Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
www.somuncubaba.net
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 23 • SAYI: 196 • ŞUBAT 2017 • Fiyatı: 10 TL
196 Mutasavvıf ŞeyhülislâmZembilli Ali Cemalî EfendiZembilli Ali Cemâlî Efendi hacda iken, İkinci Bayezid Hân tarafından 1497’de şeyhülislâmlığa tayin edildi.
İstanbul’da Bir SemteAdını Veren Âlim: Şeyh Ebû’l-VefâKadim semte adını veren bir Allah dostu,Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü’l Vefâ...
00
19
6
Yüce Yaratıcı’mızı TanıyalımAllah’a İman
Emine Büşra YÜKSEL
İsrafHaddi Aşmaktır
Cansever DOKUZ
Zamanınİsrafı
Sümeyye Büşra YILDIZ
Çocuğumu“Eller” mi Eğitiyor?
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - [email protected]
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
başyazı Bekir AYDOĞAN
VEFÂ SAHİBİ OLMAKVefâkârlık duygusunu en zirvede yaşayan, onu bir erdem olarak hayata tatbik eden ve etrafındaki-
lere öğreten Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) çevresindekilere küçük yaştan itibaren vefâkâr davranmanın önemini aşılamıştır. Çocukluğunu Peygamber Efendimiz’in civarında yaşayan Nu’mân b. Beşîr’in anlattı-ğına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Tâif’ten bir miktar üzüm hediye edilir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Nu’mân’ı çağırarak, “Şu salkımı al da annene götür.” buyurur. Nu’mân ise üzümü annesine götürmeden çocukluk haliyle kendi yiyip bitirir. Birkaç gün sonra Rasûl-i Ekrem ona, “Üzüm salkımı ne oldu, onu annene ulaştır-dın mı?” diye sorar; Nu’mân, “Hayır.” diye cevap verince de, Rasûl-i Ekrem ona niçin böyle yaptın “ğuder” (vefâsız) diye hitap eder. Elbette Allah Rasûlü Nu’mân’ı vefâsızlık ile yaftalamak istememiştir. Ancak O, bu tavrı ile küçük bir emanetin teslimi konusunda bile her yaştan insanın titiz davranması gerektiğini öğretmek maksadıyla böyle buyurmuştur.
Allah Rasûlü (s.a.v.), aile fertlerine karşı özellikle anne ve babaya karşı vefâya ayrı bir önem vermiştir. Bir keresinde uzun bir yolculuğun ardından kendisiyle birlikte cihada katılmak maksadıyla yanına gelen ve “Anne babamı ardımdan ağlar bırakıp sana geldim yâ Rasûlullah!” diyen bir gence, “Onların yanına geri dön ve ikisini de nasıl ağlattıysan öylece güldür!” buyurmuştur. Zira anne baba, evlâtlarına yıllarca verdikleri emeğin karşılığında vefâyı hak etmektedir. Dergimizin kapak konusu olan ve Ebû’l-Vefâ Haz-retleri olarak anılan zat-ı muhteremin bu ismi nasıl kazandığıyla ilgili bir hatıra nakledelim:
Zamanın büyüklerinden olan Şenbekî Hazretleri bir gün esas ismi Muslihuddin Mustafa olan Ebû’l-Vefâ Hazretleri’nin evine gelip, bir süre sohbet ederler. Sonra Şenbekî Hazretleri; “Ey Muslihuddin! Sen-de nihayetsiz bir nur müşâhede ettim ve başının üzerinde Hak Teâlâ’nın nûrundan bir âlem gördüm ki, kıyâmete kadar senin evlâdının kerâmetleri zâhir olup, dillerde söylense gerektir. Sana bu müjdeyi vermeye ve talebeliğime dâvete geldim.” der. Hazret de; “Annemden izin alıp öyle geleyim.” der. Bir süre sonra annesinden izin alarak, Şenbekî Hazretleri’nin yanına gitmek için yola çıkar. Yolda, bütün hayvanlar ona selâm verir. Huzuruna vardığında Şenbekî Hazretleri; “Merhaba Ebû’l-Vefâ’ya! Ahdine vefâ eyledi, sözünde durdu.” der. Bunun üzerine ona, Ebû’l-Vefâ künyesi verilir.
Anne babaya karşı fevkalade vefâ hissiyatına sahip olan Sevgili Peygamberimiz, baba dostuna bile vefânın önemine vurgu yapmıştır. Bir keresinde Abdullah b. Ömer, Mekke yolunda bir bedevî ile karşıla-şır, ona selâm verir, binmekte olduğu eşeğe onu bindirir, başındaki sarığı da ona giydirir. Bu manzaraya şahit olan Abdullah b. Dînar, İbn Ömer’e, “Allah hayrını versin, bunlar bedevîdir. Basit şeyler onları mutlu eder.” der. Abdullah b. Ömer ona şu şekilde cevap verir: “Bunun babası, babam Ömer b. Hattâb’ın dostu idi. Ben Rasûlullah’ın şöyle dediğini işittim: ‘İyiliklerin en güzeli, evlâdın, baba dostlarını ziyaret etmesidir.”
Baba dostuna veya ailesine yapılacak olan ikram ve iltifatı en önemli ahlâkî erdemlerden biri olarak değerlendiren Peygamberimiz bunu açıkça teşvik etmiş, vefâsızlıktan da sakındırmıştır.
Vefâkâr okuyucularımıza ve gönül dostlarımıza selâm ile...
To Be Loyal
Our Beloved Prophet (saav), who always had the highest level of loyalty in each part of his life and taught it to his fellows, frequently emphasized the importance of loyalty when he chatted with the youth. Moreover, he also underlined the importance of allegiance to the fathers’ friends. He once said: “ The best of the favors is the sons’ visiting their fathers’ friends.” Serving and behaving well to them are amongst the most valuable virtues, which the Prophet (saav) explicitly encouraged besides preventing the people from showing disloyalty in general.
Best regards to our loyal readers and friends...
somuncubaba 1
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 23 Sayı: 196 - Şubat 2017
Basım Tarihi: 01 Şubat 2017
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİMusa TEKTAŞ
Kapak FotoğrafıOrhan DİNÇ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected]
Yapım
www.grafiturk.com.tr
Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK
Sanat YönetmeniEnes İSLAM
Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41Yenibosna/İSTANBULTel: 0 (212) 454 30 00
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAKProf. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİLProf. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİLProf. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.
Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
/SomuncuBabaDergisi
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise rek-lam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somun-cu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.
içindekilerkünye
14
58
30
72
3624
İSTİKÂMET ÜZERE YAŞAMAK ŞEYHÜLİSLÂM
ZEMBİLLİ ALİ CEMALÎ EFENDİ
PEYGAMBERİMİZ’İN (S.A.V.) İZİNDE
MUHABBET VE RIZA MAKAMINDA
ŞEYH VEFÂ HAZRETLERİ (K.S.)
SOMUNCU BABA’DAN (K.S.) BIR DEMET HADIS VE YORUMU
Ramazan ALTINTAŞ
İstikâmeti; itikat, ibadet ve davranışlarımızda
göstermemiz gerekmektedir.
Abdullah KAHRAMAN
Somuncu Baba da kutlu müjdeye nail olmak için kırk hadis risalesi oluşturmuştur.
Mehmet SOYSALDI
Sünnet, bir hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek demektir.
Resul KESENCELİ
Evinin penceresinden bir zembil sarkıtır, sual sormak isteyenler, suallerini bir kâğıda yazıp zembile koyardı.
Kadir ÖZKÖSE
Fatih Sultan Mehmed Vefâ diye anılacak semtte bir cami ile çifte hamam yaptırmıştır.
Musa TEKTAŞ
Muhabbet, insanın iç âlemini aydınlatan bir manevi incidir. Seven, sevgiliyi her şeye tercih eder.
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
ABONE İLETİŞİM HATTI
Karşılıksız İyilik Yapmak Kötülüğe Karşı İyilik Erdemdir 6 • Altın Silsile: Ebû Ali Fârmedî (k.s.) 10 • Ebû’l Vefâ Hazretleri 17 • İstanbul’da Bir Semte Adını Veren Âlim: Şeyh Ebû’l-Vefâ (k.s.) 18 • İsraf Etme 29 • Âşığın Gözüyle Dünyaya Bakmak 34 • Niyetin Amelden Önemli Olması 42 • Mşeyh Ebû’l-Vefa Hazretleri ve Bir Şiiri 46 • Rabb’imiz! Kâfirlere Karşı Bize Yardım Et! 50 • Nâbî’den Oğlu Hayri’ye İlimle İlgili Öğütler 54 • Cevabını Bilen Var mı? 57 • İyilik, Hayatın Mayasıdır 64 • Tâ Elest’ten Yoldur Bana!.. 66 • Sûfînin Benlik İnşasında Zaman Mefhumu 68 • Anne-Baba ve Çocuk İlşkileri 76 • Osmanlı İlimde Geriledi Mi? 78 • Zamanın İsrafı 84
Dîvân-ı Hulûsî-i DârendevîEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Zülfün gün yüzüne çekmiş Yârın meğerki gamı varÂşıkın kanını dökmüş Bildim ki bir mâtemi var
Güle benzer yanağının Müle benzer dudağının Ciğerde onmaz dağının Gamzesinin merhemi var
Sâkîler ebced okumuş Sâde şarâb sunma diler Var ise la’l-i lebinin Elde karışmış demi var
Gamze ile gamzedeli Gönlüme etdim n’idelim Gamze ile gamz edeli Cân ile bir hem-demi var
Kaşı kara yayı kurup Kirpik okun durmaz atar Kasdı nedir cân alıcı Gamzesinin bir kemi var
Bülbül-i şeydâ olana Gül mü bulunmaz â gönül Hem-dem olur câna ânın Kandaki bir mahremi var
İçdi Hulûsî yine olLa’l-i lebinden bir kadehGördü ki Îsâ demininAndaki câm-ı Cem’i var
İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*
Hz. Mûsâ (a.s)’nın kendisine uyduğu yol ar-
kadaşı bilge insan Hz. Hızır ile yolculukla-
rında dikkat çeken üçüncü olay da şudur:
Gemiden indikten sonra Hz. Mûsâ ile Hz.
Hızır’ın yolları, bir yerleşim merkezine düşer.
Yolcular acıkmıştır, köylülerden yiyecek bir
şeyler isterler, ancak köylüler misafirlerini ağır-
lamak istemezler. İki arkadaş orada yıkılmak
üzere olan bir duvar görürler, Hz. Hızır, o duva-
rı düzeltip yıkılmaktan kurtarır. Yaptığı hiçbir
şeye itiraz etmeyeceğine söz veren Hz. Mûsâ,
yine dayanamaz ve kendilerini misafir etmek
istemeyen bir kavmin yıkılmak üzere olan du-
varlarını karşılıksız onarmasına itiraz eder. Hz.
Mûsâ’nın bu itirazı, yollarının ayrılmasına ne-
den olur. Olay Kur’ân’da şöyle açıklanır:
“Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir
kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba hal-
kı, bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi, şehrin
içinde yıkılmaya yüz tutan bir duvar gördüler,
Mûsâ’nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: ‘Di-
leseydin buna karşı bir ücret alabilirdin.’ dedi. O
söyle söyledi: ‘İşte bu, seninle benim ayrılmamızı
gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu
sana anlatacağım.”1
Ayrılmadan önce Hz. Hızır, duvarı karşılıksız
düzelteme gerekçesini şöyle açıklar:
“Duvar, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti.
Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; baba-
ları da iyi bir kimseydi. Rabb’in onların erginlik
çağına ulaşmasını ve Rabb’inden bir rahmet ola-
rak hazînelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları
kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın
işlerin içyüzleri budur.”2 Âyetteki açıklamaya
göre, yıkılmak üzere olan duvar şehirde iki ye-
tim çocuğa aittir. Duvarın altında bir hazîne sak-
lıdır. Şâyet duvar yıkılacak olursa, hazîne ortaya
çıkacak, ahâlî hazîneyi talan edecek. Duvarın
sağlamlaştırılmasıyla, çocuklar büyüyüp kendi
hazînelerine sahip çıkacakları zamana kadar
hazîne koruma altına alınmış oldu. Bu olay Hz.
Mûsâ’nın itiraz ettiği üçüncü olaydır ve Hz. Hızır
ile yollarının ayrılmasına sebep olur.
Çıkarabileceğimiz Dersler
Kıssanın bu bölümünden çıkarabileceğimiz
dersler özetle şöyledir:
1. İhtiyaç halinde başkalarından yiyecek iste-
mek câizdir. Nitekim iki arkadaş, köylüler-
den yiyecek bir şeyler istemişlerdir.
2. Asıl olan iyilikleri karşılık beklemeden yap-
maktır. Yüce Allah’ın rızâsı da buradadır.
3. Yapılan bir işe karşılık ücret alınabilir. Bunun
için Hz. Mûsâ, neden duvarı tamir etmesi
karşılığında ücret almadığını sorar.
4. İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik ise er
kişinin işidir. Önemli olan kötülük yapana
iyilik yapabilmektir. Karşılıksız yapılan iyilik-
lerin Allah katında karşılığı çok büyüktür. Hz.
Hızır da bunu yapmıştır. Kendilerini ağırla-
mak istemeyenlerin yıkılmak üzere olan du-
varlarını karşılık beklemeden düzeltmiştir.
Zira kötülük yapanlara misliyle karşılık veri-
lirse, onların seviyesine düşülmüş olur. Oysa
gidişata kötüler değil, iyiler yön vermelidir.
5. Her söylem ve her eyleminde sayısız hikmet
olan Yüce Allah ile irtibatlı olanların yaptık-
ları her işte bir hikmet vardır. Kullara düşen,
Yüce Rab’den gelen her şeye rızâ göstermek
ve olanlardaki hikmetleri kavramaya çalış-
maktır.
6. Nisyân ile ma’lûl olan insan merak sâiki ile
de dolu bir varlıktır. Unutmak mazur görül-
mesi gereken bir durumdur, unutmasından
dolayı insan kınanmaz. Hz. Mûsâ’nın şahsın-
da bu insânî özellikler tezâhür etmiştir. O,
verdiği sözü unutmuş, ilk etapta hikmetini
bilemediği olayların sebebini merakla sor-
muştur.
KARŞILIKSIZ İYİLİK YAPMAKKÖTÜLÜĞE KARŞI İYİLİK ERDEMDİR
“İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik ise er kişinin işidir. Önemli olan kötülük yapana iyilik yapabilmektir. Karşılıksız yapılan
iyiliklerin Allah katında karşılığı çok büyüktür.”
6 ŞUBAT 2017 somuncubaba 7
7. Toplumun en zayıf kesimi olan yetimlerin
haklarını korumak ecri büyük bir güzel amel-
dir. Pek çok âyette, yetim haklarını koruma
üzerinde durulmuş, yetimlere yardım etme-
nin gereğine vurgu yapılmış, mü’minler ye-
tim malını yemekten şiddetle sakındırılmış-
tır. Kıssamızda da Hz. Hızır, yetimlerin hak-
larını koruma adına tedbir almış ve onların
ilerde kullanacakları hazînelerini koruması
için duvarı karşılıksız onarmıştır. Yetimlere
riâyet ilâhî bir yasadır… Yüce Allah, Hızır’ı
yetimlere hizmet ettirdi. Yetimlere hizmet,
sâlihlerin yoludur…
8. Anne babanın, geride kalan çocuklarına
miras bırakması meşrûdur. Önemli olan
helâlinden kazanıp kazancın zekâtını/hayrını
vermek ve geride kalanları muhtaç bırakma-
maktır. Âyette hazîne bırakan babanın, sâlih
bir kişi olduğu belirtilerek bu işin sâlihlerin
yaptığı iş olduğuna işaret edilmiştir.
9. Duvarın altında yatan hazînedeki levhada şu
beş hikmetli sözün yazılı olduğu da söylen-
miştir: “Kadere inandığı halde sıkıntılardan
dolayı kederlenen kimseye şaşılır! Rızıkların
herkese taksim edildiğine inandığı halde rı-
zık talebi için yorulan kimseye şaşılır! Ölü-
me inandığı halde sevinen kimseye şaşılır!
Hesaba inandığı halde gaflet içerisinde ola-
na şaşılır! Dünyanın sonlu olduğunu bildiği
halde ona bağlanan kimseye şaşılır!”3
“Kimseye Gülme ve Kimseyi Kınama…”
10. Hz. Mûsâ, kıssada üç şeye itiraz edince, bun-
lara karşılık Hızır şunları söyledi: “Ey Mûsâ,
bir zamanlar annen seni tabuta koyup Nil
deryâsına atınca Rabb’in seni boğulmaktan
nasıl korumuştu. Şimdi ne diye geminin bat-
masından endişe edersin? Bir zamanlar sen,
Kıptî’nin ölümüne sebep olmuşken; şimdi
çocuğu öldürdüğüm için beni niçin kınarsın?
Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. 18/Kehf, 77-782. 18/Kehf, 82.3. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 185b-186a.4. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 192a-b.5. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 193b.6. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 188b-189b.
Bir zamanlar sen aç susuz bir halde Meyden
ilinde, Şuayb’ın kızlarına ait koyunları karşı-
lıksız sulamışken; şimdi benim Allah’ın emri
ile şu yetimlere ait duvarı karşılıksız onar-
mama niçin itiraz edersin?”4
11. Hz. Hızır, Hz. Mûsâ’dan ayrılacağı zaman ona
şu tavsiyelerde bulundu: “Ey Mûsâ, hiç kim-
se ile inatlaşma… Kimseye gülme ve kimseyi
kınama… Hatâların için ağla… Bugünün işini
yarına bırakma, çünkü yarına çıkacağın kesin
değildir! İlmi, sadece başkalarına anlatmak
için değil, amel etmek için talep et…”5
12. Kıssadaki yıkılmak üzere olan duvarın tami-
rinde duvar, şerîat ve ümmete; iki yetim, kalp
ve akıla; duvarın bulunduğu şehir, bedene;
duvarın altındaki hazîne, iman ve irfâna işa-
rettir. Bu konudaki işârî yorumun özeti de
şöyledir:
“Hızır sırla Mûsâ’yı rûh, aralarında belirledik-
leri anlaşma üzere yolculuk ederken, sır nurla
bakıp daha işin başında şerîat duvarının yıkıl-
mak üzere olduğunu gördü, hemen onu şerîatın
gereklerini yerine getirmekle doğrulttu. Bir ta-
kım fiziksel engeller nedeniyle bunu göreme-
yen hasta ruh, buna itiraz etti. Sır, ona cevâben
şöyle dedi: ‘Ey ruh, bu şerîat binâsını doğrult-
manın gizli sırrı şudur: ‘Bu duvar, Medîne be-
deninde bulunan ve akıl-kalp denen iki yetime
aittir. Bunların babaları ruhlar âleminde sâlih
bir kimse idi… Bu şerîat duvarının altında bun-
ların iman ve irfân hazînesi gizlidir. Bunlar ise
daha küçük olup zarar ve menfaatlerini bilmez-
ler. Rabb’in diledi ki şerîat duvarı yıkılmasın ki
imanları yıkıntı altında kalmasın ve fitneci şey-
tan onları etkilemesin de onlar olgunluk çağına
erince, Rabb’in rahmetiyle iman ve irfânlarına
kavuşup mutlu olsunlar…’ Şu iyi bilinmelidir ki
nurlu şerîat duvarının imâret ve ikâmesi, sevi-
yesi ne olursa olsun herkes için bir farîza ve gö-
revdir…”6 En doğrusunu Yüce Allah bilir!
8 ŞUBAT 2017 somuncubaba 9
401/1010-11 tarihinde Tûs yakınlarında-ki Fârmed/Fârmez köyünde dünyaya gelen Fârmedî’nin asıl adı Fazl b. Muhammed, kün-yesi Ebû Ali’dir. Memleketi Fârmed’e nispetle Fârmedî diye anılmaktadır. İlköğrenimi doğum yerinde gerçekleştirdikten sonra Nişâbur’a gi-dip meşhur sûfî müellif Abdülkerim Kuşeyrî’nin medresesinde öğrenim gördü. Fârmedî’yi tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerde yetiştiren Kuşeyrî, onu aynı zamanda vaaz ve irşad konusunda da eğitti. Fârmedî, Kuşeyrî’den başka, Ebû Abdil-lah Muhammed İbn Muhammed eş-Şirâzî, Ebû Abdirrahman en-Neylî, Ebû Osman es-Sâbûnî, meşhur mütekellim Ebû Mansur Abdülkâhir el-Bağdâdî ve Ebû’l-Hasan el-Müzekkî gibi âlimlerden de istifade etti.
Kuşeyrî’nin meclisinde fıkıh, hadis ve tasav-vuf eğitimini gerçekleştiren Fârmedî, Nişâbur’a gelen Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ı ziyaret etti ve ilk görüşmesinde kuvvetli bir şekilde tesirinde kalarak büyük bir iştiyakla kendisine bağlandı. Fârmedî, Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’la tanışmasını ve kendisinden etkilenişini şu şekilde anlat-maktadır:
“Gençliğimin ilk yıllarında Nişâbur’da ilim-le meşgul idim. Şeyh Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ın Mihene’den gelip toplantılar yaptığını duydum. Onu görmeye gittim. Cemalini görür görmez ona hayran kaldım. Bu topluluğa karşı içimde fazlaca bir muhabbet meydana geldi. Bir gün medresede odamda oturuyordum. Şeyhi görme arzusu gönlümde peyda oldu. Hâlbuki dışarı çı-kacak zaman da değildi. Sabretmek istedim, gü-cüm yetmedi. Kalkıp dışarı çıktım, çarşı başına vardığım zaman Şeyhin büyük bir cemaatle git-tiğini gördüm. Ben de arkalarına takıldım. Şeyh bir yere girdi, cemaat de onu takip etti, ben de
onların ardından girdim. Şeyhin beni göreme-yeceği bir köşeye çekildim. Semâ ile meşgul oldular. Hoş vakit geçirdiler. Şeyhte vecd zâhir oldu. Elbisesini yırttı. Semâ bittiğinde şeyh el-bisesini çıkardı, bunu önünde paraladılar. Şeyh bir yeni/giysi parçasını ayırıp bir tarafa koydu ve ‘Neredesin ey Ebû Ali Tûsî?’ diye seslendi. Hiç cevap vermedim. Beni nasıl olsa tanımaz ve görmez. Belki de müridlerinden birisi var de-dim. Bir daha çağırdı, cevap vermedim. Üçün-cü defa çağırdığında yine cevap vermedim. Cemaat, ‘Şeyh herhalde seni çağırıyor olmalı.’ deyince kalkıp şeyhin önüne vardım. Şeyh hırka parçasını bana verdi ve: ‘Sen bize bu yama ve yen gibisin.’ dedi. Onu alıp hizmet ettim. Aziz bir yerde sakladım, bundan sonra devamlı şey-hin hizmetinde bulundum. Bu hizmetten bana pek çok fayda, gönül aydınlığı ve iyi haller yüz gösterdi.”
Ahde Vefa İmandandır
Ebû Said’in sohbet ve semâ meclislerine de-vam eden Fârmedî’ye, Ebû Saîd, onun büyükle-rin diliyle bülbül gibi konuşacağı ve kendisine mânâ âlemlerinin açılacağı müjdesini verdi. Şeyhi Ebû Said ile birlikte Mihene’ye gitti. Ebû Said ve kendisine eşlik eden kalabalık bir top-luluk, Mihene’ye giderken bir dağın eteklerine varırlar. Önlerine yabanî ve yırtıcı bir hayvan çıkar. Kafiledeki herkesin yüzünde şafak atar ve hemen oradan kaçışırlar. Ebû Said ise oldu-ğu gibi atının üzerinde durur. Yabanî hayvan yaklaşınca, Ebû Said atından iner. Hayvanca-ğız önünde yuvarlanmaya ve kıvrılmaya başlar. Bir süre sonra Ebû Said, yabanî hayvana; “Zah-met ettin, artık dön.” demesi üzerine, hayvan geri döner ve oradaki dağa yönelir. Dervişlerin hepsi Ebû Said’in huzuruna gelip; “Efendim, ne
Ebû Ali Fârmedî (k.s.)
“Cemalini görür görmez ona hayran kaldım. Bu topluluğa karşı içimde fazlaca bir muhabbet meydana geldi. Bir gün medresede
odamda oturuyordum. Şeyhi görme arzusu gönlümde peyda oldu.”
ALTIN SİLSİLE / Kadir ÖZKÖSE* - H. İbrahim ŞİMŞEK**
Hat: Emre ÖZDEMİR
10 ŞUBAT 2017 somuncubaba 11
rinden Hasan Müeddib’e emir buyurup onlara birer bez vermesini söyler. Sonra Fârmedî’ye bu bezle duvardaki tozları silmesini emreder. Ebû Bekir Abdullah’a da dervişlerin ayakkabıla-rını temizleme görevi verir. Üç gün Ebû Said’in hankâhında kalıp görevlerini yerine getirirler. Dördüncü gün Ebû Said, şeyhleri Ebû’l-Kâsım’ın yanına dönmeleri gerektiğini söyler ve onlar da şeyhlerinin yanına varırlar. Aradan bir zaman geçtikten sonra Gürgânî de Ebû Said de vefat eder. Fârmedî akıcı bir üslûba, güçlü bir hita-bete ve nezih bir konuşma yetisine sahip olur. Etrafı mürid kitleleri ile dolup taşar. Geniş ke-simler tarafından büyük bir kabul görür. Ünü ve ismi cihanın her tarafını kaplar. Olanca saygın ve seçkin konumuna rağmen yoldaşı Ebû Bekir Abdullah’ın ise halk arasında ne ismi ne de şöh-reti yayılır. Tanınan ve anılan birisi olmaz. Bu-nun sebebi kendisine sorulduğunda Ebû Bekir Abdullah bu durumu şu şekilde yorumlar:
“Şeyh Ebû Said, Ebû Ali el-Fârmedî’ye bezle duvardaki tozları silmesini emretti. Yani ömür boyu Hak kullarının gönül duvarlarındaki gü-nah tozlarını söz beziyle temizlemesini emretti. Bana ise dervişlerin ayakkabılarını temizleme-mi emretti. Bu da sıradan biri olmama, anılan ve ünlenen biri olmayacağıma işaret ediyordu.”
Bu rivayetin gereği olarak, Gürgânî, yanında mücâhede ve riyazet dönemini tamamlayan Fârmedî’ye vaaz ve irşadda bulunma icaze-ti verdi. Dili ve gönlü açıldığından olağanüstü güzel ve etkili konuşmalar yapmaya başladı. Edebinin güzelliği, konuşma sanatındaki eşsiz örnekliği, yerinde tespitleri, üslûbunun tatlılığı ve gönüllere işleyen sözlerinin rikkati ile dik-kat çekti. Nişâbur’da vaaz verdiği sırada, mec-liste hazır bulunanlardan İmamü’l-Harameyn, kendisine: “‘Âlimler peygamberlerin varisleri-dir.’ hadisi ile hangi âlimler kastedilmektedir?” diye sorar. O da; “O zümrenin mensupları ne soran gibidir ne de sorulan gibi. Fakat gerçek varis, mescidin kapısında yatmaktadır.” deyip Muhammed b. Eslem (ö.242/856)’in mezarına
işaret etti. Dolayısıyla Fârmedî, vaaz ve irşad
faaliyetlerinde son derece tevazu sahibi, gurur
ve benlik duygusundan uzak ve kendini görme-
yi değil, model şahsiyetlerin izinden giderek
mânevî dünyasını inşa etmeyi esas alan bir üs-
tattır. Kaynaklar, Fârmedî’nin son derece güzel
ve etkileyici konuştuğunu söyleyip onun vaaz
meclislerini, çeşit çeşit çiçek açan meyve ağaç-
larıyla dolu bir bahçeye benzetmektedirler.
Ebû’l-Kâsım Fârmedî, himmeti hizmette ara-
yanlardandı. Bu yüzden, şeyhine ve ihvanına
hizmette kusursuzdu. Hizmette, hikmeti ve fe-
raseti önde tutardı. Çünkü hizmetten himmet
bulmak için hizmetin vaktini ve yerini iyi seç-
mek gerekliydi. O, ferasetiyle bu konuda şeyhi-
nin dua ve himmetine mazhar olmuştu.
Nakşbendî silsilesinin önemli simalarından
olan Ebû’l-Hasan el-Harakânî’den de faydala-
nan Fârmedî, Harakânî’den istifadesini şu söz-
leri ile beyan etmektedir:
“Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyade-
siyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle
Ebû’l-Hasan-ı Harakânî hazretlerinin sohbetine
kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihayetsiz
feyizlere ve mânevî zevklere eriştim.”
Ebû’l-Kâsım el-Gürgânî’nin mânevî veraseti-
ne nail olan Fârmedî, Gürgânî’nin kızıyla evle-
nerek maddî mirasına da nail oldu. 477/1084
tarihinde Tûs’ta vefat eden Fârmedî, orta boylu,
esmer tenli, ciddi ve vakur görünümlü ve çatık
kaşlı idi. Bununla birlikte cemali celâline ga-
lip, son derece merhametli ve şefkatli idi. Yal-
nız hakkı söyleme sırası geldi mi kaşları iyice
çatılırdı. Gözleri ve kirpikleri siyah, ağzı biraz
büyükçe idi. Fesahat ve belâgate önem verme-
mekle birlikte düzgün ve etkili konuşurdu.1
oldu?” diye sorarlar. Şeyh; “Bu dağda yıllarca birbirimizle arkadaş olmuş, her ikimiz de birbi-rimizin (feth ve) feyizlerine tanık olmuştuk. Bu-radan geçeceğimizi haber alınca geldi, ahdini tazeledi. Zaten ahde vefa imandandır. Her kim-de ahlâk varsa her şey onun yanına o ahlâkla (huy, tabiat) gelir. Bakınız İbrahim (a.s.) bir ahlâk yolunu tuttuğundan ister istemez ateş onun huyuyla karşıladı.” şeklinde cevap verir.
Ebû Saîd Nişâbur’dan ayrılınca, Fârmedî, üs-tadı Kuşeyrî’nin huzuruna çıkarak kendisinde meydana gelen rûhî gelişmeleri anlattı. Fakat Kuşeyrî ona ilim öğrenmeye devam etmesini tavsiye etti. İlimde derinlik ve marifette rüsûh kesbeden Fârmedî, üstadının izniyle medrese-den ayrılarak, Kuşeyrî’nin dergâhına taşındı. Bir süre mücâhede ve riyazetle meşgul olduktan sonra Fârmedî, bir gün şahidi olduğu muazzam bir tecelli ile sarsıldı. İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kale-mi hokkaya daldırdığında kalemin ucunu bem-beyaz olarak gördü. Hâlbuki hokka mürekkeple doluydu. Kalemi tekrar hokkaya sokup çıkar-dı, fakat yine değişen bir şey yoktu. Büyük bir dehşete kapılıp hocası Kuşeyrî’nin yanına gitti. Fârmedî’nin anlattıklarını dinleyen Kuşeyrî; “Ar-tık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak.” dedi. Yine Fârmedî, şeyhi Kuşeyrî’nin hamam-da bulunduğu bir sırada ihtiyaç duyduğu suyu, kendiliğinden ve şeyhi istemeden getirip ka-pısına bırakıvermişti. Onun bu inceliğini gören üstadı; “Sen bu feraset ve hizmet anlayışınla bizlerin yetmiş yılda elde ettiğini bir defada edindin. Allah (c.c.) seni yüceltsin.” diye dua etmişti. Kuşeyrî’nin hayret ettiği ondaki bir baş-ka olay ise şu şekilde gerçekleşir: Fârmedî bir süre daha üstat Kuşeyrî ile mücâhede eğitimi-ne devam eder. Bir gün kendisini amansız bir hâl kaplar ve o hâl içinde yok olur. Durumu üs-tadı Kuşeyrî’ye anlatır. “Ebû Ali! Benim gücüm bundan daha fazla değil. O hâl bundan yücedir,
onun yolunu bilmiyorum.” der. Gönlünde do-
ğan bir fikir gereğince, kendisini bu makam-
dan daha yükseğe ilerletecek bir pîr ihtiyacı-
nı hisseder. Hatta zamanla şeyhi Kuşeyrî’den
farklı bir tutum sergilediği de olur. Örneğin
Kuşeyrî, Hallâc-ı Mansur’un çizgisini, söylem ve
üslûbunu benimsemezken, Fârmedî Hallâc’ın
hâli ve seyri hakkında saygın bir tutum sergile-
miş ve kendisine tazimde bulunmuştur.
Dili ve Gönlü Açıldı
Yeni bir mürşide ihtiyacı bulunduğunu an-
layan Fârmedî, ününü duyduğu Ebû’l-Kâsım
el-Gürgânî ile görüşmek üzere Tûs’a gider.
Fârmedî, Ebû Osman el-Mağribî ve Cüneyd-i
Bağdadî’nin halifesi olan Gürgânî ile görüşüp
tanışmasını şu şekilde anlatmaktadır:
“Şeyhim Kuşeyrî’nin dünyasını aşan hâlleri
yaşamaya devam ediyordum. Hatta bu hâller
her geçen gün gittikçe artıyordu. Daha önce
Ebû’l-Kâsım Gürgânî’nin adını işitmiştim. Tûs’a
gittim. Şeyhin yerini bilmiyordum. Şehre vardı-
ğımda şeyhin yerini sordum. Tarif ettiler, vardım.
Müridlerinden bir cemaatle mescitte oturuyor-
du. Ben de iki rekât tahiyyetü’l-mescit namazı
kılıp önüne vardım. Şeyh başını önüne eğmişti.
Başını kaldırıp; ‘Ebû Ali, gel.’ dedi. Selâm ve-
rip oturdum. Vakıalarımı anlattım. Şeyh Ebû’l-
Kâsım; ‘Başlangıcın mübarek olsun, şu durum-
da belli bir dereceye erişmişsin, fakat terbiye
görürsen daha yüce derecelere erişirsin.’ dedi.
Gönlümden ‘Benim pîrim budur.’ diye geçirdim
ve onun yanında ikâmet ettim.”
Ebû’l-Kâsım Gürgânî, Fârmedî’yi türlü riya-
zetlere tâbî tutar. O da verilen görevleri yeri-
ne getirmeye, riyazet ve mücâhedesinde se-
bat etmeye çalışır. Şeyhi bir gün Fârmedî ile
diğer müridi Ebû Bekir Abdullah Derâverdî’yi
Mihene’deki Ebû Said-i Ebû’l-Hayr’ın yanı-
na gönderir. Mihene’ye vardıklarında âdâb ve
erkânın gereğini yerine getirirler. Şeyhin hu-
zuruna vardıklarında Şeyh Ebû Said, müridle-
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsile-den Altın Halkalar kitabının 127-135. sayfalarından özet-lenmiştir.
12 ŞUBAT 2017 somuncubaba 13
İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ*
“Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz;
başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah’ın yo-
lundan ayırır.”1
Bu âyetin indiriliş sebebiyle ilgili olarak
şöyle bir rivâyet vardır. Sahâbeden Abdullah
b. Mes’ûd (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: “Hz. Pey-
gamber (s.a.v.), bizim için yere bir çizgi çizdi.
“Bu, Allah’ın yoludur.” buyurdu. Sonra bu çizgi-
nin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha
çizdi. “Bunlar şeytanın her birinin başına oturdu-
ğu yollardır, ona çağırır.” dedi. Sonra şu âyeti
okudu:2 “Bu benim dosdoğru yolumdur, ona
uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi
Allah’ın yolundan ayırır.”3
İstikâmet; her türlü aşırılıktan uzak orta yol,
itidal, adâlet, Allah’a itâat ve Rasûlullah (s.a.v.)’in
sünnetine tam bağlılıktır. Bizim istikâmeti; iti-
kat, ibadet ve davranışlarımızda göstermemiz
gerekmektedir.
Mü’min olmak kolaydır, ama imanı muhâfaza
etmek zordur. Bunun için bir rivâyette Hz. Pey-
gamber (s.a.v.): “Öyle zaman gelecek ki, kişi,
mü’min olarak sabahlayacak, kâfir olarak ak-
şamlayacak; mü’min olarak akşamlayıp, kâfir
olarak sabahlayacak.” buyurmuşlardır.4 Onun
için bizler günde kıldığımız beş vakit nama-
zımızın her rek’atında, “Bizi dosdoğru yola
ilet”,5 “Hidâyetinde sâbit kıl!” diye duâ ediyo-
ruz. Ankebût Suresi’nin ilk âyetlerinde Yüce
Rabb’imiz şöyle buyurur: “İnsanlar denenme-
den (yalnız) iman ettik deyivermekle bırakılı-
vereceklerini mi sanıyorlar? And olsun onlardan
öncekileri denedik. Elbette Allah, doğru söyleyen-
leri de yalan söyleyenleri de bilir.”6
İstikâmet, Söylediği Sözün Arkasında Durmaktır
Meselâ bir Müslüman düşünelim. Ellerini
kaldırıyor, Yüce Allah’tan, “Rabb’im! eğer ben
tüccar olursam, helal ve haramı, emeğin hak-
kını gözeteceğim.” diye duâ ediyor. Rabb’imiz
duâsını kabul edip ticaretle deneyince; para
kaybı, açgözlülük, çok para kazanma hırsı, mala
olan aşırı tamah yüzünden sadâkati unutuyor
ve yalancı konumuna düşüyor.
Bir başka Müslüman, “Eğer kamuda Yüce
Allah bana bir yöneticilik verirse; adaletten,
hakkâniyet ve eşitlikten ayrılmayacağım.” şek-
linde iddialı sözler söylüyor. Cenâb-ı Hak, onu
adâlet dağıtma merciine getirince, verdiği sözü
unutuyor, zulme, haksızlığa, adam kayırma, ilti-
mas gibi ahlâk dışı işlere tevessül ediyor. Bun-
larla da kalmayıp kamu gücünü kendi kişisel
çıkarlarına âlet ediyor. Böylece doğruluk ve dü-
rüstlükten ayrılmakla istikâmetten sapıyor.
İstikâmet, Sözle Eylemin Uyuşmasıdır
Yine bir aile reisi bilge bir baba düşünelim.
Dışarıda başkalarına mutlu aile, huzurlu top-
lum adına; merhamet, şefkat, adalet gibi insânî
duygu ve değerlerden bahsediyor. Ama kendi
ailesine gelince, evinin içine dönünce, ikiyüzlü-
lük yapıyor. Eşine ve çocuklarına karşı her türlü
fizikî, psikolojik şiddet uygulamaktan geri dur-
muyor. İşte bu, istikâmet üzere olamamaktır.
İstikâmet, her yerde ve herkese karşı dürüst
davranmaktır.
İtikat, ibadet ve ahlâkta istikâmet konusun-
da Cenâb-ı Hak bizlere örnek oluşturmak için
önümüze “model şahsiyet ve güzel davranış-
lar” koymuştur. Bu konuda duâ etmemiz ve
istikâmet üzere yaşamamızın adresleri göste-
rilmiştir:
“Bizi doğru yola ilet. Kendine nimet verdiğin
kimselerin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve
sapıklarınkine değil.”7
Acaba istikâmet üzere yaşayan ve nimetleri
hak edenler kimlerdir?
“İstikâmet; her türlü aşırılıktan uzak orta yol, itidal, adâlet, Allah’a itâat ve Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetine
tam bağlılıktır. Bizim istikâmeti; itikat, ibadet ve davranışlarımızda göstermemiz gerekmektedir.”
İSTİKÂMETÜZERE YAŞAMAK
14 ŞUBAT 2017 somuncubaba 15
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itâat ederse, işte
onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebîler,
sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. On-
lar ne güzel arkadaştırlar.”8
Kur’an-ı Kerim’de itikat ve amelde istikâmet
sahibi olanlar övülmüştür:
“Mü’minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah’a
verdikleri sözü yerine getirdiler. Onlardan bir
kısmı adağını yerine getirdi, (Canını verdi). Kimi
de (Allah için canını vermeyi) beklemektedir.
(Özlerini ve sözlerini) hiç değiştirmediler.”9 İşte
istikâmet üzere olan bu şehitler hakkında Yüce
Rabb’imiz şu müjdeli haberi vermektedir:
“Rabb’imiz Allah’tır.’ dedikten sonra dosdoğ-
ru olanların üzerine melekler iner ve ‘Korkmayın,
üzülmeyin ve size vadolunan cennette sevinin.’
(derler). Biz dünya hayatında da âhirette de sizin
dostlarınızız. Orada canınızın çektiği her şey si-
zin için vardır. İstediğiniz her şey vardır. Gafûr ve
Rahîm (Allah)’ın bir ikrâmı olarak (verilecektir).”10
İstikâmet Sahibi Olmamız Gerekir
İstikâmet, itikatta vasatîliktir, yani “orta
yol”u gözetmektir. Bunu en güzel şekilde Êhl-i
Sünnet ve’l-Cemâat zihniyeti temsil etmekte-
dir. İtikadımıza göre, “Ben Müslümanım.” diyen
ehl-i kıble tekfîr edilemez. “Ben Müslümanım.”
diyen bir kimseye, “Sen Müslüman değilsin.”
deme hakkı yoktur. Sahâbeyi hayırla anarız. İsrâ
ve Mirac haktır. Peygamberlerin mûcizeleri ve
Allah’ın velî kullarının kerâmetleri haktır. Bir
kimse büyük günah işlediğinden dolayı din-
den çıkmaz. Amel, imandan bir parça değildir;
ancak imanın muhâfazası için iman-amel bü-
tünlüğü şarttır. Mûcize ile desteklenmiş olan
peygamberler din ve dünya konusunda muhtaç
olduğumuz bilgileri bize öğretmişlerdir. İslâm
dünyasının mezhep ve etnik çatışmalara sürük-
lendiği bu zamanda bizi ateş çemberinin kena-
rından çekip çıkaracak olan Ehl-i Sünnet’in sağ-
duyuya dayalı kuşatıcı ve mûtedil sesine kulak
vermektir.
Öte yandan ibadetlerde de istikâmet sahi-
bi olmamız gerekir. Bu konuda aşırılıklardan
ve gevşekliklerden uzak durmalıyız. İşlerin en
hayırlısının ortası olduğu unutulmamalıdır. Bi-
zim için itidale tutunmak, kurtuluş simidi gibi-
dir. Hz. Peygamber (s.a.v.), ibadetlerde aşırı gi-
denleri uyarmıştır: “Ben hem oruç tutarım, hem
yerim. Geceleri ibadet ederim, hem de uyurum.
Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden
yüz çevirirse, benden değildir.”11
Netice olarak, İslâm itikat, ibadet ve ahlâkta
istikâmet sahibi olmamızı ister. Bu konuda
bizim için her konuda olduğu gibi istikâmet
konusunda da örnek şahsiyet, peygamberi-
miz Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O, yaşantısıyla
el-Müstakîm’dir. İnsanları dosdoğru yol olan
İslâm’ın yoluna çağırmış ve bu konuda kendi-
si de örnek oluşturmuştur. Geçmişte sahâbe,
tâbiîn, tebe-i tâbiîn, şühedâ, sulehâ, ulemâ,
şuarâ istikâmet mücâdelesi vermiştir. Tabakât
kitapları onların yaşanan hikâyeleriyle dolu-
dur. Hepimiz, merhum Necip Fazıl’ın haykırdı-
ğı gibi, “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz
sokak” şekline haykırarak topluma gidecekleri
istikâmeti göstermeliyiz.
Yüce Allah, bizleri istikâmetten ayırmasın.
Bu ümmeti; gazaba uğramış, sapkın, bâtıl ve
yanlış yollara düşenlerden eylemesin!..
Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. 6/En’âm, 153.2. Bkz. Dârimî, Sünen, Mukaddime, 23.3. 6/En’âm, 153.4. Bkz. Ebû Davud, Fiten, 2; Tirmizî, Fiten, 33.5. 1/Fâtiha, 6.6. 29/Ankebât, 2-3.7. 1/Fâtiha, 6-7.8. 4/Nisâ, 69.9. 33/Ahzâb, 23. 10. 41/Fussilet, 30-32.11. Buhârî, Nikâh, 1.
Mustafa bin Ahmed ismi, lâkapları Muslihuddin Şeyh Ebû’l Vefâ Konevî, büyük mürşidi devrinin
Maddî, mânevî ilimler, asrının âlimlerinden İrşad ile meşgul oldu, çağı bereketlendiren
Hac dönüşü Akdeniz’de, esir düştü korsanlara Rodos’ta kaldı bir süre, ışık oldu zindanlara
Ödendikten sonra fidye, kavuştu hürriyetineOrada Rumca öğrendi, bak Allah’ın hikmetine
Tekkesini İstanbul’da, halkı genelde Rum olanFakir, yoksul semtte kurdu, oldular kavî Müslüman
Fâtih devri evliyâsı, Vefâ’da kurdu dergâhı Dünyâperesti sevmezdi, zikirle meşguldü Allah’ı
Bizans’ı İslâmbol yapan, mânevîyat ordusundanEn tanınmış talebesi, Tazarrûât yazan Sinan
Soruldu: “Neden Ene’l hak demişti Hâllac-ı Mansur?”“Ene’l bâtıl mı deseydi?” şeklindeki sözü meşhur
Üç lisanda şiirleri, mücevher gibi her biriVefâ mahlasıyla yazan, büyük tasavvuf şâiri
Fî 896, Mîlâdi 1490: “İlâ rahmete Rabbih” Sözleriyle düşürüldü, göçüne ebcedle târih
“Muktedâ-yı ehl-i mânâ, Muslihuddin Ebû’l Vefâ”Kabir toprağı uşşâka, göz sürmesidir: “tûtiyâ”
Koskoca imparatorlar, unutulup gidiyorlarAllah dostlarını herkes, hayırla yâd ediyorlar...
Bekir OĞUZBAŞARAN
Ebû’l-Vefâ Hazretleri
16 ŞUBAT 2017 somuncubaba 17
CAMİİ GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ
ŞEYH EBÛ’L-VEFÂ (K.S.)
İSTANBUL’DA BİR SEMTE ADINI VEREN ÂLİM:
“Dostunda kusur görme,Ak yüze kara sürme,Başına çorap örme,Derviş olayım dersen.
Haram lokmayı yutma,Hiç kimseye kin tutma,Şeyh Vefa’yı unutma,Derviş olayım dersen.”
Zamane insanlarının vefasızlığından ya-
kındığımızda “Vefa bazıları için bir semt
adıdır.” deriz. Peki, bu semtin adının ne-
reden geldiğini kaçımız biliriz? İşte bu yazımızda
bu kadim semte adını veren bir Allah dostundan,
Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü’l Vefâ ‘dan bah-
sedeceğiz. Onun din-i İslâm’a hizmetlerinden,
hikmetli davranışlarından bahis açacağız.
İstanbul’un tarihî bir semtine adını vermiş
olan Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü’l Vefâ,
rivayetlere göre Konya’da doğmuştur. Doğum
tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, vefat
tarihi hicri 896’da, Ramazan ayının ilk Pazar-
tesi günü, milâdi 1491 senesidir.
Babası Ahmed Sadri Efendi’dir.
Bu Hakk ve hakikat dos-
tu, Zeyniyye tarikatının
Vefâiyye kolunun kuru-
cusudur. Kendisi “Vefâ,
İbnü’l Vefâ, İbn Vefâ,
Vefâzâde, Ebû’l-Vefâ”
gibi lakaplarla anı-
lır. “İbnü’l Vefâ” «ve-
fanın babası” demektir.
Mutasavvıf bir şair olan
bu Allah dostu, şiirlerinde
“Vefâ” lakabını sıkça kullanmış-
tır. “İbn Vefâ” lakabını annesinin adı
olan Vefâ’dan aldığı söylenir. Şeyh Vefa Hazret-
leri Konya’da doğduğu için Vefa Konevî olarak
anılmıştır.
İstanbul’da Vefa semtine adını veren, Fatih
Sultan Mehmet devrinin meşayihlerinden biri
olan Ebû’l Vefa, dönemin hatırı sayılır, büyük
âlimlerindendir. Doğduğu yer olan Konya’da
okumuş ve orada velilik makamına erişmiştir.
Konya’dayken çok sayıda talebesi onun rahle-i
tedrisinden geçmiştir. Konya’daki talebeleri
arasında Karamanoğlu İbrahim Bey de vardır.
Çok ibadet eden Şeyh Vefa, Kur’an’ın sadık
bendelerinden biriydi.
İstanbul’un fethedilmesi bütün Müslüman-
lar gibi, Ebû’l Vefa’yı da çok mutlu eder. O, Hac
farizasını yerine getirdikten sonra İstanbul’a
gelir ve bugünkü adıyla Vefa semtine yerleşir.
O, buraya geldiğinde semtin nüfusunun çoğun-
luğu Rumlardan oluşmaktaydı. Onlara sevgi ve
hoşgörüyle davranan Şeyh Vefa, birçok kişinin
hidayetine de vesile olmuştur. Rum ahalisi
de ona büyük saygı ve hürmet gösterir. Onun
Muhammedî ahlâkından etkilenenler, hiç te-
reddüt etmeden İslâm’ı seçerler. Zira o, ilmiy-
le âmil bir Allah dostuydu. Onu görenler, onun
sadık talebesi olmak için adeta birbirleriyle
yarışırlar. Birçok şair, müzisyen ve âlim
onun ziyaretine gelerek kendisi-
nin vaaz ve nasihatlerinden
istifade eder. Bu arada
Konya’dan talebeleri
de gelir yanına. Bunlar
arasında bürokratlar,
askerler ve paşalar da
vardır.
Şeyh Ebû’l Vefa aynı
zamanda tarikat ehli bir
şairdir. Allah ve peygam-
ber aşkını gönüllere nakşe-
den bu Hakk dostunun şiirleri
çok beğenilmiş, yıllarca ilâhî olarak
okunmuştur. Bu şiirlerden birinde canından
çok sevdiği Peygamber Efendimizi şöyle anla-
tır: “Mefhari cümle cihansın ey şefaat madeni/
Mekke’de doğdun Medine içre kıldın meskeni/
Vuslatınla biz fakiri eyle mesrur Yâ Gani/Düş-
tü gönlüm Yâ Muhammed canım arzular seni/
Cürm ü isyan ile geldik şanına düşen kabûl/
Hem şefaattir ricamız hazretinden Yâ Resul/
Reddedip bizi kapından etme sultanım melul/
Düştü gönlüm Yâ Muhammed canım arzular
seni/Enbiyanın serverisin Yâ Muhammed Mus-
tafa/Nur-i vechin perveri hep âleme verdi ziya/
Asitanında kulundur bu imam-ı Şeyh Vefa/Düş-
tü gönlüm Yâ Muhammed Mustafa”
Foto: Orhan DİNÇ18 ŞUBAT 2017 somuncubaba 19
Ebû’l Vefa’nın eserleri şunlardır: “Makâm-ı
Sülûk” (Tasavvuf ile ilgili olup, Türkçe manzum
bir eserdir), Şâz-ı İrfân (Türkçe ve manzum bir
eserdir), Evrâd-ı Vefa (Dua ve zikirlerden oluşan
nesir bir eserdir), Risale-i Manzume-i Şeyh Vefa
(Arapça şiirleri yer almaktadır), Rûznâme-i Vefâ
(Yaşadığı dönemin güncel olaylarını aktarmış-
tır.)
İlâhî aşkın ateşiyle yanıp tutuşan Şeyh Ebû’l
Vefa Hazretlerinin dilinden düşürmediği şu
duası ne kadar da manidardır: “Ya Allah!Dünya
ve ahirette karşılaşacağım her bir korku için
“lailahe illallah”ı, her keder ve üzüntü için
“maşaallah”ı, her bir nimet için “elhamdülillah”ı,
hayret verici her şey için “subhanallah”ı, her
bir günah için “estağfirullah”ı, her darlık için
“hasbunallah”ı, her bir ölüm ve musibet için
“inna lillahi ve inna ileyhi raciun”u, her bir kaza
ve kader için “tevekkeltu alallah”ı, her bir itaat
ve isyan hareketi için “la havle vela kuvvete illa
billahil aliyyul azîm”i hazırladım. Ey Rabbim...
Bize arttır da eksiltme, bizi şereflendir de hor
ve hakir kılma, bize ver de mahrum bırakma,
bizi seç de üzerimize ihtiyar etme. Bizden razı
oluver, bizden kabul eyle. Ey Kerem sahibi! Ey
esirgeyenlerin en merhametlisi! Duamı kabul
eyle. Hamd, âlemlerin Rabbine mahsustur.”
Çağ Açıp Çağ Kapayan Fatih’in, Dergâhın Kapısını Açamamasının Hik
Büyük Fatih, 1453’te İstanbul’u Bizans’tan
alarak yeni bir çağı başlatmıştır. Dünyanın gözü
onun üzerindedir. Fatih Sultan Mehmet’in, fe-
tih sonrası İstanbul’a çağırdığı yüzlerce ilim ve
mâneviyât büyüğü arasında, Şeyh Vefa Hazret-
leri de vardır. Harabe sayılabilecek bir Bizans
semtine yerleşen bu Allah dostu, burayı kısa
sürede mamur hâle getirmiştir.
Günümüzde “Vefa” adıyla anılan semt, Şeyh
Vefa Hazretlerinin bir hatırasıdır. O, burada ku-
rulan medresede bir taraftan talebelere ders
vermiş, bir taraftan da ihtiyaç sahiplerine yar-
dım elini uzatıp onların gönüllerini fethetmiş
ve onların Müslüman olmalarında rol oynamış-
tır. Bu köhne semt bu Hakk ve hakikat dostunun
buraya gelmesiyle bir ilim, hikmet, maneviyat
ve ilâhî aşk merkezi olmuştur. Burada yüreklere
birlik, beraberlik ve kardeşlik tohumları ekil-
miştir. Bu büyük Hakk dostu bu semte manevî
imzasını atmıştır.
Şeyh Ebû’l Vefa Hazretlerinin ardından nice
ibretli rivayetler anlatılmıştır. Onun İstanbul’a
gelişinin hikâyesi de pek enteresandır: «Hac
görevini yerine getirmek için memleketi
Konya’dan Antalya’ya, oradan da Mısır’a geç-
mek için gemiye binen Şeyh Vefa, kız karde-
şiyle birlikte Rodos korsanları tarafından esir
düşürülür. Olayı duyan Karaman Emiri İbrahim
Bey fidye karşılığında Şeyh Vefa ve kız kardeşi-
ni esirlikten kurtarır. Olayın ardından İstanbul’a
yerleşen Şeyh Vefa, burada ibadetle meşgul
olur. Burayı bir aşk diyarına çevirir. Fatih Sultan
Mehmet de Şeyh Vefa adına semte bir çeşme ve
çifte hamam yaptırır. Herkesin Şeyhi çok sevdi-
ği bu semt, kısa süre sonra Vefa adıyla anılmaya
başlar ve günümüze gelir.
Ebû’l Vefa sıra dışı bir insandı. Rivayetle-
re göre Fatih Sultan Mehmet, Akşemseddin’in
olmadığı günlerden birinde Şeyh Ebû’l Vefa
ile tanışmayı murat eylemiştir. Fakat incelik
göstererek şeyhi huzuruna çağırmak yerine, o
şeyhin huzuruna gitmiştir. İstanbul’un manevî
dinamiklerinden biri olan Ebû’l Vefa, İstanbul’u
fethederek çağ açıp çağ kapayan koca Fatih
Sultan Mehmet’i dergâhının kapısından dön-
dürmüştür. Bu durum farklı zamanlarda üç defa
cereyan etmiştir. İlk bakışta bu bir kibir işareti
olarak görülse de hakikat çok farklıdır. Gelin bu
enteresan hikâyeyi bir dost kalemden dinleye-
lim:
“Fatih Hazretleri, velilerin ziyaretlerin-
den büyük bir huzur bulurdu. Onların feyz ve
berekâtından gönlü feyz ile dolar ve taşardı.
Bir gün, zamanın evliyasından Şeyh Ebû’l-Vefa
Hazretleri’ni ziyaret etmeyi çok arzuladı. Erkânı
ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne gör-
sün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendi-
sine kapatılmıştı. Hünkâr üzüldü. Rengi soldu.
İçeride Ebû’l-Vefa Hazretleri de aynı durumda
idi. Mürîdan da, edeben bir şey soramıyorlardı.
Fakat içlerinden “Bu ışın sırrı nedir?” diyerek
hayretle hadisenin seyrini merak ediyorlardı.
Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı,
müjdeli bir hadis-i şerifin tecellîsine mazhar
olan zata kapatılmıştı’? Fatih, mahzun bir şe-
kilde geri döndü. Bir çağ kapayıp, bir çağ açan,
20 ŞUBAT 2017 somuncubaba 21
Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gö-
nül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan
geri dönmüştü.
Aradan bir zaman geçtikten son-
ra Hünkâr, yine hassas kalbinin derinliklerinden
gelen bir heyecan ile Ebû’l-Vefa Hazretleri’ni zi-
yarete hazırlanıp, erkânı ile tekrar oraya gittiler.
Yine aynı manzara, kapı kapalı! Hünkâr’ın deh-
şeti arttı. Yaverine: “Kemal-i edeb ile huzûra gir!
Anla bu iş neyin nesi? Bu muamma nedir? Bu ne
acep bir hâldir?” dedi. Yaver huzûra girdi. Ebû’l-
Vefa Hazretleri yavere dedi ki: “Hünkârımız
Fatih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Bu-
raya girer de bizim âlemimizdeki zevki tadarsa,
bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine
dönmez. Lakin bu mülk ve ümmet O’na emanet-
tir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip onun
yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar gö-
rür. O da, ben de günahkâr oluruz. Sonra; ruhu
buranın manevî havası ile dolacak, neyi varsa
buraya getirip infak edecek. Dula, yetîme, ga-
ribe, bîçareye ve bîkese gidecek olan imkânlar,
buraya akacak!. Aynı zamanda mürîdânın gön-
lüne dünya muhabbeti girecek, düzenimiz bo-
zulacak!..
Hünkârımız Efendimiz’e bizler buradan dua
ve teveccüh hâlindeyiz.. Gönlümüz, gönlünün
içindedir...” buyurdu. Yaver huzurdan ayrılıp,
tekkenin kapısında merakla neticeyi bekle-
yen Hünkâr’a bu sözleri nakledince, Hünkâr
sordu: “Hazret bu hislerini ifade ederken nasıl-
dı?” Yaver: “Hünkârım Ebû’l-Vefa Hazretleri, Bu
sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicrân
ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar
dökülüyordu“ dedi. Fatih, başını önüne eğdi.
Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir
gece gibi başka bir âleme döndü. Gözleri nem-
lenerek, bahar dallarında biriken şebnemler
gibi yaşlar dökülmeye başladı. Onunla hayat
boyu bir daha görüşmek kendisine nasip olma-
dı. Vaktaki Fatih’in vefatı haberi gelince, Ebû’l-
Vefa Hazretleri saraya gitti. Hünkâr’ın cenaze
namazını kıldırdı. ”
Dipnot
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, Merkez Efendi Külliyesi Maddesi, M. Baha
Tanman, cilt, 29, s. 202-205.
Ruhları Dirilten Manevî Bir Atmosfer: Şeyh Vefa Külliyesi
İstanbul’un maneviyat merkezlerinden biri
de kısa zamanda bir ilim merkezi hâline gelen
Şeyh Vefa Külliyesi’dir. Burada edebiyat, güzel
sanatlar ve musiki de icra edilir. Söz konusu
külliye cami, medrese, hânekah, çifte hamam,
imaret, tabhane, kütüphane, çeşme ve türbe
gibi çeşitli unsurlardan meydana gelmektedir.
Şeyh Vefa Camii ve çifte hamamı, Fatih Sultan
Mehmet tarafından, devrin ileri gelen muta-
savvıflarından ve Zeyniyye tarikatı şeyhi Musli-
huddin Mustafa Efendi adına yaptırılmıştır. Asıl
cami ve hamam yıkılmış olup, cami önündeki
hücre (şeyh odası), türbe ve medresenin bir
kısım duvarları ile bir çeşme, günümüze kadar
ayakta kalabilmiştir. Fatih zamanında oluştu-
rulmaya başlanan Şeyh Vefa Külliyesi, Sultan II.
Bayezid zamanında yapılan ilâvelerle geniş bir
külliye hâline getirilmiştir.
Külliyenin önemli binalarından biri Şeyh
Vefa Camii’dir. Cami külliyenin merkezinde yer
almaktadır. Caminin güneyinde mihraba bitişik
bir hücre, caminin güney batısında Şeyh Vefa
Türbesi, kuzeyinde ise muhtemelen “U” şeklin-
de cami ile ortak avlulu medrese ve hânekah
yer almaktadır. Şeyh Vefa Camii’nin 881/1476
tarihinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Fatih tara-
fından yaptırılan cami 1757’de köklü bir ona-
rım geçirmiştir.
Şeyh Ebû’l Vefa beş asırdan beri İstanbul’un
manevî misafiridir. İstanbul’un tarihî bir sem-
tine ismini veren Şeyh Ebû’l Vefa’nın türbesi
kendi ismi ile anılan caminin haziresinde bulu-
nuyor. Hazirede yaklaşık 450 kabir mevcuttur.
Bunlardan ancak birinde Zeyniyye tarikatına
mensup mezar taşı şekline rastlanmaktadır.
Şeyh Vefa haziresinde bulunup gözden kaçı-
rılan yapılardan birisi Lala Paşalar Türbesidir.
Batı hazirede yer alan bu türbede Lala Mehmed
Paşa, Lala Ramazan Paşa ve bir kişi daha med-
fun bulunmaktadır.
Maneviyat mimarı Şeyh Vefa’nın türbesi, ca-
minin güneyinde, Vefa Caddesi’ne açılan kapı-
nın yanında yer almaktadır. Kitabesine göre bu
türbenin 896/1491 senesinde inşa edildiği an-
laşılmaktadır. Bir sıra kesme taş, üç sıra tuğla
münavebesiyle bina edilen kare planlı türbe,
Bursa üslubu inşa geleneğini sürdürmektedir.
İçte de kare plan şemasını muhafaza eden tür-
benin üstü ahşaptan ters tavanla örtülüdür. Tür-
benin ortasında, birisi İbnü’l-Vefa hazretlerine
ait, beş sanduka yer almaktadır. Sandukalardan
ikisinin Şeyh Vefa’nın halifelerinden Şeyh Ali
Efendi ve Şeyh Davud Efendi’ye ait olduğu bi-
linmektedir.
Köhne bir Bizans semtini, gelişiyle bir mane-
viyat merkezi hâline getiren Şeyh Ebû’l Vefa’nın
Türbesinde şu beyit yazılıdır: “Muktedây-ı ehl-i
mânâ, Muslihuddin Ebû’l-Vefâ/Uyûn-i uşşâka
hâk-i merkadidir tûtiyâ” (Anlamı: Muslihuddîn
Ebû’l-Vefâ, mânâ ehlinin, evliyânın uyduğu
kimsedir. Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine
sürmedir.)
Bu dünyadan her fâni gibi bir Şeyh Ebû’l
Vefa Hazretleri gelip geçti. O, 1491 senesinde,
geride binlerce talebe bırakarak ebedî âleme
göçtü. Bütün Hakk ve hakikat dostları gibi o
da gök kubbede hoş bir seda bıraktı. Fatih Sul-
tan Mehmet’in cenaze namazını kıldıran Ebû’l
Vefa’nın cenazesine dönemin padişahı Sultan
Beyazıt da katılmıştır. O öyle yüce ruhlu bir in-
sandı ki ölümünün ardından sadece müminler
değil, gayri müslimler de gözyaşı dökmüştür.
Allah kendisini cennetiyle ve cemaliyle müşer-
ref kılsın.
Şeyh Ebû’l Vefa Çilehanesi
22 ŞUBAT 2017 somuncubaba 23
Muhabbet duruluk, saflık, beyazlık an-
lamında bir kelime olup, gönülde ço-
ğalan insanın iç âlemini aydınlatan
bir manevi incidir. Seven, sevgiliyi her şeye ter-
cih eder. Tasavvuf ehli büyükler muhabbeti şu
cümlelerle ifade buyurmuşlardır:
“Sevgilinin isteklerine kalbin muvafakat et-
mesidir.”
“Senden gelen çok şeyi az görmen, sevgi-
linden gelen az şeyi çok görmendir. (Bayezid
Bistamî)”
“Sevenin sıfatlarının yerini sevgilinin sıfatla-
rının almasıdır.” (Cüneyd Bağdadî)
“Bütün benliğini sevdiğine vermendir, artık
sana senden hiçbir şey kalmaz.” (Ebu Abdurrah-
man Kureşî)
“Kalbinden sevgiliden başkasını yok etmen-
dir.” (Şiblî)
“Muhabbet dalları kalbe dikilen bir irade
ağacıdır ve bu ağaç taat ve muvafakat meyvesi
verir.”
“Muhabbet, sevenin sevgilisinden gelen na-
sibini ve ona olan ihtiyacını unutmasıdır.”
“Avunma iç tesellisinden her ne olursa olsun
uzak durmaktır.”
“Kalpte sevenin muhabbetinden başka bü-
tün muhabbetlerin düşmesidir.”(İbn Fazl)
“Muhabbet bütün benliğinle bir şeye mey-
letmen, sonra onu kendine, ruhuna ve malına
tercih etmen, sonra gizli ve aşikârane onunla
birleşmen ve onun sevgisinde kendi noksanını
bilmendir.” ( Muhasibî)
“Muhabbet gücü sarf etmek, sevgiliye itiraz
etmemektir.”
“Muhabbet sevgilinin kulu kölesi olmak ve
fakat ondan başkasına köle olmamaktır.”
“Muhabbet cefa ile azalmayan iyilikle art-
mayan şeydir.” (Yahya b Muaz)1
Muhabbetin en zirve noktası olan aşk hak-
kında Ahmet Yesevî Hazretleri şöyle buyuru-
yorlar: “Aşk, bir hâlde, bir hâle kavuşmaktır. Âşık
o kişidir ki, bir defa ‘Allah’ der, çakmak gibi şevk
ateşinden tutuşur. İhlâs ona yüz gösterir, mari-
fet kandili aydınlanır, muhabbet mumu erimeye
başlar. Derviş o vakit seccâde üstünde pervâne
(kelebek) gibi uçmaya başlar ve rûhânî âlemde
yüzünü duâ dergâhına çevirip şükreder.”2
“Allah Onlardan Razı Olmuştur”
Muhabbet ehli olup rıza makamına ulaşan-
lar Kur’an’da, “Allah onlardan razı olmuştur.
Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.”3şeklinde
övülmüşlerdir. Ayet-i kerimedeki rızanın; biri
Allah’ın kulundan razı olması, diğeri kulun
Allah’tan razı olması şeklinde, iki yönünün ol-
duğunu çıkarmak mümkündür. Ayetlerdeki sı-
ralamadan da anlaşılacağı üzere Allah’ın rızası,
kulun rızasından öncedir. Allah’ın kulundan razı
olması, onu, emirlerine uyan ve yasaklarından
kaçan bir halde görmesidir. Kulun Allah’tan razı
olması da, kulun Allah’ın koyduğu hükümler-
den ve mukadderattan rahatsız olmamasıdır.4
Muhabbet ehli olan kişi, hissettiği derin sev-
gi nedeniyle acıyı hissedemez hale gelir, sevgi
acıyı örter. Bu hal savaş esnasında yüksek öfke
ve korkudan dolayı kişinin yaralandığını fark
etmeyip, bunu ancak kanı görünce anlamasına
benzer. Aynı şekilde bir kişi, kendisi için önemli
bir şey düşünürken, ayağına diken battığını fark
etmeye bilir. Bütün arzusu sevgilisi ve onu gör-
mek olan mahbubun hali de buna benzer. Onu
üzecek pek çok olayla karşılaştığı halde, aşırı
derecedeki sevgisi nedeniyle üzüntüyü hisset-
mez. Eğer bu sıkıntı başkasından değil de sevdi-
ğinden geliyorsa, sıkıntıları hiç duymaz. Sûfîler
içinde bu durumun örneği çoktur: Sehl’in bir
hastalığı vardı, fakat tedavisiyle ilgilenmezdi.
MUHABBET VE RIZA MAKAMINDA
EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ
“Ey Sevgili! Benim seni ne kadar çok sevdiğimi söylememin bir anlamı yok. Ne söylesem boşunadır. Ancak sen beni seversen bir bendeniz olarak hoşnut bir halde muhabbet ve rıza makamına
ulaştırırsan bu da senin ihsanındır.”
“Sevdim demekle mümkün değil ki sevem seniCanım meğerki sen sevesin bendeni hubb-ı rızâ senin”
24 ŞUBAT 2017 somuncubaba 25
“İkram sahibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifat etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir.” di-yerek cevap verdim. Bunun üzerine:
“Bir müddet bekle, işi anlarsın.” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı mu-habbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir? Senden midir?” buyurdu. Sevginin ondan olduğu anlaşıldı.
Bu hakikatin şiir lisanıyla izahını yapan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri de şöy-le buyuruyor:
Sevdim demekle mümkün değil ki sevem seni
Canım meğerki sen sevesin bendeni hubb-ı rızâ senin7
(Ey Sevgili! Benim seni ne kadar çok sevdi-ğimi söylememin bir anlamı yok. Ne söylesem boşunadır. Ancak sen beni seversen bir bende-niz olarak hoşnut bir halde muhabbet ve rıza makamına ulaştırırsan bu da senin ihsanındır.)
Allah’ın Dostlarını Sevmek
Şâh-ı Nakşbend Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle nakleder:
“Kudsî bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki, Yüce Allah Davud Peygamber’e hitap ederek:
‘Ey Davud! Beni dost edin (sev), benim dostla-rımı dost edin ve beni kullarıma sevdir.’ buyurdu.
Davud Peygamber:
‘Ya Rabbi! Yüce zatını dost tutarım (severim). Seni dost edinmeye ve senin dostlarını da dost edinmeye gücüm yeter. Lâkin senin muhabbetini kullarının kalbinde var etmeye gücüm yetmez.’di-yerek aczini izhar eyledi.
Bunun üzerine Yüce Allah:
‘Ey Davud! Her zaman, benim kullarıma olan nimetlerimi onlara duyur, onlar için sunduğum ikramlarımı bir bir hatırlatmaya devam et. Böy-le yaparsan, onların kalplerinde bana karşı sevgi uyandırır ve beni sevdirmek için başarı elde eder-sin.’ buyurdu.”
Yine Şah-ı Nakşbend Hazretleri şöyle buyur-muşlardır:
“Bizim sohbetimizde bulunan kimseler ara-sında, bazılarının kalplerindeki muhabbet to-humu başka şeylere bağlılığı sebebiyle geliş-mez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalplerine başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan bazılarının da kalplerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böy-le olanların kalplerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz.”8
Allah’tan Başka Şeylerden Muhabbet Bağını Kesmek
Müridlerden biri Nakşbendî yoluna girişini ve geçirdiği bazı tecrübelerini anlattıktan sonra hamd ü sena ile şöyle demiştir:
Hâce Nakşbend Hazretleri beni tenkit ede-rek dünya muhabbetini kalbimden çıkardı ve beni terbiye etti. Hamdolsun, Hâce’nin tenkit-lerinden ve o imtihanından sonra kalbimdeki dünya muhabbeti mahvoldu, silindi ve tevek-kül sıfatı kalbime yerleşti. Hâce Hazretleri şöyle demiştir:
Hazret-i Azîzân mürşidlerine:
“Dervişlik nedir?” diye sordular. Onlar da:
“Yaratılanlardan (mâsivadan) ayrılıp Yaratan’a bağlanmak ve O’nunla olmaktır.” diye karşılık verdiler.
Büyüklerden biri de şöyle demiştir:
“Allah’tan başka şeylerden muhabbet ba-ğını kesip, onların zararından kurtulan hakiki mü’mindir.”
Kim arzu ve isteklerinden uzaklaşıp sabre-derse gerçek mümin olur.
Bütün varlıklardan; göklerden ve gökteki-lerden, yerlerden ve yerdekilerden ilgini kur-tarırsan, onlara erişip erişmeme derdinden kurtulursun. Görüp görmediğinden, sahip olup olmadığından, bekleme külfetinden, her türlü sınanma (ibtila) ve sıkıntılarından kurtulursun.
Neden böyle yaptığını soranlara; “Ey dost, sev-
gilinin darbesi acıtmaz.” demiştir. Bir rivayette;
Cüneyd, Serî Sakatî’ye, “Seven kimse, belanın
acısını duyar mı?” diye sorar. Serî, “Hayır.” der.
Cüneyd, “Kılıç darbesi dahi olsa da mı?” diye
sorusunu tekrarlayınca Serî; “Evet kılıç yarası
olsa da acısını duymaz.” diye cevap vermiştir.
Mısırlı kadınların Yusuf’un güzelliğinin karşısın-
da ellerini kestiklerini fark etmemeleri de bu
durumun örneklerindendir. Daha önce geçen
üns makamında da benzer durumlar zikredil-
miş, üns halinin rıza haliyle olan yakınlığından
söz edilmiştir.5
Seven kişi, sevgiliden gelen eziyet ve sıkın-
tıyı, sevgisinin yoğunluğundan hissetmeyeceği
gibi sevgiliden gelen her şey -buna sıkıntı ve
eziyetler de dâhildir- muhabbet ehline hoş ge-
lir. Rabia, “Kul ne zaman Allahu Teâlâ’dan razı
olur?” sorusuna, “Musibete duyduğu sevinç,
nimete duyduğu sevinç kadar olduğu zaman.”
demiştir.
Muhabbet Hoşnut Olmaktır
Musibetlere gönülden rıza göstermek, an-
cak muhabbet halini yaşamakla mümkündür.
Yukarıdaki örneklerde musibet tanımlamasıyla;
malda eksilme, dünyevi bakımdan zarar görme,
sevdiklerini yitirme, hastalık gibi kişiye ağır ge-
len, onun tarafından hoş görülmeyen haller kast
edilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken ince
bir nokta vardır. Rıza makamında bir kişinin başı-
na gelen musibetler, onun günahları neticesinde
kendisine dünyada verilen cezalar değildir. Bu
musibetler, onun için bir rahmet, bir imtihandır.
Muhabbet ve rıza makamları da aralarında ne-
den sonuç ilişkisinin olduğu iki önemli makam-
dır. Nitekim bu iki makamın faziletinin gösterge-
lerinden biri, kul için yalnız dünyada değil ahi-
rette de devam eden makamlar olmasıdır. Rıza
makamı, muhabbetin yanında tevekkül, kanaat,
zühd, sabır, şükür gibi makamlarla yakın temas
halindedir. Mekkî; “Rıza makamının başı sabır-
dır, sonra kanaat gelir, ardından sırasıyla zühd,
muhabbet ve tevekkül gelir.” demiştir. Sâlik ba-
şına olumsuz bir durum geldiğinde sabır gös-
terir, daha kötüsü olmadığı için şükreder. Varlık
da yokluk da onun için birdir. Çünkü salik zühd
sahibidir. O nedenle varlığa sevinmez yokluğa
üzülmez, bu manada lehte ve aleyhte tercih ve
istekte bulunmaz. Çünkü Rabbinin hikmetini ve
tedbirini iyi bilir. Bütün sebepleri yerine getirip,
sonuçta Allah’ın takdirine itiraz etmez, kanaat ve
tevekkül eder. Tüm bu iyi nitelikler kulu, Allah’ın
takdir ettiği her şeyden hoşnut olmaya götürür.
Zira gerçek manada Allah’ı seven bir kul için bu
durum, doğal bir sonuçtur.6
Alâeddîn-i Attâr Hazretleri anlatıyor: “Şâh-ı
Nakşbend Hazretleri beni kabul edince, onu o
kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrılamayacak
hâle geldim. Bu hâlde iken, bir gün bana dönüp:
“Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?”
buyurdu.
26 ŞUBAT 2017 somuncubaba 27
Bu yolda varlık perdesinden daha büyük bir perde, varlık felaketinden daha büyük bir fela-ket olamaz.9
Dünya Sevgisini Bırakmak
Şeyh Şâdî anlatıyor:
- Ne zaman ki, Hâce Muhammed Şah-ı Nakş-bend Hazretleri’nin bağlısı olmakla şereflen-dim, ondan sonradır ki bende bir kerem ve cö-mertlik sıfatı peyda oldu.
Bir gün yüz dinar param vardı. Ev halkım, “Bu altınları sakla.” diye bana tembihte bulundular. O vakit bende mala karşı kesin bir zaaf bulundu-ğundan bunlara muvafakat eyledim. Buhara’ya geldim ve yanımda saklı bulunan altınlardan bir sağrı pabuç ile diğer bazı gerekli eşyalar aldım. O sağrıdan yapılan pabuca Buhara’da “Kıymuht çizmesi” denirdi ve çok kıymetliydi.
Bunlar ile Kasrıârifan’a doğru yola çıktım ve Hâce Hazretleri’nin huzuruna vardım. Bir müd-det istirahat ettikten sonra,
“Ey Şâdî, Buhara’ya niçin geldin?” diye sual ettiler. Ben de:
“Efendim, bazı işlerim vardı.” diyerek kısaca esas maksadımı gizleyerek cevap verdim. Bu-nun üzerine:
“Kalk, yanında bulunan yüz dinar ile satın aldı-ğın çizme ve diğer eşyayı buraya getir.” diye emir buyurdular. Derhal hepsini huzuruna getirdim.
“O sakladığın dinarları da getir.” dediler. Hepsini getirip huzurunda durdum. Mübarek yüzlerini bana çevirip:
“Ey Şâdî! Sen dünya talep ediyorsun!.. Fakat fakr yolunda bu caiz değildir. Bu yüce taifenin işi, bu âlemin ötesidir. Bugünden itibaren sa-kınıp bu gibi şeyleri alıp biriktirmekle meşgul olmayasın! Ve tevekkül eyvânını zaf-ı yakîn ile harab etmeyesin!..”
Muhammed Parsâ Hazretleri’nin ilâhî mu-habbet hususundaki kelamlarıyla yazımızı ta-mamlayalım:
“Muhabbet bulunmaz bir cevherdir. Muhab-
bet davasında bulunmak kolaydır. Bir kimse
kalkıp kendini âşıklardan sayabilir. Fakat hakiki
muhabbetin burhanları, nişanları vardır ki insan
bunları aramalıdır.
Bunun alametlerinden sadece ikisi:
Fedakârlık, münacata düşkün olmak ve ibadet
kendisine kolay gelmektir. Hakiki muhabbet
ehli gece olduğu zaman her türlü zahmeti bir
tarafa bırakır, münacaata başlar. Dostu kendisi-
ni beklerken, gece sabaha kadar uyuyan sakın
dostluktan bahsetmesin!
Muhabbet ehline ibadet kolay gelir; ağırlığı
kalkar. İbadette bulduğu zevki başka hiçbir şey-
de bulamaz.
Dostun yani hakikatte sevdiğini iddia ettiği
Yaratıcının kullarına müşfik olur. Dostuna isyan
edenlere ve kâfirlere karşı sert olur. Çünkü ‘O
(mü’minler) kâfirlere karşı sert, kendi aralarında
ise merhametlidirler.’10 buyurulmuştur.11
Dipnot
1. Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed Gazâli, İhyâuUlûmi’d-Dîn, Beyrut:Dâru’l-Kalem,t.y.,c.4, s.275; Kalp-lerin Keşfi (Mükâşefetu’l-Kulûb), Abdulhalık Duran (çev.), İstanbul, Yeni Şafak, 2005, s.71. 48; Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, DİA, c.30, TDV Yayınları, İstanbul, 2005, Ebû’l-Kasım el-Kuşeyrî, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye, Abdü’l-Halim Mahmud-Mahmud b. Şerif (tah.) Kahire, Darüş-Şa’b, 1989,s.520; İbn Arabî, İlahi Aşk, Mahmut Kanık (çev.), İs-tanbul: İnsan Yayınları, 2006, s.30.
2. Tosun, Necdet, Yesevî’nin İki Farsça Risâlesi, Ahmet Yese-viÜnv. Yay., 2016, s. 67.
3. 5/Maide, 119; 9/Tevbe, 100; 58/Mücadele, 22; 98/Beyyine, 8.
4. Çubukçu, Hatice, EbûTalib El-Mekkî ve Ebû Hamid Muham-med El-Gazalî’de Muhabbet Anlayışı, Ondokuz Mayıs Üni-versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Samsun, 2010, s. 143.
5. Çubukçu, age., s.144.
6. Çubukçu, age., s.146.
7. Ateş Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Meh-met Akkuş-Ali Yılmaz) Nasihat Yayınları, Ankara, 2006, s.159.
8. Sağıroğlu, Ekrem, Şah-ı Nakşbend, Yasin Yayınları, İstan-bul, 2001, s.228
9. Sağıroğlu, age., s. 254.
10. 49/Fetih, 29.
11. Sağıroğlu, age., s.413.
Bol keseden harcıyorsun,Sözlerini israf etme!..Yalnızca Hak yolu görsün,Gözlerini israf etme!..
Dînimiz cömertlik dîni,Kanaatle yap işini!İyi öğren geçmişini,İzlerini israf etme!..
Nefsimiz verdikçe azar,Cimriye göz kırpar mezar,Sürükleyip pazar pazar,Dizlerini israf etme!..
Sarf et, kazan cennetini,Dostça paylaş servetini,Bil güzlerin kıymetini,Yazlarını israf etme!..
Celil, yoksulları gözet,Huzur bulsun şu memleket,Çoklarını tasarruf et,Azlarını israf etme!..
Halil GÖKKAYA
İsraf Etme
28 ŞUBAT 2017 somuncubaba 29
Şeyh Vefâ, Zeyniyye’nin Anadolu ve
Rumeli’de yayılmasında etkili olan
Abdüllatîf Kudsî’nin halîfesidir. “Şeyh
Vefâ” diye meşhur olup, asıl adı Muslihuddîn
Mustafâ’dır Kaynaklarda ismi “Ebû’l-vefâ”,
“İbnü’l-vefâ/İbn Vefâ” veya “Vefâzâde” gibi de-
ğişik şekillerde anılmaktadır. İbn Vefâ lakabını
annesinin adı olan Vefâ’dan almıştır. Şiirlerinde
“Vefâ” mahlasını kullanmıştır.1 Müridi Safâyî,
şeyhini medih için yazdığı şiirinde:
Ki ismi Mustafâ b. Hacı Yahyâ
Vefâ derler ona meşhûrdur ammâ
demektedir. “Ebû’l-vefâ” denilmesi, Vefâ ismin-
de bir oğlu olduğundan kaynaklanmadığı gibi,
“İbn Vefâ” ya da “Vefâzâde” denilmesi de Vefâ
adında babası veya dedesi bulunmasından
kaynaklanmamaktadır. Şeyh şiirlerinde mahlas
olarak “Vefâ”yı kullandığı için, böylesi bir şöh-
ret yaygınlık kazanmıştır.2
Zamanın Allâmesi
Şeyh Vefâ, zâhiri ilimlerde mâhir, astrono-
miye vâkıf, mûsikîyi iyi bilen, “vefk” yazmakla
tanınmış, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üze-
re üç dilde şiirler yazan önemli bir mürşid-i
kâmildir. Zâhir ilimlerini Konya’da ve gençli-
ğinde babasıyla birlikte gittiği Edirne’de tahsil
etmiştir. Edirne’de Debbağlar imamından ve
Bursa’da Zeyniyye Tarîkatı şeyhi Abdüllatîf-i
Kudsî’den ders aldıktan sonra Mısır ve Hicaz’a
gitmiş, İstanbul’un fethinden sonra kendi adıy-
la anılacak olan Vefâ semtine yerleşmiştir.3
Kaynaklarda onun ilmî seviyesini ifade için,
“Câmi-i ulûm-i zâhir ü bâtın idi. Ekser-i fünûnda
yed-i ulyâsı var idi.”, “Zamanın allâmesi, usûl
ve furûa vâkıf, Kur’ân ve hadislerin rumuzları-
nı çözen, müfessirlerin efendisi, muhaddislerin
dayanağı.” değerlendirmeleri yapılmaktadır.
Dönemin önemli mütefekkirlerinden Sinan
Paşa onu müctehid âlimlerden saymıştır. Onun
kaleme aldığı eserleri de Şeyh Vefâ’nın değişik
bilim dallarına vâkıf olduğunu göstermektedir.
Meselâ Rûznâme astronomiye dâirdir. Melhame
uzaydaki yıldız ve gezegenlerin durumlarına
göre insanların yeryüzünde davranışları hak-
kında bilgi vermektedir. Eserdeki konu başlık-
ları;
“Ay ve Güneş on iki burçdan her hangi birine
gelince nasıl amel edilir?”
“Haftanın yedi gününde ne yapmak ve ne-
den sakınmak gerekir?”
“On iki Rum aylarının keyfiyeti”
“Gökteki gezegenlerin sıfatları ve her iklimin
keyfiyeti”
SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*
ŞEYH VEFÂ HAZRETLERİ (K.S.)
(ö. 896/1491)
“Şeyh Vefâ zâhirî ilimlerde mâhir, astronomiye vâkıf, mûsikîyi iyi bilen, ‘vefk’ yazmakla tanınmış, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak
üzere üç dilde şiirler yazan önemli bir mürşid-i kâmildir.”
30 ŞUBAT 2017 somuncubaba 31
şeklinde devam etmektedir. Bu eserlerin yanı
sıra, o devirde Paskalya gününü belirleme-
de aralarında ihtilâf eden Hıristiyanların Şeyh
Vefâ’ya danışarak günlerinin belirlemiş ol-
maları da onun ilm-i nucûmdaki (yıldız ilmi)
ihtisâsının herkes tarafından kabul edildiğini
göstermektedir.4
Konya’da İrşâd Faaliyetleri
Edirne’de Debbağlar İmamı olarak tanınan
Muslihuddîn Halîfe’ye intisâb eden Muslihuddîn
Mustafâ, daha sonra şeyhinin işaretiyle Zeyniy-
ye Tarîkatı’nın kurucusu Zeynüddîn el-Hâfî’nin
ileri gelen halîfelerinden Abdüllatîf el-Kudsî’nin
müridi olmuştur. Seyr u sülûkunu tamamladık-
tan sonra Konya’ya dönmüş ve Konya’da irşâd
faaliyetlerini sürdürmüştür. Karamanoğlu İbra-
him Bey onun için Meram’da bir cami ve hânkâh
yaptırmış, kendisi ve mensupları tarafından va-
kıflar tesis edilmiştir.5
Hacca gitmek için Konya’dan ayrılan
Muslihuddîn Mustafâ’nın Antalya’dan bindiği
gemisi korsanlar tarafından yakalanıp Rodos
Adası’na götürülmüşlerdir. Kız kardeşi ve bazı
arkadaşlarıyla birlikte esir edilmiş, Karama-
noğlu İbrahim Bey tarafından fidyesi ödenerek
kurtarılmışlardır. Esâretten kurtulduktan sonra
gelip İstanbul’a yerleşmiştir.6
Fatih Sultan Mehmed’in büyük yardım ve
desteğini gören Muslihuddîn Mustafâ adına Fa-
tih Sultan Mehmed daha sonra onun adıyla Vefâ
diye anılacak semtte bir cami ile çifte hamam
yaptırmıştır. İçindeki binalarla birlikte caminin
yakınında bulunan araziyle Çorlu kazâsına bağ-
lı Kepelim köyünü şeyhe temlîk etmiştir.
Sadrazam Karamanî Mehmed Paşa başta ol-
mak üzere pek çok devlet adamı Muslihuddîn
Mustafâ’ya büyük itibar göstermiş, kendisine
vefk hazırlatmışlardır. Fatih Sultan Mehmed’in
cenaze namazını kıldırmıştır. Karamanî Mehmed
Paşa’nın kabir taşını Muslihuddîn Mustafâ’nın
hazırladığı belirtilmektedir. 7
İlim ve Sanat Erbâbı Müridi Olmuştur
Muslihuddîn Mustafâ, “İlâ rahmeti Rabbih”
terkîbinin gösterdiği 896/1491 yılında vefat et-
miş, II. Bayezid’in de katıldığı cenaze namazının
ardından adına yaptırılan caminin hazîresine
defnedilmiştir. Sert görünüşlü bir sîmâya sahip
olmasına rağmen, oldukça alçak gönüllü, hoş-
sohbet, nükteli ve hikmetli konuşan bir kimse
olduğu belirtilen Muslihuddîn Mustafâ’ya bir-
çok devlet adamı, ilim ve sanat erbâbı mürit ol-
muştur. Sinan Paşa, Molla Lütfi, Bursalı Ahmed
Paşa, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi gibi ilim
ve devlet adamları; Sinoplu Safâyî, Balıkesir-
li Zâtî, Edirneli Sabâyî, Rumelili Şem’î, Hattat
Kâsım, Hattat Abdülmuttalib b. Seyyid Murtezâ
gibi şair ve sanatkârlar bunlar arasındadır.
Muslihuddîn Mustafâ’dan sonra yerine halîfesi
Şeyh Ali Dede geçmiş, Vefâiyye silsilesi Dâvûd
Vefâî Rûmî, Abdüllatîf Vefâî Rûmî gibi diğer
halîfeleri vasıtasıyla devam etmiştir.8
Muslihuddîn Mustafâ’nın vefatından sonra
Zeyniyye Tarîkatı’nda Vefâiyye adıyla yeni bir
kol meydana gelmiş, Vefâiyye’de Muslihuddîn
Mustafâ’nın tertip ettiği evrâd okunmuş, onun
öngördüğü Allah, Vahid, Ahad, Samed isimle-
rinin zikriyle soldan sağa dönerek icrâ edilen
“Şeyh Vefâ Devri” diye bilinen zikir şekli uygu-
lanmıştır.
Şiir ve mûsikî ile de ilgilenen Şeyh Vefâ’nın;
1. Arapça, Türkçe ve Farsça şiirlerinden oluşan Risâle-i Manzûmât-ı Şeyh Vefâ
2. Manzum olarak yazılan Makâm-ı Sülûk,
3. Rubâîler ve diğer manzûmelerden oluşan
Sâz-ı İrfân,
4. Yıldız ve gezegenlerin durumuna göre in-
sanların davranışlarını inceleyen Melhame-i
Şeyh Vefâ fi’l-kusûf ve’l-zelzele ve’l-matar
ve’l-berd ve ahvâli’l-cevviyyâti’l-uhrâ
5. Ruznâme
6. Arabî ayların feleklerdeki devriyle ilgili
Risâle fi’r-rubbi’l-müceyyeb
7. Yedi Yıldızın Ahkâmı
8. Evrâd-ı Vefâ gibi eserleri bulunmaktadır.9
Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE1. Öngören, Zeynîler, s. 130-133.2. Reşat Öngören, Tarihte Bir Aydın Tarikatı Zeynîler, İnsan
Yayınları, İstanbul 2003, s. 130-133.3. Abdullcâdir Erdoğan, Şeyh Vefâ Hayatı ve Eserleri, Ahmed
İhsan Basımevi, İstanbul 1941, s. 16-20.4. Öngören, Zeynîler, s. 130-133.5. Reşat Öngören, “Muslihuddîn Mustafâ (ö. 896/1491)”,
TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2006, c. XXXI, s. 269.6. Öngören, “Muslihuddîn Mustafâ (ö. 896/1491)”, TDV İslam
Ansiklopedisi, c. XXXI, s. 269.7. Öngören, Zeynîler, s. 142-143.8. Öngören, “Muslihuddîn Mustafâ (ö. 896/1491)”, TDV İslam
Ansiklopedisi, c. XXXI, s. 270.9. Öngören, Zeynîler, s. 130-133; “Muslihuddîn Mustafâ (ö.
896/1491)”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. XXXI, s. 270.Şeyh Ebû’l Vefa Türbesini Ziyaret
32 ŞUBAT 2017 somuncubaba 33
Dostlar soruyor: “ Âşığın gözünden dünya-yı tarif eder misiniz?” Evet, âşığın gözü, âşığın gözüdür. Bu soruyu o gözün sa-
hibini bulup, ona sormalı... Acaba aşk göz bırakır mı? Acaba âşığın gözü var mıdır? Bir de tabi aşkla bakmak var. Aşkla bakabilmek. Acaba aşkla bak-mak veya bakabilmek âşıkça bakabilmek midir? Bir empati mi var? Bir hal intikali mi?
Şimdi bazı kavramları öylesine kolay kulla-nıyoruz ki, içini dolduramadığımız için o kolay söyleyişimiz oracıkta kalıyor... Tıpkı boş çuvalın dik duramaması gibi, hale tebdil etmeyen, içi tec-rübeyle, bakışla, dokunuşla dolmayan kavramlar oracıkta kalıyor. Tüketiyoruz manayı, tükeniyoruz... Şimdi benim âşığın gözüyle bakıp o soruya cevap vermeye çalışmam, empati becerimle doğrudan ilişkili. Zira âşık, gördüğü dünyayı tasvir edemez. Ederse, o âşık da değildir. Çünkü o nereye ve kime bakarsa baksın, hep sevgiliyi, o biricik yâri, Leyla’yı görecek. Hem şunu bunu görüp, hem de Leyla’dan sözetmek aşk kitabının ilk sayfasında kalmak de-mektir. Leyla ile gözünü dolduramayan insan, dünyayı görür... Neyi görürseniz de onu seversiniz. Şu halde âşığın gözü Leyla’ya kilitlenmiştir; o kilit-lenmişlik halinden gelen huzmeler söz olup şiire evrilmiştir. Belki bu şiirden, âşığın sözünden yola çıkarak dünyayı tavsif edebiliriz; ama bu tavsif de akademik bir tahlilden öteye geçemez.
Yıllar önce bir Hak âşığı olan Yunus Emre’mi-zin dünya tasavvurunu tahlile çalışmış, söz varlı-ğından yola çıkarak bir analiz yapmıştım... (İlgilisi o makaleyi de içine alan Sufi Aşk ve Ölüm isimli kitabı alıp okuyacaktır.) Yunus, Hak âşığıdır; o dün-yayı sevgiliden alıkoyan şey/ler olarak görmüştür. Mesela o dünyayı tanımlarken bir yerde “ağulu aş” olarak tavsif eder onu... Ağulu aş; dünyayı mu-rad etmek, bal değil, ağuyu murad etmektir. Oysa “ağuya parmak banılmaz” der.
Dünyanun mahabbeti ağulı aşa benzerÂhirin sanan kişi agulı aşdan geçer
Dünya, tabi kelime olarak, “yakın olmak” anla-mına gelen Arapça dünüv kelimesinden türemiş, “en yakın” anlamında kullanılan ednâ kelimesinin
müennesidir. Daha çok âhiret ve âhiret hayatının karşılığı olarak “yakın hayat” anlamında kullanıl-maktadır. Bazı dilciler de kelimenin “alçaklık, kö-tülük” anlamındaki denâet kökünden türediğini ileri sürmektedirler... Âşık, dünyayı sevecekse, ya-kınlığı sebebiyle, sevgiliye kolayca ulaşılacak du-rak olması haliyle sevecektir. Bu bakımdan dünya bir köprü, bir buluşma ve kavuşma yeri. Dünyanın alçaklığı, bizatihi dünyanın alçaklığı değildir, insa-nın ona yüklediği anlam / değerdir. Şunu demek istiyorum: Ne düşünürsen, ne tahayyül edersen, neye önem verirsen, o senin dünyan oluyor. Yoksa Nakkâş-ı Ezel’in nakşettiği şu âlemi sen “denâet” anlamından alçaklık olarak tanımlar isen, edep dışına çıkmış olursun. Zira “medh-i nakış nakkâşa râcidir” derler; zemm-i nakış da öyle… Alçaklık da yükseklik de bizim algı âlemimizle alakalıdır. Aşk bu âlemi yüceltiyor; yüce bakışa eriyoruz. Hiç âşık sevgilide eksik ve kusur görebilir mi? Eksik ve ku-sur gören âşık olabilir mi? Dolayısıyla aşk, âşığın bakışını sevgilide kaybetmesidir. Bu kaybedişe biz “fena” diyoruz. Bu hiçlikte ulaşılan huzur adasıdır ve bu adaya “terk gemileri” ile erişilir… Evet, sevgi-lide kaybederek yükseğe eren bir bakış; enginlere, uzağa, daha uzağa bakmayı öğrenir. Yukardan ba-kan her şeyi intizamlı, yerli yerinde görecek, kusur aramayacak, eksik bulamayacaktır. Şu halde dün-yayı, aşkla tamamlanmış bakışa eriş yeri olarak ta-nımlayabiliriz.
Aşkla bakış, tamamlanmış bakış, başa dönüş-tür… O ilk saf hale, fıtrata. Hani Ahmet Paşa’nın ifadesiyle, “ezelde aşina olunan merhabaya eriş”.
Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim
Âşık mesttir; o, sadece sevgilinin merhabası-na odaklanmış, sadece onu gören, ondan bakan ve ona bakandır… O bu haliyle baştan sona göz olmuştur. Bütün hücreleriyle göz! Kalp gözü, gö-nül gözü, can gözü, basiret gözü; artık ne derseniz deyiniz, o, gözden ibarettir. İşte tevhit budur; göz olup biri görmek… Velhasıl âşığın gözü, tevhit na-zarıyla dünyaya bakan gözdür.
KÜLTÜR / Bilal KEMİKLİ
“Dünyanın alçaklığı, bizatihi dünyanın alçaklığı değildir, insanın ona yüklediği anlam / değerdir. Ne düşünürsen,
ne tahayyül edersen, neye önem verirsen, o senin dünyan oluyor. Yoksa Nakkâş-ı Ezel’in nakşettiği şu âlemi sen
‘denâet’ anlamından alçaklık olarak tanımlar isen, edep dışına çıkmış olursun.”
ÂŞIĞIN GÖZÜYLE DÜNYAYA BAKMAK
34 ŞUBAT 2017 somuncubaba 35
Zembilli Mahlası
Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Ali
bin Ahmed bin Cemâleddîn Muhammed’dir.
Lakabı Alâeddîn el-Hanefî er-Rûmî’dir.
Cemâleddîn Aksarâyî’nin torunudur. Dedesi-
ne nisbetle “Cemâlî” denilmiş ve Ali Cemâlî
ismiyle tanınmıştır. Evinin penceresinden bir
zembil sarkıtır, sual sormak isteyenler, sualleri-
ni bir kâğıda yazıp zembile koyardı. O da çekip
suallerin cevabını yazar, zembili tekrar sarkıtır-
dı. Bu sebeple “Zembilli” mahlasıyla meşhur
olmuştur. Doğum tarihi bilinmemekte olup, H.
932 / M. 1526 senesinde İstanbul’da vefat et-
miştir. Türbesi Zeyrek yokuşundadır. Zembilli
Ali Efendi, ilim tahsiline memleketinde başla-
yıp, Alâeddîn Ali bin Hamza Karamanî’den ders
aldı. Kudûrî muhtasarını ve Nesefî manzumesi-
ni ezberledi. Bu ilk tahsilinden sonra İstanbul’a
gitti. Orada, zamanın en meşhur âlimlerinden
olan Molla Hüsrev’in derslerine devam edip,
ondan ilim öğrendi. Daha sonra Molla Hüsrev,
onu Bursa’ya gönderip, Sultan Medresesi mü-
derrisi Hüsâmzâde Mevlânâ Muslihuddîn’den
ders almasını tavsiye etti. Bu zatın derslerine
devam edip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğ-
rendi. İlimde yetiştikten sonra hocası Mevlânâ
Muslihuddîn, onu kendisine yardımcı müderris
seçti. Mevlânâ Muslihuddîn’in kızı ile evlenip
damadı oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik
yaptı.
Şeyhülislâm Olması
Fatih Sultan Mehmet Han devrinde,
Edirne’de Taşlık Ali Bey Medresesi’ne müder-
ris olarak tayin edildi. Fakir olduğu öğrenilin-
ce, padişah tarafından kendisine, bir miktar
kıymetli elbise ile beş bin akçe ihsan olundu.
1477’de, Edirne’de Beylerbeyi Medresesi’ne,
sonra Sirâciyye Medresesi’ne geçti. Bu sırada
kendisini çekemeyenlerin tutumları karşısında,
müderrislikten istifa edip, Şeyh Muslihuddîn
Ebû’l-Vefâ’ya, talebe olup tasavvufta da kemâle
geldi. Fâtih Sultan Mehmet Han’ın vefatından
sonra, İkinci Bayezid Hân tarafından, Bursa Kap-
lıca Medresesi’ne müderris tayin edildi. İznik’te
Orhan Gazi, Bursa’da Murad Gazi Medreselerin-
de de müderrislik yaptı. Daha sonra, İkinci Ba-
yezid Medresesi müderrisliği ve Amasya müftü-
lüğü vazifeleri verilerek Amasya’ya gönderildi.
Bir müddet bu hizmetlerde bulunduktan sonra,
hacca gitmek üzere Amasya’dan ayrıldı.
Mekke’ye gitmek üzere yola çıkıp, o sene
Hicaz’da bazı karışıklıkların çıkması sebebiyle,
bir sene Mısır’da kalıp ertesi sene hac yaptı.
Mısır’da kaldığı sırada oranın âlimleriyle görü-
şüp, ilmî incelemeler ve müzâkereler yaptı. Er-
tesi yıl hacca gitti. O hacda iken, Şeyhülislâm
“Zembilli Ali Cemâlî Efendi hacda iken, Şeyhülislâm Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi vefat edince, İkinci Bayezid Hân tarafından
1497’de şeyhülislâmlığa tayin edildi.”
TARİH / Resul KESENCELİ
MUTASAVVIF ŞEYHÜLİSLÂM
ZEMBİLLİ ALİCEMALÎ EFENDİ
36 ŞUBAT 2017 somuncubaba 37
vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi ne gü-
zeldir. Yoksa ahirette cezaya müstahak olursu-
nuz.” Bu sözler padişahın kızgınlığını yatıştırdı.
“Affettik.” diyerek lütuf gösterip, neşe ile soh-
bete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek
üzere ayağa kalkan Zembilli Ali Efendi, Yavuz
Sultan Selim Han’a; “Ahiretiniz ile ilgili olan
hizmeti yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir
sözüm daha var.” dedi. Padişah; “Onu da söyle.”
deyince; “O sözüm de şudur ki, padişahın affı-
na uğrayan o kişilerin, işlerinden el çektirilip,
el açarak sokaklarda dolaşmaları, padişahlığın
şanına lâyık mıdır?” dedi. Bunun üzerine padi-
şah bunu da kabul etti. Sultan Selim Han; “Fakat
bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, bunları
ta’zir edeceğim.” dedi. Zembilli Ali buna karşı
da; “Ta’zir (azarlama) padişahın re’yine kalmış-
tır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabul
etmeniz bize yeter.” dedi. Sonra teşekkür ede-
rek padişahın huzurundan ayrıldı.
Heybetiyle cihan padişahlarını ürküten,
dünyayı iki hükümdara dar bulan, fermanlarıyla
yürekleri titreten Yavuz Sultan Selim, bir İslâm
âlimi önünde boyun bükmüş, Allah huzurunda
hesap verememe endişesiyle kendi fermanını
yırtmış ve bu olayın ders olması için dilden dile
aktarılmıştır.
Hırka-i Saadette Kur’an ve Ayasofya da Ezan
Yavuz Sultan Selim Osmanlı topraklarına
kattığı Mısır’da sekiz ay kalarak, orada kendi
düzenini kurdu. Temmuz ayında Hicaz üzerine
gitmeyi düşünen Yavuz, önce bir mektup yaza-
rak meramını bildirdi. Mekke Şerifi’nin Yavuz’un
ne yapacağım idrak edebilmesi işi kolaylaştır-
dı. Oğlunu Kahire’ye gönderen Şerif Kabe’nin
anahtarlarını, Ravza-ı Mutahhara’nın anahtarını
ve kendilerinde bulunan mukaddes emânetleri
Yavuz’a takdim etti. Bir kısmı daha önce
Kahire’den alınanlarla, Mukaddes Emânetlerin
Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi vefat edin-
ce, İkinci Bayezid Hân tarafından 1497’de
Şeyhülislâmlığa tayin edildi, İkinci Bayezid
Hân, Zembilli Ali Cemâlî Efendi gelinceye ka-
dar fetvâ işlerinin Sahn-ı Seman Medresesi
müderrisleri tarafından yürütülmesini emretti.
Ayrıca yeni yapılmış olan Bayezid Medresesi
müderrisliğinde de vazife verildi. Bundan sonra
şeyhülislâmların, Bayezid Medresesi’nde ayrıca
müderrislik vazifesi yapması âdet hâline geldi.
Yavuz Sultan Selim Han’ın tahta çıkmasından
sonra da vazifesine devam eden Zembilli Ali
Efendi, hak severliği ve doğruluğu ile dikkati
çekmiştir. Zühdü, takvası, istikâmeti ve doğru-
luğu ile meşhur olan Zembilli Ali Efendi, dine
uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle
karşı çıkardı.
Affettik
Yavuz Sultan Selim Hân Topkapı Sarayı ha-
zinesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz
davranışlarından dolayı idamını emretmişti.
Zembilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal
Divan-ı hümayuna koştu. Vezirler ayağa kalkıp
saygı ile karşıladılar ve başköşeye oturttular.
Şeyhülislâm’ın divana gelmesi âdet olmadı-
ğından, niçin geldiğini sordular. Padişahla gö-
rüşmek istediğini söyledi. Durum padişaha
arz edildi. Yavuz Sultan Selim Han, huzuruna
girmesine izin verdi. Arz odasına girip selâm
verdi. Padişahın hürmet göstermesinden sonra,
gösterilen yere oturdu. Sonra padişaha şöyle
dedi: “Fetva vazifesinde bulunanların bir işi de,
padişahın ahiretini korumak, onları dinen hata
olan şeylerden sakındırmaktır. Duyuldu ki, yüz
elli kişinin idam edilmesine padişah fermanı
çıkmış. Fakat onların öldürülmeleri için, dinen
bir sebep tespit edilmiş değildir. Bu sebeple
ki, af buyrula!” Zembilli Ali Efendi’nin bu söz-
lerine kızan padişah; “Bu iş saltanatın gereği-
dir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idaresi
kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak,
beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak
sizin vazifeniz değildir.” dedi. Zembilli Ali Efen-
di padişahın bu sözleri karşısında; “Bu karar
ahiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim
Zembilli Ali Cemâlî Efendin Kabrini Ziyaret
Ayasofya Camii
38 ŞUBAT 2017 somuncubaba 39
şeyhülislâmlık yaptı. Ömrünü, ilme, talebe
yetiştirmeye ve İslâm’a hizmete harcamış, kıy-
metli hizmetler yapmıştır. Üstün hâlleri, ahlâkı,
başarılı hizmetleriyle meşhur olup, tasavvufta
da kemâle ermiştir. Kendisine “Mevlânâ Sûfî
Ali Cemâlî” de denilmiştir. Şakayık-ı Numaniye
müellifi şöyle kaydetmiştir “Zembilli Ali Efendi
ölüm döşeğinde iken, babamla birlikte ziyare-
tine gittik. Babamla gizli bir şeyler konuştular
ve babam ağlamaya başladı. Ziyaretinden ay-
rıldıktan sonra babama, ağlamasının sebebini
sordum. Vefat edeceğini, Mûsâ (a.s.)’ın ruhani-
yetinin sabahleyin gelip, kendisini ahirete da-
vet ettiğini söyledi.” dedi. Babam böyle deyin-
ce ben de dayanamayıp gayri ihtiyarı ağladım.”
Rodos’ta Geçen Yıllar
Kanuni bütün Avrupa’yı hizaya sokar. Ancak
Rodos hâlâ Akdeniz’in çıbanıdır. Zembilli Ali
Efendi padişahı sefere inandırır. Mübarek gözü kara bir cihad sevdalısıdır. Hatta yiğitlere yol-
daş olur, adanın fethine katılır. Eli kanlı eşkıya-
lara, fitneci şövalyelere karşı savaşır. Rodos ele
geçince burada kalmaya niyetlenir. Ömrünün
son demlerini yerli halka İslâmiyet’i anlatmakla
geçirir. Burada medreseler, imaretler kurar ve
ileri yaşına rağmen yıllarca imamlık yapar. Nice
Rum’un hidayetine vesile olur ki, Rodoslu Müs-
lümanların mayasında onun gayretleri vardır.
Mübareğin sonu hoş olur. Ayan beyan ölüme
hazırlanır. O gün görülmedik şekilde neşelidir
ve çevresindekilerle tek tek helalleşir. Talebe-
leri ayrılık vaktinin geldiğini anlar, çok ağlarlar.
hepsi, İslâm âleminin yeni Halifesinin eline tes-
lim edilmiş oluyordu. Yavuz Sultan Selim bun-
lara ne kadar değer verdiğini yaptığı icraatıyla
ortaya koymuştur. Mukaddes Emanetler Topka-
pı Sarayı’na yerleştirilince, Hırka-ı Saadete, yani
Peygamber Efendimiz’in hırkasına özel bir oda
ayrılır. Ve o günden başlayıp, kırk hafız tarafın-
dan devamlı Kur’an okunur. Bu konuyla ilgili
Yahya Kemâl Beyatlı’nın duygu yüklü bir hatırası
vardır. “Aziz İstanbul” adlı kitapta yerini alan bu
hatırayı aynen alıyoruz:” Yine bir gün padişah-
larımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü
ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’ân okunuyordu,
yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden
geldiğini ziyaretimde rehber olan zâta sor-
dum. Dedi ki: ‘Hırka-i Saadet Dairesi’nden ge-
liyor.’ Peygamberimiz’in hırkasını sakladığımız
cennet gibi yeşil bir odanın türkkârî penceresi
önünde durduk, içeride iki hafız vardı. Biri el-
lerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturu-
yordu, diğeri diz çökmüş müsterih ve yüksek
bir sesle okuyordu, rehberime sordum: ‘Hırka-i
Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?’ dedi
ki: ‘Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.
Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saadeti Mısır’dan
getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri
kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir
dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devle-
tin iki mânevi temeli vardır. Fatih’in Ayasofya
minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor!
Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an
ki hâlâ okunuyor!”
Hakkın Alır Karınca
Kanunî Sultan Süleyman Hân, meyve ağaç-
larını karıncaların sarması üzerine, karıncaları
öldürmek için meseleyi Zembilli Ali Efendi’ye
güzel bir beyitle sorar ve şöyle der:
Dırahta ger ziyan etse karınca
Günâhı var mıdır ânı kırınca
(Eğer karınca ağaca zarar veriyor, onu kuru-
tuyorsa karıncayı yok etmenin bir günahı var
mıdır?)
Zenbilli Ali Efendi zarif bir ifâde ile sorulan
bu sualin altına şu beyti yazarak cevap vermiş-
tir:
Yarın Hakk’ın dîvânına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca
Zembilli Ali Efendi; İkinci Bayezid Han, Ya-
vuz Sultan Selim Han ve Kanunî Sultan Sü-
leyman Hân devrinde olmak üzere 24 sene
Kaynakça
Bursalı Mehmed, Tahir, Osmanlı Müellifleri, ( Osmanlıca), İstan-bul 2003 c,1.
Hoca Sadettin Efendi, Tac-üt Tevarih, İstanbul 1999, c,2.Kâtip Çelebi, Keşfü’z –Zünûn, İstanbul 2007.Mecdi Mehmed Efendi, Şakayık-ı Nu’maniyye Tercümesi, (Neş-
re Hazırlayan: Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.Müstakimzade Süleyman Sadettin, Devhat-ül-meşâyıh , (Os-
manlı Şeyh ül-İslamlarının Biyografileri- Osmanlıca ) İstan-bul 1978.
Ömer Rıza Kehhale, Mu’cemül-Müellifin, Şam, 1960.Rehber Ansiklopedisi, (Genel Kültür Ansiklopedisi ) c,18.Şemseddin Sami. Kâmûsü’l - A’lâm, (Osmanlıca) 1889 İstanbul, c.4.
Rodos, Süleymaniye Camii
40 ŞUBAT 2017 somuncubaba 41
Y eryüzü hayatımız bütünüyle bir imtihan
olmakla birlikte bu imtihanın bölümleri
bulunmaktadır. Tek bir şeyden sınava
girmemekteyiz. İnsanın kendisiyle, ailesiyle, ak-
rabasıyla, iş arkadaşlarıyla, tanımadığı kişilerle,
çevresiyle, hayvanlarla, cansız varlıklarla farklı
sınavları vardır. Bu, öğrencinin farklı derslerden
sınava girmesi ve sonrasında başarılı olması
durumunda diploma almaya hak kazanmasına
benzer. Bizlerin kulluğunun toplam puanı da
sınavların hepsinden alacağımız ortalamaya
göre hesap edilecektir. Bu sebeple, başta kendi
nefsimizle olan sınavımızı olmak üzere, bizim
dışımızdaki bütün varlıklarla olan sınavımızı
geçmek için de elimizden geldiği kadar gayret
etmek durumundayız.
Dünyada gerçekleştirilen sınavların çoğu
insanın tercihine bırakılmıştır. İsterseniz gi-
rersiniz, istemezseniz girmezsiniz. Nitekim
devlet memuru olmak istemeyenler açılan
sınavlara hiç iltifat etmezler. Ama âhiret sına-
vımız böyle değil. Herkes bu sınava girmek zo-
rundadır. “Ben âhirete gelmek istemiyorum.”
deme imkânınız yok. Hayata gözlerinizi açtı-
ğınız anda imtihan salonuna girmiş oldunuz.
Size aklınız başınızda toplanana kadar bir alış-
ma süresi verilecek, ondan sonra sorumluluk
yüklenecektir.
Bunun yanında, dünyada icrâ edilen sınavla-
rı yapanlar, imtihana girenin kalbini okuyama-
dıklarından dolayı yazılı kâğıdındaki veya söz-
lüde verdiği cevapları göz önünde bulundura-
rak ona bir puan verirler. Hele de sözlülerde iyi
rol yapmayı becerebiliyorsa, bir de torpili varsa
sınavın önünde bir engel kalmamış demektir.
İşte bu noktada âhirete yönelik sınavımız
büyük farklılık arz eder. Torpil olmaması bir ta-
rafa, yazılana, söylenene ve yapılana bakılmak
yanında bir de bütün bunları yöneten kalbe na-
zar edilir. Dolayısıyla her hangi bir sınavda kötü
niyetli olmanıza rağmen üstün başarı gösterme-
niz ve hatta ödül almanız mümkün olabilirken,
âhirete yönelik sınavda bu durum sıfırlanmak-
tadır. Çünkü dışarıdan bakanların çok muttakî
bir kul diyerek takdir ettikleri ibadetiniz Allah
katında bir değer bulmayabilmektedir. Kullar
sadece görebildiklerine göre değerlendirdikleri
için iyi kabul ettikleri bir işi takdîr etmektedirler.
Ancak Allâhu Teâlâ, o amelin ardındaki niyetin
ve ne için yapıldığını yapandan daha iyi bildi-
ğinden dolayı onu ödüllendirmemektedir. Hat-
ta mükâfatlandırmak bir yana cezâlandırması
bile söz konusu olacaktır. Çünkü o şöyle buyur-
maktadır: “De ki, ‘Gönlünüzdeki duyguları sakla-
sanız da, açıklasanız da Allah hepsini bilir.”1 Ni-
tekim hadis-i şerifte beyan edildiği üzere, bazı
insanlar, “Ben Allah için şunu yaptım.” diyerek
cennete geçmek isteyeceklerdir ancak kalpleri
çok iyi bilen Rabb’imiz, onların içlerinde sak-
ladığı gerçek niyetlerini yüzlerine vuracak ve
onları rezil edecektir.2 Çünkü görünüşte hayırlı
bir iş yapan bu mürâîlerin esas amacı gösterişti,
birilerinin gözüne girme çabasıydı. Yani ibadet
ve kulluğu bir dünyalık için araç edinmişlerdi.
Bunun anlamı, yüce yaratıcıyı kendi emellerine
âlet etmeleriydi. Bu ise Allahu Teâlâ’nın aslâ
KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM*
NİYETİN AMELDEN ÖNEMLİ OLMASI
“Amele değer kazandıran sizin niyetinizdir, kendinizi o işi yapmaya yöneltmenizdir. Hatta niyet o derece önemlidir ki, insan niyetlendiği güzel bir ameli yapamasa bile yapmış gibi sevap alır. Yeter ki niyeti
içten ve samîmî olsun.”
42 ŞUBAT 2017 somuncubaba 43
de değil. Bir zenginin insanlara infâk ederek,
hayır hizmetlerine destek olarak güzel işler
yaptığını görüyorsunuz. “Ah onun gibi ben
de yapabilseydim.” diye içinizden samimi-
yetle geçirdiğinizde, siz de Allah tarafından
mükâfatlandırılmaktasınız. Çünkü Hz. Peygam-
ber (s.a.v.) böyle buyurmaktadır.8 Bu da niyetin
ne kadar mühim olduğunu bize göstermektedir.
Malum olduğu üzere, “Allâhu Teâlâ sizin beden-
lerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.”9
Hayatımızın her ânını ibadet olarak değer-
lendiren ve yaptığımız veya yapmak isteyip
de yapamadığımız her türlü hayırdan dolayı
bizleri mükâfatlandıran Allah’ımıza hamd ol-
sun. Gönlümüzden samimiyetle bir iyilik geçi-
riyoruz, ama gücümüz yetmiyor. Buna rağmen
Rabb’imiz bizlere sevap ikrâm ediyor. Bu da
bize gösteriyor ki, bizleri yaratanın biz kullar-
dan beklediği şey samimiyettir, O’na gönülden
bağlılıktır.
Zikrettiğimiz âyetler ve hadisler bizi samîmî
olmaya, ikiyüzlü olmamaya ve her daim onur-
dan taviz vermemeye davet etmektedir. Müslü-
man kişilikli insandır ve içinden gizli hesaplar
yapmaz. Etrafındakilere gülümserken kalbinde
fesat ve fitne at koşturmaz. Güvenilirdir. Onu
tanıyanlar, kalbinde ne varsa dışarı aksettirdiği-
ni ve içi dışı bir olduğunu bilirler. Ondan yana,
hem elinden hem de dilinden emindirler.10
Esasında bu güzel duyguyu ve hayat pren-
sibini çocuklarımıza, sözümüzü dinleyen her-
kese anlatarak onların kişilikli, samimi ve içten
mü’minler olmasına katkı sağlayabiliriz. Ancak
yapılması gereken, öncelikle kendi nefsimi-
zi hesaba çekmektir. Biz acaba ne derece iyi
niyetliyiz? Kendimizi ıslâh ile işe başlarsak
etrâfımızdaki insanları etkilememiz ve onlara
rehberlik yapmamız daha kolay olacaktır. Şunu
unutmamak gerekir ki, civârımızdakiler en az
bizim kadar akıllıdır. O yüzden kendimizde ol-
mayan hasletleri ve güzellikleri onlardan iste-
mek sadece bize olan öfkenin artmasına sebep
olur. Çünkü yapmadan istemek hoş değildir.11
Çocuklarımız bile bizim bu durumumuzu fark
edecek ve söylediklerimiz onlar üzerinde en
küçük bir tesir yapmayacaktır. Çünkü kendisine
nasihat yapanın nasıl bir niyet sahibi olduğunu
yakınından görmektedir.
Rabb’im bizleri, her işi kalbiyle barışık olan
kullarından eylesin.
Dipnot*Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
1. 3/Âl-i İmrân, 29.2. Muslim, 1905.3. 98/Beyyine, 5.4. 22/Hac, 37.5. Buhârî, 1.6. Kenzu’l-Ummâl, 7236.7. Muslim, 1911.8. Buhârî, 5026.9. Muslim, 2564.10. Buhârî, 10.11. 61/Saff, 2.
hoşnut olacağı bir durum değildir. Çünkü o, kul-
luğu sadece onun için yapmamızı emretmişti.3
Bu sebeple kesilen kurbanlarla ilgili olarak
şöyle buyurmaktadır: “Kurbanların ne etleri, ne de
kanları Allah’a ulaşır. Allah’a sadece sizin ihlâs ve
samimiyetiniz ulaşır.”4 Hepimizin bildiği şu hadi-
si bir de bu açıdan okuyalım: “Yapılan işler niyet-
lere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını
niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Rasûlü’ne
varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek se-
vap da Allah’a ve Rasûlü’ne hicret sevâbıdır. Kim
de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir
kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti
de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”5
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde
mü’minin niyetinin amelinden daha hayırlı
olduğunu belirtmektedir.6 Her sözünde yüce
hikmetler bulunan bu büyük insanın bu güzel
sözü üzerinde düşündüğümüz takdirde, ne ka-
dar çok hikmet içerdiğini görürüz. Burada ken-
dimize sormamız gereken husus, niyetin neden
amelden daha hayırlı olduğudur. Çünkü insan
aklından bir şey geçirebilir ama esas olan uy-
gulamadır. Buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.v.)
neden niyeti amelden daha önemli saymıştır?
Buradaki büyük hikmet şudur: İnsan hangi işi
yaparsa yapsın, onun öncesinde mutlaka niyeti
vardır. Yapmayı düşündüğü şeyi yapar. Bu se-
beple isteksiz veya şuursuz yapılan bir işin kıy-
meti yoktur. Burada da insan iyi bir işi yapmaya
niyetlendikten sonra onu yapmıştır. Yani niyeti
o işi yerine getirmeye sevk etmiştir. Niyet et-
memiş olsaydı icrâata dökmezdi. İşte bu durum
bize niyetin ne kadar önemli olduğunu göster-
mektedir. Bu yüzden Allahu Teâlâ, kişinin ame-
lini hangi amaçla yaptığını, onu o işi yapmaya
sevk eden niyetin ne olduğunu bildiğinden, her
türlü işimizi buna göre değerlendirmektedir.
Fakihlerimizin ibadetlerde niyete bu dere-
ce önem vermesinin hikmeti de böylece orta-
ya çıkmaktadır. Namaz kılarken, oruç tutarken,
kurban keserken, ihrama girerken hep niyet
etmeyi öne almışlardır. Önce niyet, sonra amel.
Çünkü amele değer kazandıran sizin niyetiniz-
dir, kendinizi o işi yapmaya yöneltmenizdir.
Hatta niyet o derece önemlidir ki, insan niyet-
lendiği güzel bir ameli yapamasa bile yapmış
gibi sevap alır. Yeter ki niyeti içten ve samîmî
olsun. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadisini bir
de bu gözle okuyalım: “Hastalıkları yüzünden
Medine’de kalan öyle kimseler var ki, siz bir yolda
yürüdüğünüz veya bir vâdîyi geçtiğinizde, onlar
da sizinle birlikte gibidir. Sevap kazanmada size
ortak olurlar.”7 Çünkü onlar da gazveye katılmak
istemişlerdir ancak ciddî mazeretleri sebebiyle
Medine’den çıkamamışlardır. Ama Allah onların
gönüllerini bilmekteydi.
Bunu kendi üzerimizde de tatbîk edebili-
riz. Şöyle düşünün: Maddî durumunuz yerin-
44 ŞUBAT 2017 somuncubaba 45
D ört bir tarafı büyük sufilerin türbeleriy-
le manevî bir zenginlik ve güzellik ka-
zanan İstanbul’dasınız. Yolunuz elbette
Vefa semtine düşecektir. Zira burada da kendi-
sini ziyaret edip feyz almanız gereken bir gö-
nül sultanı vardır. Kendi adını taşıyan caminin
haziresindeki türbesinde sırlanan bu büyük zat,
ebetteki Şeyh Ebû’l Vefa Hazretleri’dir. Hakkın-
da fazla bir şey bilmeseniz bile mezar kitabe-
sindeki yukarıya yazdığımız beyit, aslında her
şeyi özetleyecektir. Zira bu beyitte onun adı ve
hususiyeti en veciz şekilde dile getirilmektedir:
“Muslihuddin Ebû’l Vefa; mana ehlinin, velilerin
kendisine uyduğu kimsedir. Mezarının toprağı
âşıkların gözüne sürmedir.”
Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, güzellik,
mahlasından başlıyor. “İbnü’l Vefa” yahut “Ebû’l
Vefa”…Asıl adı “Mustafa” olan Hazret şiirlerinde
böyle bir mahlası tercih etmiş. Lakabı da aynı
güzellikte: “Muslihuddin”… Hadise bunlardan
ibaret değil. Konya’dan İstanbul’a gelmesi dola-
yısıyla kendisine “Vefa Konevî” de denilmekte.
Bu da onun hem meslek hem de nesep olarak
Sadreddin Konevî’ye nisbet edildiğini gösteri-
yor.
Vefa Semtinde Vefaiye Dergâhı
İsim, lakap, mahlas bir yana Ebû’l Vefa Haz-
retleri öncelikle bir mutasavvıf. Dahası âlim ve
şair. Bu sıfatların mahiyetini anlamak için de
hayat hikâyesine kısaca bakmak gerekiyor. 15.
asrın ilk çeyreğinde yaşayan bu zatın doğum ta-
rihi kesin olarak bilinmese de doğum yeri bilini-
yor. Kendisi Mevlâna toprağında yani Konya’da
doğmuş. Zaten Vefa Konevî denmesi de bu yüz-
den. İlk tahsili ilim üzerine bu şehirde gerçekle-
şir. Tasavvuf vadisine girmesi ise Edirne’de olur.
Burada Tabakçılar İmamı Muslihuddin Efendi’ye
intisap eder. Nitekim bu zatın adını da kendi-
sine lakap olarak seçecektir. Sonra onun işare-
tiyle manevi eğitimini Zeyniye Tarikatı şeyhle-
rinden Abdüllatif Kudsi Hazretleri’nin yanında
devam ettirir. Edirne sürecinden sonra önce
Konya’ya, ardından bir süre burada kaldıktan
sonra Hicaz’a gider. Dönüşte Rodos’ta Rodos
şövalyelerine esir düşerse de Karamanoğlu İb-
rahim Bey tarafından kurtarılır. Fakat bir daha
Konya’ya dönmez ve İstanbul’a yerleşir. Bazı
kaynaklara göre onu İstanbul’a bizzat Fatih da-
vet etmiştir.
Gerçek bu ya da değil. Önemli olan Şeyh
Ebul Vefa Hazretleri’nin daha sonra burada
kendi adını taşıyan semtte bir dergâh kurarak
Zeyniye Tarikatı’nın Vefaiye kolunun şeyhi ola-
EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK
ŞEYH EBÛ’L-VEFA HAZRETLERİ VE BİR ŞİİRİ
“Şeyh Ebû’l Vefa Hazretleri’ni bugüne taşıyan bir hususiyeti ise âlim ve sufi kimliğiyle geride bıraktığı eserleridir. Bunlardan bir
kısmı mensur bir kısmı da manzumdur.”
“Mukteday-ı ehl-i mana Muslihuddin Ebû’l VefaUyun-ı uşşaka hak-i merkadidir tutiya”
46 ŞUBAT 2017 somuncubaba 47
şiirler yazdığını söylerler. Yine musiki, astroloji
ve astronomi sahasında da derin bilgiye sahip-
tir. Şiir dalında ise “Makâm-i Sülûk” adını taşı-
yan ve tasavvufi konuları işleyen üç yüz doksan
altı beyitlik manzum Türkçe eseri öne çıkar. Bu
eserde tasavvufî, ahlâkî konuları şiir yoluyla an-
latmış olup edebiyat ve şiir bakımından hayli
kıymet taşıyan bir eserdir. Aynı şekilde “Sâz-i
İrfân” adlı Türkçe manzum eseri de aynı derece-
de kıymet taşır. “Ruzname-i Vefa” adlı eseri ise
hakkında şerh yazılacak derecede önemli kabul
edilen bir başka eseridir. Bu eser, Defterdar Ali
Çelebi Miftah-ı Ruzname adıyla şerh yapmıştır.
Ayrıca “Evrad-ı Vefa”, “Melheme”, “Risale fi’r-
rub’i’l- Muceyyeb” de diğer önemli eserleridir.
Hazret’in manzum eserlerinde tasavvuf va-
disinde yazılmış/söylenmiş şiirler bulunmak-
tadır. Bunlar arasında az önce bahsettiğimiz
şerhe konu olan “Evvel tevhidi zikret” mısraıyla
başlayan şiiri bir hayli meşhurdur. Sade Türkçe
ile tasavvufun en çetin mevzularından biri olan
“Tevhid” konusu muhataplarının anlayacağı
tarzda işlenmiştir. Bu şiir,
Evvel tevhidi zikret sonra cürmünü fikret
Var yoluna doğru git derviş olayım dersen
beytiyle başlar. Bu ifadeler, dervişlik yolu-
nun gerekliliklerini sırasıyla izah eden sözler-
dir. Buna göre derviş olacak kişi önce kendini
hatalarından dolayı bir muhasebeden geçirdik-
ten sonra Tevhid zikriyle yola düşmeli, ardın-
dan da kendisine bu yolda rehberlik edecek bir
mürşid-i kâmil bulmalıdır:
Bir kâmil şeyhi ara niçin oldun âvâre
Hemân söz tut bî-çâre derviş olayım dersen
Tasavvufi şiirin amacı sanat yapmak değil
muhatabına bir şeyler öğretmektir. Bu yüzden
bu şiirde de böyle bir yol izlenir ve devamında
derviş adayının yolda yürürken nelere dikkat
etmesi gerektiği bir bir açıklanır:
Her yere ayak basma ihsandan elin kesme
Çok söze kulak asma derviş olayım dersen
Rüyaya yalan katma elden söz alıp satma
Vakt-i seherde yatma derviş olayım dersen
Hak söze inad etme refiksiz yola gitme
Eyvallahı terk etme derviş olayım dersen
Gaflet ile çalışma çok gezmeye alışma
Hiçbir şeye ilişme derviş olayım dersen
Şeyhinde kusur görme meclisinde çok durma
Nafile yere yorma derviş olayım dersen
Haram lokmayı yutma bir kimseye kin tutma
Şeyh Vefa’yı unutma derviş olayım dersen
Görüldüğü gibi sekiz beyitten oluşan bu şiir,
adeta dervişlik ahlakının bütün hususiyetlerini
dile getirmektedir. Dolayısıyla dervişler için bir
yol rehberidir.
rak irşada başlamasıdır. Kısa zamanda şöhreti
bütün İstanbul’a yayılır. Fakat o, daha çok halk-
la beraber olmayı tercih eder. Bu yüzden on-
lardan biri gibi hareket ederek kendini çok da
deşifre etmeyen mütevazı hatta münzevi sayı-
lacak bir hayat sürer. Belli vakitlerde talebeleri-
ne ve halka kısa sohbetler yapar. Fakat bu kısa
sohbetler öylesine etkilidir ki namı kısa sürede
saraya kadar ulaşır ve devrin padişahları onun
sohbetinde bulunmak üzere can atarlar. Devrin
pek çok önemli kişisi kendisine intisap etmek
ister. Fakat birkaç ismin dışında onların devlet
işlerini aksatmasından endişe ederek bu talep-
lere olumlu cevap vermez. Sadece iki ismin zi-
yaretini kabul eder. Bunlar Sinan Paşa ile Molla
Hüsrev Hazretleri’dir. Sarayla münasebet de bu
iki isim vasıtasıyla kurulur. Hizmetleri saray ta-
rafından o kadar itibar görür ki Fatih tarafından
adına dergâhı dışında bir de cami inşa ettirilir.
O da bu jesti karşılıksız bırakmaz. Öldüğünde
Fatih’in cenaze namazını kendisi kıldırır. Onun
saraya neden mesafeli durduğu ise misyonuy-
la ilgilidir daha çok. O sanki vefa semtindeki
gariplerin, yoksulların, kimsesizlerin sığınağı
olmak istemiştir. Bu da onun “vefa” sıfatıyla
çok uygunluk gösteren bir tutumdur. Böylece
Fatih’in maddî anlamda fethini gerçekleştirdi-
ği İstanbul’un manevî inşasında önemli bir rol
oynar.
Sonra gün gelir ve ömrünü tamamlar. Saygı
duyulan, hayranlık uyandıran hizmetlerini geri-
de bırakarak 1491 Ramazan ayının ilk pazartesi
gününde vefat eder. Adı ve hatırası daha sonra
adını verdiği Vefa semtiyle, cami ve dergâhıyla
yaşamaya devam edecektir.
Şairliği ve Bir Şiiri
Şeyh Ebû’l Vefa Hazretleri’ni bugüne taşıyan
bir hususiyeti ise âlim ve sufi kimliğiyle geride
bıraktığı eserleridir. Bunlardan bir kısmı men-
sur bir kısmı da manzumdur. Kaynaklar kendi-
sinin Arapça, Farsça ve Türkçe olarak üç dilde
48 ŞUBAT 2017 somuncubaba 49
KÜLTÜR / Mustafa KARABACAK*
RABB’İMİZ! KÂFİRLERE KARŞIBİZE YARDIM ET!
“Bugün Müslüman ülkeler dışında dünyada kan ve gözyaşı yok gibidir. Oynanan bütün oyunlar Müslümanlar üzerinedir.
Müslümanların bölünmüşlüğü de fırsat bilinerek her gün biraz daha savaş körüklenmekte ve daha fazla Müslüman kanı
dökülmesine seyirci kalınmaktadır.”
Y aratılmışların en güzeli ve Allah’ın yer-
yüzündeki halifesi olan insanoğlu pey-
gamberler aracılığıyla gönderilen ilâhî
buyruklara uyduğu müddetçe değerlidir. İnsa-
noğlu değerliliğini zaman zaman taçlandırarak
en yüksek seviyeye çıkmış, bazen de en alçak
seviyelere düşmüştür.
İnsanoğlu, meleklere uygun davranışlar ser-
gilemişse yüce değerlere ulaşmış ama hayvanî
değerlere özenmiş ve hayvanların yaptıklarını
yapmışsa alçalmış ve hatta hayvanlardan daha
aşağı seviyelere düşmüştür. İnsanlık bugün
böyle bir sınav vermektedir.
Müslümanların güçsüzlüğünü gören dünya
âdetâ leş kargaları gibi üzerlerine üşüşmüş du-
rumdadır. Ölen Müslüman yani Müslüman kanı
akıyor ise dünya bunu zevkle izlemektedir. Bu-
gün Müslüman ülkeler dışında dünyada kan
ve gözyaşı yok gibidir. Oynanan bütün oyunlar
Müslümanlar üzerinedir. Müslümanların bölün-
müşlüğü de fırsat bilinerek her gün biraz daha
savaş körüklenmekte ve daha fazla Müslüman
kanı dökülmesine seyirci kalınmaktadır.
Tarihî tecrübelerimiz göstermiştir ki, küfür,
tek millettir. Onların dinine girmediğimiz sü-
rece onlar bizden razı olmazlar ve bizi düşman
olarak görmeye devem ederler. Gerçek anlam-
da sadece Müslümanlar dostumuzdur. “Sen on-
ların dinlerine uymadıkça Yahudiler de
Hıristiyanlar da senden asla mem-
nun kalmayacaklardır.”1 Dünya,
bugün Müslümanların yok olası
için birlik olmuş durumdadır. Özellikle ülkemiz
üzerinde terör örgütleri içten ve dıştan her gün
yeni tuzaklar kurmakta masum insanların ölme-
sine sebebiyet vermektedirler. Bunun belki de
en önemli sebebi ülkemizin Müslüman ülkeler
arasındaki siyasi ağırlığıdır. Diğer siyasî ve eko-
nomik ağırlığı olmayan Müslüman ülkelerle uğ-
raşmaktansa liderliğe oynayabilecek Türkiye ile
uğraşmak ve pratik bir çözüm yoludur. Mesele
Müslümanların önderliğini yapacak bir lider
ülkenin doğuşunu engellemek veya geciktir-
mektir. Çünkü bilirler ki, Müslümanlar, tuzakla-
rın farkına vardıklarında oyunları bozulacak ve
masada ben de varım diyecektir. Müslüman-
ların masada olması istenmemektedir. Çünkü
Müslümanlar akıllarını başlarına toplarlarsa şu
anda onların işgal ettikleri Kudüs ve Mescid-i
Aksâ gibi yerlerle ilgili haklarını da alacaklarını
bilirler.
Mahzûn Mescid-i Aksâ
Mescid-i Aksâ, Müslümanlar için sembol
yerlerdendir. Burasını elinde tutan dünyanın
sacayaklarından birisini elinde tutmuş olur.
Mescid-i Aksâ, Müslümanların ilk kıblesi, en
kutsal sayılan üç mescidden biridir. Buranın ve
çevresinin mübârek kılındığına dair Allahu Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: “Kendisine âyetlerimizden
bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i)
bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini be-
reketlendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’ya
götüren Allah’ın şanı yücedir.
Hiç şüphesiz O, hakkıyla işi-
tendir, hakkıyla görendir.”2
50 ŞUBAT 2017 somuncubaba 51
şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı
temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği
devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben
Müslümanlardanım.”11
Cennetliklerin duası: “Hidayetiyle bizi (bu ni-
mete) kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bizi
doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru
yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabb’imizin el-
çileri gerçeği getirmişler.”12
Bazı peygamberlerin yaptığı dua: “Ey
Rabb’imiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlı-
ğımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl;
kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!”13
Yunus’un (a.s.) duası: “Senden başka hiçbir
tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben
zalimlerden oldum!”14
Tâlût ve askerlerinin duası: “Ey Rabb’imiz!
Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutuna-
lım. Kâfir kavme karşı bize yardım et!”15
Ya’kub’un (a.s.) duası: “Ben sadece gam ve ke-
derimi Allah’a arz ediyorum.”16
Mûsâ’nın (a.s.) duası: “Rabb’im! Doğrusu bana
indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım!”17
Ayrıca karar merciinde olan yöneticilerimi-
zin hatalı karar vermemeleri için dua edilme-
liyiz. Çünkü onların hata yapması bütün üm-
meti bağlamaktadır. Her zaman ümitvar olalım.
Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlaya-
caktır: “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu sön-
dürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de
Allah nûrunu tamamlayacaktır.”18
Bir televizyon kanalında yayınlanan izlenme
oranı yüksek bir dizide mutasavvıf ve düşünür
Muhyiddîn İbn Arabî’yi (ö. 638/1240) canlandı-
ran kişinin yaptığı dua da bu anlamda halimizi
ortaya koyan hepimizin âmin diyebileceği bir
dua:
“Ey göklerin ve yerlerin Nûr’u olan Allah’ım!
Sen Hâkim’sin! Sen Muktedir’sin! Tüm acizliği-
mizle sana sığınırız! Senden yardım diler, sen-
den merhamet bekleriz!
Yâ Rabbî! Müslümanların hali perişandır. Fit-
ne nifak tüm kalpleri esir almıştır. Kardeşliğimi-
zi unuttuk. Samimiyetimizi yitirdik. Nefsimize
yenik düştük. Zalimlerle ortak olduk.
Yâ Rabbî! Bizi bağışla! Kalplerimizi iman
nuru ile temizle!
Yâ Rabbî! İhlâsımızı artır! Samimiyetimizi bi-
tiştir! Küfre karşı, zalime karşı bizi bir eyle! Güç-
lü eyle! Uyanık eyle!
Yâ Rabbî! Bize Hz. Muhammed’in (s.a.v.) üm-
meti olma şerefi verdin. Bu uğurda şehit olma-
yı da nasip eyle! Bizi yolundan döndürme! Bizi
rahmetsiz bırakma! Hay isminin hürmetine bize
yeniden Dirilişi (Kıyâmı, ayağa kalmayı) nasip
eyle Yâ Rabbî!”
Âmin! Âmin! Âmin!
Selam ve dua ile…
Âyette bereketli olduğu belirtilen yerin mer-
kezi Mescid-i Aksâ’dır. Burası yeryüzünde Allah
için kurulan ikinci3 ve insanların ziyaret için
yolculuk yapabilecekleri mescidlerden biridir:
”(İbadet için) sadece şu üç mescide yolculuk ya-
pılır: Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî ve Mescid-i
Aksâ...”4 Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında
Mescid-i Aksâ’yı Müslümanların ziyaret etmele-
ri için teşvik etmiştir.“Mescid-i Aksâ’ya gidin ve
orada namaz kılın. Eğer oraya gidemez ve orada
namaz kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere
oraya zeytinyağı gönderin.”5
Yapmamız Gerekenler
Bütün bu oyunları bozmak için birlik bera-
berliğimiz bozmadan ümidimizi kaybetmeden
mücadeleye devam etmemiz gerekir. Daha ön-
ceki ümmetlerin hastalıklarından uzaklaşmak
ve tek vücut olunmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)
“Ümmetime (daha önceki) ümmetlerin hastalığı
bulaşacaktır.” deyince Sahâbe: “Ümmetin has-
talığı nedir?” diye sordular. O şöyle buyurdu:
“Taşkınlık, şımarıklık, dünya hususunda birbir-
lerine karşı öğünmek ve yarışmak, birbirinden
uzaklaşmak ve hasetleşmek. Öyle ki, böylece zu-
lüm ortaya çıkar ve anarşi olur.”6 Oysa Allah bir
ve beraber olan gruplara yardım eder. “Allah’ın
eli cemaatin üzerindedir.”7 “Cemaat rahmettir,
ayrılık azaptır.”8
Kardeşliğimizi daha fazla kenetleyerek, saf-
larımızı daha fazla sıklaştırmalıyız. Oynanan
oyun basit değildir. Mesele güç mücadelesi-
dir. Meseleyi belki de Müslümanların ayağa
kalkmak için son hamlesi olarak görmek gerek-
mektedir. Gün, ayrıştığımız küçük meseleleri
gündeme getirme zamanı değildir. Yoksa bu
aşamada ortada ne Müslüman ne de sahip ol-
dukları devletleri kalacaktır. Merhum Mehmed
Akif’in deyişiyle:
Artık ey milleti merhume, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Kürtlük, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zişânın İlâhî sözünü.
Veriniz baş başa; zira sonu hüsranı mübin,
Ne Halife (hükümet) kalıyor ortada, billahi ne din!
“Medeniyet!” size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Bu aşamada yapılması gereken fiili duaların
yanında sözlü duaya da sarılmalıyız. Bu anlamda
herkes üzerine düşen vazife ne ise onu en güzel
şekilde yapmalı ve Müslümanların üzerinde dola-
şan kara bulutların bir an evvel gitmesi için özel-
likle seher vakitlerinde dua etmeliyiz. Kur’an’da
Rabb’imizin bize öğrettiği böyle sıkıntılı anlarında
okunabilecek dua örneklerinden bir kaçı şöyledir:
Mü’minlerin duası: “(Onlar şöyle yakarırlar:)
‘Rabb’imiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalp-
lerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla.
Lütfu en bol olan sensin. Rabb’imiz! Gelmesin-
de şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutla-
ka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden
dönmez.”9 “Onlar, ayakta dururken, otururken,
yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anar-
lar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin de-
rin düşünürler (ve şöyle derler:) ‘Rabb’imiz! Sen
bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi
cehennem azabından koru! Ey Rabb’imiz! Doğ-
rusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu
rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları
yoktur. Ey Rabb’imiz! Gerçek şu ki biz, ‘Rabb’inize
inanın!’ diye imana çağıran bir davetçiyi (Pey-
gamberi, Kur’an’ı) işittik, hemen iman ettik. Ar-
tık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi
ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabb’imiz!
Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vâdettiklerini
de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay
etme; şüphesiz sen vâdinden caymazsın!”10
“Tüm Acizliğimizle Sana Sığınırız”
Olgunluk yaşına gelen mü’minlerin duası:
“Rabb’im! Bana ve ana-babama verdiğin nimete
Dipnot*Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
1. 2/Bakara, 120.
2. 17/İsrâ, 1.
3. Buhârî, Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâcid, 1, 2.
4. Buhârî, Fadlu’s- Salât, 1, 6; Müslim, Hac, 511.
5. EbûDâvûd, Salât, 14.
6. Hâkim, el-Müstedrek, IV, 282, hadis no: 7390.
7. Tirmizî, Fiten, 7; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, II, 205.
8. Kuzâî, Müsnedü’ş-Şihâb, I, 43, hadis no: 15; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 145.
9. 3/Âl-i İmrân, 146-147.
10. 3/Âl-i İmrân, 191-194.
11. 46/Ahkâf, 15.
12. 7/A’râf, 43.
13. 3/Âl-i İmrân, 146-147.
14. 21/Enbiyâ, 87.
15. 2/Bakara, 250.
16. 12/Yusuf, 86.
17. 28/Kasas, 24.
18. 61/Sâf, 8.
52 ŞUBAT 2017 somuncubaba 53
NÂBÎ’DEN OĞLU HAYRİ’YE
İLİMLE İLGİLİ ÖĞÜTLER
EDEBİYAT / Vedat Ali TOK
N âbî, ilim konusunda çok hassastır. Bu konu ile ilgili henüz yedi yaşındaki oğluna ile-risi için sırasıyla şöyle hedefler gösterir:
Faydalı, şerefli ve mukaddes ilimlere gece gündüz çalış. Hayvan gibi cahil kalma ilim öğ-renen ol. İlim için çalışmamaktan sakın, dikkat edersen ilim ve çalışmak (sa’y) ikisi birdir. Be-nim bu iddiama şu söz şahittir: İlim ve sa’yin sa-yısı (ebced hesabında) eşittir. Çalışmadan ilim elde edilemez, biri gitse diğeri de kaybolur.
İlim, Allah’ın sıfatlarındandır, onun için bü-tün sıfatların en yücesi ilim sıfatıdır. İlim öğren-meye çalış ve âlim ol. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ilim öğrenmenin farz olduğunu söyledi. Yine o ilim sahibi Peygamber dedi ki “Beşikten meza-ra kadar ilim öğreniniz!” Nur diyarının sultanı ilim hakkında “Rabbi zidnî/Rabbim, ilmimi artır.” isteğine memur oldu. Öyle bir ilim şehrini ara-yıp bul ki kapısı Peygamber’in damadı Ali olsun. Gelin yüzünün süsleyicisi ilimdir. Var ile yok’u bilme yolu, yine ilimdir. İlim ilâhî bir sofradır, Allah’tan insanlara bir bağış, bir bahşiştir.
Kıymet ve yücelik rabıtası ilimdir. Gönül ber-raklığı ve ağırbaşlılığın sebebi ilimdir. İlim, bü-yüklük ve mertebenin güvenliği ve koruyucusu; ilim, doğruluğun ve talihin kopmayan bağıdır. İlim, sahili olmayan bir denizdir ki onun içinde âlim geçinenler gerçekte cahildir. Allah, cahil-lik için “ölüm”, ilim için “hayat”tır dedi. Sen de sakın ölülerle aynı durumda olma. Cahillik ile ebedî hayattan mahrum olma ve iyi ile kötüyü ilim vasıtasıyla birbirinden ayır. Çeşitli ilimler ile kendini donat, zihnini doldur. Belki bir gün ona ihtiyacın olur da kullanman gerekir. Bir şeyi bilmek, sorulduğu zaman “Ben onu bilmiyo-rum.” demekten daha güzel değil mi? Peygam-ber Efendimiz’in insanlara telkini “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” sözü olmuştur.
İlimde Kibir, Utanma Olmaz
İtme âr öğren oku ehlinden
Her şeyin ilmi güzel cehlinden
Bir şeyi ehlinden öğren ve bunu yaparken
utanma. Çünkü her şeyin âlimliği, cahilliğinden
daha iyidir. Cahil, âlime göre eşek, belki de
eşekten de aşağıdır. Bir şeyden habersiz olan
cahil nerde; her şeyi bilen nerde! Hiç gören ile
âmâ bir olur mu? Ne kadar ululuk ve maddî üs-
tünlük bulsa da mevki ile cahile yücelik gelmez.
Cahillik utançların, aşağılanmaların ve kötülük-
lerin kaynağı ve sebebidir. Cehalet insana bir
belâ zindanıdır ki içine düşenler ondan kurtu-
luşun yüzünü görmez. İlim, varlığın; cahillik ise
yokluğun kaynağıdır; var ile yok hiç beraber
olabilir mi?
Nâbî, oğluna bütün ilimleri öğrenmesini tav-
siye etmesine rağmen onu felsefeden sakındı-
rır:
Matlabun eyle ma’âlî-i umûr
Vâdî-i felsefeden eyle ubûr
İlimle uğraşmak kadar yüce bir iş olmadı.
İlimden de hiç kimse elem görmedi. Gerek sul-
tanlar gerekse halk mutlaka âlimlere muhtaç
olurlar. Yaratıcı olan Allah›ın sıfatlarına sınır
olmadığı gibi ilmin şerefine de bir son yoktur.
Bilginin sonu olmadığına göre ilme de bir son,
bir sınır yoktur. İlmin dış kabuğunda kalmaktan
sakın, mânâların özüne ulaşmaya bak. İlmin dış
kabuğunda kalmak, kuşun tek kanatla uçmaya
kalkması gibidir. Onun için sen de ilmin dışın-
da kalmayıp içine doğru yönel. Yürünüp geçi-
len yer, evin dışıdır, oturulup durulacak yer ise
o evin içindeki halvettir. Hiç denizin sahilinde
inci olur mu? Cevher istiyorsan elbette derini-
ne dalman gerekir. Sarf, nahiv ve Arapça bil-
mek gereklidir fakat bütün vakitleri alet ilimle-
riyle geçirmemek lâzımdır. İhtiyacın olmayaca-
ğı şeylerle vakit geçirmenin bir anlamı yoktur.
İlmin hepsini öğren fakat hepsini kullanma.
Sana ilimlerden fıkıh, hadis ve tefsir içinin ziy-
neti olsa yeter. Başkasını oku ama onunla amel
etme. İddiaların ve tartışmanın çiğnenmişi
olma. Fıkıhtan ibadetlere bak, itibar et; mese-
“Kıymet ve yücelik rabıtası ilimdir. Gönül berraklığı ve ağırbaşlılığın sebebi ilimdir. İlim, büyüklük ve mertebenin
güvenliği ve koruyucusu; ilim, doğruluğun ve talihin kopmayan bağıdır.”
54 ŞUBAT 2017 somuncubaba 55
leler tarafına geçme. Satış ve alış meselesini
bilmemek sana iki âlemde bir eksiklik vermez.
Allah’ı Bilmek
Mutasavvıflar “Kendini bilen Rabb’ini bilir.”
demişlerdir. Bu yüzden Nâbî gençliğe kendini
bilme hususunda da çeşitli nasihatlerde bulu-
nur.
Sakın kimseye fazilet satmaya kalkma! Hal-
ka satacak ilme heves etme, bu yolda boşuna
nefes harcama.
İtme halka satacak ilme heves
Eyleme bîhude tazyî-i nefes
Burada “halka satacak ilim” sözüyle Nâbî’nin
popüler fakat işe yaramayacak bilgilerden bah-
settiği açıktır fakat bunların ne olduğunu ileri-
deki beyitlerinde de ifade etmiyor. Devamında
gençliğin nasıl bir ilme yönelmesini şöyle izah
ediyor:
Öyle bir ilme çalış kim mutlak
Anı bir sen bilesin bir dahı hak
Nâbî bir kulun bir de Allah’ın bileceği ilim
üzerinde durulmasını tavsiye ediyor.
Daha önce de oğlunu sakındırdığı felse-
fe bahsine burada yeniden temas ediyor ve
Hayri’nin, felsefeden uzak durmasını istiyor.
Hikmet ü felsefeden eyle hazer
Evliya nüshasına eyle nazar
Buna mukabil evliyanın sözüne, yazdıklarına
dikkat etmesi gerektiğini söylüyor.
İnsanı hakikate yaklaştıran, Allah yolunda
yüce mertebelere ulaşan kişilerin temiz ne-
fesleri, sözleridir. Bunun için bir mürşid-i kâmil
bulmak gerekiyor. Eğer devrinde mürşid-i kâmil
bulunmazsa, sana Kur’an bir mürşid olarak ye-
ter. Arif ol, sakın ham sofu olma; gayret göster
de yakîn sırrına, Allah ilmine erenlerden ol. Al-
lah, seni, Kendisini bilmen için ve Ona candan
kulluk etmen için yarattı.
Ey Hayri, dilindeki ve gönlündeki daima Al-
lah olsun. Uğruna can verdiğin yer, yine Allah’ın
yüce dergâhı olsun. Cennet ümidi ve cehen-
nem korkusu ile çalışma. Cennet ve cehenne-
min asıl sahibini isteyip bul.
Ara bul kendüni bil kimsin sen
Ta sana ola dü âlem rûşen
Kendini ara, bul! Sen kimsin? Kim olduğunu
idrak et ki iki âlem sana apaçık görünsün. Zahirî
ve batınî ilimleri öğren.
Vaktüni sarf idegörtahsîle
İkisin dahı çalış tekmîle
Zamanını tahsile harca. (Zahirî ve batınî)
ilimlerin ikisini de iyice öğren.
Paylaşsak herkese yetmez mi dünya,
Kimedir isyanlar, bu zulüm niye?..
Hepimiz Âdem’den geldik öyle ya,
Kula kuldan gelen bu çalım niye?..
Bırak eller yaylasını yaylasın,
Âşık olan ummanları boylasın,
Sevenler kavuşsun, dostlar toylasın,
Her yan kan deryâsı, bu ölüm niye?..
Ne olurdu bir ummanda karışsak,
Bilişip tanışıp sevsek barışsak,
Hakka tâbî olup hakta yarışsak,
Her yanda çıkıyor bir zalım niye?..
Kimi can veriyor şimdi yokluktan,
Bir yanı da semiriyor tokluktan,
Sokaklarda ölen vardır soğuktan,
İzahı imkânsız bu hâlim niye?..
Sabreyle Kul Hakkı, hak senin dâvan,
Yeryüzü ev bize, gökyüzü tavan,
Dost bildiğim elden yağmadır kovan,
Târumâr peteğim hem balım niye?..
Hakkı ŞENER
Cevabını Bilen Var mı?
56 ŞUBAT 2017 somuncubaba 57
SOMUNCU BABA’DAN (K.S.) BİR DEMET
HADİS VE YORUMU
FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*
K ırk hadis risâlesi oluşturma geleneği İslâm
âlimleri tarafından Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
bu konudaki müjdesine mazhar olmak için
yapılagelmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: “Ümmetimden kim kırk hadis ezberler-
se, kıyamet gününde fakîh olarak haşrolur.”; “Ümme-
timden kim sünnetle ilgili kırk hadis ezberlerse, ben
kıyamet günü onun şefaatçisi ve şahidi olurum.”1
İşte Somuncu Baba da bu müjdeye nail olmak
için bazı sâlih kimselerin ve dostlarının da tavsi-
yesiyle bu kırk hadisi oluşturmuş ve “hisse” başlı-
ğı altında her birini kısaca açıklamıştır. Biz onun
bu eserinden bir demet sunmaya çalışacağız:
1. Hadis: “Ümmetim fesâda düştüğü zaman
sünnetime sarılana, yüz şehit sevabı vardır.”2
Yorum:
“Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetinden tavsi-
yelerine uyanlara, âhir zamanda fitneler orta-
ya çıktığı zaman, bütün işlerinde sünnetlerine
sarılmak suretiyle nefs-i emmâre ile mücadele
etmelerini tavsiye etmektedir. Düşmanların en
büyüğü ile savaşıp şehit olan kimse ise Allah
katında sevap açısından en büyük şehittir.”
2. Hadis: “Allah, kendi rahmet gölgesinden
başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet günün-
de şu yedi kişiyi rahmet gölgesi altına alır:
1- Adaletten ayrılmayan idareci.
2- Allah’a ibadetle yetişen bir genç.
3- Kalbi mescidlere bağlı kişi.
4- Allah rızâsını kazanmak için birbirlerini se-ven, onun için bir yere gelen; onun için birbirin-den ayrılan iki kimse.
5- Yalnız başına iken Allah’ı anıp gözleri ya-şaran insan.
6- Kendisini mevkii sahibi, güzel bir kadın (fenâlığa) davet ettiğinde, ‘Ben âlemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım.’ diyen kişi.
7- Sağ elinin verdiğini, sol eli bilmeyecek de-recede gizli sadaka veren kimse.”3
Yorum:
“Hz. Peygamber (s.a.v.), Allah’ın rahmeti ile
gölgelenmenin bu guruplara mahsus olduğuna
işaret etmiştir. Çünkü bu kişiler Allah’ın lütfu-
nun ve rahmetinin göründüğü yerlerdir. İdaresi
altında bulunanları adalet gölgesiyle gölgelen-
diren, bütün ömrü boyunca Allah’a ibadet hima-
yesinde nefsini koruyan, kalbini Allah’ın evine
(mescidlere) bağlayan, rûhunu Allah’ın sevgisi
koruluğunda koruyan, Allah zikriyle gönlünü
örten, Hafâ Makamı’ında Allah’ın cemâli dışın-
da bir güzelliğe meyletmekten kaçınan, Ahfâ
Makamı’nda kendisini Hakîkî Varlık yoluna ta-
sadduk eden kimseyi Allah rahmetinin gölge-
sinde gölgelendirir.”
3. Hadis: “(Allâhu Teâlâ) ‘Namazı kulumla
aramda ikiye taksim ettim. Yarısı bana, yarısı da
kulumadır. Kuluma dilediği verilecektir.’ (buyur-
muştur). Bir kul namazda, ‘Bütün hamd ve senâ
âlemlerin Rabb’i olan Allah’a mahsustur.’ dediği
zaman, Allâhu Teâlâ, ‘Kulum bana hamd etti.’ bu-
yurur. Kul ‘O, rahman ve rahîmdir.’ dediğinde, ‘Ku-
lum bana sena etti.’ buyurur. Kul ‘Hesap ve ceza
gününün hâkimidir.’ dediğinde, Allâhu Teâlâ ‘Ku-
lum beni ta’zim etti.’ buyurur. Kul, ‘Biz yalnız sana
ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.’ deyin-
ce, ‘Bu iş benimle kulum arasındadır (ibadet bana,
yardım da kuluma aittir, kulumun istediği verile-
cektir).’ buyurur. ‘Bizi dosdoğru yola ilet, kendileri-
ne nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanla-
rın ve sapıklarınkine değil.’ dediğinde de, ‘Bu dilek
kula aittir. Ona istediği verilecektir.’, buyurur.”4
Yorum:
“İnsan, kulluk makamında ciddiyetle durur
ve ihlâstan üzerine düşen görevi her hâlükârda
Allah’a hamdederek yerine getirir, Allâhu
Teâlâ’nın kendi zâtını övdüğü gibi O’na hulûs-ı
kalple senâda bulunur; hamd, senâ ve övme-
nin içinde gark olarak Allah’ı yüceltir ve de tüm
bunların hepsinde Allah’tan yardım dilerse, bu
“Allâhu Teâlâ’ya tam anlamıyla yakın olmak, tüm bedenî meşgûliyetlerden halvette olunduğu zaman gerçekleşir. Bunun
zamanı da gecenin son kısmıdır. Çünkü kul bu vakitte yaşamaya yönelik bütün dünyevî bağlardan kurtulur. Böylesi bir zamanda tenha bir yerde Allah’a yakaran kul, yaratana son derece yakın olur ve aradaki zaman ve mekâna dair bütün maddî boyutlar
kalkar ve Rabb’iyle birlikte olur.“
58 ŞUBAT 2017 somuncubaba 59
Dipnot*Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN1. İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Beyrut 1352,
II/246.2. el-Munzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, I/80; et-Taberânî, Evsat, VI/197.3. Muvatta’, Şi›r, 5; Buhârî, Ezân, 36; Tirmizî, Zuhd, 53.4. Muslim, Salât, 11.5. Nesâî, Sehv, 56.6. Buhârî, Deavât, 66.7. Tirmizî, Deavât, 118.8. Buharî, Rikâk, 41.9. Muslim, Cenne, 19.10. 28/Kasas, 77.11. Muslim, İmâret, 30.12. Buhârî, Edeb, 29.13. Muslim, Birr ve’s-Sıla, 49.14. Muslim, Birr ve’s-Sıla, 23.
onu orta yol olan Ehadiyet’e götürür. Ki, ruhlar ve bedenler için başlangıç amelleri ile sülûkun sonu bu yoldan geçmektedir. Ve yine bu yol-la, (ayette) her şeyin rabbi olan Allah’tan (bizi) hazır et tarzında dua edilen, gadab ve kahrın karışmasından uzak saf ve mutlak rıza makamı elde edilir.”
4. Hadis: “Bir kimse bana bir salât-ı şerîfe ge-tirirse, Cenab-ı Allah ona on kere rahmet eder, on günahı düşürülür ve on da derece verilir.”5
Yorum:
“Hadiste Yüce Ehadiyet’ten ilahî feyzin Rûh-i Muhammedî vasıtasıyla ulaşacağına işaret var-dır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) ezelî ve ebedî olarak Kutbu’l-aktâb’dır. Bu durumda tâlibe/müride gerekli olan Yüce Efendi’siyle münase-beti ona salât etmek ve sünnetlerine yapışmak suretiyle sağlamaktır. Salât ile ona yaklaşan kimseye, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tabi olması nedeniyle on rahmet gelir. Ayrıca kendisiyle Hak arasındaki on perde kaldırılır, Allah’a yakın-laşma derecelerinden on derece yükselir.”
5. Hadis: “Zikreden kimse ile zikretmeyen kişi,
diri ile ölü gibidir.”6
Yorum:
“Hadiste, Hayy ve Kayyûm olan Allah’ın zâtı
ile hakiki var oluşun; maneviyat yolcusu olan
sâlikin zâtı, sıfatı ve fiilleriyle O’nda fenâ ol-
masıyla gerçekleşeceğine işaret vardır. Her kim
bütün söz, fiil, hal, zat ve sıfatlarından soyutla-
narak Allah›ın zikrinde fenâ (yok) olursa, Allâhu
Teâlâ, kaldırabileceği miktardaki fiil, sıfat ve
zâtının tecellîleriyle onu ihyâ eder.”
6. Hadis: “Rabb’in kula en yakın olduğu vakit,
gecenin son kısmındadır. O saatte Allah’ı zikre-
denlerden olmaya gücün yeterse, öyle ol.”7
Yorum:
“Allâhu Teâlâ’ya tam anlamıyla yakın olmak,
tüm bedenî meşgûliyetlerden halvette olundu-
ğu zaman gerçekleşir. Bunun zamanı da gece-
nin son kısmıdır. Çünkü kul bu vakitte yaşama-
ya yönelik bütün dünyevî bağlardan kurtulur.
Böylesi bir zamanda tenhâ bir yerde Allah’a
yakaran kul, yaratana son derece yakın olur ve
aradaki zaman ve mekâna dair bütün maddî bo-
yutlar kalkar ve Rabb’iyle birlikte olur.”
7. HadisHH Hadis: “Kim Allah’a kavuşmayı
arzularsa, Allah da ona kavuşmayı arzular. Kim
de Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da
ona kavuşmaktan hoşlanmaz.”8
Yorum:
“Hz. Peygamber (s.a.v.) ölüm gelmeden önce
ona hazırlanmaya teşvîk etmişlerdir. Çünkü Al-
lah sevgisi (muhabbetullah) Yaratan’a kavuşma
arzusu doğurur. Arzu ise Allah’a ulaştıran amel-
leri yapma şevki verir. Müslümanlar ibadetlere
olan düşkünlükleriyle bu hali sergilerler. Kal-
ben ve rûhen Rabb’e yakın olarak buna iştiyak
duyarlar.”
8. Hadis: “Hiçbiriniz, Allah’tan lütuf beklentisi
içinde olmaksızın ölmesin.”9
Yorum:
“Hadiste, Allâhu Teâlâ’nın, ‘Allah sana na-
sıl ihsan ettiyse, sen de öyle iyilik et.’10 kavlin-
de işaret edilen ihsana işaret vardır. Allâhu
Teâlâ’nın kula ihsanı, kulun ibadetleriyle O’na
olan ihsânından öncedir. Allah’ın kendisine na-
sip etmesi suretiyle ihsanda bulunduğu kimse
Allah’a itâat etmek için çabalar. Bu nedenle
tâlibin, iman makamında ihsan makamını elde
etmek için çalışması gerekir. Çünkü ameli iyi
olanın zannı da güzel olur. İyi amel ise güzel
başarıyla gerçekleşir.”
9. Hadis: “Meşrû idarecinin emrinden çı-
kıp cemâatten ayrılan kimse, câhiliye ölümü ile
ölür.”11
Yorum:
“Sultan çoban, şeytan da kurttur. Velâyet
sultanına itâattan uzaklaşan insanı şeytan az-
gınlığa düşürerek helâk eder. Şerîat sultanına
itâattan çıkan insanı da şeytan isyana sürükler.
Tarikat sultanına itâattan çıkan kimseye gelince,
şeytan onun yolunu şaşırtır ve Allah›tan yardım
alamayacağı vadilerde dolaştırır. «
10. Hadis: “Vallahi iman etmiş olmaz. Valla-
hi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz.’
‘Kimdir o yâ Rasûlallah!’ diye sorulunca ‘Komşu-
sunun zararından emin olmadığı kimse.’ cevabını
verdiler.”12
Yorum:
“Komşuna komşu olursan, komşun
da komşusu olmayana komşu olur. Kim
Erhamurrâhimîn’in komşuluğunda azmedip
durursa, Allah onunla kullarına rahmet eder ve
onu mahlûkatına yönelik rahmet gölgelerinden
bir gölge yapar. Etrafındakiler ondan etkilene-
rek güzel insan olurlar”.
11. Hadis: “Ruhlar sıralanmış asker toplu-
lukları gibidirler. Ruhlar âleminde tanışıp anla-
şanlar (dünyada) anlaşırlar. Buna karşılık, ruhlar
âleminde anlaşamayanlar (dünyada) da birbirle-
ri ile anlaşamazlar.”13
Yorum:
“Âlimlerle birlikte otur, hikmet sahiplerinin
içine gir, ebrâr ve etkıyâ ile ol, sâlih insanlardan
ayrılma. Câhiller, sefihler, fâcirler, şakîler ile ar-
kadaşlık yapmaktan kaçın. Çünkü dünyadaki ül-
fet, bakâ âleminde ruhlar arasındaki tanışıklığın
eseri olup kişi sevdiğiyle beraberdir.”
12. Hadis: “Allâhu Teâlâ refîktir (kullarına
kolaylık diler, güçlerini aşan şeyleri yüklemez).
Kullarının da yumuşaklıkla muâmele etmelerini
sever. Yumuşak huylulukla yapılan işlere verdiği
muvaffakiyeti bunun dışındakilere vermez.”14
Yorum:
“Kardeşlere karşı sertlik yerine yumuşak-
lığı tercih etmek, Rahman’ın kula olan lütuf
tecellîsinin kahır tecellîsinin önüne geçmiş ol-
masının sonuçlarındandır. Merhamet meyda-
nında yarış ki, rahmeti gadabını geçen Allah da
sana rahmetiyle ve lütfuyla muâmelede bulun-
sun.”
60 ŞUBAT 2017 somuncubaba 61
Yazar Fatih Çınar’ın Der-
vişane adlı kitabı okuyu-
cusuyla buluştu. Kitabın
önsözünde sûfîlerin yaşam
alanlarının hemen hemen
hepsinde bir şekilde haya-
ta tesir ettiklerini belirten
yazar, bunu şu şekilde be-
lirtmiş: “Din, kültür, sanat
ve diğer alanlarda sûfî dü-
şüncenin inkâr edilemez
tesiri günümüzde de bütün
canlılığıyla devam etmekte-
dir. Özellikle, büyük ölçüde
maddeye doyan ve manevi
yönünü/ruhunu doyurmak
için çeşitli arayışlar içerisine giren Batı dünyası-
nın Hz. Mevlâna başta olmak üzere sûfî isimlere
olan ilgisi bunun bir göstergesi niteliğindedir.
Öyle anlaşılıyor ki madde ve mana arasındaki
hassas dengeyi kurma ve bu denge ekseninde
hayatı anlamlı kılma çabalarıyla sûfîler kıya-
mete kadar insanların dikkatini çekmeye de-
vam edeceklerdir. Sevgiye, aşka ve tüm insanî
değerlere kanat açmak düşüncesiyle gönülleri
ihya eden mana erlerinin güven veren dünya-
larında yol almak isteyen insanlar bu serüvenin
kıyamete kadar devam etmesine vesile olacak-
tır.”
Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i Nebî başta olmak
üzere İslâm’ın diğer kaynaklarını da mükemmel
bir dengeyle harmanlayan,
insan sevgisi, nefsi ıslah
etme ve ahirete yatırım ile
İslâm’ın özünü ifade ede-
rek orijinalliğini muhafaza
eden tasavvufî sistemin
öteden beri dikkatini çeken
bir konu olduğunu belirten
yazar devamında şunları
ifade etmektedir:
“Ülkemizde büyük öl-
çüde bilgi kirliliği ile hal-
kımıza takdim edilen bu
sisteme ve mensuplarına
dair bir süredir devam eden
çalışmalarımızı insanımızın
istifadesine sunmak için elinizdeki çalışmayı
kaleme aldık. Sûfîleri çeşitli yönleriyle anlama-
yı ve sûfî bir perspektifle hayatı anlamlı kılmayı
arzulayan kimselere temel olarak bilgi vermesi
ve bu konuda insanımızı destekleyici yönüyle
çalışmanın orijinal bir çalışma olduğunu ifade
edebiliriz. Kendilerine has dil ve üslûpları iti-
bariyle sûfîlerin birçok meselede anlaşılmadığı
veya yanlış anlaşıldığı düşüncesi böyle bir ça-
lışmayı kaleme almaya sevk eden amildir.”
Yazar bu çalışmada genel anlamıyla sûfîlerin
Hz. Peygamber’i (s.a.v.) modelleme gayretleri,
nefsin ıslahına dair nebevî metotlardan hare-
ketle insanlara olan hizmetleri, Allah dostlarını
KİTAP / Yusuf HALICI
anlama ve tanıma gayretimizin perde arkası ve
sûfî düşünce sistemi çeşitli yönleriyle ele aldı-
ğını belirterek:
“Bu cümleden olarak ifade etmememiz ge-
rekirse çalışmada sufilerin aşk, hadis, Kur’an,
fıkıh, keşif/keramet, el emeği, çocuk eğitimi,
Nur-i Muhammedi düşüncesi ve nefsin mer-
tebelerine dair görüş ve düşünceleri yalın bir
lisan ile dile getirilmeye çalışılmıştır. İkinci
bölümdeyse Osmanlı sultanları başta olmak
üzere gönül dünyamızda iz bırakan birkaç su-
finin/dervişin hayat öykülerine yer vererek ilk
bölümdeki teorik bilgilerin pratiğe nasıl yansı-
tıldığını gözler önüne sermeyi hedefledik. Hz.
Mevlana, Âşık Yunus, İbrahim Tennuri, Niyazi-i
Mısri, Hamza Nigari, Mustafa Taki Efendi ve
Es’ad-ı Erbili bu bölümde hakkında bilgi verdi-
ğimiz isimlerdendir.” demektedir.
Yazar önsöz bölümünün son kısmında şu ifa-
delere yer vermiştir: “Malum olduğu üzere her
çalışma yoğun bir sürecin ardından şekillene-
bilmektedir. Bu çalışmamız da yaklaşık on yıldır
devam eden yoğun bir çalışma sürecinin ardın-
dan sizlerle buluşma imkânına kavuşmuş bir
çalışmadır. Bu süreçte maddî-manevî destek-
leriyle bizi cesaretlendiren bütün gönül dost-
larıma can-ı gönülden teşekkür ediyorum. Sûfî
perspektifi ve iç âlemiyle barışık dervişâne bir
hayatı anlamaya dair kaleme alınan bu müte-
vazı çalışmanın hayırlara vesile olmasını Allah
Teâlâ’dan temenni ediyorum. Bu çalışma vesi-
lesiyle bütün evrenle barışık bir hayat yaşama-
yı hedefleyen sûfîleri anlama yolunda ufak da
olsa bir adım atmış olabilirsek kendimizi bah-
tiyar hissederiz. Çalışmak bizden başarıya ulaş-
tırmak ise Allahu Teâlâ’dandır.”
AhilikDr. Yusuf EKİNCİMihrabat YayınlarıTel. 0 212 514 28 28
Kadim Mânânın RüzgârıyleMustafa TAHRALIHülbe YayınlarıTel: 0 212 516 23 56
Sosyal Politikalar Açısından Gaziler ve Şehit Aileleri Prof. Dr. Ali SEYYAR/ Yunus KÖLEOĞLULalezar KitabeviTel: 0 212 528 85 19
Arzın Kapısı KudüsTalha UĞURLUELTİMAŞ YayınlarıTel: 0 212 511 24 24
Kut’ül AmareNikolas GARDNEREtkileşim YayınlarıTel: 0 212 551 32 25
KİTAPLIK
DERVİŞANE
62 ŞUBAT 2017 somuncubaba 63
İYİLİK, HAYATIN MAYASIDIR
EĞİTİM / Mürsel GÜNDOĞDU
İ nsanoğlunun tamahkârlığı, aç gözlülüğü ve gem vurulmaz şehveti bütün canlıları oldu-ğu gibi insana yurt olarak yaratılmış olan
dünyayı da hezimet alanına çevirmiştir.
Bu durum, uzayıp giden yollara inat insanı kısalaştırmış, zenginleşen tezgâhlara rağmen insanı fakirleştirmiş ve çoğalıp duran nüfusa karşın insanı yalnızlaştırmıştır. Çünkü insan ga-raz ve ivazın çıkmaz sokaklarında yönünü yolu-nu kaybetmiş, şehvetlere açıldıkça fıtratından uzaklaşıp kendine ve Rabb’ine yabancılaşma uçurumunun kenarına yaklaşmıştır.
İyiliği, hiçbir şahsî menfaat gözetmeden, sırf iyilik olsun diye yapmamız gerektiği ile Yüce Allah’ın bahşettiği nimetleri paylaştığımız es-nada ihtiyacı olan hiç kimseyi minnet altında bırakmamamız lazım geldiği ilâhî düsturunu unuttuğumuz günden beri gönül huzurumuz kaybolduğu gibi kalbimiz hiçbir şeyden mut-main olmamaktadır. Bu sebepledir ki insanoğ-lunun hiç vakit geçirmeden hezimete çevirdiği kâinatı bir hizmet alanı haline dönüştürme zo-runluluğu vardır. Bu da şüphesiz yaratılış gaye-mizi yeniden tefekkür etmek ve gönül, akıl, kalp ve duygularımızla birlikte bütün yapımızı fabri-ka ayarlarına döndürmekle mümkün olacaktır.
Yüce Rabb’imiz İnsan Suresi (7-10. ayetler)de bu hususta bizlere yol göstermekte ve temel prensipleri vaz etmektedir;
“Onlar verdikleri sözü tam bir biçimde yerine getirirler ve kötülüğü salgın olan bir günden kor-karlar. Yoksula, yetime ve esire, yemeği severek yedirirler. ‘Biz size yalnız ve yalnız Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık da bir teşekkür de istemiyoruz; Çünkü biz, asık suratlı, sert bir gün yüzünden Rabb’imizden korkarız.’ derler.”
“Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dün-yada yaptığı iyiliklerdir.” buyurarak bütün İslâm coğrafyalarında hizmetin ve iyiliğin fitilini tu-tuşturan Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in açtı-ğı bu kutlu yol, uçurumun kenarına yaklaşmış olan bütün insanlık için yegâne kurtuluş vesi-lesidir. Bu sebeple Yüce Mevlâ’mızın en son ve
mükemmel dini İslâm’ı layıkıyla tebliğ eden İki Cihan Serveri Efendimiz’in izinden giden her-kesin en büyük derdi bu büyük davayı hakkıyla omuzlayabilmek olmuştur.
Nitekim seçkin eserleri, yaşantısı ve sami-mi tesirleriyle bu hak davanın nesillerimizle buluşmasında bir hikmet burcu olan Osman Hulûsi Efendi, Nasihat adlı şiirinde: ”Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlıya” buyururken yolundan giden müritlerine müstesna bir ör-
neklik teşkil etmiştir.
Toplum Kirlerinden İyilikle Arınır
Yüce Rabb’imizin ihdas ettiği fıtrat üze-re istikamet sahibi olanlar ve Peygamber Efendimiz’in tebliğini rehber edinenler, kine bulaşmadan ve hiçbir karşılık beklemeden iyi-lik yolunu kendilerine kurtuluş vesilesi kılmayı başarmışlardır.
İslâm toplumu asırlardır kir ve paslarından bu iyilik ile hayır hasenat yağmurları sayesin-de arınmış ve bu kadim coğrafyaya “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.” düsturunu egemen kılmışlardır. Müslümanlar arasında bu yelpazenin oluşmasında elbette iyiliğe teş-vik edişin yanı sıra iyiliği yapış biçimiyle ilgili Rabb’imiz tarafından ısrarla yapılan uyarıların etkisi de büyük olmuştur.
Bakara Suresi, 264. ayet-i kerime, iyiliğin, yardımlaşma ve dayanışmanın yani canlılara hizmet etmenin temel ilkelerini en veciz şekil-de ifade etmektedir;
“Ey inananlar! Allah’a ve ahiret gününe inan-madığı halde halka gösteriş için yardımda bu-lunan kişi gibi yardımlarınızı başa kakmakla ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Bu tip davranı-şın örneği, üzerinde toz toprak biriken bir kayaya benzer ki şiddetli bir sağanak onu çıplak bırakır. Yaptıklarından hiç bir şey kazanamazlar. Allah, inkârcı toplumu doğruya iletmez.”
İnsana ve değerlerine dair ne varsa modern çağın marazlı rüzgârlarının esaretinde savrul-
“Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlıyaKimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol.“
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
“İslâm toplumu asırlardır kir ve paslarından bu iyilik ile hayır hasenat yağmurları sayesinde arınmış ve bu kadim coğrafyaya
’İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.’ düsturunu egemen kılmışlardır.”
Foto: Orhan DİNÇ64 ŞUBAT 2017 somuncubaba 65
duğu, birey ve toplumun ahlakî erozyona uğ-radığı günümüz dünyasında her şey menfaat-lerin, çıkar ilişkilerinin sarmalına yuvarlanmış, bunun neticesinde de samimiyet ve ihlâs göz ardı edilir olmuştur. Kin ve nefretin tarumar ettiği ilâhî mesajlardan nasipsiz gönüller, yü-reklerinin olanca kuraklığıyla bütün dünyayı savaşın, zulmün ve vahşetin çile meydanına çe-virerek insanlığı acılar denizinin içinde boğul-maya mahkûm bırakmışlardır. Bu yüzden insanı insanın yurdu sayan kadim medeniyet iklimleri bozularak mazlum coğrafyaları insanı insanın kurdu sayan azgın ve vahşi anlayışın azgın pen-çesine maruz bırakmıştır.
İnsanlığın bir yol ayrımında olduğu bu günler-de insanı önceleyen, merkeze alan ve fıtrata dö-nüşün müjdecisi olan Müslümanca bakış açısına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır.
Her İyilik Bir Sadakadır
“Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlı-ya / Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol” diyen
Osman Hulusi Efendi’nin bu kadim çağrısı hiç şüphe yok ki çağın fırtınalı denizlerde devasa dalgalarla savrulan muzdarip insanı için sığını-lacak bir liman vazifesi görmektedir. Kimsesiz-liğin ve düşkünlüğün bir kader olmadığını ak-sine bütün can taşıyanların acılarıyla topyekûn mücadele etmenin insani bir görev olduğunu kör dünyanın vicdanına veciz bir şekilde hay-kıran bu yaklaşım, çaresizlik içinde kıvranmak durumunda bırakılan nice insan için bir umut muştusu gibidir aynı zamanda.
Yaşadığı çağın dertleriyle dertlenmek, çile-leriyle bezenmek ve insanlığa umut penceresi olmak “Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol” di-yerek çağa yürümeye davet eden Osman Hulûsi Efendi(k.s.) gibi ariflerin en bariz hallerindendir.
Yüce Rabb’imizin Zilzal Suresi 7-8. ayetlerde buyurduğu: “Zerre kadar iyilik eden mükâfatını görür, zerre kadar kötülük eden de cezasını gö-rür.” düsturunun temsilcileri olan bu Allah dost-ları, içinde yaşadıkları toplumları iyiliğin ve yardımseverliğin aydınlık yoluna davet etmiş, kötülük, kin, nefret, çıkarcılık, menfaat temin etme gibi karanlıklardan ise bütün yarenlerini sakındırmaya çalışmışlardır.
Zira onlar Mevlâna’nın dediği gibi “Bir mum diğer mumu tutuşturmakla kendi ışığından bir şey kaybetmez.” gerçeğinin en ziyade farkında olanlardır. Yine Allah dostları en iyi bilenler-dendirler ki toplumda gerçek anlamda iyilik sahibi insanların sayısı arttıkça, sosyal hayat-taki iyilikler de kat be kat artar. İyilik ve daya-nışma iklimleri topluma hâkim olunca insanlar arasındaki güven tesis olur, hayat mamur olur ve insanlar birbirleriyle yardımlaşarak her türlü sıkıntılarını aşarlar.
“Her iyilik bir sadakadır.” buyuran Rasûlullah Efendimiz’in açtığı kutlu yolda bir ömür tüke-ten Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin “Garazsız hem ivazsız olarak her canlıya hizmet et” ilkesi ve “Kimsesizin düşkünün eli ve ayağı ol” diyen çağrısına icabet etmek bütün insanlık için kur-tuluş reçetesi olacaktır.
Aç o vahyin sofrasını;“Tevhîd” diyen dildir bana!..Sar bu hicret yarasını;Hüzün yüklü “Gül”dür bana!..
Cân seyrine saldım nazar;Aşk mülküne düştü efkâr!..Hak’tan gelen her i’tibâr; Hakkı tutan eldir bana!..
Gönül kanma mala, mülke;Cehd et, dayan farkı, farka!..Tut, kulak ver dönen çarka;Nefs öğüten seldir bana!..
Hayrımda mı her gizli şer? Gör, bir ömrü etme heder!..Yedi nefse inen Mahşer;Aşktan gelen hâldir bana!..
Değme, hoştur bu telaşım;Aşkım oldu cân sırdaşım!.. Aşk derdiyle dönen başım;Su, od, toprak yeldir bana!..
Gel gör benim varın özü;Her sûrede buldum izi!..“Kader” denen ince yazı;Tâ Elest’ten yoldur bana!..
Rıfat ARAZ
Tâ Elest’tenYoldur Bana!..
66 ŞUBAT 2017 somuncubaba 67
SÛFÎNİN BENLİK İNŞASINDA ZAMAN MEFHUMU
“İBNÜ’L-VAKT” VEYA “EBU’L-VAKT” SIRRINA EREBİLMEK
KÜLTÜR / Fatih ÇINAR
B ireyin zamanla münasebeti, kişiliğinin
inşasında çok önemli bir konuma sahip-
tir. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim’de zama-
na yemin edilmiş ve zaman merkezli bir anlam
arayışının kişiyi hüsrana uğramaktan alıkoya-
cağı hakikati dile getirilmiştir.2 Yine Kur’ân-ı
Kerim’de verimli, bereketli, hareketli, faydalı,
düzgün ve ahirete yatırımla geçecek bir hayatın
şifrelerinin kişinin zamanla münasebetine bağ-
lı olduğu vurgulanmıştır.3 Bu anlamda Kur’ân-ı
Kerim’e bakıldığında ‘dehr, asr, kıyamet, saat,
sene ve âm, şehr, yevm, nehâr, fecr, sabah, kuş-
luk/duha, zuhr, mağrib, ışa, leyl ve ân’ gibi za-
manın tamamına işaret eden birçok kavramdan
bahsedildiği görülecektir.4 Hadis-i şeriflerde
ise yaratılış, kıyamet ve günlük hayatın zamanla
münasebetine dair uyarılar yapılmış ve zaman
kıymeti bilinmesi gereken bir olgu olarak zihin-
lere takdim edilmiştir.5
İslâm kültür zemininde ‘rüzgâr, dehr, vakt,
saat, müddet ve mühlet, an, dem ve lahza’ gibi
geniş bir yelpazede karşılık bularak değerlen-
dirilen zaman mefhumu sûfîlerin de üzerinde
hassas bir şekilde durduğu kavramlar arasında-
dır.6 Sûfîler, zamanın felek, kader, yıl, mevsim-
ler, günün bölümleri, yaratılış ve ahiretle doğ-
rudan ilişkili olduğunu ifade ederek bu öğenin
hayatlarında merkezi bir konumda olmasına
özen göstermişlerdir.7
Sûfîlere Göre Zamanın Benlik İnşasındaki Merkezi Konumu: Ebû’l-Vakt veya İbnü’l-Vakt Şuuru
Sûfîlere göre, sâlik/birey ânın/zamanın ne
kadar değerini bilirse o kadar olgunlaşmış de-
mektir. Onlara göre, her an yaratma fiiline de-
vam etmesi hasebiyle zamanın sahibi olan Al-
lahu Teâlâ’nın tecellilerine mazhar olma gayreti
sûfînin hedefi olmalıdır. Bir başka ifadeyle sûfî,
geçmişe pişmanlıkla veya geleceğe dair kurgu-
larla ömür tüketmek yerine içerisinde bulundu-
ğu zamanı, şartlarına göre en güzel/iyi şekilde
değerlendirip ‘ânın/zamanın çocuğu’ olmalıdır.
Bunun anlamı, sûfînin içinde bulunduğu âna
göre en uygun şeyi yapmasıdır. O, içerisinde
bulunduğu halin yani kişinin içerisinde bulun-
duğu durumu/konumu gönül gözüyle okuyup
bu durumda yapması gereken ödevleri hakkıyla
yerine getirme gayretinde olmalıdır.8 Sûfî, mu-
sibetler karşısında rıza ve teslimiyet; nimetler
karşısında ise şımarıklık haline bürünmeden
istikrarlı bir şekilde hedefine doğru ilerlemeli-
dir. Sûfîler, halin tasarrufu altında olan ve ha-
lin kendisini kullandığı kimseye ‘ibnü’l-vakt’,
hali kendi tasarrufuna alan kişiye ise ‘ebü’l-
vakt’ demişlerdir.9 Her iki durumda da sûfîler,
‘Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde zamana
karşı mü’minî bir tavır nasıl olmalı?’ sorusunun
doğru cevabıyla hayatlarına yön verme gayre-
tinde olmuşlardır.10
Vaktin tasarrufu altında olmak/ibnü’l-vakt
veya vakti tasarrufu altına alma şuurunun/
ebü’l-vaktin somut örneklerini takdim etmemiz
gerekirse bu konuda İmam-ı Gazalî’yi hatırla-
mamız yerinde olacaktır. Gazalî, dönemindeki
felsefe, kelam ve tasavvuf alanındaki sapma-
larla mücadele etmeyi önceleyerek dönemi-
nin şartları içerisinde İslâm ümmetinin büyük
bir kırılmadan kurtulmasına vesile olmuştur.
Sapkın fırkaların İslâm’ı ve Müslümanları kasıp
kavurduğu bir başka dönemin ‘zaman merkez-
li anlam arayışının’ kahramanı İmam-ı Rabbânî
(k.s.)’dir. Nakşî geleneğin önemli temsilcile-
rinden olan İmam-ı Rabbânî (k.s.), İslâm’ın aslı
olan Kur’ân-ı Kerim’i anlama noktasında usul
olan sünnet-i seniyyeye, mü’minleri tekrar da-
vet ederek ‘Usulsüz vusul olmayacağı’ hakikati
peşinde ömür harcamıştır. Bu alanda dönemi-
nin zalim idarecileri, içerden ve dışardan gelen
birçok tehdit ve yıldırma gayreti karşısında mü-
cadelesinden taviz vermeden kararlı bir şekil-
de hedefine ulaşabilmek için topyekûn bir di-
riliş hareketinin kahramanı olmuştur.11 Mevlâna
Hazretleri’nin dönemindeki bilim, kültür ve
“Harabat ehline düzâh azabın anma ey zâhid Ki bunlar ibn-i vakt olmuş gam-ı ferdayı bilmezler.“
Hayalî
68 ŞUBAT 2017 somuncubaba 69
Siyasî ve ekonomik buhranlarla birlikte çevre
hassasiyetinin arttığı bir dönemde bu konular-
da İslâmî ve insanî bir bilinç oluşturabilmek için
bazen medresede bazen tekkede bazen de mil-
let meclisinde boy gösteren Nakşî-Hâlidî şeyh-
lerinden Mustafa Takî Efendi (k.s.) de burada
zikredilmelidir. Onun ömrünü tekkeye kapanıp
geçirmek yerine kişisel ve toplumsal sorunlar-
la ağların örüldüğü bir dönemde geniş kitleleri
ardından sürükleyerek hayatını sürdürmesi yine
ibnü’l-vakt veya ebü’l-vakt olabilme gayretin-
den kaynaklanmaktadır.15 Döneminde ihtiyaç
duyulan ibadethane ihtiyacını karşılamak, yay-
gınlaşan ahlakî kötülükleri bertaraf etmek için
gerekli tedbirleri alarak bu konuda atılması ge-
reken adımları atan, küsleri barıştırmak için ola-
ğanüstü gayret gösteren ve sohbetleriyle gönül-
leri fetheden Darendeli Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi (k.s.) ve Yahyalılı Hacı Hasan Efendi (k.s);
yine Hz. Peygamber (s.a.v.) aşkıyla insanları bu-
luşturmak için gece gündüz demeden büyük bir
efor sarf eden, kitapları ve gönülleri aydınlatan
manevî kişiliğiyle tesir halkasını oluşturan üs-
tadı Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.); şiirleri,
Abdülhamid Han’ın yanındaki tavrıyla siyasî kar-
gaşaların önüne geçmeyi hedefleyen tercihi ve
karizmatik ilmî konumuyla kişisel ve toplumsal
bir mücadelenin marka ismi haline gelen Mu-
hammed Es’ad-ı Erbilî (k.s.) de burada isimlerini
zikretmeden geçemeyeceğimiz sûfîlerdir.16
Yozgat’ta imam-hatiplerin kurulması, bir-
çok hayır hizmetlerinin öncülüğünü üstlenme-
si ve zikirle kalplerin buluşmasına ön ayak olan
Şeyhzâde Ahmet Efendi (k.s.), Sivas’ta tarihî Ulu
Cami başta olmak üzere birçok caminin dernek
başkanlığını üstlenerek buraların ihtiyaçlarını gi-
dermek için elinden geleni yapan, yetim, öksüz,
öğrenci, dul ve ihtiyaç sahibinin dertleriyle bire-
bir ilgilenerek bir neslin değişim ve dönüşümüne
vesile olan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s.)
ve insanların Rablerine yönelerek iman, ibadet ve
ahlakî gelişimlerinin önündeki nefsî ve şaytanî
engelleri aşabilmeleri için gayret gösteren Mu-
hammed Raşid Erol (k.s.) burada zikredebileceği-
miz birçok isimden sadece birkaç tanesidir.17
Netice olarak ifade etmemiz gerekirse
sûfîler, insanı kuşatan ve bir şekilde onu tesiri
altına alan zaman konusunda Kur’ân ve sünnet
merkezli bir tavırla hareket etmişlerdir. Bu ko-
nuda daima uyanık olmayı benimseyen, zama-
nın gereği hasletlerle donanmayı hedefleyen
ve anlam arayışlarını zaman merkezli şekliyle
belirleyen sûfîler, birçok alanda bu tavırların-
dan dolayı örnek ve önder kişiler olarak tarih-
teki yerlerini almışlardır. Bu manada sûfîler, şiir,
el sanatları, savaş alanlarında mücadele, nefse
dur diyebilme mahareti ve insan yetiştirme
gibi kişisel ve toplumsal birçok alanın şahla-
rı olmuşlardır. Günümüzün tasavvufî akımları,
sûfîlerin zaman merkezli benlik inşasına ver-
dikleri önemi yeniden gözden geçirmeli, ilmî,
fikrî ve fizikî yapılarında dönemlerinin şartlarını
göz önünde bulundurarak hareket etmelidirler.
Özellikle sûfîlerin ilk etapta ilgi alanına girme-
yen idareye talip olma, devlet içerisinde devlet
oluşturma ve maddî gücün sarhoşluğuna kapı-
larak kendi alanlarını açıkta bırakma hastalığına
düşmemelidirler.
sanatta ulaşılan seviyeye paralel olarak kendi-
siyle ölümsüzleşen muhteşem eseri Mesnevî’yi
Farsça olarak kaleme alması, eserinde en düşük
seviyedeki insanların Kur’ân ve sünnet ahla-
kıyla yaşantılarını güzelleştirebilmesi için dö-
neminin önemli sorunu nefse dur diyememe
ve toplumsal konulardaki duyarsızlaşma gibi
hastalıklarına karşı mücadele vermiştir. Âşık
Yunus’un iman ve ihlâs hassasiyetiyle gönülleri
şekillendirebilme adına şiirin ve Türkçenin eş-
siz gücünü kullanması da zamanının gereği atıl-
ması gereken adımları atan bir sûfî olduğunun
göstergesidir. Öyle ki onun çağlar öncesinden
günümüze ulaşan evrensel çağrıları hâlâ gönül-
leri mest etmeye devam etmektedir.12
Doğu ve Batı Arasında Bir Köprü
İlim ve irfanı birleştirerek doğu ve batı ara-
sında bir köprü vazifesi gören İbnü’l-Arabî (k.s.)
ve onun sıkı takipçisi Sadreddin-i Konevî (k.s.)
maddî ve manevî birliğin fikir babaları ola-
rak tarihe geçmişlerdir. Bu manada onlardan
tefekkür/düşünme, üretme, anlam arayışın-
da mü’minin tavrı, fikir üretmede derinlik ve
hoşgörünün mimarları olarak bahsedebiliriz.13
Gerektiğinde fiilî mücadele ile de meşgul olun-
masını bizlere telkin eden bu anlamda kendi
imkânlarıyla savaşa iki yıl kadar süren bir ha-
zırlık sürecinin ardından at sırtında Sivas’a bin-
lerce kilometre uzaklıktaki Eğri Kalesi’ne yapı-
lan sefere iştirak eden ve tanıştığı herkesi ilmî,
ahlakî ve vicdanî yönüyle kendisine hayran
bırakan Şems-i Sivasî (k.s.)’yi de burada anma-
mız isabetli olacaktır. Sivasî’nin dönemindeki
bâtıl fırkalarla (İsmâilî, Hamzavî, Kadızâde vb.)
mücadelesi yeğeni Abdülmecid-i Sivasî (k.s.)
ve torunlarından Abdülehad Nûrî-i Sivasî (k.s.)
ile devam etmiştir. Onlar, kendi dönemlerinde
de devam eden bu itikadî sapmalarla mücade-
leyi vaktin gereği atılması gereken en önemli
adım olarak gördükleri için böyle yapmışlardır.
Batı’nın sömürge salgınına birçok imkânsızlık
içerisinde karşı koymaya gayret edenler, bu
konuda Ömer Muhtar (k.s.)’ı ve Şeyh Ahmed
Senûsî (k.s.)’yi kendilerine rehber edinmişlerdir.
Yani sûfîler, sadece bâtıl ile mücadeleyi yeterli
görmemişler, bu konuda liderliği ele alarak kit-
leleri arkalarından sürüklemişlerdir. Aynı man-
zarayı Anadolu’nun bağımsızlık mücadelesinde
ön saflarda yer alan sûfîlerde ve Kafkasya’nın
millî-manevî mücadelesinde lider olan İsmail-i
Şirvanî (k.s.), Şeyh Şamil (k.s.) ve Hamza Nigarî
(k.s.)’de de görmemiz mümkündür.14
70 ŞUBAT 2017 somuncubaba 71
PEYGAMBERİMİZ’İN (S.A.V.)
İZİNDE
EĞİTİM / Mehmet SOYSALDI*
Sünnet Ne Demektir?
Ehl-i Sünnet, kısaca; Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
sünnetine uyan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ha-
yatta örnek edinen ve onun sünnetine göre
hayatına yön veren demektir. Bu ifadeyi biraz
açmak için, önce Sünnet nedir? Bunun üzerinde
durmamız gerekmektedir.
Sünnet: Arapça bir kelime olup; “Yol, birinin
devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı”
gibi anlamlara gelmektedir. Terim anlamı ola-
rak da “sünnet”, Peygamberimiz (s.a.v.)’in söz,
fiil ve takrirlerini ifade eder.1
Takrir, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yapılışını gö-
rüp de yasaklamadığı davranışları belirtir. Pey-
gamberimiz (s.a.v.) bilgisi dâhilinde yapılan bir
davranışa veya yanında söylenen bir söze, kar-
şı çıkmamışsa, bu O’nun, o davranış veya sözü
onayladığı, en azından mubah saydığı anlamına
gelir. Çünkü insanları Allah’ın rızasına ters olan
her şeyden uzaklaştırmak için görevli olan bir
peygamberin, üstelik kendisinin her davranışı-
nın ashabınca takip ve taklit edildiğini bile bile
Allah’ın rızasına ve dinine muhalif bir davranış
karşısında susması düşünülemez.
Kısaca söylemek gerekirse sünnet: “Pey-
gamber (s.a.v.)’in hayat tarzı” demektir. Hayat
tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şek-
lidir. Şu halde Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinin
temelinde, O’nun hayat anlayışı vardır.
Mü’min, Her Şeyde Peygamberimiz’i Örnek Almalı
İnsanlar, tarih boyunca, “Ben kimim, nereden
geldim, niçin geldim, nereye gidiyorum?” gibi
sorulara cevap aramışlar ve bu sorulara verdik-
leri cevaplara göre hayata anlam vermişler, ha-
yat gayelerini buna göre tespit etmişlerdir.
İşte Cenab-ı Hak, gönderdiği peygamberler
vasıtasıyla bu soruların doğru cevabını insanlara
bildirmiş ve ona göre hayat sürmelerini istemiştir.
Sünnet, bir hayat tarzı ise -ki öyledir- bu ha-
yat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun
arkasındaki hayat anlayışını bilmeye bağlıdır.
Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir
şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini ha-
yatında yaşayabilir. İşte sünnetin temelindeki
bu hayat, bizim itikad, yani iman dediğimiz şey-
dir.
Bu noktada sünnetin inanç ve zihniyet bo-
yutu söz konusudur. Yani Peygamber (s.a.v.)’in
hayat gayesi ne ise hayata verdiği anlam na-
sılsa, O, nasıl bir imana sahipse, Müslüman da
öyle bir imana sahip olmaya gayret etmelidir.
O’nun değer yargılarını aynen benimsemeli-
dir. Müslüman her şeyden önce Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in iman dünyasını, gönül dünyasını, fikir
dünyasını kavramaya ve O’nu örnek almaya ça-
lışmalıdır.
Müslüman, Peygamber (s.a.v.)’in tevhid an-
layışını, nefis ve arzular dâhil, her türlü maddî
ve manevî puta gönlünde yer vermeyişini, Allah
varken başka hiçbir otoriteyi kabul etmeyişini,
kulluk şuurunu, Allah sevgisini ve korkusunu,
kader ve tevekkül anlayışını, kâinatın her yerin-
“Sünnet, bir hayat tarzı ise -ki öyledir- bu hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun arkasındaki hayat anlayışını
bilmeye bağlıdır. Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini hayatında
yaşayabilir.”
72 ŞUBAT 2017 somuncubaba 73
Sünnete Bağlılık Dinî Bir Sorumluluktur
Ayrıca Kur’an’da, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ita-
ati emreden ve ona itaat etmenin Allah’a itaat
etmek demek olduğunu açıklayan çok sayıda
ayet vardır.8
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de, “Size em-
rettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücü-
nüz yettiğince terk edin.” buyurmuştur.9
İşte, burada zikrettiğimiz bütün bu ayet ve
hadislerden de anlaşıldığı gibi, sünnete bağ-
lılık, dinî bir zorunluluktur. Kur’an bize yeter-
lidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek, tarih
boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu durumun ileride
ortaya çıkacağını çok önceden haber vererek,
dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi
şöyle diyerek sakındırmıştır: “Tok karınlı, koltu-
ğuna yaslanıp size ‘Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi
helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmış-
sa onu haram bilin.’ diyen adamların çıkması ya-
kındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur’an
ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri
(sünnet) de verilmiştir.”10
İmrân b. Husayn (r.a.), “Bize Kur’an yeterlidir,
sünnete gerek yoktur.” diyen bir adama şöy-
le seslenir: “Ahmak herif! Sen Kur’an’da öğlen
namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli
okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an
bize çok şeyleri müphem (kapalı) bırakmış, sün-
net onları açıklamıştır.”
Abdullah b. Mesud (r.a.), “Allah’ın, yaradılış
şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” haber ve-
rirken bir kadın “Bunlar Kur’an da var mı?” diye
sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: “Var tabii,
sen şu ayeti okumuyor musun?: “Rasûlullah size
neyi emrederse onu alın, neyi yasaklarsa ondan
da kaçınınız.”11
Halife Efendilerimizin Sünnetini de Tavsiye Buyurmuşlardır
Hz. Peygamber (s.a.v.), kendi sünnetine uyul-
masını emrettiği gibi, ashabına da uyulmasını
emir buyurmuştur. Hatta sahabilerini kendilerine
uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren
gökteki yıldızlara benzetmektedir: “İçinizde ben-
den sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit ola-
caktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru
yolu bulmuş halifelerimin sünnetini (yolunu) tav-
siye ederim. Ona sımsıkı sarılın, sonradan çıkacak
şeylerden de sakının. Çünkü dinde sonradan uydu-
rulan şeyler, bid’attır. Her bid’at da sapıklıktır.”12
de Allah’ın tecellilerini ibretle seyredişini, se-
bep-müsebbip anlayışını, ulûhiyyet anlayışını,
değer yargılarını iyi tespit edip, sünneti yaşar-
ken bunları işin temeline koymak ve içine sin-
dirmek zorundadır.2
Her Emri Yerine Getirilmesi Gereken Bir Rehber
İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumu-
nu sağlayan, Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ,
Kur’an ile birlikte Peygambere tabi olup bağlan-
manın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu be-
lirtmiştir. Ayeti kerimede mealen şöyle buyuru-
lur; “Kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi
temizleyen, size Kitabı (Kur’an) ve hikmeti (sünnet)
öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de
öğreten bir Peygamber gönderdik.”3
Bu ayette ifade edilen kötülükten arındırmak
(tezkiye), haram ve helâli Kur’an’dan öğrenmek
ile hikmet ise “sünnet” olarak tefsir edilmiştir.
Kur’an, farzı, vâcibi tayin etme, helâli, ha-
ramı belirleme açısından Allah’ın hükmü ile
Rasûlü’nün hükmünü, iki temel esas kabul et-
miştir. “Aralarında hüküm vermesi için Allah ve
Rasûlü’ne davet edildiklerinde, ‘İşittik ve itaat et-
tik.’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği söz-
dür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.”4
Nitekim Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de,
mü’minlere Hz. Peygamber (s.a.v.)’i örnek göste-
riyor ve şöyle buyuruyor: “Allah’ı ve ahiret gününü
arzulayan ve Allah’ı çokça zikreden siz mü’minler
için Allah’ın Rasûlü’nde pek güzel bir örnek vardır.”5
Şunu iyi bilelim ki O, sadece kuru bir örnek
değil, her emri yerine getirilmesi lazım gelen
ve her hareketi benimsenip, hayata yansıtılma-
sı gereken bir rehberdir. Yüce Allah buyuruyor
ki: “Rasûl size neyi verdi ise, onu alın! Neden men
etti ise ondan da sakının.”6 Zaten O’nun sözleri
ve hareketleri kendi, heva ve hevesinin ese-
ri değildir. Yüce Mevlâ’nın vahyi ve ilhamının
mahsulüdür.7
Dipnot*Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI1. Şimşek, M. Sait, “Asr-ı Saadette Kur’an ve Sünnetin Anlaşılması”, Bütün
Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları, İstanbul 1994, I, 233.2. Bkz., Polat, Selahaddin, “Hz. Peygamber’in Sünnetini Anlama ve
Sünnete Uyma”, İslâm’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği, T.D.V.Yay., Ankara 1995, s. 32.
3. 2/Bakara, 151.4. 24/Nûr, 51.5. 33/Ahzab, 21.6. 59/Haşr, 7.7. Bkz: 53/Necm,3-4.8. Bkz.,3/Al-i İmran, 3; 4/Nisa, 59, 65, 80; 33/Ahzab, 36.9. Müslim, 412, İbnMâce, Mukaddime, 1.10. EbûDâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131.11. Haşr; 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü’r-Resûl Şakîkatu’l-Kur’an, s.54.12. Ebû Dâvûd, Sünne, 5.
74 ŞUBAT 2017 somuncubaba 75
Millî ve manevî değerlerin her geçen gün zayıfladığı toplumumuzda özel-likle yaşlılara karşı büyük bir sorum-
suzluk yaşanıyor. Huzur evlerine başvuruların daha çok çekirdek ailenin hâkim olduğu batı bölgelerinden yapıldığı belirtilmektedir. Bu du-rumu değerlendiren uzmanlar toplumu ayakta tutan manevî değerlerin güçlendirilmesi gerek-tiği üzerinde duruyorlar.
Son yıllarda huzurevlerine sadece kimsesiz-lerin değil, çocukları tarafından açıkta bırakılan
insanlar da başvuruyor. Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden çok başvuru olmuyor. Oralarda toplumsal değerler daha güçlü olduğu için, ai-leler büyüklerine sahip çıkıyor.
2015 rakamlarına göre Türkiye’de 297 hu-zurevi var. Bunun 109’u devletin ve bu huzu-revlerinde 11 bin 156 yaşlı konaklıyor. Türkiye genelindeyse, yaklaşık 20 bin yaşlı huzurevinde kalıyor. Huzurevi maliyetli bir model. Bir yaşlının devlete aylık maliyeti 3 bin lira. Evinde bakımın maliyeti daha düşük. Engelli ve yaşlı bireylerin
EĞITIM / Ali ÖZKANLI
ANNE-BABA VE ÇOCUK İLŞKİLERİ
evde bakımlarından, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı sorumlu. Hizmet, gündüzlü ya da yatılı olmak üzere iki türlü veriliyor. Şu anda da 5517 yaşlıya evde bakım hizmeti sunuluyor.
Bu işin uzmanları hedeflerini şöyle açıklı-yor. “Yerel yönetimlerle birlikte gerektiği kadar, örneğin haftada bir kez, yemeğinin yapılması. Yemeğini yaparsınız koyarsınız. Sağlıkla, ilgili destek verirsiniz. Örneğin, ihtiyacı olan yaşlıyı alıp doktora götürmek mümkün. Evinde kan almak da olabilir. İlaç alıp almadığını takip et-mektir. Biz bu tip destekleri, yerinde vermek istiyoruz. Yaşlılarımızın evini temizleyip, yeme-ğini yaparsanız, sağlık kontrollerini de yaptırır-sanız huzurevine gitmesine gerek kalmaz.”
Bir sosyolog, yapılan bu başvuru yoğunluğu-nu toplumda yaşanan sosyal değişime bağlıyor. Sosyal değişime örnek olarak da modern çalış-ma hayatını, çekirdek aile yapısını ve manevî değerlerin zayıflatılmasını gösteriyor. Bugün aile bireylerinin bir arada yaşamaya teşvik edi-leceğine, bunun tam tersi yapılmaktadır. Aile içi bağlar kaybolunca insanlar kendilerini ya sokakta buluyor, ya da kendilerini bu kurumlara atıyor. Bu tek başına bir eğitim meselesi değil-dir. Toplum olarak bu konunun üzerinde has-sasiyetle durmak gerekir. Ailede sevgi bağları küçük yaşlarda kurulmalı, temeller sağlam bir şekilde zamanında atılmalı ki, istenmeyen du-rumlar yaşanmasın. Bağlar zedelendiği zaman yukarıda anlattığımız huzurevleri denilen, bana göre huzursuzluk evinde yaşayanların sayısı üzülerek söyleyelim ki daha da artacaktır.
Babam Okuduğum Okulu Bilmiyordu!
Aile kavramı çok önemli. Anne-baba ve ço-cuk arasında oluşacak sevgi ve ilgi ileri ki dö-nemlere de olumlu ya da olumsuz şekilde yan-sıyor. Arkadaşlarımdan biri, çocukluk anılarını anlatırken ilginç şeyler söyledi. Konumuzla da ilgisi olmasından dolayı bu anıyı sizlerle pay-laşmayı istedim. Umarım size de ilginç gelir.
İlkokulda okuduğum yıllardı. Okulun bahçe-sinde arkadaşlarla top oynuyorduk. Ter içinde
kalmıştım. Bir ara başımı kaldırdım ki babam yanımda. Bir an göz göze geldik.
- Oğlum, ne geziyorsun buralarda?
- Arkadaşlarla okulun bahçesinde top oynu-yoruz, birazdan eve gideceğim baba, der de-mez, babam enseme bir tokat patlatarak:
- Burası okulum diye beni mi kandıracaksın, dedi.
Öyle ya, beş yıl okuduğum okuluma babam ilk defa geliyordu. O da, tesadüfen oradan ge-çerken görmüştü beni. Okuduğum süre içeri-sinde yapılan veli toplantılarına annem katı-lıyordu. 25 yıllık meslek hayatımda gerek veli toplantılarında, gerekse özel görüşmelerde babaların katılım oranının çok düşük olduğunu söyleyebilirim. Babalar çalıştıkları için gelemi-yor olabilirler, hiç değilse hafta sonları çocuğu-nuzu karşınıza alıp onunla konuşun, onu dinle-yin, elinden tutup gezdirin, ailece pikniğe gidin. Çocuklarının baba sevgisinden mahrum olarak yetişmesin, onlar bu sevgiyi sizden alsın ki, büyüdüklerinde onlar da çocuklarına gereken sevgiyi göstersin.
Eski alışkanlıklarımızı, “Baba uyurken sever, sever ama belli etmez.” anlayışını terk etmemiz gerekiyor. Peygamberimiz (s.a.v)’in çocukları çok sevdiğini, onlarla şakalaştığını, selam ver-diğini, hediye verdiğini, torunlarını sırtına alıp gezdirdiğini biliyoruz. Gördüğü çocukların baş-larını okşadığını, kucağına aldığını dinî kaynak-lar yazmaktadır. Bir gün Peygamberimiz torun-larını severken, bunu gören birinin:
“Benim on tane çocuğum var, ama hiç birine sizin gibi davranmadım, bir gün olsun kucağıma alıp öpmedim.” deyince Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Allah senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapayım? Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” buyurmuşlar.
Rabb’im, merhamet damarlarımızı açsın. Huzur evlerinde değil, kendi yuvamızda evlat-larımızla mutluluk içinde yaşamayı nasip etsin. Âmin...
76 ŞUBAT 2017 somuncubaba 77
O smanlı’nın, askerî, ilmî ve teknolojik
gelişiminin durması ve gerilemesin-
de, Batı’daki gelişmeleri takip etmek-
te gevşek davranmasının tesirli olduğu kısmen
doğru olmakla beraber, hakikati bütün cephe-
leriyle ortaya koymada yeterli değildir. Osman-
lı ilim ve irfan hayatının üretim kaynakları olan
medrese ve tekkelerin klasik dönemdeki fonk-
siyonlarını zamanla kaybederek, durağanlaşıp
yerinde sayması ve kendini tazeleyerek yeni
bilgi, fikir ve tez ortaya koyamamasının belirli
bir hakikat payı vardır.
17. yüzyıldan itibaren siyasî otoritenin za-
yıflaması, istikrarsızlığın baş göstermesi; mer-
kezde ve taşrada süregiden isyanlarla devamlı
toprak ve vergi kaybının yaşanması ve coğrafî
keşiflerle elindeki ticaret yollarının kullanılmaz
hale gelmesiyle gümrük gelirlerinde meydana
gelen ciddi orandaki daralma ve iktisadî krizler;
Haçlıların yoğun baskı, kuşatma ve taarruzuna
karşı gösterdiği direnç ve müdafaanın zayıf ve
yorgun düşürmesi, daha da kötüsü ekonomik
kaynaklarını tüketmesi ve Avrupalı emperyalist
devletler gibi sömürgeci bir siyasî-iktisadî anla-
yışa ve sömürgelerden elde edilen zengin ser-
maye-hammadde kaynaklarına sahip olmaması
gibi unsurların da Osmanlı’nın ilmî çalışmalara
yeterince kaynak ayırmasına ve desteklemesi-
ne engel olduğunu, dolayısıyla ilmî bilgi ve tez
üretiminin aksamasına yol açtığını ileri sürmek
de yanlış olmaz.
İlmî Gelişmeleri Takip Etmedi mi?
Gerçekten de Osmanlı, matematik, astro-
nomi, tıp ve diğer müspet ilimlerde Batı’daki
ilmî gelişmeleri ve ilerlemeleri takip edemedi
ve geride mi kaldı? Öncelikle, mate-
matiğin Avrupa’da ders prog-
ramlarına giriş tarihinin
1890 olduğunu düşü-
nür ve Fatih’ten iti-
baren İstanbul’da
inşa edilen çeşitli
eğitim kurumla-
rında Osmanlı’nın
bu dersi okuttuğu-
nu dikkate alırsak;
TARİH / İsmail ÇOLAK
“Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere geride kalan coğrafyalarda ‘barışın sonu’ oldu. Pandoranın kutusu açıldı; Osmanlı zamanındaki barış ve
medeniyete hasret kalındı.”
OSMANLI İLİMDE GERİLEDİ Mİ?
78 ŞUBAT 2017 somuncubaba 79
göre o, Osmanlı’da ilmî Rönesansın müjdecisi-
dir. Coğrafya, geometri, astronomi gibi müspet
bilimlerle alakadar olmuş, 20 kadar telif ve ter-
cüme eser vücuda getirmiştir. Batı’daki ilmî ge-
lişmelerden etkilenerek, hususen de coğrafya
ile ilgili çalışmaları yakından takip ederek, Os-
manlı ülkesinde “ilk bilimsel coğrafya kitabı”
olarak kabul edilen “Cihannümâ” isimli eseri
kaleme almıştır.
İhsanoğlu’nun da ortaya koyduğu gibi,
Osmanlı’nın modern astronomi kavram ve teori-
leri ile ilk temasları, Tezkireci Köse İbrahim Efen-
di tarafından 1660-1664 yılları arasında Fransız
astronomu, aynı zamanda Kardinal Richeliue’nin
baş müneccimi olan Noel Durret’in, zîcinin (yıl-
dız cetveli) “Secencel el-Eflak fî Gayet el-İdrâk”
ismiyle tercüme edilmesiyle başlamıştır.
İhsanoğlu’nun tespitlerine göre bu kitap, Os-
manlı bilim çevrelerinde; aslen Polonyalı bir rahip
olan Kopernik’in 1500-1530 yılları arasında yap-
tığı gözlemler neticesinde vardığı, dünyanın ken-
di ekseni ve ayrıca bir merkez etrafında döndüğü
görüşüne dayanan Kopernik Sistemi’nden söz
eden ilk çalışmadır. Esasen, Hilmi Ziya Ülken’in
de ifade ettiği üzere bu devrede Batı âlemi bile
Kopernik Sistemi’ni henüz tam anlamıyla kabul
etmemişti; hatta Galileo, yeni astronomiye dair
fikirlerinden dolayı Engizisyon Mahkemelerinde
yargılanmış ve cezaya çarptırılmıştı.
Sultan IV. Mehmed’in; kendisine,
Hollanda’nın İstanbul elçisi Justin Collier tara-
fından 1668’de takdim edilen ve Kopernik’in
evren modelinden bahseden, Wilhelm-Janszoo
Blaeu’nun 1662’de neşrettikleri 11 ciltlik Latin-
ce coğrafya kitabının tercüme edilmesini em-
retmesiyle, Osmanlı’nın modern Batı ilimleriyle
temasları devam etmiştir. Ebu Bekir ibn Behram
el-Dimaşkî, bu eserin serbest tarzdaki tercüme-
sini, “Nusret el-İslam ve’l-Sürûr fî Tahrîr Atlas
Major” ismiyle on yılda tamamlamış ve 1685’te
padişaha sunmuştur.
Böylece Osmanlı ülkesinde ikinci defa Ko-
pernik Sistemi’nden bahsedilmiştir. El-Dimaşkî,
eserin mukaddimesinde astronomi ilminin
önemi ve gerekliliği üzerinde durduktan sonra
Batlamyus, Kopernik, Tycho Brahe ve Andreas
Argoli’nin kâinat sistemlerinden kısaca söz et-
miştir.
Eserde, el-Dimaşkî’nin altını önemle çiz-
diği hususlardan biri de, Batılı bilginlerin or-
taya attığı, “Nasîr-i Tûsî, Fahr-i Râzî, Nizâm ve
Ali Kuşçu’dan sonra astronomi ilminin İslâm
âleminde inkıtaa uğradığı; dolayısıyla İslâm bi-
liminin Batı’nın gerisinde kaldığı” görüşünün
gerçeği yansıtmadığına ilişkin yaptığı izahatlar
ve getirdiği delillerdir. İslâm diyarında astrono-
mi ilmini bilen âlimlerin gayet fazla olduğunu,
özellikle de kendisinin, matematik ilimlerini
tahsil ettiği hocalarının benzerinin bulunmadı-
ğını ileri sürmüştür.
Osmanlı’nın eğitim-öğretim programları ve ilmî
gelişmişlik seviyesi bakımından Batı’nın pek de
gerisinde kalmadığını daha sağlıklı bir açıdan
değerlendirmek mümkündür.
Osmanlılar, Avrupa’daki ilmî gelişmeleri,
zannedilenin aksine arada büyük bir zaman
boşluğu olmadan takip etmiş, almış, değerlen-
dirmiş, tenkit ve tahlilini yapmıştır. Prof. Ekme-
leddin İhsanoğlu’nun da belirttiği üzere, 1635-
1647 arasında Paris’te neşredilen bir eserden,
1660-1661 gibi Osmanlı âlimleri haberdar
olmuş, tenkitçi bir gözle okuyup incelemişler-
dir. Batı kökenli bu çalışmalar, başlangıçta bazı
âlimlerce “Frenk fodulluğu”, yani Batılıların üs-
tünlük taslama girişimi olarak görülmüş, dolayı-
sıyla ciddiye alınmamıştır.
Daha da önemlisi, Osmanlı ilim çevreleri,
Batı’nın ilmî sahada üstün olduğunu, kendisin-
den ileri gitmeye başladığını hemen ve kesin
şekilde kabul etmemiş veya etmek istememiş-
tir. Bu da kendisine, medeniyetine ve ilmî se-
viyesine duyduğu özgüvenin bir gereği olarak
normal bir davranıştır. İhsanoğlu’nun şu tespit
ve tahlilleri bu noktada gayet makul ve mantık-
lıdır ve geniş bir bakış açısı sunmaktadır:
“17. yüzyılın ortalarında Osmanlılar, kendi-
lerinin hâlâ Batı dünyasından üstün olduklarını
düşünüyorlardı. Bundan başka, ilmî potansiyel
ve kurumlara sahip oldukları için, yani ilmî ve
kültürel yönden ihtiyaçlarını karşılama konu-
sunda kendi kendilerine yettiklerinden dolayı,
Batı bilimini kendileri için gerekli görmemişler-
di. Ancak bu durum, Osmanlıların ilmî gelişme-
lerden uzak veya habersiz olduklarını göster-
memektedir... Osmanlıların kendilerinde olma-
yan, ama gerekli gördükleri yenilikleri Batı’dan
almalarına engel olmadı... Batı tekniğini tanıma
ve kullanmada her zaman, ihtiyaç duyduğu uz-
man ve teknisyenleri, Avrupa’dan getirtip istih-
dam etmiştir.”
17. Yüzyılda İlk Temaslar
17. yüzyıla ve IV. Murad dönemine, yazdığı
eserlerle damgasını vuran meşhur ilim adamla-
rının başında Kâtip Çelebi gelir. Adnan Adıvar’a
80 ŞUBAT 2017 somuncubaba 81
dan kaleme alınan ve ilk baskısı 1650 yılında
Amsterdam’da yapılan bu kitapta, Dünya’nın
kâinattaki yerinden, şeklinden (yuvarlaklığın-
dan) ve Dünya’yı, kâinatın merkezi kabul eden
Batlamyus sisteminden söz edilmiş ve şema-
sına yer verilmiştir. İlaveten, Osman b. Abdül-
mennan, Dünya ve Güneş merkezli teorilerin
mukayesesini yapmış ve Dünya’nın, Güneş et-
rafında döndüğü görüşünün ilmen makul oldu-
ğunu tahlil etmiştir.
Erzurumlu âlim ve mutasavvıf İbrahim
Hakkı’nın, ilk baskısı 1825’de gerçekleşen
“Marifetnâme” isimli kitabı ise, astronomi ve
kâinat sistemi ile alakalı ihtiva ettiği bilgiler-
den ötürü, Osmanlı bilim ve kültür tarihine
damgasını vurmuştur. Yeni astronomi bilimi
ışığında yazılan bu eserde, Dünya’nın küre
şeklinde olduğu ispat edilmiş, gezegenler, Ay
ve Güneş tutulmaları hakkında teferruatlı ma-
lumat verilmiştir. Marifetnâme’nin, 1835-1914
yılları arasında 10 defa basılan “popüler” bir
kitap olduğu dikkate alındığında, “Güneş mer-
kezli sistem”in, Osmanlı bilim çevreleri dışına
taşarak geniş halk tabakaları arasında da yay-
gınlık kazandığı ortaya çıkmaktadır.
18. yüzyıl Osmanlı’sında adından söz ettiren,
birçok telif ve tercüme esere imza atan önemli
astronomlardan biri de Halifezâde (Kalfazâde)
İsmail Efendi’dir. İlk zîc tercümesini, Fransız
astronomlardan Alexis-Claude Clairaut’un, Ay
gözlemlerine dayanan cetvellerini 1767’de
“Tercüme-i Zîc-i Kılaro” (Rasad-ı Kamer) ismiy-
le yapmıştır. İkinci zîc tercümesini ise, bir baş-
ka Fransız astronomu olan Jasques Cassini’nin
1740’da Paris’te basılan astronomi cetvelini,
1772’de “Tuhfe-i Behîc-i Rasînî Tercüme-i Zîc-i
Kasînî” adıyla yapmıştır.
İhsanoğlu’nun ifade ettiğine göre
Logaritma’nın, Osmanlı bilim çevrelerine ilk gi-
rişi, Halifezâde’nin bu zîc tercümesiyle olmuş-
tur. Yanı sıra bu zîc tercümesi, “Osmanlı tak-
vimciliğine mühim etkiler yapmış, Padişah III.
Selim’in emriyle takvimler, Cassini Zîci’ne göre
tertip edilmeye başlanmış; Uluğ Bey Zîci za-
manla terk edilmiştir.” Bu tercümeler, Osmanlı
astronomlarının, Batı astronomi literatürünün
zîcler ile ilgili neşriyatını yakından takip ettik-
lerinin kuvvetli bir delilidir.
Görüldüğü gibi Osmanlı ve padişahlar, ilme,
ilim adamlarına ve devletin ilmî, kültürel ve
teknolojik gelişimine önem vermeye, destekle-
yici yaklaşım içerisinde bulunmaya hemen her
dönemde devam etmişlerdir.
Lale Devri’ndeki Çalışmalar
Lale Devri’nde, Damat İbrahim Paşa yirmi
beş kişiden oluşan bir tercüme heyeti oluştur-
muş, Doğu’dan ve Batı’dan birçok eserin ter-
cüme edilmesini sağlamıştır. Mesela Yanyalı
Esad Efendi, Damat İbrahim Paşa’nın emriyle
Aristo’nun sekiz fizik kitabından üçünü, kendi
fikir ve tahlillerini de ekleyerek Yunancadan
Arapçaya çevirmiştir.
Yine Lale Devri’nde, Avrupa’yla temasla-
rın artmasının tesiriyle birçok ilmî eser ortaya
konmuştur. Dönemin önde gelen matematik-
çisi Halil Faiz Efendi, “Fütuhât-ı Alâiye” adlı
astronomi eserinde tartışmalı konuları ele al-
mış; “Makalât-ı Seyyare” başlıklı kitabında yıl-
dızların hareketlerini incelemiş; “Es-Savletü’l-
Hizberiyye fî Mesâil el-Cebriyye” ismini taşıyan
eserinde de cebirden bahsetmiştir.
İbrahim Müteferrika’nın 1732’de, Kâtib
Çelebi’nin Cihannümâ’sının kendi matbaasın-
da gerçekleşen yeni baskısına yaptığı “Tezyil
el-Tâbi’” başlıklı ek; Osman b. Abdülmennan’ın
1751’de Türkçeye çevirdiği “Tercüme-i Kitâb-ı
Coğrafya” adlı çalışma ve Erzurumlu İbrahim
Hakkı’nın 1757’de yazdığı “Marifetnâme” isimli
kitap, “modern astronominin yeni kaynaklarının
geniş okuyucu kitlelerine yayılmasında” olduk-
ça etkili olmuştur. Müteferrika, Cihannümâ’ya
yaptığı ilavede, Batılı felsefe ve astronomi
âlimlerinin (Aristo, Batlamyus, Pisagor, Platon,
Kopernik ve Tycho Brahe) kâinatın yapısı hak-
kındaki görüşlerini etraflıca açıklamıştır. Bu ek,
neşrini takip eden yüzyıl boyunca modern ast-
ronomiyi ele alan en geniş metin olma özelliği-
ni korumuştur.
Müteferrika’nın, Sultan III. Ahmed’in emriyle
1733 yılında “Mecmûatü Hey’et el-Kadîmeve’l-
Cedîde” ismiyle tercüme ettiği, Andreas Cella-
rius imzalı, ilk baskısı 1708’de yapılan “Atlas
Coelestis” adlı Latince astronomi kitabı da, eski
ve yeni astronomiyi (sistem, görüş ve ibareleri)
mevzu edinen, Osmanlı ilmî literatürünü zen-
ginleştiren kaynak eserlerden birisi olmuştur.
Modern Astronominin Temelleri
Modern astronomiyi Osmanlı’ya tanıtan
18. yüzyılın önemli kaynak eserlerinden bir
diğeri, Belgrad Divanı mütercimi Osman b.
Abdülmennan’ın, Köprülüzâde Hacı Ahmed
Paşa’nın emriyle 1751’de Türkçeye çevirdiği
“Tercüme-i Kitâb-ı Coğrafya” başlığını taşı-
yan eserdir. Fizikî coğrafyanın öncülerinden
olan Hollandalı Bernard Varennius tarafın-
KaynakçaA. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c.1, İstanbul, 1966; Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, İstanbul, 1999; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, İstanbul, 2000; Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, İstanbul, 2003; “Mo-dern Bilimlerin Türkiye’ye Girişi: Tanzimat’ın İlanına Kadar”, 75. Yılında Türkiye’de Sosyaloji, Editör: İsmail Coşkun, İstanbul, 1991; “Batı Bilimi ve Osmanlı Dünyası: Bir İnceleme Örneği Olarak Mo-dern Astronomi’nin Osmanlı’ya Girişi (1660-1860)”, Belleten, Ara-lık 1992, Sayı: 51 (217); Orhan Şaik Gökyay, Kâtip Çelebi, Ankara, 1957; H. Ziya Ülken, “Kâtip Çelebi ve Fikir Hayatımız”, Kâtip Çelebi Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara, 1957; Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1979; Adnan Adıvar, Osmanlı Türk-lerinde İlim, İstanbul, 1970; İlhan Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmpa-ratorluğunda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşü-mü, Ankara, 1993; Melek D. Gökdoğan, “Osman Gazi’den Mehmed Vahideddin’e Osmanlı Bilimi ve Kültürü”, Türkler, c. 11, Ankara, 2002; Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul, 1997; Emre Dölen, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Bilim”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, 1985; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973.
82 ŞUBAT 2017 somuncubaba 83
Z aman; salise, saniye, dakika, saat, gün,
hafta, ay, yıl ve asır ölçü birimleri ile
hakkında bilgi sahibi olduğumuz, bizi
çepeçevre kuşatan, beşer olarak her halükârda
tabi olduğumuz, mahlûkatın yaratılışından ni-
hayetine kadar varlığını sürdürdüğü bir müd-
dettir. Mahlûkat gibi zaman da yaratılmıştır ve
mahlûkat zamanın içine dâhil edilmiştir.
Ecel, zamanın akışı içerisinde bir insana
takdir edilmiş olan yaşama süresidir. Kur’an-ı
Kerimde birkaç yerde fertlerin ecelinin yanı-
sıra “ümmetin eceli”nden de bahsedilmek-
tedir.1 İbn Haldun, toplumu insana benzetir.
Toplum da aynen insan gibi, doğar, çocukluk,
gençlik ve olgunluk çağını yaşar, yaşlanır ve
sonunda ölür.
Zamanın bir kısmında (çağ, asır) ve bir coğ-
rafi bölgede varlığını sürdüren toplumlar, siya-
si, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden etkili
ise, bulunduğu bölgede ve dünyada oyun ku-
ran ve uygulayan aktör konumundadır, zamanı
en iyi bir şekilde kullanır ve asra damgasını
vurur. Toplumu, akıl, bilgi, beceri ve dirayetiyle
ön plana çıkan liderler, bilim adamı ve aydınlar
aktör haline getirir. Topluma, ülkeye ve içinde
yaşadığı çağa damgasını vuran liderler zamanı
en verimli bir şekilde kullandığı için başarılı ol-
muşlardır.
İster beşeri faaliyetlerde olsun isterse kul-
luk vazifesinde olsun, hayatta başarılı olanlar
zamanı iyi kullanan kimselerdir. Hava, su için-
de yaşadığımız dünya ve beslendiğimiz gıda-
lar gibi zaman da bir nimettir. Diğer nimetler
gibi zaman nimetinin de hesabı sorulacaktır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifle-
rinde; “Bir kimse kıyamet günü ömrünü nerede
tükettiğinden, ilmi ile ne gibi işler yaptığından,
malını nereden kazanıp nereye harcadığından,
vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça
bulunduğu yerden ayrılamaz.”2 buyurmuştur.
Buna göre zamanını ve ömrünü boş işlerde ge-
çirenler bunun hesabını hiçbir şekilde vereme-
yecektir.
Zaman israfı, ömür israfıdır. Plansız günlük
hayat, amaçsız ve bilinçsiz aktiviteler, TV ve in-
ternetin bilinçsiz kullanımı, son yılların zaman
öldüren silahlarıdır. Zamanını öldüren hayatı-
nın bir kısmını da öldürdüğünü bilmelidir. Öğ-
rencilere, boş zamanlarında ne yaparsın, diye
soruluyor, o da kitap okurum, ders çalışırım, top
oynarım vs. vs. cevaplar veriyor. Bir defa insa-
nın boş zamanı olmaz, ikincisi, ders çalışma ve
kitap okuma boş zamanı savuşturmak için yapı-
lacak lüzumsuz bir iş değildir.
EĞİTİM / Mukadder Arif YÜKSEL
“Bu gün Allah için ne yaptın?’ sorusuna isabetli cevap verebiliyorsak, zamanımızı ve ömrümüzü doğru ve verimli
değerlendirdiğimizi söyleyebiliriz.”
ZAMANIN İSRAFI
84 ŞUBAT 2017 somuncubaba 85
Aslında boş geçen zamanımız yok. Her anı
lüzumlu ya da lüzumsuz birtakım işlerle geçiri-
yoruz. Ömür bir şekilde su gibi akıyor ve geçen
zaman ömür sermayesinden harcanıyor. Boş
geçen zamanlar bir gün derin bir pişmanlık ola-
rak bizi saracak ve mutsuz edecektir.
Bir gün Bağdat’ta pazarda buz satan bir ada-
mın şöyle bağırdığı duyuluyor: “Her an sermaye-
si tükenmekte olan bu adam yardım edin.” Adam
adeta insanlara tükenmekte olan ömür serma-
yesine dikkat çekerek öğüt veriyor.
Şu Kimseler Zamanını Değerlendirmiş Sayılırlar:
- Bir öğrenci olarak bir eğitim programında
okuyanlar,
- Evini geçindirmek, helalinden para kazan-
mak için çalışan hane reisi,
- Hem yararlı bir iş ile hem de ibadetle meş-
gul olanlar,
- Kitap okuyanlar, yararlı sohbet yapanlar,
- Sıla-i rahm için, tarihi ve tabii yerleri ibret
nazarı ile görmek için seyahat edenler,
- Öğrenmek amaçlı TV izleyen, konferans,
vaaz, sohbet vs dinleyenler ,
- Aile fertleri ile oturup sohbet edenler,
- Evinin işi (temizlik, yemek yapma, çeşitli hiz-
metler) ile meşgul olanlar.
Emeklilik, işe yaramazlık ya da iş göremezlik
sebebi ile işten çekilmek değildir. Emekliliği,
daha düşük tempo ile çalışmak üzere yapılan iş
değişikliği olarak görmek gerekir.
Şu Kimseler Zamanını İsraf Etmiş Sayılırlar:
- Yedi-sekiz saatten fazla uyuyanlar,
- İş aramak yerine kahvehanelerde oyun ba-
şında duman altı bir halde vakit geçirenler,
- Seçici davranmadan her türlü TV programı-
nı izleyenler, internette gelişi güzel sohbet
-yapan ve internet sitelerinde amaçsız gezi-
nenler,
- İbadet saatlerini gafil geçirenler,
- Anlamsız ve yararsız hobilerle uğraşanlar,
Şu Kimseler de Ömürlerini İsraf Etmiş Sayılırlar:
- Hayırlı bir evlat yetiştirmemiş, en azından
bir öğrenci okutmamış olanlar,
- Sadaka-i cariye sayılacak kalıcı bir eser bı-
rakmamış olanlar, dikili bir ağacı bile olma-
yanlar,
- Sosyal hayatın işleyişi bakımından varlığı ile
yokluğu eşit olanlar ve varlığı topluma yük
olanlar,
Hz Ömer’e atfedilen:
“Bu gün Allah için ne yaptın?” sorusuna isa-
betli cevap verebiliyorsak, zamanımızı ve öm-
rümüzü doğru ve verimli değerlendirdiğimizi
söyleyebiliriz.
Günümüzde tatil deyince, denize gitmek,
sahilde zaman geçirmek anlaşılıyor. Arapça bir
kelime olan tatil, atalet kökünden gelir ve boş
durma, bir iş yapmama ve işe yaramama anlam-
larını ifade eder. Müslümanın hayatında tatil
değil istirahat olabilir. Güzel yerleri ve tarihi
mekânları gezmek ve ibret nazarı ile incelemek
de Allah’ın emridir. Bizler, istirahati bile daha
verimli bir çalışma temposuna hazırlık olarak
yapmalıyız. Yıllık izinler, yaz tatilleri, bayram
tatilleri, akraba ve dostluk bağlarını güçlen-
dirmek için bir fırsat olarak değerlendirilme-
si gerekirken, eğlence yerlerinde hoşça vakit
geçirme fırsatı olarak görülmeye başlandı. Bu
anlayış ve uygulamalar da tatillerin kelime an-
lamına uygun olarak atalete dönüştüğünü gös-
termektedir.
Tükettiğimiz her nefesin hesabı sorulacağı-
na göre hesabı kolay olan işlerle meşgul olmak
ve zaman israfından kaçınmaz gerekir.
Dipnot
1. Bkz. 7/Araf, 34, 10/Yunus 49, 15/Hicr, 5, 23/Mü’minun 43.
2. Tirmizi, Kıyamet, 1.
“Bu gün Allah için ne yaptın?” sorusuna isabetli cevap verebiliyorsak, zamanımızı ve ömrümüzü doğru ve verimli değerlendirdiğimizi söyleyebiliriz.
86 ŞUBAT 2017 somuncubaba 87
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79
[email protected] www.somuncubaba.net
2017 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
120
2017 Yılı
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi: Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi: İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Türkiye : 120 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD
(0422) 615 15 54444 36 61
ABONE İLETİŞİM HATTI
(0546) 544 60 44