri kadar geniş bir alana yayıldığında, onu yitirmenin eşiğine, geldiler. Tecimen prensler kurtardı epik şiiri. Tarih cömert davrandı Homerosoğullarına; ne kadar cömert davrandığı, benzer koşullardaki başka yerlerde neler olup bittiğine bakılarak anlaşılabilir.
Yazılı şiire oranla epik anlatımın kendine özgü güzelliği, akıcılığında ve tazeliğindedir. Doğaçtan söylenmesinden doğar bu nitelikler. Söyleyiş her şenlikte yeni yeni renklere bürünür, anlık coşkularla parıldar. Ama bu parıltı ele geçirilemez bir türlü. Sözleri kanatlıdır, yakalanıp yere indirilemez.
Şimdi Kırgızlardan bir şey daha öğrenelim. Radlov, Kırgızların şiirlerini kâğıda dökmek için ne kadar çaba harcadığını şöyle anlatıyor:
T ü r k ü le r i s ö y le n d ik le r i s ıra d a k â ğ ıd a g e ç irm e k ç o k z o rd u . K a le m le y e -
t iş i le b ile c e k k a d a r y a v a ş s ö y le m e y e a lışk ın o lm a y a n tü r k ü c ü ö y k ü n ü n
564 T a r i h ö n c e s i Eg e
H o m e r o s o ğ u l l a r i 565
a k ış ın ı k a ç ır ıy o r , a t la m a la r y a p a ra k tü rk ü y ü b o z u y o rd u ... B ü tü n ç a b a
la r ım a k a r ş ın , o z a n ın s ö y le d iğ i ş iir i tü m ü y le k â ğ ıd a d ö k m e y i b e c e r e
m e d im . A y n ı tü r k ü n ü n d u r m a d a n y in e le n m e s i, tü r k ü c ü n ü n y a z a b i l
m e m iç in a ğ ır a ğ ır s ö y le m e s i, b e n im s ık s ık a ra y a g ir ip d u r d u r m a m , iy i
tü r k ü s ö y le m e n in b e l ir le y ic i k o ş u lu o la n c o ş k u n lu ğ u y o k e d iy o r d u .
O z a n d a h a ö n c e le r i h e p c o ş k u y la s ö y le d iğ i tü rk ü y ü b u k e z y o r g u n ve
b ık k ın b ir s e s le y a z d ır ıy o rd u . B ö y le c e , k â ğ ıd a d ö k ü le n d iz e le r ta z e liğ i
ni y it ir iy o r d u .145
En ilkel halklarm epik şiirleri onulmaz yaralar almıştır. Bunların yalnız büyük bir bölümü yok olmakla kalmamış, varlığını koruyabilen bölümü de büyük ölçüde değiştirilip bozulmuştur. Sovyetler Birliği'nde- ki araştırmalar bunu ortaya koymaktadır. Doğru bir tarzda ve uygun bir ortamda söylendikleri zaman bu sözlü destanlardan bazılarının yetkin bir yapısı olduğu görülür. Genellikle halk şiirinin özelliği olarak bilinen çelişkiler ve belirsizlikler, ancak bunlar kâğıda dökülüp yayımlandıkları zaman göze çarpar.146 Ne var ki, Sovyetler Birliği'nde bu zorluğun üstesinden gelinmiştir. Ozanlar, ulusal geleneklerinden duydukları övüncü daha da artıran koşullarda yazı yazmayı öğrenmekle kalmamışlar, gramofon ve radyoyla donatılmışlardır. Bu türküler yaşayacaktır. Makineler kurtarmıştır onları.147
Ama bu koşulların benzeri yoktur. Başka yerlerde ve başka zamanlarda sözden yazıya geçiş rastlantıya bırakılmıştır. En iyi Cermen destanlarında çok güzel dizelere rastlanır; bu destanlar bugün Homeros destanlarının düzeyine erişememişse, nedenini sözlü gelenekten yazılı geleneğe aktarılırlarken aldıkları yaralarda aramak gerekir büyük ölçüde. Karanlık Çağ denilen dönemde okuryazarlığın yayılmasını Chadwick şöyle anlatıyor:
T ö to n h a lk la r ın k u lla n d ığ ı R o m a y a z ıs ın ı b a ş la n g ıç ta ü ç e v r e y e a y ır
m a k g e re k ir . B ir in c i e v re d e , y a ln ız L a tin c e y a z ıl ıy o rd u . İk in c i e v re d e ,
R o m a k a y n a k la r ın d a n a lm a n y a d a R o m a ö r n e k le r in e d a y a n a n d in se l
y a p ıtla r ın y a d a ö te k i y a p ıtla r ın y a z ılış ın d a a n a d ili k u lla n ılıy o rd u . Ü çü n
c ü e v re d e , s a lt y e r li y a p ıt la r y a z ıl ıy o rd u . A m a b u ü ç ü n c ü e v re a n a k a
ra d a a n c a k o n ik in c i y ü z y ıld a o rta y a ç ık a b ild i, o d a ç o k d e ğ iş m iş b i r b i
145 V.V. Radlov, Proben der Volkslitterotur der türkischen Stamme und der Dsungorischen Steppe, (St. Petersburg, 1866-96). 5. xv.
146 Zazubrin’den aktarma: H.M. Chadwick, The Growth of Literature, (Cambridge, 1932-40), 3. 180,147 George Thomson, Marxism and Poetry, (Londra, 1946), s. 56-58.
566 T a r i h ö n c e s İ Eg e
ç im d e ; ö te y a n d a n , ik in c i e v re b ile g e n e ll ik le y e re ld i v e e n y ü k s e k ç e v re le rd e p e k a z b e n im s e n m iş t i .148
Batı Avrupa'dan zorlu bir altüst oluş döneminden sonra kahramanlık çağının krallığı feodalizme dönüştü; yüzyıllar sonra feodal beylerin iktidarı kentsoylularca parçalandığında ozanlık sanatı da öldü. Yunanistan'da tecim öylesine hızlı bir biçimde yaygınlık kazanmıştı ki, te- cimen sınıf epik geleneği en olgun döneminde kendine mal edebilmişti. Batı Avrupa'ya yazı, egemen sınıfın salt kendi elinde tuttuğu bir araç olan yabancı bir dil aracılığıyla getirilmişti. Yunanistan'daysa yabancı diller soğurulup özümlenmişti. Batı Avrupa'da halk şiiri Hıristiyan olmadığı için bastırılmıştı. Alcuin, Lindisfame Piskoposu'na yazdığı mektupta, "Rahipler birlikte yemek yerlerken Tanrı'nın sözleri okunsun. Böyle durumlarda uygun olan, çalgı çalan bir ozanı değil, okuyan bir rahibi, dinsizlerin şiirlerini değil, Kilise Uluları'nm sözlerini dinlemektir. İngeld'in ne ilgisi Var İsa'yla?" diyordu.149 Oysa Yunanistan'da ozanlar sarayın saygıdeğer konukları ve kutsal törelerin koruyucuları sayılıyorlardı. Yunan toplumunun çok hızlı ve eşitsiz gelişmesi dolayısıyla, öteki çağların gezginci ozanlarından her yönden üstündüler.
Kimdir peki Homeros? Bir yamalı bohça değildir. Ayrıcılar, Homeros'un şiirini hiç gözönüne almama yanılgısına düşmüşlerdir. Ama tek başma bir tansık da değildir Homeros. Birciler de, Homeros'u açıklamaya yanaşmamışlar, onu bireyselliğin büyüsüne ve dâhiliğin olağanüstülüğüne sarıp sarmalamak istemişlerdir. Oysa Homeros'un şiirleri, hiçbir zaman aşılmamakla birlikte, doğaüstü bir olay değildi. Homeros tek bir ozan değil, sanatlarını soydan edinmiş, yetenekli ve deneyimli birçok ozandı. Coşkun halk yığınlarınca kendilerini aşmaya özendirilen ve ileri görüşlü bir devlet adamınca başyapıtları gelecek kuşaklara iletilen bu ozanlar, Shelley'nin deyişiyle kendi çağlarmın hem yaratıları, hem de yaratıcılarıydılar.
9. İlyada ve Odysseia'nm Yapısı
Son olarak, İlyada ile Odysseia'nm. kanımca nasıl oluşturulduklarını kısaca özetlememe izin verin. Kısaca özetlemek zorundayım, çünkü ay-
148 The Growth o f Literature, 1.483.149 H.M. Chadwick, The Heroic Age, (Cambridge, 1912), s. 41.
H o m e r o s o ğ u l l a r i 567
rmtılı bir açıklama bu kitabın sınırlarını aşacaktır. Ve hiç kuşkusuz söyleyeceklerim bütünüyle bir varsayma niteliğindedir.
İlyada'nm çıkış noktası, Tlıessalia içlerinden bir şef ile onun Myke- ne'li efendisi arasındaki çıkar kavgasıdır. Akhilleus savaşmaya yanaşmaz; Akha'lar Troya'lılar karşısında geriler; Akhilleus'un en yakın dostu Patroklos Akha'larm yardımma koşar ve Hektor tarafından öldürülür; arkadaşının öldürülmesi karşısında büyük bir öfkeye kapılan Akhilleus savaşa girer, Hektor'u öldürür, ölüsünü küçük düşürür; sonra da görülmemiş bir öç alma çılgınlığıyla, arkadaşı Patroklos'un ölüsünün yakılmakta olduğu ateşe köpekleri, atları ve insanları atar.
Aristoteles'e bakılırsa, bu izlek yanöykiilerle geliştirilir. Bu yanöy- külerden ilki, Akhilleus'un, kendisine gönderilen armağanları geri çevirmesidir (Dokuzuncu Bölüm). Bu öyküyü öbürleri izler. Akha'lar, Akhilleus'un öneriyi geri çevirmesinden önce ve sonra iki kez bozguna uğrarlar; Diomedes ve Agamemnon'un kahramanlıkları anlatılarak savaş sahneleri daha da genişletilir. Ama hepsinden önemlisi, Aga- memnon'un önerisini geri çevirmekle kavganın sorumluluğunu üstüne almıştır Akhilleus; dolayısıyla kararını değiştirmesini sağlayacak yeni bir durum gerekmektedir. Bu noktada ozanlar bilinçli sanatın imgelem özgürlüğüne dalarak destandan uzaklaşırlar. Yüreği kan ağlayan yaşlı kral, karısının ve ailesinin bütün yalvarışlarına kulak tıkıya- rak, oğlunu öldüren adamı bulur ve oğlunun ölüsünü geri vermesi için yalvarır. İki düşman, gözyaşları arasında yüreklerindeki acıyı ortaya dökerler; biri oğlunun, biri babasının ardından. Çatışma son bulmuştur. Bu doruk noktasının etkisi, karayazgılı kentin yaşamından öykülerle daha da güçlendirilir, Helena'yla Hektor'un küçük oğlu tanıtılır. Ve bütün bunların üzerinde, ölümsüz oldukları için kavgaları hep kahkahayla sona eren tanrıların gölgeleri dolanır.
Yüzyılların ürünüydü bu destanlar. Oluştukları süre içinde koca bir Mykene krallığı kuruldu ve yıkıldı. Yapıtlara son fırça darbelerini vuran usta sanatçılar, artık, türküsünü söyledikleri yarı barbar haydutlardan çok farklı insanlardı. Bunun sonucunda, ozanlar ile anlattıkları arasında devingen bir gerilim doğmuştu; ama ozanlar anlattıklarını öylesine derinliğine özümsemişlerdi ki, anlattıkları kişilerin doğasında var olan bir şey gibi görünüyordu bu gerilim. Sarpedon, kendisine bağlı Glaukos'a şöyle der:
E y c a n y o ld a ş ım b e n im ,
s a v a ş ta n k a ç m a n ın s o n u n e ,
568 T a r İh ö n c e s İ Eg e
y a ş la n m a d a n ö lü m s ü z y a ş a m a k m ı?
B u n u b ils e y d im , n e k e n d im s a v a ş ırd ım e n ö n d e ,
n e d e sen i y o lla rd ım e r le re ü n v e re n s a v a ş a ,
n e y le rs in , ö lü m ta n r ıç a la r ı g ö z le r y o lu m u z u ,
b ir ö lü m lü k a ç a m a z o n la rd a n , k u rtu la m a z .
H a d i g id e lim g ö r e lim b a k a lım ,
b iz m i d ü ş m a n a ü n v e r ir iz ,
y o k sa d ü ş m a n m ı ü n v e r ir b iz e ? 150
Yağmacı bir şefin edeceği sözler değildir bunlar. Öte yandan, Ak- hilleus krala kılıç çeker, çadırında oturup çocuk gibi ağlar, kendisine önerilen kentleri öfkeyle geri çevirir, acıyla yerden yere atar kendini, düşmanının ölüsünü arabasının arkasına bağlayıp sürükler; işte, sığırları yağmalayan, Knossos kentini talan eden gerçek Akha'lı budur. Ama destanları oluşturan ozanların döneminde Akhilleus yoktur artık, Agamemnon da, Aias da yoktur. Onların krallıkları, ağılda koşuşan koyun- ları, otları biçen orağı ya da dokuma tezgâhının başındaki kadının parmaklarının güzelliğini ezgilemeye bayılan ozanların büyülü dizelerinde geçmişten kopup gelen bir anıdan başka bir şey değildir. Bu yüzdendir ki, ozanların gözünde, yazgısını öğrenmek isteyen Akhilleus acılar içinde kıvranır.
B u rd a k a lır , s a v a ş ır s a m T ro y a 'n m ç e v re s in d e ,
tü k e n m e z b ir ü n v a r , d ö n ü ş y o k .
D ö n e rs e m y u rd u m a , s e v g ili b a b a to p ra ğ ın a ,
ü n ü m o lm a s a d a ç o k y a ş a y a c a ğ ım ,
ö lü m ö y le ç a b u c a k g e lip ç a tm a y a c a k .151
İlyada'daki trajik ikilem, beş yüzyıllık devrimci değişimi somut olarak gözler önüne sermektedir.
Odysseia'da destansı nitelik taşımayan eklemeler çok daha fazladır. Sanatın olgunluğu daha açık seçik karşımıza çıkar Odysseia'da; dolayısıyla bu yapıtta daha pürüzsüz, daha akıcı bir bütünlük vardır.
Elimizdeki biçimiyle Odysseia, olay gelişimini belirleyen altı bölüme ayrılır; Telemakhos babasından haber almak için evden ayrılır (I-IV.
150 ilyada, 12. 322-28.151 ilyada, 9.412-16.
H o m e r o s o ğ u l l a r i 569
Bölümler). Bu arada Odysseus Phaiak'larm ülkesine varmıştır (V-VII-1. Bölümler). Orada başından geçen serüvenleri anlatır (IX-XII. Bölümler). Yurtlarına ayrı ayrı geri dönen baba ile oğul, Çoban Eumaios'un kulübesinde karşılaşırlar (X1II-XVI. Bölümler). Dilenci kılığında gittiği evinde taliplerce aşağılanan Odysseus, Penelope'yi sorguya çeker ve talipleri nasıl haklayacağını tasarlar (XVU-XX. Bölümler). En sonunda talipleri bir bir öldürür, gerçek kimliğini karısına ve babasına açıklar, barışa ve erince kavuşur (XXI-XXIV. Bölümler).
Destanın çekirdeği, cin fikirli bir adamın denizler ötesine yaptığı yolculuk, cinler, periler, devler, canavarlar arasında yaşadığı serüvenler ve sonunda yokluğundan yararlanmaya kalkışan düşmanlarından öç alışıdır. Odysseus'dan çok daha eskilere dayanan, kaba folklordur bu. Ama destanda, serüvenler on yılı aşkın bir zamanı kapsamasına karşm, sonuncusu dışında hepsi tek bir kesimde toplanır. İlyada'da olduğu gibi Odysseia'da da geniş bir konu, odak noktasının tek bir kesime ayarlanması sonucunda tek bir görüş alanı içine alınır, ama Odysseia'da daha bilinçli bir biçimde uygulanmış görünen bu yöntem öyle bir yere vardırılmıştır ki, kahramanın serüvenleri gerçekte yeni bir ilgi konusuna, kahramanın ailesinin yeniden biraraya gelişine bağımlı kılınmıştır. Bunun için de, ana izleğin çevresine dört yanöykü örülmüştür.
İlkin, Telemakhos'un yolculuğu sahne düzenini İthaka'da kurar ve durumu dramatik bir biçimde sunar. Telemakhos'un Pylos'a ve Spar- ta'ya yolculuğu gerçekten de destansı nitelikte bir konudur, ama bugün elimizde bulunan metinde bile Telemakhos'un Sparta'dan ayrıldıktan sonra Girit'e gittiğini anlatan daha eski ve daha değişik bir biçimin belirtileri vardır.152 Ayrı bir şiir destana sokuşturulup, uyarlanmıştır sanki.
İkincisi, Odysseus'un Phaiak'larm adasındaki konukluğu, gerçekte anaerkil bir Minos kent-devletinin anımsanmasıdır. Phaiak'larm yabancı adası, Odysseus'un değişmeye yanaşmadığı kendi kaba adasına bir karşıtlık olarak tasarlanmıştır. Sanırız bu bölüm de bir zamanlar ayrı bir şiirdi. Bu son serüven, olağanüstü bir ustalıkla, içinden baktığımızda bütün öteki serüvenleri de görebildiğimiz bir merceğe dönüştürülmüştür. Kyklop'lar, yani Tepegözler, Kirke'nin büyüleri, Ölüler Ülkesi'nde kan kokusuna üşüşen ölü ruhlar ve Seiren'lerin, yani kadın gövdeli, kuş kanatlı ve güzel sesli denizkızlarınm ölümcül ezgileri, ate
152 Odysseia, 1 .9 3 , 284 , 3 . 313 .
570 TA R İH Ö N CESİ EGE
şin başında dinlediğimiz, gerçeklikle ilgisi olmayan bir masal gibi gelir bize.
Üçiincüsü, domuz çobanının kulübesinde geçen ve bütünüyle düşsel olan sahnelere, gizlice geri dönmek zorunda kalan Telemakhos'un öyküsü yol açmıştır sanki. Bu sahnelerin dramatik bakımdan ne kadar etkili olduğu açık, ama domuz çobanı Eumaios'daıı biraz söz etmekte yarar var. İlyada’daki Thersites bir korkuluktur, sınıf önyargısının bir ürünüdür; ama Eumaios şiirsel bir sevecenlikle betimlenmiştir. Domuz çobanının kulübesinin kahramanlık çağında yeri yoktur. Ataerkildir. Bu iyi yürekli, eli açık köylünün ataerkil dünyası bile, onu düşleyen ozanlar için çok eskilerdedir.
Son olarak, taliplerin öldürüldüğü bölüm özgün izleğin bir parçası olmasına karşın, sanırız değişikliğe uğramıştır. Gerçekte svayamva- ra'dan, bir başka deyişle evlilik-öncesi yarışmadan kaynaklanan ok atma yarışması elimizdeki metinden eskilere gitmektedir ve soyağaç- larında ya da mitologyada taliplerden hiçbirinin ayrı, bağımsız bir yerinin olmaması ilgi çekicidir.153 Taliplerin öldürülmesi sahnesinin yabanıllığı, ataerkil Yunanistan'daki yasaya uygun düşmektedir. Sözünü ettiğimiz yasa, evli bir kadınla yasadışı ilişki kuran bir adamın yargılanmadan öldürülmesine izin veriyordu. Odysseus'un gözünde, ailesine kavuşması ile malını mülkünü yeniden elde etmesi eşanlamlıdır.
Bu yanöyküler özgün izlekle öylesine ustaca kaynaştırılmıştır ki, Odysseia'nm abartılı, düş ürünü çekirdeğini İthaka'da olup bitenleri anlatan çok daha insancıl bir öyküyle kuşatmışlardır. Odysseus'dan önce karısıyla ve ailesiyle karşılaşırız; Odysseus'la karşılaştığımızda yuvasına varmıştır artık. Kirke'nin ve Kalypso'nun büyüleyicilikleri, Odysseus'un o çok iyi bildiği bacalardan tüten dumanı bir an önce görmek için yanıp tutuşmasına yol açar yalnızca. Odysseus'un özlemi bizi bir bekleyiş, bir gerilim içine sokar ve bu gerilim bir leitmotiv ile, sürekli yinelenen bir örge (motif) ile güçlendirilir; İlyada'da başvurulmayan bir yoldur bu. Odysseia'nm daha Birinci Bölümünün ilk dizelerinden başlayarak, elverişli bir rüzgâr yakalayıp evine dönmesine karşın karısı ve karısının sevgilisi tarafından canına kıyılan Agamemnon'un karayazgısıyla benzerlikler, koşutluklar kurulur durmadan; böylece Odysseus ve ailesine ilişkin umutlarımız, korkularımız, kaygılarımız canlı tutulur. Penelopeia kocasına bağlı kalacak mıdır? Agamemnon'un
153 Polyktor'un oğlu Peisandros bunun dışında tutulabilir.
H o m e r o s o ğ u l l a r i 571
karısı Klytaimestra'mn sevgilisi Aigisthos'un tek başına başardığını, bir sürü talip beceremeyecek midir? Telamakhos, Orestes gibi, babasına layık bir oğul olduğunu kanıtlayacak mıdır? Phaiakia'da geçen sahnede bu örge, Hephaistos'un yokluğunda Aphrodite'nin Ares'le oynaşmasında bir scherzo olarak, hafif ve oynak bir bölüm olarak işlenir.154 Gene İlyada'da olduğu gibi, insanların tragedyası tanrıların komedyasıdır. Bu, Agamemnon'un ruhunun Odysseus'un mutluluğunu dile getirdiği son bölümde doruğuna varır. Son bölüm öteki bölümlerden daha sonraki bir dönemde oluşturulmuş olabilir, ama doğrulanmıştır. Odysseus'un babası Laertes'e kavuşması yalnızca gerekli bir sahne değildir; gerçi yaşlı adam salt bunun için o kadar uzun yaşamıştır, ama Laertes'in Odysseus'dan gerçekten Odysseus olduğunu kanıtlamasını istediği ve Odysseus'un da daha küçük bir çocukken babasının bahçeye dikmesine yardım ettiği ağaçlan bir bir saydığı sahne, Homeros destanlarının öteki sahneleri kadar dokunaklıdır. Öykünün sonunda büyükbaba, baba ve oğul biraradadır artık. Odysseus'un dağarında daha başka serüvenler de vardır, ama Odysseia burada, tam yerinde sona erer.
Ne var ki, bütün bu söylediklerimiz yaklaşık bir değerlendirmeden öteye gitmemektedir. Destanların hammaddelerinin ne olduğunu bilebilecek durumda değiliz. Ama hiç değilse tekniği değerlendirebiliriz. Bu destanları tek bir kişinin ya da birçok kişinin yaratmış olması önemli değildir. Yazarlık kavramı sözkonusu olamaz burada. Bu şiirler, doğaçtan çeşitlemelerin bir çiçek dürbününden görünen değişkenliği içinde, belli bir anın esinlenişine uyarak biçimlenmiş, giderek doğaçtan söyleme yeteneği azaldıkça son biçimlerini almışlardır. Bu şiirlere büyük bir özenle sağlanan son görünüşlerinde, ilkel halk şiirinin yalın gerçekçiliği ve doğal dil güzelliği olgun sanatın incelikli ve özeleştiri- sel bireyselliğiyle kaynaşmıştır. Benzersiz niteliği budur Homeros destanlarının. Dolayısıyla, bu şiirler ne tek bir sanatçının, ne de ayrı ayn uğraş veren bir sanatçılar dizisinin ürünüdür. Yaşamlarını babadan oğula geçen bir sanatın durmadan yetkinleştirilmesine adamış ustalarla çırakların, kuşaklar boyu belli bir düzen içinde çalışan bir okulun ürünüdürler. Bütün bunlar, doğaçtan söyleme ile düzenleyim (kompozisyon), söz ile yazı arasında köprü kuran benzersiz tarih koşullarının biraraya gelmesiyle gerçekleşmiştir. Öyle ki, soluklarını tutmuş, gözlerini fal taşı gibi açmış kendisini dinleyen insanlardan esinlenen ilkel
154 Bu nokta, Demodokos'un öyküsünü bir "sonradan ekleme" olarak reddedenlerce küçümsenmiştir.
ozanın önceden tasarlanmamış coşkusundan bir şeyler, yazılı sözcüklerin coşkusuz ama kalıcı ortamına aktarılabilmiştir.
572 T A R i H ö N C E s t E g e
573
E K
YUNANİSTAN'DA TOPRAK KULLANIMI
ÜSTÜNE
T a r la la r ı o r ta k ik i a d a m d ı s a n k i b u n la r ,
e l le r in d e ö lçü v a rd ı s a n k i,
s ın ır ı ç iz m e k iç in ç e k iş m e d e y d ile r ,
h iç b ir i g ö z d e n ç ık a rm ıy o rd u e ş it p a y ın ı...
İhjada, XII, 421-03
Ridgeway bu dizeleri yorumlayalı altmış yılı aşkın bir zaman geçti. Ridgeway, İlyada'daki bu dizeleri, o sıralar ilk kez İncelenmekte olan ortaçağın açık-tarla sistemiyle karşılaştırarak açıklamıştı. Seebohm'un İngiliz Köy Topluluğu adlı yapıtı 1883'de yayımlanmış, Ridgeway'in "Ho- meros'da Toprak Sistemi" başlıklı yazısı da iki yıl sonra çıkmıştı.1 Ridgeway'in savı şöyleydi:
Açık-tarla sisteminin temel birimi dilimdi. Dilim, büyüklüğü değişiklikler gösteren düz bir ekim alanıydı; ama genellikle uzunluğu 1 "furlong" ("furrow-long", yani bir karık boyu) = 40 "rod" (yaklaşık 200 metre) = 660 "feet", genişliği ise 1 "rod" (yaklaşık 5 metre) = 16.5 "feet"* olarak kabul ediliyordu. Bir "rod" ya da "rood" toprak diye biliniyordu bu. Böyle dört "rod" yan yana geldiğinde bir dilim "acre"** (4x40 "rod" = 4840 yardkare) ediyordu.
Dilim "acre"m uzunluğu, yani karık'ın uzunluğu, sabanla hiç durmaksızın bir seferde sürülebilen uzaklığa, genişliği de bir çift öküzle
1 F. Seebohm, T he English Village Community, (Dördüncü basım, Cambridge, 1926); W. Ridgeway, "The Homeric Land System", Journal of Hellenic Studies, 6. 319; “The Origin of the Stadion", Journal o f Hellenic Studies, 9.18.
* 1 yard = 0.9144 metre: 1 yardkare - 0.8361 metrekare: 1 foot (çoğulu feet) =30.48 santimetre, (f.n.)** "Acre" için İngiliz dönümü denilebilir. 1 "acre" toprağın 0.4 hektar ya da 4.39 dönüm büyüklüğünde
toprak olduğu söylenebilir, (ç.n.)
5 7 4 T A R İ H Ö N C E S İ E g e
bir günde sürülebilen karık sayısına bakılarak hesaplanıyordu; öküzlere yem verilirken, öküzler tarlaya getirilip götürülürken geçen süre de günün içinde sayılıyordu.2 Gerçekte, bildiğimiz "acre"m dilim "ac- re"dan tek farkı, kare biçiminde düzenlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla İngilizce'deki "acre", Fransızca'daki journal ve joug ile, Gal dilindeki erv ile, Almanca'daki tagıverk, morgen ve joch ile, Latince'deki iugum ve iugerum ile aynı kökenden gelen bir birimdir.3 İlerde başka örnekler de vereceğiz. Gerçi bu birimlerin hepsi aynı biçimde değildi, üstelik her birinin büyüklüğü toprağın bulunduğu yere ve toprağın niteliğine göre değişiyordu, ama hepsi de aynı ilkeye göre, bir çift öküzün bir günde sürebildiği toprağa göre hesaplanıyordu.
Bu temelden yola çıkan Ridgeway, Yunan dilindeki dilim "acre"ını g\/es olarak tanımladı. Gerçekte gyes sözcüğü "saban" anlamma gelmekle birlikte en eski çağlardan bu yana bir toprak ölçüsü olarak kullanılıyordu. Ridgeway'e göre, gyes'in uzunluğu, 1 stadion (aynı zamanda spadion) = 600 "feet" idi ve bu da sabanm durup (s t a) döniinceye kadar çekildiği (spa) uzunluğun karşılığıydı. Gı/es'in genişliğiyse 1 plethroıı = 100 "feet" idi. Yunanistan'da stadyum'un, yani koşu alanının boyutları da aynıydı: 600 x 100 "feet".4
Ridgeway'in, klasik arkeoloji sözkonusu olduğu sürece sağlam temellere dayanan bu yorumunu kitabımda ben de doğruladım. Bu yazının amacıysa, kimi karşı çıkışların önünü almak ve Yunanistan'da toprak kullanımına ilişkin öteki sorunlara da ışık tutabilecek daha başka kanıtlar da eklemek. Ama ilkin, İhyada’daki görünüme bir ayrıntı daha eklememe izin verin.
İngilizce'de "rod" ya da "rood" sözcüğü şu anlamlara gelir: (1) üvendire [çift öküzlerini yürütmek için kullanılan, ucuna sivri demir çakılmış uzun değnek, ç.n.] (2) ölçü değneği; (3) 16.5 "feet"e eşit bir uzunluk ölçüsü; (4) çeyrek "acre".5 Arapçadaki massase sözcüğü bugiin Suriye'de kullanıldığı biçimiyle şu anlamlara gelir: (1) üvendire; (2) ölçii değneği; (3) farklı yörelere göre değişen bir uzunluk ölçüsü.6 Eustha-
2 The English Village Community, s. 2; G.C. Homans, English Villagers o f the Thirteenth Century, (Cambridge, Mass.. 1942), s. 49.
3 The English Village Community, s. 124-25; F.W. Maitland, Domesday Book and Beyond, (Cambridge, 1897), s. 377; F. Godefroy, Dictionnaire de I'ancienne tongue française de IXe ou XVe siecle, (Paris, 1880- 1902); E. Brockhaus, Dergrosse Brockhaus, (Leipzig, 1928-1937); Plinius, NH. 18, 9; Varro, RR. 1.10.
4 “Koşu alanı" anlamına gelen stadion aynı zamanda pelethron = plethron diye de biliniyordu, 1C II3.14,10.
5 Domesday Book and Beyond, s. 377; English Villagers of the Thirteenth Century, s. 69-70.6 A. Latron, La vie rurale en Syrie et au Liban, (Beyrut, 1936), s. 20.
Y U N A N İ S T A N ’ D A T O P R A K K U L L A N I M I Ü S T Ü N E 575
tios'a bakılırsa, Homeros'un sözünü ettiği iki adamın ellerindeki metreler , yani ölçüler akaina'lardır. A kaim şu anlamlara gelmekteydi: (1) üvendire; (2) ölçü değneği; (3) Thessalia'da 10 "feet"e eşit bir uzunluk ölçüsü; (4) 100 "feet" kareye eşit bir yüzey ölçü birimi.7 Demek, İngilizce'deki dilim "acre"ının genişliği nasıl 4 "rod" idiyse, Yunanca'da- kigt/es'in genişliği de 10 akaim idi. Ortaçağ İngilteresinde ve günümüz Suriyesinde olduğu gibi Eski Yunan'da da üvendire iki karık arasındaki uzunluğu ölçmekte kullanılıyordu.
Ridgeway'in gyes sözcüğüne ilişkin açıklamasını, E.C. Curwen, kendisinin dilim "acre"ının kökeniyle ilgili kuramına uymadığı gerekçesiyle reddetmiştir. Curwen'in kuramı şöylece özetlenebilir:8
TunçÇağı'nm belli bir döneminden Roma döneminin sonuna kadar, toprak hafif bir sabanla işleniyordu, bir ya da iki öküzün çektiği bu saban toprağı hafifçe kazımaktan öte bir işe yaramıyordu. Toprağı daha derinliğine yarabilmek için sabanla iki kez sürüyorlardı, ikinci karıklar birincileri dikey bir biçimde keserek çekiliyordu. Toprağın bu çapraz sürülüşü, tarlanın biçimini de belirliyor, ortaya kareler çıkıyordu.
İ.S. birinci yüzyılda, birkaç öküzün çektiği ve ağır killi topraklar için elverişli, ağır bir saban bulundu. İlk kez Rhaetia'da (VVürtemberg ve Bavyera) kullanılan bu ağır saban zamanla Fransa ve Almanya üstünden kuzeye doğru yayıldı ve Anglosakson istilacılar eliyle Britanya'ya getirildi. Toprağı derin yaran bu saban, çapraz saban sürmeyi gereksiz kılıyordu, giderek kare "acre'Yn yerini dilim "acre" aldı. Dönüş sayısını azaltmak amacıyla karıklar elden geldiğince uzatıldı.
Dilim "acre'Yn Eski Yunan'da hiç bilinmeyen ağır sabanı gerektirdiği kanısında olan Curwen, Yunanistan'da tarlaların kare "acre'Tar- dan oluştuğunu ileri sürer. Curwen'in görüşünü, onun kitabı üstüne kaleme aldığı bir yazıda Gordon Childe da desteklemektedir. Childe, Ridgeway'in vardığı sonucu, "Kuzey Avrupa'nın topraklarına ve iklimlerine uyarlanmış kırsal ekonominin belirlediği dilim 'acre'larmın çok belirli bir bölge dışında hiçbir zaman kullanılmadığı ve İngiltere'de ve Hollanda'da bile kare biçimindeki 'Kelt' tarlalarına dayalı eski bir sistemin yerini aldığı" gerekçesiyle reddetmektedir.9 Childe, bu İkincisinin "Akdeniz koşullarına daha uygun olduğunu" da eklemektedir sözlerine.
7 Eustathius, ad. loc, Kallimakhos./r. 214; AR 3,1323; Herodes, Def. 130.8 E.C. Curwen, Air Photography and Economic History. Economic Society Bibliographies and Pamphlets,
No. 2, Londra; E.C. Curwen, Plough and Pasture, (Londra, 1946), Bölüm V.9 Labour Monthly, 31 (1949)2S3.
576 T a r İh ö n c e s İ E g e
Peki, Eski Yunan'da tarlalar dilim "acre"lardan mı, yoksa kare "ac- re"lardan mı oluşuyordu? Bu soruyu yanıtlayabileceğimiz hiçbir doğrudan kanıt yok elimizde. Kuşkusuz, ülkenin değişik yörelerinde her ikisi de kullanılmış olabilir.10 Curwen'in yolundan gidersek, çapraz saban sürmeyi kare "acre"ın bir özelliği olarak almamız gerekir, ama Eski Yunan'da çapraz saban sürüldüğünü gösterir hiçbir açık kanıt yok. Ksenophon'un, nadasa bırakılmış toprağın ilk yazın sürüldükten sonra yaz ortasında yeniden sürülmesini salık verdiği doğru; ama Ksenop- hon, toprağın ikinci sürülüşü birincinin üstüne çaprazlama olmalıdır, diye bir şey söylemiyor.11 Öte yandan, İlyada'nm, Akhilleus'a yeni silahların yapıldığı On Sekizinci Bölümünde rastladığımız toprak sürme sahnesi, bana kalırsa, tek bir biçimde yorumlanabilir. Daha önce nadasa bırakılmış, şimdi yeniden ekilen bir tarladır burası. Rençperler sabanı tarlanın üstünde bir oraya bir buraya sürmektedirler. Tarlanın bir ucuna vardıklarında, bir adam gelip şarap sunmaktadır rençperlere.12 Burası kare "acre'Yardan oluşan bir tarla olsaydı, tıpkı eski İtalya' daki kare tarlalar gibi tarlanın kendisi de kare biçiminde olurdu;13 o zaman da bütün "acre"lar için ortak bir sınır olmazdı. Buna karşılık, burada sözü edilen tarla dilim "acre'Yardan oluşan bir tarlaysa, durum açık seçik ortaya çıkmaktadır. Şarap sunan adam tarlanın bir ucunda dolanmakta, rençperlerden biri karığın ucuna vardı mı koşup karşılamaktadır.
The Archaeological Journal'm son sayılarından birinde, Curwen'in görüşleri tepeden tırnağa titiz bir biçimde incelendi.14 Ben konunun bu kadar geniş yönüyle ilgilenmiyorum. Benim amacım, Ridgeway'in hakkını korumak yalnızca.
Curwen'in kendi bilgilerine (Seebohm'dan aldığı) göre, dilim "ac- re"a Portekiz'de, Tuna havzasında ve İtalya'nın güneyindeki Ötranto burnu dolayında rastlanabilmektedir. Ancak niçin bu bölgelerde rastlandığı açıklanmamaktadır. Üstelik Curwen'in elindeki bilgiler eksiksiz olmaktan çok uzaktır. Doreen Warriner'a göre, ekilebilir toprakların dilimlere ayrıldığı eski açık tarla düzenine İsviçre'nin, güney Almanya'nın ve Bohemya'nın kimi yörelerinde hâlâ rastlanabilmektedir. Kaldı ki, toprağın üç yılda bir nadasa bırakıldığı bütün bir açık-tarla
10 Plethron ile aynı şey olarak gösterdiğim ouron. gerçekten Latince'deki versus gibi (Varro. RR. 1,10) bir kare “acre“daki karığın uzunluğunu gösteriyor olabilir.
11 X. Oec. 16.4; Bkz. Hesiodos. İşler ve Günler, 46112 ilyada, 18. 541 547.13 C. Daremberg ve E. Saglio, Dictionnaire des antiquites grecques et romaines. (Paris. 1877-1919).14 H.C. Payne. “The Plough in Ancient Britain”, ArchaelogicalJournal, 104. 82.
Y u n a n i s t a n ’d a T o p r a k K u l l a n i m i Ü s t ü n e 577
sistemi, 1938'de Slovakya ve Transilvanya'nm uzak köşelerinde hâlâ varlığını sürdürüyordu.15 Warriner, Yugoslavya'nın Karst bölgesinde tarlaları dilimlere ayrılmış bir köyün fotoğrafını sunmaktadır.
Curwen'in haritasında kare "acre"ların yer aldığı bir bölge olarak gösterilen Ortadoğu konusunda Doreen Warriner'in gözlemleri daha da ilginç:
S u r iy e , Ü rd ü n v e I ra k 'd a b u g ü n u y g u la n a n ta rım s is te m i, te m e ld e , O r
ta ç a ğ A v r u p a s ın d a k i ta r ım s is te m in d e n fa rk s ız : K ö k e k in le r in y a d a
h a y v a n y e m le r in in y e t iş t ir i lm e d iğ i, y a y g ın b ir ta h ıl e k im in in u y g u la n
d ığ ı b ir s is te m b u . Ü ç y a d a d ö r t y ıllık d ö n ü ş ü m lü e k im (k ış ü r ü n ü n ü
y a z ü rü n ü n ü n , y a z ü rü n ü n ü n a d a s ın iz le m e s i y a d a k ış ü r ü n ü ile n a
d a s ın b irb ir le r in i iz le m e le r i) o n s e k iz in c i y ü z y ıla k a d a r A v r u p a 'd a g ö
rü le n b iç im iy le u y g u la n ıy o r . K ö y lü n ü n a ç ık ta r la la ra d ilim d ilim d a ğ ıl
m ış k ü ç ü k to p ra k p a rç a la r ın d a n o lu ş a n ta rla d ü z e n i, İn g il iz k ö y ü n ü n
in c e u z u n to p ra k p a rç a la r ın d a n o lu ş a n a ç ık ta r la s ın ı a n d ır ıy o r .16
Warriner'in bu bölgeye ilişkin incelemesi, Latron ve Patai'nin yapıtlarından alıntılarla bütünlenebilir.17 Latron'un haritalarına bakıldığında, Suriye ve Lübnan'ın kimi yörelerinde dilimlerin çok uzun ve dar olduğu kolayca görülebilir. Kullanılan saban, bir çift öküzün çektiği hafif sabandır. Çapraz saban sürmekten hiç söz edilmemektedir.
Böylece, dilim "acre"m kuzey Avrupa'nın toprağına ve iklimine bağlı olduğu ve Akdeniz koşullarına uygun düşmediği yolundaki görüş çürütülmüş olmaktadır. Ortadoğu ülkeleri, toprak ve iklimlerinin yanı sıra tahıl, üzüm ve zeytin gibi ana ürünleri açısından da Yunanistan'a benzerler. Üstelik, bu ülkelerdeki kırsal yöreler, yüzyıllar boyu Halep, Şam ve Doğu Akdeniz limanları gibi büyük kentlerin tecimsel etkisine açık kaldıklarından, kentsel gelişmenin Eski Yunan'daki kırsal yaşam üstündeki etkilerini değerlendirmemize yarayacak ipuçları da sağlarlar bize.
Arapçada "öküz" anlamına gelen feddan, bir toprak ölçüsü birimi olarak, bir çift öküzle bir günde sürülebilecek kadar toprak demektir. Gerçi bu toprağın büyüklüğü uygulamada değişiklik gösterir, ama ka
15 D. Warriner, Economics of Peasant Farming, (Londra, 1939), s. 10-11.16 D. Warriner, Land and Poverty in the Middle East, (Londra, 1948), s. 123-124.17 La vie rurale en Syrie et au Liban: R. Patai, "Musha'a Tenure and Co-operation in Palestine". American
Anthropologist, Washington/New York, 1888-;). Weulersse, Paysans de Syrie et du Proche-Orient,(Paris, 1946).
578 T a r i h ö n c e s İ Eg e
baca bir "acre"m dörtte üçü kadar olduğu söylenebilir.18 Aynı sözcük, daha genişletilmiş anlamıyla, bir çift öküzün bir yılda sürebileceği kadar toprağı belirtmek için de kullanılır; ekilebilir toprağın yanı sıra uygun ölçüde bir otlak ve su kullanma hakkını, bağ ve zeytinliği içeren standart toprak parçasıdır bu; sözün kısası, ev ve yapılar dışında her şeydir.19 Büyüklük bakımından, verimli bölgelerde 17 "acre" olan bu toprak parçası, verimsiz bölgelerde 100 "acre"dan fazlaya kadar değişiklik gösterir. Bunun İngilizce'deki eşdeğeri, 30 "acre" olarak hesaplanan ve çayır payıyla otlatma haklarıyla birlikte bir yılda işlenebilen toprak olarak kabul edilen "virgate" ya da "yardland"dir.20
Ortadoğu'da toprak kullanımının tarihi hâlâ büyük ölçüde bilinmemektedir. Ancak Yunanca'daki zeugos sözcüğü, Jııstinianus Yasa- sı'nda kullanıldığı biçimiyle, bir çift öküzün bir günde sürebildiği toprak anlamına geliyordu;21 günümüzdeyse zeugos'lar 80 stremmata’d m (20 "acre") hesaplanmakta ve bir çift öküzün bir yılda sürebileceği toprak olarak açıklanmaktadır.22 Bizans İmparatorluğu'na bağlı olduğu dönemde Suriye'de de, vergi birimi iugum idi ve 5 iugera bağın ve toprağın verimliliğine göre 20,40 ya da 60 iugera tahıl tarlasına eşit sayılıyordu.23
Feddatı'm yanı sıra Suriyeli Arapların şombol dedikleri bir birim daha vardır. Şombol, gerçekte bir deve yükü tahıl demektir. Feddan'm, yani standart toprak parçasının değeri, bir yıllık tahıl, şarap ve zeytinyağı ürününün kaç deve yükü tuttuğu söylenerek dile getirilir.24
Açık-tarla sisteminin bozulmadan sürdüğü köylerin hepsinde temel birim feddarı, yani standart toprak parçasıdır. Bu köylerde toprakta özel mülkiyet diye bir şey yoktur. Yalnızca her klan, hane ya da ailenin ortak topraklarda bir pay hakkı söz konusudur. Topluluğun (klan, hane ya da aile) payına düşen toprak parçasının büyüklüğü, o topluluğun ortak toprakların sürülmesi için sağladığı "boyunduruğa koşulmuş hayvanlar"ın sayısına, bu da hiç kuşkusuz o topluluğun büyüklüğüne bağlıdır. Toprak parçasının ekilebilir bölümü, her tarladan bir parsel olmak üzere, belli sayıda dilim parsellerinden oluşur. Dolayısıyla, or
18 La vie rurale en Syrie et au Liban, s. 11-12.19 Aynı yerde, s. 14-15.20 The English Village Community, s. 11-13, 110; English Villagers of the Thirteenth Century, s. 85.21 Justinianus Yasası, 10, 27; Demetrakos.22 Demetrakos.23 Dictionnaire des ontiquites grecques et romaines.24 La vie rurale en Syrie et au Liban, s. 10.
Y U N A N İ S T A N ’ D A T O P R A K K U L L A N I M I Ü S T Ü N E 579
tak toprakların ekilebilir alanları, toprağın niteliği de göz önüne alınarak eşit bir biçimde bölüştürülmüştür.25
Ekilebilir alan, dönüşümlü ekim sistemine uygun olarak, belli dönemlerde tarla tarla yeniden bölüştürülür. Tarla, değnekler ("rod") ya da iplerle ("cord") parsellere ayrılır, sonra bu parseller yaşlıların denetiminde kura çekilerek dağıtılır.26 Filistinli Araplarda, her kura çekildiğinde kura çıkan kişi adıyla çağrılır ve orada toplanmış olan köylüler hep bir ağızdan, "Allah nasibini verir!" diye bağırırlar. Bu uygulamanın çok eskilere dayandığı anlaşılıyor, çünkü aynı deyiş Patai'nin belirttiği gibi Mezmnrlar'da (Mezmur 16,5-6) da geçmektedir:
Rab nasibimin ve kâsemin payıdır;Hissemi tutan sensin.Kısmetim nimetti yerlere düştü;Evet, aldığım miras güzeldir.27
Suriye'nin birçok yöresinde, köylüler kendi paylarına düşen toprakları o yörede oturmayan toprakağalanna ipotek etmişlerdir; topraka- ğalan bunun karşılığında ürünün belli bir bölümüne el koyarlar. Bu durumdaki köylüye metayer denilir. Sömürünün biçimi ve oranı duruma göre değişir. Trablus, Sayda ve Sur'daki bereketli meyva bahçelerinde nıetayer ürünün ancak dörtte birini elinde tutabilir. Daha verimsiz bölgelerde metayer'mn ürünün beşte dördünü alıkoyabildiği yerler bile vardır.28 Ancak bu köylüler, bağımsızlıklarını yitirmelerine karşın, eski komünal örgütlenmeyi kendi aralarında sürdürürler; nitekim, eki
25 Aynı yerde, s. 55: “Aynı alan üstünde, bölüştürülen küçük toprak parçalan her köylüye hem iyi, hem kötü toprak düşecek biçimde iç içedir." Bkz. “Musha'a Tenure and Co-operation in Palestine”, American Anthropologist, 51.439: “Bütün aileler yalnızca hakları olan toprağı tam olarak almakla kalmıyordu, aynı zamanda ailelerin paylanna düşen topraklar nitelik bakımından da eşdeğerdeydi. Uygulamada, topraklar nitelik, konum, arazinin yapısı, suya yakınlık vb. gibi çeşitli sınıflamalara ayrılıyordu. Bunun sonucunda ortaya çıkan bloklar, daha sonra ailelerin sayısına göre yeniden parsellere bölünüyordu... Eşitlik ilkesinin kılı kırk yararcasına uygulanması, musha’a’nın bir başka özelliğine, tek tek parsellerin ince ve uzun olmasına yol açıyordu.. Köylerden birinde, uzunluğu 2070 metre kadar, genişliğiyse yalnızca 4.5 metre olan parsellere rastlanmıştı. Dar dilimler daha değerli yerlere doğru uzanıyordu, sözgelimi toprağın bir dağ yamacına rastgeldigi durumlarda dilimler tepeden aşağıya doğru uzanmaktaydı.
26 La vie rurale en Syrie et au Liban, s. 188-189.27 “Musha'a Tenure and Co-operation in Palestine", American Anthropologist, 51. 440. Mezmur 16'da
"hissem” ya da "payım" diye çevrilen gorali sözcüğü, bugün hâlS kullanılan jarrali sözcüğüyle aynıdır. Bkz. Mezmur, 78, 55: "Önlerinden milletleri de kovdu/Pay olarak onları ölçü ile böldü.” Burada “ölçü” diye çevrilen hebhel sözcüğü (1) İp ya da sicim; (2) Toprak payı ya da toprak parçası anlamına gelmektedir. Yunanca’da skhoinos.
28 La vie rurale en Syrie et au Liban, s. 50.
580 T a r İh ö n c e s I Eg e
lebilir alanın dönem dönem yeniden bölüştürülmesi de bunun bir parçasıdır.29 Yalnızca daha gelişmiş bölgelerde bozulmuştur komünal örgütlenme. Bu gelişkin bölgelerde topraktaki baskının gitgide artması sonucunda köylülerin kullanımındaki toprakların parçalanması payların yabancüara satılması sürecini hızlandırmıştır; ekilebilir alanın belli dönemlerde yeniden bölüştürülmesi bırakılmış ve toprak parçalan birleşerek özel mülkiyete dönüşmüştür.30
Şimdi yeniden İlyada'ya dönelim. O iki adam ne tartışmaktadır? Bölüştükleri toprak ortak toprak olduğuna göre, babalarının malı olamaz. İki akraba ailenin temsilcileri olabilir bu iki adam; kurayla bölüştürme sırasında iki aileye ortaklaşa verilmiş bir toprak parçasını kendi aralarında bölüşüyorİardır belki de. Latron'a göre, ekilebilir toprakların yeniden bölüşülmesi sık sık tartışmalara neden olmuş, taraflardan biri kendisine eşit pay düşmediğinden yakınmıştır.31 Bu kitabın ilk basınımda bu konuyu incelerken bu olasılık bana daha yatkın gelmişti, ama daha sonra ileri sürülen bir başka yorum daha akla uygun göründü.32
Ekip biçme işi ortaklaşa yapıldığı sürece sınır kavgalarının patlak verme olasılığı azdı. Ama eski komünal bağların gevşemesiyle birlikte her pay sahibi toprağı istediği zaman ekip biçmeye başladı. Böyle olunca, komşusunun toprak parçasına girmesi çok kolaylaştı. Kimi Suriye köylerinde bu tür hırsızlıkları önlemek amacıyla, yaşlıların ya da başkanın saptadığı günden önce ekin biçmek yasaklanmıştır.33 Iusti- nianus Yasası'nın bir bölümünü oluşturan Çiftçi Yasası'mn birinci maddesinde, "Kendi tarlasını işleyen çiftçi dürüst olmalı ve komşusunun tarlasındaki karıklara geçmemelidir."34 denir. Fransa'da Ancien regime* döneminde, herkesin dilinde dolaşan "karık yiyiciler" (mangeıırs tie rai- es) diye bir deyim vardı.35 Benzer suçlar Ortaçağ İngilteresinde de yaygındı. Homans, "Ralph Ouintin'in, Hugh'un oğlu Geoffrey'in iki meşe ağacını haksız yere kestiğini, aradaki sınırı kaldırdığını ve onun toprak parçasındaki iki karığı haksız yere işgal ettiğini" söyler.36 Avarice de Piers Plowman'da şöyle söz veriyor:
29 Aynı yerde, s. 48-55.30 Aynı yerde, s. 191.31 Aynı yerde, s. 189.32 Bu öneriyi Dr. R.H. Hilton'a borçluyum.33 La vie rurate en Syrie et au Liban, s. 234.34 W. Ashburner, "The Farmer's Law", Journal of Hellenistic Studies, 35. 71.* Ancien regime, Fransa’da 1789 Devrimi'yle kapanan dönemi anlatmak için kullanılan bir deyimdir, (ç.n.)35 M. Bloch, Les caracteres originaux de l ’historie rurale française, (Oslo, 1931), s. 38.36 The English Villagers o f the Thirteenth Century, s. 72.
Y u n a n i s t a n ’ d a T o p r a k K u l l a n i m i Ü s t ü n e 581
S a b a n ım ı s ü r e r k e n b a ş k a s ın ın y a r ım d ö n ü m lü k ta r la s ın d a n b ir k a r ık
içe ri a d ım a ta rs a m , b it iş ik te k i k o m şu m u n h a k k ın ı ç a lm ış o lu ru m . H a k -
k ım d a n fa z la s ın ı b iç e rs e m , b a ş k a s ın ın o ra ğ ı d a b e n i b iç e r , b ir d a h a h iç
e k in e k e m e m .37
Bölüşülen toprakları ayırmak için yalnızca bir smırtaşı kullanılıyordu. Sınırtaşının yeri her an değiştirilebilirdi. Ama bazen de iki toprak parçasını ayıran bir işaret bulunmuyordu, o zaman bazı sorunların çıkması kaçınılmaz oluyordu. Demek, Homeros'un dizelerindeki iki adamın bu sorun yüzünden kavga ettikleri sonucuna varabiliriz. Açık tarlalardan birinde bu adamların komşu parselleri vardır. Biri, karıklarından bazılarını aşırmakla suçlamıştır öbürünü. Öbürü de böyle bir suç işlemediğini söylemiştir. Sınır çizgisinin gerçekte nerede olduğunu anlayabilmek için iki toprak parçasının genişliğini ölçmektedirler.
Şimdi de, Attika'nm Solon reformlarından önceki durumuna bir göz atalım. Şöyle diyor Aristoteles:
Y o k s u lla r , k a r ı la n v e ç o c u k la r ıy la b ir lik te , v a rs ılla r ın k ö le s i o lm u ş la rd ı.
B u n la ra pelates 'le r y a d a heklem oros 'l a r ( "a lt ıd a b ir c i le r " ) d e n ilm e k te y d i,
ç ü n k ü v a rs ılla r ın ta r la la r ın ı iş le m e le r i k a rş ılığ ın d a a ltıd a b ir k ira ö d ü
y o r la rd ı. T o p ra ğ ın tü m ü b irk a ç k iş in in d i v e y o k su lla r k ira y ı ö d e y e m e z
le rse k a n la r ı v e ç o c u k la r ıy la b ir l ik te k ö le o la ra k s a tıla b il iy o r la r d ı.38
Pelates kapsamlı bir terimdir ve Latince'deki clierıs, Fransızca'daki metayer terimleriyle benzer anlamlar taşır. Hektemoros terimiyse, göründüğü kadarıyla, daha somuttur. Plutarkhos'a göre, işlediği topraktan elde ettiği ürünün altıda birini kira olarak verene hektemoros deniliyordu. Photius'a bakılırsa, hektemoros, ürünün altıda birini kendine ayırıp altıda beşini kira olarak verene denilmekteydi. Sözcüğün kesin anlamı sözkonusu olduğunda, açıktır ki, Photius'un yorumu doğrudur. Çünkü -moros ve -tnoiros ile biten bütün öteki bileşik sözcükler, veren'e değil, alan'a ya da sahip olan'a ilişkindir. Dahası, Pollux'un yazdıklarm- dan, Solon'un epimortos ge terimini ürünün bir bölümü (epi merei) karşılığında işlenen toprak anlamında, morte terimini de ürünün ekici tarafından alıkonulan bölümü anlamında kullandığını öğreniyoruz.39
37 C. Passus, vii, 267, The English Villagers of the Thirteenth Century, s. 71 'de alıntı.38 Aristoteles. Ath. 2. 2.39 Polluks, 7. 151.
582 TA R İH Ö N CESİ Eg e
Dolayısıyla VVoodhouse'uıı görüşüne katılıyorum: Hektemoros'lar, ürünlerinin yalnızca altıda birini ellerinde tutan, geri kalanını kira olarak veren küçük toprak ekicileriydi. Gene VVoodhouse'un belirttiği gibi, kira altıda birlik birimlerle hesaplanıyordu, çünkü medimnos'un altıda biri olan hekteus standart bir ekin ölçüşüydü.40
Gene de, günlük konuşmada bu sözcük daha geniş bir anlamda kullanılmış olabilir. Aristoteles'i okuduğumuzda ister istemez böyle düşünüyoruz, çünkü az önce alıntıladığımız bölümde Aristoteles'in bu terime getirdiği tanım belirsiz. Peki, tanımı bile bile mi belirsiz bırakmış Aristoteles? Ürünün altıda beşini kira olarak veren metayer'lerm niçin açık seçik, belirleyici bir terimle tanımlandığını anlamak kolay, çünkü onların içinde bulundukları durum "altıda bir"lere dayalı metayage sisteminin varabileceği smırnı uç noktasında. Ama bu, ürünün yalnızca altıda birini alıkoyan m etayefnin ille de ürünün altıda ikisini, üçünü, dördünü ya da beşini alıkoyanlardan daha yoksul olduğu anlamına gelmez. Sömürünün ağırlığı yalnızca ürünün ne kadanna el konulduğuna bakılarak ölçülmez. Aynı zamanda toprağın verimliliğine de bağlıdır sömürünün ağırlığı. Değeri x olan verimsiz bir topraktan alman altıda bir kira, değeri 5x olan bir topraktan alman altıda beş kira kadar ağır olabilir. Dolayısıyla, hektemoros terimi, genellikle pelates'in Attika'daki eşanlamlısı olarak kullanılmış olabilir. Hektemoros'lar, yerine göre değişmekle birlikte ürünlerinin her zaman altıda birlik birimlerle ölçülen belli bir bölümünü ellerinde tutan küçük ekicilerdi. Benzer bir kullanım da, metayer terimini az çok ele veriyor; metayer başlangıçta ürününün yarısını veren anlamında kullanılıyordu (Ortaçağ Latincesinde medietarius).
Woodhouse, daha sonra da, Solon'un kırsal yörelerde kaldırttığı sı- nırtaşlarımn (horoi) temelde yüzyıllar sonra da aynı işi görmüş olduğunu ileri sürüyor; bir başka deyişle, sınırtaşları, ipotekli tarlalara konuluyor ve sahiplerinin o toprakta hangi koşullarla kalmalarına izin verildiğini belgeliyordu. Hektemoros'lar yükümlülüklerini yerine getiremezlerse köle olarak satılabiliyorlardı.41 Başka bir deyişle, toprak elden çıkarılamadığı, başkasına bırakılamadığı için, güvence olarak kendilerini rehine koymuşlardı. Bu koşulların sözkonusu dönemde nasıl ortaya çıktığını gözümüzün önüne getirmek güç değil, çünkü büyük bir olasılıkla kölecilik pek gelişmemişti ve emek açığı vard ı42
40 W.J. Woodhouse, Solon the Liberator, (Londra, 1938), s. 43, n. 2.41 Aynı yerde, Bölüm X; bkz. R. Dareste, B. Haussouiller ve T. Reinach, Recueil de s inscriptions juridiques
greques, (Paris 1891-98), 1.121-22.42 C. Thomson, Aeschylus and Athens, (ikinci basım, Londra, 1946), s. 87-88.
Y U N A N İS T A N ’DA T O P R A K K U L L A N I M I Ü STÜ N E 583
Peki, o dönemde açık-tarla sistemi Attika'da ne ölçüde sürüyordu? Hektemoros'ların durumuna bakılırsa, açık-tarla sistemi çökmeye başlamıştı. Öte yandan, sanırız, Hektemoros'lara yalnızca, ürün fazlasının en çok olduğu en verimli bölgelerde rastlanıyordu. Ülkenin daha yoksul yörelerinde koşullar daha ilkel olsa gerekti.
Solon, halkı dört sınıfa ayırmıştı: (1) Malikânelerinin değeri en az 500 nıedimnos olan pentakosiomedimnos’lar, (2) malikânelerinin değeri en az 300 medimnos olan hippeis'ler, (3) malikânelerinin değeri en az 200 medimnos olan küçük toprak sahipleri, yani zeugites'ler; (4) f/ıefcs'ler.43 Bu sınıflandırmada medimnos Arapçadaki şombol ile aynı işi görmektedir. Yıllık tahıl, zeytinyağı ve şarap ürününe tahıl üstünden değer bi- çilmekteydi. Hippeis’lere bu adm verilmesinin nedeni, at besleyebiliyor olmalarıydı. Tlıetes'ler, topraksız emekçilerdi. Peki, zeugitcs'\er kimdi? Sözcüğün kendisine bakacak ve yaptığımız benzeştirmeleri düşünecek olursak, zeugites, uygun bir bahçe ve otlak hakkının yanı sıra ortak tarlalardan bir payı içeren standart bir toprak parçası (kleros) olan ve bir çift öküzü (zeugos) bulunan kişi demekti. Sözün kısası, köy komününün (demos) paydaşlarından biriydi zeugites.44
Son olarak, Atmalıların Lesbos adasındaki büyük ekim alanına, plantasyonuna (klerukhia) ilişkin olarak anlattıklarımı yeniden gözden geçirmek istiyorum.45
Thukydides'den öğrendiğimize göre, başkaldırı bastırıldıktan sonra topraklar 3000 paya bölünmüş, bunun 300'ü rahiplere verilmiş, geri kalanı Atina'dan gelen yerleşmecilere, kolon'lara bırakılmıştı. Adanın yerlileri toprağı işlemeyi sürdürüyor, ama pay ya da parsel başına yılda 2 mnai kira ödüyorlardı.46 Yerleşmeciler kentlerde oturuyorlardı.47
Paylar büyüklük bakımından ille de eşit olmasa gerekti, ama değer bakımından aşağı yukarı eşit olmaları gerekiyordu, yoksa kira yerine göre değişirdi; öte yandan, yerli zilyetlikleri bozmaksızm toprakları eşit paylara bölmeyi olanaklı kılan bir birimin olması gerekirdi. Öyle görünüyor ki, bu birim, tahıl ekilen belli sayıda tarla dilimine göre hesaplanan standart toprak parçasıydı. Lesbos adasında tahıl ekilen yerler bü
43 Aristoteles. Ath. 6, 3-4.44 Demos için bu kitapla X. Kentlerin Oluşması başlıklı bölüme bakınız. Teos’daki pyrgos'lar da büyük
bir olasılıkla demos benzeri birimlerdi. Bkz. D.W. Hunt, “Feudal Survivals in Ionia", Journal o f Hellenistic Studies, 67, 68.
45 Bkz. bu kitapta VIII. Toprak, 7. Eski Yunan'da Açık Tarla Sistemi.46 Peloponnesos Savaşı, 3. 50.47 S/C. 76.
yük bir olasılıkla bağlık ve zeytinlikler kadar değerli değildi; ama bölüştürme biriminin her üçünü de kapsayan standart toprak parçası olduğunu düşünürsek bu nokta o kadar önemli sayılmaz. Mülkiyet sistemine ilişkin herhangi bir sonuç çıkarmaksızm bu varsayımı benimseyebiliriz. Günümüz Suriye'sinde gördüğümüz gibi, köy komünü sömürüye çok yatkındır ve ekonomik temelini yitirdikten çok sonraları da bir örgütlenme biçimi olarak varlığını koruma eğilimi gösterir. Anlaşılan, standart toprak parçası geçerli bir birim olduğu sürece eski örgütlenme varlığını korumuştur. Durumu şöyle gözler önüne serebiliriz:
Atina kentine karşı muhalefetin, genellikle, Atina'ya bağımlı kentler arasından, umutlarını Sparta'ya bağlamış toprak sahiplerini temsil eden oligarkhos'lardan geldiğini biliyoruz; Lesbos da bunların dışında değildi. Başkaldırı halktan gelmiyordu; komutanları, önderleri silahlarını bırakıp teslim olmaya zorlayan, halkın canalıcı bir anda onları dinlemekten caymasıydı.48 Demek, adadaki küçük toprak parçalarını işleyenlerin bağımsızlıklarını çoktandır yitirmiş olduklarını düşünebiliriz. Atinalıların yaptığı, toprakağalarını miilksüzleştirmek ve onların yerine, eşit değerde paylar halinde kümeleşmiş olan toprak parçalarından, yarım toprak parçalarından ya da çeyrek toprak parçalarından belli bir kira alan yerleşmecileri geçirmek olmuştu. Yeni kira anlaşılan eskisinden daha yüksek değildi, belki de daha düşüktü.49 Dolayısıyla, Lesbos' daki büyük ekim alanının (plantasyon) halk tarafından desteklenmiş olduğu söylenebilir.
Atinalılar böyle yapmışlarsa, çok eski bir örneği izledikleri düşünülebilir. Girit'de toprakların, istila sonucu azalmış olan Dor-öncesi halk tarafından işlendiğini biliyoruz. Dor'lar kentlerde yaşıyorlardı ve kırsal bölgede her ailenin bir malikânesi (klcıros) vardı; bu malikânedeki toprakları serfler (voikees) işliyorlardı ve malikânenin sahibi olan aile ürünün belli bir bölümünü alıyordu,50 Sparta'yı istila eden Dor'larm da aynı düzeni kurduklarını biliyoruz. Dolayısıyla, yorumum doğruysa, Atinalıların Lesbos'daki ekim alanının temelinde yatan ilke Yunan tarihinin kendisi kadar eskiydi.
584 TA R İH Ö N CESİ Eg e
48 Pehponnesos Savaşı, 3. 27. 47.49 Yılda 2 mnûf lik bir kira, günde 3.25 oboloi’a geliyor. Atina'da jüri üyeliği görevi için günde 2-3 oboloi
veriliyordu.50 Recueil des incriptions juridiques grecques, 1. 423-28. Eğer aile ölürse, malikâne oraya bağlı serflere
kalıyordu (Lex Gort. 1, 5, 25); bu da, malikânenin başlangıçta sertlerin olduğunu gösteriyor.
5 8 s
KAYNAKÇA
ADAM , L. Primitive Art (İlkel Sanat). Londra, 1940.
A LBRIGH T, W .F. 'T h e Phoenician Inscriptions o f the Tenth C entury B.C. from Byblos"
("Bybios'd aki İ.Ö . O nuncu Yüzyıl Fenike Y azıtları"). JA O 6 7 .1 5 3 .
A LLEN , T .W . H om er: O rig in s and T ransm ission (H om eros: K ökenleri ve Y er
D eğiştirm esi). O xford, 1924.
— The H om eric C atalogue o f Ships (H om eros'ta Gem ilerin Sayım ı). Londra, 1921.
A N D ERSEN , J.C . Maori Life in Ao-tea (A o-tea'da M aori'lerin Yaşam ı). W ellington, Yeni
Zelanda, 1907.
ANSTED , D.T. The Ionian Islands (İonia Adaları). Londra, 1863.
A N TO N I ADIS, S. Place de la liturgie dans la tradition des lettres grecques (Yunan Edebiyat
G eleneğinde D uanın Yeri). Leiden, 1939.
A SH BU RN ER, W. "T he Farm er's Law " ("Ç iftçi Y asası"). JH S 30. 8 5 ,3 2 . 6 8 ,3 5 . 76.
BACH O FEN , J.J. Das Mutterrecht (Analık H akkı). Stuttgart, 1861.
BA D E N -PO W E LL , B.H . The Indian Village Community (H in d istan K öy T oplu luğu).
Londra, 1896.
BALDW IN BRO W N , G . The Art of the Cave-Dweller (M ağaralarda Y aşayanların Sanatı).
Londra, 1928.
BAN CROFT, H.H. Native Races of the Pacific States of North America (K uzey A m erika'nın
Büyük O kyanus D evletlerindeki Yerli Irklar). Londra, 1875-76.
BA SED O W , H. The Australian Aboriginal (Avustralya Yerlisi). A delaide, 1929.
BATESO N , G. Naven. C am bridge, 1936.
BATESO N, W . Letters from the Steppe (Bozkırdan M ektuplar). Londra, 1928.
BAU M EISTER, A. Denkmaler des klassischen Altertums (K lasik A ntik D önem in Anıtları).
M ünih/Leipzig, 1889.
BEA U CH ET, L. Histoire du droit prive de la republique athenienne (A tina D evletinde OzeJ
H ukukun Tarihi). Paris, 1897.
BELLOW S, H.A. The Poetic Edda (Şiirsel Edda). Londra, 1923.
BERGK, T. Ueber das alteste Versmaass der Griechen (Yunanlıların En Eski Vezni Üzerine).
Freiburg, 1854.
586 T a r i h ö n c e s i Eg e
BISH OP, C.W . "Beginnings of Civilisation in Eastern A sia" ("D oğu A sya'da Uygarlığın Başlangıcı"). An 14. 301.
BLA K EW A Y, A .A . "T h e D ate o f A chilochus" ("A khilokhos'un T arih i"), Greek Poetnj and Life (Yunanlılarda Şiir ve Yaşam ) (Oxford, 1936), 34.
BLEGEN , C.W . "T he C om ing of the G reeks" ("Y unanlıların G elişi"). AJA 3 2 .146 .
BLEGEN , C.W . KO U RO N IO TIS, K. "Excavations at Pylos" ("P y lo s K azıları"). A JA 43.
557.
BLEICH STEIN ER, R. "D ie kaukasische Sprachgruppe" (Kafkas Dil G ruplan). As 32.61.
BLEU LER, P.E. Lehrbuch der Psychiatric (Psikiyatri D ers Kitabı). Üçüncü basım , Berlin,
1920.
BLO CH , M. "T he Rise o f D ependent Cultivation and Seignorial Institutions" ("Bağım lı
Tarım ın Doğuşu ve Derebeylik Kurum lan"). Cambridge Economic History, C ilt 1,1941.
— Les caracteres originanx de l'histoire rurale française (F ran sa 'n ın K ırsal Tarih in in
K ökenindeki Ö zellikler). O slo, 1931.
BLÜ M EL, R. "H om erisch rapsod" Gl. 15. 78.
BOAS, F. Primitive Art (İlkel Sanat). Oslo, 1927.
BO ISA C Q , E. Dictionnaire etymologique de la langue grecque (Y un an D ili K ökenbilim
Sözlüğü). Ü çüncü basım , Paris, 1938.
BO N W ICK , J. Daily Life and Origin of the Tasmanians (Tasm anyalıların G ünlük Yaşamı
ve Kökeni). Londra, 1870.
BO SSERT, H .T. "D ie Beschw orung einer K rankheit in der Sprache von K reta" (Girit
D ilinde Bir H astalık Ü fürüğü). O L 34. 303.
BOURKE, J.G . The Snake D ance of the M oquis of Arizona (A rizonali M oqui'lerin Yılan
Dansı). Londra, 1884.
BO W RA , C M . "H o m eric W ord s in A rcadian In scrip tio n s" ("A rk a d ia Y azıtlarınd a
H om erik Sözcü kler"). CO 2 0 .168 .
— Tradition and Design in the Iliad (İlyada'da Gelenek ve Tasarım ): O xford , 1929.
BREAL, M . Essai de semantique (Sözcüklerin A nlam lan Ü zerine). Paris, 1899.
BREA STED , J.H . History of Egypt (M ısır Tarihi). İkinci basım , New York, 1910.
BRIFFA U LT, R. The Mothers (Analar). Londra, 1927.
BRO CH A U S, E. Der grosse Brockhaus. (Büyük Brockhaus Sözlüğü). Leipzig, 1928-37.
BRUCK, E.F. Toteuteil und Seelgerat im griechischen Reci11 (Yunan H ukukunda Ölü Payı
ve Ruhlar için D onanım ). M ünih, 1926.
BRUGSCH, H. Religion und Mythoiogie der niten Aegypter (Eski M ısır'da Din ve Mitologya).
Leipzig, 1885.
BÜ CH ER, K. Arbeit und Rhythmus (Çalışm a ve Ritim ). Beşinci basım , Leipzig, 1919.
BUCK, C .D. Comparative Grammar of Greek and Latin (Karşılaştırm alı Yunanca ve Latince
D ilbilgisi). C hicago, 1933.
— Greek Dialects (Yunan Dili Lehçeleri). İkinci basım , Boston, 1928.
K a y n a k ç a 587
BU D G E, E. A. The Gods of the Egyptians (M ısırlıların Tanrıları). Londra, 1904. H istory of
Egypt (M ısır Tarihi). Londra, 1902.
— Osiris and lite Egyptian Resurrection (O siris ve M ısırlılarda D iriliş). N ew Y ork, 1911.
BURADKAR, M.P. "C lan Organisation o f the G onds" ("Gond'larda Klan Örgütlenm esi").
M I 2 7 .127 .
BU RKITT, M .C . Prehistor1/ (Tarihöncesi). İkinci basım , Cam bridge, 1925.
— South Africa's Past in Stone and Paint (Taş ve Boyada G üney A frika 'n ın G eçm işi).
C am bridge, 1928.
BU RN , A .R. "D ates in Early G reek H istory" ("Eski Yunan Tarihinde T arih ler"). JH S 55.
130.
— Minoans, Philistines and Greeks (M inoslular, Filistinliler ve Y unanlılar). Londra, 1930.
BU RRO W S, R.M . The Discoveries in Crete (G irit'deki Bulgular). Londra, 1907.
BURTO N , R.F. The Lake Regions o f Central Afrika (Orta A frika'nın Göl Yöreleri). Londra,
1860.
BURY, J.B . History of Greece (Yunanistan Tarihi). İkinci basım , Londra, 1913.
C A L H O U N , G .M . Growth o f Criminal Law in Ancient Greece (Eski Y u n an 'd a Ceza
H ukukunun Gelişim i). Berkeley, 1927.
Cambridge Ancient History, Cam bridge, 1925-39.
Cambridge History of India. C am bridge, 1922-32.
C A M ERO N , A .L . "So m e T ribes of N ew South W ales" ("N ew South W ales'd eki Bazı
K abileler"). JA I1 4 .351.
CA STERET, N. Ten Years under the Earth (O n Yıl Toprağın A ltında). Londra, 1940.
C A U D W ELL, C . Illusion and Reality (Yanılsam a ve G erçeklik). İkinci basım , Londra,
1946.
CA U ER, P. Grundfragen der Homerkritik (Homeros Eleştirisinin Tem el Sorunları). Üçüncü
basım , Berlin, 1923.
CAVA1GN AC, E. Le probleme hittite (H itit Sorunu). Paris, 1936.
CH A D W IC K , H.M . The Growth o f Literature (Edebiyatın G elişim i). C am bridge, 1932-40.
— The Heroic Age (K ahram anlık Çağı). Cam brigde, 1912.
— The Origin o f the English Nation (İngiliz Ulusunun Kökeni). C am bridge, 1906.
CH A N TR A IN E, P. Grammaire homerique (H om eros'da Dilbilgisi). Paris, 1942.
— Morphologic historique du grec (Yunanca'nın Tarihsel Biçim bilim i). Paris, 1945.
C H ILD E, V.G. "A rchaelogy and A nthropolgy" ("A rkeoloji ve A ntropolo ji"). SJA 2 .343 .
— The Aryans (H int-A vrupahlar). Londra, 1926.
— ‘T h e Date and O rigin o f M inyan W are" ("M inias Çöm leğinin Tarihi ve K ökeni").
JH S 3 5 .196 .
— The Dawn o f European Civilisation (A vrupa U ygarlığ ının Şafağ ı). Ü çüncü basım ,
Londra, 1939.
— Man Makes Himself (K endini Yaratan İnsan). Londra, 1936.
588 T a r i h ö n c e s i E g e
— Scotland Before the Scots (İskoçlardan Ö nce İskoçya). Londra, 1946.
CLA RK , G. Front Savagery to Civilisation (Yabanıllıktan U ygarlığa). Londra, 1946.
CLAY, R. The Tenure o f Land in Babylonia and Assyria (Babil ve Asur'da Toprak Kullanımı).Londra, 1938.
C O D RIN G TO N , R.H. The Melanesians (M elanezyalılar). O xford, 1891.
CO LLITZ, H. ve BEC H TEL, F. Samtnlung der griechischen Dialektinschriften, Göttingen,
1884-1915.
CO O K, A.B. "W ho w as the W ife of Z eus" ("Z eus'un Karısı K im di"). C R 20. 365 ,416 .
— Zeus (Zeus). Cam bridge, 1914-40.
— "Z eus, Jup iter and the O ak" ("Z eus, Jüpiter ve M eşe A ğacı"). C R 17.174 .
CO RN FO R D , F.M. From Religion to Philosophy (D inden Felsefeye). Londra, 1913.
CO RTSEN , S.P. "D ie Lem nische Inschrift" ("Lem nos Y azıtı"). G 1 1 8 .101 .
C U N Y, A. "L e nom des ioniens" ("İoniaTıların A d ı"). RH A 7 .2 1 .
CU Q , E. Etudes sur le droit babylonien, les lois assyriennes el les lois hittites (Babil Hukuku,
Asurların Yasaları ve H ititlerin Yasaları Üstüne İncelem eler). Paris, 1929.
C U REA U , A .L. Savage Man in Central Africa (O rta A frika'd a Y abanıl İnsan). Londra,
1915.
CU RW EN , E.C. Air Photography and Economic History (H ava Fotoğrafçılığı ve Ekonomi
Tarihi). Econom ic Society Bibliographies and Pam phlets, N o. 2. Londra.
— Plough and Pasture (Saban ve O tlak). Londra, 1946.
CZA PLICK A , M .A . Aboriginal Siberia (Sibirya'nın Yerli H alkı). O xford , 1914.
D A N G E, S. A. Land Fragments and Our Farmer (Toprak Parçaları ve Ç iftçim iz). Bombay,
1947.
D A REM BER G , C . ve SA G LIO , E. Dictionnaire des antiquites grecques el romaitıes (Eski
Yunan v e Rom a Sözlüğü). Paris, 1877-1919.
D A RESTE, R„ H A U SSO U ILLER , B., ve REİN A CH T, T. Recueil des inscriptions juridiques grecques (Y unan Yasaları Yazıtları D erlem esi), Paris, 1891-98.
DAS, J. K. "N otes on the Econom ic and A gricultural Life o f a L ittle-K now n T ribe on the
Eastern Frontier o f India" ("H ind istan 'ın Doğu Sınırındaki A z Bilinen Bir Kabilenin
Ekonom ik v e T arım sal Y aşam ı Ü stüne N otlar"). As 3 2 .4 4 0 .
D A W K IN S, R.M . The Sanctuary o f Artemis Orthia at Sparta (Sparta 'd aki A rtem is Orthia
Tapm ağı). Londra, 1929.
DE CA RA , P.C.A. Gli hethei-pelasgi: ricerclıedi storia e di archeologia orientate, greca ed italica (D oğu, G rek ve İtalik Arkeoloji A raştırm aları Tarihi). Rom a, 1894-1902.
DE M O RG A N , J. Prehistoric Man (Tarihöncesi İnsan). Londra, 1924.
D E PRA D EN N E, A .V . La prehistoire (Tarihöncesi). Paris, 1938, Prehistory (Tarihöncesi).
Londra, 1940.
D EUBN ER, L. Attische Feste (A ttika Bayram ı). Berlin, 1932.
D IA M O N D , A.S. Primitive Lazo (İlkellerde H ukuk). Londra, 1935.
K a v n a k ç a 589
D IEH L, E. Anthologia Lyrica Graeca (Yunan Lirik Şiiri G üldestesi). Leipzijg, 1925.
DILLO N , T. The Cycles a f the Kings (Kral Dönem leri). O xford, 1946.
D IN N EEN , P. FiUdhe m Maighe. D ublin, 1906.
D O RSEY, J.O . "Siouan Socio logy" ("Sioux Sosyolo jisi"). A R B 15.
DRIBERG, J.H . The Lango: a Nilotic Tribe of Uganda (Lango'lar: U ganda'da Biir Nil Kabilesi).
Londra, 1923.
D U R H A M , M .E. Tribal Origins, Laws and Customs o f the Balkans (B a lk a n la rın K abile
Kökenleri, Yasaları ve A lışkıları). Londra, 1934.
DURKH EIM , E. ve M A USS, M. "D e quelques form es prim itives de c lassification " ("Bazı
İlkel Sınıflandırm a Biçim leri Ü zerine"). A S 6.
DUTT, R.P. India Today (Bugünkü H indistan). Londra, 1940.
EARTH Y, E.D. Valenge Women (Valenge Kadınları). O xford, 1933.
EGGAN , F. Social Anthropology o f North American Tribes (K uzey A m erika K abilelerinm
Toplum sal A ntropolojisi). C hicago, 1937.
EH REN BERG , V. People of Aristophanes (A ristophanes'in İnsanları). O xfo rd , 1943.
EH REN FELS, O .R. Motherright in India (H indistan'da A nalık H akkı). O x fo rd , 1941.
EISLER R. Orplıeus the Fisher (Balıkçı O rpheus). Londra, 1921.
ELD ERKIN , G.W . "T he M arriage of Zeus and H era" ("Z eus ile H era'n ın E vliliğ i"). AJA
4 1 .4 2 4 .
ELD ERKIN , K.M . "Jo inted D olls in A ntiquity" ("Eski Ç ağlarda O ynak B eb ek ler"). AJA
34. 455.
ELK IN , A .P. "R o ck P ain tings o f N orth-W est A ustralia ("K u z ey b a tı A v u stra ly a 'd a k i
Kaya Resim leri"). 0 1 .2 5 7 .
ELLIO T SM ITH , G. Evolution o f Man (İnsanın Evrim i). O xford , 1924.
EN G BERG , R.M . The Hyksos Reconsidered (Yeniden İncelenen H yksos). C h icag o , 1937.
EN G ELS, F. Dialektik der Nattir (D oğanın Diyalektiği). M arx-E ngels G esam tau sgabe.
— Ludwig Feuerbach. M arx-Engels Gesam tausgabe, Londra.
— Der Ursprtıng der Familie, des Privateigentums utıd des Staats (A ilenin, Ö z e l M ülkiyetin
ve D evletin Kökeni). M arx-Engels Gesam tausgabe.
EN GNELL, I. Studies in the Divine Kingship in the Ancient Near East (Eski Yakındoğu'daki
Kutsal K rallık Ü stüne İncelem eler). U ppsala, 1943.
ENTW 1STLE, W .J. European Balladry (Avrupa Baladları). O xford , 1939.
ERDM AN N , W. Die Ehe im alten Griechenland (Eski Yunanistan'da Evlilik). M ünih, 1934.
ERN O U T, A. ve M EILLET, A. Dictionnaire etymologique de la langue Latine (Latin Dili
K ökenbilim Sözlüğü). Paris, 1932.
ESM E1N , A. "La propriete fonciere dans les poemes homeriques" ("H o m e ro s Ş iirlerin d e
Toprak M ülkiyeti"). N RH 14. 821.
EVA N S, A.J. “Knossos Excavations" ("K nossos K azılan"). A B S 9 .
— 'T h e M ycenean Tree and Pillar C u lt" ("M ykene Ağacı ve D irek T ap ım ı"). JH S 21 .99 .
5 9 0 TA RİH Ö N CESİ EGE
— Tlıe Palace of Miııos (M inos Sarayı). Londra, 1921-35.
— "T he Ring of N estor" ("N estor'un Y üzüğü"). JH S 4 5 .1 .
— Shaft Graves and Beehive Tombs of Mycenae (M ykene'deki O luk Göm ütler ve Arıkovanı
Lahitler). Londra, 1929.
EVA N S, l.H .N . The Negritos of Malaya (M alaya'daki N egritoTar). C am bridge, 1937.
FA RN ELL, L.R. Cults of the Greek States (Yunan Devlet T apım ları), O xford, 1896-1909.
— Greek Hero Cults (Yunan Kahram an Tapım ları), O xford, 1921.
FICK, A. Die Entstehung der Odyssee (O dysseia'nm O luşum u). G öttingen, 1910.
— die homerische Odyssee in der urspriinglichen Sprachform ıvieder hergestellt. (Başlangıçtaki
K onuşm a B içim iyle Y en id en Eski H aline G etirilen H om ero s'u n O d ysse ia 'sı).
Göttingen, 1883.
— Die Ilias in der urspriinglichen Sprachform luiederhergcstellt. G öttingen, 1886.
FIRTH, R. We, the Tikopia (Biz, TikopiaTar). Londra, 1936.
FISON, L. 'T h e N anga" ("N an ga 'lar"). J A I 14 .1 4
FORRER, E. "Fü r die Griechen in den Boghazköi-Inschriften" (Boğazköy-Yazıtlarında
Yunanlılar). K F 1. 252.
FO R SD Y K E, E.J. "T h e P ottery C alled M inyan W are" ("M in ia s Ç öm leğ i D enilen
Ç öm lekler"). JH S 34 126.
FO RTU N E, R. The Sorcerers ofDobu (D obu'lu Büyücüler) Londra, 1932.
FO TH ERIN G H A M , J.K . "C leostratu s". JH S 39.164 .
FO W LER, W .W . "M und us Patet". JRS 3 9 .164 .
— Roman Festivals (Rom a Bayram ları). Londra, 1899.
FO X, C.E. The Threshold o f the Pacific (Büyük O kyanus'un Eşiği). Londra, 1924.
FOX, H.M. "L u nar Periodicity in reproduction" ("Ü rem ede A y D önem leri"). PRS. B. 95.
526.
— Selene, or Sex and the Moon (Selene ya da Cinsellik ve Ay) Londra, 1928.
FRA N KEL, H. Die homerischen Gleichnisse (H om eros'da M ecaz). G öttingen, 1921.
FRAZER, J.G . Apollodorus (A pollodoros). Londra, 1921.
— Folklore in the Old Testament (Tevrat'ta Folklor). Londra, 1919.
— The Golden Bough (A ltın Dal). Londra, 1923-27. The Magic Art and the Evolution of Kings (Büyü Sanatı ve K ralların Evrim i). Taboo and the Perils o f the Soul (Tabu ve
Ruhun K orkulan). The Dying God (Cançekişen T ann). Adonis, Attis, Osiris. Spirits of the Corn and of the Wild (Ekinlerin ve Ormanların Ruhlan). 77le Scapegoat (Vur Abalıya).
Balder the Beautiful, the Fire Festivals of Europe, and the Doctrine of the External Soul (Ne Denli Süssüzse O Ö lçüde Güzel, Avrupa'nın Ateş Şenlikleri ve Dış Ruh Öğretisi).
— Lectures on tlıe Early History of Kingslıip (K rallığ ın Erken T arih i Ü stüne D ersler).
Londra, 1905.
— Pausanias's Descriptions o f Greece (Pausanias'ın Yunanistan Betim lem eleri). Londra,
1898.
K a y n a k ç a 591
— Totemica. Londra, 1937.— Totemisin and Exogamy (Totem cilik v e D ışevlilik). Londra, 1910.
FRÖ D IN , O. v e PERSSO N , A .W . Asine. Stockholm , 1938.
FURTVVA N G LE R , O . ve R E İC H H O L D , C. Griechische Vasenmalerei (Y u n an V azo
Ressam lığı). M ünih, 1904-32.
FU STEL d e C O U LA N G ES, N .D. La cite antique (Eski Kent). Y edinci basım , Paris, 1878.
G A R D IN E R , E.N . Olympia, its History and Remains (O lym p ia, T a rih i ve K alıntıları).
O xford, 1925.
G A R STA N G , J. The Hittite Empire (H itit İm paratorluğu). Londra, 1929.
G A STER , T.H . "T h e G races in Sem itic Folklore" (Sam i Folklorunda Ü ç G üzeller). JRA
1938 .37 .
— "R as Sham ra, 1929-39". A n 13. 304.
G A T SC H E T , A .S. A Migration Legend o f the Creek Indians (C reek Y erlilerin in B ir G öç
Söylencesi). Philadelphia, 1884.
G ERH A RD , E. Auserlesenegriechische Vasenbilder (Seçm e Yunan V azo Resim leri). Berlin,
1840.
G LA N V İLLE, S . R. The Legacy o f Egypt (M ısır'ın Kalıtı). O xford, 1942.
G LO TZ , G . La citegrecque (Yunan K enti). Paris, 1928.
— La civilisation âgienııe (Ege U ygarlığı). Paris, 1923.
— La solidarity de la famille dans le droit criminel en Grece (Y u n an istan 'd ak i Ceza
H ukukunda A ile D ayanışm ası). Paris, 1904.
— Le travail dans la Grece ancienne (Eski Yunan'da Çalışm a). Paris, 1920.
G O D EFRO Y, F. Dictionnaire de Vancienne langue fraııçaise de JXe ait XVe siecle (Dokuzuncu
ve On Beşinci Y üzyıllar A rası Eski Fransızca Sözlüğü). Paris, 1880-1902.
G O LD EN W EISER , A. Anthropology (A ntropoloji). Londra, 1937.
G R A N ET, A. La civilisation chinoise (Çin Uygarlığı). Paris, 1929.
G R A Y , H .L. English Field Systems. (İn giltere 'd e Tarla D üzenleri). C am b rid g e, M ass.,
1915.
G R A Y , L.H. Foundations o f Language (D ilin Tem elleri). New York, 1939.
G R EY , G. journals o f Two Expeditions of Discovery in North-Western and Western Australia (Kuzeybatı ve Batı A vustralya'ya Düzenlenen İki Keşif Seferinin G ünceleri). Londra,
1841.
G R Ö N BEC H , V. Culture of the Teutons (Töton 'lann Kültürü). O xford, 1931.
G R O T E, G. History o f Greece (Yunanistan Tarihi). İkinci basım , Londra, 1869.
G R U N D Y , G.B. Thucydides and the History of his Age (Thukydides ve Ç ağının Tarihi).
Londra, 1911.
G R U PPE, O. Griechische Mythologie uud Religionsgeschichte (Yunanlılarda M itologya ve
Din). M ünih, 1906.
GUGUSHV1L1, A. "N icholas M arr". Ge 1 .101 .
5 9 2 T a r İ h ö n c e s İ E g e
GU1RAUD, P. La propriât6 fonciere eıı Grece (Yunanistan’da T o p rak M ülkiyeti). Paris 1893.
G U M M ERE, F.B. Old English Ballads (Eski İngiliz Baladları). Boston, 1894.
GUN N, D.L., JEN KIN , P.M. ve GUN N, A.L. "M enstrual Periodicity" (Aybaşı Dönemleri). JOG 44. 839.
G U RD O N , P.R.T. The Klıasis (K hasi'ler). Londra, 1914.
G U RN EY, O .R . The Hittites (H ititler). Londra, 1952.
H AD DO N , A.C. Evolution in Art (Sanatta Evrim). Londra, 1895.
— Reports of the Cambridge Anthropological Expedition to the Torres Straits (Torres Boğazı'na
Yapılan C am bridge A ntropolojik K eşif Seferinin Raporları). C am bridge, 1908.
HAD OW , W.H. A Comparison ofPoetiy and Music (Şiir ile M üziğin Bir Karşılaştırm ası).
Cam bridge, 1926.
H AECKEL, J. "T otem ism u s und Zw eiklassensystem bei den Sioux lnd ianern" ("Sioux
K ızılderililerinde Totem cilik v e İki Sınıf Sistem i"). A s 32. 2 1 0 ,4 5 0 .
HALE, H. The Iroquois Book of Rites (İrokua'ların Kuttörenler K itabı). Philadelphia, 1883.
H A LEY, j.B . "T he C om ing o f the G reeks" ("Y unanlıların G elişi"). A JA 3 2 .1 4 1 .
HALL, H R . Ancient History o f the Near East (Yakındoğu'nun Eski Tarihi). Onuncu basun,
Londra, 1947.
— 'T h e C aucasian R elations o f the Peoples o f the Sea" ("D en iz H alklarının Kafkasya
ile İlişkileri"). K 2 2 .3 3 5 .
— The Civilisation o f Greece in the Bronze Age (Tunç Ç ağı'nda Yunan Uygarlığı). Londra,
1928.
— "K eftiu and the Peoples o f the S e a " ("K eftiu ve D eniz H alk ları"). A BS 8 .1 5 7 .
H A LLID A Y, W .R. "T h e H ybristika". ABS 1 6 .2 1 2 ,
H A M BLY, W . D . Origins o f Education among Primitive Peoples (İlkel H alklarda Eğitimin
K ökenleri). Londra, 1926.
H A M M O N D , J.L . ve B. The Village Labourer (Köy Em ekçisi). D ördüncü basım , Londra,
1936.
H AN SEN , H .D. Early Civilisation in Thessaly (Thessalia'da Erken U ygarlık). Baltimore,
1933.
H ARRISON , J.E . Prolegomena to the Study o f Greek Religion (Yunan Dininin İncelenmesine
Ö ndeyişler). Ü çüncü basım . Cam bridge, 1922.
— "Prim itive H ero W orship" ("İlkellerd e Kahram ana T ap m a"). C R 6 .4 7 4 ,7 .7 4 .
— Themis. C am bridge, 1912.
H A RRISSO N , T . Savage Civilisation (Yabanıl Uygarlık). Londra, 1937.
HASEBROEK, L. Staat und Handel im alten Griecheıdand (Eski Yunan'da Tecim ve Siyaset).
Tübingen, 1928.
H A ST IN G S, J . Encyclopaedia o f Religion and Ethics (D in v e A k tö re A nsik loped isi).
Edinburgh, 1908-18.
K a y n a k ç a 593
HAW ES, H.B., W IIL1A BS, R.E., SEA G ER, R.B. ve HALL, E.H. Gournia, Vasiliki, and other Prehistoric Sites on the Isthmus o f Hiera petra (Crete) [Gournia, V asiliki, ve H ierapetra
K ıstağı'ndaki (Girit) Ö teki T arihöncesi Yerleşim M erkezleri] Philadelphia, 1908.
H AW KES, C .F.C. Prehistoric Foundations of Europe (A vrupa'nın T arihöncesi Tem elleri).
Londra, 1939.
HEAD, B.V. Historia Numorum. İkinci basım , O xford, 1911.
H EIC H ELH EIM , F. Wirtschaftsgeschichte des Altertums (A ntik D önem İktisat Tarihi).
Leiden, 1939.
H EITLAN D , W .E. Agricola (Tarım ). Cam bridge, 1921.
H ERTER, H. "T heseu s der A thener" ("A tinalı Theseus"). RM 8 8 .2 4 4 ,2 8 9 .
H ERZFELD , E.E. Archaeological History o f Iran (İran'ın Arkeolojik Tarihi). Londra, 1935.
H EU RTLEY , W .A . Prehistoric Macedonia (Tarihöncesi M akedonya). C am bridge, 1939.
— 'T h e Site o f the Palace o f O d ysseus" ("O dysseus'un Sarayının Bulunduğu Y er"). An
9 .4 1 0 .
H O BH O U SE , L.T., W H EE L ER , G .C . ve G IN SB E R G , M . Material Culture and Social Institutions o f the Simpler Peoples (İlkel H alkların M addi K ü ltü rü v e T op lu m sal
K urum lan). Londra, 1930.
H O CART, A .M . Kingship (Krallık). O xford, 1927.
H O EBEL, E .A . "C o m an ch e and Sh o sh o n e R elationship S y ste m s" ("K o m a n çi ve
Şoşon'larda A krabalık S istem leri"). AA 4 1 .440 .
HO GARTH , D.G. Excavations at Ephesus: the Archaic Artemision (Ephesos K azıları: Eski
A rtem is Tapınağı). Londra 1908.
H O LLIS, A.C. The Masai, their Language and Folklore (M asai'ler, D illeri ve Folklorları).
O xford, 1905.
— The Nandi, their Language and Folklore (N andi'ler, Dilleri ve Folklorları). O xford, 1909.
H O M A N S, G .C. English Villagers o f the Thirteenth Century (On Ü çüncü Y üzyıl İngiliz
K öylüleri). Cam bridge, M ass., 1942.
H O M O LLE, T. "C om ptes des hieropes de tem ple d 'A pollon d elien ", BCH 6.1.
H OOKE, S.H . Myth and Ritual (Söylence ve Kuttören). O xford, 1933.
— Origins of Early Semitic Ritual (İlk Sam i K uttörenlerinin K ökenleri). Londra, 1938.
H OPKINS, C. "The Early H istory of G reece" ("Yunanistan'ın Erken T arih i"). Y C S 2 .115 .
H O RT, A. Theophrastus, Enquiry into Plants (Theophrastos, B itk ilerin A raştırılm ası).
Londra, 1916.
H O SE,C . ve M cDOUGALL, W. Pagan Tribes of Borneo (Bom eo'daki Putatapan Kabileler).
Londra, 1912.
H O W IT r, A. W. "N ative Tribes o f South-East A ustralia" ("G üneydoğu A vustralya'daki
Yerli K abileler"). J A I 37. 268.
— Native Tribes o f South-East Australia (Güneydoğu A vustralya'daki Y erli Kabileler).
Londra, 1904.
594 T a r î h ö n c e s İ E g e
H UBERT, H. Greatness and Decline of Celts (Keklerin Yükselişi ve Ç öküşü). Londra, 1934.
H UN T, A.S. Tragicorum Graecorum fragmenta papyracea. O xford, 1912.
HUN T. D .W . "Feu d al Survivals in Ion ia" (“İonia'daki Feodal K alıntılar"). JH S 67 .6 8 .
H UTTO N , J.H . The Sema Nagas. Londra, 1921.
HYDE, D. Abhrain diadha Shuige Chonnacht, Londra, 1906.
IM H O O F-BLU M ER, F. "C oin Typ es o f Kilikian C ities" ("K ilik ia K entlerindeki M adeni
Para T ip leri"). JH S 1 8 .161.
IM H O O F-BLU M ER, F. ve G A R D N E R , P. "N u m ism atic C om m en tary on Pausanias"
("Pausanias Ü stüne Parabilim sel Y orum "). JH S 7 .9 9 .
IVENS, W .G. Island Builders of the Pacific (Büyük O kyanus'un A da K urucuları). Londra,
1930.
— The Melanesians of the South-East Solomon Islands (Güneydoğu Solom on A dalan'ndaki
M elanezyalılar). Londra, 1927.
JA CKSO N , K. Early Celtic Nature Poetry (Erken Dönem Kelt Doğa Şiiri). Cam bridge, 1935.
JA RD E, A. La formation du people grec. (Yunan H alkının O luşum u). Paris, 1923.
JEA N M A IRE, H. Couroiet Couretes. Lille. 1939.
JEA N R O Y , A. Les origities de la poesie lyrique (Lirik Şiirin Kökenleri). İkinci basım , Paris,
1904.
JEBB, R.C. Homer (H om eros). Yedinci basım , G lasgow , 1905.
JO H A N SEN , K.F. Maden i tidlig graesk kunts. K openhang, 1934.
JO LO W ICZ, H.F. Historical Introduction to the Study o f Roman Lazo (Rom a H ukukunun
İncelenm esine Tarihsel Giriş). Cam bridge, 1939.
JO YCE, P. W. Social History o f Ancient Ireland (Eski İrlanda'nın Toplum sal Tarihi). Londra,
1903.
JU N O D , H. A. Life o f a South African Tribe (B ir G üney Afrika K abilesin in Yaşam ı). İkinci
basım , Londra, 1927.
JU N O D , H.P. The Bantu Heritage (Bantu Kalıtı). Johannesburg, 1938.
KA RSTEN , R. The Civilisation o f the South American Indians (Güney A m erika Yerlilerinin
Uygarlığı). Londra, 1926.
KEM P, P. Healing Ritual (Sağaltm a Kuttöreni). Londra, 1935.
KIN G , L.W . "Sennacherib and the Ion ians". JH S 3 0 .3 2 7 .
KIRCH H O FF, A. Homer's Odyssee (H om eros'un O dysseia'si). Berlin, 1859.
K 1RCH N ER,J. Prosopographia Attica. Berlin, 1901.
K Ö N IN G , F.W . "M u tterech t und T hronfolge im alten E lam ". Festschrift der National- bibliothek in Wien. (Eski E lam 'da A nalık H akkı ve T acın D evri). V iyana, 1926.
— Relief und Insclırift des Königs Dareios von Bagistan (Bagistan Kralı D areios'un Rölyef
ve Yazıtı). Leiden, 1938.
— die Stele von Xanthos: Metrik und Inhalt (X antos'un Ü slubu: Vezin ve İçerik). Viyana,
1936.
K a y n a k ç a 595
KOSCHAKER, P. "Fratriarchat, Hausgemeinschaft und M utterecht in Keilschriftrechten"
(Çivi Yazısı H ukukunda A naerkillik , Ev Topluluğu ve Ana H akkı). ZA 4 1 .1 .
KO VA LEVSK Y, M .M . Tableau des origin® de revolution de İn famillc et de la yropridte (Aile
ve M ülkiyelin Evrim inin K ökenlerinin Tablosu). Stockholm , 1890.
K RA U SE, W. "Die Ausdriicke fiir das Schicksal bei Homer" ("H o m ero s'd a K aderin Dile
G etirilişi") G 1 2 5 .1 4 3 .
KRIGE, E.J. Social System o f the Zulus (ZuluTarda Toplum sal D izge). Londra, 1936.
K RO EBER, A.L. "T he C lassificatory System o f R elationship" ("A krabalık ları Sınıflan
dırm a S istem i"). JA I. 3 9 .7 7 .
KÜ H N ER, R., BLASS, F. ve G ER TH , B. Ausfiihrliche Grammatik der griectıischen Sprache (Yunan Dilinin A yrıntılı G ram eri). H anover, 1890-1908.
LA C H M A N N , K. Betrochtungen iiber Homers Mas (H om eros'u n İly a d a 's ı Ü zerin e D üşünceler). Berlin, 1874.
LA M BRİN O , M .F. Les vases archaiques d'Histria (H istria 'nm A ntik V azoları). Bükreş, 1938.
LA N D T M A N , G . Origin o f the Inequality o f the Social Classes (T o p lu m sal S ın ıfların
Eşitsizliğ inin K ökeni). Londra, 1938.
LAN G, R.H . "A rchaic Surv ivals in C ypru s" ("K ıb n s'd ak i Eski K alıntılar"). JA I 1 2 .186 .
LA N G D O N , S. The Babylonian Epic o f Creation (Babil Yaratılış D estanı). O xford , 1923.
— Babylonian Menologies and Semitic Calendars (Babil ve Sam i Takvim leri). Londra, 1935.
LA RO CH E, E. "R echerches sur les nom s des dieux hittites" ("H itit Tanrılarının A dlan
Ü stüne A raştırm alar"). RH A 7.
LAT1SCH EW , B. "Z u r E p ig rap h ic von Böotien und Lam ia" ("B ö o tien v e L am ia 'n ın
M ezar Y azıtları"). M DA 7 .3 4 9 .
LATRO N , A. La vie rurale en Syrie et au Liban (Suriye'de ve Lübnan'da Kırsal Yaşam ).
Beyrut, 1936.
LA YA RD , J. Stone Men ofM aiekula (M alekula'nın Taştan A dam ları). Londra, 1942.
LEA F, W . Troy (Troya). O xford, 1912.
LEA KEY, L.S.B. Stone Age Africa (Taş Çağı Afrikası). O xford, 1936.
LEJEU N E, M . Traits de phonitique grecaue (Yunanca Sesbilg isinin İncelenm esi). Paris,
1947.
LEN IN , V.I. Selected Works (Seçm e Yapıtlar). Londra.
LETHABY, W.R. 'T h e Earlier Tem ple o f Artemis at Ephesus" ("Ephesos'daki İlk Artem is
T apınağı"). JH S 3 7 .1 .
LIN YU EH -H W A , "K inship System o f the Lolo" ("Lolo 'iarda A krabalık S istem i"). HJA
9 .8 1 .
LODGE, O. Peasant Life in Jugoslavia (Yugoslavya'da Köylü Yaşam ı). Londra, 1941.
LOR1M ER, H.L. "H om er's U se of the Past" ("H om eros'un G eçm işi K ullanışı"). JH S 49.
145.
5 9 6 T a r i h ö n c e s i E g e
— "Pu lv is et U m bra". JH S 5 3 .1 6 1 .
LOW IE, R.H. Primitive Society (İlkel Toplum ). New York, 1929.
M A CA LISTER, R.A. Textbook o f European Archaelogy (Avrupa A rkeolojisi D ers Kitabı).
C am bridge, 1921.
M A CCU RD Y, J.T . The Psychology of Emotion (D uygulanım ın Ruhbilim i). Londra, 1925.
M A CLEO D , J. The New Soviet Theatre (Yeni Sovyet Tiyatrosu). Londra, 1943.
M A CPH ERSO N , S. Form in Music (M üzikte Biçim). Londra, 1915.
M A IN E, H.S. Village Communities in the East and West (D oğuda ve Batıda Köy Toplu
lukları). İkinci basım , Londra, 1890.
M A ITLAN D , F.W . Domesday Book and Beyond (D om esday Book ve Ö tesi) [Domesday
Book: 1086'da İngiltere'd e Kral W illiam 'm buyruğuyla yapılan araştırm ada arazi
sahiplerinin ve onların m al ve m ülklerinin sayım ını içeren kitap, ç.n.], Cam bridge,
1897.
M ALINOW SKI, B. Coral Gardens and Their Magic (M ercan Bahçeleri ve Büyüleri). Londra,
1935.
— The Family among the Australian Aborigines (A vustralya Y erlilerinde A ile). Londra,
1913.
— "K in sh ip " ("A k rabalık"). M 3 0 .1 9 .
— 'T h e Problem of M eaning in Prim itive Languages" ("İlkel D illerde Anlam Sorunu").
O gden 296.
— Sex and Repression in Savage Society (İlkel Toplum da C insellik ve Bastırm a). Londra,
1927.
M A N , E .H . "O n the A borig inal Inhabitants of the A ndam an Isla n d s" ("A n d am an
A daları'nda Yaşayan Y erliler Ü stüne"). JA 1 12.-327.
M A N N H A R D T, W. Germanische Mythen (Cerm en Söylenceleri). Berlin, 1858.
M ARX, K. Das Kapital (M arx-Engels G esam tausgabe.)
MARX, K. ve ENGELS, F. Briefıoechsel (Seçme Yazışmalar) (M arx-Engels Gesamtausgabe).
M ASON , O .T. Woman's Share in Primitive Culture (İlkel Kültürde K adının Payı). Londra,
1895.
M ATH EW , J. Tıvo Representative Tribes of Queensland (Q ueensland'den İki Ö rnek Kabile).
Londra, 1910.
M A TSU M O TO , H. 'T h e Stone Age People o f Japan" ("Japonya'n ın Taş Çağı İnsanları").
AA 23. 50.
M CK EN ZIE, D. The Infancy o f Medicine (Tıbbın Çocukluk Çağı). Londra, 1927.
M EAD, M. Co-operation and Competition among Primitive Peoples (İlkeller Arasında İşbirliği
ve Yarışm a). N ew York, 1937.
M EEK, C.K . A Sudanese Kingdom: an Ethnographical Study o f the Jukun-speaking Peoples of Nigeria (Bir Sudan Krallığı: N ijerya'daki Jukun Dili Konuşan H alklar Üstüne Etnolojik
Bir İncelem e). Londra, 1931.
Ka y n a k ç a 597
M EILLET, A. Introduction n I’dtude comparative des langues indoeuroptennes (H int-Avrupa
D illeri Ü stüne K arşılaştırm alı B ir İncelem eye G iriş). Sekizinci basım , Paris, 1937.
M EILLET, A. ve V EN D RYES, J. Grammaire compare des langues classiques (K lasik Dillerin
K arşılaştırm alı D ilbilgisi). İkinci basım , Paris, 1927.
M EISSN ER, B. Babylonien und Assyricn (Babilliler ve A surlar). H eidelberg, 1925.
M İCH ELL, H. Economics of Ancient Greece (Eski Yunan'ın Ekonom isi). C am bridge, 1940.
M ICH ELL, J. ve R. The Russians in Central Asia (Orta A sya'daki Ruslar). Londra, 1865.
M ILLS, J.P . The Ao Nagas (Ao N aga'lar). Londra, 1926.
— The Rengma Nagas (Rengm a N aga'lar). Londra, 1927.
M O M M SEN , A. Feste der Stadt Athen (Atina Kentinde Bayram lar). Leipzig, 1898.
M O M M SEN , T. Römisclıe Geschichte (Rom a Tarihi). Berlin, 1881-85.
M O O RH O U SE, A.C. "T he N am e of the Euxine Pontus" (Karadeniz Pontus'unun Adı).
CQ 3 4 .123 .
M O RET, A. ve D A VY G. Des clans mix empires (Kabileden İm paratorluğa). Londra, 1926.
M O RG A N , L.H. Ancient Society (Eski Toplum ). İkinci basım , Chicago, 1910.
— The League of the Iroquois (İroku a'lar Birliği). Rochester, 1851.
— Systems o f Consanguinity and Affinity o f the Human Family (İnsan A ilesinde Kandaşlık
ve Evlilik Yoluyla A krabalık Sistem leri). New York, 1871.
M U N RO , J.A .R. "Pelasgians and lon ian s" ("P elasg 'lar ve İon 'lar"). JH S 5 4 .1 4 0 .
M YRES, J.L . History o f Rome (Rom a Tarihi). Londra, 1914.
— Who Were the Greeks? (Y unanlılar Kimdi?). Berkeley, 1930.
N IEBU H R, B.G. Römisclıe Geschichte (Rom a Tarihi). Berlin, 1811-12.
N ILSSO N , M .P. Greek Popular Religion (Yunan H alk Dini). N ew York, 1940.
— History of Greek Religion (Y unan Dini Tarihi). O xford, 1925.
— Honıer and Mycenae (H om eros v e M ykene). Londra, 1933.
— Minoan-Myccnaean Religion (M inos-M ykene Dini). Lund, 1927.
— Mycenaean Origin o f Greek Mythology (Y unan M itologyasim n M ykene K ökeni).
Londra, 1932.
— Primitive Time Reckoning (İlkellerde Z am an Hesaplam a). Lund/O xford, 1920.
O G D EN , C .K . ve RIC H A R D S, I. A. The Meaning o f Meaning (A nlam ın A nlam ı). Londra,
1927.
O N IA N S, R.B. "O n the Knees of the G ods" ("Tanrıların D izinde"). CR 3 8 .2 .
O RD E BROW NE, G.S. The Vanishing Tribes o f Kenya (Kenya'da Yitmekte Olan KabUeler).
Londra, 1925.
O RW IN , C.S. ve C .S. The Open Fields (A çık Tarlalar). O xford, 1938.
Oxford Book o f English Verse. 1918.
Oxford English Dictionary. O xford , 1933.PA G ET, R.A .S. "D ev o lu tio n du langage" ("D ilin E vrim i"). Psychologic du langage (DU
Ruhbilim i), 92.
5 9 8 T a r İ h ö n c e s i E g e
— Human Speech (İnsanlarda Konuşm a). Londra, 1930.
PA R R Y , M. "S tu d ies in the Epic T ech nique o f V erse-m ak in g " ("E p ik Ş iir Yazm a U ygulayım ı Ü stüne İncelem eler"). H SC 41.73.
— "Traces o f the D igam m a in Ionic and Lesbian G reek" ("İon ve Lesbos Yunancasında D igam m a'nın İzleri"). L 10 .130 .
PATO N , W .R. ve H IC K S, E.L. Inscriptions of Cos (Kos Yazıtları). O xford, 1891.
PAYN E, H .C. "T he Plough in A ncient Britain" ("Eski Britanya'da Saban"). A J 104. 82.
PAYN E, H .G.G. "A rchaeology in G reece" ("Y unanistan 'da A rkeolo ji"). JH S 55.147 .
PEA RSO N , L. Early Ionian Historians (İlk Yunan Tarihçileri). O xford, 1929.
PEEL, R.F. "R ock-paintings from the Libyan D esert" ("L ibya Ç ölii'n dek i Kaya Resim
leri"). An 13. 389.
PEN D LEBU RY, J.D .S. Archaeology of Crete (Girit A rkeolojisi). Londra, 1939.
PETRIE, W .M .F. History of Egypt (M ısır Tarihi). Londra, 1894-1901.
— Social Life in Ancient Egypt (Eski M ısır'da Toplum sal Yaşam ). Londra, 1923.
PICA RD , C. Ephese et Claros (Ephesos ve Klaros). Paris, 1922.
PICKA RD -CAM BR1D G E, A.W . Dithyramb, Tragedy and Comedy (D itiram b, Tragedya ve
Kom edya). O xford, 1927.
PLEKH AN O V, G.V. Role of the Individual in Histonj (Tarihte Bireyin Rolü). Londra, 1940.
PREN TICE, W .K. "T he A chaeans" ("A kha'Iar"). AJA 3 3 .206 .
PRESCO TT, W .H . Conquest o f Peru (Peru'nun Fethi). (Everym an basım ı.) Londra, 1908.
PR ITC H A R D , J.B . Palestinian Figurines (F ilistin 'd ek i K üçük Y ontu lar). New H aven,
Conn., 1943.
Q U A IN , B.H. "T h e Iroquois" ("İrok u a 'lar"). M eade 240.
Q U IG GIN , E.C. Essays and Studies Presented to William Ridgeway (W illiam Ridgew ay'e
Sunulan D enem eler ve incelem eler). Cam bridge, 1913.
RADCL1FFE-BROW N , A.R. The Andaman Islanders (Andam an A dalan 'nda Yaşayanlar).
Cam bridge, 1933.
— "T h e Social O rg an isatio n o f the A ustralian T rib e s" ("A v u stra ly a K abilelerin in
Toplum sal Ö rgütlenm esi"). O 1 .3 4 ,2 0 6 ,3 2 2 ,4 2 6 .
— "Three Tribes o f W estern A ustralia" ("B alı A vustralya'daki Ü ç K abile"). JA I 43 .143.
— "Totem ism in Eastern A ustralia" ("D oğu A vustralya'da T otem cilik"). JA I 59. 399.
RA DIN , P. Indians o f South America (Güney Am erika Yerlileri). New York, 1942.
RA D LO V, V.V. Aus Sibirien (Sibirya'dan). Leipzig, 1884.
— Proben der Volkslitteratur der tiirkischem Stamme und der Dsungarischen Steppe. St.
Petersburg, 1866-96
RAM SAY, W.M. Asianic Elements in Greek Civilisation (Yunan Uygarlığında Asya Öğeleri).
Londra, 1927.
REIN A CH , S. Orpheus. Paris, 1909.
REVILLO U T, E. L'ancienne Egypte (Eski M ısır). Paris, 1909.
K a y n a k ç a 599
RID G EW A Y, W . The Early Age o f Greece (Yunanistan 'ın Erken Çağı). C am bridge, 1901-
31.— "M easu res and W eig h ts" ("U zu n lu k ve A ğırlık Ö lçü leri"). A Companion to Greek
Studies. C am bridge, 1905.
— "T he H om eric Land System " ("H om eros'd a Toprak S istem i"). JH S 6 .3 1 9 .
R IV E R S, W .H .R . History o f Melanesian Society (M elanezya T op lu m u n u n Tarihi).
C am bridge, 1914.
— Kinship and Social Organisation (A krabalık ve Toplum sal Ö rgütlenm e). Londra, 1932.
— The Todas (Toda'lar). Londra, 1906.
ROBERT, L. Etudes anatoliennes (A nadolu İncelem eleri). Paris, 1937.
R O B ER TSO N SM IT H , W. Kinship and Marriage in Early Arabia (E sk i A rab istan 'd a
A krabalık ve Evlilik). İkinci basım , Londra, 1903.
— Religion o f the Semites (Sam ilerin Dini). Ü çüncü basım , Londra, 1927.
RO BIN SO N , D.M . "Inscriptions from O lynthus" ("O iynthos Y azıtları"). A PA 6 5 .1 0 3 .
RO D D , R. Homer's Ithaca (H om eros'un İthaka'sı). Londra, 1927.
ROSCOE, J. The Bağanda (Baganda'lar). Londra, 1911.
— The Banyankole (Banyankole'ler). Cam bridge, 1923.
— The Bakitara or Banyoro, C am bridge, 1923.
— The Bagesu and Other Tribes o f the Uganda Protestorate (B ag esu 'lar ve K orunuk
U ganda'daki Ö teki Kabileler). Cam bridge, 1924.
— The Northern Bantu (K uzeyli B an tu iar). Cam bridge, 1915.
RO STO VTZEFF, M. History o f the Ancient World (Eski Dünya Tarihi). O xford, 1927.
RO TH , W .E. Ethnological Studies among North-West Queensland Aborigines (K uzeybatı
Q ueensland Yerlileri A rasında Etnolojik İncelemeler). Brisbane/Londra, 1897.
ROUSE, W .H.D. Greek Votive Offerings (Yunanlılarda Adak Sunulan). Cam bridge, 1902.
R U SSELL, R.V. ve LA L, R .B .H . Tribes and Castes o f the Central Provinces o f India (H indistan 'ın M erkez Eyaletlerindeki Kabileler ve Kastlar). Londra, 1916.
SC H A C H ER M EYR, F. Hethiter und Achaer (H ititler ve A kha'lar). Leipzig, 1935.
SC H A PERA , I. The Bantu-speaking Tribes of South Africa (Güney A frika'd a Bantu Dili
K onuşan Kabileler). Londra, 1937.
SCH EFO LD , K. "K leisth en es." M H 3. 59.
SC H O O LC R A FT, H .R. Indian Tribes of the United States (Birleşik D evletler'd eki Yerli
Kabileleri). Philadelphia, 1853-56.SCH U H L, P.M . La formation de la pensie grecque (Yunan D ü ş ü n c e s in in O luşum u). Paris,
1934.
SC H W Y Z ER , E. Griechische Grammatik (Yunanca Dilbilgisi). M ünih, 1939.
SCO TT, J.A . 'T h e Relative A ntiquity o f H om eric Books" ("H om erik Kitaplarm Görece
Eskilliğ i"). C P 1 4 .1 3 6 .— "T he Relative A ntiquity o f the Iliad and O dyssey" ("İlyada ile O dysseia nın G örece
6 0 0 TARİHÖNCESİ EGE
Eskilliğ i") CP. 6 .1 5 6 .
— The Unity o f Homer (H om eros'da Birlik). Berkeley, 1921.
SEEBO H M , F. The English Village Community (İngiliz Köy Topluluğu). Dördüncü basını,
Cam bridge, 1926.
— Tribal Custom in Anglo-Saxon Laıo (Anglosakson H ukukunda K abile Töresi). Londra,
1911.
SEEBO H M , H.E. The Structure of GreekTribal Society (Yunan Kabile Toplum unun Yapısı).
Londra, 1895.
SELLİG M A N , C .G . The Melanesians of British Nezv Guinea (İn giliz Y eni G ine'sind ek i
M elanezyalılar). C am bridge, 1910.
— Pagan Tribes o f the Nilotic Sudan (N il Sud an 'ındaki Putatapan K abileler). Londra,
1932.
— The Veddas (V edda'lar). Cam bridge, 1911.
SELTM A N , C.T. Athens, Its History and Coinage. (Atina, Tarihi ve P aralan). Cam bridge,
1924.
SEM PLE, E.C. Geography of the Mediterranean Region (A kdeniz Bölgesinin Coğrafyası).
Londra, 1932.
SH IR O K A G A R O FF, S.M . Social Organisation of the Manchus (M ançu 'ların Toplum sal
Örgütlenm esi). Şanghay, 1924.
SKEN E, W .F. Celtic Scotland (Kelt İskoçyası). İkinci basım. Edinburgh, 1908.
SM ITH , E.A. "M yths o f the Iroquois" ("İrokua Söylenceleri"). A RB 2. 77.
SM ITH , E.W. ve D A LE, M. The lla-speaking Peoples o f Northern Rhodesia (Kuzey Rodez
ya'daki İla D ili K onuşan H alklar). Londra, 1920.
SM ITH , S. Babylonian Legends of Creation (Babil Yaratılış Söylenceleri). Londra, 1931.
SM YTH , R.B. The Aborigines o f Victoria (Victoria Yerlileri). Londra, 1878.
SPEN CER, B. ve G ILLEN , F.J. Across Australia (Baştan Başa A vustralya). Londra, 1912.
— The Arunta (A runta'lar). Londra, 1927.
— Native Tribes of Central Australia (Orta A vustralya'daki Yerli Kabileler). Londra, 1899.
— Native Tribes of the Northern Territory o f Australia (A vustralya'nın Kuzey Bölgesindeki
Yerli Kabileler). Londra, 1914.
— Northern Tribes of Central Australia (Orta A vustralya'daki Kuzeyli Kabileler). Londra,
1904.
STA LIN , J.V . Dialectical and Historical Materialism (D iyalektik ve Tarihsel M addecilik).
Londra.
STA W ELL, F.M . Homer and Odyssey (H om eros ve O dsysseia). Londra, 1909.
STERN , B.J. Lewis Henry Morgan. Chicago, 1931.
STRA U SS, C.L. "T he Social Use o f K inship Term s am ong Brazilian Indians" ("Brezilya
Yerlilerinde A krabalık Terim lerinin Toplum sal K ullanım ı"). AA 4 5 .3 0 8 .
STU RTEVA N T, E.H . Hittite Glossary (Hitit Dili Sözlüğü). Philadelphia, 1936.
Ka y n a k ç a 601
TA LBO T, D.A. Woman's Mysteries o f a Primitive People (İlkel B ir H alk ta K ad ın G iz li
Tapım ları). Londra, 1915-
TA LBO T, P.A. The Peoples o f Southern Nigeria (Güney N ijerya H alkları). L on d ra , 1926.
TH O M AS, N.W . Kinship Organisations and Group Marriage in Australia (A vu stralya 'd a
A kraba Ö rgütlenm eleri v e K üm e Evlilikleri). C am bridge, 1906.
TH O M PSO N , J.E . Archaeology o f South America (G üney A m erika A rkeolo jisi). C h icago,
1936.
TH O M SO N , G. Aeschylus and Athens (A iskhylos ve Atina). İkinci basım , L ondra, 1946.
— Aeschylus, Oresteia. C am bridge, 1938.
— Aeschylus, Prometheus Bound (A iskhylos, Zincire Vurulm uş Prom etheus). C am bridge,
1932.
— 'T h e Greek C alend er" ("Y u nan T akv im i"). JH S 63. 52.
— Greek Lyric Metre (Yunan Lirik Şiirinde Ö lçü). Cam bridge, 1929.
— Marxism and Poetry (M arksizm ve Şiir). Londra, 1946.
TH O M SO N , J.A . Studies in the Odyssey (O dsysseia Üstüne İncelem eler). O xford , 1914.
TH U RN W A LD , R. Economics in Primitiye Communities (İlkel T opluluklarda E konom i).
Londra, 1932.
TO D, M.N. Greek Historical Inscriptions (Yunan Tarihsel Yazıtları). O xford , 1933.
TORDAY, E. ve JO YCE, T. A. "Ethnography of the Bahuana" ("Bahuana'lann Etnolojisi").
JA I 36 .272 .
TO U TA IN , J. L'economie antique (Eski Ç ağda Ekonom i). Paris, 1927.
TYLO R, E.B. Primitive Culture (İlkel K ültür). Ü çüncü basım , Londra, 1891.
VALM IN , M .N . Swedish Messenia Expedition (İsveçlilerin M essenia 'ya Y ap tık ları K eşif
Seferi). Lund, 1938.
VA M BERY, A. Trawls in Central Asia (O rta Asya GezUeri). Londra, 1864.
VAN G E N N E P , A . L'etat actuel du probleme totemique (T otem S o ru n u n u n B u g ü n k ü
D urum u). Paris, 1920.
— Les rites de passage (G eçiş T örenleri). Paris, 1909.
VACE, A J-B . "C ham ber T om bs o f M ycenae" ("M ykene'deki O da G ö m ü tler"). A rc 82.
— "Exacavations at M ycenae" ("M y k en e K azıları"). A BS 2 5 .3 .
— "H istory o f G reece in the third and second m illenium s BC” ("İ-Ö . Ü çü ncü v e İkinci
Binlerde Y unanistan T arih i"). H 2 .7 4 .
— "M ycenae" ("M y ken e"). A n 1 0 .4 0 5 .
— "M ycenae, 1939" ("M ykene, 1939"). JH S 5 9 .2 1 0 .
— 'T h e Treasury o f A treus" ("A treu s’un H âzinesi") An. 14 .233 .W ACE, A.J.B. ve TH O M PSO N , M .S. Prehistoric Thessaly (Tarihöncesi Thessalia). Londra,
1912.
W A D E-G ERY, H.T. "K yn aith o s". Greek Poetry and Life | Y unan Şüri ve Y aşam ı] (O xford ,
1936), 56.
6 0 2 TARİHÖNCESİ EGE
W A IN W RIH G T, G.A. The Sky-Religion in Egypt (M ısır'da G ök Dini). Cam bridge, 1938.
W ALPO LE, R. Travels in Various Countries of the East (Çeşitli Doğu Ü lkelerinde Geziler). Londra, 1820.
W ARRINER, D. Land and Poverty in the Middle East (O rtadoğu'da Toprak ve Yoksulluk).
Londra, 1948.
— Economics of Peasant Farming (K öylü Ç iftçiliğinin Ekonom isi). Londra, 1939.
W EBSTER, H. Primitive Secret Societies (İlkellerde G izli D ernekler). İkinci basım , New
York, 1932.
W E R T H A M , F. Dark Legend: a Study in Murder (K ara Söylence: C in ay et Ü stüne Bir
İncelem e). New York, 1941.
W ESTERM A RCK , E. History of Human Marriage (İnsanlarda Evliliğin Tarihi). Londra,
1901.
— The Origin and Development of Moral Ideas (Ahlaksal D üşüncelerin Kökeni ve Geliş
m esi). Londra, 1906-08.
W ESTLAKE, H.D. Thessaly in the Fourth Century B.C. (İ.Ö. Dördüncü Yüzyılda Thessalia).
Londra, 1935.
W EULERSSE, J. Paysans de Syrie et du Proche-Orient (Suriye ve Y akındoğu'da Köylüler).
Paris, 1946.
W ILLIA M SO N , R.W . Social and Political Systems of Central Polynesia (O rta Polinezya'da
Toplum sal ve Siyasal Sistem ler). Cam bridge, 1924.
W O LLA STO N , A .F.R. Pygmies and Papuans (Pigm eler ve Papualılar). Londra, 1912.
W O O D , R. Essay on the Original Genius o f Homer (H om eros'un Ö zgün Dehası Üstüne
Bir D enem e). Londra, 1769.
W O O D H O U SE, W .J. Solon the Liberator (K urtarıcı Solon). Londra, 1938.
W O O D S, J.D . Native Tribes o f South Australia (Güney A vustralya'n ın Yerli Kabileleri).
A dellaide, 1879.
X A N T H O U D ID E S, S . Vaulted Tombs o f Mesara (M esara 'd ak i K em erli G öm ütler).
L iverpool, 1924.
YEA TS, W .B. Essays (D enem eler). Londra, 1924.
ZU CK ERM A N N , S. 'T h e Biological Background of H um an Social Behaviour" ("İnsanın
Toplum sal D avranışının B iyolojik A rtalanı"). Proceedings o f the Second Conference on the Social Sciences at the Institute o f Sociology (Sosyoloji E nstitü sü 'nd e düzenlenen
İkinci Toplum sal B ilim ler Konferansının Tutanakları). Londra, 1936.
603
SURELİ YAYINLAR
An Antiquity. Londra, 1926-.
Arc Archaeologia. Londra, 1770-.
As Anthropos. V iyana, 1905-.
AA American Anthropologist. W ashington/N ew York, 1888-.
ABS Annual of the British School at Athens. Londra, 1894-.
AJ Archaeological /oıtmal. Londra, 1844-.
AJA American journal of Archaeology. Concord, 1897-.
AJP American journal o f Philology. Baltim ore, 1879-.
APA Transactions of the American Philological Association. Hartford,, 1871-.
ARB Annual Report o f the Bureau of Ethnology. W ashington, 1881*.
ARW Archivfiir retigionsioissenschaft. Freiburg, 1898.
AS Annie sociologique. Paris, 1896-.
BCH Bullitin de correspondance hcUenique. Paris, 1877*.
C Caucasica. Leipzig, 1924*.
CP Classical Philology. C hicago, 1906-.
CQ Classical Quarterly. Londra, 1906*.
CR Classical Review. Londra, 1887*.
Ge Georgica. Londra, 1935*.
GI Glotta. G ottingen, 1907*.
H Historia. W iesbaden, 1952*.
HJA Harvard journal o f Asiatic Studies. Cam bridge, M ass., 1936-.
HS Harvard Studies in Classical Philology. Cam bridge, M ass., 1890*.
IA Indian Antiquary. Bom bay, 1872-.
IF Indogermanische Forschungen. Strassburg, 1891*.
JAI journal o f the Anthropological Institute. Londra, 1872-.
JA O journal of the American Oriental Society. Baltim ore, 1880-.
JH S journal o f Hellenic Studies. Londra, 1880-.
JOA jahresheft des österreichischen archaeologischen Institutes. V iyana, 1897-.
JO G journal of Obstetrics and Gynaecology. Londra, 1902*.
6 0 4 TARİHÖNCESİ EGE
j r Journal de psychologic. Paris, 1908-.
JPS Journal of the Polynesian Society. W ellington, 1892-.
JRS Journal o f Roman Studies. Londra, 1911-.
K Klio. Leipzig, 1901-.
KF Kleiuasiatische Forschuugen. W eim ar, 1930-.
L Language. Philadelphia, 1924-.
LM Labour Monthly. Londra, 1920-.
M Man. Londra, 1901-.
MDA Mitteilliungcn des dentschen archaeologischen Instituts: Athenische Abteilung. Berlin, 1876-.
MH Museum Helvcticum. Basel, 1943-,
MI Man in India. H aydarabad, 1920-.
NJK Nene Jahrbilcher fiirdas klassisches Alterlum. Leipzig, 1898-.
NRH Nouvelle revue historique du droit fraııçais et etranger. Paris, 1855.
O Oceania. M elburn/Londra, 1931-.
O K D Oversigt over det kongciige Danske Videnskabernes Selskabs Forhandlinger. Kopenhag, 1816-.
OL Orientalische Literaturzeitung. Leipzig, 1897-.
PBA Proceedings o f the British Academy. Londra.
PRS Proceedings o f the Royal Society. Londra, 1903-.
REG Revue des etudes grecs. Paris, 1887-.
RHA Reime hittite et asianique. Paris, 1930-.
RM Rheinisches Museum fiir Philologie. Frankfurt-am -M ain, 1851-.
RP Rezme de philologie. Paris, 1877-.
S Syria. Paris, 1919-.
SJA Soullnoestern Journal of Anthropology. A lbuquerque, 1945-.
YCS Yale Classical Studies. N ew Haven, 1928-.
ZA Zeitschrift fiir Assyriologie und vemandte Gebiete. Berlin/Leipzig , 1892-.
Z V F Zeitschrift fiir vergleichende Sprachforschung. Berlin, 1852-.
605
Kişi Adları Dizini
A İSK H Y LO S - A ttika'lı tragedyayazarlarının en eskisi. İ.Ö. 525'de doğdu, İ.Ö. 456'da öldü. Doksan kadar oyununun yetmiş ikisi adlarıyla biliniyor, ama elde kalanlar yalnızca yedi tane. Agamemnon, Oresleia, Yalvancı K ızlar, Zincire Vurulm uş Prometheus bunlardan birkaçı. 1 2 0 ,1 2 9 ,1 3 4 ,1 5 3 ,2 0 5 ,2 1 7 ,2 2 0 , 2 7 2 -3 ,3 2 6 ,3 3 0 ,3 3 6 -7 ,3 7 1 ,4 2 8 ,4 6 3 ,4 6 7 , 562.
A LKM AN - Dor dilindeki lirik şiirinkurucusu. Lydia'nın Sardes kentinden. Gençliğinde köle olarak Sparta'ya gelmiş, sonra özgür kılınmış, yurttaşlık hakkını kazanmış. İ.Ö. yedinci yüzyılın ikinci yarısında ünlenmiş. 209 ,463-5 ,474-7 ,483 , 485 ,492 ,548 .
A PO LLO N İO S - Rodos'lu. İ.Ö. 260 dolayında İskenderiye'de doğmuş. Kallimakhos'un öğrencisi, bilgin ve epik ozan. Argoııaııtika adlı destanı Kallimakhos yanlılarınca reddedilince Rodos'a çekilmiş. 184.
A RİSTO PH A N ES - İ.Ö. 444-388 yılları arasında yaşam ış Atina'lı komedya yazarı. Kırk dört oyunundan bugüne on biri kalmış. Kuşlar, Bulutlar, Thesmoplıoria Bayramını Kutlayan Kadınlar, Lysistrata, Plulos bunlardan birkaçı. 132.
A R İSTO TELES - İ.Ö. 384-322 yılları arasında yaşamış, Eski Yunan'm en büyük filozoflarından biri. Platon'un öğrencisi. Büyük İskender'e öğretm enlik yapmış. Yapıtları doğa bilim i, ahlâk ve sanat felsefesi içerir. En ünlüsü Poetika. 98-100, 1 0 2 ,104 ,118 ,129 , 132,135-6, 189, 199, 2 0 5 -6 ,2 7 9 ,3 2 4 ,3 4 3 ,3 5 5 -6 ,3 9 0 ,4 2 3 ,4 6 6 ,
4 6 8 ,4 7 0 .5 3 5 -6 .5 4 3 -4 ,5 4 6 ,5 4 9 ,5 5 0 ,5 6 1 ,567,581-2.
D İO D O R O S - "Sicilyalı" d iye de bilinir, lulius Caesar ve Augustus dönem lerinde Sicilya'nın Agyrion kentinde yaşamış Yunanlı tarihçi. 1 7 1 ,1 7 3 ,3 0 9 -İl , 541-2.
EU RİPİD ES - A ttika'lı üç büyük tragedya yazarından sonuncusu. Salam is adasında doğdu. İ.Ö. 480-405 arasında yaşadı. Yazdığı yapıtlardan on sekizi günüm üze erişti. Andromaklıe, Bakklıo'lar, Elektro, İon, Hckabe, Heleııe, Troya’lı Kadınlar, İphigenia Tauris’de, İphigenia A ıılis 'de bunlardan birkaçı. 254.
H ER A K LEİTO S - İ.Ö. 535-475 arasında Ephesos'da yaşadı. En önem li yapıtı, üç bölümden oluşan Doğa Üstüne. Devinim ve değişmenin döğa’nın ve insanın yapısında temel olduğunu gören, diyalektik düşünceyi ilk gerçekleştiren, eskil çağın en büyük düşünürlerinden biri. 336.
H ER O D O TO S - Tarihçi. Karia kenti Halikarnasos'da doğdu. İ.Ö. 490-425 arasında yaşadı. G ezm ediği, dolaşmadığı yer kalmadı. Tarihin babası diye de bilinen H erodotos'un ilk kez kaleme aldığı sistemli kitap. Yunanlılar arasında gerçek tarih yazım ının başlangıcını belirler. 1 0 8 ,1 1 6 ,1 2 0 ,1 2 3 ,1 3 2 -3 ,1 3 5 ,1 5 3 , 1 5 8 -9 ,1 6 4 -6 ,1 7 1 ,1 8 0 ,1 9 1 ,2 1 6 .2 5 5 ,2 7 4 ,3 0 6 ,3 2 3 ,3 2 5 ,3 7 2 ,3 8 2 -3 ,5 0 2 ,5 0 4 -6 ,5 1 0 -1 , 5 2 8 ,5 3 0 ,5 4 2 ,5 4 4 ,5 4 6 ,5 5 2 ,5 5 4 ,5 5 8 ,5 6 0 .
H ESİO D O S - Yunan ilkçağınınHom eros'dan sonra en büyük epik ozanı. Homeros'dan daha sonra, büyük bir olasılıkla İ.Ö. 776 dolayında yaşadı.
6 o 6 TARİHÖNCESİ EGE
Başlıca iki yapıtı, Tanrıların Doğuşu ve İşler ve Günler. 111 ,11 8 ,1 2 6 ,1 9 8 ,2 2 0 ,2 2 6 , 274, 298,325, 3 6 9 ,4 0 1 ,4 1 6 ,4 5 8 , 461,471, 475 ,478 ,484 , 486 -90 ,503 ,506 ,510-1 ,538 , 554-5.
H İPPO K R A TES - Yaklaşık İ.Ö. 460'da Kos adasında doğan ünlü Yunanlı hekim. Hekimlik tanrısı A sklepios'un soyundan geldiğine inanılır. 134,217.
H O M ER O S - İ.Ö. 850 sularında yaşadığı sanılan, Yunan ilkçağının en büyük epik ozanı. Kimilerince tek bir ozan olduğuna, kimilerince bir ozanlar soyu olduğuna inanılır. Günüm üze gelen yapıtları. Ilı/ada ve Oysseia. 103, 125 -6 ,128 ,157 ,180-1 ,221 , 249-50,254,259, 274,280, 288-9 ,295,306- 9 ,3 1 6 ,3 2 3 ,3 2 5 -6 ,3 3 0 ,3 3 4 , 336-7 ,342,351,353,362 ,372-3 , 376-7 ,379 ,381 , 383-4,391, 3 9 7 ,3 9 9 ,4 0 0 ,4 0 2 ,4 0 4 ,4 0 9 -1 0 ,4 1 2 ,4 1 6 -7 , 421 ,422 ,424 , 429 ,457 ,4 6 0 -1 ,4 7 0 ,4 7 6 ,483-7 ,490 ,495-6 ,498-9 ,501 ,503-6 ,509-14 , 517-9, 522 ,5 4 1 -6 6 ,5 7 1 ,5 7 3 ,5 7 5 ,5 8 1 .
KSEN O PH O N - Tarihçi. İ.Ö. 431 'de Atina yakınlarında doğdu. Genç yaşta Sokrates'in öğrencileri arasına katıldı.İ.Ö. 355'de öldüğü sanılıyor. Başlıca yapıtı, Anabasis (Oııbinlerin Dbnilşil). 545- 6,576.
PAU SA N İA S - Lydia'lı gezgin ve coğrafyacı. Yunanistan, Makedonya, Asya ve Afrika'yı dolaştı. İ.S. ikinci yüzyılın ikinci yarısında Roma'ya yerleşti. 120,210,237, 249 ,369 ,378 , 542-3,559.
PİN D A RO S - Yunan lirik ozanlarının en büyüğü. İ.Ö. 522 sularında Tlıebai kenti yakınlarında doğdu. Yaşamının büyük bir bölümünü Tlıebai kentinde geçiren Pindaros, İ.Ö. 422'de öldü. 254 ,315 ,473- 4 ,477 ,485-6 , 493, 535, 542, 546.
PLATON - İ.Ö. 428'de doğdu, 348'de öldü. Sokrates'in öğrencisi. Çağının bütün bilgilerini bir sistem de kaynaştıran Platon, temel görüş ve felsefesini İdea'lar öğretisinde dile getirdi. O günden bu yana. Tasavvuf da içinde olm ak üzere birçok düşünce ve felsefeye kaynaklık elti. 132, 135-6 ,177,220, 314 ,457 ,537 ,542,544-6, 552 ,556 ,559 .
PLA U TU S - Romalı komedya yazarlarının en büyüğü. İ.Ö. 254'de doğdu, 184'de öldü. 133.
PLU TA RKH O S - Boiotia'lı yaşam öyküsü yazarı. İ.S. 50'de doğdu, İ.S. 120 yılında öldü. En tanınmış yapıtı Koşut Yaşamlar'm her bölüm ünde bir Yunanlı ile bir Romalıyı karşılaştırır. 99, 111, 186, 204-5 ,277 ,314 ,320 , 3 4 3 ,466 ,560 ,581 .
SAPPHO - Lesbos'lu kadın lirik ozan. İ.Ö. 630 ile 570 arasında yaşadı. Şiire kişisel sesi getiren ilk büyük ozan. Tannlara, özellikle de aşk tanrıçası Aphrodite'ye övgü'ler yazdı. Lesbos adasında bir genç kız okulunun önderi. 450-2, 464-5, 476, 491-2.
SO LON - İ.Ö. 640-559 arasında Atina'da yaşadı. Atina'nın ünlü yasa koruyucusu. Aynı zamanda dönem inin en büyük ozanlarından. 1 7 7 ,3 0 1 ,3 0 9 ,4 6 8 , 473,538, 557, 581-3.
SO PH O KLES - İ.Ö. 495-405 arasında yaşadı. Üç büyük Grek tragedya yazarından biri. Grek tragedyasının yaratıcısı Aisklıylos ise, onu yetkinliğe eriştiren de Sophokles'dir. Çok verimli bir yazar olduğu söylenen Sophokles'den bugüne yalnız yedi oyun kalmış. Bunlar arasında Elektra, Antigone. Kral O idipııs, Aias sayılabilir. 164-5.
ST E SİK H O R O S - İ.Ö. 630 dolayında doğdu, seksen beş yaşında öldü. Erken Dor lirik şiirinin en ünlü temsilcisi. Eskiler ondan lirik ozanların H om eros'u diye söz ederler. 464-5 ,5 0 3 ,5 3 7 ,5 5 5 . '
STRA BO N - Yunanlı coğrafyacı. İ.Ö. 63'de doğdu. Felsefe eğitiminden sonra tarih ve coğrafya öğrenimi gördü. Anadolu,Mısır, Yunanistan ve İtalya'da uzun yolculuklara çıktı. Geograplıika'sı, eskit çağlardan günüm üze ulaşmış en önemli coğrafya yapıtı sayılıyor. 173 ,250,309, 311, 341-2 ,356 ,389 , 421 ,528 , 561.
TH U K Y D İD ES - İ.Ö. 471 'de doğdu, 411 'de öldü. Bilimsel tarih anlayışının ilk temsilcisi sayılır. Peloponııesos Savaşı adlı yapıtında, Atina ile Sparta arasındaki uzun savaşı ele aldı. 134-5, 161, 164,247, 304 ,3 0 6 ,3 2 1 ,3 3 9 , 341-2, 344,351 ,354-6 , 377 ,388-9 ,401 ,511-2 , 540,546, 558,583.
607
Söylence Kişileri Dizini
A D O N İS - Sümer, Hitit, Babi! ve Fenike kaynaklarından Eski Vunan'a kadar gelen erkeklik tanrısı. 151,492, 509-10.
A G A M EM N O N - Argos kralı. Menelaos'un kardeşi. Argos, mitologyanın kimi yerlerinde bütün Yunan ülkesini dile getirdiğinden, Agamemnon krallar kralıdır. 2 6 5 ,2 6 8 ,3 1 9 ,3 3 6 -7 , 348 ,362 ,370 , 3 7 6 -7 ,3 8 1 ,3 8 5 -6 ,3 9 4 ,3 9 7 ,4 0 0 -3 ,4 0 5 ,4 1 0 , 4 2 4 ,426-7 ,474 ,497 , 5 0 2 ,509 ,524-5 ,529- 30 ,532-3 ,5 4 0 ,5 4 2 -3 ,5 5 4 ,5 6 7 -8 ,5 7 0 -1 .
A İO LO S - Rüzgarların yöneticisi. Deniz tanrı Poseidon'un oğlu. 175 ,17-81 ,187 , 383-4,412.
A KH İLLEU S - Hom eros'un İlı/tıdn destanı, baştan sona AkhilleusJun kahramanlıklarıyla doludur. Thetis ile Peleus'un oğlu, M yrm idon'lann kralı. 31-9 ,3 3 6 ,3 8 0 -1 ,3 8 5 ,3 8 7 ,3 8 9 -9 0 ,3 9 2 ,4 0 5 , 4 2 2 ,4 2 7 ,4 7 7 ,4 8 7 ,4 9 0 ,4 9 9 ,5 2 0 -1 ,5 2 2 , 52 4 -5 ,5 3 4 ,5 4 0 ,5 4 2 ,5 6 7 -8 ,5 7 6 .
A LEK SA N D RO S - Bir adı da Paris. Troya kralı Priamos ile H ckabe'nin en küçük oğulları. Sparta kralı M enelaos'un karası Helena'yı kaçırır ve Troya Savaşı'na yol açar. 156 ,375 ,4 0 9 -1 0 ,5 0 1 -2 ,5 0 4 ,5 0 6 ,5 4 2 .
A PH RO D İTE - Aşk ve güzellik tanrıçası. Homeros'a bakılırsa, Zeus ile O keanos'un kızı Dione'den doğma. Hesiodos'a göre, denizin köpüklü dalgalarından doğar. 151,165,209-10, 2 8 0 ,3 2 4 -5 ,3 3 1 -2 ,4 0 6 ,4 1 3 ,4 5 0 -1 ,4 7 2 ,4 8 3 , 501 ,50-6 ,50-10.
APO LLON - Genellikle şiir ve müzik tannsı olarak bilinir. Başlıca niteliği, geleceği haber vermektir. Zeus'un Leto'dan doğma, en sevgili oğlu. 9 5 ,1 0 7 ,1 5 5 ,1 8 0 ,
1 8 4 ,1 8 8 ,2 0 6 ,2 1 8 ,2 2 0 ,2 5 0 ,2 5 9 -6 0 ,2 7 4 , 280-1,324-5,338, 379, 3 9 6 ,416 ,476-9 ,481 ,484-5,487-9,524, 5 3 1 ,5 3 4 ,5 3 6 ,5 3 8 -9 ,5 4 0 ,551,556.
ARES - Savaş tanrısı. Zeus ile Hera'nm oğlu. Aphrodite'nin sevgilisi. 178 ,2 7 4 ,3 9 5 ,4 0 7 , 4 1 3 ,4 2 4 ,4 7 2 ,4 8 3 ,5 1 1 ,5 7 1 .
A RTEM İS - Doğa tanrıçası. Apollon’un ikiz kardeşi. Zeus'un Leto'dan doğma kızı. Aynı zamanda doğum ve av tanrıçası.1 13 ,122 ,171-2 ,199 ,209-10 ,213-5 ,217 , 2 2 0 -1 ,2 2 4 ,2 3 0 ,2 3 4 ,2 3 8 ,2 4 4 ,2 5 8 -6 0 ,2 6 2 , 2 6 4 -8 ,2 7 0 ,2 7 4 ,2 8 0 ,3 2 9 ,3 3 2 ,3 9 6 ,4 0 0 ,426 ,475 ,4 8 5 ,5 0 0 -1 ,5 3 9 .
ATHENA - Zeus'un kafasından çıkan kızı. Atina kentinin koruyucusu ve ruhu. El sanatlarının, güzel sanatların koruyucusu. 1 0 1 ,108-9 ,114 ,118 , 125,169, 176 ,210 ,212-3 ,224 ,234 ,247-52 ,254-7 , 2 6 6 -8 ,2 7 4 ,3 1 4 ,3 2 5 ,3 4 8 ,3 5 1 ,3 8 9 ,3 9 8 , 4 06 ,410-1 ,475 ,488-9 ,502 .
BA KKH A 'LA R - Tanrı Dionysos'un dinsel törenlerine katılan kadınlar alayı. Dionysos'un gizemsel tapımma katılan kadınlar. 458-9,478-9.
BELLERO PH O N TES - Korinthos kralailesinden. Kentin kurucusu Sisyphos'un torunu. 1 5 6 -7 ,168 ,181-2 ,318 ,374 .
B R İSE İS - Akhilleus'un Ege bölgesine yaptığı seferlerden getirdiği en değerli tutsak. Asıl adı H ippodam eia olan Briseis, Apollon rahibi Brises'in kızıdır.385,395-7.
D A N AO S - İo soyundan gelm e Argos kralı. Yunanlıların m itolojik atası. 120, 124,272, 370-2 ,374 ,376-7 ,467 .
D EM ETER -T o p ra k ve bereket tanrıçası.
6 o 8 TARİHÖNCESİ EGE
Ekinleri, özellikle buğdayı simgeler. Çok eski ve büyük bir tarım tanrıçası. 95 ,96 , 111,116-20,122-4, 184 ,196 ,210-3 ,221 , 223-6 ,236 ,239 , 243-4,246-7, 276, 279,332, 3 3 4 ,3 6 7 -9 ,3 7 1 ,3 7 6 ,3 9 5 ,4 7 6 ,5 0 8 ,5 3 1 .
D İO N Y SO S - Tanm tanrı. Zeus ve Apollon'la birlikte Eski Yunan'ın üç büyük tanrısından biri. Çiftçiliğin, bağcılığın, meyve ve özellikle de üzümün koruyucusu olduğu için şarap tanrısı olarak da anılır. Dionysos tapımı, başlıbaşma bir din oluşturur. 114,116, 181, 185-7 ,208 ,210 ,216 , 245, 266,459,466,478-9 ,492.
ELEKTRA - Yunan mitologyasmda üçElektra var. En ünlüleri, Agamemnon'un kızı. Sophokles, Euripides ve Aiskhylos'un tragedyalarında işlenir.394,400.
EN DYM İON - Ay tanrıçası Selene'niıı gönlünü kaptırdığı güzel çoban. Yunan mitologyasınm en şiirli öykülerinden birine konu olur. 205.
EREKH TH EU S - M itologyada Atina kralı. Kimi söylencelerde, yarısı insan, yarısı yılan olarak A tina'nın ilk tanrılarından biri sayılır. 109 ,118 ,252 , 254-5 ,328,384.
ERİK H TH O N İO S - Atina'nın ilkkrallarından biri. Öyküsü Erekhtheus'un öyküsüyle iç içe geçmiştir. Hephaistos'un tanrıça Athena'ya saldırırken toprağa akıttığı tohumdan m eydana gelme. Topraktan doğanların hepsi gibi yılan kuyruklu. 101,10-9 ,118, 213, 251,257.
ERİN YS'LER - Ö ç alma tanrıçaları. Suç işleyenin, özellikle de adam öldürenin ardına düşen dişi köpekler olarak düşünülürler. 110,128, 2 1 0 ,217 ,244 ,325 , 332-4 ,336-7 ,467.
EUN EOS - İason'un Argonaut'lar seferinde Lemnos adasına varınca Hypsipyle'den olan oğlu. 165, 181,185.
EUROPA - Fenike kralı A genor'un kızı. Zeus, Europa'yı, boğa kılığına girerek kaçırır. 116,368-9 ,371.
EURYSTH EUS - Argos kralı Sthenelos'un oğlu. Mitologyada, H erakles'e güttüğü kinle ünlü. 165,375.
G LA U K O S - İki G laukos var. Biri, Bellerophontes'in torunu; Lykia'Iı önderlerden biri; llyadn'da önemli bir yer
tutar. Öteki, Korinthos kralı; Sisyphos'un oğlu; ölümüyle ün salmıştır. 156-7,321, 567.
HEKABE -T ro y a kralı Prinmos'un karısı. Hektor, Aleksandros, Kassaııdra, vb.nin anası. Tragedyalarda, oğullarının ölümleriyle çok acı çekm iş bir ana. 250, 399 .410 ,474 ,502-3 .
H E K T O R -T ro y a kralı Priamos ile kraliçe Hekabe'niıı en büyük oğlu. Troya savaşında Troya ordusuna komuta eden hektor, Akhilleus tarafından öldürülür. 410 ,467 ,474 , 520-2,540, 542,567.
HELENA - Leda'm n bir yumurtasından çıkan güzeller güzeli. Menelaos'un karısı. Aleksandros onu kaçırınca Troya savaşı patlak verir. 280 ,387 ,409-10 , 424,426,47 4 ,497 ,500-1 ,503-6 , 508-10, 542,567.
H ELİO S - Güneş tanrı. Mitologyada, her şeyi gören "dünyanın gözü" niteliğinde. Körlerin gözünü açar. 252,484.
HELLEN - Hellen'lerin, bütün Yunan soyunun atası sayılır. Aiol'lerin,Dor'ların, AkhaTarın ve İon'ların onun soyundan indiğine inanılır. 175,340,362,380 ,383 ,387 .
H EPH A İSTO S - Ateş tanrı. Yunan mitologyasınm ünlü demircisi ve emekçilerin simgesi. Zeus'uıı Hera'dan olma oğlu. Topal, çirkin ve pis olarak tasarlanmasına rağmen, çok beceriklidir. 163,169 ,251 , 274, 324 ,4 0 6 ,4 0 8 , 504, 571.
HERA - Evlilik tanrıçası. Tipik bir Grek tanrıçası. Zeus'un eşi, tanrıların kraliçesi. Kadının bütün yaşamının koruyucusudur, ama kadınlığın bütün özelliklerini de yansıtır. 199,209-10,216- 7 ,2 3 0 ,2 3 5 , 2 5 2 ,2 6 8 ,2 7 0 -7 ,2 7 9 ,3 2 9 ,3 3 2 , 337, 3 7 1 ,4 0 6 ,4 7 6 ,5 2 3 .
HERAKLES - Helena kadın olarak neyse, Herakles de erkek olarak odur. Doğaya kafa tutan insan gücünün simgesi sayılır. İnsanın doğaya karşı yenilmez saldırma ve dayanma gücünü simgeler. 95, 165, 254 ,270 ,275-9 , 361-2, 370 ,3 7 5 ,3 8 3 ,4 2 5 , 485, 544,562.
H ERM ES - Çoban tanrı. Zeus ile Maia'nın oğlu. Tanrıların en akıllısı. Tanrıların ve özellikle Zeus'un habercisi olarak bilinir.1 2 0 ,1 6 3 ,2 5 0 ,3 2 0 ,3 2 4 ,3 3 1 .
İK A RİO S - Penelope'nin babası. Kızını
SÖYLENCE KİŞİLERİ DİZİN İ 6 0 9
evlendirmek için O dysseus'ıın kazandığı yarışı düzenler. 419, 421-5,427.
İON - İonia'lılara adını veren söylence kahramanı. H ellen'iıı oğullarından Ksuthos'un oğlu. 175,181,383-4.
İl’HİGEN EİA - Agamemnon ile Klytaimestra'nın kızı. Kız kardeşi Elektra'nın tersine sessiz, yumuşan bir genç kız tipidir. 265 ,328 -9 ,5 0 5 ,5 4 2 .
K A D M O S - Thebai kentinin kurucusu. Hellen'lere uygarlığı getirdiğine inanılır. Alfabeyi bulmuş, madenciliği ve tarımı öğretmiş, kentler kurmuş. 113,115-6,124, 1 84 ,253 ,331 ,333 ,362 , 368, 371, 376,387, 423,508.
K EK ltO P S - Merkezi Atina olan Attika bölgesinin kralı. Yılan tanrı. Topraktan çıkmış. Kafası insan, gövdesi yılan. 120, 13 4 -5 ,166 ,213 ,248-9 ,251-2 ,255-6 ,354 , 356.
K L Y T A İM E S T R A - Kocası Agamcm non'u boğarak öldüren kraliçe. Elektra, İphigencia ve Orcstes’in anası. 409 ,424 , 426-7 ,517 ,571 .
K R O N O S - Babası Uranos'u devirerek evren baştanrılığı tahtına oturur. Zeus onu tahtından indirip cehenneme sürer. 324, 523.
KYBELE - Anaerkil Anadolu'nun en eski ve en büyük ana tanrıçası. G irit'te Rhca, Yunanistan'da Artemis adını almıştır.399.
K YKLO P'LA R - Tek gözlü devler.'T ep egöz" denilebilecek bu yaratıklar, tek yuvarlak gözlü devlerdir. 351,569.
LAERTES - Odysseus'ıın babası. İthaka kralı. 418-9,571.
LEDA - Sparta kralı Tyndaros'un karısı. Zeus, onunla sevişmek için kuğu kılığına girer. 424,425-6.
LETO - Zeus'un karılarından. Apolloıı ve Artemis'iıı anası. 155,213, 220, 238, 258- 60 ,280. 281,396, 476-7,485, 487.
LEU K İPPO S - Aphrodite'nin öfkesine uğrayarak kız kardeşine gönlünü kaptıran söylence kahramanı. 214-5.
M ENELAOS - Helena'nın kocası.Agamemnon'un kardeşi. 320,336, 348,3 70 ,3 7 5 ,3 8 5 ,3 8 7 , 400-1,403, 424, 426-7,471 ,501-6 ,508-10 ,518 ,543 .
M İN O S - Mitologyada Girit kralı. Zeus ile
Europn'nııı oğlu. 245-6 ,27 3 ,3 4 0 ,3 6 2 ,3 6 8 , 375.
M İN O TA U RO S - İnsan gövdeli, boğa başlı bir canavar. Tanrı Poseidon'un kral Minos'a gönderdiği bîr boğa ile M inos'un karısı Pasiphae'den doğma. 246 ,273 ,375 .
N ESTO R - Pylos kralı. Akha'larındanışmanı. Troya savaşında öğütleri ve bilgeliğiyle ünlü. 114,182, 185,353-4.495,502 ,543,556.
NİOBE - Anaerkil Anadolu'nun tipik söylence kişilerinden. Doğurganlığı ile ünlü Plırygia kraliçesi. 185, 370,394-6,398.
O D Y SSEU S - İthaka kralı. HomerosOityssem'da onun serüvenlerini anlatır. İthaka kralı Lnortes'in oğlu. Penelope'nin kocası, Telem akhos'un babası. Yunan mitologyasının en ünlü kahramanlarından. 319-21,348,351-3 ,4 0 6 ,4 1 3 -2 2 ,4 2 4 ,4 2 7 ,4 7 2 ,4 7 8 ,4 8 7 -8 ,4 9 6 ,516 ,533 ,540 , 543 ,548-9 ,569 ,570-1 .
O İD İPU S - Yuman mitologyasının en trajik kahramanı. Sophokles'in ünlü tragedyasının baş kişisi. Tragedy,Vntn özü ve trajik kavramının gerçek anlamı onun kişiliğinde belirir. 3 2 1 ,3 3 3 ,3 3 6 ,5 4 3 , 548.
O R ESTES - Agamemnon ileKlytaimestra'nın oğlu. Babasının öcünü almak için anasım öldürür. Birçok tragedyaya konu olm uştur. 110,265, 325, 328,333, 381-2,385-6, 397,400, 402,429, 528-9,571.
PA TRO KLO S - Akhilleus'un can yoldaşı, en yakın arkadaşı. Troya savaşında Hektor tarafından öldürülür. Akhilleııs onun öcünü almak için, çekildiği savaşa yeniden girer. 3 8 9 ,4 9 5 ,4 9 9 , 567.
PELEUS - İolkos kralı. A khilleus'un babası.33 1 ,3 8 0 -1 ,3 8 7 ,3 8 9 ,4 0 8 ,4 7 7 , 485.
P E L O P S - Zeus'un torunu. Tantnlos'un oğlu. İlençlenmiş soyun atası. 370 ,375 ,378 ,381-2 ,385 ,387 , 394-400,402.
PEN ELO PE- Y a da Penelopein. Odysseus'ıın karısı. Kocaya bağlılığın simgesi. 326,410 ,418-24 ,427 ,543 ,569-70 .
PER SEPH O N E-Z e u s ile Dem eler'in kızı. Hades ona gönül verir yer altı ülkesine kaçırır. 119-20,122, 184-5 ,211 ,221 ,223-7 ,245 ,279 ,331 , 333-4 ,408 ,476 .
6 l O T A R İ H Ö N C E S İ E G E
PERSEU S - Zeus'un oğlu. Annesi Danae'nin babası Akrisios, kızını Zeus'tan korumak için tunçtan bir odaya kapamış, ama Zeus yağmur olup içeri girmiş ve kızla birleşmiş. Perseus bu birleşmenin ürünü.361 ,370 ,372-6 ,423-4 .
PO SEİD O N - O lym pos'lu tanrılar arasında, denizi sim geler ve denizin egemeni sayılır. Deniz tanrı. 97 ,103 , 114,118-9,1 7 6 ,1 7 8 ,1 8 2 ,1 8 7 -8 ,2 5 2 -6 ,3 3 6 ,3 5 1 ,3 5 3 ,3 6 8 ,3 8 1 ,3 9 2 ,3 9 5 ,4 1 5 ,4 2 3 .
PRİA M O S - Son Troya kralı. Hekabe'nin kocası. Hektor'un, Aleksandros'un babası. 250-1,318-9, 3 7 9 ,381 ,399 ,410-1 , 521.
PRO M ETH EU S - İnsanları yaratan Titan. Bencilliklerinden ve zorbalıklarından ötürü tanrılara, özellikle Zeus'a kızar. İnsanları, evrende kendine benzer yaratıkları çoğaltmak için yaratır. 362.
PRO TEU S - Pcıseidon'un buyruğundaki küçük deniz tanrılarından. "Deniz ihtiyarı" adıyla da bilinir. 502,504-5.
R H A D A M A N T H Y S-Z eu s ile Europa'nın üç oğlundan biri. Ö lüler ülkesinin üç yargıcından biri. 332-3, 351.
RHEİA - Ya da Rhea. Anadolu'nun toprak anası Kybele'nin Yunanistan'daki adı. Olym pos'lular diye anılan tanrılar soyunun anası. Zeus, Demeter, Hera, Poseidon, Hades ve Hestin onun çocuklarıdır. 2 2 5 ,2 3 5 ,2 4 6 ,4 6 6 .
SEİREN 'LER - Kadın gövdeli, kuş kanatlı, güzel sesli deniz kızları. Sonradan yarı insan, yan balık biçiminde canlandırılmışlardır. Hiçbir insanın dayanamayacağı kadar güzel seslilerdir. Odysseia'da önemli bir öyküye konu olurlar. 569.
SİSY PH O S - Korinthos kralı. Prometheus gibi, tanrılara karşı insanları tutar. Tanrılarla boy ölçüşmeye kalkıştığı için korkunç bir cezaya çarptm im ıştır. 156-7, 178-82.
TA N TA LO S - Lydia kralı. Cehennemde gördüğü korkunç işkenceyle ünlü. 395,400.
TH ESEU S - Dor ırkının kahramanı Herakles örneği üstüne Atina'da tasarımlanmış. Öyküsü, Herakles söylencesiyle benzerlikler taşır. Giderek, Atina'lılar
Thesus'u bir söylence kişisi değil, tarihsel bir kişi sayar olmuşlar. 114-5,245,253-5, 3 1 6 ,3 5 4 ,3 5 5 -6 ,3 6 1 ,3 7 5 ,5 6 2 .
T R İPTO LEM O S - Demeter söylencesinde rol oynayan Eleusis kralı. Demeter tapımmın baş rahibi. Öldükten sonra cehennemin yargıçlarından biri olur. 120,123,246.
TYRRH EN O S - Etrüks'lerin atası. Lydia'lı önder sayılan Tyrrhenos, Herakles'in oğlu olarak gösterilir. Troya savaşından sonra halkıyla birlikte İtalya'ya göç eder. 164.
ZEUS - Tanrıların tanrısı, tanrıların babası. Gökle ilgili doğal güçlerin tümünü kişileştireıı varlık. Kronos ile Rheia'nın altı çocuğundan sonuncusu. 97 ,103 ,116- 7 ,1 5 6 ,1 6 1 , 199 ,2 1 3 ,2 2 4 -5 ,2 3 5 ,2 4 0 ,2 4 6 , 2 5 6 ,2 6 8 ,2 7 0 -4 ,2 7 6 ,2 7 9 ,2 8 1 ,3 2 0 ,3 2 4 , 329 ,336-8 ,368-9 ,374 , 380,389-90,395, 4 0 6 -8 ,4 1 5 ,4 2 4 ,4 2 6 ,4 5 1 ,4 8 5 -6 ,4 9 0 , 500, 502-3, 508, 518 ,525 ,563 .
6ıı
Yer Adları Dizini
A BY D O S - Çanakkale Boğazı'm n en dar yerinde bir kıyı kenti. 531.
A İG İO N - Peloponnesos'da bir kıyı kenti.117,234 ,377 ,385-6 .
AKARNAN İA - Yunanistan'da bir bölge.262-4 ,342 ,3 5 1 ,4 1 7 ,4 2 1 ,4 2 3 -5 .
A K H A İA -Y u n anistan 'da kent ve bölge adı. Bu adı taşıyan iki bölge var. Biri, Thessalia'mn güneyinde, öbürü Peloponnesos'un kuzeyinde. 162,377,378 ,380 ,382 , 386-91,397,426.
A LPH EİO S - Yunanistan'da bir ırmak. 214-5. A RG O LİS - Yunanistan'da bir bölge. 22 ,120 ,
1 2 3 .1 5 7 .1 6 2 -4 ,2 6 8 ,3 6 7 ,3 7 7 ,3 8 2 ,3 8 4 ,391.
A RG O S - Yunanistan'da kent ve bölge.Peloponnesos'un kuzeydoğu bölgesi olan Argolis'in başkenti. 22 ,12 0 -1 ,1 2 4 ,1 5 6 ,1 6 0 -2 ,1 8 1 ,1 8 6 ,2 1 0 ,2 1 8 ,2 4 7 -8 ,2 5 2 ,2 6 8 - 7 0 ,2 7 2 -3 ,2 7 5 ,3 0 7 ,3 6 7 ,3 6 9 ,3 7 1 -2 ,3 7 4 , 376-7 ,406 ,535-6 ,548-9 ,552-4 .
A RKA D İA - Yunanistan'da bir bölge. 108,120 .123 .162 -3 ,2 1 1 ,2 4 4 ,2 4 7 ,2 6 1 -2 ,2 6 5 -6 , 3 3 9 ,3 5 0 ,3 6 7 ,3 8 1 ,3 8 3 ,3 9 1 -2 ,5 2 9 .
ATİNA - Yunanistan'da kent. 99-100,103, 1 0 6 ,108-9 ,113-4 ,116 ,118 ,120-1 ,130 ,134 , 137, 1 5 9 -60 ,163 ,166 ,171 ,182 ,210-1 ,225 , 2 27 ,237 ,2 4 7 -9 ,2 5 3 ,2 5 5 -6 ,2 6 2 -3 ,2 6 7 ,2 7 0 - 1 ,301 -4 ,3 1 3 -6 ,3 2 9 ,3 5 0 ,3 5 4 ,3 5 6 -7 ,3 7 5 , 3 8 2 -4 ,4 1 1 ,4 7 3 ,4 7 5 ,4 9 2 ,5 1 3 ,5 3 0 ,5 3 4 -5 ,537 ,539 ,545-6 ,548 ,556-63 ,583-4 .
A TTİK A - Yunanistan'da bölge. 2 2 ,9 5 ,9 7 , 1 0 0 ,1 0 2 -6 ,1 1 3 -4 ,1 1 7 ,1 2 0 ,1 2 3 -4 ,1 2 6 ,1 3 0 -1 ,1 3 7 ,1 5 9 ,1 6 1 -4 ,1 6 6 ,1 8 2 ,1 8 7 -8 ,2 0 9 ,2 3 9 , 2 4 9 ,2 5 3 ,2 5 5 ,2 6 4 -6 ,2 6 8 ,3 0 3 ,3 0 5 ,3 0 9 ,3 1 6 ,3 3 2 ,3 3 9 ,3 4 3 ,3 4 5 ,3 5 3 -4 ,3 5 6 -7 ,3 6 7 ,3 7 9 ,3 8 2 -4 ,4 1 6 ,4 6 2 ,4 7 0 ,4 7 5 ,4 8 9 -9 0 ,4 9 5 ,
5 3 0 ,537 ,547 ,557 ,581-3 .AZANİA - Peloponnesos'da bir kent. 123.
B O İO TİA - Yunanistan'da bölge. 95-7 ,116,1 2 4 ,1 6 1 -2 ,1 7 4 ,1 7 7 ,1 8 0 ,1 8 4 -6 ,2 1 5 ,2 4 9 , 2 5 3 ,2 6 4 ,2 6 8 ,3 0 1 ,3 3 9 ,3 6 7 ,3 8 5 ,3 8 7 -8 , 390-2 ,394 ,3 9 6 ,4 7 8 -9 ,4 9 2 ,5 2 9 ,5 5 4 -5 .
B O SPH O R O S - Ya da Bosporos. İstanbul Boğazı. 2 1 ,507 ,529 .
DELOS - Ege Denizi'nde ada. Kykladtakımadaları arasında. 160 ,1 6 2 ,2 3 7 ,2 6 3 , 2 8 1 ,4 7 6 ,4 7 8 ,4 8 4 -7 ,4 8 9 ,5 3 1 ,5 3 8 -4 0 ,5 4 4 , 551,555-6,563.
DELPHOİ - Yunanistan'ın Phokis bölgesinde kent. 9 5 -6 ,1 0 7 ,1 7 8 ,1 8 8 ,1 9 2 ,2 0 6 ,2 1 8 ,2 8 1 ,3 1 0 ,3 3 3 ,3 3 8 ,3 6 8 ,3 7 4 ,3 8 1 ,4 7 8 .
D O D O N A -Y u n anistan 'ın Epirosbölgesinde kent ve tapım merkezi. 160, 162 ,279 ,381 ,389-90 ,392 .
D Y M E - Yunanistan'da kent.Peloponessos'da on iki İon kentinden biri. 3 4 2 ,377 ,386 ,417 .
ELEUSİS - Yunanistan'ın Attika kıyılarında kent. Demeler tapmağının merkezi. 111, 1 19-24 ,163 ,198 ,210-1 ,222-3 ,225 ,243 , 2 45-7 ,279 ,316 ,332 , 354,531.
ELİS - Peloponnesos'un kuzeyinde bölge ve kent. 108 ,160 ,162-3 ,181-3 ,247 ,262-3 ,2 6 6 ,3 0 1 ,3 4 2 ,3 6 7 ,3 9 1 ,3 9 7 ,4 0 1 -2 ,4 6 6 ,473,535.
EPEİRO S - Yunanistan'da bölge. 107,113, 174,388.
EPH ESO S - Anadolu'da kent. Efes. On iki İon kentinden biri. 2 1 ,1 6 0 ,1 7 1 ,1 7 3 ,2 5 8 -6 0 ,2 6 3 ,2 6 7 ,2 7 0 ,2 7 4 ,2 8 1 ,4 2 6 ,4 7 5 ,5 0 7 ,
612 T A R İ H Ö N C E S İ E G E
530-1 ,537 ,543 ,545 .EPİD A U R O S - Yunanistan'da kent ve tapım
merkezi. 1 6 0 -1 ,207 ,247 ,263 ,383 , 530.EUBOİA - Khalkis ve Eretria'nın üzerinde
bulundukları ada. 116,124, 161,262,269- 73, 3 0 5 ,3 5 1 ,3 7 4 ,3 8 2 ,5 3 0 .
EUPHRATES - Anadolu'da ırmak. 43.
FEN İKE - Akdeniz'in güney kıyılarında ülke. 112 ,116 ,30 9 ,3 1 1 ,3 6 8 -9 ,3 7 1 ,3 7 6 ,418,423, 497, 501-6 ,508 ,514 , 538.
G İR İT - Akdeniz'de ada. 2 0 ,2 2 ,9 5 -6 ,1 0 3 , 1 1 6 ,1 2 0 ,1 2 8 ,1 3 8 ,1 5 5 ,1 5 9 ,1 6 3 -4 ,1 6 7 -9 , 184, 230 ,233 ,240 . 2 4 5 ,270-1 ,273 ,276 ,2 7 9 -8 1 ,2 8 7 ,3 2 4 ,3 3 2 -4 ,3 5 1 ,3 6 2 ,3 6 4 ,3 6 7 - 9 ,3 7 5 -6 ,3 7 9 ,3 9 1 ,4 0 6 -7 ,4 1 2 ,4 6 5 -6 ,4 7 8 , 501-2 ,506 ,508 , 5 3 6 ,548 ,569 ,584 .
H A LİK A RN A SSO S - Anadolu'nun Ege kıyısında kent. 117,158-60,507,544.
H EBRO S - Trakya'da ımıak. 21, 507.H E L L E SP O N T O S-Ç an akkale Boğazı. 164,
398 ,527 ,529 , 531,558, 561.H E R M İO N E - Yunanistan'da,
Peloponnesos'da kent. 120-1, 160, 247, 270-2.
H ERM O S - Ege'de ırmak. 2 1 ,1 7 0 ,3 9 8 ,5 0 7 , 528 ,531 ,536 .
İDA - Çanakkale bölgesinde dağ. Kaz Dağı. 279,522-3 ,533.
İO LK O S - Yunanistan'da kent. 160,175,181, 184,187, 189,393,533.
İO N İA - Ege bölgesi. 9 5 ,9 7 ,1 0 5 ,1 2 6 ,1 3 7 , 155-7,171,181-2, 187, 189,301,316, 373,382-4, 392, 429, 490 ,510 ,527-8 , 530-3,536-8 ,5 3 9 ,5 4 5 -7 ,5 4 9 ,5 5 1 ,5 5 3 ,5 5 6 ,5 6 3 -4 .
İSTH M O S - Peloponnesos yarımadasını anakaraya bağlayan kıstak. 1893'de Korint Kanalı açıldı. 253-4 ,301,553.
İTHAKA - Homeros'da İthake diye geçer. Ada. 105,124-5,160, 417-21,423-4,427,458 ,534 ,540 , 569-70.
KA PPADOKİA - Orta Anadolu'da, Toros Dağlan ile Karadeniz arasında kalan bölge. 19-20, 169-70, 222, 266 ,399,528.
KARİA - Anadolu'nun Akdeniz kıyısında bölge ve ülke. 95 ,155 , 158-62,164,166-68, 183, 189 ,247 ,260 ,262 , 264, 267 ,270 ,277 ,
280-1, 311,340, 362-3, 367, 369, 424, 426, 500.528 ,538 .
KAUNOS - Akdeniz kıyısında, Karia'da bir kent. Köyceğiz Dalyanı ağzında. 21,168, 507.
KEOS - Ege Denizi'nde ada. Kyklad'lardan.117 .219 .342 .534-6 ,557 .
KH İO S - Ege Denizi'nde ada. Sakız adası.158,161-2 ,266, 483, 530-1 ,533-7 ,539,540- 1.
K IB R IS - Eski adıyla Kypros. Akdeniz'de ada. 2 0 ,1 3 3 ,3 6 2 ,3 6 6 ,3 7 8 -9 ,3 8 1 ,3 9 1 ,3 9 3 ,497 ,501-2 ,506 ,508-10 ,534 , 541-2, 547,549,552.
K İL İK İA -O rta ve Doğu Akdeniz Bölgesi.155 ,166 ,368 ,378-9 .
KLAZO M EN Aİ - Anadolu'da kent. Çeşme yarımadasında on iki İoıı kentinden biri. 530-1.
KN İD O S - Ege'de kent. Datça yarımadası, Tekirburnu. 119,309.
K N O SSO S - Girit adasında kent. 21-2,116, 166 ,168,222, 234, 2 4 5 -6 ,271 ,274 ,279 ,300,362-4 ,375 , 3 98 ,479 ,508 , 534, 568.
KSA N TH O S - Batı Akdeniz bölgesinde kent. Kınık. Ayrıca Batı Akdeniz bölgesinde ırmak, Kocaçay. 157, 321, 507,531.
KYK LA D 'LA R - Ege Denizi'ndetakımadalar. 2 0 ,2 2 ,9 5 -6 , 161,163,167, 239-40, 2 6 4 ,3 6 7 ,4 1 8 ,4 2 4 , 527,538.
KYM E - Ege bölgesinde kent. On iki Aiol kentinden biri. Nemrut. 171, 528-30,534-7 ,554.
LA RİSSA -Y u n anistan 'd a Thessalia ' bölgesinde kent. 160,163, 175,251, 369,374,528.
L EM N O S- E g e Denizi'nde ada. 114,160, 162-6 ,173-4 ,181 ,188 ,190 , 192-3,263,265- 7 ,348 ,560-1 .
LESBO S - Ege Denizi'nde ada. Midilli. 160, 162,171 ,192-3 ,304-6 , 3 1 5 ,317 ,362 ,395 ,398 ,401-2 ,465 ,492 , 502 ,507 ,528-30 ,546 . 548, 553,583-4.
LO K R İS - Yunanistan'ın kuzeyinde bölge.161, 189 ,249-50 ,266 ,340 , 425,529 ,555 .
LYDİ A - Ege'de bölge ve ülke. 133 ,155 ,162- 6 ,1 6 8 ,1 7 0 ,1 7 3 ,1 8 9 ,2 7 7 ,3 1 3 , 394-5,398-9,465 .4 7 9 .5 2 8 .5 3 4 -5 ,5 4 1 ,5 4 5 .
LYKİA - Batı A kdeniz'de bölge ve ülke.Fethiye-Antalya arası. 91, 114,133-5,155-
Y e r A D L A R I D İ Z İ N İ 613
8 ,164 ,166-9 , 182,277, 318,321-2 ,363 , 374-5 ,393 ,476 ,531 .
M A İA N D RO S - Ege bölgesinde ırmak. Büyük Menderes. 21 ,170 , 367,507, 528.
M ARATHON - Yunanistan'ın Altikabölgesinde kent ve ova. 105,116, 160,254, 287, 345.
M EGARA - Yunanistan'da kent. 121-2,160- 1 ,2 2 3 ,2 5 3 ,2 6 2 -4 ,3 4 2 ,3 6 9 ,4 2 5 ,5 6 1 .
M EM İ’H İS - M ısır'da kent. 371,504-5.M ESSEN İA - Yunanistan'ın Peloponnesos
yarımadasında bölge. 117, 161, 182,190-1,239,247, 262,364, 3 6 7 ,391 ,405 ,425-6 ,538,544.
M İLETO S - Ege bölgesinde kent. Sökeovasının batısında. Balat. 157, 159-60,168,281,507, 530-1 ,541 ,542 ,544 .
M YKENE - Ya da Mvkenai. Yunanistan'da kent. 22-3, 156,2 İ 0 ,234, 239 ,242 ,247 , 268-70,362-4 ,366, 369 ,373-7 ,385-6 ,392 ,394 ,396-7 ,399 , 402 ,423 ,4 2 6 ,4 9 0 ,4 9 6 -7 , 4 9 9 -5 00 ,508-9 ,527-8 ,532 ,534 ,536 ,567 .
M Y T İL E N E -K en t. Lesbos adasında. 171, 530 ,532 ,541-2 ,558 .
N A U K RA TİS - Kent. Nil ırmağı ağzında Yunan kolonisi. 371 ,3 7 3 ,5 0 5 ,5 3 2 .
OLYM PİA - Yunanistan'da Elis bölgesinde kent ve tapmak. 107-8, 111. 160, 162, 182,186,210 ,225 , 262-, 270, 276,307, 395-8,
• 402.O RK H O M EN O S - Yunanistan'ın Boiotia
bölgesinde kent. 121 ,160 ,177-8 , 180,183- 8 ,247 ,2 5 3 , 263-4 ,363-4 ,366-7 ,382 ,388 ,392,554.
PA R N A SSO S - Yunanistan'da Delphoi yakınında dağ. 95 ,166 , 281.
PH O K İS - Yunanistan'da bölge. 381-2,394, 418,530.
PH RYG İA - Anadolu'da Phrvg'lerin yurdu. 113,155, 222, 225, 394,398-9 ,527 .
PRO PO N TİS - Marmara Denizi. 21, 162, 164, 171,266,531.
R O D O S - Ya da Rlıodos. A kdeniz'de ada.21, 95, 168,247, 309, 314-6, 342,345 ,367-8 , 3 7 1 ,3 7 8 ,3 9 1 ,5 0 7 ,5 3 4 .
SA M O S - Ege Denizi'nde, Kuşadası’nın günevinde ada. 99 ,158 , 160,209, 270-1, 315, 417, 420, 424, 492. 507, 530, 541, 544,548,556.
SA RD ES - Ege Bölgesi'ııde Lydia başkenti. Sarf. 21, 160 ,170 ,393 ,398 , 465, 507,548.
SK A M A N D R O S - Çanakkale bölgesinde ırmak. Küçük Menderes. 216,520.
SM YRN A - Ege'de kent. İzmir. 160,171,247, 528, 531,533-7.
SPARTA - Peloponnesos'da, Lakedaimon başkenti. 117 .135 ,137 ,160-1 ,190-1 , 209,218,225, 230, 247, 260-3 ,267-8 ,275, 302, 305-6 ,321 ,323 ,343 , 350 ,3 8 -7 ,4 0 2 ,4 2 1 , 4 2 4 -6 ,465 ,471 ,473 ,492 , 501-4,506, 509- 10, 529, 541-3, 547-9, 551, 553,556, 560, 569, 584.
SYRA K U SA - Sicilya adasında kent. Korinthos kolonisi. 21, 118-9 ,314,465,537,540, 555-6,558-9.
TEN ED O S - Ege Denizi'nde ada. Bozcaada.315,528.
T H E B A İ-Y u n an istan 'ın Boiotia bölgesinde kent. Mısır'da da bir Tlıebai kenti vardı. 23 ,95 , 113, 116 ,121 ,175 , 177-8,184,247, 275-6 ,319 ,3 2 8 ,3 3 3 ,3 6 2 -4 ,3 6 6 , 368, 371-3, 376, 382, 389, 392, 394,503, 505, 540,543,547,554.
T İG R İS - Anadolu'da ırmak. Dicle. 16,43.T İR Y N S -Y u n an istan 'ın Argoiis bölgesinde
kent. 23 ,156 ,269-70 , 272,363, 366,369, 374-5,396.
T R O A S -Ç an ak k ale bölgesi. Troya yöresi.161-3, 216,266-7 ,367, 395 ,5 2 8 ,5 3 4 ,5 5 8 .
TRO İZEN - Peloponnesos'da bir kent. 120-1, 1 6 1 ,2 3 7 ,2 5 2 ,2 5 4 ,2 6 3 -4 ,5 4 1 , 543,548.
TRO YA - Çanakkale bölgesinde kent. Truva. 2 1 ,2 3 ,1 1 6 , 156-7 ,161-2 ,178, 183, 188, 247, 249-51,265-8, 308, 315,318-20,339-40,3 48 ,353 ,361-2 ,3 6 6 ,3 6 9 ,3 7 8 -8 0 , 383,388, 392-3, 398-9,401-2, 405 ,407 ,4 1 0 -1 ,4 1 9 ,4 24 ,47 5 ,4 9 7 ,4 9 9 ,5 0 1 -7 ,5 1 0 -1 , 520, 525, 527-8 ,530.540-3 , 547, 549, 551, 558,562, 567-8.
ZAKYN TH OS - Yunanistan'ın batıkıyılarında ada. Zanta. 160, 302, 345, 378, 417,420.
T a r İ h ö n c e s İ E g e
Resimler Dizini
1. Dağkeçisi dansı: Yontmataş Çağı geyik boynuzu......................... 482. Athena ve yılan: Melos Adasından bir kabartma.......................1083. Gömüt tepesi ve yılan: Attika v a z o su .......................................... 1094. Ölüler şöleni: Lakonia kabartm ası.................................................1105. Kalkan üzerinde öküz başı: Attika v azosu .................................. 1146. Bir Filistinli: Mısır resm i......................................................................1557. Amazon: Attika v azosu ......................................................................1728. Ay tapımı: Minos'dan bir değerli ta ş ............................................. 2029. Bir Mainad: Attika vazosu.................................................................207
10. Nar tutan tanrıça: Attika yontusu.................................................... 20911. Domuz kurban eden kadın: Attika vazosu...................................21212. Kuyu başındaki kızlar: Attika v azo su ........................................... 21413. Artemis ile Aktaion: Attika v azo su ................................................21514. Üç yüzlü Hekate: T a k ı ......................... 22015. Persephone Hades'de: Attika vazosu. ...................................22316. Willendorf Venüsü: Yontmataş Çağı y on tu su ............................22717. Thessalia yontusu: Sesklo'dan bir terrakotta .............................. 22818. Küçük Minos Yontusu: Knossos'dan bir terrakotta................... 22919. Kyklad yontusu m erm er................................................................... 23320. "Kutsama devinimi": Knossos'dan bir tunç y o n tu ................... 23421. Yüzlü bir Troya çömleği..................................................................... 24022. Keçinin emzirdiği bebek: Minos m ü h rü .......................................24123. Çifte yüzlü Minos baltası: Knossos'dan değerli taş üstüne
o y m a ........................................................................................................ 24124. Minos boğa güreşi: Knossos'dan değerli taş üstüne oym a. . . 24225. Mykene tapım sahnesi: Mykene'den bir altın yüzük.................24226. Kutsal ağacın önünde dans: Mykene'den bir altın yü zük.. . . 24327. Demeter'in yükselişi: Terrakotta kabartma...................................24428. Demeter'in Pappas tipi: Eleusis'den bir terrak otta ................... 244
R E S İM L E R D İZ İN İ 6 1 5
29. Minos yılan rahibesi: Küçük yontu................................................... 24430. Britomartis: Lyttos'dan değerli taş üstüne o y m a ........................ 24531. Tanrının yere inişi: Minos m ührü..................................................... 24532. MinosTu rahip: Knossos'dan bir kabartm a....................................24633. Demeter ile Triptolemos: Attika tası................................................. 24634. Athena: Attika v a z o su ......................................................................... 24835. Athena, Erikhthonios ve Kekrops: Attika kabartm ası 25236. Athena ve Kekrops kızları: Attika vazosu...................................... 25337. Athena'nm doğumu sırasında Poseidon ve Hephaistos:
Attika vazosu........................................................................................... 25738 Ephesos'lu Artemis: Ephesos'dan bir küçük yon tu ....................25839. Ana-tanrıça ve ikizler: Attika vazosu...............................................25940. Artemis Orthia: Sparta'dan bir fildişi kabartm a...........................26141. Zeus ve Hera: Attika vazosu .............................................................. 27142. Minotauros: Knossos'dan bir sikke................................................... 27343. Etrüsk zırhı: Vetulonia'dan bir dikilitaş.......................................... 27744. İuno ile Herakles: Roma tunç yontusu.............................................27845. Apollon ile Artemis: Melos Adası'ndan bir vazo........................ 28046. Çift sürme: Attika v a z o s u ...................................................................29847. Çift sürme: Vari'den bir v a z o ............................................................ 29848. Zeytin hasadı: Attika vazosu.............................................................. 29949. Kır dansı: İonia vazosu......................................................................... 30050. Kura çekimi: Attika vazosu .................................................................31851. Kharit'ler: Attika duvar kabartm ası................................................. 33152. Matres Dea'lar: Avigliano'dan bir duvar kab artm ası 33553. Laussel Venüsü: Yontmataş Çağı o y m ası...................................... 33554. Minos gemisi: M ü hü r........................................................................... 35155. Oluk Gömüt Hanedam'nın altından yapılmış ölüm maskı . . 36456. Mykene'de yaban domuzu avı: Tiryns'den bir duvar resmi . 36457. Gemiye binme sahnesi: Tiryns'den bir m ü h ü r.............................36558. Mykene'deki Aslan Kapısı...................................................................36559. Perseus ve Gorgon: Attika v azosu ................................................... 37260. Minos'lular Mısır'da: Mısır resm i..................................................... 37361. Ege gemisi: Mısır r e s m i....................................................................... 37462. Ariadne, Theseus ve Minotauros: Altın ta k ı................................. 37563. Mykene'li kadın: Tiryns'den bir duvar resm i............................... 41264. Dansçılar: Attika v a z o s u .....................................................................43965. Müzik eşliğinde ekmek pişirenler: Boiotia'dan bir terrakotta 44566. Musa'lar Attika v a z o s u ....................................................................... 461
67. Alkaios ve Sappho: Attika v azosu ..................................................46768. Mykene'li dansçı: Vapheio'dan bir sü staşı...................................47469. Apollon ve lir: Attika vazosu.............................................................47770. Knossosİu kadınlar: Duvar resmi (onarılm ış)............................48071. Tanrıçanın yeryüzüne inişi: Minos mühür yüzüğü...................48072. Minos korosu: Terrakotta................................................................... 48173. Lir çalan Minos'lu: Hagia Triada Lahiti......................................... 48274. Karma koro: Attika v azo su ...............................................................48375. Lir çalan adam: Attika vazosu.......................................................... 48476. İçki şöleni: Attika şarap tası...............................................................48977. Dans eden genç kız: Attika şarap tası............................................. 49178. Dördüncü Oluk Gömüt'den bir altın ku p a...................................49679. Yaban domuzu dişinden tolga: Mykene iş i...................................49680. Aphrodite ile kuğu: Attika ku pası ...................................50181. Güvercin başlı Aphrodite: Kıbrıs terrakottası.............................. 50982. Koşu: Attika v azo su ............................................................................52183. İris: Attika vazosu................................................................................ 52484. Alt-Mykene askerleri: Mykene'den bir vazo................................ 52985. Kral Arkesilas: Lakonia kupası........................................................ 550
6 ı 6 T a r İ h ö n c e s İ E g e
617
Çizelgeler Dizini
I. Akrabalık Terim celeri.................................................................. 56-7II. Amerika Yerlilerinin Akrabalık Sistemlerindeki
Bozulmalar........................................................................................... 70III. Hint-Avrupa Akrabalık A dlığ ı......................................................73IV. İrokua B irliğ i.......................................................................................81V. Roma'nın Sabin ve Etrüsk Kralları............................................... 92VI. Tarihöncesi Yunan Süredizini........................................................96VII. Babayaniı Ardıllığın Evrimi.......................................................... 148VIII. Sisyphos S o y u .................................................................................. 156IX. Orkhomenos K ralları..................................................................... 179X. L ap ith 'ler........................................................................................... 180XI. Minias ile Tyro.................................................................................. 185XII. Eratosthenes'in Süredizini.............................................................362XIII. Argos So y ağ acı................................................................................ 370XIV. A iakidTer........................................................................................... 380XV. PelopidTer......................................................................................... 400XVI. Perieres ve Thestios..........................................................................424XVII. Homeros Kiilliya tı............................................................................541
6 l 8 T A R İ H Ö N C E S İ E G E
Haritalar Dizini
I. Doğu A kdeniz...................................................................................... 21II. Demeter T ap ım ları........................................................................... 121III. Ege'nin Tarihöncesi Halkları.......................................................... 160IV. Dimini Kültürü (Thessalia I I ) ....................................................... 175V. Artemis Tapım ları............................................................................. 263VI. Argos O v a sı........................................................................................ 269VII. Peloponnesos'daki Akha Yerleşim Merkezleri................... 386VIII. Thessalia A khaia 'sı........................................................................... 388IX. Odysseus'un K ra llığ ı.......................................................................417X. Anadolu ve Karadeniz.....................................................................507
YA K IN D A H O M ER ’D EN :
* Eski Yunan Toplum u Ü stüne İncelem eler İLK FİLOZOFLAR
G eorge Thom son Çeviren: M ehm et H. Doğan
* D ram anın Toplum sal Kökenleri Ü stüne B ir İncelem e A İSK H YLO S VE ATİNA
George Thom som Ç eviren: M ehm et Fİ. Doğan
İngiliz bilim insanı George Tbomson (1903-1987), Batı uygarlıklarına kaynaklık eden tarihöncesi Ege'yi toplumsal, sanatsal ve felsefi yönleriyle incelemek için yıllarını verdi. Thomson'ın bu çalışmalannın başyapıtı niteliğindeki Tarihöncesi Ege, Tunç Çağı'na denk düşen dönemde Ege' de anaerkil toplum düzeni, toprağın kullanım biçimleri, kentlerin gelişimi ve destanın doğuşunu inceliyor. Arkeoloji, antropoloji, sosyoloji, dilbilim gibi farklı bilim alanlarının olanaklarından yararlanan Thomson, Tarih öncesi Ege' de, insanlığın geçmişine bütünsel bir yaklaşım getiriyor, insan toplumunun kökenleri ve gelişimine olduğu kadar, bilim ve sanatın kökenleri ve gelişimine de ışık tutuyor.
Alanının en saygın çalışmalarından biri olarak kabul edilen bu yapıtı, Celal Üster'in, 1983 Azra Erhat Çeviri Ödülü'ne değer görülen çevirisiyle sunuyoruz.
Kapak resmi: Hagia Triada Lahti üzerindeki tören sahnesinden detay: Kadınlar
alayı. İ.Ö 15 yüzyıl. Herakleion Arkeoloji Müzesi, Girit.
ARKEOLOJİ VE EsKİÇAG TARİHİ: 54
• homerkitabevi } 1»11 Çar�ı Cad. ı\u: lJ.l 1 3443 J (;f/{ll/(/\ftrrll /str11ılml w1ını•. lıo111erbook�. rom
Recommended