View
27
Download
0
Category
Preview:
Citation preview
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI
NÜZHET HAŞİM’İN
MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU ESERİ
(METİN - İNCELEME)
YÜKSEK LİSANS TEZİ
ZEYNEP LAMİA GÜRLER
İSTANBUL 2007
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI
NÜZHET HAŞİM’İN
MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU ESERİ
(METİN - İNCELEME)
YÜKSEK LİSANS TEZİ
TEZ DANIŞMANI: DOÇ. DR. MURAT KOÇ
ZEYNEP LAMİA GÜRLER
İSTANBUL 2007
I
İÇİNDEKİLER DİZİNİ
Sayfa
İÇİNDEKİLER DİZİNİ I
ÖNSÖZ III
ÖZET V
SUMMARY VI
KISALTMALAR VII
GİRİŞ: Antoloji: Kavram ve Örnekler 1
I. BÖLÜM: Millî Edebiyat Kavramı ve Dönemi 8
II. BÖLÜM: Millî Edebiyat’a Doğru
II. 1. Millî Edebiyat’a Doğru Adlı Eserin İncelenmesi 20
II. 2. Millî Edebiyat’a Doğru (Metin) 31
II.2.1. Tarihimsi Bir Taslak 31
II.2.2. Mehmet Emin Bey 40
II.2.3. Rıza Tevfik Bey 51
II.2.4. İhsan Raif Hanım 59
II.2.5. Ziya Gökalp Bey 63
II.2.6. Ali Canip Bey 72
II.2.7. Celâl Sahir Bey 78
II.2.8. Ömer Seyfettin Bey 82
II.2.9. Kazım Nami Bey 86
II.2.10. Âkil Koyuncu Bey 89
II.2.11. Rasim Haşmet Bey 94
II.2.12. Köprülüzade Mehmet Fuad Bey 96
II.2.13. Ali Ulvi Bey 101
II.2.14. M. Nermi Bey 103
II.2.15. Fazıl Ahmet Bey 106
II.2.16. İbrahim Alâattin Bey 109
II.2.17. Yusuf Ziya Bey 112
II
Sayfa
II.2.18. Orhan Seyfi Bey 115
II.2.19. Enis Behiç Bey 118
II.2.20. Hakkı Süha Bey 121
II.2.21. İdris Sabih Bey 122
II.2.22. Halit Fahri Bey 123
II.2.23. Yahya Kemal Bey 125
II.2.24. Salih Zeki Bey 128
II.2.25. Hasan Zeki Bey 129
II.2.26. Faruk Nafiz Bey 130
II.2.27. Fikret, Nazif, Ekrem Beyler 132
SONUÇ 136
BİBLİYOGRAFYA 138
ÖZGEÇMİŞ 142
III
ÖNSÖZ
Genel kanıya göre 1911-1923 yılları arasını kapsayan Millî Edebiyat dönemi,
dilde sadeleşme ve edebiyatta millîleşme konusunda önemli adımların atıldığı bir
devredir. Dilde sadeleşme ve edebiyatta taklitten uzaklaşarak millî konulara yönelme
konusundaki tartışmalar Tanzimat’ın ilk yıllarında başlar. Şinasi halk dilini ölçü
alarak yola çıkar. Türk edebiyatının Arap, Fars ve Fransız edebiyatından uzaklaşarak
kendine dönmesi konusu da tartışılır. Mehmet Emin Yurdakul, 1897’de Türkçe
Şiirler’i yazmasıyla bir anda dikkatleri üzerinde toplar. Servet-i Fünûn döneminin
devam ettiği esnada yayımlanan bu şiirler sade Türkçe ile yazılması, hece vezniyle
millî konuları işlemesi açısından dikkat çeker. Bu sebeple Mehmet Emin, Millî
Edebiyat’ın öncüleri arasında kabul edilir. Bu süreç 1911’e kadar devam eder.
Millî Edebiyat konusundaki en önemli hareket Genç Kalemler hareketidir.
1911’de Ziya Gökalp, Ali Canib Yöntem ve Ömer Seyfettin önderliğinde gelişen
Genç Kalemler hareketi bu tartışmaları belli bir istikamette toplar. Harekete
katılanlar Türk dilinin başka dillerin kelime ve kurallarından kurtarılması ve
edebiyatta da millî konulara dönülmesi yolunda çaba gösterirler.
Nüzhet Haşim 1918 yılında kaleme aldığı Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserinde
Millî Edebiyat’ın oluşum süreci, ilk tartışmaları, harekete yön veren isimler ve
ikinci-üçüncü derecedeki katılımcıları üzerinde durur. Millî Edebiyat’ın ilk antolojisi
olması ve pek çok eserde bu antolojiye atıfta bulunulması dolayısıyla, bu dönem
hakkında yapılan araştırmalara katkıda bulunabilmek amacıyla, Nüzhet Haşim’in
henüz yeni yazıya aktarılmamış Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserini tez konusu
olarak seçtik ve değerlendirmeye çalıştık. Tez, iki bölümden oluşmaktadır. Millî
Edebiyat’a Doğru adlı eser bir antoloji niteliği taşıdığı için Giriş bölümünde
“antoloji” kavramı hakkında bilgi verdik. Antolojinin tanımı, ilk antolojiler ve Türk
Edebiyatı’nda antolojinin gelişimi üzerinde durduk.
Birinci bölümde Millî Edebiyat dönemi hakkında bilgi verdik. Burada
Tanzimat’tan Millî Edebiyat’a kadar Türk sosyal hayatındaki ideolojiler, Millî
Edebiyat kavramı, kapsadığı dönem üzerindeki tartışmalar, bazı yazarların Millî
Edebiyat hakkındaki görüşleri, milliyetçilik fikriyle kurulan cemiyetler ve hareketin
en önemli yayın organı olan Genç Kalemler dergisi üzerinde durup, dönemin önde
gelen sanatçılarını eser verdikleri türlere göre sınıflandırdık.
IV
İkinci bölümde Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserin incelemesini yaptık. Bu
bölümde Nüzhet Haşim’in Millî Edebiyat dönemi, bu dönemin oluşum süreci,
antolojide yer alan şairlerin edebî özellikleri ve edebiyatımıza katkılarına dair
söylediklerini değerlendirdik. Bu kısımda fazla derinleşmeyip Nüzhet Haşim’in
tenkitleri içinde kalmaya özen gösterdik. Çünkü Nüzhet Haşim, kitabında sadece
şahısların şairliği üzerine durmuş, hazırlamayı düşündüğü nesir kısmını yazamadığı
için yazarların nâsir yönlerini değerlendirememiştir. Bu kısa incelemeyi takiben
Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserin Latin alfabesine aktardığımız orijinal metnini
verdik. Araştırmalarımıza rağmen yazarın hayatı hakkında bilgi bulamadık.
Tezimin konusunu belirleyen, katkılarıyla bana yol gösteren danışman hocam
Sayın Doç. Dr. Murat KOÇ’a, dikkatleriyle bizi yönlendiren hocam Sayın Prof. Dr.
Sema UĞURCAN’a, hem fikir alışverişinde bulunduğumuz, hem de Fransızca
kelime ve terkiplerin çözümünde bize yardımcı olan hocam Sayın Prof. Dr. Emel
KEFELİ’ye ve bugüne kadar üzerimde emeği olan bütün hocalarıma teşekkürlerimi
sunuyorum.
Son olarak maddi manevi desteklerini her an hissettiğim ve haklarını hiçbir
şekilde ödeyemeyeceğim sevgili aileme, her koşulda yanımda oldukları için teşekkür
ederim.
ZEYNEP LAMİA GÜRLER
İSTANBUL 2007
V
ÖZET
Tez konusu olarak seçilen Nüzhet Haşim’in Milli Edebiyat’a Doğru adlı
eserinin incelenmesinde şu sıra takip edilmiştir:
Giriş bölümünde; eser antoloji niteliği taşıdığından antoloji kavramı, ilk
antolojiler, Türk Edebiyatı’nda antoloji konusu ele alınmıştır.
Birinci bölümde Milli Edebiyat dönemi üzerinde durulmuştur. Burada
Tanzimat’tan Milli Edebiyat’a kadar Türk sosyal hayatında tartışılan ideolojilerden,
Milli Edebiyat kavramından, Milli Edebiyat’ı besleyen ve Türkçülük fikriyle kurulan
cemiyetlerden, dönemin en önemli yayın organı olan Genç Kalemler dergisinden
bahsedilmiş ve Millî Edebiyat’ın genel hatlarıyla nasıl bir dönem olduğu ortaya
konmaya çalışılmıştır.
İkinci bölümde Nüzhet Haşim’in eseri kısaca değerlendirilmiştir. Bu
değerlendirmede Nüzhet Haşim’in Milli Edebiyat döneminin panoramasını nasıl
çizdiği ve yazarların edebi kişilikleri üzerindeki fikirleri ortaya konulmuştur.
Son olarak da Milli Edebiyat’a Doğru adlı eserin metni günümüz harflerine
aktarılmıştır.
VI
SUMMARY
In the analysing of the book Millî Edebiyat’a Doğru written by Nüzhet Haşim,
that order was followed.
In the entrance section since the book has an anthology character, the anthology
concept, first anthologies, the subject of anthology in Turkish Literature were
analysied.
In the first section the period of National Literature were analysied. At there the
ideologies being discussed in the Turkish social life from Tanzimat to National
Literature, the nation of National Literature, the societies that were founded in the
idea of Turkish Nationalizm and to feed the National Literature, the Genç Kalemler
one of the most important and widespread journal were analysied and in general what
kind of period the National Literature was worked to make it more clear.
In second section, the work of Nüzhet Haşim was evaluated shortly. In that
assesment how Nüzhet Haşim illustrated the panorama of National Literature and the
ideas of him on the characters of authors were exhibited.
Finally, the work named Milli Edebiyat’a Doğru was transfered into the
current alphabet.
VII
KISALTMALAR
A.g.e. : Adı geçen eser
Bkz. : Bakınız
Bs. : Basım
C. : Cilt
Haz. : Hazırlayan
Nr. : Numara
p. : Page
s. : Sayfa
tsz. : Tarihsiz
yyy. : Yayın yeri yok
Yay. : Yayınları
vb. : ve benzeri
1
GİRİŞ
ANTOLOJİ: KAVRAM VE ÖRNEKLER1
Antolojinin “Kısa şiir, öykü, nükteli şiir vb.lerin toplamı”2, “Kısa parçaların bir
koleksiyonu ya da genellikle farklı yazarlardan alınan özetler”3, “Seçme yazıları ya
da şiirleri bir araya toplayan kitap” 4 , “Edebiyat ve müzikte gerçek sanat eseri
değerindeki örnekleri içine alan derleme”5 gibi değişik tanımları yapılır. En genel
ifade ile antoloji “değişik yazarların kısa türlerdeki eserlerinden ya da genel olarak
bütün eserlerinden seçilmiş küçük parçaların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş
derleme” şeklinde tanımlanır.
Antoloji kelimesi Yunanca’daki “anthos” (çiçek) ve “legein” (toplamak)
kelimelerinin bir araya gelmesinden türemiştir. Eski Yunanca’da “anthologikha”
kelimesi “çiçeklerden yapılmış taç” ya da “çelenk” anlamını taşımaktadır. Türkçe’de
antoloji karşılığı olarak “güldeste” ve “seçki” kelimeleri kullanılır
Antoloji hazırlarken göz önünde bulundurulan nokta, bir yazarın en tipik
metinlerinin seçilmesidir. Ancak sanat izafî bir kavram olduğu için, çoğunlukla
hazırlayanın zevki ve kültürel zenginliği/birikimi yapılan seçmeyi tayin etmektedir.
1 Antoloji hakkındaki bilgiler aşağıdaki kaynaklardan derlenerek hazırlanmıştır: Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt II, Ana Yayıncılık, İstanbul 1987. Aytaç, Gürsel, Yeni Alman Edebiyatı Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1983. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt II, Gelişim Yayınları, İstanbul 1986. Canım, Rıdvan, Latîfî Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-Metin), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara 2000. Drabble, Margaret, The Oxford Companionto English Literature, Oxford University Press, Great Britain 1985. Encyclopædia Britannica, Volume II, U.S.A 1969. Gelişim Alfabetik Gençlik Ansiklopedisi, Cilt I, Gelişim Yayınları, İstanbul 1980. Grolier International Americana Encyclopedia, Cilt II, İstanbul 1993. İpekten, Halûk, Şair Tezkireleri, Grafiker Yayınları, Ankara 2002. İsen, Mustafa, Latîfî Tezkiresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990. Kasır, Hasan Ali, Mevlâ Şiirleri Antolojsi, Güldeste Serisi, Denge Yayınları, İstanbul 1997. Kılıç, Filiz, XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Akçağ Yayınları, Ankara 1998. Özdemir, Ahmet, Cönklerden Günümüze Halk Şairlerimiz, Veli Yayınları, İstanbul 1993. Özkırımlı, Atillâ, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Cilt I, Cem Yayınevi, İstanbul 1984. Türkiye Diyanet Vakfı İSLÂM Ansiklopedisi, Cilt XIV, İstanbul 1996. Yeni Hayat Ansiklopedisi, Cilt I, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul tsz. Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt II, Türkiye Gazetesi, İstanbul 1993. 2 Duffy, Charles, Pettit, Henry, A Dictionary of Literary Terms, Brown Book Company, New York 1953, p. 9. 3Encyclopædia Britannica, Volume II, U.S.A 1969, p. 27. 4 Grand Master 1 Genel Kültür Ansiklopedisi, Milliyet Yay., yyy. 1992, s. 65. 5 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/İsimler/Eserler/Terimler, Cilt I, Dergâh Yay., İstanbul 1997, s. 145.
2
Antolojiler hazırlanırken belirli bir dönemin değişik türlerdeki eserleri esas
alınabileceği gibi, tek bir yazarın değişik türlerdeki eserlerinden, herhangi bir edebî
türden, bir milletin edebiyatından ya da dünya edebiyatından seçilen parçalarla da
antolojiler oluşturulabilir. Antoloji hazırlayanın amacı her tür okuyucuya hitap
edebilecek örnekleri bir araya toplamak, ortak zevk ve beğeniye hizmet etmektir. Bu
durumu hazırlayanın beğenisi tayin edebileceği gibi, edebiyat tarihçilerinin görüşü de
tayin edebilir. Örneğin; Namık Kemal’in eserlerinden seçme yaparken “Hürriyet
Kasidesi”, Şinasi’nin eserlerinden seçme yaparken “Münacaat” ve “Reşit Paşa
Kasideleri”nin ihmal edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu eserler edebiyat tarihine
mal olmuştur ve de yazarlarının sanat anlayışlarını ortaya koyan, o devir edebiyatına
önemli tesirleri bulunan en tipik metinlerdir.
Antolojiler, genellikle belirli bir tür ya da konudaki eserlerden yapılan
seçmelerden oluşturulur. Örneğin “Şiir Antolojisi”, “Öykü Antolojisi”, “Okul
Piyesleri Antolojisi” gibi türler esas alınarak yapılanlar yanında; “Atatürk Şiirleri
Antolojisi”, “İstanbul Şiirleri Antolojisi”, “Çocuk Şiirleri Antolojisi” gibi belirli bir
konu esas alınarak yapılan antolojiler de vardır. Antolojiler şu şekilde
sınıflandırılabilir:
“1) Genel Antolojiler (Türk Şiiri Antolojisi, Halk Şiiri Antolojisi)
2) Dönem ya da Ekol/Okul Antolojileri (Servet-i Fünûn Antolojisi, 20. Yüzyıl
Şiir Antolojisi)
3) Tematik Antolojiler (Aşk Şiirleri Antolojisi, Gurbet Şiirleri Antolojisi)
4) Bir kişi için hazırlanan antolojiler (Atatürk Şiirleri Antolojisi)
5) Türlere/Şekillere Göre Düzenlenen Şiir Antolojileri (Münâcât Şiirleri
Antolojisi, En Güzel Koşmalar)
6) Kavram Antolojileri (Barış Şiirleri Antolojisi, Demokrasi Şiirleri Antolojisi)
7) Mısra/Dize, Beyit Antolojileri (Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde, Divan
Edebiyatından En Güzel Beyitler)
8) Yerel Antolojiler (Arapgirli Şairler Antolojisi, İstanbul Şiirleri Antolojisi)
9) Seçene ya da Seçilene Göre Derlenen Antolojiler (Okuyucuların Seçtiği
Şiirler Antolojisi, Elimle Seçtiklerim, Namık Kemal)
10) Şairlerin Kimliğine Göre Hazırlanan Antolojiler (Kadın Şairler Antolojisi,
Asker Şairler Antolojisi, Genç Şairler Antolojisi)
11) Çeviri Şiiri Antolojileri (Batı Edebiyatından Seçmeler)
12) Şiir Yıllıkları (Yeni Şiirler 1957, Adam Şiir Yıllığı 1999)
3
13) Diğer (Bir dergiden, bir tören ya da anma gecesinden derlenmiş antolojiler
gibi.)”6
İlk Antoloji Örnekleri
Bilinen ilk antoloji Eski Yunanlılar tarafından derlenmiştir. Çelenk adı verilen
bu antolojinin derleyicisi Gadaralı Meleagros’tur. Meleagros antolojisinde 300’ün
üzerinde yazarın 6000 kısa şiirinden seçmeler yapmıştır. Yazar, bu antolojide kendi
şiirlerine de yer vermiştir. Esere daha sonraki yıllarda eklemeler yapılmıştır. I.
yüzyılda da Makedonyalı Philippos buna benzer bir antoloji hazırlamıştır.
II. yüzyılda ise, Diagenianus Anthalogion adı verilen bir derleme yapmış ve ilk
kez “antoloji” kavramını kullanmıştır. Aynı tarihlerde Sardeisli Straton da bir şiir
antolojisi derlemiştir.
Agathias’ın VI. yüzyılda derlediği antolojide ilk defa şiirler konularına göre
ayrılır. Konstantinos Kephalaos, IX. yüzyıl sonlarında adı geçen bu antolojileri tek
ve büyük bir derleme içinde birleştirir. X. yüzyılda elden geçirilerek zenginleştirilen
bu antoloji, kendi türünde dünyanın en tanınmış derlemeleri arasındadır ve o dönem
edebiyatı için büyük bir kaynaktır.
Bu dönemden sonra: “Batılılar’ın dikkatini çeken ilk Yunan antolojisi 1301
yılında Maximus Planudes’in hazırladığı antoloji olur. Latin antolojilerinin en
önemlisi ise Codex Selmasianus adındaki eserdir.”7
XVII. yüzyılın başlarında bir Yunan antolojisi bulunmuştur. Bu antoloji
Heidelberg’deki Palatine Kütüphanesi’nde bulunduğu için Palatine Yazması
adıyla da anılmaktadır. Palatine Yazması 15 kitaptan oluşmaktadır ve Yunan
antolojilerinin temeli olarak kabul edilmektedir.
Rönesans döneminde lirik şiir türünde hazırlanan antolojiler ön plândadır ve bu
dönem şiir antolojileri açısından önemli bir dönemdir. İngiliz dilindeki antolojilerin
en ünlüleri arasında, 1557’de Richard Tottel tarafından yayımlanan England’s
Helicon ilk sırada yer alır. Bu eser Tottel’s Miscellany adıyla da anılmaktadır.
Bunun dışında bir başka örnek ise Fransızca yayımlanan ünlü Le Parnasse
Contemporain (1866-1876) adındaki antolojidir. Thomas Percy’nin Reliques of
Ancient English Poetry’si (1765) de önemli halk şiiri antolojilerinden biridir.
6 Hece, Türk Şiiri Özel Sayısı, Yıl: 5, Sayı: 53/ 54/ 55, Mayıs/ Haziran/ Temmuz 2001, s. 584-585. 7 Yeni Hayat Ansiklopedisi, Cilt I, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul tsz, s. 286.
4
Herder’in Volksdichtung’u Alman Edebiyatı için önemli bir eserdir. Herder
halk edebiyatına yönelik çalışmalarını derlediği bu eserde İncil ve Tevrat’ta adı
geçen kavimlerin şiirlerine, ilâhilere; Homeros, Dante ve Shakespeare gibi şairlere
yer vermiştir. Herder, Stimmen der Völker (Halkların Sesi) adlı antolojisinde de
değişik milletlerin halk türkülerini derlemiştir. Herder’in bu antolojisi daha sonraki
çalışmalara kaynak teşkil etmiştir.
XIX. yüzyıldaki antolojilerin dikkat çeken özelliği, İngilizce konuşulan
ülkelerdeki antolojilerin, kronolojik şekilde düzenlenmeye başlanmasıdır. Bu
antolojilerde, eleştirel eserlerin yanında edebiyat tarihine has değerlendirmeler yapan
makaleler de yer alır. Bu konudaki en önemli örnek ise Thomas Campbell’in
derlediği Specimens of the British Poets (1819: İngiliz Şairlerinden Örnekler)
adlı eserdir. Almanca konuşulan ülkelerdeki halk şarkılarının derlendiği Des Knaben
Wunderhorn (1805-08: Çocuğun Sihirli Boynuzu) adlı antoloji de döneminde
büyük beğeni toplayan ve ses getiren derlemelerdendir. Yine bir lirik şiir antolojisi
örneği olan Francis Turner Palgrave’ın Golden Treasury’si (1861: Altın Hazine)
ortak zevkleri biçimlendirmesi bakımından önem taşır.
XX. yüzyılda iki antoloji dikkati çeker. Bunlardan “Harriet Manroe ve A.C.
Henderson tarafından yayıma hazırlanan The New Poetry (1917: Yeni Şiir) tarihsel
öneminden dolayı, Robert Bridges’ın Spirit of Man (1916: İnsan Ruhu) antolojisi
de düzyazı ve nazım örneklerini seçmedeki yetkinliğinden dolayı sözü edilmeye hak
kazanır.”8 Bu iki eserin dışında F. O. Matthiessen’in The Oxford Book of American
Verse (1950) adlı eser Amerikan şiiri için önemli bir derlemedir. Bu antoloji bir el
kitabı olarak basılmıştır.
Gibb’in 1900 yılında ilk cildini yayımladığı A History of Ottoman Poetry
(Osmanlı Şiir Tarihi) edebiyat tarihi olmakla beraber, Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî’den Ziya Paşa’ya kadar Türk Edebiyatı’nda ortaya konan şiir örneklerinden
seçmeler yapması bakımdan antoloji niteliği taşıyabilir. Eser Gibb’in ölümünden
sonra Osmanlı Şiir Tarihi adıyla Browne tarafından altı cilt hâlinde tamamlanmıştır.
8Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt II, Ana Yayıncılık, İstanbul 1987, s. 172.
5
Türk Edebiyatında Antoloji
Antoloji kelimesi Türk edebiyatında ilk olarak 1929 senesinden itibaren
kullanılmaya başlanmıştır. Antoloji kavramı kullanılmadan önce bu türde yazılan
eserlere “nazîre mecmuaları, mecmualar, güldeste, cönk, tezkire, müntehâbât,
numuneler” gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bunlar arasında antoloji kelimesinin
karşılığı olarak en çok “güldeste” kabul görmüştür.
Türk edebiyatının ilk antolojileri Divan edebiyatı dönemine aittir. Divan
edebiyatındaki nazîre mecmuaları ile şuara tezkireleri bu dönemdeki şiir
antolojilerinin ilk örnekleri olarak kabul edilmektedir.
Divan edebiyatı sahasındaki ilk antoloji Ömer İbni Mezîd’in 1436 yılında
hazırladığı Mecmuatü’n-Nezâir’dir. Bu eserde XIII, XIV ve XV. yüzyıl başlarında
yaşamış 83 şaire ait 397 şiir bulunmaktadır. Bundan sonra bahsedilmeye değer ilk
antoloji ise Hacı Kemal tarafından derlenen Câmiü’n-Nezâir adındaki eserdir
(1512). Eserde 266 şairin eserlerinden seçme şiirler vardır. Eski edebiyatımızda
derlenen antolojilerin en ünlüsü Edirneli Nazmi’nin 1523 yılında hazırladığı
Mecmuatü’n Nezâir’dir. Eser XIV, XV ve XVI. yüzyıllarda yaşamış 243 şairin
şiirlerinden yapılan seçmelerle derlenmiştir.
XVII. yüzyıla ait olan Metâliü’n-Nezâir Peşteli Hisalî tarafından iki cilt
olarak hazırlanmıştır. Divan edebiyatımızda şairler hakkında bilgi veren ve “Şuarâ
Tezkiresi” adı verilen eserler de birer antoloji örneği sayılabilir:
“Edebiyatımızda şuara tezkiresi yazma geleneği Anadolu’dan önce Çağatay
sahasında başlar. İlk tezkire örneği Ali Şir Nevâyi’nin yazdığı Mecâlisü’n-nefâis’tir.
XV. asırda Orta Asya ve İran’da yaşayan birçok şairi içinde toplayan bu eserde,
Nevâyi kendisinden önce yaşamış şairlerle birlikte Sultan Hüseyin Baykara devrinin
bütün şairlerini de tezkiresine eklemiştir. Eserini sekiz bölüme ayıran Nevâyi, bu
bölümlerin her birine ‘meclis’ adını vermiştir. Ali Şir Nevâyi’nin bu tezkiresinde
toplam 455 şair yer alırken, bunlardan 43 şair Türk veya Türkçe şiir yazan Acem
şairlerdir. Türk edebiyatının ikinci, Anadolu sahasının ilk tezkiresi Edirneli Sehî
Bey’in Heşt Behişt adlı eseridir.”9 İçinde 229 şairin yer aldığı bu eser 1538’de
Edirne’de tamamlanmış ve Kanunî Sultan Süleyman’a takdim edilmiştir.
9 Rıdvan Canım, Latîfî, Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-Metin), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları, Ankara 2000, s. 2-4.
6
Sehî Bey’in eserinden sonra Lâtifî’nin Tezkiretü’ş-şuarâ ve Tabsıra-i
Nuzemâ adıyla dönemin padişahı Kanunî Sultan Süleyman’a sunduğu eser gelir.
Lâtifî, tezkiresinde şairleri alfabetik olarak sıralamış ve bu tarz bazı istisnaları
dışında Türk tezkireciliğinin takip edilen tertip tarzı olmuştur. Sehî ve Lâtîfî’den
sonra kaleme alınan üçüncü tezkire Ahdî’nin Şehzâde Sultan Selim adına yazmış
olduğu Gülşen-i Şuarâ’sıdır. Son tezkire ise Fatin’in Hatimetü’l-Eş’ar adıyla
yazdığı ve daha sonra Şinasi tarafından düzenlenen tezkiresidir.10
Halk edebiyatında ise âşıkların şiirlerinin derlendiği cönkler de antoloji
türündeki eserler arasında sayılabilir. “Cönklerde saz ve tekke şairlerimizle
folklorumuzu, mecmualarda Arap-Fars dil ve edebiyatının tesirindeki medrese-
mektep mensuplarının manzum, mensur edebî, dinî, tarihî ve tasavvufî eserlerinden
yapılmış seçmeleri görürüz.”11
XIX. yüzyıldan itibaren antoloji karşılığı olarak “müntehâbât” kelimesi
kullanılır. Batı edebiyatı örneklerine benzer antolojiler Tanzimat’tan sonra
yazılmıştır. Refik ile Tevfik’in hazırladığı üç ciltlik Letâif-i İnşâ adlı eserde, Divan
edebiyatı yazarlarının mektuplarından yapılmış seçmeler bulunmaktadır. Ziya
Paşa’nın hazırlayıp 1874 yılında üç cilt olarak yayımladığı Harâbât bu dönemin en
önemli antolojisidir. Ziya Paşa’nın eserin mukaddimesinde basit de olsa
edebiyatımızın bir tarihini yapması, kendi şairliğinden, şairliğin şartlarından
bahsetmesi, bir edebiyat coğrafyası fikrini tartışmaya açması esere önem katan
sebeplerin başında gelir. Ebüzziya Tevfik’in hazırladığı ve gördüğü ilgi dolayısıyla
altı defa basılan Numûne-i Edebiyât-ı Osmaniyye adlı eser de, bu dönemin en
önemli antolojilerinden kabul edilir.
Tanzimat döneminin nesrinden örnekler veren önemli antolojilerden iki tanesi;
Emin Osman’ın 1881 yılında hazırladığı Hadîkatü’l-Üdebâ adlı eseri ve 1884’te
Mustafa Reşit tarafından hazırlanan ve iki cilt halinde yayınlanan Müntehâbât-ı
Cedîde’dir. Mustafa Reşit eserinin birinci cildinde nesir, ikinci cildinde şiir örnekleri
vermiştir.
Daha sonraki yıllarda hazırlanan antolojilerden en önemlisi Bulgurluzâde
Rıza’nın üç ciltlik Bedâyi-i Edebiyye adlı eseridir. Bundan sonra Midhat Cemal
10 Bu konu için bkz: Ömer Faruk Akün, “Şinasi’nin Bugüne Kadar Ele Geçmeyen Fatin Tezkiresi Baskısı” İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. XI, 1961, s. 67-98. 11 Ahmet Özdemir, Cönklerden Günümüze Halk Şairlerimiz, Veli Yayınları, İstanbul 1993, s. 9-10.
7
Kuntay’ın Nefâis-i Edebiyye adlı eseri gelir. Bu eserde şiir ve nesir türünden yapılan
seçmeler bulunmaktadır.
Cumhuriyetten sonra antoloji hazırlama geleneği devam eder. Bu dönemde
düzenlenen antolojiler türlere göre ayrım özelliği gösterir ve şiir-nesir antolojileri
şeklindedir. Akademik düzeyde hazırlanan ve edebiyatımızın farklı yazar ve
dönemlerinden seçmeleri alan Mehmet Kaplan ve öğrencilerinin hazırladığı
antolojiler, bu dönemde büyük bir boşluğu doldurmuştur. Bu antolojiler:
“1) Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi I, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Birol Emil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1974.
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Birol Emil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1978.
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi III, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Birol Emil, Zeynep Kerman, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.,
İstanbul 1979.
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi IV, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Birol Emil, Zeynep Kerman, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.,
İstanbul 1982.
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi V, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Birol Emil, Zeynep Kerman, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Yay., İstanbul 1989.
2) Atatürk Devri Türk Edebiyatı I-II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Zeynep Kerman, Necat Birinci, Abdullah Uçman, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 1981.
3) Atatürk Devri Fikir Hayatı I-II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Zeynep Kerman, Necat Birinci, Abdullah Uçman, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 1981.
4) Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal
I-II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, Necat Birinci,
Abdullah Uçman, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992, 2. bs.” 12
Bunların yanı sıra, konularına göre hazırlanan antolojiler göze çarpar.13
12 İnci Enginün’e Armağan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997, s. 19-22. 13 Cumhuriyet dönemi başta olmak üzere Yeni Türk Edebiyatı’nda hazırlanan antolojiler için bakınız. Hece, Türk Şiiri Özel Sayısı, Yıl: 5, Sayı: 53/ 54/ 55, Mayıs/ Haziran/ Temmuz 2001.
8
I. BÖLÜM
MİLLÎ EDEBİYAT KAVRAMI VE DÖNEMİ14
Millî edebiyat kavramından bahsetmeden önce bu edebiyatın oluşma süreci
üzerinde durmak gerekir. Bu süreci oluşturan en önemli sebep XVIII. yüzyıl sonu ile
XIX. yüzyıl başlarında dünyada gelişen olaylar ve bu olayların Osmanlı
İmparatorluğu üzerindeki etkileridir. Modern anlamda 1789 Fransız İhtilâli ile
dünyada başlayan milliyetçilik fikri XIX. yüzyılın başlarında Osmanlı
İmparatorluğu’nun da kapısına dayanır. Asırlardır Osmanlı çatısı altında yaşayan
milletlerde milliyetçilik fikri uyanmaya başlar. Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat
Fermanı ve ardından çeşitli fikir akımları ile bünyesinde barındırdığı milletleri bir
arada tutmaya çalışır. Osmanlı aydınlarının kurtuluş çaresi olarak gördüğü fikir
akımlarını şu şekilde sıralayabiliriz:
14 Bu bölümdeki bilgiler aşağıdaki kaynaklardan derlenmiştir: Akçuraoğlu, Yusuf, Türkçülük ve Dış Türkler, Toker Yayınları, İstanbul 1990. Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1990. Argunşah, Hülya, “Millî Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-2000), Editör: Ramazan Korkmaz, Grafiker Yayınları, Ankara 2004. Atsız, Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul 1992. Banarlı, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1987. Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yayınları, İstanbul 1991. Ercilâsun, Bilge, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit: 1. Türkçü Tenkit, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1995. Genç Kalemler Dergisi, Hazırlayanlar: İsmail Parlatır-Nurullah Çetin, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1999. Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara tsz. Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, Cilt III, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1966. Kocahanoğlu, Osman Selim, Milli Edebiyat Hareketi ve Beş Hececiler, Toker Yayınları, İstanbul 1987. Levend, Âgâh Sırrı, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1961, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1988. Meydan Larousse, Büyük Lûgat ve Ansiklopedi, Cilt VIII, Meydan Yayınevi, İstanbul 1978. Öksüz, Yusuf Ziya, Türkçe’nin Sadeleşme Tarihi, Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1995. Öztürkmen, Arzu, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 1998. Tanpınar, Ahmet Hamdi, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Yayınları, İstanbul 1985, (6.bs.). Temir, Ahmet, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987. Tuncer, Hüseyin, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990. Türkiye Diyanet Vakfı İSLÂM Ansiklopedisi, Cilt XXX, İstanbul 2005. Ünlü, Mahir – Özcan, Ömer, 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1987. Ünaydın, Ruşen Eşref, Diyorlar ki, (Haz. Şemsettin Kutlu), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985. Yetiş, Kâzım, “Millî Edebiyat Anlayışı”, İlmî Araştırmalar, Nr: 8, İlim Yayma Cemiyeti, İstanbul 1999.
9
1) Osmanlıcılık
“Osmanlıcılık fikrine göre; ırk, dil, tarih, gelenek gibi milleti meydana getiren
unsurlar mühim değildir, esas olan İmparatorluğun bütün tebaasını bir millet hâlinde,
bir çatı altında toplamaktır.”15
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre Osmanlıcılık fikri Islahat Fermanı’nın doğal
sonuçlarından biridir. Âli ve Fuat Paşalar, Namık Kemal ve Ahmet Midhat Efendi bu
fikrin en önemli savunucularıdır.16 Tanzimat’ın başında ortaya çıkan ve aydınlar
arasında geniş bir kabul gören Osmanlıcılık fikri II. Abdülhamid tarafından da
desteklenmesine rağmen Balkan milletlerinin bağımsızlık yönündeki hareketleri
sonucunda başarılı olamamış, önemini kaybetmiştir.
2) İslâmcılık
Osmanlıcılık fikri azınlıkların imparatorluktan kopmasını engelleyemez. Bu
kez çöküşün ümmetçilik fikriyle engellenebileceği düşünülür. Ümmetçilik anlayışı;
çok geniş coğrafyada yaşayan Müslüman unsurları, halifeliğin gücünden de
yararlanarak din faktörü etrafında toplamak fikrine dayanır. Fakat bu fikir de
Osmanlıcılık gibi varlığını sürdüremez. İslâmcılık fikri Arap ve Arnavut gibi
Müslüman milletlerin dahi bağımsızlık düşüncelerine engel olamaz.
3) Türkçülük
Ülkenin kurtuluşu için ortaya atılan bu fikirler başarısız olunca artık devleti
kuran unsurun kurtuluşu gerçekleştireceği anlaşılır. Bu sebeple devletin kurucusu ve
asıl unsuru olan Türkler de milliyetçilik fikrinden geç de olsa etkilenerek kendi
benliklerine sahip çıkma, kalan topraklarını koruma bilinciyle harekete geçerler.
Türkçülük fikriyle amaçlanan uzak mefkûre dünya üzerindeki tüm Türklerin “Tûran”
çatısı altında birleştirilmesidir. Böylece “Tûran” Ziya Gökalp’in ifadesiyle “Türkleri
içine alan birliğin adı”17 olur.
Nihal Atsız Türkçülüğü, “Türk milliyetçiliğinin adı”18 olarak ifade eder ve
Türkçülüğün dört kaynaktan geldiğini söyler:
15 Hüseyin Tuncer, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 26 16 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Yayınları, İstanbul 1985, (6.bs.), s.152. 17Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 1000 Temel Eser, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara tsz, s. 26. 18 Atsız, Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul 1992, s. 11.
10
“1) Kökü çok eski olan Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan
milliyetçilik.
2) Tanzimat’tan sonra Avrupa’daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir
hareketin bizde tatbik olunmasını isteyen milliyetçilerin hareketi.
3) Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki.
4) Türkler’in 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdikleri
felâketlerin verdiği uyanıklık.”19
Balkan Savaşları sonrasında İmparatorluk bünyesindeki diğer unsurların
imparatorluktan ayrılma çabaları artarken, Türkçülük büyük bir hızla gelişme
gösterir. Bu gelişmeye hız katan şüphesiz kurulan dernekler ve Türkçü yazarların
kalemleriyle desteklediği gazete ve dergilerdir. Millî Edebiyat dönemi de bu şartlar
altında teşekkül eden bir dönemdir.
Türkçülük akımı Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
yıllarında Anadolu’da ulusal direniş hareketlerini birleştirici bir etki yapmıştır.
Millî Edebiyat Kavramı
Millî Edebiyat döneminin başlama ve bitiş tarihleri konusunda değişik görüşler
vardır. Bu tarihlerin tam olarak netleştirilememesi ise bu dönemin bir beyanname
ile başlamamasına bağlanır. Orhan Okay, Sadık Tural ve Kenan Akyüz Millî
Edebiyat’ın başlangıç tarihini 1908 olarak kabul ederler. Orhan Okay sona eriş
tarihini Cumhuriyet’in ilk yıllarına götürürken, Sadık Tural 1922’yi, Kenan Akyüz
de 1923’ü bitiş tarihi olarak kabul eder. Kenan Akyüz bu tarihi daha sonra 1938’e
kadar çekecektir. Ahmet Kabaklı Millî Edebiyatı 1908 Meşrutiyeti’nin ilânı ile
başlatıp, bitişini de 1940 yılına götürür. İnci Enginün bu süreci 1911 Genç Kalemler
dergisi ile başlatıp, 1940 yılı ile sonlandırır. Değişik görüşlere rağmen genel kanı bu
edebiyatın 1911-1923 yılları arasında gerçekleşen bir süreç olduğudur.
Bu dönem yazar ve şairleri ülke sorunlarına eserlerinde geniş yer vermişler,
halkta Türklük bilincini uyandırmaya çalışmışlardır. Bunu yaparken de sade bir dil
kullanmışlar ve millî veznimiz olarak kabul edilen hece veznini benimsemişlerdir.
Hülya Argunşah bu dönem ve adlandırılması hakkında şunları söyler:
19 A.g.e., 12.
11
“Edebî dönemlerin adlandırılması bilindiği gibi edebiyat tarihi öğretiminde
kolaylıklar sağlamaktadır. Yeni Türk Edebiyatı sahasında da üzerinde zaman
zaman tartışılmasına, konuyla ilgili farklı görüş ve tekliflerin bulunmasına ve
etraflarında gerçek bir fikir birliğinin oluşamamasına rağmen genel olarak işaret
ettiği yılları, edebî faaliyetleri düşündüren isimlendirmeler kullanılmaktadır. Millî
Edebiyat kavramı da bunlardan biridir. Kavram ilk kullanıldığı tarihten itibaren
“millî edebiyat, gayri millî edebiyat, milliyetperver edebiyat, milliyetçi ya da Türkçü
edebiyat” ile birlikte düşünülmüş, bu kavramların tamamını ya da bir kısmını
karşıladığı/karşılayabileceği konusu konuşulmuş, ancak tam bir açıklık
kazanamamasına rağmen bir terim gibi kullanılmaya başlanmıştır. Şimdilik ‘Millî
Edebiyat’ adlandırılmasının, Türk edebiyatında milliyetçilik akımıyla birlikte ortaya
çıkan ve millî devletin kuruluşuna kadar olan zaman diliminde devam eden, millî
kimliğin ortaya çıkışını sağlayan ve çok yönlü bir edebiyat faaliyetini içerisine alan
anlamı karşıladığı görülmektedir.”20
1937 yılında Nusret Safa Coşkun Açıksöz gazetesinde dönemin önde gelen
sanatçılarına “Millî Edebiyat nedir?”, “Millî Edebiyat’ın vasıfları nelerdir?”, “Millî
şair kimdir?”, “Biz Nasıl Millî Bir Edebiyat Yaratabiliriz?” gibi sorular yönelterek
bir anket yapmıştır. Bu ankette Millî Edebiyat kavramının farklı tanımları
yapılmıştır. Yazarlarımız bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirmişlerdir:
Hüseyin Cahit Yalçın: “Bence Millî Edebiyat, yabancı milletlerin edebiyatına
mukabil bir milletin edebiyatı demektir. ... Millî Edebiyat demek mutlaka köylüden,
avamdan, vatandan, Türklük idealinden, eski Türkler’den, harpten ve hürriyetten
bahseden edebiyat demek de değildir. Bir eserin sanat ve edebiyat hudutlarından içeri
girmesi kâfidir. Benim milletimden ve vatanımdan olan her Türk’ün edebî eseri
benim için millî edebiyattır. Bir milletin hudutları ve eserleri arasında millî edebiyat,
gayri millî edebiyat mülâhazalarına yer yoktur. Sadece edebiyat aranabilir, sanat
düşünülebilir.”21
Fuat Köprülü: “Millet medlûlü bizde henüz pek yeni anlaşıldığı için şimdiye
kadar ‘Millî Edebiyat’ ihtiyacı ve bunun ne demek olduğu, zarurî olarak
anlaşılamadı. ‘Millet’ nasıl yeni bir telâkki ise ‘Millî Edebiyat’ da aynı suretle bizim
için yeni bir telâkkidir ve ‘millet’ nasıl asrî bir cemiyet demekse ‘Millî Edebiyat’ da
20 Hülya Argunşah, “Millî Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-2000), Grafiker Yayınları, Ankara 2004, s. 165. 21 Nusret Safa Coşkun, Millî Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?, İnklâp Kitabevi, İstanbul 1938, s. 5
12
‘asrî edebiyat’ yani millî şahsiyeti en yüksek derecede gösteren ‘ibdaî edebiyat’
demektir.”22
Yakup Kadri Karaosmanoğlu: “Millî Edebiyat bir millete has karakteristikleri
samimiyetle gösteren edebiyattır.”23
Halit Ziya Uşaklıgil: “Asırlardan beri, Divan Edebiyatında olsun, Halk
Edebiyatında olsun, hatta daha genç zamanların edebî mahsullerinde olsun Türk
dimağından, Türk ruhundan ne doğmuşsa işte Türk’ün millî edebiyatı odur. O şart ile
ki bunlar bililtizam yapılmış birer taklit eseri olmasın.”24
Yunus Nadi: “Millî olmayan edebiyat olur mu? Her milletin edebiyatı
kendisinindir. Herhangi bir edebî eser hangi dilde yaratılmışsa o dili konuşan millî
varlığın malı olan, yani o eser yaratıldığı dilin milletine nispetle millî mahiyetini
almış bulunur. Başka milletlerin edebiyatlarından tercümelerin bu millî ve gayri millî
edebiyat mevzuunda yerleri olmayacağını söylemeye hacet bile görülmez.”25
Şükûfe Nihal Başar: “Bizde Arap, Acem veya Garp taklitçiliğinden kurtulmuş
olan her edebiyat bence millî edebiyattır. Bunları örnek olarak almayan; kalbini,
gözünü kendi muhitinin varlığına çevirmesini bilen her sanatkâr da millî
sanatkârdır.”26
Yusuf Ziya Ortaç: “Bir milletin düşünüş, duyuş hususiyetlerini kendi diliyle
ifade eden edebiyattır.”27
Halit Fahri Ozansoy: “Bir milletin görüş, hissediş ve yaşayış tarzlarını hususî
renkler içinde aksettiren edebiyattır.”28
Necip Fazıl Kısakürek: “Hudutları, iklimi, dili, duyuş ve düşünüş tarzlarıyla
başkalarından fark kabul etmiş bir millete ait her türlü edebî mahsul millîdir. Millî
Edebiyat, ait olduğu camiaya gizli veya aşikâr bir nisbet kurmuş olan edebiyattır.”29
Âgâh Sırrı Levend: “Bir eser ister yeni, ister eski olsun ister yabancı, ister yerli
mevzuları ihtiva etsin; mensup olduğu milletin ruhunu, zevkini ifade ettiği için
o eser o millete aittir. Yani millîdir. ... Millî Edebiyat’ın en birinci vasfı taklit
olmayıp orijinal olması, mensup olduğu milletin ruhundan fışkırarak kendi kendini
22 A.g.e., s. 10 23 A.g.e., s. 20. 24 A.g.e., s. 25. 25 A.g.e., s. 29. 26 A.g.e., s. 53. 27 A.g.e., s. 73. 28 A.g.e., s. 99. 29 A.g.e., s. 138.
13
yaratmış olmasıdır. Hayatla alâkasını kesmiş, yapma, taklidî ve mücerret bir
edebiyatın millî vasfını taşımasına imkân yoktur.”30
Âgâh Sırrı Levend ankete verilen cevapları üç başlık altında toplar:
“1) Bir eser ister yeni, ister eski olsun, mensup olduğu milletin belirli bir
dönemdeki duygularını, düşüncelerini, zevklerini belirttiği için millîdir. Böyle olunca
millî edebiyat gereksiz bir deyim sayılır. Millî olmayan edebiyat yoktur. Her milletin
edebiyatı o milletin malıdır. Bir Fransız’ın yazdığı eser Fransızlar için ne kadar millî
ise, bir Türk’ün Türkçe yazdığı eser de Türkler için o kadar millîdir.
2) Millî Edebiyat değil, milliyetçi edebiyat vardır. Nasıl ki Fransız edebiyatında
“littérature nationale” diye bir deyim yoktur. “Littérature nationaliste” vardır. Bu,
milliyetçiliği her vasfın üzerinde tutan bir edebiyattır.
3) Millî Edebiyat, milliyet şuuruyla beslenip gelişen bir edebiyattır. Millet
fikrinin ve millî şuurun bulunmadığı çağlarda millî edebiyat olamaz. Bu edebiyat,
dili, özü ve özelliğiyle milletin olmalı, kendi ruhundan fışkırmalı ve onun bütününü
temsil etmelidir ki, millî vasfına lâyık olsun. Bu bakımdan eski edebiyatımıza millî
vasfını veremeyiz.”31
Âgâh Sırrı Levend daha sonra kendi “Millî Edebiyat” tanımının bu sıralamanın
üçüncü maddesine dahil olduğunu söyler ve Millî Edebiyat kavramının bir başka
tanımını da şöyle yapar: “Millî Edebiyat, ümmet devrinin son kalıntılarını da atarak,
millî şuur içinde kendini bulmak; dilde, anlayışta, düşünce ve duyguda özleşmek
isteyen yeni edebiyatı belirtmek için ortaya atılmış bir deyimdir.”32
Genç Kalemler dergisinin kurucularından ve Millî Edebiyat’ın en önemli
savunucularından Ali Canib’in Millî Edebiyat tanımı ise şöyledir: “Millî Edebiyat
meselesine gelince: Bu da o kadar yanlış anlaşılıyor ki yine anlatamayacağımdan
korkuyorum. Edebiyat deyince yalnız şiiri hatırlamamalı; o esasen kalbî ve
vicdanîdir. Bu meselenin idraki için onun ‘hikâye’ kısmına bakmalı; ‘Aşk-ı
Memnu’da yaşar gibi görünen şeyler bu muhitin adamları değildir; hele “Bravo
Maestro” ve “Mösyö Kaguru” gibi mevzuların Türk edebiyatıyla hiçbir münasebeti
yoktur. Bunlar ‘kozmopolit’ bir edebiyatın malıdır. Teessüs edecek Millî Edebiyat’ı
derk edebilmek için meselâ Refik Halit’in “Hakk-ı Sükût”unu, “Nebbaş”ını
okumalıdır. Bunların kahramanları içimizde yaşıyor; Türk’tür, hâlis Türk’tür. Biraz 30A.g.e., s. 34-38 31 Agâh Sırrı Levend, “Türkçülük ve Millî Edebiyat”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1961, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 201-202. 32 A.g.e., s. 206.
14
Fransız, biraz İngiliz, biraz bilmem ne değildir. Eğer Millî bir edebiyat bizce yalnız
şeklen teceddütte olsaydı, Türkçe şiirler sahibi Emin Bey’in eserleri kozmopolit
değil, en büyük Türk şiirleri diye iddia ederdik!.. Fakat bunları anlamak zevkin
faydalı olabileceğini düşünmek garabetinden herhalde müşkildir.”33
Ruşen Eşref’in Diyorlar ki adlı eserinde Mehmet Emin Bey Millî Edebiyat
hakkındaki düşüncelerini şu şekilde tanımlamaya çalışır: “Evvelâ size Rus
şairlerinden Mayekov’un bir levhasını hatırlatacağım: Mayekov, bir gün bir izbeye
gitmiş. Ocakta çam kütükleri yanıyormuş. Alevleri odayı aydınlatıyormuş. Bu ocağın
önünde bir küçük çocuk, eline bir kitap almış, parmaklarını satırların üzerinde
yürüterek heceleye heceleye okuyormuş. Bunun karşısında uzun saçlı, uzun
sakallı Rus köylüleri, kucaklarında çocukları uyuyan Rus kadınları, can kulağıyla
bu kızı dinliyorlar ve başlarını sallıyorlarmış. Şair diyor ki: ‘Bu kitap, halkın
diliyle yazılmış, onun yurdunun güzelliklerini, büyüklerini, ecdadının efsanelerini,
hatıralarını, kalplerinin aşklarını, elemlerini, hayatlarının ümitlerini ve rüyalarını
söylüyor. Bu kitabın, isterse hecelene hecelene bir kız çocuğu tarafından okunsun,
kulübelere girmesi ve halkın karanlıkta kalmış ruhlarına bir ışık, heyecansız
yüreklerine bir titreme vermesi, Rusya’nın istikbalinin ufuklarında büyük ve ilâhi
bir güneş doğacağını müjdeliyor...’ İşte size, Millî Edebiyat’ın ne olduğunu; onun
gerek şekilce ve gerek ruhça nasıl olması lâzım geleceğini anlatacak en açık ve
seçik bir ifade.”34 Burada Mehmet Emin halkın anlayabileceği bir dille yazılmış ve
konusunu da yerli hayattan alan bir eserin Millî Edebiyat kavramı içinde kabul
edilebileceğini söyler.
Aynı eserde Ömer Seyfettin Millî Edebiyat’ı tanımlarken dil, vezin ve millî
muhteva konularını vurgular. “Bakınız ben Millî Edebiyat’tan ne anlarım: Vezinle
dilin tam Türkçe, yani tabiî olması... Zira yaratıcı bir sanatkârın duygularına sınır
çizilemez. Bu sanatkâr karakterine, aldığı terbiyeye, nelere karşı bir meyil duyuyorsa
onlara göre yazar. Hem zannetmem ki, bir adam mademki bir topluluğun içinde
yaşıyor; duyuşu, tarzı millî anlayışın dışında olsun. İnsan normal, anormal olabilir;
fakat milliyet denilen manevî dairenin içinde bunların her ikisi de yok mudur? Bu iki
33 Genç Kalemler Dergisi, Hazırlayanlar: İsmail Parlatır-Nurullah Çetin, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1999, s. 134. 34 Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki, (Haz. Şemsettin Kutlu), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s. 143-144.
15
hâlin durmadan devam eden mücadelesidir ki hayata can verir. Mücadelesiz hayat,
ölümün, yokluğun ta kendisidir.”35
Fuat Köprülü de Ruşen Eşref’in eserinde Millî Edebiyat’a dair fikrini
belirtmiştir: “Hangi edebiyat aslına ulaşabilme, onun derinliklerine dalabilme gücüne
sahipse o edebiyat şahsî ve millî edebiyattır.”36
Bu görüşleri dile getiren yazarlar Millî Edebiyat’ın;
1) Konusunu halk hayatından, millî duyuş ve düşünüşlerden alan
2) Halk diliyle yazılan
3) Hece veznini ölçü olarak kullanan
4) Dil ve muhteva açısından taklit izlenimi uyandırmayan
5) Kaynağını, yine kendi edebiyatının eski dönemlerinde bulan eserlerden
oluşan bir edebiyat olduğu hususunda fikir birliği ederler.
Türkçülük Fikriyle Kurulan ve Millî Edebiyatı Besleyen Cemiyetler
1) Türk Derneği
Türk Derneği, Türk milliyetçiliği esasına dayandırılarak kurulmuş ilk cemiyet
olarak kabul edilir. 1908 yılının Kasım ayında Yusuf Akçura ve arkadaşları
tarafından kurulur. Derneğin yayın organı Türklük araştırmalarına yer veren Türk
Derneği adındaki aylık dergidir.
“Cemiyetin amacı, Türk diye anılan bütün Türk kavimlerinin tarihteki ve
gelecekteki eserlerini, işlerini, durumlarını ve coğrafyasını öğrenmeye ve öğretmeye
çalışmak, yani Türklerin eski eserlerini, tarihini, dillerini, halk ve aydınlarının
edebiyatını, etnografi ve etnolojisini, sosyal durumlarını ve medeniyetlerini, Türk
ülkelerinin eski ve yeni coğrafyasını araştırıp ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp
dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilim dili olabilecek şekilde geniş ve
medeniyete elverişli bir düzeye gelmesine çalışmak, yazısını ona göre
incelemektir.”37
2) Türk Yurdu
Türk Yurdu Cemiyeti Mehmet Emin Yurdakul’un teklifi ile kurulmuştur.
Cemiyetin yayın organı yine aynı isimle anılan Türk Yurdu dergisidir. Türk Yurdu
35 A.g.e., s. 221. 36 A.g.e., s. 205. 37 Yusuf Akçuraoğlu, Türkçülük ve Dış Türkler, Toker Yayınları, İstanbul 1990, s. 171-172.
16
1911 yılında yayın hayatına başlamıştır. Ahmet Hikmet, Ahmed Ağaoğlu,
Hüseyinzâde Âli, Âkil Muhtar ve Yusuf Akçura bu cemiyetin kurucuları arasındadır.
Mehmet Emin Bey’in Erzurum’a tayini üzerine, derginin imtiyaz ve müdürlüğü
Yusuf Akçura’ya verilmiştir. Yusuf Akçura derginin XII. sayısından sonra ayrılmış,
dergi XIII. sayısından itibaren Celâl Sahir Bey idaresinde çıkmaya başlamıştır.38
“Türk Yurdu tüzüğüne göre Cemiyet, Türk çocukları için bir yurt açacak ve
Türkler’in zekâ ve kültürel düzeylerinin yükselmesine, gelir ve girişimcilik yeteneği
sahibi olmalarına hizmet etmek üzere bir gazete çıkaracaktır.”39
3) Türk Ocakları
Hazırlıkları 1911 yılında başlayan Türk Ocakları, 190 Askerî Tıbbıye
öğrencisinin dönemin aydınlarına yazdıkları bir mektup ile başlar. Bu mektupta
öğrenciler başta eğitim olmak üzere çeşitli alanlarda reform yapılmasının gerekliliği
üzerinde dururlar. Öğrencilerin bu girişimi sonucunda Türk Ocakları 1912 yılının
Martında resmen kurulmuş olur. Türk Ocakları üyelerinin amaçları: “Akvâm-ı
İslâmiyenin bir rükn-i mühimi olan Türkler’in millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî
seviyelerinin terakki ve îlâsıyla Türk ırkının ve dilinin kemaline çalışmaktır.”40
4) Türk Birliği Derneği
Türk Birliği Derneği 1913 yılında kurulur. Türkiyat, İslâmiyat, Hayatiyat,
Felsefe ve İçtimaiyat, Riyaziyat ve Maddiyat gibi şubeleri de bünyesinde barındırır.
Derneğin başkanı Emrullah Efendi’dir. Derneğin amacı “Türklüğe faydalı girecek
hareketleri teşci ve tahkik etmek”tir. Yayın organı Bilgi Mecmuası’dır.41
Millî Edebiyat akımının daha geniş kitlelere ulaşmasında gazete ve dergilerin
önemli katkıları olmuştur. Bu dergi ve gazetelerden bazıları şunlardır: Çocuk
Bahçesi, Genç Kalemler, Türk Yurdu, Türk Sözü, Türk Derneği, Yeni Mecmua,
Halka Doğru, Dergâh vb. Bunlar arasında Genç Kalemler dergisi Millî Edebiyat’ın
başlangıcı olarak kabul edildiği için önemli bir yere sahiptir.
38 Ahmet Temir, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 42. 39 Yusuf Akçuraoğlu, Türkçülük ve Dış Türkler, Toker Yayınları, İstanbul 1990, s. 173-174. 40Arzu Öztürkmen, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 1998, s. 47. 41 Yusuf Ziya Öksüz, Türkçe’nin Sadeleşme Tarihi, Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi, s. 154.
17
Genç Kalemler Dergisi
Genç Kalemler dergisi 11 Nisan 1911 tarihinde Selânik’te Ali Canib, Ömer
Seyfettin ve Ziya Gökalp’in idaresi altında yayın hayatına başlar. Derginin ismi
öncesinde Hüsün ve Şiir iken Ali Canib’in isteği üzerine Genç Kalemler olarak
değiştirilmiştir. Derginin başmuharriri Ali Canib’dir. Ali Canib derginin ilk sayısı
için Ömer Seyfettin’den bir makale ister.42 Bunun üzerine Ömer Seyfettin “Yeni
Lisan” makalesini yazar ve bu makale ile dilde yapmak istediği reformları belirler.
Buna göre:
“1) Arapça, Farsça terkip ve cem’ kaideleri asla kullanılmayacak. Bundan
yalnız ıstılahlarla müfred hâlinde kullanılan cem’iler istisna edilecekti. Sadrâzam,
ahlâk, kâinat gibi.
2) Şâyed, amma, lâkin gibi konuşma lisanına geçmiş olanlardan başka Arapça,
Farsça edatlar kullanılmayacaktı.
3) Arapça, Farsça kelimeler içinde halk dilinde telâffuzu değişmiş olanlar, yazı
dilinde Türkçe’deki bu değişik şekilleriyle yazılacaklardı: Kalabalık, hoca gibi. Buna
mukabil güneş varken şems ve ay varken kamer denilmeyecekti.
4) Yazı dilinde yalnız millî ve basit sarf hâkim olacaktı.
5) Konuşma lisanı birçok Türkler tarafından anlaşılan İstanbul Türkçesi
olmalıydı.”43
Yeni Lisan makalesi ilk sayıda “?” imzasıyla çıkar. Hareketin öncülerinin
amaçları bu hareketin şahsî bir dava olarak görülmesini engellemektir. Kâzım Yetiş
bu yazıyı Millî Edebiyatın bir beyannâmesi olarak kabul eder ve Millî Edebiyatı asıl
bu Genç Kalemler hareketi ile başlatır: “Ömer Seyfettin dilimizin ve edebiyatımızın
geçmişini ve o günkü hâlini belirledikten sonra dönemi için yaptığı tespitte millî bir
edebiyatımızın olmadığını, bundaki sebeplerden biri olarak dilimizin sun’iliğini
gösterir. Ona göre yeni, tabiî bir lisanla, kendi lisanımızla millî bir edebiyat meydana
getirmek mümkün olabilecektir. ‘Millî bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ millî
bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları içindeki lüzumsuz ve ecnebi
kaidelerdir.’ Ömer Seyfettin, millî bir edebiyat için öncelikle lisanın sadeleşmesini
şart koşmaktadır. Lisanı sadeleştirmek için ‘Buhara-yı şerifteki henüz mebnâî bir
hayat süren, müthiş bir vukufsuzluğun, korkunç bir taassubun karanlıkları içinde 42 Bilge Ercilâsun, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit 1: Türkçü Tenkit, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1995, s. 89-110. 43 Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1987, s. 1102
18
uyuyan bundan bir düzine asır evvelki günleri yaşayan kavimdaşlarımızın yanına
gitmenin bir intihar olduğunu söyleyen yazarımız, ‘Beş asırdan beri konuştuğumuz
kelimeleri, men’us denilen Arabî ve Farisî kelimeleri mümkün değil terk edemeyiz’
der. ‘Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir lisandır. Klişe olmuş
terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla mükâlememize girmez. Yazı lisanıyla,
konuşmak lisanını birleştirirsek edebiyatımızı, ihya yahut icat etmiş olacağız.”44
Birkaç yazıdan sonra Yeni Lisan başlığı altındaki seri makaleler “Genç
Kalemler Dergisi Tahrir Heyeti” imzasıyla yayımlanır. Yeni Lisan’la yazarlar dilde
sadeleşmeyi ve edebiyatta da taklitten uzak bir edebiyat oluşturmayı amaç edinirler.
Yeni Lisan hareketine en büyük tepki İstanbul’daki yazarlardan gelir. Özellikle Fuat
Köprülü, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Cenab Şahabettin başlarda şiddetli
eleştirilerde bulundukları bu hareketin bir zaman sonra savunucusu olurlar.45 Genç
Kalemler dergisinin kapanmasından sonra buradaki yazarların toplanma yeri Türk
Yurdu, Türk Ocağı gibi dernekler olur.
Hülya Argunşah Millî Edebiyatın doğuşu, dili, muhtevası ve adlandırılması
hakkında şunları söyler:
“Millî Edebiyat’la öncelikle bir milletin tesir ve taklit dönemleri de dahil olmak
üzere kendi diliyle meydana getirdiği edebî tecrübelerinin tamamı kastedilmektedir.
Özel ya da darlaştırılmış anlamıyla da milletin geçmiş tecrübelerinin içinde
yaşanan şartlar dolayısıyla en arındırılmış şekilleriyle, haline cevap vermek üzere
canlandırıldığı yılların edebiyat faaliyetine işaret etmektedir. Bu dönem Türk
milletinde ve Türk edebiyatında millîleşme sürecine denk gelmektedir. 1908 İkinci
Meşrutiyetinin başlattığı dağılma, imparatorluktaki belirsizlik, arka arkaya gelen ve
büyük kayıplarla sonuçlanan savaşlar dönemi Türk milliyetçiliğinin doğuşunu ve
gelişmesini hızlandırmış, nihayet imparatorluktan millî devlete doğru olan değişim
kendisini ifade etmek için bir de edebiyat meydana getirmiştir. Bu edebiyat Millî
Edebiyat olarak adlandırılmaktadır. Muhtevasını bir taraftan milliyetçi düşüncenin
kavramlar ve idealler dünyası, diğer taraftan halin çıkmazlarına ortak geçmişten
çözüm arayışları oluşturmakta, bütün bunlar edebî geçmişin estetik değerleri
arasında bir ayıklamaya gidilerek asıl millete özgü olan şekil ve dille ifade
44 Kâzım Yetiş, “Millî Edebiyat Anlayışı”, İlmî Araştırmalar, Nr .8, İstanbul 1999, s. 270-271. 45 Bu konudaki tartışmalar için bkz: Bilge Ercilasun, II. Meşrutiyet Döneminde Tenkit I: Türkçü Tenkit.
19
edilmektedir. Bunlar Millî Edebiyatın konu, şekil ve dil konusunda birtakım
tercihlerinin de bulunduğunu göstermektedir.”46
Millî Edebiyat dönemi edebiyat tarihimizde dil, vezin, muhtevada taklitten
kaçınıp millî kaynaklara dönmek, yerli ve millî bir edebiyat yaratmak konusunda
önemli tartışmaların yapıldığı, edebiyatımızın âdeta kabuk değiştirdiği ve bu
imkânlar dahilinde yeni bir edebiyatın yaratıldığı dönemdir. Tanzimat’tan beri dilde
sadeleşme ve edebiyatta millîleşme konusunda arzu edilen pek çok gelişme bu
dönemde gerçekleşmiştir.
Millî Edebiyat dönemi sanatçıları olarak edebiyat tarihlerinde genellikle
aşağıdaki isimlere yer verilir:
Şiir alanında: Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı,
Mehmet Âkif Ersoy, Midhat Cemal Kuntay, Ali Canib Yöntem, Halit Fahri Ozansoy,
Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel,
Necip Fazıl Kısakürek, Şükûfe Nihal, İhsan Raif.
Roman ve Hikâyede: Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Halide Edib Adıvar,
Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Aka
Gündüz.
Mizah ve Hicivde: Neyzen Tevfik, Halil Nihad Boztepe, İhsan Hamamî,
Hüseyin Rıfat Işıl.
Tiyatroda: İbnürrefik Ahmed Nuri Sekizinci, Musahipzâde Celâl, Aka Gündüz,
Reşat Nuri Güntekin.
Edebiyat Tarihinde: Mehmet Fuat Köprülü.
Edebî Tenkitte: Ömer Seyfettin, Ali Canib Yöntem, Hamdullah Suphi
Tanrıöver, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Raif Necdet gibi isimleri sayabiliriz.
46 Hülya Argunşah, “Milli Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-2000), s. 173.
20
II. BÖLÜM
MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU
II.1. MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU ADLI ESERİN İNCELENMESİ
Nüzhet Haşim 1918 yılında kaleme aldığı Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserinin
giriş mahiyeti taşıyan “Tarihimsi Bir Taslak” bölümünde Millî Edebiyat dönemini
genel hatlarıyla özetlemiş, bu edebiyatın oluşum süreci üzerinde durmuş, dönemin
siyasî olaylarına özellikle de Balkanlar’daki gelişmelere kısaca değinmiştir. Yazar
daha sonra; Mehmet Emin’in “Cenge Giderken” adlı şiirinin Millî Edebiyat’ın
başlaması hususunda taşıdığı önem, Rıza Tevfik ve Ömer Naci arasında cereyan
eden hece-aruz tartışması, Millî Edebiyat’a yöneltilen eleştiriler, özellikle gençlerin
hece vezni konusundaki tereddütleri, bu akımın genişlemesinde en önemli etkiye
sahip olan Genç Kalemler dergisi, bu dergi etrafında birleşen Ali Canib, Ömer
Seyfettin, Ziya Gökalp üçlüsünün çabaları, Genç Kalemler dergisinde harekete
katkıları, dil hakkındaki düşünceleri üzerinde durur. “Yeni Lisan” hareketi ve
yazarların “Yeni Lisan”la dilde yapmak istediklerini maddeler hâlinde sıralar.
Dönem ana hatlarıyla çizildikten sonra Millî Edebiyat’a katılan şairler üzerinde
durulur. Nüzhet Haşim, şairlerin öncelikle hayatları hakkında kısa bilgiler verir.
Burada şairlerin doğum yerleri, doğum tarihleri, eğitim gördükleri okullar, ders
aldıkları hocalar, öğrendikleri yabancı diller, varsa kullandıkları takma isimler,
yazılarının yayımlandığı dergiler, nerelerde hangi görevlerde bulundukları ve eserin
yazıldığı dönemde hangi işle meşgul oldukları üzerinde durur. Kısa bir özgeçmişten
sonra her yazarın fiziksel ve ruhsal yapısı betimlenir. Yazarların tanıtıldığı bu
bölümde her yazarın karikatürize edilmiş birer küçük resmi de bulunmaktadır.
Nüzhet Haşim, ardından şairlerin eserleri üzerinde durur. Eserlerini yayın
tarihine göre sıralar. O dönem için henüz kitap hâlinde basılmamış şiirlerin hangi
dergilerde yayımlandıkları hakkında bilgi verir. Eserin kaleme alındığı tarihte şiirleri
dergilerde yayımlanan pek çok şairin, daha sonra bu şiirlerini kitap hâlinde
yayımladığı görülmektedir. Şairlerin eserlerinden sonra, “Edebiyatımızda Mevkii”
kısmında Nüzhet Haşim, edebiyatımızdaki yerleri, edebiyata bakış açıları, dilleri,
kullandıkları vezinler, etkilendikleri şahıs ve akımlar, varsa edebiyatımıza katkıları
ve ses getirmiş şiirleri hakkında bilgi verir. En çok üzerinde durduğu husus vezin ve
dil konusudur.
21
Nüzhet Haşim eserinde yazarlarda gördüğü eksik noktalar üzerinde tenkitler de
yapar. Divan şiirinden kopup kopamadıkları, sade dil ve hece vezni konusundaki
tavırları, hangi vezne daha çok hâkim oldukları konuları önemle üzerinde durulan
meselelerdir. Yazarları başarılı, başarısız ve ümit vaat eden yazarlar olarak üçe ayırır.
Nüzhet Haşim her şair hakkında şahsî görüşlerini dile getirdikten sonra, varsa
dönemin önde gelen isimlerinin onlar hakkındaki görüşlerine de yer vermiştir. Son
olarak Nüzhet Haşim, yazarların şiirlerinden yaptığı seçmelerle antolojisini
tamamlar. Nüzhet Haşim bu eserini şairlere ayırmış, ikinci kitap olarak da nesir
kısmını hazırlayacağını söylemiştir. Ancak araştırmalarımız sonunda eserin nesir
kısmının yazılmadığını tespit ettik.
Nüzhet Haşim, “Tarihimsi Bir Taslak” başlığı altında Millî Edebiyatın kısa bir
panoramasını çizmiştir. Nüzhet Haşim Millî Edebiyatın habercisi olarak Mehmet
Emin Yurdakul’u görür. Servet-i Fünûn edebiyatının devam ettiği bir dönemde
Mehmet Emin’in 1897 Yunan Harbi için Asır gazetesinde yazmış olduğu “Cenge
Giderken” adlı şiiri o döneme kadarki hiçbir edebiyat akımına dahil edilemeyecek bir
şiirdir. Genç yazar ve şairler Tevfik Fikret, Halit Ziya, Cenab Şahabeddin ve Mehmet
Rauf gibi Servet-i Fünûn sanatçılarının izinden giderken; o, farklı bir tarzı
benimsemiştir.
Mehmet Emin Bey bu tarz şiirlerini yayımlamayı Asır gazetesinin dışında,
1905 yılında Selânik’te yayın hayatına başlayan Çocuk Bahçesi adlı dergide de
devam ettirir. Emin Bey’in Çocuk Bahçesi’nde yazdığı şiirlerden sonra bu şiirlere
tepki olarak o dönemde Selânik’te bulunan Ömer Naci Bey “Evzân-ı Şiiriyyemize
Dair” adlı bir makale yazar. Burada hece vezninin yetersizliğinden bahseder. Bu
sırada İstanbul’da bulunan Rıza Tevfik’in Naci Bey’in makalesine cevap olarak
yazmış olduğu mektup Çocuk Bahçesi’nde yayımlanır. Bu cevaptan sonra Ömer
Naci ile Rıza Tevfik arasında bir tartışma başlar.
Rıza Tevfik Mehmet Emin Bey’i, hece veznini ve faydacı bir edebiyatın
savunuculuğunu yaparken; Ömer Naci Bey de aruzun ve “sanat için sanat”
felsefesinin savunuculuğunu yapar. Ömer Naci Bey Spencer’ı örnek göstererek:
“Sanatla edebiyatın, beşerin haz ve elemine tercüman olmaktan başka bir
vazifesi olmadığını, tezeyyün hissinin pek tabiî ve zarurî bir beşerî meyl olduğunu;
sanatın, yalnız sanat için olacağını tekrar eder.”47
47 Nüzhet Haşim, Millî Edebiyat’a Doğru, Cemiyet Kütüphanesi, İstanbul 1918, s. 8.
22
Tartışmaya daha sonra Hüseyin Cahit Bey de Ömer Naci Bey’in safında katılır.
Nüzhet Haşim bu tartışmada, Rıza Tevfik’in meseleyi gerektiği noktadan
açıklayamadığını düşünür. Gençlerin bu tarza ilgi göstermemesini de iki nedene
bağlar: Bunlardan ilki Servet-i Fünûn yazar ve şairlerinin Avrupaî bir edebiyat tarzı
oluşturmaya çalışmaları ve bu çalışmaların gençleri etkilemesi, ikincisi de Emin
Bey’in şiirlerinin lirizmden yoksun oluşu, sanatın asıl gayesinden uzak durması ve
Rıza Tevfik’in yanlış savunmalarıdır.
1908 İnkılâbına kadar yalnız kalan ve “Osmanlıyız” diyen Türk unsuru
Osmanlı bünyesindeki kavimlerin imparatorluktan ayrılmak için giriştikleri
mücadeleler sonucunda artık, “Biz de Türküz” demek mecburiyetinde kalmıştır.
Türkçülük cereyanının başlamasında ve büyük bir inkişaf göstermesinde Genç
Kalemler dergisinin büyük katkıları olmuştur. Nüzhet Haşim, eserinde Millî
Edebiyat’ın oluşumundan bahsederken Genç Kalemler dergisi üzerinde fazlaca
durur. İşe; Genç Kalemler dergisi etrafında birleşen Ali Canib, Ömer Seyfettin ve
Ziya Gökalp üçlüsünün nasıl bir araya geldikleri ile başlar.
İlk yakınlaşma Ali Canib ile Ömer Seyfettin arasında olur. Ömer Seyfettin’in
Kadın’da Perviz imzasıyla Catulle Méndes’ten yapmış olduğu tercüme büyük
eleştiri alır. Bunun üzerine Ali Canib Bahçe’de hiç tanımadığı halde Ömer
Seyfettin’in savunuculuğunu yapar. Böylece aralarındaki arkadaşlık da başlamış olur.
Ardından bu ikiliye Ziya Gökalp katılır. Bundan sonra güçlü bir yazar heyetiyle
önceleri Hüsün ve Şiir olarak çıkan dergi, adı Genç Kalemler olarak değiştirilerek
yayın hayatına başlar.
Müdürlüğünü Ali Canib’in üstlendiği derginin ilk sayısının başmakalesi Ömer
Seyfettin’den gelir. “Yeni Lisan” adı altında yazılan ilk yazıyı daha sonra aynı başlık
altında yazılan seri makaleler takip eder. Bu makalelerde üzerinde durulan konular;
dilimizin ve edebiyatımızın tabiî olmayışı ve bu durumun giderilmesi için de bir an
evvel dilimizdeki yabancı kelime ve kuralların ayıklanmasının gerekliliğidir.
Bundan sonra dilde sadeleşme çalışmaları hız kazanır ve pek çok yazar ve şair
tarafından bu kurallar tatbik edilir. Bu sadeleşmeyi eserlerine ilk uygulayanlar da
“Yeni Lisan” hareketinin mimarları olur. Ali Canib gayr-i tabiî lisanı terk eder, Ömer
Seyfettin de konuştuğu terkipsiz lisanla yazmaya başlar. Tabiî, bu hareketin
taraftarları kadar aleyhtarları da olur. Nüzhet Haşim de ilk zamanlar bu hareketin
karşısında olduğunu hatta Muhit-i Mesai dergisinde bu konu hakkında bir yazı
yazdığını söyler. Bu durumu da hareketin tam olarak anlaşılamamasına bağlar.
23
Nüzhet Haşim’in yanı sıra önceleri “Yeni Lisan”a Mehmet Fuat, Yakup Kadri,
Cenab Şahabeddin, Süleyman Nazif gibi sanatçılar da karşı çıkmışlar, daha sonra bu
akım içinde yerlerini almışlardır. Genç Kalemler dergisinin kapatılmasından sonra
buradaki gençler Selânik’ten İstanbul’a gelirler ve “Türk Yurdu Derneği” etrafında
toplanmaya devam ederler.
Nüzhet Haşim’e göre “Yeni Lisan” hareketi “bediiyat” ve “lisaniyat”
noktalarından halledilmiş, vezin meselesi bir süre daha askıda kalmıştır. Yazar, bu
belirsizliği de hece veznindeki ahenk ve zevk eksikliğinin gençleri korkutmasına
bağlar. Bunun yanı sıra hece vezninin er ya da geç, edebiyatımızın hakikî nazım aleti
olacağına inanır.
Millî Edebiyat, oluşumunu tamamlarken hecenin kullanımı dışında bir başka
sorun da Millî Edebiyat adı altında Halk Edebiyatı yapılması olur. Bunun üzerine Ali
Canib Türk Yurdu’nda yazdığı makalelerle Yeni Lisancıların maksatlarını izah eder
ve konuya açıklık getirir: “Edebiyat, halk için değildir; halka doğru bir mahiyeti
hâizdir. “İbtidâî” (Original) edebiyatın (séve populaire)’e malik olması iddiasını,
halka öğüt vermek mânâsına telâkki etmemelidir. Millî Edebiyat demek,
mevzuundan bünyesine kadar her şeyi, halkın ruhunda yaşayan Türk ruhiyat ve
lisanından alan yüksek bir edebiyat demektir.”48
Nüzhet Haşim Millî Edebiyat’ın oluşumu üzerinde kısaca durduktan sonra bu
dönemin önde gelen şairleri hakkında tek tek bilgi verir. Biz burada antolojiye
alınan şahısların edebî kişiliği konusunda Nüzhet Haşim’in söyledikleri üzerinde
duracağız. Burada zikredilen şahısların edebî hayatları devam etmiş, bir kısmı asıl
edebî şahsiyetini daha sonra kazanmıştır. Bu sebeple Nüzhet Haşim’in
değerlendirmeleri, şairlerin o güne kadarki yazdığı eserlere dayanmakta ve kısa
tespitler hâlinde okuyucuya verilmektedir.
Mehmet Emin [Yurdakul]: Nüzhet Haşim Mehmet Emin’i nev’i şahsına
münhasır bir şair olarak görür. O, ne Tanzimat’a kadar gelmiş olan Şark
edebiyatının, ne de Tanzimat’la başlayan Garp edebiyatının tesiri altında kalmıştır.
Edebiyat dünyasında “Cenge Giderken” adlı şiiriyle ses getirmiştir. Yazara göre
Mehmet Emin, Türk Edebiyatında kendi milliyetini ilân eden ilk zâttır.
48 Nüzhet Haşim, Millî Edebiyat’a Doğru, Cemiyet Kütüphanesi, İstanbul 1918, s. 17-18.
24
Mehmet Emin’in Türkçülük cereyanına kadar yazmış olduğu şiirlerde Fikret’te
bulunan zavallılar şairliğinin izleri görülür. Mehmet Emin daha sonra Türkçülük
fikriyle Anadolu sınırlarını aşan şiirler yazmıştır. Nüzhet Haşim her ne kadar ona,
şiirde millî dahi unvanını vermese de bu unvana en yakın şair olarak onu gördüğü
açıktır. Ona göre Mehmet Emin “hem iyilik için sanat” hem de “millet için sanat”
yapmaya çalışmıştır.
Nüzhet Haşim, şairin şiirlerinde şekle itina etmediğini, kullanımdan düşmüş
kelimeleri, bozuk kafiyeleriyle şekil itibarıyla kusurlarının bulunduğunu söylese de
Mehmet Emin’in savunuculuğunu yapmaktan da kendini alıkoyamaz. Mehmet
Emin’in süslü bir sanat yapmak gibi bir gayesinin bulunmadığını, bu bakımdan da
eleştiri yapmaya hakkımızın olmadığını söyler. Nüzhet Haşim Mehmet Emin’in
“Cenge Giderken, Yolcu, Şehit yahut Osman’ın Yüreği, Bırak Beni Haykırayım,
Nifak, Ey Türk Uyan, Petersburg’a” adlı şiirlerini antolojisine almıştır.
Rıza Tevfik [Bölükbaşı]: Yazara göre Rıza Tevfik’in ruhunda derin bir şairlik
vardır. “Fecr-i Evvelîn” manzumesi edebiyatımızda eşine az rastlanan felsefî
manzumelerdendir. Buna rağmen Nüzhet Haşim şairin dilini çok karışık bulur.
Rıza Tevfik, hece veznini kabul etmesine rağmen “Yeni Lisan” hareketinin aleyhinde
bulunmuş; terkipli, süslü bir üslûpla yazmıştır. Sadece Mehmet Emin Bey tarzında
yazmış olduğu “Selma Sen de Unut Yavrum!” gibi birkaç manzumesi açık bir
dilledir. Nüzhet Haşim Rıza Tevfik’in özellikle son dönemlerinde yazdığı Tekke
Edebiyatı nazirelerine karşı değildir. Fakat yeni tarzda yazmış olduğu şiirlerinde
yabancı kuralları kullanmasına karşı çıkar. Nüzhet Haşim’e göre Rıza Tevfik,
edebiyat tarihimizde saf Türkçe için çalışmış bir şair olarak değil de, Tekke
Edebiyatı’nı başarıyla taklit ve tekrar eden bir şair olarak hatırlanacaktır. Yazar, Rıza
Tevfik’in “Selma! Sen de Unut Yavrum!, Edib-i Sâhib-Meslek Emin Bey’e, Divan,
Akşam Garipliği, Nefes” şiirlerini eseri için seçmiştir.
İhsan Raif Hanım: Nüzhet Haşim İhsan Râif Hanım’ı hece vezniyle yazmış
ilk şairemiz olarak kabul eder. Fakat gerek maharet, gerekse his bakımından onu pek
orijinal bulmaz. İhsan Raif Hanım’ın “Gözyaşları” adlı eserinde zarif manzumelere
rastlanmakla birlikte bunlar mükemmeli yakalamış şiirlerden değildir. İhsan Raif
Hanım, Rıza Tevfik Bey’i takip etmiş fakat “Tekke Edebiyatı” tarzında onun kadar
başarı gösterememiştir. Nüzhet Haşim, Rıza Tevfik’in bu başarısını âşıklar arasında
ve tekkelerde geçirdiği dönemlere bağlar. Buna rağmen İhsan Raif’in millî vezinle
yazan ilk şairemiz olması sebebiyle, ona ayrı bir yer verir.
25
İhsan Raif Hanım Millî Edebiyat’a yönelmişse de lisan konusunda Rıza Tevfik
Bey gibi Arapça, Acemce terkip ve klişelerden tam olarak kurtulamamıştır.
Antolojide İhsan Raif Hanım’ın “Yolcu, Akgül Esma, Hicran, Genç Günler” adlı
şiirlerine yer verilmiştir.
Ziya Gökalp: Ziya Gökalp ülkemizde Türkçülüğü ilmî ve felsefî noktalardan
araştıran ve Türkçülüğün teorisini yapan ilk kişidir. Durkheim’ın sosyoloji usulünü
kabul eden ve ülkemizde uygulayan yine Ziya Gökalp olmuştur.
Nüzhet Haşim’e göre Ziya Gökalp “Türkçülük için sanat” yapmış bir
şairimizdir. Türkçülüğün gelişmesine büyük hizmetleri dokunmuş, “Tevfik Sedat,
Demirtaş, Gökalp” isimleriyle felsefî makaleler ve millî duyguları ön plana çıkaran
şiirler yazmıştır. Onun şiirlerinde ilk bakışta güzel görünmeyen, fakat insanın içine
işleyen ince duygular vardır. Bu ince duygulara erişebilmek ve şiirlerinden zevk
alabilmek için onun fikir dünyası hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerekmektedir.
Ziya Gökalp’i önemli kılan özelliklerden biri de Türk esatirini şiirimizde ilk defa
ortaya koymasıdır. Ziya Gökalp’e göre orijinal ve millî bir edebiyat vücuda getirmek
için öncelikle Türk ruhunu meçhuliyet perdeleri altından çıkarmak, sonra da Avrupa
tekniğini Yunan edebiyatından başlayarak incelemek gerekir. “Turan, Ala Geyik,
Durma Vur!, Hayat Yolunda, Türk’e Göre Vazife” yazarın Ziya Gökalp’ten seçtiği
şiirlerdir.
Ali Canib [Yöntem]: Nüzhet Haşim, Ali Canib’in edebiyata Fecr-i Âti
zümresiyle başladığını fakat asıl şöhretini “Yeni Lisan” hareketiyle Millî Edebiyat
içinde kazandığını söyler. Fecr-i Âti zümresinin onun şiirlerini beğenmediğini, onu
beğenenlerin de edebiyatla sadece okuyucu olarak ilgilenen bir kesim olduğunu
belirtir. Bunun yanında Martin Hartman, Otto Hartman gibi müsteşriklerin de Ali
Canib’i biraz abartılı olarak takdir ettiklerini ileri sürer. Kendisine gelince Ali
Canib’i çok beğendiğini, fakat yakın arkadaşı olduğu için taraf tutma endişesiyle
müdafaasını yapmayacağını söyler. Gerek şiirlerinde, gerekse makalelerinde
Canib’in ihtiras ve heyecanı dikkat çekicidir. Bu yüzden Canib’e dogmatizm isnad
edenler vardır. Ali Canib, imanı ve kanaati sayesinde “Yeni Lisan”ı eleştirenlerin
karşısında durmuş ve onlara karşı galip gelmeyi başarmıştır. Ali Canib “hayat için
sanat” yapmış ve bu edebiyat anlayışını şu sözlerle özetlemiştir: “Yaşayan muhit,
yaşanan şe’niyet, eserinde sezilmeyen sanatkâr, kıymetinden çok şey kaybeder.”49
49 Nüzhet Haşim, Millî Edebiyat’a Doğru, Cemiyet Kütüphanesi, İstanbul 1918, s. 72.
26
Ali Canib, Millî Edebiyatı ve fikirlerini heyecanla savunmuş ve bu fikirlerin
arkasında durmuştur. Bu bakımdan Nüzhet Haşim onun isminin edebiyatımızda her
zaman hatırlanacağından emindir. Antolojide Ali Canib’in “Şarkın Ufukları, Kış
Duası, Eylülün Denizi, İstanbul’un Gurubu, Mandolin” şiirlerine yer verilmiştir.
Celâl Sahir [Erozan]: Nüzhet Haşim, Türk edebiyat tarihi içerisinde yeniliğe
ve değişime en açık şair olarak Celâl Sahir Bey’i görür. Celâl Sahir Bey Servet-i
Fünûn, ardından Fecr-i Âti zümresine intisab etmiş; “Yeni Lisan”la yazdığı “Cünûn”
adlı şiiri Genç Kalemler dergisinde yayımlanmıştır. Bu sırada “Yeni Lisan”a itiraz
edenlere karşı Hak gazetesinde yazdığı makalelerle bu hareketin savunuculuğunu
yapmıştır. Celâl Sahir hece veznini ilk kabul eden şairler arasındadır. Yazara göre
Mehmet Emin’in ifade tarzından kurtulamamış olmasına ve şiirde bazı başarısızlıklar
göstermesine rağmen Celâl Sahir Bey, hece veznine farklı bir ahenk vermeye
çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Şairle ilgili dikkat çeken bir başka nokta
Servet-i Fünûn’un aşk ve kadın şairi hüviyetinden kurtulup, Turan mefkûresinin
heyecanına katılmasıdır. Nüzhet Haşim bu yeni cereyana kayıtsız kalmadığı için onu
takdir eder ve antolojisinde şairin “İsmail Gasprinski’nin Ruhuna, Kafkas Türküsü,
Buhran” adlı şiirlerine yer verir.
Ömer Seyfettin: Ömer Seyfettin de Ali Canib gibi “Yeni Lisan” hareketiyle
şöhret bulmuştur. “Yeni Lisan” hareketi uğruna canla başla çalışmış, özellikle
yazmış olduğu hikâyeleriyle dikkati çekmiş ve Türkçe’nin umumîleşmesinde önemli
hizmetleri dokunmuştur. Ömer Seyfettin son dönem hikâyecileri arasında eşi benzeri
olmayan bir yazardır, fakat şiirde aynı derecede başarılı değildir. Ömer Seyfettin’in
şiirlerinin lirizmden yoksun oluşu, felsefî, zihnî ve nesre yakın manzumeler meydana
getirmesi, konularının fikrî oluşu bu başarısızlıkta etkilidir. Bunun yanı sıra Türk
Yurdu ve Türk Sözü’nde neşredilen bazı şiirleri millî duyguları ifade etmesi
bakımından kuvvetlidir. “Fecir, Nişanlı” Nüzhet Haşim’in Ömer Seyfettin’den
seçtiği şiirlerdir.
Kâzım Nâmi [Duru]: Kâzım Nâmi Bey şiirlerini güzellik iddiasından çok
vatanî, millî bir gaye gözeterek yazmıştır. “Yeni Lisan” hareketine katılmış, buradaki
çalışmaları ve gayretiyle dikkat çekmiştir. Daha çok terbiye meseleleri ile
ilgilenmiştir. Nüzhet Haşim’e göre Kâzım Nâmi Bey’in edebiyatımızda özel bir yeri
olmasa da araştırmacı yönüyle sosyoloji, terbiye, kadın meselesi gibi konularda
hizmetleri olmuştur. Eserde Kâzım Nâmi Bey’in sadece “Tosun Onbaşı’nın
Destanı’ndan” şiirine yer verilmiştir.
27
Âkil Koyuncu: Âkil Koyuncu Bey, herkesin Tevfik Fikret tarzında yazmaya
heves ettiği bir dönemde millî vezin ve millî lisanla yazmıştır. Onun Emin Bey’in
tarzına heves etmesini ve onun tarzında şiirler kaleme almasını Nüzhet Haşim takdire
şâyân bulur. Bunun yanı sıra lisanı kuvvetli olmasına rağmen şiirlerinde lirizm
yoktur, daha çok zihnî bir hava sezilir. Basın hayatına önemli tesirleri olmuştur. İlk
defa günlük gazetelerde sade, güzel, terkipsiz Türkçe’yi kullanan Âkil Koyuncu
olmuştur. “Dilenciler, Şehit Nişanlısı” Âkil Koyuncu’nun antolojide yer alan iki
şiiridir.
Rasim Haşmet: Nüzhet Haşim’e göre Rasim Haşmet pek dikkat çeken bir
edebî şahsiyet değildir. Mehmet Emin tarzında şiirler kaleme almaya çalışmıştır.
“Yeni Lisan” hareketini benimsemiş, fakat aruz veznini de tamamen bırakamamıştır.
Aruzu kusurlu kullandığı gibi hece veznine de bir yenilik getirememiştir.
Manzumelerini “Yeni Lisan”la yazmakla beraber makalelerinde terkipli lisanı
muhafaza etmekten kendini alıkoyamamıştır. Rus edebiyatından Tolstoy’u okumuş,
demokrasi ve sosyolojiye ilgi duymuştur. “İrade, Kızıma” şiirleriyle antolojideki
yerini almıştır.
Mehmet Fuat [Köprülü]: Mehmet Fuat, çok fazla okuyup yazması yönüyle
döneminin gençleri arasında ayrı bir yere sahiptir. Mehmet Fuat, Fecr-i Âti edebiyat
zümresine dahil olmuş, burada Ahmet Haşim tarzında şiirler yazmanın yanında
felsefî, ilmî makaleler de kaleme almıştır. “Yeni Lisan” hareketinin başladığı
dönemde Servet-i Fünûn’da yazdığı makalelerle bu hareketin karşısında bulunan
Mehmet Fuat Bey, daha sonra Türk Yurdu yazar heyetine katılır. Bundan sonra
başarılı çalışmalarıyla Türk tarihinin kaynaklarını ve köklerini incelemeye başlar.
Nüzhet Haşim, Mehmet Fuat’ın hece vezniyle yazdığı şiirlerinde bir yenilik
olmadığını, Mehmet Emin ve Tekke Edebiyatı tarzından etkilendiğini belirtir. Yeni
Mecmua’da yayımladığı şiirlerinde de Ziya Gökalp’in efsanevî, esatirî parçalarına
benzer şiirler yazmıştır. Nüzhet Haşim Mehmet Fuat’ı şair olarak beğenir. Aruzla
yazdığı şiirlerinin dikkat çekici olduğunu söyler. Fakat edebiyatımızdaki mevkiinin
inceleme sahasında olduğunu ve gelecekte de Türk Edebiyatı tarihçisi olarak
hatırlanacağını belirtir. Eserde Köprülü’nün, “Meriç Türküsü, Ortaç Yolcuları,
Akıncı Türküleri” adlı şiirleri yer almaktadır.
28
Ali Ulvi [Elöve]: Ali Ulvi Bey şöhret kazanmış bir şair değildir. Bizde çocuk
edebiyatı için ilk çalışanlardan biri olması bakımından önemlidir. Şiirlerini de bu
tarzda yazmıştır. Nazım lisanı kuvvetli değildir, kafiyeleri de bazen zayıftır.
Antolojide Ali Ulvi’nin “Pınar Başı” adlı şiirine yer verilmiştir.
M. Nermi [Uygur]: M. Nermi Bey Millî Edebiyat cereyanının içinde yer
almış, sosyoloji ve felsefe ile meşgul olmuş, fikirlerini Genç Kalemler dergisinde
neşretmiştir. M. Nermi şiiri kendisine meslek edinmemiştir. Şiirleri dikkat çekici
olmamasına rağmen, Nüzhet Haşim’e göre güzeldir. Antolojide “Alan Goya” adlı
esatirî şiirine yer verilmiştir.
Fazıl Ahmet [Aykaç]: Fazıl Ahmet Bey Millî Edebiyat taraftarı bir şairdir.
Onun en önemli özelliği bütün yazarların üslûplarını mizahî bir şekilde taklit etmiş
olmasıdır. Felsefe ile de meşgul olan Fazıl Bey Terbiyeye Dair adlı eserini bu tarzda
oluşturmuştur. Ciddî denebilecek hiçbir şiiri yayımlanmamış olan Fazıl Ahmet Bey’i
Nüzhet Haşim, edebiyatımızın yaramaz bir alaycısı olarak görür. Eserinde Fazıl
Ahmet’in “Yazın, Velinimete ve Haltnâme” adlı şiirlerine yer verir.
İbrahim Alâattin [Gövsa]: İbrahim Alâattin Bey Fecr-i Âti zümresine resmen
katılmamakla birlikte, zümre şairleriyle iletişim içinde olmuş ve yazdığı şiirleri
Servet-i Fünûn dergisinde yayımlamıştır. İbrahim Alâattin Bey de Ali Ulvi Bey gibi
çocuk edebiyatına yönelen ilk şairlerdendir. Aruzla yazarken sonradan hece veznini
kabul etmesine rağmen, terkipli lisanı bırakmamıştır. Güzel ve kuvvetli şiirler de
yazmış olan İbrahim Alâattin’in şiirlerine genel olarak bakıldığında lirizm yoktur.
İbrahim Alâattin, terbiye ile meşgul olmuş, bu konuyla ilgili makaleler
yazmıştır. İbrahim Alâattin’in Çocuk Şiirleri ve Güft ü gû adında iki şiir kitabı
yayımlanmıştır. “Yıldızlar ve Gurbet Denizi” şairin antolojiye seçilen iki şiiridir.
Yusuf Ziya [Ortaç]: Yusuf Ziya hece veznine farklı bir üslûp veren
sanatçıların başında gelir. Hece vezniyle yazdığı “Gecenin Hamamı” adlı şiiriyle
dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu şiir hece vezniyle güzel şiirler yazılabileceğine bir
örnek kabul edilmiştir. Nüzhet Haşim, Yusuf Ziya’nın dilini kuvvetli, kafiyelerini
zengin ve hayallerini güzel bulur. Şairde eksik olan tasvir gücünün de zamanla
gelişeceğine inanır. Bazı dengesizlikleri olmasa Millî Edebiyatın en büyük
şairlerinden biri olacağını söyler.
29
Yusuf Ziya savaş temalı şiirlerini Akından Akına ve Cenk Ufukları adlı
kitaplarda toplamıştır. “Gecenin Hamamı, Akından Akına, Kadın Aşkı, Gelmeyen
Bahar” şairin antolojiye seçilen şiirleridir.
Orhan Seyfi [Orhon]: Orhan Seyfi; Yusuf Ziya, Enis Behiç gibi hece veznini
ilk defa etkili bir şekilde kullanan şairler arasındadır. Şiirlerinde lirizmin etkisi
fazlaca sezilir ve bunlar şairin ne derece hassas bir kalbe sahip olduğunu hissettirir.
Fakat Orhan Seyfi Bey, üretken bir şair değildir. “Saçlar” adlı manzumesi eski-yeni
tüm edebiyatçılar tarafından beğenilmiştir. “Saçlar, Gözlerde Seyahat, Bütün
Güzellere” adlı şiirleri yazarın eseri için seçtiği şiirlerdir.
Enis Behiç [Koryürek]: Enis Behiç sade ve güzel bir Türkçe ile yazan, Emin
Bey’in üslûp ve tarzından ayrılarak bu vezne farklı bir ahenk ve zarafet veren bir
sanatçıdır. Nüzhet Haşim’e göre devrinin dikkat çeken gençleri arasındadır. Epik şiir
türüne kendi şahsî damgasını vurmuş ve güzel örnekler vermiştir. Fakat bu şair de
Orhan Seyfi Bey gibi pek üretken değildir. Yazar, Enis Behiç’in “Gemiciler” adlı
şiirine yer vermiştir.
Hakkı Süha [Gezgin]: Hakkı Süha Bey edebiyat hayatına “Yeni Lisan”la
başlamış, terkipli ifadelerden uzak kalmıştır. Hece vezniyle yazdığı “Cengiz Han”
adlı şiirinde çoğu çağdaşının aksine tok bir ifade kullanmıştır. Ancak şiirleri
lirizmden yoksun değildir. Şiirin teknik kısmında acemilikleri vardır. Antolojide,
şairin “Yıldızlar Önünde” adlı şiirine yer verilmiştir.
İdris Sabih [Türkkan]: Duygusal bir şair olan İdris Sabih Bey kardeşine
yazdığı bir mersiye ile tanınmıştır. Fakat edebiyatın merkezi durumundaki
İstanbul’dan uzakta bulunuşu, onu Millî Edebiyat hareketini takipten mahrum
bırakmıştır. “Öksüz Akşam” şiiriyle antolojide yer almıştır.
Halit Fahri [Ozansoy]: Halit Fahri Bey aruzdaki başarısı, kafiyelerinin
zenginliği ile dikkat çeken romantik bir şairdir. Yeni Mecmua’da hece vezniyle de
şiirler yazmıştır. Şiirlerinde Hint’ten ve Çin’den bahsederek egzotizm yapmak
istemiştir. Son şiirlerinde realizme doğru bir temayül hissedilmektedir. Hece veznini
de kullanan şair, aruzdaki başarısını henüz hece vezninde gösterememiştir. Yazar,
şairin “Neşe mi? Elem mi?, Dervişin Sözü” şiirlerini eseri için seçmiştir.
Yahya Kemal [Beyatlı]: Yahya Kemal edebiyat dünyasını ikiye bölmüştür. Bir
kısım edebiyatçılar Yahya Kemal’in basılmış bir eseri olmadığından aleyhinde
bulunmuşlar, bir kısmı da okudukları beyitler ve mısralarla onu başarılı bir şair
olarak görmüşlerdir.
30
Nüzhet Haşim de edebiyat âleminde her ortamda kendisinden söz ettirebilen bir
şair olması bakımından Yahya Kemal’i usta bir şair ve “edebî bir hâdise” olarak
görür. Nüzhet Haşim’e göre, Fransız edebiyatı ve eski Yunan edebiyatına vâkıf oluşu
onun değerini gösteren en önemli delillerdendir.
Salih Zeki [Genç]: Salih Zeki sanatı kendisine ülkü edinmiş bir şairdir.
Samimî ifade tarzıyla dikkat çeker. Nüzhet Haşim’in gelecekte başarılı manzumeler
beklediği isimlerden biridir. “Aldanış” şiirine antolojide yer verilmiştir.
Hasan Zeki [Süzen]: Hasan Zeki hece vezniyle şiirler yazmıştır, şiirleri dil ve
şiir tekniği bakımından kusurludur. Nüzhet Haşim, şairin “Yüksek Tepelerde” adlı
şiirini antolojisi için seçmiştir.
Faruk Nafiz [Çamlıbel]: Nüzhet Haşim, Faruk Nafiz Bey’i Yusuf Ziya ve
Yahya Kemal ile mukayese eder. Hece vezniyle yazan Faruk Nafiz’in şiirlerini, dili
dışında Yusuf Ziya’nın şiirlerine göre daha lirik ve derin bulur.
Faruk Nafiz’in bir naziresini de Yahya Kemal’in şiirlerinden her bakımdan
üstün görür. Ama Nüzhet Haşim’e göre nazire yazmakta hiçbir orijinallik, üretkenlik
yoktur. Bu bakımdan yazar, bu genç şairden yenilikçi eserler beklemektedir.
“Münzevi” şiirini eserine almıştır.
Tevfik Fikret - Süleyman Nazif - Ali Ekrem [Bolayır]: Nüzhet Haşim
antolojisinde son olarak hece vezniyle yazılmış şiirleri bulunması dolayısıyla Tevfik
Fikret, Süleyman Nazif ve Ali Ekrem üçlüsüne yer verir. Tevfik Fikret Şermin’de
şiirlerinin tamamını, Ali Ekrem de Şiir Demeti’nde şiirlerinin çoğunu hece vezniyle
kaleme almıştır. Süleyman Nazîf’in de az da olsa heceyle yazdığı şiirleri
bulunmaktadır. Nüzhet Haşim bu şairlerin önceleri hiç inanmadıkları hece vezniyle
birkaç tane de olsa eserler meydana getirip, hece veznini denemiş olmalarını bile
aruz vezninin öldüğünün ispatı olarak görür. Yazar, Tevfik Fikret’in “Yazın ve
Kışın” şiirlerini, Süleyman Nazif’in “Cenk Türküsü” ve Ali Ekrem’in “Baba Hindi”
şiirlerini antolojisi için seçmiştir.
31
II. 2. METİN: MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU
Tarihimsi bir taslak
Fikret ve Halit Ziya, zarif bir salon edebiyatı vücuda getirmek için uğraştıkları
demlerdeydi; nâgehan, bu edebiyat ile hiç alâkası olmayan bir manzume Selânik’te
Asır gazetesinde neşredildi. Bu 1313’te Yunan’a karşı açılan muharebe esnasında ve
o muharebe içindi. “Rüsûmat Emaneti Evrak Müdürü Mehmet Emin” imzasını
taşıyan bu manzume, bir halk şiiriydi.
Cenge Giderken
Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur;
Sinem özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evlâdı evde durmaz, giderim!
Yaradan’ın kitabını kaldırtmam;
Osmancığın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz giderim!
Bu topraklar ecdâdımın ocağı
Evim, köyüm hep bu yerin bucağı.
İşte vatan! İşte Tanrı kucağı!
Ana yurdun evlât bozmaz, giderim!
Tanrım şahit, duracağım sözümde;
Milletimin sevgileri özümde;
Vatanımdan başka şey yok gözümde;
Yâr yatağın düşman almaz; giderim!
Ak gömlekle gözyaşımı silerim;
Kara taşla bıçağımı bilerim;
Vatanımçün yücelikler dilerim;
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim!
32
Bundan sonra Servet-i Fünûn’un aristokrat sahifeleri arasında bu imza ile bazı
manzumeler okunmaya başladı. Emin Bey, o zaman yapayalnız bulunuyordu. Bütün
gençlik, Fikret ve Halit Ziya’nın “Salon Edebiyatı”na meftundu. Yeni yazmaya
başlayanlar, onların “icaz”ı (Prestige) altında bulunuyor, o tarzda manzumeler,
hikâyeler kaleme alıyordu. Emin Bey’in tarzı bambaşka idi. Şu var ki, “Ken’an” gibi,
“Hasta Çocuk” gibi, “Hasan’ın Gazası” gibi, “Balıkçılar” gibi içtimaî ve mahallî
mevzularda terennümden fâriğ olmayan Fikret’in bu nev’i manzumelerini mevzu
noktasından andıran eserler yazıyordu. Zaten “Cenge Giderken” manzumesi istisna
edilecek olursa, o vakitler Mehmet Emin Bey, bugünkü gibi vatanî parçalar değil,
içtimaî eserler kaleme alıyordu. Daha sarih bir tabirle hep “zavallılığı” terennüm
ediyordu.
Nihayet istibdadın son müthiş devresi, İstanbul’da edebiyat namına bir şey
bırakmamıştı.
1321 senesindeydi ki, Selânik’te Çocuk Bahçesi unvanlı bir risale intişara
başladı. Bu, mini mini bir mecmuacıktı. İlk nüshalarında Necip Necati imzalı, bazen
“hece” vezninde ekseriya da “aruz” vezninde çocuk şiirleri basılıyordu. Sonra
Mehmet Emin Bey birkaç manzume gönderdi. Bu manzumelerin intişarı üzerine,
o zamanlar Selanik’te Piyade Zabiti olarak bulunan Servet-i Fünûn şairlerinden
Ömer Naci Bey, “Evzân-ı Şiiriyyemize Dair” 50 serlevhasıyla bir makale yazdı.
Bunda, hece vezninin kifayetsizliğinden bahsediliyordu.
Derken, İstanbul’dan Doktor Rıza Tefvik Bey, bu makaleye cevap olarak Emin
Bey’e hitap yollu bir mektup gönderdi. Bu da Çocuk Bahçesi’nde çıktı. İşte bunun
üzerine Ömer Naci ile aralarında bir mücadeledir açıldı. Rıza Tevfik Bey, Emin
Bey’i, hece veznini müdafaa ediyor; Naci Bey de “Edebiyat-ı Cedide”nin terennüm
âleti olan aruzun kıymetinden dem vuruyordu. Ancak, Rıza Tevfik Bey biraz aykırı
iddialara başlamıştı.
Emin Bey’in “Yavrumuzu Çoğaltalım” tarzındaki manzumelerini ileri sürerek,
şiirin içtimaî bir âmil olması lâzım geldiğini söylüyor, yavaş yavaş edebiyatı
“menfaat-endiş” bir menzileye indirmek istiyordu. İşte bu hâl, Ömer Naci Bey’e hak
kazandırdı.
50 Bu makale için bkz: Abdullah Uçman, Türk Dilinin Sadeleşmesi ve Hece Vezni Üzerine Bir Münakaşa, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1998, s. 45-48.
33
Verdiği cevapta Rıza Tevfik Bey’in ekser makalelerinde pek çok bahsettiği
“Spencer”ı 51 işhâd etti. Sanatla edebiyatın, beşerin haz ve elemine tercüman
olmaktan başka bir vazifesi olmadığını, tezeyyün hissinin pek tabiî ve zarurî bir
beşerî meyl olduğunu söyledi; sanatın, yalnız sanat için olacağını tekrar etti.
Hatırımda öyle kaldı; hatta şöyle bir cümle de yazmıştı:
“Şiir şairin, elifba da köylünün hakkıdır.”
Münakaşa İstanbul’da da ehemmiyetle takip ediliyordu. Hüseyin Cahit Bey
gibi, Edebiyat-ı Cedide’nin müdâfiliği vazifesini deruhte eden bir zat bile Çocuk
Bahçesi’ne bir makale yazmıştı. Bu makale, şiiri haz vermek vazifesinden adeta
tecrit ederek “öğütçü” derekesine indiren Rıza Tevfik Bey’i en zayıf, en can alacak
noktasından yakalıyor, bahsi beri tarafa kazandırıyordu.
Filhakika, Emin Bey’in o zaman yazdığı manzumelerin ekserisi, daha ziyade
“tâlimî” (Didactique) bir mahiyetteydi. Maamafih şu,
Yolcu
– Fırtına var...
– Varsın olsun, kıyametler koparsın;
Sen yolunda bir büyük dev adımıyla ilerle!
Durma, yürü, ayakların yürümekten kabarsın:
Ölümlerden kurtulunur ileriye gitmekle.
Ziyanı yok; sendele, düş, şu geçitten uzaklaş
Atacığın her adımla menziline koş, yaklaş,
Yürü, yürü yarı yolda kalma haydi ileri;
– Oh çığ uçmuş...
– Görüyorum, lâkin bundan ne çıkar?
51 “Herbert Spencer: İngiliz filozof (Derby 1820-Brington 1903): Spencer’in yapıtlarındaki ana düşünce, türdeşten benzeşmeze, belirsizden belirliye, yalından karmaşığa zorunlu bir geçiş yasası gereğince doğal evrim düşüncesidir. Evrensel tözün, bilinmez Güç’ün temel özdeşliği yüzünden, tüm doğa olayları bir dizi oluşturur ve bu dizi içinde, yaratma bakımından ne bir boşluk, ne de bir yer söz konusu edilebilir. Toplum ruhbilimsel biyolojik olaylardan, biyolojik olaylar da fizik ve kozmik olaylardan doğarlar ve artan bir karmaşıklık, üst düzeylerin ortaya çıkmasını açıklamaya yeter. Başlıca yapıtları: The Principles of Psychology (Ruhbilimin İlkeleri, 1855), First Principles (İlk İlkeler, 1862), The Principles of Sociology (Toplumbilimin İlkeleri, 1877-1896).” (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt XXI, İstanbul, tsz, s. 10751.)
34
Sen yolunda bir büyük dev adımıyla ilerle
Durma, yürü insanoğlu ister ise dağ yıkar,
Kayalıklar bir yol olur, bir parçacık emekle!
Bak şu sarp, dik dağ başına, işte ayak izleri!
Bunlar bütün senden önce geçenleri gösterir,
Yürü, yürü artık yeter korkaklığın elverir!...
manzumesi gibi bize azim, irade telkin eden kuvvetli parçalar da mevcuttu. Ne çare,
Rıza Tevfik Bey, meseleyi icap ettiği noktadan teşrih edemiyordu. İddiaları hep
sakattı. Hatta Emin Bey’i bile, bu fena kanaatlerine esir etmiş menfaat-endişliğe
doğru sürüklüyordu. Bu aralık, cidden lirik bir kalbe malik olan doktor da Çocuk
Bahçesi’nde “Selma Sen de Unut Yavrum!” unvanlı güzel bir şiir neşretti. Bu Emin
Bey tarzında yazılmıştı.
İstanbul’da da Selânik’te de yeni yetişmek üzere olan gençlerden hiçbirisi bu
tarza temayül göstermiyordu. Bunun iki sebebi vardı. Biri: Edebiyat-ı Cedide’nin o
zaman pek revaçta oluşu, Fikret ve Cenab gibi şairlerin, Halit Ziya ve Rauf gibi
romancıların Şuayb ve Cahit gibi muharrirlerin Avrupa’daki edebiyatlara benzer bir
edebiyatın teessüsü için çalışmaları, bu vadideki eserlerle fikirlerin gençliği cezb
edişi... İkincisi: Emin Bey’in şiirlerinde lirizm olmayışı, sanatın yüksek mahiyetine
yabancı kalışı ve bunlara inzimâm eden Rıza Tevfik Bey’in yanlış müdafaasıdır.
Hülâsa, Emin Bey daima yalnız kalmıştı.
Nihayet inkılâp oldu. İttihad edeceği sanılan Osmanlılığın müteşekkil olduğu
muhtelif unsurlar, ayrılık temayülleri gösterdiler. Rumeli’deki kavimler arasında
zıddiyet çoğaldı. Yer yer bombalar patlıyor, taraf taraf kıtaller oluyordu. Hükümet
aleyhindeki bu hareketler derhal aksülâmel yaptı, o zamana kadar yalnız
“Osmanlıyız” diyen Türk gençliği, Bulgarlar’ın, Rumlar’ın hatta Ulahlar’ın, hatta
Arnavutlar’ın yalnız kendi kavmî menfaatlerini düşünmelerine karşı, “Biz de
Türküz!” diye haykırmaya mecbur oldular.
O zamanlar Selânik’te bulunan gençler içinde, biraz evvel yetişerek İstanbul’da
Fecr-i Âti zümresine dahil olan Ali Canib Bey’in nezareti altında bir mecmua intişara
başlamıştı. Evvelce Hüsün ve Şiir namıyla birkaç nüsha çıkan bu mecmuanın adı
Genç Kalemler’di. İşte, Millî Edebiyat endişesinin nasıl doğduğunu tedkik ederken
bu mecmuanın etrafında fazla dolaşmak lazımdır.
35
Genç Kalemler’de cidden genç, zinde, kıymetli kalemler yazılarını
bastırıyorlardı. Bu sıralar bir küçük vak’a oldu: Ömer Seyfettin Bey’in Catulle
Mèndes’ten52 tercüme ederek “Perviz” imzasıyla Kadın’da neşredilen bir parçasına
Yeni Asır gazetesi tariz etmiş, “Hayat-ı nisviyyemizle münasebeti olmayan böyle bir
eserin neşri, ahlâka mugayirdir.” tarzında tehditlerde bulunmuştu. Buna karşı Ali
Canib Bey, eserin sahibi kim olduğunu bilmediği halde Bahçe gazetesinde “Sanat
Hakkında” diye yazdığı bir makale ile şedid bir müdafaada bulundu; o zaman moda
olduğu üzere gençlik eserlerine karşı ahlâksızlık isnad ederek yeni fikirleri kurutmak
isteyenlere galeyanlı bir kalemle hücum etti. İşte bu müdafaa, bu iki genç arasında
samimiyetin teessüsüne, Ömer Seyfettin Bey’in de Genç Kalemler’e yazmaya
başlamasına sebep oldu. Bu suretle Genç Kalemler her meselede “bence” değil,
“fence” hareket eden, mütetebbî bir tahrir heyeti kazanmıştı. Bu gençler, tedkik ve
tetebbu sahasında ilerledikçe lisan meselesinin ehemmiyeti karşısında çokça
tevakkuf ettiler, derinden derine tedkikler yaptılar, lisan gayr-i tabiî, mantıksız, ilme
mugayirdi. Bu yüzden edebiyatımız başka muhitlerden gıda alan asılsız bir mahiyette
devam ediyordu. Binaenaleyh lisanı ıslah lâzımdı. “Kanaatlerini daha evvelleri
sezenlerin arkadaşlarından ayrılmayarak tatbik edemedikleri bu ıslahı biz yapalım;
lisanımızı ecnebi kaidelerinden kurtaralım.” diye takviye ettiler.
Muhtelif kavimlerin isyan ve ihtilâlleri neticesinde Türk gençliğinin ruhunda
tahassul eden milliyet duygusu, bu gençleri teşcî etti. “Yeni Lisan” unvanıyla neşrini
takarrür ettirdikleri lisan ıslahını tespite başladılar. O sıralar Ziya Gökalp Bey de,
milliyet duygusunun ehemmiyetinden, Türklük fikrinin neşri ihtiyacından
bahsediyordu.
52 “Catulle Mèndes (1843-1909): Fransız şair, oyun yazarı ve romancı. Romantizmin biçime önem vermemesine tepki olarak doğan ve denetimli, biçimci bir “sanat için sanat” anlayışını savunan Parnasçılar adlı bir grup Fransız şairin arasında yer almıştır. 1860’ta Paris’te kayınpederi Théophile Gautier’nin son yapıtlarıyla Charles Baudelaire ve Villiers de L’Isle-Adam gibi şairlerin yapıtlarına yer veren La Revue Fantaisiste adlı dergiyi çıkardı. Parnasçılık akımına adını veren Le Parnasse contemporaine (Çağdaş Parnasçılık, 1866-76, 3 cilt) adlı antolojiyi yayına hazırladı. La Légende du Parnesse contemporaine (Çağdaş Parnasçılığın Öyküsü) adlı yapıtıyla bu akımın tarihsel gelişimini anlattı. Sonradan simgecilik adlı önemli şiir akımını kuracak olan genç şairler üzerinde özendirici rol oynadı. Eserleri: Poésies (Şiirler, 1892), Poésies nouvelles (Yeni Şiirler, 1893), Mendés Les Méres ennemies (Düşman Anneler, 1882), La Femme de Tabarin (Tabarinli Kadın, 1887), Le Roi Vierge (Bakir Kral, 1881), Les Crimes du Vieux Blas (Yaşlı Blas’nın Cinayetleri), Pour lire au bain (Banyoda Okunmak İçin), Rapport sur le mouvement poétique français de 1867-1900 (1867-1900 Dönemindeki Fransız Şiir Akımı Üzerine Bir Rapor, 1902).” (Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopdisi, Cilt XV, Ana Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 568.)
36
Nihayet, o zamana kadar üç beş nüsha çıkan Genç Kalemler mecmuası tevsî
olunarak, Ali Canib Bey’in edebî müdürlüğü ve nezareti altında büyük kıtada intişara
başladı. İlk nüshanın baş makalesinde, bütün Türk gençliğine hitap ediliyor, edebiyat
ve lisanımızdaki gayr-i tabiîlikten bahisle, her şeyden evvel dilimizden ecnebî
kaidelerinin atılması teklif olunuyordu. Maamafih aynı zamanda, samimî Türkçe
kelimeleri bir tarafa bırakarak Çağatayca’dan kelime kabulüne lüzum gösteren
tasfiyecilerin yanlış fikirleri de şiddetle tenkit ediliyor:
- “Edebiyatımız için, İstanbul lehçesi bedâate misal olacaktır.”
deniliyordu. “Yeni Lisan” şu şekilde hülâsa edilmişti:
1 – Konuşurken asla kullanmadığımız Arapça, Acemce terkip kaideleri
yazarken de kullanılmayacak, yalnız ıstılahlar müstesna: Sadr-ı âzam, Şeyhü’l-islâm,
sevk-i tabiî vesaire gibi.
2 – Arapça, Acemce cem’ kaideleri kullanılmayacak. Yalnız klişe hâline
geçmiş ve müfred makamında kullanılan kelimeler müstesna: Ahlâk, Müslüman,
edebiyat, talebe vesaire gibi.
3– Konuşma lisanına geçmeyen Arapça, Acemce edatlar kullanılmayacak.
Nazımda, nesirde bedâate numune, İstanbul’da konuşulan tabiî Türkçe örnek ittihaz
olunacak.
Artık bu mecmua ile intişar eden makalelerde, şiirlerde, hikâyelerde hiçbir
terkip kullanılmamaya başlandı. Genç Kalemler’in hemen hemen yegâne şairi olan
Ali Canib Bey, bir hamlede eski gayr-i tabiî lisanı bıraktı. Ömer Seyfettin Bey,
“Bahar ve Kelebekler”den sonra, hep konuştuğu terkipsiz lisanla yazdı. Bu harekete,
ilkten zihinler daha yatışmadığı için tek tük itirazcıklar oldu. Ben bile Muhit-i Mesâi
mecmuasında bir şeyler yazdım. Halbuki, bütün bunlar daha ziyade
anlaşamamazlıktandı. Bu sıralarda, Selânik İttihat ve Terakki Mektebi salonunda,
tekmil gençler haftada iki üç gece toplanmaya başladılar. Bu içtimalarda, “Yeni
Lisan” hakkında münakaşalar cereyan ediyor, “Lisâniyat” Linguistique tedkikleri
yapılıyordu. Benim gibi henüz yetişmekte olanlar da bu çok istifadeli içtimalarda
hazır bulunuyorduk. Ne canlı münakaşalardı, ne hâr, ne ateşli mübaheselerdi onlar!
Burada yalnız lisan değil, bilhassa edebiyat düşünülüyor, eski skolastik edebiyattan
sonra yeni edebiyatın mutlaka millî olması ileri sürülüyordu. Millî edebiyattan, asrî
edebiyatın envâ ve usûlü vasıtasıyla kendi hayatımızın, kendi hissiyatımızın bilhassa
kendi duygularımızın edâsı murad ediliyordu.
37
Genç Kalemler tahrir heyetince bir de istimzaç yapılmıştı. Bazı gençler bu
inkılâbı doğru görmüşler, bazıları da kabul etmemişlerdi. [*]
Lisan meselesi, “bediiyât” noktasından da, “lisâniyat” noktasından da
halledilmişti. Maamafih lisan kadar bir edebiyatın hususiyetine tesir icra eden vezin
meselesinde bir şey yapmadılar. Hece veznindeki ahenk ve zevk eksikliği gençliği
korkuttuğu için birden bire hece veznini kabul edemediler. Filhakika Ali Canib
Bey’in bu aralık neşredilen bütün manzumeleri, selis, açık Türkçe olmakla beraber
aruz vezniyleydi. Ziya Gökalp Bey, hece vezniyle birkaç manzume kaleme almıştı;
fakat bunlar, bediî bir maksattan ziyade, millî ve içtimaî bir fikirle yazıldığı için
revaca bâdi olmadı. Türkiye’deki bütün milliyet ve mefkûre cereyanlarının hakikî bir
mebdei, bir mübeşşiri olan şu lâ-yemût “Turan” şiiri bile aruz vezniyleydi:
Turan
Nabızlarımda vuran duygular ki, tarihin
Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil
Güzîde, şanlı, necîb ırkımın uzak ve yakın
Bütün zaferlerini kalbimin tanîninde,
Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcîl.
Sahîfelerde değil çünkü Atillâ, Cengiz.
Zaferle ırkımı tetvîc eden bu nâsiyeler,
O tozlu çerçevelerde, o iftirâ-âmîz
Muhît içinde görünmekte kirli, şermende.
Fakat şerefle nümâyân Sezar ve İskender.
Nabızlarımda evet, çünkü ilm için mübhem
Kalan Oğuz Han’ı kalbim tanır tamamiyle;
Damarlarımda yaşar şân ü ihtişâmiyle
Oğuz Han, işte budur gönlümü eden mülhem,
[*] Tabiî aleyhtarsız da kalmadı. Köprülüzâde Mehmet Fuad Bey, Yakup Kadri Bey, daha sonra Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif Beyler muhtelif şekillerde itiraz ettiler. Yeni Lisancılar, bunların hepsine karşı kâh mutedil, kâh şedid cevaplar verdiler ve nihayet davayı kazandılar.
38
Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!
Bu müddet esnasında Ali Canib Bey de bazı tecrübelerde bulundu. Bilhassa
Emin Bey’in zihniyetinden ayrılarak ifade ve üslûpça daha aristokrat şiirler yazdı.
Bunlardan biri “Kış Duası”dır. Bu manzume, onun millî vezinle yazdığı ilk parçadır.
Filvâki bunda klişecilikten sakınıyor. Fikir ve hissini güzel hayallerle bürümeye
gayret ediyordu. Fakat dediğim gibi, bu gençler, sanatın menfaat-nâ-endiş olduğuna
kail oldukları için hece vezni güzel tasvirleri ihata etmeye muvaffak oluncaya kadar
akîm kalacağını iddia ediyorlardı.
Nihayet Ziya Bey, Ali Canib Bey ve diğer gençler İstanbul’a geldiler. Bilâhare
Ömer Seyfettin Bey de Yunanistan’dan avdet etti. Hepsi Türk Yurdu’nun etrafında
toplandılar.
Bu sıralarda bazı gençler, “Millî Edebiyat” namıyla “Halk Edebiyatı”
yapıyorlardı. “Millî Edebiyat” fikri yanlış yola sapmak üzere idi. Bunun üzerine Ali
Canib Bey, Türk Yurdu’nda neşrettiği uzun üç dört makale [*] ile Yeni Lisancılar’ın
maksatlarını izah etti. Bu fikirleri şöylece hülâsa edebilirim: “Edebiyat, halk
için değildir; halka doğru bir mahiyeti hâizdir. “İbtidâî” (Original) edebiyatın
(séve populaire)’e 53 malik olması iddiasını, halka öğüt vermek mânâsına telâkki
etmemelidir. Millî Edebiyat demek, mevzuundan bünyesine kadar her şeyi, halkın
ruhunda yaşayan Türk ruhiyat ve lisanından alan yüksek bir edebiyat demektir.”
Artık, yavaş yavaş hece vezniyle arzu edilen mahiyete yakın manzumeler
yazılmaya başlanmıştı. Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Enis Behiç gibi genç şairler, bu
terennüm âletine yeni bir ahenk bahşettiler. Ekser mevzular da mahallîleşti. Meselâ
Enis Behiç Bey’in “Turan Kızları”, “Gemiciler” gibi birkaç manzumesi pek millî
birer mevzua maliktir. Harb-i Umumî ilân edildikten sonra Yusuf Ziya Bey’in
neşrettiği “Akından Akına” namındaki küçük şiir mecmuası da bu gibi mevzuları
muhtevîdir. İlk defa, Ali Canib’in “Kaval” manzumesinde muvaffakiyetle tatbik
edildiğini gördüğüm, hece veznindeki Description 54 meselesi, hece vezninin de
yüksek bediî his ve hayallere terennüm âleti olabileceğini, onun da sanatkâr ellerde
bugünkü ihtiyacı tatmine muktedir bir ahenk iktisab edebileceğini ispat etti.
[*] “Milli Edebiyat Meselesi”, Türk Yurdu Mecmuası, Yıl: 3, Sayı: 6, 7, 9. 53 Halkın ruhuna. 54 Tasvir, tanım, anlatmak.
39
Şimdiki halde, gençliğin kâhir ekseriyeti, ifade ve tebliğ vasıtası olarak, ilk defa
Genç Kalemler’de vâsi tedkikler neticesinde ortaya atılan bugünkü saf, samimî
lisanı kullanıyorlar. Hece veznini ise henüz pek çok olmayan bir kısım gençlik, aruzu
hiç kullanmamak şartıyla kabul etmişlerdir. Ama öyle görünüyor ki, er geç hece
vezni ibdâî edebiyatımızın hakikî nazım aleti olarak tanınacaktır.
Hiç şüphesiz, “Millî Edebiyat” öyle birdenbire vücuda gelmeyecektir. Her ölen
mesleğin, tarzın bir peszindegî (survivance)’si olduğu gibi, eski gayr-i millî
edebiyatın, gayr-i millî aletlerin de sâlikleri, daha bir müddet aramızda yaşayacaktır.
Meselâ gençlerin içinde, millî vezinle yazdıkları halde, gayr-i millî Acem aruzunu da
bırakamayan, Halit Fahri, Yahya Saim, Faruk Nafiz Beyler gibi olanlar var. Hatta,
kat’iyyen yeni harekete yabancı kalan, mutlaka Servet-i Fünûn Edebiyatı’nı
yaşatmak isteyen gençler de var. Bunlar: Neriman Nüzhet, Ahmet Haşim, Mustafa
Namık, Tahsin Nahid, Ali Rıza, Seyfi Beyler ve Ali Emirî Efendi nev’inden
tamamiyle evvel zamandan kalma bir takım peszinde (survivant)’lerdir.
İşte şu tarihimsi taslakla, “Milli Edebiyat”a doğru yürüyüşün kanavasını çizdim
sanıyorum. Şimdi yetiştikleri tarihlere nazaran, birer birer şairlerden bahsedeceğim.
İkinci cilt de nâsirlere tahsis edilecektir.55
55 Yazarın verdiği bu bilgiye rağmen, eserin nesir bölümünün yazılmadığını tespit ettik.
40
MEHMET EMİN BEY56
Tercüme-i Hâli: 1285 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Yediçifte bir ırıp
kayığının reisi olan Salih Ağa’nın oğludur. Beşiktaş Askerî Rüştiyesi’nde, Mülkiye
ve Hukuk mekteplerinde okumuştur. Sadaret Evrak ve Rüsûmat Mektûbî kalemlerine
intisabla devlet memurluğuna girmiştir. Sonra sırasıyla, Rüsûmat Evrak
Müdürlüğü’nde, Erzurum ve Trabzon Rüsûmat nazırlıklarında, Bahriye Nezareti
müsteşarlığında, Hicaz Vali vekilliğinde, Sivas ve Erzurum valiliklerinde
bulunmuştur. Bugün Musul mebusudur. Meşrutiyet’ten sonra teessüs eden “Türk
Derneği” azalık ve reisliğinde çalıştığı gibi, bazı kıymetli zatlarla birlikte Türk
Yurdu mecmuasını da tesis etmiştir.
Tıknaz, irice, uzun boylu, elâ gözlü, ziyadesiyle iltifatçı, açık gönüllü, her
hâliyle iyiliği sevdiğini anlatır bir zattır.
Eserleri: Türkçe Şiirler (1313), Ey Türk Uyan (1330), Türk Sazı (1330),
Tan Sesleri (1330), Ordunun Destanı (1331), Dicle Önünde (1332), Hasta Bakıcı
Hanımlar (1333), İsyan (1334).
Edebiyatımızda Mevkii: Mehmet Emin Beyefendi, edebiyatımıza 1313
Yunan Harbi münasebetiyle yazdığı, “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur.”
manzumesiyle dahil olmuştur. Memleketimizde müessis hiçbir edebiyata dahil ve
müntesib değildir. Eserlerinde, ne Ahmet Paşa’dan beri devam eden Şark
Mektebi’nin, ne de Şinasi’den beri teessüs eyleyen Garp Mektebi’nin izleri
bulunmaz. Kendi kendine yetişmiş, Arap’tan, Acem’den, Frenk’ten, Türk’ten hiç
kimseden istifade etmeksizin eser vücuda getirmiştir.
Emin Beyefendi, ilk defa olarak Türk Edebiyatı’nda kendi milliyetini ilân etmiş
bir zattır. Ona en ziyade muâhiz mevkide kalanlar bile bunu inkâr edemezler. Sonra,
biraz Tevfik Fikret merhumda da görülen zavallılar şairliği, kendisinde pek fazla
meşhuddur. İnkılâbı müteakip canlanan Türkçülük cereyanına kadar o, kimsesizlerin,
dul kadınların, ahretliklerin, mazlumların vicdanlarını terennüm etmiştir.
1326 tarihlerinde Selânik’te Ziya Gökalp Bey’le görüşmüşlerdi. İstanbul’a
avdet ettikten sonra yazdığı şiirler, Anadolu ufkunu aştı; Kafkas’a, Kazan’a,
Buhara’ya, Kaşgar’a ulaştı. Artık bütün mevzuları, bu yerleri, bu yerlerde sakin
olanların elemlerini ihtivaya başladı.
56 Mehmet Emin Yurdakul.
41
Hangisi daha müfiddir? Emin Bey, yalnız Anadolu’nun zavallılıklarını mı
terennüm etmeliydi; yoksa bugünkü gibi vâsi Turan’ın yaslarını mı? Bu suale istikbal
birçok cevaplar bulacak. Ben, şimdilik münakaşa edecek değilim.
Türkler, şiirde millî dâhisini henüz yetiştiremedi. Birçokları gibi acele ederek
Emin Bey’e bu fevkalâde vasfı vermeyeceğim. Fakat diyeceğim ki, şairler
“Edebiyat-ı Cedide devresinde ve Fecr-i Âti hengâmesinde” sun’î giryeler,
ferdiyetçilikler, terennüm ederken o, tek başına bu millet için yazdı. Binaenaleyh,
Türk milleti bu büyük hizmetine karşı ilelebet kendilerini unutmayacaktır.
Emin Beyefendi, bütün hayatında “Sanat için sanat” nazariyesini bir an bile
kabul etmemiştir. Namık Kemal, nasıl “ Vatan için sanat” yapmışsa o da hem “iyilik
için sanat” hem “millet için sanat” yapmaya çalıştı. Sanatın kendinden başka
gayelere hizmeti müteassir olduğundan, bu uğurda müşarünileyhin bazı
muvaffakiyetsizliklere dûçar olmuş bulunması ihtimali vâriddir.
Emin Beyefendi, şiirlerinde şekle pek itina etmez. Ara sıra tenafürlere, metrûk,
gayr-ı me’nus, tekellüm şivesini kaybetmiş kelimelere, bozuk kafiyelere tesadüf
olunur. Maamafih, onun gayesi, esasen Fikret gibi süslü bir sanat yapmak değildir ki,
bu noktadan muâhezeye hakkımız olsun.
* **
Emin Bey hakkında bazı fikirler :
“Türklük sizi altı asır bekledi.”
-Mister Gibb-57
57 “Elias John Wilkinson Gibb (1857-1901): ‘Osmanlı Şiirine Dair’ eseriyle tanınan İskoçyalı şarkiyatçı. Glasgow’da doğdu. Erken yaşlarda okuduğu Binbir gece masallarının etkisiyle Doğu’ya ve özellikle Osmanlılar’a ilgi duydu. On altı yaşında iken Glasgow Üniversitesi’ne girerek burada matematik, mantık ve Arapça okudu. Fakat asıl ilgisi, kendi kendine meşgul olduğu Farsça ve Türkçe’ye karşı idi. İki yıl sonra üniversitedeki çalışmalarını bırakarak bütün vaktini bu dillere ayırdı. Yirmi iki yaşında, Hoca Sâdeddin Efendi’nin Tâcü’t-tevârîh’inden İstanbul’un fethi bölümünü tercüme ederek The Capture of Constantinople from the Taj-ut-Tevarikh “The Diadem of Histories” adıyla yayımladı (1879). Daha sonra İngilizce’ye çevirdiği şiirleri neşretti. (Ottoman Poems Translated into English Verse in the Original Forms, 1882). The Story of Jewad, a Romance by Ali Aziz Efendi the Cretan adı altında Giritli Aziz Ali Efendi’nin Muhayyelât’ının bir bölümünü (1884), daha sonra da The History of the Forty Morns and Eves Written in Turkish by Sheykh-Zada adıyla Kırk Vezir Hikâyesi’nin tercümesini (1886) yayımladı. 1900 yılında A History of Ottoman Poetry adlı, sonradan altı cilt halinde tamamlanan büyük eserinin ilk cildini yayımladı. İskoçya ziyareti dönüşü kızıl hastalığına yakalandı ve 5 Aralık’ta öldü. Cenaze törenine aralarında Abdülhak Hâmid’in de bulunduğu birçok Türk katıldı; onlara göre Türk edebiyatı en güçlü ve dürüst araştırmacılarından birini kaybetmişti. Ölümünden sonra karısı ile annesi A History of Ottoman Poetry adlı kitabının tamamlanmasına karar vererek Browne’dan eseri basılabilecek hale getirmesini
42
“... Vatanında takdir ve tergib bulamasa da, kendisi biz Garplılar için Türk
üdebası arasında milliyetinin hayat ve tasavvuratını sıdk ile tersim ve ifade etmek
üzere zuhur ve tecelli etmiş gayet cezbedâr bir şair kalacaktır.”
-Doktor Giese-58
“Dersaadette satın aldığım Türkçe Şiirler nam kitabınızı okuyup âsârınızın
ulviyet-i hissiyât ve hüsn-i âhengine o kadar meftun oldum ki vatandaşlarımı
manzûme-i ferah-fezalarınızla âşina etmek için Moskova Müsteşrikîn Cemiyeti’nde
onun üzerine ifade ettim.”
-Vladimir Minorskiy-59
istediler. Gibb’in ölümünü takip eden sekiz sene içinde eser Browne tarafından tamamlandı. Yazıldığı yıllarda Türk yazarları arasında Târîh-i Eş’âr-ı Osmâniyye ve sonraları daha çok Osmanlı Şiiri Tarihi adıyla tanınan bu eserde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den başlayarak Ziyâ Paşa’ya kadar uzanan 500 yıllık Osmanlı şiirinin serüvenini gözden geçiren Gibb genç yaşta öldüğünden son dönem şairlerini inceleyememiş, bunlardan sadece Şinâsi ile Ziyâ Paşa üzerinde durabilmiştir.”(Christopher Ferrard, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt XIV, İstanbul 1996, s. 64-65.) 58 “Wilhelm Friedrich Carl Giese (Stargard, Pommern 1870-Eichwalde, Teltow 1944): Alman Türkoloğu. 1891 yılında Greifswald Lisesini bitiren Giese, Greifswald Üniversitesi’nde teoloji ve Doğu filolojisi okumuş, W. Ahlwardt’ın yanında bir doktora çalışması yapmıştır (1894). 1899-1905 yılları arasında İstanbul’da Alman Lisesinde öğretmenlik yapmıştır. 1906’da Greifswald Üniversitesi’nde doçentlik sanını almış, 1906’da Karl Foy’un yerine Berlin’de Doğu Dilleri Semineri’nde Türk dili profesörlüğüne atanmıştır. Giese, 1933’te İstanbul Darülfünununda yapılan reform üzerine kurulan Ural-Altay dilleri karşılaştırmalı grameri kürsüsüne profesör olarak getirilmiştir. Arap filolojisi alanında yetişen Giese, İstanbul’da öğretmenlik yaptığı yıllarda İç Anadolu’da gezilere çıkarak Türk dili üzerinde çalışmalara girişmiştir. Bu çalışmaları yanında Yeni Türk Edebiyatı ile de uğraşmış ve Mehmet Emin’in şiirlerini Almancaya çevirmiştir (Neues von Mehmed Emin Bej, 1904; Neue Gedichte von Mehmed Emin Bej, 1910). Daha sonra Hüseyin Rahmi’nin İffet adlı romanından birtakım bölümleri Almancaya aktarmıştır (Die Volksszenen aus Hüsēn Rahmī’s Roman ‘Iffet. Orientalische Studien, 1906). Türk dili yanında Türk (Osmanlı) tarihine de önem veren Giese, Die ältesten osmanischen Geschichtsquellen (1921) adlı yazısını yayımladıktan sonra Die altosmanischen anonymen Chroniken Tevārīh-i āl-i ‘Osmān adlı eserini baskıya vermiştir (1922). Giese’nin Türk tarihine kazandırdığı bu kaynak, Mordtmann’ın önerisi uyarınca bilim çevrelerinde “Anonymus Giese” adıyla tanınmıştır. Eski Osmanlı tarihi alanındaki çalışmalarına devam eden Giese, 1929’da Aşıkpaşazâde tarihini de yayımlamıştır (Die altosmanische Chronik des ‘Āšiqpašazāde). Giese, Osmanlı devletinin kuruluşu ile ilgili tartışmalara da katılmıştır (Das Problem der Entstehung des osmanischen Reiches, 1924). Onun bu yoldaki görüşlerini Fuat Köprülü değerlendirmiştir (Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, 1924). Das Seniorat im osmanischen Herrscherhaus (1926); Die geschichtlichen Grundlagen für die Stellung der christlichen Untertanen im osmanischen Reich (1931); Bemerkungen zu G. Raquette, Eine kaschgarische Wakfurkunde aus der Khodscha-Zeit Ost-Turkestans (1931) gibi çalışmaları da Türk tarihi bakımından önemlidir.” (Hasan Eren, Türklük Bilimi Sözlüğü I. Yabancı Türkologlar, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1998, s. 161-163.) 59 “Vladimir Fedoroviç Minorskiy (1877-Cambridge 1966): Rus kökenli Doğubilimci. Orta öğrenimini Moskova’da yapmıştır. Moskova Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Lazarev Enstitüsünde A. E. Krımskiy’nin yanında çalışmıştır. 1904 yılından başlayarak Dışişleri Bakanlığında görev almış, Türkiye ve İran’da diplomat olarak bulunmuştur. Paris’te, Yaşayan Doğu Dilleri Okulu’nda öğretim üyesi olarak görev alan Minorskiy, 1923’ten itibaren Fars dili dersleri vermiştir. 1932’de Londra Üniversitesinde ve daha sonra da Cambridge Üniversitesi’nde görev almıştır. Arap, Fars ve Türk dillerine vâkıf olan Minorskiy, Yakın Doğu ülkelerinin etnografyası, tarihi, tarihî coğrafyası, edebiyat tarihi ve dili üzerinde çalışmıştır. Onun en büyük eseri, Hudûdü’l-âlem’in İngilizce çevirisidir. “Addenda to the/udûd al-‘Ālam” başlıklı yazısı da bu
43
“Tıynet ve milliyetimize mensup demek olan bu vâdi-i şiire devam ettiğiniz, bu
yolda ilerlemek istediğiniz takdirde rağbet-i umûmiyyenin sizi teşyî ve istikbale şitâb
edeceğinden emin olabilirsiniz. Şiiriniz okunurken nezdimde hazır bulunan yetmiş
yaşında bir ihtiyarın gözlerinden yaşlar akıyordu. Dediğim rağbet-i umûmiyye için
bunlar birer işaret belki de beşaret ittihaz olunabilir.”
-Abdülhak Hâmid-
“Bendeniz zannederdim ki, o mübarek, o rakîk hisleri, o tarz-ı beyân, o
usûl-i nazm ihatadan kâsırdır. Zannımın hakikatten uzak kaldığını bu tabiî eserler
bana anlattı.”
-Üstad Ekrem-
“Şiirinizi okurken bir şeye çok dikkat ettim, dinleyenlerin içinde hiçbiri
sesinize yabancı kalmıyordu. Hatta küçük Halûk bile... Halit Ziya Bey, parmaklarının
arasında tutup, küllenen sigarasını silkti, Hikmet Bey yerinde doğruldu; ben
muvaffakiyetinizi tebrik için ne diyeceğimi şaşırarak öyle sıralarda daima yaptığım
gibi şaşkın bir -evet-le gülümsedim. Deminden beri çenesi ellerinin içinde saçları
omuzlarında, gözleri dudaklarınızda meshûr ve medhûş dinleyen Halûk, yalnız o
vaziyetini değiştirmedi. Hepimiz bir güzel neşîdenin sâmii olmak saffetinde ittihad
ediyorduk.”
-Tevfik Fikret-
“Türk şiiri namıyla bir mektebin şeref-i tesisi tamamen size aittir.”
-Rıza Tevfik-
“İstikbalde Türklük güneşi bütün şa’şaasıyla doğduğu gün, onu tebcile çıkan
ruhanî kafilenin önünde elinde Türk sazıyla mutlaka bu sevgili şair bulunacak.”
-Köprülüzâde Mehmet Fuad-
yolda bir katkıdır. Minorskiy 1906’da Orta İran’da yaşayan Halaçlar’ın dili üzerinde durmuştur (The Turkish dialect of the Khalaj). Minorskiy’nin “Ä[nallu/Inallu” başlıklı yazısı da İran’da yaşayan Türkler’e ilişkin bir katkıdır. “Oriental studies in the USSR” başlıklı yazısında SSCB’de Doğu bilimleri alanında yapılan çalışmaları gözden geçirmiştir.” (Hasan Eren, Türklük Bilimi Sözlüğü I. Yabancı Türkologlar, s. 226-227.)
44
Şehit yahut Osman’ın Yüreği
Ey güzel köy! Viran olma; sakın şu genç yaşında;
Dağlarında taze otlar, pembe güller biterken.
Ey çobanlar! Beni anın; coşkun sular başında
Yaprakların arasında yavru bir kuş öterken.
Ey parlak ay! Işığın saç; yolcuların gözüne;
O yerde ki kötü gece gizlemiştir mezarım.
Ey yolcular! Beni sorun; milletimin özüne;
O günde ki bir zelzele düzlemiştir mezarım.
Ey Türk kızı, ey ana! “Sus!”, sende duygu yok mudur?
Bir oğlunu, bir goncanı kurban ettin çok mudur?
Her yanına kaygı çökmüş şu vatanın yolunda.
Ey Türk ili, ey vatan! Sen her bir yerden ulusun!
Eski, yeni, tatlı, yanık sesler ile dolusun!
Sevgi, gençlik, istek, sağlık feda olsun yolunda.
-Türkçe Şiirler’ den-
Bırak Beni Haykırayım
Ben en hakir bir insanı kardeş duyan bir ruhum;
Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var;
Paçavralar altında yoksul beni yaralar;
Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.
Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez;
Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.
45
Bırak beni haykırayım! Susarsam sen matem et;
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;
Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir.
Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;
Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk!...
-Türk Sazı’ndan-
Nifâk
Ey vatanın ufkunda ıslık çalan baykuş ses!
Lânet sana, sus, boğul, kahkahanı artık kes.
Evet senin fırtınan her boradan zalimdir;
Senin alçak hırsların girdaplardan derindir;
Senin kanlı kinlerin kayalardan keskindir;
Senin melûn rüzgârın dünyaları titretir;
Bir devleti öyle bir felâkete düşürür,
Tehlikeye atar ki, burda büyük bir millet,
Şeref, namus, hürriyet.
Bir geminin enkazı gibi batar ve çürür.
Ey tarihin feneri! Sen bizlere ışık ver;
Kurtarıcı nurunu şimşek gibi parıldat;
Gözümüzü kör eden karanlığı aydınlat
Neredeyiz? Nereye gideceğiz? Yol göster!
Ve göster ki: Zamanın kumlarında kaç mezar,
Şu uğursuz nifâka kurban olmuş kaç vatan,
Kaç zavallı Hindistan,
Kaç zavallı Buhara, kaç zavallı Kırım var?...
-Türk Sazı’ndan-
46
Ey Türk Uyan!
Ey milletim! Sen bundan tamam beş bin yıl evvel
Altaylar’da yaşarken,
Tanrın sana dedi ki: “ Ey Türk ırkı, bu yerden
Güneşlere süzülen kartal gibi uç, yüksel!
Senin her bir kavmi râm edici ellerin
Bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacak;
Sana Çin’in, İran’ın, Hind’in, Mısır’ın, her yerin
Er isteyen tahtları kollarını açacak!”
Sen bu sesin önünde rüzgar gibi dolaştın;
Sert yelesi dikilen arslan gibi savaştın.
İlk erleri tanıyan
Buzlu Alp’ler, Kafkas’lar...
Tufanlarla çağlayan
Coşkun Nil’ler, Aras’lar
Senin gibi bir yiğit ve bir ulu milleti
Hiçbir zaman görmedi.
-Ey Türk Uyan’dan bir parça-
---------------------------------------
Ah İstanbul... Bu Türklüğün medeniyet tarihidir;
Onun yedi tepesinden
Marmara’ya, Boğaziçi sularına aks eyleyen
Sarayları, kubbeleri beş yüz yıldan haber verir.
O Cihangir Fatih burda şarkın eski Asya’sına
Avrupa’dan yeni bir nur girsin diye kapı açmış;
Kralların, papaların faziletsiz dünyasına
Türk’ün doğru vicdanıyla, ahlâkıyla hayat saçmış
Burda yirmi dokuz hakan şereflerle taç giymişler;
Bu yer, şanlı bir milletin
Ehramlardan daha büyük bir yıkılmaz heykelidir,
47
Bu yer Resûl Muhammed’in
Hicaz’ının, Kâbe’sinin, her şeyinin temelidir.
Bu beldenin arkasında Müslümanlık, Türklük vardır;
Eğer bura sarsılırsa bütün bunlar hep yıkılır.
Nasıl olur, her ufkunda Kemaller’in, Sinanlar’ın
Camileri parıldayan,
Nedimler’in, Nef’î’lerin, sazlarını haykırttıran
Bu dünyanın en sevimli, güzel şehri elden çıksın?
Bir büyük Türk Hakanının yükselttiği bir hisarda
Rus çarının kara kuşlu bayrakları dalgalansın?
Peygamber’in Fatih’ini methettiği bir diyarda
Bu Fatih’in sandukası, kemikleri parçalansın?
-Ordunun Destanı’ndan bir parça-
---------------------------------------
Parla, yüksel, ey Dicle... Arzın ulu ırmağı!
Ey şanlarla sallanan asırların kucağı,
Nehirlerin sultanı!
Sen Allah’ın övdüğü dört ırmağın birisin;
Ebediyyet dağından Şark’a inmiş perisin.
Beş bin yıldır dinliyor, insaniyet sesini;
Medeniyet öpüyor, ayağının izini.
Yüz gölgeli ormandan geçen Ganjlar dilbermiş?
Bu ırmakta yüzermiş, zambak taçlı kuğular.
Bengale’nin kızları burda türkü söylermiş;
İlk çiftleri tanırmış, bu mukaddes, pâk sular.
Brahma’ya aşk sunan bu ihtiyar nehirmiş;
Fil dişinden pagodlar bu sulara vururmuş;
Ramayana şairi bu sahile gelirmiş;
Bambuların altında resûl gibi dururmuş.
Evet, bunda güzellik, esrar, şiir, aşk vardır;
48
Bize Hind’i söyleyen bu mübarek sulardır.
Fakat ey sen, ey Dicle,
Ey en aziz çayların, ırmakların güzeli,
Ey ruhları ölmeyen geçmişlerin saf dili!
Sen de bize Irak’ın tarihini nakleyle;
Muhammed’in Şark’ının hayatını nakleyle;
Fuzûli’nin ırkının ecdâdını nakleyle!...
-Dicle Önünde’den bir parça-
---------------------------------------
Yara sarmak, can kurtarmak...
Bu ne iyi, ne güzel iş;
Kullarına Cenâb-ı Hakk
Bundan büyük aşk vermemiş.
Gökten gelen bir sesidir
Bu mukaddes mihrabların;
En ilâhi nağmesidir
Altın telli rübâbların.
Bir âbide parıldatır
Heykeltraş ak mermerden;
Bir selsebil çağıldatır
Mimar yeşil çinilerden.
Lâkin sizin Kâbe kurar
O mübarek elleriniz;
Hakk’ın nuru gibi parlar
Vicdanlarda eseriniz.
49
Siz gölgeli pınarsınız
Susuz ölüm dağlarında;
Bülbül sesli kuşlarsınız
Viran gönül bağlarında.
Bırakmasın Allah’ımız
Çatıları merhametsiz,
Vatanları kahramansız,
Bizi sizsiz ve şefkatsiz!...
-Hasta Bakıcı Hanımlar’dan bir parça-
---------------------------------------
Bırakınız ne görmek, ne işitmek isterim ben,
Bunlar benim ruhuma cehennemden pencereler;
Zebaniler, gayyalar gösteriyor bana her yer.
Bıktım artık bu melûn temaşayı seyretmekten;
Bundan sonra görmez göz, sağır kulak istiyorum;
Kâinatı şafaksız gece bulmak istiyorum.
Lâkin vicdan... Bunu kim sağır ve kör edebilir?
İhtimal ki ben bütün ateşleri söndürürüm;
Hep haykıran sesleri dilsizlere döndürürüm.
Belki benim önümde her şey miskin ve âcizdir;
Yok edemem fakat ben vicdanımın sadasını,
Onun bana Rabb gözü gibi bakan ziyasını
Öyle ise ey cünûn, öldür benim zekâmı sen!
İnsin benim beynime gazabının yıldırımı;
Sönsün benim fikrimin, düşüncemin kıvılcımı.
50
Hiçbir hülya, bir emel sezilmesin gözlerimden,
Benim için hakikat bir karanlık hayal olsun;
Vicdanımın ağzına kadîd gibi toprak dolsun.
Dudağımdan dökülsün hezeyanlar, beddualar,
Bulutların üstünde uğuldasın çılgın sesim;
Tepelerden dev gibi gölge vursun korkunç aksim.
Ben semâya, dünyaya koyuvereyim kahkahalar,
Yuvarlayım taşları beldelerin üzerine,
Tüküreyim yolumdan geçenlerin yüzlerine.
-İsyan’dan bir parça- [*]
Petersburg’a
Ey Petro’nun beldesi, Katerin’in melûn şehri!
Bir boz ayı gözüdür, hırsla bakan her penceren;
Duaların, o sarhoş türkülerin kin sesleri;
Vahşîlerin putudur, o kara kuş başlı çehren...
Senin bâkir vatanlar nediminin kurbanıdır;
Göz yaşıyla, kanlarla yoğrulmuş temellerin
“Neva”lardan duyulan esirlerin figanıdır;
Birer mezar taşını andırıyor heykellerin.
Her şey dursun, “Vezüv” ler yedi göğe yangın saçsın;
Kasırgalı tayfunlar enginlerde girdâb açsın,
Kapitoller yükselsin, şu dünyanın yüz yerinde.
[*] İsyan, Türk Yurdu, Yıl 7, Sayı 2’de bu parça noksan olarak basılmıştır.
51
Lâkin senin dikili taş kalmasın üzerinde;
Yuva olsun uğursuz baykuşlara her duvarın;
Yere geçsin tahtların, kürsülerin, sarayların!...
RIZA TEVFİK BEY60
Tercüme-i Hâli: 1285 senesinde Cisr-i Mustafa Paşa’da doğmuştur.
Babası orada kaymakamlık eden Hoca Mehmet Tevfik Efendi’dir. Kendi rivayetine
nazaran, babası tarafından Arnavut, anası tarafından Çerkez’dir. İlk tahsili Alyans
İsraelit Mektebi’ndedir. Bir müddet İzmit’te Ermeni Mektebi’ne de devam etmiştir.
Büyüdüğü zaman Mekteb-i Mülkiye’ye kaydolunmuş, oradan tardedilince Mülkiye
Tıbbiyesi’ne girmiştir. Tıbbiyeden diploma almıştır. Bu münasebetle kendisine
“Doktor” sıfatı verilmektedir. Memleketimizde ansiklopedik malûmatı haiz
adamların birincilerindendir. Onun için bu zata filozof da derler.
Epey zaman Meclis-i Sıhhiyye âzalığında bulundu. Meşrutiyet’ten sonra mebus
oldu. Birçok mekteplerde muallimliği vardır.
Orta boylu, zayıfça, fakat kavî ve kemikli, elâ gözlü, bilhassa meclis-ârâ ve hoş
sohbet, dinlemekten ziyade söylemeyi sever, kendi menkıbelerini anlatmaktan haz
duyar, memleketimizin muhtelif diyarındaki şiveleri taklitte muvaffakiyet gösterir,
aynı zamanda natuk ve hatip bir zattır.
Eserleri: Manzumeleri henüz kitap suretinde intişar etmemiştir. Eski yeni
birçok mecmualarda, Malûmat’ta, Servet-i Fünûn’da, Çocuk Bahçesi’nde,
Bahçe’de, Rübâb’da, Peyâm’da, Âti’de birçok şiirleri basılmıştır.
Edebiyatımızda mevkii: Bu zatın ruhunda derin bir şairlik vardır. “Fecr-i
Evvelîn” gibi felsefî bir manzumenin, hatta bizim edebiyatımızda eşi azdır.
Maamafih lisanı çok karışıktır. Hece veznini kullandığı halde, terkipsiz güzel
Türkçe’yi, sırf bir inat neticesi olarak kabul etmemiştir. Hatta Kâmus-ı Felsefe’sinin
mukaddimesinde, hiç de lüzumu yokken, bu tabiî dilin usulî bir şekli olan “Yeni
Lisan”ın aleyhinde bulundu. Bugün, yalnız millî vezinle yazdığı halde gayr-i tabiî
Arap ve Acem terkipleri kullanmakta hâlâ ısrar ediyor. Eserleri içinde, yalnız pek
eskiden yazdığı “Selma! Sen de Unut Yavrum!” gibi bir iki parçası Emin Bey
tarzında açık lisanladır.
60 Rıza Tevfik Bölükbaşı.
52
Son parçalarının ekserisi “Tekke Edebiyatı”nın nazireleridir. Filvâki, kullandığı
terkipler, bu edebiyatta ıstılah olan birtakım klişelerdir. Bunlara bir şey denemez.
Lâkin, yeni tarzdaki şiirlerinde de ecnebî kaideler isti’mal ediyor. İşte, asıl itiraz bu
noktaya müteveccihtir.
Zannımca, şiirimizin tarihi, kendisini, Tekke Edebiyatı’nı muvaffakiyetle taklit
ve tekrar eden yegâne şair olarak gösterecek; fakat, saf Türkçe’ye çalışmış olarak
asla...
Selma! Sen de Unut Yavrum!
Bir akşamdı: Evimizde ecel kanat germişti;
Anneni, bir cellât gibi, vurup yere sermişti...
Ölüm ile pençeleşen bir hayatın güreşi,
Sekiz yıldan sonra dinmiş, nihâyete ermişti...
Adaların denizinde batan akşam güneşi...
Sönük, ölgün ışığını çamlıklara dökmüştü...
Evde yoktun, sonra geldin... Dağda, kırda gezmiştin...
Lakin bilmem, bu yokluğu nerden, nasıl sezmiştin?..
Güzel elâ gözlerine bir öksüzlük çökmüştü.
Gözyaşımda dehşetli bir sır arayan gözlerin,
Issız kalan vicdanıma karanlıklar serperdi.
“Baba, annem nerde?...” dedin, hep tüylerim ürperdi;
Hançer gibi ta ruhuma battı yaman sözlerin.
O gün bu gün “Annem nerde?” diye bazı sorarsın,
Gülümserim; göz yaşlarım sakin sakin akarken,
Uzaklarda bir şey arar, ufuklara bakarken,
Benim dalgın gözlerimde, hayalini ararsın...
O talihsiz bîçâreyi, bak ben bile unuttum;
Gönlümdeki iniltiyi ninnilerle uyuttum...
53
Unut kızım, sen de unut.... Anma artık adını,
Yabancıdır bize, sorma o zavallı kadını...
Sorma kızım, sorma yavrum, ben de bilmem nerdedir...
Onu örten kara toprak bir karanlık perdedir...
“O ağaçlar neresidir?” diye sorma güzelim,
Gel, seninle yapayalnız çamlıklarda gezelim...
O ağaçlar batıp giden güneşlerin gölgesi...
O serviler hayal olan varlıkların ülkesi...
Bak bu yanda daha dilber fidanlar var, kuşlar var...
Beyaz, pembe çiçek açmış, gelin gibi ağaçlar...
Bahar olmuş... Bak her yere hayat nuru saçılmış;
Göz yaşların döküldüğü yerde güller açılmış.
Güneş senin, bahar senin... Bak sen de bir çiçeksin;
Gülmek için yaratılmış bir sevimli meleksin.
Gül ki benim küskün gönlüm o gülüşe özensin.
Sessiz dağlar kahkahana cevap versin, bezensin.
Ölüm şeklindeki sırrın mânâsını düşünme;
Gölge gibi bir varlığın mânâsını düşünme.
Sabahı yok, nihayetsiz karanlıklar içinde,
Bir kıvılcım gibi, bir an beliririz, söneriz...
Varlık budur benim için; hatta senin için de;
“Bir hakikat var mı?” derken bir hayale döneriz.
Nice yüzler gördüm; geçti: Ben unuttum, besbelli.
Her çehre bir hayalettir bu süreksiz rüyada;
Unut yavrum, sen de unut, bu ölümlü dünyada
Her cefayı unutmaktır bizler için teselli...
Sonbaharın matemini gözlerimde okuma...
54
Edîb-i Sâhib-Meslek Emin Bey’e
Ey kahraman ümmetin südü temiz evlâdı!
Hakikaten sen bir Türksün, dinin cinsin uludur.
Her bir Türk’ün öz dilidir vicdanının feryadı;
Sen şairsin sinen özün ateş ile doludur.
Senden evvel söz dellâlı olmak bizde modaydı;
Edebiyat meydan yeri, bir daracık odaydı:
Edeb demek, salonlarda çiçek alıp vermekti,
Öz dilini yadırgamak, Türklüğünü yermekti.
Kaleminle o duvarı sarsıp yıktın, devirdin!
Ertuğrul’un ruhunu şâd ettin, bu bir gazâdır.
Sen bir yangın arsasını gülistana çevirdin!
“Kurumuş bir fidana can verdin!” desem sezâdır.
Yoksul kalan bir yetime acıdın, el uzattın!
Medeniyet sergisinden armağanlar getirdin;
Murdar ayak izlerini çiçeklerle kapattın.
Baykuş öten vîranede gonca güller bitirdin!
Herkes şiiri Avrupa’dan gelme metâ sanırdı;
Güzelliği yüzündeki pudrasından tanırdı;
O yabancı güzelliğin düzgününden iğrendin;
Osmanlılık duygusunu, sen, babandan öğrendin!
Salih Reis! O muhterem ihtiyarın dizinde
Kuvvet buldun, söz öğrendin, öğüt aldın, büyüdün!
Türk iline bir yol buldun ataların izinde;
Himmetini alkışlar, gazileri Söğüd’ün!
55
Şiiri bir zevk edenleri yiğit zaman öldürdü;
Sen vicdanlar fetheyledin, gönüllerde yaşarsın!
Bu ne mutlu! Senin sözün Türk yüzünü güldürdü.
Artık adın tarihindir, ufuklardan aşarsın!
Divan
Issız Ellerde
Dün gece ye’s ile kendimden geçtim;
Teselli aradım meyhanelerde.
Baht-ı dûn elinden bir dolu içtim,
O neşe kalmamış peymânelerde!
Öksüzüm; bu ilde ne yoldaşım var,
Ne anam, ne babam, ne kardeşim var;
Ne yaman tâliim, dertli başım var...
Dilimden anlar yok bîgânelerde!...
Çöl müdür bu Yarab; ses yok, sada yok,
Gülşenler bozulmuş bûy-ı vefâ yok;
Erleri dolaştım, bir aşina yok;
Ay balkır [*] o ıssız gamhânelerde!...
Kaybolmuş ninemin yeşil mezarı,
Ruhumda titriyor feryâd ü zârı.
Bu elem bağının yok mu baharı?...
Matem kanat germiş boş lânelerde!
Göllere susamış âhular gelir;
Gurbet illerinden kumrular gelir.
Yıkık türbelerden hû hûlar gelir,
Güvercin dem çeker vîrânelerde!...
[*] Ziyanın dalgalanması.
56
Her neye dokunsam zahm-ı rikkat var;
Ne yana bakınsam reng-i firkat var;
Çalkanır ağlar bir âh-ı hasret var;
Sularla çağlayan terânelerde!...
Kim oldu, bilmedim bu hâle sebep,
Ağlarım, ümidim heba oldu hep,
Bendeki sûz-ı dil var mıdır acep,
Tutuşup can veren pervânelerde?
Hey Rıza! İçinde aşk odu yanar!
Bir onmaz yara var, dinmeyip kanar;
Bir gün gelir seni yetimler anar;
Dillerde dolaşan efsânelerde!...
Akşam Garipliği
Bir akşam kırlarda kaldım âvâre,
Perilerle her yer meskûndur sandım.
Hayretle baktıkça o vahşetzâre,
Esrâr-ı hüsn ile meşhundur sandım.
Yürürken benimle dağ, taş yürürdü;
Her ağaç peşinde gölge sürürdü;
İnandım ki her şey beni görürdü.
Huzurumla âlem memnundur sandım.
Ezelden beridir o hücra yere
Ninniler söylermiş bir serin dere
Sırrını bana da açtı meşcere;
Gençliğim orada medfundur sandım.
57
Çamlar kanat açmış bir hümâ gibi;
Çayırlar mükevkeb bir semâ gibi;
Çiçekler acayib muammâ gibi;
Ne gördümse şaştım, efsundur sandım.
Sevdalar demiydi, bülbül çilerdi;
Servistân içinde bir ses gülerdi;
Çiçekler kuşlardan bûse dilerdi.
Kâinat aşk ile mecnundur sandım.
Senenin sonbahar faslı gibiydi;
Toprak, bulut, yaprak paslı gibiydi;
Serviler kararmış, yaslı gibiydi.
Düşünen kayalar mahzundur sandım.
Mağribi yakmıştı firkat ateşi,
Yuvaya dönmüştü her kuşun eşi.
Dağlara yaslanıp yatan güneşi
Yaralı, hastadır, yorgundur sandım.
Nûş ettim güneşin akan rengini
Ruhumu hazz ile yakan rengini,
Ufukta görünce o kan rengini;
Felekler ben gibi dil-hûndur sandım.
Sıra dağlar mordu, sular kırmızı;
Suları beklerdi bir peri kızı;
Alnından öperken akşam yıldızı
Yeşil gözlerine meftundur sandım.
Su kenarlarında lâleler vardı;
Güllerde âteşîn hâleler vardı
Uzaktan aks eden nâleler vardı
Bir âhu kalbinden vurgundur sandım.
58
Reng-i hüsn emerdi ay, ülker, çemen
Günün can çekişen solgun lebinden;
O akşam her şeyi pembe gördüm ben,
O yerin mehtâbı gülgûndur sandım.
Nefes
Bana sual sorma, cevap müşkildir;
Her sırrı ben sana açamam hocam!
Hakkın hazinesi darı değildir,
Câmi avlusunda saçamam hocam!
Kayd-ı ahiretle düşmem mihnete;
Ben burda memurum şimdi hizmete;
Hayvan otlatırken gidip cennete
Sana hülle donu biçemem hocam!
Mîracı anlatma eşek değilim!
Bildiğin kadar da melek değilim!
Günahkâr insanım ördek değilim
Bu ağır gövdeyle uçamam hocam
Halka korku verme velvele salıp
Dünya ve âhiret, bu köhne kalıp!
Ben softa değilim cübbemi alıp,
İmaret imaret göçemem hocam!
Ölümden ürker mi tez ölen kimse?
Çoktan mazhar oldum ben hakk-ı nefse!
Bu demi sürerken ecel gelirse,
İşimi bırakıp kaçamam hocam!
59
Şarabı menetme, o değil hüner;
Âşığım, bâdesiz pek başım döner!
Gönlümde muhabbet ateşi söner,
Özrüm var sade su içemem hocam!
Nâr-ı cehennemi önüme serme,
Günahımı döküp kaygılar verme,
Kitapta yerini bana gösterme,
Ben pek o yazıyı seçemem hocam!
Filozof Rızayım, dinsiz anlama!
Dini ben öğrettim kendi babama;
Her ipte oynadım cambazım ama
Sırat Köprüsü’nü geçemem hocam!
İHSAN RÂİF HANIM
Tercüme-i Hâli: Âyan azasından merhum Raif Paşa’nın büyük kerimesidir.
Pederi tahsiline itina etmiş, hususî hocalar tayin eylemişti. Nişantaşı’nda
bulundukları sırada Sadık Paşa’dan, Adana’da da hayli bir müddet Danyal
Efendi’den ders aldı. “Fransızca’ya vâkıf, irfanı kuvvetli bir hanımdır. Genç
ediplerimizden Şahabeddin Süleyman Bey’in zevcesidir.
Eserleri: Birçok şarkıları, birkaç sene evvel intişar etmiş olan Rübâb
mecmuasında “İ.R.” imzasıyla basılıdır. 1330’da Gözyaşları unvanlı bir şiir
mecmuası da neşretmiştir.
Edebiyatımızda mevkii: İhsan Raif Hanımefendi, hece vezniyle yazmış ilk
şairemizdir denilebilir. Rıza Tevfik Bey, “Âşık tarzında yazdığı manzumeler arasında
idil denilen nev’in pek güzel nev’ileri vardır; fakat bazıları da, şeklen âşık tarzında
yazılmış olmakla beraber tamamen (empresyonist) şiirlerdendir.” diyor. Fakat
zannetmem ki, hanımefendi gerek maharetçe, gerek hayal ve hisçe pek o kadar
orijinal olsun. Gözyaşları’nda, cidden zarif manzumelere tesadüf olunuyor ve bunlar
lezzetle okunuyor, ama hepsine de ancak sadece “güzel” denebilir; harikulâde
denemez. Esasen şaire, Rıza Tevfik Bey’i adım adım takip etmiştir. Şu fark ile ki,
zeki doktorun muvaffakiyetini temin eden vasıflar, kendisinde pek zayıftır.
60
Meselâ, “Tekke Edebiyatı”nı bu kadar mühim bir muvaffakiyetle tekrar eden
Rıza Tevfik Bey bu hâlin büyük bir kısmını âşıklar arasında, tekkelerde geçirdiği
uzun zamanlara medyundur. İşte bu noktadan İhsan Raif Hanımefendi, haklı olarak
onun kadar yükselememiştir. Rıza Tevfik Bey bizzat söylüyor, “Ben, diyor, o
zamanlar Âşık tarzı üzere bazı şeyler yazarak gam dağıtıyor, gönül avutuyordum.
Hanımefendi’nin, şevk-i feyzbârını bu samimî eski şiirler üzerine imale etmek
istedim. Zaten âsabını sarsan lirizm için bu pek müsait bir zemin idi!... Muvaffak
oldum.”
Velhâsıl, Gözyaşları sâhibesi, millî vezinle ilk defa yazan bir şairemiz
olmak haysiyetiyle, tezkir ve tevkire şâyândır. Fakat tıpkı Rıza Tevfik Bey gibi o da
“Lisan” cihetinden yenilik gösterememiş, Arapça, Acemce terkiplerden, eski
klişelerden kurtulamamıştır.
Yolcu
Asker idim, vâdem bitmiş dönüyordum sılaya;
Sevinç ile şükrederek candan, özden Mevlâ’ya.
Kararmıştı sular artık, gün dönmüştü geceye,
Işıldayan o yıldızlar yol vermiştir niceye.
Ağu gibi esiyordu, düşüyordu yapraklar,
Çalıyordu düşman sesi gibi keskin ıslıklar.
Selâmete ermiş idim, tükenmişti ormanlık;
Ta uzakta dağ başında parlıyordu bir ışık.
Demek insan yaşıyordu o ufacık yuvada,
Bu kuş uçmaz, kervan geçmez, öksüz, ıssız ovada
Ay ışığı vurmuş idi çerden çöpten obaya;
Al çubuklu çaput germiş, benzetmişti kapıya.
Yaklaşınca durdum, baktım ateş vardı ocakta;
Dedim: “Tanrı sevgilisi, vatan dostu bir konuk
Sana geldi; aç kapıyı donuyorum, pek soğuk.”
Aralıktan gördü beni, bir âh etti, irkildi;
Ellerin koynuna soktu, boynun büküp dikildi;
Benzi attı, kül kesildi, dışarıya fırladı;
O sırada sanki gözü eksik bir can aradı;
61
Dedi ki: “Ey garip yolcu! Sanma rahat olunur,
Ne yiyecek, ne içecek, ne yatacak bulunur.
Üşenmezsen gel buraya, şuracığa işte bak!
Şu kara taş yastığımdır, döşeğim de şu toprak.
Her duygumu aldı gitti yirmisinde genç, erken
Şu bir yığın toprağın altına göçmüş bir beden.
İki yıldır beklerim ben bu mezarın başını,
Gözlerimin yaşlarıyla yalabıttım[*] taşını.
İşte vatan uğrunda kurban gitti bu yiğit,
Ben de onun yolcusuyum, durma yolcu, durma git!...”
-Gözyaşları’ndan-
Akgül Esma
On beşinde bir kızdım, gezer oynar, hoplardım.
Menekşeyi nerde görsem, dayanamaz toplardım.
Çay başında bir çobancık her gün kaval çalardı;
Sebebini anlamazdım, sessiz sessiz ağlardı.
Merakımı yenemedim, bir gün gittim yanına;
And içirdim, dedim: -“ Söyle kimdir, kıyan canına!
Niçin her gün böyle yalnız ağlıyorsun burada;
Göz dikip de bakıyorsun, bir şey mi var orada?...”
Dedi: -“Bak, bak, Akgül Esma bana mendil sallıyor;
Ben yanına gitmiyorum diye küsmüş ağlıyor.”
Akgül Esma, süt kardeşim; hem o, çoktan boğuldu.
Hiç ölüler konuşur mu, çıldırdın mı, ne oldu?”
Dalgın dalgın çaya baktı, bana cevap vermedi;
Fazla bir söz söyletmeye artık gücüm ermedi.
Ertesi gün, gittim baktım, çoban yoktu meydanda
Keçe külâh, kaval, çarık hepsi kalmış bir yanda.
[*]yalabıtmak : Parlatmak, parıldatmak. (Yeni Tarama Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1983, s. 231.)
62
Anladım ki, kurban gitmiş Akgül Esma yoluna;
İstememiş başka bir can yatırmayı koluna.
-Gözyaşları’ndan-
Hicran
Ağaçlar devrilmiş, çiçekler solmuş;
Âşıklar meclisi selh-hâne olmuş;
Billûr peymâneler kanlarla dolmuş;
Ses seda kesilmiş meyhânelerde.
Bülbül yuvasına baykuşlar konmuş;
Lâleler üstünde kızıl kan donmuş;
Kimler kan ağlamış, kim gülmüş, onmuş
Şu harap edilen boş lânelerde.
Atılmış bir yana, ney, keman, rübâb;
Ezilmiş kalemler, yırtılmış kitab;
Kırılmış kanunlar, dökülmüş şarab;
Ecel şerbeti mey peymânelerde.
Çiğnenmiş duvaklar, elmaslı taçlar;
Yolunmuş o güzel nâzenin saçlar;
Sürünür yerlerde kanlı kırbaçlar;
O bezm-i zevk olan kâşânelerde.
Bitmiş o evvelki saltanat, dârât;
Parçalanmış heyhat, mızrâb-ı hayat;
Uğuldar her yanda bir seyl-i memât;
Heyûlâ geziyor vîrânelerde.
-Gözyaşları’ndan-
63
Genç Günler
Ey genç kanı gibi kaynayan pınar!
Ey altında yatıp kaldığım çınar!
Söyledikçe hâlâ yüreğim yanar,
Gölgende okudum kitâb-ı aşkı.
Ey kumrulu bahçem, sünbüllü bağım!
Ey bülbüllü derem, mineli dağım!
Sizinle geçti en güzel çağım;
Orada dinledim rübâb-ı aşkı.
Muhabbet bağında kendimden geçtim;
Ateşler içinde bir lâle seçtim;
Yandı yüreciğim, kanarak içtim
Kızıl dudağından şarâb-ı aşkı.
-Gözyaşları’ndan-
ZİYA GÖKALP BEY
Tercüme-i Hâli: Diyarbakır’da 1295 senesinde doğmuştur. Babası, amcaları,
akrabası hep âlim adamlardı. Hem de eşraftandılar. Orada Askerî Rüştiyesi’nde
okudu. Sonra İstanbul’a geldi; Baytar Mektebi’ne girdi. Bu esnada görüştüğü
Abdullah Cevdet Bey, Ziya Bey’in Şark felsefesi ile iştigalini görerek, kendisine
mutlaka Fransızca’yı elde etmesini tavsiye etti. O, bundan sonra çalıştı. Ve büyük
zekâsı sayesinde, hemen hemen bir hamlede bu lisanı öğrendi.
Ziya Bey, Baytar Mektebi’nde talebe iken, politika töhmetiyle Taşkışla’ya
hapsedildi. Sonra memleketine sürüldü. Meşrutiyet’e kadar orada kaldı. Diyarbakır
isyanını idare etti. Hürriyet ilân olununca İstanbul’a döndü. Bir müddet
Dârülfünûn’da muallimlik etti. Sonra İttihat ve Terakki Merkez-i Umumî’sine aza
olarak Selânik’e gitti.
64
Bu aralık oradaki gençlerle, bilhassa Ali Canib Bey’le münasebet tesis ederek,
intişar etmekte olan Genç Kalemler’in tevsiine yardım etti. “Tevfik Sedat,
Demirtaş” müstearlarıyla felsefî makaleler, milliyetperverâne manzumeler neşretti. O
zamanlar Canib Bey, risalede imza tenevvüü olsun diye müteaddid isimler kullanırdı.
Bunlardan biri de “Gökalp” müstearıydı. Maamafih, Ziya Bey’in “Altın Destan”ı da
bu nam ile çıktı. Bundan sonra Gökalp ismi büsbütün kendisine kaldı.
Ziya Bey, memleketimizde Türkçülüğü ilmî ve felsefî noktalardan tedkik
ederek neşreden ilk zattır. “Durkheim”ın 61 içtimaiyat usûlünü kabul ve bizim
memleketimizde tâmim eden yine müşarünileyhdir. Bugün Dârülfünûn’da bu ilmin
müderrisidir.
Şişman, orta boylu, elâ gözlü, gayet sevimli çehreli, gösterişi sevmez, mahcup
halli, daima vakur, ciddî, bu ciddiyete samimî mahfillerde ara sıra nükte ve zarafet
karıştırır bir zattır.
Eserleri: Kızıl Elma (1330)
Yeni Hayat [Yakında çıkacak]
Edebiyatımızda mevkii: Ziya Gökalp Bey, daima “Ben şair değilim, millete
ait düşünceleri daha kolay anlaşılması için manzum yazıyorum.” diye tekrarlar.
Filhakika o, “Türkçülük için sanat”ı kabul etmiştir. Maamafih haiz olduğu felsefî
zekâ, şiirlerine mutasavvıfâne bir rebâbiyet vermektedir. Ekseriya, ilk nazarda güzel
görünmeyen mısraları nâfiz görüşleri, ince duyguları ifade eder. Fakat herhalde,
şiirlerinden azamî zevki alabilmek için, kendisinin içtimaî mefkûresini, millete ait
düşüncelerini tanımak lâzımdır.
61 “Émile Durkheim (Épinal 1858-Paris 1917): Fransız toplumbilimcisi. École Normale Supérieure’de öğrenim gördü, felsefe ve edebiyat konularında tezini vererek Sorbonne’da öğretim üyesi oldu. Almanya’da araştırma yapmak amacıyla bir süre bulundu ve deneysel psikolojinin öncüsü Wilhelm Wundt’un düşüncelerinden etkilendi. 1887’de girdiği Bordeaux Üniversitesi’nde 1902 yılına kadar toplum felsefesi dersleri verdi. Pozitivist geleneğe bağlı bir toplumbilim anlayışı olmasına karşın, ona göre olgular türlerine ve toplumsal kurallara göre sınıflandırılmadıkça insan zihninde anlam kazanamazdı. Tıptaki tanıya benzer biçimde, “normal” ve “hastalıklı” ayrımını, “kutsal” ve “totemcilik” kavramlarını, kuramının dayanakları olarak temellendirdi; toplumsal olguyu bireysel bilincin dışında var olan ve bireyi baskılayan “şey” olarak betimledi; bununla birlikte bireyin içselleştirme yoluyla toplumsal baskıya ahlâksal bilinç ve kurumsallık kazandırdığını savundu. Toplumsal işbölümü üzerine doktora tezi olan İçtimaî Taksim-i Âmâl (1893), intihar üzerine geniş kapsamlı bir çalışma olan İntihar (1897), Toplumbilimsel Yöntemin Kuralları (1895), “Dinsel Yaşamın Temel Birimleri” (1912) ve üniversitede verdiği derslerden oluşan Fransa’da Pedagojinin Evrimi (1938) başlıca eserleridir.” (Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Cilt II, yyy 1993-1994, s. 710)
65
Türk esatirini ilk defa nazmımızda tecelli ettiren odur. Ziya Bey’e göre, ibdaî
ve millî bir edebiyat vücuda gelmek için, evvelâ pek meçhul kalan Türk ruhunu kat
kat meçhuliyet perdeleri altından çıkarıp meydana koymak, saniyen Avrupa
“Technique”ini ta Yunan edebiyatından başlayarak tetebbu etmek icap eder.
Yedi sekiz sene evvel “Yeni Lisan”ın tâmimine büyük hizmetler eden Ziya
Gökalp Bey, bugün, tesis ettirdiği Yeni Mecmua’da bu ehemmiyetli gayesini takip
ediyor ve ettiriyor.
*
Ziya Bey hakkında bazı fikirler:
“Ziya Gökalp, asalet ve şiddetin ihtirama şâyan bir timsali, insanî iradenin
takviyesi gayesinin müfrit bir taraftarıdır.
.... Onun mefkûresi yeni bir Türk kitlesi meydana getirmek ve bunun esasını,
Türk-Tatar ırkına mahsus İslâmî bir hars ile bina etmektir... Edebiyat sahasında attığı
muvazeneli adımlara gelince, Türkler’in büyük ve devamlı millî bir edebiyata malik
olmalarını temin edecek gibi gözüküyor. Ben kendi hesabıma, manzumelerini
okurken, Schiller’in bedialarını hatırlıyorum.”
-Otto Hartman-
“Kızıl Elma’nın en mühim kıymeti, şu maksada masruf oluşundadır: Biz bu
kitapla Türk “ustûre”-myte-sine kadar ilk defa olarak giriyoruz. Ne geniş vukuf, ne
bariz zekâ ki, bize “Ülker’le Aydın”, “Küçük Şehzâde”, “Ala Geyik”, “Ergenekon”
gibi beş altı manzume ile bütün Türk esatirini, tarihini, ruhiyetini, Türklüğü tecelli
ettirebiliyor... Tesadüf ettiğimiz eski Türkçe kelimeler, ihya edilmek için değil, Türk
tarihi yaşatılmak için kullanılmıştır. Biz bunlarla memzûc manzumeleri okuduğumuz
zaman, eski şan ve mefharetlerimizi, esrar ve hülya içinde gaşy olarak yaşıyoruz...
Millî mefkûremizin tezahüründe, milliyet cereyanının tekâmülünde Gökalp’in
-görünmeden- nasıl bariz bir rolü varsa, edebî mefkûremizin son tecellilerinde de
onun belirsiz nüfuzuna ait eserleri görüyoruz.”
-Ali Canib-
66
Ala Geyik
Çocuktum, ufacıktım;
Top oynadım acıktım.
Buldum yerde bir erik,
Kaptı bir ala geyik.
Geyik kaçtı ormana,
Bindim bir ak doğana
Doğan yolu şaşırdı;
Kaf Dağı’ndan aşırdı.
Attı beni bir göle;
Gölden çıktım bir çöle.
Çölde buldum izini;
Koştum tuttum dizini.
Geyik beni görünce
Düştü büyük sevince.
Verdi bana bir elma.
Dedi: Dinlenme, durma!
Dağdan yürü, kırdan git!
“Altın Köşk”e çabuk yit!
Seni bekler ezeli
Orda dünya güzeli!
Bin yıllık çile doldu.
Bunu dedi, sırroldu.
Yedim sırlı elmayı,
Gördüm gizli dünyayı.
Gündüz oldu geceler;
Ak sakallı cüceler,
Korkunç devler hortladı;
Cinler cirit oynadı
Kesik başlar yürüdü;
Saçlarını sürüdü.
Bir de baktım: Melekler,
67
Başlarında çiçekler,
Devlere el bağlıyor;
Gizli gizli ağlıyor.
Kılıcımı çıkardım;
Perileri kurtardım.
Kurtardığım periler,
Adım adım geriler,
Kanadını açardı;
Selâm verir kaçardı.
Az uz gittim... Dolaştım;
Altın köşke ulaştım.
Bir kapısı açıktı;
Öteki kapanıktı.
Kapalıyı açarak,
Açığa vurdum kapak.
At önünde et vardı;
İt ot yemez ağlardı.
Otu ata yedirdim;
Eti ite yedirdim.
Açtım bir elmas oda,
Dev şahını uykuda
Gördüm kestim başını.
Dedim: Ey ifrit, hani,
Nerde dünya güzeli?
Dedi: Elinde eli.
Döndüm, baktım: Bir Kırgız
Elbiseli güzel kız
Durmuş bakar yanımda.
Şimşek çaktı canımda...
Güldü, dedi: Türk Beyi,
Tanıdın mı geyiği?
Kimse beni bu devden
Alamazdı ancak sen,
68
Kaya deldin, dağ yardın,
Geldin beni kurtardın!
Ah, o imiş anladım.
Sevincimden ağladım;
Dedim: Turan meleği,
Türk’ün yüce dileği!
Yüz milyon Türk bu anda,
Seni bekler Turan’da.
Haydi çabuk varalım,
Karanlığı yaralım;
Sönük ocak canlansın,
Yoksul ülke şanlansın.
İndik, iti okşadık;
At sırtına atladık.
Geçtik nice dağ, kaya;
Geldik demir kapıya.
Kapanalı çok yıldı.
Açıl! dedim, açıldı.
Yol verince gizli yurt,
Aldı bizi bir bozkurt
Kaf Dağı’ndan geçirdi
Türk-ili’ne getirdi.
-Kızıl Elma’dan-
Durma Vur!
Durma Yunan durma! Kibrini arttır!
Türklüğün başına hakaret yağdır!
Uyuyan bir kavme bu zillet azdır.
Vur, eski kölesi utandır onu!
Bırakma uyusun uyandır onu!
69
Bu yurdun haznesi onun elinde;
Fakat anahtarı senin belinde;
Kalmış aç ve garip kendi ilinde.
Vur, eski kölesi utandır onu!
Bırakma uyusun, uyandır onu!
Zorla onu, yeni revişe girsin;
Gemi yapsın, alışverişe girsin.
Fabrikalar açsın, her işe girsin.
Vur, eski kölesi, utandır onu!
Bırakma uyusun, uyandır onu!
Sıkıştır ki ordu, donanma yapsın;
Garp’ta ne terakki görürse kapsın;
Türklüğü tanısın, Tanrı’ya tapsın.
Vur, eski kölesi, utandır onu!
Bırakma uyusun, uyandır onu!
Zannetme, yaptığın hoşa gitmiyor;
Terakkimiz koşa koşa gitmiyor.
Emin ol, emeğin boşa gitmiyor.
Vur, eski kölemiz, utandır bizi!
Bırakma dalalım, uyandır bizi!
-Kızıl Elma’dan-
Hayat Yolunda
Yüce Tanrım! Niçin beni içli yarattın?
Yahut neden kaygısızlar içine attın?
Derdim yokken niçin bana derman arattın?
Ben derdimi gösterdiğin dermanda buldum.
70
Verdiğin, bana tılsımlı bir sır kutusu,
Açtım, o dem hayalimin kaçtı uykusu;
Başkalaştı, benliğimin bütün duygusu.
Ayılınca kendimi bir hicranda buldum.
Fısıldadın kulağıma derinden derin
Çok nükteler; anlamadı aklım hiçbirin;
Ruhumda mı, semâda mı, nerdedir yerin?
Ne zeminde seni, ne zamanda buldum.
Varlık nedir? Sormaksızın yaşanmaz mıydı?
Bu sırrını fâş etmeseydin ruh kanmaz mıydı?
Gönül uyur olsaydı, hiç uyanmaz mıydı?
Gözlerimi bir dağılmaz dumanda buldum.
Yıldızlara baktım; senden haber görmedim;
Seni arar iken bilsen, neler görmedim;
Yeri kat kat süzdüm, senden eser görmedim;
Bir vicdanda seni, bir de Kur’an’da buldum.
Hakikatin yüzündeki siyah duvağı
Açamadım, tutamadım kaçan arağı;
Teslimlikte, ferâgatte gördüm ferâğı;
Aman talep edip onu imanda buldum.
Hayat yolu uçurumlu: Dağlık, kayalık;
İradede azimsizlik, güçte yayalık;
Vicdanımda ne kuvvet var? Derken mayalık,
Bu kuvveti canda değil, cânânda buldum.
71
Cânân kim? O bir gözlere görünmez peri,
Bir aydır ki gönüllerde parlar izleri;
Gökyüzünde ararken ben o dilberi
Onu gökte değil, yerde: Turan’da buldum.
-Kızıl Elma’dan-
Türk’e Göre Vazife
Vazife ne? Gökten inen bir sestir.
Soydan gelen duygulara ma’kestir
Ben askerim, o üstümde kumandan;
Baş eğerim her emrine sormadan.
Gözlerimi kaparım
Vazifemi yaparım.
Hikmetini sormam, ince elemem;
Âmirimdir, ona karşı gelemem.
Haklığına eylemişim kanaat
Benden ona kayıtsız şartsız itaat
Gözlerimi kaparım,
Vazifemi yaparım.
Benim hakkım, menfaatim, arzum yok...
Vazifem var, başka şeye lüzum yok.
Aklım, gönlüm düşünmezler, duyarlar;
Ondan gelen buyruklara uyarlar.
Gözlerimi kaparım,
Vazifemi yaparım.
72
Var demezdim bu dünyanın ötesi,
Olmasaydı vazifemin gür sesi...
Bu ses mutlak mâverâdan geliyor;
Hak nerdeyse tâ oradan geliyor.
Gözlerimi kaparım,
Vazifemi yaparım.
-Yeni Hayat’tan-
ALİ CANİB BEY62
Tercüme-i Hâli: 1303 Haziranında İstanbul’da doğmuştur. Babası hükümet
memurlarından Halil Saib Bey’dir. Toptaşı Rüştiyesi’nde (Emanuel Conception)
namındaki Fransız Mektebi’nde okumuş, 1318’de babasının Selânik’e nefyi üzerine
ora İdadîsine girmiştir. Âli tahsili Hukuk mektebindedir. İnkılâbın akabinde tesis
edilen İttihat ve Terakki Mektebi tarih ve edebiyat muallimliğini deruhte etmiş,
Ziraat ve Romanya mekteplerinde Türkçe derslerini göstermiştir. 1326’da teessüs
eden Genç Kalemler’in müdürü idi. Rumeli’nin zıyâından sonra, Çanakkale,
Gelenbevî Sultanîleri edebiyat ve felsefe muallimi oldu. Şimdiki halde,
Dârülmuallimîn-i Âliye’de edebiyat tedris etmektedir. Ahîren, Darülfünun’da
müteşekkil “Tedkikat-ı Lisaniye Encümeni”ne aza intihab edilmiştir.
Kısa boylu, topluca, elâ gözlü, son derece asabî, yakından tanımadıklarına karşı
mahcup, ciddî mizaçlı, maamafih samimî dostları için şen, nükte-perdaz bir gençtir.
Eserleri: Henüz kitap hâlinde çıkmamıştır. Birçok şiirleri Selânik’teki
Bahçe’de, Kadın’da, Genç Kalemler’de, İstanbul’daki Servet-i Fünûn, Âşiyan,
Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, Yeni Mecmua risalelerinde basılmıştır.
Edebiyatımızda Mevkii: “Yeni Lisan” ve “Millî Edebiyat” endişesi baş
göstermezden evvel, Fecr-i Âti zümresine mensup olarak yazdıkları arasında birçok
güzel eserleri bulunmakla beraber, Ali Canib Bey, hassaten yeni lisanı neşr ve
müdafaa etmiş olmakla şöhret almıştır. Bu genç hakkında, muhtelif mütehalif fikirler
dermeyan edenler var. Birçokları, kendisine büyük bir kıymet vermezler.
62 Ali Canib Yöntem.
73
Bazıları da inadına pek beğenir. Beğenmeyenlerin çoğu, bir zamanlar
arkadaşlık ettikleri Fecr-i Âti zümresindendir. Beğenenlerin mühim bir kısmı da
edebiyatı daha ziyade bir kari’ sıfatıyla takip edenlerdir. Sonra, birçok eserlerini
tercüme eden Martin Hartmann63 ve Otto Hartmann gibi müsteşriklerle, bazı ecnebi
muharrirler bu genci âdeta mübalâğalı denecek kadar çok takdir ediyorlar.
Bana gelince yeni lisanla, hece vezni henüz taammüm etmeden şu meşhur,
Şark’ın Ufukları
Daldım gözünde vehm uyuyan susmuş ufkuna,
Ey şark, kanmadın mı asırlarca uykuna?
Hâlâ huşûa kubbeler en hisli bir penâh,
Hâlâ minarelerde tevekkül denen bir âh,
Hâlâ saçaklarında güler baykuş evlerin,
Hâlâ köpek eninleri serper sokakta kin.
Hâlâ hurafeler yaşatır her çürük kafes;
Hâlâ beşik gıcırtısı, hâlâ o tozlu ses...
63 “Martin Hartmann (Breslau 1851-Berlin 1918): Alman şarkiyatçısı. Breslau’da ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra 1869 yılında aynı şehirde bulunan üniversiteye kaydoldu. Eğitimine Leipzig’de Heinrich Leberecht Fleischer’in yanında devam etti. 1874’te Sâmî diller üzerine hazırladığı Die Pluriliteralbildungen in den semitischen Sprachen başlıklı doktora tezini verdikten sonra özel öğretmen olarak Edirne’ye gitti; 1875 yılının Mart ayında da İstanbul’a geçti ve burada iyi derecede Türkçe öğrendi. Başlangıcından yaşadığı döneme kadar vuku bulmuş İslâm tarihi ve kültürüyle alakalı her şeyle ilgilenen Hartmann, İslâm araştırmalarının müstakil bir ilim dalı olması hususunda gayret sarf etmiştir. İslâmî araştırmalarda sosyolojinin metotlarını ilk uygulayanlardan biri olmakla birlikte önceleri onun bu çalışmalarına itibar edilmemiştir. Hartmann da kendileriyle aynı fikirde olduğu Ernest Harder, Wilhelm Friedrich Carl Giese ve Fritz Kern gibi ilim adamlarıyla birlikte 1912 yılında Die Deutsche Gesellschaft für Islamkunda adlı derneği kurmuş ve bu dernek ertesi yıldan itibaren Die Welt des Islams adlı dergiyi çıkarmaya başlamıştır. Hartmann şu dört konuyla sürekli ilgilenmiştir: Orta Asya ve Çin’deki İslâm, Arap Meselesi, Jön Türk hareketi ve edebiyatı, Afrika’daki İslâm ve Hıristiyan misyonerlerle olan mücadelesi. Özellikle Osmanlı Devleti’yle çok yakından ilgilenen Hartmann, I. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda başlayıp savaş sırasında gelişen siyasî ve içtimaî hâdiseler, parlamenter tartışmalar ve modern hayatın ortaya çıkardığı yeni durumlar gibi konuları Die Welt des Islams’da geniş olarak incelemiştir. Hartmann’a göre Osmanlılar’ın hakimiyeti altında yaşayan topluluklar ayrılarak kendi devletlerini oluşturmalıydılar. 1909’da yayımlanan Die arabische Frage adlı eserinde özellikle bu konuyu işlemekte ve Arapçı hareketlerin Batılılarca çıkarılıp yönlendirildiğini, bilhassa Mısır’da İngilizler, Suriye’de Fransız ve Ruslar tarafından millî çıkarları doğrultusunda desteklendiğini vurgular. 1916 yılında kaleme aldığı bir yazıda, Unpolitische Briefe aus der Türkei adlı eserinde yer alan Türkler aleyhindeki yazılarının yanlış anlaşıldığını, söz konusu sert ifadelerin kişilerle ilgili olduğunu söylediği, hatta cihada dair bir kitaba yazdığı önsözde Türkler hakkında övücü sözler sarf ettiği görülür.” (Hilal Görgün, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt XVI, İstanbul 1997, s. 248-249.)
74
Yükselmeyen tazarruun ey Şark bitmiyor;
“Hayye âlel felâh”ını gökler işitmiyor.
Sönsün fezalarında sükûn işleyen seher
Dönsün zeminlerinde de isyana secdeler...
Diz çökmesin sağır göğe öksüz duaların!
Yaksın bütün ufukları artık belâların.
Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça kan yeter;
Ey Şark uyan, yeter yeter artık, uyan, yeter!...
manzumesini yazan şairi fazlaca takdir ederim. Maamafih kendisini pek yakından
tanıdığım için, tarafgirlik yaparım endişesiyle bu yolda bir fikir müdafaasına
kalkışmayacağım. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki, heyecan ve ihtiras bu gençte pek
fazladır. Gerek manzumelerinde, gerekse mukavemet olunmaz bir iman ile fikirlerini
serd ve müdafaa ettiği makalelerinde bu, pek aşikâr bir şekilde göze çarpar. Bu cihete
itibar ederek Ali Canib Bey’e dogmatizm isnad edenler de vardır. Ama ne olursa
olsun, şu kabil-i inkâr değildir, o, yeni lisanı ancak bu iman ve kanaati sayesinde
koca bir muarız muhite karşı müdafaa etmiş ve galebesini temin eylemiştir.
Ali Canib Bey edebiyatı, hayat ve tabiatın görülmüş, sezilmiş realitesinin
ifadesi diye telâkki eder. Buna “hayat için sanat” da denilebilir. Onun fikrince
yaşayan muhit, yaşanan şe’niyet, eserinde sezilmeyen sanatkâr, kıymetinden çok şey
kaybeder.
Hülâsa bu günler, mefkûrevî bir kıymet verdiğimiz Millî Edebiyat gayesi,
uğrunda fedakârcasına ilk ve çok çalışanlar arasında bu genci, daima hatırlatacaktır.
*
Ali Canib Bey hakkında bazı fikirler:
“Ben Ali Canib’i lirik zümresinden addederim. Çünkü muhayyilesinin kuvveti,
hislerinin şedid bir teessür hassasına malik oluşu, tekmil edebî hüviyetinin saf ve
pürüzsüz bir şekil iktisabına çalışması insana bu fikri verir. Maamafih, o sade kendi
benliğinde değil, bütün Şark âleminde yaşar... O diğer lirikler gibi büsbütün hayalî
değil, hayalleriyle hayatı telif edebilen fıtrî bir şairdir.”
-Otto Hartman-
75
“Ali Canib Bey de muvaffak olabilirdi. Eğer zoraki Sembolizm yapmaya
uğraşmasaydı ve istikbal herkese açıkken, o canibe teveccüh etmeyip de Fikret gibi
bir üstâd-ı hünerin üslûbunu tashihe kalkışmasaydı. Yoksa oldukça zevki var, fıtrat-ı
şairânesi de yok değil!...”
-Rıza Tevfik-
“İşte bu konuşulan saf, sade, terkipsiz ve tabiî Türkçe ile, yeni lisanla ilk defa
bize güzel şiirler yazan Ali Canib Bey’dir... Millî Edebiyat’ın mevzularını
memleketimizde, yaşadığımız muhitin içinde bulmuş ve konuştuğumuz saf ve tabiî
Türkçe ile terennüm etmiştir. Zannederim ki Albala’nın “İyi tasvir demek yani
tabiatın duygusunu vermek için tabiata göre yapmak lâzımdır.” nasihatine yabancı
kalmamış. Nihayet “Şarkın Ufukları” meydana geliyor. Türkler’den hiçbir şair
Şark’ın miskin tevekkülüne isyan ederken bu kadar muvaffak olamamıştır. Herkese
soruyorum tevekküle karşı bu şiir kadar haykıran diğer bir manzume bulurlarsa bana
göstersinler, iddiamdan vazgeçerim.”
-Ömer Seyfettin-
Kış Duası
Görüyordu yağmurlardan yorgun düşen ovalar
Bir bulutun ta ucunda ışık gözlü rüyalar.
Her derede koşuyordu şimdi sazlı bir ada;
Kaybolmuştu hayat bu loş, bu kül rengi yoklukta.
Baktım: Yerler yıkanmıştı, kayalıklar beyazdı.
Belli hayat ölmemişti; fakat ümit pek azdı.
Dikkat ettim, ağaçlarda yazın vardı bir yâdı.
Henüz sönmüş uçuyordu ishakların feryâdı...
Lâkin ne bir sürü izi vardı, ne bir meleme,
Her ses şimdi bürünmüştü bir görünmez eleme,
76
Batan güneş şuracıkta vurmuştu bir tepeye,
Koştum, çıktım ta üstüne: “Altın dağ mı bu?” diye.
Lâkin yoktu ne kurultay, ne ili han otağı,
Örtülmüştü kefen gibi beyaz karla toprağı.
Dedim: Tanrım yeşil yurda yakışmıyor solgunluk,
Yakışmıyor bu karakış, yakışmıyor bu soğuk...
Ona sen ver yine kalbi ateş dolu bir bahar
Milyonlarca anası yok kuzuları var donar
Milyonlarca kuzuları korkunç yola sapmasın
Acı Tanrım acı, acı... Zalim kurtlar kapmasın.
Baktım her yer şenlenmişti, ufuk kızıllaşmıştı,
Altın ordu gibi güneş mavi göğe taşmıştı.
1327
Eylülün Denizi
Eylülün denizi niçin gözlerin
Kapanmış rüyasız, boş bir uykuya?
Daha dün her dalgan gürlerdi derin,
Coşkun bir belâ en gizli kuytuya...
Eylülün denizi sen şair misin?
Şimdi bir afacan çocuk, bir deli...
Sonra bir kötürüm, sonra bir miskin
İhtiyar ki bıkmış hayattan belli!..
Hani bazen senin “Hicranı unut!”
Diyen mavi, baygın bakışın vardı;
Hani sis ufuklar uzakta, yâkut
Bir cennetten sana nurlar yollardı...
77
Dalgalar, ey büyük deniz, dalgalar
Dualar indirsin sana göklerden;
Benim dalgalarda çarpan kalbim var;
Bir şeyler haykırır uzak bir yerden.
İstersen öyle pek çılgın olmasın,
Bûseden, hayalden olsun gözleri;
Yüksek kayalarda irkilen dalgın
Gençlere koynunda aratsın şiiri!...
İstersen kapansın gökler üstüne
İstersen bir tekne parçalanırken
Haykırsın kıyıdan bir hasta nine;
Yalnız gözlerini böyle yummasın!
1330
İstanbul’un Gurubu[*]
Ufukta günün boynu büküldü,
Şimdi İstanbul solgun bir güldü.
Şair kalbime bir parça dökül
Solgun gül, solgun gül!
Güzel Marmara menekşelendin,
Daha bir saat önce pek şendin;
Bahardın, gülşendin!
Ey güzel İstanbul!
Ey şiirin yuvası, gül, neşe bul!
1332
[*] Viyolonist Zeki Bey’in Dârülmuallimîn-i Âliye talebesi için hazırladığı bir parçanın güftesidir.
78
Mandolin
Hangi kızın şen elleri
Gecelerin matemine
Serpiyor bu emelleri?
O genç kızın sevinci ne?
Kopup sedef ellerinden
Kalbe düşen bu inci ne?
Bir eser yok kederinden,
Söyle şair bu gülüş ne?
Sonra fakat ta derinden,
Ta kalbinden bu gülüş ne?
1333
CELÂL SAHİR BEY64
Tercüme-i Hâli: 19 Eylül 1299’da doğmuştur. Babası Yemen Kumandanı iken
vefat eden İsmail Hakkı Paşa’dır. İki fasıla ile Numûne-i Terakki Mektebi’nde ve
Davut Paşa Rüştiyesi’nde ibtidaî tahsilini bitirdikten sonra Vefa İdadîsi’ne girmiştir.
Mekteb-i Hukuk’ta iki sene kadar bulunmuştur.
Resmî hayatı muallimliğe inhisar eder. Mercan, İstanbul İdadîleriyle,
Galatasaray Sultanîsi’nde ve Dârülmuallimînde hocalık etmiştir. Demet, Bilgi, Türk
Sözü, İktisadiyat mecmualarını idare etmiş olan Celâl Sahir Bey, Türk Yurdu’nun
müdürüdür. Son zamanlarda Dârülfünun’a da tayin edilmişse de, hiç ders vermeden
istifa etmiştir. Bugün ticaretle iştigal ediyor.[*]
Zayıf, uzunca boylu, narin yapılı, mavi gözlü, nazik, iyi kalpli bir gençtir.
64 Celâl Sahir Erozan. [*] Bu zatın ticaretle iştigaline itiraz edenler, bence asrî hayatı henüz anlamamışlar demektir. Hatırlasınlar ki “Marcel Proust” meşhur bir şarap tüccarıdır. Almanlar’ın muktedir romancılarından biri, hatta bir gar büfesini işletiyor. Garp’ta daha bunlar gibi, fikrî mahsulleriyle kendilerine şöhret temin etmiş az adam mı var?...
79
Eserleri: Güzel Türkçe ile ve hece vezniyle yazdığı parçalar, henüz mecmua
halinde çıkmamıştır. Edebiyat-ı Cedîde zihniyetiyle vücuda getirdiği manzumeler,
Beyaz Gölgeler, Buhran, Siyah Kitap namlarıyla muhtelif tarihlerde intişar
etmiştir.
Edebiyatımızda Mevkii: Ta eskilerden tutunuz da, en yenilere kadar, tekmil
Türk şairleri içinde tahavvül ve teceddüde Celâl Sahir Bey derecesinde müştak ve
müstaid kimseyi tanımıyorum. Bir zamanlar Servet-i Fünûn Edebiyatı’nın genç
şairlerindendi.
Meşrutiyet’in akabinde, yeni teşekkül eden “Fecr-i Âti” zümresine dahil oldu
ve bu zümrenin en ileri giden şairi Ahmet Haşim Bey gibi serbest nazımlar vücuda
getirdi. 1326 tarihinde Selanik’te toplanan gençler, “Yeni Lisan”ı neşre başlayınca,
İstanbul’daki edipler arasında, en evvel Sahir Bey kendilerine müzaheret gösterdi ve
vâki olan davet üzerine oraya giderek müzakerelerine iştirak etti. O sıralar, ilk defa
“Yeni Lisan”la yazdığı “Cünûn”, unvanlı şiirini Genç Kalemler’de bastırdı. Bundan
sonra da Köprülüzâde Fuad Bey, Mehmed Rauf Bey gibi, o zamanlar “Yeni Lisan”a
muarız olan zatlara karşı, Hak gazetesinde muhtelif makaleler neşrederek bu doğru
hareketi hulûs ile müdafaa etti.
Sahir Bey, hece veznini de ilk kabul edenlerdendir. İbtidaları, yazdığı
manzumelerde Emin Bey’in ifadesinden kurtulamadıysa da, gitgide bu vezne daha
başka bir ahenk vermeye çalıştı, muvaffak da oldu.
Eskiden Servet-i Fünûn’da aşkı ve kadınlığı terennüm eden şair, Türklük
cereyanı meydan aldıktan sonra, büyük bir iştiyak ile bu cereyanın içine girmiş ve
Turan mefkûresinin açtığı Kafkas ufuklarına kadar nazarını uzatmıştır.
Acaba muvaffak oldu mu? Bunu, burada uzun uzadıya tahlil ve tenkit edecek
değilim. Şiir âlemimizde büyük bir buhran var şüphesiz... Binaenaleyh, Sahir Bey’in
hece vezniyle yazdığı manzumelerde bazı muvaffakiyetsizlikleri göze çarpıyorsa bu
zarurîdir. Halbuki şu cihet teşekküre şayandır ki o, birçok arkadaşları gibi eski
zihniyette kalarak yeni cereyana göz yummamış, bilâkis, elinden geldiği mertebe
teceddüde zahir olmuştur.
*
80
Celâl Sahir Bey Hakkında bir fikir :
“Şairin hassasiyetteki rikkat ve vüs’atine üç muhtelif meslek edibinin lûgatını
rübâb-ı sanatında idâme ettirmesi de ayrıca bir delildir. Celâl Sahir Bey, cidden
mümtaz ve rakik bir şairdir. Âti tarih-i edebiyat tedkikatında bulunduğu zaman
Beyaz Gölgeler, Siyah Kitap, Buhran sahibine büyük bir mevki tahsisine mecbur
olacaktır. Çünkü o, muhtelif nesillerin ve mekteplerin bir tercüman-ı zarif ve hassası
olmuştur.”
-Şahabeddin Süleyman-
İsmail Gasprinski’nin Ruhuna
Kılıç kişver açar, fakat zihinleri açmaz;
Kal’alara giren gülle gönüllere giremez;
Yalnız silâh kuvvetiyle en azminde yorulmaz
Milletler de büyük, millî dileğine eremez...
Ne galipler ellerinden düşman kanı sızarak
Girdikleri ülkelerde benliğini hisseden
Mağlûplara yenildiler yıllar geçti, o parlak
Millî irfan güneşinin sıcak nuru sönmeden
Büyük adam! Asırların gafletiyle paslanan
Silâhların eğilerek çekildiği yurdumuz
Karanlıktı, sen orada bu güneşi yarattın;
Şaşkınlaşan bir kitleye varlığını arattın
Ve buldurdun şimdi artık o kuvvete yaslanan
Millet ölmez!...
Fakat niçin bugün senden mahrumuz?
1330
81
Kafkas Türküsü
Her köşende bin çiçekli bahçeler vardı;
Göklerinin güneşinden güller yağardı...
Dağlarının yeşil saçı niçin ağardı?
Gecelerin niçin hasret çeker hilâle?
Seni Türk’ün hicranı mı koydu bu hâle?
Güzel Kafkas! Yeter bu yas uykusu, uyan;
Benzin solmuş, düşmanların kanıyla boyan;
Bayrak gibi kırmızı ol, güneş gibi yan...
Sarıl Türk’ün getirdiği parlak hilâle!
Seni onun hicranı mı koydu bu hâle?
Al dudaklar mavi göğe dua okusun;
Pembe eller yarın için şallar dokusun;
Her yiğit er kılıcına bir kelle kosun...
Tanrı artık bir nihayet versin bu hâle:
Seni çabuk kavuştursun güzel hilâle...
Buhran
Bir yığın toz olmuş ruhumun kederi
Dünyanın buruşuk yüzüne yağıyor.
Yok, hayır, bahtımın görünmez elleri
Göklerin göğsünden karanlık sağıyor.
Bir ılık son nefes kalbimi sarıyor...
Ne hazin bu hasta gündüzün ölümü!
Eşya örtünüyor, renkler kararıyor...
Gece mi bu, yoksa bir matem tülü mü?
82
Geceyse nerede o altın gözleri?
Kör olmuş, bakmıyor... Bir yangın alevi,
Hıçkıran bir elem olsa! Yok hiçbiri;
Ne ses, ne aydınlık... Gecenin boş evi!
Bu akşam göklerin kandilsiz; Allah’ım,
Seni nasıl bulsun karanlıkta âhım?...
ÖMER SEYFETTİN BEY
Tercüme-i Hâli: Bandırma civarındaki Gönen kasabasında bir çiftlikte
doğmuştur (1300). Babası Binbaşı Ömer Bey’dir. Tâli tahsilini Edirne Askerî
İdadîsi’nde ikmal etmiş, oradan Harbiye’ye geçerek 1319 tarihinde Piyade Zabiti
olarak çıkmıştır.
İlk defa İzmir’de bulunan bir kıta-i askeriyyeye memur edilmiş, bu sayede
Baha Tevfik, Şahabeddin Süleyman Beylerle tanışmıştır. Ömer Bey, orada çıkan
gazetelerde epeyce şiir, makale ve hikâye neşretmiştir.
Bilâhire Rumeli’ye gitti. Bu havalîde en ziyade Bulgaristan hudut bölükleri
kumandanlıklarında bulunmuştur ki, o iğtişaş memleketinin ilhamı eseri olarak
meşhur “Bomba” hikâyesini yazmıştır. İnkılâbın akabinde, İstanbul’da Baha Tevfik
Bey merhumun neşrettiği Düşünüyorum, Piyano risalelerinde haylice şiir ve
hikâyesiyle, birkaç makalesi çıktı. Sonraları, mukaddimede yazdığım vesile
dolayısıyla Ali Canib Bey’i tanıdı; Genç Kalemler tahrir heyeti arasına girdi.
Milliyet duygusunu, Türklüğün düşman unsurlara karşı müdafaası ihtiyacını, en derin
ve kavrayıcı bir şekilde hisseden bu genç, “Yeni Lisan” uğrunda büyük bir hevesle
çalışmış, bu hususta serdettiği doğru nazariyelerle makalelerinden ziyade,
hikâyeleriyle nazar-ı dikkati şiddetle celbederek güzel Türkçe’nin taammümüne çok,
pek çok hizmet etmiştir.
1328’de Balkan Harbi’ne iştirak etti. İbtida şimalde Sırplar’la, sonra cenupta
Yunanlılar’la edilen muharebelerde bulunmuş, nihayet Yanya’da esir düşerek harbin
sonuna kadar Yunanistan’da kalmıştır. İstanbul’a avdetinde askerlikten istifa etti;
vücudunu muharrirliğe hasreyledi. Bugün Kabataş Sultanîsi edebiyat ve felsefe
muallimidir. Son günlerde, Darülfünun’da müteşekkil “Tedkikat-ı Lisaniye
Encümeni” azalığına da tayin edilmiştir.
83
Orta boylu, zayıfça, fakat kavî bünyeli, yürüyüşünde, söz söyleyişinde son
derece cevval, hatibâne olmamakla beraber gayet şakrak, canlı ifadeli bir gençtir.
Eserleri: Alelumûm eserleri kitap olarak çıkmamıştır. Birçok mecmualarda,
hususiyle İzmir’de Sedat, Serbest İzmir... Selânik’te Kadın, Bahçe, Genç
Kalemler... İstanbul’da Âşiyan, Piyano, Düşünüyorum, Zekâ, Türk Yurdu,
Donanma, Halka Doğru, Türk Sözü, Çocuk Dünyası, Yeni Mecmua risalelerinde
şiirleri basılmıştır. Daha 10 Temmuz inkılâbından evvel hece vezniyle yazdığı şiirler
Kadın’da bulunur.
Edebiyatımızda Mevkii: Ömer Seyfettin Bey de tıpkı Canib Bey gibi ve
onunla beraber, “Yeni Lisan”ı neşr ve müdafaa neticesinde tanınmıştır. Kendisi
bilhassa son neslin hikâyecileri içinde emsalsizdir. Bunu, nâsirler kısmını teşkil
edecek olan ikinci ciltte tedkik eyleyeceğim. Şiirlerine gelince, Ömer Bey’de
lirizmin hemen yok denecek derecede izi belirsiz olduğu için, bunlar pek zevk
vermez. Ekser manzumeleri nesre benzeyen bir ifadeye maliktir.
Mevzu itibarıyla da pek zihnîdir. Bilhassa Düşünüyorum, Piyano
mecmualarında çıkan manzumeleri, felsefî düşünceleri ihtiva etmektedir. Bununla
beraber, Türk Yurdu’nda, Türk Sözü’nde neşredilmiş olan bazı millî parçaları
kuvvetlicedir. Son zamanlarda Yeni Mecmua’da bastırdığı birkaç şiirinin üslûbu
cidden hoşa gidecek bir mahiyettedir. Ama, umumiyet itibarıyla, cidden büyük bir
hikâyeci olan Ömer Seyfettin Bey, birinci derecede bir şair değildir. Esasen kendisi
de bunun aksini iddia etmiyor.
*
Fecir
Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,
Fecir mavi gözlerini açmıştı.
Hâlâ mahmur uyuklayan ormandan
Çıktı bir al ata binmiş genç bir han,
Düğmeleri yakut ile elmastı,
Dizginleri tuttu biraz ve kastı.
Altın tacı parlıyordu başında,
Bir nur vardı kemerinin kaşında.
84
Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,
Fecir mavi gözlerini açmıştı.
Öyle durdu, uzaklara bakındı,
İstediği şey sanki bir akındı.
Henüz kuşlar ötmüyordu, bir rüzgâr
Dalgalandı, dedi: -“ Burda çok yol var,
“Ey kahraman! Hangi yola gidersin;
“Her Türk gibi sen savaş mı edersin?”
Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,
Mavi fecir gözlerini açmıştı.
Genç Han dedi: -“Sevgilimi bulmaya
“Gidiyorum, artık dönmem oymağa,
Silâhlarım asılıdır yanımda,
Aşk ateşi tutuşuyor kanımda;
Gözüm görmez ne savaşı, ne yurdu;
Ben unuttum Ergene’yi, Bozkurt’u...”
Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,
Fecir mavi gözlerini açmıştı.
Rüzgâr yine dalgalandı: - “Sevgilin,
“Dedi, düşman kucağında bir gelin;
Beyaz ayı gebermeden onu sen
“Alamazsın; Bozkurt baygın yatarken
“Böyle gitme, pençesine düşersin;
Alageyik sana bir yol göstersin...”
Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,
Fecir mavi gözlerini açmıştı.
85
Han düşündü, her tarafı dinledi,
Rüzgâr yine derin derin inledi :
- “Erkek için yurt isterken aşk olmaz,
Matem çalar yâd elinde bağlı saz.
Haydi harbe! Asıl sevgin Turan’dır,
Âşık onun düşmanını vurandır!”
Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,
Fecir mavi gözlerini açmıştı.
Han atını sürdü Turan yoluna,
Bakmıyordu hiç sağına, soluna.
Alageyik öne düştü ormandan
Taştı bir sel: Belki yüz bin kahraman...
Aydınlandı Çamlıbeller...Ve gece
Söndü artık.... Gün perisi gelince
Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,
Mavi fecir gözlerini açmıştı.
Nişanlı
Korularda bülbüllerin rüyası
Açılmayan güller ile süslenir;
Odasında yalnız kalan şu esir,
Şu genç kızın nedir hazin hülyası?
Mavi ipek divanına uzanmış,
-Yuvasında hasta yatan kuş gibi-
Sessiz, sakin hıçkırıyor! Sebebi
Söylenilmez! Ne acıklı saklayış....
86
Korularda bülbüllerin rüyası
Açılmayan güller ile süslenir;
Odasında yalnız kalan şu esir,
Şu genç kızın bilinmeyen hülyası,
Belki şimdi oralarda çarpışan,
Oralarda can vererek şan alan
Bir isimsiz kahraman....
KÂZIM NÂMİ BEY65
Tercüme-i Hâli: 1292 Martında Üsküdar’da doğmuştur. Eczacı
kaymakamlığından mütekaid merhum Mustafa Bey’in oğludur. Harbiye
Mektebi’nden Piyade Zabiti olarak çıkmıştır. Pek çok seneler Rumeli’nin muhtelif
diyarlarında bulunmuş olan Kâzım Bey, Meşrutiyet ilân edilince, eski Üçüncü Ordu
Müşirliği yaveri iken askerlikten istifa etmiştir.
Kâzım Nâmi Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle zeveban eden “Osmanlı
Hürriyet Cemiyeti”nin müessislerindendir. Zabitken muallimlik de ediyordu. İstifa
ettikten sonra, büsbütün maarif mesleğine girmiştir. İlk memuriyeti, Selânik, Edirne,
Kosova vilâyetleri Maarif Müfettişliği ile başlar. Bilâhire Edirne, İstanbul, Çatalca,
İzmit, Karesi, Biga müfettişliğinde, daha sonra İzmit Maarif Müdürlüğü’nde
bulunmuştur. Bugün, Medresetü’l-vaizînde İçtimaiyat ve Terbiye, Dârülmuallimat’ta
Tarih, Mercan Sultanîsi’nde Türkçe ve Tarih muallimidir. Rumeli işgalini müteakip
İstanbul’a geldiği zaman epey müddet Türk Yurdu risalesinin müdürlüğünü ifa
etmiştir.
Kısa boylu, narin vücutlu, gayet mütevazi, samimî, hoş sohbet bir zattır.
Eserleri: Türk Yurdu, Türk Sözü, Halka Doğru mecmualarında bir hayli
manzumesi çıkmıştır. Fakat henüz kitap şeklinde basılı değildir.
Edebiyatımızda Mevkii: Kâzım Nâmi Bey mütetebbi bir zattır. Bilhassa
terbiye mesailiyle meşguldür. Manzumeleri zararsız olmakla beraber, şairlik
iddiasıyla yazılmış eserlerden değildir. Kendisi eski bir Türkçü olduğu için, onları,
vatanî ve millî bir gaye gözeterek vücuda getirmiştir. Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin,
Ali Canip Beyler, Genç Kalemler’de Yeni Lisan için çalıştıkları zaman, kendilerine
65 Kazım Nami Duru.
87
kıymetli bir refik olarak iltihak eden Kâzım Bey’in, bu husustaki gayret ve
muvaffakiyeti, cidden zikre şayandır.
Hülâsa, Kâzım Nâmi Bey’in edebiyatımızda hususî bir mevkii olmasa bile,
irfan âlemimizde, içtimaiyat, terbiye, nisaiyat meselelerinde çok hizmeti
dokunmuştur.
Tosun Onbaşı’nın Destanı’ndan
Yürüdüm, yürüdüm, hayli yürüdüm
Ömrü bir ağır yük gibi sürüdüm;
Vakitsiz kocadım, gençken çürüdüm;
Boşuna geçirdim bunca zamanı.
Anamın, babamın gözbebeği idim;
Güllü bahçelerin kelebeği idim,
Ninemin sevgili bir meleği idim;
Onunçün almıştım artık meydanı.
Mektebe gitmezdim, bilmezdim bir şey
Olmuştum bir deli, çapkın külhanbey;
Dilimden düşmezdi “Aman, aman, hey!”
Har vurup savurdum bütün harmanı.
Babam ses çıkarmaz, anam kızmazdı,
Yaptığım onlarca hep birer nazdı;
Hayırlı bir işim yalnız namazdı,
Gönlümde taşırdım sade imanı.
Bir de baktım bir gün davullar çalar,
Sesi yüreğe sevinçler salar;
Gözlerim durmadan uzağa dalar,
Meğerse devletin varmış fermanı.
88
İçimize hemen babalar daldı,
Etrafımızı hep analar aldı,
Güzel yavuklular uzakça kaldı,
Tütmeye başladı hasret dumanı.
İstanbul’a girdik bir seher çağı,
Ne kadar güzeldi bahçesi, bağı;
Bulutları sanki gelin duvağı,
Bütün şehirlerin odur sultanı
İstanbul! İstanbul! Görünce seni,
Anladık neresi dünya gülşeni,
Mübarek uğrunda kanlar dökeni
Tanımak lâyıktır din kahramanı.
Ben neler öğrendim bu askerlikte,
Yaşamak birlikte, ölmek birlikte,
Bütün bahtiyarlık hoşça dirlikte,
İnsanda artırır kalbi, vicdanı.
Bir gün “Selâmlık var” denildi bize;
O sevinci tarif edemem size,
Kalbimiz bağlıydı efendimize
Sultanlar sultanı, hanlar hakanı.
Bir köylü anlamaz, fakat duyarmış,
Bende de güzellik duygusu varmış,
Kalbimi o günün revnâkı sarmış,
Hilâfet şânının yokmuş pâyânı.
Geçti sultanımız güler yüzüyle,
Baktı biz kullara şefkat gözüyle,
Mübarek vücudu, nurlu özüyle
Bildirdi bize Âl-i Osmanı
89
Alnında hilâfet yıldızı parlar,
Gözünde imanın ateşleri var,
Mübarek sakalı, saçı sanki kar,
Peygamber vekili, mürüvvet kâni
Uğrunda feda edilmez mi cân?
Çünkü odur bizce en büyük insan.
Emrine itaat emreder Kur’ân;
Elbette tutmalı hükm-i Kur’ânı.
“Süngü tak!” denildi, sırasıydı ah!
Yerimizde saymak olurdu günah;
Başladık hücuma hep “Allah! Allah!”
Andırdı İngiliz korkak tavşanı
Zabit önde gider, biz arkasından,
Yapıştık düşmanın tam yakasından,
Hoşlanmadı gitti el şakasından;
Korkakmış utanmaz dünya fettanı.
Ten senin, can senin... Bir şey yok bende;
Tosun Onbaşı’yım ümidim sende,
Padişaha kulum, millete bende;
Burada bitirdim ben bu destanı.
ÂKİL KOYUNCU BEY
Tercüme-i Hâli: 1302 senesi Martında Selânik’te doğmuştur. Babası, Vilâyet
muhasebe memurlarından merhum Mustafa Fevzi Efendi’dir. İdadî tahsilini Feyziye
Mektebi’nde görmüştür. 1319’da oradan şehadetnâme alarak, İstanbul’a, Mülkiye
Baytar Mektebi’ne müsabaka ile girmişse de, hastalık yüzünden sekiz ay sonra terke
mecbur olmuştur. Öteden beri matbuata bir çok hizmeti dokunmuştur. Unvanı
Çocuk Bahçesi iken, Meşrutiyet’i müteakip Bahçe’ye tahavvül eden mecmuanın
ser-muharrirliğini deruhte etti ve ona istifadeli bir mahiyet verdi.
90
Sonra Resne’ye giderek, merhum Niyazi Bey namına açılan mektebe müdür
oldu. Bir sene sonra İzmir’e gitti; orada evvelâ Köylü sonra Anadolu gazetelerinin
başmuharrirliğinde bulundu. O aralık Selânik’te neşredilmekte olan “Yeni Lisan”ı
bütün şartlarıyla bu gazetelere kabul ettiren Âkil Bey, bizde ilk defa yevmî
gazetelerde sade, güzel, terkipsiz Türkçe’yi kullanmıştır. 1328 senesi nihâyetlerinde
“Anadolu gazetesi ser-muharriri iken İzmir Sultanîsi edebiyat muallimliğine tayin
edildi; bilâhire Çanakkale, daha sonra İzmit Sultanîleri’ne edebiyat muallimi oldu.
Şimdi Gelenbevî Sultanîsi edebiyat muallimi bulunuyor.
Zayıf, orta boylu, kına gibi kırmızımtırak sarı saçlı, mücadil bir ruha malik,
iddialarında hararetli bir gençtir.
Eserleri: Kitap şeklinde neşrolunmamıştır. Birçok manzumeleri Selânik’te,
Çocuk Bahçesi, Bahçe, Kadın, Genç Kalemler’de.... İstanbul’da Âşiyan, Türk
Yurdu, Yeni Mecmua’da vardır.
Edebiyatımızda Mevkii: Âkil Koyuncu Bey, edebiyatımızda pek dikkate
şâyân bir mevki tutmamıştır. Şu var ki, “Millî Edebiyat” gayesinin kökleştiği bir
sırada, eskiden beri millî vezin ve millî lisanla terennüm eden bu genç tevkire
şâyândır. Kendisi daha 1321 senesinde, Mehmet Emin Bey Çocuk Bahçesi’ne
Türkçe şiirler gönderince, merhum Rasim Haşmet Bey gibi bir iki arkadaşıyla bu
tarza heves etmiş, Emin Bey’in o zamanlar mevzuunu teşkil eden zavallılığı, tıpkı
onun üslûbuyla yazmıştır. Halbuki o sıralar, her genç Tevfik Fikret’in aristokrat
lisanına meclûptu.
Âkil Bey’de lirizm yoktur. Daha ziyade zihniyle yazar. Bununla beraber lisanı
kuvvetlidir.
*
Dilenciler
Kıştı, hava pek soğuktu... Gece kara göklerden,
Kara, kirli bulutlardan buram buram düşerken
Ağır ağır uçar gibi, karlar, beyaz tüycükler,
Anaforlar uzaklarda inim inim inlerken
Soğuk, hançer, zehir gibi sokaklara üşerken
Onlar, birçok kara gölge yürüyorlar yalınayak.
91
Bunlar öyle yoksullar ki gecelerin sırtında,
Soğukların, karanlığın, yağan karın altında
Mesutların evlerinden artıkları alarak
Oracıkta bir kapının eşiğinde yalarlar.
Kara çıkmış kurtlar gibi her kapıya salarlar:
Kulübede ateş yoktur orda yatan aç bekler.
Lâkin burda, bir duvarın dirseğine dayanan,
Düşen karda, yerlerdeki çamurda çalkalanan,
Delik deşik paçavralar içinde bir yavrucuk
Henüz on bir, ya on iki yaşlarında bir çocuk
Titrek kirli ellerini her geçene uzatır:
“Acı bana, açım!” diyen bu hastalıklı seste
Öyle derin bir inilti var ki, her bir nefeste
Düşecekmiş, donacakmış, ölecekmiş gibidir.
Sakın, sakın, sakın kuzum! Ölme orda sonra bir
Ordan geçen olur ise çarpar sana incinir.
1321
Şehit Nişanlısı
Küçük bahçemize akşam çöktüğü
Zamanlar, vaktiyle, nasıl gezerdik!
Güneşin batarken, ufka döktüğü
Solgun pembelikte neler sezerdik!
Enînim, sevgilim, sana varır mı?
O kızıl topraklar yoksa sağır mı?
Kanınla ıslanan kızıl toprakta
Yâdında mı el’ân o mesut günler?
Sönerken yavaşça güneş ırakta
Ufukta gezerdi beyaz sülünler
Hasretim, sevgilim, sana varır mı?
Bu akşam da yoksa taşın sağır mı?
92
Bu güzel akşamda ruhum pek dolgun
Pek çok ağladığım hatıralarla;
Şu eski duvarın yanında solgun
Menekşeler hâlâ bakarlar yola.
Düşüncem, sevgilim, sana varır mı?
Uzak mı toprağın yoksa sağır mı?
Sevdiğim bak geldi sevdiğin eylül
Ne hoştur, değil mi, bu tatlı mevsim!
Üzümün zamanı eyledi hulûl
Haydi gel birlikte bağa gidelim.
Davetim, sevgilim, sana varır mı?
O dağlar ırak mı yoksa sağır mı?
Su başında bugün diz çöktüm yine,
Uzaktan akseden garip kavaldı;
Sevdiğim, vardı mı acep yerine
Esen yel ruhumdan bir bûse aldı.
O bûseyle ruhum sana varır mı?
Serin yel de yoksa taştan sağır mı?
Güz girince, her gün, seherlerde biz,
Gezerdik mutlaka orman, dere, dağ;
O kadar ki çılgın guruplar, ikiz
Ruhumuza güya yakardı çerağ.
Bu gurup, sevgilim, sana varır mı?
Hatıran renge de yoksa sağır mı?
Sevgilim hayalin yanımdadır, bak:
Gözlerin gözümde, elin elimde,
Unutmam ölünce o saf, o berrak
İlk bûsenin hâlâ tadı dilimde.
Hayalim, sevgilim, sana varır mı?
Ruhun da taş gibi yoksa sağır mı?
93
Nişanlın, sevgilim, şehit kızıdır
Şehide varması lâyık olmaz mı?
Bu hayat rûhuma artık sızıdır,
Firkatin hicrete sâik olmaz mı?
Nişanlın, sevgilim, sana varır mı?
Ruhum da nuruna yoksa ağır mı?
Yurdunun ufkunu tuttun kanınla
Düşmana göğsünü siper yaparak;
Düşmüşsün, dediler, mertçe, şanınla
Tepeye dikip de bir kızıl bayrak.
Türbene, sevgilim, sevgim varır mı?
Bayrağın sevgiye yoksa sağır mı?
Ne dedim, sevgilim, darılma bana
Bayrağın bir kızıl sevgidir bütün;
O kadar ki işte o aşkın sana
Bayrağı eyledi benden de üstün.
Fakat hiç türbene sesim varır mı?
Yurt değil, toprağın yoksa sağır mı?
Varırsa, sevgilim, Tanrı’ya yalvar
Ruhumu yanına davet eylesin.
Su başında bir gün otlarken davar
Okusun kuzular ruhuma “Yasin”!
Sevgilim, bu duam ona varır mı?
Hasretime gök de yoksa sağır mı?
1333
94
RASİM HAŞMET BEY
Tercüme-i Hâli: 1300 tarihlerinde Selânik’te doğmuştur. Babası, belediye
komiserlerinden merhum Haşmet Efendi’dir. İdadî tahsilini orada Terakki
Mektebi’nde ikmal etti. Hukuktan da diploma almıştır. Bir müddet Selânik’te
yevmî Zaman gazetesi muharrirliğinde bulunmuş, Yeni Asır gazetesinin de
ser-muharrirliğini idare etmiştir. 1321’de intişara başlayan ve inkılâptan sonra
Bahçe unvanını takınan Çocuk Bahçesi’ne, kapandığı ana kadar tahrirî muavenette
bulunmuştur. Kadın ve Genç Kalemler risalelerinde de manzumeleri vardır.
Bilhassa “Rafize Hesna” imzasıyla Kadın’da intişar eden bir manzumesi,
Selânik’teki derin bir içtimaî marazı teşrih ettiği için, ora muhitinde pek çok kîl ü
kâle sebebiyet vermiştir.
Rumeli’nin işgalinden sonra İstanbul’a geldi; evvelâ Konya Sultanîsi devre-i
sâniye edebiyat ve felsefe muallimi tayin olunarak Konya’ya gitti. Orada iki sene
kadar kaldı. Sonra, Gelenbevî Sultanîsi devre-i evvelî Türkçe muallimi oldu. Aynı
zamanda Tasvir-i Efkâr gazetesinde mütercimlik yapıyordu. 1334 senesi Şubatında
zâtülcenpten müteessiren irtihal etmiştir.
Orta boylu, zayıfça, elâ gözlü, esmer, samimî, sevimli bir gençti.
Eserleri: Kitap suretinde çıkmamıştır. Çocuk Bahçesi, Bahçe, Kadın, Genç
Kalemler, Resimli Kitap, Donanma mecmualarında bir hayli manzumesi intişar
eylemiştir.
Edebiyatımızda Mevkii: Rasim Haşmet Bey, fakir bir aileye mensup olduğu
için, 1321’de Emin Bey nazar-ı dikkati celbe başlayınca, onun mesleğini derhal
tebcil ve müdafaa etmiştir. Emin Bey’le çok mektuplaşmıştır. Maamafih umumî
cereyandan da kendini kurtaramayarak aruz veznini büsbütün bırakamamıştır.
Kendisi pek öyle dikkate şayan bir edebî sima değildir. Aruz veznini pek sakat
kullandığı gibi, hece vezninde de bir yenilik ibraz edememiştir. Yeni Lisan esaslarını
derhal kabul etmiş, makalelerinde terkipli lisanı muhafaza eylemekle beraber,
manzumelerinde Genç Kalemler’in sistemini gözetmiştir. Yeni neslin bu ilk ölen
şairi Garp muharrirleri içinde en ziyade Rusyalı Tolstoy’u okurdu. Demokrasiye,
Sosyalizme karşı derin bir incizabı vardı. Son zamanlarında edebiyatı terk ettiği
halde, yine ara sıra manzumeler yazardı. Son şiiri Donanma mecmuasında çıkmıştır.
95
İrade
Muhterem ve fazıl Doktor Ethem Bey’e
Karanlıklar azalmaya başladı.
Fakir köylü ekmek buldu isli tavan altında;
Boş ambarlar buğday doldu, yeşillendi ova, dağ;
Ezilenler kurtuldu hep, sevincinden ağladı.
İstikbalin sayhaları vicdanlarda inledi;
Yeni günler aranıldı: Her tarafta hareket,
Her noktadan bir hazırlık, bir silkiniş... Her cihet
Azim, sebat toplarıyla gürledi.
Yeni âlem, yeni hayat... Bütün gözler bekliyor,
İstikbalin meltemleri vicdanlarda geziyor,
Artık beşer yeni günler imanıyla uyandı,
İstikbale hâkim olan “İrade”dir; inandı!
1327
Kızıma
Unuttum mu seni; öyle mi sandın?
Dimağımda hâlâ sesin, feryadın,
Hatıramdan çıkmaz sevimli yâdın!
Acı geldi bana bebek ölüşün,
Baban kurban o sevimli, ölgün
Çehrende yaşayan minik gülüşün!
“Ne oldu Türkânım” derim, ağlarım,
Çaresiz annenden çare ararım,
Seni yerden, gökten, Hak’tan sorarım...
Tabiat yeşiller giymiş, gelinmiş,
Çiçekler ayrı birer nâzeninmiş
Hilkate yenilik, güzellik inmiş!
96
“Ne çıkar?” diyorum, gelin olacak
Benim de kızım var; gelmiyor ancak:
Bu bahardan yine yüzüm solacak!...
Bağlar, bahçeler gülmek istiyor,
Yüreğim yalnızca seni diliyor,
Mesut hilkatte mahzun inliyor...
1333
MEHMET FUAT BEY66
Tercüme-i Hâlî: 1306 Teşrin-i sânisinin yirmi ikisinde İstanbul’da doğmuştur.
Meşhur Köprülü Mehmet Paşa ahfâdındandır. İbtidaî tahsilini Ayasofya
Rüştiyesi’nde bitirmiş, 17 yaşında da Mercan İdadisî’nden çıkmıştır. Hukuk
Mektebi’ne de girerek üç sene kadar okumuşsa da nihayet terk etmiştir.
Dostlarından Fazıl Ahmet Bey’e yazdığı bir mektupta, “İstibdadın son
senesinde Mekteb-i Hukuk’a da gittim. Fakat gerek muallimlerinin cehaleti, gerek
tedrisatın garabeti, beni esasen hoşlanmadığım bu tahsilden nefret ettirdi.” diyor.
İnkılâp akabinde bazı gençler, “Fecr-i Âti” namıyla bir edebiyat cemiyeti tesis
ettikleri zaman, Fuat Bey de dahil olmuş, bir taraftan bu zümrenin en mümtaz şairi
olan Ahmet Haşim Bey tarzında zarif manzumeler, diğer taraftan felsefî, ilmî, tenkidî
bir hayli makaleler yazmıştır. Esasen Türk gençleri içinde, bu genci temyiz eden
esasî vasıf, pek çok okuması ve pek çok yazmasıdır. Bir iki sene kadar Servet-i
Fünûn’un edebî muharrirliğinde çalışmıştır. 1327’de tesis edilen yevmî Hak
gazetesinin de ser-muharririydi. Millî Tetebbular mecmuasını da idare etmiştir. Fuat
Bey’in, İstanbul ve Galatasaray Sultanîleri’nde Türkçe ve edebiyat muallimliği de
vardır. Bugün, İnas Dârülfünun’uyla Dârülfünun’da, Türk Edebiyatı Tarihi müderrisi
olduğu gibi, “Âsâr-ı İslâmiye ve Milliye Tedkik Encümeni” Kâtib-i Umûmîsi’dir.
“Tedkikat-ı Lisaniye Encümeni” Edebiyat Şubesi’nde azadır. Yeni Mecmua’ya da
nezaret ediyor.
Kısa boylu, mavi gözlü, nahif vücutlu, melih simalı, ciddî, gece gündüz
kitaplarıyla, yazılarıyla meşgul, çalışkan bir gençtir.
66 Mehmet Fuat Köprülü.
97
Eserleri: Güzel Türkçe’nin bugünkü şeklini kabul etmeden evvel, aruz
vezniyle yazdığı manzumeler, bilhassa Servet-i Fünûn’da basılmıştır. Hece vezniyle
yazmaya başladıktan sonraki şiirleri, Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, Yeni
Mecmua’da bulunur. Bu son risalede şiirleri “M. F.” imzasıyladır.
Edebiyatımızda Mevkii: Yeni Lisancılar, Edebiyat-ı Cedîde ve Fecr-i Âti’ye
mukabil harekete başladıkları zaman, bu yeni cereyanın birinci ve en ateşli muarızı
Fuat Bey oldu. Servet-i Fünûn ile neşrettiği mealleri şedid beş altı makalesi,[*]
Selânik’teki gençleri cidden iğzab etmişti. Bu makaleler Ömer Seyfettin, Ali Canib,
Kâzım Nâmi, M. Nuri Beylerden aynı şiddetle mukabele gördü. Derken, bu bir yol
açtı.
Fuat Bey’in itirazlarını, Rıza Tevfik, Cenab Şahabeddin, Süleyman Nazif
Beyler’in muhacemeleri takip etti. Bu hal muâraza, müdafaa, iki üç sene sürdü.
Maamafih Fuat Bey sonraları haksızlığını insafla anladı.
Ve Balkan Harbi’ni müteakip Türk Yurdu tahrir heyeti meyanına dahil oldu.
Fuat Bey, bundan sonra takdire kat kat şayan çalışması sayesinde, Türk tarihinin
menba ve menşelerine her gün biraz daha nüfuza başladı: Artık mesleği taayyün
etmişti. Yine terkipli lisanı kullanmakla beraber beynelmilel tedkikatına hâtime çekti.
Eski Çağatay Edebiyatı’na girdi. O aralık çıkarılmaya başlayan Halka Doğru
risaleciğinde bir iki de hece vezniyle kaleme alınmış manzume neşretti; ama,
hakikatte bu parçalar ibdâî bir şekil ve mahiyeti haiz değildir. En çok Emin Bey’in
tarzı müşahede olunmakla beraber, biraz da Tekke Edebiyatı usulüne yakın idiler.
Şimdi de Yeni Mecmua’da Ziya Gökalp Bey’in yazdığı efsanevî, esatirî parçalara
benzer güzel şiirler yazmaktadır.
Köprülüzâde Mehmet Fuat Bey, takdire şayan bir şairdir. Hassaten aruz
vezniyle yazdığı parçalardaki kuvvetle dikkati celbetmiştir. Fakat onun
edebiyatımızdaki mevkii, en ziyade ilmî tedkikler sahasındadır. Eminim, istikbal bu
genci Türk Edebiyatı müverrihi olarak tanıyacaktır.
*
[*] Fuat Bey, bana bir münasebetle: “Ben o makalelerimde, lisanın esasen sadeliğe doğru yürüdüğünü, terkipler kaldırıldığı takdirde aruzun millî bir vezin olarak ibka edilemeyeceğini, henüz pek ibtidaî bir halde olan hece vezninin asırlardan beri işlene işlene güzelleşen aruzun makamına pek zor kâim olabileceğini, aruz taraftarı olmakla beraber, aynı zamanda bir milliyetperver olduğumu iddia ettimdi.” demişti. Mezkûr makaleler, Servet-i Fünûn’un 1082, 1091, 1095 numaralı nüshalarında münderiçtir.
98
Köprülüzâde Mehmet Fuat Bey hakkında bir fikir:
“Bütün o çalâkî, o faaliyet-i müfrite Mehmet Fuat’ın beyninde ne büyük
bir atş-ı irfan, ne şedid bir iştihâ-yı tetebbu ve ihata mevcut olduğunu, binaenaleyh
kendisinin ne muhteşem bir istikbâl-i fikrîye doğru koştuğunu, atıldığını gösterir.”
-Fazıl Ahmet-
Meriç Türküsü
Issız dağ başını duman bürümüş,
Yine Rumeli’ne düşman yürümüş,
Kervan gelmiş, yel küllerin sürümüş;
Dertli Meriç akar “Kervanım” diye
“Acep nerde kaldı arslanım!” diye.
Türk ili boş kalmış, kervanlar geçmiş!
Dumanı tütmemiş, düşmanlar seçmiş,
Ayrılık şerbetin analar içmiş;
Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,
“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.
Meriç’in üstüne köprü kurulur,
Düşman geçer, hep yiğitler vurulur;
Hepsini anlatsam dilim yorulur;
Dertli Meriç akar”Kervanım!” diye,
“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.
Çiçek ayı geldi, çiçek açmadı,
Yel kırlara lâle, sümbül, saçmadı,
Yiğitler vuruldu, mertler kaçmadı,
Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,
“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.
99
Çoban dağ başından geçemez oldu,
Sürüler Meriç’ten içemez oldu,
Gözü nişanlımın seçemez oldu,
Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,
“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.
Hep köyler yıkılmış, ocaklar tütmez;
Viran bahçelerde bülbüller ötmez;
Yarim yâd illerde, hasretim bitmez.
Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,
“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.
Akşam ovalara duman yayılır,
Meriç’in suları susar bayılır
Nilüferler ölür, dertler ayılır,
Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,
“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.
1329
Ortaç Yolcuları
– Sarı gece... Sarı gece...
Ta ruhuma gömüldükçe
Senin sarı gölgelerin,
Dinliyorum: Ağır, derin
Eski bir ilâhi sesi.
Bu ses kimin son nefesi?
Karşı çamlar susmaz, inler:
“Ortaç yolcularının!” der.
– Kimsesiz ay... Kimsesiz ay...
Denizdeki şu kırık yay
Düşmüş bir âşık elinden...
100
O, sazının her telinden
Nur ilâhileri saçmış....
Sonra... Yayı kırmış, kaçmış!
Mor dalgalar susmaz, inler:
O yay ta gökten düştü! Der
– Deli ozan.. Deli ozan...
Altın kopuzundan sızan
Sesler neye donmuş gibi!..
Şu geçen peri mevkibi
Bekler seslerini hâlâ
Eski “Ortaç” yollarında!
Altın kopuz susmaz inler:
“Ozan ölmüş, yay kırık!” der.
– Gafil yolcu... Gafil yolcu...
Ozan yok, kırık yay ucu.
“Ortaç” yolcuları hasta.
Şarap bitmiş altın tasta...
Haydi, şair al kopuzu,
İnlet eski ruhumuzu!
Kopuz elde, şair gider:
“Ortaç yolu çok uzak!” der.
Akıncı Türküleri
Tuna boylarında sıra serviler
Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış
Gül bahçelerinde baykuşlar öter....
Şu viranelikler eski bağlarmış!
101
Namazgâh bir otluk, kalmamış taşı;
Çeşmelerden akan: Kanlı gözyaşı...
Orda bir güzel var, çatılmış kaşı;
Ak alnına kara çatkı bağlarmış!
Kırık minarelerden duyulmaz ezan...
Hep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan.
Bir inilti duydum, sandım bir ozan,
Sesime ses veren karlı dağlarmış!
Söğüt dallarında hasta serçeler.
Eski Akın Destanı’nı heceler...
Tuna ağlıyormuş bazı geceler:
Göğsünde kefensiz şehitler varmış
Bozulan bağların üzümü acı;
Âsi köle kesmiş eski haracı,
Yine yedi kral giymişler tacı...
Şahin yuvasını kargalar sarmış!
Haydi eski ozan, al sazı ele,
Düşmanlar içine düşsün velvele.
De ki: Hor bakmayın bu durgun sele,
O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış!
ALİ ULVİ BEY67
Tercüme-i Hâli: 1296 senesi sonlarında Selanik’te doğmuştur. Âkil Koyuncu
Bey’in kardeşidir. Selânik’te Feyziye Mektebi’ni ikmâl ettikten sonra bir sene kadar
Selânik İdadîsi’nde bulunmuş; daha sonra bir sene Manastır’daki ve oradan
avdetinde yine bir sene Selânik’teki Frerler Mektebi’ne devam etmiştir. 1313 Yunan
seferinde Galos’ta memuren bulunan biraderinin yanında, telgraf ve posta
67 Ali Ulvi Elöve.
102
mülâzemetiyle Teselya’nın tahliyesine kadar kalarak avdetinde Siroz’da iki ay kadar
muhaberât-ı ecnebiye memurluk vekâletinde bulunmuş, ondan sonra mezun olduğu
Feyziye Mektebi Türkçe muallimliğini deruhte ve yedi sene bu vazifeyi ifa etmiştir.
İstibdadın son senelerinde Çocuk Bahçesi ser-muharrirliğinde çalışırken, gazetenin
siyasî esbabdan dolayı kapatılması üzerine Atina’ya firar etti. Bir müddet sonra
vatanına döndüğünde tevkif edildiyse de hemen tahliye olundu. Bunu müteakip
zamanlarda, ilân-ı Meşrutiyet’e kadar oradaki ticarethanelerde kâtiplikle iştigal etti.
31 Mart Vak’ası üzerine gönüllü olarak İstanbul’a geldikten bir müddet sonra
yeni tesis edilen Dârülmuallimîn-i Âliye’ye mülhak Tatbikat Mektebi muallimliğine
tayin olunmuştur. Bugün, mezkûr Tatbikat Mektebi’nin müdür muavinliğiyle,
muallimliğini ifa ve Darülmuallimîn’de de Türkçe tedris etmektedir.
Eserleri: Selânik’te çıkan Çocuk Bahçesi’nde, Bahçe’de, Kadın’da birçok
manzumeleri basılmıştır. Bundan birkaç sene evvel Çocuklarımıza Neşideler
namıyla bir şiir mecmuası neşretmiştir.
Edebiyatımızda Mevkii: Ali Ulvi Bey bir şair olarak meşhur değildir. Zaten
kendisi de böyle bir iddiada bulunmuyor. Fakat en ziyade muhtaç olduğumuz çocuk
edebiyatına ilk defa çalışanlardan biridir. Esasen manzumelerinin hemen hepsi bu
nev’e dahildir. Nazım lisanında pek kuvvetini hissedemiyoruz. Kafiyeleri bazen
zayıftır. Selanik’te Çocuk Bahçesi’nde ve Bahçe’de birçok şiirleriyle, (Söyleniş)
unvanı altında pek güzel monologları da çıkmıştır.
Pınar Başı
Pınar başı, ne sefalı başın var;
Karlı dağlar gibi beyaz taşın var;
Etrafını almış köyün gençleri,
İçlerinde ahbabın var, eşin var!
Gündüz, güneş kavururken ovayı,
Kenarını bekler kuşlar alayı;
Ulu çınar gölge salar üstüne
Bir susamış dudak yoklar kovayı...
103
Akşam vakti fısıldaşır ağızlar;
Desti elde, sıra bekler şen kızlar...
Sürü döner dağdan, rençber bağından;
Geçmiş günden haber sorar yıldızlar...
Sonra tenha, şu çınarla her gece
Söyleşirken dertlerini gizlice,
Ay eğilip dinler mermer taşından :
Neler gelmiş geçmiş garip başından...
Pınar başı, ne sevdalı başın var;
Karlı dağlar gibi beyaz taşın var!
Etrafını almış köyün gençleri,
İçlerinde sırdaşın var, eşin var!...
M. NERMİ BEY68
Tercüme-i Hâli: 1306 senesi Teşrin-i evvelinin 21. günü Rumeli’nde Köprülü
kasabasında doğmuştur. Pederi, zabıta memurlarından Ali Sabri Efendi’dir. Ailesi
esasen Nişli’dir. Rüştiye tahsilini Selânik’teki Selimiye Mektebi’nde gördü.
İdadî tahsilini Üsküp’te ikmal etti. İnkılâbın akabinde Selânik’e gelerek Hukuk
Mektebi’ne girdi. Aynı zamanda Kadın gazetesinde çalışıyordu. 1326’da oradaki
İttihat ve Terakki İdadîsi’nin Türkçe ve tarih derslerini deruhte etti. Bir sene sonra
Paris’e gitti, Sorbon Dârülfünun’u felsefe kısmına kaydolundu. (Lévy Bruhl)69’un
(Durkheim)’ın, (Gustav Lanson)’un, (Bergson)’un70 derslerini takip etti. Üstadı Lévy
68 Mustafa Mermi Duru. 69 “Lévy Bruhl (Lucien), (Paris 1857-ay.y.1939): Fransız Filozof. Töreleri ahlâk ölçülerine göre değerlendirdi. (Ahlak ve Törebilim, 1903) ve insan aklının bir evrim geçirmekte olduğu varsayımını ortaya attı (İlkel Zihniyet, 1922).” (Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Cilt IV, Milliyet, 1993-1994, s.) 70 “Henri Bergson (Paris 1859-Paris 1941): Durağan değerleri yadsıyarak devinim, değişme ve evrim gibi değerleri benimseyen ve daha sonra süreç felsefesi adını alan kuramı ilk kez geliştiren filozof. Gerek akademik çevrelerde, gerek halk arasında üslup ustalığıyla da etkili olmuş, 1927 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştır. Condorcet Lisesi’nde öğrenim görürken hem fen, hem de edebiyat derslerinde üstün başarı gösterdi. 1878-81 arasında Paris’te Yüksek Öğretmen Okulu’na devam etti. Öğretmenliğe Paris’in dışında çeşitli liselerde başladı. Doktor unvanını almasını sağlayan Essai sur les donnés immédiates de la conscience (Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, 1889) tezini yayımladı. Bergson belirlenimciliğin dayandığı görüşleri çürüttüğüne inanmakla birlikte, doktora tezinde ruh ve beden ilişkisini açıklamaya girişmemiştir. Bu sorunla ilgili incelemelerinin sonuçları,
104
Bruhl’un nezareti altında (Malbranche) hakkında bir doktora hazırlamakla
meşgulken umumî harp ilân edildi; İstanbul’a döndü. Muallimi kendisine Almanca
öğrenmesini tavsiye etmişti. Burada bir müddet Darülhilâfe Medresesi’nin kısm-ı
âlisine felsefe müderrisliği ettiyse de, çok durmadı, bu sefer de Almanya’ya gitti.
Şimdi, Berlin Dârülfünun’una devam etmektedir.
Kısa boylu, zayıf, esmerce, sakin mizaçlı, samimî, mübaheselerde ciddiyetten
ziyade mizahı sever bir gençtir.
Eserleri: Esasen pek çok olmayan manzumeleri bir arada intişar etmemiştir.
Bahçe, Kadın, Genç Kalemler, Halka Doğru, Türk Sözü risalelerinde bulunur.
Edebiyatımızda Mevkii: Şimdiye kadar Avrupa’da yaşayan genç mütetebbi,
henüz memleketine dönmediği için matbuat sahasında meşhur değildir. Kendisi en
ziyade içtimaiyat ve felsefe ile iştigal etmiş, şiiri kendine meslek edinmemiştir. Yeni
Lisan müdafaa edilirken, Mustafa Nermi Bey de bu cereyanın içine girmiş ve
hakikaten istifadeli, etraflı fikirlerini Genç Kalemler’de neşretmiştir. Şiirleri nazar-ı
dikkati pek calib olmamakla beraber hoştur, zariftir.
Alan Goya
Tarihimde şan içinde, kan içinde büyümüş,
Bugün büyük gölge olmuş mazileri ararken
Dedelerim tuğlarıyla geçer gözüm önünden,
Ne duygular uyandırır, bu, tarihte yürüyüş...
Fakat neden?.... Tarihine mağrur bakan gözlerde
Benim için bir küskünlük, bir öksüzlük ağlıyor,
Benim için yaş titriyor, derin bir ses bana: “Sor,
Onu senin ilmin bilir, diyor, ara, her yerde.
“Osmancığın toprağında Fergana’nın kumları
“Sürükleyen köpüğünde... Sarı Su’yun inleyen
Matiére et mémoire: Essaisur la relation du corps à l’esprit (Madde ve Bellek: Beden ve Ruh Arasındaki İlişki Üzerine Bir Deneme, 1896) adıyla yayımlandı. Bu onun hem en zor hem de eleştirmenlere göre en kusursuz kitabıydı. 1907’de yayımlanan L’Evolution créatrice (Yaratıcı Tekamül, 1907), o yılların en ünlü yapıtı Bergson’un da en ünlü kitabıydı. 1900’de Le Rire: Essai sur la signifiance du comique (Gülme,1945,1989/Gülme Komiğin Anlamı Üstüne Deneme, 1996), 1903’te Introduction à la metaphysique (Metafiziğe Giriş, 1998) yayımlanmıştır. Bergson Fransa’nın en yüksek unvanlarıyla onurlandırıldı; 1915’ten sonra Académie Française’nin 40 ölümsüz üyesi arasında sayılmaya başlandı.” (Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt IV, Ana Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 81.)
105
Seslerinde ara dinle!... Bulacaksın, elbet sen;
Biraz unut hain evlat, İskender’i, Sezar’ı.
Ve ben hırçın zamanların emilerek silinmiş
Boşluklardan, mazilerden gelen ana sesinden
Anlıyorum, duyuyorum, duyuyorum yaş serpen
Bir acılık kemiriyor, bir siyah sis inmiş
Tarihimin şanlarını kanadıyla örtüyor.
Bugün örten kanat yarın kırılacak elbette,
Yarın matem titreyecek bugün gülen gözlerde,
Yarın elbet, şan görecek, gün görecek Dalay Nûr
Bugün bana küskün küskün fısıldayan ses, yarın
Vücudumdan kan akarken ağlayacak gizlice,
Teselliler gönderecek... Duyuyorum, o sese
Pek eskiden beri ruhum tanışıktır; Altay’ın
Yamaçları bu sesleri asırlarca dinledi.
Bu ses Alan Goyanındır[*], tarih benden saklamaz,
O kim? Benim anam... Ben kim? Onun oğlu.... Aramaz
Bir yabancı asırların arkasında hiç beni...
Onun sarı saçlarından doğan altın güneşler,
Induslar’da güldü, şanla, zaferlerle parladı;
Galip geldi, ezilmedi Nurlu Geyik ocağı
Artık Alan Goya solmuş, ihtiyarlık, bir titrer
Heykel gibi sürüklüyor, çekiyordu. Belgeda
Ağlıyordu, anasının son günleri gelmişti:
Küçük oğlu Yegeda’nın ince gamlı nefesi
Okuyordu – Şamanlardan bellemişti – bir dua
[*] Fransız müverrihi Poti De La Carvèe’e göre (Alan Goya) esatirî ve timsalî bir Türk kadınıdır. (Alan) ziyalı, (Goya) Geyik manasınadır. Bugünkü Türkçe’de Ziyalı Geyik demektir. Türk esatirine nazaran Alan Goya, nurdan yaratılmış ve Meryem gibi lâhutî bir mucize neticesinde iki oğlu olmuştur ki; büyüğü (Belgeda), küçüğü (Yegeda)dır. Alan Goya Türk nesli hükümdarlarının da anası sayılır.
106
Alan Goya, otlu ve sert yatağından doğruldu
İkisine geniş ve mor ufukları gösterdi,
O ufuklar ki: Bizans’ı, Afrika’yı örterdi,
O ufuklar arkasında kurultaylar kuruldu.
İşte benim işittiğim ses o ruhtan geliyor,
Ben Sezar’ı, İskender’i, Neron’ları okurken
O ses bütün asırları çılgın çılgın deliyor.
“Hain evlat, yaptığın ne diyor, düşün kimsin sen?”
Paris: 1912
FAZIL AHMET BEY71
Tercüme-i Hâli: 10 Temmuz 1300 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Pederi
Divaniye mutasarrıflığında vefat eden Cemal Bey’dir. Çocukluğu hep taşrada
geçmiş, tam on iki sene, Anadolu’yu, Arabistan’ı gezmiş görmüştür, ibtidaî tahsilini,
Numûne-i Terakki, Gümüşhane Rüştiyesi, tekrar Numûne-i Terakki Mektepleri’nde
görmüş, (Lycèe Fort) namındaki Fransız Mektebi’ni de bitirmiştir. Sonra, bir müddet
Sanayi-i Nefise Mektebi’ne de devam etmiştir. Kendisi, “Tahsilim yok gibidir.
Okumayı severim; fakat abur cubur yiyen çocuklar gibi” der.
İstibdatta bir aralık Maarif Nezareti Mekâtib-i Ecnebiyye Müfettişliği kalemine
girmişse de, hemen istifa etmiştir. Sonraları yevmiyeci olarak Meskûkât İdaresi’ne
devam etti. Meşrutiyet’in ilânında, Darülmuallimîn ilm-i terbiye ve ahlâk muallimi
tayin olundu.
Terbiye-i Milliye Encümeni’nde azaydı. Dârülfünun’da müteşekkil
“Tedkikat-ı Lisaniye Komisyonu” azalığından son günlerde istifa etmiştir. Elyevm
Dârülmuallimîn-i Âliye’de Türkçe tedris ediyor.
Kısa boylu, mavi gözlü, zayıf, son derece şen, nükte-perdaz, bununla beraber
nazik, iltifatçı ve hassas bir gençtir.
Eserleri: Tanin, Tasvir-i Efkâr, Sabah, Vakit ve diğer birçok yevmî
gazetelerle, Servet-i Fünûn, Seyyare, Mehasin, Türk Yurdu, Yeni Mecmua
risalelerinde birçok manzumeleri basılmıştır. 1329’da Divançe-i Fazıl unvanlı bir
71 Fazıl Ahmet Aykaç.
107
şiir mecmuası neşretmiştir. Yakında “Perde kurdum, şem’a yaktım” namıyla bir
diğer kitabı basılacaktır.
Edebiyatımızda Mevkii: Fazıl Ahmet Bey, bütün ediblerin üslûplarını meşhur
Fransızca a la manière de72... leri takliden tanzir etmiş bir gençtir. Şimdiye kadar
ciddî hiçbir şiiri neşredilmemiştir dense doğru söylenmiş olur. Kari’i pek çok olan
yazıları arasında, sahih mi, şaka mı belli olmayanları da vardır: “Yazın” gibi... Ali
Canib Bey, “Yine fener duruyor, karşımızda mum gibi” diyen Fazıl’da hoş bir
Exantricitè enfantine73 vardır diyor. Kendisi, tamamiyle Millî Edebiyat taraftarıdır.
Eski edebiyatın skolastik lisanına “tenbaku lisanı” efâil ve tefâile de “lâterna” der.
Türkiye’de en beğendiği şair, “Hiç şiiri olmayan Yahya Kemal Bey”miş. Hülâsa her
şey gibi felsefe ile de meşgul olan, “Terbiyeye Dair” bir kitap neşretmiş bulunan
Fazıl Ahmet Bey, edebiyatımızın yaramaz bir alaycısıdır.
Fâzıl Ahmet Bey hakkında bir fikir :
“Zannolunmasın ki Fazıl Ahmet Bey, mânâ-yı hayatı, yalnız hande-i istihza
suretinde anlamış... Veyahut (Nahnü kasemnâ) 74 bezminde nasib-i ciddiyetten
mahrum kalarak (alay)’a çıkmış bir adamdır... Yine o namda gayet halûk bir adam
ile, bir de genç ve müstaid bir filozof tanırım.”
-Rıza Tevfik-
Yazın
Yavaş yavaş, denize
Uzanıyor her bir bağ;
Çamlıca’yla diz dize
Akşamları Kayışdağ!
Uzaklarda şimdi var
Kımıldayan bir buğu.
Hep tiryaki bacalar
Tellendirmiş çubuğu! 72 Tarzında. 73 Çocuğun kendine göre fantastik bir dünya kurması. 74 “Zuhruf Sûresi 32. Ayet. Yemin ettik”
108
Bağdaş kurmuş bir hacı
Tüttürüyor nargile;
Düşüncesi pek acı:
Dipsiz ambar, boş kile!
Uyukluyor uzakta
Tek başına bir yalı;
Marmara’ya, sıcakta
Sermiş postu “Kınalı”
Suya düştü, gezinen
Gölgelerin bir ucu:
Hacı baba, elinden
Attı artık marpucu!
“Sivri Ada” uzakta
Şimdi çökmüş bir hecin;
Nikâhlandı saçakta
Bir çift beyaz güvercin
Dalgaları dinleyen:
Sade kızıl yamaçlar?...
Gelmiş gibi Kâbe’den
Yeşil giymiş ağaçlar!
Çekiyor bir küçük “muş”
İri, tembel bir salı,
Hep martılar tutturmuş
Yine eski masalı!
Hele var ki bir tablo
Görse şaşar “Anibal”:
Ördeklerden bir filo,
Bir de kazdan amiral!
109
Veli nimete ve Haltnâme
Dediler ki, ıssız kalan türbende,
Vahşi güller açmış, görmeye geldim!
Rıza Tevfik
Dediler ki, şimdi yürek dağlayan,
Nâfile yorulur, hem aç kalırmış;
Fakat huzurunda bir el bağlayan,
Hem gaz bulabilir, hem yağ alırmış.
Şu sebeple sana olup da bende,
Derya-yı cûduna dalmaya geldim;
Yani dağıtılan erzaktan ben de
Ölmeyecek kadar almaya geldim.
Aldatıldımsa da boş yalanlarla,
Akına gitmedim hoş plânlarla;
Ve bugün bir nice aç kalanlarla
Birleşip kapını çalmaya geldim.
İşler iyileşti ama gitgide,
Ne un bulabildim, ne de bir pide;
Binaenaleyh ben devlethânede
Birkaç ay misafir kalmaya geldim
1333
İBRAHİM ALÂATTİN BEY75
Tercüme-i Hâli: 1304’te İstanbul’da doğmuştur. Babası, senelerce Vilâyet
Mektupçuluklarında hizmet etmiş olan Filibelizâde Âsım Bey’dir. Âsım Bey’in
kaside, gazel, tarih vadilerinde yazılmış bir divanlık eseri vardır. Oğluna pek küçük
yaşında edebî bir zevk, edebî bir terbiye vermeye çalışmıştır. Alâattin Bey, ibtidaî
75 İbrahim Alaattin Gövsa.
110
tahsilini İstanbul’da Kemeraltı, Çengelköy, Şemsü’l-maarif mekteplerinde... Tâli
tahsilini de kısmen Trabzon’da, kısmen de Vefa İdadîsi’nde görmüştür. 1325
senesinde Hukuk Fakültesi’nden diploma almış, 1329’da Maarif Nezareti tarafından
edebiyat tahsili için Lozan’a gönderilmişse de, kendisi “pedagoji” tahsilini tercih
ederek Cenevre’de “Jean Jack Rousseau Pedagoji Enstitüsü”ne girmiştir. Mezkûr
müesseseden diploma alan Alâattin Bey, fakültenin laboratuvarından da tasdikname
almıştır.
Memuriyet hayatı, hukuktan çıkınca intisab ettiği Hey’et-i İthamiye zabit
kâtipliği ile başlar. Bir müddet Adliye Kütüphanesi memurluğunda bulunmuştur. O
sıralar, haham mektebinde de Türkçe ve hukuk dersleri veriyordu. Bilâhire, Maarif
Nezareti’nce açılan müsabakalara iştirak ederek Trabzon Sultanîsi edebiyat
muallimliğine tayin olundu. İki sene orada kaldı; sonra Avrupa’ya gitti. Şimdi
Dârülmuallimîn-i Âliye’de terbiye, ruhiyat ve usûl-i tedris... Selçuk Hatun İnas
Sultanîsi’nde de terbiye ve ahlâk muallimidir.
Kısa boylu, zayıfça, elâ gözlü, nazik, çalışkan bir gençtir.
Eserleri: Manzumelerini muhtelif mecmualarda neşretmiştir. Son yazıları Yeni
Mecmua’da basılmaktadır. Balkan Harbi’nde gönüllü olarak Trabzon taburuyla
Çatalca’da harbe iştirak ettiği esnada yazdığı “Rumeli”, “Gönüllünün Gönlü” unvanlı
iki eseri birer küçük risale şeklinde Hilâl-i Ahmer menfaatine intişar etmiştir.[*]
Bunlardan başka, 1327’de Çocuk Şiirleri, 1328’de Güft ü gû namıyla iki şiir
mecmuası basılmıştır. Çanakkale’ye ait olarak yazdığı manzumeleri, yakında
Çanakkale İzleri namı altında çıkacaktır.
Edebiyatımızda Mevkii: İbrahim Alâattin Bey Fecr-i Âti azası arasına resmen
girmiş olmamakla beraber, mezkûr zümre şairleriyle arkadaşlık etmiş, o devirde aruz
vezniyle bir hayli manzume vücuda getirerek Servet-i Fünûn’da neşretmiştir. Bu
genç de, Ali Ulvi Bey gibi çocuk edebiyatına ilk çalışanlardandır.
Yazdığı parçalar arasında nadir olarak hece veznine tesadüf edilirdi. Fakat
bugün hece veznini tamamen kabul etmiştir. Ancak makalelerinde hâlâ terkipli lisanı
kullanmaktadır. Eserlerinde derin bir lirizm müşahede olunmaz. Maamafih cidden
güzel ve kuvvetli manzumeleri vardır.
[*] Bu iki manzume, Güft ü gû’ya da konmuştur
111
İbrahim Alâattin Bey bu sıralarda, daha ziyade terbiye ilmiyle meşguldür.
“Bineth”nin, Çocuklara Dair Son Fikirler ismindeki kitabını tercüme etmekte,
muhtelif mecmualarda terbiye mesailine ait makaleler neşreylemektedir.
Yıldızlar
Nedir – dedim – şu yakından görünmeyen yıldızlar
Perilerin memleketi, meleklerin evi mi?
Dayım güldü ve dedi ki: Orasını kim anlar
Küreler ki gidilmiyor bunu böyle bil emi?
İnanmadım Çerkez kızı dadım vardı; bir gece
Ona sordum bana şöyle anlatmıştı gizlice:
Güneş bütün gök yüzünün padişahı sayılır.
Şu gördüğün mavi sema işte onun sarayı;
Yıldızlar da mumlarıyla öbek öbek yayılır
Kamer Sultan hizmetinde perilerin alayı.
Şu parlayan büyük yıldız, küçük sultan zühredir,
Ona şiirin, güzelliğin, aşkın perisi denir.
Ağustos’ta gökte birçok peri kızı uçuşur;
Bu nedendir bilir misin? Yıldız düğünü olur...
Dadım daha söylüyordu fakat gelmişti uykum
Rüya gördüm yıldızların düğününde bulundum.
-Çocuk Şiirleri’nden-
112
Gurbet Denizi
Bu sabah semavî bir etek gibi
Sakin reftârınla hoştun ey deniz;
Sevdasız, âvâre bir yürek gibi
Hicran dalgasından boştun ey deniz!
Şimdi hangi derde düşüp bunaldın?
Hangi şifa bulmaz sevdaya daldın?
Kavga toprağından matemi mi aldın?
Birden niçin böyle coştun ey deniz?
Şu esen poyrazın arkası kar mı?
Doğduğum sahile yolun uğrar mı?
Yürek serinleten bir müjden var mı?
Bunca yer dolaşıp koştun ey deniz!
Bir teselli umup dalmıştım yine
Mavi gözlerinin derinliğine.
Kalmamış dünyada gamsız bir sine...
Sen de gönlüm gibi loştun ey deniz!
YUSUF ZİYA BEY76
Tercüme-i Hâli: 1310’da Beylerbeyi’nde doğmuştur. Süleyman Sami Bey’in
oğludur. İbtidaî tahsilini Beylerbeyi Mektebi’nde görmüş, Vefa İdadîsi’ne son sınıfa
kadar devam etmiştir. Alyans İsraelit Mektebi’nde altı sene kadar bulunmuştur.
Eserleri: Bir çok mecmualarda basılmıştır. 1332 tarihinde, harp şiirlerinden
mürekkeb Akından Akına, son günlerde Cenk Ufukları unvanlı iki kitap
neşretmiştir.
76 Yusuf Ziya Ortaç.
113
Edebiyatımızda Mevkii: Hece veznine başka bir ahenk, başka bir üslûp veren
gençlerin birincilerindendir. Eğer hususî hayatında, sanatını sevenleri mükedder eden
muvazenesizlikler olmasaydı, bugün hiç şüphesiz, Millî Edebiyat’ın bir “maitrise”i77
tanınacaktı. Lisanı son derece sağlamdır. Kafiyeleri zengindir. Hayalleri de ekseriya
pek güzeldir. Ara sıra muayyen ve muttarid tasvirler yapıyorsa da, zaman geçtikçe
bunları genişleteceği ümit edilebilir.
Vaktiyle, İçtihat risalesinde, aruz vezniyle yazdığı birkaç parçası, hiç de
nazar-ı dikkati celbetmemişken, sonraları hece vezniyle yazıp Türk Yurdu’nda
bastırdığı “Gecenin Hamamı” manzumesi, derhal kendisine bir mevki verdirmiştir.
Bu hal, o zamana kadar işlenmemiş olan hece vezninin, sanatkâr elinde ne kıymetli
bir nazım aleti olabileceğini; sahibine neler kazandırabileceğini de ispat eder.
Gecenin Hamamı
Ayın beyaz eli soyar esvabını karanlığın,
Çıplak kalır bahçelerde gam gömlekli koruluklar;
Gece yıkar saçlarını deresinde bir ışığın;
Ufku sarar bir sırmalı peştemale esen rüzgâr...
Parlar gümüş bir tas gibi semalarda yanan kamer,
Bu kubbede pencereler ışıldayan yıldızlardır!
Esatirî havuzlarda çıplak, pembe kızlar yüzer;
Sonra kamer ak saçından köpük köpük nur akıtır.
Sahillerin kucağında fıkırdayan deniz yatar,
Kayaların kurnasında şarkı söyler bazen rüzgâr.
Sonra koşar ayağında yıldızların nalınları
Küçük, çapkın dalgacıklar bir aşağı, yukarı.
1330
77 “Bir alana hâkim olmak.”
114
Akından Akına
Gece bastı... Ova sanki bir kara zindan;
Titriyordu yer gök adımların hızından!
Serdar bakıp at üstünden, dedi, ileri!...
Bir ağızdan uğuldadı cenk türküleri.
Yamaçlardan coşkun bir sel gibi boşandık!
Bu illere eskiden de yine biz şandık!
Geçtik Tuna kıyısından üçyüz akıncı,
Bakışlarda âşikârdı ordunun hıncı!
Uçlarından kan damlayan kılıçlar kınsız;
Tanrı öyle emretmiş: Türk durmaz akınsız!...
-Akından Akına’dan-
Kadın Aşkı
Peçelerin erir ince, loş bulutları
Süzülünce bakışların fettan şimşeği!
Duyulur bir fısıltının ipek rüzgârı,
Kabul eder gönülleri her genç erkeği!
Şair! Kadın kalbi ulvî bir mabed değil,
Her yolcuyu sarhoş eden bir meyhanedir!
Aşk istersen mısraların önünde eğil!
Kadın aşkı, binbir renkli bir efsanedir!
Hıçkırarak ağlar şimdi senin dizinde,
Bir fırtına bulutu var kalbimde sanki!
Biraz sonra koşar yeni bir aşk izinde!
115
Kadınların sevgisi, bir öyle nisan ki
Şimdi güneş ziyasıyla süsler her yanı,
Şimdi çılgın bir yağmurla boğar hülyanı!
1333
Gelmeyen Bahar
-Anneme-
Ben bir seyyareyim ki, ufkum: Gönüller,
Geçtiğim her semada bir iz bıraktım.
Bir öyle ırmağım ki, etrafım: Güller,
Bazı sakin, bazı da coşarak aktım.
Bugün ömrüm yosunlu, karanlık bir göl,
Coşkun dalgalarımın şen nağmesi yok.
Güller solmuş, ufuklar yakıcı bir çöl;
Durgun sularımda bir mehtap aksi yok.
Yalnız bir dul kadın var, saçları beyaz,
Sönük bakışlarında gizli bir keder;
Issız sahillerimde bir kurumuş saz
Hasretiyle gelmeyen baharı bekler!...
1334
ORHAN SEYFİ BEY78
Tercüme-i Hâli: 10 Teşrin-i evvel 1306 tarihinde Çengelköyü’nde doğmuştur.
Pederi, mütekaid Miralay Emin Bey’dir. İbtidaî tahsilini Çengelköyü ve Beylerbeyi
mekteplerinde, tâli tahsilini Mercan İdadîsi’nde bitirmiştir. 1329’da da Hukuk
Mektebi’nden diploma almıştır.
Âli tahsiliyle meşgul olduğu sıralarda, manzumelerini neşre başlamış, hatta bir
aralık birkaç arkadaşıyla beraber Hıyâbân isminde ancak beş nüsha kadar devam
edebilen bir risale çıkarmıştır. 1330’da Meclis-i Mebusan Kavanin Kalemi’ne kâtip
78 Orhan Seyfi Orhon.
116
tayin olunan Orhan Seyfi Bey, bugün de aynı memuriyetine devam etmektedir.
Orhan Seyfi Bey eserlerini “Elif Seyfi.” imzasıyla bastırmaktadır.
Eserleri: Hıyâbân, Türk Yurdu, Yeni Mecmua ve daha birkaç risalede
şiirleri intişar etmişse de henüz cilt halinde toplanmamıştır.
Edebiyatımızda Mevkii: Hece vezniyle, pek samimî, pek lirik şiirler yazan
sevimli bir şairdir. Orhan Seyfi Bey, Enis Behiç ve Yusuf Ziya Beyler’le beraber, bu
vezni ilk defa işleyenlerden, ona kıymet verdirenlerdendir. Şiirleri son derece hassas
olan bir kalbi ifşa eder. Birkaç sene evvel yazdığı “Saçlar” unvanlı manzumesi, eski
yeni, bütün edebiyat müntesipleri tarafından takdir olunmuştur. Ancak, bu genç
değerli bir şair olmasına mukabil, pek az velûttur.
Saçlar
Soruyorsun ki kalbimin hangi saça meyli vardır?
Bütün saçlar benim için ayrı ayrı füsunkârdır:
Kırmızılar, yakan hain bir güneşin selsebili;
Siyah saçlar, gecelerin ilhamıyla muattardır...
Kumral saçlar, akşamları hatırlatır hayalime;
Bana en çok tulûları düşündüren sarılardır...
Ve nihayet beyaz saçlar... Aşkın bütün sarsarları
Sükûn bulan alınlarda fırtınadan sonra kardır.
1330
Gözlerde Seyahat
Çıktım bugün güzellerin gözlerinde seyahate.
Bu yolculuk bilmem nasıl erecekti nihayete?...
Mavi gözler pek asabî, dalgalı bir deniz gibi;
Yeşil gözler en ziyade mütemayil hıyanete.
Sarışınlar yorgun bir yaz semasını andırıyor,
İlk bûsede başlayacak talihinden şikâyete.
117
Elâ gözler akşam gibi gölge dolu, hicran dolu;
Bu gözlerde hiç tesadüf etmedim ben saadete
Gece oldu... En sonunda siyah gözler geldi, durdum;
Bu karanlık yolda artık imkan yoktu seyahate!
Bütün Güzellere
Kiminiz sarışın, solgun benizli..
Şairim, bunları sevsem yeridir.
Kiminiz beyaz ki... Gizliden gizli
Ararım birini çoktan beridir.
Kiminiz pembedir... Güzelliklerin
Sihrini bunlarda duydum en evvel.
Kiminiz esmer ki... O daha şirin.
Kiminiz kumral ki... Bu daha güzel.
Kiminiz geçici bir rüzgâr gibi
Her kalbin üstünde bir defa eser.
Kiminiz gökteki yıldızlar gibi
Daima uzaktan bakıp gülümser.
Ben ki her şekilde aşkı anladım.
Kalbim ki her türlü hislerle doldu.
Çok defa sevildim, bazen ağladım,
Sevilmeksizin de sevdiğim oldu.
Gâh oldum bir aşkın nazlı çocuğu,
Bir hicran elinde gâh unutuldum.
O sevda denilen mavi boncuğu
Birinde kaybettim, birinde buldum.
118
Kiminiz ayrıldı bir hatırayla,
Büsbütün unutup gitti kiminiz.
Karşımdan dalgalar geçti sırayla
Önümde daima engin bir deniz!
Severim, nedense, lâkayt olanı...
Doğrusu yaraşır kadına gurur!
Şuh olan güzelin sıcaktır kanı...
Vefalı bir kadın çok az bulunur!
Hâsılı hepiniz ruhuma yakın,
Hâsılı hepiniz başka bir güzel.
Darılma sevgili muhibbem sakın,
Yetişmez bu kadar aşka bir güzel.
ENİS BEHİÇ BEY79
Tercüme-i Hâli: 1307 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Babası, doktor
kaymakamlarından Behiç Bey’dir. Tâli tahsilini İstanbul İdadisi’nde, âli tahsilini de
mülkiyede tamamlamış, iki sene kadar Hariciye Nezareti kalemlerinden birine devam
etmiştir. Şimdi, Peşte Şehbenderhanesi kançılarıdır.
Eserleri: Birçok mecmuada epeyce şiirleri intişar etmiştir; fakat henüz kitap
suretinde toplanıp basılmamıştır.
Edebiyatımızda Mevkii: Enis Behiç Bey sade, güzel Türkçe ile yazan son
neslin dikkate şayan bir şairidir. Hece veznini, Emin Bey’in üslûp ve tarzından
ayrılarak ciddî bir maharetle kullanan, ona başka bir ahenk ve zarafet veren
gençlerden biridir. Şiirlerinde derinlik bulmayanların hakkı olabilir; fakat şüphe yok,
“Epik” nev’inde teferrüd edecek kadar liyakat göstermiştir.
Ne çare ki, velût bir şair değildir. Hele bir iki senedir, eserlerine müştak
olanları, güzel şiirlerinden mahrum etmekte ısrar ediyor.
79 Enis Behiç Koryürek.
119
Gemiciler
-Benim payım-
Yine doldu gemimizin arması,
Bizim gemi, martı gibi pek oynak!
Ne hoş olur şimdi yelken açarsak
Ufukları dumanların sarması!
Akdeniz’in dalgaları cilveli;
Akdeniz’dir denizlerin güzeli.
Biz bu güzel kızı sevdik seveli
Elde değil göz koyana çatmamak!
Kol sıvanmış, el palada bekleriz.
Bıyık buran kabadayı erleriz
Nerde korkak Venedikli? Ey deniz,
Kim demiş ki elimizden kaçacak?...
Gemimizin adı: “Deniz ceylanı”;
“Gamsız Reis” korku bilmez kaptanı;
Biz “levent”ler, “serdengeçti” korsanı;
Bu “can”ların yapacağı cenge bak
Vardiyadan bağırdılar: – Üç direkli bir gemi!
Kaptan sordu gür sesiyle: – Bandırası belli mi?
– Venedikli
Bu söz bütün göğüsleri dolaştı.
Venedikli, Venedikli! Son saatin yaklaştı.
– Canlar, dedi Gamsız Reis, açık olsun bahtımız!
Bir ağızdan cevap verdik: – Baht açıktır; hazırız
Karşılaştık “Kara Hasan” nara attı: - Alarga!
Hey Yaradan, ne keyifli başlıyordu bu kavga!
Düşman, kuduz köpek gibi ölümüne saldırdı.
120
Onlar “hurra” bizimkiler “Allah Allah” bağırdı
Ve hep birden uğuldadı lombarların topları
Parçalandı Venedikli gemisinin lombarı.
Kanatlanmış bir arslandı bizim “Deniz Ceylanı”;
Sağdan soldan atılarak şaşırtırdı düşmanı
Tam vaktinde rampa edip güverteye atladık
Tanrı bilir, yaman vurduk, iyi kılıç salladık
On altı “can” şehit verdi bizim yiğit dayılar
Venedikli, onu sorma kaç kişidir kim sayar?
Doğrusu çok alın teri döktük ama, değerdi.
Neşe veren kısmetimiz yorgunluğu giderdi.
Araştırdık gemideki bütün köşe, bucağı
Kimi aldı gümüş kılıç, kimi Malta bıçağı...
Torba torba altın bulduk baş anbarın içinde,
Fağfûrîler, inciler ki ne Hint’te var ne Çin’de!
Ben de kaptan köprüsüne bir bakayım demiştim;
Ne göreyim? Şaşkınlığın son demine eriştim.
Hiç düşünme, bilemezsin! Ben söyleyim sen de şaş!
Bir güzel kız! Ama nasıl? Kiraz dudak, samur kaş!
Gür saçları, bulduğumuz altınlardan güzeldi;
Hey Yaradan, bu kız bütün kadınlardan güzeldi!
Elâ gözlü, mini mini bir Venedik gelini
Polat gibi kollarımla sardım ince belini.
Gözlerimiz derin derin bakışarak tanıştı.
Bir lâhzada iki yürek birbirine alıştı.
Ben de kuzum, boylu poslu, yakışıklı civandım;
O sevimli gençliğimle sevgisini kazandım.
121
– Venedikli korsan kızı, ey Akdeniz yıldızı!
Varım yoğum senin olsun, ey gönlümün hırsızı!
Herkes alır hissesini bu kazançlı savaştan:
Kimi elmas, inci buldu, kimi gümüş yatağan...
Bu kısmetler ayrılırken benim hakkım kalmasın;
Venedikli korsan kızı, sen de benim payımsın!
HAKKI SÜHA BEY80
Tercüme-i Hâli: 1311 senesinde Manastır’da doğmuştur. Babası Yemen’de
şehit düşen zabitlerimizden Ali Rıza Bey namında bir binbaşıdır. Mensup olduğu
aileye Anahtarağası oğulları denir. İdadî tahsili Selânik’teki İttihat ve Terakki
Mektebi’ndedir. Rumeli’nin işgalinden sonra İstanbul’a geldiği zaman Hadika-i
Meşveret İdadîsi’nde de okumuştur. Mektebi ikmalden sonra muallimlik mesleğine
girmiş, bir müddet İstanbul’da tedrisle meşgul olduktan sonra Muğla Sultanîsi ibtidaî
kısmı başmuallimliğine tayin edilerek oraya gitmiştir.
Uzun boylu, kavî vücutlu, gayet iyi kalpli bir gençtir.
Eserleri: Genç Kalemler, Türk Yurdu, Yeni Mecmua risalelerinde bulunur.
Edebiyatımızda Mevkii: Hakkı Süha Bey, şiire ve edebiyata Yeni Lisan ile
girdi. Farisî, Arabî terkiplerle dolu gayr-i tabiî ifadeye tamamen yabancı kaldı.
Henüz hece vezni revaç bulmadan yazdığı “Cengiz Han” unvanlı şiirinde görüldüğü
üzere, Hakkı Bey’in hisleri diğer birçok gençler gibi (Efféminé) kadınlaşmış değildir.
Tok bir ifade, erkekçe bir üslûbu vardır. Maamafih şiirin teknik kısmında biraz
acemiliği sezilmektedir. Lirizmden mahrum değildir.
Yıldızlar Önünde
Bu akşam göklerde ibadet mi var?
Görünmez naylardan koptukça âhlar
Yıldızlar zikreder, şihaplar ağlar.
Bir bülbül de şimdi niyaza durdu;
Sevdalı kalpleri, âhıyla vurdu.
80 Hakkı Süha Gezgin.
122
Bu füsun altında mehtaba karşı,
Hüsnünle sunduğun şaraba karşı
Seyrettim ilâhi çehrende arşı:
Gufranlı geceler, sürme yerine
Çekilmiş şâheser kirpiklerine...
Dağıtıp başına aşk güllerini,
Bûselerle ördüm kâküllerini;
Muattar bir hava mest etti beni.
O zaman anladım, göğü inleten
Hicranlı bülbülün feryadı neden!...
İDRİS SABİH BEY81
Tercüme-i Hâli: 1310 senesinde doğmuştur. Babası, Tayyar Bey’dir.
Dârüşşafaka’dan şahadetnâme almış, Dârülfünun’a girmiştir. Aynı zamanda Adliye
Nezareti İstatistik Kalemi’ne devam ediyordu. İki ay sonra Hukuk Fakültesi’nden
diploma alacakken, seferberlik ilân edilmiş, silâh altına alınmıştır. Şimdi Hicaz
Kuvve-i Seferiye kumandanlığı Erkân-ı Harbiyesi’nde hizmet etmektedir. Rütbesi
sâni mülâzımdır.
Orta boylu, nazik, gayet hassas bir gençtir.
Eserleri: Bilgi Yurdu, Türk Yurdu, Harp Mecmuası risalelerinde bulunur.
Edebiyatımızda Mevkii: Hassas bir şairdir. Kardeşi için yazdığı bir mersiye,
kendisine gençler arasında kıymetli bir mevki ayırtmıştır. Yazık ki, daima
İstanbul’dan uzak bulunuşu, onu edebî hareketleri takipten mahrum bırakıyor.
Cepheden şiir âlemimize çok kıymetli manzumelerle dönmesi ümidi, bu genç
şairin şimdilik devam eden sûkutunun bir tesellisidir.
Öksüz Akşam
Su doldurur, baldırları yarı çıplak kadınlar;
Şen dalgalar, her birine okur ayrı bir gazel;
81 İdris Sabih Türkkan.
123
Dere şimdi daha hızlı şarıldar,
Köpükleri her paçaya işler inci bir dantel!
Kurbağalar adım adım takip eder onları,
Fakat yazık çit kapılar yüzlerine kapanır!
Ay çiçeği, güneş için bakmaz artık yukarı!
Işık yanan rastgele bir pencereye tırmanır!
Uzaktaki nişanlıya hasret çeken her genç kız,
Bir papatya falı ile kendisini kandırır!
“Samanyolu” ortasında pırıldaşan her yıldız,
Gerdanların Mahmudiye altınını andırır!
Suyun gümüş aynasına bakan yosma bir söğüt,
Nemli, kumral saçlarını dağıtarak kurutur;
Ayın dolgun memesinden akan süt,
Ölen günden öksüz kalan şu akşamı uyutur!
HALİT FAHRİ BEY82
Tercüme-i Hâli: 1307 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Doktor Fahri Paşa’nın
oğludur. Galatasaray Sultanîsi’ni ikmal etmeden terk etmiştir. Şimdi Konya Sultanîsi
edebiyat muallimidir.
Kısa boylu, esmerce bir gençtir.
Eserleri: Manzumeleri, en çok Rübâb Mecmuası’nda intişar etmiştir. Hece
vezniyle yazdıkları, hassaten Yeni Mecmua’da bulunur. Baykuş unvanlı, aruzla
kaleme alınmış bir piyesi vardır.
Edebiyatımızda Mevkii: Aruz veznini maharetle kullanan gençler içinde,
kafiyelerinin zenginliğiyle de teferrüd eden bu şair, son zamanlarda, Yeni
Mecmua’da hece vezniyle şiirler yazmaya başlamıştır. Halit Fahri Bey, hayatî bir
şair değildir; romantik bir mizacı vardır. Hint’ten, Çin’den bahsederek, şiir âleminde
bir nev’i (egzotizm) yapmak istemiştir. Bununla beraber, son neşrettiği bazı
82 Halit Fahri Ozansoy.
124
parçalarda, yaşadığı hayata doğru bir temayül seziliyor. Aruzda gösterdiği maharet
ve kuvvetini, henüz hece vezninde gösterememişse de, gitgide muvaffak olacağı ümit
edilebilir.
Neş’e mi? Elem mi?
Ey saadet bahçesinde ilham arayan,
O tül kanat yaseminler üstünde uçmaz.
Ebediyyet istiyorsan, ta gönülden yan!
Şiiri az çok ağlamadan bulanlar pek az!
Ey saadet bahçesinde ilham arayan!
O peri ki hayalinde çırpınır üryan,
Gülümsemez inlemezse elindeki saz.
Yarın geçer, ben eminim, bugünkü rüyan.
Eremezsin muradına etmeden niyaz,
Ey saadet bahçesinde ilham arayan!
Ağlayanlar olur ancak lütfuna şâyân,
O perinin bütün ruhu bu işve, bu naz.
Maksadın ne?... Terennüm mü?... Neş’eden uyan
Yaprakları hicran gibi yakıyorken yaz,
Ey saadet bahçesinde ilham arayan!
Dervişin Sözü
Bir yol ki ufukta kaybolmuş ucu;
Üstünde titriyor ayın sorgucu.
Bu ıssız, hülyalı hicran yolunda
Geceyle dertleşen garip bir yolcu.
125
Dedim ki: - Sen nasıl murada erdin?
Erenlerden olsan biraz gülerdin.
Senin bu sevgili Anadolu’nda
Bitmeyen dertlerden büyük mü derdin?
İnledi: - Âsamı tutmuyor elim.
Bu yolu gülistan görmek emelim.
Hepiniz benimle birlik olun da
Bu dikenli yola güller serpelim!
YAHYA KEMAL BEY83
Tercüme-i Hâli: 1300 senesinde Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Asıl ismi
“Mehmed Âgâh” Bey’dir. Meşhur bir aileye mensup, Üsküp icra memuru Nişli
İbrahim Bey’in oğludur. İlk tahsilini orada, hususî Mekteb-i Edeb’de görmekte iken
arkadaşlarının ibramı neticesinde Selânik İdadîsi’ne nakletmiş, bir müddet sonra da
İstanbul’a Vefa İdadîsi’ne kaydolunmuştur. Daha o vakitler, asıl ismiyle Malûmat,
İrtika ve diğer birtakım gazetelerde gazeller, tahmisler bastırıyordu. Sonraları
Paris’e gitti. Paris’te hiçbir mektepten diploma filân almadı ama “Jean Moreas” gibi
büyük sanatkârlarla ülfet ve rabıta peyda etmesi sayesinde Garp edebiyatına vâkıf
oldu. Balkan Harbi’nden birkaç ay evvel İstanbul’a döndü; Dârüşşafaka’ya edebiyat
muallimi tayin edildi. İkdam’ın eski başmuharriri Ali Kemal Bey’in Peyam
gazetesinde çalıştı; “Süleyman Sadi” imzasıyla birkaç parça şey neşretti. Şimdi, hem
Dârülfünûn “Tarih-i Medeniyet” müderrisidir; hem de “Tedkikat-ı Lisaniye
Encümeni”nde azadır.
Orta boylu, topluca, elâ gözlü, son derece hoşsohbet, meclis-ârâ, cazibeli bir
gençtir.
Eserleri: Son günlerde, Yeni Mecmua’da çıkan eski tarzda ve Nedim
üslûbunda üç gazelinden başka hiçbir manzumesi intişar etmemiştir. Lâkin, “Acem
aruzuyla” parmak hesabıyla söylediği bazı güzel beyitleri, mısraları arkadaşlarının
ezberindedir.
83 Yahya Kemal Beyatlı.
126
Edebiyatımızda Mevkii: Eserlerinin mevcut olmayışından yahut intişar etmiş
bulunmamasından dolayı birçokları, Yahya Kemal Bey’in aleyhinde bulunur: “Bu
nasıl şair?” derler. Bazıları da mısralarını, beyitlerini okuyarak yahut işiterek
kıymetini, liyakatini iddia ederler. Bu hâle rağmen, son bir iki seneden beri bütün
edebiyat âlemimizi kendisiyle meşgul edebilen, eski yeni, her edebî mahfilde
kendisinden bahsettiren bir genç, kim ne derse desin, elbette mahir bir sanatkârdır.
Bence Yahya Kemal Bey, başlı başına bir “edebî hâdise”dir.
Fransız Edebiyatı’nın bilhassa Klasik kısmına ait vukufu, dünyadaki
edebiyatların en eskisi, en orijinali olan Yunan edebiyatının müdafii bulunuşu,
değerine en aşikâr delillerdendir.
Hakan hazretlerinin Çanakkale hakkındaki neşide-i hümayunlarını büyük bir
maharetle tahmis etmiş, bilhassa dikkat-i hümâyunu celb ederek altın bir saatle taltif
buyrulmuştur. Yahya Kemal Bey, bizim Acem taklidi iskolastik edebiyatımızın,
ateşli, samimî bir takdirkarıdır. Yeni Mecmua’da intişar eden üç gazelinde,
erbabınca kusur addedilecek bazı an’ane-şikenlik müşahede ediliyorsa da,
O şuh ağlar bugün kasr-ı şeref-âbâda geldikçe
mısraındaki fahiş Türkçe hatası tarh edildikten sonra bunlar, bu ufak tefek şeyler,
yenilik telâkki olunabilir. Kendisinin, Şinasi devresini bile önde bırakarak bu kadar
maziye, bu kadar gerilere rücûunu doğru bulamayanlar, aynı zamanda son neslin
kabul ettiği hece vezniyle de iktifa etmeyip yeni vezinler keşfi için mütemadiyen
çalıştığını öğrendikçe müteselli oluyorlar.
*
Yahya Kemal Bey Hakkında Bazı Fikirler :
“Yahya Kemal, Lesbos sahillerinde yaprakları gümüşten bir zeytin ağacı
gölgesinde uzanmış, beyaz mermer harabe sütunları aralıklarından bahr-ı sefidin
maviliklerini seyrediyor... Onun tasavvur ettiği Türkçe’de “terkip” ne kadar yoksa
“hece vezni” de o kadar yoktur.... Çok hissedip çok esirgemek... Yahya Kemal’in
sanatı işte bu sanattır.”
-Ahmet Haşim-
127
“Yahya Kemal dikkat edilecek bir sima, belki Parnasyenlerin bizde en
mükemmelidir; fakat çok hasis adam. Atşân-ı hüneri olanlara iki damla Fransız
şarabı veriyor, âlemi bu iki damla ile kandırmak istiyor. Ben Yahya Kemal’i sanat
nokta-i nazarından Paris’in zarif dikişçi kızlarına benzetiyorum ki, pek nazenin bir
fiyongu yaparlar.... Ve onun patentasını bir moda mağazasına birkaç yüz liraya
satarlar... Fakat yalnız bir şapka fiyongusu bütün pazar-ı irfanı imlâ edemez.”
-Rıza Tevfik-
“Yahya Kemal’i okumak istedim, uğraştım, ortada bir şeyini bulamadım.”
-Hüseyin Cahit-
“Yahya Kemal Bey’in sanatındaki titizliği pek şâyân-ı takdisdir.”
-Mehmet Emin-
“Yahya Kemal hiç yeni değildir. Eski hem de pek eski. Sultan Ahmed-i Sâlis
zamanında Türkiye’de doğmuş, Fransa’nın üçüncü Cumhuriyeti’nde Paris’in
(Quartier Latin)’inde tahsil-i sanat etmiş bir şair nasıl yeni addolunur? Lâle Devri’nin
şairi! Yalnız cübbe ve destar yerine ceket giymiş, boyun bağı takmış bir şairi!
Kıyafet insanın mahiyetini değiştirir mi?... Yahya Kemal’in yalnız 21’i tamam olmak
üzere 182 mısraını gördüm, gördüm ve beğendim. Başkaları bunları da görmediği
halde, Yahya Kemal’in şairliğini vecd ile, aşk ile alkışlıyorlar. Mevlânâ Celâleddin-i
Rumî hakkında Molla Cami “Nist Peygamber Veli dâred kitap” 84 demiş; bizim
Yahya Kemal ise, kitabı olmayan peygamberlerin sünnetine mutassıbâne
riayetkâr....”
-Süleyman Nazîf-
“Onun şöhreti biraz da başka bir menbadan geliyor. Kuvvetli bir hafıza ile
beraber öyle derin sezişleri, bilhassa ihtiras ve hayat ile, hararetle öyle bir anlatışı
vardır ki, bir iki defa onu dinleyen, kendini az çok ona kaptırmış ve onunla dolmuş
hisseder, yazmakta ne kadar hasis ise söylemekte o kadar müsriftir. Kendini dağıta
dağıta gezen bir adam...”
-Hamdullah Suphi-
84 “Peygamber değildir ama kitabı vardır.”
128
“Mehmet Emin Bey’in bazı şiirleri var ki cidden hoşuma gidiyor. Bizim Yahya
Kemal Bey’in de öyle. Azdır filân ama, iyidir. Ben o genci Paris’ten tanırım, ne
kuvvetlidir.”
-Sami Paşazade Sezai-
*
Dağlar, şanlı dağlar, Sicilya dağları,
Tepelerden akseden kaval sadaları!
Trenyen denizinden güneş alçalıyor;
Keçi tırnaklı Ela Pan kaval çalıyordu.
SALİH ZEKİ BEY85
Tercüme-i Hâli: 1309’da Isparta’nın Karaağaç kasabasında doğmuştur. Konya
İdadîsi’nde tâli tahsilini bitirdikten sonra, Hukuk Mektebi’ne girmiş, üç sene kadar
okumuştur. Konya Cizvitler Mektebi’nde de bir müddet Fransızca tahsili vardır.
Orta boylu, iri kemikli, samimî bir gençtir.
Eserleri: Türk Yurdu’nda birkaç manzumesi neşrolunmuştur.
Edebiyatımızda Mevkii: Henüz basılmamış birkaç nesir yazısını da okuduğum
bu genç, sanatı kendine mefkûre edinmiştir. Eserlerinde gayet bariz bir samimiyet
hissolunur. Henüz birkaç manzumesi intişar etmiş olmasına rağmen, kendisinden âti,
çok şey bekleyebilir.
Aldanış
Dedim ki aldatılmışım,
Sevilmeden atılmışım!
“Hayır yalan” demiştiniz,
Baharı beklemiştiniz.
85 Salih Zeki Genç.
129
Bahar oldu;
Şu ufuklar,
Şu boşluklar,
Renkler doldu.
Eşsiz güvercinler gezen sahile,
Serpildi akşamın fâni renkleri...
Sevgilim! İşte yok hayalin bile.
Susmuş her tarafta aşk âhenkleri.
Rüyalı beldeler yolcusu gibi;
Bu tenha yollarda hep seni andım.
Şimdi tesellisiz ağlayan kalbi
Unutmaz, bir akşam gelirsin sandım.
Artık bu yerlerde bir hicran sesi,
İlâhi bir kızın son niyazı var.
Silinmiş çiftlerin mesut gölgesi;
Beyaz dalgalarsa boş yere ağlar....
HASAN ZEKİ BEY86
Tercüme-i Hâli: 1309 senesinde pederinin memur bulunduğu Kastamonu
şehrinde doğmuştur. Şûra-yı devlet âzasından Keşfî Bey’in oğludur. Galatasaray
Sultanîsi’nin ibtidaî kısmıyla Saint Joseph ve Fort mekteplerinde okumuştur.
Reşadiye Numûne Mektebi Fransızca, Beşiktaş Fakir Çocuklar Mektebi Türkçe
muallimliğiyle memuriyet hayatına girmiştir. Bugün Nişantaşı Sultanîsi ibtidaî
kısmında Fransızca muallimidir.
Kısa boylu, müşkülpesent bir gençtir.
Eserleri: Birkaç nüsha kadar çıkıp kapanan müteaddid mecmualarla kendi tesis
ettiği Yeni Hisler’de basılmıştır. Millî vezinle yazdığı manzumeler Türk
Yurdu’nda, Servet-i Fünûn’da bulunur.
86 Hasan Zeki Süzen.
130
Edebiyatımızda Mevkii: Arkadaşlarının Acem aruzunu terk ettiğini görerek
hece vezniyle yazmaya başlayan bu gençten kıymetli şiirler beklemek doğru olur.
Şiir (teknik)’i ve lisan itibarıyla olan kusurları, yeni girdiği sahanın ne kadar çetin
olduğunu düşünmekle müsamaha edilebilir.
Yüksek Tepelerde
Uzak çağlayanlar şarıldıyor gibi
İhtiyar çamlıklar inlerdi rüzgârda...
Bu tenha sahanın değildim garibi
Benimle geçmişti hazan da bahar da...
Kadife yosunlu taşlarda asabî
Durur, düşünürdüm gözüm ufuklarda;
Alıştım teskine buhranlı bir kalbi
Kayalar susardı kıyamet kopardı...
Her taraf geniştir göründüğü kadar...
Uzak vadilerde mehâbetle koşar
Bulutların büyük ve seri gölgesi;
Nihayet dinince rüzgârın öfkesi
Duyulur hüzünlü bir demin hulûlü
Lekesiz ufukta gündüzün ufûlü....
1333
FARUK NAFİZ BEY87
Tercüme-i Hâli: 1313 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Tâli tahsili Hadika-i
Meşveret Mektebi’ndedir. Bugün Tıp Dârülfünun’una devam etmektedir. Uzunca
boylu, nazik bir gençtir.
87 Faruk Nafiz Çamlıbel.
131
Eserleri: Kitap suretinde basılmamıştır. Peyam’da, Servet-i Fünûn’da, Yeni
Mecmua’da epeyce manzumesi intişar etmiştir.
Edebiyatımızda Mevkii: Henüz pek genç olan bu şair, millî vezinle ilk
parçalarını yazmaktadır. Manzumeleri Yusuf Ziya Bey’inkilerden daha lirik, daha
derindir. Fakat “teknik”, lisan cihetiyle onun kadar kuvvetli değildir. Daha Acem
aruzuna mahsus bir çeşniyi muhafaza etmektedir.
Geçmiş âhu gözlü sâkiler bu matem-hâneden
mısraıyla biten naziresi, Yahya Kemal Bey’in Nedim pastişlerinden, hem şiir hem
lisan, hem çeşni itibariyle yüksektir. Hele lisan ve vezinde hiçbir yanlış yoktur. Ama
ne olsa, ne kadar güzel olsa, bir nazire nihayet bir naziredir; fantezi, tehzil başka...
Bence bu, kat’i bir kanaattir: Bir sanatkâr ki sanatta ibdâ esastır, hiçbir vakit geçmiş
bir sistemin mukallidi olmaya tenezzül etmez. Faruk Bey’den, millî edebiyatımız çok
büyük şeyler bekliyor, gazel, şarkı değil fakat...
Münzevî
Bir sonbahar akşamı... Sahillerdeyim
- Gamlı bir heykel gibi – kayalarla ben,
Dağınık saçlarımdan pervasız esen
Rüzgârların elinde kırık bir neyim.
Engin bana yâd eder kimsesizliğimi,
Gözyaşlarıyla düşer dalgalar kuma!
Issız bir yoldayım ki hasta ruhuma
Herkes yabancı: Kimden sorayım kimi?
Gökler esmer ve derin... Sular dalgalı...
Sahilden uzaklaştı son yolcular da
Enginleri dinliyor yalnız kenarda
Sararmış bahçesiyle tenha bir yalı.
132
.... Yolu karlar sarmadan bir kış akşamı
Beni sahillerde bul, ey güzel sultan!
Anlat ki bu yollarda beni unutan
Ruhun başka bir hayal arkasında mı?
Dumanlarla örtülen bir deniz gibi
Canlanıyor en hazin dalgalar bende.
Bekliyoruz yuvanı şimdi bahçende
Ben kimsesiz, ağaçlar kimsesiz gibi....
Tevfik Fikret Bey
Süleyman Nazif Bey
Ali Ekrem Bey88
Servet-i Fünûn Edebiyatı’nın bu üç rüknünden de mutlaka bahsetmek lâzım,
çünkü üçünün de hece vezniyle yazılmış parçaları var. Vâkıa hiçbirinin, bir gün
gelip aruz vezninin terk edileceğine, millî veznin hâkim olacağına imanı yoktu; hele
Süleyman Nazif Bey, parmak hesabı diye yâd ederek tezyif etmek istediği hece
usulüne şiddetli gareziyle meşhurdur. Ama öyle iken, son cereyana istemeye
istemeye kapılmışlar, bize velev ki birkaç numuneden ibaret olsun, güzel Türkçe ile
manzumeler yazmışlardır. Ali Ekrem Bey diğerleri kadar insafsız değildir. Kendi
görüşüne göre hece vezninin de istikbalde bir mevkii vardır. Uzatmayayım: Fikret
Bey merhum, mini mini yavrularımız için yazdığı Şermin’ini cidden bediî, sade
manzumelerle doldurmuştur; Ali Ekrem Bey de mekteplere mahsus olarak
neşredeceği Şiir Demeti’nin ekser parçalarını bu tarzda kaleme almıştır.
Edebiyatta Türkçe’ye verilen kıymet her gün kuvvetini arttırıyor. İki dilli şair
olmaz. Şu üç üstadın gösterdikleri bu muvazenesizlik, “edebî buhran”ın sona erdiğini
ispat etmektedir. Mademki, millî vezin her gün dev adımlarıyla ilerliyor, her tarafı
kaplıyor; o halde gayr-i millî aruzun artık öldüğüne hiç şüphe yoktur. Bakınız Fikret
Bey’in, Nazif Bey’in, Ekrem Bey’in, şu üç parçası, ne kadar sade ne kadar
samimîdir:
88 Ali Ekrem Bolayır.
133
Yazın
Perde kapan, perde kapan,
Kapan çabuk; çünkü camdan
Güneş içeri vuruyor,
Defterleri solduruyor.
Benim parlak
Mor yazım, bak,
Neler olmuş: Uçuk, soluk...
Ben soluk şeyleri sevmem!
Kışın
Açıl perde, açıl perde;
Sen açıldın, güneş nerde?
Bizi galiba unutmuş;
Hayır onu bulut yutmuş.
Çok soğuk var,
Her taraf kar;
Kar pek güzel, fakat soğuk...
Ben soğuk şeyleri sevmem!
Tevfik Fikret
Cenk Türküsü
Gözde tüter dumanları,
Bak Şıpka’nın Balkanları,
Hâlâ sızar al kanları...
Ayrılmıştık otuz sene,
İşte Şıpka geldik yine!
134
Plevne’den bir ses geldi;
O ses yüreğimi deldi.
Ah o günler ne güzeldi!...
Ayrı düştük otuz sene,
Şanlı meydan geldik yine!
Süleyman Nazif
Baba Hindi
Gulu, gulu, gulu, gulu....
Koca ibik kanla dolu,
Kıpkırmızı, siyahça mor,
Sanki alev almış bir kor;
Kanat sarkık ta yerlere
Tüy kabarmış; gere gere
Göğüs, beden şişmiş, kuyruk
Bir yelpaze; içi oyuk
Zannolunan al deriden
Sanki kanlar fırlar; beden
Sanki bulut katmer katmer;
Çehreden bir şimşek geçer!
Gulu, gulu, gulu, gulu....
Göze ateş kan oyulu;
Ayak basar metin metin,
Gelir sanki hücum için
Düşmanlara hep beraber!
Baba hindi böyle geçer
Önünüzden yaman yaman;
Sanırsınız bir kahraman.
135
Tüy kabası baba hindi
Âlâ yenir; yoksa şimdi
Şuracıktan kabararak
Geçti diye bir şey sanmak
Onu yanlış bir fikirdir.
İnsanların içinde bir
Hayli böyle kof ve alık,
Tüy kabası kalabalık
Vardır; öğren yavrum, korkak
Olma sakın aldanarak:
Kahramanlık tüyde değil,
Yürektedir, bunu sen bil!
Ali Ekrem
136
SONUÇ
Nüzhet Haşim’in Millî Edebiyat’a Doğru adlı eseri 1918 yılında Cemiyet
Kütüphanesi tarafından basılmıştır. Millî Edebiyat kavramı üzerinde dururken de
belirttiğimiz gibi Millî Edebiyat cereyanı 1911-1923 yılları arasını kapsayan bir
dönemdir. Eserin yayımlandığı 1918 yılına kadar Millî Edebiyatın oluşum sürecinin
tamamlandığı, akımın her geçen gün artan yazar ve şair kadrosuyla büyük bir
gelişme gösterdiği, katılımcılarının çeşitli dergi ve dernekler etrafında toplandıkları
görülmektedir. Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus, eserin
yayımlandığı tarihte sürecin hâlâ devam ediyor olmasıdır. Dönemin havasını teneffüs
etmiş, şair ve yazar kadrosunun pek çoğuyla tanışmış biri olarak Nüzhet Haşim’in
verdiği bilgiler bu bakımdan önem arz etmektedir. Millî Edebiyat’a Doğru adlı
antoloji şu özellikleriyle dikkat çekmektedir:
Tespit edebildiğimiz kadarıyla Millî Edebiyat döneminin ilk antolojisidir.
Antolojide şahıslar hakkında dikkate değer bilgiler verilmektedir. Nüzhet Haşim
Millî Edebiyat’a katılan şahsiyetlerin hayat hikâyeleri, eğitimleri, çalıştıkları işler,
fikrî yapıları, ruhî ve fizikî portreleri, müstear isimleri, eserlerini yayımladıkları
gazete ve dergilerin adları, etkilendikleri akım ve şahsiyetler ve hepsinden önemlisi
şairlerin, devrin edebî durumu içinde nasıl göründüklerini ortaya koymaktadır.
Yazarlar hakkındaki değerlendirmeler o dönemdeki intibalardan yola çıkılarak
kaleme alınmıştır.
Antolojide; Mehmet Emin Yurdakul, Rıza Tevfik Bölükbaşı, İhsan Raif Hanım,
Ziya Gökalp, Ali Canib Yöntem, Celâl Sahir Erozan, Ömer Seyfettin, Kâzım Nâmi
Duru, Âkil Koyuncu, Rasim Haşmet, Köprülüzâde Mehmet Fuat, Ali Ulvi Elöve,
M. Nermi Uygur, Fazıl Ahmet Aykaç, İbrahim Alâattin Gövsa, Yusuf Ziya Ortaç,
Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Hakkı Süha Gezgin, İdris Sabih Türkkan,
Halit Fahri Ozansoy, Yahya Kemal Beyatlı, Salih Zeki Genç, Hasan Zeki Süzen,
Faruk Nafiz Çamlıbel, Tevfik Fikret, Süleyman Nazif, Ali Ekrem Bolayır olmak
üzere 28 şair ve bu şairlerin eserlerinden seçilen 68 şiir bulunmaktadır. Nüzhet
Haşim antolojisine hece veznini tamamen benimsemiş veya bu vezinle az da olsa şiir
yazmış şairleri seçmiştir. Şairlerin şiirleri ilk yayımlandıkları şekilleriyle antolojiye
alınmıştır.
137
Nüzhet Haşim’in Millî Edebiyat kavramını henüz süreç devam ederken ele
alması, Millî Edebiyat’ın nasıl bir ortam içinde doğduğu, edebiyatçıların bu akıma
neden yöneldiği, ilk verilen edebî ürünlerin nasıl karşılandığı, katılımcıların sanat
hayatlarında zaman içinde ne gibi değişikliklerin görüldüğü, edebiyat, dil, vezin
hakkındaki tartışmaların nasıl seyrettiği konusunda verdiği bilgiler son derece dikkat
çekicidir.
Antolojide adı geçen birçok yazarın daha sonraki yıllarda daha başarılı olduğu,
birçoğunun da edebiyatla uğraşmayı bırakıp başka sahalara yöneldiği görülmektedir.
Burada en dikkati çeken olgu Yahya Kemal’indir. Döneminde -sanatçı titizliği
sebebiyle- az yazması, şiirlerini uzun zamanda tamamlamasına bağlı olarak eser
yayımlamayan Yahya Kemal çok eleştirilmiş, ancak daha sonra şiirimizin klâsiği
hâline gelmiştir.
Nüzhet Haşim’in eserine seçtiği metinler, yazarların edebî şahsiyetlerini
gösteren en tipik metinlerdir ve bu şiirler üzerinde bugün de edebiyat tarihi
araştırmalarında önemle durulmaktadır.
Nüzhet Haşim şairler hakkındaki değerlendirmelerinde öznel ifadeler
kullanmıştır. Yazarın bazı noktalardaki değerlendirmelerinin şeklini şahsî zevk ve
ilgisi tayin etmiştir. Özellikle Mehmet Emin Yurdakul ve Ali Canib Yöntem
hakkındaki değerlendirmelerinde yazarın subjektif ifadeleri göze çarpmaktadır.
Şairlerin edebî kişiliği hakkındaki değerlendirmeler kısa tutulmuştur. Biz bunu
şairlerin sanat hayatlarının devam etmesine ve bir kısmının asıl edebî şahsiyetinin
henüz belirmemiş olmasına bağlıyoruz. Nüzhet Haşim antolojisini hazırladığında
şairlerin sanat hayatı devam etmekteydi. Bir kısmı da şiire yeni başlamıştı.
Zaman içinde sanat hayatlarında önemli gelişmeler olmuş, bir kısmı ününü
pekiştirirken, bir kısmı da başka alanlarda çalışmaya başlamıştır. Nüzhet Haşim’in
değerlendirmeleri bu şahıslar hakkındaki ilk tenkit örneklerinden biri olması
bakımından tenkit tarihi açısından; eserde Millî Edebiyat’ın doğuşunu hazırlayan
tarihî ve sosyal meselelere yer vermesi bakımından da edebiyat sosyolojisi açısından
önem taşımaktadır. Bu sebeple tenkit tarihi ve edebiyat sosyolojisi araştırmalarında
kullanılabilecek önemli bir kaynaktır.
Antolojiye seçilen şahıslar hakkında görüş bildiren pek çok yazar, şair ve
araştırmacıya eserde göndermeler yapılmıştır. Günümüzde dönemle ilgili hazırlanan
araştırmalarda, Nüzhet Haşim’in eserine atıflar yapılmıştır. Bu da eserin değerini
ortaya koymaktadır.
138
BİBLİYOGRAFYA
AKÇURAOĞLU, Yusuf, Türkçülük ve Dış Türkler, Toker Yayınları, İstanbul
1990.
AKYÜZ, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp
Kitabevi, İstanbul 1990,
AKYÜZ, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860-1923), İnkılâp
Kitabevi, İstanbul 1985, 8. baskı.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 2, Ana Yayıncılık, İstanbul 1987.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopdisi, Cilt 4, Ana Yayıncılık, İstanbul 2004.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopdisi, Cilt 15, Ana Yayıncılık, İstanbul 2004.
ARGUNŞAH, Hülya, “Millî Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-
2000), Editör: Ramazan Korkmaz, Grafiker Yayınları, Ankara 2004.
ATSIZ, Nihal, Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul 1992.
AYTAÇ, Gürsel, Yeni Alman Edebiyatı Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1983.
BANARLI, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, Millî Eğitim Basımevi,
İstanbul 1987.
BÖLÜKBAŞI, Rıza Tevfik, Serâb-ı Ömrüm ve Diğer Şiirleri, Haz. Abdullah
Uçman, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2005.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt 2, Gelişim Yayınları, İstanbul 1986.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt 21, Gelişim Yayınları, İstanbul, tsz.
CANIM, Rıdvan, Latîfî Tezkiretü’ş-şuarâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-
Metin), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı, Ankara 2000.
COŞKUN, Nusret Safa, Millî Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?, İnklâp Kitabevi,
İstanbul 1938.
Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Cilt 2, 1993-1994.
Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Cilt 4, 1993-1994.
DRABBLE, Margaret, The Oxford Companionto English Literature, Oxford
University Press, Great Britain, 1985.
DUFFY, Charles Henry Pettit, A Dictionary of Literary Terms, Brown Book Company,
New York 1953.
139
Encyclopædia Britannica, Volume 2, U.S.A 1969.
ENGİNÜN, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yayınları, İstanbul
1991.
-------------------Yeni Türk Edebiyatı: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923),
Dergâh Yay. İstanbul 2006.
------------------ Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yay. İstanbul 2001.
ERCİLÂSUN, Bilge, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit: 1. Türkçü Tenkit, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1995.
EREN, Hasan, Türklük Bilimi Sözlüğü I. Yabancı Türkologlar, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara 1998.
Gelişim Alfabetik Gençlik Ansiklopedisi, Cilt I, Gelişim Yayınları, İstanbul 1980.
Genç Kalemler Dergisi, Hazırlayanlar: İsmail Parlatır-Nurullah Çetin, Türk Dil
Kurumu Yayınları, Ankara 1999.
GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara
tsz.
Grand Master 1 Genel Kültür Ansiklopedisi, Milliyet Yay., 1992
Grolier International Americana Encyclopedia, Cilt 2, İstanbul 1993.
Hece, Türk Şiiri Özel Sayısı, Yıl: 5, Sayı: 53/ 54/ 55, Mayıs/ Haziran/ Temmuz
2001.
İnci Enginün’e Armağan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997.
İPEKTEN, Halûk, Şair Tezkireleri, Grafiker Yayınları, Ankara 2002.
İSEN, Mustafa, Lâtifî Tezkiresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.
KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı, Cilt III, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1966.
KAPLAN Mehmet-BİRİNCİ Necat, Atatürk Şiirleri Antolojisi, Kültür Bakanlığı
Yay. Ankara 1986.
KAPLAN, Mehmet-ENGİNÜN İnci-EMİL Birol, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi I
(1839-1865), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1974.
------------------Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II (1865-1876), İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1978.
------------------Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi III, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yay. İstanbul 1979.
----------------- Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi IV, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1982.
140
-----------------Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi V, Marmara Üniversitesi Fen-
Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1989.
KAPLAN, Mehmet-ENGİNÜN, İnci-KERMAN, Zeynep-BİRİNCİ, Necat-UÇMAN,
Abdullah, Atatürk Devri Türk Edebiyatı I-II, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1981.
-----------------Atatürk Devri Fikir Hayatı I-II, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara
1981.
KAPLAN, Mehmet-ENGİNÜN, İnci-EMİL, Birol-BİRİNCİ, Necat-UÇMAN,
Abdullah, Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa
Kemal I-II, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992, (2. bs.).
KASIR, Hasan Âli, Mevlâ Şiirleri Antolojisi, Güldeste Serisi, Denge Yayınları,
İstanbul 1997.
KILIÇ, Filiz, XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine
Değerlendirmeler, Akçağ Yayınları, Ankara 1998.
KOCAHANOĞLU, Osman Selim, Millî Edebiyat Hareketi ve Beş Hececiler,
Toker Yayınları, İstanbul 1987.
LEVEND, Âgâh Sırrı, “Türkçülük ve Millî Edebiyat”, Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı Belleten 1961, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 1988.
Meydan Larousse, Büyük Lûgat ve Ansiklopedi, Cilt 8, Meydan Yayınevi,
İstanbul 1978.
ÖKSÜZ, Yusuf Ziya, Türkçe’nin Sadeleşme Tarihi, Genç Kalemler ve Yeni
Lisan Hareketi, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1995.
ÖZDEMİR, Ahmet, Cönklerden Günümüze Halk Şairlerimiz, Veli Yayınları,
İstanbul 1993.
ÖZKIRIMLI, Atilla, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Cilt I, Cem Yayınevi, İstanbul
1984.
ÖZTÜRKMEN, Arzu, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları,
İstanbul 1998.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Yayınları,
İstanbul 1985 (6.bs.).
TANSEL, Fevziye Abdullah, Ziya Gökalp Külliyatı I: Şiirler ve Halk Masalları,
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara 1989,
(3. bs.)
TEMİR, Ahmet, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara
1987.
141
TEVETOĞLU, Fethi, Enis Behiç Koryürek, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
1985.
TUNCER, Hüseyin, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/İsimler/Eserler/Terimler, Cilt I,
Dergâh Yay. 1997.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 14, İstanbul 1996.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 16, İstanbul 1997.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 30, İstanbul 2005.
UÇMAN, Abdullah, Rıza Tevfik (Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Şiirleri), Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 1986.
---------------------- Türk Dilinin Sadeleşmesi ve Hece Vezni Üzerine Bir
Münakaşa, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1998.
ÜNAYDIN, Ruşen Eşref, Diyorlar ki, (Haz. Şemsettin Kutlu), Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985.
ÜNLÜ, Mahir-ÖZCAN, Ömer, 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul 1987.
YALTIRAKLI, Cevat, Vatanseverlik Timsali Gençliğin İdeali İki Şair: Vatan
Şairi Namık Kemal, Millî Şair Mehmet Emin, Şahsiyeti-İdealleri-Şiirleri,
İstanbul Matbaası, İstanbul 1960.
Yeni Hayat Ansiklopedisi, Cilt I, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul tsz.
Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt II, Türkiye Gazetesi, İstanbul 1993.
Yeni Tarama Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1983.
YETİŞ, Kâzım, “Millî Edebiyat Anlayışı”, İlmî Araştırmalar, Nr: 8, İstanbul 1999.
Recommended