47
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 23 • SAYI: 196 • ŞUBAT 2017 • Fiyatı: 10 TL 196 Mutasavvıf Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemalî Efendi Zembilli Ali Cemâlî Efendi hacda iken, İkinci Bayezid Hân tarafından 1497’de şeyhülislâmlığa tayin edildi. İstanbul’da Bir Semte Adını Veren Âlim: Şeyh Ebû’l-Vefâ Kadim semte adını veren bir Allah dostu, Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü’l Vefâ... 00196

şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

www.somuncubaba.net

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 23 • SAYI: 196 • ŞUBAT 2017 • Fiyatı: 10 TL

196 Mutasavvıf ŞeyhülislâmZembilli Ali Cemalî EfendiZembilli Ali Cemâlî Efendi hacda iken, İkinci Bayezid Hân tarafından 1497’de şeyhülislâmlığa tayin edildi.

İstanbul’da Bir SemteAdını Veren Âlim: Şeyh Ebû’l-VefâKadim semte adını veren bir Allah dostu,Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü’l Vefâ...

00

19

6

Page 2: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Yüce Yaratıcı’mızı TanıyalımAllah’a İman

Emine Büşra YÜKSEL

İsrafHaddi Aşmaktır

Cansever DOKUZ

Zamanınİsrafı

Sümeyye Büşra YILDIZ

Çocuğumu“Eller” mi Eğitiyor?

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net - [email protected]

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

Page 3: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

başyazı Bekir AYDOĞAN

VEFÂ SAHİBİ OLMAKVefâkârlık duygusunu en zirvede yaşayan, onu bir erdem olarak hayata tatbik eden ve etrafındaki-

lere öğreten Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) çevresindekilere küçük yaştan itibaren vefâkâr davranmanın önemini aşılamıştır. Çocukluğunu Peygamber Efendimiz’in civarında yaşayan Nu’mân b. Beşîr’in anlattı-ğına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Tâif’ten bir miktar üzüm hediye edilir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Nu’mân’ı çağırarak, “Şu salkımı al da annene götür.” buyurur. Nu’mân ise üzümü annesine götürmeden çocukluk haliyle kendi yiyip bitirir. Birkaç gün sonra Rasûl-i Ekrem ona, “Üzüm salkımı ne oldu, onu annene ulaştır-dın mı?” diye sorar; Nu’mân, “Hayır.” diye cevap verince de, Rasûl-i Ekrem ona niçin böyle yaptın “ğuder” (vefâsız) diye hitap eder. Elbette Allah Rasûlü Nu’mân’ı vefâsızlık ile yaftalamak istememiştir. Ancak O, bu tavrı ile küçük bir emanetin teslimi konusunda bile her yaştan insanın titiz davranması gerektiğini öğretmek maksadıyla böyle buyurmuştur.

Allah Rasûlü (s.a.v.), aile fertlerine karşı özellikle anne ve babaya karşı vefâya ayrı bir önem vermiştir. Bir keresinde uzun bir yolculuğun ardından kendisiyle birlikte cihada katılmak maksadıyla yanına gelen ve “Anne babamı ardımdan ağlar bırakıp sana geldim yâ Rasûlullah!” diyen bir gence, “Onların yanına geri dön ve ikisini de nasıl ağlattıysan öylece güldür!” buyurmuştur. Zira anne baba, evlâtlarına yıllarca verdikleri emeğin karşılığında vefâyı hak etmektedir. Dergimizin kapak konusu olan ve Ebû’l-Vefâ Haz-retleri olarak anılan zat-ı muhteremin bu ismi nasıl kazandığıyla ilgili bir hatıra nakledelim:

Zamanın büyüklerinden olan Şenbekî Hazretleri bir gün esas ismi Muslihuddin Mustafa olan Ebû’l-Vefâ Hazretleri’nin evine gelip, bir süre sohbet ederler. Sonra Şenbekî Hazretleri; “Ey Muslihuddin! Sen-de nihayetsiz bir nur müşâhede ettim ve başının üzerinde Hak Teâlâ’nın nûrundan bir âlem gördüm ki, kıyâmete kadar senin evlâdının kerâmetleri zâhir olup, dillerde söylense gerektir. Sana bu müjdeyi vermeye ve talebeliğime dâvete geldim.” der. Hazret de; “Annemden izin alıp öyle geleyim.” der. Bir süre sonra annesinden izin alarak, Şenbekî Hazretleri’nin yanına gitmek için yola çıkar. Yolda, bütün hayvanlar ona selâm verir. Huzuruna vardığında Şenbekî Hazretleri; “Merhaba Ebû’l-Vefâ’ya! Ahdine vefâ eyledi, sözünde durdu.” der. Bunun üzerine ona, Ebû’l-Vefâ künyesi verilir.

Anne babaya karşı fevkalade vefâ hissiyatına sahip olan Sevgili Peygamberimiz, baba dostuna bile vefânın önemine vurgu yapmıştır. Bir keresinde Abdullah b. Ömer, Mekke yolunda bir bedevî ile karşıla-şır, ona selâm verir, binmekte olduğu eşeğe onu bindirir, başındaki sarığı da ona giydirir. Bu manzaraya şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap verir: “Bunun babası, babam Ömer b. Hattâb’ın dostu idi. Ben Rasûlullah’ın şöyle dediğini işittim: ‘İyiliklerin en güzeli, evlâdın, baba dostlarını ziyaret etmesidir.”

Baba dostuna veya ailesine yapılacak olan ikram ve iltifatı en önemli ahlâkî erdemlerden biri olarak değerlendiren Peygamberimiz bunu açıkça teşvik etmiş, vefâsızlıktan da sakındırmıştır.

Vefâkâr okuyucularımıza ve gönül dostlarımıza selâm ile...

To Be Loyal

Our Beloved Prophet (saav), who always had the highest level of loyalty in each part of his life and taught it to his fellows, frequently emphasized the importance of loyalty when he chatted with the youth. Moreover, he also underlined the importance of allegiance to the fathers’ friends. He once said: “ The best of the favors is the sons’ visiting their fathers’ friends.” Serving and behaving well to them are amongst the most valuable virtues, which the Prophet (saav) explicitly encouraged besides preventing the people from showing disloyalty in general.

Best regards to our loyal readers and friends...

somuncubaba 1

Page 4: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 23 Sayı: 196 - Şubat 2017

Basım Tarihi: 01 Şubat 2017

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİMusa TEKTAŞ

Kapak FotoğrafıOrhan DİNÇ

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected]

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

Sanat YönetmeniEnes İSLAM

Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41Yenibosna/İSTANBULTel: 0 (212) 454 30 00

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAKProf. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİLProf. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİLProf. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.

Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

/SomuncuBabaDergisi

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise rek-lam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somun-cu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

içindekilerkünye

14

58

30

72

3624

İSTİKÂMET ÜZERE YAŞAMAK ŞEYHÜLİSLÂM

ZEMBİLLİ ALİ CEMALÎ EFENDİ

PEYGAMBERİMİZ’İN (S.A.V.) İZİNDE

MUHABBET VE RIZA MAKAMINDA

ŞEYH VEFÂ HAZRETLERİ (K.S.)

SOMUNCU BABA’DAN (K.S.) BIR DEMET HADIS VE YORUMU

Ramazan ALTINTAŞ

İstikâmeti; itikat, ibadet ve davranışlarımızda

göstermemiz gerekmektedir.

Abdullah KAHRAMAN

Somuncu Baba da kutlu müjdeye nail olmak için kırk hadis risalesi oluşturmuştur.

Mehmet SOYSALDI

Sünnet, bir hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek demektir.

Resul KESENCELİ

Evinin penceresinden bir zembil sarkıtır, sual sormak isteyenler, suallerini bir kâğıda yazıp zembile koyardı.

Kadir ÖZKÖSE

Fatih Sultan Mehmed Vefâ diye anılacak semtte bir cami ile çifte hamam yaptırmıştır.

Musa TEKTAŞ

Muhabbet, insanın iç âlemini aydınlatan bir manevi incidir. Seven, sevgiliyi her şeye tercih eder.

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

ABONE İLETİŞİM HATTI

Karşılıksız İyilik Yapmak Kötülüğe Karşı İyilik Erdemdir 6 • Altın Silsile: Ebû Ali Fârmedî (k.s.) 10 • Ebû’l Vefâ Hazretleri 17 • İstanbul’da Bir Semte Adını Veren Âlim: Şeyh Ebû’l-Vefâ (k.s.) 18 • İsraf Etme 29 • Âşığın Gözüyle Dünyaya Bakmak 34 • Niyetin Amelden Önemli Olması 42 • Mşeyh Ebû’l-Vefa Hazretleri ve Bir Şiiri 46 • Rabb’imiz! Kâfirlere Karşı Bize Yardım Et! 50 • Nâbî’den Oğlu Hayri’ye İlimle İlgili Öğütler 54 • Cevabını Bilen Var mı? 57 • İyilik, Hayatın Mayasıdır 64 • Tâ Elest’ten Yoldur Bana!.. 66 • Sûfînin Benlik İnşasında Zaman Mefhumu 68 • Anne-Baba ve Çocuk İlşkileri 76 • Osmanlı İlimde Geriledi Mi? 78 • Zamanın İsrafı 84

Page 5: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Dîvân-ı Hulûsî-i DârendevîEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

Zülfün gün yüzüne çekmiş Yârın meğerki gamı varÂşıkın kanını dökmüş Bildim ki bir mâtemi var

Güle benzer yanağının Müle benzer dudağının Ciğerde onmaz dağının Gamzesinin merhemi var

Sâkîler ebced okumuş Sâde şarâb sunma diler Var ise la’l-i lebinin Elde karışmış demi var

Gamze ile gamzedeli Gönlüme etdim n’idelim Gamze ile gamz edeli Cân ile bir hem-demi var

Kaşı kara yayı kurup Kirpik okun durmaz atar Kasdı nedir cân alıcı Gamzesinin bir kemi var

Bülbül-i şeydâ olana Gül mü bulunmaz â gönül Hem-dem olur câna ânın Kandaki bir mahremi var

İçdi Hulûsî yine olLa’l-i lebinden bir kadehGördü ki Îsâ demininAndaki câm-ı Cem’i var

Page 6: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*

Hz. Mûsâ (a.s)’nın kendisine uyduğu yol ar-

kadaşı bilge insan Hz. Hızır ile yolculukla-

rında dikkat çeken üçüncü olay da şudur:

Gemiden indikten sonra Hz. Mûsâ ile Hz.

Hızır’ın yolları, bir yerleşim merkezine düşer.

Yolcular acıkmıştır, köylülerden yiyecek bir

şeyler isterler, ancak köylüler misafirlerini ağır-

lamak istemezler. İki arkadaş orada yıkılmak

üzere olan bir duvar görürler, Hz. Hızır, o duva-

rı düzeltip yıkılmaktan kurtarır. Yaptığı hiçbir

şeye itiraz etmeyeceğine söz veren Hz. Mûsâ,

yine dayanamaz ve kendilerini misafir etmek

istemeyen bir kavmin yıkılmak üzere olan du-

varlarını karşılıksız onarmasına itiraz eder. Hz.

Mûsâ’nın bu itirazı, yollarının ayrılmasına ne-

den olur. Olay Kur’ân’da şöyle açıklanır:

“Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir

kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba hal-

kı, bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi, şehrin

içinde yıkılmaya yüz tutan bir duvar gördüler,

Mûsâ’nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: ‘Di-

leseydin buna karşı bir ücret alabilirdin.’ dedi. O

söyle söyledi: ‘İşte bu, seninle benim ayrılmamızı

gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu

sana anlatacağım.”1

Ayrılmadan önce Hz. Hızır, duvarı karşılıksız

düzelteme gerekçesini şöyle açıklar:

“Duvar, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti.

Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; baba-

ları da iyi bir kimseydi. Rabb’in onların erginlik

çağına ulaşmasını ve Rabb’inden bir rahmet ola-

rak hazînelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları

kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın

işlerin içyüzleri budur.”2 Âyetteki açıklamaya

göre, yıkılmak üzere olan duvar şehirde iki ye-

tim çocuğa aittir. Duvarın altında bir hazîne sak-

lıdır. Şâyet duvar yıkılacak olursa, hazîne ortaya

çıkacak, ahâlî hazîneyi talan edecek. Duvarın

sağlamlaştırılmasıyla, çocuklar büyüyüp kendi

hazînelerine sahip çıkacakları zamana kadar

hazîne koruma altına alınmış oldu. Bu olay Hz.

Mûsâ’nın itiraz ettiği üçüncü olaydır ve Hz. Hızır

ile yollarının ayrılmasına sebep olur.

Çıkarabileceğimiz Dersler

Kıssanın bu bölümünden çıkarabileceğimiz

dersler özetle şöyledir:

1. İhtiyaç halinde başkalarından yiyecek iste-

mek câizdir. Nitekim iki arkadaş, köylüler-

den yiyecek bir şeyler istemişlerdir.

2. Asıl olan iyilikleri karşılık beklemeden yap-

maktır. Yüce Allah’ın rızâsı da buradadır.

3. Yapılan bir işe karşılık ücret alınabilir. Bunun

için Hz. Mûsâ, neden duvarı tamir etmesi

karşılığında ücret almadığını sorar.

4. İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik ise er

kişinin işidir. Önemli olan kötülük yapana

iyilik yapabilmektir. Karşılıksız yapılan iyilik-

lerin Allah katında karşılığı çok büyüktür. Hz.

Hızır da bunu yapmıştır. Kendilerini ağırla-

mak istemeyenlerin yıkılmak üzere olan du-

varlarını karşılık beklemeden düzeltmiştir.

Zira kötülük yapanlara misliyle karşılık veri-

lirse, onların seviyesine düşülmüş olur. Oysa

gidişata kötüler değil, iyiler yön vermelidir.

5. Her söylem ve her eyleminde sayısız hikmet

olan Yüce Allah ile irtibatlı olanların yaptık-

ları her işte bir hikmet vardır. Kullara düşen,

Yüce Rab’den gelen her şeye rızâ göstermek

ve olanlardaki hikmetleri kavramaya çalış-

maktır.

6. Nisyân ile ma’lûl olan insan merak sâiki ile

de dolu bir varlıktır. Unutmak mazur görül-

mesi gereken bir durumdur, unutmasından

dolayı insan kınanmaz. Hz. Mûsâ’nın şahsın-

da bu insânî özellikler tezâhür etmiştir. O,

verdiği sözü unutmuş, ilk etapta hikmetini

bilemediği olayların sebebini merakla sor-

muştur.

KARŞILIKSIZ İYİLİK YAPMAKKÖTÜLÜĞE KARŞI İYİLİK ERDEMDİR

“İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik ise er kişinin işidir. Önemli olan kötülük yapana iyilik yapabilmektir. Karşılıksız yapılan

iyiliklerin Allah katında karşılığı çok büyüktür.”

6 ŞUBAT 2017 somuncubaba 7

Page 7: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

7. Toplumun en zayıf kesimi olan yetimlerin

haklarını korumak ecri büyük bir güzel amel-

dir. Pek çok âyette, yetim haklarını koruma

üzerinde durulmuş, yetimlere yardım etme-

nin gereğine vurgu yapılmış, mü’minler ye-

tim malını yemekten şiddetle sakındırılmış-

tır. Kıssamızda da Hz. Hızır, yetimlerin hak-

larını koruma adına tedbir almış ve onların

ilerde kullanacakları hazînelerini koruması

için duvarı karşılıksız onarmıştır. Yetimlere

riâyet ilâhî bir yasadır… Yüce Allah, Hızır’ı

yetimlere hizmet ettirdi. Yetimlere hizmet,

sâlihlerin yoludur…

8. Anne babanın, geride kalan çocuklarına

miras bırakması meşrûdur. Önemli olan

helâlinden kazanıp kazancın zekâtını/hayrını

vermek ve geride kalanları muhtaç bırakma-

maktır. Âyette hazîne bırakan babanın, sâlih

bir kişi olduğu belirtilerek bu işin sâlihlerin

yaptığı iş olduğuna işaret edilmiştir.

9. Duvarın altında yatan hazînedeki levhada şu

beş hikmetli sözün yazılı olduğu da söylen-

miştir: “Kadere inandığı halde sıkıntılardan

dolayı kederlenen kimseye şaşılır! Rızıkların

herkese taksim edildiğine inandığı halde rı-

zık talebi için yorulan kimseye şaşılır! Ölü-

me inandığı halde sevinen kimseye şaşılır!

Hesaba inandığı halde gaflet içerisinde ola-

na şaşılır! Dünyanın sonlu olduğunu bildiği

halde ona bağlanan kimseye şaşılır!”3

“Kimseye Gülme ve Kimseyi Kınama…”

10. Hz. Mûsâ, kıssada üç şeye itiraz edince, bun-

lara karşılık Hızır şunları söyledi: “Ey Mûsâ,

bir zamanlar annen seni tabuta koyup Nil

deryâsına atınca Rabb’in seni boğulmaktan

nasıl korumuştu. Şimdi ne diye geminin bat-

masından endişe edersin? Bir zamanlar sen,

Kıptî’nin ölümüne sebep olmuşken; şimdi

çocuğu öldürdüğüm için beni niçin kınarsın?

Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR

1. 18/Kehf, 77-782. 18/Kehf, 82.3. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 185b-186a.4. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 192a-b.5. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 193b.6. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 188b-189b.

Bir zamanlar sen aç susuz bir halde Meyden

ilinde, Şuayb’ın kızlarına ait koyunları karşı-

lıksız sulamışken; şimdi benim Allah’ın emri

ile şu yetimlere ait duvarı karşılıksız onar-

mama niçin itiraz edersin?”4

11. Hz. Hızır, Hz. Mûsâ’dan ayrılacağı zaman ona

şu tavsiyelerde bulundu: “Ey Mûsâ, hiç kim-

se ile inatlaşma… Kimseye gülme ve kimseyi

kınama… Hatâların için ağla… Bugünün işini

yarına bırakma, çünkü yarına çıkacağın kesin

değildir! İlmi, sadece başkalarına anlatmak

için değil, amel etmek için talep et…”5

12. Kıssadaki yıkılmak üzere olan duvarın tami-

rinde duvar, şerîat ve ümmete; iki yetim, kalp

ve akıla; duvarın bulunduğu şehir, bedene;

duvarın altındaki hazîne, iman ve irfâna işa-

rettir. Bu konudaki işârî yorumun özeti de

şöyledir:

“Hızır sırla Mûsâ’yı rûh, aralarında belirledik-

leri anlaşma üzere yolculuk ederken, sır nurla

bakıp daha işin başında şerîat duvarının yıkıl-

mak üzere olduğunu gördü, hemen onu şerîatın

gereklerini yerine getirmekle doğrulttu. Bir ta-

kım fiziksel engeller nedeniyle bunu göreme-

yen hasta ruh, buna itiraz etti. Sır, ona cevâben

şöyle dedi: ‘Ey ruh, bu şerîat binâsını doğrult-

manın gizli sırrı şudur: ‘Bu duvar, Medîne be-

deninde bulunan ve akıl-kalp denen iki yetime

aittir. Bunların babaları ruhlar âleminde sâlih

bir kimse idi… Bu şerîat duvarının altında bun-

ların iman ve irfân hazînesi gizlidir. Bunlar ise

daha küçük olup zarar ve menfaatlerini bilmez-

ler. Rabb’in diledi ki şerîat duvarı yıkılmasın ki

imanları yıkıntı altında kalmasın ve fitneci şey-

tan onları etkilemesin de onlar olgunluk çağına

erince, Rabb’in rahmetiyle iman ve irfânlarına

kavuşup mutlu olsunlar…’ Şu iyi bilinmelidir ki

nurlu şerîat duvarının imâret ve ikâmesi, sevi-

yesi ne olursa olsun herkes için bir farîza ve gö-

revdir…”6 En doğrusunu Yüce Allah bilir!

8 ŞUBAT 2017 somuncubaba 9

Page 8: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

401/1010-11 tarihinde Tûs yakınlarında-ki Fârmed/Fârmez köyünde dünyaya gelen Fârmedî’nin asıl adı Fazl b. Muhammed, kün-yesi Ebû Ali’dir. Memleketi Fârmed’e nispetle Fârmedî diye anılmaktadır. İlköğrenimi doğum yerinde gerçekleştirdikten sonra Nişâbur’a gi-dip meşhur sûfî müellif Abdülkerim Kuşeyrî’nin medresesinde öğrenim gördü. Fârmedî’yi tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerde yetiştiren Kuşeyrî, onu aynı zamanda vaaz ve irşad konusunda da eğitti. Fârmedî, Kuşeyrî’den başka, Ebû Abdil-lah Muhammed İbn Muhammed eş-Şirâzî, Ebû Abdirrahman en-Neylî, Ebû Osman es-Sâbûnî, meşhur mütekellim Ebû Mansur Abdülkâhir el-Bağdâdî ve Ebû’l-Hasan el-Müzekkî gibi âlimlerden de istifade etti.

Kuşeyrî’nin meclisinde fıkıh, hadis ve tasav-vuf eğitimini gerçekleştiren Fârmedî, Nişâbur’a gelen Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ı ziyaret etti ve ilk görüşmesinde kuvvetli bir şekilde tesirinde kalarak büyük bir iştiyakla kendisine bağlandı. Fârmedî, Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’la tanışmasını ve kendisinden etkilenişini şu şekilde anlat-maktadır:

“Gençliğimin ilk yıllarında Nişâbur’da ilim-le meşgul idim. Şeyh Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ın Mihene’den gelip toplantılar yaptığını duydum. Onu görmeye gittim. Cemalini görür görmez ona hayran kaldım. Bu topluluğa karşı içimde fazlaca bir muhabbet meydana geldi. Bir gün medresede odamda oturuyordum. Şeyhi görme arzusu gönlümde peyda oldu. Hâlbuki dışarı çı-kacak zaman da değildi. Sabretmek istedim, gü-cüm yetmedi. Kalkıp dışarı çıktım, çarşı başına vardığım zaman Şeyhin büyük bir cemaatle git-tiğini gördüm. Ben de arkalarına takıldım. Şeyh bir yere girdi, cemaat de onu takip etti, ben de

onların ardından girdim. Şeyhin beni göreme-yeceği bir köşeye çekildim. Semâ ile meşgul oldular. Hoş vakit geçirdiler. Şeyhte vecd zâhir oldu. Elbisesini yırttı. Semâ bittiğinde şeyh el-bisesini çıkardı, bunu önünde paraladılar. Şeyh bir yeni/giysi parçasını ayırıp bir tarafa koydu ve ‘Neredesin ey Ebû Ali Tûsî?’ diye seslendi. Hiç cevap vermedim. Beni nasıl olsa tanımaz ve görmez. Belki de müridlerinden birisi var de-dim. Bir daha çağırdı, cevap vermedim. Üçün-cü defa çağırdığında yine cevap vermedim. Cemaat, ‘Şeyh herhalde seni çağırıyor olmalı.’ deyince kalkıp şeyhin önüne vardım. Şeyh hırka parçasını bana verdi ve: ‘Sen bize bu yama ve yen gibisin.’ dedi. Onu alıp hizmet ettim. Aziz bir yerde sakladım, bundan sonra devamlı şey-hin hizmetinde bulundum. Bu hizmetten bana pek çok fayda, gönül aydınlığı ve iyi haller yüz gösterdi.”

Ahde Vefa İmandandır

Ebû Said’in sohbet ve semâ meclislerine de-vam eden Fârmedî’ye, Ebû Saîd, onun büyükle-rin diliyle bülbül gibi konuşacağı ve kendisine mânâ âlemlerinin açılacağı müjdesini verdi. Şeyhi Ebû Said ile birlikte Mihene’ye gitti. Ebû Said ve kendisine eşlik eden kalabalık bir top-luluk, Mihene’ye giderken bir dağın eteklerine varırlar. Önlerine yabanî ve yırtıcı bir hayvan çıkar. Kafiledeki herkesin yüzünde şafak atar ve hemen oradan kaçışırlar. Ebû Said ise oldu-ğu gibi atının üzerinde durur. Yabanî hayvan yaklaşınca, Ebû Said atından iner. Hayvanca-ğız önünde yuvarlanmaya ve kıvrılmaya başlar. Bir süre sonra Ebû Said, yabanî hayvana; “Zah-met ettin, artık dön.” demesi üzerine, hayvan geri döner ve oradaki dağa yönelir. Dervişlerin hepsi Ebû Said’in huzuruna gelip; “Efendim, ne

Ebû Ali Fârmedî (k.s.)

“Cemalini görür görmez ona hayran kaldım. Bu topluluğa karşı içimde fazlaca bir muhabbet meydana geldi. Bir gün medresede

odamda oturuyordum. Şeyhi görme arzusu gönlümde peyda oldu.”

ALTIN SİLSİLE / Kadir ÖZKÖSE* - H. İbrahim ŞİMŞEK**

Hat: Emre ÖZDEMİR

10 ŞUBAT 2017 somuncubaba 11

Page 9: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

rinden Hasan Müeddib’e emir buyurup onlara birer bez vermesini söyler. Sonra Fârmedî’ye bu bezle duvardaki tozları silmesini emreder. Ebû Bekir Abdullah’a da dervişlerin ayakkabıla-rını temizleme görevi verir. Üç gün Ebû Said’in hankâhında kalıp görevlerini yerine getirirler. Dördüncü gün Ebû Said, şeyhleri Ebû’l-Kâsım’ın yanına dönmeleri gerektiğini söyler ve onlar da şeyhlerinin yanına varırlar. Aradan bir zaman geçtikten sonra Gürgânî de Ebû Said de vefat eder. Fârmedî akıcı bir üslûba, güçlü bir hita-bete ve nezih bir konuşma yetisine sahip olur. Etrafı mürid kitleleri ile dolup taşar. Geniş ke-simler tarafından büyük bir kabul görür. Ünü ve ismi cihanın her tarafını kaplar. Olanca saygın ve seçkin konumuna rağmen yoldaşı Ebû Bekir Abdullah’ın ise halk arasında ne ismi ne de şöh-reti yayılır. Tanınan ve anılan birisi olmaz. Bu-nun sebebi kendisine sorulduğunda Ebû Bekir Abdullah bu durumu şu şekilde yorumlar:

“Şeyh Ebû Said, Ebû Ali el-Fârmedî’ye bezle duvardaki tozları silmesini emretti. Yani ömür boyu Hak kullarının gönül duvarlarındaki gü-nah tozlarını söz beziyle temizlemesini emretti. Bana ise dervişlerin ayakkabılarını temizleme-mi emretti. Bu da sıradan biri olmama, anılan ve ünlenen biri olmayacağıma işaret ediyordu.”

Bu rivayetin gereği olarak, Gürgânî, yanında mücâhede ve riyazet dönemini tamamlayan Fârmedî’ye vaaz ve irşadda bulunma icaze-ti verdi. Dili ve gönlü açıldığından olağanüstü güzel ve etkili konuşmalar yapmaya başladı. Edebinin güzelliği, konuşma sanatındaki eşsiz örnekliği, yerinde tespitleri, üslûbunun tatlılığı ve gönüllere işleyen sözlerinin rikkati ile dik-kat çekti. Nişâbur’da vaaz verdiği sırada, mec-liste hazır bulunanlardan İmamü’l-Harameyn, kendisine: “‘Âlimler peygamberlerin varisleri-dir.’ hadisi ile hangi âlimler kastedilmektedir?” diye sorar. O da; “O zümrenin mensupları ne soran gibidir ne de sorulan gibi. Fakat gerçek varis, mescidin kapısında yatmaktadır.” deyip Muhammed b. Eslem (ö.242/856)’in mezarına

işaret etti. Dolayısıyla Fârmedî, vaaz ve irşad

faaliyetlerinde son derece tevazu sahibi, gurur

ve benlik duygusundan uzak ve kendini görme-

yi değil, model şahsiyetlerin izinden giderek

mânevî dünyasını inşa etmeyi esas alan bir üs-

tattır. Kaynaklar, Fârmedî’nin son derece güzel

ve etkileyici konuştuğunu söyleyip onun vaaz

meclislerini, çeşit çeşit çiçek açan meyve ağaç-

larıyla dolu bir bahçeye benzetmektedirler.

Ebû’l-Kâsım Fârmedî, himmeti hizmette ara-

yanlardandı. Bu yüzden, şeyhine ve ihvanına

hizmette kusursuzdu. Hizmette, hikmeti ve fe-

raseti önde tutardı. Çünkü hizmetten himmet

bulmak için hizmetin vaktini ve yerini iyi seç-

mek gerekliydi. O, ferasetiyle bu konuda şeyhi-

nin dua ve himmetine mazhar olmuştu.

Nakşbendî silsilesinin önemli simalarından

olan Ebû’l-Hasan el-Harakânî’den de faydala-

nan Fârmedî, Harakânî’den istifadesini şu söz-

leri ile beyan etmektedir:

“Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyade-

siyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle

Ebû’l-Hasan-ı Harakânî hazretlerinin sohbetine

kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihayetsiz

feyizlere ve mânevî zevklere eriştim.”

Ebû’l-Kâsım el-Gürgânî’nin mânevî veraseti-

ne nail olan Fârmedî, Gürgânî’nin kızıyla evle-

nerek maddî mirasına da nail oldu. 477/1084

tarihinde Tûs’ta vefat eden Fârmedî, orta boylu,

esmer tenli, ciddi ve vakur görünümlü ve çatık

kaşlı idi. Bununla birlikte cemali celâline ga-

lip, son derece merhametli ve şefkatli idi. Yal-

nız hakkı söyleme sırası geldi mi kaşları iyice

çatılırdı. Gözleri ve kirpikleri siyah, ağzı biraz

büyükçe idi. Fesahat ve belâgate önem verme-

mekle birlikte düzgün ve etkili konuşurdu.1

oldu?” diye sorarlar. Şeyh; “Bu dağda yıllarca birbirimizle arkadaş olmuş, her ikimiz de birbi-rimizin (feth ve) feyizlerine tanık olmuştuk. Bu-radan geçeceğimizi haber alınca geldi, ahdini tazeledi. Zaten ahde vefa imandandır. Her kim-de ahlâk varsa her şey onun yanına o ahlâkla (huy, tabiat) gelir. Bakınız İbrahim (a.s.) bir ahlâk yolunu tuttuğundan ister istemez ateş onun huyuyla karşıladı.” şeklinde cevap verir.

Ebû Saîd Nişâbur’dan ayrılınca, Fârmedî, üs-tadı Kuşeyrî’nin huzuruna çıkarak kendisinde meydana gelen rûhî gelişmeleri anlattı. Fakat Kuşeyrî ona ilim öğrenmeye devam etmesini tavsiye etti. İlimde derinlik ve marifette rüsûh kesbeden Fârmedî, üstadının izniyle medrese-den ayrılarak, Kuşeyrî’nin dergâhına taşındı. Bir süre mücâhede ve riyazetle meşgul olduktan sonra Fârmedî, bir gün şahidi olduğu muazzam bir tecelli ile sarsıldı. İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kale-mi hokkaya daldırdığında kalemin ucunu bem-beyaz olarak gördü. Hâlbuki hokka mürekkeple doluydu. Kalemi tekrar hokkaya sokup çıkar-dı, fakat yine değişen bir şey yoktu. Büyük bir dehşete kapılıp hocası Kuşeyrî’nin yanına gitti. Fârmedî’nin anlattıklarını dinleyen Kuşeyrî; “Ar-tık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak.” dedi. Yine Fârmedî, şeyhi Kuşeyrî’nin hamam-da bulunduğu bir sırada ihtiyaç duyduğu suyu, kendiliğinden ve şeyhi istemeden getirip ka-pısına bırakıvermişti. Onun bu inceliğini gören üstadı; “Sen bu feraset ve hizmet anlayışınla bizlerin yetmiş yılda elde ettiğini bir defada edindin. Allah (c.c.) seni yüceltsin.” diye dua etmişti. Kuşeyrî’nin hayret ettiği ondaki bir baş-ka olay ise şu şekilde gerçekleşir: Fârmedî bir süre daha üstat Kuşeyrî ile mücâhede eğitimi-ne devam eder. Bir gün kendisini amansız bir hâl kaplar ve o hâl içinde yok olur. Durumu üs-tadı Kuşeyrî’ye anlatır. “Ebû Ali! Benim gücüm bundan daha fazla değil. O hâl bundan yücedir,

onun yolunu bilmiyorum.” der. Gönlünde do-

ğan bir fikir gereğince, kendisini bu makam-

dan daha yükseğe ilerletecek bir pîr ihtiyacı-

nı hisseder. Hatta zamanla şeyhi Kuşeyrî’den

farklı bir tutum sergilediği de olur. Örneğin

Kuşeyrî, Hallâc-ı Mansur’un çizgisini, söylem ve

üslûbunu benimsemezken, Fârmedî Hallâc’ın

hâli ve seyri hakkında saygın bir tutum sergile-

miş ve kendisine tazimde bulunmuştur.

Dili ve Gönlü Açıldı

Yeni bir mürşide ihtiyacı bulunduğunu an-

layan Fârmedî, ününü duyduğu Ebû’l-Kâsım

el-Gürgânî ile görüşmek üzere Tûs’a gider.

Fârmedî, Ebû Osman el-Mağribî ve Cüneyd-i

Bağdadî’nin halifesi olan Gürgânî ile görüşüp

tanışmasını şu şekilde anlatmaktadır:

“Şeyhim Kuşeyrî’nin dünyasını aşan hâlleri

yaşamaya devam ediyordum. Hatta bu hâller

her geçen gün gittikçe artıyordu. Daha önce

Ebû’l-Kâsım Gürgânî’nin adını işitmiştim. Tûs’a

gittim. Şeyhin yerini bilmiyordum. Şehre vardı-

ğımda şeyhin yerini sordum. Tarif ettiler, vardım.

Müridlerinden bir cemaatle mescitte oturuyor-

du. Ben de iki rekât tahiyyetü’l-mescit namazı

kılıp önüne vardım. Şeyh başını önüne eğmişti.

Başını kaldırıp; ‘Ebû Ali, gel.’ dedi. Selâm ve-

rip oturdum. Vakıalarımı anlattım. Şeyh Ebû’l-

Kâsım; ‘Başlangıcın mübarek olsun, şu durum-

da belli bir dereceye erişmişsin, fakat terbiye

görürsen daha yüce derecelere erişirsin.’ dedi.

Gönlümden ‘Benim pîrim budur.’ diye geçirdim

ve onun yanında ikâmet ettim.”

Ebû’l-Kâsım Gürgânî, Fârmedî’yi türlü riya-

zetlere tâbî tutar. O da verilen görevleri yeri-

ne getirmeye, riyazet ve mücâhedesinde se-

bat etmeye çalışır. Şeyhi bir gün Fârmedî ile

diğer müridi Ebû Bekir Abdullah Derâverdî’yi

Mihene’deki Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ın yanı-

na gönderir. Mihene’ye vardıklarında âdâb ve

erkânın gereğini yerine getirirler. Şeyhin hu-

zuruna vardıklarında Şeyh Ebû Said, müridle-

Dipnot

* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsile-den Altın Halkalar kitabının 127-135. sayfalarından özet-lenmiştir.

12 ŞUBAT 2017 somuncubaba 13

Page 10: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ*

“Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz;

başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah’ın yo-

lundan ayırır.”1

Bu âyetin indiriliş sebebiyle ilgili olarak

şöyle bir rivâyet vardır. Sahâbeden Abdullah

b. Mes’ûd (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: “Hz. Pey-

gamber (s.a.v.), bizim için yere bir çizgi çizdi.

“Bu, Allah’ın yoludur.” buyurdu. Sonra bu çizgi-

nin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha

çizdi. “Bunlar şeytanın her birinin başına oturdu-

ğu yollardır, ona çağırır.” dedi. Sonra şu âyeti

okudu:2 “Bu benim dosdoğru yolumdur, ona

uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi

Allah’ın yolundan ayırır.”3

İstikâmet; her türlü aşırılıktan uzak orta yol,

itidal, adâlet, Allah’a itâat ve Rasûlullah (s.a.v.)’in

sünnetine tam bağlılıktır. Bizim istikâmeti; iti-

kat, ibadet ve davranışlarımızda göstermemiz

gerekmektedir.

Mü’min olmak kolaydır, ama imanı muhâfaza

etmek zordur. Bunun için bir rivâyette Hz. Pey-

gamber (s.a.v.): “Öyle zaman gelecek ki, kişi,

mü’min olarak sabahlayacak, kâfir olarak ak-

şamlayacak; mü’min olarak akşamlayıp, kâfir

olarak sabahlayacak.” buyurmuşlardır.4 Onun

için bizler günde kıldığımız beş vakit nama-

zımızın her rek’atında, “Bizi dosdoğru yola

ilet”,5 “Hidâyetinde sâbit kıl!” diye duâ ediyo-

ruz. Ankebût Suresi’nin ilk âyetlerinde Yüce

Rabb’imiz şöyle buyurur: “İnsanlar denenme-

den (yalnız) iman ettik deyivermekle bırakılı-

vereceklerini mi sanıyorlar? And olsun onlardan

öncekileri denedik. Elbette Allah, doğru söyleyen-

leri de yalan söyleyenleri de bilir.”6

İstikâmet, Söylediği Sözün Arkasında Durmaktır

Meselâ bir Müslüman düşünelim. Ellerini

kaldırıyor, Yüce Allah’tan, “Rabb’im! eğer ben

tüccar olursam, helal ve haramı, emeğin hak-

kını gözeteceğim.” diye duâ ediyor. Rabb’imiz

duâsını kabul edip ticaretle deneyince; para

kaybı, açgözlülük, çok para kazanma hırsı, mala

olan aşırı tamah yüzünden sadâkati unutuyor

ve yalancı konumuna düşüyor.

Bir başka Müslüman, “Eğer kamuda Yüce

Allah bana bir yöneticilik verirse; adaletten,

hakkâniyet ve eşitlikten ayrılmayacağım.” şek-

linde iddialı sözler söylüyor. Cenâb-ı Hak, onu

adâlet dağıtma merciine getirince, verdiği sözü

unutuyor, zulme, haksızlığa, adam kayırma, ilti-

mas gibi ahlâk dışı işlere tevessül ediyor. Bun-

larla da kalmayıp kamu gücünü kendi kişisel

çıkarlarına âlet ediyor. Böylece doğruluk ve dü-

rüstlükten ayrılmakla istikâmetten sapıyor.

İstikâmet, Sözle Eylemin Uyuşmasıdır

Yine bir aile reisi bilge bir baba düşünelim.

Dışarıda başkalarına mutlu aile, huzurlu top-

lum adına; merhamet, şefkat, adalet gibi insânî

duygu ve değerlerden bahsediyor. Ama kendi

ailesine gelince, evinin içine dönünce, ikiyüzlü-

lük yapıyor. Eşine ve çocuklarına karşı her türlü

fizikî, psikolojik şiddet uygulamaktan geri dur-

muyor. İşte bu, istikâmet üzere olamamaktır.

İstikâmet, her yerde ve herkese karşı dürüst

davranmaktır.

İtikat, ibadet ve ahlâkta istikâmet konusun-

da Cenâb-ı Hak bizlere örnek oluşturmak için

önümüze “model şahsiyet ve güzel davranış-

lar” koymuştur. Bu konuda duâ etmemiz ve

istikâmet üzere yaşamamızın adresleri göste-

rilmiştir:

“Bizi doğru yola ilet. Kendine nimet verdiğin

kimselerin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve

sapıklarınkine değil.”7

Acaba istikâmet üzere yaşayan ve nimetleri

hak edenler kimlerdir?

“İstikâmet; her türlü aşırılıktan uzak orta yol, itidal, adâlet, Allah’a itâat ve Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetine

tam bağlılıktır. Bizim istikâmeti; itikat, ibadet ve davranışlarımızda göstermemiz gerekmektedir.”

İSTİKÂMETÜZERE YAŞAMAK

14 ŞUBAT 2017 somuncubaba 15

Page 11: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itâat ederse, işte

onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebîler,

sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. On-

lar ne güzel arkadaştırlar.”8

Kur’an-ı Kerim’de itikat ve amelde istikâmet

sahibi olanlar övülmüştür:

“Mü’minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah’a

verdikleri sözü yerine getirdiler. Onlardan bir

kısmı adağını yerine getirdi, (Canını verdi). Kimi

de (Allah için canını vermeyi) beklemektedir.

(Özlerini ve sözlerini) hiç değiştirmediler.”9 İşte

istikâmet üzere olan bu şehitler hakkında Yüce

Rabb’imiz şu müjdeli haberi vermektedir:

“Rabb’imiz Allah’tır.’ dedikten sonra dosdoğ-

ru olanların üzerine melekler iner ve ‘Korkmayın,

üzülmeyin ve size vadolunan cennette sevinin.’

(derler). Biz dünya hayatında da âhirette de sizin

dostlarınızız. Orada canınızın çektiği her şey si-

zin için vardır. İstediğiniz her şey vardır. Gafûr ve

Rahîm (Allah)’ın bir ikrâmı olarak (verilecektir).”10

İstikâmet Sahibi Olmamız Gerekir

İstikâmet, itikatta vasatîliktir, yani “orta

yol”u gözetmektir. Bunu en güzel şekilde Êhl-i

Sünnet ve’l-Cemâat zihniyeti temsil etmekte-

dir. İtikadımıza göre, “Ben Müslümanım.” diyen

ehl-i kıble tekfîr edilemez. “Ben Müslümanım.”

diyen bir kimseye, “Sen Müslüman değilsin.”

deme hakkı yoktur. Sahâbeyi hayırla anarız. İsrâ

ve Mirac haktır. Peygamberlerin mûcizeleri ve

Allah’ın velî kullarının kerâmetleri haktır. Bir

kimse büyük günah işlediğinden dolayı din-

den çıkmaz. Amel, imandan bir parça değildir;

ancak imanın muhâfazası için iman-amel bü-

tünlüğü şarttır. Mûcize ile desteklenmiş olan

peygamberler din ve dünya konusunda muhtaç

olduğumuz bilgileri bize öğretmişlerdir. İslâm

dünyasının mezhep ve etnik çatışmalara sürük-

lendiği bu zamanda bizi ateş çemberinin kena-

rından çekip çıkaracak olan Ehl-i Sünnet’in sağ-

duyuya dayalı kuşatıcı ve mûtedil sesine kulak

vermektir.

Öte yandan ibadetlerde de istikâmet sahi-

bi olmamız gerekir. Bu konuda aşırılıklardan

ve gevşekliklerden uzak durmalıyız. İşlerin en

hayırlısının ortası olduğu unutulmamalıdır. Bi-

zim için itidale tutunmak, kurtuluş simidi gibi-

dir. Hz. Peygamber (s.a.v.), ibadetlerde aşırı gi-

denleri uyarmıştır: “Ben hem oruç tutarım, hem

yerim. Geceleri ibadet ederim, hem de uyurum.

Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden

yüz çevirirse, benden değildir.”11

Netice olarak, İslâm itikat, ibadet ve ahlâkta

istikâmet sahibi olmamızı ister. Bu konuda

bizim için her konuda olduğu gibi istikâmet

konusunda da örnek şahsiyet, peygamberi-

miz Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O, yaşantısıyla

el-Müstakîm’dir. İnsanları dosdoğru yol olan

İslâm’ın yoluna çağırmış ve bu konuda kendi-

si de örnek oluşturmuştur. Geçmişte sahâbe,

tâbiîn, tebe-i tâbiîn, şühedâ, sulehâ, ulemâ,

şuarâ istikâmet mücâdelesi vermiştir. Tabakât

kitapları onların yaşanan hikâyeleriyle dolu-

dur. Hepimiz, merhum Necip Fazıl’ın haykırdı-

ğı gibi, “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz

sokak” şekline haykırarak topluma gidecekleri

istikâmeti göstermeliyiz.

Yüce Allah, bizleri istikâmetten ayırmasın.

Bu ümmeti; gazaba uğramış, sapkın, bâtıl ve

yanlış yollara düşenlerden eylemesin!..

Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

1. 6/En’âm, 153.2. Bkz. Dârimî, Sünen, Mukaddime, 23.3. 6/En’âm, 153.4. Bkz. Ebû Davud, Fiten, 2; Tirmizî, Fiten, 33.5. 1/Fâtiha, 6.6. 29/Ankebât, 2-3.7. 1/Fâtiha, 6-7.8. 4/Nisâ, 69.9. 33/Ahzâb, 23. 10. 41/Fussilet, 30-32.11. Buhârî, Nikâh, 1.

Mustafa bin Ahmed ismi, lâkapları Muslihuddin Şeyh Ebû’l Vefâ Konevî, büyük mürşidi devrinin

Maddî, mânevî ilimler, asrının âlimlerinden İrşad ile meşgul oldu, çağı bereketlendiren

Hac dönüşü Akdeniz’de, esir düştü korsanlara Rodos’ta kaldı bir süre, ışık oldu zindanlara

Ödendikten sonra fidye, kavuştu hürriyetineOrada Rumca öğrendi, bak Allah’ın hikmetine

Tekkesini İstanbul’da, halkı genelde Rum olanFakir, yoksul semtte kurdu, oldular kavî Müslüman

Fâtih devri evliyâsı, Vefâ’da kurdu dergâhı Dünyâperesti sevmezdi, zikirle meşguldü Allah’ı

Bizans’ı İslâmbol yapan, mânevîyat ordusundanEn tanınmış talebesi, Tazarrûât yazan Sinan

Soruldu: “Neden Ene’l hak demişti Hâllac-ı Mansur?”“Ene’l bâtıl mı deseydi?” şeklindeki sözü meşhur

Üç lisanda şiirleri, mücevher gibi her biriVefâ mahlasıyla yazan, büyük tasavvuf şâiri

Fî 896, Mîlâdi 1490: “İlâ rahmete Rabbih” Sözleriyle düşürüldü, göçüne ebcedle târih

“Muktedâ-yı ehl-i mânâ, Muslihuddin Ebû’l Vefâ”Kabir toprağı uşşâka, göz sürmesidir: “tûtiyâ”

Koskoca imparatorlar, unutulup gidiyorlarAllah dostlarını herkes, hayırla yâd ediyorlar...

Bekir OĞUZBAŞARAN

Ebû’l-Vefâ Hazretleri

16 ŞUBAT 2017 somuncubaba 17

Page 12: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

CAMİİ GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ

ŞEYH EBÛ’L-VEFÂ (K.S.)

İSTANBUL’DA BİR SEMTE ADINI VEREN ÂLİM:

“Dostunda kusur görme,Ak yüze kara sürme,Başına çorap örme,Derviş olayım dersen.

Haram lokmayı yutma,Hiç kimseye kin tutma,Şeyh Vefa’yı unutma,Derviş olayım dersen.”

Zamane insanlarının vefasızlığından ya-

kındığımızda “Vefa bazıları için bir semt

adıdır.” deriz. Peki, bu semtin adının ne-

reden geldiğini kaçımız biliriz? İşte bu yazımızda

bu kadim semte adını veren bir Allah dostundan,

Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü’l Vefâ ‘dan bah-

sedeceğiz. Onun din-i İslâm’a hizmetlerinden,

hikmetli davranışlarından bahis açacağız.

İstanbul’un tarihî bir semtine adını vermiş

olan Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü’l Vefâ,

rivayetlere göre Konya’da doğmuştur. Doğum

tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, vefat

tarihi hicri 896’da, Ramazan ayının ilk Pazar-

tesi günü, milâdi 1491 senesidir. 

Babası Ahmed Sadri Efendi’dir. 

Bu Hakk ve hakikat dos-

tu, Zeyniyye tarikatının

Vefâiyye kolunun kuru-

cusudur. Kendisi “Vefâ,

İbnü’l Vefâ, İbn Vefâ,

Vefâzâde, Ebû’l-Vefâ”

gibi lakaplarla anı-

lır.  “İbnü’l Vefâ” «ve-

fanın babası” demektir.

Mutasavvıf bir şair olan

bu Allah dostu, şiirlerinde

“Vefâ” lakabını sıkça kullanmış-

tır. “İbn Vefâ” lakabını annesinin adı

olan Vefâ’dan aldığı söylenir. Şeyh Vefa Hazret-

leri Konya’da doğduğu için Vefa Konevî olarak

anılmıştır.

İstanbul’da Vefa semtine adını veren, Fatih

Sultan Mehmet devrinin meşayihlerinden biri

olan Ebû’l Vefa, dönemin hatırı sayılır, büyük

âlimlerindendir. Doğduğu yer olan Konya’da

okumuş ve orada velilik makamına erişmiştir.

Konya’dayken çok sayıda talebesi onun rahle-i

tedrisinden geçmiştir. Konya’daki talebeleri

arasında Karamanoğlu İbrahim Bey de vardır.

Çok ibadet eden Şeyh Vefa, Kur’an’ın sadık

bendelerinden biriydi.

İstanbul’un fethedilmesi bütün Müslüman-

lar gibi, Ebû’l Vefa’yı da çok mutlu eder. O, Hac

farizasını yerine getirdikten sonra İstanbul’a

gelir ve bugünkü adıyla Vefa semtine yerleşir.

O, buraya geldiğinde semtin nüfusunun çoğun-

luğu Rumlardan oluşmaktaydı. Onlara sevgi ve

hoşgörüyle davranan Şeyh Vefa, birçok kişinin

hidayetine de vesile olmuştur. Rum ahalisi

de ona büyük saygı ve hürmet gösterir. Onun

Muhammedî ahlâkından etkilenenler, hiç te-

reddüt etmeden İslâm’ı seçerler. Zira o, ilmiy-

le âmil bir Allah dostuydu. Onu görenler, onun

sadık talebesi olmak için adeta birbirleriyle

yarışırlar. Birçok şair, müzisyen ve âlim

onun ziyaretine gelerek kendisi-

nin vaaz ve nasihatlerinden

istifade eder. Bu arada

Konya’dan talebeleri

de gelir yanına. Bunlar

arasında bürokratlar,

askerler ve paşalar da

vardır.

Şeyh Ebû’l Vefa aynı

zamanda tarikat ehli bir

şairdir. Allah ve peygam-

ber aşkını gönüllere nakşe-

den bu Hakk dostunun şiirleri

çok beğenilmiş, yıllarca ilâhî olarak

okunmuştur. Bu şiirlerden birinde canından

çok sevdiği Peygamber Efendimizi şöyle anla-

tır: “Mefhari cümle cihansın ey şefaat madeni/

Mekke’de doğdun Medine içre kıldın meskeni/

Vuslatınla biz fakiri eyle mesrur Yâ Gani/Düş-

tü gönlüm Yâ Muhammed canım arzular seni/

Cürm ü isyan ile geldik şanına düşen kabûl/

Hem şefaattir ricamız hazretinden Yâ Resul/

Reddedip bizi kapından etme sultanım melul/

Düştü gönlüm Yâ Muhammed canım arzular

seni/Enbiyanın serverisin Yâ Muhammed Mus-

tafa/Nur-i vechin perveri hep âleme verdi ziya/

Asitanında kulundur bu imam-ı Şeyh Vefa/Düş-

tü gönlüm Yâ Muhammed Mustafa”

Foto: Orhan DİNÇ18 ŞUBAT 2017 somuncubaba 19

Page 13: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Ebû’l Vefa’nın eserleri şunlardır: “Makâm-ı

Sülûk” (Tasavvuf ile ilgili olup, Türkçe manzum

bir eserdir), Şâz-ı İrfân (Türkçe ve manzum bir

eserdir), Evrâd-ı Vefa (Dua ve zikirlerden oluşan

nesir bir eserdir), Risale-i Manzume-i Şeyh Vefa

(Arapça şiirleri yer almaktadır), Rûznâme-i Vefâ

(Yaşadığı dönemin güncel olaylarını aktarmış-

tır.)

İlâhî aşkın ateşiyle yanıp tutuşan Şeyh Ebû’l

Vefa Hazretlerinin dilinden düşürmediği şu

duası ne kadar da manidardır: “Ya Allah!Dünya

ve ahirette karşılaşacağım her bir korku için

“lailahe illallah”ı, her keder ve üzüntü için

“maşaallah”ı, her bir nimet için “elhamdülillah”ı,

hayret verici her şey için “subhanallah”ı, her

bir günah için “estağfirullah”ı, her darlık için

“hasbunallah”ı, her bir ölüm ve musibet için

“inna lillahi ve inna ileyhi raciun”u, her bir kaza

ve kader için “tevekkeltu alallah”ı, her bir itaat

ve isyan hareketi için “la havle vela kuvvete illa

billahil aliyyul azîm”i hazırladım. Ey Rabbim...

Bize arttır da eksiltme, bizi şereflendir de hor

ve hakir kılma, bize ver de mahrum bırakma,

bizi seç de üzerimize ihtiyar etme. Bizden razı

oluver, bizden kabul eyle. Ey Kerem sahibi! Ey

esirgeyenlerin en merhametlisi! Duamı kabul

eyle. Hamd, âlemlerin Rabbine mahsustur.”

Çağ Açıp Çağ Kapayan Fatih’in, Dergâhın Kapısını Açamamasının Hik

Büyük Fatih, 1453’te İstanbul’u Bizans’tan

alarak yeni bir çağı başlatmıştır. Dünyanın gözü

onun üzerindedir. Fatih Sultan Mehmet’in, fe-

tih sonrası İstanbul’a çağırdığı yüzlerce ilim ve

mâneviyât büyüğü arasında, Şeyh Vefa Hazret-

leri de vardır. Harabe sayılabilecek bir Bizans

semtine yerleşen bu Allah dostu, burayı kısa

sürede mamur hâle getirmiştir.

Günümüzde “Vefa” adıyla anılan semt, Şeyh

Vefa Hazretlerinin bir hatırasıdır. O, burada ku-

rulan medresede bir taraftan talebelere ders

vermiş, bir taraftan da ihtiyaç sahiplerine yar-

dım elini uzatıp onların gönüllerini fethetmiş

ve onların Müslüman olmalarında rol oynamış-

tır. Bu köhne semt bu Hakk ve hakikat dostunun

buraya gelmesiyle bir ilim, hikmet, maneviyat

ve ilâhî aşk merkezi olmuştur. Burada yüreklere

birlik, beraberlik ve kardeşlik tohumları ekil-

miştir. Bu büyük Hakk dostu bu semte manevî

imzasını atmıştır.

Şeyh Ebû’l Vefa Hazretlerinin ardından nice

ibretli rivayetler anlatılmıştır. Onun İstanbul’a

gelişinin hikâyesi de pek enteresandır: «Hac

görevini yerine getirmek için memleketi

Konya’dan Antalya’ya, oradan da Mısır’a geç-

mek için gemiye binen Şeyh Vefa, kız karde-

şiyle birlikte Rodos korsanları tarafından esir

düşürülür. Olayı duyan Karaman Emiri İbrahim

Bey fidye karşılığında Şeyh Vefa ve kız kardeşi-

ni esirlikten kurtarır. Olayın ardından İstanbul’a

yerleşen Şeyh Vefa, burada ibadetle meşgul

olur. Burayı bir aşk diyarına çevirir. Fatih Sultan

Mehmet de Şeyh Vefa adına semte bir çeşme ve

çifte hamam yaptırır. Herkesin Şeyhi çok sevdi-

ği bu semt, kısa süre sonra Vefa adıyla anılmaya

başlar ve günümüze gelir.

Ebû’l Vefa sıra dışı bir insandı. Rivayetle-

re göre Fatih Sultan Mehmet, Akşemseddin’in

olmadığı günlerden birinde Şeyh Ebû’l Vefa

ile tanışmayı murat eylemiştir. Fakat incelik

göstererek şeyhi huzuruna çağırmak yerine, o

şeyhin huzuruna gitmiştir. İstanbul’un manevî

dinamiklerinden biri olan Ebû’l Vefa, İstanbul’u

fethederek çağ açıp çağ kapayan koca Fatih

Sultan Mehmet’i dergâhının kapısından dön-

dürmüştür. Bu durum farklı zamanlarda üç defa

cereyan etmiştir. İlk bakışta bu bir kibir işareti

olarak görülse de hakikat çok farklıdır. Gelin bu

enteresan hikâyeyi bir dost kalemden dinleye-

lim:

“Fatih Hazretleri,  velilerin ziyaretlerin-

den büyük bir huzur bulurdu. Onların feyz ve

berekâtından gönlü feyz ile dolar ve taşardı.

Bir gün, zamanın evliyasından Şeyh Ebû’l-Vefa

Hazretleri’ni ziyaret etmeyi çok arzuladı. Erkânı

ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne gör-

sün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendi-

sine kapatılmıştı. Hünkâr  üzüldü. Rengi soldu.

İçeride Ebû’l-Vefa Hazretleri de aynı durumda

idi. Mürîdan da, edeben bir şey soramıyorlardı.

Fakat içlerinden  “Bu ışın sırrı nedir?”  diyerek

hayretle hadisenin seyrini merak ediyorlardı.

Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı,

müjdeli bir hadis-i şerifin tecellîsine mazhar

olan zata kapatılmıştı’?  Fatih,  mahzun bir şe-

kilde geri döndü. Bir çağ kapayıp, bir çağ açan,

20 ŞUBAT 2017 somuncubaba 21

Page 14: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gö-

nül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan

geri dönmüştü.

Aradan bir zaman geçtikten son-

ra Hünkâr, yine hassas kalbinin derinliklerinden

gelen bir heyecan ile Ebû’l-Vefa Hazretleri’ni zi-

yarete hazırlanıp, erkânı ile tekrar oraya gittiler.

Yine aynı manzara, kapı kapalı! Hünkâr’ın deh-

şeti arttı. Yaverine: “Kemal-i edeb ile huzûra gir!

Anla bu iş neyin nesi? Bu muamma nedir? Bu ne

acep bir hâldir?” dedi. Yaver huzûra girdi. Ebû’l-

Vefa Hazretleri  yavere dedi ki: “Hünkârımız

Fatih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Bu-

raya girer de bizim âlemimizdeki zevki tadarsa,

bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine

dönmez. Lakin bu mülk ve ümmet O’na emanet-

tir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip onun

yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar gö-

rür. O da, ben de günahkâr oluruz. Sonra; ruhu

buranın manevî havası ile dolacak, neyi varsa

buraya getirip infak edecek. Dula, yetîme, ga-

ribe, bîçareye ve bîkese gidecek olan imkânlar,

buraya akacak!. Aynı zamanda mürîdânın gön-

lüne dünya muhabbeti girecek, düzenimiz bo-

zulacak!..

Hünkârımız Efendimiz’e bizler buradan dua

ve teveccüh hâlindeyiz.. Gönlümüz, gönlünün

içindedir...”  buyurdu. Yaver huzurdan ayrılıp,

tekkenin kapısında merakla neticeyi bekle-

yen  Hünkâr’a  bu sözleri nakledince, Hünkâr

sordu: “Hazret bu hislerini ifade ederken nasıl-

dı?” Yaver: “Hünkârım Ebû’l-Vefa Hazretleri, Bu

sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicrân

ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar

dökülüyordu“  dedi. Fatih,  başını önüne eğdi.

Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir

gece gibi başka bir âleme döndü. Gözleri nem-

lenerek, bahar dallarında biriken şebnemler

gibi yaşlar dökülmeye başladı. Onunla hayat

boyu bir daha görüşmek kendisine nasip olma-

dı. Vaktaki Fatih’in vefatı haberi gelince, Ebû’l-

Vefa Hazretleri  saraya gitti.  Hünkâr’ın cenaze

namazını kıldırdı. ”

Dipnot

1. TDV İslâm Ansiklopedisi, Merkez Efendi Külliyesi Maddesi, M. Baha

Tanman, cilt, 29, s. 202-205.

Ruhları Dirilten Manevî Bir Atmosfer: Şeyh Vefa Külliyesi

İstanbul’un maneviyat merkezlerinden biri

de kısa zamanda bir ilim merkezi hâline gelen

Şeyh Vefa Külliyesi’dir. Burada edebiyat, güzel

sanatlar ve musiki de icra edilir. Söz konusu

külliye cami, medrese, hânekah, çifte hamam,

imaret, tabhane, kütüphane, çeşme ve türbe

gibi çeşitli unsurlardan meydana gelmektedir.

Şeyh Vefa Camii ve çifte hamamı, Fatih Sultan

Mehmet tarafından, devrin ileri gelen muta-

savvıflarından ve Zeyniyye tarikatı şeyhi Musli-

huddin Mustafa Efendi adına yaptırılmıştır. Asıl

cami ve  hamam yıkılmış olup, cami önündeki

hücre (şeyh odası), türbe ve medresenin bir

kısım duvarları ile bir çeşme, günümüze kadar

ayakta kalabilmiştir. Fatih zamanında oluştu-

rulmaya başlanan Şeyh Vefa Külliyesi, Sultan II.

Bayezid zamanında yapılan ilâvelerle geniş bir

külliye hâline getirilmiştir.

Külliyenin önemli binalarından biri Şeyh

Vefa Camii’dir. Cami külliyenin merkezinde yer

almaktadır. Caminin güneyinde mihraba bitişik

bir hücre, caminin güney batısında Şeyh Vefa

Türbesi, kuzeyinde ise muhtemelen “U” şeklin-

de cami ile ortak avlulu medrese ve hânekah

yer almaktadır. Şeyh Vefa Camii’nin 881/1476

tarihinde yapıldığı anlaşılmaktadır.  Fatih tara-

fından yaptırılan cami 1757’de köklü bir ona-

rım geçirmiştir.

Şeyh Ebû’l Vefa beş asırdan beri İstanbul’un

manevî misafiridir. İstanbul’un tarihî bir sem-

tine ismini veren Şeyh Ebû’l Vefa’nın türbesi

kendi ismi ile anılan caminin haziresinde bulu-

nuyor. Hazirede yaklaşık 450 kabir mevcuttur.

Bunlardan ancak birinde Zeyniyye tarikatına

mensup mezar taşı şekline rastlanmaktadır.

Şeyh Vefa haziresinde bulunup gözden kaçı-

rılan yapılardan birisi Lala Paşalar Türbesidir.

Batı hazirede yer alan bu türbede Lala Mehmed

Paşa, Lala Ramazan Paşa ve bir kişi daha med-

fun bulunmaktadır. 

Maneviyat mimarı Şeyh Vefa’nın türbesi, ca-

minin güneyinde, Vefa Caddesi’ne açılan kapı-

nın yanında yer almaktadır. Kitabesine göre bu

türbenin 896/1491 senesinde inşa edildiği an-

laşılmaktadır.  Bir sıra kesme taş, üç sıra tuğla

münavebesiyle bina edilen kare planlı türbe,

Bursa üslubu inşa geleneğini sürdürmektedir.

İçte de kare plan şemasını muhafaza eden tür-

benin üstü ahşaptan ters tavanla örtülüdür. Tür-

benin ortasında, birisi İbnü’l-Vefa hazretlerine

ait, beş sanduka yer almaktadır. Sandukalardan

ikisinin Şeyh Vefa’nın halifelerinden Şeyh Ali

Efendi ve Şeyh Davud Efendi’ye ait olduğu bi-

linmektedir.

Köhne bir Bizans semtini, gelişiyle bir mane-

viyat merkezi hâline getiren Şeyh Ebû’l Vefa’nın

Türbesinde şu beyit yazılıdır: “Muktedây-ı ehl-i

mânâ, Muslihuddin Ebû’l-Vefâ/Uyûn-i uşşâka

hâk-i merkadidir tûtiyâ” (Anlamı: Muslihuddîn

Ebû’l-Vefâ, mânâ ehlinin, evliyânın uyduğu

kimsedir. Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine

sürmedir.)

Bu dünyadan her fâni gibi bir Şeyh Ebû’l

Vefa Hazretleri gelip geçti. O, 1491 senesinde,

geride binlerce talebe bırakarak ebedî âleme

göçtü. Bütün Hakk ve hakikat dostları gibi o

da gök kubbede hoş bir seda bıraktı. Fatih Sul-

tan Mehmet’in cenaze namazını kıldıran Ebû’l

Vefa’nın cenazesine dönemin padişahı Sultan

Beyazıt da katılmıştır. O öyle yüce ruhlu bir in-

sandı ki ölümünün ardından sadece müminler

değil, gayri müslimler de gözyaşı dökmüştür.

Allah kendisini cennetiyle ve cemaliyle müşer-

ref kılsın.

Şeyh Ebû’l Vefa Çilehanesi

22 ŞUBAT 2017 somuncubaba 23

Page 15: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Muhabbet duruluk, saflık, beyazlık an-

lamında bir kelime olup, gönülde ço-

ğalan insanın iç âlemini aydınlatan

bir manevi incidir. Seven, sevgiliyi her şeye ter-

cih eder. Tasavvuf ehli büyükler muhabbeti şu

cümlelerle ifade buyurmuşlardır:

“Sevgilinin isteklerine kalbin muvafakat et-

mesidir.”

“Senden gelen çok şeyi az görmen, sevgi-

linden gelen az şeyi çok görmendir. (Bayezid

Bistamî)”

“Sevenin sıfatlarının yerini sevgilinin sıfatla-

rının almasıdır.” (Cüneyd Bağdadî)

“Bütün benliğini sevdiğine vermendir, artık

sana senden hiçbir şey kalmaz.” (Ebu Abdurrah-

man Kureşî)

“Kalbinden sevgiliden başkasını yok etmen-

dir.” (Şiblî)

“Muhabbet dalları kalbe dikilen bir irade

ağacıdır ve bu ağaç taat ve muvafakat meyvesi

verir.”

“Muhabbet, sevenin sevgilisinden gelen na-

sibini ve ona olan ihtiyacını unutmasıdır.”

“Avunma iç tesellisinden her ne olursa olsun

uzak durmaktır.”

“Kalpte sevenin muhabbetinden başka bü-

tün muhabbetlerin düşmesidir.”(İbn Fazl)

“Muhabbet bütün benliğinle bir şeye mey-

letmen, sonra onu kendine, ruhuna ve malına

tercih etmen, sonra gizli ve aşikârane onunla

birleşmen ve onun sevgisinde kendi noksanını

bilmendir.” ( Muhasibî)

“Muhabbet gücü sarf etmek, sevgiliye itiraz

etmemektir.”

“Muhabbet sevgilinin kulu kölesi olmak ve

fakat ondan başkasına köle olmamaktır.”

“Muhabbet cefa ile azalmayan iyilikle art-

mayan şeydir.” (Yahya b Muaz)1

Muhabbetin en zirve noktası olan aşk hak-

kında Ahmet Yesevî Hazretleri şöyle buyuru-

yorlar: “Aşk, bir hâlde, bir hâle kavuşmaktır. Âşık

o kişidir ki, bir defa ‘Allah’ der, çakmak gibi şevk

ateşinden tutuşur. İhlâs ona yüz gösterir, mari-

fet kandili aydınlanır, muhabbet mumu erimeye

başlar. Derviş o vakit seccâde üstünde pervâne

(kelebek) gibi uçmaya başlar ve rûhânî âlemde

yüzünü duâ dergâhına çevirip şükreder.”2

“Allah Onlardan Razı Olmuştur”

Muhabbet ehli olup rıza makamına ulaşan-

lar Kur’an’da, “Allah onlardan razı olmuştur.

Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.”3şeklinde

övülmüşlerdir. Ayet-i kerimedeki rızanın; biri

Allah’ın kulundan razı olması, diğeri kulun

Allah’tan razı olması şeklinde, iki yönünün ol-

duğunu çıkarmak mümkündür. Ayetlerdeki sı-

ralamadan da anlaşılacağı üzere Allah’ın rızası,

kulun rızasından öncedir. Allah’ın kulundan razı

olması, onu, emirlerine uyan ve yasaklarından

kaçan bir halde görmesidir. Kulun Allah’tan razı

olması da, kulun Allah’ın koyduğu hükümler-

den ve mukadderattan rahatsız olmamasıdır.4

Muhabbet ehli olan kişi, hissettiği derin sev-

gi nedeniyle acıyı hissedemez hale gelir, sevgi

acıyı örter. Bu hal savaş esnasında yüksek öfke

ve korkudan dolayı kişinin yaralandığını fark

etmeyip, bunu ancak kanı görünce anlamasına

benzer. Aynı şekilde bir kişi, kendisi için önemli

bir şey düşünürken, ayağına diken battığını fark

etmeye bilir. Bütün arzusu sevgilisi ve onu gör-

mek olan mahbubun hali de buna benzer. Onu

üzecek pek çok olayla karşılaştığı halde, aşırı

derecedeki sevgisi nedeniyle üzüntüyü hisset-

mez. Eğer bu sıkıntı başkasından değil de sevdi-

ğinden geliyorsa, sıkıntıları hiç duymaz. Sûfîler

içinde bu durumun örneği çoktur: Sehl’in bir

hastalığı vardı, fakat tedavisiyle ilgilenmezdi.

MUHABBET VE RIZA MAKAMINDA

EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ

“Ey Sevgili! Benim seni ne kadar çok sevdiğimi söylememin bir anlamı yok. Ne söylesem boşunadır. Ancak sen beni seversen bir bendeniz olarak hoşnut bir halde muhabbet ve rıza makamına

ulaştırırsan bu da senin ihsanındır.”

“Sevdim demekle mümkün değil ki sevem seniCanım meğerki sen sevesin bendeni hubb-ı rızâ senin”

24 ŞUBAT 2017 somuncubaba 25

Page 16: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

“İkram sahibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifat etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir.” di-yerek cevap verdim. Bunun üzerine:

“Bir müddet bekle, işi anlarsın.” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı mu-habbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir? Senden midir?” buyurdu. Sevginin ondan olduğu anlaşıldı.

Bu hakikatin şiir lisanıyla izahını yapan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri de şöy-le buyuruyor:

Sevdim demekle mümkün değil ki sevem seni

Canım meğerki sen sevesin bendeni hubb-ı rızâ senin7

(Ey Sevgili! Benim seni ne kadar çok sevdi-ğimi söylememin bir anlamı yok. Ne söylesem boşunadır. Ancak sen beni seversen bir bende-niz olarak hoşnut bir halde muhabbet ve rıza makamına ulaştırırsan bu da senin ihsanındır.)

Allah’ın Dostlarını Sevmek

Şâh-ı Nakşbend Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle nakleder:

“Kudsî bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki, Yüce Allah Davud Peygamber’e hitap ederek:

‘Ey Davud! Beni dost edin (sev), benim dostla-rımı dost edin ve beni kullarıma sevdir.’ buyurdu.

Davud Peygamber:

‘Ya Rabbi! Yüce zatını dost tutarım (severim). Seni dost edinmeye ve senin dostlarını da dost edinmeye gücüm yeter. Lâkin senin muhabbetini kullarının kalbinde var etmeye gücüm yetmez.’di-yerek aczini izhar eyledi.

Bunun üzerine Yüce Allah:

‘Ey Davud! Her zaman, benim kullarıma olan nimetlerimi onlara duyur, onlar için sunduğum ikramlarımı bir bir hatırlatmaya devam et. Böy-le yaparsan, onların kalplerinde bana karşı sevgi uyandırır ve beni sevdirmek için başarı elde eder-sin.’ buyurdu.”

Yine Şah-ı Nakşbend Hazretleri şöyle buyur-muşlardır:

“Bizim sohbetimizde bulunan kimseler ara-sında, bazılarının kalplerindeki muhabbet to-humu başka şeylere bağlılığı sebebiyle geliş-mez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalplerine başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan bazılarının da kalplerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böy-le olanların kalplerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz.”8

Allah’tan Başka Şeylerden Muhabbet Bağını Kesmek

Müridlerden biri Nakşbendî yoluna girişini ve geçirdiği bazı tecrübelerini anlattıktan sonra hamd ü sena ile şöyle demiştir:

Hâce Nakşbend Hazretleri beni tenkit ede-rek dünya muhabbetini kalbimden çıkardı ve beni terbiye etti. Hamdolsun, Hâce’nin tenkit-lerinden ve o imtihanından sonra kalbimdeki dünya muhabbeti mahvoldu, silindi ve tevek-kül sıfatı kalbime yerleşti. Hâce Hazretleri şöyle demiştir:

Hazret-i Azîzân mürşidlerine:

“Dervişlik nedir?” diye sordular. Onlar da:

“Yaratılanlardan (mâsivadan) ayrılıp Yaratan’a bağlanmak ve O’nunla olmaktır.” diye karşılık verdiler.

Büyüklerden biri de şöyle demiştir:

“Allah’tan başka şeylerden muhabbet ba-ğını kesip, onların zararından kurtulan hakiki mü’mindir.”

Kim arzu ve isteklerinden uzaklaşıp sabre-derse gerçek mümin olur.

Bütün varlıklardan; göklerden ve gökteki-lerden, yerlerden ve yerdekilerden ilgini kur-tarırsan, onlara erişip erişmeme derdinden kurtulursun. Görüp görmediğinden, sahip olup olmadığından, bekleme külfetinden, her türlü sınanma (ibtila) ve sıkıntılarından kurtulursun.

Neden böyle yaptığını soranlara; “Ey dost, sev-

gilinin darbesi acıtmaz.” demiştir. Bir rivayette;

Cüneyd, Serî Sakatî’ye, “Seven kimse, belanın

acısını duyar mı?” diye sorar. Serî, “Hayır.” der.

Cüneyd, “Kılıç darbesi dahi olsa da mı?” diye

sorusunu tekrarlayınca Serî; “Evet kılıç yarası

olsa da acısını duymaz.” diye cevap vermiştir.

Mısırlı kadınların Yusuf’un güzelliğinin karşısın-

da ellerini kestiklerini fark etmemeleri de bu

durumun örneklerindendir. Daha önce geçen

üns makamında da benzer durumlar zikredil-

miş, üns halinin rıza haliyle olan yakınlığından

söz edilmiştir.5

Seven kişi, sevgiliden gelen eziyet ve sıkın-

tıyı, sevgisinin yoğunluğundan hissetmeyeceği

gibi sevgiliden gelen her şey -buna sıkıntı ve

eziyetler de dâhildir- muhabbet ehline hoş ge-

lir. Rabia, “Kul ne zaman Allahu Teâlâ’dan razı

olur?” sorusuna, “Musibete duyduğu sevinç,

nimete duyduğu sevinç kadar olduğu zaman.”

demiştir.

Muhabbet Hoşnut Olmaktır

Musibetlere gönülden rıza göstermek, an-

cak muhabbet halini yaşamakla mümkündür.

Yukarıdaki örneklerde musibet tanımlamasıyla;

malda eksilme, dünyevi bakımdan zarar görme,

sevdiklerini yitirme, hastalık gibi kişiye ağır ge-

len, onun tarafından hoş görülmeyen haller kast

edilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken ince

bir nokta vardır. Rıza makamında bir kişinin başı-

na gelen musibetler, onun günahları neticesinde

kendisine dünyada verilen cezalar değildir. Bu

musibetler, onun için bir rahmet, bir imtihandır.

Muhabbet ve rıza makamları da aralarında ne-

den sonuç ilişkisinin olduğu iki önemli makam-

dır. Nitekim bu iki makamın faziletinin gösterge-

lerinden biri, kul için yalnız dünyada değil ahi-

rette de devam eden makamlar olmasıdır. Rıza

makamı, muhabbetin yanında tevekkül, kanaat,

zühd, sabır, şükür gibi makamlarla yakın temas

halindedir. Mekkî; “Rıza makamının başı sabır-

dır, sonra kanaat gelir, ardından sırasıyla zühd,

muhabbet ve tevekkül gelir.” demiştir. Sâlik ba-

şına olumsuz bir durum geldiğinde sabır gös-

terir, daha kötüsü olmadığı için şükreder. Varlık

da yokluk da onun için birdir. Çünkü salik zühd

sahibidir. O nedenle varlığa sevinmez yokluğa

üzülmez, bu manada lehte ve aleyhte tercih ve

istekte bulunmaz. Çünkü Rabbinin hikmetini ve

tedbirini iyi bilir. Bütün sebepleri yerine getirip,

sonuçta Allah’ın takdirine itiraz etmez, kanaat ve

tevekkül eder. Tüm bu iyi nitelikler kulu, Allah’ın

takdir ettiği her şeyden hoşnut olmaya götürür.

Zira gerçek manada Allah’ı seven bir kul için bu

durum, doğal bir sonuçtur.6

Alâeddîn-i Attâr Hazretleri anlatıyor: “Şâh-ı

Nakşbend Hazretleri beni kabul edince, onu o

kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrılamayacak

hâle geldim. Bu hâlde iken, bir gün bana dönüp:

“Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?”

buyurdu.

26 ŞUBAT 2017 somuncubaba 27

Page 17: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Bu yolda varlık perdesinden daha büyük bir perde, varlık felaketinden daha büyük bir fela-ket olamaz.9

Dünya Sevgisini Bırakmak

Şeyh Şâdî anlatıyor:

- Ne zaman ki, Hâce Muhammed Şah-ı Nakş-bend Hazretleri’nin bağlısı olmakla şereflen-dim, ondan sonradır ki bende bir kerem ve cö-mertlik sıfatı peyda oldu.

Bir gün yüz dinar param vardı. Ev halkım, “Bu altınları sakla.” diye bana tembihte bulundular. O vakit bende mala karşı kesin bir zaaf bulundu-ğundan bunlara muvafakat eyledim. Buhara’ya geldim ve yanımda saklı bulunan altınlardan bir sağrı pabuç ile diğer bazı gerekli eşyalar aldım. O sağrıdan yapılan pabuca Buhara’da “Kıymuht çizmesi” denirdi ve çok kıymetliydi.

Bunlar ile Kasrıârifan’a doğru yola çıktım ve Hâce Hazretleri’nin huzuruna vardım. Bir müd-det istirahat ettikten sonra,

“Ey Şâdî, Buhara’ya niçin geldin?” diye sual ettiler. Ben de:

“Efendim, bazı işlerim vardı.” diyerek kısaca esas maksadımı gizleyerek cevap verdim. Bu-nun üzerine:

“Kalk, yanında bulunan yüz dinar ile satın aldı-ğın çizme ve diğer eşyayı buraya getir.” diye emir buyurdular. Derhal hepsini huzuruna getirdim.

“O sakladığın dinarları da getir.” dediler. Hepsini getirip huzurunda durdum. Mübarek yüzlerini bana çevirip:

“Ey Şâdî! Sen dünya talep ediyorsun!.. Fakat fakr yolunda bu caiz değildir. Bu yüce taifenin işi, bu âlemin ötesidir. Bugünden itibaren sa-kınıp bu gibi şeyleri alıp biriktirmekle meşgul olmayasın! Ve tevekkül eyvânını zaf-ı yakîn ile harab etmeyesin!..”

Muhammed Parsâ Hazretleri’nin ilâhî mu-habbet hususundaki kelamlarıyla yazımızı ta-mamlayalım:

“Muhabbet bulunmaz bir cevherdir. Muhab-

bet davasında bulunmak kolaydır. Bir kimse

kalkıp kendini âşıklardan sayabilir. Fakat hakiki

muhabbetin burhanları, nişanları vardır ki insan

bunları aramalıdır.

Bunun alametlerinden sadece ikisi:

Fedakârlık, münacata düşkün olmak ve ibadet

kendisine kolay gelmektir. Hakiki muhabbet

ehli gece olduğu zaman her türlü zahmeti bir

tarafa bırakır, münacaata başlar. Dostu kendisi-

ni beklerken, gece sabaha kadar uyuyan sakın

dostluktan bahsetmesin!

Muhabbet ehline ibadet kolay gelir; ağırlığı

kalkar. İbadette bulduğu zevki başka hiçbir şey-

de bulamaz.

Dostun yani hakikatte sevdiğini iddia ettiği

Yaratıcının kullarına müşfik olur. Dostuna isyan

edenlere ve kâfirlere karşı sert olur. Çünkü ‘O

(mü’minler) kâfirlere karşı sert, kendi aralarında

ise merhametlidirler.’10 buyurulmuştur.11

Dipnot

1. Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed Gazâli, İhyâuUlûmi’d-Dîn, Beyrut:Dâru’l-Kalem,t.y.,c.4, s.275; Kalp-lerin Keşfi (Mükâşefetu’l-Kulûb), Abdulhalık Duran (çev.), İstanbul, Yeni Şafak, 2005, s.71. 48; Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, DİA, c.30, TDV Yayınları, İstanbul, 2005, Ebû’l-Kasım el-Kuşeyrî, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye, Abdü’l-Halim Mahmud-Mahmud b. Şerif (tah.) Kahire, Darüş-Şa’b, 1989,s.520; İbn Arabî, İlahi Aşk, Mahmut Kanık (çev.), İs-tanbul: İnsan Yayınları, 2006, s.30.

2. Tosun, Necdet, Yesevî’nin İki Farsça Risâlesi, Ahmet Yese-viÜnv. Yay., 2016, s. 67.

3. 5/Maide, 119; 9/Tevbe, 100; 58/Mücadele, 22; 98/Beyyine, 8.

4. Çubukçu, Hatice, EbûTalib El-Mekkî ve Ebû Hamid Muham-med El-Gazalî’de Muhabbet Anlayışı, Ondokuz Mayıs Üni-versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Samsun, 2010, s. 143.

5. Çubukçu, age., s.144.

6. Çubukçu, age., s.146.

7. Ateş Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Meh-met Akkuş-Ali Yılmaz) Nasihat Yayınları, Ankara, 2006, s.159.

8. Sağıroğlu, Ekrem, Şah-ı Nakşbend, Yasin Yayınları, İstan-bul, 2001, s.228

9. Sağıroğlu, age., s. 254.

10. 49/Fetih, 29.

11. Sağıroğlu, age., s.413.

Bol keseden harcıyorsun,Sözlerini israf etme!..Yalnızca Hak yolu görsün,Gözlerini israf etme!..

Dînimiz cömertlik dîni,Kanaatle yap işini!İyi öğren geçmişini,İzlerini israf etme!..

Nefsimiz verdikçe azar,Cimriye göz kırpar mezar,Sürükleyip pazar pazar,Dizlerini israf etme!..

Sarf et, kazan cennetini,Dostça paylaş servetini,Bil güzlerin kıymetini,Yazlarını israf etme!..

Celil, yoksulları gözet,Huzur bulsun şu memleket,Çoklarını tasarruf et,Azlarını israf etme!..

Halil GÖKKAYA

İsraf Etme

28 ŞUBAT 2017 somuncubaba 29

Page 18: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Şeyh Vefâ, Zeyniyye’nin Anadolu ve

Rumeli’de yayılmasında etkili olan

Abdüllatîf Kudsî’nin halîfesidir. “Şeyh

Vefâ” diye meşhur olup, asıl adı Muslihuddîn

Mustafâ’dır Kaynaklarda ismi “Ebû’l-vefâ”,

“İbnü’l-vefâ/İbn Vefâ” veya “Vefâzâde” gibi de-

ğişik şekillerde anılmaktadır. İbn Vefâ lakabını

annesinin adı olan Vefâ’dan almıştır. Şiirlerinde

“Vefâ” mahlasını kullanmıştır.1 Müridi Safâyî,

şeyhini medih için yazdığı şiirinde:

Ki ismi Mustafâ b. Hacı Yahyâ

Vefâ derler ona meşhûrdur ammâ

demektedir. “Ebû’l-vefâ” denilmesi, Vefâ ismin-

de bir oğlu olduğundan kaynaklanmadığı gibi,

“İbn Vefâ” ya da “Vefâzâde” denilmesi de Vefâ

adında babası veya dedesi bulunmasından

kaynaklanmamaktadır. Şeyh şiirlerinde mahlas

olarak “Vefâ”yı kullandığı için, böylesi bir şöh-

ret yaygınlık kazanmıştır.2

Zamanın Allâmesi

Şeyh Vefâ, zâhiri ilimlerde mâhir, astrono-

miye vâkıf, mûsikîyi iyi bilen, “vefk” yazmakla

tanınmış, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üze-

re üç dilde şiirler yazan önemli bir mürşid-i

kâmildir. Zâhir ilimlerini Konya’da ve gençli-

ğinde babasıyla birlikte gittiği Edirne’de tahsil

etmiştir. Edirne’de Debbağlar imamından ve

Bursa’da Zeyniyye Tarîkatı şeyhi Abdüllatîf-i

Kudsî’den ders aldıktan sonra Mısır ve Hicaz’a

gitmiş, İstanbul’un fethinden sonra kendi adıy-

la anılacak olan Vefâ semtine yerleşmiştir.3

Kaynaklarda onun ilmî seviyesini ifade için,

“Câmi-i ulûm-i zâhir ü bâtın idi. Ekser-i fünûnda

yed-i ulyâsı var idi.”, “Zamanın allâmesi, usûl

ve furûa vâkıf, Kur’ân ve hadislerin rumuzları-

nı çözen, müfessirlerin efendisi, muhaddislerin

dayanağı.” değerlendirmeleri yapılmaktadır.

Dönemin önemli mütefekkirlerinden Sinan

Paşa onu müctehid âlimlerden saymıştır. Onun

kaleme aldığı eserleri de Şeyh Vefâ’nın değişik

bilim dallarına vâkıf olduğunu göstermektedir.

Meselâ Rûznâme astronomiye dâirdir. Melhame

uzaydaki yıldız ve gezegenlerin durumlarına

göre insanların yeryüzünde davranışları hak-

kında bilgi vermektedir. Eserdeki konu başlık-

ları;

“Ay ve Güneş on iki burçdan her hangi birine

gelince nasıl amel edilir?”

“Haftanın yedi gününde ne yapmak ve ne-

den sakınmak gerekir?”

“On iki Rum aylarının keyfiyeti”

“Gökteki gezegenlerin sıfatları ve her iklimin

keyfiyeti”

SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*

ŞEYH VEFÂ HAZRETLERİ (K.S.)

(ö. 896/1491)

“Şeyh Vefâ zâhirî ilimlerde mâhir, astronomiye vâkıf, mûsikîyi iyi bilen, ‘vefk’ yazmakla tanınmış, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak

üzere üç dilde şiirler yazan önemli bir mürşid-i kâmildir.”

30 ŞUBAT 2017 somuncubaba 31

Page 19: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

şeklinde devam etmektedir. Bu eserlerin yanı

sıra, o devirde Paskalya gününü belirleme-

de aralarında ihtilâf eden Hıristiyanların Şeyh

Vefâ’ya danışarak günlerinin belirlemiş ol-

maları da onun ilm-i nucûmdaki (yıldız ilmi)

ihtisâsının herkes tarafından kabul edildiğini

göstermektedir.4

Konya’da İrşâd Faaliyetleri

Edirne’de Debbağlar İmamı olarak tanınan

Muslihuddîn Halîfe’ye intisâb eden Muslihuddîn

Mustafâ, daha sonra şeyhinin işaretiyle Zeyniy-

ye Tarîkatı’nın kurucusu Zeynüddîn el-Hâfî’nin

ileri gelen halîfelerinden Abdüllatîf el-Kudsî’nin

müridi olmuştur. Seyr u sülûkunu tamamladık-

tan sonra Konya’ya dönmüş ve Konya’da irşâd

faaliyetlerini sürdürmüştür. Karamanoğlu İbra-

him Bey onun için Meram’da bir cami ve hânkâh

yaptırmış, kendisi ve mensupları tarafından va-

kıflar tesis edilmiştir.5

Hacca gitmek için Konya’dan ayrılan

Muslihuddîn Mustafâ’nın Antalya’dan bindiği

gemisi korsanlar tarafından yakalanıp Rodos

Adası’na götürülmüşlerdir. Kız kardeşi ve bazı

arkadaşlarıyla birlikte esir edilmiş, Karama-

noğlu İbrahim Bey tarafından fidyesi ödenerek

kurtarılmışlardır. Esâretten kurtulduktan sonra

gelip İstanbul’a yerleşmiştir.6

Fatih Sultan Mehmed’in büyük yardım ve

desteğini gören Muslihuddîn Mustafâ adına Fa-

tih Sultan Mehmed daha sonra onun adıyla Vefâ

diye anılacak semtte bir cami ile çifte hamam

yaptırmıştır. İçindeki binalarla birlikte caminin

yakınında bulunan araziyle Çorlu kazâsına bağ-

lı Kepelim köyünü şeyhe temlîk etmiştir.

Sadrazam Karamanî Mehmed Paşa başta ol-

mak üzere pek çok devlet adamı Muslihuddîn

Mustafâ’ya büyük itibar göstermiş, kendisine

vefk hazırlatmışlardır. Fatih Sultan Mehmed’in

cenaze namazını kıldırmıştır. Karamanî Mehmed

Paşa’nın kabir taşını Muslihuddîn Mustafâ’nın

hazırladığı belirtilmektedir. 7

İlim ve Sanat Erbâbı Müridi Olmuştur

Muslihuddîn Mustafâ, “İlâ rahmeti Rabbih”

terkîbinin gösterdiği 896/1491 yılında vefat et-

miş, II. Bayezid’in de katıldığı cenaze namazının

ardından adına yaptırılan caminin hazîresine

defnedilmiştir. Sert görünüşlü bir sîmâya sahip

olmasına rağmen, oldukça alçak gönüllü, hoş-

sohbet, nükteli ve hikmetli konuşan bir kimse

olduğu belirtilen Muslihuddîn Mustafâ’ya bir-

çok devlet adamı, ilim ve sanat erbâbı mürit ol-

muştur. Sinan Paşa, Molla Lütfi, Bursalı Ahmed

Paşa, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi gibi ilim

ve devlet adamları; Sinoplu Safâyî, Balıkesir-

li Zâtî, Edirneli Sabâyî, Rumelili Şem’î, Hattat

Kâsım, Hattat Abdülmuttalib b. Seyyid Murtezâ

gibi şair ve sanatkârlar bunlar arasındadır.

Muslihuddîn Mustafâ’dan sonra yerine halîfesi

Şeyh Ali Dede geçmiş, Vefâiyye silsilesi Dâvûd

Vefâî Rûmî, Abdüllatîf Vefâî Rûmî gibi diğer

halîfeleri vasıtasıyla devam etmiştir.8

Muslihuddîn Mustafâ’nın vefatından sonra

Zeyniyye Tarîkatı’nda Vefâiyye adıyla yeni bir

kol meydana gelmiş, Vefâiyye’de Muslihuddîn

Mustafâ’nın tertip ettiği evrâd okunmuş, onun

öngördüğü Allah, Vahid, Ahad, Samed isimle-

rinin zikriyle soldan sağa dönerek icrâ edilen

“Şeyh Vefâ Devri” diye bilinen zikir şekli uygu-

lanmıştır.

Şiir ve mûsikî ile de ilgilenen Şeyh Vefâ’nın;

1. Arapça, Türkçe ve Farsça şiirlerinden oluşan Risâle-i Manzûmât-ı Şeyh Vefâ

2. Manzum olarak yazılan Makâm-ı Sülûk,

3. Rubâîler ve diğer manzûmelerden oluşan

Sâz-ı İrfân,

4. Yıldız ve gezegenlerin durumuna göre in-

sanların davranışlarını inceleyen Melhame-i

Şeyh Vefâ fi’l-kusûf ve’l-zelzele ve’l-matar

ve’l-berd ve ahvâli’l-cevviyyâti’l-uhrâ

5. Ruznâme

6. Arabî ayların feleklerdeki devriyle ilgili

Risâle fi’r-rubbi’l-müceyyeb

7. Yedi Yıldızın Ahkâmı

8. Evrâd-ı Vefâ gibi eserleri bulunmaktadır.9

Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE1. Öngören, Zeynîler, s. 130-133.2. Reşat Öngören, Tarihte Bir Aydın Tarikatı Zeynîler, İnsan

Yayınları, İstanbul 2003, s. 130-133.3. Abdullcâdir Erdoğan, Şeyh Vefâ Hayatı ve Eserleri, Ahmed

İhsan Basımevi, İstanbul 1941, s. 16-20.4. Öngören, Zeynîler, s. 130-133.5. Reşat Öngören, “Muslihuddîn Mustafâ (ö. 896/1491)”,

TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2006, c. XXXI, s. 269.6. Öngören, “Muslihuddîn Mustafâ (ö. 896/1491)”, TDV İslam

Ansiklopedisi, c. XXXI, s. 269.7. Öngören, Zeynîler, s. 142-143.8. Öngören, “Muslihuddîn Mustafâ (ö. 896/1491)”, TDV İslam

Ansiklopedisi, c. XXXI, s. 270.9. Öngören, Zeynîler, s. 130-133; “Muslihuddîn Mustafâ (ö.

896/1491)”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. XXXI, s. 270.Şeyh Ebû’l Vefa Türbesini Ziyaret

32 ŞUBAT 2017 somuncubaba 33

Page 20: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Dostlar soruyor: “ Âşığın gözünden dünya-yı tarif eder misiniz?” Evet, âşığın gözü, âşığın gözüdür. Bu soruyu o gözün sa-

hibini bulup, ona sormalı... Acaba aşk göz bırakır mı? Acaba âşığın gözü var mıdır? Bir de tabi aşkla bakmak var. Aşkla bakabilmek. Acaba aşkla bak-mak veya bakabilmek âşıkça bakabilmek midir? Bir empati mi var? Bir hal intikali mi?

Şimdi bazı kavramları öylesine kolay kulla-nıyoruz ki, içini dolduramadığımız için o kolay söyleyişimiz oracıkta kalıyor... Tıpkı boş çuvalın dik duramaması gibi, hale tebdil etmeyen, içi tec-rübeyle, bakışla, dokunuşla dolmayan kavramlar oracıkta kalıyor. Tüketiyoruz manayı, tükeniyoruz... Şimdi benim âşığın gözüyle bakıp o soruya cevap vermeye çalışmam, empati becerimle doğrudan ilişkili. Zira âşık, gördüğü dünyayı tasvir edemez. Ederse, o âşık da değildir. Çünkü o nereye ve kime bakarsa baksın, hep sevgiliyi, o biricik yâri, Leyla’yı görecek. Hem şunu bunu görüp, hem de Leyla’dan sözetmek aşk kitabının ilk sayfasında kalmak de-mektir. Leyla ile gözünü dolduramayan insan, dünyayı görür... Neyi görürseniz de onu seversiniz. Şu halde âşığın gözü Leyla’ya kilitlenmiştir; o kilit-lenmişlik halinden gelen huzmeler söz olup şiire evrilmiştir. Belki bu şiirden, âşığın sözünden yola çıkarak dünyayı tavsif edebiliriz; ama bu tavsif de akademik bir tahlilden öteye geçemez.

Yıllar önce bir Hak âşığı olan Yunus Emre’mi-zin dünya tasavvurunu tahlile çalışmış, söz varlı-ğından yola çıkarak bir analiz yapmıştım... (İlgilisi o makaleyi de içine alan Sufi Aşk ve Ölüm isimli kitabı alıp okuyacaktır.) Yunus, Hak âşığıdır; o dün-yayı sevgiliden alıkoyan şey/ler olarak görmüştür. Mesela o dünyayı tanımlarken bir yerde “ağulu aş” olarak tavsif eder onu... Ağulu aş; dünyayı mu-rad etmek, bal değil, ağuyu murad etmektir. Oysa “ağuya parmak banılmaz” der.

Dünyanun mahabbeti ağulı aşa benzerÂhirin sanan kişi agulı aşdan geçer

Dünya, tabi kelime olarak, “yakın olmak” anla-mına gelen Arapça dünüv kelimesinden türemiş, “en yakın” anlamında kullanılan ednâ kelimesinin

müennesidir. Daha çok âhiret ve âhiret hayatının karşılığı olarak “yakın hayat” anlamında kullanıl-maktadır. Bazı dilciler de kelimenin “alçaklık, kö-tülük” anlamındaki denâet kökünden türediğini ileri sürmektedirler... Âşık, dünyayı sevecekse, ya-kınlığı sebebiyle, sevgiliye kolayca ulaşılacak du-rak olması haliyle sevecektir. Bu bakımdan dünya bir köprü, bir buluşma ve kavuşma yeri. Dünyanın alçaklığı, bizatihi dünyanın alçaklığı değildir, insa-nın ona yüklediği anlam / değerdir. Şunu demek istiyorum: Ne düşünürsen, ne tahayyül edersen, neye önem verirsen, o senin dünyan oluyor. Yoksa Nakkâş-ı Ezel’in nakşettiği şu âlemi sen “denâet” anlamından alçaklık olarak tanımlar isen, edep dışına çıkmış olursun. Zira “medh-i nakış nakkâşa râcidir” derler; zemm-i nakış da öyle… Alçaklık da yükseklik de bizim algı âlemimizle alakalıdır. Aşk bu âlemi yüceltiyor; yüce bakışa eriyoruz. Hiç âşık sevgilide eksik ve kusur görebilir mi? Eksik ve ku-sur gören âşık olabilir mi? Dolayısıyla aşk, âşığın bakışını sevgilide kaybetmesidir. Bu kaybedişe biz “fena” diyoruz. Bu hiçlikte ulaşılan huzur adasıdır ve bu adaya “terk gemileri” ile erişilir… Evet, sevgi-lide kaybederek yükseğe eren bir bakış; enginlere, uzağa, daha uzağa bakmayı öğrenir. Yukardan ba-kan her şeyi intizamlı, yerli yerinde görecek, kusur aramayacak, eksik bulamayacaktır. Şu halde dün-yayı, aşkla tamamlanmış bakışa eriş yeri olarak ta-nımlayabiliriz.

Aşkla bakış, tamamlanmış bakış, başa dönüş-tür… O ilk saf hale, fıtrata. Hani Ahmet Paşa’nın ifadesiyle, “ezelde aşina olunan merhabaya eriş”.

Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr

Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim

Âşık mesttir; o, sadece sevgilinin merhabası-na odaklanmış, sadece onu gören, ondan bakan ve ona bakandır… O bu haliyle baştan sona göz olmuştur. Bütün hücreleriyle göz! Kalp gözü, gö-nül gözü, can gözü, basiret gözü; artık ne derseniz deyiniz, o, gözden ibarettir. İşte tevhit budur; göz olup biri görmek… Velhasıl âşığın gözü, tevhit na-zarıyla dünyaya bakan gözdür.

KÜLTÜR / Bilal KEMİKLİ

“Dünyanın alçaklığı, bizatihi dünyanın alçaklığı değildir, insanın ona yüklediği anlam / değerdir. Ne düşünürsen,

ne tahayyül edersen, neye önem verirsen, o senin dünyan oluyor. Yoksa Nakkâş-ı Ezel’in nakşettiği şu âlemi sen

‘denâet’ anlamından alçaklık olarak tanımlar isen, edep dışına çıkmış olursun.”

ÂŞIĞIN GÖZÜYLE DÜNYAYA BAKMAK

34 ŞUBAT 2017 somuncubaba 35

Page 21: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Zembilli Mahlası

Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Ali

bin Ahmed bin Cemâleddîn Muhammed’dir.

Lakabı Alâeddîn el-Hanefî er-Rûmî’dir.

Cemâleddîn Aksarâyî’nin torunudur. Dedesi-

ne nisbetle “Cemâlî” denilmiş ve Ali Cemâlî

ismiyle tanınmıştır. Evinin penceresinden bir

zembil sarkıtır, sual sormak isteyenler, sualleri-

ni bir kâğıda yazıp zembile koyardı. O da çekip

suallerin cevabını yazar, zembili tekrar sarkıtır-

dı. Bu sebeple “Zembilli” mahlasıyla meşhur

olmuştur. Doğum tarihi bilinmemekte olup, H.

932 / M. 1526 senesinde İstanbul’da vefat et-

miştir. Türbesi Zeyrek yokuşundadır. Zembilli

Ali Efendi, ilim tahsiline memleketinde başla-

yıp, Alâeddîn Ali bin Hamza Karamanî’den ders

aldı. Kudûrî muhtasarını ve Nesefî manzumesi-

ni ezberledi. Bu ilk tahsilinden sonra İstanbul’a

gitti. Orada, zamanın en meşhur âlimlerinden

olan Molla Hüsrev’in derslerine devam edip,

ondan ilim öğrendi. Daha sonra Molla Hüsrev,

onu Bursa’ya gönderip, Sultan Medresesi mü-

derrisi Hüsâmzâde Mevlânâ Muslihuddîn’den

ders almasını tavsiye etti. Bu zatın derslerine

devam edip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğ-

rendi. İlimde yetiştikten sonra hocası Mevlânâ

Muslihuddîn, onu kendisine yardımcı müderris

seçti. Mevlânâ Muslihuddîn’in kızı ile evlenip

damadı oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik

yaptı.

Şeyhülislâm Olması

Fatih Sultan Mehmet Han devrinde,

Edirne’de Taşlık Ali Bey Medresesi’ne müder-

ris olarak tayin edildi. Fakir olduğu öğrenilin-

ce, padişah tarafından kendisine, bir miktar

kıymetli elbise ile beş bin akçe ihsan olundu.

1477’de, Edirne’de Beylerbeyi Medresesi’ne,

sonra Sirâciyye Medresesi’ne geçti. Bu sırada

kendisini çekemeyenlerin tutumları karşısında,

müderrislikten istifa edip, Şeyh Muslihuddîn

Ebû’l-Vefâ’ya, talebe olup tasavvufta da kemâle

geldi. Fâtih Sultan Mehmet Han’ın vefatından

sonra, İkinci Bayezid Hân tarafından, Bursa Kap-

lıca Medresesi’ne müderris tayin edildi. İznik’te

Orhan Gazi, Bursa’da Murad Gazi Medreselerin-

de de müderrislik yaptı. Daha sonra, İkinci Ba-

yezid Medresesi müderrisliği ve Amasya müftü-

lüğü vazifeleri verilerek Amasya’ya gönderildi.

Bir müddet bu hizmetlerde bulunduktan sonra,

hacca gitmek üzere Amasya’dan ayrıldı.

Mekke’ye gitmek üzere yola çıkıp, o sene

Hicaz’da bazı karışıklıkların çıkması sebebiyle,

bir sene Mısır’da kalıp ertesi sene hac yaptı.

Mısır’da kaldığı sırada oranın âlimleriyle görü-

şüp, ilmî incelemeler ve müzâkereler yaptı. Er-

tesi yıl hacca gitti. O hacda iken, Şeyhülislâm

“Zembilli Ali Cemâlî Efendi hacda iken, Şeyhülislâm Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi vefat edince, İkinci Bayezid Hân tarafından

1497’de şeyhülislâmlığa tayin edildi.”

TARİH / Resul KESENCELİ

MUTASAVVIF ŞEYHÜLİSLÂM

ZEMBİLLİ ALİCEMALÎ EFENDİ

36 ŞUBAT 2017 somuncubaba 37

Page 22: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi ne gü-

zeldir. Yoksa ahirette cezaya müstahak olursu-

nuz.” Bu sözler padişahın kızgınlığını yatıştırdı.

“Affettik.” diyerek lütuf gösterip, neşe ile soh-

bete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek

üzere ayağa kalkan Zembilli Ali Efendi, Yavuz

Sultan Selim Han’a; “Ahiretiniz ile ilgili olan

hizmeti yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir

sözüm daha var.” dedi. Padişah; “Onu da söyle.”

deyince; “O sözüm de şudur ki, padişahın affı-

na uğrayan o kişilerin, işlerinden el çektirilip,

el açarak sokaklarda dolaşmaları, padişahlığın

şanına lâyık mıdır?” dedi. Bunun üzerine padi-

şah bunu da kabul etti. Sultan Selim Han; “Fakat

bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, bunları

ta’zir edeceğim.” dedi. Zembilli Ali buna karşı

da; “Ta’zir (azarlama) padişahın re’yine kalmış-

tır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabul

etmeniz bize yeter.” dedi. Sonra teşekkür ede-

rek padişahın huzurundan ayrıldı.

Heybetiyle cihan padişahlarını ürküten,

dünyayı iki hükümdara dar bulan, fermanlarıyla

yürekleri titreten Yavuz Sultan Selim, bir İslâm

âlimi önünde boyun bükmüş, Allah huzurunda

hesap verememe endişesiyle kendi fermanını

yırtmış ve bu olayın ders olması için dilden dile

aktarılmıştır.

Hırka-i Saadette Kur’an ve Ayasofya da Ezan

Yavuz Sultan Selim Osmanlı topraklarına

kattığı Mısır’da sekiz ay kalarak, orada kendi

düzenini kurdu. Temmuz ayında Hicaz üzerine

gitmeyi düşünen Yavuz, önce bir mektup yaza-

rak meramını bildirdi. Mekke Şerifi’nin Yavuz’un

ne yapacağım idrak edebilmesi işi kolaylaştır-

dı. Oğlunu Kahire’ye gönderen Şerif Kabe’nin

anahtarlarını, Ravza-ı Mutahhara’nın anahtarını

ve kendilerinde bulunan mukaddes emânetleri

Yavuz’a takdim etti. Bir kısmı daha önce

Kahire’den alınanlarla, Mukaddes Emânetlerin

Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi vefat edin-

ce, İkinci Bayezid Hân tarafından 1497’de

Şeyhülislâmlığa tayin edildi, İkinci Bayezid

Hân, Zembilli Ali Cemâlî Efendi gelinceye ka-

dar fetvâ işlerinin Sahn-ı Seman Medresesi

müderrisleri tarafından yürütülmesini emretti.

Ayrıca yeni yapılmış olan Bayezid Medresesi

müderrisliğinde de vazife verildi. Bundan sonra

şeyhülislâmların, Bayezid Medresesi’nde ayrıca

müderrislik vazifesi yapması âdet hâline geldi.

Yavuz Sultan Selim Han’ın tahta çıkmasından

sonra da vazifesine devam eden Zembilli Ali

Efendi, hak severliği ve doğruluğu ile dikkati

çekmiştir. Zühdü, takvası, istikâmeti ve doğru-

luğu ile meşhur olan Zembilli Ali Efendi, dine

uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle

karşı çıkardı.

Affettik

Yavuz Sultan Selim Hân Topkapı Sarayı ha-

zinesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz

davranışlarından dolayı idamını emretmişti.

Zembilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal

Divan-ı hümayuna koştu. Vezirler ayağa kalkıp

saygı ile karşıladılar ve başköşeye oturttular.

Şeyhülislâm’ın divana gelmesi âdet olmadı-

ğından, niçin geldiğini sordular. Padişahla gö-

rüşmek istediğini söyledi. Durum padişaha

arz edildi. Yavuz Sultan Selim Han, huzuruna

girmesine izin verdi. Arz odasına girip selâm

verdi. Padişahın hürmet göstermesinden sonra,

gösterilen yere oturdu. Sonra padişaha şöyle

dedi: “Fetva vazifesinde bulunanların bir işi de,

padişahın ahiretini korumak, onları dinen hata

olan şeylerden sakındırmaktır. Duyuldu ki, yüz

elli kişinin idam edilmesine padişah fermanı

çıkmış. Fakat onların öldürülmeleri için, dinen

bir sebep tespit edilmiş değildir. Bu sebeple

ki, af buyrula!” Zembilli Ali Efendi’nin bu söz-

lerine kızan padişah; “Bu iş saltanatın gereği-

dir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idaresi

kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak,

beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak

sizin vazifeniz değildir.” dedi. Zembilli Ali Efen-

di padişahın bu sözleri karşısında; “Bu karar

ahiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim

Zembilli Ali Cemâlî Efendin Kabrini Ziyaret

Ayasofya Camii

38 ŞUBAT 2017 somuncubaba 39

Page 23: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

şeyhülislâmlık yaptı. Ömrünü, ilme, talebe

yetiştirmeye ve İslâm’a hizmete harcamış, kıy-

metli hizmetler yapmıştır. Üstün hâlleri, ahlâkı,

başarılı hizmetleriyle meşhur olup, tasavvufta

da kemâle ermiştir. Kendisine “Mevlânâ Sûfî

Ali Cemâlî” de denilmiştir. Şakayık-ı Numaniye

müellifi şöyle kaydetmiştir “Zembilli Ali Efendi

ölüm döşeğinde iken, babamla birlikte ziyare-

tine gittik. Babamla gizli bir şeyler konuştular

ve babam ağlamaya başladı. Ziyaretinden ay-

rıldıktan sonra babama, ağlamasının sebebini

sordum. Vefat edeceğini, Mûsâ (a.s.)’ın ruhani-

yetinin sabahleyin gelip, kendisini ahirete da-

vet ettiğini söyledi.” dedi. Babam böyle deyin-

ce ben de dayanamayıp gayri ihtiyarı ağladım.”

Rodos’ta Geçen Yıllar

Kanuni bütün Avrupa’yı hizaya sokar. Ancak

Rodos hâlâ Akdeniz’in çıbanıdır. Zembilli Ali

Efendi padişahı sefere inandırır. Mübarek gözü kara bir cihad sevdalısıdır. Hatta yiğitlere yol-

daş olur, adanın fethine katılır. Eli kanlı eşkıya-

lara, fitneci şövalyelere karşı savaşır. Rodos ele

geçince burada kalmaya niyetlenir. Ömrünün

son demlerini yerli halka İslâmiyet’i anlatmakla

geçirir. Burada medreseler, imaretler kurar ve

ileri yaşına rağmen yıllarca imamlık yapar. Nice

Rum’un hidayetine vesile olur ki, Rodoslu Müs-

lümanların mayasında onun gayretleri vardır.

Mübareğin sonu hoş olur. Ayan beyan ölüme

hazırlanır. O gün görülmedik şekilde neşelidir

ve çevresindekilerle tek tek helalleşir. Talebe-

leri ayrılık vaktinin geldiğini anlar, çok ağlarlar.

hepsi, İslâm âleminin yeni Halifesinin eline tes-

lim edilmiş oluyordu. Yavuz Sultan Selim bun-

lara ne kadar değer verdiğini yaptığı icraatıyla

ortaya koymuştur. Mukaddes Emanetler Topka-

pı Sarayı’na yerleştirilince, Hırka-ı Saadete, yani

Peygamber Efendimiz’in hırkasına özel bir oda

ayrılır. Ve o günden başlayıp, kırk hafız tarafın-

dan devamlı Kur’an okunur. Bu konuyla ilgili

Yahya Kemâl Beyatlı’nın duygu yüklü bir hatırası

vardır. “Aziz İstanbul” adlı kitapta yerini alan bu

hatırayı aynen alıyoruz:” Yine bir gün padişah-

larımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü

ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’ân okunuyordu,

yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden

geldiğini ziyaretimde rehber olan zâta sor-

dum. Dedi ki: ‘Hırka-i Saadet Dairesi’nden ge-

liyor.’ Peygamberimiz’in hırkasını sakladığımız

cennet gibi yeşil bir odanın türkkârî penceresi

önünde durduk, içeride iki hafız vardı. Biri el-

lerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturu-

yordu, diğeri diz çökmüş müsterih ve yüksek

bir sesle okuyordu, rehberime sordum: ‘Hırka-i

Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?’ dedi

ki: ‘Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.

Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saadeti Mısır’dan

getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri

kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir

dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.

Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devle-

tin iki mânevi temeli vardır. Fatih’in Ayasofya

minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor!

Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an

ki hâlâ okunuyor!”

Hakkın Alır Karınca

Kanunî Sultan Süleyman Hân, meyve ağaç-

larını karıncaların sarması üzerine, karıncaları

öldürmek için meseleyi Zembilli Ali Efendi’ye

güzel bir beyitle sorar ve şöyle der:

Dırahta ger ziyan etse karınca

Günâhı var mıdır ânı kırınca

(Eğer karınca ağaca zarar veriyor, onu kuru-

tuyorsa karıncayı yok etmenin bir günahı var

mıdır?)

Zenbilli Ali Efendi zarif bir ifâde ile sorulan

bu sualin altına şu beyti yazarak cevap vermiş-

tir:

Yarın Hakk’ın dîvânına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca

Zembilli Ali Efendi; İkinci Bayezid Han, Ya-

vuz Sultan Selim Han ve Kanunî Sultan Sü-

leyman Hân devrinde olmak üzere 24 sene

Kaynakça

Bursalı Mehmed, Tahir, Osmanlı Müellifleri, ( Osmanlıca), İstan-bul 2003 c,1.

Hoca Sadettin Efendi, Tac-üt Tevarih, İstanbul 1999, c,2.Kâtip Çelebi, Keşfü’z –Zünûn, İstanbul 2007.Mecdi Mehmed Efendi, Şakayık-ı Nu’maniyye Tercümesi, (Neş-

re Hazırlayan: Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.Müstakimzade Süleyman Sadettin, Devhat-ül-meşâyıh , (Os-

manlı Şeyh ül-İslamlarının Biyografileri- Osmanlıca ) İstan-bul 1978.

Ömer Rıza Kehhale, Mu’cemül-Müellifin, Şam, 1960.Rehber Ansiklopedisi, (Genel Kültür Ansiklopedisi ) c,18.Şemseddin Sami. Kâmûsü’l - A’lâm, (Osmanlıca) 1889 İstanbul, c.4.

Rodos, Süleymaniye Camii

40 ŞUBAT 2017 somuncubaba 41

Page 24: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Y eryüzü hayatımız bütünüyle bir imtihan

olmakla birlikte bu imtihanın bölümleri

bulunmaktadır. Tek bir şeyden sınava

girmemekteyiz. İnsanın kendisiyle, ailesiyle, ak-

rabasıyla, iş arkadaşlarıyla, tanımadığı kişilerle,

çevresiyle, hayvanlarla, cansız varlıklarla farklı

sınavları vardır. Bu, öğrencinin farklı derslerden

sınava girmesi ve sonrasında başarılı olması

durumunda diploma almaya hak kazanmasına

benzer. Bizlerin kulluğunun toplam puanı da

sınavların hepsinden alacağımız ortalamaya

göre hesap edilecektir. Bu sebeple, başta kendi

nefsimizle olan sınavımızı olmak üzere, bizim

dışımızdaki bütün varlıklarla olan sınavımızı

geçmek için de elimizden geldiği kadar gayret

etmek durumundayız.

Dünyada gerçekleştirilen sınavların çoğu

insanın tercihine bırakılmıştır. İsterseniz gi-

rersiniz, istemezseniz girmezsiniz. Nitekim

devlet memuru olmak istemeyenler açılan

sınavlara hiç iltifat etmezler. Ama âhiret sına-

vımız böyle değil. Herkes bu sınava girmek zo-

rundadır. “Ben âhirete gelmek istemiyorum.”

deme imkânınız yok. Hayata gözlerinizi açtı-

ğınız anda imtihan salonuna girmiş oldunuz.

Size aklınız başınızda toplanana kadar bir alış-

ma süresi verilecek, ondan sonra sorumluluk

yüklenecektir.

Bunun yanında, dünyada icrâ edilen sınavla-

rı yapanlar, imtihana girenin kalbini okuyama-

dıklarından dolayı yazılı kâğıdındaki veya söz-

lüde verdiği cevapları göz önünde bulundura-

rak ona bir puan verirler. Hele de sözlülerde iyi

rol yapmayı becerebiliyorsa, bir de torpili varsa

sınavın önünde bir engel kalmamış demektir.

İşte bu noktada âhirete yönelik sınavımız

büyük farklılık arz eder. Torpil olmaması bir ta-

rafa, yazılana, söylenene ve yapılana bakılmak

yanında bir de bütün bunları yöneten kalbe na-

zar edilir. Dolayısıyla her hangi bir sınavda kötü

niyetli olmanıza rağmen üstün başarı gösterme-

niz ve hatta ödül almanız mümkün olabilirken,

âhirete yönelik sınavda bu durum sıfırlanmak-

tadır. Çünkü dışarıdan bakanların çok muttakî

bir kul diyerek takdir ettikleri ibadetiniz Allah

katında bir değer bulmayabilmektedir. Kullar

sadece görebildiklerine göre değerlendirdikleri

için iyi kabul ettikleri bir işi takdîr etmektedirler.

Ancak Allâhu Teâlâ, o amelin ardındaki niyetin

ve ne için yapıldığını yapandan daha iyi bildi-

ğinden dolayı onu ödüllendirmemektedir. Hat-

ta mükâfatlandırmak bir yana cezâlandırması

bile söz konusu olacaktır. Çünkü o şöyle buyur-

maktadır: “De ki, ‘Gönlünüzdeki duyguları sakla-

sanız da, açıklasanız da Allah hepsini bilir.”1 Ni-

tekim hadis-i şerifte beyan edildiği üzere, bazı

insanlar, “Ben Allah için şunu yaptım.” diyerek

cennete geçmek isteyeceklerdir ancak kalpleri

çok iyi bilen Rabb’imiz, onların içlerinde sak-

ladığı gerçek niyetlerini yüzlerine vuracak ve

onları rezil edecektir.2 Çünkü görünüşte hayırlı

bir iş yapan bu mürâîlerin esas amacı gösterişti,

birilerinin gözüne girme çabasıydı. Yani ibadet

ve kulluğu bir dünyalık için araç edinmişlerdi.

Bunun anlamı, yüce yaratıcıyı kendi emellerine

âlet etmeleriydi. Bu ise Allahu Teâlâ’nın aslâ

KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM*

NİYETİN AMELDEN ÖNEMLİ OLMASI

“Amele değer kazandıran sizin niyetinizdir, kendinizi o işi yapmaya yöneltmenizdir. Hatta niyet o derece önemlidir ki, insan niyetlendiği güzel bir ameli yapamasa bile yapmış gibi sevap alır. Yeter ki niyeti

içten ve samîmî olsun.”

42 ŞUBAT 2017 somuncubaba 43

Page 25: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

de değil. Bir zenginin insanlara infâk ederek,

hayır hizmetlerine destek olarak güzel işler

yaptığını görüyorsunuz. “Ah onun gibi ben

de yapabilseydim.” diye içinizden samimi-

yetle geçirdiğinizde, siz de Allah tarafından

mükâfatlandırılmaktasınız. Çünkü Hz. Peygam-

ber (s.a.v.) böyle buyurmaktadır.8 Bu da niyetin

ne kadar mühim olduğunu bize göstermektedir.

Malum olduğu üzere, “Allâhu Teâlâ sizin beden-

lerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.”9

Hayatımızın her ânını ibadet olarak değer-

lendiren ve yaptığımız veya yapmak isteyip

de yapamadığımız her türlü hayırdan dolayı

bizleri mükâfatlandıran Allah’ımıza hamd ol-

sun. Gönlümüzden samimiyetle bir iyilik geçi-

riyoruz, ama gücümüz yetmiyor. Buna rağmen

Rabb’imiz bizlere sevap ikrâm ediyor. Bu da

bize gösteriyor ki, bizleri yaratanın biz kullar-

dan beklediği şey samimiyettir, O’na gönülden

bağlılıktır.

Zikrettiğimiz âyetler ve hadisler bizi samîmî

olmaya, ikiyüzlü olmamaya ve her daim onur-

dan taviz vermemeye davet etmektedir. Müslü-

man kişilikli insandır ve içinden gizli hesaplar

yapmaz. Etrafındakilere gülümserken kalbinde

fesat ve fitne at koşturmaz. Güvenilirdir. Onu

tanıyanlar, kalbinde ne varsa dışarı aksettirdiği-

ni ve içi dışı bir olduğunu bilirler. Ondan yana,

hem elinden hem de dilinden emindirler.10

Esasında bu güzel duyguyu ve hayat pren-

sibini çocuklarımıza, sözümüzü dinleyen her-

kese anlatarak onların kişilikli, samimi ve içten

mü’minler olmasına katkı sağlayabiliriz. Ancak

yapılması gereken, öncelikle kendi nefsimi-

zi hesaba çekmektir. Biz acaba ne derece iyi

niyetliyiz? Kendimizi ıslâh ile işe başlarsak

etrâfımızdaki insanları etkilememiz ve onlara

rehberlik yapmamız daha kolay olacaktır. Şunu

unutmamak gerekir ki, civârımızdakiler en az

bizim kadar akıllıdır. O yüzden kendimizde ol-

mayan hasletleri ve güzellikleri onlardan iste-

mek sadece bize olan öfkenin artmasına sebep

olur. Çünkü yapmadan istemek hoş değildir.11

Çocuklarımız bile bizim bu durumumuzu fark

edecek ve söylediklerimiz onlar üzerinde en

küçük bir tesir yapmayacaktır. Çünkü kendisine

nasihat yapanın nasıl bir niyet sahibi olduğunu

yakınından görmektedir.

Rabb’im bizleri, her işi kalbiyle barışık olan

kullarından eylesin.

Dipnot*Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

1. 3/Âl-i İmrân, 29.2. Muslim, 1905.3. 98/Beyyine, 5.4. 22/Hac, 37.5. Buhârî, 1.6. Kenzu’l-Ummâl, 7236.7. Muslim, 1911.8. Buhârî, 5026.9. Muslim, 2564.10. Buhârî, 10.11. 61/Saff, 2.

hoşnut olacağı bir durum değildir. Çünkü o, kul-

luğu sadece onun için yapmamızı emretmişti.3

Bu sebeple kesilen kurbanlarla ilgili olarak

şöyle buyurmaktadır: “Kurbanların ne etleri, ne de

kanları Allah’a ulaşır. Allah’a sadece sizin ihlâs ve

samimiyetiniz ulaşır.”4 Hepimizin bildiği şu hadi-

si bir de bu açıdan okuyalım: “Yapılan işler niyet-

lere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını

niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Rasûlü’ne

varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek se-

vap da Allah’a ve Rasûlü’ne hicret sevâbıdır. Kim

de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir

kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti

de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”5

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde

mü’minin niyetinin amelinden daha hayırlı

olduğunu belirtmektedir.6 Her sözünde yüce

hikmetler bulunan bu büyük insanın bu güzel

sözü üzerinde düşündüğümüz takdirde, ne ka-

dar çok hikmet içerdiğini görürüz. Burada ken-

dimize sormamız gereken husus, niyetin neden

amelden daha hayırlı olduğudur. Çünkü insan

aklından bir şey geçirebilir ama esas olan uy-

gulamadır. Buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.v.)

neden niyeti amelden daha önemli saymıştır?

Buradaki büyük hikmet şudur: İnsan hangi işi

yaparsa yapsın, onun öncesinde mutlaka niyeti

vardır. Yapmayı düşündüğü şeyi yapar. Bu se-

beple isteksiz veya şuursuz yapılan bir işin kıy-

meti yoktur. Burada da insan iyi bir işi yapmaya

niyetlendikten sonra onu yapmıştır. Yani niyeti

o işi yerine getirmeye sevk etmiştir. Niyet et-

memiş olsaydı icrâata dökmezdi. İşte bu durum

bize niyetin ne kadar önemli olduğunu göster-

mektedir. Bu yüzden Allahu Teâlâ, kişinin ame-

lini hangi amaçla yaptığını, onu o işi yapmaya

sevk eden niyetin ne olduğunu bildiğinden, her

türlü işimizi buna göre değerlendirmektedir.

Fakihlerimizin ibadetlerde niyete bu dere-

ce önem vermesinin hikmeti de böylece orta-

ya çıkmaktadır. Namaz kılarken, oruç tutarken,

kurban keserken, ihrama girerken hep niyet

etmeyi öne almışlardır. Önce niyet, sonra amel.

Çünkü amele değer kazandıran sizin niyetiniz-

dir, kendinizi o işi yapmaya yöneltmenizdir.

Hatta niyet o derece önemlidir ki, insan niyet-

lendiği güzel bir ameli yapamasa bile yapmış

gibi sevap alır. Yeter ki niyeti içten ve samîmî

olsun. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadisini bir

de bu gözle okuyalım: “Hastalıkları yüzünden

Medine’de kalan öyle kimseler var ki, siz bir yolda

yürüdüğünüz veya bir vâdîyi geçtiğinizde, onlar

da sizinle birlikte gibidir. Sevap kazanmada size

ortak olurlar.”7 Çünkü onlar da gazveye katılmak

istemişlerdir ancak ciddî mazeretleri sebebiyle

Medine’den çıkamamışlardır. Ama Allah onların

gönüllerini bilmekteydi.

Bunu kendi üzerimizde de tatbîk edebili-

riz. Şöyle düşünün: Maddî durumunuz yerin-

44 ŞUBAT 2017 somuncubaba 45

Page 26: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

D ört bir tarafı büyük sufilerin türbeleriy-

le manevî bir zenginlik ve güzellik ka-

zanan İstanbul’dasınız. Yolunuz elbette

Vefa semtine düşecektir. Zira burada da kendi-

sini ziyaret edip feyz almanız gereken bir gö-

nül sultanı vardır. Kendi adını taşıyan caminin

haziresindeki türbesinde sırlanan bu büyük zat,

ebetteki Şeyh Ebû’l Vefa Hazretleri’dir. Hakkın-

da fazla bir şey bilmeseniz bile mezar kitabe-

sindeki yukarıya yazdığımız beyit, aslında her

şeyi özetleyecektir. Zira bu beyitte onun adı ve

hususiyeti en veciz şekilde dile getirilmektedir:

“Muslihuddin Ebû’l Vefa; mana ehlinin, velilerin

kendisine uyduğu kimsedir. Mezarının toprağı

âşıkların gözüne sürmedir.”

Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, güzellik,

mahlasından başlıyor. “İbnü’l Vefa” yahut “Ebû’l

Vefa”…Asıl adı “Mustafa” olan Hazret şiirlerinde

böyle bir mahlası tercih etmiş. Lakabı da aynı

güzellikte: “Muslihuddin”… Hadise bunlardan

ibaret değil. Konya’dan İstanbul’a gelmesi dola-

yısıyla kendisine “Vefa Konevî” de denilmekte.

Bu da onun hem meslek hem de nesep olarak

Sadreddin Konevî’ye nisbet edildiğini gösteri-

yor.

Vefa Semtinde Vefaiye Dergâhı

İsim, lakap, mahlas bir yana Ebû’l Vefa Haz-

retleri öncelikle bir mutasavvıf. Dahası âlim ve

şair. Bu sıfatların mahiyetini anlamak için de

hayat hikâyesine kısaca bakmak gerekiyor. 15.

asrın ilk çeyreğinde yaşayan bu zatın doğum ta-

rihi kesin olarak bilinmese de doğum yeri bilini-

yor. Kendisi Mevlâna toprağında yani Konya’da

doğmuş. Zaten Vefa Konevî denmesi de bu yüz-

den. İlk tahsili ilim üzerine bu şehirde gerçekle-

şir. Tasavvuf vadisine girmesi ise Edirne’de olur.

Burada Tabakçılar İmamı Muslihuddin Efendi’ye

intisap eder. Nitekim bu zatın adını da kendi-

sine lakap olarak seçecektir. Sonra onun işare-

tiyle manevi eğitimini Zeyniye Tarikatı şeyhle-

rinden Abdüllatif Kudsi Hazretleri’nin yanında

devam ettirir. Edirne sürecinden sonra önce

Konya’ya, ardından bir süre burada kaldıktan

sonra Hicaz’a gider. Dönüşte Rodos’ta Rodos

şövalyelerine esir düşerse de Karamanoğlu İb-

rahim Bey tarafından kurtarılır. Fakat bir daha

Konya’ya dönmez ve İstanbul’a yerleşir. Bazı

kaynaklara göre onu İstanbul’a bizzat Fatih da-

vet etmiştir.

Gerçek bu ya da değil. Önemli olan Şeyh

Ebul Vefa Hazretleri’nin daha sonra burada

kendi adını taşıyan semtte bir dergâh kurarak

Zeyniye Tarikatı’nın Vefaiye kolunun şeyhi ola-

EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK

ŞEYH EBÛ’L-VEFA HAZRETLERİ VE BİR ŞİİRİ

“Şeyh Ebû’l Vefa Hazretleri’ni bugüne taşıyan bir hususiyeti ise âlim ve sufi kimliğiyle geride bıraktığı eserleridir. Bunlardan bir

kısmı mensur bir kısmı da manzumdur.”

“Mukteday-ı ehl-i mana Muslihuddin Ebû’l VefaUyun-ı uşşaka hak-i merkadidir tutiya”

46 ŞUBAT 2017 somuncubaba 47

Page 27: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

şiirler yazdığını söylerler. Yine musiki, astroloji

ve astronomi sahasında da derin bilgiye sahip-

tir. Şiir dalında ise “Makâm-i Sülûk” adını taşı-

yan ve tasavvufi konuları işleyen üç yüz doksan

altı beyitlik manzum Türkçe eseri öne çıkar. Bu

eserde tasavvufî, ahlâkî konuları şiir yoluyla an-

latmış olup edebiyat ve şiir bakımından hayli

kıymet taşıyan bir eserdir. Aynı şekilde “Sâz-i

İrfân” adlı Türkçe manzum eseri de aynı derece-

de kıymet taşır. “Ruzname-i Vefa” adlı eseri ise

hakkında şerh yazılacak derecede önemli kabul

edilen bir başka eseridir. Bu eser, Defterdar Ali

Çelebi Miftah-ı Ruzname adıyla şerh yapmıştır.

Ayrıca “Evrad-ı Vefa”, “Melheme”, “Risale fi’r-

rub’i’l- Muceyyeb” de diğer önemli eserleridir.

Hazret’in manzum eserlerinde tasavvuf va-

disinde yazılmış/söylenmiş şiirler bulunmak-

tadır. Bunlar arasında az önce bahsettiğimiz

şerhe konu olan “Evvel tevhidi zikret” mısraıyla

başlayan şiiri bir hayli meşhurdur. Sade Türkçe

ile tasavvufun en çetin mevzularından biri olan

“Tevhid” konusu muhataplarının anlayacağı

tarzda işlenmiştir. Bu şiir,

Evvel tevhidi zikret sonra cürmünü fikret

Var yoluna doğru git derviş olayım dersen

beytiyle başlar. Bu ifadeler, dervişlik yolu-

nun gerekliliklerini sırasıyla izah eden sözler-

dir. Buna göre derviş olacak kişi önce kendini

hatalarından dolayı bir muhasebeden geçirdik-

ten sonra Tevhid zikriyle yola düşmeli, ardın-

dan da kendisine bu yolda rehberlik edecek bir

mürşid-i kâmil bulmalıdır:

Bir kâmil şeyhi ara niçin oldun âvâre

Hemân söz tut bî-çâre derviş olayım dersen

Tasavvufi şiirin amacı sanat yapmak değil

muhatabına bir şeyler öğretmektir. Bu yüzden

bu şiirde de böyle bir yol izlenir ve devamında

derviş adayının yolda yürürken nelere dikkat

etmesi gerektiği bir bir açıklanır:

Her yere ayak basma ihsandan elin kesme

Çok söze kulak asma derviş olayım dersen

Rüyaya yalan katma elden söz alıp satma

Vakt-i seherde yatma derviş olayım dersen

Hak söze inad etme refiksiz yola gitme

Eyvallahı terk etme derviş olayım dersen

Gaflet ile çalışma çok gezmeye alışma

Hiçbir şeye ilişme derviş olayım dersen

Şeyhinde kusur görme meclisinde çok durma

Nafile yere yorma derviş olayım dersen

Haram lokmayı yutma bir kimseye kin tutma

Şeyh Vefa’yı unutma derviş olayım dersen

Görüldüğü gibi sekiz beyitten oluşan bu şiir,

adeta dervişlik ahlakının bütün hususiyetlerini

dile getirmektedir. Dolayısıyla dervişler için bir

yol rehberidir.

rak irşada başlamasıdır. Kısa zamanda şöhreti

bütün İstanbul’a yayılır. Fakat o, daha çok halk-

la beraber olmayı tercih eder. Bu yüzden on-

lardan biri gibi hareket ederek kendini çok da

deşifre etmeyen mütevazı hatta münzevi sayı-

lacak bir hayat sürer. Belli vakitlerde talebeleri-

ne ve halka kısa sohbetler yapar. Fakat bu kısa

sohbetler öylesine etkilidir ki namı kısa sürede

saraya kadar ulaşır ve devrin padişahları onun

sohbetinde bulunmak üzere can atarlar. Devrin

pek çok önemli kişisi kendisine intisap etmek

ister. Fakat birkaç ismin dışında onların devlet

işlerini aksatmasından endişe ederek bu talep-

lere olumlu cevap vermez. Sadece iki ismin zi-

yaretini kabul eder. Bunlar Sinan Paşa ile Molla

Hüsrev Hazretleri’dir. Sarayla münasebet de bu

iki isim vasıtasıyla kurulur. Hizmetleri saray ta-

rafından o kadar itibar görür ki Fatih tarafından

adına dergâhı dışında bir de cami inşa ettirilir.

O da bu jesti karşılıksız bırakmaz. Öldüğünde

Fatih’in cenaze namazını kendisi kıldırır. Onun

saraya neden mesafeli durduğu ise misyonuy-

la ilgilidir daha çok. O sanki vefa semtindeki

gariplerin, yoksulların, kimsesizlerin sığınağı

olmak istemiştir. Bu da onun “vefa” sıfatıyla

çok uygunluk gösteren bir tutumdur. Böylece

Fatih’in maddî anlamda fethini gerçekleştirdi-

ği İstanbul’un manevî inşasında önemli bir rol

oynar.

Sonra gün gelir ve ömrünü tamamlar. Saygı

duyulan, hayranlık uyandıran hizmetlerini geri-

de bırakarak 1491 Ramazan ayının ilk pazartesi

gününde vefat eder. Adı ve hatırası daha sonra

adını verdiği Vefa semtiyle, cami ve dergâhıyla

yaşamaya devam edecektir.

Şairliği ve Bir Şiiri

Şeyh Ebû’l Vefa Hazretleri’ni bugüne taşıyan

bir hususiyeti ise âlim ve sufi kimliğiyle geride

bıraktığı eserleridir. Bunlardan bir kısmı men-

sur bir kısmı da manzumdur. Kaynaklar kendi-

sinin Arapça, Farsça ve Türkçe olarak üç dilde

48 ŞUBAT 2017 somuncubaba 49

Page 28: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

KÜLTÜR / Mustafa KARABACAK*

RABB’İMİZ! KÂFİRLERE KARŞIBİZE YARDIM ET!

“Bugün Müslüman ülkeler dışında dünyada kan ve gözyaşı yok gibidir. Oynanan bütün oyunlar Müslümanlar üzerinedir.

Müslümanların bölünmüşlüğü de fırsat bilinerek her gün biraz daha savaş körüklenmekte ve daha fazla Müslüman kanı

dökülmesine seyirci kalınmaktadır.”

Y aratılmışların en güzeli ve Allah’ın yer-

yüzündeki halifesi olan insanoğlu pey-

gamberler aracılığıyla gönderilen ilâhî

buyruklara uyduğu müddetçe değerlidir. İnsa-

noğlu değerliliğini zaman zaman taçlandırarak

en yüksek seviyeye çıkmış, bazen de en alçak

seviyelere düşmüştür.

İnsanoğlu, meleklere uygun davranışlar ser-

gilemişse yüce değerlere ulaşmış ama hayvanî

değerlere özenmiş ve hayvanların yaptıklarını

yapmışsa alçalmış ve hatta hayvanlardan daha

aşağı seviyelere düşmüştür. İnsanlık bugün

böyle bir sınav vermektedir.

Müslümanların güçsüzlüğünü gören dünya

âdetâ leş kargaları gibi üzerlerine üşüşmüş du-

rumdadır. Ölen Müslüman yani Müslüman kanı

akıyor ise dünya bunu zevkle izlemektedir. Bu-

gün Müslüman ülkeler dışında dünyada kan

ve gözyaşı yok gibidir. Oynanan bütün oyunlar

Müslümanlar üzerinedir. Müslümanların bölün-

müşlüğü de fırsat bilinerek her gün biraz daha

savaş körüklenmekte ve daha fazla Müslüman

kanı dökülmesine seyirci kalınmaktadır.

Tarihî tecrübelerimiz göstermiştir ki, küfür,

tek millettir. Onların dinine girmediğimiz sü-

rece onlar bizden razı olmazlar ve bizi düşman

olarak görmeye devem ederler. Gerçek anlam-

da sadece Müslümanlar dostumuzdur. “Sen on-

ların dinlerine uymadıkça Yahudiler de

Hıristiyanlar da senden asla mem-

nun kalmayacaklardır.”1 Dünya,

bugün Müslümanların yok olası

için birlik olmuş durumdadır. Özellikle ülkemiz

üzerinde terör örgütleri içten ve dıştan her gün

yeni tuzaklar kurmakta masum insanların ölme-

sine sebebiyet vermektedirler. Bunun belki de

en önemli sebebi ülkemizin Müslüman ülkeler

arasındaki siyasi ağırlığıdır. Diğer siyasî ve eko-

nomik ağırlığı olmayan Müslüman ülkelerle uğ-

raşmaktansa liderliğe oynayabilecek Türkiye ile

uğraşmak ve pratik bir çözüm yoludur. Mesele

Müslümanların önderliğini yapacak bir lider

ülkenin doğuşunu engellemek veya geciktir-

mektir. Çünkü bilirler ki, Müslümanlar, tuzakla-

rın farkına vardıklarında oyunları bozulacak ve

masada ben de varım diyecektir. Müslüman-

ların masada olması istenmemektedir. Çünkü

Müslümanlar akıllarını başlarına toplarlarsa şu

anda onların işgal ettikleri Kudüs ve Mescid-i

Aksâ gibi yerlerle ilgili haklarını da alacaklarını

bilirler.

Mahzûn Mescid-i Aksâ

Mescid-i Aksâ, Müslümanlar için sembol

yerlerdendir. Burasını elinde tutan dünyanın

sacayaklarından birisini elinde tutmuş olur.

Mescid-i Aksâ, Müslümanların ilk kıblesi, en

kutsal sayılan üç mescidden biridir. Buranın ve

çevresinin mübârek kılındığına dair Allahu Teâlâ

şöyle buyurmaktadır: “Kendisine âyetlerimizden

bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i)

bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini be-

reketlendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’ya

götüren Allah’ın şanı yücedir.

Hiç şüphesiz O, hakkıyla işi-

tendir, hakkıyla görendir.”2

50 ŞUBAT 2017 somuncubaba 51

Page 29: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı

temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği

devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben

Müslümanlardanım.”11

Cennetliklerin duası: “Hidayetiyle bizi (bu ni-

mete) kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bizi

doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru

yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabb’imizin el-

çileri gerçeği getirmişler.”12

Bazı peygamberlerin yaptığı dua: “Ey

Rabb’imiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlı-

ğımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl;

kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!”13

Yunus’un (a.s.) duası: “Senden başka hiçbir

tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben

zalimlerden oldum!”14

Tâlût ve askerlerinin duası: “Ey Rabb’imiz!

Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutuna-

lım. Kâfir kavme karşı bize yardım et!”15

Ya’kub’un (a.s.) duası: “Ben sadece gam ve ke-

derimi Allah’a arz ediyorum.”16

Mûsâ’nın (a.s.) duası: “Rabb’im! Doğrusu bana

indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım!”17

Ayrıca karar merciinde olan yöneticilerimi-

zin hatalı karar vermemeleri için dua edilme-

liyiz. Çünkü onların hata yapması bütün üm-

meti bağlamaktadır. Her zaman ümitvar olalım.

Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlaya-

caktır: “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu sön-

dürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de

Allah nûrunu tamamlayacaktır.”18

Bir televizyon kanalında yayınlanan izlenme

oranı yüksek bir dizide mutasavvıf ve düşünür

Muhyiddîn İbn Arabî’yi (ö. 638/1240) canlandı-

ran kişinin yaptığı dua da bu anlamda halimizi

ortaya koyan hepimizin âmin diyebileceği bir

dua:

“Ey göklerin ve yerlerin Nûr’u olan Allah’ım!

Sen Hâkim’sin! Sen Muktedir’sin! Tüm acizliği-

mizle sana sığınırız! Senden yardım diler, sen-

den merhamet bekleriz!

Yâ Rabbî! Müslümanların hali perişandır. Fit-

ne nifak tüm kalpleri esir almıştır. Kardeşliğimi-

zi unuttuk. Samimiyetimizi yitirdik. Nefsimize

yenik düştük. Zalimlerle ortak olduk.

Yâ Rabbî! Bizi bağışla! Kalplerimizi iman

nuru ile temizle!

Yâ Rabbî! İhlâsımızı artır! Samimiyetimizi bi-

tiştir! Küfre karşı, zalime karşı bizi bir eyle! Güç-

lü eyle! Uyanık eyle!

Yâ Rabbî! Bize Hz. Muhammed’in (s.a.v.) üm-

meti olma şerefi verdin. Bu uğurda şehit olma-

yı da nasip eyle! Bizi yolundan döndürme! Bizi

rahmetsiz bırakma! Hay isminin hürmetine bize

yeniden Dirilişi (Kıyâmı, ayağa kalmayı) nasip

eyle Yâ Rabbî!”

Âmin! Âmin! Âmin!

Selam ve dua ile…

Âyette bereketli olduğu belirtilen yerin mer-

kezi Mescid-i Aksâ’dır. Burası yeryüzünde Allah

için kurulan ikinci3 ve insanların ziyaret için

yolculuk yapabilecekleri mescidlerden biridir:

”(İbadet için) sadece şu üç mescide yolculuk ya-

pılır:  Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî ve Mescid-i

Aksâ...”4 Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında

Mescid-i Aksâ’yı Müslümanların ziyaret etmele-

ri için teşvik etmiştir.“Mescid-i Aksâ’ya gidin ve

orada namaz kılın. Eğer oraya gidemez ve orada

namaz kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere

oraya zeytinyağı gönderin.”5

Yapmamız Gerekenler

Bütün bu oyunları bozmak için birlik bera-

berliğimiz bozmadan ümidimizi kaybetmeden

mücadeleye devam etmemiz gerekir. Daha ön-

ceki ümmetlerin hastalıklarından uzaklaşmak

ve tek vücut olunmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)

“Ümmetime (daha önceki) ümmetlerin hastalığı

bulaşacaktır.” deyince Sahâbe: “Ümmetin has-

talığı nedir?” diye sordular. O şöyle buyurdu:

“Taşkınlık, şımarıklık, dünya hususunda birbir-

lerine karşı öğünmek ve yarışmak, birbirinden

uzaklaşmak ve hasetleşmek. Öyle ki, böylece zu-

lüm ortaya çıkar ve anarşi olur.”6 Oysa Allah bir

ve beraber olan gruplara yardım eder. “Allah’ın

eli cemaatin üzerindedir.”7 “Cemaat rahmettir,

ayrılık azaptır.”8

Kardeşliğimizi daha fazla kenetleyerek, saf-

larımızı daha fazla sıklaştırmalıyız. Oynanan

oyun basit değildir. Mesele güç mücadelesi-

dir. Meseleyi belki de Müslümanların ayağa

kalkmak için son hamlesi olarak görmek gerek-

mektedir. Gün, ayrıştığımız küçük meseleleri

gündeme getirme zamanı değildir. Yoksa bu

aşamada ortada ne Müslüman ne de sahip ol-

dukları devletleri kalacaktır. Merhum Mehmed

Akif’in deyişiyle:

Artık ey milleti merhume, sabah oldu uyan!

Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?

Ne Kürtlük, ne de Türklük kalacak aç gözünü!

Dinle Peygamber-i Zişânın İlâhî sözünü.

Veriniz baş başa; zira sonu hüsranı mübin,

Ne Halife (hükümet) kalıyor ortada, billahi ne din!

“Medeniyet!” size çoktan beridir diş biliyor;

Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Bu aşamada yapılması gereken fiili duaların

yanında sözlü duaya da sarılmalıyız. Bu anlamda

herkes üzerine düşen vazife ne ise onu en güzel

şekilde yapmalı ve Müslümanların üzerinde dola-

şan kara bulutların bir an evvel gitmesi için özel-

likle seher vakitlerinde dua etmeliyiz. Kur’an’da

Rabb’imizin bize öğrettiği böyle sıkıntılı anlarında

okunabilecek dua örneklerinden bir kaçı şöyledir:

Mü’minlerin duası: “(Onlar şöyle yakarırlar:)

‘Rabb’imiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalp-

lerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla.

Lütfu en bol olan sensin. Rabb’imiz! Gelmesin-

de şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutla-

ka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden

dönmez.”9 “Onlar, ayakta dururken, otururken,

yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anar-

lar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin de-

rin düşünürler (ve şöyle derler:) ‘Rabb’imiz! Sen

bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi

cehennem azabından koru! Ey Rabb’imiz! Doğ-

rusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu

rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları

yoktur. Ey Rabb’imiz! Gerçek şu ki biz, ‘Rabb’inize

inanın!’ diye imana çağıran bir davetçiyi (Pey-

gamberi, Kur’an’ı) işittik, hemen iman ettik. Ar-

tık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi

ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabb’imiz!

Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vâdettiklerini

de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay

etme; şüphesiz sen vâdinden caymazsın!”10

“Tüm Acizliğimizle Sana Sığınırız”

Olgunluk yaşına gelen mü’minlerin duası:

“Rabb’im! Bana ve ana-babama verdiğin nimete

Dipnot*Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK

1. 2/Bakara, 120.

2. 17/İsrâ, 1.

3. Buhârî, Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâcid, 1, 2.

4. Buhârî, Fadlu’s- Salât, 1, 6; Müslim, Hac, 511.

5. EbûDâvûd, Salât, 14.

6. Hâkim, el-Müstedrek, IV, 282, hadis no: 7390.

7. Tirmizî, Fiten, 7; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, II, 205.

8. Kuzâî, Müsnedü’ş-Şihâb, I, 43, hadis no: 15; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 145.

9. 3/Âl-i İmrân, 146-147.

10. 3/Âl-i İmrân, 191-194.

11. 46/Ahkâf, 15.

12. 7/A’râf, 43.

13. 3/Âl-i İmrân, 146-147.

14. 21/Enbiyâ, 87.

15. 2/Bakara, 250.

16. 12/Yusuf, 86.

17. 28/Kasas, 24.

18. 61/Sâf, 8.

52 ŞUBAT 2017 somuncubaba 53

Page 30: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

NÂBÎ’DEN OĞLU HAYRİ’YE

İLİMLE İLGİLİ ÖĞÜTLER

EDEBİYAT / Vedat Ali TOK

N âbî, ilim konusunda çok hassastır. Bu konu ile ilgili henüz yedi yaşındaki oğluna ile-risi için sırasıyla şöyle hedefler gösterir:

Faydalı, şerefli ve mukaddes ilimlere gece gündüz çalış. Hayvan gibi cahil kalma ilim öğ-renen ol. İlim için çalışmamaktan sakın, dikkat edersen ilim ve çalışmak (sa’y) ikisi birdir. Be-nim bu iddiama şu söz şahittir: İlim ve sa’yin sa-yısı (ebced hesabında) eşittir. Çalışmadan ilim elde edilemez, biri gitse diğeri de kaybolur.

İlim, Allah’ın sıfatlarındandır, onun için bü-tün sıfatların en yücesi ilim sıfatıdır. İlim öğren-meye çalış ve âlim ol. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ilim öğrenmenin farz olduğunu söyledi. Yine o ilim sahibi Peygamber dedi ki “Beşikten meza-ra kadar ilim öğreniniz!” Nur diyarının sultanı ilim hakkında “Rabbi zidnî/Rabbim, ilmimi artır.” isteğine memur oldu. Öyle bir ilim şehrini ara-yıp bul ki kapısı Peygamber’in damadı Ali olsun. Gelin yüzünün süsleyicisi ilimdir. Var ile yok’u bilme yolu, yine ilimdir. İlim ilâhî bir sofradır, Allah’tan insanlara bir bağış, bir bahşiştir.

Kıymet ve yücelik rabıtası ilimdir. Gönül ber-raklığı ve ağırbaşlılığın sebebi ilimdir. İlim, bü-yüklük ve mertebenin güvenliği ve koruyucusu; ilim, doğruluğun ve talihin kopmayan bağıdır. İlim, sahili olmayan bir denizdir ki onun içinde âlim geçinenler gerçekte cahildir. Allah, cahil-lik için “ölüm”, ilim için “hayat”tır dedi. Sen de sakın ölülerle aynı durumda olma. Cahillik ile ebedî hayattan mahrum olma ve iyi ile kötüyü ilim vasıtasıyla birbirinden ayır. Çeşitli ilimler ile kendini donat, zihnini doldur. Belki bir gün ona ihtiyacın olur da kullanman gerekir. Bir şeyi bilmek, sorulduğu zaman “Ben onu bilmiyo-rum.” demekten daha güzel değil mi? Peygam-ber Efendimiz’in insanlara telkini “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” sözü olmuştur.

İlimde Kibir, Utanma Olmaz

İtme âr öğren oku ehlinden

Her şeyin ilmi güzel cehlinden

Bir şeyi ehlinden öğren ve bunu yaparken

utanma. Çünkü her şeyin âlimliği, cahilliğinden

daha iyidir. Cahil, âlime göre eşek, belki de

eşekten de aşağıdır. Bir şeyden habersiz olan

cahil nerde; her şeyi bilen nerde! Hiç gören ile

âmâ bir olur mu? Ne kadar ululuk ve maddî üs-

tünlük bulsa da mevki ile cahile yücelik gelmez.

Cahillik utançların, aşağılanmaların ve kötülük-

lerin kaynağı ve sebebidir. Cehalet insana bir

belâ zindanıdır ki içine düşenler ondan kurtu-

luşun yüzünü görmez. İlim, varlığın; cahillik ise

yokluğun kaynağıdır; var ile yok hiç beraber

olabilir mi?

Nâbî, oğluna bütün ilimleri öğrenmesini tav-

siye etmesine rağmen onu felsefeden sakındı-

rır:

Matlabun eyle ma’âlî-i umûr

Vâdî-i felsefeden eyle ubûr

İlimle uğraşmak kadar yüce bir iş olmadı.

İlimden de hiç kimse elem görmedi. Gerek sul-

tanlar gerekse halk mutlaka âlimlere muhtaç

olurlar. Yaratıcı olan Allah›ın sıfatlarına sınır

olmadığı gibi ilmin şerefine de bir son yoktur.

Bilginin sonu olmadığına göre ilme de bir son,

bir sınır yoktur. İlmin dış kabuğunda kalmaktan

sakın, mânâların özüne ulaşmaya bak. İlmin dış

kabuğunda kalmak, kuşun tek kanatla uçmaya

kalkması gibidir. Onun için sen de ilmin dışın-

da kalmayıp içine doğru yönel. Yürünüp geçi-

len yer, evin dışıdır, oturulup durulacak yer ise

o evin içindeki halvettir. Hiç denizin sahilinde

inci olur mu? Cevher istiyorsan elbette derini-

ne dalman gerekir. Sarf, nahiv ve Arapça bil-

mek gereklidir fakat bütün vakitleri alet ilimle-

riyle geçirmemek lâzımdır. İhtiyacın olmayaca-

ğı şeylerle vakit geçirmenin bir anlamı yoktur.

İlmin hepsini öğren fakat hepsini kullanma.

Sana ilimlerden fıkıh, hadis ve tefsir içinin ziy-

neti olsa yeter. Başkasını oku ama onunla amel

etme. İddiaların ve tartışmanın çiğnenmişi

olma. Fıkıhtan ibadetlere bak, itibar et; mese-

“Kıymet ve yücelik rabıtası ilimdir. Gönül berraklığı ve ağırbaşlılığın sebebi ilimdir. İlim, büyüklük ve mertebenin

güvenliği ve koruyucusu; ilim, doğruluğun ve talihin kopmayan bağıdır.”

54 ŞUBAT 2017 somuncubaba 55

Page 31: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

leler tarafına geçme. Satış ve alış meselesini

bilmemek sana iki âlemde bir eksiklik vermez.

Allah’ı Bilmek

Mutasavvıflar “Kendini bilen Rabb’ini bilir.”

demişlerdir. Bu yüzden Nâbî gençliğe kendini

bilme hususunda da çeşitli nasihatlerde bulu-

nur.

Sakın kimseye fazilet satmaya kalkma! Hal-

ka satacak ilme heves etme, bu yolda boşuna

nefes harcama.

İtme halka satacak ilme heves

Eyleme bîhude tazyî-i nefes

Burada “halka satacak ilim” sözüyle Nâbî’nin

popüler fakat işe yaramayacak bilgilerden bah-

settiği açıktır fakat bunların ne olduğunu ileri-

deki beyitlerinde de ifade etmiyor. Devamında

gençliğin nasıl bir ilme yönelmesini şöyle izah

ediyor:

Öyle bir ilme çalış kim mutlak

Anı bir sen bilesin bir dahı hak

Nâbî bir kulun bir de Allah’ın bileceği ilim

üzerinde durulmasını tavsiye ediyor.

Daha önce de oğlunu sakındırdığı felse-

fe bahsine burada yeniden temas ediyor ve

Hayri’nin, felsefeden uzak durmasını istiyor.

Hikmet ü felsefeden eyle hazer

Evliya nüshasına eyle nazar

Buna mukabil evliyanın sözüne, yazdıklarına

dikkat etmesi gerektiğini söylüyor.

İnsanı hakikate yaklaştıran, Allah yolunda

yüce mertebelere ulaşan kişilerin temiz ne-

fesleri, sözleridir. Bunun için bir mürşid-i kâmil

bulmak gerekiyor. Eğer devrinde mürşid-i kâmil

bulunmazsa, sana Kur’an bir mürşid olarak ye-

ter. Arif ol, sakın ham sofu olma; gayret göster

de yakîn sırrına, Allah ilmine erenlerden ol. Al-

lah, seni, Kendisini bilmen için ve Ona candan

kulluk etmen için yarattı.

Ey Hayri, dilindeki ve gönlündeki daima Al-

lah olsun. Uğruna can verdiğin yer, yine Allah’ın

yüce dergâhı olsun. Cennet ümidi ve cehen-

nem korkusu ile çalışma. Cennet ve cehenne-

min asıl sahibini isteyip bul.

Ara bul kendüni bil kimsin sen

Ta sana ola dü âlem rûşen

Kendini ara, bul! Sen kimsin? Kim olduğunu

idrak et ki iki âlem sana apaçık görünsün. Zahirî

ve batınî ilimleri öğren.

Vaktüni sarf idegörtahsîle

İkisin dahı çalış tekmîle

Zamanını tahsile harca. (Zahirî ve batınî)

ilimlerin ikisini de iyice öğren.

Paylaşsak herkese yetmez mi dünya,

Kimedir isyanlar, bu zulüm niye?..

Hepimiz Âdem’den geldik öyle ya,

Kula kuldan gelen bu çalım niye?..

Bırak eller yaylasını yaylasın,

Âşık olan ummanları boylasın,

Sevenler kavuşsun, dostlar toylasın,

Her yan kan deryâsı, bu ölüm niye?..

Ne olurdu bir ummanda karışsak,

Bilişip tanışıp sevsek barışsak,

Hakka tâbî olup hakta yarışsak,

Her yanda çıkıyor bir zalım niye?..

Kimi can veriyor şimdi yokluktan,

Bir yanı da semiriyor tokluktan,

Sokaklarda ölen vardır soğuktan,

İzahı imkânsız bu hâlim niye?..

Sabreyle Kul Hakkı, hak senin dâvan,

Yeryüzü ev bize, gökyüzü tavan,

Dost bildiğim elden yağmadır kovan,

Târumâr peteğim hem balım niye?..

Hakkı ŞENER

Cevabını Bilen Var mı?

56 ŞUBAT 2017 somuncubaba 57

Page 32: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

SOMUNCU BABA’DAN (K.S.) BİR DEMET

HADİS VE YORUMU

FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*

K ırk hadis risâlesi oluşturma geleneği İslâm

âlimleri tarafından Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

bu konudaki müjdesine mazhar olmak için

yapılagelmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle

buyurmuştur: “Ümmetimden kim kırk hadis ezberler-

se, kıyamet gününde fakîh olarak haşrolur.”; “Ümme-

timden kim sünnetle ilgili kırk hadis ezberlerse, ben

kıyamet günü onun şefaatçisi ve şahidi olurum.”1

İşte Somuncu Baba da bu müjdeye nail olmak

için bazı sâlih kimselerin ve dostlarının da tavsi-

yesiyle bu kırk hadisi oluşturmuş ve “hisse” başlı-

ğı altında her birini kısaca açıklamıştır. Biz onun

bu eserinden bir demet sunmaya çalışacağız:

1. Hadis: “Ümmetim fesâda düştüğü zaman

sünnetime sarılana, yüz şehit sevabı vardır.”2

Yorum:

“Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetinden tavsi-

yelerine uyanlara, âhir zamanda fitneler orta-

ya çıktığı zaman, bütün işlerinde sünnetlerine

sarılmak suretiyle nefs-i emmâre ile mücadele

etmelerini tavsiye etmektedir. Düşmanların en

büyüğü ile savaşıp şehit olan kimse ise Allah

katında sevap açısından en büyük şehittir.”

2. Hadis: “Allah, kendi rahmet gölgesinden

başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet günün-

de şu yedi kişiyi rahmet gölgesi altına alır:

1- Adaletten ayrılmayan idareci.

2- Allah’a ibadetle yetişen bir genç.

3- Kalbi mescidlere bağlı kişi.

4- Allah rızâsını kazanmak için birbirlerini se-ven, onun için bir yere gelen; onun için birbirin-den ayrılan iki kimse.

5- Yalnız başına iken Allah’ı anıp gözleri ya-şaran insan.

6- Kendisini mevkii sahibi, güzel bir kadın (fenâlığa) davet ettiğinde, ‘Ben âlemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım.’ diyen kişi.

7- Sağ elinin verdiğini, sol eli bilmeyecek de-recede gizli sadaka veren kimse.”3

Yorum:

“Hz. Peygamber (s.a.v.), Allah’ın rahmeti ile

gölgelenmenin bu guruplara mahsus olduğuna

işaret etmiştir. Çünkü bu kişiler Allah’ın lütfu-

nun ve rahmetinin göründüğü yerlerdir. İdaresi

altında bulunanları adalet gölgesiyle gölgelen-

diren, bütün ömrü boyunca Allah’a ibadet hima-

yesinde nefsini koruyan, kalbini Allah’ın evine

(mescidlere) bağlayan, rûhunu Allah’ın sevgisi

koruluğunda koruyan, Allah zikriyle gönlünü

örten, Hafâ Makamı’ında Allah’ın cemâli dışın-

da bir güzelliğe meyletmekten kaçınan, Ahfâ

Makamı’nda kendisini Hakîkî Varlık yoluna ta-

sadduk eden kimseyi Allah rahmetinin gölge-

sinde gölgelendirir.”

3. Hadis: “(Allâhu Teâlâ) ‘Namazı kulumla

aramda ikiye taksim ettim. Yarısı bana, yarısı da

kulumadır. Kuluma dilediği verilecektir.’ (buyur-

muştur). Bir kul namazda, ‘Bütün hamd ve senâ

âlemlerin Rabb’i olan Allah’a mahsustur.’ dediği

zaman, Allâhu Teâlâ, ‘Kulum bana hamd etti.’ bu-

yurur. Kul ‘O, rahman ve rahîmdir.’ dediğinde, ‘Ku-

lum bana sena etti.’ buyurur. Kul ‘Hesap ve ceza

gününün hâkimidir.’ dediğinde, Allâhu Teâlâ ‘Ku-

lum beni ta’zim etti.’ buyurur. Kul, ‘Biz yalnız sana

ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.’ deyin-

ce, ‘Bu iş benimle kulum arasındadır (ibadet bana,

yardım da kuluma aittir, kulumun istediği verile-

cektir).’ buyurur. ‘Bizi dosdoğru yola ilet, kendileri-

ne nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanla-

rın ve sapıklarınkine değil.’ dediğinde de, ‘Bu dilek

kula aittir. Ona istediği verilecektir.’, buyurur.”4

Yorum:

“İnsan, kulluk makamında ciddiyetle durur

ve ihlâstan üzerine düşen görevi her hâlükârda

Allah’a hamdederek yerine getirir, Allâhu

Teâlâ’nın kendi zâtını övdüğü gibi O’na hulûs-ı

kalple senâda bulunur; hamd, senâ ve övme-

nin içinde gark olarak Allah’ı yüceltir ve de tüm

bunların hepsinde Allah’tan yardım dilerse, bu

“Allâhu Teâlâ’ya tam anlamıyla yakın olmak, tüm bedenî meşgûliyetlerden halvette olunduğu zaman gerçekleşir. Bunun

zamanı da gecenin son kısmıdır. Çünkü kul bu vakitte yaşamaya yönelik bütün dünyevî bağlardan kurtulur. Böylesi bir zamanda tenha bir yerde Allah’a yakaran kul, yaratana son derece yakın olur ve aradaki zaman ve mekâna dair bütün maddî boyutlar

kalkar ve Rabb’iyle birlikte olur.“

58 ŞUBAT 2017 somuncubaba 59

Page 33: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Dipnot*Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN1. İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Beyrut 1352,

II/246.2. el-Munzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, I/80; et-Taberânî, Evsat, VI/197.3. Muvatta’, Şi›r, 5; Buhârî, Ezân, 36; Tirmizî, Zuhd, 53.4. Muslim, Salât, 11.5. Nesâî, Sehv, 56.6. Buhârî, Deavât, 66.7. Tirmizî, Deavât, 118.8. Buharî, Rikâk, 41.9. Muslim, Cenne, 19.10. 28/Kasas, 77.11. Muslim, İmâret, 30.12. Buhârî, Edeb, 29.13. Muslim, Birr ve’s-Sıla, 49.14. Muslim, Birr ve’s-Sıla, 23.

onu orta yol olan Ehadiyet’e götürür. Ki, ruhlar ve bedenler için başlangıç amelleri ile sülûkun sonu bu yoldan geçmektedir. Ve yine bu yol-la, (ayette) her şeyin rabbi olan Allah’tan (bizi) hazır et tarzında dua edilen, gadab ve kahrın karışmasından uzak saf ve mutlak rıza makamı elde edilir.”

4. Hadis: “Bir kimse bana bir salât-ı şerîfe ge-tirirse, Cenab-ı Allah ona on kere rahmet eder, on günahı düşürülür ve on da derece verilir.”5

Yorum:

“Hadiste Yüce Ehadiyet’ten ilahî feyzin Rûh-i Muhammedî vasıtasıyla ulaşacağına işaret var-dır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) ezelî ve ebedî olarak Kutbu’l-aktâb’dır. Bu durumda tâlibe/müride gerekli olan Yüce Efendi’siyle münase-beti ona salât etmek ve sünnetlerine yapışmak suretiyle sağlamaktır. Salât ile ona yaklaşan kimseye, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tabi olması nedeniyle on rahmet gelir. Ayrıca kendisiyle Hak arasındaki on perde kaldırılır, Allah’a yakın-laşma derecelerinden on derece yükselir.”

5. Hadis: “Zikreden kimse ile zikretmeyen kişi,

diri ile ölü gibidir.”6

Yorum:

“Hadiste, Hayy ve Kayyûm olan Allah’ın zâtı

ile hakiki var oluşun; maneviyat yolcusu olan

sâlikin zâtı, sıfatı ve fiilleriyle O’nda fenâ ol-

masıyla gerçekleşeceğine işaret vardır. Her kim

bütün söz, fiil, hal, zat ve sıfatlarından soyutla-

narak Allah›ın zikrinde fenâ (yok) olursa, Allâhu

Teâlâ, kaldırabileceği miktardaki fiil, sıfat ve

zâtının tecellîleriyle onu ihyâ eder.”

6. Hadis: “Rabb’in kula en yakın olduğu vakit,

gecenin son kısmındadır. O saatte Allah’ı zikre-

denlerden olmaya gücün yeterse, öyle ol.”7

Yorum:

“Allâhu Teâlâ’ya tam anlamıyla yakın olmak,

tüm bedenî meşgûliyetlerden halvette olundu-

ğu zaman gerçekleşir. Bunun zamanı da gece-

nin son kısmıdır. Çünkü kul bu vakitte yaşama-

ya yönelik bütün dünyevî bağlardan kurtulur.

Böylesi bir zamanda tenhâ bir yerde Allah’a

yakaran kul, yaratana son derece yakın olur ve

aradaki zaman ve mekâna dair bütün maddî bo-

yutlar kalkar ve Rabb’iyle birlikte olur.”

7. HadisHH Hadis: “Kim Allah’a kavuşmayı

arzularsa, Allah da ona kavuşmayı arzular. Kim

de Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da

ona kavuşmaktan hoşlanmaz.”8

Yorum:

“Hz. Peygamber (s.a.v.) ölüm gelmeden önce

ona hazırlanmaya teşvîk etmişlerdir. Çünkü Al-

lah sevgisi (muhabbetullah) Yaratan’a kavuşma

arzusu doğurur. Arzu ise Allah’a ulaştıran amel-

leri yapma şevki verir. Müslümanlar ibadetlere

olan düşkünlükleriyle bu hali sergilerler. Kal-

ben ve rûhen Rabb’e yakın olarak buna iştiyak

duyarlar.”

8. Hadis: “Hiçbiriniz, Allah’tan lütuf beklentisi

içinde olmaksızın ölmesin.”9

Yorum:

“Hadiste, Allâhu Teâlâ’nın, ‘Allah sana na-

sıl ihsan ettiyse, sen de öyle iyilik et.’10 kavlin-

de işaret edilen ihsana işaret vardır. Allâhu

Teâlâ’nın kula ihsanı, kulun ibadetleriyle O’na

olan ihsânından öncedir. Allah’ın kendisine na-

sip etmesi suretiyle ihsanda bulunduğu kimse

Allah’a itâat etmek için çabalar. Bu nedenle

tâlibin, iman makamında ihsan makamını elde

etmek için çalışması gerekir. Çünkü ameli iyi

olanın zannı da güzel olur. İyi amel ise güzel

başarıyla gerçekleşir.”

9. Hadis: “Meşrû idarecinin emrinden çı-

kıp cemâatten ayrılan kimse, câhiliye ölümü ile

ölür.”11

Yorum:

“Sultan çoban, şeytan da kurttur. Velâyet

sultanına itâattan uzaklaşan insanı şeytan az-

gınlığa düşürerek helâk eder. Şerîat sultanına

itâattan çıkan insanı da şeytan isyana sürükler.

Tarikat sultanına itâattan çıkan kimseye gelince,

şeytan onun yolunu şaşırtır ve Allah›tan yardım

alamayacağı vadilerde dolaştırır. «

10. Hadis: “Vallahi iman etmiş olmaz. Valla-

hi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz.’

‘Kimdir o yâ Rasûlallah!’ diye sorulunca ‘Komşu-

sunun zararından emin olmadığı kimse.’ cevabını

verdiler.”12

Yorum:

“Komşuna komşu olursan, komşun

da komşusu olmayana komşu olur. Kim

Erhamurrâhimîn’in komşuluğunda azmedip

durursa, Allah onunla kullarına rahmet eder ve

onu mahlûkatına yönelik rahmet gölgelerinden

bir gölge yapar. Etrafındakiler ondan etkilene-

rek güzel insan olurlar”.

11. Hadis: “Ruhlar sıralanmış asker toplu-

lukları gibidirler. Ruhlar âleminde tanışıp anla-

şanlar (dünyada) anlaşırlar. Buna karşılık, ruhlar

âleminde anlaşamayanlar (dünyada) da birbirle-

ri ile anlaşamazlar.”13

Yorum:

“Âlimlerle birlikte otur, hikmet sahiplerinin

içine gir, ebrâr ve etkıyâ ile ol, sâlih insanlardan

ayrılma. Câhiller, sefihler, fâcirler, şakîler ile ar-

kadaşlık yapmaktan kaçın. Çünkü dünyadaki ül-

fet, bakâ âleminde ruhlar arasındaki tanışıklığın

eseri olup kişi sevdiğiyle beraberdir.”

12. Hadis: “Allâhu Teâlâ refîktir (kullarına

kolaylık diler, güçlerini aşan şeyleri yüklemez).

Kullarının da yumuşaklıkla muâmele etmelerini

sever. Yumuşak huylulukla yapılan işlere verdiği

muvaffakiyeti bunun dışındakilere vermez.”14

Yorum:

“Kardeşlere karşı sertlik yerine yumuşak-

lığı tercih etmek, Rahman’ın kula olan lütuf

tecellîsinin kahır tecellîsinin önüne geçmiş ol-

masının sonuçlarındandır. Merhamet meyda-

nında yarış ki, rahmeti gadabını geçen Allah da

sana rahmetiyle ve lütfuyla muâmelede bulun-

sun.”

60 ŞUBAT 2017 somuncubaba 61

Page 34: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Yazar Fatih Çınar’ın Der-

vişane adlı kitabı okuyu-

cusuyla buluştu. Kitabın

önsözünde sûfîlerin yaşam

alanlarının hemen hemen

hepsinde bir şekilde haya-

ta tesir ettiklerini belirten

yazar, bunu şu şekilde be-

lirtmiş: “Din, kültür, sanat

ve diğer alanlarda sûfî dü-

şüncenin inkâr edilemez

tesiri günümüzde de bütün

canlılığıyla devam etmekte-

dir. Özellikle, büyük ölçüde

maddeye doyan ve manevi

yönünü/ruhunu doyurmak

için çeşitli arayışlar içerisine giren Batı dünyası-

nın Hz. Mevlâna başta olmak üzere sûfî isimlere

olan ilgisi bunun bir göstergesi niteliğindedir.

Öyle anlaşılıyor ki madde ve mana arasındaki

hassas dengeyi kurma ve bu denge ekseninde

hayatı anlamlı kılma çabalarıyla sûfîler kıya-

mete kadar insanların dikkatini çekmeye de-

vam edeceklerdir. Sevgiye, aşka ve tüm insanî

değerlere kanat açmak düşüncesiyle gönülleri

ihya eden mana erlerinin güven veren dünya-

larında yol almak isteyen insanlar bu serüvenin

kıyamete kadar devam etmesine vesile olacak-

tır.”

Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i Nebî başta olmak

üzere İslâm’ın diğer kaynaklarını da mükemmel

bir dengeyle harmanlayan,

insan sevgisi, nefsi ıslah

etme ve ahirete yatırım ile

İslâm’ın özünü ifade ede-

rek orijinalliğini muhafaza

eden tasavvufî sistemin

öteden beri dikkatini çeken

bir konu olduğunu belirten

yazar devamında şunları

ifade etmektedir:

“Ülkemizde büyük öl-

çüde bilgi kirliliği ile hal-

kımıza takdim edilen bu

sisteme ve mensuplarına

dair bir süredir devam eden

çalışmalarımızı insanımızın

istifadesine sunmak için elinizdeki çalışmayı

kaleme aldık. Sûfîleri çeşitli yönleriyle anlama-

yı ve sûfî bir perspektifle hayatı anlamlı kılmayı

arzulayan kimselere temel olarak bilgi vermesi

ve bu konuda insanımızı destekleyici yönüyle

çalışmanın orijinal bir çalışma olduğunu ifade

edebiliriz. Kendilerine has dil ve üslûpları iti-

bariyle sûfîlerin birçok meselede anlaşılmadığı

veya yanlış anlaşıldığı düşüncesi böyle bir ça-

lışmayı kaleme almaya sevk eden amildir.”

Yazar bu çalışmada genel anlamıyla sûfîlerin

Hz. Peygamber’i (s.a.v.) modelleme gayretleri,

nefsin ıslahına dair nebevî metotlardan hare-

ketle insanlara olan hizmetleri, Allah dostlarını

KİTAP / Yusuf HALICI

anlama ve tanıma gayretimizin perde arkası ve

sûfî düşünce sistemi çeşitli yönleriyle ele aldı-

ğını belirterek:

“Bu cümleden olarak ifade etmememiz ge-

rekirse çalışmada sufilerin aşk, hadis, Kur’an,

fıkıh, keşif/keramet, el emeği, çocuk eğitimi,

Nur-i Muhammedi düşüncesi ve nefsin mer-

tebelerine dair görüş ve düşünceleri yalın bir

lisan ile dile getirilmeye çalışılmıştır. İkinci

bölümdeyse Osmanlı sultanları başta olmak

üzere gönül dünyamızda iz bırakan birkaç su-

finin/dervişin hayat öykülerine yer vererek ilk

bölümdeki teorik bilgilerin pratiğe nasıl yansı-

tıldığını gözler önüne sermeyi hedefledik. Hz.

Mevlana, Âşık Yunus, İbrahim Tennuri, Niyazi-i

Mısri, Hamza Nigari, Mustafa Taki Efendi ve

Es’ad-ı Erbili bu bölümde hakkında bilgi verdi-

ğimiz isimlerdendir.” demektedir.

Yazar önsöz bölümünün son kısmında şu ifa-

delere yer vermiştir: “Malum olduğu üzere her

çalışma yoğun bir sürecin ardından şekillene-

bilmektedir. Bu çalışmamız da yaklaşık on yıldır

devam eden yoğun bir çalışma sürecinin ardın-

dan sizlerle buluşma imkânına kavuşmuş bir

çalışmadır. Bu süreçte maddî-manevî destek-

leriyle bizi cesaretlendiren bütün gönül dost-

larıma can-ı gönülden teşekkür ediyorum. Sûfî

perspektifi ve iç âlemiyle barışık dervişâne bir

hayatı anlamaya dair kaleme alınan bu müte-

vazı çalışmanın hayırlara vesile olmasını Allah

Teâlâ’dan temenni ediyorum. Bu çalışma vesi-

lesiyle bütün evrenle barışık bir hayat yaşama-

yı hedefleyen sûfîleri anlama yolunda ufak da

olsa bir adım atmış olabilirsek kendimizi bah-

tiyar hissederiz. Çalışmak bizden başarıya ulaş-

tırmak ise Allahu Teâlâ’dandır.”

AhilikDr. Yusuf EKİNCİMihrabat YayınlarıTel. 0 212 514 28 28

Kadim Mânânın RüzgârıyleMustafa TAHRALIHülbe YayınlarıTel: 0 212 516 23 56

Sosyal Politikalar Açısından Gaziler ve Şehit Aileleri Prof. Dr. Ali SEYYAR/ Yunus KÖLEOĞLULalezar KitabeviTel: 0 212 528 85 19

Arzın Kapısı KudüsTalha UĞURLUELTİMAŞ YayınlarıTel: 0 212 511 24 24

Kut’ül AmareNikolas GARDNEREtkileşim YayınlarıTel: 0 212 551 32 25

KİTAPLIK

DERVİŞANE

62 ŞUBAT 2017 somuncubaba 63

Page 35: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

İYİLİK, HAYATIN MAYASIDIR

EĞİTİM / Mürsel GÜNDOĞDU

İ nsanoğlunun tamahkârlığı, aç gözlülüğü ve gem vurulmaz şehveti bütün canlıları oldu-ğu gibi insana yurt olarak yaratılmış olan

dünyayı da hezimet alanına çevirmiştir.

Bu durum, uzayıp giden yollara inat insanı kısalaştırmış, zenginleşen tezgâhlara rağmen insanı fakirleştirmiş ve çoğalıp duran nüfusa karşın insanı yalnızlaştırmıştır. Çünkü insan ga-raz ve ivazın çıkmaz sokaklarında yönünü yolu-nu kaybetmiş, şehvetlere açıldıkça fıtratından uzaklaşıp kendine ve Rabb’ine yabancılaşma uçurumunun kenarına yaklaşmıştır.

İyiliği, hiçbir şahsî menfaat gözetmeden, sırf iyilik olsun diye yapmamız gerektiği ile Yüce Allah’ın bahşettiği nimetleri paylaştığımız es-nada ihtiyacı olan hiç kimseyi minnet altında bırakmamamız lazım geldiği ilâhî düsturunu unuttuğumuz günden beri gönül huzurumuz kaybolduğu gibi kalbimiz hiçbir şeyden mut-main olmamaktadır. Bu sebepledir ki insanoğ-lunun hiç vakit geçirmeden hezimete çevirdiği kâinatı bir hizmet alanı haline dönüştürme zo-runluluğu vardır. Bu da şüphesiz yaratılış gaye-mizi yeniden tefekkür etmek ve gönül, akıl, kalp ve duygularımızla birlikte bütün yapımızı fabri-ka ayarlarına döndürmekle mümkün olacaktır.

Yüce Rabb’imiz İnsan Suresi (7-10. ayetler)de bu hususta bizlere yol göstermekte ve temel prensipleri vaz etmektedir;

“Onlar verdikleri sözü tam bir biçimde yerine getirirler ve kötülüğü salgın olan bir günden kor-karlar. Yoksula, yetime ve esire, yemeği severek yedirirler. ‘Biz size yalnız ve yalnız Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık da bir teşekkür de istemiyoruz; Çünkü biz, asık suratlı, sert bir gün yüzünden Rabb’imizden korkarız.’ derler.”

“Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dün-yada yaptığı iyiliklerdir.” buyurarak bütün İslâm coğrafyalarında hizmetin ve iyiliğin fitilini tu-tuşturan Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in açtı-ğı bu kutlu yol, uçurumun kenarına yaklaşmış olan bütün insanlık için yegâne kurtuluş vesi-lesidir. Bu sebeple Yüce Mevlâ’mızın en son ve

mükemmel dini İslâm’ı layıkıyla tebliğ eden İki Cihan Serveri Efendimiz’in izinden giden her-kesin en büyük derdi bu büyük davayı hakkıyla omuzlayabilmek olmuştur.

Nitekim seçkin eserleri, yaşantısı ve sami-mi tesirleriyle bu hak davanın nesillerimizle buluşmasında bir hikmet burcu olan Osman Hulûsi Efendi, Nasihat adlı şiirinde: ”Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlıya” buyururken yolundan giden müritlerine müstesna bir ör-

neklik teşkil etmiştir.

Toplum Kirlerinden İyilikle Arınır

Yüce Rabb’imizin ihdas ettiği fıtrat üze-re istikamet sahibi olanlar ve Peygamber Efendimiz’in tebliğini rehber edinenler, kine bulaşmadan ve hiçbir karşılık beklemeden iyi-lik yolunu kendilerine kurtuluş vesilesi kılmayı başarmışlardır.

İslâm toplumu asırlardır kir ve paslarından bu iyilik ile hayır hasenat yağmurları sayesin-de arınmış ve bu kadim coğrafyaya “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.” düsturunu egemen kılmışlardır. Müslümanlar arasında bu yelpazenin oluşmasında elbette iyiliğe teş-vik edişin yanı sıra iyiliği yapış biçimiyle ilgili Rabb’imiz tarafından ısrarla yapılan uyarıların etkisi de büyük olmuştur.

Bakara Suresi, 264. ayet-i kerime, iyiliğin, yardımlaşma ve dayanışmanın yani canlılara hizmet etmenin temel ilkelerini en veciz şekil-de ifade etmektedir;

“Ey inananlar! Allah’a ve ahiret gününe inan-madığı halde halka gösteriş için yardımda bu-lunan kişi gibi yardımlarınızı başa kakmakla ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Bu tip davranı-şın örneği, üzerinde toz toprak biriken bir kayaya benzer ki şiddetli bir sağanak onu çıplak bırakır. Yaptıklarından hiç bir şey kazanamazlar. Allah, inkârcı toplumu doğruya iletmez.”

İnsana ve değerlerine dair ne varsa modern çağın marazlı rüzgârlarının esaretinde savrul-

“Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlıyaKimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol.“

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

“İslâm toplumu asırlardır kir ve paslarından bu iyilik ile hayır hasenat yağmurları sayesinde arınmış ve bu kadim coğrafyaya

’İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.’ düsturunu egemen kılmışlardır.”

Foto: Orhan DİNÇ64 ŞUBAT 2017 somuncubaba 65

Page 36: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

duğu, birey ve toplumun ahlakî erozyona uğ-radığı günümüz dünyasında her şey menfaat-lerin, çıkar ilişkilerinin sarmalına yuvarlanmış, bunun neticesinde de samimiyet ve ihlâs göz ardı edilir olmuştur. Kin ve nefretin tarumar ettiği ilâhî mesajlardan nasipsiz gönüller, yü-reklerinin olanca kuraklığıyla bütün dünyayı savaşın, zulmün ve vahşetin çile meydanına çe-virerek insanlığı acılar denizinin içinde boğul-maya mahkûm bırakmışlardır. Bu yüzden insanı insanın yurdu sayan kadim medeniyet iklimleri bozularak mazlum coğrafyaları insanı insanın kurdu sayan azgın ve vahşi anlayışın azgın pen-çesine maruz bırakmıştır.

İnsanlığın bir yol ayrımında olduğu bu günler-de insanı önceleyen, merkeze alan ve fıtrata dö-nüşün müjdecisi olan Müslümanca bakış açısına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır.

Her İyilik Bir Sadakadır

“Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlı-ya / Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol” diyen

Osman Hulusi Efendi’nin bu kadim çağrısı hiç şüphe yok ki çağın fırtınalı denizlerde devasa dalgalarla savrulan muzdarip insanı için sığını-lacak bir liman vazifesi görmektedir. Kimsesiz-liğin ve düşkünlüğün bir kader olmadığını ak-sine bütün can taşıyanların acılarıyla topyekûn mücadele etmenin insani bir görev olduğunu kör dünyanın vicdanına veciz bir şekilde hay-kıran bu yaklaşım, çaresizlik içinde kıvranmak durumunda bırakılan nice insan için bir umut muştusu gibidir aynı zamanda.

Yaşadığı çağın dertleriyle dertlenmek, çile-leriyle bezenmek ve insanlığa umut penceresi olmak “Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol” di-yerek çağa yürümeye davet eden Osman Hulûsi Efendi(k.s.) gibi ariflerin en bariz hallerindendir.

Yüce Rabb’imizin Zilzal Suresi 7-8. ayetlerde buyurduğu: “Zerre kadar iyilik eden mükâfatını görür, zerre kadar kötülük eden de cezasını gö-rür.” düsturunun temsilcileri olan bu Allah dost-ları, içinde yaşadıkları toplumları iyiliğin ve yardımseverliğin aydınlık yoluna davet etmiş, kötülük, kin, nefret, çıkarcılık, menfaat temin etme gibi karanlıklardan ise bütün yarenlerini sakındırmaya çalışmışlardır.

Zira onlar Mevlâna’nın dediği gibi “Bir mum diğer mumu tutuşturmakla kendi ışığından bir şey kaybetmez.” gerçeğinin en ziyade farkında olanlardır. Yine Allah dostları en iyi bilenler-dendirler ki toplumda gerçek anlamda iyilik sahibi insanların sayısı arttıkça, sosyal hayat-taki iyilikler de kat be kat artar. İyilik ve daya-nışma iklimleri topluma hâkim olunca insanlar arasındaki güven tesis olur, hayat mamur olur ve insanlar birbirleriyle yardımlaşarak her türlü sıkıntılarını aşarlar.

“Her iyilik bir sadakadır.” buyuran Rasûlullah Efendimiz’in  açtığı kutlu yolda bir ömür tüke-ten Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin “Garazsız hem ivazsız olarak her canlıya hizmet et” ilkesi ve “Kimsesizin düşkünün eli ve ayağı ol” diyen çağrısına icabet etmek bütün insanlık için kur-tuluş reçetesi olacaktır.

Aç o vahyin sofrasını;“Tevhîd” diyen dildir bana!..Sar bu hicret yarasını;Hüzün yüklü “Gül”dür bana!..

Cân seyrine saldım nazar;Aşk mülküne düştü efkâr!..Hak’tan gelen her i’tibâr; Hakkı tutan eldir bana!..

Gönül kanma mala, mülke;Cehd et, dayan farkı, farka!..Tut, kulak ver dönen çarka;Nefs öğüten seldir bana!..

Hayrımda mı her gizli şer? Gör, bir ömrü etme heder!..Yedi nefse inen Mahşer;Aşktan gelen hâldir bana!..

Değme, hoştur bu telaşım;Aşkım oldu cân sırdaşım!.. Aşk derdiyle dönen başım;Su, od, toprak yeldir bana!..

Gel gör benim varın özü;Her sûrede buldum izi!..“Kader” denen ince yazı;Tâ Elest’ten yoldur bana!..

Rıfat ARAZ

Tâ Elest’tenYoldur Bana!..

66 ŞUBAT 2017 somuncubaba 67

Page 37: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

SÛFÎNİN BENLİK İNŞASINDA ZAMAN MEFHUMU

“İBNÜ’L-VAKT” VEYA “EBU’L-VAKT” SIRRINA EREBİLMEK

KÜLTÜR / Fatih ÇINAR

B ireyin zamanla münasebeti, kişiliğinin

inşasında çok önemli bir konuma sahip-

tir. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim’de zama-

na yemin edilmiş ve zaman merkezli bir anlam

arayışının kişiyi hüsrana uğramaktan alıkoya-

cağı hakikati dile getirilmiştir.2 Yine Kur’ân-ı

Kerim’de verimli, bereketli, hareketli, faydalı,

düzgün ve ahirete yatırımla geçecek bir hayatın

şifrelerinin kişinin zamanla münasebetine bağ-

lı olduğu vurgulanmıştır.3 Bu anlamda Kur’ân-ı

Kerim’e bakıldığında ‘dehr, asr, kıyamet, saat,

sene ve âm, şehr, yevm, nehâr, fecr, sabah, kuş-

luk/duha, zuhr, mağrib, ışa, leyl ve ân’ gibi za-

manın tamamına işaret eden birçok kavramdan

bahsedildiği görülecektir.4 Hadis-i şeriflerde

ise yaratılış, kıyamet ve günlük hayatın zamanla

münasebetine dair uyarılar yapılmış ve zaman

kıymeti bilinmesi gereken bir olgu olarak zihin-

lere takdim edilmiştir.5

İslâm kültür zemininde ‘rüzgâr, dehr, vakt,

saat, müddet ve mühlet, an, dem ve lahza’ gibi

geniş bir yelpazede karşılık bularak değerlen-

dirilen zaman mefhumu sûfîlerin de üzerinde

hassas bir şekilde durduğu kavramlar arasında-

dır.6 Sûfîler, zamanın felek, kader, yıl, mevsim-

ler, günün bölümleri, yaratılış ve ahiretle doğ-

rudan ilişkili olduğunu ifade ederek bu öğenin

hayatlarında merkezi bir konumda olmasına

özen göstermişlerdir.7

Sûfîlere Göre Zamanın Benlik İnşasındaki Merkezi Konumu: Ebû’l-Vakt veya İbnü’l-Vakt Şuuru

Sûfîlere göre, sâlik/birey ânın/zamanın ne

kadar değerini bilirse o kadar olgunlaşmış de-

mektir. Onlara göre, her an yaratma fiiline de-

vam etmesi hasebiyle zamanın sahibi olan Al-

lahu Teâlâ’nın tecellilerine mazhar olma gayreti

sûfînin hedefi olmalıdır. Bir başka ifadeyle sûfî,

geçmişe pişmanlıkla veya geleceğe dair kurgu-

larla ömür tüketmek yerine içerisinde bulundu-

ğu zamanı, şartlarına göre en güzel/iyi şekilde

değerlendirip ‘ânın/zamanın çocuğu’ olmalıdır.

Bunun anlamı, sûfînin içinde bulunduğu âna

göre en uygun şeyi yapmasıdır. O, içerisinde

bulunduğu halin yani kişinin içerisinde bulun-

duğu durumu/konumu gönül gözüyle okuyup

bu durumda yapması gereken ödevleri hakkıyla

yerine getirme gayretinde olmalıdır.8 Sûfî, mu-

sibetler karşısında rıza ve teslimiyet; nimetler

karşısında ise şımarıklık haline bürünmeden

istikrarlı bir şekilde hedefine doğru ilerlemeli-

dir. Sûfîler, halin tasarrufu altında olan ve ha-

lin kendisini kullandığı kimseye ‘ibnü’l-vakt’,

hali kendi tasarrufuna alan kişiye ise ‘ebü’l-

vakt’ demişlerdir.9 Her iki durumda da sûfîler,

‘Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde zamana

karşı mü’minî bir tavır nasıl olmalı?’ sorusunun

doğru cevabıyla hayatlarına yön verme gayre-

tinde olmuşlardır.10

Vaktin tasarrufu altında olmak/ibnü’l-vakt

veya vakti tasarrufu altına alma şuurunun/

ebü’l-vaktin somut örneklerini takdim etmemiz

gerekirse bu konuda İmam-ı Gazalî’yi hatırla-

mamız yerinde olacaktır. Gazalî, dönemindeki

felsefe, kelam ve tasavvuf alanındaki sapma-

larla mücadele etmeyi önceleyerek dönemi-

nin şartları içerisinde İslâm ümmetinin büyük

bir kırılmadan kurtulmasına vesile olmuştur.

Sapkın fırkaların İslâm’ı ve Müslümanları kasıp

kavurduğu bir başka dönemin ‘zaman merkez-

li anlam arayışının’ kahramanı İmam-ı Rabbânî

(k.s.)’dir. Nakşî geleneğin önemli temsilcile-

rinden olan İmam-ı Rabbânî (k.s.), İslâm’ın aslı

olan Kur’ân-ı Kerim’i anlama noktasında usul

olan sünnet-i seniyyeye, mü’minleri tekrar da-

vet ederek ‘Usulsüz vusul olmayacağı’ hakikati

peşinde ömür harcamıştır. Bu alanda dönemi-

nin zalim idarecileri, içerden ve dışardan gelen

birçok tehdit ve yıldırma gayreti karşısında mü-

cadelesinden taviz vermeden kararlı bir şekil-

de hedefine ulaşabilmek için topyekûn bir di-

riliş hareketinin kahramanı olmuştur.11 Mevlâna

Hazretleri’nin dönemindeki bilim, kültür ve

“Harabat ehline düzâh azabın anma ey zâhid Ki bunlar ibn-i vakt olmuş gam-ı ferdayı bilmezler.“

Hayalî

68 ŞUBAT 2017 somuncubaba 69

Page 38: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Siyasî ve ekonomik buhranlarla birlikte çevre

hassasiyetinin arttığı bir dönemde bu konular-

da İslâmî ve insanî bir bilinç oluşturabilmek için

bazen medresede bazen tekkede bazen de mil-

let meclisinde boy gösteren Nakşî-Hâlidî şeyh-

lerinden Mustafa Takî Efendi (k.s.) de burada

zikredilmelidir. Onun ömrünü tekkeye kapanıp

geçirmek yerine kişisel ve toplumsal sorunlar-

la ağların örüldüğü bir dönemde geniş kitleleri

ardından sürükleyerek hayatını sürdürmesi yine

ibnü’l-vakt veya ebü’l-vakt olabilme gayretin-

den kaynaklanmaktadır.15 Döneminde ihtiyaç

duyulan ibadethane ihtiyacını karşılamak, yay-

gınlaşan ahlakî kötülükleri bertaraf etmek için

gerekli tedbirleri alarak bu konuda atılması ge-

reken adımları atan, küsleri barıştırmak için ola-

ğanüstü gayret gösteren ve sohbetleriyle gönül-

leri fetheden Darendeli Es-Seyyid Osman Hulûsi

Efendi (k.s.) ve Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (k.s);

yine Hz. Peygamber (s.a.v.) aşkıyla insanları bu-

luşturmak için gece gündüz demeden büyük bir

efor sarf eden, kitapları ve gönülleri aydınlatan

manevî kişiliğiyle tesir halkasını oluşturan üs-

tadı Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.); şiirleri,

Abdülhamid Han’ın yanındaki tavrıyla siyasî kar-

gaşaların önüne geçmeyi hedefleyen tercihi ve

karizmatik ilmî konumuyla kişisel ve toplumsal

bir mücadelenin marka ismi haline gelen Mu-

hammed Es’ad-ı Erbilî (k.s.) de burada isimlerini

zikretmeden geçemeyeceğimiz sûfîlerdir.16

Yozgat’ta imam-hatiplerin kurulması, bir-

çok hayır hizmetlerinin öncülüğünü üstlenme-

si ve zikirle kalplerin buluşmasına ön ayak olan

Şeyhzâde Ahmet Efendi (k.s.), Sivas’ta tarihî Ulu

Cami başta olmak üzere birçok caminin dernek

başkanlığını üstlenerek buraların ihtiyaçlarını gi-

dermek için elinden geleni yapan, yetim, öksüz,

öğrenci, dul ve ihtiyaç sahibinin dertleriyle bire-

bir ilgilenerek bir neslin değişim ve dönüşümüne

vesile olan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s.)

ve insanların Rablerine yönelerek iman, ibadet ve

ahlakî gelişimlerinin önündeki nefsî ve şaytanî

engelleri aşabilmeleri için gayret gösteren Mu-

hammed Raşid Erol (k.s.) burada zikredebileceği-

miz birçok isimden sadece birkaç tanesidir.17

Netice olarak ifade etmemiz gerekirse

sûfîler, insanı kuşatan ve bir şekilde onu tesiri

altına alan zaman konusunda Kur’ân ve sünnet

merkezli bir tavırla hareket etmişlerdir. Bu ko-

nuda daima uyanık olmayı benimseyen, zama-

nın gereği hasletlerle donanmayı hedefleyen

ve anlam arayışlarını zaman merkezli şekliyle

belirleyen sûfîler, birçok alanda bu tavırların-

dan dolayı örnek ve önder kişiler olarak tarih-

teki yerlerini almışlardır. Bu manada sûfîler, şiir,

el sanatları, savaş alanlarında mücadele, nefse

dur diyebilme mahareti ve insan yetiştirme

gibi kişisel ve toplumsal birçok alanın şahla-

rı olmuşlardır. Günümüzün tasavvufî akımları,

sûfîlerin zaman merkezli benlik inşasına ver-

dikleri önemi yeniden gözden geçirmeli, ilmî,

fikrî ve fizikî yapılarında dönemlerinin şartlarını

göz önünde bulundurarak hareket etmelidirler.

Özellikle sûfîlerin ilk etapta ilgi alanına girme-

yen idareye talip olma, devlet içerisinde devlet

oluşturma ve maddî gücün sarhoşluğuna kapı-

larak kendi alanlarını açıkta bırakma hastalığına

düşmemelidirler.

sanatta ulaşılan seviyeye paralel olarak kendi-

siyle ölümsüzleşen muhteşem eseri Mesnevî’yi

Farsça olarak kaleme alması, eserinde en düşük

seviyedeki insanların Kur’ân ve sünnet ahla-

kıyla yaşantılarını güzelleştirebilmesi için dö-

neminin önemli sorunu nefse dur diyememe

ve toplumsal konulardaki duyarsızlaşma gibi

hastalıklarına karşı mücadele vermiştir. Âşık

Yunus’un iman ve ihlâs hassasiyetiyle gönülleri

şekillendirebilme adına şiirin ve Türkçenin eş-

siz gücünü kullanması da zamanının gereği atıl-

ması gereken adımları atan bir sûfî olduğunun

göstergesidir. Öyle ki onun çağlar öncesinden

günümüze ulaşan evrensel çağrıları hâlâ gönül-

leri mest etmeye devam etmektedir.12

Doğu ve Batı Arasında Bir Köprü

İlim ve irfanı birleştirerek doğu ve batı ara-

sında bir köprü vazifesi gören İbnü’l-Arabî (k.s.)

ve onun sıkı takipçisi Sadreddin-i Konevî (k.s.)

maddî ve manevî birliğin fikir babaları ola-

rak tarihe geçmişlerdir. Bu manada onlardan

tefekkür/düşünme, üretme, anlam arayışın-

da mü’minin tavrı, fikir üretmede derinlik ve

hoşgörünün mimarları olarak bahsedebiliriz.13

Gerektiğinde fiilî mücadele ile de meşgul olun-

masını bizlere telkin eden bu anlamda kendi

imkânlarıyla savaşa iki yıl kadar süren bir ha-

zırlık sürecinin ardından at sırtında Sivas’a bin-

lerce kilometre uzaklıktaki Eğri Kalesi’ne yapı-

lan sefere iştirak eden ve tanıştığı herkesi ilmî,

ahlakî ve vicdanî yönüyle kendisine hayran

bırakan Şems-i Sivasî (k.s.)’yi de burada anma-

mız isabetli olacaktır. Sivasî’nin dönemindeki

bâtıl fırkalarla (İsmâilî, Hamzavî, Kadızâde vb.)

mücadelesi yeğeni Abdülmecid-i Sivasî (k.s.)

ve torunlarından Abdülehad Nûrî-i Sivasî (k.s.)

ile devam etmiştir. Onlar, kendi dönemlerinde

de devam eden bu itikadî sapmalarla mücade-

leyi vaktin gereği atılması gereken en önemli

adım olarak gördükleri için böyle yapmışlardır.

Batı’nın sömürge salgınına birçok imkânsızlık

içerisinde karşı koymaya gayret edenler, bu

konuda Ömer Muhtar (k.s.)’ı ve Şeyh Ahmed

Senûsî (k.s.)’yi kendilerine rehber edinmişlerdir.

Yani sûfîler, sadece bâtıl ile mücadeleyi yeterli

görmemişler, bu konuda liderliği ele alarak kit-

leleri arkalarından sürüklemişlerdir. Aynı man-

zarayı Anadolu’nun bağımsızlık mücadelesinde

ön saflarda yer alan sûfîlerde ve Kafkasya’nın

millî-manevî mücadelesinde lider olan İsmail-i

Şirvanî (k.s.), Şeyh Şamil (k.s.) ve Hamza Nigarî

(k.s.)’de de görmemiz mümkündür.14

70 ŞUBAT 2017 somuncubaba 71

Page 39: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

PEYGAMBERİMİZ’İN (S.A.V.)

İZİNDE

EĞİTİM / Mehmet SOYSALDI*

Sünnet Ne Demektir?

Ehl-i Sünnet, kısaca; Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

sünnetine uyan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ha-

yatta örnek edinen ve onun sünnetine göre

hayatına yön veren demektir. Bu ifadeyi biraz

açmak için, önce Sünnet nedir? Bunun üzerinde

durmamız gerekmektedir.

 Sünnet: Arapça bir kelime olup; “Yol, birinin

devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı”

gibi anlamlara gelmektedir. Terim anlamı ola-

rak da “sünnet”, Peygamberimiz (s.a.v.)’in söz,

fiil ve takrirlerini ifade eder.1

Takrir, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yapılışını gö-

rüp de yasaklamadığı davranışları belirtir. Pey-

gamberimiz (s.a.v.) bilgisi dâhilinde yapılan bir

davranışa veya yanında söylenen bir söze, kar-

şı çıkmamışsa, bu O’nun, o davranış veya sözü

onayladığı, en azından mubah saydığı anlamına

gelir. Çünkü insanları Allah’ın rızasına ters olan

her şeyden uzaklaştırmak için görevli olan bir

peygamberin, üstelik kendisinin her davranışı-

nın ashabınca takip ve taklit edildiğini bile bile

Allah’ın rızasına ve dinine muhalif bir davranış

karşısında susması düşünülemez.

Kısaca söylemek gerekirse sünnet: “Pey-

gamber (s.a.v.)’in hayat tarzı” demektir. Hayat

tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şek-

lidir. Şu halde Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinin

temelinde, O’nun hayat anlayışı vardır.

Mü’min, Her Şeyde Peygamberimiz’i Örnek Almalı

İnsanlar, tarih boyunca, “Ben kimim, nereden

geldim, niçin geldim, nereye gidiyorum?” gibi

sorulara cevap aramışlar ve bu sorulara verdik-

leri cevaplara göre hayata anlam vermişler, ha-

yat gayelerini buna göre tespit etmişlerdir.

İşte Cenab-ı Hak, gönderdiği peygamberler

vasıtasıyla bu soruların doğru cevabını insanlara

bildirmiş ve ona göre hayat sürmelerini istemiştir.

Sünnet, bir hayat tarzı ise -ki öyledir- bu ha-

yat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun

arkasındaki hayat anlayışını bilmeye bağlıdır.

Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir

şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini ha-

yatında yaşayabilir. İşte sünnetin temelindeki

bu hayat, bizim itikad, yani iman dediğimiz şey-

dir.

Bu noktada sünnetin inanç ve zihniyet bo-

yutu söz konusudur. Yani Peygamber (s.a.v.)’in

hayat gayesi ne ise hayata verdiği anlam na-

sılsa, O, nasıl bir imana sahipse, Müslüman da

öyle bir imana sahip olmaya gayret etmelidir.

O’nun değer yargılarını aynen benimsemeli-

dir. Müslüman her şeyden önce Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in iman dünyasını, gönül dünyasını, fikir

dünyasını kavramaya ve O’nu örnek almaya ça-

lışmalıdır.

Müslüman, Peygamber (s.a.v.)’in tevhid an-

layışını, nefis ve arzular dâhil, her türlü maddî

ve manevî puta gönlünde yer vermeyişini, Allah

varken başka hiçbir otoriteyi kabul etmeyişini,

kulluk şuurunu, Allah sevgisini ve korkusunu,

kader ve tevekkül anlayışını, kâinatın her yerin-

“Sünnet, bir hayat tarzı ise -ki öyledir- bu hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun arkasındaki hayat anlayışını

bilmeye bağlıdır. Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini hayatında

yaşayabilir.”

72 ŞUBAT 2017 somuncubaba 73

Page 40: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Sünnete Bağlılık Dinî Bir Sorumluluktur

Ayrıca Kur’an’da, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ita-

ati emreden ve ona itaat etmenin Allah’a itaat

etmek demek olduğunu açıklayan çok sayıda

ayet vardır.8

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de, “Size em-

rettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücü-

nüz yettiğince terk edin.” buyurmuştur.9

İşte, burada zikrettiğimiz bütün bu ayet ve

hadislerden de anlaşıldığı gibi, sünnete bağ-

lılık, dinî bir zorunluluktur. Kur’an bize yeter-

lidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek, tarih

boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği

olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu durumun ileride

ortaya çıkacağını çok önceden haber vererek,

dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi

şöyle diyerek sakındırmıştır: “Tok karınlı, koltu-

ğuna yaslanıp size ‘Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi

helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmış-

sa onu haram bilin.’ diyen adamların çıkması ya-

kındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur’an

ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri

(sünnet) de verilmiştir.”10

İmrân b. Husayn (r.a.), “Bize Kur’an yeterlidir,

sünnete gerek yoktur.” diyen bir adama şöy-

le seslenir: “Ahmak herif! Sen Kur’an’da öğlen

namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli

okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an

bize çok şeyleri müphem (kapalı) bırakmış, sün-

net onları açıklamıştır.”

Abdullah b. Mesud (r.a.), “Allah’ın, yaradılış

şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” haber ve-

rirken bir kadın “Bunlar Kur’an da var mı?” diye

sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: “Var tabii,

sen şu ayeti okumuyor musun?: “Rasûlullah size

neyi emrederse onu alın, neyi yasaklarsa ondan

da kaçınınız.”11

Halife Efendilerimizin Sünnetini de Tavsiye Buyurmuşlardır

Hz. Peygamber (s.a.v.), kendi sünnetine uyul-

masını emrettiği gibi, ashabına da uyulmasını

emir buyurmuştur. Hatta sahabilerini kendilerine

uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren

gökteki yıldızlara benzetmektedir: “İçinizde ben-

den sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit ola-

caktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru

yolu bulmuş halifelerimin sünnetini (yolunu) tav-

siye ederim. Ona sımsıkı sarılın, sonradan çıkacak

şeylerden de sakının. Çünkü dinde sonradan uydu-

rulan şeyler, bid’attır. Her bid’at da sapıklıktır.”12

de Allah’ın tecellilerini ibretle seyredişini, se-

bep-müsebbip anlayışını, ulûhiyyet anlayışını,

değer yargılarını iyi tespit edip, sünneti yaşar-

ken bunları işin temeline koymak ve içine sin-

dirmek zorundadır.2

Her Emri Yerine Getirilmesi Gereken Bir Rehber

İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumu-

nu sağlayan, Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ,

Kur’an ile birlikte Peygambere tabi olup bağlan-

manın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu be-

lirtmiştir. Ayeti kerimede mealen şöyle buyuru-

lur; “Kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi

temizleyen, size Kitabı (Kur’an) ve hikmeti (sünnet)

öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de

öğreten bir Peygamber gönderdik.”3

Bu ayette ifade edilen kötülükten arındırmak

(tezkiye), haram ve helâli Kur’an’dan öğrenmek

ile hikmet ise “sünnet” olarak tefsir edilmiştir.

Kur’an, farzı, vâcibi tayin etme, helâli, ha-

ramı belirleme açısından Allah’ın hükmü ile

Rasûlü’nün hükmünü, iki temel esas kabul et-

miştir. “Aralarında hüküm vermesi için Allah ve

Rasûlü’ne davet edildiklerinde, ‘İşittik ve itaat et-

tik.’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği söz-

dür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.”4

Nitekim Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de,

mü’minlere Hz. Peygamber (s.a.v.)’i örnek göste-

riyor ve şöyle buyuruyor: “Allah’ı ve ahiret gününü

arzulayan ve Allah’ı çokça zikreden siz mü’minler

için Allah’ın Rasûlü’nde pek güzel bir örnek vardır.”5

 Şunu iyi bilelim ki O, sadece kuru bir örnek

değil, her emri yerine getirilmesi lazım gelen

ve her hareketi benimsenip, hayata yansıtılma-

sı gereken bir rehberdir. Yüce Allah buyuruyor

ki: “Rasûl size neyi verdi ise, onu alın! Neden men

etti ise ondan da sakının.”6 Zaten O’nun sözleri

ve hareketleri kendi, heva ve hevesinin ese-

ri değildir. Yüce Mevlâ’nın vahyi ve ilhamının

mahsulüdür.7

Dipnot*Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI1. Şimşek, M. Sait, “Asr-ı Saadette Kur’an ve Sünnetin Anlaşılması”, Bütün

Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları, İstanbul 1994, I, 233.2. Bkz., Polat, Selahaddin, “Hz. Peygamber’in Sünnetini Anlama ve

Sünnete Uyma”, İslâm’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği, T.D.V.Yay., Ankara 1995, s. 32.

3. 2/Bakara, 151.4. 24/Nûr, 51.5. 33/Ahzab, 21.6. 59/Haşr, 7.7. Bkz: 53/Necm,3-4.8. Bkz.,3/Al-i İmran, 3; 4/Nisa, 59, 65, 80; 33/Ahzab, 36.9. Müslim, 412, İbnMâce, Mukaddime, 1.10. EbûDâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131.11. Haşr; 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü’r-Resûl Şakîkatu’l-Kur’an, s.54.12. Ebû Dâvûd, Sünne, 5.

74 ŞUBAT 2017 somuncubaba 75

Page 41: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Millî ve manevî değerlerin her geçen gün zayıfladığı toplumumuzda özel-likle yaşlılara karşı büyük bir sorum-

suzluk yaşanıyor. Huzur evlerine başvuruların daha çok çekirdek ailenin hâkim olduğu batı bölgelerinden yapıldığı belirtilmektedir. Bu du-rumu değerlendiren uzmanlar toplumu ayakta tutan manevî değerlerin güçlendirilmesi gerek-tiği üzerinde duruyorlar.

Son yıllarda huzurevlerine sadece kimsesiz-lerin değil, çocukları tarafından açıkta bırakılan

insanlar da başvuruyor. Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden çok başvuru olmuyor. Oralarda toplumsal değerler daha güçlü olduğu için, ai-leler büyüklerine sahip çıkıyor.

2015 rakamlarına göre Türkiye’de 297 hu-zurevi var. Bunun 109’u devletin ve bu huzu-revlerinde 11 bin 156 yaşlı konaklıyor. Türkiye genelindeyse, yaklaşık 20 bin yaşlı huzurevinde kalıyor. Huzurevi maliyetli bir model. Bir yaşlının devlete aylık maliyeti 3 bin lira. Evinde bakımın maliyeti daha düşük. Engelli ve yaşlı bireylerin

EĞITIM / Ali ÖZKANLI

ANNE-BABA VE ÇOCUK İLŞKİLERİ

evde bakımlarından, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı sorumlu. Hizmet, gündüzlü ya da yatılı olmak üzere iki türlü veriliyor. Şu anda da 5517 yaşlıya evde bakım hizmeti sunuluyor.

Bu işin uzmanları hedeflerini şöyle açıklı-yor. “Yerel yönetimlerle birlikte gerektiği kadar, örneğin haftada bir kez, yemeğinin yapılması. Yemeğini yaparsınız koyarsınız. Sağlıkla, ilgili destek verirsiniz. Örneğin, ihtiyacı olan yaşlıyı alıp doktora götürmek mümkün. Evinde kan almak da olabilir. İlaç alıp almadığını takip et-mektir. Biz bu tip destekleri, yerinde vermek istiyoruz. Yaşlılarımızın evini temizleyip, yeme-ğini yaparsanız, sağlık kontrollerini de yaptırır-sanız huzurevine gitmesine gerek kalmaz.”

Bir sosyolog, yapılan bu başvuru yoğunluğu-nu toplumda yaşanan sosyal değişime bağlıyor. Sosyal değişime örnek olarak da modern çalış-ma hayatını, çekirdek aile yapısını ve manevî değerlerin zayıflatılmasını gösteriyor. Bugün aile bireylerinin bir arada yaşamaya teşvik edi-leceğine, bunun tam tersi yapılmaktadır. Aile içi bağlar kaybolunca insanlar kendilerini ya sokakta buluyor, ya da kendilerini bu kurumlara atıyor. Bu tek başına bir eğitim meselesi değil-dir. Toplum olarak bu konunun üzerinde has-sasiyetle durmak gerekir. Ailede sevgi bağları küçük yaşlarda kurulmalı, temeller sağlam bir şekilde zamanında atılmalı ki, istenmeyen du-rumlar yaşanmasın. Bağlar zedelendiği zaman yukarıda anlattığımız huzurevleri denilen, bana göre huzursuzluk evinde yaşayanların sayısı üzülerek söyleyelim ki daha da artacaktır.

Babam Okuduğum Okulu Bilmiyordu!

Aile kavramı çok önemli. Anne-baba ve ço-cuk arasında oluşacak sevgi ve ilgi ileri ki dö-nemlere de olumlu ya da olumsuz şekilde yan-sıyor. Arkadaşlarımdan biri, çocukluk anılarını anlatırken ilginç şeyler söyledi. Konumuzla da ilgisi olmasından dolayı bu anıyı sizlerle pay-laşmayı istedim. Umarım size de ilginç gelir.

İlkokulda okuduğum yıllardı. Okulun bahçe-sinde arkadaşlarla top oynuyorduk. Ter içinde

kalmıştım. Bir ara başımı kaldırdım ki babam yanımda. Bir an göz göze geldik.

- Oğlum, ne geziyorsun buralarda?

- Arkadaşlarla okulun bahçesinde top oynu-yoruz, birazdan eve gideceğim baba, der de-mez, babam enseme bir tokat patlatarak:

- Burası okulum diye beni mi kandıracaksın, dedi.

Öyle ya, beş yıl okuduğum okuluma babam ilk defa geliyordu. O da, tesadüfen oradan ge-çerken görmüştü beni. Okuduğum süre içeri-sinde yapılan veli toplantılarına annem katı-lıyordu. 25 yıllık meslek hayatımda gerek veli toplantılarında, gerekse özel görüşmelerde babaların katılım oranının çok düşük olduğunu söyleyebilirim. Babalar çalıştıkları için gelemi-yor olabilirler, hiç değilse hafta sonları çocuğu-nuzu karşınıza alıp onunla konuşun, onu dinle-yin, elinden tutup gezdirin, ailece pikniğe gidin. Çocuklarının baba sevgisinden mahrum olarak yetişmesin, onlar bu sevgiyi sizden alsın ki, büyüdüklerinde onlar da çocuklarına gereken sevgiyi göstersin.

Eski alışkanlıklarımızı, “Baba uyurken sever, sever ama belli etmez.” anlayışını terk etmemiz gerekiyor. Peygamberimiz (s.a.v)’in çocukları çok sevdiğini, onlarla şakalaştığını, selam ver-diğini, hediye verdiğini, torunlarını sırtına alıp gezdirdiğini biliyoruz. Gördüğü çocukların baş-larını okşadığını, kucağına aldığını dinî kaynak-lar yazmaktadır. Bir gün Peygamberimiz torun-larını severken, bunu gören birinin:

“Benim on tane çocuğum var, ama hiç birine sizin gibi davranmadım, bir gün olsun kucağıma alıp öpmedim.” deyince Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Allah senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapayım? Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” buyurmuşlar.

Rabb’im, merhamet damarlarımızı açsın. Huzur evlerinde değil, kendi yuvamızda evlat-larımızla mutluluk içinde yaşamayı nasip etsin. Âmin...

76 ŞUBAT 2017 somuncubaba 77

Page 42: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

O smanlı’nın, askerî, ilmî ve teknolojik

gelişiminin durması ve gerilemesin-

de, Batı’daki gelişmeleri takip etmek-

te gevşek davranmasının tesirli olduğu kısmen

doğru olmakla beraber, hakikati bütün cephe-

leriyle ortaya koymada yeterli değildir. Osman-

lı ilim ve irfan hayatının üretim kaynakları olan

medrese ve tekkelerin klasik dönemdeki fonk-

siyonlarını zamanla kaybederek, durağanlaşıp

yerinde sayması ve kendini tazeleyerek yeni

bilgi, fikir ve tez ortaya koyamamasının belirli

bir hakikat payı vardır.

17. yüzyıldan itibaren siyasî otoritenin za-

yıflaması, istikrarsızlığın baş göstermesi; mer-

kezde ve taşrada süregiden isyanlarla devamlı

toprak ve vergi kaybının yaşanması ve coğrafî

keşiflerle elindeki ticaret yollarının kullanılmaz

hale gelmesiyle gümrük gelirlerinde meydana

gelen ciddi orandaki daralma ve iktisadî krizler;

Haçlıların yoğun baskı, kuşatma ve taarruzuna

karşı gösterdiği direnç ve müdafaanın zayıf ve

yorgun düşürmesi, daha da kötüsü ekonomik

kaynaklarını tüketmesi ve Avrupalı emperyalist

devletler gibi sömürgeci bir siyasî-iktisadî anla-

yışa ve sömürgelerden elde edilen zengin ser-

maye-hammadde kaynaklarına sahip olmaması

gibi unsurların da Osmanlı’nın ilmî çalışmalara

yeterince kaynak ayırmasına ve desteklemesi-

ne engel olduğunu, dolayısıyla ilmî bilgi ve tez

üretiminin aksamasına yol açtığını ileri sürmek

de yanlış olmaz.

İlmî Gelişmeleri Takip Etmedi mi?

Gerçekten de Osmanlı, matematik, astro-

nomi, tıp ve diğer müspet ilimlerde Batı’daki

ilmî gelişmeleri ve ilerlemeleri takip edemedi

ve geride mi kaldı? Öncelikle, mate-

matiğin Avrupa’da ders prog-

ramlarına giriş tarihinin

1890 olduğunu düşü-

nür ve Fatih’ten iti-

baren İstanbul’da

inşa edilen çeşitli

eğitim kurumla-

rında Osmanlı’nın

bu dersi okuttuğu-

nu dikkate alırsak;

TARİH / İsmail ÇOLAK

“Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere geride kalan coğrafyalarda ‘barışın sonu’ oldu. Pandoranın kutusu açıldı; Osmanlı zamanındaki barış ve

medeniyete hasret kalındı.”

OSMANLI İLİMDE GERİLEDİ Mİ?

78 ŞUBAT 2017 somuncubaba 79

Page 43: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

göre o, Osmanlı’da ilmî Rönesansın müjdecisi-

dir. Coğrafya, geometri, astronomi gibi müspet

bilimlerle alakadar olmuş, 20 kadar telif ve ter-

cüme eser vücuda getirmiştir. Batı’daki ilmî ge-

lişmelerden etkilenerek, hususen de coğrafya

ile ilgili çalışmaları yakından takip ederek, Os-

manlı ülkesinde “ilk bilimsel coğrafya kitabı”

olarak kabul edilen “Cihannümâ” isimli eseri

kaleme almıştır.

İhsanoğlu’nun da ortaya koyduğu gibi,

Osmanlı’nın modern astronomi kavram ve teori-

leri ile ilk temasları, Tezkireci Köse İbrahim Efen-

di tarafından 1660-1664 yılları arasında Fransız

astronomu, aynı zamanda Kardinal Richeliue’nin

baş müneccimi olan Noel Durret’in, zîcinin (yıl-

dız cetveli) “Secencel el-Eflak fî Gayet el-İdrâk”

ismiyle tercüme edilmesiyle başlamıştır.

İhsanoğlu’nun tespitlerine göre bu kitap, Os-

manlı bilim çevrelerinde; aslen Polonyalı bir rahip

olan Kopernik’in 1500-1530 yılları arasında yap-

tığı gözlemler neticesinde vardığı, dünyanın ken-

di ekseni ve ayrıca bir merkez etrafında döndüğü

görüşüne dayanan Kopernik Sistemi’nden söz

eden ilk çalışmadır. Esasen, Hilmi Ziya Ülken’in

de ifade ettiği üzere bu devrede Batı âlemi bile

Kopernik Sistemi’ni henüz tam anlamıyla kabul

etmemişti; hatta Galileo, yeni astronomiye dair

fikirlerinden dolayı Engizisyon Mahkemelerinde

yargılanmış ve cezaya çarptırılmıştı.

Sultan IV. Mehmed’in; kendisine,

Hollanda’nın İstanbul elçisi Justin Collier tara-

fından 1668’de takdim edilen ve Kopernik’in

evren modelinden bahseden, Wilhelm-Janszoo

Blaeu’nun 1662’de neşrettikleri 11 ciltlik Latin-

ce coğrafya kitabının tercüme edilmesini em-

retmesiyle, Osmanlı’nın modern Batı ilimleriyle

temasları devam etmiştir. Ebu Bekir ibn Behram

el-Dimaşkî, bu eserin serbest tarzdaki tercüme-

sini, “Nusret el-İslam ve’l-Sürûr fî Tahrîr Atlas

Major” ismiyle on yılda tamamlamış ve 1685’te

padişaha sunmuştur.

Böylece Osmanlı ülkesinde ikinci defa Ko-

pernik Sistemi’nden bahsedilmiştir. El-Dimaşkî,

eserin mukaddimesinde astronomi ilminin

önemi ve gerekliliği üzerinde durduktan sonra

Batlamyus, Kopernik, Tycho Brahe ve Andreas

Argoli’nin kâinat sistemlerinden kısaca söz et-

miştir.

Eserde, el-Dimaşkî’nin altını önemle çiz-

diği hususlardan biri de, Batılı bilginlerin or-

taya attığı, “Nasîr-i Tûsî, Fahr-i Râzî, Nizâm ve

Ali Kuşçu’dan sonra astronomi ilminin İslâm

âleminde inkıtaa uğradığı; dolayısıyla İslâm bi-

liminin Batı’nın gerisinde kaldığı” görüşünün

gerçeği yansıtmadığına ilişkin yaptığı izahatlar

ve getirdiği delillerdir. İslâm diyarında astrono-

mi ilmini bilen âlimlerin gayet fazla olduğunu,

özellikle de kendisinin, matematik ilimlerini

tahsil ettiği hocalarının benzerinin bulunmadı-

ğını ileri sürmüştür.

Osmanlı’nın eğitim-öğretim programları ve ilmî

gelişmişlik seviyesi bakımından Batı’nın pek de

gerisinde kalmadığını daha sağlıklı bir açıdan

değerlendirmek mümkündür.

Osmanlılar, Avrupa’daki ilmî gelişmeleri,

zannedilenin aksine arada büyük bir zaman

boşluğu olmadan takip etmiş, almış, değerlen-

dirmiş, tenkit ve tahlilini yapmıştır. Prof. Ekme-

leddin İhsanoğlu’nun da belirttiği üzere, 1635-

1647 arasında Paris’te neşredilen bir eserden,

1660-1661 gibi Osmanlı âlimleri haberdar

olmuş, tenkitçi bir gözle okuyup incelemişler-

dir. Batı kökenli bu çalışmalar, başlangıçta bazı

âlimlerce “Frenk fodulluğu”, yani Batılıların üs-

tünlük taslama girişimi olarak görülmüş, dolayı-

sıyla ciddiye alınmamıştır.

Daha da önemlisi, Osmanlı ilim çevreleri,

Batı’nın ilmî sahada üstün olduğunu, kendisin-

den ileri gitmeye başladığını hemen ve kesin

şekilde kabul etmemiş veya etmek istememiş-

tir. Bu da kendisine, medeniyetine ve ilmî se-

viyesine duyduğu özgüvenin bir gereği olarak

normal bir davranıştır. İhsanoğlu’nun şu tespit

ve tahlilleri bu noktada gayet makul ve mantık-

lıdır ve geniş bir bakış açısı sunmaktadır:

“17. yüzyılın ortalarında Osmanlılar, kendi-

lerinin hâlâ Batı dünyasından üstün olduklarını

düşünüyorlardı. Bundan başka, ilmî potansiyel

ve kurumlara sahip oldukları için, yani ilmî ve

kültürel yönden ihtiyaçlarını karşılama konu-

sunda kendi kendilerine yettiklerinden dolayı,

Batı bilimini kendileri için gerekli görmemişler-

di. Ancak bu durum, Osmanlıların ilmî gelişme-

lerden uzak veya habersiz olduklarını göster-

memektedir... Osmanlıların kendilerinde olma-

yan, ama gerekli gördükleri yenilikleri Batı’dan

almalarına engel olmadı... Batı tekniğini tanıma

ve kullanmada her zaman, ihtiyaç duyduğu uz-

man ve teknisyenleri, Avrupa’dan getirtip istih-

dam etmiştir.”

17. Yüzyılda İlk Temaslar

17. yüzyıla ve IV. Murad dönemine, yazdığı

eserlerle damgasını vuran meşhur ilim adamla-

rının başında Kâtip Çelebi gelir. Adnan Adıvar’a

80 ŞUBAT 2017 somuncubaba 81

Page 44: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

dan kaleme alınan ve ilk baskısı 1650 yılında

Amsterdam’da yapılan bu kitapta, Dünya’nın

kâinattaki yerinden, şeklinden (yuvarlaklığın-

dan) ve Dünya’yı, kâinatın merkezi kabul eden

Batlamyus sisteminden söz edilmiş ve şema-

sına yer verilmiştir. İlaveten, Osman b. Abdül-

mennan, Dünya ve Güneş merkezli teorilerin

mukayesesini yapmış ve Dünya’nın, Güneş et-

rafında döndüğü görüşünün ilmen makul oldu-

ğunu tahlil etmiştir.

Erzurumlu âlim ve mutasavvıf İbrahim

Hakkı’nın, ilk baskısı 1825’de gerçekleşen

“Marifetnâme” isimli kitabı ise, astronomi ve

kâinat sistemi ile alakalı ihtiva ettiği bilgiler-

den ötürü, Osmanlı bilim ve kültür tarihine

damgasını vurmuştur. Yeni astronomi bilimi

ışığında yazılan bu eserde, Dünya’nın küre

şeklinde olduğu ispat edilmiş, gezegenler, Ay

ve Güneş tutulmaları hakkında teferruatlı ma-

lumat verilmiştir. Marifetnâme’nin, 1835-1914

yılları arasında 10 defa basılan “popüler” bir

kitap olduğu dikkate alındığında, “Güneş mer-

kezli sistem”in, Osmanlı bilim çevreleri dışına

taşarak geniş halk tabakaları arasında da yay-

gınlık kazandığı ortaya çıkmaktadır.

18. yüzyıl Osmanlı’sında adından söz ettiren,

birçok telif ve tercüme esere imza atan önemli

astronomlardan biri de Halifezâde (Kalfazâde)

İsmail Efendi’dir. İlk zîc tercümesini, Fransız

astronomlardan Alexis-Claude Clairaut’un, Ay

gözlemlerine dayanan cetvellerini 1767’de

“Tercüme-i Zîc-i Kılaro” (Rasad-ı Kamer) ismiy-

le yapmıştır. İkinci zîc tercümesini ise, bir baş-

ka Fransız astronomu olan Jasques Cassini’nin

1740’da Paris’te basılan astronomi cetvelini,

1772’de “Tuhfe-i Behîc-i Rasînî Tercüme-i Zîc-i

Kasînî” adıyla yapmıştır.

İhsanoğlu’nun ifade ettiğine göre

Logaritma’nın, Osmanlı bilim çevrelerine ilk gi-

rişi, Halifezâde’nin bu zîc tercümesiyle olmuş-

tur. Yanı sıra bu zîc tercümesi, “Osmanlı tak-

vimciliğine mühim etkiler yapmış, Padişah III.

Selim’in emriyle takvimler, Cassini Zîci’ne göre

tertip edilmeye başlanmış; Uluğ Bey Zîci za-

manla terk edilmiştir.” Bu tercümeler, Osmanlı

astronomlarının, Batı astronomi literatürünün

zîcler ile ilgili neşriyatını yakından takip ettik-

lerinin kuvvetli bir delilidir.

Görüldüğü gibi Osmanlı ve padişahlar, ilme,

ilim adamlarına ve devletin ilmî, kültürel ve

teknolojik gelişimine önem vermeye, destekle-

yici yaklaşım içerisinde bulunmaya hemen her

dönemde devam etmişlerdir.

Lale Devri’ndeki Çalışmalar

Lale Devri’nde, Damat İbrahim Paşa yirmi

beş kişiden oluşan bir tercüme heyeti oluştur-

muş, Doğu’dan ve Batı’dan birçok eserin ter-

cüme edilmesini sağlamıştır. Mesela Yanyalı

Esad Efendi, Damat İbrahim Paşa’nın emriyle

Aristo’nun sekiz fizik kitabından üçünü, kendi

fikir ve tahlillerini de ekleyerek Yunancadan

Arapçaya çevirmiştir.

Yine Lale Devri’nde, Avrupa’yla temasla-

rın artmasının tesiriyle birçok ilmî eser ortaya

konmuştur. Dönemin önde gelen matematik-

çisi Halil Faiz Efendi, “Fütuhât-ı Alâiye” adlı

astronomi eserinde tartışmalı konuları ele al-

mış; “Makalât-ı Seyyare” başlıklı kitabında yıl-

dızların hareketlerini incelemiş; “Es-Savletü’l-

Hizberiyye fî Mesâil el-Cebriyye” ismini taşıyan

eserinde de cebirden bahsetmiştir.

İbrahim Müteferrika’nın 1732’de, Kâtib

Çelebi’nin Cihannümâ’sının kendi matbaasın-

da gerçekleşen yeni baskısına yaptığı “Tezyil

el-Tâbi’” başlıklı ek; Osman b. Abdülmennan’ın

1751’de Türkçeye çevirdiği “Tercüme-i Kitâb-ı

Coğrafya” adlı çalışma ve Erzurumlu İbrahim

Hakkı’nın 1757’de yazdığı “Marifetnâme” isimli

kitap, “modern astronominin yeni kaynaklarının

geniş okuyucu kitlelerine yayılmasında” olduk-

ça etkili olmuştur. Müteferrika, Cihannümâ’ya

yaptığı ilavede, Batılı felsefe ve astronomi

âlimlerinin (Aristo, Batlamyus, Pisagor, Platon,

Kopernik ve Tycho Brahe) kâinatın yapısı hak-

kındaki görüşlerini etraflıca açıklamıştır. Bu ek,

neşrini takip eden yüzyıl boyunca modern ast-

ronomiyi ele alan en geniş metin olma özelliği-

ni korumuştur.

Müteferrika’nın, Sultan III. Ahmed’in emriyle

1733 yılında “Mecmûatü Hey’et el-Kadîmeve’l-

Cedîde” ismiyle tercüme ettiği, Andreas Cella-

rius imzalı, ilk baskısı 1708’de yapılan “Atlas

Coelestis” adlı Latince astronomi kitabı da, eski

ve yeni astronomiyi (sistem, görüş ve ibareleri)

mevzu edinen, Osmanlı ilmî literatürünü zen-

ginleştiren kaynak eserlerden birisi olmuştur.

Modern Astronominin Temelleri

Modern astronomiyi Osmanlı’ya tanıtan

18. yüzyılın önemli kaynak eserlerinden bir

diğeri, Belgrad Divanı mütercimi Osman b.

Abdülmennan’ın, Köprülüzâde Hacı Ahmed

Paşa’nın emriyle 1751’de Türkçeye çevirdiği

“Tercüme-i Kitâb-ı Coğrafya” başlığını taşı-

yan eserdir. Fizikî coğrafyanın öncülerinden

olan Hollandalı Bernard Varennius tarafın-

KaynakçaA. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c.1, İstanbul, 1966; Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, İstanbul, 1999; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, İstanbul, 2000; Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, İstanbul, 2003; “Mo-dern Bilimlerin Türkiye’ye Girişi: Tanzimat’ın İlanına Kadar”, 75. Yılında Türkiye’de Sosyaloji, Editör: İsmail Coşkun, İstanbul, 1991; “Batı Bilimi ve Osmanlı Dünyası: Bir İnceleme Örneği Olarak Mo-dern Astronomi’nin Osmanlı’ya Girişi (1660-1860)”, Belleten, Ara-lık 1992, Sayı: 51 (217); Orhan Şaik Gökyay, Kâtip Çelebi, Ankara, 1957; H. Ziya Ülken, “Kâtip Çelebi ve Fikir Hayatımız”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara, 1957; Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1979; Adnan Adıvar, Osmanlı Türk-lerinde İlim, İstanbul, 1970; İlhan Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmpa-ratorluğunda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşü-mü, Ankara, 1993; Melek D. Gökdoğan, “Osman Gazi’den Mehmed Vahideddin’e Osmanlı Bilimi ve Kültürü”, Türkler, c. 11, Ankara, 2002; Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul, 1997; Emre Dölen, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Bilim”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, 1985; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973.

82 ŞUBAT 2017 somuncubaba 83

Page 45: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Z aman; salise, saniye, dakika, saat, gün,

hafta, ay, yıl ve asır ölçü birimleri ile

hakkında bilgi sahibi olduğumuz, bizi

çepeçevre kuşatan, beşer olarak her halükârda

tabi olduğumuz, mahlûkatın yaratılışından ni-

hayetine kadar varlığını sürdürdüğü bir müd-

dettir. Mahlûkat gibi zaman da yaratılmıştır ve

mahlûkat zamanın içine dâhil edilmiştir.

Ecel, zamanın akışı içerisinde bir insana

takdir edilmiş olan yaşama süresidir. Kur’an-ı

Kerimde birkaç yerde fertlerin ecelinin yanı-

sıra “ümmetin eceli”nden de bahsedilmek-

tedir.1 İbn Haldun, toplumu insana benzetir.

Toplum da aynen insan gibi, doğar, çocukluk,

gençlik ve olgunluk çağını yaşar, yaşlanır ve

sonunda ölür.

Zamanın bir kısmında (çağ, asır) ve bir coğ-

rafi bölgede varlığını sürdüren toplumlar, siya-

si, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden etkili

ise, bulunduğu bölgede ve dünyada oyun ku-

ran ve uygulayan aktör konumundadır, zamanı

en iyi bir şekilde kullanır ve asra damgasını

vurur. Toplumu, akıl, bilgi, beceri ve dirayetiyle

ön plana çıkan liderler, bilim adamı ve aydınlar

aktör haline getirir. Topluma, ülkeye ve içinde

yaşadığı çağa damgasını vuran liderler zamanı

en verimli bir şekilde kullandığı için başarılı ol-

muşlardır.

İster beşeri faaliyetlerde olsun isterse kul-

luk vazifesinde olsun, hayatta başarılı olanlar

zamanı iyi kullanan kimselerdir. Hava, su için-

de yaşadığımız dünya ve beslendiğimiz gıda-

lar gibi zaman da bir nimettir. Diğer nimetler

gibi zaman nimetinin de hesabı sorulacaktır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifle-

rinde; “Bir kimse kıyamet günü ömrünü nerede

tükettiğinden, ilmi ile ne gibi işler yaptığından,

malını nereden kazanıp nereye harcadığından,

vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça

bulunduğu yerden ayrılamaz.”2 buyurmuştur.

Buna göre zamanını ve ömrünü boş işlerde ge-

çirenler bunun hesabını hiçbir şekilde vereme-

yecektir.

Zaman israfı, ömür israfıdır. Plansız günlük

hayat, amaçsız ve bilinçsiz aktiviteler, TV ve in-

ternetin bilinçsiz kullanımı, son yılların zaman

öldüren silahlarıdır. Zamanını öldüren hayatı-

nın bir kısmını da öldürdüğünü bilmelidir. Öğ-

rencilere, boş zamanlarında ne yaparsın, diye

soruluyor, o da kitap okurum, ders çalışırım, top

oynarım vs. vs. cevaplar veriyor. Bir defa insa-

nın boş zamanı olmaz, ikincisi, ders çalışma ve

kitap okuma boş zamanı savuşturmak için yapı-

lacak lüzumsuz bir iş değildir.

EĞİTİM / Mukadder Arif YÜKSEL

“Bu gün Allah için ne yaptın?’ sorusuna isabetli cevap verebiliyorsak, zamanımızı ve ömrümüzü doğru ve verimli

değerlendirdiğimizi söyleyebiliriz.”

ZAMANIN İSRAFI

84 ŞUBAT 2017 somuncubaba 85

Page 46: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Aslında boş geçen zamanımız yok. Her anı

lüzumlu ya da lüzumsuz birtakım işlerle geçiri-

yoruz. Ömür bir şekilde su gibi akıyor ve geçen

zaman ömür sermayesinden harcanıyor. Boş

geçen zamanlar bir gün derin bir pişmanlık ola-

rak bizi saracak ve mutsuz edecektir.

Bir gün Bağdat’ta pazarda buz satan bir ada-

mın şöyle bağırdığı duyuluyor: “Her an sermaye-

si tükenmekte olan bu adam yardım edin.” Adam

adeta insanlara tükenmekte olan ömür serma-

yesine dikkat çekerek öğüt veriyor.

Şu Kimseler Zamanını Değerlendirmiş Sayılırlar:

- Bir öğrenci olarak bir eğitim programında

okuyanlar,

- Evini geçindirmek, helalinden para kazan-

mak için çalışan hane reisi,

- Hem yararlı bir iş ile hem de ibadetle meş-

gul olanlar,

- Kitap okuyanlar, yararlı sohbet yapanlar,

- Sıla-i rahm için, tarihi ve tabii yerleri ibret

nazarı ile görmek için seyahat edenler,

- Öğrenmek amaçlı TV izleyen, konferans,

vaaz, sohbet vs dinleyenler ,

- Aile fertleri ile oturup sohbet edenler,

- Evinin işi (temizlik, yemek yapma, çeşitli hiz-

metler) ile meşgul olanlar.

Emeklilik, işe yaramazlık ya da iş göremezlik

sebebi ile işten çekilmek değildir. Emekliliği,

daha düşük tempo ile çalışmak üzere yapılan iş

değişikliği olarak görmek gerekir.

Şu Kimseler Zamanını İsraf Etmiş Sayılırlar:

- Yedi-sekiz saatten fazla uyuyanlar,

- İş aramak yerine kahvehanelerde oyun ba-

şında duman altı bir halde vakit geçirenler,

- Seçici davranmadan her türlü TV programı-

nı izleyenler, internette gelişi güzel sohbet

-yapan ve internet sitelerinde amaçsız gezi-

nenler,

- İbadet saatlerini gafil geçirenler,

- Anlamsız ve yararsız hobilerle uğraşanlar,

Şu Kimseler de Ömürlerini İsraf Etmiş Sayılırlar:

- Hayırlı bir evlat yetiştirmemiş, en azından

bir öğrenci okutmamış olanlar,

- Sadaka-i cariye sayılacak kalıcı bir eser bı-

rakmamış olanlar, dikili bir ağacı bile olma-

yanlar,

- Sosyal hayatın işleyişi bakımından varlığı ile

yokluğu eşit olanlar ve varlığı topluma yük

olanlar,

Hz Ömer’e atfedilen:

“Bu gün Allah için ne yaptın?” sorusuna isa-

betli cevap verebiliyorsak, zamanımızı ve öm-

rümüzü doğru ve verimli değerlendirdiğimizi

söyleyebiliriz.

Günümüzde tatil deyince, denize gitmek,

sahilde zaman geçirmek anlaşılıyor. Arapça bir

kelime olan tatil, atalet kökünden gelir ve boş

durma, bir iş yapmama ve işe yaramama anlam-

larını ifade eder. Müslümanın hayatında tatil

değil istirahat olabilir. Güzel yerleri ve tarihi

mekânları gezmek ve ibret nazarı ile incelemek

de Allah’ın emridir. Bizler, istirahati bile daha

verimli bir çalışma temposuna hazırlık olarak

yapmalıyız. Yıllık izinler, yaz tatilleri, bayram

tatilleri, akraba ve dostluk bağlarını güçlen-

dirmek için bir fırsat olarak değerlendirilme-

si gerekirken, eğlence yerlerinde hoşça vakit

geçirme fırsatı olarak görülmeye başlandı. Bu

anlayış ve uygulamalar da tatillerin kelime an-

lamına uygun olarak atalete dönüştüğünü gös-

termektedir.

Tükettiğimiz her nefesin hesabı sorulacağı-

na göre hesabı kolay olan işlerle meşgul olmak

ve zaman israfından kaçınmaz gerekir.

Dipnot

1. Bkz. 7/Araf, 34, 10/Yunus 49, 15/Hicr, 5, 23/Mü’minun 43.

2. Tirmizi, Kıyamet, 1.

“Bu gün Allah için ne yaptın?” sorusuna isabetli cevap verebiliyorsak, zamanımızı ve ömrümüzü doğru ve verimli değerlendirdiğimizi söyleyebiliriz.

86 ŞUBAT 2017 somuncubaba 87

Page 47: şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00

Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79

[email protected] www.somuncubaba.net

2017 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte

Yıllık Abone Bedeli

120

2017 Yılı

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir

Telefon:

Faks:

E-posta:

Vergi Dairesi: Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi: İmza:

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Türkiye : 120 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD

(0422) 615 15 54444 36 61

ABONE İLETİŞİM HATTI

(0546) 544 60 44