Upload
others
View
5
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
AR
ALIK
2010
122
Gitti Ömürden Bir Yaprak3216 Mevlânâ ve Mânâ
Sultanları
122
Dergisi Hediyesi...
A R A L I K 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
Mevlânâ ve SevgİSevgisini ve coşkusunu eserlerinde dile getiren Hz. Mevlânâ, tüm insanlığı kapsayan, bunun yanında gerçek
tasavvufu dile getiren derûni heyecanı ile gönüllerde yer etmiş bir mutasavvıftır.
O büyük İslâm düşünürünün felsefesi, gittikçe bütün insanlığı sarmakta ve her geçen gün yeni boyutlar kazan-maktadır. Onun insan sevgisinde, Allah anlayışında yolunu yitirmişler tekrar kendini bulmaktadır.
Bazı ilimleri tahsil ettikten sonra, hâlâ ruhunun susuzluğunu gideremeyip, onu teskin edememenin acısını his-seden Hz. Mevlânâ bir arayış içerisindeydi. Tarih, 23 Ekim 1244... Vezir Nasru’d-Din hankâhında büyük bir me-rasim vardı. Bütün ulema ve meşayih orada hazır idiler. Her biri, muhtelif ilim konularında sözler söylüyor ve tat-lı sohbetlerde bulunuyorlardı. Bir köşede murakabeye dalmış olan biri, birden bire kalktı ve onlara : “Ne zamana kadar şundan bundan rivayet edip öğünecek ve atsız eğere binip, erlerin meydanında koşacaksınız? Ne zamana kadar, başkalarının âsası ile ayakta yürüyeceksiniz?” dedi, sonra da “Hadisten, tefsirden, hikmetten vs. den nak-len söylediğiniz sözler, o zamanda yaşayan ve her biri kendi akranı arasında erlik makamında oturan erlerin söz-leridir. Onlar, kendilerine gelen haberlerden anlatırlardı. Mademki, bu asrın erleri sizsiniz; o halde sizin sırları-nız ve sözleriniz nerede?” dedi.
Konuşan, Şems-i Tebrizî hazretleriydi. Bu güzel sözler, orada bulunan Mevlânâ’nın gönlündeki aşk ateşini bir-den alevlendirmişti. O tarih, hayatının dönüm noktası olmuştu. Saray içinde, sultan odasına girme mutluluğuna ermişti. Bundan sonra, her şey değişmiş, her şey yeni anlamlara bürünmüştü. İçindeki ilâhi aşk, gözündeki per-deleri kaldırmış; ona gerçeği görme, gerçeği yaşama imkânını bahşetmişti.
Hazret-i Mevlânâ’nın feraset ve düşünce dünyası, Şems-i Tebrizî ile yepyeni bir görünüm almıştı. Bu dünya-nın güneşi Şems’di. Engin rahmetin, sonsuz sevginin şuaları, hep Şems’in billûrlaşan ruhundan, pak gönlünden aksetti, Mevlânâ’ya. Bunun için o yanıp tutuşmaktaydı. Fakat ne var ki, Şems, hayat bahseden ışınlarını yaydık-tan bir müddet sonra, gurup etmiş; gözden nihan olmuştu.
Bu durum karşısında Mevlânâ, derin bir hüzüne daldı. Bu ruh haleti içinde, Divan-ı Kebir’i kaleme aldı. Gönül âlemini ve bu ulvî âlemin sevgi sultanlarını şöyle tasvir ediyordu:
“Önü ve sonu olan bu âlem içinde, Allah’ın halifesi makamında olan insan, önce kendini tanımalıdır. Yaratılı-şının sırrına ermelidir. Nefsimizin, ruhumuza vurduğu ihtiras ve gaflet kilitlerini “zikir” ve “aşkullah” çekiçleriy-le kırmalıdır. Böylece ruhun, bedendeki hâkimiyetini sağlamalı; onu hürriyetine kavuşturmalıdır. Gönülleri inşa görevini, Peygamberimizin sünneti şeriflerine tam bağlı; nefsin her çeşit tuzağına “zikrullah” ile karşı koyan; ağ-layan, insanların Mutlak Hakikat’ı görmeleri ve ona ermeleri için inleyen; Allah Teâlâ’dan gayrisini bir gölge var-lık kabul ederek, ilâhî aşk’la yanan yüce er kişiler yapacaktır. Bunlar “insan-ı kâmil”lerdir; mutasavvıflardır.”
Hz. Mevlânâ, asırlarca tasavvuf kültürümüze hizmet vermiştir. Onun, dine, ilme, sosyolojiye, psikolojiye, tıb-ba ait söylediği güzel sözler birbirinden güzel ve tesirlidir.
Sevgi hürmet ve saygıyla anıyoruz…
Hadrat Mawlana, who utters his love and excitement in his works, is a Sufi who has stuck in people’s
hearts with his spiritual excitement which covers all human being and emphasizes the real Sufism.
Hadrat Mawlana’s insight and reasoning has completely changed with Shems Tebrizi. Shems was the
sun of this world. And the gleams of boundless compassion and eternal love reflected from Shems’ spi-
rit, which is bright and pure, to Mawlana. That’s why he burnt with love for him. However, Shems left
after giving his bestowing gleams. Therefore, Mawlana became extremely gloomy and under this spiri-
tual condition he wrote Divan-i Kebir.
Mawlana and Love
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 122 Aralık 2010 Basım Tarihi: 01 Aralık 2010
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak Ahmet YAKUPOĞLU
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Bekir CANPOLAT
Reklam Yusuf YILMAZ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20
Baskı & Üretim Kozan Ofset
Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılması gerekmektedir.
HZ. LOKMAN’DAN BİR KİŞİLİK VAAZ
Ali AKPINAR
Dinimiz, ruh sağlığı kadar beden sağlığına, ruh temizliği kadar beden temizliğine, ruhun gıdalanması kadar bedenin beslemesine de büyük önem vermiştir. Moral tedâvî, psikolojik tedâvî, metânet gibi mânevî şeylerin herkesin malumudur.
06
TARİHTE MİLLETİMİZ
İsmail ÇOLAK
Osmanlı’nın, Amerika’nın bağımsızlığını elde etmesi ve iç savaşı Kuzeylilerin kazanmasında aktif bir rol oynadığı da bugün kimin aklına gelir.
40
RABB - Ramazan ALTINTAŞ (10)
HER NE Kİ VAR ÂLEMDE AŞKTIR- Abdülmecit İSLAMOĞLU (14)
‘PEYDA’ REDİFLİ GAZEL - Resul KESENCELİ (22)
KENDİSİNİ BAŞKASININ YERİNE KOYMAK EMPATİ - Mehmet Zeki AYDIN (26)
İBÂDET - Abdullah KAHRAMAN (36)
BİRLİK - Mustafa ÖZÇELİK (40)
KİŞİLİK ÖZELLİKLERİYLE KÂFİR- Mustafa Doğan KARACOŞKUN (50)
RABBİN RIZÂSINI GÖZETMEK - Enbiya YILDIRIM (52)
OSMANLI VE ORTADOĞU İsmail ÇOLAK (56)
BİZİM TÜRKÜMÜZ - Yavuz Bülent BAKİLER (61)
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0342 321 43 34GEREDE 0 530 512 33 10GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 2365SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
MEVLÂNÂ VE MÂNÂ SULTANLARI
GİTTİ ÖMÜRDEN BİR YAPRAK
Kadir ÖZKÖSE
Müritlik mertebesinde bulunan isimlerin mürşitlerini örnek alması, mürşidinin tutum ve tavırlarına göre hareket etmesi, mensup olduğu tarikatın edeplerindendir.
32
MİSAFİR MİYİZ?SÖZ DİNLEMEYENÇOCUKLAR
Cemil GÜLSEREN
Artık misafirlik, kültür tarihimizin kitaplarında kaldı. O da terim olarak. Ev, hane, aile hep yalnız kaldı. Yalan oldu hısım akraba.
M. Emin KARABACAK
Çocukların okulda ve ileriki yaşantılarında iletişim problemi yaşamayan başarılı kimseler olmaları için; anne babaların çocukların adına, onların işlerini yapmaktan, onların işlerini
54 72
KOMŞULUK - Mehmet DERE (68)
ÂMİR B. VÂSİLE - Bünyamin ERUL (72)
KIRK HADİS (73)
KİTAPLIK (77)
KAHRAMANMARAŞ VELİLERİ - Yusuf HALICI (78)
MEDENİYETİMİZİN AYNASI MEZAR TAŞLARI - Nidayi SEVİM (81)
CEMİL MERİÇ - A. Ali YILMAZ (82)
ÇOCUK EĞİTİMİNDE MODEL - M. Emin KARABACAK (84)
İNCİR - Şifalı Bitkiler (86)
MUHALLEBİLİ LOKUM - Mesude SARI (87)
Enbiya YILDIRIM
İbret almaktan ne kadar uzağız değil mi?! Kısa bir süre önce beraber yiyip içtiğimiz, birden ölüm haberini duyduğumuzda irkiliyoruz...
16
Aralık 20104
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Kırküçüncü Mektup
Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî
5
Ey her istediği çay içilen bir sohbet olan. Heyhât son sözü “Vay” –yazık- olan Aziz Karde-şim. Şerefler ihsan eden iki Allah dostunun dos-tu (Taceddin-i Veli ve Somuncu Baba Hazret-lerinden teberrük eden, onların yakını) Hulûsi, Darende’ ye hizmete gönül vermiş birinin izin-den gelen onun düşüncelerini paylaşan bir diğe-ri de Hamza Bey,
Arzun olan dost ile demlik demlendi. Mu-habbet başladı, sohbet koyulaştı. Eğer zerrece aklın var ise gönül arzularımıza, aşk ile olgun-laşan ortama katıl. Bir nefes alacak kadar dahi durma gel, bu manevi ortamdan kazançlı çık.
Çam kozalağı gibi kalbinin tam ortasında nokta kadar bir siyah leke (bile) bulunmayan muhabbette en son mertebeye ulaşan, muhabbe-tin en büyüğü olan ayrılığımızdan (dolayı) “ay-rılık yolunu” tutma.
(Kalb-i Sanevberi ki, hakiki bir nurla hayatı
canlandırır, ışıklandırır. İmanın nurunun sönme-
si ile mahiyeti bir heykelden ibaret kalır. Tıpkı ha-
reketsiz bir ölü misali.
Süveyda ki; kalbin tam ortasında bulunan bu
siyah nokta insan sağlığı için önemi büyük olan
dört sıvıdan biridir. Buna sevda denildiği de olur.
Kalbin tam ortasında gönül, gönlün içinde de sü-
veyda var imiş. Dolayısıyla süveyda en üstün anla-
yış noktası ve ilahi aşkın tecelli ettiği yerdir. )
Yani ki nokta kadar bir siyah leke gezmeyen
muhabbetle, sizi Hakk’a vasıl edecek sevgiyi ayrı-
lıktan dolayı bırakma. Bu her zaman geçerli olan
bir sözdür. Bir vasiyettir. Vefasızlık edip de o sö-
zümüzü unutma kardaşım.
3 Şubat 1945
İşte ey gözümün nuru:
Yemen’den kalkıp Hz. Raulullah (s.a.v.)’a ka-
vuşma niyet ve maksadıyla yola çıkan Veysel Kara-
ni Hazretleri gibi durduğun yerden bir vakit ayrılıp
yârin semtine doğru sıkıntılar ve imtihanlar çek-
mek üzere yönel. Bu bir imtihandır. (Sıkıntılı da
olsa, nefsine güç de gelse, kalk yola koyul.) Kendini
bu gönül yakan büyük imtihanlarla uğraşan, sıkın-
tıları nazik ve latif lütuflar olarak kabul eden kar-
deşinin halinden mahrum tutma ve bu âşık, dertle
kanlı gözyaşları döken kardaşını unutma.
Dertlilerin, tutkunların en önde gideni Hulûsî.
Aralık 20106
İlim ve Hayat
Ali AKPINAR*
HZ. lOKMAn’DAn BİR KİŞİlİK
VAAZ
7
Hz. Lokman,
p e y g a m b e r
olup olmadı-
ğı ihtilaflı olan bir Kur’ân kah-
ramanıdır. Onun peygamber
olabileceği söylenirken, genel
olarak onun Hz. Davud Pey-
gamber döneminde yaşamış bir
hikmet adamı olduğu üzerinde
durulur.
Kültürümüzde Lokman He-
kim, daha çok tıp alanında ün
yapmış bir kahramanın adıdır.
Oysa Kur’ân’daki Lokman’a ait
hikmetlerde, mânevî hastalık-
ların şifasına yönelik hikmetler
anlatılır. Gerçi mânevî hasta-
lıklar ile maddî hastalıklar ara-
sında yakın ilişki vardır. Bunlar
birbirini tetikler. Bu yüzden di-
nimiz, ruh sağlığı kadar beden
sağlığına, ruh temizliği kadar
beden temizliğine, ruhun gı-
dalanması kadar bedenin bes-
lemesine de büyük önem ver-
miştir. Moral tedâvî, psikolojik
tedâvî, metanet gibi mânevî
şeylerin bedenî hastalıkların
tedâvîsinde önemli rol oynadı-
ğı herkesin malumudur.
Kur’ân, bir suresine isim
olan Hz. Lokman’ı bize şu ayet-
lerde anlatır:
“Andolsun biz Lokman’a:
Allah’a şükret, diyerek hikmet
verdik. Şükreden ancak kendi-
si için şükretmiş olur. Nankör-
lük eden de bilsin ki, Allah hiç-
bir şeye muhtaç değildir, her
türlü övgüye lâyıktır.”
“Hani Lokman, oğluna öğüt
vererek: ‘Yavrucuğum! Allah’a
ortak koşma! Doğrusu şirk,
büyük bir zulümdür’ demişti.”
“Biz insana, ana-babasına
iyi davranmasını tavsiye etmi-
şizdir. Çünkü anası onu nice sı-
kıntılara katlanarak taşımış-
tır. Sütten ayrılması da iki yıl
içinde olur. (İşte bunun için)
önce bana şükret, sonra da
ana-babana teşekkür et diye
tavsiyede bulunmuşuzdur. Dö-
nüş ancak banadır.”
“Eğer onlar seni, hakkında
bilgin olmayan bir şeyi (körü
körüne) bana ortak koşman
için zorlarlarsa, onlara itaat
etme. Onlarla dünyada iyi ge-
çin. Bana yönelenlerin yoluna
uy. Sonunda dönüşünüz ancak
banadır. O zaman size, yapmış
olduklarınızı haber veririm.”
“(Lokman, öğütlerine de-
vamla şöyle demişti:) ‘Yav-
rucuğum! Yaptığın iş (iyilik
veya kötülük), bir hardal ta-
nesi ağırlığında bile olsa ve bu,
bir kayanın içinde veya gökler-
de yahut yerin derinliklerinde
bulunsa, yine de Allah onu (se-
nin karşına) getirir. Doğrusu
Allah, en ince işleri görüp bil-
mektedir ve her şeyden haber-
dardır.”
“Yavrucuğum! Namazı kıl,
iyiliği emret, kötülükten vazge-
çirmeye çalış, başına gelenlere
sabret. Doğrusu bunlar, azme-
dilmeye değer işlerdir.”
“Küçümseyerek insanlardan
yüz çevirme ve yeryüzünde bö-
bürlenerek yürüme. Zira Allah,
kendini beğenmiş övünüp du-
ran kimseleri asla sevmez.”
“Dinimiz, ruh sağlığı kadar beden sağlığına, ruh temizliği
kadar beden temizliğine, ruhun gıdalanması kadar
bedenin beslemesine de büyük önem vermiştir. Moral
tedâvî, psikolojik tedâvî, metânet gibi mânevî şeylerin
bedenî hastalıkların tedâvîsinde önemli rol oynadığı
herkesin malumudur.”
Aralık 20108
“Yürüyüşünde tabiî ol, se-
sini alçalt. Unutma ki, seslerin
en çirkini merkeplerin sesidir.”
(31/Lokmân, 12, 13, 14, 15, 16,
17, 18, 19)
Bu anlatılanlardan dikkati-
mizi çeken hikmetleri şu şekil-
de sıralayabiliriz:
Hz. Lokman, oğlunu karşısı-
na almış ve ona va’z etmektedir.
Demek ki va’zda muhatapla-
rın sayıca çok olmasından ziya-
de, muhatabın insan olması ve
öğüdü dinler konumda olması
önemlidir. Bu yüzden bizler, hiç
bir muhatabımızı küçümseme-
den onlara hakikatleri ulaştır-
maya gayret etmeliyiz. Nitekim
Yüce Allah, hikmet deryası Hz.
Lokman’ın o bir kişilik muha-
taba yaptığı muhteşem va’zını,
Kur’ân vasıtasıyla asırlardır mil-
yonlara dinletmektedir.
‘Ey Oğulcuğum!’
Hz. Lokman, bu bir kişi-
ye yaptığı va’zına ‘Ey oğulcu-
ğum!’ diye başlıyor. Bu ifade Hz.
Lokman’ın va’zında üç kere tek-
rar ediliyor. Buna göre davet-
çi muhatabına baba şefkati ile
yaklaşmalı ve ona gönlünü cez-
beden ifadelerle hitap etmelidir.
Ayette Yüce Allah ‘Biz’ ifa-
desini kullanarak azametine ve
verilen hikmetin muhteşemliği-
ne vurgu yapmaktadır.
“Bilgelik, sahih inanç, isa-
betli hüküm, doğru konuşma,
salih amel, bilgiyi yerli yerince
kullanma, gereğini yapma” de-
mek olan hikmet, nimetlerin en
büyüğüdür ve bu büyük nime-
te şükür gerekir. Şükür şu şe-
kilde gerçekleşir: Nimetin far-
kında olmak, nimet sahibini
tanımak, nimeti emanet olarak
görmek, sahibinin ölçüleri doğ-
rultusunda kullanmak, dil ile
şükretmek.
Şükür imana, nankörlük
küfre götürür. Elbette insan,
her ikisinin de sonucuna katla-
nır.
Herhangi bir şeyi, makamı,
gücü Yüce Allah’a denk tutma,
O’nun yetkilerini başkalarına
verme demek olan şirk, dehşet-
li bir zulümdür. Tevhîd adalete,
şirk ise zulme götürür. Allah’ın
hakkını çiğneyen, başkasının
hakkını kolayca çiğner. Tevhîd
Allah’ın hakkıdır, onu başkası-
na vermek ise zulümdür.
Yüce Rabbimiz, Hz.
Lokman’ın tevhîde çağıran sö-
zünden sonra araya girerek biz-
zat kendisi ana baba hakkını
hatırlatıyor. Bu hem ana baba
hakkına verilen önemi gösteri-
yor, hem de mesajın etkinliğini
artırıyor. Hz. Lokman, Allah’ın
hakkını hatırlatıyor; Yüce Allah
da ana babanın hakkını hatırla-
tıyor.
Ayetlerde önce Allah’a şü-
kür, sonra ana babaya teşekkür
emrediliyor. Yoktan var edene
şükür ve varlığa sebep olana te-
şekkür isteniyor.
Müslüman her zaman ve
yerde Allah’ın huzuruna çıkıp
yaptıklarının hesabını vereceği-
ni hatırlamalı ve bu bilinci zin-
de tutmalıdır.
Kişinin İslâm olma ve İslâm’ı
yaşamasının önünde, ana baba
da dâhil hiçbir kimse ve güç du-
ramaz. Çünkü Allah’a isyan ko-
nusunda hiç kimseye itaat edil-
mez. İtaat ancak haktadır.
Allah hakkı kul hakkından
öncedir. Kul hakkına önem ver-
mek, Allah’ın haklarını ötele-
meyi gerektirmemelidir.
Müşrik anne babayla bile iyi
geçinmeli, bir evlat olarak onla-
ra karşı insanî görevler yerine
getirilmelidir.
Hayır olsun şer olsun, yapı-
lan hiçbir şey küçük görülme-
melidir. Çünkü Allah katında
hiçbir şey yok olmaz, boşa git-
mez. Zerre kadar hayır da şer
de. Habbe, tohum tane demek-
tir. Küçücük bir tohumdan nice
“Va’zda muhatapların sayıca çok olmasından ziyade,
muhatabın insan olması ve öğüdü dinler konumda
olması önemlidir. Bu yüzden bizler, hiç bir muhatabımızı
küçümsemeden onlara hakikatleri ulaştırmaya gayret
etmeliyiz.”
9
büyük ağaçlar ve meyveler yeti-
şir, gözle görülemeyen küçücük
bir virüsten nice bedenler hasta
olur ve yıkılır. Sevap ve günah
tohumları da böyledir.
Her günahın insanda açtığı
bir yara, bıraktığı bir iz vardır.
Her hayrın da... İşlenen her gü-
nah insan aklından bir parçayı
alır götürür, bir daha da o par-
ça geri gelemez.
Bunun için günahın büyü-
ğüne küçüğüne bakılmamalı,
kime karşı işlendiğine bakılma-
lı. Sevabın da büyüğüne küçü-
ğüne bakılmamalı, kimin için
işlendiğine bakılmalıdır. Rah-
met ve gazab bardağını taşıran
şeyin son damla olduğu unutul-
mamalıdır.
Aktif İnsan
Kur’ân’ın isteği, pasif iyi de-
ğil, aktif iyi olmaktır. Bunun için
iyileri ve iyilikleri çoğaltmak ge-
rekir. Bu sebeple iyi-güzel dü-
şünmeli, iyi-güzel söylenmeli ve
iyi-güzel işler yapılmalıdır.
Namazı ikame, iyiliği emir ve
kötülükten alıkoyma yolu zorlu-
dur, sıkıntılara hazır, bu yolda
kararlı ve sabırlı olunmalıdır.
Sabır: İbadette daim olma-
ya, kabahatten uzak durmaya,
İslâm yolunda karşılaşılan sı-
kıntılara, sınav için başa gelen
belalara katlanmak, bunlarla
pişmek ve kararlılıkla istikamet
üzere ilerlemektir.
Tekbirle büyüklüğü Yüce
Allah’a tahsis eden Kur’ân ada-
mı, asla büyüklenmez; her ko-
nuda olduğu gibi yürüyüş ve
sesini kullanmada da ölçülü
olur. O, kibirli değil, onurludur.
Müslüman, hayat yürüyüşün-
de dengeli olan kimsedir. Kâmil
mü’min, dalları yere basan mey-
veli ağaç gibi iyilik ve güzellik-
leri arttıkça, tevazuu da artan
kimsedir.
Meskenet içerisinde olanla-
rı Hz. Ömer (r.a.), şöyle uyarır:
“Vakarlı yürü, İslâm’ı küçük
düşürme! Çünkü Müslüman
olarak sen İslâm’ı temsil edi-
yorsun!”
Sözün frekansını değil kali-
tesini yükseltmek gerekir. Bu-
nun için hikmetle konuşulmalı,
hikmetli konuşulmalı, Hz. Lok-
man örnek alınmalı, Hikmetli
Kur’ân’dan ilham alınmalı, hik-
met kaynağından beslenilmeli-
dir.
Hz. Lokman başta olmak
üzere tüm hikmet ehline selam
olsun! * Prof. Dr.
Aralık 201010
Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi (k.s)
bu sayımızdaki gazeline, zaman za-
man kötü huylu insanlardan uzak
kalmanın gerekli olduğunu ifade ederek başla-
maktadır. Zaten tek başına bir kenara çekilip,
Rabbimize yönelmek gönül rahatlığı için de el-
zemdir.
İranlı meşhur şair Hâfız-ı Şîrâzî’nin, “Ve ger
hâhî selâmet der kenârest” (Eğer selâmet isti-
yorsan kenardadır.) sözü, bazı kötülüklerden
uzak kalmanın, bir kenara çekilip insanın ken-
disini dinlemesinin önemini anlatmak için söy-
lenmiş olmalıdır. Kalabalıkta yaşamak, insa-
nın kendisinin yaptıklarına dönüp bakmasına,
nefsini hesaba çekmesine mânîdir. Böyle or-
tamlarda çoğu kez akl-ı selîm ile hareket etmek
mümkün olmayabilir. Şerli insanlar; ahlâkı, ya-
şantısı kötü olanlar bir şekilde bizi de aynı se-
viyeye düşürüp, yanlış hareket etmemize sebep
olabilirler.
Hem topluluk içinde yaşamak, hem de
alelâde işlerden uzak durup, dürüst kalabil-
mek herkesin arzu ettiği davranışlardır. Böyle
ortamlarda hep güzeli, iyiyi, doğruyu görebil-
mek; güzel şeyleri örnek alıp, iyi ve doğrularla
dost kalabilmek kolay değildir. Bu âdetâ insa-
nın elindeki gülün rengi ve kokusunu bir tarafa
bırakıp dikenleriyle kavga etmek gibidir.
Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ*
YAlnIZ DeĞİlİZTENHÂDA
11
Böyle durumlarda ârif insanların, sâlih kul-
ların hayat bahş eden nasihatlerine kulak ver-
meliyiz. Çünkü onların güzel sözleri, nasihatle-
ri insanın gönlüne mânevî bir lezzet kattığı gibi,
birbirleriyle olan ilişkilerinde de rahat ve huzur
kaynağı olmaktadır.
Gecenin zifirî karanlığında kalkıp Cenab-ı
Hakk’a yönelen insana mânevî bir nûr doğacak-
tır. Bunun için sabahın olmasını, güneşin doğ-
masını beklemeye ne hâcet var. Geceleyin ay
nasıl ışığını güneşten alıyorsa, âdetâ manen yük-
selenin aldığı nûr da güneşten gelmiş gibi olur.
Gönülde tecellî eden sevgiler bazen insanı
öyle yakar ki, bu yakıcı ateş başka şeylerde bu-
lunmaz. Buna şairlerimiz dil yâresi, gönül yâresi
derler. Bu dayanılmaz, ama vazgeçilmez yaranın
sebebi ise dost katından, yâr cânibinden atılan
okun, aşığın kalbinde bıraktığı tesirdir. Buna biz
ilâhî aşk da diyebiliriz. Kalbi Allah aşkıyla yanan
bir kişi nice acılara tahammül edebilir, nice dert-
lere katlanabilir. Hatta bu durum bazen onun
için mânevî bir lezzet hâlini bile alabilir.
Hulûsî Efendi Hazretleri, son beytinde bu
gazelde sıkça bahsettiği dostun, yârin Allah ol-
duğunu îmâ ediyor. Tevâzu gösterip kendin-
den misal vererek insanın âciz bir kul olduğu-
nu, yaptığı günahlar yüzünden huzûra çıkmaya
bile yüzünün olmadığını ifade ediyor. Bundan
dolayı Yüce Rabbimizin affını ve ihsânını isti-
yor. Çünkü hatâ dâimâ bizlerden, günahlara
tevbe edip onlara bağışlanma taleb etmek yine
bizlerden.
Affetmek, bağışlamak, bunların yanında
ikrâmını ve nimetlerini de eksik etmemek O’nun
şânındandır.
Gazeli Metni
1. Karışmak ne lâzımdır ehl-i şerâra
O yâr ile ol sen çekil bir kenâra
2. Elinde verd-i maânî var iken
Bırakıp sataşma sakın başka hâra
3. Telezzüz olunmaz mı ârif sözünden
Hayât bahş olur sözlerinden gubâra
4. Şeb içre ziyâyı mihrden alırsın
Ne hâcet seninçün tulû-ı nehâra
5. Yakarsa firâkı o dostun özünü
Yanar mı âşık olan başka nâra
6. O yâr urdu bir bu sînemi tâ kim
Bu cân içre açdı nice nice yâre
7. Hulûsî diler şâhım afv u atânı
Perde-i isyân ile dolmuş hemân yüzü kara
Gazeli Açıklaması
1. Şerli insanların arasına karışmanın ne gere-
ği var. Sen kenara çekil de, tenhâ ve sâkin yerler-
de gerçek dost olan Allah’la berâber ol.
2. Senin elinde mânâ âleminin nice gülleri
varken onları bırakıp da, sakın (başka gül aramak
için) başka dikenlere sataşma. Kötülerin, şerlile-
rin peşine düşüp onların yolundan gitme.
3. İrfân ehlinin, âriflerin sözlerinden mânevî
lezzet alınmaz mı hiç? Onlardan aldığın lezzet
sana yeter. Çünkü onların sözleri toza bile hayat
verir; sana da hayat verecektir şüphesiz.
4. Senin sabah vaktini, gündüzün olmasını
beklemene ne gerek var. Sen istersen gecenin ka-
ranlığında bile ışığı güneşten alırsın.
5. Dosttan ayrı kalmış olmanın ateşi senin özü-
nü yaksa da bu hâl gerçek âşıklar için normaldir.
Çünkü âşığın gönlündeki sevgi ateşi başka ateşle-
re benzemez, o başka ateşlerle yanmaz.
6. O sevgili dost, benim göğsüme sevgi okuyla
öyle bir vurdu, gönlüme öyle bir tecellî etti ki, kal-
bimde birçok yaralar açtı.
7. Ey Şâhım! Nice isyân ve günahlarla yüzü
kararmış olan Hulûsî kulun, senin af ve ihsânını
dilemektedir. Onu affet, bağışla. * Prof. Dr.
Aralık 201012
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
OlMUŞ OlAnI, OlMAKTA OlAnI ve geleCeKTe OlACAK OlAn ŞeYleRİ TÜM AYRInTISInA
vARInCAYA KADAR Bİlen:
El-ALÎM“Deprem, tsunami, sel baskınları vb. gibi tabiat olayları başta olmak üzere, insan
doğduğu yeri, anne-babasını, fizikî yapısını, cinsiyetini, akıl gücünü, dilini, derisinin
rengini ve ecelini vb. gibi hususları seçmemiştir, ilâhî kudret tarafından önceden
belirlenmiştir. İnsan bu konularda her şeyi bilen ve her şeye egemen olan Allah’ın
kaderine teslim olmalıdır.”
13
El-Alîm, Yüce Allah’ın ilim sıfatını ifa-
de eden en güzel isimlerinden biri-
sidir. “Bilmek” anlamındaki ilim kö-
künden gelen el-Alîm; “hakkıyla bilen, çok bilen
ve her şeyi ilmi ihata etmiş” anlamına gelir. O,
yarattığı varlıkların bilmediği sırları ve gizlilik-
leri en ayrıntısına varıncaya kadar bilir. Allah’ın
bilmesi, zaman ve mekân kayıtlarının dışında-
dır. Çünkü zaman ve mekân mahlûktur; yara-
tan da O’dur. Bu sebeple O, olmuş olanı, olmak-
ta olanı, gelecekte olacak olanları bilir ve varlık
âleminde hiçbir şey kendisine gizli kalmaz. Ay-
rıca O’nun ilmi, her şeyin içini, dışını, inceliğini,
açıklığını, küçüğünü, büyüğünü, önünü, sonunu,
altını, üstünü, başlangıcını, bitimini kuşatmış-
tır.1 Çünkü ezelî ve ebedî olan sadece ve sadece
O’dur. Allah’ın bilmesi nihayetsizdir. İnsanların
bilmesi ise nisbî ve ârizîdir. Allah’ın ilmi kadîm/
ezelî, insanların ilmi ise hâdis/sonradan olmuş-
tur. İlim, Allah katındandır. O’nun katındaki bu
ilimden insanlar nasiplenirler.
İmâm Gazâlî’ye göre insanın ilmi, Allah’ın il-
minden üç bakımdan ayrılır: Birincisi, insanın
bilgisi sonradan olup sınırlıdır; Allah’ın ilmi ise,
sınırsızdır. O halde sınırlı olan bir ilim, sınırsız
olan bir ilme nasıl denk olabilir?. İkincisi, insa-
nın bilgisi açık olsa da bu açıklık yine de son sı-
nıra ulaşamaz; Allah’ın ilmi ise, son derece açık-
tır. Üçüncüsü ise, Allah’ın ilmi, varlıktan iktibas
değil, aksine varlık, Allah’ın ilminden alınmadır.
İnsanın varlığı bilmesi, varlıkla birlikte hâsıl ol-
muştur. İnsanın varlık hakkındaki her türlü bil-
gisi, varlığın yaratılmasından sonradır. Allah’ın
varlığı bilmesi ise, varlığın var olmasından önce-
dir.2 Dolayısıyla, insanın şerefi, Allah’ın bir sıfa-
tı olan ilme sahip olmasıyla ortaya çıkar. İnsan,
varlık üzerindeki nizamdan hareketle Allah’ın
bilgisini kavramaya güç yetirebilir.
Kur’an-ı Kerîm’de Allâhu Teâlâ’nın “el-Alîm”
vasfı, tek başına da gelmiştir.3 Bu âyetlerde Yüce
Allah’ın yeri göğü yarattığından, Allah yolunda
gizli ve açık harcamalardan ve haksızlıklar yap-
mamak gerektiğinden söz edilir. Neticede “Allah
her şeyi bilir.” denilmek suretiyle, sayısız uyarı-
lar yapılır. Amaç, insanın hakkıyla Allah’ı takdir
etmesi ve ahlâkî alanda bozulmaya karşı kendisi-
ni korumasıdır. Zaten Allah’ın en güzel isimlerini
bilmek, aynı zamanda ahlakî anlamda o isimlerin
gereğini yerine getirerek olgunluğa erişmeyi sağ-
lamak değil midir? Bir mü’minin inancına göre
Allah, küllîleri bildiği gibi cüz’îleri de bilir. O’nun
“el-Alîm” isminde bütün ilimlerin ilmi vardır.
O’nun ilmi olmasaydı, dinî ve kevnî ilimler nere-
den çıkardı? Bilim ve teknoloji alanındaki keşif-
ler nasıl yapılırdı? Nitekim şu âyet bu hususu çok
güzel tasvir eder: “Gaybın anahtarları yalnızca
O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada
ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez
ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir
tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apa-
çık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i
Mahfuz’da) olmasın.”4 Bu âyette, Allah’ın ilmi-
nin sınırsız olduğuna dikkatlerimiz çekilmiştir.
Allah’ın ilminden hisselenen bir ilim adamı, gu-
rur ve kibre kapılarak O’na karşı müstağnî bir ta-
vır içine girmemelidir. Zira kök itibariyle ilim ve
belirti anlamına gelen âlem aynı kaynaktan gelir.
Bütün ilmî keşifler ve buluşlar Allah’ın varlığının
Aralık 201014
ve birliğinin bir belirtisi ve alâmetidir. Bu sebep-
le “her bilenin üzerinde bir Bilen’in var olduğu”5
asla akıldan çıkarılmamalıdır.
Yüce Allah Her Şeyi Bilmektedir
Yüce Allah (c.c) sadece, açığa vurduğumu-
zu değil, gönüllerimizde gizlediğimizi de bilir.6
Onun için bir Müslüman Rabbimizin bize öğret-
tiği gibi şu şekilde dua edilmelidir: “Rabbimiz!
Şüphesiz sen, gizlediğimizi de, açığa vur-
duğumuzu da bilirsin. Yerde ve
gökte hiçbir şey Allah’a giz-
li kalmaz.”7 Her şeyi ya-
ratan Allah olduğuna
göre bizi de O yarat-
mıştır. “Hiç yarat-
tığını bilmez olur
mu? O’dur giz-
lilikleri bilen
Lâtif, Habîr.”8
Her şeyin anah-
tarları kendi
nezdinde olan,
kendisine hiç-
bir şey gizli olma-
yan Yüce Allah’ın
engin ilmi karşısında
bize düşen sorumluluk,
O’nun hoşnut olmayacağı
söz ve davranışlardan şiddetle
kaçınmak, itikadî, fikrî ve amelî ha-
yatımızı O’nun ilâhî talimatlarına göre düzenle-
mektir.
Kur’an-ı Kerîm’de Yüce Allah (c.c)’ın “el-
Alîm” ismi, 153 yerde kendisine nisbet edilmiş ve
el-Esmâü’l-Hüsnâ’dan birçok isimle birlikte kul-
lanılmıştır. Elbette bu isimlerden bir kısmı O’nun
Celal, bir kısmı da Cemal yönünü ifade eder. el-
Alîm ismiyle birlikte kullanılan her bir isim kendi
bağlamında büyük hakîkatleri ve anlamları çağ-
rıştırır. Bazı misaller şöyledir:
“Hakîm Alîm”: “Doğrusu rabbin Hakîm’dir,
Alîm’dir.”9 Hakîm ismi Allah hakkında kullanıl-
dığında, “hükmeden, varlıkları en mükemmel
bir şekilde bilen ve yaratan, birbiriyle en uyum-
lu bir şekilde düzene koyan” anlamlarını kap-
sar.10 Hakîm olanın eylemi, hikmettir. Hikmet-
se, varlıkların en yücesini ilimlerin en faziletlisi
ile bilmektir. Varlıkların en yücesi şanı yüce olan
Allah’tır. Gerçekten Hakîm ile birlikte Alîm vas-
fının kullanılmış olması ne kadar anlamlıdır.
“Semî’ Alîm”: “O, Semî’/işitir ve Alîm/bilir.”11
İşitilmek türünden olan her şeyi işitmek, Yüce
Allah’ın kemal sıfatlarındandır. Her şeyi
sınırsız bir şekilde işiten elbette o
varlığın her şeyini bilir. Zira
işitmek bilmenin öncülü-
dür. Bu sebeple bir Müs-
lüman, Allah’ın bir
emaneti olan kulağı-
nı bir vasıta olarak
Allah’ın razı ol-
madığı konularda
kullanmamalıdır.
“Alîm Habîr”:
“Allah şüphesiz
bilen/Alîm’dir, her
şeyden haberder/
Habîr’dir.”12 Alîm,
aynı zamanda herşeyin
içyüzünü ve gizliliklerini
bildiğine göre, yarın kıyamet
gününde tek tek yaptıklarımız-
dan haber verecektir.
“Azîz Alîm”: “Bu Azîz olanın ve Alîm olanın
nizamıdır.”13 Aziz, mülkünde güçlü ve egemen
olan ve hiçbir şeyin kendisine galebe çalamadı-
ğı yegâne varlık anlamına gelir. Emsali bulunma-
dığı halde kendisine şiddetle ihtiyaç duyulan bir
varlık, aynı zamanda engin bir bilginin mümessi-
li ve sahibidir. Bundan nefsine uyup, müstağnî ve
kibirli olan kimseler ders çıkarmalıdırlar.
İnsan, Sorumlu Tutulan Alanda Özgürdür
“Alîm Kadîr”: “O, Alîm’dir, her şeye
Kadîr’dir.”14 Burada Allah’ın bilmesi, her şeyi
ezeli ilmiyle belirlemesi anlamına gelir. Her şeye
gücü yeten İlâhî kudret, ezelî ilmiyle birlikte in-
san iradesinin dışında bulunan şeyleri belirle-
miştir. İnsan bu konularda ancak tedbir alabi-
lir. Deprem, tsunami, sel baskınları vb. gibi tabiat
olayları başta olmak üzere, insan doğduğu yeri,
anne-babasını, fiziki yapısını, cinsiyetini, akıl gü-
cünü, dilini, derisinin rengini ve ecelini vb. gibi
hususları seçmemiştir, ilâhî kudret tarafından
önceden belirlenmiştir. İnsan bu konularda her
şeyi bilen ve her şeye egemen olan Allah’ın kade-
rine teslim olmalıdır.
“Hallâk Alîm”: “O, Hallâk/Yaratan ve Alîm/
Bilendir.”15 Hallâk, yaratmada süreklilik bildiren
ve yarattıktan sonra tekrar tekrar yaratan anla-
mına gelir. Elbette bizi yaratan Yüce Allah, bizim
her şeyimizi bilir. Yüce Allah’ın bilmesi, aynı za-
manda yaratması anlamına gelir. Bütün zaman-
lar için bir şeyi yaratmak, önceden onun mü’min,
kâfir şeklinde inancını belirlemek anlamına gel-
mez. Bunun misali de, Allah’ın bizi sorumlu tut-
tuğu konularda irade hürriyetine sahip olma-
mızdır. İnanç seçimi, ibadetleri yerine getirip
getirmeme, ahlakî değerlere uygun yaşayıp ya-
şamama gibi konularda insan yayıp ettiklerinde
hür bırakılmıştır. Neticesine katlanacaktır. Yüce
Allah’ın “Hallâk-Alîm” isimlerini bu bağlamda
değerlendirebiliriz.
“Fettâh Alîm”: “Adaletle hükmeden/
Fettâh, Alîm O’dur.”16 el-Fettâh, kapalı olan
her şey inâyetiyle açılan, her müşkil/zor, sorun,
hidâyetiyle giderilen İlâhî Zât’ın vasfıdır. Her
müşkil olanı O çözdüğüne göre aynı zamanda o
iş ve varlık hakkında bilgisi de sonsuzdur. İnsan,
Allah’ın en güzel isimlerinden olan el-Fettâh’ın
varlık alanında nice fetihlere kapılar açmak su-
retiyle tecellî edeceğini bilmeli ve O’nun Alîm ol-
duğunu da idrak edip fethe mazhar olabilecek
mânevî donanımları öncelikle yerine getirmeli-
dir. Gerisi, Allah’ın takdirindedir.
“Alîm Halîm”: “Allah Bilen’dir, Halîm’dir:”
Halîm, bilenin vasfıdır. Allah’ın en güzel isim-
leri arasında yer alan el-Halîm, kendisine isyan
edenleri ve emirlerine muhâlefet edenleri gördü-
ğü halde öfkesine kapılıp da hemen cezalandır-
mayan Allah’ın bir ahlâkıdır. Her şeyi bilen Allah,
kullarına karşı suçlarından ve hatalarından dö-
nerler diye süre vermektedir.
“Şâkir Alîm”: “Doğrusu Allah, Şâkirdir/şük-
rün karşılığını verendir ve Alîmdir.”17 Allah, eş-
Şekûr’dur. Allah’ın kullarına şükrü, onları gü-
nahlarından dolayı bağışlaması, amellerinin
karşılığını verip onları övmesidir. Allah’ın kul-
larını övmesinin mânâsı, kendisine içten gelen
bir duygu ve kabulle itâate teşviktir. İnsanların
O’na olan itâati, ister az olsun, isterse çok olsun,
önemli olan sürdürülür bir itâat olmasıdır. Kal-
dı ki, itâatin en saygıya değeri, az da olsa devamlı
olanıdır. Bu sebeple Allah’ın eş-Şâkir ve eş-Şekûr
ismini ahlak edinen bir Müslüman her daim şük-
rünü ve takdirini Yüce Mevlâ’nın bildiğini, kesin-
likle mükâfatını vereceğini hatırından çıkarma-
malıdır.
“Vâsi’ Alîm”: “Allah her yeri kaplar/Vâsi’ ve
her şeyi bilir-Alîm.”18 Allah’ın en güzel isimle-
ri arasında yer alan el-Vâsi’, O’nun kudret, ilim,
rahmet ve ilâhî lütuflarının her şeyi kaplayacağı
anlamını ihtiva eder. O’nun rahmetnin enginliği
ilmiyle bütünleştiğine göre bir insana düşen aczi-
ni itiraf edip, boyun bükmektir.
O halde Yüce Allah, Alîm’dir. O’nun ilmi her
şeyi kuşatmıştır. İnsan, gayret ve çabasıyla O’nun
ilminden istifade edebilir. Allah’ın ilmi, yerine
göre insan ve bütün varlığın kaderini belirlemesi,
yerine göre insan ve bütün varlığı yaratması an-
lamına gelir. Bu bağlamda insanlar özgür irade-
leriyle yapıp ettiklerinden hesaba çekileceklerini
asla unutmamalı ve ona göre yaşamalıdırlar.
15
* Prof. Dr.
1 Gazali, el-Esnâ, 58.2 Gazalî, a.g.e., s. 51.3 Bkz. 2/Bakara, 29, 215, 273, 282;
4/Nisâ, 176; 5/Mâide, 97.4 6/En’âm, 59.5 12/Yûsuf, 76.6 Bkz. 5/Mâide, 7. 7 14/İbrâhîm, 38. 8 67/Mülk, 14.
9 6/En’âm, 83, 128; 2/Bakara, 32.10 İsfehânî, el-Müfredat, 127.11 6/En’âm, 115.12 31/Lokmân, 34.13 6/En’âm, 96.14 42/Şûrâ, 50.15 36/Yâsîn, 81. 16 34/Sebe’, 26.17 2/Bakara, 158.18 2/Bakara, 115; 3/Âl-i İmrân, 73.
Dipnot
Aralık 201016
Mevlânâ’nIn DİlİnDen MADDE VE MÂNÂ
SUlTAnlARI“Müritlik mertebesinde bulunan isimlerin mürşitlerini örnek alması,
mürşidinin tutum ve tavırlarına göre hareket etmesi, mensup olduğu
tarikatın edeplerindendir.”
Sufi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
17
Hidâyet ve
dalâlet ehli-
ni aynı potada
değerlendiremeyeceğimizi ifa-
de eden Mevlânâ, suret olarak
aynı ortamlarda gözükseler de
mânâları bakımından hidâyet
ve dalâlet ehlinin birbirinden
ayrı dünyaları paylaştıklarını
dile getirir. Dinleyenlerine ve
muhataplarına tavsiyede bu-
lunarak, “Kâmil bir velînin bir
hikmet gereğince yaptığı şeyi,
taklit yoluyla müridin küstah-
ça yapması caiz değildir.” der.
“Kamil velîlerin yaptıklarını biz
de yapabiliriz.” diyen müridle-
rin taklit çabaları ona göre, bi-
rer küstahlıktır. Böyle bir şey
uygun değildir. O bu durumun
gereğini şu şekilde beyan eder:
Helva hekime zarar vermez.
Hekim helvanın ne zaman ye-
neceğini, ne kadar yerse zararlı
olmayacağını, ne gibi sonuçlar
ortaya çıkaracağını bilir. Ama
aynı helva hastaya zarar verir.
Kar ve kıştan, olgun üzüme za-
rar gelmez ama koru-
ğa gelir. Çünkü
o, daha
yeni yetişmektedir. “Tâ ki Allah
senin için günahından, geçmiş
ve sonraya kalmış olanı mağfi-
ret etsin…” 1 âyet-i kerîmesinin
yüce mânâsının sırrına vakıf
değildir. Mevlânâ’nın diliyle
söyleyecek olursak;
“Eğer bir velî zehir içse o
panzehir olur. Mürid içse ze-
hirlenip dehşete düşer.”2
Şu bir gerçek ki, müridlik
mertebesinde bulunan isimle-
rin mürşiderini örnek alması,
mürşidinin tutum ve tavırlarına
göre hareket etmesi, mensup
olduğu tarikatın âdâbındandır.
Fakat mürşid-i kâmillerin bazı
hallerini müridin taklide kalkış-
ması, küstahlık kabul edilmek-
tedir. Çünkü henüz şeyhinin
kapasitesine ulaşmış değildir.
Bu durum peygamberin özel
hallerine ümmetinin takat ge-
tiremeyişine benzemektedir.
Örneğin Peygamber Efendimiz
(s.a.v) bazen visal orucu tutar-
dı. Ashabından bazıları da iftar
etmeden üst üste oruç tutma-
ya kalkıştılar. Peygamber Efen-
dimiz (s.a.v) onları uyarıp bu
tür hareketten onları men etti.
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasu-
lullah (s.a.v.) Ramazan ayının
sonunda oruçları vasletti (yani
hiç bozmadan birkaç gün ardı
ardına devam ettirdi). Onunla
birlikte halk da vasletti. Durum
Rasulullah’a ulaşınca; “Eğer
Ramazan ayı bizim için uzatıl-
saydı biz onu öyle bir vasleder-
dik ki derine dalanlar (aşırı-
lar) bundan (aşırılıklarından)
vazgeçmek zorunda kalırlardı.
Ben sizin gibi değilim. Ben göl-
gelenirim. Rabbim bana hem
yedirir hem de içirir.”3
Bu minvalde Hak dostları
da tecellîlere mazhar oldukla-
rı zaman vahdet âleminde ya-
şamaya; içerisinde bulunduk-
ları âlemin gereğince vahdet-i
vücûda dair sözler söy-
lemeye baş-
larlar.
Aralık 201018
Bahsedilen mânâ âlemlerinde
yolculuk yapmadan benzeri
sözleri söylemeye kalkışmak,
kişiyi ucube konumuna düşü-
rür.4 Günahların kaynağı ki-
şinin izâfî varlığına bende ol-
masıdır. “Senin bedenin diğer
günahlarla kıyas edilemeyecek
günahtır.” denilmiştir. Mürid-
ler izâfî varlıklarının hükmü al-
tında kaldıkları için mürşid-i
kâmillerin hakîkî varlıklarını
taklide kalkışmaları felakettir.
Mevlânâ bu beyitte Hak
dostlarını doktora, onların söz
ve hareketlerini helvaya ben-
zetmektedir. Midesi sağlam
bir doktor helvayı afiyetle yiyip
hazmedebilmektedir. Ancak
midesinden rahatsız olan has-
ta helvayı hazmedemeyecek-
tir. Beyitte bahsedilen zehirden
maksat, dünya lezzetleridir. İçi-
len zehir velîdeki ilâhî sevgi-
ye gölge düşürmez. Fakat aynı
dünya lezzetleri, henüz yolun
başında olan, seyr u sülûkunu
tamamlamamış kişilerde kötü
tesirler meydana getirir.
Devlet İdarecilerini Bekleyen Tehlikeler
Kendilerini mânâ âlemi sul-
tanları ile eşdeğerde görenlerin
perişan hâllerine dikkat çeken
Mevlânâ, mülk âleminde de
benzer durumun geçerli oldu-
ğuna işaret etmektedir. Muk-
tedir olamayanların eline terk
edilen saltanat ve iktidar bir fe-
laket doğurmaktadır. Bunların
feci hâllerine acıyan Süleyman
(a.s.) da Hak’tan kullarını koru-
ması için şu şekilde niyazda bu-
lunmuştur:
“Süleyman Peygamberin
dileği, ‘Ey Rabbim! Benden
başkasına bu saltanatı ver-
me’ demek oldu. ‘Başkasına bu
devleti ihsan etme’ dedi. Bunu
hasetten sanırsan yanılırsın.
‘Lâ yenbagî’nin mânâsını iyi-
ce düşün. ‘Benden sonra…’ de-
yişte cimrilik yoktur. Hatta o,
saltanatta yüzlerce tehlikenin
mevcut olduğunu gördü. Dün-
ya saltanatı tamamıyla baş
korkusu, can kaygısıdır. Onda
can, baş ve din korkusu vardır.
Ey iman edenler! Bu bir öğüt
ve imtihandır.”5
Âyet-i kerîmede Allah (c.c.)
şöyle buyurmaktadır: “Süley-
man: ‘Rabbim! Beni bağışla;
bana, benden sonra kimsenin
ulaşamayacağı bir hükümran-
lık ver. Şüphesiz sen, dâimâ
bağışta bulunansın’ dedi. Bu-
nun üzerine biz rüzgârı onun
emrine verdik. Onun emriyle
istediği yere yumuşacık akar-
dı. Dalgıç ve yapı ustası şey-
tanları da… Ve daha diğerle-
rini de zincirlerde bağlı olarak
(onun emrine verdik.) ‘İşte bu
bizim bağışımızdır. İster ver,
ister (elinde) tut; hesapsızdır’
dedik. Doğrusu onun, bizim
katımızda büyük bir değeri ve
güzel bir yeri vardır.”6
Abdullah b. Amr b. Âs’ın
rivâyetiyle Peygamber Efendi-
miz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Süleyman İbn Dâvûd (a.s.)
Cenâb-ı Hak’tan üç şey istedi:
1. Kendisinden sonra hiç kim-
seye nasip olmayacak bir mülk
ve saltanat; Cenâb-ı Hak bunu
verdi. 2. Allah’ın adaletine uy-
gun düşecek, âdil hükümde bu-
lunma gücü istedi; Cenâb-ı
Hak onu da verdi. 3. Yine ta-
lep etti ki, bu Beyt’e (Mescid-i
Aksa’ya) ihlâsla yani sadece
namaz kılmak için gelen mağ-
firete mazhar olunsun.”7
Ebu Hureyre (r.a)’nin ri-
vayet ettiği bir başka hadis-i
şeriflerinde ise Peygamber
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyur-
maktadır: “Cinlerden bir if-
rit, dün akşam, namazımı
bozdurmak için üzerime atıl-
dı. Allah ona galebe çalma-
ma imkân verdi. Ben de onu
boğazından yakaladım. Hat-
ta onu, mescidin direklerin-
den birine bağlamayı arzu et-
tim, tâ ki sabah olunca hepiniz
onu göresiniz. Ancak, karde-
şim Süleyman (a.s.)’ın şu sö-
zünü hatırladım: ‘…ve benden
sonra kimseye nasip olmaya-
cak bir mülkü bana ihsan et’.8
Allah da onu hor ve hakîr ola-
rak geri çevirdi.”9
Hadiste de belirtildiği üze-
re Süleyman (a.s.) kendisinden
“Müridler izâfî varlıklarının hükmü altında kaldıkları
için mürşid-i kâmillerin hakîkî varlıklarını taklide
kalkışmaları felakettir.”
19
başka hiç kimseye lâyık olma-
yan bir mülk ve saltanat ver-
mesini, Rabbi’nden dilemişti.
Allah (c.c.), duasını kabul edip
onu da kendisine verdi. İnsan-
ları, cinleri, kuşları ve rüzgârı,
ona uysal kıldı. Meclisine git-
mek üzere evinden çıktığı za-
man kuşlar, onun başının üze-
rinden ayrılmazlar, meclisine
vardığı zaman da insanlar ve
cinler kendisine kıyam eder,
tahtına oturuncaya kadar ayak-
ta dururlardı. Rüzgâr, Allah’ın
emriyle Süleyman (a.s.)’ın is-
tediği yere gidiş ve gelişini sağ-
lamakla kalmaz, aynı zamanda
herkesin konuştukları şeyleri
de ona iletir, haber verirdi.10
Süleyman (a.s.)’ın kendi-
sinden sonra kimseye verilme-
yecek saltanat istemesi haset
gibi görülebilir. Ancak bir pey-
gamberin haset etmesi aslâ dü-
şünülemez. Takip eden beyit-
lerde de gerekçesi anlatılıyor
ve Süleyman (a.s.)’ın saltanat-
ta pek çok tehlikeye şahit oldu-
ğunu, kendisinin maruz kaldı-
ğı bu tehlikelere başkalarının
düşmemesini istediğini belirt-
mektedir.11 Süleyman (a.s.)’ın
bu duası, aslında nefislerine
kapılanlara yönelik şefkat ve
düşkünlüğüdür.
Devlet adamları için hem
din hem de can korkusu vardır.
Adaletsiz bir yönetim gerçek-
leştirecek olsa günaha girme
korkusu olur. Adaletin gereğini
yapacak olsa bazılarını huzur-
suz kılacak ve onların intika-
mına maruz kalacaktır. Sultan-
lık ve emirlik çok büyük mihnet
ve zorlu bir imtihandır.12 Dün-
ya mülküne sahip olanlar çev-
resindekilerin hasedine maruz
kalır, baş tehlikesiyle karşı kar-
şıya gelirler. Hint şairlerinden
Mîr-i İlahî bu gerçeği bir gaze-
linde şu şekilde tasvir etmekte-
dir:
“Güneşin çıplak başına bir
zevâli yoktur.
Tâcın nasıl baş yediğini
şem’den sor!” 13
Yani mumun başında alev
nasıl mumu başından eritmek-
te ise saltanat tâcı da mumun
alevi gibi sahibinin başını yer.
Diğer yandan dünya işlerine
dalmalarından dolayı mülkün
gerçek sahibi Allah’tan gâfil
olmaları, ibadetlerini terk et-
meleri, benlik davasına koyul-
maları gibi mânevî tehlikelere
maruz kalırlar.
Maddî tehlikeler olmasa bile
Aralık 201020
hizmet edenlerin çokluğu, em-
rine âmâde olanların pervâne
kesilmeleri, nice saltanat erba-
bını kibir ve gurura sevk etmiş-
tir. Saltanatın yol açtığı kibir,
gurur ve gaflet büyük manevî
tehlikelerdir. Böylesi manevî
tehlikelerle baş edebilmek için
Süleyman (a.s.) gibi himmeti
yüksek şahıs olmak gerekmek-
tedir.14
Devrin Sultan Süleyman’ı Olmak
Dünyanın süsüne kanmak,
saltanatın gücüne güvenmek,
madde âleminin basit kazanç-
ları ile yetinmek sonsuzluğu öz-
leyen insan ruhunu kasvete bü-
rümekte, insanın susuzluğunu
daha da artırmaktadır. Böylesi
acı hâllere düşenlere Süleyman
(a.s.) acımakta ve şu şekilde
şefâat dileğinde bulunmakta-
dır:
“Süleyman himmetinde ve
hasletinde biri olmalı ki bu yüz
binlerce renge ve kokuya el
sunmasın. Onda o kadar kuv-
vet ve kudret varken yine de
dünya saltanatından usanmış
idi. Saltanatın gam ve keder
olduğunu görünce cihan padi-
şahlarına acıdı. Şefâatçi olup
‘Rabbim! Bana verdiğin bu
saltanatı başkasına lâyık gör-
me. Bu mülkü, her kime lütfe-
dersen Süleyman odur. O Sü-
leyman da benim. O benden
sonra değil belki benimle be-
raberdir. İddiâsız (benim) ay-
nımdır’ dedi. Bunu şerh etmek
farz idi ama ben yine karı koca
hikâyesini anlatacağım.”15
2603. beyitte tasavvufî ter-
biyesini tamamlayamamış, kal-
bini tasfiye ve nefsini tezkiye
edememiş ham kişilerin kâmil
şahsiyetleri pervasızca tak-
lit etmelerinin sakıncasından
bahsetmişti. Süleyman (a.s.)
örneğinde durum açıklığa ka-
vuşturulmaktadır. Dünya sal-
tanatları, maddî otoriteler,
makam ve mevkiler nâkıs şah-
siyetlerin gururlarını okşar,
benlik davasına koyulmalarına
yol açar. Nitekim tarih dünya
hükümdarlarının acı akıbetleri-
ne şahitlik etmiştir. Dolayısıy-
la nâkıs şahsiyetler için dünyevî
makamlar birer zehir ve fe-
lakettir. Maddî imkânların,
dünyevî makamların, saltanat
ve otoritelerin bozamayaca-
ğı isimler insân-ı kâmillerdir.
Çünkü onlar saltanatın zehir-
leyemediği isimlerdir. Saltana-
tın kirli havası onları etkilemez.
Zira onlarda nefsânî sıfatlardan
eser kalmamıştır.
2610. beyitte şu âyetlere işa-
ret vardır: “Akşama doğru ken-
disine, üç ayağının üzerine
durup bir ayağını tırnağının
üzerine diken çalımlı ve safkan
koşu atları sunulmuştu. Süley-
man: ‘Gerçekten ben mal sev-
gisini, Rabbimi anmak için is-
tedim’ dedi. Nihayet güneş
battı. (O zaman:) ‘Onları (at-
ları) tekrar bana getirin’ dedi.
Bacaklarını ve boyunlarını sı-
vazlamaya başladı.”16
Âyette belirtilen Süleyman
(a.s) mülkünün dalgası gü-
zel atlardı. Bu güzel atları sey-
rederken kendinden geçme-
si, onun nefesinin tutulmasına
yol açtı. Burada peygamberle-
rin temaşasını sıradan isimle-
rin temaşası gibi görmek yan-
lıştır. Süleyman (a.s)’ın atlara
seyre dalması, ilâhî mazharla-
ra dikkat kesilmesi anlamına-
dır. Şehâdet âlemindeki eşya
ilâhî isim ve sıfatların birer
tecellîleridir.17 Peygamberler
isim ve sıfat tecellîlerine değil
zât tecellîsine dikkat kesilirler.
Bir âyet-i kerîmede; “….dün-
yadan da nasibini unutma…”18
buyrulurken, diğer taraf-
tan başka bir âyet-i kerîmede
“…Unuttuğun zaman Allah’ı
an…”19 denilmektedir. Esma,
sıfat ve zât tecellîsini temâşâ
eden, gaflete fırsat bırakmadan
Allah’ı zikredenleri Allah (c.c.)
âyet-i kerîmede şu şekilde tav-
sif etmektedir: “Onlar, ne tica-
ret ne de alış-verişin kendile-
rini Allah’ı anmaktan, namaz
kılmaktan ve zekât vermek-
ten alıkoyamadığı insanlardır.
Onlar, kalplerin ve gözlerin al-
lak bullak olduğu bir günden
korkarlar.”20
Alış-verişler ve ticarî ilişki-
ler kesret âleminde meydana
gelmektedir. Kesret âleminin
tüm aktiviteleri de ilâhî isim ve
sıfatlar dünyası olduğuna göre,
Hak dostları bu tür faaliyetle-
ri ile Hakk’ı zikirden uzak kal-
mış sayılmazlar. Onların bu
meşguliyetleri dünyaya dalmak
anlamına gelmemektedir. An-
cak onların teveccühleri isim
ve sıfatlara değil, dâimâ zât-ı
mahzâdır. Onlar isim ve sıfat-
lar âlemini perde olarak görür-
ler. Bu nedenle âyet-i kerîmede
Allah (c.c.), “Hatırla ki İbra-
him şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu
21
şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl,
beni ve oğullarımı putlara tap-
maktan uzak tut!’ 21 buyurmak-
tadır.
2611. beyitte de belirtildi-
ği üzere Süleyman (a.s.) isim
ve sıfatların Zât’a hicap oldu-
ğunu görünce, kalbi gam tozu-
na bezendi. Kendisinden son-
ra gelecek dünya sultanlarına
acıdı. Çünkü Süleyman (a.s.),
onlarda kendilerini sûretler
âleminin etkisinden kurtara-
cak kuvvet olmadığını bilmek-
teydi. İlâhî huzurda dünya sul-
tanları için şefâat edecek olan
Süleyman (a.s.), “Allah’ım! Bu
mülk ve saltanatı, devlet san-
cağını benden sonra gelecek
şahlara ihsan edeceğin zaman,
bana ihsan kıldığın kemâl ve
kuvvet ile lütfeyle. Çünkü onlar
zayıftır. Bu suretler âleminin
fitnelerine dalar, nefsânî sı-
fatlarına mağlup olur ve seni
unuturlar.”22 ” niyazında bu-
lunmuştur.
Allah’ın saltanat verdi-
ği isimler, saltanatın fitnesine
dalmazlarsa Süleyman tabiat-
lı hâle gelmişler demektir. Sü-
leyman (a.s.) diliyle bu tip şah-
siyetler “benim ‘ayn’ım”dırlar.
Allah’ın metânet verdiği, ilâhî
kudretle ihsanda bulunduğu,
Allah’tan gayrıya meyletmeme
gücü verdiği kimseler, Süley-
man (a.s.)’ın dili ile, “Benden
sonra” gelenler ifadesine dâhil
edilemezler. Zira o kimseler
“Benim ile beraber olurlar.”23
Saltanatın fitnelerine aldan-
mayanlar Süleyman (a.s)’dan
sonra gelenler değil, bizzat Sü-
leyman (a.s)’ın tabiatında olan
kişilerdir. Onlarla Süleyman
(a.s.) arasında ikilik bulunmaz.
Onlar Süleyman (a.s)’ın ta ken-
dileridirler.
Özetle diyebiliriz ki, ehil in-
sanların elinde olduğu zaman
saltanat, insanlara huzur, iyilik
ve emniyet kazandıracaktır.
* Prof. Dr.
1 48/Fetih, 22 Mesnevî, I/ 26033 Buhârî, Savm 48; Temenni 9; Müslim, Savm 57-
60; Tirmizî, Savm 62.4 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1239.5 Mesnevî, I/ 26036 38/Sâd, 35-407 İbrahim Canan, “Mukaddime”, Kütüb-i Sitte
Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, An-kara1988, c. I, s. 137.
8 38/Sâd, 359 Buhârî, Salât 75, Amel fi’s-Salât 10, Bed’ü’l-Halk
11, Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39.10 M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Di-
yanet vakfı Yayınları, 8. Baskı, Ankara 2004, c.II, s. 213-215.
11 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1242.12 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 124313 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 198.14 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 124315 Mesnevî, I/2609-261516 38/Sâd, 31-3217 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 199.18 28/Kasas, 77.19 18/Kehf, 24.20 24/Nûr, 3721 14/İbrâhîm, 3522 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 200.23 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 200.
Dipnot
Aralık 201022
ASR-I SAADeTTen
ÜÇ MENKIBE “Yüce dinimiz İslâm’a göre olgun insan, inancını ve davranışlarını Allah (c.c)
ve Rasulü (s.a.v)’nün emirlerine göre ayarlamasını bilendir.”
EdebiyatMusa TEKTAŞ
23
Yüce dinimiz İslâm’a göre olgun in-
san, inancını ve davranışlarını Allah
(c.c) ve Rasulü (s.a.v)’nün emirleri-
ne göre ayarlamasını bilendir.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) “Benim katım-
da en sevimliniz, ahlâkça en güzel olan ve çev-
resindekilerle hoş geçinendir. Ki, onlar herke-
si sever, herkes de onları sever. Benim katımda
en sevimsizleriniz ise kovuculuk yapan, dostla-
rın arasını açan ve temiz kimselerde kusur ara-
yanlarınızdır.”1 buyurmuştur.
Bu buyruk üzerinde biraz düşünürsek; Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in inananlara mutlu ve huzur-
lu bir insan olabilmeleri yolunda ne kadar veciz
ve anlamlı reçete yazdığını kavramış oluruz. Zira
insan sevgisi, ona değer vermek, hoşgörü sahibi
olabilmek, yüce ahlâkın, üstün eğitimin, kısaca
kâmil insanın vasfıdır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), âlemlere rah-
met olarak gönderilmiştir. Onun şefkat ve mer-
hameti sayesindedir ki, insanlar onun etrafında
toplanmış, düşmanlıkları unutarak birbirleriy-
le kardeş olmuş ve kaynaşmışlardır. Kendi öz kız
çocuklarını kuma gömecek kadar katı yürekli
olan bu insanların, onun terbiyesinde yetiştikten
sonra, değil insanlara, bütün canlılara şefkat duy-
maya ve onlara acımaya başlamışlardır. Başkala-
rının haklarına saygılı olmayı, onların görüş ve
düşüncelerini hoşgörü ile karşılamayı ve her za-
man gerçekleri araştırmayı o öğütlemiştir. Kötü
huyları atıp iyi huylar edinmenin, olgun kişi ol-
maktaki etkinliğine o dikkati çekmiştir. Başka-
larını rahatsız etmekten, yalan ve hezeyandan o
sakındırmıştır. Bütün bunlarda bizzat kendisi ör-
nek olmuş, söylediklerini önce kendisi uygula-
mıştır. Hiç kimse onun sözleri ile işleri arasın-
da bir aykırılık bulamamıştır. Yapmadığı bir şeyi
başkalarına yapın dememiş, terketmediği şeyler-
den başkalarını sakındırmamıştır. Bunun içindir
ki, Kur’an-ı Kerim, onun en güzel örnek ve uyula-
cak rehber olduğunu bildirmiştir.
Kötülüğe Kötülükle Mukabele Yoktur
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri
“Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler” adlı
eserinin 5. Hutbesinde, hoşgörüyle ilgili Asr-ı Sa-
adet döneminde geçen üç menkıbeyi sadeleştire-
rek sizlerle paylaşalım.
Birinci menkıbe Peygamberimiz (s.a.v)’in hoş-
görüsüne dair olup şöyledir:
“Nefisle savaşta kendini isbat eden¸ bir güreş müsabakasında
başpehlivana¸ “Oğlum elimden tut da beni kaldır.” deyince
elinden tutup kaldıramayan pehlivana¸ “Biz de nefsimizin
pehlivanıyız.” diyen Hulûsi Efendi Hazretleri¸ Dîvân’ındaki ilk
gazelin matla beytinde şöyle buyurur:
Gönül nefsine hâkim oluben eyle zafer peydâ
Ziyâsı kalbi rûşen kılmağa et bir kamer peydâ”
Aralık 201024
“Peygamberimiz (s.a.v)’in hizmetiyle şeref-
lenen mümtâz ashâbından Enes bin Mâlik (r.a.)
anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz (s.a.v)’in hu-
zuruna bir Bedevî geldi, âlemlere rahmet Efen-
dimiz (s.a.v) Hazretlerinin kalın ve sert yünden
örülmüş aba olarak giymiş oldukları mübarek el-
bisesinin yakasından tutup şiddetle çekti. Elbise-
nin şiddetle çekilmesinden dolayı mübarek bo-
yunlarında kırmızılık eseri oluştu. O Bedevî böyle
yapmakla birlikte, elinde bulunan iki deveye işa-
ret ederek, ‘Şu develeri senin tasarrufundaki
Allah’ın mallarıyla yükle. Çünkü senin vereceğin
yabanın malı değildir, mal Cenâb-ı Hakk’ın ma-
lıdır ve ben de O’nun kuluyum.’ dedi. Böyle sert
konuşmasına karşılık, şefkat peygamberi olan
Efendimiz (s.a.v), hiç hiddet ve şiddet gösterme-
yerek ‘Bu yaptığın hareketten dolayı size kısas
olunur.’ diye hitap buyurdu. Bedevî ‘Olunmaz.’
dedi. Peygamberimiz (s.a.v) ‘Niçin olunmaz’ diye
sebebini sorduğunda, şöyle cevap verdi: ‘Çünkü
siz kötü ve fena işler ve kusurlara kötülükle mu-
kabele buyurmazsınız.’ yolundaki cevabına Sev-
gili Peygamberimiz güldü ve memnun oldu da,
devenin birine arpa ve birine hurma yükletilme-
sini emir buyurdu. Ne büyük afv, ne büyük mer-
hamet!”2
Öfkesini Yenen Pehlivandır
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Kuvvetli yiğit
bir pehlivan, herkesi yenen kişi değil, öfke anın-
da kendine hâkim olandır.”3 buyurmuştur. Zira
öfke sinirleri bozar, biyolojik ve ruhsal dengesiz-
liklere sebep olur. Bu durumdaki insan genellik-
le saldırgandır, kalp kırıcıdır. Oysa yüce dinimiz
İslâm, insanoğlundan affedici, bağışlayıcı ve mü-
tevazı olmasını ister. Kur’an’ı Kerim’de Cenab-ı
Allah mealen: “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötü-
lüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki,
seninle arasında düşmanlık bulunan kimse san-
ki sıcak bir dost oluvermiştir.”4 buyurmuştur.
Hutbeler adlı eserin 5. hutbesinde bize ahlakî
öğütler veren bir kıssa nakledilir ki şöyledir:
“Bir gün Hz. Ali (r.a) sahrada yalnız başına
2525
iken bir kâfir pehlivanla karşılaşır. Onun ham-
lelerine karşılık vererek Allah’ın yardımıyla ga-
lip gelir. O pehlivanı yıkıp göğsünün üzerine
oturur. Başının kılıcıyla kesmek için kılcını çe-
ker. O Pehlivan. ‘Er olan bastığını boğazlamaz ya
Ali’ der. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a) onu serbest
bırakır. Bu halden kurtulan kâfir pehlivan yeni-
den İmam Ali’ye ansızın saldırır. Hz. Ali (r.a) bu
defa da onu sırtının üstüne yıkar. O yine tazarru
edip, ‘Ya Ali, seni mürüvvet ma’deni, derler, bana
aman ver, beni serbest bırak.’ der. İkinci defa ser-
best bırakır. Kâfir pehlivan bir fırsat bulup İmam
Ali’ye yine hamle eyler. Üçüncü defa yıkıp, başını
kesmek üzere iken, kâfir pehlivan görür ki, daha
aman dileyemeyecek, bari bu halde bir ihanet et-
miş olayım diye, mübarek güzel yüzüne, hâşâ tü-
kürür. İmam bu hâlinde kâfiri koyuverip, ‘Yürü
âzâdsın, git.’ der. Hayretler çinide kalan pehli-
van sual eder: ‘Ya Ali ben üç defa sana hıyanet
ettim, sonunda bunun gibi bir ihanet daha ettim,
eğer senin yerinde ben olsam öfkemden seni par-
ça parça ederdim, sebep ne oldu ki sen beni ser-
best bıraktın.’ İmam Ali cevap verir: “Bizim ga-
zamız iki türlüdür, birisi senin gibi kâfire gaza
etmektir ki, Allah rızası için olur ve birisi de nef-
simizle gazadır ki, ona muhalefetle olur. Seninle
savaşmam Allah rızası içindi. Ne zamanki benim
şahsıma ihanet ettin, eğer o halde öldürsem seni
nefsim için öldürmüş olurdum ve nefsim buna
yol bulup galebe etmiş olurdu, onun için seni
âzâd ettim. Nefsimi bastım ve gazâ-yı ekber etmiş
oldum. Senin gibi kâfirlerin zararından, mü’mine
nefsinin zararı daha çoktur.’ O anda bu sözleri işi-
tip ve kalbinde hidayet güneşi doğup, ‘Ya Ali bana
İslâm’ı tebliğ et. Yakîn bildim ki dininiz hak din
imiş.” dedi ve Müslüman oldu.”5
Bir gün Yüce Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna
bir kişi gelerek kendisine öğüt verilmesini talep
eder. Peygamberimiz (s.a.v) o kişiye : “Öfkelen-
me” buyurur. Gelen adam tekrar öğüt ister. Fakat
her defasında Hz. Peygamber (s.a.v.): “Öfkelen-
me, öfkelenme” diye nasihatte bulundu. Çünkü
sıhhatli karar vermenin, dengeli olmanın şartla-
rından birisi de sinirlerin sıhhat içinde olması-
dır. Hâlbuki öfke sinirleri bozar. Bu durumda in-
san normal değil, hastadır. Sinirleri bozuk öfkeli
bir insana yerinde olmayan küçük bir müdahale,
bazen bir cinayet bile işletebileceği gibi yerinde,
zamanında ve yapıcı bir müdahalede çok iyi ne-
ticeler verebilir. Gayesi insanı dünya ve ahirette
mutlu etmek olan İslâm, daima huzur ve dayanış-
madan yana olmuştur.
Hz. Hüseyin (r.a)’in Hizmetçiyi Affetmesi
Peygamberimiz (s.a.v)’in etrafında yaşayan ve
yetişen sahabî efendelerimiz onun güzel ahlakıy-
la ahlaklanmış, her zaman topluma örnek olmuş-
lardır. Hutbeler adlı eserin 5. hutbesinde geçen
üçüncü menkıbe ise Hz. Hüseyin (r.a) Efendimi-
zin menakıbıdır. Yazımızı onunla bağlayalım:
“Peygamberimiz (s.a.v)’in torunu, Hz. Fatıma
(r.ah.)’nın ciğerparesi Hz. Hüseyn-i müctebâ, bir
gün ashâb-ı kirâma topluca ziyafet vermişti. Hiz-
met edenlerden birisi, sofraya hizmet esnasında,
her nasılsa eli titreyerek sıcak bir yemeği İmam
Hüseyin’in mübarek başlarına döktü. Hz. Hü-
seyin (r.a) biraz sert bir şekilde hizmetkâra ba-
kınca, hizmetkâr korkup lisanından Âl-i İmrân
suresinin, 134 ayetinin kelimeleri olan şu ifade-
ler döküldü: ‘Vel kazîmîne’l-ğayz.’ (Öfkelerini
yutarlar.) Hazret-i İmam tebessüm edip dedi:
‘Kazm-i gayz ettim/Öfkemi yuttum.’ Hizmetkâr
devam etti : ‘Ve’l âfîne ani’n-nâs.’ (İnsanları af-
vederler.) Hazret-i İmam bu defa da: ‘Afv kıl-
dım.’ buyurdu. Hizmetkâr devam etti: ‘Va’llâhu
yuhibbû’l-muhsinîn.’ (Allah iyilik edenleri se-
ver.)6 . Hazret-i İmam-ı Hüseyin (r.a) şöyle ce-
vap verdi: “Seni malımdan âzâd ettim/ kölelikten
serbest bıraktım ve mâişetini/ bütün geçim mas-
raflarını kendi zimmetime lâzım kıldım/ bundan
sonra ben karşılayacağım.”7
1 Seçme Hadisler, s. 10. H.No: 11.
2 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hut-
beler, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz) s. 17, Na-
sihat Yay., İstanbul, 2006.
3 Sahih-i Müslim, H No: 2609
4 41/Fussilet, 34
5 Ateş, Hutbeler, s. 18.
6 3/Âl-i İmrân, 134
7 Ateş, Hutbeler, s. 19.
Dipnot
AİleDe SevgİYe DAYAlI AİleDe SevgİYe DAYAlI
İleTİŞİMİleTİŞİMAralık 201026
EğitimMehmet Zeki AYDIN*
27
“İlgi ve bağlılığın olmadığı yerde sevgiden bahsetmek
mümkün değildir. İlgi ve bağlılık fedakârlığı
göstermektedir bu nedenle, seven insan sevdiği
insan için fedakârlık eder, ilgili olur, bağlı olur. Sevgi
gönüllerdedir ama orada kalmaz davranışlarımızla
yaşanır. Gönlümüzdeki sevginin somut sonuçları
davranışlarımızda görünür, buna sevginin gösterilmesi
veya ifade edilmesi diyebiliriz.”
Son yıllarda top-
lumumuzda sev-
ginin azaldığı ve
şiddetin arttığı çokça dillendi-
rilmektedir. Gerçekten de med-
yada annesini öldüren çocuklar,
çocuğuna eziyet eden babalarla
ilgili birçok haber yer almak-
tadır. Buna karşı başta okul-
larımız olmak üzere şiddetle
mücadele programları yürütül-
mektedir. Yanlışı yani şiddeti
gündemde tutmak yerine sevgi
üzerinde durmak ve sevgiyi an-
latmak daha iyi olacaktır.
Sevgi, Allah’ın insanlara
verdiği en büyük nimetlerden
biridir. Her insan hayatı bo-
yunca çok sevdiği, güvendiği,
yakın hissettiği kişilerle birlik-
te olmak ister. Allah’ın verdiği
nimetlerin birçoğu, asıl değe-
rini, gerçek sevgilerin ve dost-
lukların yaşandığı ortamlarda
bulur. Dinimize göre, evrenin
yaratılışı bile sevgi üzerine ku-
rulmuştur. “Allah dilemeseydi
yaratmazdı, sevmeseydi de di-
lemezdi.”
İnsan, çevresindeki insan-
lar, hayvanlar, bitkiler ve cansız
varlıklarla bile bir tür iletişim
ve etkileşim içindedir. Tüm iliş-
kilerimiz sevgi ve saygı üzerine
kurulmalıdır. Zaten insan fıtra-
tı gereği, sadece insanları değil
çevresindeki her varlığı sevmek
ister. Belki bazı şartlar ve olay-
lar bizi rahatsız edebilir ama
kimse sertliği, zorluğu yani şid-
deti istemez. O hâlde insan ola-
rak tüm varlıklarla etkileşim ve
iletişimimizi sevgi ve saygı üze-
rine kurarsak hem rahat hem
mutlu oluruz. Çünkü Allah in-
san fıtratını, sevmekten ve se-
vilmekten zevk alacak, dostluk-
tan ve yakınlıktan hoşlanacak
şekilde yaratmıştır.
Sevgi ve saygının sosyal ha-
yatımızda önemli bir yeri inkâr
edilemez. Sevgiden saygı ortaya
çıkar yani saygı sevginin bir so-
nucudur. Peki, sevgi nedir? Sev-
gi nerede bulunur? Sevgi, Türk
Dil Kurumu sözlüğünde, insan-
ları bir şeye veya bir kimseye
karşı yakın ilgi ve bağlılık gös-
termeye yönelten duygu olarak
tanımlanmaktadır. Bence bu-
radaki insanları yerine canlıları
demek daha isabetlidir. Çünkü
sevgi sadece insanlarda değil
hayvanlarda da bulunmaktadır.
Sevgide bir hoşlanma söz
konusudur ancak, sevgiyi ba-
sit hoşlanma duygusundan ayır-
mak gerekir. Örneğin, güzel bir
çiçek görürüz hoşlanırız, bir el-
bise görürüz hoşumuza gider,
güzel bir söz, bir insan hoşu-
muza gider ama hoşumuza gi-
den her şeyi sevmemiş olabiliriz.
Sevginin özünü, ilgi ve bağlılık
oluşturur. İlgi ve bağlılığın ol-
madığı yerde sevgiden bahset-
mek mümkün değildir. İlgi ve
bağlılık fedakârlığı göstermekte-
dir bu nedenle, seven insan sev-
diği insan için fedakârlık eder,
ilgili olur, bağlı olur. Sevgi gö-
nüllerdedir ama orada kalmaz
davranışlarımızla yaşanır. Gön-
lümüzdeki sevginin somut so-
nuçları davranışlarımızda görü-
nür, buna sevginin gösterilmesi
veya ifade edilmesi diyebiliriz.
Aralık 201028
Seven insan, sözleriyle ve
davranışlarıyla bunu gösterir
yani sevgisini yaşar. Sevgi dil-
leri de denilen sevginin ifade
yollarının başında, tatlı dil gü-
ler yüz gelir. Seven insan sevdi-
ğiyle birlikte olmak ister. Seven
insan paylaşarak mutlu olur.
Sevginin ifade yollarından biri
de hediyeleşmektir. Hediye-
de önemli olan maddi bir yarar
elde etmekten çok, karşımızda-
kinin bizle ilgilenmesi, değer
vermesi, hatırlaması önemli-
dir. Seven insan, karışındakini
anlamaya çalışır. Anlamaya ça-
lışınca onun sadece yanlışlarını
ve kötü yönlerini değil iyi yön-
lerini de görür. Seven insan ba-
ğışlar. Seven insan, sevdiğinin
yanlışını görünce üzülür ve onu
düzeltmek için gayret eder.
Sevgi paylaştıkça azalma-
yan, bitmez tükenmez bir ha-
zinedir. Ancak diğer yönden
sevgi bir çiçeğe benzer. Nasıl
çiçeğe ilgi ve bakım gerekliyse,
sevginin de bakıma ihtiyacı var-
dır. İlgilenilmeyen, suyu güb-
resi verilmeyen, güneş görme-
yen çiçeğin solduğu gibi, kendi
hâline terk edilen sevgi de so-
lar, zayıflar. Sevginin en önemli
ifade biçimi güzel söz söylemek
ve sevecen davranmaktır. Her
yerde gülünmez ama her yerde
gülümsenebilir. Geleneğimizde
gülümsemek sadaka kabul edil-
miştir.
Sevgi ve saygının ifade edi-
lişin bir diğer şekli de selam-
laşmaktır. Selamlaşmak, ka-
rışımızdakine, saygımızı ve
güvenimizi ifade etmektir. Bu
nedenle, karşılaştığımız herke-
se güler yüz göstermeli ve se-
lam vermeliyiz. Selamlaşma-
nın güzel olduğunu hepimiz
kabul ederiz ama bazen alışve-
riş yaptığımız bakkala, market-
teki görevliye, bindiğimiz toplu
taşım aracındaki sürücüye gü-
ler yüzle bir selam vermeyi ak-
letmeyiz. Efendimiz buyuruyor
ki: “Siz iman etmedikçe cenne-
te giremezsiniz, birbirinizi sev-
medikçe de iman edemezsiniz.
Size, birbirinizi sevdirecek bir
şey söyleyeyim mi? Aranızda
selamı yaygınlaştırınız.”
Sevgi insanın temel ihti-
yaçlarından biridir. İnsanın
yeme, içme, uyuma gibi temel
fizyolojik ihtiyaçlarından son-
29
ra en önemli ihtiyacı güvenlik-
tir. Bunu, ait olma ve sevgi ihti-
yacı takip eder. Herkes sevmek
ve sevilmek ister. Patolojik de-
recede hasta olmayan her canlı
sevgiye karşılık verir. Hepimiz
sevilen bir kedinin ve köpeğin
nasıl hoşnut ve memnun oldu-
ğunu görmüşüzdür. Hatta bit-
kilerin bile sevgiden etkilendi-
ği söylenmektedir. Bu nedenle
insanın sevmek ve sevilmekten
hoşlanmaması, mutlu olmama-
sı düşünülemez. Kim sevmeyi
sevilmeyi istemez. Hepimiz is-
teriz ama sevgimizi yaşaması-
nı ve ifade etmeyi, göstermeyi
bilmeyiz. “Çiçek ve çocuk sev-
meyen kişide psikolojik bir has-
talık vardır.” sözünü hatırlıyo-
rum.
Her tür iletişim gibi aile içi
iletişim de sevgi ve saygı üze-
rine kurulmalıdır. İki insa-
nın birbirlerine karşı saygısız-
ca davranmaları çirkindir. Ama
birbirlerine eş olmuş iki insa-
nın birbirlerine saygısızlıkla-
rı hem çirkindir, hem de üzü-
cüdür. İyi bir çocuk yetiştirmek
isteyen eşler, öncelikle kendile-
ri için sonra çocukları için bir-
birlerine saygılı olmayı asla
terk etmemelidir. Çocuk, neza-
keti, sevgiyi, saygıyı önce anne
babasında görmelidir. Karşılık-
lı saygıya dikkat edilmediğinde
tartışma ve kavga potansiyeli
büyür. Saygısızlık, eşleri incite-
ceğinden küskünlük, içe kapan-
ma, iletişimden kaçınma gibi
sonuçlar doğurabilir. Saygısız-
lık, düştüğü yerde kalmayan,
kendini büyüten, her şeyi kap-
layan ve sevgiyi yok eden bir le-
kedir.
Her ilişkide olduğu gibi eği-
tim de sevgiye dayanan ilişkile-
rin önemi açıktır. Eğitimin te-
meli sevgidir denilmiştir. Sevgi
ilkesi insan eğitiminin temel il-
kelerinden biridir. Şefkat gö-
ren çocuk, sevgi ortamı içinde
yetişeceği için özgüven duygu-
su daha kolay gelişecek ve iyilik
kavramı onun zihin dünyasın-
da yeterince yerini bulacaktır.
Çünkü şefkat sahibi anne baba,
çocuk için sevgi objesi hâline
gelmekte ve çocuk onları mem-
nun etmek için kendi çevresine
de olumlu yaklaşmaktadır. Ay-
rıca ailesiyle özdeşleşme süresi
içinde anne babanın özellikle-
rini kendinde toplayarak, onlar
olmadığı zaman bile çevresine
saygı göstermektedir.
Kişinin, sevdiği kimsenin
veya kendisini seven kimsenin
sevgi ve güvenini kaybetmemek
için, onun hoşuna gidecek dav-
ranışlarda bulunduğunu hepi-
miz biliriz. Bunun devam et-
mesi hâlinde kişi, zamanla
kişiliğini, o kimsenin arzu et-
tiği bir yönde geliştirmektedir.
Kuşkusuz, bunun tersi durum-
larda da çocuk, istenmeyen ha-
reketleri yapmaya devam ettiği
gibi, bazen sevmediği kişilerin
isteklerinin tam tersini de ya-
pabilmektedir. Eğitim sırasın-
da çocuğun, sevgi ve güven ih-
tiyacına duygusal güven adı
verilmektedir. Buna göre ço-
cuk, doğru olmayan hareketle-
rinden dolayı azarlandığı veya
cezalandırıldığı zaman bile
bunu yapan kimsenin kendisi-
ne karşı olan sevgi ve şefkatini
kaybetmediğinden emin olmak
ister. Bunun için eğitici, çocu-
ğun bu duygusal güvenini ka-
zanmaya önem vermelidir.
Eğitim sırasında, çocuğa
gösterilecek sevgi ve güven,
hem eğiten kişiye hem de eğiti-
len kişiye bir rahatlık verecek-
tir. Bu rahatlık içinde çocuk,
verileni daha iyi alır. Çocuğa
yapılan baskı, dayak, korkut-
ma gibi cezalandırıcı önlem-
ler, sevgi ve güven ortamını za-
yıflatır veya yok edebilir. Böyle
davranışlar, geçici bir süre,
bazı yanlışlara engel olsa bile,
kalıcı davranış değişikliğine
sebep olamaz. Belki, eğitilen
kişinin, kendisini eğitmeye ça-
lışan anne, baba ve öğretme-
nine kin ve nefret duymasına
neden olabilir. Çocuk, kendi-
si hakkında iyi duygular bes-
lemediğini, kendisini sevme-
diğini düşündüğü bir kişinin
kendisini cezalandırmasını ko-
lay kolay kabul edemez. Çocuk,
niçin cezalandırıldığını bilmeli
ve bu cezayı hak ettiğini hisset-
melidir.
Sevginin sürekli olması ge-
rekir, sadece küçükken olma-
sı yeterli değildir. Nitekim ço-
cukken gösterilen sevgi, ilgi ve
yakınlığın, belli bir yaştan son-
ra istenilen düzeyde ve nitelik-
te olmaması gençlerin, uyuş-
turucu alışkanlığına, yıkıma,
kıyıma, hırsızlığa, saldırganlı-
ğa, insanları birer araç olarak
görmeye, bencilliğe, intihara
vb. iten önemli nedenlerden
biri sayılabilir. Diğer yandan,
aşırı ilgi, baskı ve denetim, ço-
cuğu pısırık, içe kapanık, kor-
kak, çekingen, kendine güve-
ni olmayan, hakkını aramayan,
Aralık 201030
görüşünü savunamayan insan
hâline getirebilir.
Anne babanın çocuğa kar-
şı duyduğu sevgi doğuştandır.
Ancak, anne baba, çocukları-
na karşı doğuştan getirdikleri
sevgisini bilinçli olarak yansıt-
malıdır. Sevgiyi yansıtmanın
yollarından biri, dil ile kişiyi
sevdiğimizi söylememizdir. Bu-
nun yanında sevgiyi belli etme-
nin diğer bir etkili yolu da sev-
diğimiz kişiyle ilgilenmek ve bu
ilgiyi göstermektir. Anne baba,
çocuğuna sevdiğini, yakınlığı-
nı, önemli olduğunu hissettir-
melidir. Bu duygu, bağlılığın,
güvenin, girişkenliğin hareket
kaynağıdır. Ailesinin kendisi ile
ilgilenmesinden mutluluk duy-
duğunu hisseden çocuk, onlara
ulaşılabileceğini, konuşabile-
ceğini, paylaşabileceğini düşü-
nür.
Sevgiden sorumluluk ve say-
gı doğmalıdır. Sorumluluk ve
saygı, iyi bir iletişimi ve uyumu
beraberinde getirir. Zaten sağ-
lıklı bir iletişim olmadan göste-
rilen sevgi, her zaman iyi sonuç
vermeyebilir. Çocuğunu çok se-
ven anne baba onun iyiliği için
çok katı ve baskıcı davranabilir
ve çocuğuna hayatı zehir ede-
bilir. Bazen de aşırı sevgi, ço-
cuğu disiplinsiz, şımarık ve söz
dinlemez bir duruma getirebi-
lir. Bazı anne babalar, hoşgörü
ile boş vermeyi birbirine karış-
tırmışlardır. Aşırı sevgi şımar-
tır, bencil, söz dinlemez yapar.
Sevmede kararlı ve dengeli ol-
mak gerekir.
Sevginin bir sonucu da şef-
katle davranmaktır. Şefkat, acı-
yıp esirgeme, sakınma, esir-
geyerek sevme anlamlarına
gelir. Şefkat duygusunda, baş-
ka bir insanın hoş olmayan bir
durumla karşılaşmasında acı-
yı paylaşma ve onların acıları-
nı paylaşması söz konusudur.
Çocuğa şefkat, onun başına hoş
olmayan bir durumun meydana
gelmesini önlemeye çalışmak,
böyle durumla karşılaştığın-
da ondan kurtulmasına yar-
dım etmek demektir. Peygam-
ber (s.a.v) Efendimizden, şefkat
konusunda birçok hadis rivayet
edilmiştir. Biz biliyoruz ki: Hz.
Peygamber (s.a.v), ailesinde, eş
ve çocuklarına karşı insanların
en müşfiki idi.1
Çocuk eğitiminde sevginin
rolü üzerinde o kadar çok du-
rultur ki, bazen bu durum anne
babalarda kendi niteliklerini,
duygu ve davranış tarzlarını bir
kenara bırakmaya sebep olur.
Normal olmayan bu durum, gi-
derek hem anne babada hem de
çocukta bıkma ve usanma mey-
dana getirir.
Anne ve babanın sevgi ve il-
gisinden yoksun olarak büyü-
yen çocuklar, büyük bir sevgi
açlığı duymakta ve bu açlık ile
birtakım davranış bozuklukla-
rı göstermektedirler. Oturmak,
yürümek gibi becerilerde, ye-
mek yemek ve temizlik alış-
kanlıklarında olumsuzluklar,
konuşma bozuklukları, zihin
gelişiminde gecikme, dikkati-
ni toplamada güçlük, başkaları
ile başarılı ilişkiler kuramama,
içedönüklük, bencillik, saldır-
ganlık vb. sevgisizliğin sonuç-
larındandır.
Çocuğa sevgi ve şefkat gös-
termeyen anne baba, büyük
yanlışlık yapmaktadır. Çocuk,
genç, yetişkin herkes, sevme-
diği bir kişiden iyi de olsa bir
şeyler öğrenmek istemez. Zorla
davranış değişikliği oluşturula-
maz. İnsan, zorla belki iyi görü-
nen davranışlarda bulunabilir,
ancak buna iyi ve ahlâkî dav-
ranış diyemeyiz. Çünkü ahlâkî
iyiliğin en önemli özelliği, iste-
yerek irade ile yapılmış olması-
dır.
Aile, insanın doğup büyüdü-
ğü kutsal bir ortamdır. Bu kut-
sallığın temelinde sevgi, say-
gı, şefkat, merhamet ve acıma
duygusu vardır. Hepimizin kal-
dığı bir yer vardır, orası bizim
“Hepimiz sevmeyi, sevilmeyi, saygılı olmayı, doğayı,
hayvanları, insanları sevmeyi ailemizden öğreniriz.
Küçüklerimizi sevmeyi, büyüklerimizi saymayı bize
ailemiz öğretir Toplum içinde nasıl davranmamız
gerektiğini, kötülüklerden nasıl korunacağımızı
ailemizden öğreniriz.”
31
yuvamızdır. İnsanların kaldık-
ları yerlere ev deriz. Ancak aile
bireylerinin yaşadıkları yerlere
yuva denir. Aile yuvalarına, aile
ocağı da denilmektedir. Aile yu-
vası ve aile ocağı gibi deyimler,
insana rahatlık ve güven duy-
gusu veren, sıcaklığını hisset-
tiğimiz yerler anlamında kul-
lanılmaktadır. O hâlde, içinde
yaşadığımız binaların maddî
yapısına ev derken, içinde yaşa-
dığımız manevî ortama da aile
yuvası veya aile ocağı diyoruz.
Aile bireyleri olarak, ailemizde
sevinçlerimizi paylaşır, iyi gün-
lerimizde hep birlikte güler, eğ-
leniriz ve sıkıntılı günlerimizde
hep beraber üzülür, sorunları-
mıza hep beraber çözümler ara-
rız. Sevinçler paylaşılınca artar,
sevinçlerimizi ailece paylaşarak
daha çok seviniriz. Aynı şekil-
de üzüntülerimizi, paylaştıkça
daha kolay unuturuz. Örneğin,
gördüğü güzel bir manzaradan
zevk alan bir insan, duyduğu
heyecanı sevdiği biriyle paylaş-
mak ister. Aynı şekilde en muh-
teşem ziyafet sofrası ya da en
güzel, en şatafatlı ev bile, tek
başınayken bir insana çok faz-
la çekici gelmeyebilir.
Hepimiz sevmeyi, sevilmeyi,
saygılı olmayı, doğayı, hayvan-
ları, insanları sevmeyi ailemiz-
den öğreniriz. Küçüklerimizi
sevmeyi, büyüklerimizi sayma-
yı bize ailemiz öğretir Toplum
içinde nasıl davranmamız ge-
rektiğini, kötülüklerden nasıl
korunacağımızı ailemizden öğ-
reniriz. En güzel örnek Efendi-
miz (s.a.v)’in ailesindeki dav-
ranışlarını anlatırken, İbrahim
Canan Hoca Sevgide Aleniyet
başlığında şöyle demektedir:
“Çocukları seven Hz. Peygam-
ber (s.a.v) sevgisini fiilleriyle
ortaya koyduğu gibi bizzat söz-
leriyle de açıkça ifade etmiş-
tir. Pek çok rivayet Hz. Hasan
(r.a) ve Hz. Hüseyin (r.a)’i ku-
caklayıp öptükten sonra: “Ya
Rabbi ben bunu (veya bu iki-
sini) seviyorum, sen de sev.”
dediğini teyit etmektedir. Hz.
Enes (r.a)’den gelen şu riva-
yet diğer çocuklara da aynı şe-
kilde davrandığını ifade eder:
“Hz. Peygamber (s.a.v) düğün-
den dönen çocukları ve kadın-
ları görmüştü, onlara yönele-
rek: “Vallahi sizler bana halkın
en sevgili olanısınız, valla-
hi sizler bana halkın en sev-
gili olanısınız.” der. Kafilenin
içerisinde hizmetçilerin de bu-
lunduğunu anlatan Müsned’in
bir rivayetinde: “Allah’a an-
dolsun sizleri seviyorum.” der.
Yine bir rivayette Berâ (r.a) an-
latıyor: “Hz. Ebu Bekir (r.a) Hz.
Aişe (r.anh)’ya uğradı. Hz. Aişe
(r.anh) hummaya yakalanmış,
hasta idi. “Kızım, nasılsın?”
diye hatırını sordu ve yanağın-
dan öptü.”2
* Prof. Dr.
1 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yay., 1988 Ankara, cilt:2 s.507.
2 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yay., 1988 Ankara, cilt:2 s.511.
Dipnot
Aralık 201032
gİTTİ ÖMÜRDen BİRgİTTİ ÖMÜRDen BİR
YAPRAKYAPRAK
KültürEnbiya YILDIRIM*
33
Değerli okur!
Şu an kaç ya-
şında olursak
olalım, geçmiş günler bir ha-
yal gibidir. Bazen zihnimizden
geçip giden mazi için “Gerçek-
ten yaşadım mı acaba?” dedi-
ğimiz bile olur. Zira kala kala,
sadece hatıralar kalmıştır eli-
mizde. Doğrusu insan gençlik
yıllarında ömrünün nasıl geçip
gittiğini fazla fark edemez; an-
cak kırklı yıllara ulaşmasının
ardından geçmiş ve geleceğin
hesabını iyi yapmaya başlar.
Çünkü ona bunu düşündürte-
cek çok şeyle yüz yüzedir ar-
tık. Zamanın çok çabuk geçip
gittiğinin işaretleri etrafını ku-
şatmıştır. Gözlük kullanmaya
başlamıştır, belinden ve vücu-
dunun bazı bölgelerinden ağ-
rılar hissetmektedir, şakakları-
na aklar düşmüştür, başındaki
saçlar hızla dökülmeye başla-
mıştır. Bu nedenle akşamları,
“Bugün de ömürden bir yaprak
yırttık.” gibi şeyler söylemenin
zamanı çoktan gelmiştir. Ni-
tekim akşam olup karanlık çö-
künce, “Doğum tarihinden bir
gün daha uzaklaştım, ölüm ta-
rihine bir adım daha yaklaş-
tım.” deyip günün muhasebesi-
ni yaptığı olur.
Bu şekilde âhiret yevmiye-
mizi hesap ederken, gün bo-
yunca yaşadıklarımızı gözümü-
zün önünden geçiririz. Nasıl bir
kulluk yaşadığımızı anlamaya
çalışırız. İnsanlarla olan ilişki-
lerimizde ne kadar dürüstüz,
doğru sözlü müyüz, kimsenin
kalbini kırdık mı, hayata bir artı
değer katabildik mi ve her şey-
den önemlisi de yaradanımıza
olan kulluk görevlerimizi hak-
kıyla eda edebildik mi? Bunları
ifa ederken kendimizi ibadetle-
rimize verebildik mi yoksa üze-
rimizdeki bir borcu bir an önce
indirmek için usûlen bir şeyler
mi yaptık? Bir günümüzü ken-
dimizle baş başa kaldığımız bir
akşam karanlığında bu şekilde
tarttığımızda, defterini kapat-
tığımız o günün hâsılasının ne
olduğunu az buçuk anlarız. Ve
bu, geçmiş bütün bir hayatımızı
nasıl ve ne yönde harcadığımı-
zı anlamamıza yardımcı olacağı
gibi gelecek günleri daha iyi ge-
çirmemizi de sağlar.
Bu hesabı yaparken şunu an-
larız: Hayatımız geçip giderken
bize sormuyor, geçeyim mi du-
rayım mı diye. Öyle veya böyle
geçiyor. Ve bu dünya, bizim gibi
milyarlarca insanın hayatını tü-
kettiği gibi, bizlerin yaşamını
da bir gün tüketecek. Bunda hiç
kuşku yok. Ölümü kendimize
ne kadar uzak tutsak, bunu bir
türlü kendimize yakıştıramasak
da, olacak olan budur.
Elbette her insanın geriye
kendisini andıracak derin izler
bırakması mümkün değil. Zira
herkes bir Yunus Emre, bir Ab-
dulkadir Geylani, bir Mevlânâ
olamaz. Bu nedenle milyon-
lar içinde geriye isim bırakarak
bu dünyadan göç edip gidenle-
rin sayısı her zaman az olmuş-
tur. Bundan sonra olacak olan
da odur. Ama önemli olan amel
defterlerimizde güzel iz bıraka-
bilmektir. Bunu yapabildikten
sonra kulların bilmesi o kadar
önemli değildir. Yeter ki Rabbi-
“İbret almaktan ne kadar uzağız değil mi?! Kısa bir süre önce
beraber yiyip içtiğimiz, birden ölüm haberini duyduğumuzda
irkildiğimiz ve “Bir şeyciği yoktu, birkaç saat önce beraberdik.”
diyerek şok yaşadığımız ve bir acayip olduğumuz nice ölüm
haberleriyle sarsılan bizler, kısa sürede sanki bir şey olmamış gibi
hayatımıza kaldığımız yerden devam ederiz.”
Aralık 201034
mizi razı eden bir hayat sürerek
nefesimizi sonlandıralım.
Geçmişten İbret Almak
Şayet Allah bizlere yaşlana-
cak kadar bir ömür verirse, ge-
çip giden günler gözlerimizin
önünden geçtiğinde, hayıflana-
cağımız çok şey olacaktır. “Bana
tekrar bir imkân verilecek ol-
saydı, şunları şunları yapmaz
ve hayatımı daha iyi değerlen-
dirirdim.” diyeceğimiz pişman-
lıklarımız olacaktır. Bunların
neler olacağını öğrenmek için
yapılacak şey çok basittir aslın-
da: Bir yaşlıyla oturmak. Koca-
mış bir insanla sohbete koyul-
duğunuzda, nelere pişmanlık
duyduğuna dair samimi duygu-
larını sorarsanız, sizlere saya-
cağı şeylerin başında yaşama-
yı ertelemiş olmasına duyduğu
pişmanlık gelecektir. Çocukla-
rının büyüdüğünü fark edeme-
diğini, onlara zaman ayırama-
dığını ve âhiretini ihmal ederek
sürekli dünyalık bir şeyler elde
etme peşinde koştuğunu an-
latacak ve dert yanacaktır. İn-
san yaşlıların bu sızlanmaları-
nı dinlediğinde, kendisinin de o
ana kadar yaşamayı ertelediği-
ni, ailesine hak ettikleri zamanı
vermediğini, zamanının önem-
li bir kısmını kasâvet içerisin-
de, âhiretine faydası olmayan
boş işlerle geçirdiğini; yaşlı ile
orta yaşlı arasında fark olma-
dığını anlar. Dizlerinde derman
kalmadığı bir döneme geldi-
ğinde de, ”Bu kadar çırpınma-
ya değmezmiş.” der. Bunu der
ancak demesi için oldukça geç
kalmıştır. Bu satırların yaza-
rı ve okurları da muhtemelen
yaşlandıklarında aynı şeyi söy-
leyeceklerdir ancak nefislerine
uymaktan kendilerini kurtara-
mayacaklardır. Zaten bunu bir
başarabilseler dünyalarından
da bir farklı lezzet almaya baş-
layacaklardır.
İbret almaktan ne kadar
uzağız değil mi?! Kısa bir süre
önce beraber yiyip içtiğimiz,
birden ölüm haberini duydu-
ğumuzda irkildiğimiz ve “Bir
şeyciği yoktu, birkaç saat önce
beraberdik.” diyerek şok yaşa-
dığımız ve bir acayip olduğu-
muz nice ölüm haberleriyle sar-
sılan bizler, kısa sürede sanki
bir şey olmamış gibi hayatımıza
kaldığımız yerden devam ede-
riz. Hiç kuşkunuz olmasın, biz
öldüğümüzde de dostlarımız
kısa süreli bir şok yaşayacaklar
ve kabristana doğru götürürler-
ken belki de, “Daha gencecikti,
nice planları vardı, geride ufa-
cık çocuklar bıraktı.” diyecekler
ve kısa bir süre sonra -tıpkı ar-
kadaşlarımıza yaptığımız gibi-
bizleri unutacaklar ve hayatla-
rına kaldıkları yerden devam
edecekler. Bir süre dillerde do-
laşacağız, sonra tatlı hatıralar
arasında yerimizi alacağız ve
sadece yeri geldiğinde anılaca-
ğız. Bunun dışında ise kimsenin
aklına gelmeyeceğiz. Bizi sü-
rekli hatırlayacak olanlar, eğer
kalplerinde gerçekten sevgi bı-
rakabildiysek, ailemiz olacak-
tır. Bana “Hayat nedir?” diye
sorulacak olsa, “Hayat işte bu-
dur.” derim. Kimse bizi bilmez-
ken bu dünyaya nasıl geldiysek,
yine kimsenin bizi bilmeyeceği
bir dünyayı ardımızda bıraka-
rak göçüp gideceğiz.
35
Zamanı Değerlendirmek
Hiç kimse yaşadığı güne ha-
yıflanmasın, başkalarının elin-
dekilere bakarak! Allah herke-
se şükretmesi gereken nimetler
ihsan etmiştir. Bununla birlik-
te, zorluklar içinde boğuşanlar
varsa, onların sorumluluğu kar-
deşlerine gözlerini kapayan di-
ğer mü’minlerdir. Sahip oldu-
ğumuz nice nimetin sadece bir
kısmını hatırlamak için Allahu
Teâlâ’nın buyruğuna bakma-
mız yeterlidir: “Gökleri ve yeri
yaratan, yukarıdan indirdiği
su ile size rızık olarak ürünler
yetiştiren, emri gereğince de-
nizde yüzmek üzere gemileri,
nehirleri, belli yörüngelerinde
yürüyen ay ve güneşi, gecey-
le gündüzü sizin buyruğunu-
za veren Allah’tır. Kendisinden
isteyebileceğiniz her şeyi size
vermiştir. Eğer Allah’ın bun-
ca nimetini teker teker sayma-
ğa kalkarsanız bitiremezsiniz.
Gerçekten insan çok zalim ve
çok nankördür.”1
O halde bizlere gerekli olan,
günümüzü Allah’ın muradına
uygun olarak, dünyamızı da ih-
mal etmeden yaşamaktır. Alla-
hu Teâlâ’nın Kur’an’ın muhtelif
yerlerinde zamanın çeşitli di-
limlerine yemin etmesinin hik-
metlerinden birisi de budur:
“Kuşluk vaktine and olsun.
Sükûna erdiği zaman geceye
and olsun. (Ey Rasûlüm!) Rab-
bin seni terk etmedi, darılma-
dı da.”2
“İkindi vaktine and olsun ki,
insan hiç şüphesiz hüsran için-
dedir. Ancak inanıp salih amel
işleyenler, birbirlerine hakkı
tavsiye edenler ve birbirlerine
sabırlı olmayı tavsiye edenler
bunun dışındadır.”3
Tâbiînin zâhidlerinden Âmir
bin Abdikays’a bir adam ge-
lir. “Benimle konuşur musun?”
diye sorar. O da şöyle cevap ve-
rir: “Güneşi yerinde tut, senin-
le konuşayım.” Yani demek is-
tiyor ki, güneşi benim için biraz
yerinde durdur, dönmesini en-
gelle; ben de seninle konuşa-
yım. Çünkü zaman hızlı bir
şekilde geçip gidiyor, geçip git-
tikten sonra ise bir daha geri
dönmez. Gidişine çok pişman-
lık duyulsa bile yerine bir şey
koymak veya yeniden elde et-
mek mümkün değildir. Ayrıca
her vaktin kendisi içinde yapı-
labilecek bir amel vardır.
Büyük sahâbî Abdullah bin
Mes’ûd (r.a.) da şöyle demiştir:
“Üzerine güneşin battığı, ömrü-
mün eksildiği ancak amelimin
artmadığı bir güne duyduğum
pişmanlık kadar, başka bir şeye
pişmanlık duymadım.”
Sâlih bir zat olan Halife
Ömer bin Abdulazîz de şöyle
demiştir: “Gece ve gündüz, be-
denin üzerinde kendi fiillerini
icra ediyorlar (seni yaşlandırı-
yorlar). Sen de onlar üzerinde
üzerine düşen vazifeyi yap.”
Hasan-ı Basrî de şöyle de-
miştir: “Ey Ademoğlu! Sen gün-
lersin. Bir gün geçince bir par-
çan da gidiyor demektir.” Yine
şöyle demiştir: “Öyle insanlar
gördüm ki, sizlerin dirhemler
ve dinarlara karşı olan hırsınız-
dan daha ziyade yaşadıkları va-
kitlere karşı hırslı idiler.”
Sözü, ömrün her lahzası-
nı değerlendirmek gerektiği-
ne dair bir kıssa ile bitirelim:
Kâdî İbrahim b. Cerrâh anlatı-
yor: Ebû Yûsuf hastalandığın-
da ziyaretine gittim. Yanına gir-
diğimde baygın halde buldum.
Ayılıp kendisine gelince “Ey İb-
rahim! Şu mesele hakkında ne
dersin?” dedi. Ben ise, “Bu du-
rumda bunu mu müzakere ede-
ceğiz?” deyip hayretimi belir-
tince, şöyle dedi: “Bir beis yok.
Bu meseleyi tedkik edelim ki,
belki bilmeyen bir kimse öğ-
renip kurtulur.” Daha sonra
da şunu söyledi: “Ey İbrahim!
(Hac menâsikinde) hangi taş
atma daha faziletlidir? Yürü-
yerek mi yoksa binekli olarak
mı?” Ben “Binekli olanı.” de-
dim. “Hata ettin.” dedi. “Yü-
rüyerek.” dedim. Yine “Hata
ettin.” dedi. “Allah sizden razı
olsun, o halde siz söyleyin.” de-
dim. O da şöyle açıkladı: “Dua
için durulan cemrelerde efdal
olan yürüyerek taşları atmak-
tır. Dua için durulmayan cem-
relerde ise efdal olan binekli
olarak atmaktır.” Sonra yanın-
dan kalktım. Evinin kapısına
varmıştım ki ağlaşmaları duy-
dum. Anladım ki vefat etmiş-
ti. Allah’ın rahmeti üzerine ol-
sun.”
Prof. Dr.
1 14/İbrâhîm, 32-342 93/Duhâ 1-33 103/Asr. 1-3
Dipnot
Aralık 201036
HABİS BİR İnSAn HASTAlIĞI:
Haset“Hased, kalpte bulunan ve insanı kötülüklere sürükleyen en önemli
ve gayr-i ahlâkî özelliklerden, hastalıklardan birisidir. Yol açacağı
büyük zararları sebebiyle Yüce Allah haset edenin şerrinden kendisine
sığınmamızı emretmiştir.”
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
37
Hasedin Mahiyeti
Haset, çekememezlik ve kıs-
kançlık sebebiyle başka bir in-
sanın elindeki nimetin ve iyi
kazanımların yok olmasını iste-
mektir. Hasut insan başkasını
kıskanır, çekemez; başkasında
olan sağlık, zenginlik ve benze-
ri nimetlerden dolayı rahatsız
olur, o kişiden o nimetin gitme-
sini ister. Bu, insan bünyesine
zarar veren ve dinini ifsat eden
kötü bir huydur. Kalpte bulu-
nan ve insanı kötülüklere sü-
rükleyen en önemli ve gayr-i
ahlâkî özelliklerden, hastalık-
lardan birisidir. Yol açacağı bü-
yük zararları sebebiyle Yüce
Allah haset edenin şerrinden
kendisine sığınmamızı emret-
miştir1. Çünkü böyle habis duy-
gular taşıyan birinin şerrinden
insanları ancak onları yaratan
Rableri koruyabilir. Hasetçi-
nin zararını bertaraf edebilecek
güce de sadece O sahiptir.
Sebepleri
Haset, esasen bilgisizlik ve
tamahkârlığın birleşmesinden
doğar. İnsan psikolojisini tahlil
eden İslâm âlimlerinin ve hik-
met bilginlerinin tesbitine göre
hasedin başlıca üç sebebi var-
dır:
1. Haset edilene kar-şı duyulan kin. Ona duyulan
kinden dolayı hiçbir iyiliğe nail
olması istenmez ve onun elin-
deki nimetleri kaybetmesi is-
tenir ve beklenir. Çünkü onda-
ki her güzel kazanım hasetçiyi
mahveder ve âdetâ çılgına çe-
virir. En zararlı haset çeşidi bu
olmakla beraber çok yaygın de-
ğildir.
2. Haset edilene yetişe-memeden dolayı duyulan eziklik. Orta dereceli kabul
edilen bu haset çeşidinde haset
eden yetersiz olduğu için haset
edenin nail olduklarına erişe-
mez, bu da onda biraz kıskanç-
lık biraz da yarış duygusu mey-
dana getirir.
3. Haset edenin fazilet-lere ve nimetlere karşı çe-kemez bir duygu içinde ol-ması. Yani böyle bir kimse
kendinde olan iyilik ve nimetle-
ri başkasıyla paylaşma duygu-
suna sahip değildir. Her iyi şe-
yin kendisinde olmasını ister,
başkasında olmasını hazmede-
Aralık 201038
mez ancak bunları da başkasıy-
la paylaşmaz. En yaygın ve kötü
haset çeşidi budur.
Müslüman Hasut Olur mu?
Günümüzde birçok Müs-
lümanın da haset hastalığının
pençesine düştüğünü üzülerek
görmekteyiz. Acaba Müslüman
oldukları ve dinin temel yü-
kümlülüklerinden olan namaz,
oruç gibi ibadetleri yerine ge-
tirdikleri halde hala neden bu
hastalıktan kurtulamıyorlar?
İnsanlar Müslüman olmak-
la insan doğuştan getirdiği bü-
tün kötü duygularından birden
arınamaz. Önce onların kötü
olduklarını öğrenir sonra da
tedavi etme sürecine girer. Ki-
misinin tedavi süreci kısa kimi-
sininki uzun sürer. Bazılarının-
ki de ömür boyu devam eder.
İslâm insanda var olan diğer
duygular gibi haset duygusunu
da inkâr etmemiştir. Önce onun
insanda var olan bir duygu ol-
duğu kabul edilmiştir. Şu âyet
bunu göstermektedir: “Eğer
bir kadın kocasının geçimsizli-
ğinden yahut kendisinden yüz
çevirmesinden endişe ederse,
aralarında bir sulh yapmala-
rında, onlara bir günah yok-
tur. Sulh hep hayırlıdır. Zaten
nefisler kıskançlığa hazırdır.
Eğer iyi geçinir ve geçim-
sizlikten sakınırsanız,
şüphesiz Allah yap-
tıklarınızdan ha-
berdardır”2.
İnsanî bir
duygu olan
hasedin kötü
bir huy olduğu da Kur’ân’da an-
latılmıştır. Şu âyetler hasedin
kötülüğüne işaret etmektedir:
“Yoksa onlar, Allah’ın lüt-
fundan verdiği şeyler için in-
sanları kıskanıyorlar mı?”3
“Onlar ki hem kıskanır,
cimrilik ederler, hem de her-
kese cimrilik tavsiye ederler ve
Allah’ın kendilerine lütfundan
verdiği nimeti gizlerler. Biz
kâfirlere alçaltıcı bir azap ha-
zırladık.”4
“Ehl-i kitaptan birçoğu arzu
etmektedir ki, sizi imanınızdan
sonra çevirip kâfir etsinler:
Hak kendilerine iyice belirdik-
ten sonra bile sırf nefsaniyetle-
rinden ve kıskançlıktan dolayı
bunu yaparlar. Buna rağmen
siz şimdi af ile hoşgörüyle dav-
ranın tâ Allah emrini verince-
ye kadar. Şüphe yok ki Allah
her şeye kâdirdir.”5.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
konuyla ilgili bazı açıklama ve
ikazları da şöyledir:
“Hasedden kaçının. Çün-
kü o, ateşin odunu -veya kuru
otu- yiyip tükettiği gibi, bütün
hayırları yer tüketir”6.
“Size eski ümmetlerin has-
talığı sirayet etti: Bu, hased ve
buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bile-
siniz; kazıyıcı derken saçı ka-
zır demiyorum. O dini kazı-
yıcıdır. Nefsimi kudret elinde
tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin
ederim, sizler iman etmedikçe
cennete giremezsiniz. Birbiri-
nizi sevmedikçe de iman etmiş
olmazsınız. Birbirinizi sevme-
ye yardımcı olacak şeyi haber
vereyim mi: Aranızda selâmı
yaygınlaştırın.”7
Hasedin kötü ve zararlı insanî
bir duygu olduğunu bu şekilde ka-
bul edip tesbit eden ve zararlarını
ifade eden İslâm daha sonra haset
duygusunu faydalı olabilecek iyi
noktalara doğru yönlendirilmiştir.
Nitekim İbnu Mes’ûd (r.a.)’ın nak-
lettiği bir hadise göre Hz. Peygam-
ber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Şu
iki kişi dışında hiç kimseye haset
(gıbta) etmek caiz değildir: Biri,
Allah in kendisine verdiği hikmet-
le hükmeden ve bunu başka-
sına da öğreten hikmet
sahibi kimse. Diğeri
de Allah’ın ken-
disine verdiği
malı hak yol-
da sarfeden
zengin kim-
se.”8 Bura-
da haset kelimesi kullanılarak bu
duygunun imrenme gibi olumlu bir
duyguya çevrilmesi de istenmiştir.
“Mü’min gıpta, münafık ise haset
eder.” denilerek de iki durum ara-
sındaki ince farka işaret edilmiştir.
Hasedin Fıkhî Hükmü
İslâm hukukçuları, başkasının
elindeki nimetlerin ve iyi kaza-
nımların yok olmasını isteme şek-
lindeki hasedin haram olduğuna
hükmetmişlerdir. Bu konuda bü-
tün âlimler görüş birliği içindedir.
Çünkü haset eden âdetâ Allah’ın
bir kuluna verdiği nimetlere itiraz
etmekte ve büyük bir günah işle-
mektedir. Ancak haram ve meşru
olmayan yollarla mal ve makam
elde edenlerin, kazandığı malı,
makamı ve nimeti masiyet uğrun-
da harcayanların ellerindeki nime-
tin gitmesini istemek günah de-
ğildir. Aynı şekilde aynı nimetten
veya herhangi iyi bir şeyden ken-
disinin de olmasını istemek yani
başkasının elindeki nimete gıpta
etmek de haram olan haset kapsa-
mında sayılmaz.
Çareleri
Hasetten kurtulmak Müslü-
manın hedefi olmalıdır. Tamamen
kurtulamayanlar asgariye indir-
mek, hiç olmazsa başkalarına za-
rar vermekten kaçınacak duruma
getirmek mecburiyetindedirler.
Çünkü insanın bu duyguyu tama-
men söküp atması mümkün değil-
dir. Bu duygudan kurtulma çarele-
ri olarak İslâm âlimleri birçok yol
önermişlerdir. Bunlardan bazıları
şöyledir:
1. Hased yapan bunun din ve
dünyasına zarar verdiğini, bu duy-
gusu sebebiyle Allah’ın gadabını
hak ettiğini bilmeli ve düşünmeli-
dir. Çünkü kulları arasında nime-
ti taksim eden Yüce Allah’tır. Din-
darlıkla haset aynı yerde ilelebet
yaşayamaz.9
2. Hased eden bu davranışıy-
la haset ettiği insana zarar vereme-
yeceğini, aksine onun elindeki ni-
metin artmasına sebep olduğunu
bilmelidir. Bu sebeple de kendini
yiyip bitirmemelidir.
3. Duygularının önüne aklını
geçirerek yaptığı işin yanlış ve çir-
kin olduğunu, bundan dolayı he-
saba çekileceğini bilmelidir. Aynı
zamanda insanların nail oldukları
nimetlerde şahsi ve meşru gayret-
lerini, Allah’ın da takdirini hesaba
katmalıdır.
4. Haset ettiği kimseye zarar
vermemek için onun başarısını ve
elde ettiği nimetleri gördüğü za-
man “Mâşâallâh, lâ havle velâ kuv-
vete illâ billah” demelidir. Bu Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in tavsiyesi-
dir. Bu konuda büyük İslâm âlimi
İmam Gazâlî’nin İhyâu ulûmiddîn
adlı eserinin ilgili kısmı mutlaka
okunmalıdır.
Hasetçinin Şerrinden Nasıl Korunulur?
Zenginiğinden veya elindeki
nimetlerin bolluğundan dolayı bi-
rine haset eden, aslında haset ettiği
kimsenin elindeki nimetin artma-
sına sebep olsa da, bazı insanla-
rın nazarları başkasına zarar vere-
bilmektedir. Hasedin en çirkin ve
sahibini Allah katında sorumlu kı-
lan yönü de budur. Be sebeple bazı
fıkıh âlimleri nazar değdirenin se-
bep olduğu zararı tazmin etmesi
gerektiğine fetva vermişlerdir. Bu
gibi insanların şerrinden korun-
mak için sürekli Allah’a sığınmak,
muâvezeteyn (kul eûzü) ve Fâtiha
surelerini ile Âyetü’l-Kürsî’yi
okumak tavsiye edilmiştir.
39
Prof. Dr.
1 113/Felak, 5.2 4/Nisâ, 128.3 4/Nisâ, 54.4 4/Nisâ, 37.5 2/Bakara, 109.6 Ebû Dâvûd, “Edeb”, 44; İbni Mâce, “Zühd”, 22.7 Tirmizî, “Kıyâme”, 56.8 Buharî, “Tevhîd”, 45.9 Nesâî, “Cihâd”, 8.
Dipnot
Aralık 201040
TARİHTe
MİlleTİMİZ“Osmanlı’nın, Amerika’nın bağımsızlığını elde etmesi ve iç savaşı Kuzeylilerin
kazanmasında aktif bir rol oynadığı da bugün kimin aklına gelir. Günümüzün süper
devleti olduğunu iddia eden Amerika’nın, dün Osmanlı’nın yardım ve minnetine
muhtaç olduğu, bugün belki hayal bile edilemez.”
Tarihİsmail ÇOLAK
41
İslâm Şairi Mehmet Akif’in şu bedaat yük-
lü satırları, dünkü azamet ve şevket devrelerin-
den, bugün hâlâ dünya muvazenesinde hak ettiği
yeri alma, içtimaî barış ve istikrarı sağlama uğraşı
veren milletimizin içinde bulunduğu duruma işa-
ret etmesi bakımından çok manidar:
“Bir zamanlar biz de millet hem de nasıl milletmişiz
Gelmişiz dünyaya; milliyet nedir öğretmişiz
Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin
Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin
Görmemiş benzer, o müthiş seyre, hem görmez beşer
Bir taraftan dinimiz, ahlâkımız, irfanımız, ihsanımız.”
Burada, ihtişam devrelerinden vereceğimiz
çarpıcı misallerle kendinizi derin bir murakabe
ve muhasebe içinde bulacak, hâlihazırdaki vazi-
yetimizi daha iyi kavrayacaksınız. Bunları, geçmi-
şe özlem duyma ve onu geri getirme adına değil,
bizi içine çeken siyasî-içtimaî anafordan kurtul-
maya medar olacak dersler çıkarma, bizi biz ya-
pıp aziz ve güçlü kılan haysiyet, itibar ve değerle-
rimizi yeniden kuşanma adına zikredeceğiz.
Fransa’yı, Osmanlı Ayakta Tuttu
1525’teki Pavya Savaşı’nda Almanya’ya yeni-
len Fransa, esir Kral I. Fransuva’nın rica ve min-
netiyle, Kanuni’nin yardım etmesi neticesinde yı-
kılmaktan kıl payı kurtulmuştu. Fransuva’dan
sonra tahta geçen II. Henri de, Alman tehdidine
karşı devletinin varlık ve bekasını muhafaza et-
menin yolunun, Osmanlı himayesinden geçtiği-
nin farkına varmış ve buna nail olmak amacıyla
padişaha yazdığı şu mektupla adeta yalvarmıştı:
“Şimdiki durumda, Fransa’nın hiçbir şeyi
kalmamıştır. Padişah Hazretlerinden başka hiç-
bir yerden de ümidi yoktur. Ancak, bundan önce
de birçok defa Padişah Hazretlerinin yardımla-
rı görülmüştür. Eğer biraz para ve mal yardımı
yapılırsa, Fransa bundan ebediyen minnettar
kalacak ve Türk cömertliği bir defa daha dün-
yaya nam salacaktır. Bu yardım, cihan padişahı
için hiç mesabesindedir.”
II. Henri’nin yardım talebine Osmanlı, her za-
man ve herkese yaptığı gibi müspet mukabelede
bulunmuş, imzalanan anlaşmaya göre Fransa’ya
verilen borcun ödeneceği ana kadar donanması-
nın rehin kalmasını esasa bağlamıştı.1
Yapılan yardımların yanı sıra yine Kanuni
döneminde (1535) ilk kez Fransa’ya verilen ve
1740’da sürekli hâle getirilen kapitülasyonlarla
bahşedilen, iktisadî ve ticarî imtiyaz ve lütuflar
ise, bunların cabası olmuştu. Zirve devrini idrak
eden Osmanlı için, güç ve kudretinin sarsılmasın-
da hiçbir yan etkisi olmayan bu kapitülasyonlar,
o zaman küçük bir bahşiş ve atiye kıymetindeydi.
Zira yalnızca, gümrük vergisini asgariye indirme-
yi ve Osmanlı ülkesinde serbestçe ticaret yapabil-
Aralık 201042
meyi içeriyordu. Dahası, Almanya’nın başı çekti-
ği Avrupa-Haçlı Birliği’ni parçalamada Fransa’yı
kullanmak ve ticarî-iktisadî ilişkileri geliştirmek
noktasında kapitülasyonlar son derece önemli
faydalar sağlamıştı.
Osmanlı’nın Fransa’ya yaptığı yardımların en
muhteşemlerinden biride, Kral I. François’in da-
veti üzerine Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin
Paşa komutasında 1543’te gerçekleşmişti. Bu se-
ferki yardımın amacı Alman İmparatoru Şarlken
tarafından işgal edilen Nice şehrini kurtarmaktı.
Barbaros, 150 parçalık dev Osmanlı filosu ve 30
bin kişilik mürettebatıyla Marsilya’ya ulaşmış ve
şehri top atışlarıyla selamlamıştı. Yardımlarına
gelen Osmanlı gemilerini gören Fransızlar, gör-
kemli bir karşılama merasimi düzenlemişler ve
efsane denizci Barbaros onuruna görülmemiş bir
ziyafet vererek onu başköşeye kurdukları muhte-
şem bir tahta, azametle oturtmuşlar ve hayranlık
dolu bakışlarla onu izlemeye koyulmuşlardı.
Ancak yaklaşan kış yüzünden harekâtı ertesi
bahara ertelemek icap etmişti. Tekrar İstanbul’a
gidip dönmek çok masraflı ve zahmetli olacağın-
dan, kışı Fransa’da Toulon limanında geçirmek
uygun görülmüştü. Toulon şehrinde evler boşaltı-
lacak ve giden ahalinin evlerine Osmanlı askerle-
ri misafir edilecekti. Şehir kısa sürede adeta Müs-
lüman bir şehre dönüşmüştü. O günleri yaşayan
Toulonlular yıllar yılı birbirlerine, Türklerin ge-
lişiyle birlikte namaz kılınmaya başlanan şehrin,
birdenbire sükûnete büründüğünü ve “ikinci bir
İstanbul” haline geldiğinden bahsedeceklerdi.
Fransız Büyükelçisi Jean de Montluc, Osman-
lı denizcilerinin bu adil, yardımsever ve insan-
cıl tutumlarının, Fransızların hafızasında nasıl
silinmez bir iz bıraktığından şöyle söz etmiştir:
“Bu büyük ve güçlü ordu, efendim Fransa kralı-
na yardım için gönderilmiştir. Türklerin herhan-
gi bir kimseyi incittiklerine dair şikâyet olmamış-
tır. Nazik davranmışlardır. İaşeleri için aldıkları
her şeyi, karşılığında para vererek almışlardır.”
Nihayet Osmanlı donanması bu seferden de, en
azından Güney Fransa’nın işgaline engel olmayı
başararak dönmesini bilmişti.2
Amerika’ya Osmanlı Yardımı
Osmanlı’nın, Amerika’nın bağımsızlığını
elde etmesi ve iç savaşı Kuzeylilerin kazanma-
sında aktif bir rol oynadığı da bugün kimin ak-
lına gelir. Günümüzün süper devleti olduğunu
iddia eden Amerika’nın, dün Osmanlı’nın yar-
dım ve minnetine muhtaç olduğu, bugün bel-
ki hayal bile edilemez. Bundan bir-iki asır önce-
sine kadar devletlerin kurulması ve yıkılmasını,
dünyanın en kudretli ve süper devleti olarak Os-
manlı tayin ediyordu. Osmanlı arşiv kayıtların-
da “Memâlik-i Müctemia-i Amerika Devleti”
olarak geçen Amerika’nın kurulması ve bağım-
sızlığını ilan etmesinde, kaynakların belirttiği-
ne göre Osmanlı’nın hatırı sayılır bir payı ol-
muştu. İngiltere’ye karşı özgürlük mücadelesine
girişen Amerika’ya 1770’li yıllarda Osmanlı, ge-
milerle yardım göndermişti. O zamanlar Ameri-
ka, Devlet-i Âli’ye bakarak küçücük bir devletti
ve İstanbul’da ancak maslahatgüzar seviyesinde
temsil edilebiliyordu.
18. yüzyılda Müslüman korsanların “semiz ör-
dek” diye dalga geçtikleri ABD’nin, gemilerinin
Akdeniz’de rahat seyahat etmesini sağlamak için
Osmanlı Devleti’nin bir vilayeti olan Cezayir’e 117
yıl boyunca haraç ödediği de tarihî bir gerçektir.
1795’te Cezayir Dayısı Hasan Paşa ile ABD’nin
Cezayir Konsolosu Joel Barlow tarafından Türk-
çe olarak kaleme alınan anlaşma ile ABD gemi-
leri, Osmanlı himayesinde Akdeniz ve Avrupa’da
ticaret yapma imkânına kavuşmuştu. ABD,
Cezayir’in himayesi ve esirlerinin serbest bıra-
kılması için (çünkü 1787’de 100 kadar Amerikalı,
1794’te de 119 kişilik mürettebatıyla 11 Amerikan
gemisi korsanların eline düşmüştü) 2 milyon 274
bin Meksika Doları (ki bu, 10 milyon doları bu-
lan yıllık gelirinin beşte birine dek bir rakamdı)
ödemeyi ve anlaşmanın devam etmesi için her yıl
12 bin Cezayir altını (21.600 Dolar) veya bunun
değerinde mühimmat ve malzeme vermeyi ve ay-
rıca, yolcular için kişi başına 4.000 dolar, kabin
görevlileri için de 1.400 dolar ödemeyi de kabul
etmişti. Böylelikle, Amerikan Kongresi tarihinin
en ağır haraçlarından birini onaylamak zorunda
kalmıştı.3
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ta-
rih Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali İhsan Gencer,
14. Türk Tarih Kongresine sunduğu tebliğin-
de, ABD’nin Osmanlı ile ticaret antlaşması im-
zalayabilmek için 45 yıl uğraştığını belirtmiştir.
Sultan II. Mahmud, Amerika’nın dünyada rüş-
tünü ispatlamış harp gemilerinin teknolojisinin
Osmanlı’ya aktarılması “gizli şartı” ile 1830’da bu
devletle bir dostluk ve ticaret antlaşması yapma-
ya razı olmuştu. Ancak Amerikan senatosunun
söz konusu gizli maddeyi anlaşmadan çıkarması
üzerine II. Mahmud, ABD elçisini huzurdan kov-
maktan çekinmeyecekti. Olaydan kısa süre sonra
Sarayburnu’na gelen bir ABD savaş gemisi “için-
deki gemi yapım malzemeleri ile satışa çıkarıldı-
ğının” duyurulmasını müteakiben Osmanlı, bu
4343
Aralık 201044
gemiyi hibe sayılabilecek bir bedelle satın almış
ve böylelikle anlaşmadaki gizli madde ABD tara-
fından gayrı resmi anlamda yerine getirilmişti.4
Dönemin ABD Başkanı Andrew Jackson’ın,
Sultan II. Mahmud’a gönderdiği mektuplar,
Amerika gibi himmete muhtaç ufak bir devletin,
Osmanlı gibi bir cihan devletine duyduğu hayran-
lık ve minneti ifade etmesi bakımından son dere-
ce ilginç ve çarpıcıdır. Sultan Abdülmecid devri-
ne denk gelen 1860’daki Amerikan iç savaşında
da Osmanlı, yaptığı katkıyla aktif bir rol oynamış-
tı. Savaşın en kritik bir hengâmesinde Kuzey Hü-
kümeti, Osmanlı’dan askerî yardım talebinde bu-
lunmuş ve Padişah Abdülmecid, bu talebe, 1860
yılında 120 deve yükü askerî malzeme ile 100 has
asker göndererek yerine getirmişti. Hatta, Os-
manlı askerleri, sahip oldukları bilgi, beceri ve
tecrübeyle, Kuzeylilerin savaşı kazanmalarında
ciddi bir misyon üstlenmişlerdi.
Bunları arşivlerden tespit edenler bizati-
hi Amerikalı tarih araştırmacılarıdır. Türk-
Amerikan Dernekleri Federasyonu Başkanı Dr.
Şevket Karaduman, bu askerlerin daha son-
ra Amerika’ya yerleştiğini ve birçok bölgede to-
runlarının hâlâ yaşadığını belirtmektedir. Mese-
la, bunlardan kafilede deve bakıcısı olan üç Türk,
Amerika’da kalmışlar ve ticarî hayattaki girişim-
leriyle büyük başarılara imza atmışlardır. Birisi,
Amerika’da deve ile ilk posta teşkilatını kurmuş,
diğeri Camel ‘Deve’ marka sigaranın temelleri-
ni atmış; paketlerin üzerine ‘Turkish’ ibaresi-
ni dâhi koymuştur. Üçüncü deve bakıcısı olan,
Amerika’dan Meksika’ya geçerek siyasî arenada
büyük bir aktivite göstermiştir. O kadar ki, toru-
nunun Meksika Cumhurbaşkanı olduğu söylen-
mektedir.5
Bu bilgilerden; 19. yüzyılın sonu 20. yüzyı-
lın başlarında, Osmanlı topraklarından Ameri-
ka Kıtasının kuzeyine (ABD ve Kanada) ve gü-
neyine (Brezilya ve Arjantin) göçler yaşandığı
tarih ışığında anlaşılmaktadır. Göçlerin büyük
çoğunluğunu azınlıklar oluşturmuş, ancak içle-
rinde azımsanmayacak ölçüde Osmanlı Türk’ü
(Müslüman’ı) de yer almıştır. Amerikan istatis-
tiklerine göre, 1820 ile 1920 yılları arasında, ya-
rım milyona yakın kişi Osmanlı topraklarından
ABD’ye yerleşmek üzere göç etmiştir. Tarih pro-
fesörü Kemal Karpat’a göre de, bunların en az
%15’i Müslüman’dı ve tahminen 50 bini de Türk-
lerden oluşmaktaydı.6
Az evvel zikrettiğimiz Amerikan iç savaşını Ku-
zeylilerin kazanmasında olağanüstü rol oynayan-
lardan biri de; çoğunluğunu Amerika’ya göç etmiş
Osmanlı’nın eski tebaası Müslüman milletlerin
oluşturduğu “Zouave Alayları” idi. Albay Elmer
Ellsworth komutasındaki Zouave Alaylarının en
belirdin özelliği “Osmanlılar gibi giyinmeleriydi”.
Beyaz sarık, kırmızı kuşak ve lacivert ceket kulla-
nan birliklerin, Güneylileri savaş meydanlarından
“hallaç pamuğu gibi savurduğu” ve disiplinleri, ce-
saretleri ve güzel ahlâkları ile diğer askerlere “em-
sal teşkil ettiği” kaynaklarda zikredilmektedir.7
1 Nakleden İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru, C.2, İstanbul 1999, s.151-152.2 Halil İnalcık, “Siyaset, Ticaret, Kültür Etkileşimi”, Yay. Haz: H. İnalcık, Günsel
Renda, Osmanlı Uygarlığı, C.2, Ankara 2003, s.1063; Clarence Dana Rouillard, The Turk in French History, Thought and Literature (1520-1660), Paris, 1938, s.120; Dorathy M. Vaughan, Europe and the Turk: A Pattem of Alliances 1350-1700, Liverpool at the University Press, 1954, s.127; nakleden Mustafa Arma-ğan, “Barbaros Fransa’da Namaz Kılarken”, Yeni Dünya Dergisi, Mart 2007, s.33-34.
3 Emre Yusufçuk, Metin Davutoğlu, “Bir Zamanlar ABD, Osmanlı’ya Vergi Ödü-yordu”, Zaman Gazetesi, 23 Eylül 1993, s.16.
4 İhsan Ilgar, “İlk Türk-Amerikan Ticaret Antlaşması”, Hayat Tarih Mecmuası, Ekim 1969, Sayı: 57, s.4-7; Yeni Şafak Gazetesi, 6 Ekim 2002.
5 Akit Gazetesi, 19 Ağustos 1994. Amerika’daki Türkler hakkında ayrıntı için bkz. Birol Akgün, “Osmanlı Türklerinin Amerika’ya Göçü”, Türkler Ansiklopedisi, C.20, Ankara 2002, Yeni Türkiye Yay., s.890-896; Sevgi Ertan, “Amerika’daki Türklerin Tarihi”, Türkler Ansiklopedisi, C.20, s.881-883 vd.
6 Kemal Karpat, “Turks in America”, Less Annales de I’Autre Islam, No: 3, 1995, s.231-252; nakleden Akgün, agm.
7 Hakan Yılmaz, “Amerikan İç Savaşındaki Sarıklılar: Zouave Alayları”, Zaman Gazetesi Turkuaz Eki, 30 Mayıs 2004, s.1, 11.
Dipnot
45
AŞK MESNEVÎSİ
Âşık olunurken ihtiyâr olmazÂşık olan insan ihtiyâr olmaz
Aşk gelince ihtiyâr elden giderSevgi olmayınca yâr elden gider
Ben, sen oluncaya kadar değişmekSen, ben olana dek durmadan pişmek
Hakikî âşığa vuslat gerekmezSevdâ süvârisine at gerekmez
Ey şair, aşk dağına sür atınıSür gerçek şiirin saltanatını…
Bekir OĞUZBAŞARAN
AŞK MESNEVÎSİ
Âşık olunurken ihtiyâr olmazÂşık olan insan ihtiyâr olmaz
Aşk gelince ihtiyâr elden giderSevgi olmayınca yâr elden gider
Ben, sen oluncaya kadar değişmekSen, ben olana dek durmadan pişmek
Hakikî âşığa vuslat gerekmezSevdâ süvârisine at gerekmez
Ey şair, aşk dağına sür atınıSür gerçek şiirin saltanatını…
Bekir OĞUZBAŞARAN
Aralık 201046
Mevlânâ’YI
ANLAMAK
EdebiyatMustafa ÖZÇELİK
47
Din, felsefe, tarih, edebiyat, si-
yaset… hangi sahayı ele alır-
sak alalım bu sahalarda “bü-
yük” kabul edilen kişiler, Köprülü’nün de dediği
gibi yaşadıkları sosyal muhitin mahsulsüdürler.
Bu yüzden, onları “büyük” ve “önemli” yapan se-
bepleri anlamak için öncelikle yaşadıkları çağın
şartlarına bakmak lazımdır. Fakat bu meselenin
sadece bir yönüdür. Diğer yandan, bu kişilerin
hangi inanç ve düşünce zemininde hareket ettik-
leri, söylemlerinin nasıl olduğu da onları anlama-
da bizim için birer imkân oluşturur.
Mevlânâ Celaleddin Rumi, Tanpınar’ın ifade-
siyle tarihimizin “büyük adamlar galerisi”ndeki
en önemli isimlerinden biridir. Onu, yaşadığı as-
rın şartları içinde tanımak, bugün de ondan na-
sıl istifade edebileceğimiz konusunda önem arz
etmektedir. Mevlânâ’ya bu açıdan baktığımız-
da şunları söyleyebiliriz. Mevlânâ, 13. asırda ya-
şadı. Bilindiği gibi bu asır, Selçuklu Devleti’nin
“can çekiştiği” bir bunalım devridir. Böylesi ka-
ranlık bir çağda Anadolu insanı, kendisi için bi-
rer “manevî sığınak” bulmak ihtiyacı içindeydi..
Bu, öyle bir sığınak olmalıydı ki, insanlar, kay-
bettikleri istikametlerini yeniden bulabilsinler,
yeniden ayağa kalkıp bir inanç ve kültürün, bir
hayat ve medeniyetin inşası mümkün olabilsin.
Mevlânâ, böylesi bir karanlık çağda bir “ku-
tup yıldızı” gibi yol ve yönlerini kaybeden-
lere “emin bir rehber” oldu. Çok geçmeden
Konya’da başlayan bu aydınlanma hareke-
ti önce Anadolu’da sonra bütün dünyada tesi-
rini gösterdi. Selçuklu sonrası kurulan Osman-
lı Devleti’nin en önemli manevî dinamiği haline
geldi. Mevlânâ ve Mevlevîlik düşüncesiyle İslâm
medeniyeti yeniden neşvünema buldu. Anadolu
insanının mayasını Mesnevî, Divan-ı Kebir kar-
dı. Mevlevîhaneler, birer tasavvuf ocağı olarak
sanatın, ilmin merkezleri haline geldiler. Bura-
lardan yansıyan ışık hayatı da şekillendirdi ve
ortaya sonraki çağlara da ışık tutacak çok önem-
li bir tecrübe çıktı.
Osmanlı’nın duraklama ve çözülme devirle-
rinden sonra yeni bir bozgun çağına girdik. Bi-
zim dışımızdaki dünya da maddî manada çok
ileri noktalara ulaşmasına rağmen maneviyat
noktasında bir “cahiliye çağı”nı yaşadı. Böyle-
ce, ilim ve teknikteki ilerleme ne olursa olsun,
manevî ve insanî noktada çok gerilere gidildi.
İşte tam da böyle bir noktada meşhur kelamda
belirtildiği gibi “tarih, tekerrür etti.”. Yeni bir
Selçuklu inkıraz çağına girdik ve Mevlânâ da
yeniden gözümüzü çevirmek durumunda kal-
dığımız bir ışık oldu. İşte bu noktada çağımız-
da Mevlânâ’ya nasıl bakmamız gerektiği önü-
müzde ciddi bir konu olarak durmaktadır. Zira
Mevlânâ gibi insanlar, derde deva ilaçlar gibi-
dir. Bir ilaçtan nasıl ne şekilde yararlanacağı-
mız nasıl bir bilgi ve bilinç meselesi ise aynı
şekilde büyük adamların her biri deva hük-
mündeki görüşlerinden yararlanmamız da aynı
şekildedir.
Mevlânâ’ya yaklaşımı bir “mesele” olarak gör-
memizin bir sebebi de karşılaşılan kimi yanlış-
lardır. Zira gerek bilgisizliğin gerekse bir kastın
neticesi olarak karşımızda birden çok Mevlânâ
fotoğrafları durmaktadır. Sufi Mevlânâ, filozof
Mevlânâ, hümanist Mevlânâ.. Bunlardan hangisi
gerçek, hangisi değildir? Bunu iyi anlamak gere-
kir. Bu noktada bizim şahsi bir yorum yapmamız
“Mesnevî, vahdet dükkânıdır. Orada
Bir’den başka ne görürsen puttur.”
Mevlânâ
Aralık 201048
aslında gerekmiyor. Mevlânâ, eşsiz ferasetiyle bu
tür yaklaşım yanlışlıklarını önlemek için kendi
tavrını yine kendi sözleriyle çok net biçimde orta-
ya koymuştur. Böyle bir durumda onun sözlerine
bakmak meselenin doğru anlaşılması için yeterli-
dir. Bu konuda aklımızda hep tutmamız gereken
sözü şu olmalıdır:
“ Bu canım var oldukça ben Kur’an’a tutsağım
Muhammed Mustafa’nın yolundaki toprağım
Benden başka bir sözü nakledenler olursa
Hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım”
Bu ifade, Mevlânâ fotoğrafının sahih bir gö-
rüntüsünü sunmaktadır bize. Buna göre Mevlânâ,
Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v) gerçeğine sami-
miyetle bağlı bir yol göstericidir. Zaten, bu anla-
yış ortak bir benimsemeye konu olduğu için onun
şaheseri Mesnevî, asırlar boyunca bir tür “Kur’an
tefsiri” olarak görülmüş ve bu bağlamda okun-
muştur.
Tabi ki, tasavvufun kendine mahsus bir yorum
dili vardır. Bu dil, dikkate alınarak Mesnevî oku-
duğumuzda onda gerçekten de “Kur’an ve Hz. Pey-
gamber” gerçeğinden başka bir şey göremeyiz. Fa-
kat Mevlânâ, bu yorumu tasavvufun diliyle yaptığı
için kimi anlama zorlukları ortaya çıkmış, bu zor-
luklar, beraberinde “yanlış anlamaları” da getir-
miştir. Bunların en vahimi ise, Mevlânâ’yı Kur’an
ve Hz. Peygamber (s.a.v) gerçeğinden soyutlayarak
bir “filozof“ yahut “hümanist” gözüyle görmektir.
Oysa ortada böyle bir durum yoktur. Mevlânâ, bil-
hassa o asırda pek çok kültürde görülen Bâtınî yo-
rumların tasavvufun bünyesi içine sızmaya çalış-
tığını da görerek tasavvufu doğuş kaynağına göre
ve evrensel bir duyuş ve dille anlatarak söz yerin-
deyse insanları “suyun asıl kaynağı”na çağırmıştır.
Nitekim doğabilecek yanlış anlamalara karşı da
bizzat kendisi tavrını şu şekilde açıklama ihtiyacı
hissetmiştir: “Pergel gibiyim. Bir ayağımla şeri-
at üstünde sağlamca durduğum halde, öbür aya-
ğımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.”
Mevlânâ’nın mealen aktardığımız bu sözü de
onu anlamak noktasında önemli bire imkândır.
Buna göre onun durduğu asıl zemin şeriat(din) ze-
minidir. Bu noktada sabitkadem olduktan sonra,
diğer kültürlere, coğrafyalara, anlayışlara açılma-
nın hiçbir mahzuru yok-
tur. Hatta bu, bir gerek-
liliktir. Çünkü insan, her
yerde insandır. Bir muta-
savvıf için insana ve ona
ait olan şeylere ilgisizlik
düşünülemez. Öte yandan
esmanın tecellisi her var-
lıkta ve her yerde olduğu
için var olan her şey bire
ayet hükmündedir. Dün-
yaya, insana böyle bir ev-
rensel gözle bakan bir
mutasavvıf elbette diğer âlemleri de seyredecek,
yetmiş iki millete ulaşmanın onlarla ortak bir dil
oluşturmanın yollarında yürüyecektir. Ama asıl-
dan uzaklaşmamak şartıyla… Zira su kaynaktaki,
kadar hiçbir yerde temiz olamaz.
Bütün bunlardan sonra şunları söyleyebiliriz.
Mevlânâ’ya da ait olduğu inanış ve düşünce zemi-
ni içinde bakmalıyız. Böylesi bir imkândan ancak
bu şekilde faydalanabiliriz. Ona ait kimi kavram-
ları mesela aşk ve hoşgörüyü öne çıkarıp bu duy-
guların kaynağı olan membaı görmezden gelmek
samimi bir tutum değildir. Eğer, bu bütüncül ol-
mayan anlayış böyle giderse Mevlânâ’ya evet ama
İslam’a hayır diyebilme çelişkisini ortaya koyacak
demektir. Bir kez daha belirtelim ki, Mevlânâ, bir
İslâm bilginidir ve sufisidir. Ondan bugün için de
faydalanabilmek önce bu gerçeği kabul etmekle
mümkün olabilir.
“Anadolu insanının mayasını Mesnevî, Divan-ı Kebir kardı.
Mevlevîhaneler, birer tasavvuf ocağı olarak sanatın, ilmin
merkezleri haline geldiler. Buralardan yansıyan ışık hayatı
da şekillendirdi ve ortaya sonraki çağlara da ışık tutacak
çok önemli bir tecrübe çıktı.”
4949
Diğer bir konu da şudur: Mevlânâ hakkında
bir biyografik bilgi dahi edinmeden onun eserle-
rini okumak, doğrusu anlaşılır bir durum değil-
dir. Sufilerin dili mecazlıdır. Malumat kabilinde
dahi olsa tasavvufun temel kavramlarına aşina
olmadan Mesnevî’nin veya diğer eserlerinin bize
söyleyeceği fazla bir şey yoktur. Şüphesiz, biz bir
metinden bir şeyler anlayabiliriz ama bu anladı-
ğımız şeyin anlatılan gerçeğine ne kadar tekabül
edeceği şüphelidir. O yüzden, insanları Mevlânâ
okumaya çağırırken bir ön bilgilenme ihtiyaç-
ları olduğunu onlara anlatmak gerekir. Peki, bu
tür bir donanımla anlama faaliyetimiz amacı-
na ulaşır mı? Bu soruya da tümüyle evet deme-
miz mümkün değildir. Çünkü Mevlânâ’nın da an-
lattığı gerçek bir bilgi ve malumat toplamından
ibaret değildir. Yaşanan bir hale tekabül eder. Mesnevî’de geçen şu anekdotu hatırlayalım öy-
leyse… “Biri ‘Âşıklık nedir?” diye sordu. “Benim
gibi olursan anlarsın” dedim. Kalem ki, çarçabuk
yazıp gidiyordu. Aşkın tefsiri bahsine gelince, ta-
hammül edemeyerek yarıldı. Akıl, aşkın şerhinde
çamura batmış merkep gibi aciz kaldı.”
İşte metafizik bilgi ile metafizik olanın far-
kı burada… Birinde bir cd’ye yükler gibi bütün
bilgileri beyninize yüklersiniz; ama bunlar si-
zin insanî gerçeğiniz üzerinde sizi inşa edici
bir etki yapmaz. Diğerinde ise, bilgi hal için-
de anlam kazanır ve sizi değiştirir. Bu yüzden
Mevlânâ’yı anlatmak iddiasındaki aşk temalı
kitaplar yerine bizzat suyun kaynağından içe-
lim. Mesnevî okuyalım. Ama bilgilenmemiz sa-
dece kaal (söz) düzeyinde kalmasın hal olarak
yaşanırlık kazansın. Bu yüzden kendisin de de-
diği gibi “taş içinde gizli olan firuze”yi görebil-
mek gerek. Sıradan bir bakış, bir balığı yer ama
ondaki denizi, bir meyveyi yer ama ondaki ağa-
cı görmez. Hâlbuki deniz olmadan balık, ağaç
olmadan meyve olmaz. Öyleyse Mevlânâ’yı
Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v) gerçeği dışın-
da düşünmek ne boş bir çabadır. Ondan fayda-
lanacaksak, onun anlayışını, bunalan insanlığa
bir derman olarak sunacaksak ilk adımı doğru
atmak durumundayız. Unutulmamalıdır ki ilk
adım yanlış atılmışsa sonrakilerin doğru olma-
sı mümkün değildir.
Muh
amm
ed G
ÜLS
EREN
Aralık 201050
I. DÜnYA SAvAŞI’nDA MeDİne’Den geTİRİlen
EMÂNETLER
KültürResul KESENCELİ
“Padişah dairenin sırma işlemeli perdeleri bir ziyaret
sırasında Kisve-i Saadeti eskimiş halde görüp üzülmüş ve
‘Daireyi ziyaretim sırasında hem müteessif hem de mahcup
oldum. Benim üstümdeki elbiseler parıl parıl parlasın da,
perdeler kapkara olsun... Ben, Peygamber Efendimiz (s.a.v)
Hazretlerinin kölesiyim. Köle öyle olur da Efendisi böyle mi
olur?’ demiş ve yenilemiştir.”
51
B.irinci Dünya Sa-
vaşı sırasında
Medine’nin boşal-
tılmasına karar verilince, asır-
lardır Sürre Alaylarıyla Mek-
ke ve Medine’ye gönderilip
biriken hediyelerin, bir kısım
emanetlerle birlikte Topkapı
Sarayı’na gönderilmesi uygun
görüldü. Zira zayi olma tehlike-
si mevcuttu. Hicaz Kuvve-i Se-
feriye Kumanda-
nı Fahreddin Paşa,
Şeyhü’l-Harem Zi-
ver Bey ile görüşerek
nakillerinde dinî açıdan
bir sakınca olmadığını öğ-
renince emanetleri emni-
yetli bir şekilde İstanbul’a
göndererek Topkapı
Sarayı’nda muhafaza edil-
mesini sağlamıştır. Bü-
yük elmas parçaları, süs-
lü şamdanlar, avizeler,
kandiller, askılar, yelpaze-
ler, tespihler, nadir yaz-
ma eserler ve Kur’ân-ı
Kerimler gibi maddî
ve manevî bakım-
dan paha biçil-
mesi mümkün
olmayan bu eserlerin çoğu gü-
nümüzde Topkapı Sarayı Mü-
zesi Hazine Bölümü’nde mu-
hafaza edilmektedir. Her biri
birer hazine kıymetindeki bu
eserlerden yuvarlak bir altın
levha üzerinde bulunan biri 52,
diğeri 48 kırat büyüklüğünde-
ki Sultan I. Ahmed tarafından
vakfedilen elmaslara Kevkeb-i
Dürri denilmekte ve Hazret-i
Peygamber (s.a.v)’in
Muvacehe-i Saadet
denilen mübarek çeh-
releri karşısında kabri-
nin örtüsüne asılmakta
idi. Sultan Ahmed, baba-
sının yüzük olarak par-
mağında taşıdığı bu el-
ması, kendisine intikal
edince levha üzerine yer-
leştirip Medine’ye gön-
dermiştir.
Binlerce pırlanta ile
süslü 48 kilo som al-
tından iki büyük altın
şamdan, Sultan Ab-
dülmecid tarafın-
dan hediye edil-
mişti ve her gece
Hücre-i Saadette Cenab-ı Pey-
gamber (s.a.v)’in baş ve ayaku-
cunda yanardı. Bu şamdanlar
“Mum Alayı” denilen bir mera-
sime de konu olmuşlardı. Ra-
mazan geceleri iki büyük şam-
dana ilâveten sekiz şamdanda
daha balmumları yakılır ve te-
ravihten sonra alayla “Mum
Hazinesi” denilen yere götürü-
lürlerdi. Bu iş için Medine’nin
ayan ve eşrafına Ramazan
ayından birkaç gün önce tez-
kereler yazılırdı. Teravih kılın-
Aralık 201052
dıktan sonra Şeyhü’l-Harem
ve Naibü’l Harem bol yenli fe-
raceler üzerine bellerine birer
şal bağlayıp Hücre-i Saadet ka-
pısında beklerler, içerideki nö-
betçi ağalar kapıyı açtıktan son-
ra Hücre’ye dâhil olup iki büyük
şamdanı tazimle alırlardı. Di-
ğer şamdanları ise birer ağa
alıp kapıda salât-ü selâm oku-
yarak beklemekte olan ve daha
önce tezkere ile davet edilen-
lere teslim ederlerdi. Harem-i
Şerif’te yanan diğer mumla-
rı da ferraşın alıp alaya dizilir-
di. Önde Hücre-i Saadetin, ar-
kada Harem-i Şerif’in mumları,
iki yanlarında otuz kırk ağa, en
önde üstlerinde ferace, ellerin-
de asalar ile dört çorbacı ağır
ağır giderken müezzinlerden
biri Hücre-i Şerif’e karşı yük-
sekçe bir yerde durup Hazret-i
Peygamber (s.a.v)’i vasfa baş-
lardı, salât-ü selâmdan sonra
Ashab-ı Güzini yâd eder, İslâm
Devletinin padişahına, hacıla-
ra, din ve devlet büyüklerine,
bütün Müslümanlara dua eder-
di. Müezzin ‘el-Fâtihâ’ diyene
kadar hurma bahçesine ulaşan
mumları Medine’nin ço-
cukları alır, koşarak Mum
Hazinesi’ne götürürlerdi.
Bu alay seyrine doyum ol-
mayan bir manzara teşkil
ederdi.
I. Dünya Savaşı yıl-
larında emanetler ile il-
gili önemli bir olay da
Anadolu’ya nakille-
ri meselesidir. Sava-
şın en hararetli gün-
lerinde İstanbul’un
düşman eline geç-
mesi tehlikesi beli-
rince Topkapı Sa-
rayı’ndaki Hazine
eşyası Konya’ya
gönderilmiş, en
son Hırka-i Sa-
adet ve ema-
netler ile be-
raber Sultan
Reşad’ın da git-
mesi kararlaştı-
rılmıştı. Hatıra-
larda anlatıldığına
göre Sultan Reşad, haberi alın-
ca son derece şaşırmış. Hırka-i
Saadet memurlarından ve pa-
dişahın berberbaşısı olan Şük-
rü Bey tıraş için gittiğinde, şaş-
kınlıktan sandalyeye oturamaz
haldeymiş. Şükrü Bey, hüküm-
dara “Padişahım, görüyorum ki
çok üzgünsünüz. Müsaade bu-
yurursanız bu Emânât-ı Mu-
kaddese İstanbul’da durdukça
düşman ayak basamaz. Bu na-
kil işini tasvip buyurmayınız
ve Konya’ya gitmeniz de doğ-
ru olmaz.” demiş. Sultan Reşad
bu sözleri işitince “Evet doğru-
dur.” deyip boynundan havluyu
çıkartmış ve Mukaddes Emâ-
netlerin yüzyıllardır muhafaza
edildiği mekândan çıkarılma-
sı teşebbüsü gerçekleşeme-
miş. Bu vesile ile Hırka-i Sa-
adet Dairesi de esaslı bir
tamir görmüş. Dairenin sır-
ma işlemeli perdeleri de bir
ziyaret sırasında Kisve-i
Saadeti eskimiş halde gö-
rüp üzülen ve “Daireyi zi-
yaretim sırasında hem
müteessif hem de mah-
cup oldum. Benim üs-
tümdeki elbiseler parıl
parıl parlasın da, per-
deler kapkara olsun...
Ben, Peygamber Efen-
dimiz (s.a.v) Hazretle-
rinin kölesiyim. Köle
öyle olur da Efendi-
si böyle mi olur?”
diyen aynı padi-
şah tarafından ye-
nilenmiştir. (Bkz:
Hilmi AYDIN¸
Hırka-i Saadet
Dairesi ve Mukad-
des Emanetler¸ İs-
tanbul¸ 2004.)
53
HÜSEYNÎ HÜZÜNLER-Kerbela’nın Yiğitlerine Rahmetle-
Güneşin gözyaşıyla sular kana boyandıHüseynî hüzünlerle yürek dâra dayandı
Dağıttı fırtınalar, soldu bahçemde güllerKesildi ses tellerim; sustu, lâl oldu diller
Ruh ayrıldı bedenden göklere kanatlandıKöz düştü can evine, yandı yürekler yandı
Bebeler Kerbela’da hem aç kaldı, hem susuzBir avuç kahramanla direndiler uykusuz
Civanların al kanı dökülünce toprağaKanla destan yazıldı asık suratlı çağa
Temiz bedenlerinde onca mızrak yarasıKuru çölü inletti mazlumların nârâsı
Yiğitlerin ardından bulut ağlar, gök ağlarKerbela’da acılar yüreğimizi dağlar
Kılıç şakırtısıyla kesilince soluklarRuhlar kuş olup uçtu aydınlandı doruklar
Asrın mücahitleri kan yaş döktü çöllereÖlüm sessizliğinde hüzün çöktü çöllere
Mübarek tenlerine değdi saba yelleriKomşu oldu Resul’e ehl-i beytin gülleri
Kerbela denilince kanlı yaşlar dökerizNurdan abidelerin hasretini çekeriz
Hoyrat eller kopardı bedenden canımızıDüşümüze mihman ol gider hicranımızı
Kerbela çöllerinde dünden kalan hüzün varEy Resul’ün göz nuru aydan arı yüzün var!...
Seni candan anmayan yürekler viranedirSevdana meftun kalbim, şu gönlüm divanedir
Yâdıma düşse gölgen yüreğim giryan olurDurmaz gözümün yaşı, akar akar kan olur
M. Nihat MALKOÇ
Aralık 201054
MİSAFİR MİYİZ?“Artık misafirlik, kültür tarihimizin kitaplarında kaldı. O da terim olarak.
Ev, hane, aile hep yalnız kaldı. Yalan oldu hısım akraba. Donanımlı, son
derece lüks evler dışa kapalı, aileler içe…”
DenemeCemil GÜLSEREN*
55
Ço c u k l u ğ u m u z d a
-yıllar önce- du-
yardık ve bilirdik.
Neyi? Misafirliği, misafiri. Ku-
lağımıza çok hoş çağrışımlarla
gelirdi. Haberi de kendisi de…
Misafir kapıya gelmeden evi, ev
halkını bir tatlı heyecan sarardı.
Hane şenlenirdi birden. Şimdi
ise o günleri kıyaslamayacağı-
ma söz veremiyorum. Ne desek
boş. Deme en iyisi. Çok üzülü-
yorum çok. Bu yetmez mi?
Hep derim. Mahalle öldü,
sokak bitti. Yerine “siteler” kon-
duruldu. Soğuk, donuk, yük-
sek, mağrur, estetikten yoksun,
zevksiz beton bloklar. İçinde-
kilere de yansıyor bu vasıfları.
Tabanda çimler, süs bitkileri,
süs havuzları. Ölçülü endüstri-
yel taşlar, mermer yollar, gra-
nit malzeme aynen sakinleri-
ni de öyle yapmış. Tebessüm
özürlü, selam vermez, buzdan
heykeller gibi site sakinleri ara-
sında her köşede özel güvenlik
sanırsın ortaçağın kale kentin-
desiniz. Zengin, seçkin ve aris-
tokrat sınıf. Orta sınıfın da var
siteleri. Bakımsız bahçe, viran
olmuş, boyası dökülmüş sıva-
lar, kapıcı ile bahçıvan karışı-
mı görevliler yolunuzu her an
kesip aidat ve yakıt parası is-
temlerini olur olmaz her yerde
dillendirirler. Bahçelerde bir-
kaç oturak, bir sürü kırık bo-
zuk kaydırak ve otomobillerin
rahatı için tanzim edilmiş oto-
park. İnsanlar rahat… Elit si-
telere yanlışlıkla misafir falan
olayım demeyin sakın. Bir sav-
cılık kâğıdı istemedikleri kalı-
yor. Elinizde özel kartınız yok,
içerideki de sizi telefonda lüt-
fen kabul edecek ya da etme-
yecek. Boş ver. Onlar güvenlik
içindir doğru. Ortam bozuk. O
da doğru. Hoca Nasreddin mi-
sali herkes haklı. Canım ben de
haklıyım. Bu devirde misafir
de neyin nesi? Herkes otursun
evinde. Aman sen de…
Artık misafirlik, kültür ta-
rihimizin kitaplarında kaldı. O
da terim olarak. Ev, hane, aile
hep yalnız kaldı. Yalan oldu hı-
sım akraba. Donanımlı, son de-
rece lüks evler dışa kapalı, aile-
ler içe…
“Ne… Yine mi misafir?” Bu
cümle bıkkınlığın değil, misa-
firliği bilmemenin, misafiri ta-
nımamanın hiç ama hiç anla-
mamanın ifadesidir. Bu cümle,
içe dönüklüğün, dünyadan ko-
pukluğun ta kendisidir. Bu ai-
lenin fertleri misafirlikten çok
psikolojik terapilere giderler.
Derdini onlara açarlar, bu aile
bunaldığında cüzdanını açar.
Keşke hanesini açsa, keşke sof-
rasını açsa, gönlünü bir gönül-
den dostuna açsa… Böyle mi-
safir istemez, konuk sevmezlik
öyle de bulaşıcı ki aldı başını
gidiyor. Dışarıda ye, “cafe”de
iç, şurada burada otur. Aman
eve girmeyin. Misafir giren eve
doktor girmez. Yok ya böyle söz
var mıydı? Vardı. Güneş giren
eve doktor girmezdi.
Dedem Korkut Dilince Diledim
Yuvanızı güneş gibi ısı-
tan, evinize bereket getiren
misafiriniz eksilmesin kapı-
nızdan. Gelişiyle ruhunuz ge-
nişlesin, nefsiniz daralmasın
hanım hey. Korkut Atam sağ
olsa şöyle devam ederdi kana-
atimce; Misafiri sevmeyen, ça-
dırına, obasına misafir ayağı
değmeyeni kara çadıra otur-
tup bir başına koyalar. O has-
tadır insan sevmez, bizden
ırak olsa daha yeğdir. Kim ki
yedirmez, içirmez o dahi kara
donlu, kara dinlidir, kalbi kara-
dır. Onun dahi oğlu kızı olaca-
ğına olmasa daha iyidir. Kimse
ile dirlük bilmez ve dahi ekmek
nimet paylaşabilmez, kimsenin
hatırın dahi sorabilmez, yada
yabana gitmez; vah ona, yazık
ona. Tanrı Teâlâ yardım ede
ana. Neyleyim ki oğul babadan
görmeyicek sofra açmaz, kız da
anadan bilmeyince neylesin.
Arkasın döner Tanrı misafirine
ne gelirse arkama gelsin deyü
yanını dönüp, yüzünü asıptu-
rur. Yüce Rabbim seni böylesi
hatun kimesnelerden muhafa-
za buyura. Âmin.
Şimdi misafiri ağırlama-
nın değil, savuşturmanın vak-
tidir. “Baştan savma” buraya
uygun düşer. Oldu ya haydi gel-
Aralık 201056
di misafir. Kimi eder bir surat,
kimi der: “Ne murat?, Hayro-
la, hangi rüzgâr, ne hizmet?…”
derken garibim misafirim de;
“Geçiyordum, uğradım.” diye-
mez elbette. Şöyle devam eder:
“Baktım siz hiç arayıp sormu-
yorsunuz, gidip gelmiyorsunuz.
Gidip bir bakayım, göreyim is-
tedim.. Özledik valla. Aşk olsun
insan bir arayıp sormaz mı?...”
Ev sahibi alır sözü: Valla hak-
lısın. Dünya telaşı. İş güç, ço-
cukların okulları, kurslar bir
fırsatımız olmuyor. İnanın hiç-
bir yere gidemiyoruz. Kimse-
yi de çağıramıyoruz.. Yoğun-
luk işte. Olmuyor işte. O esnada
evin gençleri hâlâ odalarında-
dırlar. Bilgisayar ve internette
kim bilir hangi sanal dostluk-
ların peşindeler. Kapıya, salona
kadar gelmişle ne işi olacak on-
ların? Belki akşam yemeğinde
bir araya gelir sanırsınız aile-
yi. Öyle sanın. Hoş geldin deme
özürlü gençler çığ gibi büyüyor.
Çok çiğler. Hal hatır mı? Bü-
yükler sormuyor ki. Sıradanlaş-
mış ilişkiler. Kalkarken içinden
“Bir daha gelirsem …”diyorsun
ve merdivenlerden hızlı hız-
lı iniyorsun. Arkanda bir yığın
hayal kırıklığı bırakarak…
Tanrı Misafiri
Hangi kavramın başına geti-
rilir “Tanrı” kelimesi. Böyle kaç
kelime ve deyim var ki? İşte anlı
şanlı o güzel yakıştırma; Tan-
rı Misafiri. Bir kapıya yanaştın
ve kapıyı çaldın da açana Tan-
rı Misafiri dedikten sonra geri-
sini sen tahmin etme. Yedi ya-
bancı dahi olsan kimliğin izzet
ve ikram için yeter ve artar bile.
Yedirirsin, içirirsin, ağırlarsın,
azizlersin. Niye, kim için, kimin
adına? Sana her şeyi bahşede-
nin adına. Yaratanın adını anan
misafirin kim adına ağırlandı-
ğını biliriz bilmesine de niye
bu şimdiki aymazlığımız peki?
Bencilliğimiz, gururumuz, bü-
yüklenmemiz ve de varlığımız
bize yeter engel için. Yaratanın
sevgisi, rızası gözetilmezse; ya-
ratılana hizmet de azalır, rağbet
de. Vaziyet aynen böyle. Benci-
liz, cimriyiz, zenginiz, yalnızız.
Biz buyuz.
Sen kapa kapını. Rıza kapı-
sını kim aça? Hal böyle olunca
hasbelkader bir eve yolun düş-
tükte;
Ev sahibi der: “Aman siz
kusura bakmayın. Siz misa-
fir sayılmazsınız. Siz de ev sa-
hibisiniz. Bulunanı yiyelim.
(İkramdan kaçmanın kibar ifa-
desi. Güya gönül alıyor. Utan-
masa çarşıdan sen getir biz de
yiyelim diyecek de…) Eridi git-
ti. Bitti bir güzel hasletimiz,
misafirperverliğimiz. Kalansa
misafirlikle ilgili sözlerimiz, la-
tifelerimiz, tekerlemelerimiz.
Gün gelecek onlar da unutulup
gidecek. Kendisi gittikten son-
ra sözü mü kalır? Şimdilerde en
sık kullanılanı -hâlen yürürlük-
te olanı- : Misafir misafiri iste-
mez / Ev sahibi hiçbirini… Has-
ta ziyareti için geçerli olanı biz
her yerde geçiririz: Ziyaretin kı-
sası makbuldür. (Ev sahibinin
de işine gelir doğrusu.) Misa-
firlik üç gündür. (O eskidendi.
Şimdi ise üç saate razı taraf-
lar.) Diğer taraftan bu âlemin
de yüzsüzleri yüzsüzmüş yani.
(Sıkıysa şimdi de yapsınlar.
Ne mümkün?) Gelirmiş gün-
lerce gitmez türünden. Yerle-
şirlermiş. Böylesi yüzsüz misa-
fire de şöylesi ev sahibi lâzım:
(Kaynak Darendeli Merhum
Mehmet Delibaş’tan naklen)
diyerek karşılıklı şakalaşma-
larını sürdürürler. “Misafir ev
sahibinin danası olur, misa-
fir umduğunu değil bulduğunu
yer.” derken gerçekten işi abar-
tan, ziyareti uzatan misafirin
önce döşeği incelir sonra min-
deri altından çekilir, sırtından
yastık eksilir ve nihayet yemek-
te kalite düşer, çeşit azalır. Ey
konuk kardeş, hatırın varken,
gönülden çıkmak istemiyorsan
şu söze sakın alınma:
“Ayda gelene gül döşerler,
Günde gelene kül döşerler.”
Ey ârif misafir, sen sen ol de-
ğerini yitirmeden, hatırın yerle-
re serilmeden, sevildiğini bile-
rek azında, kararında bırakarak
misafirliğini tamamla. Herkes
için geçerli olan senin için de
geçerli; Soğanın sıkından sey-
reği iyidir. Seyrek git ki-anan
evi de olsa-itibarın azalmasın.
“Bir güne bir gündür
İki güne mümkündür
Sen geleli bugün üç gündür
Bu utanmazlık neyedir?”
Alır sözü yüzsüz misafir:
“Bak şu dağın kışına,
Akıl ermez Hak Teâlâ’nın işine
Bu ay olmaz da belki
Gelecek ayın başına.”
57
Öyle veya böyle öncelikle misafir-
lik bitmesin.
Aslında hepimiz zaten misafir
değil miyiz? Dünyaya sefere çık-
mış bir can iken, bir nefeslik bir
molada, bir konakta konuk iken,
yolda yolakta yolcu iken bunca
söze ne gerek değil mi? Hoş gel-
dinle, güle güle arasında yedik iç-
tik gözden düştük. Hepsi bu değil
mi?
Hepimiz misafir değil miyiz?
Hepimiz yoldayız, hepimiz se-
ferde. Ev sahibi kim? Birbirimizi
ağırlıyoruz ya işte.
Edebi de Var Âdabı da
Görgü esastır. Görgüsüzlük ise
kapıya konasıdır.
Misafirlik adabından belki de
bence en iyisi çağrılmadığın yere
“çalkapı” yapıp da taş olmayacak-
sın. Davet varsa ihmal edilmez. İki
davet varsa yakına gidilir.
Bir kere haber verilir uygunsa
gidilir.
Eziyet etmeden vaktinde gidin,
vaktinde dönün. Ayakkabınıza tuz
ektirmeyin.
Gittikte zahmete yer verilmez.
Vardığınız evin ötesini berisini
deşelemeyin, kurcalamayın. Onu
bunu karıştırmayın. Her hoşuna
gideni istemeye kalkmayın. Bu da
hane sahibinin hoşuna gitmeye-
cektir.
Yediğinden içtiğinden alınmaz.
Laf getirip, laf götürmeyin.
Boş da gitmeyin. Az da olsa he-
diyeleşin. Rıza taşıyın, laf taşı-
mayın. Gittiğiniz evin halkına ne
hava atın, ne de kendinizi acındı-
rın. Kendiniz olarak gidip, kendi-
niz gibi -adam gibi- dönün. Şeref,
namus, iffet, edeb, hayâ öncelikle-
riniz olmalı.
Ev sahibi de özenmeli hizmet-
te. Hassas olmalı. Önce güler yüz,
tatlı dil. İzzet ikramda eksik bı-
rakılmaya. Misafir yanında pija-
ma giymek kabalıktır. Üst baş ba-
kımlı olunmalı. Misafir yanında ev
temizlenmez, süpürge tutulmaz.
Hele hele hayat pahalılığından
bahsedilmez. Asla çocuk dövül-
mez, çocuk terbiye etmeye, azar-
lamaya kalkışılmaz. (Çok duyarız
da: Misafir gitsin, Bak görürsün
ben sana ne yapacağım. Bu yanına
kalmayacak vb…) Onları övmeyin
de, dövmeyin de. Sövmek yerine
sevmeyi deneseniz daha zarif olur.
İki Kap mı, İki Kapı mı?
Ev sahibi misafire sorar; Pilav
yapacağım da, bulgur mu istersin,
pirinç mi?
Misafir der; Kabın varsa iki-
sinden de pişir. Ben de misafi-
rin böylesi açık sözlüsünü seve-
rim. Her şeyi de açık sözlülükle
yazdım. Gizli kapaklı misafir-
lik olur mu hiç? Olmaz. Gözü ka-
palı, gönül gözü açık Âşık Veysel
bile ne demiş: “Uzun ince bir yol-
dayım, gidiyorum gündüz gece.
İki kapılı bir handa gidiyorum
gündüz gece …”
Misafir geldiğiniz dünyada size
önce bir ad verirler sonra da sorar-
lar: “Çocuğun adını ne koydunuz?”
Misafirliğiniz bittikte ise yine so-
rarlar. Misafiri nasıl bilirdiniz?
Soru böyle değil miydi yoksa?...
* Yrd. Doç. Dr.
HİCâZ nOTlARI - I
Medİne
Aralık 201058
GeziFatih ERKOÇOĞLU*
59
“Geçtiğiniz yollara bizden selam götürün
Hak dost diyen dillere bizden selam götürün.
Mekke ile Medine iki eşsiz hazine
Çeheryâr-i güzîne bizden selam götürün”
Amerika’dayken hep, “Fatih, burası gittiğin do-
kuzuncu ülke ama halen Hz. Peygamber (s.a.v)’in
yurdunu ziyaret etmedin. Yarın, Hz. Peygamber
(s.a.v) “Neden beni ziyarete gelmedin diye sorsa, ne
cevap verirsin?” diye kendi kendime sorardım.
Rabbime hamdolsun ki Amerika dönüşü ilk
yurt dışı yolculuğum kutsal beldelere oldu. İslâm
Tarihçileri Derneği’nin tertip etmiş olduğu Hicaz
Araştırma ve İnceleme Gezisi’ne annem ve ablam-
la birlikte katıldım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
3-18 Temmuz 2010 tarihleri arasındaki progra-
mı kapsamında 24 İslâm Tarihi hocası, aileleriy-
le birlikte 54 kişilik bir kafile olarak 3 Temmuz
akşamüstü Atatürk Havalimanı’ndan bir uçak-
la Medine-i Münevvere’ye doğru yola koyulduk.
Takriben iki buçuk saatlik bir yolculuk sonrasın-
da saat 3: 30 sularında Medine’ye indik. Havali-
manı çıkışı gece olmasına rağmen dışarısı oldukça
sıcaktı. Sıcaklık bir tarafa neredeyse sıcak bir esin-
ti vardı. Havalimanından otobüsle Peygamberi-
miz (s.a.v)’in Mescidi’nin güneyinde, oldukça ya-
kın mesafede olan otelimiz Diyâru’l-Ma’mûra’ya
intikal ettik. Otelimize yerleştikten sonra hiç va-
kit kaybetmeden abdestlerimizi alıp hemen sa-
bah namazlarımızı eda için Peygamberimizin
Mescidi’nin yolunu tuttuk.
1997 yılında İslâm Tarihi ve Sanatları Bi-
lim Dalında yüksek lisansa başlamıştım. Halen
Kazakistan’da görevli olan çok kıymetli hocam Prof.
Dr. Sabri Hizmetli’nin danışmanlığında 1999 yılın-
da “Başlangıçtan Emevîlerin Sonuna Kadar İmar
Faaliyetleri” isimli tezimle mezun olmuştum. Bu
çalışmada Hz. Peygamber (s.a.v)’den başlayarak
Emevîlerin sonuna kadar İslâm coğrafyasında inşa
edilmiş şehirler, camiler, dâru’l-imâreler, saraylar,
hamamlar, kaleler, çarşı ve pazarlar, has-
taneler, hapishaneler, mezarlıklar, köprü-
ler, kanallar, setler, tersaneler ve menzil,
funduk gibi muhtelif konular üzerinde
durmuştum. Tezimi yazdığımda henüz
daha yurt dışına çıkmamıştım ve bu
konuları kitaplardan okuyarak ele al-
mıştım. Yıllar sonra tezimde incele-
miş olduğum bu eserlerin birçoğunu
Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, İsra-
il, Filistin ve Tunus’a yapmış oldu-
ğum inceleme ve araştırma gezi-
lerinde, yerinde inceleme imkânı
bulmuş kare kare fotoğrafları-
nı çekmiştim. Şimdi ise sevgili
Peygamberimiz (s.a.v)’in yur-
dundaydım…
Bir haftalık Medine prog-
ramımızda Diyanet İşle-
Aralık 201060
ri Başkanlığı’nın bize tahsis ettiği araçlarla, kitap-
lardan okuduğumuz, sohbetlerde duyduğumuz
mekânları gezme fırsatını elde ettik.
Mescid-i Nebevî ve çarşısı, Hz. Ebû Bekir (r.a)’in
halife seçildiği Benî Sa’ide Gölgeliği, Bakî’ Mezarlı-
ğı, Hendek Savaşı’nın cereyan ettiği mekânlar, Yedi
Mescitler, Uhut Dağı, savaş sonrası Müslümanların
sığındığı mağara, Ayneyn (Okçular) Tepesi, Uhut
Şehitliği, el-Ğâbe denilen Medine’nin ormanlığı,
özellikle Emevîler döneminde bir tenezzüh mekânı
olarak kullanılan Akîk Vadisi, Siyer ve Meğâzî da-
lında ilk eser verenler arasında zikredilen Urve b.
Zübeyr’in (öl. 94/713) Köşkü, Benî Nadîr Yurdu,
Hz. Peygamber (s.a.v)’i hicveden ve müteakiben de
onun emriyle öldürülen Ka’b b. Eşref’in köşkü, Kıb-
leteyn Mescidi, Kuba Mescidi, Kuba’daki Osmanlı
kalesi, Amberiye Mescidi, Osmanlı Tren İstasyonu,
Hz. Osman (r.a)’ın Hz. Peygamber (s.a.v)’in yüzüğü-
nü düşürdüğü Eris Kuyusu, Hz. Osman (r.a)’ın bir
Yahudi ile ortak olduğu meşhur Rume kuyusunun
olduğu mekân ve daha neler neler…
Tabî olarak bu mekânların büyük bir kısmı bu-
gün yenilenmiş bir şekilde karşımıza çıkıyordu.
Özellikle cami ve mescitler çoktan yenilenmişler-
di. Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi esnasında
pek çok yer tahrip olmuştu. Sadece Medine dışında
kalabilen yerler, etrafları tel örgüyle çevrili olduk-
ları halde, kaderlerine terk edilmiş olarak duruyor-
lardı. Ayrıca buraları gezerken de Suudîlerin hoşgö-
rüsüzlüğü ile karşılaşılıyordu. Mescid-i Nebevî’nin
içerisinde fotoğraf çekilmesi yasaktı. Görevli beni
belimdeki fotoğraf makinesiyle görünce mesci-
de sokmamıştı. Bir gece heyetimiz ve mihmandar-
larımızla toplu halde Mescid-i Nebevî’nde dolaşır-
ken ben kameramla konuşmaları kaydediyordum
ki Suudlu bir görevli geldi ve ileri geri konuşma-
ya başladı, mihmandarlarımızın araya girmeleriyle
işi tatlıya bağladık ama kamerayı kapatmak zorun-
da kalmıştım. Gerçi mihmandarlarımızın bizlerin
Türkiye’nin muhtelif üniversitelerinden burayı ziya-
rete gelen İslâm tarihi hocaları olduğumuzu söyle-
mesini müteakib, Suudlu görevli mihmandarlarımı-
zın yerini alıp bize Mescid-i Nebevî hakkında geniş
malumatlar vermişti.
“Hâdimu’l-Haremeyn-i Şerîfeyn” atalarımı-
zın Medine’de yapmış oldukları eserlerin birçoğu
Mescid-i Nebevî’nin genişletme çalışmalarında ta-
mamen tahrip edilmişti. Gerçi bir noktada bu du-
rum tabii karşılanabilirdi. Zira daha başından beri
devrin idarecileri tarafından artan hacı ve umre-
ci ihtiyacının karşılanabilmesi için bu genişletme-
ler zaruri olmuştu. Hz. Ebû Bekir (r.a)’in halife-
lik yıllarında Hz. Peygamber (s.a.v)’in mescidinde
ciddi bir genişletme çalışmaları olmasa da özellik-
le Hz. Ömer (r.a)’in halifeliğinde 17/638 yılında ilk
ilaveler yapılmıştır. Hz. Osman (r.a) 23/644’te mü-
teakiben de 88/707 yılında Emevî Halifesi Velid b.
Abdülmelik’in Medine valisi Ömer b. Abdülaziz ta-
rafından genişletmede bulunulmuştur.1 Müteakiben
de kutsal beldelere hâkim olan ve hizmet eden bü-
tün devletlerin mescidin genişletilmesine yönelik
faaliyetlerinin olduğu bilinmektedir. Suud ailesi de
özellikle son yıllarda büyük çaplı ilavelerde bulun-
muştur.
Artan ihtiyaçlar karşısında mutlaka bir takım
genişletmelerin olması kaçınılmazdır, fakat yeni ila-
veler yapılırken en azından eskilerin katkılarının
tahrip edilmesinden ziyade korunarak geleceğe ak-
tarılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Geç-
mişi bir tarafa bırakacak olursak eğer, bu tarz ge-
nişletme faaliyetlerinin artık sadece bir devletin
planlamaları doğrultusunda yapılmasından ziyade
Müslümanların ortak aklı ile yapılması lüzumuna
inanıyorum.
Medine programı çerçevesinde yukarıda zikret-
tiğimiz bu mekânların hemen hepsi ve burada yer
veremediğimiz birçok mekân daha Diyanet İşle-
ri Başkanlığı’nın Medine sorumluları Hasan Başiş
ve İbrahim Öcüt Beylerin mihmandarlığında gezil-
di. Medine’de kaldığımız süre boyunca bizlerden ilgi
ve alakalarını esirgemeyen bu hocalarıma teşekkü-
rü bir borç bilirim. Ayrıca İslâm tarihinin bu önem-
li mekânlarını, bu iki kıymetli mihmandarın dışın-
da hepsi sahalarında uzman hocalarımızın eşliğinde
gezmek gerçekten benim için büyük bir ayrıcalık ve
keyif olduğunu ifade etmeden geçemeyeceğimi be-
lirtmek isterim.
61
* Dr.
1 Fatih Erkoçoğlu, “İmar Faaliyetleri”, Emevîler Dönemi Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı, Ankara 2003, s. 162.
Dipnot
Aralık 201062
MÜMİnİn YİTİĞİDİRHİKMeT
“İnsanın ikinci bir yönü daha vardır ki, o da mânevî yönüdür. Bu yön de ancak
bilgi ile hikmetle tatmin edilip doyurulabilir. Bu yönden tatmin edilmeyen ve
doyurulmayan insanda bir takım stres ve sıkıntılar meydana gelir. İnsan bilgi/hikmet
sayesinde ulvî gayesine ulaşabilir. İnsanı insan kılan ve melekleri Hz. Âdem’e secde
ettiren sır da bilgi ve hikmettir.”
İlim ve Hayat
Mehmet SOYSALDI*
Muh
amm
ed G
ÜLS
EREN
63
Eşref-i mahlûkât
olan insanı, Yüce
Allah (c.c) iki yönlü
yaratmıştır; birinci yönü maddî
yönüdür ki, onun bu yönü, ye-
mek, içmek ve istirahat etmek
suretiyle tatmin edilir, doyu-
rulur. Şayet bu yönü tam doyu-
rulmaz da aç bırakılırsa insanın
sağlığı bozulur, güçsüz kalır. O
zaman gerek Allah’a karşı va-
zifelerini, gerekse diğer varlık-
larla ilişkisini düzgün olarak
yürütemez. O bakımdan insan
meşru ve helal yollardan be-
deninin bu ihtiyacını haketti-
ği şekilde gidermelidir. İnsanın
ikinci bir yönü daha vardır ki, o
da mânevî yönüdür. Bu yön de
ancak bilgi ile hikmetle tatmin
edilip doyurulabilir. Bu yön-
den tatmin edilmeyen ve do-
yurulmayan insanda bir takım
stres ve sıkıntılar meydana ge-
lir. İnsan bilgi/hikmet sayesin-
de ulvî gayesine ulaşabilir. İn-
sanı insan kılan ve melekleri
Âdem’e secde ettiren sır da bil-
gi ve hikmettir. Nitekim Yüce
Allah (c.c), “Allah, hikmeti di-
lediğine verir. Kime hikmet ve-
rilirse, ona pek çok hayır ve-
rilmiş demektir. Ancak akıl
sahipleri düşünüp ibret alır-
lar.”1 buyurmak suretiyle hik-
metin önemine vurgu yapmak-
tadır. Peygamber Efendimiz
ise, “Hikmet mü’minin yitiği-
dir, onu bulduğu yerde alır.”2
buyurarak hikmetin değerini
ifade etmektedir. Acaba insan
için bu kadar önemli olan hik-
met nedir?
Hikmet Faydalı İlimdir
Hikmet, İslâm literatürün-
de çok kullanılan kapsamlı ve
önemli bir kavramdır. Arap-
ça “h-k-m” kökünden türe-yen hikmet kavramı, sözlükte; “hükmetmek, hâkim olmak,
hikmetli olmak; yönetmek; düzeltmek amacıyla men et-mek; dönmek ve sağlam yap-mak” gibi anlamlara gelmek-tedir.
Hikmet kavramı, terim ola-rak İslâm âlimleri tarafından farklı şekillerde tarif edilmiş-
tir. Fakat çoğunluğun üzerinde
ittifak ettiği tarif şudur: “Hik-
met; faydalı ilim ve salih amel-
dir.”3
İbn Manzur, hikmetin
Allah’a nisbet edildiğinde, “en
değerli varlıkları en üstün bil-
giyle bilmek” anlamına geldi-
Aralık 201064
ğini, insana nisbet edildiğinde
ise, “aşırılıktan uzak olma, den-
geli ve orta yol üzere bir tutum
izleme, adalet niteliği taşıma”
anlamlarına geldiğini ifade et-
mektedir.4
Hikmet kavramı, Kur’an-ı
Kerim’de on yerde “kitap” ke-
limesiyle birlikte olmak üzere
yirmi defa geçmektedir. Ayrı-
ca üç defa “mülk”, birer defa da
“mev’ıze, hayır, âyet” kelimele-
riyle birlikte kullanılmıştır.
Kur’an terminolojisi üzeri-
ne günümüze ulaşmış en eski
metinlerden biri olan Mukâtil
b. Süleyman’ın “el-Vücûh ve’n-
nazâir” adlı eserinde hikmetin
beş vechi olduğu belirtilmiştir:5
1. Kur’an’da emir ve nehiy
kabilinden geçen öğütler: “...
Allah’ın sizin üzerinizdeki ni-
metleri ve sizi irşat etmek ga-
yesiyle size indirmiş olduğu Ki-
tap ve hikmeti hatırlayın, dile
getirin...”6 âyeti buna örnektir.
2. Anlayış ve ilim anlamında
hüküm: Kur’an’da Hz. Yahya
için söylenen “Yahya! Kitaba
var kuvvetinle sarıl” dedik ve
henüz çocuk iken ona hüküm
verdik.”7 Buradaki hüküm, hik-
met terimiyle aynı anlamda kul-
lanılmıştır. Lokman’a verilen
hikmet8 de anlayış ve ilim anla-
mındadır. Taberî, Hz. Yahya’ya
çocukken verilen hükmün, kita-
bı anlama gücü olduğunu nak-
leder.9 Lokman’a verilen hik-
met ise, nübüvvetin dışındaki
anlayış, akıl, sözde isabet, doğ-
ru ve gerçek bilgidir.10 Kurtubî,
Lokman’a verilen hikmetin din-
de ince anlayış ve akıl olduğu-
nu belirtir.11 Alûsî ise hihmeti;
insan nefsinin kemâle ermesiy-
le ortaya çıkan ve elde edilen
ilim ile gücü nisbetince fazilet-
li amellere tam bir meleke ka-
zanarak tamamlanan olgunluk
olarak tefsir etmektedir.12
3. Nübüvvet: Hz. İbrahim
soyuna verilen kitap ve hik-
metten13 kasıt nübüvvettir; Hz.
Dâvûd’a verilen hikmet14 de nü-
büvvet anlamındadır. Taberî,
bu âyetleri yorumlarken Hz.
Dâvûd’a verilen mülkün siyasî
otorite, hikmetin ise nübüvvet
olduğunu belirtmekte, böylece
onun şahsında siyasî ve mânevî
otoritenin birleştiğini vurgu-
lamaktadır.15 Kurtubî ve İbn
Kesir de buradaki hikmetten
maksadın nübüvvet olduğunu
söylemektedirler.16
4. Kur’an’ın tefsiri ve
murâd-ı ilâhînin ne olduğunun
isabetli bir şekilde anlaşılabil-
mesi yeteneği: “O hikmeti dile-
diğine verir. Kime hikmet na-
sip edilmişse doğrusu, büyük
bir hayra mazhar olmuştur.”17
âyetinde, Kur’an’ın tefsiri kas-
tedilmektedir. Taberî, bu âyette
geçen hikmeti, “söz ve fiilde isa-
bet” şeklinde yorumlamıştır.18
Kurtubî, “Kendisine hikmet ve
65
Kur’an verilen kimse geçmiş
kitapların bütün faziletli ilim-
lerini almış demektir.”19 Şek-
linde açıklamıştır. Ebu’s-Suûd
ise, “amelin ilme uygunluğu”20
olarak tefsir eder. Şevkânî de
âyette geçen hikmetin akıl ve
anlayış olduğunu söyler.21
5. Kur’an, “gelmiş geçmiş
bütün vahiyler” ve kesin delil:
“Allah’ın yoluna hikmet ve gü-
zel öğütle davet et.”22 âyetindeki
“hikmet”le Kur’an kastedilmek-
tedir. Taberî, burada zikredilen
hikmeti vahiy ve kitap olarak
yorumlar.23 Hikmet kelime-
si, fesattan, çirkinlik ve kötü-
lükten alıkoymak anlamaları-
nı taşıdığından “gelmiş geçmiş
bütün vahiyler” hikmet olarak
değerlendirilmiştir.24 Âyette ge-
çen hikmet kelimesi başlıca şu
mânâlara gelmektedir:
a) Doyurucu ikna edici, aynı
zamanda-karşısındaki insan-
ların kültür seviyesine göre bi-
limsel ölçüde delillerle davet et-
mek.
b) Gerçeği yansıtır mahiyet-
teki belgelerle davet etmek.
c) İnsanlara yarar sağlaya-
cak, akıllara ışık tutacak vic-
danlarını harekete geçirecek
misallerle davet etmek.
Hikmet, Kalbe İlham Olunur
Müfessirler genelde hikmeti
akıl, anlayış, doğru görüş, bilgi
ve bildiğiyle amel etmek25, in-
sanın gücü ölçüsünde, varlıkla-
rın bütün hâllerini olduğu gibi
bilmek26, yapılan işin, bilgi ge-
reğine uyması27 şeklinde ta-
nımlamışlardır. Kişi bildiğiy-
le amel etmedikçe ona hakîm
denmez. Hikmet, Allah’ın kal-
be ilham ettiği doğru bilgi şek-
linde tarif edilir. İnsanın teo-
rik bilgileri elde ettikten sonra
gücü oranında üstün işler yap-
ma yeteneğini kazanması hik-
mettir. Yani hikmet, illet ve se-
bepleri bilerek, gayeye isabet
edecek şekilde ameli ilme, ilmi
amele uydurmaktır. Bunun için
kendine hikmet verilene birçok
hayır verilmiş olduğu bildiril-
miştir.28
Hikmet terimi, Kur’an’da
geçtiği gibi hadislerde de geç-
mektedir. Hikmet’in hadisler-
de kullanılış şekliyle Kur’an’da
kullanılış şekli arasında pek
fark yoktur. Efendimiz (s.a.v)’e
nisbet edilen bazı hadislerde o,
hikmeti överek, onun mü’min
için bir yitik olduğunu, nerede
bulursa onu talep edip alması
ve öğrenmesi gerektiğini bildir-
miştir. Bazı hadislerde de hik-
metin Allah’ın bir lütfu olduğu-
nu, peygamberler gibi sevdiği
kullarına hikmeti ihsan ettiği-
ni belirtmektedir. Nitekim Pey-
gamber Efendimiz, “Allah’ım
ona hikmeti ve te’vili öğret”29
diyerek İbn Abbas’a dua etmiş;
yine Hz. Ali’yi övücü mahiyet-
te; “Ben hikmet eviyim, Ali ise
kapısıdır.”30 demiştir. Efendi-
miz (s.a.v), “Hikmetin konuşu-
lup yayıldığı meclis ne güzel
meclistir.”31 buyurmak suretiy-
le hikmetin konuşulduğu ve öğ-
retildiği yeri de övmüştür.
Netice olarak diyebiliriz ki,
hikmet gerek Kur’an’da gerekse
hadislerde övülen ve teşvik edi-
len bir husustur. Hikmet, ha-
yatın ve varlığın künhüne vakıf
olmak için elde edilmesi gere-
ken özgün bilgidir. Bu bilgi ile
insanoğlu kendisine, çevresine
ve yaratıcısına karşı sorumlu-
luğunun bilincine kavuşur. Bu
bilgi sayesinde insan nezaket-
le iyiliğe davet edip kötülükten
alıkoyma, gönülleri feth etme
imkânına sahip olur.
Prof. Dr.
1 2/Bakara, 2692 İbn Mâce, Zühd, 15; Tirmizî, İlim, 193 Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak dini Kur’ân Dili,
İstanbul, trs., I, 915.4 İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, Beyrut trs., XII, 140-
145.5 el-Belhî, Mukatil b. Süleyman, el-Eşbâh ve’n-Nezâi-
ru Fi’l-Kur’âni’l-Kerim, Kâhire 1975, s.28-29.6 2/Bakara, 231; 3/Âl-i İmrân, 48; 4/Nisâ, 1137 19/Meryem, 128 31/Lokman, 129 Taberî, Câmiu’l-Beyân, Mısır 1954, XVI, 55.10 Taberî, age., XXI, 67; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-
Azîm, Beyrut 1984, III, 445.11 Kurtubî, el-Cami Li Ahkami’l-Kur’ân, Kahire 1959,
XIV, 59.12 Âlûsî, Ebu’l-Fadl Şihâbuddin Seyyid Muhammed,
Rûhu’l-Me’ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni Ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut trs., XXI, 83.
13 4/Nisâ, 5414 2/Bakara, 251; 38/Sad, 20.15 Taberî, age., XXIII, 136.16 Kurtubî, age., III, 258; İbn Kesîr, age., I, 413.17 2/Bakara, 26918 Taberî, Tefsîr, III, 89.19 Kurtubî, age., III, 330.20 Ebu’s-Suud, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, İst., 1890, I, 262.21 Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed,
Fethu’l-Kadîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut trs., I, 289.22 16/Nahl, 12523 Taberî, age., XIV, 194.24 Kurtubî, age., III, 330.25 Mücahid b. Câbiri’l-Mahzûmi’t-Tâbiî Ebu’l-Hac-
câc, Tefsîru Mücâhid, Menşûrâtü’l-İlmiyye, Beyrut trs., II, 503; Abdurrezzak b. Hemmam San’ân’î, Tefsîru’l-Kur’ân, Mektebetür-Rüşd, Riyâd 1989, III, 105.
26 Şevkanî, age., I, 288.27 Râzî, Fahruddîn Ebû Abdillâh Muhammed b.
Ömer, Mefâtihu’l-Gayb, (et-Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut 1997, IX, 118.
28 Yazır, age., VI, 271; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul trs., VII, 63.
29 Tirmizî, Menâkıb, 382430 Tirmizî, Menâkıb, 3031 Dârimî, Mukaddime, 28
Dipnot
Aralık 201066
CİHAn OKUYUCU’nUn KAleMİnDen
Mevlânâ
KitapVedat Ali TOK
67
Prof. Dr. Cihan
Okuyucu… Üslup
sahibi bir yazar…
İlmî yazılarında disiplinli, sanat
yazılarında hür… Her iki hâli de
takdire değer.
Cihan Okuyucu birkaç yıl-
dan beri Mevlânâ ve hususen de
Mesnevî üzerine yoğunlaştırdı-
ğı çalışmalarının semeresini kon-
feranslar vererek kitaplar yaza-
rak dinleyicisiyle/okuyucusuyla
paylaşıyor. Onun Mevlânâ üzeri-
ne yazdığı ilk kitabı “İçimizdeki
Mevlânâ”… Bu eserinde Okuyucu,
Mevlânâ ve eserlerini, görüşleri-
ni bir hatıra, bir roman havasın-
da anlatıyordu. (1. Baskı İstanbul
2002) “Mevlânâ Konuşuyor” ya-
zarın Mesnevî yorumlarını ihtiva
eden 359 sayfalık ikinci kitabı. (İs-
tanbul 2006) Cihan Okuyucu’nun
Mevlânâ ekseninde kaleme al-
dığı son eseri ise Sütun Yayınla-
rı arasında (Haziran, 2007) çıkan
Mevlânâ isimli kitabıdır.
Mevlânâ, yazarın diğer eserle-
ri gibi akıcı ve âhenkli Türkçe ile
kaleme alınmış bir inceleme ki-
tabıdır. Kitap, akademik muhite
hitap ettiği kadar ortalama sevi-
yedeki bir okuyucunun da rahat-
lıkla anlayabileceği, dikkatini çe-
kebileceği tarzda kaleme alınmış.
Bu kitabın daha önsözden baş-
layan çarpıcı anlatımları sizi he-
men Mevlânâ atmosferine alıve-
riyor: “Mevlânâ, tam 800 sene
önce doğmuş ve 734 sene önce
aramızdan ayrılmış. Ama ölüm-
süz bir doğumun sırrına ermiş-
tir.” (s. 7) diyor yazar. Ve yine ön-
sözde Mevlânâ hakkında çok şey
söylemenin mümkün olduğunu
ancak söylenen hiçbir sözün onu
tam olarak anlatmaya yetmeyece-
ğini ifade ediyor.
Kitap 4 bölüm halinde tertip
edilmiş, bu bölümler de alt baş-
lıklarla zenginleştirilmiş, açılmış.
Biz de kitabı tanıtırken yazarın
tuttuğu yolu izlemeyi uygun bul-
duk.
Mevlânâ’nın hayatıyla ilgi-
li olarak kendi eserlerinde he-
men hiçbir malumata rastlan-
mamaktadır. Bu sebeple yazar,
Mevlânâ’yı anlatan kaynakların
listesini vermeyi uygun bulmuş.
Bu kaynakları biz de merak eden
okuyucularımıza aktaralım. Sul-
tan Veled (Veledname/İptida-
name), Feridun bin Ahmed (Si-
pehsalar: Risale-i Sipehsalar),
Eflâkî (Menakıbu’l-Arifin). Ya-
zar, bu kaynaklardan hareketle
Mevlânâ’nın doğduğu ve birçok
ilim adamı yetiştirmek suretiy-
le “Kubbetü’l-İslâm” ismini hak
edecek bir şehir durumunday-
ken Moğol istilasından sonra
kendini bir türlü toparlayama-
yacak olan Belh şehrini dünü ve
bugünüyle kısaca tasvir ediyor.
Kaynaklar arasındaki bilgi fark-
lılıklarına da dikkat çeken Cihan
Okuyucu, Mevlânâ’nın ailesi, sü-
lalesi hakkında da mukayese-
li bilgileri okuyucusuyla paylaşı-
yor. Yazara, burada Mevlânâ’nın
“Her ne kadar Farsça söylüyor-
sam da aslım Türk’tür” mealin-
deki beytine yer veriyor. Bu beyit
üzerindeki tartışmaları da akta-
ran Cihan Okuyucu Mevlânâ’nın
şiirlerinde geçen çok sayıdaki
Türkçe kelimelere bakarak onun
ana dilinin Türkçe olması gerek-
tiği ihtimalinin güçlü olduğunu
söylüyor.
Eserin I. Bölümü-
nü oluşturan konulardan biri
Mevlânâ’nın babası ve aile ef-
radıyla birlikte Belh’ten çıkıp
Konya’ya kadar olan göç macera-
sıdır. Cihan Okuyucu, diğer eser-
lerinde olduğu gibi, Mevlânâ’da
da tartışmalı olan konuları kay-
nakları ile belirtiyor ve sonra da
kendi kanaatini söylüyor. Nitekim
Mevlânâ ve ailesinin Belh’ten göç
etmeleri de kaynaklarda farklı se-
beplere bağlanmakta ve yazar bu
sebepleri ayrı ayrı derç etmekten
imtina etmemektedir.
Cihan Okuyucu
Mevlânâ’nın hayatını “Şems’ten
önce ve Şems’ten sonra” ol-
mak üzere iki döneme ayırıyor.
Mevlânâ, babasının müritlerin-
den olan ve Belh’ten beraber gel-
dikleri Seyyid Burhaneddin’den
aldığı derslerle bir ilim adamı hü-
viyetine bürünmüşken, Şems’i ta-
nıdıktan sonra bir aşk eri olmuş-
tur. Seyyid Burhaneddin, onu her
biri 40 gün süren 3 halvete sok-
tuktan sonra “Mevlânâ arınmış,
ilahi sırlara açılmış bir gönülle
dışarıya ayak bastı. Hocası ese-
rinden memnundu: ‘Haydi’ dedi,
yürü de insanların ruhuna taze bir
hayat ver, görülmemiş bir rahme-
te boğ onları ve aşkınla gönülle-
ri dirilt.” (s. 30) İşte bundan son-
ra Mevlânâ Şems ile tanışacaktır.
Şems hem rind bir derviş, hem
şer’î akidelere bağlı büyük bir
âlimdir. Mevlânâ-Şems dostluğu-
nun Mevlânâ cephesinden tasvi-
rini şöyle yapıyor yazar: “Şems’in
dostluğu pahalıydı ve yüksek bir
bedel istiyordu. Bu dünyayı boş-
lamış adama ulaşmak ve onun
kanat çırptığı göklere süzülmek
için insanın “benim” dediği her
Aralık 201068
şeyi geride bırakması gerekiyor-
du. (…) Mevlânâ ilmini, irfanını,
mesleğini, şöhretini hâsılı elin-
de olan her şeyi Şems’in ayakları-
na serdi ve onu satın aldı. (s. 34)
Mevlânâ, Şems’i tanıdıktan sonra
yeni bir mektebe başlamıştır. “Bu
yeni mektebin adı aşk mektebiydi,
dersin adı aşk dersiydi. Ve bu der-
sin çılgın hocası aşkın ete kemi-
ğe bürünmüş şekli olan Şems’ten
başkası değildi.” (s. 34)
Cihan Okuyucu, Mevlânâ’nın
Şems ile olan dostluluğunu, mu-
habbetini, Şems’i tanıdıktan son-
ra eski hâlinden eser kalmayı-
şını, farklı bir âlemde yaptığı
yolculuğu; Mevlânâ müritlerinin
Şems’i kıskanmalarını akıcı ve
çarpıcı bir dille anlatıyor. Şems,
Mevlânâ’dan iki kez ayrılmıştır.
Birinci ayrılış 15 ay kadar sürmüş-
tür. Şems’in 15 ay sonra tekrar
Konya’ya gelişi Mevlânâ’yı yeni-
den diriltmiştir. “Mevlânâ ayrılık-
ta geçen günleri kaza eder gibiydi.
Şems’le kapandığı medrese hüc-
resinde altı ay süren bir can soh-
betine dalmıştı.” (s. 39)
Mevlânâ ile Şems arasındaki
kuvvetli dostluk Mevlânâ’nın mü-
ritlerini, dostlarını kıskandırır ve
Şems’in ondan uzak durması iste-
nir. Sonunda Şems ikinci defa, fa-
kat bu kez ebediyen Mevlânâ’dan
ayrılır. Şems’in bu ayrılışı tama-
men bir sırdır. Bugün bile bu sır
perdesi aralanmamıştır. Bir riva-
yete göre Şems öldürülmüştür.
Şems’ten sonra başlığında
Mevlânâ’nın o anki durumuyla
alakalı olarak Cihan Okuyucu şu
yorumları yapıyor: “Denilebilir ki
Şems’in ayrılığı da Mevlânâ’nın
kemal yolunda aşması gereken
basamaklardan biriydi. Çünkü
aslolan Şems değildi, onda tecel-
li eden ilahi nurdu. O nur önce
Şems’in çehresinde parlayarak
âşığın bakışlarını avlamıştı. Ama
şimdi o çehre kaybolmalıydı ki
nurun o çehreye ait olmadığı an-
laşılsın ve bakışlar nurun kayna-
ğına yönelsin.” (s. 45)
Bilindiği gibi Mevlânâ de-
nince onun akla ilk gelen ese-
ri Mesnevî’dir. Mesnevî
Mevlânâ’nın Şems’ten sonraki
iki hâldeşinden biri olan Hüsa-
meddin Çelebi’nin arzusu ve teş-
viki ile yazılmıştır. “Mevlânâ bu
isteğe sarığının arasından çıkar-
dığı Mesnevî’nin ilk 18 beyti ile
mukabele etti. (…) İlk 18 beyit
yazı tarihinde benzeri görülme-
miş bir söyleme ve yazma süreci-
nin de başlangıcı oldu. Mevlânâ
sütteki bereketin memede de-
ğil, onu sağan elde olduğunu söy-
ler. Hüsameddin’in istek eli de
Mevlânâ’daki ardı arkası gelme-
yen ilham denizlerini coşturuyor,
ondan sadır olan sözleri kâğıtla
kalemle buluşturuyordu.” (s. 50)
Kitabın Rıhlet başlığında
Mevlânâ’nın vefatı anlatılıyor.
Şüphesiz ki Mevlânâ büyük bir in-
sandı. Ya Konya? Cihan Okuyucu
Konya’ya da hakkını veriyor ese-
rinde ve A. Nihad Asya’nın “Kon-
ya Mevlânâ demek” nakarat-
lı şiiriyle beraber “Mevlânâ’nın
üzerinde Konya’nın payını da
unutmayalım. O, Belh’te Cela-
leddin olarak doğmuştu ama
Konya’da Mevlânâ olarak ölmüş-
tü.” diyor. (s. 55)
Mevlânâ’nın I. Bölümün-
de dikkat çeken konulardan biri
de Mevlânâ zamanında yaşamış
Muhyiddin İbn-i Arabi, Sadrettin
Konevi, Şirazlı Kutbettin Mah-
mut, Fahrettin Iraki, Necmed-
din Razi, Tuslu Bahaddin-i Ka-
nii, Urmiyeli Siraceddin, Hintli
Safiyyüddin, Şeyh Sadi, gibi meş-
hurlardan bahsedilmiş olması-
dır. Kitapta bu âlimlerin eserleri
ve Mevlânâ ile olan ilgi ve ilişkile-
ri üzerinde durulmaktadır.
Kitabın sonraki sayfaların-
da Mevlânâ’nın kendi eserlerin-
den ve Mevlânâ ile ilgili kaynak-
lardan takip edilebildiği kadar
fizikî görünümü ile iç âlemi ve
ahlâkı tasvir ediliyor. Buna göre
“Mevlânâ, ince ve uzunca boylu,
sarı çehreli, kırçıl sakallı, siyah
kaşlı ve ela gözlü idi.” (s. 65) Ki-
tapta ahlâkı üzerinde durulur-
ken de kendi beytinde ifade et-
tiği gibi, Mevlânâ’nın Kur’an’ın
kölesi ve Hazret-i Muhammed
(s.a.v)’in yolunun toprağı ol-
duğu ifade ediliyor. O, İslâm’ın
şiddetle men’ ettiği tefrika bela-
sına vahdet ilâcıyla çözüm bul-
muş; daima birleştirici olmuş,
ayrılığa, gayrılığa karşı çıkmış-
tır.
Mevlânâ’da yer alan konu-
lardan biri de Mevlânâ’dan son-
ra Mevlevîlik’tir. Bu bölümde
Mevlevîlik hakkında kısa bir ma-
lumat verildikten sonra Mevlevî
tekkelerinin Mevlânâ’nın oğlu
Sultan Veled sayesinde çoğaldı-
ğına işaret ediliyor. Mevlevîliğin
vazgeçilmez sembolü olan
sema’nın anlamıyla ilgili bazı
meşhur şahısların görüşle-
ri naklediliyor ve Mevlânâ’nın
sema ile ilgili sözleri Türkçe an-
69
lamıyla veriliyor. Sema ile ilgili bu hik-
metli sözlerden birkaçı: “Belî (evet) sesini
işitmek, kendini unutup Allah’a kavuş-
maktır… Dostun hâlini görüp bilmek ve
lâhut perdelerinden Allah’ın sırlarını işit-
mektir… Yakup Peygamberin ilâcını ve
Yusuf’a kavuşma kokusunu gömleğinden
hissedip koklamaktır…” (s. 76)
Mevlânâ’nın II. Bölümünde onun eser-
leri ve eserlerinin muhtevaları, tercümele-
ri, nüshaları, neşirleri ve yazılış hikâyeleri
anlatılıyor. Mevlânâ ve eserleri üzerinde
çalışma yapanlar da bu bölümün malu-
matları arasında.
III. bölüm “Mevlânâ’nın fikir dünya-
sında kısa bir gezinti” başlığı ile sunu-
luyor. Bu bölümde yazar, Mevlânâ’nın
eserlerinden seçtiği çeşitli anekdotlar-
la okuyucuya Mevlânâ’nın ışık saçan
zekâsından, hayal dünyasından, ufuklar
açan nüktelerini, hâsılı insanı ve insanın
düşünce dünyasını Mevlânâ’nın görüşü
ve gönlüyle ve kendi yorumuyla aktarı-
yor. Bu bölüm de son derece ilgi çekicidir.
Buradan hiçbir alıntı yapmadan, bu akıcı,
ders verici, zevkli bölümü kitabı okumayı
arzulayanların gönüllerinde hazırladıkları
Mevlânâ misafirhanelerine havale edelim.
Eserin son bölümü Mevlânâ hakkın-
da yapılan yorumlara ayrılmış. İlk söz
Mevlânâ’ya ait: “Bizim Mesnevîmiz bir-
lik dükkânıdır, orada Bir’den başka her
ne görürsen bil ki o puttur.” (s. 183) İk-
bal, Abdullah Dehlevî, Halife Abdülha-
kim, A. Schimmel, Hammer… gibi şahıs-
ların Mevlânâ hakkındaki sözleri ile kitap
sona eriyor.
190 sayfalık kitabı biz bir iki günde
okuyup bitirdikten sonra aklımıza meşhur
ressamın hikâyesi geliyor: 20 yıl + 5 daki-
ka… Sevgili Hocam Cihan Okuyucu da yıl-
lar süren Mevlânâ ve Mesnevî tetkiklerini
özetlediği 190 sayfalık bu eseriyle okuyu-
cunun dünyasını zenginleştiriyor.
Kitaplık
Mevlânâ İle Bir Ömür
Şefik CAN
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
İnanç ve Aksiyon
Cemil TOKPINAR
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Ali Nihad Tarlan’dan Divan Şiiri
Dersleri
Güler GÜVEN
Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları
Tel: 0212 526 16 15
Târih ve Tasavvuf Sohbetleri
Nihad Sâmi BANARLI
Kubbealtı Yayınları
Tel: 0212 516 23 56
Denemeler – Yorumlar
İsmail ÖZMEL
Salkımsöğüt Yayınları
Tel: 0442 235 65 70
Aralık 201070
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Abdullah. Adını ve Ebû Bekr künyesini Hz. Peygamber (s.a.v) koymuştur. Künyesi : Ebû Bekr, Ebû Hubeyb Doğum yılı : H. 2. yılıDoğum yeri : MedineBaba adı : ez-Zübeyr b. el-AvvâmAnne adı : Hz. Ebubekir’in kızı EsmâEş(ler)i : Hanteme,Akrabaları : Hz. Ebubekir, dedesi, Aişe, teyzesi-dir. Urve b. ez-Zübeyr, kardeşidir. Babası, Peygamberimi-zin halasının oğludur. Teyzesinin evine sık gider gelirdi. Oğulları : Abbâd, Âmir, Sabit, Musa,Kızları : Tespit edilemedi.Kabilesi : Kureyşİslâm’a girişi : Çocukluğundan itibarenSohbet süresi : 8 yılRivayeti : 33Yaşadığı yer : Medine, MekkeMesleği : Askerlik ve yöneticilikHicreti : Mekke’ye göç etmiştir.Savaşları : Suriye ve Mısır’ın fethi, Yermük sa-vaşı, İfrikkıyye, Taberistan, Horasan ve Cürcan seferle-rine katıldı. Muhasara edildiğinde Hz. Osman’ın; Ce-mel Savaşı’nda da Hz. Aişe’nin yanında yer aldı.Görevleri : Hz. Osman’ın Kur’an’ı Mushaf ha-line getirmek üzere oluşturduğu 4 kişilik heyette yer aldı. Muhalifi olduğu Halife Yezid’in ölmesi üzerine, H. 64’te Mekke’de kendi hilafetini ilan etti. 9 yıl süren Hi-caz Bölgesi halifeliği, Haccac’ın aylarca süren Mekke kuşatmasıyla sona erdi. Fiziki yapı : Yüzünde sakal çok azdı, sakalı sa-rıydı ve çenesindeydi. Mizacı : İbadete, namaza çok düşkün idi. Geceler boyunca namaz kılar, gündüzleri oruç tutardı. Kendisine “mescid güvercini” denirdi. Çok cesur bir as-ker, iyi bir komutan, ihtiraslı bir siyaset adamı idi. İlim
ve hitabette de çok güçlüydü. Ayrıcalığı : Muhacirlerin Medine’de doğan ilk çocuğudur. Hz. Peygamber (s.a.v) kulağına ezan oku-muş, bir hurmayı çiğneyerek ağzına vermiş ve ona dua etmiştir. 7-8 yaşındayken Hz. Peygamber’e bey’at etmiştir. Sahabe içinde ilimleriyle meşhur olan 4 Abdullah’tan birisidir.Ömrü : 72 Ölüm yılı : H. 73Ölüm yeri : MekkeÖlüm sebebi : Haccac ordusu tarafından Kabe’de muhasara altına alınarak öldürüldü. Başı kesilerek Şam’a gönderilirken, gövdesi günlerce darağacında bekletildi.Hakkında : İbn Abbas onu şöyle anlatır: “Allah’ın Kitabını (çok iyi) okuyan, İslâm’da iffetli bi-riydi. Babası Zübeyr, annesi Esma, dedesi Ebubekir, halası Hatice, teyzesi Aişe, ninesi Safiyye’dir. Vallahi ben Ebubekir ve Ömer’e bakarak değil, ona bakarak kendi nefsimin muhasebesini yapıyorum.” Hadisleri : “Aşure günü oruç tutunuz. Zira Al-lah Rasulü o gün oruç tutulmasını emretti.” “Nikâhı ilan ediniz!” “Dünyada ipek giyen (erkek), ahirette gi-yemez.”Sözleri : Öldürülmesinden kısa bir süre önce annesine şöyle dedi: “Bugüne kadar Allah uğrun-da çalıştım. Dünyaya meyletmediğim gibi, orada ya-şamayı da istemedim. Beni isyana sevk eden şey, Al-lah için gazaptan ve haramların helal kılınmasından başka bir şey değildir. Bak anacığım! Oğlun hiçbir kö-tüye yardım etmedi ve kötülük istemedi. Allah’ın hük-münde haksızlık etmedi. Emniyet altındaki kimseye ihanet etmedi. Bir Müslümana zulmedilmesine göz yummadı. Amirlerinin zulümlerine rıza göstermedi. Hiçbir şeyi Allah’ın rızasından daha üstün tutmadı.” *. Prof. Dr.
ABDULLAH B. EZ-ZÜBEYR B. EL-AVVÂM
71
Kırk HadisOtuzbeşinci
Hadis
Yorum
“(Cenab-ı Hak): ‘Ben, kalpleri kırılmışların ve kabirleri
belirsiz olanların yanındayım.’ (buyurmuşlardır.)”(Sehâvî, Mekâsid, s. 96; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/203)
Türkçe Açıklaması
Tezhib: Şehnaz Özcan
(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)
“Dünyada kalbin kırık olması ahirette sarılması, hayat ve ölüme yönelik vurdumduymazlık izlerinin yok olması ise kulun Allah haricindeki bağlardan kurtuluşu ve Ehadiyet tecellisiyle Yüce
Yaratıcı tarafından tercih edilmesi demektir.”
Şeyh Hâmid-i Veli / Somuncu Baba (k.s)
Aralık 201072
SÖZ DİnleMeYen
ÇOCUKlAR
Yu m u r t a d a n
başka hiçbir
şey yemeyen
bir çocuğu, anne babası zama-
nın âlimine götürürler. Hoca-
ya; çocuklarının bütün uyarı ve
nasihatlerine rağmen yumurta-
dan başka bir şey yemediğini,
bu gidişle de gıdasız kalmasın-
dan korktuklarını söylerler.
Durumu dinleyen hoca efen-
di, şimdi gitmelerini ve kırk gün
sonra gelmelerini söyler. Kırk
gün sonra anne babasıyla gelen
çocuğu kucağına oturtup saçla-
rını okşayan hoca efendi çocuğa:
“Yavrum bundan sonra çok
fazla yumurta yeme, diğer yi-
yeceklerden de ye” diye nasihat
eder.
Aradan bir iki gün geçtikten
sonra gerçekten çocuklarının
yumurtayı fazla yemediğini gö-
ren aile, soluğu doğruca hoca-
nın yanında alırlar. Hoca efen-
diye; “Hocam madem bir çift
sözle çocuğa bu davranışı bı-
raktıracaktınız da neden bizi
kırk gün beklettiniz” diye so-
rarlar.
Hoca efendi de: “Siz bana
çocukla geldiğiniz zaman ben-
de yumurtayı çok sever ve
çok yerdim. Çocuğa yumurta-
yı az yemesini söyleyebilmem
için kırk gün kendi nefsimde
bunu denedim ki çocuğa söy-
lediklerim etkili olabilsin. Yok-
sa yumurtayı fazla yememesi-
ni şimdiye kadar onlarca kişi
söylemiştir; fakat çocuk kimse-
yi dinlemedi. Yani anlayacağı-
nız kalpten çıkan söz kalbe te-
sir ederken ağızdan çıkan söz
ise bir kulaktan girip öbür ku-
laktan çıkar” demiştir.
Çocuklarla konuşurken ağ-
zımızdan hiç düşürmediğiz:
“Ben senin yaşındayken, be-
nim zamanımda, ben senin ye-
rinde olsaydım…” gibi cüm-
leler çocuğumuzla iletişimi
koparmamıza ve bizi dinleme-
mesine neden olmaktadır.
Çocuklar anne babalarının
sözlerini dinlememesinin bir
sebebi de çocukların daha kü-
çük yaştan itibaren zihinsel ge-
lişimlerini engellemekten kay-
naklanmaktadır.
Anne babalar çocuklarının
kendi işlerini kendisi yapan,
söz dinleyen, ders çalış deme-
den ders çalışan ve okulun göz-
de öğrencilerinden olmalarını
isterler.
Çocukların söz dinlememe-
lerini Prof. Dr. Üstün DÖK-
MEN şöyle açıklamaktadır:
“Anne babanın elinde upu-
zun bir “ellenmemesi gerekli
şeyler” listesi vardır. Çocukla-
rın her şeyi el uzatmaları yara-
mazlık değil zihinsel gelişim-
lerinin özelliğidir. Aman bunu
elleme, buna dokunma....” (İle-
tişim Çatışmaları ve Empati.
Sistem yayıncılık)
AileM. Emin KARABACAK
Üstün Dökmen hocamı-
zın da söylediği gibi çocukla-
rın yeni yürümeye başladıkla-
rı zaman zihinsel gelişimlerinin
bir özelliği olarak her şeyle oy-
namak isteyişi anne-baba tara-
fından ona dokunma, bunu el-
leme, oraya gitme, yapma ve
etme gibi emirler çocukların
hem zihinsel gelişmelerini en-
gellenmekte hem de anne ba-
basıyla iletişim engellerini öğ-
renmektedirler.
Bu çocuklar ileri yaşlar-
da iletişim problemi yaşayan,
kendi başına buyruk, ders ça-
lışmayan, araştırma yapmayan
çevreyi incelemeyen, kitapları
karıştırmayan, büyüdükleri za-
man sadece etrafı gözlemleyen;
fakat araştırma şevki kırılmış,
ne yapacağını bilmeyen, iş be-
ğenmeyen ve söz dinleme-
yen insanlar olacak-
lardır.
Anne baba-
lar olarak ço-
cukları; “Ço-
c u k l a r ı n ı z ı
y a ş a d ı ğ ı n ı z
çağa göre değil,
onların yaşa-
yacakları çağa
göre yetiştir-
mek” (Hz. Ali
(r.a)) gereki-
yor.
Çocukla ile-
tişim kurarken
çocuğu suçla-
mak yerine; “şu
şekilde davran-
man hoşuma
gidiyor, ödev-
lerini zama-
nında yapmadı-
ğın için üzülüyorum,
böyle söylemen beni
üzüyor…” ile başlayan ben
dili cümlelerle duygu ve
hissettiklerimizi ifade et-
memiz iletişimin deva-
mını sağlayacaktır.
“Eve geç gelmen-
den ve böyle davran-
mandan hoşlanmı-
yorum” demeniz
çocukta hoşla-
nılmayan ken-
disinin değil,
davranışlarının
olduğunun far-
kına varmasını
sağlayacaktır.
73
Aralık 201074
Bunun yanında çocuklara hayır
deneceği zaman; “seni seviyo-
rum; ama isteğine hayır” deme-
niz, çocuğunuz için daha olum-
lu olacaktır.
Çocuklar sıkıntılı ve üzgün
oldukları zaman konuşmak is-
temezler. Bu durumda çocuğu
konuşması için çocuğun üstüne
gitmek yerine; “canın herhalde
konuşmak istemiyor, ama ko-
nuşmak istersen ben seni
her zaman dinlemeye ha-
zırım...” mesajı, çocuğun
sıkıntılarını sizinle paylaş-
masına olanak sağlayacak-
tır.
Çocukların Söz Dinlemeleri için Neler Yapmalı?
Çocukların okulda ve
ileriki yaşantılarında ileti-
şim problemi yaşamayan
başarılı kimseler olmala-
rı için; anne babaların ço-
cukların adına, onların iş-
lerini yapmaktan, onların
işlerini düşünmekten vaz-
geçmelidir.
Çocuklarla iletişim
problemi yaşamamak için:
‘Ben senin yerinde olsay-
dım, benin zamanında’ diye
başlayan cümlelerden kaçınıl-
malı.
Çocukları başkaları ile kı-
yaslamamalı.
Çocukların olumsuz dav-
ranışları yerine olumlu davra-
nışları görülerek benlik saygısı
yükseltilmeli.
Çocukların kurallara uyma-
ları ve söz dinlemeleri için ku-
ralların nedenlerini ve amaçla-
rını açıkça anlatmalı.
Çocuklarla iletişim kurarken
onları yargılamamalı.
Çocukları eleştirmeden ve
suçlamadan konuşmalı.
Çocukları etkin bir şekilde
dinlemeli.
Çocuklara uzun uzun nasi-
hat ve nutuk çekmekten kaçın-
malı.
Çocuklarla konuşurken sen
dili yerine ben dili kullanarak
konuşmalı.
Çocukla konuşurken emir
vermekten, tehdit etmekten,
ahlak dersi vermekten, yargıla-
maktan kaçınmalı.
Çocuklarla iletişimin de-
vamı için ondan beklentileri
onunla birlikte bir kâğıda yazıp
imzalayarak evin uygun bir ye-
rine asmalı.
Çocuklarla, iletişim kurar-
ken anne baba olarak ka-
rarlı ve tutarlı davranma-
lı. Kuralları uygulamada
kararlı ve tutarlı olmalı.
Anne babanın ço-
cuk gözünde saygınlığı-
nın azalmaması ve ço-
cukla iletişim problemi
yaşamaması için kuralla-
ra herkes uymalı.
Annenin koyduğu ku-
ralı baba, babanın koydu-
ğu kuralı anne kaldırma-
malı.
Çocukların yaşlarına
uygun görev ve sorumlu-
luklar verilerek cesaretlen-
dirmeli.
Çocuğun çabası ve yap-
tıkları takdir edilerek ba-
zen ödüllendirmeli.
Sonuç olarak; çocuklarını-
zı gerçekten dinlediğinizde, ona
zaman ayırdığınızda, konuşur-
ken onu yüreklendirdiğinizde,
onunla ilgilendiğinizde, ona fır-
sat verdiğinizde ve en önemlisi
onu koşulsuz kabul edip takdir
ediğinizde çocuklarınızla ileti-
şim problemi yaşamayacaksınız.
75
DERUNÎ DİL İLE... Yâ İlâhî senden bir muradım varMalûmdur ki, halisâne niyetimKıyamete kadar olsun pâyidarVatanım, Bayrağım ve hürriyetim
ACI SON
Gül gibi solmakta hayatın rengi, Düşüyor ömürden her gün bir yaprak. Ölümle bitiyor yaşama cengi, Bir mıknatıs gibi çekiyor toprak...
BİRLİK YOLUNDA
Sarp yokuşlarda değil, düzde birlik olalımSenet kabul ederek, sözde birlik olalımKabukla oyalanmak, en büyük yanılgıdırGeliniz hep beraber “öz”de birlik olalım
DENGE TEMENNİSİ
Ah! hiç kimse kimsenin ateşine yanmasaKeşke kimse kimseyi kötülükle anmasa Ne huzur bozulurdu ne de bâkî dostluklar; İnsanî ilişkiler çıkara dayanmasa
HER ŞEY ASLI GİBİDİR
Mümkün değil su yokuşa akacak sanmayın Gün gelir balık kavağa çıkacak sanmayın Dağlar yerinden oynar deseler bir ihtimal Fakat huylu huyunu bırakacak sanmayın
Ahmet Süreyya DURNA
İmam
H. B
ARTI
K
Aralık 201076
Efeler diyarı Aydın, tarihî süreç içeri-
sinde çeşitli uygarlıklara beşiklik et-
miş, bugün de hala o uygarlıkların
derin izlerini taşıyan güzel yurt köşelerimizden
biridir. İlkçağlar dan beri bir kültür ve bilim mer-
kezi olan bu ilimiz tarihin çeşitli evrelerindeki de-
ğişik kültür birikimlerinin açık bir müzesidir.
İlin dört bir yanı geçmiş uygarlıkların kalın-
tılarıyla dolu dur. Burada eskiçağ kent kalıntıla-
rıyla birlikte Bizanslılar, Anadolu Selçukluları,
Aydınoğulları ve Osmanlılar
dönemine ait ya pıtlar bir arada
görülebilir.
Türklerin Anadolu’ya yer-
leşmeye başlamasıyla Anado-
lu, çeşitli tarikatlar, tasavvufî
düşünce ve ekollerin inki-
şaf edip yayıldığı ve hatta ye-
nilerinin ortaya çıktığı önem-
li bir saha haline gelmiştir. Kısa süre içerisinde
Anadolu’nun birçok bölgesinde ve özellikle eski-
den beri ilim ve kültür merkezi olan yerler gibi
Aydın’da da ilim adamları, müderrisler ve muta-
savvıflar kendini göstermeye başlamıştır.
Muhammed Zühdi Efendi
Uşşâkî yolu büyüklerinden olan Muhammed
Zühdi Efendi Selahaddin-i Uşşakî Hazretleri-
nin halifesidir. Hocası tarafından İstanbul’dan
Nazilli’ye, insanları irşat amacı gönderildi. 1806
yılında Nazilli’de vefat etti.
Muhammed Zühdî Efendi bir gün sohbetinde;
- Bu dünyada, dünya için yapılan işlerin hepsi
‘dünya işi’dir. O işlerin faydası,
yalnız dünyada görülür, ahiret-
te ele bir şey geçmez, buyurdu.
- İbadetler de böyle midir
efendim? diye sordular.
- Evet, namaz da olsa, aynı-
dır.
- Peki, hangi işler ‘ahiret işi’dir efendim?
- Ahiret için yapılan, yani ahirette bize fayda-
sı olacak işler, ‘ahiret işi’dir. Her işi yaparken;
“Ben bu işi niçin yapıyorum?” diye sorun kendi-
Örnek Hayat Yusuf HALICI
velİleRİAYDIN
77
nize. Eğer ‘Allah
için’se, yapın. Ahi-
rette karşınıza çıkacak-
tır. Allah için değilse, böyle
işlerin dünyada faydasını gö-
rürsünüz. Ama ahirette elinize bir
şey geçmez.
Muhammed Zühdî Efendi bir gün sevdiği
bir gence; “Evladım müslümanlardan hiç kimse-
yi tevbe ettiği bir kusurundan dolayı ayıplama!”
buyurur. Delikanlı; “Ama öyle şeylere şahit olu-
yoruz ki ayıplamamak elde değil hocam.” deyince
Muhammed Zühdî Efendi; “Olsun evladım yine
de hiç kimseyi ayıplama.” der. Gencin “Hikmeti
ne efendim?” diye sorması üzerine Muhammed
Zühdî Efendi şöyle cevap verir; “Çünkü bir kimse
bir müslümanı tevbe ettiği bir kusurundan dola-
yı ayıplarsa o kimse bu kusuru işlemeden ölmez.
Ayıplayacaksan kendini ayıpla. Kendi kusurunu
gör. Kendini kötüle. Aynaya bak kendinden utan.
Başkasıyla değil bilakis kendinle uğraş. Çünkü
senin en büyük düşmanın kendi nefs-i emma-
rendir oğlum. Ve o nefis seni Cehenneme sokmak
için uğraşıyor.”
Ali Galip Vasfi Efendi
Ali Galip Vasfi Efendi on sekizinci yüzyıl Ana-
dolu evliyalarındandır. İsmi, Ali Galip olup, Vas-
fi mahlasıdır. 1733 senesinde Nazilli’de doğdu.
1801 senesinde aynı yerde vefat etti. Kabri Nazil-
li’dedir.
Babası Uşşakiy-
ye halifelerinden Şeyh
Muhammed Zühdi Efen-
didir.
Hem zahiri hem de bâtıni
ilimlerle mücehhez bir aile orta-
mında yetişen Ali Galip Vasfi Efendi,
zamanının usulüne göre birçok hocalar-
dan zahiri ilim tahsil ederek yüksek derece-
ye ulaştı. Ayrıca, babasından da tasavvuf ders-
leri alıp yetişti. Tahsil hayatından sonra Ali Galip
Vasfi Efendi, kendi memleketinde uzun yıllar in-
sanları irşat ederek onlara İslâm dininin emir ve
yasaklarını anlattı. Onların dünyada ve ahirette
saadete kavuşmaları için gayret etti.
Kırk dört sene bulunduğu müftülük görevi sı-
rasında insanlara İslâmiyet’in hükümlerini en
doğru biçimde ulaştırmak için çalıştı.
Vereceği fetvaları, önce Rasulullah (s.a.v)
Efendimize maneviyat âleminde arzeder, Efen-
dimiz (s.a.v)’den aldıkları müsaade ve emirden
sonra verirlerdi.
Bir gün oğluna, Hicaz’a gitmek üzere eşyala-
rın hazırlanmasını istedi. O günün geleneklerine
göre bu durum halka ilan edildi ve şehrin dışın-
da bir yerde halka ziyafet verildi. Ziyafet sonrası
herkesle vedalaşıldı. Tam yola çıkmak üzereyken
oğluna, Hicaz’a gitmeyeceğini, tekrar kasabaya
döneceğini söyledi ve geri döndü. Oğlunun, bü-
tün ısrarlarına ve kasaba halkına karşı bu şekilde
yapmasının uygun olmayacağını, halkın dediko-
du yapacağını söylemesine rağmen; “Oğlum, hal-
kın edeceği dedikoduya bakma, Zira Rasulullah
(s.a.v)’ın emirleri bu yöndedir.” buyurdu. Hep
birlikte kasabaya geri döndüler.
İlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zat olan
Ali Galip Vasfi Efendinin çok kısa bir süre sonra
da vefat etmesinden yolculuğunu neden gerçek-
leştirmediği anlaşılmıştı.
Aralık 201078
Ali Galip Vasfi
Efendinin Arapça,
Farsça ve Türkçe şiirle-
ri ve bir de külliyatı vardır.
Süleyman Rüşdi Efendi
Aydın ilimizin yetiştirdiği büyük veliler-
den Süleyman Rüşdi Efendinin hayatı hakkında
kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Doğum tarihi bel-
li olmamakla birlikte Nazilli’nin Karamullu Kö-
yünde doğduğu bilinmektedir. 1834 senesinde
Nazilli’de vefat etti.
Süleyman Rüşdi Efendinin hayatı bir Meh-
med Zühdî Efendi’yi tanımadan önceki bir de
Mehmed Zühdî Efendi’yi görüp ona bir bende ol-
duktan sonraki hayatı olmak üzere iki bölümdür.
Önceki hayatında, karşımızda halkın kendi-
sinden çok korktuğu Karamullu Köyünün bir
efesi varken, daha sonraki hayatında mürşidine
bende olup sonrasında insanların Hak yola ulaş-
ması için canla başla çalışan bir büyük zat vardır.
Mehmed Zühdî Efendi’yi görüp, kendisine
bağlı efelerle beraber ona talebe olan Süleyman
Rüşdi Efendi onun yanında kemale ererek çok
yüksek mertebelere kavuştu.
Sultan İkinci Mahmut Han’a, kendisi hakkın-
da yapılan bazı iftira-
lar sebebiyle padişah
tarafından İstanbul’a da-
vet edilen Süleyman Rüşdî
Efendi Rami kışlası civarın-
da Sultan İkinci Mahmut Han ile
görüşerek neticesinde Sultan İkin-
ci Mahmut Hanın takdir ve hürmeti-
ni kazandı.
Daha sonra Nazilli’ye dönerek vefatına ka-
dar insanlara Allahu Teâlâ’nın emir ve yasakları-
nı anlatmaya devam etti.
Süleyman Rüşdî Efendinin, Siyer-i sülûk ve
Silsile-i Uşşâkiyye’ye dair iki eseri vardır.
Aydın’da bulunan diğer türbe ve ziyaret yer-
lerinden bazıları da şunlardır:
Alihan Baba
Alihan Baba, Anadolu’nun fethinde büyük
emeği olan gazi dervişlerdendir. Türbesi Aydın’ın
Veys Paşa mahallesindedir.
Yâren Dede
Horasan’dan Anadolu’ya İslâmiyet’i yaymak
için gelen gazi dervişlerden olan Yâren Dede’nin
kabri, Aydın’ın Sultanhisar ilçesinin Kabaca Kö-
yündedir.
Ahî Bayram
Menteşe Beyliği devrinde yaşamış olan
Ahî Bayram Anadolu’da İslâmiyet’in yerleşip
Avrupa’ya sıçramasını temin eden ahilerdendir.
Türbesi Aydın’ın Eski Çine köyünde, Ahmed Gazi
Camii avlusundadır.
Karacaahmed Sultan
Karacaahmed Sultan’ın kabri, Zafer mahalle-
sinde Eski Nazilli Caddesi üzerindedir.
79
TOPRAK“Senin hayatında mevsimler dönümBahar canlanıştır sonbahar ölümBazen saksındaki kırmızı gülünBazen de bir karaçalısın toprak”...
Sende kokuların en güzeli; gülBaharda bir yeşil halısın toprakÖrter üzerini rengârenk bir tülO zaman dünyanın şalısın toprak
Demir dövülmezse gelir mi tava?Seninle paklanır pis su pis havaKadrini anlamak en mühim dava Dünyanın en halis malısın toprak
Sende bitmez hasret, bozulmaz ahenkMutluluk kucakla aşk hevenk hevenkSenden doğmadı mı dünyada her renkBazen bir karanfil alısın toprak.
Bir mevsimlik hayat var kelebeğe Ömür bir demirse zaman bir eğe,Yalnız sen vakıfsın şaşmaz gerçeğeSanma ki bir yıldız falısın toprak.
Kula sevdalısın yoktur ikilik,Sensin damarda kan, kemikte ilik,Seninle mümkündür fani dirilik,Hayatın yeşeren dalısın toprak.
Gideriz, istersen “Gitmem” de, dayat,Gün gelir de olur her taze bayat,İnsan sana döner bitince hayat.Sır vermez âlemin lalısın toprak.
Görmezsin yoksulu, düşkünü hakir,Ancak sende eşit zenginle fakir,Bazen som altınsın bazen de bakır,Bazen de bir kır at nalısın toprak.
Her yerde sen varsın veya senden iz,Senden kaçsak bile hep seninleyiz,Anladım, anladım hayat birdeniz,Sen onu süsleyen yalısın toprak.
Üstümde giyecek, tasımda aşsın,Hayata hem bir son hem de bir baş-sın,Saatler durunca son arkadaşsın,İnsanın tabutu, salısın toprak.
Bir dostum var diye ararsın bir gün,Şefkatli kolunla sararsın bir gün,Aslına kavuşan olur mu üzgün?Binlerce çiçeğin balısın toprak.
Ahmet Mahir PEKŞEN
Aralık 201080
DenİZYIlDIZlARInI
KURTARMAK
HikâyeRaziye SAĞLAM
81
Onur mağaradan
fırladığı gibi aşa-
ğı doğru koşmaya
başladı. Şu anda istediği tek şey
vardı, bir an önce geridekile-
re izini kaybettirmek. “Ya nasıl
bir iş bu anlamadım. Koskoca
İstanbul’da beni nasıl kaçırıp ta
buralara getirdiler. Off! Ne ka-
dar uyuşturucu verdilerse hala
başım ağrıyor. Neymiş halkı-
mın haklarını savunacakmışım.
Ne halkı, ne hakkı? Dağda yaşa-
yıp, öldürmekle… Tövbe yarab-
bim!” Bu şekilde söylenerek bir
taraftan da karanlıkta koşmaya
devam ediyordu. Kan ter için-
de kalmıştı. Dinlenmek için bi-
raz durdu. Yüzünü silmek için
elini boynuna götürdü ve yü-
zünü silmek yerine boynundaki
örgüt renklerindeki poşuyu hız-
la çıkarıp yere attı. Örgütte ge-
çen karanlık günler geldi gözle-
rinin önüne. Kaçamasaydı yine
de onlara katılmayacaktı. Ölü-
mü bile göze almıştı. Olduğu
yeri eşeleyerek bir çukur kazdı.
Allah’tan akşamüstü yağan yağ-
murdan toprak hala ıslaktı. İçi-
ne belindeki kuşağı, sırtındaki
yeşil parkayı ve yere attığı po-
şuyu koydu ve avuç avuç top-
rak atmaya başladı. Her toprak
atışında sanki biraz daha fe-
rahlıyor, gözünün önüne İstan-
bul’daki okulu, hep gülen yü-
züyle annesi geliyordu. Gömme
işi bitince tekrar koşmaya baş-
ladı. Aşağıdaki köye yaklaşınca
biraz durakladı. Ne yapacağını
düşündü bir an. Köye girse he-
men fark edilirdi. İlçeye gidip,
oradan İstanbul’a gitmenin bir
yolunu bulmalıydı. Mağarada
ilçenin yürüyerek üç saat mesa-
fede olduğunu duymuştu.
………
Şu gelen sizin köyün hocası
değil mi kurban?
He ya Kemal Hoca. Hem ne
hoca biliyon mu? Geleli iki ay
oldu ama…
Ne yaptı ki bu hoca bu ka-
dar? Kimse dilinden düşürmü-
yo.
Ne yapmadı ki? Dağ bayır
demez ot toplar, köylüye ilaç
yapar. Köyümüzde doktor hem-
şire yok ama şükür hiç gerek te
olmuyo artık. Sonra Efendime
söyliim gençler dağa çıkmasın
diye okumaları için elini üzerle-
rinden hiç çekmiyo. Belki inan-
mıcan ama onlardan bir takım
bile kurdu. Boş kaldıkça futbol
oynuyorlar.
Benim emmioğlunun karı-
sı o köyden ya, o dediydi köy-
lülere de okuma yazma öğreti-
yormuş.
Hem Kur’an öğretiyo hem
de Türkçe okuma.
İki köylü aralarında böyle
konuşurken diğerleri dikkatle
dinliyordu. Millet dikkatle din-
ledikçe onlar daha bir iştahla
konuşuyorlardı. Gün henüz ışı-
maya başlıyordu. İlçe ile vilayet
arasında ilk seferini yapacak
olan minibüs henüz dolmamış-
tı. İki kişilik yer vardı. Kemal
Hoca yaklaşırken onlar konuş-
malarına devam ettiler .
- Pek te genç. İnsan buna
bakınca, üstelikte İstan-
bul gibi bir yerden gel-
miş, doğrusu inanamıyor.
- Daha bıldır okulunu biti-
rip hoca olmuş. Bu sene de ta-
yini yapılmış. Şansımız var-
mış ki bizim köye geldi.
- Doğru diyon ama acaba o da
şanslı olduğunu düşünüyo mu?
- Valla o kadar istekli hare-
ket ediyo ki haline bakan bu-
rada doğmuş büyümüş sanır.
Dediğine göre vatanını çok se-
viyomuş ve hizmet için ora bura
diye ayırt edilmezmiş.
Kemal Hoca da gelmişti.
“Selamün Aleyküm!” diyerek
binerken herkes ayağa kalktı.
O gülümseyerek “Estağfurul-
lah! Ben şuraya otururum.” di-
yerek şoförün arkasındaki boş
olan yere oturdu. O gelince şo-
för de bindi ve kalan bir kişiyi
de yoldan alırım.” diyerek kon-
tağı çevirdi. O sırada Kemal
Hoca hareketlendi. Yavaşça şo-
förün omzuna vurarak “Gardaş
iki dakka bekle. Bizim arkadaşı
gördüm.” diyerek indi ve ileri-
deki çalılığa doğru koştu. Onur
oraya sinmiş, arada bir eğilip
etrafa bakıyordu. Kemal Hoca
herkesin duyacağı bir sesle”
Hay Allah burada mıydın? Ben
de seni karşılamaya geliyordum
vilayete. Demek buraya ka-
dar geldin. Neyse hazır dolmu-
şa kadar gelmişken vilayetten
alacağım bir iki şey var. Gel gi-
dip alalım da sonra birlikte dö-
neriz.” diyerek Onur’un bir şey
Aralık 201082
demesine fırsat vermeden ko-
lundan arabaya doğru sürükle-
meye başladı. Dolmuşa gelince
de “Benim arkadaş, yine yolda
bir gariban görmüş üstündeki-
leri onunkiyle değişmiş.” diye-
rek Onur’u itercesine dolmu-
şa soktu ve ardından da kendi
bindi. Kemal Hoca aynı neşe-
li konuşmasını sürdürerek “Ya
var ya bu hep böyledir. Üzerin-
dekiler yepyeni de olsa hiç gö-
zünde olmaz. Bir gariban gördü
mü hemen onunkilerle değişi-
verir.”
Biraz önce konuşan köylü-
lerden biri; “Hocam arkadaşın
da sen gibiymiş.” diye güldü.
Kemal Hocanın hareketleri
öyle doğaldı ki kimse aksi bir
şey düşünmüyordu.
Onur üzerinden büyük bir
yük kalkmış gibi hafiflemişti.
Gözlerinin içi gülüyordu. Kaç
gündür azar azar verdikleri
uyuşturucuyla feri kaçan göz-
lerinin. Dönüp Kemal Hoca-
nın elini kuvvetle sıktı. Kemal
Hoca da yavaşça “Kurtuldun
artık üzülme.” dedi yavaşça.
Bir kez dağ başında şifalı ot
toplarken bunları mağaraya
giderken görmüştü. Bir kenara
gizlenip izledi. Onların içinde
Onur hemen fark ediliyordu.
Henüz üstünde şehirli kıyafe-
ti vardı ve sallanarak zorlukla
yürüyordu. Buraya ait olmadı-
ğı her halinden belliydi. Kemal
Hocanın bütün gençlere özel-
likle de Onur’a içi acımıştı.
O günden sonra birkaç kez
daha mağaranın yakınlarına
gelmiş fakat Onur’u göreme-
mişti. Çok üzülüyordu. Onu
buradan kurtarmak için, özel-
likle de bir eyleme katılma-
dan kurtarmak için bir çare
düşünüyor fakat bulamıyor-
du. O gün vilayete de vali
ile konuşmaya gidi-
yordu.
Vilayete var-
dıklarında Kemal Hoca
önce Onur’a giyecek doğru
düzgün bir şeyler ve ayakkabı
aldı. Sonra bir kahvaltı ısmar-
ladı. Onur teşekkür etmek isti-
yor fakat ağzını her açtığında,
sevinçten boğazı tıkanarak bir
şey diyemiyordu. Sürekli göz-
lerinde biriken yaşları siliyor-
du.
Vilayette vali, Kemal
Hoca’ya “Hocam çok teşekkür-
ler. Biz verdiğiniz bilgileri ih-
bar olarak değerlendirip ma-
ğaraya baskın yapacağız. Hiç
kaygınız olmasın, Onur’u da
kendi elimizle ailesine teslim
edeceğiz. Ben İstanbul emni-
yetiyle de konuşurum bir süre
gizli koruma verirler.” Onur
teşekkür etti.
Ayrılırken Onur öyle sev-
gi ve saygıyla sarıldı ki hocaya,
izleyenlerin de gözleri doldu.
Kemal Hoca dönüş yoluna geç-
tiğinde üzerinden büyük bir
yük kalkmış gibi kendini hafif
hissediyordu. “Ama” dedi ken-
di kendine “Daha kurtaracak
bunca genç varken, birini kur-
tarmak yeter mi?” Sonra aklı-
na denizyıldızı hikayesi geldi.
Şair Lauren Isele, bir gün
sahilde yürüyüş yapıyordu.
Uzakta dans eder gibi hare-
ketler yapan bir genç dikkati-
ni çekti. Yaklaşınca bir gencin
yerden bir şey alıp denize attı-
ğını, sonra birkaç adım koşup
aynı hareketi sürekli tekrarla-
dığını gördü. Biraz daha yak-
laşıp genci selamladı ve :
- Ne yapıyorsun böyle?
- Okyanusa denizyıldızı atıyo-
rum.
- Denizyıldızı mı?
- Evet... Güneş yükseldi ve su-
lar çekiliyor. Eğer onları he-
men suya atmazsam az sonra
ölecekler.
- Ama görmüyor musun ki, ki-
lometrelerce sahil var ve baş-
tan aşağıya denizyıldızı ile
dolu, ne farkedecek?
Genç adam eğilerek yerden bir
denizyıldızı daha aldı, denize
fırlatırken:
- Bakın. Onun için fark etti!
“Evet.”diyerek gülümsedi
kendi kendine. “Onur için de
fark etti.”
83
Hacer ol da çölde bul zemzemini Aşk varsa bir topuk deler zemini. İnşa et gönlüne beyt-ül emini Gıptayla seyretsin yer ağlamayı.
Nihayet yokluktur evrenin sonu Son sınav içindir işlenen konu. Mahşeri Kübra’da seyret sen onu Bir bayram kabul et her ağlamayı.
Akıl ermez böyle sırra doğrusu Yusuflar doğurur, Kenan kuyusu. Madem ki hayattır bir damlacık su Göz verdin Allah’ım ver ağlamayı. Ekrem YALBUZ
AĞLA GÖZLERiM
Yiğidi yârinden alırsa kader Ezelden ebede kur ağlamayı. O ki, sıla derdi olur mukadder Gurbette geceden sor ağlamayı.
Bir öksüz incinse siner kenara Kaynar gözyaşları döner pınara Garip kuş bir dalda çıkar bahara Yorgan et yetime sar ağlamayı.
Günahkâr ağlarsa yakar günahı Bir mazlum ağlarsa indirir şah’ı. Gam ehli nice göz bekler sabahı Katlan da hasrete gör ağlamayı.
Aralık 201084
KULAK
ÇINLAMASI
SağlıkAkın DİNDAR
85
Kafa gürültüsü
veya kulak-
lardaki çınla-
ma (tinitus) yaygın görülür. Ti-
nitus hastalık değildir. Bir dizi
sağlık sorununun neden olabil-
diği bir semptomdur. Tinitus,
yaşla bağlantılı işitme kaybı
veya kulak yaralanmasının so-
nucu olabilir ya da dolaşım sis-
teminizdeki bir hastalığın gös-
tergesi de olabilir. Tinitusun
yarattığı ses rahatsız edici ola-
bilse de, hastalığın, ciddi bir so-
runun uyarısı olmasına ender
rastlanır.
Bulgu ve Belirtiler: Kulağı-
nızda, çınlama, vızıltı, ıslık veya
tıslama sesi, gürültü, ton açı-
sından, alçak sesle kükreme-
den, yüksek sesle çığlık atmaya
kadar farklılık gösterebilir. Bazı
durumlarda, ses o kadar yük-
sek olabilir ki, düzgün biçim-
de konsantre olma veya duy-
ma yetinizi etkileyebilir. Kulak
kirinin birikmesi, tinitusu kö-
tüleştirebilir. Kulak kanalınız-
da fazla pislik olması, dış sesle-
ri duyma ve iç sesleri büyütme
yetinizi azaltabilir.
Sebepleri: İç kulağınızın içe-
risinde, binlerce işitme hücresi
bir elektrik yükü taşır. Mikros-
kobik kıllar, her duyu hücresi-
nin yüzeyinde bir kenar oluş-
turur. Bu kıllar sağlıklı olduğu
zaman, ses dalgalarının basın-
cına uygun olarak hareket eder.
Hareket, bu hücreleri tetikleye-
rek, işitme hücresi aracılığıy-
la elektrik boşaltmalarını sağ-
lar. Beyniniz bu sinyalleri, ses
olarak yorumlar. Eğer iç kula-
ğınızın içindeki ince kıllar bü-
külür veya koparsa, sürekli bir
hareketlilik halinde rastge-
le hareket eder. Yüklerini elde
tutamayan işitme hücreleri
beyninize rastgele elektrik it-
kilerini gürültü olarak sızdırır.
Bazı ilaçların uzun vadeli ola-
rak kullanılması. Yüksek doz-
larda kullanılan aspirin ve be-
lirli antibiyotik türleri iç kulak
hücrelerini etkileyebilir. Çoğu
zaman, bu ilaçları almayı bı-
raktığınızda istenmeyen gürül-
tü kaybolur.
Yaşla ilgili duyma yitimi
(presbikuz). Bu süreç genellik-
le 60 yaş civarında başlar. Ku-
lak kemiklerinde değişiklikler.
Orta kulağınızdaki kemikle-
rin sertleşmesi (otoskleroz),
işitme yetinizi etkileyebilir.
Başınızda veya boynunuzda
meydana gelen travma iç kula-
ğınızda hasara neden olabilir
Yaşın ilerlemesi ve koleste-
rolün, diğer yağ birikintileri-
nin artması ile birlikte, orta ve
iç kulağınıza yakın olan büyük
kan damarları, her kalp atışında
hafifçe bükülme veya genişleme
yetisi anlamına gelen elastiki-
yetlerinin bir kısmını kaybeder.
Hipertansiyon ve stres, alkol ve
kafein gibi tansiyonu yükselten
faktörler sesi daha da fark edi-
lebilir hale getirebilir.
Şah damarında veya bo-
yun atardamarında daralma ya
da bükülme olması, kan akışı-
nın çalkantılı olmasına ve ka-
fada gürültüye neden olabilir.
Baş ve boyun tümörleri. Tinitus
başta veya boyundaki bir tümö-
rün semptomu olabilir.
Öneriler: Çoğu tinitus va-
kası zararlı değildir. Eğer ti-
nitus devamlı hale gelir ya da
daha da kötüleşirse veya işit-
me kaybı ya da baş dönmesi
yaşarsanız, doktorunuza gö-
rünün. Doktorunuz, gürültüyü
azaltabilecek tedaviler ve gü-
rültü ile daha iyi başa çıkma-
nıza yardımcı olacak teknik-
ler önerebilir. Bunu yanında;
yüksek ses, nikotin, kafein, ki-
nin içeren maden suyu, alkol
ve aşırı dozda aspirin gibi tah-
rik edicilerden kaçının. Gürül-
tüyü perdeleyin. Sakin bir or-
tamda, bir vantilatör, hafif
bir müzik ve kısık seste dinle-
nen radyo, tinitustan kaynak-
lanan sesin örtülmesine yar-
dımcı olabilir. İşitme yardımcı
cihazı takın. Stresi kontrol al-
tına alın. Stres, tinitusu daha
kötü kılabilir. İster rahatlama
terapisi, ister biyo-geribildi-
rim, isterse egzersiz aracılığı
ile olsun, stres yönetimi biraz
rahatlama sağlayabilir.
Aralık 201086
NarNar; içinde küçük çekirdekler ve meyve gövde-
sini oluşturan yüzlerce tanecikten oluşmuş, hafif
ekşi bazen tadı tatlı olan, ılıman iklimlerde yeti-
şen bir meyve türüdür. Anayurdu Doğu Akdeniz
olarak bilinmektedir. Ülkemizde çoğunlukla Ak-
deniz ve Ege Bölgesinde yetiştirilmektedir. Nar
bitkisi gövde ve kabuğu tanen, nişasta ve alkalo-
itlerden pelletierin meyvesi de B ve C vitamini ve
potasyum içerir.
Kullanıldığı Yerler
Diş kökü ve diş eti iltihabına, yüksek tansiyo-
na, böbrek iltihaplanmalarına karşı kullanılır.
Kalp çarpıntısına karşı kullanılır, kalp krizi
tehlikesini azaltır. Bağırsak seritlerini (tenya) dü-
şürmekte kullanılır. Zayıflamaya yardımcı özellik-
le karın bölgesindeki yağlanmayı yok etmek için
kullanılır.
Meyvesinin kabuğu ishale karşı kullanılır.
Güçlü bir antioksidandır.
Mideyi güçlendirir.
İdrar söktürücü, sindirimi kolaylaştırıcı ve
kuvvetlendirici özelliği vardır.
Son yapılan araştırmalara göre meme kanseri
ve prostat kanserine karşı kullanılması da araştı-
rılmaktadır.
Şifalı Bitkiler
87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Havuçlu, Peynirli Rulo BörekMalzemeler (5 kişilik)3 adet yufka1 su bardağı sütYarım su bardağı sıvıyağ1 yumurtaİç Harç İçin 200 gram peynir2 adet orta boy havuçBir çay bardağı kıyılmış maydanoz Yarım çay bardağı çörekotuPul biberÜzeri İçin 1 yumurta sarısı Çörekotu
Hazırlanışı:Öncelikle iç harç için beyaz peynir, rendelenmiş ha-vuç, maydanoz, çörekotu ve pul biberi karıştırıp bir kenara alın. Diğer tarafta derin bir kabın içinde süt, sı-vıyağ ve yumurtayı çırpın. Birinci yufkayı düz bir zemi-ne serip üzerine yumurtalı karışımdan sürün. Üzerine ikinci yufkayı serip tekrar karışımdan sürün. Üçüncü yufkayı da aynı şekilde serin ve kalan karışımdan sü-rün. Hazırladığınız iç harcı yufkaların üzerine boşaltıp yayın. İki ucundan kıvırarak yufkaları rulo şeklinde sa-rın. Üzerine yumurta sarısı sürüp çörekotu serpin. 1 parmak kalınlığında dilimler kesin. Yağlı kâğıt serilmiş fırın tepsisinin içine dilimleri yerleştirin. Önceden ısı-tılmış 180 derece fırında 20-25 dakika pişirin. Sıcak olarak servis yapın. Afiyet olsun.
Bekir SARI
Aralık 201088
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Gerçek Kalp
Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
Tasavvufî Görüşleri
116
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 0
Fiyatı: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Posta Çeki Hesap No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli
70 TL
2010 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.