596
21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm

21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

  • Upload
    others

  • View
    2

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm

Page 2: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

KALDIRAÇ 30TARİH-SİYASET-FELSEFE 9

KALDIRAÇ YAYINEVİ

21. YÜZYIL VE KAPİTALİST- EMPERYALİZM Deniz Adalı

© 2007 KALDIRAÇ YAYINEVİ1. baskı, Temmuz 2007

2. baskı, Kasım 2012

EditörMehmet Deniz Bölükbaşı

Baskı Öncesi Hazırlıkİdil Özkurşun

Kapak TasarımıMelih Aytek Yıldırım

Grafik Uygulama ve BaskıKayhan Matbaası

Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi NO: 224. 34010 Topkapı-İSTANBUL

ISBN: 978-975-01806-1-3

Kaldıraç Yayınevi Şehit Muhtar Mah.Nane Sok. No:15/4

Beyoğlu - İSTANBULT & F: (0212) 251 68 61

E: [email protected]: kaldiracyayinevi.com

Page 3: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Deniz Adalı

21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm

Page 4: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 5: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

İÇİNDEKİLER

SUNUŞ 7

ÖNSÖZ 8

BÖLÜM I KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİNİN KARAKTERİ 13

Emperyalizm, Aynı Zamanda Kapitalizmin Uluslararası Örgütlenmesidir 27Emperyalist Egemenlik ve Emperyalist İdeoloji 37Tekelci Egemenlik ve Medya 48 Reklâm Ajansları ve Medya 59 Kitlesel Tüketim ve Reklâmcılık 65 Reklâm ve İdeoloji 73Bir Özet: İşler Nasıl İşliyor? 88Pazar Ekonomisinden Pazar Hakimiyetine, Üretici Emekçiden, Tüketici İnsana 96Tekelci Egemenlik 103 Kapitalizm ve Tekel 103 Özel Bir Meta, Silâh ve Tekelci Kapitalizm 108 Tekelci Egemenlik: Birkaç Şirket Her Şeydir, Milyonlarcası Hiçbir Şey 137Dünyanın Toprak ve Pazar Olarak Paylaşımı 159Kapitalizm Tefecilikle Başlamıştır, Tefecilikle Bitecektir 191Sermayenin Uluslararasılaşması 257 Sermayenin Uluslararasılaşması ve Kapitalist Sömürü 273 Bölüm İçi Ek 1: Motorola ve Uluslararası Üretim 283

Page 6: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Sermayenin Uluslararasılaşması ve Yeni İşbölümü 300 Bölüm İçi Ek 2: Yeni Teknolojiler ve Tekelci Rekabet 311 Sermayenin Uluslararasılaşması ve Tekelci Egemenlik 321 Bölüm İçi Ek 3: Otomobil Üretimi 328 Bölüm İçi Ek 4: Boeing 777 Üretimi ve Çin 346İletişim Teknolojisi 361 Okuma Parçası 1: Mikro-mühendislik Makro-değişimler: Elektronik ve Enformasyon 381 Okuma Parçası 2: Enformasyon Teknolojisi Devriminin Modelleri, Aktörleri ve Mekânları 495Özel Mülkiyet, İnsana Karşı Kapitalizmin Sınırları Küreselleşme 404 Küreselleşme ve Ulus Devlet 410 Ulus devlet ve Uluslararası Sermaye 417 “Açık Toplum” ve Paranın Egemenliği 427 Modern Ortaçağ ya da Yarının Alacakaranlığı 432

BÖLÜM II KAPİTALİST-EMPERYALİZM ve İŞÇİ SINIFI 441

Sorunun Ortaya Konulması ve Bilim Üzerine 443Sermayenin Toplumsal ve Özel Karakteri 455Teknolojinin Örgütlenmesi Taraflıdır 464Modern Kapitalizm ve İşçi Sınıfı 488 Sınıf Tanımı Üzerine 490 Üretimin Toplumsallaşması ve İşçi Sınıfı 497 Hizmet Söktörü ve İşçi Sınıfı 512Sermayenin Uluslararasılaşması ve Uluslararası İşbölümü 527İşçi Sınıfının Toplumsal ve Tarihsel Misyonu 540 İşçi Sınıfı Sayısal Olarak Azalıyor mu? 540 İşçi Sınıfının Farklı Kesimleri, Mücadelenin Avantajları Olabilir 550İşçi Sınıfının Tarihsel Misyonu Sorunu 555 İdeolojik Mücadelenin Artan Önemi Üzerine 563

KAYNAKÇA 574

DİZİN 576

Page 7: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

7

Sunuş

SSCB’nin çözülüşü, emperyalist ülkeler arasında SSCB karşısında zorunlu olarak varolan bağı da beraberinde “çöz-müş”, emperyalistlerin dünya pazar paylaşım savaşı öne çıkmış-tır. Emperyalistler arasında varolan bu paylaşım savaşını değer-lendirirken, asıl savaşın sınıflar arasındaki savaş olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Kapitalist-emperyalizmin 21. yüzyılda geldiği aşama, sö-mürü sisteminin çürümüşlüğünü de avaz avaz bağırmaktadır. Bir dünya sömürü sistemi olan kapitalist-emperyalizm, “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” adlı bu çalışmada; kapita-list dünya ekonomisinin karakteri, emperyalist ideoloji, medya ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin örgütlenmesi, küreselleşme-ulus devlet ilişkisi gibi pek çok konu başlığı altında ele alınarak kapsamlı bir şekilde incelen-mekte. Temel olarak iki bölüme ayrılan çalışmanın ikinci bölü-mü “Kapitalist Emperyalizm ve İşçi Sınıfı” başlığını taşıyor ve bu bölümde, modern kapitalizmde işçi sınıfının konumu, mü-cadelesi, tarihsel ve toplumsal misyonu, ideolojik mücadelenin artan önemi üzerinde duruluyor.

Burjuva ideolojinin özellikle medya ile yaptığı bombardı-man kapitalizmin yenilmezliği üzerinedir. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın hayalinin dahi kurulamayacağı üzerinedir. Kan ve gözyaşının bu dünyada olmazsa olmazlığı üzerinedir. İnsanın tükettiği kadar insan olacağı üzerinedir. Ve bu yoğun ideolojik bombardımanla insan şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Ama tarih ve insan bunu reddediyor. Kapitalist-emperyalizmin, bur-juva ideolojinin yaydığı karanlık her yerinden deliniyor. Kapi-talizm yenilecektir. Dünyanın üzerinde 160 yıldır dolaşan ko-münizm hayaleti gerçek olacaktır.

Kaldıraç Yayınevi

Page 8: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

8

Önsöz

Elinizdeki çalışma, temel olarak iki kitaptan oluşmaktadır. Birinci bölümde, 21. yüzyıl kapitalizminin bazı “yeni” özellikle-ri ele alınmaktadır. Marksizm’in bittiği yolundaki burjuva ideo-lojik saldırının üzerinde yoğunlaştığı bazı yeni gelişmeler, “tek-nolojik” yenilikler vb. üzerinde durulmaktadır. Marksizm’e karşı saldırılar, her zaman kapitalizmi ayakta tutmak ve onu tarihin son durağı olarak göstermek hedefi ile örtüşmüştür. Bu açıdan, kapitalizmde yeni ne varsa, onları, Marksist bilimin temelleri ile ele almak önemli görünmektedir.

Çalışmanın ikinci bölümünde, daha çok bu “yeni” durum-da, 21. yüzyıl kapitalizminin işçi sınıfı üzerindeki etkileri ele alınmaktadır. Elbette bu alanda burjuva saldırı son derece etki-leyici görünmektedir. Burjuva ideologlar, işçi sınıfının bittiğini, işçi sınıfının tarihsel misyonunun bittiğini, sosyalizmin artık anlamını kaybetmiş bir hedef olduğunu vb. sürekli anlatmak-tadırlar ve bunun için, akıllara zarar verecek denli örneklerle akılları karıştırmaya çalışmaktadırlar. Kitapta bunlara bir yanıt bulacaksınız.

Çalışmamız boyunca, hem burjuva cephenin ideolojik sal-dırılarına yanıt vermeye çalıştık, hem de bu hedefin ilerisine giderek, kapitalizmin yeni gelişmelerini ele almaya çalıştık. Ka-nımızca, bu ikili görev hep birlikte ele alınmak durumundadır.

Elinizdeki çalışma, aslında sosyalizm mücadelesini yürü-tenlerin, günlük mücadelede karşılaştıkları bazı soruları, derin-likleri ile ele almaktadır. Çalışmaya kaynaklık eden neden de daha çok budur.

Çalışmanın planı, epeyce uzun süre öncesine dayanmak-tadır. “Tarih ve Devrim” çalışmamız basıldığında, aslında bu çalışmanın da ana noktaları ortaya çıkmaya başlamıştı. Ama elbette çalışmanın yolculuğu ondan sonra başladı.

Çalışma esas olarak işçi sınıfının yapısı, görevleri, kapita-lizmde meydana gelen bazı değişimlerin işçi sınıfı üzerinde var olduğu söylenen etkileri vb. üzerinde yoğunlaşmıştı. Başlangıç böyleydi. Ama çalışma derinleştikçe, ‘ikinci kitap’ dediğimiz bu bölüme ek, ondan daha fazla yer tutan bir ‘birinci kitap’ ortaya çıktı. Böylece, aslında sadece işçi sınıfının misyonu, yapısı vb. üzerinde yürüteceğimiz çalışmanın sınırlı ve daha çok ideolojik ağırlığını aşabilme şansımız da oluştu. Böylelikle çalışma, hem

Page 9: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

9

kapitalizmin kendi iç zayıflıklarını ve çelişkilerini, günümüz kapitalizminin “renkliliği” içinde ele almaya da yönelmiş oldu. Kapitalizmin Marx tarafından ortaya konan çelişkileri, çok daha keskinleşmektedir.

Çalışma içinde ayrıca günümüzde tekelci kapitalizmin ne noktaya geldiğini, mümkün olduğunca güncel verilerle göster-me şansımız oluştu. Bu veriler içinde hem tekelleşmenin bo-yutları ve büyük şirketlerin dünya pazarındaki egemenlikleri, Kaldıraç’ta yayınlandığı süre içinde oldukça ilgi çekmişti. İlgi çeken iki diğer nokta ise, teknolojik gelişmeleri ele aldığımız bölüm ile, finansal oyunları ortaya koyduğumuz bölüm oldu. Ama medya ve ideolojik mücadelenin şekillenişi ile tekelcilik arasındaki bağ, bize daha önemli görünmektedir.

İkinci kitap da diyebileceğimiz, işçi sınıfının durumu ve yapısını ele aldığımız bölümde ise, işçi sınıfı ve devrimci mü-cadeleye karşı yürütülen ideolojik savaşın çok yönlü olarak ele alındığını söylersek, yanlış söylemiş olmayız. İşçilerin sayısının azalmasından tutun da, işçi sınıfının artık kaybedecek şeyleri olduğuna, işçi sınıfı içinde hizmet sektöründe çalışanların işçi olamayacağından tutun da, işçi sınıfının tarihsel misyonunun artık ortadan kalktığına kadar dile getirilen karşı-devrim saldı-rıları, aslında gerçeğin tam bir alt-üst edilişinin ürünüdür.

Kapitalizm, hiç bu kadarki kadar, yalana bağlı bir yaşam sürmemiştir. Bu kadar yalana ihtiyaç duyan bir sistem, sanırım insan oğlunun tarihinde hiç var olmamıştır.

Elbette kapitalizmi ele almak ve incelemek, süreklilik iste-yen bir iştir de. Bu nedenle daha yapılacak çok şey var. Zaten bu nedenle sürekli vurguluyoruz ki, kapitalizme karşı devrim ve sosyalizm savaşımı sürekli olduğu için örgütlü bir mücade-le olmak zorundadır. Bu, ideolojik mücadele için de geçerlidir. Kapitalizme karşı ideolojik mücadele de süreklilik istiyor ve bu nedenle de örgütlü bir mücadele olmak zorundadır.

Ve elbette bu mücadele tüm dünya devrimcilerinin ortak mücadelesi ile zafere gidebilir.

Bazan, son derece küçük adımlar, insana çok önemli gö-rünmezler. Ama örgütlü mücadele içinde sürekli kılınan bu adımlar, büyük önem kazanırlar. İdeolojik mücadelede bu çok daha fazla geçerlidir.

Deniz Adalı, 2007

Page 10: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 11: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

BÖLÜM 1

Kapitalist Dünya Ekonomisinin Karakteri

Page 12: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 13: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

13

Çalışmamız boyunca, kavramlar, ister istemez en önemli ko-nularımızdan biri olacak. Hem Marksizm’e saldırı bu kavram-ları bozarak, iğdiş ederek sürdüğü için, hem de kapitalizmin 21. yüzyılda evrimini doğru ortaya koyabilmek için bu zorunlu. Biz, Marksist teoride “bunalım” arayanlardan değiliz. Tersine teori, modern kapitalizmin, daha doğru ifade ile 21. yüzyıldaki kapitalizmin evrimine (çünkü bunun modern olduğunu söyler-ken, aynı biz, barbarlıktan söz ediyoruz. Bugün, modern barbar olarak nitelediğimiz ABD’nin Ortadoğu’ya saldırısını da, me-deniyetler beşiğine saldırı olarak görüyoruz. Anlaşılacağı gibi, modern barbar derken, hem modernliği, hem de barbarlığı bir arada kullanmaktan sıkıntı duymuyoruz. Çalışmamız boyunca modern kapitalizm denildi mi, hep bu modern barbar kavramı kastedilmektedir.) oldukça ışık sağlıyor. Üstelik, son yirmi yılda Marksizm’e saldırmak moda, Marksist olduğunu ilan etmek ise bir delilik işareti olarak göründüğü hâlde. Bu son 20 yılın, son on yılında, giderek çoğalan sayıda kişi, Marksizm’in haklılığını, utangaç bir biçimde itiraf etmek zorunda kalmıştır; ama henüz, bizim cephenin yükselişinin arifesindeyiz ve dahası, biz Mark-sistler, bu yükselişe, gelecekteki sınıf savaşına hazırlanmak için, evimizin içini temizlemeyi özenle sürdürmeliyiz.

Kapitalist dünya ekonomisi, kavram olarak bu konuda yar-dımcı olacağa benzer.

Kapitalist dünya ekonomisi, kavram olarak önemli görü-

Page 14: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

14

nüyor. Biz, her şeyden önce, kapitalist-emperyalist dünyanın, bir bütün olduğunu biliyoruz. Bu kavram, bu bütünlüğü vur-guluyor. Aslında, bu vesile ile, geçmişte sık sık gündeme gelen, iki sistem iki pazar meselesine de açıklık getiriyor. SSCB’nin var olduğu dönemlerde, bazı “Marksist” iktisatçılar, iki sistemin varlığını, iki pazarın varolacağına bağlamaya çalışmışlardı. Bu elbette Marksist bir görüş değildir. Mevcut durumu teorize etme kolaycılığı, her statükocu anlayışta vardır. Siyasal alanda statükocu tutum, elbette ekonomik alanda da iki pazar görüşü-ne kapı açıyordu. Gerçekte, Sovyet sistemi, ne kendine uzun bir kuşatılmış yaşam düşünerek doğdu, ne de kendi varlığını devam ettireceği bir pazar derdi ile varoldu. Bunları söylemek haksızlık olur. O, dünyayı devrimle değiştirme eyleminin ilk cephesi ola-rak doğdu; ama tarihsel süreç, sosyalizm ile komünizm arasın-daki mesafeyi uzattı. Emperyalist kuşatma, sosyalizmi önce sa-vunmaya kilitledi, sonra da bu kuşatma altında ciddi bir ideolo-jik deformasyona uğrattı. Ki, çürütme saldırısının başarısını asıl kolaylaştıran bu ideolojik deformasyon olmuştur. Sosyalizm, bu süreçte, önce savunmaya kilitlendi, sonra da taktiklerini strateji düzeyine çıkarıp, gelecek perspektifinde bulanıklıklar oluşma-sına izin verdi (SSCB’nin dağılması ve nasıl bir sosyalizm soru-larına, kapsamlı yanıtımız, “Kapitalizmden Komünizme Geçiş” isimli çalışmamızda yer almıştır). İşte bu bulanıklık, kapitalist-emperyalist dünyanın “tek pazar”ına karşı, iki sistem iki pazar reformist tezinde de ortaya çıkmıştır.

“İki sistem, iki pazar”, hem siyasal, hem de ekonomik ola-rak yanlıştır. “İki sistem iki pazar”, aslında, sosyalizmin varol-duğu sınırlar içinde yaşamaya razı olduğu sonucuna varır ve bu siyasal olarak yanlıştır. Sosyalizm, tüm dünya ölçeğinde zafere ulaşmadan, konümizm kurulmadan, siyasal hedefine ulaşmış sa-yılamaz. Anadolu’da sosyalist devrimin zaferi, hem Anadolu’da burjuva sınıfı tek başına bitiremez, hem de dünyaya yayılma-dıkça kendi geleceğini sağlama bile bağlayamaz. SSCB’nin çö-zülüşü bunu bize acı bir tarihi ders olarak öğretmiştir. Acıdır, çünkü zaten, Marksizm-Leninizm bunu önceden söylüyordu, bilinmez değildi. Burjuvazi, dünya ölçeğinde bir sınıftır. Ka-pitalizm bir dünya sistemidir, yerel değildir ve ona karşı zafer,

Page 15: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

15

onun dünya çapındaki gücünün kırılması ile mümkündür. Dev-rimin bir ülkedeki zaferi, kuşku yok ki paha biçilmezdir; ama bunun yayılmasının zorunluluğu da unutulamaz bir mücadele alanıdır. Gördük ki, bir dünya iki karşıt sisteme fazla imiş.

Öte yandan, sosyalizmin bir veya birkaç ülkede zaferi, el-bette, kapitalist dünya pazarında kesin bir “bölünme”dir. Bir emperyalist gücün, mesela Fransa veya İngiltere’nin sömürge-lerini bir başka emperyalist güce, mesela ABD’ye kaptırması, bir yeniden bölüşümdür; ama sosyalizmin bir kara parçasındaki zaferi, elbette sistemde bütünsel olarak bir daralmadır. Kapita-list dünya pazarının dışına çıkıştır; ama bu “iki ayrı pazar” de-mek değildir. Biz, bizim dünyamızdaki ekonomik alanı, “pazar” olarak görmeyiz. Pazar, “piyasa ekonomisi” olarak isimlendirilen kapitalist işleyişin varolduğu alandır. Sosyalizm, daha ilk anda, zaferini takiben, hemen, emeğin değerinin pazarda belirlen-mesine son verir ki, bu olmadan kapitalizm, kapitalizm olmaz. Elbette sadece bu adım ile, sosyalist bir iktidar kapitalizmi te-mizlemiş olamaz; ama kapitalist pazarın da genel yapısına son vermiş olur.

Öte yandan, pazar kavramı, bir paylaşımı da beraberinde çağrıştırıyor. Pazar denildi mi, bu pazarın paylaşımı ve aynı anlama gelmek üzere bu pazarın egemenleri kastedilmiş olur. Mesela ülkemizde deterjan pazarı denildi mi, bu pazarda 4 büyük ve uluslararası firmanın, pazarın %95’ini elinde tuttuğu unutulamaz.

Burada işi biraz daha uzatmak pahasına, bazı temel bilgi-lerimizi hatırlayalım. Bu çalışmamız boyunca, yeri geldiğinde bu tarz hatırlatmalardan kaçınmayacağız; zira bu, amacımızla son derece örtüşmektedir. Bu konu bağlamında bu hatırlatma, pazar meselesini de daha açık hâle getirecektir.

Kapitalizmin iki mutlak (olmazsa olmaz, varlığı göreli olmayan) birbirine bağlı yasası vardır: Biri artı-değer üretimi, diğeri ise rekabettir. Biliyorum, bugünlerde hiçbir “aydınımız” bu yasalara rağbet etmiyor; ama biz devrimci işçiler için çok önemlidir. Artı-değer üretimi, günlük dilimizde sömürü dedi-ğimiz şeyin ta kendisidir. İşçilerin karşılığı ödenmemiş emeğine kapitalistlerin el koyması demektir. Artı-değer, kârın kaynağı-

Page 16: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

16

dır. Kapitalizm, bu artı-değer üretimi olmadan varolamaz. Kapitalist, elindeki sermayesini, iki ana şeye yatırır. Bun-

lardan birincisi, üretim sonunda çıkan metaya kendi değeri ka-dar değer katan, makineler, hammaddeler vb.dir. Buna bilim, Marksizm “değişmeyen sermaye” bölümü diyor. Sermayenin bu bölümü, metaya ancak kendi değeri kadar değer katar. Oysa her üretim sonucunda, yatırılandan daha fazlası üretilir ve kapita-listin amacı da bu fazla üretimi sağlamak ve buna el koymaktır. İşte üretime giren ve kendi değerinden fazlasını “katan”, değer yaratan şey emek-gücüdür. İşçi, kendini yeniden üretecek, ken-di enerjisini yerine koyup, ertesi gün yeniden işe gidecek değer-lerin toplamından fazlasını üretir. Baştan yatırılan sermayeye, s = v (değişmeyen sermaye) + d (emek-gücü) dersek, sonuçta çıkan mal m = s + v + a olur. Burada s ve v baştan yatırılan ser-mayeye eşittir ve a olarak isimlendirdiğimiz ise “artı-değer”dir. Bu aşamada iki şey ortaya çıkmış bulunur, birincisi, a diye isim-lendirdiğimiz bir artı-değer, ki bu kârın kaynağıdır, kapitalist üretimin amacıdır ve ikincisi, şu anda m olarak isimlendirdi-ğimiz toplam üretilmiş mal, meta, henüz para hâlinde değildir ve bu meta olarak durduğu sürece, sermayenin mal biçimindeki hâli olsa da, işe yaramaz. Onun paraya çevrilmesi gerekir.

Yani meta satılmalıdır. Metanın satılması ve meta serma-yenin büyümüş para sermaye hâline gelmesi işi, pazarda ger-çekleşir. Pazara gelene kadar, her kapitalist kendi fabrikasında, artı-değeri artırmak için, işçilerin artı-emek-zamanını çoğalt-mak için işçilerin kanını emmek için birliktedirler; ama pazara çıkıldığı andan itibaren, bu kez, yaratılan toplam (sadece bir işletmede değil, tüm sektörde ve tüm ülkede vb.) artı-değerden daha fazlasını ellerine geçirmek için, birbirlerini boğazlarlar. İşte rekabet denilen şey de burada, daha fazla artı-değeri cebe indirme savaşında vardır.

Pazar denildi mi, işte bu metanın içinde saklanmış değeri ve artı-değeri, paraya çevirmek için Marx’ın deyimi ile, ölüm perendesini attığı yerdir.

Page 17: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

17

Demek ki; 1. Kapitalist, bir ihtiyacı giderecek şey üretmek için uğ-

raşmaz, ona meta gerekli. Daha çok meta üretmek için uğraşmaz, daha çok artı-değer içeren meta üretmek için uğraşır.

2. Artı-değerin ilk sahibi olan bir fabrikadaki patron, onun tümünün son sahibi olmayabilir, bu, pazarda be-lirlenir ve bu süreçte kapitalist rekabet denilen süreç işler.

3. Meta üretimi ne kadar sınırlı ise, pazar da o kadar sı-nırlı olacaktır ve sosyalizm ilk günden başlayarak, meta alanını daraltır. Kelimenin gerçek anlamı ile ilk gün-den; çünkü, sosyalist devrim, ilk olarak, işgücü pazarı-na son verir. Bu ilk günde tamamen ve her alanda ba-şarılamaz ise de, bu pazarı parçalar ve sosyalizm, her ne kadar meta üretimine tümden son veremezse de, meta üretim ufkuna son verir ve her adımında metayı kovar.

4. Meta yok ise, pazar da yoktur ya da kapitalist anlamda pazar yoktur. Yoksa, günlük dilimizde kullandığımız anlamında pazar kelimesinin varlığıyla ilgili değiliz. Kapitalist anlamda pazar yok ise, elbette, kapitalist re-kabetin ister “serbest rekabet”i, ister tekelcisi de yoktur.

“İki sistem iki pazar” denildiğinde, belki, bizde kapitalist pazar kuralları geçerli değildir, denmek istenebilir; ama gördük ki, yanlıştır; çünkü sosyalist pazar diye bir şey olmaz. Alışveriş yapılan alanlar ya da market vb. gibi yerler olabilir; ama bu-nun, pazar ya da piyasa denilen şeyden apayrı bir anlam içer-diği açıktır. Sosyalist pazar, sosyalist piyasa olmaz, ekonominin komünist tarzda örgütlenmesi süreci olur (Bu konuyu, “Kapi-talizmden Komünizme Geçiş”te tartıştığımız için, burada kes-mek yerinde olur).

Dünya tarihi boyunca varolan her toplumsal-ekonomik sistem, sonuçta bir dünya sistemi olduğu andan itibaren, dün-yayı bir bütün olarak ele alır. Feodal dönemde de, kölecilikte de bu böyledir. Kapitalizm, kendinden önceki iki sınıflı topluma göre, dünyayı daha hızla kapitalist ekonomik kuralların ege-menliğine almıştır. Bu nedenle, dünya kapitalist ekonomisi diye

Page 18: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

18

tek bir bütünden söz etmemiz yanlış olmaz.Demek ki, elimizde, “kapitalist dünya ekonomisi” denilen

bir bütün var. Bütün denildi mi, hemen bir yanılsama başlar. Bütün, sorunsuz algılanır, bütün eşitlerin bir arada olması ola-rak algılanır. Bu hem doğaya aykırıdır, hem de kapitalizm söz konusu oldu mu, tam bir yanılsamaya yol açar.

Kapitalist dünya ekonomisinin karakterini ne oluşturur, bu nasıl bir bütündür? Kapitalist-emperyalist sistem ya da kapita-list dünya ekonomisi, emperyalist güçler ile sömürgelerden olu-şur. Sistemin merkezinde, bu büyük emperyalist güçler vardır ve dünyanın geri kalanı, bu güçlerin sömürgeleridir.

Biliniyor, diyalektik materyalizm, olaylara ak ve kara diye bakmaz. Olayların, süreçlerden oluştuğunu ve her şeyin devi-nim içinde olduğunu kabul eder. Bu demektir ki, ne emperya-list güçler statiktir, ne de sömürgeler. Hem emperyalist güçler birbirinden farklıdır, hem de sömürgeleri; ama buna rağmen, emperyalist güçler, kendi sömürgelerinde üretilen artı-değeri de merkeze çekerler. Kapitalist düzenin temeli olan artı-değer üretimi ve kâr, burada da işler.

Emperyalizm, Lenin tarafından, kapitalizmin en yüksek aşaması olarak tarif edilir; tekellerin ve finans kapitalin ege-menliğinin oluştuğu, mal ihracı yerine sermaye ihracının ağır-lık kazandığı, dünyanın büyük kapitalist güçler arasında, hem pazar, hem de toprak olarak paylaşılmış olduğu aşamayı ifade eder. Bu tanımdan anlaşılacağı üzere, emperyalizm, dünya ka-pitalist sisteminde bir “aşama” olarak tarif edilmektedir.

Bazı metafizik materyalistler, bu tanımdan hareketle, em-peryalizmi, dünya kapitalist sistemi içinde bir süreç olarak değil de, her bir kapitalist ülkenin gelişiminde bir evre olarak algılar ve öyle yansıtırlar. Onlara göre, her kapitalist ülke, gelişir ve bir gün emperyalist olur. Bu kesinlikle yanlıştır ve metafizik bakışı ifade eder.

Bir sömürge, kapitalist bir ülkedir ve bir sömürgenin nor-mal sistem işleyişi içinde emperyalist olması mümkün değildir. Onun için emperyalizm, kuşkusuz pek çok Marksistin bildiği gibi, her kapitalist ülkenin gelişiminin kaçınılmaz noktası de-ğildir. Tersine, bir kere emperyalist ülkeler oluştu mu, bir kere

Page 19: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

19

dünya kapitalist sistemi oluştu mu, burada, artık bir sömürge-nin kendi gelişimi ile emperyalist olması yolu kalmaz.

Kuşku yok ki, emperyalist güçlerin oluşumunun tarihsel-toplumsal süreçleri, nedenleri vardır. Feodal sistem içinde, bü-yük imparatorlukların, kapitalist dönüşümü yaşama süreçlerine bağlı olarak, kapitalist sistem içinde de büyük güçler olmaları ihtimali yüksektir; ama böylesi dönüşümler, bir alt-üst oluş an-lamına geldiği için, elbette burada “yazgısal” bir işleyiş ortaya çıkamaz. Önemli bir feodal güç olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, mesela dağılmıştır. Önemli bir feodal güç olan, mesela İspanya, güç kaybetmiş; ama sömürge durumuna düş-memiştir. Önemli feodal güç olan Çin, dönüşümünü tamamlar-ken, sömürgeleşme noktasına doğru evrilmekte iken, sosyalist devrim ile bu süreci durdurabilmiştir. Osmanlı, bir emperyal güç iken, parçalanarak her parçası sömürgeleştirilmeye başlan-mıştır. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün; ama bunların her birinin tarihsel-toplumsal nedenlerini, süreçlerini analiz edebilirsek, işin içinden çıkmamız daha olanaklı olur. Hem öte yandan bu son derece iyi bir tarih bilgisi de demek olacaktır. Türkiye solunun az hoşlandığı; ama bize mutlaka gerekli olan tarih bilinci açısından, atlanmaması gereken bir noktadır.

Feodal dönemde de sömürgeler vardı. Kapitalist dönüşüm ve kapitalizmin bir dünya sistemi hâline gelişi sürecinde bu feo-dal sömürgeler, hem sömürge olarak el değiştirdi, hem de kapi-talist dönüşüme uğramaya başladı. Elbette ki, bir sömürgedeki kapitalistleşme süreci, İngiltere’deki kapitalistleşme sürecinden sadece farklı değil, nitelik olarak da farklıdır; zira sömürgedeki kapitalist dönüşüm, yeni efendinin ya da eski; ama dönüşmüş efendinin çıkarları, ihtiyaçları ve toplumsal süreçleri ile bağlan-tılı olarak gerçekleşmiştir.

Lenin’in emperyalizm analizi, elbette, kapitalizmin iç çe-lişkilerinin, iç dinamiklerinin analizine dayanır. Bu nedenle te-keller ve tekelleşme ile başlar; ama sadece buraya, bu çok önmeli noktaya indirgenemez. Bizim mekanik materyalistlerimiz, “ma-dem ki emperyalizm tekelci kapitalizmdir, öyle ise tekellerin bulunduğu her kapitalist ülke, nihayetinde bir gün emperyalist olacaktır” önermesini ileri sürerler. Yanlıştır ve Marksizm’i hiç

Page 20: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

20

anlamamak anlamına gelmektedir. Burada, birçok kere tekrar ettiğimiz, bütün-parça ilişkisine,

hatırlatma babında, tekrar bakmamız gerekir. Bütün, parçalar-dan oluşur. Mesela insan kollar, gözler, ayaklar vb.den oluşur gibi; ama insan bu parçaların toplamı değildir. İnsan, ayrı bir “madde”dir ve ancak öyle ele alınırsa, tarihsel ve sosyal bir varlık olarak ele alınırsa, analiz edilebilir. Demek ki, bütünü oluştu-ran parçaları analiz ederek, bütünün analizine ulaşamayız. El-bette bu yolla çok değerli bilgilere ulaşırız; ama incelediğimiz bütünün karakterini buradan elde edemeyiz. Bütün, tüm öz-günlüklerine rağmen, parçaya da egemendir. Kapitalist dünya ekonomisi içinde tekel, bugün emperyalist diye isimlendirdi-ğimiz ülkelerde, kapitalizmin tamamen iç gelişmelerinin ürü-nü olarak (bir sapma, bir hastalık, tedavi edilebilir bir ur olarak değil) ortaya çıkar. Bir kere tekelci kapitalizm oluştu mu, bu tekelci yapı, tüm özgünlüğüne rağmen, her parçaya damgasını vurur. Mesela Türkiye’de kapitalist gelişim, yeniden anonim şir-ketler keşfetmeye başlamaz, bunların öncesinde de bir “serbest rekabetçi” dönem yaşanmaz; zira Türkiye kapitalizmi, emperya-lizme bağımlı bir sömürgede şekil almaktaydı (Konu ile ilgili, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, Sınıflar ve Sınıf Mücadele-si” isimli çalışmamıza tekrar bakmayı öneririz. Orada bu konu daha detaylı işlenmiştir). Bütüne egemen olan karakter, parçaya da yansır ve anlaşılabilir bir konudur ki, her kapitalist ülke, her sömürge, gelişerek emperyalistleşemez. Bunu iddia etmek, as-lında, emperyalizmin de sömürgesiz varolabileceğini iddia et-mektir.

Yine bu noktada, günlük dilimizde kullanılan bazı kavram-lara açıklık getirmek faydalı olacaktır. Kalkınma gibi, az geliş-miş ülkeler gibi vb. Sanki bu kavramlarla derdimizi anlatır gibi oluruz; ama bu arada bir yanılsamaya da yol açıyor olmayalım?

Dünya kapitalist sisteminin merkezinde, emperyalist güç-ler vardır. Her emperyalist güç, bir diğerinin aynısı değildir; ama emperyalist güç dedik mi, sadece buralarda tekellerin var-lığından söz etmiş olmayız; zira bu tekeller, artık kapitalizmin varolduğu her yerde, sömürgelerde de var; ama, bu emperyalist güçlerin sömürgeleri olmasından, yani dünyanın pazar ve top-

Page 21: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

21

rak olarak bölüşülmüş olmasına uygun olarak, kendilerine bağlı sömürgeleri olduğundan söz ediyoruz. Dünya çapında tekelle-rin, malî sermayenin egemenliğinden söz ediyoruz. Bugünkü sömürgecilikte, sermaye ihracının öneminden söz ediyoruz ve bu özelliklere sahip olması koşulu ile her emperyalist gücün diğerinden farklı olduğundan da şüphe yok. Bu nedenle sık sık, büyük emperyalist güçler denir.; zira bu büyük emperyalist güçler, dünyanın kontrolünü ellerinde tutarlar.

Dünya kapitalist sisteminin merkezi dışında yer alan güç-ler, yine birbirinin aynısı olmamak koşulu ile sömürgelerdir.

İşte bu sömürgelerden söz ettiğimiz zaman, ki sayıları çoktur, “az gelişmiş ülke”, “gelişmekte olan ülke” vb. kavramlar kullanırız. Aslında, bunların her birinin birer sömürge olduğu gerçeğini kabul ederek, vurgulayarak, ülkeler arasında bazı ay-rımlara gitmenin sakıncası olmaz; ama özellikle son yıllarda, bu kavramlar, sömürge kavramının yerine tercih edilir oldular. Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke denildi mi, bu ülkenin bir başka sömürgeye göre ekonomik “gelişmişlik” düzeyi hakkın-da bir bilgi alınabilir; ama bu ülkelerin hepsi birer sömürgedir. Mesela Kürdistan bir uluslararası sömürgedir ve Türkiye, yakın döneme kadar bir “ortaklaşa sömürge” idi. Bugün hâlâ sömür-gedir; ancak kimin sömürgesi olacağı konusunda emperyalist güçler arasında masaya yatırılmış durumdadır. Uganda da bir sömürgedir, Endonezya da. Hindistan da bir sömürgedir Ar-jantin de; Yunanistan da bir sömürgedir, Türkiye de.

Bir sömürgenin, diğerine göre daha gelişmiş olması, onu sömürge olmaktan çıkarmıyor, çıkarmaz. Sömürgeleştirmenin tarihi, her ülkede farklı işlemiş olabilir ve bu son derece de önemlidir; ama buna rağmen, dünya kapitalist ekonomisi için-de emperyalist ülkeler ve sömürgeleri vardır.

Nasıl ki, bir ülkeye, o anki geçici durumunu ifade etmek için “yarı-sömürge” diyebiliriz, benzer biçimde henüz sömür-geleşmekte olan bir ülke de bulunabilir. Ya da emperyalist bir gücün, başlangıçta son derece sınırlı sayıda sömürgeleri olabilir; ama nitelik olarak dünya kapitalist ekonomisi, emperyalist güç-ler ve onların sömürgelerinden oluşmaktadır.

İşte bu noktada birkaç kavramı yeniden ele almalıyız. Bun-

Page 22: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

22

lar, aslında birbirine bağlı, çoğu kez birlikte kullanılan kavram-lardır. Bir, geri kalmış ülkeler: Bizim analizimizde, böyle ülkeler yoktur. Tüm sömürge ülkeler, gülmeyin, “geri kalmış ülkeler”dir. Gülmeyin diyorum, çünkü, bu “geri kalmış” olma durumu, bu ülkelerin isteği veya beceriksizliği ya da “tanrının onlara ayır-dığı yer” sonucu oluşmuş değildir. Bunlar sömürgedirler ve sö-mürgeler, zaten bir başkasına göre “geri kalır.” O ülkenin veya ülkelerin, yeraltı zenginlikleri talan edilir, işçisi yok pahasına çalıştırılır, en aşağılık hayat koşullarına mahkûm edilir, kültü-rü yok edilir, toplumsal değerleri yozlaştırılır vb. İşte size geri kalmış ülke.

Aslında bu kavramın, utangaç sosyal-demokrat iktisatçı-lara faydası var. Birincisi bunlar, bu sayede IMF, WTO gibi organizasyonlarca kuralları başkalarına kabul ettirilen dünya kapitalist ekonomisinin merkezindeki emperyalist güçlerin kullanılmasında “zarar görmediği” kavramlardır. Bu sayede bi-zim bu sosyal-demokrat iktisatçılarımız, efendilerini kızdırmış olmayacak, sömürge sözünü kullanmadığı için “komünist”likle suçlanmayacak. Onun için onlar adına faydalıdır.

Bu kavramlar, aslında kapitalist dünya ile sosyalist dünya arasında varolan savaş boyunca, sosyalist dünyanın bilimsel ve gerçeği anlatan kavramlarının gücünü aşındırmak için kullanıl-mıştır. Emperyalizmin anti-komünist savaşının bir devamıdır. Kavramları onların icat etmesine gerek yok. Emperyalist cep-heden gelen şiddete karşı yumuşak “bilim adamlığı”nı yeterli gören bir anlayış, rahatlıkla bu sonuçları doğurabilir.

Demek oluyor ki, korku doğurgan bir özelliğe sahiptir ve hep iki cephenin ortasına doğuruyor.

Bu hâli ile bu kavramlar, günlük iktisat konuşmalarında iş görür niteliktedir de. “Geri kalmış ülkeler”, “az gelişmiş ülke-ler”, “gelişmekte olan ülkeler”, hep birbirinden farklı ekonomi-leri isimlendirir; ama izninizle burada “farklı” kelimesinin altını çizelim. Onlara göre, geri kalmış ülke, kalkınma iktisadının en alt basamağındaki ülkedir, “az gelişmiş ülke”ler bunun bir üs-tündedir ve “gelişmekte olan ülkeler” ise bunların da üstünde olanlardır ve en üstte de kuşkusuz “gelişmiş ülkeler” var; ama nedense, hiçbir yeni ülke, “gelişmiş ülke” olamıyor. Ağzıyla kuş

Page 23: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

23

tutuyor; ama kuşu “gelişmiş ülke” kapıyor.Ezop masallarından hatırlayacaksınız, aslan payı diye bir

masal var. Kurt, çakal, tilki, açlık ve kıtlığın sürdüğü bir dönem-de, aslanla arkadaş olurlar. Niyetleri olası bir avdan pay almaktır. Bir keçi yakalanır. Aslan, “bunu adilane bölüştürün” der. Kurt hemen ortaya atılır ve dört eşit parçaya böler, “bu sizin aslan hazretleri, bu çakalın, bu tilkinin ve bu da bendenizin” der ve sözünü bitirir bitirmez aslanın öldürücü darbesi ile cansız yere serilir. Bu sefer çakala döner aslan ve “sen bölüştür” der. Çakal, düşünür düşünür ve ölen kurdun payını da aslana verir. Bölüşü-münü anlatır, aslanın avın yarısını alacağı için çok sevineceğini düşünür; ama yanılır ve akibeti kurdunki gibi olur. Sıra tilki-ye gelir. Tilki pay almak bir yana canını kurtarmayı düşünür. “Efendim,” diye söze başlar, “kurdun, çakalın ve sizin payınız zaten sizin, şu benim payım olarak ayrılmış olan parça da, as-lan payı olarak sizindir” der. Aslan gayet memnun, sen bu aklı nereden öğrendin diye sorar, Tilki, boynu bükük, “yerde yatan iki ölü arkadaşımdan” diye yanıtlar. Böylece aslan payı denilen kavram da günlük dilimize yerleşmiş olur.

İster geri kalmış olsun, ister az gelişmiş olsun, isterse ge-lişmekte olan ülke olsun, tümü, birer sömürgedir. Sömürgeler arasında fark olduğu da kesin.

Emperyalist güçler, kapitalist dünya ekonomisinin ya da daha dolaysız bir biçimde kendilerinin çıkarlarına ne uygun ise ona uygun bir yapılanma içine girerler. Mesela 1945’ten son-ra, ABD sömürgesi olmayı kabullenen TC’ye ilk çıkan reçete, yol ve limanların yapımıdır. Bunu isteyen ABD emperyalizmi, Anadolu’nun ücra köşesinde yaşayan yetmişlik dedeye yol ulaş-ması ile ilgili değildi elbette. Onların derdi, mesela bor maden-lerini İzmir’e rahatça taşımaktı. Mesela bakır madenleri idi ve mesela kendi şirketleri için gerekli altyapı idi. Mesela onların derdi, geniş karayollarına NATO uçaklarının inip kalkabilmesi ve SSCB’ye karşı üsler oluşturulması idi. Ne Menderes yolların fatihi idi, ne Demirel barajların. Emperyalist güçlerin emir er-leriydiler ve gerekeni yaptılar. Bir kâhya, her zaman, efendisinin ne istediğini anlama konusunda bir esirden daha iyidir, o kadar.

Olası direnişi ezmek için emperyalistler, dünyanın her sö-

Page 24: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

24

mürge ülkesinde kendi yaşam biçimlerini, Batı Life Style veya Amerikan Life Style adı altında yerleştirdiler, yerleştiriyorlar. Her açıdan bu ülkeler birer sömürgedir.

Sömürgeler arasında farklılığı, niceliksel farklılığı açıkla-mak için bu kavramlar kullanılabilir. Geri kalmış, az gelişmiş veya gelişmekte olan sıralamasında IMF ve Dünya Bankası’nın tek ölçüsü, kişi başına düşen gelirdir. Bu ise nicelik açısından belki de en kötü kriterlerden biridir; ama yine de bize en fazla bu ülkeler arasındaki farklılığa ilişkin, son derece yüzeysel bir bilgi verir. Oysa nitelik olarak bu ülkelerin hepsi birer sömür-gedir.

Bir kere daha vurgulamak gerekir ki, dünya kapitalist sis-temi içinde, sömürgeleştirilmekte olan, hâlen sömürgeleştirile-memiş olanlar olabilir; ama bu geçici bir durumdur ve içinden geçilen anda, o ülkenin somut analizi ile yeri tespit edilebilir. Bu tip ülkelerin varolabileceği kabul edilmek koşulu ile dünya kapitalist ekonomisi, emperyalist güçler ve onların çevresindeki sömürgelerden oluşmaktadır.

Sömürgesi olmayan güç, emperyalist olmadığına göre, sömürgelerin de efendileri, sahipleri vardır. Bu sahipler, ken-di içinde, çeşitli özellikleri açısından birbiriyle kıyaslanabilir. Mesela biri kalkar, “Ah şu gücün sömürgesi olacağımıza, şunun sömürgesi olsaydık” der. Böylesi bir farklılık yoktur. Efendi uşak ilişkisinin karakteri önemlidir ve bu değişmez.

Mesela Malezya, Motorola şirketini ülkesine çekip, 60 $ ücretle genç kızları köle gibi çalıştırırken, acaba kalkınmış mı olur? Rakamlar, Malezya’nın ihracatında artışı gösterir. Tıpkı son birkaç yıldır Türkiye’nin otomotiv sanayiinde ihracatı artır-mış göründüğü gibi; ama Ford, kendi arabalarının bir bölümü-nü burada üretir ve dünyaya satar. Üstelik hem yabancı sermaye teşviklerinden, ayrıcalıklarından yararlanır, hem de kendi payı-nın bir bölümünü alıp giderken, ihracat teşviklerinden yarar-lanır. Bu rakamların ülke ekonomisi ile ilgisi yoktur. Aynı şey Malezya’da olmaktadır. Malezya, Motorola gibi birkaç ulusla-rarası şirketin üretim alanı olarak iş görür. Bunun Motorola’ya kârı açık ve hesaplanabilirdir. Malezya’ya kârı olması ise müm-kün değildir. Şimdi Malezya, bu nedenle, “geri kalmış” statü-

Page 25: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

25

sünden çıkıp, “az gelişmiş” veya “gelişmekte olan” statüsüne gir-diğinde, değişen nedir? Değişen sadece emperyalist güçler için, sömürünün daha da yoğunlaşabildiği bir alan olmasıdır.

Biliniyor, bir ekonominin daha fazla sömürülebilmesi için, bazı şartlar vardır. Gazetelerde her gün, “yabancı sermayenin gelmesi için gerekli şartlar” diye yazılanlar, aslında o ülkede em-peryalist güçlerin istediği elzem dönüşümler ve hazırlıklardır. Altyapı hizmetleri vb. gibi. Özetle bu yabancı sermaye, rahat etmek isteyecektir. Bunun altyapı yatırımları yönü vardır, bu-nun hukuki yönü vardır, bunun beşeri yönü vardır vb ve tüm sömürge yönetimleri arasında, daha fazla ilgi görmek, daha faz-la sömürülmek açısından bir yarış söz konusudur. Mesela Ame-rika bizi çok konuşuyor. Bunu ifade eden bir sömürge kâhyası, efendisinin kendisinden duyduğu memnuniyetten aldığı hazzı ifade eder. “Amerika’nın Türkiye’ye ihtiyacı var” cümlesi ise, bu noktada daha gelişmiş bir tutumdur, efendisi tarafından ırzına geçilen bir seks kölesinin durumunu anlatır.

Emperyalist bir gücün sömürgeyi sömürmesi, aslında, ka-pitalist sömürü kurallarından ayrı olmaz. Kapitalist, kendi fab-rikasında çalıştırdığı işçiyi, görünüşte eşit bir anlaşma ile işe alır. İşçi üretim araçlarının sahibi değildir ve her açıdan işgü-cünü satma özgürlüğüne sahiptir. Kapitalist, üretim araçlarının sahibidir ve işçiyi, ücret karşılığı çalıştırır. İşçi, emek-gücünü, belli bir süre için, belli şartlarda satar. Mesela 8 saatlik süre boyunca onun emek-gücünün karşılığını ödeyen kapitalist, bu emek-gücünün kullanım değerini satın alır. O süre içinde onun emek-gücünün kullanım hakları kapitaliste aittir. Emek-gücü-nün yerine gelmesi, işçinin beslenme, barınma vb. ihtiyaçlarının karşılanmasıdır ve her işçi, bundan fazlasını üretir. Görünüşte-ki eşit anlaşma, üretim araçlarının sahibinin kapitalist olması nedeniyle, özünde sömürüyü gizleyen bir örtü gibidir. Kapi-talist, işçinin ürettiklerinin tümünün sahibidir. Sömürgelerde bu süreç daha vahşice işler. Büyük şirketler, yatırımlarını daha kârlı alanlara, ülkelere kaydırırlar. Buralarda çok ucuza işçi ça-lıştırırlar. Malezya’da 60 $ aylık ödeyen Motorola, Amerika’da, aynı iş için mesela 3000 $ aylık ödemek zorundadır. Kuşku-suz Motorola’nın Malezya’da üretim yapmasının bazı teknik

Page 26: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

26

koşulları da var. En başta, nitelikli işgücüne duyulan ihtiyacı azaltan otomasyon bunun koşullarından, teknik koşullarından biridir; ama sonuçta Motorola için bu, inanılmaz bir kâr oranı demektir. Bir cep telefonundaki işgücü maliyetinin 1 $’ın altın-da olması bu durumu açıklar ve bu uluslararası şirketler (UŞ) veya çok uluslu şirketler (ÇUŞ), bu yolla sömürüyü daha da yo-ğunlaştırır, mesela Malezya’da ev kızlarını babalarının izniyle kiralar ve sömürgelerdeki artı-değeri kendi merkezlerine taşır-lar. Şimdi, Malezya devletinin, Motorola’nın satışlarını kendi ülkesinin istatistiklerinde göstermesi neyi ifade eder?

Ford Otomotiv’in Türkiye’deki ortağı Koç Holding’tir. Koç Holding, bugün Ford fabrikasının bulunduğu İzmit il sınırla-rındaki arsasını, hükümetten hiçbir bedel ödemeden almıştır. Yabancı sermaye yatırımlarını teşvik adı altında sadece bu ar-sayı almamıştır, aynı zamanda büyük vergi kolaylıkları (on yıl hiç vergi vermeme) ve teşvikler almıştır. Neredeyse, bu teşvikler, sıradan bir kişiye verilse ve o kişiyi Ford Company desteklese, aynı yatırımı yapabilecek kadar büyük teşviklerdir bunlar ve bu yolla Ford, Amerika’daki maliyetlerinin çok çok altında bir ma-liyetle (Türkiye’de maksimum 400 $ olan işçi ücreti, Amerika’da otomotiv sektöründe 4000 $ civarındadır), rakipleriyle rekabet edebilmekte, kârını ise merkezine taşımaktadır. TC Devleti’nin yetkilileri, “burada üretilen otomobiller Avrupa ve Amerika’ya satılmaktadır” diye övünürken, aslında Ford’un sevincini pay-laşmaktadırlar. Bu fabrikalarda çalışan işçilere istihdam sağlan-dığı ile övünmektedirler. İhracat rakamlarını bu yolla şişirmek-tedirler ve bu ihracatı teşvik etmek için, yine Ford ve ortağına inanılmaz avantajlar sağlamaktadırlar. Milyar dolarlık arsalar, milyar dolarlık vergi muafiyetleri, milyar dolarlık teşvikler ve “ülkemiz gelişmektedir” masalı. Geriye kalan nedir? Aslan payı öyküsündeki aslanın, avın tümünü alması ve hizmetlerinin de-vamı için geriye bıraktığı artıklardır. Bu aslanın aldığının da, geride bıraktığının da kaynağı, Ford fabrikasında çalışan Ana-dolu işçileridir.

Çalışmamız boyunca, emperyalist sömürünün nasıl işledi-ğinin örneklerini daha çok göreceğiz. Biz burada sadece, geri kalmış, az gelişmiş, gelişmekte olan gibi kavramların, neyi giz-lediğini göstermek için, kaba hatları ile örnekler verdik. Hepsi bu.

Page 27: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

27

Kapitalist-emperyalizm üzerine, Lenin’in yazdıkları, bugün doğruluğunu koruyor. Dahası, Lenin’in “siyasal yönü, Çarlık sansürü nedeniyle eksik” kalmış olan Emperyalizm çalışma-sında vurguladığı, tekelleşme, banka sermayesi, finans kapital, dünyanın ekonomik ve toprak açısından paylaşımı gibi nok-talar, bugün, o güne göre çok daha açık, çok daha anlaşılır du-rumdadır.

Diyalektik materyalizmin kategorilerinden biri, tekil-özel-genel kategorisidir. Şeyler önce tekil olarak, bir örnek olarak or-taya çıkıyor, sonra çoğalıp “özel” hâle geliyorlar ve giderek yay-gınlık kazanıp belirgin duruma gelerek, “genel”i oluşturuyorlar. Kapitalizm, İngiltere’de tekil olarak doğuyordu. Sonra, birden fazla ülkede egemen üretim biçimi oldu ve nihayet, tüm dün-yaya egemen oldu. Kapitalizm, dünya sistemi hâline gelirken, aynı zamanda kapitalist-emperyalizm de doğdu. Emperyalizm, kapitalist yasaların işleyişinin doğal ürünüdür.

Emperyalist aşama, başka ülkelerin de sömürgeleştirilmesi ya da kapitalist sistem içinde birer sömürge olarak yeniden ör-gütlenmesi demektir. Başka türlü kapitalizm bir dünya sistemi olamaz. Kapitalist dünya sisteminden söz ettik mi, zincire bağlı bir halkada, mesela bir sömürgede “feodal” kalıntıların varlığı, sisteme ilişkin hiçbir şeyi değiştirmez. Sosyal mücadele açı-sından bu kalıntılar önemlidir; ama sisteme ilişkin hiçbir şeyi değiştirmezler. Kapitalist dünya ekonomisi ya da dünya sistemi denildi mi, emperyalist güçlerin odağında olduğu ve sömürge-leri ile sarılı bir kuşağı yönettiği bir sistem anlaşılır.

Demek ki, emperyalizm, aynı zamanda, kapitalist sistemin “ulusal sınırları” aşması demektir. Ya da daha anlaşılır söyleye-lim: Ulusal sınırlar içinde “emperyalist” olunamaz. Tanımı ge-reği bu böyledir ve belki bu vurgu, aslında, zaten tanım olan bir

Emperyalizm, Aynı Zamanda Kapitalizmin Uluslararası Örgütlenmesidir

Page 28: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

28

şey olması nedeniyle, fazla olarak ele alınabilir. Değildir; zira, bugün, küreselleşme ya da “ulusal sınırların” silikliği üzerinde konuşuluyor. Gerçekte emperyalist dünya sistemi, zaten bunu içerir ve öyle ise biz tüm emperyalist ideologlara, tüm “karanlık köşe yazarlarına” (bundan böyle KKY diye kısaltacağız. İsteyen bundan kapitalist kıç yalayıcıları sonucunu da çıkarabilir. Biz, bunu karanlık köşe yazarları anlamında kullanacağız. Ülkemiz-de bunların bir cemaati varsa, cemaat başkanları da Ertuğrul Özkök’tür. Karanlık köşe yazarı, sadece gazete köşesinde yaz-maz. Bunların temel özelliği, yazmaları değil, karanlık kafalı olmaları ve karanlık köşeleri çok sevmeleridir. Bunlar, topluma karanlık pompalamak için varlar. Bunlar, tüm karanlık ilişki-lerin maskeleyicileridir. Bunlar emperyalizmin ideologlarıdır. Böyle olunca ünvanları değişse de bu ideologların hepsine KKY diyebiliriz. Bazı stratejistler, bazı “romancılar” -bunlara da edebiyatçı demememizi kimse haksız sayamaz- bazı analizciler, bazı karanlık-aydınlar vb. bunların içindedir.) şunu sormalıyız, bunun neresi yeni? Yüzyıldır davetsiz misafir edasında işgalci olarak ülkelerimizi sömürenler, hangi “ulusal sınır veya değer” tanıdılar ki, bunu bize yeni olarak sunuyorsunuz? Kendi kül-türlerini, kendi yaşam tarzlarını, sömürgeleştirmenin önünü açmak için ihraç eden bunlardır ve bunu yüzyılı aşkın zamandır yapıyorlar. Bunun neresi yenidir?

Buraya tekrar döneceğiz ve küreselleşme denilen yeni sal-dırı dalgasını inceleyeceğiz; ama bu vesile ile biz, emperyaliz-min “kapitalizmin dünya sistemi” hâline gelmesi ile bağını ne-den vurguladığımızı da bir nebze anlatmış bulunuyoruz. Sanki emperyalizm, bir ülkenin “gelişmişliğini” ifade eder hâle geldi. Bize yeni-liberaller bunu böyle anlatıyorlar. Hatta bunlardan bazıları “Bir ülkenin zengin bir ülke tarafından sömürülme-si iyidir, zira kalkınmak demektir” diye de yazabilmektedirler. Oysa tersi doğrudur, emperyalist ülke, başka ülkeleri yağmala-dığı için zengindir ve elbette elindeki bu sermaye ile kendine yeni pazarlar bulmakta, sömürgeler oluşturmakta “özgürdür.”

Nasıl ki, imparatorluk, başka halkların köleleştirilmesi ve vergiye bağlanması ise, elbette emperyalizm de bazı ülkelerin sömürgeleştirilmesidir. Zaten bunlar arasındaki fark, sosyo-

Page 29: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

29

ekonomik sistem farkıdır. Birinde köleci toplum veya feoda-lizm geçerlidir, diğerinde ise kapitalizm. Ki bu üç sınıflı toplum, birbirinin soy devamcılarıdır, aynı aileden gelirler, sadece arala-rında “gelişim” farkı vardır ve bunların arasındaki fark kadar bile farklılık, bunların sömürgeleri arasında yoktur, olamaz.

Demek ki, emperyalizm, kapitalizmin uluslararasılaşması da demektir.

İşte burada sermayenin uluslararası örgütlenmesinin de te-meli ortaya çıkar. Çıkar dedik; ama burada önce bir duralım. Yine bir kargaşayı önlemek gerekiyor. Hem kendi yazdıkları-mızın yanlış anlaşılmaması için de bu şarttır.

Son dönemde sürekli olarak Türkçe, “dünyayı yöneten gizli örgütler” üzerine kitaplar çıkıyor. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Biz bunu, dünyayı yöneten gizli örgütler furyasını, emperyalizmi anlamamak olarak görüyoruz.

Ne örgütler sayılıyor? Tapınak Şövalyeleri, Mason Locala-rı, İlluminati, Kuru Kafa ve Kemikler Örgütü, Sabetaycılık vb. Gerçekten de bakıldığında bu örgütler, kendi alanlarında etkin de olmuşlardır. Bunlardan özellikle Mason örgütlenmesinin, kapitalizmin yayılmasında önemli işlevler üstlendiği, 1800’lerin son çeyreği ve 1900’lerin ilk çeyreğinde kapitalist egemenliğin yayılmasında roller üstlendiği doğrudur. Mason örgütlenmeleri hâlâ da çok önemlidir.

Fakat soru şudur: Dünyayı emperyalist güçler yönetiyor dememizde ne sakınca vardır? Yoksa bu yeterince ahlâk dışı, yeterince kötü, yeterince berbat değil midir? Dünya, birkaç yüz ailenin egemenliği altında yaşamaktadır ve kesin bir dille söy-lersek, sayıları asla bini geçmez. Dünya uluslararası tekellerin egemenliği altında inim inim inlemektedir ve bu tekeller asla ve asla para ve egemenlikten, kârdan ve hakimiyetten başka bir şey düşünmezler. Ayakları altına almayacakları tek değer yoktur. Acaba bunu böyle söylersek, yeterince vahim, insanlık için üzücü ve ürkütücü, ayıplanacak ve kin duyulacak bir tablo ortaya çıkmaz mı? Kapitalizm, dünyanın her yerinde bu 200 civarındaki ailenin isteklerinin yerine getirilmesidir. Bunlar 12 yaşında çocuk-kızları sipariş edenlerdir, bunlar her yerde eroin pompalayanlardır vb. dersek, yeterince insanlıkdışı bir örgüt-

Page 30: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

30

lenmeden söz etmiş olmaz mıyız?Kapitalist devlet ya da o “piyasanın” deyimi, ile burjuva

demokrasisi, işçi ve emekçiler için katıksız bir diktatörlüktür. Burjuva sınıfın diktatörlüğü. Burjuva devlet, kendi içinde sü-rekli yetkinleşen, kendini sürekli yenileyen ve sınıf savaşımına göre konumlanan bir burjuva örgüttür ve bu devlet, halk için, pek çok açıdan “gizli”dir. Evet yasaları vardır, evet devlet ola-rak ortadadır; ama biz işçi ve emekçiler, halk, bu devletin önde görünen parlamento ve siyasî partilerden ibaret olmadığını, bu öndeki parlamento ve siyasî partilerin, gerçek devlet makinesini gizlediğini biliriz. Sıradan bir vatandaş için Maliye Bakanlığı, kapısında beklenen ve “sorun çıkartan”, sürekli dert üreten bir yerdir. Oysa gerçekte maliye bakanlığı, tekellerin ortak büro-sudur. Eğer ülkeniz sömürge ise, uluslararası sermayenin istek-lerini yerine getiren bir dişlidir. Aslında gören gözler için işin bu yönü gizli değildir; ama sıradan bir vatandaş için gizlidir. Bundan dolayı gizli sözünü tırnak içine almamız doğru oluyor. Sıradan bir vatandaş için polis ve ordu, baskı aracıdır, korku aracıdır, rüşvet aracıdır; ama gerçekte ordu ve polis, tekellerin egemenliğini garanti altına alan silâhlı güçtür ve bu silâhlı güç, pek çok açıdan “gizli”dir.

Bu kadarı yeter. Biz, devlet üzerine, “Tekelci Polis Devle-ti” isimli çalışmada, detayları zaten vermiş bulunuyoruz. Onun için daha fazlasına girmeyelim. İsteyenler için orada daha geniş bir analiz zaten mevcut.

Demek ki, kendisi ulusal olan devlet örgütlenmesi de, bu son dönemde Türkiye’de çıkan “gizli” uluslararası örgütler ya da dünyayı yöneten örgütler kadar gizlidir.

Dahası, bu “ulusal” devletler, acaba “uluslararası” ya da “uluslarüstü” değil midir? TC devleti, elbette uluslarüstü ya da uluslararası değildir; ama söz konusu ABD olduğunda, devlet kurumları ile de uluslararasıdır. CIA ve hatta FBI, birer ulusla-rarası örgüttür. Bunlar ABD’nin uluslararası alanda etkin dev-let çarkının parçalarıdır. Dünya üzerinde Amerikan tekellerinin çıkarlarını korurlar. Aynı şey Fransız devleti için, Alman veya İngiliz devleti için de geçerlidir. Her emperyalist ülke devleti, aynı zamanda uluslararası bir örgüt, bir burjuva örgüttür.

Page 31: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

31

Ve elbette, her sömürge ülke devleti, kendi ülke sınırları içinde bile “egemen”liği tartışılır olan bir burjuva devlettir. TC Devleti içinde ABD veya İngiltere uzantıları vardır ve bunlar elbette kendi devletlerinin örgütleridir.

Şimdi, tekrar uluslararası sermayenin, uluslararası ör-gütlenmelerine dönebiliriz. Mesela G7 örgütlenmesi, mesela Dünya Ticaret Örgütü, mesela IMF, mesela Dünya Bankası, mesela NATO herkesçe bilinen örgütlerdir. Bunlar dünya işçi ve emekçilerinin örgütleri değildir, bunlar dünya halklarının örgütleri değildir. Bunlar uluslararası sermayenin ortak örgüt-leridir ve bunlar aracılığı ile yürüyen pek çok şey, emekçiler için, milyarlarca insan için bilinmezdir, “gizlidir.” NATO’nun için-deki Gladio isimli örgütlenmenin artık herkesçe biliniyor ol-ması, onun bir zamanlar, gizli bir örgütlenme olduğu gerçeğinin önemini azaltmaz.

Yine, mesela CitiBank, tek başına bir uluslararası orga-nizasyondur ve yaptığı işler yasal olmadığı gibi, açık ve şeffaf da değildir. Bunun gibi uluslararası tekellerin organizasyonları vardır. Motorola’nın Malezya’daki çıkarları için ABD hüküme-tinin Malezya hükümetine baskı yapması da buna bir örnektir. Bunlar, sadece “ekonomik” ve de anılmayacak kadar da masum değildir.

Yine dünya çapında tekellerin oluşturduğu kartellerin, yaptıkları anlaşmalar vardır. Bunlar ne yasaldır, ne de açık; ama gizli olmaktan da çıktıkları kesin. Mesela deterjan sektörünü ele alalım. Ülkemiz deterjan sektöründe Alo-Mintax grubu, Turyağ-Henkel grubu, Unilever-İş Bankası grubu, Başer-Col-gate grubu pazarın %98’ine sahiptir ve bu adı geçen gruplar mesela tüm Avrupa’da da pazarın %95’inden fazlasını ellerinde tutmaktadır. Bunlar arasında anlaşmalar, kartel uygulamaları vb. yok mudur? Bunu yeterince gizli bir uluslararası örgüt saya-maz mısınız? Öyle ise mesela General Dynamic veya F16’ların üreticisi Boeing, McDonnell Dougles vb. acaba uluslararası örgüt sayılmazlar mı? Bu da yetmedi mi, peki Aol-Time gibi basın ve medya dünyasına girsek. Bu alanda dünyayı elinde tu-tan birkaç uluslararası tekelin örgütlenmesine, bir gizli örgüt diyemez misiniz? Bunlar sadece ekonomik amaçlı örgütler mi-

Page 32: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

32

dir? Ülkemizde Doğan Medya grubu, Bilgin’in medya grubu, Çukurova’nın medya grubu, sadece ekonomik örgütler midir? Bizim ülkemizde basın bu ise, bunların bağlı olduğu uluslarara-sı tekeller nedir? İnternet ağlarını elinde tutan şirketler nedir? Telekomünikasyonu elinde tutan uluslararası tekeller nedir?

Bu listeyi uzatmak mümkün. Buna otomotivden de ör-nekler verirsiniz, beyaz eşyadan da ve bunların tümü, istisnasız uluslararası suç şebekeleridir.

Ve bu uluslararası tekeller dışında, dünyayı yöneten bir uluslararası burjuva örgüt aramak da gereksizdir. Zaten işin doğası gereği, bunlar, dünyaya şekil vermek için her gün bir-çok organizasyon gerçekleştiriyorlar. Mesela Bilderberg top-lantıları, mesela Amerikan Dışilişkiler Komisyonu bunlardan bir-ikisidir ve dış ilişkiler komitesinin, Bilderberg’in üstünde olduğunu biliyoruz; ama bunlar, en üstte de Territorial olmak üzere ABD’nin devlet örgütlenmesinin de parçalarıdır.

Elbette uluslararası sermayenin ortak örgütleri de vardır. Yani bir yandan her emperyalist gücün hem kendi örgütleri vardır, hem de ortak örgütleri. Ortak işlerini, bu ortak örgütler aracılığı ile yürütürler. Yugoslavya’nın parçalanması ve sömür-geleştirilmesi elbette ortak projedir. Burada çıkarları birdir; ama sıra Yugoslavya’nın her parçasının kimin sömürgesi olacağına geldi mi, elbette kendi uluslararası örgütlerini devreye sokacak-lardır.

Komünizme karşı mücadele başlığı altında, SSCB çözüle-ne kadar hepsi bir cephedeydi. Cephenin lideri ABD idi. Şimdi, elbette ABD o günlerden kalan avantajlarını kullanmak istiyor; ama artık hepsini bir arada tutan, o denli güçlü bir yapıştırıcı yok.

Dünya, emperyalist güçlerce yönetiliyor.Dünya bir avuç tekellerce yönetiliyor.Fakat bunların kendi aralarında da egemenlik kavgası, pa-

zar kavgası var. Söz konusu olan bir sömürgenin dize getirilmesi ise, hepsi beraberdir. Mesela Türkiye’de tarım politikaları konu-sunda hepsi beraberdir; zira Türkiye ister ABD’nin sömürgesi olarak kalsın, isterse AB sömürgesi olarak örgütlensin, tarım politikası değişmeyecektir. Mesela Tahkim Yasası, hepsinin or-

Page 33: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

33

tak çıkarına bir yasadır. İşte bu ortak işleri, emperyalist dev-letler, devlet güçlerini birleştirdikleri uluslararası örgütlerince çözerler; ama bu onların kendi güçlerini mesela Türkiye’de ör-gütlemelerinin önünde engel değildir.

Meseleye böyle bakınca, sanırım, en baştaki konuya daha rahat bakabiliriz. İster Tapınak Şövalyeleri olsun, ister İllumi-nati olsun, bunlar elbette gerçektir; ama bunlar dünyayı yönet-mek için uluslararası tekellerin örgütleri olamazlar. Bunlardan feyz alırlar. Bunlardan metot alırlar. Pek çok gizli örgüt kurarlar. Öyle olmalı, Rockefeller ile Rockschild arasında sürekli bir me-kanizma olmalı. Sanırım bu mekanizma, bu örgütlerden daha da gizlidir.

Mason örgütlenmesinin etkisi olduğunu düşünmek yerin-dedir. Biçim de değiştirmiştir ve sanırım, Mason teşkilâtı içinde emperyalist güçlerin egemenlik kavgası olduğunu tahmin et-mek de çok ileri bir tahmin sayılmaz.

Demek ki, emperyalizm doğru kavranırsa, demek ki, ulus-lararası tekeller ve tekelci egemenlik sistemi doğru kavranırsa, dünyayı kimin yönettiğini bulmak çok zor olmasa gerek. Bu tekellerin, bu en zengin 200 ailenin tanrıları paradır, kıblele-ri kârdır, amaçları hakimiyettir ve dünyayı yöneten bunlardır. Elbette bunların uluslararası istihbarat destekleri, uluslararası silâhlı güçleri, izleme araçları, ekonomik uzmanları, stratejist-leri vb. vardır. Her biri kendi ellerinde, uluslararası bir devlet gücünü tutmaktadır.

Aslında mesele bunların ağını çözüp, kitlelere deşifre et-mektir. Zaten bu yapıldı mı, nasıl bir egemenlik kurduklarını, dünyayı nasıl yağmaladıklarını, nasıl milyarlarca insanın alınte-rine el koyduklarını göstermek de mümkün olacaktır.

Bu uluslararası tekeller, kendilerine bürokratlar yetiştirir-ler ve elbette onlar için, bazı örgütlenmeler yaratırlar. Kiminde öksüz çocukları yetiştirirler, kiminde uzmanlar. Bush’un bağ-lı olduğu bir cins Klu Klux Klan vardır elbette. Kuru kafa ve kemikler örgütünden geldiği söyleniyor ve zerre kadar şüphe etmeye gerek yoktur. Dahası Baykuş İmparatorluğu adlı ki-tapta, CIA’nın seks köleleri yetiştirme operasyonu deşifre edi-liyor. Mahkemelere kadar yansımış bu olayda, Clinton’un adı

Page 34: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

34

da var. Demek ki bunlar tüm insanlık dışı ve gücü öne çıkaran şekillenmelerini bu adı geçen örgütlerde alırlar. Orada ilk eği-timlerini alırlar. Orada egemenlik denilen şeyin anahtarlarını öğrenirler. Belki bir başka yerde paraya itaat etmenin testinden geçerler. Bir başka yerde, insanî zevklerin sınırlarını tadarlar ve bunların sonucunda tekellere hizmet için uygun adaylar olarak ortaya çıkarlar. Kurulu devlet çarkı denilen burjuva örgüt içinde de görev yapmanın kaidelerini öğrenirler.

Bu açıdan bakıldığında, bir yandan, tekeller kendilerine hizmet edecek kişileri yetiştirecekleri klüp vb. örgütler organize ederler. Seks köleleri programında mesela Arap şeyhlerine nasıl kadın sundukları anlatılıyor; ama daha da önemlisi, Dick Che-ney, Bush’lar, Clinton ve daha pek çoğunun seks kölesi progra-mından nasıl yararlandıklarını görmek mümkün.

Bu klüp ve derneklerde hem kişileri tanımaları olanaklıdır, hem de bilgi toplamaları. Mesela Mason örgütlenmelerinde hem bilgi toplar, hem de kendilerince testler yaparlar; para-nın akacağı kanalların kendi istekleri dışında olmasını önlerler. Dünyanın her ülkesinde burjuva devletin buna benzer örgütleri vardır. İstihbarat teşkilâtlarının nasıl öksüz çocuk peşine düş-tüklerini, ülkemizdeki general, emniyet müdürü ve MİT görev-lilerinin soy ağaçlarından çıkarmak da mümkün. Bunu elbette CIA da yapıyor ve kendisi uluslararası bir örgüt olduğu için, bunu dünya çapında yapıyordur.

Fakat öte yandan, bu örgütlerin ötesinde, emperyalist olan gücün, mesela İngiltere’nin, mesela ABD’nin, mesela Almanya’nın veya Fransa’nın örgütlenmesi de uluslararası olu-yor. Uzun soğuk savaş dönemi boyunca, ABD şemsiyesi altında birleşmiş olan emperyalist-kapitalist dünya, daha çok ABD ori-jinli örgütlerin gelişimine ve etkinlik kazanmasına olanak verdi. Bu açıdan, üçlü bir sistemden söz ediliyor. En altta Bilderberg. Bu toplantılar ülkemiz insanlarına aşinadır. Gül mesela bu top-lantıya katıldıktan sonra, başbakan olmuştur ve bu toplantılara katılanlar, net olarak ABD cephesine çalışmaya başlarlar. Ecevit, Demirel vb. de bu toplantılardan geçmiştir; ama sanırım buraya gelene kadar, pek çok eğitim, pek çok test uygulamaktadırlar. Böylece dünyanın çeşitli ülkelerindeki uşaklarını tanımakta,

Page 35: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

35

onlara isteklerini anlatmaktadırlar. Bilderberg’in ülkemizdeki yöneticisinin, ismi az duyulmuş, Selahattin Beyazıt olduğu söy-lenmektedir. Bir dönem AnaBritanica, Gelişim yayın grubunun sahibi imiş ve Milliyet gazetesinin Doğan Holding’e devrinde arabulucudur.

Bilderberg’in üstünde “Amerikan Dışilişkiler Komisyonu” isimli bir örgüt vardır. Bu daha “seçilmiş” kişilerin katıldığı bir örgüttür ve Türkiye’den Rahmi Koç, bu Amerikan Dışilişkiler Komisyonu’nun üyesidir. Demek ki, burası daha dar ve Ame-rikan egemenliği için daha güven duyulanların katıldığı bir ör-güttür ve nihayet en üstte Territorial Komisyon vardır.

Burada dikkat çekecektir: 1. Bu örgütler herkese açık değil; ama gizli de değil. Ku-

ralları var. 2. Bu örgütlerin hepsi Amerikan kökenlidir. 3. Bunlar, SSCB var iken dünya kapitalist-emperyalist

sistemi adına hareket ettiklerini iddia edebilirken, bu-gün tamamen Amerika adına hareket etmektedirler. Dolayısıyla, bir emperyalist gücün, uluslararası örgüt-lenmesini ifade ederler.

Ve bunlar gizli değil derken, ifade etmek istediğimiz açık-tır, CIA bunlardan daha gizli bir örgüttür. Özel harp uygula-maları için dünyanın her yanında faaliyet gösteren Gladio daha gizli bir örgüttür. NATO, daha az gizli değildir.

Ve tüm bunlar, uluslararası holdinglerin faaliyetlerini unut-turmamalıdır. Mesela petrol alanında, birleşmeler nedeniyle 7’den 5’e inen holdingler daha gizlidir:

• BP-Amoco (İngiliz. BP ile Amoco’nun birleşmesin-den doğdu. BP, Amoco’yu satın aldı).

• Shell (Hollanda-İngiliz; ama buna İngiliz demekte zarar yok).

• ExxonMobil (Exxon, Mobil’i satın aldı. ABD).• Chevron Texaco (ABD).• Total-Elf (Total Elf ’i satın aldı. Fransız).Ya da aşağıdaki Amerikan silâh tekelleri daha az gizli ör-

gütler midir?• Lockheed Martin

Page 36: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

36

• Boeing• Ratheon• United Technologies• Northrop Grumman• General Dynamics Bu silâh ya da petrol tekellerinin hükümetler üstü roller

üstlendiği bilinmez mi? Acaba bizim “araştırmacı gazetecile-rimiz” zahmet etseler de, Karzai’nin kimin adamı olduğunu açıklayan Michael Moore’dan sonra, bize en yakın bölgelerdeki yetkililerin kimliklerini açıklasalar, yeterince grift ve yeterince muammalı bir ilişkiler ağının içine girmiş olmaz mıyız?

Dünyayı kimin yönettiği açıktır: Bir avuç parababası, bir avuç aile, petrol zenginleri, silâh tekelleri, deterjan tekelleri, medya tekelleri, vb. Kısacası uluslararası tekeller, kısacası em-peryalist güçler. Bu iş için en etkili mekanizmaları da emperya-list devletlerdir. Devlet denilen, burjuva örgüttür.

Page 37: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

37

Bilimin ve tekniğin bu kadar gelişmiş olduğu, insanın uzayın kapılarını araladığı bu çağda, neden din bu denli önemlidir? Bush’un üyesi olduğu söylenen tarikat nedeniyle bunu sormu-yoruz. Bush’un üyesi olduğu tarikat, dinin hâlâ burjuva dünya içinde önemini mi gösterir? Hayır; ama dinin, müthiş kullanıl-dığını gösterir.

Acaba, bu ne anlama geliyor?Feodalizmde din, oldukça önemli bir ideolojik işlev görür;

ama kapitalizm ile birlikte, hem dinde reformlar gündeme gelir, din yumuşatılır, hem de daha kalıcı hâle mi getirilir?

Darwin, türlerin kökenini, canlı doğanın bir bütün olduğu-nu ispatladığında, aslında dinin tahtı çoktan sarsılmış olmalıydı. Öyle de oldu; ama Darwin’e karşı direnen, sadece, ülkemizdeki bazı çevreler değildir. 1925’lerde bile ABD’de, Darwin’i okutan öğretmenlere büyük baskılar yapılıyordu. Aslında Darwin’in buluşu kadar, enerjinin sakınımı kanunu da çok önemlidir; ama en büyük saldırı, insanın maymun ataları ile bağının kurulma-sına yöneldi. Bunun örneklerini Türkiye’den biliyoruz. Sadece eklememiz gerekir ki, benzer örnekler ABD’de de vardır.

Bugün, modern bir Ortaçağ karanlığı içinde yaşadığımı-zı iddia edenlerin sayıları az değil. Bu yabana atılır bir gözlem de değil. Gerçekten yeni bir Ortaçağ yaşıyoruz ve bu daha da karanlık olanıdır. Bir yandan, dünyaya, doğaya ilişkin bilgimiz genişliyor; ama diğer yandan, bu bilgi, burjuva sınıfın çıkarları-na göre şekilleniyor ve bu şekillenme, emperyalizm çağından bu yana, asla kendiliğinden oluşmuyor.

Peki, burjuvaların bu noktada öznel müdahaleleri, gerçek-ten planlı mı?

İdeoloji, bir sınıfın çıkarlarının en özlü ifadesidir. Bunu ak-lımızda tutalım. Aklımızda tutmamız gereken ikinci bir nokta,

Emperyalist Egemenlik ve Emperyalist İdeoloji

Page 38: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

38

tarih içindeki tüm sınıflı toplumların aslında birbirinin akrabası olduğudur. Elbette biz, kölecilik, feodalizm ve kapitalizm ara-sındaki farklara epey vurgu yaptık; ama bu üçü, sınıflı toplum-lar başlığı altında, biri kendinden öncekinin gelişmiş şeklidir ve gelişmiş şekli demek, mülkiyet ilişkilerinin, sömürünün, insanın insana kulluğunun ve sınıf egemenliği örgütü olarak devletin daha gelişmiş ve ince şekillerinin ortaya çıkması demektir.

Kapitalizm öncesinde, tek tanrılı din, egemen sınıfların (yani bugün bizim burjuvalar dediklerimizin büyük ölçüde ata-larının), yönetiminde ideolojik işlev görmüştü. Bu sadece tüm Ortaçağ boyunca değil, kölecilikten başlayarak böyledir ve in-sanın bilimsel çalışmaları, her zaman din ile çelişkili olagelmiş ve bunun düzeyine bağlı olarak, din ideolojik şiddeti ile bu ça-balara karşı durmuştur.

Kendi egemenliklerini, yaratıcının isteği olarak sunan egemenler, mesela dünyanın düz olmadığını, güneş etrafında döndüğünü duyduklarında, haklı olarak bu bilginin tarlada ça-lışan ve haksızlığa uğradığını bilen, bu haksızlığın bedelini öbür dünyada sorabileceğine inanan serfin veya köylünün “dengesi-ni” bozacağını, onu isyana teşvik edeceğini düşündüler.

Böylece neredeyse her bilimsel gelişme, sınıf egemenliğine karşı bir “isyan” gibi algılanmaya başlandı. Yine de bazı “faydalı” bilimsel gelişmelere izin verildi; zira bunlar, “faydalı”, yani sı-nıf egemenliği için yararlı bilgilerdi. Din, gökyüzündeki tanrıyı değil, yeryüzündeki egemen sınıfların egemenliğini koruyordu. Bilim, tarlada işlerin daha iyi olmasını sağlayacak şekilde “pra-tik” ve “faydalı” ise tamam; ama dünyanın dönmesi gibi şeyler, kraldan büyük veya tanrı tarafından kraldan habersiz yapılmış bir şeyler olduğunu gösterir ki, bu da kralın tanrının en azından üvey oğlu olduğunu düşünmeye yetebilirdi.

Bilim geliştikçe, din ile çatışması da arttı. Aslında önceleri daha gelişmiş olan bilim idi. Tarih bunu kanıtlar. Dinin gelişi-mi, sınıflı toplumlarla birlikte yükselir; ama o noktadan sonra, kilisenin denetimi altında bilimsel çalışmalara izin verilir hâle gelinir. Nihayet engizisyon mahkemelerine kadar gelinir. En-gizisyon, tanrının gökyüzündeki egemenliğine karşı savaşlara karşı kurulmuyordu. Tersine, tanrının yeryüzündeki temsilcisi

Page 39: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

39

krala karşı saldırılar nedeniyle harekete geçiyordu ve bu, tek ba-şına, ideolojik mücadelenin ne denli şiddetlendiğinin en iyi ka-nıtıdır. Burada tek sorun şudur ki, ezilen sınıfların bir ideolojik şekillenmesi yoktur.

Berkeley, bizim gördüklerimizin aslında var olmadığını, onlar hakkındaki bilginin, sadece edinme yolumuzun değil, kaynağının da duyularımız olduğunu savunduğunda, bizim dı-şımızda bir şey var olmadığını söylerken, tam da krallığa karşı girişilecek her tür saldırıya “bilimsel engel” çıkarıyordu. Yani egemen sınıflar sadece bilimsel gelişmenin kendi egemenlik-leri ile çatışması durumunda şiddeti seçmiyordu. Bir de kilise aracılığı ile, dini olmayan bir görüntü altında mücadele de veri-yorlardı. Benim dışımda bir akan su yok ise, o suda bir kere yı-kanabilirsin sözü de anlamsızlaşıyor, benim duyularımın, belki de ruhsal durumumun bir ifadesi hâline geliveriyordu. Böylece sürekli değişim, dönüşüm de anlamsızlaşıyor ve değişmez ol-duğunu iddia eden kraldan, önemli olduğu değişmez bir gerçek olan altınlar ödül şeklini alıyordu. Alan memnun, veren mem-nun. Tüm bunlar gökyüzündeki tahtın sağlamlaşması için ya-pılmıyor, tersine yeryüzündeki egemenliğin sağlamlaşması için yapılıyordu.

Demek ki, daha kölecilikte, daha feodalizmde, egemen sı-nıflardan gelen ideolojik saldırılarda bir yön vardı; ama hiçbiri, tekelci kapitalizm altında olduğu gibi değildi. Bunun iki nedeni var; ilki sınıf savaşımının daha da gelişmiş olması ve ilk kez ezilen sınıfların (kapitalizmdeki temsilcisi işçi sınıfı) bir ide-olojilerinin olması ve ikincisi bilimsel gelişmenin din-ideoloji bağlamında burjuva egemenliği zorlaması, meydan okuması. Bu iki etken, burjuva sınıfı, onların temsilcilerini hızla uyardı. Özellikle kapitalizmin, tekelci kapitalizme dönüştüğü çağda, yani kapitalist-emperyalizmin doğduğu çağda.

Burjuva ideologlarını bekleyen ilk soru şuydu: Acaba bili-min günlük yaşantının dışına çıkardığı din karşısında tutum ne olacak? Evet, din, eski biçimi ile devlet çarkının dışına çıkarıl-mıştı; ama bilimsel gelişme ile din karşıtlığı artmaktadır. Mark-sizm, bilimin de gelişimi ile, işçi sınıfının silâhı olmaya baş-lamıştır. Marksizm’in doğuşunu koşullayan bilimsel gelişmeler

Page 40: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

40

içinde üç şey önemli görünüyor: Birincisi hücrenin bulunması, bu canlı hayatı birbirine bağlayan bir yapıtaşı demektir. İkincisi Darwin’in Evrim Teorisi’dir ve üçüncüsü enerjinin dönüşümü ve sakınımı kanunudur. Bu gelişmeler karşısında burjuvazinin tutumunun ne olacağı önemliydi. Burjuva ideologlar, işçi sını-fının uyanışını önlemek ve kendi egemenliklerini sağlamlamak için harekete geçtiler. Bu sadece, şiddet ve baskı ile olamazdı ve ideolojik alanda da harekete geçtiler.

“Fransa ve İngiltere’de burjuvazi, siyasal iktidarı elegeçirmiş-ti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bu mücadele, burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra, şu ya da bu teorinin doğru olup olmaması değil; ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yok-sa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu.” (K. Marx, Kapital, Cilt 1, s. 23, Kapital ’in ikinci baskıya önsöz bölümündeki bu satırlarda, “bu mücadele” diye yazdığımız bölüm, “bilimsel” olarak geç-mektedir. Türkçe baskıda bir hata olduğu görülmektedir). Aynı yerden şöyle devam ediyor: “Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bi-limsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı.” (K. Marx, Kapital, Cilt 1, s. 23).

İşte bu ilke, “yararlılık” ya da pragmatizmdir. Pragmatik düşüncede, önemli olan sonuçtur. Sonuç, “bizim” için yararlı mıdır? Yanıt evet ise sorun yok demektir. Eisenhower’in atom bombası hakkında söyledikleri hâlâ herkesin hatırladığı şeyler-dir.

“Kanımca atom silahlarının kullanılması, aşağıdaki temel il-keye göre olacaktır: Bir savaşa girdiğimde atom silahlarının kullanılması bana yarar getirecek mi?... Onları kullanmakla savaşı kazanacağımı önceden kestirebilirsem, onları hemen kullanırdım.” (Aktaran H. K. Wells, Emperyalizmin Felsefesi Pragmatizm, Sorun Yayınları, s. 17).

Page 41: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

41

Eisenhower bu sözleri 1951’de söylüyor ve ABD bu tarih-ten önce iki kere atom bombası kullanmıştır. Bunun “korkunç” olduğunu vurgulamak için tekrarlamıyorum. Tersine, burada, sonucun önemini vurgulamak istiyorum. Önemli olan sonucun yararlı mı, yoksa yararsız mı olacağıdır. Marx’ın vurguladığı bu nokta, pratik bir yol gösterici olarak sisteme egemendir ve bu, sadece kapitalizme özgü de değildir. Tüm sınıflı toplumlarda, egemen sınıf, olaylara, kendi sınıf çıkarları açısından bakar. Sa-dece, bu basit ve vahşi görünen ilkenin, aslında bir felsefesi ol-duğunu, bunun bir düşünüş sistemi olduğunu bilmemiz gerekir. Demirel’in boynunu kırarak, “dün dündür, bugün bugündür” demesi, aslında yine aynı nedenle belli bir eğitimi ifade eder.

H. K. Wells, Sorun Yayınları’nın Türkçe çevirisi ile bas-tığı eserinde, pragmatizm ile idealizm arasında bağ kurmak-ta zorluk çekmiyor ve bize, yukarıdaki sorumuz çerçevesinde kullanılabilecek değerli bilgiler veriyor. 1871-1874 arasında Cambridge’de adı “metafizik klübü” olan bir seminer grubunun oluştuğunu ve bunun faaliyetlerini aktarıyor. Bu klüp içinde Charles Pierce, Chauncey Wright, Oliver Holmes ve William James önemli görünüyor.

Bilimin gelişimi, öte yandan da işçi sınıfının bilimle silâhlanması ve Marksizm’in doğuşu, yükselen sınıf mücadele-si ve bunun en net ifadesi olarak Paris Komünü, tüm burjuva dünyada arayışı derinleştirmiştir. Evet sonuçta Eisenhower’in atom ile ilgili söylediklerinde olduğu gibi, mesele kazanmak ya da neyin “benim için yararlı” olduğu sorunudur. Bu aslında Makyevel’in tespit ettiği, egemenlere ait gerçekliktir; ama bir de tüm bunların halklara kabul ettirilmesi var. Yönetmek, aynı zamanda yönetilenleri hep yönetilme konumunda tutmaktır da. Bunun için sınıf egemenliği, ideolojik aygıtlara da ihtiyaç du-yuyor.

İşte yukarıda özetlenen gelişmeler ışığında burjuva dünya, öncelikle, birkaç yıl önce üzerine yürümek zorunda olduğu din’i, pencereden içeri almak, artık kapıdan da kovmamak zorunlu-luğunu keşfetmiştir. Din, her zaman, kitlelerdeki hareketsizliği sağlamak için, en derinde ihtiyaç duyulan bir gerçek olmalıydı.

Bilim ise, sonuçları sosyal hayata akmayan, sosyal hayat ile

Page 42: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

42

bağlantısı kurulmayan şeklinde varedilmeli ya da yerleştirilme-liydi.

Ve üçüncü olarak, “bilim adamları”, bu görüşe inanmalıydı. Medya büyüdükçe ve tekelleştikçe, şirketler, bilim adamlarını inandırmanın parasal yollarını da bulmakta zorlanmadılar.

Yukarıdaki sorumuzla, burjuvazinin ideolojik örgütlenişin-de planlılığın ne kadar olduğu sorusu da kendiliğinden yanıt-lanmış olur. Evet, özellikle işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı 1848’den başlayarak; ama en önemlisi de 1871’den sonra hız alarak, bir ideolojik “planlama” işi varolmuştur.

Wells, bunu, yukarıda adı geçen, Cambridge’li metafizik klübünü incelerken, açık olarak ortaya koyuyor. Bu klübün önde gelen isimlerinden Wright, temel kuram olarak, “doğa ve top-lumsal hiçbir zorunluluğun olmadığını” ileri sürer (H. K. Wells, age, s. 26).

Demek oluyor ki Wright, bilimin zorunluluğu açığa çı-kartmak demek olduğunu biliyor. Doğada ve toplumda işleyen yasaların olduğunu söylediniz mi, bilim kapıdan içeri girmiş demektir ve bu andan başlayarak, köhne evin her santimetre karesi aydınlanmaya başlar. Bunu çok iyi bilen Wright, doğada ve toplumsal hayatta zorunluluk tanımıyor. Yani, “bugün yarına çıkar, yarın bugünü yıkar” demememiz için, yazar en başından önlem almaktadır. Paris Komünü, toplumsal yasaların bir te-zahürü olmamalıdır. Olsa olsa çılgın adamların sınır tanımaz çılgınlığı olmalıdır. Bugüne gelirsek, Ekim Devrimi sosyal ya-salarla açıklanacak bir şey değil, bir grup çılgının kendi hayal-leridir ve zaten olmadı, tutmadı. İşte bunu dememiz için, top-lumsal yasa tanımamamız gerekir. Aslında bu, bilim tanımamak da demektir. Böylece Ekim Devrimi ile ilgili tüm süreci; onca tarihi, bir nevi tarih dışı da sayabilirsiniz.

Su buharı, acaba bir enerji midir? Acaba su buharı ile ma-kineler yapıp, su buharını bir güç hâline getirebilir miyiz? Bu sorunun yanıtı, buhar makinesi yapılarak verilmiştir. Şimdi ben, bir buhar makinesi yapmış değilim; ama bu, benim bu bilgi-me gölge düşürmez. Yarın, buhar gücü yerine, mesela hidrojen kullanan makineler de yapılabilecektir. Bu durumda o dönem yaşayanlar, buhar gücünü kullanan makineler hiç yoktu gibi

Page 43: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

43

davranabilirler mi? Hayır diyorsunuz; ama burjuva tarihçiler bizden bunu istiyor. Mesela Irak’ın tarihini silmek istiyorlar. Medeniyet denildi mi, mutlaka, Batı medeniyeti anlaşılacak ve ondan öncesi olmayacak. Onun için Ortadoğu’nun, Asya’nın tarihini de yok etmek, kendilerince yazmak istiyorlar. Son dö-nemde Amerikan sinemasının el attığı Truva ve İskender film-leri, tamamen, bunları önemsizleştirmek içindir, bu nedenle de bir ideolojik savaştır.

İşte onlara, her istedikleri durumda, her istedikleri tarzda kullanabilecekleri bir çerçeve gerekli ve burjuva ideologlarının görevi de bu çerçeveyi oluşturmaktır. Sınıf savaşımından elde ettikleri deneylere göre, bir burjuva seçkinler eğitimini garanti altına almak istiyorlar. Bu burjuva seçkinlere, gelişen bilimi na-sıl “hazmedeceklerini” öğretmek istiyorlar.

İşte bunun için, burjuva devrimlerle beraber kapıdan dışarı kovulan tanrı, dışarıda sırada bekleyen işçilerin işçi cumhuriyeti isteklerini sezip, geri dönüyor ve burjuva soyluların kendisini tekrar eve almalarını istiyor. Burjuvalar bu durumun ciddiyetini anlamakta geç kalmıyorlar.

Burjuva ideologlar ise, bunu yapabilmek için, açık din sa-vunusu ile, Bush’un içinde yer aldığı tarikatın açıklanan öğreti-leri ile işe başlamıyorlar. Önce, “bilime evet” ; ama “zorunluluğa hayır” ile işe başlıyorlar.

İkinci aşamada, zorunluluğu reddedince, bilim neye yara-yacak ya da nerede tutulacak sorusu geliyor. Onlar bilimi, yuka-rıda anlattığımız “yararlılık” içinde ele almak istiyorlar. Mesela bir teknik gelişme, kârı artırdığı ölçüde doğrudur ve vardır; ama eğer kârlılık yaratmıyorsa, onu yok olarak görmekte bir sakınca yoktur. Mesela naylon poşet, yeryüzüne çıkabilmek için, 30 yılı aşkın zaman laboratuvarda, kârlılığa uygun hâle gelmeyi bek-lemiştir. Mesela yıpranmayan, insan ömrü boyunca eskimeyen kumaş, hâlâ kârlı olmadığı için yeryüzüne çıkmamaktadır. Siz, eğer bu kumaşı bulan bilim adamı iseniz, size ne yazık, “faydalı” bir şey bulamamışsınız demektir!!

İşte bu bakış, her alanda geçerlidir. Bilimi nereye oturtaca-ğız? Wright bakın ne diyor, Wells aktarıyor:

“Gerçek bilim, yalnızca olaylara ilişkin sorunlarla ilgilenir.

Page 44: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

44

Olaylar, belirlenmiş ve moral önyargılardan elden geldiğin-ce bağımsız iseler, artık bilim, olaylara karşı hangi duygu ve davranış kurallarıyla yönelmemiz gerektiği üzerinde yargıda bulunma işine koyulur. Fakat uygulamalı bilim, teorik bilim gibi, postülatları da değersiz sayar. Onun en son temeli, insan hayatının özel amaçlarıdır.” (H. K. Wells, age, s. 27-28).Bu adam ne diyor, dediğinizi duyar gibiyim. Bir bilim

adamı mı konuşuyor, yoksa bir vaiz mi? Gerçek bilim, olaylara ilişkin sorunlarla, yalnızca bunlarla ilgilenir. Ne olaylar, ne sü-reçler, ne nedenleri, ne bütün. Sadece ve yalnızca olaylara ilişkin sorunlarla. Sanki, Bush’un üyesi olduğu tarikatın bir ant içme töreninde vaiz konuşuyor; ama burada bilimden kurtulmakla kalmıyor, kurtulamadığı bölümlerini, gelip bir yere oturtuyor. Sorun ile ilgilen ey bilim adamı, olayın bütününden sana ne! Yetmiyor, olaylar belirlenmiş ise, “bilim, olaylara karşı hangi duygu ve davranış kuralları ile yönelmemiz gerektiği üzerin-de yargıda bulunma” işine yönelir. Bu bizim tarih konusunda-ki yaygın çarpıtmaları anlamamızı sağlar. Bir kere, medeniyet Anadolu-Mezopotamya-Mısır vb. alanlarda mı doğdu? Şimdi buna karşı “hangi duygu ve davranış kuralları ile yönelmemiz gerektiği üzerinde yargıda” bulunabiliriz. Bilim budur. Bulu-nuyoruz, Mısır tarihi yağmalanmalıdır, Anadolu’da bir mede-niyet olduğu unutulmalıdır, bu topraklarda yaşayanlar, bu ileri medeniyet yaratmış olanların tembel çocukları olduğuna, tem-bellik de dinen suç olduğuna göre, bu ikincil ırkın çocukları-nın sömürgeleştirilerek güdülmesi uygundur. Böylece yargıda bulunabiliyoruz. Tarihçi Homeros, İlyada’da, kahraman olarak Hektor’u anlatmış. Hektor ülkesini mi koruyor, Hektor, insan olmanın gerekleri ile mi davranıyor? Öyle ise biz Aşil’i öyle bir gösterelim ki, kahraman Aşil olsun, hakarete uğraması gereken ise Hektor. Böylece vatanını savunmak değeri de ortadan kalk-sın. Efendim İskender büyük olmasına büyük elbette; ama biz-den değil mi, evet bizden değil. Öyle ise Bir Oliver Stone Filmi ısmarlarsın ve İskender burada cinsiyeti ile tartışma konusu hâline gelir. Gerisi kolaydır. Peki bu arada ne yapıyoruz? Oliver Stone’a okulda mı, tarikatta mı nerede bilmiyoruz; ama öğret-tikleri gibi, bilim yapıyoruz, “artık bilim, olaylara karşı hangi

Page 45: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

45

duygu ve davranış kuralları ile yönelmemiz gerektiği üzerinde yargıda” bulunmaya yönelir. Onu yapıyoruz.

Demek ki artık bilim adamları da kilise ile bağlı olmalıdır. Yeryüzünü yaratan ve orada dünyayı yönetme işini birilerine ha-vale eden tanrı, bu birilerini yetiştirmek için, Ortaçağdaki gibi günlük dini görevler üzerinde artık durmuyor. Artık, o, herkesin tarihi ve belirlenmiş misyona uygun davranmasını istiyor.

“Fakat uygulamalı bilim, teorik bilim gibi, postulatları da değersiz sayar. Onun en son temeli, insan hayatının özel amaç-larıdır.” (Postulat, bilimsel çalışmalarda, kendi iç bütünlüğü olan, kanıtlanması gereken öngerçek olarak tanımlanabilir).

Demek ki;1. Uygulamalı bilim (burada “iyi”), teorik bilim (burada

“aşağılık şey”) gibi, postulatları da “değersiz” sayıyor. 2. Hangi duygu ve davranış kuralları ile yönelmeliyiz so-

rusuna pratik ilk yanıt veriliyor; “değersiz” sayar. On-larla ilgilenmez değil, “değersiz” sayar. Tıpkı, bir işçinin pazarda takdir görmeyen emeği gibi değersiz, tıpkı, kârlılığı artırmayan bir bilimsel buluş gibi değersiz.

3. Ve bilimin temeli, insan hayatının özel amaçlarıdır.Şimdi, Darwin Teorisi’ni ele alalım. Bir kere bu teoride,

insan ile diğer hayvanlar arasında ilişki ortaya konuyor. Bu “fay-dalı” mıdır? Burjuva egemenlik için bu faydalı mıdır? Diyelim ki Darwin, mesela zencilerin maymundan geldiğini, mesela Arapların, Türklerin, Çinlilerin, Hintlilerin vb. maymundan geldiğini; ama Amerikalıların, Batılıların, İsrailoğullarının ise tanrı tarafından gönderildiğini söyleseydi, haydi neyse(!) Fakat bu faydalı değil, dahası zararlı; zira tüm insanların, kutsal bir amaç olmaksızın var olduğunu gösterir ve buna dayanılarak, yarın, bir zenci, kendini beyaz bir papazla veya mesela bir be-yaz burjuva ile eşit düşünebilir. Öyle ise Darwin Teorisi bilim-sel değildir. Bunu kenara atalım. Enerjinin sakınımı kanunu, eğer fizikte uygulanmakla sınırlı tutulursa tamam. Nihayetinde, burjuvaların (insan hayatının özel amaçları) hayatlarına hizmet edebilir. Atom, ben buldumsa ve ben kullandımsa iyidir.

Burada “insan hayatının özel amaçları” denilirken, acaba hangi insan hayatının özel amaçları kastediliyor? Mesela mülki-

Page 46: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

46

yetin ortadan kalktığı, kimsenin kimseyi köle yapamadığı insan hayatının mı? Yoksa özel mülkiyete dayalı burjuva egemenlik sistemi içindeki, burjuvaların özel amaçlarını mı? İşçilerin “özel amaçlarına” hizmet edecek bilim, mevcut dünyada, mevcut tek-noloji ile insanların günde 3-4 saat çalışması ile yeryüzünde aç ve temel ihtiyaçlarından daha fazlası karşılanmamış tek bir in-san bırakmaz. Oysa, burjuvaların özel amaçları için bilim, gen teknolojisinin insan köleler yetiştirilmesi için kullanılmasını gerektirir. Hangisi insan hayatının özel amaçları içindedir?

Bu insan hayatının özel amaçlarını kim belirleyecek? Em-peryalist güçler mi? Dünyayı soyup soğana çeviren, petrol için milyonlarca insanı katleden parababaları mı? İyinin ne, kötü-nün ne olduğunu kim belirleyecek? Sıradan bir seçim için beyin yık; ama operasyonları yapan, daha fazla Coca Cola satmak için insan beyni ile oynayanlar mı? Coca Cola’nın hangi insanî ih-tiyacı giderdiğine kim karar verecek? Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna kim karar verecek? Gerçeğin anlamını kim söyleye-cek? Mesela Irak’ta öldürülen binlerce çocuğa, “demokrasi bu-dur” diye demokrasi gerçeğini kim anlatacak? Hangisi gerçektir, insan ömrünü uzatan bilim mi, yoksa sadece bir silâh hâline getirilmiş virüslerle insan katliamlarının yapıldığı mı? ABD laboratuvarlarında geliştirilen, sadece sarı ırka karşı etkili grip virüsü, hangi “hayatın özel amaçlarına” uyuyor? Tedavisi bulu-nan kanserin önlenmesinin, yılda 8 trilyon dolarlık bir pazarı yok edeceği mi gerçektir, yoksa bu sayede milyonlarca insanın hayatının kurtarılabileceği mi? Pentagon laboratuvarlarında geliştirilen AIDS virüsü mü gerçektir, yoksa insanların hayatta kalma mücadelesi mi?

‘Faydalı’ için de aynı sorular sorulmalıdır. Kimin için fay-dalı? Irak halkı için mi, Amerikan halkı için mi, yoksa ABD tekelleri için mi faydalı?

İşte bu “metafizik klüp”, burjuvazinin bilinçli ideolojik müdahalesini temsil ediyor ve şu sonuca ulaşıyor:

“Artık insanlar, eylemlerini bilgi temeline göre değil, inanç te-meline göre yapmaları için zorlanmalıydı.” (Aktaran H. K. Wells, age, s. 31).

Page 47: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

47

Ve haklı olarak, yerinde bir tespit ile, kitabı 1957’de yazan Wells, şunu ekliyor:

“Gerçekten böylece pragmatizm, karacahilliğin geri gelmesi, hurafelerin yeniden düşün alanında egemen olmalarından başka bir şey olmuyordu.” (age, s. 31).Demek ki, modern Ortaçağ dediğimiz şey, gerçekte tekel-

ci-kapitalizm dönemidir ve bu aynı anlama gelmek üzere, dün-ya çapında kapitalist-emperyalizmin egemenliği de demektir.

Öyle ise bu aktarılanlardan, hiç tereddüt etmeden, burju-vazinin, ideolojik alanda planlı bir çaba içinde olduğunu söyle-yebiliriz. Burada ortaya konan görüşler, “felsefe” olarak adlan-dırılmayı haketmiyor bile; ama yine de bize, mesela Bush’un içinde yer aldığı tarikat meselesini açıklıyor. Artık, burjuvazinin hem bilimi nerede tutacağı, hem de nasıl kullanacağı konusun-da bir yol göstericisi vardır. Eğer burjuva çıkarlar için “yararlı” ise, mesele kalmıyor. Darwin ya da Evrim Teorisi’nin böyle bir şansı yok, faydalı bulunmuyor ve saldırıya uğruyor. Bilimin bu kadar geliştiği bir çağda, “bilim adamları” kapatılmayı kabul ettikleri laboratuvarlarda, tanrının gökyüzündeki egemenliğine duacı oluyorlar. Aynı bilim adamları ruhlarını para ile doyuru-yorlar. Marx’ın 1870’lerde gözlemlediği para için yazı yazma uygulaması, şimdi tamamen kapitalizmin her hücresine kadar egemendir.

Biz, Tekelci Polis Devleti çözümlememizde, burjuva dev-letin ideolojik aygıtlarının artan önemine ve bu konuda yeni şekillenmelere değinmiştik. Bu konu, aslında çok daha fazla açılmalı, daha fazla örneklenmelidir. Günlük olarak, kapitaliz-me karşı yürütülecek siyasal propagandada, bu nokta, oldukça önemlidir. Pek çok araştırmacı, burjuva medyanın ya da kimisi-nin deyimi ile medyanın önemi üzerinde durmaktadır. Bunun olumsuzluğunu vurgulayan çoktur; ama mesele, medyanın, gü-nümüz burjuva devletinin örgütlenişindeki yeri ve dahası, ka-pitalist-emperyalizmin kontrol mekanizmaları içindeki yeridir. Buraya oturtulmadan, hiçbir örnek sonuç vermeyecek ve buraya oturtulmadan hiçbir çalışma, gerçeği göstermiş olmayacaktır.

Page 48: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

48

Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Tekelci kapitalizm, kapita-lizmin aynı zamanda dünyaya egemen olduğunun da ifadesidir. Yani hem belli ülkelerde tekel ortaya çıkıyor, hem de sermaye-nin temerküzü sonucu oluşan tekel, aynı zamanda sermaye ih-racı ile kapitalist-sömürgelerin oluşumunu hızlandırıyor. Tekel, kapitalizmin temel yasasından, artı-değer üretiminden ve onun ayrılmaz parçası olan rekabetten çıkıyor, onlara bağlı oluşuyor. Artan artı-değer üretimi, üretimi yoğunlaştırmaya olanak tanı-yor. Üretimin yoğunlaşması, artan kârlılık ile birlikte büyüyen sermayenin, başka kapitalistleri mülksüzleştirmesine olanak ta-nıyor. Böylece tekel, pazar hakimiyeti ile birlikte doğuyor.

Tekel, pazarın denetimi, pazar hakimiyeti de demektir.Tekel, bir kural olarak, büyük çaplı üretimi dayatıyor. Bü-

yük çaplı üretim, sermayenin yoğunlaşması ile beraber yürüyor.Kitlesel üretim, beraberinde, kitle tüketimini ya da yerinde

bir terim ile, tüketim toplumunu gerektiriyor. Modern çağımızı tanımlamak için, birçok önerme öne sürülüyor. Bizimkisi belli-dir, kapitalizmden komünizme geçiş çağı. Bu çağ, Paris Komü-nü, daha net tarihlendirirsek Ekim Devrimi ile başladı ve hâlen devam etmektedir. İnsanlığın, sınıflı toplumların tarihine son vereceği, gerçek manada insanın tarihinin başlayacağı dönem ile sona erecektir. Bizimkine “deli saçması” diyenler çok. Bizce sakıncası yok. Başka tanımları da hatırlayalım, atom çağı diyen-ler var. Yerinde değil, zira atomun bölünmesi ile başlamış olsa, 1944 demek oluyor, ne ile bitecek? İletişim çağı diyenler var. Ne büyük bir haksızlık! Biz bir şey iletemiyoruz, biz on milyon-lar, biz milyarlarca insan iletemiyoruz; ama onlar bizim yatak odamızda bile bize bir şeyler iletiyorlar. Oysa kavram olarak iletişim, en azından çift yönlü bir cereyanı anlatır. Çağımıza, sanayi ötesi toplum diyenler de var. Tanıml; ama olamaz. Sanayi

Tekelci Egemenlik ve Medya

Page 49: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

49

toplumunu geçmek; ama neye varmaktır bu? Sanayi ötesi, ne olmadığını ifade eder; ama ne olduğunu değil. Adama sorarsak, sen ne seversin, adam da bize ekmek sevmem derse, ne sevdiği-ni anlayamayız. Sanayi ötesi toplum da öyle. Bilişim toplumu, diyenler de var. Bilginin mi, yoksa bilgisayarın mı önemini an-latır bilinmez; ama sanayi ötesine göre daha anlamlı. Sadece son derece dar, son derece teknik. Çağımızı modern Ortaçağ diye nitelendirenler var. Kısmen katılıyoruz. Bu bir Ortaçağ’dır ; ama çağımız dediğimiz şeyin tümü değil, bir ara kesitidir. Ka-ranlık dönemidir ve aydınlık dönemi, devran dönüp gün do-ğunca başlayacaktır.

Modern Ortaçağ ne kadar doğru ise, sanırım, modern ka-pitalizmi “tüketim toplumu” olarak adlandırmak da o kadar doğrudur, yerindedir. Tüketilen sadece şeyler değildir. Sadece ayakkabıların ömrü azalmadı, sadece insanın ömrü boyunca giyebileceğinden fazla elbisesi olması değil “tüketim toplumu.” Sadece, mesela bir süpermarketten, kişiye 2 yıl yetecek kadar tuvalet kâğıdını, kampanya var diye almak değil tüketim toplu-mu. Daha derin bir şeydir. İlişkiler tüketilmektedir. Önce, insan ilişkilerinin hemen her düzeyi, metaların ilişkilerinin ifadesi hâline dönüştü. Komşuluk demek, mesela, evdeki mobilyanın ya da bir başka dönem buzdolabının markası ile yarışılan kişiler demektir. Arkadaş demek, mesela ülkemizin büyük şehirlerin-de, daha iyi tatil yerine gidip bunu anlatırken “seni geçtim” duy-gusunu hissedeceğin kişiler demektir. Bunu uzatmak mümkün. Demek ki, bu komşuluğun bir ömrü var. Buzdolabınız yeni ise ya da onunki sizden daha iyi ise “heyecan”ı olan bir ilişkidir ve bu ortadan kalkınca biter. Tatil yerleri bitince, bunları din-lemeye ve yarıştırmaya dayalı arkadaşlık da biter. Çocuğunuz, o olduğu için değil, komşununkinden daha ilerde ya da daha geride olduğu için bir anlam ifade eder. Kısacası her şey, bu metalar arasındaki ilişkilere indirgenmiştir. Sanki, buzdolapla-rı, mobilyalar, tatil köyleri, üniversite sınavları, kalem markala-rı, cep telefonu markaları-modelleri, kendi aralarında ilişkiler kurmak istiyor da, bu ilişkileri insanlar aracılığı ile kuruyorlar. Biz, insanlar, nesne olmuşuz da, özne mesela arabalar olmuş. Bu tüketim çılgınlığı, üretimin her düzeyde aşağılanması da de-

Page 50: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

50

mektir. Espriler, tüketmek içindir, kitaplar, sanat vb. de. Artık, düşüncenin ve emeğin ifadesi olan şeyler, “ağır” gidiyor ve doğal olarak hap gibi tüketilemediğinden “out” oluveriyor. Seks ilişki-leri, belli bir dakikaya sığan tüketim demektir ve bunun sanalı ile gerçeği arasındaki fark, neredeyse siliniyor. Aşk, birlikte üre-time bağlanmıyor, beraberce tüketime bağlanıyor.

İşte bu nedenle modern kapitalist toplumu bir tüketim toplumu olarak adlandırmak mümkün.

Kitlesel üretim, kitlesel tüketimi dayatıyor. Binlerce buz-dolabı üretmek demek, bunları, toptan ve perakende bayiler ağı ile kitlesel olarak tüketime sürmek demektir. Yoksa, o sermaye, paraya dönmeden buzdolabı olarak durursa, işte o zaman büyük kriz geldi demektir.Büyük çaplı üretim, doğal olarak, kitlesel tüketimi gerektiriyor. Elbette kapitalist üretim ilişkileri altında. Sosyalist bir ekonomide, kitlesel üretim, belli bir alanda tüm toplumsal ihtiyacı hızla gidermek ve sonrasında da “gereken kadar” üretmek üzere, kaynakları yeniden dağıtmak, planlamak demektir. Oysa kapitalist toplumda, önemli olan pazarı elde tutacak şekilde, büyük sayılarda üretimdir ve elbette bu hızla, kitlesel tarzda tüketilmelidir. Kârlılık da buradadır.

Kitlesel tüketim, medya denilen şeyin yaratıcısıdır ve med-ya, önce reklâm ajansları ile başlıyor. Reklâm ajansları, yüzyılın ilk 20 yılı geride kaldığında, ortaya çıkıyor, 1920’ler demek olu-yor. Sadece bu çıkış tarihi bile, bize, tekel, kitlesel üretim, kit-lesel tüketim ve reklâm ilişkisini kurma olanağı verir. Fordizm diye isimlendirilen (üretimin seri hâle getirilmesi, iş sürecinin bölünmesi ve emek-gücü üzerinde tam denetimin kurulması) sistemin yol almaya başlaması, kitle üretimine geçişte, tekno-lojinin yeniden organizasyonu da demek idi. Böylece kitlesel tüketimin aciliyeti de artıyordu.

Reklâm ajansları buradan doğuyor. Hem tekelciliğin gereği olan pazar hakimiyetini sağlamada iş görüyor, hem de talebi yönlendirme ve hatta yaratma işinde.

Kitlesel üretim, büyük sanayinin nasıl ayrılmaz bir parçası ise, büyük sanayii de tekelleşmenin ayrılmaz parçasıdır. Tekel, hakimiyet demektir. Hakimiyet, kesin biçimde ideolojik yönü olan bir süreçtir.

Page 51: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

51

Kitlesel üretim, kitlesel tüketimi dayatır. Kitlesel tüketim, talebi yönlendirme, talep yaratma ile mümkündür. Reklâm sek-törü buradan doğuyor. Şimdi bu doğuşu, mümkün olduğunca derine inmeden izleyelim. Elbette, bugünün en büyük ajansla-rını izlemeye çalışacağız. Özet de olsa, bize yardımcı olacak ka-dar bilgi mevcut. Artık her birinin bir “öyküsü” var, biz sadece, konumuz için gereken özete bakacağız. Biraz uzun olacağını peşinen kabul etmek gerekiyor.

Öyküleri “önemli” görünen büyük ajanslardan birisi Saatchi&Saatchi’dir. Saatchi&Saatchi’nin kurucuları, Charles ve Maurice, İspanya’dan göç edip, Irak’a yerleşen bir Yahudi ai-leden geliyor. Türkiye’deki Yahudilerin önemli bir bölümü de İspanya’dan göç etmiştir. Aile Iraklı; ama İngiliz olarak adlan-dırılıyor ve Saatchi&Saatchi, bir İngiliz firması olarak geçiyor.

Saatchi kardeşlerin reklâmcılığa girmeleri, diğer örnek-lerden göreceğimizin aksine, yakın döneme dayanıyor; 1970. Bugün, dünyanın en büyük reklâm şirketleri (aslında ağları mı demek gerekir? Ağ, hem bunların -örümcekler kusura bak-masın-, örümcek ağlarından berbat ağları var, hem de tam bir şebeke gibi çalışıyorlar. Onun için ağ uygun görünüyor)’nden birisidir. Japon Dentsu, Amerikan Young&Rubicom diğer ikisi. 1980’lerde dünyadaki en büyük yirmi ajans-ağ içinde iki Ja-pon ve 18 Amerikan şirketi vardı. 1990’ların başında ise, ilk 20 ajans-ağ içinde iki Japon, iki Fransız, 6 İngiliz bir karma mülkiyetli ve 9 Amerikan şirketi vardı. 2000 yılına gelindiğinde sadece Japon Dentsu, dünyanın en büyük 500 firması arasına giren bir reklâm ajansı-ağı oluyordu.

İşte bu İngiliz firmalarından biri Saatchi&Saatchi’dir. 1990’da hasılatı 11.4 milyar dolar idi ve 14 bin kişiyi, kendi ağı içinde istihdam ediyordu. General Motors, 2004 yılında Avrupa’da, 10 bini Almanya’da olmak üzere, 12 bin çalışanının işine son vermeye hazırlanıyordu. 14 bin çalışan büyük bir ra-kamdır. Enron batmadan önce 15.888 çalışanı olan dünya dev-lerinden biri idi. Saatchi&Saatchi’nin 1990’da dünya üzerinde toplam 171 bürosu vardı. Hasılatının %57’si ABD’den ve %22’si ise İngiltere’den gelmekteydi.

Saatchi&Saatchi, reklâm sektöründe “istisna”dır da; çün-

Page 52: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

52

kü, o yüzyılın başında ya da daha kesin söylersek, 1870’ler ile 1920’ler arasında kurulmuş olmayan tek büyük reklâm ajansı-dır. Bu örnekten başlamak, bize reklâmcılık denilen şey hakkın-da da epey bilgi verecektir.

1970’te kurdukları ajans, 1975’te, NewYork’taki, Compton UK Partners’i ele geçirdi. 1980’li yılların başında, bir dizayn ve halkla ilişkiler firmasını ve Amerikan Compton Advertising’i aldılar. Amerikan Compton Advertising, Procter&Gamble fir-ması olarak tanınan bir ajans idi ve 30 ülkeye yayılmış bir ağı vardı. Aynı dönem, bir İngiliz ajansını da satın aldılar, Dorland. Dorland, 1886’da kurulmuş olan bir Amerikan ajansının miras-çısı idi. 1985’te, Amerikalı Dancer, Fitzgerald, Sampe Ajansı’nı satın aldılar ki, bu ajans 1930’da Şikago’da kurulmuştu. Sonra Philadelphia’da kurulu Hay Group’u alarak danışmanlık işine girdiler.

“1986’da Amerika Birleşik Devletleri’nin en dinamik ve en yaratıcı ajansına, Backer&Spielvogel ’e ve aynı zamanda ondan otuz yıl önce kurulmuş olan Ted Bates’e göz koydular. 1987’de Amerikan firması Peterson’ı alarak finans sektöründe-ki hizmetlerini de güçlendirdiler.” (Armand Mattelart, Beyin İğfal Şebekesi Uluslararası Reklamcılık, Fransızca’dan çevi-ren Işın Gürbüz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Mart 1995, s. 34). 1986’da Arthur Andersen’in (Amerikalı danışmanlık, araş-

tırma ve muhasebe-denetim şirketi, Enron olayında hileli işler-de de adı geçen şirket) bir uzmanını almayı başardı; ama esas başarısı, Thatcher’in seçim kampanyalarını almasından sonra geldi. Financial Times, 1987’nin 29 Ekim’inde bu durumu şöy-le tespit ediyor:

“Her iki taraf da işten kârlı çıktı. Ajans Bayan Thatcher’in üst üste üç seçimi kazanmasını sağladı ve bunu yaparken herkesin söylediği gibi- politika reklamcılığı sanatını geliştirdi. Bunun karşılığında Saatchi, orta ölçekte ulusal çapta bir ajans iken, brüt kârı 100 milyon sterline varan global bir iletişim grubu haline geldi.” (Aktaran A. Mattelart, age. s. 38).Politika reklâmcılığı sanatı, gerçekten de ondan sonra

Page 53: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

53

sürekli bir dal hâline gelmeye başladı. Türkiye’de, 1995 sonra-sındaki seçimlerde, her partinin bir reklâm ajansı vardı ve bu ajansların hemen hepsi, yukarıda ve aşağıda adını saydığımız uluslararası ajansların Türkiye büroları idi. Böylece sömürge yö-netmek ne kadar kolay oluyor değil mi? Bir düşünün, bir seçim döneminde “yarışan” en büyük birkaç partinin reklâm ajansları, arkada karar veriyorlar, ülkenin en önemli sorunu olan IMF ile ilişkilere değinilmeyecek ya da Irak savaşına asla değinilme-yecek. Böylece, tüm bir seçim kampanyasında, sanki, ülkenin gündeminde bu sorunlar yokmuş gibi bir ortam yaratılabiliyor. Son seçimleri ele alın, tüm burjuva partiler, Uzan hariç, IMF ile ilişkilere dokunmadı bile. İşte size politik reklâmcılık sanatının, sömürgelerde uygulanış tarzı!

Öte yandan daha şimdiden not edebiliriz ki, kitlesel üreti-me uygun olarak, kitlesel tüketim için doğan reklâm ajansları-ağları, birden fazla işlev görmektedir. Bu işlevler içinde ideolo-jik işlev açıktır. Buraya döneceğiz.

Yine daha şimdiden söyleyebiliriz ki, bu ajanslar da birer uluslararası tekeldir. Reklâmcılık da tekelci karakterdedir. Ser-mayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi ve uluslararasılaşması süreçleri, aynen reklâmcılıkta da işlemektedir.

1970’lerin önemli ajanslarından biri, hatta 1980’lerin de, J. Walter Thompson idi. Ülkemizde de Man Ajans’ı almış ve ManAjans Thompson olarak faaliyet göstermiştir. İngiliz Wire&Plastic Products (WPP), 1987’de ABD’li Thompson’u satın aldı. Bunun için 566 milyon dolar ödedi. Thompson, 1987’de dünyanın beşinci büyük reklâm ajansı idi. Böylece iki şirket, yepyeni bir güç oluşturdu.

“Şirketlerin toplamı çok farklı bir grup oluşturuyordu; 7700 kişinin çalıştığı bir reklam şirketi, bir halkla ilişkiler firması, dünyanın en büyük uzmanlık şirketi olan ve 1600 çalışanı ba-rındıran Hill&Knowlton, ticari araştırma alanında sekizinci sırada yer alan bir araştırma şirketi Market Research Bureau (MRB), en tanınmışları IBM’in ürünleri olmak üzere sadece yüksek teknoloji ürünleri ile ilgilenen bir uzmanlık ajansı olan Lord, Geller, Federico, Einstein.” (A. Mattelart, age, s. 25).

Page 54: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

54

Böylece reklâm ajansı ile sınırlı olmayan bir güç oluşuyor.Thompson ( JWT), 1899’da Londra’da bir büro açıyor. “Ya-

bancı bir toprağa çıkarma yapan ilk ajans” ünvanı ona ait. “1927’de General Motors, kendisini tüm dünyada temsil et-meyi ve otomobil fabrikalarını ve montaj zincirlerini kur-makta olduğu her yere yerleşmeyi JWT’ye önerince, JWT’nin Londra’daki merkez bürosu gerçek bir şube halini alır. Ajansın bu uluslararasılaşmasının ilk aşaması, her şeyden çok ve her şeyden önce, büyük Amerikan şirketlerinin dünya çapında ge-nişlemesinin tarihi ile iç içe girer: Chesebrought-Ponds, East-man-Kodak, Kraft, Kellogg’s, IBM, Ford, RCA ve daha bir çoğu. Yıllar geçtikçe müşterilerinin gelişmesine ayak uyduran JWT, kırk kadar ülkeye yerleşecektir...” (A. Mattelart, age, s. 27).Burada hiç tartışmasız, bir reklâm ajansının yükseliş öykü-

sü özetleniyor. Amerikan şirketlerinin uluslararasılaşması ya da sermayenin uluslararasılaşması, elbette, sermayenin farklı par-çalarının da (mesela sanayi sermayesinin ajanı olan ticarî ser-mayenin de), uluslararasılaşmasını beraberinde getiriyor. Dün-ya çapında üretim, kitlesel üretimin veya tekeller çağının kaçı-nılmaz sonucudur. Kapitalist dünya tek pazardır ve bu dünya pazarında kitlesel tüketimi koşullamak, sermayenin devinimini, devrini tamamlaması için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Reklâm ajansları, pazar hakimiyeti için önemli araçlardır ve bu, elbette ki sermayenin gelişimine bağlı bir tarihi-serüveni şart koşar.

Fakat işin bununla da sınırlı kalamayacağını, işin ideolojik yönünü, siyasî boyutlarını düşününce anlayabiliyoruz. Kitle tü-ketimi, tüketim kültürünün empozesidir ki, dünyanın kontrolü ve sömürgeleştirilmesi için misyonerlerle çalışacak kadar biri-kimli bir sermaye için, bunu keşfetmek zahmetli bir iş değildir.

1987’de JWT, WPP tarafından satın alınınca, bir Ameri-kan firmasının İngiliz sermayesinin kontrolüne geçmesi de ger-çekleşmiş oluyordu ve yazık ki, globalleşme ile “ulus devlet” bit-ti diyenler, sıra Amerikan devleti ya da Amerikan sermayesinin çıkarlarına gelince, bu globalleşmeyi sevinçle karşılamadılar. Ne “modernite” kaldı, ne “çağdaş rekabet”, “ne şeffaflık”.

Page 55: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

55

Birleşmeden bir ay kadar önce, teklifler masaya sürül-düğünde, operasyon son aşamaya yaklaştığında, Amerikan reklâmcılığının dergisi, Advertising Age, şunları yazdı:

“WPP’nin, JWT’ye yönelik olarak ortaya koyduğu hisse satın alma teklifi, reklamcılık dünyasında, bir ajansın yönetimini ele geçirmek için dostça olmayan ilk savaşı başlattı ve bu sa-vaş muhtemelen kanlı olacaktır.” (Aktaran A. Mattelart, age. s. 30).Bizi doğruluyor ve daha da açık konuşuyor. STFA, Galata

Köprüsü’nün bitirilmesi için, anlaşılandan fazla para isteyince, devlet bunu vermedi ve bir gece, STFA köprüyü kundakladı. İşte kanlı tekelci rekabet. Lenin şöyle diyordu “hakimiyet iliş-kileri ve bunların gerektirdiği şiddet...” Tekelci rekabet, tekelci egemenlik budur. Bir Amerikan reklâmcılık dergisi, JWT’nin satın alınması teklifini getiren bir İngiliz firmasını tehdit ediyor ya da gerçeği söylüyor, bu iş kanlı olacaktır. Aslında bu herhâlde suç olsa gerek. Kanlı olacaktır diye “niyet” belirtiyor. Biz diyo-ruz ki, bu ülkeye özgürlük, bağımsızlık, adalet kanlı bir iktidar savaşı sonucunda işçi sınıfının zaferi ile gelecektir. İşte biz bunu dersek bunda suç unsuru bulunuyor. Oysa bir şirketin hisseleri-ni alma teklifinde “kan kokusu” çıkıyor. Haksız da sayılmazlar.

JWT’nin müşterileri olan büyük sermayeli kuruluşlar ha-rekete geçtiler.

“Goodyear, ülke çıkarlarına yabancı çıkarlar tarafından kont-rol edilen bir ajans ile çalışmak durumunda kaldığında kendi-sini artık huzurlu hissetmeyecektir.” (Aktaran A. Mattelart, age, s. 30). Nerede kaldı globalleşme? Ulusal çıkarlar hani bitmişti?

Elbette sömürge ulusların çıkarları dönemi bitti; ama emperya-list güçlerin ulusal devletlerine (ki onlar uluslararası devletler-dir de) ihtiyacı bitmedi.

Goodyear Türkiye’nin yönetiminde Eczacıbaşı yer alı-yor. Başkan kendisi idi. Yakın dönemde başkanlığı, Selahattin Beyazıt’a devretti. Beyazıt, iş dünyasının gizli adamlarından. Zengin; ama popüler değil. Milliyet gazetesinin Korkmaz Yiğit’e satılması olayında devrede. Hürriyet gazetesinin Doğan

Page 56: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

56

Grubu’na geçmesinde de devrede. Ayrıca, Bilderberg toplantı-larının organizatörü olduğu, yıllar önce Nokta dergisinde çık-mıştı. Bu Goodyear, acaba en az lastik işi mi yapıyor?

Bitmedi, A. Mattelart’tan aktaralım: “Reklamın atasının Britanya sermayesinin eline düşmesini önlemek için, bir multimedya grubu olan MCA, vatan aşkıyla son bir atılım göstererek perdenin kapanmasına yakın, bir tek-lif ortaya atmıştı. Universal sinema şirketinin, bir televizyon kanalının, bir yayınevinin (Putnam) sahibi olan ve plak en-düstrisine büyük ölçüde girmiş olan MCA bu birleşmeyi, sahibi olduğu kültür endüstrilerinin kaçınılmaz tamamlayıcı unsuru olarak görüyordu; ama küçük bir gösteri yapmaktan öteye gide-medi, çünkü zaten çok geç kalmıştı.” (A. Mattelart, age, s. 30). Demek ki, MCA, JWT’ye birleşme öneriyor; ama WPP,

operasyonu hiç de hesapsız yapmamışa benzer. İşi öyle organize etmiş ki, kıpırdayacak yer kalmamış ve JWT, WPP’nin eline geçti.

Hemen ardından, JWT’nin önemli müşterilerinden Pepsi Cola, Burger King, Goodyear JWT ile sözleşmelerini feshetti-ler. Amerikan sermayesi neredeyse direnişe geçti. IBM’i de kay-betti. WPP ise buna yeni bir atakla yanıt verdi. 1948’de kurul-muş olan Amerikalı reklâm ajansı, Ogilvy&Mather’i satın aldı.

“864 milyon dolarla bu, böyle bir ağ için ödenen en yüksek ra-kamdı. Doğrudan pazarlama alanının önde gelen şirketlerin-den olan ve Avrupa’da güçlü bir yere sahip bulunan Ogilvy, WPP-JWT’ye elli iki ülkeyi kapsayan uluslararası bir ağ ge-tirdi (Toplam gelirinin yüzde 55’i ABD dışından sağlanı-yordu). Bu operasyon WPP, JWT ve Ogilvy’nin oluşturduğu yeni grubu, Saatchi&Saatchi’yle neredeyse eşit bir duruma ge-tirdi ve 1990’da Saatchilerin şansı ters döndüğünde Sorell ’in WPP’si onları geçip dünyanın en büyük reklam ağı oldu.” (A. Mattelart, age, s. 31).Bir başka birleşme, 1987’de gerçekleşiyor.İngiliz Lintas, Amerikalı McCann-Erickson, birlikte, In-

terpublic Group bayrağı altında birleşiyor. Interpublic, 50’den fazla ülkede faaliyet gösteren 200 ofise sahip ve 1200 çalışanı

Page 57: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

57

var. Grubu oluşturan Lintas ile ilgili, Mattelart’ın aktardığı bil-giler şunlar:

“Savaş öncesi Britanya reklam sektörünün nadide çiçeği Lin-tas, sonradan bir İngiliz-Hollanda ortaklığı olarak Unilever adını alan eski sabun ve deterjan devi Lever Bros’a hizmet et-mek amacıyla kuruldu... McCann-Erickson ise 1912 yılında, bir petrol şirketi olan Standart Oil Company’nin gölgesi altın-da doğmuştu. Bununla birlikte tam ismini 1930’da McCann ajansı ile Erickson ajansının birleşmesi sayesinde elde eder.” (age, s. 31-32).Fransız pazarında iki önemli reklâm ağı var. Bunlardan

birincisi, Publicis. 1900’lere gelmeden kurulmuş bir ajans olan Publicis, 1946’da Amerikan FCB’yi ele geçiriyor. 1990’larda 12 ülkede 23 ajans ile dünyanın büyükleri içinde, ilk 20’de yer alıyordu. Onun Fransız rakibi ise Eurocom-Havas’tır. 1989’da Eurocom-Havas, İngiliz WCRS’nin reklâmcılık bölümünün %60’ını ele geçiriyor.

Japon pazarı, Amerika’dan sonra dünyanın en büyük ikinci reklâm pazarıdır. İlk on reklâm veren, büyük Japon şirketlerinin hasılatının %65’ini oluşturan iki ajans, Hakuhodo ve Dentsu’dur. Dentsu, Japon reklâm sektörünün, tek başına %25’inden fazla-sını kontrol etmektedir. Dentsu, 1900’lere gelmeden kuruldu. 1981’de Dentsu, Young&Rubicam ile işbirliği yaptı. Hakuhodo ise McCann-Erickson ile işbirliğine gitti.

1987’de; “Amerika’nın en büyük ajansı ile Fransa’nın en önemli reklam grubu ve Japonya’nın ilk sıradaki ajansı dünya çapında bir ajans oluşturmak üzere birleştiler: HDM. (%43’ünü kontro-lünde tuttuğu Eurocom aracılığıyla) Fransız Havas’ın H’si; Japon Dentsu’nun D’si ve Amerikan Young&Rubicam’ın şu-besi olan Marsteller’in M’si.” (A. Mattelart, age, s. 42). Bu ittifak için Eurocom’un yetkilisinin açıklamasını aynı

yerde Mattelart aktarıyor: “Biz, bu üçüncü yolu seçtik, yani kendi ülkelerinde ‘lider’ olan tarafların ittifakı. Ulusal kültür ve becerilere saygı gösteren bir

Page 58: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

58

strateji. Japon piyasasına girdiklerinde Fransız sanayicilerin Japon beyinlere ihtiyacı vardır, yabancı topraklara gönderil-miş bir Fransız komandoya değil.” (Le Monde’den aktaran A. Mattelart, age, s. 43).Aslında reklâmcılığın bu gelişimi ile modern kapitalizm

arasındaki sıkı ilişki ortaya çıkmaktadır. Yeri geldiğinde bura-daki bilgiler, işimizi daha da kolaylaştıracaktır.

Medya, her şeyden önce tekelcidir. Medya şirketleri, büyük holdinglerin hisseleri olan şirketlerdir ve kendileri de dev şebe-kelerdir. İyi bir örnek olmaz; ama mesela ükemizden örnek ve-rirsek, Doğan Holding, Milliyet, Hürriyet, Radikal, Vatan gibi gazeteleri, Kanal D, CNN-Türk gibi TV kanallarını, bunlara bağlı radyoları, Doğan-Burda-Rizolli grubu altında yüze yakın dergiyi elinde tutmaktadır. Onun rakiplerinin başında gelen ise Turkcell’in de sahibi olan Karamehmet grubudur. Çukurova Holding’in bünyesinde Show-TV, DigiTürk, Akşam gazete-si ve daha başkaları yer alıyor. Çeşitli sarsıntılar geçirerek bize medya-devlet-bürokrasi-mafya bağlantıları üzerine küçük de olsa veriler sunan Uzan ailesi artık medyada değil. Sarsıntılar geçiren Bilgin ailesi ise hâlâ ATV, Sabah gibi gazeteler ve daha başkalarının sahibidir. Yine ülkemizden gidersek, her sıradan vatandaş, medya içindeki bu dört ailenin mafya ile, devlet ve bürokrasi ile bağlarından emindir. Yeterince ortaya çıkmayan ise, bu grupların emperyalist sermaye ile bağlarıdır. Doğan Holding’de bu baş, bizzat yönetimde yer alan, İsrail vatanda-şı da olan ve kardeşi Amerika’daki Yahudi derneğinin başkanı olan kişidir; ama daha başkaları da var. Sadece Burda, sadece Rizolli, sadece CNN ile malî ortaklıklardan söz etmiyoruz. Bu bir ağdır ve bu ağ içinde çok grift ilişkiler mevcuttur.

Demek ki, bir kere medya şirketlerinin kendilerinin de birer tekel ya da bu ağın parçası olduğunu bileceğiz. Bu ne demektir? Bir kere her medya şirketi, alelâde bir şirket kadar (değil ki tekelci gücü olan bir şirket kadar), kendi çıkarlarını korusa, o ünlü “bağımsız basın” vb. tuz ile buz olur.

Öyle ise, yukarıda sorduğumuz soruya, yani bir ideolojik planlama olup olmadığı sorusuna geri dönersek, biz evet vardır dedik; ama ileri gidebiliriz. Bu tekelci medya, gerçekte kendi

Page 59: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

59

çıkarlarını, kendi şirket çıkarlarını düşünecekse bile, zaten “ba-ğımsız”, “tarafsız” vb. olamaz. Bu durum, ideolojik planlama ile birleşince, iş son derece kolaylaşıyor ve ortaya, insanın inana-mayacağı kadar denetimli bir ağ çıkıveriyor.

Buna döneceğiz. Şimdi, ülkemizdeki örnekleri, medya imparatorluklarının durumunu görebilmek için, bir örnek de ABD’den verelim (bknz. Tablo 1, syf 60).

Bu tablo, aslında, tekelci bir güç olarak medyanın karakteri hakkında da bilgi verir ve ülkemizden kaba taslak aktardığımız verilerle birleştirilirse, bir emperyalist medya ağı ve bu ağın sö-mürgelerdeki ayağı hakkında epeyce bilgimiz olmuş olur.

Fakat iş sadece basın, TV kanalları vb. ile sınırlı değildir. “Mass media” kavramını daha iyi anlamak için ilerlemeye de-vam edelim.

Reklâm Ajansları ve Medya

Medya, İngilizce “mass media”dan geliyor. Kitle iletişim araçları olarak toparlanabilir. Radyo, TV, dergiler, gazeteler vb.yi içeri-yor. Burada bir sorun var. Kitle iletişim araçları denildi mi, san-ki kitlelerin karşılıklı iletişiminden söz ediliyor; ama bu doğru değildir. İşin temelinde, kitlesel tüketim vardır ve bu kitlesel tüketim için, kitlelere ulaşma araçları anlamında anlamak daha yerinde olacaktır. “Mass media” da tam bunu ifade ediyor. Tek-nolojideki gelişim ve onun arkasında özellikle bu alan için var olan tekelci hakimiyet (burada, bu tezi öne sürmek mümkün-dür. Teknoloji gelişimi dediğimiz şey, tekelci aşamada, özellikle medya için, pazar hakimiyeti ile doğrudan bağlantılıdır), medya kavramını da genişletiyor. Mesela cep telefonları doğrudan bu alana giriyor. Başka ülkelerde daha az yaygın olduğunu sanmı-yorum; ama bizim ülkemizde, sık sık telefonlara gelen reklâm mesajları bunu ifade etmemize olanak sağlar. Yeni teknolojile-rin bireysel kullanıcılara ulaştırdıkları sesli, görüntülü kayıt ve izleme cihazları da bu anlamda medyanın içine giriyor. Sadece internet değil, aynı zamanda VCD veya DVD’ler de bu amaçla geliştiriliyor. Tabii bunlardan önce filmleri, özellikle de çocuk

Page 60: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

60

Tablo 1*

24 Büyük Medya Şirketi ve Sahipleri (ABD)

Toplam gelir (milyon $)

Advance Pub. (Newhouse) 2200 Newhouse AilesiCapi. Cities/ABC 4124 Warren BuffetCBS 4754 LoewsCox Communication 743 Cox AilesiDow Jones & Co. 1135 Bancroft-Cox AilesiGannet 2801 Memur ve Müdür (MM)General Electric (NEC) 36725 MMHearst 2100 Hearst AilesiKnight-Ridder 1911 Knight-Ridders AilesiMc Graw-Hill 1577 McGraw AilesiNews Corp. (Murdoch) 3822 Murdoch AilesiNew York Times 1565 Sulzberger AilesiReader’s Digest 1400 VakıfScripps-Howard 1062 Scripps VarisleriStorer 537 MMTaft 500 MMTime Inc 3762 Luce ve TempleTimes-Mirror 2948 ChandlersTriangle 730 AnnenbergsTribune Co. 2030 McCormic VarisleriTurner Broadcasting 570 TurnerUS News&world Report 140 ZuckermannWashington Post 1215 Graham AilesiWestinghouse 10731 MM

*Kaynak: N. Chomsky ve diğerleri, Medyanın Kamuoyu İmalatı, Çiviyazıları, İstanbul 2004, s. 48 ve s. 55’teki tablolardan derlenmiştir. Tabloda MM, memur ve müdür olarak yer alıyor. GE ve Westinghouse, büyük holdinglerdir. Bu holdinglerde sahip arkadadır. GE ve Westinghouse aynı zamanda silâh sanayiinde yatırımlar yapan holdinglerdir.

İsim Denetleyen Grup

Page 61: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

61

filmlerini saymak gerekli.Böyle olunca, medya denilen sektör, birdenbire genişliyor.

Mesela Motorola da buraya giriyor, Disney şirketi de ve hatta ITT veya AOL da.

Gelişme de bu yöndedir.Tekelleşme, her zaman dikey ve yatay kanallarda da geli-

şir. Mesela bir salça üreticisinin, giderek domates eken tarlaları kontrolü bir dikey genişlemedir. Bir alanda, sektörde, hammad-deden satışa kadar tüm alanlarda bir kontrol ve tekelci güç de-mektir. Tat konserve de Koç’undur, domates üreten köylülere sunî gübre satan ithalât şirketleri de ve dağıtımı yapan Migros da. Bu, pazarın tüm bölümlerinde kontrol demektir. Rekabette büyük avantaj demektir. Başka bir orta büyüklükteki konserve üreticisinin kârından, Migros kanalı ile pay almak da demektir. Bir de yatay olanı vardır. Burada mesela Arçelik ve Beko örne-ğindeki gibi, aynı ürün, mesela buzdolabı, farklı markalar altın-da pazara sunulmaktadır. Bu oldukça yaygın bir uygulamadır.

Aynı süreç, medyada da işlemektedir.Reklâm ajanslarının çoğu, mesela araştırma şirketleri ile

sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bir araştırma ağı olmadan reklâmcılık ağı olamaz; izleyici kitlelerine ve hedeflere ilişkin, niceliksel ve niteliksel, sabit bir değerlendirme aygıtı olmadan medya ve kampanya olamaz (A. Mattelart, age, s. 223). Yine de reklâm ajansları önce çıktı. Ardından, 1920’lerde

ilk araştırma şirketleri, daha çok reklâmların etkilerini ölçmek ve giderek tüketici eğilimlerini analiz etmek üzere faaliyet gös-terdiler. İş burada kalmadı, kalmaz da; amaç, kitlesel tüketimdir ve kitle tüketimi, araştırma şirketleri aracılığı ile, “yönlendirme-ye”, yani talep yaratmanın parçası olmaya vardı.

Gallup ve Nielsen, en meşhur araştırma şirketleri olarak 1920’lerde ABD’de kuruldular. Markanın veya reklâm mesajı-nın hatırlanması, reklâmın okuyan-izleyen bireylere nüfuz et-mesi gibi teknikler, bugün hâlâ kullanılmaktadır.

İlk Nielsen göstergesi ilaç işinde kullanıldı. İlaç sanayiinde pazar paylarını anlamak üzere, seçilmiş eczanelerden bir grup

Page 62: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

62

oluşturuldu. Bu veriler, bugün çok daha gelişmiş şekilde kul-lanılmaktadır. 1929’da Procter&Gamble kendi araştırma bölü-münü, 1936’da BBC, dinleyici araştırma bölümünü kurdu.

İş bu alanla sınırlı değildir. Aynı zamanda eğlence sektörü de hem medyanın bir parçası, hem de bu tekelci ağın içindedir.

Disney Union, Time Warner, Bertelsmann, Viacom, News Corporation, TCI, Sony, General Electric (NBC’nin sahibi), Poly Gram (aslında Philips’in şirketidir, iştirakidir) ve Seagram (Universal) gibi 10 büyük medya tekeli, ciroları 10 ile 25 mil-yar dolar arasında değişen büyüklüklerle, pazarın egemenleridir. Onları takip eden ikinci grupta, yıllık ciroları 1-5 milyar dolar arasında değişen 40’a yakın şirket vardır. Bu eğlence sektörü, toplam 350 milyar doları bulan bir sektördür ve reklâm sektörü için 300 milyar dolar civarında bir büyüklük hesap edildiği dü-şünülürse, hiç de küçümsenemez bir büyüklük de burada vardır.

Time Warner ile AOL birleşmesini eklememiz gere-kiyor. Bu çatı altında CNN de yer almaktadır. TCI (Ameri-kan) bünyesinin içine İngiliz Flextech ve Amerikalı Discovery Communication’ı aldı. Burada bir de dikey ve yatay büyüme söz konusudur. Bunun nedenleri konusunda şunları dinleyelim:

“Örneğin ne zaman Disney bir film yapsa, bunun kablolu tele-vizyonda ve ticarî medya ağında gösterileceğini garanti edebi-lir, filmin müziklerini hazırlayıp satabilir, keyifli park gezin-tilerinde kullanılabilecek CD-ROM’lar, kitaplar, karikatürler ve Disney’in perakende dükkânlarında satılan eşyalar üre-tebilir. Dahası Disney filmi ve filmle ilgili materyalleri tüm medya araçlarından sunabilir. Bu durumda, gişe hasılatları iyi gitmeyen filmler bile kazançlı bir hâle dönüşebilir. Disney’in Notre Dam’ın Kamburu (The Hunchback of Notre Dam-1996) filminin tüm dünya gişelerindeki 200 Milyar Dolarlık satışı bir hayal kırıklığı olmuştur. Buna karşın Adweek der-gisi, filmin yan ürünleri de hesaba katıldığında 500 Milyon Dolar kâr getirmesinin beklendiğini belirtmiştir. ... Disney’in Aslan Kral (The Lion King-1994) filmi tüm dünya gişele-rinden 600 Milyar Doların üzerinde kazanç elde etmiş, yan ürünleriyle birlikte 1 Milyar Doların üzerinde kâr getirmiş-tir.” (R. W. McChesney, “Küresel İletişimin Politik Ekonomi-

Page 63: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

63

si”, McChesney, Wood, Foster, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı, Epos Yayınları, Ankara 2003, s. 22-23. Bundan böyle, bu kaynak, kısaca, Wood ve diğerleri anlamında “Wood ve d” veya diğerleri şeklinde geçecek). Coca Cola’nın Columbia Picture’ın sahibi olmasının an-

lamı üzerinde düşünülürse, sanırız, tekelci rekabet içinde haki-miyet ilişkilerinin ne kadar önemli olduğu daha net açığa çıkar. Coca Cola’nın bir yöneticisinin bu konuda söyledikleri yeterin-ce açık:

“Hiç kuşku yok ki, Coca Cola’nın mülkiyetine geçmek yeni kaynaklar demektir, şöyle ki, Columbia bundan böyle yapım ritmini önemli ölçüde artırabilecektir. Öte yandan, dağıtım ve pazarlama faaliyetleri açısından zaten saygın bir yeri olan Columbia, Coca’nın pazarlama uzmanlığından da faydala-nacaktır.” (Aktaran A. Mattelart, age, s. 127). Bundan böyle Columbia’nın filmlerinde arada Coca Cola

logosunun çıkması için özel bir uğraşa gerek olmayacak, onun yerine, Coca Cola’nın, birkaç uzman psikoloğun özel çabaları ile, yaratıcı tarzda tüm film karelerinden beyinlere taşınması uğraşı gerekli olacaktır.

Öte yanda karşılıklı ortaklıklarla, büyük medya devleri, kü-çük işletmeleri de denetlemektedir.

Medyada dikey büyümenin ve kontrol, hakimiyet gücünün geldiği boyutları anlatmak oldukça zor. News Corporation’ın sahibi, R. Murdoch, dünya genelinde yüzden fazla gazetenin sahibidir ki aralarında, İngiltere’nin belli başlı gazeteleri de var; Sun gibi, Times gibi ve Sunday Times gibi. Ayrıca Twen-tieth Century adlı film şirketinin, Harper Colins Yayınevi’nin, FoxTV’nin, kablolu yayın ağlarının sahibidir ve ABD’deki yerel televizyon ağlarının büyük bölümünün, Asya Star TV’nin, Sky Latin Amerika’nın, Sky yayımcılığın Japon ayağının, BSkyB’nin önemli hisseleri de elindedir.

Aynı şekilde Disney, ABD şebekesi ile birleşti ve Time Warner CNN’i satın aldı. Bünyesinde, Times dergisi, Warner Bros, Warner Müzik, kablolu kanallar ve Time Life Books’u da barındırır.

Page 64: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

64

Böylece TV, gazete, dergi, film, müzik vb. şirketler aynı bünyede toplanmaktadır.

Film sektörü, sadece filmler arasına sıkıştırılmış kurnazca reklâm kareleri ile yetinmemektedir. Sadece her film karesinde bir Amerikan bayrağı veya Coca Cola çıkmamaktadır. İş daha da ileri boyuttadır. McChesney’den aktaralım;

“1996’da Hollywood ve Madison Avenue arasında yapılan bir ortaklık, temeli Nike ayakkabılarının ticaretine dayanan, Michael Jordan ve Buggs Bunny’nin başrollerini oynadığı ve ‘reklâm dünyasının en yeni yönetmeni’ tarafından yönetilen Time Warner’ın ‘Space Jam’ filmini piyasaya çıkarmıştır. For-bes dergisinin belirttiği gibi, ‘bir filmin asıl amacı satış, satış ve satıştır.’ Time Warner ‘film karakterleriyle ilgili oyuncaklar, giyim, kitap ve spor malzemelerinden 1 Milyar Dolar gelir sağlamıştır.’ Böylece film yapımının sanatsal içeriği de ortaya çıkmaktadır.” (age, s. 30).Özellikle çocuk ürünlerinde bu çok daha belirgindir. “Eğlence ürünleri üzerinden yapılan bütün satışın %65-70 civarında bir oranla çocuklara dönük olduğu görülmektedir.” (Peter Golding, Küresel Köy mü, Küresel Yağma mı, Wood ve d, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı içinde, s. 89). Golding, ayrıca bu çocuk ürünleri pazarında Nickelodeon,

Disney ve Fox gibilerin komuta merkezini tuttuğu çocuk te-levizyonculuğunun pazar hacminin 100 milyar dolar civarında olduğunu yazmaktadır.

Şirketler, önce ürünü üretmekte, sonra bu ürettikleri ürüne uygun, bir çocuk filmi tasarlamaktadırlar. Özellikle, adını yan-lış yazmıyorsam, Pokemon gibi filmlerin, çocukların sağlığını tehlikeye attığı da düşünülürse, artık çocuk ürünü üretmenin filmden, eşyalara, oyuncaklara kadar önceden tasarlanan bir iş süreci olduğu daha da netleşecektir. Artık, insan sağlığı gibi şeylerle uğraşılmıyor.

Eskiden kahramanların çizgi filmleri yapılırdı, şimdi ise çocuk ürünleri pazarlamacıları, kahramanları yaratıyorlar ve tüm film, uzun ve bölümlere ayrılmış bir reklâm filmi gibi dü-şünülüyor.

Page 65: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

65

Bu büyük medya devleri, dünyanın sömürgelerindeki pa-zarın denetimini de istemektedirler. Bunun için “yerel engelleri” aşmaya çalışmaktadırlar ve DTÖ daha 1977’de harekete geçmiş ve anlaşma 68 şirket tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiş-tir. Böylece, tüm sömürge ülkelerdeki “yasal” engeller kaldırıla-rak, dünya medya tekellerine kapılar açılmaktadır.

Tüm bu süreci kitap “bestseller” üretiminde, müzikte de görmek mümkündür. Madonna bir maldır ve iyi satmaktadır. Bunun gibi çok örnek bulmak mümkün; ama unutmamak ge-rekir ki, burada süreç çift yönlü işlemektedir. Bir yandan ürün satıyor, bir yandan da bir kültür, bir yaşam tarzı, bir ideoloji pazarlanıyor. Hem para kazan, hem de propaganda yap. Bu, uyuşturucuya çok benziyor.

Kitlesel Tüketim ve Reklâmcılık

Dünyanın tek bir büyük pazar hâline gelmesi süreci, kapitalist-emperyalizmin doğasına son derece uygundur. Devrimler yolu ile sistem yıkılmadığı, zincir parçalanmadığı sürece, başka yol da yoktur.

Ford ile beraber ortaya çıkan “kitlesel üretim”, bu noktada önemli bir adımdır. Marx’ın Kapital’de vurguladığı sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması sürecinin uzantısı olarak, bü-yük çaplı makinenin, insan emeğini kontrol etmesi sürecidir bu. Normal şartlar altında, büyük makine insanın işgücünü azal-tırken, kapitalist üretim ilişkileri altında büyük makine, insa-nı daha fazla çalışmaya mahkûm eder. Emek-gücünün hızını makine kontrol etmeye başlar. Makine işin bölünmesi ve kali-fiye olmayan işgücünün daha fazla devreye sokulmasına, kadın ve çocuk emeğinin sömürülebilmesine olanak verir ve bu yolla emek-gücünün değerini düşürür, yedek sanayi ordusu yaratır. Makine işin ilginçliğini yok eder. Tek başına o, çalışmayı ko-laylaştırır iken, kapitalistin elinde daha çok çalışmak anlamına gelir. Büyük çaplı makinede, makineyi kullanan işçi değil, işçiyi kullanan makine, yani bir başka süreçte üretilmiş emek araçla-rıdır.

Page 66: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

66

Makine büyük çaplı üretimin temelini oluşturur.İşte bu büyük çaplı üretim, işi öğelerine bölerek, kalifiye

emekçiye olan gereksinimi ortadan kaldırır. Bunun için ise, kitlesel miktarda ve standartlaştırılmış ürünler üretilmelidir. Mesela bir marangoza gidip, hâlâ bu ülkemizde mümkün, is-tediğiniz tarzda bir kütüphane siparişi verebilirsiniz. Oysa bir seri ve büyük çaplı mobilyacıya, mesela eski YÖK Başkanı İ. Doğramacı’nın Kelebek Mobilya’sına gittiğinizde standart bir dolap alırsınız ve bu standart dolap, bundan mesela 20 yıl önce pahalı olurken, şimdi sizin özel imalatınızdan daha ucuzdur ve giderek marangozlar iflas ettikçe, bu daha da geçerli hâle gele-cektir.

Bu standart ürün, geniş pazara üretim yapmanın da temeli-dir ve iş, işin öğelerine ayrıldığı fordist üretim ile birlikte başlar.

Fakat burada bir kere daha reklâma ihtiyaç var. İki açıdan; birincisi, kitlesel üretimin tüketilmesi ve metanın içindeki ar-tı-değerin hızla paraya dönüştürülmesi, kârın para biçimine dönmesi için. Bu kitlesel tüketim, büyük çaplı reklâma gereksi-nim duyuyor. Burada reklâm, ihtiyaçları olanlara bir bildirimde bulunmayı çoktan aşan bir şeydir. Reklâm, ihtiyaç yaratmaya varmaktadır. Örneğin, bir içeceği içmenizin nedeni, “kendinizi farklı hissetmek” olarak sunulmaktadır ve her şeyin bu kadar standart olduğu, bu denli tekdüzeleştiği, hayatın her alanının kontrol edildiği bir dünyada, “kendini farklı hissetmek” bir ihti-yaç hâline gelmiştir. Bunu bazan, acayip bir giysi giyerek, bazan saç renginizle oynayarak, bazan da sıradan bir içeceği pahalıya içerek yapabiliyorsunuz. Bu sahte duygular, insana nasıl haz ve-rir demeyin, “iletişim çağı” işte tam da budur; olmayan şeylerle, sanal şeylerle yaşamak.

Emek-gücünün makinenin uzantısı hâline gelmesi, ger-çekte, yabancılaşmayı daha da derinleştirmiştir. Önceleri üretti-ği şeylerin pazarda karşısına satın alması gereken şeyler olarak çıkması, şimdi daha da derinleşti. Pek çok üretim sürecinde işçi, kendisinin yaptığı işin bilincinde bile değildir. Bu o kadar iler-dedir ki, bir otomobil fabrikasındaki grev döneminde, bir grup grevci işçiye, otomobilleri üretenin kendileri olduğunu anlat-mam tam 2 saatimi almıştı. İşçiler, kendi yaptıkları işi söylüyor-

Page 67: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

67

lar ve birkaçı farklı işler yaptığı hâlde, otomobili kim üretiyor sorusuna “patron” diye yanıt verebiliyorlardı.

Bu yabancılaşma, dağıtım sürecinde de artmaktadır. Mal-ların hızla tüketilmesi için bu kez reklâm ajansları, ürünün gi-derdiği ihtiyaçlar listesini artırmaya başlıyorlar. Elbiseniz sizi sıcak tutmuyor, sizi “özel kılıyorsa” iyidir. Kendimizi özel his-setmek için hemen mağazaya koşmalıyız; zira kendini “özel hissetmek” artık bir toplumsal ihtiyaçtır. Her şey standarttır; insan ilişkileri, duygular, seks, arkadaşlıklar, kalmayan dostluk-lar, espriler tek merkezden gelmiş gibi standarttır. Öyle ise ken-dimizi nasıl özel hissedeceğiz? Polisten her dayak yediğinizde özel olduğunuz ortaya çıkmaz mı ya da öğretmeninize standart dışı bir soru sorduğunuzda azar işitmeniz özel olmanıza işaret değil mi? Fakat bunlar isyan demektir. Siz en iyisi, bugün de-ğişik bir pozisyonda seks yapın, en iyisi saçınızı “mor inek” gibi boyayın, arabanızın üstüne “osuran” bir korna takın; zira siz de bir malsınız ve tıpkı pahalı bir elbise gibi, sizin de ilgi çekmeye ihtiyacınız var, öyle ise siz de vitrine çıkın. Şehir demek vitrin demektir, malların sergilendiği vitrinler. Yaşam alanı, insanların yaşadığı yer vb. değildir.

Bu kitlesel tüketimi teşvik etmek için, artık mesela Harry Potter tişörtleri üreten bir büyük fabrika, iş yapabilmektedir. Bu örnekte, iş bir adım daha ileri gitmiştir. İlkin, kapitalistin önün-deki soru şu idi, şimdi bunca malı nasıl hızla tükettireceğiz? Oysa şimdiki soru, bir Harry Potter markası yaratsak, nasıl mal satarız? İnsanların şapkaları olabilir; ama Harry Potter şapkala-rı olmadığı kesin. Defterleri vardır; ama üzerinde Harry Potter resmi olan bir defterleri kesinlikle yoktur. Böylece, satış önce-den garanti altına alınıyor. Toplumsal ihtiyaç yaratılıyor ve buna uygun olacak tarzda kitlesel üretim devreye sokuluyor.

Reklâm, hem ihtiyaçlar için yönlendiriyor, hem ihtiyaçlar yaratıyor, hem de toplumsal ihtiyaçları homojenleştiriyor. Bu standartlaştırmadır ve hem kitlesel üretim için, hem de kitlesel tüketim için bu standartlaşma şarttır.

Dahası bu standartlaşma, dünya pazarını birleştiren bir un-surdur da. Tüm dünya için üretim yapmanın ön koşulu budur. Belli bir kalitede, nispeten ekonomik fiyatlı ürün, işte standart-

Page 68: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

68

laştırmanın aşamaları; ama en önemlisi, toplumsal ihtiyacın ho-mojenleştirilmesidir. Sadece Avrupa’daki Danimarkalı kadının siyah iç çamaşırı sevmesi yetmez. Bunun milyonlarca üretilmesi için, renklerin “öneminin” dünyanın her yerinde “algılanması” demektir.

Böylece üretimin tahtını çoktan kaybettiği bir dönemden de söz etmiş oluyoruz. Artık önemli olan satıştır ve reklâm, sa-tışın sadece küçük bir parçasıdır.

1960’larda şöyle deniyordu: “Bir pazarlama uzmanına göre, 35 yıl önce (1925’ler DA) ‘iş dünyasındaki sorun, ürünün nasıl işleneceği ve üretileceğiydi, artık esas sorun ürünün nasıl pazarlanacağı ve satılacağıdır.’ Sistemin çekim merkezi hızla üretimden satışa (ve finansa) doğru kaymıştır.” (M. Dawson, J. B. Foster, “Sanal Kapita-lizm” Wood ve diğerleri, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı içinde, s. 73). Dawson ve Foster bu satırları, 1960’ta basılmış bir kaynak-

tan aktarıyor. Günümüzde bu süreç daha da ilerdedir. Fordizm, hem bir kitle üretim sistemi, hem de bir kitle tüketim tarzının tetikleyicisidir. Artık yaşam tarzı denilen şey, “tüketim tarzı” olarak sunulmaktadır. Dün, insanoğlunun en önemli özelliği olan çalışma ve üretim övülürken, bugün insan, tüketimin nes-nesi konumuna dönüşmüştür. Bugünkü boyutlarını da rakam-lara dökersek, Dawson ve Foster’dan aktaralım:

“Pazarlama (reklâmcılıktan ayrı olarak) sahip olduğu tüm öğelerle tekelci kapitalist ekonominin sürekli hazır gücü hâline gelmiştir. ABD iş dünyası, 1992 yılında, pazarlama için yak-laşık 1 trilyon dolar (GSMH’nin %6’sı) harcamıştır. Bu har-camayı, insanları daha fazla tüketmeye ikna etmek için yap-mıştır. Reklâm bu miktarın çok küçük bir bölümüdür. 1993’te reklâma 140 milyar dolar harcayan şirketler, bu miktarın üç katını satışa dönük promosyonlar için harcamışlardır.” (M. Dawson, J. B. Foster, “Sanal Kapitalizm” Wood ve diğerleri, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı içinde, s. 74).Marx, kapitalizmin krizlerini analiz ederken, iki temel kriz

biçimini tespit ediyor. Bunlardan biri kâr oranlarındaki düşme

Page 69: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

69

eğilimine bağlı olanıdır. Bu, sermaye fazlasının yatırıma dönüş-mesini önler. Bu süreklidir ve bugün, sermayenin finans alanı-na kaymasının temeli de burada yatar. İkincisi ise daha şiddetli olarak orataya çıkan, aşırı üretim (ya da kimine göre eksik tü-ketim) krizidir. Burada, yatırılan sermaye, meta hâline gelmiş, içinde hem yatırılan sermayeyi, hem de nihayet kâra dönüşecek olan artı-değeri saklar. Bu metanın, “ölüm perendesini” atması ve tekrar para sermayeye dönüşmesi gereklidir. Bu metaların pazarda satın alınması demektir. Önemli olan, bu perendenin olabildiğince çabuk atılmasıdır. Kapitalist toplumdaki toptan ve perakende ticaret, bu amaca uygun olarak şekil almıştır.

Üretim kitleselleştikçe, bu perendenin büyüklüğü de artar. İşte reklâmcısı, pazarlamacısı, psikoloğu vb. bu büyük perende-nin sürekliliğini sağlamak için, metaya moral veren çalıştırıcılar ya da hizmetçiler gibidir.

Bunun için hem ürünün hızla tüketimi gereklidir. Bu amaçla promosyonlar organize edilir. Büyük bir markette, tuva-let kâğıdında promosyon oldu diye, kişiye 1 yıl yetecek tuvalet kâğıdı alması bu promosyonlarla bağlantılıdır. Böylece herke-sin evi, bu tuvalet kâğıtları ile dolar. Bu tuvalet kâğıtları, bir süre sonra, evdekini rahatsız eder ve nasılsa parası ödenmiş ve bir yıl “hiç yenilik” olmadan aynı tuvalet kâğıdını kullanacak olmanın “sıkıntısı” da üstüne biner. Böylece tuvalet kâğıtları, yere düşmüş su damlalarını kurulamak için, toz almak için vb. kullanılmaya başlanır. Burada “yenilik” ve “sıkıntı” sözlerini bi-lerek tırnak içine aldık; çünkü, farklı bir tuvalet kâğıdı kullan-mak, yenilik değildir. Yenilik daha önemli olmalıdır. Sanatta, toplumsal ilişkilerde, sosyal yaşantıda vb. olmalıdır; ama artık, yenilik, tüketime bağlı hâle gelmiştir. Bahse girebilirsiniz, başka marka tuvalet kâğıdı kullanmayı yenilik sayanların oranı çok daha fazladır. Tükettiği şeye göre “yenilik” algılaması olan bir toplum. Aslında bu yabancılaşmanın geldiği evreyi göstermesi açısından önemlidir. Tuvalet kâğıdı reklâmlarından etkilenerek, kâğıdın içinde fil arayan çocuklar “yaratılması” bunun en acı ifadesi değil midir? Bunun yol açtığı toplumsal dejenerasyon anlatılabilir mi?

Bu promosyonlar, aynı zamanda taksitli satışlar ve hediye-

Page 70: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

70

lerle de beslenir. Böylece, faiz bindirilmiş ürün, aylık bölünmüş ödemelerle alınır ve bu taksitler yüzünden birbirini bıçaklayan, cinnet geçiren insan sayısı bir hayli fazladır. İşte bu ölüm peren-desinin atılması için verilen birkaç kurbandır bu. Artık, tanrılar, gökten gelip, “sen oğlunu kesme, sana bir kuzu getirdim” demi-yorlar. Tanrılar, topluca cinnet hâlini teşvik ediyorlar.

Çoğunlukla kişi, hediye için ürünü almaktadır. Oysa aynı paranın belki onda birini ödeyerek o “hediye”yi zaten alabi-lir. Hediye, aslında, pazarlama stratejisi içinde, ürünün mese-la %10’una tekabül edecek şekilde bir indirimdir ve bunun bir başka ürünle karşılanması, her zaman bu oranın çok altında bir indirimi ifade eder; çünkü, ürünün fityatı ile üreticiye maliyeti aynı değildir.

İkincisi, ürünün tüketilmeden “tüketilmesi” gereklidir. Ürünün eskidiği imajının verilmesi gereklidir. Bu “eskime”dir. Aslında bu tamamen psikolojiktir ve yine pazarlamacıların stratejileri içinde önceden vardır. Bu en çok elektronik eşyalarda görülmektedir. Burada da iki farklı aşama var. İlki, teknolojinin parçalanarak pazara sunulmasıdır. Mesela çamaşır makinesinin yeni bir düğme ile fonksiyonunun artırılması gibi. İki programlı çamaşır makinesi, daha üretilirken, kalıpta, bir boş düğme yeri görülür. Bu boş buton, bir süre sonra, 3. program, kurulamanın güçlendirilmesi vb. olacaktır. Bu arada firma, yeni ürünü pazara sürdüğünde, önceki üründeki yüksek kâr marjını geri çekecek ve yeni üründekini yüksek tutacaktır. Mesela bir buzdolabı, bundan 30 sene önce, 15-20 sene dayanır iken, bugün, daha o döneme gelinmeden, “no frost” modeli tarafından tahtından indirilmekte ve evdekileri bir kâbus basmaktadır: “Komşudaki no frost, onu çok çalımlı kıldı. Bizim neyimiz eksik?” Böylece evdeki yeni buzdolabı eskimiş olmaktadır. Burada tüketici, yeni buzdolabında, teknik bir yenilik olduğuna inandırılmakta ve bu, önceki ürünü eskitmektedir. Bu ise pazarlamacı tarafından ön-ceden planlanmış bir süreçtir. Bir DVD oynatıcı çıkıyor. VCD yaygın iken DVD oynatıcı, 700-800 $ civarında fiyatla satışa sunulmaktadır. Yenilik meraklıları, bu yeni DVD oynatıcı ile toplumsal statü peşine koşarken, giderek ürün yaygınlaşmakta ve bu sefer devreye, bir tek yeni düğme (buton) ile DVD kayde-

Page 71: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

71

dici cihazı çıkmaktadır. DVD oynatıcı 100 $’a düşmekte, yeni DVD kaydedici ise 700-800 $ fiyat ile satışa sunulmaktadır.

Tüm giysilerde bu geçerlidir ve modaya uygun giyinme-mek, aşağılanma nedeni hâline gelmiştir. Burada ise renkler, giysinin boyu vb. etkilidir ve her zaman ilke, “farklı olmak”tır. Bu kanalları tutmuş olanlar, yeniliği bir yeni butonda, yeni tek-nolojide vermezler. İmaj, burada daha öndedir.

Cep telefonlarında ise bu ikisinin karışımı devreye sokul-maktadır. İnsanın ateşini ölçen, hava sıcaklığını ölçen değil de, ses kaydeden, fotoğraf çeken cep telefonları üretilmekte ve her biri ayrı bir statü nedeni olmaktadır.

Üçüncüsü ise hayalî ihtiyaçtır. Bu aslında oldukça eskidir. Coca Cola, normal bir insanî ihtiyaç değildir ve Cola ile Pepsi, sadece bu ikisi bu hayalî ihtiyaçtan 50 milyar $’lık yıllık ciro yapmaktadır.

Ürün tasarımları da buna göre yapılmaktadır. Ambalaj, genellikle, ürünün kendisinden daha önemlidir ve tüm bu ta-sarımlarda pazar egemenliği için, marka ve tarz belirleme öne çıkmaktadır.

Böylece şu tespite geliyoruz: “Kapitalist üretim tarzı, birey, aile ve toplumsal ihtiyaçları ve bunların pazara tâbi kılınması sürecini kontrol altına alırken, bir yandan da onları sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirir.” (Braverman’dan aktaran M. Dawson, J. B. Foster, “Sanal Kapitalizm” Wood ve diğerleri, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı içinde, s. 76).Sadece ihtiyaçlar şekillendirilmiyor. Gelişen iletişim tek-

nolojilerinden dem vuruluyor. Acaba, iletişim teknolojileri, reklâmın her alana girmesine olanak sağladığı için mi, reklâm kolaylaşıyor ve günlük hayatın her anını (rüyalar dâhil) sarı-yor, yoksa, bunu başarmak için, iletişim teknolojileri mümkün olduğunca bireysel tarzda mı geliştiriliyor? İkincisinin doğru olduğu kanısındayız. VCD veya DVD oynatıcılar, sadece bir mal satmak için değil, bu arada reklâmların da her an her yere ulaşması için gerekiyor. Bu sadece bir örnek. Böylece insanoğ-lu hayatının her alanında, reklâmcı tarafından yakalanabiliyor.

Page 72: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

72

Umumi tuvaletlere konulan aynaların içinden çıkan reklâmlar gibi. Bu medyaya seslenen, en çok da temizlik, kozmetik ve ilaç firmalarına seslenen bu tip yenilikler sürekli tüketicinin kuşa-tılmasını sağlıyor.

Madem yeri geldi, ilaç sektörü ile ilgili bir son alıntı ile bu başlığı noktalayalım:

“Çok eski zamanlardan beri ... reklam üreticileri ve ilaç üre-ticileri arasında bir suç ortaklığı bağı vardır. Uzun süreden bu yana, bunlardan biri ya da diğerinin yaptığı taşkınlıklara bağlı olarak, halkın taktığı ‘şarlatan’ adını paylaşması hiç de rastlantı değildir. ...

“1972’de ... yirmi kadar Üçüncü Dünya ülkesinde girişilen bir dizi kıyaslamalı araştırma Uluslararası Tüketiciler Birliği Örgütünün (IOCU) teşvikiyle yapılmıştır... Bu araştırma-lar piyasadaki marka bolluğunu da ortaya koydu: Brezilya’da 11.300, Kolombiya’da 15.000, Meksika’da 16.320, Tayland’da 18.000 ilaç çeşidi varken, bu sayı Fransa’da 6.500, Hollanda’da 2.500, Federal Almanya’da 12.000 ila 15.000 ve Büyük Britanya’da 10.000 civarında ilaç çeşidi vardır. Mar-kalardaki bu bolluk, doktora gidişlerdeki aşırılıkla ifade bulan promosyonel bollukla paralel olarak gitmektedir.” (A. Matte-lart, Beyin İğfal Şebekesi, s. 106-107).Demek ki, kitlesel tüketim gerekliliği, modern kapitaliz-

min ihtiyacıdır ve bunun için her araç kullanılmaktadır.ABD TV’lerinde bir haftada ortalama 6 bin reklâm filmi

oynamaktadır. Bu sadece oynayan reklâm filmleri ile ilgilidir. Filmler, çocuk filmleri, VCD’ler, müzikler ve daha başkaları bir yana.

Ve tabiidir ki, bunlar, asla kendisi olarak kalmıyorlar. Yani reklâmın, sosyal boyutu da var ve bu hiç de kendiliğinden işle-miyor.

Page 73: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

73

Reklâm ve İdeoloji

“Amerikan Reklam Ajansları Birliği ve Amerikan Reklam Ve-renler Birliği, savaş süresince Amerikan hükümetinin propa-ganda bürosu olan Office of War Information’un hizmetine gir-diler. War Advertising Council ’i (Savaş Reklam Konseyi) kur-dular ve bu konseyin ilk yönetim kurulunun ilk başkanı olarak, Young&Rubicam’ın bir yetkilisini atadılar. Japonya’nın teslim olmasından sonra konsey, Advertising Council adı altında si-vil yaşamın hizmetine girdi.” (A. Mattelart, age. s. 229). Bununla başlıyoruz; çünkü, bir ideolojik planlamanın va-

rolduğunu; ama aslında bunun devamı geldiğinde, tıpkı burjuva devletin burjuvaların ortak çıkarlarını savunması gibi, medya-nın da kendisi gibi tekelci sermayenin çıkarlarını savunması pa-ralelliği içinde son derece doğal işlediğini de anlıyoruz.

Böylece anlıyoruz ki, sadece reklâm bile tekelci sistemde burjuva devletin bir “doğal” uzantısı işlevini görebilmektedir. Savaştan sonra soğuk savaş döneminde bu işlevine devam ettiği de kesindir. Bugün bu “council” varlığını sürdürmektedir; ama daha bu sadece bir şeydir. Reklâmın oynadığı rol, sadece düş-mana, sadece savaş zamanında değil, normal şirket satışlarının ya da kitlesel tüketimin garanti altına alınması sürecinde bile sıradan değildir.

Filmlerden başlayalım. Gördük ki, “anasının gözü” diyor ki, filmin amacı satış, satış ve satıştır. Artık sanat, toplum için değil ; ama sanat için sanat bile anılmıyor. Coca Cola’nın Columbia Picture ile yaptığı gizli reklâmları düşündüğümüzde, film bir araçtır. Film, o malı pazarlamak için bir araçtır ve filmin ne ka-dar çok sattığı, reklâmın etkin bir tarzda ne kadar kitleye ulaş-tığını gösterecektir. Bu nedenle filmin satışı önemlidir. Ayrıca ticarî bir mal olarak film de tıpkı Coca Cola gibi satmak zorun-dadır. Böylece Coca Cola, reklâmlarını para ile izletmektedir.

Son günlerde ülkemizde de buna benzer filmler yapılmak-tadır. 1 yıl boyunca GORA (GORA, Güzel olursa reyting alır anlamına geliyormuş)’nın ne zaman başlayacağı tartışıldı. Film çekilmeden, filmin pazarlanmasına başlandı. Avea ve Fanta’nın

Page 74: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

74

reklâmları filmin içine yerleştirildi ve sonra TV kanalları ve yazılı basının tüm gücü kullanılarak satış organize edildi. Ba-şarılı olurlarsa, muhtemelen GORA’lı sandviç vb. çıkacaktır. Sanırım, ülkemiz için ilk denemelerden biridir. Filmin şovmeni Cem Yılmaz, ortalıkta artık bir insan diye değil, bir marka ola-rak dolaşmaya başlayacaktır.

Bu işleri ayarlayan, reklâm-medya dünyasında eğitim-li kadrolar vardır. Para basıldı mı, en ilgi çekici sahnede, sizin markanızın görülmesi sağlanır.

Fakat filmler bu kadarla kalmaz. Çocuk filmlerinin baştan aşağıya, uzun bir reklâm spotunun parçaları olduğunu vurgula-mıştık. Bunun çocuklar üzerindeki etkisini tespit etmek müm-kün mü? Şu kadarını söylemek mümkün, Amerika’da devlete bağlı olarak bir seks kölesi yetiştirme programı var. Bu prog-ramın başında H. Kissinger’in bulunduğu söyleniyor. Bununla ilgili bir kitap, mahkeme kayıtlarını da içerecek tarzda Türkçeye çevrildi. Adı, Baykuş İmparatorluğu olan bu kitapta, bu seks kölelerinin daha bebek iken başlayan programının bir bölümü anlatılıyor. Burada çocuklara, Alice Harikalar Diyarında gibi çocuk dizilerinin özel olarak seyrettirildiği, böylece kişinin, doğru yanlış, olanaklı, olanaksız vb. gibi kavramların anlamını kavrayamadan denileni yapabildiği anlatılıyor. Madonna’nın bu tarz yetişmiş seks kölelerinden biri olduğu söyleniyor. Sonra-sında, işlevi bitince, ticarî bir mal olarak pazarlanmaya başlandı. Japonların Pokemon’unu seyredip de pencereden uçmaya kal-kan çocukların ülkemizde de görüldüğünü düşününce, bu ola-naklı.

Bu çocuk filmlerinin çocuklar üzerindeki etkisi, belki ba-şından planlanmıyor olabilirdi, belki sadece mal satışı için uzun bir reklâm spotu çekmekle başlamıştı iş; ama bugün artık bu rastlantısal değildir.

Film deyip geçmeyin. Önemli bir ticarî maldır ve her ticarî mal gibi, uluslararasılaştı mı, uluslararası pazarlara çıktı mı, mutlaka standartlaşması gereklidir. Filmin çevirisi, altyazıların dublajı vb. zaman kaybıdır. Onun için moda deyimi ile, “konulu film” ağır kalıyor ve modern kapitalizm, “konusuz film” üretiyor. GORA çıkacak ve hep beraber göreceğiz, acaba konusu nedir?

Page 75: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

75

Konusuz film, kolaydır, “action” diye adlandırılıyor. Rambo se-risi gibidir ve sonuçta ne yaptığı önemli değildir, önemli olan oyuncaklarının, eşyalarının çıkabileceği bir yapıda olmasıdır.

Bu açıdan en kolay çekilen sahneleri, dövüş, komedi ve drama sahneleridir. Bunun için dil de gerekmiyor. Bir de eğer filmin bir yerine gülme, bir yerine ağlama, bir yerine üzülme efekti koyarsanız, seyircinin ne yapması gerektiği de kendisine “usulünce gösterilmiş” olur.

Ve bu filmlerin içinde, konu olmadan esas mesaj taşınır. Batı medeniyeti, birey olmak, toplumsal olaylara gözlerini ka-pamak, tüketmek, tüketmek ve tüketmek. Bu açıdan Hollywo-od ABD’nin propaganda bölümlerinden biridir. Bir Çakal filmi yaparlar, adı Çakal olan filmde siz, Carlos’un hikâyesinden tek eser bulamazsınız, esas olan onu yakalayacak olanın hikâyesidir. Bir Stalingrad filmi yaparlar, seyredersiniz, sanırsınız ki Sov-yetler, Nazilere karşı koymamış da, bir Yahudi tüm savaşın kaderini belirlemiş ve Sovyetleri de kurtarmış. Bir Normandi-ya çıkarması çevirirler, filmde esas olarak Avrupa’yı kurtaran Amerikalıları gösterirler. Hiç kimse bu arada savaşı Hitler’in çoktan kaybettiğini aklına bile getirmez.

Amerikan yaşam tarzını propaganda ederler. Her casus fil-minde, Rus aptaldır. Tersi hiç olmamıştır. Vietnam filmlerini seyredersiniz ve Amerikalıların Vietnam’da kazandığını sanır-sınız, oysa yenilen taraftır.

Fakat bu arada sürekli Amerikan yaşam tarzının propagan-dası vardır. Sürekli olarak kaba biçimde gerçeğin çarpıtılmasını verirler ve beyinleri bununla doldururlar. Filmin arka planında ise Amerikan sevgisi, Amerika’ya boyun eğme mecburiyeti pro-paganda edilir.

Wood ve diğerlerinin hazırladığı, Kapitalizm ve Enfor-masyon Çağı içinde, Michael W. Apple’ın bir makalesi yer alıyor. Başlığı: “Çocuklarımızı Satıyoruz: Kanal Bir ve Eğitim Politikası”. Burada reklâmcılığın geldiği boyutları göstermesi açısından iyi bir örnek var. Amerika’da Kanal Bir diye bir kanal, okullara program satıyor. Kendisinden dinleyelim:

“Bu bölümde kâr için okulları ve öğrencileri rekabet araçlarına dönüştüren ‘neoliberal ’ piyasa güdümlü reformun en hızlı geli-

Page 76: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

76

şen unsurlarından biri üzerinde durmak istiyorum.

“Olabilecek şeyler, okulların kontrolü, ekonomik olarak destek-lenmesi ve sektör/okul ‘işbirliği’ ile ilgili son özelleştirme plan-ları eşliğinde göründü. Spesifik bir ‘reform’dan bahsediyorum: Kanal Bir diye bilinen fenomenden. Bu, şu anda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki binlerce okula yayın yapan ticarî bir televizyon haber programı. Tanımı da oldukça basit- ‘zoraki izleyiciler’ için materyal hazırlayan ABD’li büyük yayıncılar-dan biri olan Whittle Communications tarafından ustalıkla hazırlanmış on dakikalık uluslararası ve ulusal haber ve iki dakikalık reklâm.” (M. W. Apple, Kapitalizm ve Enformas-yon Çağı içinde, s. 161). Demek ki, ABD’de bir kanal, okullara haber ve reklâmdan

oluşan bir program satmaktadır. Apple, bize sistemin nasıl iş-lediğini de anlatmaktadır. Buna göre, okul ile WC (Whittle Communications) arasında bir sözleşme imzalanıyor. Her oku-la bedava bir çanak, video, her sınıf için de bir TV ekranı verili-yor. Okul ise, öğrencilerin %90’ının, zamanlarının %90’ında bu programı seyredeceğini garantiliyor. Sistem, 1991’de,

“... elli eyaletin kırk yedisinde 8700 okulu kapsıyordu. 5.4 mil-yon öğrenciden oluşan bir izleyici kitlesine sahipti. Bu, bütün ülkedeki 13-18 yaş arası nüfusun tam üçte biriydi.” (age, s. 167-168). Şirketin, WC’nin, 1976’da 3 milyon dolar geliri vardı, 1991

haziran ayında 210 milyon dolara çıkmıştı. “Fortune ve Money dergilerinin editörü olan William Rukey-ser Kanal Bir’i ‘iş dünyası ve eğitim arasındaki güçlü ortak-lığın yaşama kabiliyetini test etme aracı’ olarak tanımladı.” (age, s. 166-167). Kanal Bir’e verilen 30 saniyelik bir reklâm için, 1991’de

120 bin dolar ödenirken, bugün bu rakamın 200 bin dolar ol-duğunu, yine yazar aktarıyor. Bir öğretmen ise şunları söylüyor, yazar aktarıyor:

“Çocukları çeken şey, reklâmlardı. Yedinci ve sekizinci sınıf öğ-

Page 77: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

77

rencilerim hangi reklâmların yayınlanacağını tahmin etmeye çalışıyor ve reklâm müziklerine eşlik ediyorlardı.” (age, s. 171).Uzatmaya gerek yok sanırım. İki şey veriliyor. Biri reklâmdır

ve bunun çocukların %90’ı tarafından zamanlarının %90’ında seyretmeleri garanti altına alınmıştır. İstense bu hapishanede bile başarılamaz. Bir hedef kitle ki, seyretmek zorunda. Okullar ise kesilen eğitim bütçeleri nedeniyle buradan gelebilecek bir komisyona ihtiyaç duyuyorlar. Devlet açısından ise önemli olan 10 dakikalık haberlerdir. İllüzyoncuları aratmayan tekniklerle, 10 dakikada, bu çocuklara ne haberler “pompalanır”! Beyin yı-kama denilen şey bu olsa gerek.

Konu haberlerden açılmış iken, dünyada yayınlanan ha-berlerin %90’ından fazlasının, 4 ajans tarafından geçildiğini de hatırlayalım. Özellikle medyaya sahip olan, onu denetleyen te-keller sadece reklâm gücü elde etmezler. Aynı zamanda yönlen-dirme gücünü de elde ederler. Felluce katliamı sırasında, mis-ket bombaları, napalm bombaları kullanılırken, TC basını, öyle uydurma haberlerle birinci sayfaları doldurmuştu ki, Ramazan bayramı içinde kimsenin aklına katliam gelmemişti. Yine Rus-ya Devlet Başkanı Putin’in ülkemizi ziyaret ettiğini, Ankara’da yaşayanlar dışında, dikkatli olmayan hiç kimse öğrenememiştir. Oysa Bush geldiğinde öğrenmeyen kalmaz. Bu bize gösteriyor ki, haber kanalları son derece akıllıca kullanılıyor ve özgür ba-sın, aslında bize haberleri değil, kendi seçtiklerini yediriyor.

Aynı şey aslında telekomünikasyon şirletlerinde de vardır. Bir elin parmaklarını geçmeyen ITT, ATT, British Telecom MCI, Deutche Telecom, Siemens ve diğerleri, bu sürecin her aşamsında pazar hakimiyetini ellerinde tutmaktadırlar.

Haberler, şirketlerin gizli reklâmları olmaktan öteye, aynı zamanda kamuoyunun kontrolü ve yönlendirilmesi için kulla-nılmaktadır. Acaba abartıyor muyuz? Acaba, bu konuda planlı bir emperyalist operasyon var mı? Aslında, Engels’in bir deyi-şinin çok faydası var, bilgi yetersiz ise düşüncenin tutarlılığına başvurulur. Ekim Devrimi’ne karşı emperyalist kampta, emek hareketinin kontrolü, aklın kontrolü çok önemli olmak zorunda idi. SSCB’ye karşı savaş (her savaş bir iç savaştır sözüne uygun olarak), bir iç savaş idi de. Bu nedenle, kamuoyunun kontrolü,

Page 78: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

78

sıradan bir iş değildir ve bunun planlanmamış olması mümkün değil. Bugün, bu son derece açığa çıkmış bir tarzda yapılmakta-dır. Haberler buna göre seçilmektedir.

Fakat yine de bir örnek olmadan geçmeyeceğiz. Noam Chomsky’nin “Propaganda ve Kamusal Aklın Kontrolü” isimli çalışmasına başvuracağız.

“Yirminci yüzyıl ABD tarihinde en önemli meselelerden biri-nin şirket propagandası olduğundan kimsenin şüphesi yoktur. Bu devasa bir endüstridir. Gözle görülür bir biçimde ticarî medya üzerinden yayılır ve kamuya ulaşan sistemlerin tüm alanını kapsar: Eğlence sektörü, televizyon, okullarda gösteri-lenlerin epeyce büyük bir bölümü, gazetelerin önemli bir kısmı ve diğerleri....

“Başlangıcından beri hedefi, açık ve bilinçli bir biçimde, ‘ka-musal aklın kontrolü’dür.” (N. Chomsky, agm, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı içinde, s. 210). Chomsky, konunun detayları için, bizi Cambridge’nin seç-

kinlerine bakmaya davet ediyor. 1920’lerde Edward Bernays’in yazdığı Propaganda isimli kitaba bakmaya çağırıyor. Kitabı, ka-musal ilişkiler sektörünün el kitabı olarak niteliyor. Şöyle de-vam ediyor:

“Kitabına, kitlelerin örgütlü davranış ve fikirlerinin bilinçli manipülasyonunun, demokratik toplumun merkezî özelliği ol-duğunu anlatarak başlar. ... o ‘demokrasinin özü’dür. Bunu iş-letmemiz için gerekli araçlara sahip olduğumuzu, bu araçların, orduların insan bedenlerini tasnif etmesi gibi halkın aklını da verimli bir biçimde tasnif etmek için kullanılması gerektiğini söyler.” (N. Chomsky, agm, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı içinde, s. 211). Dikkat edilsin, bu kitap 1920’lerde, Ekim Devrimi sonra-

sında yazılıyor.Chomsky bize bir başka kaynaktan da önemli satırlar ak-

tarıyor. 1933’ten beri önemli bir ansiklopedi olduğunu söylediği Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nde, politika biliminin ve iletişi-min kurucusu Harold Lasswell’in yazdıklarından aktarıyor:

Page 79: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

79

“O, halkın kendi çıkarları konusunda en iyi yargıç olduğuna dönük demokratik dogmalara aldanmamamız gerektiğini söy-ler; çünkü gerçek böyle değildir. ‘Biz’ ‘onların’ çıkarlarının en iyi yargıcıyız, biz zeki insanlarız. Ayrıca biz bu aptalların gerçekte teorik hakları gereği oy kullanarak, ait olmadıkları o kamusal arenaya müdahale edebilmelerini önlemek zorunda-yız. Bu yüzden onları nasıl olursa olsun, kamusal arenadan uzak tutmalı ve orada bizim gibi zeki insanların bulundu-ğundan emin olmalıyız. Tabii ki bu onların iyilikleri içindir. Siz üç yaşındaki torununuzun caddede karşıdan karşıya geç-mesine izin vermezsiniz. Karşıya geçmek isteyebilir, ancak kendi seçimini gerçekleştirmesi uygun değildir. Aynı şey kitleler için de geçerlidir. Onlar çalışma alanlarında kontrol edilmeli, politik arenadan uzak tutulmalıdır. Onlar, zengin azınlığın çoğunluğa karşı olan ihtiyaçlarını hiçbir zaman anlamaya-caktır. Her fırsatta garip tepkiler verecek ve dünyayı sayısız tehlikeli yoldan karıştıracaklardır.” (N. Chomsky, agm, Kapi-talizm ve Enformasyon Çağı içinde, s. 212). Aslında bunlar gerçeklerdir, mesele bunların bu kadar açık

yazıldığı yerin bir ansiklopedi olmasıdır. Ancak, anti-komü-nizm savaşının başını çeken ABD’nin ünlü Gehlen teşkilâtının artıklarını toplama bilinci, elbette köklü bir bilinç olmak zo-rundadır.

Okuyucunun sabrına sığınarak, Chomsky’nin söyledikle-rinden bir uzun alıntı daha yapalım. Chomsky, 1936 ve 1937’de Mohawk Vadisi Formülü adı altında, birçok uzman tarafından geliştirilen grev kırma, kitleleri manipüle etme projesinden söz ediyor ve şunları ekliyor:

“Mohawk Vadisi formülüne geri dönelim. Buradaki fikir, gre-vin olduğu topluluğa girmek, düşünceyi propaganda ile birlikte ilerletmek, medyayı, kiliseleri ve okulları ele geçirmek; harmo-nik ve düzenli yaşamımızı rahatsız eden kötü insanlarla ilgili propagandayı buraya boşaltmakla ilgilidir. Kötü insanlar, bü-yük olasılıkla komünist ya da ararşist ve Amerikalı olmayan sendika örgütçüsüdür. Onlar sahip olduğumuz her şeyi mah-vetmeye çalışmaktadır. Bir araya gelmeliyiz ve onları defetme-

Page 80: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

80

liyiz. Onlara karşı yaşam tarzımızı korumalıyız.

“Birçok din birbirine geçmiştir. ABD’nin gereğinden fazla kök-tenci olduğunu hatırlayalım... Büyük olasılıkla İran’dan daha fazla köktencidir. ... Fakat bu konudaki tek etken, kesinlikle iş dünyası liderlerinin meseleyi on dokuzuncu yüzyıldan itibaren bilinçli olarak tahrik etmiş olmalarıdır. Ünlü bir Evangelist olan John D. Rockefeller bu mesele için çok para akıtmıştır. O insanların emek hareketinden çok aydınlanmış fikirlere sahip olması gerektiğini söylemiştir. ‘Aydınlanmış fikirler’ ise kilise-ye gitmek, emirlere uymak, onların söylediklerini yapmak ve susmaktır.” (N. Chomsky, agm, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı içinde, s. 215).Bu arada Bush’un Evangelist olduğunu ve 11 Eylül’den

bu yana her fırsatta Amerikan yaşam tarzını korumaktan söz ettiğini unutmayalım. Öyle anlaşılıyor, Rockefeller, sadece en zengin birkaç aileden biri değil, aynı zamanda, kamusal aklın kontrolü ve komünizme karşı savaşın militanlarından biridir. Bush’un eğitim aldığı tarikatta, kendisine, standart metinle-rin sürekli ezberletildiğini düşünmemiz için de çok neden var. Bush, işgal için girdiği Irak’ı sık sık Afganistan ile karıştırmak-tadır. Bu zekâ belirtisi sayılıyor olmalı; ama aynı Bush, bazı standart metinleri okur gibi konuşmalar yapmakta ve sihirli sözcükleri ezbere söylemektedir. “Amerikan yaşam tarzını ko-rumak”, “kötü adamlar”, “elimizdeki her şeyi almak istiyorlar” ve daha başkaları.

Tüm bunlar ise medya ile, reklâmlarla vb. yapılıyor.Reklâm, normal yollarla insanları alıklaştırma, standartlaş-

mış ihtiyaçları için tüketim nesnesi olan standartlaşmış insanlar yaratma aracıdır. Reklâm ile ya da daha geniş söylersek, tüm medya ile kamuoyu şekillenmekte, ortak kabuller oluşmaktadır. Aykırı düşünme, pazar için değil ise reddedilmektedir. Standart ürünün kullanıcısı, tüketicisi de standartlaşmaktadır. Aslında bu büyük tekdüzeliktir; ama bunun farkedilmesi durumunda. Bu farkedilmeyi de, bizzat medya engellemektedir. Farklılık, yenilik, yeni sahip oldukların anlamına gelmektedir. Üzerinde-ki yeni tişört ile mutlu olan ya da arkadaşının giydiği kendisi-

Page 81: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

81

ninkinden daha “moda” diye kendini mutsuz hisseden standart insanlar. İşte yaratmaya çalıştıkları budur.

Tüm medya ile bir popüler kültür yaratmaya çalışıyorlar. Bu popüler kültür, emperyalist merkezlerde tezgâhlanıyor ve dünyanın her alanına, “özgürlük”, “demokrasi” adı altında pom-palanıyor. Her mal gibi müzik, her mal gibi film de birer mal olarak pazarlanıyor; ama deterjandan farklı olarak müzik ve film gibi mallar, beyni temizliyor, kontrol ediyor. Kendin ol-mak, kendi kültürünü sevmek demode oluyor ve gençler için aşağılanma nedeni bile olabiliyor.

Popüler kültür, özellikle TV kanalları aracılığı ile, hem iyi satıyor, hem de iyi pompalanıyor.

Tüm bunlar depolitize edilmiş bir toplum yaratmak içindir ve kapitalizm, böylesi bir toplumda daha iyi işler. Yukarıdaki ansiklopedide söylediği gibi, halkı çalışma alanlarında kontrol etmek gerekiyor. Politika onların işi değil. Böylece hayalleri-mizden, gelecek güzel günlerden, daha iyi bir toplumun müm-kün olduğu düşüncesinden, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın olanaklı olduğu düşüncesinden kurtulmamız isteniyor. Topluca koyun olmamız, itaat etmemiz isteniyor ve ellerinde sadece kır-baç yok, sadece din de yok. Hem din var, hem kırbaç var, hem de kitle uyuşturma araçları var.

“Dolayısıyla küresel ticarî medya, hedef kitlesini elit ve üst orta sınıf olarak belirleyen ciddi bir gazetecilik anlayışı geliştirir, bu hedef kitlenin gereksinimlerini ve yargı sistemlerini biçimlen-dirir ve toplumsal dengeye uygun sansasyonel haberler sunar. Medya sistemi, yine bu doğrultuda insanların gündelik dert-lerini unutmasını sağlayan roman ve film gibi eğlence türle-rini piyasaya sürerek engin bir izleyici kitlesinin oluşmasını sağlar...“... Meksika’nın önde gelen yayıncılarından biri olan Emilio Azcarraga, 1991’de şu sözleri sarf edebilmiştir: ‘Meksika sü-rekli kullanılmış, kullanılmaya da devam edecek bir ülkedir. Televizyon, bu insanları oyalayacak ve onların var olan kötü gerçekliğini ve geleceklerini muhtemelen onların akılların-dan çıkartacak oyalayıcı programlar sunmak zorundadır.’ “ (McChesney, age, s. 26-27).

Page 82: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

82

İşte Meksika örneği: Burada işin içine bir de sömürge ülkeler giriyor. Daha doğ-

rusu, sömürgelerin emperyalist ideoloji ile fethi. Bu önceleri silâhla yapılıyordu. Daha sonraları, ideolojinin önemi küçük küçük anlaşılmaya başlandı; ama esas olarak sermaye ihracının verdiği olanaklar sayesinde, silâh desteği ile olsa da, girilen yer-lerde daha uzun süre kalınabileceği keşfedildi. Bunun alt ya-pısını, binlerce yıllık sömürgecilik tarihinin yanında, sermaye ihracının verdiği olanaklar hazırlamıştı. İşte bu dönemler, ideo-lojinin önemi bir kere daha keşfedildi. Misyonerler, hedeflenen ülkelere dağıtıldı. Din, eskisine, Ortaçağ’a göre bin kat daha bir tutuculukla kullanıldı. Esas hedeflenen ise din değildi, Batılı yaşam tarzı, medeniyet taşınması gibi, özünde aşağılayıcı bir yolla, ideolojik etkinlik kurulmaya çalışılıyordu. Bir kere Batılı yandaşlar, Batı’yı taklit edenler oluştu mu, o topraklarda para ile yaptıramayacakları işleri yapan gönüllü taraftarlara sahip olmuş oluyorlardı.

Peki medya bunun neresinde? Medya, 20. yüzyılda, bu gö-revi en geniş şekli ile aldı. Her zaman emperyalist güçler, bir programa geçmeden önce, bunun için güçlü bir ideolojik atak başlatıyorlar. Globalleşmeyi alın. İkinci Dünya Savaşı’nın son-rasında “demokrasi” meselesini ele alın. Bu, çok yönlü saldırıdır ve yukarıda gördük ki, Reklâmcılar Birliği bu konuda Ame-rikan propaganda ofisinin emrine girmekte tereddüt etmemiş, dahası, reklâm şirketlerinden birinin başkanı bu konseyin de başkanı olmuştur. Young&Rubicam’ın Türkiye şubesinde acaba kimler var? McCann-Erickson’un Türkiye uzantısı kimdir ya da Thompson’ın Türkiye uzantısı kimdir?

Hazır elimizde metinler varken, bu söylediklerimizi des-tekleyelim:

“Reklam ve pazarlamanın, yurtdışındaki yarı resmi diplomat-lar olduğu söylenebilir. Bunlar, ülkenin yaşam tarzını, yurtdı-şındaki görevli devlet makamlarından veya elçilerden çok daha iyi ve gerçekçi bir biçimde temsil ediyorlar. Sonuçta, Amerika Birleşik Devletleri’nin pazarlamacılık ve reklamcılığın ulus-lararası düzlemde sahip oldukları büyük etki, bizi adplomacy kelimesini uydurmaya itti.” (Aktaran A. Mattelart, age, s. 61)

Page 83: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

83

Adplomacy, “advertising” (reklâm) ve diplomasi kelimele-rinden üretiliyor.

Demek ki, reklâm, yarı-resmî bir diplomasi faaliyeti olarak görülüyor. Yarı-resmî olması ise resmînin “yarısı” kadar iş yap-ması anlamına hiç gelmez. Tersine, çok daha başarılıdır. Reklâm filmleri, her zaman bir yaşam tarzının propagandası, Batılı de-ğerlerin, Amerikan yaşam tarzının propagandası olarak üretili-yor. McDonald’s’ı düşünün, önceden reklâmı yapılmış, müşteri-si hazır bir ürün. Yine de her ülkede kârlı olamıyor. Evet başarılı olabiliyor, çünkü bir yaşam tarzını propaganda ediyor; ama kârlı olamıyor. Zarar etse de, McDonald’s’lar yaşatılıyor. Bu hem o ülkedeki Amerikalılara güven duygusunu aşılıyor olmalı, hem de bir kültürün yaşatılması savaşıdır bu. Coca Cola da öyledir.

Peki bu konuda daha başka örneğimiz yok mu? Aslında sayısız örnek bulunabilir; ama biraz perde arkasında, bu işleri planlayanların söylediklerine bakmak faydalı olur kanısındayız. İki alıntımız daha var. Biri, 1978’de Business International der-gisinin tarımsal besin üreten firmalara yönelik tavsiyelerinden oluşuyor. İkincisi Nestlé’nin Afrika’da yayınlanan reklâm met-ninden. Önce ilkinden başlayalım:

“Renklerin görüntüsünü ve duyumunu vurgulayın. Reklamı, en temel tüketici olan kadınlara yöneltin. Ürünün tanınma-sını sağlayın ve dili kullanmadan (okur-yazarlığın düşük olduğu bölgelerde markaya özgü bir çizim ya da bir sembol büyük yardım sağlayabilir) markayı benimseme isteği uyan-dırın. Modernleşme ve Batılılaşma fikirlerinin birleştiği hızlı gelişme gösteren bölgelerde, ürününüzü toplumsal bir standart simgesi haline getirmek için, ürünlerinize Batılı bir görün-tü vermeye çalışın.” (Business International’dan aktaran A. Mattelart, age, s. 105).Diğerini de okuyalım. Nestlé’nin Afrika’daki reklâmının

metni: “Nestlé bebeğin iyiliğini düşünür/ Biberonla besleme, modern, bilimsel, sağlığa yararlı olmak demektir/ Batılı, dolayısıy-la saygın olmaktır/ Biberon bebekleri güçlü, sağlıklı, tombul, neşeli ve zevkli yapar/ Çocuğunu seven anne Lactogène satın

Page 84: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

84

alır.” (Aktaran A. Mattelart, age, s. 105).Şimdi reklâmlarda gizlenen ideolojiyi çok daha sağlıklı

görmek mümkün.Belki şirketler, yerel rakiplerini kırabilmek için bu metot-

lara da başvuruyor olabilirler; ama herhâlde hiçbir sömürge ülke ürünü, mesela bizim kahvemiz, mesela Avrupa’da ya da Amerika’da şöyle propaganda edilemez, “Türk kahvesi/ nedir o içtiğiniz şekerli bulaşık suyu tadındaki nescafe/ erkek olmak istiyorsanız sert kahve için/ Karacahil olmayın/ dünyayı tanı-yın/ Türk kahvesi kokuşmuş hayatınıza macera katar.” Eminim hemen ABD hükümeti bu reklâmı yasaklar. Ya da şöyle bir reklâmın ABD’deki etkisini düşünün: “Çince öğrenmek me-deni olmaktır/ yazının, kâğıdın ilk bulunduğu ülkenin dilini öğrenin/ Medeniyetlerin beşiği Doğu ile tanışın/ kör ve cahil kalmak istemiyorsanız/ siz de dünyanın en fazla sayıda insanı-nın konuştuğu dili öğrenin/ Çince kursumuza gelin.”

Uzatmaya gerek yok. Açıktır ki, tüm temaların arasına, bunlar yerleştiriliyor ve bu konuda merkezî öneriler, planlanmış metinler var.

İş bununla da kalmıyor. Filmler, çocuk filmleri bu konuda son derece önemli işlevler görüyor. Hatta İngilizce eğitim ki-tapları için de aynısını söylemek mümkündür. Tüm bu süreçte, yumuşak ve örtülü bir biçimde; ama sürekli olarak Batılı değer-ler propaganda ediliyor. Amerika’nın pek çok şehrini, hatta bu şehirlerdeki caddeleri bile öğrenmeye, kendi ülkemizdekilerden önce başlıyoruz. Dahası pek çok Amerikan sömürgesinde, kişi, Amerika’nın düşmanlarını, kendi kişisel dostlarından daha net biliyor.

Basın bunun için önemli işlev görmektedir. Sadece TC ba-sını izlense, bu gözle takip edilse, son derece gelişmiş ve yeterli örnekler bulunabilecektir.

Sömürge ülkelerde ABD, doğal yollarla, yani sermaye ortaklığı yolu ile reklâm ajanslarının büyüklerini tutmaktadır. Basının ve TV kanallarının içine yerleşmekte, bir bölümü ile ticarî ilişkiler kurmakta, en önemlileriyle ise sermaye ortaklık-ları kurmaktadır. Mesela ülkemizde Doğan Holding yayın gru-bu, hem CNN (Time Warner) ile bağlantılıdır, hem de mesela

Page 85: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

85

yönetiminde ABD Yahudileri Derneği’nin başkanının kardeşi vardır. Ayrıca E. Özkök gibi yetiştirilmiş görevliler bir yana ve bu alanda boşluk da bırakmadıkları anlaşılıyor. Böylece günlük ideolojik akışı kontrol etmektedirler.

Böylece medyada tekelleşmenin, tekelci kapitalizmin dünyanın her yerindeki çıkarlarının savunulması açısın-dan çok olumlu olduğu anlaşılıyor. Rubert Murdoch, News Corporation’un sahibi, “Tekel, siz ona sahip olana kadar berbat bir şeydir.” diyor; ama sahip olduktan sonra iş değişiyor.

Medya, tekeller, özellikle emperyalist ülkelerin tekelleri için aynı zamanda bir eğitim aracı olarak da görülüyor. Reklâmlarla Amerikan hayatını, reklâmlarla modern yaşam tarzını, reklâmlarla Batılı değerleri öğreniyorlar. Saatchi&Saatchi’nin 1985 yıllık raporunda, A Mattelart’ın aktarması ile okuyalım:

“Tüm dünyada tanınan kültürel referansları ve sembolleri ser-mayeye çevirmek... Amerika’nın batısına erkekçe ve vahşi bir imaj veren sinema ve televizyonun uyguladığı eğitim olma-dan, Marlboro markasının hızla çoğalması mümkün olmaya-caktı.” (age, s. 89).İkinci alıntı da Saatchi&Saatchi’nin yıllık raporundan:“Rambo veya The Ghostbusters gibi filmlerin, Madonna gibi müzik idollerinin veya Jackie Collins’in ya da Victoria Princi-pal’ınki gibi kitapların dünya çapındaki popülerliğine bakıl-dığında açıkça görülen kültürel bir ortak yöneliş söz konusu-dur.” (age, s. 109).Tekelci kapitalizmin, emperyalizmin eğitimden ne anladı-

ğını şimdi daha iyi ortaya koymak olanaklı olmuştur. Demek ki sinema ve TV, bir tekelci eğitim aracı olarak, kültürel referansla-rı ve sembolleri sermayeye çevirme işini görüyor. Bu bir. Bunun yolu da tekelci hakimiyetin gereklerine dayanıyor, pazarı kont-rol edeceksin. Westinghouse, ABD’nin ünlü TV kanallarından biri olan CBS’in sahibidir. Westinghouse’ın yöneticisi Jordan, TV’nin varlığının nedenini şöyle açıklıyor: “Biz reklâmcılara hizmet için buradayız, bu bizim varoluş nedenimizdir.” (Wood ve diğerleri, age, s. 31). Pazrın kontrolü, pazarda alışveriş ya-pan, insan olmak sıfatını bırakıp tüketici sıfatını alan insanların

Page 86: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

86

kontrolüne dönüşmüştür. TV’nin tekeller için eğitim aracı ol-ması, insanlık için karanlık çağ demektir.

İkincisi, ikinci alıntıda yazılı olan tüm film, kitap, müzis-yen vb. hepsi, bahse girerim ki, bir özel programdır. Yani bunlar, Advertising Council’in özel üretim programlarıdır. Bunların amacı, Amerikan kültürünü dünyaya yaymak ve dünyayı Ame-rikan egemenliği için hazırlamaktır.

Üç, modern Ortaçağ ya da karanlık çağ, işte bu yolla baş-lıyor. Tüketmek için, tekellerin dünyası için bilen; ama gerçek yaşam hakkında zerre kadar bilgisi olmayan kuşaklar yetiştir-mek verileni anında alacak ve tüketime çevirecek tarzda bilmek. Başkası yok. Bilim, bu noktada sadece kafaların esir alınması, yani faydalı ise var. Yoksa bilim, gerçeğin, hareketin kanunları-nın ortaya çıkarılması işine yaramıyor. Önemli olan, emperya-list güçler için, maksimum 700 kadar büyük şirketin faydasına olanı öğrenmemizdir. Kara cehalet böyle örgütleniyor ve bu, kapitalizm için en faydalı olandır.

Burada, modern Ortaçağ kavramı anlamını buluyor; ama biz, karanlık çağ adını öneriyoruz. Güneş hiç bu kadar insan-lardan uzak, gerçekler hiç bu kadar gölgelerinden izlenen hâle gelmemiştir.

Ortaçağ’da, tanrının yeryüzündeki temsilcisi kral ve kili-senin çıkarları için bilime karşı savaş veriliyordu ve en önemli metotlar işkenceler, yargılamalar, hapislerdi. Oysa şimdi, bu ka-ranlık çağda, en büyük 500 tekelci grubun çıkarları için, bilim laboratuvarlarda insanlığa karşı silâh olarak kullanılıyor ve en büyük silâhları akılların kontrol edilmesidir.

Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, insanın insana kulluğunun kaynağıdır. Tekel, bu kulluğun bilinçli programlan-ması demektir. Özel mülkiyet, insanlığın gölgelenmesidir, tekel karanlıktır.

İşte buna uygun olarak iletişim teknolojileri geliştiriliyor. Yani bu teknoloji, tümüyle kontrole, akılların kontrolüne göre uyarlanıyor. TV’nin ya da medyanın eğitimdeki işlevinin ne kadar genişlediğini, bazı istatistiklerden de çıkarabiliriz. Tablo 2’de, “gelişmekte olan ülkeler”de, radyo ve TV isimli “iletişim kanalları”nda hızlı artış göze çarpmaktadır. Sömürgelerde nü-

Page 87: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

87

fus da hızlı arttığı hâlde, bin kişiye düşen TV kanalı sayısı, 2.5 kata yakın artmıştır. Bu, modern medya tarafından “teknoloji-nin gelişimi”, “şeffaflaşma” olarak sunulmaktadır.

Bu kanallar ne kadar çoğalırsa, “demokrasi” o kadar yay-gınlaşmaktadır; ama unutmayın, siz 3 yaşındaki torununuzun caddeden karşıya tek başına geçmesine izin veremezsiniz ve demokrasilerde de, her şeyi mahvetmek üzere, “zeki” olmayan halk kitlelerinin kendilerinin yargıcı olmalarına izin veremezler. Seçilmiş insanlar, önceden, tanrı tarafından kutsanarak seçil-mişlerdir ve onlar en iyisini bilirler.

Bunların hepsini anlayabiliyoruz da, anlayamadığımız, ne-den tüm bunlardan sonra, “demokrasi”cilik oynamak zorunda olduğumuzdur.

Tablo 2*

* Kaynak: UNESCO 1995 İstatistik Yıllığı’ndan aktaran, Wood ve diğerleri, age, s. 93

1 milyon kişiye düşen kitap basımı

Bin kişiye düşen günlük

gazete

Bin kişiye düşen radyo

sayısı

Bin kişiye düşen TV kuruluşu

1970 1991 1980 1992 1980 1993 1980 1993

Gelişmiş ülkeler 428 513 242 279 879 968 422 494

Gelişmekte olan ülkeler 39 55 37 44 98 178 25 60

Page 88: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

88

Bir Özet: İşler Nasıl İşliyor?

Tüm bunlardan sonra, biraz da pratik işleyiş üzerinde du-rabiliriz. Hem özetleme yapabilir, hem de bazı detaylara baka-rak, tablomuza can verebiliriz. İzninizle numaralayarak anlata-cağım.

1. İlk olarak gördük ki, gelişen sınıf savaşımına bağlı olarak, özellikle Paris Komünü deneyiminden sonra, burjuvazi ege-menliğini sürdürebilmek için gerekli olan ideolojik zemini sağlamlaştırma adına, “yararlılık” ilkesinden hareketle, bilime saldırı başlatmıştır. Bu amaçla, ciddi organizasyonlar kurmuş-tur. Giderek bu organizasyonlar, seçkinlerden oluşmuş ve bu da burjuva devletin önemli bir işlevi hâline gelmiştir.

Burada iki temel süreç işliyor. Bunlardan ilki, yaratılan “ortalama düşünce” ya da kamuoyudur. Mesela SSCB var iken, komünist olmak, hatta ve hatta komünizme karşı yetersiz mü-cadele eden birisi olmak, ciddi problem olabiliyor. Bu anti-ko-münist düşünce, tüm medyayı saran bir görüşe dönüşüyor ve hepsinin ortak paydası hâline geliyor. Bunun tersi durumlarda, basından ya da basın yolu ile iş çevrelerinde ya da daha direkt olmak üzere kolluk kuvvetlerinden gelen örgütlü baskı devreye sokuluyor. Nihayetinde, emperyalist merkezler tarafından orta-ya konan genel konsept, genel ideolojik kabuller davranış nor-mu için altyapı hâline geliyor.

Mesela N. Chomsky ve diğerlerinin üzerinde durduğu ve bizim yakından tanıdığımız bir örnek var. Türkiye’de 12 Eylül darbesi olduğunda binlerce kişi işkence gördü, sendikalar kapa-tıldı. Bu ABD veya Batı basınında haber olmadı. Oysa, Wallesa adında bir işçi lideri, Polonya’yı sosyalizmden koparmak için sendikal “mücadele” başlattığında, tüm Batı basını bunu her gün haber olarak işledi. Bu o kadar önemli oldu ki, buna uygun bir kamuoyu yaratılmış oldu. Bu anti-komünist ortam, bunun için özel bir planlama yapmayı da gerekli kılmıyor. Konsepte uyuyor.

Peki bu ortam nasıl hazırlanıyor? Ya da bu “konsept” nasıl tüm alanlarda, kendiliğinden bir yönlendirici hâline geliyor?

Page 89: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

89

Burada devletin baskı aygıtları veya doğrudan, bizzat çağı-rarak ya da bizdeki adı ile “brif ” vererek hizaya çekme metodu uygulanmakla yetinilmiyor. Ya da Irak savaşında öğrendiğimiz kavramdaki gibi, ataçlanmış, eklenmiş gazetecilerin varlığı ile sağlanmıyor. Hatırlanacaktır, ABD’nin Irak’a gönderdiği as-kerler içinde bir de “eklenmiş gazeteciler” vardı ve haberlerin önemli ölçüde kaynağı da bunlar olmaktaydı. Yine ya da en büyük dört ajansın haberlerin büyük bölümününün kaynağı olması ile sağlanmıyor. N. Chomsky ve diğerleri, dolaşıma gi-ren uluslararası haberlerin %80’inin, başka kaynaklarda bu oran %95’e kadar da çıkıyor, dört büyük ajans tarafından geçildiği-ni belirtiyor. AP, UPI Amerikan kökenli, Agence France Press Fransız, Reuters ise İngiliz kökenlidir. Evet bunlar bu konsep-tin oluşumunda çok iş görürler; ama işin içinde, yukarıda adı geçen ve Young&Rubicam’ın yöneticisi tarafından başkanlık edilen Advertising Council gibi görevli kurumlar var.

Fakat daha da açık olan başka kurumsal bağlar da var. Bunu da ortaya koyarsak, bu “konsept”in nasıl egemen kılındı-ğını daha iyi anlayacağız.

1980 yılında, ki o günden bu yana medya egemenli-ğindeki gelişimi yukarıdan çıkarmak mümkün, ABD Hava Kuvvetleri’ne bağlı yayın faaliyetleri şunlardır:

“Haftalık toplam satışı 690 bin olan 140 gazete; aylık tirajı 125 bin olan Alman Havacılık Dergisi; esas olarak deniz aşırı ülkelerde yayın yapan 34 radyo ve 17 TV istasyonu; karargâh ve birimlerle ilgili 45 bin basın bildirisi; 615 bin yerel basın bildirisi; medyayla 6600 görüşme; 3200 basın toplantısı; bası-nı yönlendirmeyi amaçlayan 500 uçak gezisi; yayın kuruluşla-rıyla 50 toplantı; 11 bin konuşma.” (N. Chomsky ve diğerleri, age, s. 83). Burada ayrıca, 1968’de hava kuvvetlerinde halkla ilişkiler

alanında çalışan, memurlar hariç, 1305 personelin bulunduğu da aktarılıyor.

1986’da ABD’de, Amerikan Dostları Hizmet Komitesi adlı bir kurum, 1965-1977 arasında donanmada 381 nükleer silâh kazası olduğunu yayınladı ve bu bilgi, eğer SSCB ile ilgili

Page 90: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

90

olsa, dünya ayağa kalkacak demekti. Oysa ABD basını bu ko-nuya çok büyük bir “sorumlulukla” yaklaştı (Demek ki onların sorumluluk dediği, bizim sorumsuzluk diyeceğimiz bir şeydir).

“Kitle iletişim araçları bu çarpıcı haberi doğrudan doğruya değil, donanmanın suçlamalara verdiği yanıttan yola çıkarak, filtreden geçirilmiş haliyle vermişti... Örneğin tipik bir başlığa bakalım ‘Donanma Nükleer Talihsizliklerin Listesini Verdi: 630 Olaydan Hiçbiri İnsan Hayatı İçin Tehlike Arzetmedi’.” (N. Chomsky ve diğerleri, age, s. 89-90). İşte size bir ilginç vaka. Muhtemelen gazeteci kendini şöy-

le savunur, efendim haber bir iddia idi biz de açıp donanmaya doğru mu diye sorduk ve böylece “sorumlu gazeteci” olacak-tı. Bu olay SSCB’de olsa idi, hiçbir gazeteci açıp donanmaya sormayacaktı. Ya da mesela bir işçi mahallesinde gerçekleşen polis saldırısının ardından, kimse açıp da, sorumlu gazetecili-ğin gereği olarak, mahalle halkına olay hakkında görüşünü sor-muyor. Bir işyerinde grev patlıyor ve işverenden gelen haberler yayılıyor. Mesela “ulusal çıkarlar için Şişecam grevi ertelendi” oluyor; ama hiçbir gazeteci, işçilere “siz hangi ulusal çıkarları zedelediniz?” demiyor.

Acaba bunun nedeni nedir, diye sormaya gerek var mı? ABD Hava Kuvvetleri’nin basın gücünü gördük. Tümü bu

kadar olmasa bile bize bir bilgi verdiği kesin. Bu konuyu daha da açalım ve tamamlayalım. 1971 yılında,

“...Pentagon, yıllık 57 milyon dolarlık bir harcamayla toplam 371 dergi çıkarıyordu: Bu ülkenin en büyük yayıncısının ger-çekleştirdiği faaliyetten 16 kat daha büyüktü. 1982’de Airforce Journal International’da yayınlanan daha yeni bir araştır-maya göre ise; Pentagon 1203 dergi yayınlamaktaydı.” (N. Chomsky, age, s. 84-85). Elbette bu yayınlar bugün daha da çoktur ve bunlar bir

gündem oluşturur.Amaç budur.Fakat buna bir iki veri daha eklemeliyiz. Mobil’in 1980’de

halkla ilişkiler için ayırdığı bütçe 21 milyon dolar idi (N. Chomsky, age, s. 86).

Page 91: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

91

Ve şimdi bunlara şunları da ekleyelim, çeşitli işveren kuru-luşlarının, mesela odalar, mesela borsa vb. yayınladığı dergiler, basın bildirileri.

Devlete bağlı diğer kurumların faaliyetleri.TV kanallarında, özel baskı ile ayarlanmış iş dünyası vb. ile

ilgili programlar.Kamuoyu araştırma ve stratejik araştırma şirketlerinin fa-

aliyetleri.Misyonerlerin sömürgelerdeki faaliyetleri.Bankaların vb. faaliyetleri.İşte tüm bunlar, bir konuyu gündeme taşıyıp işlemeye

başladı mı, basın zaten bunu izleyecektir. Bu konsept, devletin içinde üretiliyor, bu yollarla aktarılıyor ve basın bunu tüm ka-muoyuna aktarıyor, işliyor. Bunun için uzmanlar, “bilim adam-ları” satın alınıyor ve zaten, medya, kendi sınıfsal çıkarlarına da uygun bir iş yapmış oluyor.

Bu konsept içinde bazı “değişmez” öğeler her zaman bulu-nuyor. Mesela “ulusal çıkar” gibi. İş dünyasının talepleri ulusal çıkar oluyor; ama mesela bir çiftçinin, bir grup işçinin çıkarla-rı, “özel çıkar” olarak adlandırılıyor. Tayyip Erdoğan, çiftçileri, 2004 yılında, “bütün millet çalışıp size mi bakacak” diye azarla-yabiliyor; ama iş dünyasının istemlerine böyle bir şey demiyor. Hatta ve hatta Doğan Holding’in taleplerine bile böyle yanıt veremiyor.

Burada ortaya çıkıyor ki, işçi ve emekçiler ne kadar örgüt-süz ise, o kadar sadece “ekonomik” varlıklar hâline geliyorlar. Kendi çıkarlarını siyasal düzlemde dile getiren legal ve/veya il-legal örgütleri yok ise, kendileri de bir hiç durumuna düşüyorlar.

Ulusal çıkar gibi yine değişmeyen öğelerden biri, siyaset yapma meselesidir. Dernekler, sendikalar vb. siyaset yapamaz. Siyaset büyük paralara bağlanmıştır ve olur da bunu aşan olursa bu kez tüm siyasî ve fiilî baskı devreye girecektir.

Uzun yıllar etkili olan anti-komünizm aslında sistemin hâlâ değişmez öğelerindendir; ama biraz daha geri çekilmiştir.

Bugünlerde öne çıkan ise daha çok küreselleşmedir. Bu-gün küreselleşmeye karşı çıkan, neredeyse “öküz”, kafasız, vb. olarak adlandırılmakta, bu şiddette saldırıya uğramaktadır; ama

Page 92: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

92

küreselleşme, nispeten geçici bir öğedir ve yarın bu, konseptin içinde geri düşecek, yerini bir başka şeye bırakacaktır.

Bu konsept içinde en önemli öğe ise, sömürgelere dönük olanıdır. Bu sömürgelere medeniyet taşıma başlığı altında sü-rekli sürmektedir. SSCB ile beraber hürriyet ve demokrasi ta-şınması, medeniyetin önüne geçmiştir; ama yeniden medeniyet taşınması öne çıkmakta, işgallerin nedeni olarak sunulabilmek-tedir.

Benzer biçimde sürekli sömürgeleştirme öğesi olmuş olan Batılılaşma, dönem dönem içeriğine ekler yapılarak sunulmak-tadır.

Ve elbette sömürgelerdeki gelişmeler konusunda basının tutumu, son derece net, tartışma gereksinimi duyulmayacak ka-dar açıktır.

Irak’a giden ABD askerlerini, “sizi çiçeklerle karşılayacak-lar” diye aldatabilen bir sistem oluşturulmuştur.

2. Tekelleşme ve kapitalizmin emperyalist aşamaya evrilme-si ile, kitlesel üretimin dayattığı kitlesel tüketim gereksinimi, medyayı büyütmüştür.

Medya bir ağdır. Bu ağ, tekelci ağın bir parçasıdır.Medya ile birlikte, sistemin ideolojik organizasyonun-

da medya özel bir yer almaya başlamıştır. Bu durum, Ekim Devrimi’nin yarattığı, “cennetini kaybetme” korkusu ile bir-leşmiş ve anti-komünist propaganda, günlük hayatın parçası hâline gelmiştir.

Sadece bununla sınırlı kalmamış, sadece propagandada kitlesel bir artış oluşmamıştır, giderek burjuvazi, daha doğru deyimle bu emperyalist güçler, medyayı stratejik anlamda kul-lanmaya başlamıştır. Mesela 1986’da, Libya’ya saldıran ABD uçaklarının saldırısı, herkesin TV izlediği bir saat olan saat 19.00’a denk getirilmiş, böylece etkisi artırılmıştır. Chomsky ve diğerleri, Medyanın Kamuoyu İmalatı’nda, bu saldırıyı, böyle medya düşünülerek planlanmış ilk askerî saldırı olduğunu söy-lüyor. Doğrusu bundan çok emin değilim; ama son olmadığın-da hemfikiriz. Körfez Savaşı’nın medya “show”a dönüştürüldü-ğü biliniyor. Sanki bir bilgisayar oyunundaki gibi görüntülerle

Page 93: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

93

savaş Yugoslavya’da da uygulandı; ama sadece savaş diye düşün-memeli. Burjuvazinin ideolojik saldırısı, aynı zamanda hayatın her alanında bir planlamaya olanak tanıyor. Pek çok anti-ko-münist operasyon böyle düzmece haberlerle vb. organize edil-miştir. Döneklerin kullanılması buna örnektir. Evet belki de bir dış saldırıda böyle bir planın ilki Libya saldırısı olabilir; ama bu tarz bir stratejik ayarlama hep yapılıyor.

Bunu yaparken de zorlanmaları söz konusu olmaz.Zira medya, tekelci ağın içindedir. Büyük şirketlerin, te-

kellerin bir parçasıdır ve ait olduğu dünya için iş yapması kadar doğal, anlaşılır bir şey olamaz. Yeter ki bize “bağımsız”, “taraf-sız” vb. numaraları yapmasınlar. Herkes kendi rengini kullansın.

İkincisi, büyük şirketlerle iş bağlantıları vardır. Eskiden farklı olarak, şimdi TV veya basın, reklâmlarla yaşamaktadır. Bir top A4 kâğıdın minimum 4 milyona satıldığı bugün, Hür-riyet gazetesinin 350 bin TL’ye satılması imkânsızdır. Bunların esas geliri, reklâmlardandır ve reklâm gelirleri, nüfusun %90’ı tarafından sağlanmaz. Bunlar büyük şirketlerden gelir. Aynı şey TV kanalları için de geçerlidir ve elbette bunlar reklâm aldıkları şirketlerle, “uygun” ilişkiler kurarlar. Kaldı ki, zaten kendileri de o şirketler gibidirler.

Burada geçen “uygun ilişkiler”, asla masumane değildir ve medyanın gerçek yüzünü, tüm planlamanın dışında da anlama-mızı sağlar. Yukarıda konu ile ilgili örnekler, çeşitli alıntılar için-de zaten bulunabilir; ama izninizle, buraya da, “uygun ilişkiler” için birkaç örneğe göz atalım. Chomsky ve diğerleri, Medyanın Kamuoyu İmalatı’ndan aktaralım. Procter&Gamble, reklâm ajanslarına şu talimatı veriyor:

“Programlarımızın hiçbirinde, iş dünyasına soğuk, acımasız, her tür duygusal ve manevi güdüden uzak bir çevre olarak gös-terecek herhangi bir malzeme bulunmayacaktır.” (N. Chomsky ve diğerleri, age, s. 74). Aslında bu yeterince net bir talimattır. Aynı yerde General

Electric’in iş dünyası ile ilişkiler müdürü, şunları söylüyor: “İş dünyamızın verdiği mesajları kuvvetlendirecek bir prog-ram atmosferi üzerinde ısrarla durtuyoruz.” (N. Chomsky ve

Page 94: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

94

diğerleri, age, s. 74).Demek ki, iş dünyası, sadece reklâm vermekle kalmıyor.

Aynı zamanda, programların içeriğine de karışıyor ve burada da ideolojik bir tutum vardır. Zaten iş dünyasının ilanlar verir-ken, “işçi çıkarlarını öne çıkaracak programlar istiyoruz” demesi beklenemez; ama bu denli açık konuşup konuşmadıkları merak edilebilirdi. Pek çok örnek, bu ilişkilerin ne kadar açık olduğu-nu göstermektedir.

Üçüncüsü, medya şirketlerinin yöneticilerinin, danışman-larının, zaten bu konuda doğal bir seçici olmalarıdır. Medya, yöneticileri, şirket yönetiminin gerekleri içinde, sürekli iş dün-yasından haber verirler. Zaten, onların çevrelerinin görmek istediği de budur. Bu yöneticiler, iş dünyasının çıkarlarını iyi bilirler ve çoğu zaten ordudan, bürokrasiden, özel sektörden (ki medya da bunun bir parçasıdır) hükümete yakın alanlardan emekli veya deneyimlidirler. Bunlar hangi haberin nerede ve nasıl verilmesi gerektiğini, bunun toplumsal süreçlere etkisini anlayabilecek durumdadırlar.

Dördüncüsü haber kaynaklarıdır. Borsaya yakın olmak, orayı izlemek, bürokrasi içinde olmak, orayı izlemek, ordudan ve polisten düzenli bilgi almak ve tüm bu alanlarda muhabir bulundurmak onların organizasyonlarının neye göre şekillen-diğini göstermektedir. Yoksa, her fabrikaya, her gecekondu ma-hallesine, her okula muhabir koyacak değiller. Bu yönü ile de tekelci ağın bir parçası olarak örgütlenirler.

3. Şirketler, kapitalizmde kâr için üretim yaparlar. Kâr ya da artı-değer üretimi, bunun paylaşılması kapitalizmin mutlak ya-sasıdır. Kâr yoksa, kapitalist üretim de olmaz.

Medya, bu kapitalist işleyişin tekelci aşamasında ortaya çıktı.

Fakat medya denilen şirketler de kâr etmek için vardır-lar ve kâr etmek, reklâm gelirlerine bağlıdır. Reklâm gelirleri, hem iş dünyasının bir parçası olmaya, hem de büyük olmaya bağlıdır. Büyük olmak medyada tiraj ya da içinde bulunulan yayın alanına göre tirajın karşılığı olacak ölçülerle (mesela TV alanında reyting gibi) belirlenir. Burada hem reklâmın etkili,

Page 95: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

95

hem de yaygın olması gereklidir. Yaygın olması onun sürekli var olmasını, her yolla ve her araçla “tüketici” olduğuna kanaat geti-rilen insanları her fırsatta (çişini yaparken, seyahat ederken, ki-tap okurken, film seyrederken, arkadaşının elbisesine bakarken, gazete okurken vb.) sarmasını gerektiriyor. Bunun için sürekli bir bombardıman oluşuyor ve ikincisi derinlemesine etkileme-sini istiyorlar. Programlar ne kadar zayıf ve düşünmeyi gereksiz kılarsa, reklâmlar o kadar etkili olabiliyor. Reklâm filmleri, bu nedenle bir anlık olaya indirgenmiyor. Bir proje hâline getirili-yor ve bunun için kullanmadıkları şey kalmıyor.

Bu medyanın, her şeyi kullanma alışkanlığı, tüm toplum-da, “parasını basarsan, alamayacağın şey, alamayacağın değer, alamayacağın “mahrem”, alamayacağın kişi kalmaz” anlayışının yaygınlaşmasını sağlıyor.

Kısacası, toplumsal ortamı, “uygun” hâle getiriyor. Buna TV programları, haberler vb. de dâhildir.

Geriye bir soru kalıyor: Peki bu egemenlik yıkılabilir mi, nasıl?

Page 96: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

96

Tekelci aşamada kapitalist ekonominin en önemli “değişimi” (buna insanlık açısından kesinlikle bozulma demek gerekir) ya da en önemli “buluşu”, tüketici insan’dır. Teknolojik alandaki yenilikler değildir. Ya da bilgi işleme üzerine gelişen sistemler, bazılarının hoş bir eda ile söylediği “bilgi toplumu” değildir. Uzay çağı da değildir. Sistemdeki en önemli değişim, gelişim, insanlık için de en önemli bozulma, tüketici insandır.

Kapitalist-emperyalist sistemin bu en büyük marifeti, ken-dini ne kadar ayakta tutmaya yarıyorsa, insanlık için de o kadar yıkım ve kayıp demek oluyor. Sistem olarak kapitalizmin mia-dını doldurduğunun bir ifadesi de budur.

Tüketici insan, insan kirlenmesidir. Çevreciler bizi affetsin; ama insan kirlenmesi, en önde giden insanlık sorunudur ve in-san kirlenmesi, insanın tüketici hâline gelmesi ile bağlantılıdır.

Ford’un geliştirdiği, aslında ardından Taylor tarafından da geliştirlen üretim sistemi, insanın makinenin uzantısı hâline gelmesini sağladı. Bu kapitalistin kalifiye olduğu için emeğe olan bağlılığını azalttı, emekçinin ise kapitaliste bağımlılığını daha da artırdı. Kârlılığı sadece birim zamanda üretilen meta nedeniyle değil, aynı zamanda emek-gücü ve emek süreci üze-rinde tam bir denetim kurmayı başardığı için devasa boyutlarda artırdı. Kadın ve çocuk işgücünün kullanımını büyük oranda artırdı.

Zaten mülkiyet ilişkileri ve kapitalist üretim tarzının ni-teliği gereği var olan yabancılaşma daha da derinleşti ve nitelik olarak da yeni bir boyut kazandı. Artık emekçi, sadece ürettiği ürünlerin pazarda karşısına başkasının malı ve sahip olunamaz büyüklükler olarak çıkması nedeniyle değil, daha da ileri, ürü-nü üretenin kendisi olduğuna inanamaması nedeniyle de kendi emeğinin sonuçlarına yabancılaştı. İşçi, üretim sürecinde, ken-

Pazar Ekonomisinden Pazar Hakimiyetine, Üretici Emekçiden Tüketici İnsana

Page 97: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

97

dini önemsiz görmeye başladı. Bu, yabancılaşmada sadece nice-liksel bir sıçrama değil, bir ileri aşama gibidir.

Kitlesel üretim, gerçekte tekelci kapitalizme aittir. Tekel, pazar üzerinde hakimiyet demektir ve bu hakimiyet olmadan tekel anlamsızdır. Hakimiyet ise, işin doğası gereği, içinde şid-deti de barındırır ve tekelci rekabet, şiddetin varolduğu bir re-kabet türüdür.

Pazar hakimiyeti, başkalarını pazara sokmamayı da içere-cek tarzda geniştir. Fiyatların belirlenmesi, kâr oranlarının yük-sekliğinin garanti altına alınması içindedir. Diyelim ki, dünya temizlik maddeleri sektörünü düşünelim, Procter&Gamble, Mintax grubu, Henkel, Lever grubu, dünya temizlik maddele-rinin çok büyük bölümünü denetlemektedir. Şimdi, bunlar ne bu alana başkalarını sokarlar, ne sadece temizlik maddesi üret-mekle kalırlar. Pazar hakimiyeti onlara başka şeyler yapma gücü verir. Mesela ilaç sektörü, genellikle eroin imalatının yapıldığı alandır. Bunun gibi pazar hakimiyeti, yeni alanlar, yüksek kârlar açar; ama en önemlisi hakimiyet ilişkisidir ki, tekeller bunu sü-rekli kılmak ister.

Hakimiyet ilişkisi ile kitlesel üretimin zorunlu kıldığı kitle tüketimi, reklâmcılıktaki tüm başdöndürücü gelişmenin kay-nağıdır. Sigara, içki, ilaç sektörü ve gen teknolojisi birleşince, insanın tepkilerini değiştiren deneylerin, bazı ürünlere yapılan müdahalelerle ölçüldüğü, insanların ücretsiz denekler olarak kullanıldığı bir kârlı alan da ortaya çıkmaktadır. Bunun ideo-lojik bölümü de medya (eğlence ve basın içinde) aracılığı ile yerine getirilmektedir.

Reklâm sektörü, bu kitlesel tüketimi garanti altına alabil-mek, pazar hakimiyetini sürekli kılabilmek için vardır ve gelişi-mini de temelde bu iki şeye borçludur. Dikkat edilmesi gerekir ki, bunlar sadece ekonomik olgular değildir.

Reklâm sektörü, tüketimi teşvik etmekte, tüketim alış-kanlıkları yaratmakta, olmayan talepler yaratmaktadır. Coca Cola’nın başarısı bunun en açık kanıtıdır. Bir içecek düşünün ki, insanın ihtiyacı olmasın; ama milyonlarca insan tarafından tüketilsin. Bunun içine konulan bağımlılık yapan maddeler, gen teknolojisinin, ilaç sektörünün, kimyanın gelişimi ile bağlantılı

Page 98: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

98

olsa da onunla açıklanabilir mi? Bu dâhiyane fikirlerin temelin-de, kitlesel üretim ve pazar hakimiyeti yatar ve yeri gelmişken, olmayan bir ihtiyaç yaratmak, şiddetin dik âlâsıdır.

İşin bir yönü burasıdır. Madalyonun diğer yüzünde, emek-çinin yabancılaşması ve üreten insanın, artık kendisini tüketi-ci olarak kabul etmesidir. Kabul etmesi diyoruz; ama bu du-rum, bir kişiye kırk kere deli denilmesine benzer. Yoksa işçi ve emekçiler, bir sabah kalkıp kendilerini “tüketici” ilan etmediler. Tekeller, tüm toplumu tüketici olarak isimlendirdiler. Her yaş ve kesimden insanların tüketim eğilimlerini belirleyen araş-tırmalar, medya sektörünün en önemli araştırmaları oldu. Bu araştırmalar ile yönlendirme ve talep yaratma çalışması devam ettirildi.

Şimdi şununla karşı karşıyayız: İnsanın doğasında ne var? İnsan doğası gereği aç gözlü müdür? İnsan doğası gereği kıs-kanç mıdır? İnsan doğası gereği tembel midir? İnsan doğası gereği tüketici midir?

Böylece sistemin ürettiği her şey, aslında insan doğasına mal edilmeye başlanmaktadır. Bu ise insanları bir hayvan gibi, güdülerine bağlı yaşatmanın ve öyle yönetebilmenin olanakla-rını sağlamaktadır. Reklâm zaten, güdülere yönelmekte, bilinç altını ele geçirmeye çalışmaktadır.

Aslında kapitalizm için insan ne olmalıdır, insanın ne ve nasıl olması faydalıdır? Soru budur. İnsan tüketen, kendini dü-şünen, bencil, hayvanca güdülerini tatmin etmek yolu ile mutlu olan, düşünmeyi efendilerinin isteklerine göre ayarlayan, soru sormayan, sorgulamayan, istenildiği gibi davranan bir yaratık olmalıdır. Tüketim toplumu, buna ihtiyaç duyuyor, efendiler için yararlı olan budur ve öyle ise, insan doğası üzerinde oyna-yarak, insanın bu hâle getirilmesi için harekete geçilmiştir.

Tüketen, tükettikçe varolan, tükettikçe kendini önemli his-seden kişi!!! İşte bunun peşindedirler. Anneniz anneler günün-de, babanız babalar gününde aldığınız şeylerle değerli olurlar. Sevgiliniz eğer iyi bir parfüm kullanıyorsa çiçek almanızı hak eder. Tezek kokan sevgiliye çiçek verilmez; zira tezek, Janson firmasının kokuları içinde henüz yoktur ve onun egzotik oldu-ğu henüz keşfedilmemiştir.

Page 99: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

99

Sizin değeriniz de tükettiklerinizle, sahip olduklarınızla öl-çülür. Komşudaki DVD player, sizdeki VCD player ise, işte bir statü alttasınız. Komşunuzun 72 ekran TV’si var ise, sizinkisi eğer 37 ekran ise üç dört basamak aşağıdasınız demektir. Eğer buzdolabınız, Karadeniz’in 200 metre yüksekliğindeki bir yay-lasında bile, derin donduruculu ise, hava atabilirsiniz.

Artık, sizin siz olarak bir özelliğiniz yoktur.Komşunuzla konuşacağınız en önemli şey, alışverişte ne alıp

ne almadığınızdır. Kısacası, neye sahipsiniz? Kaç paralık adam olduğunuzu bu belirler. Fikirler, kalbinizin temizliği, insanca ilişkiler, yardımseverlik ve daha başkaları, artık “demode”dir.

Çocuğunuzu çok seviyorsanız, bunun kanıtı, onun için ne kadar para harcadığınızdadır.

Başarılı olmanız demek, para sahibi olmanız demektir.Aşk, artık bağlılıkla anlaşılmıyor, harcanan paralarla, güç

ilişkileri ile anlaşılıyor. Cinsellik kendisi sadece bir meta olmak-la kalmadı, bir tüketim türü oldu.

Modern kapitalizm, her gün metanın egemenlik alanını genişletti. Bundan yıllar önce su, para ile satılamazdı. Bugün, artık “sudan ucuz” lafı tarih oldu. Yakında havanın satılacağı da kesindir ve tüm toplumsal ilişkiler metalar aracılığı ile kuru-lan ilişkiler hâline geldikçe, meta kapitalist toplumun hücresi olarak her alanda egemen hâle geldikçe, insanın kendisi de bir tüketici hâlini almaktadır.

Öyle ki, “tüketici hakları”mız, insan olmamızla ilgili hak-larımızdan önemlidir. Dahası, pazarda tüketen bir varlık olarak bizler, milyonlarca emekçiyiz. Toplumun kaba hesap %80’ini oluşturan bu emekçi ve emekçi aileleri, kendilerinin emekçi ol-maktan gelen, üretmekten gelen haklarını unutur hâle gelmiştir, getirilmiştir ve bunlara, “hepimiz eşitiz, birer tüketiciyiz. Ara-mızdaki tek fark, niceliktedir, her birimizin parası, para miktarı farklıdır” denmektedir. Bu farka rağmen hepimiz, alışverişte iyi hizmeti hak ederiz denilmektedir. Yani, tüketirken adam olabi-liyoruz, tüketirken bir değerimiz olabiliyor. Diğer türlü bir işçi parçasıyız. Fabrikada her an işten atılabilecek, beceriksiz bir işçi parçasıyız. Hakkımızı ararken karşımıza çıkan güçler karşında, “bulmuş da bunayan” adamlarız, toplumda beceriksiz ve kafa-

Page 100: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

100

sı çalışmaz adamlarız, borsa simsarlarına hayranlıkla baktıkça, bunu biz de kabul etmeye başlarız. Bir gecede bankalardan tril-yonlar götürenlere baktıkça, kendimizi şanssız, bahtsız, kafasız ve beceriksiz hissetmek dışında seçeneğimiz kalmaz.

Aile ilişkileri, aşk, sevgili, arkadaşlıklar vb. pazar ilişkilerine ve tüketici değerlerine göre değerlendirilir. Senden daha çok tüketebilen arkadaşın, senden daha önemli olur.

Tüketici hakları da, sisteme dokunmadığı sürece, en nor-mal olanıdır. Bozuk mamulün değiştirilir; ama bunun elbette süresi var. Mesela bir tüketici olarak, 1 yıl garantili beyaz eşya-nızın nasıl olup da tam bir yıl dolduğunun ertesi günü bozul-duğuna şaşarsınız; ama ne yapabilirsiniz? Size alışverişte kötü davranılmaz. Markette ya da mağazada, elbette işyerindeki gibi kırbaçlanmazsınız. Sadece cebinizdeki paranızın miktarı ne ka-dar az ise o kadar ezik dolaşırsınız; ama bunu kimse farketmez. Siz alışveriş yaparken, serbestsiniz. Kasada duran kız (aslında o da sizin gibi bir emekçidir), size iyi davranır; zira sizden önce geçen ve sepetinde kızın maaşının üç katı ıvır zıvır satın almış olan kişi karşısında zaten binbir düşünceye dalmıştır. Size gü-lümser ve siz işyerinizde size gülümsemeyen ustabaşı ile kıyas-ladığınızda bu kızı daha insan görürsünüz. Size gülümsemezse, zaten işinden kovulur.

Tüketici olarak herkes, “özel” muamelesi görmek istiyor; ama üretici olarak haklarını savunmayı bir kenara bırakıyor.

Ve bazı “sosyologlar” Marx’ın adını ağızlarına aldıktan sonra, tüketici olarak gücümüzden söz ediyorlar. Eğer yemez-sek, eğer tüketmezsek, eğer vb. işte o zaman sistem çöker. As-lında TV seyretmezsek, gazete okumazsak, bir ay buna dayana-bilirsek, zaten normalin ötesinde hiçbir şey alıp tüketmediği-miz gibi, bir de kafalarımız kendine gelir. Belki o zaman aşkın içinde sohbetin de olduğunu, belki o zaman evde bir sürü boş zamanın var olduğunu anlayabiliriz.

İnsanı insan yapan, onun alet üretmesidir. Onu hayvanlar-dan ayıran bu özelliğidir. Alet, bir sonraki üretime giren birik-miş emektir ve insan emeğinin bir bölümü olarak, canlı emeğe yardımcı olur, onun gibi işler, iş yapar. Bu ise, daha fazla ürete-bilmenin ve daha iyi bir yaşam kurabilmenin temelidir. Bura-

Page 101: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

101

da üretim, insanı insan yapan bir öğe olarak karşımızda durur. Oysa modern kapitalizmde, üretim hiçbir şeydir. Önemli olan, tüketimdir ve tükettiği oranda insan değerlidir.

İnsanın insana kulluğunu sistemleştiren şey, insanın bir önceki üretiminin sonucu olan üretim aletlerinin (cansız emek) başkalarını çalıştırmak üzere mülk edinilebilmesidir. Bu mülki-yet ilişkisi, tüm sömürü biçimlerinin kaynağıdır.

İnsanın cansız emeği ya da makineler, giderek öylesine gelişti, öylesine büyüdü ki, cansız emek (sahibi açısından ba-kılınca sermaye) canlı emek emen bir canavara dönüştü. Bu canlı emeği emen canavar, sermaye, emekçiyi, çalışma zamanı-nın dışında bir tüketici hâline getirdi. Bu, fabrikadaki sermaye egemenliğinin, pazardaki egemenlikle birleşmesi ile gerçekleşti. Onun için, tekelci aşamaya özgüdür.

Pazara hakim olmak bir yandan pazara başkalarının gir-mesini önleyebilecek bir güç demektir. Bu atıl kapasite tutmak demektir. Bunun da küçümsenemez bir maliyet demek olduğu da açık. Pazar hakimiyeti, aynı zamanda fiyatları, birkaç başka tekelci grup ile beraber belirlemek demektir; ama artık kitle-sel üretimin yapıldığı bir çağda, pazar hakimiyeti, tüketiciyi de kontrol etmek demektir. Tüketicinin kontrolü, ihtiyacı kadar tüketmeyi aşan bir sistem içindir. İhtiyaç yaratılması demektir ve bunda da sınır yoktur. Böylece karşımıza ruhu esir alınmış, insan olmaktan çıkmış yaratıklar çıkmaktadır.

Tüketici olarak insan, kapitalist üretim ilişkileri altında in-san tarifidir. Onun için her şeyin bir fiyatı vardır sözü, herke-sin bir fiyatı vardır hâline gelmiştir. Kapitalizm içinde insan bu hâle sokulmuştur.

Biz buna insan kirlenmesi diyoruz.Bunun siyasal mücadelenin geri olduğu dönemlerde, tüm

toplumsal ilişkiler ağını sardığını görebiliriz. Bu nedenle, siyasal mücadele olmadan, siyasal olarak işçi sınıfının sahneye çıkması sağlanmadan, bu insan kirlenmesi süreci ters çevrilemez.

Yine aynı nedenlerden ötürü, ideolojik mücadelenin hem alanı genişlemiş, hem de artık hiçbir biçimde örgütsüz yürü-tülebilmesinin olanağı neredeyse hiç kalmamıştır. Siyasallaşma açısından da ideolojik mücadelenin önemi düşünüldüğünde,

Page 102: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

102

ideolojik mücadele son derece öne geçmiştir.İdeolojik mücadele, sınıf ile organik olarak bütünleşmiş,

onun siyasal öncüsü olma iddiasına sahip örgütlerin içinde yer almış aydınlarca yürütülebilir durumdadır. Bunun dışında da bir aydın varoluşu, giderek imkânsızlaşmaktadır.

Medya egemenliğine ve medya ağına karşı, örgütlü ideolo-jik mücadele, belki başlangıçta, atom bombasına karşı el bom-bası ile mücadele etmeye benzer; ama sözü edilen toplumsal mücadeledir. İki devletin savaşı değildir. Sözü edilen toplumsal mücadele ise, el bombasının, uzun sürede daha etkili olduğu kesindir. Yeter ki, burada, her alanda, tüm toplumsal ilişkiler alanında, yaşamın her detayında bu mücadele sürdürülsün, bu bir ve ikincisi bu mücadele örgütlü bir mücadele olarak sürdü-rülsün.

Tüketici olarak insan, kapitalizmin “üstünlüğü” olarak gö-rünmektedir; ama bu nokta aynı zamanda zayıf noktasıdır da. Tekel, işçi sınıfı karşısında sermayedeki güçlenmenin, her açı-dan güçlenmenin ifadesidir; ama aynı zamanda kapitalizmin sınırını gösterir.

Tüketici olarak insan, sadece insan kirlenmesi demek de-ğildir, kapitalizmin yarattığı kirliliğin de en açık ifadesidir.

Bu noktaya, üretim süreçlerini incelerken, yeniden dönece-ğiz. Üretim süreci içinde emeğin durumunda ortaya çıkan ge-lişmeleri, detaylıca ele alacağız; ama burada ortaya çıkan insan kirlenmesinin, kapitalist üretim ilişkilerinin, üretici güçleri nasıl engellediğinin en net örneği olduğunu belirtmekle yetinelim.

Page 103: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

103

Kapitalizmin tekelci karakteri, Marx’ın Kapital’de kapitalist üretim tarzını analiz edişinden beri bilinmez değildir. Hele ki Lenin’in Emperyalizm çalışmasından sonra, tekelci kapitalizm konusunda, çok daha fazlasını biliyoruz; ama, yine de bu konuda bilgimizin geliştirilmesine ihtiyacımız var. İki nedenle, birincisi, bir konuya ilişkin bilgimiz, dış görünüşten öze doğru ilerler, sürekli derinlik kazanır. Bu, öğrenme yoludur. Bu nedenle, bu konuda öğrenmemizi sürdürmemiz gerekli. İkincisi, tekelci kapitalizm, bugün, 2005 yılında, Lenin’in analizinden neredeyse 90 yıl sonra, öğrenmemiz gereken uzun bir süreç de yaşamıştır.

Bu noktada iki şeye birlikte dikkat etmek zorundayız. Bi-rincisi, Marx ve Lenin’in okunması gereklidir ve sınıf mücade-lesine yeni katılan yoldaşlarımız, dava arkadaşlarımız, kapita-lizmi değiştirmek amacıyla tanımaya çalışan işçilerimiz için bu gereklidir. Sadece bizi okumaları asla yeterli değildir; ama yine de biz burada, tekelci kapitalizm konusuna, tekel meselesine bir özetle gireceğiz. Öte yandan, belki burada yazacaklarımızın büyük bir bölümü, Marx, Engels ve Lenin okumuş olanlar için tekrar niteliğinde kalacak. Tekrarın da yararlı olacağı düşüncesi ile, bu özetlemeyi yapacağız.

Kapitalizm ve Tekel

Kapitalizmin mutlak yasası, yani olmazsa olmaz yasası, artı-değer üretimidir. Artı-değer üretimi olmadan, kapitalist üre-tim olmaz. Artı-değer ise işçinin, doğrudan üreticinin karşılığı ödenmemiş emeğidir. Bu işçilere az ücret verilmesi ile vb. ilgili de değildir. Sömürünün kaynağı bu artı-değere kapitalist ta-rafından el konulmasıdır. Ücretin az olması veya ücretin çok olması bu sömürü oranını değiştirir; ama her zaman, kapitalist

Tekelci Egemenlik

Page 104: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

104

üretim koşulları altında bu sömürü varlığını sürdürür. Kapita-list, üretime başlarken, iki tür sermaye yatırır. Bunlardan birisi, makineler, hammaddeler vb. gibi, üretim sonucunda çıkan me-taya kendi değeri kadar değer katan, “değişmeyen sermaye”dir. Buna değişmeyen sermaye denmesinin nedeni, ürüne ancak ve ancak kendi değerleri kadar değer katıyor olmalıdır. Diyelim ki bir makine, ömrünü 5 yılda tüketecekse, günlük olarak kendi değerinin 5x365’te birini tüketir diyebiliriz ve ürüne bu kadar değer katar. Oysa, canlı insan emeği, bir tek bu üretim gücü, üretim sonucu çıkan ürüne, kendi değerinden fazlasını katar. Bu nedenle emeğe bağlanan sermayeye “değişen sermaye” deriz. Üretime bu değişen ve değişmeyen sermaye yatırılır ama, so-nuçta, çıkan ürünün içinde, değişen sermayenin payı, değişme-yen sermayenin payı ve bir de yeni üretilen değer vardır. İşte bu yeni değeri, işçi üretir ve bu, artı-değer olarak, ürünlerin sahibi olan kapitalist tarafından sahiplenilir. Üretime girdiğinden faz-la çıkan ya da yeni değer yaratan şey, insan emeğidir, bu nedenle ona bağlanan paraya “değişen sermaye” denir. Kapitalist, çıkan metaların ve bu arada elbette yaratılan yeni değerin, yani artı-değerin de sahibi olur. Bu sahiplenmenin temelinde de üretim araçlarının üzerindeki mülkiyet vardır.

Kapitalist, insan görünümüne bürünmüş sermayedir.Sermaye, sürekli, canlı emek emerek büyür.Kapitalist, ne üretildiği ile ilgili değildir, ne kadar üretildiği

ile ilgilidir. Kapitalist ne kadar üretildiğinden çok, ne kadar artı-değer

üretildiğiyle ilgilidir; zira sermayeye katabileceği miktar, bu ar-tı-değerdir.

Sermaye birikimi, bu artı-değerin (en azından bir bölümü-nün), tekrar üretime yatırılması demektir.

İşte tekelin kaynağı da bu artı-değer üretimidir. Sermaye-nin büyümesi, merkezileşmesi ve yoğunlaşması, işte tekel bu-dur. Tekel bir yandan, büyük çaplı üretim demektir. Daha çok değer avlamanın yolu buradan geçiyor. Artı-değer, yani işçilerin karşılığı ödenmemiş emeği, metalarda somutlaşır. Her yeni me-tanın gövdesinde, bir kısım artı-değerdir. Bu artı-değeri artır-mak, daha da fazla artırmak, kitlesel üretimi koşuuluyor (konu

Page 105: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

105

ile ilgili olarak, Kapital başta olmak üzere pek çok ekonomi-politik kitabına bakılabilir. Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan Eko-nomi-Politik Ders Notları da bunlardan biridir). Büyük çaplı üretim, büyük çaplı işletme, tekelci gelişimin ana itici gücüdür.

Kapitalizmin mutlak yasası artı-değer üretimi, zorunlu olarak büyük çaplı üretime gidiyor. Öte yandan ise, tekelcili-ğin ikinci bir dayanağı, sermaye birikiminin yanı sıra, sermaye-nin merkezileşmesidir. Sermaye, kapitalistler arasında yeniden dağılır. Diyelim ki, sermaye miktarı artmamış olsa da, daha az sayıda kapitalistin elinde merkezileşir. Bu, kapitalizmin mutlak yasası olan artı-değer üğretimine bağlı olarak gelişir. Artı-değer, metanın içinde, gövdesinde, onunla birlikte vardır. Bu metanın tekrar paraya dönüşmesi, böylece de artı-değerin gerçekleşmesi gereklidir. Bu, pazarda olur ve pazarda, bu toplam artı-değerin kapitalistler arasında bölüşümü, kâr hâline gelmesi de demektir. Pazardaki rekabet, artı-değerin ilk sahibi olan tek tek bireysel kapitalistlerin, artı-değerin ne kadarına sahip olacakları üzeri-nedir. Bu rekabetin anlamı budur ve doğrudan bu rekabet, artı-değer üretimine bağlıdır.

İşte sermayenin merkezileşmesi, bu rekabet koşulları al-tında, bir kapitalistin, bir başkasının sermayesini yutması, onu mülksüzleştirmesidir.

Demek ki, hem sermayenin yoğunlaşması, hem de mer-kezileşmesi, kapitalizmin yasalarının sonucudur ve tekel, bu yasalara bağlı olarak doğuyor. Yani sistemdeki aksaklık ya da kusurların ürünü değildir.

Bu önemli bir gerçektir. Bu demektir ki, tek başına anti-tekel mücadele, sonuçsuzdur. Bu demektir ki, kapitalizm va-roldukça, tekel ve elbette tekelci egemenlik de var olacaktır. Bu demektir ki, tekellerin egemenliğine gerçekten karşı olmanın yolu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete de karşı olmak-tır.

İşte tekel budur demeyeceğiz; çünkü, tekel, en dar anlamı ile budur. Tekel aynı zamanda tekelci egemenlik demektir. Te-kelci egemenlik, her şeyden önce, pazar hakimiyeti demektir ve pazar hakimiyeti, mutlaka şiddete dayalıdır. İster ekonomik anlamda (atıl kapasite ile başkalarının pazara girişini önlemek,

Page 106: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

106

rekabette tekelci karakter ve onun gerektirdiği şiddet, fiyat be-lirleme anlamında meta zoru, pazar payları-fiyatlar vb. üzerinde kurulan anlaşmalar, karteller yolu ile şiddet, tekelci ek-kâr amacı ile meta zorunun uygulanması ve daha başkaları), ister ideolojik anlamda (tekelci egemenlik için reklâm, pazar hakimiyeti için reklâm, olmayan ihtiyaçlar yaratmak ve bunları yönlendirmek için reklâm ideolojik şiddettir) ve isterse siyasal anlamda (dev-let zaten her zaman şiddet merkezidir) bu şiddeti ayırt etmek olanaklıdır ve tekel bunlarla beraber vardır.

Dolayısıyla tekel, “bir piyasa yapısı” değildir. Tekel, kapita-list gelişimin özünü en dolaysız açığa vurabileceği olgunluk ça-ğıdır. Tekel, kapitalist-emperyalizmin ya da kapitalizmin dünya egemenliğinin temelidir. Öyle burjuva iktisatçıların allayıp pul-ladıkları piyasa biçimlerinden biri, hastalıklı bir piyasa biçimi, düzeltilebilir bir rekabet biçimi vb. değildir.

Kapitalizm, büyük çaplı üretim ve tekelci egemenlik ile, kendi özünü daha iyi ifade eder noktaya gelmiştir.

Tekelci egemenlik, tekeller çağı, emperyalizmin de teme-lidir. Kapitalist-emperyalizm, kapitalizmin dünya egemenliği de demektir. Bunun temelinde tekeller ve tekelci hakimiyet var. Pazarın kontrolü var. Büyük çaplı üretimde pazarın kontrolü, aynı zamanda insanın da egemenlik altına alınması demektir. Devasa tekeller, gelişen tekelci egemenlik olmadan, mesela medyanın egemenliğini kavramak zordur. Mesela medyadaki tekelci yapı, nasıl sadece bir ekonomik olgu olarak kalmıyorsa, benzer biçimde tekelci egemenliğin hiçbir alanı, salt ekonomik bir olgu olarak kalmaz.

Hiçbir egemenlik, ne kadar ekonomik temeli olsa da, ne kadar sadece ekonomik alanla ilgili olsa da asla salt ekonomik olarak ele alınamaz. Bu egemenlik denilen şeye terstir.

İşte bu nokta kavrandı mı, o zaman tekelin, bir rekabet biçimi ya da bir piyasa biçimi olmadığı kavranabilir. İşte bu kavrandı mı, tekelin, kapitalizmin yeni niteliği olduğu anlaşılır. Böylelikle, kapitalizm gerçekçi tarzda kavranabilir. Tekelleri ve tekelci egemenliği anlamadan, kapitalizmi anlamak mümkün değildir. Kapitalizmi anlamadan, kapitalist-emperyalizmi anla-mak mümkün değildir. Bunları anlamadan, ne günümüz dün-

Page 107: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

107

yasını, ne de günümüz insanını anlamak, çözümlemek müm-kün değildir.

Bir yandan bize sürekli övülen iletişim olanakları, sanayi-de yeni hamleler, bilgisayar teknolojisinin hayata girişi, devasa makineler, uzaya yayılan silâhlar, TV kanalları, radyolar vb. var; ama bunlar, içinde yer aldığımız sistemden bağımsız, “kendinde öğeler” midir? Bunlar tekelci egemenliğin ayrılmaz parçalarıdır. Burjuva ideologları sürekli “gelişim ve büyüme” masalları anla-tıyorlar. Evet bir yandan bakınca öyledir. İnsan gücü, canlı in-san emeği, devasa makineleri, binlerce beygir güçlü makineleri harekete geçiriyor; ama gel de sen bunu o makineleri harekete geçiren insana anlat. Onun hissettiği, makinelerin uzantısı ol-duğudur; çünkü, bu devasa güç ona daha fazla boş zaman, daha iyi bir yaşam bile sağlamıyor. Oysa onun ihtiyacı olan, insanca yaşamak, özgürlük ve kardeşliktir. Bir yandan bakınca, insanoğ-lunun ihtiyaçlarını aşan üretim var ve hemen yanında, tekelle-rin kârları için bu ürünlerin çöpe gidişi var.

Kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin toplumsal karak-teri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çatışmadır. Tekeller çağı bunu itiraf etmek için, bize burjuva ideologların propagandaları ile gerçeği haykırıyor. Burjuva ideologlar, artık, bir ürün, dünyanın pek çok farklı yerinde pek çok farklı ırktan, farklı kültürden insanın emeği ile üretiliyor diyorlar. Ne kadar da doğru; ama devamı yok. Neden bu ürün, milyonlarca emek-çinin ortak ürünü, bir parababası tarafından mülk ediniliyor? Artık, bizzat burjuvazi için kalem sallamayan her aklı başında kişi, bu çelişkiyi bin kat daha rahat görebilir.

Tekelci egemenliğin bugün, geldiği boyutlara biraz yakın-dan bakalım. Dünya kapitalist sisteminin gerçek yönetimine, tekelci egemenliğin boyutlarına bakalım. Bunun ardından, üze-rinde konuştuğumuz tekelci egemenliği daha rahat tartışmaya devam edebiliriz. Bunun için bazı rakamların neleri gösterdiği-ne bakacağız; ama elbette, bu rakamların daha fazlasına ulaşan herkesin yardımına ihtiyacımız olacak. Önce günümüz dünya-sında, tekelci egemenliğin boyutlarına bakmaya çalışacağız.

Page 108: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

108

Özel Bir Meta, Silâh ve Tekelci Kapitalizm

Kapitalizmi, meta toplumu olarak adlandırmak doğru olur. Meta, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet, işbölümü ve pa-zar için üretim üzerinde yükseliyor. Bu nedenle meta, ilk sınıflı toplumla beraber var. Sınıflı toplumların tarihi boyunca meta, sürekli egemenlik alanını genişletiyor. Sınıflı toplumların zir-vesinde, kapitalizmde, yani en sonuncusunda da toplumsal iliş-kilerin her alanına damgasını vuruyor. Onun için Marx, “meta kapitalizmin hücresidir” diyor ve çok güzel anlatıyor.

Pazar için üretim, ürünün sahibi için kullanım değeri ola-rak bir anlam ifade etmemesi demektir. Deri ceket, üreticisi için giyilmek üzere üretilmiyor. Satılmak üzere, değişim değeri ola-rak üretiliyor. Pazar için üretim, değişim değeri avcılığını doğu-ruyor. Pazar için üretim, üretimde büyük ve köklü değişikliğin ifadesidir. Pazar için üretim, yani meta üretimi, köleci toplumda da var; ama kısmen ve dar bir alanda. Pazar için üretim gittikçe genişliyor ve kapitalizmde, tüm üretim alanını kapsıyor.

Kapitalizm, emekçiyi üretim araçlarından tamamen ko-parıyor. Böylece, emekçi, özgür ve aynı anlama gelmek üzere çıplak hâle geliyor. Onun emek-gücünü satmasının tarihsel ve toplumsal koşulları oluşuyor. Böylece pazar için üretimin dön-güsü de tamamlanıyor.

Metaların taşıdıkları değer, sahipleri açısından önem taşı-yan yönüdür. Her meta, mesela kül tablası, mesela süt, mesela sigara, bir değer taşırlar. Onları satın alanlar, onları, kullanım değerleri için satın alır. Sigara içmek için, süt beslenmek için ve kül tablası da sigara külünü koymak için satın alınır; ama bu metaları satanlar için bu kullanım değerinin bir önemi yok-tur. Sigara sağlığa zararlı diye daha ucuza satılmıyor, süt besin değeri yüksek diye altın fiyatına satılmıyor ve sigara olmazsa ihtiyacımız olmayacak olan kül tablası “ihtiyaç”a göre bir fi-yatla satılmıyor. Onlar için önemli olan değeri (değişim değeri)dir ve bu metaları değişim değeri olarak birbirinin karşısında değiştirilebilir kılan ortak özelliği, içerdiği toplumsal açıdan gerekli emek miktarıdır. Bu emek niceliğine göre metalar birbi-riyle değiştirilirler. Elbette pazarda, emek niceliğinin ötesinde

Page 109: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

109

etkenler de devreye girer, metanın azlığı/çokluğu, vs. İşte bu metaları birbiriyle değiştirilebilir kılan, insan emeğinin madde-leşmiş olması özelliği, ancak bir meta olarak satılan işgücünün (emek-gücünün) de kullanım değeri arasındaki fark toplumsal açıdan somutlaştığında, meta toplumu denilen aşamaya gelmiş oluyoruz. İnsan emeği (emek-gücü), pazarda satılırken, alıcısı olan üretim araçları sahibi onun kullanım değerini (onun üret-tiği her şeyi) satın alır. Emekçi ise, belli bir süreliğine emek-gücünü satar.

Emeğin (emek-gücü anlamında) metalaşması ile, meta toplumunun önü açılır. Artık her üretim pazar içindir. Nadiren, bir kişi kendisi için iskemle, kendisi için süt, kendisi için sigara ve kendisi için kül tablası üretmektedir.

Pazar için üretimde esas olan değer avcılığı olduğu için, metanın niceliği önem kazanır. Ne ürettiğin değil, ne kadar ürettiğin, ne kadar değer ve ne kadar artı-değer ürettiğin önem-lidir.

Metanın gelişimi ile birlikte, hem değer değişim değeri şeklinde kendini ortaya koyarken bir sapma oluşur, hem de kul-lanım değeri anlamında bir sapma oluşur..

Değerdeki sapma, hem nicelikseldir. Yani metanın içerdiği emek miktarının altında ve üstünde el değiştirmesi mümkün-dür; ama hem de nitelikseldir. Mesela hiçbir değeri olmayan, insan emeğinin belli bir niceliğinin ürünü olmayan vicdanın fiyatı oluşur (Bu noktada değişim değeri, değerin ortaya çıkış biçimidir ve ondan sapar. Fiyat değişim değerinin parasal ifa-desidir ve ondan büyük ölçüde sapar. Gördük ki tekelci haki-miyet, mutlaka fiyatlar üzerinde kontrol demektir. Dolayısıyla fiyat, değerden büyük çaplı bir sapmayı da içerir).

Aynı şey toprak için geçerlidir. Onun da değeri yoktur; ama hiçbir emek harcanmamış bir toprağın dahi fiyatı vardır.

Şimdi toprak ve vicdan diye iki yeni “metamız” var. Bunla-ra, izninizle spesifik anlamında özel metalar diyeceğiz. Bu özel metalar, ham hâlinde emek içermezler; ama fiyatları var, hem de oldukça yüksek.

Toprak, bir “doğa gücü”dür. Tarım yapılırken, bir doğa gücü, sürekli (bir kerelik değil) bedava kullanılmaktadır. Elekt-

Page 110: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

110

rik üretimini düşünelim. İlk olarak kömür kullanılarak elektrik enerjisinin üretimini ele alalım. Elektrik enerjisini kömürden üreten kişi, elbette kömürü hammadde olarak kullanır ve bu-nun için kömüre belli bir bedel öder. Şimdi bir de, sudan elekt-rik üretimini düşünelim. Su kullanılarak elektrik üreten kişi, bir doğa gücünü (su) sürekli bedava kullanma olanağı elde etmiş olur. Elbette elektrik enerjisinin ortalama (pazar) fiyatı bellidir ve su ile elektrik üretenin fazladan bir “kâr”ı oluşur. Öyle ki, bir nedenle su kaynağı (nehir) özel mülkiyete geçerse, bunun için belli bir ödemeye razıdır.

İşte toprak üzerindeki özel mülkiyet, toprağın fiyatının (ve mutlak rantın) kaynağıdır. Bu özel meta, sahibine bir doğa gü-cünün sürekli kullanımı olanağını sunmaktadır.

Şimdi de ikinci “özel meta”mıza bakalım. Vicdan. Herke-sin vicdanı, aynı para etmiyor. Diyelim ki, sıradan bir insanın vicdanını satın almak isteyen bile çıkmıyor. Özel durumlarda, mesela bir mahkeme kararı için, özel kişilerin, mesela hakimle-rin vicdanları para ediyor.

Aslında bu özel metalar, metanın egemenliğinin ilan edil-diği aşamadan önce, metanın egemenliğine giden yol boyunca ticaretin gelişmesi ve paranın ortaya çıkışından sonra ortaya çıkmış metalardır. Para, burada metaların değişimine aracılık eden bir eşdeğer olarak, sadece aracılık rolü ile kendini sınır-landırmıyor. İki ülke arasındaki sorunlarda arabuluculuk rolünü üstlenen büyük güçlerin, bu arabuluculukta hep kârlı çıkması-nın bir hikmeti olmalı!

Elbette bu özel metaların sayısını arttırmak mümkün. Üs-telik biz bunlara “özel meta”lar derken, asla ve asla hepsinin de aynı özelliklere, aynı içeriğe sahip olduğunu söylemiyoruz. Toprak ile vicdan bir olur mu; biri bir doğa gücü olarak sürekli kullanılıyor, diğeri neredeyse fahişelere benziyor; her satın alıcı-sını buldu mu, fiyatını yeniden ayarlıyor. Toprak konumuna, ve-rimliliğine göre ilave rantlar yaratıyor, vicdan ise olayın aktörle-ri içinde kendine ihtiyaç duyanın sahip olduğu paraya bakıyor.

İşte silâh denilen meta da bir “özel meta” ünvanını hak edi-yor. Sokakta gezen bir sivil generalin elbiseli ve elbisesiz hâline benziyor. Elbise giyince, generalin selâm verenleri birden çoğa-

Page 111: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

111

lıyor. Oysa o yine aynı adamdır; ama toplumsal rolünün simgesi olan elbiseler, onun “bir general” olduğunu hatırlatıyor. Silâh da bu generalin resmî elbiseli hâline benziyor.

Silâh metaının üretiminde bir emek var. Onun için bu noktada “toprak” gibi değil. Silâhta söz konusu olan bir doğa gücünün sürekli bedava kullanımı değildir. Daha çok görevi do-ğadan değil, toplumdan, toplumsal ilişkilerden geliyor. Şimdi, daha fazla uzatmadan silâh metaının özelliklerini inceleyelim. İki özellikten söz etmeliyiz.

İlkin silâh, öyle bir metadır ki, alıcısı devletlerdir. Silâh pa-zarı, daha çok bireysel alıcıların bulunduğu bir pazar değildir. Silahları daha çok devletler satın alır (Bu noktada silah deni-lince, tabancanın ötesini düşünmek gerektiğini hatırlatmalıyız).

İkincisi, silâh öyle bir metadır ki, tüketilmesi için mutlaka kullanılması gerekmiyor. Bu gerçeği, Türkiye ve Yunanistan gibi ülkeler çok iyi bilirler. TC ile Yunanistan arasından kundakla-nan her kriz, her iki ülkeye de yeni silâhlar satılması demektir ve bu silâhlar kullanılmadan eskirler. Mesela siz bir füze sistemi satın alırsınız. Karşı taraf (çoğunlukla silâh tekellerinin sizin için “karşı taraf ” bulması zor olmaz) tutup bu füzeyi etkisiz kı-lacak bir sistem satın alır. Böylece sizin satın aldığınız füzeler, daha yuvalarına bile yerleşmeden eskirler ve yenilerini almanız gerekir. Hele ki, silâh satın almak için bir neden hissediyorsanız.

Bu iki özellik silâh metaını, bir anlamda diğerlerinden farklı kılar. Silâh büyük oranda devletlerin pazarını oluşturduğu bir meta hâline gelmiş olur. O kadar ki, silâh ile güvenlik, burju-vaların deyimi ile “ulusal güvenlik” iç içe geçer. Söz konusu olan “ulusal egemenlik” olunca, silâh tekelleri, bürokrasi ile yoğun tarzda iç içe geçer.

Silâh metaının alıcısı “tüketiciler” değildir. Bu “tüketici” kavramını sevmediğimiz için tırnak içine alıyoruz. İşçiler, doğ-rudan kendi yaşamlarını idame ettirebilmek için gerekli şeyleri (peynir, ekmek, cam bardak, sigara vb.) alırlar. Marksist ana-lizlerde, üretim iki ana sektöre ayrılır: Üretim araçları üreten sektör, tüketim maddeleri üreten sektör. İşçiler, bu fabrikalar-da çalışarak aldıkları ücreti, tüketim nesneleri satın almak için harcarlar. Elbette bir de daha çok kapitalistlerin satın aldığı

Page 112: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

112

tüketim nesneleri (kürk, kısmen araba vb.) var. Yani onlar da tüketim nesnelerinin bir bölümünün (kürkün olduğu kadar, ek-meğin de) tüketicisidir. Oysa üretim araçları (makinalar) sadece kapitalistler tarafından satın alınır.

Silâh ise, satın alma tekeli olan, sadece devlet tarafından satın alınan bir metadır. Öyle olunca bu fabrikalarda çalışan iş-çilerin işgüçlerini satarak aldıkları ücret, diğer sektörden tüke-tim nesneleri satın almak için kullanılacaktır. Bu nedenle silâh endüstrisinin, kısıtlı da olsa, bir “talep” yaratma etkisi vardır.

Şimdi bu noktadan sonra, silâh tekelleri ve emperyalist saldırganlık üzerine, biraz da rakamlara yer vererek durabili-riz. Ardından bir kere daha, rakamlar üzerinden değerlendirme yapabiliriz; ama başlamadan iki noktayı belirtmemiz gereklidir. Birincisi silâh ticareti “ulusal güvenlik” kapsamında ele alındığı için rakamlara ulaşmak, her zaman zordur. Onun için ortaya konan rakamlar, her zaman, buzdağının görünen bölümü gi-bidir. İkinci nokta ise silâhın kapsamına ilişkindir. Mesela pa-ralı askerler, silâh ticaretinin içinde midir? Mesela son model uçakları, aletleri yönetmeye yarayan elektronik parçalar, bu pa-zarın içinde midir? Mesela, dinleme aygıtları bu pazarın içinde midir? Özellikle askerî teknolojinin geliştirilmesi için yapılan yatırımların, ticarî sonuçlara da yol açtığı (cep telefonu vb.) düşünülürse, bu konunun kapsamının belirlenmesinin zorlu-ğu ortaya çıkar kanısındayız. Mesela hapishaneler için üretilen “ulusal güvenlik” sistemleri silâh sanayiinin kapsamında mıdır? En sonu, bazı sivil araçların devreye alınması gerekiyor.

“Örneğin, Türk şirketi Otokar, Rover grubunun 4x4 Land Rover araçlarını monte etme lisansına sahip. Rover’ın Bri-tanya’daki kolu, otomobil parçalarını sivil ihraç ürünü olarak bildiriyor ve dolayısıyla ihracat lisansı almadan bunları ihraç edebiliyor. “Otokar’ın 1994’te üretmeye başladığı Akrep isyan bastırma araçları, yüzde 70 ila 80 oranında Land Rover parçaların-dan oluşuyor. Monte edilen makineli tüfeklerle korkunç zırhlı araçlara dönüşen Akrep’ler, Türkiye’de insan hakları ihlalleri bildirilen işlerde kullanıdığı gibi Cezayir ve Pakistan’a da satılıyor.” (Gideon Burrows, Silah Ticareti Kılavuzu, Metis

Page 113: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

113

Yayınları, İstanbul 2002, s. 26-27). Benzer biçimde, Alman leopar tanklarının yakın döne-

me kadar otomobil parçası olarak üretilip, Avusturya’da monte edildiği biliniyor. Japon otomobil endüstrisinin de büyük öl-çüde zırhlı araç üretimine olanak verecek tarzda örgütlendiği biliniyor. Dolayısıyla, bizim ortaya koyacağımız tüm rakamlar, buzdağının görünen yüzüdür.

Tekelci kapitalizm, emperyalist saldırganlığın daha da ge-liştiği bir döneme işaret eder. Emperyalizm, hem sömürgesiz, hem de savaşsız düşünülemez. Sadece savaş zamanında değil, militarizm tüm kapitalist ekonomide sürekli gelişmektedir. O kadar ki bugün, savaş sanayii olmadan ABD ekonomisinin krize gireceğini bizzat ABD’li yetkililer söylemektedir. Söyle-melerine gerek var mı? Ekonominin düze çıkması için sürekli gerginlik ve savaş kundaklanmaktadır. Acaba, ünlü Soros, TC yetkililerine, “sizin en iyi ihraç malınız askerleriniz” derken, silâh sanayii, militarizm ve kapitalist sistem arasındaki ilişkileri net ifade etmiş olmuyor muydu? Fakat yine de bazı emperyalist güçlerin askerî harcamalarının değişimine bakalım.

Tablo 3’te (bknz. syf. 114) görülüyor ki, hiçbir emperyalist güç, silâh harcamalarını arttırmada tereddüt etmemiştir. Yine aynı tabloya bakıldığında anlaşılmaktadır ki, 1950’de ABD, tek başına NATO’nun harcamalarının %76’sını yapmakta iken, 1985’te bu oran %72’dir. 1952’de Türkiye’nin de NATO’ya gir-diği düşünülürse, bu son derece normaldir.

NATO, emperyalizmin savaş makinesidir. 1985 yılında NATO’nun askerî harcamaları toplamı iki Türkiye’den fazladır. Tek başına bu veri bize emperyalizm ve militarizm arasındaki bağı göstermektedir.

Silâh pazarı, devletlerdir; ama biraz da satıcılarına bakma-lıyız. 1944’te ABD’de çeşitli silâhlar üreten toplam 1600 silâh fabrikası devlete ait idi. Oysa 1985’te devlete ait silâh fabrikası sayısı 72’ye inmiştir. Çoğu özelleştirilmiştir (Bkz. ASK, age).

Ülkelere göre silâh tedarikçilerinin verilerine de bakabili-riz. Elimizde 1996-2000 yılları verileri var. Bu veriler başlıca konvansiyonel silâh tedarikçisi 20 ülkenin verileridir (bknz.Tablo 4, syf. 115).

Page 114: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

114

Burada başlıca silâh satıcısı ülkelerden söz ediliyor; ama dikkat etmek gerekir ki, ABD aynı zamanda en büyük silâh alıcısıdır. Onun için biraz da işin tekeller yanına bakmalıyız. Pazarı devlet olan silâh sanayii çok ama çok kârlıdır. Onun için büyük holdinglerin bu alanda uzantıları var ve bu şirketler, moda deyimi ile küresel şirketlerdir. Uluslararası Silâhsızlanma ve Küreselleşme Ağı’nın kurucularından Stephen Staples’ten, G. Burrows aktarıyor;

“Eskiden ulusal düzeyde faaliyet gösteren Boeing, GM ve BAE Systems (eski adıyla British Aerospace-BAe) gibi şirketler artık daha çok devlet sübvansiyonu, vergi teşvikleri, düşük ücretler ve daha gevşek iş standartları peşinde dünyayı dolaşan ulusa-şırı şirketlere dönüştüler.” (G. Burrows, age, s. 18). Burada adı geçen BAE Systems’ı, ABD Savunma Bakan-

lığı, ABD şirketi olarak kabul ediyor.

Tablo 3 *

Askerî Harcamalar (1985 fiyatları ile, milyar ABD doları)

1950 1970 1985 Artış (1950-1985)NATO 84 281,3 367,4 %337ABD 64,5 215,3 266,6 %313İngiltere 12,4 16,7 23,8 %92Fransa 6,1 14,4 20,7 %239F. Almanya 0 15,3 20,3 %2000İtalya 2,6 5,7 9,5 %265NATO Diğer 4,6 14,6 26,4 %474Japonya 6 6,4 12,9 %1290

*Kaynak: Askeri Sanayi Kompleksi, Ermis Verlag, Mayıs 1987 AlmanyaNot: Yukarıdaki kaynakta yazar adı verilmemiş. Kitap doğrudan Türkçe basılmış bir küçük broşürdür. Almanya’daki yoldaşlarımız tarafından bir eski kitapçıda bulunarak bize ulaştırılmıştır. Aynı başlıklı, daha geniş bir Almanca kitaptan söz ediliyor ama baskısına ulaşmayı başaramadık. Bundan böyle, bu çalışmadan kaynak gösterirken, Askeri Sanayi Kompleksi yerine ASK kısaltmasını kullanacağız.

Page 115: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

115

Lockheed Martin, bir ABD şirketidir ve 1999’da 17,6 milyar dolarlık satışla, o yılın askerî cirolar alanında birincisi olmuş. 1999’da cirosunun %70’ini askerî teçhizat oluşturmuş. Onu Boeing takip etmiş ve askerî teçhizatın Boeing’in cirosu içindeki payı %27 olmuş. İngiltere’deki en büyük rakibi olan GEC’i satın alan BAE Systems, 1999’da 15,7’lik askerî teçhi-zat cirosu ile (toplam cirosunun %77’si) dünya ikincisi olmuş.

Tablo 4*

1996-2000 yılları arasında konvansiyonel silâh tedarikçisi 20 ülkenin ciroları (1990 fiyatları ile ve milyon dolar olarak)

Tedarikçi ülke 1996-2000 yılları toplamı

ABD 49.271 Rusya 15.690 Fransa 10.792 Birleşik Krallık 7.026 Almanya 5.647 Hollanda 2.014 Ukrayna 1.956 İtalya 1.720 Çin 1.506 Beyaz Rusya 1.246 İspanya 945 İsrail 864 Kanada 716 Avustralya 646 İsveç 585 İsviçre 340 Çek Cumhuriyeti 340 Moldova 316 Belçika 285 Slovakya 196

* Kaynak: Gideon Burrows, age, s. 18

Page 116: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

116

Diğer önemli üreticiler Raytheon (ABD), General Dynamics (ABD), EADS (Fransa-Almanya-İspanya), Northrop Grum-man (ABD) ve Thales (eski adı ile Thomson-CSF) (Fransa)’dır.

Hepsi bu kadar değil; ama diğerlerine geçmeden bunlarla ilgili, G. Burrows’un aktardığı verileri aktaralım(bknz. Tablo 5).

Bu kadarla da sınırlı değil. Daha pek çok firma var ki, silâh sanayiinde etkindir. Normal olarak pek çok kişi mesela

Tablo 5*

En Büyük 7 Askerî Teçhizat Satıcısının Satışları

*Kaynak. G. Borrows, age, s. 20Not 1: Rakamlar 1998 fiyatları ile milyar dolar cinsindendir Not 2: İkinci satırdaki %’li rakamlar o şirketin cirosu içinde askerî teçhizat satışlarının payını gösterir.

Şirket 1994 1995 1996 1997 1998 1999

15.9 14.8 18.7 18.8 17.9 17.6 %63 %60 %67 %66 %68 %70

Lockheed Martin (ABD)

BAE System (İngiltere)

9.1 8.2 9.4 10.9 10.5 15.7 %62 %68 %72 %74 %74 %77

Boeing(ABD)

Raytheon(ABD)

Northrop Grumman(ABD)General Dynamics(ABD)Thomson-CSF(Fransa)

4.5 4.5 4.2 14.7 15.9 15.3 %35 %34 %37 %37 %64 %58

3.9 4.2 4.7 5.2 12.5 11.3 %35 %34 %37 %37 %64 %58

6.2 6.1 7.0 7.3 6.7 7.0 %85 %84 %83 %79 %75 %79

3.2 3.2 3.4 3.7 4.2 5.5 %94 %96 %92 %90 %84 %62

4.2 4.1 4.0 4.2 4.6 4.1 %65 %65 %64 %64 %63 %56

Page 117: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

117

Microsoft isimli firmanın askerî teçhizat üreten bir firma olduğunu ilan edemez. Ama askerî teçhizat alanında olmadığını ise hiç kimse ilan edemez. Onun için askerî alanın sınırlarını, militaristleşmiş bir ekonomide, belirlemek çok zordur.

Yine biz silâh tekellerine bakalım. Onlar hakkında elimiz-de çok fazla bilgi yok; ama olanları da bize epey bir fikir verir niteliktedir.

ABD’de, General Dynamics, nükleer roketlerle donatılmış denizaltılar üretmekte yoğunlaşmıştı. Rockwell International’ı, pek çok kişi komputer parçaları üreticisi olarak biliyor olabilir; ama Rockwell International ve Northorp, stratejik bombalar üretirler. Bilindiği gibi el bombaları, taktik bombalar olarak ele alınıyor. Yine bir ABD şirketi olan General Electric, pek çok kişi tarafından beyaz eşya üreticisi olarak bilinir. General Electric ile United Tecnologies, iki ABD tekelidir ve roketler ile uçak motorları da üretmektedirler. Diğer büyük ABD silâh üreticileri şöylece sıralayabiliriz: General Motors, Wastingho-use Electric, IBM, Chrysler (Mercedes Benz tarafından satın alındı), Boeing, Hughes, Raythorn, Lockheed, Litton Industri-es, Grumman, Mc Donell Douglas.

İngiltere’de savaş uçaklarını British Aerospace, yeni adı ile BAE systems üretmektedir ve Amerikan Savunma Ba-kanlığı, BAE systems’i bir ABD şirketi olarak ele almaktadır. İngiltere’de Royal Ordnanie, topçu silâhlarını üretmektedir. General Electric’in İngiltere’de ciddi bir ağırlığı vardır. Bir baş-ka İngiliz firması Thorn Ermi’dir.

Fransa’daki büyük silâh üreticisi tekellerin başlıcaları ise Aerospatiale, Thomson, Dassault Bregnet’tir. Fransa’da savaş helikopterlerini Aerospatiale ve Dassault Bregnet, savaş uçağı motorlarını ise SNECMA üretmektedir.

Almanya’nın en büyükleri ise Siemens, Daimler-Benz, AEG-Telefunken, MBB’dir.

Okuyucu şunlara dikkat etmelidir. İlkin Tablo 6’da (bknz. syf. 118) adı geçen birçok firma, bilenleri varsa, daha çok başka mamulleri ile tanınmaktadır. Bu durum bize, askerî teçhizat üre-timinin anlamı ve sanayi içindeki militaristleşme hakkında bilgi vermektedir. Mesela Rockwell, bilgisayar parçaları üretmektedir.

Page 118: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

118

Cirosunun %63’ü 1984 yılında askerî teçhizat olan Rockwell, modemleri ile pazarda önemli bir yere sahiptir. Pek tabii müm-kündür ki, Rockwell’in modemleri, askerî teçhizat üretiminin bir yan mamulü olabilir. AEG beyaz eşya üreticisi olarak ta-nınmaktadır; ama 1983 yılında (o zamanlar henüz iki Almanya

Tablo 6*

Başlıca ABD silâh tekellerinin toplam satış ciroları içinde askerî teçhizatın payı, (1984 yılı için, yüzde olarak)

ABD şirketleri Askerî teçhizatın cirodaki payı

McDonnell Douglas %68G. Dynamics %86Rockwell Int. %63Lockheed %85Boeing %42Hughes %66Raythorn %49Litton Industries %41

Bazı Federal Alman şirketlerinin 1983 ciroları içinde askerî teçhizat (AT) payı

F. Almanya şirketleri Ciro içinde AT

MBB %56AEG %18Krauss Moffei %84MTU %74Blom-Voss %70Daimler-Benz %62Rhein Metal %33Krupp %57MAN %8

*Tablodaki tüm rakamlar için bknz. ASK, age, s. 16-22

Page 119: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

119

birleşmemişti ve sözünü ettiğimiz Almanya, Federal Almanya olarak anılıyordu), cirosunun %18’i askerî teçhizattan oluşmak-taydı. Daimler-Benz, bir başka örnektir. Bugünlerde, ABD’deki Chrysler’i de satın almış olan Daimler-Benz, Mercedes marka arabaların üreticisidir ve 1983 yılında cirosunun %62’si askerî teçhizat adı altında geçmektedir. Sanırım devam etmeye gerek yok. Motor, elektrik, elektronik, beyaz eşya, otomobil, kamyon vb. alanlarda üretim yapan pek çok firma, aynı zamanda askerî teçhizat üretmektedir. Siz buna tekstili rahatlıkla ekleyebilirsi-niz.

İkinci dikkate değer nokta, adı geçen tüm şirketlerin bi-rer dev holding, birer uluslararası tekel olmasıdır. Dolayısıyla %60’ları söz konusu olan cirolar, milyar dolarlık cirolardır.

Bu noktada biraz duralım ve bu silâhları kimlerin aldığına da bakalım. Sonra tekrar kaldığımız yerden devam edebiliriz; ama önce bir noktanın altını tekrar çizelim. En büyük silâh pa-zarı, ABD devleri başta olmak üzere, emperyalist devletlerdir; ama onların rakamları uluslararası ihracat rakamlarının içine girmeyecektir. Mesela 1996 yılında silâh transferlerinin değeri 19,4 milyar dolardı.

“1989-1996 yılları arasında gelişmekte olan ülkelerle yapılan silâh transferi sözleşmelerinin değeri, dünya toplamının yüzde 67.5’ini oluşturuyor.” (G. Burrows, age, s. 66).Başlıca silâh alıcıları ise şunlardır. İlk 20 ülkeyi aktarmadan

önce, Afrika’dan bazı rakamlar içeren tabloyu, G. Burrows’un aynı eserinden aktaralım (bknz. Tablo 7, syf. 120).

Bu tabloyu aktarmamızın ana nedeni, harcamalar içinde silâh harcamalarının payının gösteriliyor olmasıdır. Her ülkede bu önemli bir göstergedir. Ülkemiz içinde bu böyledir. Bir de unutmamak gerekir ki, silâh harcamalarını tam olarak belirle-mek, “ulusal güvenlik” nedeni ile olanaklı değildir. Dolayısıyla her zaman bu oranlar daha da yüksektir.

1990 yılı fiyatları baz alınarak, milyon dolar cinsinden 1996-2000 arasında en çok silâh satın alan 20 ülke ve rakamları Tablo 8’de (bknz. 121) görülmektedir.

Bu rakamların ülkelerin harcamaları ya da devlet bütçeleri içindeki paylarını bilmiyoruz; ama özellikle not etmek gerekir

Page 120: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

120

ki Türkiye her zaman bu harcamalarda, dünyanın ilk beşine gir-mektedir. En büyük silâh ithalâtçıları arasına girmektedir.

Silâhların bu ülkelere satılması ya da militaristleşmiş ka-pitalist ekonominin canlı tutulması, her ülkenin çevresinde gerginlikler yaratılmasını gerekli kılıyor. İster şirketler, ister devletler (aralarında ciddi bir fark yok) bu amaçla her ülke için düşman bulmakta zorlanmıyorlar. Senaryolar yazıyorlar, simülâsyonlar üretiyorlar. Bu yolla, her ülkedeki silâh harcama-larını, meşru göstermenin yolunu döşemiş oluyorlar. Türkiye-Yunanistan gerginliğini düşünün. Bu gerginliği sürekli kılmak, bu ülkelerin her birine bir yeni silâh satmak için bir vesiledir. Her yeni silâh, diğer ülkeye de yeni silâhlar satılması demek-tir. Acaba bu amaç için simülâsyon üreten bilgisayar şirketleri, askerî alanın içinde mi ele alınmalıdır? Yoksa, bunlar silâh satışı için reklâm olarak mı algılanmalıdır? Eğer reklâm ise, rakam-ların ideoloji ile bağı üzerine tekrar durmamıza gerek var mı?

Silâh ticaretinde devlet sadece pazar değildir. Evet pazar-dır. ABD devleti, silâh sanayiini özel olarak desteklemektedir. Pek çok holding, ABD devletinden sipariş almak için uğraş-maktadır. Aynı durum TC devleti için de geçerlidir. Dünyada

Tablo 7

Bostvana 1998 323 11,5Namibya 1998 89 -Angola 1998 380 10Mozambik 1998 - 19,4Zimbavve 1997-98 456 -Güney Afrika 1996-99 arasında 1900 - her yılUganda 1998 153 -Tanzanya 1998 311 23

Ülke Yıl Askeri harcama

Devlet harcamaları içindeki payı

Page 121: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

121

Tablo 8*

1996-2000

Alıcı Ülke (milyon Amerikan doları)

Tayvan 12.281 Suudi Arabistan 8.362 Türkiye 5.664 Güney Kore 5.334 Çin 5.231 Hindistan 4.228 Yunanistan 3.665 Mısır 3.619 Japonya 3.558 BAE 2.983 İsrail 2.890 Finlandiya 2.787 Pakistan 2.626 Kuveyt 2.063 Singapur 1.874 Tayland 1.771 İngiltere 1.694 İsveç 1.612 Malezya 1.445 Brezilya 1.346

*Kaynak için bknz. G. Burrows, age, s. 22

silâh ithal eden ülkeler liginde TC devletinin yeri düşünülürse, herkesin bu isteğinin nedeni anlaşılır. Silâh tekelleri için bazı devletler gerçekten de iyi pazardır; ama aynı zamanda devletler için silâh, özellikle desteklenmekte olan, desteklenmesi gereken de bir sanayiidir. Silâhlar daha kullanılmadan, daha üretilme-den bir meydan okuma aracı, bir tehdit anlamına geliyor. Bu nedenle ülkelerin silâh üretim programlarında işbirliği, ittifak-lar şekilleniyor. İngiltere-Almanya, İtalya ve İspanya, ortaklaşa Typhoon adlı savaş uçağını ürettiler. Fransa-Almanya arasında

Page 122: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

122

ise daha sıkı bir ilişki görülüyor, birlikte Eurocopter şirketini yarattılar. Daha 1 yıldan az bir süre önce, Almanya, TC yöne-ticilerine, “Fransa’yı yumuşatmak ve üyeliğinize olurunu almak için, şu kadar uçak sipariş vermeniz yerinde olur” derken, aslın-da o uçak firmasının Alman ve Fransız ortak yapımı olduğunu tüm dünya bilmekteydi.

ABD-İngiltere-İsrail ilişkisi ise daha kalıcı bir işbirliğine benziyor. Joint Strike Fighter ( JSF) projesi, 3000’i ABD için, 150’si İngiltere için olmak üzere ortak uçak üretim projesidir. Proje ise Lockheed ile BAE Systems’in ortak projesi olarak ha-yata geçiyor. Söz BAE Systems’dan açılmış iken, onun

“...yan kuruluşu olan küçük Alman firması Heckler&Koch (H&K), aralarında Türkiye, Burma ve Pakistan’ın da bulun-duğu 14 ülkeye tüfeklerinin üretim lisansını verdi. Türk silah kuruluşu MKE, 1970’lerden bu yana lisanslı olarak H&K si-lahları üretiyor...” (G. Burrows, age, s. 28).MKE, silâh sanayii açısından, küçük silâhlar üretse de

önemlidir. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Ensti-tüsü (SIPRI) verilerine göre 1997’de MKE, dünyanın en büyük 100 silâh şirketi sıralamasında 83’üncü, 1998’de de 59’uncu ola-rak görülmektedir (Gülay Günlük Şenesen “Silahlanma”, Neo-liberalizmin Tahribatı içinde, Hazırlayan N. Balkan, S. Savran, Metis Yayınları, Mayıs 2004, s. 117).

Bu son örnek bize, tek bir silâh şirketi adı altında işlerin yürümediğini gösteriyor. Büyük tekeller devrededir. Bunlar, pek çok farklı ülkede ya şirketlerin sahibi ya lisans satıcısıdır. Ortak projeler, stratejik ortaklıklar gibi çeşitli işbirlikleri geliştiriliyor ve devlet, her zaman bunun içindedir. Her ülkede komisyoncu-lar organize ediliyor. Mesela ülkemizde Çevik Bir’in, Ameri-kan şirketlerinin ortak komisyoncusu olduğu biliniyor. Buradan hareketle, bir komisyoncunun, ulusal güvenlik nedeni ile silâh harcamaları bile açıklanmayan ülkelerde ne derin bilgileri hiz-met ettiği şirketlere sunduğu anlaşılacaktır. Bu uluslararası silâh tekelleri, ordulardaki terfi sistemi ile dahi yakından ilgilenmek zorundadır. Ne yaparsın, ekmek aslanın ağzında!

ABD ordusunun son dönem için, yani meşhur 11 Eylül’den

Page 123: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

123

sonrası için hız verdiği bazı projeler, elbette silâh tekellerinin iş-tahını kabartmıştır. Bunlardan biri Hava Lazeri (ABL) olarak adlandırılıyor. Boeing 747’lere monte ediliyor ve 650 km uzak-taki bir balistik füzeyi yok etmek için tasarlanıyor. Bir başka ABD eski hava kuvvetleri komutanın yönettiği Yönlendirilmiş Enerji Silâhları Uygulaması (DEATAC)’dır. Burada enerjinin yönlendirilmesi ile istenilen bir noktanın vurulması hedefleni-yor. Gelecekte bu projenin her ülkenin sahip olmak isteyeceği bir proje olacağı söyleniyor. Bir başkası Parça Tesirli Silâhlar (AIM)’dır. Bunun yanı sıra Çoklu Roket Sistemleri (MRLS) de sayılmalıdır. Napalm ve küçük parçalara bölünebilen bombalar, aslında AIM’in anası sayılır ve Vietnam savaşından bu yana ge-liştirilmektedir. Bir başkası ise yıldız savaşları projesi adı altında sürekli gündemde durmaktadır.

Bu projeler, silâhlar, daha adları var iken, kendileri hazır hâle gelmemiş iken bile “düşman” ilan edilen devletleri yeni silâhlanma yatırımlarına itiyor. Bir bölümünün egemenliğe bo-yun eğmesinin aracı olarak kullanılıyor.

İşte burada biz, silâh metaı söz konusu olduğunda daha çıplak görünmek üzere, devletin hem bir pazar, hem de tekelle-rin ortak çıkarları için bir örgüt olduğunu bir kere daha görmüş oluyoruz. Tekellerin uluslararası egemenliği, her zaman devle-tin bir egemenlik için kullanılması ile mümkündür. Onun için bir emperyalist devlet, aynı zamanda uluslararası alanda “ken-di tekellerinin” çıkarlarının savunucusu olmak durumundadır. Bu yoldan gidersek, “ulus devlet” tanımı üzerine kopartılan tartışmanın bazı gerçekleri çıplak olarak ortaya sermediğini söyleyebiliriz. ABD devleti, hem bir “ulus devlet”tir, hem de uluslararası alanda faaliyet gösteren, dünyanın 120 ülkesinde askerî üssü bulunan bir devlettir. ABD devleti için, diğer “ulus devlet”lerin dönemi çoktan bitmiştir; ama kendisi, burjuva çı-karların topluma “ulusal çıkarlar” adı altında kabul ettirilmesi ile oluşan, şekillenen burjuva, daha gelişmişi olsa da, bir ulus devlettir. Bu konuya çalışmamız içerisinde, daha geniş olarak, ilerleyen bölümlerde gireceğiz.

Devletin silâh sanayiinde oynadığı rol, burjuva devlet ola-rak, tüm tekellerin çıkarına oynadığı rolün kapsamı içinde, sa-

Page 124: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

124

dece nicelik olarak biraz daha detaylıdır. Şöyle sıralayabiliriz ve elbette ki başka bazı noktalara da dikkat çekecek yardımlara açığız. Yani aşağıdaki sınıflandırmanın devletin rolünün tüm yönlerini ortaya koyduğunu söyleyemeyiz. Kendisi biraz “gizli” olan silâh sanayii üzerine çalışmak, her zaman sınırlı bilgi ile hareket etmek demektir.

1. Silâh tekellerinin sermayelerine devletin aktif katkısı Silâh tekelleri, devletten en başta ciddi döner sermaye kat-

kısı almaktadır. O kadar ki, bu oranın %80-90 civarında olduğu, yani bu silâh tekellerinin ihtiyaç duydukları döner sermayenin %80-90’ının devlet tarafından kendilerine, önceden sağlandığı bilinmektedir. Diyelim ki, Lockheed şirketi, devletin özel si-parişi için uzay savaşlarının bir parçası olacak bir silâh üretim siparişi almış olsun. Bu silâh, kesinlikle önceden üretilmiyor. Si-pariş anında önemli bir miktar ödenek alınıyor ve mal diyelim ki 1 yıl sonra teslim ediliyor. Elbette bu durum silâh üretimini çok kârlı kılıyor.

2. AR-GE harcamalarının devletçe desteklenmesiAslında bu araştırma-geliştirme harcamalarının çoğu biz-

zat devletçe yapılmaktadır. Silâh şirketleri, hem bu çalışmaların sonuçlarına konmakta, hem de bizzat AR-GE katkısı almakta-dırlar (bknz. Tablo 9).

3. Silâh ihracatına verilen sübvansiyon desteğiBir başka destek biçimi budur. G. Burrows’tan aktaralım: “1996 mali yılında ABD hükümeti 12 milyar dolarlık yeni uluslararası silah satışı yapabilmeleri için şirketlere 7,9 milyar dolar vermiş.” (G. Burrows, age, s. 76). İngiltere ile devam edelim: “Britanya’nın silah ihracatı için verdiği saptanabilen sübvan-siyonların yıllık değeri yaklaşık 420 milyon sterlin. Bu rakama şirketlerin araştırma ve geliştirme çalışmaları için verilen yıl-da 570 milyon sterlin tutarındaki dolaylı sübvansiyon dahil değil.” (age, s. 77).

Page 125: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

125

Tablo 9*

Askerî alanda devletlerin AR-GE Harcamaları(milyon ABD doları)

1976 1985

ABD 15.785,4 27.340İngiltere 2.959,7 3.814,2Fransa 1.889,7 3.100F. Almanya 959,1 1.139,7İtalya 56 212

* Kaynak: ASK, age

G. Burrows bize daha detaylı iki tablo sunuyor. Sayfa 77 ve 78’den aktarıyoruz. Bu tablolarda İngiltere ve ABD’nin verdiği desteğin hangi kalemler altında gerçekleştiği de görülebiliyor (bknz. Tablo 10, syf. 127).

Bu kez de ABD’nin verdiği desteğin dökümünü verelim (bknz. Tablo 11, syf. 128). Bu dökümlerin, sadece harcama ka-lemlerinin bile bilgi verici olduğunu umuyoruz.

Tek başına bu harcama veya destek kalemlerinin öğreti-ci olduğunu tekrarlayalım. Aslında benzer destekler, pek çok sanayi dalına verilmektedir. Mesela ülkemizde ihracata verilen destekler gibi; ama yine de iş burada biraz daha derindir. Dev-letlerin rolünün azaldığı yollu tezlerin ne kadar “ideolojik” ol-duğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

4. Başka ülkelerin askerî güçlerinin devletlerce eğitilmesiBu elbette bir tekstil makinasının nasıl kullanılacağı eği-

timinden ciddi ölçüde farklıdır. Bu eğitimlerin hem silâh tica-retine büyük katkısı vardır, hem de daha ilerisi eğitilen ülkenin ordularının denetimi açısından büyük önemi vardır. TC ordusu-nun eğitimine 1946 yılında başlanıyor ABD tarafından. Bilinen bu. İlk giden grubun içinde Türkeş’in de olduğu biliniyor Bu eğitimler süreklilik arz ediyor ve TC ordusunun tüm komuta

Page 126: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

126

kademesi, ABD eğitiminden geçiyor. Mesela Afrika’daki 53 ül-kenin yarısından fazlasını ABD güçleri resmî olarak eğitmiştir.

5. Silâhların temizlenmesi Bu başlık ile kastettiğimiz, eskimiş silâhların hibe yolu ile

bir başka “dost” ülkeye verilmesi ve bu yolla hem işe yaramaz silâhların temizlenmesi, hem de bu yolla büyük ticarî kârlar elde edilmesidir. Mesela bir araç, Türkiye’ye hibe ediliyor. Hibe anlaşmasına bazı şartlar konuluyor. Diyelim ki, bu silâhların ye-dek parçaları şu şirketten alınacak ya da tamiratları şu şirkete yaptırılacak ya da bu hibe karşılığında şu ihale ABD şirketleri-ne verilecek gibi. Sadece bu yolla hurdaya çıkmış araçların, sıfır hâldeki değerlerinin üstünde bir fiyatla “hibe” yolu ile ülkemize satıldığı biliniyor.

6. Düşman belirleme senaryoları ve simülâsyonları Elbette işin bu noktasında askerî ateşelerden, bilgisayar

firmalarına, reklâm şirketlerinden, film endüstrisine kadar pek çok yan kuruluş devreye giriyor. Bu işin organizasyonunda silâh komisyoncuları da görev alıyor, basın da. Tüm bunlar, kârları daha tatlı hâle getiriyor.

“1999’da Thabo Mbeki’nin liderliğindeki ANC iktidarı, kro-nik yoksulluğa rağmen, Güney Afrika Ulusal Savunma Gücü için geniş kapsamlı bir yeniden silahlandırma programı baş-lattı. Program, 15 yıl içerisinde, BAE Systems ve SAAB kon-sorsiyumundan 52 savaş uçağının (bu vesile ile SAAB’ın uçak satışında yer aldığını öğreniyoruz. DA) Almanların yönlen-dirdiği konsorsiyumlardan 7 devriye botunun ve denizaltının, Britanyalıların yönlendirdiği GKN-Westland’dan 4 super-Lynx helikopterin ve İtalyan firması Agusta’dan 40 hafif heli-kopterin alınmasını içeriyor.” (G. Burrows, age, s. 68). Şimdi Güney Afrika’nın bunları almaya ikna edilmesini

sağlayan nedir? Ulusal güvenlik demeyin. Basit olur. Irak, yıllar-ca ABD’ye bağımlı bir Saddam yönetimince silâhlandırıldı. Bi-rinci Körfez Savaşı’nda (1991 olmalı), Saddam Amerikan sal-dırılarına karşı F16’ları kullanmak istedi; ama uçaklar havalan-

Page 127: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

127

Tablo 10

Britanya’nın savunma ihracatına verdiği desteklerin dökümü

Net destek (milyon sterlin)

Riski üstlenerek askerî ihracat kredilerini desteklemenin net maliyeti 327

İhracat Kredisi Garanti Dairesi yoluyla Savunma İhracatı Hizmetleri Kuruluşu’nun 23net işletme maliyeti

Savunma Bakanlığı personelinin 14tanıtım için kullanılması

Büyükelçilik çalışanlarının 10 ve birimlerinin desteği

Savunma ataşeleri 23

Resmî ziyaretler 29

Rüşvet ve diğer yozlaşmış uygulamalar yüzünden vergi kaybı 92

Tedarik seçimlerinde çarpıklık 86

Askerî ihracata verilen TOPLAM net destek 604

madı bile; çünkü uçakların yazılımları ABD’ye ait (Türkiye’deki yazılımları da ya ABD ya da İsrail’e aittir) idi ve bir virüs ile tüm F16’lar etkisiz kılınmıştı. İşte bu nedenle “ulusal güvenlik” demeyin. Öyle ise bu silâhları satın almaya ikna edilme neden-leri nedir? Diyelim ki, bir gün Türkiye, mesela Suriye saldırısına mı uğrayacak, Yunanistan’ın saldırısına mı? Eğer savaş tanrıları (emperyalist güçler, başta ABD) buna evet demezse, böyle bir saldırı olur mu? Ve eğer bir vesile ile ABD mesela Yunanistan’ı

Page 128: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

128

Tablo 11

ABD’nin savunma ihracatına verdiği desteklerin dökümü

Harcama Kurum (milyon dolar)

Yardım Programlarının Finansmanı

ABD Savunma Bakanlığı Yabancı orduların finansmanı 3317.8 Savunma İhracatı Kredi Garanti Fonu 16.7 Silinen/tahsil edilemeyen krediler 1000.0 Savunma malzemesi fazlaları/ acil durum azaltmaları 750.0 ABD teçhizatının ücretsiz olarak kullandırılması 63.2 Askere alma ücretlerinde iptal veya feragat 200.0ABD Uluslararası Kalkınma Kurumu Ekonomik Destek Fonları 2042.3Export-Import Bank Kredileri 33.7Ara toplam 7423.7

Tanıtım ve Destek Programları

ABD Savunma, Dışişleri ve Ticaret Bakanlıkları Devlet çalışanlarının tanıtım-destek için kullanılması 410.0 Havacılık/silah faturalarına verilen destek 34.2Ara toplam 444.2

ABD devletinin silâh satışlarına verdiği toplam destek Genel Toplam 7867.9

Page 129: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

129

Türkiye’nin üstüne sürerse, Türkiye’nin hangi silâhları etkili olur? Savaşın sonucunda, savaş tanrıları karar vermez mi? Di-yelim ki, bu silâhları, şu ya da bu emperyalist güce karşı kulla-nacaksınız, hangi koşullarda?

7. Üst düzey yöneticiler yolu ile devlet içinde silâh tekelleri etkin, etkili olurlar. Bürokrasi, silâh tekellerinin üst düzey çalışanları, silâh

simsarları sürekli iç içe geçerler. Elbette işin bir başka yönünde, silâh tekellerinin seçim kampanyalarındaki ağırlığıdır. Böyle-ce bu yedinci madde söylediklerimizin istisnasız tümü, mesela basın tekelleri için, mesela inşaat tekelleri için, mesela sigara tekelleri için, mesela petrol ve enerji şirketleri için aynen ge-çerlidir. Öyle ki, tekelci egemenlik budur. Tekelci egemenlikte devlet bu tarz işler. Belli kurumlar, tekellerin ortak kurumları hâline dönüşür. Bürokrasinin “siyasetin” ve iş dünyasının üst düzey yöneticileri, şirketler, kurumlar ve bürokrasi aracılığı ile birleşir, bütünleşir.

Öyle ise, burada silâh tekelleri söz konusu olunca değişen bir şey yok diyebiliriz. Gerçekten de diyebiliriz. İşin niteliği ge-reği değişen bir şey yoktur. Sadece farklılık silâh-devlet ilişki-sinden kaynaklıdır. Devlet, silâh için en büyük pazardır ve silâh devletlerin egemenlik araçları (ulusal veya uluslararası alanda) içinde özel bir yere sahiptir. Her meta, bürokraside iş dünya-sında, “siyaset” sahnesinde önde gelenleri besler, birleştirir hâle getirebilir; ama silâh ticareti söz konusu olunca, bu her zaman, az ya da çok, geçerli bir ilişki tarzı, geçerli bir durumdur.

“1984-1994 yılları arasında 1838 üst düzey Savunma Ba-kanlığı görevlisine savunma sanayiinde görev alma izni ve-rilmiş.” Bu olay İngiltere’de gerçekleşmiştir. (Bkz, G. Burrows, age, s. 114). Aynı trendi Türkiye’de de görebilirsiniz. Her emekli general, bir özel şirkette yöneticidir. Bunun bir nedeni Türkiye’de ordunun rolü ile ilgilidir. Diyelim ki, çocuk bezi bile satıyor olsanız, ordudan bir yönetici çok işe yarar; ama zaten okuyucu bilmektedir ki, OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) bir holdingtir ve ülkenin en büyük holdinglerinden de biridir. Biz yine emperyalist merkezlere bakalım.

Page 130: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

130

G. Burrows aktarıyor, dinleyelim: “ABD şirketleri ilk kez Pentagon’u böyle tamamen ele geçiriyor. Sadece Savunma Bakanı (Donald Rumsfeld) değil, ordunun, donanmanın ve hava kuvvetlerinin yeni liderleri de iş dün-yasından geliyor... Başkan Bush askeri uçak satan Northrop Grumman’ın başkan yardımcısı James Roche’u Hava Kuv-vetleri Sekreterliği’ne, silah ve savaş gemisi üreticisi General Dynamics’ten Gordon England’ı Donanma Sekreterliği’ne getirdi.” (Aktaran G. Burrows, age, s. 115).Ve Burrows ekliyor: “Ayrıca, Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in (ki kendisi bir petrol şirketinin üst düzey yöneticisi idi. DA) karısı Lynne de ABD hükümetinin ve müttefiklerinin başlıca yüklenici firma-larından olan Lockheed Martin’in yönetim kurulunda bulu-nuyor.” (age, s. 115).Öyle gözüküyor ki uzatmaya gerek yok. Tekeller ile bü-

rokrasi ya da siyaset ya da aynı anlama gelmek üzere, devlet, nasıl iç içe geçiyor, bunu görebiliyoruz. Dediğimiz gibi bunu her sektörde izleyebiliriz. Diyelim ki, ABD inşaat şirketlerini ele alsak aynı sonuca ulaşırız; ama silâh tekellerinde bu her za-man geçerlidir.

Yine aynı çerçevenin içinde yer almak üzere, şimdi de silâh tekellerinin, siyasî seçimlere nasıl müdahil olduğu üzerine bir iki örnek alıntı aktaralım. Böylece tablo, daha da netleşecektir.

1995-1996 seçimleri kampanyasında, ABD’de, en büyük 25 silâh ihracatçısı şirketin bağışlarının toplam tutarı, 10.8 mil-yon doları bulmuştur.

Tablo 12 daha açık bir göstergedir. Tüm bu rakamlar, sadece bize tekelleşmeyi ya da silâh sa-

nayiindeki tekelleşmeyi göstermiyor. Bunlar bize aynı zamanda emperyalist egemenliğin boyutları hakkında bilgi veriyor. Bu-nunla da kalmıyor, aynı zamanda kapitalist-emperyalist ekono-milerin nasıl ve ne ölçüde militaristleştiğini gösteriyor.

Militaristleşmede birkaç örneğe daha ihtiyacımız var. Hız-la sıralayalım. 1940 yılında, ABD’de silâh sanayiinde 314 bin kişi istihdam ediliyordu. Tüm teknik gelişime rağmen bu sayı

Page 131: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

131

sürekli arttı. 1985’te 3 milyon 275 bin kişi, ABD silâh sanayi-inde istihdam edilmekte idi (Bakınız ASK broşürü, age). De-mek oluyor ki, silâh sanayiinde sürekli bir büyüme var. İşgücü açısından 10.4 katı büyümüş olan ABD silâh sanayii, gerçekte teknolojik gelişme de hesaba katılırsa, bunun iki üç katı daha fazla büyümüş olmalıdır.

Militaristleşme bilime de sızmaktadır. Gelişen her yeni teknolojide, 20 yüzyıl boyunca olmasa da, İkinci Dünya sava-şından sonra mutlaka askerî amaç önce olmuştur. Günümüz dünyasının yaygın tüketim nesnelerinden cep telefonlarının, önceleri istihbarat amaçlı geliştirilmiş olması gibi. Ya da din-leme ve izleme, kontrol ve gözetleme için gelişen tekniği dü-şünürsek, neden pek çok elektronik techizat üreten firmanın isminin askerî teçhizat üreticisi olarak da adının geçtiğini anla-yabiliriz. Buna, elektrik şirketlerini, otomotiv şirketlerini, bilgi-sayar şirketlerini de eklemeliyiz.

Dünyadaki her 4 bilim adamından biri direkt veya dolaylı olarak silâhlanma programına hizmet etmektedir. Bunun ol-dukça yüksek bir oran olduğu anlaşılacaktır. Bu veri ile, em-

Tablo 12*

ABD’deki silah şirketlerinin 1997’de yaptıkları bağışlar (dolar olarak)

Lockheed Martin 590.960 87.748 1.900.000Northrop Grumman 336.075 22.825 3.594.197Boeing Company 183.119 240.420 2.900.000McDonnell Douglas 195.250 135.372 1.600.000Raytheon 229.950 83.428 980.000Hughes Aircraft 150.000 6.175 120.000

* Kaynak: G. Burrows, age, s. 115

ŞirketSiyasi Etkinlik Komitesi Bağışları

Dolaylı Bağışlar

Lobi Bütçesi (sadece 6

aylık)

Page 132: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

132

peryalist merkezlerin silâhlanma için ARGE amaçlı ayırdıkları bütçeleri bir arada düşünürsek, gerçekte ürkütücü bir durum ortaya çıkmaktadır. ABD’deki mühendisler ile bilim adamla-rının %20 ile %30’u silâhlanma siparişleri için çalışmaktadır (Bkz. ASK, age). Bu askerî alanda istihdam edilen mühendis-lerin %60’ı uzay endüstrisi alanında %35’i ise radyo ve elektro-nikte çalışmaktadır.

Yapılan araştırmalara göre, ABD TV’lerinde bir çocuk yıl-da ortalama 200 bin saldırganlığa ve 50 bin öldürme olayına se-yirci olmaktadır. Hollywood tüm gücü ile bu silâhlanma prog-ramını aşan, militaristleşmenin içindedir. Savaş oyunlarını da eklemek gerekir. Bu bize, militaristleşmenin gerektirdiği ideo-lojik zeminin hazırlığını gösteriyor. ABD Deniz Kuvvetleri’nin 600 adet TV kanalının olması, Pentagon’un binden fazla ga-zeteye, 12 milyon tirajlı 400’den fazla dergiye sahip olması, bu ideolojik alanın içinde bir parça olarak kalmaktadır.

Çok kârlı bir meta olan silâh, pazarının devletler olma-sı nedeniyle, diğer metalara göre daha hızlı paraya dönüşebil-mektedir. Bu kârlılığı daha da arttırmaktadır. Silâh satışlarının düşme eğiliminin ortaya çıktığı anda, tüm medya, simsarlar, bü-rokrasi, simülâsyon şirketleri vb. harekete geçiyor ve yeni ger-ginlikler yaratıyor.

Bu o kadar gereklidir ki, tüm ekonominin dönmesinde silâh özel bir yer tutmaya başlar. Büyük silâh siparişleri, yeni silâhların üretilmesi için kararlar verilmesi demek, elbette elektronikten, optik sanayiine pek çok alanda ekonominin “hız” alması demektir. Eroine alışmış bir vücut gibi kapitalist dünya ekonomisi, özellikle belirli ülkeler, silâh sanayiinin canlılığına ihtiyaç duyuyorlar.

Silâh sanayii, ciddi biçimde bir ekonomik atak başlatabili-yor. Yeni talepler yaratıyor, yeni istihdama olanak sağlıyor, tek-nik gelişim için kuvvet oluşturuyor vb. Bu ise tavuk yumurta hikâyesinde olduğu gibi kapitalist ekonominin militaristleşme-sini daha da arttırıyor.

Tüm bu süreç ise, emperyalist dünya sistemi ile doğrudan örtüşüyor. Emperyalist egemenlik, her sınıf esaslı egemenlik gibi zora dayanır. Zorun en üst örgütlenmesi devlettir ve devle-tin ayrıcalığı, zor araçlarını (silâhları) tekelinde bulundurması-

Page 133: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

133

dır. Bu, elbette silâh üretimini ve geliştirilmesini, sınıf egemen-liğine bağlamamız demektir.

Savaşlar, nihaî olarak ekonomik çıkarlara dayanır. Savaş, siyasetin başka araçlarla devam ettirilmesidir. Siyaset ise, sınıflı toplumlarda sınıf çıkarlarının yoğunlaşmış hâlidir. Sınıflar ve sınıf egemenliği varoldukça, savaşlar da varolmaya devam ede-cektir. Yeryüzünün tanıdığı iki dünya savaşının kapitalist-em-peryalizm çağına, sınıflı toplumların (ve sınıf egemenliği aracı olarak devletin) en gelişmişinde ortaya çıkması raslantı değildir.

21. yüzyıla girerken, SSCB dağıldı. Sosyalizm ciddi bir ye-nilgi almış olarak 20. yüzyılı tamamladı ve bu yenilgi ile beraber Marksizm, ciddi biçimde prestij kaybetti. O kadar ki, bildiğimiz tüm kavramlara topyekûn bir saldırı başlatıldı. Şöyle soruluyor; emperyalizm sömürgesiz ve savaşsız varolabilir mi? Ve yanıtı evet olarak veriliyor. O zaman neden buna hâlâ “emperyalizm” diyoruz, anlamak zor; ama bu konuya değinmeden geçeme-yiz. Savaşsız emperyalizm olmaz. Daha da fazlasını biliyoruz ve söylüyoruz, sınıflar ve sınıf egemenliği var ise elbette savaş da varolacaktır, varolmuştur. Kapitalist-emperyalizm bu savaş olanağını daha da arttırmıştır. 20. yüzyılın son 10 yılında bu soruyu soranlar, işçi ve emekçilerden milyonlarca kere özür di-lemek zorundadırlar; zira o günden bu yana başkaları bir yana, Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta savaş yaşadık, yaşıyoruz.

Çalışmanın kapsamı içinde bir ayrıntı olsa da, hem bu ko-nuda yapılmış çalışmalar nedeni ile, hem de bu ülkede yaşıyor olmamız nedeniyle ülkemiz silâh sanayii ile ilgili bir özet yararlı olacaktır.

Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin modernizasyonu konusunda 1985’te alınan karara uygun olarak, IMF’den alınan kredileri çok çok aşan harcamalar yapıldı. 1986’da ise modernizasyon sü-resi 2025 yılına kadar uzatılırken, modernizasyon bütçesi 150 milyar dolara çıkarıldı. Bu aşağı yukarı, yılda 5 milyar dolarlık bir bütçe demektir ki, 2025 yılına kadar her yıl Türkiye’yi silâh satın alan ilk üçteki ülkeler arasına sokar.

Konu ile ilgili gelişimi, Gülay Günlük Şenesen’in bazı ra-kamları özetliyor. 1990 yılında, 12 şirket, MSB (Milli Savun-ma Bakanlığı) desteği ile Savunma Sanayi İmalatçıları Derneği (SASAD) kuruldu. 1998’de ise üçü SASAD üyesi olmak üzere

Page 134: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

134

6 şirket Savunma Sanayicileri Derneği (SADER)’ni kurdu. 1991’de SASAD üyesi 21 şirket iken, 1997’de 39, 2000’de ise 57 olmuştur (Bakınız Gülay Günlük-Şenesen, Neoliberaliz-min Tahribatı, ortak kitap, hazırlayanlar N. Balkan, S. Savran, Metis Yayınları, Mayıs 2004 içinde “Silahlanma”, s. 116). Bu şirketlerin 17’si ise 500 büyük firma içinde yer alıyor. İsimleri şöyle: Mercedes-Benz Türk, BMC Sanayi ve Ticaret, ASEL-SAN, NETAŞ, ALCATEL-TELETAŞ, Siemens Türk, Oto-kar, MKEK Muhimmatsan, MKEK Fişeksan, Hema Endüstri, TUSAŞ, TEI Motor, Tusaş TAI Uçak, İşbir Elektrik, FNSS Savunma, PETLAS, ETA Elektrik ve Coşkunöz (Aktaran, G. G. Şenesen, age, s. 118).

Burada dikkate değer nokta, Türkiye’de 1990’dan sonra, yani SSCB’nin dağılmasından sonra silâhlanma projelerindeki, silâh şirketlerindeki artıştır. Aynı bağlamda ele alınmak üzere, 2000 yılında ve Ankara’da dördüncüsü gerçekleştirilen “Ulus-lararası Silâh Sanayii Fuarı”na katılan firma sayısının 200’ün üstünde olması (25 ülkeden) kaydedilebilir.

Türkiye’nin silâh sanayiine dönük harcamaları, moderni-zasyon çalışmalarının boyutlarını göstermesi açısından, Ekim 1988 ile Ekim 2000 arasında yapılan silâh edinme anlaşmaları-nın dökümü de, G. G. Şenesen’den aktaralım. Sanırız Tablo 13 yeterince açıktır.

Tüm bunlar tartışılırken, sürekli olarak ne yapmalı sorusu gündeme geliyor. Biz açık ve net biçimde sosyalizm ve devrim için mücadeleyi, örgütlenmeyi öneriyoruz, bunu yapıyoruz; ama doğrusu, öylesine güzel eylemler ortaya konuyor ki, örgütsüzlü-ğün yaygınlığına rağmen, insan olan herkesin bir kere daha dü-şünmesinin yolunu açıyor. Aşağıda Sabandemiri Dörtlüsü’nün hikâyesini duyacaksınız.

“Sabandemiri Dörtlüsü: Kişisel Silahsızlanma Devrede“29 Ocak 1996 Pazartesi gününü erken saatlerinde üç kadın gizlice İngiltere’nin Lancashire bölgesinde, Warton kasabasın-da bulunan British Aerospace (BAe) fabrikasına girdiler. Kısa bir süre sonra kendilerini güney hangarında, 1975’ten beri üçte biri öldürülen Doğu Timor halkına karşı kullanılmak üzere

Page 135: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

135

Tablo 13

Türkiye’nin başlıca silâh edinme anlaşmaları (Ekim 1998-Ekim 2000)

Fransa Alcatel uydu 204 Aerospatiale Eryx füze 450 ? Eurocopter helikopter 430 Ort. TAI Thompson-CSF elektr. gereç 200 Ort. Aselsan

Almanya Fritz Werner mühimmat 42 ? AR&Lussen mayın tar. Deniz Werft gemisi 632 Ort. Kuv.

ÜlkeMaliyet Firma

Türk Silah

milyondolar Tür Ortak

Endonezya’ya gönderilecek bir Hawk uçağının önünde buldu-lar.

“Üç kadın, ellerindeki basit çekiçlerle vura vura uçağın burun konisini, radarını, kanatların altındaki bomba bağlantı yer-lerini, kokpitteki kumanda cihazlarını, yani silahlarla bağ-lantılı tüm bileşen ve cihazları etkisiz hâle getirdiler. Adları Lotta Kronlid, Andrea Needham ve Joanna Wilson olan ka-dınlar sonra pankartlar astılar, kanatların üstüne tohumlar ve küller serptiler, çocukların fotoğraflarını yapıştırdılar ve Umut Tohumları-Doğu Timor Sabandemirleri adlı gruplarının ha-zırladığı bir video kaset ve raporu da uçağın üstüne bıraktılar. İki saat boyunca güvenlik kameralarına karşı şarkı söyleyip dans ettikten ve oradan geçen bir güvenlik ekibine el salladık-tan sonra nihayet British Press Association’ı arayıp onlardan British Aerospace’in güvenliğine haber vermelerini istediler.

“Yirmi dakika sonra tutuklandılar. Birkaç gün sonra bir Hawk’ı silahsızlandırmak istediğini ilan eden dördüncü Sabandemiri Angie Zelter de tutuklandı. Dört kadın 3.8 milyon dolar tuta-

Page 136: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

136

İsrail IAI uydu 274 F4E yenileme 630 IMI M60 tank yenileme 300 ELOP Lorp keşif 50 Rafael füze 90

İtalya Agusta Bell helikopter 50 Ort. Aselsan, NetaşNorveç Kongsberg füze 39Romanya Romtehnica bomba 30İspanya CASA CN235 uçak 110 Ort. TAIİngiltere Matra-BAe uydu haberi 110 Ort. Aselsan füze 242 Ort. Roketsan, Kalekalıp füze 130 Ort. Roketsan, Havelsan, Aselsan

ABD Alliant mermi 28 Ort. MKEK Bell Textron helikopter 1500 Ort. TAI Hellfire füze 7 ITT radar 45 L3Communic. radar 30 Lockheed Martin F16 700 Ort. TAI Navy fırkateyn 180 Navy 2. el fırkateyn 60 Northrop Grumman F5 yenileme 2 Raytheon füze 250 Rockwell kokpit 28 Sikorsky ağıryük helik. 250 deniz helik. 330 genel amaçlı TAI, helik. 561 Ort. Aselsan United Defense zırhlı araç 400 Ort FNSS

ÜlkeMaliyet Firma

Türk Silah

milyondolar Tür Ortak

Page 137: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

137

rında ağır hasar verme ve vermek üzere komplo kurma suçuyla yargılanmak üzere Risley Cezaevi’ne kondu. Bir ila onbeş yıl hapisleri istendi. Bu eylemden sonra diğer Sabandemiri üyesi kadınlar destek kampanyaları başlattılar. Sabandemiri felsefe-si, kişisel korkuları yenmeyi ve eylemler için sorumluluk almayı içeriyor. Tüm eylemler şiddetten uzak ve “koyun gibi başkala-rının.”

Tekelci Egemenlik: Birkaç Şirket Her Şeydir, Milyonlarcası Hiçbir Şey

Tekelci egemenlik üzerine konuştuğumuza göre, bazı rakam-lara da bakmamızda yarar var. Elbette bu rakamlar, her işçinin üzerinde ciddiyetle düşünmesi gereken rakamlardır. 2004 yılın-da en çok satış yapan (ciro yapan) ilk altı şirketin ciroları, Tür-kiye ekonomisi kadar veya ondan büyüktür. Türkiye’nin 2003 yılındaki GSMH (Gayri safi milli hâsıla, yani Milli Gelir)’si, 197 milyar dolar idi. 2004 yılında Wall-Mart Stores (285,2 milyar $), BP (285 milyar $), Shell (265,1 milyar $) ve Exon-Mobil (263,9 milyar $)’in ciroları, her biri ayrı ayrı bu rakam-dan büyüktür. Bilindiği gibi, Türkiye, 200’e yakın devletin (186 devlet ve kiminin tanıdığı, kiminin tanımadığı diğerleri) içinde 20. sıralardadır. Bir başka deyişle, dünyanın en çok ciro yapan, en büyük şirketlerinden büyük Milli Geliri olan devlet sayısı, son derece azdır.

Elbette ki, olaya bir tek şirket veya devlet diye de bakmak yanlış, eksik olacaktır; zira, tekelci egemenlik denildi mi, asla ve asla bir tek tekelden söz edilmiş olmaz.

Ülkeleri GSMH’sine göre, şirketleri de cirolarına göre sıra-larsak, buna da “ekonomik büyüklük” dersek (elbette devlet salt bir ekonomik büyüklük değildir), ilk yüz ekonomik büyüklük içine, 1999 yılında 49 devlet, 51 şirket, 2004 yılında ise 60’ın üstünde şirket girmektedir.

Normal olarak, bir sektörde (ister ülke çapında, isterse dünya çapında olsun) tekelleşmeyi ölçmek için, sektörün bü-yüklüğü içinde belli sayıda firmanın payına bakılır. Mesela de-

Page 138: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

138

terjan ve temizlik malzemeleri sektöründe, belli başlı dört firma (Procter&Gamble, Henkel, Unilever ve Alo-Mintax grubu (bu sonuncusu şirket isminden çok markası ile buraya yazılmış-tır), Türkiye’de pazarın %90’ından fazlasını tutmaktadır. Tüm Avrupa’da da bu böyledir ve Amerika’da da. İşte bu örnekte ol-duğu gibi, yüzlerce firma içinden birkaçının pazar hakimiyetini tespit etmek, bunu rakamlarla ortaya koymak, tekelci yapılan-manın en net ölçülerinden başlıcasıdır; ama yetersizdir. Bugün-lerde bir şirketi denetlemek için %10 hisseye sahip olmanın bile yeterli olabildiği örnekler düşünülürse, pazar hakimiyetini tespit etmek için mutlaka %50 gibi bir belirgin oran aramak da saçmalaşmaktadır.

İzninizle okura, tekelcilik üzerine kaynaklar okumasını önerelim; çünkü bu süreci anlamak açısından kolaylık sağla-yacaktır. Elbette Marx ve Lenin’in kitaplarını öneririz. Bizim “Ekonomi Politik Ders Notları” ile “Tekelci Polis Devleti” isimli çalışmamızı da öneririz. Bu kaynaklarda görülecektir ki, tekel sadece pazarı kontrol eden demek değildir, daha doğru-su pazarın kontrolü, sadece kendinden menkul bir şey değildir. Bu fiyat kontrolü, başka sermayedarların kârlarının bir kısmına el konulması, hakimiyet ve elbette tüm bunlarla beraber gelen ideolojik ve fizikî şiddet de demektir.

Uzun olacağını tahmin ettiğimiz bu bölümde, konuyu etraflıca ortaya koyacak, yeterli verilere ulaşacağımız kanısın-dayız. Silâhlanma üzerine yapılan çalışma, yani önceki bölüm, bu açıdan da tipik bir örnek teşkil edebilir. Her ne kadar silâh metaı, “kendine has” özellikleri olan bir meta ise de, yine de bize bu alandaki uluslararası egemenliğin, tekelci yapısını vermiş bulunmaktadır ve yine orada gördük ki, bu tekelci egemenlik, salt ekonomik bir olgu olarak kalmamaktadır. Kalması doğaya, maddenin hareketine aykırı olurdu.

Lenin, Emperyalizm çalışmasında, milyonlarca şirketin hiçbir şey olduğunu; ama bir avuç tekelin her şey demek oldu-ğunu yazmaktaydı. Sanki, o günlerden çok bugünleri anlatır gi-bidir. Bir tek şirketin, dünyadaki irili ufaklı 150 devletten büyük olması, bunu en kısa yoldan anlatmaktadır. Yüzbinlerce şirket, kapitalist ekonomi içinde bugün, tam anlamı ile hiçbir şeydir.

Page 139: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

139

Hem dünya çapında tekelci egemenliğin ilerlemiş olması, hem de daha üzerine konuşmaya başlamamış olsak da, ilerde detaylıca tartışacağımız globalleşme dedikleri ve bizim serma-yenin uluslararasılaşması dediğimiz olgu, bize dünya çapında değerlendirmelerin zorunluluğunu göstermektedir. Yukarıda temizlik malzemeleri sektörünü ele aldığımızda, kendiliğinden anlaşılmış olmalıdır ki, bu uluslararası firmalar, bir tek pazar ele alınarak incelenemez.

Yeri gelmişken, çok uluslu şirketler (ÇUŞ) kavramına da kısaca değinelim. Biz, uluslararası şirketler (UŞ) kavramını kul-lanmayı yeğleyeceğiz. Çok uluslu şirketler, bir anlamda birden fazla ülkede faaliyet gösteren firmalar olarak da ele alınmak-tadır; ama pek çok yazar, ÇUŞ derken, şirketin ortaklık ya-pısı içinde birden fazla ülkenin sermayesinin girmiş olmasını da kastetmektedir. Mesela Shell Company, Hollanda-İngiliz şirketi olarak geçmektedir. 2004 yılında en çok ciro yapan şir-ketler sıralamasında 3. sıradadır. Buna karşılık, BP, bir İngiliz şirketidir ve en çok satış yapanlar içinde aynı yıl, 2. sıradadır. Bu iki büyük şirkete birlikte biz, UŞ demeyi tercih ediyoruz. Böylece sermaye yapılarına göre, uluslararası şirket olma yerine, uluslararası alanda faaliyet gösterme ve egemen konumda ol-mayı tercih eden bir yaklaşımımız oluyor. Bu tercihimizdeki en önemli neden, ulusal devlet bitti tartışmalarıdır. Ulus devletin bittiği tartışmalarına da geleceğiz. Buna katılmamız mümkün değil. Söz konusu olan bir sömürgedeki “ulusal” devlet ise, evet o eskiden beri önemsizdir; ama söz konusu olan Alman, İngiliz, Fransız ve Amerikan “ulus devleti” ise, bunun bittiğine katılma-mız mümkün değil. Onun için tekelci egemenlik ile, sermaye ortaklıklarının bu kadar öne çıkarılmasını birbirinden ayırmak için, UŞ kısaltmasını seçiyoruz.

Tablo 14 (bknz. syf. 140) bize dünyanın en büyük 500 şir-ketinin durumunu göstermektedir. 2000 yılında, bu 500 UŞ’un toplam cirosu, 14 trilyon dolar idi ve bu, dünyadaki tüm milli gelirlerin toplamının, %39’u demek imiş. Bu şirketlerin bulun-duğu ülkelerin gelirlerinin toplamı baz alınırsa, bu 500 şirke-tin cirosu, 2000 yılında bu ülkelerin toplam milli gelirlerinin %52’si demek imiş. Şimdi Lenin’i hatırlarsak ve bir avuç tekelci

Page 140: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

140

Tablo 14*

2000 yılı dünyanın en büyük 500 firması

Avustralya 7 100.629 378.783 26,57Belçika 3 49.802 228.704 21,78Belçika/Hollanda 1 43.830 Brezilya 3 53.789 601.779 8,94İngiltere 33 839.625 1.357.743 61,84İngiltere/Hollanda 2 193.119 Kanada 15 221.887 710.000 31,25Çin 12 272.195 1.079.386 25,22Finlandiya 2 40.102 119.983 33,42Fransa 37 1.006.623 1.308.447 76,93Almanya 34 1.176.002 1.870.278 62,88Hindistan 1 22.284 468.596 4,76İtalya 8 253.140 1.060.455 23,87Japonya 104 2.934.457 4.763.766 61,60Luksemburg 1 12.228 19.364 63,15Malezya 1 19.303 90.161 21,41Meksika 2 55.245 578.039 9,56Hollanda 9 289.566 370.923 78,07Norveç 2 41.464 166.941 24,84Rusya 2 32.105 260.000 12,35Singapur 1 12.109 92.765 13,05Güney Afrika 1 11.495 128.704 8,93Güney Kore 11 278.921 461.502 60,44İspanya 6 148.076 553.636 26,75İsveç 5 84.725 238.778 35,48İsviçre 11 314.642 238.529 131,91ABD 185 5.503.906 9.824.600 56,02Venezuella 1 53.680 121.251 44,27

Toplam 500 14.064.960 27.093.320 351,91Dünya GSMH’si Tahmini 36.000.000 39,07

* Fortune, 30 Temmuz 2001, Sayı 16

ÜlkeŞirket Sayısı

Ciro (milyon $) GSMH %

Page 141: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

141

şirket her şeydir dersek, sanırız asla bir abartı sayılamaz.Bu noktada unutmamak gerekir ki, bu şirketler, yani bu

500 şirket, belli sayıda grubun elinde toplanmaktadır. Mesela Rockefeller’in bu 500 şirket içinde birden çok şirketi vardır. Bu 500 şirket içinde yer alan, mesela, City Grup, CitiBank’ın da sahibidir ve grup olarak Rockefeller ailesinindir. Exxon-Mobi-le, yine en büyüklerdendir ve Rockefeller grubunundur. Listeyi uzatmak mümkün. Kısacası, bu 500 şirket, muhtemelen, 100 civarında ailenindir. Microsoft’un patronu Bill Gates, dünyanın en zengin adamı ünvanını, 43 milyar dolarlık serveti ile almış-tır; ama kişisel olarak ben, Rockefeller ailesinde ondan zengi-nin bulunmadığına inanmıyorum. Yine de bu bizim konumuz açısından hiçbir şeyi değiştirmez.

Tablo 14’e tek tek bakmakta fayda var. Avustralya’dan 500 büyük listesine giren şirket sayısı, 2000

yılında 7 adettir ve tüm Avustralya GSMH’si içinde bu 7 şlir-ketin payı, %26.57’dir. Belçika ele alındığında bu oran, 3 şir-ket ile %21.78 çıkmaktadır; ama Belçika ve Hollanda ortaklığı olarak geçen Fortis isimli şirketin 2000 yılı cirosu, tek başına 43830,9 milyon dolardır ve tek başına Fortis şirketi, Belçika milli gelirinin %88’i büyüklüğündedir. Eğer Fortis, bir Belçika şirketi olarak sayılırsa, bu kez, 4 şirket, Belçika ekonomisinin %41’ine eşit demektir. 33 şirket İngiliz ekonomisinin, %61.84’ü büyüklüğündedir ki, içlerine Shell ve Unilever dâhil değildir. Bu iki şirket, pek çok kaynakta Hollanda şirketi olarak geçmekte; ama Fortune dergisi bunları İngiliz-Hollanda şirketleri olarak vermektedir. Bu iki şirket eğer İngiltere hesabıuna katılırsa, 35 şirketin İngiliz ekonomisinin %77’si olduğu ortaya çıkmaktadır. Hollanda satırına bakılırsa, 7 şirketin Hollanda ekonomisinin %78’i olduğu görülecektir. Özellikle Unilever Hollanda şirketi olarak gösterilmektedir. Sadece Unilever hesaba katılır da, Shell hesaba katılmazsa, bu oran, 8 şirket için %90’a çıkmaktadır. Yok eğer Shell de hesaba dâhil edilirse, 9 şirket Hollanda ekonomi-sinden büyük çıkmaktadır. Bir de Belçika ve Hollanda ortaklığı olan şirketi hesba katmaya gerek yok. İsviçre satırına bakılırsa 11 İsviçre firmasının cirosunun İsviçre ekonomisinden 1,31 kat büyük olduğu görülmektedir.

Page 142: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

142

Bu noktada bu durumu açıklamak zor olmasa gerek. Nestlé bir devdir ve Nestlé pek çok Amerikan firmasının sahibidir. Oysa Nestlé, tıpkı Shell gibi ve diğerleri gibi, birçok ülkede fa-aliyet göstermektedir ve pek çok faaliyeti, bulunulan ülkenin milli gelir hesapları içine girmektedir. Bunu anlaşılır kılmak için, ülkemiz otomotiv sanayiinden örnek vermek yeterlidir. Renault, bir Fransız firmasıdır. Yerli ortağı OYAK grubudur. Renault, Fransa merkezi, bazı otomobilleri ülkemizde üret-mekte ve buradan tüm dünyaya satmaktadır. Diyelim ki Rena-ult-Fransa, bu otomobillerin bir bölümünü kendi payı olarak dışarıya çıkarsa bile, bu Türkiye’nin ihracat kalemi olarak gö-rülmektedir. Bu sayede, Renault-Oyak grubu;

a. Ülkeye yabancı sermaye getirdiği için teşvik almakta,b. Ucuz işgücünden yararlanmakta,c. İhracat yaptığı için ihracat teşvikleri almaktadır. Bu aynı

örneği, Koç-Ford ortaklığı için incelersek, Ford’un arazisi tar-tışmalı Kocaeli fabrikasının, arazi bedeli ödenmeden, 10 yıl ver-giden muaf şekilde ve başka yabancı sermaye teşvikleri ile ihra-cat teşvikleri alarak işlediği bilinmektedir. O kadar ki, sıradan bir vatandaşa, böylesi olanaklar verilse, hiç parasız bu fabrikayı kurması, neredeyse, mümkündür. Burada mümkündür derken, maliyet açısından konuşuyoruz. Yoksa, sermayenin gücü olma-dan, kimse sıradan bir vatandaşa, bedava fabrika arsası, kredi, vergi muafiyeti vb vermez. Ekmek dahi vermez.

Bu vesile ile, yabancı sermayeyi, ülkeye çekme metotları konusunda da bilgimizi genişletmiş olalım. Yani bu uluslararası şirketler, ülkemize, istihdam olanakları yaratmak için gelmiyor-lar. Canlı emek emmek için geliyorlar.

Tekrar tabloya dönersek, Fransa’da 37 şirket ekonominin %77’si, Almanya’da 34 şirket %63’üdür. ABD’de 185 şirket eko-nominin %56’sı büyüklüğündedir. 104 şirket Japon ekonomisi-nin %61’inden büyüktür.

Dikkat edilirse, emperyalist merkezlerde bu oranlar daha yüksektir; çünkü UŞ’lar genellikle bu merkezlere aittir.

Yine dikkat edilirse, Venezüella, Meksika, Malezya gibi ül-keleredeki bir veya iki şirket bu listenin içindedir ve bunlar ge-nellikle devlet işletmeleridir. Bu ise, UŞ’ların iştahını kabartan

Page 143: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

143

özelleştirme hareketi hakkında da bilgi vermektedir.İşte tüm bunlardan sonra, bir kere daha toplam dünya dev-

letlerinin GSMH içinde bu 500 firmanın payının %39 olduğu hatırlanılırsa, bu oranın ne kadar büyük olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.

2003 yılı için Fortune dergisinin Global 500 firmasından hareketle oluşturulan bir diğer tablo ise Tablo 15’tir (bknz. syf. 144).

Tablo 15’te görüldüğü gibi, listeye 4 yeni ülke girmiştir: Danimarka, İrlanda, Tayvan ve Tayland. Bu dört ülkeden Tay-van, eski Japon sömürgesidir. 1945’te Çin’e iade edilmiş ve 1949 devriminden sonra Çankayşek adamları ile bu adaya kaçmış, 1971 yılında Çin’in BM’ye kabul edilmesinden sonra “devlet” listesinde çıkarılmış, Çin’e karşı yıllarca bir üs olarak kullanıl-mıştır. BM üyesi olmadığı için milli geliri verilmemektedir. Nüfusu 25 milyon ve 1990 yılında milli geliri 161.5 milyar dolardır. 1949-1987 arasında ülkede sıkıyönetim uygulanmış, 1987’de sıkıyönetim kaldırılmış, 1991’de de olağanüstü hâl uy-gulamasına resmî olarak son verilmiştir.

Fortune listesi, 500 firmayı kapsadığı için, listede değişik-likler olmakta ve bu durum oranları değiştirmektedir; ama bun-lar, görülebileceği gibi, önemsiz değişikliklerdir.

Aşağı yukarı, 2000 yılı için yatığımız değerlendirme, bu kez 2003 yılı için de aynen yapılabilir. Zaten amacımız, bu te-kelci egemenliği yansıtmaktır.

En son veriler ise 2005 yılının Temmuz’unda yayınlanan Fortune dergisinde vardır ve veriler 2004 rakamları üzerinden-dir. Bu rakamlara bakmakta da fayda vardır (bknz. Tablo 16, syf. 145).

2004 yılı rakamları ele alınırsa (Tablo 17, syf. 146), dünya çapında bu 500 büyük firmanın dünya GSMH toplamlarının, %46’sını gerçekleştirdiği ortaya çıkmaktadır. Bu küçümsene-mez bir rakamdır.

İki listeden, Tablo 16’ya ulaşmak mümkün. 3 yılda, 500 büyük firmanın ciroları %19, kârları %39 ve varlıkları %48 art-mıştır. Çalışan sayısı ise %1,5 artmıştır. Burada kârlılıktaki artı-şa özel olarak dikkat çekmek gereklidir.

Page 144: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

144

Tablo 15

2003 (Fortune, 2 Ağustos 2004)

Avustralya 7 106.803 436.500 24,47Belçika 3 60.355 267.300 22,58Belçika/Hollanda 1 56.695 Brezilya 3 60.821 479.500 12,68İngiltere 35 1.079.415 1.680.100 64,25İngiltere/Hollanda 2 250.046 Kanada 13 184.550 773.900 23,85Çin 15 358.287 1.416.800 25,29Danimarka 2 35.367 180.900 19,55Finlandiya 4 71.264 141.000 50,54Fransa 37 1.245.803 1.521.600 81,87Almanya 34 1.363.493 2.085.500 65,38Hindistan 4 60.448 570.800 10,59İrlanda 1 12.194 107.900 11,30İtalya 8 299.763 1.243.200 24,11Japonya 82 2.180.616 4.360.800 50,00Luksemburg 1 29.339 20.986 139,80Malezya 1 25.661 96.100 26,70Meksika 1 49.240 637.200 7,73Hollanda 12 387.517 425.600 91,05Norveç 2 59.518 198.000 30,06Rusya 3 61.838 374.800 16,50Singapur 1 14.530 90.200 16,11Güney Kore 11 266.178 576.400 46,18İspanya 7 162.143 700.500 23,15İsveç 6 96.134 258.900 37,13İsviçre 12 381.861 299.000 127,71Tayvan 1 13.805 Tayland 1 11.905 135.900 8,76ABD 189 5.841.439 11.012.600 53,04Venezuella 1 46.000 89.700 51,28

Toplam 500 14.873.027 30.181.686 49,28

ÜlkeŞirket Sayısı

Ciro (milyon $) GSMH %

Page 145: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

145

Tablo 16

2004 (Fortune, 25 Temmuz 2005)

Avustralya 9 158.159,3Belçika 3 67.486,1Belçika-Hollanda 1 75.518,1Brezilya 3 67.655,2İngiltere 35 1.293.199İngiltere-Hollanda 2 318.650,7Kanada 13 225.796,5Çin 16 464.476,6Danimarka 2 40.811Finlandiya 3 66.327,1Fransa 39 1.457.389,5Almanya 37 1.575.896,5Hindistan 5 86.787,7İrlanda 1 15.273,5İtalya 8 354.808,8Japonya 81 2.392.117,3Lüksemburg 1 37.531,7Malezya 1 36.064,8Meksika 2 78.155,5Hollanda 14 467.174,8Norveç 2 69.992,9Rusya 3 86.502,4Suudi Arabistan 1 18.329,4Singapur 1 15.908,2Güney Kore 11 315.625,3İspanya 8 200.786,1İsveç 7 120.989,4İsviçre 11 405.806,3Tayvan 2 31.429Tayland 1 16.023,3Türkiye 1 15.578,8ABD 176 6.221.836,4

ÜlkeŞirket Sayısı

Ciro (milyon $)

Page 146: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

146

Yine Tablo 16’dan çıkmaktadır ki 500 büyük firmanın var-lıkları toplamı, dünya ülkelerinin GSMH’lerinin toplamından, 2000 yılında 1.25 kat, 2003 yılında ise 1.67 kat fazladır. 2004 yılında ise 1,86 kat.

Bir kere daha tekrarlamamıza izin olmalı: Bir avuç şirket, daha net olsun, 500 şirket, daha da netleştirelim 100 aile her şeydir, milyarlarca insan hiçbir şey. İşte dünya küçülüyor deme-lerinin altındaki gerçek. İşte, tekellerin dünya egemenliği. İşte yirmibirinci yüzyılda kapitalizm. İşte size global eşitlik, global özgürlük!

Şimdi de şirket sayısını biraz daha genişletelim. Tablo 18’de, 2000 şirket için The Forbes dergisinin yaptığı çalışma kullanılarak elde edilen verileri sunuyoruz. Bir başka liste ise, Forbes tarafından 2000 en büyük firma şeklinde yapılmaktadır. Forbes’in listesi, şirketleri, en değerli şirketler olarak listelemek-tedir. Yani burada sadece ciro değil, kârlılık, şirketin varlıkları ve şirketin piyasa değeri de hesaba katılmakta, bu dört değişkene göre şirketler sıralanmaktadır.

Tablo 18’de de görüldüğü üzere, şirketin ülkesi olarak Forbes dergisince verilen 4 “ülke”, GSMH verileri olmayan 4 ülkedir. Bu nedenle bu dört ülkeyi incelemekle işe başlayalım. Tayvan hakkında yukarıda bilgi verilmiştir. 1971’den beri BM üyesi değildir. Milliyetçi Çin olarak adlandırılan ada, Çin’e karşı kullanılagelmiştir. Son yıllarda, Çin ile ilişkilerinde normalleş-me gözlenmektedir. Ada, eskiden Çin’in bir parçası idi.

Tablo 17

Fortune 2000-2004 En Büyük 500 Şirket

2000 2004 “-+%”

Ciro (milyar $) 14.064 16.798 19,4Kâr (milyar $) 667 929 39,3Varlıklar (milyar $) 45.807 67.745 47,9İşçi Sayısı 47.225.289 47.956.133 1,5

Page 147: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

147

ÜlkeŞirket Sayısı

Ciro (milyon $) GSMH %

Tablo 18*

2000 En Büyük Şirket 2004 Yılı (The Forbes 18 Nisan 2005)

ABD 711 8.306.657 10.938.000 0,76Japonya 326 3.255.284 4.011.000 0,81İngiltere 135 1.709.651 1.787.000 0,96Almanya 63 1.541.341 2.406.000 0,64Fransa 62 1.362.483 1.750.000 0,78Hollanda 31 854.154 425.600 2,01*İtalya 45 566.268 1.458.000 0,39İsviçre 37 501.643 299.000 1,68* Kanada 67 462.434 839.000 0,55Güney Kore 41 400.475 576.400 0,69*İspanya 30 293.828 700.500 0,42*İsveç 28 247.200 258.900 0,95*Avustralya 37 233.854 436.500 0,54*Çin 25 169.622 1.416.800 0,12*Bermuda 19 156.009 *** Finlandiya 15 144.160 141.000 1,02*Hindistan 30 133.374 570.800 0,23*Brezilya 19 127.621 479.500 0,27*Norveç 9 121.704 198.000 0,61*Belçika 12 118.341 267.300 0,44*Tayvan 35 116.887 ***Hong Kong/Çin 28 100.478 176.200 0,57*İrlanda 8 95.203 107.900 0,88*Güney Afrika 17 91.684 126.000 0,73*Meksika 18 83.282 637.200 0,13*Rusya 13 74.785 374.800 0,20*Danimarka 10 72.975 180.900 0,40*Türkiye 11 60.472 197.800 0,31*Singapur 13 56.636 90.200 0,63*Lüksemburg 4 49.360 20.986 2,35*** Not: * işaretli olan ülkelerin GSMH verileri 2003 yılına aittir. ** işaretli olan ülkelerin GSMH verileri 2002 yılına aittir. *** işaretli ülkelerin GSMH verileri mevcut değildir.

Page 148: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

148

Geriye üç isim kalıyor: Bermuda, Cayman Adaları ve Ba-hamalar. Bunların üçü de adadır ve ABD çevresindedir. Ber-muda adaları, 300 küçük adadan oluşmaktadır. Atlas okyanu-sunda, “özerk bir İngiliz sömürgesi” olarak adlandırılmaktadır. 60.000 nüfusludur. Cayman Adaları, Jamaika ve Küba açıkla-rında yer alır, eski İngiliz sömürgesi olarak adlandırılmaktadır, Amerika’nın sömürgelerindendir. Bahamalar ise, 700 adadan oluşmakta olan toplam 13939 km karelik bir alan ve 260 bin

Avusturya 9 43.971 216.900 0,20*Yunanistan 12 39.582 146.000 0,27*Portekız 7 34.785 123.300 0,28*Tayland 13 32.742 135.900 0,24*Malezya 14 26.159 96.100 0,27*İsrail 8 20.627 108.600 0,19*Endonezya 8 19.068 173.500 0,11*Macaristan 2 14.159 64.300 0,22*Cayman Adaları 5 12.296 ***Şili 5 9.799 68.700 0,14*Panama 1 9.727 12.100 0,80*Polonya 2 8.563 201.700 0,04*Çek Cumh. 2 5.304 72.900 0,07*Liberya 1 4.555 400 11,39*Filipinler 2 4.436 87.800 0,05*Yeni Zellanda 1 2.909 62.200 0,05*İzlanda 3 2.779 8.449 0,33**Pakistan 2 2.259 77.600 0,03*Bahamalar 1 2.219 ***Ürdün 1 1.272 9.800 0,13*Mısır 1 1.050 93.900 0,01*Peru 1 1.022 58.200 0,02*

Dünya geliri 2004 2.000 21.807.148 36.460.000 0,60

ÜlkeŞirket Sayısı

Ciro (milyon $) GSMH %

Page 149: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

149

nüfuslu bir adadır. 1989 yılında, adanın GSMH’nin 3 milyar dolar olduğu hesaplanmıştır. İngiliz Commonwealth içinde yer alan bir adadır. Atlas okyanusunda yer alırlar (Florida’nın gü-ney doğusunda).

Tablo 18’deki şirketler içinde 9 tanesi, iki uluslu olarak geç-mektedir. Mesela Shell, Hollanda-İngiliz şirketi olarak, dergi-de her iki ülkedeki şirket sayısının içine katılmıştır; ama bizim tablomuzda, bu iki şirket esas olarak Hollanda şirketi olarak ele alınmış, ayrıca İngiltere’nin hesapları içine katılmamıştır. Yine bu örnekteki gibi, iki Avustralya-İngiliz ortaklı şirket, bir Fran-sız-İngiliz ortaklı şirket, Bir İngiliz-Güney Afrika ortaklı, bir İngiliz-Hollanda ortaklı ve bir İngiliz-Avustralya ortaklı şirket ile, bir de Panama-İngiliz ortaklı şirket vardır. Bu şirketler, sa-dece bir ülke hesabında hesaba katılmıştır. Mesela Panama’nın 2000 en büyük şirket içinde gözüken şirketi, gerçekte Panama-İngiliz şirketidir. Böylece hiçbir mükerrer hesaplama yapılma-mıştır. The Forbes’in sözü geçen sayısının 80 ve 81. sayfalarında yer alan haritada ülkelerin 2000 şirket içinde kaç adet şirketi olduğu verileri toplandığında, bu mükerrerlik nedeniyle toplam 2009 çıkmaktadır. Biz yukarıdaki tabloyu oluştuturken, tüm bu mükerrer hesaplama durumlarını ortadan kaldırdık. Zaten, 500 firma verilerinin incelendiği tablolarda, bu durumun nelere yol açtığını görebilmiştik.

Şimdi de Tablo 18’in verilerine bakalım. ABD’de, toplam 711 şirket, ABD GSMH’sinin, yüzde 76’sını oluşturmaktadır. Bermuda’da, Cayman adalarında yer alan şirketleri hiç hesaba katmazsak; zira Bermuda’dan 19 şirket, Cayman Adalarından ise 5 şirket dünyanın en büyük 2000 şirketi içinde yer almıştır. Demek ki tereddütsüzce diyebiliriz ki, ABD, bu 711 şirket de-mektir. Hatta, belki bunun yarısı kadar şirket demektir ve hatta, belki 30-40 civarında grup-aile demektir.

Türkiye’den 2000 en büyük şirket içine giren firma sayı-sı 11 adettir. Bunlar sırasıyla: İş Bankası (427.), Akbank (521. sırada), Sabancı Holding (552.), Koç Holding (754.), Garan-ti Bankası (839), Turkcell (981.), TÜPRAŞ (1238.), Doğan Holding (1313.), Yapı ve Kredi (1408.), Petrol Ofisi (1503.) ve Finansbank (1797.)’tır. Bu 11 şirket Türkiye ekonomisinin %31’ini oluşturmaktadır. Bu noktada Türkiye örneğine bilerek

Page 150: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

150

giriyoruz. Bunun ne demek olduğunu anlamaya çalışalım. 11 şirket içinde Sabancı’nın iki şirketi vardır; Akbank ve Sabancı Holding. Koç’un ise Koç Holding dışında, yeni satın alma ile beraber bir de Yapı Kredi’si vardır. Şimdi bu şirketlerin gücü %31 kadar mıdır? Sabancı’nın kaç tane yabancı şirketi, kaç tane yurtdışında faaliyet gösteren şirketi, kaç tane daha hesapların dışında kalan şirketi vardır? Aynı şey Koç için söylenmelidir. Turkcell’i ele alalım. Çukurova grubun en büyük şirketidir. Bu-günlerde 3 milyar dolar karşılığında %30’u civarında hissesi satılmıştır. Garanti grubu, Şahenklerin grubu içindedir ve Ga-ranti sadece bir tane şirketleridir.

Evet rakam bize %31’i göstermektedir ; ama gerçekte “güç” daha büyüktür.

Bu biliniyor. Örnek ülkemizden olduğu için, okur ne de-mek istediğimizi rahatlıkla canlandırabiliyor. Bu aynı mantığı, artan oranlarda, yani daha fazla geçerli olmak üzere, diğer ülke-lere de uygulamak mümkündür.

ABD ekonomisinin %76’sını elinde tutan 711 şirket, aslın-da birbirlerine daha sıkı bağlıdır ve bu bağlar ortaya çıkartılabi-lirse, bu şirket sayısının çok daha aza ineceği kesindir.

Japonya’dan ilk 2000 içine giren 326 şirket, Japon ekono-misinin %81’i kadar bir büyüklüğe sahiptir.

2000 büyük firma içine giren 135 İngiliz firmasının (başka ülkelerle sermaye ortaklığı olanlarda sayılırsa sayı 140 çıkmak-tadır. Bu 135 şirketin içinde, Shell ve Unilever yoktur. Ki Shell, dünyanın ciro açısından 2004 yılındaki 3. büyük firmasıdır), İngiliz ekonomisinin %96’sı demek olduğuna dikkat etmeliyiz.

63 Alman şirketi, Alman ekonomisinin %64’ü büyüklü-ğünde, 62 Fransız şirketi ise Fransız ekonomisinin %78’i bü-yüklüğündedir.

Burada Hollanda ve İsviçre verileri şirket cirolarının, ülke GSMH’sinden büyük olduğunu göstermektedir. Bu veriler yan-lış değildir. Doğrudur. İsviçre şirket verileri içinde Nestlé gibi büyük firmalar ve Hollanda verileri içinde Shell gibi büyük fir-maların verileri vardır. Oysa bu firmaların ciroları, büyük oran-da başka ülkelerde yaratıldığından, Hollanda veya İsviçre’nin milli gelir hesapları içine girmemektedir. Aynı durum Nokia

Page 151: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

151

nedeniyle Finlandiya için geçerlidir; ama bu bizim tartıştığımız tekelci egemenliği kuvvetlendiricidir ve bizim burada tekrarla-maktan sıkılmadığımız gibi, bir avuç tekel her şeydir, milyon-larca şirket hiçbir şey.

2004 verilerine göre, dünya ekonomisinin büyüklüğü, yani ülkelerin GSMH’lerinin toplamı, 36 trilyon 460 milyar dolar-dır. 2004 yılının en büyük 2000 firmasının ciroları, bu dünya ekonomisinin %60’ı demektir. Bu durum, 11 şirketin Türkiye ekonomisinin %31’i demek olmasıyla kıyaslanamayacak kadar büyük bir değerdir.

Sanırız, artık, büyük tekellerin yeryüzü egemenliği konu-sunda, biraz daha verilere dayalı bir fikrimiz oluşmuştur; ama bu verilerin anlamı üzerinde de durmamız gereklidir.

Dünyayı kimler yönetiyor?Acaba, Klu-Klux-Klan örgütü mü, acaba İlluminati mi,

acaba Mason locaları mı, acaba, başka yarı gizli örgütler mi?Sorular böyle sıralandığında, kişilerin sermaye ve sistem-

den bağımsız çok abartılı rolleri öne çıkarılıyor demek olur. Diyelim ki Bilderberg, diyelim ki, bizim ülkemizin “okumakla para kazanılmaz” diyen başbakanını davet ettikleri Sun Valley toplantıları, Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası, Ter-ritorial, Dışilişkiler Komisyonu vb. bu konularda son derece etkindirler; ama bunlar, sahnenin önündedir. Bunlar organizas-yonlardır. Bu organizasyonlarının gereekliliğine ve görevlerine karar verenler, her zaman sermaye sahipleridir. Gerçek “sahip” onlardır. Onlar sermayenin geldiği uluslararasılaşma düzeyi ve kapitalist-emperyalizmin dünya egemenliğinin gereklerine uy-gun, çeşitli organizasyonlar oluştururlar.

Bir de bu organizasyon için gerekli farklı özelliklere sahip olması gereken bürokrasiyi, kadroyu da, belli yerlerde eğitirler. Mesela ülkemizde Robert Koleji, bu açıdan organize edilmiş bir okuldur. Belki ABD’de Yale veya başka bir üniversite bir konu-daki kadronun yetişmesi için, diğer bir tannesi de başka bir amaç için kadro yetiştirmektedir ve elbette, bu kurumlar arasında Klu-Klux-Klan da vardır, diğer sayılan örgütler de. Mesela ülkemizde MHP, devlet için adam yetiştirmede ve ABD için adam yetiştir-mede bir alan olarak kullanılmaktadır. Aynı şekilde, İlluminati

Page 152: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

152

ya da Mason locası ya da Bilderberg ya da CRF (ABD Dışiliş-kiler Komisyonu vb.) önemli örgütlerdir; ama dünyayı bunlar yönetmez. Bunlar esas sahiplere hizmet eden, onlar adına, atlı arabanının iplerini elinde tutanlardır. Elbette her zaman, bu ör-gütlerin kendine has, görece bağımsızlığı söz konusu olur; ama eninde sonunda “altını olan kuralı koyar.”

Burada bu örgüt-kurumları ikiye ayırmak gereklidir. Bun-lardan Bilderberg, vb. gibi örgütler, uluslararası sermayenin açık isteklerinin dile getirildiği, bu isteklere uygun kadrolara (ki bunlar önceden seçilerek bu toplantılara davet edilmektedir) bu isteklerin birincil elden aktarıldığı organizasyonlardır. Son ola-rak başbakanın katıldığı ve epeydir düzenlendiğini bu vesile ile öğrendiğimiz, Sun Valley isimli yerdeki zengin işadamlarının buluşması da böyle sayılır. İkinci grup örgütler ise, doğrudan, istenilen özelliklere sahip kadroların yetiştirildiği kurumlardır. Diyelim ki, “paramiliter” güçler için gerekli kadro, buna uygun yerlerde yetiştirilir. MHP, mesela ülkemizde bu işi görür. Mese-la, iyi bürokratlar yetiştirmek istediklerinde, sadece okullar yet-mez, bu durumda iyi bilgiyle donanmış bürokrat yetiştirilebilir; ama “iyi hizmet” edebilecek kadrolar nasıl yetişecek? Bunu, biz işçiler, devrimciler kolay anlayamayız. Sistemin ahlâki değerle-rini kabul etmediğimiz için, pek çok kişiye bu iftira diye gelir; ama fıkrası bile var. Yahudi, muhasebeci alacakmış. Başvuranlar içinde en iyi nitelikli, efendim dili iyi, diplomaları, kariyeri en kuvvetli üçü kalmış. Son sözlü mülakat için bu üç kişi çağrılır. İlki içeri girer. Soru şudur: İki kere iki kaç eder? Adam yanıt verir: Dört. Adamı gönderirler ve ikincisini alırlar. Soru aynıdır ve yanıtı, efendim bir hesap makinesi alabilir miyim,, ricasın-dan sonra gelir ve dört efendim der. O da gönderilir. Son kişi çağrılır. Soru aynıdır. Yanıt ise şöyle: Efendim siz kaç etmesini istersiniz? Bu adam, patronun aradığı adamdır. Buradan da an-laşılacağı üzere, bilgiden ayrı özellikler gereklidir. İşte bu “ya-rarlı” özellikteki bürokratları, Klu-Klux-Klan gibi örgütlerde ya da kişinin her türlü aşırılığının, karakteri açısından önemli her detayın ortaya konduğu ve öğretildiği bir kulüpte de deneme-ler yapılır. Bush yönetimine dikkatle bakılırsa, ortak özellikleri, “tanrının kendilerini seçtiğini” düşünmeleridir. Her biri seçil-

Page 153: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

153

miş insanlar olduğunu düşünmekte ve dünyadaki herkesi itaat etmeye çağırmaktadırlar ve içlerinden en geri zekâlısı, en az ka-rar verebilme yeteneği olanı başkan olmuştur.

Nasıl ki, sermayenin egemenliği, bizzat kapitalistin işin başında bulunmasını gereksiz kılmış ya da zorunlu olmaktan çıkartmış ise, aynı şekilde, siyasal yönetimde de bu olanaklıdır. Burjuvalar, doğrudan kendileri meclise veya devlet yönetimine girmezler. Feodal dönemde kral, aynı zamanda en büyük top-rak sahibi idi ve zaten her zaman, istisnaları olsa da, en büyük topraklara sahip ailelerden gelirdi. Oysa kapitalizmde bu zo-runlu değildir. Burjuvalar, seçimleri finanse eder, ilgili kişilerin seçilmesini sağlarlar. Sermayenin sahipliği buna olanak tanır. Kuşkusuz bu noktada istisnalar vardır; ama bu istisnaları, son derece hızla etkisiz kılabilmeleri olanaklıdır. Sistem buna göre organize edilmiştir.

Tekellerin dünyayı yönettikleri söylemi ne demektir? Bunu biraz daha açmalıyız. Sıradan bir işçi bilir ki, siyaset, ekonomik çıkarların devamı ve yoğunlaştırılmış biçimidir. Yani ekonomik çıkarları tek tek dile getirmek yerine, örneğin, bir hukuk sistemi kurarsın ve özel mülkiyeti garanti altına alırsın, korursun. Ya da bir veraset kanunu çıkarırsın ve aile kurumu ile kadın-erkek ilişkilerinin nasıl olması gerektiğinin temelini döşersin. Bunları dile getirmek ya da bunlara karşı politikalar önermek, siyaset yapmaktır. Elbette bununla sınırlı değildir. Mesela bugünler-de ülkemizde yaygın olduğu şekliyle, özelleştirmeyi savunmak ya da ona karşı çıkmak, aslında “ekonomik” bir olayın, siyasal niteliğine işaret eder. Siz eğer özelleştirmeden yana iseniz, bu kez karşınızda, “ben de yanayım; ama yabancılara satılmasın” diyen bir başka siyaset de bulabilirsiniz. İşçi sınıfı için ise özel-leştirme, kökünden yanlış ve işçi sınıfına dönük bir saldırıdır. İşçi sınıfı bunun siyasetini maalesef yapamamaktadır; çünkü, aslında işçi sınıfına siyaset “yasak”tır. Bunun bin tane yolu var-dır. Baskılar, aşağılamalar, bunu sağlamanın yollarından biridir; ama bu bir yana, işçi sınıfının bu siyaseti yapacak örgütlenmesi yoktur. Örgütlenme, her zaman, üzerinde burjuva denetim yok-sa, illegaldir. Bu ise, işçi sınıfının siyasallaşmasının olanaklarını azaltmaktadır.

Page 154: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

154

Özetle, her ekonomik olayın, aslında siyasal bir olay hâline nasıl gelebildiğini anlamış bulunuyoruz. Daha doğrusu, herke-sin bildiği bu gerçeğe bir kere de biz vurgu yapmış olduk.

Şimdi, tekelci egemenliğin, siyasal anlamda da tekellerin egemenliği demek olduğunu anlamak zor olmasa gerekir. Kaldı ki, özellikle Tekelci Polis Devleti isimli çalışmamızda, tekelci hakimiyetin şiddetle bağını, tekelci hakimiyetin reklâmcılığı nasıl doğurduğunu ve reklâmcılık ile ideolojik şiddetin bağını, nihayet tüm bunların burjuva egemenliğin ifadesi olan devlet organizasyonundaki etkilerini açıklamış bulunuyoruz. Bu ne-denle burada bunun detaylarına girmeye gerek yok.

Öyle ise, anlaşılmaktadır ki, tekellerin dünyası, tekelci ege-menlik vb. derken, salt ekonomik gerçeklerden söz etmiyoruz. Aynı zamanda tekelci hakimiyet ilişkilerinin koşulladığı şid-detten ve bunun siyasal olarak devlet örgütlenmesindeki yerin-den de söz etmiş oluyoruz.

Biz, burjuva devleti, her zaman, adına burjuva demokrasisi demekten çekinmeden, onun bir diktatörlük olduğunu söyle-yegelen, Marksist geleneğe bağlıyız. Şimdi, tekeller çağında bu devletin, karakteri icabı, “tekelci polis devleti” diye adlandırıl-masından yanayız, öyle de yapıyoruz ve dahası, burjuva demok-rasisi denildi mi, bunu daha iyi ya da daha farklı bir şey olarak da algılamıyoruz. Burjuva devlet budur, tekelci polis devletidir, burjuva demokrasisi de aynı anlama gelir.

Demek ki, tekellerin egemenliğinin, bir fanus biçiminde kapalı bir alan olarak ekonominin ele alınmasına dayanılarak, salt ekonomik egemenlik demek olacağını söyleyenleri, meta-fizik düşünce yandaşları olarak görüyoruz. Ekonomi ile siyaset, siyaset ile savaş arasında, düzey ve yoğunluk farkı dışında bir fark yoktur.

O nedenle, tekellerin egemenliğinin, aynı zamanda tekeller arasında bir savaşı andırır şekilde “tekelci rekabet” anlamına geldiğini kaydetmeliyiz. Tekelci gruplar arasında, kitaplara konu olan savaşlar, hiç de alkışlarla yürüyen savaşlar değildir. Kan akan savaşlardır ve bu savaşların, biraz daha büyüğü, dünya savaşlarıdır. Dünyanın, emperyalist güçlerce yeniden paylaşımı savaşı.

Tekelci rekabetin, bir sınır içinde duracağını, o nedenle

Page 155: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

155

savaşlara dönüşmeyeceğini düşünmek, gerçek sistem hakkında hiçbir şey anlamamaktır. Tekelci rekabet, bir noktada durmaz. Tersine daha da şiddetlenir ve eninde sonunda savaşlara dönüşür. Bu savaşlarda bizzat savaşanlar ise, işçi ve emekçiler ve onların çocuklarıdır.

SSCB’nin çözülmesinin ardından, emperyalist güçler, pay-laşabilecekleri bir geniş coğrafya gördüler ve bu coğrafya, baş-ka bazı coğrafyalarda sömürünün derinleşmesi ile aynı süreçte paylaşıldı. Şimdi artık, dünyanın, egemen güçler arasında yeni-den paylaşımı dönemi yaşanmaktadır. Dünya, hem ekonomik olarak, hem de toprak olarak yeniden paylaşılmaktadır. Bu, ye-rel savaşların kaynağıdır ve bu yerel savaşlar, emperyalist payla-şım savaşının ilk muharebeleridir.

Kapitalizmin bazı eğilimlerini daha iyi görebilmek açı-sından, bu kez de, aşağıdaki verilere bir göz atmalıyız. Fortune dergisinin aynı verilerinden yararlanılarak, Tablo 19 oluşturul-muştur (bknz. syf. 156). Tabloda sektörler itibarı ile, 500 büyük firmanın dağılımı verilmektedir. Böylece 2000 yılı ile 2004 yılı arasındaki değişimi görebilmek mümkün olmaktadır. Ki, 4 yıl, aslında bir ekonomik sistemi izlemek için son derece küçük sa-yılmalıdır.

Bu tablo, bize dünyanın sayılı büyük firmalarının en ağır-lıklı hangi sektörlerde faaliyet gösterdiğini göstermektedir ve 2000 yılı ile 2004 yılı, kaba bir karşılaştırma yolu ile değerlen-dirilse bile, bankacılık, sigortacılık, market zincirlerinin içinde yer aldığı ticaret, bilgisayar ve komünikasyon, petrol, eğlence ve otomotiv alanlarında firmaların cirolarındaki artış dikkati çekmektedir.

Günümüz kapitalizminde gözde sektörler de buralardır. Artık, demir-çelik gibi alanlardan çok, tüketim alanları ve üre-timden çok finans alanı rağbet görmektedir.

Elbette, elimizde veriler olsa, mesela her bir sektörün dünya çapındaki toplam cirosunu bulabilsek, bu durumda, her sektörde, bu büyük firmaların ağırlığını da görmüş olurduk; ama endişe etmeye gerek yok, bu şirketler, içinde yer aldıkları sektörlerin, politikalarını belirleyen tekelci gruplardır. Fiyatlar üzerinde etkindirler, pazarın denetimi ellerindedir, vb.

Page 156: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

156

Tablo 19

500 Büyük Firmanın Sektörel Dağılımı

Savunma ve havacılık 9 11 202.606 305.593Havayolu 9 7 132.807 129.381Banka (ticarî ve tasarruf ) 56 56 1.436.143 1.731.379İçecek (meşrubat) 6 4 95.379 67.498İnşaat malzemeleri, cam 3 4 49.794 86.708Kimya 10 9 195.653 234.562Bilgisayar servis ve program 3 4 52.707 87.391Çeşitli finansal 6 4 351.404 228.596Geçici yardım ve servis 2 2 31.468 36.371Elektronik, elektrik ekipman. 23 18 758.770 734.622Enerji 13 11 432.272 304.773Mühendislik, inşaat 12 10 190.479 178.880Eğlence 4 5 74.363 142.642Gıda ve temizlik marketleri 24 22 591.264 807.173Gıda: Tüketim malzemeleri 6 6 161.521 203.833Gıda: Üretim 4 3 55.282 87.760Gıda: Servis (hizmet) 2 3 24.549 54.069Kâğıt ve orman ürünleri 6 4 103.722 84.680Genel ticaret 15 12 505.453 558.709Sağlık koruma 7 10 118.001 221.483Konut inşaat - 3 - 38.288Otel, gazino, dinlenme - 2 - 36.978Endüstriyel ve tarım ekipm. 6 7 130.723 175.530Aile ve kişisel ürünler - 6 - 122.923Sigorta: Sağlık ve hayat (toplam) 32 28 927.227 1.051.616

SektörŞirket Sayısı Ciro (milyon $)2000 2004 2000 2004

Page 157: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

157

SektörŞirket Sayısı Ciro (milyon $)2000 2004 2000 2004

Sigorta: P&C (toplam) 16 20 461.680 761.215Posta, paket ve hava kargo 8 9 206.803 275.464Metaller 11 12 166.612 275.865Madencilik, ham petrol 6 6 114.514 160.947Motorlu taşıtlar ve parçaları 27 34 1.286.994 1.732.941Network, diğer iletişim 4 5 128.203 127.016Petrol rafineri 29 32 1.290.455 2.072.798İlaç 13 12 281.293 327.636Basım-yayın 4 3 52.346 43.796Demiryolu 7 4 100.821 93.964Lastik ve plastik mamüller 3 - 47.629 -Bilimsel, foto, kontrol ekipm. 3 2 43.745 37.345Güvenlik 5 4 161.484 123.105Yarı iletkenler ve diğer bileşenler 3 5 59.739 89.215Sabun ve kozmetik 2 - 51.661 -Gemi taşımacılığı - 2 - 42.865İhtisaslaşmış perakende 12 13 226.457 324.592Telekomünikasyon 24 24 730.090 828.804Tütün 3 3 102.348 107.380Ticaret 17 10 873.963 210.767Kamu hiz. kuruluşları (Elektrik ve gaz) 18 23 382.819 578.134Toptan: Elektrik ve ofis ekipman. 3 2 64.102 45.252Toptan: Yiyecek ve bakkaliye 3 3 56.941 63.297Toptan: Sağlık koruma 5 6 120.410 260.875Muhtelif 7 6 97.151 110.035

Page 158: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

158

Tekel, bir kere oluştu mu, mutlaka tekelci ek kâr elde eder ve bu tekelci ek kârın kaynağı, bu tekelci egemenliktir. Ya pa-zar üzerindeki egemenlik ya satış kanalları avantajı ile ya fiyat kontrolü ile vb ve tüm bunlar, büyük çaplı üretim ya da kitlesel üretim ile doğrudan bağlantılıdır.

Belli sayıdaki bilim adamlarının hemen çoğunluğu, daha fazla kâr ve daha fazla tüketim için bu firmalara çalışmakta, üniversiteler onların çıkarlarına göre organize edilmektedir vb.

Dünyayı kendi aralarında paylaşan bu tekeller, bu paylaşı-mı, alanlar, toprak parçaları üzerinden de yürütmektedirler.

Öyle ise, biraz da, dünyanın ekonomik olarak ve toprak açısından paylaşımına bakabiliriz.

Page 159: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

159

Bugünlerde, emperyalizm olgusu üzerine yeniden yazanlar ar-tıyor; ama yine de emperyalizm kavramı yerine, “imaratorluk” gibi kavramları yeğleyenler de çıkıyor. Kimisi, “emperyalizmin yeniden keşfi” ile ilgili. Sanki, emperyalizm ortadan kalkmıştı ve şimdi yeniden ortaya çıkıyor gibi bir izlenimle tartışıyorlar. Kimileri de artık dünyada imparatorluklar dönemi başladığını, böylece de “klasik emperyalizm” analizlerinin işe yaramayaca-ğını vurgulamaya çalışıyor. Tek tek bu görüşleri ele almamız ve incelememiz en azından şimdilik yakıcı görünmüyor; ama yine de biz emperyalist sistemin varlığını uzun süredir sürdürdüğü-nü, pek çok değişime rağmen de özünü ve karakterini korudu-ğunu vurgulamak isteriz.

Konuya emperyalizmin keşfi yaklaşımı içinde bakarsanız, işte o zaman emperyalizmi doğru tanımlamış da olmazsınız. Sanki, emperyalizm, birilerinin bir süre geri tuttuğu, sonra tek-rar sahneye sunduğu bir politika gibi olur. Elbette emperyalist politikalar vardır; ama emperyalizmin kendisi, “politika” değil-dir. Emperyalizm, kapitalist-emperyalizm anlamında ele alın-dığında, kapitalizmin dünya egemenliği anlamına gelir. Kapita-lizm, emperyalist aşamayla, dünya sistemi hâline de gelmiş olur ve bu dünya kapitalist sistemi, emperyalist merkezlerle, onların sömürgelerinin bütünlüğünden oluşmaktadır. Oysa emperya-lizmi, zaman zaman başvurulan bir politika olarak görürsek, sömürgeleri de zaman zaman ortaya çıkan bir olgu olarak gör-memiz gereki ki, aslında hiçbir yere oturmayan, kendi içinde de tutarlı olmayan bir düşünüş tarzına işaret eder.

Yine de “emperyalizmin keşfi”, bize bir şeyler ifade ediyor. SSCB öncesi ve sonrası arasındaki farklılıklara işaret ediyor. Bunları bütünlüklü ve bilimsel olarak ortaya koyuyor olmasa da, bize, SSCB’nin çözülüşü sonrasında, emperyalist güçlerin,

Dünyanın Toprak ve Pazar Olarak Paylaşımı

Page 160: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

160

“unutuldu” sanılan metotlara geri dönmekte tereddüt etmedik-lerini gösteriyor.

Elbette bu farklılığı vurgulamanın daha emin yolları da var. Basitçe, “eski” sanılan metotların gündeme geldiğini söylemek mümkün. Dahası, belki bu yolla, “yeni sömürgecilik” kavramı-nın da çok abartılmaması gerektiğine de vurgu yapabiliriz. 1917 öncesinin sömürgecilik metotları yeniden revaçta ise, Ekim Devrimi sonrasındaki emperyalist faaliyetlere “yeni sömürge-cilik” derken, normal sömürgecilikten çok da öte bir şey ifade etmediğimizi belirtmeliyiz.

İmparatorluk vurgusu da, bize “klasik emperyalizm” deni-len şeyin sonuna gelindiğini, globalleşme denilen şeyin aslında bir başka döneme işaret ettiğini ve bu döneme imparatorluk dönemi demenin olanaklı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Yine kendi içinde faydalı birçok bilgiyi içeriyor olsa da, bizi emper-yalizm analizinden koparan bir bakış ile karşı karşıyayız. Neden “klasik emperyalizm” demek gereği duyuyoruz? Bunun modern olanı nedir? Modern emperyalizm, artık ABD egemenliğindeki dünya mıdır? Yoksa uluslararası tekellerin, ulusal devleti önem-siz kılacak tarzda dünya egemenliği döneminde mi yaşıyoruz? Öyle ise, bunun emperyalizmden farkı nerededir?

Önümüze iki yol çıkıyor. Birincisi, tek tek bu görüşleri ele alıp incelemek ve bunlarla “boğuşmak”, ikincisi ise emperya-lizm analizini ilerletip, gelişmeleri yerine oturtarak, bir adım ileri atarken, bu arada da yeri geldiğinde bu görüşlere de gön-dermelerde bulunmak. Bize ikincisi daha faydalı gözüküyor. Onun için tümüne burada yanıt vermeyeceğiz. Çalışmamız ilerledikçe, her konuya daha detaylıca girme şansını yakalaya-cağız. Elbette böyle yaparak, ihtimal o ki, okuyucuya, yukarıda ifade edilip özetlenen görüşlerin parça parça verilen eleştirisini toparlayacak bir çalışma yapma görevi de düşüyor.

Kapitalist-emperyalizmin ayırt edici özelliğinin sermaye ihracı olduğunu, mal ihracının yerine, mal ihracı arttığı hâlde, belirleyici olarak sermaye ihracının geçtiğini biliyoruz. Serma-ye, kapitalist üretim için ne kadar ayırt edici ise (ki o sermaye egemenliğidir de), sermaye ihracı da emperyalist egemenlik için o kadar belirleyicidir.

Page 161: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

161

Bu nedenle, 20. yüzyılın başında, dün kapitalist-emper-yalist sisteme damgasını vuran şey, sermaye ihracı idi. Dikkat etmeli ki, burada miktar olarak ne kadar sermayenin ihraç edil-diği gibi bir nicelik üzerine henüz tartışmıyoruz. 17-18. yüzyıl-larda, başka ülkeleri sömürge yapmanın yolu, hâlâ askerî işgal idi. Buna biz, kapitalist-emperyalizmden öncesi dönem de di-yebiliriz. Bu dönemi, sadece feodal dönemle sınırlı tutmak da yanlış olur. Köleci dönemde de, sömürgeleştirmenin yolu, işgal idi; ama kapitalist sistem ile beraber, sermaye ihracının olanak-larının ortaya çıkması, askerî metotları asla devre dışı bırak-madan, sömürgeleştirmenin yeni olanaklarını da ortaya koydu. Bu kez, emperyalist egemenleri silâhla kovmak da yetmiyor. Bu kez, kapitalist dünya ekonomisinden tamamen kopmak gereki-yor. Aslında bu yazdıklarımız “bilinmez” değildir; ama dikkat edilsin ki, bizim vurgumuz, sermaye ihracı olanaklarının askerî işgal gibi eski metotları asla ve asla devredışı bırakmadığıdır.

Şimdi, bu çerçevede, “eski” ve “yeni” sömürgecilik ayrımı, abartılı bir ayrım olarak kaydedilmelidir. Abartılıdır, çünkü bu ayrıma göre, eski sömürgecilik, işgale dayanırken, yenisi dayan-mamaktadır. Oysa bu tez yanlıştır. Yanlıştır çünkü, dünyanın her yerine yayılmış, ABD, Fransız, İngiliz vb. askerleri ve üsleri bize neyi anlatmaktadır? Madem ki, yeni sömürgecilikte işgal yoktur, bu askerî varlığın nedeni nedir? Sonra, “eski” sömürgeci-lik, bize neyi anlatıyor? Dünyada var olan ve egemen olan eko-nomik sistemlerden bağımsız bir sömürgecilik midir? Bu ola-maz. Feodal veya köleci sömürgecilik demek daha yerindedir.

Fakat yine de, “eski” ve “yeni” sömürgecilik ayrımı, bir an için bir vurgu olarak, yeni metot olan sermaye ihracına dikkat çekmekle kalsa, faydalı bir kavram olarak ele alınabilirdi.

Aslında dünyanın her yerine yayılan üsleri ve askerî varlığı görmezden gelebilir miyiz? Elbette ki hayır. İşte bu globalleşen dünya ve “serbestleşen” piyasa, aslında bu askerî varlığa daya-nır. İmparatorluktan söz ederken, aslında “ulus devlet” önemini kaybediyor demek, gerçeği yanlış bir gözle görmektir. Sadece tek gözle de değil, aynı zamanda yanlış bir gözle. Tek gözle görüldüğünde gerçek, elbette “boyut” kaybeder ve karikatürize olur; ama burada bir de “yanlış” bir gözle olaya bakılmaktadır.

Page 162: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

162

Eğer ulus devlet önemini kaybediyorsa, neden Amerikan “ulus devleti”nin önemi ve makinesi sürekli gelişiyor? İmparatorluk, emperyalist egemenliği anlatmak amacı ile bir vurgu olarak kullanılsa, hiç değilse, bir faydası dokunan analiz olurdu. Şöyle ki:

“Amerikan imparatorluğu artık gizlenmiyor. Daha 1999 yı-lının Mart ayında, New York Times (bundan böyle NYT olarak kısaltılacaktır. DA) dergisinin kapağında Amerikan bayrağındaki yıldızların ve çizgilerin üzerinde sıkılmış dev bir yumruk vardı ve altta şu sözler yer alıyordu: ‘Dünyanın şu andaki ihtiyacı ne? Küreselleşmenin işleyebilmesi için Amerika gerçekte olduğu gibi her şeye kadir süper güç gibi davranmak-tan çekinemez.’”Ve aynı dergide, serbest piyasanın savunucu aslanlarından

Thomas Freidman’ın şu sözleri yer amaktaydı: “... gizli yumruk olmaksızın piyasanın görünmez eli asla işe yaramayacaktır... Dünyayı silikon vadisinin teknolojisi için güvenilir hâle getiren Amerika Bileşik Devletleri ordusudur, hava kuvvetleridir, ABD donanması ve deniz birlikleridir.” (Aktaran, L. Pantitch ve S. Gındın, Küresel Kapitalizm ve Amerikan İmparatorluğu, Sosyalist Register 2004, Yeni Em-peryal Tehdit, s. 13, Alaz Yayıncılık).Demek ki, ne imparatorluk kavramı, emperyalizmi tarihe

gömüyor, ne de günümüzün sömürgeciliği, bizzat yeni dönem pratiğince ispatlandığı gibi, askerî müdahaleleri yok sayıyor. Diyelim ki Irak işgali, sermaye ihracı metodunu rafa kaldırmı-yor, geçersiz kılmıyor; ama SSCB var olsa idi, muhtemelen Irak işgali olmadan, sömürgecilik ilerletilmeye çalışılacaktı.

İmparatorluk kavramını, hem mesela Kissinger gibi ABD yöneticileri kullanıyor, hem de başkaları. ABD, Roma’dan daha güçlüyüz, demeye başlamıştır. Bunun ne kadar doğru olduğu ile, en azından bu çalışmanın bu aşamasında çok ilgili değiliz. Aynı kavramı ise, Negri ve Hardt, kitaplarının başlığı olarak seçtiler. Kitap yayınlanır yayınlanmaz, NYT, Time dergisi ve London Observer gazetesi tarafından ilgiye değer bulundu. Aslında tek başına bu alkış, sol çevreler için kitabı “şüphe” ile

Page 163: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

163

karşılamaya yetmeli idi. Biliyorum, bu son satır, pek çok kişiye, “bilimsel” gelmeyecektir; ama burjuva basında, özellikle de bu adı geçen yayınlarda sınıf bilinci o kadar öndedir ki, orada övü-len her şeyden “şüphe” duymak doğru bir tutum olmaktadır. Biz yine de, Negri ve Hardt’ın çalışmasını bu biçimde değerlen-dirmeyi önermiyoruz. Çok uzatmadan, söyleyebileceklerimiz var. Yazarlar, “Dünya pazarının tam olarak gerçekleşmesinin, zorunlu olarak emperyalizmin sonu” olacağını söylüyorlar. Yani, küreselleşme ve imparatorluk, ne kadar ilerlerse, o ölçüde em-peryalizm de ortadan kalkacaktır. Bu durumda aslında bizim, Dünya Ticaret Örgütü’nün liberalleşme ile ilgili kararlarını desteklememiz gerekir! Öyle ya, “dünya pazarının tam olarak gerçekleşmesi”, herhâlde iyi olacaktır. Bu satırları, acaba burju-va basının hassas organları neden alkışlamasın? Yazarlarımızı anlamamız için birkaç vurgu yeterli olacaktır:

“ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmuyor ve aslında günümüzde hiçbir ulus-devlet bunu yapamaz.” (M. Hardt, A. Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yay, s. 20). Zaten yazarlar, “... “imparatorluk” derken, “emperyalizm”den

tamamen farklı bir şeyi kastediyoruz.” (age, s. 18) diyorlar. Da-hası da var:

“ABD’nin dünya polisliği, emperyalist değil, emperyal çıkarı için gerçekleşmektedir. Bu açıdan bakıldığında Körfez Savaşı, gerçekten de George Bush’un iddia ettiği gibi, yeni dünya dü-zeninin doğuşunu ilan etmektedir.” (age, s. 195).Uzatmaya gerek var mı?Demek ki, Negri ve Hardt’a göre, emperyal ile emperya-

list arasında fark var, ki gerçekten de var ve artık günümüzdeki ABD devletinin yaptığı, emperyalist değil, emperyal bir roldür. Yani, uluslararası bir roldür o kadar. Zaten emperyalist güç-ler, sömürgeler de artık tarih olmuştur. Onun yerine, merkezî olmayan, alanı sınırlanmamış bir imparatorluk var. Bu nedir? ABD dünya polisliği yapıyor ama, bu uluslararası yeni düzen için zaten gerekli olandır ve bunda emperyalist bir içerik arama-ya gerek yoktur! Ne demeli? Biz hâlâ sınıfların varlığından söz ediyoruz. Bize göre, sınıflar ve sınıf savaşımı, ancak komünizm

Page 164: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

164

altında, dünya devletlerinin de eridiği, sınırların kalktığı süreçte kalkacaktır ve o günkü dünyaya da imparatorluk dememiz için bir neden görmüyoruz.

Bakın daha neler diyorlar: “Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç ara-sındaki çatışma ya da rekabetin yerini ... tek bir iktidar fikri almıştır.” (age, s. 33). Aslında burada, Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezinin bir

başka versiyonunu görmekteyiz ve Kautsky, dünya eğer tek bir emperyalist gücün denetiminde olursa, dünya barışının da sağ-lanacağını söylemekteydi.

“... imparatorluk, kendi başına güç temelinde değil; gücü hak-kın ve barışın hizmetinde gösterme kapasitesi temelinde olu-şur.” (age, s. 39). Yani, Negri ve Hardt’a göre, güç değil, gücü, hakkın ve ba-

rışın hizmetinde gösterebiliyorsa imparatorluk olabilir. Marifet, gücünü hakkın ve barışın hizmetinde gösterme kapasitesinde ise, emin olmak gerekir ki, bu gerçek anlamı ile ancak, bunu gerçekten yapmakla mümkün olur. Herkese her zaman yalan söylemeyi başaramazsınız derler.

Aslında Kautsky, bunların yanında, daha temiz kalmakta-dır.

Yazarlarımız son derece zekidir. Yaptıkları çalışma ‘iddialı’ izlenimi vermek üzere yapılmıştır ve ülkemizde bazı sol çevre-lerce, ne yazık ki yeni manifesto olarak sunulmaktadır. İmpa-ratorluğu hep övmemektedirler. Kan ve gözyaşının kaçınılmaz olduğunu bilmektedirler; ama onlar, küreselleşmenin, dünya çapında yeni ve tek bir yönetim oluşturduğunu; ama bunun da merkezinin ve ülkesinin olmadığını ileri sürmektedirler. Mesela akıllarına gelip de tekellerin egemenliği, vb. de demek gereği duymuyorlar. İmparatorluğu, ne olmadığına göre değil de, ne olduğuna göre de tanımlamaya girişmekten kendilerini alıkoyamazlar. “... örneğin”, diye yazıyorlar, “yeni paradigmanın egemen ulus-devletlerin gerilemesiyle, uluslararası piyasaların düzensizliğiyle, devletler arasında uzlaşmaz çatışmanın sona ermesiyle vb. tanımlandığını söylediğimizde böyle bir tanımla-

Page 165: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

165

ma yapmış oluruz.” (age, s. 37). Görüldüğü gibi, yazarlar, derler ya, üç yaşındaki çocuğa anlatır gibi, anlatmaktadırlar. Bu titizlik çok iyi de, gösterme temelinde bir titizlik, gerçek değil. Nere-den mi anlıyoruz?

1. Evet uzlaşmaz ve uzlaşır çelişki diye bir kategori var; ama devletler arasında uzlaşmaz çelişki diye bir şey yoktur. Hatta diplomaside öyle sözler kullanılmakta-dır ki, buna göre derler ki, “dost veya düşman devlet olmaz.”

2. Yazarlarımız, “ulus devletin gerilediği”nden söz edi-yorlar; ama ABD’nin emperyalist amaçlı olmasa da artan polis gücünün farkındalar. Neden acaba, bu artan ABD egemenliğini, ABD “ulus devletinin” uluslararası bir egemenlik kurması olarak kabul etmekte zorlanı-yorlar?

3. Uluslararası piyasaların düzensizliği meselesi de il-giye değer. Aslında yazarlarımız, utanmasalar, Adam Smith’in görünmez elinden söz edecekler; ama “çok demode” olabilir ve doğrusu, gen ve çip teknolojisinin temelinde yükselen küreselleşmeye de çok ilkel bir sa-vunu olarak zayıf kalırdı. Yine de daha tutarlı olacağı kesin idi.

Yazarlarımız, emperyalizm kavramını önce bozup, kaba-laştırıp, sonra da geçersiz hâle getiriyor. Emperyalizm ile ka-pitalist ekonomi arasında bağ kurmuyorlar. Kapitalist ekonomi içinde tekeller ve tekelci hakimiyet diye bir gerçekliği görmeye yanaşmıyorlar. Emperyalizmi, tekellerin dünya egemenliği ile bağlı olmaktan çıkarıyorlar. Geriye de, emperyalizm denilince, sömürgeci, kaba saba adamlar kalıyor.

Yazarlarımız, başlıca, emperyalist güçler arasındaki savaş-tan söz etmiyorlar ve bunun var olmadığını söylüyorlar; ama buna rağmen ABD’li yetkililer, Avrupa’yı veya başka devletleri düşman statüsüne koymayı tartışmaktan çekinmiyorlar. Yugos-lavya’daki bir paylaşım olmuyor ve Körfez savaşının Irak’ın iş-galine dönüşmesi ise, anlam ifade etmiyor.

Burada duralım ve bizim konumuza tekrar dönelim. Yeri gelirse, bu konuya tekrar dönmemiz çok zor olmayacağa benzi-

Page 166: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

166

yor; ama herhâlde bu kadarı ile bile, NYT gibi tutumunun an-lamı net olan bazı tekelci medyanın ilgisi konusundaki fikrimi-zin, bir istisna olmadığını göstermiş olduğumuz kanısındayız.

Emperyalizm kavramını ele alırken, tekellerin dünya ege-menliğini de incelemekte olduğumuzu unutmamalıyız. Dün-yanın, toprak ve pazar olarak paylaşımı, aynı zamanda, emper-yalizmin sömürgesiz varolmadığını da kabul etmek anlamına geliyor.

Tekelci egemenlik ya da yukarıdaki alıntılanan bölümde-ki gibi, “silikon vadisinin teknolojisi”, aynı zamanda silâhların gücü ve ordularla ayakta durabiliyor. Sadece bir tek pazarda bile bu silâhlı güç, şiddet zorunlu olduğuna göre, tekelci dünya ege-menliğinin askerî boyutunu görmemeye çalışmak, hamkafalık değilse, emperyalist egemenlikten yana olmak demektir.

Dünyanın toprak açısından paylaşımı ile, dünyanın pazar olarak paylaşımı arasındaki bağ, aslında her aklı başındaki kişi-nin görebileceği kadar net bir bağdır.

Tekel, hakimiyet ilişkileri olmaksızın bir anlam ifade et-mez. Örnek olsun, TÜPRAŞ’ı alan Koç, gerçekte bu alanda sa-dece bir şirket mi almış oluyor, yoksa, ülke egemenliğinin büyük bir parçasını mı? Yanıtı kendiliğinden ortada olan bir soru!

Hakimiyet ilişkileri ise, onların korunmasını, genişletilme-sini gerektiriyor. ABD askerî varlığı, dünya üzerindeki ABD egemenliğinin dayanağı değilse nedir? İmparatorluktan söz ederken, bunu nasıl olur da görmezden geleceğiz ve bu duru-ma nasıl olur da, “ulus devlet” denilen şeyin sonu diyebileceğiz? Sanki, bundan önce, bir sömürge ulus devlet, gerçekte sözü ge-çen bir şey mi idi ki, bugün bu sömürge ulus devletlerin azalan rolünün üzerinden hareketle, “ulus devlet” bitti diyen emperya-list ideologlarla aynı vurguyu yapacağız?

SSCB döneminde, komünizm korkusu ile birbirine yapışan ve başlarında ABD’nin bulunduğu dünya emperyalist güçleri için-de, elbette ABD lehine bir dönüşüm yaşanmıştır. Bugünkü ABD hegemonyası, gerçekte buna dayanır. Bu egemenliğin ise, emper-yalist dünya içinde paylaşım savaşını, daha genel ve hafif söylersek, tekelci rekabeti bitirmediğinin, en azından SSCB’nin yıkılışının üzerinden 16 yıl geçtikten sonra görülebiliyor olması gerekir.

Page 167: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

167

Bu açıdan günümüz emperyalist sistemini doğru anlaya-bilmek için, askerî ve ekonomik olarak dünyanın mevcut şekil-lenişine bakmak yerinde olacaktır.

Ekonomik olandan başlayalım.Bugün, başlıca üç ekonomik güç odağından (aslında salt

ekonomik güç odağı olunamaz. Ekonomik olan, salt ekonomik olarak kalmaz. Siyasî ve elbette siyasî olunca askerî uzantısı da olmak zorundadır), söz edebiliriz. Bu üç emperyalist böl-ge, Japonya, Avrupa, ABD’dir. ABD’nin bir güç odağı olduğu-nu kabul etmeyen yok. Maalesef, onun dışında bir güç odağı görmeme eğilimi oldukça yüksek; ama, son 10 yıldır, ABD’nin ekonomik gücünde azalma olduğunu söylemek abartılı olmaya-caktır. Bu ekonomik alanda da böyledir. ABD’ye nazaran diğer-leri, daha hızlı bir gelişme dönemindedir.

Burada elbette, ABD ile diğer ülkeler arasında bir büyük-lük farkı olduğunu unutmadan konuştuğumuz aklımızda ol-malıdır; zira mesele, ABD’nin mi, diğer bir gücün mü, mesela Japonya’nın, daha büyük bir güç olduğunu tartışmak değildir, mesele bu güçlerin ekonomik güçlerini karşılaştırmak da değil-dir. Bizim açımızdan mesele, ABD “dışında” iki gücün oluştu-ğunu belirlemek ve bu güçler arasında bir emperyalist paylaşım savaşının devam etmekte olduğunu ortaya koymaktır. Bu bize, mevcut dünyayı daha iyi anlama olanağı da verecektir.

İlk olarak, bu emperyalist güçlerin, dünya çapındaki eko-nomik gücüne bir miktar bakmamız gerekiyor (bknz. Tablo 20).

Tablo 20 *

Dünya Dışsatımlarında Ülke Gruplarının Payları (%)

1950 1965 1980

Gelişmiş kapitalist ülkeler 61.1 68.8 63.1Azgelişmiş ülkeler 30.8 19.6 28.1Sosyalist ülkeler 8.1 11.6 8.9

* Kaynak: F. Castro, Dünya Bunalımı, Onur Yayınları, s. 56

Page 168: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

168

Burada, azgelişmiş ülkeler içinde petrol ihraç eden ülke-lerin payının sürekli arttığını belirtmek gerekir. 1950’de petrol ihraç eden azgelişmiş ülkelerin dünya ihracatındaki payı %7.2 iken, 1980’de bu oran 16.9 olmuştur. Elbette bu durum, genel ticarette, petrol ihraç eden ülkeler lehine bir değişim ve diğer-lerinin oranlarını düşüren bir değişim demektir.

1980’den bu yana epey değişim de oldu. Sadece sosyalist ülkelerin büyük bölümü çözülmekle kalmadı, ülkelerin ticareti açısından da bazı değişimler oluştu.

“1990’ların başında, doğrudan yabancı yatırımın toplam biriktirilmiş stoklarının %75’i ve akışın %60’ı, yalnızca üç oyuncuda toplanmıştı.” (P. Hirst, G. Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, Dost Kitabevi, s. 91). Burada da görüldüğü gibi, doğrudan yabancı sermaye yatı-

rımları toplamının çok büyük bölümü, hem mevcut stok açısın-dan, hem de sermaye akışı açısından, üç büyük merkeze, ABD, AB ve Japonya’ya aittir.

Fidel Castro’nun dünya dışşatımları açısından verdiği bil-giyi, biz bu üç merkez açısından da 1992 yılına ait verilerle, Hirst ve Thompson’dan izleyebiliriz (bknz. Tablo 21).

Burada da dikkat etmek gerekir ki, AB ülkeleri içi ticaret de dâhildir ve bu AB ülkelerinin oranını yükseltmektedir. AB iç ticareti düşülünce, oranlar şöyle olmaktadır. ABD ve Kanada, %20.5, AB %27.9 ve Japonya %12. Toplam %60.4

Tablo 21

Küresel Ticaret Dağılımı 1992 (ihracat, %)

ABD ve Kanada 15.6 AB 45.2 Japonya 9.1 Toplam 69.9

Page 169: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

169

Burada açıkça görülmektedir ki, hem yatırımların, hem de ihracatın büyük bölümü, gelişmiş ülkeler tarafından denetlen-mektedir.

Her ne kadar gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler terimlerini kul-lanıyorsak da, daha önceden de açıkladığımız gibi, emperyalist ve sömürge ülkeler kavramları daha yerindedir.

Bu üç merkez içinde tartışma konusu olabilecek şeylerden biri, AB’nin bir ülkeler topluluğu olduğu gerçeğidir. Evet AB, Japonya ve ABD gibi tek bir devlet değildir; ama tek başına AB’nin gelişim yolu bile, hiç de diğer emperyalist güçlerin ABD himayesini severek kabul etmeyeceklerinin göstergesi olsa gerek; ama bu da bizi fazlaca ilgilendirmez; çünkü, AB de-nilen birlik içinde de, ağırlık Almanya-Fransa’dadır. İtalya da buna eklenirse, İspanya da sayılırsa, zaten AB’nin ağırlığının ne demek olduğu kendiliğinden de anlaşılacaktır. Kısacası, biz, AB’nin geleceği ile en azından bu bölümde ilgili değiliz. Bizim ortaya koymaya çalıştığımız şey, üç emperyalist merkezin eko-nomik olarak varlığıdır (bknz. Tablo 22).

Bu üç büyük merkez, dünya gayrisafi yurtiçi hasılâsı topla-mının da %70’ine yakınını oluşturmaktadır ve eğer biz bu mer-kezlere, doğrudan yabancı sermaye yatırımları (bundan böyle kısaca DYY diyeceğiz) açısından bu üç merkez dışındaki en

Tablo 22*

Üç kapitalist “kutbun” ağırlığı (%)

ABD Japonya Batı Avrupa

1. Dünya nüfusu 1984 5.0 2.6 9.22. Dünya geliri 1984 27.7 9.4 21.83. Dünya ithalatı 1983 14.2 6.4 40.74. Dışarıdaki dyy** 1981 41 9 42

* Kaynak: Michel Beaud, Kapitalizmin Tarihi, Dost Kitabevi, s. 295 **Doğrudan yabancı sermaye yatırımları

Page 170: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

170

önemli 10 ülke de hesaba katıldığında, bu oran %77’ye çıkmak-tadır. Böylece dünyanın kalanının hangi oranlara sahip olduğu-nu görmemiz mümkün.

Görüldüğü gibi, daha 1984’te bile, yani SSCB henüz var-ken bile, üç kutuptan söz etmek olanaklı. O dönemler, emper-yalist cephe, SSCB’nin varlığı nedeniyle, komünizm korkusu ile birbirine yapışmıştı. Bu nedenle, bu ekonomik yapı, özellikle AB ve Japonya için, kendini düşük oranda siyasal olarak ifa-de edebiliyordu. Konu komünizm veya üçüncü dünyanın sö-mürüsünün hızlandırılması gibi ortak amaçlar olunca, ancak o zaman, bu ekonomik güç siyasal ve askerî varlıkla bütünleşi-yordu. Bu siyasal ve askerî varlık ise, ancak ABD şemsiyesi ve NATO şemsiyesi altında kendini ifade ediyordu. Ta ki SSCB çözülene kadar. SSCB çözüldükten sonra, iş değişti. Artık, bu ekonomik merkezler kendi rotalarını, dünyanın yeniden payla-şımından daha fazla pay alabilmek için kendi yollarını çizmeye başlamışlardır. İnsan hayatında 10 veya 20 yıl çok uzun olabilir; ama toplumsal hayatın bütününde ise, 20 yıl çok önemli değil-dir. İşte bugün önümüzde, bu emperyalist merkezlerin, ABD şemsiyesi altındaki birliğinin dağılması ve farklı emperyalist merkezler arasında dünyanın yeniden paylaşılmasının mücade-lesine başlamış olduğu bir süreç var.

Burada, okuyucuya önceki bölümde, uluslararası tekeller içinde, en büyük 500 firma ile ilgili verilere bakmayı öneririz. Burada tek tek ülkelerin 500 büyük firma içindeki ağırlıkları da ele alınmaktadır. Görülmektedir ki, bu birkaç emperyalist güç, bu alanda da denetimi ellerinde tutmaktadır. ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin ağırlığı açıkça ortadadır. Bi-zim buradaki çalışmamız açısından, emperyalist merkezler ve onlar arasındaki hem paylaşım ve hem de onların dünya ege-menliğinin görülmesi önemlidir.

Elbette burada bir de pazar hakimiyeti dediğimiz şeyin, bitti denilen “ulus devlet” ile bağlantısı da gözden ırak tutulma-malıdır. Bu nedenle, bir kere daha hatırlatmalıyız ki, dünyanın en büyük 500 firmasının pazar üzerindeki hakimiyeti anlamlı-dır, dikkatle izlenmelidir.

Bugün Tablo 23’teki bu oranlar çok daha fazla büyümüş,

Page 171: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

171

tekellerin kontrolü daha da fazla artmıştır. Tekelleşme eğilimi, piyasanın görünmez eli ile yürüdüğü yalanının en açık ispatı-dır; ama bunu, yani tekelleşme eğilimi ve tekellerin kontrolünü, sadece oranlara indirgemeyelim. Günümüz dünyasında, bazan %10 sermaye ile koca şirketler denetlenebilmektedir. Buradan bakınca, tekel denilen şeyi oranlara indirgemek son derece sa-kıncalı olacaktır, eksik bakış demek olacaktır. Mesela ülkemiz-de Doğan Holding’i ele alalım. medyayı denetlemesi, sadece bir oran ilişkisi midir? Burayı daha da genişletmeden, konumuza dönelim.

“1990’ların başlarında, 170.000 bağlı organizasyonu kont-rol eden tahmini 37.000 çokuluslu şirket vardı. Bunlardan 24.000’i (yaklaşık %70’i) on dört kalkınmış OECD ülkesin-dedir. Çokuluslu şirket merkezlerinin %90’ı gelişmiş ülkeler-dedir.

“1992’de doğrudan yabancı yatırım stoku 2 trilyon ABD do-ları idi. Bu stoku kontrol eden çokuluslu şirketler 5.5 trilyon dolarlık (yerli ve uluslararası) satıştan sorumluydular. Bu ra-kam, 1992’deki 4 trilyon dolarlık toplam dünya ticaretinden

Tablo 23*

En Büyük 866 Uluslarüstü Şirketin Dünya Kapitalist Sanayiini Denetleme Derecesi (%)

1967 1977

Mamul mallar 70.2 76.5Gıda, içecek, tütün 64.2 73.8Dokuma, ayakkabı, giysi 18.5 17.7Kâğıt ve ağaç ürünleri 17.3 34.1Kimyasal maddeler 66.0 61.2Metalurji madeni olmayan ürünler 68.1 80.0Madeni ürünler 74.1 64.6Ticarî ve yolcu araçları veri yok 90.6

*Kaynak: F. Castro, age, s. 133

Page 172: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

172

çok daha fazlaydı. Doğrudan yabancı yatırım stokunun yal-nızca %5’inin kökeninde kalkınmakta olan ülkelere ait çoku-luslu şirketler vardı.

“Diğer bütün kalkınmış ülkelerde olduğu gibi ABD ticaretinin de yaklaşık %80’i çokuluslu şirketler tarafından yönetilmekte-dir. Toplam ABD ticaretinin üçte birinin çokuluslu şirketlera-rası ticaretten oluştuğu tahmin edilmiştir.” (Hirst, Thompson, age, s. 80-81). Burada oldukça fazla sayıda çok uluslu şirkete ilişkin veri

sunulmaktadır. Bu şirketlerin, %70’inin OECD ülkelerinden olması, bunların merkezlerinin %90 oranında gelişmiş ülkeler-de olması, bize durumu açıklıkla göstermektedir.

Dünya ticaretinde, dünya sanayi üretiminde ve finans sek-töründe bu büyük firmaların, uluslararası tekellerin egemenliği, aynı zamanda, emperyalist büyük güçlerin de egemenliği de-mek oluyor. Bu, bizim de görüşümüzdür. Aslında işin mantı-ğına uygun olanı da budur zaten; çünkü, hem ticaretin, hem de finans ve diğer alanların zaten çok büyük bölümü, bu güçler arasındaki ilişkilerle belirleniyor.

Önce genel bir görüntü, bir nevi özet aktardık ve dünya kapitalist sistemi içinde bu üç kutbun ya da üç emperyalist pay-laşım savaşının aktörünün genel ağırlığını gördük. Bu verileri, uluslararası tekellerin dünya pazarındaki hakimiyeti ile zaten bağlamıştık ve nihayet Castro’dan aktardıklarımızla, bu konu-da bir hatırlatmada bulunmuş olduk. Şimdi de, bir araştırma çalışmasının verilerine dayanarak, uluslararası tekellerin, kendi “ulusal ekonomi”leri ile bağlarının olup olmadığını anlamaya çalışalım.

Biz Tablo 24’teki verilerin, açık olarak üç bölge ya da güçlü emperyalist güçlerin varlığını gösterdiğini ortaya koymak için aktarıyoruz. Oysa Hirst ve Thompson, bu verileri, bu üç büyük merkezin ağırlığını ve bir anlamda küreselleşme denilen şeyde-ki “sınırlılığı” ortaya koymak için kullanıyorlar.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Acaba bu sermaye, bu pazar hakimiyeti, bir siyasal ve askerî varlığa ihtiyaç duymaz mı? Eğer ekonomik çıkarların özlü, yoğunlaşmış ifadesi siyaset ise, buna nasıl ihtiyaç duymayacaklar? Eğer siyasal çıkarların ve mücade-

Page 173: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

173

lenin ateşli silâhlarla yapılanına savaş diyorsak, bu pazar haki-miyetinin askerî varlıktan bağımsız olacağını nasıl söyleyebili-riz?

Buradan bir adım daha atalım: Acaba Negri ve arkadaşının, NYT’nin çok alkışladığı kitabında, bizi “bitti” diye ikna etmeye çalıştığı şey, mesela ABD ulus devleti midir, mesela İngiliz ulus devleti midir? Yoksa Ruanda ve TC ulus devleti midir? Bu ikin-ci gruptakilerin sınırları ve varlıklarının anlamı, gelişen teleko-münikasyon teknolojisine ve silikon vadisinin teknik gelişimine göre değer kaybetmedi, zaten çok eskiden beri varlıkları “sınırlı anlamlar” ifade etmekteydi.

Yani sömürgelerdeki devletin, “önemsiz” bir dünya aktörü olduğu zaten biliniyor. Şimdi, tüm emperyalist ideologlar, Negri

Tablo 24*

Uluslararası Tekellerin Faaliyetlerinin Bölgelere Göre Dağılımı (%)

I- Uluslararası tekellerin satışlarında kendi ülke/bölgesindeki satışların payı

Ülke İmalat Hizmet 1987 1992-3 1987 1992-3

Almanya 72 75 - -Japonya 64 75 89 77İngiltere 66 65 74 77ABD 70 67 93 79

II- Uluslararası tekellerin ana bölge/ülke varlık dağılım yüzdeleri

Japonya - 97 77 92İngiltere 52 62 - 69ABD 67 73 81 77

*Kaynak: Hirst ve Thompson, age, s. 125

Page 174: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

174

üstüne alınmasa da olur, hep bir ağızdan, bu etkisiz aktörün, “artık bitti”ğini mi ifade etmek istiyorlar? Yoksa, sömürgeciliğin daha derinleşmesi için, önüne dikilmiş bulunan bazı çakıltaş-larının ortadan kaldırılıp, yolun asfaltlandırılması talebi midir bu? Biz ikincisi olduğunu düşünüyoruz.

Eğer bitti denilen “ulus devlet” gerçekten bitti ise, ilk iş olarak CIA ve MI5’in kendini lağvettiğini, Fransız ve Alman istihbarat teşkilâtlarına artık gerek kalmadığını ilan etmele-ri gerekirdi. Bize ve dünya halklarına “ulus devlet” bitti diye nara atmalarına gerek yok. Zaten o ulus devletin yaratıcısı biz-ler değiliz ve hiçbir zaman da savunucusu olmadık. Tersine biz Marksistler, her zaman bu ulus devleti yıkmak, tarihten devlet denilen şeyi silip yok etmek ve bunun için de ilk iş olarak sınıf-ların varlığına son vermek üzere sosyalizmi kurmak istiyoruz. Onun için, “ulsu devlet” bitmiş olsa üzülmeyiz. Dahası, işçiler bilmelilerdir ki, eğer ulus devlet ve devlet bitecekse, bu onların nasırlı ellerinin ürünü olacağı için, bunu bay Negri’den öğren-melerine gerek olmayacaktır.

Burada, bize devlet konusunda, eski burjuva önyargılar ye-niden aşılanmak isteniyor. TC Devleti’nin ABD’li iki bürokrat kukla gibi yönetiyorsa, bu TC Devleti’nin bir sömürge devleti olduğunu gösterir. Yoksa devlet olmadığını değil. Biz işçiler, biz devrimciler, biz, bu ülkede eşitlik ve özgürlükten yana olan, sö-mürüye karşı olan herkes, TC Devleti’nin makinesini, işkence-hanelerini, yasalarını vb. biliriz.

Bakın bu konuda Adam Smith ne demiş. Adam Smith, bilmeyenler için söyleyelim, kapitalist ekonomi işleyişi savunu-cularından, ünlü “görünmez el” teorisinin yaratıcılarındandır. Bakın, ekonomi üzerine çalışırken, devletin es geçilemeyeceğini nasıl biliyormuş ve devlet üzerine ne demiş:

“Sivil devletin gerekliliği, kıymetli malların edinilmesiyle ar-tar:” Görüldüğü gibi Adam Smith, İngiliz sömürge faaliyetle-

rinden gelen kıymetli malları korumanın, tüm kapitalistler ve mülk sahipleri adına özlü ve net ifadesini ortaya koyuyor. De-vam edelim:

Page 175: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

175

“Yoksulluğun olduğu yerde devlet olamaz, zira devletin aslî görevi, zenginliği güvenceye almak ve zengini yoksuldan ko-rumaktır.” (Aktaran Jerry Kloby, Küreselleşmenin Sefaleti, Güncel Yayıncılık, 2005, s. 41). Şimdi kim diyebilir ki, Adam Smith, devlet denilen şeyi an-

lamamış. Bal gibi anlamış ve ifade de etmiştir. İfadenin eksikliği ile ilgili değiliz; ama Adam Smith, devlet ile mülkiyet ve varlık arasında doğrudan bağı kurmuş bulunuyor. Demek oluyor ki, kişilerin ya da az sayıda kişinin elinde biriken varlık, devleti güçlendirir. Varlıklıların varlıklarını toplum yararına paylaşma-sı diye bir şey ise, Adam Smith tarafından önerilmiş değil!. As-lında Adam Smith, günümüzün hümanistlerinden farklı olarak, varlığı elinde tutanların bunu paylaşmak istemeyeceklerini za-ten bilir; çünkü o bilir ki bu varlık, zaten başkalarının elinden, başkalarının terinden alınmış, onlardan oluşmaktadır.

Şimdi, Adam Smith’i takip ederek gidersek, dünya ge-lirinin, servetinin çok büyük bir bölümünü paylaşan mesela G7’lerin, dünyanın kalan devletlerini, sömürgelerini dikkate almaması kadar doğal ne olabilir? Diyelim ki, bizim ülkemizin bürokrasisi, devlet yöneticileri vb. 100 dolar rüşvet karşılığında bilgi ve belge satıyorlarsa, bu 100 dolarlardan kimde fazla varsa, onlara hizmet edecekleri zaten açık değil mi?

Şimdi, biraz daha konuya açıklık getirmek açısından, üç alıntıya daha ihtiyacımız var. Bu üç alıntı, aslında bizim söyle-diklerimizi ifade ediyor; ama biliniyor ki, biz tarafız: Emperya-lizme karşı halkların cephesinden, sömürü ve köleliğe karşı öz-gürlük cephesinden, sınıf egemenliği ve devlete karşı, sosyalizm ve komünizm cephesinden tarafız. Biz ne dersek, bu taraflılık içinde deriz. Bu nedenle de, bizim söylediklerimize “gerçek” gözü ile bakmak istemeyip de “suçlama” diye bakanlar olabilir. Onun için bu alıntılar, gerekli oluyor. Hem sonra, bu alıntılar, tıpkı Adam Smith’ten yaptıklarımız gibi, Negri ve benzerleri-nin çalışmalarını birden “değersizleştiriyor.” Ne yapalım, kötü para iyi parayı kovar. Her zaman kralın sözü, uzmanlarının açıklamalarından daha etkilidir.

İlk alıntımız, İngiliz devlet adamı ve işadamı, Afrika’nın sömürgeleştirilmesinde son derece etkin olmuş olan, Oxford

Page 176: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

176

Üniversitesi’nde adına burs verilen İngiliz seçkinlerinden Cecil Rhodes’ten. Biz J. Kloby’den aktarıyoruz (s. 48):

“Dün Londranın doğu ucundaydım ve işsizlerin bir mitingine katıldım. ‘Ekmek’, ‘ekmek’, ‘ekmek’ diye acı acı feryat eden sert konuşmaları dinledim ve eve dönerken manzarayı düşünüp, emperyalizmin önemine bir kez daha ikna oldum... Benim yüce fikrim toplumsal sorun için bir çözümdür; yani Birle-şik Krallık’ın 40.000.000 vatandaşını kanlı bir iç savaştan korumak için, bizler sömürgeci devlet adamları artık nüfusu yerleştirmek için yeni topraklar, fabrikalarda ve madenlerde üretilen ürünler için yeni pazarlar bulmalıyız. İmparatorluk, her zaman dediğim gibi, ekmek ve yağ meselesidir. Savaş çıksın istemiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.”Aslında bu satırlar, tam Negri için yazılmış. Altında, sa-

dece Rhodes’in imzası var ve yıl, 1895’tir. Birkaç nokta üzerin-de durmalıyız. Birincisi, görüldüğü gibi, “emperyalizm” ya da “sömürgeci devlet adamları” gibi sözler, biz Marksistlerin, bu adamları karalamak için söylediğimiz şeyler değil. Tersine, bu adamlar da kendilerine böyle diyorlar; çünkü gerçek bu. İkinci-si, Rhodes’in son derece net bir aklı var. Nüfus fazlası sorununa da değiniyor ve tabaktaki artıktan söz etse daha dikkatli olacağı kesindir; ama artık nüfus demekten geri durmuyor ve üçüncüsü, son derece net saf tutmuştur. İngiltere’de iç savaşı önlemek için, başka bir yerde savaş şarttır demekten, başkalarını köle hâline getirmekten çekinmemektedir ve yine bay Negri’ye inat, im-paratorluk meselesinden söz etmektedir. Silikon vadisi henüz yoktu, cep telefonları ortaya çımamıştı; ama yine de Rhodes, imparatorluk meselesinin ekmek ve yağ meselesi, kısacası eko-nomik çıkar meselesi olduğunu söyleyecek kadar açıktır.

Elbette İngiltere, ABD değildir. Onun için kalan iki alın-tıyı, ABD seçkinlerinden yapalım. Kaynağımız aynı, sayfamız 49. 1898’de ABD’li senatör Albert Beveridge, şunları söylüyor:

“Amerikan fabrikaları Amerikalıların kullanabileceğinden daha fazlasını yapmaktadır. Amerika toprağı Amerikalıların tüketebileceğinden daha fazlasını üretmektedir. Kader politi-kamızı bizim için belirlemiştir; dünya ticareti bizim olmalıdır

Page 177: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

177

ve onu annemiz İngiltere’nin bize söylediği gibi elde etmeliyiz. Dünyanın her yerinde Amerikan ürünlerini dağıtan ticaret ofisleri kuracağız. Ticarî gemilerimizle okyanusları kaplaya-cağız. Büyüklüğümüzün ölçüsünde bir donanma kuracağız. Kendilerini yöneten büyük sömürgeler bizim bayrağımızı asıp, bizimle ticaret yapacak ve ticaretimizi büyütecekler. Kurum-larımız, iç ticaretimizin kanatları altındaki dış ticaretimizi takip edecek ve Amerikan yasası, Amerikan düzeni, Amerikan uygarlığı ve Amerikan bayrağı, şimdiye dek hep güzel ve ay-dınlık şeyler yapmış Tanrı’nın sözcüleri tarafından kanlı ya da kansız şekilde dükkânlarda dalgalandırılacak.”Oldukça etkili konuşmuş; çünkü çıplak gerçeği örtmek

için, tıpkı bugünlerde olduğu gibi, korkacakları komünizm yoktu.

Burada da bize donanmanın, kanın, egemenliğin önemi ve ekonomik çıkarlarla ilişkisi dolaysız anlatılmaktadır.

Son alıntımız, yine aynı içerikte; ama ABD 23. Başkanı Wilson’dan:

“Ticaret ulusal sınırlar tanımadığından ve yatırımcı dünyayı bir pazar olarak gördüğünden, ulusunun bayrağı onu izlemeli-dir ve onun yüzüne kapatılmış ulusların kapıları yıkılmalıdır. Sermayedarların kazandıkları imtiyazlar devletin bakanları tarafından korunmalıdır, isteksiz ulusların idaresinin süreç içinde alaşağı edilmesi gerekse bile. Dünyada kullanılmamış ya da gözden geçirilmemiş hiçbir yararlı köşe kalmayana değin sömürgeler elde edilmelidir.” (age, s. 49-50).Aslında bu alıntılar, bizim, pek çoğu arasından seçtikleri-

miz değerli olanlarıdır. Değerleri, açık ve net olmalarından ge-liyor. O kadar ki, ilaveye, açmaya, gerek yok.

Sanıyorum ki, Bay Negri’nin tek tek tezlerini ele alıp, her birine yanıt vermek yerine, burada izlediğimiz yol, daha faydalı olmuştur.

Şimdi, dolambaçlı konuşulmayacaksa, Negri ve arkadaşı bize, imparatorluk denilen şeyin, tekellerden, uluslararası şir-ketlerden bağımsız olduğunu açıklamalıydı; çünkü, eğer siz bu dünya yönetimini uluslararası şirketlere (biz bunlara tekeller

Page 178: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

178

diyoruz), bağladınız mı, geriye otomatik olarak siyasal ve askerî şekilleniş geliyor. Bu da devlet demektir. O zaman en iyi ih-timalle, bize bir tek dünya devletinden söz etmeleri gerekirdi. Diyelim ki, bunu savunacaksanız, dürüst olmalı ve ABD dev-letinin dünya egemenliğinden yana olmalısınız; ama bize, bu-nun insanlık için faydalı olduğunu söyeyemezsiniz. Biz bunu en son New Orleans’ta gördük. Katrina kasırgasında bir kere daha herkes bu gücün kimin yararına olduğunu anladı ve biz, Bay Negri’nin söylediklerinin tersine, Irak’ta ortaya çıkmış bulunan manzaranın, dünya barışı ya da barış sözcüğü ile bağını asla kuramıyoruz.

Kaldı ki, tek dünya devleti fikri de yeni değildir. Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezi, hiç değilse, emperyalizmin varlığını or-taya koyması açısından çok daha “değerlidir”, ki onun dğerini Lenin, zamanında ölçmüştü.

Şimdi, şu soruya bir kere daha dönebiliriz. Acaba dün-ya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında iyice belirginleştiği gibi, ABD’nin başında olduğu emperyalist-kapitalist blokun, SSCB’nin çözülüşü ardından, tek kutuplu bir dünya mı ol-muştur? Kısacası, tek güç ABD ve diğerleri de onun denetimi altında güçler midir? Yoksa, ABD’nin gücü zayıflamakta ıdır? ABD’nin karşısında bazı emperyalist rakip-ortaklar çıkmak-ta mıdır? 1991’de mesela, bu soruyu sorsak, teorik perspektifi olmayan ve olaylara bakarak karar veren birisi için, alacağımız yanıt, “evet tek güç ABD’dir” olurdu; ama bugün, sıradan dünya vatandaşları dahi, bu soruya “hayır” diye yanıt verecektir.

1971’de dünyanın 500 büyük şirketi içinde ABD’li olanla-rın sayısı 280 idi. Oysa 2004’te bu sayı 189’a düşmüştür. Japon-yanınkiler ise, 53’ten, 82’ye çıkmıştır. Eğer Avrupa bir bütün olarak ele alınırsa, ki çok da gerekli değil, ABD’yi geçmiştir. Bu arada ise ulslararası tekellerin egemenliği, sürekli olarak geliş-mekte, büyümektedir.

“Belli başlı çokulusluların satışı 1971’de 721 milyar dolardan 1991’de 5.2 trilyon dolara çıkmıştır.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 24). 2004 yılında ise, 500 büyük firmanın satış hasılatı, 14.87

Page 179: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

179

trilyon dolara çıkmıştır. 20 yılda 7.5 kat, 13 yılda ise, neredeyse 3 kat artış vardır. En önemlisi bunların dünya ticaretindeki pay-ları, yatırımlardaki payları artmıştır.

Bizce tartışma konusu olan şey, bu emperyalist paylaşım-dır. Yoksa dikkatlerimizi, ABD tek güçmüdür, yoksa rakipleri var mıdır olmamalıdır; çünkü, bu tartışma, bizi salt bir göz-lemci olarak gösterir. Oysa biz, aynı zamanda bir tarafız ve tüm emperyalist güçlere karşı, halkların, özgürlüğün ve sosyalizmin yandaşıyız.

Dünya emperyalist güçlerin egemenliği altındadır. Bu güç-lerden biri, günümüzde ABD, elbette öne geçmiştir. Gerileme içinde olsa da en büyük emperyalist güçtür. Tıpkı bir zaman-lar İngilterenin olduğu gibi. Bu emperyalist egemenlik, devlet denilen makineden bağımsız olmadığı gibi, onun önemini de azaltmaz; ama elbette süreç ikili işler. Bir yandan emperyalist devletlerin gücünü, ağırlığını artırır, diğer yandan ise, sömür-ge ülkelerdeki devletlerin önemini ve gücünü, zaten az olan bu gücü, daha da azaltır ve bu emperyalist egemenlik, uluslararası ekelelerin egemenliği de demektir.

Burada dikkat edilirse, hem ulslararası tekelerin egemen-liğinden söz ediyoruz. Bundan hareketle, tek tek emperyalist devletlerin, mesela ABD, Alman, İngiliz, Japon ve Fransız dev-letlerinin önemi azalıyor denilebilir mi? Eğer, emperyalizmi, sermayenin uluslararası egemenliğinden ayırırsak, eğer emper-yalizmi tekellerden ayrı bir şey olarak ele alırsak, elbette böyle düşünülür. Bu doğru değildir. Bir yandan, IMF, Dünya Bankası, Bilderberg, Territorial vb. gibi uluslararası örgütler, daha açıkça-sı emperyalist egemenliğin uluslararası organları, ortak organ-ları vardır. Bir yandan ise, birbirini boğazlayan, pazarı paylaşan, askerî ve ekonomik olarak birbiri ile savaşan emperyalist güçler vardır. Bu son derece açık bir konudur. Tekelden söz ederken, aynı zamanda tekelci rekabetten de söz etmiş oluruz. İşin alfa-besi budur. Yoksa ne tekelden, ne de tekelci egemenlikten söz etmeye gerek yoktur. Bu ise, sıradan insan tarafından son derece anlaşılırdır. Tekelci rekabet, hem çok daha fazla şiddet içerir ve serttir, hem de daha çok anlaşmalara sahne olur.

Önceki bölümlerde tekelci egemenliğin boyutlarını ortaya

Page 180: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

180

koymaya çalıştık. Burada, konuyu biraz daha aydınlatmaya ça-lışmalıyız. Bu uluslararası tekellerin gerçekte şirket sayısından daha az, bir anlamda hanedanlık olarak tanımlanan holdinglere dayandığını da unutmayalım. Bu açıdan iki aileyi, her ikisi de Yahudi kökenli olan Rothschild ve Rockefeller ailelerinin geç-mişine bakmaya çalışalım. Çok kısa bir özet bile bize tekellerin egemen olma yolları hakkında bilgi verecektir. Bu konuda bir-kaç kaynak, şükür ki var. Biz, amacımıza uygunluğu açısından, Ufuk Şanlı’nın, “Borç Kapanı: IMF” isimli çalışmasını kullan-mayı yeterli gördük.

Rothschild ailesinin yükselişi, hem tekelci kapitalizmin dünya egmenliği, hem de onunla beraber finans oligarşinin yükselişinin tarihi ile paralellik taşımaktadır. Hanedanın kuru-cusu, Mayer A. Rothschild, 1744’te Frankfurt’ta doğmuş. Te-fecilikle uğraşmış. Kısa sürede Frankfurt’un en güçlü bankeri hâline gelmiştir. Beş oğlunu Avrupa’nın çeşitli merkezlerine yerleştirmiş ve bu merkezlerde yükselmişlerdir.

“Ailenin işleri özellikle 1792-1815 yıllarındaki Fransız dev-rimi ve Napolyon savaşları döneminde iyice açıldı. Özellikle savaş sırasında Rothschildler savaşan taraflara borç vererek buğday, pamuk, tütün gibi sömürgelerden gelen ürünlerin hem ticaretini hem de kaçakçılığını yaptılar; aynı zamanda da silâh satışından büyük bir gelir elde ettiler. Napolyon’un İngiltere’yi ablukaya almak için uğraştığı bir dönemde kara Avrupası ile Britanya arasındaki ticareti ve ödemeleri gerçekleştirerek ser-vetlerine servet kattılar. Bu dönemde büyüyen işler nedeniyle Nathan Mayer, 1804 yılında Londra’ya, 1816’da Salomon Mayer Viyana’ya, Carl Mayer 1821’de Napoli’ye, James Jacob Mayer ise 1812 yılında Paris’e yerleşti. Bu beş Rothschild da gittikleri finans merkezlerinde büyük güce ulaşırken, haneda-nın ünü kısa sürede tüm Avrupa’da yayıldı.” (Ufuk Şanlı, age, Selis Kitaplar, 2002, s. 34). Salomon Mayer, Viyana’da Hasbur hanedanı ile iyi ilişkiler

kurdu, bankacılığın kilit ismi oldu. Carl Mayer, İtalya’nın önde gelen bankeri oldu, James Jacob Mayer de Fransa’da yükseldi.

“Öyle ki, 27 Temmuz 1844’te Mazzini şöyle diyordu: ‘Eğer

Page 181: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

181

Rothschild isterse Fransa’nın kralı olabilir.’ “ (age, s. 35).

“1909 baskılı Jewish Encyclopedia (Yahudi Ansiklopedisi-DA)’da ise Rothschildlerin Fransa’daki gücü şöyle anlatılmak-tadır: ‘1848 yılında Paris bankacılarının toplam 352 milyon frankı olduğu hâlde, yalnızca Rothschild, Paris’te 600 milyon franka sahipti.’ “ (age, s. 35). Daha da çarpıcısı var: “Nathan Rothschild’in İngiliz hükümetine ilk yardımı, 1819’da 60 milyon dolarlık borç ererek gerçekleştirdi; 1818-1832 arasında 105.400.000 dolar miktarında sekiz adet borç daha verdi; aşağı yukarı 700 milyon dolarlık 18 adet hükü-met borcu oluşturdu. Etkileri o kadar güçlüydü ki, hiçbir savaş Rothschildlerin yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Politika ve ticaret dünyasında öyle güçlü bir pozisyona yükseldiler ki bir anlamda Avrupa’nın diktatörleri oldular.” (Aktaran Ufuk Şanlı, age, s. 36). Ufuk Şanlı’nın tarihçi Robson’un Emperyalizm kitabın-

dan aktardığı şu satırlar da bunu destekliyor: “Eğer Rothschild ailesi buna karşı koyarsa, herhangi bir Av-rupa ülkesinin ciddi bir savaşa girebileceğine inanan var mı gerçekten?” (Aktaran Ufuk Şanlı, age, s. 36).

“Bir bakıma yeraltına çekilen ailenin bugün BP, Royal-Dutch Shell gibi önemli şirketlerin ortakları olduğu biliniyor.” (age, s. 36). Ufuk Şanlı, bize Rothschild ailesinden iki alıntı yapma

olanağı da veriyor. İlki Lionel Rothschild’dan. Lional Roths-child 1844 yılında müstakbel İngiltere başkanına şöyle diyor:

Görüyorsun sevgili dostum Coningsby, dünya, olayların perde arkasını bilmeyen insanların sandığı kişilerden çok daha farklı kişiler tarafından yönetilmektedir. Yeterince açık olmalı. İkincisi, yine aileden Mayer A.

Bauer’den:

Page 182: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

182

“Bir ulusun parasının denetimi elimde olsun, onun kanunları-nı kimin yazdığını umursamam artık!..” (age, s. 33).Şimdi de Rockefeller ailesine bakalım. Rockefeller ailesi,

1870’de petrol işine ilk adımını atıyor ve Standart Oil isim-li firmayı kuruyor. Sonrasında ise, Rothschild ailesinin sahibi olduğu, National City Bank’ı satın alıyorlar. Arkasında banka desteği, aynı zamanda Rothschild ailesinin de desteği demek idi ve rakiplerini kolaylıkla alt etmeyi başarması anlamına geli-yordu. O kadar ki, 1880’e gelindiğinde, ülkedeki petrol üretimi-nin %95’ini Standart Oil kontrol etmekteydi (age, s. 39).

“19. yüzyılın ikinci yarısında, ülkedeki demiryolu ve deniz ulaşımının büyük bölümünü elinde bulunduran Kuhn Loeb şirketi, John D. Rockefeller’in petrol taşıma şirketine inanıl-maz bir indirim uygulayarak, onun diğer petrol şirketlerini batırmasına destek oldu. Şirketin esas sahibi tahmin edildiği üzere Rothschild ailesiydi.” (Aktaran U. Şanlı, age, s. 39). Rockefeller ailesinin şirketine karşı kartel yasası işletilmek

istenir. Nihayetinde “Çıkarılan yasalara ve hukuk takibine karşın işlerini devam ettirmek isteyen Rockefellerler tröstünü 8 farklı şirket adı al-tında yürütmeyi başardı. Hâlen Mobil, Amoco, Chevron, Ex-xon, Gulf, Texaco, Social şirketleri olarak faaliyetlerini sürdü-ren tröst 20. yüzyılın hâlâ en büyük petrol tröstüdür.” (age, s. 40).Aslında burada biz sadece, kısa bir özet yapıyoruz. Bizim

amacımız açısından yeterlidir. Burada biz, Morgan ailesinin ya da mesela İtalyan Agnelli ailesinin, Mercedes Benz’in tarihine girmeye gerek görmüyoruz. Bu kadarı yeterli olmalı. Biz bura-da, bu tarihle, modern tekelci kapitalizmin ne demek olduğunu, emperyalist egemenlik denilen şeyin ne olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Dünya egemenliği bu büyük güçlerindir ve bu bü-yük güçler, devlet denilen aracı sonuna kadar kullanmaktadırlar. Tersi saflık değilse eğer, tekellere hizmet etme işidir.

Bu uluslararası tekeller, hem birer uluslararası güç olabil-mek için “ulus devleti” kullanacaklardır. Bu nedenle, emperya-

Page 183: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

183

list devetlerin, zaten, sadece kendi ulusal sınırları çinde sözü ge-çen devletler olduklarını söylemek de yanıltıcıdır. Sanki ABD devleti, sanki Alman devleti, sanki Fransız veya İngiliz devleti, sadece kendi ülkelerindeki işlere karışıyorlar ve diğer yerlere ka-rışmıyorlar da, “ulus devlet” bitti diye tartışma alevlendiriliyor.

Dünya kapitalist sisteminin gerçek yönetenleri bunlardır. Örneğin Rockefeller ailesinden bağımsız, hangi kapitalist ülke petrol veya ona ilişkin bir konuda karar alabilir? Rothschild ai-lesini izlerken, haklı oarak bazı yazarların, Avrupa’da savaşın Rothschild ailesinden bağımsız olamayacağını vurguladıklarını görmüştük ve bu tamı tamına doğrudur.

Şimdi burada tekel ile tekelci rekabet arasındaki bağı kav-ramak önem kazanıyor. Yoksa, safça “yahu bu tekellerin aklı yok mu da savaş çıkarsınlar” diye sorar durumda buluruz kendimizi. Irak savaşı onbinlerce cana mal oldu ve hâlâ olmaktadır; ama Irak savaşı, ABD tekellerinin çıkarına hizmet etmektedir. Savaş sanayiini, enerji sanayiini düşünün yeter. Kaldı ki, Amerika’nın ulusal çıkarları denilen şey, her zaman ABD egemenlerinin or-tak çıkarlarıdır. Bu savaş akılsızlığın sonucu değil, tersine çıkar-ların ve dünya egemenliği isteğinin, dünyayı paylaşma savaşının sonucudur.

Tekellerin egemenliğinden söz ettik mi, “hakimiyet ilişki-leri ve onun gerektirdiği şiddet” konusundan da söz ediyoruz demektir.

Dünya egemenleri, bugün, üç ana alanda yoğunlaşmakta-dır. İlki finanstır, ikincisi medya ve üçüncüsü perakende ticaret-tir. Bu üç alan, bugün güç ilişkilerinin belirginleştiği stratejik alanlardır. Büyük marketlere sahip olmak, pazarın çıkış alanını denetlemektir. Finans ve medya ise girişi denetlemektir. Medya aynı zamanda kamuoyu kontrolünün başlangıç noktasıdır.

Bir yandan tekeller arasında korkunç bir rekabet gelişmek-tedir. Bunun sayısız örneği var; ama en azından sanayi casuslu-ğunu düşünmek yeterlidir. Kuşkusuz her savaşın işbirliği yön-leri vardır. Tekeller arası rekabet, dünyanın paylaşımı savaşımı demek, bazı işbirliklerinin olmayacağı anlamına hiç gelmez.

Öte yandan ise, hızla sermaye daha az sayıda elde toplan-maktadır. Burada elbette önceki bölümdeki 500 büyük firma

Page 184: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

184

verilerini hatırlamak yerinde olur. Bunu okura bırakalım. Bir iki veri ile destekleyelim.

“1979’da, dünyanın zengin uluslarında kişi başına düşen gelir, dar gelirli uluslarınkinin 41 katıydı. 1992’de bu fark 57 kata yükseldi.” ( J. Kloby, age, s. 11). “Amerika’da en zengin %10’luk kesim (yaklaşık 28 milyon insan) dünya nüfusunun en yok-sul %43’lük kesiminden (yaklaşık 2 milyar) daha fazla gelir elde etmektedir (s. 13). ... dünya nüfusunun 1.1 milyarı yeterli miktarda temiz sudan yoksun...” (s. 13). “Dünya nüfusunun yaklaşık 2.5 milyarı temel sağlık hzimetlerinden yoksun bu-lunuyor. Her yıl beş yaşının altında bulunan 11 milyon çocuk -her gün 30.000 çocuk- önlenebilir nedenlerden ötürü ölmek-tedir.” (s. 14). “1 milyar 200 milyon insan günde 1 dolardan daha az parayla yaşamaktadır; 2.8 milyar insan 2 dolardan daha az bir parayla yaşamaktadır.” (s. 15). Bir son alıntı da Noam Chomsky’den, “Amerika’da en üstteki %10’luk grup, ABD’deki tüm borsa-nın yüzde 98’ini, işyerlerinin yüzde 94’ünü elinde tutar. En zengin yüzde 1’lik azınlık, tüm borsanın yüzde 60’ına, tüm işyerlerinin yüzde 65’ine sahiptir. ABD’de 1988’de en üstteki 800.000 kişinin toplam geliri, geri kalan 16 yaş üstündeki 184 milyon insanın toplam gelirine eşitti. Hâlbuki ödenmekte olan verginin yüzde 85’e yakın miktarını bahsedilen orta sınıf öde-mektedir.” (N. Chomsky, Yeni Dünya Düzeninde Yalanlar ve Gerçekler, Mavi Ada Yayıncılık, s. 98).Burada biraz işe başka açıdan bakalım, isterseniz deyim

uygun düşerse renk katalım.Ülkemizde mizah can çekişiyor. Bunun sorumlusu, insanı

tüketen sistemdir; ama ülkemizde buna bir de, sömürgelerdeki uşaklık sistemini eklemek gereklidir. Bush’un kendisi karikatür olarak çizilebilir mi? Çizgilere yazık olur. Tayyip, Bush’un ya-nında tümden silikleşiyor. Bush eğer tahta ise, Tayyip, tahtayı taklit eden adam oluyor ki, bu mizah sınırlarını aşıyor olabilir. Fakat bizim ilgimizi çeken kişi, Maliye Bakanı Unakıtan’dır. O kadar un akıtmaktadır ki adam, buna pişkin demek, tüm yer-yüzünün usta yazarlarının çizeceği pişkin tipine hakeret olur.

Page 185: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

185

Unakıtan, özelleştirilen Tüpraş’ın ardından iki veciz açıklama yapmıştır. İlki şöyledir: Efendim, biz Tüpraş’ı Koç’tan daha iyi mi yöneteceğiz? Adam haklı ise, istifa etmesi gerekir. Yok hak-sız ise, bu açıklaması hangi mizahî çerçeve içinde anılacaktır? Belki de bizde yeterince cesur mizahçı kalmadı. Belki de artık, cesareti olmayanın aklı da duruyordur. İkinci olarak Unakıtan dedi ki, özelleştiriyoruz da ne oluyor? Fabrika orada duruyor. Bunu alan da vatan evladı. Adam cebine mi alıp koyuyor? Ne diyelim, adam haklı ve her caminin önünde mutlaka bir Unakı-tan olmalıdır. Biz diyoruz ki, mesela ülkemizdeki tüm tekelle-rin mal varlığına el koyacağız. Adamlar hemen bağırıyor. Niye bağırıyorlar ki; biz fabrikaları alıp cebimize mi koyacağız, halk adına onlara el koyunca fabrikalar yerinden mi olacak? Hayır, sadece mülkiyeti değişecek. Zaten halkın olan fabrikalar, mül-kiyeti ile de halkın olacak. Şimdi her camiye bir Unakıtan öne-rirken nedenimizi anlamış olmalısınız.

Buradan dünya tekellerinin mal varlıklarına dünya halkları adına el konulduğunu düşünün. İşte o zaman sınıflar da orta-dan kalkacak, o zaman sınırlara da gerek kalmayacak, o zaman devlete de gerek kalmayacak. Ulus devlet değil, tüm devlet or-tadan kalkacak.

Parantezi burada kapatalım.Dünyanın ekonomik olarak paylaşılması konusunu to-

parlamaya çalışalım. Konu iki açıdan özetlenebilir. İlki, dünya emperyalist güçlerinin esas dayanağı olan tekellerin, dünya pa-zarını kendi ararlarında paylaşmasıdır. İkincisi ise buna sıkısı kıya bağlı olacak şekilde, emperyalist devletlerin dünya pazarını paylaşması ya da kontrol etmesidir.

Tablo 24’ten sonra, bu konuda tartışmak artık daha kolay-dır. Diyelim ki, dünya temizlik malzemeleri pazarına bakalım. 4 holding, dünya pazarına büyük ölçüde hakimdir ve her biri-nin diğerine göre belirgin egemenlik alanı da vardır. Diyelim ki, otomotiv pazarını ele alalım. Burada da aynı şey söz konusudur. Bir düzineden az firma (Ford, General Motors, Daimler Benz-Chreysler, Toyota, Renault, VolksWagen ve diğer birkaçı, dün-yayı kendi aralarında paylaşmışlardır. Petrol ve enerji alanında da aynı şey geçerlidir vb.

Page 186: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

186

Biraz daha bakışımızı genişletelim. Sadece bir örnek ye-ter sanırız. 1940’ta, Ortadoğu’daki petrol rezervlerinin %72’sine sahip olan İngiltere, toplam 4.3 milyar varil petrol rezervini denetliyordu. Aynı dönemde ABD’nin bölgedeki denetlediği petrol rezervleri 600 milyon varil, yaklaşık %9.8’lik bir oran. 1967 yılına gelindiğinde ise, İngiltere’nin denetlediği petrol re-zervleri 73 milyar varil (%29.3), ABD’nin denetlediği ise 146 milyar varil (58.6), diğer güçlerin denetlediği petrol rezervleri ise 30 milyar varil (%12.1) olmuştu. Bu veriler, sadece bunlar, bize Ortadoğu’daki savaşın nasıl bir paylaşım savaşı olduğu-nu göstermeye yeter. Kaldı ki, iş bununla sınırlı değil. Pek çok hammadde, pek çok maden, mineral vb. dünya ekonomisi için kritik nitelikteki pek çok kaynak, bu paylaşım savaşının konu-ları içindedir.

Alman emperyalizmi, SSCB karşısında Stalingrad’da baş-layan yenilgisinden önce, 1942’de en geniş sınırlara sahip idi. Şimdi, Alman emperyalizminin ekonomik egemenlik alanı, 1942’dekinden daha da geniştir. Üstelik bu, silâhlar patlamadan yapılmıştır. Amerikan egemenliği, sadece arka bahçesini, me-sela Meksika’yı, mesela Latin Amerika’nın çoğunu kapsamak-la kalmıyor, Ortadoğu’nun pek çok ülkesini de içermektedir. Japonya’nın egemenlik alanı, Uzakdoğu Asya ile sınırlı gibi gö-zükse de, bu konuda hızlı bir yol alma çabasının önündeki en-gelin askerî güç zayıflığı olduğu açık. Ruanda’da bundan birkaç yıl önce binlerce insanın katledilmesi ile sonuçlanan olayların Fransız egemenliğinden bağımsız olduğunu kim söyleyebilir?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğan sosyalist blok kar-şısında birleşen ve ABD önderliğinde bir cephe oluşturan em-peryalist güçler, elbette pek çok yerde ABD’nin gelişiminin de önünü açtılar. Bu dönemde pek çok alan neredeyse “ortaklaşa sömürge” mantığı altında düzenlenmiştir. Türkiye bu alanlardan biridir; ama SSCB’nin çözülmesinin ardından hem dünyanın yeniden paylaşılması hızlandı, hem de emperyalist güçler ara-sında paylaşım savaşı daha da hızlandı ve sertleştti. Bugün, bir Üçüncü Paylaşım Savaşı döneminde yaşadığımız tereddütsüzce söylenebilir. ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri, tamamen bu yeni paylaşım savaşımı içinde düşünülürse anlaşılır olacaktır.

Page 187: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

187

Burada önemli bir nokta, dünyanın diğer emperyalist güç-lerinin ABD’nin askerî gücü karşısında güçlerinin sınırlılığıdır. O kadar ki, diğer emperyalist güçlerden, özellikle Almanya ve Japonya, kendi ekonomik güçleri ile paralel olmayan bir askerî güce sahiptirler; ama bu konuda da iki güç, hızlı bir toparlan-ma dönemindedir. Japonya ve Almanya, artık, dünyanın başka ülkelerine kendi askerlerini göndermekte ve konuşlandırmak-tadır ve kendi topraklarındaki Amerikan üslerinin sökülmesi için çalışmaktadırlar.

1998 yılında ABD’nin dünya üzerinde belli noktalardaki askerî personeline bakınca, bu askerî güç üstünlüğü kendini açıkça göstermektedir. Tablo 25’teki (bknz. syf. 188) veriler el-bette bize, aynı zamanda da, dünyanın askerî kontrolü ve toprak açısından paylaşımı arasındaki bağı da göstermektedir.

Tablo 25 üzerine birkaç açıklayıcı bilgiye gerek var. 1998 bugünden 5 yıl öncesidir ve bu sayılar sadece bu beş yıl içinde son derece değişmiştir. Mesela Irak, ABD işgali altındadır ve Irak’ta 150.000 ABD askeri bulunduğu söylenmektedir. Aynı şekilde Afganistan işgal altındadır ve oradaki Amerikan askerî varlığı, elbette Alman, İngiliz, Fransız vb. yanında tabloda gö-zükmemektedir. Mesela Türkiye’de Irak’ın işgaline yakın süreçte 120.000 ABD askeri olduğu yansımıştır ve bugün, sadece Ba-lıkesir’deki askerî üste, 500’ün üstünde, Trakya’daki üste, 2000, İncirlik’te 4 bin ABD askeri olduğu söylenmektedir. İzmir’de sürekli ABD personelinin 500’ün üzerinde olduğu söylenmek-tedir. Konya’da, Ankara’da, Samsun’da, Mersin-Adana arasında, Urfa ve Mardin’de, Diyarbakır’da, Erzurum’da ne kadar ABD askeri olduğu konusunda ise duyumlarımız çok çelişkilidir. Kı-sacası bu tablo bize, onbinlerce ABD askerinin Türkiye’de ol-duğunu göstermektedir.

Tablodaki ABD asker sayısının azaldığı ülkeler de vardır: En başta Almanya ve Japonya. Japonya’da 2000 yılında, ABD askerlerinin bulunduğu birkaç bölgede halkın gösterileri gün-deme gelmişti. Almanya’dan ise İncirlik başta olmak üzere, Türkiye’ye epeyce güç kaydırılmıştır.

Yine Tablo 25’e eklenmesi gereken üsler, Ortaasya cumhu-riyetlerindekilerdir.

Page 188: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

188

Tablo 25*

1998 yılında dünyada Amerikan askerî personeli (200 kişiden fazla asker bulunan yerleri kapsar)

Almanya 60.053 Japonya 41.257 Kore 35.663 İtalya 11.677 İngiltere 11.379 Bosna-Hersek 8.170 Mısır 5.846 Panama 5.400 Macarista 4.220 İspanya 3.575 Türkiye 2.864 İzlanda 1.960 S. Arabistan 1.722 Belçika 1.679 Kuveyt 1.640 Guantanamo 1.527 Portekiz 1.066 Hırvatistan 866 Bahreyn 748 Diego Garcia 705 Hollanda 703 Makedonya 518 Yunanistan 498 Honduras 427 Avustralya 333 Haiti 239

Toplam 259.871

*Kaynak: Emmanuel Todd, İmparatorluktan Sonra, Amerikan Sisteminin Çöküşü, 2004, Dost Kitabevi, s. 85.

Page 189: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

189

“Birleşik Devletler 11 Eylül ’den bu yana, Kuveyt, Katar, Tür-kiye ve Bulgaristan’ın yanı sıra, Afganistan, Pakistan, Kırgı-zistan, Özbekistan ve Tacikistan’da 60 bin kişilik birlikleri-ne ev sahipliği yapan askerî üsler kurmuştur. Aynı zamanda Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia’da bulunan büyük ABD donanma üssü de operasyon açısından yaşamsaldır. Tüm bu veriler dikkate alındığında, Birleşik Devletler şimdi yaklaşık 60 ülkede ve ayrı topraklar üzerinde denizaşırı üslere sahip-tir.” ( John Bellamy Foster, Emperyalizmin Yeniden Keşfi, Devin Yayıncılık, 2005, s. 102).İngiltere, 19. yüzyılın sonlarında, “topraklarından güneş

batmayan imparatorluk” adını kendine layık gördüğü dönemler, 35’ten fazla ülkede askerî üslere ve personele sahip idi.

Bu arada ise, Almanya, Japonya kendi parlamentolarından yurtdışına asker göndermeye olanak tanıyan kanunlar çıkar-mışlardır. Fransa ve İngiltere’nin dünya üzerindeki askerî varlı-ğı ve yayılması da artmıştır.

Bu askerî varlığın bir jandarma olarak ya da polis gücü ola-rak kullanıldığı ise yanlış, daha doğrusu eksik bir bakış açısıdır. Bu varlık, yayılma, egemenlik ve sömürge oluşturma, kısacası ABD çıkarları için kullanılmaktadır ve hiç şüphe yok ki, “Ge-neral Motors için iyi olan ne varsa, ABD için de iyidir” mantı-ğı, her alanda geçerlidir. Kaldı ki, diyelim ki, bu bir polis gücü olarak kullanılıyorsa, kimin çıkarı için diye sormadan, bunda bir olumluluk aramak mümkün müdür? Yoksa ABD bu gücü, dünya halklarının iyiliği için mi kullanıyor? Dünyaya bir yöne-tici lazım da, bu da ABD midir? Aslında bunlar, emperyalist yayılmayı gizlemek, emperyalizmi sömürgesiz ve savaşsız gös-terme girişimidir.

Elbette sadece ABD için değil. Alman emperyalizmi-nin yükselişini ifade etmiştik. Aynı şeyi İngiltere, aynı şeyi Fransa için söylemek mümkündür. Burada, değinildiği gibi, ABD’nin askerî açıdan bir üstünlüğü, hegemonyası vardır. Tıpkı, 1850’lerden sonra, 1900’lerin ilk çeyreğine kadar İngiliz gücünün üstünlüğü gibi. Pek çok yazar, araştırmacı, ABD’nin nispeten azalan gücünden, hatta çöküşten söz ediyor. Bunun yeri burası değil. Bizi ilgilendiren, emperyalist güçlerin dünya

Page 190: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

190

halkları üzerindeki egemenliği, dünyayı paylaşmaları ve bu ara-da kendi aralarında süren savaştır. Bunda kimin kazanacağının hesabını tutmak, bu emperyalist güçlerin hempalarına düşer. Biz, gelişen ve kızışan savaşı durdurmanın tek yolunun dünya çapında bir devrimci yükseliş ve sosyalizmin yeniden yükselme-si ile mümkün olduğunu savunuyoruz. Biz, emperyalist güçler arasındaki savaşın, halkların sırtından yürütüldüğünü görüyor ve söylüyoruz. Biz, değil devrimci ya da sosyalist olmak, insan olmanın bile bu emperyalist yağmaya karşı olma demek oldu-ğunu söylüyoruz. Biz, halkların anti-emperyalist içerikli her di-renişinin öneminin altını çiziyoruz. Biz dünya emekçilerinin, dünya işçilerinin, kendi kurtuluş yolunu kendi elleri ile örmeleri gereğinin altını çiziyoruz.

Page 191: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

191

Lenin, kapitalizmin tefecilikle başladığını ve büyük çaplı tefe-cilikle son bulacağını söylemişti. İşte bu büyük çaplı tefeciliğin yaşandığı günlerdeyiz.

Bize küreselleşme diye dayatılan şey, gerçekte bu tefecilik anlaşılmadan, tam anlamı ile yerine oturtulamaz. Modern ka-pitalizmin anlaşılması, burjuva kalemşörlerin küreselleşme diye bir rüzgâr estirdikleri bugünlerde, bu rüzgârın dağıtılması ve gizlediklerinin açığa çıkarılması açısından son derece önemlidir ve çabamızın büyük bölümü bunun içindir.

Bu açıdan, tekellerin egemenliğinin ne olduğunu, siyasal, ekonomik alanda egemenlik arasındaki ilişkiyi ve nihayet mo-dern kapitalizmde medyanın rolünü içine alacak şekilde, ideo-lojik egemenlik araçlarını, tüm bu çerçevede burjuva devletin örgütlenişini izlemiş olduk. Tüm bu süreçlerde, Lenin’in “Em-peryalizm” çalışması, elbette bize kılavuz olmuştur.

Bizim tartışmamız, kapitalist-emperyalizmin daha iyi kav-ranmasının olanaklarını ortaya koymaya dönüktür. Elbette ki, burada yeni gelişmeleri, yeni durumları analizimizin içinde or-taya koymaya çalışıyoruz ve özellikle siyasal ve ekonomik alan arasındaki bağı, bir bütünlük içinde sergilemeye çalışıyoruz. Burası çok önemli gözüküyor. Emperyalizmi salt ekonomik, tekelleri salt ekonomik olgular-süreçler olarak ele almak yanıl-tıcı ve eksiktir. Onun için, her fırsatta bunun üzerinde durmaya özen gösteriyoruz.

Küreselleşmeyi ele almadan, onun en çarpıcı yanını oluş-turan malî sermayenin tekelci kapitalizmdeki hareket tarzını, bir anlamda şaşa yaratan görüntüsünün ardındaki dinamikleri ortaya koymamız gerekir.

Burada da kavramsal anlamda bir hatırlatmaya ihtiyacımız var. Malî sermaye, gerçekte, sanayi sermayesi ile banka serma-

Kapitalizm Tefecilikle Başlamıştır, Tefecilikle Bitecektir

Page 192: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

192

yesinin iç içe geçmesi süreci ve bunun sonunda ekonominin (sadece ekonominin olamaz, aynı zamanda siyasal uzantıları da olan bir süreçtir bu) yönetiminin finans oligarşisinin deneti-mine geçmesi demektir. Malî sermayenin oluşumunda, birden fazla gelişim yolu gözleniyor. Bunlardan biri, sanayi ve banka sermayesinin, ayrı ayrı tekelleşerek sonunda birleşmesi. Bura-da ille de sermayenin sanayi veya banka alanındakinin diğeri üzerinde egemen olması gerekmez. Olabilir de; ama tersine, bir iç içe geçme esastır. Sanayi sermayesi, banka alanına da aka-bildiği gibi, banka sermayesi de sanayi alanına akabilir. Bu iç içe geçme, aynı zamanda, kişiler aracılığı ile de gerçekleşmek-tedir. Öyle ki, bir yandan devlet bürokrasisi içinde olanlar, hızla sanayi veya banka tekellerinin yönetimlerinde yer almaktadır. Hemen hemen her ülkede, asker veya sivil bürokrasi, banka-ların yönetimdedir. Hemen hemen her kapitalist ülkede asker ve siviller tekellerin yönetimindedir ve bunun istisnası yoktur. Dahası, hemen hemen her kapitalist ülkede, özel şirketlerin yönetim kurulu üyeleri, devlet yönetiminde hükümetlerde yer almaktadır. ABD’de Bechtel şirketinin hükümetteki ağırlığı, Reagan döneminde sık sık gündeme gelmiştir. Şu anki Bush hükümetinin üyelerinin hemen tümü, petrol şirketleri başta ol-mak üzere, mutlaka birinin yönetiminden gelmektedir.

Bu iç içe geçme görüldüğü veya gösterildiği zaman, siyasal bağlantı kurulmuş olmaz. Amaç bu değildir. Bunları göstermek için bu iç içe geçme yeterli değildir. Siyasal alana tekellerin nü-fuzu, işin doğası, eşyanın tabiatı gereğidir ve kişiler aracılığı ile iç içe geçme, bu nüfuzun kaçınılmaz sonucudur. Sadece bir gös-tergedir; ama son derece öndedir.

Biz burada malî sermaye derken sadece bunu, yukarıdaki esas anlamı ile malî sermayenin tümünü ele almayacağız. Biz burada, esas olarak, finans alanındaki hareketlere öncelik ve-receğiz. Bunu yapmak için, bu kavramsal çerçevenin karıştırıl-maması gereklidir. Yoksa tekellerin egemenliğinde, 500 büyük şirketten vb.den söz ederken, gerçekten de malî sermayeden söz etmiş oluyorduk.

Tekelci sermayenin egemenliğini incelerken, aslında malî sermayeyi bundan çok ayrı olarak ele almış değiliz.

Page 193: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

193

Sermayenin dünya çapındaki yayılışı ya da daha doğru de-yimle hareketi, bir yandan sermaye yatırımları şeklinde daha çok üretime ve bu alandaki egemenliğe doğru iken, bir de dövi-ze, borsaya, hisse senetlerine, değerli kâğıtlara akan bir sermaye hareketi vardır. Finansal alan, günlük anlamda, daha çok bunun için kullanılmaktadır.

Yine bu noktada sermaye hareketlerini, kapitalist ekono-minin temel yasaları içinde yerine oturtmamız gereklidir. Bu nedenle, biraz olsun, kapitalist ekonominin işleyişini, yasalarını hatırlamakta fayda vardır.

Kapitalizmin mutlak yasası, artı-değer üretimidir. Artı-de-ğerin üretildiği tek yer vardır, o da üretim alanıdır. Kapitalist üretim süreci, üretim, dağıtım ve tüketim alanından oluşur. Bu üç alan birlikte ise üretim süreci olarak adlandırılır. Burada, da-ğıtım ve bölüşüm alanında değer ve artı-değer, istisnaları olmak koşulu ile üretilmez. Esas metanın üretildiği alan, aynı zaman-da değer ve de artı-değer üretim alanıdır.

Kapitalist üretimin esas amacı, bu artı-değeri ele geçirmek-tir. Artı-değer, deyim uygun düşerse, fabrikada, dar anlamda üretim alanında üretilir; ama bu hâli ile artı-değer, üretilen de-ğerin, metanın içindedir. Metanın bir bölümü, üretim sürecine dâhil olan makineler, hammaddelerden oluşur. Bunlar metanın değerine, kendilerinin kullanılan bölümü kadar değer katarlar. Meta üretimine bir de emek, katılır. Emek-gücü, kendi değe-rinden fazlasını üretime kattığı için, ona haklı olarak değişen sermaye denir. Emek-gücünün kendi değeri ve bir de ilave ola-rak ürettiği yeni değer metada birlikte vardır. Böylece üretime girerken, değişmeyen sermaye (s) ve değişen sermaye (d) olarak bir değer var iken, meta hâline gelmiş olan değişmeyen sermaye bölümü (s) + değişen sermaye (d) ve yeni üretilen ve değişmeyen sermaye dediğimiz emek-gücü tarafından yaratılan artı-değer (a) şeklindedir.

Böylece üretilen artı-değerin de diğer değerler gibi, üretim sonucunda metanın vücudunda bulunduğunu biliyoruz. İşte me-tanın içindeki değeri ve elbette ki artı-değeri paraya çevirmek, yeniden sermaye hâline dönüştürmek, “artı-değerin gerçekleş-mesi” olarak isimlendirilmektedir. Bu ise, pazarda gerçekleşir.

Page 194: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

194

Pazarda farklı kapitalistlerin mülkü olarak gelen aynı ürünler, ortalama bir fiyattan satılırlar. Bu ortalama fiyat, bir kapitalistin fabrikasında üretilen artı-değerin, bir kısmının, başka bir kapi-taliste geçmesi anlamına da gelir.

İşte artı-değerin kâra dönüşmesi bu yolla, pazarda olur. Bu ise kapitalizmin mutlak yasasının bir uzantısı olarak, üretimde rekabet ve anarşi yasasını koşullar.

Kapitalistler, bir yandan, her bir fabrikada, kapitalistin kendisine ait olsun veya bir başka kapitaliste ait olsun, her fab-rikada, daha çok artı-değer üretilmesini isterler. Pasta ne kadar büyük olursa, bölüşülecek şey ne kadar büyük olursa, bu her kapitalist için daha büyük pay olasılığı demektir ve kapitalistler, fabrikalarda işçileri boğazlamakta birliktedirler; ama sıra artı-değerin kâra dönüştürülmesi ya da “gerçekleştirilmesi”ne gelin-ce, bu kez kapitalistler birbirini boğazlamaya başlarlar.

Önce, tefecinin elinde şu ya da bu yolla, en çok da köle ticareti ve yağma ile biriken para, kapitalist üretim sürecine, sanayie sermaye olarak girmişti. Sonrasında kapitalist üretim geliştikçe, pazar da büyüdü ve bu büyüyen pazarda ticarî serma-ye oluşmaya ve sanayi sermayesinin uzantısı olarak iş görme-ye başladı. Ticarî sermaye, metanın gerçekleşmesi ve metadaki değerin, para sermaye olarak tekrar üretim sürecine dönmesi sürecini kısaltıcı bir etki yaratır.

Benzer biçimde, halkın tasarruflarını kapitalistlere faizle vermeye yarayan banka sistemi (başlangıçta finans alanı de-nilince banka sermayesi anlaşılıyordu) de bu süreci, kapitalist yeniden üretim sürecini besler ve tüm bu kesimlerin kârının kaynağı, dar anlamda üretim sürecinde üretilen artı-değerdir.

Böylece, daha fazla uzatmadan söyleyebiliriz ki, artı-de-ğerin ilk sahibi olan kapitalist, onun son sahibi olan kapitalist değildir ve bugünün borsa oyunlarında “dâhi çocuklar” olarak açıklanan brokerlar, gerçekte kendi maaşlarını dahi, fabrikalar-da meta üreten işçilerin ürettiği artı-değerden, karşılığı öden-memiş emeklerinden alırlar. Böylece borsa dâhilerinin, finans dâhilerinin elde ettikleri kârın kaynağının da artı-değerin bölü-şülmesinden kaynaklandığını biliyoruz.

Modern kapitalizmin dâhi çocukları, finans alanında, bor-

Page 195: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

195

sada yükseliyor. Bunlar büyük yatırımcılar olarak adlandırılı-yor. Hisse senedi avcılarıdırlar ve dövizin, paranın hareketine yön veren de onlardır. Büyük oyunculardır ve sıcak paralarla bir anda milyar dolarlar kazanmaktadırlar. Dünyanın her borsasın-da, her ülkenin döviz işlemlerinde, büyük borç hareketlerinde hep bunlar vardır. Kapitalizmin dâhi çocukları bunlardır ve her ülkede yatırımları vardır. Yatırımları sürekli değişmektedir. Yıl-dızı son dönemde en çok parlayanlarından biri Soros’tur ve So-ros, açık toplum vakfı ile “devrimler”e imza atmaktadır; isteyene turuncu, isteyene pembe.

Kapitalizmin gelişiminde finans kapitalin doğuşu bir an-lamda bir evre idi. Finans kapitalin doğuşu ile birlikte, üretilmiş olan artı-değerin paylaşımı ve bu paylaşım sırasında kapitalist-ler arasında kızışan rekabet daha da derinlik kazandı. Tekelci egemenlik, hakimiyet ilişkileri ve bunların gerektirdiği şiddet demektir ve bu artı-değerin paylaşımında, şiddetli ya da keli-menin bilimsel anlamı ile tekelci rekabet de demektir.

Bu süreç, pazar ilişkilerinin iki yönden öne çıkması demek-tir. Birincisi ticarettir ve ikincisi finans alanıdır. Türkçe yayınına Ekim ayında başlayan Forbes dergisi (Amerika’nın iş dünya-sına yakın dergilerindendir ve her yıl, en büyük 500 firmayı yayınlayan global 500 çalışması ile ünlüdür), TV kanallarında da gösterilen reklâmında, dünyanın en zengin 400 firmasının 68 tanesinin finans alanında, 48 tanesinin perakende ticarette ve hizmetlerde ve 52 tanesinin de medya alanında olduğunu vurguluyordu. İlgi çekicidir. Finans, medya ve perakende ticaret ciddi biçimde ağırlık kazanmıştır.

Artık, üretmek önemli değildir.Bir zamanların en büyük firması General Motors, artık,

Google adlı internet şirketinden daha düşük “piyasa değerine” sahiptir.

Önemli olan üretmek değil, onu hızla paraya çevirmektir.Artık önemli olan üretmek veya üretileni paraya çevirmek

değil, şirketlerin hisse senetlerini denetlemek, döviz ve paradan paralar kazanmaktır.

İşte biz, yukarıda, tüm buralardaki “kâr”ın kaynağının artı-değerde yattığını bu nedenle özellikle vurgulamak istedik.

Page 196: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

196

Bir gecede korkunç servetler el değiştirebiliyor. Birileri için anlaşılmaz derecede büyük olan rakamlar, diğerleri için günlük harcamalarının miktarı olabiliyor. 1990 yılında 1.3 milyar in-san, 1998 yılında ise (yani SSCB çözüldükten ve kapitalizmin zaferi ilan edildikten sonra henüz 8 yıl geçmiş iken) 2 milyar 801 milyon insan günde 2 ABD dolarının altında, yani yıllık 700 doların altında, gelir ile yaşıyordu. Oysa aynı 1998 yılında dünyanın en zengin 3 adamı, en alttan başlayarak ülkeler gelir-lerine göre sıralandığında, en fakir 48 ülkenin gelirinden fazla gelire sahiptir ve 225 en zengin kişinin (dikkat edilsin ‘ailenin’ değil. Mesela bu 225 kişinin içinde birden fazla Rockefeller var) serveti, 2.5 milyar insanın gelirinden fazladır.

Bu bize bir yandan, kapitalizmde artan kutuplaşmayı gös-teriyor; ama bir yandan da, az sayıda kişinin elinde servet birik-me sürecinin hızlandığını ve az sayıda kişinin elinde akıl almaz servetler biriktiğini göstermektedir.

Dünya kapitalist ekonomisi, aynı anlama gelmek üzere, kapitalist-emperyalizm, bugün, 500 kişinin dünya egemenliği anlamına gelecek kadar finans kapitalin egemenliği altındadır. En büyük bankalar bunlarındır, en büyük holdingler bunların-dır, devletlere borç verenler bunlardır, dövizle oynayanlar ve bu yolla bir anda trilyonlar vuranlar bunlardır.

Ve bu kapitalist dünyanın egemenleri içinde de, üç alan, üç sektör öne çıkmaktadır: Finans, ticaret ve özellikle perakende ticaret ve medya. Bu sadece bu ana, bu yıla, bu 3 yıla ait du-rum değildir. Tersine bu bir eğilimdir. Kapitalist sistemin işle-yişine ilişkin önemli bilgiler vermektedir. Finans alanının öne çıkışının nedenleri biliniyor ya da daha sık bu konuda bilgiler yayınlanıyor. Bir şirketi ele geçirmek, sadece bir fabrikayı ele geçirmek demek olmuyor, aynı zamanda, onun pazar payına da sahip olmak anlamına geliyor. Bu nedenle caziptir. Bir şir-keti ele geçirmek amacı olmadan da bir hisse senedi satın al-mak ve satmak, akıl almaz oranlarda kârlara neden olmaktadır. TÜPRAŞ örneği yakın ve bilgileri hâlâ canlı bir örnektir. Ofer, Tüpraş’ın %14’lük hissesini, yasal olarak nasıl gerçekleştiği de belli olmayan tarzda almıştır. Tüpraş, Koç grubu tarafından sa-tın alındığında, Ofer’in aldığı hisseler, oldukça yüksek değer-

Page 197: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

197

lere sahip olmuştu ve Ofer’in bu işlemden 800 milyon dolar para kazandığı söyleniyor. Böylesine tatlı kâr nerede var? Yine hükümetlere borç para vermek, devlet kâğıtları satın almak ve satmak da oldukça yüksek kazanç bırakmaktadır. Bunların kay-nağı artı-değer üretimi ve daha genel söylersek üretim alanın-dan da olsa, finans sektörü başlı başına bir alan olarak sivril-mektedir. Bu nedenle finans alanı, bankacılık, sigortacılık başta olmak üzere, çok caziptir. Ticaret ya da daha da genelleştirirsek hizmetler sektörü, bu rantiye ekonomisini döndürürken en faz-la büyüyen alanlardan biridir. Kolay ve “zeki”ce para kazanmak demek, uzmanlar, brokerler, simsarlar, vb. çalıştırmak da de-mektir. Bu hizmetlere siz, perakende ticareti de eklemelisiniz. Bu ise, ticaret ve daha genel söylersek hizmetler sektörünün çok hızlı büyümesi demektir. Hizmet sektörü, bizim gibi sömürge ülkelerde, belediye hizmetleri, sağlık hizmetleri, eğitim hizmet-leri vb. olarak algılanır. Ya da algılanırdı. Bugünlerde bu de-ğişmektedir. Danışmanlık, hangi kâğıda para yatırmak gerek-tiği, daha etkili nasıl konuşulacağı, sunum yapma teknikleri, iyi satıcı olma yolları, etkileyici görüntüye sahip olmanın anahtar yolları, kârlılığı daha da artırma olanakları, işçiler üzerinde tam kontrol sağlama yolları, pazarı etkin izleme olanaklarının ya-ratılması vb. Bunlara siz, ayrıcalıklı sağlık hizmetini, ayrıcalıklı cilt bakımını, ayrıcalıklı eğitimi vb. de eklemelisiniz. Bunlara lüks tüketimi de eklemelisiniz; zira, finans alanında cirit atanlar için zaman, zamanın kontrolü son derece önemlidir. Onlar için hem her yer ofisleri gibi olmalıdır, hem de her yerde ayrıcalık-lı hizmeti almaları sağlanmalıdır. Tüm bunlar rantiye ekono-misine uygundur. Kumarbazların rahata ve lükse düşkünlüğü biliniyor, finans alanındaki egemenlik, kapitalist sistemin, tüm dünyayı bir kumarhaneye dönüştürmesi de demektir ve buna küreselleşme denilince bunun anlaşılması, anlaşılması gereken-lerden bir tanesi anlamında, doğru ve yerinde olur.

Ticareti körükleyen ikinci etken, büyük çaplı üretim ve me-tanın içindeki artı-değeri paylaşma isteğidir. Büyük çaplı üretim, zorunlu olarak, kitlesel tüketimi zorluyor. Bu, isteğe bağlı bir durum da değildir. Binlerce ayakkabı üretmek, bunları aynı anda pazara yaymak da demektir. Bunu siz yapamıyorsanız, bunu

Page 198: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

198

yapacak ticarî sermayeye belli bir pay verirsiniz ve onları kendi ajanlarınız hâline getirirsiniz. Böylece milyonlarca adetlik üreti-mi bir anda pazara sürmek ve paraya dönüştürmek olanağı bulu-nur. Ürün tüketiciye ulaşmadan, üreten kapitalist bu ürünü para sermayeye çevirir ve içindeki artı-değeri para hâline dönüştürmüş olur. Elbette bunun karşılığında, bir pay, ticarî sermayeye gider.

Ticaret geliştikçe ve belli markaların pazar egemenliği ile birleştikçe, bu kez çok daha geniş çaplı bir üretim ortaya çıkar, ölçekler büyür, bin adetler onbin adetlere, yüzbin adetlere, mil-yonlara çıkar ve bu aynı zamanda keskin bir rekabet de demek-tir ve tekelci egemenlik, pazarın bu alanını da kontrole yönelir. Perakende zinciri doğar ve gelişir. Diyelim ki, salça üretimini ele alalım. Tat, Koç grubunundur. Hem salça üretir, hem geri-ye doğru domates üreten köylünün gelirinin bir bölümüne el koyacak bir egemenlik oluşturur, hem de Migros gibi bir ağla, pazara doğru bir egemenlik oluşturur ve Migros’ta başka ma-mullerin de satılması sorun değildir. Tersine kâr kaynağıdır ve aynı zamanda rakiplerin satış kanalları üzerinde bir kontrol ve onlardan da pay almak demektir.

Böylece devleşen bir perakende zincir ağı oluşur. Wall-Mart, bunun en iyi örneğidir ve en büyük firmalar arasın-da ilklere girmeye başlamıştır. Bu noktada bu dev alışveriş mekânlarının “sosyal ve kültürel” etkilerini de hesaba katmak gerekir. Böylece, ortaya ticaretin, doğrudan sanayi sermayesinin egemenliği ile bağlı bir gelişim aşaması ortaya çıkmış olur.

Burada her şey, metanın bedenindeki değerin içinde saklı olan artı-değeri bir an önce kâra, para sermayeye dönüştürme isteği öndedir. Bunu sürekli yapmak demek, pazar egemenliği altında bunu yapmak demektir.

Burada, finansal alana tam olarak girmeden önce, yeri gel-mişken, üretimde doğan ve işçinin karşılığı ödenmemiş emeği olan artı-değerin, bugünkü uluslararası kapitalist dünyada na-sıl paylaşıldığı üzerinde durmalıyız. Aslında bu, küreselleşme denilen ve son yıllarda tartışılan şey değildir. Yani, onlar bunu kastetmiyorlar. Onların kastettiği bu değil. Onlar sıcak paranın dolaşımını, bilgi işlem ağını, borsalara ilişkin haberlerin hızlı yayılışını, piyasaların birbirine bağlanmasını, sermayenin likit

Page 199: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

199

hareketindeki artışı ve bunların ihtiyaç duyduğu yasal düzen-lemeleri kastediyorlar. Oysa bizim burada inceleyeceğimiz şey, sermayenin uluslararasılaşmasıdır ve fizik olarak sermayenin, sömürge ülkeler de içinde, dünya çapında kârlı alanlara ya-yılmasıdır. Burada amaç, daha fazla artı-değer üretmek, daha fazla artı-değere el koymaktır. Diyelim ki, işgücü ucuzluğu, vergi kolaylıkları vb. etkenlerle sermaye, üretimi başka ülkelere kaydırmaktadır. Bir zamanlar Almanya beyaz eşya üretiminin merkezi idi. Bu merkez, sonrasında İtalya’ya, oradan İspanya’ya kaydı ve bugünlerde, Türkiye de içinde, daha başka ülkelere kaymaktadır. Bu konuyu, detaylıca ele alacağız; ama yukarıda üzerinde durduğumuz ticarî alanın cazibesinin de bu konu ile ilişkisini ortaya koymak üzere, bir örnek aktarmak, öyle geçmek yerinde olacaktır. Diyelim ki, Boeing 727’nin Çin’de üretilmesi, Amerika’da üretilmesi ile belki 100’e karşılık 1 oranında bir ma-liyet düşüşü yaratmaktadır. Diyelim ki, 100 dolara üretilen bir mamul, mesela Singapur’da 10 dolara mal olmaktadır. Fakat, bu onun tüketiciye ulaşan fiyatının, eskisinin ciddi biçimde altında kalmasına yol açmamaktadır. Merkez ülkede, eskiden 300 do-lara satılan bu mamul, belki Singapur’da üretildikten sonra, 270 dolara vb. satılmaktadır. Merkez ülkede üretilip satılınca, üre-tim ve satış fiyatları arasındaki oran 1’e 3 idi ; ama Singapur’da üretilip merkez ülkede satıldığında bu oran 1’e 27 olmaktadır. Bu aradaki kâr, üreticinin eline değil, büyük oranda ticarî ser-mayenin eline geçmektedir. Elbette bizzat bu durumu gören ve üretim üzerindeki kontrolünü gevşetmeye, şu ya da bu nedenle razı olmayan bazı tekeller, bizzat kendi fabrikalarını bu ülke-lerde kurmaktadır. Şimdi, bu farazî örneğin, gerçekle ne kadar bağlantılı olduğunu görelim (bknz. Tablo 26, syf. 200).

Tablo 26’da Bangladeş’te üretilen ve ABD’de satılan bir düzine gömleğin, 1992 yılı rakamları ile verileri sunulmaktadır. Bir düzine gömlek için Bangladeş’te ortaya çıkan fabrika satış fiyatı, üretici kapitalistin kârı ile birlikte 38 dolar iken, KDV hariç satış fiyatı 266 dolardır ve bu 228 dolar net fark demektir. İşte bu örnekte de açıkça görüldüğü gibi, çok yüksek bir kârlılık ortaya çıkmakta, bu gelişmiş ülkelerde ticarî kârın yüksekliğini göstermekle kalmamaktadır. Bu aynı zamanda, üretim alanında

Page 200: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

200

ortaya çıkan fazlalık ile ticarî alanda ortaya çıkan fazlalık ara-sındaki uçurumu bize göstermektedir.

Biz bu konu üzerinde, sermayenin uluslararasılaşması bö-lümünde detayları ile duracağız. Oysa bizim burada sadece göstermek istediğimiz şey, artı-değerin ilk sahibi ile onun para sermayeye dönüşümündeki son sahibi arasındaki farklılığa dik-kat çekmektir. Bu durum, tekelcilik dışında anlam kazanmaz. Tekeller yoksa, bu yüksek ticarî kârın açıklanması mümkün ol-maz. ABD’de pazara egemen olan firma, deyim uygun düşerse Bangladeş’teki bu kapitalist işletmeyi kendine bağlamış ve ona da ayakta durabileceği kadar bir kâr payı bırakmıştır.

Modern kapitalizmde bu süreç o kadar ilginçtir ki, diyelim ki, bir ABD’li tüketici, 266 dolar + KDV ödeyerek sahip oldu-ğu bu 12 adet gömleğin fiyatlarında meydana gelecek mesela %25’lik bir iskonto için, mutlaka kendini çok şanslı hissede-cektir. Buna, serbest piyasada her şey şeffaftır vurgusu ile ona tanıtılan pazar ekonomisine duyduğu şükranı da eklemelisiniz ve eğer bu “tüketici”ye, aslında bu bir düzine gömleğin, kapita-listin kârı da içinde maliyet fiyatının 38 dolar olduğunu iddia eden birisi olarak konuşursanız, muhtemelen size inanmaya-caktır.

Tablo 26*

Maliyet yapısı (ABD doları)Üçüncü Dünya’daki bir tekstil ihracatçısı

Malzeme ve aksesuar (ithal) 27$ Ekipmanın aşınma payı 3$Ücretler 5$Net sınai kâr 3$Fabrika fiyatı (1 düzine gömlek) 38$Perakende satış fiyatı (gelişmiş ülkede) 266 $

*Kaynak: Yoksulluğun Küreselleşmesi, M. Chossudovsky, Çiviyazıları, s. 107.

Page 201: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

201

Medyanın yükselişinin nedeni de açık olmalıdır. Finansal alanı, ticareti besleyen rantiye ekonomisi, aslında tekelci haki-miyete dayanır ve tekelci hakimiyet ilişkileri, tekelci rekabet olmadan, bu hakimiyet ilişkilerinin zorunlu kıldığı, gerektir-diği şiddet ve elbette bu şiddetin modern biçimleri olmadan, kapitalist egemenlik ayakta duramaz. Medya, tekelci rekabetle beraber doğmuş olan reklâm sektörüyle iç içe geçmiştir. Bu dev medya şirketleri, aynı zamanda, yaşam biçimlerinin, ideolojinin veriliş, topluma enjekte ediliş kanallarıdır.

İşte yükselen değer olarak bu üç sektör, tam da rantiye eko-nomisi dediğimiz şeyle doğrudan bağlantılıdır. Artık, yüksek, devasa kârlar elde etmek için, en kısa ve güvenli yol, paradan para kazanmadır, hakimiyet kurmaktır, pazar egemenliğidir.

Burada sözü edilen miktarlar, dudak uçuklatacak boyutta-dır. Bir İsviçre merkezli İngiliz bankasının yetkilileri, 4 Aralık 2005 tarihli Hürriyet gazetesinde, Türkiye’de dolar milyoneri avına çıktıklarını haber verirken, dünyada 7.7 milyon kişinin dolar milyoneri olduğunu ve toplam 28.8 trilyon dolarları bu-lunduğunu söylüyordu. Bu ise dünya çapında bir yılda elde edi-len gelirin (ülkelerin GSMH’sinin toplamının), yüzde 70’ine denk demektir, ki, unutulmasın burada nakit paradan söz edi-liyor, servetten değil. Şimdi, elinizde bu miktarda para varsa, dünyada ne ile oynamak isterseniz, bunu yapabilirsiniz. İsterse-niz oyuncu siz olun, isterseniz bunu bir bankaya koyun ve onun, sizden bağımsız oynamasına olanak verin.

Şimdi, finansal alana, finans piyasalarına, rantiye ekono-misinin ne demek olduğunu, büyük çaplı tefeciliğin ne demek olduğunu anlamak için, daha yakından bakabiliriz. Modern ka-pitalizmde, finansal alan, sadece büyük rantların aratıldığı, bir anda milyarlarca doların el değiştirdiği bir alan olmakla da kal-mıyor. Daha çok likit şeklindeki bu alanda, her gün yeni oyun araçları, her gün yeni kumar çeşitleri devreye giriyor. Forbes dergisinin Türkçe nüshasında (Sayı 3, Aralık 2005), “ülke satın almanın kolay yolu” başlığı ile, yeni gelişen bir oyun aracı, EFT (Borsa Yatırım Fonu)’ler tanıtılıyor. Banka ve aracı kurumların çıkardığı yatırım fonları var. Bunlardan farklı olarak Borsa Ya-tırım Fonları, borsaya doğrudan bağlılar ve gün içinde sürekli

Page 202: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

202

değerleri değişiyor. Bir borsa yatırım fonunda birden fazla hisse senedi bir arada tutuluyor ve siz tek tek hisse senedi seçmek ye-rine, bu fonlardan alarak işlem yapıyorsunuz. Gün içinde değeri sürekli değiştiği için ise, önemli bir oyun aracı hâline geliyorlar. Bu nedenle, gelecekleri var.

“EFT’lerin sağladığı bir diğer önemli avantaj ise, ‘bir ülke-yi satın almayı kolaylaştırması,’ örneğin Meksika’da ya da Brezilya’da bir yükseliş yaşanmasını bekliyorsanız, tek tek his-se seçmek yerine, bu ülkenin fonunu satın almak en kolay yol.” (Forbes, Sayı: 3, s. 154).Burada, belki de konuya hızlı bir giriş yapmış oluyoruz;

ama, bilmek gerekir ki, belli başlı finans piyasalarından biri, his-se senedi, yatırım fonu vb. alım satımı ve bunların alanı olan borsa ve uzantılarıdır. Buna bir diyelim. İkinci olarak, ülkelerin borçları ya da dünya çapında hızla büyüyen borç meselesidir. Bu da önemli bir oyun alanıdır ve bunun mekânı daha çok devlet ilişkileridir. Üçüncü olanı ise döviz piyasalarıdır. Elbette bunla-rın çeşidini artırmak mümkün. Yukarıdaki örnekte, hemen bir yeni oyun aracı tanıtıldı. Bu borsanın, hisse senetleri ve fonların içinde ele alınmalıdır; ama bir banka, bir aracı kurumun çıkar-dığı ve günde bir kere değeri değişen fonlara göre, bu alanda saniyede paralar kazanmak mümkündür. Bu bize bir eğilimi de göstermektedir. Büyük sermayeyi nakit olarak tutan speküla-törler ya da finansal oyuncular, aslında zamanın mümkün oldu-ğunca kısalmasından, işlemlerin mümkün olduğunca kısa süre-de yapılmasından yanadırlar. Bu ne kadar böyle ise, işte onlar da o kadar hızla ve o kadar etkili yollarla devreye girebilirler. Yoksa sadece İsviçre bankalarındaki nakit parayı açıklamanın da yolu olmazdı, neden bu adamlar bu kadar nakit para ile bekliyorlar ya da gerçekten de bekliyorlar mı?

Okurun konuyu daha iyi anlayabilmesi için, hisse senet-lerinin alınıp satıldığı borsanın işleyişi üzerine bir miktar bilgi vermeliyiz. Biz, devrimci sosyalistler, uzmanlar için yazmıyoruz. İşçi ve emekçiler için, sistemin daha iyi kavranması ve ne ile mü-cadele edildiğinin daha net ortaya çıkması için yazıyoruz. Bu ne-denle, konuyu iyi bilen okurlar, bu açıklamalarla sıkılmamalıdır.

Page 203: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

203

Günlük yaşamımıza giren borsa, gerçekte şirketlerin hisse senetlerinin alınıp satıldığı yerdir. Bu, bilgisayar ağı geliştikçe, bir tek mekân olmaktan öteye geçer ve tüm ağa yayılır. Şirketler, belli kurallar, prosedürler içinde, borsaya açılırlar. Diyelim ki, X şirketi, hisse senetlerini, her biri bir lira nominal değerden (yani üzerine yazılı değeri 1 lira olan hisseler), satışa çıkarır. Buna “halka açılmak” deniyor ve bu hisseler borsaya gelir. Borsada bu hisseler satışa sunulur. X şirketi, diyelim ki, Arçelik gibi “güçlü” bir şirketin hisse senedi ise, bu hisseler, bir cins açık artırmaya çıktıklarında, mesela 3 liradan işlem görmeye başlarlar. Buna, “kişiler bu senede güveniyor” denmektedir. Hatta borsada bu hisse senetlerini alanlara da “yatırımcı” deniyor. Bu yatırımcılar, bu hisseleri 3 liradan almaya başladıklarında, o şirketin piyasa değeri, birden bire üç kat artmış olur. Gerçekte, 10 milyon do-larlık bir şirket, bir anda 30 milyon dolarlık bir şirket gibi görü-nür. Bu aslında şişme balon gibidir. Birden bire balon şişmeye başlar ve daha farklı, albenisi yüksek bir görüntü ortaya çıkar. Bu 1 liralık hisselerin 3 liraya alıcı bulması hâlinde, diyelim ki, X şirketi, toplam 1 milyon dolarlık sermayesinin yüzde onunu borsaya açmış ise, buradan normalde alması gereken 100 bin dolarlık gelir, hisselerin 3 katına satılmış olması nedeni ile, 300 bin dolara çıkmıştır. Şirket %10 hissesini, kendi değerinin yüz-de 30’una tekabül eden bir fiyattan satmıştır.

Büyük şirketlerin, Anonim Şirketlerin bu hisse satışları-nın ana kaynağı, kâr oranındaki düşüşü durdurmak, kârlılığı artırmaktır. Yukarıdaki X şirketi, dışarıdan, 300 bin dolarlık bir sermaye girdisi sağlamıştır. Dün, elde ettiği ürünlerin çıktısını, mesela 1.5 milyon dolarlık ürün üretmiş ise bunu, toplam ser-mayeye bölüyordu. Bu sefer de aynısını yapıyor; ama bu sefer, kendi sermayesi, artık 1 milyon dolar değil, 900 bin dolardır, çünkü %10’unu borsada satışa çıkarmıştır ve dahası bunun kar-şılığı olarak da daha şimdiden 200 bin dolarlık fazla girdi de sağlamıştır.

Burada şirket cephesi aşağı yukarı budur.Bir de, “yatırımcı” denilen cephe vardır. Bu hisse senetleri-

ni, sıradan bir kişi de satın alabilir, bir başka şirket ya da amacı hisse senedi avcılığı olan birileri de. Sonuç açısından bu büyük

Page 204: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

204

bir değişiklik yaratmaz; ama bu yolla ve buna eklenen başka yollarla, şirket ele geçirme operasyonlarının yapılabildiğini de bilmeliyiz.

Burada Marksizm’e saldıranlar, “yatırımcının” işçi de ola-bileceğini, yani işçilerin de bu oyuna katılabileceğini ve hatta katıldığını, böylece de, herkesin şirketlerin ortağı olabildiğini söylemektedir. Buradan hareketle de, kapitalizmin ne kadar iyi bir sistem olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Buna bir yanıt vermeden ilerlemeyelim. Diyelim ki, işçilerin hisse senetlerinin sahipleri olabilmesi, kapitalizm için iyi, onu aklayan bir şey ise, o zaman işi gücü medyada yazılar yazarak kapitalizmi savun-mak olan bunca adam tutmalarına gerek yok, bunca uğraşın yerine, her işçiye hisse senedi versinler, bu olay da bitiversin. Böylece, onlar da korkularından kurtulmuş olurlar; ama iş böy-le değil. Onlar, her veriyi, işçi sınıfını mücadele etmekten geri tutmak, kapitalizmin ebedi olduğunu kanıtlamak için kullanı-yorlar, o kadar.

İşçinin, diyelim ki, elinde kalmış olan bir miktar parası, tasarrufu ile, döviz alması ne ise, hisse senedi alması da odur. Onun esas amacı, her gün enflasyon karşısında eriyeceğinden emin olduğu bu küçük tasarrufunu, bir biçimde aynı değerde tutmayı başarmaktır. İşçi bu para ile, futbol maçları için iddia da oynayabilir, işçi bu para ile, internet üzerinden kumar da oynayabilir, hisse senedi de alabilir ve döviz de alabilir. Aslın-da onun için fark eden bir şey yoktur. Nasıl ki, dolar aldığında Amerikan merkez bankasının ortaklarından bir olmuyor, ben-zer biçimde, x şirketinin hissesi ile de o şirkete ortak olmuş ol-muyor. Nasıl ki, parasını alıp kumarhaneye koşan bir işçi orada oynadıkça kumarhanenin sahibi olmuyor; ama kendisine parası ölçüsünde saygı gösteriliyorsa, borsada da olan budur. Şirketler, ancak uzman operasyonları sonucunda, borsa yolu ile yönetimi kaybeder ve şirket hissedarı olarak azınlığa düşebilirler. Yoksa onun bunun alacağı hisse senetleri, hiçbir zaman şirket yapısını, yönetimini etkilemez. Tersine, aslında her hisse alan “yatırım-cı”, birinci olarak, mutlaka, x şirketine sermaye aktarmış olur. X şirketi, ihtiyaç duyduğu, mesela 200 bin doları, hangi bankadan isterse istesin, bunu faizle alacaktır. Başka yolu yoktur. Oysa

Page 205: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

205

burada, 100 bin dolarlık hisse senedi satarak, 300 bin dolar toplayabilmektedir ve bu alışverişte, “yatırımcı”ların psikolojisi etkilidir. Bu psikolojiyi ise, hava durumu ya da havadaki nem oranı belirlemiyor. Piyasa dediğimiz, şirketler, medya, tekellerin yönetenleri, aracı kurumları vb. belirliyor. Her gün gazetelerde ortaya çıkan iyimser veya kötümser hava, büyük oyuncular için büyük vurgun kaynağı demektir.

Biraz daha konuyu açalım. Borsaların, kumarhaneler ya da diğer ticarî işletmeler gibi bir işlem hacmi, günlük cirosu vardır. Mesela İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın, günlük hacmi 1 milyon YTL olsun. Bir başkasınınki de 2 milyon YTL veya 20 milyon YTL olabilir. Bu büyüklük ne kadar büyük ise, o borsada oynayan oyuncuların, etkileme gücü o kadar yüksek pa-raya bağlı olur. İMKB’de diyelim ki, günlük işlem hacmi, bizim söylediğimiz gibi, 1 milyon YTL olsun (burada gerçek rakamın mesela 1 milyar YTL olması durumu değiştirmez). Burada oy-nayacak, büyük oyuncular, ani bir kararla, büyük miktarda hisse senedi alıyor olsunlar. Birden, o gün, işlem hacmi mesela 10 katına çıkmış olsun. Bu durumda, bu oyuncu veya oyuncuların satın aldığı hisse senetlerinin fiyatları birden bire yükselişe ge-çecektir. Mesela 1 lira olan bir hisse, 15 liraya çıkacaktır ve bu işlem, mesela 1 saat içinde gerçekleşmiş olacaktır. 1 saat sonra ise, tüm iletişim kanalları ile bu bilgi, tüm ilgililere ulaşmış ola-caktır. Haber kanallarının altyazılarında borsada büyük yükseliş başlıkları görülecek, yayınlar kesilip bu haberler geçecektir. Bu noktada, az ya da çok parası olan herkes, parasını alıp, borsaya koşacaktır ve yeni fiyatı 15 lira olan bu hisse senetlerinden al-maya başlayacaktır. Yeterince alıcı varsa, bu hisseleri 1 lira iken alan büyük oyuncu, bunları severek satacaktır. Böylece büyük oyuncu, fiyatları belirlemiş olduğundan, bire onbeş kazanmış olacaktır. Yeterince alıcı varsa, fiyatlar 15 liradan gidecek, oyun-cuların kararlılığına göre bu rakam belki 16 lira, belki de 10 lira da olabilecektir. Böylece, yeni hisseleri 15 liradan, 10 liradan, 16 liradan alanlar, birkaç gün içinde durgunlaşan piyasa nedeniyle, hisse senetlerinin fiyatları düşünce, epey para kaybetmiş ola-caklardır. Burada temel olan şudur: Bazı oyuncular, borsaya, dö-vize vb. sadece birkaç kuruş kazanmak, en azından paralarının

Page 206: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

206

erimesini önlemek için girerken, büyük oyuncular, bir anda pa-raları ile fiyatları değiştirmek ve hemen o anda kârlarını realize etmek için işlem yapmaktadırlar (Eğer bir firmayı ele geçirmek, bir ekonomiyi krize sokmak vb. gibi başka amaçları da yoksa). Bu nedenle, elbette ki sürekli kazanan bunlar olacaktır. Bun-lar öncülerdir ve onları izleyenleri her zaman uygun karanlık noktada soyarlar. Bu açıdan kumarhane benzetmesi çok daha yerindedir. Sürekli olarak dönen parayı artıran kumarbaz, her seferinde kaybetse de, bir tek kere kazanması yeterli olacaktır.

Demek ki, borsa denilen sistemde işler böyle işliyor. Bu elbette işin en sıradan açıklamasıdır. sıradan bir yatırımcı için önemli olan, kendi tasarrufunun “erimemesi”, yani değerini en azından korumasıdır. Oysa bir borsa oyuncusu için mesele, fi-yatları hareket ettirmek ve bu yolla her gün, her an, her saat, elde edeceği maksimum getiriye ulaşmaktır. Sıradan bir yatı-rımcı, sükûneti severken, oyuncu, tersine hareketi ve sürekli de-ğişimi sever. Dahası o değişimi bizzat yaratır da.

2001 krizini hatırlayalım. 19 Şubat’ta dolar ve mark iki katına çıktı. İşte bu dönemler, söylendiğine göre, CitiBank (bir Rockefeller kuruluşu) yerli bankalardan yüksek miktarda TL (mesela 1 trilyon TL vb. gibi yüksek) kredi istiyor. Kre-diyi vermeyen bankanın hemen “batacağı” söylentisi yayılıyor ve hisse senetleri düşüyordu. Bankalar, yıllık %100 veya %360 oranında faiz istese bile, bugünlük, en fazla %1 gibi dev bir ora-na denk gelse de CitiBank’ın umurunda değildi. CitiBank, bu TL ile piyasadan döviz toplamaya başlıyordu. Böylece bir iki saat içinde döviz iki katına fırlıyordu ve ardından CitiBank, dövizi satmaya başlıyordu. İşlem sonunda CitiBank, mesela 1 trilyon TL’yi, iki katına çıkarmakta, akşamında da borcunu ve faizini bankaya ödeyip, belki %90’ın üzerinde kârla günü kapa-maktaydı. Normalde bunlara izin verilmemesi gerekirdi; ama iş böyle işliyordu. Bu yolla, her gün, kriz süresince belki de bir ay boyunca bu anormal kazanç gerçekleşmiş oldu. Bu aslında sermayenin ciddi biçimde el değiştirmesi de demektir ve bugün daha net görebiliyoruz ki, bu krizin sonuçlarından biri, banka-cılık sektöründe uluslararası tekellerin kolları olan bankaların ağırlığının artmasıdır. Bu örnekte hisse senedi yerine, daha çok

Page 207: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

207

dövizle oynanmıştır. Küçük oyuncu, dolar ya da yatırım yapılan kâğıt değer kazandıktan sonra ona meyleder, onu almaya koşar. Zaten bu davranış, ilk hamleyi yapanı, amacına ulaştırır. Dolar diyelim ki, 100 lira iken piyasaya giren büyük oyuncu, elindeki parasal güçle doların değerini etkileyebilecek alımları yapar. Bu bir adım sonra, diğer oyuncularca da algılanır ve hemen, dolara (ya da belli bir hisse senedine) hücum başlar ve aslında zaten yükselmiş olan kurdan veya fiyattan, büyük oyuncu, aldıklarının hepsini satar. Belki de seans sonunda, fiyatlar eski düzeyine de geri dönebilir; ama bu arada, büyük oyuncu, büyük kazanç elde etmiştir bile.

Aşağıda, konuyu daha detaylı ele almak üzere, Soros’tan örnekler aktarılacaktır. Bu yolla, aslında üzerinde konuştuğu-muz konunun boyutları hakkında da bilgi sahibi olmuş olaca-ğız. Elbette burada, borsa kadar döviz üzerine oyunlar da göre-ceğiz. Zaten bizim amacımıza da tamamen uymaktadır. Burada okuyucu, konuyu izlemeye, bir anlamda bu kumarın, bu oyu-nun nasıl oynandığını anlamaya çalışmalıdır. Rant ekonomisi ya da kapitalist sistem içinde üretimin arka plana itilmesinin mantığını, en iyi böyle anlayabiliriz ki bu zaten bizim amaçla-rımızdan biridir ve izninizle belirtmek isteriz ki, “küreselleşme” denilen ve aslında bir yandan kapitalist-emperyalizmin mutlak zaferini ilan eden süreci anlamak, finansal piyasalarda ortaya çıkan bu durumu, kapitalizmin modern tefeciliğini anlamakla olanaklı olacaktır.

Soros’tan aşağıdaki aktarmalar, belki de konuyu anlatmak için en iyi örnekler olmayabilir; ama birincisi doğru, gerçektir-ler, ikincisi de bizzat kapitalizmin dâhi çocuklarından birinin oyunun en üst düzey oynanış tarzını göstermeleri bakımından seçilmiştir. Uzun aktarmalara neden olursa, şimdiden okurdan sabır istemek dışında yapacak bir şey yok. İzleyelim.

“1993 Temmuzunda bir akşamüstü, yeni bir küresel finans fırtınasının tam ortasında kalan New York’taki eski bir dos-tumla, Robert A. Johnson’la tesadüfen bir telefon görüşmesi yaptım. Rob Johnson MIT ve Princeton’da eğitim görmüş bir iktisat doktoru, Federal Reserve’in araştırma bölümünde ye-tişmiş, Senato’nun bütçe ve bankacılık komitelerinde bulunmuş

Page 208: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

208

bir uzmandı. Stratejik spekülasyonlarıyla bütün kıtalara deh-şet saçan ünlü George Soros’un bir ortağı olarak, küresel finans tüccarlarının en yüksek saflarında çalışıyordu.

“Rob telefona geldiğinde, sesi adeta adrenalin yüklüydü, hızlı hızlı konuştukça elektrik saçıyordu.

“ ‘Ne gün ama’ diyordu, ‘Soros’la birlikte çalışmaya başladı-ğımdan bu yana hiç bu kadar çok tahvil satın almamıştım. Bugün, Fransa, Danimarka, Portekiz, İspanya ve dünyanın her yerinden neredeyse 4 milyar dolarlık tahvil satın aldık. Biz kürekle tahvil atarken Avrupa hâlâ orada duruyordu. Özser-mayeye muhtemelen bir buçuk milyar dolar ekledik.

“ ‘Piyasa fiyatının on puan üzerinde ödüyorduk. İki ya da üç puan fazla ödemeniz halinde, insanlar sizi temizlemekte ol-duklarını düşünürler. Bu kez, beş on senti gözetseydik, iste-diğimiz bütün tahvilleri alamazdık. Bu düşünceyle harekete geçtik.

“ ‘Öte yanda insanlar ne yapmakta olduğumuzu anlayamıyor-lardı, ancak fiyat öylesine iyiydi ki, bize satış yapmak zorunda kaldılar. Zaman zaman bu insanların neden bu kadar kısa görüşlü olduklarını merak ediyorum. Şöyle düşünebilirlerdi: Soros bu tahvillere bu fiyatı verdiğine göre, onları elde tutsak daha iyi olur. Zekâsı olan böyle düşünürdü.’

“Johnson oyunu açıklayana kadar, bütün bu sözlere bir an-lam veremedim: George Soros piyasada yeni ve cesurca bir pozisyon alma girişiminde bulunuyor, öteki oyuncuların; ama aynı zamanda hükümetlerin ve merkez bankalarının da bir iki adım önüne geçiyordu. O sabah, Alman merkez bankası Bundesbank, Alman faiz oranlarını başkalarının beklediği gibi düşürmeyi başaramayınca Avrupa’da yeni bir nakit kri-zi tetiklenmiş oldu. Durumu değerlendiren belli başlı piyasa oyuncuları Fransız frankına ve Avrupa’daki diğer zayıflayan paralara karşı, değerlerinin düşeceği beklentisiyle, ağır bir spe-külasyona giriştiler.

Page 209: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

209

“Soros ortakları ikinci bir sıçrama yapmaya karar verdiler: Açıktan döviz satışı yerine, Avrupa’nın her yerinden tahvil ve hisse senedi, hükümetler spekülatörlere teslim olduklarında, faiz oranlarını düşürüp paralarını devalüe ettiklerinde değeri artacak mali varlıkları satın aldılar. Mantık bir taşla üç kuş vurmaktı.

“Mali oyuncular, Bundesbank’ın o sabah Frankfurt’ta hareke-te geçmemesiyle ateşlenen siyasal krizle oynuyorlardı. İspanyol pesetasından Hollanda guldenine kadar kıtanın belli başlı paraları, Avrupa’nın Döviz Kuru Mekanizması-döviz de-ğerlerinin sabit bir bant içinde tutulması aracılığıyla Alman markına bağlandı. Alman markı en güçlü para ve bu sistemin çıpası olduğu için, Bundesbank esas olarak bütün Avrupa için parasal siyaseti belirliyordu. Bundesbank faiz oranlarını yük-selttiği ya da kurları yüksek tuttuğu zaman, diğerlerinin bunu izlemekten başka seçeneği yoktu. Aksi halde kendi paraları yatırımcılar tarafından hızla elden çıkarılacak ve değer kay-bına uğrayacak, yani Avrupa Döviz Kuru Mekanizması’nın (ADKM) gerektirdiği zeminin de altına düşecekti.

“Fransız frankı ve diğer paralar ADKM marjlarına çok ya-kın bir düzeyde seyrediyordu. Ancak hükümetler yüksek faiz oranlarından kurtulmaya çalışıyorlardı, çünkü her ulus reses-yon içindeydi ve işsizlik oranları %10 ile 13 arasındaydı. Yeni bir faiz oranı artışı kendi ekonomilerini biraz daha ezecek-ti. Hükümetler Alman markına ayak uydurmalı, hatta bunu yapmak için faiz oranlarını yükseltmeli miydiler? Yoksa, kendi iktisadi acılarını azaltmak için döviz kuru sisteminden çık-manın utancına katlanacaklar mıydı? ADKM’nin dağılması halinde, Avrupa’nın ortak parayı ve iktisadi birliği öngören 1997 vizyonu tahrip olmasa da ertelenecekti. Soros ve diğer spekülatörler hükümetlerin topu farklı biçimlerde atacaklarını düşünüyorlardı.

“ ‘Fransızlar oranları düşürmek zorunda’ diyordu Rob John-son. ‘Gerçekçi olmak gerekirse, Fransız faiz oranları uzun vadeli tahviller için yüzde dört civarında olmalı. Şimdilik bu

Page 210: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

210

oran yüzde yedi kadar. Sistemi ihlal ederlerse, faiz oranları çö-ker ve büyük bir tahvil ve öz sermaye yarışına girersiniz. Bun-desbank oranları düşürmeyi reddederse Fransa’da siyasal kriz yaratmış olur. Fransızların Almanlara inancı tamdı, ancak Almanlar günlük çıkarlarını kolluyorlardı. Fransa, Almanla-rı birleşik Avrupa’ya olan inançlarını göstermeye zorladılar. AT’nin Avrupa’nın çekirdeğinde yer alan bir Fransız-Alman ittifakıyla yönetilmesini tasarlıyorlardı. Şimdi sıkışmaya baş-ladılar.’

“New York ve Londra’dan, Singapur ve Zürih’e kadar dünya-nın belli başlı para tüccarları, Fransız ve Belçika franklarına, Danimarka kronuna, Portekiz eskudosuna ve İspanyol peseta-sına karşı cephe kurdular, büyük miktarlarda satarak, değerle-rini düşürerek, ADKM’nin kırılma noktasına yaklaşarak.

“Avrupa’nın merkez bankaları, kendi döviz rezervlerinde stoklanmış Alman markını kullanarak muazzam miktarda frank, peseta ve diğer paraları satın almaya, zayıf paraları var güçleriyle, kolektif olarak savunmaya çalıştılar. Merkez bankaları piyasaya daha çok Alman markı satarak, bir yandan Alman markının değerini yumuşatıyorlar, eşzamanlı olarak da, piyasaya müdahale ederek daha zayıf paraların fiyatını yükseltiyorlardı; amaç da buydu. Birkaç saat içinde 15 milyar Alman markı (yaklaşık 8.7 milyar dolar) harcadılar.

“Merkez bankaları kaybetti. Bundesbank piyasadan gelen baskılara karşı durdu ve oranları düşürmedi. Ancak ADKM dağıldı. Dört gün sonra hükümetler uysal bir tutum alarak, ADKM için yeni ve çok daha geniş bir döviz ilişkileri ban-dını benimsemekte olduklarını ilan ettiler. Bu, zayıf parala-rın düşmesine ve faiz oranlarının indirilmesine izin veren de facto bir teslimiyeti ifade ediyordu. Kriz çözüldü, ADKM’nin ayakta olduğuna ve Avrupa Birliği’nin raydan çıkmayacağı-na dair kararlı deklarasyonlarla sorunun üzeri örtüldü. Ancak bütün taraflar olanların anlamını kavramışlardı: Mali ser-maye bir kez daha belli başlı hükümetlerin hakkından gelmiş ve onları kendi iktisadi siyasetlerinden vazgeçmeye zorlamıştı.

Page 211: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

211

Avrupa’nın birleşme vizyonuna kara bir gölge düştü.” (Willi-am Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 317-320).Burada, Soros tarafından başlatılan bir spekülatif operas-

yonun, hem milyarca dolar gelir getirisini izliyoruz, hem de bunun doğrudan siyasal ve ekonomik sonuçlarını. Avrupa’yı etkileyen bir operasyon, Amerika’daki bir ofisten yürütülebili-yor. İzninizle şu soruyu soralım: Soros, internet ve iletişimi, bil-gisayar teknolojisini istemezse kim isteyebilir? Devam edelim, acaba, iletişim teknolojisi geliştiği için mi Soros rahat ediyor (ki öyledir), yoksa Soros’un ihtiyacına (ve elbette onun benzerleri-nin de) göre mi iletişim teknolojisi geliştiriliyor? Bu soru size şu anda biraz tuhaf geliyor olabilir; ama ilerleyen bölümlerde, computer teknolojisi üzerinde de duracağız.

W. Greider, burada son derece yerinde bir gerçeğin altını çiziyor. Bir kere daha tekrarlamak pahasına, alıntılayalım: “Mali sermaye bir kez daha belli başlı hükümetlerin hakkından gelmiş ve onları kendi iktisadi siyasetlerinden vazgeçmeye zorlamıştı.” Demek ki daha şimdiden, iki olgunun altını çizebiliriz. Birin-cisi, birkaç saatte, yüzlerce milyar dolar kazanmak mümkündür. Bu ise elbette, devasa holdinglerin yıllık cirolarından fazla, Tür-kiye ekonomisinin GSMH’sinin neredeyse yarısı demekti ve ikincisi, merkez bankalarının durumudur. Türkiye 2001 krizin-den sonra döviz rezervlerini yaklaşık 30 milyar doların üzerinde tutmaya başlamıştır. Pek çok uzman ekonomist, bunu yüksek miktarda bir rezerv olarak değerlendirmektedir. Oysa Soros’un bir operasyonda kazandığı para, bunun üç katına çıkabilmekte-dir. Bu durum merkez bankalarının rolü ve anlamı konusunda ciddi değişikliğin işaretidir. Sömürge ülkelerde merkez banka-ları, tamamen uluslararası sermayenin isteklerine uygun parasal politikalar oluşturmak için işlev görmektedir ve emperyalist merkezlerde ise merkez bankaları, bu finansal sermayenin pa-ralelinde davranışlar göstermek, onlarla ortak davranmak gibi davranışlar göstermektedirler.

Soros ile ilgili aktarmalara devam edelim. Soros, Eski Sovyet ülkelerinde, son dönemde renklerle isimlendirilen ayaklanmala-rın da finansörüdür. Ülkemizde de, “sivil toplum örgütlerine” açık çağrı yapıp, bunlara yardım dağıtacağını ilan etmiş bulunuyor:

Page 212: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

212

“George Soros -kentli, parlak ve aşırı zengin- bu dünyasal gücün kibirli simgesiydi. Macaristan’da doğmuş ve Londra’da eğitim görmüş bir Amerikalı, İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizmden kaçan bir göçmen olan Soros, stratejik finans duy-gusu sayesinde büyük bir servet edinmişti. Soros’un Quantum Fund’u yaklaşık 11 milyar dolar değerindeydi ve bunun büyük bir bölümüne tek başına Soros sahipti. Bu seferki oyunu biraz düş kırıcı oldu: Öteki ekonomiler konusunda haklı çıkarken, Bundesbank konusunda hata yaptı. Milyonlar kazanırken, kriz beklediği şiddetli rekabete, bir gece içinde yüz milyonlar kazandırabilecek fiyat yükselişlerine yol açmadı.

“Soros saldırıya uğradı. Fransız siyasetçileri ve basını, Avru-pa topluluğunu zayıflatarak uluslararası anlaşmazlıklardan kâr sağlayan ‘Anglosakson spekülatörler’i suçladılar. Avrupa Komisyonu’nun Fransız başkanı Jacques Delors onları ‘altın çocuklar’ diyerek aşağıladı. Bazı ifadeler eski tipteki Avrupa anti-semitizmini hatırlatıyordu. Soros, franka karşı spekülas-yon yapmadığını, aslında ortak bir Avrupa parasını büyük bir tarihsel proje olarak desteklediğini söylediyse de kimseyi inan-dıramadı. Soros’un yeni demokratik kurumları desteklemek için yüz milyonlar harcadığı Doğu Avrupa’da, anti-semitik görüşler daha kaba biçimde ifade edildi.

“ ‘George Soros hükümetlerin blöfüne meydan okudu’ diyordu Rob Johnson. ‘Onların işi her şey denetim altındaymış gibi davranmaktır. Soros ise bu yanılsamayı dağıtan bir gücü tem-sil eder. Hükümetlerle dalga geçecek kadar güçlü ve çok zengin bir adamın ritüeli ürkütücüydü. İnsanları rahatsız eden buy-du. Ancak George Soros, ülkesinin sağlam bir iktisadi siyaset izlemesi halinde tehlikeli değildir.’

“On ay önce Soros’un fonu, İngiliz hükümetinin ‘sağlam ol-mayan’ bir siyaseti savunmakta olduğunu kanıtlayan kısa bir egzersizle 950 milyar dolar kazanmıştı. İngiliz basını buna Kara Çarşamba dedi ve Soros’u ‘Bank of England’ı zora sokan adam’ olarak isimlendirdi. Eylül 1992’de, sterlin 2.85 Alman markı civarındaydı. Bu sayı ADKS’nin belirlediği 2.77 ban-

Page 213: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

213

dına tehlikeli biçimde yakındı. Saygıdeğer merkez bankası, ül-kedeki resesyon koşullarına rağmen bandın içinde kalarak ya-bancı parayı kendi parasına çekmek için faiz oranlarını yüksek tutmak zorunda kaldı. Bu arada Soros muazzam miktarda sterlin sattı. 10 milyar doları bulduğu tahmin edilen bu satış, Britanya’nın çizgisini etkiledi.

“Kara Çarşamba’nın öğle saatlerinde, İngiltere Maliye Baka-nı Norman Lamont ülkesinin asla boyun eğmeyeceğini ve faiz oranlarını %2 oranında yükselteceğini cesaretle ilan etti. Hü-kümetin sterlini savunmak için 15 milyar dolar borçlanmayı düşündüğünü söyledi. Bunun üzerine Soros, “çok şaşırdık” dedi, ‘çünkü biz de tam bu kadar satmak istiyorduk.’ Akşam saat-lerinde, BK hükümeti yan çizdi ve sterlini döviz kuru siste-minden çıkardı. İtalya da liret için savaşmaktan vazgeçmişti. Eşgüdüm halinde davranan öteki döviz oyuncularının konu-munu değerlendiren Soros yaklaşık iki haftalık bir yatırımla 2 milyar dolar tutarında bir kârı realize etti.” (William Grei-der, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 320-322).Burada sözü edilen rakamların büyüklüğü, o kadar açıktır

ki, belki de dikkat etmeyen bir okura, hikâye gibi gelmektedir. Hani hikâyelerde, kumar masasında bir anda çok paralar ka-zanan kişilerin öyküleri anlatılır ve kimseye inandırıcı gelmez. Hani, avcıların yalanlarla bezenmiş abartılı öyküleri vardır ki, kendileri bile inanmazlar. Burada yüksek rakamlar anılırken, insanın bunları masal gibi izleyip, inandırıcı bulmaması ya da anlamlandıramaması çok olasıdır.

Biz yine de bu eğitici öyküyü izlemeye devam edelim; zira, W. Greider, son derece yerinde soruları eklemeyi unutmuyor.

“George Soros’un bu kadar cesur davranmasına yol açan neydi? Yıllarca tekrar tekrar açıkladığı gibi, Soros’un temel yatırım stratejisi piyasa algılarındaki temel hataları, ekonomi ve siya-setin temel gerçekleriyle uyuşmayan, piyasalar ve hükümetler bir kez kabul etmek zorunda kaldıklarında keskin biçimde ter-sine dönecek olan fiyatları ya da siyasal kanaatleri saptamak-tı. Soros’un temel oyunu o anın ilersinde bir pozisyon tutmak ve diğerlerinin ışığı görmelerini beklemekti. Bazen bu birkaç

Page 214: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

214

saatlik ya da günlük bir meseleydi. Aldığı pozisyonlar, daha sık olarak, gerçekleşmesi haftaları ya da ayları alabilecek daha derin tahminlere dayanıyordu.

“Bu örnekte Soros, sterlinin İngiliz ekonomisinin gerçek çıktı-larına kıyasla daha fazla değer kazandığı; ama aynı zamanda hükümetin iç siyasal nedenlerden ötürü kendi konumunu muh-temelen savunamayacağı sonucuna varmıştı. Britanya’nın mali sistemi, aylık ödemeleri piyasa faiz oranlarıyla birlikte dalgalanan değişken oranlı ipoteklere ve diğer borçlanma araç-larına bağımlıydı. Böylece, Bank of England sterlini savun-mak için oranları yükseltirken, Britanyalı yurttaşlar ve iş çev-releri üzerinde büyük bir baskı yaratıyordu. Oranları yükselt-menin alternatifi -mali piyasalardan sterlin almak- Soros’a göre spekülatörlerden önce hükümet kaynaklarını tüketecekti. Bank of England, sonunda, bu mücadele için 20 milyar dolar tüketti. Bu paranın bir kısmı Soros’un Quantum Fund’una gitti.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 322).

“Cesaretinin ardındaki ayırt edici nitelik, Soros’un ekonomi-nin ortodoksilerini entelektüel bakımdan küçük görmesiydi. Yıllar önce Soros’un bir kitapta açıkladığı iktisat teorisi bilgili kişilerin akılcı seçeneklerine dair bir varsayımla başlar. ‘Sonuç doğa bilimlerine benzeyen, ancak gerçekliğe uygun düşmeyen büyük bir teorik zarafettir’ diye yazıyordu Soros. ‘Bu ideal bir dünyayı yansıtır... İnsanların mükemmel olmayan bir anlayış temelinde davrandıkları ve dengeye ulaşılamayan gerçek dün-yaya pek uygun değildir.’

“İktisatçıların bakış açısından piyasalar haklı ve akılcıdır; pi-yasa fiyatları çeşitli riskleri azaltarak geleceği doğru biçimde yansıtır. “Biz zıt bir bakış açısıyla hareket ediyoruz” diyordu Soros. “piyasa fiyatlarının, geleceğe ilişkin tahmini bir görü-şü temsil etmeleri anlamında daima yanlış olduğuna inanı-yorum.” Ayrıca mali piyasaların yanlış algılarının gelecekteki olayları da, yatırımcıların özgün hatalarını doğrulayacak şe-kilde fiyatları gerçekliğin dışına sürerek etkilediğini açıklıyor-du. Yanlış algılamalarla piyasa eylemleri arasındaki bu sürekli

Page 215: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

215

etkileşim, Soros’un, fiyatlarla gerçeklik arasındaki daha büyük kâr fırsatları sağlayan temel kopuşları saptayarak kullandığı hareket alanını yaratıyordu.

“Soros’un yöntemleri ilk kez 1987 tarihli The Alchemy of Fi-nance adlı kitabında açıklandı. Soros kendi yatırım faaliyeti-nin aynı zamanda duygusal eğilimlerle yönlendirildiğini ka-bul ediyordu. “Profesyonel yatırımcıların ferasetine fazla saygı duymuyor, konumları ne kadar etkiliyse doğru karar verme yeteneklerinin o kadar az olduğunu düşünüyorum” diye yazı-yordu. ‘Ortağım ve ben kurumların gözdesi olan kısa vadeli hisseleri satarak para yapmaktan şeytani bir haz alıyorduk.’ Soros, hatalar yaptığını rahatça kabul etse de, o zamandan beri küresel finansın saygın bir simyageri haline geldi.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 323).Görüldüğü gibi, Soros, hiç de burjuva iktisat kitaplarında

göklere çıkartılan varsayımlara, piyasanın görünmez eline inan-mıyor. Tersine, bunun dışında davranıyor ve böyle düşünen uz-man iktisatçıları ise açıkça hor görüyor. Diğer, para sihirbazları ya da simyacıları da aslında Soros gibi düşünürler. Sadece So-ros, bunları açıkça yazıyor ve kendi fonundan, dünyanın kritik ülkelerinde siyasal operasyonlar yapmaktan da çekinmiyor. Bu aynı Soros, Türkiye’de ağırlandığında ‘sizin en iyi ihraç malınız askerinizdir’ demekten geri kalmayan Soros’tur.

“Kişisel parlaklık bir yana, Soros gibi para spekülatörleri kü-resel sistemde görülen büyük siyasal kopuşa ilişkin temel bir içgörü temelinde faaliyet gösterirler. İstikrarı güvence altına alması beklenen ulusal hükümetler iki dünya arasında sıkışıp kaldılar: İç ekonomiler karşısındaki kendi yükümlülükleri ve küresel pazarın yeni gücü. Merkez bankaları ve seçilmiş hü-kümetler sürekli biçimde ikisi arasında seçim yapmak zorunda kaldılar: Ya kendi ekonomilerini savunacaklar ya da küresel oyuncuların hızlı ve kayıtsız yargılarına boyun eğeceklerdi. Bu, siyasal liderler için çoğu kez bir ‘kazanan yok’ seçeneğiydi, çünkü piyasaların ‘sağlam iktisadi siyaset’ fikrine boyun eğmek, genellikle kendi ekonomilerini baskı altına almalarını, işsiz-liğin artmasını, sosyal harcamaların kesintiye uğratılmasını

Page 216: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

216

gerektiriyordu. Mali sermayenin tatmin olması bir sonraki seçimin kaybedilmesine yol açan bir formüle dönüşebilirdi.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 324).Burada da açık olarak, finansal oyuncuların, finans serma-

yesinin gücü ortaya konmuş oluyor. Küresel oyuncular, sadece para kazanmakla kalmıyorlar. Ciddi bir güç olduklarını da orta-ya koyuyorlar. Milyarlarca doları, hatta trilyonlarca doları nakit hâlde tutan bu oyuncular, artık üretim ile büyüyen ve kârlarına kâr katan kapitalistlerden çok daha aktif olduklarını ortaya koyuyorlar. Kaldı ki, bu noktada sadece Soros örneğini eğitici bulsak da, aslında finans sermayesi dediğimiz tekelci sermaye-den ayrı değildir. O kadar ki, CityGrup, onun altında yer alan CitiBank gibi kurumların operasyonları, Soros’unkileri aratma-yacak güçte ve büyüklüktedir.

“Soros ve Johnson gibi oyuncular, temel konularda fikir oluş-turdukları zaman, ekonominin yanı sıra siyaset hakkında da karmaşık değerlendirmeler yapıyorlardı. Piyasa teorisinin ak-sine gerçek dünyada iki alan, her oyuncunun anladığı ve çeşitli para krizlerinin ortaya koyduğu gibi, birbirinden ayrılamaz-dı. İngiliz hükümeti sterlini savunurken ülke içindeki borçlu-ları, yumuşamak zorunda kalana kadar ezebiliyordu. Derin tarihsel nedenlerden ötürü Fransa, Almanya’ya yakın durmak istedi ve bu siyasal hedefin bedeli olarak daha yüksek işsizliğin verdiği acıyı sineye çekti. Almanlar, kendi siyasal nedenlerin-den ötürü, acı eşiğini daha yüksek tuttular.

“Soros bunun nedenini anladığı kanısındaydı. Almanya görü-nüşte Avrupa’nın bileşmesine bağlıydı, ancak parasal siyasetin yeni bir Avrupa merkez bankası tarafından yönetildiği tek bir para sisteminin fiilen benimsenmesi halinde, Bundesbank hakimiyetini kaybedecekti. Alman merkez bankası enflasyona karşı önce Almanya’yı savunuyor, oranları yüksek tutuyor ve krizi diğer ekonomiler için derinleştiriyordu. Ancak bu da bir-leşik bir Avrupa hedefini sinsice tahrip ediyordu.

“Sterlin krizi devam ederken, Soros, Bundesbank Başkanı Helmut Schlesinger’le yaptığı konuşma sırasında bu reelpoli-

Page 217: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

217

tiğin ipuçlarını yakaladı. Schlesinger, tek bir Avrupa parası anlayışına sıcak baktığını, ancak bu paraya mark denilmesini tercih edeceğini söylemişti. Soros bu sözlerden Bundesbank’ın ERM sistemini savunmak için kendi önceliklerini feda etme-yeceği sonucunu çıkardı ve ardından spekülatif atağa başladı.

“Aynı türden siyasal-iktisadi açmazlar, iç faiz oranlarıyla ulus-lararası sermaye hareketlerinin birbirine ters düşen gerekleriyle uğraşan başat merkez bankaları olarak Federal Reserve ve Ja-pon Bankası’nı da etkiledi. Amerikalı serbest piyasa havarisi Milton Friedman, yirmi yıl önce, hükümetlerin ‘dalgalı döviz kurları’ sistemiyle parasal değerleri belirlemesine izin verme-leri halinde, merkez bankalarının ana fonksiyonlarını para arzının ve enflasyonun denetimi üzerinde yoğunlaştırmak-ta özgür olacaklarını öne sürmüştü. Küresel pazarlar merkez bankalarının iç siyasal kararlarını tekrar tekrar ve yüksek sesle ilan ettikçe -bazen kasten, bazen rastlantıyla- Friedman’ın kehanetinin kabaca tam tersi gerçekleşmiştir.

“Bu kopuş -ulusal hükümetlerin birbirine ters düşen hedefleri benimsemeleri- hükümetler bir kez küresel finansın kuralsızlı-ğını kabul ettiklerinde ve sermayenin sınırları aşarak serbestçe hareket etmesine izin verdiklerinde belki de kaçınılmazdı. En dramatik sonuçlar para alanında görüldü, çünkü para, 1973’te eski Bretton Woods sabit döviz kurları sisteminin terk edilme-siyle birlikte tamamen serbest bırakılan ilk mali varlıktı. O günlerde döviz piyasası ticareti kolaylaştırmayı amaçlıyordu ve büyüklüğü önemsizdi. O sırada günde 10 ya da 20 milyon dolar devrediyordu. Günümüzde, yani yirmi yıl sonra bu sayı günde 1 trilyon 200 milyar dolara ulaşmıştır.” (William Gre-ider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 324-325).Burada da döviz piyasalarındaki günlük hacme dikkat çek-

mek yerinde olacaktır. 40 trilyon dolarlık dünya toplam yıllık gayri safi hasılasına karşılık, sadece günlük olarak 1 trilyonu aşan -ki aşağıda buna ilişkin yeni bilgiler de verilecektir- gün-lük döviz işlemi hacmi! Oldukça düşündürücüdür.

Paradan para kazanma, kumarhane-kapitalizmi, ister iste-

Page 218: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

218

mez bizi, para piyasaları konusunda ortaya konan uluslararası düzenin tarihine bakmaya da itiyor. Burada, bizim ihtiyacımız açısından bir özeti, zaten W. Greider yapmış bulunuyor. Onun için daha fazlasına yönelmeden, aslında her yerde bulunacak bir özetlemeyi de Greider’den aktaralım. Burada, aynı zamanda para sisteminin kısa bir tarihi de var. Fakat, bu konuda meraklı her okur, konu ile ilgili sayısız kaynak bulmakta zorlanmaya-caktır.

“II. Dünya Savaşı’ndan 1973’e kadar ABD doları dünya pa-ralarının istikrar çıpası olmuştu ve Birleşik Devletler sabit döviz kuru sistemini kendi altın rezervleriyle garanti altına almıştı. Bir ons altın 35 dolar değerindeydi ve diğer uluslar, eğer isterlerse doları altınla değiştirebiliyorlardı. Bu sistem Amerika dahil her hükümete mali disiplin getiriyordu. Ancak 1960’ların sonunda dolar enflasyonu arttıkça ve ABD altın rezervleri azaldıkça, bu garanti sürdürülemez hale geldi. Ric-hard Nixon hükümeti ilk kez 1971’de doları devalüe etti -yani öteki paralarla değişim oranını düşürdü- ve iki yıl sonra Bret-ton Woods anlaşmasını tek taraflı kaldırarak ‘altın penceresini kapattı.’

“Para gerçek düzeyini piyasada serbestçe aramaya başladı. Yirmi yıl sonra hâlâ aramaya devam ediyor ve zaman zaman geniş yalpalamalar yapıyor. Bretton Woods’tan bu yana kabaca izlenen ölçüye göre, 1995’te altının bir onsu 380 dolar olmuştu. Ancak altın fiyatı, siyasal huzursuzluk ya da iktisadi korku-lardan kaynaklanan piyasa akımları yüzünden geniş salınım-lar gösterebiliyordu. Soros 1993 baharında ortaya çıktığında, altın satın alıyordu. Altının onsu önce 50 dolara çıktı, sonra yeniden geriledi. Yükseliş Çin’in yeni milyonerlerine atfedildi. Bu milyonerler, servetlerini denizaşırı ülkelerde biriktirerek oyunu Amerikalılar gibi oynamaya başlamışlardı.

“Ticaretteki hızlanma para piyasasının yanı sıra öteki piya-salara da -tahviller, hisse senetleri, ticari senetler, hatta ipotek senetleri- yayıldı. Belli başlı hükümetler sermaye giriş çıkışları üzerindeki denetimlerini evreler halinde kaybetmeye, ulusal

Page 219: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

219

pazarlar yabancı firma ve paralara adım adım açılmaya baş-ladı. Almanya 1981’de sermaye girişleri üzerindeki denetimini çekti; Japonya sistemini daha yavaş liberalleştirdi; 1990’ların başında hâlâ engelleri kaldırmaya devam ediyordu. Sonuç ola-rak, McKinsey’e göre küresel tahvil ticareti 1980’lerde günlük 30 milyar dolardan 500 milyar doların üzerine çıktı.” (Willi-am Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 325-326).Burada duralım ve özellikle son paragraftaki verileri ele

alalım.1. Ticaretteki hızlanmadan söz ediliyor. Doğru ve yerinde bir gözlemdir. Başlangıçta kapitalist birikim içinde ticaret çok önemli rol oynamıştı. Konu Marx tarafından detaylı ele alınmıştır. Biz sadece, bugün, şunu eklemeliyiz: Kapitalizmin doğuşu ve yükselişinde, ticaretin içinde ele alınmayacak kadar geniş iki ticarî ilişki önemli bir yer tutmuştur; köle ticareti ve yeni dünyanın yağması. Elbette bunlara da ticaret diye bakılabilir ve onun altında ele alınabilir; ama o kadar önemlidirler ki, üzerlerinde önemle durmalıyız. Burada bizim görüşümüz şudur: Köle ticareti ve yeni dünyanın yağması, kapitalist sistemin doğuşu ve yükselişinde normal ticaretten çok daha fazla ağırlığa sahiptir. Normal ticarî ilişkiler içinde on yıllar sürecek olan sermaye birikimi, köle ticareti ve Latin Amerika’nın yağması ile kısa sürede sağlanabilmiştir. Bu elbette kapitalizmin doğuşu ve yükselişinde, niteliksel bir farklı açıklama demek değildir, sadece niceliksel; ama önemli bir açıklamadır.

Bugün de, yani modern kapitalizmi açıklarken de, bu tica-retin boyutlarında bir genişlemeden söz ediyoruz. Bunu hem, en büyük şirketler içinde ticaretle uğraşan şirketlerin artan ağırlığı ile görebiliyoruz, hem de dünya çapında ticarî alanda meydana gelen gelişimle görebiliyoruz. Kapitalizm tefecilikle başlamıştır ve daha büyük çaplı tefecilik, onun sonunun geldiğinin işareti olacaktır. Bunun içine ticareti de koymak mümkündür.

Ticarî alanın büyümesi üzerinde konuşurken, hemen ve tekrar olması pahasına, fabrikada yaratılan artı-değerin, pazar-da bölüşümünün ne anlama geldiğini hatırlatma zorunluluğunu duyuyoruz. Bunun detaylarını, zaten özetlemiştik. Demek ki, yaratılan artı-değerin bölüşümü, gerçekleşmesi ve bunun hızı

Page 220: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

220

oldukça büyük öneme sahiptir. Bu üretilen artı-değer miktarı, toplam olarak ne kadar büyürse, kitlesel üretim ne kadar geli-şirse o kadar daha önem kazanacak ve kapitalizmin aşırı-üretim krizini de büyütecektir. Çelişkinin bu yönü, bizzat kapitalizmin kendi iç mantığının sonucudur.

2. Ticaret para piyasasını büyüttükçe, bu finansal alanda spekülasyon yapma olanaklarını da büyütüyor ve bunun içine tahvil, hisse senedi alım satımı da dâhildir. Bu ise, hareketli sermaye ya da yatırıma dönüşmemiş, üretken olmayan sermayenin dolaşım baskısını artırıyor ve bu rant için bekleyen sermaye, kendine uluslararası bir düzen, bir çerçeve, bir akış kanalı arıyor. Küreselleşme diye bize yutturulan şey, gerçekte budur. Yoksa kapitalist sistem içinde zaten sermaye uluslararasılaşmaktadır; ama bu temel unutulmuş, finans pazarı öne çıkmış ve bu öne çıktıkça, işin adını da ona göre şekillendirme süreci başlamıştır. Yazar bize, bu noktada yasal düzenlemelerin tarihi seyri konusunda da bilgi vermektedir. tahvil ticaretinin, 10 yılda, 30 milyar dolardan 500 milyar dolara çıkmış olması, bize rant ekonomisi ya da modern kumarhane hakkında önemli bir veri vermektedir. Hiçbir ekonomi, gerçek anlamı ile bu denli büyümemiştir. Devam edelim ve Greider’i dinleyelim.

“Ulusal borsalar çok daha yavaş oluşuyordu, ancak hisse senedi ticareti 1980’den 1992’ye kadar %17 oranında artış gösterdi. Bu sayı OECD uluslarının iktisadi büyüme oranından yedi kat daha hızlıydı. Ticaret alanı, ticari banka kredilerinin gü-vence altına alınmasıyla birlikte daha da genişledi. Bir gü-venlik enstrümanı olarak ipotek karşılığı krediler piyasalarda alınıp satılabiliyordu.

“Bütün bunların riskini azaltmak için, yatırımcıları ulusal faiz oranları, paralar ve diğer değişkenlerde görülebilecek ani değişikliklere karşı koruma amacıyla, karmaşık ve türetilmiş yöntemler yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. Bu yöntem-ler de değişken bir oyun kaynağı oluşturuyor ve büyük risk ta-şıyorlardı.

Page 221: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

221

“Özetle, mali küreselleşme süreci hâlâ devam etmektedir ve tamamlanmamıştır. Erdemleri ne olursa olsun, sermayenin ‘tek dünya’ içinde birleşmesi daha geniş yalpalamalar ve daha ani sürprizler vaat etmektedir, çünkü yatırımcıların tepkileri neredeyse anında bütün küresel sisteme şoklar halinde aktarı-lıyordu. “Yatırımcılar akışkan makineler gibidir” diyordu Rob Johnson. “Daha yüksek getiriye ve daha kârlı girişime doğru akacaklardır. Herkes, uyum sağlama çabası içinde bazen geri çekilmekte bazen ileri atılmaktadır. Asla dengeye ulaşamayan, sürekli olarak kaynayan bir yerleşme süreci yaşanmaktadır.”

“Zaman zaman ortaya çıkan krizler bu durumu geçici olarak görünür hale getiriyordu, ancak yükü taşıyan mali sermayenin kümülatif gücüydü. ‘Gerçek öykü’ diyordu Johnson, ‘sermaye en iyi değer bulacağı yere hareket ettikçe varlıkların daha derin akışıdır. Bu karmaşık ve yavaş hareket eden bir süreçtir, ancak baskı oluşturur. Tıpkı bir duvara baskı yapan su gibi. Duvar suyun gücüne dayanamadığı zaman, İngiliz sterlini çöker ya da Avrupa para sistemi dağılır, ancak asıl drama hidrolik güç-lerin yeniden inşa olmasıdır.’

“Bu dramada yer alan belli başlı hükümetler, kendi ulusal ser-maye taleplerine derin biçimde teslim oldukları için oldukça zayıflamışlardı. Finans hacimlenip güçlendikçe, finans akışla-rını istikrarlı hale getirmeye ya da yönlerini etkilemeye çalışan hükümetler geride kalmaya başladı. Soros zaman zaman bir piyasa zaferiyle övünür, ancak itiraflarda da bulunur. Sterlin krizi sırasında şöyle diyordu: ‘Ben sadece sürünün bir üyesiyim. Çoğundan daha büyük ve daha başarılı olsam da, pek çok kişi-den biriyim. Şu anda bile, yarattığım etki daha çok bir yanıl-samadan ibarettir.’

“Bu bir tevazu gösterisi değildi: Şöhretine rağmen George So-ros tek başına hükümetlerin üstesinden gelemiyordu. Kendisiy-le birlikte borsada pek çok kişinin bulunması halinde güçlüyü. Kabaca belirtmek gerekirse, olan buydu. Beraberindeki spekü-latörler düzenbaz yatırımcılar ya da gizli fon sahipleri değil, çeşitli kıtalardan en büyük mali kurumlardı. ‘Büyük banka-

Page 222: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

222

lar, ticaret ve yatırım bankaları, Soros’un ticari faaliyetlerini izleyerek ve hacmi genişleterek onun üzerinde sörf yapıyorlar’ diyordu Johnson.

“Çokuluslu bankaların danışmanı ve International Economy dergisinin editörü David Smick, piyasanın hükümete karşı et-kisiz rekabetini betimledi. ‘Piyasaya direnme süreci genellikle teatraldir, çünkü merkez bankalarının rezervleri görece çok küçüktür. Bunlar minnacıktır. Filler tepelerden inip gelirler ve yerliler düdük çalarak onları durdurmaya çalışırlar. Filler para sahipleridirler. Paraları devirebilirler ve merkez banka-ları onları durduramazlar.’ ” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 326-327).Demek ki, süreç, sürü hareketi şeklinde işlemektedir. Soros,

eğer bir kâğıdı alıyorsa, eğer bir alana para yatırıyorsa, mesela büyük rulet masasında diyelim ki, x numaraya milyarlar yatırı-yorsa, diğerleri onu izliyor ve hemen ellerindekini, Soros’un bir bildiği vardır mantığı ile oraya yatırıyorlar. Bu ise devasa bir güç oluşması demektir ve kriz, bu noktada patlamaya başlıyor. Soros (burada isim önemli değil, Soros ya da bay X olmuş, sonucu değiştirmez. Büyük ölçüde sermayeyi likit tarzda tutabilen kişi-lerden, gruplardan söz ediyoruz. Büyük çaplı rantiyelerden söz ediyoruz) ise bu noktada çoktan parasına para katacak ikinci hamleyi yapmış oluyor ve sahneden çekiliyor. Bu arada diğer-leri kaybetmeye başlamışlardır bile. Hızlı olan kazanıyor, parası fazla olan kazanıyor, hakkında sürü lideri imajı oluşan kazanı-yor. Diğerleri onu izleme hızlarına bağlı olarak kazançlı ya da kayıplı sonuçlara ulaşıyor.

Ve burada sözü edilen oyun öylesine büyüktür ki, merkez bankalarını sallayabilen büyüklüktedir. Bu nedenle, merkez bankalarının rolü tartışılıyor; ama ancak aklı az bir kişi, malî sermayenin, bu büyüklükte oynamak için, merkez bankaları-nı ortadan kaldırmak istediğini düşünebilir. Doğru değildir. Onların tek isteği, kendi oyunlarının “heyecanına” uygun, tüm düzenlemelerin yapılmasıdır. Bu konuda malî sermaye sadece daha akışkan değildir, aynı zamanda gerekli düzenlemelerin yapılması konusunda daha atak ve cezalandırma konusunda da

Page 223: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

223

daha hızlıdır. Bu nedenle, “küreselleşme” diye tartışılırken (bu konuyu ayrıca ele alacağız), tüm tariflerin malî sermaye açısın-dan yapılıyor olması şaşırtıcı değildir.

“Bu epik güç değişimi McKinsey’in küresel sermaye üzerine raporundan alınan sayılara yansır: 1983’te, beş büyük mer-kez bankası (Birleşik Devletler, Almanya, Japonya, Britanya ve İsviçre) döviz rezervlerinde 139 milyar dolar tutarlarken, başlıca döviz piyasalarında günde 39 milyar dolar el değişti-riyordu. Başka deyişle, merkez bankalarının ortak ateş gücü, piyasayı 3’te 1’e indirmişti. 1986’da ikisinin büyüklüğü aşağı yukarı eşitti. 1992’de güç dengesi tersine döndü: Günlük ti-cari faaliyetteki 623 milyar dolara karşılık bu büyük merkez bankalarının rezervi 278 milyar dolarda kalıyordu. Piyasa oyuncuları 2’ye 1 oranında büyüklük avantajı sağlamışlardı.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 327-328).Yoruma gerek var mı? Son derece çarpıcıdır; ama bir iki

noktayı not edelim: 1. Güç dengesinin tersine döndüğü an olarak, SSCB’nin

çözülüşü sonrası görülüyor.2. Bunun öncesinde, hemen tüm dünyada sermaye, 1985

sonrasında yoğun bir saldırı başlatıyor. Bu aslında sıkı-şan ve kendine yeni alanlar, yollar arayan malî serma-yenin isteklerine de son derece uygundur.

3. Bu miktarda sermaye, aslında merkez bankalarını, oyunda ciddi biçimde zorlar; ama bu zorlanma, esas olarak, istisnalar bir yana bırakılırsa, sömürge ülkeler veya sorunlu ülkeler merkez bankalarını, istemler liste-sini yerine getirmek üzere kullanılmıştır. Yoksa bunun dışında, kimse, kumarhaneyi batırmak istemiyor.

“Aynı dalga üzerinde ‘sörf yapmak’ bütün dünyada her büyük oyuncu günde yirmi dört saat aynı gerçekliğe elektronik olarak bağlı olduğu için, küresel sistemin doğal bir unsuru oldu. Bu gerçeklik değişen piyasa fiyatlarından, siyasal haberlerden ve oyuncu dedikodularından oluşuyordu. Soros başkalarının iz-lediği dünya çapında bir ‘guru’ olmaktan duyduğu üzüntüyü ifade ediyordu zaman zaman, ancak bu pek samimi bir tutum

Page 224: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

224

sayılamazdı, çünkü Soros gerektiğinde piyasada aldığı pozis-yonları basına açıklıyor ve başkalarını kendi sürüsüne katıl-maya davet ediyordu.

“Bunu yapmasa bile, Soros’un başlıca oyunları çok uzun süre gizli kalmıyordu, çünkü onun oyuncuları ne zaman alım sa-tım talimatı verseler, işlemler New York ve Chicago, Avru-pa ve Asya’daki büyük bankalar ve komisyoncular tarafından gerçekleştiriliyordu. Herkesin masası Soros’un neler yapmakta olduğuna dair haberlerle doluydu ve vaatkâr görünmesi halin-de firmalar onun oyununu aynen tekrarlıyorlardı. Soros’un pa-rasının yarattığı etki böylece artıyordu. Yeni iletişim teknolojisi küçük ve seçkin bir uluslararası finans topluluğu yaratmıştır. Bu topluluk bütün dünyada, hepsi aynı dili konuşan, rekabete rağmen çıkarları ortak olan 200.000 oyuncudan oluşuyordu.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s 328).İşte bu 200 bin kişi, biraz daha eklersek üzerine, dünyanın

ekonomik gidişatını belirliyor, büyük ölçüde belirliyor. Onlar için varolan hayat, herkesin dikkatini çekiyor; ama bu getiri, bu rant, kimin üzerinden kazanılıyor? Bu büyük kumarhanede, her gün bir başkası kazanıyor ya da çoğunlukla hepsi kazanıyor; ama acaba kaybeden kim?

Bunca uzun alıntı, aslında sistemin nasıl işlediğini gös-terebilmek içindir ve daha devam etme zorunluluğumuz var. Sonrasında tüm tartışmayı toparlamak daha da kolay olacaktır. Onun için devam edelim.

“1994 yılının sakin bir sabahı, Soros Fon Yönetimi’nin New York Seventh Avenue’deki bürolarında, Rob Johnson’un yanın-da oturmuş sistemin nasıl çalıştığını gözlemliyordum. Johnson öğleye kadar Londra, Sidney, Zürih, Chicago ve diğer ABD firmalarıyla görüşerek çeşitli yerlerde küçük alım satımlar yap-tı. Sidney’de 50 milyon dolar tutarında Avustralya doları sa-tın aldı. Standart&Poors borsa endeksinde 100 milyon dolar-lık bir pozisyondan çıktı. Londra ve Zürih’te binlerce Alman tahvili satın aldı. 10 milyon dolarlık bir gümüş pozisyonunu tasfiye etti.

Page 225: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

225

“ ‘Bunlar birkaç sentlik işler’ dedi Johnson. ‘Biraz oynuyorum. Ancak bunu sen yapsan piyasanın havasını hissedersin.’ O sa-bah piyasa Federal Reserve’in faiz oranını artırmasını bek-liyor ve bu gerçekleştiğinde bir tahvil yarışının başlayacağını düşünüyordu, çünkü bunun bir dizinin sonuncusu olduğu farz ediliyordu. Oyuncular şimdilik, yerel piyasa istihbaratı alışve-rişi yapıyor ya da bir sonraki oyun için teori geliştiriyor ya da Fed’in hareketsizliğine kızıyorlardı.

“Quantum Fund fiilen New York City’de var olmuyordu; sade-ce yöneticileri orada çalışıyor ve kişisel gelirleri için vergi ödü-yorlardı. Sermaye resmen Hollanda Antilleri’ndeki Çuraçao’ya yatırılmıştı (Okur bu noktaya da dikkat etmelidir ve bu ser-maye yatırım alanları, o ülkelerin refah düzeyini yüksek gös-termek için kullanılıyor. 2001 krizinin ardından, ülkemize akan sermaye, aslında yasal düzenlemeler daha da elverişli hâle getirildikçe, daha büyük vurgunlar vurmaktadır ve hiç utanılmadan, bu, her gün daha fazla ezilen halka, düzelme işareti olarak sunulmaktadır. DA). Burası ABD güvenlik ya-salarının kapsama alanı dışındaydı ve riski düşüktü. Soros’un fonları yönetici ortakları dışında, Amerikalı olmayan, elde ettikleri kârları kendi ülkelerine götürmeleri halinde vergi ödediği farzedilen yatırımcılara da açıktı. Soros’un 1993 mali yılında ABD’ye 100 milyon dolardan fazla vergi ödediği bil-dirilmiştir. Çeşitli hayır kurumlarına 400 milyon dolar bağış-lamamış olsaydı, daha fazla vergi ödemek zorunda kalacaktı.

“Johnson üç bilgisayar ekranından oluşan geniş bir panelin önünde oturuyordu. Reuters verileri dünyanın bütün mali pi-yasalarını besliyor, kota değişiklikleri olduğunda yeşil rakamlar kırmızıya dönüşüyor, siyasal haberler ve belli başlı piyasa en-deksleri, dünyanın her yerindeki satıcılardan ve bankerlerden gelen e-posta mesajları ekrana yansıyordu. Zürih’teki Union Bank of Switzerland şöyle diyordu: ‘Şu anki Alman markı/yen ilişkisine bak.’ Chicagolu bir oyuncu: ‘Herifler oranları bugün yükseltirlerse, yeminle söylüyorum, işler açılacak.’

“ ‘Video oyunu gibi’ diyordu Johnson düşünceli bir tavırla.

Page 226: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

226

‘Dünyanın en büyük video oyunu. Temel değerler aslında orta ve uzun vadede işliyor, ancak arada önemli olan öteki insan-ların ne düşündüğü.’ Saat 14’te Fed’in oranları yükseltmemesi oyuncuların moralini bozmuştu. Dolar değer kaybetti, ABD tahvilleri 1.4 puan geriledi, Dow-Jones 40’a indi. ‘Tanrım,’ dedi Johnson, ‘bu gerçekten çok kötü.’ Ardından çok büyük mik-tarda Alman tahvili satın aldı. Birkaç gün sonra bu eylemi şu sözlerle özetledi: ‘Döviz cinsinden önemli miktarda para kay-bettim, ancak tahvilden kazandım. Böylece durumu düzelttik.’ ” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 328-329). Görüldüğü gibi, oyun, ne kadar paran varsa, o kadar kâr

etmeni olanaklı kılıyor. Dövizden kaybetmişsen, hemen o kadar miktarı alternatif bir kâğıda yatır. Diyelim ki, 10 liraya aldığın bir kâğıt değer kaybedip 1 liraya mı düştü, bu kez bu en alt değerden, onun on katı kadar al. Böylece, zararını minimum etmekle kalmaz, kâra da geçersin. Eğer büyük paran yoksa, işte o zaman, her tedirgin alımdan kâr etmen gerekir. Bu psikoloji ile, en meşhur oyucuların oynadığı yere oynarsın. Bu şekilde kendi kumarını güvenli sanırsın; ama senin izlediğin adam, bir el önce oynamış ve senin farkına vardığın noktada, o çoktan o noktadan vazgeçmişti ve kaybettiğinde oyunu yükseltecek bir paran yoktur.

Yine de büyük oyuncunun kazandığı, sadece bu kumarı küçük oynayanın parası değildir. Aynı zamanda, burada kazanı-lan şeyin kaynağı, işçinin ürettiği karşılığı ödenmemiş emeğidir, artı-değerdir.

“Küresel ticaret bir tür bölünmüş vizyonu gerektiriyordu. Bir yandan ulusların ve şirketlerin bilançoları inceleniyor; ama eşzamanlı olarak dünyayı tek bir pazar olarak görmek gere-kiyordu. Quantum Fund’daki sermaye analistleri, sözgelimi kâğıt ve kâğıt hamuru endüstrisini inceledikleri zaman, En-donezya, İsveç, Oregon, Finlandiya ve birleşik bir endüstrinin diğer dağınık alt sektörlerindeki koşulları tarıyorlardı. ‘Alman ekonomisi ya da İsveç ekonomisi ya da Amerikan ekonomisi de-meye alışmışız; ama şimdi bütün bir gezegenin bir stadyumda oturduğunu görüyoruz.’ ” diyordu Johnson (William Greider,

Page 227: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

227

Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 329-330).Bir kere daha yerinde bir gözlemle karşı karşıyayız. Bütün

bir gezegen stadyumda oturuyor. Bütün bir gezegen, aslında bir avuçtur ve bütün bir gezegenin içinde işçiler, emekçiler seyirci olarak dahi yoktur. Bütün bir gezegenin oturduğu stadyum, işte o stadyum, işçilerin omuzları ve başları üzerinde duruyor, top-rağın üzerinde değil.

Eski bir inanışa göre, dünya öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır. Öyle ya, nerede duruyor? Ve bu öküzün burnu-na sinek kaçtıkça, öküz başını sallıyor ve depremler vb. bundan oluyordu. Mitolojiktir ve saygı duymamak elde değil. Acaba, “bütün bir gezegenin oturduğu stadyum,” işçilerin omuzları üzerinde dururken, işçiler, hiç mi, burunlarına kaçan sinekten dolayı sallanmazlar?

“ ‘Video oyunu’nda kazanmak aynı zamanda entelektüel bir ekibi gerektiriyordu. ‘Bu işte çalışan en iyi ve en zeki insanlar,’ diyordu Johnson, ‘acı ve çelişkiler içinde buraya bağlanabilen ve gerçeğin ne olduğunu ondan kopmaksızın, ideolojinin ya da duyguların görüşlerini engellemesine izin vermeksizin görebi-len kişilerdir. Biraz insan bedeni üzerinde çalıştığını bilen cer-rahlara benzerler, ancak işlerini iyi yapabilmeleri için o duy-gulardan kopmaları gerekir.’ ” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 330).İşin bir başka yönüne de dikkat çekmiş oluyoruz. Bunların

en zeki video oyuncuları olduğu kanısında değiliz; ama video oyuncuları olmalarına itirazımız yok. Cerrah titizliği de yerin-dedir. Duygu bölümünde ise tek şey var: Para.

Acaba, kapitalizmde komik olmak demek, kişinin biraz da salak olması demek midir? Acaba salakmış gibi yaparak, ko-miklikten para kazanmak zekâ mıdır? Bu sorular yerindedir. Bizim ülkemizin komik maliye bakanı, komiklikten para ka-zanmadığı için, komikliği daha aptallığa uygun olanlar tarzın-dandır. Başbakan, “ne arkadaşlarım vardı, okuyorlardı; ama şim-di açlıktan nefesleri kokuyor” gibi cümleler sarfedince, pek çok kişi, oku diye teşvik ettikleri çocuklarının bu sözleri duymasını istememiştir. Maliye bakanı, kalkıp TV kameralarına, “arkadaş

Page 228: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

228

ne kadar paran var, paran varsa adamsın” derken, kimse çocuk-ları için bir önlem dahi almayı düşünmemiştir. Acaba, maliye bakanımız, duygularını dile getirirken “duygu dediğin nedir ki, paradır” derse, felsefe mi yapmış olur, komiklik mi, zekilik mi, yoksa aptallık mı? Tanrım, bizi paraya bağlılık duygusundan koru!

“Tudor Investment Fund’dan (Tudor Yatırım Fonu) mali ekonomist ve siyasal analist Robert Dugger, önemli bankala-rın Soros üzerinde ‘sörf yaparak’ onu ve diğer oyuncuları fiilen küçülttüklerini açıkladı. “En büyük küresel bankalar ve yatı-rım şirketleri kendi içlerinde kapalı fonlara sahiptirler. Bu fon-ların kaynakları Soros’unki gibi kapalı fonlardan pek çok kat daha büyüktür. 1990’ların başında, bu kurumlar pazara 500 milyar dolar sürebilirken, en büyük kapalı fonlar 100 milyar dolara ulaşabiliyordu.”

“Aslında, para ticareti ile çeşitli türev aygıtların yatırımcılara ve çokuluslu firmalara satılmasından oluşan birleşik faaliyetler özellikle Amerika’daki en büyük ticari bankalar için büyük bir kâr merkezi haline gelmiştir. Citicorp 1995’in ilk çeyreğinde 829 milyon dolarlık kâr bildirmiştir. Bu kârın 324 milyon do-ları döviz işlemlerinden geliyordu. New York Bankalar Tröstü bu âlemin saldırgan önderiydi; 1993’te bilanço dışı 1.9 trilyon dolar sağlarken, düzenli kredi portföyü sadece 92 milyar dola-rı buluyordu. Diğer büyük oyuncular J. P. Morgan, Goldman Sachs, Salomon Brothers ve Merrill Lynch idi. Topluca bakıl-dığında, bu çeşitli risk takası sözleşmelerinin nominal değeri, 1986’da 3 trilyon dolardan, mantar gibi çoğalarak, 1991’de 17 trilyon doların üzerine çıktı.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 330-331).Şimdi tablomuz biraz daha tamamlanmaktadır. Citycorp,

Morgan ve daha başkaları, kârlarının önemli bir bölümünü, malî hareketlerle sağlıyor, kısacası, rant yolu ile elde ediyorlar. Ulus-lararası tekeller, bankalar vb. aslında Soros’tan çok daha büyük oyunculardır ve şimdi, malî sermaye hareketlerinin, neden farklı bir dünya düzeni talep ettiklerini anlamak olanaklı olsa gerek. Bu, aslında kapitalizmin bugünkü aşamasında baskın olan bir

Page 229: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

229

eğilimdir. Bu nedenle diyoruz ki, kapitalizm küçük çaplı tefeci-likle başlamıştır, büyük çaplı tefecilikle son bulacaktır.

“1994’te yaşanan küresel tahvil çöküşü sırasında, büyük yatı-rımcılar birbiri ardı sıra holding türevlerinden büyük kayıpla-ra uğradıkları zaman riskler iyice ortaya çıktı. Bazı kayıp ör-nekleri vermek gerekirse: Procter&Gamble, 157 milyon dolar; Alman Metallgesellschaft 1 milyar dolar; İngiliz Glaxo 160 milyon dolar; Orange Country, California 1.7 milyar dolar; Malezya merkez bankası Bank Negara 4 milyar dolar. Bu ara-da Procter&Gamble, eski Morgan Bank’ı türevlerin risklerini dikkate almamakla suçlayarak Bankacılar Tröstü’nü dava etti. Banka 150 milyon dolar karşılığında uzlaşmaya razı oldu.

“Kayıplar, şirket hazinelerinin -hatta bazı hükümet hazinele-rinin- piyasa dalgalanmalarıyla oynayarak spekülasyona ka-tıldıklarını ortaya koydu. Bütün bu kuralsız eylemlerin daha büyük sistemik riski bilinmiyordu, ancak günün birinde genel bir başarısızlık olursa kamusal bir sorumluluk olarak ortaya çıkabilirdi, çünkü hükümetle bağlantılı bankalar başlıca satı-cılar arasında yer alıyorlardı. Bir kriz durumunda hükümetler, önemli bankacılık kurumlarını sistemi savunma adına kendi pervasızlıklarından kurtardılar.

“George Soros da büyük ölçüde kaybedenler arasındaydı. 1994’ün başında, kendisi ve diğer spekülatörler tahvil ve dö-vizde yanlış adım attıklarında göz açıp kapayana kadar 600 milyon dolar kaybetti. Japonya’nın Birleşik Devletler’le ticari bir anlaşmazlığa düşeceğini ve bunun doların canlanmasına neden olacağını düşünüyordu. Oysa Japonya zeminini korudu, dolar düştü ve küresel piyasa paniğe kapıldı. Herkes aynı anda -dünya çapında- tahvilleri elden çıkarmaya, tahvil fiyatlarını aşağıya çekmeye, Avrupa, Birleşik Devletler ve Asya ulusla-rında faiz oranları yükselmeye başladı. ‘Ricat borusu çaldık’ diyordu Johnson. ‘Bir grup satışa geçtiğinde, diğer gruplar ellerindekini kaybetmeye başladılar ve satışa geçtiler. Dünya çapında bir çözülme başladı.’

Page 230: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

230

“George Soros için dehşet verici bir yıldı: Quantum Fund 1994’te sadece %3 yükseldi. Bu oran 1993’te %60 idi. Soros’un bazı ikincil fonları %9 oranında kayba uğradı. Bu performans, aynı yıl içinde %10 ile 25 oranında küçülen ya da bazı du-rumlarda tam bir iflas yaşayan öteki risk yönetim fonlarından çok daha iyi bir durumu yansıtıyordu. Soros 1995’te çok daha iyisini yaptı ve yılı %39 yükselişle bitirdi, ancak kendisi, di-ğerleriyle birlikte daha az saldırgan hale gelmişti.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 330-331).Demek ki, çöküşte de aynı şeyi görebiliyoruz. Büyük bir

uluslararası tekel olan Procter&Gamble, ciddi zarara uğruyor-du.

Demek ki, iş sadece sihirbazların işi değildi. kapitalizmi sarmış olan bir şeydir bu ve haklı olarak bazı yazarlar, “Casino Capitalizm” gibi kitaplar kaleme almaktadırlar.

“Sistemde yaşanan asap bozucu gelişmeler -tahvil krizi, Mek-sika çöküşü, Japonya’nın deflasyon krizi ve kendi kötü oyun-ları- Soros’ta kasvetli bir ruh haline yol açmış gibiydi. Baş simyager, genel bir çöküş tehlikesine dair öngörülerini kamuya açık yorumlarına kasvetli biçimde yansıtmaya başladı. Küresel mali sistem ticaret sistemini de beraberinde sürükleyerek çöke-bilirdi. Piyasalar Soros’un para oyunları üzerinde sörf yap-maktan hoşlanıyorlardı, ancak onun daha geniş tarihsel ger-çeklikle ilgili içgörüleri garip bir biçimde gözardı edildi.

“ ‘Küresel sistemin geleceğini göremiyorum’ diyordu Soros, yeni kitabında. ‘Siyasal istikrarsızlık ve mali istikrarsızlık güçlene-rek birbirini besliyor. Bana kalırsa, henüz farkında olmasak da küresel bir dağılma periyoduna girdik.’

“George Soros’un kâr fırsatları olarak saptamaktan hoşlandığı temel varsayım şimdi ona yaklaşan trajedinin belirtileri gibi görünüyordu.

“Para piyasalarının sendelemesi ve küresel sermayenin diğer aşırılıkları, ancak sonuçların bazı bireyler için büyük fırsatlar ve merkez bankaları için zaman zaman sıkıntılar yaratması

Page 231: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

231

halinde sorun oluşturmuyordu. Ne var ki ortaya çıkan bulgu-lar, serbest finans sisteminin, kapitalizmin özünü, yani biza-tihi paranın değerini istikrarsızlaştırarak, ticareti ve ulusal ekonomileri ağır ve amaçsız biçimde hasara uğrattığını ortaya koydu. Firmalar ve işçiler, satışlar ve kârlar, işler ve gelirler, hepsi, para denilen o kestirilemez metanın büyük fiyat dalga-lanmalarıyla rehin alındı.

“Önem sırasına göre, dolar, mark ve yen küresel ticarete çıpa olarak hizmet eden başlıca üç rezerv paraydı. Ancak her biri tam bir belirsizlik konusuydu ve dramatik bir akışkanlık gös-teriyordu. Örneğin, dolar-mark değişim değerindeki aylık dal-galanmalar, tipik olarak aylık %5 ve çoğu kez de %10 civarın-da dolaşıyordu. 1995’te dolar üç ay içinde yen karşısında %20 oranında değer kaybına uğradı. Bunun üzerine önde giden üç hükümet kan kaybını azaltmak için müdahale ettiklerinde dolar yukarı fırladı ve üç ay sonra, %20 oranında güçlendi. Sürekli fikir değiştiren piyasa paranın değerini nasıl ayarla-yabilirdi?

“Paranın değerinde yıllarca görülen değişiklikler, akıldışı söz-cüğüyle betimlenebilecek kadar aşırı ve çelişkindi. Örneğin, dolar, 1985’te 260 yen değerindeydi, 1987’de 130 yene düştü; 1990’da 160 yene çıktı; 1995’in başlarında tekrar 80 yene düş-tü ve birkaç ay sonra 100 yene çıktı. Finansal rakamlardaki bu şiddetli dalgalanmalara tekabül eden hiçbir iktisadi gerçeklik yoktu. Birleşik Devletler ansızın gücünün yarısını kaybedip, sonra birdenbire daha üretken hale gelmedi. Ne de bir ulusal ekonomi olarak Japonya’nın değeri ansızın düşüp, sonra ani bir yükseliş gösterdi. Rob Johnson’un dediği gibi, herkes önce bir yana, sonra öteki yana savruldu, ancak dalgalanmaların yol açtığı süreç dengeyi bulamadı.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 332-333).Aslında burada Greider’in saptamalarına katılmamak

mümkün değil ve Soros’un “küresel dağılma periyodu” dediği şey, şiddeti azalarak ya da artarak da olsa devam etmektedir. Kapitalizmi bekleyen, daha da büyük krizlerdir.

Page 232: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

232

Malî sermaye yönetiminin bugünkü evresi, gerçekte, ka-pitalizmin son perdesidir. Elbette, biz Marksistler, bu son per-denin otomatik kapanmasını beklemiyoruz. Tersine bilimin gösterdiği şey, bu son perdeyi, işçi sınıfı ve emekçilerin büyük eyleminin kapatacağıdır; ama son perde oynanmaktadır.

Burada, hem bir toparlamaya, hem de biraz daha veriler üzerinden gitmeye ihtiyacımız var. Hazır konudan kopma-mışken, bu küresel kumarhaneden ya da rantiye ekonomisinin uluslararsı görünümünden veriler aktaralım.

SSCB çözüldükten sonra, sermayenin kendine güveni daha da artmıştır, bu ise malî-spekülatif sermaye hareketinde devasa büyüme yaratmıştır. Burada büyüme sözcüğü, şişme ile eş anlamlıdır.

Tablo 27’de görüldüğü gibi, borsa sermayesinde, 8 yılda, Japonya hariç çok yüksek bir artış vardır. Bu, malî sermayenin etkinliğini, rant ekonomisinin boyutlarını da göstermektedir ve bu borsa sermayesi, örneğin ABD’de, ABD GSMH’sinden çok daha fazladır. Yaklaşık olarak ABD’de borsa sermayesi, aynı yıl, milli gelirlerinin (GSMH) %140’ına denktir. Bu ne demektir? Elbette büyük bir şişmedir. Şirketler, kendi değerlerinin çok üs-tünde bir piyasa değerine sahip olmaktadır. Yıllık üretimden

Tablo 27*

Borsa Sermayesi (Milyar ABD Doları)

Ülke 1990 1998

ABD 3.059 13.451Japonya 2.918 2.496İngiltere 849 2.374Almanya 355 1.094Fransa 314 992Kanada 242 543İtalya 149 570

*Kaynak: E. Todd, İmparatorluktan Sonra, Dost Kitabevi, s. 95

Page 233: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

233

çok daha fazla borsa sermayesi, aynı zamanda, sermayenin rant alanına kaydığına da işarettir.

Amerikalı Goldman Sachs, geçtiğimiz Kasım ayında, Da-imler Chrysler’in %12.4 hissesini alıp satmak yolu ile 10 mil-yonlarca dolar kazanmıştır. Alıp satma işlemi ise aynı gün, 11 Kasım’da tamamlanmıştır. Goldman Sachs’in Japonya gibi bu konuda son derece dikkatli bir alanda yaptığı buna benzer iş-lemlerle, başka hiçbir alanda olmayan oranda kâr ettiği artık bi-liniyor. BussinessWeek’in Türkçe versiyonunda, 6 Aralık tarihli nüshasında verilen bir özet, duruma ışık tutmaktadır. Buna göre, Daimler Chrysler’in Mitsubishi Motors’taki hissesinin alınıp satılması dışında, 2005 yılında, Goldman Sachs, Japonya’da şu ilgi çekici işlemleri de gerçekleştirmiştir. eACCESS: Yeni cep telefonu servisine 220 milyon dolar yatırmak, Universal Stu-dios Japan: Oseka eğlence parkına 180 milyon dolar yatırmak, DerasBrain: Bir evlilik danışmanlığı firması için bir başka or-tağı ile birlikte 4.5 milyon dolar yatırmak, Fujita: Sorunlu olan bu müteahhitlik firmasının üstesinden gelmek için 350 milyon dolarlık fon yatırımı yapmak, Hoshino Resort isimli 50 tane kaplıca otelin işletmeciliği için 250-400 milyon dolarlık yatı-rımla bir ortak girişim kurmak.

Burada dikkate değer bir diğer unsur, yatırım alanlarının ya paradan para kazanmak amaçlı seçilmesi ya da hizmet-ticaret sektörü içinden seçilmesidir. Bu alanlar, ürün üretiminin ger-çekleştiği sanayi alanları değildir.

Belki de okur için, bu kadarı yeterlidir. Kapitalizmin son perdesini malî sermayenin oynuyor olmasının anlamı, bir ölçü-de anlaşılmıştır. Neden borsa simsarları bu kadar gözde, neden ticaret bu denli revaçta, gibi soruların anlamları da netleşmiştir; ama yine de aslında buzdağını incelemeye devam etmemiz ge-reklidir.

Burada, işin bir başka cephesini görmüş oluyoruz. Tablo 28’de (bknz. syf. 234) borsalardaki sermayeyi, burada ise sını-rötesi borsa ve menkul kıymet işlemlerini görüyoruz. Burada da son derece hızlı bir yükselişin olduğu açıktır. 1990-1998 arasında, mesela ABD’de, borsa sermayesi 4 kat civarında artış gösterirken, sınırötesi işlemler yaklaşık 2 kat gibi büyük bir artış

Page 234: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

234

göstermiştir ve burada sınır 1996’dır. Bunun daha da arttığı, bu-gün için kesindir. Maalesef elimizde daha güncel veriler yoktur.

Biraz daha kapsamı genişletelim: “Açıktan ticareti yapılan finans varlıklarının toplam küresel hacmi (yaklaşık 24 trilyon dolar) her yirmi dört günde bir dev-retmektedir.” (W. Greider, Tek Dünya, age, s. 27).Sanırım bu genişletme ile beraber, daha kapsamlı bir gö-

rüntü elde etmiş bulunuyoruz. Sadece ABD hazine bonolarının ticaret hacmi, 2.6 trilyon dolardır ve 8 günde devretmektedir. Şimdi, bu rakam yağmurundan bir an için kurtulup kenara çe-kilelim ve bu rakamların anlamı üzerinde duralım. Bugün, dün-ya ülkelerinin milli gelirlerinin toplamı, daha önceki bölümler-de detayları ile verildiği gibi, 36 trilyon doların üzerindedir. Bu elbette yıllık bir değerdir. Oysa, açıktan ticareti yapılan finansal varlıkların küresel hacmi, 24 trilyon dolardır. Bu rakam, dünya milli gelirlerinin toplamının yarısından epey fazladır. Dahası, bu sadece 24 günde devretmektedir. Yani, 48 günlük toplam “Açıktan ticareti yapılan finans varlıklarının toplam küresel

Tablo 28*

Sınırötesi Bono ve Menkul Kıymetler İşlemleri (milyar dolar)

1970 1980 1990 1996

ABD 2.8 9.0 89.0 151.5Japonya - 7.7 120.0 82.8Almanya 3.3 7.5 57.3 196.8Fransa - 8.4 53.6 229.2İtalya - 1.1 26.6 435.4Britanya - - 690.1 -Kanada 5.7 9.6 64.4 234.8

*Kaynak: Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, İst. Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 129

Page 235: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

235

hacmi” dünya ülkelerinin milli gelirlerinin toplamından hayli fazladır. ABD’nin GSMH’sine kabaca 10 trilyon dolar der-sek, ABD’deki hazine bonolarının hacmi, 2.6 trilyon dolar ve 8 günde devrettiğine göre, demek ki, hazine bonosu cinsinden ABD’nin milli geliri, 4 haftada dönmektedir.

Bu durum bize faiz oranlarındaki yükseklik hakkında da bilgi vermektedir. ABD’de faiz oranları, yıllık büyümenin en az iki katıdır. Bu hemen her ülkede bu yönde bir eğilim ola-rak belirgindir. Tek başına faiz oranı ile büyüme arasındaki bu farklılık, aslında rantiye ekonomisinin en somut göstergesidir. Son günlerde, İstanbul’da arsa veya konut geliri elde edenlerin gelirlerindeki artış, başka hiçbir alanda yoktur.

“1995’e gelindiğinde küresel ekonomide kendi hisse senetlerinin satışından elde ettiği gelirle başka firmaların senetlerini alan anonim şirketler, emeklilik fonları ve kurumsal yatırımcılar genel olarak 20 trilyon doları kontrol ediyorlardı; bu 1980’le kıyaslandığında 10 kat daha büyük bir meblağdı ve o dönem-deki küresel gayri safi yurtiçi hasılanın üçte ikisine eşitti.” (M. Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, s. 130). Okuyucu için hemen vurgulayalım ki, bu arada alıntılarını

kullandığımız pek çok kaynak, Marksizm’le hiç ilgisi olmayan, tersine kapitalizmin gelişimini hayranlıkla öven kişilerin yazdı-ğı kaynaklardır; ama yine de Castells, durumu, ilave söze gerek bırakmayacak açıklıkla ortaya koymuştur. Bu, bizim liberal sol-cularımıza göre son derece daha berrak bir kafaya işarettir. 20 trilyon dolardan söz ediliyor. Bu ne demektir? 6 milyar insana, bir kerede olmak üzere 3333 dolar verebilmek demektir. Bu, tanesi 100 bin dolardan 200 milyon kişiye ev verebilmek de-mektir.

İşte size finansal sermayenin, küresel alanda bir kumar-hanede oynar gibi oynayan sermayenin, bize küreselleşme diye sunulan hareketinin altyapısı.

“Çoğunlukla teknoloji hisselerinin işlem gördüğü NASDAQ Birleşik Endeksi, Nisan 1991’deki 500 puan seviyesinden Temmuz 1995’te 1000 puan seviyesine ve Temmuz 1998’de 2000 puan seviyesine yükselmiş, Mart 2000’de ise zirve yapa-

Page 236: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

236

rak 5132 puan seviyesine ulaşmıştı.” ( J. E. Stiglitz, 90’ların Yükselişi, CSA Global Yayın Ajansı, s. 5). Demek ki 9 yılda, tam on kattan fazla. Bu balon, gerçekte,

ekonomide bir gelişimin, bir değer artışının işareti değildir, öl-çüsü ise hiç değildir; ama hisse senetleri değerlendikçe, firmalar, daha yüksek değere sahip olarak görünmektedir.

“İzleyen yıllarda borsanın düşüş rekorları kırmaya başlaması, ... Amerikan Menkul Kıymetler borsasında işlem gören şirket-lerin toplam değer kaybı, iki yıl içerisinde, 8.5 trilyon dolardı. Bu miktar -Amerika dışında- dünyanın her bir ülkesinin yıl-lık gelirinden fazlaydı.” ( J. E. Stiglitz, age, s. 6). Bu kez sıra düşüştedir ve 8.5 trilyon dolar aslında çok yük-

sek bir rakamdır; ama kumarhanede oynayan oyuncular böyle para kazanırlar. Borsanın yükseldiği son noktayı belirleme gücü olan oyuncular, bir anda ellerindeki kâğıtları çıkarmaya başlar-lar. Böylece, hızla kâğıtlar satılırken, kâğıtların değeri düşmeye başlar ve en son dibe vurduğu noktada, batan binlerce küçük oyuncunun gözyaşları arasında, büyük yatırımcı, bu en düşük değerden tekrar alıma başlar. Bizim liberal solcularımızın “ar-tık sen de kapitalistsin” diye avuttukları işçi, 100 dolarlık hisse senedine bakıp, bunun nasıl 10 dolara indiğini anlamaya çalı-şırken, “Ah tanrım, dünyanın tüm kötülükleri beni bulmaktadır. Ben ne bahtsız adamım.” diye dövünmektedir. Olsun, yine de bizim liberal solcularımız, kaybetmiş olsan da sen bir kapitalist olmuştun. Bu senin artık mücadele etmemen gerektiğinin ka-nıtıdır, demeye hazırlanırlar. Kısacası, bu tartışmanın biteceği yoktur. Bir kere gerçekler yerine inanışlar ve hayal ürünü görüş-ler geçti mi, gerisi devam edecektir.

İş bu kadarla sınırlı değildir elbette. Burada sadece borsa ve hisse senetleri hakkında bir toparlama yapmaya çalıştık. Gelin biraz da döviz piyasasına bakalım; zira, o piyasa da en az borsa kadar ünlüdür ve yukarıdaki bölümlerden biliyoruz ki, Soros gibi simsarlar için, kâğıt ile döviz arasında bir özel farklılık yok-tur. Hangisinin getirisi yüksek olacaksa ona oynamak esastır.

“1983’te, beş büyük merkez bankası (Birleşik Devletler, Al-manya, Japonya, Britanya ve İsviçre) döviz rezervlerinde 139

Page 237: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

237

milyar dolar tutarlarken, başlıca döviz piyasalarında günde 39 milyar dolar el değiştiriyordu. Başka deyişle, merkez ban-kalarının ortak ateş gücü, piyasayı 3’te 1’e indirmişti. 1986’da ikisinin büyüklüğü aşağı yukarı eşitti. 1992’de güç dengesi ter-sine döndü: Günlük ticari faaliyetteki 623 milyar dolara kar-şılık bu büyük merkez bankalarının rezervi 278 milyar do-larda kalıyordu. Piyasa oyuncuları 2’ye 1 oranında büyüklük avantajı sağlamışlardı.” (William Greider, Tek Dünya, İmge Kitabevi, s. 328).Aslında burada döviz piyasalarının nasıl büyüdüğünü gör-

müş oluyoruz. Bu alıntı yukarıda da aktarılmıştı. Bize konuyu tekrar hatırlama şansı vermektedir. Şimdi bu para ticaretinin, döviz ticaretinin hacmi üzerinde duralım:

“Örneğin, ulusal paraların günlük hacmi yırtıcı bir biçimde artmaktadır ve şimdilik günde 1.2 trilyon doları aşmıştır. Dört ya da beş günde el değiştiren döviz miktarı ABD ekono-misinin yıllık çıktısına eşittir... (20 günde el değiştiren döviz miktarı ise dünya çıktısının yıllık değerine eşittir. DA) City of London döviz tüccarlarının başkentidir ve günlük hacmi, Wall Street’in yaklaşık iki katına, 460 milyar dolara ulaşmış-tır.” (W. Greider, age, s. 312).Aynı konuda, “Ağ Toplumu”nun yazarından da veriler ak-

taralım: “1998’de dünya çapında döviz piyasalarının günlük geliri 1,5 trilyon ABD dolarını bulmuştu; Britanya’nın 1998’deki gayri safi yurtiçi hasılasının %110’una denkti... Yıllık döviz gelirle-rinin dünya ticaret hacmine oranı 1979’da 12:1’ken, 1996’da 60:1’e yükselmiştir, ki bu da döviz kurunun spekülatif doğasını ortaya koyuyordu.” (M. Castells, age, s. 131).Demek ki, Greider’in kitabını kaleme aldığından bir süre

sonra, döviz piyasalarının günlük işlem hacmi, 1.2 trilyon do-lardan, 1.5 trilyon dolara çıkmıştı. Demek ki, döviz piyasaları-nın günlük hacmi, İngiliz ekonomisinden %10 daha büyük idi. Bu değerlerin bugün daha da arttığını düşünmemek için hiçbir neden yok.

Page 238: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

238

Öte yandan ticaret hacmi ile de karşılaştırılması, döviz pi-yasaları hakkında bize epey bir bilgi vermektedir. 1996’da 60’a karşılık 1, bugün, belki de 120’ye karşılık bir demektir ve unut-mayalım ki, ticaret, sanayiden ya da üretimden çok daha hızla büyümektedir. Demek ki, bu finansal oyun alanı, oldukça ciddi bir büyüklüğe ulaşmaktadır.

“Kısa dönem işlemlerinin uluslararası döviz kuru piyasaların-daki hacmi günde 1 trilyon dolardır; bu miktar dış ticareti ve doğrudan yatırımları gölgede bırakmaktadır. Bu durum, pi-yasaların belli bir döviz kurunun aşağı veya yukarı hareket etmesine karar vermeleri halinde, başlıca merkez bankalarının (kendi başlarına ya da topluca) bu döviz kurunu koruyacak rezervlere sahip olmamaları anlamına da gelmektedir.” (P. Hirst-G. Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, Dost Kita-bevi, s. 17).Burada da bir merkez bankası denirken, elbette TC Mer-

kez Bankası değil, en büyüklerin merkez bankaları kastediliyor. TC Merkez Bankası’nın, bu konuda spekülatörlerden yana ta-vır koyacağı kesindir. 2001 krizinde MB başkanı, döviz ile ken-disi para kazanmak üzere de oynamış ve yargılanmıştır.

Şimdi, bir an için, borsa, menkul kıymetler ve hisse senet-leri işlemlerinin hacmi ile döviz piyasalarının hacmini üst üste ekleyelim. Bu sefer, çok daha ilgi çekici bir tablo ile karşı karşıya kalacağız.

Fakat finansal sermayenin büyük kumarhanesinde ya da küresel kumarhanesinde, sadece borsada, sadece hisse senetle-ri ile, sadece dövizler ile oynanmıyor. Oyunun bir diğer büyük alanı, borç/borçlanma alanıdır. Ki, çok kısa da olsa yukarıda, faiz oranlarının, yıllık reel büyümeden fazla olması gerçeğinin altını çizmiştik.

Okur, hemen bizim ülkemizin borçlanma gerçeğini hatır-layacaktır. TC Devleti’nin 220 milyar dolar dış borcu ve belki de bir o kadara yakın da iç borcu vardır ve toplam borçları, ülke ekonomisinden daha da büyüktür.

1990’ların başında, borçların GSMH’ye oranları bazı ül-kelerde şöyleydi: ABD %70, İtalya %124, Belçika %132, İsveç

Page 239: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

239

%95, Almanya %60. Dünyanın en borçlu ülkesi ABD’dir ve ABD ekonomisi “Günde bir milyar doları aşan borçlanma” ( J. E. Stiglitz, age, s. 17) ile yıllarca devam etmiştir. Bu korkunç bir rakamdır. Nasıl ki, 1800’lerin sonlarında, Rothschild’den bağımsız Fransa savaş ilan edemez idiyse, İngiltere aynı du-rumda idiyse, bugün de ABD ekonomisi aynı durumdadır. Bu büyük miktarlarda borçlanma, hazine kâğıtları vb. ile gerçekleş-mektedir ve faiz oranlarındaki yükseklik, elbette borç verenle-rin “hakkıdır.” Bu her kapitalist ülkede böyledir. Elbette, ABD ekonomisinin borçlanması ile TC ekonomisinin borçlanması çok farklıdır. TC ekonomisi borçlandıkça, ona bazı şeyleri yap-tırma gücü elde edenler olduğu biliniyor. Dolayısıyla arada bu farka da dikkat etmek gerekir; ama her durumda, bu yolla bü-yük rantlar elde edilmektedir.

“1970’lerden beri ABD’nin cari işlemler açıklarının biriki-minden doğan net borçlanma, 2002 için 2.7 trilyon dolar ola-rak kestirildi: Sadece 2002 yılındaki açığı 450 ile 500 milyar dolar arasında tahmin edildi.” (Gregory Albo, “Emperyaliz-min Eski ve Yeni Ekonomisi”, Yeni Emperyal Tehdit içinde, Sosyalist Register 2004, s. 112).İşte bu borçlanma, büyük ortanda rant ekonomisinin ge-

lişimini besliyor ve bu borçlanma rakamlarını da, hisse sene-di, döviz vb. piyasaların hacimlerinin üzerine koymak gerekir. Böylece finans sermayesi için dev bir alan oluşmaktadır.

“Küresel mali varlıkların büyümesinde en hızlı ve en büyük bileşen, borçlar, özellikle de devlet borçlarıdır.” (W. Greider, age, s. 310).Umuyoruz ki, buraya kadar, özellikle üç alanda ortaya çıkan

malî varlıklar ve oynanan büyük oyun hakkında epeyce bir bilgi vermiş olalım.

Dünya çapında her gelişimi bir risk faktörü ile ele alan malî sermaye, elbette faiz oranlarını da yukarı tutmanın yolunu bu-lacaktır. Örneğin, Irak’ın işgali, Türkiye için bir risk faktörü ve pahalı borçlanma aracıdır; ama eğer Türkiye, bazı özel hizmetleri yerine getirirse, bazı özel görevler alırsa, bu risk faktörü azaltı-lır ve ona uygun bir faiz oranı ortaya çıkabilir. Böylece finans

Page 240: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

240

sermayesi, “iyi borçlu bulmak” konusunda çektikleri sıkıntı ne-deniyle, paralarını belli bölgelere getirmek için, belli yasal dü-zenlemeler, belli güvenceler, belli faiz oranları, belli avantajlar talep etmektedirler. Bunlar içinde siyasal taviz ve avantajlar ka-dar, ekonomik, hukuksal ve ticarî olanları da vardır. Bu nedenle finansal sermaye, borç verenlerin azlığı kadar, borç alacak iyi müşteri azlığını da sürekli gündemde tutmaktadır. Tüm bun-lar, finansal sermayenin alternatif oyun alanları yaratmasını da gerekli kılıyor. Böylece borç isteyenler, farklı alanların varlığını bilerek, daha çabuk ikna olmakta, kurallara uymaktadır.

Bu ekonomik olarak, borç verenlerin artı-değerden daha yüksek pay talep etmeleri demektir; ama iş sadece ekonomik değildir, aynı zamanda siyasaldır da.

Ve elbette bunlara, şirket operasyonlarını eklemek gerekir. Sadece Goldman Sachs’dan verdiğimiz örnekte olduğu gibi, hisse senedini alıp satmaktan söz etmiyoruz. Sadece TÜPRAŞ ihalesinde, Ofer’lerin bir anda milyon dolarlar kazanmasından söz etmiyoruz. Bunlar da içinde olmak üzere, finans sermaye-sini şirket operasyonları, ele geçirmeleri, birleşmeleri vb.de oy-nadığı rolün de hesaba katılmasını vurgulamak istiyoruz. Buna siz vergi vb.den kurtulmak için çevrilen operasyonları da ekle-melisiniz.

Burada malî sermayenin gücünü ve etkinliğini, nasıl para-dan para kazandığını görüyoruz; ama iş bununla sınırlı değil.

Büyük şirketlerin gücü, bu alanda da ortadadır. “Sadece 400 şirket, küresel pazarın sermaye miktarının yakla-şık %80’ini kontrol etmektedir.” ( Jerry Kloby, Küreselleşme-nin Sefaleti, Güncel Yayıncılık, s. 112). Bu bize sermayenin kontrolü anlamında oldukça önemli

bir bilgi de vermektedir. İşte bu devasa boyutta nakit paraya hükmedenler, bu yolla büyük operasyonlar gerçekleştirmekte-dir. Şirket evlilikleri yolu ile, hem sermaye merkezileşmekte, hem de sermaye büyümekte, akıl almaz kârlar gerçekleşmekte-dir; zira bu birleşmeler, borsa ile, vb. de bağlantılı kılınmaktadır.

“Birleşme ve ele geçirme faaliyeti ABD’de çarpıcı biçimde yaygınlaştı (1980’lerin ilk arısında içe dönük yatırımla-

Page 241: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

241

rın %67’siyken, ikinci yarısında %80’i oldu).” (P. Hirst-G. Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, age, s. 100). Burada ortaya konan veri iki açıdan önemlidir: İlkin, de-

mek ki artık ABD’de yapılan sermaye yatırımları denildi mi, yeni bir yatırımdan, %80 ihtimalle söz edilmiyordur. İkinci ola-rak, şirket birleşme ve ele geçirme faaliyetlerinin de bu denli ağırlık kazandığıdır. Bu oldukça önemlidir.

Bu yolla nasıl vurgunlar vurulduğunu, biraz yakından iz-lemeliyiz.

Stiglitz, bize bu konuda şunları söylüyor: “90’ların şirket birleşmeleri merakı, daha önceki dönemlerde olduğu gibi, kendine özgü bir aritmetik sergiliyordu: 2+2=5. Her biri 2 milyar dolar değerinde iki şirket bir araya geldi-ğinde ortaya 5 milyar dolarlık bir şirket çıkardı; bu da yatırım bankasına 300 milyon dolar gibi güzel bir komisyon, CEO’su-na güçlü bir ikramiye ve bol miktarda hisse senedi satın alma yetkisi, önceki CEO’suna ise etkileyici bir emeklilik paketi (önce ikincil bir görev ve ardından da eşbaşkanlık) vermek için ye-terliydi; geri kalan miktar, hissedarları mutlu etmeye yetip ar-tıyordu. Buna holding primi deniyordu; farklı elemanları bir araya getirmenin yarattığı sinerji.” ( J. E. Stiglitz, age, s. 162). İşte size bir aritmetik hesabı. Aslında bu satırları ilk oku-

duğumda, bunların önemini o denli anlayamamıştım. Fakat ar-dından Enron, WorldCom vb. skandallar ve CEO’larla ilgili tartışmalar gelince, işi biraz daha yakından takip etmek gerek-tiği ortaya çıktı.

“ABD’nin en fazla bilinen markalarından biri olan Gilette, Procter&Gamble tarafından satın alındı. Bu satış sonunda Kilts (Gilette’nin CEO’su. DA), hisse ve diğer varlıklardan oluşan 165 milyon dolarlık bir ödül paketinin sahibi oldu. Hatta Procter&Gamble, ona bir yıl daha şirketin yönetim ku-rulu başkanı olarak kalması ve 2009 yılına dek herhangi bir rakibe gitmemesi karşılığında 23 milyon dolar değerinde hisse vereceğini açıkladı.

“Yapı malzemeleri üreticisi Georgia Pasific şirketinin CEO’su

Page 242: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

242

Pete Correll, şirketin Koch Industries’e satışı tamamlandığında 92 milyon dolarlık bir paket kazanacak. Benzer biçimde zor günler yaşayan oyuncak üreticisi Toys’r Us CEO’su John Ey-ler de şirketin bir yatırım grubu tarafından satın alınması ile birlikte, nakit ve diğer varlıklardan oluşan 63 milyon dolarlık bir ödül paketine sahip olacak. MNBA Corp’un CEO’su Bruce Hammonds’a, şirketin Bank of Amerika Corp tarafından satın alınması durumunda 102 milyon dolara ulaşan bir getiri vaat edilmişti.” (BusinessWeek Türkiye, 6 Aralık 2005, s. 50).İşte bunlar, Stiglitz’in sözünü ettiği, iki artı iki eşittir beş

kuralına uygun olarak, artı 1’in nasıl dağıtılacağı konusundaki somut uygulamalardır.

Bu noktada sadece birleşmeler değil, çeşitli iflaslar vb. tarz-da da oyunlar söz konusudur. Bu yollarla da, milyarlarca dolar getiri elde edenler vardır.

Birkaç örneği özetleyelim. Aslında, konu ile ilgili her okur, basını sıkı takip ediyorsa, bizim anlatacaklarımıza taş çıkaracak kadar ilgi çekici öyküler bulabilir. Bizim ülkemizde özelleştir-me ihalelerini takip edebilen herkes, her seferinde akıllara dur-gunluk verecek şeylere rastlayacaktır. Gel ki, ülkemizde “acayip-likler” o kadar çoktur ki, artık “şaşırma” az rastlanan bir durum hâline gelmiştir. Bu nedenle, biraz özenli bir izleme gereklidir. GalataPort ihalesini ele alın: Sıradan, ayda 1000 YTL geliri olan her aile, bu ihaleyi kazanabilir. Dubai kuleleri meselesi-ni alın: Bu ihaleye sıradan bir vatandaş talip olsa, daha bir tek kazma vurmadan, tüm katları satma olanağını yakalayacaktır. Bu son derece büyük bir ranttır. Telekom’u ele alın. Söylendi-ğine göre, Hikmetyar’ın desteklediği Lübnanlı ihaleyi kazan-dı ve yine Ak Parti, bu ihaleyi vermek için yaptığı anlaşmada, Telekom’dan gelecek ödemelere bankaların vereceği paranın yarısını Erdoğan ve yakınlarına verecektir. Telekom, 6.5 milyar dolara satılmıştır, ödeme şekli vadelidir ve üç yıllık kârı karşılı-ğında satılmıştır; ama yıllık cirosunu bankalar üzerinden öden-mesinin karşılığında, bankalardan 600 milyon doların üzerinde faiz geliri elde etmektedir. İşte Erdoğanların talip olduğu, bu-nun yarısıdır; ama biz işin bu yönünü bir yana bıraksak dahi, Oger Telekom’u, neredeyse bedavaya almıştır. Sadece TÜP-

Page 243: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

243

RAŞ ihalesi öncesinde yasal olmayan yollarla aldığı TÜPRAŞ hisselerinde milyon dolarlar vuran Ofer grubunun marifetlerini hatırlayın. Seydişehir Alüminyum’u ele alın. Fabrika, sadece ve sadece eldeki maden stoğunun biraz üstünde bir değerden sa-tılmıştır. Baraj, madenin kendisi, fabrika, alana “hediye” olarak kalmıştır: Bir alana üç bedava. TC basınının kampanyalarına benziyor.

Time dergisi, ülkemizde de oldukça meşhurdur. Önce Time dergisi, Warner Brothers’a katılmıştır. Ardından, Ti-me-warner, CNN ile birleşmiş, sonrada AOL tümünü almış ve Time warner-AOL grubu doğmuştur. Bu birleşme ile, hem internet (AOL), hem TV, hem de basın alanında etkili bir grup doğmuştur. Bunun yaratacağı rant, 2+2=5 ilkesine göre rahat-lıkla hesaplanabilir.

Bu birleşmeler kadar, iflaslar da büyük “değerler” oluştu-ruyor. 21 Temmuz 2002 tarihinde WorldCom iflas etti. İflas ettiğinde ABD’nin “en büyük ikinci uzun mesafe işletimcisi ve internet trafiğinin en büyük işleticisiydi.” ( J. E. Stiglitz, age, s. 165). WorldCom, iflas ettiğinde, 32 milyar dolar borcu, 107 milyar dolar aktif değeri vardı. Bu elbette dev bir şirket anla-mına geliyor. O yıllarda, Türkiye’nin GSMH’sinin yarısından fazla.

“WorldCom’un sorunları şu açıklamayla gün ışığına çıktı: Gi-der olarak görünen yaklaşık 4 milyar dolar gerçekte neredeyse iki katı, yaklaşık 7 milyar dolardı. Aldatıcı uygulamalarda sı-radan harcamaların yatırım olarak gösterilmesi büyük bir ka-tegori oluşturuyordu; bu miktar gelirden düşülmediği için kâr yüksek görünüyordu.” ( J. E. Stiglitz, age, s. 165).Burada hileli muhasebe metotları, kârlılığın yüksek göste-

rilmesi için devrededir. Bu oldukça önemlidir; zira, aslında şi-şirilmiş bir değere sahiptir, WorldCom. Firma borsadaki değeri üzerinden ele alınmaktadır. Oysa o değer şişirilmiş bir balon gibidir ve şirket yönetimi, bu nedenle, kâr göstermek istemek-tedir. Aksi hâlde şirketin borsadaki hisseleri düşecektir ve ba-lon bir gün patlar. Burada da yine milyon dolarlarca rant ortaya çıkmaktadır.

Page 244: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

244

Enron’un hikâyesi ise daha ilgi çekicidir ve bizim için öğ-retici bir örnektir.

“20. yüzyılın sonları, az şey ürettiği halde, başkalarına satış yapıp onlardan bir şeyler satın alarak kazanç sağlayan birkaç küresel şirkete şahit olmuştur.” ( J. Kloby, age, s. 119). Burada bir vurgu eksiği var. Birkaç değil, birçok demeliyiz.

Artık, Wall-Mart, dünyanın en büyük 500 firması içinde te-pededir ve eski en büyüklerden General Motors iflas etmenin eşiğindedir. Bir zamanlar, ABD yöneticileri, General Motors (GM) için iyi olan ne ise, Amerika için de iyi olan odur, derdi. İşte o GM, Kasım 2005’te, “iflas etmeyeceğini” açıkladı. İflas avukatı William J. Rochelle, “iflas GM için harikalar yaratabi-lir.” demekteydi. (BussinessWeek Türkiye, 6 Aralık 2005). Üre-tim ağırlıklı şirketler daha büyük sorunlar yaşarken, iflas yolu ile bile olsa, harikalar yaratarak elde ettikleri paraları, ticaret veya finans alanına kaydıranlar, büyük gelirlere konmaktadır. Bu nedenle, yukarıdaki alıntıda, “birkaç” yerine, “birçok” daha uygun olacaktır. Devam edelim:

“2002’de, dev perakende şirketi Wal-Mart, Fortune dergisin-ce en büyük Amerikan şirketi, küresel ölçekte de ikinci büyük (Exxon/Mobil ’den sonra) şirket diye ilan edildi. 2001’de enerji ticareti şirketi Enron dünyadaki en büyük altıncı şirket olarak seçildi; ama o yılın sonunda Enron skandalla sarsıldı ve şirket Şubat 2002’de iflas etti.” ( J. Kloby, age, s. 119).Enron, 1980’lerde doğalgaz ürünlerinin alım satımı ile

başladı. “Şirketin CEO’su Kenneth Lay, Federal Enerji Düzenleme Komisyonu’nu toptan doğalgaz piyasası ile ilgili yeni yasal dü-zenlemelere ikna etti. Enron doğalgazın fiyatı üzerinde spe-külasyon yaparak milyon dolarlar kazandı. Daha sonra şirket gözünü elektrik piyasasına dikti ve elektrikle ilgili yeni düzen-lemeler için 25 milyon dolarlık kampanya başlattı. Bu başarılı kampanya şirketlerin, elektrik tüketicilere ulaşmadan elektriği satın alıp kat kat fazlasına satmalarına imkân tanıyordu. Bu uygulamanın, nihai tüketicinin ödediği elektrik fiyatını önem-

Page 245: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

245

li ölçüde artırdığını söylemeye gerek yok ... Enron yasayı değiş-tiremediği zaman, onu ihlal etmişti. ...” ( J. Kloby, age, s. 119). Aslında burada, şirketlerin gücü, “dünyayı kim yönetiyor”

sorununun sade hikâyelerinden biri de görülüyor. Serbest re-kabet ekonomisine övgüler düzen eski Marksistler, evet en çok onlar, işçilere, başka türlü yaşanamayacağını, zaten şirketlerin de son derece namuslu olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Bel-ki onların birçoğu, Enron ya da WorldCom ya da Galataport, TÜPRAŞ vb. hikâyelerini okuduklarında, bu çıplak gerçeği, “bir iki tane kötü örnek” diye geçiştireceklerdir. Bir kere akıl-larına koymuşlar, kapitalizm iyidir. O nedenle ne olursa olsun bunu anlatacaklar.

Bizim amacımız ise, rantiye ekonomisinin boyutlarını or-taya koyabilmek. Onun için, dünya devleri diye övülen, ciroları, pek çok ülkenin cirosundan büyük olan, bu şirketlerin sade öy-külerini, gerçek öykülerini izlemeye devam edelim.

“2001’de, Enron’un mali hesapları Teksas tabanlı şirketin olumsuz bir izlenim yaymasına yol açtı. Masraflarını gizleyip kârları olduğundan yüksek göstermek amacıyla hayali şirketler kurdu (Enron 874 Offshore ortaklığı vardı). Enron’un yasadı-şı muhasebe (Stiglitz, yasadışı muhasebe yerine, “yaratıcı mu-hasebe” kavramını kullanıyor. DA) işlemlerinin ortaya çıkması şirketin hisse senetlerinin hızla düşmesine yol açtı. Kazanç hâlâ iyiyken … işçilerin şirketin hisse senetlerinde tutulan emeklilik fonlarını paraya çevirmelerine engel olunmuştu. İşçilerin hisse senetlerini paraya çevirmelerine izin verildiğinde, senetler ne-redeyse değersiz olmuştu ve işçiler emeklilik tasarrufunda 1,2 milyar dolar zarara uğradılar. Çok sayıda orta sınıf Amerikalı da şirketin çökmesinden zarar gördü. Enron’un hisse senetleri-nin yaklaşık %64’üne kurumsal yatırımcılar sahipti ve bunla-rın çoğu, orta sınıf Amerikalıların emeklilik geliri için önemli kaynaklar olan hisse senedi alım satımıyla uğraşan anonim şirketler ve emeklilik şirketleriydi. Enron’un sahtekârca fa-aliyetleri sonucunda sıradan Amerikalıların yaklaşık 25-50 milyar dolar kaybettikleri tahmin edilmektedir. İflasın ilan edilmesinin ertesi günü Enron 4000 işçiyi kapı dışarı etti.” ( J. Kloby, age, s. 119-120).

Page 246: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

246

Kaybeden her zaman işçilerdir. İşçiler, şirket tıkır tıkır iş-lerken de, batarken de kaybediyorlar. Onlar için bu mevcut sis-tem altında bir “alın yazısı”dır; ama bu arada, hisse senetlerine para yatırmış, küçük ve orta ölçekli varlığa sahip kişilerin 25-50 milyarlık varlıkları, başkalarının hesaplarına bir anda transfer olmuştur. Büyük kumarhane!

Enron’un öyküsüne ilişkin bir şeyler bulmuşken, aslında sadece batarken değil, şirketin normal zamanlarda da nasıl aktif olduğuna ilişkin birkaç örnek aktaralım. Bunların içinde devlet yönetimi ile yakın ilişkilere de örnekler var.

“Bu arada yatırım kârlarını artırmak için Enron’un Bush yönetimiyle yakın bağlarını kullandığı ve başkanın yar-dımcısı Dick Cheney’in ulusal enerji politikasını geliştirir-ken Enron’un gereğinden fazla etkisi altında kaldığı ... En-ron çalışanları 2001’de Cheney ile ez az altı kez buluştular ... Enron’un hükümet üzerindeki etkisi büyüktü; şirket geçen yirmi yılda Temsilciler Meclisi’nin 186 üyesine ve 71 senatöre yaptığı bağışlarla 6 milyon dolar politik yardımda bulunmuş-tu.” ( J. Kloby, age, s. 120).Politik yardım, gerçekten de Enron çapında şirketler için,

son derece anlamlı bir kavram olmalı.Aynı kaynaktan WorldCom ile ilgili olarak şunları oku-

yoruz.“Haziran 2002’de benzeri bir “muhasebe” skandalı dünyanın en büyük dokuzuncu şirketi olan WorldCom’u sarstı. ... Worl-dCom masraflardaki 3.8 milyar doları gizlemek için yasadışı hesaplar yürütmüştü. (WorldCom işletme masraflarını serma-ye harcamaları olarak göstermişti, böylece onlar yıllarca amorti edilebilirdi). Beyan edilen kazancını yapay bir şekilde şişir-mişti. Yüksek kazançlar WorldCom’un hisse senetlerinin değe-rini yükseltti. ... WorldCom skandalının patlak vermesinden hemen sonra, şirket 17.000 işçiyi işten çıkardığını ilan etti ve Temmuz 2002’de WorldCom iflas etti.” ( J. Kloby, age, s. 121).Aslında konu ile ilgili pek çok kaynak olmalı. Stiglitz’in

yukarıda adı geçen kitabında da bu “yaratıcı muhasebe” ör-nekleri sergilenmektedir; ama biz hazır yakalamışken ve yeri

Page 247: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

247

de gelmişken, bir çok uluslu şirketin ya da bizim deyişimizle bir uluslararası tekelin, sömürge ülkelerde nelere kadir oldu-ğuna ilişkin bazı notlar aktaralım. Hem konu Enron olunca, nihayetinde uğruna savaşlar verilen enerji meselesi hakkında da bilgimiz artıyor.

“1992’de Hindistan hükümeti enerji sektörünü özelleştirdiğini ilan ettiğinde, Enron dünyadaki en büyük elektrik santrali-ni Maharashtra’da kurmayı planlamıştı. 2,9 milyar dolarlık santralin ayrıntıları öğrenildiğinde, Hindistan’daki ekono-mistlerin, akademisyenlerin, sendikaların ve devlete bağlı olmayan organizasyonların çoğu proje hakkında ihtiyatlı bir tavır takınmaya başladılar. Sonunda bu ihtiyatlı tavırları ... açık bir muhalefete dönüştü. Öte yandan Enron ve devlet görevlileri protesto hareketini umursamadı ve zaman zaman muhalefeti kaba güçle bastırdı.

“...

“İnsan Hakları İzleme Örgütü, Enron’un ana ortağı olduğu Dabhol Enerji şirketinin “şirkete sağladığı güvenceden dola-yı kaba ve saldırgan devlet görevlilerine para ödediklerini” de belirtti.

“Ayrıca Enron bir Afrika ülkesi olan Mozambik’te işini gör-mek üzere politik bağlantıları kullandı. IMF ve Başkan Bill Clinton’ın (ülkeye yapılan kalkınma yardımını kesme tehdi-dinde bulunan) baskısı altındaki Mozambik, Enron’un Gü-ney Afrika’ya boru hattı döşemesi planını kabul etti. Enron, Arjantin’e de benzeri bir baskı uygulayarak Şili’ye doğalgaz boru hattı döşedi.” ( J. Kloby, age, s. 122).Burada kaba güce ilişkin de ne denmek istendiği konusun-

da örnekler veriliyor. İşkenceden, yasal olmayan gözaltılardan, dayak ve yıldırma politikalarından vb. söz ediliyor. İşte burada, Coca Cola’nın işkencecilerinin varlığından söz edilince, ilk aya-ğa kalkan liberal solcularımızın öğreneceği çok şey var.

Sömürge bir ülkede hükümet ne demektir? Sömürge bir ülkede uluslararası tekel ne demektir? Türk Telekom’u kapatma

Page 248: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

248

fiyatla alan Oger’in üzerine oturduğu şirketin, kayıtlarda gö-rünmeyen, gizli hesaplarda tutulan parasının, onun vereceği 6.5 milyar dolardan fazla olduğu konuşuluyor. Yukarıdaki örnekte ise, siyasal baskı ile şirketlerin maksimum kâr hedefleri arasın-daki uyuma işaret etmeliyiz.

Kapitalizm içinde kalarak, emperyalist merkezlerin uydu-su olarak kalarak, bir ülke bağımsız olamaz. Sosyalizm dışında onurlu yaşama, bağımsızlık yolu kalmamıştır.

Bugünlerde iflas edip etmemesi tartışılan ve avukatların iflas ona avantaj sağlar diye vurgu yaptığı GM, bu siyasal et-kinin pek çok örneğine sahip. 2001 yılında 177 milyar dolar geliri ile belli başlı ülkeleri ardında bırakan GM, ABD, Kanada, Almanya, Avusturya, Belçika, İspanya, Kore, Kenya, Ekvador ve daha başka ülkelerde üretim yapmaktadır. Bizde de hep tar-tışılır, Koç, otomobil satabilmek için, ülkede tren yolu ağının gelişimini engellemiştir. Doğrudur.

“Sözgelimi, Amerika’daki büyük otomobil şirketleri ülkenin ta-şımacılık politikasının belirlenmesinde çok etkili olmuştur. Her yıl lobi faaliyeti ve diğer politik etkinlikleri finanse etmek için milyonlarca dolar harcama yaparlar. ... Aslında GM, yıllar önce çok sayıda Amerikan şehrinde çeşitli toplu taşıma sistem-lerini yıkma girişiminde bulunduğunda. ...

“1949’da GM, ülke genelinde 45 şehirde 100’den fazla elekt-rikli taşıma sistemini satın alıp değiştirdi. Bir yerde federal jüri, Standart Oil of California, Firestone Tire ve diğerleriyle birlikte GM’i fesat tertibiyle suçladı.” (Kloby, age, s. 115).Devam edelim: “1935’te GM, Almanya Brandenburg’da iştiraki Opel ’i açtı. ... ertesi yıllarda söz konusu şirket, Hitler’in ordusuna kam-yon temin etti. 1938’de GM’nin deniz aşırı faaliyetlerinden sorumlu baş yöneticisi, Adolf Hitler tarafından birinci sınıf Alman Kartalı şeref rütbesiyle ödüllendirildi. Ford da Naziler için asker taşıma araçları üretti ve onun baş yöneticisi de Al-man Kartalı ödülünü aldı.” ( J. Kloby, age, s. 116).Ve bir örnek de kişisel başlardan olsun. Bugün Bush yö-

Page 249: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

249

netiminin hemen tüm kadrosunun enerji ve petrol işiyle ilgili şirketlerin üst düzey yöneticileri olması bir istisna değil, ulusla-rarası tekelci egemenliğin, tekeller çağının devlet örgütlenmesi-nin tipik özelliklerinden biridir. Yeni ise hiç değildir.

“Diğer önemli bir gerçek de, 1950’lerde Amerikan Savunma Bakanlığı yapan Charles Wilson’un, GM’nin yöneticisi ol-masıdır. Wilson Ford Motor şirketinin başkanı olan Robert S. McNamara tarafından terfi ettirilmişti. McNamara daha sonra Dünya Bankası’nın başına getirildi.” ( J. Kloby, age, s. 117).Tüm bunlar bize, rant ekonomisinin nasıl işlediğini göste-

riyor. Bunlar bilindi mi, ağır ağır sistemin resmini ortaya koy-mak da kolaylaşacaktır.

Fakat galiba bu noktada bir iki örneğe daha ihtiyaç vardır. Büyük şirketlerle devlet arasında, birinden diğerine, diğerinden ötekine yönetici değişimi ya da katarımı, “çapraz-eşleme” diye anılmaktadır. Aslında bazı Marksist ekonomistler, bu durumu detaylıca ele almış ve “devlet ve tekellerin kişiler aracılığı ile bağlanması” adını vermişlerdir. Gerçekte tekelci egemenlik, bunu gerekli kılıyor. Bu nedenle, daha az politik gibi görünse de sorun değil, çapraz-eşleme denilmesinde de sakınca yoktur. Burada önemli olan, bunun rant ekonomisi dediğimiz malî ser-maye hareketleri ile de bağıdır. Mesela Türk Telekom’u almak, elbette bu anlamda çok özel ilişkiler kurmak demek oluyor ve bu işi bağlayan mesela Erdoğan, yüklü bir komisyonu cebe in-diriyor. Bu durum, eski askerlerin, şirket yönetimlerinde görev alması gibi, eski başbakanların şirket yönetimlerinde görev al-masını da beraberinde getiriyor. Biz, daha çok Amerika’dan ör-nek verdikçe, aslında, başka ülkelerde bunun olmadığı sonucu çıkmamalıdır. Tersine bu tekelci kapitalizmin, kapitalist emper-yalizmin artık ayrılmaz bir özelliğidir.

Alexender Haig, ülkemiz insanı için çok tanıdıktır. “Haig 1960’larda savunma bakanlığında ve 1970’ler-de Başkan Nixon’un emri altında görev yaptı; 1980’lerde Başkan Reagan tarafından hükümet sözcülüğüne getirildi. Haig, United Tecnologies’in başkanıydı, Chase Manhattan

Page 250: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

250

Bank (Rockefeller’in bankalarından biri ve 2001 krizin-de ülkemizde CitiBank ile beraber büyük spekülasyonlar ya-pan banka -DA), Crown Cork&Steal, Texas Instruments ve Conagra’nın yöneticisiydi. Ayrıca Dış İlişkiler Konseyi’nin de üyesiydi. Aynı şekilde Reagan’ın dışişleri bakanlığını yapmış olan George Schultz da Bechtel şirketinin başkanı ve Morgan Guaranty Trust’ın yanı sıra Dış İlişkiler Konseyi’nin de yöne-ticisiydi... Diğer bir örnek de Reagan’ın savunma bakanlığını yapan Caspar Weinberger’in 1970 ile 1975 yılları arasında federal hükümette üç farklı mevkide görev yapmış olmasıdır. Onun şirket geçmişi, Bechtel Şirketi’nin yönetim kurulu başka-nı...” (Kloby, age, s. 152).Yine bildik bir isim, United Fruit şirkettir. Biraz Latin

Amerika üzerine okumuş herkes bu şirketin adını duymuş ol-malıdır.

“1953’te Guatemala, Amerikan kökenli United Fruit şirketi-nin sahip olduğu 387.000 akrelik kullanılmayan toprağı is-timlak etti. O zamanlar United Fruit, Guatemala’da 40.000 işi kontrol ediyor, neredeyse tüm tren yollarının sahibi ve ül-kenin ekilebilir topraklarının yarısını elinde bulunduruyordu. “Ahtapot” diye tanınıyor ve yılda 65 milyon dolar kâr elde edi-yordu. Bu rakam Guatemala hükümetinin yıllık gelirinin iki katıydı.” (Kloby, age, s. 153). United Fruit’i bu kadar tanımak yeterli; ama sadece bir ül-

kede değil, tüm Latin Amerika’da etkin olduğu biliniyor. Şimdi, Kloby’nin aynı eserde, 153 ve 154. sayfalarda aktardığı bilgilere göz atalım.

“O zamanlar Amerikan Dışişleri Bakanı olan John Foster Dulles, uzun zamandan beri United Fruit şirketinin yasal danışmanlığını yapıyordu; o zamanlar CIA’nın başkanı olan erkek kardeşi Allen Dulles eskiden United Fruit şirketinde yöneticilik yapmıştı; o zamanlar Amerika’nın Birleşmiş Mil-letler’deki temsilcisi olan Henry Cabot Lodge, United Fruit’in yönetim kurulunda yer alıyordu; Amerikan içişleri bakan yar-dımcısı olan John Moors Cabot, United Fruit’in büyük hisse-darlarından biriydi.” (Aktaran J. Kloby, age, s. 153-154).

Page 251: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

251

Böylece yeterli sayıda örneğe ulaştığımız kanısındayız. Bu-rada aslında malî sermaye spekülasyonlarının biraz dışına da taşmış olduk; ama sanırım, tekelci kapitalizmin ne demek oldu-ğunu, tekelci hakimiyetin anlamını ve elbette tekelci hakimiyet ilişkilerinin getirdiği şiddetin düzeyini anlamak için epey ola-nağa kavuştuk. Yine de son Bush hükümetine de bir göz atalım. Her yerde bulunan bilgiler zaten yeterli. Başkan Bush, kendi petrol şirketini Harken Enerji diye bir firmaya sattı ve kendisi de o firmanın yöneticisi oldu. Firma Ladin ailesinin de ortaklığı bulunan bir firma. Dick Cheney, Irak savaşından sonra Irak’ta-ki ihaleleri de alan Halliburton şirketinin CEO’suydu. Rice, ki şimdi dışişleri bakanıdır, Chevron’un yöneticisi. Elbette ki, Chevron da bir petrol şirketi. Donald Rumsfeld ise Enron’un eski hissedarlarından, hani şu skandallarla batan Enron’un.

Bu, tüm kapitalist ülkelerde, üç aşağı-beş yukarı böyledir. Devlet, bürokrasi ile tekeller, kişiler düzeyinde, kişiler aracılığı ile daha sıkı bağlar kurmaktadır. Ülkemizde tek başına OYAK, buna çok güzel örnektir.

Bu noktadan sonra, bir genel toparlama yerinde olacaktır. Malî spekülasyonların getirisi, aslında bu alandaki büyüme iyi anlaşılırsa, daha iyi kavranacaktır. Bu nedenle, hem malî alanın büyüklükleri konusu üzerinde duralım, hem de bunun büyüme-sinin diğer alanlarla kısa karşılaştırmasına bakalım.

1983-1995 yılları arasında, yıllık ortalama bazında, dünya GSMH’si %3.4 büyümüştür. Buna karşılık, dünya ticaret hac-mi, neredeyse bunun iki katı, %6 oranında yıllık ortalama bü-yüme kaydetmiştir. Toplam bono-kredi hacmi ise aynı yıllarda, yıllık ortalama olarak %8.2 oranında büyümüştür ki, bu da bü-yümeden 2.4 kat daha fazla bir oran demektir. Başlıca kredi ve bonoların satışı ise, yıllık ortalama bazında, aynı yıllarda, %9.8 artmıştır (bknz. M. Castells, age, s. 130). Bu da demek oluyor ki, malî alandaki büyüme, GSMH’deki büyümenin neredeyse 3 katıdır. Aslında birinde üretim vardır ve diğerinde spekülasyon veya rant geliri. Bu farklılık, gerçekte olmayan değerlerin ya da meşhur terimi ile balonlaşmanın, şişmenin işaretidir. Elbette bunun sonu krizdir; zira şişme bir yere geldiğinde, malî serma-yenin gelir transferi için tek yol, değerleri düşürmek ve yeniden

Page 252: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

252

şişirmektir.“1990 ile 1997 yılları arasında yatırım fonlarının varlıkla-rı 12 kat arttı; 1990’ların sonuna gelindiğinde 3500 yatırım fonu toplam 200 milyar ABD dolarını yönetiyor, bu sermaye-yi daha büyük meblağlara borçlanmak -ve bahse girmek- için kullanıyorlardı.” (M. Castells, age, s. 133).Bu satırların yazarı, asla ve asla kapitalizme karşı değildir.

Tersine onu övmektedir. Dolayısıyla bunlar zoraki çıkmış yo-rumlar da değildir. Sadece durumun, sadece bir kare fotoğrafı-dır. O kadar.

Küresel tahvil ticareti, 1980’lerde, günlük olarak 30 mil-yar dolardı. 1990’ların hemen başında, tahvil ticaretinin günlük hacmi, 500 milyar doların üzerindeydi.

Bu rakamlar, okuyucuya sıradan gelmemelidir. 500 milyar dolar demek, iki tane Türkiye ekonomisi demektir. Daha da il-ginci, bu 500 milyar dolar, tahvil ticaretinin günlük hacmidir, yıllık değil. Demek ki, her gün tahvil ticaretinden, en az iki Türkiye ekonomisi kadar değer dönmektedir ve üstelik, 2000’li yıllarda bu rakamın, trilyon dolarlar olduğunu da biliyoruz. Bu da bize, hisse senedi avcılığı, malî spekülasyon, rant ekonomisi vb. hangi isimle anarsak analım, modern tefeciliğin boyutlarını, büyük kapitalist kumarhanenin ebatlarını bir miktar olsun gös-termektedir. Artık üretim yapmanın anlamı var mı!??

“1992’de OECD ülkelerinin mali varlıkları, iktisadi çıktıla-rının iki katına, 35 trilyon dolara ulaştı. McKinsey umutla, toplam mali stokların 2000 yılında, sabit dolar kuruyla 53 trilyona, yani bu ekonomilerin toplam çıktılarının üç katına ulaşacağını tahmin ediyor.” (W. Greider, age, s. 309). Bu bize epey bir bilgi veriyor. Açalım: Birincisi, 53 trilyon

dolar, o da sabit kurla, sadece OECD ülkelerine ait malî stoktur ve bu sadece OECD ülkelerinin çıktısının 3 katı değil, dün-ya toplam çıktısının da 1.5 katı demektir. Bu bize malî alanın büyüklüğü konusunda bir fikir vermektedir. İkincisi, bu vesile ile, şu soru gündeme alınmalıdır. Acaba bu malî stok nasıl da-ğılmaktadır ve devamla, bu dağılım ile gelir dağılımı arasında karşılaştırma bize neleri gösterir? Şükür ki, elimizdeki kaynak-

Page 253: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

253

larda, buna ilişkin veriler yer alıyor (bknz. Tablo 29). Bu verileri aktarmadan, vurgulamalıyız ki, biz burada

tüm verilerin aynı yılı göstermesi vb. ile çok da ilgili değiliz. Mümkün olduğunca bunu yapmaya çalışıyoruz; ama bizim esas amacımız, modern kapitalist ekonominin işleyişine ışık tutmak olduğu için, verilerin birkaç yıl geriden veya başka verilere göre ilerden gitmesi, sonucu etkilemiyor. Yoksa, bu alanda veri bul-mak, nispeten daha kolaydır. Finans çağı diye boşuna nutuk atılmıyor!

Dünya gelir dağılımı tablosu, bize yeterince çarpıcı sonuç-ları gösteriyor. Dünyanın en düşük gelirli %85 nüfusu, en yük-sek gelirli %10 nüfusundan daha az gelir elde etmektedir, daha-sı, bu %85, neredeyse %5’in gelirine denk gelir elde etmektedir. Bu yeterince bozuk bir gelir dağılımı tablosudur, ki gerçek her zaman rakamların gösterdiğinden daha ağırdır.

Malî servet eşitsizliği ise daha ileri boyuttadır.

Tablo 29*

Dünya Gelir Dağılımı (%)

Dünya nüfusunun Dünya gelirinin yüzdesi yüzdesi

Dilim 1988 1993

En düşük %10 0.9 0.8En düşük %20 2.3 2.0En düşük %50 9.6 8.5En düşük %75 25.9 22.3En düşük %85 41 37.1En yüksek %10 46.9 50.8En yüksek %5 31.2 33.7En yüksek %1 9.3 9.5

*Kaynak: J. Bellamy Foster, Emperyalizmin Yeniden Keşfi, Devin Yayıncılık, s. 70

Page 254: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

254

“... New York Üniversitesi’nden iktisatçı Edward N. Wolff Amerikan ailelerinin en dipteki %80’inin elde tuttuğu toplam mali servet payının 1980’lerde toplamın %9’undan %6’sına düştüğünü saptadı. Bu arada, en tepedeki %1 mali varlık pa-yını %43’ten %48’e çıkardı.” (W. Greider, Tek Dünya, age, s. 416).Görüldüğü gibi, konu, malî varlıklar olduğu zaman gelir

dağılımı daha da bozulmaktadır. Denilecektir ki, ilkinde dünya gelir dağılımının verilerine karşılık, ikincisinde ABD’deki malî varlıkların dağılımı ele alınmıştır. Elbette bu doğrudur; ama dünya malî varlıklarının hem çok büyük oranda bulunduğu ül-keler emperyalist merkezlerdir, hem de zaten bizim amacımız açısından bu veri farklılığı çok önemli değildir; zira ABD’deki gelir dağılımı rakamları da ele alınınca, malî varlıkların dağı-lımdaki eşitsizlik farkı rahatlıkla görülebilecektir. Dünya çapın-da malî varlıkların dağılımı için veriye sahip değiliz. Elbette böylesi veriler vardır; ama biz sahip değiliz.

Demek ki, malî varlıkların sahiplerinin %1’i (ki pek çok kişinin malî varlığı yoktur), toplam malî varlıkların yarısına sa-hiptir.

Ve bu malî sermaye “çağı”, hükümetleri, merkez bankaları-nın arkasına aldı. Merkez bankaları, daha belirleyici ve daha az siyasal değişimlerden etkilenen bir yapıya kavuşturuldu. Kuru-lan rantiye ekonomisi, büyük bir yağma anlamına da gelmekte-dir ve açık olarak, malî sermaye, diğer değerler karşısında, diğer sermaye türleri karşısında açıkça öne geçti.

Tablo 30’da ABD ekonomisindeki büyüme rakamları gö-rülüyor. ABD ekonomisi, 7 yılda, toplam %40 büyümüştür. Oysa aynı dönemde, inşaat, perakende ticaret, finans, hizmet sektörü, bu oranın üstünde büyürken, madencilik ve toptan ticaret yaklaşık GSMH büyümesi oranında büyümüş, tarım, imalat sanayii, ulaşım ve devlet sektörü, bu oranın altında büyü-müştür. Buradan da anlaşılıyor ki, ABD ekonomisi, esas olarak inşaat, ticaret, malî alan ve hizmetler alanında büyümekte ya da daha hızlı büyümektedir. Bu bizim sözünü ettiğimiz eğilimi, ticaret, finans ve medyanın öncelikli geliştiği eğilimini doğru-lamaktadır.

Finans alanının bu öne çıkması, aynı zamanda bu alanda,

Page 255: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

255

vergilendirme olmaması ya da çok düşük miktarda olması ile de sonuçlanmaktadır.

“Bütün Eurobond piyasası vergiden kaçırılmış paradan oluş-maktadır; uyuşturucu ticaretinden sağlanan sıcak para değil, temelde vergisi sıfır olan para.” (Aktaran W. Greider, age, s. 417).Uyuşturucu ticareti ile elde edilen paraya, kara para, vb. de-

nilmektedir vergisi yoktur. Büyük bir rant alanıdır ve burada Eurobond piyasasında elde edilen para, bu uyuşturucu parasıyla kıyaslanmaktadır. Kesinlikle yerinde bir karşılaştırmadır.

Özetle, modern kapitalizmde, malî sermaye, spekülasyon veya yüksek getiri elde etmek için dolaşan sermaye, büyük öl-çüde öne geçmiştir. Bu nedenle, kapitalizmin altın çocukları bu alanda istihdam edilmektedir. Bu alan, beraberinde, “kaliteli hizmet” sektörünü de geliştirdi. Uyuşturucu parasının beyaz ka-dın ticaretini geliştirmesi gibi, malî alanın gelişimi, beraberinde

Tablo 30 *

Sektörlere göre, ABD’de büyüme oranları

1994-2000 arasında kaydedilen büyüme (%)

GSMH 40 Tarım 15 Madencilik 41 İnşaat 68 İmalat sanayii 28 Ulaşım 35 Toptan ticaret 41 Perakende ticaret 44 Finans, sigorta, emlak 54 Hizmet sektörü 59 Devlet sektörü 27

*Kaynak: Emmanuel Todd, İmparatorluktan Sonra, s. 68

Page 256: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

256

hizmet sektörünü de geliştirdi. Bu, bazan tıpkı kadın ticareti benzeri uygulamalardır, bazan bir odanın hemen ofis hâline gelmesinin sağlanmasıdır, bazan dünyanın öbür ucuyla seri bağlantıdır, bazan özel istihbarat ağıdır. Borsadaki broker’ın hizmeti, bu “kaliteli” hizmetlerin daha ilk adımı olabilir.

Bu biçimde egemen olan sıcak para, malî sermaye, rantiye ekonomisinin gereklerine uygun bir uluslararası düzene ihtiyaç duyuyor ve bunu mümkün olan en büyük hızla yerine getiriyor. Ülke ekonomilerinin gücü, malî sermaye karşısında neredeyse sıfırdır. Bu rantiye ekonomisi, kapitalizmin son günlerinin de yaşandığının en somut kanıtıdır. Malî varlıklardaki bu şişme, sonuçta kârın kaynağı olan artı-değerin el değiştirmesi ya da ele geçirilmesinde büyük olanaklar oluşturmaktadır. Bu da, üretim alanını önemsizleştirmektedir.

Page 257: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

257

Bugün bize, globalizm diye bir şeyden söz ediyorlar. Evet “dün-ya” asla eski dünya değil; ama bu gerçeklik ne demek oluyor? Farklılığa ne ad koymak gerekir? Sadece bir örnekle, sorunu, okuyucunun önüne koymak isteriz. Tüm 20. yüzyıl boyunca, 20. yüzyıla pek çok ad takıldı. Kimisine göre 20. yüzyıl, atom çağı idi; çünkü, hem atom parçalanmış, bundan atom bombası gibi korkunç bir silâh yapılmış, hem de atomun parçalanması ile nükleer enerji elde etme yolu bulunmuştu. Öyle ise 20. yüz-yıl, atom çağı olmalıydı. Mantıklı görünüyor. Bir başka görüşe göre 20. yüzyıl, medya çağı idi. Faks makineleri, gazetelerin ve TV’nin yaygınlaşması, reklâm şirketlerinin etkisi vb. bu görüşü savunanların verileri idi ve görünüşe göre mantıklı görünüyor. Kimine göre 20. yüzyıl, bilgisayar çağı demek idi; zira bilgisayar teknolojisi, en yeni teknoloji ve akıl almaz fırsatlar sunmaktay-dı. Görünüşe göre haklılar. Kimine göre 20. yüzyıl, uzay çağı idi; zira uzaya çıkış, hatta uzayda üs kurma bile gerçekleşmişti. Uzay teknolojileri de azımsanamayacak şeylerdir. Yıldız savaş-ları diye projeler bile yapılmaktadır. Öyle ise bunların sunacağı verilere bakarsak da haksız sayılmazlar. İnsanın başına bu sık sık gelir. Birini dinlersin, sana olay ve süreçleri öylesine bir dizgi içinde, öyle verilerle anlatır ki, içinden “bu adam haklı” dersin. Sonra onun suçladığı kişiyi dinlersin. Olay aynıdır; ama dizgi ve süreç farklılaşır ve sonunda “galiba bu da haklı” deyiverirsin. Bir 12 Eylül yaşandı ve sonrasında, 12 Eylül öncesi ile ilgili çok çeşitli hikâyeler dinledik. Biri kalkıp dedi ki, “biz aldatıldık, bizim paralarımızı örgüte verdik ve kim bilir o paralar ne oldu.” Dinlerseniz, bu kişiye hak verirsiniz. Biri kalkıp dedi ki, “bizde demokrasi yoktu. Bir gün örgüt bana şu ile gideceksin dedi; ama bana fikrimi dahi sormadılar.” Dinlerseniz size adam haklı gibi gelir. Bir başkası, “bize sevmeyi yasaklamışlardı” der ve din-

Sermayenin Uluslararasılaşması

Page 258: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

258

lerseniz şaşırırsınız. Bir diğeri, “kadınları ortak kullanıyorlardı” der ve dinleyene gerçek gibi gelir. Oysa 12 Eylül’de dönmeyen-ler, kesinlikle döneklerden fazladır. İşkencehanelerde, lafın ge-lişi değil, gerçek anlamı ile direniş destanları yazanlar az değil. Yenilgi kurgusunu bir yana bırakın, her bir direniş bir destan olacak ölçüde büyüktür. Bu ülkede 16 yaşında idam sephası diye altına konan sandalyeleri tekmeleyen yiğitler de yaşadı. Kafasına çivi çakıldığı hâlde konuşmayanların hâlâ yaşayan şa-hitleri var. Gerçek anlamı ile ser verip sır vermeyenler oldu. İşte size bir sürece iki farklı bakış açısından minnacık birer kesit.

İşte bunun gibi, acaba hangisi doğru, 20. yüzyıl, nasıl ad-landırılmalı? Biz Marksistler (Bazıları hâlâ, Marksist olsa da, Marksizm’i bir bilim saymıyor. Kendi hoş ya da nahoş, hâlet-i ruhiyelerini, Marksizm altında iddialar olarak ortaya koymaya çalışıyor. Böyle olunca, ne tartışma için bir zemin kalıyor, ne de bir dirhem ilerleme zemini. Bilim ortadan silindikçe, geriye, haklılığın başarıya göre ölçüldüğü bir terazi kalıyor ki, bu başarı ölçer terazi kökünü özel mülkiyet toplumuna borçludur. Onun için biz, Marksizm’i bir bilim olarak görmeli ve öyle ilerlemeli-yiz. Bu nedenle 20. yüzyılı nasıl adlandırmalıyız sorusu, sadece bizim niyet ve isteklerimizi yansıtmamalı, gerçeği yansıtmalı), 20. yüzyıl ile başlayan süreci, kapitalizmden komünizme geçiş çağı olarak ele alıyoruz. Başkaları bu sürece başka adlar veriyor ve kendi içlerinde haklılık payları olsa da, bir çağ analizi onların dayandıkları temellerle yapılamaz. Çağa damgasını vuran şey, kapitalizmin çöküşü ve komünizmin yükselişidir (Bugünlerde-ki düşüş, bizim iddiamız odur ki, “gelecekte yükselişin önceden ödenen bedelidir.”). Başka isimlendirmelerin ciddi bulabilece-ğiniz çoğunu ele alın, arkasında kapitalizmden komünizme ge-çiş çağının etkilerini bulabileceksiniz.

İşte bir örnek olarak, çağımızı nasıl isimlendirmeli sorusu-nu ele alırsak, hep beraber gördüğümüz gibi, pek çok farklı ya-nıt ve kendince nedenleri ile birlikte karşımıza çıkar. Oysa, bu kanıtlar, görüşün gerçekliğini göstermez, gerçek olabileceğini gösterebilir. Bu nedenle der ki filozof, “doğada her tür düşün-ceyi destekleyecek görüş bulunabilir. Bu nedenle mesele bakış açısındadır.”

Page 259: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

259

Globalizm için de bunlar geçerli. Bize, “globalizm çağı”ndan söz ediyorlar. Global köye dönen dünyamızdan, glo-bal yaklaşım tarzından, global düşünceden, global eğilimlerden vb. Kısacası pek çok kavramın önüne, “global” kelimesi konmuş bulunuyor. Tıpkı mühendisliğin yükselişi gibi, her şeyin sonuna bir mühendis yazılırdı ve iş tamam olurdu. Oysa mühendislikte, işin gerçek ile bağı daha kuvvetli idi, globalizmde bu bağ daha zayıf. Mühendislik, eni sonu belli bir konu idi oysa globalizm o kadar yuvarlak ki! Fakat daha etkili gibi görünüyor. Global piyasalar, global sermaye, global analistler, global stratejistler, global sorunlar vb.

Kulağa hoş geldiği kadar, içeriği de boş. Bu boş olan ile hoş alan arasında bir orantı kurulabilir mi, bilmiyorum. Bir şey ne kadar hoş ise o kadar boş olur mu? Kanımızca hayır. En azından her konuda geçerli olmasa gerek; ama boş şeyleri hoş göstermek o kadar kolay olmalı. Globalizm de buna benziyor.

Biz globalizm denilen bu modern kapitalizmin en yeni janjanlı elbisesini ele almadan önce iki konuya daha girmemiz gerekiyor. Bu iki konu, aynı zamanda, bazı yenilikleri ya da ka-pitalizmin bazı gelişmelerini de anlamamızı kolaylaştıracaktır. Birincisi, sermayenin uluslararasılaşmasıdır. Bu bölümde buna başlanacak.

Bizim bu çalışmamız, ülke aydınları arasında ya da sol için-de (ki biz ikincisi ile daha yakından ilgiliyiz; çünkü, sol için-de olmayan aydının aydın olarak kalma süresi zaten sınırlıdır) değişik tepkilerle karşılanıyor. Bir yandan, açıktan bir tartışma gelişmiyor. Bu yeni değil. Biz hareket olarak ortaya koyduğu-muz hiçbir tezi, bizzat alanlarda, bizzat yüzyüze tartışmalarda dahi savunurken olumlu tepkilerin çoğu suskun bir onaylama şeklinde oldu. Tarih çalışması için, alttan alta yapılan övgülerin üstten yapılmasını tercih ederdik. Son derece az sayıda insan ve örgütlü insan, bu çalışmaların yol açıcılığından, öneminden açıkça söz edebilme cesaretini gösterdi. Bunları anlaşılır bulu-yoruz; ama bu çalışma ile beraber, bu çalışmalarda “yeni bir şey yok” diyen ve bunu da açıktan yapma yerine dar çevrelerde yap-mayı seçenlerden haberdar olduk.

Aslında bizim iddiamız, hiçbir çalışma öncesinde, “biz yeni

Page 260: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

260

şeyler söyleyeceğiz” şeklinde olmadı, olmaz. Ne Tekelci Polis Devleti böyle bir çalışmadır, ne Türkiye’de Kapitalizmin Geli-şimi, ne Kapitalizmden Komünizme Geçiş, ne tarih çalışması vb. Bu çalışmada da yeni şeyler söyleme iddiası yok. Tersine biz teorinin doğru olduğunu; ama elbette gelişeceğini düşün-dük, onun ışığını yaymaya çalıştık. Bundan sonra da yolumuz bu olur. Bizim çalışmalarımız, tamamen örgütsel gelişimimi-zin, mücadelenin önümüze koyduğu görevleri yerine getirmek, bunu yaparken de biraz geniş perspektiften yaklaşma- ya ça-lışmak ilkesinin sonucu ortaya çıkmıştır. Bu çalışmalar, az ya da çok, kendi hattımız içinde işçi ve öğrencilerle, devrimcilerle tartışılmıştır. Bu tartışmalar, bizim için, her zaman değerli ol-muştur.

Bu vesile ile, teorik çalışmalarımızın rotası ve nedeni konu-sunda bilgi verdikten sonra, şunu da iddia etmemize müsaade edilsin: Yeni ile ne denmek isteniyor bilmiyoruz; ama bizim ça-lışmalarımız içinde bazı “yeni”ler var.

Bu çalışmanın, bu bölümden sonraki bölümü, yani serma-yenin uluslararasılaşmasından sonraki bölümü, iletişim tekno-lojilerini ele alacak. Bu konuda yeni olmayan şeyleri, bu fındık farelerinin sevimliliği içinde dar çevrelerinde “yeni bir şey yok” diyenlerin yazması için zaman var demektir. Hem böylece “dar çevrelerden” genişleyen çevrelere de ulaşma şansı olur. Biz, olur-sa böylesi bir girişimden sevinç duyacağız. Çalışmalarımız der-gimiz Kaldıraç’ta yayınlanmaktadır. Bu çalışmalarda, defalarca, kendimiz, eksik bulduğumuz noktayı, katkılar beklemek üzere, açıkça ifade ettik. Elbette, bizim göremediğimiz noktalarda katkıya açık olacağımız da kendiliğinden ulaşılabilir bir sonuç.

Şimdi, globalizmi tartışmamızın önündeki ilk başlığı, ser-mayenin uluslararasılaşmasını tartışmaya başlayalım.

“ ‘Hiçbir zaman bu kadar az insan bu kadar çok insandan bundan daha fazlasını almamıştı.’ Kabaca 1 milyon doların üzerinde gelire sahip 226.000 Amerikalıya sunulan avan-taj, toplamda geliri 100.000 doların altında olan 120 milyon Amerikalının yararlanabileceğine eşdeğer düzeydeydi.” ( J. E. Stiglitz, 90’ların Yükselişi, CSA Global Yayın Ajansı, s. 327).

Page 261: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

261

Bu satırları, bir anti-kapitalist söylemiyor, bir sosyalist, bir devrimci söylemiyor. Kapitalizmin savunucularından biri söy-lüyor ve sadece bir yönü ile de olsa, sadece bir anlık da olsa, gerçeği söylüyor.

Bu durum elbette sadece Amerikan toplumu için geçerli değil. Kapitalizmin günümüzdeki durumu, böyle özetlenebilir. Bu devasa uçurum, aynı zamanda, dünyanın tek bir pazar oldu-ğu gerçeği altında hayat buluyor.

Kapitalizm dünya çapında tek bir pazardır. Sosyalist sis-temin varlığı, sosyalist ülkelerin varlığı, “ayrı bir pazar” olarak ele alınamaz. Sosyalist ülkelerin varlığı, kapitalist pazarın dünya çapındaki varlığına bir sınırlama olarak ele alınabilir, ayrı bir pazar olarak değil. Bu nedenle, bir dünya iki pazar tezi doğru değildir, dahası devrimci bir gelecek perspektifini içermez. Bu-nun uzantıları var elbette. Bir kere bunu kabul ettik mi, demek ki, iki sistem arasında kişi başına düşen otomobil vb. gibi bir kıyaslama yapılarak bir sonuca varılamaz. Demek ki, kapitalist-emperyalizm dedik mi, bunun dünya egemenliğinden ve elbet-teki dünyanın tek pazar altında toplanmasından söz ediyoruz demektir.

Demek ki, kapitalizmin dünya egemenliği ya da dünyanın tek pazar olması, gerçekte yeni bir olgu da olamaz. Eğer biz, burada, kapitalizmin uluslararası eğilimlerinin yeni olmadığını, sermayenin uluslararasılaşmasının eski ve kapitalizmin yasala-rına bağlı, “doğal” bir süreç olduğunu ortaya koyarsak, globa-lizm adına koparılan gürültünün temellerini de ortaya koyma şansını bulmuş oluruz.

Ve dahası bu noktada dürüstçe ortaya koymalyız ki, bu ser-mayenin uluslararasılaşması eğilimi, Marx’ın Kapital’inden beri var ve defalarca ortaya konmuştur. Öyle ise, bizim çabamız hem bilgi tazelemeye yarasın, hem de gelin 20. yüzyılın sonunda bu açıdan tablonun gerçek boyutunu ortaya koyacak verileri de ele alalım. Böylece kendimizi, kapitalizmin zavallı savunucularının yanlışlarını göstermekle sınırlı bir çabaya mahkûm etmemiş oluruz.

Öncelikle yabancı sermaye yatırımlarının, kullanılan deyi-mi ile doğrudan yabancı yatırımlar (DYY)ın dünya çapındaki

Page 262: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

262

büyüklüğüne bakmalıyız. Bunun için, dünyanın başlıca ülkele-rine bakmak yeterli olacaktır. Bu başlıca ülkeleri biraz genişle-tirsek, OECD ülkeleri diye anılan ülkelere bakmamız yeterlidir ki, zaten dünya ekonomisinin çok yüksek orandaki bölümünü bu ülkeler oluşturur.

32 OECD ülkesinin verilerine kısaca bakmak mümkün. Bu veriler, ülke içinden dışarıya akış veya dışarıdan ülke içine akış şeklinde sınıflandırılıyor. Burada biz verilere belli başlı ül-keler ve OECD toplamı şeklinde başvuracağız.

Tablo 31’de verilen veriler, OECD verileridir. Hemen vur-gulamamız gerekir ki, G7 ülkelerinin verilerini ayrıca verdik; ama Hollanda, İsviçre ve İsveç verileri de önemsenecek miktar-dadır. Öte yandan ise OECD verileri, bize tüm dünya verileri için ciddi ölçüde yardımcı olur. Hem dünya GSMH’si, hem de DYY’nin çok önemli bir bölümü OECD ülkeleri verilerinden oluşmaktadır. Bu nedenle, daha geniş, dünya toplamı anlamın-da daha geniş veriler toplamaya ihtiyaç duymadık. Bu satırlar aşağı yukarı, OECD ülkelerinden dışarıya akan yatırımlar için

Tablo 31 *

DYY OECD ülkeleri (milyon dolar-dışarıya)

Ülke 1990 1995 2000 2003(x)

ABD 37.183 98.750 159.212 140.579İngiltere 17.954 43.560 233.488 66.726Japonya 50.774 22.632 31.540 28.799Fransa 36.228 15.758 177.482 53.197Almanya 24.232 39.052 56.568 15.185İtalya 7.612 5.731 12.319 9.079Kanada 5.235 11.462 44.679 21.464

OECD Toplam 236.516 315.423 1.235.468 592.798

*Not: (x): İlk sonuçlara göre 2003 yılı.Kaynak: OECD International direct investment database.

Page 263: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

263

geçerli olduğu kadardan daha fazlası ile, dışarıdan içeriye yani OECD içine akan yatırımlar için geçerlidir.

Tablo 31 ve Tablo 32, bize büyük oranda dünya DYY mik-tarını vermektedir. Burada hemen dikkat edilmeli ki, OECD ülkeleri nasıl ki, dışarıya en büyük DYY yapan ülkelerdir, aynı biçimde kendi içlerine de çok büyük miktarda DYY çeken ül-kelerdir. Bir başka deyişle, bu ülkeler, aynı zamanda karşılıklı olarak birbirlerinin ülkelerine yatırım yapmaktadırlar. ABD, Japon otomobillerine karşı “yerli otomobil” yasaları çıkardıkça, elbette Japon otomotiv devleri de ABD içine yatırım yapmak-tadır. Aynı şey tüm OECD ülkeleri için geçerlidir. Bu birinci nedendir. İkinci neden ise, daha da önemle altı çizilmesi gere-ken bir gerçeği de ortaya çıkarmaktadır: Dünyanın büyük te-kelleri, büyük ağları gerçekte bu emperyalist ülkelere aittir ve pazar olarak da en verimli alanlar olan bu pazarlara yatırım yap-maktan asla geri çekilmezler. Nihayet bir üçüncü neden de ek-lemeliyiz: Emperyalist güçler, daha çok emek yoğun yatırımları sömürgelere kaydırmaktadır. Bu yatırımlar ise nispeten daha az sermaye gerektiren yatırımlardır. Oysa emperyalist güçler kendi ülkelerine veya rakipleri olarak diğer emperyalist güçlerin ülke-

Tablo 32

DYY OECD ülkeleri (milyon dolar-içeriye)

Ülke 1990 1995 2000 2003(x)

ABD 48.494 57.776 321.274 67.091İngiltere 30.471 19.968 118.824 20.380Japonya 1.809 43 8.319 6.322Fransa 15.613 23.679 43.258 42.538Almanya 2.962 12.025 198.313 27.290İtalya 6.343 4.816 13.377 16.430Kanada 7.580 9.255 66.796 6.353

OECD Toplam 175.314 225.287 1.286.584 458.824

Page 264: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

264

lerine sermaye yoğun yatırımlar yapmaktadırlar ve bunlar elbet-te yüksek miktarda sermaye de demektir. Bu durum, sömürge ülkelerde yatırılan miktarın düşük olmasının da ya da OECD ülkelerindeki yüksek miktarlı yatırımın da nedenidir.

Demek ki, hem OECD ülkelerinden dışarıya giden ser-mayeye, hem de OECD ülkelerine akan sermayeye dikkatlice bakmalıyız. Aslında globalizm diye bayram şarkıları çalmamızı isteyenler, belki de işin bu yönünü görmemizi hiç istemezler. Onlara bakarsak, biz sömürge ülkelerde kültür ve medeniyetten nasibini almamış halklar, bu sayede büyük olanaklara kavuşuyo-ruz. Oysa durum hiç de öyle değil. Tersine esas olarak bu yatı-rımlar, ki bunların içeriğine henüz girmedik, gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmaktadır. Bu daha şimdiden globalizm adı altında bize yutturulan dünyanın gelişimi yalanını patlatmaktadır.

Şimdi bu ülkelerin ağırlığını anlamamız açısından baş-ka bazı verilere de ihtiyacımız var. İlkin, OECD verilerini, içeri+dışarı şeklinde toplayamayız; çünkü burada kesişen veriler mevcuttur. Bu nedenle hesaplama yapmamız zordur. OECD ülkelerinin içinde başlıca emperyalist güçlerin ağırlığını orta-ya koymuş bulunuyoruz. Tablolar bu konuda yeterince öğretici. Şimdi OECD ülkelerinin dışında ekonomik gücü açısından başlıca önemli ülkeleri şöyle ele alabiliriz: Çin (Hong Kong dâhil), Rusya, Hindistan, Singapur, Güney Afrika, Brezilya, Arjantin, Şili ve bunlara eklenecek 5 ülke ile beraber toplam 14 ülkenin 2003 yılındaki aldıkları (içeri) toplam DYY 107.2 milyar dolardır ve dışarıya yatırdıkları DYY toplamı aynı yıl toplam 26 milyar dolardır. Bu ciddi bir tutar etmemektedir.

2000 yılı DYY yatırımlarında ciddi bir artışın görüldüğü yıldır. Bu 2000 yılında DYY toplamı 2.5 trilyon doları bulmuş-tur. Bu rakamın çok büyük bölümü OECD ülkelerine aittir. Zaten OECD dışındaki 14 ülkenin toplam tutarının ne civar-da olduğunu da görebiliyoruz. Öyle ise geri kalanlar da hesa-ba dâhil edilse bile, bu 2.5 trilyon dolarlık DYY tutarı, bize OECD içten dışa veya dıştan içe bölümünde farklılıklar oldu-ğunu gösteriyor. Örneğin, ABD’nin dışa dönük DYY miktarı-nın bir bölümü OECD ülkelerine iken, ABD’ye gelen miktarın da bir bölümü OECD ülkelerindendir. Tersi durumda, OECD

Page 265: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

265

ve 14 diğer ülke dışındakilerin toplam tutarının dışında en az 1 trilyon dolar daha gerekirdi ki 2.5 trilyon rakamı ortaya çıksın.

Öte yandan 2000 yılı bir istisna gibi de görünmektedir. 2000 yılında oldukça yüksek miktarda DYY gerçekleşmiştir. 1989 yılına göre 2000 yılında ulaşılan rakam neredeyse iki ka-tıdır. Diğer yıllarla kıyaslandığında ise 2 katından bile fazla bir miktarı ifade etmektedir.

Şimdi OECD ülkelerinin, hatta onun içinde de belli sa-yıda ülkenin, emperyalist güçlerin DYY’deki ağırlığını daha yakından görebiliriz.

“Doğrudan yabancı yatırım, dünya sermayesinin oluşumun-da 1980’lerde %2 olan payını 1990’ların ortalarında %4’e çıkararak ikiye katladı. 1990’ların sonuna gelindiğinde, doğ-rudan yabancı yatırımlar 1990’lı yılların başında gözlenenle aynı oranda artıyordu. Doğrudan yabancı yatırımların büyük bölümü, birkaç OECD ülkesinden kaynaklanıyordu; yine de ABD’nin doğrudan yabancı yatırım çıkışındaki üstünlüğü dü-şüşe geçmişti: ABD’nin küresel doğrudan yatırımlardaki payı 1960’larda %50 iken, 1990’larda %25’e düşmüştü. Diğer bü-yük yatırımcıların merkezleri ise Japonya, Almanya, Britanya, Fransa, Hollanda, İsveç ve İsviçre’deydi.” (Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, İst. Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 147).Daha önceki bölümlerden biliniyor ki, uluslararası tekelci

ağlar ya da yaygın deyimi ile çok uluslu şirketler, esas olarak emperyalist ülkelere aittir ve sermayenin uluslararasılaşması denilince, bu uluslararası ölçekteki tekelci ağlar anlaşılmalıdır; çünkü bunlar üretimi uluslararası alana yaymakta, bunlar dünya çapında faaliyet göstermekte ve bunlar dünya pazarını kontrol etmektedir. General Motors için faydalı olan ne varsa, Amerika için de faydalıdır sözü, aslında tüm bu tekeller ile onların ülke-leri ve devletleri arasında geçerlidir.

Öyle ise işin bu yönüne kısaca bir bakalım. “Bugün Amerika, Avrupa Birliği ve Japonya’da konuşlan-mış dünyanın en büyük 500 ÇUG’u dünya doğrudan yabancı yatırımın %80’inden fazlasını ve dünya ticaretinin yarısını

Page 266: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

266

elinde tutmaktadır.” (Alan Rugman, Globalleşmenin Sonu, MediaCat, s. 18). Dünya DYY’ındaki payları %80’lere, ticaretteki payları

%50’lere ve üretimdeki payları da, daha önceki bölümlerde or-taya konan yüksek rakamlara ulaşmaktadır. İşte 500 büyük te-kelci ağ her şeydir; ama milyonlarca şirket hiçbir şeydir sözünün anlamı. Bu bize globalleşme denilen sürecin niteliği hakkında da bilgi vermektedir. Bir avuç tekelci grup, birkaç yüz tekelci ağ, dünyanın üzerinde istedikleri gibi at oynatacak ve onların paralı borazanları, bunun gerektirdiği ihtiyaçları dünya halklarına ka-bul ettirmek için, gelişmeleri bize “modernite”, “gelişim” vb. adı altında kabul ettirecek. İşin özü budur.

Demek ki, dünyanın 500 büyük şirketi (ki bu her zaman daha az tekelci ağ demektir; çünkü mesela 500 büyük içinde Rockefeller’in bir düzine şirketi vardır), toplam DYY içinde çok büyük bir pay almaktadır. Bu, aynı zamanda şu da demek-tir: Bu 500 büyük firma, bir merkezdeki (mesela Siemens Al-manya’daki) yatırımını, başka bir ülkeye (mesela Siemens örne-ğinde Romanya’ya) taşıdığında bu DYY olarak görülmektedir. Bu 500 büyük şirketin dünyaya yayılmasının bir başka görünü-müdür.

Bu nedenle, bu büyük şirketlerin durumuna da daha ya-kından bakma olanağı bulmuş olacağız. Aslında, tekeller ve te-kelleşme hakkında verdiğimiz ve önceki bölümlerde yer alan bilgiler, burada da çok yararlı olacaktır. Hatırda tutulmalarında yarar var. Hemen şunu not etmeliyiz ki, 1998’de dünyanın en büyük ekonomik güçleri sıralandığında, ilk yüz büyüğün içinde 50 adet ülke, 50 adet şirket vardı. Hemen bir yıl sonra 1999’da ise şirket sayısı 51’e çıktı ve ülke sayısı 49’a indi. Demek ki, ilk yüz büyük ekonomik güç içinde bile, şirketler ülkelerden daha fazla olmaya, aslında geçen yüzyılın sonunda başladı.

Dünya otomotiv pazarını hatırlayalım. Bugünlerde bu pa-zarın en büyüğü artık Toyota. Yakın döneme kadar Ford veya General Motors en büyük iki Amerikalı idi. Pazarda önemli bir güç Volkswagen. Elbette Daimler-Chrysler, Renault, Fiat vb. unutulmamalı. Bunların ister Amerika’da, ister Avrupa’da, is-terse Afrika veya Asya’da, pazarın egemenleri olduğunu bilme-

Page 267: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

267

yen yoktur; ama işin üretim boyutu da böyledir. Amerika’da da, Avrupa’da da bu otomobillerin çoğunu bu belli sayıdaki firma gerçekleştirmektedir.

“Örneğin, Kuzey Amerika’da üretilen otomobillerin %85’i Ge-neral Motors, Ford ve Daimler-Chrysler’le birlikte Japon ve Avrupalı ÇUG’lara ait olan Kuzey Amerika’daki fabrikalar-da üretilmektedir. Bu durum Avrupa’da da, Japonya’da da ay-nıdır. Kimyasal madde sektöründe, bütün boyaların %90’ına yakını bu üç bölgeden olan ÇUG’lar tarafından üretilmekte...” (A. Rugman, age, s. 18).Demek oluyor ki, pazarın egemenleri, kendi aralarında, te-

keller arası rekabet türünden bir rekabet içindedirler ve bunun doğal sonucu olarak, biri diğerinin bölgesindeki gümrük duvar-ları ve engelleri delmek üzere onun pazarına yatırım yapmakta-dır. ABD, Japon otomobillerinin ülkeye girmesine karşı yasalar yaptı; ama Japonlar gidip bizzat ABD’de yatırım yapmaktan geri durmadı. Bugünlerde General Motors sallanırken, Toyo-ta tahta oturmaktadır. Bu tersi yönde de doğrudur. Japonya’da veya Asya’da, Avrupa ve ABD yatırımları devreye girmektedir.

Otomobil iyi bir örmektir. Son dönemde Hundai otomo-bil, Çek Cumhuriyeti ile Türkiye arasında bir nevi bir yarış-ma düzenledi. En büyük avantajları veren kazanıyordu. Bedava arsa, vergi muafiyeti, teşvik, ihracat teşviği vb ve nihayetinde Hundai, Çekleri seçti.

1998 yılında Mercedes’in de üreticisi olan Daimler Benz, Amerikalı Chrysler’i 40 milyar dolara satın aldı. Böylece ABD’nin üç büyük otomobil grubu ikiye inmiş oldu. Üçün-cüsü Almanlara geçti ve geriye Ford ile en büyük olan General Motors kaldı. 2005 yılının sonunda, General Motors, iflasını istemeyeceğini açıkladı. Demek ki, batma noktasına gelmiş bu-lunuyor.

Ford, 1998 yılında Volvo’nun otomobil birimini satın al-mıştır. İsveçli Volvo’nun sadece kamyon bölümü İsveç’e kalmış-tır.

1990’ların ortalarında, BMW Rover’i ele geçirmiştir. Böy-lece Alman otomotiv devleri İngiliz pazarına doğrudan girmiş-

Page 268: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

268

tir; ama daha da ilginci, 1998 yılında gerçekleşti. Volkswagen, önce Skoda, ardından İspanyol Seat’ı ve nihayet BMW ve İn-giliz Rolls Royce’u satın aldı.

Tüm bu satın almalar, elbette DYY verileri olarak hesapla-ra girmektedir. Burada birleşmeler, yakın dönemdeki otomotiv savaşlarına hazırlık niteliğindedir. Tekelci egemenlik, tekelci rekabeti doğurur.

Aynı biçimde ilaç sektöründeki birleşmelere bakalım. Hem tekelci egemenlik, hem bunun ifade ettiği ağlar açısından ilaç sektörü de son derece önemlidir. Bu alanda da birleşmeleri, satın almaları ve Avrupalı şirketlerin Amerikalı devlere karşı güçlenme isteğini görebiliriz.

6 önemli birleşme 1990’ların içinde gerçekleşmiştir ve daha sonra da yenileri buna eklenmiştir. En büyüğü, Fransız Rhone-Poulenc ile Alman Hoechst’in birleşmesidir. Rhone, sadece 1986-1989 arasında Amerika’da 18 şirket satın almış bünyesine katmıştır. Rhone ile Hoechst’in birleşmesinin so-nucunda Aventis doğmuştur. Dünyanın en büyük ilaç ve ta-rım şirketlerinden biri olmuştur ve yıllık 3 milyar doları aşan bir Ar-Ge bütçesi vardır. İkincisi Glaxo ile Wellcome arasında gerçekleşmiştir. Üçüncü önemli birleşme Upjohn ile Pharma-cia arasında gerçekleşmiştir. Bunlar elbette Aventis’i doğuran sürece tepkiler olarak düşünülebilir. İsviçre’de Ciba Geicy ile Sandoz birleşerek Novartis’i kurdu. Bir İngiliz şirketi olan Ze-neca ile İsveçli Astra birleşerek Astra Zeneca oldular. Roche, Genetech ve Corange’yi satın aldı ve ardından Roche, Bayer ile birlikte Amerika’da ortak hareket etme kararı aldı.

Burada haklarında konuştuğumuz bu firmalar, sadece bir-çok ülkeden daha fazla gelire sahip olan, belli bir alanda pazarın kontrolünü elinde tutanlardan biri olan, dünya çapında iş gören ve onbinlerce işçi çalıştıran firmalar değildir. Bunlar aynı za-manda bir tekelci ağ oluştururlar ve sadece pazarın değil, tüm dünyanın kontrolünü ellerinde tutarlar.

Unilever, gıda ve temizlik ürünleri arasında devlerden bi-ridir. 70’ten fazla ülkede üretim faaliyeti göstermekte, 150’den fazla ülkede de ürünlerini satmaktadır. 250 binden fazla çalışanı vardır. Unilever acaba sadece bu alanlarda etkin bir ağ mıdır?

Page 269: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

269

Yoksa Unilever, başka alanlarda da etkin midir? Türkiye’de de faaliyet gösteren Unilever’in paralarının yarısını bankada, ka-lanını da kendi özel yerlerinde tuttukları söylenmektedir. Sizce kara para vb. şeylerden söz edilince sadece küçük çaplı kayıtsız ekonomiden veya mafya bozuntularından mı söz etmek doğ-rudur?

Dünyanın her yerinde etkin olan Coca Cola, sadece bir ekonomik güç müdür? Kolombiya’da Coca Cola’ya bağlı para-militer güçlerin çiftçileri ve işçileri sorguladığı, işkenceye aldığı vb. artık bir sır değil.

Örneğin dünya mobil telefon pazarının üç büyük gücü-nü ele alalım: Finlandiyalı Nokia, ABD’li Motorola ve İsveçli Ericsson. Bunlar acaba sadece dürüst telefon satıcıları mıdır?

Buraya kadar, uluslararası tekellerin DYY açısından öne-mini bir miktar da olsa aralamış olduk. Tekrar Tablo 31’e dö-nersek, bir başka noktayı daha eklemek mümkün gözüküyor.

Sermayenin uluslararasılaşması yeni değildir. Emperya-lizm büyük oranda sermaye ihracına dayanır. Elbette bu mal ihracının ortadan kalktığı anlamına hiç gelmez; ama sermaye ihracına bakıldığında, uluslararası tekellerin, bu alanda ticare-te göre daha büyük bir yoğunlaşma yakaladıklarını görebiliriz. Ticaretin yaklaşık yarısını denetleyebilen 500 büyük firma, DYY’nin %80’ini gerçekleştirmektedir.

Konumuz DYY olduğuna göre, bunun içine şirket birleş-meleriyle ilgili verileri de eklemeliyiz.

“Sınır aşan şirket birleşmeleri ve satın almaların toplam doğ-rudan yabancı yatırımlardaki yıllık payı 1992’de %42 iken, bu oran 1997’de %59’a tırmanmış, toplam 236 milyar doları bulan bir meblağa ulaşmıştır. Doğrudan yabancı yatırımların ana kaynağı çokuluslu şirketlerdir.” (M. Castells, age, s. 149).Bu çok önemli bilgiye eklemek gerekir ki, bu büyük şirket-

ler, her seferinde şirket almak ya da doğrudan yatırım yapmak yolu ile bu yatırımları yürütmezler. Mesela bir uluslararası şir-ket, bir ülkede fabrikasını kurduktan sonra, o fabrika, iç piyasa-ya borçlanarak ya da o ülke hükümetinden imtiyaz ve krediler alarak da yatırım yapabilmektedir. M. Castells, aynı yerde şun-

Page 270: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

270

ları da söylüyor: “Ancak doğrudan yabancı yatırımlar, uluslararası üretime ya-pılan yatırımların ancak %25’i düzeyindedir. Çokuluslu şir-ketlerin yurtdışındaki kolları, yatırımlarını, yerel ve ulusla-rarası piyasalara borçlanmak, hükümetlerden yardım almak, yerel şirketlerle ortak finansman da dahil çok çeşitli kaynaklara başvurarak finanse ederler. Çokuluslu şirketler ve onlara bağ-lı üretim ağları, üretimin uluslararasılaşmasının vektörüdür; doğrudan yabancı yatırımların yayılması da üretimin ulusla-rarasılaşmasının tek bir göstergesidir. Ayrıca dünya ticaretinin genişlemesi büyük ölçüde, çokuluslu şirketlerin üretimlerinin bir sonucudur; zira çokuluslu şirketler toplam dünya ticaretin-de üçte ikilik bir paya sahiptir.” (M. Castells, age, s. 149).1995 ve 1996 yılı verilerine göre, ABD’de yerleşik 3470

adet uluslararası şirket ya da çok uluslu şirket vardır. Bu şirket-lerin yurtdışı kollarının toplam sayısı ise 18.608’dir. AB içinde, sırasıyla 22.111 şirket ve 54.862 kol, Japonya’da 3967 ÇUŞ ve onun 3405 adet başka ülkelerde iş yapan kolu vardır. 1998 yı-lında 53 bin uluslarrarası şirket ve onlara bağlı ekonomiye bağlı kol sayısı 450 bin adet idi (Bkz, M. Castells, age, s. 151).

Sermayenin uluslararasılaşması yeni değildir. Yeni olan bunda finansal alanda hareket eden rant peşinde koşan serma-yenin inanılmaz ağırlığı ve sermayenin uluslararasılaşmasında ortaya çıkan yeni boyutlardır.

1990’ların sonunda ÇUŞ’lar, “Latin Amerika’da yurtiçi imalatta %30, Çin’de özel ima-latta %20 ila 30, Malezya’da katmadeğerli imalatta %40, Singapur’da %70, ancak Kore’de imalat üretiminde yalnızca %10, HongKong’da %15, Tayvan’da %20 paya sahipti.” (M. Castells, age. s. 152).Bu rakamların hepsi, aslında bildiğimiz bir gerçeği ortaya

koyuyor, sermayenin uluslararasılaşması ve tekelci egemenlik bir arada vardır.

Ve bunun yeni olmaması, bize geçmiş verilere de bir özet şeklinde bakma zorunluluğunu getirmektedir. 1914 yılı, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yılıdır. 1914’te İngiltere’nin DYY

Page 271: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

271

miktarı 8 milyar 172 milyon dolar idi. 2000 yılı rakamı, bu ra-kamın 30 katına yakındır.

İngiltere’nin artış oranını yukarıda verdik. Okur, Tablo 31’deki verilerden ABD veya bir başkasının verilerini karşılaş-tırabilir.

Sermayenin uluslararasılaşması yeni olmadığı gibi, bu sü-recin oyuncuları olan şirketlerin bağlı olduğu ülkelerde de ciddi bir değişim yoktur. Tablo 33’te Hollanda zikredilmektedir. Oysa biz OECD ülkeleri içinde Hollanda’yı diğerleri içine koyduk; ama orada da vurgulamıştık ki, Hollanda diğerleri içinde olu-şacak bir üst grubun içindedir. Demek ki, sermaye ihraç eden ülkeler esas itibarı ile ciddi oranda farklılaşmamıştır.

Bu konuda Hirst ve Thompson bize şöyle bir veri de veri-yor:

“1990’ların başında, doğrudan yabancı yatırımın toplam biriktirilmiş stokunun %75’i ve akışının %60’ı, yalnızca üç oyuncuda (ABD, Avrupa ve Japonya kastediliyor. DA) toplan-mıştı.” (P. Hirst ve G. Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, Dost Kitabevi, s. 91).Bu ilgi çekici bir veridir; çünkü bize, 1990’a kadar birikmiş

doğrudan yatırım stoğu hakkında veri sunmaktadır. Sadece bir

Tablo 33 *

Bazı ülkelerin DYY tutarları (milyon dolar, 1914)

Ülke 1914 yılı

İngiltere 8.172 ABD 2.652 Almanya 2.600 Fransa 1.750 Japonya - Hollanda 925

*Kaynak: Hirst ve Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, Dost Kitabevi, s. 46

Page 272: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

272

yıla ait veriler değil, esas olarak kapitalist emperyalist çağı to-parlayabilecek bir veridir bu ve burada üç blok öne çıkmaktadır.

Küreselleşme derken, biz elbette daha çok finansal akışın kastedildiğini ya da öne çıktığını anlıyoruz. Yoksa, sermayenin uluslararasılaşması yeni bir olgu değildir. Kapitalist-emperya-lizmin sermaye ihracı denilen şeyin ta kendisidir.

Sermayenin uluslararasılaşmasına çeşitli ölçüm teknikleri önerenler var. Bir ölçü, dışarıya giden sermayenin GSMH’ye oranıdır. Bu elbette tam bir veri olmaz; ama yine de bize yol gösterir. İkinci bir ölçü sınır ötesi operasyonların (buna hissele-re, borçlara dayalı operasyonlar, birleşmeler vb. de dâhil) gayri safi yurtiçi hasılaya oranıdır.

“1980’de bu oran büyük ülkelerin hiçbirinde %10’dan fazla de-ğildi; 1992’de gayri safi yurtiçi hasılanın (gayri safi yurt içi hasıla ile gayri safi milli hasıla (GSMH) arasında, ihracat-ithalât rakamlarının dâhil edilmemesi şeklinde bir fark var. DA) %72.2’si ( Japonya) ile %122.2’si (Fransa) arasında deği-şen oranlardaydı, ABD’de bu oran %109.3’tü.” (Manuel Cas-tells, Ağ Toplumunun Yükselişi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 122).Burada sermaye ihracında ya da uluslararası sermaye hare-

ketlerinde meydana gelen büyük sıçramayı görüyoruz. Bu özel-likle SSCB’nin çözülüşü sonrasında hız kazanan bir gelişimdir. Sanki, özellikle de finansal sıcak sermaye, zincirlerinden boşal-mış gibi, vurgun peşine düşmüştür.

Yine de tüm bu sürecin içinde finansal akış ya da sıcak sermaye, hızlı değişim içinde olur. Oysa DYY olarak ifade et-tiğimiz yatırıma dönen sermayenin daha istikrarlı ve kararlı olduğunu görmek mümkündür. Belki de bir sıralama yapacak olursak, bugün, finansal hareketler (ya da finansal entegrasyon ya da finansal operasyonlar) uluslararası ekonomide, birinci yere sahiptir. Onu, doğrudan yabancı yatırımlar (DYY) izle-mektedir. DYY’nin esas önemi, kalıcı ve istikrarlı olmasıdır. Bu aynı zamanda da üretimin uluslararası bir nitelik kazanmasının ifadesidir. Üçüncü sırayı ise, ticaret alır.

Bundan ticaretin öneminin azaldığı sonucu çıkmaz. Tersi-

Page 273: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

273

ne kapitalizmin doğasına uygun olarak sermaye ihracının öne-mini ortaya koymaktır bu. Finansal hareketler, finansal enteg-rasyon ya da adına ne diyeceksek o, SSCB çözüldükten sonra çok hızlı bir artış kaydetmiştir. Sermayenin en fazla rantiye diye açıklayacağımız kesimidir bu. Rantiye ekonomisi kavramını, tartışmasız doğrular nitelikte bir veridir bu. Sermayenin Uluslararasılaşması ve Kapitalist Sömürü

Sermaye ihracı, kapitalist emperyalizmin en önemli özel-liklerinden biridir. Mal ihracı tüm hızı ile devam ederken, be-lirleyicilik sermaye ihracına geçer. Sermaye ihracı, hem emper-yalist sömürgeciliğin temel yöntemidir, hem de kapitalist ege-menliğin yayılma aracıdır.

Sermaye kâr peşinde koşar. Kârın kaynağı ise artı-değerdir. Belli bir kapitalist ekonomide, kâr oranları giderek eşitle-

nir. Sermaye sürekli birikir ve elbette daha kârlı alanlar peşine koşar.

Büyük şirketler, sermaye birikimi ve merkezileşme ile bir-likte büyürler. Bu sermaye, hem yeni alanlara akmalı, hem de daha da büyüme isteğini karşılayacak tarzda kullanılmalıdır.

Kâr oranlarında düşüş, ilk olarak sermayenin emek üze-rindeki baskısını artırması ile yanıtlanır. Bu sadece ücretlerin düşürülmesi demek değil, aynı zamanda emek verimliliğinin de artırılması demektir. Ya daha çok çalışma ya da emek başına çıktının artırılması, devreye girer. Elbette bu hayali bir süreç değildir. Tarihsel ve toplumsal şartlara bağlı olarak ilerler, şekil alır.

Bir dönemler, beyaz eşya olarak da anılan buzdolabı, çama-şır makinesi gibi ev eşyalarının üretim üssü, büyük ölçüde Av-rupa, daha çok da mesela Almanya gibi gelişmiş ülkelerdi. Hem bu ülkelerde bu mamuller için iyi bir talep vardı, hem de teknik olarak (sermaye büyüklüğü ve teknolojik anlamda) bu ülke-lerde bunun altyapısı mevcut idi. Sonrasında bu üretim üssü, Almanya’dan büyük oranda İtalya’ya, oradan da İspanya’ya kay-dı. İtalya, doymaya başlamış Alman pazarına göre bu eşyalara daha aç idi ve aynı zamanda İtalya’da ücretler Almanya’ya göre daha düşük idi. Diyelim ki, aynı dönemler, mesela Türkiye’de de

Page 274: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

274

ücretler düşük idi. İtalya’nın kat be kat gerisinde; ama Türkiye’de bunun ne teknik altyapısı mevcut idi (demek ki daha büyük yatırım gerektiriyordu), ne de talep açısından yeterli büyüklük-te idi. Sonrasında ise, beyaz eşya, Türkiye’nin de içinde olduğu birkaç ülkeye kaydı. Bu yaklaşık 1990’lar demektir. O zamana kadar belli bir oranda Alman veya başka bir ülkenin teknolojisi ile üretim yapan Türkiye beyaz eşyacıları, artık, Avrupa için de mal üretebilecek özelliklere sahip hâle geldiler. Bu ise, bir beyaz eşya üreticisi Alman veya Avrupalı bir şirket için, daha büyük kârlılık demek idi.

İşte burada kaba bir özetle aktardığımız gibi, sermaye ulus-lararası alanda dolaşmaktadır. Bu elbette sınırlı bir örnektir; ama yine de bize bu DYY adını verdiğimiz aslında sermayenin uluslararasılaşmasının sadece bir göstergesi olan şeyin kaynağı-nı göstermektedir. Burada iki şey bir anda işlemekte ve içinden geçilen tarihsel koşullara göre de mekân seçimi yapılmaktadır. Birincisi yeni pazarlar bulunmakta ve oluşmaktadır (sömürmek için bile pazarın belli özelliklere sahip olması gerekir) ve ikinci-si sermaye ve teknoloji transferi ile kârlılık artırılmaktadır.

Sürecin nasıl işlediğini pek çok örnekle ele alacağız; zira burada tek tek örneklere ihtiyacımız var; ama önce verimlilik dediğimiz, aslında kapitalist ekonomide kârla ilişkilendirildi-ği oranda anlamlı ve kârla ilişkilendirildiği şekli ile örgütlenen şeyin trendi hakkında biraz bilgi sunmalıyız (bknz. Tablo 34 ve Tablo 35).

Tablo 34 *

G7’de Verimlilik (ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, İtalya, Kanada, Fransa)

(Yıllık ortalama değişim %)

1960-73 1973-79 1979-93

İşgücü Verimliliği 4.3 1.4 1.5Sermaye Verimliliği -0.5 -1.5 -0.8

*Kaynak: Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, İ. Bilgi Ü.

Page 275: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

275

Tablo 35’te kişinin saat başına üretim miktarında, her sene ortalama ne kadar değişim olduğu gösterilmektedir. Yani, 1960-1973 döneminde Japonya’da bir işçinin saatte ürettiği mal miktarı, ortalama her yıl, %6.9 artmıştır. Demek ki, Japonya’da 1960 ila 1973 arasında, 13 yıl içinde bir işçinin saat başına üre-tim miktarı %89.7 artmıştır. Tablo 34’te ise, G7 diye anılan ül-kelerde, işgücü ve sermaye verimliliği, yine yıllık ortalama ola-rak verilmektedir. Tablo 34’te, işgücü verimliliği ile kişi başına düşen üretim kastedilmektedir. Demek ki, işgücü verimliliği ve emek verimliliği derken, birinde kişi başına düşen üretim mik-tarının yıllara göre değişimi (Tablo 34) diğerinde ise saatte kişi başına düşen üretim miktarının yıllık ortalama değişimi (Tab-lo 35) gösterilmiştir. Sermaye verimliliği (Tablo 34)’nin nasıl hesaplandığı konusunda yazar bir veri sunmuyor; ama bu ra-kamlar da yıllık ortalama değişimi ifade ediyor. Toplam üre-tim ile sermaye miktarı arasındaki bağın, yıllara göre ortalama değişimini gösteriyor olduğunu sanıyoruz. Buradaki küçülme, yani eksi değerler, o yıllar boyunca sermaye başına düşen çıktı miktarının düştüğü ya da sermayenin çıktıdan daha fazla büyü-düğünü gösterir.

Tablo 35 *

İşletme sektöründe verimliliğin gelişimi (Yıllık ortalama büyüme oranı %)

Kişi/Saat başına düşen üretim miktarı - Emek verimliliği Ülke 1973/60 1979/73 1989/79

ABD 2.9 1.1 1.5Japonya 6.9 3.7 3.2B. Almanya 5.6 4.1 2.4Fransa 5.6 3.9 3.3Britanya 3.5 1.5 2.5

*Kaynak: M. Castells, age, s. 110

Page 276: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

276

İşgücü veya emek verimliliğinde değişim nasıl gerçekleşe-bilir? Kişi başına üretimin artması, daha yoğun çalışma tempo-su, yeni makinelerin devreye girmesi veya üretimde ve üretim teknolojisinin organizasyonunda bir değişim demektir. Bu ül-kelerde, çalışma zamanının artırılması yönündeki baskılar, sözü edilen dönemlerde oldukça zordur. Tersine, 1985’lere kadar ya da Teatcher ile başlayan yeni saldırı dalgasına kadar çalışma sa-atlerinin kısaltılması yönünde bir mücadele yürütülmüş ve belli ölçülerde de başarılı olmuştur. Bu nedenle burada kişi başına düşen üretim miktarının artması, teknolojinin örgütlenmesi, teknolojinin bu yönde yenilenmesi demektir. Bu açıdan 1960-73 arasında büyük bir başarı varolduğu görülür. Kişi başına düşen üretim miktarı, ortalama yılda 4.3 artmıştır. Bu yılları izleyen yıllarda ise durum o kadar parlak değildir. 1973-79 ara-sında ortalama kişi başına çıktı %1.4 büyümüştür. 1979 sonra-sı 1993’e kadar uzamaktadır. 1993, SSCB’nin çözüldüğü 1989 sonrası demektir ve bunun çalışma süresinde uzamaya, işsizlik nedeni ile daha sert çalışma koşullarına razı olmak demek ol-duğunu biliyoruz.

Bu noktada, olası ters akıl yürütmeleri durdurmak için, he-men bir hatırlatma gereklidir. G7 ülkelerinde 1960-73 arasında ortalama olarak işçi başına üretim miktarı %4.3 artmıştır. Bu 13 yılda %56 artış demektir. İşçi ücretleri bu dönem elbette böy-lesi bir oranda artış göstermemiştir. Ya da Japonya’da 13 yılda üretimde meydana gelen artış %80’i geçerken, işçi ücretleri-nin büyük oranda aynı kaldığı ya da çok az arttığını söylemek mümkündür.

Kapitalist, her yıl, bu üretimi artırmak ister; çünkü bu üre-timin içinde işçinin karşılığı ödenmemiş emeği, yani artı-değer vardır. Bu artı-değeri artırmak, kârını artırmak ister; ama pazar koşulları, en kârlı alanlara başka sermayeyi de çeker ve kârlar, bir eğilim olarak eşitlenir. Bu durumda daha kârlı alanlara yatırım yapmak, tekelci ek kâr elde etmek, ilk başta ücretlere ve emeğe saldırı ile gerçekleşir. Bunun ise sosyal ve tarihsel sınırları vardır. İşte bu noktada, sermaye, en uygun yatırım alanlarını sadece ülke içinde aramakla sınırlı davranmaz. Başka ülkelere yatırım yapar. Bu hem yeni pazar demektir, hem daha ucuza üretim

Page 277: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

277

demektir, daha çok kâr demektir ve daha büyük bir pazar gücü de demektir. İşte sermayenin uluslararasılaşmasının ardındaki dinamik budur.

Sermaye uluslararasılaştıkça, hem başka ülkelerdeki artı-değerin bir bölümünü cebe indirebiliyor, hem yüksek kâr oran-larına erişebiliyor.

Amerika tabanlı en büyük 298 uluslararası şirket denizaşırı tüm net kârların %40’ını kazanmışlardır ve bunların yurtdı-şından elde ettikleri kâr oranı yerel kâr oranının çok üstünde-dir (Howard Sherman’dan aktaran, J. Kloby, Küreselleşme-nin Sefaleti, Güncel Yayıncılık, s. 125). Burada kâr oranlarındaki bu yüksekliği anlamak için bir

örnek yerinde olacaktır (bknz. Tablo 36).Çiftlik fiyatları, ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir.

Demek ki, kilo fiyatı 0.25 ile 0.50 arasında değişmektedir. Bu-rada belki de bu %100’lük fiyat farkı içinde bölgesel olarak kah-velerin kalitesinde oluşan farklılıklar vb. de olabilir. 0.25 dolara alınan kahve, çiftçiden ihraç edilmek için pazara getirildiğinde, 1 dolardan satılmaktadır. Diyelim ki, bir ABD’li veya bir Avru-palı firma, 1 dolara kahveyi almakta, buna navlun vb. eklenmek-tedir. Muhtemelen kahve, Avrupa’ya 1.30 dolara, ABD’ye 1.15 dolara mal olmaktadır ve tüketiciye satılmak üzere bir market veya mağaza sistemi içinde toptan satışa girmekte, tüketiciye ise 10 dolara ulaşmaktadır.

Tablo 36 *

Kahve fiyatları hiyerarşisi (ABD doları)

fiyat

Çiftlik çıkışı 0.25-0.50Uluslararası piyasa 1.00Nihaî perakende satış 10.00

*Not: Fiyatlar 1990’ların başındaki fiyatlardır. Uluslararası piyasa fiyatı, fob olarak hesaplanmıştır.Kaynak: M. Chossudousky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çiviyazıları, s. 104

Page 278: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

278

Hepsi kâr olsa Brezilyalı kahve üreticisinin eline 0.25 do-lar geçmektedir. Bunun hepsinin kâr olmadığını herkes bilir. Ondan kahveyi alıp ihraç edenin eline ise 0.75 dolar kalmak-tadır. Masrafları çıksanız bile, çiftlikteki satış fiyatının iki katı kâr edeceği anlaşılır. İthalatı yapan firma, bu ürünü 5 dolardan mağazalara verse diye kabul edebiliriz. Gerisini siz her bir aracı için hesaplayabilirsiniz.

Demek ki, pazarı elinde tutan büyük ticaret tekelleri, sö-mürge ülkelerdeki (isterseniz azgelişmiş ülkelerdeki diyebilir-siniz) ürünleri çok ucuza alıp, çok yüksek kârlarla pazara sür-mektedir. Burada kâr, küçük perakendecilerin eline geçmiyor. Buna dikkat etmek gerekir. 10 dolarlık fiyatın içinde gümrük ve katma değer vergileri var. Bunlar yüksek bir oran değildir. Burada oluşan artı-değerin bir bölümü, toptan ticarete (belki de onu besleyen banka vb.ye faiz olarak da gitmektedir), bir bölümü perakende ticarete (belki de faiz veya kira geliri olarak perakendecinin etrafındaki düzeneğe) gitmektedir.

Okur önceki bölümlerde verilen gömlek örneğini hatırlaya-caktır. Yine de onu buraya aktaralım. 1992 yılında Bangladeş’te bir gömlek üretiminin maliyet yapısı Tablo 37’deki gibidir.

Tablo 37 *

Bangladeş’te bir giyim fabrikasının maliyet yapısı (ABD doları)

Malzeme ve aksesuar (ithal) 27 $ Ekipmanın aşınma payı 3 $ Ücretler 5 $ Net sınai kâr 3 $ Fabrika satış fiyatı (12 gömlek) 38 $ Perakende satış fiyatı (gelişmiş ülkede) 266 $ Perakende satış fiyatı (%10 satış vergisi dahil) 292.60 $ *Kaynak: M. Chossudousky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çiviyazıları, s. 107

Page 279: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

279

Tablo 37 bize daha çarpıcı görünmektedir. Bu nedenle tek-rar da olsa buraya almalıyız.

1. Bu, bir düzine gömlek üretmek için gereken malze-me ve aksesuar, Bangladeş’te olsa da, burada kullanı-lan malzeme ithaldir. Böylece siparişi veren mesela bir büyük mağaza, kaliteyi koruduğunu düşünmektedir. Bu 27 dolarlık malzeme, toplam fabrika satış fiyatı-nın (38 dolar) %71’idir ve bu malzeme ithal edilmek zorundadır. Diyelim ki, bu işin sonunda bu bir düzine gömlek ihraç edildi mi, Bangladeş istatistikleri, 38x12 456 dolarlık ihracat gösterecektir; ama bunun için 324 dolarlık ithalâtın zorunlu olduğunu söylemeyecektir. Bu detayı, özellikle ülkemiz otomotiv vb. sektörleri için vurguladık.

2. Ücretlerin fabrika satış fiyatındaki payı %13’tür. “Bangladeş’teki tekstil fabrikalarında çalışan kadın ve ço-cuk işçilere ödenen aylık yaklaşık 20 dolar, Kuzey Ameri-ka’daki tekstil işçilerine ödenen ücretlerden en az 50 kez daha düşük.” (M. Chossudousky, Yoksulluğun Küreselleş-mesi, Çiviyazıları, s. 105).

Demek oluyor ki, Amerika’da 1000 dolar ücret alan bir tekstil işçisinin yerine, Bangladeş’teki işçiler 20 dolar aylık ücret almaktadırlar. Gerçekte ABD’deki ücretler, elbette daha yüksektir. Burada yazar, Kuzey Ameri-ka’daki diye vurgu yaparken, Meksika’yı da içine ala-rak konuşmaktadır. ABD’de bir gömleğin satış fiyatı, 292.60/12’den 24.38 dolar olarak bulunur ki, bir Bang-ladeş işçisinin aylık ücreti, kendisi tarafından üretilen gömleklerden sadece birini bile almaya yetmeyecektir. Ki, bu Bangladeşli işçi, bu gömlekten bir ayda binlerce üretmektedir.

3. Bangladeş’teki kapitalistin net kârı, %7.8 civarında, bir düzine gömlekte 3 dolardır.

4. Gömleklerin perakende satış fiyatında satış vergisini düşersek (266 dolar), bundan fabrika satış fiyatı olan 38 doları çıkarırsak, geriye 228 dolar kalmaktadır. Bu

Page 280: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

280

228 dolar ve satış vergileri, Bangladeş’te üretilen bu bir düzine gömleğin, Amerika’ya kazandırdığı miktardır ve bu, Bangladeş’teki toplam satış fiyatının 6 katı de-mektir.

5. Elbette bu gömleklerin maliyeti için %71’i oluşturan ithal malzeme ve aksesuarı unutmayın; çünkü bu ithal malzeme de, büyük oranda bir gelişmiş ülkeden ya da siparişi verenin şart koştuğu bir yerden gelmektedir.

Şimdi, burada biraz duralım. İşin ekonomik yönünden bir an için ayrılalım. Bangladeş’teki tekstilcinin Amerika için ürettiği bu gömlekleri, Bangladeş’teki zenginler, gidip mesela Amerika’daki bir alışveriş merkezinden, 22 dolar artı vergilere satın almaktadır. Bunu yaparken, kendilerinin ne kadar kaliteli giyindiğini düşünmekte, kendilerini Bangladeş’te üretilmiş şey-leri giymeyen ayrıcalıklılar sınıfında hissetmektedirler. Kısacası bu yabancılaşma, sadece bir aylık maaşı ile belki de 10 dakikada ürettiği gömleği alamayan bir Bangladeşli emekçi için geçerli değildir. Bu Bangladeş toplumunun tümü için geçerlidir. Pazarı elinde tutan tekeller, buna uygun kuralları koyarlar. Bangladeş’te üretilen bu gömleğin yakasına önemli “kelimeler” yazarlar. Bu imaj, marka satın alma heveslileri için sadece bir gömlek satın almak demek değildir, aynı zamanda o kelimeyi de satın almak demektir. Bu, sınıflara bölünmüş, herkesin kendi altına ezmek ve aşağılamak için adam aradığı bir toplumsal sistemin histerik davranış hâli üretiminin en açık göstergesidir.

Başlamışken, bir not daha eklemeliyiz. Emperyalist güçle-rin üretimi uluslararası alana taşıması ya da bizim kullandığı-mız deyimle sermayenin uluslararasılaşması, sömürge ülkelerde ya da bizim sevmediğimiz deyimle azgelişmiş ülkelerde ekono-minin tahrip edilmesi demektir.

Demek ki, sermayenin uluslararasılaşması, kapitalizmin tüm yasa ve eğilimlerinin de uluslararasılaşması ve katmerle-nerek artması demektir. Yabancılaşma için verdiğimiz örnek yeterli olur kanısındayız.

Demek ki, Bangladeş’teki üretim, Amerikalı sipariş sahibi-nin isteğine uygun olarak ve ona göre şekillenmek zorundadır. Aslında bu fabrika, hâlâ bir Bangladeşlinin fabrikasıdır; ama

Page 281: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

281

ondan çok Amerikalı siparişçinin isteklerine göre şekillenmek zorundadır ve elbette daha sermayesi ile o fabrikayı almamış kişi, yasalar ve düzenlemeler yapacaktır. Madde bir, benim sipa-riş ettiğim gömlek örneği asla başka bir yerde kullanılmayacak-tır. Daha önceden kullanılmışsa bile bundan böyle olmayacaktır. Bangladeş yasaları, markaları korumak için yeniden düzenlene-cektir. Madde iki, benim siparişim için getirilen ithal mallar, başka bir mal için asla kullanılmayacaktır. Bu açıdan markaların korunması ve ticarî sırların korunması için yasalar çıkarılacak. Madde üç, benim gömleklerim için kullanılacak malzemeler-den alınan ithalât vergileri düşürülecektir. Madde dört, benim siparişimi üreten fabrikalarda eğer grev olursa, Bangladeş hükü-meti hemen devreye girecek ve siparişimin yetişmesi garantiye alınacaktır. Aksi hâlde buradan doğan zararım, gömlek başına 22 dolardan hesaplanacaktır, 12 gömlek için 38 dolardan değil; çünkü ben bir uluslararası markayım ve yıllık cirom Bangladeş devletinin GSYH’sından daha büyüktür. Madde beş, bunların yapılması durumunda, Bangladeş’e destek verecek, ülkenizin kalkınması için çalışacağız, yeni yatırımlar yapacak, yeni fab-rikalarımızda 20 doların altında çalışacak Bangladeşli işçiler işe alacağız. Böylece ülkeniz medeniyet dünyasının bir parçası olacak ve tanrı, öbür dünyada da sizi kutsayacak. Medeniye-tin gelişimi için, evinden ayrılıp da baba baskısından kurtulup da, sokaklarda açlık ve yokluk çektikten sonra 10 dolar ücrete çalışmaya razı Bangladeşli kızların artması için, aile baskısını hafifletecek önlemleri de ayrıca alacağımızı garanti ederiz!!!

Gümrük duvarları ile ilgili düzenlemeleri bilmeyen yoktur sanırız; ama yine de küçük bir özet aktaralım.

“1997’ye gelindiğinde Hindistan, 1990’da ortalama %82 dü-zeyinde olan gümrük tarifelerini %30’a indirmiş; Brezilya 1991’de %25 olan tarife oranını 1997’de %12’ye, Çin 1992’de %43 olan bu oranı 1997’de %18’e çekmişti. Teknokratların li-derliğindeki bu değişimler, kapsamlı ekonomik reform ve li-beralizasyon paketlerinin bir parçası olarak Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’nın finansmanıyla destekleniyordu.” (Aktaran, M. Castells, age, s. 178).

Page 282: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

282

Bu yasal düzenlemeler, aslında dünya çapında her ülkede üretim yapan veya her ülkedeki ranttan pay almaya çalışan ya da ticarî avantajlar elde etmek için yeni düzenlemelere ihtiyaç duyan uluslararası tekellerin istekleridir.

Yeni dünya düzeni sloganları, aslında uluslararası alanda ihtiyaç duydukları değişiklikleri yerine getirmek için, topyekün bir saldırıdan başka bir şey değildir ve belki bundan bir süre sonra, eğer emperyalist sistem hâlâ yıkılıp layık olduğu yere git-memiş ise, yeni bir uluslararası düzen daha isteyeceklerdir; zira o zaman, kapitalist-emperyalizm, yeni şeylere ihtiyaç duyacak, gelişen sistem yeni sorunlarla baş etmek için seferberlik ilan edecek, onların kalemşörleri yeniden zehir akıtmaya başlaya-caktır.

Burada bir miktar duralım ve biraz kapitalist gelişim tarihi ile yağma arasındaki bağı hatırlayalım. Eğer Colomb, Amerika kıtasını “keşfetmese” idi, acaba durum ne olurdu? Kesin olan bir şey var ki, milyonlarca yerli yok edilmemiş ve dünya kültü-rü çok daha canlı olurdu. Milyonlarca yerlinin bugün nüfusları, Amerika’nın bambaşka bir kıta olmasına olanak verirdi; ama bunu bir yana bırakalım: Acaba, oradan gelen köleler, altınlar vb. olmasa idi, İngiltere bugünkü İngiltere, İspanya bugünkü İspanya olur muydu? Köle emeğini karşılıksız bir doğa gücü gibi kullanan bu ülkeler, milyonlarcasını da öldürmekten çe-kinmedi. Bunun yanı sıra, Latin Amerika’nın ve Afrika’nın tüm doğal kaynakları bu merkezlere aktı.

Şimdilerde petrol nasıl bu merkezlere akıyor? Şimdilerde pek çok değerli maden nasıl bu emperyalist haydutlarca yağ-malanıyor? Şimdilerde insanlığa ait pek çok değer nasıl bu merkezlerin zenginlerinin salonlarını süsleyen vazolar gibi kul-lanılıyor! İşte bu uzun süre köle kullanan, uzun süre yağmalar-la sermayesine sermaye katanların dünya kapitalist sisteminin de tepesinde oturmaları bu yağmalamaya, talana ve bunun bir biçimde sürekliliğine bağlıdır. Bugün dünya üzerinde çalışmak veya açlık nedeniyle göç edip ülkelerini terk edenlerin sayısı, 1992 yılında 100 milyon, 2002’de ise 150 milyon olarak tahmin edilmektedir. Göçmenleri bir yana bırakın, bir Çek işçinin, 20 yaşında çalışmaya başlayıp da ömrünün sonuna kadar çalışarak

Page 283: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

283

elde edeceği gelir, vitrinde sergilenen bir Porsche arabanın satış fiyatına ulaşamamaktadır.

Sermaye vampirdir, der Marx ve devam eder, insan kanı emer, işçinin alınterini, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğini emer. Öyle semirir ve büyür.

Tüm bu sürecin daha net işleyişini görmek için, detaya, bir anlamda “hikâyeye” ihtiyaç duyuyoruz. Süreç nasıl işliyor? Sermayenin uluslararasılaşması süreci, nasıl bir etki yaratıyor? Konu ile ilgili, “Tek Dünya” isimli kitapta son derece güzel göz-lemler bulmaktayız. Aşağıda bu bölümü, bölüm içi ek olarak aktarıyoruz.

Bölüm İçi Ek 1

Malezya Örneği; Motorola ve Uluslararası Üretim

Aşağıdaki bölüm, William Greider’in Tek Dünya isimli çalışmasından alınmıştır. Kitabın 106-134 sayfaları arasında, belli bölümler atlansa da, hikâyemiz için önemli olan her şey aktarılmaya çalışılmıştır. Kuşku yok ki, aşağıda okuyacakları-

nız, gerçeğin sadece eksik bir görünümüdür. Yine de Greider’e teşekkür etmek zorunluluk.

...

Kuala Lumpur’un dışındaki Petaling Jaya sanayi bölgesinde, saat 14’te bir dizi koyu mavi otobüs, işçileri Motorola fab-rikasına getirmeye başladı. Otoyoldan bakıldığında, Canon, Sanyo, Panasonic ve Minolta gibi tanınmış elektronik şirket-lerinin yanı sıra Motorola’nın logosu da görülüyordu. Fab-rika, palmiye ve dev posuk ağaçlarıyla çevrelenmiş asfalt park yerinin karşısında tek katlı bir büro binası gibi görünü-yordu. Binanın beyaz yüzeyi Çin Yeni Yılı şerefine düzineler-ce kırmızı kâğıt fener ve yaldızlı bayrakla süslenmişti. Girişin üzerindeki bilbord, işçileri “Motorola 10K Yarışı”na davet ediyordu. Galipler U. S. Austin maratonunda yarışacaklardı.

Binaya gelen işçiler cam kapılardan geçiyor, uzun ve aydınlık bir koridordan giyinme odalarına ulaşıyorlardı. Kori-dor boyunca bir kütüphane, sağlık merkezi ve bir otomatik

Page 284: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

284

para çekme makinesi vardı. İşçilerin hepsi kadındı. Çoğu genç ve Amerikan standartlarına göre ince yapılıydı. İslami giyisilere bürünmüşlerdi. Giysileri ayak topuklarına kadar uzanıyordu ve üzerinde başlarını omuzlarına kadar örten Müslüman tundjung’ları vardı. Bu ipek başörtülerinin rengi açık maviden, turuncu ve kahverengiye kadar değişiyordu. Birkaçı bütün vücutlarını örten giyisilere bürünmüştü ve yüzleri siyah peçeyle örtülüydü.

Bana binayı gezdiren Motorola’nın bölge müdürü Ro-ger Bertelson “Tünaydın, bayanlar”, dedi. Yüksekçe bir yerden giyinme odalarına giden kadınları izliyorduk. Önü-müzden geçerken hep önlerine bakıyor, nadiren başlarını kaldırıyorlardı. Kısa saçlı, geniş Amerikan alınlı Bertelson, ilk bakışta Ross Perot’nun daha uzun boylu bir versiyonu-nu andırıyordu. Bana duvardaki “Tavsiye Ediyorum” başlıklı afişi anlatıyordu. Afişte başarılı önerilerde bulunan çalışan-ların fotoğrafları yer alıyordu.

“Kültürü değiştirmek zorundayız” dedi Bertelson, “çün-kü Malay geleneklerine göre kadınların konuşması pek iyi karşılanmaz. Kız çocuklarının evlenip çocuk doğurmaları ve kocalarına bakmaları istenir. Bu afişin amacı düşündükle-rini açıkça ifade etmelerini sağlamak. Okul çocuklarına ya-pıldığı gibi olumlu pekiştirme yöntemini kullanıyoruz. Önce söyleyecekleri her şeyin dikkate alınacağı konusunda onları ikna ediyoruz. Daha sonra akranlarının önünde kalkıp ko-nuşmalarını sağlıyoruz.”

Otomatik para makineleri de kültüre ters düşüyor. “Modeli değiştirmek zorunda kaldık. Eve gidip babalarına parayı artık bir zarf içinde getiremeyeceklerini, bankadan çekmek zorunda olduklarını anlatıyorlar.”

Koridor boyunca kadınlar Amerikan hayatından sı-cak ve nostaljik sahneler yansıtan resimlerden oluşan bir Norman Rockwell koleksiyonunun önünden geçiyorlar. Her resmin altında bir İngilizce özdeyiş yer alıyor. “İnsanlar en mükemmelini yapmak isterler”, “Yaptığınız her işi severek yapın”, “Ne söylediğimiz onu nasıl söylediğimiz kadar önem-lidir.” O ortamda bu Amerikan imgelerinin ne anlama geldi-ğini anlamak zordu.

Kadınlar giyinme odasında ayakkabılarını ve peçeleri-ni çıkardılar. Birkaç dakika sonra, beyaz önlükleri, ameliyat maskeleri ve boneleriyle birer hayalet gibi ortaya çıktılar. İs-lami giysilerine kıyasla çok daha kapalı olan bu kılık onları uzaydan gelmiş gezginler gibi gösteriyordu. Havayı sürekli

Page 285: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

285

temizleyen araçlar içeriye tek bir toz tanesinin bile girmesi-ne izin vermiyordu. Daha sonra mühürlü operasyon odasına geçtiler. Karmaşık makine ve monitör dizileri bir sonraki iş-lem için onları bekliyordu.

Uzay giyisileri içindeki kadınlar yarıiletken çipler üze-rinde gündelik işlerine başladılar. Mikroskobik bir ortamda, elektronik monitörlerin yardımı olmaksızın görülemeyecek kadar küçük parçaları birleştirmeye başladılar. Gözlem pen-ceresinden kadınları izleyen Bertelson şöyle dedi: “Aslında işi onlar değil makine yapıyor.”

Yarıiletkenlerin imalat süreci dünyanın her yerinde bü-yük bir canlılık gösteriyordu. Çoklu çip devrelerini kapsayan büyük silikon levhalar Birleşik Devletler’de (ya da belki bu endüstrinin büyük bir üretim üssü oluşturduğu İskoçya’da) tasarlanmış ve imal edilmiş, daha sonra bir 747 ile nihai montaj için Malezya’ya (aynı anda belki Singapur, Filipinler ya da Asya’nın herhangi bir yerine) taşınmıştı. Buralarda tekil çipler haline geliyor, bağlantıları yapılıyor, test ediliyor ve paketleniyordu. Nihai çipler, TV setlerinin, bilgisayarların, arabaların, taşınabilir telefonların, füze kontrol sistemle-rinin ve sayılamayacak kadar çok sayıdaki başka ürünün işlevsel parçalarını oluşturmak üzere deniz yoluyla Kuzey Amerika, Asya ve Avrupa’ya taşınıyordu.

Motorola’da yaşanan kültürel dönüşüm hayaleti bir rutin -günde üç kez, haftada yedi gün- haline gelmişti; ama aynı zamanda küreselleşmenin büyük insani drama-sını aktarıyordu. Bu zaman ve mekân bakımından fantastik bir sıçrama, belli belirsiz emperyal ve sömürücü, sıradan ve devrimci, ancak derin biçimde özgürleştirici bir değişimdi. Modern teknolojinin toplumsal alana davetsiz girişi, uzun bir tarihsel süreç içinde, büyük iktisadi değişmeler kadar anlamlı olabilir. Motorola ve Malezya’ya yerleşen diğer ya-rıiletken şirketleri, karmaşık ve üstün bir teknolojiyi, kırsal köylerden, kampong’dan gelen, kaderleri pirinç ve palmiye yağı hasadında köylü babalarına ve kocalarına yardım et-mek olan utangaç genç kadınlarla birleştirmeyi başarmış-lardır.

Şirket kafeteryasında öğle yemeği sırasında, Bertelson ve yardımcıları yapılan işin karmaşıklığını anlattılar. “Üret-kenliğimizi yılda %15 oranında artırıyoruz” diyordu Bertel-son. “Şirket politikamız böyle. Bu yıl içinde, otomasyonu ve işçi verimliliğini arttırarak 10 kat iyileşme sağlamak ama-cıyla her bir operasyon için bir yol haritası çıkardık. Bunu

Page 286: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

286

başaracağız.”Miktarın ikiye katlandığı her defasında maliyetlerin ve

fiyatların kabaca %30 oranında düşeceği varsayımına daya-nan Malezya üretimi, bütün küresel endüstride fiyat reka-betini yönlendiren dik “öğrenme eğrisi”nin dışında değildi. Her üretici pazar payını savunmak için sürekli olarak israfı azaltmak, eğriyi yakalayabilecek yeni malzemeleri ve üretim yöntemlerini mükemmelleştirmek ya da geliştirmek zorun-dadır. “Minyatürleştirme teknolojimiz öyle hızlı gelişiyor ki, daha da hızlanmak için insan unsurunu aradan çıkarmak üzereyiz” diyordu Bertelson.

Bertelson’un masanın çevresinde oturan yardımcıları adeta çokuluslu şirket idealini yansıtıyorlardı: Çinli, Malay, Hintli, siyah, sarı, soluk kahverengi, Hıristiyan, Buddhist, Müslüman, Hindu. Beyaz olanlar, sadece Bertelson ve Singapur’dan gelen Dave Anderson adında İskoçyalı bir mü-hendisti. Babasının kolonyal mülklerde çalıştığı Johore’den gelen bir Hintli, Longinus Bernard, Motorola’nın faaliyete geçtiği 1974 yılının ilk günlerinde yaşananları anlattı. “Çok küçüktük, herkes her şeyi biliyordu” dedi. “Aslında bu, nasıl diyorsunuz, hoş bir duyguydu.”

Hükümetle ilişkileri yürüten Hassim Majid, ırksal çeşit-liliğin nasıl sağlandığını açıkladı. “Hükümet bize şirketin et-nik kompozisyonunun yeniden yapılandırılmasında aktif rol oynamamızı tavsiye etti” diyordu. “Bize, benim gibi Malay-lardan, Çinli ve Hintlilerden x sayıda kişiyi, tıpkı sizin Birleşik Devletler’de olumlu bulduğunuz gibi, işe almamız söylendi. Motorola hükümetin gereksinimini karşılamak için elinden geleni yaptı.”

Motorola’nın Birleşik Devletler dışındaki en büyük işi olan Kuala Lumpur operasyonları, yöneticilerin dediğine göre, %80’i Malay ve 3900’ü kadın olan 5000 kişiyi istih-dam ediyordu. Şirket, istihdamı değilse de, servisi ikiye katlamayı planlıyordu. Bu durum, küresel ekonominin bü-yük anormalliklerinden birini yansıtıyordu: Amerika’daki muhafazakâr ideologlar, çok kültürlülüğün getirdiği tehditle büyük bir mücadeleye girerken, muhafazakâr Amerikan şir-ketleri de aynı şeyi dünyanın her yerinde yapıyorlardı. Ame-rikan siyasal çevrelerinin küresel bağlamda ırk ve kültürel üstünlükle uğraşması gülünç, etkisiz, hatta tehlikeli görü-nüyordu.

Geceleri Kuala Lumpur sömürge sonrası Asya refa-hını yansıtan bir görünüme bürünüyordu. Eklektik bir mi-

Page 287: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

287

mari anlayışı yansıtan bazı önemli binalar parlak ışıklarla donatılmıştı. Eski İngiliz yönetim binasının saat kulesi Westminster’i andırıyor, ancak oryantal bir zarafet taşı-yordu. Tren istasyonu, bir başka sömürge karakolu olan Fas’tan ithal edilmiş bir fanteziyi andırıyordu. Gerçekten de binanın tasarımı Fas’ta yapılmıştı. Modern büroların yer al-dığı düzinelerce kule, geçmişin kalıntılarını küçülten yoğun bir küme oluşturuyordu. Kentin en eski camisi, kubbelerin-den biri çökmek üzere olan Bandaraya, otuz katlı Bumiput-ra Bankası’nın hemen dibindeydi.

Nehir kıyısındaki eski pazar yeri, zanaatkârların tezgâhları ve turist butikleriyle yenilenmişti. Hemen yanın-da ABD’li bir fastfood şirketi “Refah Burgerleri” satıyordu. Kulelerde çalışan genç profesyoneller, akşam saatlerinde bira ya da çay içmek için kafelerde toplanıyorlardı. Bir gece, altı Malay erkek çocuğun tıpkı California-Campton’daki gibi kaldırımda yürüyen patronları akrobatik dans gösterileri ve Bahasa dilinde lirik şiirlerle eğlendirdiklerini gördüm.

Devlet televizyon istasyonunun yönetim binasının ikin-ci katında, Malezya’nın ulusal hedefi -”2020”- dev kırmızı ışıklarla canlandırılmış ve iki parlak kelebekle çevrelen-mişti. “Wawasan 2020” sloganı kentin hemen her yerin-den görülüyordu. Görünmediği yerlerde de gündelik bilin-cin bir parçası olarak hissediliyordu. Slogan, Malezya’nın ulaşmayı amaçladığı ortak “vizyon”u yansıtıyordu: 2020 yılında ekonomisi sekiz kat büyümüş, Başbakan Mahathir Muhammed’in sık sık alıntı yapılan sözleriyle, halkı “psiko-lojik olarak kimseye uşaklık etmeyen”, kendine yeterli ve sanayileşmiş bir ulus.

Bu amaca ulaşmak için hükümet son 10 yıl içinde, ta-sarımı ve parçaları büyük çapta Japon Mitsubishi tarafın-dan sağlanan, ancak %70’inin tamamen yerli olması hedef-lenen, ulusal bir binek arabası, Proton Saga’nın üretimine destek oldu. Mahathir, plakasında “2020” yazan bir Proton Saga’yı sürdü. Proton ülke içinde ve dışında yılda 102.000 adet satılıyordu ve oluşum halindeki montaj endüstrisinin ürünüydü. Vietnam’la ortak üretim anlaşması yapıldı ve Daihatsu’yla, ikinci bir ulusal arabanın, küçük cangıl geyiği anlamına gelen Kancil’in üretimi planlandı.

“Wawasan 2020”nin özü, hızlı büyüme -gelecek yir-mibeş yıl içinde yılda %7- ve hükümetin gelişmekte olan endüstrileri ve yetenekli yöneticilerle profesyonellerden oluşan yeni bir orta sınıfı destekleyen sanayileşme strate-

Page 288: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

288

jileriydi. 2020’de kişi başına gelirin dörde katlanması he-defleniyordu. Mahathir, biraz yükseklerden uçarak, teleko-münikasyon ve uzay alanlarında ortak girişimler başlatmak-tan, Endonezya ve Tayland gibi Asyalı komşularla, en ileri ekonomilerle rekabet edebilecek bir sanayi konsorsiyumu oluşturmaktan söz ediyordu.

Plan buydu ve Güneydoğu Asya’nın dinamik ekonomi-leri için bile kulağa fazla iyimser, bazı bakımlardan da aşı-rı şatafatlı geliyordu. Ancak Malezya özgüven kazanmıştı. 1971’den bu yana Malezya ekonomisi her yıl aynı görülme-miş hızla büyümüştü: GSMH 1971’de 13 milyon ringit’ten yirmi yıl sonra 123 milyona çıktı. Kişi başına gelir yılda 410 dolarlık bir yoksulluk düzeyinden, 3000 dolara çıkmıştı. Ma-lezya’daki hayat süresi beklentisi yirmi yıl içinde 62.3 yıldan 70.5 yıla çıktı.

....

Servet birikimi siyaset alanında olağan çürümeye ve mülk sahipliğinin merkezileşmesine yol açtı. Seçimlerin dü-zenli olarak yapılmasına rağmen Malezya halkının üzerin-deki baskı başka yerlere kıyasla daha şiddetliydi. Hükümet 1989’dan beri siyasal nedenlerle kitlesel tutuklamalar yap-mıştı. Malezyalıların dediği gibi, İç Güvenlik Yasası siyasal muhalefeti ağır biçimde kısıtlıyordu. ancak özgün yasa İngi-liz yönetimi tarafından hazırlanmıştı.

Aslında Malezya’nın en çarpıcı başarısı, Mahathir’in “bize sömürge geçmişimizden miras kalan çok ırklılığın saat-li bombası” dediği şeyin etkisiz hale gelmesiydi. Halkın yak-laşık %61’i yerli bumiputralar yani “toprağın oğulları”ndan, Malay köylülüğü ve bazı küçük kabile gruplarından oluşu-yordu. Sömürge yönetimi altında geçen yüzyıllar boyunca Malaylar kendi ülkelerinin en alt tabakasını oluşturmuşlar, tarım ve balıkçılıkla geçinmişlerdi.

Nüfusun yaklaşık %30’unu oluşturan Çinliler, açlık ve siyasal karışıklıklar yüzünden ya da “kuli” emeğini satmak için Asya’ya ve diğer kıtalara dağılmış milyonlarca göçme-nin oluşturduğu Çin diasporasının parçasıydı. Etnik Çinliler, başka yerlerdeki gibi Malezya’da da başat ticari sınıf (za-man zaman hayranlık ve istihzayla denildiği gibi “Asya’nın Yahudileri”) haline geldiler. Çok güçlü topluluk duyguları sayesinde, kendi okullarını, alışveriş merkezlerini, aile mer-kezli servetlerini oluşturdular ve hasımlarından türettikleri

Page 289: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

289

bir girişim ruhu edindiler.Malezya’nın geri kalan nüfusu, Hintlilerden, genellikle

Tamillerden oluşuyordu. Tamiller, İngilizler tarafından, kü-çük yaşta, düşük nitelikli meta üreticileri -kauçuk toplayıcı-sı, teneke üreticisi ya da kahve işçisi- ya da hizmetçi olarak ülkeye getirilmişlerdi.

İngilizler Malezya’yı bu etnik ayrımları sömürerek yö-netmişlerdi. Bağımsızlıktan sonra, bu karma ve istikrarsız yapı 1969’da ölümcül ırk isyanlarıyla patladı ve 200 Çinli öldürüldü. Irksal tarih ekonominin merkezinde yer alıyor-du: 1970’lerin başında iktidara gelen çok etnili siyasal koalisyon ekonomik dengesizlikleri gidermeye çalıştı ve Malay halkını harekete geçirdi. Irksal duyarlılığın yarattığı gerilimler varlığını sürdürdü, ancak 1990’da bumiputralar iktisadi varlıkların kabaca %20’sini elde tutuyorlardı. Bu oran 1960’larda %2 kadardı. Genel yoksulluk hane halkının %49’undan %16’sına dramatik bir düşüş gösterdi. Olumlu eylem, etkisini en çok, birbirleriyle bağlantılı milyonerler ola-rak ortaya çıkan “kampong boys”un gözle görülebilir refa-hında gösterdi.

Sömürgeciliğin açtığı ve ileri ulusların iktisadi yazınında genellikle ihmal edilen yaralar, ekonomiyi ve küreselleşmeyi biçimlendiren bilinçli siyasal stratejileri anlamak bakımın-dan önemlidir. Olgular her durumda değişiklik gösterse de, öteki Asyalı uluslar da benzer sömürge sonrası travmalar geçirmiş ve Batılı güçlerin niyetlerine ilişkin, kolayca gideri-lemeyen bir paranoyayı paylaşmışlardır. Hemen hepsinde, ABD çıkarları dahil emperyal iktisadi sömürüyle ilgili anılar, küresel sistemde güvenli bir yer edinmiş olsalar bile bu ulusların ihtiyatlı bir yaklaşım sergilemelerine yol açtı.

En başarılı Asya ulusları Amerikalıların övdüğü laissez-faire kapitalizmini değil, Japonları izlemektedirler (II. Dünya Savaşı sırasında bu ülkelerin çoğu Japonlar tarafından vah-şi biçimde işgal edilmiş olsa da) çünkü Japon kalkınma mo-delinin işlediği görülmüştü. Malayların Japonlara karşı hissi-yatı ne olursa olsun, bu ülkenin iktisadi zaferi dünya tarihi-nin beş yüz yılını tersine çevirmiş, Avrupa-Amerikan iktisadi hegemonyası renkli insanlar tarafından sona erdirilmişti. Japonların yaklaşımı, piyasaları ve girişimleri yöneten ya da koruyan ya da sübvanse eden güçlü bir merkezi hükümet anlamına geliyordu. Bu da iktisadi atılımı güçlendirmek için tekil yurttaşları denetleyen ve onların fedakârlık yapmasını sağlayan ulusçu stratejilerin varlığını gösteriyordu.

Page 290: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

290

Asyalı hükümetler, toplumsal çatışmayı yumuşatmak ve düşük sanayi ücretlerini sübvanse etmek için tipik bir sosyal güvenlik sistemi kurarak, hem iyileştiren hem de denetleyen bir konut ve gelir desteği sağladılar. Singapur sanayi işçilerinin yaklaşık yarısına, “çalışmazsanız evini-zi kaybederseniz” anlayışıyla konut sağlandı. Asyalılarının kalkınma stratejileri kendi tarihsel yakınma ve özlemleriyle mantıksal olarak tutarlıydı. Çelişkinin büyüğü Amerikan or-todoksisi içindeydi: ABD serbest piyasa iktisatçıları, iş dün-yasının önderleri ve politikacılar bu sapkın Asya sistemleri-nin enerjisini överken ülke içindeki benzer fikirleri tehlikeli biçimde sosyalist görerek kınıyorlardı.

Başbakan Mahathir, kendisini, başkalarının düşündük-lerini ya da hissettiklerini yüksek sesle dile getiren bir “kötü çocuk” olarak gösterip, Pan-Asya duyarlılıklarına oynadı. Amerikan çokuluslularıyla işbirliği yaparken, kibirli Batılı güçleri, özellikle Birleşik Devletler’i azarlamaktan kaçınma-dı. Beijing’de, Çinli liderleri “sosyalist piyasa ekonomisi”ni bilgece uyguladıkları için kutladı ve onlara, insan hakları, düşük ücretler ya da çevrenin korunması gibi meselelerde batıdan gelen “sahte sözler”e aldırmamalarını tavsiye etti. Bunlar, diyordu, özçıkarlar yüzünden Asya’nın ilerlemesini engellemek için yapılan girişimlerden ibarettir. “Japonya konusunda hata yaptılar” diye uyarıyordu. “Daha fazla hata yapmak istemiyorlar.”

Paranoya kültürel güvensizlikleri de yansıtıyordu. Malezya’da pek çok genç kadın, bana anlattıklarına göre, sanayileşmeden önce tundjung giymiyordu. Hızlı değişim-lerin orta yerinde, kimliklerini vurgulama ihtiyacı duymuş-lardı. Mahathir, küresel medyanın yozlaştırıcı kültürel etki-lerinden acı acı yakınıyor ve özellikle Michael Jackson’ın (Motorola’nın değil) her şeye bulaşan varlığından rahatsızlık duyduğu görülüyordu.

“Neyi işitmemiz ve görmemiz gerektiğine karar veren insanlar müthiş bir gücü ellerinde tutarlar” diyordu. “Bize sokakta dans ettirebilirler ya da sokaklarda ellerimizde meşalelerle, yakarak, soyarak ve öldürerek ayaklanmamı-zı sağlayabilirler.” Tundjung’unu giymiş, erkek arkadaşının kullandığı motosikletin arka selesine oturmuş, jeans ve üze-rinde “The Night Is Still Young-Party Hard” gibi sulu bir Ame-rikanizmi yansıtan yazılar olan t-şhirt’ler giymiş genç Malay kızları gerçekten de çok tuhaf bir görüntü oluşturuyorlardı.

Batı uygarlığından Batılı olmayan uygarlığa doğru yaşa-

Page 291: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

291

nan “muazzam beğeni transferi” Malezya gibi yerlerde yerli olanı gözle görülür biçimde tehdit etmektedir. Malezyalı bir insan hakları savunucusu, Chandra Muzaffar, kültürel ço-ğulculuğu savunmanın sonunda evrensel insan haklarının esas boyutu olarak anlaşılacağını öne sürüyordu. Uzaktan denetlenen küreselleşmiş bir kültürün, sözcüklerin ve re-simlerin, insanları bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun bırakabileceğini ve tıpkı emperyal ordular gibi etki edeceği-ni söylüyordu.

Mahathir’in savaşçı duruşu, gene de, daha derinler-de yatan bir güvensizlik duygusundan kaynaklanmış ola-bilir: Küresel sistemin, gelir artışıyla birlikte ülkesine sağ-ladığı yeni bağımlılık formu. Toplumsal reformlar bir yana, Malezya’nın refahı, aslında, Amerikan yarıiletken şirketleri-nin 1970’lerin başında düşük ücretli nihai montaj için yeni bir yer bulma kararlarına dayanıyordu. Malezyalılar kaydet-tikleri ilerlemeden hoşnuttular, ancak zaman zaman yeni bir sömürge yönetiminin iktidarı ele geçirdiğinden de endi-şeleniyorlardı.

On yedi ABD şirketi -Fairchild, National Semiconduc-tor, Texas Instruments, Intel, Hewlet-Packard ve diğerleri- yonga üretimini büyük bir hızla, Kuala Lumpur ve Malacca Boğazı’nın kuzeyinde bir ada olan Penang’a taşıdılar. Bu arada, yarıiletken üretimi ve VCR’lerden klimalara kadar pek çok tüketim malı üreten başlıca rakipleri, Japon elekt-ronik şirketleriyle ortaklık kurdular.

Bu yabancı üreticiler Proton Saga’nın değil yeni Ma-lezya ekonomisinin esasını oluşturdu. Japon ve Amerikan elektronik şirketleri Malezya’nın bütün mamul ihracatının yarısını üretiyor ve 150.000 kişiyi istihdam ediyorlardı. Bu şirketlerin varlığı en dramatik biçimde 1988’den 1993’e kadar, yaklaşık yarı yarıya artış gösterdi. Bu dönemde Japon şirketleri yen’deki yükselişin ve dolar’daki düşüşün yol açtı-ğı fiyat etkilerini dengelemek için montaj işlerini denizaşırı bölgelere taşımaya başlamışlardı.

Malezya’nın oynadığı kumar, ülkeyi bir ihracat platfor-mu olarak kullanan çokuluslu şirketlerin oluşturduğu dev merkezin yan ürünler üreten iç firmaların geliştireceği ve ay-rıcalıklı ihracat bölgelerinin yanı sıra kalıcı bir iktisadi altyapı yaratacağı umuduna dayanıyordu. Yirmi yıl süren güçlü bü-yümeye rağmen, bu kumarın başarısı henüz kesin değildi.

“Serbest ticaret bölgelerinde yaşanan en hızlı gelişme-ye rağmen, yerel ara ürün talebi yetersiz kalmıştır,” diyordu

Page 292: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

292

Mahathir, Malezya İş Konseyi’ne bilgi verirken. “Yerli tekno-lojide yetersiz bir gelişme vardır. Çok az katma değer, çok basit montaj ve üretim vardır.”

Aslında, bir ulus olarak cesaretle öne sürdüğü iddiala-ra rağmen Malezya ekonomisi orta vadede kendine yeterli olamadı, ancak aşağıdan gelen düşük ücretli yenilerle, yük-selmek için mücadele eden yoksul uluslarla rekabet etmek zorunda kaldı. Malezya tam istihdamı ve üretkenlik artışını başardı, ancak bu kazanımlar, olağan biçimde ücretlerin yükselmesine yol açması halinde ilerlemeyi zayıflatabilirdi.

ABD Ticaret Bakanlığı Müsteşarı Jeffrey E. Garten, Washington’da bana, “Başbakan çok sert, çok radikal ko-nuşuyor, ancak ne söylediğine değil, ne yaptığına bakmak gerek” dedi. “Malezya elektronikte sağladığı muazzam bü-yüme sayesinde büyük bir gelişme kaydetti. Ancak bunun sürebileceğini söylemek pek kolay değil. Kanatlarda, şirket-lerin kararını bekleyen yedi ya da sekiz ülke var. Bu durum Malezya’yı sıkıştırıyor. Yanlış bir hamle yapması halinde elektronik endüstrisini bir gece içinde kaybedebilir.”

Her modern endüstriyel ürünün temel metası olan yarıiletken yongalar, zaman zaman “iletişim çağının ham petrolü” olarak betimlendi, ancak bu kıyaslama olağanüstü hareketliliği ve karmaşıklığı gözlerden saklıyordu. Malezya, İskoçya’dan California ve Teksas’a, Kore ve Tayvan’dan gü-neye, Endonezya ve Tayland’a, oradan Doğu Asya ulusları kuşağına kadar uzanan baş döndürücü üretim merkezleri şebekesinde önemli bir ileri karakoldan başka bir şey de-ğildi.

“Bu işte ne kadar kalır ve ne kadar büyürsek” diyordu Motorola’dan Roger Bertelson, “yeni bir fabrika kurmamız ve onu azgelişmiş bir ülkeye yerleştirmemiz o kadar kolay olur. Çin’e girmek için, Malezya’da mükemmelleştirdiğimiz aynı eğitim metodolojisini ve teknolojiyi kullanıyoruz.”

Bu hareketler özgün olarak daha ucuz işçi arayışıyla yönlendiriliyordu, ancak artan karmaşıklık emek boyutunu azalttıkça ve yeni yarıiletken fabrikalarını kurmanın ser-maye maliyetleri büyük artış gösterdikçe işin mantığı daha karmaşık stratejileri gerektirdi. Üretim unsurlarının farklı bölgelere yerleştirilmesi, fiyatları ve kârları parasal değer değişimlerinin yol açtığı sürekli fırtınaya ya da pazar pay-larını artan korumacılık tehdidine karşı korumaya çalışan her türlü çokuluslu için bir engelli koşu haline geldi. Belli başlı tüketici piyasalarının dış üretici girişlerine kapanması

Page 293: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

293

ihtimaline karşı, yarıiletken endüstrisi kendisini aynı anda her yerde bulunan ; ama içerdeki bir oluşum olarak yapı-landırmıştı.

Başlangıçta, kendi aralarında rekabet eden ABD şir-ketleri birbiri ardı sıra Asya’da yer aradılar ve henüz oluşum halindeki montaj üssü nedeniyle Malezya’da iş yaptılar. Japon üreticiler 1970’lerin sonunda fiyat rakipleri olarak güçlendiklerinde, Amerikalılar daha fazla üretimi dışarı çı-karmak için harekete geçtiler. Ancak Japonlar işleri deniza-şırı bölgelere nakletmektense otomatlaştırmayı (fiyatın yanı sıra kaliteyi de iyileştirmeyi) tercih ettiler, böylece Amerikan şirketleri de kendilerini daha fazla otomatlaştırmak zorunda kaldılar.

Motorola’nın uluslararası stratejiden sorumlu eski baş-kan yardımcısı Richard W. Heimlich, “Özgün mantık işgücü maliyetleriydi” dedi. “Şimdiki mantığa göre bu, dünyanın aktarma yapılmamış farklı bölgelerinin temel yeterliliğine dönüşmüştür. Özgün mantık şuydu: Ülke içinde en yüksek teknolojiyi koru, geri kalanını, işgücü maliyetini düşük bul-duğun ülkelere aktar. Artık sorun farklı bölgelerdeki, üstün-lüğü olan merkezlerdeki birikmiş kapasitedir.”

Ev sahibi hükümetlerle yaşanan pazarlık süreci yüksek miktarlarla oynanan poker oyununu andırmaktadır. “Oyna-yabilecekleri yongaları olan bir grup hükümet ve oynayabi-lecekleri yongaları olan bir grup çokuluslu şirket alırsınız ve bunlar oturup kendi aralarında müzakere ederler” diyordu Heimlich, durumu açıklarken. “Hiç kuşkusuz, çokuluslu şir-ket, kendi durumunu, pazar payını, kârlılığını vb. optimize edecek şeyleri yapmaya çalışacaktır. Hükümetlere gelince sorun, iş, ihracat ya da teknoloji için neler yapacaklarıdır.”

Ne var ki çokulusluların siyasetleri bu durumda daha büyük ustalık gerektiriyordu. Öteki sektörler gibi, yarıiletken endüstrisi de, üretim şebekesinin her iki ucunda (aslında aynı anda pek çok uçta) hükümetlerden yaralanarak ülke içinde ve dışında belirlediği politikaları izliyordu. Birleşik Devletler’de Motorola, federal hükümeti kendisi için pazar açan bir takoz gibi kullanma konusunda özellikle saldırgan ve başarılı olmuştur. Carter’dan Clinton’a kadar şirket, ken-disini, ABD’nin dış siyaseti için bir test vakası olarak sundu ve Beyaz Saray’ı Japonya’nın kapalı iç pazarlarına karşı ha-rekete geçmeye ikna etti.

Reagan yönetimi sırasında, Japon yarıiletken endüst-rileri küresel piyasayı tekelleştirme tehdidinde bulunurken,

Page 294: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

294

Beyaz Saray Amerikan firmaları için savaşa girdi ve 1986’da Japonya’yla ABD endüstrisine pazar payı garantisi sağlayan resmi bir yarıiletken anlaşması imzaladı. Amerikan firmala-rı kendi dengelerini yeniden kazanırken, hükümet de tek-nolojik sınırın genişletilmesi için araştırma konsorsiyumu Sematech’i finanse etti. Bu siyasal müdahalelerin mantığı, yarıiletkenlerin kritik ve ileri bir teknoloji oluşturması ve Bir-leşik Devletler’in bu imkânı kaybetmek istememesiydi.

Ne var ki, Amerikan yarıiletken endüstrisi en azından Amerikalılar için işveren olarak zayıflıyordu. Amerikan ya-rıiletken sektöründe istihdam 1985’te zirveye ulaştı ve 1993’te %23 oranında düştü. Endüstrinin küresel pazar payı da geriliyordu. Bürolardaki iş kayıpları fabrikalardakin-den daha ağırdı.

Cumhuriyetçi ve Demokrat başkanların yarıiletken en-düstrisi için topa vurmaya başladıkları yıllarda, çokuluslular kendi istihdam üslerini dışarıya kaydırıyorlardı. Bu durum, yarıiletkenleri içeren ancak sadece ülke içindeki firmaları kapsamayan ve daha geniş bir kategori oluşturan elektronik bileşenler konulu Ticaret Bakanlığı raporuna yansıdı. Bu ço-kulusluların istihdamı, Amerika’da 1982’den 1991’e kadar %37 oranında 290.000’den 184.000’e azalırken, aynı kü-resel firmalar kendi denizaşırı istihdamlarını yaklaşık üçte bir oranında artırdılar. Bazı Japon şirketlerinin bazı üretim alanlarını eş zamanlı olarak Birleşik Devletler’e aktarmala-rına rağmen, ortaya çıkan sonuç hâlâ olumsuzdu: Yabancı-ların sahip olduğu fabrikalardaki işler Birleşik Devletler’de 85.000’den 52.000’e indi.

Motorola, küresel çıkarlarını geliştirmek için ABD hükü-metinin yardımını sağlamayı becerirken, şirket gittikçe daha az “Amerikan” hale geliyordu. Şirketin iş gücü, 1955’te dün-ya çapında 142.000’e ulaşarak büyük bir gelişme kaydetti, ancak ABD’nin payı, bir şirket sözcüsüne göre %56 oranın-da azaldı. Malezya’daki bir diğer büyük işveren, Intel’in, Amerika’daki istihdamı 17.000’e düştü. Bir endüstri kayna-ğı, Motorola’nın 1995’te bildirdiği 750 milyon dolarlık yeni bir levha imalat fabrikası Birleşik Devletler’e yerleştirilebilir, diyordu, ancak şirket stratejik nedenlerle Çin’e yerleşmeyi tercih etti.

ABD hükümetinin iktisadi siyasetini belirleyen orto-doks teori içinde, bu üretim kaydırmaları, iş kayıplarına rağ-men Birleşik Devletler için yararlı görülüyordu, çünkü bunlar şirketleri güçlendiriyordu ve muhtemelen ABD’nin ihracatını

Page 295: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

295

da uyaracaktı. Küresel imalatçılar, üretim unsurlarını başka uluslara yerleştirerek kendi firma içi ticaretlerini artıracak-lar ve böylece işlerin ülkeye dönüşünü destekleyeceklerdi.

Daha fazla küreselleşmeyi savunan teori buydu. Ancak ticaret istatistikleri bu teoriyi Birleşik Devletler açısından tam olarak desteklemiyordu: Yeni ABD yatırımlarını özüm-leyen Asya ekonomileri dirençlerini sürdürüyor, Birleşik Devletler’e rağmen büyük ticari fazlalar sağlıyorlardı. Örne-ğin Malezya, 1992’de Birleşik Devletler’den 4.4 milyar do-lar mal satın almış ve 8.3 milyon dolar satış yapmıştı. Çin dahil, gelişmekte olan bütün Asya ülkelerinden gelen ticaret akışı dikkate alındığında, bunlar, Japonya’nınkiyle yarışan bir ABD ticaret açığını temsil ediyordu.

Aşırı ücret farklılıkları dikkate alındığında, Birleşik Devletler’i terk eden üretim işlerinin geri dönmesi de pek muhtemel değildi. Her ne olursa olsun, Heimlich ve diğerle-rine göre, küreselleşme stratejileri, yazılım tasarımı merkez-leri gibi daha yüksek teknik bilgi gerektiren işlerin, Malezya, Hindistan ve başka yerlere dağıtılması anlamına geliyordu. “Bu montaj işlerini ülkeye getirmenin tek yolu endüstrinin bütünüyle otomatlaştırılmasıydı.” Bunu söyleyen İktisadi Strateji Enstitüsü’nün başkanı Clyde V. Prestowitz Jr. idi. “Ancak bu yapıldığında, iş diye bir şey kalmayabilir” diye ek-liyordu.

Malezya, önemli bir ihracat platformu olarak sahip ol-duğu statüyü güvence altına almak için yarıiletken endüstri-sine, başka şeylerin yanı sıra, büyük bir vergi muafiyeti sağ-lamıştı. İktisadi bölgelerdeki fabrikalara beş ile on yıl için “öncü” statüsü verildi. Bu, ülke içinde sağlanan kazançtan vergi alınmaması, ithalat resimlerinden muafiyet ve başka biçimlerde devlet sübvansiyonları anlamına geliyordu. Bu vergi indirimleri sonunda kaldırılıyor, ancak şirketin yeni yatırımlar yapması halinde yenilenebiliyor ve genişletilebi-liyordu.

Daha tartışmalı bir imkân, elektronik işçilerinin bağım-sız sendikalar içinde örgütlenmelerinin yasaklanması ve bu konuda hükümet garantisi verilmesiydi. Örgütlü emek, elektrikli alet imalatı dahil öteki sektörlerde bir ölçüde özgür olabilirken, hükümet ulusal kalkınmanın yarıiletken alanın-da faaliyet gösteren “öncüler” için sendikadan arınmış bir ortamı gerektirdiğini öne sürdü ve bunu bir hedef olarak be-lirledi. Geçici olduğu söylenen bu özgün kısıtlama işçi grup-ları tarafından sürekli protesto edildi. Ancak bu yasa 25 yıl-

Page 296: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

296

dır yürürlüktedir. Bu uygulama, artık sadece yarıiletkenleri değil, Amerikan firmalarının aksine ülke içinde sendikalaş-mış olan Japon firmaları için de geçerli olacak şekilde öteki elektronik ürünleride kapsadı.

İşçi hakları sorunu ne zaman ortaya atıldıysa, önde gi-den şirketler konuyu fazla dikkate almadıklarını itiraf ettiler, ancak hükümet her zaman aynı mesajı verdi: Sendikalar yatırımı tehlikeye sokar. Bu konuda hükümetten yararlanıl-dı. 1980’lerde Amerikan şirketlerinin gönderdiği bir heyet çalışma bakanını uyardı: “Burada halen faaliyet göstermek-te olan bazı şirketler sendikalaşma yüzünden zorlanırlarsa, yerel faaliyetlerine son verirler, diğerleri de yatırımları ve ye-nileme faaliyetlerini durdururlar.”

1988’de AFL-CIO’nun şikâyetleri ve ticari müeyyide tehdidi karşısında, çalışma bakanı bir düzenleme yapıla-cağını açıkladı. Malezya’nın elektronik sektöründeki güçlü büyümeyi dikkate alarak kısıtlamaları kaldırıyordu ve elekt-ronik işçilerinin yeni ulusal sendikasını tanıyacaktı. Bunun üzerine Kuala Lumpur fabrikalarından 500 işçi bir toplantı yaptı ve örgütlenmeye başladı. Birkaç gün sonra Malezya-Amerikan Elektronik Sanayi Birliği’nden gelen bir heyet ça-lışma bakanıyla bir araya gelerek bu gelişmelerden duyulan rahatsızlığı dile getirdi. Eş zamanlı olarak ABD yöneticileri de Mahathir’i bir ticaret konferansına katılmak için geldiği New York’ta sıkıştırdılar. Siyaset değişikliğinden vazgeçildi ve çalışma bakanı emekliye ayrıldı.

Hükümet, ulusal sendika yerine işçilere tek tek şirket-lerde kurulacak “ev içi sendikalar” gibi zayıf bir alternatif önerdi. İşçiler Harris-Electronics’te örgütlendiklerinde, yir-mi bir sendika liderinin işine son verildi ve yeni sendika bir anda gözden kayboldu. General Electric’ten eski RCA’nın bazı unsurlarını devralan Fransız Thomson Electronics, üç yüz üyeli bir sendikası da olan bir fabrikayı devralmıştı. Fab-rikayı kapattı ve Vietnam’a taşındı.

Harris’te ustabaşı olarak çalışan ve işini kaybeden sendika liderlerinden biri, kırk iki yaşındaki Bruno Petera, Malezyalılar özgüven kazandıkça, sendika hareketinin en-gellere rağmen yoluna devam edeceğini düşünüyordu. Ulus sadece bir orta sınıf değil, aynı zamanda yeni bir işçi sınıfı oluşturuyordu. Zamanla, diyordu, insanlar kendi güçsüzlük-lerine itiraz edecekler.

“Maddi ihtiyaçlarınız bir kez karşılandığında, saygınlık istersiniz” diyordu Bruno. “Soru soracak, bir şikâyette bulu-

Page 297: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

297

nacak, kendi adınıza konuşacak kadar saygınlık. Bu, yavaş yavaş olacak. Mücadele olmadan hiçbir şey verilmez.”

...

Malezya’da özellikle genç kadınlar tercih ediliyordu, çünkü sürekli çalışmaları pek mümkün değildi. “Elektronik işinin bizim için daima bakir bir endüstri olduğunu söylüyo-rum” diyordu Malezya Elektronik İşçi Sendikası lideri Aru-nasalam. “Yirmi yıldır burada, fakat işçiler hep aynı yaşta.”

Malezya’daki elektronik fabrikalarındaki bu kadınlar için, feminist sorun, daha belirsiz; ama gene de patlayıcı toplumsal içerimleri olan derin biçimde farklı bir bağlam-da yer alıyordu. Kuala Lumpur’daki parasız işçi lojmanında bir gece geçirdim ve küçük bir evde birlikte yaşayan, çeşitli elektronik fabrikalarında çalışan altı genç kadınla konuş-tum. Bazıları akşam duası için gittikleri camiden henüz dönmüşlerdi; bazıları da 23 vardiyası için işe gitmeye hazır-lanıyorlardı. İşçi haklarından ya da bilinçlenmekten söz et-mediler. Hayatlarına ilişkin ayrıntıları, mütevazı özlemlerini anlattılar ve ufak tefek bazı şikâyetlerini dile getirdiler.

Rosita: “Şirkette (bir Japon elektronik fabrikası) çalış-mak gibi bir niyetim yoktu, fakat şirket yaşadığım kampong’a geldi ve babamla görüştü. Onun isteği üzerine işe girdim. Başlangıçtaki ücret 270 ringit (ayda 100 dolar) idi. Şimdi 300 oldu... Sorun, daha fazla üretim istediklerinde, hedefe ulaşamazsak bizden hoşnut olmamalarıdır... Erkek ve kız kardeşlerime baktığım için memnunum. Bilgisayar kursuna gittim; ama yarıda bıraktım.”

Raziah: “Üç kez iş değiştirdim, çünkü maaş vaat edildi-ği kadar yüksek değildi... Memnun değildim. Denetçiler çok kabaydı ve bana baskı yapıyorlardı... Çalışmasam daha iyi olurdu, ancak param yok.”

Sansiah: “Önceleri çeltik tarlasında babama yardım ediyordum. Arkadaşlarım gittiklerinde, kendimi yanlız his-settim ve sıkıldım. Sonra ben de gittim.”

Rakimah: “Biraz birikmiş param var. Çocuk bakım evi gibi küçük bir iş kurabilirim. Planım bu. Yemek pişirmeyi de seviyorum. Belki bir restoran açarım”

Asyalı ailelerin görev duygusuna sahip kızları, kazan-dıkları parayı her ay annelerine ve babalarına gönderiyor-lardı. Bir kız evlenmek üzereydi ve fabrikadan ayrılacaktı. Bir diğeri, Kuala Lumpur’da hızlı bir hayat yaşayan ve sonra

Page 298: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

298

köyüne dönen bir arkadaşını anlattı. Yabancı işverenlerin göreli meziyetlerinden söz ettiler ve en kötü işverenlerin Koreliler, en iyilerinin Amerikalılar ve Motorola’nın da Ame-rikalıların en iyisi olduğu konusunda mutabakata vardılar.

Bu tartışma bana Roger Bertelson’un sözlerini hatırlat-tı: “Hükümet İslami ilkeleri sürdürmek ve halkı Batılı değer-lerden korumak istiyor, ancak hoşlansa da hoşlanmasa da, halk Batılılaşmaktadır.”

Bu genç kadınlar, sanayi sisteminin piyonları olarak görülebilirdi. Ancak onlar, yetersiz de olsa nakit ücret edin-mek için köylerinden ve ailelerinden ayrılan, büyük modern kentin kötülük ve hazları karşısında tek başlarına ve koru-masız kalan ilk kadınlar kuşağına mensuptular. Kendilerini geleneksel geçmişten tamamen farklı biçimde yeniden keş-fettikleri karmaşık bir seyahate başlıyorlardı ve henüz yolun başındaydılar.

Çokuluslu şirketler, bir bakıma, kadın sorununun her iki yanında durmaktaydı. Endüstriyel küreselleşme Malay toplumundaki genç kadınları sömürüyor idiyse, ki kesinlikle öyleydi, küreselleşme de potansiyel olarak onların kurtuluş motorunu sağlıyordu.

Zayıf, çileci görünümlü, ince bıyıklı ve favorileri çene-sine kadar uzanan Enver İbrahim başbakan yardımcısıydı ve yetmiş bir yaşındaki yaşlı başbakanın emekliye ayrılması halinde Mahathir’in yerine geçeceği düşünülüyordu. Enver reformculardan umutluydu, çünkü militan gençliğinde bir Müslüman gençlik örgütüne önderlik etmiş, hükümetin izle-diği siyasetleri protesto ettiği için yirmi iki ay gözetim altında tutulmuştu. Bill Clinton’la aynı yaştaydı.

“İnsanlar olgunlaşıyor, gittikçe daha eleştirel oluyor, soru soruyor ve daha çok hak talep ediyorlar.” Enver böyle düşünüyordu. “Bunun son derece doğal olduğunu düşünü-yorum” diyordu. “Ben altmışlar kuşağına mensubum ve bu, benim kuşağımın dilidir. İktidar boyun eğmeye mecburdur. Siyasal sürecin daha da açılması gerekir.”

Ancak Malezya ihtiyatlı bir çizgi izleyecekti. Enver’e göre, işçiler kendilerini ifade edebilecekleri araçlara sahip olmalıydılar, ancak saldırgan sendikalar şirketleri rahatsız edebilir ve ülkenin siyasal birliğini bozabilirdi. “Bu oyunu oynamaya başlarsak, kısa süre içinde başımız derde girer” diyordu, “çünkü hiç kimse buraya yatırım yapmaz.”

Düşük ücretli bazı montaj fabrikaları muhtemelen daha yoksul ülkelere göç eder, diye devam etti, ancak eko-

Page 299: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

299

nomi daha yüksek bir üretim düzeyine geçtikçe, bu da bir sorun olmaktan çıkar. “Gençliğimde yoksullar için mücade-le ettiğim için hapse atıldım. Zamanla olgunlaşıyorsunuz. Fikirlerinizden vazgeçmiyor, ancak gerçeği kabul etmeyi öğreniyorsunuz. Büyüme olmadan eşitlik olmaz. Bu yüzden büyümeden yanayız.”

Hızlı büyüme stratejisi, sınırlı sayıda Asya ülkesinin bu yolu izlemesi halinde daha uygundu. Oyuncu sayısı arttık-ça pokerde kazanma şansı azalır. Malezya şimdi, sermaye ve merdivenin üst basamaklarında yer alan endüstriler için şiddetli bir rekabete girişen mücadeleci unsurlar tarafından kuşatılmış durumdaydı.

Malezya’nın iktisadi kırılganlığının iki boyutu vardı. Bi-rincisi, on milyon yabancı işçinin Endonezya ve başka yer-lerden geçici olarak getirilmesine rağmen, işgücü eksikliği bütün beceri düzeylerindeki ücretleri yukarı doğru çekiyor-du. Ücret düzeylerinin çok hızlı yükselmesine izin verilmesi halinde, sermaye başka yerlere yönelecekti. Küresel sis-temin öteki ucunda, Amerika ve Avrupa’daki reformcular da aynı yönde baskı yapıyorlardı. Ücretlerin yüksek olduğu uluslarda ücretleri aşağı çeken baskıyı azaltabilecek ve her-kesin ürününe dünya çapında tüketici talebini artırabilecek şekilde ücretleri yükseltmek için Malezya gibi ülkelerde işçi hakları kampanyası yürütülmekteydi.

Malezya’da düşük ücretler açıkça ulusal varlık olarak görülüyordu. Mahathir, Batılı işgalcilerden şikâyet ediyordu: “Bunun gelişmekte olan ülkelerin yegâne mukayeseli avan-tajı olduğunu gayet iyi biliyorlar. Bütün mukayeseli avantaj-lara -teknoloji, sermaye, zengin iç pazarlar, yasal çerçeve, yönetim ve pazarlama şebekesi- gelişmiş ülkelerin sahip olduğunu da biliyorlar.”

Bu ilerleme nitelikleri Malezya’nın kırılganlığının öteki boyutunu oluşturuyordu: İç ekonominin daha yüksek tek-nolojik gelişim düzeyine ulaştırılması için verilen mücade-lenin boşa çıkması. Tehdit ABD Elçiliği’nden Aralık 1993’te gönderilen bir ekonomi raporunda özetlendi: “Malezya’nın, özellikle yüksek teknoloji ve sermaye yoğun endüstriler için bir yatırım bölgesi olarak taşıdığı önemin azalmasından kay-gı duyuluyor... Teknoloji transferi söz konusu. Malezya’nın gittikçe karmaşıklaşan imalat sektörlerini cezbedememesi halinde, orta teknoloji tuzağına yakalanma, kendisini büyü-menin düşük olduğu bir sanayi merkezi olarak bulma riski var.”

Page 300: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

300

Poker oyunu devam etti, ancak çok daha karmaşık bir düzeyde. Motorola ve Intel gibi Amerikan şirketleri, Malez-ya’daki yazılım tasarımı merkezlerine yerleşmekte olduk-ları ve teknolojik bilgiyi yerel halka yaydıkları için koope-ratif oyuncular olarak görülüyorlardı. Öte yandan Japonlar, Enver’in dediğine göre, “çok ama çok zor” idiler. “Ne tekno-loji transferleri, ne yerel yönetici istihdamı, ne de araştırma merkezleri. Amerikalılar çok farklılar.”

Malezya’nın sahip olduğu düşünülen “mukayeseli avantaj” yani ucuz işgücü ileri alanlarda çare olamıyordu. Master yapmış çok sayıda Malezyalı mühendis vardı ve ma-liyetleri ABD mühendislerinin sadece dörtte biri kadardı. An-cak Bangalore’deki Hintli mühendisler Malezyalılardan iki kat daha ucuzdular. Yeni işlere büyük talep vardı.

Washington’da, Jeffrey Garten, “Bu adamlar en iyi ha-vaalanları için rekabet ediyorlar” diyordu. “Çılgınca geliyor ama, altyapıyla uğraşıyor ve iş dünyası için en uygun mo-dern havaalanını hangi ülkenin sağlayacağını düşünüyor-lar.”

Daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, Malezya’nın yaşadığı siyasal belirsizlikler, Alabama, Ohio ya da genel olarak sanayileşmiş ülkelerden, buralarda yaşayan insan-ların hayal ettiği kadar farklı değildi. Hepsi aynı poker oyu-nunun farklı yönlerine dikkat ediyordu. Küresel devrim işçi ücretlerini; ama aynı zamanda hükümetleri de oyuna sürü-yordu. Kuralsız pazarlıkların yol açtığı güç değişiklikleri, özel gelirlerin yanı sıra kamusal alanı da aşındırıyor ve dipteki yarış sürüyordu: Daha düşük ücretler, daha düşük vergiler, daha az sorumluluk duygusu. Laissez-faire kapitalizminin ideolojisinden eski bir klişeyi ödünç almak gerekirse, ço-kuluslular komşuyu dilenciye çevirme siyasetlerini özgürce izlemekteydiler.

Sermayenin Uluslararasılaşması ve Yeni İşbölümü

Sermayenin uluslararasılaşması konusunda buraya kadar ortaya konanlar, bize kapitalist-emperyalizmin ayırt edici özel-liği olan sermaye ihracının sadece boyutları değil, niteliği konu-sunda da bilgi vermiştir.

Page 301: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

301

Sermayenin neden başka ülkelere kaydığının, bizzat bu tip süreçlerin yöneticileri tarafından açıkça ortaya konduğu da bi-liniyor. Burjuva sistemin savunucuları, sistem bu kadar kirli bu kadar rezil, bu kadar insanlık dışı oldukça, kraldan çok kral-cı olmak zorundadırlar. Öyle de oluyor. Burjuva kalemşörlere sorarsak, sermaye bu ülkelere, örneğin Malezya’ya, orayı kal-kındırmak için gidiyor ve bunu ispat etmek için, hemen kişi başına düşen gelir rakamları önümüze sürülüyor. Motorola’nın üretimi, sanki Malezya’nın ihracatı ve üretimi gibi gösteriliyor. Bu durumda da, tüm Malezya halkı, Motorola’ya minnet duy-malıdır. Burjuva kalemşörler, bunu öneriyor, bunu sağlamaya çalışıyorlar. Güçlü medya borazanları ile, çıplak gerçeği yaşayan halkların, farklı düşünmelerini sağlamaya çalışıyorlar. Güneş balçıkla sıvanmaz, denir, bunlar güneşi balçıkla sıvamaya çalı-şıyorlar. TV kanalları ile, her yoldan yayınları ile, ürettikleri ka-ranlık ve cehalet ile, insanı ahlâksız ve erdemsiz hâle getirerek, kendi amaçlarını gizlemenin, ömürlerini ve egemenliklerini uzatmanın yolunu arıyorlar.

Ve elbette bu sermaye ihracı, gerçekte onların kan ve silâh ile egemenlik kurmalarının önünde bir engel de değil-dir. Tersine, en az silâha sarıldıkları dönemler dâhil, şidde-ti her gün daha fazla kullanıyorlar. Bu uluslararası tekelci egemenlik, 19. yüzyıldakinden çok daha fazla askerî güce dayanıyor.

SSCB’nin varolduğu dönemde, fiilî işgalin kolayca uygula-maya konulamıyor olması, onlar için büyük bir ayakbağı, adeta bir pranga idi. Oysa SSCB yok ve hemen ardından, dünyanın her alanında işgaller, askerî konumlanışlar devreye sokuldu.

Irak, bunun en son örneğidir. Şükür ki, artık kimse, Irak’ta ABD’nin demokrasi veya

özgürlük getirmek için uğraştığını söyleyemiyor. Şükür ki mi demeliyiz, yoksa Irak’ta direnenlere binlerce teşekkürler mi de-meliyiz? Eğer Irak direnişi olmasa idi, elbette ki hâlâ burjuva medya, bize demokrasiden, özgürlükten söz ediyor olurdu. Yeri gelmiş iken, hafızamızı balık hafızasına çevrimeye çalışan bur-juva egemenliğin bu utanmazlığını akıllarda tutmayı önerme-liyiz. Yakın döneme kadar, ABD’nin yalanları, Irak konusun-

Page 302: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

302

da dünyanın “gerçekleri” olmuştu ve bugün bu yalanlar, Irak’ta direnenlerin sayesinde ortaya çıkmakta, gerçek tüm ağırlığı ile kendini hissettirmektedir. İnsanda eğer birazcık onur varsa, dün bu yalanlara inanmış olduğu için kendini gözden geçirmelidir. Eğer dün ABD safında yer almış ise, azıcık insan ise, bugün bunun ne demek olduğunu, aldatılmış olduğunu haykırmalıdır.

Evet şükür ki, artık Irak’taki direniş, geçici bir durumu ifa-de etmiyor. Henüz bir anti-emperyalist bilince yükselmemiş de olsa, henüz işgal ve ABD karşıtı bir yönde de yürüse, insanlık için onurlu bir direniştir. Henüz direnişin önderleri, nasıl bir dünya istedikleri konusunda tutarlı olmasalar da, bu direnişin anlamını asla küçültmüyor.

Ve Irak işgali, aslında emperyalist sömürgecilikte işgal me-todunun hiçbir zaman rafa kaldırılmadığının en açık ifadesidir.

Uzunca bir süre, emperyalist sömürgecilikte işgal ve askerî güç kullanımının ortadan kalktığı düşünüldü ve bu tüm sol cephede ortak kabul gördü. Aslında, dünya konjonktürü, 1917 Ekim Devrimi’ni izleyen yıllardan başlayarak askerî güç kul-lanımına sınırlı ölçüde izin vermekteydi. Vietnam savaşı gibi, Falkland adalarına müdahale gibi ve daha başkaları gibi; ama asla ve asla, emperyalizm, militarizm ve sömürgesiz var olma-dı, olamaz. Eğer emperyalizm sömürgesiz var olacaksa, artık emperyalizm kavramını da rafa kaldırmamız gerekir. Dahası, emperyalizm ile kapitalizm arasında ortaya koyulan bağ yok edilmeden bu da yapılamaz; çünkü emperyalizm kapitalizmin yasalarının gelişimi içinde, onun uluslararasılaşması olarak or-taya çıkıyorsa, bu noktada kapitalizmi reddetmeden sömürge-ciliği de reddedemeyiz. Kapitalizmi reddetmeyi ise en çok biz Marksistler istiyoruz. İstiyoruz ve mücadelesini veriyoruz ki, kapitalizm tarihin çöplüğünde yeri alsın, üretim araçları üze-rindeki özel mülkiyet kalksın ve onunla birlikte insanın insana kulluğunun tüm biçimleri ortadan silinsin, sınıfsız ve sömürü-süz bir dünya kuralım ve bu yolla kapitalizmi reddettiğimizi açıkça ilan ediyoruz. Bazıları, emperyalizm artık sömürgesiz var olabilir dedikleri için öyle olacağını bekliyorlar. Gerçekleri ortaya koyma ve insanlığın binlerce yıllık hayali için gerçekçi bir savaş yürütmek yerine, burunlarını oynatınca görüntüyü de-

Page 303: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

303

ğiştiren cadılar gibi emperyalizmin kendi kendine sömürgesiz varolmaya karar verdiğini ilan etmek istiyorlar.

Savaş, elbette politikanın silâhlarla devamıdır. Askerî güç olmadan, sömürgecilik ayakta duramaz; ama

evet belli tarihsel kesitte, bu askerî güç kullanımı azalabilir. Dahası, kapitalizm öncesi sömürü sistemlerinde sömürgecilik, ancak ve ancak savaş ve askerî işgal ile gerçekleşiyordu. Kapita-list emperyalizm, savaşsız ve işgalsiz olarak da bunu gerçekleş-tirebilecek, sermaye ihracı başta olmak üzere, mekanizmalara sahiptir; ama bu, askerî gücün gerekmediği anlamına gelmez. Birincil metot ve tek metot olmadığı anlamına gelir.

ABD ve İngiliz belgelerine bakıldığı zaman, burjuva ide-ologlarının ya da devlet yöneticilerinin çok açık olarak ülkele-rinin başka ülkelerdeki varlığını, en barışçıl şartlar altında bile, askerî güçlerine dayandırdıklarını okumak mümkündür.

Sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü aşaması, el-bette yeni bir işbölümünü de beraberinde getiriyor. Bu yeni iş-bölümünün politik alana yansıması, burjuva cepheden yükselen “yeni dünya düzeni” sloganında ifade bulmaktadır.

Kapitalist-emperyalistler dünya için, kendi çıkarlarına bir yeni düzen istiyorlar, bunu hayata geçirmek için her yolu deni-yorlar. Yasalar yapıyorlar, şantajlar organize ediyorlar, bölgelerde savaşlar kundaklıyorlar, yoğun bir ideolojik savaş yürütüyorlar.

Bu yeni düzen, aslında yeni işbölümünün içinde de gizlidir. Yukarıda, sistemin ekonomik açıdan isteklerinin, nasıl bir yasal çerçeve istemine dönüştüğünü anlamımıza yarayacak epeyce veri var. Sermaye, gelinen somut aşamaya uygun, uluslararası politikalar öneriyor. Bir dönem, sömürge ülkelere “ithal ikameci kalkınma” modeli önerilmişti. O dönem, sermaye, sömürge ül-kelerde pazarın olgunlaştırılmasına, maden kaynakları dışında kendileri için ortaklar oluşumuna özen gösteriyordu. Sonra, bu ülkelerin uluslararası pazara açılması ve gümrük duvarlarının indirilmesi gereği ortaya çıktı. Böylece, özellikle lüks tüketim malları için bu ülkelerin cazip pazarlar hâline geldiğine karar verilmişti. Bu dönemin adı “ihracata dönük sanayileşme” oldu. Böylece ortamın yabancı sermaye için daha olgun olduğu or-taya konuyordu. Detaylarına sanırız girmeye gerek yok; ama

Page 304: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

304

şimdi de, yeni dünya düzeni diye, yeni uluslararası durumun isteklerine uygun bir yapılanma istenmektedir.

Bunun temelleri ise uluslararası işbölümünün içinde var-dır. Örneğin yukarıda Malezya’ya ilişkin örneği ele aldığımızda, sistemin, bu yeni ekonomik duruma uygun siyasal ve hukuki uyarlamalar istediğini anlamak zor değil. Bu sadece gümrük duvarlarını aşağıya çekmek demek değildir. Aynı zamanda, belli sanayi dallarında gelişirken, belli dallarda da mevzi kaybetmek demektir. Örneğin, Türkiye’de, bankacılık doğrudan içinde ya-bancı ortakların olduğu bir yeni yapılanmaya oturtulmaktadır. Tarım, bazı üretim alanlarının tümüyle öldürüleceği tarzda şekillendirilmektedir. Bunlar, aslında uluslararası sermayenin istemleridir. Borsa sistemi, merkez bankasının yönetimi ve si-yasal otorite ile ilişkisi vb. bu yeni durumun gereklerine göre şekillenmektedir.

Elbette tüm bu düzenlemeler, sadece ekonomik ve sadece hukuki olarak kalmıyor. Bunun ötesinde, dünyanın bir pazar olarak yeniden dizaynı da devreye giriyor. Soğuk savaş dönemi boyunca oluşmuş olan bazı dengeler, örneğin enerji alanında yeniden kurulmak isteniyor. Bu ise bazı ülkelerin haritadan si-linmesi, bazı ülkelerin hizaya getirilmesi vb. anlamını taşıyor. İşin bu aşamasında ise, ekonomik önlemler konusunda olduğu kadar tüm emperyalist güçler anlaşamıyor; zira bu pazar kav-gasıdır ve burada herkes daha fazlasını almak için savaş yürüt-mektedir.

Örneğin NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret An-laşması, ABD, Kanada, Meksika tarafından imzalanmıştır ve esas olarak Meksika ekonomisinin talan edilmesi de demektir) anlaşması, bazı yatırımların, ucuz işgücü talepleri çerçevesinde Meksika’ya kayması için gerekli idi. Bu elbette gümrük duvar-larının indirilmesi, anlaşmazlıkların tahkime götürülerek yerel yasalarının üstüne çıkılması vb. demektir; ama bu yetersizdir. Meksika’nın nasıl yönetilmesi gerektiği de işin içine girmek-tedir.

NAFTA anlaşmasının ardından, “ABD ve Kanada’daki üretim birimleri kapatılıyor ve ücretle-rin en az on kez daha düşük olduğu Meksika’ya taşınıyor.” (M.

Page 305: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

305

Chossudovsky, age, s. 98). Dikkat edilsin, ucuz emek-gücü nedeniyle, Meksikalı iş-

çilere serbest dolaşım hakkı verilmiyor. Bu durumda Meksikalı işçilerin ABD ve Kanada’ya akacağı düşünülüyor. Böylece, hız-la bu ücret avantajının kaybolacağı düşünülüyor. Bunun yerine, fabrikaların bir bölümü Meksika’ya taşınıyor.

Bu yolla acaba ciddi bir kazanç, kârlılık artışı sağlayabili-yorlar mı?

“ABD şirketleri, NAFTA çerçevesinde üretim birimlerini Meksika’ya taşıyarak ya da bu ülkedeki şirketlere iş yaptırarak emek maliyetlerini %80’den daha büyük oranda düşürme ola-nağına sahip.” (age, s. 99). Demek oluyor ki, NAFTA anlaşması, bir ABD şirketine,

100 dolarlık işgücü maliyetini en az 20 dolara indirme olanağı veriyor. Bu açıdan, belki Tablo 38, bize işgücü maliyetleri hak-kında biraz bilgi verebilir.

Tablo elbette son derece sınırlı; ancak bu konuda epeyce veri var. Biz sadece burada bir genel karşılaştırma yapma olanağı için bu kadarını sunuyoruz. Almanya’da ücretler, ABD’den de daha yüksektir.

Bu acaba nasıl bir işbölümü yaratıyor? Yukarıda Malezya

Tablo 38 *

Bazı ülkelerde saat başına işçi maliyeti (ABD doları)

Saat başına işçi maliyeti

ABD 21.80 Meksika 1.70 Tayland 1.20 Çin 0.92 Hindistan 0.70

*Kaynak: 26.12.2004 Hürriyet Gazetesi

Ülke

Page 306: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

306

ile ilgili Motorola yetkililerinin açıklamalarını hatırlayın. Üreti-min her zaman bir bölümü, ki bu teknolojik açıdan kilit bölümü oluyor, ana merkezde bırakılıyor. Ya da tekstil gibi, demir çelik gibi, beyaz eşya gibi belli dallar, know-how koşulları ve ulusla-rarası sermaye ortaklığı altında belli ülkelere kaydırılıyor.

Önce Meksika ile ilgili bir alıntı daha: “Dahası, NAFTA’nın ABD ve Kanada şirketlerinin Meksika’ya girmelerini mümkün kılmasına karşın, bu süreç büyük oranda mevcut Meksika işletmelerinin yerlerinden edil-mesi yoluyla gerçekleşti. Eğilim, sanayi yoğunlaşmasının art-ması, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ortadan kaldırılması ve Meksika’nın hizmet sektörünün bir bölümünün franchising sistemi aracılığı ile ele geçirilmesi yönünde.” (age, s. 99).Biz bu yeni işbölümünü kavramak için, daha yakından bil-

diğimiz Türkiye’den örnekler verebiliriz. İlki tarımdır. Tarım alanında, şeker ve şeker işleme (tarım ve tarıma dayalı sanayii), tütün yetiştirme, pamuk başta olmak üzere, özellikle sanayi ile bağlı alanlar uluslararası sermayenin isteklerine göre düzenle-niyor. Çay gibi alanlara yabancı sermaye sokularak, dünya ça-pında çay pazarına egemen olan güçler içeri alınıyor. Böylece dünya pazarının tekleşmesinin önündeki engeller temizleniyor. Elbette bunun yapıldığı alanlar, mutlaka kârlı alanlar oluyor. Şeker pancarı yetiştirme ve işleme işi de, uluslararası sermaye-nin isteklerine göre yeniden düzenleniyor. Burada, öyle anlaşı-lıyor ki, Küba’nın dünya pazarını bozucu etkisi dışında pek bir dertleri kalmadı. Tütün üretimini yeniden düzenleyen yasalar, aynı zamanda Tekel’in özelleştirilmesi ile birlikte devam ediyor. Böylece, önemli bir alan da uluslararası pazara göre düzenleni-yor. Burada hep, referans noktası dünya pazarının istekleridir. Bu istekler ise öncelikle küreselleşme ideolojisi altında kabul ettiriliyor.

Mesela Türkiye’de, merkez bankasını, siyasal otoriteden büyük ölçüde ayırdılar. Bu MB’nin istenmeyen bir tarzda kul-lanımını engellediği gibi, aynı zamanda finansal alanda rant pe-şinde koşan sermayenin denetimini daha da artırıyor.

Türkiye, tekstil sektöründe belli bir düzeye sahip bir ülke

Page 307: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

307

idi. Bir de buna inşaat sektörünü eklemek gerekir. Bu iki sek-törde de son derece köklü değişiklikler hazırlanmaktadır. Teks-til sanayii, yabancı ortaklığın en az olduğu ve nispeten güçlü alanlardan biridir. Bu alanda, uluslararası piyasaların baskısı gi-derek artmaktadır. Süreç aşağı yukarı şöyle özetlenebilir. Tekstil sektöründe, şirketleri üç gruba toplamak mümkün. Bu grubun başında 50-100 civarında büyük ve alanında önemli işletme gelmektedir. Bunların altında sayıları 300-400 civarında olan orta büyüklükte işletmeler gelmektedir. Bunun altında ise sayı-ları binleri geçen çok sayıda küçük işletme gelmektedir. Çin’in ucuz emek-gücü ile tekstil alanında ortaya koyduğu atılım, pek çok Avrupalı ve ABD’li şirketin, Türkiye’deki büyük tekstil iş-letmelerini ucuza kapatma yolları aramasına neden olmaktadır.

Türkiye tekstil sektörü, makine açısından elbette dışa bağımlıdır. Çin’de ise böylesi bir handikap yoktur. Bu açıdan uluslararası sermaye, özellikle büyük şirketlerin kullandıkları entegre tekstil makinelerini, bu işletmelerin teknik durumlarını yakından bilmektedir ve bu açıdan özellikle büyük işletmeler, dışarıya borçludur.

Yakın döneme kadar, en büyük işletmeler, dışarıya üretim yaparken, yetiştiremeyecekleri işleri, belli büyüklükteki, ikin-ci gruptaki işletmelere fason yaptırmaktaydı. Bu ikinci grup-taki işletmeler ise, Avrupa’nın belli mağaza zincirlerine ya da ABD’den gelen siparişlere göre fason üretim yapmakta ve ken-dilerinin kapasitelerini aşan durumlarda, siparişleri daha küçük atölyelere, uygun fiyatlarla yaptırmaktaydı. Bunun yanı sıra ise elbette bir iç pazar üretimi sürmekteydi. Elbette dışa 1 dolara verilen bir tişört, iç piyasaya 10 dolara verilmekteydi. Bu ise el-bette ki bir yandan sürekli iş, diğer yandan ise yüksek kâr oranı demek idi ve elbette işletmeler kendilerini de buna uygun ola-rak konumlandırmıştı. Borçları buna göre, işgücü vb. buna göre idi.

AB ve ABD’den bazı siparişlerin Çin’e kaydırılmaya baş-lanması, bu zinciri en üsten başlayarak etkiledi. Siparişleri azalan en üsttekiler, diğer fabrikalara fason üretimi kesip, tüm kapasitelerini kullanma yoluna gittiler. Bu böylece aşağıya ka-dar inerken, bir yandan da büyük tekstil işletmeleri, iç piyasaya,

Page 308: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

308

mal vermeye başladılar. İç piyasaya 2 dolara bile mal verebilecek marjları da vardı. Bu durum, bir yandan en alttan başlayarak işletmelerin iflasın eşiğine yaklaşmasına neden oldu, diğer yan-dan da kâr oranlarında ciddi bir düşüşe yol açtı.

Bu nokta daha yeterince olgunlaşmış değildir. Yakın dö-nemde, bir yandan iflas eden tekstil işletmelerine, bir yandan da büyük ve dünya çapında önemli bazı işletmelerin yabancılarla ortaklığına tanık olacağız. Elbette bu yabancı ortaklıklar, son derece düşük ücretlerle gerçekleşecek. 100 milyon dolarlık bir fabrikanın çoğunluk hissesinin 20 milyon dolara verileceğini hep birlikte göreceğiz.

İnşaat alanı da oldukça ilgiye değer. Türkiye inşaat sektö-ründe, yakın döneme kadar, ENKA, STFA gibi en büyükler, onun altında birkaç düzine orta büyüklüktekiler ve binlerce küçük müteahhit vardı. Küçük müteahhitlerin devri artık ka-panmıştır. Büyük müteahhitler ise ciddi siyasal ve uluslararası bağlar kurarak, çok büyük işlere girişmekte ve çok kârlı yatırım-lar yapmakta, son derece hızlı büyümektedir. Bu alan, aslında rant peşinde koşan finans sermayesi için de önemli bir alandır. Özellikle Ankara, İstanbul gibi büyük illerde çok büyük rant alanları oluşmaktadır. Bu rant alanları, uluslararası finans ser-mayesi ile sıkı biçimde bağlıdır. Bu konuda yasal düzenlemeler istenmesi, geçici bir istek değildir.

Ankara’da Melih Gökçek, Rifat Hisarcıklıoğlu, Sinan Ay-gün ve daha iki ortakları, bu alanda neredeyse tam bir çetedir. Bir haftada trilyonlarca kâr ettikleri bilinmektedir. Gökçek ve bu çete, bir yerden arsa almaya başlamaktadır. Yakın dönem-de gerçekleşen bir örnek var. Metre karesi 30 YTL’den Gök-çek arsalar toplamış, bir hafta sonra bunları metre karesi 300 YTL’den satmıştır. Bu işlemden, sadece bu işlemden, bu beşli çete, bir haftada 6 trilyondan fazla para kazanmıştır. Arsasını vermek istemeyenlere ise, Gökçek, gücünü kullanarak arsasını yeşil alan olarak ilan ettirmekle tehdit etmektedir. İstanbul’da da bu konuda işi yöneten Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal’dir. Belli şirketlere, önceden haber verilerek, rant değeri çok yüksek alan-larda yatırım yapmaları sağlanmaktadır. Yeni yükselen Taşya-pı, KC Grup gibi firmalar, bir yandan uluslararası sermaye ile

Page 309: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

309

bağlanmakta, diğer yandan da siyasal nüfuz ile büyük rantlar vurmaktadır.

Ülkemiz için önemli sektörlerden biri beyaz eşyadır ve Türkiye artık Avrupa’nın beyaz eşya üretim merkezidir. Beyaz eşya alanında know-how gelirleri yanı sıra pek çok Avrupalı buradaki fabrikalara ortaktır ve ucuz işgücü olanaklarını da de-ğerlendirmektedir.

Otomobilin üzerinde ise durmalıyız. Türkiye bu alanda da önemli gelişme kaydetmektedir. Ford’a verilen arazi olayı hâlâ hafızalardadır. Bugün sıradan bir vatandaşa, mesela Ford Otosan’da çalışan bir işçiye, aynı olanaklar tanınırsa, bu fabrika-yı açması mümkündür. Hem bu işçi, sonunda ülke ekonomisi-ne katkı yaptığını, binlerce işçiye iş imkânı sağladığını da iddia edebilir. Belki onun önünde de başbakanlar, bakanlar eğilebilir.

İlk olarak, arazi bedava veriliyor. Bedava arazi için hiçbir masrafımızın olmayacağı açık. İkinci olarak fabrika %100 teş-vik ile kuruluyor. Yani, fabrikayı kurarken, Koç grubunun her harcaması, devletten alacak olarak haneye yazılıyor. Bu elbette dürüst Koç’un faturaları şişirerek bir yerine bin yazmayacağı anlamına hiç gelmiyor; ama biz, bu işi yapacak işçi adına söz veriyoruz ki, bu tip yollara başvurup, mesela 1 trilyona mal etti-ğimiz fabrika için 5 trilyon maliyet göstermeyecek. Ardında 10 yıl vergi muafiyeti, yabancı sermaye getirmesinden dolayı teşvik, yabancı ortak Ford’un kendi sipariş ettiği (Ford Almanya’nın ya da Ford Fransa’nın) arabaların ihracatı nedeniyle alacağı ihra-cat teşviği de cabası.

Bugünlerde sadece Ford değil, Hundai, Peugeot ve daha başkaları ülkemizde üretim yapmakta ve benzer teşviklerden yararlanmaktadırlar.

Burada dünya otomotiv pazarındaki rekabet ve yapılan-maya uygun bir yapılanma söz konusudur. Japonlar, Avrupa ve Ortadoğu’ya araba satabilmek için yol arıyor. Bunun için AB ile gümrük duvarlarını kaldırmış Türkiye’ye yatırım yapmak ola-naklı olabiliyor ve hükümetler bize, bu dışarıya giden otomo-tivler için ihracat patlaması haberleri veriyor. Duyan da sanır ki, gerçekten bunlar ülkenin otomotivleri ve dışarıda müşterilerce tercih ediliyor ve satılıyorlar. Öyle değil. Her üretici kendi pa-

Page 310: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

310

yını alıp götürüyor. Şu anda 2006 yılı için ay ay bu firmalardan ihracat rakamları isteseler, vermeye hazırdırlar ve şimdiden biz, 2006 yılına girmeden, 2006 rakamlarının göstereceği başarıyı kutlayabiliriz.

Elbette emperyalist ülkeler de başka bazı alanlarda yoğun-laşmakta, o alanları ellerinde tutmaktadır. Bu bir egemenlik iliş-kisidir, uluslararası tekeller, suyun başını her zaman tutacak, her zaman karar vericinin kendileri olduğunu ortaya koyacak tarz-da hareket edeceklerdir. Burada iki etken son derece belirleyi-cidir: Biri teknolojidir. Elbette finansal güce de dayanan teknik üretim, suyun başını tutmada son derece önemlidir. İkincisi ise pazar hakimiyetidir. Mesela deterjan üretimini düşünelim. Bu alanda ortada bilinmez bir teknoloji yoktur; ama dünya piyasa-sına hakim olan dört firma, ülkemizde de piyasanın %90’ından fazlasına sahiptir. Bu alanda neden üretim yapılmamakta ya da her sömürge ülke kendi pazarı için bir dev çıkarmamaktadır? Bunun başlıca nedeni pazar hakimiyetidir. Biz ne zaman pa-zar hakimiyetinden söz ediyorsak, bunun gerektirdiği şiddeti de kastediyoruz demektir. Yoksa son derece kuru bir ekonomik analiz yapmış olurduk. Bu pazar hakimiyeti, başkalarının bu pazara girmesini önlemektedir ve elbette bunu garanti altına alacak yasal düzenlemeler de mevcuttur. Deterjan alanında ye-rel ve küçük çaplı üretim, büyük ölçüde “insan sağlığı” bahanesi ile önlenmektedir; ama aynı şeyin gıda alanında her mamul için yapılması gerekmez miydi? Eğer yoğurt tekelci hakimiyet altına girerse, süt pazarı tekellerin denetimine girerse, vb. bu alanlar için de hijyen koşulları ortaya konacaktır. Eğer pul biberde bir tekelci firma olursa, bu alanda da merdiven altı üretimi son bu-lacaktır ve nedeni de bize hijyen ve sağlık olarak açıklanacaktır. Oysa en büyüklerin üretim koşullarının sağlıklı olduğunu kim söyleyebilir? Daha 10 yıl önce Unilever’in kanserojen mad-de içeriyor diye yasaklanan formülle üretilmiş deterjanlarını Ömerli barajında içme suyuna atması hatırlarda değil midir?

Emperyalist merkezler ise, elbette farklı bazı alanlardaki üretimi sömürgelere kaydırırken, dünyayı bir pazar olarak dü-şünüp, bu pazara hakim olacak şekilde her yere yerleşirken, bir yandan da belli sektörlerde yoğunlaşmaktadırlar. Sadece şu ka-

Page 311: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

311

darı bile yeterli olmalı: “1993’te küresel çapta araştırma-geliştirme çalışmalarının %84’ü 10 ülkenin elindeydi; bu 10 ülke, son yirmi yılda ABD’de alınan patentlerin %95’ini kontrol ediyordu. 1990’ların sonu-na gelindiğinde, telefon hatlarının %74’ü, dünya nüfusunun üst gelir düzeyindeki ülkelerde yaşayan beşte birlik kesiminin elindeydi...” (Castells, age, s. 156).Aslında bu alandaki duruma daha detaylı bakmadan önce,

yine ek olarak bir okuma parçası öneriyoruz. Yine Greider’in Tek Dünya isimli çalışmasından alınmış bu ek, bu işbölümü ve tekelci rekabet hakkında faydalı bilgiler içermektedir.

Bölüm İçi Ek 2 *

Yeni Teknolojiler ve Tekelci Rekabet

Üç elektronik devi, yaşadıkları teknolojik atılımı çok-kültürlü işbirliği ruhuyla, Amerikalılara, Almanlara ve Ja-ponlara aşina terimlerle betimlemediler. IBM, Siemens ve Toshiba, dünyanın en büyük üç imalatçısı, Haziran 1995’te New York-East Fishkill’deki IBM laboratuvarlarında birlikte çalışan dizayn mühendisleri konsorsiyumunun, öncekiler-den daha hızlı, daha küçük ve daha güçlü bir yeni bilgisayar yongası oluşturmayı başardıklarını açıkladılar. Yeni yonga, Shakespeare’nin bütün eserlerini, artı, Goethe’nin bütün eserlerini, artı, Manyoshu, Kokinshu ve Genji Masalları’nı içine alabiliyor, üstelik International Herald Tribune’ün bir sayısının tamamı için de yer kalıyordu.

Yeni aygıt silikona yerleştirilmiş submikronik bir tran-sistörler labirentiydi -bir insan başparmak tırnağından daha küçük- ve 256 megabit DRAM olarak betimleniyor-du. Yani bu aygıt, 25.000 adet basılı metin sayfasına eşit 256.000.000 databiti depolayabilecek bir Dynamic Ran-dom Access Memory yongası idi. Üç şirket, geçmişte yaşa-dıkları şiddetli rekabete rağmen birlikte çalışıyorlardı, çünkü

*Kaynak: Greider, Tek Dünya, s. 230-242

Page 312: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

312

her biri bu işi tek başına yapamayacağı sonucuna varmıştı. IBM’in eski başkanı ve baş teknolojisti Jack Kuehler araş-tırma ittifakına son şeklini vermiş ve sonuçları açıklamıştı. “256’nın geliştirilmesi dünyayı teknolojik önderlik bakımın-dan ikiye bölecektir” diyordu Kuehler.

DRAM’lar, sanayi devriminin önceki dönemindeki pet-rol gibi, bilişim çağının temel metasını oluşturuyordu, an-cak bir farkla: Petrolün aksine, DRAM’ların esas gücü yıllar geçtikçe fantastik biçimde çoğalıyor, yeni icatlara ve pratik uygulamalara yeni bir görünüm kazandırıyordu. 1980’de yarıiletken üretiminin en ileri noktası, 64.000 databit, yani bilgisayar endüstrisi jargonuyla 64 kilobit ya da 64 k de-pol; ama kapasitesi olan bir “D-ram” idi. Kişisel bilgisayar üretiminde görülen ısınma bu evrede başladı. 1980’lerde tasarımcılar bellek yongalarının gücünü üç kez dört katı-na çıkardılar -64 k’dan 256 k’ya-, 1990’da 1 megabit’ten 4 megabit’e. DRAM’ların her yeni kuşağı hızı ve makinenin yaptıklarını çoğalttı.

Bu güç kaynağının yaygınlaşması da 1990’lar boyunca baş döndürücü bir hızla gerçekleşti. 1995’te IBM ve Sie-mens, Fransa’daki bir fabrikada 16 megabitlik bir yongayı birlikte üretirlerken, Toshiba ve IBM Virginia’da 64 m’lik bir yonga üretmek için bir ortak fabrika kurmayı kabul ettiler. Bu kez, 1990’ların sonunda 256’lar piyasaya sürülüyor. Dizayn mühendisleri bu kez cigabit, 1 milyar databit kapa-sitesi olan bir sonraki bellek yongaları kuşağı için çalışacak-lar. Teknoloji eğrisinin şimdiki çizgisini sürdürmesi halinde, 2010 yılında standart bir DRAM 64 milyar databit -yani tek bir silikon yonga üzerinde altı milyon sayfadan fazla- depo-layabilecek.

IBM-Siemens-Toshiba’nın duyurusu bu bakımdan tam bir sürpriz değildi. Yarı iletken endüstrisi yaklaşık otuz yıldır aynı eğrinin üzerine binmiş, bir düzine yeni kuşağa rağmen her üç yılda bir yonganın kapasitesini dörde katlayarak gidi-yor. Bu yüzden hiç kimse 256’nın başarısından kuşku duy-muyor. Yarı iletkenin kaydettiği gelişim Moore Yasası’na da tam olarak denk düşüyor. Informel kuralını ilk kez 1965’te açıklayan, endüstri öncüsü ve Intel’in başkanı Gordon E. Moore, öngörülebilir teknolojik uygulamaların yarıiletken devrenin sürekli küçültülmesine ve böylece bilgisayar gücü-nün sürekli olarak bir üst düzeye çıkarılmasına izin vereceği kehanetinde bulunmuştu. Artan sayıda transistör giderek daha küçük bir alana sıkıştırılacaktı.

Page 313: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

313

Moore Yasası, herkesin bildiği gibi sonsuza kadar sür-meyebilirdi. Fizik yasaları er ya da geç devreye girecek ve ile-ri buluşları engelleyecek, en azından yavaşlatacak, bu ara-da submikronik devre hatları güvenilir olamayacak kadar küçülecek ya da yongaların iç mimarisi işlevini yerine geti-remeyecek kadar yoğunlaşacaktı. Ancak hiç kimse teknoloji eğrisinin inişe geçeceği zamanı tam olarak kestiremiyordu. Bazıları bu anın yaklaştığını düşünüyor, bazıları da eğrinin önümüzdeki on beş yıl ya da daha uzun bir süre boyunca yükselmeye devam edeceğini düşünüyordu. Sorun, yeni bir yonga devresi basma yöntemi olarak X-ray litografisini ya da silikonun yerine daha akıcı malzeme kullanımını araştıran endüstri bilimcileri arasında tartışılmaktaydı. Ancak Moore Yasası’nın geleceği çok daha büyük toplumsal ve iktisadi sorunları da beraberinde getiriyordu.

Yarı iletken teknolojisi sanayi devrimini mümkün kılan çekirdeği oluşturuyordu ve güç kaynağını üst seviyelere çı-karmaya devam ettiği sürece devrimci iktisadi değişimin ya-rattığı altüst oluş daha iyi ya da daha kötü bir yönde devam edecekti. Bu doğruydu, çünkü yarıiletken yongaların her yeni kuşağı yeni ve şok edici bir buluşlar dalgasını harekete geçiriyordu. Her defasında, neredeyse her türlü makineyi, modern hayatın günlük konforunu ve endüstriyel üretimin karmaşık süreçlerini dalgalandıran yeni dizaynlar mümkün oluyordu. Bu sürekli yenilenme, kuşkusuz bir öncekini sü-rekli olarak eskitiyordu.

Yarı iletken gücünün artırılması, sıradan ev bilgisayar-larının sahipleriyle konuşmalarını, müzik dinletmelerini, film göstermelerini ya da dünyanın her yerinden gizli bilgi alımını sağladı. Bilgisayar sahipleri birkaç yıl içinde bilgisayarlarıy-la konuşabilmeye, onlara sesli emirler vermeye başladılar. Minyatürleştirilmiş güç kaynağı, her ev halkının günlük iş-lerde kullanılan düzinelerce küçük ölçekli bilgisayarı, yonga içeren saatleri, kahve pişirme araçlarını, radyoları, çamaşır makinelerini, telefon ve arabaları kullanabilmelerini sağla-dı. Başlangıçta şaşırtıcı yenilikler olarak görülen bütün bu aletler artık küçük, taşınabilir, hızlı ve güvenilirdi.

Aynı buluşlar dalgası, kuşkusuz, sanayi ve finans me-kanizmalarını da kapladı, yeni denetim ve kalite güçlerini oluşturdu, yeni öğretim ve yönetim sistemlerini mümkün kıldı, insan emeğinin katkısını azalttı. Böylece teknolojik buluşlar ticari içerikleri çok çeşitli tarzlarda hızlandırmaya, firma ve ulusların stratejilerini yönlendirmeye, emek ve ser-

Page 314: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

314

maye için daha büyük iktisadi sonuçlar yaratmaya devam edecekti. Moore Yasası etkisini gösterdikçe, sanayi devrimi-nin şaşırtıcı mekanizması muhtemelen ilerlemeyi, yaratma-yı ve yok etmeyi, iktisadi ve siyasal çelişkilerle dolu kritik bir karşılaşmaya doğru ilerlemeyi sürdürecekti.

Teknoloji eğrisi piyasayı temel bir nedenle yönlendi-riyordu: İmalat maliyetlerinin önemli ölçüde azalması ve dolayısıyla kullanıcılar için çok daha hesaplı maliyetler. Yarı iletken endüstrisinin yeni bir yonga kuşağı ürettiği her defa-sında, öteki imalatçılar bu aygıtları kendi ürünleri ve üretim işlemleriyle birleştirmeye çalıştılar ve bunu, moda olduğu için değil, önemli ölçüde düşük maliyetlerden yararlanabil-mek, çok az maliyetle çok fazla iş gören makineler geliştir-mek için yaptılar. Fiyat ve kalite rekabetini sürdüren yavaş firmalar her iki boyutta da kaybedeceklerdi.

Kabaca belirtmek gerekirse, bellek yongası gücünün dörde katlandığı her defasında, maliyet yarıdan fazla düştü. Örneğin, 1980’lerin başındaki 64 k bellek yongası her 1000 databit için yaklaşık iki sentlik bir imalat maliyeti gerektiri-yordu. 1995’te, yani beş kuşak sonra, 64 megabitlik yon-gayla aynı işlem gücü sadece 0.017 peniye mal oluyordu. 256 megabit kullanıma girdiğinde, her 1000 bitin maliyeti sadece 0.007 sent’e inecekti. 64 cigabitlik bir yonga’nın 2010 yılında tasarlanması halinde, maliyet ihmal edilebilir olacaktı: Sadece 0.0002 peni.

Bu dinamikler yarı iletken endüstrisinde hızlı bir bü-yümeyi ateşledi. 1994’te 110 milyar dolara ulaşan dünya çapında bir piyasa öyle hızlı büyümekteydi ki, endüstrinin kendi ısınma ve çöküş çevrimine girmemesi ve büyük sar-sıntılar geçirmemesi halinde on yılın sonunda iki katına çıkabilirdi. Yeni bellek yongaları kuşağıyla pazara ilk giren şirket satış ve kârlarda görülmemiş bir artıştan yararlanıyor-du. Bu, talebin patladığı ve üretimin bunu karşılayacak arzı gerçekleştiremediği bir pazardı. İlk davranan, tıpkı uygun dalgayı yakalayan bir sörfçü gibi muazzam paylar alıyordu ve bu endüstride yeni bir dalga her üç yılda bir yükseliyordu.

Ancak öteki şirketler ister istemez önderi taklit etmeye çalışıyor ve kendi yeni üretim sistemini kurarak ve ısınma sürecine girerek onu yakalıyorlardı. Zamanla, yonga arzı pazar talebini yakalıyor ve genellikle onu geçiyordu. Bu noktada fiyatlar dengeleniyor, bazen de çöküyordu. Şiddetli bir fiyat indirimi yarışı gerçekleşecek, pazar paylarını koru-mak için küçük ve zayıf oyuncuların elendiği bir mücadele

Page 315: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

315

verilecekti. 1980’lerin ortasında Japon şirketleri Amerikalı üreticileri DRAM alanından sürmek için kendi piyasa gücü-nü kullanmıştı. Ancak iki hükümet arasında resmi bir anlaş-mayla durdurulan bilinçli bir kapışmaydı bu. Teknoloji eğrisi tırmanmaya devam ettikçe, onun üzerine binecek güçteki firmaların sayısı giderek azalıyordu.

“Bir sonraki bellek kuşağı son bellek kuşağını öldürür ve bunu herkes bilir” diyordu Jack Kuehler “Bazı küçük fir-malar iri oğlanların sırtına, yani bir başkasının Ar-Ge’sinin üzerine binerler, ancak o zaman kârlar aşınır... Bellek saye-sinde para yapmanızın tek yolu lider olmaktan geçer.”

Ancak burada, rakipleri bir başkasının kollarına iten bir ikilem vardı: Lider olmak olağanüstü pahalı hale gelmişti. Yükselen eğrinin gerektirdiği sermayeyi sağlamak gereki-yordu. Bellek yongalarının gücü arttıkça, bir sonraki kuşa-ğın tasarımı ve imalatı daha fazla sermaye gerektiriyordu. 1980’de 64 k yonga üreten fabrikanın inşası 100 milyon dolara mal oluyordu, ancak üç yıl içinde 256 k üreten bir fabrika 200 milyon dolara mal olacaktı ve her kuşakla bir-likte yatırım maliyetleri tırmanıyordu. 1995’te 64 megabit üreten yeni bir fabrikanın maliyeti 1.2 milyar dolar olacaktı. Üretim aşamasına geldiğinde 256,2 milyar dolardan fazla sermaye gerektirecekti.

Yarı iletken piyasasındaki hareketlilik böylece bir şirke-tin kesin bilançosunu ters yönde etkiler: Bir dalga fiyatları ve kârları düşünerek yatışırken, şirketler bir öncekinden çok daha pahalı olan yeni bir gelişme round’u için gerekli finans-manı biriktirmek zorundadır. Her defasında, sonunda eski-yecek yeni bir fabrika için yeni bir ürün ve makine aksamı tasarlamak gerekiyordu.

“Fiyatlarınız düşer ve aynı zamanda yatırım maliyetle-riniz artar, böylece kâr kaybına uğrarsınız” diyordu Kuehler. “Bu ittifaklar boşuna kurulmuyor. Ayakta kalmak için buna mecbur oldular.”

Toshiba ve Siemens, kendi durumlarından hareketle aynı sonuca vardılar. “Amaç maliyetleri ve riskleri paylaş-maktır,” diyordu Toshiba’nın sözcüsü Ken Ishihara, “çünkü bir sonraki yarıiletken kuşağının geliştirilmesi dev maliyetle-ri gerektiriyor -dev maliyetler- ve bir şirketin bunu tek başına yapması çok zordur.”

Siemens’in başkan yardımcısı Walter Kunerth, Financi-al Times’la yaptığı bir söyleşide benzer güdülerden söz edi-yordu: “Yeni teknoloji oluşturmak çok paraya mal olur. Bu

Page 316: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

316

masrafı karşılayabilmeniz için büyük kapasite oluşturmanız gerekir. Bu kapasiteyi karşılamanız için de hacme ihtiyacınız vardır.” Bundan kaçmanın çok zor olduğunu da ekliyordu. “Bu oyunda karşınıza çıkan engel yüksek yatırım maliyeti-dir,” diyordu Kunerth. “Bunu küresel bir temelde yapıyorsa-nız, maliyet devasa olur.”

1992’de üç şirket, yonga 256’nın geliştirilmesi için kendi varlıklarını bir havuzda toplamaya karar verdiler ve ilerde birlikte üretim yapmak için yeni bir konsorsiyum kur-ma sorununu açık bıraktılar. Yüzden fazla mühendis ve bi-limciden oluşan bir ekip IBM’in Hudson East Fishkill’deki İleri Mikroelektronik Araştıma Merkezi’nde üç ulusun işbir-liğini gerçekleştirmek için bir araya geldi. Tahmin edileceği gibi aralarında kültürel çatışmalar oldu, ancak Kuehler’in dediği gibi, “bütün taraflar, bu yapılmazsa her birinin ba-şarısız olacağını anladıklarında, bu türden şeylerin önemi kalmaz.”

Siemens, kendi buluşlarından oluşan bir mirasa sa-hip o gururlu ve güçlü elektronik üreticisi, 1980’lerde ya-rıiletken teknolojisinin gerisine düşmüştü. Bir konsorsiyum içinde yer alarak piyasa önderlerine kanca atıp onlara ya-naşmayı başardı. IBM, teknolojik üstünlüğüne rağmen, tek başına sermaye artırımı yapmasını zorlaştıran, stok fiyatını ve kredi reytingini aşağı doğru çeken bir gelir krizi yaşıyor-du. Dünyanın üçüncü büyük yarıiletken tüccarı olan Toshiba hem nakit hem de imalat bakımından mükemmeldi, ancak IBM’in üstün teknolojik araştırmalarına katılmak zorunda kaldı.

Bu şirketlerin her biri daha önce küçük ittifaklar ku-rarak işbiliği yapmıştı. Ancak Walter Kunerth Financial Times’a şöyle diyordu: “Yıllarca kafa kafaya geldiğiniz kişi-lerle işbirliği yapmanız çok zordur.” Bununla birlikte, Ar-Ge maliyetleri kendi eğrileri boyunca, neredeyse fabrika mali-yetleri kadar dik biçimde tırmanıyordu. Şirketler konsorsiyu-mun bütçesini açıklamadılar, ancak miktarın 1 milyar doları bulduğu söyleniyordu.

Sermaye riskleri, mühendislerin çevrimi hızlandırmak için geliştirdikleri dizayn kararlarının örtüşmesi halinde mu-azzam olacaktı. “Bahsi yükselterek süreci kısaltabilirsiniz,” diyordu Kuehler. “Yongayı çalıştırmadan önce makineyi, ma-kineyi yapmadan önce de fabrikayı tasarlamanız gerekir.”

Bu koşullarda, Almanlar, Japonlar ve Amerikalılar ken-di uzmanlıklarını paylaşmayı öğrendiler. “Çok açıktır: Süreç

Page 317: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

317

bir noktada üstesinden gelinemez hale gelir. Bu durumda ne yapabilirsiniz? Aletlerinizi toplayıp gidemezsiniz. Müm-kün çözümlerden biri ittifaktır, çünkü rakipleriniz de aynı sorunu yaşamaktadır. Birincisi, paradır. İkincisi, bilgi gen havuzunu genişleteceklerdir.”

Aynı mantık ortak üretim için de geçerlidir: Her yeni bellek-yonga üretim kuşağı bir sonraki evreye ulaşmak için gerekli bir platformdu ve yatırım kayıplarını düşürme ve yut-ma kararı verilmedikçe, oyunda kalmanın gelecek maliyeti gittikçe daha dikleşen bir çizgi izleyecekti. Eğer 256 fabri-kası 2 milyar dolara mal olacaksa, ilk cigabit fabrikasının maliyeti 3 milyar dolar ya da daha fazla olmayacak mıydı? Sermaye eğrisi bu yönde gidiyordu.

“Tek başına geliştirme maliyetleri milyarları buluyor” diyordu Siemens’ten Kunerth. “Bu durumda bir fabrika kur-mak için karar vermeniz gerekir. Ar-Ge maliyetini karşılama-nız için, fabrikanın büyük miktarda satış yapması gerekir. Bu da ancak dünya çapında yapılabilir. Fabrikanın nerede olacağını bilemem, ancak bu dünya çapında mal arz eden bir fabrika olacaktır.”

Jack Kuehler’e göre hiçbir karar alınmasa da aynı so-nuç ortaya çıkacaktı. “Dünyanın, her şeyi paylaşan oyuncu-ların sahip olduğu ortak bir fabrikaya doğru gitmekte oldu-ğunu düşünüyorum” diyordu. “Tahminlerime göre, Siemens-IBM-Toshiba çıktıyı paylaşmak için bir araya geleceklerdir, göreceksiniz.”

Endüstrinin bir platoya varması halinde, hemen herke-sin kooperatif kapitalizmin sorunlu içerimlerini, yani birkaç başat firmanın oluşturduğu bir oligopolün yönettiği kartel-leşmiş pazarlar ve küreselleşmiş fiyatlar potansiyelini gör-mesi mümkün olabilir. Endüstrinin şimdiki kaotik ve yoğun biçimde rekabetçi yapısı dikkate alındığında, bu gözlemin endüstri önderleri için de bir gerçeklik payı taşıdığı görü-lüyordu. Ancak şirketler ittifaklarını mükemmelleştirdikçe olabilecekleri tasarlamak karanlık bir hayal gücünü gerek-tirmiyordu. Ne de şirket niyetlerinin samimiyetinden kuşku-lanmak gerekirdi. Onların birleşmesini yönlendiren, komplo değil, ekonomiydi.

Ayakta kalan rakiplerin ortak mülkiyet altında yönettik-leri, sanayi sistemleri ve tüketici ürünleri için gerekli olan te-mel metayı imal eden bir dünya fabrikası düşünün. Pek çok kişi pek az kişiye bağımlı olacaktı. Teknolojiye ulaşmanın ve sermaye maliyetlerinin olağanüstü engeller oluşturduğu dikkate alındığında, yeni rakiplerin sahaya çıkması çok zor

Page 318: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

318

ve riskli olacaktı. Üç devin üretim ittifakı arz fazlası ve fiyatların çöküşü-

ne karşı bir siper de oluşturacaktı. “Üç ortağın önemli mali-yet avantajlarının saldırgan bir kapasite artırma kampanya-sını desteklemesi gerekiyordu.” Bir Teknoloji Değerlendirme Bürosu’nun gözlemi böyleydi. “Bu, rakiplerin, kapasiteyi ta-lebin önüne geçirme ve pazar payı için fiyat savaşına girme isteklerini azaltmalıydı. Bunun sonucu olarak pazar disipli-ninde meydana gelen her artış koalisyonun üründen ortak kâr etme yeteneğini daha da artıracaktı.”

Açıkça ifade etmek gerekirse, bu üç iri oğlan yollarını kesmeye çalışan herkesi yok edebilirdi. Bu konsorsiyumdaki ortaklar satış konusunda birbiriyle rekabet edebilirlerdi, an-cak bariz bir piyasa teşvikini paylaşacaklar, yani kendi fab-rikalarının çıktısını, fiyatları ve kârları aşağı çeken tahripkâr fazlaları üretmeyecek şekilde denetleyebileceklerdi. Kartel-lerin ve diğer pazar paylaşım anlaşmalarının hedefi daima buydu: Fiyatları, kâr getirecek düzeyde tutmak için arzı de-netlemek, 21. yüzyılda ileri yarıiletkenler ham petrole ben-zetilebilir miydi?

“Hayır bu asla olmaz,” diyordu Jack Kuehler. “Tarih bize çok sayıda oyuncu olacağını öğretti; çünkü kendi ulusunuzu diğerlerinin önüne geçirmenizin en iyi yolu budur. Bu temiz bir yoldur, eğitim, bilgi ve düşük maliyetli işgücüne dayanır. Japonya’nın bu yolu izlediğini gördünüz. Kore’yi gördünüz. Tayvan da bu yola girmek istiyor. Burada, katılacak uluslar için harika bir ekonomik teşvik vardır.”

Şimdiye kadar bunun doğru olduğu kesindi. Küresel yarıiletken endüstrisi büyük ve küçük şirketlerden, kaza-nanlardan ve kaybedenlerden, girenlerden ve çıkanlardan oluşan şaşırtıcı bir galaksi idi. Dünyanın en büyük tüccarı, Intel, mikro işlemci yongalarında komuta konumunu elde tutuyor, ancak küresel pazarların tamamındaki payı sadece %9’la sınırlı kalıyordu. Toshiba’nın payı %6.8 idi. Bellek yon-galarını geleneksel olarak sadece kendi bilgisayarlarında kullanmak için üreten IBM, DRAM’larını artık başkalarına satıyordu. IBM, 1994’te dünya pazarının sadece %3’ünü elde tutuyor, ancak saldırgan biçimde bu payı iki katına çıkarmaya çalışıyordu. Bu açıdan bakıldığında, iri oğlanlar fazla iri görünmüyorlardı.

Gene de, son yıllarda ortaya çıkan başarılı ABD şirket-lerinin pek çoğu, endüstri dünyasında “öyküsüz tüccarlar” diye anılıyordu. Bunlar özelleşmiş yarıiletkenleri tasarlayan

Page 319: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

319

ve pazarlayan, ancak kendi mamullerini genellikle Japon-ya’daki büyük üreticilere, pahalı fabrikalar kurabilecek ser-mayeye sahip ülkelere gönderen küçük firmalardı. Bu an-lamda pazara giriş, esas olarak beyin gücüne bağlıydı; ama aynı zamanda, pazar önderleriyle bağlantılarını sağlayan karmaşık bir anlaşmalar ağını da gerektiriyordu.

Liderlerden biri olan Profesör John Kanz bile, “tam olarak ölçmek zor olsa da, yatay bağlantıların uzunluğu şaşırtıcıdır” gözleminde bulunmaktadır. Texas Instrument araştırma ve imalat için yabancı üreticilere kanca atma konusunda başkalarından daha saldırgandı. Son yıllarda, öteki ABD firmalarının yanı sıra, Tayvan, İtalya, Japonya ve Singapur’daki şirketler ve hükümetlerle stratejik ittifaklar kurulmuştu. Yarı iletken alanındaki büyük isimlerle de pek çok benzer bağlantı kuruldu.

Ne var ki ileri bellek yongaları alanında kat edilecek gelişmelerde öncülük için piyasa gücünü pekiştirme bek-lentileri gözle görülebilecek kadar açıktı. Ancak dünyada 256-megabit DRAM düzeyinde IBM-Siemens-Toshiba kon-sorsiyumuna denk düşebilecek ya da onu yenebilecek sadece iki rakipten söz edilebilirdi. Her ikisi de belli başlı çokuluslular arasında kurulmuş uluslararası stratejik ittifak-lardı. Birincisi, küresel yarıiletken satışlarında sırasıyla 6 ve 5. olan Texas Instruments ile Hitachi arasındaki araştırma ittifakıydı. İkincisi, Japonya’nın en büyük üreticisi ve dünya-da 2 numara olan NEC’in, küresel satışlarda 7. olan Koreli Samsung ile kurduğu ittifaktı.

Sermaye yönetimi sayesinde Kore endüstrisi hem Amerikan hem de Japon şirketlerini başarılı biçimde yaka-lamış ve on yıl kadar önce Japonya’nın ABD endüstrisine yaptığı gibi, bellek yongalarında Japonya’nın pazar payını tehdit etmeye başlamıştı. Bir ABD’li yönetici, “Japonlar gibi yapıyorlar,” diyordu. “Japonların ittifaklar kurmaya karar vermelerinin bir nedeni de bu.” Samsung’un 256 için kendi laboratuvar prototipini geliştirdiği söyleniyordu. Başat ko-numuna rağmen NEC, Korelilerle anlaşma yapmak ve bu arada DRAM’ları Avrupa pazarına arz etmek için İskoçya ve Portekiz’deki üretim varlıklarını birleştirme zamanının geldi-ğine karar verdi.

Bu arada rekabet eden kulüpler, kendi alanlarında önemli oyuncular haline gelen bazı yeni üyeleri saflarına al-dılar. Motorola yarıiletken teknolojisinin bir sonraki platosu-nu keşfetmek -1 cigabit bellek yongasının geliştirilmesi- için

Page 320: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

320

IBM-Siemens-Toshiba konsorsiyumuna katıldı ve Koreliler ile Japonlar, 256 m pazarını yakalama yarışında Toshiba ve Samsung’a yardımcı olmayı kabul eden bir Amerikan firma-sına, AT&T’ye, kendi ekiplerinde yer verdiler.

Kuşkusuz hiç kimse bu karmaşık ilişkilerin nihai olarak nasıl bir sonuç vereceğini tam olarak söyleyemiyordu. Jack Kuehler’in dediği gibi, Koreli üreticilerin hızlı yükselişi, en büyük şirketlerin piyasa üzerinde monopol denetimi kazan-malarının mümkün olmadığını gösterdi. Yeterli sermayesi ve kararlılığı olan herkes ortaya çıkabilir ve yapılan anlaşmaları bozabilirdi. Ayrıca, IBM gibi bir konsorsiyumun pazara önce 256’yla girmesi halinde, yarışma sona ermeyecekti, çünkü diğerleri bir sonraki çözümlerin belirli bir zaman dilimi için-de kesin sonuçlar üretmeyeceğini ortaya koyuyordu.

Bununla birlikte, teknoloji ve sermayenin temelleri piramidin zirvesini sürekli olarak ve başkalarının ulaşma-sını zorlaştıracak şekilde yükseltti. Sonunda en tepelerde yer alanlar muazzam bir iktisadi güç biriktirecek ve küresel pazarı kaplayacaklardı. Daha kapsamlı bir iktisadi tanımla-mayla, stratejik ittifaklar, anti-tröst yasalarıyla tanımlanan daha dar hukuksal terimlerle olmasa da, kartel olarak be-timlenebilirdi, çünkü tekil kârları karşılıklı olarak artırmak için rakip firmaları bir araya getiriyorlardı. Şimdiye kadar bu ittifakların, piyasa fiyatlarını yukarıya çekecek ya da katılma-yan öteki firmalara ağır hasar verecek kapasitede oldukları görülmedi.

Nihai olarak bu ittifaklar bu türden bir piyasa gücü ka-zanabilirler. DRAM teknolojisinin ön saflarında yarışmakta olan üç şirket ittifakının boyutları dikkate alındığında, çeşit-li imkânlar akla gelebilir. Teker teker ele alındıklarında bu yedi şirketin hiçbiri baskın bir ölçeğe sahip değildi. Ancak pazar paylarının birleştirilmesi halinde, kolektif olarak ya-rıiletken satışlarının %35’ini elde tutuyor ve kendi paylarını artırıyorlardı.

Az sayıdaki bu firmalar, bir sonraki DRAM kuşağının teknik olarak uygulanabilir olup olmadığına, yani yeni ser-maye yatırımına değip değmeyeceğine karar verecek güce sahiptirler. Bunlar, günün birinde, daha ileri buluşlar dür-tüsünün aslında israf olduğuna, çok fazla kıt sermaye tü-kettiğine, yerleşik ürünlerini ve kârlarını azalttığına da karar verebilirler pekâlâ. Moore Yasası hızını tükettiği ve teknolo-ji eğrisi aşağıya çekildiği zaman, ittifakı raydan çıkaracak olan, fizik değil işletme iktisadı olabilir.

Page 321: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

321

Bölgeleri ve ulusal sınırları aşan kooperatif ittifaklar kurma telaşı zaman zaman bir köşe kapmaca oyununu an-dırıyordu. 1992’de Daimler-Benz ve Mitsubishi yöneticileri-nin işbirliğini tartıştıklarına dair haberler ABD’li sanayiciler arasında asabi bir karışıklığa yol açtı. İki dev arasında olu-şan anonim sinerji vizyonu gayet endişe vericiydi. Alman ve Japon firmaları bir araya gelerek, uçak, elektronik aletler ve elektrikli makineler, otomobil ve daha pek çok şey yapabi-lirlerdi.

Bu görüşmeler somut projeler üretti, ancak Mitsubishi’nin ortağı olduklarını düşünen Amerikalı şirket plancılarını rahatsız etti. Ayrıca Boeing yıllardır Mitsubis-hi Heavy Industries’le çok yakın işbirliği içinde çalışmış ve yeni 777 uçağının üretiminde onunla ortaklık kurmuş-tu. Aynısı, McDonnell Douglas, Pratt&Whitney ve General Dynamics için de geçerliydi. Mitsubishi dünya pazarına sevk edilen ABD savaş uçaklarını ortak üretiyor, çeşitli uzay araçları ve elektronik sistemleri için, Hughes, Magnavox, Rockwell, Texas Instruments, Goodyear, Lockheed, Loral, Teledyne ve TRW gibi şirketleri yetkili kılmış bulunuyordu. Chrysler ortaklarından biriydi ve kendi motorlarının bazıla-rını Mitsubishi’den satın alıyordu. AT&T Mitsubishi’yle bir yarıiletken üretim anlaşması yapmıştı. Anheuser-Busch, Mitsubishi’nin Kirin birasından hisse satın almıştı.

Sermayenin Uluslararasılaşması ve Tekelci Egemenlik

Sermayenin uluslararasılaşması, üretimin tek bir dünya pazarı üzerinde organize edilmesi süreci, elbette kendi içinde bazı yenilikler içeriyor. Bu, bir yandan yukarıda açıkladığımız işbölümündeki değişim anlamında doğrudur, bir de bunun be-raberinde getirdiği bazı uzantıları vardır.

İlkin burada temel, tekelci hakimiyettir. Pazar hakimiyeti denilen şey doğru kavranmadan, modern kapitalizmi, emper-yalizmi kavramak zordur. Pazar hakimiyeti, her zaman ve her çeşitten şiddet demektir. Pazar hakimiyeti, gazete köşelerini tu-tan kalemşörlerin kaleminden damlayan kandır, filmlerin içine giren cinsel şiddettir, çek-senet mafyasıdır, devlet çarkının her aşamasıdır, işçi sendikalarının satın alınması, polis gücü, tekelci

Page 322: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

322

gruplara ait askerî örgütlenmeler demektir. Daha başka çeşitle-rini saymaya gerek yok, her türden şiddet demektir. Başka türlü, tekelci hakimiyeti, tekelci rekabeti anlamış olmayız.

Şiddet burada, çeşitlenmektedir. Normal şartlar altında, son derece kaba biçimleri bilinen şiddetin, burada binbir tür-lüsü ortaya konmaktadır. Sabotaj, suikast, adam kaçırma, bilgi casusluğu ve daha başkaları. Toplumsal hayatın her alanı, bu pa-zar hakimiyeti ilişkilerine göre şekillenir. Evlerdeki sohbetlerin konularından, yatak odasındaki davranışlara kadar her alana, pazar ilişkileri çerçevesinde yön verilir ve tüm bunlar yetmiyor-muş, sanki tek tip karakterde insanlar yaratılmıyormuş gibi, bir de bunlar gözetlenir, her an denetim altında tutulur.

Fabrikada, kölenin sırtındaki kırbaçtan çok daha etkili gö-zetleme ve denetim teknikleri devreye girer. Bu aynı denetim, evde de, yaşamın her alanında devam eder. Sokaklara yerleştiri-len kameralar, kitapçı dükkânlarından fırınlara kadar hırsızlığa karşı alınan güvenlik önlemleri, sanki insanlar arası ilişkilerin söz konusu olmadığı bir alana ilişkin gibidir.

İkincisi, her tekelci grup, aynı zamanda bir rantiye grubu-dur. Modern kapitalizmin en önemli özelliklerinden biri budur. 21. yüzyıla girerken, fazladan ömür süren bu canavarın şekil-sizleşmesi ve çürümesinin en açık işareti de budur. Bu nedenle, finansal alan bu denli hızla büyümüş, bu nedenle bu denli hızla da yayılmıştır.

Bu rantiye ekonomisi, esas olarak, üçüncü dünya denilen, bizim sömürge ülkeler diye vurguladığımız ülkelerden elde edilen artı-değerlere el koymalarıdır. Bunun örneğini, yukarı-da verdik. Hem gömlek işçilerinin örneği, hem daha başkaları bunu çok iyi anlatmaktadır. Hem de bunun salt ekonomik bir olay olarak kalmadığını, Malezya’daki Motorola örneği ile daha da hissedilir hâle getirdik kanısındayız.

Fakat sadece bu kadar değil. Bu rantiye ekonomisinin ger-çeklerinden birisi, sanayi know-how’lardır. Bu teknoloji bil-gisini sürekli satmakta, buradan yüksek miktarda gelirler elde etmektedirler.

Araştırma-geliştirme faaliyetlerini kendi tekellerinde top-layan emperyalist güçler, sömürge ülkelerden beyin göçünü

Page 323: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

323

sağlamakta, bu yolla, her türlü bilimsel-teknik gelişmeyi kendi kontrolleri altına almaktadır. Bu çürümenin, kapitalizmin insan aklına sınır koyma isteğinin, kâra göre bilimi şekillendirme ça-basının da açık göstergesidir.

“ABD’de 1990’larda, bilim ve mühendislik dallarında doktora derecelerinin %50’sinden fazlası yabancı öğrencilerce verilmiş-tir. Bu yabancı doktora sahiplerinin %47’si ABD’de kalmıştır.” (M. Castells, age, s. 156).Bu öğrencileri ülkelerine çekebilecek hem bir politika, hem

de bir teknik altyapı zaten yoktur. Kaldı ki, daha ilerisini de dü-şünmeliyiz. Bilimsel faaliyetler, daha çok uluslararası tekellerin isteklerine göre şekillenmektedir. Sadece, “bunun için bütçemiz yok” denmesi yeterli olmalıdır. Örneğin sıtma için bir aşı bul-ma işi, tekellerin kârlı bulduğu bir alan değildir. İnsanlık için önemli olan; ama tekeller için bir şey ifade etmeyen alanlarda araştırma yapılması, fizikî olarak olanaksızdır. Büyük laboratu-varlar, tekellere hizmet edecek şekilde ayarlanmıştır. Diyelim ki, kanser için bir tedavi bulunmuş olsun. Şu anda tekeller için önemli olan, bu ilacı piyasaya sürüp sürmeme kararıdır. Bu ila-cı piyasaya sürmek elbette belli satış garantisi ve kâr demektir; ama acaba bu, mevcut kanser ilaçları pazarının büyüklüğü ile karşılaştırıldığında ne anlama gelecektir? İşte kararlar bu krite-re göre, kâra göre verilmektedir ve bu konuda dünyanın bilimsel pratiğini, uluslararası tekeller belirlemektedir.

Emperyalist ülkelerde, bazı sanayi dalları, bugün hızla özelleştirilmiş ve devletin çekildiği alanlar olmuştur. Dün, kapi-talistler ortak çıkarına, onların ortak çıkarlarının bekçisi devlet bu alanlara girmişti. Oysa şimdi bu artık bir anlam ifade etmi-yor. Bu durumda ilke devletin bu alandan çekilmesidir (Bu çe-kilme işi sömürgelerde yapıldığında, gerçekte tüm ekonominin yeniden dizaynı da yapılmış olmaktadır. Örneğin, Türkiye’de Telekom, Tüpraş, Tekel, demir-çelik, alüminyum gibi kritik ve kârlı kuruluşlar özelleştirildiğinde, ekonominin çok büyük bir alanı da yeniden dizayn edilmiş demektir). Oysa aynı zamanda devlet, tüm kapitalistler adına, ortak bazı araştırma-geliştirme faaliyetlerini yürütebilir. ABD’deki silikon vadisi, çok büyük

Page 324: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

324

devlet ve ordu desteği ile kurulmuş, geliştirilmiştir. Burada bu-luşlar, ortak bir hizmet veren devlet olanakları içinde gerçek-leştirilmiştir.

Bu araştırma-geliştirme çalışmalarının tekelleşmesi, ger-çekte, maddi-üretimi, rahatlıkla sömürge ülkelere kaydırma olanağını sunuyor. Böylece “ihraç” edilen teknoloji, serma-ye ihracının bir parçası olarak, büyük bir rant kaynağı oluyor. Bu, sömürgelerde üretilen artı-değerin transferinde de büyük kolaylıklar demektir. Herkesin bildiği tekstil alanına bakalım, yakın döneme kadar, durum şu idi: Makineyi gelişmiş ülke-den alacaksın, mamulünü ona satacaksın, bu mamul için büyük oranda ithal ürünler kullanacaksın. Öyle ise tekstil fabrikaları-nın bulunduğu alanlar, sadece üretim kompleksleridir.

Bu yolla sömürge ülkelerde geliri artan kesimlerin ya da sömürge ülkelere yerleşen büyük şirket elemanları ve denetçile-rinin hizmetleri için özel bir lüks hizmet sektörü gelişmektedir. Gittikleri otellerde internet olanağı, bulundukları mahallelerde telekomünikasyon güvenliği, sıradan genelevlerin işlevsizleş-mesi ve buna uygun bir fuhuş sektörü, lüks tüketim mallarının ithali, İngiltere’de yaşarken iç çamaşırını satın aldığı mağazanın bir şubesini görme isteği vb. Bu lüks hizmet ve lüks ithal tüke-tim malları sektörü demektir ve bunun anlamı da, özellikle lüks ithalâtın artışıdır. Bu bir moda etkisi ile birleştiğinde, onların sözü ile bir “trend” etkisi yarattığında, ciddi bir pazar demektir. İşin kültürel boyutu üzerinde durmaya gerek yok; ama bu, em-peryalist ülkelerde üretilen lüks tüketim mallarının, belli başlı uluslararası markaların sömürge ülke pazarına da girişi demek-tir.

Araştırma-geliştirme faaliyetleri içine, özellikle tasarım faaliyetlerini de koymak gerekir. Otomobil ve tekstil sanayiin-de bu çok önemlidir. Paris’te defilelerle sunulan “kreasyonlar”, gerçekte Çin veya Tayvan’da üretilmiş, Türkiye veya Malezya’da üretilmiş mamullerdir; ama fikrî hakları, bir büyük firmanın elindedir. Otomobil için de aynı durum geçerlidir.

Bilgisayar teknolojileri, son dönemlerin en gözde tekno-lojileridir ve burada yazılım programlarını yazan dâhiler, daha çok Hindistanlıdır; ama onların çalıştığı firma ABD kökenlidir

Page 325: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

325

ve fikri mülkiyet hakları adı altında, insan düşüncesi satılmakta, paketlenmekte, ambalajlanmaktadır. Galiba ambalajlanmadan hiçbir şey satılamaz ve galiba “ambalajlanamayacak hiçbir şey yoktur.”

Bugün, tereddütsüzce söyleyebiliriz ki, emperyalist mer-kezlerde istihdam giderek, “maddi üretim yapılmayan” sek-törlere kaymaktadır. SSCB çözüldükten sonra rahatlayan Almanya’nın Siemens’i, kendi ülkesinde büyük oranda sadece araştırma-geliştirme faaliyetleri ve kritik birkaç üretimi tut-maktadır. Fabrikalarını, Almanya’ya göre çok ama çok düşük ücretin söz konusu olduğu Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Ro-manya ve Polonya’ya kaydırmıştır ve şimdi bu ülkelerde kendi fabrikalarında çalışacak personelin Almanca konuşmasını zo-runlu koymaya çalışmaktadırlar.

Bu noktada maddi olmayan mallar üretimi, fikrî mülkiyet hakları vb. üzerinde dünya çapında yasal çalışmalar hazırlama-ları kadar da uygun bir şey yoktur.

Öte yandan ise, tüm bunları yapabilmek için, mevcut ile-tişim teknolojisinin olanakları da devreye giriyor. Geçenlerde 15. yılı kutlanan internet uygulamaları, başka bazı iletişim ola-nakları, Fransa’daki bir merkezden, Çin’deki fabrikayı düzenli gözetleme ve denetleme olanağını vermektedir. Bu olanak, sa-nıldığı kadar da masraflı değildir.

Dün köle sahibinin elindeki kırbaç, ancak köleye 1 met-re yakın olduğunda etkili olabiliyordu ve fiziki olarak kendini hissettiriyordu. Oysa bugün, yüzbinlerce kilometre öteden, gö-zetçiler fizikî yakınlık kurabilmekte ve işçinin ensesinde boza pişirebilmektedir.

Yeni durum bize, bir başka nokta olarak, eşitsiz gelişimin de örneklerini sunmaktadır. Lenin emperyalist aşamada kapi-talist gelişimin eşitsizliğini vurgularken, sadece ülkeler açısın-dan değil, sektörler açısından da bunu belirtmekteydi. Lenin, bir anda bir sektörde hızlı bir gelişimin ortaya çıkabileceğini belirtmişti. Bugünlerde elektronik ve iletişim alanındaki geliş-me, aslında bunu gösteriyor. Bu, iki etkene birden yol açmakta, birincisi, dün hiçbir şeyi olmayan bir iki kişinin, birden Google örneğindeki gibi milyarlarca dolarlık servete çok kısa sürede

Page 326: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

326

ulaşması, -ki bu “fakir kalmak sizin kusurunuzdur” düşünüşünü sürekli beslemektedir. Sanki bir kişinin zengin olması, “kurtul-ması” milyonların sürünmesi örneğinden daha etkili bir örnek-miş gibi- diğer yandan da kapitalizmin yeni gelişim dinamikleri bulması.

Lenin, emperyalizmi sosyalizmin öngünü, arifesi olarak tanımlarken, gerçekte bunun a- kendi kendine işleyecek bir ev-rim süreci olduğunu asla kastetmedi, b- emperyalist aşamada gelişim durur derken, asla bunun mutlak bir durma olduğunu öne sürmedi.

Aynı Lenin, emperyalizmi çürümüş ve asalak kapitalizm diye nitelerken ne kadar doğru ve haklı ise, onun içinde eşitsiz gelişim yasasına da uygun olarak, tek tek sektörlerin de daha hızla öne çıkabileceğini, çok şükür ki, belirtmişti.

Yeri gelmişken bir paranteze ihtiyaç var. Eşitsiz geli-şim yasası, Marksizm’in önemli yasalarından biridir. Bu yasa, toplumsal gelişim alanına uygulandığında, süreçleri anlamak, farklılıkları ve özgün olanı yakalamak mümkün olabiliyor. An-cak kanımızca bu yasa, sadece toplumsal alanla sınırlı bir yasa değildir. Doğal alanda, insan toplumu da doğanın bir parçası olarak içinde olmak koşulu ile geçerlidir. Bir açıdan geri olan, bir başka açıdan ileri fırlayabiliyor. Gelişmiş ve yerleşik yaşam ve üretime geçmiş toplumlar, aslında başkalarını yağmaladık-ları hâlde, modern toplumlar olurlar, diğerleri ise vahşi ve bar-bar; ama bu barbar toplumlarda savaşçılık, doğanın zorlaması ile gelişmiş olur ve bu gelişmiş savaşçılık açlıkla birleşince, bir gün Roma’nın yıkılmasının temelini hazırlar. En geri ve bar-bar Cermenler, Roma’yı fethederken, yine eşitsiz gelişim yasası içinde, Roma tarafından kültürel olarak fethedilirler.

Modern kapitalist emperyalizmin bir yandan çürümeyi eşi görülmemiş ölçüde barındırması, bir yandan da bazı alanlar-da parlak jelatin içinde sunulan gelişimi aslında doğal ve nor-mal olandır; ama bu gelişim, onun asalak ve çürümüş olmasını, onun yıkılmak için sıra bekleyen hilkat garibesi olması gerçe-ğini değiştirmez.

Eşitsiz gelişimi tüketim alanından da izleyebiliriz. Bir yan-dan üretim sömürge ülkelere, ucuz emek ve vergi cennetlerine

Page 327: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

327

kayarken, diğer yandan bu ülkelerde hızlı bir lüks tüketimin gelişme zorunluluğu, aslında birbiri ile çelişen şeylerdir; ama birlikte gerçekleşmektedirler.

Dünya Bankası, uluslararası ticaretteki malları, “yüksek teknoloji ürünleri”, “orta düzeyde teknoloji ürünleri”, “düşük teknoloji ürünleri”, “kaynaklara dayalı mamuller”, “diğer asal ürünler” olarak sınıflandırıp, bunların uluslararası ticaret için-deki payını gösteren istatistiklere sahip. Dünya Bankası’nın Dünya Kalkınma Raporu’ndan, M. Castells akratıyor:

“1976’dan 1996’ya dek, ileri ve orta düzeyde teknolojiye daya-lı malların küresel ticaretteki payı %33’ten %50’ye yükseldi.” (age, s. 136). Bu yirmi yıl içinde kaynaklara dayalı malların ticareti,

%11’lik payını korurken, teknoloji seviyesi düşük ürünler %3, diğer asal ürünlerin payı ise 21 puan gerilemiştir. Bu rakamlar bize, uluslararası ticarette, emperyalist merkezlerin ağırlığını, yön verici etkisini göstermektedir. Kaldı ki, yukarıda da vurgu-ladığımız gibi, aslında uluslararası ticaretten söz ettiğimiz za-man, büyük ölçüde çok uluslu şirketlerin kendi iç ticaretinden söz etmiş oluyoruz.

Tüm bu uluslararası ticaret, büyük ölçüde, yeryüzü düze-yinde fiyatları tekleştirirken (kuşkusuz burada kara para eko-nomisini de yöneten bu aynı merkezlerdir. İstedikleri zaman vergi cennetleri vb. yaratmaktadır. Özellikle lüks tüketim ala-nında bazı özel alanlar, spot piyasalar yaratmaktadırlar), bu fi-yat tekleşmesine karşın, emek pazarında fiyatlar, yani ücretler tekleşmemektedir. Oysa aynı rekabet ve serbest ticaret yasaları emek piyasasında da geçerli olmalıdır; ama nedense, bu alan-da bir farklılaşma, on yıllar almaktadır. Bir x malı, Almanya’da, Fransa’da, Türkiye’de, Kore’de, Meksika’da aşağı yukarı aynı fi-yatlar üzerinden satılmaktadır. Oysa, Çinli bir işçinin ücreti, Amerikalınınkinin 50’de biridir. Hindistanlı bir işçinin ücreti, Alman işçininkinin 80’de biri düzeyindedir ve burada bir hızlı tekleşme süreci asla işlememektedir.

Aşağıda, iki okuma parçası eki ile bu bölümü kapatmaya niyetliyiz. Okuma parçaları, yine Greider’in Tek Dünya isim-

Page 328: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

328

li çalışmasından. Okuma parçalarından birincisinde, otomobil üretimini, detayları ile gözlemlemek mümkün. İkincisinde ise Boeing 777 üretiminin Çin’de yapılması ve bunun etkileri gö-rülebilecektir. Her iki okuma parçasının da, daha sonraki bö-lümlerimiz açısından olduğu kadar, özellikle bu bölümün bütü-nü için çok katkısı olacağını düşünüyoruz.

Bölüm İçi Ek 3**

Otomobil Üretimi

Toyota’nın Tahara fabrikasındaki 4 numaralı Montaj Atölyesi mükemmel imalatın doruk noktası değildi, ancak Japon dehasının oluşturduğu müthiş zirveler arasında yer alıyordu. Tahara, güneydoğuya doğru, Nagoya’daki Toyota şirket merkezine iki saat mesafede, Mikawa Körfezi ve Pa-sifik okyanusu kıyısındaki dar bir yarımadaya yerleştirilmiş büyük ve gri bir sanayi kompleksi idi. No 4 bandından akıp giden Lexus 400’ler test edildikten sonra Amerikan pazarı-na sürülmek üzere gemilere yükleniyordu. Fabrikanın için-deki fantastik makineler araba yapıyorlardı. Ortalıkta fazla insan görünmüyordu.

Araba iskeletinin imal edildiği gövde atölyesinde çok sayıda uzun boyunlu kaynak robotu, uyumlu bir ritüelle, be-yaz leylekler gibi ileri geri hareket ediyor, eğilip bükülerek, kıvılcımlar saçarak mekanik bir bale yapıyorlardı. Bilgisa-yarlar, fabrikanın üç yüz kaynakçısının, insan kaynakçıların aksine, parçaları daima tam bir isabetle birleştirmesini de-netliyorlardı.

No 4 olarak bilinen montaj hattı, çılgın bir mekanik kal-dıraç gibi hareket ederek nesneleri taşıyan dev ve hareketli bir endüstriyel ekipmanla, parçaları, ürkütücü bir kesinlikle yerleştiriyordu. Hattın karmaşık üstyapısından çevreye ye-şilimsi bir floresan yayılıyor, bir otomobilin çeşitli parçaları sessizce akıp gidiyordu. Mavi bir araba gövdesinin, motoru, motor kapağı ve kapıları olmayan boş kabuğu ileri doğru kayıyordu. Daha aşağıda, arabanın motor ve güç aktarım

**Kaynak: Greider, Tek Dünya, s. 137-156

Page 329: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

329

sistemi bağımsız biçimde işleniyor, sürücüsü olmayan al-çak bir araçla taşınıyordu. Arabanın hidrolik sistemi şaseyle buluşmak için yukarıdan gövdeye doğru inerken, elektronik kontrol aksamı, sırasını bekliyor, labirentin içinden geçen paralel bir yolda ilerliyordu.

Bir robot koltukları yerleştirmek için öne çıkıyordu. Ka-mera gözlü bir diğeri kapıları birleştiriyordu. Bir diğeri ön tekerlekleri takıyordu. Bir Lexus’un çeşitli parçaları birleş-tirildikçe, dev bir konveyör araçları başka yöne çeviriyor ve insan eliyle yapılacak nihai operasyonlar için uygun konuma getiriyordu. Makineler ağır işlerin hepsini ve hassas işlerin de çoğunu yapıyordu.

Mekanizmanın zahmetsiz hareketlerini izlerken, kendi kendime sordum: İşçiler nerede? Çevrede bir iki tane var-dı. Başlarında mavi güvenlik kaskları ve üzerlerinde beyaz gömlekler olduğu halde bir yerleştirme işlemini tamamla-mak ya da makinelerin yaptığı işi hızla test etmek için arada bir görünüyorlardı. Küçük bir robot gerekli araçları, araba-dan arabaya ileterek onlar için taşıyordu. Uygunsuz bir şey olduğunda, işçiler bir ipi çekerek hata sinyali veriyorlardı. Bunun üzerine makine aniden duruyor ve hata düzeltilince tekrar çalışmaya başlıyordu. Otomobiller körüklü bir asan-sör üzerinde ileri doğru hareket ediyor, bu arada işçiler gerekli ayarlamaları yapıyorlardı. Bütün bunlar en ufak bir zorlama olmaksızın gerçekleştiriliyordu.

“İnsan hayatını ve buluşları daha cazip hale getirmek için ne yapabiliriz?” Yöneticiler için hazırlanan el kitabında bu soru yer alıyordu. “Tahara fabrikasında işte bunu araş-tırıyoruz.” Saat 17’de elektronik bir melodi atölyeyi hoş bir müzikle dolduruyor ve günlük işin sona erdiğini haber veri-yordu.

Tamamlanmış arabaların bandın üzerinde ilerlediği noktada oto işçilerinin yüzleri beliriyordu. Her birinin res-mi tam bu noktada geniş bir panoda sergileniyor, resim altlarında girişim coşkusunu ifade eden kişisel mesajları yer alıyordu. “Müşterilerimizin hayran olacakları bu No.1 arabayı imal etmek için elimden geleni yapacağım.” “Kul-lanıcılarımızı tatmin edebilecek araba imalatına sadakatle bağlıyım.”

Sonuç: Tahara No. 4’te karmaşık ve lüks ekipmanlı bir otomobil olan Lexus LS 400’ün montajı, sadece 18.4 saatlik insan emeği gerektiriyordu. Michigan-Hamtrack’da, General Motors’un Cadillac imal ettiği fabrikada, her ara-

Page 330: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

330

ba, 38.8 saatlik insan emeği gerektiriyordu. GM’in Buick City fabrikasında bir Buick’in aimalatı 32 saat sürüyordu. Michigan’da, Ford’un, Continentals ve Mark VIII’lerinin imal edildiği Wixom fabrikasında yapılan montaj işlemi 34 saat-lik emek gerektiriyordu.

İsveç’in, büyük bir özenle yapıldığı için imalatı uzun süren Volvo’su 47 saatlik emeği gerektiriyordu (Volvo yet-kilileri bu sürenin başlangıçta 70 saat olduğunu gururla kaydederler). Almanya’nın lüks arabaları -Mercedes, BMW, Audi- araba başına 100 saatten fazla emek girdisi kullanı-yordu. Volkswagen’ler bile -daha basit, fazla pahalı olma-yan, Almanya-Wolfsburg’daki devasa VW sanayi tesislerinde yapılan arabalar- ortalama 36 saatlik emeği gerektiriyordu, yani Tahara’da lüks araba üreten Toyota’nın üretim etkinli-ğinin yarısına sahipti.

Tahara fabrikası, teknoloji yarışının gelişimini ve belir-gin içerimlerini görme fırsatı vermektedir. Detroit’te bağım-sız bir otorite olan James E. Harbour, Toyota’nın gerçekleş-tirdiği mühendislik başarısının, daha etkin üretim sayesinde araba başına 600 ya da 700 dolarlık bir maliyet avantajı, artı, yüksek kalite sayesinde -yani daha kusursuz arabalar ve böylece garanti maliyetlerinin düşmesi- 300 dolar ya da daha fazla bir tasarruf sağladığını hesapladı. Emek girdisi üretkenlik karşılaştırmalarında en güvenilir ölçüydü, ancak düşük emek maliyetleri, kuşkusuz, bu rekabetin sadece bir boyutunu oluşturuyordu ve robotik otomasyon, şirketin üre-tim maliyetlerini azaltma yöntemlerinden sadece biriydi.

Gene No 4 hattı, uç noktalarda, makineler insanların yerini aldığı ve daha iyi bir otomobil üretecek şekilde örgüt-lendiği zaman, nelerin mümkün olabileceğini gösteriyordu. Toyota, kendi insanları arasında bile, “kuru havluyu sıkabi-len” bir şirket olarak şöhret kazanmıştı ve diğer bazı Japon şirketleri kadar huzursuz değildi. İçerimleri düşünmek için biraz hayal gücü yeterlidir. Dünyadaki her oto üreticisi gü-nün birinde Toyota’nın etkinliğini yakalayabilirse ne olur? Ve arka plana itilen üreticilerin hali ne olur? Bu sorular en ge-nel hatlarıyla küresel koşuşturmayı tanımlıyordu: En iyisini yakala.

Tarihin büyük hamlelerini hep devlet adamlarının ya da büyük generallerin formüllendirdiği sanılır, oysa geleceği biçimlendirme işi daha somut biçimde, mühendisler, belirli şeylerin nasıl yapılacağını bilen insanlar tarafından yapıldı. Onların kararları, en azından yönetimdeki siyasetçiler kadar

Page 331: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

331

derin biçimde toplumsal gerçekliği de belirledi.Bu insanlardan biri, Toyota başkan yardımcısı ve

Tahara’nın tasarımını yapan mühendis Tadaaki Jagawa idi. Jagawa bir atlet gibi ince uzun, biraz grileşmiş siyah saçlı, yüzü şahin’i andıran bir adamdı. Tahara’nın yanı sıra iki To-yota fabrikasını yönetiyordu. Benimle konuşurken, kendisini öteki fabrikalardan birine götürecek bir helikopteri bekliyor-du. Bazı sorular karşısında hafif sabırsızlık belirtileri gös-termekle birlikte açık ve kesin konuşuyordu. Mühendisin hükmedici tavrı, çevresinde bulunan kişilerin vücut diline yansıyordu. Jagawa gırtlaktan gelen sesiyle bir şey söylediği zaman, telaşlanıyor ve hemen başlarını eğiyorlardı.

“Otomasyon sistemlerini kullanmaya başladığımızda, insanlar bunun sadece işgücünden tasarruf sağlayacağını düşündüler” diyordu, “ancak bu anlayış yanlıştı. Konsepti-miz her zaman aynı kalmıştır: Kalite. Kaliteyi artırmak, ka-zanmanın anahtarıdır; kaliteyi artırmamız için de sistemi iyileştirmeniz gerekir.”

Tahara No 4, 1991’de harekete geçirildiğinde, “de-neysel” olarak betimlendi. Mühendislerin sermaye yoğun otomasyon konusunda neler yapabileceklerini görme fırsatı sağlıyordu. Ancak Toyota yöneticileri insani yanları vurgula-mayı tercih ettiler. “İşgücü tasarrufu yaklaşık %20 kadardı” dedi Jagawa, “ancak bizim esas amacımız montaj hattın-daki işçilerin iş hacmi oranını azaltmaktı. O sırada iş hacmi çok yüksekti. Neden? Çünkü fiziksel iş çok zor, çok ağır, bel-ki de fazla karmaşıktı. O halde bunu değiştirmeliydik. İşçiler şirkette ne kadar uzun süre kalırlarsa, üretecekleri kalitede o kadar iyi olacaktır.”

1980’lerin ikinci yarısında, Japon sermayesinin bol ve ucuz olduğu ve oto satışlarının patlama yaptığı bir sırada, Toyota ve önde giden rakibi Nissan, Mazda ve Mitsubishi bir tür yatırım yarışına, oto şirketlerinin en yüksek otomas-yon düzeylerine ulaşmak için yarıştıkları bir yiğitlik sınavına girdiler. Bir Toyota yöneticisi şöyle diyordu: “Öteki şirketlerin mühendisleri, hey Toyota, diyorlardı, biz yüzde altmış robot kullanıyoruz siz ise sadece %40, sorun nedir? Mühendisler bu tip rekabete direnemezler, ne yapabileceklerini hemen göstermek, hey, biz de yapabiliyoruz, demek isterler.”

Yarışma milyarlarla ölçülen sermaye tüketimine yol açtı. Dünyanın birinci sınıf fabrikaları kuruldu ve Japonya’nın araba üretim kapasitesi büyük ölçüde artırıldı. Satılamaya-cak kadar çok araba üretiliyordu. Geçmişe bakıldığında bu,

Page 332: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

332

genellikle bir kibir gösterisi olarak görülüyordu. Toyota diğer-lerinden daha geri tutulmuş, Tahara ise fazla ileri gitmişti. Jagawa bile bazı yatırımların israf olduğunu kabul ediyordu.

“Motor ve şasiyi otomatlaştıran montaj makineleri işgücünü sadece dört operatöre indirdi, ancak bunun için 600 milyon yen harcamak zorunda kaldık ki, çok verimli bir yatırım sayılmaz” diyordu. “Otomasyonla tanıştığımda, o an için bunun iyi bir yatırım olmayacağını biliyordum. Ancak gelecek için iyi bir deneyim olacaktı. İş gücünden tasarruf bilgisi sağlıyordu.”

Ayrıca yoğun otomasyon, hat üzerinde beklenmedik bir bozulmaya yol açtı: Şaşırtıcı makinelerle kuşatılmış işçiler kendilerini güçsüz, cahil ve araba yapım sürecinin dışında hissettiler. Bu yüzden Toyota biraz destek vermek zorun-da kaldı. Kyushu’daki yeni fabrikasında, iş sistemi işçilere daha büyük bir kontrol duygusu ve çevrelerinde olup bi-tenlere dair daha çok bilgi sağlayacak şekilde tasarlandı. “Tahara’daki tam otomasyon Kyushu’da bir bakıma yarıya indirildi” diyordu Jagawa.

Kyushu fabrikası hâlâ olağanüstü etkindi ve benzer bir yaklaşım Toyota’nın Kentucky-Georgetown’daki tesisinde, araba başına 19.5 saatlik işgücüyle Kuzey Amerika’nın en etkin ikinci montaj hattını oluşturan fabrikada uygulanmak-taydı. İlk planda, araç başına işgücü girdisinin Tahara’daki No.4 hattına denk düştüğü yer, Tennessee-Smyrna’daki Nis-san fabrikası oldu.

Bu liderler kaçınılmaz biçimde Amerikan şirketlerinin yeni ölçütü haline gelmiştir. 1994’te Ford, neredeyse Ja-ponlarınki kadar iyi olan araba başına 20 saatlik işgücüyle çalışan çeşitli araba fabrikalarına sahipti ve Chrysler kendi fabrikalarının bir kısmını hızla kapatıyordu. Büyük kazançla-rına rağmen General Motors geriden geliyordu, en etkin GM fabrikası araç başına 24.8 saat gerektiriyordu.

Toyota’nın ön saflarda yer alan bir Amerikan imalatçısı olarak ortaya çıkması endüstri tarihindeki en büyük rol de-ğişimlerinden birini temsil eder. 1930’ların başında, Sakichi Toyoda araba imal etmek istediğini bildirdiği zaman, oğlu Kiichiro bunun pek mümkün olmadığını düşünüyordu. Yaş-lı Toyoda kendisini yetiştirmiş bir mühendis ve başarılı bir otomatlaşmış dokuma tezgahı imalatçısıydı, ancak o zama-na kadar tek bir Japon otomobil şirketi bile kurulmamıştı. Japon pazarına GM ve Ford hakimdi. Birleşik Devletler’den ithal edilen kitle halinde üretilmiş parçaları birleştiren

Page 333: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

333

fabrikaları vardı. Mühendislik diploması olan oğul, baba-sının düşünü gerçekleştirmeyi amaçladı. Elli yıl sonra GM, California-Fremont’ta ortak bir fabrika girişimi için Toyota’yı davet ediyor, Japon yöneticiler “tam vaktinde” uygulanan tekniklerle bir arabanın nasıl imal edileceğini Amerikalılara öğretebiliyorlardı.

Şirket kayıtları, daha sonra, Toyota’nın bütün temel kavramlarını onun kurucu patriyarkına atfetti. Bu kavram-lardan biri, jidoka, yani insan benzeri refleksleri olan maki-neleri gerektiren otomasyon ya da kaizen, yani sürekli iyileş-tirme sistemleri idi. Ancak icat efsanesi ister istemez daha karmaşıktı, ödünç alınan fikirlerden ve parlak içgörülerden oluşan bir karışımın gelişmesi on yılları aldı. İlk Toyota mo-toru 1934’te bir Chrysler motoru örnek alınarak yapıldı ve sadece 30 beygir gücüne sahipti.

Üretimin “tam vaktinde” örgütlenmesi anlayışını ge-liştiren mühendis Taiichi Ohno’nun 1956’da bir Amerikan süpermarketine yaptığı ziyaretten esinlendiği söyleniyordu.

Japonların oluşum halindeki araba şirketlerinin hırsla-rı, otuzlu yıllarda iktidarı ele geçiren askeri rejimin ulusçu gündemiyle birleşti. Japon hükümeti, savaş hazırlığı yapar-ken, Japon imalatı yeni araba ve kamyonlara sübvanse edil-miş bir pazar sağladı ve eş zamanlı olarak Amerikan şirket-lerini sıkıştırmaya başladı. Toyota kamyonları Çin’deki sava-şa katıldı ve Pasifik kıyılarını aştı; Koroma fabrikası II. Dün-ya Savaşı’nın sonuna doğru B-29’larla bombalandı. Daha sonra, Japonya’nın tam bir tahribat yaşadığı savaş sonrası dönemde, araba şirketleri bir başka hükümetten, muzaffer Amerikalılardan yardım görmeye başladı. ABD askeri işgali-nin sağladığı imkânlar talebi artırdı, Toyota ve diğerlerinin krizden çıkmalarına ve büyümelerine yardımcı oldu.

Bu tarih, Japon ulusal belleğinin derinliklerine gömü-len yenilgi ve zafer öyküsü dışında, yüzyılın sonuna doğru gerçekleşen teknolojik rekabetle pek ilgili görünmeyebilir. Oysa bu öykü Tadaaki Jagawa gibi insanların galip gelme konusunda gösterdikleri kararlılığın nedenlerinden biriydi.

Bu arada koşu, dünyanın öteki yanında farklı yönlerde hızlandı. Geçmişte yüksek kalite ve yetenekli iş gücü ne-deniyle övülen Alman araba imalatçıları zorlu bir yeniden yapılanma yaşadı ve çok sayıda işçiye yol verdi. İsveç’in mü-cadele veren Volvo’su Fransa’nın Renault’suyla bir şirket evliliği yaptı. Ancak İsveçli hissedarlar ve işçiler Fransızların küçük ortağı olacaklarını anladıklarında, evliliği veto ettiler.

Page 334: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

334

Avrupa’nın en büyük üreticisi olan Volkswagen, dört günlük iş haftası sağlayan ve Alman işçilerinin ücretlerini indiren bir sözleşmesini müzakere etti. Bu arada üretimini Portekiz, Meksika ve Çek Cumhuriyeti’ne kaydırıyordu.

VW kendi başkanı tarafından “uçamayacak kadar şişmanlamış bir ördek” olarak betimlendi. Bir esneklik ça-ğında, Wolfburg’da merkezileşmiş dev dökümhane ve fab-rikalardan oluşan bir kompleksin yükünü taşıyor, 57 000 kişi çalıştırıyor ve özel demiryolunun uzunluğu kırk üç mili buluyordu. İş dünyasından bir profesör, ona “sanayi dinazo-ru” diyordu. Aşağı Saksonya hükümetinin büyük bir hisseye sahip olması ve işçileri savunması işleri daha da zorlaştırdı. Hükümet, işçileri neredeyse IG Metal kadar kararlı biçimde kolluyordu. Aslında hem hükümet hem de IG Metal, VW’nin danışma kurulunda yer alıyordu. Bununla birlikte, 1993’te büyük kayıplara uğrayan Volkswagen kendi bildiğini yapma-ya başladı.

Almanlar, General Motors’tan Lopez adında bir İspan-yol mühendisi işe aldılar. GM, bu mühendis sayesinde önce Avrupa’da, daha sonra Kuzey Amerika’da kurduğu merkez-lerde milyarlarla ifade edilen bir tasarruf sağlamıştı. Jose Ignacio Lopez de Arriortua, reformu devrimci bir coşkuyla övüyor ve görkemli bir vizyonu dile getiriyordu. Bu vizyon Plato Altı denilen bir imalat tasarımına dayanıyor ve mü-hendis, bu tasarı sayesinde Japonların bile durdurulacağını söylüyordu.

Lopez, VW firmalarını, GM’de yaptığı gibi, parça fiyatla-rını indirmeye zorladı ve on bin genç Alman işçiyi devrimci çatışma için eğitilmiş “savaşçılar” olarak örgütledi. Aynı za-manda, VW’nin, yerlisi olduğu Bask bölgesinde kurmasını istediği geleceğin fabrikası ile ilgili düşler kurdu. Bu fabrika on saatten daha az emekle bir otomobil imal eden bir mon-taj tesisi olacaktı. Lopez, kendisini dinleyenlere dünyanın Üçüncü Sanayi Devriminin tam ortasında olduğunu, imalat-çıların ve ulusların mücadele için seferber olmaları gerekti-ğini söylüyordu. “Sadece bir devrim yaşandığını anlamayan-lar ortadan kalkacaklar” diyordu.

Bir araba sadece sekiz saatlik insan emeğiyle yapılabi-lir miydi? Bu gerçekten devrimci bir atılım olurdu, ancak öte-ki şirketlerin yöneticileri konuya kuşkuyla yaklaşıyorlardı. O sırada Volkswagen, ne Lopez’in “düş fabrikası”nı İspanya’da kurmakla, ne de tahminlere göre sayıları otuz bini bulan faz-la işçiyi dağıtmakla ilgileniyordu. Şirket, aslında, çok daha

Page 335: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

335

ilkel bir evrede maliyetlerle uğraşıyordu: VW’nin araba ba-şına ortalama emek girdisi, bir sanayi otoritesine göre, 40 saatten 36 saate indirildi ve yakın zamanda 32 saate indiril-mesi hedefleniyordu. Başka deyişle, Almanlar Japonları geç-meden önce Amerikalıları yakalamak zorunda kalacaklardı.

Lopez’in esas fikri -otoları başka yerlerdeki firmaların imal edeceği modüler parçalarla monte etmek- kulağa pek yeni bir fikir gibi gelmiyordu. Bu sadece Japonların ve diğer-lerinin henüz keşfetmiş oldukları bir yaklaşımın daha etkin hale getirilmesinden ibaretti. Gene VW ve GM, bu adamın, istihdamda yapılacak ani değişikliğin yol açacağı hoş olma-yan yasal anlaşmazlığı yönetecek yeteneğe sahip olduğunu düşünüyordu.

Lopez’in vizyonunun doğru, hatta yarıyarıya doğru ol-ması halinde, VW Japon sistemini %20 ile 30 arasında kır-pabilirdi. Bunun küresel rekabette yeni bir raund’un başlan-gıcı olacağı kuşku götürmezdi. Bu arada öteki şirketlerde özel bir sinirlilik hali görülmüyordu. Bekleyip görecekler ve gerektiğinde, bir zamanlar Toyota ve Japon şirketlerinden nasıl ödünç almışlarsa, Lopez’in oyun kitabından da aynı şekilde serbestçe ödünç alacaklardı.

Ford’un parça üretiminden sorumlu eski başkan yar-dımcısı ve şimdi bağımsız bir küresel firmanın, Electro Wire Products’ın başkanı olan Oscar B. Marx III durumu şöyle açıkladı: “Bir süreci çok uzun süre avantaj sağlayacak şe-kilde götürmek mümkün değildir. Çok çevik bir yapımız var. Hep böyle olduğunu söylemiyorum, şimdi böyleyiz.”

Üç büyüklerin 1980’lerde Japon ithalatını karşılamak için üretimi yeniden örgütlemeleri sırasında Amerikalılar çarpıcı başarılar kazanmışlardı. 1979’da Ford’un bütün Ku-zey Amerikan araba ve kamyonları için kullandığı ortalama emek girdisi, araç başına 40 saatin altına, 1993’te ise 25.4 saate indi. Chrysler ortalamasını 45’ten 29.5 saate indirdi. GM 41 saatten 32.5 saate indi. Japon ortalaması hâlâ daha düşük, araç başına 20 saat kadardı, ancak ABD şirketleri aradaki uçurumu önemli ölçüde kapatmışlardı. Bu büyük ileri atılımın ne anlama geldiğini göstermek için, bir Ford fabrikasının 1979’da bir günde 4270 işçiyle 960 Granada imal ettiğini hatırlamak gerekir. 1990’da bir Ford fabrikası, bir günde sadece 1880 işçiyle 1200 Escort imal ediyordu.

Üçünün en küçük ve zayıf olanı, Chrysler, 1990’ların ortasında araba başına en kârlı kuruluş haline geldi. Oto-matlaşmış üretime daha az sermaye yatırmış ve dizayn çev-

Page 336: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

336

rimleri pahasına sabit maliyetlerin ve sürenin önemli ölçüde azaltılması üzerinde yoğunlaşmıştı. Reformdan geçirilmiş sistemi, insan sayısının dörtte biriyle neredeyse iki kat daha hızlı bir modeli tasarlayabiliyordu. Daha önemlisi tasarım süreci imalat süreciyle, yeni bir modelin montajını kolaylaş-tıracak şekilde bütünleştirildi; eski modeller yenilenecek ve maliyet indirimi süreklilik kazanacaktı. Sanayide üretkenlik konusuna ayrılan The Harbour Report şu gözlemde bulun-du: “Chrysler, tam olarak ifade etmek gerekirse, insanları imalat sürecinin dışına çıkarmayı tasarlıyor.”

Chrysler’in muzaffer başkanı Robert Eaton, şunu be-lirtmekten hoşlanıyordu: “Geçmişte, Büyük Küçüğü yutuyor-du. Şimdi Hızlı, Yavaş’ı yutacak.”

Ancak, bütün bu ilerlemelere rağmen, kovalamacanın devam etmesi gerekiyor, çünkü yarışın bitiş noktası yok. Rekabet zorunluluğunun sadece Amerikalılar ve Almanlar için değil, Japonlar için de şiddetleneceği kesindir. Bunun endüstri açısından belirgin bir nedeni var: Dramatik düzen-lemelerle, huzursuz bir modernleştirmeyle ve pek çok fab-rikanın kapanmasıyla geçen on beş yılın ardından, küresel motorlu araçlar piyasası hâlâ büyük bir arz-talep dengesizli-ği yaşamaktadır. Sanayinin araba imalatındaki atıl kapasite-si dereceli olarak küçülmüyor, daha da büyüyordu.

Mühendislik dehası tekil üreticinin pazar payını koru-masına ve kârlılığı sağlamasına yardımcı olabiliyor, ancak istikrarlı bir endüstriyel yapıya yol açmıyordu. Bazı şirketler bu fazlaları yemek, yani küçülmek ya da iflas etmek zorun-da kalacaklardı. Bir sonraki yeni rekabet evresi planlanır-ken, örneğin küresel denilen arabaların üretilmesi için tasa-rılar geliştirilirken, endişeler de sürüyordu. Otomobil sektö-rünün yöneticileri bu gerçekliğin matemini tutarken, az çok durumu kabul etmeyi öğrenmişler ve iş dünyasını fırtınadan kaçabileceklerini sanmamaları için sürekli uyarmışlardı.

“Aşırı kapasite, konsolidasyona ve oto endüstrisinin dünya çapında yeniden yapılandırılmasına neden olacak.” Ford’un yeni yönetim kurulu başkanı Alex Trotman bu keha-nette bulundu. “Yüzyıl sona erdiğinde herkes ayakta kalma-yacak, özellikle şimdiki oluşumları içinde.”

Aşırı kapasitenin boyutları kabaca şöyleydi: 1985’te, tam kapasiteyle çalışması halinde, endüstrinin üretim po-tansiyeli piyasanın mevcut talebinden yaklaşık %25 fazlay-dı. Yani, şirketlerin her fabrikayı üç vardiya çalıştırmaları halinde, yaklaşık 60 milyon araba ve kamyon üretilebilirdi.

Page 337: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

337

Aynı yıl içinde küresel pazarda sadece 44.8 adet araba ve kamyon satılmıştı. On yıl sonra arz fazlasının yarattığı sorun daha da ağırlaştı: Yaklaşık %30 kadar. Dünya çapında talep yükselmiş, ancak aşırı kapasite uçurumu daha da açılmıştı.

Bu sayılar, endüstriyel kapasite istatistiklerinin çoğu gibi, kesin değildi. Bu durum kısmen şirketlerin üretim ye-tenekleriyle ilgili yeterince bilgi vermemelerinden ötürüy-dü. Ya da sayılar tutucu bir bakış açısıyla yorumlanıyordu. ABD oto şirketlerinden birindeki (şirket ismi vermeyişimin anlayışla karşılanacağını umarım) plancıların küresel arz ve talep konusunda hazırladıkları güvenilir projeksiyonlardan türetildiler. Dolayısıyla bu rakamların tam bir kesinlik taşıdı-ğı söylenemez, ancak okura sanayinin birikmiş sorunlarıyla ilgili somut bir fikir verebilir.

Bu trendin ortaya koyduğu gerçek açıktı: Kapasite faz-lası arttı, çünkü üretim arzı talepten daha hızlı büyüyordu. ABD şirketinin piyasa projeksiyonları temelinde, küresel motorlu araç talebi 1985’ten 1995’e kadar yaklaşık %20 artarken, üretim kapasitesi %25 arttı. Bu durumda, küre-sel oto endüstrisi, Asya’da oluşum halindeki yeni tüketici piyasalarında bile, kendisine daha derin bir geçit kazanmak zorundaydı.

Bu trendin bir biçimde tersine döneceğini gösteren herhangi bir beklenti de yoktu. Tam tersine üretimin temeli sadece teknolojik rekabet nedeniyle değil, oto fabrikalarının küresel dağılımı nedeniyle de genişledi. Bu arada şirketler büyüyen yeni pazarlardaki yerlerini güvence altına almak için yarışıyorlardı. Pek çok yeni ulus, geleceğin üreticileri olarak sahaya çıkıyordu. Kore, Tayvan, Tayland, Hindistan ve Çin, hatta Vietnam, Japonya, Avrupa ve Kuzey Amerika’dan çeşitli şirketlerle ortaklıklar kuruyordu.

Aslında, 1995’te belli başlı Amerikan araba şirketleri, pek çok yeni üretici küresel pazara girdikçe, kendi arz ta-lep projeksiyonlarını yeniden hesapladılar ve dengesizliğin gittikçe arttığını gördüler: 2000 yılında talebi %36 oranın-da aşacak dünya çapında bir üretim kapasitesi. Kore, Çin, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da üretim artışı beklenirken, dünya oto endüstrisi 79 milyon araç üretebilecekti. Ancak dünya çapında talep alıcıları sadece 57 milyon araç sağla-yacaktı.

Uçurum şaşırtıcıydı. Araba alanında 2000 yılındaki küresel kapasite fazlası bütün Amerikan endüstrisine eşit olacaktı. Endüstri, arz ve talebi dengelemek için Birleşik

Page 338: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

338

Devletlerden daha büyük bir yeni tüketici pazarı bulmak zorunda kalacaktı. Başka deyişle, dünya oto fabrikalarının dörtte biri fazlaydı. Piyasa bu fabrikalara ihtiyaç duymuyor ve ürettikleri arabaları satamıyordu. Ancak bu arada, faali-yete geçen oto fabrikalarının sayısı da artıyordu.

Honda Meksika ve Tayland’da kapasite artırımına gi-diyordu. Hindistan, GM, Chrysler, Ford, Peugeot, Daimler-Benz, Volvo, Hyundai, Mitsubishi, Daewoo ve Volkswagen’le anlaşmalar imzalamıştı. VW, Meksika-Pueblo’da ürettiği arabalarla ABD satışlarını %30 oranında artırmayı planlıyor-du.

Bu yeni arabalar ister iç pazar ister ihracatı hedeflesin, sonuç değişmiyordu: Artan kapasite zaten boğulmuş du-rumdaki piyasaya ekleniyordu. Doğruydu, Meksika’da yeni bir oto fabrikası, Birleşik Devletler ya da Japonya’daki pek çok fabrika kadar etkin olmayabilirdi, ancak işçi sayısı hem çok, hem de daha ucuzdu ve bazı Meksika fabrikaları birinci sınıftı. Ford’un Cuautitlan fabrikası, Cougar’ları, araç başına yaklaşık 50 saatlik bir emek girdisiyle imal ediyordu, ancak Ford, Hermosillo’daki Escort’ları, araba başına sadece 24.8 saatlik işgücüyle üretiyordu, yani yirmi ABD montaj fabrika-sından daha etkindi.

Ayrıca gelişmekte olan uluslar, bir ulusal oto endüst-risinin, geniş ve olgun bir ekonomi üretmelerine yardımcı olacağını kabul ediyorlardı. Kendi güçlü sanayi üssünü inşa etmekte olan Kore, Daewoo ve Samsung gibi kendi çoku-luslularını küresel oto ihracatı alanında saldırgan bir atılım yapmak için kullanıyordu. Kore şirketleri 2000 yılında beş milyon araba üretmeyi amaçlıyorlardı, ki bu Chrysler’in iki katı büyüklüğünde ve Kore’nin kendi iç pazarının beş katı kadardı.

“Kore’nin günün birinde Almanya’dan daha fazla ara-ba üretebileceği düşüncesi zihinleri meşgul ediyor” diyordu, Furman Selz aracı şirketinin Wall Street’teki otomotif ana-listi ve yazar Maryann Keller. “Kore, Peru ve Şili’deki ara-ba satışlarında 1 numara. Romanya’ya da araba satıyorlar. Amerikalıların yolunu kesmek için, kimsenin gitmek isteme-diği yerlere gidiyorlar. Bizim durumumuzu dikkate alıyorlar mı acaba? Araba endüstrisi hep Batı Yarıkürede yapılan bir iş oldu. Şimdi Doğu Yarıkürede yapılan bir iş haline geliyor ve bizler bunu anlayamıyoruz. O şahane Batılı iktisat felse-femizin buna verebileceği bir yanıt yok.”

Büyük içerimler Chrysler’in baş ekonomisti Wynn Van

Page 339: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

339

Bussman tarafından betimlendi: “Şu soruyu sorabilirsiniz: İyi ama, bu çok fazla yeni kapasite anlamına gelmez mi? Ya-nıtımız şu olacaktır: Evet. Aşırı kapasiteyle herkesin yapmak isteyeceği şey, ihracattır. Ancak birçok Asya ülkesinde hâlâ ciddi ithalat kısıtlamaları var, çünkü bu ülkeler kendi oto sektörlerini geliştirmek istiyorlar. Bunun sonucu, sürekli ve aşırı bir arz durumu, fiyatların ve ücretlerin de aşağı doğru çekilmesidir. Bu durum Birleşik devletler için de geçerlidir.”

Bu sürekli arz fazlasının sonuçları son 20 yıl içinde yeryüzünün her yerine eşitsiz biçimde sıçramış, farklı şir-ket ve ülkelerde krizlere yol açmıştır. Ancak ilk ve en tahrip edici sonuç Birleşik Devletler’de görülmektedir. 1980’den 1994’e kadar Kuzey Amerika’da otuz iki araba ve kamyon montaj fabrikası kapatıldı ve 5.4 milyon birim üretim kapa-sitesi atıl kaldı. On üç fabrikanın da kapatılması planlanıyor ya da bunlar kapanmaya aday görülüyor. Bu yaratıcı yıkım sırasında ABD oto sektöründeki istihdam, çoğu montaj işin-de olmak üzere, 180.000 kişilik kayba uğradı.

Ancak, arz fazlası sorunu, aynı dönem içinde Amerikan piyasası için daha da kötü -kabaca iki kat- sonuçlar yarattı. Amerikan alıcılarını hedef alan milyonlarca yeni üretim biri-mi eklenirken, talep arttı, ancak bu artış yeterli değildi. Bu süreç esas olarak fabrikalarını Birleşik Devletler’e yerleşti-ren Japon şirketlerinin Amerikan ithalat bariyerlerinin teh-didine karşı gerçekleştirdikleri akınla yönlendirildi. Ancak Amerikan şirketleri de, onların yeni, daha etkin fabrikalar inşa etmelerine önemli ölçüde katkıda bulundular. Sonuç: Kuzey Amerikan oto üretiminin şaşırtıcı dönüşümü, etkinli-ği önemli ölçüde iyileştirmiş, pek çok işçiyi yerinden etmiş ve bazı toplulukları sakatlamıştır, ancak üreticiler kıt alıcılar için savaşmaya devam etmişlerdir.

Fırtınanın bir sonraki uğrak yeri Avrupa oldu ve orada esmeye devam ediyor. Kısıntı dalgalarına, daha etkin üre-timde Birleşik Devletler’deki gibi güçlü bir büyüme eşlik etti. Uluslararası Metal İşçileri Sendikası’nın genel sekreteri Marcello Malentacchi örgütlü emeğin şaşkınlığını ifade etti: “Avrupa oto endüstrisinin %22 kapasite fazlası olduğunu biliyoruz,” diyordu. “Bunu üç yıl önce söyledik. Altı yıl önce-sinden biliyorduk. Ancak hükümetlerin harekete geçmele-rini bekledik, şirketleri bekledik. Mercedes 25.000 kişiyi işten çıkardığında ne yapabilirsiniz? Volkswagen 28.000 kişiyi işten çıkardığında ne yapabilirsiniz? Artık çok geç. Bu arada, Japon şirketlerinin ve Kore şirketlerinin Avrupa’ya

Page 340: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

340

neden bu kadar çok yatırım yapmak istediklerini ve aynı anda Avrupa şirketlerinin üretimlerini neden Güneydoğu Asya’ya kaydırmakta olduklarını merak ediyorum. Neden?” Malentacchi’nin de bildiği gibi, bunun bir nedeni, üreticile-rin her yerde boğulmuş pazarların bölgesel korumacılığa yol açacağından korkmaları, kapı kapanmadan yeni fabrikalar kurmak istemeleriydi.

Bir sonraki yer Japonya oldu. 1995’te arz sorunu, Ja-pon oto endüstrisine de adım adım yaklaşıyor, Nissan ve Toyota gibi en güçlü şirketleri bile ülke içindeki montaj fabri-kalarını kapamak, belki de bazı Japon işçilerine yol vermek gibi beklenmedik (ve oldukça sıkıcı) bir önleme zorluyordu. Japonya’nın üreticilerine kapasite fazlasının %50’ye ulaştı-ğı söylendi; dokuz şirket durgun iç pazar için çok fazlaydı. en zayıf olanlar tehlikeli durumdaydı. Muzaffer Japonlar da yara alıyordu.

Bu ironik gelişmeler kaba bir adalet unsuru içeriyordu, zira yirmi yıldır Japonya küresel arz fazlası sorununa büyük çapta yakıt sağlamıştı. Yabancı rakiplerin nüfuz edemeye-cekleri kapalı bir pazardan faaliyetlerini yürüten Japon oto şirketleri kendi üretim kapasitelerini aşırı biçimde kullan-mışlar ve fazlaları saldırgan bir biçimde ABD ve diğer dış pi-yasalara ihraç ederek, iç üreticilerin pazar payını ellerinden almışlardı. Şimdi küresel sorun eşikteydi: Çıktı düşerken, Toyota’nın kapasite kullanımı %80’in altına inmişti.

Toyota ve diğerlerinin pazar hakimiyetini zayıflatan iki şey oldu: Birincisi, Japon ısınmasının (booming), balon ekonomisi (bubble economy) olarak bilinen kolay kredi ça-ğının 1989’da çökmesi, iç pazarda ağır bir daralma yarattı. Japonya’da araba satışları 4 yıl boyunca düz bir çizgi izle-di. İkincisi, her Japon dış satışı, ABD doları yen karşısında değer kaybına uğradıkça zorlandı, Japon ihraç ürünlerinin maliyet ve fiyatlarında keskin yükselişler oldu. Japonların bu duruma bizzat yol açtıkları söylenebilir, çünkü döviz olarak doların zayıflamasına esas katkıda bulunan, Japonya’nın Birleşik Devletler’le olan devasa sürekli ticaret fazlasıydı. Dolar 1995’te 80 yene indiği zaman, Japon araba şirketleri fabrikaları kapatmayı ciddi ciddi düşünmeye başladılar.

Mühendislik dehası bu sorunu çözemez, ancak şiddet-lendirebilir. Yenin değer kazanması ülke içi üretim maliyetini otomatik biçimde artırdı, ancak Toyota ve diğerleri Tahara gibi yüksek düzeyde otomatlaşmış yeni fabrikalardaki bü-yük sermaye miktarlarını henüz azaltmışlardı. 1980’lerde

Page 341: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

341

yaşanan ısınmanın yol açtığı ucuz sermaye ortadan kaybol-duğu zaman, bu yatırım kararlarının fazla iyimser olduğu gö-rüldü. Toyota’nın 18 saatlik emekle lüks bir Lexus imal etme yeteneği ancak arabalar satılabilirse değerliydi.

Yüksek teknolojiyi vurgulayan Japon stratejisi de kendi inişini yaşadı. 1980’lerde yen 150 dolar olduğunda, Toyota ileri motorlarla yüklenebiliyor, otomasyonu geliştirebiliyor ve gene de yüksek düzeyde kârlı olabiliyordu. Dolar 100 yen’e indiğinde, Toyota’nın araba başına kârı da düştü. Detroit endüstri analisti James Harbour 1995’te Toyota’nın Birleşik Devletler’de sattığı her arabadan yaklaşık sadece 50 dolar kazanırken, Chrysler’in kâr marjının araba başına 1200 do-lar olduğunu hesapladı. “Toyota yüksek teknoloji üretimi ve ekipmanıyla yüklendi” diyordu Harbour, “ancak dolar pike yaptığında, su almaya başladılar.”

Ne var ki Toyota’nın belasını bulduğunu düşünerek sevinen Amerikalılar yanılmışlardı. Küresel sistem içinde, Toyota’nın yaşadığı sorun sonunda herkesin sorunu hali-ne gelecekti. Gerekli düzenlemeleri yapabilecek yeteneğe sahip olan, başarılı biçimde yönetilen zengin bir çokuluslu olarak Toyota yeniden harekete geçti. Kısa süre sonra Toyo-ta, Amerika’daki fabrikalarının üretimi ikiye katladığını du-yurdu. Bu arada Japon iç pazarının geleneksel anlayışlarını terk ediyor ve başkalarının, daha zayıf Japon araba şirketle-rinin pazar paylarını tehdit ederek ülke içindeki satışlarını arttırmak için elinden geleni yapıyordu.

Usta bir üretici, fazlaları, başkasının sorunu haline geti-rebilir. Toyota ve diğerleri kendi üretimlerini yeniden konum-landırırlarken, bazı Amerikalılar için yeni işler yaratılacak, bazı Japon oto işçileri ise erken emekli olacaklardı. Ancak bu gelişme, Amerikan şirketlerinin yaşadığı fazla sorununu şiddetlendirebilir, Amerikan ücret ve fiyatları üzerinde ek bir baskı yaratabilirdi. Çok fazla oto fabrikasının olması halin-de, çok fazla, özellikle yüksek ücretli oto işçisi de olacaktı.

Küresel sistemin yarattığı daha geniş kapsamlı bir so-nuç, çevreye yayarak, ekleyerek ve tahrip ederek, umutsuz koşuyu yenileyerek fazlaları elde tutmaktı.

Fransa-Clermont-Ferrand’daki, dünyanın en büyük dış lastik imalatçısı Michelin’in karargâhı büyük bir ileri atılım yapmıştır. Yeni ve kapalı kutu olarak tanımlanan bir fabri-ka 1994’te faaliyete geçti. Lastikler entegre bir otomasyon sistemiyle üretiliyordu. Bu öyle ileri bir sistemdi ki, rakip şir-ketler patent almak için yarışa girdiler. Michelin fabrikanın

Page 342: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

342

kapasitesini açıklamıyor, ancak sadece 50 işçi çalıştırdığı biliniyor. Tasarımın, endüstri mühendislerinin, “ışık kapa-ma” fabrikası (işyerini terk eden son işçi ışıkları kapatır) de-dikleri fütürist vizyona yaklaştığı söyleniyordu.

Şirket kurucusunun torunu, altmış yedi yaşındaki Fran-çois Michelin, kendisini dinleyenlerden birine şöyle dedi: “Lastik bir daha asla kol emeği endüstrisi olmayacaktır.” Clermont-Ferrand, Michelin’deki işlerin yarısını kaybetmiş, şirketin dünya çapındaki istihdamı 140.000’den 125.000’e gerilemişti ve kayıplar devam edecekti. Altı şirketin hakim olduğu küresel lastik endüstrisi, fabrikaların modernleştiril-mesi için milyarlar harcanmıştı. Ancak 1994’te dünya çapın-da potansiyel kapasitesinin yaklaşık %70’iyle çalışıyordu.

Teknolojiden çok, Asya’dan Doğu Avrupa’ya kadar pek çok yerde devreye giren yeni üretim kaynaklarına bağımlı olan ilaç sektörü de benzer bir dengesizlikle uğraşıyordu. Al-man Bayer Asya’daki yeni tesislerine bir milyar Alman markı yatırıyordu. Şirketin başkanı Manfred Schneider, uluslara-rası rekabetin nasıl vahşileştiğini henüz kavrayamadıklarını söyleyerek Avrupalı siyasetçileri uyarıyordu.

Amerikan Kimyasal Ürün İmalatçıları Birliği’nin ekono-mi müdürü Allen J. Lenz bu endüstinin ikilemini şu sözlerle betimledi: “Herkes kendi kimya endüstrisini inşa etmeye çalıştığı için, endüstrinin kullandığı pek çok temel maddede küresel bir arz fazlasıyla karşılaşıyoruz. Bu da fiyatları aşa-ğıda ve kâr marjlarını düşük tutuyor.” Tekil şirketler ayakta kalabilirler, diyordu Lenz, ancak Birleşik Devletler gibi en ile-ri ekonomiler muhtemelen üretimlerini ücretlerin çok daha düşük olduğu dünyanın başka bölgelerine kaybetmeye de-vam edecekler.

“Pek çok temel kimyasal-endüstriyel maddenin dünya çapında arzının, üreticilerin bakış açısından, şu on yılın geri kalan bölümünde ve belki sonrasında da bir arz fazlasına doğru eğilim gösterdiğini öngörmek gerekir,” diyordu Lenz. “çünkü gelişmekte olan her ülke iç üretimde katma değer sağlamak ve teknoloji transfer etmek için kendi kimya en-düstrisini kurmak istiyor.

“Üretici sayısı arttıkça, küresel arz fazlasına yönelik eğilimler kaçınılmaz biçimde güçlenecek, rekabet şiddet-lenecek, getiri oranları azalabilecek ve ABD’deki üretim ve diğer belli başlı gelişmiş ülke üreticilerinin üretimi toplam dünya üretiminin daha küçük bir bölümünü oluşturacak. ABD üretiminin toplam küresel üretim içinde daha küçük bir

Page 343: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

343

rol oynamasına yönelik eğilim kaçınılmaz görünmektedir...”İlaç endüstrisi kendi çalkantılarını yaşamaktaydı. Dağı-

tımcıların indirim yapmalarını sağlayarak kendi tüketici üs-lerini paylaşmaya çalışan belli başlı ilaç şirketleri arasında küresel birleşme telaşı vardı. İlaç imalatında kapasite faz-lası oldukça farklı terimlerle ifade edildi. Sadece atıl fab-rikalar değil, sonunda yeni ürünlere yol açan araştırma ve geliştirme alanına yapılan aşırı yatırımlar da sorun oluştur-maktaydı. İlaç şirketlerinin rekabete yönelik Ar-Ge harcama-ları 1981’de 5.4 milyar dolardan 1993’te 26.5 milyar dola-ra çıkmıştı. Böylece iyimser beklentiler gerçeklik karşısında çöktü ve milyar dolarlık birleşmeler başladı.

Bir İsviçre firması olan Roche’un araştırma bölümü başkanı Profesör Jürgen Drews, Financial Times’a şöyle di-yordu: “Küresel reçete satışları, şimdiki yatırım düzeylerini haklı çıkarmak için 10 yıl içinde yılda yaklaşık 280 milyar dolara (mevcut satışların iki katından daha fazla) ulaşmayı gerektirecektir. Bu sayıya ulaşma şansı düşük bile değildir, hiç yoktur.” Bristol-Myers Squibb’in araştırma kurumu baş-kanı Dr. Leon Rosenberg, bakış açısını şöyle betimledi: “En kötü senaryo ilaç endüstrisinin bildiğimiz haliyle ortadan kalkması olacaktır, çünkü şirketler araştırmaya yatırılan pa-ranın makul bir getiri sağlayabileceğine artık inanmıyorlar.”

Küresel kapasitenin talebi %20 oranında aştığı çelik örneğini ya da kapasitenin piyasa talebinin yaklaşık iki ka-tına ulaştığı ticari uçak sektörünü ya da elektronik tüketim eşyalarını, ya da tekstil ya da bilgisayar sektörünü ele ala-lım. Her piyasada, yönlendirici unsurların yanı sıra, olgular da değişiyordu. Ancak küresel sistemin baskın sorunu arz fazlasıydı. Başlıca istisnalar, yarıiletkenler ya da iletişim gibi, eski ürünlerin yeni icatlarla hızla geçersiz kaldığı ve ta-lebin şirketlerin karşılayamayacakları kadar dik bir yükseliş gösterdiği, hızlı gelişen ileri teknolojilerdi. Ne var ki, çoğu endüstride görülen fazla olgusu asla uzaklaşmayan devrim-ci bir fırtına bulutunu andırıyordu.

Bazı çokulusluların yöneticileri hayranlık uyandıran bir cesaretle gerçekliğe tepki gösterdiler. “Elektronik tüketim eşyaları aşırı kapasite sorunu yaşıyor, ancak ilginç bir dün-yada yaşamamızın nedeni budur.” Sony’den Yasunori Kiri-hara böyle diyordu. “Bazıları kazanıyor, bazıları kaybediyor. Kapasite fazlası olmasaydı, bu kadar heyecanlı bir kapita-lizm yaşamazdık.”

Bazen de menajerler esnek bir iyimserlikle, şu ya da

Page 344: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

344

bu biçimde yarar sağlayacak bir kanaatle tepki gösterdiler. Dean Thornton, Boeing’in ticari uçak üretiminden sorumlu başkan olarak, Boeing’in ayda kırkbeş elli yolcu uçağı çıka-rabileceğini, ancak bunları üretmesi halinde sadece yarısını satabileceğini esefle kaydediyordu. “Bu yüzyıl sona erme-den işler daha iyiye gitmezse, büyük bir risk almış olmaz mıyız? bu sorunun yanıtı, evettir” diyordu Thornton. Bununla birlikte, “dramatik bir iyileşme, 180 derecelik bir dönüş” ol-masa da, işlerin daha iyiye gideceğini umuyordu.

Bu arada fazlalar sermaye göçünün ardında itici bir güç oluşturdu. Çokuluslular, kısmen sürekli aşırı kapasi-tenin yarattığı riskleri dengelemek için üretimi yeni yerle-re (ileri ekonomiler dahil) taşıdılar. Yeni bir yer daha etkin teknoloji kullanımı sağlayarak ya da daha ucuz işgücü istih-dam ederek ya da korumacı ithalat engelleri ihtimalinden kaçarak ya da hızlı gelişen bir pazarı sömürmek için ulusal bir endüstriye kanca atarak, şirketlerin piyasa konumlarını korumalarını sağlayabiliyordu. Zamanla bütün bu güdülen-melerin net etkisi, endüstriyel yapıların, eski yerlerden yeni yerlere, yüksek ücretlerden düşük ücretlere doğru dereceli ve coğrafi kayışı oldu.

Örneğin, ABD çelik endüstrisi 1995’te gelişiyordu. Sek-tör modernleştirilmişti ve tam kapasiteye yakın çalışıyordu; ama gene de, yirmi yıl önceki zirve noktasından yaklaşık üçte bir oranında daha küçüktü. Japonya’nın çelik üretimi-de daralıyordu. Çelik endüstrisi evreler halinde, Kore, Tay-van, Hindistan, Brezilya ve en önemlisi Çin’e taşınıyordu. Bu geçiş genellikle temel bir endüstrinin doğal evrimi olarak görüldü (eğer Amerikalı bir çelik işçisi değilseniz!). Süreç ba-zıları için tahripkâr, ancak yüzyıllardır sürüp giden endüstri tarihiyle oldukça tutarlıydı.

Ancak, aynı genel trend gerek temel gerekse ileri en-düstrilerde yer alan pek çok sektörde gözlemlendiği zaman, içerimlerin özümlenmesi daha da zorlaştı ve uzun vadeli gelişim için daha tehdit edici hale geldi. Moda haline ge-len fütüristik anlayış, daha zengin ulusların imalat işlerin-den vazgeçmelerini öngörüyordu. Bu ulusların halkları, işin daha temiz, daha ödüllendirici olduğu, daha az kas gücü daha çok beyin gücü gerektirdiği bir post-endüstriyel çağa, öne ve yukarıya doğru hareket edeceklerdi. Bu neşeli viz-yona ayrılan geniş literatür, halkların ya da ulusların çoğu-nun buna inanmalarını ya da bu olası sonuçları hoşnutlukla karşılamalarını sağlamayı başaramadı. Amerikalılar ya da

Page 345: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

345

Avrupalılar kendi imalat endüstrilerinden vazgeçmeleri ha-linde, bunun yerine tam olarak ne koyacaklardı? Yirmi yıldır, bu sorunun yanıtının, pek çok insan için artan işsizlik riski, azalan ücretler ve yarım gün çalışma olduğu görüldü.

Serbest piyasa iktisatçılarının anlayamadıkları küre-sel çıkışsızlık bir bakıma buydu. Teorileri gerçeklikle örtüş-müyordu. Yoksul uluslar çelik endüstrisi ya da oto sektörü, uçak ya da elektronik sanayi edinmek için özel çaba har-cadıkça, zengin ulusların yurttaşları ve hükümetleri bütün bunları kendi ellerinde tutmak istediler. Böylece kapasite fazlası, hızlanan küreselleşmenin bir işlevi olarak, daha tahripkâr sonuçlara yol açacak şekilde büyümeye başladı.

Herkesin serbest piyasa teorisini benimsemesi ve kendi kaderini kabul etmesi halinde, piyasalar çaba gös-termeksizin dengeye ulaşabilirdi. Küresel endüstriyel yapı, çokuluslu şirketlerin piyasa gerekleri temelinde azami üre-tim etkinliğini sağlamak için herhangi bir yere yeniden yer-leştirilebilirdi. Ancak insanlar kendilerini ilgilendiren somut sonuçların teorisyenlerin vaatlerinden çarpıcı biçimde farklı olduğunu gördüklerinde soyut teorilere genellikle boyun eğ-miyorlardı.

Arz fazlasının tarihsel belirtileri gözle görülecek kadar açıktı, ancak yetkililer bunu görmüyorlardı. Belki de işler yö-neticilerin düşündüğü gibi yoluna girer. Ancak yirminci yüzyıl tarihi biriken fazlaların genel bir çöküşe götürebileceğini de öğretmiştir.

Ortodoks anlayışı paylaşmayan Kanadalı bir iktisatçı Waterloo Üniversitesi’nden J. H. Hotson durumu şöyle özet-liyordu: “Büyük depresyon yıllarının akıldışılığı zamanımızda bir kez daha görülmektedir. Krizli bir yetersiz talep dünya-sında, her firma, endüstri ve ulus, rekabetçi deflasyonla kendini kurtarmaya çalışmaktadır. Bazıları, maliyetleri dü-şürerek ve verimliliği artırarak bu mücadelede “kazanmayı” başarabilir. Ne var ki, kazananlar çoğaldıkça kaybedenlerde çoğalacağı için, bu bir olumsuz toplam oyunudur.”

Emekliye ayrılmadan önce IBM strateji müdürü olan Peter Schavoir, kendi alanında benzer bir kasvetli durum gören ve sistemin bütünü için endişelenen bir yöneticiydi. Şöyle diyordu: “Uzun bir süredir, kapasitenin çok fazla oldu-ğunu ve sonuç olarak bilgisayar endüstrisinde para kaza-nan çok az insan olduğunu düşünüyor ve endişeleniyorum. Öteki endüstriler için de aynısı geçerli. Hepsi para kaybedi-yor. Bilgisayar endüstrisi de aynı durumda. İnsanlar hâlâ bu

Page 346: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

346

alana akın ediyorlar. Bir süre için korunmuş bir yer bulmala-rı halinde, IBM ya da Uniys kayıplara uğrarken, kendilerinin para kazanabileceklerini düşünüyorlar.

“Beni yanlış anlama. Rekabete inanırım, ancak reka-bete çok fazla gömülürsen ve sorun sadece fiyat, fiyat, fiyat olursa, suyun yüzünde kalman zorlaşır. Süreç içinde işini kaybedenler, eski duruma dönemezler. Bütün bu malların emek olmadan üretilmesi halide fazla etkin olamazsın; çün-kü kimsede satın alacak para olmaz.”

Bölüm İçi Ek 4*** Boeing 777 Üretimi ve Çin

Seattle’daki Boeing şirketi, dünyanın en önde giden geniş gövdeli ticari uçak imalatçısı ve Amerika’nın bir numa-ralı ihracatçısı olarak zor bir ikilem yaşamaktaydı. Şirketin küçülmekte ve aynı zamanda ısınmakta olduğu görülüyor-du.

Boeing’in ülke içinde yaptığı üretimin büyük bir bölü-münün yerleştiği Puget Sound civarında istihdam, 1980’ler-de, uçak imalatında meydana gelen ısınmanın çöktüğü 1990’dan beri şirket çapında 50.000 iş kaybıyla dramatik biçimde daralmaktaydı. Şirket üçte bir oranında küçüldü ve binlerce çalışana yol verilmesi planlandı. Bu arada yönetici-ler toplam maliyetleri %25 oranında indirmek gibi somut bir hedefe ulaşmaya çalışıyorlardı.

Ancak, temel göstergelere bakıldığında, Boeing’in ısın-maya devam ettiği görülüyordu. Kârlar 1.5 milyar dolara ulaştı ve artışını güçlü biçimde sürdürdü. Boeing’in farklı modellerden oluşan parlak menüsünün dünya uçak satış-larının %60’ını, hatta daha fazlasını oluşturduğu öne sürü-lüyordu. En yeni ürünün, 320 koltuklu 777’nin üretimine 150 firmanın siparişlerini karşılamak üzere Mayıs 1994’te başlandığı ve her bir uçağın fiyatının 116 milyon doların üze-rinde olduğu açıklandı. United Airlines, McDonnell Douglas

***Kaynak: Greider, Tek Dünya, s. 163-178

Page 347: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

347

ve Airbus’un sunduğu rakip model, “üçlü yedi”den otuzdört adet sipariş etti. Üç Japon havayolu şirketi -ANA JAL ve JAS- bunlardan otuz iki adet satın aldı. Korean Air Lines ve Thai Airways her birinden sekiz adet istedi. China Southern ve Cathay Pacific on yedi adet satın aldılar.

Boeing gelecekte Çin’e 5 milyon dolarlık yeni bir pa-ketin satılacağını duyurduğu zaman, Başkan Clinton, şirke-ti, Beyaz Saray’da kişisel olarak kutladı. Başkan, bu geliş-menin, kendi yönetiminin izlemekte olduğu atılgan ticaret politikalarının bir göstergesi olduğunu söyledi. Herhangi bir şirkete “ulusal şampiyon” denilecekse, bu ismi Boeing’in hakettiği kesindi.

Ancak bu haberler, Seattle’a dönen ustaları ve mühen-disleri, ki uçakları yapanlar onlardı, pek sevindirmedi. Daha önce yaşadıkları için, uçak üretim ve istihdamındaki ısınma ve kırılma çevrimlerini çok iyi biliyorlardı. Bu kez tanık olduk-ları durum çok farklı ve endişe vericiydi: Boeing’in imalat faaliyetlerinin başka kıyılara, başka fabrikalara aktarılması evreler halinde ve sürekli olarak tırmanıyordu.

Şirket, Boeing’in Kansas-Wichita fabrikasında üretilen en popüler modeli olan orta menzilli 737’nin kuyruk bölüm-lerinin tamamının kısa süre içinde Çin’de de imal edilece-ğini duyurdu. Çin fabrika ve dökümhaneleri en az on yıldır bazı Boeing uçaklarının küçük parçalarının -kargo kapıları ya da motor payandaları- imal etmekteydi, ancak bu, imalat sürecinde büyük bir sıçramayı ifade ediyordu. Boeing, 737 imalatı için yeni bir dış bölge aradıklarını ilan ettiği zaman, kuyruk bölümünün sadece yüzde birinin Çin’de imal edile-ceği, böylece ABD’de iş kaybı olmayacağı söylendi. İki yıl sonra Beijing, Boeing’in anlaşmayı binbeşyüz uçağın kuy-ruk bölümlerini kapsayacak şekilde genişlettiğini ilan etti. Resmi haber ajansı, “Çin havacılık endüstrisinin tarihinde görülen en büyük sözleşme” diye övünüyordu. Boeing bu duyuruyu onayladı.

Aslında Boeing Çinli yetkililerle bazı 757’lerin montajı konusunda pazarlık yapmaya başlamıştı. Bu fikir terk edildi-ğinde, görüşmeler esas olarak Asya’da, muhtemelen Çin’de imal edilecek, Boeing’in diğer modellerinden daha küçük yeni bir 100 koltuklu bölgesel jet uçağı üretmek için eski düşmanlar -Çin ve Japonya- arasında eşgüdüm sağlayacak bir konsorsiyum kurma olasılığına kaydı.

Daha da rahatsız edici olan, Boeing’in öteki ülkelerin azalttığı bir şeyi Çin’de yapma kararıydı: 600 milyon dolar

Page 348: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

348

sermaye ile merkezi Beijing’de olan, dışarıdan sübvanse edilen bir Boeing China kurmak. Bu, Boeing uçaklarının bü-yük ya da küçük parçalarının, İrlanda ve İtalya’dan Güney Kore ve Brezilya’ya, özellikle de Japonya’ya kadar değişen yabancı üreticilere teker teker aktarıldığı süreçte önemli bir adım olacağa benziyordu.

Everett fabrikasında gerçek boyutlarda modeller Lois I. Holton, “Elbette korkuyoruz, inanılmayacak kadar korku-yoruz.” diyordu. “İnsanların, bütün bu işler yabancı ülkelere aktarılmamış olsaydı hâlâ Boeing için çalışıyor olacaktım, dediklerini işitiyorum.”

On beş yıldır Boeing’in Seattle merkezinde çalışan June Moen, “utanç verici” diyordu. “Bu teknolojinin büyük bir bölümü, vergi mükelleflerimizin savunma alanına aktar-dıkları gelirlerle karşılandı ve şimdi Boeing tam tersini yapı-yor ve bu teknolojiyi başka ülkelere aktarıyor. Everett’tekiler makineleri fabrikadan söküp Kore’ye gönderiyorlar.”

“Ve işler de onlarla birlikte gidiyor” diye ekliyordu. Boeing’in Renton montaj fabrikasında çalışan genç tasa-rımcı Mark A. Blondin. “Bir gün Japonlar ve Koreliler kendi uçaklarını yapmaya başladıklarında, Boeing bize dönüp şöy-le diyecek: Siz işçiler, takım oyuncuları olsaydınız ve daha çok taviz verseydiniz, bu olmazdı. Göreceksiniz işçiler ve sendikaları suçlayacaklar.”

Boeing çalışanları kendi fabrikalarındaki rahatsız edici trendi görebiliyorlardı. Boeing’in özgün zaferi -1950’lerde atılım yapan 707- bütünüyle Amerika’da gerçekleştirildi ve Boeing’in ABD hava kuvvetleri için geliştirdiği askeri tasarı-mın ikiziydi. Onu izleyen 727’nin sadece %2’si yabancı içe-rikliydi. En çok satan 737’nin %10’undan daha azı dışarıda yapıldı. 1980’lerin başında üretilen 767’de bu oran %15’e ulaştı. 1994’te tezgâha konulan yeni “üçlü yedi”nin %30’u dışarıda yapıldı; Japonya’nın payı %21 idi.

Mitsubishi Heavy Industries, Kawasaki ve Fuji, finans-man ve tasarımı 5 milyar doları bulan 777’lerin “risk payla-şan” ortakları olarak tescil edildiler. Japonya’daki beş yüz iş istasyonu Seattle’daki Boeing tasarım merkeziyle sürekli bağlantı halindeydi.

İkiyüz Japon mühendis 1991’de eğitim görmek üzere Boeing merkezine geldi. Bu yakın ilişki bir proje mühendi-sinin protesto niteliğinde istifasına yol açtı. Teknoloji pay-laşımı, “Boeing patentlerinin büyük bir bölümünün evreler halinde Japonya’ya aktarılmasına kaçınılmaz biçimde yol

Page 349: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

349

açacaktı.” Bir Boeing mühendisi, adı açıklanmayan bir MIT profesörüne böyle diyordu. “Airbus’ı dışarıda tutmanın ve donanıma kalite kazandırmanın ödenmesi gereken fiyatı bu.”

Çalışanların endişeleri, Amerika’nın öteki ticari uçak üreticisi, McDonnell Douglas’ın verdiği uğursuz bir örnekle derinleştirildi. Zemin kaybeden McDonnell’in süreç içinde aile mücevherlerini satmakta olduğu görüldü. 1980’lerin ortalarında, McDonnell Douglas Çin’e bir montaj fabrikası vermeyi kabul etti: Shanghai Aviation, Çin pazarı için tasar-lanan ve içeriğinin büyük kısmı Birleşik Devletler’de üretilen iki düzine MD-80 uçağının montajına başlayacaktı. Başlan-gıçta yapılan vaatlere rağmen, bu uçakların beşi ABD pa-zarına satıldı. 1993’te düşük fiyatla TWA tarafından satın alındı.

McDonnell Douglas 1994’te yirmiden fazla uçağın or-tak üretimi için yapılan anlaşmayı yenilediği zaman, montaj işi California-Long Beach’e geri döndü, Ancak Çin uzun vade için daha iyi şartlar talep etti ve bunları kazandı: 2000 yılın-da bu yeni uçakların %85’i Çin yapımı olacaktı. McDonnell Douglas umutsuz bir vaka haline geldi; küresel pazardaki payı %10’a düştü ve endüstrinin büyük bir bölümünün so-nunda saha dışı kalacağı görüldü. Bu arada şirket kendisini yabancı girişimlere sunuyordu. Küresel hırslarına rağmen sadece bir kabuk şirket olan Taiwan Aerospace bu durumu değerlendirmeye karar verdi; Taiwan, British Aerospace’in bir bölümünü satın aldı.

Aslında, Moskova’dan Hamburg ve Beijing’e kadar uçak endüstrisi, bu türden küreselleşen ortaklıkların özel tartışma merkeziydi. Buralarda, yeni pazar payları karşılı-ğında birlikte üretim yapacak hükümetler ve şirketler farazi tasarımları görüşüyorlardı. McDonnell’ın Çin’deki başkanı Peter K. Chapman New York Times’tan Patrick Tyler’a amacı şu sözlerle açıkladı: “Ortaklarımıza para kazandırmaya ça-lışıyoruz. Öteki ülkelere iş teknoloji sağlamak zorundaysak, harekete geçer ve bunu yaparız.”

Asya pazarına ek olarak, tüketici değil rakip bir üreti-ci olarak Rusya da zihinleri meşgul etmekteydi. Rusya’nın uçak endüstrisinin düşük maliyetli bir rakip olarak dünya pazarına girmesi halinde, pazar ortaklarını zarara uğratma ve dünya çapındaki fazlalara katkı yapma potansiyeli muaz-zam olacaktı. Boeing gibi yerleşik oyuncular işbirliği yapma-ya çalışıyorlardı. Bu amaçla Moskova’da bir teknik merkez

Page 350: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

350

açtılar. Pratt&Whitney, %25-50 oranında daha ucuz, 300 koltuklu bir Rus jet uçağı için motor yapıyordu. Amerikan şir-keti, U.S. Export-Import Bank’ı Aeroflot’un projesine 1 milyar dolar tutarında bir kredi desteği sağlamaya ikna etti.

Uçak endüstrisinde yaşanan bu gelişmeler, iş dünyası-nın ve hükümet liderlerinin serbest ticaretin yararları ve bu-nun nasıl gerçekleştirileceği konusunda verdikleri vaazlarla çelişiyordu. Büyüyen küresel ticaret bütün ulusları refaha kavuşturacak deniliyordu bu vaazlarda, çünkü serbest piya-sa fiyat etkinliğini ödüllendirirdi. Bu nedenle, zaman içinde satışlar, her biri ister tekstil ister otomobil olsun en iyi ürete-bildiği şeyi en düşük maliyetle üreten uluslara yönelecekti. Bu doğruysa, ticari uçaklar neden göç ediyordu?

“Bu pek mümkün değil” diyordu, Amerikan Makinistler Sendikası’nın uluslararası işler temsilcisi Barbara Shailor. Savunma sanayiinde büyük bir güç kaybına uğrayan Ulusla-rarası Makinistler ve Uzay Araçları İşçileri Birliği (IAM) ticari uçak alanındaki aşınmayı engellemek için harekete geçiyor-du. “Ücretlerin düşük olduğu ülkelere taşınan gömleklerden ya da ayakkabılardan söz etmiyoruz” diyordu Shailor. “Dün-yanın en ileri imalat teknolojisinden söz ediyoruz. Unutma-yın, bunlar yüksek beceri gerektiren, geleceğimizi belirleyen ve küresel ekonomi içinde bizi kurtaracağı düşünülen işler-dir, şimdi bunlar da gidiyor.”

Uçak endüstrisi, küresel gerçekliğe öteki sektörlerden daha iyi bir pencere açtı, çünkü bu alanda yaşanan göç, standart mukayeseli ücret düzeyleri ya da teknoloji yarı-şında hangi şirketin yüksek düzeyi tutturduğu meselesiyle açıklanamazdı. Boeing şimdiki halde tartışmasız biçimde en iyisiydi. Bu şirket, saat başına makinist ücretinin 20 do-lar olduğu, dünyanın en etkin düşük maliyetli üreticisiydi. Boeing ürünlerinin ve özellikle tasarım yeteneklerinin eşi yoktu. İktisatçının mukayeseli avantaj mantığının dünyaya hakim olması halinde, Boeing dünyanın jet uçaklarının hep-sini imal edebilirdi.

Ve bu yüksek teknoloji gerektiren işlerin artan göçü veri alındığında, iş eğitimi üzerine verilen o bildik konferans-lar gülünç denecek kadar naif bir tını taşıyordu. Amerikan işçileri, küresel ekonomi içinde ayakta kalabilmek için be-cerilerini geliştirmek zorunda olduklarını tekrar tekrar ifade ettiler; Clinton yönetimi bu yüce nosyonu iktisadi stratejinin temeline yerleştirmişti. Ancak Boeing makinistleri ve mü-hendislerinin daha yüksek teknolojik beceriye ihtiyaçları

Page 351: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

351

yoktu; onlar küresel endüstrinin en ileri iş gücünü temsil ettiklerini biliyorlardı. Onların on binlercesi, çoğu sürekli ol-mak üzere işlerini kaybediyorlardı. Küresel bağlamda Bir-leşik Devletler’in çok sayıda yetenekli uçak işçisine sahip olduğu bir gerçekti. Gelecekte bunların azalacağı kesindi.

IAM, yeni iş sözleşmelerinde iş güvencesinin garanti edilmesi için Boeing’e baskı yaptı. Ancak sendika Boeing’in işgücünü giderek küreselleştirmesine yol açan ticari anlaş-malar karşısında ABD hükümetinin takındığı pasif tutuma da meydan okudu. Makinistler bazı kışkırtıcı sorular soru-yorlardı: Birleşik Devletler serbest ticarete bu kadar bağlı değilse, Amerika’yı en iyi iş alanlarından yoksun bırakan bu kuralsız anlaşmalara nasıl izin veriyordu? Başkan Clin-ton bu anlaşmaları neden övüyordu? Neden ABD’li vergi mükelleflerinin bu türden işlemleri sübvanse etmeleri is-teniyordu? Kamu, Eksport-Import Bank’ın sağladığı düşük maliyetli finansmanla Boeing’in ve diğer çok ulusluların satı-şına yardımcı oluyordu. Hükümetin kredi kurumu Amerikan endüstrisinin bu işlemlerle boşaltılmasını sorgulamıyor ya da gerçek şartları bilmiyordu.

“Dağın yamacına doğru uçuyoruz,” diye uyarıyordu IAM Başkanı George Kourpias. “En iyi işlerimizi ve endüstriyel sırlarımızı elden çıkarmaya devam edersek, felakete doğru gideriz.”

Boeing şirketinin bütün bunlara bir yanıtı vardı: Şirket yöneticileri teoriden çok gerçeklikle uğraşmaya çalışıyor-lardı. Şirket stratejisi, zor durumda yeni satışlar yapmak ve pazar payını savunmak ve, evet, pek çok Amerikan işini ola-bildiğince elde tutmak için ne gerekiyorsa onu yapmaktay-dı. Ancak bu, işi müşterilere paylaşmak anlamına geliyordu. Boeing’in ticari uçak grubunun yakınlarda emekliye ayrılan başkanı Dean D. Thornton alışverişi çok açık biçimde betim-ledi: “İnsanların anlamaları gereken şey şudur ki, bir şeyin %60’ı, hiçbir şeyin %100’ünden çok daha iyidir.”

Everett’teki dev montaj tesisi, sanayi dünyasının hari-kalarından biriydi ve görünüşü de güzeldi. Fabrika, imalat faaliyetini gerçekleştirdiği doksan sekiz dönümlük bir alanı tek bir dam altında toplamıştı ve yeryüzünün en büyük bina-sı olduğu söyleniyordu. Tavan, zeminden on kat yükseklik-teydi ve çelik bir örümcek ağını andıran açık yeşil putrellerle kaplıydı. Yeşil vinçler bu şebeke boyunca çeşitli yönlere ha-reket ediyor, kanat ya da kuyruk bölümlerini oluşturan çe-şitli parçaları ince, uzun yivler üzerinde taşıyordu. Binanın

Page 352: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

352

üstünde hareket halinde kırk adet vinç vardı. Bunlar 747, 767, 777 olarak bilinen geniş gövdeli uçakların inşasını tıp-kı bir orkestra gibi yönetiyordu.

Boyutlar etkileyiciydi. Tavandan bakıldığında, dev uçaklar parlak oyuncaklara benziyordu. Bağlantısız gövde levhaları, ön ve arka bölümler, burun konileri, kuyruklar ve kanatlar erken gelişmiş bir çocuğun birleştirmesi için imal edilmiş bir model uçak kitinin parçalarını andırıyordu. Her yedi günde bu parçalar, aşağıdaki insanlar tarafından ayar-lanan ve hızlandırılan sarı vinçler tarafından metodik ve mu-cizevi biçimde bir araya getiriliyor; kanatlar ve orta bölüm gövdeye ekleniyor, elektronik aksam döşeniyor ve jet mo-torları yerlerine yerleştiriliyordu. Her hafta ağırlığı 400 tonu bulan yeni bir uçak üretiliyordu.

Zeminde farklı bir perspektif vardı. İşçiler imal ettikleri şeyin yanında cüce gibi görünüyorlardı. İnsanlar düzinelerce bilgisayar tasarım istasyonundan aldıkları planları bisiklet-le bir yerden diğerine taşıyorlardı. Bir 777’nin burun bölü-mü, onun hassas alüminyum derisi, yanar döner bir mavi tabakayla korunuyordu. Arkada, bir kanat, onu iki yanından dikkatle tutan dört makinist tarafından taşınıyor ve çerçe-veye rahatça oturtuluyordu. Otomatik perçin makinesi, iki kat yükseklikten aşağıya doğru iniyor ve isabetli vuruşlarla, neredeyse hiç ses çıkarmadan birleştirme işlemini tamamlı-yordu. “Üçlü Yedi”, milyonlarca perçini saymazsak, 132.000 parçadan oluşuyordu. Boeing çalışanlarının sık sık belirt-mekten hoşlandıkları gibi, sadece ekonomik sınıfın oturma bölümü, ilk uçuşunu 1903’te Kitty Hawk’ta yapan Wright Brothers yolcu uçağından daha uzundu.

Bazı durumlarda teknoloji, en azından insanda yarat-tığı duygular bakımından, sanatın eşiğine yaklaşabiliyordu. İnsan Everett gibi bir sanayi sitesinin işleyiş biçimini özel bir haz almadan izleyemiyordu. Bu süreçler, hata kabul etme-yen, karmaşık ve devasa bir gücü, montaj işçilerinin has-sas elleriyle birleştiriyordu. Her şeyi mükemmel biçimde bir araya getirme eylemi, kuşkuculara dersini veren ve sanayi toplumunun kendisine ilişkin iyimserliğini doğrulaması ge-reken bir büyük başarıydı. Fabrika, insanoğlunun, özellikle hassas mühendislik alanında cesaretle sergilediği yetenek-lerin olağanüstü boyutlarını gözler önüne seriyordu.

Everett tesisi ileri imalatın uluslararası karakterini de somut biçimde ortaya koyuyordu. Yönetim, bir uçağı inşa etmiyor, yüzlerce iç ve dış kaynaktan akan parçalara eş gü-

Page 353: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

353

düm sağlıyordu. Zemindeki, iniş takımı kapaklarını içeren tahta sandıkların üzerinde Belfast-İrlanda yazısı okunuyor-du. Metal bir rafın üzerindeki dış kanat flaplarının üzerin-deki etiket, bu malzemenin, Alenia-İtalya’dan geldiğini gös-teriyordu.

777’nin gövdesi yolculuğa Japonya’dan başlıyor, Mit-subishi tarafından Nagoya’dan Puget Sound’a gemiyle taşı-nıyor, burada Tacoma’dan gelen parçalarla birlikte Everett limanına mavnalarla naklediliyor, tasnif edildikten sonra vagonlarla fabrikaya getiriliyordu. Kanatlar Kore’den, dü-menler Avustralya’dan, arka bölümler Brezilya’dan, ana iniş takımları Kanada ve Fransa’dan, uçuş bilgisayarları Birleşik Krallık’tan geliyordu vb.

“Uçak satışlarını sürdürmek istiyorsanız misillemeyi sürdürmeniz gerekir” diyordu, bir Boeing orta kademe yöne-ticisi. Montaj parçaları yabancı üreticilere dağıtılıyordu. Bu-nun nedeni parçaların başka yerlerde daha iyi ya da daha ucuz imal edilebilmesi değil, pazarın bunu talep etmesiydi.

“Başka seçeneğiniz olduğunu sanmıyorum” diyordu Dean Thornton. “Bu seksi bir iş herkes girmek istiyor. Diş macunu gibi değil ve bu endüstride dünya çapında muaz-zam bir fazla var. Demek ki sizi bu yönde iten baskılar var.”

Boeing’in planlama ve uluslararası gelişmelerden so-rumlu kıdemli başkan yardımcısı Lawrence W. Clarkson, “Onların sırtını sıvazlıyorum” diyerek durumu açıklıyordu. “Bu pazarlara girebilmek için bu ülkelerde iş yaratmak zo-rundayım. Ancak eşitliği sağlamak için yapmaya çalıştığımız şey, buradaki işleri korumaktır. Çin ya da Japonya’yla neler yapıldığını açıklamak çok zor değil.

“Ancak geleceğe baktığımda çok zor bir sorun görüyo-rum. Çok sayıda ABD firmasıyla mı, yoksa daha çok ulusla-rarası firmalarla mı iş yapacağız. Bunun yanıtını bilmiyorum, ancak açıktır ki, ABD firmaları beni herhangi bir pazara ta-şımıyor.”

Amerikan jet uçağı piyasası bugüne kadar en büyük piyasa olmaya devam etti, ancak Boeing denizaşırı satışla-ra gittikçe daha bağımlı hale geldi. “727’nin en parlak ça-ğında, pazarımızın belki de %75’i içteydi” diyordu Clarkson, “Fakat şimdi Boeing’in uluslararası satışları %60 civarında arttı. Biz bir ABD, hatta bir Puget Sound şirketiyiz, ancak bu yolda devam edersek bir numara olmaya devam edebi-lir miyiz? Denizaşırı ülkelerde yapmak zorunda olduğumuz şeyi yapacağız, çünkü piyasaya girmek için bunu yapmaya

Page 354: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

354

mecburuz.”“Sıvazlamak,” ulusların, öncü teknoloji gerektiren ve

birinci sınıf endüstriyel işler sağlayan ürünler, değeri yüksek mallar imal etme tutkusuydu. Başkaları da yapmayı öğren-dikleri zaman, Amerikalılar dünyanın en geniş gövdeli uçak-larını neden yapsınlar? Alman bankerlerden Koreli pirinç çiftçilerine kadar herkesin jet uçaklarıyla seyahat ettiği bir sırada, Amerikalılar bütün işe (ve kâra) neden tek başlarına sahip olsunlar?

Bu soru ilk önce, 1960’larda hükümet finansmanlı bir Alman, Fransız, İngilz ve İspanyol şirketleri konsorsiyumuyla (Daimler’in DASA’sı, Aerospatiale, British Aerospace ve İs-panyol CASA) Airbus endüstrisini kuran Avrupalıların önüne geldi. Amerikalıların başlangıçtaki kuşkucu tutumlarına rağ-men, Airbus, McDonnell Douglas’ın zararına dünya piyasa-sının %30’unu ele geçirerek görülmemiş bir başarı kazandı ve hâlâ büyümeye devam ediyor.

Bir sonraki giriş, saldırgan biçimde sektörü hedefleyen Japonlar tarafından yapıldı. Bu kez Asya’nın geri kalan kıs-mı, Çin, Kore ve Tayvan, hatta Endonezya ve Malezya gibi fazla güçlü olmayan oyuncular da pay talep ediyorlardı. Öteki ulusların bakış açısından, piyasaya giriş pazarlığı sü-reci, ABD savunma bütçesinin Amerikan şirketlerinin sanayi temeli oluşturulmasına yardımcı olduğu savaş sonrası on yıllar içinde hakimiyet kuran Amerikan tekelinin küçülmesi anlamına geliyordu.

Boeing bir satış yapmak üzere olduğu zaman işlemler fiilen gerçekleştiriliyordu. Satış fiyatının bir kısmının katma değer sağlayan ürünün bir bölümünün paylaşılması ya da satıcı ülkeden başka malların alınmasıyla “dengelenmesi” gerektiği, resmen ya da gayri resmi olarak bildiriliyordu. Bu dengeleme uygulaması askeri satışlar alanında, yoksul bir ülkeye yeni silahların bedelini sağlam parayla ödenmesi için yardım edilmesi biçiminde, on yıllar önce başarmıştı ve şimdi de devam ediyordu. Ticari anlaşmalar, bilinen ticari şartları ihlal ettikleri için yeterince açık değildi.

“Çin’de farklı oyuncular var” diyordu Clarkson. “Çin hava yolları Boeing uçaklarını satın almak istiyor, ancak bize öteki adamları memnun etmemiz gerektiğini, aksi hal-de uçaklarımızı alamayacaklarını söylediler.” Öteki adamlar Çin’in dört büyük uçak imalatçısıydı. Görünüşte söz konu-su olan özel bir iş muamelesiydi, ancak şartlar nihai ola-rak Beijing’teki merkezi hükümet tarafından belirleniyordu,

Page 355: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

355

çünkü ithal uçak satın almak için gereken döviz rezervleri hükümetin denetimindeydi. Bu sistem Asyalıların icadı de-ğildi; Çinliler, Avrupa ve Amerikan ticaretinde uzun süredir görülen uygulamaları taklit ediyorlardı.

“Dengeleme, kötü bir sözcük, GATT’a ve pek çok an-laşma maddesine ters düşüyor, ancak hayatın bir gerçeği” diyordu Thornton. “Yirmi yıl kadar önce Kanada ve BK gibi yerlerde olurdu böyle şeyler, tamamen açıktı ve küsuratlarla ifade edilirdi. ‘Sattığınız değerin %20’si kadar satın alacak-sınız’ denirdi. Ya da %21 ya da buna benzer bir şey. Askeri satışlarda hâlâ geçerlidir. Ticari bakımdan, yeterince açık olmadığı için yasal değildir.” Bununla birlikte, Clarkson, Çin-lilerin daima alışveriş için “yazılı belge” istediklerini söylü-yordu. “Bu durumda elinizdeki, yapılan anlaşmaya (denge-leme) göndermede bulunan bir satış sözleşmesidir.”

Dengeleme terimi anlaşmadan anlaşmaya dalgalı bir seyir izliyor ve normal şartlarda gizli tutuluyordu, ancak Boe-ing, son yıllarda, hem gelişmekte olan, hem de olgun ekono-milerden sipariş kazanmak için toplam değerin %20 ile 23 kadar dengeleme yapmıştır. Ticari uçaklar bölümü başkanı olarak Thornton’un yerini alan Ron Woodard şöyle diyordu: “Korelasyon açıktır: İş plasmanı aksi halde giremeyeceğimiz pazarların açılmasını sağlamıştır.” Aksi halde giremeyeceği-miz pazarlar: Dean Thornton’un “hiçbir şeyin yüzde yüzü” derken kastettiği buydu.

Japonya, Boeing’in ticari işlemlerin ülke içindeki is-tihdamı nasıl ayakta tuttuğunu gösteren başlıca örneğini oluşturuyordu. Japonya’nın üç büyük hava yolu şirketi 747 ve 767’nin en büyük müşterisi idi. Bu şirketler 777’den de önemli miktarda sipariş vermişlerdi. “Kâğıt üzerinde Japon hava yolu şirketlerinin Japon endüstrisi ile ortak program-larımız olduğu için bunu yapacağını söyleyen hiçbir şey yoktur,” diyordu Clarkson. “Ancak Japon kültürünün baş-lıca arzusunun uyum, Japonca wa olduğunu biliyorsanız, Japonya’yı yeterince tanıyorsunuz demektir. Bu hava yolu şirketleri, kendi kardeşlerinin var güçleriyle imal ettikleri uçakları satın alacak yerde, dışarı gidip rakip uçaklardan sipariş ederlerse, bu bir fuwa, “uyumsuzluk” yaratacaktır.

Boeing’in paralel hedefi Japonya’yı kendine ait ticari uçak üretme kararından korumaktı. Bu hedef, teknolojik bakımdan bunu yapabilecekleri düşünülen Japon sanayici-leri tarafından sık sık ifade edilmiştir. “Japon endüstrisini ve MITI’yi, (Japon Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakanlığı)

Page 356: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

356

rakip olmalarını önlemek amacıyla tatmin etmek için çok çalıştık,” diyordu Clarkson. “Belki de aynı strateji Çin’de de geçerli olacak.”

Boeing-Japon ortak yaşamı MIT siyasetbilimcisi Ric-hard J. Samuels’in sözleriyle, bir “tilki ve porsuk” oyunu haline gelmiştir. Bir Japon sanayi yetkilisi Samuels’e şöyle demişti: “Boeing çok güçlü olduğu için işbirliği yapıyoruz. Onlarla rekabet etmeye çalışmak pek anlamlı değil. Ancak satış ve pazarlamada yer almak istiyoruz. Teknolojik özerk-lik arıyoruz.”

Boeing Asyalı müşterilerine hoş görünmek için öyle-sine sabırsızdı ki, onlar için Amerikan rahatlık ve güvenlik nosyonlarını taşıyan bir uçak bile tasarladı. Birkaç yıl önce Boeing, JAL ve Air Nippon için tasarladığı birkaç 747’yi, sık kullanılan rotalarda çok daha geniş bir oturma kapasitesi ile donattı. Fazla gösterişli olmayan bu uçaklar normalde en fazla 420 olan yolcu sayısını 570’e çıkardı. Bunu yapmak için birbirine daha yakın ve daha küçük koltuklar hazırla-dılar. Bir Boeing işçisi, “uçak değil, sığır vagonu mübarek” diye yakınıyordu. Şirket inkâr etse de, bazı işçiler bana, uçakların hükümetin yönetmeliklerini ihlal etmemek için Birleşik Devletler’den normal konfigürasyonla çıktıklarını, ancak ekstra koltukların daha sonra yerleştirilmek üzere denizaşırı ülkelere gemi ile gönderildiğini anlattılar. Bu, küresel ticaretin standartlara-aşağıya doğru çekerek- nasıl “uyum” sağladığını gösteren bir başka küçük örnekti.

En yeni büyük oyuncu, yani Çin, dünyanın en hızlı büyü-yen uçak pazarı haline geldiği için, diğerlerinden daha katı şartlar talep edebiliyordu. “Çin’de belirli bir uçak fiyatı oranı-nı temel alan çok eziyetli bir karşı ticaret anlaşması yaptık” diyordu Boeing’ten Newton L. Simmons. “Fiyatın %20 ile 30’u kadar yerel satış istiyorlar. Oyun işte böyle oynanıyor.”

Boeing’in ortağı olan Japon imalatçılarda Çin’in den-gelenmesine katkıda bulunmak zorunda kaldılar. “Mitsubis-hi Çin’deki varlığını koruyor ve elektronik ya da somut bir fabrika ya da bir araba işine girerek Boeing’i destekleyebi-lir,” diyordu Simons. Aslında Yen değer kazanarak Japon-ya’daki imalat maliyetlerini yukarı çektiğinde Mitsubishi, 777 ve 767’lerin gövde işlemlerinden bazılarının Çin ya da Endonezya’ya aktarılması için Boeing’ten izin aldı. Bu uy-gulama, üretim takasında üçlü bir oyunu andırıyor; Uçak işi Seattle’dan Nogoya’ya, oradan Shenyang’a taşınmıştı.

Boeing Asya’daki rekabetin kızıştığını gördükçe, oyunu

Page 357: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

357

başka yerlerde sertleştirmeye başladı. Yüzde 10 fiyat kıra-rak başladı ve önemli bir müşteriyi, İsveç’in SAS’ını, zayıf-lamakta olan ABD’li rakibi McDonnell Douglas’tan çaldı. Boeing’in, tek Amerikan üreticisi olmak için geliştirdiği küre-sel stratejinin, McDonnell’ı duvara sıkıştırdığı açıktı.

Bu arada Boeing, Kanada havacılık endüstrisindeki fir-malarına oldukça kaba bir uyarıda bulundu: Kanada daha fazla Boeing uçağı sipariş etmezse, satışların dengelenmesi için kararlaştırılan Boeing alt sözleşme ve işlerini kaybede-bilirdi. Kanada’daki Aerospace İndustries Association’da Kasım 1994’te yaptığı bir konuşmada Ron Woodward Boeing’in bir yıl içinde Kanadalı firmalardan 800 milyon do-larlık uçak parçası satın aldığına, ancak Kanada’ya yaptığı satışların 30 milyon dolara indiğini işaret etti. Başka ülke-lerde diyordu Woodward, 3.5 ve 4 milyar dolarlık uçak sa-tışlarını desteklemek için yerel dengelem üretimine ayrılan miktarın 600 milyon dolar olması bekleniyordu. Kanada Sa-vunma Bakanlığı bir airbus askeri nakliye uçağını Boeing’e tercih ettiği zaman şirketin öfkesi arttı. “Bu durum beni çok kötü etkiledi” diyordu Woodward.

Ve devam ediyordu: “Satışlar ile öteki ülkelerdeki istih-sal arasındaki dengeye yaklaşmak için şimdilerde bir Kana-da yap/satınal incelemesi yürütüyoruz. Başka deyişle Kana-da’daki iş plasmanımız başka yerlerdeki gibi makul biçimde piyasayı temel almalıdır.” Boeing, Kanada’ya kurallara göre oynamasınısöylüyordu. Bu kurallar serbest piyasa kuralları değil, piyasaya giriş kurallarıydı.

Boeing iç ve dış firmalar şebekesine de benzer bir uyarı yaptı: Maliyetlerinizi aşağı çekmeye ve bazı işlerinizi Çin’e aktarmaya hazır olun. Endüstriyel iş göçünün hızlana-cağı görülüyordu. Teksas’taki fabrikasında Boeing için 757 kuyruk bölümü imal eden Northrop-Grumman mesajı aldı ve Çin’deki Chengdu Aircraft Company ile ortak iş yapma kararı aldı.

“Elli yıldır iş yaptığımız firmalar var ve şimdi hepsine üretimlerini Çin’e kaydırmalarını söylüyoruz.” Bu sözler, Boeing’in Çin’deki Xian Aircraft Company’sinin yöneticisi Jim Whitney’e aitti. “Firmalarımıza şunu diyoruz: Enflasyon-suz sabit bir fiyat istiyoruz ve bu, işin (ücretlerin düşük oldu-ğu) Çin’e aktarılması anlamına geliyor. Bunu yapmazlarsa, işi onlardan alır, bizzat aktarırız.”

Airbus yıllarca oyuna girmeyi reddederek bu türden uygulamaları soğuk karşılamıştı. En önemlisi, Airbus kon-

Page 358: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

358

sorsiyumu, Avrupalı siyasetçiler tarafından açıkça bir “istih-dam programı” olarak görülmüş ve hükümetler tarafından önemli ölçüde sübvanse edilmişti. Bu yüzden, Hamburg ya da Toulouse’daki Airbus fabrikalarının Almanya ve Fransız işçilerine kamu parasıyla sağladıkları işleri nakletmek siya-sal bakımdan çok zordu. Amerikan uçak şirketlerinin aksine Airbus kitlesel işten çıkarmalara başvurmadı, ısınma ve çö-küş çevrimlerinden kaçınmak için istihdamını daha ihtiyatlı biçimde yönetti.

Bununla birlikte, rekabet baskısı tırmandıkça Airbus’ta anlaşmalar yapmaya başladı. Avrupalılar kendi dev kapasi-te fazlaları yüzünden zor durumdaydılar ve Boeing’in Japon imalatçılarına el atarak Japonya’yı nasıl kitlediğini görmüş-lerdi. Airbus aynı şeyin Çin’le olmasını istemiyordu. Konsor-siyum, Shenyang Aircraft’la karbon-fiber teknolojisini payla-şarak, Beijing’te 25 milyon dolarlık bir uçak eğitim merkezi kurarak ve bazı parçaların üretimini Çin fabrikalarına dev-rederek fazla önemli olmayan bazı unsurlarını dağıtmaya başladı. Airbus, 1996 baharında üç milyar dolar tutarında 33 uçaklık bir Çin siparişini Boeing’ten kapmayı başardığı zaman, parçaların üretim işini Xian, Shenyang ve Guizhou fabrikalarına verdi. Bu arada Airbus yöneticileri bütün böl-geyi dolaşıyor ve Boeing’i dirsekleyebilecek bir Asya-Avrupa ortak üretimi için fikir geliştiriyorlardı.

Boeing kuşkusuz, aynı zeminde faaliyet gösteriyordu. Asya, şirketlerin ve ülkelerin ortak girişim araştırmaları için imzaladıkları “anlayış memorandumları”nın sayısız versiyo-nuyla doluydu. Almanlar ve Japonlar, Çin’le birlikte yüz kol-tuklu küçük bir uçak inşa edebilirler miydi? Yoksa bu proje-yi Amerikalılar mı kazanacaklardı? Kore’nin öncülüğünde, Çin, Singapur ve Hindistan’ı kapsayan bir Asya konsorsiyu-mu kurulamaz mıydı? 800 koltuklu bir jumbo-jet için herke-sin işbirliği sağlanabilir miydi?

“Çin tarafından imzalanan bir sürü kâğıt parçası var elimizde” diyordu Clarkson. “Bütün bunlar bir açık artırma yürüttüklerini gösteriyor ve oyunu çok dikkatli oynamak zo-rundayız.” Başlangıç anlaşmaları henüz pek anlamlı değildi, ancak daha derin bir çekimin varlığını gösteriyordu.

Uçak endüstrisini meşgul eden soru, Asya uluslarının bir araya gelerek kendi Airbus konsorsiyumlarını oluşturup oluşturamayacaklarıydı. Bunun gerçekleşmesi halinde, Boeing’in sipariş kazanmak için tasarladığı ortak imalat anşlaşmalarının hepsi bir canavar üretecekti: Gelişim ha-

Page 359: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

359

lindeki pazarlara girmeyi başaran ve Seattle’dan öğrendiği şekliyle dünya kalitesinde üretim yapabilecek yeni ve düşük ücretli bir rakip. Bu senaryoda, geniş gövdeli uçakların en-düstriyel coğrafyası, sonunda, elektronik tüketim araçları ya da makine araçlarınkine benzeyecekti.

“Bu hipotetik olarak mümkündür” diyordu Clarkson, “ancak bu, muhtemelen, bizim ve Airbus’un elimizdeki kart-ları nasıl oynayacağımıza bağlı... Kendi plan hedeflerime göre, dünyanın bir yerinde sübvanse edilmiş yeni bir rakiple karşı karşıya kalacağım anlaşılıyor. Bu rakip, Asya’da ola-bilir pekâlâ. Neden olmasın? Stratejimizi test etmek için kullanacağımız senaryo budur, çünkü bu senaryo gerçek-leşebilir. Öte yanda, Boeing elindeki kartları doğru biçimde oynarsa, böyle bir şey olmaz.”

“Sırt sıvazlama”nın küreselleşme stratejisindeki iki ucu keskin ikilemi buydu. Boeing işini ve uzmanlığını Asya-lı müşterilerle paylaşmayı reddederse, Japonya, Çin ya da diğerlerinin tek başlarına hareket ederek kendi uçaklarını yapmaya başlamalarına yol açabilir. Yoksa Boeing’in en-düstriyel işbirlikçileri, başkalarının merdiveni tırmanmasını sağlayarak yeni bir rakibin yükselişini mi hızlandırıyorlardı? “Evet böyle bir risk var” diyordu Thornton. “Ama hayat, ne yazık ki risklerle doludur ve siz elinizden geleni yapmaya çalışırsınız.”

Boeing görevlileri, teknoloji transferi sorununun, Clarkson’un deyişiyle “bir tür hedef saptırma” olduğunu iddia ettiler, çünkü imalat bilgisinin büyük kısmı daha şim-diden geniş çapta dağıtılmış ve ulaşılabilir hale gelmişti. Örneğin Airbus, ABD uzay programlarının geliştirdiği yeni teknolojileri uygulayarak bazı dizayn özellikleri bakımından ileri atılım yapmıştı. Fuji Heavy Industries, bir keresinde Boeing’in “yılın firması” olarak seçilmiş, sonra yön değiştire-rek McDonnell Douglas’a, yapımını Boeing’te öğrendiği göv-de altparçalarını sağlamıştı. Kawasaki, Boeing’ten edindiği tecrübeyle Airbus için bir gövde montaj aracı geliştirdi. Bu Boeing’in kimseyle paylaşmadığı bir teknoloji, benzersiz bir kanat tasarımı metodolojisiydi.

Ancak en büyük giriş engeli muhtemelen teknoloji de-ğil, dev sermaye maliyetleri ve gerçek başarısızlık riskiydi. Bu bakımdan Boeing’in en değerli varlığı bütün tasarım ve üretim sürecindeki ustalığı, yani her şeyi etkin biçimde bir araya getirme yeteneğiydi. Herhangi birinin kısa süre içinde yeni bir Everett montaj fabrikası kurması mümkün görün-

Page 360: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

360

müyor ve Boeing, Tayvan’dan Japonya’ya kadar bütün or-taklarına, boğulmuş bir piyasaya tek başlarına girmelerinin ne kadar riskli olacağı konusunda uyarılarda bulunuyordu. Japonya’nın dünyada hiç kimsenin satın almak istemeyece-ği yeni bir uçak geliştirmek için 10 ila 20 milyar dolar kadar içeri girmesi halinde, bu durum ülke içinde muazzam bir fuwa’ya (uyumsuzluk) neden olabilirdi.

Stratejik rakip riskini gene de dikkate alan Boeing, stratejisinde ek bir kuşatma unsuruna yer verdi: Yeni bir hükümet destekli “Asya Airbus”ının geliştirilmesi kaçınılmaz hale gelirse, Boeing onun bir parçası olmayı amaçlıyordu. Yüz koltuklu bir uçak üretmek için yapılan çeşitli konsor-siyum tartışmalarında açıkça dile getirilmeyen öncül buy-du. Çin ya da Japonya’nın kendi uçaklarını yapmaya karar vermeleri halinde, Boeing ortak olmayı umuyordu. Üretim merkezi Asya’da olacaktı, ancak Boeing bütün tasarım ve yönetim deneyimini masanın üzerine koyabilir, gerçekten çokuluslu olacak bu girişime deneyimli ekip önderliği sağ-layabilirdi.

“Boeing’in büyük bölümüne değil, görece küçük bir yüzdesine sahip olduğu, ancak öteki Boeing uçaklarına çok benzeyen bir uçak yapmak gayet anlamlı olabilir,” diyerek sesli düşünüyordu Larry Clarkson. “Azınlık konumunda ola-biliriz, ancak bu durumda bir yönetim öncülüğü, bir tür so-rumluluk sağlayabiliriz.”

Page 361: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

361

Günümüz kapitalist toplumunu övenler, bize sürekli ola-rak teknik gelişim diye, bilgisayar teknolojilerinden söz ederler. Onlara göre, bu teknolojik gelişim, kapitalizmi alkışlamamızı ve diğer tüm günahlarını da unutmamızı gerektirir. Bu aslında mücadeleye gücü kalmamış, dermansız-evrimcilerin umut ka-pısıdır da. Onlar, sevmedikleri ve insanî açıdan (ne demekse, bu insanî açıdan sözünü her duydukça, Marx’ın, “insana ait her şey kabulümüzdür, şu hümanizm hariç” sözünü hatırlarım) “aksak” buldukları kapitalizmin, aslında tarihi bir gelişim içinde hep kötü olandan oluşmadığını söylüyorlar. Diyalektik olarak da za-ten böyledir. Onca insanı katleden Hitler faşizmi, aynı zamanda modern tıbbın, özellikle de organ naklinin babası sayılmaz mı? Fakat bundan dolayı hiçbir tıp adamının Hitler faşizmini alkış-laması hoş görülemez. Elbette kapitalizm, salt kötüden oluşmaz. Hiçbir şey “salt” kötü veya iyi değildir; ama hiçbir teknik gelişim, kapitalizmin eli altında “iyi” değildir. Kapitalizm buhar makine-sini tam yüz yıl karanlıkta sakladı. Buhar makineleri 1700’lerde bulunduğunda, hayatı değiştirmek ve kolaylaştırmak için dev-reye sokulmadı. Tersine, saklandı; çünkü, buhar makinesi kârlı değildi. O günün üretim ilişkileri, bu aracın sistemin hizmetine girmesine engel olmaktaydı. Ta ki, kârlı olana kadar. Sonrasında ise makine, tek başına insan hayatını kolaylaştırıcı bir güç iken, kapitalistlerin elinde insanı köle eden bir güce dönüştü. Tek ba-şına çalışma zamanını azaltan makine, kapitalistlerin elinde, ça-lışma zamanını uzatan bir araca dönüştü. Tek başına makine, in-san emeğinin doğa üzerindeki zaferi iken, kapitalistlerin elinde daha fazla canlı insan emeğini sömürme aracı hâline gelmiştir.

Atomu parçalamadan atom bombası yapılamıyor. Kapita-list ilişkiler altında atomun parçalanması, atom bombasına dö-nüşüyor.

İletişim Teknolojisi

Page 362: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

362

Burada bir tezimizi tekrarlamamız gerekiyor: Teknolojinin örgütlenmesi taraflıdır, isterseniz sınıf çıkarlarını dile getirir di-yelim. Tarafsız teknoloji, üretim sürecinde mülk sahibi ve ücret-li çalışan karşıtlığının kalkması ile olanaklı olabilir.

Teknolojinin taraflılığı, hem onun kullanım amacına göre şekillenmesini, hem de gerçekte yeryüzüne çıkıp çıkmamasını belirliyor. Diyelim ki, Ford’a kadar otomotiv üretimi işi, uzman işçilerin işi idi. Aslında Ford’un metodu, tekniğin sanayi alanı-na uygulanmasıdır da. Fakat bu, insanoğlunun yararına değil, tersine Ford’un yararına yapılmıştır. Belki de bizim ülkemiz-den örnekler bulmalıyız. Dünyada 20 milyon insanı barındı-ran, dünya ülkelerinin yarısına yakınından fazla nüfusu olan İstanbul’da acaba neden metro yok? Bu acaba, ülkemiz insanı-nın cehaletinin ürünü müdür? Bazı profesörlere sorarsanız, size diyeceklerdir ki, Amerika ülkemizi daha çok sömürseydi, daha iyi olurdu ve onlar bir metro yaparlardı yanıtını alırsınız. Öyle ya onlar, sömürgelerinde “akılsız” davranırlar mı? Fakat işin ger-çeği herkesçe biliniyor. Otomotiv sanayiini geliştirmek ve ABD kültürünü egemen kılmak için, metro yapılmamıştır. Bu yolla, her yıl binlerce ölü verilen şehirler arası otoyollarda tren yeri-ne otobüsler, dev şehir diyebileceğimiz İstanbul’da metro yeri-ne minibüsler kullanılmaktadır. Bunun maliyeti halkadır. Kârı ise otomotiv şirketlerine. Bu konuda Koç’un neler çevirdiğini herhâlde artık bilmeyen yoktur. Evet bize şehirler arası ulaşım gereklidir; ama kimin yarına bunu gerçekleştirelim. Birkaç ki-şinin kârına göre mi? Yanıtı bellidir. Tekrar Ford örneğine dö-nersek, Ford mekanik olarak tekrarlanan alanların standartlaş-tırılması ile, kalifiye işçiye olan gereksinimi azalttı. Böylece bilgi birikimi az olsa da, hatta ne yaptığını, bütünsel olarak bilmese de bir işçi, otomobil üretiminde çalışabilir duruma geldi. Bu, aslında, insanlık için bir adım olabilirdi. Bu sayede, mekanik işlerin otomasyonu ile, insana kalan zaman çoğaltılabilir, başka ihtiyaçlar için daha çok insanı seferber edebilirdik; ama sosya-lizm koşulları altında. Maksimum kâr amacı ile birleşince tek-nik gelişim, Ford örneğinde olduğu gibi, işçinin çalışma zama-nını uzattı, işçiyi daha çok patrona bağladı, ücretleri düşürdü.

Acaba bugün, insanoğlu, elimizdeki teknik yeterliliklerle,

Page 363: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

363

mesela tifoya veya vereme çare bulabilir mi? Aslında biraz dok-torların uzmanlık alanına girdik. Bu konuda da bilgimiz son derece yetersiz; ama eğer verem meselesi çok kârlı bir alan olsa idi, çaresi çoktan bulunurdu. Diyelim ki, bir zenginin genç-leştirilmesi daha kârlıdır, güzellik ile bağlı tıp alanı son derece kârlıdır ve bu alanlarda tıbbın ilerlemelerine daha fazla şahit olmaktayız. O kadar ki, tifo için bir şey yapmayan bilim, başka alanlarda son derece süratle yol alabiliyor.

Bu örneklerin tek amacı var: Teknolojinin hayata geçiril-mesi ya da “hizmete” sokulması, üretim ilişkilerine bağlıdır ve örgütlenmesi de tamamen buna göre olmaktadır. Sadece “uygu-lamaya” konulacağı an değil, bizzat örgütlenmesi de buna bağ-lıdır. Teknoloji, eğer maksimum kâr için örgütleniyorsa bam-başka tarzda dizayn edilir, yok eğer insanlık ve insan ihtiyaçları önde ise bambaşka tarzda dizayn edilir. Diyelim ki, bir adet elektrikli makine ile soğutma, ısıtma ve temizlik işlerini büyük oranda yapmak, teknik anlamda mümkündür; ama bu az sayıda makine satmak da demektir. Diyelim ki, plazma TV satabilmek belki 15 yıl önce de mümkündü; ama o zaman normal TV’leri satmak mümkün olmazdı. Diyelim ki, derin donduruculu buz-dolabı, 20 yıl önce de üretilmişti; ama piyasaya sürülseydi, nor-mallerini satmak mümkün olmayacaktı ve dahası aralarında bir fiyat farklılığı da, bu denli olmayacaktı.

Diyelim ki, biz, sosyalizm koşullarında mesela beyaz eşya üretimi için mevcut teknolojiyi alarak işe başlamak zorundayız; ama ilk günden başlayarak, nasıl “emek pazarını” dağıtarak pa-zar ekonomisine darbe indirmeye başlıyorsak, fabrikanın içinde de maksimum kâr amaçlı dizaynı değiştirmek zorundayız. Bu-rada sadece özel mülkiyete son vermek ve tekniği olduğu gibi almak olmaz. Teknolojinin bir anlamda kabuğu olan üretim ilişkilerini parçalarken, tekniği de yeni amaçlara göre yeniden örgütlemek gereklidir.

Şimdi tekrar iletişim teknolojilerine ya da bilgisayarlara dönelim. Bize bilgisayar teknolojilerini alkışlamayı önerenler, kapitalizmin içinde de iyiler var diyerek kapitalizmi tümden inkâr etmeyi reddedenler ve daha çok bir evrim yolu ile aslında kapitalizmin kötülüklerinin aşılacağını söyleyenler var. Burada

Page 364: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

364

“iyi niyet” görmemek mümkün değil. Onlara göre, onlar da ka-pitalizme, sömürüye, kısacası “kötü” olan her şeye karşılar; ama iyileri de almalıyız. Kötü ne? ABD’nin Irak’ı işgalini ve orada yaptıklarını onaylamıyorlar; ama kapitalist evrimin, sonuçta iyi bir yere varacağını onaylıyorlar. Oysa kapitalist evrimin özünde başka ülkelerin ve kaynakların yağması, insanın insana kullu-ğunun en ileri noktaya kadar geliştirilmesi gerçeği var. Yarın, bu soydan gelenler diyecek ki, Bush’un saldırısı kötü olmuştur; ama Saddam’dan kurtulunduğu için de iyi tarafı vardır. Buna göre, Hitler bir faşistti; ama modern tıbbın da babası sayılma-lıdır. Savaşlar kötüdür; ama tüm organ nakilleri savaşların için-de doğduğu için savaşlar desteklenmelidir. Irak’ta, bugün, her bombalamadan sonra sakat kalanlar ne kadar fazla ise, protez malzemeleri satan şirket yöneticileri o kadar sevinç duyuyorlar.

Demek ki, bu “iyi tarafı da var” anlayışı, bize yol göstere-mez. Birincisi, bu her şeyde zaten var. İkincisi, bu “kötü” olanla-ra katlanmadan iyiye ulaşmak da mümkün.

Acaba, kapitalist sistem, son 15-20 yılda, neden bu denli hızlı bir internet ağı gelişimi ve kişisel bilgisayar satışlarına sah-ne oluyor. Bu gerçekten bir teknolojik gelişim mi? Yoksa, daha önceden var olan tekniğin, tüketime sunulması mıdır?

Acaba, TV’lerin, mevcut kapitalist sistem altında birer uyuşturucuya dönüşmesi ve sistemin reklâmı, yaşam tarzı, vb. ile pisliklerini her an akıttığı bir kanala dönüşmesi olmasa idi, (isterseniz çok daha rahat anlamak için, TV hiç olmasa idi de diyebilirsiniz), insanoğlunun aklını, yeteneklerini kullanımı na-sıl olurdu? Acaba bu durumda insanların sosyal ilişkileri nasıl olurdu?

Aslında iletişim teknolojisi denildi mi, içine TV’yi de alır. TV hayatımıza daha önce girdiğinden, bilgisayarla bağını kur-muyoruz ve bilgisayar daha yeni olduğundan, en çok ona dik-kat ediyoruz. İşte bu iki nedenden ötürü, TV için bu söyledik-lerimiz, bilgisayarlar için, özellikle internet ağları ile beraber, söylenemez diye düşünüyor insanlar. Oysa aynı soruyu bilgi-sayarlar için de sorabiliriz. Acaba, internet şirketlerinin büyük kârlılıklara ulaşmalarının nedeni nedir? Diyelim ki, otomobil fabrikası arabayı satıyor ve arabada somutlaşan işçinin artı-de-

Page 365: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

365

ğerine el koyuyor. Diyelim ki, bankacı topladığı paraları vere-rek, sanayi alanında yaratılan kârın bir kısmını kendi kasasına aktarıyor. Peki, acaba, bir internet firması, mesela Google, nasıl kâr ediyor?

Acaba bilgisayarları da içine alan, telekomünikasyon tek-nolojileri için neler söyleyebiliriz? Mobil telefondan, bilgisaya-ra, internet hizmetlerinden bunun için gerekli altyapı yatırım-larına kadar, son derece hızlı gelişen bir alandan söz ediyoruz. İçine medyayı da belli açılardan koymalıyız. Medya, yani film şirketleri, ajanslar, haber ajansları, TV kanalları, gazeteler vb.

Acaba, bunlar, gerçekten küreselleşme diye bizim önümü-ze konulan şey midir? Gerçekten bu mudur küreselleşme? Bir haberin bir yerden bir başka yere hızla yayılması için mi, bunca teknoloji geliştirildi? Bu iletişim teknolojilerinin gelişmesinin nedeni, acaba insanların mutlu olması isteği midir? Bu soru-lar saçma geliyor olabilir ama, bunları sormalıyız. Biliniyor ki, ihtiyaç keşfin anasıdır. Yani önce ihtiyaç ortaya çıkıyor sonra keşif. Acaba, internet, bilgisayar sistemleri vb. hangi ihtiyacın ürünüdür?

Elbette bu soruya bakıp, bir an içinde bilgisayar, cep tele-fonu ve internet gibi araçları kullanan bir kişi iseniz, hemen “şu, şu, şu” ihtiyaçlarımızı karşılıyor diyebilirsiniz; ama bunlar, acaba sizin bu ihtiyaçlarınız için mi geliştirildi? Yani, keşfin temelinde yatan ihtiyaç nedir?

Bu konuya yanıt bulacağız.Bilgisayar, iletişim ya da enformasyon teknolojisi denilen

şey, kullanımı açısından iki temel gruba ayrılabilir. Aslında bu pek çok meta için geçerlidir; ama burada da bunu ele almalıyız. İlkin, bu teknolojiler üretim sürecinin bir parçası olarak kul-lanılabilir. Diyelim ki, üretimi kontrol sistemi olarak. Diyelim ki, standartlaştırma için. Diyelim ki, gözetleme sistemi olarak. Diyelim ki, bilgi toplama sistemi olarak.

Ya da doğrudan tüketim amaçlı kullanılabilir. Bir yandan cep telefonu, bir yandan kişisel bilgisayar vb. gibi.

Üretimde, otomasyon veya kontrol sistemi olarak kullanıl-dıklarında, gördükleri işlevlerden çok, bugün küreselleşme diye bize sunulan yüzlerinde, bireysel tüketim için kullanım şekilleri

Page 366: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

366

önemli olarak sunuluyor. Oysa bu doğru da değil. Evet, bazan bir şey yaygınlık kazandığında önemli görünmeye başlar. Me-sela tifo hastalığı gibi. Tifo birkaç kişide nadiren bulunan bir hastalık olduğunda kimsenin dikkatini yeterince çekmez; ama yaygınlık kazandığında, hemen dikkate değer bir olay olarak gündeme girer. Bireysel tüketim için kullanıldığında, iletişim teknolojisinin üzerinde çok konuşulması son derece normaldir; ama iyi düşünürsek, sürecin gelişiminde, üretim alanındaki kul-lanım, daha eski bir rol oynamıştır.

En azından bu satırların okurlarının büyük bir bölümü için, bu hatırlatma yerindedir. Yoksa, bu söylediklerimiz bilin-mez şeyler değildir. Demek oluyor ki, bizim bireysel tüketimi-miz için kullandığımız bu şeylerin, bir de üretimde kullanımı söz konusudur ve bu daha eskiye ait bir süreçtir de.

Aslında, bilgisayar, internet, mobil telefon vb. ile öne çıkmış olan, bizim iletişim teknolojisi dediğimiz şey, bugün dünyanın her yerinde burjuva kalemşörlerin bize devrim, küreselleşme örneği diye sundukları şey, daha çok son 15 yıllık süreyi kap-samaktadır. Oysa biliniyor ki, bu teknoloji, 1940’lara dayanıyor.

Bu doğru ise, demek oluyor ki, burjuva cephe bize, tek-nolojik devrim, ya da iletişim çağı diye bir şeyler anlatırken, aslında bu teknolojinin bireysel tüketim alanında yayılmasını kastetmektedir.

Bu bile yeterince şüphe uyandırıcı bulunmalıdır. Neden bugün, kitlesel tüketim için sunulduğunda bu teknoloji, “yeni bir çağ” oluveriyor da, öncesinden bir anlam ifade etmiyor?

Kapitalist piyasa ekonomisinde, pek çok sorun, karşımızda bu biçimde, ters olarak çıkar. Gerçekte teknoloji ile ilgili değil-lerdir, onların ilgili olduğu şey, bunun pazar büyüklüğüdür. Bir şey ancak yeterince büyük bir pazar oluşturuyorsa, heyecan ve-ricidir. Bu, medya için de böyledir; çünkü ancak o zaman büyük reklâm gelirleri demektir.

Ve ilk başta ancak bu büyük pazar için yeterince talep ya-ratılmış ise (yeni çağ, teknolojik devrim, büyük buluş vb. bir açıdan da talep yaratmaya dönüktür. Bu noktada ortaya çıkı-yor ki, kapitalizm, siyasal bir hedefle yürüttüğü ideolojik sal-dırıdan ayrıca da, insanların beyinlerini esir almak, kitlesel ve

Page 367: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

367

kârlı tüketimi garanti altına almak için büyük çaplı bir ideo-lojik bombardıman yürütmek zorundadır), işte o zaman kârlı bir satış gerçekleşmektedir. Her gün, “yeni buluş” diye sunulan şey, büyük fiyatlarla alıcı bulmaktadır. Mesela bugünlerde 2 GB bir RAM (RAM, bilgisayarlarda ön bellek diye de tanımlanan, ekranda büyük ebatlı, resimli vb. dosyalarla çalışmayı kolaylaş-tıran ya da hızlandıran da diyebiliriz, bir parça), çok pahalıdır. Oysa bugünlerde her bilgisayarda (kişisel bilgisayarda) ya 256 ya da 512 RAM standart olarak satılmaktadır. Bu RAM, küçük bir yongadır ve 2 GB RAM parçasının bugünkü fiyatı ile iki yıl sonraki fiyatı arasında büyük farklılık olacaktır. 1 yıl sonra, muhtemelen bugünkü fiyatının yarısına inecektir. Bunun cep telefonlarından da izlenmesi mümkündür. Cep telefonları, ön-celikle, sadece konuşmak için üretildi. Oysa o dönemde bunlara kamera vb. monte etmek mümkün idi. Bu konuşma amaçlı cep telefonları yaygınlaştıkça, yenilerini satabilmenin yolları arandı. Diyelim ki, 200 dolara satılan bir cep telefonu, sadece konuş-mak amaçlı kullanılıyorsa (bu dediğimiz 10 yıl öncesidir), bu telefondan yeterince satıldıktan sonra, yeni bir telefon ortaya çıktı. Bu telefon, daha fazla melodi içeriyordu, sadece sesle de-ğil titreşerek de taşıyıcısına gelen telefonu haber verebiliyordu. Bu özellikler, aslında “yeni teknoloji” değildir; ama öyle sunul-du. Ardından, telefonlar, akıl almaz biçimde çocukların elleri-ne düşmeye başlayınca, bu kez, telefon üreticileri, sürekli yeni telefon satabilmek için, üç alanda oynamaya başladılar: Cep telefonunda oyunlar, cep telefonunda müzik, cep telefonunda kamera. Elbette bir de dizayn işi devreye girdi. Efendim be-nim cep telefonum açılan kapaklı, seninki sürgülü kapaklı olsun gibi. Şimdi, her kullanıcı bilir ki, eskiden 200 dolar civarında satın aldığı cep telefonları, şimdi 1 dolar değerinde bile de-ğildir. Cep telefonu satın alıp, bunu yenilemeye gücü yeten ve bunu adet edinen bir kişi, sürekli, bir gün önce aldığı telefonun, bir ay sonra, maksimum üç ay sonra dörtte üç fiyatına indiğini görmektedir. Bu hız, aslında “yeni” diye sürekli küçük ilavelerle telefonların ortaya çıkması hızı ile de bağlıdır.

Bu süreç, gerçekte, kapitalistler için büyük kâr alanı de-mektir. Bir cep telefonu, çoğu kez, onun için satılan kılıfının

Page 368: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

368

değerine mal olmaktadır. Bir cep telefonu içi en maliyetli un-sur, aslında içindeki bataryası olmaktadır ve pek çok model, 1 doların altında üretim fiyatına sahiptir ve piyasada ise en az 300 dolara satılmaktadır. Bu büyük kâr oranı, ancak, teknoloji ile oynayarak sağlanabilmektedir. Onun için ise, teknolojinin gelişmesi gerekmiyor, sadece eldeki teknik birikimin, mutlaka ve mutlaka, parça parça sunulması gerekiyor. Bu parça parça su-nuluş, herkesi bir malı iki kere almaya, değiştirmeye itmektedir. Bu değiştirme ya da yenileme talebi, bir ürünün toplumsal sta-tü göstergesi olması ölçüsünde daha da hızlanmaktadır. Bugün, eski bir telefon modeli taşımak, bizim gibi sömürge ülkelerde açıkça fakirlik göstergesidir ve bu en azından kimsenin görün-mek istemediği bir durumdur.

Biz yine geriye dönelim. Önce ihtiyaç vardır, sonra keşif. İnsanlık tarihi, ihtiyaç hissedilmeden bir buluş yapıldığına, muhtemelen hiç tanıklık etmemiştir. İhtiyaç yoksa, belki yapı-lan keşfin de farkına varılamıyor. Feodalizmin sonlarında, kapi-talizmin ön evresinde, ihtiyaç duyulan köle emeği, zenginlikler olmasa, bu ihtiyaç yeterince güçlü olmasa, acaba Amerika’nın keşfi bu kadar önemli olur muydu? Amerika’nın keşfi olmasa, acaba kapitalizm bu denli hızlı ilerler miydi? Buradan hareket-le, kapitalizmin ilerlemesini, insanlığın tek ilerleme yolu olarak düşünen ve ilerlemeyi sahip olunan zenginlikle ölçen mantık, şöyle diyecektir: Amerika’nın keşfi olmasa, insanlık bu kadar hızlı ilerleyebilir miydi? Bir yanı doğru gibi geliyor. Konu iler-leme olunca, kimin ve ne için, nereye ve kimin için diye sor-madan bakınca, iş karışıyor. Kızılderililer, ey o güzel insanlar, sizler, insanlığın ilerlemesi için kılıçtan geçirildiniz ve köleleş-tirildiniz. Latin Amerika’nın yerlileri, sizi, kendimiz için değil, insanlık için soyduk soğana çevirdik. Ey Iraklılar, sizi tanrının bize verdiği insanlığı mutluluğa götürmek için bombalıyoruz. Siz de Saddam ile aynı ülkede olmasaydınız!!!

Evet, burada insan bir hızını alamayınca, “ilerlemecilik” mantığı ile Bush’a kadar ulaşmak zor olmuyor.

Acaba, bu iletişim teknolojisinin gelişiminin ardındaki ih-tiyaç nedir? Biz doğrudan yanıtımızı verelim ve bunun üzerin-den tartışmaya devam edelim. Bugün iletişim teknolojisi, bil-

Page 369: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

369

gisayar devrimi olarak adlandırılan şey şu gelişmelerin üzerine temelleniyor.

1. Kapitalist-emperyalist sistem içinde devletin ve elbet-te bürokrasinin aşırı şişmesi ve genişlemesi. Bu bera-berinde ciddi biçimde komuta ve kontrol sistemlerinde zorluklar yaratıyor.

2. Bankacılık ve sermaye hareketleri başta olmak üzere, sermayenin uluslararasılaşması ve dünya çapındaki te-kelleşme eğiliminin sürekli artması ile birlikte, “iş dün-yasının” içinde komuta ve kontrol sistemlerine duyulan ihtiyaç.

3. Özellikle finansal alan içinde hareket eden, bizim yu-karıda incelemiş olduğumuz, uluslararası alanda en hızlı dolaşan, bugünkü “küreselleşme” sözlerinin de dayanağı durumunda gösterilen, daha çok sıcak para diye de anılan, borsalara, dövize vb. yatırılıp, borç para ve spekülasyon hareketlerinden büyük gelirleri bir ge-cede elde eden bölümün ihtiyaçları.

Şimdi bunların detaylarına girmeli, ne demek istediğimizi detaylandırmalıyız.

Birincisinden başlayalım.Kapitalist emperyalist sistem içinde devlette ve elbette bü-

rokrasideki aşırı şişme ile ne demek istiyoruz ve bu nasıl komu-ta kontrol sistemini zorluyordu? Bunun bir ucu soğuk savaşla da bağlantılıdır. Soğuk savaş olmasa da belli ölçülerde gerçek-leşecek şey yine bu olsa da, soğuk savaş bunu biraz da şekillen-dirmiştir.

Bu konuda özellikle ABD devletini izlemek yerinde olur. Bunu da (neden ABD devletini izlemenin yerinde olacağını da), soğuk savaş döneminin gerekleri ile açıklamak olanaklıdır. ABD, tüm kapitalist-emperyalist dünyanın, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, lideri oldu. Kapitalist-emperyalist dünya, Sovyet Devrimi’nin yarattığı korku ile ABD egemenliği etra-fında bir tutkalla tutturulmuş gibi birleşti ve ABD bu rahatlığa bir daha asla ulaşamayacaktır.

ABD güçleri, NATO veya direkt kendi şemsiyesi altında dünyanın her yerine, a- askerî, b- istihbarî faaliyetler için yer-

Page 370: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

370

leştiler. Bu askerî ve istihbarat faaliyetlerine, sadece askerî de diyebiliriz. Bizim için önemli olan sürecin anlaşılmasını sağla-mak. Bu ise elbette bu güçler arasında daha güvenli, daha kont-rol edilebilir, daha hızlı ve ses dışında görüntü vb. ile destek-lenmiş iletişim gereksinimini artırmış ya da yaratmıştır. Burada bu faaliyetlerde güvenlik ya da gizlilik özel bir önem kazanmışa benziyor. İlk cep telefonlarının 1960’larda, istihbaratçılar tara-fından kullanıldığı söyleniyor. Elbette bunun tarihinden tam emin değiliz; ama demek ki, bazı teknikler, önce istihbaratçılar arasında kullanılıyor, bir süre sonra bunlar, özelliğini kaybe-diyor. Her istihbarat teşkilâtı bunları kullanabiliyor ve elbette karşı önlemlerini de buluyor. İşte o zaman farklı şeylerin de-nenmesine geçiliyor. Bu arada eski aletler ise, mümkün oldu-ğu ölçüde ticarî mal olarak satışa sunuluyor. Mikro kameralar, ses dinleme cihazları, dün istihbarat teşkilâtlarının gözdesi idi oysa bugün, her yerde satışa sunuluyor. Bugün, bir evdeki konuşmayı dinlemek için, telefon cihazına kulak yerleştirmek bir yana, telefon cihazına dahi ihtiyaç duyulmuyor. Camdaki seslerin titreşimi çözülerek, konuşma dinlenebiliyor. Sizden 30 metre ilerdeki birilerinin konuşmalarını rahatlıkla, sadece sizin taşıdığınız bir aletle dinleyebilmenizi sağlayan aletler, artık sa-tışa sunuluyor. Bu demektir ki, artık bu teknikler, herkesçe (her istihbarat teşkilâtınca) biliniyor ve bu durumda bunları satışa sunmak bir risk ifade etmiyor.

Bu istihbarata sadece askerî amaçlı bakmak da doğru değil. Şirketlerin dev büyüklüklere ulaştığı günümüz dünyasında, tek-nik ve ekonomik bilgi edinmek, sanayi casusluğu denilen şey, daha az önemli ya da daha az yapılan iş değildir. Hatta, pek çok askerî istihbaratı, sonuçta ekonomik savaşa bağlayabileceğimize göre, bu sanayi casusluğunun, çok daha önemli olduğunu da anlamamız ya da bunları çok da birbirinden ayırma gereği duy-mamamız doğru olan olur; zira bu yolla, aslında, tek bir kişinin, “benim bilgisayarım neden dinlenecek”, “benim telefonumu neden izlesinler” gibi sorularının anlamsızlaştığı da ortaya çı-kar. Bilgi toplumu diye bize yutturulan şey, toplumun kontrolü ve bilginin denetimi ise, burada kişi için kendisinin önemsiz olması değerlendirme konusu bile değildir. Önemli olan tüm

Page 371: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

371

sistemin kontrol mekanizmalarıdır.İster karşı taraftan bilgi almak, isterse kendi güvenliği-

ni sağlamlaştırmak için olsun, bu kullanılıyor. Demek oluyor ki, artan iletişim ihtiyacı (insanların, halkların iletişim ihtiya-cı değil, askerî, ekonomik, siyasî vb. alanda devletlerin ya da dünyanın egemenlerinin) bir yandan aletleri ve alt yapıyı, diğer yandan ise ona bağlı bir yan sanayi de denilebilecek, güvenlik meselesini, belki bu amaçla aletler geliştirmeyi, belki bu amaçla programlar yazmayı da beraberinde getiriyor.

Burada askerî amaçlardan söz ediyoruz. Ekte, uzunca bir yazı ile, aslında hem bilgisayar ve iletişim teknolojileri hakkında bilgi vermeyi amaçladık, hem de bu sürecin içinde işin askerî yanını görme olanağını, en azından belli ölçülerde sunmaya ça-lıştık. Bu uzun ek, konu ile ilgili, hem uzman olanlar, hem de öğrenmek isteyenlere yardımcı olacaktır; ama biz yine de bu ekte yer alsa da, iki pasajı buraya aktarmak isteriz. Böylece Ek’e gelene kadar, söylediklerimizi destekleyecek, üstelik bizim cep-hemizden, devrimci cepheden olmayan kişilerce aktarılmış bazı verilere işaret etmiş oluruz.

“Bilgisayarlar da, bütün teknolojilerin anası olarak görülen İkinci Dünya Savaşı’nın bir ürünü olarak kabul edilir; ama eğer 1943’te Britanya’da düşman şifrelerinin çözülmesinde kullanılan Colossus, havacılık hesaplarına katkıda bulunması için 1941’de üretildiği belirtilen Alman Z-3’leri gibi savaşla ilgili aygıtları dışarıda tutacak olursak, ilk bilgisayarın an-cak 1946’da Philadelphia’da doğduğunu söyleyebiliriz. Ancak müttefiklerin elektronik alandaki gayretlerinin büyük bölü-mü MIT’teki araştırma programlarında yoğunlaşmıştı; hesap makinelerinin gücüne ilişkin ilk fiili deneme de ABD ordusu sponsorluğunda Pennsylvania Üniversitesi’nde gerçekleştiril-mişti; Mauchly ile Eckert 1946’da ilk genel amaçlı bilgisaya-rı, ENIAC’ı (elektonic numerical integrator and calculator/elektronik sayısal birleştirici ve hesap makinesi) da burada yapmışlardı. Tarihçiler ilk elektronik bilgisayarın 30 ton ağır-lığında olduğunu, üç metrelik (dokuz kadem) metal modüller üzerine inşa edildiğini, 70 bin resistörü, 18 bin radyo lambası olduğunu bir spor salonunun alanını kapladığını anlatacak-

Page 372: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

372

lardı. Elektrik tüketimi o kadar fazlaydı ki çalıştırıldığında Philadelphia’da ışıklar yanıp sönüyordu.

“Ancak bu iptidai makinenin 1951’de aynı ekip tarafından, o zamanlar Remington Rand markasıyla üretilen ilk ticari versiyonu UNİVAC-1, 1950 ABD nüfus seçimlerinin işlen-mesinde son derece başarılı oldu. Askeri ihalelerle de destekle-nen, kısmen MIT’nin araştırmalarına dayanan IBM, ...” (M. Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, İstanbul Bilgi Üniversi-tesi Yayınları, s. 53-54). İlk alıntı budur. Dediğimiz gibi, Ek’te bunun da içinde yer

aldığı uzun bir okuma parçası var. İkincisi ise, aynı kitabın, yine Ek’te de sunulan, 86 ve 87. sayfalarından, şöyle:

“ABD’de bile, askeri sözleşmelerin ve Savunma Bakanlığı’nın teknolojik girişimlerinin, enformasyon teknolojisi devriminin oluşum sürecinde, yani 1940’lar ile 1970’ler arasında, belir-leyici rol oynadığı gayet iyi bilinen bir gerçektir. Elektronik keşiflerin başlıca kaynağı olan Bell Laboratuvarları bile bir ulusal laboratuvar rolü üstlendi; ana şirketi ATT, telekomü-nikasyon alanında hükümet destekli bir tekelden yararlandı; ve aslına bakarsanız ATT 1956’dan bu yana hükümet tara-fından kamusal telekomünikasyondaki tekeline karşılık, tek-nolojik keşiflerini kamusal alana yaymaya zorlandı. MIT, Harvard, Stanford, Berkeley, UCLA, Chicago, Johns Hopkins gibi üniversiteler, Livermore, Los Alamos, Sandia ve Lincoln gibi ulusal silah laboratuvarları 1940’ların bilgisayarların-dan opto-elektroniğe, 1980’lerdeki “Yıldız savaşları” progra-mının suni zeka teknolojilerine dek, temel atılımlara zemin hazırlayan programlarda Savunma Bakanlığı’na bağlı ku-rumlarla ya da bu kurumlar için çalıştılar. DARPA, sıradışı düzeyde yenilikçi Savunma Bakanlığı Araştırma Kurumu, ABD’de teknolojik gelişme açısından Japonya’da Dış Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın oynadığından çok da farklı olmayan bir rol üstlendi; İnternet’in tasarımı, başlangıç aşamasında fi-nansmanı da bu rol kapsamındadır. Hatta, 1980’lerin sonun-da aşırı bırakınız yapsınlarcı Reagan yönetimi, Japonya’nın rekabetçi gücünün soluğunu ensesinde hissedince Savunma

Page 373: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

373

Bakanlığı, ulusal güvenlik gerekçesiyle, elektronik sanayiî üre-timindeki masraflı araştırma geliştirme programlarını destek-lemek üzere Amerikan elektronik şirketlerini bir araya getiren SEMATECH’i finanse etmeye başladı. Federal hükümette MCC’yi kurarak önde gelen şirketlerin mikro elektronik ala-nında işbirliğine gitme çabalarına destek verdi; SEMATECH de, MCC’de Teksas’da Austin’deydi. 1950’li, 1960’lı yıllarda ayrıca belirleyici olan askeri sözleşmeler ile uzay programı, elektronik sanayiinin temel piyasalarıydı; ikisi de Güney Ca-lifornia’daki büyük savunma şirketleriyle, Silikon Vadisi ve New England’daki yenilikçi şirketlere yarıyordu. Sovyetler Birliği karşısında teknolojik üstünlük kazanma çabasındaki ABD hükümetinin cömert finansmanı, koruması altına aldığı piyasalar olmasaydı ayakta kalamazlardı; sonunda sonuç ve-ren bir strateji oldu bu.”Aslında daha başka alıntıya ihtiyaç var mı bilemiyorum;

çünkü, bunlar alıntılar olmadan da, kapitalist-emperyalist sis-temi biraz kavramış herkesin rahatlıkla görebileceği şeylerdir.

Demek oluyor ki, bilgisayar ya da iletişim teknolojilerinin gelişiminde, özel askerî amaçlar güdülmektedir. Benim ya da bu yazıyı okuyan birisinin, bu projelerde amaçlanan askerî hedefle-ri bilmemiz ya da detayları ile anlamamız gerekmez; ama burası bile, bize gösteriyor ki, bilgi ve iletişim teknolojisi denilen ve bugün bizim dünyamızı saran şey, hani biz kullandıkça, pratik olarak bundan da yararlandığımız şey, gerçekte, bizi kontrolü de içeren bir askerî amaç gütmektedir. Acaba mesela Unilever, bu yolla tüketici tercih ve eğilimlerini saptamak, hatta yönlendir-mek için milyarlarca dolar harcama yapmaktan mı kurtuluyor? Acaba bir ülkede büyük oranda seçim sonuçlarını manipüle et-mek çok ama çok ucuza mı geliyor?

Konu o kadar ilginçtir ki, bu konuda konuşurken, hemen komplocu olmakla suçlanabilirsiniz. Peki öyle ise, 11 Eylül ba-hanesi ile çıkan yasalara ne demeli? Şu anda yeryüzünde inter-net kullanımının tamamen değilse de, büyük oranda ABD’nin denetimi altında olması ve sizin her yazışmanızın yasal olarak da izlenmesine ne buyurursunuz? Bu özgürlük denilen şey ola-bilir mi?

Page 374: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

374

Demek ki, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya egemenliğinin gerekleri içinde büyüyen devlet bürokrasisinin yarattığı hantallığı aşmak için, bu teknolojiye ihtiyaç duyuldu-ğunu anlıyoruz. Bürokrasinin büyümesi, devletin genişlemesi, hayatın her alanına devletin bizzat girmesi, yatak odalarının bile devlet denetimine sokulması, aslında, bir yanı ile kapita-lizmin korku ve paniğinin de işaretidir. Öyle kabul edilmeli-dir. Menderes döneminde ülkemizde araba lastiklerinin içinde komünist böcekler aranması, her siyasî partinin rakibi komü-nistlikle suçlaması, İhsan Sabri Çağlayangil’in bile ABD tara-fından komünist ilan edilmesi sadece gülünç olaylar değildir, aynı zamanda korku ve paranoyanın da işaretleridir. Bu korku, gerçekte, dünya çapında emperyalist devlet aygıtının her alana girmesinin aracı olarak kullanılmıştır.

Bu devlet aygıtının büyümesi ve şişmesi, bunlar arasındaki iletişim ve organizasyonu da özel bir iş hâline getirmiştir. Bu da uzaktan haberleşmenin olanaklarını zorlamaya yol açmıştır. Bu konudaki projeleri bizzat ABD devletinin askerî amaçlarla desteklemiş olması da, bunun somut delilidir.

Bu aslında, ABD ekonomisinin militarist karakteri konu-sunda öne sürülen görüşleri bir kere daha doğrulamaktadır. Son 50 yılda kapitalizmin yeni teknoloji olarak parça parça pazara sunduğu, yeniliği de çok tartışılır olan bu iletişim teknolojisi bile, bu militarist ekonominin gerekleri içinden çıkıyor.

Lenin’in, emperyalist dönemde, tekeller döneminde geli-şimin yavaşlayacağı tezi aslında doğrulanmaktadır. Lenin, ünlü Emperyalizm kitabında, kapitalist sistemde çürüme ve dura-ğanlığa vurgu yaparken, gelişimin eşitsizliğinin daha da arta-cağını ve belli bir dönemde bir alanda hızlı gelişmelerin yaşa-nacağını belirtmektedir. 20. yüzyılın başında otomobil ne ise, 20. yüzyılın sonunda da iletişim teknolojileri (TV, telefon, telsiz haberleşme, internet, bilgisayarlar, filmler, reklâm ajansları, tü-ketici davranışlarını kontrol sistemleri vb.) aynı işi görmüştür. Bu aslında eşitsiz gelişimin arttığının en somut kanıtıdır da.

Genişleyen devlet, dünyanın emperyalist kontrolü ve bu-nun gerekleri olarak komuta kontrol sistemlerinin geliştirilme-si, işte size bilgisayar teknolojilerini bugüne getiren yolun ilk

Page 375: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

375

hareket noktalarından biri. Burada, kendiliğinden anlaşılıyor ki, komuta ve kontrol çok önem kazanıyor.

Elbette büyüyen devlet aygıtı, emperyalist çağın önemli bir sorunudur da. Bir yandan, bu aygıt kapitalist-emperyalizm için-de dahi kontrolü zor bir büyüklüğe gelmektedir. Öte yandan ise, çürümekte, dinamizmini de kaybetme tehlikesi ile yüzyüzedir. İşte bundan olmalı ki, tekeller, büyüyen devlete karşı, devleti kü-çültme numarası ile, kârlı ekonomik alanlardan devletin çekil-mesini sağlamaktadırlar. Aslında bu özelleştirme, devletin kü-çülmesi demek değildir. Gerçekte devlet daha da büyümektedir. Binlerce polisi, büyüyen orduları, masa başında insanları izleyen dinleyici cihazlarını kontrol edenler, kısacası, üretken olmayan bir alanda, devasa devlet çarkı; ama bize devleti küçültmekten söz ediyorlar. Sadece İstanbul’da polis takviyesi olarak 10 bin yeni polis alanlar, bin kişi çalıştıran bir işletmeyi, üstelik kâr ettiği hâlde satıp, halka devleti küçültüyoruz diyorlar.

Aslında bu yapı, bir, hafif deyişi ile organizasyonu, liberal deyimi ile reformu gerektirmekteydi. Devlet yapısı, elektronik önlemlerden önce çok hantaldı. Binlerce sayfalık arşivler, şim-di CD’lere sığmaktadır; ama bu kez de, cep operatörlerini bile zora sokacak kadar ses kaydının tutulması, izlenmesi gerek-mektedir ve bunun için yine binlerce insan verimsiz biçimde çalışmak zorundadır. Sanki, bu organizasyon, sanki bu reform aslında çözüm de sağlamadı. Hatta, bu dinleme aygıtını eline geçirenler, istediklerinde birinin banka hesaplarına girmekte, istediklerinde bir zenginin yatak odasına misafir olmaktadır-lar; zira fakirlerin ne yatak odasında ilgi çekici bir şey var, ne de banka hesaplarında. Fakirleri izlemek, onların eylemlerini, örgüt yapılarını çözmek için önemli iken, bu kontrol ağı, başka olanaklar da sunmaktadır.

Öyle görünüyor, aslında insanlığı tüm bu yüklerden kurta-racak, bu hantal devlet çarkını ortadan kaldıracak bir şey müm-kün: Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya, aynı zamanda devletsiz bir dünya değil midir? Öyle görünüyor, gerçekten devleti biz ko-münistler küçülteceğiz. Halk ve devlet karşıtlığını çözmek için, devleti ortadan kaldıracak bir sosyalist devrimler dönemine ih-tiyaç var. Dünya çapında.

Page 376: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

376

İletişim teknolojilerini doğuran ikinci etken diye saydığı-mız etkene bakalım. Tekeller çağı, aynı zamanda sermayenin uluslararasılaştığı bir çağdır da. Bize bugün küreselleşme diye sunulan şey, pratik anlamı ile en çok, bilginin bize ulaşım zama-nına ilişkin sihirlere dayanıyor. Bize cep telefonunun ne büyük bir özgürlük, bilgisayar ve internetin ne büyük bir gelişim oldu-ğu söyleniyor. Aslında gerçekten de bunlar günlük hayatımızı etkileyen şeylerdir. Üstelik bu denli pahalı olmalarını sağlayacak bir özellikleri de yok. Her gün bu ağların yarattığı radyasyonu üzerlerinde taşıyan bizler, bunu tamamen bedava veya bedavaya yakın kullanma hakkına sahip olmalıyız. Pek yakında telefon konuşmalarının neredeyse bedavaya yakın hâle gelecek olması, zaten bunun maliyetleri konusunda da fikir vermektedir. Yine de geriye dönüp, ödenen telefon paralarının hesabını sormanın bir tek yolu var, ileriye gidip iktidarı ele geçirmek, devrim.

Konuya dönersek, bize küreselleşme diye bu sunuluyor; ama anlaşılıyor ki, bu küresel denetimin aracıdır. Her geçen gün, iletişim teknolojilerinin aslında kontrol ve denetim sistemi olduğu daha da açığa çıkmaktadır.

Oysa bu arada allı-pullu küreselleşmenin üzerine yükseldi-ği sermayenin uluslararasılaşması, kapitalist-emperyalizmin ilk günden başlayarak gelen ana eğilimidir.

Sermaye, bir kere tekelci hâle geldi mi, tekel bir kere paza-rın egemeni oldu mu, geriye adım adım ilerleyişi kalıyor. Dev şirketler, aslında iletişim ihtiyacını ilk hissedenlerdir.

Bu ihtiyaç olayı bizim İstanbul’umuzun mahalle yolları konusundan da anlaşılır. Bir mahalle toplanır, gösteri yapar, bir 100 metrelik yola asfalt döktüremez; ama bir general, bir akra-basına giderken arabasının girdiği bir çukur nedeniyle beledi-yeyi aradığı zaman, hemen ihtiyaç bir sonuca doğru koşmaya başlar.

Biz bir akrabamızı Almanya’ya çalışmaya gönderdiğimizde onunla ucuz konuşma ihtiyacımızı kimse umursamaz. Hatta bu yüzden Almancılar denilen Almanya’da çalışan işçilerde tele-fonla konuşma isteksizliği vardır. Oysa mesela Unilever, Hol-landa veya İngiltere’den, Türkiye’deki Dilovası’ndaki tesislerini anında kontrol etmek ister ve onun bu ihtiyacı, çözüme doğ-

Page 377: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

377

ru koşar. Bu uluslararası şirketler, bir ofisten, dünyanın diğer yerlerindeki fabrikalarını izlemek, görüntülerini görmek, anın-da bağlantılı hâle gelmek gibi komuta ve kontrol sistemlerine ihtiyaç duyarlar. Bu, belki ilk yatırım olarak, belki 1950’lerde epey bir para demek idi; ama Hindistan’da bir işçi ücretinin, ABD’dekinin binde beşi olduğu düşünülürse, bu iletişim-kont-rol ve komuta sistemlerine verilecek para, üstelik bir kerelik, çok da görülemez. İşte, bir başka kapitalisti bu iletişim-hizmetleri alanında yatırım yapmaya iten parasal güç, bu sermayenin ulus-lararasılaşmasının dayattığı ihtiyaçlardır.

Daha düzgün söyleyelim, bir diğer etken budur. Yukarıda askerî anlamdaki ihtiyacın, iletişim teknolojilerinin keşfine kat-kısı konusunu tartıştık.

Bu sayede, hem işletme masrafları azalıyor, hem üretimin kontrolü ve verimlilik yükseliyor, hem de ürünün sonuçta sunu-lacağı pazara uygun hâle gelmesine (standartlar) olanak tanını-yor. Bu denetim sistemi, ciddi tasarruflara olanak tanıyor.

Üçüncü ihtiyaç (ihtiyaç keşfin anasıdır sözünden hareketle, iletişim teknolojilerinin bugüne gelişini koşullayan üçüncü et-ken) finansal alandır.

Finansal alan deyince, biz daha çok, günümüz borsa uz-manlarının, finansal yatırım danışmanlarının ve daha başka janjanlı isimleri ile parababalarına hizmet eden hizmetçi şefle-rinin “sıcak para” dedikleri şeyi anlıyoruz. Bu para borsalarda-dır, dövizdedir, devletlerin borç senetlerindedir ve daha başka değerli kağıtlardadır. Bir anda satılabilen, borsası olan, aracı kurumlarla işleyen bir ağın içindedir. Yukarıda Soros’un, para sihirbazı diye anılan bir finansal oyuncunun, kumarcının bazı öykülerine yakından bakma şansımız olmuştu.

Kapitalizm, giderek daha çok üretim dışı alanlara kaymak-tadır.

Kârlılık, giderek daha çok finansal oyunlarla elde edilmek-tedir. Bu aslında büyük çaplı tefeciliktir ve kapitalist sistemin de sonuna işaret etmektedir.

Hem hatırlatma, hem de güncel gelişmelere de ışık tuta-bilme şansı olması açısından biraz daha finansal oyunlara ba-kalım. Ak Parti hükümeti, kendini başarılı göstermek için altın

Page 378: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

378

bir fırsat bulmuş gibi, aslında her an patlamaya hazır bir balonu ovalıyor. Şöyle ki:

• Yaklaşık olarak 2 senedir döviz kurları aşağıda ve fi-yatlar da artmıyor. Bu hükümet için kendini başarılı gösterebilmek de demektir.

• Ülkede yaklaşık 70 milyar dolarlık sıcak para olduğu söyleniyor ki, zaten döviz kurunu aşağıda tutan ve dö-vize bağlı fiyat artışlarını da önleyen budur. 70 milyar dolarlık sıcak para, elbette merkez bankası rezervlerin-den fazla demektir. Zaten MB’de, IMF’ye daha sadık-tır. Belki de bu tüm sömürge ülkelerdeki MB’leri için geçerlidir. Yeni küresel amentü, tarım konusundaki bazı esaslı düzenlemeler kadar, MB konusunda da bazı esaslı düzenlemeleri şart koşuyodu.

• Ülkenin borcu sürekli büyümektedir. o kadar ki, iç borç, GSMH’den fazla diye hesaplar bile yapılmakta-dır. Bir de buna dış borcu ekleyin.

Şimdi, bu “başarılı” günler, üretim artışı olmadığına göre, işsizlik arttığına göre, esas olarak bir balondur. Hükümet bu balonu sürekli okşamaktadır; ama okşadığı balonun sahibi de değildir. Balon, 70 milyar dolarlık sıcak para nedeniyle vardır.

Bu sıcak para, nasıl hareket eder? Hatırlatma babında ör-nekleyelim. İsteyen okur, daha önceki bölümlerde daha fazla detay bulabilecektir.

Borsada yatırım yapanların davranışları, üç beş kuruş ile ben de bir şeyler kazanayım diyenlerin davranışlarından farklı-dır. Diyelim ki, paranızı A hissesine yatırdınız. Bunun fiyatı da 1 YTL olsun. 1000 YTL paranız varsa 1000 hisse almış olursu-nuz; amaç burada paradan para kazanmaktır. Oysa bizim köy-lü kafalı yatırımcı, 1000 YTL’yi tasarruf yapmak için borsaya yatırmış ve 1000 hisse almıştır. İlk mantık farkı burada. Diye-lim ki, A hissesinin değeri düştü, kolay hesaplamak için 0.50’ye düşmüş olsun. Bizimkinin parası 500 YTL’ye düşmüş, yılların birikimi erimiştir. Serinkanlılığı kalmaz ve hayata küser. Oysa büyük oyuncu, düşen hisse senedinden bu kez 5000 YTL’lik daha alır. 1000 hisseye 10.000 yeni hisse daha eklenmiştir. Bu eğer yeterince büyük bir alım ise, belki de o hisse senedinin

Page 379: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

379

fiyatını mesela 0.7 YTL’ye bile çıkarabilir. Şimdi 11.000 hisseyi satsa, 0.7’den 7700 YTL eder ve 6000 YTL’ye göre avantajlı durumdadır. Bu örnekte olduğu gibi anlaşılıyor ki, esas aktör-ler, esas oyuncular, tasarruf için oynamazlar. Tersine kazanmak için oynarlar. Bu nedenle de, düşerken alırlar, yükselirken sa-tarlar. Bugünlerde ülkemizde döviz düşük ve borsa yükselmiş olduğuna göre, mesela bu 70 milyarlık sıcak paranın mesela 20 milyarlık bölümü hareket etse ne olur? Ak Parti’nin elindeki balon patlamış olur.

Şu anda 1 $=1.35 YTL civarındadır. Bu patlama olursa ne olur. Bunu bilemiyoruz; ama diyelim ki, borsa yüksek iken bu-radaki kazanımı realize edip, hisseleri satıp, dolar almaya baş-larlarsa, dolar mesela bu 20 milyar dolarlık bölümün hareketi ile mesela 1 $=1.62 olsun. Bu elbette farazi; ama anlaşılması için gerekli. Yaklaşık %20 artış demektir. 20 milyar dolar için bu 4 milyar dolar demektir. Diyelim ki CitiBank, acaba bu 4 mil-yar doları başka nerede ve nasıl kazanabilir ki? Öyle ise demek oluyor ki, pek yakında bu yollu bir hamle yapacaklardır. Belki seçimlerden önce, belki de daha sonra; çünkü, bu sıcak para de-diğimiz para, kazanç beklentisi ile hareket ediyor. Bu beklenti en yükseğe çıktığında, balon en şişmiş noktaya geldiğinde satış gelir, en düşüğe indiğinde alış gelir.

İşte bu finans alanındaki büyük oyuncular, bizzat büyük-lükleri nedeni ile, alış-satış fiyatlarını belirlediği ya da etkilediği için, sürekli kazanırlar. Demek ki, bugünlerde ülkemize akan bu sıcak paranın, burada kaybetme şansı yoktur.

İşte bu finansal alandan elde edilen kazanç, başka bir alan-dan elde edilemiyor. Dünya işçilerinin, dünya kapitalistlerince çeşitli ülkelerde el konulan karşılığı ödenmemiş emeği, artı-değer, pazarda paylaşıldıktan sonra, yeniden paylaşılıyor ve fi-nansal alanı elinde tutanlar, buradan büyük kazançlarla çıkıyor. Bazan hisse senedi, bazan döviz, bazan başka değerli kâğıtlar, bazan fabrika alıp satıyorlar; ama hep tefecilik için, hep satmak için alıyorlar.

Bu denli büyük miktarlarda, bu denli kolaylıkla kazanılan paralar, elbette hizmet sektörü için de pahalı ve lüks hizmetler demektir. Soros ya da bir başka büyük yatırımcı ya da onun

Page 380: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

380

hizmetçileri, özel arabalar, özel telefon hatları, özel bilgisayarlar, özel cep telefonları, özel iletişim olanakları, özel araçlarla mani-pülasyon vb. isterler.

Fabrikada üretim boyunca, işçilerin zamanını çalmak ve aynı zamanda onların daha yoğun çalışmasını sağlamak esastır.

Oysa burada, tam zamanında oyuna girmek şarttır. Bu ne-denle banyoda görüşme yapabilen telefon, su buharından etki-lenmeyen bilgisayar, bir denizin ortasındaki yatta dahi çekebilen uydu telefonları vb. gereklidir. Elbette, bu istenilen şeyleri yeri-ne getirene de verilebilecek yeterince para kazanılmaktadır. Her tür lüks hizmet için olanak vardır. Özel fahişeler kimin için ise, özel iletişim olanakları da onlar içindir. Özel güvenlik hizmetle-ri ve bilgisayar sistemlerini kırabilecek yetenekli özel-çocuklar.

Galiba fakirlere ölümden sonrası için vadedilen cennet, burada nakit para ile gerçekleşiyor ve işte bu cenneti kaybetme korkusu, elbette dünyanın denetimini bir kere daha ciddiye al-malarına neden oluyor. Onun için, sizin masum bir insan olarak bilgisayarınızdaki bilgi, onlar için değerli olabiliyor. sizin için sıradan bir hâle gelmiş yatak odanız, onlar için iyi bir gözlem alanı olarak kime ne satacaklarına olanak tanıyan bir denek odasına dönüşüyor.

Şimdi bu bilgilerden sonra modern iletişim sektörüne bir kere daha bakmalıyız. Acaba, gençliğin enerjisinin zararsız yere harcanması ve para edecek alanlara kaydırılması için geliştirilen eğlence sektörü, internet aracılığı ile evlere sokulduğunda, bu bir kontrol aracı da demek değil midir?

Acaba, sömürge ülkeler pazarında kontrol için kapitalist malların standartlarına uygun tüketim kalıpları oluşturmak ile kültürel müdahaleler, aynı anlama geliyor olabilir mi? Acaba bunun için iletişim sektörü işlev görmüyor mu?

Tüm bunlardan sonra bir kere daha belirtmek gerekir ki, teknolojinin örgütlenmesi taraflıdır ve bizim elimizde iletişim teknolojisi, insan refahını artıracakken, burada insanın düşünsel ve maddi kontrolünün aracıdır.

Kesin olan bir şey var ki, biz bu teknolojiyi, asla bu amaç için kullanmayacağız. Bu da, tüm bu ağın, baştan sona yeniden kurulması demektir.

Page 381: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

381

Okuma Parçası 1****

Mikro-mühendislik Makro-değişimler: Elektronik ve Enformasyon

Elektronik temelli enformasyon teknolojilerinin bilimsel ve endüstriyel öncülleri, henüz 1940’lara gelmeden buluna-bildi (1876’da Bell’in telefonu icadı, 1898’de Marconi’nin radyoyu icadı, 1906’da De Forest’in radyo lambasını icadı hiç de önemsenmeyecek icatlar değildir), ancak elektronik alanında büyük teknolojik atılımlar İkinci Dünya Savaşı sıra-sında ve sonrasında gerçekleşti: İlk programlanabilir bilgi-sayar ile 20. yüzyıldaki enformasyon teknolojisi devriminin özündeki mikro-elektroniğin kaynağı olan transistör. Ancak ben yeni enformasyon teknolojilerinin ancak 1970’lerde yaygınlık kazandığını, bu tarihten sonra sinerjik gelişimleri-nin hızlandığını ve yeni bir paradigma çerçevesinde birbirle-rine yaklaştıklarını düşünüyorum. Gelin, birbiriyle yakından bağlantılı üç temel teknolojik alanda, mikro-elektronik, bil-gisayar ve telekomünikasyon alanlarında elektroniğe dayalı teknolojilerin tarihini oluşturan yenilik aşamalarının izlerini sürelim.

1947’de New Jersey Murray Hill’de bulunan Bell Laboratuvarları’nda üç fizikçinin Bardeen, Brattain, Shockley’nin 1947’de icat ettiği (bu icatlarıyla Nobel ödülü aldılar) transistör, elektrik akımının kesinti ve genişleme-den oluşan ikili bir modda daha hızlı işlemesini böylece makineler arasında ve makinelerle iletişimin şifresinin ve mantığının kodlanmasını sağladı: Bu işlem aygıtlarına yarı iletkenler deriz; halk dilinde aynı aygıtlar çip olarak geçer (aslında bugün çipler milyonlarca transistörden oluşur). Transistörün yaygınlık kazanmasında ilk adım, Shockley’in 1951’de bağlantı transistörünü icat etmesiyle atıldı. Ancak bağlantı transistörünün üretimi ve yaygın olarak kullanımı, yeni imalat teknolojilerini, uygun malzemenin kullanımını gerektiriyordu. Silikona geçiş, açıkçası yeni devrimi kumun üzerine inşa etmek, ilk olarak 1954’te Texas Instruments (Dallas’taki) tarafından gerçekleştirildi (Bu 1953’te Bell Laboratuvarları’ndan bir başka önde gelen bilim adamı Gor-

****Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, age, s. 50-66

Page 382: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

382

don Teal’in işe alınması sayesinde kolaylaşan bir gelişmey-di). 1959’da Fairchild Semiconductors’ın düzlemsel işleme icadı, minyatür parçaların kusursuz imalatla bütünleştiril-mesini mümkün kıldı.

Ancak mikro-elektronikte belirleyici adım 1957’de, Te-xas Instrument mühendislerinden Jack Kilby (patent sahi-bidir) ile Fairchild’ın kurucularından biri olan Bob Noyce’un ortak icadı olan entegre devreyle (IC/integrated circuit: ufak bir silikon parçasına yerleştirilmiş çok kısımlı elektronik dev-re) atıldı. Düzlemsel işlemeyi kullanarak entegre devreler ilk imal eden Noyce oldu. Bu teknolojik bir patlamayı tetikledi: Yalnızca üç yıl içinde, 1959 ile 1962 arasında yarı iletken-lerin fiyatları %65 geriledi, izleyen on yıl içinde de üretim 20 kat arttı, bunun %50’si askeri amaçlı kullanıma gidiyor-du. Dikkat çekici bir tarihsel kıyaslamaya gidecek olursak, sanayi devrimi sırasında Britanya’da pamuk bezin fiyatının %85 düşmesi 70 yılda gerçekleşmişti (1780-1850). Daha sonra 1960’larda bu gelişme ivme kazandı: İmalat tekno-lojisi geliştikçe, bilgisayarların daha hızlı, daha güçlü mikro-elektronik aygıtlar kullanması daha iyi çip tasarımına katkı-da bulundukça, bir entegre devrenin 1962’de 50 dolar olan ortalama fiyatı, 1971’de 1 dolara düştü.

Mikro-elektroniğin bütün makinelere yayılması yönün-deki dev adım 1971’de, Intel mühendislerinden Ted Hoff’un (o da Silikon Vadisi’ndendir) 1971’de mikroişlemciyi, yani çipe yerleştirilmiş bilgisayarı icat etmesiyle atıldı. Böylece bilgi işleme gücü her yere monte edilebilir hale geldi. Tek bir çipte devrelerin daha fazla entegrasyon kapasitesine sahip olması için yarış başlamıştı; tasarım ve imalat teknolojisi daha önce silikon malzemenin kullanımından vazgeçmeksi-zin fiziksel açıdan imkânsız olduğu düşünülen entegrasyon sınırlarını sürekli aşıyordu. 1990’ların ortalarında alternatif malzemelere ilişkin araştırmalar hızlandırıldıysa da, teknik değerlendirmeler silikona dayalı devrelerin rahat bir 10-20 yıl daha ömrü olduğu yönündeydi. Entegrasyon düzeyi son yirmi yılda büyük ilerlemeler kaydetti. Teknik detayların bu kitapta yeri olmasa da, teknolojik değişimin hızını, çapını göstermek analitik açıdan gerekli.

Bilindiği üzere, çiplerin gücü, üç niteliğin bileşimiyle değerlendirilebilir: Entegrasyon kapasiteleri; çipteki en kü-çük hattın eni mikronla ölçülen entegrasyon kapasitesini gösterir (1 mikron=1 metrenin milyonda biridir); bitlerle ölçülen hafıza kapasiteleri; binler (k), milyonlar (megabit)

Page 383: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

383

olarak ifade edilir; mikroişlemcinin hızı; megahertzle ölçü-lür. 1971’de ilk mikroişlemci 6.5 mikronluk hatlardan olu-şuyordu, 1984’te 4 mikrona ulaşıldı, 1987’de ise 1 mikro-na. 1995’te Intel Pentium 0.35 mikron boyutunda bir çip imal etti; 1999’da 0.25 mikrona ulaşılması hedefleniyordu. 1971’de raptiye büyüklüğünde bir çipte 2 bin 300 transis-tör yer alırken, 1993’te aynı büyüklükte bir çipte 35 milyon transistör bulunuyordu. DRAM (dinamik rastgele erişim ha-fızası) olarak ifade edilen hafıza kapasitesi, 1971’de 1.024 bit, 1980’de 64.000 bit, 1987’de 1.024.000 bit, 1993’te 16.384.000 bitti; 1999’da 256.000.000 bit hedefleniyor-du. Hız açısından değerlendirildiğinde, 1990’ların ortaların-da 64 bitlik mikroişlemciler Intel’in 1972’deki ilk çipinden 550 kat daha hızlıydı; mikroişlem birimleri (MPU) her 18 ayda bir ikiye katlanmaktaydı. 2002’ye ilişkin tahminler-de, entegrasyon (0.18 mikron çip), DRAM kapasitesi (1024 megabit) ve mikroişlemci hızı (1993’te 150 megahertzken, 2002’de 500+ megahertz) açısından mikroelektronik tek-nolojisinin ivme kazanması bekleniyor. Birçok mikroişlem-cinin kullanıldığı paralel işlemcilikteki büyük gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde (gelecekte çoklu mikroişlemcilerin tek bir çipte birleştirilmeleri de dahil) mikroelektroniğin gü-cünü artırmayı sürdürdüğü, bilgisayar kapasitesini sürekli artırdığı gözleniyor. Dahası daha fazla minyatürleşme, daha fazla uzmanlaşma, giderek daha güçlü hale gelen çiple-rin fiyatlarının ucuzlaması, onları, bulaşık makinelerinden mikrodalga fırınlara, otomobillere uzanan bir yelpazede gündelik hayatımızdaki bütün makinelere yerleştirmemizi mümkün kıldı. 1990’larda bu makinelerin standart model-lerinin elektronik aksamları, çelik aksamlarından çok daha değerliydi.

Bilgisayarlar da, bütün teknolojilerin anası olarak gö-rülen İkinci Dünya Savaşı’nın bir ürünü olarak kabul edilir; ama eğer 1943’te Britanya’da düşman şifrelerinin çözülme-sinde kullanılan Colossus, havacılık hesaplarına katkıda bu-lunması için 1941’de üretildiği belirtilen Alman Z-3’leri gibi savaşla ilgili aygıtları dışarıda tutacak olursak, ilk bilgisa-yarın ancak 1946’da Philadelphia’da doğduğunu söyleye-biliriz. Ancak müttefiklerin elektronik alandaki gayretlerinin büyük bölümü MIT’teki araştırma programlarında yoğunlaş-mıştı; hesap makinelerinin gücüne ilişkin ilk fiili deneme de ABD ordusu sponsorluğunda Pennsylvania Üniversitesi’nde gerçekleştirilmişti; Mauchly ile Eckert 1946’da ilk genel

Page 384: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

384

amaçlı bilgisayarı, ENIAC’ı (elektonic numerical integrator and calculator/elektronik sayısal birleştirici ve hesap ma-kinesi) da burada yapmışlardı. Tarihçiler ilk elektronik bil-gisayarın 30 ton ağırlığında olduğunu, üç metrelik (dokuz kadem) metal modüller üzerine inşa edildiğini, 70 bin re-sistörü, 18 bin radyo lambası olduğunu bir spor salonunun alanını kapladığını anlatacaklardı. Elektrik tüketimi o kadar fazlaydı ki çalıştırıldığında Philadelphia’da ışıklar yanıp sö-nüyordu.

Ancak bu iptidai makinenin 1951’de aynı ekip tara-fından, o zamanlar Remington Rand markasıyla üretilen ilk ticari versiyonu UNİVAC-1, 1950 ABD nüfus seçimlerinin işlenmesinde son derece başarılı oldu. Askeri ihalelerle de desteklenen, kısmen MIT’nin araştırmalarına dayanan IBM, bilgisayar çağı konusunda başlardaki çekincelerini aştı ve 1953’te 701 vakum tüplük makinesiyle yarışa dahil oldu. 1958’de Sperry Rand, ikinci kuşak bir bilgisayar ana çerçe-ve makinesi çıkardığında, IBM de, hemen 7090 modeliyle onu izledi; ama IBM, iş dünyasına yönelik makineler imal eden yeni (Control Data, Digital) ve eski (Sperry, Honeywell, Burroughs, NCR) şirketlerle kalabalıklaşmış bilgisayar sa-nayiine ancak 1964’te 360/370 ana çerçeve bilgisayarıyla hakim oldu. Bilgisayar sanayiindeki bu şirketlerin çoğu ya can çekişmektedir ya da 1990’larda kaybolup gitmiştir: Bu da Schumpeterci “yaratıcı yıkım”ın elektronik sanayiinde ne denli hızlı ilerlediğinin bir göstergesidir. Antik çağda, bu sa-tırların kaleme alınmasının 30 yıl öncesinde yani, bilgisayar sanayii, ana çerçeve bilgisayarlar, mini bilgisayarlar (aslında çok hantal makinelerdi) ve terminaller olarak sınırları gayet iyi tanımlanmış bir hiyerarşi içinde örgütlenmiş, teknolojik ileri görüşten yoksun olmasına karşın Seymour Cray’in sıra-dışı dehasının bir zaman hüküm sürdüğü süperbilgisayarla-rın (hava tahmini ile savaş oyunlarının melezlenmesi) ezote-rik dünyasına da bir parça enformatik uzmanlığı ayrılmıştı.

Mikro-elektronik, “devrim içinde devrim” başlatarak bunu tümden değiştirdi. 1971’de mikroişlemcinin gelişti-rilmesi, bir bilgisayarın çipe yerleştirilebilmesi elektronik dünyasını, hattâ bizzat dünyayı alt üst etti. New Mexico’nun Albuquerque kentinde MITS adında küçük bir hesap maki-nesi şirketi kurmuş olan mühendis Ed Roberts, 1975’te, kü-çük kızının Uzay Yolu dizisinde hayranı olduğu bir karakterin ismini taşıyan bir bilgisayar kutusu, Altair’i yaptı. İptidai bir nesneydi bu; ama bir mikroişlemci etrafında küçük çaplı bir

Page 385: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

385

bilgisayar şeklinde yapılmıştı. Artık Enformasyon Çağı’nın kurucu efsanesi haline gelmiş, gerçekten de olağanüstü bir hikâyenin kahramanları olan Steve Wozniak ile Steve Jobs’ın, okuldan atılmış bu iki gencin Silikon Vadisi’nde ebe-veynlerinin evlerinin garajında yaptığı Apple I’in sonrasında ticari açıdan başarılı ilk mikro bilgisayar olan Apple II’nin tasarımının temelinde Altair vardı. 1976’da üç ortakla ve 91 bin dolar sermayeyle kurulan Apple Computers, 1982’ye gelindiğinde 583 milyon dolarlık bir satış rakamına ulaşmış, bilgisayar gücünün yayılma çağının öncüsü olmuştu. IBM hemen tepki verdi: 1981’de kendi mikro bilgisayar versiyo-nunu çıkardı, parlak bir ismi vardı: Kişisel Bilgisayar (Perso-nal Computer/PC), bu isim daha sonra mikro bilgisayarların jenerik ismi haline gelecekti. Ancak IBM’in müseccel tek-nolojisiyle değil de, başka kaynaklarca IBM için geliştirilen teknolojiye dayandığından kopyalanmaya açıktı; kısa zaman içinde özellikle Asya’da kitlesel bir ölçekte gerçekleşecek bir gelişmeydi bu. Bu durum IBM’in PC alanındaki üstünlüğünü baltalasa da, Apple makinelerinin üstünlüğüne karşın IBM kopyalarının dünya çapında kullanımını yaygınlaştırarak, ortak bir standardın yayılmasını sağladı. Apple’ın 1984’te piyasaya sürdüğü Macintosh, Xerox’un Palo Alto Araştırma Merkezi’nde geliştirilmiş ikonlara dayalı, kullanıcı arayüz (user-interface) teknolojisiyle kullanıcı dostu bilgisayarlara doğru atılmış ilk adımdı.

Mikrobilgisayarların yaygınlaşmasının temel koşul-larından biri de, işleyişlerine uyumlu yeni bir yazılımın ge-liştirilmesiyle sağlandı. PC yazılımı da, 1970’lerde Altair’in yarattığı heyecandan türemişti: Harvard’dan atılan iki genç, Bill Gates ile Paul Allen 1976’da, BASIC’i Altair’in işleyişine uyarladılar. Potansiyeli gördükten sonra da (önce Albuqu-erque’deydiler, iki yıl sonra Bill Gates’in ailesinin yaşadığı Seattle’a taşındılar) işletim sistemleri yazılımındaki hakimi-yetini, hızla büyüyen mikro bilgisayar piyasasının tamamına yönelik yazılımda hakimiyete çeviren bugünün yazılım devi Microsoft’u kurdular.

20. yüzyılın son yirmi yılında, çiplerin gücünün giderek artması, mikrobilgisayarların gücünün ciddi biçimde artma-sına yol açtı. 1990’ların başlarında tek çipli bilgisayarlar, IBM’in yalnızca beş yıl önceki işlem gücüne sahipti. Ayrıca 1980’lerin ortalarından bu yana, mikrobilgisayarlar yalıtıl-mış olarak düşünülemez; taşınabilir bilgisayarlara dayalı olarak, gittikçe seyyarlaşarak ağlar halinde işliyorlar. Bu sı-

Page 386: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

386

radışı çokyönlülük, elektronik bir ağa dahil olup bilgi işlem gücünü paylaşarak, hafızayı ve işlem kapasitesini artırma becerisi 1990’larda bilgisayar çağının yönünü merkezi veri depolama ve işlemeden, ağlar oluşturmuş interaktif bilgi-sayar paylaşımına kaydırdı. Yalnızca bütün bir teknolojik sistem değil, toplumsal, örgütsel iletişim de değişti. Dola-yısıyla bilgi işlemenin ortalama maliyeti, 1960’larda bir mil-yon işlem başına 75 dolarken, 1990’da bu rakam bir sentin %1’inden daha azdı.

Ağlar oluşturma becerisi, doğal olarak, 1970’lerde hem telekomünikasyon hem de bilgisayar ağları oluşturma teknolojilerindeki büyük gelişmelerden sonra mümkün hale gelebildi. Ancak şu da var ki, bu büyük gelişmeler de enfor-masyon teknolojisi devriminin sinerjik ilişkilerine dair çar-pıcı bir tablo çizerek, yeni mikro-elektronik aygıtların, bilgi işlem kapasitesinin artırılması sonucu ortaya çıktı.

Telekomünikasyon da, “bağlantı” teknolojilerinin (anahtarlar ile frezler) ve yeni bağlantıların (aktarım tek-nolojileri) gelişmesi sonucu, bir devrim geçirdi. Endüstriyel olarak üretilmiş ilk elektronik anahtar, ESS-1, 1969’da Bell Laboratuvarları tarafından piyasaya sürüldü. 1970’lerin ortalarına gelindiğinde, entegre devre teknolojilerindeki ilerleme dijital anahtarı mümkün kılarak, analog aygıtlara kıyaslandığında mekân, enerji ve emekten tasarruf ederek hızın, gücün ve esnekliğin artırılmasını sağladı. Mucit Bell Laboratuvarları’nın babası ATT, başlangıçta piyasaya sür-meye gönülsüz idiyse de, analog aygıtlara yapılan yatırımı amortize etme gereksinimi yüzünden, 1977’de Kanada’nın Northern Telecom şirketi, dijital anahtarlardaki öncülüğü sayesinde ABD piyasasında kendine yer edinince, Bell şir-ketleri de yarışa katılarak tüm dünyada benzer bir hareket-lenmeyi tetikledi.

Opto-elektronik ve dijital paket aktarımı teknolojisin-deki büyük atılımlar, aktarım hatlarının kapasitesini ciddi biçimde genişletti. 1990’larda çıkarılan entegre geniş bant ağları (integrated broadband networks (IBN’ler)) 1970’ler-de dijital entegre hizmet ağları (integrated services digital network (ISDN)) geliştirmeye yönelik devrimci önerileri ciddi biçimde geride bırakabilir: Bakır tel üzerindeki ISDN’in taşı-ma kapasitesi yaklaşık 144 bin bittir, 1990’ların fiber optik IBN’lerinin ise hayata geçirilebildiklerinde, maliyeti daha yüksek olsa da, bir katrilyon bit taşıyabiliyorlardı. Değişi-min hızını ölçebilmek için, 1956’da ilk transatlantik kablolu

Page 387: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

387

telefonun 50 adet sıkıştırılmış ses devresi taşıyabildiğini hatırlayalım; 1995’te ise optik fiberler böyle 80 bin devre taşıyabilir. Opto-elektroniğe dayalı aktarım kapasitesindeki bu gelişme, asenkronize aktarım modu (ATM) ve aktarım kontrol protokolü/birbirine bağlanma protokolü (TCP/IP) ileri anahtar ve yönlendirme mimarisiyle birlikte İnternet’in temelini attı.

Radyo tayfının farklı biçimlerde kullanımının (gelenek-sel radyo yayıncılığı, doğrudan uydu yayıncılığı, mikrodalga-lar, dijital cep telefonları) yanı sıra, yüksek frekanslı sinyal-ler taşımak için özel olarak imal edilmiş kablolar ve fiber optik, farklı amaçlara uyarlanabilen aktarım teknolojilerini çok çeşitli, çok yönlü kılmakta, seyyar kullanıcılar arasında her yerde, her zaman iletişim kurmayı mümkün kılmakta-dır. Böylece 1990’larda cep telefonları tüm dünyada büyük bir hızla yayılarak, Asya’yı kelimenin tam anlamıyla tecrü-besiz çağrı cihazlarıyla, Latin Amerika’yı da statü sembolü cep telefonlarıyla kapladı. 2000’e gelindiğinde evrensel bir kapsama alanına sahip kişisel iletişim aygıtı için gerekli tek-noloji hazırdı; yalnızca piyasaya sürülme öncesi bazı teknik, hukuki ve iş dünyasını ilgilendiren meselelerin çözülmesi-ni bekliyordu. Belli bir teknolojik alandaki her hızlı ilerleme ilgili enformasyon teknolojilerinin etkisini artırır. Bütün bu elektronik teknolojilerin interaktif iletişim alanında birleş-meleri, belki de Enformasyon Çağı’nın son devrimci tekno-lojik aracı olan İnternet’in oluşumuna yol açtı.

İnternet’in Ortaya Çıkışı

20. yüzyılın son otuz yılında İnternet’in ortaya çıkışı ve gelişimi, askeri strateji, bilimin büyük işbirliği, teknolojik girişimcilik ve kültürellik karşıtı yeniliğin benzersiz bir bile-şiminin ürünüydü. İnternet’in kökleri, dünyanın en yenilikçi araştırma kurumlarından birinin çalışmalarında yatar: ABD Savunma Bakanlığı İleri Araştırma Projeleri Kurumu (ARPA). 1950’lerde ilk Sputnik’in fırlatılışıyla Amerikan ordusunun yüksek teknoloji müessesesi telaşa düşünce, ARPA, bir kısmı teknoloji tarihini değiştiren, geniş ölçekte Enformas-yon Çağı’nın öncüsü olan bir dizi kararlı girişimde bulundu. 1960-64 döneminde Rand Corporation’da görev yapan Paul Baran’ın bir fikrinin geliştirilmesiyle çizilen bu strateji-lerden biri de, nükleer saldırıdan etkilenmeyecek bir iletişim sistemi tasarlamaktı. Paket-anahtar iletişim teknolojisine

Page 388: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

388

dayanan bu sistem, ağın komuta ve kontrol merkezlerinden bağımsız olmasını sağlayacak, böylece mesaj birimleri ağ içinde kendi yollarını bulup, ağın herhangi bir noktasında tutarlı bir anlamla yeniden toplanabilecekti.

Daha sonra dijital teknoloji, ses, görüntü ya da veri dahil her tür mesajın paketlenmesini sağladığında, bağlan-tıları kontrol merkezlerini kullanmaksızın iletebilen bir ağ oluşturuldu. Dijital dilin evrenselliği ve iletişim sisteminin ağ oluşturmaya yönelik saf mantığı, yatay, küresel iletişim için teknolojik koşulları hazırladı.

Güçlü sponsoruna atıfla ARPANET adını taşıyan ilk bilgisayar ağı, 1 Eylül 1969’da, ağın ilk dört bağlantısı-nın Los Angeles’ta California Üniversitesi’nde, Stanford Araştırma Enstitüsü’nde,, Santa Barbara’da California Üniversitesi’nde ve Utah Üniversitesi’nde kurulmasıyla dev-reye girdi. ABD Savunma Bakanlığı’yla işbirliği içindeki araş-tırma merkezlerine açıktı, ancak bilimadamları ağı, bilim-kurgu meraklılarının mesajlaşma ağı da dahil kendi iletişim amaçlarıyla kullanmaya başladı. Bir noktada askeri odaklı araştırmaları bilimsel iletişimden, kişisel sohbetlerden ayır-mak imkânsız hale geldi. Böylece bütün disiplinlerden bilim adamlarına ağa girme izni verildi; 1983’te bilimsel amaçla-ra yoğunlaşmış ARPANET’le doğrudan askeri uygulamalara yoğunlaşmış MILNET birbirinden ayrıldı. 1980’lerde Ulusal Bilim Vakfı da (National Science Foundation) bir başka bilimsel ağ (CSNET) ile IBM’le işbirliği içinde fen bilimleri mensubu olmayan bilim adamlarına yönelik farklı bir ağın, BITNET’in yaratılması sürecine dahil oldu. Ancak bütün bu ağlar, iskelet iletişim sistemi olarak ARPANET’i kullanı-yordu. 1980’lerde önce ARPA-INTERNET adı verilen, sonra INTERNET denen ağların ağı, hâlâ Savunma Bakanlığı’nca destekleniyor, Ulusal Bilim Vakfı’nca işletiliyordu. 20 yılı aşkın süren bir hizmetten sonra teknolojik açıdan modası geçen ARPANET, 28 Şubat 1990’da kapatıldı. Bundan son-ra İnternet’in iskeleti olma görevini, Ulusal Bilim Vakfı’nın işlettiği NSFNET üstlendi. Ancak ticari baskılar, özel şirket ağlarının, kâr amacı gütmeyen, işbirliği yapan ağların büyü-mesi, hükümete bağlı bu son İnternet iletişim tabanının da Nisan 1995’te kapatılmasına, Ulusal Bilim Vakfı’nın bölge-sel ağlarına bağlı bir dizi ticari şirketin, özel ağlar arasında işbirliğine dayalı düzenlemelere gitmek için güçlerini bir-leştirmesiyle birlikte İnternet’in tümüyle özelleştirilmesinin önü açıldı. Özelleştirilen İnternet’te, düzenleyici, yönetici gö-

Page 389: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

389

revini üstlenecek gerçek bir otorite yoktu. İnternet’in gelişi-miyle birlikte ortaya çıkan bir dizi fiili kurum ve mekanizma, teknik konfigürasyon koordinasyonu sağlamak ve İnternet adreslerinin dağıtılması yönünde anlaşmalar yapmak için gayrı resmi sorumluluk üstlendi. Ocak 1992’de Ulusal Bilim Vakfı’nın inisiyatifiyle, kâr amacı gütmeyen bir örgüt olan In-ternet Society önceden mevcut, koordinasyon sorumluluğu taşıyan İnternet Faaliyetleri Kurulu ile İnternet Mühendisliği Güç Birimi gibi örgütlenmelerden sorumlu kılındı. Ulusla-rarası açıdan bakınca, koordinasyon temelde, çok ihtilaflı bir mesele olan, domain adreslerin dünya çapında dağıtı-mını düzenleyen çok taraflı anlaşmalarla sağlanır. 1998’de merkezi Amerika’da bulunan yeni bir düzenleyici kurumun (IANA/ICANN) tesisine karşın 1999’da ne ABD’de ne dün-yada İnternet üzerinde yetki sahibi açık, tartışmasız bir oto-rite bulunuyordu; bu da yeni çarkın hem teknolojik hem de kültürel açıdan serbestçe yuvarlanıp gitme özelliğinin bir göstergesidir.

Ağın, iletişim hacminin katlanarak genişlemesini koru-yabilmesi için aktarım teknolojilerinin güçlendirilmesi gere-kiyordu. 1970’lerde ARPANET, saniyede 56 bin bit taşıyan bağlantılar kullanıyordu. 1987’de ağ bağlantıları, saniyede 1.5 milyon bit aktarabiliyordu. 1992’de, İnternet’in gerisin-deki iskelet ağ olan NSFNET, saniyede 45 milyon bitlik bir aktarım hızıyla işliyordu; saniyede 5 bin sayfa göndermeye yetecek bir kapasiteydi bu. 1995’te gigabit aktarım tekno-lojisi prototip aşamasındaydı; ABD Kongre Kütüphanesi’nin bir dakikada aktarılmasına denk düşecek bir kapasite söz konusuydu.

Ancak aktarım kapasitesi, dünya çapında bir iletişim ağının oluşturulması için yeterli değildi. Bilgisayarların da birbirleriyle konuşabilir hale gelmesi gerekiyordu. Bu yön-deki ilk adım, 1970’lerin başında imkânsız bir iş gibi gö-rünen, her tür ağda kullanılabilir bir iletişim protokolünün yaratılması oldu. 1973 yazında ARPA için araştırma yapan bilgisayar bilimcileri Vinton Cerf ile Robert Kahn, Kahn’ın, araştırma şirketi BBN’de sürdürdüğü iletişim protokolü ya-ratma amaçlı çalışmalarına dayanarak İnternet’in temel mi-marisini inşa etti. Stanford’da, ARPA’dan, üniversitelerden, Robert Metcalfe’in daha sonra yerel alan ağlarının (LAN) kurulmasını sağlayacak bir paket iletişim teknolojisi üzerin-de çalıştığı PARC-Xerox da dahil çeşitli araştırma merkez-lerinden araştırmacıların katıldığı bir toplantı düzenlendi.

Page 390: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

390

Teknolojik işbirliği, Cyclades programıyla bağlantılı Fransız araştırmacılar başta olmak üzere Avrupa’daki farklı grup-ları da kapsıyordu. Stanford’daki bu seminerden hareket-le çalışmalarını sürdüren Cerf, Metcalfe ve Gerard Lelann (Cyclades’dan) çeşitli araştırmacılan, birbirinden farklı mevcut ağların taleplerini karşılayabilecek bir aktarım de-netim protokolü geliştirdi. 1978’de Cerf, Postel (UCLA’dan) ve Cohen, protokolü iki kısma ayırdı: Host’tan host’a (TCP) ve ağlar arası protokol (IP). Sonuçta ortaya çıkan TCP/IP protokolü 1980’de ABD’de bilgisayar iletişiminde standart haline geldi. TCP/IP’nin esnekliği, bilgisayar ağları arasında çok katmanlı bir bağlantılar yapısı benimsenmesini sağladı; bu yapı çeşitli iletişim sistemlerine, farklı şifrelere uyarla-nabiliyordu. 1980’lerde özellikle Avrupa’daki telekomüni-kasyon taşıyıcıları, uluslararası standart olarak farklı bir iletişim protokolü (x.25) uygulamaya kalktıklarında, dünya birbiriyle iletişim kuramayan bilgisayar ağları arasında bö-lünmeye çok yaklaşmıştı. Ancak sonunda kazanan TCP/IP’nin çeşitliliğe yanıt verebilme becerisi oldu. Bir parça uyarlanma sonrası (x.25 ile TCP/IP iletişim ağının farklı kat-manlarından sorumlu kılındı, sonra bu katmanlar arasında bağlantılar kuruldu; böylece iki protokol birbirini tamamlar hale geldi). TCP/IP bilgisayar iletişim protokolleri için yaygın standart olarak kabul görmeyi başardı. Bundan sonra bil-gisayarlar, İnternet ağı üzerinde çok hızlı yol alan veri pa-ketlerini birbirleri için şifreleyebilir, bu paketlerin şifrelerini çözebilir hale geldi. Bilgisayarların iletişim kurabilmesi için başka bir teknolojik yakınlaşma örneği daha gerekiyordu: TCP/IP’nin bilgisayardan bilgisayara erişimi sağlayan bir işletim sistemi olan UNIX’e uyarlanmasıydı bu. UNIX siste-mi 1969’da Bell Laboratuvarları tarafından icat edilmişti; ne var ki 1983’te Berkeley’li araştırmacıların UNIX’i TCP/IP protokolüne uyarlamalarından sonra yaygın olarak kullanılır hale geldi. UNIX’in yeni versiyonu kamu fonlarıyla finanse edildiğinden, yazılım yalnızca dağıtım maliyetine eklenebilir kılındı. Geniş ölçekte ağlar da, birbirine bağlı yerel alan ağ-ları ile bölgesel ağlar olarak doğdu, sonra da hızla telefon hattı bulunan, bilgisayarların ucuz bir cihaz olan modeme sahip olduğu her yere yayıldı.

İnternet’in gelişmesinin gerisinde, Savunma Bakanlı-ğı, Ulusal Bilim Vakfı, araştırmada öne çıkan üniversiteleri (özellikle MIT, UCLA, Stanford, Güney California Üniversitesi, Harvard, Santa Barbara’daki California Üniversitesi, Berke-

Page 391: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

391

ley’deki California Üniversitesi), MIT’in Lincoln Laboratuvarı, SRI (eski Stanford Araştırma Enstitüsü), Palo Alto Araştırma Şirketi (Xerox finanse ediyordu) ATT’nin Bell Laboratuvarla-rı, Rand Corporation ve BBN gibi teknolojide uzmanlaşmış düşünce kurumlarını kesen bilimsel, kurumsal ve kişisel ağlar vardı. 1960’lar ile 1970’lerde teknolojinin kilit aktör-leri arasında, diğerlerinin yanı sıra J. C. R. Licklider, Paul Baran, Douglas Engelbart (farenin mucidi), Robert Taylor, Ivan Sutherland, Lawrence Roberts, Alex McKenzie, Robert Kahn, Alan Kay, Robert Thomas, Robert Metcalfe, parlak bir bilgisayar bilimi teorisyeni olan Leonard Kleinrock ile onun, bazıları İnternet’in tasarımının, geliştirilmesinin gerisinde-ki kilit beyinler arasında yer alacak olan, UCLA’daki parlak lisansüstü öğrencileri vardı: Vinton Cerf, Stephen Crocker, Jon Postel ile diğerleri. Bu bilgisayar bilimcilerin çoğu bu ku-rumlar arasında gidip gelerek, dinamikleri, hedefleri, askeri stratejik amaçlardan ya da süper işlemci bağlantılar kurma hedefinden büyük ölçüde özerkleşmiş olan, ağ haline gel-miş bir yenilik mecrası yarattı. Onlar sonunda gerçekten de yaptıkları gibi, dünyayı değiştiriyor olduklarına gönülden inanmış teknoloji savaşçılarıydı.

İnternet uygulamalarının çoğu, ilk kullanıcıların beklen-medik icatlarından geldi; böylece İnternet’in asli niteliklerin-den olacak bir pratik, bir teknolojik yönelim başlatılmış oldu. ARPANET’in ilk aşamalarında bilgisayarlar arası bağlantı kurmanın mantığı, dağınık bilgisayar kaynaklarından tam anlamıyla yararlanabilmek için birbirine uzak bilgisayarlar arasında bağlantı kurarak zamanı paylaşmayı mümkün kıl-maktı. Ancak kullanıcıların çoğu, aslında bu denli fazla bil-gisayar gücüne gereksinim duymuyordu ya da sistemlerini iletişim gereksinimleri doğrultusunda yeniden tasarlamaya hazır değildi. Ancak asıl yangını başlatan kıvılcım, ağ katı-lımcıları arasında e-posta ile iletişimin mümkün kılınması oldu; BBN’den Ray Tomlinson’ın yarattığı bir uygulamaydı bu; bugün de tüm dünyada bilgisayar iletişiminin en yaygın biçimidir.

Ne var ki, bütün bunlar madalyonun yalnızca bir yüzü. Pentagon ile büyük bilimin “kabul edilebilir kullanım” norm-ları kapsamında, kamusal erişime açık evrensel bir bilgi-sayarlar ağı oluşturma çabalarına paralel olarak, ABD’de, entelektüel olarak 1960’lardaki hareketlerin en özgürlük-çü/ütopyacı versiyonlarının artçı şoklarıyla ilişkilendirilen, yaygınlık kazanan muhalif bir bilgisayar kültürü ortaya çıktı.

Page 392: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

392

Sistemin önemli unsurlarından biri olan modem, bu muhalif kültürün öncülerinin, terim kötü anlamını kazanmadan önce en başta “hacker” diye adlandırılanların gerçekleştirdiği tek-nolojik atılımlardan biriydi. PC’ler için ilk modem, 1978’de Chicagolu iki öğrenci, Ward Christensen ile Randy Suess ta-rafından, mikrobilgisayar programlarını birbirine aktarmak için Chicago kışında evleri arasındaki onca yolu tepmek ye-rine, telefonu kullanmalarını sağlayacak bir sistem bulmaya çalışırlarken icat edildi. 1979’da bilgisayarların dosyaları bir host sistem üzerinden geçmeksizin doğrudan aktarmalarını sağlayan XModem protokolünü yaydılar ve de bu teknolo-jiyi hiçbir fiyat biçmeden dağıttılar, çünkü niyetleri iletişim imkânlarını mümkün olduğunca yaymaktı. ARPANET’ten (ilk aşamalarda bilim yapılan seçkin üniversitelerle sınırlı tutulan) dışlanan bilgisayar ağları kendi başlarına birbiriy-le iletişim kurmanın bir yolunu bulmuşlardı. 1979’da Duke Üniversitesi ile Kuzey Carolina Üniversitesi’nden ARPANET’e alınmayan üç öğrenci, UNIX protokolünün bilgisayarların normal telefon hattı üzerinden bağlanmasını mümkün kılan bir versiyonunu geliştirdi. Bunu kullanarak da, bilgisayarlar arası on-line bir tartışma forumu, Usenet’i başlattılar; Use-net hızla ilk geniş çaplı elektronik tartışma ortamlarından biri haline geldi. Usenet News’un mucitleri, yazılımlarını UNIX kullanıcıları konferansında bir broşürle bedava dağıt-tı. 1983’te Tom Jennings PC’lere haber bültenleri postala-mak için, bir modem ile özel bir yazılım ekleyerek, başka bilgisayarların bu arayüz teknolojisine sahip PC ile bağlantı kurmalarını sağlayacak bir sistem geliştirdi. Tabandan ge-len, en orijinal ağlardan biri olan, 1990’da ABD’de 2 bin 500’ü aşkın bilgisayar kullanıcısını birleştiren Fidonet’in kökeninde bu gelişme vardı. Fidonet ucuz, açık, işbirliğine dayalı olduğundan, Rusya gibi dünyanın yoksul ülkelerinde, özellikle de muhalif kültürel gruplar arasında başarılı oldu; ta ki teknolojik sınırlılıkları, üstüne İnternet’in gelişimi sonu-cu kullanıcılarının çoğu dünya çapında paylaşılan ortak ağa geçinceye dek. San Francisco Körfezi bölgesindeki Well gibi konferans sistemleri ise, bilgisayar kullanıcılarını ilgilerini paylaştıkları ağlarda buluşturuyordu.

İroniktir ki, teknolojiye yönelik bu muhalif kültürel yak-laşımın, askeriyeden esinlenen yatay ağlar oluşturma stra-tejisi üzerinde de benzer bir etkisi oldu: Teknolojik araçlar, teknik bilgisi ve bir bilgisayar cihazı, PC’si olanlar için ulaşı-labilir hale geldi. Kısa süre içinde PC’lerin güçleri artarken,

Page 393: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

393

aynı zamanda fiyatlarının düşmesi gibi bir ilerleme gözlen-meye başlandı. Kişisel bilgisayarların, ağların iletişim bece-risinin gelişmesi, bülten tahtası sistemlerinin (BBS/bulletin board systems) önce ABD’den sonra dünya çapında hızla yaygınlaşmasını sağladı. Bülten tahtası sistemleri, karmaşık bilgisayar ağları gerektirmiyordu, yalnızca PC, modem ve te-lefon hattı yeterliydi. Böylece bu sistemler, her tür ilgi alanı ve kişisel merak için bir ilan tahtası haline gelerek, Howard Rheingold’un deyişiyle “sanal cemaatler”i yarattı. 1980’le-rin sonlarına gelindiğinde birkaç milyon bilgisayar kullanıcı-sı, İnternet’in bir parçası olmayan işbirliğine yönelik ya da ticari ağlarda bilgisayar aracılığıyla iletişime başvuruyordu. Bu ağlar, sıklıkla birbiriyle uyumlu olmayan protokoller kul-landıklarından İnternet protokollerine geçtiler; 1990’larda bu ağların İnternet’le bütünleşmesini, böylece İnternet’in kendisinin genişlemesini sağlayacak bir hamleydi.

Ancak 1990’larda İnternet’in kullanımı, hiç başlama-mışlar için hâlâ zordu. Grafik aktarım kapasitesi son derece sınırlıydı, ayrıca bilgi bulmak, indirmek de bir hayli güçtü. Yeni bir teknolojik hamle, İnternet’in toplumun geneline yayılmasını sağladı: İnternet sitelerinin içeriklerini yerlerine göre değil de, bilgiye göre düzenleyen, sonra da kullanıcı-lara istedikleri bilgiyi bulabilmeleri için kolay bir arama sis-temi sunan yeni bir uygulama, “world wide web” tasarlan-dı. World wide web’in icadı, 1990’da Avrupa’da, dünyanın önde gelen fizik araştırma merkezlerinden biri olan Cenev-re’deki Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nde (CERN) ger-çekleşti. İcadı yapan, CERN’de görev yapan, Tim Berners-Lee ile Robert Cailliau öncülüğündeki bir grup araştırmacıy-dı. Araştırmalarını ARPANET geleneğine değil, 1970’lerdeki “hacker”ların kültürüne dayandırmışlardı. Aslına bakacak olursanız kısmen 1974’te “Bilgisayar Özgürlüğü” (Computer Lib) başlıklı broşürüyle insanları bilgisayarların gücünü ken-di yararlarına ele geçirip kullanmaya çağıran Ted Nelson’ın çalışmalarını temel almışlardı. Nelson “hipertext” dediği, bilginin yatay bilgi bağlantılarına dayalı olarak örgütlendiği yeni bir sistem hayal ediyordu. Berners-Lee ile çalışma ar-kadaşları, bu öncü bakış açısına çoklu medya dünyasından uyarlanan yeni teknolojiler ekleyerek, işitsel-görsel bir dil kazandırdılar. CERN ekibi, “hipertext” dokümanları için “hi-pertext markup language” (HTML) denen bir format yarattı; bilgisayarların, TCP/IP protokolünün üstüne ekleyip kendi özgül dillerini uyarlayabilmeleri için İnternet’in esneklik ge-

Page 394: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

394

leneği dahilinde tasarlanan bir formattı bu. Aynı zamanda web tarayıcıları ile web “server”ları arasında iletişimi yön-lendirecek bir “hipertext” aktarım protokolü (HTTP) oluştu-rup, uygulama protokolündeki bilgiyle, istenen bilgiyi bulun-duran bilgisayar adresindeki bilgiyi birleştiren standart bir adres formatı, ‘uniform resource locator’ı (URL) yarattılar. Bu noktada da, URL, yanlızca HTTP ile değil, çok çeşitli ak-tarım protolleriyle ilgili olabilecek; böylece genel arayüzü kolaylaştıracaktı. CERN, ‘world wide web’ yazılımını İnternet üzerinden bedava dağıttı, ilk web siteleri de dünyanın dört bir köşesinde önde gelen araştırma merkezleri tarafından kuruldu. Bu merkezlerden biri de Ulusal Bilim Vakfı’na bağ-lı en eski süperbilgisayar merkezlerinden biri olan, Illinois Üniversitesi’ndeki süperbilgisayar Uygulamaları Ulusal Merkezi’ydi (NCSA). Bu makinelerin kullanımlarının azalma-sından dolayıdır ki, başka süperbilgisayar merkezlerinde ol-duğu gibi NCSA’daki araştırmacılar da yeni işler aranıyordu. Personelin de durumu farksızdı, saatte 6,85 dolara yarım gün çalışan bir kolej öğrencisi olan Marc Andreessen gibi. “Teknik açıdan yetenekli, sıkıntıdan patlamak üzere olan Marc, 1992’de Web’e yoksun olduğu grafiksel, medya açı-sından zengin yüzü kazandırmaya vakit ayırmanın eğlenceli olabileceğini düşündü.” Sonuçta ortaya çıkan kişisel bilgi-sayarlarda işlemek üzere tasarlanmış, Mosaic isimli bir web tarayıcısıydı. Marc Andreessen ile yardımcısı Eric Bina, Ka-sım 1993’te Mosaic’i NCSA ağı üzerinden bedava dağıtma-ya başladı; 1994 baharına gelindiğinde birkaç milyon kopya kullanımdaydı. Bunun üzerine, büyük bir başarıyla yarattığı şirketi Silicon Graphics’ten sıkılmaya başlamış olan, Silikon Vadisi’nin efsanevi girişimcilerinden Jim Clark, Andreessen ile ekibine bir teklif götürdü. Birlikte Ekim 1994’te piyasa-ya sürülen ilk güvenilir İnternet tarayıcısını üreten Netsca-pe şirketini kurdular. Yeni tarayıcılar ya da arama motorları hızla gelişti; bütün dünya, kelimenin tam anlamıyla dünya çapında bir ağ yaratarak İnternet’i kucakladı.

Page 395: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

395

Okuma Parçası 2*****

Enformasyon Teknolojisi Devriminin Modelleri, Aktörleri ve Mekânları

İlk sanayi devrimi Britanya’nın elinden çıkmaysa, ilk en-formasyon teknolojisi devrimi de Amerikan elinden çıkma-dır, ağırlık olarak da California etkisi taşır. Her iki vakada da başka ülkelerden bilimciler, sanayiciler hem yeni teknoloji-lerin keşfinde, hem de yayılmasında çok önemli bir rol oyna-mışlardır. Fransa ile Almanya, sanayi devriminde yeteneğin, uygulamaların kilit kaynaklarıydı. Elektronik ve biyoloji ala-nındaki yeni teknolojilerin köklerinde de İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya’da doğan bilimsel keşifler yatar. Japon şir-ketlerin dehası, elektronik alanında imalat süreçlerinin geli-şiminde, enformasyon teknolojilerinin VCR’lardan fakslara, video oyunlardan pager’lara uzanan bir yeni ürün furyası sa-yesinde dünyanın dört bir köşesinde gündelik hayata girme-sinde kritik bir rol oynadı. Öyle ki, 1980’de, Japon şirketler, dünya piyasasında yarı iletken üretiminde başat durumday-dılar; ancak 1990’ların ortalarında Amerikan şirketleri bu rekabette açık arayla öne geçtiler. Bütün bir sanayi, üçüncü bölümde inceleyeceğim üzere, farklı ülkelerden şirketlerin iç içe geçmesi, stratejik ittifaklar kurması, ağlar oluşturma-sı yönünde gelişti. Bu da ulusal kökeni biraz önemsiz hale getirdi. Ancak ABD’li yenilikçiler, şirketler, kurumlar yalnızca 1970’lerdeki devrimin temellerini atmakla kalmadı, aynı za-manda 21. yüzyılda devamı muhtemel olan yayılmasında da öncü bir rol üstlendi. Yine de biyoteknoloji, ileri kimya, yazı-lım, telekomünikasyon alanlarına Avrupa’dan gelen önemli katkının yanı sıra, bu alanlarda Japonya, Çin, Kore ve Hint şirketlerinin varlığının giderek güçlenişine tanık olacağımız su götürmez.

Amerika’daki enformasyon teknolojisi devrimini çev-releyen efsanelerin ötesine geçip bu gelişmenin toplumsal kökenlerini anlayabilelim diye, kısaca yeniliğin en ünlü mec-ralarından birinin oluşum sürecini hatırlatacağım: Silikon Vadisi. Daha önce de belirttiğim gibi başka kilit teknoloji-lerin yanı sıra entegre devre, mikroişlemci, mikrobilgisayar,

*****s. 78-88

Page 396: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

396

Silikon Vadisi’nde geliştirildi; elektronik alanındaki yenilikle-rin kalbi, 40 yıl boyunca, yaklaşık çeyrek milyon enformas-yon teknolojisi işçisi sayesinde attı. Ayrıca, San Francisco Körfezi bölgesi (Berkeley, Emeryville, Marin County ve San Francisco’nun kendisi de dahil) aynı zamanda genetik mü-hendisliğinin de doğduğu yerdi; yüzyıl dönümüne gelindiğin-deyse ileri yazılım, genetik mühendisliği, İnternet tasarımı ve geliştirilmesi, multimedya bilgisayar tasarımında da dün-yanın önde gelen merkezlerinden biriydi.

Silikon Vadisi (San Francisco’nun 30 mil güneyin-de, Stanford ile San Jose arasındaki Santa Clara County) yeni teknolojik bilginin; bölgedeki büyük üniversiteler-den yetenekli mühendislerin, bilimadamlarının; Savunma Bakanlığı’yla birlikte güvenli piyasadan gelen cömert fi-nansmanın; risk sermayesi şirketlerinin verimli bir ağ geliş-tirmesinin ve daha ilk aşamalarda Stanford Üniversitesi’nin kurumsal liderliğinin tek bir elde toplanması sonucu, bir yenilik mecrası haline geldi. Elektronik sanayiinin Kuzey California’nın etkileyici, yarı kırsal bir bölgesine yerleşmesi gibi olmayacak bir işin izleri, Stanford Üniversitesi Mühen-dislik Fakültesi’nin ileri görüşlü dekanı ve idari amiri Frede-rick Terman’ın 1951’de Stanford Sanayi Parkı’nı kurmasına dek sürebilir. Terman, iki öğrencisinin -William Hewlett ile David Packard’ın- 1938’de bir elektronik şirketi kurmasını kişisel olarak destekledi. İkinci Dünya Savaşı, Hewlett Pac-kard ile diğer yeni teknoloji şirketleri için büyük bir atılım oldu. Böylece doğal olarak, ancak Stanford’ın yenilikçi diye nitelediği şirketlerin sembolik bir kira ödediği yeni, ayrıca-lıklı bir mekânın ilk kiracıları oldular. Park kısa sürede do-lunca, yeni elektronik şirketleri San Jose’ye giden 101 no’lu otobanın kıyısına yerleşmeye başladı.

Transistörün mucidi William Shockley’nin 1955’te Palo Alto’ya taşınması da belirleyici olaylardan biriydi. Bu yerleşik elektronik şirketlerinin devrimci mikro-elektronik teknoloji-sini yakalamaktaki tarihsel beceriksizliğini yansıtıyor olsa da, tesadüfi bir gelişmeydi. Shockley keşfini sanayi ürünü-ne dönüştürmek için, RCA ve Raytheon gibi East Coast’taki büyük şirketlerden destek istemişti. Geri çevrilince, annesi Palo Alto’da yaşıyor olduğundan büyük ihtimalle, Silikon Vadisi’nde, Beckman Instruments’in bir şubesinde kendine bir iş buldu. Beckman Instruments’ın desteğiyle 1956’da, burada kendi şirketini, Shockley Transistors’u kurmaya ka-rar verdi. Çoğu Bell Laboratuvarları’ndan, Shockley’le çalış-

Page 397: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

397

manın cazibesine kapılmış, birbirinden parlak sekiz genç mühendisi işe aldı; içlerinden biri Bob Noyce’du, Noyce, Bell Laboratuvarları’ndan değildi. Grup kısa süre sonra ha-yal kırıklığına uğradı. Shockley’den yeni mikro-elektroniğin sırlarını öğreniyorlardı öğrenmesine ama, şirketi çıkmaza sürükleyen otoriterliği ve kibrinden yaka silker hale gelmiş-lerdi. Onun kararının aksine, transistörleri daha geniş çapta entegre edilmesi açısından en ümitvari yol olarak gördükleri silisyum üzerinde çalışmayı istiyorlardı. Böylece bir yılın so-nunda Shockley’den (şirketi batmıştı) ayrıldılar ve Fairchilds Semiconductors’ı (Fairchild Cameras’ın yardımıyla) kurdu-lar; düzlemsel işleme ve entegre devrenin icadı gelecek iki yıl içinde burada gerçekleşecekti. Shockley birbirini izleyen başarısız girişimlerin ardından en sonunda 1963’te Stan-ford Üniversitesi’nde profesörlüğe sığınırken, “Fairchild Se-kizlisi” de bilgilerinin teknolojik ve işletme potansiyelini keş-fettikçe, kendi şirketlerini kurmak üzere bir bir Fairchild’dan ayrıldılar. Onların işe aldıkları da bir süre sonra aynısını yaptı; öyle ki Amerika’da yarı iletken üreten en büyük 85 şirketin yarısının, Intel, Advanced Micro Devices, National Semiconductors, Signetics gibi şirketlerin tarihi, bu olaya bağlanabilir.

Silikon Vadisi ile mikro-elektronik devriminin üzerine kurulduğu icatların ilk kaynağı önce Shockley ile Fairchild arasında gerçekleşen, sonra Fairchild’dan başka birçok kü-çük şirkete dağılan bu teknoloji transferiydi işte. 1950’lerin ortalarında Stanford ile Berkeley elektronikte önde gelen merkezler değildi henüz; ama MIT öyleydi; bu durum elekt-ronik sanayiinin başlangıçta New England merkezli olması-na da yansımıştı. Ancak bilgi Silikon Vadisi’nin eline geçin-ce, endüstriyel yapısının dinamizmi, sürekli yeni şirketlerin kurulması 1970’lerin başında Silikon Vadisi’ni dünyanın mikro-elektronik merkezi haline getirdi. İki farklı bölgede (Boston’da Route 128 ile Silikon Vadisi) elektronik komp-lekslerinin gelişimini kıyaslayan Anna Saxenian, şirketlerin sosyal ve sınai örgütlenmelerine bağlı olarak yeniliklerin teşvik edilmesi ya da engellenmesinin belirleyici bir rol oynadığı sonucuna varmıştır. Bir başka deyişle, Doğu’daki büyük, yerleşik şirketler yeni teknolojik cepheler için ken-dilerini hep yeniden donatamayacak kadar katıyken (ya da kibirliyken), Silikon Vadisi yeni şirketler doğurmayı sürdü-rüyor, işten işe sıçramalarla, kurulan yeni şirketlerle bilgi yayılımını ve çapraz döllemeyi gerçekleştiriyordu. Walker’s

Page 398: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

398

Wagon Wheel Bar’da ya da Mountain View’da Grill’de ak-şamları yapılan tartışmalar, teknolojik yeniliklerin yayılma-sına Stanford’daki birçok seminerden daha fazla katkıda bulunuyordu.

Başka yerlerde belirttiğim gibi, Silikon Vadisi’nin olu-şumundaki kilit etkenlerden biri de çok erken bir tarihten beri bir risk sermayesi şirketleri ağının varolmasıydı. Burada önemli olan unsur, ilk yatırımcıların büyük çoğunluğunun elektronik sanayii kökenli olması, dolayısıyla uğruna kuma-ra girdikleri teknolojik ve işletme projeleri hakkında bilgili olmasıydı. Örneğin 1960’ların en önemli risk sermayesi şirketlerinden biri olan Kleinert, Perkins ve Ortakları’ndan Gene Kleinert, “Fairchild sekizlisi” içinde yer alan mühen-dislerdendi. 1988’e gelindiğinde, “risk sermayesinin enfor-masyon ve iletişim sanayiiyle ilişkili yeni ürün ve hizmet yatı-rımlarının yarısını oluşturduğu” tahmin ediliyordu.

Bilgi teknolojisinin kullanımında tarihsel bir bölünme yaratan mikrobilgisayarın gelişiminde de benzer bir süreç yaşandı. 1970’lerin ortasına gelindiğinde, Silikon Vadisi dünyanın dört bir köşesinden on binlerce genç beyni çeker haldeydi; icat ve para tılsımını ararken, teknolojinin yeni Kâbe’sinin yarattığı heyecana koşuyorlardı. Son gelişmeler üzerine fikir ve bilgi alışverişinde bulunmak üzere gevşek gruplar halinde bir araya geliyorlardı. Bu gruplardan biri de, gelecek yıllarda Microsoft, Apple, Comenco ve North Star’ın da aralarında yer aldığı 22 şirket kuracak olan ileri görüşlü gençlerin (Bill Gates, Steve Jobs ve Steve Wozniak gibi) yer aldığı Home Brew Computer Club’dı. Wozniak’a 1976’nın ya-zında, Menlo Park’taki garajında bir mikrobilgisayar, Apple I’i tasarlaması için ilham veren de, Ed Roberts’ın Altair ma-kinesi üzerine yazılmış, Popular Electronics’te yayımlanan bir makalenin grup içinde okunması olmuştu. Steve Jobs da potansiyeli gördü ve birlikte Intel’in bir yöneticisinden, ortak olarak işe giren Mike Markkula’dan 91 bin dolarlık bir kredi alarak Apple’ı kurdular. Aynı tarihlerde Bill Gates de mikro-bilgisayarlara işletim sistemi sağlamak üzere Microsoft’u kurdu; ama Gates ailesinin sosyal bağlarından yararlanmak için 1978’de şirketi Seattle’a taşıdı.

Genetik mühendisliğin gelişimi hakkında da benzer bir hikâye anlatılabilir; Stanford, San Francisco’daki California Üniversitesi ve Berkeley’den önde gelen bilim insanları baş-ta Körfez bölgesinde olmak üzere şirketler kurmaya başla-dılar. Onlar da okullarıyla yakın bağlarını korurken, birçok

Page 399: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

399

küçük şirket kurdukları bir süreçten geçeceklerdi. Boston/Cambridge’de, Harvard-MIT çevresinde, Duke Üniversitesi ile Kuzey Carolina Üniversitesi çevresindeki araştırma üçge-ninde, daha da önemlisi Maryland’de büyük hastanelerin, ulusal sağlık araştırması enstitülerinin ve Johns Hopkins Üniversitesi’nin çevresinde de benzer süreçler yaşandı.

Bütün bu renkli hikâyelerden iki katmanlı bir sonuç çıkarılabilir: İlki enformasyon teknolojisi devriminin gelişi-minin, keşiflerin ve uygulamaların etkileşim içinde olduğu, sürekli tekrarlanan bir deneme yanılma süreciyle, yaparak öğrenmeyle sınandığı bir yenilik ortamının oluşumuna kat-kıda bulunduğu; bu ortamın, araştırma merkezleri, yüksek eğitim kurumları, ileri teknoloji şirketleri ve yeni şirketleri fi-nanse edecek risk sermayesi şirketlerinden kurulu bir ağın mekânsal bir yoğunluk içinde bulunmasını gerektirdiğidir. İkincisi böyle bir ortam kurulduğunda, 1970’lerde Silikon Vadisi’nde olduğu gibi, kendi dinamiklerini yaratma, dün-yanın dört bir köşesinden bilgi, yatırım ve yetenek çekmeyi gerektirir. Öyle ki, Silikon Vadisi 1990’larda Japon, Tayvanlı, Koreli, Hint ve Avrupa şirketlerinin yayılmasından, çoğu Hin-distan ve Çin’den Silikon Vadisi’nde olmayı yeni teknolojiyle, işletmecilikle ilgili değerli bilgi kaynaklarına ulaşmanın en üretken yolu olarak gören binlerce mühendis ve bilgisayar uzmanının gelişinden yarar sağladı. Dahası, teknolojik yeni-lik ağları içinde yer aldığından, yeni enformasyon ekonomi-sinin kurallarına ilişkin bir kavrayış oturttuğu için San Fran-cisco Körfez bölgesi yeni gelişmelere atlayabilecek durum-daydı. 1990’da İnternet özelleşip, ticari bir teknoloji haline geldiğinde, Silikon Vadisi bu yeni teknolojiyi de yakalayabildi. Önde gelen İnternet donanım şirketleri (Cisco Systems gibi), bilgisayar ağı şirketleri (Sun Microsystems gibi), yazılım şir-ketleri (Oracle gibi) ve İnternet portalları (Yahoo! gibi) Sili-kon Vadisi’nde kuruldu. Ayrıca elektronik ticareti başlatan, girişimcilikte devrim yaratan İnternet şirketlerinin büyük bö-lümü de (Ebay gibi) Silikon Vadisi’ndeydi. 1990’ların ortala-rında multimedyanın doğuşu, Silikon Vadisi şirketlerinin bil-gisayarlı tasarım becerileriyle, Hollywood’da görüntü üreten şirketler arasında, derhal ‘Siliwood’ diye yaftalanan bir tek-noloji ve girişimcilik ağı oluşturdu ve dünyanın en dinamik multimedya merkezinin yaratılması sürecinde, sanatçılar, grafik tasarımcılar, yazılımcılar San Francisco’nun bir köşe-sinde, hummalı zihinlerinden çıkan imgelerle oturma odala-rımızı basmakla tehdit eden ‘Multimedya Deresi’nde birleşti.

Page 400: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

400

Yeniliğin bu toplumsal, kültürel ve uzamsal izleği, dün-ya çapına yayılabilir mi? Bu soruyu yanıtlamak üzere, ben ve meslektaşım Peter Hall birkaç yıl süren bir dünya turu-na çıkarak, California’dan Japonya’ya, New England’dan Old England’a, Paris-Süd’den Hsinchu-Tayvan’a, Sophia-Antipolis’ten Akademgorodok’a, Szelenograd’dan Daeduck’a, Münih’ten Seul’e gezegenin başlıca bilimsel/teknolojik merkezlerinden bazılarını ziyaret edip inceledik. Vardığımız sonuçlar, yenilik ortamının enformasyon tekno-lojisi devriminin gelişiminde kritik bir rol oynadığını doğrulu-yor; bilimsel/teknik bilginin gruplaşarak dağılması, kurum-lar, şirketler ve kalifiye emek gücü Enformasyon Çağı’nın temel özellikleri. Ancak kültürel, uzamsal, kurumsal ya da sınai bakımdan Silikon Vadisi’ni ya da güney California, Bos-ton, Seattle ya da Austin gibi Amerika’daki başka teknolojik yenilik merkezlerini örnek almıyorlar ille de.

En çarpıcı bulgumuz, Amerika Birleşik Devletleri dı-şında, sanayileşmiş dünyanın en büyük, en eski metro-pol bölgelerinin yeniliklerin, bilgi teknolojisi üretiminin de başlıca merkezleri olmalarıydı. Avrupa’da yüksek teknoloji araştırmalarıyla üretiminin en yoğun olduğu bölge Paris-Süd; Londra’da da 19. yüzyıldan beri, kraliyet için çalışan silah fabrikalarının bulunduğu M4 koridoru, tarihsel sürek-lilik içinde bugünün başlıca elektronik merkezlerinden biri. Berlin’in yerini Münih’in alması, açıkçası Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle ilgiliydi; Siemens, Amerikan işgali beklentisiyle Berlin’den Bavyera’ya taşınmıştı. Tech-nopolis Programı kapsamında iş gören fabrikalar merkez dışına yerleşmiş olmasına karşın, Tokyo-Yokohama’da, Japonya’da enformasyon teknolojisi sanayiinin teknolojik çekirdeği olmayı sürdürüyor. Moskova-Szelonograd ile St Petersburg da Kruşçev’in Sibirya rüyasının suya düşmesin-den sonra Sovyet döneminin ve Rusya’nın teknolojik bilgi ve üretim merkezleri oldular, hâlâ da öyleler. Hsinchu as-lında Taipei’nin uydusudur; Daeduck da diktatör Park’ın memleketinde olmasına karşın hiçbir zaman Seul-Inchon kadar önemli bir rol oynamamıştır. Pekin ile Şangay, Çin’in teknolojik gelişiminin merkezleri, böyle olmayı da sürdü-recekler. Meksika’da Mexico City, Brezilya’da Sao Paulo-Campinas, Arjantin’de Buenos Aires de öyle. Bu anlamda eski Amerikan metropollerinin teknolojik bakımdan silinip gitmesi (1960’lara dek oynadığı öncü role karşın New York/New Jersey, Chicago, Detroit, Philadelphia) uluslararası dü-

Page 401: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

401

zeyde değerlendirildiğinde, Amerika’nın öncü ruhu dışlama, oturmuş şehirlerin, oturmuş toplumların çelişkilerinden ebediyen kaçma eğilimiyle bağlantılı bir istisna. Öte yan-dan, Amerika’nın bu dışlama eğilimiyle, Amerika’nın temel özelliği yaratıcılığı harekete geçirmek için zihinsel zincirleri kırmak olan bir teknoloji devriminin başını çekmesi arasın-daki ilişkiyi incelemek de çok ilginç olurdu.

Ancak dünya çapında, bilgi teknolojisi devriminin mer-kezlerinin metropol özelliğini taşıması, görünüşe bakılırsa bu devrimin gelişimindeki temel unsurlardan birinin kurum-sal ve kültürel ortamın yeniliği değil, bu devrimin doğrudan sanayi üretimiyle, ticari uygulamalarla bağlantılı olarak, bil-gi ve enformasyon temelinde sinerji yaratabilme kapasitesi olduğunu gösteriyor. Metropolün (eski ya da yeni, sonuçta San Francisco Körfez bölgesi 6,5 milyon insanın yaşadığı bir metropoldür) kültürel gücü, girişimci gücü, onu bu yeni tek-noloji devrimi için ayrıcalıklı bir ortam kılıyor; Enformasyon Çağı’nda yeniliğin mekânsız olduğu düşüncesinin bir mistifi-kasyon olduğunu gösteriyor.

Aynı şekilde, enformasyon teknolojisi devriminin gi-rişimci modeli de görünüşe bakılırsa, ideoloji tarafından fazlaca gölgeleniyor. Mesele, teknik yenilikte Japonya, Av-rupa, Çin modelleri Amerika’nın deneyiminden çok farklı ol-mamasıyla kalmıyor, öncü Amerika deneyimi sıklıkla yanlış anlaşılıyor aynı zamanda. Büyük şirketlerin uzunca bir süre, 1980’lere dek kimi başarısızlığa uğrayan (Beşinci Kuşak Bilgisayar gibi), fakat çoğu Michael Borrus’un da belgelediği gibi, Japonya’nın yalnızca 20 yıl içinde teknolojik bir süper güce dönüşmesini sağlayan bir dizi sıkı program üzerinden, Dış Ticaret ve Sanayi Bakanlığı tarafından yönlendirilip des-teklendiği Japonya’da, devletin belirleyici bir rolü olduğu teslim ediliyor. Japon deneyiminde küçük yenilikçi şirket-lerin, üniversitelerin rolü olmamıştır. Dış Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın stratejik planlaması, keiretsu (dikey yapılan-ma ağında yer alan büyük şirketler) ile hükümet arasındaki sürekli etkileşim, Japonya’nın Avrupa’yı aşan, enformasyon teknolojisinin bazı alanlarında ABD’yi geride bırakan gücü-nün açıklanmasında kilit unsurlardır. Güney Kore ile Tayvan hakkında da benzer bir hikâye anlatılabilir, Tayvan’da çoku-luslu şirketler daha büyük rol oynamışlarsa da. Hindistan ile Çin’in güçlü teknolojik temellere sahip olması, doğrudan devletin finanse edip yönlendirdiği askerî-sanayi kompleks-leriyle bağlantılıdır.

Page 402: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

402

Fakat, telekomünikasyon ile savunmaya odaklanan Britanya ile Fransa’nın elektronik sanayii için de büyük öl-çüde aynı şey geçerlidir. 20. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa Birliği, uluslararası rekabete ayak uydurabilmek için, zararı-na bile olsa, fazla sonuç getirmese bile ‘ulusal şampiyonla-rı’ sistematik olarak destekleyen bir dizi teknolojik program başlattı. Avrupa’daki enformasyon teknolojisi şirketlerin teknolojik olarak ayakta kalmasının tek yolu, kayda değer miktardaki kaynaklarını (büyük bölümü hükümet fonların-dan gelir bu kaynakların), ileri enformasyon teknolojisinde başlıca know-how kaynakları haline gelen Japon ve Ameri-kalı şirketlerle ittifak kurmaya ayırmak olmuştur.

ABD’de bile, askerî sözleşmelerin ve Savunma Bakanlığı’nın teknolojik girişimlerinin, enformasyon tek-nolojisi devriminin oluşum sürecinde, yani 1940’lar ile 1970’ler arasında, belirleyici rol oynadığı gayet iyi bilinen bir gerçektir. Elektronik keşiflerin başlıca kaynağı olan Bell Laboratuvarları bile bir ulusal laboratuvar rolü üstlendi; ana şirketi ATT, telekomünikasyon alanında hükümet destekli bir tekelden yararlandı; ve aslına bakarsanız ATT 1956’dan bu yana hükümet tarafından kamusal telekomünikasyon-daki tekeline karşılık, teknolojik keşiflerini kamusal alana yaymaya zorlandı. MIT, Harvard, Stanford, Berkeley, UCLA, Chicago, Johns Hopkins gibi üniversiteler, Livermore, Los Alamos, Sandia ve Lincoln gibi ulusal silah laboratuvarları 1940’ların bilgisayarlarından opto-elektroniğe, 1980’ler-deki “Yıldız Savaşları” programının suni zeka teknolojile-rine dek, temel atılımlara zemin hazırlayan programlarda Savunma Bakanlığı’na bağlı kurumlarla ya da bu kurumlar için çalıştılar. DARPA, sıradışı düzeyde yenilikçi Savunma Bakanlığı Araştırma Kurumu, ABD’de teknolojik gelişme açısından Japonya’da Dış Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın oynadığından çok daha farklı olmayan bir rol üstlendi; İnternet’in tasarımı, başlangıç aşamasında finansmanı da bu rol kapsamındadır. Hatta, 1980’lerin sonunda aşırı bı-rakınız yapsınlarcı Reagan yönetimi, Japonya’nın rekabetçi gücünün soluğunu ensesinde hissedince Savunma Bakanlı-ğı, ulusal güvenlik gerekçesiyle, elektronik sanayii üretimin-deki masraflı araştırma geliştirme programlarını destekle-mek üzere Amerikan elektronik şirketlerini bir araya getiren SEMATECH’i finanse etmeye başladı. Federal hükümette MCC’yi kurarak önde gelen şirketlerin mikro elektronik ala-nında işbirliğine gitme çabalarına destek verdi; SEMATECH

Page 403: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

403

de, MCC’de Teksas’ta Austin’deydi. 1950’li, 1960’lı yıllarda ayrıca belirleyici olan askeri sözleşmeler ile uzay programı, elektronik sanayiinin temel piyasalarıydı; ikisi de Güney Ca-lifornia’daki büyük savunma şirketleriyle, Silikon Vadisi ve New England’daki yenilikçi şirketlere yarıyordu. Sovyetler Birliği karşısında teknolojik üstünlük kazanma çabasındaki ABD hükümetinin cömert finansmanı, koruması altına aldı-ğı piyasalar olmasaydı ayakta kalamazlardı; sonunda sonuç veren bir strateji oldu bu. Önde gelen araştırma üniversi-telerinden, hastanelerden, tıp araştırma merkezlerinden yayılan genetik mühendislik de büyük ölçüde hükümetin parasıyla finanse edildi ve desteklendi. Bu demektir ki, hem Amerika’da hem de dünya çapında enformasyon teknoloji-si devrimini başlatan, garajına kapanmış yenilikçi girişimci değil, devletti.

Ancak Silikon Vadisi’nin ya da Tayvan’ın PC klonlarının kökenindeki bu yenilikçi girişimciler olmasaydı, enformas-yon teknolojisi devrimi çok başka niteliklere sahip olabilirdi; ayrıca insan etkinliğinin bütün alanlarına yayılan merkezsiz-leşmiş, esnek teknolojik aygıtlar geliştirme yönünde evril-mesi de mümkün olmazdı. 1970’lerin başından beri tekno-lojik yenilikler temelde piyasanın güdümünde oldu. Genelde Japonya ve Avrupa’da büyük şirketler tarafından işe alınan yenilikçiler de Amerika’da, zamanla dünyanın dört bir köşe-sinde kendi işlerini kurmayı sürdürdüler. Bu da teknolojik yeniliklere ivme kazandırıp bu yeniliklerin yayılımını hızlan-dırırken, tutkunun ve hırsın güdümündeki dâhî zihinler de ürünlerin ve süreçlerin piyasada yaşayabileceği ortamları bulabilmek için sektörü sürekli taradılar. Yeni enformasyon teknolojilerinin ortaya çıkışında bir yanda devletin geliştir-diği makro ölçekteki araştırma programları ve büyük piya-salar, diğer yanda bir teknolojik yaratıcılık kültürüyle hızlı kişisel başarı örneklerinin harekete geçirdiği merkezsiz-leşmiş yenilikçilik arasındaki ilişki etkili oldu. Böylece yeni enformasyon teknolojileri şirketler, örgütler ve kurumlardan oluşmuş ağlara dağılarak yeni bir sosyo-teknik paradigma oluşturdular.

Page 404: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

404

Küreselleşme ya da globalizm, son yıllarda, en çok tartışılan, gözde, yeni deyimlerle medyatik bir konu; ama sadece bu ka-dar değil. Küreselleşme, yeni pazara sürülmüş metanın gıcırlığı içinde, aslında kapitalist dünya egemenliğinin tüm yönlerini içinde barındırıyor. Bir yandan küreselleşme, yeni saldırının adıdır. Şöyle ki, 1917 sonrasında faşizm nasıl bir saldırı idiyse öyle. Şöyle diyelim, 1945 sonrasında demokrasi şampiyonluğu ne idi ise öyle. Kısacası sistem neye ihtiyaç duyuyorsa, bu amaç-la, savunmadan çıkıp saldırıya geçiyor. Bu saldırı 1900’lerin ba-şında medeniyet taşınması biçiminde olabiliyor. Bu saldırı, fa-şizm biçiminde olmuştu, artık aynı biçimde olamaz. Bu saldırı komünizme karşı demokrasi şampiyonluğu altında soğuk savaş yapılanması biçiminde olabiliyor. Bu saldırı bugünlerde küre-selleşme biçiminde ortaya çıkıyor. Bu açıdan hem yeni, hem de eskidir.

Buradan bir sonuca varmak için erken olmadığını söyle-yebiliriz: Kapitalist-emperyalizm, 1900’lerden beri savunma-dadır; ama savunmanın en iyisinin karşı-devrimle geldiğinin bilinciyle sürekli saldırmaktadır. Bu 20. yüzyılın ve bugünün dünyasının devrimler-karşı devrimler süreci olduğunun da gös-tergesidir. Biraz daha açılım mümkün; kapitalist emperyalizm, sürekli yeni saldırılarını ideolojik saldırı ile besliyor.

İşte küreselleşme, bugünlerde moda olma özelliğini kay-betmeye başlamış olsa da, bugünlerde dünya halkları açısından “foyası ortaya çıkan” bir konu olmaya başlasa da, yukarıdaki çer-çeve nedeniyle üzerinde durulmaya değer bir konudur.

Öyledir, çünkü modern kapitalizmi daha yakından tanı-mamızın olanağını vermektedir. Öyledir çünkü, bize yutturul-maya çalışılan masalın altındaki gerçeği görmemize olanak sağ-lamaktadır. Bu nedenle, bugün, şu anda biz, bazı dostlarımıza

Özel Mülkiyet, İnsana Karşı Kapitalizmin Sınırları:Küreselleşme

Page 405: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

405

oranla bu konuyu daha fazla tartışmaya değer buluyoruz.Emperyalizm her zaman bir dünya egemenliği meselesi-

ni gündeme getirir. Bu, geçmişte de böyleydi. Sınıflı toplumlar, özetle birilerinin başkalarının emeğini sömürerek, asalakça ya-şamasına olanak veren bir mülkiyet sisteminin geçerli olduğu toplumlardır. Burada bir sınıf, bir başka sınıfın emeğine el ko-yarak yaşarken, bunu sürdürebilmesi için zor araçlarını elinde tutması gereklidir. Sadece zor araçlarını değil, aynı zamanda sistemi barış dönemlerinde işler kılan ideolojik mekanizmala-rı da oluşturmak zorundadır. Kısacası egemen olmak zorun-dadır. Egemen sınıf, kapitalizm koşullarında, kendi egemenli-ğini kabul ettirebilmek için, “ulusal çıkar” denilen şeye sarılır. Ortaçağ’da, tanrının temsilcisi olarak kral, kendi egemenliğini halka kabul ettirecek ideolojik argümanları bulurdu. Oysa kapi-talizmde azınlık olan burjuvazi, kendi çıkarlarını, “ulusal çıkar” adı altında çoğunluğa kabul ettirmeyi başardığında, önemli bir toplumsal yapıştırıcı elde etmiş olur. Burjuvazinin ya da daha genel söylersek egemen sınıfın, belli bir coğrafi alanla sınırlı egemenliği, giderek daha geniş alanda bir egemenlik için ba-samak olur. Kapitalist dünya sisteminde bu aşama, kapitalist-emperyalizm aşamasıdır. Emperyalizm, dünya egemenliği ama-cının ortaya konmasıdır da. Böylece vatanı olmayan sermaye ile, vatana sıkıştırılmış dünya işçi sınıfı, yerküre üzerinde karşı karşıya gelir; ama bu vatanı olmayan sermaye, kendi rakibi ye-rine dünya pazarından daha çok pay alabilmek için, yine vatanı olmayan bir başka sermaye grubu veya grupları ile kavgaya tu-tuşur. Bu kavgada her birinin elindeki güçler devreye sokulur. Bu güçlerin başında da devlet gelir. Böylece dünyayı paylaşmak için emperyalist güçlerin savaşlarına tanıklık ederiz ve bu ne-denle “ulusal çıkar” yeniden ve bir üst düzeyde devreye sokulur; çünkü savaşan güçler egemen sınıflar olsa da, bu savaşı fiilen yürütecek saha güçleri elbette halklar olacaktır, işçiler-emek-çiler olacaktır. Onlara birini düşman göstermek, bir düşmana karşı harekete geçirmek için ulusal çıkar, kendi kanlarını emen sermaye tarafından bir kere daha kullanılır.

Dünya egemenliği denildi mi, elbette burada çeşitli güç-lerin savaşına tanıklık ederiz; ama bu sadece savaşlar demek

Page 406: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

406

değildir. Burada çeşitli araçlar da kullanılır. Din de bunlardan biridir.

Tüm bu tartışmayı kavramamız için, buraya kadarki tüm çalışmayı, bir kere daha okumak, okur için faydalı olacaktır. Bazı konuları tekrar tekrar ele almaktan geri durmayız; ama burada, konunun anlaşılması için bu tekrarları hem minimize etmemiz gerekir, hem de küreselleşme tartışmasının sistemin ana özelliklerini unutturmaması gerekir. Küreselleşme konu-sundaki kafa karışıklığının ana dayanağı, okuyucunun, kapi-talist-emperyalist sistemi o sistem yapan özellikleri bir bütün olarak bilince çıkarmamasıdır. Böyle olunca, bir noktasından çekilerek tartışma uzuyor. Mesela küreselleşmeye karşı çıkan kişi, dünyanın evrimine ya da toplumsal gelişimin yasalarına karşı çıkmış, tutucu, sınırcı diye gösterilebiliyor.

Onun için okurun, öncelikle bir ideolojik tartışmanın için-de olduğunu kavrayabilmesi gereklidir. Bunun için ise sistem konusunda yazılanları bir kere daha okumalıdır. Biz bu bölümle beraber, aslında, çalışmamızın bir anlamda ilk yarısını bitirmiş olacağız. İkinci yarısında ise, bizim ilgi odağımızda, kapitalist-emperyalizmin modern hâlinin, tüm gelişmelerin, işçi sınıfı ve sınıf savaşımı üzerindeki etkilerini incelemek olacaktır.

Bizim tezimiz şudur: Küreselleşme, bir yeni ideolojik sal-dırıdır. Sermayenin bu yeni saldırısının esas amacı, dünya ege-menliğini yeniden yapılandırmaktır. Burada emperyalist güçler arasındaki kavga ikinci plandadır. Önce pastayı büyütmek, son-ra bunu paylaşmak gibi bir yolu, çoğunlukla seçebilirler. Burada pasta, yeryüzünün yağmalanması, dünya işçi ve emekçilerinin sınırsız sömürüsüdür. Kapitalist-emperyalizmin gelişiminin ya da kapitalist sömürünün gelişiminin bugünkü aşamasında, sömürüyü daha da derinleştirmek için, sistem çapında yeni düzenlemeler yapmak amacındadırlar. Tarımda düzenlemeler, enerjide düzenlemeler, uluslararası sermaye akışında düzenle-meler, ticaret ve sermayenin dolaşımını ulusal yasaların üzerin-de güvenceye almak, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sınırsızca yağmalamak, sınırsız bir egemenlik kurmak, işte bunların tümü, küreselleşme diye bir paketle bize sunulmaktadır.

Sistem, 1870’lerden başlayarak, medeniyet taşıma diye bir

Page 407: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

407

ideoloji ile öne çıktı. Bu, aslında misyoner faaliyetleri ile sınırlı değildir. Bu, bir nevi keşif, bir açıdan da tam yerleşim amaçlıdır ve esas olarak bu faaliyetler Paris Komünü sonrasına denk gelir.

Ardından, daha önceden de temelleri var olan Batıcılık, son derece hızla öne çıkarıldı. Batıcılık, aynı biçimde sistemin, sömürge ülkelerde kendilerine bağlı yönetimler oluşturmak için bir ideolojik saldırı ve şekillendirme aracı idi.

II. Dünya Savaşı sonrasında bu kez medeniyet taşıyan Batı, demokrasiye sarıldı. Komünizme karşı, insanların kendi gele-ceklerine karar verme haklarına karşı etkili saldırı, demokrasi adı altında organize edildi.

Aslında tüm bu saldırılara iyi bakılırsa, çalışmamızın en başlarında pragmatizm vurgusu ile emperyalist ideolojinin şe-killenişi ile bağlantısı kurulmuş olacaktır.

Şimdi de, ruhuna fatiha okunan komünizm ve SSCB’nin çöküşü sonrasında, dünyanın teslim alınması, insanlığın, özel mülkiyet önünde eğilerek pes etmesi, insanın tümden esir edil-mesi için, yeni ve etkili bir ideolojik saldırı başlattılar.

Ve komünizm karşısında kapitalizmin kazanmış olduğu pirus zaferi de olsa, bu zafer altında, pek çok kavram salataya dönmüş iken, rahatlıkla, korkusuzca bu kavramları da kullana-biliyorlar.

Bu açıdan bakıldığında, küreselleşme, sermayenin dünya egemenliği demek değildir. Bu doğru olmaz. Evet bu, küre-selleşmeye karşı olmak demek olur. Bu açıdan sorun yok; ama eksik olur. Sanki küreselleşme ideolojik saldırısı öncesinde, sermayenin dünya egemenliği yokmuş da, bundan sonra sağ-lanacakmış gibi olur. Oysa bu, sistemin, kapitalist-emperyaliz-min karakterini kavramakta eksiklik demek olur. Her zaman emperyalizm, dünya egemenliği demektir. Her zaman, dünya egemenliği, emperyalistler arası savaş da demektir. Küresel-leşme, burada yeni bir saldırıdır. Yeni duruma uygun, yeni bir saldırı. Gerisinde SSCB’nin dağılması, komünizmin prestij kaybı, emperyalistlerin dünyayı sahipsiz bulması ve finansal sermayenin sistem içinde artan rolü var. Finansal sermayenin, yukarıda, önceki bölümlerde açıklanan durumu düşünülmeden, küreselleşme anlaşılamaz. Hem, sermayenin uluslararasılaşması

Page 408: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

408

dediğimiz ve temelinde ucuz işgücü alanlarına sermayenin kay-dırılması gerçeği yatan şey ile finansal sermayenin sistem içinde artan önemi ve rolü, birbirine karıştırılmamalıdır.

Nitekim, küreselleşmenin ideologları, buldukları boşlukta top sürerken, bu iki şeyi birbirine karıştırma konusunda usta-lıklarını sergiliyorlar. Onlara göre, küreselleşmeye karşı çıkmak boşunadır, çünkü sermaye yeni ülkelere yatırım yapacaktır. Oysa tartışılan şey bu değil. Daha çok öne çıkan, bir anda müt-hiş hızlı iletişim ve kitle iletişim araçlarını da kullanarak, büyük ölçüde likit paranın dolaşması ve yüksek kârlar elde edebilme-sidir ve bize sunulan şey de budur. Kaldı ki, biz kapitalizmden yana olup da sadece küreselleşmeye karşı çıkanlardan değiliz. Bu nedenle, kendimizi sermayenin uluslararası yatırımları ile finansal sermayenin dünya çapında kumar oynaması arasında seçim veya tercih yapmak zorunda asla hissetmeyiz; ama kü-reselleşmeciler, dünyayı küçük bir kumarhaneye çeviren finans sermayenin rolünü ve gerçekliğini gizlemek isterler. Oysa bura-da küreselleşme ile kurallar, kürenin kumarhane hâline getiril-mesi temelinde konulmak isteniyor.

Ve yine bu noktada, finans sermayesinin bu durumunu, as-lında sistemin yasalarının doğal sonucu olarak gördüğümüzü de hatırlamalıyız. Bu çok önemlidir. Bu “kumarhane-kapitalizm” gerçekte, kapitalist-emperyalist sistemin bir hastalıklı durumu, bir uru değildir. Tersine yasalarının, işleyişinin sonucudur. Fa-kat aynı zamanda, sistemin sınırlarının da göstergesidir. Küresel kumarhane içinde finans sermayenin oyunları, aslında, sermaye sahiplerinin ellerindeki sermayenin de el değiştirmesi demek-tir. Artı-değerin nerede üretildiği önemini yitiriyor. Artı-değer üretiminin olanakları ve miktarı büyüdükçe, onun paylaşımı için işleyen sistem öne çıkıyor. Pazar egemenliği ve sermaye fazlası, bu artı-değeri ele geçirmede yeni olanaklar sundukça, finansal sermayenin de oyun alanı ve gücü büyüyor. Bu ise, ka-pitalizmin çelişkilerini daha da artırıyor, fiziksel sınırlarına gel-diğini haber veriyor. Üretimin kolektif karakteri her geçen gün artarken, mülkiyetin özel karakteri de o kadar öne çıkıyor ve bu ikisi arasında çatışma derinleşiyor. İşte küreselleşme saldırısı, bu çelişkinin de önünü örtüyor. Sanki, dünyada teknolojinin ve

Page 409: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

409

gelişimin geldiği bugünkü noktada, gelişimin önündeki engel, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet değilmiş gibi. Oysa tam da budur. Soru şöyle ifade edilebilir; üretimin toplumsal-laşmasını durdurmak mümkün müdür? Eğer değilse, özel mül-kiyete son vermek zorunluluktur. Bilim bunu söylüyor. Bunu, belki bizim, liberalleşen solcularımız bilmiyor. Belki, Bay Negri, en fazla bunu unutmayı seviyor.

Burada bir paranteze ihtiyaç var. Acaba, bilim yenilen sol-cular için neden bir kaçış noktasıdır? Neden bilimden kaçış, Marksizm’den kaçış ile bu denli örtüşüyor? Marksizm’in ek-sikleri, yanlışları, neden Marksizm’in reddi için bir dayanılmaz heves uyandırıyor? Acaba, inanç sistemi bozulunca, idealler bo-zulunca, disiplinli yaşam bozulunca, geriye zorunlu liberalleş-me mi kalıyor? Liberalizm, acaba, düşünen insana karşı olmak anlamına da geliyor mu?

Konumuza, kapitalizmin keskinleşen çelişkisine, üretimin artan toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel karakteri ara-sındaki çelişkiye dönelim. Bu çelişkinin keskinleştiğini söylü-yoruz. Büyük şehir hayatı, bu çelişkinin keskinleştiğinin sayısız örneklerini vermektedir. Kapitalizm, büyük şehirlerde bir şe-hir planlaması dahi yapamıyor. Konut sorunu, ulaşım sorunu, eğitim sorunu ve sağlık sorunu, asla ve asla kapitalizm altın-da çözülemez. Bu saydığımız sadece dört sorun, aslında özel mülkiyetin sınırlarını bize gösteriyor ve yine saydığımız bu dört alan, aslında bize tam da finansal sermaye egemenliğine uygun, kapitalizmin büyük rant alanlarını gösteriyor. Dolayısıyla kapi-talist üretim ilişkileri bu alanlarda sorunların çözülmesini değil, sorun üretilmesini emreder.

Burjuvazi, tüm bunları, bizim liberal solcularımızdan, Bay Negri’lerden çok daha iyi biliyor. O nedenle, bu liberallerin Marksizm’e her saldırısını sevgiyle destekliyorlar. Acaba burju-valar sevgilerini nasıl gösterirler? Para, güç gösterisi, medyatik hamleler, yol açmak vb. ile mi?

Keskinleşen çelişkiyi, sistem, ideolojik hamlelerle, sınıf savaşında düşman gördüğü güçleri silâhsızlandırarak örtüyor. Burada toplumsal patlamaları önlemenin yollarının, en başta, medya ile bağı ya da daha geniş söylersek ideolojik saldırı ile

Page 410: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

410

bağı önemlidir. İşte sistem bunu yapıyor. Sürüleştirme, hem tektipleştirmedir, hem de beyinlerin işgalidir. Köleliğin ruha işlemesini sağlamak, onların en büyük “toplum mühendisliği” arzusudur ve tepkisizlik ne kadar artarsa, eylemsizlik ne kadar büyürse, çelişkilerin nesnel keskinleşmesi de o kadar sorun ol-maktan çıkar diye düşünüyorlar.

Eğer burada ideolojinin rolünü bir nebze anlayabiliyorsak, bu ideolojik saldırının, uluslararası alanda da bir model etrafın-da organize edilmesini kavramak çok zor olmayacaktır. Dünya çapında burjuvazi, sistemin ihtiyaç duyduğu adımları atabilme-yi, elbette, bir ideolojik saldırı ile başlatıyor. Küreselleşme, bun-lardan en son olanıdır. Elbette başka bir dönem yerini başka bir tanesine bırakacaktır; ama onun nedeni de yine bugünkünün nedenleri ile aynı olacaktır.

Öyle ise sistem, daha çok sunî metotlarla ayakta durmak-tadır. Bunu net olarak söylemek mümkündür. Soru şudur: Bu sunî metotlarla ne kadar yaşam uzayabilir?

Küreselleşme, kapitalist-emperyalizmin yeni bir saldırısı-dır. Bu yeni saldırı sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak yeni bir düzenleme de demek oluyor.

Biz yine de yolumuza devam ederken, bazı tartışmalara yakından bakmak zorundayız. Bu tartışmalara girmek, küresel-leşmenin bir saldırı ve saldırının da ideolojik yönünün önemi nedeniyle yerinde olacaktır. Biz “neyi reddettiğimiz” ya da “ne olmadığımız”dan çok, neyi savunduğumuz ve ne olduğumuzla ilgili olmayı tercih ederiz; ama öyle anlar oluyor ki, bu yeterli bulunmuyor. Küreselleşme de bu yetersizliği hissettiğimiz ko-nulardan biridir. Onun için, daha detaylı tartışma zorunluluk. Bu tartışmayı, başlıklandırırsak, sanırım doğru yapmış olacağız.

Küreselleşme ve Ulus Devlet

Küreselleşme diye bize sunulan şey, “ulus devlete” bir saldı-rı olarak ele alınıyor. Bunu böyle anlayan, küreselleşmeyi “ulus devlete” bir saldırı olarak algılayanlar elbette vardır ve bu tar-tışma, biraz da istenerek, “ulus devlet” ve küreselleşme karşıtlığı

Page 411: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

411

hâline getirildi, iyi bir açmaz oluşmaktadır. Benzer bir örnek Irak konusunda da var. Kitlelere sunulan

alternatif şudur: Ya ABD’yi destekleyeceksiniz ya da ABD’ye karşı olacaksınız ve o zaman da Saddam yanlısı olacaksınız. Aslında, bu ikilemi ortaya koyabilmeleri için, insan aklının epey gerilemiş, adeta bir akıl tutulması yaşıyor olması gerekir. İşte burjuva medya egemenliği tam da bu iş için vardır: İnsan kirlenmesi için. Akıl tutulması, insan kirliliğinde bir aşamadır. İnsan kirliliği ile karanlık medya, bir madalyonun iki yüzüdür.

İşte bu sahte alternatif, burjuva demokrasisinin, bizim te-kelci polis devleti dediğimiz devletin, işleyişinde de egemen-dir. Burjuvazi, egemenler, kendi alternatiflerini kabul ettirmek için, her zaman, sahte alternatifler üretiyor ve onun dışındaki seçenekleri karartıyorlar. Bunun için, insanın akıl-tutulması da yaşıyor olması gerekir.

Buna, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek de diyoruz. Irak’ta ABD güçlerine ve işgale karşı olmak, öncelikle in-

san olmanın asgarî şartıdır. Irak’ta Saddam, gerçekte ABD’nin eski işbirlikçisidir. Öyle idi; ama şimdi bize, bu iki karşı güçten birini seçmemiz isteniyor. Egemenler onurlu davranışı sevmi-yorlar. Egemenler, her alternatifin kendilerine çıkmasını isti-yorlar. Bunun için sürekli alternatifleri kendileri tarif ediyorlar.

Bugünlerde ülkemizde, seçim havası esmeye başlamıştır. Bize alternatif olarak iki cephe gösteriliyor: İslamcı cephe, laik cephe. Bugün, seçimden bağımsız olarak da İslamcı cephe-laik cephe tanımının içinde halktan seçim yapması isteniyor. Eğer Ak Parti’yi istemiyorsan, o zaman orduyu destekle deniyor. Acaba, Ak Parti, ABD tarafından destekleniyor da, ordu kimin tarafından destekleniyor? İslamî hareketi bu biçimde öne çı-kartan 12 Eylül darbesi ve onun arkasındaki ABD değil midir? Demek ki, bu iki güç tarifini de yapan, bunların iplerini elinde tutan ABD’dir. İster İslamı seçin, ister laik cepheyi, ABD taraf-tarlarını seçmiş olacaksınız. İşte kazanmanın garantisi burada-dır. Egemen güçler kaybetmeyi sevmiyor!

Şimdi, bu sahte alternatiflerden birini burada, küreselleşme ile “ulus devlet” karşıtlığında görüyoruz. Ne ulus devleti, ne de devleti biz savunduk. Onun için bunları savunmamız beklene-

Page 412: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

412

mez. Ne kapitalizmi, ne sömürünün hiçbir türünü, ne aşağı-lanmayı, ne emperyalizmi, ne onun yeni ideolojik saldırısı olan küreselleşmeyi biz savunduk. Bunları savunmamız da beklene-mez.

Şöyle ifade edelim: Ulus devlete ve küreselleşmeye karşı çıkmak, ikisine birden karşı olmak acaba mümkün değil mi?

Devlet, sınıflı toplumların ürünü ve sınıflarının varlığının itirafı, sınıf egemenliğinin aracıdır. Kapitalizm, bu sınıflı top-lumların en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere, sınıf savaşının en gelişmiş, sınıf egemenliği aracı olarak da devletin en geliş-miş olduğu toplumdur. Devlet en gelişmiş, aynı anlama gelmek üzere en insanlık dışı hâline kapitalist toplumda, özellikle de onun emperyalizm aşamasını ifade eden tekelcilikte ulaşıyor.

Bu, aynı zamanda bir zirvedir de. Devlet, en gelişmiş oldu-ğu yerde, zirvesinde, aynı zamanda ömrünün sonuna da geliyor.

Devlet denilen şeyi, sona erdirecek şey ise, onun temel dayanağı olan sınıfların ortadan kalkmasıdır. Devlet, egemen sınıfın cennetinin garantisidir. Bu nedenle de, sömürü, aşağı-lanma, insanın insana kulluğu vb. de varlığını sürdürmesinin aracıdır. Bu sınıf egemenliği aracı, varlığı başka bir sınıfın var-lığına dayanmayan, başkalarının karşılığı ödenmemiş emeğine el koyarak var olmak zorunda olmayan işçi sınıfının eylemi ile parçalanacaktır. İşçi sınıfının iktidarı, sosyalist devrim, burjuva direnci kırdıkça ve dünyaya yayıldıkça, devletin sönmesini de başlatmıştır demektir.

Bu bilgiler, belki de pek çoklarına tekrar olarak gelecek-tir. Bu açıdan da haksız sayılmazlar. Şimdi, bu tekrardan sonra, “ulus devlet”, küreselleşme “karşıtlığını” daha doğru ele alabi-liriz.

Bize söylenen şey şudur: Ulus devlet bitmiştir, ölmüştür.Keşke öyle olsa. Biz de bunu istiyoruz. Yalnız bir farkla,

biz biliyoruz ki, ulus devlet, ancak, burjuvazinin varlığına son verdiğimizde son bulacak, ölecektir. Burjuva devleti ortadan kaldıracak şey, aynı zamanda tüm sınıf egemenliğini de ortadan kaldıracak şeydir. Biz bunu istiyoruz.

Ulus devlet, gerçekte burjuva devlettir. Burjuvazi, azınlıkta olduğunun da bilinciyle, kendi çıkarlarını, “ulusal çıkar” olarak

Page 413: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

413

ilan eder. Etmekle kalmaz, geniş kitleleri de buna inandırır. Yoksa kendi cenneti demek olan iktidarı olanaksızdır.

Bugünlerde, yani SSCB’nin dağılmasının ardından, ko-münizmin ruhuna fatiha okunduğu bugünlerde, burjuvazinin, tüm emperyalist ideologların hep beraber bir kâbustan kurtul-malarını kutladıkları bugünlerde, burjuva devletin gerçeğinin ne olduğunu öğrenmek için, çok da derin okumaya gerek yok. Sadece olup biteni izlemek için burjuva ideolojisinin bir santim dışına taşmış olmak yeterlidir. Bugünlerde kendileri diyorlar ki, aslında ulusal çıkar, bizim kendi çıkarlarımızdır. Diyorlar ki, demokrasi dediğiniz nedir ki?

Belki bir örnek, biraz hatırlatıcı olur. Tayyip Erdoğan’ın danışmanlarından Zapsu, hani şu BİM’lerin sahibi, Korkut Özal’ın iş ortağı ve daha başka meziyetleri olan kişi, ABD’de, kendini dinleyen ABD’li bürokratlara, bu adamı süpürüp atma-yın, kullanın diyordu. Bunu duyan herkes, aslında Zapsu’nun, Erdoğan’ı satan adam olduğunu düşünmüştür. Bunu duyan herkes, aslında Zapsu’nun ABD’lilerle derin ilişkide olan ve Tayyip’i pazarlayan adam olduğunu düşünmüştür; ama orta-da bir sorun var: Biz, bu ülkede yaşayanlar, Tayyip hakkında konuşarak bunları söyleyen adamın sözlerini nereden duyduk? Bunları Zapsu söyledikten sonra basına vermiş olamaz. Bunları Tayyip Erdoğan da açıklamış olamaz. Acaba bunları bize Ame-rikalılar mı söyledi? Öyle olmalı.

İşte bu bize egemenlerin, artık kendi sistemlerinin işleyiş-lerini gizlemek gereğini, eskisi kadar duymadıklarını gösteriyor.

Bush yönetimi, açıkça dünya egemenliğinden, söz ediyor. Açıkça bombaları, kurşunları özgürlük olarak ilan ediyor. Kan ve gözyaşını demokrasi olarak ilan ediyor. Başka bir dönem bu kadar fütursuz olamazlardı.

Onun için daha rahat tartışabiliriz.Ulus devlet öldü, diyorlar.Bizim isteğimiz de budur; ama onlar bizim, biz işçi ve

emekçilerin ulus devleti öldürmesini, tarihe gömmesini iste-miyorlar. Onlar bize, dünya çapında burjuva egemenliğe boyun eğmemiz için, sözde ulus devleti öldü ilan ediyorlar. Bu yolla miadını doldurmuş ulus devleti, canlı tutmaya çalışıyorlar.

Page 414: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

414

Ulus devlet öldü! Kabul, hangi ulus devlet? ABD ulus devleti öldü mü? Öyle ise ABD devletinin çıkarlarına karşı tek bir satır gerçek hislerini dile getirene neden büyük bir öfke ile saldırıyorlar? Eğer ulus devlet öldü ise Guantanamo’da sayısız suçsuz insanı kim, kimin adına tutuyor? ABD ulus devleti öldü ise, silâhlanma neden artıyor? ABD ulus devleti öldü ise, neden Irak’ta petrol için halklar kurşunlanıyor, çocuklar katlediliyor?

Acaba hangi ulus devlet öldü? Alman ulus devleti öldü ise, neden Alman ordusu yeniden diriltiliyor? İngiliz ulus devle-ti öldü ise, savaşa karşı çıkan bilim adamlarını yok eden MI5 kime, hangi devlete çalışıyor?

Aslında tüm bunlar açık ise, soru şudur: Ulus devlet bitti diyenler, ne demek istiyorlar?

Biten ulus devlet hangisidir?Onların bize bitti müjdesini verdikleri ulus devlet, aslında

sömürge ülkelerde, kendi önlerinde engel olarak gördükleri ku-rallardır. Devlet de değildir.

Biraz daha açalım.Mesela TC devletini ele alalım. Bu bir sömürge ülkenin

devletidir ve ordusu, polis gücü, tüm yönetim kademesi bizzat ABD tarafından seçilir. Ankara’daki ABD elçisinin tutumları, çuval hadisesi ya da Zapsu’nun söylediklerini basına verenler ya da Bahçeli’nin ABD’den bağımsız hiçbir şey olmaz demeleri, bunun itirafıdır. Artık açıktır. Bunları kendileri de söylüyorlar.

Şimdi soralım, TC ulus devleti, diyelim ki, içerdeki halklar için; diyelim ki, işçiler için; diyelim ki, hakkını arayan öğrenci-ler için; diyelim ki özgürlük isteyen insanlar için vb. bir silâhlı güçtür. Diyelim ki, bölge ülkelerine karşı ABD çıkarları için bir üstür. Hep bu açılardan bir devlettir; ama gelelim dünya burjuvazisi ile, uluslararası sermaye ile ilişkilerine. Bu açıdan bir devlet olarak bir önemi yoktur. İstanbul sokaklarında ABD güçleri arama-tarama yapabiliyorsa, bu yeterince açık demektir. Diyelim ki, Ford Company için TC devleti, bir alet, bir uzantı-dır. Diyelim ki, Unilever için TC devleti bir alettir, TC sınırları içindeki pazarda işleri kolaylaştırmak için kullanılan bir araç. Diyelim ki, Mc Douglas silâh firması için TC ordusunun yöne-tenleri birer pazarlamacı yardımcısıdır.

Page 415: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

415

Şimdi uluslararası sermaye, dün, sömürge ülkeler için ata-dıkları kâhyalara, komünizme karşı savaş, şu kuralları koy vb. diyorlardı. Elbette bu, bu devletleri, bu araçları, kullanıldığı şekli ile biçimlendirmekteydi; ama bugün, bu aynı uluslararası sermaye, başka şeyler istiyor. Diyelim ki, 1960’larda uluslararası sermaye, sömürge ülkelere kayarken, düşen kâr oranlarını artır-mak ve daha büyük oranlarda artı-değer elde etmek için ucuz emek cennetleri ararken, bu ülkelerin belli ölçüde “gelişmişlik” düzeyine ulaşması gerekiyordu. Alt yapısı vb. olmalıydı, bazı bölgeler ticaret cenneti olmalıydı, bazı alanlarda sanayi için bü-yük teşvikler gerekliydi vb. Bu dönem ithal ikameci sanayileşme ile uluslararası sermaye bir model oluşturdu ve devletin belli alanlarda iş yapması istendi. 1980’lerde bunun sonuna gelindi ve özelleştirme ile devletin ekonomik alandaki rolü yeniden di-zayn edildi. Bugünlerde de, yeni bir hamle yapılıyor ve sömürge ülkelerdeki küçük engeller tamamen temizleniyor.

İstenen budur.Daha da ilerleyebilir miyiz?Artık biliyoruz ki, Amerikan ulus devleti bitmemiş, güçle-

niyor. İngiliz ulus devletinin bitmesini isteyen yok, güçleniyor. Alman ulus devletinin bittiğini ilan eden yok güçleniyor. Fran-sız ulus devletinin bitmesini tartışan yok, güçleniyor.

Bunu anladık.Sömürge ülkelerde devlet acaba ortadan mı kalktı? Eğilim

hiç de bu yönde değil. Diyelim ki, bir sömürge ülkede işçi ey-lemlerini ele alalım, acaba devlet güçleniyor mu, yoksa geri mi çekiliyor? Diyelim ki, ulus devlet, mesela bir sömürge ülkede öldü ise, silâhlanma harcamalarını artırmaları yönünde silâh te-kellerinden gelen baskı niye? Özetle, ulus devlet, sömürge ülke-lerde de ölmüyor. Devlet bir sınıf egemenliği aracıdır. Burjuva egemenlik bitmeden, devletin ölmesi de söz konusu olmaz.

Öyle ise “ulus devlet öldü” derken ne denmek isteniyor? Anladık ki, bir kere öldü denilen ulus devlet, sömürge ül-

kelerdeki devlettir ve biliyoruz ki, bu devletler, büyük oranda, emperyalist büyük devlet karşısında bir uzantı gibidir. Mesela Kuveyt diye bir devlet, ne ölçüde vardı, ne ölçüde vardır? Bu soru bize, bitti denilen ulus devletin bitişinin aslında çok eski,

Page 416: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

416

belki 1800’lerden beri yaşanan bir süreç olduğunu gösteriyor. Acaba Nijerya ne kadar devlettir? Acaba Ürdün ne kadar dev-lettir? Bu soruları, küreselleşme öncesinden de, sorabiliriz.

Anladık ki, sömürge ülkelerdeki devletten söz ediyorlar ama, eskisinden farklı neyi kastediyorlar? Görüyoruz ki, devle-tin halkları bastırmak, bir sınıfı baskı altında tutmak gibi rolleri azalmıyor. Bitti denilen “ulus devlet”, bu açılardan da bitmiyor. Silâhlanıyor, telefonları dinliyor, işkencehaneler kuruyor, hapis-haneler açıyor vb.

Öyle ise “ulus devlet”in nesi bitiyor? Bu soruya verilecek yanıttan önce, şu kadarını ortaya koy-

muşuz demektir: Demek ki, ulus devlet bitti denilen küresel-leşme ideolojisi, aslında, sömürge ülkeler ve dünya ekonomisi içinde bir yeni düzenleme talep ediyorlar.

Demek ki küreselleşme bir yeni düzenlemedir. Biz buna bir yeni saldırı da diyoruz.

Ulus devletin ‘bitti’ denilen işlevleri, uluslararası sermaye-nin önünde engel ya da küçük engel olan yönleridir. Mesela ulus devlet işçiden vergi almalıdır; ama yabancı sermayeden almamalıdır. Ulus devletin kendine has bir para politikası ola-maz. Ulus devlet, mesela sosyal güvenlik konularında politika belirleyemez. Ulus devlet, eğitim alanını özel sermayeye açar ve onun için düzenler. Ulus devlet, sağlık alanından çekilir. Kı-sacası ulus devlet, tüm ülkeyi, uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda bir açık pazar olarak düzenler.

Dün, komünizme karşı savaş için, “milliyetçi” bir ulus dev-let çete örgütlenmesi işe yarıyordu, İslam mesela işe yarıyordu. Bugün ise önemli olan uluslararası sermayenin istemlerine uy-gun bir ortamdır.

Son derece teknik bir sorundur bu.Şu koşulla ki, hiçbir ekonomik mesele, salt ekonomik ola-

maz, hiçbir teknik sorun, salt teknik sorun olamaz.Tekniktir, çünkü, dün uluslararası sermayenin istemleri

farklı idi, bugün farklıdır ve deniyor ki, uluslararası sermayenin rahatı için, dünyanın bu sömürge ülkelerinin yeniden düzen-lenmesi, bahçenin yeniden dizayn edilmesi gereklidir. Bunun için tahkim yasası da gereklidir, bunun için borsa oyunları için

Page 417: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

417

altyapı da, bunun için bazı kültürel değişimler de şarttır, bunun için bazı sosyal düzenlemeler de gereklidir.

Merkez bankasının uluslararası sermayece denetimi önemlidir. Tarımın uluslararası sermayenin isteklerine göre düzenlenmesi önemlidir. Bazı yasalar önemlidir. Bazı sosyal düzenlemeler önemlidir. Büyük şehir hayatının buna göre dü-zenlenmesi önemlidir. Eğlence sektörü, medya ve basının buna göre düzenlenmesi önemlidir. Hizmet sektörünün buna uygun lüks hizmet altyapısına kavuşması önemlidir ve bunun önün-deki bazı katı “ulusal” ideolojik, yasal vb. engellerin kaldırılması gerekir.

Küresel sermaye likitleştikçe, sömürge ülkelerdeki katı ci-simleri de sevmiyor. Olay budur.

Ulus Devlet ve Uluslararası Sermaye

Bu noktada, bazı tartışmalara da dikkat etmemiz gerekiyor. Görüşlerden biri şudur: Uluslararası sermaye ile, ulus devletler arasında bir çatışma vardır. Bu görüşü ileri sürenler, ulus dev-let denilince de, mesela Bush yönetimindeki ABD’yi de kas-tettiklerini söylüyorlar. Yani, denklem, yeni bir karşıtlık tarifine doğru evriliyor. Onlara göre, uluslararası sermaye, mesela ABD ulus devletine karşıdır ya da ABD ulus-devleti, uluslararası ser-mayeye karşıdır.

Küreselleşme, işte bu son derece basit ve sade bir konu, bu denli karmaşık tarif ve tartışmaların içine dâhil edilebili-yor. Aslında burada, içinden geçilen tarihsel koşulların etkisini de görmek mümkün. Öyle tarihsel koşullardan geçiyoruz ki, Marksizm’in ruhuna fatiha okunurken, bu görüşler ileri sürü-lebiliyor. Bilim, bilimsel düşünme metotları ayaklar altına ko-nuluyor. Sanılıyor ki, herhangi bir akıl yürütme, herhangi bir karşıtlık tarifi, bizim dışımızdaki gerçeği değiştirip, onun yerine geçiyor. Oysa hiç de öyle değil. Tersine bunu yapanlar, Mark-sizm bitti derken, Marksizm’i de böyle, “uydurulmuş” ve karşıt-lığı da “uydurulmuş karşıtlık” olarak algılıyorlar.

Yani, onlara göre, Marx’taki sınıf karşıtlığı dediğimiz şey,

Page 418: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

418

hayatta yok da, Marx tarafından iyi uydurulmuş bir teori idi ve elbette insanlara bir nedenle cazip gelmişti. Şimdi bu teorilerin canı cehenneme! Değil mi ki biz gerçekleri görmeliyiz. Öyle ise, alın size bir gerçek: Uluslararası sermaye ile ulus devlet artık karşıttır!!!

İçi boş beyinlerin oluşturduğu bir topluluk, her zaman sı-kıntı verici, tiksinti uyandırıcıdır; çünkü, bu sadece bilgisizliğe dayalı bir cehalet değildir.

Böyleleri ile tartışmak da zordur. Tanrı üzerine en zor tar-tışma, “onun yokluğunu” anlatma tartışmasıdır. Karşınızdaki ona inanmaktadır ve siz bir kere onun bu inancının, yüzlerce yıllık insanlığın evrimi ile bağlı olduğunu bilirsiniz ve şimdi sizin karşınızda bu inanç sistemi dururken, siz, gerçekte var olmayan bir şeyin, var olmadığına dair kanıtlar bulmakla gö-revlendirilmiş gibisiniz. Olmayan bir şeyi aramak gibi. Eğer tartışmayı ruhanî dünyadan, gerçek dünyaya taşıyamazsanız, sizin çabanız ne kadar değerli olursa olsun, karşınızdaki insana inandırıcı gelmeyecektir; çünkü, bir kere tartışma zeminleri son derece farklıdır.

Burada da böyle bir şey var. Öncelikle, biz, bu beylere, karşıtlığın ne olduğunu anlat-

mak zorundayız. Mesela bir pazarı paylaşmak için, iki holding grubu arasındaki karşıtlık, son derece gerçektir. O kadar ki, bunun için adam öldürürler. Beş kuruş için insan öldürmele-ri bir yana, şiddetin her türünü kullanırlar; zira burada pazar egemenliği ya da her an akan beş kuruş söz konusudur ve bu şiddetli, gerçek savaşa bakıp da, bu iki şirket arasındaki karşıt-lığı, ekonominin ya da hayatın temel karşıtlığı ya da dinamiği olarak isimlendirirseniz yanılırsınız; çünkü, o çatışma hâli, bir süre sonra, yeni bir anlaşma ile sonuçlanır ve gerçekte karşıtlı-ğın onlar ile onların paylaşmak istediği şeyi yaratanlar arasında varolduğunu görürsünüz.

Demek ki, karşıtlık tarifi yapıldı mı, dikkatli olmak gerek-lidir.

Ulus-devlet, küresel sermayeye karşı! Bu komik bir karşıt-lık tarifidir. Sözüm ona hayata diyalektik bakma adına, diyalek-tiği altüst etme girişimidir.

Page 419: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

419

Karşıtlık, maddede hareketi belirleyen, onun içinde var olan, dışardan olmayan bir şeydir. Eğer böyle ise karşıtlık, o maddenin evrimini ve gelişimini de belirler ve elbette ki sonunu da. Biz şimdi, ulus devlet ile küresel sermayeyi, hangi bütünün, hangi maddenin içine koyup karşıt ilan ediyoruz? Elbette biz onu karşıt ilan ettik diye de onlar karşıt olmuyor; ama bu nasıl bir akıl yürütmedir? Biz bunlarla, hangi bilimsel zemin üzerin-de tartışacağız? Birisi bilimden söz edecek, diğeri ise aklına ge-len iki aktörü karşıt ilan edip, onlar üzerinden teori kuracak ve bu yolla, sınıf karşıtlığı denilen şeyi arka plana atmayı başardı-ğını düşünecek. Elbette bunu, ancak bugünkü tarihsel koşullar altında yapabilirler. Başka zaman, sınıf savaşımının yükseldiği bir zaman diliminde buna yeltenemezlerdi bile.

Demek ki, burada karşımıza konan, bizim suni karşıtlık dediğimiz şey şudur: ABD veya İngiliz ulus-devleti ile, küresel sermaye egemenliği. Bize anlatılan masala göre, bu ikisi de dün-yanın egemeni olmak istiyor ve yine masala göre bu ikisi, kar-şıt oluyor. Yani biz ya birinden ya da ötekinden yana olacağız. Hangisinden yana olmak isterseniz. Elbette sizler özgürsünüz!

Demek ki, burada, “ulus devlet” denilince, hani bu ulusla-rarası sermayenin karşı olduğu anlamında, artık, sömürge ülke-lerdeki ulus devlet kastedilmiyor. Demek ki, bu küresel serma-ye, sadece bizim gibi sömürge ülkelerdeki ulus devlete “karşı” değilmiş. Neye karşı imiş, mesela ABD ulus devletine karşı imiş. İşte bu nedenle Bush ile bu uluslararası sermaye arasında çatışma olmaktaymış ve daha nice inciler!

Aslında bu konuda Negri’den ayrılıyorlar. Negri, ABD ulus devletinin, bu yeni uluslararası düzen için jandarmalık yapmak zorunda olduğunu ve bunu da emperyalist faaliyet diye nitelen-dirmenin yanlış olduğunu söylüyordu. Mesela Saddam’a birisi haddini bildirmeliydi.

Aslında bir açıdan Saddam’a birisi haddini bildirse fena olmaz elbette; ama bu kesinlikle ve kesinlikle halk veya halk-lar değil ise, her zaman Saddam’dan daha beteridir. Onun için Negri bizi, Irak konusunda ‘ya Saddam ya ABD’ gibi bir ikileme getirenlere çanak tutuyor. Ona göre Saddam’ı deviren süreç, as-lında gelişimin ifadesi olan evrimin kaçınılmaz sonucu olmalı

Page 420: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

420

ve gelişime karşı mı çıkacağız! Irak halkı acaba kadınlarının kızlarının ırzına geçilirken, gelişimi desteklemek için Negri’yi dinlemeli midir?

Görülüyor ki, denklemi farklı kurdunuz mu, işlerin içinden çıkmak da zor oluyor. Bize denklem oyunları mı oynanıyor?

Şimdi biz, yukarıda uluslararası sermayenin, ne zaman-dan beri uluslararası olduğunu hatırladık. Önceki bölümlerde bu sermayeyi kendi içinde tasnifledik ve sıcak para ile hareket eden, sürekli likit olan, katı cisimlere karşı alerjisi olan finansal sermayeyi ayırmayı önemsedik. Bu çağın, bu çağdaki kapita-lizmin içinde bu finans oyunlarının öne çıktığını belirttik. Bu kumarhane-kapitalizmin, aynı zamanda sermayenin el değiştir-mesi ve yeniden dağılımı ile sonuçlandığını biliyoruz.

Biz yine yukarıda belirttik ki, uluslararası sermayenin belli dönemlerde, dünya kapitalist ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun olarak saldırı hamleleri başlattığını ve bu anlamda da her za-man işe bir ideolojik saldırı ile başladığını vurguladık.

Bu temel üzerinde sömürge ülkelerdeki ulus devleti, belli açılardan yeniden biçimlendirmeye çalıştıklarını belirledik.

Ve yine ortaya koyduk ki, bu sömürge ülkelerdeki ulus devletin ortadan kalkması yetmez, tüm ulus devletlerin orta-dan kalkması gerekir ve dünyanın ekonomik gelişmişlik düzeyi buna olanak tanıyan bir nesnelliği barındırmaktadır. Bu neden-le de özellikle vurguladık ki, işçi sınıfı zaten bu ulus devlete en başından beri karşıdır ve aslında bitti dedikleri ulus devletin bu yönü ile hiç de bitmediğini tespit edebiliyoruz, her gün, her işçi eyleminde. Hatırlatma iyidir: Yunan ulus devleti, uluslararası kapitalizme karşı “yerel” önlemler alacağı zaman bitmiştir; ama eğitim yasasını protesto eden öğrencilerin eylemlerini durdur-maya sıra geldi mi copu ile, göz yaşartıcı bombası ile, işkencesi ile, hapishaneleri, hukuk sistemi ile ayakta olduğunu gösterme-ye can atmaktadır.

Bunları aklımızda tutmak koşul.Ve şimdi, bizim denklem oyuncularımızın ulus devlet-

uluslararası sermaye karşıtlığını, ABD, İngiliz, Alman vb. dev-letleri anlamında yeniden kurdukları noktaya gelebiliriz. Ulus-lararası sermaye dünyaya egemen olmak istemektedir ve ABD

Page 421: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

421

devleti, buna karşıdır, çünkü o egemen olmak istemektedir.!!Aslında bu akıl yürütmeler, bize bir başka gerçeği de gös-

termektedir. İnsanın gaz çıkarması, uygun organdan olduğu sü-rece rahatlatıcıdır. Bu adamlar, bu kaçırdıkları gazları kıymetli kılmak için, bunları ipe diziyorlar ve bize teori diye tespih ta-nelerinde sunuyorlar ve ne yazık ki, düzeysizlik o boyutta ki, en sıradan akıl yürütmeler, teori olarak sunulabiliyor. İnsanlığın çöküşü ya da yeni bir çöküşü değilse nedir? 1500 yılları, karan-lıkla eş gibidir. Sanki yeryüzünün üstünde bir karabulut vardır ve insanoğlu güneş alamamaktadır. Bugünler de böyledir. Bizim karşımıza medya diye çıkan şey, eğer insana güneşin ulaşmasını önleyen, buna yarayan bir karabulut, bir zift-bulutumsu değilse nedir?

Karanlık yaratıyor. Karanlıklar tanrısı diye kendilerine isim seçmeleri boşuna değildir. Zift gibi, katran gibi yapışıyor, sülük cinsinin zifte bulanmış hâlidir.

Kesinlikle söylenebilir ki, bir canlı eğer normal ömrünü çok aşan bir ömür sürüyorsa, türünün ucubesine dönüşüyor. Yaratık gibi bir şeye. İşte kapitalist sistem, insanoğlunu böyle-si yaratıklara dönüştürmek istiyor. Nefessiz ve güneşsiz kalan kalabalıkların aklını alıyorlar, sürüyü aratacak kadar sürü hâline getiriyorlar ve kendileri de bu aklı alınmış, bu güneşsiz yaşayan kalabalıklardan daha kötü bir şeye, yaratığa dönüşüyorlar.

ABD ulus devleti, dünyaya egemen olmak istiyor. Anla-şılırdır. Peki ne adına? Eğer sermaye adına değil ise, gerçekten kendi çıkarlarını “ulusun çıkarları” olarak sunan bir azınlık adı-na değilse, mesela Bush ailesi adına mı? Yoksa, bir dinî tari-kat adına mı? Yoksa bir ırk adına mı? Bu soruların saçmalığı kendiliğinden anlaşılıyor. Devlet, burada sermayenin egemenlik aracı, egemen sınıfın cennetini koruma aracı olmaktan çıkarılı-yor ve “kendinden menkul şey” olarak bize sunulmak isteniyor. Devlet denilen çark, içinde yer alan kişilere ve onların niyetle-rine bağlı gibi gösterilmek isteniyor. Sınıf ve sınıf egemenliği rafa kalkıyor.

Öyle ise, siz Bush hazretlerine karşı çıkabilirsiniz; ama sa-kın Amerika’ya, ABD devletine karşı çıkmayın, deniyor.

Birbirinden farklı amaçları olan sermaye grupları olabilir;

Page 422: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

422

ama sonuçta bunlar arasındaki çatışma, nihayetinde üretilmiş artı-değerin paylaşılmasına ilişkin bir kavgadır. Böyle ise, bu sermaye gruplarının uzlaşısı da görülmelidir. Kaldı ki, Bush veya başka bir kişiyi öne çıkartıp, günahları ona, sevapları da iyi adama yükleyen mantık, kapitalizme karşı, burjuva devlete karşı tepkileri manipüle etmek isteyen eski taktiğin ifadesidir. Bilinendir.

Demek oluyor ki, biz Bush ile Clinton arasında farklılıkla-rı önemsemiyoruz. ABD’nin Irak’ı işgalini başlangıcında yanlış bulduğunu ifade eden Soros, ülkemizi ziyaret etti. Bazı ziyaret-ler hacı olmak içindir. Ziyaret edilen toprağın önemini gösterir. Bize Soros’un ziyaretini “Soros, Türkiye’ye önem veriyor” diye sunan Özkök medyası, aslında Aydın Doğan ve ırkının Soros’a ne kadar değer verdiğini ifade etmiş oluyor. Soros da öyle dav-ranıyor. Kendini hacı olmuş gibi hissetmiyor, bir şekil verilecek alana bakmaya gelen adam gibi hissediyor. Onun için hiç çe-kinmeden, sizin en değerli ihraç malınız askerinizdir diyebil-mişti ve şimdi, Irak’a TC’nin giriş koşullarını tarif etmekten çekinmiyor.

Bu Soros, Irak işgalini desteklemeyen bu Soros, “şimdi du-rum farklıdır. Bir kere Irak işgal edilmiştir ve şimdi durumu nasıl toparlarız diye bakmalı” anlamında ifadeler kullanıyor. İşte en derin karşıtlıkları bu kadardır. Clinton ile Bush arasında ise bunun onda biri kadar bile karşıtlık yoktur.

Bu cinsten karşıtlıklar, her organizmada olur, olmuştur. Mesela bundan 1000 yıl önce de devlet içinde farklılıklar, bun-dan 200 yıl önce de sermaye grupları arasında farklılıklar ol-muştur. Olmaması mümkün değildir. Şimdi bize, uluslararası sermaye, ulus devlete karşı diye bir karşıtlık tarif edenler, bu teorilerinde yeni ve farklı olanın ne olduğunu da açıklamak zo-rundadırlar.

Fakat buraya kadar, şu özeti yapabiliriz: 1. Küreselleşme saldırısı ile “ulus devlet” arasında öne çı-

kan çatışma, gerçekte, uluslararası tekelci düzenin sö-mürge ülkelerden istemlerinin listesinden başka bir şey değildir. Yani, uluslararası sermaye, kendi önünde en-gel olarak gördüğü, dün desteklemiş olsun veya önem-

Page 423: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

423

sememiş olsun, bazı tortuların kaldırılmasını istiyor. Bunu da elbette bir saldırı ile yapıyor. Bu anlamda, tartışılan “ulus devlet”ler, asla ve asla emperyalist ülke-lerdeki devletler değildir. Sömürge ülkelerdeki devlete, sen artık bazı alanlarda hükümsüzsün deniyor. Bir ek daha gerekli, bu sömürge ülkelerdeki “ulus devlete” işçi sınıfı ve halklara karşı sistemi savunma görevleri konu-sunda asla gerilememesi öneriliyor. Yani, gerçekte, bu-gün sınıf savaşımı geri ya da örtünün altında sürdüğü için, onlara “miadınız şu şu alanlarda doldu” deniyor. Oysa herhangi bir karşı koyuş ve direniş varsa, işçi ve emekçiler örgütleniyorsa, o alanlarda tüm görevlerinin devam ettiğini hatırlatmalarına bile gerek yok.

2. Emperyalist ülkelerdeki ulus devletin herhangi bir gö-revinde azalma yoktur, bunu isteyen de yoktur.

Fakat gerçekte kapitalizmin bugün geldiği düzey ile, mülk edinmenin özel karakteri (yani kapitalist üretim ilişkileri) ara-sında büyük bir çatışma, çelişki vardır. Bu nedenle, küreselleşme ile “ulus devletin” tartışmaya açılmasında, bizce hiçbir sakınca yoktur.

Tersine daha da ileri gitmeliyiz.Biz diyoruz ki, devlet, tüm yeryüzünde ortadan kalksın,

kalkmalıdır. Biz bunu komünizm, sosyalizmin bir ileri aşaması ve dünyayı sarmış hâli olarak tarif ediyoruz.

Onlar bizim bu istemimize hayal diyorlar.Kabul, onların önerisini dinleyelim: Siz devletin kalk-

masından yana mısınız? Evet ise, önce bize bir öneri sunun. Nijerya’nın devlet olarak hükümsüz olması yetmez, Alman devleti de, ABD devleti de hükümsüz olsun. ABD vatandaşla-rına vize uygulayanlar az olduğuna göre ve ABD herkese vize uyguladığına göre, önce, ABD devletinden başlayalım, İngilte-re, Fransa, İtalya, Almanya, İspanya, Avustralya sıraya dizilsin. Gerisi de adım adım gelir.

Milyarlarca doları olan, kumarhaneler işleten, kumarhane-lerde bir anda 40 trilyon doları harekete geçiren, mülkleri olan, apartmanları, tatil köyleri, uçakları, arazileri, petrol alanları, de-poları, depo depo malları olanlar, bunlar için bir bekçiye ihtiyaç

Page 424: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

424

duyarlar; ama çok istiyorlarsa, tüm bu mülklerini tüm dünya halklarına paylaştırabiliriz. Belki o zaman bekçiye gerek kal-maz.

Şimdi, komedi burada başlıyor. Küreselleşmenin ipi paza-ra çıkınca, aslında tüm yeryüzünde “ulus devlet” ile uluslararası sermaye arasında savaş var deniyor. Uluslararası sermaye, ABD hükümetine karşı, öyle mi? Ne ile? Bu uluslararası sermaye, ik-tidar ne demektir bilmez mi? Bu uluslararası sermayeden ba-ğımsız bir ABD veya bir İngiliz devleti olur mu? CIA, mesela tek başına Soros’a karşı baskın olamaz mı? Olamıyorsa neden?

Görüldüğü gibi burada yeni bir “kurnazlık” var. Ulus dev-let-uluslararası sermaye karşıtlığı iki şeyi birden örtüyor: Bir, aslında devletin ve modern burjuva devletin sermaye devleti, sermayenin egemenlik aracı olduğunu unutturmak istiyor. Bir kere devlet ile sınıfın bağı kopuk olarak gösterildi mi, böylece devlet sanki tüm toplumun temsilcisi, devlet-baba hüviyetine yeniden bürünebilir diye düşünüyorlar. Oysa devlet ile sermaye arasındaki açık bağ, hiç bu kadar çıplak olmamıştı. İkincisi, ulus devlet-uluslararası sermaye karşıtlığı ile, bir yandan da, modern burjuva sistemin keskinleşen çelişkisi örtülmeye çalışılıyor. Çe-lişki, devlet ile onun egemenleri arasında değildir, çelişki, üre-tim tekniğinin geldiği bugünkü aşama ve üretimin toplumsal karakteri ile, mülk edinmenin özel karakteri arasındadır.

Öyle ise bu açıdan, yukarıdaki özetimizi tamamlayalım.1. Emperyalist güçler dünyaya yeniden biçim vermek isti-

yorlar. Bunun için, dün koydukları bazı kurallar artık işe yara-mamaktadır. Buna uygun yeni düzen peşindedirler. Küreselleş-me, bu yeni düzenin ardına gizlendiği şaldır. Küreselleşme şalı kaldırıldığında, emperyalist yağma ve talan görülecektir.

2. Gerçekte sermaye uluslararasılaşmaktadır. Sermayenin uluslararasılaşması, finans sermayenin dünyayı bir kumarhane-ye çevirmesi ile, iletişim hizmetlerinin yaygınlaşması arasında kaçınılmaz bir bağ var. Bunu önceki bölümlerde ortaya koy-duk. Bu bağı, geniş kitlelere, “kapitalizmin teknik gelişimi” diye sunmaları, hem pazar açısından uygun, hem de kapitalist siste-min ömrünü uzatma çabasının bir bölümüdür. Pazar açısından uygundur, çünkü teknik parça parça satılmaktadır. Oysa, satışa

Page 425: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

425

sunulan her parça yeni bir teknik gelişme asla değildir. Ömrü uzatma çabasına da büyük katkısı vardır, çünkü, teknolojik gelişim masalı baş döndürmekte ve insan üzerindeki kontro-lü artırmaktadır. Bunu da yukarıdaki bölümlerde gördük. Bu nedenle elektronik sektörünü genişçe inceledik ve bazı okuma parçaları ile biraz daha farklı açıdan bakılmasını sağlamaya ça-lıştık. Sermayenin bu uluslararasılaşması, dünya çapında kapi-talizmin nesnel sınırlarını ortaya koymakta, nesnel olarak or-takçı dünya sisteminin, komünizmin temelini hazırlamaktadır. Bu nedenle de, özel mülkiyetin varlığını bu gelişimin önünde en büyük engel olarak görmekteyiz. Bunu emperyalist ideolog-lar da görüyor. Onlar, bu nedenle sürekli ideolojik saldırı başla-tıyorlar. Yakın dönemdeki özelleştirme saldırısı ideolojik alan-da bu denli başarılı olmasaydı, şimdi “ulus devlet”in sahipleri kendileri değilmiş gibi, bize sunî karşıtlıkları bu denli rahatlıkla çıkaramazlardı.

3. Sınıf savaşımında ideolojinin önemi her geçen gün art-maktadır. Bizim programatik belgemizin çok önemli bir bö-lümü olduğunu söylemeliyiz (Anadolu Devriminin Yolu isimli broşürümüze bakınız). Biz burada, tarihsel gelişimde, sınıf mü-cadelesinde öznenin rolünün, bilincin rolünün arttığını söylü-yoruz ve bilincin en net ifadesi ise eylem, en gelişmiş eylem olarak da örgüttür diyoruz. Bu nedenle örgütün gelişimi, yet-kinleşmesi, yeni biçimler alması pek çok eylemden çok daha belirleyicidir. İdeolojik mücadelenin bu denli önem kazandığı bu dünyada, SSCB’nin çöküşü, sadece olumsuz etkilere yol aç-madı, teorinin önündeki akmayı engelleyen engelleri de kal-dırmış oldu. Her kötü olayda bir iyi yön vardır halk deyişi, son derece diyalektiktir. Biz bunu felsefede, “mutlak kötü” yoktur diye ifade edebiliriz. İdeolojinin rolü bu kadar arttığında, em-peryalist cephe ideolojik saldırıyı taze ve diri tutmaya çalışıyor. İdeolojinin rolü bu kadar arttığı için, aydınları karanlıkla besle-nen yaratıklara çeviriyorlar ve ideolojinin rolü bu kadar arttığı için, burjuva devlet örgütlenmesi modern iletişim teknolojisini de kullanarak, modern medya ile karanlık bir tabaka oluşturup, insanla güneşin temasını kesmeye çalışıyor.

4. Ulus devlet bitmedi. Biz bitmesini istiyoruz. Ancak,

Page 426: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

426

sömürge ülkelerde, komünizme karşı savaş dışında “ulus dev-let” ne yapıyordu ki? İşte bu görevler yeniden tanımlanıyor ve komünizme karşı savaş uzakta olduğu için, tartışma farklılaşı-yor; ama bu tartışmada bir gerçek yön var: Sömürge ülkelerde ulus devlet, gerçekte bir kâhyalık sistemidir. Nasıl ki Katar’daki devlet bir petrol kuyusu bekçiliği örgütlenmesidir, aynı biçimde bizdeki, bundan daha farklı gelenekleri olan; ama ona da özü itibarı ile benzeyen bir aygıttır. Onlar “ulus devlet” bitti derken, sermayenin uluslararası hareketinin önündeki engelleri kaldır-mak istiyorlar.

5. Oysa ulus devlet, emperyalist ülkelerde güçlenmektedir. Hem de kendi sınırları dışında “ulusal çıkarları” için operas-yonlar yaparak. ABD devleti, ABD çıkarlarını dünyanın her noktasında açıkça savunmaktadır. Bu açıdan ABD devleti, ne küçülüyor, ne de görevleri azalıyor. Tersine bir “ulus devlet” ola-rak, dünya egemenliğini istiyor.

6. ABD ya da emperyalist ülkelerdeki ulus devlet, aynı zamanda sermayenin dünyayı denetleyen güçlerin devletleri-dir. Bunlar arasında çatışma ve işbirliği birlikte vardır. Payla-şılacak bir pazar için birbirini boğazlarlar, paylaşım bittikten sonra da beraberdirler. Sıra, tüm dünya sömürgelerine uygun bir politika önermeye geldi mi, ortaktırlar. Küreselleşme bu or-tak politikanın bugünkü adıdır; ama bu ortak kurallar içinde, kendi aralarında da savaşırlar. Bugünlerde, emperyalist güçler arasında savaş, daha öne çıkmaktadır. Bölüşülecek çok alan var ve karşıda bir düşman yok. Bu nedenle, İslam ve uluslararası terörizm, ABD’nin ve elbette arkasındaki uluslararası sermaye kesimlerinin, dünya kapitalist sistemini kendi etrafında tutmak için yaratmaya çalıştığı düşmandır. Soğuk savaş dönemi ve ta-rih bilinmeden bu anlaşılamaz. Böylece bir yandan uluslararası sermayenin, tüm dünya halkları, işçi ve emekçilerini daha da fazla sömürmek için uyguladıkları ortak politika vardır, diğer yandan ise giderek emperyalist güçler arasında egemenlik ve pazar kavgası kızışmaktadır. Küreselleşmenin başlangıcı ile bi-tişi buradadır.

Fakat bu nokta bize kapitalizmin üretimi uluslararasılaş-tırmasını, üretimin giderek artan toplumsal karakterini unut-

Page 427: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

427

turmamalıdır. Bu hep vardır, daha da gelişecektir. Bu eğilim ile, özel mülkiyet arasında çatışma vardır ve bu karşıtlık sürekli keskinleşmektedir.

Kapitalizmin çelişkisi budur: Üretim toplumsallaştıkça, onun önünde özel mülkiyet ilişkileri bir engel olarak dikilmek-tedir ve bu toplumsallaşma, özel mülkiyet kabuğunu çatlata-caktır. Özel mülkiyetin kalkması, sınıfların kalkması ve devletin ortadan kalkması arasındaki bağ, artık Marksist olmayanlarca da biliniyor.

Küreselleşme, bir yandan bir saldırıdır, bir yandan da kapi-talizmin bu temel çelişkisi ile bağlıdır. Ömrünü uzatmaya ça-lışan kapitalist sistem, cennetlerinin özel mülkiyete bağlı oldu-ğunu bilen burjuvalar, aslında bu temel çelişkiden haberdardır-lar. Burjuvazi, salt ekonomik bir sınıf hiç olmadı. İktidar zaten bunun reddidir ve burjuvazi, kendi geleceğini, kendi cennetini burjuva devlete, egemenliğine bağlı olduğunu bildiği için, dev-let bitmiyor, bitmez.

“Açık Toplum” ve Paranın Egemenliği

Para acaba tanrı mıdır? Buna herkesin hemen hayır di-yeceği kesin; ama bu soru, dinî inanışları güçlü olan insanları rencide etse de, sorulmalıdır: Kapitalist toplumun tanrısı para mıdır? Paran varsa her şeyi yapabilirsin denildiğine göre, bu soruyu sormak zor olmasa gerek. Para karşılığı olmayan hiç-bir iş kalmadığına göre, cenaze törenlerinde para almadan dua okunmadığına göre ya da “Ahlâksız Teklif ” diye bir film çevri-lip, yeterli seyirci de bulabildiğine göre. Uzatmaya gerek yok; amacımız kimsenin dinî duygularını rencide etmek değil; ama para, bugün en güçlü araçtır.

Hem araçtır, hem de güçlü.Hem araçtır, hem de artık amaç olmuştur.Birisi, doktora gider. Doktor tanıdıktır. Hastanın arkada-

şıdır. Muayene bedava yapılır. Sonra ilaçlar yazılacaktır. İlaçları doktor, çalıştığı hastanenin amblemli reçete kâğıdına yazmaz. Başka bir kâğıda yazar. Arkadaşı bunu görünce, neden ona yazı-

Page 428: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

428

yorsun, reçete kâğıdı burda der. Doktor şöyle yanıtlar: Bu ilaç-lar farklı bir firmanın. Bizim firmanın ilaçları etkili değil. Sana başka ilaçlar yazacağım. Arkadaşı şaşırır. Diğer hastalara başka ilaçlar yazıldığını öğrenir. Doktor ona, ilaç firması ile anlaşması olduğunu, hastane reçetesine yazdığı ilaçlar karşılığında benzin ihtiyacı ve başka birkaç ihtiyacının ilaç firmasınca karşılandığı-nı, onun için de hastane reçete kâğıdını kullanamayacağını söy-ler. Yani, eğer ilaç firması doktorun bu ihanetini bilirse, hemen benzin parası kesilecektir.

Hikâye gerçektir. Gerisi önemli değil; ama bize açıkça bir durumu göstermektedir. Artık doktor, ilaç firması ile hasta ara-sında, ilaç firmasının bir sıcak satış elemanıdır.

Ülkemizde, öğrenciler ilköğretim ve ortaöğretimde adeta özel olarak başarısız bir eğitim (sadece hastalıklı değil, aynı za-manda bilerek eksik) almaktadırlar. Bu, onların iyi bir üniver-siteye (iyi üniversite demek, para getirecek bir iş bulunabilecek bir okul ve diploma demektir) girmelerini zorlamaktadır. Bu hastalıktan doğan 5 milyar dolarlık dershane pastası vardır. Bu dershanelere çocuğunu gönderememek, onun geleceğini “ka-rartmak” anlamına gelmektedir. Aynı öğretmenler, bu kez ders-hane denilen yerlerde, bu aynı çocukları sınavlara hazırlamakta ve “başarılı” olmalarını sağlamaktadır. Başarı, para demektir.

Buna ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkün. Aslında belki de gerekli; ama bunu zaten her zaman yapıyoruz ve bu çalış-manın okurları için bu kadarı yeterli. Biraz farklı örneklere de bakabiliriz.

Ülkemizin en yetkili kişileri, mesela başbakan, mesela ma-liye bakanı veya başkaları, açıkça bir soygun sistemi oluştur-makta, oğulları üzerinden, servetlerine servet katmakta, bunu da uluslararası sermaye ile bağlantılı kılmaktadır. Diyelim ki, başbakan, bir holding yöneticisinden daha fazla kazanıp, daha az çalışmaktadır. Onun için olacak, TÜPRAŞ satılınca bir ba-kan, “devlet Koç’tan iyi mi yönetecek” diyebilmekte ve bu her-kesçe “adam haklı” anlayışı ile kabul edilmektedir.

Tekrar sormaya gerek var mı: Para acaba nedir?Üretim o denli toplumsallaşmıştır, artı-değer o kadar faz-

ladır ki, bu artı-değeri paylaşmak, rant peşinde koşmak, kısa

Page 429: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

429

sürede çok para kazanmak anlamına gelmektedir.Para parayı çeker.Para sadece parayı çekmiyor, her ilişkiyi parasallaştırıyor.

En doğal kardeş ilişkilerinde eskiden beri para, miras ve mülki-yet hep varolmuştur. Artık, her alanda, hemen herkeste bu ortak bir payda hâline gelmektedir.

Tüm ilişkiler parasallaşmıştır.Sevginizin göstergesi aldığınız hediyenin fiyatıdır. “Seni

çok düşünüyorum” demeniz, eğer parasal bir destek ve bunda da süreklilik varsa, doğru olabilir.

“Herkesin bir fiyatı vardır” sözü, artık ayıp ve kulaklara fı-sıldanan bir söz değildir.

Bu para egemenliğinin önünde hâlâ bazı engeller var. En başında insanın aklı geliyor. Aklını ışığa çeviren insana aydın dersek, aklını para ile satan aydına karanlık demek, bu durumda isabet oluyor. Onun için burjuvazi akılları satın alıyor. Duygular satıldıkça, duygu olmaktan çıkıyor.

Dinin paraya tahvil edilmesi çoktan beri yapılmıştır.Bilimin ve teorinin paraya tahvil edilmesi süreci işliyor.Bunun için, ödenen paraları azaltmak istiyorlar ki, Soros,

“açık toplum” teorisini geliştiriyor. Burjuva siyasal düşüncenin gelişmişliğini gösteriyor. Burjuvazi egemenliğini ebedi kılmak istiyor. Cenneti bu dünyada bulmuşlardır ve bunu sonsuz kıl-mak için her yolu denemektedirler.

Açık toplum, özetle şöyledir. Tarihi, zamanı, ilişkileri, toplumu açıklamak için bir teori

ve ona bağlı bir değerler sistemine karşılar. Diyorlar ki, biz her türlü düşünce sistematiğine karşıyız. Aslında Marksizm’in işçi sınıfını silâhlandırmış olması gerçeğini görüyorlar. Önce aydın-ları satın alıp, karanlık yapıyorlar, sonra da bu karanlığı aydın-latacak teorinin yok olması için, her tür düşünce sistematiğine karşıyız, diye başlıyorlar.

Peki bu düşüncenin kendisi bir sistematik olmaz mı? Olur elbette; ama bu sistematik, kapitalizme karşı olmaz, olamaz.

Bir kere bir değer sistemine karşı koydunuz mu, tüm değer sistemlerini ortadan sildiniz mi, felsefe ve düşünme metotla-rını yok ettiniz mi, geriye sizin değer sisteminiz olarak boşluk

Page 430: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

430

kalmaz. Tersine, yaşadığınız şey kalır. Paranın egemenliği, si-zin değer siteminiz olur. Paranıza göre mutlu olursunuz. Eğer, komşunuz alışverişe gidip rahatlıyorsa, mutlu oluyorsa, onda duygu ve düşünce sistematiği ne olabilir? Benim ise buzdolabı, mutluluk verici bir alettir. Bunu bana sağlayan da paradır.

Yeryüzündeki tüm peygamberler, tanrının kelâmını getir-mek için geldiklerini söylerler. Tanrı değillerdir; ama gerçekte Tanrı’yı onlardan başka gören ya da onunla ilişki kuran yoktur. Kendilerini Tanrı ilan etmezler; ama eğer etselerdi, zaten bu denli güçlü olamazlardı. Peygamber, Tanrı’dan daha güçlü olma hâlidir ve Soros, para tanrısının, meta tanrısının peygamberli-ğine soyunmuştur. Bush’un tarikatı, onunkinin yanında çocuk kalır. Bush, tarikatı sayesinde, Soros’a hizmet etmenin onurunu yaşar. Seçilmiştir ve onun için, “biz seçilmişler” der. Burada hem Bush bir kesimi temsil için, hem Soros peygamberler sınıfını temsil için sadece örnektirler.

Burjuvazi, bilime, Marksizm’e karşı hep ideolojik olarak yeni saldırı içinde olmuştur. Fakat ‘açık toplum’, bu saldırıların artık bir finali diye düşünülmüş olmalıdır. Babasının Popper ol-duğu kesin. İşte size modern dinimiz.

İnsanların bir fikir etrafında toplanmasına, bir fikirle be-raber bir değerler ve amaçlar içinde hareket etmesine karşılar. Herkes kendisi olarak hareket edecek. Ne kadar demokratik. Toplum mühendisliğine karşı çıkma kolaylığı da onlarda, top-lum mühendisliği yapma hakkı da onlarda.

Paranın egemenliği, pratik bir toplumsal durum hâlindedir. İşte onu kutsamanın, ona bir teori bulmanın yolu da, pratik ola-rak bulunmuştur. Aklınızı, enerjinizi daha çok para kazanmak için kullanacaksınız ve bunun için her değeri ayaklar altına ala-caksınız. İşte bunu yaygınlaştırdıkları sürece, paranın egemen-leri, kendi egemenliklerini de garanti altına almış olacaktır.

İnsana karşı-kapitalizm, bu nedenle vurgu yapılacak kadar nettir.

Aslında özel mülkiyet ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişkinin örtülmesi girişimidir. Dünyada bir ürünü üretmek dahi, binlerce insanın emeğinin bileşkesi demektir. O hâlde, özel mülkiyet neden gerekli diye sormayacağız. Şöyle di-

Page 431: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

431

yeceğiz: İstenen budur; dünyada bir tek ürünü üretmek dahi, binlerce işçiyi istihdam eden şirketlerin marifetidir, öyle ise mülkiyetin önünde eğilelim.

Açık toplum, bunu vaaz ederken, bir değer sistemi işletmi-yor mu? Özel mülkiyet kutsaldır, değer sistemine karşı olmaları gerekmez mi? Bizim banka soymamız hırsızlık oluyor da, onla-rın yaptığı soygunlar neden hırsızlık olmuyor?

Aslında bu teori, kendi içinde de tutarlı değildir; ama özel mülkiyet ilişkilerine karşı bir başkaldırıyı önlüyorsa, başarılıdır. İşte onların aradığı da budur.

Her din, mutlaka ibadet gerektirir. İnsanlar namaz kılmaz-sa, tanrıya inançları da “değersizleşir”, moda deyimle “light” olur. Bu yeni dinin başarısı da, her gün para için çalışmak, para için dost satmak, para için değer sisteminizi parçalamaktan geçmektedir. Bunları ne kadar çok yaparsanız, o kadar iyi bir “açık toplum” fikrinin alıcısı, iman sahibi olursunuz.

Tabii ki, bu bugün, küreselleşmeden yana olmak da de-mektir.

Demek ki, “açık toplum enstitüsü” diye dünya çapında faaliyet gösteren, her yıl, gazetecilere ne kadar para dağıtaca-ğı merakla beklenen ve elbette gazetecilik mesleğinin ederini yükselten kuruluş, aslında insan aklına, düşünce sistemlerine, insanın düşünmesine karşıdır.

Boş olmak ile hoş olmak acaba, başka hiçbir toplumda bu kadar anlamdaş olmuş olabilir mi? Artık, hoş adam, hoş kadın vb. gibi değerlendirmeler, “boş ama göz alıcı” anlamında kulla-nılır olmuştur. İşte gazeteciler de boş oldukça cepleri dolan hoş bir mesleği icra eder hâldedirler.

Kapitalizm insanı bu hâle getirmek istiyor. Boş ve hoş. Fikri olmayan, idealleri ve toplum projeleri olmayan, düşünce sistemleri, ideolojileri vb. olmayan bir topluluk. Açık toplum projesi, açıkça sürü insan talep eden kapitalist projedir.

Ve fikirler, idealler, düşünce sistemleri vb. olmayınca, geriye paranın egemenliği altında işleyen sisteme entegre olmuş kişi-ler kalıyor. Devlet egemenliğine tam uyum, burada demokrasi vb. şalları altında gizlenmiş biçimde karşımıza çıkıyor. Sizce Hitler, daha insanî değil mi?

Page 432: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

432

Diyorlar ki, siz hiçbir düşünceye bağlanmayın, o kadar ki sadece bizim açık toplum düşüncemize bağlanın.

Modern Ortaçağ ya da Yarının Alacakaranlığı

İşte bu koşullar altında modern kapitalizmi, kapitalist-em-peryalizmi anlamak, açıklamak hem çok kolay, hem de son de-rece ciddi bir emek alanı hâline geliyor, gelmiştir.

Biz devrimci aydınlarda, biz devrimci sosyalistlerde, biz devrimci işçilerde şöyle bir duygu gelişiyor: Zaten her şey açık, neyi açıklayacaksın? Her şey hiçbir açıklamaya gerek duyulma-yacak kadar şeffaf ve berrak. Öyle ise bunları açıklamak için saat ve saat, alan ve alan bir mücadeleye gerek yoktur. Zaten burjuva medyanın her alana sinmiş bir egemenliği de var ve bunu kırmak olanaklı gözükmüyor.

Aslında bu açıklamanın ikinci kısmını biraz biz tahrikkâr tarzda yazıyoruz ve üçüncü kısmı da şudur: Bu mücadele başın-dan sonu belli, yenilgi dolu bir mücadeledir. Elbette insan oğlu bir gün kazanacak ve elbette bu zorbalar bir gün tarih olacaktır; ama bu mücadele ile değil de, kendiliğinden, tarihî evrim içinde gerçekleşecektir.

Dördüncü kısmını yazmama da izin istiyorum, şöyledir: Zaten biz Marksistler, tarihsel ilerlemeye, gelişime inanırız. Ta-rihin akışı geri çevrilebilir mi ki? Değil ise, o zaman insanlık, biz olmaksızın, bir gün bu sistemin hakkından gelecektir. Hatta belki o güzel günler için bugünkü kötü gibi gözüken anlar, bir tarihsel zorunluluk da olabilir. Yani tarihin akışı geri çevrile-meyeceğine göre, bugünkü gelişim de ileri doğrudur ve bu bizi rahatsız eden kötü durumun da iyi yönünü görmeliyiz.

Yukarıdaki açıklamalar, elbette bizim düşüncelerimiz değil. Dahası bu düşünceleri hem yanlış, hem de ahlâki açıdan zaaflı buluyoruz. İnsanın kendi eylemsizliğini, kendi durumunu teo-rize etme yeteneği var. Burada, bilgi edinmiş; ama cesaretsiz ve cesareti olmayınca bilgisini de ters yönde kullanan bir adamın akıl tutulmasını görmekteyiz. Aklı tutulmuş adam, aklın bit-tiğine kanaat getiriyor. Eylemsizlik onun umudunu kemirmiş, umudu aklını ve geriye bilgilerini yeni durumunu açıklamak

Page 433: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

433

için kullanma kalmış.Nâzım, Bedreddin Destanı’nı yazarken, yenilginin kaçınıl-

mazlığı noktasına geliyor ve “bilirim bilirim; ama bu yürek” diye çelişkisini ifade ediyor.

Son derece yerindedir. Şeyh Bedreddin ayaklanması (ki biz buna daha çok Börklüce ayaklanması demeyi uygun buluyoruz. Bu konu ile ilgili geçmiş dönemdeki çalışmalarımıza bakılabi-lir) acaba yenilgi ile sonuçlanmak zorunda mı idi?

Kışkırtıcı bir soru değil, Marksizm’i doğru anlamak için de son derece önemlidir. Kuşku yok ki, her olayı tarihsel şartları içinde ele almak gerekir. Tarihsel ve toplumsal boyut, Marksist düşüncenin olayları ele alışında vazgeçilmezdir.

Fakat buna rağmen, herhâlde şöyle bir görüş ileri süre-meyiz: Tarih budur ve başka türlü gelişme şansı olmazdı. Yani, aşağı yukarı bir kader çizgisine de gelemeyiz. Toplumsal yasa-lar, genel eğilimi verirler ve insanın aklında her zaman şu soru olmalıdır: Paris Komünü, gidebileceği en son noktaya kadar gitseydi, belki sonunda yenilirdi; ama acaba ne kadar şey de-ğişirdi? Börklüce isyanı daha da gelişebilirdi ve elbette tarihî zorunluluk olarak bir yenilgiye gidiyordu; ama nasıl ki kendisi, mevcut koşulları aşan bir arayış ise, benzer biçimde daha da ileri gidebilirdi ve eğer yenilse dahi, daha da ileri gidebilseydi, az ya da çok farklı bir tarihî mirasla yüzyüze olurduk.

Örnekler, her zaman eksiktir ve bu örneği de isteyen iste-diği gibi yorumlayabilir; ama bizim derdimiz, sadece, tarihsel gelişimi otomatiğe bağlama girişimini Marksizm’e aitmiş gibi göstermeyi engellemektir.

Oh ne iyimserlik! Madem ki tarihsel akış bellidir ve ma-dem ki kapitalizm bir gün nasılsa yıkılacaktır, öyle ise mücade-leye ne gerek var?

İşte burada korkak ve cesur farkı ortaya çıkıyor. Korkak tit-riyor, cesur savaşıyor. Korkak, kendi durumunu teorize etmek için, bilgi dağarcığına başvuruyor.

Söz ünlüdür: İnsan nasıl yaşıyorsa öyle düşünür. Elbette bunun dışına çıkma olanakları vardır; ama bu ihtimal sözün ne değerini, ne de ününü azaltıyor: İnsan nasıl yaşıyorsa öyle dü-şünüyor.

Page 434: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

434

12 Eylül’ü yaşadık. Kimimiz idam sehpalarında, Deniz’i hiç aratmayacak kadar cesaretle, ondan çok daha genç boyun-larını, daha diri ayaklarının tekmeleri altında ipin ucuna bırak-tılar. Kimimiz işkencehanelerde, elleri bağlı arkadan gözlerinde bant, her türlü işkence yöntemini yenip, insana inanmanın ne demek olduğunu gösterdik. Kimimiz, evlerimizde baskını bek-lerken, sağdan soldan gelen telkinler ve karanlığın verdiği korku ile kitaplarımızı, yüreklerimizin üstünde parkalarımızın altında taşıdığımız o güzel kitapları yaktık.

Çok azı bülbül olup öttü. Çok azdılar ve TV kanallarına gösteriye çıkacak kadar az olduklarından, düşman için önem kazandılar. Düşman, kendi tarihlerinde en önemli savaşlar diye sundukları, tarih kitaplarında hâlâ okuttukları Yunanlılara karşı savaşta akıllarına bile gelmeyen metotları, burada, 12 Eylül’de, iç savaşta kullandılar.

Sınıf savaşı acımasızdır ve o bitmeden diğer savaşlar bit-meyecektir.

Çok azımız, kapağı yurtdışına attı. Kimi birer kanun kaça-ğı olarak ve onurluca, kimi birer kaçak olarak ve sığıntı mantığı ile.

Kitabını yakarak işe başlayanın korkusu daha da derinleş-ti. Yurtdışına sığıntı olarak gidenin tek ölçü aracı “rahat yaşam koşulları” oldu. Onları kaybetme korkusu onlarda çok derin iz bıraktı. İşkencehanelerde direnen yoldaşlarının öykülerini dahi, temizce dinleyemediler. Umutlarını rahata tahvil ettiler ve bir bölümü bu tahvilleri nakde çevirebildi. Bülbül kesilenler, o gün-den beridir, tam 26 yıldır, bülbül gibi ötmektedirler. O gün, yola devam edenleri geri çağırdılar. Düşman onlara “bülbül seslim” dedi. Seslerini güzel sandılar ve bu güzel sesin şeytanı yolundan çevireceğini sandılar. Yolundan dönmeyenlere, deli dediler. Biz, hâlâ o deli damgasını bir madalya gibi, yenilgiden düşünceleri sağlam çıkmış adamların suskunluğu ile taşıyoruz. Bu bülbül sesliler, aslında medyanın gücünü, daha 12 Eylül’ün ilk günle-rinde anladılar. O nedenle çoğu medyada iş buldu. Orada, sü-rekli “arkadaşlarını” satarak yaşama alanı buldular.

Bugüne gelen düşüncelerimizde, o günden beri yaşadıkla-rımızın, yaşam tarzımızın çok belirleyici önemi vardır.

Page 435: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

435

Bunları tartışmamızın temeline oturtmamız gerekir; çünkü bir yandan Marksizm’e inancını koruyup, bir yandan da güzel günleri tarihin durdurulamaz akışına havale edenler, aslında o günlerden beri içinde taşıdıkları korkunun esiridirler. Bu korku ortadan kalktığı gün bazı temel şeyleri anlayabileceklerdir.

Yine de anlamalarına yardımcı olmalıyız. Bu bizim ahlâki olarak görevimiz ve aynı zamanda Marksist militanlar olarak da kaçamayacağımız bir iştir.

Tarihi otomatiğe bağlamak, Marksizm’e yabancıdır. Mark-sizm tarihsel gelişimin nesnel yönüne vurgu yapar. Tarihsel ge-lişimin dünden bugüne doğru olduğunu, gelişimin daha iyiye doğru olduğunu söyler; ama aynı Marksizm, sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşları tarihi olduğunu da söyler.

İlkin, tarihsel gelişimi, uzun toplumsal evrim olarak ele al-malıyız. Burada, eşitsiz gelişim ve “inkârın inkârı” yasası işler. İnkârın inkârı yasası, belli bir ömre ait süreci belirtir. Toplumsal sistemler, ilk olumsuzlamaya, ilk inkârı, sınıflı topluma geçiş-le yaşıyorlar ve bu inkârın sonucu sınıflı toplumlar oluşuyor. Sınıflı toplumların en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere en insanlık dışı olanı, aynı anlama gelmek üzere şafağa en yakın olanı kapitalizmdir. Kapitalist-emperyalizm, büyük bir karan-lıktır. Tıpkı, gün doğumundan önceki zifiri karanlık gibi. Gün-den akşama dönüşteki karanlığa göre, gün doğumundan önceki karanlık daha koyudur. İşte kapitalizmin bugünkü çağı tıpkı bir gün doğumu öncesi zifiri karanlık gibidir ve kapitalist toplumla beraber sınıflı toplumlar tarihe gömülünce, ikinci inkâr, ikinci olumsuzlama, inkârın inkârı gerçekleşmiş olacaktır.

Fakat tüm bunlar, insan toplumu denilen ve içinde sınıfla-rın, grupların vb. kısacası bir noktada insanoğlunun varolduğu toplumda gerçekleşiyor ve bu elbette ki, insanların eylemlerini de kapsıyor. Yani tarih, insansız bir sahada kendi kendine ak-mıyor. Tersine, sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşlarının tari-hidir diyebileceğimiz kadar, insan (sınıflar) eylemleri bu tarihin içindedir.

Geleceği “tarihin akışına bırakan” adamın eylemi, egemen sınıftan yana bir sessiz tutum olarak bu tarihin akışında “etkili-dir.” Etkili demek, oranını bilmediğimiz bir etkiye sahip olmak

Page 436: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

436

demektir. Belirlemek demek, büyük oranda etkili olmak anla-mına gelir. Biz burada bu sessiz “otomatik tarihçi”mizin eyle-minin ne ölçüde etkilediğini bilmeden, sadece etkili olduğunu vurgulamak istiyoruz.

İnsanın özne olarak kendini inkârı ve ardından gelecek üzerine yargıda bulunması, ancak 12 Eylül yenilgisini bir trav-ma olarak yaşayan adamın kafasında çelişkisiz durabilir.

Sanırım buraya kadar, yaşam ve düşünce arasındaki sıkı bağı gösterebilmek açısından bir yol almış oluyoruz. Şimdi, yu-karıdaki düşünce sistematiğini ele alalım.

“Her şey hiçbir açıklamaya gerek duyulmayacak kadar şef-faf ve berrak. Öyle ise bunları açıklamak için saat ve saat, alan ve alan bir mücadeleye gerek yoktur. Zaten burjuva medyanın her alana sinmiş bir egemenliği de var ve bunu kırmak olanaklı gözükmüyor.”

Bu iki nokta, aslında insanın gelişen burjuva egemenliğe karşı tavrı sorununun da temelidir. Gerçekten burjuva medyaya karşı etkili olma şansı yok mu? Eğer öyle ise onların bu denli yoğun çalışmalarının nedeni nedir? Elbette burjuva egemenlik, tekelci medya büyük bir karanlık üretiyor; ama tekrarında fayda var, zifiri karanlık, en küçük ışık huzmelerini mükemmel gös-terir. Kara bir kâğıda beyaz boya ile yazmak gibidir. Eğer biz insana olan inancımızı koruyorsak, gerisini getirebilir, burjuva medyayı alt edecek yolu bulabiliriz. Bu sadece bugün için değil, dün de geçerli idi. Dün yol bulundu, bugün hâlâ bulunuyor ve bulunacak; ama burada, birinci nokta çok önemlidir. Yani, eğer gün be gün, an be an, hemen her yaşam alanında bu mücadele-yi sürdürürsek, sonuca varacağızdır. Yoksa, iki tane etkili sözle sonuca varamayacağız. Çıkış metodu emekten geçiyor. Emek hareketinin, işçi hareketinin zaferi, bu uğurda verilen sistematik emeğe bağlıdır. Onun için mücadele örgütlü olmalıdır. Yoksa aydınların mücadelesi ile iş çözülebilirdi. Artık öyle değil. Ar-tık, aydınlar, kendilerini beslemek için işçi sınıfına dayanmazsa, burjuva karanlık içinde gözlerden ırak rahatlarına tutulurlarsa, karanlıkta boğulacaklardır. Ne kadar yetenekli olunursa olun-sun sonuç budur. Tekelci egemenlik, rant dönemini yaşıyor. Te-feciliğin büyük çaplı olanı, kumarın her zaman kazananı belli

Page 437: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

437

olanı, rantın büyük çaplı olanı ile karşı karşıyayız. Artık insan aklını bunların dışında kullanınca para etmiyor ve para etme-yen akıl, eğer paranın egemenliğini yıkmak için çalışmıyorsa, kendini bitiriyor.

Eğer biz, bir işçi, bir devrimci, bir öğrenci, bir liseli, bir köylü, bir kadın vb. olarak, her gün bu burjuva egemenliğe karşı bir eylemlilik, bir örgütlü mücadele, bir pratik içinde değil isek, bu egemenliğin yıkılabilirliğini de göremeyiz. Eline balyozu al-mayan işçi, duvarın sağlamlığı hakkında bilgi veremez. Kaldı ki, ne kadar sağlam yaparlarsa yapsınlar, bu duvar, insan aklına, insanlığa karşı yükselen bir duvardır ve bunu bizim saldırıları-mız yerle bir edecektir.

“Ve üçüncü kısmı da şudur: Bu mücadele başından sonu belli, yenilgi dolu bir mücadeledir. Elbette insanoğlu bir gün kazanacak ve elbette bu zorbalar bir gün tarih olacaktır; ama bu mücadele ile değil de, kendiliğinden, tarihi evrim içinde ger-çekleşecektir.”

“Zaten biz Marksistler, tarihsel ilerlemeye, gelişime inanı-rız. Tarihin akışı geri çevrilebilir mi ki? Değil ise, o zaman in-sanlık, biz olmaksızın, bir gün bu sistemin hakkından gelecek-tir. Hatta belki o güzel günler için bugünkü kötü gibi gözüken anlar, bir tarihsel zorunluluk da olabilir. Yani tarihin akışı geri çevrilemeyeceğine göre, bugünkü gelişim de ileri doğrudur ve bu bizi rahatsız eden kötü durumun da iyi yönünü görmeliyiz.”

Öznesiz bir toplumsal eylem zafere ulaşır mı? Tarihin çarkları dönerken, insanoğlunun eylemi dışında bir süreç mi yaşanır? İnsanoğlunun eylemi, sınıflı toplumda en net olarak sınıf mücadelesinde ortaya konmaz mı?

Elbette bu düzen yıkılacaktır. Bu düzenin yıkılışı, insanla-rın eylemleri ile, işçi sınıfı önderliğinde devrimci partinin yöne-timinde olacaktır. Kendi kendine değil.

Marksizm’i bu denli otomatik bir görüş hâline getirmek için insanın bilgilerini, kendi eylemsizliği ile birleştirmesi ge-reklidir.

Bu kadarı yeterli.Modern kapitalizm, artık insanın insan olarak gelişiminin

önünde bir engeldir. Bu yeni de değil. Üretimin toplumsal ka-

Page 438: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

438

rakteri sürekli büyümektedir. Artık basit bir meta üretimi dahi, binlerce işçinin, onlarca farklı sektördeki emeğin ortaklaşa emeğini gerektirmektedir. Buna karşın, mülkiyet özel karak-terdedir ve her geçen gün az sayıda zenginin varlığı, dünya-nın milyarlarca insanının gelirini aşmaktadır. Bu keskinleşen çelişki, kapitalist-emperyalist egemenliği çok daha saldırgan kılmaktadır. Bu saldırı, en başta, her alanda yoğun bir ideolojik saldırı biçiminde gerçekleşmektedir.

İnsan olarak kalmak, kapitalist egemenliğe karşı olmakla eş anlamlıdır. Bunun dışında insan olarak kalma olanağı artık kalmamıştır.

Burjuva egemenlik, sürekli biçimde insanı esir almak ve esir olarak tutabilmek için, medya aracılığı ile büyük bir karan-lık üretmektedir. Dünyada haber kanallarının ilettiği haberle-rin %90’ından fazlası dört ajans tarafından geçilmektedir ve bu bize medya egemenliği denilen şeyin sadece bir yüzünü gös-termektedir. Her türlü eğlence ve TV kanalları aracılığı ile bü-yük çaplı tüketim pazarı oluşturma hedefi, gerçekte insanların standartlaştırılması, yaratıcı ve özgün yönlerinin yok edilmesi ve tüketime hazır hâle getirilmesi amaçlanmaktadır.

Üretimde standartlaşma, hızı artırıp maliyetleri düşürür-ken, emekçiyi özgür bırakmıyor, tersine emekçiyi daha fazla sermayeye bağlı hâle getiriyor. Aynı biçimde tüketim toplumu hedefi ile de insan tümüyle standart bir “alıcı” hâline getiril-mektedir. Buna insanın alıklaştırılması, sürüleştirilmesi demek-te hiçbir sakınca yoktur ve bunun üzerine medya ile yaratılan karanlık konulmalıdır.

Birçok yerde, birçok aydın, bu durumu, modern Ortaçağ olarak ilan ettiler ve haklıdırlar. Sanatın bitirildiği, tekelci ege-menlik altında bilimin kuşatıldığı, dinin yeniden horlatıldığı, aklın dumura uğratılmaya çalışıldığı bir karanlık dönem.

Fakat bazı farkları var.Her şeyin para ile ölçüldüğü, paranın her ilişkinin ölçüm

aracı hâline geldiği, değeri olmayan pek çok şeyin satıldığı bir dönem. Bunu da eklemeliyiz; çünkü bu para egemenliği, ger-çekte, birçok şeyin sistemin mekanizmaları içinde “kendiliğin-den” işlemesine olanak tanımaktadır. Para egemenliği, neredey-

Page 439: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

439

se meta-zoru ilişkileri örtmektedir.Tüm toplumsal ilişkiler, sadece üretim sürecindekiler değil,

tekelci egemenlik altında ticarîleşmektedir.Tekelci egemenlik, pazar hakimiyeti denilen şey üzerine

yükselir. Pazar hakimiyeti, asla ekonomik bir olgu olarak kala-maz. Pazar hakimiyeti, bu hakimiyetin gerektirdiği ve ekono-mik düzeyi aşan şiddeti gerektirir. Coca Cola’nın kendine ait güvenlik birimlerinde işçi ve köylülerin sorgulandığını artık ga-zete haberlerinde bile bulabiliriz. Modern mafya, tamamen bu tekelci ilişkilerin, hakimiyetin ürünüdür. Modern reklâmcılık ve medya sektörü de.

İşte tekel, beraberinde tüm ilişki biçimlerini, bu pazar ha-kimiyetine göre düzenlemeye başlıyor. Yukarıda, doktor-has-ta-ilaç şirketi ilişkisine ilişkin bir örnek vermiştik. Benzer bir ilişkiyi eğitim alanından, konut ve ulaşım alanından herkes bu-labilir.

Hakimiyet, hakimiyetin korunmasını da gerektirdiği için, her türlü satın alma ilişkisi devreye girmektedir. Rüşvet, vicdan-ların satın alınması, her türlü sosyal ilişkinin parasallaştırılması da demektir. Para, geçerlilik alanını o kadar yaygınlaştırmakta-dır ki, artık gerekliliğinin de sonuna, teknik anlamda da yaklaş-maktadır.

Yine Ortaçağ karanlığını yetersiz kılan bir başka şey daha var. Ne olursa olsun, dünya bir sosyalizm gördü. Neresi ne kadar eksik olursa olsun bu sosyalizm deneyimi, gün geçtikçe kendi değerini ortaya koyacaktır. Kapitalizm nesnel sınırlarına çoktan gelmiştir ve bunlar, bu koyu karanlığı, Ortaçağ’dan ayırmakta-dır. Bu koyu karanlık, bir anlamda, eğer gelecekten bakabilmeyi başarabilirsek, şafak sökmeden önceki soğuk ve yoğun karanlık gibidir.

Page 440: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 441: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

BÖLÜM II

KAPİTALİST-EMPERYALİZM ve İŞÇİ SINIFI

Page 442: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 443: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

443

Kapitalist-emperyalizmin bugününü açıklamak, aynı zamanda süreci işçi sınıfı yönü ile ele almayı da gerektiriyor. Aslında, işçi sınıfının ve sistemin geleceği ile ilgili tartışmalar açısından, en çok da bu nokta önemlidir. Bu bizim görüşümüz değil. Tersine, bence bugüne kadar yayınlanan 12 bölüm, belki bu kitabın ilk yarısı, çok daha önemlidir. Önemlidir çünkü sistemi, değişim ve gelişmeleriyle ortaya koymak, bunun sınıflar ve özel olarak da işçi sınıfı üzerindeki yansımalarını anlamak için şarttır; ama son yıllarda, on yıllarca yürüyen tartışmalar, maalesef, daha çok işçi sınıfının bittiği ya da rolünün bittiği, devrimin hayal olduğu gibi, işin özünden ve derinlikten uzak, daha çok kapitalizmin zaferine methiye düzen, pratikte var olanı, güçlüyü alkışlayan açıklamalar niteliğinde tartışmalardır.

İşçi sınıfı bitti mi? Elveda proletarya mı? Robotlar işçilerin yerini alacak mı? İşçilerin sayısı azalıyor mu, yoksa artıyor mu diye bile sormadan, bu noktada istatistiklere kabaca bile bak-madan, bu sorular bu tarzda ifade edildi.

Tarihin sonunu ilan eden “vaaz”lar, aslında işçi sınıfının ölümüne de erken karar verdiler.

Sorular bu kadar değil. Acaba, hizmetler sektöründe yer alan çalışanlar, işçi midir? Acaba, işçi, hizmet sektöründekileri de kapsıyorsa, bu onun militan yapısını mı bozuyor? İşçi sınıfı artık tarihî misyonu olan devrimci öncülüğünü mü kaybetti? Acaba bazı tüketim nesnelerine sahip olması işçilerin zincirle-

Sorunun Ortaya Konulması ve Bilim Üzerine

Page 444: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

444

rinden başka kaybedecekleri şeyler mi yarattı?Şirket yönetimleri profesyonellerin elinde. CEO kavramı

artık herkesçe biliniyor. Bu CEO’lar, mülkiyet ile yönetimin ayrışmasını temsil ediyorsa, acaba, kapitalizm de değişmiş mi oluyor? Şirketlerin hisseleri herkesin alabileceği kadar yakında olunca, acaba kapitalist mülkiyetin de önemi mi kalmıyor?

Aslında daha fazlası da söyleniyor. Biz belki burada, bu bölümde tüm sınıf mücadelesinin bittiğine ilişkin işaret olarak sorulan soruları saymadık; ama sorunumuz budur. Yani daha önce ele aldığımız sisteme ilişkin, değişim ve gelişmeleri, bu soruların da yanıtları olacak şekilde ele alacağız.

Derdimiz ise, bu sorulara yanıt vermek değil; çünkü bu ol-dukça kolayı seçmek olurdu. Bunun yerine, bu sorulara yanıt da olacak şekilde, biz, işçi sınıfının durumunu ele alacağız. Elbette işçi sınıfının tarihsel misyonunu “bitti mi” diye tartışmayacağız.

Biz, aslında tüm bu soruları, işçi sınıfını silâhlandırmak için birer araç olarak görüyoruz. Durumun kavranması, sınıfın öncülerinin daha da bilinçlenmesi için bir tartışma aracı. Biz bu tartışmaları, ideolojik alanda işçi sınıfının silâhlanmasının aracına dönüştürme gereğini savunuyoruz.

Burjuva cepheden gelen saldırılar, işçi sınıfının ruhuna fa-tiha okunması, tarihin sonunun ilan edilmesi vb. aslında çoktan geri tepti; ama hâlâ bu saldırının etkisi ile, devrimci hareketle bütünleşmemiş, işçi sınıfı ile organik ilişki kuramamış aydın-ların, korku-kuşkuları devam ediyor. Sanki gerçekten tarihin sonundayız, sanki gerçekten işçi sınıfının tarihî misyonu ve kendisi bitti. Bu konuda ciddi bir çalışma yapmamış bir aydının dahi, soru sorma yeteneğini yitirmemesi gerekir. En azından sormalılar, “Diyelim ki, işçi sınıfı artık yok, bitti, misyonu da onunla beraber yok oldu, peki şimdi dünya mı düzeldi? Dünya daha yaşanır bir dünya mı? Adalet, eşitlik, özgürlük arayışları-nın sonu mu gelmeli? Siz ne savunuyorsunuz? Neden işçi sı-nıfının bitmesi ile, onun misyonunun sona ermesi ile bu denli ilgilisiniz?”

Bu soruları sorma yeteneğini yitirmek, korku ile açıklana-bilir.

Fakat önce, biraz bilim üzerine tartışmalıyız.

Page 445: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

445

“Her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı.” Bilim, görünenin ardındaki gerçeği araştırma işidir. Gerçeği, gerçekliği, onun işleyiş yasalarını, zorunlu olanı arama işidir. Bu ise insana özgürlük olanağı verir.

Tekellerin kasasında bilim, para demektir. Para, tutsaklık, esaret demektir. Para, insanın şeyler tarafından yönetilmesi de diyebiliriz, sadece o şeylerin sahipleri eliyle dedikten sonra. İmaj ve görüntünün, gerçeğin yerine geçmesi, gerçeğin örtbas edilmesi üzerine kurulu reklâmcılık ağının tüm varlığı, bilime, insana, özgürlüğe karşı duruştur. Reklâm dünyası ve elbette onun temel dayanağı olan pazar hakimiyeti, yani tekelci kapi-talizm, insanın sürekli alçaltılması ve aşağılanması da demektir. Ezilmenin ideolojik şiddetinin artması da diyebiliriz. Bu ise in-sanın fakirleşmesi, insanın güdükleşmesi, insanın sürüleşmesi, yani insan kirlenmesi demektir. Yabancılaşmanın en ileri hâli de denilebilir. Kendi emeğine yabancılaşan insan, topluma, insana da yabancılaşıyor. “Benim doğamda alışveriş düşkünlüğü var”, “Ben karakter olarak klip seven karakterdeyim” vb. diyebilmek, aslında kendine en ağır hakaretlerde bulunmaktır; ama ağızdan çıkanı kulak duysa da anlamını beyin algılamıyor.

İşte bilim bu amaçla kullanılıyor. Sanat, bu amaç için şiir yazan adamların “şair” olarak anıl-

ması ile “ilerlemeler” kaydediyor. Roman; klip spotları yazan Ahmet Altan’lara düşüyor, Orhan Pamuk gibiler, romanı ve romancıyı banttan yeni çıkmış metalar olarak pazarlayan ajans-ların ellerinde parıldarken, sanat paramparça ediliyor.

Soru şudur: Faydalı mısın? Kime, diye sormak yok. Sisteme faydalı isen, bu sorunun

meta dilinde açık ifadesi, “Kaç para edersin?”dir. Öyle ise bun-lara bilim adamı, aydın vb. demek, tarihe karşı suç sayılır.

Bunları genel doğrular olarak söylemiyoruz. Tersine konu-muzla son derece alâkalıdır. Sistem, ajanslardan, meta-yazarla-rına, mal-sanatçılarına, basınına, köşedönücü yazarlarına kadar, düşünce sistemini parçalamayı amaçlıyor. Açık toplum ideolo-jisinin “her tür değere ve düşünce sistemine” cephe açmasını hatırlayın. Böylece sadece tek bir değer ölçütü kalmaktadır, o da para. İşte bu egemenlik, insanın günlük düşünme yeteneğini

Page 446: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

446

dahi parçalıyor ve işte bunu başardıkları ortamda, bunlar, “ay-dın” rolü yapabiliyorlar, bilim adamı kesiliyorlar.

Bilimsel çalışma, her şeyden önce, kendi içinde bir tutar-lılık taşır. Ortaya atılan görüşün bilimselliği için, pratikte sı-nanmasından önce, doğru olup olmadığının anlaşılmasından önce, kendi içinde bir tutarlılığa sahip olması gereklidir. Ör-nekleyelim. Görüş: Dünya öküzün boynuzları üstünde duruyor. Diyelim ki, henüz dünyanın güneş sistemi içindeki yerinden haberdar değiliz. Yine de bu görüşü tartışabiliriz. İlk iş, dünya-nın nerede ve nasıl durduğunu ispatlayamıyorsak bile, diyelim ki elimizde bunun olanakları yoksa bile, bu görüşün tutarlı olup olmadığına bakmaktır. Dünya öküzün boynuzları üstünde du-ruyorsa, bu doğru ise, bu bize yeni bir soru getirir: Acaba öküz neyin üzerinde duruyor? Diyelim ki bu öküz, bizim sandığımız gibi ahırdakilere benzer bir öküz değilse bile (ahırdaki gibi bir öküzün boynuzları üzerinde ancak bu görüşü savunan bir in-san, poposuyla zar zor durabilir. Oysa o insan da öküz de aynı dünyada yaşamaktadır. Burada nerede durduğunu tartıştığımız dünya, bu öküzü de kapsamaktadır. Onun için ahırdaki gibi bir öküzden söz ediyor olamayız. Bu durumda da buna neden öküz diyoruz?). Bir dev öküz ise bile, o öküz havada durabiliyorsa, bizim dünyamız da havada durabilir demektir. Yok eğer o ha-vada durmuyor da, bir yere basıyorsa, o zaman o yer neresidir? Görüldüğü gibi bu görüş, bu “tez” kendi içinde tutarlı değildir ve biz dünyanın nerede olduğunu bilmesek de bunu reddede-biliriz.

Bir “teori”, bir görüş, bir önerme, kendi içinde tutarlı ise, buna rağmen doğru olmayabilir, yanlış olabilir; ama öncelikle, ilk iş kendi içinde tutarlı olmasıdır. Bilimsel çalışmanın ilerle-mesi için bu gerekli bir ön şarttır.

Mitolojiye ait düşünceler, önermeler, kendi içinde tutar-lılığı çok zayıf önermelerdir. Din, bir düşünce sistemi olarak, düşüncenin gelişiminde iç tutarlılığın daha geliştiği; ama hâlâ eksik olduğu bir sistemdir. Hemen her kitapta dünyanın oluşu-mu 7 günde tamamlanır. İlk gün dünya-toprak yaratılır, sonra hayvanlar vb. dördüncü gün, yaratılmış insanı ışıtsın ve ısıtsın diye güneş yaratılır. Mesela bu sistem (öküze göre) daha ge-

Page 447: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

447

lişmiş bir sistemdir; ama iç tutarlığı yoktur; çünkü biliyoruz ki, “gün” dünyanın güneş ve kendi etrafında dönmesi ile bağ-lantılı bir kavramdır. Kendi etrafında dönmesi sırasında dünya güneş etrafında da döner, bu yolla hem gece-gündüz, hem de yıl-mevsimler oluşur. Gezegenin kendi etrafındaki turuna gün, bağlı olduğu güneş etrafındaki turuna da yıl deniyor. Güneş he-nüz yok iken, dördüncü gün olduğu nereden bilinebilir?

İnsan düşüncesinde mitoloji, din vb. sistemler birer adım olmuştur. Giderek insan, iç tutarlılığı olan düşünce sistemleri geliştirmiştir. İç tutarlılığı olan şeye, biz teori diyebiliriz. Bu te-orinin gerçek ile bağı, dıştaki nesnellik ile bağı kurularak doğ-ruluğu sınanır. Buhar hakkındaki fikirlerimiz, buhar makineleri yapılınca doğrulanır veya yanlışlanır (veya bir kısmı doğrulanır, bir kısmı yanlışlanır).

Diyelim ki, bugün, “Dünya öküzün boynuzları üstünde durmaktadır” tezi, tartışılabilir değildir. Toplumsal pratik, in-sanlığın bilgi birikimi bunu aşmıştır.

Acaba kapitalizm, derinlik duygusunun yok edilmesinden mi hoşlanıyor? İnsanoğlunun derinliği kayboldu mu, onun hay-vandan kopma olasılığı da zayıflıyor. İnsan gözünün üç boyutlu görmesi, derinlik duygusunu anlamak için bir basamak olabilir. İşte bu derinlik fikirsel dünyada, duygu ve düşüncede, bilimde kayboldu mu, nasıl bir yüzeysellik ortaya çıkıyor hayal edilebilir.

Kapitalist pazar, düzleştirmeyi, aynı anlama gelmek üzere derinlikleri yok etmeyi seviyor. Düz alanda alışverişin önü açılı-yor. Para, düz alanda geniş görüş açısına sahip oluyor.

Şimdi diyelim ki, “Dünya öküzün boynuzları üstünde du-ruyor” denildi mi, biz de “Bu tartışılabilir değildir” dedik mi, diyelim ki, böyle oldu mu, birileri bize çıkıp, “efendim her fikre açık olalım, zaten demokrat olmak da bu değil midir” deyiver-di mi, işte bu yüzeyselliğin tanrılaştırılması ile karşı karşıyayız demektir.

Ne dil kurnazlığı; ama değil mi? Bu tez tartışılabilir de-ğildir; çünkü “İnsanlığın birikimi bunu aşmıştır” dediğimiz za-man, biz bir diktatör oluyoruz; ama eşitlik, özgürlük ve adalet istediğimizde, biz “Adalet yoksa, barış da yok” dediğimizde, tar-tışmasız suçlu ilan edilip hapishaneleri boyluyoruz. Onlar bu

Page 448: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

448

arada “demokrasiyi” korumuş oluyor.İşte bu iddiaları her gün dile getirebilmek için, insanın ha-

fızasının silinmesi, derinliğinin yok edilmesi gerekiyor.Soros, hani şu “Sizin en değerli ihraç malınız askerinizdir”

diyen, açık toplum finansörü, para-sermayenin insan kılığına girmiş hâli olan Soros, hisse senetlerinin her günkü borsadaki hareketini, en mükemmel seçim ve demokrasi olarak ilan eder-ken, işte bu derinlik yoksunluğundan medet umuyor. Buna göre kumar, en mükemmel demokrasi diye tarif ediliyor. Kuralları koyan için her sistem en mükemmel demokrasi olmalıdır!

İnsanların sıradan istem ve duyguları için linç edilmesi için, toplumun nasıl bir ortalama düşünsel yapıya sahip olması gerektiğini düşünelim. Eğer, toplum engizisyon mahkemesinin uygulamalarını alkışlayacak bir ortalama düşünsel yapıya sa-hip olmasaydı, acaba engizisyon mahkemeleri bu kadar rahat edebilir miydi? Kapitalizm, para ve piyasa egemenliği ideolojisi ile bu ortalamayı yaratmaya çalışıyor. Para için yapılan her şey doğru ve kabul edilebilir oluyor. Gerisi ise diktatörcedir.

Bu aynı zamanda bilimin ciddi bir tarzda baskı altına alın-ması demektir. Mesele burada “öküzün boynuzları üstünde du-ran dünya” fikrinin tartışılması değil, mesele, bir bilimsel, tutarlı tartışma ve akıl yürütme metodunun reddedilmesi meselesidir.

Bütün bunlardan kendiliğinden çıkıyor ki, tartışmak için bir ortak zemin, bir metot, bir dil gereklidir. Diyelim ki, siz “tarihin sonu” diye bir tez attınız mı, sadece bir çığlık değil de bir tez, bu konuda tartışma yürütme zemininiz olmalıdır. “Proletarya artık yoktur, işçi sınıfı artık bitmiştir” dediniz mi, bunu da tartışma zemini olmalıdır; metot, dil, vb. En basit akıl yürütmeye olanak tanımalı, en sıradan sorulara tutarlı yanıtlar vermelisiniz.

Öncelikle elbette bunlar birer tez ise, bunun ispatı ya da is-pat için öne sürülecek kanıtların sunulması gereklidir. Dünyada proletarya sürekli çoğalırken, onun bittiğini söylemeniz ciddi bir iddia olmalıdır. Salt bir ideolojik saldırı değilse yapılan, hem kendi içinde hem de dışarıdaki gerçeklikle uyumlu bir teoriniz olmalıdır.

Sovyetler’in yıkılması ve Sovyetler örneğinde sosyalizmin

Page 449: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

449

aldığı yenilgi, tarihin sonu neden olsun? Bundan sonrası “tarih” değil ise, ne olacak? Tarih, neden “kötü” ve bitmesi gereken şey olacak? Tarihten kurtulma çabasının nedeni nedir?

Sosyalizm tarih oldu, çünkü yenildi, diyecekseniz, o zaman her yenilgi bir bütün dönemin sonu mudur? Öyle ise Ekim Devrimi’nin de kapitalizmin sonu olması gerekmez mi? Fuku-yama, acaba Ekim Devrimi’ni böyle mi değerlendirmişti? Yok eğer kapitalizmin bir kere yenilmesi onun sonu değil ise, belki de sosyalizmin yenilgisi de onun sonu değildir. Belki de bu ye-nilgi, daha güçlü bir yeni doğuşun ön-habercisidir. Öyle ya, bir şey mutlaka göründüğü gibi olmayabilir ve bilim bunun için vardır. Denizciler, durgun denizlerin fırtınanın habercisi olabi-leceği durumları bilirler. Demek her durgun deniz aynı anlama gelmiyormuş. Olur ya biz de bu durumun sosyalizmin mutlak sonu anlamına gelmediğini düşünebiliriz.

Aslında çoktandır “tarihin sonu”nun bir sevinç çığlığı ol-duğu ortaya çıktı. Sevinç çığlığı, bilimden nasibini almamış bir çalışma da desek olurdu. Tıpkı suçlunun kâbustan uyanırken attığı çığlık gibi.

Şimdi, biraz daha konuya yakınlaşabiliriz. Öne sürülen şey şudur: Tarihin sonu. Ciddiye alalım mı? Deneyelim, ciddiye al-mayı deneyelim. Eğer Sovyetler’in çözülmesi, daha da genişle-telim, sosyalizmin yenilgisi tarihin sonu ise, bir anlamda “Artık kapitalizm son duraktır” denmek isteniyor. Sosyalizm yenildi ise, tarihe de gerek duyulmuyor. Demek Fukuyama, sürekli, sos-yalizmin zaferlerini nasıl önleriz, diye tarih dersleri almaktan bıkmış. Ona göre tarihin bitmesi demek, artık “mücadele ve sosyalizm korkusu yok” demek oluyor.

Yoksa bilim, tarihin sonunu kabul etmez. Tarihin sonu, yaşamın sonu anlamına da gelir. Tarihin sonu, aslında insanlık için üzücü (Fukuyama’nın sevinç duyduğu şeyi ifade ederken üzüntü ifade eder gibi konuşması ne kadar komiktir) olmalıdır. Tarih, insanoğlu ile beraber anlamlıdır; ama Fukuyama, sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşlarının tarihi olduğunu anlıyor. Anlıyor ve sosyalizmin yenilgisi, kapitalizm zaferi demekle kal-mıyor, tarihi bitirmeye karar veriyor. Bu andan itibaren tarih yok, sadece Fukuyama’nın efendileri ve o var.

Page 450: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

450

Fukuyama’nın kaleminden zafer, “ey insanlık kapitalizme mahkûmsun” demeye geliyor. Demek ki Fukuyama, aslında cid-diye alınacak bir şey söylemiyor; sıkıntılarını, özlemlerini dile getirirken, sosyalizmin gerçek anlamı ile yaşam olduğunu da ifade ediyor. İnsanoğlunu yenen kapitalizmin, vahşetin zaferi başka nasıl kutlanabilir ki?

Demek ki;1. Tarihin sonu tezi, tarihi kendi zaferlerine karşı bir

süreç, kendi varlığına karşı bir saldırı gören anlayışın ürünüdür.

2. Tarih, kesinlikle bu değildir. 3. Bu kendi içinde tutarlı olmadığı gibi, yaşamla hiçbir

tutarlılığı olmayan bir görüştür. 4. Bu kitap, ideolojik bir saldırı için yazılmıştır. Ellerin-

den gelenin en iyisi bu ise, kapitalizmin bu zaferi, bir pirus zaferidir.

Başka bir önermeyi ele alalım.“İşçi sınıfı bitti” önermesini ele alalım. Aslında biz, sınıfla-

rın ortadan kalkması için savaşan, mücadele eden insanlarız. Sı-nıfsız, sömürüsüz bir toplum özlemimizdir. Onun için, bir sınıf olarak işçi sınıfının da ortadan kalkmasını isteriz.

Sınıf, sınıflı toplumlar dediğimiz toplumların ana toplum-sal kesimlerini oluşturur ve bir sınıf, her zaman başka sınıf veya sınıflarla birlikte var olur. İşçi sınıfı, burjuvazi ile beraber, iki karşıt kutup olarak ele alınır. Sınıftan söz ediyorsanız, ilerde daha da fazlasıyla göreceğimiz gibi, bu karşıtlıktan da söz ede-ceğiz ve eğer bu böyle ise, işçi sınıfı bitti dedik mi, hemen ak-lımıza burjuvazi de bitti gelmelidir. Burjuvazinin varlığını işçi sınıfı olmadan açıklamak mümkün değil. Öyle ise işçi sınıfı bit-ti diyenler, bir anlamda kapitalizmin de bittiğini kabul ediyor, savunuyor olmalıdırlar. Öyle ise, artık kapitalizmin temel ayırt edici özelliği olan artı-değer sömürüsü ve kâr da bitti demektir. Eğer öyle ise, kâr yok ise, bu yaşadıklarımız nedir?

İşçi sınıfının bitmesi, aslında kapitalizme karşı mücadele-nin bittiği ve herkesin teslim olması gerektiği anlamında bir önermedir. Bilimle uzak yakın alakası yoktur.

Bu önermeyi öne sürenler, her gün işçi sayısının azaldığını

Page 451: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

451

mı ispatlıyor? Hayır. Zaten böyle bir dertleri de yok. Acaba işçi sayısı mı azalıyor? Hayır.

Kapitalizm, sınıflı toplumların en gelişmişidir (biz aynı anlama gelmek üzere sınıflı toplumların en iğrenci ve sonun-cusudur da diyoruz). Bu en gelişmiş sınıflı toplumda, sınıf de-nilen varlıklar da tüm yönleri ile ortaya çıkarlar. Bu nedenle sınıf ilişkilerini, sınıf savaşımını vb. bu en gelişmiş aşamadan bakarak geriye doğru izlemek olanaklıdır. Bu nedenle bu top-lumda sınıf savaşları, temel hareket ettirici güç olarak kendini ortaya koyarlar.

Kapitalizm denilen bu sınıflı toplumun temel ayırt edici özelliği nedir? Kapitalizm artı-değer üretimine (artı-değer sö-mürüsüne de diyebiliriz) dayanır. Artı-değer, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğidir ve bu emeğin ürünlerine, işçileri kendi fabrikalarında çalıştıran kapitalistler ya da üretim araçları sa-hipleri el koyarlar. Burada işgücünü satmaktan başka çaresi kal-mayan işçiler ile üretim araçlarının sahipleri, iki ayrı sınıf olarak bir arada bulunurlar. Kapitalist, herhangi bir insan gibi çalışıp para biriktirmez. Bu masaldır. Kapitalist, kişilik bulmuş serma-yedir ve üretim araçlarının sahibidir. Üretim araçları, makineler vb. aslında daha önceki üretimlerde üretilmiş ve mülkiyet iliş-kileri içinde birilerince sahiplenilmiştir. Bu üretim araçlarının sahibi olan, kendi fabrikalarında işçileri ücret karşılığı çalıştıran grup, burjuvazi, kapitalist sınıf vb. olarak anılır. Bir kapitalist, eğer başka bir işçiyi çalıştırıp onun emeğine el koymuyorsa, ka-pitalist olmaktan çıkar. Bu açıdan, bilimsel bir gözle bakarsak, teknik açıdan işçi sınıfının burjuvaziye ihtiyacı yoktur. İşçilerin ya da çalışanların varlığı, sömürücü bir kitlenin varlığına bağlı değildir. Pekâlâ çalışanlar, sömürenler olmadan da var olabilir; ama burjuvazinin varlığı, işçi sınıfının varlığını şart koşar. Eğer işçiler yoksa, burjuvalar kimi çalıştıracak veya kimin emeğine el koyacak?

Kapitalizmin temel yasası, artı-değer üretimi ise, bu artı-değer üretimi, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğine el koy-maktan geçiyorsa, bu da toplumun üretim araçlarının sahipleri ve üretim araçları sahibi olmayanlar diye ayrılmasını temel alı-yorsa, bu şartlarda “İşçi sınıfı bitiyor” demek ne anlama geliyor?

Page 452: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

452

Eğer işçi sınıfı bir sınıf oarak tarihten siliniyorsa, bu, as-lında biz sosyalistlerin isteğinin gerçekleşmesi demek oluyor demektir; çünkü, eğer işçi sınıfı bitiyorsa, kesinlikle, burjuva-zi, kapitalist sınıf daha önceden bitti demektir; ama bu doğru değil. Biz, burjuva iktidara son vermeden, yeryüzünden, sadece bir ülkeden değil, sömürüyü ve insanın insana kulluğunu silip atmadan, onların elindeki üretim araçlarına el koymadan, kapi-talist sınıfın, burjuvazinin bitmeyeceğini biliyoruz ve burjuvalar varsa, emin olabiliriz ki, onları var eden işçi sınıfı, büyük bir kütle olarak var olmaya devam etmektedir.

Diyelim ki, bu tez, işçi sınıfı bitti tezi, bu anlamda savunu-luyorsa, kendi içinde tutarsızdır. Bu tezin savunucuları, kapita-lizm, işçi sınıfı, burjuvazi gibi kavramları kullanırken, gerçekte bu kavramlardan habersiz görünmektedirler. Sadece bu kav-ramları çarpıtmıyorlar, aynı zamanda bunların birbiri ile bağını da koparıyorlar. Kapitalizm yaşamaya devam ediyor, burjuvalar yaşıyor; ama işçi sınıfı ölüyor. Acaba bu işçiler burjuvalaşıyor mu? Öyle ise ne iyi. Peki, bu toplumun hepsi burjuvalaşınca, acaba, kimin artı-emeğine el konulacaktır?

Bu “filozoflar” bilimi, konuşmak, konuşmayı da “faks çek-mek” olarak algılıyorlar. Faks çekmek, fıkradır, şöyle anlatı-lıyor. Çok hızlı giden son model bir trende, bizim Temel de başka ülkelerin insanları ile beraber vardır. Her zengin ülke-nin temsilcisi kalkıp bir teknolojik marifet göstermekte, bizim Temel’in midesine kramplar girmektedir. Amerikalı kalkar, kravatına eğilerek konuşur. Konuşması bitince, “Efendim ben kendi kendime konuşmuyorum. Aslında karımla telefonda ko-nuşuyordum. Telefon kravatımın içinde” der. Bizim Temel biraz daha mide ağrıları ile sıkılır. Derken Japon konuşmaya başlar. Bitirince, “Efendim ben eşimle konuştum. Dilimin içinde çip var oradan cep telefonuna bağlanıyorum” der. Bu arada aniden, Temel’den bir cart sesi gelir. Herkes ona bakar. Ağzı kıpırda-mamıştır bile. “Efendim der, siz benim osurduğumu sanmayın, buradaki durumu rapor eden bir faks çektim az önce” der. İşte bu “faks çekme” buradan geliyor. Konuşmayı bu faks çekme or-ganı ile yapınca, cümleler, iddialar arasında bir bağlantıya ihti-yaç duyulmuyor olmalı.

Page 453: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

453

Bu “filozoflar” işçi sınıfı bitti derken, belki de işçi sınıfının devrimci misyonu bitti demek istiyorlar. Yani, işçi sınıfı dev-rimci ise her şeydir, değilse hiçbir şeydir sözündeki anlamında; ama ne yazık,

1. Bu söz de onlardan önce üstelik onların tahtından in-dirmeye çalıştıkları K. Marx tarafından söylenmiştir ve

2. Bunu söylemeleri Marx’ı doğrulamaktadır. Belki bu “filozoflar” bu yolla bize, artık mücadeleye gerek

yok, zaten işçi sınıfı da bu işi yapmıyor ya da devrimci değil demek istiyorlar; ama biz, Marx’ın sözlerini tersine yorduk: İşçi sınıfını devrimcileştirmek, devrimcilerin temel vazgeçilmez görevidir ve bugün biliyoruz ki, bu işi yapamadığımız, yapma-dığımız sürece, işçi sınıfı hiçbir şeydir. Sadece ekonomik bir sınıf olarak, kanı emilen, emeğine el konulan, aşağılanan, kö-leleştirilen bir ekonomik varlık olarak kabul edilmektedir. Yani buradan hareketle biz, mücadeleden geri durmak şöyle dursun, yenilgilerden dersler çıkararak, daha büyük bir dirençle müca-dele etmemiz gerektiği sonucuna varıyoruz.

Diyor ki Hegel, doğada her tür düşünceyi destekleyecek yeterince kanıt bulunabilir ve ekliyordu Marx, onun için mesele bakış açısındadır.

Buraya kadar gördük ki, aslında bu iddialar, en azından büyük bölümü, tamamen ideolojik saldırıdır. Bunlar, bilimsel çalışmalar değildir ve öyle bir dertleri olmadığı gibi, azıcık ol-sun, minareye kılıf bulma çabası bile yoktur. Bu ideolojik saldırı, sosyalizmin yenilgisi ile umutlarını kaybetmiş çoğunluğun akıl karışıklığını kullanmak, onları tamamen esir almak için, acele öne sürülmüş patlamış bomba parçalarıdır. Bazı çevrelerde et-kili olmalarının nedeni, bu umutsuzluk, bu yönsüzlük, kargaşa-dır. Bir yandan, ideolojiler bitti diye nutuk atan bu “filozoflar” tamamen burjuva ideolojisi ile saldırılar düzenleyecekleri gö-rüşlerini, bize, gerçek diye sunuyorlar. Bunlar, gerçekten, bilim-den değil, güçten feyz alarak böyle konuşuyorlar ve gün onların günüdür, konuşsunlar.

Para karşılığında “bilim yapmak” herhâlde tekelci medya ile zirve yapmıştır. Tekelci medya, karanlık da demektir. Para ile konuşanlar, herhâlde önceleri midelerini ve kıçlarının raha-

Page 454: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

454

tını düşünüyorlardı. Herhâlde insan bu kadar fazla mide ve kıç rahatlığı üzerine düşünürse, faks çeker gibi konuşma evresine ulaşıyor, konuşma organında değişim başlıyor. Kimisi kusar gibi konuşuyor, kimisi gaz çıkartır gibi. Güç ve zafer şemsiyeleri al-tında kimse buna karşı çıkamıyor olabilir; ama bu görüşler asla güçlü değildir. Ellerinden gelen bu ise, efendileri, cennetlerini kaybedeceklerine şimdiden emin olarak ağlamaya başlayabilir-ler.

Tekel çağı, karanlık çağdır ve bu çağda, egemenler, aydınları karanlığa boğmak için, para ile dolu bir kasa yapıyorlar. Aydın, bu kasanın içinde, paralarla beraber yattıkça, efendisinin gücü dışında bir şey düşünmüyor. Karanlık, üretimin yok olması da demektir. Düşünsel üretim için konuşuyoruz. Düşünsel üretim olmayınca, birikimli kafalar, güdülere özel bir önem veriyorlar. Güdülerin bu yeniden keşfi, yemek, seks ve rahatlığın vb. keşfi-dir ve insanın hayvanlaşmasını ifade ediyor. Onun için diyoruz ki biz, sınıflı toplumların en gelişmişi, sınıflı toplumlar içinde en insan-dışı, en yoz olanıdır da. Buna çürüme de diyebiliriz.

Biz, bir yandan bu ideolojik olduğunu ortaya koyduğumuz saldırıyı ele alacağız. Bir yandan da, modern kapitalizmin, geli-şim ve değişimlerin işçi sınıfı üzerindeki etkilerini tartışacağız. Elbette burada, sol içinde yürüyen bazı tartışmalara da elimiz-den geldiğince geniş bir perspektiften yaklaşmaya çalışacağız.

Elbette çalışmamızın, ilk bölümü diyeceğimiz, Kaldıraç’ta uzunca bir süredir yayınlanan bölümler üzerine binen bir ça-lışma yapmaktayız. Dolayısıyla, tartışmaya bu andan katılan bir kişiye, elbette o bölümleri okumasını önereceğiz. Biz o bö-lümlerde kapitalist-emperyalizmin günümüzdeki durumunu ele aldık. Bu konuda elbette tartışma sık sık işçi sınıfına gelip dayanmakta idi; ama işçi sınıfı üzerine tartışmayı bu bölümler-de yapacağımız için, mümkün olduğunda konuyu sınırlamaya çalıştık.

Çalışmamızın elbette sacede saldırılara yanıt olması ile ye-tinmek yanlış olur; çünkü bu saldırılar, ağırlıklı olarak ideolojik saldırılardır. Bunlara yanıt vermek, aslında devrimci hareketin günlük pratiği içinde zaten yapılmaktadır. Biz biraz daha geniş bir pencereden olaylara bakmalı, süreci anlamaya çalışmalıyız.

Page 455: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

455

Demek ki, üzerinde tartıştığımız şey, ister işçi sınıfı olsun, ister burjuva sınıf, mutlaka kapitalizm içinde bu tartışma yürüyordur ve kapitalizmden ayrı bir işçi sınıfı tartışması yerinde değildir.

İşçi sınıfı, burjuvalar olmadan, bir çalışan olarak var olabi-lir; ama burjuvalar, karşılığı ödenmemiş emeklerine el koyduk-ları, alınterlerine el koydukları işçiler olmadan var olamaz. Bu fizikî olarak mümkün değildir.

Sermaye, iki biçimde ele alınabilir. İlkin, sermaye, daha ön-ceki üretim süreçlerinde üretilmiş, insan emeğinin billurlaşmış hâlidir. Ya da “cansız insan emeğidir.” Bu açıdan sermaye, önce-siz, bir güç tarafından birilerine bahşedilmiş bir değer değildir. Sermaye, kapitalist anlamda, kendini çoğaltmak üzere üretim sürecine yatırılan paradır. Elbette üretim süreci içinde, sermaye, belli başlı şekillere bürünmektedir: Para sermaye, üretim araçla-rı şeklinde sermaye, meta sermaye (satış için üretilmiş ve henüz satın alınmamış, mal şeklinde) ve nihayet, ilk para sermayeden daha fazlasını ifade etmek üzere, tekrar para sermaye.

Üretime giren sermaye (S) temel olarak, üretim aracı, ham-madde vb. gibi üretime kendi değerleri kadar değer katan, de-ğişmeyen sermaye (v) ve emeğe yatırılan, üretime kendisinden daha fazla değer katan, değişen sermaye (d) şeklinde ayrılır. S = v + d şeklinde ifade edilir. Burada ne miktarda sermayenin üretim araçları vb. değişmeyen sermayeye, ne miktarda olanın da değişen sermayeye yatırılacağı, üretim tekniğine bağlı olarak, içinden geçilen sosyal şartların altında şekillenmiş bir veridir. Yani, diyelim ki, bir dokuma atölyesi kurmanın, 2000’li yılların başında, x ülkesinde gerekli kıldığı makine-teçhizat vb. aşağı yukarı bellidir ve bu makine gücüne karşılık gelen insan gücü de.

S = v + d şeklinde yatırılan sermaye, para sermayeden yeni

Sermayenin Toplumsal ve Özel Karakteri

Page 456: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

456

çıkmaktadır. Aslında hâlâ para sermaye olarak da düşünülebilir; ama bu sermaye artık yatırılınca, meta sermayeye dönüşmeye başlar ve üretilen metaların toplamı, v + d + a kadardır. Burada a, üretim sürecince üretilen artı-değerdir. Bu artı-değerin kay-nağı ise emektir. Emek-gücü, kendi değerinden (kendi tüketimi için gerekli şeylerin toplam değerinden) daha fazlasını üretir. Zaten bu yeterince açık olmalıdır, yoksa başka türlü insanoğlu gelişemezdi.

Demek oluyor ki, bu artı-değerin kaynağı emektir. Sermaye denilen şey de, daha önceden birikmiş bu artı-

değerlerin toplamından oluşmaktadır. Bunun nerede üretildiği, yağma yolu ile mi yoksa başka yollarla mı başkalarına taşındığı vb. şimdilik bizim konumuz değildir; ama önemsiz bir konu da değildir. Kapitalizmin Avrupa’daki yükselişi, 1400’lerde baş-layan yağma ve talan ile yakından bağlantılıdır. Başkalarının emeği, Avrupalılar tarafından yağmalanmıştır. Bu yağma ve talanın, hangi biçimde, hangi şekiller altında yapılıyor oluşu, sonuç açısından hiçbir şey değiştirmez. Yağma ve talan, dışarı-dan sisteme eklenen bir sermaye gibidir; ama bizim konumuz açısından bu sonucu değiştirmez. Sermaye, daha önceki üretim süreçleri içinde üretilmiştir ve mevcut sosyo-ekonomik siste-min mülk edinme yasalarına uygun olarak mülk edinilmiştir.

Şu hâlde sermaye, toplumsal bir olgudur.Bu nedenle, biz komünistler, sermayenin özel karakterine

son verdiğimiz zaman, gerçekte, zaten toplumsal bir varlık olan sermayeyi toplumun malı hâline getirmiş olacağız. Böylelikle sermayenin toplumsal karakteri ile özel karakteri arasındaki çe-lişkiye de son vereceğiz. Elbette böylece, toplumsal üretim için-de üretilen “artığın”, toplum tarafından sahiplenilmesini ya da hiç kimse tarafından mülk edinilememesini sağlamış olacağız. Üretilen bu fazlaya da, bu yeni karakteri nedeniyle, “artık” de-meyeceğiz; zira bu, yeni ihtiyaçlar için, planlı üretilmiş ve öyle paylaşılmış olacaktır. Makineler, üretim aletleri tüm toplumun, herkesin ortak malı olacak, yani hiç kimsenin malı olmayacak-tır. Onları kullanarak başka insanları sömürme olanağı ortadan kalkmış olacaktır. Böylece bugün sermaye dediğimiz şey, orada kendini çoğaltmak üzere yatırılan şey olmayacak, aynı anlama

Page 457: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

457

gelmek üzere sermaye olmayacak. Kendisi ortadan kalkmaya-cak; ama üretimin toplumsal karakteri, birikimin toplumsal ka-rakterine uygun olarak, o da toplumsal karakteri ile ele alınacak. Dünkü üretimin sonucu olan bu cansız insan emeği, canlı eme-ğin emrine sunulmuş olacaktır. İşte bu yolla insanın doğa ile ilişkileri, yeniden biçimlendirilecektir ve bu yolla, insanoğlunun gerçek tarihi başlayacaktır. İnsan, insanı insan yapan toplumsal koşullar üzerinde denetim sahibi olacaktır.

Sermayenin toplumsal karakteri, çelişkili görünse de en iyi, özel mülk edinmenin zirvesi olan kapitalizmde, kapitalist üre-timde anlaşılır, kavranır. Özel mülkiyet, sermayenin toplumsal karakteri ile çelişkili olsa da, onu sürekli ortaya vurmaktadır. Zaman zaman her kapitalist, işçilere vaaz verirken, bu makine-lerin, fabrikaların vb. ulusal servet olduğunu söyleyiverir. Ger-çekte “ulusal” olması bir yana toplumsal servettir ve bu toplum-sal servet, kimin tarafından mülk edinilmektedir, sorusu ortaya çıkmaktadır.

Biz yine de konuyu daha geniş ele almalıyız.Eğer kapitalist dünya sistemindeki her türlü değişikliğin,

işçi sınıfının yapısı, kapsamı, misyonu vb. üzerinde etkiler yap-tığını söylüyorsak, bunu, sermaye denilen şeyi izlemeden tartı-şamayız.

Kapitalist üretim, artı-değer üretimi demektir. Kâr, bu üre-timin ana amacıdır ve kârın kaynağı, fabrikada üretilen artı-değerdir. Bu artı-değer, elbette, meta biçiminde üretilir; ama bu metanın satılması, meta sermayenin, para sermayeye artarak dönüşmesi için şarttır. Buna Marx, metanın ölüm perendesi di-yor; zira meta, bu perendeyi atamaz, satılamazsa, ölür. Bu ölüm, metadan çok, onun sahibini öldürür.

Kapitalist, kapitalist toplumun egemen sınıfının üyesi, as-lında insan suretine bürünmüş sermayedir. Onun hareketlerine yön veren, sermayenin ihtiyaç ve istekleridir. Sermaye ise, büyü-mek, çoğalmak, egemen olmak, daha fazla büyüyebilmek için denetlemek, canlı insan emeği emmek ister.

İşte burjuva devlet, siz buna burjuva demokrasisi deyin, biz buna tekelci polis devleti diyelim, sermayenin ihtiyaçlarına göre toplumu şekillendirmekle görevli devlettir.

Page 458: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

458

21. yüzyıla girerken, tekelciliğin egemenliği altında, tüm toplum, sermaye birikimi için hareket eder, uygun roller üstlenir duruma getirilmiştir. Köylü buna göre organize olmakta, tarım-sal ürünler buna uygun tarzda üretilmekte, işçilerin fabrikadaki yerleşimi, mahalledeki oturma düzenleri vb. her şey; ama her şey buna göre organize edilmektedir. Eğitim, sadece düzene uygun kafalar yetiştirmek açısından değil, sermaye birikiminin önünü açmak üzere organize edilmektedir. Devlet olanakları buna göre organize edilmektedir. Devlet, sermaye birikimine yardımcı olacak şekilde maliyetleri üzerine almaktadır vb. Tüm toplum, sermaye birikimi, artı-değerin artırılması için seferber edilmektedir. Bunu, kapitalizm, son yıllarda daha iyi başarmak-tadır. Bu açıdan SSCB’nin çözülüşü sonrası dönem oldukça kayda değer değişimlere sahne olmaktadır.

Aslında sermaye birikimi, kapitalist devlet tarafından, kal-kınma ölçütü, ulusun zenginleşmesi ve refahının ölçütü olarak da sunulmaktadır.

Gerçekte, hem bu analizler, hem de sermaye birikiminin toplumsal bir mesele olarak ele alınmış olması, bize, sermayenin toplumsal karakterini dolaysız olarak göstermektedir.

Fakat yine de bu değişiklik, büyük çaplı bir değişiklik de değildir. Kapitalizmi kapitalizm yapan; yasaların işleyişinin so-nuçlarıdır. Yine de durum budur. Sermayenin çoğalması top-lumsal bir süreç olarak işletilmektedir.

Kapitalist, kâr için çalışır. Kârın kaynağı, üretimden gelir, üretilen artı-değerdir. Artı-değer fabrikada, bizzat yeni bir mal üretilirken üretilir. Önce bu artı-değer, üretilen ayakkabının içinde, üretilen buzdolabının içinde, futbol topunun içinde, ki-tabın içinde, kalemin içinde, gömleğin içinde, cikletin içinde, kolanın içinde, çayın içinde vb. saklıdır ve kapitalist onu meta-nın vücudundan ayırıp alamaz. Futbol topunun değerinin yarısı artı-değer ise, topu keserek bunu alamaz. Öyle olsa idi, elbette bunu hemen orada yapmak isterlerdi. Gerçekte onların amacı top üretmek değil, artı-değer üretmektir; ama bu metanın be-denindeki artı-değer, sermayeye dönüşmeli, paraya dönüşmeli-dir. Bunun için o metanın satılması gereklidir.

Sermaye, daha fazla artı-değere el koymak için, işçileri

Page 459: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

459

daha fazla, daha sıkı, daha yoğun çalıştırmak zorundadır. Bunu başarmak için birçok metot uygulanır; ama sıra onun kâra dö-nüşmesine gelince, pazara çıkmak gereklidir. Pazara çıkıldığın-da ise, bu kez kapitalistler arasında rekabet başlar. Bu rekabet, toplam artı-değerden en büyük payı alabilmek içindir.

Daha fazla artı-değere el koymak, daha fazla canlı emeğe el koymak demektir. Bu kitlesel üretimin ana dürtüsüdür.

Kitlesel üretim ise, büyük çaplı meta satışı demektir. Bu ise tekelci aşama da demek oluyor.

Kitlesel büyük çaplı üretim, metanın ölüm perendesini atma olayını daha da önemli kılar; zira bu, büyük çaplı ölümle-re yol açabilecek risktedir. Bu ise, artı-değerin üretildiği üretim aşamasının görece önemini azaltır. En önemli şey, önemsiz-leşmeye başlar. Onun yerine ticaret ya da satış ve pazarlama öne çıkmaya başlar. Pazarı denetlemek demek olan tekelcilik, bunun olanakları ile kitlesel tüketimi pompalama olanaklarını elde eder. Bu ise sermayenin önemli bir bölümünün, artı-değe-rin gerçekleşmesi ya da dolaşım sürecine kaymasını gerektirir. Bu da kapitalizmde bir anlamda “para sermayenin kopuşu” di-yebileceğimiz bir süreci körükler.

Elbette burada ticarî sermaye, sanayi sermayesinin uzantı-sı, ajanı işlevini görür; ama kitlesel üretim arttıkça, kitlesel tü-ketimin önemi arttıkça, reklâm ajansları, büyük marketler vb. gibi dolaşım alanına yatırılan sermayenin kendi gücünü edinme süreci de başlar. Artı-değerin üretilmesi işçilerin canının çıka-rılması demektir ve burada tüm kapitalistler, hemfikirdir; ama ardından, artı-değer avcılığı başlar ki, burada kapitalistler birbi-rini boğazlamaktadır.

Kopuş dediğimiz bu şey, burada da kalmaz. Biraz daha ge-lişir ve daha farklı bir alanı, ticarî alanı değil de “para sermaye” alanını öne çıkarır.

Büyük çaplı birikim ve servetin belli ellerde toplanması, sermaye avcılığını geliştirir. Bu olanak, aslında, daha önceki bö-lümlerde detaylıca ortaya koyduğumuz gibi, kapitalist sistemde çürüme de demektir. Sistemde artık, sermaye avcılığı öne çık-maktadır. Hisse senetleri üzerinden, borsalar ve döviz kurları üzerinden elde edilen kazançlar, oldukça yüksektir. Haziran

Page 460: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

460

2006’da CitiBank’ın Türkiye’de bir haftada 2 milyar dolar elde ettiği söylenmektedir. Bu, CitiBank için de oldukça iyi bir ka-zançtır. Aslında konu ile ilgili örnekler zaten önceki bölümlerde detaylıca sunulmuştur. Onun için daha fazlasına girmeyelim.

Burada para sermayenin, günlük dilde finans sermayesi de denilmektedir, bu “kopuşu” kapitalizmi dünya çapında bir ku-marhaneye çevirmiştir. Bu kumarhanede üretim ve elbette üre-timle beraber artı-değer üretimi gölgede kalmaktadır. Oysa sis-temi ayakta tutan da budur.

Bu kumarhane kapitalizmi öyle boyutlara varmıştır ki, bi-lanço değeri 63 milyar dolarlık Enron ile bilanço değeri 107 milyar dolarlık Worldcom batmıştır. dahası General Motors’un malî danışmanları, şirketin iflas etmek yolu ile elde edeceği ka-zancı hesaplamaktadır.

Bu sürecin bazı izdüşümlerini izlemek, durumu anlamak açısından faydalı olacağa benziyor.

Ekonomiler, diyelim ki, dünya ölçeğinde yüzde 1, 2 veya 5 büyürken, dünya çapında hisse senetleri yüzde 500 büyüye-bilmektedir. Bu, şişmenin açık göstergesidir. Bu şişme, elbette kumarı daha da tahrik etmektedir. Bu şartlar altında daha fazla kazanmak mümkün olmaktadır.

Şirketlerin büyüklüklerinin ölçütü, özellikle son 10 yılda ciddi biçimde değişmiştir. SSCB’siz geçen son 20 yıla yakın süreç, bu eğilimleri daha da fazla açığa çıkarmıştır. Şirket bü-yüklükleri, şirketin borsadaki hisse senetlerinin değerleri ile öl-çülmeye başlanmıştır. Diyelim ki, bir holdingin CEO’su, hisse senetlerini ne kadar artırdı ise o kadar başarılı görünmektedir. Tabii bu durumda buna da bir yol bulunmaktadır. Şirketlerin CEO’ları, hisse senetlerini artırmak için, kendi hisse senetlerini satın almaktadır. Bu, bir ürünün reklâmını yapmak için onu gi-dip perakendeciden satın almaya başlayan kurnaz Yahudi takti-ğinin bir değişik versiyonu kadar komik; ama başarılı bir yoldur. Böylece kendi şirketinin hisselerine talip olan şirket, kendini ba-şarılı da ilan edebiliyor. Yeterli talep, sonuçta hisse senetlerinin fiyatlarını yükseltiyor ve yönetim kurullarındaki hissedarlar, şir-ket yönetimini başarılı bularak alkışlıyorlar. Sanki, sanal bir oyun oynar gibiler. İşte size bir çürümenin anlamına ilişkin bir örnek.

Page 461: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

461

Bu durumda sermaye, birikmiş sermaye yatırımına gitmi-yor ya da yatırım denilen şeyin içeriği değişiyor: Yatırım, hisse senedi almak, emlak yatırımı yapmak, dövizlere para yatırmak olarak algılanıyor.

Durum böyle olunca, şirket yöneticileri, bu hisse senedi hareketinden de büyük paralar kazanma şansını yakalamak-tadır. CEO’lar, kendi paralarını da bu alana yatırmaktadır ve burada fırsatı buldular mı, asla kaçırmamaktadırlar.

Giderek daha fazla miktarda para, likit (nakit veya nakite hızla çevrilebilir anlamındadır) durumda duruyor. Likit varlık-lar, hareket kabiliyetini artırıyor. Likit fazlayı elinde tutabilen, aynı zamanda borç verebilir hâle geliyor. Bu borçlar, tam anlamı ile kumar için verilen borçlara dönmektedir. Borcun “sermaye” olarak kullanılması, kumarı daha da iştah açıcı kılıyor.

Likit olma durumu artıkça, Marx’ın ünlü sözü işliyor: Ne kadar çoksa, o kadar azdır. Aslında bu sahip olmak için kulla-nılıyordu; ama burada da geçerli. Likit para ne kadar fazla ise, o kadar kumar büyüyor ve o kadar tatlı para kazanma olanak-ları doğuyor. Bu ise daha fazla likit paraya gereksinimi artırı-yor. O kadar ki, olası likidite krizi, en büyük bankaları bir anlık harekette batırabilecek kadar büyük oluyor. O kadar ki, finans sermayenin uluslararası oyuncuları, merkez bankalarının yeri ve rolünü tartışmaya açarken, merkez bankalarının likiditenin finansmanında görev almaları gerektiğini, para krizi görüldü-ğünde bunu finanse etmeleri gerektiğini söylemektedirler. Bu nedenle, merkez bankalarının elinde sürekli olarak likit para rezervi artmaktadır.

Bir kere daha, sermayenin toplumsal karakterini görebili-yor, hissedebiliyor olmalıyız.

Kumar geliştikçe, borçlanma da buna eklenmektedir. Borçlanma, bir açıdan “ulusal gelirin” yeniden dağılımının da aracı hâline gelmiştir. Ülkemizde paradan para kazananların ana kaynağı devlet gelirleridir. Devlet gelirlerinin büyük kısmı, faizlere gitmektedir ve bu bile tek başına durumu anlatır nite-liktedir. Devlet, kendi adına hisse senetleri vb. çıkarmaktadır. Bu senetlere akan para ile borç alabilme yeteneği elde etmek-tedir. Aldığı bu borçları, ağırlıklı olarak faiz ödemelerinde kul-

Page 462: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

462

lanmaktadır. Demek oluyor ki, sürekli olarak bu borç miktarı yükselmektedir.

Alacaklı olanın kurallar koyması, emirler vermesi duru-munu bir yana bırakırsak dahi, bu borç sistemi, paradan para kazanma işinin kamu gelirleri kaynağını nasıl kullandıklarını anlamamızı sağlamaktadır. Kaldı ki, alacaklı, emirler de ver-mektedir. Ülkemizin tarım alanının ABD isteklerine göre şe-killendirilmesi en canlı (son ve yeni olması açısından) örnek olacaktır verilen emirler son derece açık ve emirlere uymama-nın cezası da son derece hızlı borsa hareketleridir.

Likit sermaye o kadar hassas, o kadar duyarlıdır ki, bir söz ile bir anda yükselmekte, ikinci söz ile ise yerine dönmekte, bir başka söz ile yere çakılmaktadır. Bu her işlemde ise “kârını rea-lize” etmektedir. Yani, ne yaparsa yapsın, her durumda parasını katlamaktadır.

Tüm bunlar, aslında üretimin gücünü ve önemini mi azalt-maktadır? Hayır; ama para sermayenin likit varlığı ya da birik-miş fazla sermayenin varlığı bu olanakları sunmakta, bu da ser-mayenin yeniden paylaşılmasını beraberinde getiren rekabete eklenmektedir. Böylece daha kısa yoldan, dün dağıtılan artı-de-ğerin el değiştirmesi sağlanarak, zenginlik transferleri sağlana-bilmektedir. Bu elbette yeni üretim kararlarının, kârlılık krite-rinin yüksekliği ile bağlı ele alınmasında çıtayı yükseltmektedir.

Buna olanak sağlayan iki şey vardır: Birincisi, artı-değer oranının aşırı yüksekliğidir. Artı-değer oranı, yüzde binlerle, yüzde onbinlerle ölçülmektedir. Bu paylaşılacak değeri artır-makta, sermayenin çok hızlı büyümesini sağlamaktadır. Bunun tekelci ilişkiler altında gerçekleştiğini de eklemek gerekir; zira bu, sermayenin belli ellerde birikimi de demektir. Bu ise, tüm dünyada rant olanaklarını artırmaktadır. Likit para bulundu-ranların buna yönelmemesi ise düşünülemez. Yani ortada bir sermaye fazlalığı vardır ve bu sermaye kârlı alanlara akmak is-terken, sermayedar, yani sermayenin vücut bulmuş, insan kılığı-na girmiş hâli olan kapitalist, hisse senetlerinden elde edeceği kârı başka alanlardan elde edememektedir.

Demek ki, üretim yerine, hisse senetleri vb. yolu ile daha büyük gelirler elde edilmektedir. Hem daha kısa sürede, hem de

Page 463: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

463

yüksek kârlılık elbette çekicidir. Bu, günümüz kapitalizminde paranın da bu alana kaymasına neden olmaktadır.

Demek oluyor ki, üretime yatırılan, üretim sürecinde ço-ğalan, sonra dolaşım alanına çıkan ve oradan çoğalmış hâli ile tekrar para sermayeye dönen sermayenin, giderek önemli bir bölümü, üretime tekrar girmemektedir. Likit hâlde kalan bu sermaye, borç vb. metotlar da dâhil spekülatif yollar da içinde, hisse senetleri, döviz vb.den para kazanmanın yolunu aramak-tadır.

Bu para kazanmanın yolu, nerede ve nasıl bir darboğaz oluşmuş ise ona göre şekillenmektedir. Örneğin ülkemizde, spekülatif kazancın önemli kaynağı devlet gelirleridir ve devle-tin boçlanma boyutlarının bunda büyük katkısı vardır.

Likit hâldeki bu sermaye, daha fazla para kazanmak için bu hareketleri ile, üretim aşamasında üretilen artı-değeri ilk sahip-lerinden de alabilir. Bu, günümüz ekonomistlerince, “yatırım” diye adlandırılmaktadır; ama kuşku yok ki, buradaki yatırım, bizim anladığımız anlamda, sermayenin artı-değer üretmek üzere yatırılmasından farklıdır. Tüm bu büyük kârlar elde edi-len süreçte, bir değer, elbette bir artı-değer üretilmemektedir.

Page 464: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

464

Üzerine çok tartışılan bir konu teknoloji ve onun işçi sınıfı üzerindeki etkileridir. Teknoloji geliştikçe, işçi sınıfının sayısal olarak azaldığı, bu azalmayla birlikte bir gün gelecek, işçi sını-fının tümden yok olacağı ileri sürülmektedir. Hatta, madem ki bir gün bitecektir, o hâlde şimdiden onu bitti diye ilan etmekte hiçbir sakınca yoktur.

Biz yine düşüncenin tutarlılığını denemeliyiz.1. Burada, teknolojinin gelişmesinin işçi sınıfını sayısal

olarak azalttığından hareketle, işçi sınıfının bir gün biteceği ya da bittiği tezini savunanlar, varsayalım ki, sınıf tanımından haberdar olsunlar. Sınıf tanımına nasılsa ilerde daha detaylı gi-receğiz; ama biliyoruz ki, işçi sınıfı yoksa burjuva sınıf yoktur. Burjuva sınıf, kapitalistler, sermayenin insan kisvesine girmiş şekilleri, işçi kanı emmeden yaşayamaz. Kapitalisti kapitalist yapan parası olması değil, bu parayı kendini çoğaltmak üzere, canlı ve cansız emeklere yatırmasıdır ve o çok iyi bilir ki, canlı emek emmeden ayakta kalamaz.

Eğer teknolojik gelişimin işçi sınıfını bitirdiğini söyleyen-ler, sınıf kavramını doğru kullanıyorlarsa, aslında öncelikle bur-juva sınıfı bitirdiğini ilan etmelidirler. Hem bu iki nedenle ilgi çekici olurdu, ilkin, bir asalak sınıf olarak burjuvazinin sonu, gerçekten bir müjde olurdu ve burjuvalara karşı savaşan bunca insanın enerjilerini başka şeye harcamalarına olanak hazırlanır-dı. İkincisi, bu müjdeli “burjuvazi bitti” haberini verenler, bize belki de onun yerine egemen sınıf olarak neyin, hangi sınıfın, kimin geçtiğini söylerlerdi ya da belki ipucu verirlerdi.

Fakat onlar işçi sınıfı bitti demeyi, daha kârlı, daha az riskli görüyorlar. Hem riski az, hem de kârlı olunca, bu adamlar, bilim adamı kimliğini rahatlıkla unutuveriyorlar.

2. Diyelim ki, hayır, bunu söyleyenler, sınıf kavramını çok

Teknolojinin Örgütlenmesi Taraflıdır

Page 465: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

465

önemsemeden, çalışan, el emeği ile geçinen sınıfın bittiğinden söz etmek istediler. Bu da mümkün. O zaman da bunlar, bir gün insanın hiç emek sarfetmeyeceğini iddia etmiş olurlar.

Ne traji-komik bir iddia olur. Trajiktir, çünkü bu iddianın sahipleri çalışmayı ve çalışan insanı sevmiyorlar demektir ve bu durumda kendi asalaklıklarının itirafını yazıyorlar demektir. Komiktir, çünkü, insan emeksiz, insan olmaktan çıkar. Düşün-meyen insan “varolabilir”; ama emeksiz insan, insan olmaktan çıkar. Asalak insan, insan değildir; ama asalak insan dahi, baş-kalarının emeği ile geçinir ve bu durumda da çalışma hayatı, canlı emek kullanımı sona ermez.

Aslında, biz bu baylara bu yanıtı vermek için bunları yaz-mıyoruz. İşçi sınıfı bitti, diyenlerin ne kadar tutarsız olduklarını göstermek istiyoruz. Onun için uzatmayalım.

Kaldı ki, teknoloji geliştikçe, emek-gücünün azaldığı, çalı-şan insan sayısının azaldığı sadece büyük bir yalandır. 1970 yı-lında, ABD’de çalışan insan sayısı 84.9 milyon kişi idi. 2000 yı-lında bu sayı 141.1 milyon kişiye ulaşmıştır. Türkiye’de 1970’te 16.1 milyon kişi çalışmakta iken, 2000 yılında bu rakam, 28.8 milyon kişi olmuştur. Şimdilik bununla yetinelim. Okuyucu, detaylı bilgilere ilerde de ulaşacaktır, bu verilerin kaynak bilgi-lerine de; ama biz burada durmazsak, çalışmanın akışını boz-muş olacağız. Bizi ilgilendiren, işçi sınıfının, gelişen teknoloji ile bitip bitmediği iddiası idi. Biz, daha şimdiden, bu iddianın;

a. Temelsiz olduğunu, çünkü rakamların işçi sayısında bir azalışa değil, artışa işaret ettiğini ve hem de bu artışın hiç de küçümsenir cinsten olmadığını gösterdik. Yani bu görüşün, ger-çeklik ile, uyumu yoktur ya da dış tutarlılığı yoktur ve

b. Bu düşüncenin kendi iç tutarlılığına sahip olmadığını da gördük.

Öyle ise, biz teknolojik gelişim ve değişimin işçi sınıfı üze-rindeki etkilerinin üzerinde durabiliriz. Burjuva kalemşörlerin ideolojik saldırılarını aklımızda tutarak ama yerlerini belirleye-rek, biraz gelişen süreçlere bakmaya çalışalım.

Biz Marksistler, sürekli olarak ortodoks olmakla suçlandık. Aslında bu, bizim için bir övünç kaynağıdır; ama onlar bunu bir cins suçlama olarak ortaya koyuyorlar ve biz, onlara göre,

Page 466: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

466

aslında yenilik ve değişime gözlerimizi kapamış oluyoruz. Ger-çek hiç de böyle değildir. Tersine onlar, işçi sınıfını bir siyasal güç olarak yok etmek ve kendi cennetlerini garanti altına almak için, sürekli yalan ve yanlış veriler kullanıyorlar ve onlara karşı çıkmak, neredeyse gelişme yok demiş olmak oluyor. Bu ideo-lojik dalgayı, küreselleşme konusunda da görebiliriz. Önceki bölümlerde küreselleşmenin ne olduğunu iyice ortaya koydu-ğumuz kanısındayız; ama buna rağmen unutmayın ki, bugün küreselleşmeye karşı çıkmak kolaylaşmış olsa da, birkaç sene önce bu, ilkellik olarak algılanıyor ve sunuluyordu.

Teknolojinin, kapitalist sitem içindeki yerini anlayabilmek ve anlatabilmek için, yine geriye, artı-değer üretimine, kapita-lizmi kapitalizm yapan yasaya gitmeliyiz.

Kapitalist S kadar sermayeyi, değişmeyen (v) ve değişen (d) biçiminde yatırmak zorundadır. Burada değişmeyen sermayeye, makineler, binalar, hammaddeler girmektedir. Değişen sermaye ise, üretim sürecinde kendi değerinden daha fazlasını metaya aktaran tek güç olan emek-gücüne bağlanan sermayeyi ifade eder.

S = v + d şeklinde sermaye yatırılmış olur.Burada v/d, bize sermayenin teknik bileşimini verir. Yani,

bir insanın çalışması için ne kadarlık (ne güçte, ne miktarda vb.) makine gereklidir. Fiziki olarak, belli bir üretim dalında, bir işi yapmak için gerekli makine ve insan gücü arasında, tarihsel ve toplumsal şartlara bağlı bir oran vardır. Diyelim ki, eskiden bir tarlayı sürmek için bir beygir ve o beygiri çalıştırmak için bir insan gereksin. Şimdi, tarlayı sürmek için bir biçer-döver ve bir insana gerek olsun. Burada biçer-döver, acaba kaç beygir eder, sorusu karşımıza çıkar. Diyelim ki, 10 beygir ederse, demek olu-yor ki, eskiden 10 beygirin yapacağı işi, aynı zamanda bu maki-ne yapmaktadır. Eskiden bir beygir gücünü bir insan harekete geçirirdi, şimdi ise 10 beygir gücünü bir insan harekete geçir-mektedir. Diyelim ki, bir dönem, gömlek dikilen bir atölyede, her makineyi çalıştırmak için, onun başında bir insana ihtiyaç vardır. İşte bu fiziki ilişki bize sermayenin teknik bileşimini ve-rir. Demek ki, kapitalist, S kadar sermayeyi, kafasına estiği gibi, v ve d’ye yatıramaz. Bunların arasında içinden geçilen şartlara

Page 467: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

467

göre bir oran vardır. Ayrıca, v/d oranında dikkat edilmesi gereken bir nokta

daha var; v ve d’nin değerleri, hatta fiyatları. Mesela bir tarih-sel anda işçi hareketi güçlüdür ve bir işçi çalıştırmanın parasal maliyeti artmıştır. Ya da bir nedenden dolayı, bir iş için gereken makineler, hammaddelerden biri veya birkaçı, oldukça düşük değerden satılmaktadır ya da tersi. İşte buna biz sermayenin de-ğer bileşimi deriz. Bu değer bileşimi, elbette, nihaî olarak tek-nik bileşime bağlıdır ve ikisi arasında da bir bağ vardır. Marx, Kapital’de bu konuyu işlerken, ikide bir sermayenin teknik bile-şimi ya da değer bileşimi ya da ikisi arasındaki fark vb. üzerinde durmamak için, tümünün yerine “sermayenin organik bileşimi” kavramını kullanmayı tercih eder.

Öyle ise biz de yatırılan S’yi oluşturan v ve d ilişkisine, v/d’ye sermayenin organik bileşimi diyelim.

Okuyucu lütfen not etsin ki, kapitalizmin hangi evresin-de, hangi yüzyılda olursa olsun, kapitalist sermayesini, o çağın gereklerine uygun teknolojik koşullar altında yatırır. Yani, tek-niğin gelişiminin işçi sınıfını bitirmesi söz konusu ise, bu ka-pitalizmin ilk gününden beri geçerli olmalıydı. Eğer öyle ise, o zaman neden bu aklı sivriler, özellikle bugün, bize işçi sınıfının bittiğini anlatıyorlar? Sahi, neden?

S = v + d yatırımında, d şeklinde yatırılan, emek-gücüne yatırılan sermaye, üretime yeni değerler katar. Eğer kapitalist bu işin sonunda para kazanmış ise, kâr etmiş ise, bunun kaynağı d’ye yatırılan sermayedir; ama belli bir d’yi sermaye olarak ala-bilmek için, belli miktarda v almak zorunluluktur.

Burada d’nin yeni değerler yaratması, insan emeğinin yara-tıcılığı ile ilgilidir. Eğer ilk insandan bu yana insan ancak harca-dığı gücünü (yani kendini) yeniden yerine koyacak kadar ürete-bilseydi, daha fazlasını üretmiyor olsa idi, asla gelişim olmazdı. Hep aynı elmayı toplar, hep topladığını yerdi.

Üretim, doğanın, makineler aracılığı ile insan tarafından fizikî ve kimyasal değişikliklere uğratılarak, insan ihtiyaçları için gereksinim duyulan şeylerin yaratılmasıdır. Burada doğa yerine siz üretimin konusunu koyun, hammadde vb. koyun. Makine denilince ilk başta insan elinin uzantısı işlevini gören

Page 468: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

468

basit taş vb.ni de içine koyun.Kapitalist işletmede, süreç, artı-değer üretim süreci nasıl

işlemektedir. Üretimin sonunda kapitalist, meta biçiminde, yani henüz paraya çevrilmemiş hâlde, S = v + d + a’yı elde eder. Bu-rada S artık eski büyüklükteki S değildir. İlk yatırılan sermaye-den a kadar büyüktür. a, burada artı-değerdir ve bu artı-değerin kaynağı, d, yani işgücü, emektir.

Kapitalist, çıkan tüm ürünü sahiplendiği için, a’yı da sahip-lenir ve metaları sattığında (değerinden sattığı durumda bile) a’yı sermayesine ekler.

Kapitalist, işçiye belli bir ücret öder. Ücret, işçinin, işe baş-ladığı an aldığı bir şey de değildir. Onu ay sonunda alır; ama öyle üretim alanları vardır ki, metanın üretimi günde binlerce, öyle alanlar vardır ki, ay sonunda bile bir tane üretimi tamamla-namamaktadır. Bunun için ücretin ödenme zamanının kapita-list yararına düzenlenmiş olmasını önemsemeyelim.

Kapitalist, işçiye x kadar ücret ödüyor olsun. İşimizi ko-laylaştırmak için, bunun günlük ücret olduğunu ve günün de 8 saat çalışma zamanı olduğunu düşünelim. Bu 8 saat içinde işçi, diyelim ki, gömlek üretiyor olsun. Değer olarak işçi, diyelim ki, bu 8 saat içinde 20 gömlek üretiyor olsun. Diyelim ki, bir işçi-nin ücreti olan x birim, bir gömleğe eşit olsun. Gömleğin içer-diği hammadde vb. ise şimdilik bir yana, hesap dışı tutalım. Bu durumda işçi, bir gömlek üretene kadar kendisi için, 19 gömlek üretirken de patron için çalışmış olur. 1 gömlek üreterek, kendi-si için yatırılan d’yi üretmiş olur, kalan zamanda da a’yı üretmiş olur. Hammadde ve makinelerin yıpranması, elektrik vb. gibi harcamalar ise v’nin içinde yeniden üretilmiştir. Diyelim ki, bir günde üretilen 20 gömleğin, 4 tanesi de hammadde vb. dediği-miz v’den oluşsun. Demek olur ki, 15 gömlek, üretimin 3/4’ü yeni üretilmiş değerdir, artı-değerdir.

Burada bu oranlar, elbette ki tamamen afaki olarak veril-miştir. Her işçi, kendi fabrikasında bu durumu hesaplayabilir. Gömlek, bez olarak fabrikaya gelmiş ise, bezin maliyeti ve bir gömleğin ne kadar metre kare bezden çıktığı hesaplanabilir. Bezin maliyeti biliniyorsa, gömleğin satış fiyatı da biliniyorsa, iş kolaylaşmaktadır. Burada gömlek dikmek için harcanan iplik,

Page 469: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

469

kullanılan düğme de hesaplanmalıdır. Bunların hepsini bezin fiyatı içine koyalım. Gömleğe giden bezin metke karesi x lira gömleğin kendisi de y lira ise, aradaki fark ortaya çıkar.

Şimdi, her makine, kendi değerini, her parça üretime par-ça parça aktarır. Makinenin ömrü 20 yıl ise 20 yıl boyunca o makine kullanılır ve kendi değerini ürüne bu oranda katar. Bu koşullar altında, tüm harcamalar, üretilen gömlek miktarı ile kıyaslanabilir.

Böyle bir örnek çalışma yapıldığında, yoldaşlarımız, Teks-til atölyelerinden birinde, 200 kişinin çalıştığı bir yerde, fason üretim yapan bir yerde, artı-değer oranını, yani a/v’yi, %2000, yani 20 kat olarak bulmuşlardır. Bu çalışma, 1994’te yapılmıştı. Benzer biçimde, elde edilen verilerden, her sektör için bu he-saplanma yapılabilir.

Diyelim ki, artı-değer oranı %100 olsun. Yani, işçi çalışma zamanının yarısını kendisi için, yarısını da kapitalist için çalı-şıyor olsun.

Kapitalistin amacı, daha çok artı-değer üretmektir ve bu-nun yolu daha fazla değer üretmekten geçmektedir. Bunun için, kapitalist, birinci olarak, çalışma zamanını uzatarak artı-değeri artırmaya çalışır. Mesela çalışma gününü 9 saate çıkarır. Kendi ücretini çıkarmak için yine 4 saat çalıştığından, bu kez 5 saat kapitaliste kalacaktır. Kapitalist bu 5 saatlik süre içinde üretilen ürünlere el koymuş olacaktır. Okur, burada hemen itiraz ede-cektir, bir hamlede çalışma zamanı 1 saat artırılır mı diye. Evet artırılır; ama biz bunun süresinin 1 saat, 3 saat veya 5 dakika olması ile ilgili değiliz. Diyelim ki, 5 dakika çalışma zamanı art-mış olsun. 200 kişilik bir atölyede bu, 1000 dakika, yani 16.67 saat, yani bir kişinin iki günlük emek-zamanı demektir.

Bu metotlara, Marx, Kapital’de, mutlak artı-değer başlı-ğı altında yer vermektedir ve orada daha fazla örnek bulmak mümkündür. Bu nedenle, okura sadece bir hatırlatma yapmak istiyoruz. Okur, elbette oradan daha geniş bir açıklama bulabi-lir. Eğer, okuyucu için bu bilgiler yeni ise, yapılacak en iyi şey, Kapital’de Marx’ın metinlerine başvurmaktır.

Diyelim ki, bir nedenle, ücretlerin düşmesi, artan işsizlik nedeniyle insanların daha ucuza çalışması, köyden yeni gelmiş

Page 470: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

470

birisinin karın tokluğuna çalışması, Bulgar göçmen işçilerin ucuza çalıştırılması, Afrika’dan kaçak gelen göçmenlerin, ev ve karın tokluğuna çalışmaya razı olması vb. gibi. Bunlar, ücretleri düşürür. Böylece, işçinin kendi ücretini ürettiği çalışma zamanı azalır ve çalışma günü kısalmadığında, çalışma gününün içinde kapitaliste çalışılan zaman artar.

Artı-değerin bu mutlak metotlarla artırılmasının fizikî sınırları vardır. Nihayetinde bu en kârlı metot olsa da, en az maliyetli yol olsa da, insan ancak belli bir süre çalışabilir. 8 saat 24 saat olabilir. Oysa kapitalist için, 24 saati bile çoğaltma ge-reksinimi vardır; zira o tam bir artı-değer avcısıdır ve onun, vücut bulmuş hâli olduğu sermaye, ancak canlı emek emerek büyüyebilmektedir.

Mutlak artı-değer artırımının belli sınırları olduğu bura-dan kendiliğinden çıkıyor; ama artı-değeri artırmanın bu kez nispî yolu devreye giriyor. Nispî artı-değer, emeğin verimliliği-nin artırılmasını gerektiriyor.

Emeğin verimliliği, aynı zaman içinde, diyelim ki 1 saat, üretilen metanın miktarının artırılması demektir. Bu nihaî ola-rak tekniğin geliştirilmesi ile mümkündür.

Kapitalist bunun gibi, işin temposunu hızlandırarak, yani, aynı zaman diliminde daha yoğun bir çalışma yaratarak da artı-değeri artırabilir. Böylece 8 saatte, mesela 20 gömlek yerine, 22 gömlek üretilmesini sağlar ve eğer 10 gömlek fazlası var idi ise, bu kez 12 gömleğe çıkarmış olur.

İster makinelerin fabrika içindeki dizaynı, ister emek üret-kenliğinin doğrudan artırılması olsun, sonuçta, işçinin kapi-talist için çalıştığı zamanı artırır, kendisi için çalıştığı zamanı azaltır. Nispî artı-değer artırma metodu olarak ismi de buradan gelmektedir.

Nispî artı-değer artırma yolu, elbette, mutlak metotları devre dışı bırakmaz. Yani, kapitalist, diyelim ki, saatte 5 gömlek yerine saatte 6 gömlek ürettirmeyi başardı diye, işçileri daha az çalıştırmaz. Tersine, o, işçilerin belli bir saatlik emek-gücüne el koyduğundan, a- bu zamanı sonuna kadar kullanmayı ve bir işçi için bireysel olarak önemsiz olacak süreler üzerinde bu zama-nı uzatmayı hedefler, b- mevcut zaman dilimi içinde, işçilerin

Page 471: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

471

daha fazla, daha yoğun çalışmasını sağlamaya çalışır.Burada, emek verimliliğinin artışı dediğimiz şey, sonuçta,

makineye, üretim araçlarına yansımaktadır. Diyelim ki, gömlek dikmek için kullanılan el aleti, buna uygun, kapitalistin daha fazla artı-değer elde etme amacına uygun tarzda, belli bir za-man diliminde daha fazla miktarda meta üretimine izin verecek tarzda geliştirilmiş olmaktadır. Dün, aynı makine bir saatte bir insan emeğinin belli niceliği ile 5 gömlek üretmeye el vermek-teydi, şimdi ise aynı zaman diliminde diyelim ki 6 gömlek di-kilebilmektedir.

Aslında teknolojik gelişimin tek ölçütü bu mudur? En ba-sitinden kapitalist sistem içinde geliştirilen bazı makinelerin veya üretim organizasyonlarının doğaya, geleceğe vb verdiği zarar düşünülürse, tek ölçütün bu olamayacağı kendiliğinden anlaşılır; ama kapitalist sistem içinde, evet budur.

Kapitalist üretim, daha fazla canlı emek emmek isteyen sermayenin büyüme isteğine uygun olarak şekillenir. Bu istek, daha çok artı-değer elde etmek üzere, a- büyük çaplı üretimi, b- emek verimliliğini artıracak denli makine gelişimini gerek-tirir; ama elbette ki, her iki durumda da maksimum kâr hedefi altında.

Büyük çaplı üretimi, biz, aynı işi yapmak üzere, daha fazla emeğin artı-emek-zamanına el koymak üzere, daha fazla ser-mayenin yatırılması olarak düşünebiliriz. Burada, üretim, artık, kitlesel üretimdir. Büyük çaplı üretim, bir ve aynı üretim sü-reci sonunda, meta şeklinde yaratılan ürünün çokluğu ve aynı anlama gelmek üzere yaratılan (bu ürünlerin değerlerinde gizli duran) artı-değerin çokluğudur.

Artık, bir atölyede 10 işçi ile üretim yapan, el aletleri kul-lanarak bunu başaran mesela ayakkabı atölyesi işe yaramaz. Ar-tık, bir anda, yüzlerce işçinin çalıştığı, üretim organizasyonu söz konusudur.

Makine bölümünü, şimdilik bir kenarda tutsak dahi, aslın-da bu veri teknolojinin daha çok artı-değer üretimi için yeniden organizasyonudur diyebiliriz.

10 kişilik fabrika yerine 1000 kişilik fabrika, aynı araçların kullanılması durumunda dahi, ürün olarak farklı sonuçlar ve-

Page 472: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

472

recektir. Mesela, 1000 kişilik bu fabrika, 10 kişilik fabrikanın (makineler aynıdır) 100 katı üretim yapabilir, pekâlâ kötü bir organizasyonla, daha az yani mesela 99 katı üretim sonucunu verebilir ve yine pekâlâ, küçük organizasyon değişiklikleri ile 10 kişilik fabrikanın 101 katı kadar üretim ortaya çıkarabilir. Ka-pitalist, üretim araçlarının sahibi, sermayenin insan kılığına gir-miş hâli olarak, sermayenin büyüme isteğinin, canlı emek emme isteğinin yolunu bulacaktır. Eninde sonunda, onun “içgüdü”leri, 101 ve daha fazla kat meta elde etmek üzere üretim araçlarını ve fabrika sahasını organize etmesini sağlayacaktır.

İşçilerin bir saniyesinin boş geçmemesi için, uzmanlar, gö-zetimciler çalıştıran odur. Bunu da bu amaç için, daha fazla ar-tı-değer elde edebilmek için yapmaktadır.

Biz bu organizasyona da, teknolojinin geliştirilmesi diye-biliriz. Elbette burada yeni bir makine geliştirilmemiş olabilir; ama gelişimin tek ölçütü, birim zamanda daha fazla meta üreti-mi ise, bunu söylememizin önünde de bir engel kalmaz.

Büyük çaplı üretim, elbette, daha büyük miktarda artı-de-ğerin daha çok sayıda metanın bedeninde olması demektir ve bu, elbette, bu kitlesel üretimin, hızla, tüketilmesi sorununu da gündeme sokmaktadır. Büyük çaplı üretim, elbette birim ma-liyetleri düşürmektedir. Sadece fire vb. oranlarını azalttığı için değil. Aynı şeyi belli bir ritimle üretmek, o işe dayalı bir “uz-manlığın” oluşmasına da olanak sağlamaktadır. Hep vida sıkma uzmanlığı, hep etiket yapıştırma uzmanlığı, ürünleri kutulama uzmanlığı, sadece kazak kolu örme uzmanlığı, sadece düğme dikme uzmanlığı, sadece gömlek yakası dikme uzmanlığı vb. Bu “uzmanlık” aslında işin alt süreçlerine ayrılması ve ona göre organize edilmesi de demektir. Bu “uzmanlık” ve ona uygun or-ganizasyon, aslında teknolojinin taraflılığına bir başka örnek de demektir. Bu eğer daha fazla meta üretimine, yani daha fazla artı-değer üretimine yol açıyorsa, işte kapitalisti ilgilendiren de budur, bu olumludur.

Bu “uzmanlık”, aslında çalışmanın tüm ilginçliğini yok et-mektedir.

Bu uzmanlık, aslında, işçinin kapitaliste bağımlılığını, mutlak anlamda artırmaktadır. Kapitalistin işçiye “bağımlılı-

Page 473: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

473

ğını” nispî olarak azaltmaktadır. Kalifiye emekçi yerine, sadece belli bir iş sürecinin küçük parçasını yapan kalifiye olmayan işçi geçmektedir. Bu sermayenin insan kılığına girmiş hâli olan ka-pitalist için altın değerinde bir başka kazanç demektir.

Yavaş ilerleyelim.Büyük çaplı üretimi koşullayan şey, aslında artı-değer avcı-

lığıdır. Sermaye daha fazla artı-değer için harekete geçmektedir ve kapitalist sistemin mutlak yasası budur: Artı-değer üretimi.

Büyük çaplı üretim ise, artı-değeri çoğaltmak için daha farklı olanaklar sunmaktadır. Sermayenin insan kılığına girmiş hâli olan kapitalist, tüm üretim sürecini bu amaca, artı-değeri daha da çoğaltma amacına göre organize etmektedir.

Diyelim ki, amaç daha çok artı-değer olmamış olsun. Bü-yük çaplı üretimi organize ederken, birim zamanda daha da çok ürün üretme hedefi, belki de farklı bir şeyle yer değiştirebilirdi ve eğer öyle olabiliyorsa, şu “uzmanlık” dedikleri, aslında işgücü-nün niteliksizleşmesine olanak tanıyan şey ortaya çıkar mıydı?

İşçi bizzat içinde yer aldığı ve aktörü olduğu üretim süre-cine tümüyle yabancılaşmış durumdadır. Bu “uzmanlık”, işçiyi üretime tümden yabancılaştırmakta, kendi emeğine yabancılaş-tırmaktadır. Herhâlde yeryüzünde insanın kendi emek ürünleri karşısında kendini bu kadar yabancı hissettiği bir başka an ol-mamıştır.

Konuyu biraz daha genişletelim.Artı-değer üretimi, sadece üretim alanıyla sınırlı kalmıyor.

Yine okuyucunun bizi mazur göreceği düşüncesi ile, ekonomi-politik bilgimizi hatırlamaya çalışacağız.

Üretilen artı-değer, metanın vücudu içindedir, metanın değeri içindedir. Sermaye başlangıçta, S = v + d biçiminde yatırılmıştı ve sonunda meta sermaye şeklinde, S = v + d + a şeklindedir. Burada a, artı-değerdir, üretim sürecinde üretilmiş yeni değerdir. Bu artı-değerin tek kaynağının canlı emek, yani işçinin emeği olduğunu zaten biliyoruz.

Tüm kapitalistler, üretim sürecinin bu aşamasına kadar, ar-tı-değer miktarını artırmak için uğraşırlar. Her birinin amacı budur.

Fakat bu artı-değerin tekrar paraya dönüşmesi sağlana-

Page 474: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

474

mazsa, sonuç felaket olur. Diyelim ki, yukarıdaki örnekteki gömlekçi kapitalistimiz, gömleklerini satamadı mı, üretime devam edemez; çünkü makinelerin yıpranan bölümünü, ham-maddeleri, işçilerin ücretlerini gömlek olarak yerine koyamaz. Bu nedenle, metanın içinde yer alan artı-değerin pazarda, tek-rar, metanın tüm değeri ile beraber paraya dönüşmesi gereklidir.

Pazarda aynı cins meta üreten kapitalistler, bunları bir or-talama fiyattan satarlar. Pazarda oluşan bu fiyat, bazı kapita-listlerin çok hoşuna giderken, bazılarının daha az hoşuna gider. Örnekleyelim.

Üç kapitalistimiz olsun, üçü de mesela cam bardak üretsin. Bunlara kapitalist A, kapitalist B ve kapitalist C ya da kısaca A, B ve C diyelim.

A: S = v + d = 80 + 20B: S = v + d = 70 + 30C: S = v + d = 90 + 10

Kapitalistlerimizin ilk yatırdıkları sermaye, her üçü için 100 birimdir. Bu, aşağıda oluşacak farklılıkların kaynağının, fazla sermaye olabileceği düşüncesini yok etmek için böyle alın-mıştır.

Her kapitalistimizin artı-değer oranı, %100 olsun.Bu durumda çıkan meta ya da meta sermaye şu biçimde

olacaktır (S = v + d + a’ya göre aşağıdaki denklemlere bakınız).

A: 80 + 20 + 20 = 120 birim tutarında mal üretmiştir.B: 70 + 30 + 30 = 130 birim turarında mal üretmiştir.C: 90 + 10 + 10 = 110 birim tutarında mal üretmiştir.

Bu üç kapitalistimizin fabrikalarında üretilen toplam artı-değer: 60 birimdir.

Bu üç kapitalistimizin toplam yeni sermayeleri, 120, 130 ve 110 birimdir; ama henüz meta şeklindedir. Bu meta şeklin-

Page 475: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

475

deki belli adetteki ürünün satışa sunulması gerekir. Pazar fiyatı, ortalama olarak oluşur ve her birinin ürününün pazardaki de-ğeri, 120 birimdir. Bu durumda, hepsinin tüm ürünü satıldığı koşulda, meta sermayenin para sermayeye dönüşümü şöyle ol-maktadır:

V D A Toplam Ort. Fark bir. üret. fiyat +/ kârA: 80 20 20 120 120 - 20B: 70 30 30 130 120 -10 20C: 90 10 10 110 120 +10 20

Toplam: 240 60 60 360 360 0 60

Piyasada oluşan fiyat, ortalama fiyattır. Burada, görüldüğü gibi, kapitalist B ve kapitalist C, ilk sahibi oldukları artı-değer miktarından farklı bir artı-değer miktarını kâr olarak alabilmiş-lerdir. B’nin fabrikasında üretilen artı-değerin bir kısmı, C’nin eline geçmiştir.

Kâr, pazarda, artı-değerin gerçekleşmesi sırasında paylaşıl-ması sonucu oluşmaktadır. Kârın kaynağı artı-değerdir, toplam kâr toplamı, toplam üretilen artı-değer toplamına eşittir; ama artı-değerin gerçekleşmesi, yani meta sermayenin para serma-yeye dönüşmesi, o ünlü ölüm perendesini atması, aynı zamanda artı-değerin kapitalistler arasında paylaşılması sürecidir. Fab-rikada artı-değer üretilirken, tüm kapitalistler işçilere karşıdır ve onların kanını emmek konusunda hemfikirdirler; ama sıra onun paylaşılmasına geldi mi, bu kez birbirinin boğazına sa-rılmaktadırlar; amaçları, pazardaki bu satış sırasında, artı-de-ğerden maksimum payı almaktır (okuyucu, konuyu daha geniş ele almalıdır. Mesela ticarî kârın kaynağı, sermayenin yıllık dö-nüş hızı vb. gibi konuları, Kaldıraç Yayınevi’nce çıkarılmış olan Ekonomi-Politik Ders Notları’ndan çalışmalıdır. Elbette bu konular, Marx’ın Kapital’inde uzun uzun ve son derece anlaşılır bir dille açıklanmaktadır).

Yukarıdaki üç kapitalistin sermaye yatırmasında farklılık göze çarpmaktadır. A kapitalisti sermayeye, 8/2 oranına göre ya da 4/1 oranına göre yatırmıştır. Ya da şöyle diyebiliriz (ser-

Page 476: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

476

mayenin teknik ve değer bileşimi arasındaki bağ ve farklılığı unutmadan), kapitalist A’nın sermayesinin organik bileşimi 4/1’dir. Bu oran kapitalist B için 7/3 ve kapitalist C için 9/1’dir. Demek ki, kapitalist B’nin fabrikasında bir birim emek-gücü, 2.33 birim makineyi, kapitalist C’nin fabrikasında ise bir birim emek-gücüne bağlanan sermaye, 9 birim makineye vb. bağla-nan sermayeyi harekete geçirmektedir.

Bunun sonucunda, ortaya çıkan metanın değeri, sermaye-nin organik bileşiminin yüksek olduğu üretimde daha düşük çıkmaktadır.

Bu durum, başka bir fabrikada üretilen artı-değerin, başka koşullara değinmiyoruz, c kapitalistinin eline geçmesine olanak tanımaktadır. Bu nedenle kapitalistler elbette, tekniği belli ko-şullar altında geliştirmek durumundadır.

Tekniğin gelişimi, a. Artı-değeri artıracak şekilde olmalıdır. b. Pazarda kapitalistimizi avantajlı kılacak şekilde olma-lıdır. Bu ikisi bir arada yok ise, teknolojinin değiştirilmesi anlamsızdır. Kapitalist, elbette pazarda artı-değeri paylaşırken, daha

başka yollara da başvurmaktadır. Diyelim ki, bir kapitalist bir anda, elindeki toplam üretimi, bir toptancıya satmaktadır ve he-men ikinci üretime başlamaktadır. Böylece pazarda artı-değeri ve metayı paraya çevirmek için gerekli zamanı kısaltmaktadır. Bunun sonunda ise onun sermayesi, yeni artı-değeri de içerecek şekilde yeniden yatırılmaktadır. Kapitalist, bu sermaye devrini ne kadar kısaltırsa, kendisi için o kadar iyidir. Bu nedenle, ken-di kârının bir bölümünü ya da artı-değerin bir bölümünü tica-rettekilere, toptancıya vb vermekte tereddüt etmez; çünkü bu, sermayesini daha hızlı büyütecek, kârını yıllık olarak daha fazla artıracak, kendisini de pazarda egemen konuma getirecektir.

Kapitalist pazarın hâkimi konumuna geldi mi, rekabetin biçimi de değişir. Bu kez pazar hakimi olan güç, fiyatları belir-ler. Bu durumda fiyatlar, ortalama yolu ile oluşmaz. Bu durum ise, kârlılığı artırır, artı-değerin paylaşımında pazar hâkimi olan kapitaliste (buna tekel diyoruz) belirleyici olma olanağını sunar. Pazar hakimiyeti, elbette, sermayenin insan kılığındaki hâli olan

Page 477: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

477

kapitalisti de buna uygun davranmaya iter. Böylece başka kapi-talistlerin artı-değerlerinin bir bölümüne de el koyma, tekelci konumu nedeni ile ek tekelci kâr elde etme olanağı elde eder.

Bu noktadan sonra, teknolojinin gelişimi de kontrol altında tutulur. Teknik, parça parça satılmaya, yenilik ve değişiklik his-si verecek şekilde teknoloji bölünerek pazara sunulmaya başlar. Burada artık tüm çaba, pazar ve pazar hakimiyeti için organize edilmektedir. Bu aynı zamanda, büyük tekeller arasında şiddetli, silâhlı biçimlere varan rekabet biçimini doğurmaktadır.

Şimdi bir kere şu iki notu yazabiliriz. İlki şudur: Burjuvalar teknolojiyi insan hayatını kolaylaştırsın diye geliştirmiyor. Ter-sine, sermaye, daha fazla canlı emek emebilmek için, daha fazla artı-değeri kendine katıp çoğalmak için teknolojiyi geliştiriyor. İkincisi, aslında onların asla teknolojiyi geliştirme gibi bir dert-leri de yoktur. Tersine, artık teknoloji de geliştirilmiyor. Sadece teknoloji, parçalanarak, tıpkı üretimin iş süreçlerine ayrılması gibi, “uzmanlık” şartları yaratılarak satışa sunuluyor. Her gün bir yenilik diye sunulan şey, bir önceki üretimde çoktan bilinen bir şeydir. Hatta bunu, bazı araçların plastik, metal vb. olan ana gövdeleri, kaportaları, kalıpları vb.nde görmek mümkün. Orada sanki bir düğme yeri, sanki bir gösterge yeri varmış da konmamış gibidir.

Bu iki nottan sonra, şimdi, tüm bu süreçlerin emek dünyası üzerindeki, işçi sınıfı üzerindeki etkilerine bakabiliriz. Dediği-miz gibi, amacımız işçi sınıfı bitmedi diye, “bitti” diyenlere karşı durmak değil. Onu daha çalışmanın girişinde sadece bir iki sa-tırla yapmak yeterliydi. Biz gerçekten de bu süreçlerin işçi sınıfı üzerindeki etkilerini görmek, anlamak istiyoruz. Belki bu yolla, samimiyetle yola çıkan; ama burjuva ideolojik saldırıdan etkile-nen bazı arkadaşların da kafalarının açılmasına olanak sağlaya-cağız; ama elbette, çok ileri iddialarda da bulunmuyoruz, çünkü, biliyoruz ki, görmek istemeyen gözden daha kör göz, duymak istemeyen kulaktan daha sağır kulak yoktur.

Büyük çaplı üretimin, emek sürecini bölerek “uzmanlık”lar oluşturma olanağı yakalaması, aslında bizim bugün otomasyon dediğimiz şeyin temelini oluşturmuştur. Kazak ören birçok in-san yerine, birçok insanın bir bölümünün sadece kazak yakası,

Page 478: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

478

sadece kazak boğazı, sadece kazak kolu, sadece kazak önü, sade-ce kazak arkası örmesi, bir bölümünün ise kazağı birleştirmesi, verimi, yani üretilen metayı artırıyordu. Bunu tüm emek süreç-lerini uygulamak mümkün oldu.

Bu konuda Ford önemli bir atılım yaptı ve sonraları bizim dilimize de Fordizm olarak girecek süreç başladı.

Bunun öncesinde ise, fabrika içinde işçinin denetimi süre-ci var. Diyelim ki, işçi, bir hammaddeyi almaya giderken, biraz da dinlenmeye çalışır gibi yavaş ise, onu hızlandırmak, tuvalet ve çay molalarını, sigara aralarını yok etmek vb. kapitalist için, sermayenin insan kılığına girmiş hâli için çok önemli idi. Üre-tim büyüdükçe bu çok daha önemli oldu. Her işçiden fazladan alınacak bir dakika, 1000 kişilik bir fabrikada 1000 dakika de-mektir. Bunu yapmak için denetim ve gözetim işi geliştirildi.

Kölecilikte köle sahibinin kâhyanın eline verdiği kırbaç, burada gözetçilerin ve denetimcilerin eline geçti.

Tartışmaya sürülen konulardan biri şudur: Bu gözetçiler, bu denetçiler, işçi sınıfının bir parçası mıdır? Yeri gelmişken, kısa da olsa yanıtlayalım. Ağacın, baltaya dönüp şöyle söylediği rivayet edilir “ey balta, sen beni kesemezdin; ama ne yapayım ki sapın benden yapılmış.” Bu aslında denetçilerin, gözetçilerin durumu konusunda fikir verebilir. Bir kısım denetçi vardır ki, mesela ustabaşı gibi, aslında patronun adamı olmaya yakın olsa da o bir işçidir. Daha anlaşılır olması için, onun patron olmadı-ğını söylememiz yeterli. Yine de ustabaşından farklı işler gören gözetçiler var. Bunlar, ustabaşından, fiilî üretimin içinde olma-maları nedeniyle de ayrılırlar; ama onların da somut durumu-na bakmadan işçi sınıfı ve kapitalistlerle ilişkilerine bakmadan kararlar vermek zordur. Sömürünün daha da yoğunlaşması ve işçiden en ince hücresine kadar, milim milim bu artı-değerin sökülüp alınması için bir iş görmektedirler. Bunların, yönetime en yakınlarından işçiye en yakınlarına kadar bir hiyerarşi içinde oldukları da kabul edilebilir. Bunların üretime en yakın olanla-rı işçi olsa dahi, balta sapı hesabı, kapitalistin elinde araçtırlar. Bunların en tepedekileri kapitaliste en yakın olsalar da, üretim araçlarının sahibi değildirler.

Toplum, biz Marksistler için, sadece kapitalistler ve iş-

Page 479: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

479

çilerden oluşmuyor. Hiçbir zaman oluşmadı ve hiçbir zaman da oluşmayacak. Kapitalist toplumda, özü, üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki-de yatan bir karşıtlık vardır. Bu karşıtlık sınıfsal olarak kendini burjuva ve işçi karşıtlığı şeklinde ortaya koymaktadır. Bunlar arasındaki savaşım esas olandır, diğerleri buna bağlı olarak bi-çimlenirler ve bu iki sınıf arasında, bu iki sınıfın savaşımına da bağlı olarak, tarihsel süreçle bağlı birçok katman mevcuttur. Bu katmanlardan hangisini tartışırsak tartışalım, onları katman değil de ayrı sınıflar olarak tanımladık mı, işimiz kolaylaşmış olmaz. Tersine olayları birbirine karıştırmış da oluruz. Bu gö-zetçiler, bu denetçiler de kendi içlerinde yek vücut, homojen değildir. Olması da mümkün değildir. Buna benzer şekilde sı-nıflar da homojen varlıklar değildirler.

Denetçilerin işlevi, kapitalist adına işçiden koparılan artı-emek-zamanını, bir milim, en küçük bir birim de olsa çoğalt-maktır. Bunu yapmalarının önünde engeller oluştuğu oranda, onlar da ortadan kalkar, azalır, etkisizleşir vb.

Şimdilik burada duralım. Bu konulara daha çok girip çı-kacağız.

Kitlesel üretim yapılan büyük fabrikalarda iş ne kadar öğe-lerine ayrıldıysa, bu, o kadar işçinin vasıfsızlaşmasına olanak tanıdı ve nihayet, bunu otomasyona dönüştürme olanağı doğ-du. Otomobil üretimi bu açıdan oldukça ilgiye değer atılımlara sahne oldu.

Otomobil üretiminde, bu gelişim sürecini bir yana bırakır-sak, Ford’dan önce işçilerin, mühendislerin otomobil ürettiğini söyleyebilirdik. Tıpkı, daha eskilerde, bir kazağı ören kişinin ka-lifiye özelliklerinden söz edebilmemiz gibi. O dönemler, kazak örmesini bilmeyen bir işçiyi işe almak, kapitaliste büyük şeyler kazandırmıyordu. Ne zaman ki kazak örme işi öğelerine ayrıldı; yakacılar, kolcular vb. gibi. İşte o zamandan sonra, kazak örme işi uzmanlık gerektiren kalifiye işçi gerektiren bir iş olmaktan çıktı; ama kazak işinde bize daha ileri teknikle geliştirilmiş ma-kineler çok da gerekli değildi. Nihayetinde bu makineler de bu-lundu ve önceleri elindeki iğ, şiş vb. ile kazak örenlerin yerine, kazak ören makineye hizmet eden, ona ipliği bağlayan, kazağı

Page 480: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

480

onun önünden alıp sepete atan, üretim bandını çalıştıran vb. işçiler aldı. Bunlar elbette kalifiye işçiler değildi.

Ford’un önceleri otomobil üretimi için mühendislere, kali-fiye işçilere ihtiyacı vardı. Bunlar kaportacı idi, bunlar motorcu idi vb. Sonraları üretim süreci öğelerine ayrıldı ve otomasyonla birleşince bant üstünde vida sıkan, parçayı alan, parçayı doğru yere koyan işçiler devreye girdi.

Bu gelişme ekonomi-politik açısından emek-değer teorisi-ni anlamamızı kolaylaştıracak bir gelişmedir de. Marx, metanın değerini ne belirler sorusuna doğru olarak “emek” diyen Adam Smith’ten farklı olarak, değer olayını analiz edebildi. Birincisi, emeğin değerininin nasıl belirleneceği sorusunu çözdü. Bunu çözmesine olanak sağlayan şey, emek-gücü metaını ve genel olarak metayı çözmesi idi. Meta, kullanım değeri ve değerden oluşmaktaydı. Kullanım değeri, mesela çay bardağının çay içmek üzere kullanılması gibi bir insan ihtiyacını giderme özelliğidir. Bu ihtiyacın nereden, mideden mi, toplumsal gereksinimlerden mi, beyinden mi geldiği önemli değil; ama metayı meta yapan bu değil. Metayı alan aslında onun değerini değil, kullanım de-ğerini almak, ona sahip olmak istiyor. Tıpkı, kapitalistin işçiyi işe alırken, onun emek-gücünün belli bir zaman dilimindeki kullanım değerini satın alması gibi. Kapitalist, işçinin o zaman zarfında ürettiği her şey olan emek-gücünün kullanım değerini almak istiyor. Metanın değeri ise kullanım değerinden ayrıdır. Meta, değer olarak, bir başka metanın karşısına çıktığında, iki-sinde ortak olan, belli zamanda insan emeği içermesi nedeniyle değiştirilebiliyor. Burada önemli olan onun kimin emeği olduğu değil, insan beyin ve kas gücünün harcanması demek olan so-yut emek içermesidir. Ne kadar soyut emek içeriyorsa, ne kadar emek-zamanda üretilmiş ise değeri ona göre belirlenmektedir. Soyut insan emeği ile somut insan emeği ayrımı da burada çok önemlidir. fırıncının fırıncı olarak, terzinin terzi olarak emekle-ri farklıdır ve kıyaslanamaz; ama her ikisinde ortak olan bir şey var, her ikisi de insan beyin ve kas gücü içeriyor. İşte burada ka-lifiye işçinin emeğinin belli bir zaman diliminde verdiği sonuç ile yeni ve kalifiye olmayan bir işçinin emeğinin verdiği sonuç aynı değildir. Bunun altından kalkmak da mümkündür. Vasıfsız

Page 481: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

481

bir işçi bir işi, kalifiye işçiye göre 5 birim emek-zaman fazla sürede yapıyorsa, kalifiye işçinin emeği, vasıfsız olanın beş katı olarak hesaplanabilir. Bunu da toplumsal üretim içinde, serma-yenin insan kılığındaki hâli olan kapitalist rahatlıkla ölçer. Ona gereken, bu soyut insan emeğidir. Yani beyin ve kas gücünün harcanmasıdır. O işçiye bunun karşılığını öder. İşçi yeniden bu beyin ve kas gücünü yerine koyacak kadar ya da yeniden çalı-şabilecek kadar ücret alır ve bu onun emek-gücünün değeridir; ama onun emek-gücü, harcandığında, bu ihtiyaçtan çok fazlası-nı üretir. İşte kapitalist o emek-gücünün kullanım değerini sa-tın alır. Çay bardağına parasını ödeyen, onun kullanım değerini alır; ama değerinin karşılığını öder. Bunun gibi. Böylece sömü-rü, eşitsiz bir anlaşmanın sonucu olmaktan, öyle görünse de, çı-kar. Sömürü, bir sınıfın üretim araçlarına sahip olması ve diğer bir sınıfın ise işgücünü ona satmak zorunda olması toplumsal zemini üzerinde şekillenir. Eşit olmayan şey burada vardır.

Fordizm ile beraber, bu yalın, vasıfsız emek-gücü daha faz-la devreye girer ve kalifiye işçinin emeğinin ne olduğu sorusu kendiliğinden anlaşılır kılınır.

Bu, işin öğelerine ayrılması, oradan başlayan daha yoğun çalışma ve makineli otomasyon süreci, kitlesel üretim denilen şey ile birlikte vardır.

Kitlesel üretim, büyük çaplı üretimdir ve tekelci kapitaliz-min ya da (ve daha doğru deyimi ile) kapitalizmin olgunluk devresinin işaretidir.

Bu süreç işçi sınıfında nasıl değişikliklere neden olmuştur? Kalifiye işçiye duyulan gereksinimin, sermayenin kişilik

bulmuş hâli olan kapitalistçe azaltılması isteği ve bunun haya-ta geçirilmesi, yalın, düz, kalifiye olmayan işçi sayısında büyük bir artışa neden oldu. Bu elbette doğru; ama öncelikle, bu iş-gücüne bağlanan sermayenin azalması yani yukarıda “d” diye verdiğimiz ve “a” diye isimlendirilen artı-değerin kaynağı olan işgücüne bağlanan sermaye azalacaktır. İşgücünün fizikî azal-masından söz etmiyoruz. Diyelim ki, bir ustanın yaptığı işi, bir vasıfsız işçinin yapabilmesinden söz ediyoruz ki, bu usta ile va-sıfsız işçi ücreti arasındaki fark kadar ya da buna uygun tarzda, ücretleri aşağıya çekecektir. Bu ise kendiliğinden anlaşılacaktır

Page 482: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

482

ki, “a/d” oranını, yani artı-değer oranını artıracaktır.Bu vasıflı işgücüne duyulan gereksinimin azalması, elbette,

kapitalistin işçiye olan bağımlılığını azaltacak, daha doğru söy-leyiş ile işçinin kapitaliste bağımlılığını artıracaktır. Hiçbir vasıf gerektirmeyen işçilerin emeğini kullanabilme özelliği, kapitalist için rahatlıkla bulunabilir bir yedek sanayi ordusu yaratılmasını daha da kolaylaştıracaktır.

Bu gelişme, bilinçli biçimde var edilen yedek sanayi ordu-sunu, işsizliği artırmıştır. Kapitalist, bu yedek sanayi ordusunu, ücretlerdeki artış talepleri başta olmak üzere, gelişen işçi mü-cadelesini durdurmak, emek-gücünü ucuzlatmak için kullanır. Eğer kapitaliste belli vasıflarda işçi gerekiyorsa, bu vasıflara sahip işsiz bulmak zorlaşmaktadır. Bu vasıflar ne kadar az ise, yedek sanayi ordusunu oluşturmak, düzenlemek ve bu yolla üc-retleri kontrol altında tutmak o kadar kolay olmaktadır.

Kapitalistin işçiye olan bağımlılığının azalması, işçinin kapitaliste olan bağımlılığının mutlak boyutlara ulaşması, tüm kapitalist sistem sürecince gelişmiş, derinleşmiştir. Bugün, he-men hemen hiç kimse, kendi emeğini kullanamamaktadır. Kendi emeği ile yaşama diyebileceğimiz şey, sınırlı ölçülerde sınırlı köy yerleşimlerinde olanaklı olabilir; ama bu da son de-rece sınırlıdır. İnsanın kendi emeği üzerinde bu denli kontrol olanaklarını yitirmesi, aslında yabancılaşma dediğimiz sürecin boyutları ve derinliği hakkında da bilgi verecektir.

İşçi, emek-gücünü satmak dışında bir yaşam yoluna sahip değildir ve eskisine göre bu emek-gücünün vasıflı olması gerek-memektedir. Bu vasıfsız emek-gücü ise yüksek boyutlara ulaşan yedek sanayi ordusu ile baskı altına alınmış durumdadır.

Elbette bu durum, mücadeleyi etkilemektedir.Büyük çaplı üretim, daha geniş kitleleri bir araya toplar.

Binlerce kişinin çalıştığı fabrikalar, işçileri birbirine daha fazla bağlar; ama bu işin sadece bir yönüdür. Bir yandan örgütsüzlük, bir yandan sınıf bilincinin eksikliği ve diğer yandan da vasıfsız emek nedeniyle her geçen gün daha büyük tehdit olan yedek sanayi ordusunun dev boyutlara ulaşması, bu mücadeleyi geri itmektedir. Yani bir yandan büyük çaplı üretim işçi mücadelesi-ni etkilerken ve olumlu yönde işçileri birleştirirken, bilincin geri

Page 483: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

483

olduğu koşullarda, başka etkenler öne çıkmakta ve sınıf müca-delesini geri tutmaktadır.

Buradan kendiliğinden bir sonuç çıkmaktadır: Bugün sınıf mücadelesinin gelişimi, daha çok öznel etmenlere bağlıdır ve bilinç burada en önemli unsurdur. Bilincin göstergesi, ister ay-dın ister işçi olsun, örgütlülüktür. Yaratılan örgütlenme, bilincin en net ölçütüdür. Bilincin ölçütü olarak gösterdiğimiz pratik, burada özel olarak örgüt ve örgütlenme pratiği öne çıkarılarak vurgulanmalıdır.

Otomasyon ve işin öğelerine ayrılması, kitlesel üretimin olanaklarının açılmasıdır; ama bu aynı zamanda, vasıfsız emek-gücü istihdam olanaklarının da açılması demektir. Bu ise, bü-yük ölçekli olacak şekilde kadın ve çocuk emeğinin kullanılması demektir. Bunu bir başka etken olarak, bir başka olay, sonuç, süreç ne diyeceksek, olarak ele almak gerekir.

Sanayide kadın ve çocuk emeğinin kullanımı da, sermaye-nin insan kılığına girmiş hâli olan kapitalistler tarafından çok-tan bulunmuştu; ama biz burada büyük ölçekli kadın ve çocuk emeğinden söz ediyoruz.

Bu kadın ve çocuk emeği, aynı zamanda, ücretlerin ya da emek-gücüne bağlanacak sermaye kısmının (“d”), azalması, artı-değer oranının artması da demektir. Bu hem, normal bir erkek işçi yerine çocuk emeği kullanılırken ücretleri düşürmek-tedir, hem de tüm aile fertlerinin çalışmaya başlamasıyla üc-retleri baskı altına alma olanağı sunmaktadır. Böylece tüm aile bireyleri çalışabilir hâle gelmektedir. Dün bir ailenin geçimi ve kendini yeniden çalışabilir hâle getirmesi için emek-gücünün asgarî limiti 500 birim ücret iken, bugün, dört kişi çalışan bir ailede bu 600 birim vb.dir ve bu yolla 4 canlı emekçinin emek-gücü, sermaye tarafından emilebilir hâle gelmektedir.

Kadın ve çocuk emeği ne denli yaygınlaşmış ise, sendikal mücadele de o denli gerilemiştir; çünkü, bu bilinç ve örgütlülük eksikliği altında, eski sendikalı işçilerin direnme gücü kırılmış-tır. Bu sanayi işçisinin yeni üyeleri ise binlerce başka etken al-tında mücadeleye hemen aktif katılamamıştır.

Tüm bu etkenler, büyük çaplı üretimin bir araya getirdiği, böylece mücadele gücünü nesnel olarak büyüttüğü işçi sınıfını,

Page 484: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

484

aynı zamanda mücadeleden uzak tutan etkenler hâline getirdi-ler. Kadın ve çocuk emeğini kullanabilen sanayi, elbette daha büyük oranlarda gizli sanayi ordusu oluşturabildi. Bugün, ye-dek sanayi ordusu dediğimiz işsizlerin, bir de gizlenen bölümü mevcuttur. Çocuk ve kadın emeği, işlerine geldiği zaman işsiz-ler içine dâhil edilmemekte; ama ihtiyaç duyulduğunda hemen ikinci yedek olarak devreye sokulabilecek durumda durmakta-dır. Böylece işçi ücretleri ve işçi mücadelesi üzerindeki baskı daha da artırılmıştır. Özellikle son yıllarda, siyasal mücadelenin, işçi sınıfı adına mücadele eden devrimci grup ve partilerin ye-nilgisinin ardından doğan boşluk nedeni ile, işçi hareketi büyük mevziler kaybetmektedir. Tüm bu gelişmeler, bize siyasal örgüt-lenmenin, işçi sınıfının toplumsal mücadele sahnesinde politik bir güç olarak yer almamasının, mücadeleyi ne kadar olumsuz etkilediğini göstermektedir.

Kadın ve çocuk emeğinin bu yaygınlıkta kullanımını sağ-layan, aslında kitlesel üretim ve onun işi öğelerine ayırmasıdır. Bu elbette, buna uygun bir makineleşmeyi de beraberinde ge-tirmiştir.

Makineleşmenin işçinin yerini aldığı doğru değildir. Makineleşme, yani insanın cansız emeği, kapitalist mülk

edinme koşulları altında, emekçinin durumunu iyileştirmiyor. Önceleri insan elinin uzantısı olarak iş gören aletler, şimdi,

makineleşme ile beraber, binlerce işçiyi kendine hizmet etti-rir hâle getirmiştir. Bu köklü bir farklılıktır. İlkinde işi insanın yaptığı, işçinin, emekçinin yaptığı düşünülürdü ve şimdi işi ger-çekte makinelerin yaptığı ve makinelere işçilerin baktığı düşü-nülmektedir.

Bilim, görüntü ile özün aynı olmaması nedeniyle vardır. Her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime de gerek kalmazdı.

Burada da işi yapanın makine olarak görünmesi normaldir; çünkü makine az sahip olunandır ve pek çok işçinin eskiden yaptığı işleri yapmaktadır. Dün, bir fabrikada işçi, işleyeceği hammaddeyi bir yerden bir başka yere taşımak, kaldırmak vb. zorunda iken, otomasyon hattı, üretim bandı, bu sorunu büyük ölçüde çözmektedir. Böylece işçi forklift gibi bir aletle kaldır-makta, üretim bandı boyunca madde taşınmakta vb.dir. Fakat

Page 485: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

485

bunlar, tam da görüldüğü gibi, ağır bazı işlerin makinelere dev-redilmesidir. Bu kolaylaştırma, kadın ve çocuk emeği kullanımı-nın önünü açmaktadır.

Fakat bu hiçbir zaman daha az ve daha yıpranmadan ça-lışma demek değildir. Eğer öyle olsaydı, sadece çalışma saatle-ri kısalmakla kalmazdı; ama sadece bu açıdan bile durum çok farklı olurdu. Kapitalist üretim koşulları altında, makine, işçinin kapitaliste daha fazla bağımlı olması, daha çok çalışması demek-tir. Kapitalist çalışma koşulları altında makineli üretim, insanın canlı emeğinin, daha önceki üretimlerin sonucu olan cansız in-san emeği karşısında ezilmesi demektir.

Makine, normal koşullarda, çalışmayı kolaylaştırır. Oysa kapitalist üretim ilişkileri altında işin tüm ilginçliğini yok eder.

Makine, normal koşullarda, daha çok üretim ve toplumsal açıdan daha ileri bir refah demek iken, kapitalist ilişkiler altında, daha fazla kâr, daha büyük miktarda artı-değer üretimi ve az sa-yıda insan için daha büyük zenginlik demektir.

Makine, bu kapitalist üretim koşulları, bu kapitalist ilişkiler altında üretime sunulmakta ve ona göre örgütlenmektedir. Kapi-talist, artı-değeri artıracağı, kârlılığını daha da artıracağı koşul-larda makineyi üretime sokmaktadır.

Makine, normal şartlar altında özgürleştirici ve insanın doğa üzerindeki zaferi demek iken, kapitalist üretim koşulların-da, toplumun çok büyük kesiminin kapitalistlere daha bağımlı hâle gelmesi ve işçinin canlı emeğinin daha yoğun emilmesi de-mektir.

Makinenin kapitalist işletmede dizaynı, fordizmdir. Bu ise, işçinin, üretim bandının hızına göre iş görme zorun-

luluğudur. İşçi, yavaş olamaz. İşçi dikkatsiz olamaz. Çalıştığı süre içinde, makineye hizmet etmek zorundadır. Aslında canlı emek, bu koşullarda çok sıkı bir biçimde denetim altındadır.

Bunun da sınırları olduğunu görüyoruz.Kapitalist işletmeler son yıllarda esnek üretim gibi şeyleri

konuşmaktadır. Aslında, fordizm ve esnek üretim, amaçları açı-sından asla birbirinden ayrılmazlar. Daha kısa sürede daha fazla canlı emek emebilmek.

Makineli üretimin işin ilginçliğini, elbette kapitalist çalışma

Page 486: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

486

koşulları altında, yok etmesi ile, işçinin artan ilgisizliği, bu kez sorun olarak görünmektedir. Bu nedenle, makineli üretim ko-şullarında, işçinin ilgisini ve gönlünü almak için esnek üretim gibi “iyileştirmeler” yapılmaya çalışılmaktadır. Burada, aslında kapitalist, şu sermayenin insan kılığına girmiş hâli, emekçiyi ta-mamen robot hâline getirmenin yetersizliğini görmekte, onun aklını da kapitalist için harcamaya ikna etmeye çalışmaktadır. İşçi, çeşitli ideolojik motiflerle, yönetime katılmak istenmek-tedir. Bu bile, ileri sürülen tezin, makinelerin işçileri gereksiz kıldığı ve ilerde hiç işçi olmadan kapitalist üretimin yapılacağı tezini çürütmeye yetmektedir.

Üretimin örgütlenmesi, kâr amacına dönüktür. Üretime ideolojik motiflerin sokulmaya başlanması, sadece

üretim alanında gerçekleşmiyor.Kitle üretimi, kitlesel tüketimi gerektiriyor. Kitlesel tüke-

tim, elbette, ticarî sermayeye yeni alanlar açıyor. Bunun yanın-da da yeni iş alanlarını doğuruyor. Reklâmcılık, tamamen bu amaca dönüktür, kitlesel üretimin devamının sağlanabilmesi için, kitlesel tüketimin sürekliliğinin sağlanması gerekmektedir. Reklâm sektörü, büyük çaplı üretimin ve pazar hakimiyetinin belirleyici olduğu tekeller çağının ürünüdür.

Bu ise yaşamın her alanında yabancılaşmanın yeniden ve yeniden yaratılması demektir.

Bu, aynı zamanda, ideolojik şiddetin yeniden örgütlenmesi ve günlük yaşamın her alanını kapsaması demektir.

Ve bu araç ortaya çıktıkça, üretim sırasında da emeği emi-len işçilerin gönüllerinin, akıllarının da sermayeye hizmet için kullanılmasının olanakları araştırılmaktadır.

Fordizm, bu şartlar altında, hem bir üretim alanında yeni-den örgütlenme, hem de bir tüketim kalıbı, “tarzı” yaratılması demektir.

Kişinin ürettiği şeylerin esiri hâline getirilmesi, üretim sı-rasında kendi emeğinin ürünü olan makine karşısındaki duru-mundan başlıyor olsa da, pazarda da üretilen ürünler karşısında duyduğu eziklik ve yabancılaşma ile bağlantılıdır.

Sanırım, buraya kadar, teknolojinin örgütlenmesinin taraf-lılığını göstermiş oluyoruz.

Page 487: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

487

Şimdi, soru zamanıdır: Acaba, kapitalist üretim altında teknoloji bu biçimde örgütlenirken, komünist üretim koşulla-rında, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin ve bununla beraber kapitalistlerin ortadan kalkması ile teknolojinin üreti-me farklı uygulanması mümkün müdür?

Maksimum kâr ve daha fazla artı-değer için değil de, top-lumsal refah ve insanca yaşama koşullarının hedeflenmesi ile, teknoloji, insanı köleleştiren, yabancılaştıran bir araç olmaktan çıkmaz mı?

Sosyalizm, kapitalist üretim koşullarının yenilmesi için, dünya ölçeğinde yaygınlaşmamış bir geçiş toplumu ise, burada üretim teknolojisinin kapitalizmden çıkmış şekli ile kullanımı-nın tümden önlenmesi mümkün müdür? Kanımızca değildir; ama daha ilk adımda, meta üretim ufkunun aşılması için, emek-gücünün meta olmaktan çıkarılmasının sağlanması için çalışıl-ması son derece kritik önemdedir.

Page 488: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

488

Bizim ülkemizde modadır. Her kim ki yeniden, uzun aradan sonra işe koyulacaktır, bir şeylerin yanlış olduğu gibi “yuvarlak” bir doğrudan hareketle, kendisi dışında bir yerlerde hata arama-ya çalışıyor. Yuvarlak, çünkü, doğrudur: Bir yerlerde hata vardır. Bir yenilginin ardından, en doğru ve aynı zamanda en boş söz bu olabilir: Bir yerlerde hata vardır. Ciddiyetten de yoksundur ve en kötüsü çoğunlukla ciddiyet gösterisi olarak yapılır. Bir yerler-de hata vardır, diye başlayan şey, özeleştiri de olamıyor. Özeleş-tiri adına, hatayı başkasına havale etme girişimi oluyor.

Elbette bunun ne kadar bilerek, ne kadar bilmeyerek yapıl-dığı ile de ilgili değiliz. Son dönemlerde Kaldıraç sayfalarında bu yönde eleştirilerimiz çıkınca, bazı sol çevrelerden, dostane olarak “doğru; ama biz bunu farkında olmadan yaptık.” Doğru-dur. Doğrudur; ama bu durumu değiştirmiyor. İyi niyetli olmak, önemli; ama yeterli değildir. Üstelik bunu iyi niyetli olarak yap-mayanlar da var. Konumuza dönelim.

SSCB yenildikten ve çözüldükten sonra, burjuva cephenin, anlayamadığı hâlde zafer kutlama hakları ortaya çıktı ve bunu eleştirmemiz mümkün değil. Dönem onların dönemi ve ardın-dan, klasik anti-komünist saldırılar başlatıldı; ama bu kez, işin içinde bizim cephemizde yer almış “düşünürler,” hemen düşün-meye başladılar ve nihayetinde buldular! Büyük buluş! “Mark-sizm yanlış” idi ya da “işçi sınıfının devrimci misyonu yoktur” vb. Büyük keşifler hep böyle olsaydı, insanlık büyük bir şov dünya-sında yaşamak dışında hiçbir gerçek ilerleme sağlayamazdı.

Öne sürülen ve elbette ispatlanmasına gerek olmadan öne sürülen, başlıca tezler şöyledir: İşçi sınıfı artık küçülmektedir, işçi sınıfı artık zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan bir kitle değildir; kaybedecekleri vardır, işçi sınıfının tarihsel dev-rimci misyonu sona ermiştir, bunun yerine, bu misyon en altta-

Modern Kapitalizm ve İşçi Sınıfı

Page 489: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

489

kilere geçmiştir ya da bunun yerine, bu misyon beyaz yakalılara geçmiştir, devrim gerekli değildir çünkü zaman içinde herke-sin cebi dolacaktır vb. uzatmaya gerek yok. Zaten tüm çalışma boyunca, bu görüşlere karşı mücadele ediyoruz. Sanırım, bazı noktalarda, bu burjuva eleştirilerin temelsiz, ciddiyetten yoksun eleştiriler olduğunu göstermeyi başardık. Başardık diyoruz, id-dialı bulunabilir. Bizim emek verdiğimiz, bu burjuva karanlığı, en azından devrimcilere bakanlar için delmektir. Bu nedenle, sa-dece onların duaya benzer karalamalarına yanıt vermenin yeri-ne, biraz olsun kapitalizmin gelişiminin bugünkü aşamasındaki durumu ele almaya çalıştık. Bizim başardığımızı söylediğimiz işin burasıdır. Yoksa burjuva saldırıyı, karşı-devrim saldırısını durduracak olan bizzat gelişen devrimin kendisidir.

Bu temelde devam etmeliyiz. İşçi sınıfının ruhuna fatiha okuyanların iddialarını değil, esas olarak işçi sınıfının bugünkü durumunu ele almaya çalışalım. Zaten bu ideolojik saldırıları da ortaya koyabileceğiz.

Önce işçi sınıfının bugünkü durumuna gelmeden, sınıf tanımı üzerine biraz durmalıyız; zira bu gürültü (öylesine bir gürültülü dönemdir ki bu, bu dönemi bizzat yaşamadan, şehir-lerdeki gürültü kirliliğini, hep hanımefendilerin hassaslığı diye düşünürdüm. Şimdi gürültü ve kirlilik bağını daha iyi kurabili-yorum), en fazla kargaşaya yol açıyor ve en çok bilindiği düşü-nülen şeyler, aslında sadece bir yönü ile ele alınan şeyler hâline getiriliyor. Kavramlar daraltılıyor, içleri boşaltılıyor.

Erasmus, o nefis eseri “Deliliğe Övgü”de, “Beni tanımla-mak bana sınır koymaksa, ..” neden bu tanımlamayı yapıyor? Erasmus, bize, tanımlamanın sınır koymakla bağını gösteriyor. Bu, bilim adamının en fazla dikkat etmesi gereken konudur. Ta-nımlama bu nedenle mümkün olduğunca düşünülerek yapılır. Gazetecilerin kurnazlığı ve burjuva demagogların klasikleşen metodu gibi, tanımdan tek bir şey çekerek, tanımı bir anlam-da karikatürize ederek tanımlar bozulur, çarpıtılır ve içleri bo-şaltılır. Zaten zor bir iştir tanımlama ve bir de bunun üzerinde oynanmaya başlandı mı, artık teorik tartışmanın hiçbir zemini kalmaz ve düşünme sistemi de bozulmuş olur.

İşçi sınıfı kavramının başına gelenler de biraz böyledir.

Page 490: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

490

Önce kavram boşaltılıyor. Kavram üzerinde şüphe bulutları yaratılıyor ve sonra da canlı canlı işçi sınıfı mezara konuluyor. Hakkında duası okunup, bu dünyadan göçmüş olarak kabul ediliyor. Burjuvaların rüyası, gerçekmiş gibi sunuluyor. Onlar ne istiyorsa, sanki o gerçekleşmiş gibi davranıyorlar.

Bu arada ise, elbette bazı değişimler de yaşanıyor. Değişim-ler, hiçbir tutarlılık aranmadan, işçi sınıfının öldüğünün kanıtı olarak sunuluyor. Tekrar o ünlü söze geliyoruz: Doğada her tür düşünceyi destekleyecek yeterince veri bulunabilir. Mesele bakış açısındadır verilerin nasıl ele alınacağına bakılmalıdır.

Diyelim ki, bugün Mars’ta hayat aranmaktadır. Eski din ve tanrı düşüncesine göre bu olanak dışıdır; ama hiçbir din adamı, buradan hareketle, demek ki kutsal kitaplar yanlıştır, demiyor. Tersine, kitaplardan uygun cümleler bulunuyor ve bunun söy-lenmiş olduğunun işareti olarak sunuluyor. Bugün 20 yaşının üzerindeki herkes, dinin yorumuna göre, kutsal kitapta yazan kıyamet gününü birden çok kere dinlemiştir. 1990’da kıyamet kopacaktı, 2002’de kopacaktı, 2014’te kopacak vb. Fakat bunlar yanlış çıkınca, kimse bunun anlamı üzerinde durmuyor; çünkü egemen medya, burjuva sistemin bekaası için dini tahtından in-dirmenin tehlikelerini görüyor.

16. Papa, dünyanın her yerinde radikal Hıristiyanlığın yeni-den gelişimi için kolları sıvıyor. Dini simgelerin önemine vurgu yapıyor. Bizde Tayyip’in başörtüsüne sarılması gibi, Batı Avrupa ve ABD’de de dini yüceltme eğilimleri için simgeler canlandırı-lıyor. Hurafeler için insanlar öldürülüyor vb.

Demek ki, gelişmeleri istediğin gibi yorumlama “özgürlü-ğü” var. Bunun açık anlamı ise, her sınıf, gelişmeleri, olayları ve süreçleri kendi sınıf çıkarlarına uygun olarak ele alıyor.

İşçi sınıfının durumu, devrimci misyonu vb. konularındaki gelişmeleri de burjuva kalemşörler, tam da istediği gibi ele al-makta özgür olduklarını ilan ediyorlar. Bize ise, “Siz değerlen-dirmezsiniz” diyorlar. Bu açık bir ideolojik savaştır.

Sınıf Tanımı Üzerine

Sınıf, bir toplumsal ve tarihsel kategoridir.

Page 491: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

491

Sınıflar, belli bir tarih döneminde ortaya çıkmıştır. Bu ta-rihsel aşama, ilkel-komünal toplumun bitimine rast gelir. Top-lumsal olaylar birbirinden duvarlarla ayrılmazlar. Bir toplumsal sürecin bitimi ile diğerinin başlaması aynı aralıkla birlikte ger-çekleşir. Bir yandan ilkel-komünal ortaklık biterken, diğer yan-dan onu temellendiren insanın doğa üzerindeki egemenliğinin zayıflığı da yenilmekteydi. Dün, çaresizlikten dolayı elde edilen sınırlı ürünün mümkün olduğunca adil ve eşit paylaşımı bir zo-runluluk idi; ama giderek elde fazla ürün birikmeye, giderek işbölümü oluşmaya, giderek işbölümü ile oluşan farklı ürün faz-lalarının takası gelişmeye başlar ve sonunda sınıflar oluşmaya başlar. Burada dışsal etken olarak savaşlar büyük roller oynarlar. Savaşlar sonucunda esir düşenler, köleleştirilir vb. Mülk edin-me, kolektif mülkiyetten bireysel mülkiyete geçilince nitelik değiştirir. Aslında bu insanlığın gelişiminin ilkel dönemidir de.

Sınıfların oluşumu, elbette daha detaylıca biliniyor. Okur, ne kadar öğrenmeye hevesli ise bu konuda o kadar çok kaynak bulabilecektir.

Sınıfların belli bir tarihsel ve toplumsal sürecin ürünü ol-duğunu anlamış isek, demek oluyor ki, belli koşullarda bunların da değişeceğini ve nihayet ömrünü doldurup ortadan kalkaca-ğını da anlayabiliriz.

Öyle ise bir tarihsel ve toplumsal gelişim süreci içinde sınıf-ların değişimler yaşayacağını da kabul etmişiz demektir. Burada önemli olan gelişim ve değişimin niteliğini doğru saptamaktır.

Hani bazen deniz çok durgun olur da usta denizciler bize “fırtına kopacak” derler. İşte onun gibi, her veri, görünenden çok farklı bir anlam da taşıyor olabilir.

Sınıfların gelişimi, insanlık tarihi boyunca, temel olarak şu aşamalardan geçmiştir. Köleler-köle sahipleri, serfler-köylüler ve feodal beyler, işçiler ve kapitalistler. Köleliğin 1948’de, İkin-ci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesinden sonra “kalkmış” ve yasaklanmış olması, bize sınıfların diğer toplumsal sistemler içinde de küçülerek varlıklarını sürdürdüklerini göstermekte-dir. Buna bir diyelim. İki, her toplumsal sistemde, bir öncekine benzese de, esas olarak kendine ait iki karşıt sınıf vardır. Ara sınıflar, o toplumsal sistem içinde kalıcı değildirler ya da ciddi

Page 492: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

492

ölçüde belirleyici roller oynamazlar. Üç, toplumsal sınıflar bir-biriyle bıçakla ayrılır gibi ayrılmazlar. İki temel sınıfın arasında başka sınıf ve katmanlar varolur. Bu katmanlar iki sınıf arasında gidip gelen kitleleri de içerir.

Fakat bu arada bir temel eğilim vardır.Bu temel eğilimi bilmek, hareketin yasalarını, aynı anlama

gelmek üzere bilimi anlamak da demektir.Kapitalist toplum, hem sınıfların en gelişmiş olduğu, hem

de en net ortaya çıktığı toplumsal sistemdir. Köle ile işçi sınıfı arasında benzerlikler kurmak olanaklıdır. Burjuva ile köle sahi-bi arasında da; ama ne işçi köledir, ne burjuva köle sahibi; çünkü kapitalizm köleci toplum değildir.

Sınıfların varlığı, insanın insan kulluğu da demektir, sömü-rü demektir. Onun için biz, köleci, feodal ve kapitalist toplum-ları sömürü toplumları olarak ortak isimle anarız. Bu sömürü toplumlarında ezen ve ezilen, yöneten ve yönetilen vardır ve ezilenler nasıl kardeş olarak ele alınabilirse, ezenler de kardeş olarak ele alınabilirler.

Demek ki, daha şimdiden şunları söyleyebiliriz: Eğer işçi sınıfı yok oluyorsa, burjuvazi de yok oluyordur. Eğer mevcut sınıflar yok oluyorsa, yeni sınıflar oluşuyordur. Eğer yeni sınıflar oluşuyorsa, hem kapitalizm son sınıflı toplum değildir, hem de yeni bir toplumsal biçim oluşmaktadır. Eğer yeni bir toplum-sal biçim oluşuyorsa, buna uygun yeni bir çelişki tarifi ortaya çıkıyor demektir. Şimdi burada duralım. Burjuvazinin yok ol-duğunu söylemeden, işçi sınıfının yok olduğunu söylemek, ne anlama gelir? Yanıtını okura bırakalım.

Marx, Engels ve Lenin, sınıf tanımı üzerinde son derece açık biçimde durmuşlardır. Kapitalizm sınıflı toplumların en gelişmişi olduğundan, sınıfın bu toplumda tanımlanması ya da nispeten daha tam tanımının yapılması şaşırtıcı da değil-dir. Devlet ve sınıflar üzerine daha önceleri de yazıldı; ama her ikisinin en net ve gelişmiş tanımları kapitalizmin egemenliği altında ortaya çıktı. Her zaman böyledir, en gelişmiş tür, daha az gelişmiş türleri anlamanın da anahtarıdır.

Bu nedenle biz Marksizm’in sınıf tanımını temel alarak yürüyelim. Bakalım, bu tanım bize neyi anlatıyor ve belki de

Page 493: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

493

bu yolla bilgilerimizi tazelemiş de oluruz. Bu noktada okuyucu bize, “bu tanımları biz klasiklerden, Marx, Engels ve Lenin’den okuyamaz mıyız” diye haklı olarak sorabilir. Bu yerinde bir so-rudur ve yanıtımız da elbettedir. Oradan okunabilir.

Toplumsal sınıflar, birbirlerinden şu biçimlerde ayrılabi-lirler. Üretim araçları karşısındaki konumlarına göre. Üretim araçlarının sahipliği burada temeldir. Üretim araçlarının sahip-liği, bize mülkiyet ilişkilerinin en genel tablosunu verir. Genel-dir, detaylandırılınca, sınıflar daha da canlı hâle gelirler. Üretim araçlarının sahipleri olanlar ve olmayanlar şeklinde bir ayrım yerindedir; ama hem “sahipliğin” hem de “sahip olmamanın” anlamı ve somut biçimi önemlidir. İşçiler, üretim araçlarının sahipleri değildir ve emeklerini, üretim araçlarının sahiplerine satmak zorundadırlar. Oysa serf de üretim araçlarının sahibi değildir; ama işçi kadar üretim araçları sahipliği anlamında mülkiyetsiz değildir. Köle de üretim araçlarının sahibi değildir; ama köle sahibi, kölenin de sahibidir. Oysa kapitalist, işçinin sahibi değildir. İşçi, köleden farklı olarak, emeğini istediği kapi-taliste satma hakkına, özgürlüğüne sahiptir. Emeğini satmama özgürlüğü yoktur; ama istediği kapitaliste satma özgürlüğü var-dır. Üretim araçları karşısındaki konum, sınıf tanımında önemli noktalardan biridir.

Toplumsal işbölümü karşısındaki konumlarına göre: Bu açıdan üretim sürecini yönetenler ve üretim süreci içinde yöne-tilenler diye ayrılırlar.

Üretimden aldıkları paya göre ise, sınıflar, zengin ve yoksul olarak ayrılırlar.

Ve nihayet, üretim sistemi, tüm toplumsal sistem içindeki yerlerine göre ele alınabilirler. Bu açıdan, aslında yukarıda sıra-lanan tüm açıların ortak bileşeni ortaya çıkar. Bu açıdan da ezen ve ezilen olarak ayrılırlar.

Öyle ise köle, köleci toplumda, hem sömürülen, hem ezi-len, hem de yoksul olandır; ama burada duralım. Köleci top-lumda yönetilen sadece köleler değildir. Başkaları da vardır. Bu nedenle, bu çok yönlü tarifin ana noktası üretim araçları karşı-sındaki konumuna göre sınıfların durumudur.

Üretim süreci içindeki yöneten ve yönetilen, orada bir kav-

Page 494: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

494

ram olarak kalmaz. Yani sadece bir ekonomik kavram olarak yöneten ve yönetilen olarak kalmaz. Toplumsal sistem denil-di mi, toplumsal örgütlenme de devreye girer. Egemen sınıf, toplumsal örgütlenmeye damgasını vurur, egemen olması da bu demektir. Egemen sınıf, siyasal açıdan da egemendir ve sınıflı toplumda bu egemenlik devlet biçiminde ortaya çıkar. Devlet, egemen sınıfın en gelişmiş örgütlenmesidir ve toplumu yönet-me gücü demektir. Demek ki, egemen sınıf, kendi çıkarlarını toplumun çıkarları olarak örgütler, ortaya koyar. Öyle ise biz, devlet, siyasal egemenlik, sınıf bilinci gibi kavramları bir yana bırakarak sınıf tanımını ele alamayız. Tanım, ekonomik alanda başlar; ama ekonomik alan, salt ekonomik alan değildir ve ola-maz da.

Bunları, işçi sınıfı üzerinde tartışmaya başlayabilmek için bir genel tekrar, bir hatırlatma olarak ele almalıyız; ama daha şimdiden biliyoruz ki, ekonomik anlamda sınıf tanımı diye bir şey, sadece anlamak için vardır. Yoksa salt ekonomik sınıf yok-tur. Sınıf, ekonomik alanda ortaya çıkar; ama sosyal alanda şe-killenir ve bu şekilleniş içinde, sınıf mücadelesinin kendisi de bir etken olarak devreye girer. Yani sınıf mücadelesi, sınıfın ka-rakteristik özelliklerini de etkiler. Toplumun alt-yapısında do-ğan sınıflar, bizzat kendi aralarındaki mücadele içinde de şekil alırlar. Elbette bu mücadele, onların üretim araçları karşısındaki konumlarını vb. belirlemez. Tersine, bir kere, yukarıdaki biçimi ile ortaya çıkmış olan sınıfların mücadelesi, sınıfların gelişimi üzerinde de etkili olur.

Burada, ekonomik, siyasal ve ideolojik alan üzerinde dur-malıyız. Sınıf, ekonomik, siyasal ve ideolojik alanda tanımlan-dığında netlik kazanacaktır; ama bu sadece bizim sınıfı tanım-lamamız anlamında da değildir. Sınıflar, sınıf mücadelesi içinde şekil aldıklarından, siyasal ve ideolojik alandaki şekillenişinde de bu süreç etkili olur; ama bu, her bir coğrafyada, her bir tarih-sel anda, sınıf tanımının değiştiği anlamına da gelmez elbette.

Demek ki, sınıf denildi mi, bunun statik tarzda ele alınışı doğru değil.

Bu, elbette sınıf tanımının da yapılamaz olduğu anlamına gelmiyor.

Page 495: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

495

Bu noktada, bir varlığın, kendi bilincine varmasının rolü üzerinde özellikle durmalıyız. Diyelim ki, ulusal kurtuluş mü-cadelesinde bir halkın ruh hâli ne kadar belirleyici ise, sınıf mü-cadelesinde de sınıfın kendi bilincine varması o kadar önemli-dir.

Burjuvazi, bir sınıf olarak siyasal iktidarı elinde tuttuğun-dan, onun siyasal ve ideolojik yönü açık biçimde öne çıkar. Bur-juvazi, işçi sınıfına göre siyasal alanda çok daha örgütlü ve kendi sınıf çıkarlarının bilincindedir. Oysa işçi sınıfı, ezilen ve yöneti-len sınıfların tümü gibi, siyasal açıdan daha örgütsüzdür ve sınıf çıkarlarının da bilincinde olma süreci ağır işlemektedir. İşçi sı-nıfı ve onun nezdinde tüm ezilen sınıflar, ilk kez Marksizm ile kendi sınıf çıkarlarını dile getiren siyasal programa sahip hâle gelirler. İşçi sınıfının sınıf bilincinin oluşumunda Marksizm çok önemli bir yer tutar. Bu nedenle de, Marksizm sonrasında, sınıflar arasındaki mücadelede, ideolojik mücadele çok önemli bir yer tutmaya başlamıştır.

İşçi sınıfı, elbette kapitalizmle beraber, burjuvazinin do-ğuşunun ayrılmaz bir parçası olarak, onun karşıtı olarak şekil-lenmeye başlamıştır. Burjuvazi ile işçi sınıfının, iki karşıt sınıf olarak doğması aynı tarihsel süreçte gerçekleşir; ama burjuvazi iktidara sahip olan sınıftır ve kendi çıkarlarını, tüm toplumun çıkarları biçiminde örgütler. Böylece dağınık işçi kitleleri, kendi sınıf çıkarlarını, uzun ve zorlu mücadele içinde kavramaya baş-lar. Marksizm, bu açıdan işçi sınıfının bilincinin gelişiminde bir sıçramadır. İşçi sınıfının silâhlanması da demektir.

Öyle ise, sınıf mücadelesinden bağımsız bir biçimde işçi sınıfını bir sınıf olarak ele almak olanaksızdır. Bu sınıf mücade-lesi, onu şekillendirir, geliştirir vb.

Yine bu çerçeve kavrandı mı, yenilgi dönemlerinde, bur-juvazinin işçi sınıfını yok sayması veya onu salt ekonomik bir sınıf olarak ilan etmesi, o duruma razı hâle getirme girişimi, gayet anlaşılırdır. Yani, yenilgi dönemlerinde burjuvazinin işçi sınıfının sınıf varlığına saldırması kadar normal bir şey olamaz. Dahası, saldırının sivri ucunu, işçi sınıfının sınıf bilincine, onun ideolojisine, Marksizm-Leninizm’e çevirir. Bu aslında sınıf mü-cadelesinin yasasıdır.

Page 496: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

496

Demek oluyor ki, bugünlerde, SSCB’nin çözülüşü ve dün-yada sosyalizmin aldığı yenilgiden sonra, burjuva cephenin sal-dırıyor olması tamamen sınıf savaşımının yasasına uygundur. Bu saldırı nedeni ile, acaba işçi sınıfı öldü mü diye kuşkuya düş-mek de o kadar burjuva saldırının başarısını, böyle düşünenle-rin şaşkınlığını gösterir.

Yenilgi dönemleri, sisli havalara benzetilebilir. Sisli hava-larda yolunu kaybetmek, görüş ufkunu kaybetmek mümkün-dür; ama bu, yolların yok olduğu, hiç var olmadığı anlamına gelmez. Tersine, görüş ufkumuzu genişletecek aydınlatma araç-larına ihtiyaç duyduğumuzu gösterir.

Burada konuyu biraz daha genişletmeliyiz.Konu işçi sınıfı ve burjuvazidir. Kapitalizm, bir dünya sistemidir ve burada, sınıfları şekil-

lendiren sınıf mücadelesi tüm yeryüzünde sürmektedir. Elbet-te her coğrafyada özgünlükler vardır; ama sınıf mücadelesinin alanı yeryüzüdür. Öyle ise, işçi sınıfının tanımı yapılırken, bu uluslararası sınıf mücadelesi de hesaba katılır. İşçi sınıfı, asla ve asla, ulusal sınırlar içinde ele alınarak tanımlanamaz. Diyelim ki, emperyalist metropollerde işçi sınıfının çalışma alanlarında-ki değişim ele alındığında, unutmamak gerekir ki, uluslararası işbölümü içinde sömürge ülkelerdeki çalışma alanları ve koşul-ları ile bağlantılı bir konu ele alınıyordur. Bu bağ koparılarak, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının yapısındaki değişimleri anlamak olanaklı değildir. Nasıl bir ülkede ağır sanayi alanında çalışanların yapısı ile, hizmet sektöründe çalışanların yapısı ara-sında bazı farklılıklar varsa, burada da bunun olması normaldir.

İşçi sınıfı ya da hiçbir sınıf, kendi içinde homojen, tek bir tezgâhtan çıkmış standart bir parça gibi değildir. Tersine, sınıf, yaşayan, canlı bir organizmadır.

Bu nedenle, maddi olarak sınıf ile, sınıf ruhu arasındaki bağ son derece önemlidir. Burada ruh, elbette çok çeşitli etken-ler ve sınıf savaşımı altında oluşan bilince bağlıdır.

Burjuvazinin, ekonomik anlamda işçi sınıfını yok sayma ihtiyacı ve girişimi yoktur. Burada mesele, işçi sınıfının müca-delesinin durdurulması ve onun salt ekonomik bir varlık olarak varlığına razı hâle getirilmesidir. Bu burjuva istektir. Oysa bizim

Page 497: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

497

bazı “sosyal bilimcilerimiz”, bu burjuva yaklaşımın bile ötesine giderek, işçi sınıfının varlığını tartışmaya açmaktadır. Burjuvazi için işçi sınıfını yok saymak ya da gerçekten yok olmasını iste-mek, sanıldığı gibi, istenir bir durum değildir. İşçiler yok olunca, burjuvalar nasıl yaşarlar? Bu ciddi bir sorudur. Burjuvazi, işçile-rin emeğine el koyarak yaşar, sermayesini çoğaltır, büyütür. Bu-nun bugüne kadar başka bir yolu bulunmamıştır. Burjuvazi, işçi sınıfının siyasal bir güç olmasına, sınıf bilinci ile hareket etme-sine, özellikle de iktidarı istemesine karşıdır. Onlar esas olarak bunu durdurmak istiyorlar. Onlara göre işçi sınıfının bir sınıf olarak varlığı ve bunun işçilerin bilincine çıkması problemdir. İşte Marksizm’e saldırının şiddetle sürdürülmesinin sırrı da bu-radadır. Marksizm, işçi sınıfını bilinçlendiren, ona yolu gösteren bir kılavuz, bir silâhtır. Marksizm’e saldırı ne kadar etkili ise, işçi sınıfı da o kadar silâhsız ve o kadar sınıf bilincinden yoksun hâle gelecektir. Böylelikle işçi sınıfı, burjuvazinin yedeği olacaktır.

Buradan, Marksizm’e saldırının cazibesinin nedenini de anlayabiliriz. İşin ilginci, burjuvazinin bu saldırıyı başarılı kıla-bilmek için, paralı kalemşörlere muhtaç olmasıdır. Sermaye, bu işi yapacak olanlara payını vermektedir. Bu aslında sermayenin egemenliğinin de çok açık kanıtıdır: Öyle ya, para ile her işi yaptırabilirsiniz!

Demek ki, burjuva saldırı, aslında, işçi sınıfının varlığını değil, onun siyasal bilincini hedef almaktadır. İşçi sınıfı, iktida-rı istemesin, ekonomik rolünü kuzu kuzu oynasın, hiçbir sorun yoktur.

Üretimin Toplumsallaşması ve İşçi Sınıfı

Kapitalist üretimin temel çelişkisi, bir kere daha tekrar ol-ması pahasına, “üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinme-nin özel karakteri arasındaki” çelişkidir.

Kapitalist üretim toplumsal üretimdir. Kapitalizm öncesi toplumlara göre üretimin toplumsal karakteri daha da artmıştır. Sermaye, kendisi toplumsaldır ama, mülk edinilmesi özel ka-rakterdedir.

Page 498: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

498

Kapitalist üretim, binlerce işçinin aynı üretim süreci için-de yer aldığı sanayi üretimidir. Bu üretim, artık, tek tek kişile-rin, nispeten bir ürünü tamamlayıp bitirdiği eski üretimlerden farklıdır. Burada dikkat etmek gerekir, kapitalist üretimin top-lumsal karakterine vurgu yaparken, diğer üretimlerde de işin toplumsal karakteri olduğunun gözardı edilmesini önlemeliyiz; ama kapitalist üretim, bu toplumsallaşmanın geliştiği bir aşa-mayı ifade eder.

Tek tek kişilerin emeği dahi, toplumsal açıdan kabul edile-bilir olduğu zaman anlamlı olmaktadır.

Kapitalist üretim içinde, tek tek çalışanlar, ürün üretmezler. Onlar, hep beraber üretim yaparlar ve ürün öylece ortaya çıkar. Bu, işbölümünün gelişimine ve iş sürecinin kapitalist tarzda (yani artı-değeri maksimum yapacak tarzda) örgütlenmesine bağlı olarak, daha da artar. Diyelim ki, bir ayakkabı üretecek olalım, deri sektörü veya vinleks sektörü ile bir bağımız olmak zorundadır, diyelim ki, ayakkabı bağları için iplik alanında da bağlar gereklidir, diyelim ki, tabanı plastik veya kösele olsun, buna uygun başka sektörlerle bağlantı gereklidir. Diyelim ki, her ayakkabı için kalıplar yapılmalı vb. Aslında üretim, giderek daha fazla girdi-çıktı ağı ile birbirine bağlanmaktadır. Bir tek ayakkabının meydana gelmesi, binlerce işçinin farklı nitelikteki emeğini gerektirmektedir.

Kapitalist üretim, büyük çaplı bir üretim demektir. Büyük çaplı üretim, aslında tekeller çağına özgüdür ve temelinde artı-değer üretimi ve pazar hakimiyeti vardır. Büyük çaplı üretim, her zaman, daha geniş insan yığınlarının bir alanda toplanması da demektir.

Kapitalist üretimin kitlesel karakteri, tekelcilikle daha da pekişmektedir. Buna karşılık, mülk edinmenin özel karakteri, tekelcilikle daha da artmaktadır. Bu aslında kapitalizmin temel çelişkisinin arttığının en kesin kanıtıdır.

Kapitalist istese de istemese de, daha çok işçi çalıştırmak zorundadır. Oysa bu mülk edinmenin özel karakteri dediğimiz mülkiyet sistemi açısından eninde sonunda bir tehdittir.

Kapitalist üretimin büyüyen boyutları, sermaye sahibinin rolü konusunda da ciddi tartışmalar yaratmaktadır. 50 kişinin

Page 499: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

499

çalıştığı ve patronca yönetilen bir işletmede, patronun rolünü herkes her an “görür.” Fakat binlerce işçinin çalıştığı fabrika-larda bu rol de ortadan kalkar ve bu, aslında “patrona ne ihtiyaç var” sorusunu körükler. Bu soruyu bugün yaygın duymuyorsak, bunun tek nedeni, burjuva propagandadır. Burjuvalar, gereksiz bir sınıf, asalak bir sınıf hâline gelmiştir ve kendi gelecekleri olmadığını bilmektedirler. İşte bu nedenle, işçi sınıfının gelece-ğini, bir varlık-yokluk sorunu olarak tartışmaktadırlar.

Sermayenin kendisi de, farklı üretim süreçleri içinde üre-tilen bir toplumsal değerdir. Ancak özel mülkiyet koşulları bu toplumsal karakteri gizlemektedir.

Kapitalist üretimin toplumsal karakterinin gelişimi, işçi sı-nıfı içinde de bazı değişimlere yol açmaktadır.

Deniliyor ki, mesela bir taşıma sektörü çalışanı, bir nak-liyeci, bir demiryolu taşımacısı işçi midir? Bu soruyu soranlar, bize demek istiyorlar ki, a- “biz Marksizm’den haberdarız.” Marksizm’de önemli olan bizzat değer yaratan işçilerdir. Bunla-ra Marx proletaryanın motor gücü demiştir. b- diyorlar ki, “biz işçi sınıfı içinde değişim olduğunu söylüyoruz.”

Diyelim ki, demiryolu taşımacısı, diyelim ki, karayolu taşı-macısı işçi olmasın. Ne olacak? Yani, işçi sınıfı mı ortadan kal-kacak? Diyelim ki, bunlar işçi olmasın, o zaman işçi sınıfının önemi ve rolü mü ortadan kalkacak?

İşçi sınıfının devrimci rolü, işçilerin sayısından gelmiyor. Burjuvazi işçilerle kıyaslandığında, çok azdır ve burjuva sını-fın mevcutlarının her geçen gün azaldıkları da kesin. O hâlde neden “burjuvazi bitiyor” demiyorsunuz? Neden, mesela, ken-dine ofis açan bir doktor burjuva mıdır demiyorsunuz? Neden, trilyonlar kazanan TV idolleri için bunları sormuyorsunuz? Sormuyorsunuz ve siz işçiler hakkında soruyorsunuz. Biz sizin burnunuzun iyi koku aldığına eminiz. Sizin bu sorularınızın anlamlı olduğuna eminiz. Onun için sizi çok iyi anlıyoruz; ama söz eskidir: Korkunun ecele faydası yoktur ve dahası bizim bir sözümüz var: Görevimiz korkularınızı gerçek kılmaktır.

Şimdi tekrar demiryolu veya karayolu taşımacısına döne-biliriz.

Bunların her biri, değer yaratırlar. Değer yarattıkları için

Page 500: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

500

de elbette artı-değer de yaratırlar ve aslında esas tartışma ko-nusu bu olmalıdır. Yani, işçi sınıfının çeşitli kesimlerinin duru-mu ve mücadeledeki rolünü anlamak için, onların bulundukları sektörün, yaptıkları işin anlamı üzerinde durabilmeliyiz. Bu, biz devrimcilerin ilgi odağı olmalıdır. Mesela ulaşım sektörü için-deki işçiler, taktik açıdan grevlerde son derece başarılı olurlar. Bu alanda, kısa süreli, mesela 3-10 gün gibi bir grev, son derece çarpıcı sonuçlar verir. Başarı şansı yüksektir; ama bunu sürekli kılmak, bir fabrika içindeki greve göre daha zordur. Fabrikada aylarca grevde olmak olanaklıdır.

Aslında burjuvazi de bu konu üzerinde ciddiyetle durur. Başka ülkelere gitmeye gerek yok, izninizle kendi yaşadığımız topraklardan canlı örnekler bulalım. Bugün, işçi ve memur ayrımının anlamı nedir? Burjuva devlet, işçi sınıfını inceliyor ve mücadelenin belini kırabilmek için, en kritik görevdekileri “memur” kapsamında ele alıyor. Mesela, havayollarında pilot iş-çidir; ama yer görevlileri, kule görevlileri memurdur. Memurla-rın işçilerle ortak eylem yapmasının önündeki, yasal, tarihsel ve sosyal engelleri düşünürseniz, bu ayrımın burjuvaziye ne kadar yaradığını anlarsınız. Aynı şey demiryollarında geçerlidir. Gişe görevlisi işçidir; ama yollarda çalışanların çoğu memurdur. Bu ince burjuva “ayar” aslında burjuvazinin sınıf bilincinin de ge-lişmişliğinin kanıtıdır.

Demek oluyor ki, biz devrimciler, devrimci işçiler, işçiler de kendi çalışma alanlarımızı mücadelenin gerekleri ile bağını kurarak ele almalıyız. Bunu başardığımız zaman, işçi memur ayrımı gibi bazı saçma ve eskimiş düşünceleri de kolaylıkla yı-kıp aşacağız.

Burada, belki biraz erken olacak ama, hemen şunun altını çizmeliyiz: Tek tek işçileri tartışarak bir yere varılmaz. İşçi sını-fı, içindeki farklılıklara rağmen, bir sınıf olarak aynı özelliklere sahiptir.

Marx, her zaman buna uygun analizler yapmıştır.Ve tek tek işçiler incelenerek, diyelim ki, bir işçinin üretken

olmayan bir tarzda çalıştığını tespit etsek dahi, onun işçi oldu-ğunu söylememiz yerinde olur. Burada kolektif emekçi, kolek-tif işçi tanımı devreye girmektedir. Bazı işçiler, diyelim ki, bir

Page 501: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

501

muhasebe elemanı, doğrudan bir şey üretmez; ama o yine de kolektif emekçi kavramı içinde işçi sınıfının bir üyesidir, işçidir.

Burada konuyu biraz daha açmalıyız. Sadece burjuva cep-he ve onların paralı kalemşörlerinin iddiaları için değil, bizim cephenin ihtiyaçları için de konuyu açmalıyız. İşçi sınıfının varlığı, geleceği, misyonu gibi konulardan kuşkuya düşmeden, bu detayları tartışmalı, öğrenmeli, geliştirmeliyiz. Öyle ya ne sınıflar, ne de toplum yerinde duruyor. Değişimin her detayı bize gerekli.

İşçi sınıfı ya da işçi, emeğini üretken tarzda veya üretken olmayan tarzda harcar. Diyelim ki, bir fabrikada, somut olarak ayakkabı üreten adam üretken bir emek harcamaktadır; ama di-yelim ki, aynı fabrikada sadece yerleri temizleyen adamın eme-ği üretken değildir. Bu emekçi, bu işçi, bir şey üretmez; ama fabrika temizlenmeden de orada üretim devam ettirilemez. El-bette biz burada sadece bir örnek buluyoruz. İşte burada üret-ken emek harcamayan işçi de işçi sınıfının parçasıdır ve o da sömürülmektedir; ama bu, ancak kolektif emekçi kavramı ile anlaşılabilirdir.

Diyelim ki, bir ambalaj sanayii işçisini ele alalım. Bu işçi, tek başına bir anlam ifade etmeyen ambalaj üretmektedir; ama öte yandan ambalaj, ürünleri nakletmekte, korumakta ve hatta satmakta önemli bir iş görmektedir. Pek çok ürünün, dünya-nın her tarafında satış için yola çıkarken ambalajının olmasının ne demek olduğunu kavramamız zor değildir. Bundan yüzlerce yıl önce, tavuk etini anında kesip yemek yaygın yol idi. Oysa bugün bunun yerine etin ambalajlanması ve kısa sürede nak-ledilmesi gereklidir. İşte bu ambalaj malzemesi artık, malın bir parçasıdır. Taşıma işçisi de ambalaj işçisi de ürünün değerine değer katmaktadır; ama her ikisinin emeği de, eti üreten emek-çilerin emeği ile bütünleşmektedir. Kolektif emekçi tanımının ne dâhiyane olduğunu söylemeye gerek var mı? Fakat bu ta-nımın kaynağı, üretimin toplumsal karakteri dediğimiz şeyden gelmektedir.

Daha örnekleri çoğaltacağız; zira bu alanda çok ucuz, çok basit ve çok kafa karıştırıcı tartışmalar sürdürülmektedir. Oysa bu tartışmalar, ciddiyetle yapılsa, işçi sınıfının mücadelesinin

Page 502: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

502

nasıl daha da gelişebileceğinin yolları döşenmiş olur.Bir pazarlamacıyı ele alalım. Pazarlamacı bir işçi midir?

Elbette; ama onun emeği, üretken bir emek değildir. Nasıl? Pa-zarlamacı, işini yaparken, bir şey üretmez, ürünün değeri üzeri-ne bir şey de katmaz (dikkat edilsin, değerinden söz ediyoruz. Ürünün fiyatını hesaplarken kapitalist, pazarlama masraflarını, kira vb. masrafları da fiyata giydirir). Peki pazarlamacı nasıl bir işçi olabiliyor?

Artı-değerin üretimi ile, pazarda gerçekleşmesi, yani me-tanın satılarak üzerindeki değeri paraya çevrirmesi arasında kopukluk oldu mu, kapitalist mahvolur. Buzdolabının içindeki değer kapitalisti ilgilendirir. Kapitalist bir değer avcısıdır (onun için tüm sosyal değerleri kemirmeleri de anlaşılırdır). Kapitalist için buzdolabı önemli değildir, onun kaç para ettiği önemlidir. Böyle olunca, metanın bir an önce paraya çevrilmesi ve tekrar o paranın üretime sokulan sermayeye eklenmesi gereklidir.

Ekonomi-Politik Ders Notları’mızdan, başka kaynaklarda, metanın satılması süreci okunabilir. Bu elbette ki bilgileri taze-lemeyi sağlayacaktır ve bugün bu geniş karanlık bombardıman altında, bilgileri tazelemenin katkısı olacağı kesindir.

İşte pazarlamacı, bu işi yapmak için, kapitalist tarafından çalıştırılan bir işçidir. Elbette onun üretim sürecinde olmaması, onu biraz daha kaypak, biraz daha disiplinsiz, biraz daha fır-satçı vb. yapar; ama buna rağmen o işçi sınıfın bir parçasıdır ve bazı açılardan, sömürü sürecini daha iyi izleme şansını da elde edebilir. Bu nedenle pazarlamacı, metanın ölüm perendesini atması için, kapitalistçe tutulan bir işçidir. Onun ücreti, işçinin fabrikada üretilen artı-değerinin bir parçası olarak ödenir; ama pazarlamacı, metanın taklayı atma sürecini kısaltır. Metanın hızla para sermayeye dönüşmesi, ekonomi-politik derslerinden de hatırlanacağı gibi, yıllık kâr oranını yükseltir.

Öyle pazarlamacılar bulunabilir ki, bunlar, aldıkları komis-yon ücret ile iyi bir yaşam sürebilirler; ama bu onların niteliğini değiştirmez. Öyle işçiler bulursunuz ki, patronun gözü kulağı-dır. Bu onları işçi olmaktan çıkarmaz; ama muhbir işçi yapar. Muhbir, haindir ve artık onun işçi olup olmadığı tartışılmaz. O fiilî olarak sınıf savaşımında diğer tarafın askeridir. Öyle burju-

Page 503: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

503

valar vardır ki, işçi sınıfının davası için tüm yüreği ile mücadele etmektedir. Bunlar da işçi sınıfı davasının neferleridir ve bizim tartışmamız bu değil. Demek ki, pazarlamacının işçi sınıfının bir parçası olması; ama bunu en az hisseden kesimlerden olması durumu karşımıza çıkıyor.

Buradan bir an için mankenliğe geçelim. Manken, malın satılması için, pazarlamacınınkine benzer bir iş yapar. Biraz farklı olsa da. Diyelim ki, araba satıcısı, bir mankeni, arabanın üzerine yarı çıplak oturttu mu, pek çok kişiyi arabanın başı-na toplar. Bunlar mankenli-arabaya bakarlar. Mankenli araba, normal sade arabaya göre daha hızlı alıcı bulur. Bunun bir ne-deni, cinselliğin meta olmasıdır ve bunun da en çok kadın vü-cudunda simgeleşmesidir. Burada manken de emekçidir; ama o kadar bozulmuş, o kadar dejenere olmuş, o denli fahiş ücretler almaktadır ki, kendini işçi olarak hissetmesi mümkün değildir. İşte metanın ölüm perendesi atma sürecinde görev alan pek çok çalışan, en alttan en üste kadar sıralanabilir. Bunların mankene en yakın olanları, işçi olmayı bir tür aşağılanma olarak görür-ler. Arabanın üstünde açık bacakları ile sürekli gülmek zorun-da olmayı aşağılanma olarak görmezler; ama sokakları süpüren işçilerin ismi ile kendilerinin isminin aynı yerde anılmasının aşağılanma olduğuna karar verirler. Manken de, artı-değerin gerçekleşmesinde rol almaktadır.

Diyelim ki, bir reklâm ajansını ele alalım. Bu ajanslar, üre-tim için vazgeçilmez değildir. Diyelim ki, sosyalizm koşulların-da manken de, pazarlamacı da, bu ajanslar da ortadan kalkar; ama reklâm, kitlesel üretimi sürdürmenin, pazar hakimiyetini sürdürmenin vazgeçilmez aracıdır. Reklâm, kitlesel tüketimi destekler. Kitlesel tüketim, kitlesel üretimi destekler. İşte bu reklâm ajanslarının ücretleri, reklâm giderleri, metanın içindeki artı-değerin bir bölümü olarak harcanır ve bunu üreten, üretken emekçidir.

Şimdi bu reklâm ajansının içinde çalışan bir grafikere, bir dizayn elemanına bakalım. Bunlar elbette sömürülmektedirler. Onların patronu, diyelim ki, Arçelik’in cirosunun %6’sına sahip olmak için, onları çalıştırmaktadır; ama onların ürettiği şeyin niteliği son derece tartışmalıdır. Hele hele bir de reklâm ajan-

Page 504: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

504

sında, müşteri temsilcisi olarak çalışan ve yaptığı iş bir miktar pezevenkliğe benzeyen kişiyi ele alın. Durum son derece açık hâle gelmektedir.

Kapitalizm, ütetimin toplumsal karakterine rağmen mülk edinmenin özel karakterinin korunduğu bir toplum olduğu için, bir sürü, geleceği olmayan, insanlığa bir yarar sağlamayan “meslekler” yaratmaktadır. Bu nedenle reklâmcıların, manken-lerin kapitalizmi sevmesi kaçınılmaz oluyor.

Tek tek işçilerin, bir anlamda emeğini kendilerinin kulla-namaması, yani tek başına bir işe yaramaması, aslında işçinin kapitaliste bağımlılığının gelişimini de ifade eder. İşçi kendi emeği üzerinde tasarruf olanaklarını yitirmiştir. Üretim araç-larından tamamen yoksun hâle gelmiştir. Mülkiyetsizleşmesi bu demektir ve kapitalizmin kendisi, toplumun çoğunluğunu mülksüzleştirmektedir. Biz devrimciler, sadece bunu son nokta-sına kadar götürüp, karşıtına dönüştürmek istiyoruz. Tüm top-lumun mülksüzleşmesini ve aynı anlama gelmek üzere üretim araçlarının kolektif mülkiyete geçmesini, toplumun ortak mül-kiyetine geçmesini savunuyoruz.

Demek ki, tek tek işçiler üretmez. İşçiler üretim araçları-nın sahibi olmadıkları için, kendi emeklerini kendileri kullan-mazlar. Onlar, emek-güçlerini kapitaliste satarlar. Kapitalist, bu emek-güçlerinin belli bir saatlik kullanım hakkını almış olur ve onları istediği gibi çalıştırır. Kapitalist, artı-değeri maksimuma çıkaracak şekilde üretim sürecini dizayn eder. İşte işçiyi kolektif işçi hâline, kolektif üretici hâline getiren süreç buradadır.

Tüm toplum, tüm çalışanlar, kapitalist üretimin amacı olan artı-değer üretimi ve onun realizasyonu için çalışmaya başlar. Kimisi üretim sürecinde değer yaratır, kimi üretim koşullarını sürekli kılar, kimisi metanın satılması ve artı-değerin kâra dö-nüşmesi sürecinde etkili olur, vb.

Böylece üretken bir emekçi ile üretken olmayan emekçi, farklı rollerinin oluşturduğu farklı karakteristik özellikler için-de, tek bir işçi sınıfının parçası olurlar.

Bir maliye bakanlığı çalışanını, bizdeki adı ile memuru ele alalım. Bizim ülkemizde memur kavramı son derece poli-tiktir. Devlet, 1970’lerde gelişen grev hareketlerini durdurmak

Page 505: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

505

için, sendikal hakları hiç olmayan, bugünkü kadar bile olmayan memurların yasal durumunu düşünüp, işçi hareketinin önünü kesmek için, bazı kritik alanlarda çalışanları memur statüsüne almıştır. Bu nedenle, bir maliye bakanlığı çalışanını seçtik mi, iş gerçekten karışıyor.

Maliye bakanlığı çalışanları içinde rüşvet oldukça yaygın-dır. Bu nedenle de, gerçekten, bir sosyal iş olan vergi denetimci-liği vb. işler, sadece fazladan bir gelir kaynağı, bir rüşvet kaynağı hâline gelmiştir. Rüşvetin bu denli yaygınlaşması ise, gerçekte, emekçileri büyük ölçüde kirletmektedir.

Burada maliye çalışanı bir emekçidir. Emeği ile geçinmek-tedir; ama artı-değer üretmemektedir. Aslında bir sosyal iş yap-maktadır; ama kapitalist sistem açısından, maliye bakanlığı, bü-yük holdinglerin ortak bürosu gibidir. Bu ortak büro, holdingle-rin tek tek uzman çalıştırmasından çok daha ucuza gelmektedir; ama Maliye Bakanlığı kadrosunda çalışan alt düzey çalışanlar ise, rüşvet ile kirletilmektedir. Özellikle bizim gibi sömürge ül-kelerde bu kirlenme çok daha yaygındır.

Bir işsiz, işçi sınıfının içindedir. Daha çok emekçi kavramı-nın kapsamı içinde de ele alınabilir; ama işsiz, kapitalist üreti-min, işçi ücretlerini ve işçi mücadelesini geride tutmak için kul-lanılan bir silâhtır. İşsiz, haklı olarak, son derece yerinde olarak yedek sanayi ordusu olarak adlandırılır. Yedek sanayi ordusu, diğer işçilerin işe yaramadığı durumda devreye girmez. Tersine, işçiler mücadeleyi yükseltmek istediklerinde devreye girer. Meta zorunun önemli bir aracıdır. İşçi, kapıda bekleyen yedek sanayi ordusunun baskısı ile daha yoğun, daha uzun ve daha ucuza ça-lıştırılabilmektedir.

Emekli de, emekçi kavramının içindedir. Yıllarını, ömrünü çalışarak geçiren işçiler, ölümüne yakın, başarabilirse emekli ol-maktadır. Bu emekliler, sistem için bir yük olarak görünmekte-dir. Yük kavramı, SSCB’nin dağılmasından sonra, çok daha net ortaya çıkmaktadır. Emeklilerin sosyal hakları sürekli tırpanlan-maktadır. Emekli nedir diye bir soru, aslında sınıf mücadelesin-de, ciddi bir tartışma değildir. Topu taca atmanın yoludur bu. Bunun gibi pek çok saçma soru sorulmaktadır. Meselenin özünü karartmak, tartışmayı doğru rotada yürütmemek için, öylesine

Page 506: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

506

saçma konular soru hâline getirilmektedir ki! Mesele nedir? Bize bu soruları soranların amacı nedir? İşçi sınıfının var olma-dığını, artık önemsiz olduğunu ispatlamak mıdır? Eğer bu ise, işçi sınıfın varlığı meselesi hiçbir burjuva tarafından reddedil-memektedir. Burjuvazi işçi sınıfını siyasal mücadelenin dışında tutmak istemektedir. Bu burjuva istek de son derece anlaşılırdır. Burjuvazinin isteğinin bu olması ne kadar anlaşılır ise, bizim sözümona aydınlarımızın soruları da o kadar anlamsızdır. Di-yelim ki, bu soruları soranlardan birileri, son derece samimidir ve amaçları işçi sınıfının yerine ne ile iktidara gelebileceğimizi araştırmaktır. Kabul. Soru: Kimin iktidarı için savaşacağız? Ya-nıt, artık ideolojiler ve sınıflar bitti. Soru: Peki o zaman devlet niye var, burjuvazi niye var, burjuva ideolojisi niye var?

Buraya, soruların bazan ne kadar saçmalaştığını tartışırken geldik. Sorular şöyle idi, emekli nedir? Emekli, burjuva ise, yine burjuvadır, işçi ise yine işçidir; ama emekli denildi mi, genellikle işçi-memur vb. emekliler kastedilir. Burjuvalardan emekli diye söz edilmesi son derece nadir kişisel sohbetlerde olur. Sosyal bir olgu olarak ele alınmaz.

Onun için, biz işçi sınıfının bu aktif olmayan unsurlarını, emekçi başlığı altında, işçi sınıfının cephesine koyarız.

Geçici tarım işçilerini ele alalım:Geçici tarım işçisi, ancak yılın belli döneminde çalışabilir.

Diyelim ki, Çukurova’da pamuk toplama zamanında tarlaya ge-lirler. Diyelim ki, Ordu ve Giresun’da fındık toplama zamanın-da dışarıdan gelirler. İşleri belli bir kısa süreyi kapsar.

Böyle bir işi yürütenler elbette işçidir; ama bunlar çoğun-lukla yoksul olmalarına rağmen, bir kısmının toprağı vb. vardır. Bu toprak, onların geçimini sağlayamamaktadır. Bu nedenle, onlar da emek-güçlerini ancak belli bir süre için satmaktadır-lar. Bir bölümü ise, nerede geçici iş varsa oraya göçerek çalışan tarım işçilerinden oluşmaktadır. Bunların ne oranda mülkiyeti olduğuna bakarak bunlar hakkında karar verilemez. Bunlar, adı üstünde geçici tarım işçisidir. İşçi sınıfının kapsamı içindedir. Zaten işçi sınıfını homojen bir kitle olarak ele alamayız deme-mizin nedeni de budur. Daha doğrusunu söyleyelim, hiçbir sos-yal sınıfı homojen bir kitle olarak ele alamayız.

Page 507: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

507

Öğretmeni ele alalım. Yakın döneme kadar, ülkemizde eğitim özel değildi. Öğretmenler, özellikle de ilköğretim öğ-retmenleri, son derece önemli bir toplumsal iş görmektedirler. Ülkemiz sınıf mücadelesinde de öğretmenler, önemli bir güç olmuştur. Bu sadece 1990’lı yıllarda geçerli bir rol değildir. 1990’larda, bugün KESK olarak ortaya çıkan memur-işçi sen-dikasının gelişiminde de öğretmenler çok önemli bir yer tut-muştur; ama 12 Eylül öncesinde de TÖB-DER ile öğretmen örgütlülüğü önemli bir yer tutmaktaydı. Bu aslında 1920’lerde de belli ölçülerde geçerlidir.

1980’lerden sonra, öğretmenliğin “kutsal” tarafı azalırken, öğretmenlerin de sosyal mücadelede bir emekçi olarak mücade-leleri gelişmeye başladı. Geçinemeyen, ikinci iş olarak simitçilik, limon satıcılığı vb. yapan öğretmen, bir yandan geçim sıkıntısı ile uğraşırken, bir yandan da öğrencisinin gözündeki “kutsal” yerini kaybetmenin toplumsal baskısını yaşadı. Limon satarken, pazarda iç çamaşırı satarken öğrencilerinden, velilerden gizlen-meye çalışan öğretmenler, bu toprakların bir vakasıdır. Son yıl-larda bu utanma yerine, durumun yaygınlaşmasından kaynaklı bir normalleşme eğilimi ortaya çıktı.

12 Eylül yenilgisinin yol açtığı düşünsel ve ideolojik eroz-yon, pek çok soruyu tersten sorma alışkanlığını besledi. Burada da böyle oldu. Öğretmenlerin sosyal konumları, mücadeledeki rolleri vb. tartışılacağına, tartışma, “öğretmen işçi midir” sorusu-na ve oradan da “öğretmen ne üretiyor ki sömürülsün ve öğret-menin artı-değeri nedir” gibi sorulara evrilmeye başladı.

Aslında sorular “zor” gibi görünse de, bu doğru değil. Bu sorular, bir kere meselenin özünü kaydırmaktadır. Soru, bir top-lumsal sınıfın, bir toplumsal kesimin özgürlük ve adalet mü-cadelesinde yeri ve rolü üzerine değildir. Oysa öyle olmalıdır. Sadece, bu sorulardaki saçmalığı göstermek açısından, bir ters örnek vermemize izin verilsin: Neden şöyle sormuyorlar: Öğ-retmen burjuva sınıfın parçası mıdır? Öğretmen hangi üretim araçlarının sahibidir ki, başkalarının karşılığı ödenmemiş eme-ğine el koyabilsin? Bu sorular, ilk anda kulağa yabancı ve ters gelmektedir; çünkü öğretmen ile burjuvazi arasında bir sınıfsal bağ kurmaya dönük sorulardır bunlar. Peki, bu sorular size ters

Page 508: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

508

geliyorsa, o zaman, öğretmen hangi sınıfa, sınıflara yakındır, ne-den? Öğretmenin sınıf mücadelesinde rolü ne olabilir? Sanırım, burada yapmaya çalıştığımız gibi bir ters, biraz da anlamsız bir soru ile bile, öğretmen, işçi, sömürü meselesine bir aydınlık ge-tirmiş oluyoruz.

Şimdi ise konuya daha yakından bakalım. Öyle anlaşılıyor ki, bu konu önemli. Soruları, onların bize duyurduğu, duya duya kulağımıza normal gelen şekli ile tekrar koyalım: “Öğretmen işçi midir”, “öğretmen ne üretiyor ki sömürülsün ve öğretmenin artı-değeri nedir?”

Öğretmenler, son dönemde ilginç bir ayrışma yaşamakta-dır. Bu ayrışma, özelleştirme ve özel okulların oluşumuna bağlı olarak şekillenmektedir.

Bizim öne sürdüğümüz şudur: Kapitalizm, dört sorunu asla çözemez; ilki eğitimdir, ikincisi sağlıktır, üçüncüsü konut sorunudur ve dördüncüsü işsizliktir. Burada sıralamayı önem sırasına göre yapmadık. Bu dört alanda sorunların varlığı, kârlılığı artıran bir etkendir. Bu nedenle asla ve asla bu sorunlar kapitalizm koşullarında çözülemez. Bu konuda kapitalist ül-keler arasındaki fark, ne kadar gelişmiş olursa olsun, sorunun ne kadarına evet deneceği noktasındadır. Bazı ülkelerde eğitim sorunu, diğerlerinden daha fazla ağırdır, çünkü ancak o biçim-de daha kârlı hâle gelmektedir ve daha ilerisi de sosyal açıdan sürecin ters dönmesine neden olabilir. Yani, konut sorununun a kapitalist ülkesinde dayanma limiti ile, b ülkesindeki arasında farklılık vardır. İşsizlik, a ülkesinde x oranından sonra patlama-lara yol açarken, başka sosyal koşullarda buna yol açmamakta-dır; ama en gelişmiş kapitalist ülkede dahi sağlık, eğitim, konut ve işsizlik alanlarında ciddi sorunlar, çözümsüz sorunlar vardır.

Eğitim de bu alanlardan biridir.Eğitim ne kadar kötü ve kalitesiz ise, ne kadar adaletsiz ise,

ne kadar bilimsellikten uzak ise, eğitim sorunu o kadar büyü-mektedir ve bu durumda, çocuklarına iyi bir eğitim verilmesini isteyen veliler yeni bir pazar yaratmaktadır. Bu pazar sağlıkta da vardır, konutta da, işsizliği ise zaten konuşmuş bulunuyo-ruz. Demek ki, eğitim ne kadar bozuk ise, o denli bir rant alanı hâline gelmektedir. Son 20 yılda ülkemizde en kârlı sektörler-

Page 509: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

509

den biri eğitim sektörüdür. Özel okullar, üniversitede, lisede, ilk öğretimde yaygınlaşmaktadır. Anaokullarını da eğitimin içine alırsak, ta anaokulundan başlayarak özelleştirme sürmektedir. Bu yaygınlaşma, dev boyutta bir pazardır. Bu pazarı, OKS ve ÖSS sınavlarına bağlı oluşan pazardan, çok küçük bir bölümü-nü de olsa, izlemek herkes için mümkündür. Özel dershaneler, OKS ve ÖSS birlikte ele alınırsa, 10 milyar dolarlık bir pazardır. Demek ki, bu ülkede eğitim bozuk olduğu için, veliler çocuk-larının nispeten bir iyi okula girmesi veya üniversiteye devam etmesi için 10 milyar dolar para harcamaktadırlar. Açık olarak bunun nedeni, bize göre değil, onların amaçladığı çerçeve için-de dahi eğitim sisteminin başarısız olmasıdır. Sistem sorun üre-tiyor, sorun yeni bir pazar. Böylece kapitalist tarz devam ediyor.

Öğretmene dönersek. Bu özelleştirme süreci, öğretmenin nasıl bir emekçi olduğunu bize göstermektedir. Devlet okulları üzerinden bu durumu anlatmak daha zor olacaktı. Oysa özel okullar, bu açıdan bize daha iyi olanak vermektedir.

Bunun için, yukarıda açıkladığımız “kolektif işçi” kavramı kadar, bize “emekçi” kavramı da yardımcı olacaktır.

Öğretmen, mesela özel okulda, belli bir saat, ki bu saat konusuna çok dikkat edilir, çalışır. Bu çalışmada, ortaya, di-yelim ki, bir bardak, bir otomobil çıkmaz. Böyle olduğu için, onun emeğinin maddeleştiği bir mamul yoktur. Mamul madde, meta, belli bir zamandaki insan emeğinin maddeleşmiş biçimi-dir. Oysa burada bir meta yoktur. Anladığımız anlamı ile. Öte yandan ise, öğretmen, sisteme uygun kafalar yetiştirmek için görevlidir. Bu açıdan bakılınca ve bazı kafaların nasıl satıldığı düşünülürse, burada da belli açılardan bir “meta”dan, özel bir işlevi olan bir üretim sürecinden söz edebiliriz.

Eğitim-öğretim, toplumsal bir iştir. Ekmek son derece fay-dalı bir yiyecektir; ama metadır. Onu meta yapan, ekmek olma özelliği değildir, kapitalist üretim ilişkileridir, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Demek oluyor ki, metanın insan ihtiyacı giderme özelliği, yani kullanım değeri olması zorunlu-dur. Bu olmadan, onun üzerinden değer avcılığı da yapılamazdı. Eğitim-öğretim ise, toplumsal ihtiyaca dönük bir iştir ve bu ka-pitalizm koşullarında, farklı bir meta hâline gelmektedir.

Page 510: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

510

Öğrencinin velisi, çocuğunu okula, mesela özel okula gön-derirken, aslında bir şey satın almaktadır. Bunun için bir ücret ödemektedir. Özel okulun müşterisi, öğrenci değil, onun adı-na parayı ödeyen velidir. Özel okullarda, bu müşteri ilişkisi son derece açıktır. Bu okullardaki öğrenciler, “parayı veren düdüğü çalar” ilkesini son derece iyi bilmektedirler.

Bu özel okullarda, öğretmenin aldığı para ile, okulun ka-zancı arasındaki farkı hesaplamak mümkündür. Nihayetinde özel okul son derece kârlıdır veli, yıllık eğitim ücreti ödemek-tedir. Bu eğitimi sunan şirket, öğretmen, okul hizmetlisi, ahçısı, temizlikçisi, servis şoförü vb. gibi isimler altında emekçiler ça-lıştırmaktadır. Bu “hizmeti” sunan ya da bu “özel türdeki hiz-met metaını sunan” şirket, bu emekçiler sayesinde bu hizmetin bedelini tahsil etmektedir.

Burada temizlikçiden, servis şoförüne kadar çalışanların işçi niteliği üzerinde bir tartışma olmamaktadır. Tartışma, eği-tim emekçisi diyeceğimiz, öğretmen üzerinde yoğunlaşmakta-dır; zira öğretmen, burada deyim uygun düşerse “baş aktör”dür.

Derler ki, “sana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi ol.” Bu söz bize öğrenmenin toplumsal işlevini anlatmaktadır. İyi ya da kötü; ama bunu anlatmaktadır. Öğrenmek insan hayatında son derece önemli bir faaliyettir. “100 yıl yaşa yüz yıl öğren” sözünde olduğu gibi. Bu nedenle size bir şey öğretene büyük bir saygı duyarsınız.

Fakat kapitalist meta üretiminin temel özelliği, metaları standardize etmesidir. Bu açıdan eğitim sistemi de, tamamen standardize edilmekte, pazara öyle sunulmaktadır. Mesela ya-bancı dil eğitimi, mesela bilgisayar eğitimi gibi özellikler, ülke-mizde son yıllarda eğitim hizmeti satın almak için özel önem-dedir. Elbette bir de “iyi bir üniversite”ye girme garantisi. Bun-lar ne kadar önemli ise, bu “özel hizmet metaının” değeri de o kadar yüksektir.

Öğretmenin aldığı ücreti yıllık olarak hesaplarsak, mesela 30.000 olsun, gerekli öğretmen sayısını hesaplarsak, aynı hesabı tüm çalışanlar için yaparsak, bize belli bir x rakamını verecektir. Öğrencilerden alınan ücretler toplamını da aynı biçimde he-saplamak mümkündür. Bir de okul binası, ders için aletler vb.

Page 511: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

511

gibi değişmeyen sermaye unsurları vardır. Böylece elde edilen hizmetin içindeki artı-değere ulaşmamız olanaklıdır. Öğret-men elbette bir işçidir. Emekçi kavramının içinde anlatabilmek daha olanaklı olmaktadır; ama bu, işçinin günlük anlamdaki anlamından farklı bir çalışma süreci, farklı bir emek süreci ol-duğundan bu biçimde ele alınabilir diyoruz.

Burada bir mesele var. Öğretmen, aslında sosyal bir hiz-met sunmaktadır. Bu hizmetin kapitalist sistem içinde, düzene uygun bir sonuç verecek tarza dönüşümü için, öğretmenin de buna uygun eğitilmesi, hazırlanması gerekir. Öğretmenlerin kalitesindeki düşmenin sırrı da burada yatmaktadır.

Devlet okullarına gelindiğinde, tıpkı devlete bağlı bir otel gibi, tıpkı devlete bağlı bir tekstil fabrikası gibi, burada da du-rum değişmemektedir. Sadece devlet mülkiyetinin kapitalist koşullar altındaki anlamı kavranmalıdır.

Diyelim ki, özel okul açan bir kapitalist, bu hizmeti satın alacak parası olmayan fakir ailelere sunmak istemez. Böylesi bir durum fiyatı aşağıya çekecektir. Tüm okullar özel olmuş olsa, bu kez fiyatlar aşağıya çekilmeyecekse, toplumun çoğunluğu oku-yamayacaktır. Bu ise, üretim sistemi içinde kabul edilir değildir. Tıpkı, en büyük emperyalist güç ve özel mülkiyetin kâbesi ola-rak görünen ABD’de, elektronik sektörüne ortak hizmet veren araştırma-geliştirme harcamalarının devletçe karşılanması gibi, bazı işlerin devletçe yapılması gibi, tüm kapitalistlerin ortak çı-karına olacak tarzda eğitimin geniş anlamda devletçe yapılması gerekmektedir. Burada, adım adım, kârlı alanlar kapitalistlere devredilmektedir.

Konu eğitim olunca, herkes, • fabrikada çalışacak kadar, • TV kanallarından verilen mesajları alacak kadar, • zorluklar oluşturmayacak kadar okur yazar olmalıdır. Bunu sağlamak ise kapitalistlerin ortak örgütü olan devlete

düşmektedir. Hem bu, asgarî şekillendirme alanıdır da. Bu ol-mazsa, kişiyi şekillendirmek de zor olacaktır; ama bu eğitimin kalitesiz olması gereklidir. Kalitesiz olmalıdır, çünkü kitlelerin daha fazlasına ihtiyacı yoktur; ama bazılarının, ki bu bazıları parasal varlıkları nedeniyle “tanrının seçmiş olduğu kullardan”

Page 512: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

512

gelir, daha iyi bir eğitim, farklı bir eğitim alması gereklidir ve nihayet, yönetici elitlerin eğitimi söz konudur ki, bu asla eğitim politikası ile sınırlanacak bir olgu değildir.

Şimdi, öğretmene dönersek. Öğretmen, belli bir değer ya-ratmaktadır. Onun yarattığı bu değer, içinde artı-değeri de içer-mektedir. Dolayısıyla öğretmen, elbette bir işçidir, emekçidir. Emeği ile yaşamaktadır.

Öğretmenler içinde bir azınlık, tıpkı doktorlar içinde oldu-ğu gibi, orta sınıfa dâhil olabilir. Özel ders verme yolu ile ya da daha modern araçlarla bir işletme oluşturarak, öğretmenlerin zenginleri hâline gelebilirler. Doktor vardır, işçidir, emekçidir; ama doktor vardır, yazıhanesi, alet ve araçları ile ciddi paralar kazanmaktadır.

Aslında burada, farkında iseniz, ister istemez, hizmet sek-törü denilen alana da girmiş oluyoruz. Başka örnekleri, bu alan içinde izleyelim.

Hizmet Sektörü ve İşçi Sınıfı

Konuyu daha sağlıklı tartışmak için, tek tek işkollarını ele almak yerine (ki amacımız bu değil. Bu yolla sonunu getirme-miz de mümkün değil. Bir bilimsel çalışmanın iddiası netleştir-me, yasaları ortaya koyma, eğilimlere ışık tutma olabilir. Teori, işin genel yönünü ortaya koyar ve pratikte, bu teori renklenir. Bu nedenle her zaman işçi sınıfının farklı bileşenleri üzerine tartışmaya devam edeceğiz. Yarın, yeni bir “işkolu” oluşabilir ve bunu “teorinin neresine oturtacağız” tartışmasından çok, olayı toplumsal ve tarihsel boyutları ile somut olarak ele almak, ele almaya yönelmek faydalı olacaktır. Bazı tartışmalara bakınca, üzüntü duymamak mümkün değil. Öyle yüzeysel bir tartışma yürütülüyor ki, mesela Marx’ın örnek olsun, kredi kartını ön-ceden görmemiş olmasının neredeyse eleştirildiğini görüyoruz; ama aslında işin özü örtülüyor. Darwin üzerine tartışmaları düşünelim. Çoğunu “dinciler” diyebileceğimiz kesim yürütüyor. Müslüman veya Hıristiyan. Darwin üzerine öyle bir tartışma yapılıyor ki, adeta “karartma” operasyonu yürüyor. Hücrenin

Page 513: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

513

bulunması ve canlı yaşamın birliği gibi olgular unutturuluyor ve tartışma bambaşka alanlara çekiliyor. Modern kapitalizmin kalemşörleri, hokkabazlık ile, elemterefiş ile olayları altüst edip, sonra da buradan haklı çıkmaya çalışıyorlar. Aslında böylesi saldırılara karşı, tek ve kapsamlı yanıt verip öyle bitirme iddi-ası, diyalektik anlamda da yazı ile mümkün değildir. Bu, sınıf savaşımının görünüş biçimlerinden biridir. Burada tartışmayı bitirecek darbe, bir toplumsal olay, devrim olabilir. Devrim-ci sosyalizmin zaferine kadar, bu konuda sürekli bir mücadele yürütmek zorundayız. Bu mücadele, yeni şeyler üzerine de de-ğildir, daha çok, onların karartma operasyonlarına karşı akıl ve aydınlık için mücadeledir. Burada durursak; demek oluyor ki, biz örnekleri yeri geldiğince kullanırken, her iş kolunu inceleme iddiasında değiliz. Bunu sadece, biraz daha anlaşılır kılmak için, biraz da karartmayı yarmak için yapıyoruz), bu nedenle, hizmet sektörü denilen alan üzerinde durabiliriz. Bu alan, diyelim ki, bir toplu taşım alanında çalışanları, mesela telekomünikasyon alanında çalışanları, mesela lokantalarda vb. çalışanları içeriyor. Yanlış olarak öğretmen, bu hizmetler sektörünün içine konuyor.

Buraya girmeden, birkaç noktayı hatırlamalıyız. Bu bir ge-reklilik. Okurun canını da sıkmak istemeyiz; ama bu “karartma” ortamında, tekrarlamalara her zamandakinden daha fazla ge-reksinim duyuyoruz.

Üretken ve üretken olmayan emek bunlardan biridir. Üret-ken emek, bizzat bir üretim sürecinde yeni değer ve elbette ki artı-değer de yaratan emektir. Elbette bir fabrika düzeninde, üretken emekçi kadar, bazı işler için üretken olmayan emekçiler de istihdam edilir. Diyelim ki, bir pazarlama elemanı üretken emekçi değildir. Onun ürettiği bir şey yoktur. Bir ambalaj sa-nayii çalışanı, üretken emekçidir. Ambalaj, ayrı ürün olmasa da, metanın önemli bir parçasıdır. Diyelim ki, bir işçi, kola üretiyor olsun. kola, insana yararlı bir içecek olmasa da, gerçek anlamı ile (bilimsel anlamda ihtiyaç olmasa da kapitalizm koşullarında ciddi bir ihtiyaç hâline gelmiştir) bir ihtiyaç olmasa da, gelece-ğin toplumunda tümüyle ortadan kalkması muhtemel olan bir meta olsa da, onun üretiminde çalışan işçi üretken emekçidir. Demek ki, burada metanın insanın hangi ihtiyacını giderdiği ile

Page 514: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

514

hiç ama hiç ilgili değiliz. Önemli olan üretim süreci içinde bir değer yaratılmasıdır. Diyelim ki, tuz çıkarmak, bir değer yarat-maktır, elma toplamak da. Patates ekmek ve yetiştirmek, elma toplamaya göre daha fazla emek gerektirir; ama buna rağmen ikisinde de değer üretilir. Bir triko dokuma bir yeni değer yarat-maktır. Burada mesela pamuğun yetiştirilmesi, onun işlenmesi, onun depolanması ve taşınması, onun iplik hâline getirilme-si, ipliğin de kazak hâline getirilmesinde sürekli, başlangıçtaki hammaddenin üzerine binen yeni değerler oluşmaktadır. Bunu sağlayan ise canlı insan emeğidir. Canlı insan emeğinin bu biçi-mine biz, üretken emek diyoruz.

Bir restoranda servis yapan kişi, biraz daha farklıdır. Bu kişi üretken bir emek harcamamaktadır. Oysa restoranın mut-fağında çalışan kişi, üretken emekçidir. Bir genelev çalışanı, bir emekçidir; ama bir değer ve bir artı-değer yaratmaz. Onu ça-lıştırana para kazandırır; ama bir değer yaratmaz. Sömürülür; ama üretken bir emekçi değildir. Burada, kapitalist ilişkiler ağı-nı bütünlüklü olarak algılamak önem kazanmaktadır. Kapitalist meta üretimi, giderek kendisi hiçbir değer içermeyen şeylere fiyat biçer. Onlar satılık hâlde, meta hâlindedirler ve değerleri olmadığı hâlde fiyatları vardır.

Değer, metanın üretimi için toplumsal açıdan gerekli orta-lama emek miktarıdır. Değer; metanın alınıp satıldığı (ki alınıp satılmazsa meta değil, ürün olur) koşullarda, pazarda ortaya çı-kar ve değişim değeri biçimine bürünür. Pazarda, değişim değe-ri, değerin kendini ifade ediş biçimi olduğu hâlde, ondan nicelik olarak sapar. Bir bardak, içerdiği emek miktarından daha fazlaya ya da daha aza değiştirilebilir. Bu sapma, gayet anlaşılırdır; ama giderek tüm değerlerin ortak ifadesi olarak para gelişir ve para egemen hâl aldıkça, meta toplumu denilen toplum oluştuk-ça, her şey meta hâline gelmeye başladıkça, bu sefer hiç değer içermeyen bir şey alınıp satılmaya, fiyatı olmaya başlar. Değer kendini değişim değeri biçiminde ortaya koyuyordu, burada da bir niceliksel sapma olabiliyordu; ama fiyat, değişim değerinin parasal ifadesi, değişim değerinden de sapmadır ve sadece nice-lik olarak değil, bazı durumlarda nitelik olarak da. Kendisi de-ğer içermeyen toprağın, hiç işlenmemiş toprağın dahi satılıyor

Page 515: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

515

olması gibi. Vicdan hiçbir değer içermez; ama fiyatı vardır. Bir davada hakime verilen rüşvet ile davanın seyir değiştirmesi sağ-lanabilir. Peki burada neye para ödenmektedir, hangi metaya?

Üretken olmayan alanlarda çalışmak, elbette emekçilerin niteliğinde de farklılıklara yol açmaktadır. Diyelim ki, ahçı, daha disiplinli iken, garson daha kaypak olabilmektedir. Bu el-bette her insan için geçerlidir demiyoruz. Sadece biri ne kadar ücrete çalıştığını bildiği hâlde, diğeri için bu muammadır. Bir garson, maaşından çok, alacağı bahşişe önem verir ve bunun için, işinin gereğinin ötesinde davranışlar sergiler. Bu bazan onu aç bırakabilirken, bazan da çok para kazanmasına olanak ver-mektedir. Diyelim ki, yemek yapan adam, genel kural olarak, yemeği kimin yiyeceği ile birinci derecede ilgili değildir; ama garson, yemeği servis ettiği adamın bir işçi olmasındansa, bir cömert zengin olmasını tercih edecektir.

Bir manken, genelev kadını gibi vücudunu konuşturmak-tadır; ama genellikle ondan daha fazla para kazanmaktadır ve ikisi de üretken bir iş yapmamaktadır.

Diyelim ki, bir oto lastiği bayii düşünelim. Biliyoruz ki, oto lastiği bayii, diyelim ki bir araba bayii, diyelim ki bir beyaz eşya bayii, diyelim ki bir toptancı, ithalâtçı vb. bir şey üretmezler. Dolayısıyla onların çalışanları da bir şey üretmezler. Diyelim ki, orada telefona çıkan bir sekreter üretken bir emekçi değildir; ama elbette işçidir. Oto lastikçisine dönelim. Burada çalışan bir satış elemanı bir şey üretmez.

Biliyoruz ki, ticarî sermaye, sanayi sermayesinin uzantısı ve ajanıdır. Toptancı veya bayii, bir anda, üretilen malların paraya dönüşmesini sağladıkları için, kapitalist, kendi kârının bir bö-lümünü onlara vermeye razıdır; zira bu yolla sermayenin devri artmakta ve kapitalist daha kısa zamanda daha fazla kazanmak-ta, daha fazla artı-değeri cebe indirmektedir; ama bunun için, ticarî sermayeye, kendi üretim tesislerinde üretilen artı-değerin bir bölümünü vermek zorunda kalır. Bunu da severek yapar. Oto lastik bayii, kendi işini görebilmek için işçiler çalıştırır ve orada çalışan işçinin maaşı da, fabrikada üretilen artı-değerin, oto lastik bayiine kalan kısmının içinden ödenmektedir.

Demek ki, oradaki satış elemanı, oto lastikçisinin elindeki

Page 516: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

516

bedeli ödenmiş malların paraya dönüşmesi için çalışmaktadır ve genel kural olarak buradaki pazarlamacı, fabrikadaki işçi kadar dayanıklı, disiplinli değildir. Pazarlamacı, kendini daha şanslı sanır ve sınıf atlama hayalleri sürekli beslenir, canlı kalır. Fabrikadaki işçi, kendini daha önemsiz hissederken, hiçbir şey üretmediği hâlde pazarlamacı, kendini çok daha önemli hisse-der. Pazar ilişkileri de bunu besler. Kapitalist sistemde, işçinin daha fazla değer üretmesi esastır. Bunun için kendini önemsiz hissetmesi, makineye hizmet etmesi için de gereklidir. Oysa pazardaki kişi, pazarlama elemanı, metanın üzerindeki değeri paraya çevirme işinde görevli aktördür ve onun da “gol” atması istenir. Alkışlanır.

Burada konu, ticarî sermaye alanında çalışan kişiye geldi mi, yukarıda her ne kadar açıklamış olsak da durum o kadar da basit değil. Mesele onların emekçi olarak durumları açısından açıktır. Onlar işçidirler. Kiminin elinde işçilikten bireysel kur-tulma şansı olduğuna dair inancı var, kiminin yok. Bu toplumsal mücadeleyi etkiler; ama sonucu değiştirmez.

Burada dikkat edilmesi gereken bir konu şudur ki, diye-lim ki, pazardaki dolaşım masraflarını üretken görmeyen sanayi kapitalisti, bu alanda ticarî sermayeyi devreye sokarken, ona ar-tı-değerden bir payı önceden verir. Bu kapitalist sistemin çar-kını ya da daha üretim açısından söylersek, sermayenin devrini hızlandırır. Böylece sanayi kapitalisti daha fazla gelir elde eder; ama ticarî alandaki kapitalist de kârdan bir pay almıştır. Ticarî alandaki kapitalist, eğer işi yaver gider de bu alanda tekelleşir-se, bize gösterecektir ki, sanayi kapitalisti için üretken olmayan dolaşım masrafları (ki gerçekten de üretken masraflar değildir-ler), ticarî alanda bir güç oluşturan kapitalist için pekâlâ üretken masraflara dönüşecek ve onun çalıştırdığı bazı işçilerin eme-ği de üretken emek statüsüne, toplumsal üretken emeğin bir parçası olarak geçecektir. Zaten aynı nedenle, sanayi sermaye-si, belli bir büyüklüğe erişince, bu al-sat alanında da doğrudan devreye girmeye çalışır. Bu hem sermayenin devir hızını kısaltır ve kârı artırır, hem de onu pazarda hakim ve rakiplerine karşı avantajlı kılar. Bu vurguyu özellikle yaptık ki, bazı makaleler-de, üretken emek-üretken olmayan emek, doğru; ama tarihsel

Page 517: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

517

değişimden, toplumsal süreçlerden bağımsız ve her zaman öyle imiş gibi konulabiliyor; amaç bu olmasa da, bu biçimde ortaya konuldu mu, bazı alanları açıklamak zor olacaktır.

Devam edelim.Diyelim ki, bir fabrikanın bekçisi, bir değer üretmez, bir

artı-değer de üretmez. Oysa fabrikada çalışan işçilerin çoğun-luğu değer ve artı-değer üretirler ve üretken emekçidirler; ama genel olarak bekçiler, çok zor koşullarda çalışırlar ve aldıkları ücret de son derece standarttır. Kapalı bir hayat biçimleri vardır; ama buna rağmen, kendilerini patrona daha sadık görür ve gös-terirler. Pek çok bekçi, emekçilerin bir parçası oldukları hâlde, patronun sadık adamları olarak görünürler. Son yıllarda, “özel güvenlik” adı altında bekçilerin sayısı arttıkça, bekçilerin patrona sadık tipolojilerinde de değişim oluşmaya başlamıştır. Kapitalist gelişim içinde işler de değişmektedir. Kapitalist özel mülkiye-tin dev boyutlara ulaşması, güvenlik denilen sisteme özel rol-ler biçmektedir. Sigortacılık, hem paradan para kazanmanın ve halkın elindeki tasarrufları toplamanın yoludur, hem de büyük şirketlerin çalınma, felaket vb. durumlar için güvenliğinin sağ-lanması hizmetini vermektedir; ama bir sigorta pazarlamacısı hiçbir değer üretmez. Onlar risk satın alırlar ve risk satın almak demek, faiz demektir. Gelir kaynakları da budur; ama günümüz dünyasında “sigorta üretimi” gibi garip kavramlar kullanarak bu faiz bağlantısı gizlenmekte, tefecilik örtülmektedir. Bu, sosyal güvenlik dediğimiz emeklilik ve sağlık işlemlerini içine alan si-gortacılık için de geçerlidir.

Kapitalizm, bir alanda “kâr” kaynağını gördü mü, onu hız-la “sektörleştirmekte”, hızla “geliştirmektedir.” Yeri gelmişken, buna en iyi örneklerden biri, sağlık sigortacılığının özel olarak yayılmasıdır. Neredeyse dev bir sektör hâline gelmiştir. Süreç nasıl işlemektedir? İlkin, sağlık alanı devlet elinde tümüyle işle-mez hâle getirilmektedir. Bir doktor, günde 100 hastaya bakmak zorunda bırakılmakta, bu kuyruklara ve başka sorunlara yol aç-maktadır. Bu kargaşa arasında özel muayenehaneler gelişmekte, daha iyi hizmet almak isteyen insanlar, parasal güçlerine göre bu muayenehanelere akmaktadır. Zaten burjuvaların kendilerine ait özel hastaneleri var; ama bu hastaneler, son derece az sayıda

Page 518: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

518

olay ile ilgilenmekte, aslında bir avantaj olan durum, buradaki sağlık personelini kalifiye açıdan geriletmektedir. Buradaki per-sonelin bilgisini artıracak orta sınıfa dönük bakım için yollar gelişmeye başlamaktadır. Böylece, doktorluk bir meslek grubu iken, içinde burjuva olan ile işçi olanı barındıran bir meslek grubu hâline gelmektedir. Bu birçok meslek için geçerlidir. Ar-dından, işler yeterince kötüye gidince, kuyruklar yeterince fazla, doktorlar yeterince suçlu vb. gösterildikçe, kimsenin kimseye güveni kalmayınca, bu kez, yeterli pazar oluştu demek oluyor. Burası ikinci aşamadır. Yeterli pazar demek, hemen ardından özel hastanelerin kurulması demektir. Teçhizatı eksik, doktor-ları eksik pek çok özel hastane, büyük paralar vurmakta, sonra da arada bir yüzlerce hastanın canına mal olmaktadır. Büyüyen sorunlara bağlı olarak, sağlık işleri mafyası, sağlık alanındaki özel sermayenin bir uzantısı olarak büyümektedir. Sonrasında ise tümüyle sektör, ilaç şirketlerinin resmî ve doktor kıyafetli temsilcilerinden oluşan bir sektör hâline gelmektedir. Özellikle ülkemizde ne deneyler, ne testler yaptıkları, tüm çıplaklığı ile basına yansımamış olsa da büyük ölçüde basına yansımıştır. Bu konularda bir yasal işlem yapılmadığı ise biliniyor.

İşte kapitalizm, bir anda bu sektörü yeniden biçimlendir-miştir. Kimi hamkafalılar bunu “gelişme” olarak sunabilirler. Hatta buna inanan sol eğilimli hamkafalar da olabilir, ki ül-kemizde var; ama gerçekte burada, yeni olan tek şey, pazarın büyük çaplı organizasyonu ve tekellerin bu pazarı artık kârlı görmesidir. Uzun dönem, ülkemizde perakende sektörü, tekel-lerin ilgi alanında değildi; ama şimdi, carrefoursa, migros ve daha başkaları ile herkes bu alandadır. Bu alan oldukça kârlı bir alan hâline gelmiştir. Buna gelişme deyip, kapitalizmde olumlu şeyleri buradan aramak, öküzün altında buzağı aramak kadar abestir.

Burada neyi geliştirmiş oluyorlar? Efendim, 10 yıl önce-sine göre daha iyi hizmet alıyoruz? Gerçekten mi? Evet on yıl öncekisi gibi kuyruklar yok, daha az kuyruk var. Daha az kuy-ruk, daha iyi hizmet demek değil. Yine sağlıklı bir tedavi için ya tanıdığa ya özel muayenehane yoluna ihtiyacınız var. Üstelik bugün, doktorun verdiği ilacın test amaçlı olup olmadığını da

Page 519: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

519

bilmiyorsunuz. Doktorunuz, diyelim ki x firmasına çalışıyorsa, size tereddütsüz o ilaçları verecektir. Bu sistem de ülkemizde TC devletinin koruması altındadır. 11.500 çeşit ilaç adedi ile dünyada en çok ilaç çeşidi olan ülkelerden biriyiz. Bu adet, Almanya’da 3000 çeşit civarındadır.

Sağlık sigortacılığını da buraya eklemeliyiz. SSK’nın, Bağ-Kur’un vb. yeterince kötü, işlemez, tuhaf olması, insanları bıktırıyor ve insanlar özel sağlık sigortası alanına dönüyor. Bu, sorunu çözmüyor, toplumsal açıdan daha da büyütüyor. Tıpkı trafik çok sıkışık diyerek, “otobüste bekleyeceğime araba ala-yım” demek gibi. Kişisel olarak bulduğunuz da çözüm değil ; ama belki sizi rahatlatıyor, oysa toplumsal olarak sorun daha da ağırlaşıyor. Özel sigortacılık öyle bir noktaya geldi ki, hasta-neler, ilaç şirketleri özel sigortalıları kesip biçmek için hemen devreye giriyor. İlaçla tedavi edilecek bir hastalık, bıçakla teda-vi edilmeye başlanıyor. Milyarlarca dolarlık bir pastadır bu ve bundan kimsenin geri dönmeye de niyeti yoktur. Böylece özel sağlık sigortası kendini, kendisi ile beraber sağlık alanını büyü-tüyor ve ardından da deneyler, laboratuvar virüslerinin devreye sokulması vb. geliyor. Bunların içinde elbette, yüzlerce ameliyat yapanların kalifikasyonlarının da artma ihtimalini gelişme ya da aynı işi sürekli yapmanın verdiği sıkıntı ile geliştirilen oto-masyon sistemi gibi teknik gelişmeler bulmak mümkün. Yine de bunlara bakıp, bu durumu gelişme olarak ifade etmek, ham-kafalılıktır, hele ki solcular tarafından yapılıyorsa.

Özel güvenlik alanı da böyle alanlardan biridir. Özel gü-venlikte çalışanların sayıları artmakta, mülkiyetin tekellerde toplanmasının yarattığı korku, güvenlik alanını sürekli geliştir-mektedir. Böylece karşımıza dev bir sektör çıkmaktadır. Yakın-da güvenlik şirketlerinin içinde olduğu dev soygunları da oku-yacağız. Böylece bu alanda çalışan işçi, yine eskisi gibi bir değer ve artı-değer üretmese de, davranışı değişmektedir. Giderek daha fazla sayıda özel güvenlik çalışanı, kendilerini patronun adamları olarak görmemekte, kendi çalışma koşullarını düzelt-me mücadelesini düşünmektedir.

Sektör büyüdükçe, çalışan sayısı arttıkça, çalışanların sınıf psikolojisi daha da olgunlaşmaktadır.

Page 520: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

520

Bu arada hem sigortacılık, hem özel güvenlik vb. hizmet alanı içinde ele alınmaktadırlar.

Diyelim ki, bir fabrikada çalışan temizlikçi, işçidir elbette, kolektif emekçi dediğimiz kavramı hatırlayalım; ama o üret-ken bir emekçi değildir. Bunun gibi, evlerde temizliğe gelen temizlikçi kadınlar ya da ev işlerini yaptırdıkları kızlar, giderek yaygınlaşan bir alandır. Bu alanda da henüz pazar, büyük şirket-lerin yer almasına olanak verecek olgunluğa gelmemiştir; ama gelecektir.

Dün, köle olarak bir insan evde temizlik işleri için “besle-nirdi.” Tamı tamına, buna “besleme” derlerdi. Evin sahibi, erkek, yeri geldiğinde cinsel fantazilerini de bu köle üzerinde denerdi. O günlerden çok uzağız gibi görünse de değil. Temizlik için evlere çağrılan kadınlar, oradaki köle kızdan farklı olarak, sade-ce tek bir kişiye hizmet etmemektedir. O haftanın her günü bir başka evin temizliğini yapmaktadır. Böylece 7 efendisi var de-mektir. Köle kız, köle olduğu için evlenemezdi. Bugünkü hiz-metçi ise aynı zamanda evlidir ve çocukları vardır. Çocuklarına bakma meselesi, onun kendi karnını doyurma meselesinden daha önemlidir. Bu nedenle haftanın her bir günü ayrı eve git-mektedir. Bu evlerde, diyelim ki dördünde tacize uğramıyorsa, üçünde uğramaktadır ve bu işi sürekli yapan insan olarak ona sorsanız: Böyle yaşamak mı istersin yoksa, çocuklarınla beraber sana bir ev verilse bahçenin kenarında, hep bir evin temizliğini, yemeklerini vb. yapsan; hangisini tercih edersin? Temizlikçinin tercihi büyük ölçüde tek bir efendiye, tek bir eve hizmet etmek olacaktır. Demek ki, dün tek kişiye ait olan köle, bugün daha fazla sayıda kişiye aittir. Kölelik sadece biçim değiştirmiştir. Bu insanlar elbette emekçidirler.

Aynı şeyi kapıcılık sistemi için de uygulayabilirsiniz.Diyelim ki, bir ahçı, evde kendisi için yemek pişirirken ya

da fabrikada yemek pişirirken, öz olarak aynı işi yapmaktadır; ama fabrikada o, bir değer üretim sisteminin içindedir. Elbette değer de üretmektedir. Kendi lokantasında kendinin patronu-dur ve bu açıdan iyi ahçı olması müşteri çekmesi için, uzun ince bacaklı kız garsonlardan daha fazla olmasa da etkilidir. Oysa fabrikaya girdiğinde, bu kez işgücünü satmaktadır ve onun iyi

Page 521: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

521

ahçılığı, bir üretim süreci tarafından şart koşulmaktadır, hatta denetlenmektedir. Daha fazla çalışmaya mecbur bırakılır; çün-kü onun çalışma zamanının bir kısmı gerekli emek-zamanı, bir kısmı artı-emek-zamanıdır ve kapitalist bu artı-emek-zamanı-nı artırmak için uğraşacaktır, düzenekler bunun için kurulmuş-tur vb.

Ahçı, bir konakta efendisine hizmet ederken, son derece iyi şartlarda çalışıyor olsa da bir emekçidir; ama fabrikada o işi yaptığında iş değişmektedir. Birinde, bir kapitalistin yemek pi-şirme işi için görevlendirilmiş birisidir. Onun üretimi pazara çıkmaz. Bu kölelikteki sistemi son derece anımsatan bir çalışma tarzıdır; ama diğerinde ise durum farklıdır. Aynı işi yapmakta-dır; ama bu kez onun emeğinin ürünü olarak pişirilmiş kuru fa-sulye, servis edilir, pazara konur. Burada onun ürettiği bir değer ve artı-değer söz konusudur.

Burada kendiliğinden anlaşılıyor ki, bazı “hizmet” alanları, köleliktekinden bir miktar biçim değiştirerek bugün hâlâ ge-çerlidir. Bu alanlar, ne kadar “özel hizmet” alanı hâline gelirler-se, o kadar da fiyatları farklılaşmaktadır. Tıpkı, meta farklılaştı-rılması gibi. Efendim bu standart bulaşık makinemiz fiyatı 400 YTL. Bu da sizin istediğiniz gibi ebatlarına karar verebileceği-niz özel bulaşık makinesi üretimimiz. Fiyatı daha pahalı. Efen-dim bu bizim ev temizlik hizmetçimiz, evinizi temizler standart ücret günlük 30 YTL. Bu da sizin aradığınız gibi 20 yaşında, lise mezunu, bekâr, evi temizler ve sizin cinsel arzularınıza da cevap verebilir temizlik hizmetçimiz, günlük ücreti 100 YTL. Efendim bu bizim standart masaj hizmetimiz, 100 $, bu da ma-sajla beraber her tür cinsel ihtiyacınızın karşılandığı hizmet sa-hamız, fiyatlar 120 ile 500 $ arası. Efendim bu bizim son derece eğitimli broker’ımız. kendisi üç dil bilmekte, şu kadar hünerli vb.dir. Bu da, bizim diğer brokerimiz. Dil vb. bilgileri standart. Standart dışı olarak istediğiniz her türlü hizmeti vermeye de uygundur. Kendisi zaten güzeldir de. Standart üstü özellikleri için ekstradan şu kadar. Tıpkı, bir mağazadan çamaşır makinesi alırkenki durum gibidir, bu 4 programlı, bu ise 16 programlı. Buna biz ürün farklılaştırması diyebiliriz. Kapitalist, aynı me-tayı, rengini, vb. değiştirerek, bazı önemsiz küçük değişiklikler

Page 522: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

522

ekleyerek, inanılmaz fiyatlara satabilmektedir. Kuşku yok ki, bu pazara hakim olma, arz kadar, talep cephesini de bilmekle ilgi-lidir. Talep, kendine uygun bir ürün oluşumunu hızlandırıyor, ürün ne kadar saçma olursa olsun.

İkinci bir noktaya da değinmeliyiz. İlki, üretken emek, üretken olmayan emek idi. Önceki bölümde, öğretmenden söz ederken, okuyucuyu konuyu daha da genişletmeye davet etmiş-tik. Öğretmenin üretken bir emekçi olduğunu da söylemiştik. Yukarıda da pek çok örnekle üretken emek ile üretken olma-yan emek arasındaki farklılıkları açıklamaya çalıştık. Dolaşım-daki emeği, sanırım, en güzel biçimde Marx, Kapital’in İkinci Cildinde, 148-179 sayfalar arasında açıklamaktadır. Oraya ba-kılabilir. Üçüncü Ciltte de bu konuda son derece açıcı satırlar var. Mesela s. 248’den başlayan Ticarî Kâr bölümü son derece yararlı olacaktır; ama biz biraz da kafa ile kol emeği üzerinde durmalıyız. Bu da ikinci noktadır.

Marx, metanın değerini belirleyen şeyin emek olduğunu söylerken, bunu yalın insan emeği ve toplumsal açıdan gerek-li emek-zamanı kavramları ile desteklemiştir. Bir kapitalist x metaını bir birim emek-zamanda, diğeri ise iki birim emek-zamanda üretebilir. Fakat sonuçta pazarda ortalama bir fiyat oluşur ve metaların içinde maddeleşen canlı insan emekleri miktar olarak karşılaştırılır ve ortaya çıkan sonuç, bazı alanlar-daki kapitalist işletmelerde verilen fazla emeği kabul etmez-ken, bazı alanlarda daha az emekle üretim yapanlara avantaj sağlar. Sonuçta ortalama olarak “gerekli emek-zamanı” ortaya çıkar. Bu toplumsal açıdan gerekli emek-zamanı, belli tarihsel ve toplumsal koşullar altında değişir, şekillenir. Böylece, aynı metayı üretmek için bireysel üreticilerin harcadığı farklı emek-zamanları sorunu ortadan kalkmış olur. Diyelim ki, bir x üretici bir ürünü aynı teknoloji ile x birim zamanda üretiyor ve diğeri 2x birim zamanda üretiyor olsun. Bunun nedeni, ilk bireysel üreticinin vasıflı emeği ise, Marx, bunu yalın emek ile ölçerek sorunu çözüyor. Böylece metanın değerini ölçmek üzere elimi-ze emek-zaman ölçüm aleti bulunur hâle geliyor. Bunun için usta ile çırağın emekleri arasında bir kalifikasyon farkından söz edebiliyoruz; ama nihayetinde her sektörde, her kapitalist, bir

Page 523: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

523

usta işçiye karşılık kaç çırak, kaç kalfa gerekli olduğunu bilir.Yine de, usta olmak, kalifiye işgücüne sahip olmak, işçi sı-

nıfı içinde bir bölünme aracı olarak kullanılmıştır, kullanılmak-tadır. Kapitalist, mühendisi, yeri geldiğinde bir tekniker gibi kullanır; ama mühendis, her zaman “ben mühendisim” böbür-lenmesi ile “işçi” olmadığını belirtmekten geri durmaz. Bu süreç bir an için ters dönse, işçilerin başına önder olarak onlarla aynı ortamı soluyan bir mühendisin tüm netliği ile geçtiğini düşün-sek, bu kez de işçi sınıfının gücünün nasıl hızla büyüdüğünü görmüş oluruz.

Bu açıdan, önemli tartışmalardan biri, kafa ile kol emeği ayrımıdır.

Komünizmin önemli iddialarından biri, kafa ile kol emeği ayrımını yok etme iddiasıdır ve bu oldukça da önemlidir. Pek çok rutin iş, makineler tarafından otomatik olarak yapılabilir duruma geldikçe, pek çok üretken olmayan iş daha az insan emeği gereksinimi ile hâlledildikçe, kafa ile kol emeğinin ara-sındaki ayrımın ortadan kalkmasının da olanakları açılacaktır; ama elbette önce, özel mülkiyet ortadan kalkmalıdır. Özel mül-kiyet koşulları altında güç, önemli bir belirleyicidir ve bunun için bilgi de güç olarak kullanılmaktadır. Bir toplumsal bakış açısı ile tüm toplumsal üretim ortaklaşa planlanmıyorsa, üre-tim süreçleri içindeki sorunları birlikte çözme olanakları da yok olur. Bu bir kere başladı mı, çözülemeyecek sorun da kalmaz.

Kafa ile kol emeği ayrımı, bir yandan kent-kır ayrımı ile, diğer yandan yöneten ve yönetilen ayrımı ile de bağları olan bir konudur. Kafa kol emeği arasındaki çelişkinin çözümü, bu diğer çelişkilerin çözümü ile de bağlantılıdır.

Kapitalizm, bir yandan, her gün daha çok sayıda kadın ve çocuğu üretime sokarken, diğer yandan da daha eğitimli işgü-cünü, daha fazla üniversite mezununu da işe almaktadır. Bu aslında işsizlik denilen, yedek sanayi ordusunun varlığı ile de beslenen bir süreçtir. Giderek daha fazla sayıda mühendis, tek-niker olarak çalışmak zorunda kalmaktadır. Giderek daha fazla sayıda üniversite mezunu genç kız sekreter olarak çalışmaktadır ve bunlar ücretlerde büyük farklılıklar anlamına da gelmemek-tedir.

Page 524: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

524

Fakat yine de sistem, kafa emeği ile çalışması ağırlıklı olan-ları, işçi sınıfının kapsamı içine sokmamakta ısrarlıdır ve doğru-su bu kesimlerde de aynı şeyi, eğilimi sezmek mümkündür. Bir öğretmen, kendini, birçok toplumsal etkenden dolayı, sokakta çorap satar vaziyette bulmakta ve bundan utanç duymaktadır; ama kendisine işçi denilmesinden, pek çoğu daha fazla utanç duymaktadır. Birçok bilim adamı, öğretim üyesi profesör, pat-ronun karşısına çıktığında, patronun gözünde güzel sekreteri kadar yeri olması için taklalar atarken, diğer yandan kendini o sekreter ile aynı sınıfın içinde görmek istememektedir.

İdeolojik olarak kapitalist sistem, kafa ile kol emeği ayrı-mını canlı tutmak istiyor; ama hayat, kapitalist üretimin kendisi dahi, bu ayrımın ortadan kalkacağı süreci gösterir biçimde kafa ile kol emekçisini birleştiriyor.

Özellikle üretim sürecinde beyaz ve mavi yakalı ayrımı şek-linde ortaya konan bölünmenin, giderek etkisini kaybettiğini söylemek, 2006 yılında, en azından bugün, açıkça mümkündür.

Kapitalist, sermayenin kişiliğe bürünmüş hâlidir. Sermaye, canlı emek emerek büyüyen bir vampirdir. As-

lında kendisi bir toplumsal olgu olan sermaye, özel mülkiyet altında bir vampirdir ve canlı-insan emeği emmektedir.

Sermaye, bu nedenle de cansız insan emeğinin ta kendi-sidir.

Cansız insan emeği demek olan makineler ile canlı insan emekleri arasındaki ilişkinin nasıl düzenleneceği, toplumsal üretim açısından son derece önemlidir.

İnsan emeğinin belli dönemler öncesindeki maddeleşmiş ürünü olan makineler, özel mülkiyet ilişkileri altında, üretim araçlarından yoksun bırakılmış işçilerin canlı emeğini emmek için kullanılmaktadır.

Sermayenin canlı insan emeği emdiği doğrudur. Tersinden de, işçi demek, sermayenin büyümesi de demektir. İşçi, serma-yeyi büyütür. İşçi her yeni üretim sürecinde yeni değerler yaratır ve bu yarattığı yeni değerler sermayeye eklenerek, yeni can-lı-emek talep eden daha büyük vampir olarak karşısına çıkar. Bunu sağlayan şey ise özel mülkiyet koşullarıdır.

Tüm bu koşullar, işçileri bir bütün hâline getiriyor. İşçi sı-

Page 525: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

525

nıfı, toplumun, kapitalist toplumun çok büyük bir kesimi olarak görülüyor; ama aynı zamanda burjuvazi, bu gücün birleşmesini önlemek için de her yolu kullanıyor.

Toplumun çok büyük bir kesimini oluşturan işçi sınıfı, asla homojen bir toplumsal topluluk da değildir. Yukarıdan beri sı-ralanan pek çok farklı örnekte, sektörde, iş yerinde işçi sınıfının niteliği değişmese de, işçiler arasında farklılıklar anlaşılmakta-dır. Bunlara siz burjuvazinin sunî bölme metotları ile eklediği yeni argümanları da ekleyin; ırk, cinsiyet, hatta mesela ülkemiz-de, Sivaslılık, Karadenizlilik, Trabzonluluk, göçmenlik vb.

Demek oluyor ki, işçi sınıfının homojen bir kitle olması da gerekmiyor. Nasıl ki, burjuvalar homojen değildir. Bir ticarî sermaye sahibi, bir tüccar, bir sanayi sermaye sahibinden fark-lıdır, bir holding, ona parçalar satan bir başka kapitalist işletme ile aynı nitelikte değildir. Buna rağmen, burjuvaların homojen olmaması kimseye bir şey ifade etmiyor. Bunu konuşmak iste-yen yok; çünkü burjuvazi kendi içinde örgütlüdür. Devlet on-ların ortak örgütüdür. Devleti elinde tutanlar, elbette ki kendi aralarındaki farklılıkları da uygun tarzda ele almanın yolunu bulacaklardır.

İşçi sınıfının homojen bir bütün olması gerektiğini varsay-manın nedeni de yok. Belki bazı aklı evveller, işçi sınıfı ancak homojen ise, ancak o zaman mücadele ederler, birleşirler diye düşünüyor. Bu doğru değildir. Dün, bundan 100 yıl önce cad-deleri dolduran maden işçileri, sadece maden işçisi oldukları için eylemli değillerdi. Fabrikalarda şalterleri indiren tekstil iş-çileri de öyle. Homojen oldukları için değil. Örgütlü oldukları, sınıf bilincine sahip oldukları içindi.

Bugün işçiler sahnede yoksa, nedeni, işçi sınıfının homo-jen olmaması değildir. Bu eskiden de böyleydi. Bugün işçi sınıfı sahnede yok, çünkü, işçiler örgütlü değil, siyasî örgütleri yok ya da çok güçsüz, sendikaları burjuva devlet tarafından teslim alınmış durumda. Bunun bir nedeni SSCB’nin yenilmesi ve dünyada sosyalizm ve kurtuluş hayallerinin kararmasıdır; ama bir nedeni de burjuvazinin acımasız saldırılarıdır. Burjuvazi, SSCB’nin yenilgisinin yarattığı havayı sonuna kadar kullandı. İşçileri esir almak, aklımızı tamamen bulandırmak için her tür

Page 526: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

526

savaş hilesini kullandılar ve onlar işçi sınıfına karşı böylesine acımasız bir savaş yürütürken, biz işçiler, savaşın farkında bile değildik.

Bugünkü durumun ana nedeni budur. Elbette buna başka pek çok yardımcı, ikincil etken eklenebilir; ama işin özü bura-dadır.

Çıkış da buradan görünmektedir. Yani işçi sınıfının siya-sal sahneye çıkması, kendi siyasî partisinin etrafında birleşmesi, dünya çapında işçilerin devrimci birliğinin sağlanmasında. İşçi sınıfı ya devrimcidir ve her şeydir ya değildir ve hiçbir şeydir.

Page 527: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

527

Kapitalist gelişim ve değişimin işçi sınıfı üzerindeki etkileri, sa-dece, toplumun giderek geniş kesimlerinin, daha fazla insanın işçileştirilmesi değildir. Kapitalizm, bir yandan işçi sınıfını daha büyük kitleler hâlinde bir araya getirirken, diğer yandan işbö-lümünün derinleşmesi ve başka bazı fizikî, polisiye ve ideolojik etkenlerle onları birbirinden uzaklaştırmaya çalışır. Bu iki süreç de aynı anda işlemektedir.

Bir yandan, büyük sanayi, daha fazla sayıda işçiyi fizikî ola-rak birleştirmektedir.

Bir yandan, hizmet sektörü içinde binlerce yeni çalışan, işçi olma durumunu giderek daha fazla içselleştirmektedir.

Fakat öte yandan da, işbölümü, işçileri en başta kendilerine yabancılaştıran kapitalist üretim mantığını, bu açıdan, yabancı-laşma açısından daha da derinleştirmektedir.

İşbölümü, bir yandan toplumsal alanda derinleşmekte, di-ğer yandan da fabrika içinde bu derinleşme detaya inmektedir.

Fakat bugün, işbölümünü doğru anlamak istiyorsak, önce-likle uluslararası alanda oluşan işbölümüne de bakmamız gere-kir. Belki bu, işçi sınıfının “ulusal sınırlar içinde” tanımlanması-nın ne kadar eksik ve yanlış olabileceğini anlamamız için de bir başka etken olur.

Öncelikle, emek yoğun üretimin merkezi (biz emperyalist diyoruz) ülkelerden, sömürge ülkelere kaydırıldığını biliyoruz. Emek yoğun alanların sömürge ülkelere kaydırılması, zaman zaman farklı sektörlerin öncelik kazanması anlamına da gelse (mesela bir dönem tekstil, bir dönem beyaz eşya vb. gibi), sü-rekli işleyen bir süreçtir. Buna tekstil, en çok verilen örnektir; ama pek çok başkaları eklenebilir. Hatta aynı sektör içinde, me-sela cep telefonu alanında, üretim montaj hatlarının emek yo-ğun alanların, sömürgelere taşınması söz konusu olurken, aynı

Sermayenin Uluslararasılaşması ve Uluslararası İşbölümü

Page 528: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

528

alanın en kritik alanlarının emperyalist merkezlerde tutulması da tercih edilmektedir.

Bu aynı zamanda, ciddi bir ücret farklılığına dayanmak-tadır. Sömürge ülkelere emek yoğun alanların kaydırılmasının nedeni, buraların ucuz emek cennetleri olmasıdır. Bu ucuz emek cennetleri, gerçekte sistem tarafından yaratılmaktadır. Sömürgelerden sürekli olarak kaynakların emperyalist merkez-lere kayması, gelişmiş diye nitelenen ekonomilerin en önemli gelişme nedenlerinin başındadır, eğer ilki değilse de. 15. yüzyıl Avrupası, dünyayı yağmalamakla elde ettiği değerlerin üzerine oturarak zenginleşmiştir. Bu tıpkı, bir kılıç darbesi ile başla-rın kesilip mallara el konulmasının aynısıdır. Bunu Avrupa 15. yüzyılda zirvesine çıkarak yapmaktaydı ve ardından 1700’ler-de Amerika, kıtayı yağmalayıp halkları imha ederken aynı şeyi yapmaktaydı. Böylesine bir vurgun ve yağma, onlarca yıllık sorunsuz büyüme döneminde elde edilebilecekten kat ve kat fazladır.

Ucuz emek cennetlerine, emek yoğun sektörler kaydırı-lırken, burada iki süreç birlikte işlemektedir. Bunlardan biri, sömürge ülkelerde işçi sınıfının kat ve kat sömürüsü gerçek-leşmekte, tarımdan kopuş hızlanmakta, yeni gelen yatırımlar için ucuz işgücüne devam edebilecek kolaylıklar sömürge ülke devletince sağlanmakta, kadın ve çocuk emeği kullanımı art-maktadır.

Elbette aynı zamanda bu ülkelerin gelişmiş ileri teknoloji alanlarında yoğunlaşmasının da önüne, pek çok başka yolla da geçilmektedir.

Süreç gelişmiş merkezlerde de ağırlıklı stratejik alanla-rın kalmasına yol açmaktadır. Burada stratejik sözünü bilerek kullanıyoruz. Bazan demir-çelik stratejik bir alan olabilir, ba-zan yoğun emek gerektiren başka bir alan son derece stratejik olabilir; ama genellikle, ileri teknoloji gerektiren alanlar ile he-men her sektörün AR-GE alanları merkezlerde kalmaktadır. Mesela Alman Siemens, üretimini ağırlıklı olarak eski Doğu Avrupa ülkelerine kaydırırken, AR-GE faaliyetlerini tama-men Almanya’da tutmaktadır. Buna çok örnek vermek müm-kün; ama stratejik sözünün üzerine bir kere daha durmazsak,

Page 529: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

529

mesela batmış olan GM’nin neden batırılmadığını anlamamız da kolaylaşır. Çin, otomotiv üretimi için son derece uygun bir pazardır ve öyle de olmaktadır. Dünya otomotiv devlerinin hepsinin Çin’de fabrikası vardır; ama bu onların tüm üretimi Çin’e kaydırmalarına yol açmamaktadır; çünkü otomotiv sek-törü hâlâ kapitalist dünya için stratejiktir. Motorola, üretimini Malezya’ya kaydırdığı hâlde, belli parçaların üretimi ve AR-GE Amerika’da tutulmaktadır.

Merkez ülkelerde ise ücretler yüksektir. Kalifiye işgücü ve yüksek ücret politikası, merkez ülkelerde, bazı düşük vasıf-lı işleri yapmak için eleman sıkıntısına yol açmaktadır. İşte bu işler için, uluslararası alanda eski köle ticaretini anımsatacak tarzda, göçmen işçiler bulunmaktadır. Merkez ülkeler, bu göç-men işçilere ikinci sınıf insanlar muamelesi yapmakta, tuvalet temizliğinden, sokak temizliğine kadar pek çok alanda bunları istihdam etmektedir. Geldikleri ülkelerde aldıkları maaşın belki iki katını almakta; ama merkez ülkede bir işçinin asgarî geçim standardının yarısına bile ulaşamayan bir ücret düzeyi ile insan-lık dışı koşullarda yaşamaktadırlar.

Üstelik, merkez ülkelerdeki burjuva medya, her işsizlik tartışmasında, bu göçmen işçilerin diğerlerinin yüksek ücret-li işlerinde gözü olduğunu propaganda etmektedirler. Böylece kolaylıkla doğru ile yanlış yer değiştirmektedir.

Şimdi, biz ulusal sınırlar içinde işçi sınıfı tanımı yapmayı yeterli görerek ilerlersek, aslında tüm bu gelişmelere de gözle-rimizi kapatmış oluruz.

Merkez ülkelerde işçi sınıfının nispeten daha örgütlü gö-rüntüsü, SSCB’nin çözülmesinin ardından tamamen bir illüz-yon gibi arkasındaki gerçeği de ortaya çıkarmaktadır. İşçilerin sendikaları, çoktan devlet tarafından, sistem tarafından ele ge-çirilmiştir. İşçilere, komünizme karşı savaşın garantisi olarak “bahşedilen” bazı haklar, bu güçlü gibi görünen güçsüz sendika-lar sayesinde, hızla tırpanlanmaktadır. Bu süreç daha yeni baş-lamıştır ve önümüzdeki dönem, daha farklı sonuçları da ortaya çıkacaktır. Sömürge ülkelerde ise daha da ileri bir dağınıklık, işçi hareketine damgasını vurmaktadır.

Sermayenin uluslararasılaşması ve dünyanın farklı böl-

Page 530: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

530

gelerinde oluşan ekonomik birlikler, işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını, daha da ileri götürmeyi zorlamaktadır. Diyelim ki, Fransa’da Renault’da yapılacak grev, Romanya’dan (ya da başka bir sınır ülkedeki Renault fabrikasından) getirilecek sıfır gümrüklü arabalar sayesinde, kapitalist tarafından son derece rahatça savuşturulabilir. Oysa mesela dünyadaki tüm Renault fabrikalarında aynı anda başlayacak bir grev, çok büyük bir güç ve işçi sınıfının isteklerinin hızla yerine getirilmesi de demektir.

Eğer ulusal sınırlara fazlaca takılıp kalırsak, hele ki, özü gereği enternasyonal olan proletaryanın davası açısından bunu yaparsak, kendimizi bacağımızdan vurmuş oluruz. Tersine, her sektörde, uluslararası sendikacılık için yollar aramalıyız. Daha da acil ve hemen hayata geçirilebilir olanı, her sektördeki her grevin, başka ülkelerde aynı uluslararası sermaye grubuna dâhil başka fabrikalardaki işçilerce de desteklenmesinin yolunu döşe-meliyiz. Gerçekte bunun en sağlam yolu, devrimci partiler ara-sında işbirliğidir. Elbette devrimci partilerin işçi hareketi içinde güçlü olması koşulu ile.

Merkez ülkelere işçi göçü, anlaşılacağı üzere sistemin bir ihtiyacıdır. Yabancı düşmanlığı çalışmalarına bakıp da, aslında bunun istenmeyen bir şey olduğunu düşünmek yanlıştır. Yaban-cı düşmanlığı, hem o gelişmiş ülkedeki işçilerin bilincini parça-lamakta, hem yedekte düşman tutmakta, hem de gelen göçmen işçileri daha da azına razı hâle getirmektedir.

Sömürgelerde kadın ve çocuk işgücünün giderek artması da, aslında tüm toplumun sömürülmek üzere fabrikalara sürül-mesi gerçeğini gösterir. Elbette sömürge ülkelerde, bu uluslara-rası sermaye, bazı uzmanlarını, yöneticilerini, onları korumakla görevli asker ve gizli servis elemanlarını, çocuklarının eğitimi için öğretmenleri vb. de gönderir. Bu kitle ise, elbette ayrıca-lıklı bir yaşam ve hizmet ister. Bu da, sömürge ülkelerde pahalı bir hizmet sektörünün oluşumu ve lüks tüketimin alt yapısının yaratılmasını gerektirir. Lüks tüketim, sömürge ülkelerde tam anlamı ile statü satın almanın yoludur. Lüks tüketim, aynı za-manda, bu ülkelerin iyi birer pazar olarak da örgütlenmesinin yoludur.

Dünya işçi sınıfını bir bütün olarak ele almak, giderek daha

Page 531: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

531

da fazla önem arzediyor. İşçilerin kardeşliği daha da yakıcılaşı-yor.

Aslında durumu anlatırken, bazı rakamlar belki de işimizi kolaylaştıracaktır (bknz. Tablo 39).

Belki şimdi burada, rakamlar bize daha fazla yardımcı olacaktır. Siemens veya başka bir Alman devi üretimini Çek Cumhuriyeti’ne taşırken ve elbette Çek Cumhuriyeti’ni de AB üyeliğine taşırken, aradaki ücret maliyetinin 20 kat olduğunu bilmektedirler ve eğitimli, kalifiye Çek işçisi, uluslararası ser-maye için bulunmaz niteliklere de sahiptir.

Burada sürecin işleyişi üzerinde de durmalıyız. Önemli konulardan biri “ücret” meselesidir. Ücret, emek-gücünün deği-şim değeri olarak ortaya çıkar. Emekçi, kapitaliste emek-gücü-nü satar; zira o emek-gücü, üretim araçlarından yoksundur ve bugünün dünyasında, eğer üretim araçları yok ise emek-gücü

Tablo 39*

İmalat sektöründe saat başına işgücü maliyetleri

ABD doları

Batı Almanya 24.9Eski D. Almanya 17.3Japonya 16.9ABD 16.4 Fransa 16.3İngiltere 12.4Singapur 5.1G. Kore 4.9Hong Kong 4.2Macaristan 1.8Çek Cumh. 1.1Çin 0.50

*7 Mart 1994 tarihli Financial Times imalat sektöründe saat başına işgücü maliyetlerini bu şekilde vermektedir. Aktaran W. Greider, Tek Dünya, İmge Yayınevi, s. 79.

Page 532: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

532

ancak satılacak bir şey olarak işe yaramaktadır. Emekçi, kendi emeği üzerinde onu kullanma tasarrufunu gösterecek durum-da değildir. Ankara’da bir işçi, fizikî gücü yerinde ve çalışmaya istekli diye, gidip ekmek parasını kendi başına kazanacak bir olanağa sahip değildir. Tarlası yok ki, gidip patates eksin. Onun için gidip amele pazarında o günlük işgücünü satacaktır. Ya da bir sürekli iş bulacak ve kapitalistten ilk parasını 30 gün sonra almak üzere emek-gücünü satacaktır.

Emek-gücünü satınca, kapitalist onun emek-gücünün kul-lanım değerini satın almış olacaktır. Tıpkı biz kül tablasını satın alınca, onun kül tablası olarak kullanımı için para ödediğimizi düşünmememiz gibi. Bize, kül tablasının ne kadar birim emek içerdiği lazım değil, bize bir adet kül tablası lazım. Burada ka-pitaliste işçinin 10 saatlik bir sürede (Ankara’da 2006 yılı so-nunda, en az çalışma zamanı 10 saattir) çalışma zamanını satın almaktadır. Bu zaman içinde onun yapacağı her şey kapitalis-te aittir. Mesela bizim güçlü kuvvetli gencimiz bir fırıncıda iş bulmuş olsun. Fırıncının amacı, onun 10 saat içinde daha çok, daha çok çalışması ve daha çok üretmesidir. İşte onun emek-gücünün kullanım değeri, bu belli bir saat içinde ürettikleridir.

Fakat kapitalist ona, emek-gücünün değerini öder. Tıpkı bizim kül tablasının kullanım değerini ele geçirmek için satı-cıya bir değer ödememiz gibi. Burada ödenen değer, metanın içinde billurlaşmış olan toplumsal açıdan gerekli emek-zama-nıdır. Peki, işçinin emek-gücü söz konusu olunca bunu nasıl ölçeceğiz? Basit. İşçi, ertesi gün işe gelmek için neye ihtiyaç duyacak ve enerjisini ne ile yerine koyacak? Diyelim ki ekmek, peynir, uyumak, hafta sonu sinemaya gitmek, TV seyretmek, çay içmek vb. Bunların toplam değeri, işçinin emek-gücünün değeridir. İşçinin emek-gücü, duruma göre bundan çok daha fazlaya, daha aza, satılabilir; ama ortalaması budur ve bu işgü-cünün değeri, fiyatlarla ifade edildiğinde, buna ücret deriz. De-mek oluyor ki, ücret, bir ülkedeki tarihsel ve toplumsal şartlara göre oluşmakta, işçinin kendini yeniden üretmesini sağlayacak değeri, ortalama olarak ifade etmektedir. Diyelim ki, sendikanız var, bu düzey yükselebilir, diyelim ki sendikanız yok düşebilir, daha da kötüsü sendikanız var; ama devletin sendikası ise en

Page 533: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

533

kötü duruma razı olabilirsiniz.Diyelim ki, bir Çek ailede, herkes çalışmaktadır. Diyelim

ki, bir Alman aileden farklı olarak Çekler, daha ucuz kiralar ödemektedir. Diyelim ki, Çeklerin toplumsal yaşam alışkanlık-ları farklıdır vb. Tüm bunlar, ücret düzeyi üzerinde etkili olur.

Dünya çapında, malların gümrük kapılarını aşarak dola-şımı ve nispeten ortak bir fiyata satılması daha olanaklı iken, işgücünün dolaşımını kapitalistler istemezler; çünkü bu, hızla, ülkeler arasındaki ücret farklılıklarını ortadan kaldırabilir.

Alman sanayii için, arabayı, saatine 30 dolar vererek 10 saatte üretmek demek, 300 dolar işçilik demektir. Bu araba, 30.000 dolardan satılmakta ise, bu satış fiyatını büyük ölçüde değiştirmeden, işçiliği aşağıya çekmek ya da maliyetleri düşür-mek önemlidir. Maliyetlerin düşmesi, fiyatları da aynı oranda düşürecekse, Alman tekeli, üretimini başka bir alana taşımakta bir fayda görmez. Demek ki, Motorola, 1 doların altında mal etme şansı yakaladığı telefonu, eskiden 20 dolara mal edip 200 dolara tüketiciye ulaştırıyorduysa, bugün de 199 dolara tüke-ticiye ulaştırmak için üretim hattını taşımaktadır. Yoksa onun tüm derdi maliyet düşüşü değildir. Daha yüksek kârdır. Bir an için Malezya’daki işçilerin de ABD’ye sorunsuz, en az Motorola cep telefonları kadar sorunsuz girdiklerini düşünün. Bu durum-da ücret düzeyleri hızla eşitlenecektir. Ürün fiyatları zaten aşağı yukarı eşitlenmektedir. Ücretler de eşitlendiğinde bu fazla kâr olanağı ortadan kalkacaktır.

Sömürge sisteminin işleyişini unutmamak gerekir. Bir yan-dan sömürgenin yer altı kaynakları yok pahasına merkeze ak-maktadır. Diğer yandan uluslararası tekeller kendi yatırımları için yerli ortaklar, yüksek kalitede hizmet sunarak para kazanan yeni zenginler vb. de yaratacaktır. Bunların elinde biriken para ise, her zaman lüks tüketim için, emperyalist merkezlerin ihraç ürünleri için iyi bir olanak demektir.

Elbette sömürgecilik bu kadarla da sınırlı değildir. Hele hele bugünlerde, finans sermayenin akıl almaz metotlarına rağmen, yeniden fiilî işgal döneminin kapılarının açılması, sö-mürgecilik metotlarını daha renkli hâle getirmektedir. Irak’ın işgali, bu açıdan ilginçtir. Irak petrollerinin nasıl bölüşüleceği,

Page 534: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

534

Kerkük’ün statüsü gibi konular, 2007 yılı içinde netleştikçe, bize Irak işgalinin nedenleri hakkında daha detaylı bilgiler de verecektir. Burada, işgal ve finans olanaklarının birlikte kulla-nılmasına yeni örnekler sergilenecektir.

Demek ki, ücretin tek başına düşüklüğü, o ülkedeki yaşam şartları hakkında bir bilgi vermeyebilir; ama ücretlerin yüksek olduğu bir ülkedeki sermaye, cazip koşullarla (mesela 10 yıl vergiden muaf; tek başına bu durum, bir yeni fabrika kazan-mak demektir, bedava arazi; tek başına bu, milyon dolarlarca kazanç demektir, yatırımının yarısının devletçe karşılanması; tek başına bu, var olan makinelerin fiyatlarını iki katına gös-tererek sıfır harcama ile yeni bir fabrika demektir vb.), ucuz emek cennetlerine hareket ediyorsa, durum ciddi olarak değiş-mektedir. Maliyetler çok ciddi oranda düşerken, kârlar ciddi oranda yükselmektedir. Bu durumda Alman sermayesinin Çek Cumhuriyeti’ne, Fransız sermayesinin Macaristan’a vb. kayma-sının nedenleri çok net olarak anlaşılır olur. Elbette bu sermaye grupları girdikleri ülkeleri şekillendirecek anlaşmaları tek baş-larına yapabilmektedirler. AB, Çek, Macaristan vb. ülkeler ile, aslında kendine sağlam pazarlar bulmakta, aşı yapmaktadır.

Alman işçileri, dün Almanya’da çalışan Türk işçilerine, “işimizi elimizden aldınız ve ücretleri düşürdünüz” diye kızı-yorlardı. Oysa Türk işçileri örgütlemek ve onları kendi müca-delelerinin bir parçası olarak düşünmek en doğru yol idi. Şimdi, Çekler Almanya’ya gelmiyor. Tersine Alman fabrikaları Çek Cumhuriyeti’ne gidiyor ve bu kez de Çek işçilerine mi kızacak-lar? Yoksa, işçilerin örgütlü uluslararası dayanışması için ellerini mi sıvayacaklar?

Sermayenin dolaşım hakları ölçüsünde emeğin de ulus-lararası alanda akar gibi dolaştığını düşünelim. Kapitalistler bundan hoşlanmayacaklardır; zira bu, uluslararası işbölümü organizasyonu için bile uygun değildir. Oysa kapitalist dünya ekonomisi, sadece bir emperyalist devlet için değil, bir uluslara-rası tekel için de bir bütün ve tek parçadır. Bunun bir yerindeki kaynağın merkeze akmasının bazı tarihsel ve toplumsal koşul-ları vardır. Başkası mümkün değildir.

Demek ki, işçi sınıfının ulusal ya da uluslararası örgütsüz-

Page 535: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

535

lüğü, sermayenin egemenliğini kolaylaştırmaktadır. İşçi sınıfı-nı zayıf kılan, sadece ulusal çaptaki örgütsüzlüğü değildir. Bu örgütsüzlük, aynı zamanda var olduğu ölçüde dahi, uluslarara-sı işbirliği perspektifini görerek gitmemektedir. Bu ise somut anlamı ile şudur: İşçi sınıfının siyasal örgütlenmesi belirleyi-ci önemdedir. İşçiler, devrimci rotada birleşin! Dünyanın tüm işçileri birleşiniz sloganına bugün dünden daha fazla ihtiyaç duymaktayız.

İşçi sınıfının örgütsüzlüğü, işçi sayısının azalmasından ya da işçi sınıfının önemsizleşmesinden ileri gelmiyor.

Gelmiyor dedik de, aslında daha sonraki bölümlerde daha yakından bakacağımız dünya işçi sınıfının sayısı hakkında da bir hatırlatma yerinde olacaktır. 1995’te işçi sayısı 2.5 milyara ulaşmıştır. Bu 1975 yılındaki sayının iki katından biraz olsun fazladır. 20 yılda işçi sayısının ikiye katlanması önemlidir. Başka hangi toplumsal sınıf veya kesim, 20 yılda ikiye katlanmıştır ve başka hangi sınıf veya toplumsal kesim bu sayısını ikiye katla-dığı yıllarda hakkında “acaba öldü mü, bitiyor mu” diye kitaplar yazıldı? Bunun nasıl bir utanmazlık, nasıl bir bilim düşmanlığı, nasıl bir karartma olduğunu alın siz düşünün. 20 yıllık bir süre-de sayısal olarak iki katına çıkıyor ve dünya nüfusunun %42’sini oluşturuyor işçi sınıfı ve bu burjuva kalemler, aynı 20 yılda işçi sınıfının bittiğinden söz ediyorlar. Eğer öyle ise sizin sermaye-niz, efendiniz ne emmektedir?

Kaldı ki, önemli ölçüde kayıt dışı işçi vardır. Kayıt dışı de-nildi mi, bunun rakamları küçük görülmesin. Ülkemizde, me-sela işçi sınıfın beşte biri tamamen kayıt dışıdır, istatistiklere hiç girmemektedir ve bu rakam 1995 rakamıdır. Her geçen gün kayıt dışı çalışma artmaktadır. Bu bazı ülkelerde çok daha fazladır. Bu nedenle 2.5 milyarın üzerinde bir dünya işçi sınıfı düşünmek gerekir.

Pek çok sömürge ülkede yoksul köylülük bu rakamların içine dâhil değildir. Bunu da rakamı olduğundan küçük gös-teren ikinci bir etken olarak saymak gerekir. Bu rakamlar da eklendiğinde, emekçi sınıfların sayısının, 6 milyar içinde 5 mil-yara yükseldiği hesaplanmaktadır.

Hâlâ dünyanın önemli bir bölümünde köylülüğün mülk-

Page 536: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

536

süzleşmesi ile işçi sınıfı büyümektedir; ama burada da bazı ülkelerde farklılaşma başlamıştır. Merkezî kapitalist ülkelerde köylülüğün ayrışmasının yerini, kent orta sınıflarının erimesi yolu ile işçileşme tutmaktadır. Bu durum bazı ülkelerde, dö-nemden döneme değişiklikler de arz etmektedir. Kapitalist dünya ekonomisi bir bütün ise, bu bütün içinde her parçada farklı süreçlerin aynı anda yaşanması işin özünü değiştirmi-yor, işçi sınıfı çoğalıyor, toplum, dünya hızla proleterleşiyor. Bu Marx’ın öngördüğünden daha da hızlı gerçekleşiyor. Bugün işçi sınıfı üzerine tartışmaların ana ekseni, işçi sınıfını unutturmak, kendini inkârını sağlamak, onu sadece bir ekonomik güce in-dirgemek ve aydınların işçi sınıfından kopmasını sağlamaktır. Yoksa işçi sınıfının sayısal azalması falan değildir.

Daha da kötüsü, işçi sınıfının sayısal azalması söz konusu ise, neden bunca işsizlik vardır? İşçi sınıfı sayısal olarak azalıyor olsa idi, bundan en büyük zararı, gazete köşelerinde patronları-nın emri ile kıç yalama yazıları yazan adamlar görürdü; çünkü onların patronu, kişilik bulmuş sermaye canlı emek ememediği için, onları da besleyemez olurdu.

İşçi sınıfının tartışmaya açılmasında, tek nesnel etken, SSCB’nin dağılması ve sosyalizmin dünya ölçeğinde aldığı ye-nilgidir. SSCB’nin dağılması, aslında 70 yıllık bir deneyimin çözülmesi ve yanlış da olsa bunun gömülmesinin düşünülme-sidir. Yanlıştır, çünkü, hiçbir güç, proletaryanın bu deneyimini silemeyecek, unutturamayacaktır. Keşke geçmişimizde her za-man Büyük Ekim Devrimi gibi çağ açmış birikimler olsa. Pro-letarya, henüz bu yenilgiyi kavramış ve kendisi için nasıl bir sosyalizm sorusunu yanıtlamış değildir. Bu boşluğu değerlen-diren karafatma tipli kalemşörler, hemen, işçi sınıfının ruhuna fatiha okumaktadırlar.

En kötüsü kimilerinin bunu, devrim ve özgürlük adına ya-pıyor olmasıdır. Devrim isteyen bir kişi, devrimin nesnel do-ğasını analiz eder, istemleri (kendi istemleri ile sınırlı olmayan gerçek istemleri) ortaya koyar ve bunun hangi toplumsal gücün işi olduğunu belirler. Bize işçi sınıfı artık devrimci değildir di-yeceklerine, şunu yapmalıyız demeleri gerekir. Bunlara aceleden akıllarını evde unutan arkadaşlar diyoruz. Onların hızı iyi ola-

Page 537: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

537

bilir belki; ama alacakları yol, hep akıllarını unuttukları yer ile ilk keşif yaptıkları toplumsal süreç arasındadır. Bu arada gidip gelirler.

Sermayenin uluslararasılaşması, işçi sınıfı içinde de net bir uluslararası işbölümünü beraberinde getirmiştir. Sömürge ül-kelerde vasıfsız iş alanları, emek yoğun üretim süreçleri ağırlık kazanırken, bu ülkelerdeki kalifiye işgücü, çok uygun fiyatlarla merkez ülkelere “beyin göçü” olarak çekilmektedir. Bu, emper-yalist merkezler için aynı zamanda son derece uygun bir in-san kaynağı da demektir. Bunun farkında olan sistem, kontro-lü artırmak için, bu potansiyele sahip çocukları genç yaşlarda okumak için ülkelerine çekme yolları geliştirmektedir. Hem sömürge ülkelerde ileri teknoloji alanında istihdam alanları bu-lunmamaktadır, hem de bu alanlarda yetişen işgücü hızla dışa-rıya çekilmektedir. Bu beyin göçü, aynı zamanda sömürgelerin kontrolü açısından da yeni olanaklar doğurmaktadır. Maden kaynaklarını soğuran emperyalist sistem, insan kaynaklarını da soğurmaktadır.

Yine sömürge ülkelerden işçi göçü ile merkezlerin en ve-rimsiz ve pis işleri yaptırılmakta ve böylece o ülkelerde de işçi sınıfının birliğinin önüne ciddi engeller çekilmektedir. Mesela İngiliz işçisi diyelim ki Hint düşmanı olabilmekte, Alman işçisi Türk düşmanı olabilmektedir. Başka bir kardeşini hor gören bu işçiler ise, kendi mücadelelerinden de rahatlıkla kopabilmek-tedirler. Alman için Türk işçi, her zaman en kötü işleri yapan, en ucuza çalışan vb.dir. Aslında sistem bunu yapmakta, yaptır-maktadır. Alman işçi, dün ekmeğini elinden alacaklar diye işsiz kalıp da düşük ücretle iş arayan kendi ırkından işçilere (işsiz-lere) kızmaktaydı, bugün kendi ırkından da olmayan ve düşük ücretle, yarı köle gibi çalışmaya hazır “en alttakiler”e kızmakta-dır; ama aklına kendisine ve diğerlerine bu koşulları sağlayan Alman burjuvazisine kızmak geldiğinde, işte o zaman belki de diğerlerinin kendinin ırksal olmasa da, ondan daha sağlam bağ-larla sınıfsal kardeşleri olduğunu anlayacaktır. Aslında, bu ulus-lararası işçi göçü, işçi sınıfının siyasal gelişmişliği durumunda ise tersine büyük avantajdır. Bir Libyalı işçi, İtalyan işçilerinin deneyimini gazetede okumadan, bir Türk işçi Alman işçilerinin

Page 538: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

538

deneyimini başkasından duymadan alabilme, yayabilme olana-ğına da sahip olacaktır. Siyasal bilinci gelişmiş işçi sınıfı için, herhangi bir ülkenin işçileri için, artık dünyadaki diğer kardeş-leri ile bağ kurmak, kendi fabrikalarında birisi ile bağ kurmak kadar kolaylaşmıştır. Sorun şu ki, bu ancak, sınıf bilinci gelişmiş işçilerin elinde bir avantajdır.

Bu süreç, işçi hareketinin siyasal anlamda gelişmesinin ne demek olduğunu ya da tersi, bize en net gösteren süreçtir. Ar-tık, pek çok sorunun kaynağı siyasal örgütsüzlük ya da siyasal bilinç geriliğidir ve pek çok sorunun çözümünün anahtarı, siya-sal örgütlenmede, siyasal bilincin gelişmişlik düzeyindedir, ona doğrudan bağlıdır.

Sermayenin uluslararasılaşması, öte yandan, işçi sınıfının siyasal örgütlülüğünün eksik olduğu bugün, aynı zamanda ça-lışma zamanının uzamasına da olanak vermektedir. Normalde, SSCB sağ iken, emperyalist merkezlerde sürekli olarak eğilim, işgünü haftasının kısaltılması yönünde idi. Avrupa’nın bazı ül-kelerinde, 35 saat iş haftası uygulama alanları bile bulmaya baş-lamıştı; ama bir yandan Sovyet Devrimi’nin yenilgisinin verdiği cesaret, diğer yandan işsizlik ve göçmen işçi tehdidi, yeniden çalışma haftasının uzatılması saldırıları için bir araç olmuştur.

Merkezlerden üretim hatlarının bir bölümünü ucuz emek cennetlerine taşıyan kapitalistler, işsizliği önlemek için çalış-ma zamanını kısaltma yoluna gidebilirler de. Teknik olarak bu mümkün; ama bu sosyal olarak, sınıf savaşımı açısından müm-kün değil. Burjuvazi bir kere, insanların üç saat/gün çalışması ile gül gibi geçinebilecekleri fikrine olanak tanıdı mı, bunu dur-durmaları mümkün değildir. Hatta bu ekonomik açıdan da on-lara oldukça pahalıya mal olur. İşsizler ordusu, ücretleri sürekli aşağıya çeken bir etken olarak devrede durmalıdır.

Öte yandan merkez ülkelerde işçiler durumlarından mem-nun değildir. Oradaki yüksek ücretler, bazı durumlarda iyi bir yaşam olanağı demek olsa da, çoğunlukla bu mümkün değildir. Bu yüksek ücret, yüksek ev kiraları, pahalı gıdalar vb. ile denge-lenmektedir. Çoğunlukla bir Çinli, orta düzeyde bir geliri olan bir Amerikalı işçiden daha sağlıklı koşullarda yaşamaktadır, daha iyi olanaklara sahiptir, daha az borcu vardır, daha neşelidir

Page 539: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

539

vb. Elbette bunu hepsi için söylemek de mümkün değildir. Üs-telik merkez ülkelerdeki işçiler, nesiller boyu işçi olduklarından, onların işçi olmamakla ilgili büyük sorunları da yoktur. Yani, bir kere, merkez ülkelerde işçilerin tekrar haklarını arama mücade-lesinin önü açıldı mı, bunu durduracak etkenler de azalmakta-dır ya da mevcut alternatifler burjuvalar tarafından hâli hazırda uygulanmakta olduklarından, bu nokta aşıldı mı, geri dönüşü olmayan süreçlerin başlaması an meselesi demektir.

Orada problem, bir yandan sömürge ülkelerdeki yoğun sömürünün verdiği olanakla, nispeten rahat yaşam koşullarını sağlayabilen azınlık bir işçi aristokasisinin hareketi frenleme-si iken, buna SSCB’nin çözülmesi sonrasının olumsuz etkile-rini de eklemek gerekir; ama hayat asla tek yönlü ilerlemiyor. SSCB’nin çözülmesi, bir yandan bu işçilerin zaten çok eğilimli olmadıkları sosyalizmin çözülüşüne tanık olmaları demektir; ama öte yandan, bugün, metropollerdeki her işçi, dün kendine ait olan bazı sosyal hakların nedeninin, o kötülük kaynağı, o yıkılan sosyalizmin varlığı olduğunu anlamaya başlamıştır.

Kamu alanında çalışanların sayısının hızla azalması da önemli bir başka etken olarak, son 20 yılda dünya çapında işçi sınıfını etkilemiştir. Bir yandan, bu devlet kontrollü de olsa sen-dikaların güç aldığı alan idi. Özelleştirme, taşeronlaştırma sü-reci, işçi hareketini siyasal mücadeleyi önlemek üzere yeniden bölmek, dizayn etmek demektir. Bu, sendikalara ciddi ölçüde güç kaybettirmiştir. Dediğimiz gibi, bu sendikalar, çoğunlukla soğuk savaşa göre şekil almış, işçilerin haklarını savunmaktan çok devleti korumaya özen gösteren sendikalardır. Onun için onların güç kaybediyor olması, gerçek anlamında bir güç kaybı da değildir. Onlar, burjuvalar, uluslararası tekeller, nasıl büyük fabrikalarda işçileri bölerek güçlerini düşürmeye çalışıyorsa, ta-şeronlaştırma ile siyasal mücadeleyi önlemek üzere sınıfı fabri-kalar bazında yeniden dizayn ediyorsa, işçi hareketinin de er ya da geç, kendini yeniden dizayn etmesi, siyasal mücadele alanına çıkmak üzere yeniden mevzilenmesi yaşanacaktır.

Page 540: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

540

İşçi Sınıfı Sayısal Olarak Azalıyor mu?

Tüm tartışma özünde işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal misyonu dediğimiz, biz devrimciler tarafından savunulan, Marx ve Engels’i diğerlerinden ayıran şu noktadan kaynaklanıyor: İşçi sınıfı sınıfsız bir toplumu, komünizmi, ortakçı bir toplumu kurabilecek yegâne devrimci sınıftır. İşçi sınıfı kendisi de sınıf olarak dâhil olmak üzere tüm toplumsal sınıfların varlığına son verecek ve yeryüzünde sınıflı toplumlar dönemini bitirecek, sö-mürü ve aşağılanmayı bitirdiği gibi, gerçek anlamı ile insanlık tarihinin başlangıcını yapacak tek devrimci sınıftır.

Kavga bunun üzerinedir.Burjuva cephe, kapitalist-emperyalizmin tüm kalemşörleri,

hazır sosyalizm cephesi zayıf, hazır işçilerin sınıf bilinci eksik ve bulanık, hazır dünya proletaryası dünya çapında bir yenil-gi yaşamış ve toparlanmamış iken, hazır işçi sınıfının devrimci harekete uzaklığı söz konusu iken, tüm güçleri ile işçi sınıfının bir devrimci sınıf olması olanağına saldırıyorlar. Tüm güçleri ile, filleri ve karafatmaları da içine alan bir ordu oluşturarak, hep beraber, karanlığın egemenliğini uzun kılmaya çalışıyorlar.

Bu konuda da başarılı olduklarını söylemek mümkündür. Mümkündür elbette, çünkü şu anda işçi sınıfı hâlâ siyasal bir güç olarak siyaset sahnesinde yok ve dünya nüfusunun ezici çoğunluğu kendi önderlerini çıkarmış değildir. Dünyanın en kalabalık sınıfı, siyasal mücadeleden bu kadar uzaktır. Yöneten elitler bu kadar azınlıkta, bu kadar güçlüdür.

Fakat yine de, bu başarıları geçicidir. Bu durum geçicidir.Bize en çok söylenen “gerçek”; işçi sınıfı artık sayısal olarak

da azalmaktadır. Onlara göre doktorlar, mühendisler, avukat-lar, öğretmenler vb.den oluşan “yeni” toplumsal kesimler (yeni

İşçi Sınıfının Toplumsal ve Tarihsel Misyonu

Page 541: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

541

oldukları çok tartışılır olsa da, sayılarının artması doğrudur ve sayıları arttıkça, ezici çoğunluğu işçi olarak istihdam edilmek-tedir) işçi sınıfının sayısındaki azalmanın hem kanıtı, hem de bu kesimler, işçi sınıfından daha önemli rol oynayacaklar.

Ne kadar ilginç: Bu ilginç noktayı paylaşmak yararlı olacak. Demek ki, bu beyler, işçi sınıfının bir toplumsal rol oynamasın-dan rahatsız değiller. Öyle ya, eğer rahatsız olsalardı, bundan sonra bu rolü bu yeni “orta sınıf ” oynayacak derler miydi? De-mek ki, işçi sınıfının tarihsel rolü denilen şeyi kabul ediyorlar. Bunu itiraf olarak kaydeden olmamış olabilir. Biz kaydedelim. Bir şeye karşı çıkarken, bu arada bir gerçeği kabul ediyorlar, de-mek ki, dün işçi sınıfı böyle bir rol oynamıştı.

Yine demek ki, bunlar, bu yeni toplumsal güçlere roller biçmektedirler; ama onların bu rollerini işçi sınıfı gibi, sosyalist devrim, sınıfların ortadan kaldırılması gibi amaçlar için kullan-mayacaklarından da eminler. Peki, o zaman bu “sınıflar sorunu” ne olacak? Sınıflar ve karşıtlık varsa, bir insan bir başkası tara-fından sömürülüyorsa, aşağılanıyor ve meta zoru çalıştırılıyorsa, sizce bunun olduğu bir dünyada özgürlük, eşitlik mücadelesi biter mi? Acaba bu yeni toplumsal güçleri, bu aklı evveller, bir tür uzlaştırıcı olarak mı görüyorlar? İşçi sınıfının uslulaştırıl-ması için bir araç olarak mı görüyorlar? Peki öyle ise bu kimin rüyası, kimin isteği? Diyelim ki, bu yeni toplumsal kesimler, işçi sınıfı gibi devrim isteyecekler; ama toplumun ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen olarak var olan karşıtlığını, nasıl ortadan kaldıracaklar? Bu acaba, maddi değil de, psikolojik bir sorun mudur ki, tedavi ile düzeltilsin, yalan ile örtülsün!

Yine de bu geniş konuyu kendi metodumuzla tartışma-lıyız; zira onlardan gelen tartışma argümanları, bir-iki satırda tuz buz edilecek kadar kaba-ideolojik argümanlardır. Burjuva saldırganlığın en kaba, en bilimdışı metotlarını, herhâlde son on yıllarda görür olduk. Çaresizler ve deneyecekleri her şeyi de-nediler.

Önce işçi sınıfının dünya üzerindeki gelişim seyrine bak-malıyız. Özellikle, kapitalizmin yeni savunucularının tekno-lojinin işçilere duyduğu ihtiyacın azaldığını iddia ettiklerinde başvurdukları yıllar, 1975-1995 yılları arasını kapsamaktadır.

Page 542: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

542

1960’lar için sanayileşme ve işçi sınıfının giderek çoğalmasını teslim etmeyen yok. Belki de bu yıllar, yani 1975 sonrası yıllar, özellikle, devrimci hareketin ağır ağır yara aldığı 1980’li yılların sonrası açısından, sadece onların neredeyse tek yanlı iddiaları-nın egemen kılındığı bir dönem olmuştur. Yanlışlığa yol açmak istemeyiz, işçi cephesinden Marksist cepheden bunlara yanıt verilmediği anlamında konuşmuyoruz. Bu kesinlikle yanlış olur; ama SSCB’nin çözülüşü sonrası ortaya çıkan kaos ortamı, burjuva medyanın gücü ile birleşince, sanki sadece onlar ko-nuştu. Hele hele, ülkemizde bu neredeyse tamamen doğrudur ve ülkemizde, bu konulara ilişkin tartışmalar, devrimci cephe açısından da eksiktir. Bizim inanmamız, bizim bilmemiz anla-mında eksiktir demiyoruz. Kafamızın net olması ayrı, bu konu-da burjuva cepheye karşı mücadele yürütmek ayrıdır. Özellikle aydın erozyonu diyebileceğimiz bir sürecin içinde, bu durum da son derece açıklanabilirdir. Aydınların biraz ortada duranla-rı, hızla yollarını burjuva demokrasisi dedikleri ve kendilerinin de inanmadıkları alanlara açtılar. Birkaç aydın ise, tersine, daha fazla sınıfa, devrime ve devrim saflarına yanaşmaya başladı. Ül-kemizde aydın denilen kesimin sayısal çoğunluğunu onlara ve-riyoruz, tarihi yazanlar, başlangıçta hep azınlıkta olanlar olmuş-tur. Bizim saflarımıza, devrimci saflara, işçi davasıyla birleşerek, sınıfın bir parçası olarak gelen her aydın, zafer için düşünülen-den çok daha fazla verimli olacaktır. Hele bir toz duman dağıl-sın, hele bir güneş yüzünü göstersin, hele bir toplumsal güçler sahnesi yeniden şekil alsın.

1960’larda kapitalist gelişim süreci, II. Dünya Savaşı’nın tahrip ettiği Avrupa’nın gelişmesi ile nispeten barış içinde yü-rüdü. Bir yandan burjuvazi devrimin cazibesini önlemek için, gelişmiş ülkelerde işçi sınıfını susturacak bazı haklar tanıdı ve aynı zamanda da onu kontrol altında tutacak örgütlenmelere yöneldi. Aslında hızlı kalkınma ve sanayileşmeye rağmen, tek-nolojinin işçi sınıfını sayısal olarak küçülttüğü görüşü, daha sonrasına aittir. Özellikle de 1975 sonrası döneme. Nedense, bugünlerde, 2006 yılının sonlarında, artık çok az kişi teknoloji-nin işçi sayısını azalttığını söylüyor.

Burjuva medyanın iddialarının ne kadar yalan ve ne kadar

Page 543: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

543

ideolojik saldırının parçası olduğunu, aşağıda göreceğiz.Bu nedenlerle, biz de konuyu biraz geniş tutmayı yeğle-

meliyiz. Önce işçi sınıfının sayısal değişiminden başlamalıyız, ülke ülke.

Tablo 40 (bknz. syf. 544) burjuva kalemşörleri, onların hizmetinde arayol arayan bilim düşmanı karanlık aydınları, Marksizm’e küfür edip uzaklaşmak için bahane arayıp da işçi sınıfının ömrü doldu diye bağıranları, biz ilave tek kelime et-mesek de, biz hiçbir yorumda bulunmadan da, açıkça, kuşkuya yer vermeyecek biçimde yalanlamaktadır.

Kaydedebiliriz: 1. İşçi sınıfı sayısal olarak azalmamaktadır. Bu ne emperya-

list merkezlerde böyledir, ne de gelişmekte olan ülkeler olarak verilen, bizim ısrarla sömürge ülkeler diye adlandırdığımız ül-kelerde. Yani, kapitalist dünya ekonomisi diye adlandıracağımız bu kapitalist-emperyalist egemenlik sistemi içinde işgücü sü-rekli büyümektedir.

2 Sermaye ancak canlı emek emerek büyür. Sermayenin büyümesinden (bir elden diğerine geçmesinden değil) söz eden herhangi bir kişi, eğer biraz bilimden haberdar ise, biraz hayat denilen şeyi biliyorsa, işçi sınıfının da büyümesinden söz etmek zorundadır, amma az, amma çok.

3. Yukarıdaki rakamlar, haklı ve yerinde olarak dünya ça-pındaki işsiz sayısını içermemektedir. Bu sayıda, Avrupa ve Amerika’da yaklaşık olarak %10 olarak söylenmektedir. Bu resmî rakamlar ise, belki, belli sınırlar içinde, sınırlı sayıda ülke-de geçeğe yakındır.

4. Kayıt dışı ekonomi, bu rakamların içinde yoktur. Pek çok ülkede, buna metropoller de dâhil, ciddi bir kayıt dışı işçi vardır. ABD, Almanya, Fransa gibi ülkelerde bu kayıt dışı olanlar, ço-ğunlukla göçmen işçilerdir. ABD’de acaba ne kadar Meksikalı kaçak işçi çalışmaktadır? Sıra sömürge ülkelere geldiğinde, bu sefer kayıt dışı sayısı daha da büyümektedir. Türkiye’de kayıt dışı çalışanların 5 milyon işçiyi bulduğu, 2000 yılında söylen-mekteydi. Bugünlerde, muhtemelen kayıt dışı sayısı iki katına çıkmış olmalıdır. Kaçak işçi çalıştırma, sigortasız işçi çalıştırma, özellikle son birkaç yıldır darbeler yiyen ve Çin tekstil sanayii

Page 544: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

544

Tablo 40*

Dünya işgücündeki büyüme 1970-2000 yılları (milyon)1985-2000

Bölge 1970 1985 2000 yıllık büyüme

OECD 307 372.4 401.3 0.5

ABD 84.9 122.1 141.1 1Japonya 51.5 59.6 64.3 0.5Almanya 35.5 38.9 37.2 0.3İngiltere 25.3 28.2 29.1 0.2Fransa 21.4 23.9 25.8 0.5İtalya 20.9 23.5 24.2 0.2İspanya 13 14 15.7 0.8Kanada 8.5 12.7 14.6 0.9Avustralya 5.6 7.4 8.9 1.3İsveç 3.9 4.4 4.6 0.3

Gelişmekte olanBölgeler 1119.9 1595.8 2137.7 2.1

Çin 428.3 617.9 761.2 1.4Hindistan 223.9 293.2 383.2 1.8Endonezya 45.6 63.4 87.7 2.2Brezilya 31.5 49.6 67.8 2.1Pakistan 19.3 29.8 45.2 2.8Tayland 17.9 26.7 34.5 1.7Meksika 14.5 26.1 40.6 3.0Türkiye 16.1 21.4 28.8 2.0Filipinler 13.7 19.9 28.6 2.0G. Kore 11.4 16.8 22.3 1.9SSCB 117.2 143.3 155.0 0.5

Dünya 1596.8 2163.6 2752.5 1.6

*Kaynak: Emeğin Yeni Dünyası, Ronaldo Munck, Kitapyayınevi, s. 22

Page 545: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

545

karşısında dayanamayan ülkemiz tekstil sanayii için bir çıkış yolu olarak teşvik edilmektedir.

“Kayıt dışı iş oranının sanayileşmiş ekonomilerde çalışan nüfusun %2’si ile %15’i arasında yayıldığı tahmin edilirken, Güney’de bu oranın %30 ila %80 arasında dalgalanma göster-diği tahmin edilmektedir.” (R. Munck, age, s. 138).

“Latin Amerika’da ... 1980’de kayıt dışı sektör, tüm istihdamın %30’u olarak hesaplandı.” (age. s. 139). “Afrika’da durum daha da kötüdür: ILO’nun tahminlerine göre, Afrika’daki kentsel kayıt dışı sektör, bugün, kentsel işgücünün %61’ini istihdam ediyor.” (age, s. 141).5. Bu rakamlar sadece ücretli çalışanları gösterdiği için, aile

içi çalışanlar, tarımda yoksul köylülük, özellikle sömürge ülke-lerdeki geçici-mevsimlik işçiler (mevsimlik işçilerin tablodaki rakamlara dâhil olma ihtimali vardır. Vardır, çünkü bunlar belli ülkelerde belli sayılarla gösterilmektedir; ama dâhil edilmiş ise bile, kesinlikle eksik kayıt ihtimali, özellikle sömürge ülkelerde çok yüksektir), rakamlara katıldığında rakamlar ikiye katlanır hâle gelecektir ya da ona çok yakın hâle.

6. İşgücü, sömürge ülkelerde daha hızla büyümektedir. Tablo incelendiğinde, 1985-2000 arasında OECD ülkelerin-de işgücü büyümesinin üçte bir oranında olduğu görülecektir. Yine de bu rakam, nüfus büyümesinden, bu ülkeler için ko-nuşursak, elbette daha fazladır. Bu ülkelerde nüfus, sözü edi-len 15 yıl içinde 3’te 1 oranında büyümemiştir. OECD nüfus büyüme ortalaması, yıllık yüzde 1 civarında diye düşünülürse, işgücü nüfusun iki katı kadar büyümüş demek zorundayız. Bu da, OECD ülkelerinde dahi proleterleşmenin kayda değer hızla geliştiğini, göçmen işçi ve artan işsizliğe rağmen bunun oldu-ğunu söyleyebiliriz. Bu zengin ülkelerdeki işgücünün %40’ı, 34 yaşın altındadır.

Aynı dönem, sömürge ülkelerde, başkalarının azgelişmiş dediği ülkelerde, işgücü, ikiye katlanmıştır. Mesela Türkiye’de işçileşme oranı, nüfus artış oranından fazladır. Yine bu sömürge ülkelerde çalışanların %55’i, 34 yaşın altındadır.

Gelişmiş ülkelerde proletarya saflarına yeni katılanların

Page 546: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

546

kimler olduğu konusunda bir araştırmaya maalesef ulaşamadık. Böylesi araştırmaların var olduğundan şüphemiz yok. Burjuva-zi, bu süreci, bizim hamkafalı aydınlarımıza göre çok daha cid-di izliyor. Ülkemizde de böylesi çalışmalar yapılmaktadır; ama bunlar, belki ilgi çekmeyeceği düşüncesi ile, daha çok da “aman sende komünistlere veri mi verelim” düşüncesi ile saklı tutul-makta, sınırlı çevrelerde dağıtılmaktadır.

Gelişmiş ülkelerde işçi sınıfına katılımın, kent orta sınıfla-rından olduğunu düşünmemiz için çok etken var. Bir kere, dok-tor, avukat, vb. kendi hesabına çalışanların işlerini kaybetmeleri ve sektördeki yeni yapılanmalara uygun olarak daha fazla sayıda olanının işçi olarak çalışmaya başlaması bir vaka olarak bilini-yor. Sadece buna ilişkin oranlarımız ve verilerimiz eksiktir.

Sömürge ülkelerde ise, daha çok tarımdan kopuş ve işçi sınıfına katılış öndedir. Elbette bu her ülkeye göre de değiş-mektedir; ama ucuz emek cennetini yaratan etkenlerin başın-da, öncelikle tarımın hızla dağılması gelmektedir. Bu ise, aynı zamanda emperyalist ülkelerin tarıma şekil verme ve o pazarı elde tutma çalışmalarını destekleyen bir süreçtir. Emperyalist güçler, tarımsal alanda sömürge ülkelerde var olan, belli ölçü-lerde kendine yetme sürecini yok etmek istemektedirler. Bu ise, önümüzdeki dönem, önemli kâr alanlarından bir olacaktır ya da olmaya adaydır. Bu aynı zamanda ucuz emek cennetlerini çoğaltmak ve sürekli kılmak için de bir kaynaktır.

“Önümüzdeki otuz yıl içinde işgücüne katılması beklenen işçi-lerin yüzde 99’unun düşük ve orta gelir düzeyindeki ülkelerden geleceği tahmin edilmektedir.” (Dünya Bankası raporlarından aktaran, R. Munck, age, s. 87).Bu durum bize tarıma ilişkin politikaların da temelini gös-

termektedir.Bu sosyal hareketlilik, işçileşme, aynı zamanda yaşam tar-

zında, kentleşme anlamında da bir değişim demektir. Bu ciddi bir değişim demektir ve bunun büyük kentlerin etrafında top-laşma ve yeni rant kaynakları demek olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, kapitalist sistem, bu sosyal ha-reketliliğe aynı zamanda “yeni pazar” gözü ile de bakmaktadır.

Page 547: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

547

Buraya kadar, işçi sınıfının öldüğü, bittiği, azaldığı ve tek-nolojik gelişimin işçi sayısını azalttığı yollu tüm yaygarayı, bir bir burjuva ideolojik saldırı olarak gösterebildiğimize inanıyo-ruz.

a. Daha önceki bölümlerde gösterdik ki, kapitalizm koşul-ları altında teknik gelişme, çalışma zamanını kısaltmıyor, dahası çalışmayı kolaylaştırmıyor. b. Daha önceki bölümlerde gördük ki, cansız emek olarak sermaye, ne kadar büyük makineler hâline gelirse, o kadar büyük oranda sömürüye yol açmaktadır. c. Ve daha önceki bölümlerde gördük ki, işçi sınıfına sal-dırının bir yoludur bu. d- Nihayet tüm bunları biraz olsun verilerle destekledik ve gösterdik, aslında işçi sayısında da bir azalma yok. Burada yeri gelmişken, bir konuya açıklık getirmeliyiz.

Normalde elimizde bu rakamlar olduğuna göre, bizim hemen, bu rakamları ortaya koyarak, tartışmayı bitirmek ve işçi sayı-sında bir azalma yoktur dememiz bir yol olabilirdi; ama biz bunu, bilerek yapmadık. Çalışma boyunca da bundan kaçındık; çünkü, burjuva saldırı gerçekler üzerinde yürümüyor. Bir nevi, arkasına rüzgârı almış yelkenli gibi bir hava estirerek yürüyor ve önemli olan, bu havayı kırmak, bu karanlığı yıkmaktır. Bu karanlık, küçük bir ışık tarafından da olsa, son derece basitçe parçalanır. En zifiri karanlığın, ışığa karşı savunması yoktur.

Pek çok alanda elimizde yeterli veriler bulunmamakta ve bu nedenle saldırılara cevap vermekte kendimizi güçsüz hisset-mekteyiz. Oysa bu doğru değil. Düşüncenin tutarlılığı, verilerin eksik olduğu yerlerde, her zaman yol açıcı olmuştur.

Dünya işgücünde ya da dünya proletaryası içinde net ola-rak görebileceğimiz bir eğilim, kadın ve çocuk emeğinin gide-rek daha fazla kullanımıdır. Bunu, önceki bölümlerde inceledik. Ucuz emek cennetleri ne ise, makineleşmenin verdiği olanakla çocuk ve kadın emeğinin kullanımı da odur. Aynı etkiyi, bu kez uzakta, bir cennette değil, aynı toplumun içinde yaratmaktadır.

Özellikle kadın emeğine ilişkin, bazı verilere ulaşmış ol-mamız avantaj. İki nedenle, birincisi durumu görmek ve göster-mek açısından, ikincisi de, kadınların sınıf savaşımında ve dev-

Page 548: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

548

rimci mücadelede artan önemde yer alacaklarının bir kesinlikle ortaya konmasına işaret edebilme olanağı açısından.

Dünya kadınlarının, çalışma çağında olup da çalışanlarının oranı, hızla yükselmektedir. Tablo 41’de bu oran %51.3 olarak görünmektedir.

Fakat burada birkaç noktanın altını çizmeliyiz. 1. Kadının toplumsal mücadeledeki yeri, giderek daha

sağlıklı bir zemine oturarak gelişecektir. Bunun nesnel zemi-ni ortaya çıkmaktadır. Çalışan kadın, erkek egemen bir toplum olan kapitalist toplumun yıkılmasında, işçi sınıfının mücadele gücünü artıran ve kendi iç değişimine de katkısı olan bir etken olarak devreye daha fazla girecektir.

Öyle anlaşılıyor ki, kapitalist sistemle hesaplaşma, son de-rece büyük ve son derece kapsamlı olacaktır. Kapitalizm, dünya çapında bir bölgeden başlayan devrimlerle ardarda parçalanma-ya başlayacaktır; ama bu, sürecin sadece bir yönüdür. Binlerce yıllık sınıflı toplum tarihi ile hesaplaşma olmadan, kapitalizmi mezara koymak da olanaksız olacaktır. Bir yandan meta üretimi ve meta üretim ufku ile hesaplaşılırken, bir yandan da binlerce yıllık aşağılanma ve horlanma ile hesaplaşılacaktır. Bugün tüm etkenler, sınıf savaşımının içine eklenmektedir; ama bu, daha geniş toplumsal kesimlerin de hareketi için bir yoldur.

Bu hesaplaşma, kadının ezilmesi, ikinci sınıf vatandaş ko-numunda tutulması ile hesaplaşma yaşanmadan tamamlanmış olmayacaktır ve bugün, bu hesaplaşmanın nüveleri, işçi sınıfının devrimci hareketi içinde, devrimci perspektifi daha da geliştirici etkenler olarak girmektedir.

Kapitalist dünyanın aşılıp, yeni bir dünyanın, özgürlük ve kardeşlik dünyasının başlaması için, o dünyaya adımlarını ata-cak öncülerin, nüve hâlinde de olsa yeni insanın özelliklerini içlerinde taşıyor olmaları gereklidir. Bu yeni dünya cinsel ay-rımcılığın olmayacağı bir dünya olacaksa, şimdiden, daha fazla kadının sosyal mücadeleye girmesi, elbette yeni insanın oluşu-muna da, insanın devrimcileşmesine de önemli ölçüde katkı sunacaktır.

2. Bugünkü hâli ile değil, fırtınanın geliştiği dönemki hâli ile, sınıf mücadelesi geliştiğinde, işçiler ayağa kalktığında, bu

Page 549: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

549

Tablo 41 *

Dünya İşgücünde Kadınlar

GelişmişBölgeler 156.5 40.9 58.6

ABD 53.9 44.1 66Japonya 24.3 39.9 57.8Almanya 11.1 39.9 51.3İngiltere 11.7 41.4 62.6Fransa 10.2 42.5 55.2İtalya 8.9 36.9 43.4İspanya 4.8 32.6 37.5Kanada 5.7 43.2 65.4Avustralya 3.1 39.7 54.1İsveç 2.1 48.0 79.4Gelişmekte Olan Bölgeler 554.2 34.7 48.6Çin 267.2 43.3 75.5Hindistan 76.8 26.2 32.3Endonezya 19.8 31.3 38.0Brezilya 13.5 27.2 32.2Pakistan 3.4 11.4 12.1Tayland 12.2 45.9 74.8Meksika 7.1 27.0 31.1Türkiye 7.2 34.0 47.4Filipinler 6.4 32.1 39.2G. Kore 5.7 34.0 42.2SSCB 69.2 48.3 72.6

Dünya 790.1 36.5 51.3*Dünya değerleri, tabloda yer almayan ülkeleri de kapsar. SSCB ve gelişmekte olan ülke bilgileri için 1985, diğer bölgeler için ise 1987 verileri kullanılmıştır.Kaynak: Emeğin Yeni Dünyası, Ronaldo Munck, Kitapyayınevi, s. 24.

Bölge ya da Ülke

Çalışan kadınlar(milyon)

İşgücünde kadınların payı(%, toplam işgücüne oranı)

Kadınların işgücüne

katılım oranları15-64 yaş arası

Page 550: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

550

kez sadece evlerinde kendilerini destekleyen kadınlar anlamın-da kadınlardan söz etmeyeceğiz. Bu aslında, mücadelede zayıf-latıcı bir unsur idi de; ama artık, o kadınlar, mücadelenin her alanında, içinde olacaklardır ve bu daha dayanıklı, daha esnek, daha dirençli bir mücadele de demektir. Bu hiç de küçümsene-mez toplumsal bir avantajdır ve öyle de olacaktır.

3. Önümüzdeki dönemde kadınların işgücüne katılımı daha da artacaktır. Bu ucuz emek deposu arayan kapitalist sis-tem için bir zorunluluktur. Önümüzdeki yıllarda, hem gelişmiş ülkelerden, hem de sömürge ülkelerden işgücüne katılımda ka-dın ağırlığı daha fazla olacaktır. Bu ise toplumsal alanda yaşa-yan feodal düşünüş sistemini daha hızla tasfiye edecektir.

4. Kapitalist üretim ilişkileri içinde çalışma, her zaman işçiler için düzensiz olmuştur. Her zaman göç vb. gibi etken-lerle birleşmiş, her zaman ayrımcılıkla desteklenmiştir; ama küreselleşme ile beraber ya da sermayenin uluslararasılaşması hızlanıp geliştikçe, çalışmanın düzensizliği daha da artmış ve işçiler için güven duygusu giderek daha fazla yok olmuştur. Bu aslında, fordizm ile başlayan, işçinin kapitaliste artan bağımlı-lığının daha da gelişmesi ve işçinin yabancılaşmasının daha da derinleşmesi de demektir.

İşçi Sınıfının Farklı Kesimleri, Mücadelenin Avantajları Olabilir

İşçi sınıfı üzerine en önemli tartışmalardan birisi de, işçi sınıfının yapısında değişikliklerin oluyor olmasıdır. Burada “yapı” derken neyi kastettikleri her zaman net değildir. Kimine göre işçi sınıfı yok oluyor, kimine göre ise mesela kadınların işçi sınıfına katılımı, işçi sınıfını daha savaşkan olmama yönünde etkiliyor. En çok gündeme getirilen ise, hizmet sektörünün ge-lişimi ile beraber, bu alanlardaki işçilerin, işçi sınıfının yapısını değiştirdiği, eski maden işçilerinin mücadelede tuttuğu rolün yok olduğu ve ağır işlerin robotlarca yapılması nedeniyle işçi sınıfının direnç gücünün azaldığı yönündedir.

Aslında işçi sınıfının homojen bir bütün olmadığını net

Page 551: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

551

olarak ifade etmiştik ve bunun da bazı durumlarda avantaj iken, bazı durumlarda dezavantaj olabileceğini de ortaya koyduk. Aynı biçimde kadın işçilerin artması, işçi sınıfının mücadele gücünü düşüren değil, bizce artıran bir etkendir; ama eğer işçi sınıfı örgütsüz ise, sendikaları dahi sendika mafyasının elinde ise, işçi sınıfının hiçbir kesimi hareket edemez hâle gelmiş de-mektir ki, bu işçi sınıfının yapısından kaynaklı bir durum değil-dir. Bu mücadelenin tarihsel toplumsal şartlarıyla açıklanacak bir durumdur. DİSK ve Türk-İş’in devlet denetimindeki duru-mu ortada iken, oldukça sağlıklı bir biçimde memur ve özellikle öğretmen hareketinin çıkış yapması kadar doğal, yol açıcı ne olabilir. Buradan hareketle, “memur”ların mücadeledeki güçle-rinin artacağını söylemek yanlış olur.

Şimdi bu noktada not etmeliyiz ki, sistem içinde motor güç hâline gelmiş sektörlerdeki işçi hareketi, çok özel biçimde öne çıkar, çıkarsa da etkili olur. Mesela, ülkemizde üç alanda işçi hareketi çok önemli sonuçlara ulaşabilir: İnşaat, tekstil ve otomotiv. Belki dün bu sektörlerin içine bir başkasını koyabilir-dik ve yine muhtemelen yarın bu sektörlerin içine doğal olarak bir başkasını koyacağız.

Elbette bir kural olarak, sanayi işçisi, proletaryanın en di-siplinli kesimini oluşturur; ama burada da ülkenin, bulunulan ülkenin sanayiinin durumuna bakmak gereklidir. Kısacası, bu noktalarda ezbere konuşmak için hiçbir neden yoktur. İçinde bulunulan ülkede, içinden geçilen dönemde bu açılardan işçi sınıfının farklı unsurları farklı roller oynayacaktır.

Diyelim ki, hizmet sektörü büyüyor. Bu doğrudur da. Bu alanda çalışanlar, aslında, sanayi işçisi gibi, çoğunlukla, kendi-lerini işçi olarak adlandırmamaktadır. Bu bir bilinç zayıflığıdır; ama diyelim ki, kitle taşımacılığı ve ulaştırma sektöründe çalı-şan işçiler, hiç de böyle değildir. Onlar işçi olduklarının daha fazla farkındadır ve daha disiplinlidirler. Benzer biçimde eski adı ile PTT çalışanları, genellikle daha disiplinlidirler. Bu iki alan da hizmet sektörüdür. Sağlık çalışanları daha disiplinli-dirler ve bu alanlarda mücadele daha değişik taktikleri gerekli kılabilir. Diyelim ki, sokakları temizleyen ve çöpleri toplayan belediye çalışanlarının grevi, büyük kentlerde bir anda çok et-

Page 552: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

552

kili olabilir; ama bu alanda grev ne kadar uzarsa, belediyenin işçilerle halkı karşı karşıya getirme numaraları, bir kural olarak o kadar tutar; ama elbette burada içinden geçilen ana bakmak gereklidir. Öyle toplumsal koşullar vardır ki, sokakları çöp gö-türür; ama buna rağmen halk işçileri destekleyebilir.

Dolayısıyla hizmet sektörünün genişlemesinin, sanki işçi sınıfının “sulanması” gibi gösterilmesi son derece yanlıştır. Bu-rada dikkat edilmesi gereken, işçi sınıfını, deyim uygun düşerse “light” yapan şeyin yapısındaki değişiklikler değil, tersine, ör-gütsüzlüğü ve sendikalarının devlet-patron denetiminde maf-yanın kontrolünde olmasıdır. Sendikalarının mafyanın kontro-lünde olması ise, elbette tarihsel süreçlerle de bağlı; ama esas olarak işçi sınıfının siyasal gücünün, siyasal ve sınıfsal bilincinin geri olmasındandır.

Diyelim ki, sağlık çalışanları, diyelim ki mühendisler, diye-lim ki avukatlar, daha başkaları, işçilerle beraber sokağa çıktı-ğında, bu toplumsal harekette, işçi sınıfının gücünde bir azalma değil, artışı göstermektedir.

Bizim ülkemizde yıllarca öğretmen ve “memur” hareketi öne çıktıkça, DİSK ve Türk-İş’in işçileri eylemsizliğe mahkûm etmesi, aslında devletin bu potansiyel gücü görmesindendir. Bu “memurlar” işçilerle, bu öğretmenler, öğrencilerle, bu halk dok-torlar ve hemşirelerle beraber yürüdüğünde, işin niteliği daha da değişecektir. Bunun olmaması ise, işçi sınıfının devrimci ha-reket ile bağının zayıflığı ile açıklanabilir. Kısacası, işçi sınıfının yapısındaki değişimler, gelişmeler, elbette onu zayıflatmıyor. Zayıflığın kaynağı burada değil. Zayıflığın kaynağı, işçi sınıfı-nın siyasal bir güç olarak örgütlenmemiş olmasındadır.

Sorun da buradadır.Hizmetler sektörü aynı zamanda kendi içinde de bir bütün

ve homojen değildir; ama genel olarak işçi sınıfının toplumsal bir güç olarak daha da büyümesi anlamına geliyor. Dün, bilgi-sayarların daktilo olarak ya da ondan biraz daha kolaylaştırıcı olarak kullanımı söz konusu idi. Belki bu yeni aletler, insanlara hoş da görünüyordu; ama bugün herkes biliyor ki, bu bilgisayar ağları işin temposunu sürekli yükseltmek, denetim ve gözetim gibi amaçlar için de kullanılmaktadır. Bu durum, işin rengini

Page 553: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

553

tamamen değiştirmiştir. Artık hizmet sektörü denilen alanlar giderek kalabalık insan topluluklarının çalıştığı alanlar hâline gelmektedir. Toplumun geniş kesimlerinin proleterleşmesi de denilebilecek bir süreç, işçi sınıfı için neden zayıflık kanıtı ol-sun?

Toplumsal sınıflar, durağan, bir kere tanımlandığı gibi ölü-müne kadar değişmeyen şeyler değildirler. Toplumun kendisi böyle değildir. Değişim, toplumsal alanda iki biçimde oluyor ya da iki ana biçimde oluyor. Bunlardan biri evrimsel gelişim-değişimdir. Evrimsel gelişimde şey, kendi özellikleri ve yasallık-ları içinde büyür, gelişir, hareket eder. Oysa bu evrimsel gelişim, belli dönemlerde devrimsel patlamalara neden olur. Bu sıçrama anıdır ve devrim sonrasında yeni bir evrim dönemi başladığın-da, pek çok şey köklü biçimde değişmiş olur.

İşçi sınıfının değişiminde, bu açıdan köklü bir şey yok. İşçi sınıfı, hâlâ üretim araçlarından yoksun ve emek-gücünü sat-mak zorunda olan bir sınıftır. Sermaye, bu emek-gücünü alır ve onun her üretim sürecinde ürettiği artı-değere el koyarak büyür. Bu artı-değer işçinin karşılığı ödenmemiş emek-zamanından gelmektedir.

Tek başına bir işçi sınıfı tanımı yeterli olamaz. İşçi sınıfı, tıpkı iyiyi anlatmak için kötüyü, tıpkı güzeli anlatmak için çir-kini anlatmak zorunda olmak gibi, ancak burjuvazi ile, kendi karşıtı ile birlikte ele alınırsa kavranabilir. Ya da doğru kavra-nabilir.

Bu demektir ki, işçi sınıfının bitmesi demek, ki biz bunun için savaşıyoruz ve işçilere de nihaî olan kendi sınıfları da dâhil tüm sınıfları ortadan kaldırmak için savaşın diyoruz, aynı za-manda burjuvazinin de, ondan biraz olsun daha önce olmak koşulu ile, bitmesi demektir. Yani, gerçekten işçi sınıfının bit-mesini hayal eden biri diyelim ki, saf, önce tanrıya, burjuvazi-yi bitirmesi için, yok etmesi için dua etmelidir ve işçi sınıfının bittiğini her yerde söylemeniz serbesttir; ama duada bile olsa burjuvazinin bitmesini istediniz mi, mutlaka çevrenize dikkat edin, duyan olur!

Şimdi, işçi sınıfının yapısındaki genişleme ya da değişimler, onlara göre işçi sınıfının önemini ya da gücünü azaltıyor; ama

Page 554: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

554

bu sözün dışında da bir şey demiyorlar. Onların demeleri ile bu güzsüzleşme ve önemsizleşme kendiliğinden gerçekleşmiyorsa, eğer tanrı bir gün bu konuda işçi sınıfına da fikrini soracak ise, böylesi bir azalmanın olmadığını anlamak uzun sürmeyecektir.

Kapitalist gelişim, giderek daha geniş kesimleri, kentte ve kırda, işçileştirmekte, işçi sınıfına katmaktadır. Bu en yeni unsurlar, elbette nesillerdir işçi çocuğu olarak yaşayanlara göre daha kaypak, daha şansa inanan tipler olabilirler; ama olan bu-dur. İşçi sınıfının değişik kesimlerinden söz ettiğimiz anda, bu-nun mücadele açısından yeni güçler ve mücadele açısından yeni olanaklar demek olduğunu anlıyoruz. Yeter ki, bu mücadeleyi yöneten siyasal bir öncü olsun, yeter ki, işçi sınıfı bu mücadele içinde sınıf bilincini geliştirsin ve kapitalistlerin yedeği olmak-tan çıksın.

Page 555: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

555

İşçi Sınıfının Tarihsel Misyonu Sorunu

Belki bunca tartışmadan sonra, sorunun özüne, işçi sınıfının tarihsel misyonunun ne olduğu sorununa gelebiliriz. Hemen bir liberal solcu, tartışmaya şöyle başlıyor: İşçi sınıfının tarihsel misyonu bitti. Hemen ona sorun, işçi sınıfının tarihsel misyonu ne idi? Çünkü pek çok durumda, şahit olunmuştur ki, aslında bitti denilen misyon doğru olarak bile tarif edilemiyor, edildi-ği durumlarda ise istisnasız bu misyonun kaynağı yanlış ortaya konuyor.

Kapitalizm son sınıflı toplumdur. Bu son sınıflı toplumun mezar kazıcısı işçi sınıfı, sadece kapitalizmi mezara gömmekle görevli değildir. İşçi sınıfı, yeryüzünden tüm sınıfları silebile-cek, elbette o sınıfların bir parçası olarak da kendisini de yok edebilecek tek devrimci sınıftır. Dolayısıyla, iktidarın alınması ve sosyalist devrim, işçi sınıfın ilk işi olsa da, tarihsel misyonu bununla sınırlı değildir. Sosyalist devrim olmadan, işçi sınıfının tarihsel misyonundan da söz etmenin anlamı kalmaz. Bu kesin-likle doğrudur; ama işçi sınıfının nihaî amacı için bu sosyalist devrim bir son değil, bir anlamda bir başlangıçtır.

Burjuvazi, sınıf olarak, sadece makinelerin, fabrikaların sa-hibi değildir. Sermayenin insan kılığına girmiş hâli olan burjuva sınıf, ancak ve ancak, ücretli işçilerin emeğine el koyarak yaşa-yabilir. Yani bir sınıf olarak burjuvazinin varlığı, bugün üzerinde egemenlik kurduğu, bugün baskı altında tuttuğu, fabrikalarında al kanını emdiği işçi sınıfının varlığına bağlıdır. Yani, işçiler ol-mazsa, burjuvalar da (zenginler demiyoruz, bir sınıf olarak bur-juvaziden söz ediyoruz. Pekâlâ işçiler olmadan toprak sahipleri var olmuştu) var olamazlar.

Üretimin gelişimi, insanın doğa üzerinde egemenliği ve sanayinin gelişimi, köylülüğü hızla çözmüştür ve kendi için-de gruplara ayırmıştır. Bir yanda işçi sınıfı oluşur ve gelişirken,

Page 556: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

556

feodal soylular da giderek burjuvaya dönüşmeye başlamış-tır. Demek oluyor ki ve eski feodal sınıf (ki artık yeryüzünde ancak kalıntının kalıntısı olarak vardırlar) yok olmak, dönüş-mek zorunda idi. Köylülük için de aynı şey söz konusudur.

İşçi sınıfı ise, kapitalist sanayileşme ile birlikte sürekli bü-yümektedir. Kapitalizm, bir yandan daha önce hiç olmadığı şekilde, insan emeğinin daha önceki ürünleri olan makineleri bir büyük güç olarak kullanıma sokmuştur. Bu elbette kapitalist tarzda, köleleştirici, sömürüyü yoğunlaştırıcı tarzda uygulan-mıştır; ama sonuçta, kapitalizm koşullarında ciddi bir sanayi bi-rikim ortaya çıkmıştır. Bu, ileri bir planlamayı, toplumsal eko-nominin bireylerin çıkarlarına göre değil, toplumsal gereksi-nimlere göre yönetilmesini gerektirmektedir. Kapitalizmin kör ekonomik yasaları ve meta üretiminin evrensel hâli, insanlığın bir yazgısı değildir ve tarihin ilerlemenin durduğu son noktası da değildir. Bu kör yasalar yerine, insanın aklını, toplumsal aklı, toplumsal ihtiyaçları koyabilmek olanaklıdır.

Hayal kurmayacaksak, bu süreç burjuvalarla bunu isteyen-ler arasında çatışma olmaksızın gerçekleşemez. Burjuvalar için bu dünya cennet, geniş halk yığınları için ise cehennemdir. Bu cehennemdeki ateşin, cenneti tutuşturma zorunluluğu vardır.

Öyle ise, bu süreç nasıl işleyecektir?Ortakçı bir toplumun kuruluşunun yolu, ezilen sınıfla-

rın iktidarı almaktan, egemen burjuva sınıfı iktidardan indir-mekten, yani devrimden geçmektedir. Bu devrim, tüm ezilen sınıfların ortak devrimidir. Ancak bu ezilen sınıflar içinde en devrimci olanı, bu süreçlerin öncüsü olacak olanı işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfı, sadece yoksul olduğu için bu sürecin öncüsü değildir. Öyle olsa açlar, öyle olsa işsizler daha önde olurlardı. Hayır, ölçüt yoksulluktan gelmemektedir. Ölçüt, işçi sınıfının kapitalist üretim içinde tuttuğu yerden gelmektedir. Bu yeri iş-sizler ya da başka daha alttakiler tutamaz. İşçi sınıfının üretim sürecinden gelen disiplin ve direnci, pek çok başka özelliklerine göre çok daha belirleyici önemdedir.

İşçi sınıfının tarihsel misyonunun bittiği tezleri, bir yan-dan, işçi sınıfının artık kaybedecek şeyleri var savunusuna da-yanmaktadır. Onlara göre, dün, Marx döneminde ya da Ekim

Page 557: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

557

Devrimi döneminde, proletaryanın kaybedecek şeyleri yoktu. Sadece kaybedecek zincirleri vardı ve şimdi, zincirlerinden baş-ka da kaybedecek şeyleri var. Bakalım neleri yokmuş ve bugün neleri varmış.

Yüzyılın başında işçilerin kaybedecek TV’leri yoktu. Ger-çekten de yok ve bugün işçilerin her birinin evinde en az bir TV var; ama galiba, yüzyılın başında zaten işçileri bir yana bı-rakalım, kimsenin TV’si yoktu. Hatta, bugün biz işçiler, o TV makinelerini gönüllü vermeye razı olsak, onlar, evlerimize TV kanalları koymak için üste bize para öderler. Yani TV kanalları, hemen hemen hiçbir toplumsal gücün, kaybetmekten korkaca-ğı bir şey değil, belki evinde oturmaktan başka iş yapamayanlar hariç.

İşçilerin neleri var kaybedecek zincirlerinden başka? Bunun gibi birkaç şey mi? Çamaşır makinesi, elektrik sü-

pürgesi mi? Otomobilleri mi, motosikletleri mi?Hayatı, sahip olunan tüketim nesnelerinin toplamı hâline

getirirseniz, başka türlü de düşünemezsiniz ve hiç kimse, yüz-yılın başında işçilerin, benzer düzeyde, o döneme göre, içinde yaşanılan toplumsal-tarihsel koşullara göre hiçbir tüketim nes-nesine sahip olmadıklarını söyleyemez. O zaman da işçiler, bazı tüketim nesnelerinin sahibi idiler.

Fakat mesele burada değildir. Mesele, işçilerin başka bir kesime göre az varlığı olması

değildir. Bu sonuçtur. Üretimden alınan pay, bölüşüm, üretim süreci ve mülkiyet ilişkilerince belirlenir. Tersi değil. Bu neden-le, mesele işçilerin üretim araçlarına sahip olmaması ve onla-rın emek-güçlerini satmak zorunda olmasıdır. Emek-gücünün metalaşması, meta toplumu denilen şeyin tamamen yaygınlık kazanması ve egemenlik kurmasıdır. Meta toplumu, kimin ne kadar metaya sahip olduğuna göre belirlenmiyor. Öyle de orta-dan kalkmaz. Tersine, meta toplumunu ortadan kaldıracak ilk zincir kırılması, üretim araçlarının mülkiyetini topluma vermek ve emek-gücünü meta olmaktan hızla çıkarmaktır.

İşçi sınıfının devrimciliğinin temeli yoksul olması değil, emek-gücünü satarak çalışıyor olması ve üretim araçlarından yoksun olmasıdır.

Page 558: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

558

Acaba bugün, bu açılardan ne değişmiştir? İşçiler artık ya-şamak için emek-güçlerini satmak zorunda değiller mi? Sat-mak zorundalar. Üstelik yüzyılın başında sadece evin erkeği işgücünü satarken, bugün, erkek, kadın ve çocuklar, tüm aile işgücünü satmaktadır ve ancak böyle bir dirhem yaşam koşul-ları elde edebilmektedir. Çoğunluk sağlık hizmetlerinden hay-vansal koşullarda yararlanmaktadır. İşçiler okullardan hayvansal koşullarda ve sistemin gerektirdiği kadar yararlanmaktadır. Bu listeyi uzatmak mümkün. Bu aynı zamanda sistemin değişimi-nin de ifadesidir. Dün, yüzyılın başında kapitalizm hâlâ kalifiye işçilere çok daha fazla gereksinim duyuyordu. Oysa bugün, ki-şinin okuma-yazma bilmesi, söyleneni yapacak kadar anlayabil-mesi gerekli ve yeterlidir. Güç, iş birikimi eskisi kadar önemli değildir. Dolayısıyla bugün işçilerin okur-yazar olmasını, tam da bu anlamda, sistemin gereksinimlerinin ifadesi olarak algıla-mak gerekir. Makinaya hizmet edebilmek için, okuma bilmek; ama asla bunu ileri düzeyde bilmemek gereklidir. Eğitim de tam buna uygun verilmektedir.

Böylece işçi sınıfının işgücünü satmak açısından, düne göre daha iyi durumda olmadığını, en azından bunu anlamış oluyoruz; ama biraz daha da derinleştirebiliriz.

Kalifiye işgücü, kapitalistin işçiye de belli ölçülerde “bağlı” olmasına yol açmaktaydı, ki sermaye bunu hareketinin önünde engel olarak görür ve Ford’un sistemi ile bu kalifiye işgücü ge-reksinimi ortadan kalkmaya, ağırlığını kaybetmeye başlar. Bu aynı zamanda artı-değerin devasa boyutlarda artırılması iken, bir yandan da işçinin kapitaliste daha da bağımlı hâle gelme-si sonucunu doğurmuştur. Bir yandan yabancılaşmayı artırmış, diğer yandan kadın ve çocuk emeğinin kullanımının yolunu aç-mıştır.

İşçi sınıfı bugün, kendi emek-gücünü satmadan yaşayamaz hâldedir ve elindeki TV, çamaşır makinesi vb. araçlar, aslında onun salt bir ekonomik güç olarak fabrikada daha fazla oranda kanının emilmesi için kullanılmaktadır.

Ve doğrusunu söylemek gerekirse, SSCB’nin varolduğu dönemlerde ve belki belli ölçülerde de bugün, işçi sınıfı için-de gelir düzeyi yüksek emperyalist merkezlerdeki az sayıda işçi

Page 559: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

559

kesiminin, “anlamlı varlıkları” olmuştur. Bunların belki zincirle-rinden de başka kaybedecek şeyleri vardır; ama doğrusu bu işçi aristokrasisi, işçi hareketi içinde yeni de değildir.

Bazı işçilerin, ellerinde fabrikalara ya da şirketlere ait hisse senetleri olması üzerine de durulmaktadır. Burada da görüntü ile öz karıştırılmakta, bilerek bulanık bir görüntü yaratılmakta-dır. İşçiler, ha yastıklarının altında para biriktirmiş, ha bankada, ha bu parayı dövize yatırmış, ha da hisse senedine. Bunlardan sonuncusu, en çok kaybetme olanakları olan alandır; çünkü işçi ve emekçi için bunlar sadece ve sadece bir tasarruf yoludur. His-se senedi, onun, Soros gibi paradan para kazanma ve şirketleri ele geçirme aracı değildir. Spekülasyon aracı da değildir. Onlar ellerindeki cüzi varlıklarla ne borsaları yerinden oynatabilir, ne hisse senedi fiyatlarını etkileyebilirler.

Böylece ilk önemli açıdan, işçi sınıfının işgücünü satma-sı zorunluluğu ve bunun koşulları açısından, işçi sınıfının hâli düne göre daha iyi değildir. Diyebiliriz ki, 100 yıllık sürede iş-çiler, daha önce hiç kullanılmayan yeni bazı aletler kullanmak-tadırlar. Bunlar onların kaybetmeyi göze alamayacağı şeyler de değildir.

Bir grevi düşünelim. Greve çıkan işçileri hapisle, copla susturmayı denerler. İşçileri, “işsizlikle”, kapı dışarı koymakla, lokavt ile tehdit ederler; ama hiçbir grevde kapitalistler, işçileri ellerindeki cep telefonlarını kapattırmak, TV hatlarını kesmek, TV antenlerini toplamak ile tehdit etmemiştir.

İkinci olarak, şu açıdan bakabiliriz: Belki de bir noktaya kadar da bunu yaptık: İşçiler hâlâ üretim araçlarının sahibi de-ğildirler. Acaba bu açıdan değişiklik var mı? Bu açıdan bize söy-lenebilecek tek şey, bir miktar tasarrufu olan işçilerin, borsadan şirket hisseleri almalarıdır. Buna da yukarıda değindik. İşçilerin döviz almasına, tasarruf yapmasına ya da borsadan hisse senedi almasına, çok büyük anlamlar yüklemek saçmadır. Sadece bu-rada borsa vb. gibi işlemler, işçilerde ideolojik anlamda tahribat yaratabilirler. Tıpkı kumar gibi.

Şimdi burada durmalıyız. İşin özü budur ; ama yine de işçi sınıfından son yıllarda ses çıkmamasının yarattığı “psikoloji” ile işçi sınıfının tarihsel misyonunu tartışmaya açanlar olduğunu

Page 560: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

560

hatırlamalıyız. Onlar, kendilerinin de devrim istediğini; ama devrimin artık işçi sınıfının öncülüğünde değil de, en alttakiler dediğimiz işsizlerin, sokakta yaşayanların ellerinde yükseleceği-ni söylemektedirler.

Bu elbette “umutsuzluk” kokan bir düşünüş biçimidir. İyi niyetli olduğundan şüphe duymasak da, işçi sınıfının uzun ses-sizliği nedeniyle bir anda onu tarihsel anlamda değişti ilan etme kolaycılığı, gerçekte bir umutsuzluktan kaynaklanmaktadır.

Burada elbette, kelimenin bilimsel anlamında küçük bur-juva telâşı ve dayanıksızlığı da görmemiz mümkün. İşçi sınıfı, dün, bir tarihsel misyona sahipti ve bugün değil. Öyle ise ilk soru şudur: Bu tarihsel misyonun kaynağı nedir ve neden bu-gün yok olmuştur?

Toplumsal mücadele, gözyaşları ile, isteklerle, dileklerle şe-killenmiyor. Daha sert bir süreçte, kendine ait yasallıklar içinde şekilleniyor.

Bizim için uzun bir süre olan 10 yıl, gerçekte toplumsal mücadele için bazan uzun, bazan çok kısa bir süre sayılabilir. Uzun sessizlik dönemleri, işçilerin mücadeleci gücünü torpil-lemektedir. Bunda kuşku yok; ama bu, işçi sınıfının mücadele etmez hâle geldiğinin kanıtı değildir. Tersine, işçi sınıfının üze-rindeki burjuva kontrolü yırtıp atamadığının işaretidir. Belki de biz devrimciler, tüm dünya çapında, bunda kendi payımızı da aramalıyız. Belki de biz, işçi sınıfına doğru önderlikle yaklaşa-mıyoruzdur.

Sınıf savaşımının yavaş aktığı dönemlerde, işçi sınıfı, sessiz ve kendi bilincinden uzak bir hâlde olabilir. Bu bir sorundur. Ele alınmalı ve aşılmalıdır. İşçi sınıfının günlük bilincine müdahale edilmelidir; ama bundan, tarihsel ve köklü sonuçlar çıkarmak için, daha ciddi çalışmalıyız. Acele, çözüm demek değildir.

Küçük burjuva sabırsızlık, bir tek olumlu adımdan zaferi, bir tek olumsuz adımdan da yenilgiyi çıkarır. Oysa bu doğru değildir. Kendimizi dünyanın merkezine koyduğumuz zaman, her şeyi kendi nesnelliği içinde değil, kendimize göre değerlen-dirmeye başlarız. Bu, somut durumun somut analizini gerek-tiren sınıf mücadelesinde, kendini de inkâr etmek demek olur.

İşçi sınıfı, belli tarihsel dönemlerde son derece etkili roller

Page 561: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

561

oynamıştır. Devrimlerdeki konumu biliniyor. Henüz başka bir kesim, buna benzer bir rolü oynamamıştır.

Evet belli tarihsel dönemlerde de işçi sınıfı son derece sus-kun ve sesizdir; ama bu işçi sınıfının nesnel rolünün kalmadığı anlamına gelmez. Sınıf mücadelesinin günlük sürecinde aktif olmak ya da pasif olmak ile, sınıf ve grupların nesnel rollerini birbirine karıştırmamak gereklidir.

İşçi sınıfı bu rolü oynayamıyor, artık bunu işsizler oyna-yacak demek, aslında biraz bilimi de bir kenara itmektir. Bunu iddia edenler, neden işsizler diye sorulduğunda size şu yanıtı veriyorlar: İşçilerin işleri var ve hayatlarından memnunlar. Oysa işsizler gerçekten zor durumdalar ve onları harekete geçirmek daha kolay. İşte bizim bilimi bir kenara koymak dediğimiz de tam budur. Dediklerinin doğru olduğunu kabul edelim, diyelim ki, işçilerin rahatları yerinde, bu işçi sınıfının tarihsel misyonu denilen şeyi nasıl ortadan kaldırır? Diyelim ki, işsizleri daha hızlı harekete geçirebilirsiniz ve diyelim ki onları daha hızlı ör-gütlersiniz, bu işsizlerin toplumsal mücadelenin önderi olduğu-nu nasıl gösterir?

Öyle bir dönem olur ki, toplumsal çelişkiler, öğrenciler içinde son derece canlıdır ve orada hareket hızla gelişir ve son-ra da başka alanlara yansır. Bu, öğrencilerin işçi sınıfının rolü-nü devralmaları demek değildir. Öyle bir an olur ki, bir anda köylüler sokaklara taşar; ama bu köylülüğün önder olduğunu göstermez. Demek ki, bu baylar, çelişkilere de canlı şeyler ola-rak bakmıyorlar. Çelişkilerin çatışma durumuna dönüşmediği durumlarda yok olduğunu, ancak çatışma varsa, o zaman çeliş-kilerin var olabileceğini söylüyorlar demektir.

Çelişkiler, hem canlıdır ve hem de bir karmaşık süreç için-de birbirinin içine girerler. Mesela kadınlar hem işçidir ve sö-mürülmektedir, hem de hemen her evde ikinci sınıf vatandaş konumundadır. Bu ikili durum, kadınların sömürü ve aşağılan-mayı katlanarak yaşamasına olanak vermektedir; ama bu du-rum, otomatik olarak kadınların daha mücadeleci hâle gelmesi-ne yol açmaz. Bu ayrı bir süreçtir ve zaman alır.

İşsizler, açlar, sokakta yaşayanlar, gerçekten son derece kötü durumdadırlar; ama bu onların hızla örgütlenecekleri anlamına

Page 562: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

562

gelmez ve bunun gibi, hızla örgütlenebilseler dahi, ki bu asla kötü bir şey olmaz, bu onların sosyalist devrimin tarihsel önder-leri olduğu anlamına hiç gelmez. Burada dikkat etmek gerekir. Kimse bir toplumsal kesimin örgütlenmesine karşı çıkmaz. Bu anlamsız bir tartışmadır; ama en kötü durumda olanları, en kötü durumda oldukları için, onların sosyal karakterine vb. bakmadan önder ilan etmek de olmaz.

Kaldı ki, işsizler, zaten işçi sınıfının (geniş anlamda) bir parçasıdır ve biz onları bu biçimde ele almaktan yanayız; ama biliyoruz ki, işsizler, aynı zamanda uyuşturucu bataklığının en kolay yayıldığı, mafyanın ve polisin ortaklaşa olarak en kolay içine sızdığı, lümpen özellikleri fazla olan bir kategoridir. De-mek ki, en kötü durumda olmak, otomatik olarak “iyi” olmanın zemini demek değildir.

Sosyalizm, sadece yoksulluğa ve açlığa karşı mücadele de-mek değildir. Sosyalizm, kardeşlik ve özgürlük mücadelesidir de. Sosyalizm sadece bir yıkma işi değildir, bir kurma işidir de. İşçi sınıfının tarihsel rolüne bu açılardan da yaklaşmak, belki de, ka-fasını pratik mücadelenin umutsuzluğu ile dolduranlar için, bir anlama yolu olabilir.

Aslında uzun sessizlik, uzun sabır dönemleri, belki de bir açıdan uzun bilenme ve yetişme dönmeleri olarak da görülebilir. Özellikle Anadolu’nun, bu bir yandan halklar hapishanesi, bir yandan halkların boğazlandığı bir coğrafyanın, bir yandan işçi sınıfının iktidarına karşı ileri bir karakol şeklinde örgütlenmiş sömürge egemenliğin altında inleyen bu coğrafyanın, sabırsız devrimcilerle zafere ulaşması olanaklı değildir. Onun için biz devrimci sosyalistler, aslında Anadolu’nun, güzel geleceğini biz-lere teslim etmek üzere, bizi her açıdan sınavdan geçirdiğini id-dia ediyoruz. Anadolu sosyalist devrimi bize diyor ki, ezilenlerin temsilcileri çiğ, halklara uzak, kültürel olarak hâlâ aydınlanma-mış vb. olarak iktidara gelirse, bir kere daha yenilgi gelecektir.

Onun için sabırsızlığı kovuyoruz. Onun için zorluklar ne-deni ile işçi sınıfı ve halkları suçlu ilan etmeyi reddediyoruz. Hele hele suçlu olsalar dahi, bundan dolayı, onların tarihsel ve sınıfsal boyutunu olduğu gibi görmekten vazgeçmeyi kazandı-rıcı bulmuyoruz.

Page 563: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

563

İşçi sınıfı, kendi bilincinde olmaktan epey uzak, sosyal mü-cadele sahnesinde silik bir sınıf olarak durmaktadır. Bu hoşa gi-den bir durum olabilir mi?

Fakat işçi sınıfı, bizim devirmeye, yıkmaya çalıştığımız ka-pitalist-emperyalizmin hâlâ mezar kazıcısıdır. Bu mezar kazı-cının elinde keskin olmayan araçlar varsa, bu bizim de sorumlu olduğumuz bir bilinç, bir silâhlanma sorunudur.

İşçi sınıfı dünya çapında adeta esirdir; ama bunu söylemek ne kadar olanaklı olsa da, her toprak parçasında durumun çok da aynı olmadığını söylemek için sadece bakabiliyor olmak bile yeterlidir. Latin Amerika’da sol rüzgâr esiyor diyebiliyoruz. Bu-gün, evet bunu diyebiliriz; ama bizim topraklarımızda aynı şeyi söyleyemiyoruz. Tersine bizim bölgemizde halklar birbirini bo-ğazlamaktadır.

İdeolojik Mücadelenin Artan Önemi Üzerine

Aslında tüm bunlar, bize, ne yapmalı sorusunun da ipuçla-rını vermektedir. İpuçlarını diyoruz, çünkü, sınıf mücadelesinin bizzat kendisi, pek çok süreçte önemli bir öğretmendir ve bize bir şeyler öğretecektir. Böylece de resmi daha bütünlüklü gör-me şansını yakalayacağız. Bugünden düşündüğümüz pek çok şey, bugünden öngörülenden daha renkli hayat bulacaktır. Bu amaçla ipucu diyerek, bugünden gördüklerimiz ile yarın ger-çekleşecek arasındaki açık farklılığa da vurgu yapıyoruz. Sınıf savaşımından öğrendiklerimiz, bize her zaman mücadeleyi yeni-den ele almayı, pek çok sorunu daha canlı hâlde işlemeyi, doğru rotamızı daha da renkli kılmayı sağlayacaktır. Bu tepilemez bir olanaktır. Bu nedenle, mücadelenin, sınıf savaşımının her anın-da, somut durumun somut tahlilinden hareket etmek bir gerek-lilik, bir zorunluluk. Bu nedenle de bugünden gördüklerimiz, bizi tembel kılmamalıdır.

Bugün, çalışmamız boyunca, bize gerçek diye sunulan şeylerin, özellikle işçi sınıfına ilişkin olarak ortaya atılanların ideolojik saldırılar olduğunu göstermiş olduğumuz kanısında-yız. Burjuvazi, tüm cephelerden, eklektik bir saldırı başlatmış.

Page 564: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

564

Eklektik olması saldırının kalıcı anlamda etkisini zayıflatsa da (uzun süredir günü kurtarmaya çalışan sistem için bu kabul edi-lirdir), günlük anlamda kafa karıştırma işinde son derece etkili olabilmektedir. Eklektik fikirler, her zaman, tıpkı TV kliplerin-deki spot sahneler gibi anlık anlamda son derece kolaylıkla alıcı buluyorlar. Dikkat çekici ve karıştırıcı oluyorlar. Aynı anlamda da uzun süreli olarak kalıcı olamıyorlar; ama karşıdan gelen ses, karşıdaki güç de önemlidir ve elbette günlük başarısı oranında, karşı cepheden çıkacak ses gelene kadar hiç kimsenin bu kliple-ri gerçek yerine koymasına şaşırmamalıyız.

Bu çok yönlü burjuva saldırı, özü aynı; ama her seferinde şekli değişen argümanlarla, gerçekliği çarpıtıp öyle ilerlemeye çalışıyor. Bu argümanlara tek tek yanıt, ancak sınıf mücadele-si içinde, mücadelenin pratiği ile kalıcı tarzda verilebilir. Yine de bizim, kendi cephemizde süreci ve gelişmeleri derinlemesi-ne kavramaya ihtiyacımız var. Bu, sınıf savaşımı pratiğinin bir parçasıdır.

Her devrim, önce ideolojik ve kültürel alanda bir yükse-liş ile beraber gelir. Bu açıdan bugün, tam sınırda olduğumu-zu söylemeliyiz. Henüz bizim cephenin ideolojik yükselişi net değilse de, bugünlerde burjuvazinin akıllı kalemşörleri, bizim cepheyi daha dikkatle ve çaktırmadan takip etmeye başlamıştır. Neden çaktırmadan diyoruz? Çünkü öyle yapıyorlar. Onlar, bu-gün, devrimci hareketin herkese ulaşmayan fikirlerini, işlerine geldiği biçimde alıp kullanmakta kendilerini serbest hissedi-yorlar. Bizim cepheden aldıkları bir fikri, hizmet ettikleri ağa babalarına uygun tarzda satıyorlar. Olur da bu fikir başlarına bela açacak olursa, bu kez de “bakın komünistler zaten yazıyor, biz yazsak ne olur” diyerek kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Yapsınlar itirazımız yok. Demek ki, burjuva cephede her an-lamda fikir üretimi durmuştur. Güdülerini tatmin için (yemek, sindirim, uyku, dinlenme, seks vb.) bile sürekli yozlaşan, eski-lerin pişirilip yeniden servis edilmesi dışında bir şey üretemi-yorlar. Tam anlamı ile kısırdırlar ve belki birkaç kırıntı ortaya çıktığı oluyordur; ama daha da önemlisi, burjuva cephe, ina-nılmaz sığlıktadır. Tekel, pazarda egemenlik ise, insan aklında sığlık, ilişkilerde metalaşma demektir. Bunu, bilimsel bir gerçek

Page 565: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

565

olarak söylüyoruz. Pazarda egemenlik, ilişkilerin metalaşması ne kadar yaygın ise, akılda sığlık da o kadar artacaktır. Pazarda egemenlik, hakimiyet demek, ilkin kontrol demektir. Bu belli dozda şiddetsiz olamaz. Hakimiyet ilişkileri ve onun gerektir-diği şiddet olmadan, tekelci egemenlik sürdürülemez. Bunun insan toplumu üzerinde yarattığı tahribattan herkes, elbette pa-yını alır. Olay budur.

Bu açıdan burjuva cephede bu yozlaşma, bu sığlık, bu dü-şünceden kaçış ve bu karanlığa tapma geliştiği oranda, aslın-da sistem de ömrünün sonlarına yaklaşıyor demektir ve sistem bunu geliştirmek zorundadır da.

TV ekranları ne kadar renklenirse, klipler ne kadar artarsa, sanki karanlık o kadar artıyor. Bu aslında sistem için bir açmaz-dır da. Ellerinden gelse Ortaçağ’ı diriltecekler. Ellerinden gelse, bilime, okuma yazmaya ait ne varsa ortadan kaldıracaklar; ama bu da mümkün olamıyor.

Burjuva cephede durumun resmini pek çok başka yerde de ortaya koyduk ve dahası burası da dinamik bir analiz ve incele-me konusudur.

Fakat burjuva cephedeki çürüme ve onların toplumu mahkûm etmeye çalıştığı karanlık, otomatik olarak işçi sınıfı-nın devrimci hareketinin yükselişini sağlamıyor. Burada özne, burada devrimci parti, toplumun en ileri unsurlarını bağrında toplayan bir güç olarak devrimci parti devreye giriyor.

İdeolojik mücadelenin yükselişi ve aydınlanma, devrimin yükselişinin ilk işaretlerinden biridir ve bu nedenle, hem de ka-ranlık içinde ışık olma özelliği nedeniyle bugün ideolojik mü-cadele çok daha önemlidir.

Bunu kaydetmeliyiz: İdeolojik mücadele düne göre daha da önemlidir.

Bir yandan burjuva kalemşörler, SSCB çözüldüğünden beri, nefeslerini “ideolojilerin sonu” çığlığı için harcıyorlar. İde-olojilerin sonu derken de, en çok aslında Marksizm’in, işçi sını-fının ideolojisinin sonunun geldiğini anlatmak istiyorlar.

Oysa yukarıda gördük ki, burjuvazinin son yıllardaki sal-dırısı, aslında bilime karşı, işçi sınıfını kontrol altında tutmak üzere bir burjuva ideolojik saldırıdır. Özelleştirmeden tutun da,

Page 566: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

566

daha başka pek çok konuya kadar bu burjuva ideolojik saldırı hiç durmuyor. İdeolojilerin bittiği görüşü de, aslında bu ideolo-jik saldırının başka bir boyutudur.

İdeoloji, sınıfların dünya görüşleri olarak tarif edilebilir. Sı-nıfların nihaî ve günlük çıkarlarının özlü ifadesidir ideoloji. İşte tam da bu nedenle burjuva kalemşörler diyorlar ki, işçi ideolo-jisinin bir önemi yok, zaten yanlıştır ve hatta ideolojinin sonu gelmiştir ve geriye sadece, işçilerin biz bir sınıf değiliz demesi kalmaktadır. Oysa sıra burjuvaziye geldi mi, özelleştirme, onun çıkarlarının ifadesidir. Tarım politikaları, sermayenin uluslara-rası dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması vb. İşte bun-ların hepsi onların çıkarlarıdır ve bu konularda burjuva devlet-lerden farklı düşünen herkes, “ideolojik” düşünmektedir. Bir tek burjuvalar ideolojik düşünmüyor! Onlara göre, herkes onların kârı için hizmet etmelidir bu kadar! Bu ideolojik değil mi, diyor gibisiniz; ama onların yanıtı “hayır”, bu hayatın gerçeği. Herkes parası olana hizmet etmeli.

Burada olay açıktır, burjuvazinin en gelişmiş örgütü ola-rak burjuva devlet, kendisine karşı, egemenliğine karşı her tür-lü başkaldırı ve karşı çıkışı yok etmek istemektedir. Onun için onlarız sözü üzerine söz, onların gerçekliği dışında gerçeklik, onların çıkarı dışında çıkar olamaz.

Burjuvazi devlet çarkını sadece baskı ve şiddetle ayakta tutmuyor. Elbette baskı ve şiddet önemli birer araçtır. Hatta, bugün, özellikle sistemin tüm çirkin yüzünün ortaya çıkmaya başladığı bugün, bu baskı aygıtı son derece önemli işlev gör-mektedir; ama bunun yanında ideolojik baskı da burjuva dev-letin önemli yönetim araçlarından biridir. Burjuvazi, halkın ön-yargılarını, köhne inançları, alışkanlıkları, kendi çıkarına uygun gelenekleri vb. de yönetme sürecinde etkili olarak kullanır.

Burjuva devlet, tekelci polis devleti, tüm varlığı ile kitlele-rin gözünde kavranmaya başladı mı, işte o andan itibaren, sihir de kendisini kaybedecektir. Onlar karanlıktan ve yalandan ne kadar medet umuyorlarsa, halkların, işçi ve emekçilerin de o kadar aydınlığa ve gerçeğe ihtiyaçları vardır.

Bu karanlığı dağıtmak için ideolojik mücadelenin önemi doğru kavranmalıdır.

Page 567: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

567

İdeolojik mücadele, nasıl başarılı yürütülebilir? Bu nokta da oldukça önemlidir ve bizim sol tarihimizde, az kavranan noktalardan biridir. İdeolojik mücadelede anahtar şey, başarıyı sağlayacak şey, mücadelenin sürekliliğidir. Bu süreklilik, ancak ve ancak devrimci bir örgütün yapısı altında sağlanabilir. İdeo-lojik mücadele, bir kere ve sadece bir kere doğruları ortaya koy-ma işi değildir. Öyle olsa idi, Marx ve Engels ile beraber bu sü-reç tamamen bitmiş olurdu. Böyle düşünmek, sınıf savaşımını bir dirhem olsun anlamamaktır. Sınıf savaşımı, herkesin, birer kere hamle yapıp, seyircilerin de karar verdiği bir kılıç karşılaş-ması değildir. Tersine, sınıf savaşımı hayatın her alanını sarmış bir mücadeledir ve sürekliliği olmadıkça, başarı şansı yoktur.

İdeolojik savaşımın sürekliliği, aydın denilen insanın bo-yutlarını aşar. Aydın, bireysel olarak bunu götüremez. Elbet-te aydınlar, örgütlü olarak bu mücadeleyi yürütebilirler. Zaten bizim vurgunuz da buradadır, bu anlamda bize bir örgüt ge-reklidir. Bunu bugün anlamında söylemiyoruz, devrimci mü-cadelenin ilk işi budur, örgütlenmek, ilk adım budur. Örgütsüz mücadele, savunulamaz. Örgütsel deneyleriniz, denemeleriniz çok kötü, hatırlamak istemeyeceğiniz kadar hayal kırıklıkları ile dolu olabilir; ama yol budur. Bugüne kadar yeryüzünde hiç-bir egemen sınıf, kötü devlet deneylerinden hareketle devletsiz idare etmeye çalışmadı ya da bunu savunmadı. İşçi sınıfının ör-gütü de devrimci sosyalist örgütüdür. Bu olmadan zafer, başarı vb.den söz edemeyiz. İşçi ve emekçilere bunu söylemeyen bir “dost”, kesinlikle dost değildir ve kesinlikle büyük yalancıdır.

İşte ideolojik mücadelede sürekliliği örgütlü mücadele sağ-lar.

İdeolojik mücadele, hayatın her alanını kapsamak zorunda-dır. Sistemin giderek yatak odaları, beyinlerin içi, uyku saatleri, bebelere söylenen ninnilere kadar her alana girdiği düşünülür-se, reklâmlar yolu ile beyin yıkama tüm topluma uygulandıkça, TV kanalları ile esaret yayıldıkça, halkın haber alma hakkı yok edilip karanlık bir imparatorluk oluşturuldukça, buna karşı mü-cadelenin hayatın her alanını kapsamasının anlamı anlaşılacak-tır. Sanattan günlük insan ilişkilerine, aile yaşamından eğitime, okuldan fabrikaya, otobüsten oyun alanlarına, parklardan şehir

Page 568: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

568

merkezlerine kadar hayatın her alanını kapsamalıdır. Hayatın her alanında sistemin deşifrasyonu, sürekli yapılmalıdır. Sürek-lilik konusunda ne kadar net isek, hayatın her alanı konusunda da o kadar ısrarlı olmalıyız.

Yine ülkemiz solu, bu gibi konuların zaten bilindiğini, bit-mez tükenmez bir çaba ile aynı şeyleri anlatmanın saçma ol-duğunu düşünür. Biz tersini düşünüyoruz. Bu çaba gereklidir. Elbette tek bunu yapmaktan yana değiliz; ama ideolojik alanda bu çaba gereklidir.

İdeolojik mücadele bu denli yaygınlıkla yürütülmesi ge-reken bir süreçtir. İşte bu nokta bize, her kişinin, her bireyin, tek tek bu amaçla ne kadar faydalı olacağını da görme şansını verecektir.

Örgütlülük ve süreklilik bağını kurarken aydınlara, buyu-run işçi sınıfının bir parçası olun demiş oluyoruz. Bunu pek çok aydının kabul etmeyeceği açıktır. Buna ikinci nokta diye-lim. Demek oluyor ki, tekelci egemenlik altında sınıf savaşımı hem keskinleşiyor hem de toplumsal ve bireysel yaşamın tüm hücrelerini içine alıyor. Bu noktada aydın, artık, 20. yüzyılın başındaki pozisyonunda olamaz. Aydınlar çoğunlukla burjuva saflarda saf tutmaktadır. Ya da daha açık söyleyelim, karanlık ve umutsuzluk arttıkça, aydınlık adına mum kadar olsun ışık taşı-ması gereken aydınların büyük bir bölümü, ıstakoz ve şarap için beyinlerini kiralamakta ve kendilerini “kaybedeceği kesin olan-ların yanında neden yer alalım” diye avutmaktadırlar. Bunlara aydın demek doğru değil. Bunlara şarapçı aydın demek, şaraba hakarettir ki, şarap pek çok toplumda kutsal sayılır. Bunlara ıs-takoz aydın demek, hem karanlık dünyaları ve hem de şişman hâlleri için uygun olabilir. Kişisel olarak bunlar ıstakoz aydın-dırlar, siyasal olarak karanlık-aydın’dırlar.

Demek ki, aydınlar içinde bir ayrışmayı, bizim cephemiz-den müdahale ile savunmak zorundayız. Bu aydını da koruma-nın tek yoludur. Sayılarının azalması tekelci hakimiyet ilişkileri ile tamamen uyumludur. İşte bu bizim aydınlarımızın, bir bö-lümü bugün açıktan saf tutabilirler. Bir bölümü, örgütlü müca-deleyi, “birçok nedenden” henüz yeğlemiyor olabilir. Onların, bu hayatın her alanında ve her yönden bir ideolojik mücadele

Page 569: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

569

için katkıları önemli olacaktır. Yani, bir yandan bu mücadelenin sürekliliği, örgütlülüğü gerektiriyor bu doğru; ama öte yandan, hayatın her alanından ve her yönden bir saldırı şarttır. Bu geniş saldırı için, her düzeyde aydının yapabileceği bir şeyler vardır ve biz, tüm bu çabaların yerini bulacağı kanısındayız. Yeter ki örgütlü mücadele esas kılınsın.

Üçüncü nokta bu iki nokta ile bağlı ve sadece ideolojik mücadelenin önemi ile de ilgili değil. İdeolojik mücadelenin artan önemini de biraz olsun aşıyor. Bugün, mücadelenin her alanı birbirine sıkıca bağlıdır ve mücadelenin her biçimi kulla-nılmak zorundadır.

Mücadelenin alanları denildi mi, biz Marksistler, başlıca alanlar olarak; ekonomik, ideolojik, siyasal mücadele alanları-nı anlarız. Elbette iktidar mücadelesi kapsamında bu mücade-le alanlarının yanı sıra zor meselesi de ele alınır. Bazan siyasal mücadelenin içinde, bazan dışında; ama biz burada en geniş anlamı ile sınıf savaşımdan söz ettiğimiz için, bazı detayların bu çalışmanın dışında kalmasının kimseyi rahatsız etmeyeceği kanısındayız.

Ekonomik, ideolojik ve siyasal mücadele alanları arasında her zaman bir bağ vardır. Fakat bizim söylemek istediğimiz ar-tık bunların çok daha fazla iç içe geçtiğidir. Sıradan bir ekono-mik hak mücadelesi, sıradan bir toplumsal istem, bir anda, te-kelci ilişkiler nedeniyle, siyasal bir sorun hâline gelebilmektedir. Burjuvazi, en sıradan ekonomik sorunları, tüm siyasal kanallar ve siyasal otoritesinin yanı sıra tüm ideolojik güçleri ile karşı-lamaktadır.

Burada bir noktanın altını çizmemiz gerekir; nesnel süreç, siyasal ve ekonomik mücadeleyi iç içe geçirip birbirine bağlar-ken, aynı zamanda işçi sınıfının siyasal sahnedeki zayıflığı, eko-nomik örgütlenmesinde de zayıflık olarak yansımaktadır.

Özelleştirmeyi ele alalım. Devlet, yoğun bir ideolojik sal-dırı ile özelleştirmenin önünü açmaya çalıştı. Öyle ki, 1990’lar-da özeleştirmeye karşı olmak, neredeyse deli olmak, neredeyse toplumu düşünmeyen bir geri kafalı olmak demekti. Oysa özel-leştirmenin, pazarın yeniden düzenlenmesi, kârlı alanların yok pahasına özel şirketlere devredilmesi, uluslararası sermayenin

Page 570: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

570

hareket sahasının genişlemesi, tekelci-ek kâr yollarının büyü-tülmesi, işçi sınıfının ekonomik örgütlülüğünün dağıtılması de-mek olduğunu herkes biliyordu ve buna karşı çıkma cesaretini yitiren bazı aydınlar, çoğunlukla bireysel anlamda ıstakoz-aydın hâline geldiler.

Aydın, düşünce adamı olmalıdır. Her zaman bilimden ve gerçekten yana tavır almalıdır. Ömer Hayyam, dünyanın dön-düğünü savunduğu için, İslam ulemasının, içlerinde Gazali de bulunan ulemanın karşısına çıkıp yargılandığında, kendini sa-vunmak için tek kelime bile etmedi ve onların ona vereceğiz dedikleri cezaya aldırış dahi etmiyordu. Ona göre en büyük cezayı zaten almıştı, rasathanesi, kitaplarıyla beraber yakılmış-tı. Buna rağmen gerçeği söylemekten vazgeçmedi. Buna aydın deniyor. Duruşu ve tavrı var.

Özelleştirme sürecini hatırlayalım. Özelleştirmenin ne ol-duğunu, kampanyadan önce sorsanız, eksiksiz söyleyecek pek çok aydın, susarak ıstakoz-aydın hâline geldi. Gerçekten, doğ-rudan yana tavır alma cesareti bitti mi, aydın, politik olarak ka-ranlık-aydındır.

Petrol için Irak’a giren ABD (başka nedenleri bir yana bı-rakıp, sadece ekonomik açıdan bakalım. ABD’nin Irak işgali üzerine çok yazdığımız için, okur, dünya egemenliği ile petrol ve emperyalist paylaşımın yeni biçimleri arasındaki bağı kur-makta zorluk çekmeyecektir), siyasal ve askerî gücünü eko-nomik çıkarlar için kullanmakta, bunları örtmek için korkunç bir ideolojik kampanya yürütmektedir. Nükleer silâh yalanını düşünün, sende nükleer silâh var ve başkasının nükleer silâhı olabilir diye onlara saldırıyorsun. Ya da “Biz Tanrı tarafından seçilmişleriz” bunun için saldırıyoruz. Ya da “haçlı seferi” açık-lamasını düşünün ya da “demokrasi taşıyoruz”u düşünün. Tüm bunlar bize ekonomik, siyasal-askerî ve ideolojik mücadele ara-sındaki bağı gösteriyor.

Bu işçi sınıfı cephesi için de geçerlidir.İşçi sınıfının ekonomik, siyasal ve ideolojik mücadelesi

iç içe geçmiştir ve öyle yürütülmelidir. Mesela bugün, dünya çapında işçi sınıfının sendikal gücü, belli başlı kapitalist mer-kezlerde düşmektedir. Avrupa ve ABD’de işçi sınıfının sendikal

Page 571: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

571

örgütlülüğü zayıflamaktadır. Buna pek çok sömürge ülkeyi de ekleyelim. Birkaç ülke hariç genel eğilim budur.

Bunun nedeni, siyasal olarak işçi sınıfının mücadele sahne-sinde olmamasıdır. İşçi sınıfı siyasal olarak mücadele sahnesin-den çekilmiştir. Burjuvazinin şu ya da bu partisine oy vermek dışında bir siyasal mücadele de göstermemektedir. Onun için her ekonomik savaşıma eksik, yenilgiye daha yakın olacak tarz-da girmektedir.

Elbette, bu sendikaların güç kaybının nedeni olarak sen-dika mafyasının ve soğuk savaş döneminde anti-komünist mücadelenin sendikal alandaki uzantılarının ne demek olduğu üzerinde durmuyoruz; ama biliyoruz ki, zaten pek çok ülkede mevcut sendikaların büyük çoğunluğu, neredeyse işçi örgütü dahi değildir. İşçi sınıfını denetleme örgütleridir. Başlarındaki sendikacılar, son derece etkili devlet adamlarıdır ve devlet bü-rokrasisinin de bir parçasıdırlar. Aynı zamanda, sendikaların bu yöneticileri, tekelci rekabetin bir ürünü olan mafya ile de sıkı sıkıya bağlıdır.

Şimdi, işçi sınıfının bu süreçten kurtulmasının yolu, önce-likle siyasal olarak devrimci bir parti etrafında toplanmasından geçiyor.

Sıradan düşünüş sistemi içinde, işçilerin ekonomik müca-dele yolu ile giderek siyasal bilince de ulaşacakları düşünülür. Bu, belki ilk keresinde tam olarak da böyle olur; ama bir süreç bir kere yaşandı mı, artık kendini bu “saf ” biçimi ile tekrar et-mez. Hele ki sınıf savaşımı alanında; çünkü bu alan, tamamen canlı bir alandır.

İşçi sınıfı, siyasal olarak mücadele sahnesine çıkmalıdır ve bunun olanakları, her ülkede vardır. Her toprak parçasında, her kapitalist ülkede, ekonomik gelişmişlik düzeyine bakılmaksı-zın, işçi sınıfının siyasal öncülerinin sahne alması olanaklıdır.

Bu elbette ki, aynı zamanda sendikaların geri alınması, ekonomik mücadelenin yükseltilmesi, işçilerin sosyal hakları için mücadelesi ile birlikte yürüyecektir. Bu alandan geri çekil-mekten söz etmiyoruz; ama işçi sınıfının en sıradan bir ekono-mik hak için mücadelesi hem ideolojik mücadele ile, hem de siyasal mücadele ile doğrudan bağlıdır.

Page 572: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

572

Bunu artık hayatın her alanında görmek mümkündür.Öyle ise bu mücadele biçimlerinin en gelişmiş olanına, si-

yasal mücadeleye öncelik vermenin gereği ortaya çıkmaktadır. Siyasal mücadele artık, ekonomik anlamdaki örgütlenme için de ciddi bir koşul ve etkendir.

Burada siyasal mücadelenin biçimlerinden söz etmiyoruz. Sanırız, tekelci egemenlik koşullarında mücadele yöntemleri, sadece bir tarafın istek ve iradesine göre şekillenemez. Bunu anlamak, herhâlde çok zor olmasa gerek; ama bizim tartıştığı-mız bunun ötesinde, mücadele biçimleri değil, mücadele alan-ları arasındaki bağdır.

İşçi mücadelesinden örnek verirken bunu sadece işçilerin ekonomik mücadelesi ile siyasal ve ideolojik mücadelesi ara-sındaki bağ için söylemiyoruz. Her sosyal mücadele alanında bu geçerlidir. Bu mahallelerde, kentlerde, köylerde de geçerlidir. Bu öğrencilerin mücadelesinde de geçerlidir. Ülkemiz öğrenci hareketini durdurmak için, yeni faşist Alemdaroğlu’nun üniver-siteyi özel güvenliğe teslim etme, yani üniversite güvenliği yolu ile üniversitenin mafyaya teslimini nasıl gerçekleştirdiği taze bir olay olarak hatırlardadır. Şimdi, üniversitede okumak, artık sadece okumak değil, okula gitmenin kendisi siyasal bir eylem hâline gelmektedir. Burada öğrencilerin, mesela özel yaşamla-rını korumak, mesela kız arkadaşlarını korumak, mesela ders yapabilmek için bile özel güvenliğe karşı girişeceği mücadele, hem mücadelenin her biçimini, hem de her alanını kapsayan bir mücadeleye dönüşmektedir. Bu mücadele sadece sosyal haklar mücadelesi olarak kalmıyor, siyasal bir mücadeleye dönüşüyor. Bu mücadele aynı zamanda bir ideolojik mücadeledir. Alem-daroğlu, sözüm ona İslam’a karşı mücadele ederken Kemalist bir zırhla hareket etti ve üstündeki zırh kalkınca ortaya çıktı ki, aslında Alemdaroğlu kişiliğinde tekelci polis devletinin dişlileri işlemektedir. Bu kadar nettir. Bu mücadele siyasal bir mücade-ledir de ve bu mücadele, mücadelenin her biçimini de içermek durumundadır.

Page 573: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 574: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

574

Kaynakça

Adalı, Deniz, Ekonomi-Politik Ders Notları, Kaldıraç Yayınevi, Nisan 2001. Adalı,Deniz, Kapitalizmden Komünizme Geçiş, Kaldıraç Yayınevi, Genişle-tilmiş II. Baskı, 1999.Adalı, Deniz, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi, III. Baskı, 1997.Adalı, Deniz, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi, Kaldıraç Yayınevi, Mart 1996.Anadolu Devriminin Yolu, Kaldıraç Yayınevi, Broşür Dizisi: 2, Eylül 1997.Balkan, Neşecan-Savran, Sungur (Haz.), Neoliberalizmin Tahribatı, Metis Yayınları, Mayıs 2004.Beaud, Michel, Kapitalizmin Tarihi, (Çev. Fikret Başkaya), Dost Kitabevi, Mart 2003.Burrows, Gideon, Silah Ticareti Kılavuzu, (Çev. Hayrullah Doğan), Metis Yayınları, Mayıs 2003.Business Week Türkiye, 6 Aralık 2005.Castells, Manuel, Ağ Toplumunun Yükselişi, (Çev. Ebru Kılıç), İst. Bilgi Üni-versitesi Yayınları, Nisan 2005.Castro, Fidel, Dünya Bunalımı, (Çev. Öner Ünalan), Onur Yayınları, 1987.Chomsky, Noam-Herman, Edward-vd., Medyanın Kamuoyu İmalatı, (Çev. H. Alpman-Ö. İnciler-A. Köymen-E. Kalak-I. Esendir), Çiviyazıları, 2004.Chomsky, Noam, Yeni Dünya Düzeninde Yalanlar ve Gerçekler, (Çev. Selen Göbelez), Mavi Ada Yayıncılık, 2000. Chossudovsky, Michel, Yoksulluğun Küreselleşmesi, (Çev. Neşenur Doma-niç), Çiviyazıları, Ocak 1999.Erasmus, Deliliğe Övgü.Fortune, 30 Temmuz 2001, Sayı 16.Fortune, 2 Ağustos 2004.Fortune, 25 Temmuz 2005.Foster, John Bellamy, Emperyalizmin Yeniden Keşfi, (Çev. Çiğdem Çidamlı), Devin Yayıncılık, Haziran 2005.Greider, Willam, Tek Dünya Kapitalizmin Manik Mantığı, (Çev. Yavuz Alo-gan), İmge Kitabevi, Nisan 2003.Hardt, M.-Negri, A., İmparatorluk, (Çev. Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayın-ları, 2001.Hirst, Paul-Thompson, Grahame, Küreselleşme Sorgulanıyor, (Çev. Çağla Erdem-Elif Yücel), Dost Kitabevi, Temmuz 2003.Kloby, Jerry, Küreselleşmenin Sefaleti Eşitsizlik, Güç ve Kalkınma, (Çev. Or-han Düz), Güncel Yayıncılık, Şubat 2005.Kolektif, Yeni Emperyal Tehdit Günümüzde Emperyalizm Socialist Register 2004, (Ed. Colin Leys Leo Panitch), Alaz Yayıncılık, Aralık 2004.Lenin, V. İ., Kapitalizmin Sonuncu Aşaması: Emperyalizm, Konuk Yayınları,

Page 575: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

575

1979.Marx, Karl, Kapital Cilt 1, Sol Yayınları.Marx, Karl, Kapital Cilt 2, Sol Yayınları.Marx, Karl, Kapital Cilt 3, Sol Yayınları.Mattelart, Armand, Beyin İğfal Şebekesi Uluslararası Reklamcılık, (Çev. Işın Gürbüz), Ayrıntı Yayınları, Mart 1995.McChesney, Robert W.-Wood, Ellen M.-Foster, J. B. (Ed.), Kapitalizm ve Enformasyon Çağı, (Çev. N. S. Çınga-E. Baltacı-Ö. Yalçın), Epos Yayınları, Ankara 2003.Munck, Ronaldo, Emeğin Yeni Dünyası, (Çev. Mahmut Tekçe), Kitapyayı-nevi, Ocak 2003.Rugman, Alan, Globalleşmenin Sonu Radikal Bir Globalleşme Analizi, (Çev. Sedat Eroğlu), MediaCat Kitapları, İst. 2004.Stiglitz, Joseph E., 90’ların Yükselişi, (Çev. A. Özer-B. Güven), CSA Global Yayın Ajansı, 2001.Şanlı, Ufuk, Borç Kapanı: IMF, Selis Kitaplar, 2002.The Forbes, 18 Nisan 2005.Todd, Emmanuel, İmparatorluktan Sonra, Amerikan Sisteminin Çöküşü, (Çev. Gülser Çetin), Dost Kitabevi, Aralık 2004.OECD International Direct Investment DatabaseVerlag, Ermis, Askeri Sanayi Kompleksi, Almanya Mayıs 1987Wells, Harry K., Emperyalizmin Felsefesi Pragmatizm, (Çev. Tahsin Yılmaz), Sorun Yayınları, Eylül 1986.

Page 576: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

576

11 Eylül 80, 122, 189, 37312 Eylül darbesi 88, 257, 411, 434, 50716. Papa 490

A

ABD 15, 23, 30, 34, 41, 51, 53, 59, 61, 75, 84, 113, 122, 142, 149, 151, 490, 511, 533, 543, 570ABD Hava Kuvvetleri 89, 90, 348ABD Kongre Kütüphanesi 389ABD Savunma Bakanlığı 114, 387, 388açık toplum 195, 427, 429, 430, 431, 445, 448açık toplum enstitüsü 431Advertising Age 55Advertising Council 73, 86, 89AEG-Telefunken 117Aerospace İndustries Association 357Afganistan 80, 133, 186, 187Afrika 83, 119, 126, 149, 175, 247, 264, 266, 282, 470, 545Agnelli ailesi 182"Ağ Toplumu" 235, 265, 272, 372“Ahlâksız Teklif ” 427“Ahtapot” 250AIDS 46Airbus 347, 349, 354, 357, 358, 359Ak Parti 242, 377, 379, 411Akşam gazetesi 58Alemdaroğlu 572Alice Harikalar Diyarında 74Alman Kartalı 248Alo-Mintax 31, 138ambalaj sanayii 501, 513Amerikan Dışilişkiler Komisyonu 32, 35Amerikan Dostları Hizmet Komitesi 89Amerikan FCB 57Amerikan Life Style 24AnaBritanica 35Anadolu 14, 23, 44, 562"Anadolu Devriminin Yolu" 425Andersen, Arthur 52Anglosakson spekülatörler 212anti-komünist 22, 88, 92, 93, 488, 571anti-semitizm 212anti-tröst 320AOL 61, 62, 243Aol-Time 31

Apple Computers 385Apple, Michael W. 75Arap 34, 45Arçelik 61, 203, 503AR-GE 124, 268, 315, 316, 343, 528, 529Arjantin 21, 247, 264, 400ARPA-INTERNET 388ARPANET 388artı-değer 16, 18, 26, 48, 66, 69, 94, 103, 104, 105, 193, 195, 197, 198, 219, 226, 273, 278, 324, 364, 379, 408, 422, 451, 458, 463Arunasalam 297asenkronize aktarım modu (ATM) 387AT&T 320, 321ATV 58Avrupa Birliği (AB) 168, 210, 265, 402Avrupa Döviz Kuru Mekanizması (ADKM) 209, 210Avusturya 19, 113, 248Avusturya-Macaristan 19Aygün, Sinan 308

B

Backer&Spielvogel 52balon ekonomisi (bubble economy) 340Bangladeş 199, 200, 278, 279, 280, 281Bankacılar Tröstü 229Bank of England 212Başer-Colgate grubu 31Batı Life Style 24Baykuş İmparatorluğu 33BBC 62Bechtel 192Bedreddin Destanı 433Beko 61Belçika 141, 210, 238, 248Bell Laboratuvarları 372, 381, 386, 390, 391, 396Berkeley 39, 372, 390, 396, 397, 398, 402“besleme” 520Beyaz Saray 293, 347Bilderberg 32, 34, 35, 151, 152, 179Bilgin 32, 58Bilgisayar Özgürlüğü (Computer Lib) 393

Dizin

Page 577: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

577

BİM 413Birinci Dünya Savaşı 270Birleşmiş Milletler (BM) 143, 146, 250Boeing 31, 114, 117, 123, 199, 321, 328, 344, 346, 348, 357Boeing China 348“Borç Kapanı: IMF” 180BP-Amoco 35Bretton Woods 217Brezilya 72, 202, 278, 281, 344, 348, 353, 400British Aerospace 114, 117, 134, 349, 354broker 194, 197, 256, 521Bulgaristan 189Bundesbank 208, 209, 210, 216Burger King 56burjuva ideoloji 7, 413, 453, 477, 506, 547, 565burjuva kalemşörler 191, 301, 366, 465, 490, 543, 565Burrows, G. 114, 116, 119, 122, 124, 129, 130Bush 33, 34, 37, 43, 44, 47, 77, 80, 152, 163, 184, 246, 251, 368, 413, 417, 422BussinessWeek 233, 244Büyük Britanya 72

C/Ç

Cadillac 329Çağlayangil, İhsan Sabri 374Canon 283“Casino Capitalizm” 230Castells, M. 235, 237, 251, 252, 269Castro, Fidel 168, 172Çek Cumhuriyeti 267, 325, 334, 531, 534CEO 241, 242, 444, 460Cermenler 326Charles ve Maurice 51Chauncey Wright 41Cheney, Dick 34, 130, 246, 251Chengdu Aircraft Company 357Chesebrought-Ponds 54Chevron Texaco 35Chomsky, Noam 78, 184Chrysler 117, 119, 233, 266, 321, 332, 335

CIA 30, 33, 174, 250, 424Çin 19, 199, 218CitiBank 31, 141, 206, 216, 250, 379, 460City Grup 141Clarkson, Lawrence W. 353Clinton 33, 247, 293, 298, 347, 350, 422CNN-Türk 58Coca Cola 46, 63, 71, 73, 83, 247, 269, 439çok uluslu şirketler (ÇUŞ) 26, 139, 270Colomb, Cristoph 282Columbia Picture 63, 73Compton Advertising 52Compton UK Partners 52Çukurova Grup 32, 58, 150Çuraçao 225

D

Dabhol Enerji 247“dâhi çocuklar” 194dalgalı döviz kurları 217Danimarka 68, 143, 208, 210Darwin 37Dawson ve Foster 68değişmeyen sermaye 16, 104, 193, 455, 466, 511“Deliliğe Övgü” 489Demirel 23, 34, 41Dentsu 51, 57deterjan tekelleri 36DigiTürk 58diktatörlük 30, 154Dilovası 376DİSK 551, 552Disney 61, 62, 64diyalektik materyalizm 18, 27Doğan-Burda-Rizolli grubu 58Doğan Holding 35, 58, 84, 91, 149, 171Doğan Medya 32Doğramacı, İ. 66doğrudan yabancı yatırımlar (DYY) 169, 261, 262, 263, 264Dorland 52Dünya Bankası 24, 31, 151, 179, 249, 281, 327, 546Dünya Kalkınma Raporu 327Dünya Ticaret Örgütü 31, 151, 163

Page 578: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

“düş fabrikası” 334Dynamic Random Access Memory (DRAM) 311, 312, 315, 318, 320, 383

E

Eastman-Kodak 54Eaton, Robert 336Ecevit 34Eczacıbaşı 55EFT (Borsa Yatırım Fonu) 201, 202Eisenhower 40Ekim Devrimi 42, 48, 77, 78, 92, 160, 302, 449, 536, 556eklektik fikirler 564ekonomik “gelişmişlik” düzeyi 21, 420, 571“Ekonomi Politik Ders Notları” 138Ekvador 248Elektonic numerical integrator and calculator/Elektronik sayısal birleştirici ve hesap makinesi (ENIAC) 371el emeği 465emek gücü 16, 25, 50, 65, 96, 108, 193, 305, 400, 456emperyalist yağma 190, 424Endonezya 21, 135, 226, 288, 292, 299, 354, 356"Enformasyon Çağı" 63, 64, 68, 71, 75, 76, 79, 80, 385, 387, 400Engels 77, 103, 492, 540, 567engizisyon 38, 448ENKA 308Enron 51, 52, 241, 244, 245, 247, 460Enver İbrahim 298Erasmus 489Erdoğan, Tayyip 91, 308, 413Erickson 56, 57“eski” sömürgecilik 161Eurocom-Havas 57Evrim Teorisi 40ExxonMobil 35Ezop 23

F

F16 31, 126, 136Fairchild 291, 382, 397“Fairchild sekizlisi” 398Fas 287FBI 30Federal Almanya 72, 119

Federal Enerji Düzenleme Komisyonu 244feodalizm 29, 37, 39, 368Financial Times 52, 315Finlandiya 151, 226, 269Ford 24, 26, 54, 65, 96, 185, 248, 249, 266, 309, 330, 332, 335, 336, 362, 414, 478, 479, 558Fordizm 50, 68, 478, 481, 485, 486Fortis 141Fox 64Fransa 15, 72, 116, 117, 121, 142, 169, 170, 180, 208, 216, 265, 309, 312, 325, 327, 333, 353, 402, 543Freidman, Thomas 162fuhuş sektörü 324Fuji 348, 359Fukuyama 449

G

G7 örgütlenmesi 31G7 ülkeleri 175, 262, 276Galata Köprüsü 55GalataPort ihalesi 242Gallup ve Nielsen 61Garanti grubu 149, 150Gates, Bill 141, 385, 398General Dynamics 31, 36, 116, 117, 130, 321General Electric 62, 93, 117, 296General Motors 51, 54, 117, 185, 195, 244, 265, 329, 332, 334, 460Genji Masalları 311Georgia Pasific 241Gilette 241Gladio 31, 35globalizm 257, 259, 260, 264global köy 259Gökçek, Melih 308Golding 64Goodyear 55GORA 73Greider, W. 211, 213, 218, 237, 239, 252, 254Güney Afrika 126, 149, 264

H

hacker 392, 393Haig, Alexender 249Hakuhodo 57

Page 579: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Harvard 372, 385, 390, 399, 402Hay Group 52Hayyam, Ömer 570Heckler&Koch (H&K) 122Hegel 453Hektor 44Hill&Knowlton 53Hindistan 21, 247, 264, 281, 295, 324, 327, 337, 344, 358, 377, 399, 401hipertext markup language (HTML) 393Hirst ve Thompson 168, 172, 271Hisarcıklıoğlu, Rifat 308Hitler, Adolf 75, 248, 361, 364, 431Hollanda 35, 57, 72, 139, 141, 149, 262, 265, 271, 376Hollywood 64, 75, 132, 399Holmes, Oliver 41Homeros 44Hundai 267, 309Hürriyet gazetesi 55, 58, 93, 201

I/İ

IBM 53, 117, 311, 312, 316, 317, 318, 372, 384“ideolojilerin sonu” 565IG Metal 334İkinci Dünya Savaşı 82, 131, 178, 186, 212, 371, 381, 383, 396, 400, 491İleri Mikroelektronik Araştıma Merkezi 316ilkel-komünal toplum 491İlluminati 29, 33, 151IMF 22, 31, 133, 151, 179, 180, 247, 378İngiliz Wire&Plastic Products (WPP) 53İngiltere 15, 27, 31, 34, 40, 51, 63, 115, 117, 122, 129, 141, 170, 180, 186, 270, 324, 395, 423İnsan Hakları İzleme Örgütü 247Intel 300International Economy dergisi 222INTERNET 388Interpublic Group 56Irak 43, 46, 51, 53, 89, 126, 162, 178, 183, 186, 239, 301, 302, 364, 368, 419, 422, 533, 570İrlanda 143, 348, 353işçi göçü 530, 537işçilerin kardeşliği 531

işçi sınıfı 39, 42, 153, 232, 405, 450, 530, 534, 535, 536, 540, 542, 543, 547, 550, 551, 552, 553, 555, 561, 563, 569işgücü pazarı 17Ishihara, Ken 315İskender 43, 44İspanya 19, 51, 116, 121, 169, 199, 208, 273, 282, 334, 423İsrailoğulları 45İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) 205İsveç 226, 238, 262, 265, 330, 333, 357İsviçre 141, 262, 265, 343İtalya 121, 126, 169, 180, 182, 199, 238, 273, 348, 353, 395, 423, 537ITT 61, 77

J

James, William 41Japon Bankası 217jidoka 333Jobs, Steve 385Johnson, Rob 207, 209, 212, 221, 224, 231Joint Strike Fighter ( JSF) projesi 122

K

kadın emeği 484, 547kafa kol emeği 523kaizen 333Kaldıraç 105, 260, 454, 488kalifiye işçi 362, 479, 481, 558Kanada 168, 248, 304, 306, 345, 353, 357Kanada Savunma Bakanlığı 357Kanal Bir 76Kanal D 58Kanz, John (Prof.) 319kapitalist dünya ekonomisi 7, 13, 18, 23, 27, 132, 161, 534, 543kapitalist-emperyalizm 7, 27, 39, 47, 65, 106, 133, 151, 160, 191, 196, 207, 272, 282, 375, 404, 432, 454, 540, 563kapitalist üretim ilişkileri 50, 65, 101, 409, 423, 485kapitalist üretimin kitlesel karakteri 498“Kapitalizmden Komünizme Geçiş” 14, 17Kapitalizmden Komünizme Geçiş 260

Page 580: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

kapitalizmin teknik gelişimi 424Kara Çarşamba 213Karamehmet 58karanlık köşe yazarları (KKY) 28karbon-fiber teknolojisi 358karşı-devrim 404, 489karşı-kapitalizm 430karteller 31, 106, 318Karzai 36Katar 189, 426Katrina kasırgası 178Kautsky 164, 178Kawasaki 348, 359KC Grup 308Kelebek Mobilya 66Kellogg’s 54Kemalist 572Kenya 248KESK 507Kissinger 74, 162kitlesel tüketim 50, 53, 54, 59, 61, 66, 72, 92, 197, 366, 459, 486, 503kitlesel üretim 50, 53, 54, 65, 66, 67, 92, 97, 101, 158, 220, 459, 472, 483, 503Kitty Hawk 352Kırgızistan 189Kızılderililer 368klasik emperyalizm 159, 160Kloby, J. 176, 184, 244, 245, 246, 249, 250, 277Klu Klux Klan 33Koch Industries 242Koç Holding 26, 149, 150Koç, Rahmi 35Kolombiya 72, 269komünizm 7, 79, 80, 88, 91, 163, 166, 170, 177, 258, 404, 407, 415, 425, 529, 540“konsept” 88Kore 248, 270, 292, 298, 318, 319, 327, 337, 347, 348, 353, 395, 399Körfez Savaşı 92Kraft 54Kruşçev 400Kuehler, Jack 312, 315, 317kumar 197, 201, 204, 205, 213, 217, 220, 224, 232, 238, 291, 377, 398, 408, 423, 460, 461, 559Kürdistan 21küresel dağılma periyodu 231küreselleşme 223, 235, 272, 285, 295,

298, 345, 365, 376, 404, 408, 431, 466Kuru Kafa ve Kemikler Örgütü 29, 33Kuveyt 189, 415Kuzey Amerika 267, 279, 285, 304, 332, 334, 337

L

laissez-faire 300Lamont, Norman 213Lasswell, Harold 78Latin Amerika 63, 186, 270, 282, 337, 368, 387, 545Lenin 18, 19, 27, 55, 103, 138, 139, 178, 191, 325, 374, 492Lexus 400 328Libya 92, 93, 537likit para 408, 461, 462Lockheed Martin 35, 115, 130London Observer gazetesi 162lüks tüketim 197, 327, 530, 533lüks tüketim malları 303, 324

M

M4 koridoru 400Madonna 65, 74, 85Majid, Hassim 286makineleşme 484, 547Makyevel 41Malezya 24, 31, 229, 270, 283, 287, 529, 533Malezya Elektronik İşçi Sendikası 297Malezya İş Konseyi 292Man Ajans 53Market Research Bureau (MRB) 53“Marksist” iktisatçılar 14Marksizm 13, 16, 39, 41, 133, 204, 235, 258, 326, 409, 429, 433, 488, 495, 543Marksizm-Leninizm 14, 495Mars 490Mason locaları 29, 151mass media 59Mattelart, Armand 52, 53, 54, 55, 56, 61, 63, 72, 82, 85Mazda 331MCA 56McChesney 64McDonald’s 83McDonnell Dougles 31medya 7, 31, 47, 50, 58, 63, 72, 74, 80, 82, 92, 94, 106, 195

Page 581: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Medyanın Kamuoyu İmalatı 92, 93Meksika 72, 81, 142, 186, 202, 230, 279, 304, 306, 334, 338memur 89, 500, 504, 506, 507, 552Menderes 23Mercedes Benz 117, 182“metafizik klüp” 46metafizik materyalistler 18meta toplumu 108, 109, 514, 557Mezopotamya 44MHP 151, 152MI5 174, 414Microsoft 117, 141, 385, 398Migros 61, 198, 518mikroişlem birimleri (MPU) 383militaristleşme 117, 130, 132Milliyet gazetesi 35, 55, 58MILNET 388Minolta 283MİT 34Mitsubishi Heavy Industries 233, 287, 321, 331, 338, 348, 353Mısır 44, 121, 148MKE 122modernite 54, 266modern reklâmcılık 439Mohawk Vadisi Formülü 79Moore, Michael 36Moore Yasası 312Motorola 24, 25, 31, 61, 269, 283, 285, 290, 292, 298, 300, 306, 319, 322, 529, 533Motorola 10K Yarışı 283MSB (Milli Savunma Bakanlığı) 133Multimedya Deresi 399mutlak artı-değer 469, 470

N

NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) 304, 306National City Bank 182NATO 23, 31, 35, 113, 170, 369Nestlé 83, 142, 150News Corporation 63Nickelodeon 64nispî artı-değer, 470Nissan 331, 332, 340Nokia 150Northrop Grumman 36Novartis 268NYT 162, 166, 173

O/Ö

OECD ülkeleri 172, 252, 262, 263, 264, 265, 545Office of War Information 73Ogilvy&Mather 56OKS 509Ortadoğu 13ÖSS 509Otokar 112Oxford Üniversitesi 175OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) 129, 142, 251Özal, Korkut 413Özbekistan 189özel güvenlik 380, 517, 519özel mülkiyet 46, 86, 105, 108, 110, 153, 258, 302, 363, 407, 409, 425, 427, 430, 487, 499, 509, 511, 523özel sigortacılık 519Özkök, Ertuğrul 28, 85, 422

P

Pakistan 112, 122, 189Panasonic 283“paramiliter” güçler 152Paris Komünü 41, 42, 48, 88, 407, 433paylaşım savaşı 7, 155, 166, 172, 186pazar gücü 277pazar hakimiyeti 48, 50, 54, 59, 77, 97, 101, 138, 170, 310, 322, 340, 439, 477, 498pazar için üretim 108pazar kavgası 32, 304, 426pazarlama 56, 63, 70, 82, 356, 414, 459, 502Pentagon laboratuvarları 46Pepsi 56, 71perakende 50, 62, 69, 183, 195, 244, 254, 278, 279, 460, 518Peugeot 309, 338Pierce, Charles 41piyasa ekonomisi 15, 290, 366Pokemon 64, 74politika reklâmcılığı 52Polonya 88, 325Popular Electronics 398Portekiz 208, 319, 334post-endüstriyel çağ 344postulat 45pragmatizm 40, 41, 47, 407

Page 582: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Procter&Gamble 52, 62proletarya 443, 448, 499, 530, 536, 540, 545, 551“Propaganda ve Kamusal Aklın Kon-trolü” 78PTT çalışanları 551Publicis 57

Q

Quantum Fund 212

R

Radikal gazetesi 58Ratheon 36RCA 54Reagan 192, 249, 250, 293, 372, 402Refah Burgerleri 287Reklâmcılar Birliği 82reklâm sektörü 51, 57, 62, 97, 201, 486Renault 142, 266, 333, 530Rhodes, Cecil 176Robert Koleji 151robotik otomasyon 330Rockefeller 33, 80, 141, 180, 182, 250, 266Rockschild 33Rolls Royce 268Romanya 266, 325, 338, 530Ron Woodard 355Rothschild 180Rothschild, Lionel 181Rover grubu 112Ruanda 173rüşvet 30, 175, 439, 505, 515Rusya 77, 264, 349, 392, 400

S/Ş

Saatchi&Saatchi 51, 56, 85Sabah gazetesi 58Sabancı 149Sabetaycılık 29Saddam 126, 364, 368, 411, 419Salomon Brothers 228sanal cemaatler 393Şanlı, Ufuk 180, 181Sanyo 283Savunma Bakanlığı İleri Araştırma Pro-jeleri Kurumu (ARPA) 387Savunma Sanayicileri Derneği (SADER) 134

Savunma Sanayi İmalatçıları Derneği (SASAD) 133Schlesinger, Helmut 216seks köleleri 33, 34, 74Selahattin Beyazıt 35, 55Şenesen, Gülay Günlük 133serbest rekabet 17, 20, 245Şeyh Bedreddin 433Seymour Cray 384Shakespeare 311Shell 35Shenyang Aircraft 358Show-TV 58Sidney 224Siemens 77, 266, 311, 312, 315, 319, 325, 528, 531silâh ticareti 112, 125, 129Şili 247, 264, 338Silikon Vadisi 162, 166, 173, 323, 373, 382, 395, 397, 399, 403"Siliwood" 399Singapur 199, 210, 264, 270, 285, 286, 290, 319, 358şirket evlilikleri 240Şişecam grevi 90sınıf egemenliği 38, 41, 175, 412, 415, 421sınıflar sorunu 541sınıflı toplumlar 38, 41, 48, 108, 133, 405, 412, 435, 450“sırt sıvazlama” 359“sıvazlamak” 354Slovakya 115, 325Smick, David 222Smith, Adam 165, 174, 175, 480SNECMA 117Soğuk Savaş Dönemi 426Sony 62, 343Soros Fon Yönetimi 224Soros, George 113, 207, 208, 211, 377, 379, 422, 424, 430sosyalist piyasa ekonomisi 290SSCB 7, 14, 23, 32, 35, 77, 88, 90, 92, 133, 155, 170, 178, 272, 276, 301, 325, 407, 413, 425, 458, 496, 505, 529, 538, 558Standart Oil Company 57Standart&Poors 224STFA 55, 308Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 122

Page 583: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Stone, Oliver 44Sun Valley toplantıları 151

T

Tacikistan 189Tahara No 4 331Tahkim Yasası 32Tapınak Şövalyeleri 29, 33“tarihin sonu” 449Taşyapı 308Tat 198Tayland 72, 143, 288, 292, 337Tayvan 143, 146, 270, 292, 318, 319, 324, 337, 344, 354, 360, 399, 403TC basını 77, 84, 243TC Merkez Bankası 238TC ordusu 125, 414Ted Bates 52Ted Hoff 382tefecilik 180, 191, 219, 229, 377, 436, 517“Tek Dünya” 283Tekel 323tekel çağı 454tekelci kapitalizm 19, 20, 39, 48, 85, 97, 103, 180, 182, 191, 249, 251, 481“Tekelci Polis Devleti” 30, 47, 138, 154, 260tekelci rekabet 55, 97, 154, 268, 311, 322, 571tekeller 31, 97, 105, 106, 111, 117, 122, 129, 154, 160, 171, 172, 180, 185, 205, 249, 265, 278, 310, 323teknokratlar 281Telekom 323Territorial 32Texas Instrument 319Thabo Mbeki 126Thatcher 52The Alchemy of Finance 215Thompson, J. Walter ( JWT) 53, 56Thorn Ermi 117Time Life Books 63Times 52, 63, 162, 315, 343, 349Time Warner 62TÖB-DER 507toplumsal işbölümü 493toprağın oğulları (bumiputralar) 288Toshiba 311, 312, 315, 319, 320Total-Elf 35Toyota 185, 266, 328, 330, 331, 335, 341

“trend” etkisi 324Trotman, Alex 336Truva 43Tudor Investment Fund 228tüketici hakları 99, 100tüketici toplumu 98tüketim toplumu 48, 49, 50, 438tundjung 284TÜPRAŞ 166Turkcell 58Türk-İş 551“Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi” 20Turyağ-Henkel 31Twentieth Century 63Typhoon 121

U/Ü

uçak endüstrisi 349, 358“Üçlü Yedi” 352Üçüncü Paylaşım Savaşı 186Üçüncü Sanayi Devrimi 334Uganda 21, 120ultra-emperyalizm 164, 178Ulusal Bilim Vakfı (National Science Foundation) 388ulusal çıkar 90, 123, 183, 405, 412, 413, 426ulusal gelir 461ulusal güvenlik 111, 112, 119, 122, 127, 373, 402Uluslararası Para Fonu 281Uluslararası Silâh Sanayii Fuarı 134uluslararası şirketler (UŞ) 26Uluslararası Tüketiciler Birliği Örgütünün (IOCU) 72Unakıtan 184Unilever 31, 57, 138, 141, 150, 268, 310, 376Unilever-İş Bankası grubu 31Union Bank of Switzerland 225United Fruit 250United Technologies 36Universal 56, 62, 233U. S. Austin maratonu 283Usenet 392“uygun ilişkiler” 93uzay teknolojileri 257Uzay Yolu 384“uzmanlık” 472

Page 584: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

V

Vatan Gazetesi 58Venezüella 142Vietnam 75, 123, 296, 302, 337Volkswagen 185, 266, 268, 330, 334, 338Volvo 267, 330, 333, 338

W

Wall-Mart 137, 198, 244War Advertising Council’i (Savaş Reklam Konseyi) 73Warner Bros 63Wawasan 2020 287WC (Whittle Communications) 76Wells, H. K. 41Westinghouse 60, 85Worldcom 460WorldCom 241, 243, 245, 246world wide web 393Wright Brothers 352WTO 22

X

Xian Aircraft Company 357

Y

Yale 151“yaratıcı yıkım” 384yarı-sömürge 21Yasunori Kirihara 343“yatırımcı” 203, 204yeni-liberaller 28“yeni” sömürgecilik 161Yiğit, Korkmaz 55Yıldız savaşları 257Yönlendirilmiş Enerji Silâhları Uygulaması (DEATAC) 123Young&Rubicom 51Yugoslavya 32, 93, 133, 165Yunanistan 21, 111, 120, 127

Z

Zapsu 413, 414Zürih 210, 224, 225

Page 585: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 586: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Sınıflar ve Sınıf MücadelesiDeniz Adalı

Kapitalist gelişimi sadece ekonomik bir gelişme olarak algılamak ve öyle incelemek, özellikle emperyalizm çağında ciddi hatalara yol aça-bilir. Bu gelişim siyasal alanda da incelenmelidir, ki bu iki alan, teorik olarak birbirinden ayrılır. Gelişimin kendisi ise, bu alanları birlikte ele alarak anlaşılabilir. Pratikte tüm gözler bu iki alan arasında ilişkiyi ku-ran sınıf savaşımına çevrilmelidir. Dolayısıyla kapitalist gelişim üzeri-ne çalışmalar, sınıf savaşımını içermek durumundadır. Emperyalizm çağında burjuva devrimler geri nitelikleri ile doğarlar ve kapitalist gelişim bu çağın özelliklerini taşır. Bu durum göz önüne alınmadan, kapitalist gelişim anlaşılamaz.

Page 587: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Kapitalizmin Ekolojik SorunlarıTemel Demirer

“Kapitalizmin suçları; işkenceden, sömürüden, insanların işsiz ve umutsuz bir yaşama mahkûm edilmesinden, aşağılanmasından, ulus-ların baskı altında tutulmasından ve hatta soykırımdan ibaret değil, ekolojik suç da var!”Temel Demirer kitabında “Karşı koymazsak eğer tehlikededir günlük ekmeğimiz bacamızın tütmesi tehlikededir evimiz, aşkımız, çocuğu-muz pencerede saksı kitap sevgisi, insan sevgisi tehlikededir.” gerçeği-ni çarpıyor yüzümüze yüzümüze. Bilimselliği roman tadında sunuyor biz okurlarına.. Silkeliyor, sarsıyor, uyarıyor, uyandırıyor. Belki kitabı bir solukta okuyamayacaksınız,ama okuduktan sonra da nasıl soluk alabildiğinizi düşüneceksiniz derinden derinden.. Biri mutlaka ölecek ama kim olacağını siz belirleyeceksiniz!

Page 588: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Diyalektik Materyalizm Tarihsel MateryalizmDeniz Adalı

Bugün, Anadolu insanı, özellikle genç insanlar; Marx , Engels ve Lenin’i okumadan, onun eleştirilerini okuyorlar ve mevcut dünya konjonktürü bunu olanaklı kılıyor. Bu noktada, yürütülen tartışma ve eğitimin temel dayanaklarından biri olan diyalektik ve tarihsel mater-yalizm konusu önem kazanmıştır. “Diyalektik Materyalizm Tarihsel Materyalizm” herkesin okuyabileceği şekilde, mümkün olduğunca sade diliyle, Marksizm-Leninizm’in sınıf savaşımında öznenin rolüne dair görüşlerini vurgulayan, felsefenin militan karakterini toplumsal olaylardan örneklerle açığa çıkaran bir felsefe el kitabı.

Page 589: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Tekel Direnişi Dersleri 2010

Günce, makaleler, belgeler ve fotoğraflar olmak üzere 4 ana bölümden oluşan kitap, TEKEL direnişi süresince, kısa zamanda yoğun bir ça-bayla hazırlandı. Bu kitap, 78 gün boyunca direnişi, ezberleri bozan, ülke gündemini değiştiren TEKEL işçilerine ve onlara destek veren tüm dostlarına bir armağan; tüm işçiler için de bir çeşit rehber kitap; çünkü “Her Direniş Bir Öğretmendir!”.

Page 590: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?E. A. Rauter

E. A. Rauter’in 70’li yıllarda yazdığı kitap, burjuva eğitim sistemine getirdiği eleştirilerle her zaman güncelliğini koruyor. “Okulda insan-lar imal edilir. Bu insan yapma sürecine eğitim denir.” cümleleriyle başlayan kitap; reklamlar, televizyon programları, okullarda derslerin işleniş biçimlerinden örnekler vererek sistemin nasıl devamlılığını sağlamayı hedeflediğini anlatıyor. Gerçeklerin çarpıcılığını son dere-ce açık ve yalın biçimde anlatan çalışmanın okurun ufkunu açacağını düşünüyoruz.

Page 591: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Türkiyede Kapitalizmin Gelişimi Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi

Tekelci Polis Devleti

Kapitalizmden Komünizme Geçiş

Anadolu; Dün, Bugün, Yarın Tarih ve Devrim

21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm

Anadolu İşçi Sınıfı Tarihi

Diyalektik Materyalizm Tarihsel Materyalizm

Ekonomi Politik Ders Notları

Zapatista Deneyimi ve Meksika’da Değişim

Aslolan Devrimin Gündemidir 1Aslolan Devrimin Gündemidir 2Aslolan Devrimin Gündemidir 3

İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine Yazılar

Latin Amerika: İsyan Hep Vardı!

Söyleşiler: Vir-gül-üne Dokunmadan

Kuşatmayı Yarmak: Eğitim, Bilim ve Aydınlar

Ateşin ve Güneşin Yeryüzündeki Tezahürü Bozatlı Hızır

Tarih - Siyaset - Felsefe

Araştırma - İnceleme

Deniz Adalı

Deniz Adalı

Deniz Adalı

Deniz Adalı

Deniz Adalı

Fikret Soydan

Deniz Adalı

Deniz Adalı

Gustavo Esteva

Kaldıraç

Kaldıraç

Sibel Özbudun

M. Şehmus Güzel

Sibel Özbudun/Temel Demirer

Haşim Kutlu

Kaldıraç Yayınevi Kitap Listesi

Page 592: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Kızılbaş Alevilikte Yol, Erkan, Meydan

Aşıkların Diliyle Kızılbaş Alevilik

Latin Amerika: İsyan Hep Vardı!

Kapitalizmin Ekolojik Sorunları

Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur

Herkese Kafa Lazım 1Herkese Kafa Lazım 2

Tekel Direnişi Dersleri 2010

Barbiana Öğrencilerinden Mektup

Liberalizm/Muhafazakârlık Kıskacında Kadın

Beş Kızkardeş

Anadolu Devriminin Yolu (Bir Programatik Yaklaşım)

Ezilenlerin Tarihini Onun Önderleri Yazar!

Özgür Bilimsel Eğitim

Saat On Üçte, Sayın Generalim

Lenin’in Fedaisi KAMO

Eylem Adamları

Eğitim Kitaplığı

Kadın Kitaplığı

Cep Kitaplığı

Roman

Haşim Kutlu

Süleyman Şahin

Sibel Özbudun

Temel Demirer

E. A. Rauter

Boris A. Kordemski

Kaldıraç

Barbiana Öğrencileri / Don Lorenzo Milani

Sibel Özbudun/ Cahide Sarı/Temel Demirer

Barbara Alpern Engel/Clifford N. Rosenthal

Kaldıraç

Serpil Köksal

Deniz Adalı

Arkadiy Vasiliev

Jacques Baynac

Jean Lafitte

Page 593: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin

Anlamın Atlı Arabaları

Ah Gidi Karadeniz

Kaç Yüz Çiçek Düştü Geceye

Bir Avuç Kadın

Feryad û İsyan

Me-ti Özdeyişler Kitabı

Bedia Xala

Rahip Gerilla Camilo Torres, Görev, Kişilik, Karar

Savaşçının Türküsü

Öykü-Şiir

Brecht Kitaplığı

Halklar Kitaplığı

Devrimci Yaşamlar

Özer Burgaz

Selma Koçiva

Ferda İlter

Selma Koçiva

Ozan Emekçi

Bertolt Brecht

Selma Koçiva

German Guzman Campos

Bekir Kilerci

Page 594: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 595: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin
Page 596: 21. Yüzyıl ve Kapitalist- Emperyalizm · ve reklamın bu ideolojideki etkinliği, dünyanın toprak ve pazar olarak paylaşımı, sermayenin uluslararasılaşması, teknolojinin