115
23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 1 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ 3 DÜZENLEME KURULU 4 KONGRE BİLİMSEL PROGRAMI 5 KONUŞMA ÖZETLERİ SÖZEL BİLDİRİLER POSTER BİLDİRİLERİ YAZAR DİZİNİ

23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

  • Upload
    others

  • View
    11

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

1

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ 3

DÜZENLEME KURULU 4

KONGRE BİLİMSEL PROGRAMI 5

KONUŞMA ÖZETLERİ

SÖZEL BİLDİRİLER

POSTER BİLDİRİLERİ

YAZAR DİZİNİ

Page 2: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

2

Page 3: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

3

ÖNSÖZ

Değerli Meslektaşlarımız,

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi, 15-18 Mayıs 2013 tarihleri arasında Edirne’de

Trakya Üniversitesi Balkan Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecektir.

Meriç, Arda ve Tunca ırmakları arasında yer alan ve başta Selimiye olmak üzere camileri, çarşıları, köprüleri ve

evleriyle bir tarih kenti niteliğinde olan Edirne, aynı zamanda ülkemize batıdan gelenleri ilk karşılayan bir sınır

kenti olma özelliğini de taşımaktadır.

Edirne aynı zamanda psikiyatrik tedavilerin tarihi yönünden de önemli olan bir kentimizdir. Önemli

yapıtlarından biri olan II. Bayezid Külliyesi, içinde barındırdığı Darüşşifa ve Tıp Medresesi ile Osmanlı

döneminde tıp eğitiminin yanı sıra, başta akıl hastalarına uygulanan su ve müzik tedavisi olmak üzere çeşitli

tedavi yöntemlerine öncülük etmiştir. Bu yapıt, Trakya Üniversitesi tarafından Sağlık Müzesi’ne dönüştürülmüş

ve bu müze, 2004 Avrupa Birliği Müze Ödülünü almıştır.

Edirne ile ilgili bu özellikleri dikkate alarak, kongremizin temasını ‘Köprüler ve Sınırlar’ olarak belirledik.

Kongremizin konusunu, çocuğun gelişim sürecindeki sınırlar ve sınırlılıklardan, çocuk ya da ergende psikiyatrik

semptomlar ya da bozuklukların oluşmasına zemin hazırlayabilecek sınırlar ve sınırlılıklara kadar giden geniş bir

yelpazede ele almayı amaçladık.

Baharı yeşillikleri ile güzelleşen Edirne’mizde güzel bir kongre geçirmeniz dileği ile,

KONGRE DÜZENLEME KURULU

Page 4: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

4

Onursal Başkan Prof. Dr. Yener Yörük

Trakya Üniversitesi Rektörü

Kongre Eş Başkanlar

Doç. Dr. Işık GÖRKER - Prof. Dr. Füsun ÇUHADAROĞLU

Genel Sekreter Sayman

Doç. Dr. Işık GÖRKER Prof. Dr. Fatih ÜNAL

Üyeler

Prof. Dr. Ayla AYSEV Doç. Dr. Koray KARABEKİROĞLU

Prof. Dr. Müge TAMAR Doç. Dr. İbrahim DURUKAN

Yerel Organizasyon Kurulu

Dr. Hakan CENGİZ

Dr. Leyla BOZATLI

Dr. Volkan ŞAN

Dr. Güçlü AYAZ

Dr. Cansın CEYLAN

Dr. Mengühan ARAZ

Dr. Zeki ÇELİK

Dr. Ali EROL

Dr.Kıvanç Kudret BERBEROĞLU

Dr. Nazike AK

Psk. Meltem YÜCEL KARADAĞ

Psk. Tuğba SALT

Bilimsel Kurul

Prof. Dr. Ayşen Coşkun - Kocaeli ÜTF

Prof. Dr. Belma Ağaoğlu - Kocaeli ÜTF

Prof. Dr. Ayşe Avcı - Çukurova ÜTF

Prof. Dr. Sema Kandil - Karadeniz Teknik ÜTF

Prof. Dr. Elvan İşeri - Gazi ÜTF

Prof. Dr. Fevziye Toros - Mersin ÜTF

Prof. Dr. Tümer Türkbay – GATA

Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi

İstanbul TF

Prof. Dr. Türkay Demir -İstanbul Üniversitesi

Cerrahpaşa TF

Prof. Dr. Süha Miral - Dokuz Eylül ÜTF

Prof. Dr. Cahide Aydın - Ege ÜTF

Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan - Ege ÜTF

Prof. Dr. Aynur Akay Pekcanlar - Dokuz Eylül

ÜTF

Prof. Dr. Berna Özsungur - Hacettepe ÜTF

Prof. Dr. Fatih Ünal - Hacettepe ÜTF

Prof. Dr. Ayla Aysev - Ankara ÜTF

Prof. Dr. Müge Tamar - emekli Ege ÜTF

Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu - Hacettepe ÜTF

Doç. Dr. Işık Görker - Trakya ÜTF

Doç. Dr. Koray Karabekiroğlu – On dokuz Mayıs

ÜTF

Doç. Dr. İbrahim Durukan - GATA

Page 5: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

5

BİLİMSEL PROGRAM

15 MAYIS 2013 Çarşamba (1. Gün)

09:00-12.00 Kurslar

13:00-14:00 Açılış Töreni

14:00-15:00 Konferans: Bozkurt Güvenç

15:00-15:30 Kahve Arası ve Poster Sunumları

15:30-17:00

Panel: A Salonu Panel: B Salonu

Toplumsal Değişim ve Sınırlar

Füsun Çuhadaroğlu: Çocuk

Boyutu

Müge Tamar: Aile Boyutu

Levent Kayaalp: Hekim Boyutu

Anne- Babalık Öğretilir mi? Kanıta Dayalı

Uygulamalar - Otutrum Başkanı: Aylin ÖZBEK

Serkan Kahyaoğlu: AÇEV'in Anne-Baba Eğitimleri

Burcu Arkan: Triple P: Olumlu Anne- Babalık

Eğitimi

Nazlı Baydar: İnanılmaz Yıllar

Fatma Varol Taş: Toplum Temelli Uygulamalar

17:00-18:30

Panel: Uzmanlık Eğitiminden Eğiticiliğe: Mesleki Eğitim Süreci

Oturum Başkanı: Süha Miral

Gözde Akkın Gürbüz: Uzmanlık Eğitimi

Mehmet Çolak: Mesleki Koşullar ve Eğitim

Şahbal Aras: Eğiticilerin Eğitimi

(Bu panel, Yeterlilik Kurulu ve Asistan Komisyonunun işbirliği ile hazırlanmıştır)

19:00 Açılış Kokteyli

16 MAYIS 2013 Perşembe (2. Gün)

08:00-08:55 Kurslar

09:00-10:00 Konferans: Bedirhan Üstün: ICD-11 ve DSM-V'e Geçerken Tanısal Değerlendirmeler

10:00-10:15 Kahve Arası

10:15-11:45

Panel: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uygulamalarında Etik Boyut

Burcu Serim Demirgören: Sağlıkta Dönüşüm

Şahbal Aras: Okulda Dönüşüm

Bahar Gökler: Toplumda Dönüşüm

(Bu panel Etik Komisyon Tarafından düzenlennmiştir)

11:45-12:00 Yemek Arası

12:00-13:30 A Salonu B Salonu

Kurs- Otizm Spektrum Bozuklukları

Prof. Dr. Nahit Motavallı

Prof. Dr. Yankı Yazgan

Komisyon Başkanları ve Yönetim Kurulu

Toplantısı

Page 6: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

6

16 MAYIS 2013 Perşembe (2. Gün)

13:30-15:00

Panel: A Salonu Panel: B Salonu

Erken Çocukluk Psikopatolojisinde Sınırlar,

Çocuk ve Erişkinliğe Köprüler

Oturum Başkanı: Işık Görker

Koray Karabekiroğlu: Daha Doğmadan

Doğan Bebek: Ruh Sağlığı İle İlişkili Prenatal

Faktörler

Tuna Çak: Erken Yaşam Stresleri ve Bebek

Ruh Sağlığı

Işık Görker: Erken Yaşamda Duygu

Düzenleme İle Etkileşim Kurma Arasındaki

Köprüler

Yaşamsal Görevimiz: Çocuk Haklarının

İzlenmesi

Oturum Başkanı: Runa İdil Uslu

Bengi Semerci: Çocuk ve Genç Psikiyatrisi

Çocuk Haklarının Neresinde?

Şahin Antakyalıoğlu: Çocuk Haklarına Dair

Güncel Uygulamalar

Adnan Arkadaş: Uluslar arası Çocuk Merkezi

Çocuk ve Haklarını İzleme ve Raporlama

Çalışmaları

15:00-15:30 Kahve Arası ve Poster Sunumları

15:30-17:00

Panel: A Salonu Panel: B Salonu

Dikkat Eksikliği Hiperaktivite

Bozukluğu'nun Sınırları

Oturum başkanı: Eyüp Sabri Ercan

Eyüp Sabri Ercan: Dikkat Eksikliği

Hiperaktivite Bozukluğu ve Karşıt Olma karşı

Gelme Bozukluğu

Aynur Akay: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite

Bozukluğu ve Bipolar Bozukluk

Nahit Motavallı Mukaddes: Dikkat Eksikliği

Hiperaktivite Bozukluğu ve Yaygın Gelişimsel

Bozukluk

Yankı Yazgan: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite

Bozukluğu ve Tik Bozuklukları

Erişkinliğe Köprüde Çocuk ve Ergenlerde

Sınır Durumlar

Oturum başkanı: Taner Güvenir

Taner Güvenir: Sınırdaki Ergene Sınır

Koyabilmek

Türkay Demir: Sınırdaki Çocuğun İletişim

Yolları: Savunma, Fantezi ve Duygularla

Sahneye Konanlar

Doğan Şahin: Sınır Durumların Fenomenolojisi

17:00-18:00 Vaka Toplantısı: A Salonu Vaka Toplantısı: B Salonu

Dikkat Eksikliği Hiperaktivite

Bozukluğunda Tanı ve Tedaviyi

Yönlendirebilecek Yollar ve Bağlantıları

Değerlendirme

Yankı Yazgan

Beril Taşkın

İstismar Olarak Değerlendirilen Bir Olguda

Yanlış Tanının Tartışılması

Ayşen Coşkun

Şahika Gülen Şişmanlar

Ümit Biçer

18:00-19:30 Komisyon Toplantıları

Page 7: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

7

17 MAYIS 2013 Cuma (3. Gün)

08:00-08:55 Kurslar

09:00-10:00 Konferans: Grigoria Abetzoğlu: Çocuk Psikiyatrisinde Bağlar; Zarflar, Sınırlar

10:00-10:15 Kahve Arası

10:15-11:15 İkili Konferans

Işık Görker: Azınlıklar

Aspasia Serdari: Göç

11:30-12:00 Yemek Arası ve Poster Sunumları

12:00-13:30 Kurs- Otizm Spektrum Bozuklukları

Prof. Dr. Nahit Motavallı- Prof. Dr. Yankı Yazgan

13:30-15:00 Panel: A Salonu Panel: B Salonu

OSB'de Tanı ve Değerlendirme Yöntemleri

İle Tedavi Süreçlerinde Çocuk ve Ergen

Psikiyatrisinin Rolü

Oturum Başkanı: Nahit Motavallı

Mukaddes

Pınar Öner: Otizm Belirtilerlerinin Yaşam

Boyu Değişimi

Özgür Öner: Otizm Spektrum Bozukluğunda

Değerlendirme

Nahit Motavallı Mukaddes: Otizm

Spektrum Bozukluklarda Tanı ve

Değerlendirme Yöntemleri ve Tedavi Süreci

Bağlanma- Ayrılma

Oturum Başkanı: Elvan İşeri

Elvan İşeri: Bağlanma- Bağlanamama

Birim Günay Kılıç: Ayrılma- Bireyselleşme

Hande Karakılıç: Travma- Ayrılma

15:00-15:15 Kahve Arası

15:15-16:45 Panel: A Salonu Panel: B Salonu

PANDAS

Oturum Başkanı: Ayşe AVCI

Gonca Gül Çelik: PANDAS ve Genetik

Ebru Çengel Kültür: PANDAS Olgularında

Nörogörüntüleme Çalışmaları ve Nörolojik

Bulgular

Ayşegül Yolga Tahiroğlu: PANDAS

Olgularında Klinik Görüntüleme ve Klinik

Yönetim

Ağrı ve Sınırları

Oturum Başkanı: Sabri Hergüner

Sabri Hergüner: Gögüs Ağrıları

Semih Ayla: Baş Ağrıları, Ağrının Nörobiyolojisi

Evrim Aktepe: Onkolojik Ağrılar

16:45-17:45 Vaka Toplantısı: A Salonu Vaka Toplantısı: B Salonu

Duygudurum Bozuklukları ve Eşlik Eden

Durumlarda İnteraktif Olgu Tartışmaları:

Bir Uçtan Diğerine Kurulan Köprüler

Tartışmacı: Nahit Motavallı Mukaddes

Yönetici: Neslihan İnal Emiroğlu

Sunumlar: Seher Akbaş

( Bu toplantı Duygudurum Komisyonu eğitim

etkinliğidir)

Paranoid Belirtilerle Giden...

Füsun Çuhadaroğlu

Bilge Merve Bekler

19:00 Gala Yemeği

Page 8: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

8

18 MAYIS 2013 Cumartesi (4. Gün)

08:00-08:55 Kurslar

09:00-10:00

Sözel Bildiriler

A Salonu: Oturum Başkanı: İbrahim Durukan

B Salonu: Oturum Başkanı: Sabri Hergüner

10:00-10:30 Kahve Arası ve Poster Sunumları

10:30-12:00

Panel: A Salonu Panel: B Salonu

Özürlülerde Sınırlarımız, Sınırlılıklarımız

Oturum Başkanı: Yankı Yazgan

Betül Bakkaloğlu: Zeka Geriliğinin

Tanılanması ve Takibindeki Güçlükler

Senem Başgül: Özürlü Çocukta Bağlanma

Süreci

Dlek Sabancı: Özürlü Eğitiminin

Planlanmasında Sınırlılıklarımız

Av. Işıl Bağatur: Özürlü Çocukların Eğitimi

ve Sosyal Haklarındaki Hukuki Sınırlar

Bağımlılıkta Sınırlar ve Köprüler

Oturum Başkanı: Cahide Aydın

Cahide Aydın: Çocuk ve Ergenlerin Madde

Bağımlılığı

Kültekin Öğel: İnternet Bağımlılığı

Defne Tamar: Ergen Madde Kullanımında

Psikanalitik Yaklaşım

Erdal Vardar: Bağımlılık ve Agresyon

12:00-13:00 Konferans: Akılcı İlaç Kullanımı

13:00-13-30 Kapanış

KURSLAR

1. Bebek Ruh Sağlığı: Doç. Dr. Koray Karabekiroğlu

2. Aile Görüşme Teknikleri: Prof. Dr. Emine Zinnur Kılıç, Prof. Dr. Behiye Alyanak

3. Yaşamın Sınırlarına Yaklaşıldığında: Çocuk ve Ergenlerde Ölüm ve Yas (Kuramsal ve Psikodramatik

Yöntem Yoluyla Uygulamalı Bir Çalışma Grubu): Prof. Dr. Bahar Gökler

4. Alanda Adli Çocuk Psikiyatrisi Uygulamaları Kursu: Prof. Dr. Ayşen Coşkun, Prof. Dr. Ümit Biçer, Yard.

Doç. Dr. Şahika Gülen Şişmanlar.

5. Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi (K-SADS): Prof. Dr.

Fatih Ünal

Page 9: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

9

KONUŞMA ÖZETLERİ

Page 10: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

10

1.GÜN 15 Mayıs

PANEL: Anne-Babalık Öğretilir mi? Kanıta Dayalı Uygulamalar

Oturum Başkanı: Doç. Dr. Aylin Özbek

AÇEV’in Anne-Baba Eğitimleri

Serkan Kahyaoğlu

AÇEV ANNE ÇOCUK EĞİTİM VAKFI ANNE BABALIK EĞİTİM PROGRAMLARI

Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) kurulduğu 1993 yılından bu yana çocukların potansiyellerini üst düzeyde

gerçekleştirmeleri için anne babalara yönelik eğitim programları geliştirmekte ve uygulamaktadır.

İnsanoğlu daha çocukken anne babası ile etkileşimi sonucu birçok bilgi ve becerinin yanı sıra ebeveynliği de

modellemektedir. Ebeveyn olmak kişinin hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Bu rolün getirdiği büyük

heyecan ve sorumluluk, çocuk yetiştirmek, çocukla yaşamak konusunda ister istemez birçok bilgi ve beceriyi

edinmeyi gerektirmektedir. Dolayısıyla ebeveynlik zaten öğrenilmekte ve öğrenilmek zorunda kalınmaktadır.

AÇEV programlarının içeriklerini en temelde bu iki gerçeği dikkate alarak oluşturmuştur.

Çocuk yetiştirme konusunda yetkin ebeveynlik becerilerini kazandırmayı amaçlayan AÇEV programlarında

temel bileşenler, anne babalık rolünde kişinin kendisini nasıl algıladığı, çocuğun gelişimi için ebeveynlerin

destekleyen bir çevre oluşturmaları için yapabilecekleri ve çocukla karşılıklı, yakın ilişki kurma ve çocuk

yetiştirmek için demokratik (olumlu) yöntemler olarak özetlenebilir. Ayrıca Anne Çocuk Eğitim Programı’nda

(AÇEP) annenin çocuğuyla evde uygulayabildiği zihinsel gelişim amacıyla hazırlanan malzemeler de yer

almaktadır. Programlarda ebeveynlik rolü bağlamında ebeveynin kaliteli ilişki ile ulaşılabilir, öğreterek ve örnek

olarak rehber, koruyan/destekleyen bir tutuma sahip olması önemli ilkeler olarak yer almaktadır. Bahsedilen

içeriklerin yanı sıra 2011 yılında değişen ihtiyaçlar doğrultusunda tüm programlar, 3 Tema Revizyon başlığı

altında “toplumsal cinsiyet rollerinde eşitlik, aile içi şiddeti önleme”, “barış; farklılıklara saygı ve ayrımcılık

yapmama ve “çocuk koruma” temalarına duyarlılık temaları bağlamında incelenerek yenilenmiştir.

Etki araştırmaları sonucunda AÇEV programlarına katılan anne babaların aşağıdaki noktalarda ebeveynlikle

ilgili becerileri kazandıkları görülmüştür. Demokratik tutumu kullanmada açık iletişim becerilerini kullanmada

artış, tavizkar ve baskıcı tutumu kullanmada, geleneksel (çocuğa sevgisini göstermeyen, otoriter) babalık rol ve

tutumlarında azalma (Atmaca, 2004), olumlu disiplin yöntemlerini kullanmada artış, çocuğa yönelik sözel ya da

fiziksel ceza kullanımında azalma, çocukla kaliteli zaman geçirmede artış (Diri, Tüz, Özdemir 2008).

Kaynakça:

Atmaca, A. (2004). Baba Destek Programı Değerlendirme Raporu. www.acev.org

Diri, A., Tüz, C., Özdemir, A. (2008). Güneydoğu Anadolu Anne Destek Programı Değerlendirme Araştırma

Raporu. www.acev.org

Triple P: Olumlu Anne Babalık Eğitimi

Öğr. Gör. Dr. Burcu ARKAN

Uludağ Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Psikiyatri Hemşireliği

[email protected] Triple P (Positive Parenting Program – Olumlu Annebabalık Eğitimi)

Triple P (Positive Parenting Program – Olumlu Annebabalık Eğitimi), davranış problemleri olan ya da

olma riski taşıyan çocukların annebabaları için geliştirilen çok düzeyli bir aile müdahale programıdır. Bu

program, annebabalar ve çocuklar arasında olumlu, sevgi ve şefkate dayalı ilişkileri teşvik etmeyi ve

annebabalara birçok farklı çocuk davranışı ve yaygın gelişim problemleri ile baş etmede etkili tutum önerileri

geliştirmek için yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Olumlu annebabalık yöntemleri her annebabayı

ilgilendiriyorsa da özellikle talepkar, asi, meydan okuyan, saldırgan ve genel olarak rahatsız edici davranışlara

sahip çocukların annebabaları için daha yararlıdır.

Triple P programı bir klinik araştırma programından geliştirilmiştir (Sanders, 1996; 1999; Sanders,

Markie-Dadds, Tully, Bor, 2000; Sanders, Markie-Dadds, Turner, Ralph, 2004). Triple P’de kullanılan annebaba

eğitim yöntemlerinin, uyumsuz evliliğe sahip (Dadds, Schwartz & Sanders, 1987), ve depresif (Sanders &

McFarland, 2000) ve üvey (Nicholson & Sanders, 1999) annebabaların çocukları kırsal veya yoksul bölgelerde

yaşayan, sürekli yeme problemi (Turner, Sanders & Wall, 1994),ve davranış problemi olan çocukları (Connell,

Sanders & Markie-Dadds, 1997) içeren farklı toplumlarda, çocukların yıkıcı davranış problemlerini azaltmada

etkili olduğu kanıtlanmıştır. Bu annebaba eğitim yöntemleri hafif ve orta düzeyde zihinsel engeli olan (Harrold,

Lutzker, Campbell, & Touchette, 1992; Sanders & Plant, 1989) ve otizmli çocukların (Whittingham, Sofronoff,

Sheffield & Sanders, 2009) annebabaları için de geliştirilmiştir. Son zamanlarda yapılan bir metaanaliz çalışması

Page 11: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

11

(Nowak & Heinrichs, 2000) annebabalık becerileri, çocukların problemli davranışları ve annebabaların sağlığı

üzerinde olumlu değişikler yaratan Triple P’nin etkinliğini ve etkililiğini özetlemiştir.

Triple P’nin etkilerini inceleyen birçok değerlendirme çalışması yapılmıştır. Sağlık hizmetinin bir

parçası olarak verilen annebabalık eğitiminin rapor edilen en büyük değerlendirme çalışmasında Zubrick ve ark.

(1995) Triple P’yi okul öncesi dönemde olan çocukların annebabalarına (718) uygulamışlardır. Sonuçlar

programa katılmayan 806 annebabanınkiyle karşılaştırıldığında farklılık göstermiştir ve ailelerin 2 yıl süresince

izlemleri yapılmıştır. Triple P’ye katılan annebabaların yıkıcı davranışlarında önemli bir azalma saptanmıştır.

Annebabaların depresyon, anksiyete ve stresinde önemli gelişmeler, gelişen bir evlilik uyumu ve çocuk

yetiştirme üzerine daha az çatışma olmuştur. Annebabalar genellikle memnun olmuş katılımcılardı ve programı

ya mükemmel ya da çok iyi şeklinde oylayarak %89’luk bir memnuniyet belirtmişlerdir. Yıkıcı davranış

ölçeğinin etki büyüklüklerine dayanılarak tahmin edilmiştir ki eğer Triple P tüm örnekleme uygulansaydı ve tüm

seçilebilir aileler katılsaydı müdahale sonrası 2 yıllık dönemde ciddi davranış problemlerinde %37’lik azalma

olurdu. İkinci bir araştırma Triple P’nin evlilik işleyişi üzerindeki etkilerini incelemiştir. Ireland, Sanders ve

Markie-Dadds (2003) davranış problemi ve annebabalıkla ilgili çatışma yaşayan çiftleri ya Standart Triple P

müdahalesine ya da eş desteği ve iletişim becerilerini konu alan fazladan 2 grup oturumunun yapıldığı

genişletilmiş Triple P müdahalesine rasgele olarak yerleştirmişlerdir. Hem Standart hem de genişletilmiş

program için problemli çocuk davranışı, tutarsız disiplin, annebaba çatışması, ilişki memnuniyeti ve annebabalar

arasında olumlu iletişim değişkenleri açısından gelişmeler olmuştur. Üçüncü bir çalışma (Sanders, Pidgeon,

Gravestock, Connors, Brown, & Young, 2004) öfke kontrol problemi sebebiyle çocuklarına kötü davranma

riskleri olan 98 annebabayı Triple P veya annebabalar için öfke kontrol eğitimi sunan genişletilmiş bir

versiyonunu uygulamıştır. Her iki koşul da birçok gözlemsel, kendi kendine rapor etme ve görüşme

değerlendirmelerinde karşılaştırılabilir gelişimler kaydedilmiştir. Fakat genişletilmiş program annebaba öfkesi ve

çocuk istismarı risk değerlendirmelerinde de yarar göstermiştir.

Triple P çocuklarda ciddi davranışsal, duygusal ve gelişimsel problemlerini annebabaların bilgi, beceri

ve güvenlerini arttırma yoluyla önlemeyi amaçlamaktadır. Doğumdan 12 yaşına kadar ergenlik öncesi çocukların

annebabaları için aşamalı olarak artan beş farklı düzeyde müdahaleden oluşmaktadır. 1. düzey, ilgili annebabalar

için yazılı ve elektronik medyayı, annebabalık ile ilgili bilgilerin yer aldığı broşürleri ve özel annebabalık tutum

önerilerini gösteren videokasetleri kullanarak medya yoluyla annebabalık ile ilgili yararlı bilgilere ulaşımı sağlar.

Bu düzeyde bir müdahale, annebabalık kaynaklarına ilişkin toplumsal bilinci artırmayı, annebabaları eğitim

programlarına katılmaya teşvik etmeyi ve çocuklarla ilgili yaygın davranışsal ve gelişimsel endişelere dair

çözüm yollarını göstererek daha iyimser bir bakış geliştirmeyi amaçlamaktadır. 2. düzey, hafif düzeyde davranış

problemleri olan çocukların annebabaları için erken tanılamaya yönelik bir davranış rehberi sunmayı amaçlayan,

kısa, bir ya da iki oturumluk birinci basamak koruma müdahaleleridir. 3. düzey 4 oturumdan oluşur. Hafif ve orta

düzeyde davranış problemleri olan çocukların annebabalarını hedef alır ve annebabalar için aktif beceri eğitimini

içerir. 4. düzey, daha ciddi davranış problemleri olan çocukların annebabaları için 10 oturumluk bireysel ya da 8

oturumluk grup eğitim programıdır. 5. düzey, annebabalığın diğer sıkıntılar (ilişki problemleri, annebabaların

depresyonu ya da yüksek düzeylerde stres) ile daha da karmaşık bir hale geldiği durumlarda ileri düzey bir

davranışsal aile müdahale programıdır.

Bu aşamalı, çok düzeyli müdahalenin mantığı, çocuklarda farklı düzeylerde işlevsel ve davranış

problemlerin var olması ve annebabaların, ihtiyaç duyacakları desteğin türüne, yoğunluğuna ve şekline dair

farklı beklentilere ve isteklere sahip olmasıdır. Çok düzeyli tutum önerisi, etkinliği en üst düzeye çıkarmak,

maliyetleri sınırlandırmak, fazla ve gereksiz hizmetlerden kaçınmak ve programın toplumun büyük bir bölümüne

ulaştığından emin olmak için tasarlanmıştır. Ayrıca programın çok disiplinli doğası, çocuklar için yetkin

annebabalığı teşvik etmede mevcut profesyonel işgücünün en iyi şekilde kullanılmasını sağlar.

KAYNAKLAR

Connell, S., Sanders, M. R., & Markie-Dadds, C. (1997). Self-directed behavioural family intervention

for parents of oppositional children in rural and remote areas. Behavior Modification, 21, 379–408.

Dadds, M. R., Schwartz, S., & Sanders, M. R. (1987). Marital discord and treatment outcome in the

treatment of childhood conduct disorders. Journal of Consulting & Clinical Psychology, 55, 396–403.

Harrold, M., Lutzker, J. R., Campbell, R. V., & Touchette, P. E. (1992). Improving parent–child

interactions for families with developmental disabilities. Journal of Behavior Therapy and

Experimental Psychiatry, 23, 89–100.

Ireland, J. L., Sanders, M. R., & Markie-Dadds, C. (2003). The impact of parent training on marital

functioning: A comparison of two group versions of the Triple P- Positive Parenting Program for

parents of children with early-onset conduct problems. Behavioural and Cognitive Psychotherapy, 31,

127-142.

Nicholson, J. M., & Sanders, M. R. (1999). Randomized controlled trial of behavioral family

intervention for the treatment of child behavior problems in step families. Journal of Divorce and

Remarriage, 30, 1–23.

Page 12: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

12

Nowak, C., & Heinrichs, N. (2008). A comprehensive meta-analysis of Triple P-Positive Parenting

Program using hierarchical linear modelling: Effectiveness and moderating variables. Clinical Child

and Family Psychology Review, 11, 114-144.

Sanders, M. R. (1996). New directions in behavioral family intervention. In T.H. Ollendick and R.J.

Prinz (Eds.), Advances in clinical child psychology (Vol. 18, pp. 283–330). New York: Plenum Press.

Sanders, M. R. (1999). The Triple P — Positive Parenting Program: Towards an empirically validated

multilevel parenting and family support strategy for the prevention of behaviour and emotional

problems in children. Clinical Child and Family Psychology Review, 2, 71–90.

Sanders, M. R., Markie-Dadds, C., Tully, L. A., & Bor, W. (2000). The Triple P — Positive Parenting

Program: A comparison of enhanced, standard and self-directed behavioral family intervention for

parents of children with early onset conduct problems. Consulting and Clinical Psychology, 68, 624–

640.

Sanders, M. R., Markie-Dadds, C., Turner, K. M. T., & Ralph, A. (2004). Using the Triple P system of

intervention to prevent behavioural problems in children and adolescents. In P. Barrett & T. Ollendick

(Eds.), Handbook of interventions that work with children and adolescents: Prevention and treatment

(pp. 489-516). Chichester, UK: John Wiley & Sons.

Sanders, M. R., & McFarland, M. (2000). The treatment of depressed mothers with disruptive children:

A comparison of parent training and cognitive behavioral family intervention. Behavior Therapy, 31,

89–112.

Sanders, M. R., Pidgeon, A., Gravestock, F., Connors, M. D., Brown, S., & Young, R. W. (2004). Does

parental attributional retraining and anger management enhance the effects of the Triple P - Positive

Parenting Program with parents at risk of child maltreatment? Behavior Therapy, 35(3), 513-535.

Sanders, M. R., & Plant, K. (1989). Programming for generalization to high and low risk parenting

situations in families with oppositional developmentally disabled preschoolers. Behaviour Modification,

13, 283–305.

Turner, K., Sanders, M. R., & Wall, C. (1994). A comparison of behavioural parent training and

standard education in the treatment of persistent feeding difficulties in children. Behavior Change, 11,

105–111.

Whittingham, K., Sofronoff, K., Sheffield, J., & Sanders, M. R. (2009). Stepping Stones Triple P: An

RCT of a parenting program with parents of a child diagnosed with an Autism Spectrum Disorder.

Journal of Abnormal Child Psychology, 37, 469-480.

Zubrick, S. R., Silburn, S. R., Garton, A., Burton, P., Dalby, R., Carlton, J., Shephard, C., & Lawrence, D.

(1995). Western Australia Child Health Survey: Developing health and well-being in the nineties. Perth, WA:

Australian Bureau of Statistics and the Institute for Child Health Research. İnanılmaz Yıllar

Doç. Dr. Nazlı Baydar

Koç Üniversitesi, Psikoloji Bölümü

Eşsiz Yıllar (Incredible Years) Ana-Babalık Eğitim Programı’nın Etkinliği ve Türkiye’deki Aileler için

Uygulanabilirliği

Eşsiz Yıllar eğitim programı okul öncesi ve erken okul çağındaki çocukların sosyal ve davranışsal gelişimini

desteklemek, dışavurum problemlerini azaltmak ve sosyalizasyon sürecinde ailelere destek olmak amacı ile

geliştirilmiş bir programdır. Eşsiz Yıllar, hem tedavi amaçlı olarak klinik popülasyonlarda, hem de önleyici

müdahale olarak genel popülasyonlarda etkinliği Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, İngiltere, İspanya,

Hollanda, Norveç, ve İsrail gibi ülkelerde deneysel çalışmalarla desteklenmiş bir programdır. Eşsiz Yıllar

programı çocukların davranış bozukluklarını azaltmak için tasarlanan müdahalelere aşağıdaki altı nedenden

dolayı önemli bir katkı yapmaktadır:

(1) Davranış problemlerinin başladığı erken çocukluk dönemini hedeflemektedir.

Page 13: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

13

(2) Ana-babaların çocukların davranışlarını kontrol etmek ve çocuklarının davranışlarını kendi

hedefleri doğrultusunda yönlendirmek istedikleri bir dönemi hedeflemektedir.

(3) Özellikle Türkiye’de çocukların çok büyük bir oranının okullaşmadığı ve bundan dolayı anne-

baba etkisinin yüksek olabileceği bir dönemi hedeflemektedir.

(4) Kanıta dayalı, yani rastsal olarak seçilmiş kontrol grubu içeren deneysel ve boylamsal bir

değerlendirme tasarımı ile etkinliği gösterilmiş bir program olarak uluslararası saygınlığı vardır.

(5) Kültürel çeşitlilik ve kültürel duyarlılık göz önüne alınarak geliştirilmiş, farklı etnik guruplar

için etkinliği araştırılmış bir programdır.

(6) Tam kapsamlı kılavuzları, müfredatı ve eğitici eğitimleri olan, çok yakın tarihte güncellenmiş

bir müdahale programıdır.

Bu sunumda Eşsiz Yıllar programının içeriği ve bugüne kadar yapılmış olan değerlendirmeleri özetlenmekte ve

Türkçe uyarlamasının ön değerlendirmesinin sonuçları sunulmaktadır. Bu bilgiler, müdahale programlarının

kültürel uyarlamaların genel prensipleri ve Türkiye’de erken çocukluğun özgün özellikleri göz önüne alınarak

Türkiye’deki erken çocukluk ebeveyn eğitimi programları için çıkarsamalar yapılmakta ve etkin programların

geliştirilebilmesi için atılabilecek adımlar öngörülmektedir.

Toplum Temelli Uygulamalar

Doç. Dr. Fatma Varol Taş

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

Balçova’nın Çocukları Daha Mutlu Büyüyecek”

Anne babalık çoğu zaman deneme yanılma yöntemi ile uygulanan, kişilerin kendi ebeveynlerinden gördükleri

annelik ya da babalık stillerinin belirleyici olduğu bir durumdur. Kanıta dayalı araştırma bulguları, eğitim

programlarının anne babalığı destekleyici ve geliştirici sonuçları olduğunu bildirmektedir. Bu eğitim

programlarından dünyada en yaygın kullanılan ve araştırma sonuçlarıyla desteklenenlerinden biri de Triple P:

Olumlu Anne Babalık Programı’dır. Bu programın Türkiye’de henüz yeni bir uygulama alanı oluşmaktadır. İzmir

Balçova Belediyesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Triple P International kurumlarının ortak projesi olarak

Balçova ilçesinde yaşayan anne babalara yönelik seminer dizileri ve grup uygulamaları ile sürdürülen bir çalışma

yürütülmektedir. Bu sunumda toplum temelli, kanıta dayalı çalışma projesi ve projenin başlangıç bulguları

paylaşılacaktır.

PANEL: Uzmanlık Eğitiminden Eğiticiliğe: Mesleki Eğitim Süreci

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Süha Miral

Uzmanlık Eğitimi

Dr.Gözde Akın Gürbüz

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Çocuk ve Ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı, çocuk, ergen ve aileye etki eden düşünce davranış ve

duyguların önlenmesi, tanınması ve tedavi edilmesi üzerine odaklanan uzmanlık alanıdır. Çocuk ve ergen ruh

sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitiminin amacı, psikiyatrik hastalığı olan çocuk ve ergenlerin kapsamlı

bakımını yapabilecek donanımda uzmanlar yetiştirmektir. Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı,

bebeklikten yetişkinliğe kadar, psikopatolojilerin gelişimi, tanınması, tedavisi ve önlenmesi konusunda eksiksiz

bilgiye sahip olmalıdır. Ayrıca çocuk diğer tıbbi birimlere, psikiyatrist olmayan ruh sağlığı çalışanlarına,

okullara, iletişim birimlerine ve çocuklara hizmet eden diğer programlara efektif konsültasyon sağlamalıdır.

Dünyada çocuk ve ergen ruh sağlığı tıbbi birimler içinde en çok eğitim farklılığı gösteren bölümlerden biri

olarak göze çarpmaktadır. Bu eğitimin standardizasyonunu gündeme getirmektedir. Bu konuda bazı ülkeler,

ulusal kılavuzlarla eğitim gereksinimlerini belirlemişlerdir.

2000’li yılların başından itibaren Avrupa’da ve Amerika’da sağlık sistemleri ile akademik eğitim entegre

edilmeye başlamış ve bu durum beraberinde birçok sorunu getirmiştir. Sistemin değişimi, klasik psikiyatrinin

sunduğu uzun süreli, hastaya dayanan, yoğun bir tedavinin yerini, kısa, sonuca odaklanan ve kanıta dayalı tedavi

Page 14: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

14

yöntemlerine bırakma eğilimine girmiştir. Öte yandan artan iş yükü, uzmanlık öğrencilerinde hayat kalitesinde

düşme, eğitimde düşük tatmin gibi sonuçlar doğurmuştur.

Bu sunumda dünyada çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları eğitiminden bahsedilecek, çocuk ve ergen ruh

sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitiminde yaşanan zorluklar anlatılacak ve çözüme yönelik literatür bilgisine

değinilecektir.

Eğiticilerin Eğitimi

Prof. Dr. Şahbal ARAS

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

Ülkemizde yaklaşık 230 uzmanlık öğrencisi bulunmaktadır. Eğitim süreçlerinde halen görev alan veya emekli

110 civarında eğitici bulunmaktadır. Yakın döneme kadar daha çok üç büyük şehirde yer alan çocuk ve ergen

psikiyatrisi uzmanlık eğitimi birimlerinin sayısı bugün 37’ye ulaşmıştır. Üç büyük şehir dışında yer alan 24

eğitim biriminden 14’ünde tek eğitici vardır. Tek eğiticinin olduğu yeni kurulan bazı eğitim birimlerinde

uzmanlık öğrencisi yokken, bazılarında 3-4 uzmanlık öğrencisi vardır. Ülkemizde büyük bir çocuk ve ergen

psikiyatristi açığı olduğundan, uzmanlık öğrencisi ve eğitim birimi sayılarının artması yararlıdır. Ancak bu

eğitim birimlerinin, alanında yetkin çocuk ve ergen psikiyatristleri yetiştirebilecek eğitim ortamı, eğitim

programı ve eğitici olanaklarına sahip olması, alanımızın sağlıklı gelişimi açısından önemlidir.

Uzmanlık öğrencileri, aynı anda hem öğrenci, hem çırak, hem de çalışan oldukları bir yetişkin öğrenme süreci

içindedirler. Uzmanlık öğrencilerinin klinik hizmetlerle birlikte, eğitimin gereklerini yerine getirdikleri bu

süreçte eğiticiler, kuramsal ve uygulamalı eğitim etkinlikleri, süpervizyon ve performans değerlendirmelerinde

rol alırlar. Bu rollerin bazıları daha çok alan uzmanlığı, bazıları ise daha çok eğitim uzmanlığı gerektirir.

Eğiticiler, çoğu kez aynı etkileşim sırasında hızlı geçişlerle eşzamanlı birçok rolü üstlenirler. Çocuk ve ergen

psikiyatrisi mesleki uygulamaları için rol modeli olmalarının yanı sıra eğitim ortamının duygusal iklimine

katkıları dolayısıyla, eğiticilerin özellikleri eğitim süreçlerini belirgin olarak etkileyebilmektedir. Bu nedenle

eğiticilerin eğitici özelliklerini geliştirmeye yönelik uygulamalar büyük önem taşımaktadır.

2.GÜN 16 Mayıs

PANEL: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uygulamalarında Etik Boyut

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Bahar Gökler

Sağlıkta Dönüşüm

Uzm. Dr. Burcu Serim Demirgören

Serbest Hekim, İzmir

İnsan davranışlarına ilişkin değer yargılarını ve kuralları tanımlayan ahlak, ilkel toplumlardan beri var olan bir

kavramdır. İyi-kötü ve doğru-yanlış kavramlarını sorgulayan etik ise ilk olarak Antik Yunan uygarlıklarında

kullanılmıştır. Etik ilkelerden yola çıkarak hazırlanan etik kodlar, meslek elemanlarının davranışlarını

düzenleme, toplumu koruma ve güveni arttırmayı hedeflemektedir. Çocuk psikiyatrisindeki tedavi ve araştırma

uygulamalarında zarar vermeme, yarar sağlama, özerklik ve adalet evrensel etik ilkeleri yol göstericidir .

Son yıllarda, sağlık alanında önemli bir dönüşüm ve tartışma süreci yaşanmaktadır. Sağlık alanında çözüm

bekleyen önemli sorunlara işaret eden birçok rapor ve çalışma, bu alanda bir dönüşüm veya reformun

gerekliliğini ortaya koymaktadır. Türkiye'de 2003 yılından itibaren yürütülmeye başlanan Sağlıkta Dönüşüm

Programı ve bu programın bileşenlerinden biri olan " performans" sistemi çocuk ve ergen ruh sağlığı

uygulamalarında etik ihlallere yol açabilmekte; sağlık çalışanı ile hasta ve hasta yakınları arasında çatışma

yaşanmasına neden olarak günümüzde giderek artan sağlıkta şiddet olaylarının da yaşanmasına neden

olabilmektedir.

Panel: Erken Çocukluk Psikopatolojisinde Sınırlar, Çocuk ve Erişkinliğe Köprüler

Page 15: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

15

Oturum Başkanı: Doç. Dr. Işık Görker

Daha Doğmadan Doğan Bebek: Ruh Sağlığı ile İlişkili Perinatal Faktörler

Doç. Dr. Koray Karabekiroğlu

Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Gebelik ve doğum süreci anne ve baba adayı açısından fizyolojik, psikolojik ve sosyal açıdan oldukça yoğun

stres etmenlerinin bir arada olduğu bir dönemdir. Doğum sonrası dönemde annelerde annelik hüznü (postpartum

blues) ve postpartum depresyon (PPD) oldukça sık görülür. Öte yandan, doğum sonrası dönemde annelere

benzer olarak babalarda da anksiyete bozukluğu ve depresyon görülme riskinde artış olur. Özellikle annelerdeki

depresyon hem anneyi, hem bebeği hem de tüm aileyi psikososyal açıdan oldukça olumsuz etkileyebilir. PPD

gelişimi ile ilişkili risk faktörleri pek çok çalışmada araştırılmıştır ve özellikle annenin daha önce depresyon

geçirmiş olması, antenatal dönemde yüksek anksiyete düzeyleri ve düşük sosyal destekle PPD arasında güçlü bir

ilişki olduğu saptanmıştır. Öte yandan, hemen her yaş aralığında güvensiz bağlanma biçiminin depresyon

gelişimini artırdığı bilinmektedir. Ayrıca, özellikle gebelik ve doğum süreci sosyal beklentilerden de belirgin

ölçüde etkilenebilir. PPD görülme sıklığı ile kültürel faktörler arasında güçlü bir ilişki olduğu da belirtilmektedir.

Öte yandan, annenin depresyonu ve güvensiz bağlanma biçimi ile bebekte erken yaşlardan itibaren görülebilen

sosyal, duygusal ve gelişimsel sorunlar arasında da çok belirgin bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Gebelik sonrası

dönemde depresyon yaşayan annelerin bebeklerinde erken dönemde infantil kolik, uyku ve yeme sorunlarına

daha sık rastlandığına dair bulgular vardır. İnfantil kolik ise ileriki yaşlarda gelişebilecek dikkat, kaygı ve/veya

davranım sorunlarının yordayıcısı olabilmektedir. 2012 yılında tamamladığımız çok merkezli bir çalışmada,

doğuma yaklaşık 3 ay kala anne ve baba adaylarındaki bebekle ilgili zihinsel tasarımlar, kaygı düzeyi ve

bağlanma örüntüsü ile doğum sonrası depresyon arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Altı farklı ilde

(Samsun, Kocaeli, İzmir, Mardin, Edirne ve Batman) Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniklerinde takip edilen

gebeler (n=219) ve eşleri (n=126) çalışmaya katılmıştır. Bu çalışma sonuçlarına göre, baba adaylarının anne

adaylarına göre (p<0.001), çalışan anne adaylarının çalışmayan anne adaylarına göre (p:0.008) daha olumlu bir

beklentiye sahip oldukları saptandı. Plansız (p:0.001) ve/veya istenmeyen (p.0.001) gebeliklerde, daha önce bir

gebelik varsa (p:0.001) ve/veya çocuk sahibi iseler (p.0.001) annelerin daha olumsuz bir beklenti içinde oldukları

görüldü. Takip verileri incelendiğinde ise, postpartum dönemde depresyon tanısı alan annelerin prenatal

dönemde olumsuz beklentilerinin anlamlı olarak daha yüksek olduğu görüldü (p:0.002). Bu sunumda literatür

eşliğinde verilerimizin sonuçları sunulacak, gebelik sürecinde annelik ve bebek ruh sağlığı alanında yapılacak

psikiyatrik değerlendirmenin önemi vurgulanacaktır.

Erken Yaşam Stresleri ve Bebek Ruh Sağlığı

Uzm. Dr. Tuna Çak

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Stres, organizmanın gerçek ya da gerçek dışı duygusal ya da fiziksel bir tehdit/tehlike karşısında uygun şekilde

yanıt verememesi sonucu oluşan durumu tanımlamak için kullanılan biyolojik bir terimdir. Çevreden gelen bir

uyarana karşı otomatik bir yanıt olarak ortaya çıkar. Kişiyi belirgin bir sıkıntıya ve zorlanmaya sokan çevresel

etkenlerin en yoğun olduğu durumlar “stres” durumları olarak tanımlanır. Gelişim sadece genetik yapı ile

önceden planlanmış bir süreç değildir, gen ve çevrenin birbirine dinamik olarak etkilediği, yer ve zamana özel

bir süreçtir. Konsepsiyonda sınırlı bir kalıtsal materyalle meydana gelen her bir gelişmekte olan canlı, aslında

kendi yapılanmasında aktif bir role sahiptir. Gelişimsel düzlemde stres üç temel düzeyde ele alınır; olumlu stres,

dayanılabilir stres ve zarar verici stres. Elimizdeki veriler anne karnında ya da erken çocukluk döneminde

deneyimlenen olumsuz yaşam olaylarının, zarar verici stres ve yüksek steroid düzeylerinin beyin gelişimi

üzerinde önemli ve süreklilik gösteren etkilerinin olduğunu ve yaşamın ileri yıllarında duygusal, bilişsel ve

fiziksel gelişim açısından bir risk faktörü oluşturabileceğini destekler niteliktedir. Erken yaşam stresleri, var olan

genetik yatkınlığı biçimlendirmekte ve kalıcı bir fenotip oluşturmaktadır. Oluşan fenotipin niteliği yaşamın

ilerleyen dönemlerinde stresörlere maruz kalındığında stres yanıtlarını ve psikopatoloji gelişimini

belirlemektedir. Prenatal stresin etkisi sonuca özeldir ve bu da stresin doğası, zamanlaması ve süresi tarafından

düzenlenir. Günümüzde prenatal stresin nörobiyolojisi ile ilişkili olarak kabul gören bir model oluşturulmuştur.

Bu modele göre maternal psikososyal stres, fetal gelişimi diğer faktörlerden bağımsız ve belirgin bir şekilde

olumsuz etkilemektedir. Bu etkinin plasental kortikotropin serbestleştirici hormonun (CRH) merkezi rol oynadığı

maternal plasental-fetal-nöroendokrin mekanizma aracılığı ile meydana geldiği düşünülmektedir. Gerek

biyolojik gerek ise psikososyal nedenlerle CRH artışına bağlı fetüsün deneyimlediği stres durumu; fetal merkezi

sinir sistemi gelişimini, fetal davranışları, gebelik süresini, yenidoğan döneminde merkezi sinir sistemi

Page 16: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

16

işlevselliğini ve yenidoğan davranışlarını, bebeklik ve çocukluk döneminde ise duygusal, bilişsel ve motor

gelişimi olumsuz yönde etkilemektedir.

Erken Yaşamda Duygu Düzenleme ile Etkileşim Kurma Arasındaki Köprüler

Doç. Dr. Işık Görker

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Duygu ile ilişkili düzenleme kavramı, gelişimsel psikopatoloji alanında normal gelişimsel süreçlerin rolünü

anlamada, ve hem uyum sağlayıcı hem de uyum sağlamayan gelişimsel durumlar için bir çerçeve çizilmesini

sağlamada merkez bir rol üslenmektedir. Hem normal gelişimsel süreçte, hem de gelişimsel psikopatoloji

çerçevesinde, duygu düzenleme ve bu düzenlemeye bağlı yetiler, ya tipik yani olumlu gelişimsel özelliklerin ya

da atipik gelişimsel özelliklerin ortaya çıkmasının temelini oluşturmaktadırlar.

Gelişimsel olarak bebeğin gerçekleştirdiği en önemli işlev, duygularını düzenlemeyi öğrenmesidir. Duygusal

düzenleme, kişinin amacını gerçekleştirebilmesi için, kontrol edebilme, değerlendirme ve yoğun ya da geçici

duygusal tepkilerini değiştirebilme yetisi olarak belirtilmektedir. Duygusal düzenleme; duygusal deneyimler ve

ifadeleri ayarlayabilmeyi, inhibe etmeyi ve arttırma yetilerini kapsamaktadır. Bu düzenleme yetisi, çok sayıda

olumlu gelişimsel sonuçlara eşlik eder ve sosyo-duygusal gelişimin bir ön hazırlayıcısı olarak görülmektedir. Bu

konu ile ilgili çalışmalar, yaşamın ilk yılında bebeklerin, bakıcıları ile ilişki kurma dönemindeyken duygularını

düzenleme yetilerinin başladığını göstermiştir. Özellikle 4 – 9 aylar arasında bebekler, yüz yüze etkileşimlerde

duygusal yanıt verme yetilerini hızla geliştirmeye başlarlar. Bu yetiler, üçlü ilişkiler için sosyal ve duygusal

yetilerin gelişimini sağlamaktadır. Bu dönemde anne-bebek ilişkisinin niteliği ve annenin etkileşim tarzı çok

önemlidir. Çocuğun duygusal işaretlerine karşı annenin gösterdiği yüksek düzeydeki yanıtlılıkla karekterize anne

etkileşim modelleri, duygusal düzenleme becerilerinin gelişiminde özellikle büyük önem taşımaktadır.

Erken yaşamdaki duygusal düzenleme zorluklarının, daha ileri dönemlerde davranışsal sorunlara eşlik ettiği ve

çocukluk çağı psikopatolojisinin gelişimsel prekürsörleri olabileceğine ilişkin bulgular daha fazla görülmeye

başlanmıştır.

Sunumumuzda erken yaşlarda geliştirilen duygusal düzenlemelerin, daha sonraki yaşlarda kurulan sosyal

etkileşim tiplerine nasıl temel oluşturduğu ele alınacak ve tartışılacaktır.

Panel: Yaşamsal Görevimiz Çocuk Haklarının izlenmesi

Oturum Başkanı. Runa İdil Uslu

Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Çocuk Haklarının Neresinde?

Prof.Dr.Bengi Semerci

Bengi Semerci Enstitüsü,Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi,Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Çocuk ve genç psikiyatrisi çocuk haklarının neresinde sorusuna yanıt vermek için önce çocuk ve genç

psikiyatrisinin bir bilim dalı olarak gelişimine bakmak gerekir. 17 ve 18. Yüz yıllarda çocukların 2/3 ü 5

yaşından önce ölüyordu.Tıbbi yardım alamıyorlardı. Öte yandan, 1654 yılında Massachusetts’de baş

kaldıran,inatçı çocukların aileleri tarafından öldürülmelerine izin verilmişti.Bu süreç içinde çocukların ruh

sağlığından bahsetmek mümkün değildi. 1800 lü yılların sonunda Avrupa’da başlayan çocuk psikiyatrisine

ilişkin teorik çalışmalar, Amerika’ya çok daha geç ulaştı. Amerikan çocuk ve genç psikiyatrisi kuruluş tarihi

olarak 1899 yılını vermektedir. Sonraki gelişmelere bakıldığında ironik olan, bu tarihin artan aile içi şiddet ve

suçluluk nedeni ile Şikago çocuk mahkemesi tarafından çocuk suçluluğu için oluşturulan çocuk psikopatoloji

enstitüsünün kuruluş tarihi olmasıdır.İlk çocuk psikiyatrisi klinik bölümlerinin kurulması ise avrupanın çeşitli

ülkelerinde 1920-1930 tarihleri arasında olmuştur. Amerika’da çocuk psikiyatrisi 1953 yılında bir tıp uzmanlık

alanı olarak tanımlanmış ve ve ancak 1959 yılında uzmanlık sertifikası verilmesi ugun bulunmuştur.

Tüm dünyada, klinik bir alan olarak kendini kabul ettirmekte bu kadar geciken alan,uzman yetiştirmeye geç

başlamış ve uzman yetiştirme konusunda da yavaş bir ilerleme göstermişir. Hemen her ülkede kısıtlı sayıda

yetişen uzmanlar; çocuk psikiyatrisinin klinik bir tıp dalı olduğunu,çocukluk dönemi psikiyatrik hastalıklarının

varlığını,biyolojik etkenlerini ve ilaç tedavilerinin geliştirlmesi konularında girdikleri mücadele içinde, çocuklara

olan ilgilerini kliniklere gelen çocuklarla sürdürmüştür. 1978 yılında DSM sınıflama sisteminde çocukluk

dönemi hastalıkların yer alması adeta bir devrim olmuş ve çouk psikiyatrisinin ilgisinin “Hasta çocuk ve aile” ile

sınırlamasını pekiştirmiştir.

Page 17: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

17

Ülkemizde 1960 lı yıllarda kurulan çocuk psikiyatrisi klinikleri benzer gelişim göstermiştir. Anabilim Dalı

olduğu 199o yılına kadar çok az sayıda kişi yetiştiren ve ilginin az olduğu bölüm, sonrasında ilginin ve öneminin

artması ile birlikte göreceli olarak daha çok uzman yetiştirmekle birlikte, dünyadaki diğer kliniklere benzer

şekilde ilgisini kliniklere ve hastalara yöneltmiştir. Sayı azlığına karşın Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısını

çocuk ve genç nüfusunun oluşturması gibi nedenlerle ,klinik dışı çocuklarla ilişkisi yuva çocuklarında

gelişebilecek patolojilerle ve faik-mümeyiz raporları ile sınırlı kalmıştır.Çocuk hakları ise daha çok klinik içi

çocukların tedavi hakları ve tedavi etiği ile gündeme gelmiştir. Böylece,adli psikiyatri ve çocuk hakları

gündemleri dışında kalmıştır. Genel çocuk haklarına ilişkin konular sosyal konular olarak değerlendirilerek,

psikologların,sosyal çalışmacıların,hukukçuların ilgi alanı sayılmış,bu alanla ilgilenen çocuk psikiyatristleri az

sayıda olan uzmanlıklarını gerçek işlerinde kullanmadıkları gibi gerekçelerle eleştirilmiştir.

Ancak son zamanlarda tüm dünyada bu durum dikkat çekmeye başlamış, bir çok ülkede çocuk psikiyatristleri

kliniklerinden çıkarak “Diğer çocuklar” için de bir şeyler yapmaları gerektiğini fark eder olmuştur. Tüm dünyada

çocuğa karşı ve çocuktan kaynaklanan şiddete görülen artış,sık görülmeye başlanan çocuk istismarının ve

ihmalinin oluşturduğu psikiyatrik ve sosyal sorunlar, çocuk ruh sağlığının korunabilmesi için çocukların tüm

haklarının korunması gerekliliğinin görülmesi, uzmanlara Çocuk Psikiyatrisinin açılımının sadece hastalık

olmadığını ,çocuk ruh sağlığı ve hastalıkları olduğunu, koruyucu hekimliğin önemini yeniden

hatırlatmıştır.Ülkemizde özellikle değişen ceza kanunu ile çocuk cinsel istismarında ruh sağlığının

sorugulanmaya başlaması,şikayet konusu olsa da çocuk psikiyatrisinin adli psikiyatri ve çocuk hakları ile

yeniden bağlantı kurmasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra kliniktedeki psikopatolojilerin yol açtığı şiddet,madde

kullanımı,suç gibi toplumsal olayların daha sık gündeme gelmesi, bu bağlantıları araştıran çalışmaların

önemsenmesi çocuk psikiyatrisi ve çocuk hakları ilişkisini kuvvetlendirmiştir.

Çocuk psikiyatrisi çocuk haklarının neresinde sorusuna yeniden dönmek gerekirse; yanıt vermeye çocuğun

ruhsal açıdan sağlıklı doğma hakkını sağlayacak toplumsal ruh sağlığının düzenlenmesi ile başlayabiliriz. Bir

çocuğun gelişimini ve ruh sağlığını etkileyen,etkileme riski olan her türlü konu çocuk psikiyatrisinin ilgi

alanında olmalı ve çocuk psikiyatrisleri çocuk hakları konusunda en aktif gruplardan birini oluşturmalıdır.

Panel: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunun Sınırları

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan

Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ile Bipolar Bozukluk

Prof. Dr. Aynur Pekcanlar Akay

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Bu sunumda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ile Bipolar Bozukluk (BB) arasındaki ayırıcı

tanı ve eş zamanlı bulunma durumlarındaki güçlükler tartışılacaktır. Bu iki bozukluk belki iki ayrı ve bağımsız

iki bozukluk olabilir. Belki de bu iki bozukluk aynı bozukluğun farklı görünümleri olabilir .Belki de bu iki

bozukluk arasında çok farklı kompleks bir ilişki olabilir.

DEHB ile BB arasındaki ilişki son zamanlardaki yayınlarda çok fazla ele alınmaktadır. Günümüzde oldukça

popüler bir konu haline gelmiştir.BB de DEHB komorbiditesi %98 gibi büyük bir oranda bulunmaktadır.

Çocukluk çağı BB de irritabilite çok yaygın görülen bir belirtidir. Özellikle irritabilite ve disinhibisyon DEHB

ile BB nin en sık tanısında karışıklığa neden olan belirtilerdir.

DSM-IV’e göre DEHB ile mani belirtilerinin ayırıcı tanısı önemlidir. Beş belirti (duygudurumda yükselme,

grandiosite, fikir uçuşmaları, uyku ihtiyacında azalma ve hiperseksüelite ) özellikle BB nin DEHB ile ayırıcı

tanısında en öneli belirtilerdir. Irritabilite, hiperaktivite, konuşma artışı ve distraktibilite her iki bozuklukta da

görülen belirtilerdir. Ayırıcı tanı açısından pek yararlı değildir.Yüksek düzey irritabilite ve agresyon ,yüksek

düzeyde mani ve mood değişiklikleri özellikle DEHB komorbiditesi olan BB olgularında sık görülen bulgulardır.

Belkide bu bulgular DEHB +BB nin erken çocukluk döneminde başlayan BB nin erişkinlikte başlayan BB den

farklı bir alt grubu olabileceğini desteklemektedir. Hiperaktif , dikkat eksikliği olan ve duygulanım olarak labil

çocukların gerçekten DEHB olup olmadıkları konusunda ciddi bir tartışma başlamıştır.

Sonuç olarak :şimdiye kadar yapılan çalışmaların sonuçları DEHB ile BB nin eşzamanlı olarak birlikte

bulunabileceğini desteklemektedir.BB + DEHB belki DEHB nin belki de BB nin bir alt tipi olabilir. Belki de

DEHB + BB ICD 10.da yer alan hiperkinetik davranım bozukluğunun bir benzeri olabilir.

Panel: Erişkinliğe Köprüde Çocuk ve Ergenlerde Sınır Durumlar

Page 18: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

18

Oturum Başkanı: Doç. Dr. Taner Güvenir

Sınırdaki Çocuğun İletişim Yolları: Savunma, Fantezi ve Duygularla Sahneye Konanlar

Prof. Dr. Türkay Demir

İÜ Cerrahpaşa Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

Melanie Klein, yansıtmalı özdeşim kavramını ilk kez Bazı Şizoid Mekanizmalar Üzerine Notlar adlı çalışmasına

eklediği bir dipnotta kullanmıştı. Daha sonra bu kavram pek çok kuramcı tarafından işlendi ve içeriği değişip

genişledi. Bion’un, Klein’ın kavramını yorumlayışı ve analitik çalışmada kullanılışı kavramın açıklama gücünü

ve kullanışlılığını arttıran bir etki yarattı. Giderek yansıtmalı özdeşim yalnızca psikopatolojik bir olgu olarak

değil, olağan durumların, gündelik hayatın daimi bir görüngüsü olarak düşünülmeye başlandı. Böylelikle

yansıtmalı özdeşim taşınamayan içsel duyguları dışa atma yolu olmanın yanı sıra, bir iletişim biçimi ve hatta

empatinin ortaya çıkışını sağlayan bir mekanizma olarak düşünüldü. Sınırdaki çocuk ve ergenlerin önemli bir

iletişim yolu olarak sıklıkla kullandıkları yansıtmalı özdeşimin tanınması terapistin süreç boyunca önemli bir

yardımcısı olabilir.

Sınırdaki çocuk ve ergenler taşıyamadıkları içsel duyguları kapsayabilmesi için terapiste emanet ederek ve

terapistin içsel durumlarının nasıl olduğunu hissetmesini sağlayarak iletişim kurarlar.

Açlıkları ve dolayısıyla talepleri çok büyük olan sınırdaki çocuklarla çalışırken terapistin seanslardaki temel

tutumu olan yansızlık (nötralite) hangi anlamlara bürünür? Freud’un aktarım aşkı karşısındaki tutumuna, yani

tedavicinin hem aktarım aşkının ifade edilebileceği bir ortam oluşturmak hem de bu aşkın doyumunu sağlayacak

girişimlerden uzak durmak tutumuna benzer biçimde sınırdaki çocuğun ihtiyacını ifade etmesi için uygun bir

ortam oluşturmak ve aynı zamanda çocuğun kapsanma ihtiyacını karşılamak, onun nefretiyle yıkılmamak

önemlidir.

Depresif konumdaki nefretin üstesinden gelecek olan ondan üstün bir sevgi duygusuysa, erken dönem

korkularının ve çaresizliğin üstesinden gelecek olan nedir? Sınırdaki çocuğun yaşadığı ve ilettiği bu korku ve

çaresizliği aşabilmek için annenin kapsayıcı işlevine gerek vardır. Bu işlevin yerine getirilmesinin yollarından

birisi de dışa atılan kötü nesnenin dışarıda tutulmasına yardımcı olunması ve işlemden geçirdikten sonra geri

alınmasına imkan tanınmasıdır.

Sınırdaki çocuk ve ergenlerin duyguları görece zayıf benliğinden dolayı karmaşık ve iyi ayrışmamış olabilir. Bu

güçlü duygular yıkıcı olma potansiyeline sahiptir. Bu çocukların iletişim yollarından birisi kendi içsel

durumlarını sahneleyen duyguları ve duygulanımlarıdır. Bunlarla gerek içsel durumlarını gerekse nesne

ilişkilerini anlatırlar. Kendi hissettiklerini seanslarda sahneye koyar ve terapiste de yaşatırlar. Bu nedenle

sınırdaki çocuklarla çalışmak zordur. Ama bu zorluğun kendi içsel mecburiyetlerinden kaynaklandığını bilmek;

içsel durumlarını anlatmak ve iletmek için kullandıkları yolları tanımak tedavileri için olmazsa olmaz koşuldur.

Vaka Toplantısı: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Tanı ve Tedaviyi

Yönlendirebilecek Yollar ve Bağlantıları Değerlendirme

Prof. Dr. Yankı Yazgan*,Uzm. Dr. Beril Taşkın**

*Serbest Hekim, İstanbul, Marmara Üniversitesi Tıp Fakülteai Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve

Hastalıkları Anabilim Dalı Emekli Öğretim Görevlisi, Yale Child Study Center–Öğretim Görevlisi

** Serbest Hekim, İstanbul

Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukuğu (DEHB) dikkatsizlikve/veya dürtüsellik, aşırı hareketlilik

belirtilerinin benzer yaş ve gelişimsel düzeydeki bireylere kıyasla daha ağır, süreğen, şiddetli ya da sık

yaşanması durumu olarak tanımlanmaktadır. Okul, iş, ev, sosyal yaşam gibi birçok alanda işlevselliği bozan

DEHB %5-10’luk görülme sıklığı ile tüm dünyada çocukluk çağının sık rastlanan psikiyatrik durumlarından

biridir. Çocuk, aile, okul ve toplum üzerine etkileri ile DEHB bir halk sağlığı sorunu olarak görülmekte ve

mutidisipliner bir yaklaşımla ele alınması önerilmektedir.

Bu toplantıda tanı, tedavi planlama ve uygulama aşamalarında aile ve okul başta olmak üzere

yararlanılabilecek kaynaklar olgu örnekleri eşliğinde ele alınacaktır.

Kaynaklar: Amerikan Psikiyatri Birliği: DSM-IV-TR Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı. Yeniden Gözden Geçirilmiş Baskı.

Amerikan Psikiyatri Birliği, Washington DC, 2000’den çeviren Köroğlu E, Ankara, Hekimler Yayın Birliği,

2001.

Biederman J. Attention-deficit/hyperactivity disorder:a selective overview. Biol Psychiatry. 2005; 57:1215-20

Page 19: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

19

Polanczyk G, de Lima MS, Horta BL, Biederman J, Rohde LA. The worldwide prevalence of ADHD: a

systematic review and metaregression analysis. Am J Psychiatry 2007; 164:942-948.

Rowland AS, Lesesne C, Abramowitz J. The epidemiology of ADHD: A public health view. Mental Retardation

and developmental Disabilities Research Reviews 2002; 8: 162–170.

3.GÜN 17 Mayıs

Konferans: Çocuk Psikiyatrisinde Bağlar, Zarflar, Sınırlar

Bonds, psychic envelopes and limits in community based child psychiatry

Prof. Dr. Grigoris Abatzoglou

Aristotle University of Thessaloniki, Child and Adolescent Unit, 3rd Psychiatric Clinic, AHEPA General

Hospital

We usually try to understand child development in terms of bonding between the child and its parents, of

creation of a self or of psychic envelopes according to the quality of these bonds, and of setting the limits

between self, the others and the world. Infantile psychopathology may be viewed as the failure of the above

procedures. We may try to develop child psychiatry preventive actions in the community using the above

concepts.

We will describe the initiative of our child psychiatric service to create a stable network of services aiming at the

appropriate forms of care concerning families and children at severe or extreme situations of psychosocial

distress.

This initiative constitutes nowadays a rich clinical experience of collaboration between mental health services

and social care, child welfare and child protection services, that has already achieved to exist without

interruption for the last twenty years. It has developed as a flexible, “informal” but solid structure of thought and

of therapeutic coherence, trying to contain the institutional acting-outs (splitting, denial, exclusion) that reflect

chaotic or disorganized situations of familial functioning. The institutional acting outs may often even reinforce,

by their blind activism or their paralyzing inertia, states of psychic fragmentation, familial scission or

intergenerationnal decomposition.

Regular monthly meetings weave this network and keep it alive and creative by a continuous redefinition of its

ethical bases, its clinical principles and its simple rules, that preserve its equilibrium, protect an intermediary

place that helps the interaction of different teams and develop the transitional space that allows the inventiveness

of various practices.

İkili Konferans: Azınlıklar ve Göç

Aspasia Serdari, MD, PhD, Democritus University Child and Adolescent Psychiatric

Clinic

Doç. Dr. Işık Görker

Panel: Bağlanma – Ayrılma

Oturum Başkanı:Prof. Dr. Elvan İşeri

Bağlanma-Bağlanamama

Prof. Dr. Elvan İşeri, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Anabilim Dalı

Bağlanma doğum sonrası anne ile ilk temasla başlayan, insanın tüm yaşamı boyunca, yaşamının her alanını

(romantik, iş yaşamı ya da eğitimsel yaşam vb.) etkileyen bir süreçtir. Annenin rolü, bebeğin kendisi ile dış

dünya arasında kurduğu ilişkide bir köprü olmaktır. Bu süreçte anne; bebeğin kendisine ve dış dünyaya ilişkin

algılarının, tutumlarının, değer yargılarının olumlu ya da olumsuz oluşuna yön vermektedir. Güvenli bağlanma

ilişkisinin olduğu durumda, çocuklar stres yaratan koşullarda da güvenlik duygusunu koruyabilir ve araştırıcı

davranışlarda bulunabilir. Bağlanma kuramının temelini de bu güven duygusu oluşturur. Erken bağlanma

ilişkisinin gelecekteki sevgi ilişkilerinin prototipi olduğu ileri sürülmektedir. Bu anlamda erken dönem anne-

bebek ve çevre-bebek ilişkisinin değerlendirilmesi, danışmanlık ve destek verilmesi, ilişkisel sorunların erken

belirlenmesi ve ele alınması koruyucu ruh sağlığı açısından önemlidir.

Page 20: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

20

Bu sunumda erken dönem anne bebek ilişkisi bağlanma kuramı çerçevesinde ele alınacak, bu ilişkiyi etkileyen

etmenler, bağlanmanın değerlendirilmesi, bağlanma biçimleri ve çocukluk dönemi bağlanma bozuklukları

üzerinde durulacaktır. Ergenlerde bağlanma ve psikopatoloji

Doç. Dr. Birim Günay Kılıç

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Bağlanma kuramı gelişimsel bakış açısına sahiptir. Bu kurama göre bağlanma sistemi, her gelişim evresinde

bireyin gereksinimlerini karşılayacak davranışsal ifadelerle yeniden organize olur. Erişilebilirlik, yakınlık arama

ve güvenli üs gibi bir ilişkiyi bağlanma ilişkisi olarak tanımlayan üç ölçüt yaşam boyu geçerlidir.

Ergenler, gelişimsel amaçlara yönelik aktif ve dinamik olan bu değişim süreci boyunca da ana babalarıyla

bağlanma ilişkilerini sürdürürler. Ancak gelişimlerine paralel olarak daha uzun ayrılıklara dayanabilirler. Daha

önce bağlanma figürü tarafından sağlanan öz-düzenlemeyi (self-regulation) içselleştirir ve yakınlık arama

davranışının sembolik yollarını kullanırlar. Aynı zamanda birincil bağlanma ilişkisinin sıralamasında ana

babaların yerini arkadaşlar ve romantik ilişkiler alır.

Gelişimsel geçiş dönemlerinde bağlanma ve uyum arasındaki ilişki daha güçlü olarak ortaya çıkar. Çocukluktan

erişkinliğe geçişin yaşandığı ergenlik döneminde bağlanma emosyonel uyum ve özerkliğin gelişimi açısından

önemlidir. Bu sunumda ergenlerde bağlanma stratejileri ve psikopatoloji arasındaki ilişki ele alınacaktır.

Travma ve Ayrılma

Uzm. Dr. Hande Karakılıç

Serbest Hekim, İstanbul

“bir insanın ölümü, kendisinden çok, hayatta kalanların sorunudur." – THOMAS MANN.

Hayatta ilk bağlanma bir yas’la, ana rahminden ayrılmayla başlar. Yas denince ilk akla gelen ölüm veya ayrılık

gibi kayıplara verilen yanıt oluyor. Halbuki yas herhangi bir yitim ya da değişime verilen bir ruhsal yanıt, iç

dünyamız ile dış gerçeklik arasında uyum sağlayabilme çabasıdır. Yas normal seyrinde ilerleyebileceği gibi,

komplike de olabilir. Kayıplar toplumsal büyümenin ve yaratıcılığın da tetikleyicilerinden olabilmektedir. Farklı

toplumlar çeşitli baş etme ritüelleri geliştirmişlerdir. Her kayıp, eğer yası tam tutulabilirse, bir büyüme ve

yenilenme aracı olabilir; ancak kayıplar çözümlenmediğinde yakın ilişkiler üzerinde yıkıcı etki yapar. Yas

tutamayanlar, uzun süreli sevgi bağları kuramayabilirler. Ya fazla sıkı tutunurlar, ya yeterince sıkı tutunamazlar.

Bu yüzden yas süreci bağlanma ve bağlanmamayla yakından ilişkilidir.

Panel: PANDAS

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ayşe Avcı

Pandas ve Genetik

Yrd. Doç. Dr. Gonca Gül Çelik

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Çocukluk çağı Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) etiyolojisinde immun sistemin önemi, Streptokok ilişkili

Nöropsikiyatrik Bozukluklar -PANDAS (Pediatric Autoimmune Neuropsychiatric Disorders Associated with

Streptococcal Infections) - tanımlaması ile gündeme gelmiştir. Ancak yakın dönemde streptokok dışında diğer

enfeksiyoz etkenlerle de immun sistemin nöropsikiyatrik alevlenmeleri tetikleyebileceği belirtilmektedir.

Bununla birlikte, immun sistemin ilişkili olduğu ruhsal bozuklukların, Tourette ve OKB’ nin yanında otizmden

anoreksiyaya kadar daha geniş bir klinik görünümü kapsayabileceği öne sürülmektedir. Ayrıca OKB olan

bireylerde, nörotransmitter gen varyantlarının, enfeksiyon sonrasında, nöral dokulardaki immunopatolojik

değişimler ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Özetle, nöropsikiyatrik bozuklukların ortaya çıkışında glutamat başta

olmak üzere nörotransmitter ve immun sistem etkileşimi ve bu etkileşimde çevresel etkenlerin yanında kalıtsal

yatkınlığın da rol oynayabileceği belirtilmektedir. Bu bilgiler göz önüne alındığında intrauterin dönemden

başlayan programlı hücre ölümü ve immun sistem etkileşiminin, gelişimsel olarak da nöropsikiyatrik

bozuklukları tetikleyebileceği düşünülmektedir. Bu sunumda PANDAS ve daha genel olarak enfeksiyon ilişkili

çocukluk çağı OKB’nin kalıtsal yönü tartışılacaktır.

PANDAS Olgularında Nörogörüntüleme Çalışmaları ve Nörolojik Bulgular

Doç.Dr. S. Ebru ÇENGEL KÜLTÜR

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk veErgen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Page 21: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

21

PANDAS (PediatricAutoimmuneNeuropsychiatricDiseasesAssociatedwithStreptococalInfections) kavramı halen

üzerinde tartışmaların devam ettiği bir kavramdır. Bazı yayınlarda “streptokok enfeksiyonu sonrası gelişen

merkezi sinir sistemi sendromları”ndan bir olarak sınıflanmıştır. Bununla birlikte başka bir

çokmikroorganizmanında akut nöropsikiyatrik belirtilere neden olduğu düşünüldüğü için“pediyatrik

enfeksiyonların tetiklediği otoimmünnöropsikiyatrik bozukluklar” başlığı altında da değerlendirilmiştir. Bazı

yayınlarda da “çocukluk dönemi akut nöropsikiyatrik belirtileri” başlığı altında ele alındığı da görülmektedir. Bu

sınıflama ile etiyolojik olarak belli bir sınırlama yapılmamıştır. Bununla birlikte nöropisikiyatrik belirtilerin akut

başlangıçlı olması vurgulanmıştır. Nöropsikiyatrik belirtiler olarak çok çeşitlidir. Bu belirtiler başlıca OKB,

Tikler, hiperaktivie, irritabilite, sakarlıklar,anksiyete, agresyon, anoreksi, odaklanma sorunu, davranış sorunları,

depresyon, disgrafi,disartri, hipotoni,emosyonellabilite, uyku bozuklukları olup hepsi PANDAS olgularında da

tanımlanmıştır. Tikler dışında bu sınıflama da başka hareket bozuklukları da yer almıştır. Bunlar koreiform

hareketler, miyoklonus, distoni, paroksismaldiskineziler, parkinsonizm, tremor,streotipiler olarak sayılabilir.

Bunlar içinden motor tikler ve koreiform hareketler dışında distoni,miyoklonus, paroksismaldistonikkoreatetozis

gibi diğer ekstrapiramidal harekeler steptokokenfeksiyonu sonrasında tanımlanmıştır. PANDAS tanı ölçütlerinin

belirlenmesinde değerlendirilen orijinal kohortta hiçbir olguda görünür bir kore görülmemekle birlikte koreiform

hareketler saptanmıştır. Bu koreiform hareketler hafif şiddette (tüm grupta) ya da belirgin şiddette

(grubun %50’sinde) piyano çalma hareketleri olarak tanımlanmıştır.

GABHS enfeksiyonu ile ilişkisi bilinen ve tanımlanan ilk ekstrapiramidal hareket bozukluklarından biri olan

Sydenham Kore psikiyatrik bozukluklar ve hareket bozuklukları için otoimmün model olarak değerlendirilmiştir.

PANDAS hastalık modeli de Sydenham Kore modeli ile açıklanmıştır. Nörogörüntüleme çalışmaları

çoğunluklaolgu bildirimleri olup sınırlı sayıda çalışma vardır. Nörogörüntüleme çalışmaları lokalizasyon

hakkında bilgi vermekle birlikte patogeneze ilişkin sınırlı kalmaktadır. Streptokok sonrası merkezi sinir sistemi

hastalıklarının değerlendirilmesinde konvansiyonel CT ve MRI sıklıkla normal bulunmaktadır. Bununla birlikte

gözlenen enfilamatuar değişikler bazal gangliyonlara odaklanmaktadır. Volumetrik çalışmalarda PANDAS akut

fazında kaudatnükleus(%8), putamen (%5) ve globuspallidusta (%7) genişleme saptanmıştır.Bazal gangliyon

büyüklüğü ile belirti şiddeti arasında bir ilişki saptanmamıştır. Bir olguda basal gangliyon genişlemesinin

PANDAS akut fazında olup plazmaferez sonrası remisyon ile normalize olduğu gösterilmiştir. SPECT, proton

spektroskopi bulguları Sydenhamkoreolgularında gösterilmiş olup, PANDAS olgularında çalışılmamıştır. Sonuç

olarak Sydenhamkore ve PANDAS olgularındaki nörogörüntüleme sonuçları bazal gangliyonlara odaklanmıştır

ve iki durum arasındaki patojenik benzerliği (immün patolojiyi) desteklediği söylenebilir.

PANDAS olgularında nörogörüntüleme sonuçları bazal gangliyon yapılarına işaret etmekle birlikte tanı amaçlı

kullanımı nadiren yararlı görünmektedir, daha çok ayırıcı tanıya yardımcı konumdadır.

PANDAS Olgularında Klinik Görünümler ve Klinik Yönetim

Doç. Dr. Ayşegül Yolga Tahiroğlu

Çukurova Üniv. Tıp Fak. Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

OKB olgularında özel bir alt grubu oluşturan PANDAS (pediatric autoimmune neuropsychiatric disorders

associated with streptococcal infections), B-hemolitik streptokok enfeksiyonlarını (BHSE) ile tetiklenen

otoimmün reaksiyon sonucu sinir sisteminde nöron kaybı ve buna bağlı tetiklenen ruhsal belirtiler ile

karakterizedir. Öte yandan tüm PANDAS ataklarının BHSE ile ilişkili olmadığı, diğer enfeksiyon ajanlarının,

hatta psikososyal stresin tetikleyici olabileceği de bilinmektedir. Günümüzde tanı ölçütleri hakkında tartışmalar

sürerken, etken/ruhsal belirti arasında zamansal ilişkiyi gösterme gibi güçlüklerden dolayı ayırıcı tanısı uzun

zaman gerektirmektedir. Tüm bu nedenlerle, klinik uygulamalar sırasında tanı, izlem ve tedavi gibi önemli

konularda belirsizlik sıkça yaşanmaktadır.

PANDAS ve diğer OKB olgularının klinik özellikleri hakkında yapılan açıklamaların çoğu

karşılaştırmalı analizler içermez. İki grup arasında önemli fark olmadığı, ancak PANDAS’da eştanıların daha sık

görüldüğü ileri sürülmüştür. Bazal ganglion işlev bozukluğuyla uyumlu olarak ayrılık anksiyetesi, okul başarısı,

el yazısı, idrar, hareketlilik ve impulsivitenin PANDAS için klinik belirteçler olduğu düşünülmekte ve rutin

uygulamada sorgulanmaları önerilmektedir. Klinik verilerin yanında laboratuar incelemeler de PANDAS tanısı

için birincil araçlardır. Belirlenmiş bir biyolojik gösterge bulunmamaktadır ancak, BHSE ortaya koymak veya

bununla belirtiler arasındaki eşzamanlılığı göstermek amacıyla yapılan incelemeler çoğu olguda tanının tek

dayanağıdır. BHSE ya da otoimmünitenin varlığını destekleyen her pozitif laboratuar sonucu, PANDAS tanısını

öncelikli düşünmek ve incelemek gerekliliğini vurgular. BHSE için özgül göstergeler; boğaz kültürü ve

streptokoklara karşı üretilen antikorlardır (ASO, antiDNaseB). BHSE ile ilgili diğer klinik durumlarda altın

standart kabul edilen boğaz kültürünün PANDAS açısından yararı sınırlıdır. Enfeksiyonu izleyen 1-2 haftadan

sonra yalancı negatiflik oranlarının sık olmasına karşın, PANDAS olgularında ruhsal belirtiler sıklıkla

enfeksiyondan haftalar sonra başlamaktadır. Hatta pek çok olgunun atlanmasına yol açmasından dolayı PANDAS

Page 22: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

22

ayırımında boğaz kültürü incelemesinden özellikle kaçınmak gerektiğini vurgulayanlar da vardır. ASO düzeyleri

BHSE izleyen 3-6 hafta, AntiDNaseB ise 6-8 hafta içinde pik yapar. Olguların çoğunda belirtilerin başlangıcı

veya alevlenmesi de enfeksiyonu izleyen 1-2 ay içerisinde olduğundan, bu tetkikler zamansal ilişkinin

gösterilmesi açısından avantaj sağlar. PANDAS tanısı ve takibi açısından boğaz kültürüne göre daha güvenilir

olduğu düşünülmektedir ve günümüzde en sık kullanılan tarama araçlarıdır. Ancak kimi zaman enfeksiyonun ilk

günlerinde atağın başlayabileceği de unutulmamalıdır. Bu durumda laboratuar sonuçları BHSE kanıtlamasa da 3-

4 hafta izlemin ardından tetkiklerin tekrarı doğru tanı oranlarını artıracaktır.

PANDAS ayırıcı tanısında araştırılması gereken önemli etmenler şunlardır;

İlk belirti başlangıcı (PANDAS diğer OKB’den daha erken başlar; ortalama 7 yaş).

Ani belirti başlangıcı (PANDAS’da belirtiler adeta bir gecede patlar)

Belirtilerde artıp azalma/ataklı gidiş.

Ani başlangıç olmasa bile alevlenmeler ile enfeksiyonların eş zamanlılığı.

Adenoidektomi ve/veya tonsillektomi öyküsü (hem çocuk hem de ailede).

Alerjik hastalık öyküsü (hem çocuk hem de ailede).

Sık üst solunum yolu enfeksiyonu öyküsü (hem çocuk hem de ailede).

Ailede romatizmal/otoimmün hastalık öyküsü (hatta Kanser öyküsü).

Komorbid DEHB (özellikle bileşik tip) ve/veya Tik Bozukluları.

Komorbid Duygudurum Bozukluğunun olmaması.

Tedavi: PANDAS olgularının SSRI ve bilişsel davranışçı tedavilerden yararlanma oranları Diğer OKB

olgularına benzerdir. Ancak immün sistemi hedef alan girişimler belirti kontrolü ve atakların önlenmesi

açısından büyük önem taşımaktadır. PANDAS’da penisilin profilaksisi hakkında çelişkili verilere karşın

yeterince araştırılmamıştır. Yararını destekleyen bulgular olsa da halen tedavi basamaklarında endikasyon olarak

bahsedilmez. Ancak klinik pratikte oldukça sık ve neredeyse rutin bir tedavi/koruma aracı olarak kullandığı

bilinmektedir. Pek çok olgunun tonsillektomiden fayda gördüğü, tonsillektominin ardından atak sıklığının

belirgin azaldığı, kimi zaman atakların uzun süre görülmediğini bildiren olgu serileri vardır. Rutin uygulamada

özellikle penisilin profilaksisinin yeterli olmadığı, ağır ve yıkıcı atakların sık görüldüğü olgularda

önerilmektedir. Ayrıca, plazmaferez ve intravenöz immünglobülin gibi girişimlerin yararlı olduğu gösterilmiştir.

Ancak uygulama zorlukları ve ciddi yan etki/komplikasyon olasılığı nedeni ile rutinde kullanımı yok denecek

kadar azdır. Ağır yıkımla giden atakların hızla bitirilmesi gerektiğinde kortikosteroid uygulamaları da göz

önünde bulundurulmalıdır.

Panel: Ağrı ve Sınırları

Oturum Başkanı: Doç. Dr. Sabri Hergüner

Göğüs Ağrıları

Doç.Dr. Sabri Hergüner

Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Göğüs ağrısı okul çağı çocuklarında sık görülen (%10) ve pediatrik kardiyoloji kliniklerine en sık ikinci başvuru

nedenini oluşturan bir belirtidir. Tıbbi incelemeler sonucunda nadiren kardiyovaskuler bir neden ortaya çıkar ve

çoğunlukla durumu açıklayıcı tıbbi bir sebep bulunamaz. Çoğu olguda okul devamsızlığı, uyku sorunları ve

günlük yaşantıda kısıtlanma gibi sorunlara neden olabilmektedir. Bunun yanında iyi seyirli bir tıbbi durum

olmasına karşın bir çok olguda göğüs ağrısı belirtisi süreğenlik göstermektedir. Geniş örneklemli bir ergen

grubunda yapılan izlem çalışmasında olguların yarısından fazlasında belirtilerin 36 aya kadar devam ettiği

bildirilmiştir.

Her ne kadar erişkin yaş grubunda görülen nedeni açıklanamayan göğüs ağrısı ile özellikle panik bozukluk

olmak üzere yüksek oranda psikiyatrik bozukluk ek tanısı birlikteliği bildirilmiş olsa da ergen yaş grubu ile ilgili

çalışmalar kısıtlıdır. Lipsitz ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmada göğüs ağrısı olan grupta anksiyete bozukluğu

ve depresyon sıklığının kontrol grubuna göre daha yüksek olduğunu göstermişlerdir.

Bu sunumda göğüs ağrısı olan çocuk ve ergenlerle görülen psikiyatrik durumlar ve klinik uygulamada kullanılan

müdahaleler üzerinde durulacaktır.

Kaynaklar

Page 23: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

23

1. Lipsitz JD, Gur M, Sonnet FM, Dayan PS, Miller SZ, Brown C. Psychopathology and disability in children

with unexplained chest pain presenting to the pediatric emergency department. Pediatr Emerg Care

2010;26:830-6.

Lipsitz JD, Masia C, Apfel H, Marans Z, Gur M, Dent H. Noncardiac chest pain and psychopathology in

children and adolescents. J Psychosom Res 2005;59:185-8.

Baş Ağrıları, Ağrının Nörofizyolojisi

Yrd. Doç. Dr. Semih Ayta

Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nörolojisi Birimi

Nöroloji pratiğinde polikliniğe en sık başvuru nedeni baş ağrısı, çocuk nörolojisi pratiğinde ise nöbetten sonraki

en sık yakınma yine baş ağrısıdır. Ülkemizde 8-12 yaş arasındaki çocuklarda tekrarlayan baş ağrısı prevalansı

%49.2 düzeyinde bulunmuştur.

Baş ağrıları iki temel grupta, primer ve sekonder olarak sınıflandırılır. Primer baş ağrıları içinde aurasız ve auralı

migren, ailesel hemiplejik migren, migrenin yaygın öncülleri olabilecek çocukluk çağının periyodik sendromları

(tekrarlayıcı kusma, abdominal migren, çocukluk çağının ataklarla giden baş dönmesi), gerilim tipi baş ağrıları

büyük grubu oluştururlar.

Baş ağrısı tanı ve ayırıcı tanısında en temel iki unsur dikkatli anamnez ve arteriyel tansiyon ölçümünü de içeren

ayrıntılı nörolojik muayenedir. Rutin kan tetkikleri, hastanın kliniğine göre yapılacak EEG ve kraniyal

görüntüleme (MR/BT) incelemeleri çoğu zaman ikincil baş ağrısı açısından yardımcı olmaktadır.

Çocukluk çağı migreninde klinik bazı yönleriyle erişkinden farklıdır; ağrının süresi 1 saat bazen daha kısa

olabilir, 48 saati aşmaz, çoğu zaman frontal bölgede iki taraflıdır. Zonklayıcı olma, bulantı ve/veya kusma,

fotofobi ve/veya fonofobi erişkinle ortak özelliklerdir.

Tekrarlayan ağrı deneyimleri çocukların uyku, iştah, okul performansı, dikkat başta olmak üzere tüm yetilerini

olumsuz yönde etkiler. Migrenli çocuklarda total uyku süresinin arttığı, uykuya dalma süresinin uzadığı ve

gündüz uykulu olma halinin arttığı saptanmıştır.

Çocukluk çağı migreninin tedavisinde ilk basamak eğitimdir. Çocuklar ve aileleri migrene yatkın sinir sistemi

hakkında bilgilendirilmeli, ataklarla baş etme yöntemleri öğretilmeli, ağrı günlüğü oluşturulmalı, ataklarla ilişkili

aktiviteler sorgulanmalı, çocuklar düzensiz yemek ve düzensiz uykudan, alışılmadık kokulardan, bilgisayar

oyunları gibi yoğun görsel uyaranlardan olası olduğunca uzak tutulmalıdırlar. Atak tedavisinde asetamiofen veya

ibuprofen yeterli olacaktır. Profilaksi ağrılar nedeniyle çocuğun yaşam kalitesi veya okul başarısı belirgin şekilde

etkileniyorsa, ayda 2 veya daha sık atak geçiriyorsa, atak tedavisi başarısız oluyorsa uygulanmalıdır. Profilakside

en sık kalsiyum kanal blokerleri ve antiepileptik ilaçlar, bazn antidepresanlar kullanılır.

Son sözler: çocukluk çağı başağrıları büyük oranda ergenlik döneminde de devam eder. Prevalansı kızlarda daha

belirgin olmak üzere yaşla birlikte artış göstermektedir. Bu artışta sınav stresi başta olmak üzere pek çok

faktörün (çalışan anne, anne-baba kaybı veya ayrılığı, ailede baş ağrısı öyküsü gibi) önemli rolü vardır. Başağrısı

(özellikle migren) ergenlerde günlük yaşam işlevlerini olumsuz yönde etkiler.

Sonuçta ‘erken yaşlarda başlayan baş ağrılarının multidisipliner olarak doğru tanınması ve doğru tedavi

edilmesi, klinik tabloda yaşla birlikte ortaya çıkabilen değişimlere paralel tedavi stratejilerinin geliştirilmesi baş

ağrısı ile etkin savaşımın vazgeçilmez ögelerdir’ diyebiliriz.

Onkolojik Ağrılar

Yrd. Doç. Dr. Evrim Aktepe

Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Ağrının pek çok tanımı olup Uluslararası Ağrı Araştırmaları Derneği tarafından yapılan tanımlamaya göre;

vücudun herhangi bir yerinden kaynaklanan, organik bir nedene bağlı olan ya da olmayan, kişinin geçmişteki

deneyimleri ile ilgili, sensoriyal, emosyonel, hoş olmayan bir duygu olarak tanımlanmıştır. Kanserli

hastaların %50-80’i hastalıklarının herhangi bir aşamasında ağrı yaşarlar. Küçük çocuklardaki ağrıların %67-80’i

girişimlere ve tedaviye bağlı, %20-33’ü kansere bağlı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Kanser hastalarında ağrı

yaşam kalitesini negatif etkileyen semptomların başında gelmektedir. Bazı çocuklarda ağrı travmatik etki

yaratmakta, kısa ve uzun süreli psikolojik sorunlara neden olabilmektedir. Çocukta hastane ve tıbbi personel

korkusu, travma sonrası stres bozukluğu, uykusuzluk, depresyon, anoreksiya gelişebilmektedir. Çocuklarda ağrı

algısını etkileyen faktörler; çocuğa özgü ağrı duyarlılığı, baş etme yöntemleri, bilişsel faktörler, geçmişteki ağrı

tecrübeleri, çocuğun mizacı, ailenin ve sağlık personelinin yaklaşımı, cinsiyet, yaş ve kültürdür. Girişimlerle

ilişkili ağrının yönetiminde; ağrının en aza indirilmesi, hastanın işbirliğinin arttırılması, erken dönemde tıbbi

personel tarafından ağrının davranışsal ve farmakolojik tedavisi ile ilgili hasta ve ailesine bilgi verilmesi, riskli

durumların en aza indirilmesi, sonraki girişimlerdeki beklenti anksiyetesini azaltmak için ilk girişimdeki ağrı ve

Page 24: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

24

anksiyetenin tedavi edilmesi, işlem sırasında çocuğun güvendiği kişilerin yanında bulunması gerekmektedir.

Kanserli çocuklarda ağrıya yaklaşım, farmakolojik ve farmakolojik olmayan (tamamlayıcı ve alternatif tıp

stratejileri, bilişsel ve davranışsal yaklaşımlar ve fiziksel stratejiler) yöntemleri içermektedir. Farmakolojik

tedavilerle bilişsel-davranışsal yaklaşımların etkinliğini karşılaştıran çalışmalarda bir tedavinin diğerine göre

daha etkin olduğu gösterilememiştir. Her bir tedavinin birbirinden farklı avantaj ve dezavantajları olup en iyi

tedavi yönteminin bilişsel davranışsal teknikler ile farmakolojik tedavilerin kombine kullanımı olduğu

bildirilmektedir.

Vaka Toplantısı: Duygudurum Bozuklukları ve Eşlik Eden Durumlarda Olgu

Tartışmaları ve Eşlik Eden Durumlarda Olgu Tratışmaları: Bir Uçtan Diğerine kurulan

Köprüler

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes

Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes*, Doç. Dr. F Neslihan İnal-Emiroğlu**, Doç. Dr. Seher Akbaş***

*İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

**Dokuzeylül Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim

Dalı

***Ondokuzmayıs Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Anabilim Dalı

Giriş: Bu yıl ulusal kongrede komisyonumuz ilk kez etkinlikte bulunacaktır. 2012 Ulusal kongrede yaptığımız

ilk komisyon toplantımızda mezuniyet sonrası ve meslek içi eğitimi destekleyen etkinliklerde bulunma

kararımız doğrultusunda bu yıl zor ve karışık olguların sunulduğu, izleyicilerinde katılım göstererek aktif olarak

öğrenebileceği bir yöntem kullanarak bir panel düzenleme kararı almış bulunmaktayız.

Amaç: Ulusal kongre sırasında özellikle karışık ve yönetilmesi güç duygudurum bozukluklu olguların sunulup

tanı ve tedavi süreçlerinin tartışıldığı bir panel düzenlemektir.

Yöntem: Sunumcular tarafından özellikle tanı, eş tanı ve tedavi güçlükleri olan gerçek olgular hazırlanacaktır.

Olgular yakınma , öykü ve değerlendirme süreçlerini sıra ile içeren bir şekilde sunulur iken tanı ve tedavi için

karar verme aşamalarına geçildiğinde key padlerle seyircilere çoktan seçmeli sorular yöneltilecektir. Soruların

cevapları alındığında keypadlere bağlı bir programla ekranda izleyicilerin seçeneklere göre verdiği cevaplar

grafiklerle oranlanarak yansıtıldıktan sonra olgunun izlemi ve görece bilimsel yazında kabul edilen doğru bilgiler

verilecektir. Böylece hem izleyicilerin kendi kendilerini değerlendirmesi, hem doğru ve son bilgileri ardından

öğrenmesi sağlanacak, hem de dikkatlerini daha aktif olarak sunuma vermeleri mümkün olacaktır. Olgular bu

şekilde sunulduktan sonra alanda deneyimli bir otör olarak Dr Nahit Motavallı Mukaddes panel sonunda

toparlayıcı bilgilendirici bir tartışma yapacaktır.

4.GÜN 18 Mayıs

Panel: Özürlülerde Sınırlarımız, Sınırlılıklarımız

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Yankı Yazgan

Zeka Geriliğinin Tanılanması ve Takibindeki Güçlükler

Uzm. Dr. Betül Mazlum Bakkaloğlu*

*İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı

*Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği

Çocukluk çağı nörogelişimsel bozuklukları, çocuk psikiyatrisi hastalıkları içerisinde hem görülme sıklığı hem de

erken tanı ve tedavinin ciddiyeti bakımından oldukça önemli bir yere sahiptir. Eş hastalanma oranının yüksek

olduğu bu hastalık grubunda öncelikli olarak ayırıcı tanının dikkatli bir şekilde yapılması değerlendirme

sürecinin en temel yapıtaşını oluşturmaktadır. Özellikle zeka geriliği ve otizm spektrum bozuklukları söz konusu

olduğunda beyin gelişim süreçlerinde normalden sapmaya neden olabilecek genetik ve metabolik etiyolojik

etmenlerin araştırılması tanı, tedavi ve takip süreçlerini etkileyebileceğinden son derece kritiktir. Ancak yüzlerce

organik ve genetik inceleme tetkiki içerisinde hangi tetkikin hangi hastada isteneceği konusu oldukça

karmaşıktır ve klinik bazı ipuçlarının dikkatli bir şekilde değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Zeka geriliği ve

otizm spektrum bozukluklarında ayırıcı tanı sadece hastanın takibinde değil aileye verilecek genetik danışma

açısından da oldukça önemlidir. Sunumda bu hastalıklarda ayırıcı tanı ve tıbbi inceleme aşamalarında hekimlere

yol gösterebilecek klinik belirtiler ve değerlendirme süreçleri tartışılacaktır.

Page 25: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

25

Özürlü Çocukta Bağlanma Süreci

Yrd. Doç. Dr. Şaziye Senem Başgül

Hasan Kalyoncu Üniversitesi Özürlü çocukların gelişimi normal çocuklardan farklıdır, ancak gelişim ihtiyaçları onlarınkinden farklı değildir.

Bu çocukların da beslenmeye, sevilmeye, eğitime, başarmaya, kabul edilmeye ve toplumun bir üyesi gibi

yaşamaya hakları vardır.

Bağlanma belirli bir kişiye olumlu tepkilerin verilmesi, zamanın büyük bir kısmının o kişiyle birlikte geçirilmek

istenmesi, herhangi bir korku yaratan durum veya obje karşısında hemen o kişinin aranması, bağlanılan kişinin

varlığının duyumsanmasına eş zamanlı olarak rahatlama duygusunun eşlik etmesi gibi duygu ve davranış

örüntülerinin tümünü kapsamaktadır. Bir çocuk ancak güvenli bir üs varlığında çevresini keşfe çıkar. Bağlanma

sürecini etkileyen bir çok faktör vardır.

Farklı özelliklere sahip bir çocuğun anne babası olma rolü, anne babaların kendi seçtikleri bir rol değildir ve bu

role kendilerini hazırlamazlar. Engelli bir çocuk dünyaya geldiğinde, normal çocuk hayali yıkılmış, imge bebek

kaybedilmiştir. Doğan çocuk farklı görünüyordur, daha fazla ilgi ve bakım istemektedir, rutin bakımı daha güçtür

ve belki de en önemlisi gelecek belirsizdir. Yaşanan ilk şokun ardından inkar edilir, öfkelenilir, suçlu aranır, iki

uçlu duygular yaşanır, kendilerine bir ceza olarak algılanır, utanılır ve olumsuz duygular sebebiyle hissedilen

suçluluk çok ağır olur. Çok büyük bir acı, çaresizlik, çözümsüzlük ve yetersizlik hissedilir. Sonrasında depresyon

dönemine girilir. Çevredekilerin meraklı, acıyan ve sorgulayan bakışlarıyla baş edilemez ve sosyal olaylardan ve

çevreden uzak kalınır. Akrabaların ve yakın çevredekilerin tepkileri ile baş edilmeye çalışılır. Eşler birbirlerine

karşı suçluluk ve yetersizlik hissedebilir.

Yapılan araştırmalar, engelli çocukların da normal gelişim gösteren çocuklara benzer bağlanma davranışları

gösterdiklerini, anneyi yabancılara tercih ettiklerini ve yakınlık arayışı içinde olduklarını göstermiştir. Bağlanılan

sadece ebeveyn değil, çevresinde onunla yakından ilgilenen kişilerdir. Bu çocukların değişimlerden diğer

çocuklara göre daha çok etkilendikleri, kendi güvenli çevresini kurmakta daha çok zorlandıkları, tutarlı ve

sürekli ilişkilere daha çok ihtiyaçları olduğu unutulmamalıdır.

Özürlü Eğitiminin (Özel Eğitim) Planlanmasındaki Sınırlılıklarımız

Cem Akköse

TSÇV Metin Sabancı Özel Eğitim Okulu Müdürü Özel gereksinimli bireylerin yaşamlarında en fazla zorluk yaşadıkları konulardan birisi toplumsal yaşama

uyumlarıdır. Eğitim, en genel anlamı ile bireyi toplumsal yaşama hazırlayan süreçtir. Özel gereksinimli

bireylerin eğitimi bu anlamda toplumsal yaşama uyum becerilerinin kazandırılmasında kritik öneme sahiptir.

Özel eğitimin planlanması ve uygulanmasında ise hem özel gereksinimli bireylerin ailelerinin eğitim ile ilgili

arayışlara geç başlaması hem de eğitim ortamlarının bu bireyler için uygun olmaması nedeni ile ciddi sınırlılıklar

bulunmaktadır. “Özürlü Eğitiminin Planlanmasındaki Sınırlılıklarımız” konulu konuşmada, özel gereksinimli

bireyler için eğitim olanakları ve bireylerin bu olanaklardan yararlanmada yaşadıkları sorunlar ve çözüm

önerileri üzerinde durulacaktır.

Panel: Bağımlılıkta Sınırlar ve Köprüler

Oturum Başkanı:Prof. Dr. Cahide Aydın

Bağımlılık ve Agresyon

Prof. Dr. Erdal Vardar

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Alkol kullanma ile saldırgan yıkıcı eylemlerin görülmesi iyi bilinen ve sık karşılaşılan bir durumdur(Shepherd,

Sutherland, & Newcombe, 2006). Alkol alımı ile algılama ve düşünce yapısında bozulmalar oluşur.

Depressif ve anksiyete belirtilerinde azalma ve sosyal davranışların değişimi gözlenir. Algılama ve

düşüncenin değişimi üzerinden alkol miyopi modeli ile saldırgan davranışları açıklamaya yönelik ALKOL

MİYOPİ MODELİ (AMM) önerilmiştir. Bu modele göre alkol alınması ile bilişsel yetilerde bozulma

sonucunda “myopik” bir etki ortaya çıkmaktadır. Myopik etkiden kast edilen dikkatin bozulması ile içsel

ve dışsal uyaranların algılanıp işlenmesinin etkilenmesidir. Kalan sınırlı bilişsel işleme süreci ile kolay

işlemler ile süreç devam eder. Saldırganlık eylemlerinin olduğu bir ortamda, alkol yıkıcı eylemleri daha

provakatif hale gelmesini bu sınırlı kaynakları kullandığı için daha kolay hale getirir, tehtid edici olmayan

Page 26: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

26

eylemlerin yanlış anlaşılması bilgi işleme sürecinin etkilenmesi, baskılama mekanizmalarınını çalışmaması

ile yıkıcı eylemleri kolaylaştırır. Yani kışkırtıcı olmayan eylemler doğru değerlendirilemez ve baskılama

durudurucu sistemler alkol ile işlemez hale gelir. (Giancola, Duke, & Ritz, 2011). Riskli cinsel eylemler,

taciz ve tecavüz, aile içi şiddet, diğer maddeleri kullanmaya açık olma, intihar, trafikte riskli davranışlar

AMM ile bağlantılı davranışlar olarak tanımlanabilir.

Alkol miyopi modline göre alkol kullanılması ile dikkat bozuluyorsa saldırganlığa odaklanma durumunda da

şiddeti azaltacağı da varsayılabilir. Yani doğrudan şiddetin fedeflendiği durumda alkol alınması tersi bir

durumu ortaya çıkartabilir.

Alkol ve saldırgan yıkıcın eylemlerin bir arada olduğunu biliyoruz ancak bu durumun, alkolün yıkıcı

davranışlara yol açıp açmadığını söylemek zordur. Saldırganlık suçlarının yarısından fazlasında alkolün

eşlik etmediğini de biliyoruz. Kanıta dayalı verilerin yetersiz olması başka bir sorundur.

Bu sunumda alkol kullanmanın saldırgan ve yıkıcı eylemlere yol açmasının nedenselliği ve etyolojik teorileri

gözden geçirilecektir.

Kaynaklar

Galenter M. 2002. Recent Developments in Alcoholism Vol 13. Alcohol and Violence. Kluwer Academic

Publishers.

Giancola, P. R., Duke, A. a, & Ritz, K. Z. (2011). Alcohol, violence, and the Alcohol Myopia Model:

preliminary findings and implications for prevention. Addictive behaviors, 36(10), 1019–22.

Shepherd, J. P., Sutherland, I., & Newcombe, R. G. (2006). Relations between alcohol, violence and

victimization in adolescence. Journal of adolescence, 29(4), 539–53.

Page 27: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

27

SÖZEL BİLDİRİLER

Page 28: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

28

SB – 01 ÇOCUKLUK ÇAĞI KANSERLERİNDE HASTALARIN VE ANNELERİNİN

BAŞA ÇIKMA BECERİLERİ İLE ÇOCUKLARDAKİ OLASI PSİKİYATRİK

BOZUKLUKLAR ARASINDAKİ İLİŞKİ

Dr. Abdurrahman Cahid Örengül*, Dr. Alperen Bıkmazer*, Dr. Ayşe Büyükdeniz*, Doç. Dr. Fatma Visal Okur**,

Doç. Dr. Neşe Perdahlı Fiş*

*Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

**Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Hematoloji-Onkoloji Bilim Dalı

[email protected]

Amaç: Yakın dönemde kanser tanısı almış çocuk ve ergenlerin tamamına yakın bir kısmı özellikle hastane

yatışları, girişimsel işlemler ve tedavinin fiziksel etkileri gibi nedenlerle yoğun sıkıntı yaşamaktayken,

remisyonda olan çocuk ve ergenlerin genel uyum düzeylerinin daha iyi olduğu ve yaklaşık %25-33’ünün belirgin

psikososyal sorunlar geliştirdikleri saptanmıştır. Bu durumun belirleyicileri arasında çocuğa aileye ve hastalığa

özgü çeşitli risk faktörleri ve koruyucu faktörlerden söz edilmektedir. Hastalık ve tedavi sürecine ikincil gelişen

psikiyatrik bozukluklar açısından incelendiğinde çocukluk çağı kanserlerinde en sık karşılaşılan sorunlar depresif

yakınmalar ve kaygı belirtileri olmaktadır. Bu çalışmada hematolojik kanser olguları ile solid tümör olgularının

ve annelerinin başa çıkma becerilerinin değerlendirilerek psikiyatrik bozukluklar ile olası ilişkilerinin

incelenmesi ve iki grubun bu faktörler açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır

Yöntem: Çalışmanın örneklemini Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Kliniği’nde

hematolojik kanser veya solid tümör tanısı ile izlenen 6-18 yaş arasındaki araştırmaya katılmaya gönüllü, 42

hasta ve ailesi oluşturmuştur. Hazırlanan sosyodemografik form ile sosyodemografik veriler ile hastalık ve tedavi

süreci ile ilgili bilgiler derlenmiş, Çocuklar için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-

Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu (K-SADS-PL, Kiddie-Schedule for Affective Disorders and

Schizophrenia-Present and Lifetime Version) ile psikiyatrik tanılar saptanmıştır. Ek olarak, çocuk ve ergenler

Çocuklar için Başa Çıkma Ölçeği’ni (KCOPE), anneleri ise Başa Çıkma Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği’ni

(COPE) doldurmuşlardır. İstatistiksel analizler SPSS (17.0) paket programı ile yapılmıştır.

Bulgular: Çocuk ve ergenlerin %57’si (n=24/42) erkekti, yaş ortalamaları 12.66 (± 3,42) yıldı. Hematolojik

kanser ve solid tümörü olan çocukların sayıları sırasıyla 23 (%55) ve 19 (%45)’du. Hastaların 15(%36)’ inde

hastalık aktif dönemdeydi. Hastaların 8 (%19)’inde hastalık nüks etmişti. Hastaların %54.7’ sinde psikopatoloji

mevcuttu. En sık görülen psikiyatrik bozukluklar uyum bozukluğu (% 19; n=8/42), dikkat eksikliği hiperaktivite

bozukluğu (% 17; n=7/42), özgül fobi (%14, n=6/42), yaygın anksiyete bozukluğu (%12, n=5/42) ve major

depresif bozukluktu (%7; n=3/42).

Annelerin en sık kullandığı başa çıkma yöntemleri pozitif yeniden yorumlama ve gelişme ile dini olarak başa

çıkmayken en az kullandıkları başa çıkma yöntemleri madde kullanımı ve davranışsal olarak boş vermeydi.

Cinsiyetle, hastalığın nüks edip etmemesiyle, tümörün solid ya da hematolojik oluşuyla, hastanede yatış

süresiyle psikopatoloji varlığı arasında ilişki saptanmazken, hastalığın getirdiği kısıtlılıkla içselleştirici bozukluk

varlığı arasında anlamlı ilişki (p=0.003) saptanmıştır. Psikopatolojisi olan çocukların annelerinin sorunlarla başa

çıkmada yararlı sosyal destek kullanımı yöntemini anlamlı olarak daha az kullandıkları (p=0.02) saptanmıştır.

Hastalık nedeniyle arkadaşlarıyla hastalık öncesine göre daha az zaman geçirebilen çocuklarda anlamlı olarak

(p=0,001) daha fazla psikopatoloji görülmekteydi. Çocukların başa çıkma yöntemleri ile psikopatoloji varlığı

arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.

Sonuç: Çalışmamızda, kanser tanısı almış çocukların yaklaşık yarısında psikopatoloji saptanmıştır.

Bulgularımız, hastalık nedeniyle yaşamı daha fazla kısıtlanan ve arkadaşlarıyla hastalık öncesine göre daha az

zaman geçirebilen çocukların psikopatoloji geliştirme açısından daha fazla risk altında olabileceklerini, bunun

yanı sıra annelerin uygun başa çıkma yöntemleri kullanıyor olmalarının çocuklarda psikopatoloji gelişimine

karşı koruyucu etkisinin olabileceğini düşündürtmektedir.

SB – 02 PRENATAL, NATAL VE POSTNATAL FAKTÖRLERİN MATERNAL

BAĞLANMA ÜZERİNE ETKİSİ

Caner Mutlu*, Özgür Yorbık**, İlhan Asya Tanju***, Fatih Çelikel***, Rabia Gönül Sezer****

*Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve

Araştırma Hastanesi, Bakırköy, İstanbul

**Çocuk ve Ergen Psikiyatri Birimi, Çocuk Gelişimi Bölümü, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Üsküdar Üniversitesi,

Üsküdar, İstanbul

***Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, GATA Haydarpaşa Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üsküdar, İstanbul

Page 29: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

29

****Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Zeynep Kamil Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi,

Üsküdar, İstanbul

Özet

Amaç: Literatürde bebeğin anneye bağlanmasıyla ilgili çok sayıda çalışma mevcut iken annenin bebeğine

bağlanması üzerinde çalışmalar sınırlıdır. Bu çalışmanın amacı, 1-4 ay arasında bebeği olan annelerde prenatal,

natal ve postnatal faktörlerin maternal bağlanma düzeyine etkisini belirlemekti.

Yöntem: GATA Haydarpaşa ve Zeynep Kamil Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi Çocuk

Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran 1-4 ay arasında bebeği olan ve bilgilendirilmiş olur formunu imzalayan 107

anne tarafından, araştırma ekibince oluşturulan bilgi formu, Maternal Bağlanma Ölçeği (MBÖ) ve Belirti Tarama

Listesi-90 (The Symptom Checklist-90;SCL-90) 109 bebek için dolduruldu. Bilgi formunda yer alan annenin

yaşı, eğitim düzeyi, düşük yada ölü doğum öyküsü, gebeliğin planlı ya da plansız olması, gebelik süresince

komplikasyon gelişimi, bebeğin ailenin kaçıncı çocuğu olduğu, bebeğin cinsiyeti, gebelik öncesi hayal edilen

bebeğin ve doğan bebeğin cinsiyetinin benzer olması, doğum şekli, bebeğin doğum zamanı, doğum esnasındaki

anestezi şekli, bebekte doğum sırasında komplikasyon gelişimi, doğum sonrası bebeğin ilk kucağa alınma

zamanı, annenin bebeği ilk emzirme zamanı, annenin ilk sütünün gelme zamanı, SCL-90 ölçeğinin Genel Belirti

Düzeyi (GSI), Pozitif Belirti Toplamı (PST) ve Pozitif Belirti Düzeyi (PSDI) değişkenler olarak alındı. Bu

değişkenlerin MBÖ skorlarına etkisi SPSS 15.0 istatistik programında değerlendirildi.

Sonuç: İki anne okur-yazar olmaması nedeniyle çalışma dışında bırakıldı. Araştırmaya alınan annelerin (n=105)

30.31±4.42 yıl yaş ortalamasına sahip olduğu, % 43.3’ünün yüksek öğretim mezunu olduğu belirlenmiştir.

Annenin yaşı ve evlilik süresi ile MBÖ skoru arasında anlamlı korelasyon saptanmadı (p>0.05; r:-0.17). İlk kez

çocuk sahibi olan annelerin MBÖ toplam puanı, diğer annelerin puanına göre istatistiksel olarak anlamlı

derecede daha yüksek bulundu (p<0.05). Gebelik öncesi hayal edilen bebeğin ve doğan bebeğin cinsiyetinin

farklı olduğu annelerde, aynı olan annelere göre GSI, PST ve PSDI skorları anlamlı olarak daha yüksek

bulunmuştur (p<0.05).

Yorum: Maternal bağlanma, zaman içinde gelişen ve birçok faktörden etkilenebilen özel bir ilişkidir. Bu

faktörlerin içinde ilk kez çocuk sahibi olmak, doğumdan sonraki birinci ile dördüncü ay arasında annenin bebeğe

bağlanmasında en önemli faktörlerden biri olarak görülebilir. Faktörlerin ortaya konması ve maternal bağlanma

üzerindeki etkilerinin belirlenmesinde daha fazla sayıda, daha geniş örneklemli çalışmalara ihtiyaç vardır.

SB – 03 OKULA BAŞLAMA YAŞI İLE ÇOCUK RUH SAĞLIĞI SORUNLARININ

İLİŞKİSİNİN ARAŞTIRILMASI

Çağatay Uğur, Nagihan Saday Duman, Hesna Gül, Mehmet Sertçelik, Sümeyra Kına, Birim Günay Kılıç, C.

Kağan Gürkan

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Amaç: Bu çalışmada bu yıl başlatılan uygulama nedeniyle okula erken başlamak zorunda kalan çocukların,

rapor alarak okula başlamayı erteleyen çocuklarla karşılaştırılması ve okula erken başlamanın ruhsal sorunlar ve

yaşam kalitesi üzerine olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Hipotezimiz okula erken başlayan çocuklarda

erteleyenlere göre psikiyatrik belirtilerin daha fazla ve yaşam kalitesinin daha düşük olacağı yönündedir.

Yöntem: Çalışmaya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim

Dalı’na okula erken başlamanın durdurulması için rapor isteği ile başvuran (n=27), okula erken başlatılan ancak

sonrasında sorun yaşadığı için kliniğimize getirilen (n=29) ve okula erken başlatılan ancak klinik başvurusu

olmayan (n=29) çocuklar ve ebeveynleri alınmıştır. Tüm olgular 60-72 ay yaş aralığında yer almaktadır. Anne-

babalar sosyodemografik bilgi formu, Güçler ve Güçlükler Anketi (GGA), Okul Reddi Değerlendirme Ölçeği-

Anne baba Formu (ORDÜ-AB) ve Küçük Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Anketi-Anne baba Formu’nu (KÇYKA-

AB) doldurmuşlardır. Çocuklarla klinik görüşme yapılmış ve bu görüşme sırasında Küçük Çocuklar İçin Yaşam

Kalitesi Anketi-Çocuk Formu (KÇYKA-Ç) klinisyen tarafından uygulanmıştır.

Sonuçlar: Üç grubun ay olarak yaş ortalamaları arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır (One way ANOVA,

p>0.05). Gruplar arasında anne ve baba yaşı, eğitim süreleri ve aylık gelirleri açısından da fark bulunmamıştır.

Gruplar arasında kreş eğitimi almış olma açısından anlamlı bir fark vardır, bu anlamlı fark okula rapor alarak

başlamayan grubun kreş eğitimi alma oranının okula başlamış ancak psikiyatrik başvuru yapmamış

grubunkinden anlamlı olarak yüksek olmasından kaynaklanmaktadır (Ki Kare, p=0.017, Bonferroni Düzeltmesi

ile). GGA ile ölçülen ruhsal sorun şiddet puanları açısından gruplar arası anlamlı bir fark saptanmamakla

birlikte, ORDÜ-AB-okul ve KÇYKA-Ç puanları açısından üç grup arasında anlamlı bir fark vardır. İkili

karşılaştırmalar sonucunda çocuk yaşam kalitesi puanlarının rapor alarak okula başlamayan çocuklarda diğer iki

gruba göre anlamlı olarak yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır (One way ANOVA, p<0.017, Bonferroni

Düzeltmesi ile).

Page 30: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

30

Tartışma: Bu ön çalışmada okula erken başlatılan çocuklarda yaşam kalitesinin olumsuz etkilenebileceği

sonucuna varılmıştır. Çalışmaya vaka sayısı arttırılarak devam edilecektir.

SB – 04 ANKSİYETE BOZUKLUĞU TANISI ALAN ERGENLERDEKİ SOMATİK

BELİRTİLERİN AİLESEL VE ÇEVRESEL FAKTÖRLER İLE İLİŞKİSİ

Dr. Esengül Kayan Bozkulak*, Doç. Dr. Neşe Perdahlı Fiş*, Prof. Dr. Meral Berkem** *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilimdalı

**Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilimdalı, Emekli

Öğretim Üyesi

ÖZET

Amaç: Bu çalışmada Anksiyete Bozukluğu olan ergenlerdeki somatik belirtilerin bireysel ve çevresel

faktörlerlerle ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır.

Yöntem: Marmara Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine kaygı yakınmaları ile başvuran

ergenler Çocuklar için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi ve Yaşam Boyu

Versiyonu (K-SADS) ile değerlendirildi. Anksiyete Bozukluğu tanısı alan ergenlere Durumluluk-Süreklilik

Kaygı Envanteri (STAI), Çocukluk Çağı Depresyon Ölçeği (CDI), 11-18 yaş grubu gençler için kendini

değerlendirme Ölçeği (YRS) uygulandı. Ebeveynlerden sosyodemografik bilgi formunu, Olumsuz Yaşam

Olayları Listesini, 4-18 Yaş Çocuk ve Ergenler için Davranış Değerlendirme Ölçeğini ve ayrıca kendileri için

Belirti Tarama Listesini (SCL-90-R) doldurmaları istendi. CBCL ve YRS somatik şikayetler alt ölçek skorları ile

diğer verilerin ilişkisi incelendi

Sonuçlar: Araştırmaya dahil edilen 11-17 yaş arası 31 ergenin (ortalama yaş: 14.25 ± 1.91) çoğunluğunu kızlar

(%71.9, n=23/31) oluşturmaktaydı. Tanıların dağılımı Sosyal Anksiyete Bozukluğu (n=5), Yaygın Anksiyete

Bozukluğu (n=5), Özgül Fobi (n=4), Obsesif Kompulsif Bozukluk (n=2), Panik Bozukluk (n=3), birden fazla

Anksiyete Bozukluğunun birlikteliği (n=12) şeklindeydi. Yaş artışı ile somatik skorlar arasında anlamlı

korelasyon vardı (r=0.507, p=0.004). Somatik belirti skorları ile en anlamlı ilişki kardeşte psikiyatrik hastalık

(p=0.035) ve kardeşte tıbbi hastalık (p=0.016) varlığı arasında saptandı. Çocuğun kaygı ve somatik skorları, baba

psikiyatrik semptomları ile anne psikiyatrik semptomlarına kıyasla daha kuvvetli ilişki içindeydi. Annelerde

kaygı ve somatizasyon belirti skorları arttıkça çocuklarında daha fazla somatik yakınma belirttikleri görülürken,

çocuk özbildirim ölçeğindeki somatik skorlar ile anne kaygı ve somatizasyon belirtileri arasındaki ilişki

istatistiksel anlam göstermedi.

Yorum: Çocuk ve ergenlerde altta yatan psikiyatrik bozukluklar farklı olsa da somatik yakınmaların

oluşmasında çevresel ve ailesel faktörlerin etkisi olabilmektedir. Ailenin bir bütün olarak görüldüğü ve çocuğun

ailenin bir parçası olarak değerlendirildiği çocuk psikiyatrisi pratiğinde özellikle somatik belirtiler ele alınırken

ailesel faktörlere dikkat edilmesi daha fazla önem taşımaktadır.

SB – 05 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞUNDA

AMAÇLI(PROAKTİF) VE TEPKİSEL(REAKTİF) SALDIRGANLIĞIN ANKSİYETE

DÜZEYLERİ VE ANKSİYETE DUYARLILIĞI İLE İLİŞKİSİ

Ali Evren Tufan*, Ayhan Bilgiç**, Savaş Yılmaz**, Özlem Özel Özcan***, Serhat Türkoğlu****, Tuğba

Yüksel***

*Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

**Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

***İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

****Ordu Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü

Amaç: Anksiyete duyarlılığı (AD) anksiyete belirtilerinden endişe duymayı tanımlamaktadır (Morris ve March

2004). İnsanlardaki saldırganlık reaktif (tepkisel) ve proaktif (amaçlı, manipülatif) olarak ayrılabilir (Buckholtz

ve Meyer-Lindenberg 2008). Bu çalışmada, AD’ nın ve anksiyete düzeylerinin DEHB zemininde gelişen

saldırganlık üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Örneklem Çalışma Ordu Devlet Hastanesi (n= 108), Malatya Devlet Hastanesi (n= 75), İnönü

Üniversitesi Tıp Fakültesi (n= 45) ve Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi (n= 46) ÇRS polikliniklerine

başvuran, DSM-IV-TR ölçütlerine göre DEHB tanısı alan, geçmişte tedavi almamış çocuk ve ergenleri

içermiştir. Hastalar, ÇGDŞ- ŞY- T DEHB modülü, Turgay-DSM-IV’ e Dayalı Çocuk ve Ergenlerde Davranım

Bozuklukları İçin Tarama ve Derecelendirme Ölçeği (T- DSM- IV-Ö), Çocuklarda Anksiyete Bozukluklarını

Page 31: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

31

Tarama Ölçeği, Çocuk Anksiyete Duyarlık Ölçeği ve Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği ile değerlendirilmiştir.

Saldırganlık Hedefleri ve Alt Tiplerinin Ayrımı

İnsanlara karşı saldırganlık için T- DSM- IV-Ö içerisindeki 27, 28, 29, 30, 32 ve 33 numaralı sorular, hayvanlara

karşı saldırganlık için 31 numaralı soru, cansız nesnelere karşı sergilenen saldırganlık için de 34 ve 35 numaralı

sorular değerlendirilmiş ve ortalama+ 2 S.D. ve üzeri puan alanlar seçilmiştir (İnsanlara yönelik saldırganlık

puanı > 9.7, hayvanlara yönelik saldırganlık > 1.2, Nesnelere yönelik saldırganlık > 0.7).

Amaçlı ve Tepkisel saldırganlığı ayırt edebilmek için ilk olarak Drabick ve Gadow’ un (2012) bulgularına uygun

olarak T-DSM-IV-Ö içerisinde listelenen Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu semptomlarından 19, 24 ve 25.

soruların Emosyonel/ Öfke/ İrritabilite belirtilerini sorguladığı kabul edilmiştir. Belirtilen maddelerden

ortalama+ 2 S.D. ve üzeri puan alanların klinik olarak anlamlı belirti sergilediği düşünülmüştür (> 10 puan).

Emosyonel/ Öfke/ İrritabilite belirtileri anlamlı olmayan ancak insan, hayvan veya nesnelere saldırganlığı klinik

olarak anlamlı düzeyde olanların Amaçlı Saldırganlık, hem Emosyonel/ Öfke/ İrritabilite belirtileri hem de

saldırganlığı klinik olarak anlamlı düzeyde olanların ise Tepkisel Saldırganlık gösterebileceği kabul edilmiştir.

İstatistiksel değerlendirme

Bu çalışmada anksiyete, AD ve YDB ilişkisinin değerlendirilmesi için SPSS 20.0- AMOS programı ile

uygulanan Yapısal Eşitlik Modeli (YEM) kullanılmıştır. Anlamlılık değeri 0.05 olarak belirlenmiştir (Çift-

yönlü).

Sonuç: Çalışma örneklemine ortalama yaşı 11.1 ± 2.6 ( Yaş aralığı 8– 17) olan 224 (% 82.0) erkek, 50 (% 18.0)

kız toplam 274 olgu dahil edilmiştir. Kız ve erkeklerin ortalama yaşları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir

fark bulunmamaktadır. Çocukların büyük çoğunluğu ilköğretim (n = 232, % 85.0) küçük bir bölümü ise lise (n =

42, %15.0) öğrencisidir.

YEM uygulandığında, cinsiyet ve anksiyete duyarlılığı arası olumlu ve çift yönlü ilişki olduğu, buna karşılık

anksiyete duyarlılığının anksiyete düzeyi ile olumlu ve tek yönlü ilişki gösterdiği görülmüştür (Şekil 1).

Anksiyete duyarlılığının bilişsel bileşenleri insanlara yönelik amaçlı saldırganlıkla olumsuz ilişki göstermektedir.

Dikkat eksikliği belirti puanları nesnelere yönelik amaçlı saldırganlıkla ve insan, hayvan ve nesnelere yönelik

olabilen tepkisel saldırganlıkla olumlu ilişkilidir. Hiperaktivite belirti puanları ise sadece tepkisel saldırganlıkla

(insan, hayvan veya nesnelere) olumlu olarak ilişkili bulunmuştur. YEM sonuçlarına göre amaçlı ve tepkisel

saldırganlık birbirlerinden büyük ölçüde ayrışmaktadır (p = .013).

Yorum: Bu çalışmada anksiyete duyarlılığının bilişsel belirtilerinin amaçlı saldırganlık açısından koruyucu

olabileceği ancak tepkisel saldırganlıkla ilişkisiz olduğu saptanmıştır. DEHB daha çok tepkisel saldırganlığı

artırarak etki gösteriyor gibi görünmektedir. Bu çalışma anksiyete, AD ve saldırganlık ilişkisini YEM kullanarak

inceleyen yazındaki ilk çalışma olmakla birlikte sınırlılıkları da bulunmaktadır. Bulgularımızın daha geniş

örneklemlerle desteklenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.

SB – 06 ÇOCUK GELİŞİMİ PROGRAMI ÖĞRENCİLERİNİN BENLİK SAYGISI

İLE ANNE BABAYA BAĞLANMA ÖZELLİKLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN

İNCELENMESİ

F. Elif Kılınç* ,Tülay Şener**

*AİBÜ Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü, Bolu, [email protected]

**Çağdaş Eğitim Kooperatifi Özel Beşevler Anaokulu,, Bursa, [email protected]

Özet

Amaç: Benlik saygısı, bireyin kendisini yetenekli, önemli, başarılı ve değerli biri olarak algılama derecesidir.

Benlik, kişinin başkalarının kendisine nasıl tepkide bulunduğu ile ilgilenmesinin bir sonucu olarak sosyal

iletişim içinde ortaya çıkmaktadır. Kişiliğin temellerinin atıldığı aile ortamında kazanılan deneyimler kişinin

benlik kavramının gelişiminde son derece etkilidir. Ancak benlik saygısı ergenlik döneminde önem kazanan bir

boyuttur. Bu dönemde geliştirilen benlik saygısı bireyin erken yıllardan itibaren ona sunulan yaşantının bir

sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle araştırmada bireyin algısı açısından anne babasıyla kurduğu ilişki

örüntüsü ile benlik saygısı arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Araştırmanın amacını gerçekleştirmek için betimsel yöntem kullanılmıştır. Çalışma grubunu Uludağ

Üniversitesi Yenişehir İbrahim Orhan Meslek Yüksekokulu’na devam eden Çocuk Gelişimi Programı 1. ve 2.

Sınıf öğrencilerinden 117 öğrenci oluşturmaktadır. Araştırmada, veri toplama aracı olarak “Kisisel Bilgi Formu”,

“Coopersmith Benlik Saygısı Envanteri” ve “Ana-Babaya Bağlanma Ölçeği” kullanılmıştır.

Sonuçlar: Araştırma sonuçları üniversite öğrencilerinin benlik saygısının anne babaya ilişkin görüşlerine göre

farklılaşıp farklılaşmadığı t-testi ile analiz edilerek, sonuçlar literatür ışığında tartışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Çocuk Gelişimi, Benlik Saygısı, Anne Babaya Bağlanma

SB – 07 YENİDOĞANLARDA KAN OKSİJEN SATURASYON DEĞİŞİMİ VE

Page 32: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

32

ANNELERİN BAĞLANMA BİÇİMİ

Yrd. Doç. Dr. Gonca ÇELİK*, Yrd. Doç. Dr. Ferda ÖZLÜ**, Doç. Dr. Ayşegül TAHİROĞLU*, Prof. Dr. Ayşe

AVCI*, Prof. Dr. Mehmet SATAR**, Ar.Gör.Dr. İpek SÜZER **,Hem. Salime Kılınç**, Hem. Mehtap UZEL*

*Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı Hastalıkları

** Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan Kliniği

Amaç: Intrauterin dönemden dış dünyaya geçişte bakımverenin gözetiminde bebek yeni çevreyle denge kurmak

durumundadır. Bu dengenin sağlanmasında bebeğin fizyolojik ihtiyaçlarının fark edilmesi bağlanmanın temel

aşamasını oluşturur. Özellikle düşük doğum ağırlıklı bebeklerin ana kucağı ile bakım alması klasik yeni doğan

bakım şartlarına göre morbidite ve mortalite üzerine olumlu bulunmuştur. Bağlanma bozukluklarının kalıcı

olabilecek bedensel-ruhsal sonuçlarının öngörülmesine karşılık yaşamın ilk anlarında bağlanmanın herhangi bir

fizyolojik göstergesi ile ilgili henüz yeterli çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışma yeni doğan yoğun bakımda

görevli hemşirelerin anne ile temas sonrasında bebek kan oksijen saturasyonunda bireysel farklılıkların olduğu

gözlemine dayanarak planlanmıştır. Çalışmanın amacı, annelerin bağlanma biçimi, anksiyete, depresyon

düzeyleri ile temas sonrası bebeklerin kan oksijen saturasyonu değişiminin olası ilişkisinin araştırılmasıdır.

Yöntem: Çalışmaya toplamda 37 anne ve bebeği dahil edilmiştir. RSQ (İlişki Ölçekleri Anketi), YİYE (Yakın

İlişkilerde Yaşantılar Envanteri), Süreklilik Durumluluk Kaygı Envanterleri, Hamilton Anksiyete ve Hamilton

Depresyon ölçekleri doldurulmuştur. Bu gözlemin olası karıştırıcı etkenlerini indirgemek amaçlı anemik olan,

ventilasyon desteği alan, ileri derecede konjenital anomalisi olan bebekler dışlanmıştır. Yeni doğan hemşireleri

küvözdeki bebeklerin anne ziyareti öncesi ve sonrasında ortalama oksijen saturasyonu, ağlamaları ile temas

süresi, temas sırasında babanın varlığı, annenin sözel iletişiminin olup olmadığı ve diğer sosyodemografik

değişkenleri kaydetmiştir. İstatistiksel analizler SPSS for Windows (16.0 versiyonu) ile yapılmıştır.

Sonuçlar: Temas sonrası oksijen düzeyinde artma olan grupta RSQ ölçeği güvenli bağlanma tipi n=13 iken

korkulu ve kaygılı bağlanma yoktu. (p=0,027) Benzer biçimde güvenli bağlanma alt grup ortalaması korkulu ve

saplantılı bağlanma alt grup puanlarına oranla yüksekti (49.1±16.8;41.6±6.1;35.8±7.5 p=0,003). STAI 1

ortalaması oksijen artışı olan grupta oksijen düzeyinde azalma olan ve değişiklik olmayan diğer iki gruba göre

daha düşüktü. (39.8±4.5; 46.8±8.2; 43.0±6.4 p=0,025 ) oksijen saturasyonu artan grupta anne bebek temas süresi

diğer iki gruba oranla daha fazlaydı. (21.3±19.3; 10.0±5.0; 10.0±4.6 p=0,098). Temas sonrası ağlamanın olduğu

grupta annelerin HAM A şiddetli grupta n=4 hasta var iken orta ve hafif anksiyete gruplarında hasta olmadığı

gözlendi.( p=0,042)

Yorum: Bu çalışmanın sonucu ile bebekte görülen oksijen saturasyonu, ağlama gibi değişkenler ile annenin

bağlanma biçiminin anne bebek etkileşiminin kalitesini fizyolojik olarak öngörebildiği düşünülmüştür. Doğum

sonrası bebek ile fiziksel temasın bir an önce ve konforlu biçimde sağlanmasının bağlanma biçimine kalıcı

olabilecek etkilerine yönelik yenidoğan yoğun bakım servisleri ile geniş örneklemli izlem programlarının

geliştirilmesi önerilmektedir.

SB – 08 RİSKLİ GEBELİKLERDE PRENATAL BAĞLANMA VE İLİŞKİLİ

ETMENLER: BİR ÖN ÇALIŞMA

Ömer Faruk Akça*, Harun Toy**, Rukiye Çolak Sivri*, Sabri Hergüner*

*Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

**Kadın Hastalıkları ve Doğum AD

Amaç: Anne-bebek ardındaki güvenli bağlanma bebeğin sosyal ve bilişsel gelişiminin yanı sıra bebeğin

erişkinlik döneminde diğer insanlara olan bağlanmasını da etkilemektedir. Prenatal dönemde annenin bebeğine

olan bağlanması, doğum sonrası bağlanmayı ve bebekle ilgili algı ve düşüncelerini öngörmektedir. Prenatal

dönemde anne-bebek ilişkisini araştıran çalışma sayısı oldukça sınırlıdır. Bu çalışmada bebeğini kaybetme riski

bulunan anne adaylarının bebeklerine olan bağlanmaları ve bağlanmayı etkileyen faktörlerin araştırılması

amaçlanmıştır.

Yöntem: Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda takip edilen, 3. trimesterdeki

(28 – 34 hafta arasında) gebelerden, araştırmaya katılmayı kabul eden, riskli gebeliği bulunan 40 anne adayı ve

gebeliğinde herhangi bir risk bulunmayan 40 anne adayı olmak üzere toplam 80 kişi araştırmaya alınmıştır.

Araştırmanın dışlama kriterleri olarak her iki grup için de; riskli gebelik nedeni olarak belirtilenler dışında kronik

bir hastalığının olması, son 6 ay içinde psikiyatrik tedavi almış olmak ve ilkokulu bitirmemiş olmak olarak

belirlenmiştir. Araştırma kapsamında katılımcılara Sosyodemografik Veri Formu, Prenatal Bağlanma Ölçeği,

Edinburgh Depresyon Ölçeği ve Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri uygulanmıştır. İki gruptaki anne adayları bu

ölçeklerden aldıkları puan bakımından karşılaştırılmıştır. Ayrıca Edinburgh Depresyon Ölçeği’nden 12’den

Page 33: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

33

yüksek puan alan anne adaylarının depresyon tanısı aldığı varsayılarak depresyon tanısı alma bakımından iki

grup karşılaştırılmıştır.

Bulgular: Riskli gebeliği olan (RG) ve gebeliğinde herhangi bir risk bulunmayan normal gebelik sürecindeki

(NG) anne adayları yaş, gebelik haftası ve eğitim düzeyleri bakımından karşılaştırılmış ve gruplar arasında

farklılık saptanmamıştır (p>0.05). Anne adaylarının bebeklerine olan bağlanmaları karşılaştırıldığında, RG anne

adaylarının bağlanma puanlarının NG anne adaylarından daha yüksek olduğu (t=3.5, p=0.001), ayrıca RG anne

adaylarının NG anne adaylarına göre daha yüksek düzeyde depresif belirti gösterdikleri belirlenmiştir (t=3.0,

p=0.003). RG bağlanma puanları ortalaması 2.45 (±0.44), NG bağlanma puanları ortalaması 2.09 (± 0.48) olarak

belirlenmiştir. Edinburgh Depresyon Ölçeği puanları ortalaması RG için 11,8 (±5.8), NG için 8 (±5.3) olarak

belirlenmiştir. RG Durumluk ve sürekli kaygı düzeyleri bakımından karşılaştırıldığında sürekli kaygı düzeyleri

bakımından iki grup arasında anlamlı farklılık saptanmazken (t=0.8, p=0.41), durumluk kaygı düzeyleri RG anne

adaylarında daha yüksek olarak bulunmuştur (t=2.3, p=0.02). Sürekli kaygı envanteri ortalaması RG için 44

(±7.3), NG için 42.6 (±8.1), Durumluk kaygı envanteri ortalaması RG için 42.1 (±11.1), NG için 36.5 (±9.5)

olarak belirlenmiştir. Edinburgh Depresyon Ölçeği’ne göre RG’daki anne adaylarının 23’ü, NG’daki anne

adaylarının ise 4’ü depresyon tanısı almıştır ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı olarak bulunmuştur

(x2=13.8, p<0.001).

Yorum: Bu çalışmanın sonuçlarına göre RG anne adaylarının depresif belirtilerinin daha şiddetli olmasına

rağmen bebeklerine olan bağlanmaları daha güçlüdür. Bebeğini kaybetme ihtimali nedeniyle annelerin

bebeklerine daha güçlü bağlanmaları bu bulguyu açıklayabilir. Ayrıca RG anne adaylarının sürekli kaygı

düzeyleri NG anne adayları ile benzer düzeylerde iken durumluk kaygı düzeylerinin daha yüksek olması

bebeğini kaybetme riskinin kaygıda artışa neden olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Çalışmamızın sonuçları

riskli gebeliği olan anne adaylarının depresyon ve kaygı belirtileri açısından değerlendirilmesi ve gerektiği

durumlarda psikiyatri kliniklerine yönlendirilmesini önermektedir.

SB – 09 Bir Üniversite Hastanesinin Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Anabilim Dalı Okul Öncesi Çocuk Polikliniğine Getirilen Kız ve Erkek Çocukların Anne

ve Babalarında Depresif Belirtiler, Savunma Biçimleri ve İlişkili olduğu Özellikler: Bir

Ön Çalışma

Zehra Topal*, Nuran Demir*, Taha Can Tuman**, Didem Yağcı Yetkiner***, Özlem Şeyda Uluğ***, Ali Evren

Tufan*

*Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

**Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

***Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

Amaç: Okul öncesi çocuklarda duygulanım ve davranım sorunları yaygınlıkları, süreğen olma olasılıkları,

gelişime etkileri ve erken tanı, destek ve koruyucu ruh sağlığı bakımından önemleri nedeniyle gün geçtikçe daha

çok araştırılmaktadır . Bu yaş grubundaki araştırmalar daha çok dışa yönelim sorunlarına odaklanmıştır. Türkçe

yazında Ayrılık Kaygısı Bozukluğu tanısı alan çocuklar ve annelerinde mizaç özellikleri üzerine yürütülmüş

araştırmaların dışında ebeveynlerin depresif belirti şiddeti, kullandıkları savunma biçimleri ve çocuklarındaki

mizaç özellikleri arasındaki ilişkilere odaklanan herhangi bir araştırmaya rastlanamamıştır.

Yöntem: Kesitsel düzendeki, geriye dönük bu araştırmanın evrenini AİBÜ Tıp Fak. Hastanesi ÇERSAH AD

Okul Öncesi Çocuk polikliniğine 2012 yılı Temmuz ve Aralık ayları arasında başvuran 150 hasta oluşturmuştur.

Bu hastalar arasında Sağlık Kurulu Raporu almak üzere başvurmamış, süreğen nörolojik/ tıbbi hastalığı olmayan,

en az üç görüşme yürütülmüş, 3- 6 yaş arası 24 çocuğun (16.0 %) verileri değerlendirilmiştir. Değerlendirme

görüşmesinin ardından Anne ve Babalar kendileri için Beck Depresyon Envanteri, Savunma Biçimleri Testi ve

Aile Değerlendirme Ölçeği’ ni, çocukları için de DEHB ve Yıkıcı Davranım Bozuklukları Belirtilerinin Okul

Öncesi Dönem Tarama ve Değerlendirme Ölçeği ve Çocuk Davranış Listesi Kısa Formu’nu doldurmuşlardır.

Çocukların gelişimsel olarak değerlendirmesi için Ankara Gelişimsel Tarama Envanteri (AGTE) uygulanmıştır.

İstatistiksel analizlerde Ki Kare, Mann- Whitney U ve Spearman non-parametrik korelasyon testi uygulanmıştır.

Tüm analizler araştırıcı olarak planlanmış ve P 0.05 olarak alınmıştır.

Sonuç: Araştırmaya yaşları ortancası 44.0 ay (Çeyrekler arası Aralık, IQR = 15.0 ay) 24 çocuk dahil edilmiştir

(% 54.2 Erkek). Anne ve babaların yaşlarının ortancaları ise sırasıyla 32.0 (IQR= 9.0) ve 35.0 (IQR= 11.0) yıl

olarak saptanmıştır. Çocukların çoğunlukla çekirdek aile içerisinde büyütüldükleri ve ilk çocuk oldukları

görülmüştür (her iki değişken için % 70.8). Erkek ve kız çocukların ve ebeveynlerinin sosyodemografik

özellikleri bakımından anlamlı fark saptanamamıştır. Beş olgunun annesinin hamilelik döneminde tıbbi/ ruhsal

sorunlar yaşadığı (% 20.8), iki olgunun miadından önce doğduğu ve doğum sonrası sorunlar yaşadığı (% 8.3),

annelerin çoğunlukla sezaryenle doğum yaptığı (% 62.5) saptanmıştır. Poliklinik başvurusu olan annelerin

sadece birinde (% 4.2) doğum sonrası dönemde Major Depresif Bozukluk öyküsü saptanabilmiştir.

Page 34: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

34

Erkek ve kız çocukların doğum ağırlıkları, gelişim basamakları ve AGTE ile değerlendirilen gelişim düzeyleri

arasında anlamlı fark saptanamamıştır. ADÖ ile değerlendirildiğinde, polikliniğe getirilen çocukların ailelerinin

gereken ilgi, duygusal tepkiler, ve sorun çözme alanlarında sorun yaşayabildikleri görülmüştür. Erkek ve kız

çocukların ADÖ ile değerlendirilen aile işlevleri, anne ve babaların BDE ve SBT-40 ölçeklerinden aldıkları puan

ortancaları arasında anlamlı fark saptanamamıştır. Kız çocukların ÇDL-KF ile değerlendirilen mizaç alt

boyutlarından rahatsızlık ve mutsuzluk alanlarında erkek çocuklara göre anlamlı ölçüde daha yüksek puan

aldıkları görülmüştür.

Yorum: Bulgularımız, okul öncesi polikliniğe getirilen çocukların ailelerinde gereken ilgiyi gösterebilme,

duygusal tepkiler verme ve sorun çözme alanlarında sorun yaşanabileceğini düşündürmektedir. Kız çocuklar

mizaç alt boyutlarından rahatsızlık ve mutsuzluk alanlarında erkek çocuklara göre anlamlı ölçüde daha yüksek

puan almaktadır. Okul öncesi çocukların ebeveynlerinin, özgün tanılar için belirtileri eşik altında kalsa dahi

psikopatoloji, savunma düzenekleri ve aile işlevleri açısından değerlendirilmeleri önemli olabilir. Bulgularımızın

daha geniş örneklemlerle, uzunlamasına ve çok merkezli olarak yürütülecek araştırmalarla desteklenmesine

ihtiyaç duyulduğu söylenebilir.

SB – 10 ÇOCUKLUK ÇAĞI TRAVMASI VE KOMPLEKS PTSD

Dr.Veysi ÇERİ

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Amaç: Post Travmatik Stress Bozukluğundan farklı bir tanı olup travma alanında çalışan uzmanlarca PTSD’den

daha sık görüldüğü ve daha kronik bir gidişat sergilediği belirtilen ‘Kompleks PTSD’’ ile ilgili güncel literatürün

gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Çocuklarda Kompleks PTSD ile ilgili literatur araştırması yapılarak, konu ile ilgili güncel makale ve

çalışmalar gözden geçirildi, travma alanında çalışan uzmanların kompleks PTSD ile ilgili değerlendirmelerine

başvuruldu. Elde edilen veriler powerpoint sunumu eşliğinde sözel olarak sunulmak üzere hazırlandı .

Sonuç: Çocukluk çağında uzun sureli fiziksel ya da seksüel istismar/travma’ya maruz kalmış olup, ruhsal sekel

edinmiş kişilerin bir çoğu PTSD kriterlerini tam olarak karşılamamaktadır. Erken yaşlarda, uzun süreli maruz

kalınan, özellikle kişilerarası etkileşim/ilişki kaynaklı travma(lar)ın, psikolojik işlevsellik ve bütünlük üzerine

etkisi PTSD semptomatolojisinin oldukça üzerindedir. Duygusal labilite, öfke kontrolü, dissosiyatif semptomlar,

somatizasyon, karakter patolojisi ve psikiyatrik tedaviye direnç gibi bir çok durumun bu doğadaki travma(lar)

ile ilşkili olduğu görülmektedir.

Page 35: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

35

POSTER BİLDİRİLERİ

Page 36: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

36

PB-001 ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI HASTALIKLARI POLİKLİNİĞİNE

BAŞVURAN HASTALARIN WISC-R PUANLARI İLE İLİŞKİLİ ÖZELLİKLER

Abdurahman Cahid Örengül, Ender Atabay, Alperen Bıkmazer, Zeynep Yazıcı, Neşe Perdahlı Fiş

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

[email protected]

AMAÇ: Zeka, genetik ve çevresel faktörlerden etkilenebilen önemli bir yetidir. Çevresel değişkenler, aile

genişliği, sosyoekonomik durum, ebeveyn eğitim düzeyi gibi faktörleri içermektedir. Wechsler Çocuklar İçin

Zekâ Ölçeği (WISC-R) Çocuk Psikiyatrisi polikliniklerinde ve araştırmalarda çocuğun bilişsel becerilerini

belirlemek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Farklı tanı gruplarında özellikle alt test profilleri

değişebilmektedir. WISC-R uygulanma sürelerini kısaltabilmek için çeşitli kısa formlar oluşturulmuştur. Bu

formlar tüm testleri uygulamanın mümkün olmadığı zamanlarda tarama amaçlı kullanılmak üzere geliştirilmiştir.

Bunlar arasında Kaufman formülü dört alt test, Kennedy-Elder formülü ise beş alt test üzerinden toplam zeka

skoru vermektedir. Bu çalışmada öncelikle Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine Başvuran

hastaların WISC-R puanları ve ilişkili özelliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. İkinci amaç ise ve Kaufman ile

Kennedy-Elder metodlarına göre hesaplanan toplam skorların orijinal WISC-R toplam skorlarını yordama

gücünün değerlendirilmesidir.

YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’ne 2012

yılında başvurmuş WISC-R uygulanmış 94 olgunun WISC-R profilleri ve sosyodemografik özellikleri

değerlendirilmiştir. Hastaların Kaufman ve Kennedy-Elder’ in kısa formlarına göre WISC-R toplam skorları

hesaplanıp orijinal WISC-R toplam skoru ile karşılaştırılmıştır. İstatistiksel analizler SPSS (17.0) paket programı

ile yapılmıştır.

SONUÇ: Çalışmaya alınan çocukların ortalama yaşları 10 (± 2,5) yıldı. Çocukların %64’ ü erkekti.

Çocukların % 6,4’ünde orta düzeyde zeka geriliği, %18,1’inde hafif düzeyde zeka geriliği, %41,5’inde

sınırda/donuk zihinsel kapasite, %22,3’ ünde normal zeka, %11,7’sinde parlak zeka düzeyi saptanmıştır.

Babası lise ve üzerinde eğitimli olanların sözel puanları anlamlı olarak (p= 0,03) daha yüksekti. Ancak anne

eğitimi, doğum kilosu, doğum komplikasyon olup olmaması ve yürüme zamanı ve tuvalet eğitimi zamanıyla

WISC-R puanları arasında ilişki bulunmamıştır. Çocuğun cümle kurmaya başladığı zamanla benzerlikler (r=-

0,416, p= 0,001), sözcük dağarcığı (r=-0,327, p= 0,001), yargılama (r=-0,266, p=0,038) alt testleri ve sözel IQ

arasında anlamlı negatif korelasyon (r=-0,364, p= 0,004) bulundu. Toplam zeka puanları ile WISC-R Kaufman

formülü (r=96,6, p<0,001) ve Kennedy-Elder formülü arasında (r=96,5, p<0,001) istatistiksel olarak anlamlı

pozitif korelasyon saptandı.

YORUM: Baba eğitimi ve çocuğun erken cümle zamanı sözel zeka ile ilişkili bulunmuştur. Ek olarak, yazın

bilgisinde adları sıkça geçen Kaufman ve Kennedy-Elder kısaltılmış WISC-R formüllerinin ülkemiz klinik

örneklemlerinde de tarama amaçlı kullanım için uygun olabileceğini düşünüldü. Ancak daha geniş klinik

gruplarda da bulguların tekrarlanması gerekmektedir.

PB-002 DEHB’Lİ ÇOCUKLARDA TV VE BİLGİSAYAR MARUZİYET SÜRELERİ

VE İLİŞKİLİ FAKTÖRLERİN ARAŞTIRILMASI

Abdurahman Cahid Örengül*, Alperen Bıkmazer*,Leyla Ezgi Tüğen*, Pınar Ay**, Ayşe Rodopman Arman*

* Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

** Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı

[email protected]

AMAÇ: Medya araçlarının yaygın olarak kullanılmasıyla birlikte çocuklar üzerindeki etkilerinin bilinmesi önem

kazanmaktadır. Okulöncesi dönem çocuklarında dikkat problemleri ve aktivite seviyesiyle televizyon (TV)

izleme süreleri arasında ilişki olduğu gösterilmiştir. Ayrıca günde 1 saatten fazla bilgisayar ya da video oyunları

oynayan çocuklarda daha fazla dikkat problemleri görüldüğü bildirilmiştir. İlkokul çocuklarında Dikkat Eksikliği

Hiperaktivite Bozukluğu(DEHB) ile internet kullanımı ilişkisi olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada DEHB'li

çocuklarda günlük TV ve bilgisayar kullanım süreleri ve ilişkili faktörlerin belirlenmesi ve yaş ve cinsiyet olarak

eşleştirilmiş DEHB’si olmayan çocuklarla karşılaştırılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmanın örneklemini Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk ve Ergen ruh sağlığı ve hastalıkları

Kliniği’nde DEHB tanısı ile izlenen 8-15 yaş arasındaki araştırmaya katılmaya gönüllü olan 48 çocuk

oluşturmuştur. Çalışmanın kontrol grubunu ilköğretim öğrencileri arasından ebeveynlerine DSM-IV tabanlı

DEHB değerlendirme listesi ve sosyodemografik form doldurtularak seçilen sağlıklı çocuk grubu

Page 37: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

37

oluşturmuştur. Hazırlanan sosyodemografik form ile sosyodemografik veriler ile TV ve bilgisayar kullanımı ile

ilgili bilgiler derlenmiş, Çocuklar İçin Duygulanım Bozuklukları Ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi Ve

Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu (K-SADS-PL, Kiddie-Schedule for Affective Disorders and

Schizophrenia-Present and Lifetime Version) ile psikiyatrik tanılar saptanmıştır. İstatistiksel analizler SPSS

(17.0) paket programı ile yapılmıştır.

SONUÇ: DEHB’li çocukların (n=48) yaş ortalaması 10,5 (± 1,8) yıl, kontrol grubunun(n=53) yaş ortalaması 9,7

(± 0,5) yıldı. DEHB’li çocukların %85’i erkek, kontrol grubunun %87’ si erkekti. DEHB’li çocukların %58’i

günde 3 saat ve üzerinde TV izlerken bu oran kontrol grubunda %30’du ve aradaki fark istatistiksel

olarak(p=0,03) anlamlıydı. DEHB’li çocukların %25’i günde 3 saat ve üzerinde bilgisayar oynarken kontrol

grubunda bu oran %19’du ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. DEHB’li çocukların %50’si günde

toplam 4-6 saatini TV ve bilgisayar başında geçirmekteyken, bu oran kontrol grubunda %25’ti. DEHB’li

çocuklarda bilgisayar oynama süreleri TV izleme süreleriyle ilişkili değilken, normal örneklemde ilişkili

(p=0,002) bulundu. Her iki grubun da TV izleme ve bilgisayar oynama süreleri ders başarısıyla ilişkili değildi.

Çocukların TV izleme ve bilgisayar oynama süreleri ile ebeveynlerin yaş, eğitim durumu, gelir düzeyi ve

çocukların odasında TV ya da bilgisayar olup olmaması arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır.

YORUM: Çalışmamızda, DEHB’si olan çocukların DEHB’si olmayan çocuklara göre daha fazla TV izlediği

bulunmuştur. Ancak bu durum ders başarısı ve sosyodemografik değişkenler ile ilişkili bulunmamıştır. Özellikle

DEHB’li çocukların önemli bir kısmının günde 4 saatten fazla TV ve bilgisayar kullanımı olduğu göz önünde

bulundurulursa DEHB’li çocuklarda medya kullanımının etkileri konusunda daha fazla araştırma yapılması

gerekmektedir.

PB – 003 DSM-V’İN BELİRLEDİĞİ DEHB RESTRİKTİF ALT TİPİ GEÇERLİ BİR

TANI MI? DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞUNUN

YÜRÜTÜCÜ İŞLEVLER, GENETİK VE ÇOKLU BEYİN GÖRÜNTÜLEME

YÖNTEMLERİYLE BÜTÜNSEL DEĞERLENDİRİLMESİ

Ali Bacanlı1, Serkan Süren1, Kemal Utku Yazıcı1, Buket Kosova2, Duygu Aygüneş2, Cem Çallı3, Cahide Aydın1,

Eyüp Sabri Ercan1 1E.Ü.T.F. Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2E.Ü.T.F Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, 3E.Ü.T.F

Radyoloji Anabilim Dalı

AMAÇ: Bu araştırmanın amacı alt tipleri çok iyi belirlenmiş, geniş bir DEHB örnekleminde yürütücü

işlevlerinin bilgisayarlı bir test baterisiyle değerlendirilmesi sonrasında genetik skorlama yapılması ve en son

olarak genetik skorlamaya göre sınıflandırılan olguların çoklu beyin görüntüleme yöntemleriyle incelenmesidir.

Bu bağlamda genetik risk faktörüne göre sınıflandırılmış DEHB’li olguların fMRI yöntemiyle bilişsel görev

esnasında DEHB patofizyolojisiyle ilişkilendirilmiş beyin bölgelerinin aktivasyonu, DTI yöntemiyle bu bölgeler

arasındaki beyaz cevherin mikrostrüktürel yapısının ve ASL yöntemiyle perfüzyonun değerlendirilmesi

amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmamızın örneklem grubu, 8-15 yaş arası, 300 olgudan oluşmuştur (100 DEHB Bileşik Tip, 50

Dikkat Eksikliği, 50 Restriktif, 100 sağlıklı kontrol). Çalışmaya katılan tüm olgulara bilgisayarlı nöropsikolojik

test bataryası uygulanmış ve DRD4 ve DAT 1 genotiplerine göre genetik skorlama için tükrük örneği alınmıştır.

Genetik skora göre sınıflanan 96 olgu (her tanı grubundan 24 olgu) fMRI, DTI ve ASL’den oluşan multimodal

görüntülemeye alınmıştır.

BULGULAR: Çalışmada yer alan olguların nöropsikolojik test bataryası sonuçlarına göre kontrol grubu ve

DEHB olan olguların tüm alt testlerde anlamlı olarak farklılaştığı belirlenmiştir. DEHB alt tipleri ayrı ayrı ele

alındığında, DEHB restriktif tipin psikomotor hız ve reaksiyon süresi alt testlerinde diğer DEHB olgulardan

anlamlı olarak daha yavaş oldukları, çoklu dikkat testinde ise bileşik tipin en fazla bozulma yaşadığı

belirlenmiştir. Continous Performance Testte restriktif tip olguların omisyon, bileşik tip olguların ise daha fazla

komisyon hatası yaptığı belirlenmiştir.

DRD4 geni 7. tekrarlayan aleli ve DAT 1 geni 10. tekrarlayan alelinin homozigot olmasına göre kontrol ve tanı

grupları arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Kontrol ve DEHB olan olgular alt tiplere ayrılarak

karşılaştırıldığında DRD4 geni 7. tekrarlayan alelinin restriktif tipte diğer alt gruplardan anlamlı olarak daha sık

olarak bulunduğu belirlenmiştir.

Multimodal görüntüleme sonrasında DEHB olan olguların başta fronto-striatal ve occipital bölgeler olmak üzere

kontrol grubundan farklılaştığı belirlenmiştir. fMRI’da Restriktif tip olguları, DE baskın tip olgularına kıyasla

NoGo (inhibisyon) görevi esnasında özellikle occipital ve parietal bölgelerde, Go (dikkati sürdürme) görevi

esnasında ise yine occipital ve parietal bölgelerle birlikte daha yaygın alanlarda (frontal, temporal ve subkortikal

Page 38: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

38

bölgelerde) aktivasyon artışı anlamlı derecede farklılaşmıştır. Restriktif tip olgularında NoGo görevi esnasında

sadece occipital ve parietal bölgelerde aktivasyon artışlarında farklılaşma var iken asıl sorun yaşadıkları dikkati

sürdürme ile ilgili Go görevi esnasında daha yaygın aktivasyon görülmüştür. Restriktif tip olgularının DTI’da da

kontrol grubuna kıyasla AD (aksial difüzite) değerlerinde bahsedilen alanlar arasındaki beyaz cevher

projeksiyonlarında yapısal farklılıklar gösterdiği, ASL’de ise bahsedilen alanlarının perfüzyonunun Kombine tip

olgularına göre daha fazla artış olduğu saptanmıştır.

TARTIŞMA: Bu çalışmada, DEHB’nin etiyolojisine bütünsel bir yaklaşımla DTI ile yapısal, fMRI ile

fonksyonel ve ASL yöntemi ile perfüzyonel olarak saptanabilecek olası farklılıkların; DEHB’de en önemli aday

genler olan DRD4 ve DAT1 ile ilişkisinin yordandığı ve temel patoloji olan yürütücü işlevlerin de

değerlendirildiği literatürdeki ilk çalışmadır. Çalışmamız aynı zamanda DSM-V için önerilen DEHB-Restriktif

tipinin kapsamlı olarak araştırıldığı ve diğer alt tiplerden farklılaştığı nöropsikolojik, genetik, yapısal ve

fonksiyonel özelliklerinin gösterildiği yazındaki ilk çalışmadır.

PB – 004 8-12 YAŞ GRUBU ÇOCUKLARDA ENÜREZİS NOKTURNA’NIN YAŞAM

KALİTESİ ÜZERİNE ETKİSİ

Ali Güven Kılıçoğlu, Caner Mutlu, Mustafa Kayhan Bahalı, Hilal Adaletli, Hatice Güneş, Handan Metin,

Hamiyet İpek Toz, Özden Şükran Üneri

Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Kliniği

AMAÇ: Enürezis nokturna çocuk psikiyatrisi klinik pratiğinde sık karşılaşılan, çocuk ve ailenin yaşantısını

önemli ölçüde etkilediği düşünülen bir bozukluktur. Bu çalışmada 8-12 yaş grubu çocuklarda enürezis

nokturnanın anne ve kendileri açısından yaşam kalitesi algısı üzerine etkileri ve enürezis nokturnalı çocukların

yaşam kaliteleri ile ilgili algılarının sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmaya 02.01.2012-31.12.2012 tarihleri arasında polikliniğimize gece alt ıslatma şikayetiyle

başvuran ve DSM-IV- TR’ye göre enürezis nokturna tanı kriterlerine uyan 8-12 yaş arasındaki 74 çocuk ve

annesi araştırma grubuna alınmıştır. Kontrol grubuna ise 101 sağlıklı çocuk ve annesi dahil edilmiştir. Her iki

gruptaki çocuklardan Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKÖ) çocuk formunu, annelerden ise ÇİYKÖ-

anne baba formunu doldurmaları istenmiştir. SONUÇ: ÇİYKÖ puanları açısından annelerin ve çocukların yapmış olduğu değerlendirmelerin her ikisinde de

enürezis nokturnalı çocukların fiziksel sağlık, psikososyal sağlık ve ölçek toplam puanları açısından kontrol

grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük olduğu saptanmıştır (p<0.05).

YORUM: Yazında enürezisin benlik saygısı üzerine olumsuz etkisi olduğu ve bir stres faktörü olarak

değerlendirilmesi gerektiği belirtilmektedir. Bununla birlikte çocuklarda enürezis nokturnanın yaşam kalitesi

algısı üzerine etkisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Ulaşabildiğimiz kadarıyla çalışmamız Türkiye’de bu

konuyla ilgili yapılan ilk çalışmadır. Çalışma sonuçlarımız ışığında 8-12 yaş grubu çocuklarda, enürezis

nokturnanın yaşam kalitesini ciddi bir şekilde olumsuz etkilediği söylenebilir.

PB – 005 DİKKAT EKSİKLİĞİ/ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU TANISI

KONULAN ÇOCUK VE ERGENLERDE ANKSİYETE, ANKSİYETE DUYARLILIĞI

VE YIKICI DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI İLİŞKİSİ: YAPISAL EŞİTİLİK

MODELLEMESİ

Ayhan Bilgiç*, Serhat Türkoğlu**, Özlem Özcan***, Ali Evren Tufan****, Savaş Yılmaz*, Tuğba Yüksel***

*Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

**Ordu Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Birimi

***İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

****İzzet Baysal Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

AMAÇ: Dikkat Eksikliği/ Hiperaktivite Bozukluğu’ nda (DEHB) anksiyete bozukluğu eş tanısı görülme sıklığı

yüksektir. Anksiyetenin DEHB ve DEHB’ye eşlik eden yıkıcı davranım bozukluklarının (YDB) klinik gidişini

etkilediği bildirilmiştir. Anksiyete duyarlılığı (AD) ise anksiyeteden farklı bir kavram olup, AD’nin bireyin

anksiyete belirtilerine duyarlılığını yansıtan yapısal bir özellik olduğu kabul edilmektedir. Bu çalışmada, DEHB

tanısı alan çocuk ve ergenlerden oluşan bir klinik örneklemde anksiyete, AD ve YDB ilişkisinin

değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Page 39: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

39

YÖNTEM: Örneklem 8-17 yaş aralığında, yeni tanı konulmuş toplam 274 olgudan oluşturulmuştur. DEHB

belirti şiddeti Turgay- DSM-IV’ e dayalı Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları için Tarama ve

Derecelendirme Ölçeği (T-DSM-IV-Ö), Conners Ana-Baba Derecelendirme Ölçeği (CADÖ) ve Conners

Öğretmen Derecelendirme Ölçeği (CÖDÖ) kullanılarak değerlendirilmiştir. Çocuk ve ergenlerin AD ve

anksiyete belirti düzeyleri öz bildirim ölçekleri ile belirlenmiştir. Anksiyete, AD ve YDB arasındaki ilişki yapısal

eşitlik modeli (YEM) kullanılarak analiz edilmiştir.

SONUÇLAR: YEM uygulaması sonucunda, AD sosyal alt ölçek puanlarının T-DSM-IV-Ö ile belirlenen

davranım bozukluğu (DB) belirtileri üzerine negatif yordayıcılığının bulunduğu saptanmıştır. Öte yandan, DB

belirti düzeyinin ise anksiyete şiddeti üzerine pozitif yordayıcılığının olduğu gözlenmiştir.

YORUM: Bu sonuçlar, DEHB tanısı alan çocuk ve ergenlerde anksiyetenin sosyal alandaki belirtilerine yönelik

kişisel duyarlılığın davranım bozukluğu gelişimi açısından önleyici özelliklere sahip olabileceğini, davranım

bozukluğu belirtileri varlığının ise anksiyete bozukluğu gelişimi açısından bir yatkınlık faktörü olabileceğini

düşündürmektedir

PB-006 AİLELERİN KONSULTASYON VE LİYEZON PSİKİYATRİ

POLİKLİNİĞİNE BAKIŞ AÇILARI VE BEKLENTİLERİ: ÖN ÇALIŞMA

Burcu Atar, M. Burak Baytunca, H.Serpil Erermiş, Tuğba Donuk, Nagihan Demiral, Burcu Özbaran, Sezen Köse,

Tezan Köse, Cahide Aydın

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

AMAÇ: Konsültasyon-liyezon psikiyatrisi (KLP) tıbbi durumlar ile psikososyal durumlar arasındaki bağlantıyı

ve etkileşimi araştıran; fiziksel hastalıklara eşlik eden psikiyatrik ve psikososyal tanı, tedavi ve araştırmasında

genel tıp ile işbirliği içinde çalışan bölümdür. Bu ön çalışmada ailelerin pediatrik KLP polikliniklerine geliş

şekli, amacı ve ailelerin bu konudaki bilgi ve beklenti düzeylerinin araştırılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Bu çalışmada Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim

Dalı KLP polikliniğine 1 ay içinde başvuran hastalar değerlendirilmiştir. Oluşturulan özel bir form ile

sosyodemografik veriler, ailelerin KLP polikliniğine bakış açıları, beklentileri incelenmiştir.

BULGULAR: Şubat 2013’te KLP polikliniğine başvurup, formu uygun şekilde tamamlayan 62 hastaya ilişkin

veriler değerlendirilmiştir. Başvuran hastaların en küçüğü 6 en büyüğü 17 yaşında olup, yaş ortalaması 11,3 tür.

Hastaların çoğu kızdır.(%53,2) Hastaların çoğu polikliniğe ayaktan başvurmuş olup (%88,7) büyük çoğunluğu

(%90,3) konsültasyona geliş nedenlerini biliyorlardı. Hastaların en önemli yakınması dikkat ve akademik başarı

ile ilgili (%35,5) sorunlar olup, psikiyatri konsültasyonu istenmesine bağlı kaygıları yoktu (%75,8). Başvuruların

çoğunda kronik bedensel hastalık bulunmamakla birlikte (%33,9) en sık rastlanan bozukluk epilepsiydi. Çocuk

psikiyatrisi konsültasyonu istenen ailelerin yaklaşık olarak %25 i çocuklarının psikolojik bir sorunu olmadığını

düşünüyordu. En sık belirtilen ruhsal sorunlar ise sırasıyla umutsuzluk(%21), hareketlilik (%17.7) ve

içekapanıklık (%14,5) olarak sıralanmıştır. Ailelerin çocuk psikiyatrisinden beklentileri sorgulandığında ise en

başta ilaç tedavisi (%25,8),daha sonra hastalık hakkında nasıl davranacağını öğrenmek isteme (%22)

gelmekteydi. Ailelerin çoğu tedavide hekim görüşmesi istemekte (%66,1), daha sonra psikolog ile görüşme

(%25,8) ve diğer tedavi yöntemleri (grup terapisi ve uğraş tedavileri) %3,2 gelmekteydi.

TARTIŞMA VE SONUÇ: KLP temelde bedensel hastalığı olan çocuklara hizmet vermekle birlikte, bu çalışma

sonuçlarında olduğu gibi kronik hastalığı olmayan birçok çocuk da görülebilmektedir. Çocukta psikiyatrik belirti

dağılımı ve aile beklenti düzeyi literatür eşliğinde tartışılmıştır.

PB-007 ATOMOKSETİNİN TİROİD FONKSİYONLARI ÜZERİNE ETKİSİ

Canan Tanıdır1, İ. Cansaran Tanıdır2, Erkut Öztürk2, M. Kayhan Bahalı1, Hatice Güneş1, Hilal Doktur Adaletli1,

Özden Ş. Üneri1

Prof. Dr. Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Kliniği, İstanbul

İstanbul Mehmet Akif Ersoy Göğüs Kalp- Damar Cerrahisi ve Kardiyoloji E.A.H, Çocuk Kardiyoloji Kliniği,

İstanbul

AMAÇ: Atomoksetin dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tedavisinde kullanılan

stimulan dışı bir moleküldür. Görece yeni olan kullanımı nedeniyle tiroid fonksiyonları üzerine

yan etki profili kesin olarak bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı DEHB tanılı ve atomoksetin

kullanan çocuk ve ergenlerde, tiroid fonksiyonlarına atomoksetin etkisinin araştırılmasıdır.

Page 40: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

40

YÖNTEM: Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri

polikliniğinde ilk kez dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanısı konan ve atomoksetin tedavisi başlanan 38

hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Dosyalardan bulunarak not edilen, atomoksetin kullanımı

öncesi ve etkin doz sonrası tiroid fonksiyon değerleri istatistiksel olarak karşılaştırılmıştır.

BULGULAR: Tedavi öncesinde ve sonrasında ölçülen TSH, serbest T4 ve serbest T3 değerleri arasında

istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmamıştır. Bir olguda tedaviye başlandıktan 4 hafta sonra TSH

değerinde istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir artış olduğu ancak ilaç kesimi sonrası takipte normal sınırlara

gerilediği gözlenmiştir.

SONUÇ: Atomoksetin tedavisi kısa dönemde ve terapotik dozlarda çocuk ve ergenlerde tiroid fonkisyonlarında

bir değişime yol açmıyor gibi görünmektedir. Ancak olgu sayısının az olması, randomize olmayan bir örneklem

olması ve geriye dönük dosya taraması ile yapılan bir çalışma olması nedeniyle bu sonuçların dikkatle

değerlendirilmesi gerekmektedir.

PB-008 ‘YETER Kİ YESİN!’

Canem Kavurma*, Erhan Bayram**, Aylin Özbek*, Semra Hız***

* Araştırma Görevlisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D., İzmir.

** Uzm. Dr., Şanlıurfa Çocuk Hastalıkları Hhastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Şanlıurfa.

*** Prof.Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D, İzmir.

AMAÇ: Çocuklardaki "iştahsızlık" şikayeti ebeveynleri ve bununla birlikte profesyonelleri endişelendiren

polikliniklerde sık karşılaşılan başvuru nedenlerinden birisidir. Çocukluk döneminde görülen bir çok organik

patolojiye eşlik edebilen bir durum olabileceği gibi, altta yatan herhangi bir organik etiyoloji olmadan bazı

çevresel faktörlerin etkisi sonucunda iştahsızlık ortaya çıkabilmektedir. Bu çevresel faktörler içerisinde; yemeğin

yenildiği yer, yemeğin miktarı, sıklığı ve zamanlaması ile birlikte anne çocuk etkileşimi, ebeveynlerin yeme

stilleri ile çocuklarını besleme stratejileri yer almaktadır.

Bu çalışmada iştahsızlık yakınması ile başvuran ve bu yakınma ile ilişkili bedensel bir bozukluğu olmayan

çocuklarda (a) çocukların yemek zamanı özelliklerini araştırmak ve beslenmelerine etkilerini anlamak, (b)

ebeveynlerin çocuklarını beslenmede kullandıkları stratejilerini tanımlamak, bu stratejileri kullanma sıklıklarını,

çocukların bu stratejiler sonucunda yeme miktarlarındaki değişiklikleri belirlemek (c) ailelerin işlevselliklerini

(d) ve genel ebeveynlik tutumlarını belirlemek amaçlanmıştır.

YÖNTEM: 1 Şubat 2009 ve 1 Mayıs 2009 tarihleri arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi

Pediatri Polikliniği'ne çocuklarının "iştahsızlık" şikayeti nedeniyle endişelenen ve başvuran çocuklar ve

ebeveynler çalışmaya dahil edilmiştir.

İçleme Kriterleri:

1- Ebeveyninin çocuğunun en az bir aydır her çeşit besine veya belli besinlere karşı olan "iştahsızlık" şikayeti

nedeniyle endişeleniyor olması.

2-Çocukların 1-13 yaş arasında olması.

3-Çocuğun büyümesini etkileyecek, ağrıya sebep olacak veya yeme sırasında rahatsız olmasına neden olacak

herhangi bir fiziksel hastalığının olmaması.

4-Çocuğun yaygın gelişimsel bozukluk, mental retardasyon ve nörolojik hastalık tanısının olmaması.

5-Ebeveynde doğru yanıtlar vermesini veya görüşmeyi sürdürmesini engelleyici bir psikiyatrik rahatsızlığın

olmaması.

6- Çalışmaya katılmak için çocuğun ebeveyninin onam vermesi.

Çalışmaya dahil edilen çocuklarda fiziksel muayene, rutin biyokimya ve idrar testleri yapıldı.

"İştahsızlık" şikayetine sebep olabilecek organik etiyoloji dışlandıktan sonra çocuklar ve ebeveynleri ile ayrı

olarak bir çocuk psikiyatrisi tarafından klinik görüşme yapıldı. Bu klinik görüşmede; sosyodemografik

özellikler, yemek zamanı yapısı, ebeveynlerin yemek yedirme stratejileri ve çocukların bu stratejilere cevabı ile

ilgili bilgiler öğrenildi. Son olarak; bu ailelerin aile işlevsellikleri Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) ve

ebeveynlerin genel ebeveyn tutumları Aile Hayatı ve Çocuk Yetiştirme Tutumu Ölçeği (PARİ) ile değerlendirildi.

Veriler tanımlayıcı ve gruplar arasındaki farkların araştırıldığı istatistiksel analizler ile değerlendirildi.

SONUÇ: Çalışmaya katılan 52 çocuğun ortalama yaşı 68.4 aydı (12 - 156 ay). Çocukların 28'i (53.8%) kız iken

24'ü (46.2%) erkekti. Bu çocukların sosyodemografik özelliklerinde en dikkati çeken noktalar; %25'inin

doğumdan sonra medikal bir problem yaşaması ve %63.5'inin anne sütü alma zamanının 12 aydan uzun

olmasıydı. Bu çocuklarının % 46.2'sinin annesi ve % 57.7'sinin babası ilkokul mezunuydu.

Bu çocukların yeme zamanı yapısında; %76.9'unun yemeğini mutfak veya oturma odasında;

%71.2'sinin yemeğini televizyon seyrederken; % 88.5'inin aile bir arada iken ve % 46.2'sinin etrafta dolaşıp

oynarken ve yürürken yediği öğrenilmiştir.

Page 41: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

41

Ailelerin % 30.8'inin en az üç yemek yedirme stratejisi kullandığı; bu stratejilerden "oyunlar ile ilgili

ödüller verme", "yiyecek veya yemek dışı aktivitelerle tehdit" ve "övmek" en sık tercih edilenler olduğu

anlaşılmıştır.

Çocukların %44.2'sinin bu ebeveyn stratejileri ile yeme miktarlarının "biraz-orta miktarda" artmıştır.

Aile hayatı ve çocuk yetiştirme tutumu ölçeği (PARI)'nin aşırı kontrolcü ve aşırı ebeveynlik alt ölçeği

olan PARI-I, iştahsızlık şikayeti olan çocukların ailelerindeki en sık bulunan ebeveyn tutumu olarak

bulunmuştur.

Çocuklarının iştahsız olması nedeniyle endişelenen bu aileler Aile değerlendirme ölçeği (ADÖ) ile

değerlendirildiklerinde aile işlevsellik alt ölçeklerinden "gereken ilgiyi gösterme" ve "davranış kontrolü"

puanları yüksek olarak saptanmıştır.

YORUM: Çocuklarının iştahsız olduğunu düşünen, bu sebeple endişelenen ve polikliniğe başvurma gereksinimi

duyan ailelerinin çoğunun çocuklarını televizyon seyrederken, dolaşırken ve oynarken yedirdikleri göz önünde

bulundurulduğunda; bu ailelerinin çoğunun uygun yemek ortamı yaratamadıkları söylenebilir. Bununla birlikte

ebeveynlerin yarısına yakınının en az üç yemek yedirme stratejisi uyguladıkları ve bu stratejilerin çoğu ailenin

çocuklarındaki yeme miktarını arttırmada etkin olmadığı dikkati çekmektedir.

İştahsız olan çocukların genel ebeveyn tutumlarının "aşırı kontrolcü" olması çocuklarının aldıkları besin

miktarı üzerinde de bu tutumu sergilediklerini ve bu durumun da çocuklarında yemeğe karşı ilginin azalmasına

yol açtığını gösteriyor olabilir. Ayrıca bu ailelerdeki gereken ilgiyi gösterme ve davranış kontrolü alanlarındaki

güçlükler de yeme alanındaki sorunlara katkıda bulunuyor olabilir.

Bu çocuklar bir pediatri hekimine başvurduğunda çocuğun beslenme durumu ve fiziksel gelişimine

yönelik önlemler alınabilse de sorunun psikososyal boyutu ile ilgili girişimler yetersiz kalabilmektedir.

"İştahsızlık" şikayeti olan çocukların değerlendirilmesinde ailesel etkenlerin önemi göz önüne alındığında, bunun

büyük bir eksiklik olduğu ortaya çıkmaktadır. Konuyla ilgili sağlık çalışanları arasındaki işbirliğinin ve

ülkemizde bu alanda yapılacak çalışmaların artmasının, çocukluk çağında görülen beslenme sorunlarının

anlaşılmasında ve tedavisinde önemli olduğu düşünülmektedir.

PB-009 OTİZM YELPAZESİ BOZUKLUĞU OLGULARININ KLİNİK VE

SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ

Çağatay UĞUR, Mehmet SERTÇELİK, Hesna GÜL, Sümeyra KINA, Nagihan SADAY DUMAN, Cihat Kağan

GÜRKAN, Birim Günay KILIÇ, Melda AKÇAKIN

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

AMAÇ: Bir üniversite hastanesinin çocuk ve ergen psikiyatrisi bölümüne başvuran ve otizm polikliğinde Otizm

Yelpazesi Bozukluğu (OYB) tanısı konulan ve OYB tanısıyla izlenen hastaların klinik ve sosyodemografik

özelliklerinin, tedavi ve izlem sürecinin araştırılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Araştırma 2012-2013 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh

Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Otizm Polikliniğinde takip edilen çocuk ve ergenlerin dosya bilgileri ve

sağlık kurulu raporları değerlendirilerek geriye dönük bir desende yapılmıştır. Bu poliklinikte OYB tanısı konan

çocuk ve ergenler takip edilmekte ve değerlendirmeler tüm olgular için standart bir şekilde yapılmaktadır.

Çalışmada hasta dosyalarında yer alan sosyodemografik özellikler ve çocukların tedavi sürecine dair bilgiler

araştırıcılar tarafından hazırlanan bir forma kaydedilmiş ve istatistik analizi yapılmıştır.

SONUÇ: Araştırmada OYB tanısı konmuş 142 çocuk ve ergenin verileri incelenmiştir. Olguların 116’sı

(%81,7) erkekler, 26’sı (%18,3) kızlardan oluşmaktadır. Hastaların ilk tanılarının konulduğu yaş ortalaması

40,13±16,42 ay olarak saptanmıştır. Kliniğimize başvuran olguların yaş ortalaması ise 56±30,45 ay olarak

saptanmıştır. Kliniğimize erken başvuruların büyük çoğunluğu Bebek Polikliniğine yapıldığından dolayı

çalışmaya konu olan grupta başvuru yaşı oldukça yüksektir. DSM-IV-TR ölçütlerine göre hastaların 74’üne

(%52,1) Otistik Bozukluk, 68’ine (%47,9) Başka Türlü Adlandırılamayan Yaygın Gelişimsel Bozukluk tanısı

konulmuştur. Hastaların 115’inin zekâ testi sonuçlarına ulaşılmıştır. Bu hastaların 98’inde (%85,2) mental

retardasyon ek tanısı bulunmaktadır. Hastaların 108’inin anaokulu/kreşe gitme bilgilerine ulaşılmış, 79’unun

(%73,1) okul öncesi eğitim aldığı anlaşılmıştır. Olguların 122’sinin özel eğitime gitme bilgilerine ulaşılmış, 117

(%95,9) olgunun özel eğitime devam ettiği saptanmıştır. Olguların 116’sının ilaç kullanım bilgilerine

ulaşılabilmiş, 72 olgunun (%62,1) takipleri boyunca en az bir kere ilaç tedavisi aldığı belirlenmiştir. Takipler

sırasında en az bir kere ilaç tedavisi alan hastaların Sorun Davranış Kontrol Listesi (SDKL) total puanlarının hiç

almayanlara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu görülmüştür (t testi, p=0,019).

TARTIŞMA: Çalışmadaki olguların ilk tanı konma yaşlarının yüksek olmasının yanı sıra, kliniğimize

başvurunun ilk tanı yaşından yaklaşık 1 yıl sonra olduğu görülmüştür. Bu durumun çevre illerden tanıyı

kesinleştirme ya da tedavi amacıyla başvuran hastalarımızın sayıca çok olmasından kaynaklandığı

düşünülmüştür. Olguların büyük çoğunluğunun özel eğitime devam etmesine karşın, sorun davranışların ve buna

Page 42: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

42

bağlı olarak ilaç kullanım oranlarının ve mental retardasyon oranının yüksek olması nedeniyle polikliniğimize

başvuruların göreceli olarak ağır hastalar ve aileleri tarafından yapıldığı sonucuna ulaşılmıştır.

PB-010 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNDE SON BİR YILDA İSTENEN ÇOCUK VE

ERGEN PSİKİYATRİSİ KONSÜLTASYONLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ

Çilem Bilginer, Canan İnce, Serkan Karadeniz, Büşra Duran, Mutlu Karakuş, Sema Kandil

Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

AMAÇ: Bu çalışma ile bir üniversite hastanesinde, son bir yılda istenen çocuk ve ergen psikiyatrisi

konsültasyonlarının sebepleri, olguların klinik ve sosyodemografik özellikleri ile tedavi yaklaşımları sunularak

konuya dikkat çekilmek istenmiştir.

YÖNTEM: Çalışmanın örneklemini, 01.01.2012-31.12.2012 tarihleri arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi

Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatarak tedavi görmüş ve yatış sürecinde çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları

birimine konsülte edilmiş olgulardan oluşmuştur.

SONUÇ: Son bir yılda 240 yatan hastadan çocuk psikiyatrisi konsültasyonu istenmiştir. Olguların %51.3’ü

(n=123) erkek, %48.8’si ise (n=117) kızlardan oluşmuştur. Yaş aralığı 1-16 yaş arasında değişirken yaş

ortalamasının 11.3 yaş olduğu saptanmıştır. Cinsiyetler arasında yaş ortalaması açısından fark bulunmamıştır

(p=0.119; z=-1.558). Yaş aralıklarına göre incelendiğinde olguların %4.6’sı 0-3 yaş, %10.8’i 4-6 yaş, %34.2’si 7-

12 yaş ve %50.4’ü 13-16 yaş aralığında yer almıştır. Konsültasyonların %89.2’si (n=127) çocuk sağlığı ve

hastalıkları birimine bağlı yataklı servislerden istenmiştir. En sık konsültasyon isteyen birim 104 olgu ile

adölesan servisi iken en sık konsültasyon sebebi %15.4 (n=37) ile Tip 1 Diyabetes Mellitus tedavisine uyum

açısından değerlendirilme istemi olmuştur. Konsülte edilen toplam 240 olgunun %40.4’üne (n=97) tanı

konulmamıştır. Hastaların tedavisinde sıklıkla anksiyolitik özellikli ilaçlar tercih edilmiştir. En çok önerilen ilaç

ise %10,4 ile (n=25) hidroksizin olmuştur. Bunun yanında yalnızca 7 olguda (%2.9) birden fazla psikotropik ilaç

seçildiği gözlenmiştir.

YORUM: Bu çalışmada bir yıllık sürede, çoğunluğu çocuk sağlığı ve hastalıkları birimlerinden olmak üzere

toplam 240 hastadan çocuk psikiyatrisi konsültasyonu istenildiği saptanmıştır. Bu sayı, 2003 yılında kliniğimizde

yapılmış benzer bir çalışmada toplanan hasta sayısının yaklaşık 6 katıdır. Konsülte edilen olgu sayısındaki bu

dramatik artış, KLP uygulamalarına verilen önemin ve birimler arası işbirliğinin giderek arttığına işaret

etmektedir. Bu çalışma ile çocuk psikiyatrisinden istenen konsültasyon sayılarının ve buna bağlı olarak pediatrik

KLP birimlerine olan ihtiyacın artış gösterdiğine dikkat çekilmek istenmiştir.

PB-011 ÇOCUK RUH SAĞLIĞI POLİKLİNİĞİNE GETİRİLEN 3-6 YAŞ GRUBU

HASTALARIN GELİŞİMSEL, KLİNİK VE AİLESEL ÖZELLİKLERİ

Derya ERKUŞ*, Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*

*Uzm. Dr.Muş Devlet Hastanesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

ÖZET AMAÇ: Çocukluk döneminde başlayan çoğu ruhsal bozukluk yaşam boyu önem taşımaktadır. Ruhsal

bozukluklar, büyüdükçe çocukta daha fazla fonksiyon kaybına neden olmakta ve erişkin dönemde devam eden

yıkımlara neden olabilmektedir. Bu çalışmanın amaçları; okul öncesi 3-6 yaş grubu çocuklarda Çocuk ve Ergen

Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine başvuru nedenlerinin belirlenmesi, çocuğa ve aileye ilişkin sosyo

demografik özelliklerin saptanması, aile işlevlerinin değerlendirilmesi, annedeki psikopatolojilerin ve

çocuklardaki sorun davranışların belirlenmesi olarak sıralanabilir.

YÖNTEM: Bu çalışmaya Aralık 2012- Nisan 2013 tarihleri arasında Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve

Hastalıkları Polikliniğine başvuran 3-6 yaş aralığında bulunan hastalar dahil edilmiştir. Hastalara ve aileye ilişkin

sosyo demografik veri formu görüşme esnasında hekim tarafından doldurulmuştur. Sorunlu davranış alanlarının

belirlenmesi için “Sorun Davranış Kontrol Çizelgesi” ve “4-18 Yaş Çocuk ve Gençler İçin Davranış

Değerlendirme Ölçeği”, annelerin ruhsal belirtileri için “SCL-90”, aile işlevleri için “Aile Değerlendirme

Ölçeği” ailelere doldurulmak üzere verilmiştir.

SONUÇLAR: Çalışmada 13 kız (%31,7), 28 erkek (%68,3) toplam 41 olgudan elde edilen veriler

değerlendirilmiştir. Çocukların yaş ortalaması 51,9±13,8 yıldır. En sık başvuru nedenleri özürlülük raporu

çıkarma isteği (n=14; %34,1), konuşamama (n=8; %19,5), kekemelik (n=3; %7,3) olmuştur. Diğer başvuru

nedenleri okul uygunluğunun değerlendirilmesi, aşırı hareketlilik, gözlerde dalma, kafasını sert yerlere vurma,

kıl çekme, dudak soyma, inatçılık, sinirlilik, göz kırpma, gece idrar kaçırma, içe kapanıklık, yabancı maddeleri

Page 43: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

43

yeme, kelimeleri yanlış söyleme olmuştur. Hastaların okul öncesi eğitimi alma oranları %36,6 olarak

saptanmıştır. Hastaların %20 sinde gebelik esnasında annede medikal problemlere rastlanmıştır. Olguların

12’sinde (%29,3) asfiksi, 1’inde (%2,4) ise mekonyum aspirasyonu ve kordon dolanması olduğu öğrenilmiştir.

Olguların %12,2’si hiç anne sütü almamış olup, 16’sında (%39,0) en az bir kez geçirilmiş havale öyküsü

mevcuttur. Tüm olgulara AGTE uygulanmış olup, genel gelişim düzeyinde 20 olgunun (%48,8), dil bilişsel

gelişim alanında 20 olgunun (%48,8), ince motor gelişim alanında 25 olgunun (%61,0), kaba motor gelişim

alanında 19 olgunun (%46,3), sosyal beceri-öz bakım alanında 19 olgunun (%46,3) %30 değerinin altında

kaldığı anlaşılmıştır.

TARTIŞMA: Çocuk psikiyatrisi klinik uygulamalarında zihinsel beceriler, öğrenme düzeyi, dil becerileri, uyum

becerileri, görsel-motor koordinasyon ve kişilik özelliklerinin değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. 0-6

yaş dönemindeki çocukların gelişimini sağlıklı bir şekilde değerlendirmek, gelişimsel geriliği erken fark etmek;

gerekli önlemleri almayı, dolayısıyla uygun eğitim ve hizmetlere ulaşmayı sağlayacak, aile ve uzmanların

çocuğun gelişiminde olumlu etki yaratacak kararlar almalarında yol gösterici olacaktır.

PB-012 LİSE 4. SINIF ÖĞRENCİLERİNDE SINAV KAYGISI: GRUPTA

PSİKOLOJİK DANIŞMA

Duygu Kaçamak, Ebru Erol, Rezzan Aydın, İpek Perçinel, Meryem Dalkılıç, Fatma Apak, Tezan Bildik

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Sınav kaygısı; sınav öncesinde öğrenilen bilginin, sınav sırasında etkili bir biçimde kullanılmasına

engel olan ve başarının düşmesine neden olan yoğun kaygı halidir. Fizyolojik ve psikolojik belirtilerle ortaya

çıkan sınav kaygısı, kişinin sınav sonucunda elde edeceği akademik başarısızlığı genelleyerek, kişiliğinin

başarısızlığı olarak algılamasına da neden olabilmektedir. YÖNTEM: Çalışmaya 29 kız, 14 erkek olmak üzere 43 lise son sınıf öğrencisi gönüllülük esasına göre

katılmıştır. Bir hafta ara ile iki oturum şeklinde gerçekleştirilen atölye çalışmasında ‘‘Kaygı Nedir?’’, ’‘Sınav

Kaygısı Bir Performans Anksiyetesi Türüdür’’, ‘‘Sınav Kaygısı ile Başa Çıkma Yolları’’, ‘’Ne Zaman

Profesyonel Yardım Almak Gerekir?‘’, ‘‘Etkili Ders Çalışma Teknikleri’’ ve‘‘Gevşeme Egzersizleri’’ konularında

eğitim verilmiştir.

YORUM : Katılımcılara ön ve son test olarak Sınav Kaygısı Tutum Envanteri ve Bilgi Düzeyi Değerlendirme

Formu uygulanmıştır. Sınav kaygısına ilişkin verilen eğitime bağlı bilgi düzeylerindeki değişim incelenmiştir.

PB-013 DÜRTÜSELLİK, YEME VE BAĞLANMA; İSTİSMAR VAKALARINA

FARKLI BİR BAKIŞ

Dr. Esra ÖZDEMİR DEMİRCİ, Uzm. Dr. Sevgi ÖZMEN, Doç. Dr. Didem Behice ÖZTOP

Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

GİRİŞ; Çocuk istismarı yinelenebilirliği, çocuğa genellikle en yakını olan kişiler tarafından yapılıyor olması ve

çocuk üzerinde yaşamının ilerleyen yıllarını dahi etkileyecek uzun süreli etkilerinin olması, tanımlanması ve

tedavi edilmesi en zor travma türüdür (Yılmaz ve ark., 2003, Johnson, 2000).

Literatürde cinsel istismarda çocukların doğal babalarından ayrı yaşamaları; annenin çocuğa cinsel eğitimi

cezacı bir tutumla vermesi; çocuğun anne ya da babadan yeterince sevgi almamış olması; anne ya da babanın

geçmişinde yaşanmış istismar öyküsünün bulunması risk faktörü olarak kabul edilmektedir.Bu noktada istismar

için risk faktörlerinin sosyodemografik özelliklerin yanı sıra klinik özellikler açısından da belirlenmesi istismarın

önlenmesinde ve gerekli tedbirlerin alınmasında öngörü sahibi olmamızı kolaylaştırabilir.

Bu çalışmada 2012-2013 yılları arasında tarafımızca adli olarak değerlendirilen 33 istismar vakası alınmış olup;

vakalar bağlanma, dürtüsellik , yeme bozuklukları ve benlik algıları konusunda değerlendirilmiş olup klinik

olarak risk faktörleri belirlenmeye çalışılmıştır

YÖNTEM Çalışmaya 2012 tarihinde Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Polikliniklerinde adli vaka olarak değerlendirilen, 6 aylık takip sürecini tamamlamış, zeka geriliği olmayan, 12-

18 yaş arasında 21 kız ve 12 erkek çalışmaya dahil edildi. Katılımcıların BMI leri hesaplandı.Değerlendirme

araçları olarak ; Atilla Turgay DEHB Ölçeği, Ana-Babaya Bağlanma Ölçeği, UPPS dürtüsel davranış ölçeği,

Yeme Tutum Testi (YTT), Rosenberg benlik algısı ölçeği kullanıldı.

BULGULAR Çalışmaya katılan hastaların % 48.5’i ilköğretim, %27.3’ü lise mezunu olup; %18.2’si

ilköğretim, %6.1’i lise terktir. Sosyodemografik verileri dikkate alındığında; % 90.9 unun anne baba ile birlikte

yaşadıkları, boşanmış anne baba yüzdesinin düşük olduğu gözlenmiştir.

Page 44: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

44

İstismar vakalarının annelerinin çocukluk dönemi sorgulandığında fiziksel istismar %33,3, duygusal istsmar

% 18,2 iken; babalarda fiziksel istismar % 66,7 olarak bunmuştur, erkek ve kız vakalar arasında anne babanın

çocukluk çağı travmaları arasında anlamlı fark bulunamamıştır. Yeme tutumları puanları ile benlik algıları

kıyaslandığında düşük benlik algısı ile yeme tutum puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki

bulunmuştur. Ayrıca yeme tutum puanları yükseldikçe BMI in azaldığı, aralarında ters ilişki bulunduğu

gözlenmiştir.

Erkek vakaların anne bağlanma puanları aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamazken baba

bağlanma puanları arasında anlamlı fark tespit edilmiştir. Genel olarak bakıldığında anne bağlanma puanları

arttıkça baba bağlanma puanlarının da arttığı tespit edilmiştir. Dürtüsellik puanları açısından bakıldığında

vakalarda UPPS dürtüsel davranış ölçeği sebatsızlık puanları her iki cinsiyet için istatistiksel olarak anlamlı

yüksek bulunurken, tasarlama puanları kız vakalarda anlamlı yüksektir. Yeme bozukluğu tanısı alan vakaların

dürtüsellik ölçeklerinde heyecan arayışı puanlarının yüksek olduğu gözlenmiştir.

TARTIŞMA Toplumsal olarak çocuğun değerinin azalması(azınlık, engellilik, cinsiyet), sosyal eşitsizlikler,

organize şiddet (savaşlar,kavgalar, yüksek suç oranları) toplumda şiddete hoşgörüyle bakılması, medya şiddeti,

anne babaya ilişkin genç yaş ,yalnız anne baba, istenmeyen gebelik, deneyimsiz anne baba, erken yaşta şiddete

maruziyet, madde kullanımı, yetersiz doğum öncesi bakım, fiziksel ya da ruhsal hastalık, akrabalarla sorunlar,

Çocuğa ilişkin cinsiyet, prematürite, istenmeyen çocuk, engellilik gibi özelliklerin yanı sıra geniş aile, düşük

sosyoekonomik durum sosyal izolasyon yüksek stres düzeyleri aile içi şiddet WHO tarafından istismar için risk

faktörleri olarak bildirilmiştir.

Çalışmamızda istismar vakalarının büyük bir çoğunluğunun anne baba öğretim düzeylerinin ilkokul olması,

kardeş sayısının ortalama 3 olması, anne ve babaların çocukluklarında sık fiziksel istismara maruz kalmaları,

ailelerin aylık gelirlerinin 1500 TL ve altında olması dikkat çekici özelliklerdir. Literatürden farklı olarak anne

baba boşanma oranının düşük olması örneklem sayısının azlığı ile ilişkilendirilebilir. Bağlanma puanları

açısından anlamlı bir fark tespit edilmemiş olup anne bağlanma puanları arttıkça baba puanlarının artması dikkat

çekmiştir.

Yeme bozukluları, genellikle ergenlik döneminde başlamaktadır. Yaşam olayları, istismar, düşük benlik algısı,

başa çıkma becerilerindeki yetersizlik, anne-babalarını “uzak ve reddedici” tutumu ile ilişkilendirilmektedir.

Ayrıca tıkınırcasına yeme nöbetleri stresle başa çıkma yolu olarak benimsenmiş olabileceği ve travmanın

disosiyatif sonuçları ile ilişkili olabileceği ileri sürülmektedir. Kusma ise istismar sonucunda meydana gelen

travmanın dışa atılması olarak yorumlanmıştır. Ayrıca yeme bozukluklarında yeme davranışı üzerinde bir kontrol

bozukluğu olabileceği ve diğer dürtü denetiminin sağlanmadığı durumlarla birlikte olabileceği ileri

sürülmektedir

Çalışmamızda 7 vaka yeme tutumu testinden 30 ve üzeri puan almış olup yeme tutumlarındaki bozuklukların

istismar öncülü mü olarak değerlendirilmesi gerektiği yoksa istismarın bir sonucu mu olarak geliştiği net olarak

yordanamamıştır. Yeme tutumları puanları ile benlik algıları kıyaslandığında düşük benlik algısı ile yeme tutum

puanları arasında olarak anlamlı ilişki bulunmuş olmasına rağmen dürtüsellik puanları ile yeme tutumu puanları

arasında anlamlı bir ilişki tespit edilememiştir ancak yeme bozukluğu puanı yüksek vakaların dürtüsellik

ölçeklerinde heyecan arayışı puanlarının yüksek olduğu gözlenmiştir

Çalışmamızda tespit edilen yeme tutum bozuklukları travmanın bir sonucu mudur yoksa istismar vakalarında

dürtüsellik ve yeme tutum bozukluğu sık mı gözlenmektedir?, Özellikle kız vakalarda erkeklere göre düşük baba

bağlanma puanları dikkate alındığında babaya bağlanma istismar için risk faktörü olarak ele alınabilir mi ?’’ gibi

sorularını akla getirmektedir.

PB-014 3-6 YAŞ ARASI STRABİSMUS VE AMBLİYOPİ TESPİT EDİLEN

ÇOCUKLARDA SOSYAL, DUYGUSAL, DAVANIŞSAL VE PSİKİYATRİK

SORUNLARININ ARAŞTIRILMASI

Yrd. Doç. Dr. Hatice Arda1, Doç. Dr. Didem Behice Öztop2, Dr. Özlem Kahraman2, Dr. Aziz Kara2, Dr. Esra

Özdemir Demirci2 ,Hemşire Selma Bozkurt2, Psikolog Emel Karakaya2

Erciyes Üniversitesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri 1

Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri2

GİRİŞ: Strabismus (şaşılık) ve ambliyopi çocukluk döneminde sık görülen göz hastalıklarındandır. Genel çocuk

popülasyonunda şaşılık sıklığı çeşitli çalışmalarda %3-4 arasında bulunmuştur. İstatistiki çalışmalara göre

toplumda ambliyopi sıklığının ise %1.3-3.5 arasında olduğu bilinmektedir. Şaşılığın neden olduğu füzyon ve

derinlik kaybı gibi fonksiyonel problemlerin yanı sıra kişide yarattığı psikolojik etki de bilinmektedir.

Strabismusun çocuklarda subjektif görme fonksiyonunu ve psikolojik iyilik halini etkilediği çeşitli çalışmalarda

gösterilmiştir. Ayrıca çocukluk döneminde arkadaşlarla olan ilişki şaşılığın varlığından olumsuz yönde

etkilenmektedir. Günümüzde artık şaşılığın normal göz temasının kaybolmasına bağlı olarak sosyalleşmeyi

Page 45: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

45

güçleştiren bir özür olduğu fikri kabul görmektedir. Bununla birlikte strabismus ve ambliyopiye eşlik eden

psikiyatrik durumları değerlendiren çalışmaların yetersiz olduğu görülmüştür. Ambliyopinin yalnızca gelişmekte

olan vizüel sistemi etkilemesi ve çocukların amliyopiye en hassas olduğu dönemin 2-3. yaşlar olması, bu

hassasiyetin vizüel sistemin maturasyonunun tamamlandığı 6 veya 7 yaşlara kadar devam ettiği bilinmektedir.

Şaşılığı ve ambliyopisi olan hastaların dikkatle değerlendirilmesi, eşlik eden psikopatolojilerin tespit edilmesi

çocukların hayat kaliteleri açısından oldukça önemlidir. Strabismus ve Ambliyopi, çocuğun işlevselliğini

psikiyatrik alanda da etkilediğinden tedavisi bu alanda atlanmamalıdır. Bu çalışma ile 1-6 yaş arası Strabismus

hastalığı olan çocukların sosyal, duygusal, davranışsal ve psikiyatrik sorunlarının araştırılması amaçlanmıştır.

GEREÇ VE YÖNTEM:Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Polikliniğine muayene için başvuran ve

strabismus tanısı alan 3-6 yaş arası 26 çocuk dahil edilmiştir. Kontrol grubu hasta yaş grubu ive cinsiyeti ile

uyumlu, bilinen herhangi bir nörolojik, endokrinolojik, psikiyatrik, metabolik rahatsızlığı bulunmayan ve

medikal tedavi almayan 27 çocuktan oluşturulmuştur.. Sosyodemografik bulgular her iki grup için standart

olarak hazırlanmış sosyodemografik veri toplama formu ile anne-babalara sorularak elde edilmiştir. Bu yaş

aralığındaki çocukların ruhsal durumunu değerlendirmek amacıyla Erken Çocukluk Envanteri-4:Ebeveyn

Formu(3-6 yaş) çalışmamızda kullanılmıştır. Strabismus ve ambliyopinin bilişsel gelişim ve alıcı dile olası

etkilerini saptayabilmek için çocuklara uygulanmıştır

BULGULAR: Çalışmada sosyodemografik veriler açısından hasta ve kontrol grubu kıyaslandığında anne ve

babanın eğitimi, annenin mesleği, annede fiziksel hastalık varlığı ve ailenin gelir düzeyi , hasta grubundaki

çocukların yürüme ve ilk cümle kurma yaşı açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. (P<0.05)

Sosyodemografik veri formuna göre aşırı korku, dikkat eksikliği, anlama güçlüğü, konuşma problemleri, aşırı

ağlama hasta grubunda kontrol grubuna kıyasla sık rastlanan semptomlar olarak istatistiksel açıdan anlamlıdır.

Erken Çocukluk Envanteri-4:Ebeveyn Formu(3-6 yaş) değerlendirildiğinde dil gelişimi ve ince motor becerileri

alanlarında istatistiksel fark anlamlı olup, hasta grubunda ayrılık anksiyetesi bozukluğu, yaygın anksiyete

bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, depresyon, distimi, tik bozuklukları daha sık bulunmuş olup istatistiksel

açıdan anlamlıdır

TARTIŞMA: Şaşılık kronik, sosyal olarak fark edilen bir bozukluk olduğu için psikososyal açıdan çocukları

olumsuz etkileyebilmektedir. Literatürle uyumlu olarak çalışmamızda şaşılığı olan çocuklarda depresyon ve

kaygı düzeyi davranış sorunları( aşırı ağlama, aşırı korkular) daha yüksek bulunmuştur.

Yapılan çalışmalarda motor becerileri yaşıtlarından geri olan bu çocuklarda strabismusun denge becerileri, motor

keskinliği, beden postürünü olumsuz etkilediği tespit edilmiş olup çalışmamızda bu sonuçlarla uyumlu olarak bu

çocuklarda dil ve ince motor gelişim alanlarında gerilik saptanmış olup eş zamanlı olarak yürüme ve ilk cümle

yaşlarında istatistiksel farklar tespit edilmiştir.

Tıbbi bir hastalığı olan çocukların % 20-30’unda, dış görünüşü etkileyen veya nörolojik bir durum söz konusu

olduğunda % 50’sinde psikiyatrik rahatsızlıklar görülmektedir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde genel

popülasyondaki sıklığı % 3-4 arasında olan strabismus sosyal olarak fark edilen, psikososyal açıdan çocukları

olumsuz etkileyen kronik bir rahatsızlık olup; liyezon psikiyatri açısından daha dikkatli değerlendirilmesi

gereken bir bozukluktur. Bu hastaların dikkatle değerlendirilmesi, eşlik eden psikopatolojilerin tespit edilmesi

çocukların hayat kaliteleri açısından oldukça önemlidir.

Ayrıca bu alanda yapılan çalışmalar dikkate alındığında literatürde Strabismus bozukluğu olan çocukların

sosyal sorunları ve ek psikiyatrik hastalıkları olduğu yönünde veriler mevcuttur olup 6 yaş üzeri çalışmalara

rastlanmış tır. Bu alanda 6 yaş altındaki çocukların değerlendirileceği yeni çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.

PB-015 SÖZEL/PERFORMANS ZEKA BÖLÜMÜ ARASINDAKİ CİDDİ

FARKLARIN KLİNİK ANLAMI

Gresa Çarkaxhiu1, Duygu Çalışır Murat1, Herdem Aslan1, Zeynep Yazıcı1, Oylum Tokol1, Ayşe Rodopman

Arman1, Sennur Zaimoğlu2

1Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Marmara Üniversitesi

Nörolojik Bilimler Enstitüsü

AMAÇ: Ülkemizde zeka değerlendirmesinde Wechsler Çocuklar için Zeka Ölçeği Geliştirilmiş Formu (WÇZÖ-

R) sıklıkla kullanılmaktadır. WÇZÖ-R, sözel ve performans yetilerini içeren 12 (oniki) alt testten oluşur ve farklı

bilişsel alanları ve/veya kalıpları ölçer. 1970 lerde, Sözel ve Performans puanları arasındaki ciddi farklar,

gelişimsel nörolojik sorunlarla, akademik başarı ile ilişkilendirilmeye çalışılmıştır1. Günümüzde halen yeti

alanları arasında ciddi farklılıklarla karşılaşan klinisyenler tıbbi anlamda yapılması gereken değerlendirmeler ve

klinik yorumların nasıl olması gerektiği konusunda hem fikir değillerdir.

YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Polikliniğine başvuran ve değerlendirme sürecinde, WÇZÖ-R testi uygulanarak Sözel ve Performans Zeka

Bölümleri (ZB) arasında ciddi farkların izlendiği seçimsiz bir örneklemde; sesletim konuşma/dil gelişim

Page 46: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

46

problemleri, nonspesifik EEG degisiklikleri, akademik başarısızlık, dikkat problemleri ve sosyal iletişimle ilgili

kısıtlılıklar gözledik.

SONUÇ-YORUM: Çalışmada, bu örneklemin (yaşları 6-13 arasında; Performans ZB≥80; ve Sözel/Performans

ZB arasındaki farkın 15 puan ve üzeri olan olgular) gelişimsel (sesletim, konuşma/dil, motor) klinik,

nöropsikolojik ve nörolojik değerlendirme verilerinin sunumuna yer verilerek, Sözel ve Performans ZB ler

arasındaki ciddi farkların olası nedenleri ve klinikte anlamlı değerlendirme süreçleri tanımlanmaya çalışılacaktır.

PB-016 ÇOCUK PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİNDE DEĞERLENDİRİLEN ADLİ

OLGULARIN RETROSPEKTİF OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ

Hamza Ayaydın1, Osman Abalı2

1Edirne ili Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği, Edirne Devlet Hastanesi, 2 İstanbul Üniversitesi, Çocuk

Psikiyatri ABD

AMAÇ: Bu çalışmada İstanbul Tıp Fakültesi çocuk psikiyatri polikliniğinde ne tür adli vakalarla sıklıkla

karşılaştığımızı ve yaş cinsiyet oranlarını belirlemeyi amaçladık.

YÖNTEM: Çalışmanın örneklemi 15.11.2011 ile 18.04.2012 tarihleri arasında adli değerlendirme için İstanbul

Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalına yönlendirilen (n=69) ve çocuk psikiyatrisi

polikliniğinde istismara uğradığı belirlenen (n=3) toplam 73 adli vakadan oluşmuştur. Hastalar; cinsiyet, yaş,

adli başvuru nedeni yönlerinden değerlendirilmiştir.

SONUÇ: Toplam adli vakaların (n=73) %89.04’ünde (n=65) cinsel istismar saptanmıştır. Adli vakaların

%28.76’sı (n=21) 13 yaş altı, %71.24’ü (n=52) 13 yaş ve üzeri olarak saptanmıştır. Cinsel istismar nedeniyle

değerlendirilen tüm vakaların (n=65) % 29.3’ü (n=19) 13 yaş altında, % 70.77’si (n=46) 13 yaş ve üzeri olarak

saptanmıştır. Cinsel istismar nedeniyle değerlendirilen tüm vakaların (n=65) % 86.15’inin (n=56) kız, %

13.84’ünün (n=9) erkek olduğu saptanmıştır. 13yaş altı adli vakaların (n=21) 18’i kız, 3’ü erkekti. 18 kızın 1’i

velayet davası, 1’i fiziksel istismar, 16’sı cinsel istismar mağduru idi. 13 yaş altı erkeklerin (n=3) tümü cinsel

istismar mağduru idi. 13 yaş altı cinsel istismar mağdurlarının (n=19) % 84.21’i (n=16) kız, % 15.79’u (n=3)

erkekti.Cinsel istismar nedeniyle başvuran 13 yaş üstü ergenlerin (n=46) % 86.96’sı (n=40) kız iken, %

13.04’ünün (n=6) erkek olduğu saptanmıştır.

YORUM: Toplam adli değerlendirmelerin çoğunluğunu 13 yaş ve üzerindekiler oluşturmuştur. Toplam adli

değerlendirmelerin çoğunluğunu cinsel istismar vakaları oluşturmuştur ve vakaların çoğunluğu 13 yaş ve üzeri

bulunmuştur ki bu durum literatürle uyumludur. Çalışmamızla uyumlu olarak bir çok yurt dışı ve yurt içi

çalışmada kızların erkeklerden daha fazla cinsel istismara maruz kaldığı belirtilmiştir. Bunlara ek olarak erkek

çocukların cinsel istismarının açığa vurulması kızlara oranla daha az olabilir. Bu bulgular ışığında erken adolesan

dönemde cinsel istismar riskinin arttığı söylenebilir.

PB-017 TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU TANILI CİNSEL İSTİSMAR

MAĞDURLARINDA PSİKİYATRİK EK TANI VE KONTROL GRUBU İLE

KARŞILAŞTIRILMASI

Hamza Ayaydın1, Osman Abalı2

1Edirne ili Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği, Edirne Devlet Hastanesi, 2 İstanbul Üniversitesi, Çocuk

Psikiyatri ABD

AMAÇ: Cinsel istismar kavramı, ‘henüz cinsel gelişimini tamamlamamış bir çocuğun ya da ergenin, bir erişkin

tarafından cinsel arzu ve gereksinimlerini karşılamak için güç kullanarak, tehdit ya da kandırma yolu ile

kullanılması’ olarak tanımlanmaktadır. Akut Stres Bozukluğu ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)

travma sonrasında gelişen ve anksiyete bozuklukları içerisinde yer alan hastalıklardır. Biz bu çalışmada TSSB

geliştiren cinsel istismar mağduru ergenlerde diğer psikiyatrik bozuklukları değerlendirerek kontrol grubu ile

karşılaştırmayı ve tedavi sürecinde başka hangi bozukluğukların ön planda değerlendirilmesi gerektiğini

anlamayı amaçladık.

YÖNTEM: İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatri Ayaktan Tedavi Ünitesi’nden cinsel istismar nedeniyle

tetkik ve tedavi edilen 13-18 yaş arası olgulardan Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve

Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli Türkçe Uyarlaması, TSSB alt ölçeği (ÇDŞG-ŞY-T,

TSSB alt ölçeği) ile kendisi ve ailesi ile ayrı ayrı görüşülerek travma sonrası stres bozukluğu tanışı alanlara

((n=33( kız:27, erkek:6)) ÇDŞG-ŞY-T’nin tümü uygulanmıştır. Benzer sosyodemografik özellikleri olan

istismara uğramamış kontrol grubuda ((n=10(Kız:6 Erkek:4)) ÇDŞG-ŞY-T ile değerlendirilmiştir. Olgu grubu

ile kontrol grubu psikiyatrik bozukluklar yönünden karşılaştırılmıştır.

Page 47: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

47

SONUÇ: Olguların %100’ü (n=33) en az iki psikiyatrik tanı alırken, kontrol grubunun %60’ı hiç tanı

almamıştır. Olgu grubunun ortalama psikiyatrik tanı sayısı 4.76±1.64 iken kontrol grubunda 0.8± 1.13 idi . Olgu

grubundaki erkekler ile kontrol grubundaki erkekler Yıkıcı Davranım Bozukluğu açısından karşılaştırıldığında

istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0.05).Olgu grubunda, TSSB ve ASB dışındaki diğer

anksiyete bozuklukları % 69.7 (n=23) sıklıkta görülürken kontrol grubunda % 30 (n=3) idi ve iki grup arasında

anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0.05). Olgu grubunda Duygudurum Bozukluklarının (DDB) tümünü Major

Depresif Bozukluk (MDB) oluşturmaktaydı ve kontrol grubunda DDB veya MDB saptanmadı. Olgu grubunda

MDB (kız: % 88.9; n=24 ve erkek: % 66.7; n=4) % 84.8 (n=28) sıklıktaydı. Olgu ve kontrol grubunda MDB

yönünden istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmıştır (p<0.0001).

YORUM: Bu çalışmanın bulguları cinsel istismar mağdurlarında psikiyatrik hastalık sıklığının belirgin olarak

daha yüksek orandan olduğunu desteklemektedir. Bu grupta yer alan çocuk ve ergenlerde TSSB’nin dışındaki

diğer psikiyatrik bozuklukların da sorgulanıp tedavi edilmesi gerekmektedir.

PB-018 TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU TANILI CİNSEL İSTİSMAR

MAĞDURLARININ SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİNİN

DEĞERLENDİRİLMESİ VE KONTROL GRUBU İLE TAŞINMA, SELF

MUTİLASYON VE İNTİHAR GİRİŞİMİ GİBİ ÖZELLİKLER YÖNÜNDEN

KARŞILAŞTIRILMASI

Hamza Ayaydın1, Osman Abalı2

1Edirne ili Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği, Edirne Devlet Hastanesi, 2İstanbul Üniversitesi, Çocuk

Psikiyatri ABD

AMAÇ: Cinsel istismara maruz kalan çocukların Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) geliştirme riski

yüksektir. Bu çalışmada TSSB geliştiren cinsel istismar mağdurlarının kendi içinde cinsiyet yönünden

karşılaştırılması ve benzer sosyodemografik özellikleri(SDÖ) olan kontrol grubu ile karşılaştırılarak eğitim

süreci, taşınma, self mutilasyon ve intihar girişimi yönünden karşılaştırmayı amaçladık.

YÖNTEM: 13-18 yaş arası ergenlerden oluşan çalışma grubu DSM-IV’ e göre cinsel istismara bağlı TSSB

geliştiren olgu grubu (n=33) ve benzer SDÖ olan istismara uğramamış kontrol grubundan (n=10) oluşmaktadır.

Olgu grubu için oluşturulan form cinsel istismar mağduru ergenlerde SDÖ ve olayın olduğu yer, olay sonrası

taşınma, sanığın yakınlığı,olayı ilk kime söylediği,kendisini suçlama, suçlanma, penetrasyon, olay anında

fiziksel istismar,olayın tekrarlaması,olay öncesi ve sonrasında madde kullanımı, olay sonrası intihar girişimi,

olay öncesi ve sonrası kendine zarar verme davranışı içermektedir. Kontrol grubu için oluşturulan form ile SDÖ,

taşınma, self mutilasyon ve intihar girişim durumu değerlendirilmiştir.

SONUÇ: Olgu grubu 27 kız, 6 erkek toplam 33 ergenden oluşurken kontrol grubu 6 kız, 4 erkek toplam 10

ergenden oluşmuştur. Olgu ve kontrol grupları arasında SDÖ ve sosyoekonomik düzeyleri (p>0.05) yönünden

anlamlı bir fark bulunmamıştır. Şehir içi taşınma olgu grubunda anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p<0,01).

Toplam sanık sayısı 35’ti. Sanıkların 34’ü erkek (%97.2), 1’i (%2.8) kadındı. 35 sanığın 23’ü(%65.7) tanıdık,

12’si (%34.3) yabancıdır. Olgu grubunda ensest sıklığı %15.1 (n=5) olarak belirlenmiştir. Olgu grubunda

istismarı, kızlar en sık olarak annelerine (%48.1), erkekler ise polise(%50) söylemişlerdir. Olgu grubunu

oluşturan ergenlerin %72,7’ sinde penetrasyon, %39.4’ünde olaya eşlik eden fiziksel istismar, %72.7’sinde cinsel

istismarın tekrarladığı,%39.4’ünde intihar girişimi, %30.3’ünde self mutilasyon saptanmıştır. Olay sonrası

dönemde kız olguların % 44.4’ü okulu bırakmıştır.

TARTIŞMA: Olgu grubumuzda faillerin sıklıkla tanıdık olduğu ve %2.8’inin kadın olduğu belirlenmiştir.

Olayın yaşandığı yer sıklıkla kapalı bir mekandır. Çalışmamızda ÇCİ vakalarının sosyoekonomik durumlarının

düşük olduğu saptanmıştır. Okula devamsızlığın yüksek oranı ÇCİ mağdurlarının akademik olarak kötü şekilde

etkilediği düşünülmüştür. Kendini suçlayanların çoğunun ailesi tarafından da suçlandığı görülmüştür.Bu

nedenle, ailenin suçlama durumu iyi değerlendirilip yönlendirilmesi ergende oluşabilecek psikopatolojilerin

engellenmesinde katkı sağlayacaktır. Olgu grubunda intihar girişim sıklığının yüksek olduğu görülmüştür.Olgu

grubumuzda fiziksel istismar sıklığının daha yüksek olması nedeniyle, fiziksel şiddete maruz kaldığı anlaşılan

ergenlerin cinsel istismar yönünden de değerlendirilmesi önem arz etmektedir.

PB-019. PEDİATRİ UZMANLARININ DEHB HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE

TUTUMLARI

Hasan Kandemir (1), Salih Selek (2)

Page 48: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

48

1) Harran Universitesi Cocuk Ruh Sagligi ve Hastaliklari Anabilimdali, Urfa

2) Harran Universitesi Ruh Sagligi ve Hastaliklari Anabilimdali, Urfa

AMAC: Dikkat Eksikligi Hiperaktivite Bozuklugu Cocukluk caginda sik gorulmektedir. Gunluk pratik

icerisinde bu cocuklarin Pediatri uzmanlariyla karsilasma ihtimalleri daha yuksektir.Pediatri uzmanlik egitimi

icerisine Cocuk Ruh Sagligi rotasyonu son yillarda eklenmistir. Calismamizda Dikkat Eksikligi Hiperaktivite

Bozuklugu hakkinda pediatri uzmanlarinin gorus ve tutumlarini arastirmak hedeflenmistir.

YONTEM: Gorev sureleri 1-16 yil arasinda degisen gunluk 20-120 hasta goren devlet veya ozel hastanelerde

calisan 38 pediatri uzmanindan( 30 pediatri , 8 pediatri+yandal) DEHB ile ilgili 46 sorudan olusan dogru, yanlis

seklinde cevaplari olan bir anket doldurmalari istendi.

SONUC: Yapilan anket sonuclarinda %44.7 DEHB tanisi koyabilecegini %39.5 tani olcutlerini bilmedigini,%

26.3 bilgisayar basinda uzun sure oturabilen bir cocugun DEHB olamiyacagini %34.2 DEHB tanisi konan bir

cocugun oncelikle cocuk norolojisine gitmesi gerektigi , % 26.3 ilaclarin ciddi yanetkileri oldugu %10.5 ise

ilaclarin bagimlilik yapabilecegini belirtmislerdir.

YORUM: Bu bulgular pediatri uzmanlarinin sIk gorulen DEHB ile ilgili genel tutumlarini ortaya koymaktadir.

Pediatri uzmanlik egitimi icerisine konulan Cocuk Ruh Sagligi ve Hastaliklari rotasyonunun bu alandaki

bilgilenmeyi arttiracagi ve yararli olacagi dusunulmektedir

PB-020 COCUK VE ERGENLERDE BASAGRISI TIPLERININ YASAM

KALITESINE ETKISININ INCELENMESI

Hasan Kandemir(1), Taner Sezer(2), Salih Selek(3),Mustafa Calik(4),Ali Emhan(3)

1) Harran Universitesi Cocuk Ruh Sagligi ve Hastaliklari, Urfa

2)Baskent Universitesi Cocuk Noroloji Klinigi , Ankara

3) Harran Universitesi Ruh Sagligi ve hastaliklari, Urfa

4) Harran Universitesi Cocuk Noroloji Klinigi, Urfa

AMAC : Klinik pratik icerisinde sIk karsilasilan basagrisi sikayetinden yola cikarak, Cocuk ve Ergenlerde

Basagrisi tipleri ile yasam kalitesi arasindaki iliskinin incelenmesi.

YONTEM: Calisma 7-17 yas arasi 127 kisi ile gerceklestirildi. Gerilim Tipi(n=30), Aurali Migren(n=31),

Aurasiz Migren(n=31) tanisi alan cocuklar ile Kontrol Grubu(n=35) nun yasam kaliteleri karsilastirildi.

Katilimcilara Cocuklar Icin Yasam Kalitesi Olceklerinin ebeveyn ve cocuk formlari doldurtuldu.

SONUC: Basagrisi gruplarinda CIYKO COCUK puanlarinin degerlendirilmesi sonucunda , yasam kalitesinin

hem fiziksel saglik hem psikososyal saglik hemde toplam yasam kalitesi alanlarinda kontrol grubuna gore daha

bozuk oldugu goruldu.(p<0.05). CIYKO-EBEVEYN puanlarina bakildiginda psikososyal saglik ve genel saglik

alanlarinda yasam kalitesi basagrisi gruplarinda daha kotu bulunmus(p<0.05) , fiziksel saglik puanlarinda

kontrol grubuyla aurali migren ve aurasiz migren gruplari arasinda anlmali farklilik gorulmesede(p>0.05) ,

gerilim tipi basagrisi olanlarda kontrol grubuna gore daha kotu bulunmustur(p<0.05). Basagrisi tipleri kendi

aralarinda karsilastirildiginda gerilim tipi basagrisi olanlarin, aurali migren ve aurasiz migren tiplerine gore

butun alanlarda yasam kaliteleri daha kotu bulundu.(p<0.05).

YORUM: Bu bulgular basagrisi sikayetinin cocuklarin yasam kalitelerini etkileyebilecegini farkli basagrisi

tiplerinin de degisik duzeylerde olumsuz etkileri olabilecegini gostermektedir.

PB-021 CRAFFT ; ERGENLERDE MADDE KOTUYE KULLANIMI TARAMA

OLCEGININ TURKCE GECERLIK ve GUVENILIRLIK CALISMASI

Hasan Kandemir (1), Omer Aydemir(2) Suat Ekinci (3), , Salih Selek (4)

1) Harran Universitesi Cocuk Ruh Sagligi ve Hastaliklari Anabilimdali, Urfa

2) Celal Bayar Universitesi Ruh Sagligi ve Hasataliklari Anabilimdali, Manisa

3) Balikli Rum Hastanesi, Istanbul

4) Harran Universitesi Ruh Sagligi ve Hasataliklari Anabilimdali, Urfa

Page 49: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

49

AMAC : CRAFFT ; ergenlerde madde kotuye kullanimini degerlendiren 9 sorudan olusan kisa pratik bir

olcektir.Bu calismada amac CRAFFT olceginin Turkce surumunun gecerlilik ve guvenilirligini ortaya

koymaktir.

YONTEM: DSM-IV gore madde bagimliligi tanisi alan 34 , tani almayan 90 ergen olmak uzere 85 i erkek 39 u

kiz 15-18 yas arasi toplam 124 kisiyle yurutulmustur.

SONUC : Katilimcilarin yas ortalamasi 16.653 ( min 15, max 18) olup 34 u DSM-IV e gore madde bagimliligi

tanisi almaktaydi. Madde bagimliligi tanisi alanlarin 27( %79.4) si erkek , 7(%20.6) si kiz di. 90 kisi herhangi bir

tani almiyordu. Istatistiksel analizde Olcegin guvenilirliginde ic tutarlilik katsayisi 0.9014 madde-toplan puan

korelasyon katsayilari 0-5490 ile 0.7656 arasindadir ve tum maddeler anlamli duzeyde korelasyon

gostermektedir (p<0.0001).Yapilan faktor analizinde tek boyutlu bir yapi gorulmustur ve ozdegeri (eigenvalue)

5.062 olan varyansin %56.2 sini aciklayan tek faktor elde edilmistir. Tum maddeler bu faktorde temsil edilmistir

ve faktor yukleri 0.632 ile 0.831 arasinda degismektedir. Olcegin madde bagimlisi olan ve olmayanlari ayirt

etmek acisindan kesme puani 4 olarak elde edilmistir ve bu kesme puaninin duyarliligi (sensitivity) %82.3 ve

ozgullugu (specificity) %87.7 dir.

YORUM: Ergenlerde madde kullanimiyla ilgili problemlerin artis gosterdigi gunumuzde, CRAFFT madde

kullanimi degerlendirme olceginin Turkce formunun gecerli ve guvenilir oldugu gosterilmistir.

PB-022 BİR ÇOCUK VE ERGEN BAĞIMLILIK TEDAVİ MERKEZİNE BAŞVURAN

OLGULARIN YILLARA GÖRE MADDE TERCİHLERİNİN

DEĞERLENDİRİLMESİ

Dr.Hozan Saatçıoğlu, Dr.Ömer Kardaş, Doç.Dr.Zeki Yüncü, Prof.Dr.Cahide Aydın, Doç.Dr.N.Burcu Özbaran,

Yard. Doç.Dr.Sezen Köse

E.Ü.T.F. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD

AMAÇ:AMKB çok sayıda kişiyi etkileyen ve pahalı sonuçları olan, tekrarlayan bir hastalık olarak

tanımlanmaktadır. Ergenlik ve genç erişkinlikte pek çok etken, madde kullanım kararını ve bağımlılık gelişimini

etkilemektedir. Madde kullanım ve bağımlılık gelişiminde ilk adım olasılıkla sosyal ve psikolojik etkenlerle

olmaktadır. Alkol ve madde kullanım bozukluğunun seyri yıllar içerisinde farklılık göstermektedir. Bu çalışmada

2003 yılında hizmete girmiş olan ergen bağımlılık merkezine 10 yıl boyunca başvuran olguların yıllar içinde

klinik özelliklerine göre(cinsiyet, ilk maddeye başlama yaşı, kullanılan maddenin türü) değerlendirmeyi

amaçladık.

YÖNTEM: 2003-2013 yılları arasında çocuk ve ergen bağımlılık polikliniğimize başvuran olguların dosyaları

tarandı, olgular başvuru tarihine göre eylül 2003-eylül 2005 (d1), eylül 2005-eylül 2007 (d2), eylül 2007-2009

(d3), 2010-2011 (d4), 2012-Şubat 2013 (d5) olmak üzere 5 döneme ayrıldı. Dosya taraması sırasında eksik olan

bilgiler kayıp değer olarak kabul edilerek, istatistiksel değer olarak ihmal edildi. Elde edilen veriler SPSS 16.0

programına aktarılarak sayısal değişkenlerin karşılaştırılmasında tek yönlü varyans analizi, sınıfsal değerlerin

varyans analizinde ki-kare testi uygulanmıştır. İstatistiksel anlamlılık p<0.05 olarak kabul edilmiştir.

SONUÇ: Bu süre içerisinde toplam 2406 olgu merkezimize başvurmuştur. Başvuran olguların d1’de %10.9

kız, %89.1 erkek; d2’de %18.6 kız, %81.4’ü erkek; d3’te %10.5’i kız, %89.5 erkek; d4’te %14.9’u kız, %85.1’i

erkek; d5’te %22.9 kız, %77.1 erkek olarak bulunmuştur(p:0.0001). Olguların yaş ortalaması yıllara göre

farklılık göstermemektedir (d1:16.3, d2:16.5, d3:16.4, d4:16.1, d5:15.9, p:0.67). Maddeye başlama yaşı

açısından dönemler arasında fark saptanmamıştır (d1:13.5, d2:13.7, d3:13.7, d4:13.8, d5:14.4) (p:0.332) ancak

maddeyi kullanım süreleri(maddeye başlama ile tedaviye başvuruncaya kadar geçen süre) her 5 grup arasındaki

fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur(d1:30.8, d2:29.7,d3:29.3, d4:17.4, d5:12,9, p:0.001) Sigara her 5

dönemde en sık kullanılan maddedir ve sigaraya başlama yaşı açısından dönemler arasında fark olmadığı

saptanmıştır. Sigara kullanım sıklığı d1:%94.7, d2:92.9, d3:95.4, d4:83.1, d5:72.6 sigaranın ardından ise d1’de

başvuran olguların %41.5’i esrar, %32.9 ‘u inhalan, %4.0 ekstazi, %19.3’ü alkol, %1’i benzodiazepin, %0.3’ü

kokain, %0 eroin; d2’de başvuran olguların %56.2’si esrar, %17.6‘sı inhalan, %7.6’sı ekstazi, %16.6’sı

alkol, %1.4’ü benzodiazepin, %0.3’ü kokain, %0 eroin; d3’de başvuran olguların %71.4’ü esrar, %19‘u

inhalan, %1.4’ü ekstazi, %6.9’u alkol, %0.2’si benzodiazepin, %0.2’si kokain, %0.4’ü eroin; d4’de başvuran

olguların %71.4’ü esrar, %22.6‘sı inhalan, %0.7’si ekstazi, %4.5’i alkol, %0’ı benzodiazepin, %0.2’si

kokain, %0.2’si eroin; d5’de başvuran olguların %78.6’si esrar, %15.5‘i inhalan, %3.2’si ekstazi, %1.9’si

alkol, %0’ı benzodiazepin, %0.3’ü kokain, %0.2 eroin kullandıkları saptanmıştır.

YORUM: Bu çalışmada 10 yıllık süre içerisinde başvuran 2406 olgunun yaş ortalamasının yıllara göre fark

göstermediği belirlenmiştir. Bu araştırmanın belki de en ilgi çekici noktası maddeyi ilk deneme yaşının daha

küçük yaşlara kaymaması ve tedaviye gelene kadar geçen sürenin yıllar içerisinde anlamlı olarak azalmasıdır.

Page 50: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

50

Dönemler arasında madde tercihleri ve cinsiyetler arasında anlamlı farklılık saptanmıştır.

PB-023 ANNE VE BABA ADAYLARININ GEBELİKTEKİ “EBEVEYNLİK VE

BEBEK İMGELERİ” İLE POSTPARTUM DEPRESYON ARASINDAKİ İLİŞKİ:

ÇOK MERKEZLİ BİR TAKİP ÇALIŞMASI

Yazarlar: Koray Karabekiroglu1 (e-posta: [email protected]), Mahmut Cem Tarakcioglu2, Rahime Kaya3,

Gökçe Nur Taşdemir-Say1, Tuna Çak4, Isik Görker5, Dicle Sapmaz1, Aytül Karabekiroglu6, Nursu Çakin-Memik2,

Murat Yüce1, Sezen Köse3, Burcu Özbaran3, Burcu Akın-Sarı7, Serpil Özkoc-Erol8, Hakan Cengiz5, Füsun Varol9, 1Ondokuz Mayıs Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. Samsun

2Kocaeli Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. İzmit 3Ege Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. İzmir 4Hacettepe Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. Ankara 5Trakya Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. Edirne 6Psikiyatri Dep. Eğitim ve Araştırma Hast. Samsun 7Başkent Ü. Tıp F. Psikiyatri D. Ankara 8Çocuk Gelişimi Uzmanı, Kadın Doğum Hast. Mardin 9Trakya Ü. Tıp F. Kadın Hast. ve Doğum AD. Edirne

AMAÇ: Gebelik ilerledikçe, özellikle ikinci trimesterde, anne ve baba adaylarının zihinlerinde bebek ve doğum

süreci ile ilgili imgeler ortaya çıkar. Bu imgelenme farklı yazarlar tarafından farklı terimlerle (ör,

“hayali/fantasmatik bebek”, “annelik tasarımları”, “içselleştirilmiş rol ilişkileri”, “bebek bakımı ortamındaki

hayaletler”) ifade edilmiştir (Taşkın-Ilıcalı ve Okman-Fişek, 2004). Bu imgelerin niteliğini değerlendiren

yapılandırılmış araçların sayısı yok denecek kadar azdır. Öte yandan, bu imgeler ile perinatal anne-bebek ruh

sağlığı arasındaki ilişki yeterince araştırılmamıştır. Bu çalışmada, doğuma yaklaşık 3 ay kala anne ve baba

adaylarındaki bebekle ilgili zihinsel tasarımlar, kaygı düzeyi ve bağlanma örüntüsü ile doğum sonrası depresyon

arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık.

YÖNTEM: Altı farklı ilde (Samsun, Kocaeli, İzmir, Mardin, Edirne ve Batman) Kadın Hastalıkları ve Doğum

Kliniklerinde takip edilen gebeler (n=219) ve eşleri (n=126) çalışmaya katılmıştır. İlk görüşme 22-35. gebelik

haftasında, doğum sonrası yapılan ikinci görüşme ise ilk görüşmeden 12-48 hafta sonra yapılmıştır. Gebelik

döneminde anne ve baba adayları yazarlar tarafından bu araştırma için geliştirilen İmge Bebek-Beklenti Formu

(İBBF) ile Erişkin Bağlanma Stili Ölçeği (EBSÖ), Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri (DSKE) ile Kısa

Semptom Envanteri (KSE) doldurmuştur. Ayrıca Edinburgh Doğum Sonrası Depresyon Ölçeği (EDSDÖ) ve

DSM-IV’e dayalı yapılandırılmış tanı görüşmesi (The Structured Clinical Interview for DSM-IV-TR) (SCID-

I/Depression)- Depresyon gebelikte ve doğum sonrası dönemde uygulanmıştır.

SONUÇ: İBBF sonuçlarına göre, baba adaylarının anne adaylarına göre (p<0.001), çalışan anne adaylarının

çalışmayan anne adaylarına göre (p:0.008) daha olumlu bir beklentiye sahip oldukları saptandı. Plansız (p:0.001)

ve/veya istenmeyen (p.0.001) gebeliklerde, daha önce bir gebelik varsa (p:0.001) ve/veya çocuk sahibi iseler

(p.0.001) annelerin daha olumsuz bir beklenti içinde oldukları görüldü. Öte yandan, annenin yaşı arttıkça olumlu

beklentinin arttığı (r: .14; p:0.037); prenatal DSKE durumluk kaygı, EDSDÖ, KSE tüm puanlar ve güvensiz

bağlanma puanları yükseldikçe olumlu beklentinin azaldığı (hepsi p<0.001) saptanmıştır. Takip verileri

incelendiğinde ise, postpartum dönemde depresyon tanısı alan annelerin prenatal dönemde olumsuz

beklentilerinin anlamlı olarak daha yüksek olduğu görüldü (p:0.002).

SONUÇ: Bulgular doğumdan yaklaşık 3 ay once, anne ve baba adaylarının zihinlerindeki bebek ve doğum

süreci ile ilgili olumsuz beklentilerin pek çok ruhsal faktörle ilişkili olduğunu ve doğum sonrası depresyonu

öngörmede güçlü bir parametre olabileceğini göstermiştir. Öte yandan, bu çalışma için yazarlar tarafından

geliştirilen İBBF’nin geçerliği ile ilgili önemli bulgular ortaya koymuştur. Daha önceki çalışmalarda da, olumsuz

beklentilerin anne-bebek ilişkisini oldukça olumsuz etkileyebildiğine dair kanıtlar vardır (Sokolowski ve ark.,

2007). Bu çalışma bulguları, gebelik sürecinde annelik ve bebek ruh sağlığı alanında yapılacak psikiyatrik

değerlendirmenin önemini vurgulamaktadır.

PB-024 BİR YILLIK DÖNEMDE OMÜ ÇOCUK PSİKİYATRİSİ KLİNİĞİNDEN

İSTENEN KONSÜLTASYONLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Mahmut Müjdeci*, Mahmut Çakır*, Miraç Barış Usta*, Murat YÜCE*, Koray Karabekiroğlu*

*Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Page 51: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

51

AMAÇ: Genel tıbbi durumla ilişkili bozukluklarda eşlik eden psikiyatrik belirtiler hastanın tanısı ve tedavisinde

önemli bir yer tutabilmektedir. Bu çalışmada OMÜ Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim

Dalı’ndan bir yıllık dönemde tüm servislerden istenen konsültasyonların ayrıntılı olarak değerlendirilmesi

hedeflenmiştir.

YÖNTEM: 01.01.2012- 01.01.2013 tarihleri arasında OMÜ Tıp Fakültesi Hastanesi’nde takip edilen, çocuk

psikiyatri konsültasyonu istenen 368 hasta çalışmaya alınmıştır. Bu çalışmada istenen konsültasyonlar ve

karşılama notları geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Konsültasyonların hangi birimlerden istendiğine,

konsültasyon istek nedenlerine, hastaların demografik özelliklerine, konan psikiyatrik tanılarına, hastaların

yatarak mı yoksa ayaktan mı tedavi edildiğine ilişkin veriler incelenmiştir.

BULGULAR: En küçük hasta 1 ay 9 günlük, en büyük hasta 18 yaşındaydı. Kız hastaların erkek hasta sayısına

oranının yüksek olması dikkat çekiciydi. Konsültasyon isteme sebeplerinin başlıcaları “suicid girişimi” ve

“depresif duygudurum” olarak öne çıkmaktaydı. Konsültasyon istenen bölümlerin başında Çocuk Hastalıkları

Servisi ve Çocuk Acil Servisi yer alıyordu. Psikiyatrik değerlendirmenin sonunda hastaların %80‘ine psikiyatrik

hastalık tanısı konulmuştur. Psikiyatrik değerlendirmenin sonucunda en sık olarak Depresif Bozukluk tanısı

konmuştur.

SONUÇ: Diğer servislerde takip edilen çocukların mevcut hastalıklarına psikiyatrik belirtiler sık eşlik

etmektedir. Özellikle çocuklardaki psikiyatrik aciller başta olmak üzere birçok psikiyatrik bozukluk çocuk ve

ergen psikiyatrisi uzmanları tarafından değerlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle 0-18 yaş arasındaki

hastaları değerlendiren uzmanlarla çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıklarıyla uğraşan uzmanlarının işbirliği

içerisinde çalışmaları psikiyatrik hastalıkların atlanmaması açısından önemlidir.

PB-025 ÇOCUK PSİKİYATRİ KLİNİĞİNDE DEĞERLENDİRİLEN VE ERİŞKİN

PSİKİYATRİ SERVİSİNDE YATIRILARAK TAKİP EDİLEN HASTALARIN TANI

VE TEDAVİ PROFİLLERİ

Mahmut Çakır*, Miraç Barış Usta*, Mahmut Müjdeci*, Meral Oran Demir**, Murat Yüce*,

Seher Akbaş*, Koray Karabekiroğlu*

*Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı

**Gaziosman Paşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı

GİRİŞ: Ülkemizde çocuk ve ergen psikiyatrisi alanında yataklı servis sayısı oldukça yetersizdir. Yataklı tedavi

özellikle bazı durumlarda psikiyatrik tedavi seçenekleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin, ayaktan

tedavi kliniğinde tedaviye yeterince yanıt vermeyen, psikiyatrik tanısı ve komorbid durumlar yeterince

netleştirilemeyen, tedavi uyumu iyi olmayan ya da ailelerin bakımda zorlandığı psikiyatrik hastalar yatırılarak

tedaviye gereksinim duymaktadırlar. Bu çalışmada erişkin psikiyatrisi yataklı servisinde yatırılarak tedavisi

gerçekleştirilen çocuk ve ergen hastaların retrospektif olarak incelenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Kliniğinde Ocak 2009-Şubat 2013

tarihleri arasında takip edilen ve erişikin psikiyatri servisinde yatarak tedavi edilen hastaların dosyaları

retrospektif olarak incelenmiş ve demografik özellikler, tanı dağılımı, verilen ilaçlar, vb. parametreler

değerlendirilmiştir.

BULGULAR: İncelenen 134 hastanın %76.9’u kız ve yaşlarının 7-18 arasında olduğu bulunmuştur (ort= 15.1,

SD= 1.8). Sıklık sırasına göre olgulara en sık her hangi bir duygudurum bozukluğu (%88,8), yıkıcı davranım

bozukluğu (%30,5), anksiyete bozukluğu (%12,6) ve psikotik bozukluk (%10,4) tanısı konduğu saptanmıştır.

Hastaların en sık olarak, %90’ının en az bir antipsikotik ve %62’sinin en az bir antidepresif ilaç tedavisi aldığı

belirlenmiştir. Ayrıca olguların hepsinin bir ya da daha fazla psikotrop ilaç tedavisi aldığı tespit edilmiştir.

TARTIŞMA: Özellikle tedaviye rağmen ruhsal işlevselliği düzelmeyen ya da suisidal ve agresif davranışlar

göstererek kendisi ve başkaları için yüksek risk taşıyan olguların yatarak takip edilmeleri daha çok gerekli

olabilmektedir. Literatürde yatan hastaların hepsinin psikotrop ilaç almadığı ya da almak zorunda olmadıkları

yönünde bildiriler vardır. Çalışmamız kapsamındaki hastaların hepsine ilaç başlanması bu açıdan ilgi çekici

bulunmuştur ve bu yönde farkındalığımızı artıran bir sonuç olmuştur. Yatan hastaların yaş aralığı ve yaş

ortalaması ile ilgili elde edilen veriler genel literatür bulguları ile uyumlu bulunmuştur. Özellikle %90 oranında

antipsikotik ilaç kullanımı bazı merkezlerdeki kullanım oranlarıyla benzer bulunmuştur. Öte yandan, literatür

bilgileri ile uyumsuz olarak yatan hastaların çok büyük çoğunluğunun duygudurum bozukluğu olması dikkat

çekicidir. Bu çalışma ile psikiyatri servsinde yatırılarak takip edilen çocuk ve ergen hastaların tanı ve tedavi

profilleri incelenmiş ve bu yönde yapılacak sonraki çalışmalara ışık tutacak veriler elde edilmiştir.

Page 52: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

52

PB-026 ESOGÜ TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK İSTİSMAR BİRİMİNE BAŞVURAN

CİNSEL SUÇ MAĞDURU ÇOCUK VE ERGENLERİN ANALİZİ

Mehmet Ali Kökçüoğlu1, Beyza Urazel1, Bengisu Özçivit Asfuroğlu2, Saniye Tülin Fidan2, Tarık Gündüz1

1; ESOGÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp ABD., Eskişehir

2;ESOGÜ Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD.,Eskişehir

AMAÇ; Son yıllarda cinsel suçlar artmakta ve çocuklara yönelik cinsel istismar olguları da ilk sıralardaki yerini

almaktadır. Çocukluk dönemi, cinsel gelişim ve bilgilenmenin henüz tamamlanmadığı bir süreçtir. Bu dönemde

yaşanacak herhangi bir cinsel istismar eylemi, çocukta meydana gelebilecek zararı ağırlaştırmaktadır. Özellikle

istismarın aile içerisinden kaynaklanması çocukta meydana gelecek zararların daha uzun ve ağır seyretmesine

neden olmaktadır.Bu çalışma ESOGÜ Hastanesine yansıyan cinsel istismara uğrayan çocuk ve ergenlerin

sosyodemografiközelliklerinin yanısıra beden ve ruh sağlıklarının bozulup bozulmadığının değerlendirilmesi

amacıyla planlanmıştır.

YÖNTEM; 2012Ocak-2013 Mart tarihleri arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi Çocuk İstismar Birimi’ne başvuran

cinsel istismara uğramış 88 çocuk ve ergenin demografik verileri ve muayene bulguları retrospektif olarak

incelenmiştir. İstatistiksel veriler SPSS 18.0 programı ile değerlendirilmiştir.

SONUÇ; Olguların76’sı(%86,4) kız, 12’si(%13,6) erkektir. Yaş ortalaması 14±3’tür. 5 (%5,7) olgunun 7

yaşından küçük, 2’sinin(%2,3) evli olduğu, 13(%14,8) çocuk ve ergenin ise aile içi cinsel istismar mağduru

olduğu, 2’sinde(%2,3) donuk normal zeka, 2’sinde(%2,3) hafif derecede zeka geriliği, 5’inde(%5,7) orta

derecede zeka geriliği olduğu tespit edilmiştir. Psikiyatrik açıdan değerlendirildiklerinde olguların 59’unda

(%67) aktif psikopatoloji tespit edilmiş, 29’unda(%33,0) aktif psikopatoloji saptanmamıştır.

YORUM; Çalışmamızda cinsel istismar sonucu olguların % 67’sinde aktif psikopatoloji saptanmıştır. Cinsel

istismar olgularında psikiyatrik muayenenin oldukça önemli olduğu görülmektedir. Cinsel istismar mağduru

çocuk ve ergenlerin yargılama sürecine ayrıca özen gösterilmeli ve sürecin kısalması için gerekli önlemler

alınmalıdır.

ANAHTAR KELİMELER; Cinsel İstismar, Ruh Sağlığı, Cinsel Suç

PB-027 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU OLAN ÇOCUK VE

ERGENLERDE FARMAKOLOJİK TEDAVİNİN İŞLEVSELLİK SONUÇLARI: 12

AYLIK PROSPEKTİF GÖZLEMSEL BİR ÇALIŞMA

Murat Altin1, Ahmed A. El-Shafei2, Maria Yu3, Durisala Desaiah4, Nikolay N. Zavadenko5, Hong Yun Gao6 1Eli Lilly Türkiye, İstanbul Türkiye; 2Eli Lilly Kahire, Kahire, Mısır; 3Eli Lilly Kanada, Toronto, Ontario, Kanada; 4Lilly Araştırma Laboratuarları, Lilly Kurumsal Merkezi, Indianapolis, IN, ABD; 5Nöroloji Bölümü, PediyatrikNöroşirürji ve Tıbbi Genetik Fakültesi, Rusya Devlet Tıp Üniversitesi, Moskova,

Rusya Federasyonu; 6Psikolojik Tıp Bölümü, Fudan Üniversitesi Çocuk Hastanesi, Şangay, Çin

AMAÇ: Farmakolojik monoterapiyebaşlanmış Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan çocuk

ve ergenlerde işlevsellik sonuçlarındaki değişikliklerin 1 yıllık sürede doğal ortamda değerlendirilmesi.

YÖNTEMLER: Bu faz 4, prospektif, gözlemsel, girişimsiz çalışma 6 ülke/bölgedeki (Rusya Federasyonu, Çin,

Tayvan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Lübnan)28 merkezde gerçekleştirilmiştir. Hastalar çalışmanın

yapıldığı ülkelerde DEHB tedavisinde kullanılanfarmakolojik tedavilere göre şu monoterapilere

alınmıştır:stimulanlar (n= 221), nootropikler (n= 91) veya atomoksetin (n= 234). Hastalar, hekimin reçete ettiği

tedavi rejimlerine dayanılarak Çocuk Sağlık ve Hastalık Profili-Çocuk Edisyonu (CHIP-CE) Başarı alanına göre

değerlendirilmiş ve 12 aylık süre boyunca takip edilmiştir.

SONUÇ: Sonlanım noktasında, CHIP-CE Başarı alanı skorundaki ortalama ilerleme bütün ülkelerde ve

Tayvan’da atomoksetin (ortalama değişiklik -4,2) alan hastalar haricindeki terapilerde (ortalama değişiklik 2,0-

19,0 arası) gözlenmiştir.

YORUM: Bir yıllık tedaviden sonra, DEHB tedavisi için uygulanan farmakolojik monoterapiile Batı ülkeleri

dışındaki ülkelerdeki çocuk ve ergenlerde de işlevsel iyileşmeler gözlemlenmiştir.

Page 53: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

53

PB-028 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİ ÇOCUK VE ERGEN PSİKİYATRİSİ

POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN HASTALARDA SOSYODEMOGRAFİK

ÖZELLİKLER, BAŞVURU YAKINMALARI VE TANI DAĞILIMLARI İLE İLGİLİ

BİR ÇALIŞMA

Mutlu Karakuş, Büşra Duran, Sema Tanrıöver Kandil

KTÜ Tıp Fakültesi, Çocuk- Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Çalışmamızda Çocuk - Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine ilk kez başvuran olguların

sosyodemografik özellikleri, başvuru yakınmaları ve tanı dağılımlarının incelenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk- Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine

1 Eylül 2011 – 31 Mayıs 2012 tarihleri arasında ilk kez başvuran, anne ve/veya babası çalışmaya katılmayı kabul

eden 1123 olgu alınmıştır.

BULGULAR: Çalışmaya katılan olguların %61,2’sinin (n= 687) erkek, %38.8'inin (n=436) kız olduğu tespit

edilmiştir. Olguların çoğunluğunun 7-12 yaş grubundaki erkekler (n=345/%50.2 ) olduğu belirlenmiştir.

Olgularda ilk başvuru esnasında en çok belirtilen yakınmalar; dalgınlık- dikkatsizlik- unutkanlık (%15,3),

sinirlilik (%12,6), hareketlilik (% 9,6), ödev-ders sorunu (%7.8) ve fiziksel belirtiler (% 6), tanılar ise; dikkat

eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB)(%20.5), anksiyete bozukluğu (%20.4), depresyon (%8.3) , hafif

mental retardasyon (Hafif MR)(% 6.7), sınır entelektüel işlev (%4.0) ve enürezis (% 3.9) olarak saptanmıştır.

Okul öncesi olgularında en sık belirtilen ilk başvuru yakınmaları; konuşma geriliği- adına bakmama (%18.8),

hareketlilik (%13.2) , sinirlilik (%11.2 ), tanılar ise; anksiyete bozukluğu (% 14.1) , DEHB (%11.9) , hafif MR

(% 7.8) , konuşma geriliği (%7.5) , başka türlü adlandırılamayan yaygın gelişimsel bozukluk (BTA-YGB)

(%4.4) olarak saptanmıştır. Ergenlik öncesinde en sık belirtilen yakınmalar; dalgınlık- dikkatsizlik unutkanlık

(%22,8), hareketlilik (%11.7) , ödev ve ders sorunları (%10.2) , tanılar ise; DEHB ( % 30.1) , anksiyete

bozukluğu (% 20.4 ), hafif MR ( % 7.8 ), depresyon ( % 5.9 ), enürezis (% 5.6) olarak saptanmıştır. Ergenlik

döneminde en sık belirtilen yakınmalar; sinirlilik ( %18.9 ) , dalgınlık-dikkatsizlik-unutkanlık (% 14) ve ödev-

ders ile ilgili sorunlar (% 12.1), tanılar ise; anksiyete bozukluğu ( % 27.9 ), depresyon ( % 21.9 ), DEHB ( %

11.3 ), davranım bozukluğu ( % 7.5), obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) (% 7.5) ve konversiyon bozukluğu ( %

2.3 ) olarak saptanmıştır.

YORUM: Çalışmamızda olguların başvuru yakınmaları ve olgulara konan tanıların sıralamaları farklı olsa dahi

diğer ruh sağlığı kliniklerinde yapılan çalışmalarla uygunluk gösterdiği görülmüştür. Okul öncesi dönemde

iletişim sorunlarının, ergenlik öncesinde eğitim-öğretim sorunlarının, ergenlik döneminde anksiyete ve

duygudurumla ilgili yakınmaların diğerlerine oranla daha fazla olduğu tespit edilmiştir.

PB-029 CİNSEL İSTİSMARA UĞRAYAN ÇOCUKLARDAKİ PSİKOPATOLOJİ

ŞİDDETİ İLE İLİŞKİLİ FAKTÖRLER

Nagehan ÜÇOK DEMİR, Mustafa Yasin IRMAK, Duygu MURAT,

Nese PERDAHLI FİŞ

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Çalışmamızda; kliniğimize adli rapor istemi ile yönlendirilen cinsel istismara uğramış çocuk ve

ergenlerdeki psikopatoloji şiddeti ile ilişkili etmenlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Eylül 2010 - Aralık 2012 tarihleri arasında Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim Araştırma

Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine adli makamlarca yönlendirilmiş olan 4-17

yaş arasındaki 175 olgunun dosya bilgileri geriye dönük olarak incelenmiştir. İstatistiksel analizler SPSS (17.0)

paket programı ile yapılmıştır.

BULGULAR: Araştırmanın örneklemini oluşturan 175 çocuk ve ergenin %74.3’sı kızdı (n= 130). Yaş

ortalaması 12.9±3.7 yıl olup; olguların % 68’i 12-17 yaş aralığındaydı. Olguların %35.4’ü hastanenin bulunduğu

ilçe olan Pendik’te yaşıyordu. En sık görülen ruhsal bozukluk travma sonrası stres bozukluğu olup

(TSSB)(%58.9), TSSB olanların %40’ına Major Depresyon eşlik ediyordu. Psikopatoloji şiddeti; kız cinsiyette

(p:0.006), ergenlik dönemindeki olgularda (p:0.009), istismarcının tanıdık biri olması (p:0.026) ve cinsel

istismarın penetrasyon içermesi durumunda (p:0.024) istatistiksel olarak anlamlı biçimde artmaktaydı.

SONUÇ: İstismar sonrasında gelişen psikopatolojinin şiddetini arttıran bu faktörlerin biliniyor olması tedaviye

dirençli olabilecek, daha yakın takip edilmesi gereken olguları klinisyenin daha çabuk tanımasına ve uygun

müdahale yöntemlerini seçmesine yardımcı olacaktır.

Page 54: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

54

PB-030 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNİN ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE

HASTALIKLARI POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN VE DSM-IV-TR TANI SİSTEMİNE

GÖRE YAYGIN GELİŞİMSEL BOZUKLUK TANISI ALAN ÇOCUK VE

ERGENLERİN DSM-5 TANI SİSTEMİNE GÖRE ALDIKLARI TANILAR VE

TOPLUMSAL İLETİŞİM BOZUKLUĞU TANISININ YORDAYICILARI: BİR ÖN

ÇALIŞMA

Nuran DEMİR1, Zehra TOPAL1, Taha Can TUMAN2, Didem YAĞCI YETKİNER3, Özlem Şeyda ULUĞ3, Ali

Evren TUFAN4

1 Arş. Gör. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

2 Arş. Gör., Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

3 Uzm. Psikolog, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

4 Yrd. Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

AMAÇ: DSM-IV içerisinde yer alan Yaygın Gelişimsel Bozukluklar (YGB) için DSM-5 içerisinde yapılması

önerilen değişiklikler birden fazla kategoriyi içeren, kapsayıcı bir üst gruptan Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB)

olarak adlandırılan tek bir kategoriye geçilmesini, tanı için gerekli semptom gruplarının üçten ikiye indirilmesini,

başlangıç yaşı için önerilen katı sınırların ortadan kaldırılmasını, ve duyusal ilgiler ve kaçınmalar gibi DSM-IV

içerisinde vurgulanmayan semptomların eklenmesini içermektedir. Bu öneriler deneysel verilere dayansa da,

yeni ölçütlerin özgünlük ve duyarlılığı ile ilgili veriler kısıtlıdır. Gözden geçirilen ölçütlerin YGB tanımını

daraltıp daraltmayacağı özellikle ilgi çeken bir konudur.Bu araştırmada bir üçüncü basamak tedavi merkezine

başvuran, DSM-IV-TR ölçütlerine göre YGB içerisinde yer alan tanıları olan çocuk ve ergenlerin DSM-5

ölçütlerine göre aldıkları tanıların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Araştırmada kullanılan DSM-5 ölçütleri 03/ 09/ 2012 tarihinde Amerikan Psikiyatri Birliği’nin

DSM-5 içerisinde önerilen değişiklik listesidir. Hastaların dosyaları DSM-IV-TR ve DSM-5 ölçütlerine göre

kaydedilmiştir. Analizlerde tanımlayıcı ve non-parametrik testler kullanılmış ve p 0.05 olarak alınmıştır.

SONUÇ: Analize ortalama yaşı 74.0 (S.D.= 43.5) ay olan 46 hasta alınmıştır (% 71.7 erkek). DSM-IV-TR

ölçütlerine göre alınan tanılar incelendiğinde çoğu olgunun (% 69.6) BTA- Yaygın Gelişimsel Bozukluk tanısını

karşıladığı görülmüştür. Hastaların geriye kalanları Otistik Bozukluk tanısını karşılamaktadır. DSM-5

içerisindeki A ölçütü hastaların % 62.2’si, B ölçütü ise % 40.0’ı tarafından karşılanmaktadır. DSM-5 OSB A ve B

ölçütleri içerisinde olgularda bildirilen yakınmalara en çok uyan ölçüt “Toplumsal/ Emosyonel Karşılıklılık” (%

93.3) iken, en az uyan ölçüt “Kısıtlı/ Sabit ilgiler” dir (% 11.1). DSM-IV-TR içerisinde yer alan BTA-YGB tanısı

ile DSM-5’te yer alması önerilen TİB tanısı olumlu yönde, kuvvetli ve anlamlı ilişki göstermektedir (Ki Kare=

36.6, dF=1, p=0.000, Phi= 0.91).

YORUM: Bulgularımız DSM-IV-TR içerisinde BTA-YGB tanısı alan hastaların hemen hemen tamamının

DSM-5 ölçütlerine göre TİB tanısını karşıladığını, buna karşın, DSM-IV-TR içerisinde Otistik Bozukluk olarak

tanı alan olguların % 14.3’ünün DSM-5’e göre OSB tanısını karşılamayıp TİB tanısını aldığını göstermektedir.

Sonuçlarımız, araştırmanın yürütülmüş olduğu merkezde BTA-YGB olgularının çoğunun eşik altı semptomları

nedeniyle bu tanıyı aldığını düşündürmektedir. DSM-5 A ölçütü, B ölçütüne göre daha çok karşılanmaktadır.

Örneklemimizde DSM-5 OSB için en sık karşılanan ölçütün “toplumsal/ emosyonel karşılıklılık”, en az

karşılanan ölçütün ise “kısıtlı/ sabit ilgiler” olduğu görülmüştür. Kısıtlılıklar olmasına rağmen elde ettiğimiz

veriler, en azından 2012 yılı Eylül ayında önerildiği şekliyle TİB tanısının DSM-IV-TR’ye göre BTA-YGB tanısı

ile anlamlı olarak örtüştüğünü gösterebilir. Bulgularımızın yeni araştırmalarla desteklenmesine ihtiyaç

duyulduğu söylenebilir.

PB-031 BUZ PATENİ ETKİNLİĞİNİN GÖRME VE İŞİTME ENGELLİ ÇOCUK VE

GENÇLERDE RUHSAL DEĞİŞKENLER ÜZERİNE ETKİLERİ Onur Burak Dursun*, Süleyman Erim Erhan**, Esra Özhan İbiş*, Ahmet Şirinkan**, Sadullah Keleş***,

İbrahim Selçuk Esin*, Nazım Ercüment Beyhun****

*Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

Page 55: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

55

** Atatürk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu

*** Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları AD

****Karadeniz Teknik Üniversitesi Halk Sağlığı AD

AMAÇ: Bedensel engelliliğin, ruhsal bozukluklar için ek risk oluşturduğu, kendilik algısı ile ilgili sorunlara yol

açabildiği ve yaşam kalitesini bozabildiği bilinmektedir. Akranlarla kendisini kıyaslamanın normal gelişim

içinde yer aldığı çocukluk ve ergenlik döneminde yapılacak sosyal ve fiziksel etkinliklerin, psikiyatrik

hastalıkların gelişiminin önlenmesi açısından koruyucu etkisi olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada görme ve

işitme engelli çocuk ve gençlere uygulanan düzenli buz pateni aktivitesinin ruhsal değişkenlere etkisinin

araştırılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmaya Erzurum Görme Engelliler İlköğretim Okulu ve Erzurum Dede Korkut İşitme Engelliler

İlköğretim Okulu’na devam eden 40 öğrenci dahil edilmiştir. Olgular 3 ay boyunca haftada 2 gün birer saat buz

pateni eğitim ve uygulama etkinliğine tabi tutulmuştur. Olguların program öncesi ve sonrasında ruhsal belirti

düzeyleri, kendilik algıları, yaşam kaliteleri ve uyku kaliteleri karşılaştırılmıştır.

SONUÇ: Spor etkinliğinin olguların uyku kalitesi ve kendilik algısı üzerine olumlu etki sağladığı saptanmıştır.

YORUM: Sosyal etkinlikler ve spor etkinlikleri, duyusal engeli bulunan olgularda koruyucu ruh sağlığı

açısından kritik önemi sahiptir. Bu tür etkinlikleri düzenleyebilecek kurumların belirlenerek, bu kurumlarla

tedavi kurumları ve okulların işbirliğinin sağlanması bu çocuk ve gençlere olumlu katkı sağlayabilir.

PB-032 WEB DESTEKLİ BİR EĞİTİM UYGULAMASI VE UZAKTAN EĞİTİM

MODALİTELERİNİN ASİSTAN EĞİTİMİNDE KULLANIMI

Onur Burak Dursun1, Esra Özhan İbiş1, Selçuk Karaman2,Taner Güvenir3 1Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Atatürk Üniversitesi

Açıköğretim Fakültesi, 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

GİRİŞ: İnternet kullanımının dünya genelinde yaygınlaşmasıyla pek çok alanda değişiklikler olduğu gibi, tıp

eğitiminde de gelişmeler yaşanmaktadır. Video konferans sistemleri ve internet temelli eğitim etkinlikleri; etkin

zaman kullanımı, coğrafi bariyerlerin ortadan kaldırılması ve eğitim giderlerinin düşürülmesi gibi avantajlara

sahiptir. YÖNTEM: Bu çalışmada Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi ile Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk

Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalları’nca ortaklaşa yürütülen, araştırma görevlilerinin psikoterapotik bakış

açılarının gelişmesini amaçlayan bir uzaktan eğitim programı üzerine eğitici ve araştırma görevlilerinin

memnuniyet düzeyleri sunulacaktır. Sonuçlar ışığında uzaktan eğitim alternatifleri ve bunların avantaj,

dezavantaj ve çocuk ergen ruh sağlığı uzmanlık eğitiminde muhtemel kullanım alanları tartışılacaktır. SONUÇ: Yapılan eğitim aktivitesinin hem eğitici hem de araştırma görevlileri açısından memnun edici sonuçlar

verdiği ancak zaman planlanması konusunda sorunlar yaşandığı gözlenmiştir. YORUM: Dünyada tıp eğitimindeki gelişmelere paralel olarak uzaktan eğitim uygulamaları ve internet temelli

eğitimlerin, sunduğu pek çok avantaj ile gerek uzmanlık eğitimi gerekse yeterliliğin değerlendirilmesi

uygulamalarında fayda sağlayabileceği düşünülmüştür.

PB-033 DEHB TEDAVİSİNDE ÇOK YÖNLÜ YAKLAŞIMDA AİLE PSİKOSOSYAL

EĞİTİMİNİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Dr. Uğur Tekin, Dr. Burcu Özbaran, Dr. Sezen Köse, Dr. Ömer Kardaş, Dr. Cahide Aydın

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı A.D. İzmir

ÖZET

GİRİŞ: DEHB (Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu) gelişim dönemlerine uygun olmayan dikkat

eksikliği, hiperaktivite ve implusivite semptomları ile karakterize, nöropsikiyatrik, davranışsal bir

bozukluktur. DEHB tedavisinde psikofarmakolojik tedavi yanısıra, davranışçı yöntemler, aile ve öğretmen

eğitimi gibi psikoeğitsel yaklaşımlar da çalışılmaktadır.

AMAÇ: Bu çalışmada, DEHB tanısı alan hastalarımızın ailelerinin DEHB hakkındaki görüşlerini, bilgilerini,

inanışlarını değerlendirmek; DEHB kliniği ve tedavisi ile ilgili bilgilendirme şeklindeki eğitim toplantısına

katılan ailelerin, bu toplantı sonrası görüş, bilgi ve inanışlarında meydana gelen değişimleri ölçmek

amaçlanmıştır.

Page 56: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

56

YÖNTEM: Çalışmaya DEHB polikliniğinde izlenen, toplantıya katılmaya gönüllü 24 aile alınmıştır. DEHB ile

ilgili; 7 adet genel bilgi; 7 adet tedavi; 4 adet klinik gidiş; 3 adet yaşam kalitesi ve 2 adet de genel görüşü

sorgulayan toplam 23 sorudan oluşan bir anket, ailelere eğitimden önce ve sonra olmak üzere uygulanmıştır.

BULGULAR: Eğitim öncesi ve sonrası doğru yanıtlama oranları karşılaştırıldığında; toplam doğru yanıt oranı;

eğitim öncesi %62 iken bu oran eğitin sonrası %72,2’ye çıkmıştır (p:0,001). Ailelerin verilen eğitim sonrası bilgi

düzeylerinin arttığı belirlenmiştir.

TARTIŞMA: Psikoeğitim hem tedavi uyumunu arttırma hem de ailenin tutumlarına yönelik çalışmak için bir ön

basamaktır. Bu çalışma aile eğitiminin bilgi düzeyine katkısını ölçmeyi değerlendiren bir örnek açısından

sunulmuştur.

PB-034 YATARAK TEDAVİ EDİLEN ERKEN BAŞLANGIÇLI ŞİZOFRENİ

OLGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ: BİR ÖN ÇALIŞMA

Tuğba Eseroğlu, Özden Şükran Üneri, Melike Özdemir, Hilal Adaletli, Canan Tanıdır

1Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Kliniği, İstanbul

AMAÇ: Şizofreni, kişinin alışılmış algılama ve yorumlama biçimlerine yabancılaştığı, içine kapanarak dış

dünyanın gerçeklerinden, kişiler arası ilişkilerden uzaklaştığı, duyuş, düşünüş ve davranışlarda önemli

bozukluklarla giden ağır bir ruhsal hastalıktır, geç ergenlik veya erken erişkin döneminin hastalığı olarak

bilinmesine karşın çocukluk çağında da görülebilmektedir1. On sekiz yaş öncesi başlayan şizofreni için erken

başlangıçlı şizofreni (EBŞ), 13 yaş öncesi başlayanlar için ise çok erken başlangıçlı şizofreni (ÇEBŞ) terimleri

kullanılmaktadır1. Bu çalışmada 2012 yılı ilk 3 ayı içerisinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve

Araştırma Hastanesi (BRSHH) Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi servisinde, EBŞ tanısıyla takip ve tedaviye alınan 18

olgunun sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Ocak-Nisan 2012 tarihleri arasında BRSHH Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi kliniği yataklı servisinde,

erken başlangıçlı şizofreni tanısıyla takip ve tedaviye alınan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiş,

çalışmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik bilgi ve hastalık takip formu doldurulmuştur.

BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 16,11±1,08 (min.14-max.17) olarak bulunmuştur. Olguların %44,4’ü

(n=8) kız, %55,6’sı (n=10) erkek olarak saptanmıştır. Olgular ailedeki çocuk sayısına göre

değerlendirildiğinde %16,7’sinin (n=3) 2, %33,3’ünün (n=6) 3, %11,1’inin (n=2) 4, %38,9’unun (n=7) 5 ve üstü

(min.2-max.11) çocuğu olan ailelerden geldiği görülmüştür. Olguların akrabalarında psikiyatrik hastalık görülme

sıklığı birinci dereceden akrabalarda %33,3 (n=6), ikinci dereceden akrabalarda %27,8 (n=5), uzak

akrabalarda %5,6 (n=1) olarak bulunmuştur. Hastalığın başlangıcından hastaneye yatış zamanına kadar geçen

süre ortalama 10,56±12,17 (min.1-max.48) ay olarak saptanmıştır.

TARTIŞMA: Yapılan epidemiyolojik çalışmalarda şizofreninin yaşam boyu görülme sıklığı %1 dolaylarındadır.

Bunların %0,1-%1’lik kısmı çok erken başlangıçlı, %4’ü ise erken başlangıçlı olgulardır2. Erişkin başlangıçlı

şizofrenide görülme sıklığı açısından cinsiyetler arasında farklılık olmadığı bilinmektedir. Ancak EBŞ’nin

erkeklerde 2 kat daha fazla görüldüğü bildirilmiştir1. Çalışmamızda erkek/kız oranı 1,25 olarak hesaplanmıştır.

Bu duruma çalışmanın 3 aylık bir zaman dilimi içinde, yalnızca yatırılarak tedavisi yapılan olgulardan oluşması

yol açmış olabilir. EBŞ’nin etyolojisinde kalıtımsal bir duyarlılığın olduğu söylenmektedir2. Olguların %61’inin

birinci ve ikinci dereceden akrabalarında psikiyatrik hastalık öyküsünün olması bu bulguyu desteklemektedir.

Erken ve yetişkin tipte klinik belirtilerin niteliksel olarak birbirine benzemesine karşın, niceliksel olarak

aralarında önemli farklılıklar olduğu, hastalığın erken başlangıçlı tipte daha sinsi başlangıç gösterdiği

bildirilmiştir3. Çalışmamızda yakınmaların başlaması ile hastaneye başvuruya kadar geçen sürenin görece olarak

kısa olması (ort.10,56 ay) örneklemin küçük ve yalnızca yatarak tedavi gören olgulardan oluşmasından

kaynaklanmış olabilir.

SONUÇ: Çalışma bulgularımız örneklemin küçüklüğüne rağmen EBŞ ile ilgili yapılan çalışmaların az sayıda

olması nedeniyle değerlidir. Bu konuda çok merkezli ve geniş örneklemli, retrospektif çalışmalara gereksinim

bulunmaktadır.

PB-035 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU (DEHB) OLAN

ERGENLERDE İNTERNET BAĞIMLILIĞI: KESİTSEL BİR ÖN ÇALIŞMA

Özden Ş. Üneri, Hatice Güneş, A. Güven Kılıçoğlu, Canan Tanıdır, Caner Mutlu, Hilal Adaletli, M. Kayhan

Bahalı*

*Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve

Ergen Psikiyatrisi Kliniği,

Page 57: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

57

AMAÇ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan bireylerde bağımlılık riskinde artış olduğu,

internet bağımlılığında da başka psikiyatrik bozuklukların yüksek oranda eşlik ettiği belirtilmektedir. Bu

çalışmada DEHB tanısı ile takip ve tedaviye alınan ergenlerin tedavi öncesi ölçek değerlendirmesine dayalı

internet bağımlılığı düzeylerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmamızın verileri Ekim 2012-Mart 2013 tarihleri arasında Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman

Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğinde

toplanmıştır. Örneklem DSM IV’e dayalı klinik değerlendirme görüşmesi sonrasında DEHB tanısı ile takip ve

tedaviye alınan 13-18 yaş grubu ergenlerden oluşmaktadır. İlaç tedavisi görmeyen ergenlerden tedavi öncesi

internet bağımlılığı ölçeğini doldurmaları istenmiştir. Çalışma için araştırmacılarca hazırlanan sosyodemografik

bilgi formu görüşme sırasında araştırmacılar tarafından doldurulmuştur. Veriler SPSS 16.0 bilgisayar programı

aracılığıyla değerlendirilmiş ve tüm istatistiksel değerlendirmelerde anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul

edilmiştir.

BULGULAR: Örneklem 33 ergenden oluşmaktadır. Olguların %15,2’si (n=5) kız, %84,8’i ise (n=28) erkektir.

Çalışma kapsamında değerlendirilen ergenlerin yaş ortalaması ise 15,15’tir (min13-max17). Çalışmamızın

verilerine göre örneklemde yer alan ergenlerin %90,9 (n=30) ’unun evinde bilgisayar olup, odasında bilgisayar

bulunanların oranı %66,7 (n=22) ’dir. Ergen olguların %75,8 (n=25)’inin evinde internet bağlantısı mevcuttur.

Olguların İnternet Bağımlılığı Ölçeği’nden aldıkları puanların ortalaması 93,67 (min39-max145)’ tir. DSM-IV

Kökenli Yıkıcı Davranış Bozuklukları Belirti Tarama Ölçeği toplam puan ortalaması ise 51,18 (min26-

max73)’dir.

SONUÇ: Devam etmekte olan çalışmamızın ön bulguları özellikle ergen yaş grubunda DEHB tanısı alan

ergenlerde internet bağımlılığı değerlendirmesinin yapılması gerekliliğini vurgulamaktadır.

PB-036 İLKÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİNDE ANKSİYETE VE DUYGUDURUM

BOZUKLUKLARI PREVALANSI VE SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLER

Öznur Bilaç1, Eyüp Sabri Ercan2, Taciser Uysal3, Cahide Aydın2 1Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi, Çocuk ve Ergen Birimi, 2Ege Üniversitesi Hastanesi, Çocuk ve

Ergen Ruh sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 3Şırnak Devlet Hastanesi

AMAÇ: Çocukluk döneminde başlayan psikiyatrik bozukluklar, büyüdükçe çocukta daha fazla fonksiyon

kaybına ve erişkin dönemde devam eden yıkımlara neden olabilmektedir. Çocukluk ve ergenlik çağındaki

psikiyatrik hastalıkların etiyolojisi ve doğal seyrini anlamak için prevalans ve insidans ile ilgili sağlam bilimsel

verilerin olması gerekmektedir. Çocuk ve ergenlerde psikiyatrik hastalıkların sıklığının ve hastalıklarla ilişkili

risk faktörlerinin araştırıldığı az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu araştırmada Türkiye’de iyi belirlenmiş ve

yeterli sayıdaki bir ilkokul örneklemiyle Duygudurum Bozuklukları ve Anksiyete Bozukluklarının prevalansının

saptanması amaçlanmıştır. YÖNTEM: İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından resmi sınıflamaya göre alt/orta/üst sosyoekonomik

gruba göre belirlenen 12 okuldan, %5 hata payıyla, alfa (t) %1 olarak belirlenen 419 olgu rastgele örneklem

alınması yöntemiyle seçildi. Araştırmada yer alan olgular 6-14 yaş aralığındaydı. 417 olguya ulaşıldı, yanıt oranı

%99.5 olarak saptandı. Böylece 417 olgu yarı yapılandırılmış tanı görüşmesi (K-SADS-PL) ve impairment

(bozulma) kriterleri kullanılarak değerlendirildi. BULGULAR: Impairment (bozulma) kriteri göz önüne alınmadan yani sadece klinik görüşme ile Duygudurum

Bozuklukları prevalansını %2.9, Anksiyete Bozuklukları prevalansını %13.9 olarak saptanmıştır. Impairment

(bozulma) kriteri dikkate alındığında ise Duygudurum Bozuklukları prevalansı %1.4, Anksiyete Bozuklukları

prevalansı %2.6 olarak bulunmuştur. Olguların yaşı, cinsiyeti, sosyoekonomik düzeyi, ebeveyn medeni durumu

ve ebeveyn eğitimi ile Duygudurum Bozuklukları ve Anksiyete Bozuklukları arasında anlamlı bir ilişki

saptanamamıştır. SONUÇ: Çalışmamızda bulunan İzmir örneklemindeki Duygudurum ve Anksiyete Bozukluklarının prevalans

oranları Batılı ülkelerde yapılmış olan çalışmalara oldukça benzer bulunmuştur. Literatürle uyumlu olarak

impairment (bozulma) kriteri dahil edildiğinde hastalık sıklıklarının belirgin olarak azaldığı gözlenmiştir.

Impairment (bozulma) kriteri ile değerlendirme yapıldığında Duygudurum Bozuklukları sıklığı yaklaşık yarıya,

Anksiyete Bozuklukları sıklığı ise dörtte birine düşmektedir.

PB-037 ÖZKIYIM GİRİŞİMİ OLAN ERGENLERDE SERUM VİTAMİN B12

DÜZEYLERİ

Page 58: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

58

Perihan Çam Ray, Gonca Gül Çelik, Ayşegül Yolga Tahiroğlu, Ayşe Avcı

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA

GİRİŞ: Özkıyım davranışı pek çok ülkede başlıca halk sağlığı sorunu olarak görülmekte ve ergen ölüm

nedenleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Depresif bozukuklar, ihmal, istismar gibi zorlu yaşam olayları

ergen özkıyımının başlıca nedenleri arasındadır. B12 vitamini eksikliği, ajitasyon, irritabilite, yönelim

bozukluğu, konsantrasyon bozukluğu, apati, uykusuzluk gibi nörovejetatif belirtiler ve duygudurum bozuklukları

ile ilişkili bulunmaktadır. Çalışmamızda özkıyım girişimi ile başvuran ergenlerde serum B12 vitamin düzeyleri

ve kan biyokimyasal değerlerinin araştırılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmaya, özkıyım girişimi ile Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve

Hastalıkları Anabilim Dalına başvuran veya konsulte edilen 48 ergen olgu alındı. Ruhsal belirtilerin taranması

amacı ile Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam

boyu şekli-Türkçe uyarlaması ÇDŞG-ŞY (Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Aged

Children, Present and Lifetime Version, K-SADS-PL) uygulandı. Olgulara, Çocuk Depresyon Ölçeği, STAI 1 ve

2 ölçekleri, Conner’s aile ve öğretmen değerlendirme ölçekleri verildi. Olguların biyokimyasal incelemelerinden

hemogram, ASO, B12, Folat, TSH düzeylerine bakıldı.

SONUÇLAR: Çalışmaya alınan toplam 48 hastanın n=43’ü (%.89,6) kız, n=5’i (%10,4) ise erkek hastaydı.

Hastaların yaş ortalaması 15,0±1,5 idi. Bordeline Kişilik örüntüsü,TSSB ve Duygudurum Bozukluğu olan grupta

birden fazla özkıyım girişimi ilk özkıyım girişimlerine oranla daha fazlaydı. (n=6 (%25), n=2 (%8,3); n=6

(%25), n=1 (%4,2); n=5 (%20,8), n= 3 (%12,5); p=0,014) . Birden fazla özkıyım girişimi olanlarda ortalama

serum B12 değerleri ilk özkıyımı olanlara göre daha düşüktü (266.7±25; 162.9±68; p= 0,045) . Birden çok

girişimi olan olgularda, TSH düzeyleri, tek girişimi olan olgulara göre daha yüksekti. (1.9±0.6; 1.3±0.7 p=

0,010)

YORUM: Geçmiş özkıyım girişimi öykülerinin ileriki özkıyım girişimlerini ön görebilen en önemli risk etkeni

olduğu belirtilmektedir. Bununla birlikte serum B12 düzeyinin, tek girişimi olan olgulara göre tekrarlayıcı

girişimi olanlarda daha düşük saptanması, altta yatan psikiyatrik bozukluğun klinik görünümünü dürtüsellik ve

risk alma davranışları yönünde tetikleyebilir. Borderline kişilik örüntüsü, TSSB, duygudurum bozukluğu

olanlarda yineleyen özkıyım girişimlerinin ile serum B12 düzeylerinin ilişkisi etyolojideki nöroendokrin

süreçleri yansıtabilmektedir. Dahası B12 eksikliği tedavisinin sonraki özkıyım girişimleri ve psikotrop ilaç

yanıtlılığı açısından etkisinin kontrollü izlem çalışmaları ile desteklenmesi gereklidir.

PB-038 İNTERNET BAĞIMLILIĞI VE DEHB İLİŞKİSİ

Savaş Yılmaz, Ayhan Bilgiç, Sabri Hergüner,

Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı

GİRİŞ: Son yıllarda internet kullanımındaki artış problemli internet kullanımındaki artışı da beraberinde

getirmiştir. DEHB internet bağımlılığı ile en sık görülen eştanıdır. bu çalışmada DEHB nin internet bağımlılığına

etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Konya İl Milli Müdürlüğünden gerekli izinlerin alınmasından sonra 3 sosyoekonomik düzeye sahip

okullar belirlenmiş ve 658 lise öğrencisi ergen çalışmaya dahil edilmiştir. DEHB puanlaması için Conners-Well

ergen özbildirim ölçeği kısa form, internet bağımlılığı değerlendirilmesi için internet Bağımlılığı ölçeği, ve

internet kullanım alışkanlıklarını sorgulayan veri formu kullanılmıştır. bağımlılık puanına olan etkilerin

değerlendirilmesi için lineer regresyon analizi, bağımlı ve bağımı olmayan grup arasındaki dehb puanlarının

karşılaştırılması için t testi kullanılmıştır.

SONUÇ: Bağımlı olan ve olmayan grubun conners puanları karşılaştırıldığında, dikkat eksikliği hareketlilik ve

davranış problemleri açısından bağımlı olan grubun anlamlı oranda daha yüksek puanlar aldığı saptandı.

bağımlılık puanını yordama konusunda davranım bozukluğu ve dikkat sorunlarının anlamlı etkisinin olduğu,

hiperaktivitenin diğer nedenler kontrol edildiğinde anlamlı etkisi olmadığı saptanmıştır.

YORUM: çalışmamızda dikkat sorunlarının ve davranım bozukluğunun karşı gelme ve hiperaktiviteye oranla

internet bağımlılığı üzerinde daha fazla etkisi olduğu bulunmuştur. erkek cinsiyette kızlara oranla daha fazla

gözlenmiştir. kendi bilgisayarının olması bağımlılık ihtimalini arttırmaktadır.

PB-039 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNE YAPILAN ADLİ BAŞVURULARIN

DEMOGRAFİK DEĞERLENDİRMESİ

Page 59: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

59

*Savaş Yılmaz, *Ömer Faruk Akça, *Burak Açıkel

*N.E. Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı

GİRİŞ: Çocuk ve ergen psikiyatrisi kliniklerinde adli değerlendirmeler önemli bir yer kaplamaktadır. Suça

sürüklenen çocuklarda ve suça maruz kalan çocuklarda ruhsal değerlendirmeler, devlet hastanelerinde Çocuk

İzlem Merkezleri’nde ve üniversite hastanelerinde yapılmaktadır. Bu çalışmada üniversite hastanelerine adli

değerlendirme istemi ile yönlendirilen çocukların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: 2011-2013 yılları arasında N.E.Ü. Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı’na adli

makamlarca bilirkişilik yapılması istemi ile gönderilen 399 çocuk ve ergenin dosyaları değerlendirilmiştir.

Çocuk ve ergenler Adli Poliklinikten sorumlu öğretim üyeleri tarafından haftanın iki günü değerlendirilmiş ve

dosyaları arşivlenmiştir. Arşivlenen dosyalar bir diğer araştırmacı tarafından değerlendirilmiş, konuyla ilgili suç,

rapor sonucu, kaç muayene sonra karar verildiği ve verilen kararlar not edilmiştir.

BULGULAR: Başvuran 399 olgu toplam polikliniğin % 3,3’ünü oluşturmaktadır. Başvuran hastaların %65,4'ü

mağdur, %22,1'i suça sürüklenen çocuk olarak başvurdu. Karar verilebilmesi için, başvuruların %82,7 sinin bir

kez, %15,8 inin 2 kez % 1,5'un 3 kez ve daha fazla gelmiş olduğu belirlendi. İstenilen raporlamalarda ruh

sağlığının bozulup bozulmadığının tespitinin en sık istenen raporlama olduğu gözlendi.

TARTIŞMA: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi alanında çalışan hekim ve diğer personeller için adli değerlendirme

istemi oldukça sık karşılaşılan bir durumdur ve günlük pratiğin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Çoğunluğu

istismara uğramış olma nedeniyle yönlendirilen bu çocuk ve ergenlerin önemli bir kısmının aynı zamanda tedavi

amacı ile aynı kliniklerde takip ediliyor olması çeşitli güçlükleri de beraberinde getirmektedir.

SONUÇ: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi uzmanlık eğitiminde adli bilirkişilik eğitimi önemli bir yer tutmaktadır.

Ayrıca tedavi hizmetlerinin yürütüldüğü kliniklerden farklı yerlerde ve farklı personelle hizmet veren adli

değerlendirme merkezlerinin yaygınlaştırılmasının hastaların tedavisine katkıda bulunacağı düşünülmektedir.

PB-040 ÇOCUKLUK ÇAĞI MASTURBASYONU BULUNAN OLGULARIN

ANNELERİNİN MİZAÇ VE KARAKTER ÖZELLİKLERİ

Selma Tural Hesapçıoğlu*, Evrim Aktepe**, Funda Özyay**, Umut Kaytanlı***, Sevim Özmen****, Mustafa

Kemal Tural*****

* Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

** Süleyman Demirel Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

***Tokat Devlet Hastanesi. Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

****Mardin İl Sağlık Müdürlüğü

***** Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Müh.

ÖZET

AMAÇ: Cinsel organların bireyin kendisi tarafından uyarılması, yaygın bir insan davranışıdır. Çocukların

genital bölgelerine ilgi göstermeleri gelişimlerinin olağan bir basamağı olarak kabul edilmektedir. Ancak

çocuklardaki masturbasyon ile cinsel organına dokunma ya da oynama gibi gelişimsel normal merak davranışları

birbirinden farklıdır. Bu çalışmada çocukluk çağı masturbasyonu bulunan olguların sosyo demografik

özelliklerinin, beslenme, mastürbasyon ve tuvalet eğitimi alma süreçlerinin ve annelerinin mizaç ve karakter

özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmaya üç ayrı merkezden 6 aylık süre içerisinde başvuran, çocukluk çağı masturbasyonu

bulunan olgular ve anneleri dâhil edilmiş, sosyodemografik veri formu ve Mizaç ve karakter envanteri anneleri

tarafından doldurulmuştur. Veriler SPSS 16.0’da değerlendirilmiştir.

SONUÇLAR: Toplam 52 olgu, yaş, cinsiyet ve anne yaşı açısından eşleştirilmiş 52 kontrol ile karşılaştırılmıştır.

Olguların 36’sı kız, 16’sı erkektir, yaş ortalaması 4.4 ±1,7’dir. Olguların 42,3’ünde tuvalet eğitimi sırasında

güçlükle karşılaşılmıştır, %28,8’i idrar yolu enfeksiyonu, genital bölgede mantar ya da paraziter enfeksiyonlar

veya dermatit geçirmiştir. Tuvalet eğitimi sırasında karşılaşılan güçlükler, inatçılık, tuvalet korkusu, gece

kaçırmaya devam etme, kabızlık ve annesinin dışında birini yanında istememe şeklinde olmuştur. Tuvalet eğitimi

sırasında güçlükle karşılaşmak açısından olgu ve kontrol grubu arasında anlamlı farklılık izlenmemiştir. İki

grubun annelerinin mizaç ve karakter özellikleri arasında NS2’de (Dürtüsellik- iyice düşünme), NS toplamda

(Toplam yenilik arayışı puanı), S1’de (Sorumluluk alma- kınama), S toplamda (Toplam kendi kendini idare etme

puanı) ve ST2’de (Kişiler arası özdeşim- Kendi kendine ayrışma) anlamlı farklılık izlenmiştir.

YORUM: Bu çalışmada yenilik arayışı ve bir alt başlığı olan dürtüsellik, kendi kendini yönetme ve alt başlığı

olan sorumluluk alma, kendi kendini aşmanın bir alt testi olan kişiler arası özdeşim alanlarında çalışma grubunun

anneleri kontrolden farklı bulunmuştur. Dürtüsellik alanında hasta grubunun anneleri daha yüksek puanlar

almıştır. Bu da onların anlık dürtülerine kapılan kolay uyarılan bireyler olduklarını göstermektedir. Toplam NS

Page 60: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

60

puanı da bu annelerde daha yüksektir, bu anneler yeni keşiflerden zevk alan, kolay sıkılan, dürtüsel ve düzensiz

annelerdir. S1 alt testinden daha düşük puan almaları sorumluluk almayan, başlarına gelenden başkalarını

sorumlu tutma eğiliminde olan bireyler olduklarını gösteren bir bulgudur. Çocukluk çağı masturbasyonunda

annelerin kişilik özellikleri, soruna etki eden bir faktör olabilir.

PB-041 WESCHLER ÇOCUKLAR İÇİN ZEKÂ ÖLÇEĞİ YENİDEN GÖZDEN

GEÇİRİLMİŞ FORMUNUN DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU

BULUNAN ÇOCUKLARDA KAUFMAN VE BANNATYNE YORUMLARI

AÇISINDAN İNCELENMESİ

Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*, Sevim ÖZMEN**, Cihat ÇELİK***, İbrahim YİĞİT****

*Karadeniz Teknik Üniversitesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıklar A. D.

**Mardin İl Sağlık Müdürlüğü

***Muş Alparslan Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Uygulamalı Psikoloji

****Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, Uygulamalı Psikoloji

ÖZET

AMAÇ: Okul çağı çocuklarında Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğine en sık başvuru nedenlerinden biri olan

Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nun (DEHB) değerlendirilmesinde kullanılan testlerle ilgili yapılmış

çok sayıda araştırma mevcuttur. DEHB’nin değerlendirilmesinde sıklıkla kullanılan testlerden biri olan Wechsler

Çocuklar İçin Zekâ Ölçeği-Geliştirilmiş Formu’nun (WÇZÖ-R) alt test profilleri de yine bu amaçlarla

araştırılmıştır. Bu çalışmada WÇZÖ-R alt testlerine farklı bakış açıları getiren Kaufman ve Bannatyne’nin

yorumları üzerinden DEHB’de WÇZÖ-R’ın tanısal değerinin incelenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: İki yıllık süreçte Muş Devlet Hastanesi Çocuk - Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine

başvuran ve DEHB tanısı konulan olgulara WÇZÖ-R, Yıkıcı Davranım Bozuklukları için DSM-IV’e Dayalı

Tarama ve Değerlendirme Ölçeği ve Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme

Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu - ÇDŞG-ŞY (K-SADS-PL) uygulanmıştır. DEHB olguları

komorbidite olan ve olmayan olarak ikiye ayrılmış ve WÇZÖ-R alt test sonuçları sağlıklı örneklemden elde

edilen sonuçlar ile karşılaştırılmıştır. Normal dağılıma uyan verilerde ANOVA, uymayanlarda ise Kruskal Wallis

Varyans Analizleri kullanılmıştır.

SONUÇLAR: Çalışmada; 106 DEHB, 91 DEHB’nin beraberinde komorbid başka bir psikiyatrik bozukluk

tanısı konan ve 71 sağlıklı kontrolden elde edilen veriler analize dâhil edilmiştir. Üç grup arasında WÇZÖ-R’ın

benzerlikler (p= 0,002), aritmetik (p= 0,003), sayı dizisi (p<0,0001), resim tamamlama (p<0,0001), küplerle

desen (p<0,0001) ve parça birleştirme (p=0,034) alt testlerinde anlamlı farklılıklar saptanmıştır. Yine

Bannatyne’in yorumladığı mekânsal yetenekler (p<0,0001), sıraya koyma becerisi (p<0,0001) faktörleri ile

Kaufman’ın algısal organizasyon (p<0,0001) ve dikkatin dağılabilirliği (p<0,0001) faktörlerinde gruplar arasında

istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulunmuştur. WÇZÖ-R’ın Performans Zekâ Bölümü puanlarının da yine

üç grup arasında anlamlı düzeyde farklı olduğu saptanmıştır (p=0,034).

YORUM: DEHB’li çocuklar WÇZÖ-R’ın görsel ve uzamsal alanları ölçen performans alt testlerinde anlamlı

düzeyde düşük puanlar almışlardır. Aynı şekilde Kaufman’ın ve Bannatyne’nin sözel kavrama ve yetenekler

dışındaki faktörlerinde gruplar arasında farklılıkların çıkması bu bulguları desteklemekte ve DEHB’nin tanısal

olarak değerlendirilmesinde bu alt test profillerinin dikkatli değerlendirilmesinin önemini ortaya koymaktadır.

PB-042 MUŞ DEVLET HASTANESİ ÇOCUK GELİŞİMİ POLİKLİNİĞİNE ÇOCUK

PSİKİYATRİSTİ TARAFINDAN GÖNDERİLEN ÇOCUK VE AİLELERİNİN

HİZMET ALMA NEDENLERİ VE SAĞLANAN HİZMETLERİN İNCELENMESİ

Filiz Altıparmak*, Selma Tural Hesapçıoğlu**

*Muş Alparslan Üniversitesi

**Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

ÖZET

AMAÇ: Sürekli gelişen ve değişen çocukta tıpkı erişkinler gibi tam bir iyilik halinden bahsedebilmek için

bedensel, ruhsal ve toplumsal iyilik halinin sağlanabilmesi gereklidir. Çocuk ruh sağlığına verilen önem

Page 61: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

61

toplumumuzda giderek artmaktadır. Bu artışla beraber çocuğun gelişimini nesnel olarak değerlendirme ihtiyacı

da artmıştır. Çocuğun büyümesini, gelişmesini nesnel olarak değerlendiren testleri genellikle çocuk gelişimi

uzmanları uygulamaktadır. Bu araştırmada Çocuk Ergen psikiyatrisi polikliniğine getirilen çocuklardan çocuk

gelişimi polikliniğine yönlendirilenlerin, yakınmaları, yönlendirilme nedenleri ve uygulanan işlemlerin

incelenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Bu çalışmada 6 aylık süre içerisinde çocuk ergen psikiyatrisine getirilen çocukların dosyaları geriye

dönük olarak taranmış, içlerinden çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanına yönlendirilenler ayrılmıştır. Veriler SPSS

15.0 for windows’a girilerek analizleri yapılmıştır.

SONUÇ: Çalışmada değerlendirilen 425 çocuktan 166 kız (%39.1), 259’u (%60,9) erkektir. Olgular 0-16 yaş

arasındadır (ortalama 4,7±3,8). Bu olgulardan 273’ü (%64,2) okul öncesi, 152’si (%35,7) okul çağı

çocuklarından oluşmaktadır. Çocuk Gelişimi polikliniğine en sık yönlendirilme nedeni %51,5 ile büyüme

değerlendirilmesi, %39,2 ile Ankara Gelişim Tarama Envanteri (AGTE) uygulanması isteğidir. Çocuk gelişimi

ve eğitimi uzmanı tarafından olguların %84,2’sine gelişim destek önerileri verilmiş, %52,7’sinin büyüme

değerlendirmeleri yapılmış, beslenme önerilerinde bulunulmuştur. %25,2’sine AGTE, %16,2’sine Denver

gelişimsel tarama testi yapılmıştır.

YORUM: Bu araştırmada çocuk-ergen psikiyatrisi polikliniğine getirilen çocukların yaklaşık 1/3’ünün çocuk

gelişimi polikliniğine yönlendirildiği görülmektedir. Özellikle gelişim ve büyüme değerlendirmesi noktasında bu

uygulamaların yapılamaması çocuklarda semptom vermeyen gelişimsel durumların atlanması ile sonuçlanabilir.

Çocuk Ergen psikiyatristinin ve pediatristlerin çalıştığı sağlık kurumlarında Çocuk gelişimi ve eğitimi

uzmanlarının bulunması hastanın nesnel düzeylerde değerlendirilmesini ve ailelere danışmanlık yapma

noktasında hekimin yükünün hafiflemesini sağlayacaktır.

PB-043 LİSE ÖĞRENCİLERİNİN ZORBALIĞA VE ZORBALARA İLİŞKİN

DUYGULARI, DÜŞÜNCELERİ VE BAKIŞ AÇILARI

Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*, Habibe YEŞİLOVA**, Mustafa Kemal TURAL***

* Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

** Muş Alparslan Üniversitesi

*** Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Müh.

ÖZET

AMAÇ: Okul ortamında öğrenciler arasında zorbalık, azımsanamayacak oranlardadır. Bireysel, okulla ilgili ve

toplumsal özelliklerin zorbalığa maruz kalma ya da zorbalık yapma üzerine etkili olduğu gösterilmiştir. Bu

çalışmada öğrencilerin okullardaki zorbalık ve zorbalarla ilgili düşünceleri, zorbalığın yaşamları ve okul ilgileri

üzerine etkileri, maruz kalınan ya da uygulanan zorbalık şekilleri gibi etmenlerin öğrencilerin bakış açısından

değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Toplam 1432 öğrenciye akran zorbalığı anketi verilerek doldurmaları istenmiş, anketi tam olarak

dolduran 1373 öğrenciden alınan veriler analiz edilmiştir. Bu anket, zorbalığa uğrama, zorbalığa uğrama çeşitleri

ve sıklığı, zorbalığa nerede ve ne zaman uğrandığı, zorbalık yapanın kim olduğu, zorbalığa ilişkin duygular ve

uğrayanın sonrasında ne yaptığı, neler hissettiği gibi zorbalığa uğrayana yönelik soruları içermektedir. Bunun

ardından zorbalara ilişkin ne tür zorbalık yaptıkları, ne sıklıkta yaptıkları, zorbalık yaptıktan sonra neler

hissettikleri, zorbalık yapma nedenlerine ilişkin sorular gelmektedir. Üçüncü aşamada okulda zorbalık ve okul

iklimine yönelik sorular yer almaktadır.

SONUÇ: Olguların %27,7’si okullarında zorbalığın ‘çok’ ciddi bir sorun olduğunu, %54,7’si okulda yaşanan

zorbalıklardan çok rahatsız olduğunu, %69,0’ı zorbalar yüzünden okula gelmekten korkmadığını buna karşılık

%21,3’ü ise korktuklarını belirtmişlerdir. Öğrencilerin % 70,4’ü şiddet uygulayanlardan nefret ettiklerini ifade

etmişlerdir. ‘ Sence bazı öğrenciler neden diğerlerine zorbalık yapar?’ sorusuna %59,5’i ‘gösteriş yapmak, ilgi ve

dikkat çekmek için’ cevabını vermişlerdir. Zorbalığa uğrayanların %27,3’ü kıskanıldığı için zorbalığa maruz

kaldığını, zorbalık yapanların %42,8’i hak ettikleri için zorbalık yaptıklarını belirtmişlerdir. Zorbalığa

uğrayanların %92,1’i sözel zorbalığa uğradıklarını, zorbalık yapanların %88,3’ü sözel zorbalık yaptıklarını ifade

etmişlerdir. İkinci en sık maruz kalınan ve yapılan zorbalık şekli fiziksel zorbalıktır. En sık zorbalığa maruz

kalınan yer ise %47,0 ile sınıfların içi olmuştur. Zorbalığa maruz kalan öğrenciler daha çok sınıf arkadaşları olan

(%45,5) bir erkek öğrenci tarafından (%39,4), daha çok teneffüslerde (%47,0) bu durumu yaşadıklarını

belirtmişlerdir. %53,0’ı karşılık verdiğini, %44,8’i bu durumu kimseyle paylaşmadığını, %49, 4’ü arkadaşlarının

sonrasında kendisiyle ilgilendiğini, %33,3’ü ise hiç kimsenin olay sonrası kendisiyle ilgilenmediğini

belirtmişlerdir. Öğrenciler öğretmenlere ve okul yöneticilerine yaşadıkları bu durumu nadiren aktardıklarını ifade

etmişlerdir.

Page 62: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

62

YORUM: Günümüz eğitim sisteminde önemli sorunlardan biri olan zorbalık bazı öğrencilerin yaşamını daha

fazla etkilemektedir. Bu noktada okulun iklimi, okul yönetiminin okuldaki akran zorbalığı ile ilgili müdahaleleri

önem kazanmaktadır. Lise öğrencilerinde bu sorunu okul idaresi ile paylaşım oranları oldukça düşüktür. Okul

yönetiminin ve rehberlik servislerinin gençleri daha fazla bilgilendirmesi ve işbirliğine girme konusunda gençleri

cesaretlendirmesi ihtiyacı doğmaktadır

PB-044 LİSE ÖĞRENCİLERİNDE DEPRESİF BELİRTİLER: EPİDEMİYOLOJİK

BİR ARAŞTIRMA

Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*, Mustafa Kemal TURAL **, Habibe YEŞİLOVA ***

* Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

** Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Müh.

*** Muş Alparslan Üniversitesi

ÖZET

AMAÇ: Erikson tarafından kimlik oluşturma süreci olarak adlandırılan ergenlik dönemi, yetişkinliğe geçerken

gencin kimlik karmaşası yaşayabileceği bir dönemdir. Bu süreçte yaşanabilecek psikososyal stresler depresyon

gelişimini kolaylaştırabilir. Bu çalışmada lise öğrencilerinde depresif belirtilerin prevalansının araştırılması

amaçlanmıştır. Uygulama yapılan ilde ilk kez böyle bir araştırma yapılmıştır.

YÖNTEM: Liseler öğrenci aldıkları liseye giriş sınavı taban puanlarına göre üç tabakaya ayrılmıştır. Muş ilinde

2011- 2012 eğitim öğretim yılında liseye devam etmekte olan öğrencilere Beck depresyon envanteri uygulanmış,

okul tipleri, sınıfları, yaş ve cinsiyetleri ile depresif belirtilerin ilişkisi incelenmiştir. Veriler SPSS 20.0

kullanılarak değerlendirilmiştir.

SONUÇLAR: Çalışmada 1236 kişiden elde edilen veriler analiz edilmiştir. BDI puanının 21 veya üstü olan

öğrencilerde orta ve ciddi düzeyde depresif belirtilerin varlığı kabul edilerek %28,56’sında orta ve ciddi düzeyde

depresif belirtiler saptanmıştır (n=353). Ortalama BDI puanı 15,68±9,9 olarak saptanmıştır. Depresif belirtilerin

yoğunluğu açısından öğrencilerin sınıf düzeyleri arasında bir faklılık saptanmamıştır (p=0,545). Okul tiplerine

göre öğrencilerin depresif belirti puanları arasında anlamlı farklılık izlenmiş (p=0,01), orta ve şiddetli depresif

belirtilerin en sık, düşük akademik başarı puanı gerektiren okullarda izlendiği görülmüştür (%33,4). Öz kıyım

düşüncesi ise olguların %30,7’sinde saptanmıştır.

YORUM: Daha önce yapılan çalışmalar incelendiğinde farklı metodoloji ya da farklı cut off noktaları nedeniyle

farklı prevalans değerleri elde edilmiştir. Bu çalışmada cut off noktası BDI için 21 kabul edildiğinden depresif

belirti sıklığı daha düşük görünüyor olabilir. Ancak yine de %28,56 azımsanamayacak bir rakamdır. Okul

tiplerine göre depresif belirti yoğunluğunda farklılık olması, gençlerin öğrenim gördükleri okullara göre farklı

yaşam tarzları ve farklı psikososyal stresörlerle karşılaşıyor olduklarını yansıtıyor olabilir.

PB-045 ERKEN PUBERTE OLGULARININ DEPRESYON VE KAYGI DÜZEYLERİ,

BENLİK SAYGILARI VE YAŞAM KALİTELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Şaziye Senem Başgül1, Ayla Güven2, Fatma Dursun2

1Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, 2Göztepe Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrin

Polikliniği

AMAÇ: Puberte geç çocukluk çağında başlayan, üreme kapasitesinin kazanıldığı gelişimsel bir süreçtir.

Kızlarda ortalama 10, erkeklerde 11 yaşında başlar. Puberte çağından evvel genital organlarda ve seks

karakterlerinde erken bir gelişme meydana gelmesi ‘erken puberte’ olarak tanımlanır. Puberte, sadece fiziksel

özelliklerin değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal değişimlerinde yaşandığı bir dönemdir. Çalışmamızda

puberteyeerken giren çocukların depresyon ve kaygı düzeyleri, benlik saygıları ve bu durumun çocukların yaşam

kalitelerini nasıl etkilediğini araştırmak amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmamız Aralık 2011- Mayıs 2012 tarihleri arasında bir eğitim araştırma hastanesinin çocuk

endokrin polikliniğinde erken puberte tanısı alan 30 hasta (Grup1) ve 47 sağlıklı kontrol (Grup2) üzerinde

yapılmıştır. Hasta grubundaki çocuklar, endokrin değerlendirmenin sonrasında, tedavi başlanmadan hemen önce,

bir çocuk psikiyatrisi uzmanı tarafından değerlendirilmiş ve çocuklara ve annelerine ölçekler uygulanmıştır.

Çocuklar, Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇYKÖ), Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği (ÇDÖ), Çocukta

Anksiyete Bozukluklarını Tarama Ölçeği (ÇATÖ) ve Piers-Harris Çocuklarda Öz Kavramı Ölçeği (PH-ÇÖKÖ)

ölçeklerini; Anneleri, Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği Ebeveyn formunu (ÇYKÖ-EF) doldurmuşlardır.

Kontrol grubundaki çocuklar sadece ÇYKÖ ölçeğini doldurmuşlardır.

Page 63: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

63

SONUÇ: Grup1’de hastaların 27’si kız, 3’ü erkekti (ort. yaş 8.42±1.07), Grup2’de 40’ı kız, 7’si erkekti (ort. yaş

8.38±1,51). Grup1 ve 2 arasında cinsiyet ve yaş dağılımı arasında fark yoktu. Her iki grupta anne yaşları,

eğitimleri ve çalışma durumları açısından fark yoktu. Grup1’de ÇDÖ 5.5 (4.75), ÇATÖ 29.6±11.84, PH-ÇÖKÖ

65.96±9.71 idi. Gruplar arasında ÇYKÖ-Fizik (p=0.025), ÇYKÖ-Okul (p=0.004), ÇYKÖ-Toplam (p=0.024),

ÇYKÖ-EF-Fizik (p=0.025), ÇYKÖ-EF-Duygusal (p=0.012), ÇYKÖ-EF-Sosyal (p=0.029), ÇYKÖ-EF-Okul

(p<0.001), ÇYKÖ-EF-Toplam (p<0.001) puanları açısından istatiksel olarak anlamlı fark saptandı. ÇYKÖ-Okul

ile ÇDÖ (p=0.001; rho -0.590), ÇATÖ (p=0.002; rho -0.546) ve PH-ÇÖKÖ (p<0.001; rho 0.755) arasında

anlamlı korelasyon saptandı.

YORUM: Çalışmamızda, erken puberteye giren çocuklarda, özbildirim ölçeklerine göre, depresif duygudurum

düşünülmedi ve genel olarak benlik saygıları normal bulundu. ÇATÖ’ye göre, bu çocukların kaygı düzeylerinin

biraz yüksek olduğu görüldü. Yaşam kaliteleri değerlendirildiğinde çocukların kendi bildirdikleri ölçeklere göre,

fiziksel, duygusal, okul ve sosyal alanlarında kontrol grubuna göre, yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmiş

olarak değerlendirildi. Annelerin doldurduğu yaşam kalitesi ölçeklerinin sonuçları da bu verileri destekliyordu.

Sonuç olarak, puberteye erken girmek çocukların yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir.

PB-046 SEREBRAL PALSİLİ ÇOCUKLARDA YAŞAM KALİTESİNİ BELİRLEYEN

FAKTÖRLER

Serhat Türkoğlu*, Gözde Türkoğlu**, Ayhan Bilgiç***. Savaş Yılmaz***

* Ordu Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Ordu

** Ordu Devlet Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Kliniği, Ordu

****Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Anabilim Dalı, Konya

AMAÇ: Serebral palsi (SP) çocukluk döneminde yaşam kalitesi üzerine en fazla etki eden hastalıklar

arasındadır. Bununla birlikte, hastaların yaşam kalitesi üzerine hangi değişkenlerin etki ettiği ile ilgili

bilgilerimiz sınırlıdır. Bu çalışmada bir grup SP’li çocukta yaşam kalitesini belirleyen klinik ve sosyodemografik

değişkenler incelenmiştir.

YÖNTEM: Yaş aralığı 8-18 olan toplam 78 çocuk (40 kız, 38 erkek) çalışmaya dahil edildi. Hastaların SP

tipleri, ince ve kaba motor etkilenme düzeyleri, ince ve kaba motor fonksiyonları, zeka düzeyleri gibi klinik

değişkenleri, sosyodemografik özellikleri ve annelerinin depresyon ve anksiyete düzeyleri kaydedildi. Hastaların

yaşam kalitesi Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği Ebeveyn Formu (ÇİYKO-E) kullanılarak belirlendi.

SONUÇLAR: Çok değişkenli regresyon analizi sonucunda ÇİYKO-E fiziksel sağlık puanı üzerine kaba motor

fonksiyon kaybı, düşük zeka düzeyi ve anne anksiyetesinin, ÇİYKO-E psikososyal ve toplam puanları üzerine

ise kaba motor fonksiyon kaybı, düşük zeka düzeyi ve anne depresyonunun yordayıcı etkisi olduğu saptandı.

YORUM: Bu çalışma SP’li çocuklarda yaşam kalitesini belirlemede hastalığın kendisi ile ilgili değişkenler

kadar eşlik eden zeka geriliği gibi eş tanıların varlığının ve bakımverenin ruhsal durumunun da belirleyici

etkisinin olduğunu göstermiştir.

PB-047 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU İLE OBEZİTE VE

ANNE SÜTÜ EMME SÜRESİ İLİŞKİSİ

Serhat Türkoğlu*, Ayhan Bilgiç**. Ömer Faruk Akça**

*Ordu Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Ordu

* *Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim

Dalı, Konya

AMAÇ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan bireylerde obezitenin daha sık görüldüğü ve

anne sütü emme süresinin daha kısa olduğu bildirilmektedir. Buna karşın, DEHB’in dikkat eksikliği,

hiperaktivite ve impulsivite gibi farklı belirti kümelerinin bir arada görüldüğü kompleks bir bozukluk olması ve

birçok psikiyatrik durum ile bir arada görülebilmesi, DEHB ile beslenme ilişkisi hakkında net sonuçlara

ulaşılmasını engellemektedir. Bu çalışmada DEHB ile obezite ve anne sütü emme süresi ilişkisi araştırılmıştır.

YÖNTEM: DSM-IV kriterlerine göre DEHB tanısı konulan 6-18 yaş aralığında toplam 319 olgu (244 erkek, 75

kız) ve 100 (51 erkek, 49 kız) sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Ebeveynlere Yenilenmiş Conners Anababa

Derecelendirme Ölçeği (CADÖ) uygulandı. Çocukların sosyodemografik özellikleri ve anne sütü alma süreleri

kaydedildi.

BULGULAR: DEHB’li çocuklarda her iki cinsiyette de vücut kitle indeksi (VKİ) kontrol grubuna göre anlamlı

düzeyde daha yüksek, anne sütü emme süresi ise daha düşüktü. Tüm grubun bir arada incelendiği çoklu

Page 64: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

64

regresyon analizi sonucunda anne sütü emme süresi ve CADÖ kaygı-utangaçlık puanlarının VKİ ile negatif

ilişkili, CADÖ bilişsel problemler/dikkatsizlik, psikosomatik ve sosyal problemler alt ölçeklerinin ise pozitif

ilişki gösterdiği saptandı.

TARTIŞMA: Sunulan çalışma DEHB’nin daha az anne sütü alımı ve artmış VKİ ile ilişkili olduğu yönündeki

bilgileri desteklemektedir. Ayrıca, bu çalışma DEHB’nin ana belirtilerinden olan dikkat eksikliğinin ve DEHB’ye

eşlik eden psikosomatik belirtiler ve sosyal sorunların artmış VKİ için belirleyici olduğunu, DEHB’li hastalarda

var olan sosyal kaygı düzeyinin ise obezite açısından koruyucu olabileceğini göstermiştir.

PB-048 NOKTURNAL BRUKSİZMİ OLAN ÇOCUK VE ERGENLERDE

PSİKİYATRİK BOZUKLUK VE BELİRTİLER

Serhat Türkoğlu1, Ömer Faruk Akça2, Gözde Türkoğlu3, Müzeyyen Akça4

1Ordu Devlet Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği 2Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim

Dalı 3Ordu Devlet Hastanesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Kliniği 4 Ceylanpınar Devlet Hastanesi GİRİŞ: Temporomandibular Eklem Bozukluğu (TMB) çene eklemi ve çiğneme kaslarını içine alan kas ve

iskelet rahatsızlığı olarak tanımlanmaktadır. Bu bozukluğun etyolojisinde birçok faktörün yeri vardır. Bruksizm

her ne kadar ciddi bir semptom olarak algılanmasa da TMB’na neden olması ve uzun vadede çeşitli diş

rahatsızlıklarına neden olması açısından önemlidir. Çocuklarda Bruksizm TMB’nun etyolojisinde önemli bir risk

faktörüdür ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle son zamanlarda bu konuya olan ilgi

artmaktadır. Bruksizm, temporomandibuler eklem kaslarının uzun süreli istemsiz kasılması ve hiperaktivitesi

sonucunda diş sıkma, kenetleme ve diş gıcırdatma gibi eklem hareketlerinin ortaya çıkması olarak

tanımlanmaktadır. Bruksizm ve TMB genellikle birlikte anılan durumlardır ve her ikisi için de psikiyatrik

rahatsızlıklarla birliktelikleri üzerinde durulmaktadır. Erişkin çalışmalarında TMB'a eşlik eden psikiyatrik tanı

oranı %66-76 olarak bildirilmiştir. Çocuk ve ergenlerde TMB ve bruksizmin psikiyatrik belirtilerle ilişkisini

araştıran çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu araştırmada bruksizm tanısıyla takip edilen çocuk ve ergenlerin DSM

4’e göre psikiyatrik tanılarının belirlenmesi, anksiyete ve depresyon belirti düzeylerinin ve anksiyete duyarlılığı

düzeylerinin belirlenerek sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması ve bu değişkenlerle bruksizm arasındaki ilişkinin

araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Bruksizm tanısı ile takip edilen, 7-18 yaş aralığındaki 35 olgu ile yaş ve cinsiyet bakımından

eşleştirilmiş 35 kişilik sağlıklı kontrol grubu çalışmaya alınmıştır. Katılımcıların tümü DSM-4 tanı ölçütlerine

göre eksen-1 bozuklukları İçin yapılandırılmış klinik görüşme olan Okul Çağı Çocukları için Duygulanım

Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu (K-SADS-

PL) ile ruhsal bozukluklar açısından değerlendirilmiştir. Çocuklar için Anksiyete Duyarlılığı Ölçeği (ÇADİ),

Çocuklar için Depresyon Ölçeği (ÇDÖ) ve Çocuklar için Durumluk-Süreklik Kaygı Envanteri (ÇSDKE)

ölçekleri her bir katılımcıya uygulanmıştır. BULGULAR: Bruksizm tanısı olan grupta 15 olguda (%42.9), kontrol grubunda ise 6 olguda (%17.1) en az bir

psikiyatrik bozukluk bulunduğu saptandı. Bruksizm grubuyla kontrol grubu arasında en az bir psikiyatrik

hastalık bulunması bakımından anlamlı fark bulundu (p<0.05). Bruksizm grubunda 5 olguda bir, 7 olguda iki ve

3 olguda üç eş tanı belirlendi. Kontrol grubunda ise tanı alan tüm katılımcıların bir tanı aldıkları belirlendi.

Psikiyatrik tanılar ayrı ayrı değerlendirildiğinde hiçbir bozukluk açısından bruksizm grubuyla kontrol grubu

arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Ancak tüm anksiyete bozukluğu grubu hastalıkları tek başlık altında

toplandığında bruksizm grubunda anksiyete bozukluklarının kontrol grubuna göre daha sık olduğu belirlendi

(%11.4-%2.8, p<0.05). ÇADİ, ÇSDKE, ÇDÖ puanları açısından karşılaştırıldığında bruksizm grubunun her üç

ölçekten de kontrol grubuna göre daha yüksek puan aldığı belirlendi (p<0.05). Uygulanan regresyon analizi

sonucunda ise iki grup arasında sadece ÇADİ puanları bakımından istatistiksel olarak anlamlı farklılık olduğu

belirlendi. SONUÇ VE TARTIŞMA: Bu çalışmada bruksizmi olan çocuk ve ergenlerde sağlıklı kontrollere göre daha

yüksek oranda psikopatoloji saptanmıştır. Özellikle anksiyete bozukluğu grubu bozukluklar bruksizm grubunda

daha yüksektir. Ayrıca anksiyete duyarlılığı, durumluk ve sürekli anksiyete düzeyleri ve depresyon belirtilerinin

bruksizm grubunda yüksek olması bruksizmi olan çocuk ve ergenlerin psikiyatrik açıdan değerlendirilmesinin

önemli olduğunu göstermektedir. ANAHTAR KELİMELER: Bruksizm, çocuk ve ergen, psikopatoloji

Page 65: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

65

PB-049 SEREBRAL PALSİLİ ÇOCUKLARDA YAŞAM KALİTESİ VE

ANNELERİNDE DEPRESYON DÜZEYLERİ

Sevgi Özmen1,Didem Behice Öztop1,Hatice Doğan1, Hüseyin Per2

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Çocuk Nörolojisi AD

AMAÇ: Serebral palsi (SP) çocukluk çağında ciddi motor fonksiyon kaybına sık yol açan hastalıklardan biri

olup, yaşam kalitesi ve bu çocukların anneleri üzerindeki etkisi sınırlı çalışılmış bir alandır. Bu çalışmanın amacı

SP’li çocukların yaşam kalitelerini araştırmak ve annelerindeki depresyon durumlarını belirlemektir.

YÖNTEM: Çalışma örneklemi Eylül 2012-Şubat 2013 tarihleri arasında Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi

Çocuk Nöroloji polikliniğine başvuran ve SP tanısı konulan 69 olgudan oluşmaktadır. Kontrol grubu herhangi bir

fiziksel ya da ruhsal hastalığı olmayan 38 olgudan oluşmaktadır. Sosyodemografik bulgular her iki grup için

standart olarak hazırlanmış sosyodemografik veri toplama formu ile anne-babalara sorularak elde edildi. Tüm

çocukların annelerine Beck Depresyon Envanteri (BDE) uygulandı. Yaşam Kalitesi (YK) ölçümünde çocuklar ve

ebeveynleri için Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKO) Türkçe versiyonu kullanılmıştır.

SONUÇ: Çalışmaya katılan hasta çocukların yaş ortalaması 6.44±3.75, kontrol grubunun yaş ortalaması

10.45±4.61 idi. Hasta ve kontrol grubunda anne ve babaların yaş ortalamaları benzer tespit edildi. Araştırma

sonucunda hasta ve kontrol grubundaki annelerin Beck Depresyon Envanteri puanları arasında istatistiksel olarak

anlamlı fark ortaya çıkmış olup (p<0.001), bu puanların hasta grubunda kontrol grubundaki annelerin puanlarına

göre daha yüksek olduğu bulunmuştur. ÇİYKO puanlarına göre her iki grup kıyaslandığında, hasta grubunda

Fiziksel Sağlık Toplam Puanı (FSTP), Psikososyal Sağlık Toplam Puanı (PSTP) ve Ölçek Toplam Puanları

(ÖTP) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark ortaya çıkmış olup (p<0.001), SP grubunda bu puanların düşük

olduğu tespit edilmiştir

YORUM: SP’li çocuğa sahip anneler, engelli çocuğa sahip olmayanlara göre ruhsal olarak daha çok

etkilenmekte ve SP’li çocuklarda yaşam kalitesi kontrollere kıyasla daha düşük bulunmaktadır. Bu nedenle

kronik hastalığı olan çocuklara ve annelerine gerekli ve yeterli ruhsal destek sağlanması önerilmektedir.

PB-050 ULUDAĞ TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ ÇOCUK ACİL SERVİSİNE

BAŞVURULARI SIRASINDA ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE

HASTALIKLARI DEĞERLENDİRİLMESİ İSTENEN HASTALARIN TANI VE

TEDAVİ PLANLARINA DAİR İNCELEME

Şafak Eray, Merve Çolpan, Pınar Vural

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD.

AMAÇ: Psikiyatrik aciller, derhal terapötik müdahaleyi gerektiren herhangi bir düşünce duygu ve ya hareket

bozukluğu olarak tanımlanmıştır. Bu hastaların, çoğunluğunun ayaktan ve ya gündüz hastanesi koşullarında

tedavi edilemeyeceği düşünülmektedir. Çocuk ve ergen psikiyatrisi pratiğinde yataklı servis hizmeti nispeten

yeni ve sayı olarak kısıtlıdır. Buradan yola çıkarak yapılan bu çalışmada Uludağ üniversitesi tıp fakültesi acil

servise başvuruları sırasında çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları tarafından değerlendirilen hastaların

sosyodemografik özellikleri, tanı ve tedavi planları incelenerek yatış endikasyonlarının gözden geçirilmesi

amaçlanmıştır. YÖNTEM: Ocak 2012- ocak 2013 tarihleri içerisinde 1 yıl boyunca Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesi

çocuk acil servisine başvuruları sırasında çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları değerlendirilmesi istenen

hastaların bilgileri geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: Çalışmaya alınan 77 hastanın 43’ü (%55,84) kız, 34’ü (%44,16) erkekti. Hastaların 8’i (%

10,38) çocuk yaş grubunda iken (<13) , 69 ‘u (% 86) ergen yaş grubundaydı. ( > 13 ) Yapılan değerlendirmede

hastaların 21’ i (% 27,27) psikiyatrik aciller içerisinde değerlendirildi. Acilde yapılan değerlendirmeler

sonucunda hastaların % 25,97 sinde hafif / orta depresif nöbet / dissosiyatif bozukluk, %24, 67sinde depresif

davranım bozukluğu, %23 ünde öz kıyım düşünceleri ve girişiminin eşlik ettiği ağır depresif nöbet, % 7,79 ‘unda

akut psikotik atak, %6,49’unda mental retardasyon ve/veya yaygın gelişimsel bozukluğa bağlı davranım

bozukluğu, %3 inde anksiyete bozukluğu %1.29’un da travma sonrası stres bozukluğu, %1.29’un da tik

bozukluğu, %3’ün de normal ergenlik tanıları konulmuştur. Acil psikopatoloji tespit edilen hastaların %62’si

acil yatış endikasyonu almıştır. SONUÇ: Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi çocuk acil servisine başvuruları sırasında çocuk ve ergen

ruh sağlığı ve hastalıkları tarafından değerlendirildiğinde, yaklaşık üçte birinin acil psikopatolojisin olduğu ve bu

Page 66: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

66

hastaların yarısından çoğunun acil yatış endikasyonu olduğu bulunmuştur. Bu bulgular göz önüne alındığında

çocuk ve ergen ruh sağlığı klinik pratiğinde yataklı servisin önemi bir kez daha ortaya çıkmıştır.

PB-051 POLİKLİNİĞE BAŞVURAN OKB, PSİKOTİK BOZUKLUK VE BİPOLAR

BOZUKLUK TANILI HASTALARIN SOSYODEMOGRAFİK VE KLİNİK

ÖZELLİKLERİ

*Şeref Şimşek

*Dicle Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri AD

Amaç: Kronik seyreden ve yakın poliklinik takibi gereken OKB, Psikotik Bozukluk ve Bipolar bozukluk tanılı

hastaların sosyodemografik ve klinik özelliklerini incelemektir.

Yöntem: DÜ ÇERSH polikliniğine Nisan 2011-Şubat 2013 tarihleri arasında başvuran, 2102 yeni hasta içinden,

DSM IV’e göre OKB, Psikotik Bozukluk ve Bipolar bozukluk tanıları alan hastalar seçildi. Tüm hasta verileri

MS Excel formatında kayıtlı idi.

Sonuçlar: OKB tanılı grupta hasta sayısı 40, yaş ortalaması 12 ve kardeş sayısı ortalaması 3,9, psikotik bozukluk

tanılı grupta hasta sayısı 41, yaş ortalaması 15,4 ve kardeş sayısı ortalaması 5,5 ve bipolar bozukluk grubunda ise

hasta sayısı 22, yaş ortalaması 15,3 ve kardeş sayısı ortalaması 6 bulundu. Aile ve yakın akrabalarda psikiyatrik

hastalık oranları OKB’li grupta 15 (%37,5), psikotik grupta 18 (%44) ve bipolar grupta 7 (%32) bulundu.

Tedaviye uyum OKB’li grupta 10 (%25), psikotik grupta 10 (%24,4) ve bipolar grupta 9 (%41) olarak saptandı.

Yorum: Adı geçen hastalıklarda genetik geçiş önemlidir. Anamnezde mutlaka sorgulanmalıdır. Hastaların

tedaviye uyumsuzluğunda hasta ve çevresel faktörlerin yanı sıra hasta yakınlarının hastalık ve tedavi hakkında

yeterince bilgilendirilmemesinin önemli olduğunu düşünmekteyiz.

PB-052 YATARAK TEDAVİ EDİLEN ERKEN BAŞLANGIÇLI ŞİZOFRENİ

OLGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ: BİR ÖN ÇALIŞMA Tuğba Eseroğlu, Özden Şükran Üneri, Melike Özdemir, Hilal Adaletli, Canan Tanıdır

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Kliniği, İstanbul

AMAÇ: Şizofreni, kişinin alışılmış algılama ve yorumlama biçimlerine yabancılaştığı, içine kapanarak dış

dünyanın gerçeklerinden, kişiler arası ilişkilerden uzaklaştığı, duyuş, düşünüş ve davranışlarda önemli

bozukluklarla giden ağır bir ruhsal hastalıktır. Geç ergenlik veya erken erişkin döneminin hastalığı olarak

bilinmesine karşın çocukluk çağında da görülebilmektedir. On sekiz yaş öncesi başlayan şizofreni için erken

başlangıçlı şizofreni (EBŞ), 13 yaş öncesi başlayanlar için ise çok erken başlangıçlı şizofreni (ÇEBŞ) terimleri

kullanılmaktadır. Bu çalışmada 2012 yılı ilk 3 ayı içerisinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve

Araştırma Hastanesi (BRSHH) Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi servisinde, EBŞ tanısıyla takip ve tedaviye alınan 18

olgunun sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Ocak-Nisan 2012 tarihleri arasında BRSHH Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi kliniği yataklı servisinde,

erken başlangıçlı şizofreni tanısıyla takip ve tedaviye alınan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiş,

çalışmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik bilgi ve hastalık takip formu doldurulmuştur.

SONUÇ: Olguların yaş ortalaması 16,11±1,08 olarak bulunmuştur. Olguların %44.4’ü (n=8) kız, %55.6’sı

(n=10) erkek olarak saptanmıştır. Olgular ailedeki çocuk sayısına göre değerlendirildiğinde %16.7’sinin (n=3) 2,

%33.3’ünün (n=6) 3, %11.1’inin (n=2) 4, %38.9’unun (n=7) 5 ve üstü çocuğu olan ailelerden geldiği

görülmüştür. Olguların akrabalarında psikiyatrik hastalık görülme sıklığı birinci dereceden akrabalarda %33.3

(n=6), ikinci dereceden akrabalarda %27.8 (n=5), uzak akrabalarda %5.6 (n=1) olarak bulunmuştur. Hastalığın

başlangıcından hastaneye yatış zamanına kadar geçen süre ortalama 10.56±12.17 ay olarak saptanmıştır.

YORUM: Erişkin başlangıçlı şizofrenide görülme sıklığı açısından cinsiyetler arasında farklılık olmadığı

bilinmektedir. Ancak EBŞ’nin erkeklerde 2 kat daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. Çalışmamızda erkek/kız oranı

1,25 olarak hesaplanmıştır. Bu duruma çalışmanın 3 aylık bir zaman dilimi içinde, yalnızca yatarak tedavi

yapılan olgulardan oluşması yol açmış olabilir. EBŞ’nin etyolojisinde kalıtımsal bir duyarlılığın olduğu

söylenmektedir. Olguların %61’inin birinci ve ikinci dereceden akrabalarında psikiyatrik hastalık öyküsünün

olması bu bulguyu desteklemektedir. Erken ve yetişkin tipte klinik belirtilerin niteliksel olarak birbirine

benzemesine karşın, niceliksel olarak aralarında önemli farklılıklar olduğu, hastalığın erken başlangıçlı tipte

daha sinsi başlangıç gösterdiği bildirilmiştir. Çalışmamızda yakınmaların başlaması ile hastaneye başvuruya

kadar geçen sürenin görece olarak kısa olması örneklemin küçük ve yalnızca yatarak tedavi gören olgulardan

Page 67: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

67

oluşmasından kaynaklanmış olabilir. Çalışma bulgularımız örneklemin küçüklüğüne rağmen EBŞ ile ilgili

yapılan çalışmaların az sayıda olması nedeniyle değerlidir. Bu konuda çok merkezli ve geniş örneklemli,

retrospektif çalışmalara gereksinim bulunmaktadır.

PB-053 SUÇA SÜRÜKLENEN ÇOCUKLARINRUHSAL SORUNLAR AÇISINDAN

DEĞERLENDİRİLMESİ

Tülin Fidan*, Kenan Karbeyaz**, Tarık Gündüz**

*ESOGÜ Çocuk Psikiyatrisi ABD

**Eskişehir Adli Tıp Şube Müdürlüğü

***ESOGÜTF Adli Tıp ABD

AMAÇ :İnsanlıkla beraber ortaya çıktığı kabul edilen suç; sosyolojik, psikolojik, biyolojik, sosyo-ekonomik,

sosyo-kültürel kaynakları ile çok boyutlu ve genel bir kavramdır.

Çocuk ve ergenler bir çok nedenden dolayısuça sürüklenebilmektedir. Çocuk değişen, çevresi ile etkileşen ve

gelişen bir bireydir. Onun iyi ya da kötü olmasını belirleyen eğitim ve yaşantılarıdır. Bu da çocuk suçluluğunun

kökeninin hukuksal olmaktan öte psikolojik ve sosyolojik olduğunu gösterir.

Bu çalışmanın amacı suça sürüklenen çocukların sosyodemografik özellikleri ve psikiyatrik belirtiler açısından

Ergenler için Ruhsal Sorunlar Tarama Ölçeği(ERST)iledeğerlendirilmesidir.

YÖNTEM: Mayıs - Kasım 2012 tarihleri arasında TC. Eskişehir Adliyesi Adli Tıp Birimine TCK 31. Madde

gereğince değerlendirmesi için gelen 341 ergenlebireysel ayrıntılı adli görüşme yapılmış ve ERST uygulanmıştır.

SPSS 18.0 paket programı kullanılarak veriler değerlendirilmiş. Sonuçlar %95’lik güven aralığında, anlamlılık

ise p<0.05 düzeyinde sunulmuştur.

SONUÇLAR: Bu çalışmada 12-14 yaş aralığında 341 ergenin bulguları değerlendirilmiş olup ortalama yaş

13.4± 0.76’tür. Vakaların 247’si (%72.4 ) erkek, 94’ü(%27.6) kızdır. Vakaların %25.8’inin annesinin, %22 ‘sinin

babasının olmadığı, babaların %3.5’unun işsiz olduğu, annelerin %32.8’inin çalışmadığı öğrenilmiştir. Vakaların

işledikleri iddia edilen suçların niteliği sorgulandığında %51.9 hirsızlık, %30.5 müessir fiil,kamu malına

zarar , %1.2 cinsel suç, %6.7 bilişim suçu nedeniyle başvurmuştur. %43.1 vakanın daha öncede suç öyküsü

olup %36.1 vakanın da aynı zamanda ailesinde suç öyküsü mevcuttu.

Vakaların, ERSTÖ sonuçlarına göre %59.8 depresyon , %58.4 anksiyete bozukluğu, %40.5 kendine zarar

verme,%8.2 psikoz , %26.1Travma Sonrası Stres Bozukluğu, %36.3 alkol bağımlılığı, %32.6uyuşturucu madde

bağımlığı, %59.2 Dikkat eksikliği hiperaktivite Bozukluğu tanıları açısından riskli grupta oldukları tespit

edilmiştir.

Suç niteliğine göre ruhsal sorunlar değerlendirildiğinde,hırsızlık iddiasıyla başvuran ergenlerin depresyon,

anksiyete bozukluğu, kendine zarar verme, psikoz, TSSB, alkol bağımlılığı, madde bağımlılığı, Dikkat eksikliği

hiperaktivite belirtileri açısından en yüksek riskitaşıdıkları, müessir fiil işleyen ergenlerin ise 2. sırada riskli

oldukları tespit edilmiştir. Kamu malına zarar veren ergenlerin depresyon, anksiyete bozukluğu, kendine zarar

verme, alkol bağımlılığı ve dikkat eksikliği hiperaktivite açısından risk taşıdıkları; bilişim suçu işleyen

ergenlerin, DEHB, kendine zarar verme, anksiyete bozukluğu ve depresyon açısından risk grubunda oldukları

bulunmuştur(p ˂0.05).

YORUM: Bu çalışmada değerlendirilen SSE’ler depresyon, anksiyete bozukluğu, kendine zarar verme, alkol-

madde bağımlılığı, DEHB, TSSB, psikotik bozukluklar açısından risk taşıdıkları bulunmuştur..

Yapılan 30 yıllık izlem çalışmasında SSE’de psikiyatrik bozuklukların yaygınlığı yüksek oranda bulunmuştur.

Aynı zamanda toplum temelli çalışmalarda çocukluk dönemi psikiyatrik hastalığı olanların ileride suç işleme

açısından riskli bir grup olduğu bulunmuştur.

Sonuç olarak yasayla ihtilafa düşen bu gençlerderuhsal hastalıkların yüksek oranda görülmesi özellikle ruhsal

açıdan değerlendirilmelerinin ve desteklenmelerinin gerekliliğini göz önüne sermektedir.

PB-054 DEHB TEDAVİSİNDE ÇOK YÖNLÜ YAKLAŞIMDA AİLE PSİKOSOSYAL

EĞİTİMİNİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı A.D. İzmir

Uğur Tekin, Burcu Özbaran, Sezen Köse, Ömer Kardaş, Cahide Aydın

Özet

Page 68: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

68

GİRİŞ: DEHB (Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu) gelişim dönemlerine uygun olmayan dikkat

eksikliği, hiperaktivite ve implusivite semptomları ile karakterize, nöropsikiyatrik, davranışsal bir

bozukluktur. DEHB tedavisinde psikofarmakolojik tedavi yanısıra, davranışçı yöntemler, aile ve öğretmen

eğitimi gibi psikoeğitsel yaklaşımlar da çalışılmaktadır.

AMAÇ: Bu çalışmada, DEHB tanısı alan hastalarımızın ailelerinin DEHB hakkındaki görüşlerini, bilgilerini,

inanışlarını değerlendirmek; DEHB kliniği ve tedavisi ile ilgili bilgilendirme şeklindeki eğitim toplantısına

katılan ailelerin, bu toplantı sonrası görüş, bilgi ve inanışlarında meydana gelen değişimleri ölçmek

amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Çalışmaya DEHB polikliniğinde izlenen, toplantıya katılmaya gönüllü 24 aile alınmıştır. DEHB ile

ilgili; 7 adet genel bilgi; 7 adet tedavi; 4 adet klinik gidiş; 3 adet yaşam kalitesi ve 2 adet de genel görüşü

sorgulayan toplam 23 sorudan oluşan bir anket, ailelere eğitimden önce ve sonra olmak üzere uygulanmıştır.

BULGULAR: Eğitim öncesi ve sonrası doğru yanıtlama oranları karşılaştırıldığında; toplam doğru yanıt oranı;

eğitim öncesi %62 iken bu oran eğitin sonrası %72,2’ye çıkmıştır (p:0,001). Ailelerin verilen eğitim sonrası bilgi

düzeylerinin arttığı belirlenmiştir. TARTIŞMA: Psikoeğitim hem tedavi uyumunu arttırma hem de ailenin tutumlarına yönelik çalışmak için bir ön

basamaktır. Bu çalışma aile eğitiminin bilgi düzeyine katkısını ölçmeyi değerlendiren bir örnek açısından

sunulmuştur.

PB-055 SON 25 YILDA TRİPLE P- OLUMLU ANNEBABALIK EĞİTİMİ PROGRAMI

İLE YAPILAN ÇALIŞMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Burcu ARKAN

Uludağ Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu Psikiyatri Hemşireliği Anabilim Dalı

AMAÇ: Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programı aile ve toplumla işbirliği yapan, risk faktörlerini

azaltan, koruyucu faktörleri destekleyen, multidisipliner yaklaşıma sahip, kanıt standartları yüksek, randomize

kontrollü çalışmaların kullanıldığı ve uzun süreli sonuçların elde edildiği en iyi ebeveyn eğitimi programdır. Bu

nedenle uygulanan programının etkililiğini değerlendirmek, farklılıklarını ortaya koymak, konu ile ilgili

bilinenleri ve ülkemiz için oluşturacak yeni modelin özelliklerini belirlemek amacıyla bu literatür incelenmesi

planlanmıştır.

YÖNTEM: Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programı ile yapılan çalışmalara ulaşmak için “Medline,

Pubmed, Cochrane” veri tabanları ile Türkiye’de on-line ve basılı ulaşılabilen dergi ve tezler taranmıştır. Yapılan

taramalar sonucunda çalışmaya alınma kriterlerini karşılayan 35 araştırma incelenmiştir. Çalışmaya dâhil edilen

araştırmalar örneklem, yöntem, elde edilen sonuçlar açısından değerlendirilmiştir.

SONUÇ: Çalışmaya alınan Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programı ile yapılan araştırmaların tümünde

uygulanan programlar sonrası çocukların problemli davranışları azalmıştır. İncelemeye alınan çalışmalar,

uygulanan Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programının farklılıklarını da ortaya çıkarmıştır.

YORUM: İncelenen araştırmalar sonrasında ülkemiz için Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programı ile

farklı klinik ve illerde çalışmaların yapılarak test edilmesi önerilmektedir.

PB-056 ULUSAL ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI

KONGRELERİNDE KABUL EDİLEN POSTER SUNUMLARIN YAYINLANMA

ORANI

Caner Mutlu1, Ebru Kaya Mutlu2, Ali Güven Kiliçoğlu1, Özgür Yorbik3

1Uzm Dr, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim

ve Araştırma Hastanesi, İstanbul 2Uzm Fzt, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü, Sağlık Bilimleri Fakültesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul 3Prof Dr, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Birimi, Çocuk Gelişimi Bölümü, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Üsküdar

Üniversitesi, İstanbul

AMAÇ: Yayın bilimsel araştırmalarda istenilen son noktadır. Kongrede sunum sonrası yayın oranı, bilimsel

faaliyetin kapsamının ve kalitesinin bir göstergesidir. Bu çalışmanın amacı; ulusal çocuk ve ergen ruh sağlığı ve

hastalıkları kongrelerinde kabul edilen poster bildirilerin yayınlanma verilerini incelemekti.

YÖNTEM: 2005–2008 yıllarında düzenlenen 4 kongrenin poster bildirileri kongre kitapçıklarında tek tek

incelendi. Sunum başlığı, ilk ve ikinci yazar dikkate alınarak İngilizce ve Türkçe dillerinde Pubmed ve Google

Akademik veri tabanlarında araştırıldı. Çalışmaların, poster bildiri ile yayınlanma tarihi arasındaki süre ve

Page 69: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

69

yayınlanan çalışmaların dergi indeksleri kaydedildi.

SONUÇ: Ulusal çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları kongrelerinde kabul edilen toplam 214 poster bildiri

değerlendirildi. Poster bildirilerin %34.11 (n=73) ‘i olgu olup tüm bildirilerin % 25.23’ü (n=54) uluslararası ve

ulusal hakemli dergilerde yayınlandı. Yayınlanan makalelerin 18 tanesi Science Citation Index (SCI) ve 14 tanesi

SCI-Expanded indekslerinde yer almakta idi. Klinik araştırmalar ve olgu bildirimleri arasında yayınlanma

oranları açısından istatistiksel farklılık saptanmadı (p>0.05). Poster bildiri ile yayınlanma tarihi arasındaki süre

ortalama 30.72±18.89 ay bulundu.

YORUM: Literatür gözden geçirildiğinde ulusal ya da uluslar arası kongrelerdeki bildiri verileri ile

karşılaştırıldığında kongremizdeki poster bildirilerin dergilerde yayınlanma oranı benzer olup yayınlanma

süresinin daha uzun olduğu görülmüştür. Bu sonuçlar doğrultusunda, ulusal çocuk ve ergen ruh sağlığı ve

hastalıkları kongrelerinde sunulan bildirilerin yayın haline getirilmesi için araştırmacıların teşvik edilmesinin

katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.

PB – 056 TEDAVİYE DİRENÇLİ ERKEN BAŞLANGIÇLI BİR ŞİZOFRENİ

OLGUSU

Arif Önder, Hilal Adaletli, Özden Ş. Üneri

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul

AMAÇ: Erken başlangıçlı şizofreni psikotik belirtilerin 18 yaş öncesinde başladığı, çoğunlukla sinsi başlangıçlı,

kronik seyir gösteren, tedavi konusunda güçlük yaşanan ağır bir psikiyatrik bozukluktur. Erken başlangıçlı

şizofreni erişkin tip şizofreniye göre 5 kat daha nadir görülmektedir. Tedaviye dirençli şizofreni ise klozapin

dışında en az 2 farklı antipsikotik tedaviye yanıtsızlığı olan, tedavi konusunda kararsızlıkların ve güçlüklerin

yaşandığı bir durumdur. Bu olgu sunumunda tedaviye dirençli ve erken başlangıçlı şizofreni tanısı ile yatırılarak

tedavi edilen bir hastanın, tedavi aşamaları ve süreci klozapin ile tedavisi sunulacaktır.

OLGU: Lise 2.sınıf öğrencisi, 15 yaşında erkek ergen olgu. Hastanemize ilk kez annesine saldırıp annenin

kolunu kırdığı için acil olarak getirilen hastanın, acil serviste yapılan değerlendirmesinde, ailesi son 4 aydır içe

kapanmaya başladığını, derslerine olan ilgisini kaybettiğini, okuldan kaçmaya başladığını, son 2 aydır ise kendi

kendine konuşup güldüğünü ve ara ara nedensiz saldırganlığı olduğunu ifade etmiştir. Servisimize yatışı yapılan

olgu yatışından 22 gün sonra aripiprazol 20mg/gün tedavisi ile taburcu edilmiştir. Yaklaşık 1 yıl içinde 2 kez

daha psikotik belirtilerinde alevlenmeler nedeni ile servisimize yatırılan olguya tedaviye yanıtsızlık nedeniyle

Ziprasidon 160mg, Risperidon 6mg tedavileri uygun sürelerde denenmiştir. Bu farmakoloik ajanlarla hastalığı

tam remisyona girmeyen olguya klozapin tedavisi başlanmıştır. Klozapin tedavisi yanıt veren olgu yaklaşık 2

aylık yatışının sonunda kısmi remisyon ile taburcu edilmiştir. Klozapin kullanımına bağlı gelişen hipersalivasyon

yan etkisi antikolinerjik ajan (Tropikamid) kullanılarak çözülmüştür.

YORUM: Erken başlangıçlı şizofreni yıkımla seyreden bir bozukluktur. Olgumuzda psikotik belirtileri

gerilemesine rağmen okuluna devam etmesine engel olacak düzeyde bilişsel gerileme gözlenmiştir. Erken

başlangıçlı şizofreni çoğu kez tedaviye dirençlidir. Olgumuzda da etkin dozda ve sürede çeşitli antipsikotik

ilaçlar denenmiş, tedaviye direnç nedeniyle klozapin tedavisi kullanılmış ve yarar görülmüştür. Erken başlangıçlı

şizofreni olgularında korkulan yan etki profili nedeniyle klozapin az tercih edilen bir ajandır. Olgumuz erken

başlangıçlı ve tedaviye dirençli şizofreni olgularında tedavi seçenekleri arasında yer alan klozapinin yan etki

profiline rağmen denenmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

PB – 057 BİR OLGU NEDENİYLE OTİSTİK BOZUKLUKTA EŞ HASTALANIM

Bengisu Özçivit Asfuroğlu 1 ,Saniye Tülin Fidan1 ,Çiğdem Toklu1 1Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi,Çocuk ve Ergen Anabilim Dalı,Eskişehir

AMAÇ :Otistik bozukluk sosyal etkileşim,iletişim becerilerinde zayıflık ve yineleyici basmakalıp davranışlar ile

karakterize nörogelişimsel bir bozukluktur(1).Yaygın gelişimsel bozukluklar(YGB) bazı psikiyatrik eştanılarla

seyredebilir .Yaygın gelişimsel bozukluklar ile en sık görülen psikiyatrik bozukluklar: depresif bozukluk, bipolar

bozukluk, anksiyete bozuklukları, fobik bozukluklar, obsesif kompulsif bozukluk, karşıt olma karşıt gelme

bozukluğu.dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu’dur.(2) Biz yaygın gelişimsel bozukluk tanısı olan ve üst

solunum yolu enfeksiyonları ile birlikte kullanılan ilaçlarla tetiklenen duygudurum bozukluğu gelişen bir olguyu

ele almak istedik.

OLGU: 17 yaşında erkek hasta 2 gün önce hareketlilik huzursuzluk duvarlara bakıp konuşma yakınmaları ile eş

zamanlı üst solunum yolu enfeksiyonu bulguları(ateş yüksekliği vb.) nedeniyle tedavi (sefdinir

Page 70: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

70

66mg/gün,desloratidin 5mg/gün ) başlanmış olup yapılan psikiyatrik muayenede aşırı

hareketlilik,oturamama,basmakalıp yineleyici hareketler(ellerini dizlerine sürtme,ellerini ovuşturma),kendine

zarar verme (kulaklarını çekme,kulaklarına vurma),uygunsuz gülme ve bağırmalarının olduğu,uyku ve iştahında

belirgin azalmanın olduğu tespit edilmiştir.Hastanın tedavisinde risperidon 1-2mg/gün,aripiprazol 5-10mg/gün

,klonazepam 1mg/gün uygulandı. Hastanın yapılan manyetik rezonans görüntüleme (MR) ve

elektroensefalografi (EEG) incelemeleri normal sınırlar içinde bulundu.

Hastanın bulgularında 15 gün içerisinde belirgin düzelme oldu.(KGİÖ:8) Hastanın semptomlarının gerilemesi

sebebiyle ailesi tarafından ilaçlarının kesildiği öğrenildi.Hasta aylık takiplere alındı. 5 ay sonra gelişen üst

solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle kullanılan 200mg ibuprufen/gün ve 30mg psödoefedrinhidroklorür tedavisi

ile başlayan uyku ihtiyacında azalma,sürekli zıplama,çevredeki mobilyaları kemirme, hareketlilikte artma

şikayetleri nedeniyle klonazepam 0.5mg-1.5mg/gün başlandı.Tedavinin 3.gününde şikayetlerinin %70 oranında

düzeldiği gözlendi. Hastada genel tıbbi duruma ve ilaçlarla indüklenen duygudurum bozukluğu olduğu

düşünülerek valproik asit 500mg/gün başlandı.Hastanın 7 ay sonraki başvurusunda duvarlarda yılan gördüğünü

söylemesi, kabloları sökmeye çalışması, huzursuzluk, hareketlilikte artış şikayeti olduğu öğrenildi. Hastaya

valproik asit tedavisine ek olarak ketiapin 600mg/gün başlandı.Son üç aydır otistik bulguları dışında herhangi bir

psikiyatrik bulgusu olmayan olgu, okula devam edebilmektedir.

YORUM: Yaygın gelişimsel bozukluk tanısı olan bu hastada üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle genel

tıbbi durumun bozulması ile kullanılan ilaçlara bağlı davranışsal ve duygusal bulgular, duygudurum

bozukluğu(hipomanik ataklar) ve psikotik bulgular saptanmıştır.Hastanın ayırıcı tanısında temporal lob

epilepsileri,hipertiroidizm,kapalı veya açık kafa travmaları, multiple skleroz,sistemik lupus eritamatozis,alkolle

ilişkili nörogelişimsel bozukluklar, Wilson hastalığı, trisiklik antidepresanlar,selektif serotonin geri alım

inhibitörleri,aminofilin,kortikosteroidler,sempatomimetik aminler,antibiyotik kullanımı

(ör:eritromisin,klaritromisin,amoksisilin vb.) göz önünde bulundurulmalıdır. (3)Yaygın gelişimsel bozukluğu

olan bu olguda genel tıbbi durumların ve kullanılan ilaçların duyguduruma olumsuz etkisinin vurgulanması

açısından önemlidir,bu alanda yapılacak daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.

PB – 058 DEHB’ NA EŞLİK EDEN KONUŞMA BOZUKLUĞU OLGULARINDA

EPİLEPTİFORM DEŞARJLAR: İKİ OLGU SUNUMU

Betül Mazlum1,2, Sennur Zaimoğlu3

1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL.

2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL.

3- Doç. Dr, Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL.

GİRİŞ: DEHB (Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu) epilepsiye sıklıkla eşlik etmektedir ve ilk nöbet

öncesinde dikkat eksikliği belirtilerinin anlamlı bir şekilde daha yüksek olduğu belirlenmiştir. DEHB’de ise

epileptiform anormallikler oldukça sık (%30) gözlenmektedir. Klinik nöbetlerin varlığında DEHB hastalarında

yaklaşımı belirlemek daha kolaydır. Ancak nöbet yokluğunda epileptiform deşarjların varlığından şüphelenmek

ve EEG incelemesi yapmaya karar vermek konusundaki yaklaşım tartışmalıdır.

YÖNTEM: Burada aileleri tarafından okul başarısızlığı, konuşma problemleri ve dikkat dağınıklığı şikayetleri

ile çocuk psikiyatrisi polikliniğine getirilen, yapılan psikiyatrik ve nöropsikolojik değerlendirmeleri neticesinde

dikkat eksikliği, ifade edici dil sorunları ve belirgin sözel-performans IQ farkı mevcut olması sebebiyle yapılan

EEG incelemesinde epileptiform deşarjlar saptanan iki olgudan bahsedilecektir.

SONUÇ VE YORUM: Hangi klinik parametrelerin varlığında DEHB hastalarında EEG endikasyonunun olduğu

konusu net değildir. Uygulamada sözel-performans IQ farkı, ailede epilepsi varlığı, çocukta ve ailede febril

konvulziyon öyküsü, bilişsel ve akademik dalgalanmalar, anlık bellek kayıpları ve dalma öyküsü gibi bazı klinik

işaretler hekim için yönlendirici olabilmektedir. Burada sunulan iki vakada hastaların zeka puanları ile uyumsuz

derecede ciddi akademik zorluklar yaşıyor olmaları, ifade edici dil sorularının epileptiform anormalliği telkin

edecek düzeyde olması ve hiperaktivite olmaksızın dikkat sorunlarının ön planda olması sebebi ile EEG

incelemesi istenmiş ve her iki hastada da sol hemisferde epileptiform deşarjlar saptanmıştır. Epileptiform

anomalilerin her iki hastada da solda olması ve ifade edici dil sorunlarına eşlik ediyor olması da klinik açıdan

oldukça anlamlıdır. Hastaların beyin magnetik rezonans incelemeleri normal olarak izlenmiştir.

DEHB’de EEG incelemesinin hangi koşullarda anlamlı olabileceğini araştıran geniş örneklemli klinik çalışmalar,

DEHB ve eşlik eden konuşma/dil bozukluklarının epileptiform anormallikler ile ilişkilerini aydınlatmada

yardımcı olabilir.

PB – 059 SEMANTİK PRAGMATİK DİL SORUNLARI VE OTİSTİK BELİRTİLER

EŞLİK EDEN HİDROSEFALİ OLGUSUNUN NÖROPSİKOLOJİK PROFİLİ

Betül Mazlum1,2, Sennur Zaimoğlu3, Gazanfer Ekinci4

Page 71: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

71

1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL.

2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL.

3- Doç. Dr, Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL.

4-Prof. Dr, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL

GİRİŞ: Hidrosefali olgularına serebral görme bozukluklarından dil gelişim sorunlarına ve otistik belirtilere

kadar geniş bir yelpazede pek çok nöropsikiyatrik görünüm eşlik etmektedir.

YÖNTEM: Burada semantik, pragmatik dil gelişim sorunları ve otistik belirtileri izlenen 7 yaşındaki erkek

hastanın nörogelişimsel, klinik ve radyolojik özellikleri tartışılacaktır.

SONUÇ VE YORUM: Hidrosefalide etyopatogenezin yanısıra basıya da bağlı olarak beyin yapısında kronik

bazı değişiklikler meydana gelmekte ve klinik görünüme ve nöropsikolojik testlere yansıyabilecek sorunlar

izlenmektedir.

Burada sunulan vakada sosyal iletişim sorunları ve stereotipik el hareketleri otizm tanısını akla getirse de dil

becerileri ve nöropsikolojik test performansları değerlendirildiğinde hastanın ciddi görsel algısal zorluklar

yaşadığı ve dile ilişkin sentaks ve gramer becerilerinde sorun yokken semantik ve pragmatik sorunların ağırlıklı

olarak tabloya hakim olduğu görüldü. Okuma yazmayı öğrenmiş olan ve klinik olarak mental retarde izlenimi

vermeyen hastanın görsel algısal ve dil sorunlarına bağlı olarak WISC-R zeka testi hafif zeka geriliği düzeyinde

izlendi. 7 yaş 6 aylık olan hastanın TİFALDİ testi ile alıcı kelime bilgisi 5 yaş 3 ay ile uyumlu bulunurken ifade

edici kelime bilgisi 5 yaş 6 ay düzeyindeydi. Bender Gestalt testinde şekil bozukluğu, birleştirme ve rotasyon

hataları mevcut olan hastanın sırasıyla ventral ve dorsal görme yollarını değerlendiren Benton Yüz Tanıma Testi

ileri düzeyde bozukluk ile uyumlu iken, Çizgi Yönünü Belirleme Testini alamadığı görüldü. Hastanın ayrıca

sosyal iletişime açık olduğu ancak dilin semantik ve pragmatik kullanımında yaşadığı sorunlara ilişkin olarak

karşılıklı iletişimde zorluklar yaşadığı görüldü.

Hidrosefali hastalarında gelişen semantik ve pragmatik dil problemleri, otizm ile ayırıcı tanı zorluklarına neden

olabilmektedir. Ayırıcı tanıda klinik ve nöropsikolojik veriler yardımcı olmaktadır. Bu süreç aynı zamanda

hastaların eğitim süreçlerinin uygun yapılandırılması için de gereklidir.

PB – 060 DİGEORGE SENDROMU, DEHB VE KONUŞMA BOZUKLUĞU

TABLOSUNUN HAKİM OLDUĞU BİR VAKANIN NÖROPSİKOLOJİK PROFİLİ

Betül Mazlum1,2, Sennur Zaimoğlu3, Gazanfer Ekinci4

1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL.

2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL.

3- Doç. Dr, Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL.

4-Prof. Dr, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL.

GİRİŞ: DiGeorge sendromu diye de anılan velokardiyofasiyal sendrom, yaygın görülen ve 22q11

mikrodelesyonu sonucunda ortaya çıkan gelişimsel nöropsikiyatrik bir sendromdur. Bu sendroma ilişkin

fenotipik çeşitlilik oldukça fazla olmakla beraber en sık eşlik eden psikiyatrik bozukluk DEHB’dir.

YÖNTEM: Burada DiGeorge sendromu tanısı almış, normal zekada olmasına rağmen işlevselliği DEHB ve

konuşma bozukluğu sebebi ile olumsuz etkilenen bir erkek çocuk hastanın nöropsikolojik profilinden ve

metilfenidat ile sağlanan faydadan bahsedilecetir.

SONUÇ VE YORUM: DEHB, DiGeorge sendromlu vakaların yaklaşık yarısına eşlik etmektedir. Bu hastaların

zihin düzeyleri normal ve orta dereceli mental retardasyon arasında değişmekte olup sıklıkla öğrenme güçlükleri,

konuşma problemleri ve kardiyak anomaliler tabloya hakimdir.

Bu hastalarda sağ hemisfer sorunlarına işaret edecek şekilde görsel mekansal algısal ve yapılandırma sorunları

yaygındır. Dikkat eksikliğinde kullanılan metilfenidatın bu hasta grubunda da faydalı ve güvenli bir tedavi

olduğunu gösteren çalışmalar vardır. Buradaki vakada da metilfenidat tedavisi nöropsikolojik test başarısında ve

dikkat sorunlarında oldukça etkili olmuştur. Literatür bulguları eşliğinde hastanın psikostimülan öncesi ve

sonrası nörospsikolojik test performansları tartışılacaktır.

PB – 061 METİLFENİDAT KULLANIMI İLE TETİKLENEN VE CİNSEL İSTEKTE

ARTMANIN EŞLİK ETTİĞİ HİPOMANİ TABLOSU

Uzm Dr Betül Mazlum1,2

1- Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL.

2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL.

GİRİŞ: DEHB, farklı klinik görünümlere ve eşhastalanım spektrumuna sahip heterojen bir bozukluktur. Çoğu

Page 72: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

72

zaman tedavide ilk tercih edilen ilaçlardan olan metilfenidatın beklenen yan etkileri dışında nadir görülen

etkileri de mevcuttur ve ilacın kullanımını kısıtladığı gibi ilacın başlanması aşamasında da yavaş titrasyonun ve

yakın takibin önemini gerekli kılmaktadır.

YÖNTEM: Burada DEHB sebebi ile başlanan kısa salınımlı metilfenidatın ilk dozu sonrasında cinsel istekte

artmanın ön planda olduğu hipomani tablosu gelişen erkek ergen hastadan bahsedilecektr.

SONUÇ VE YORUM: Psikostimülan ilaç kullanımı ile psikotik belirtilerin veya mani benzeri tabloların

gelişebildiği bilinmektedir. Bu belirtiler ilk doz sonrası gelişebileceği gibi aylar süren stabil bir tedavi sonrasında

da görülebilmektedir ve tedavide psikostimülan ilacın kesilmesinin yeterli olacağı vurgulanmaktadır. Stimülan

tedavisinin sonlandırılmasını takiben 24-48 saat içinde genellikle tablonun yatışması beklenir ve yaklaşık 7 gün

içinde tamamen geçer.

Burada sunulan DEHB-Dikkat Eksikliği baskın tipe sahip vakada kısa etkili metilfenidatın ilk dozundan sonra

hareketlilik, uykusuzluk, konuşma miktarında artma, grandiosite ve cinsel istekte artmanın tabloya hakim olması

ile birlikte ilaç kesildi. Ancak psikostimülan tedavinin sonlandırılmasının ardından 2. günde hastanın

şikayetlerinin azalmadan devam ediyor olması sebebi ile hastaya risperidon tedavisi başlandı. Birkaç gün içinde

uykusuzluk, hareketlilik, grandiosite belirtilerinde düzelme olmasına rağmen cinsel istek ve cinsel imgeler

azalarak da olsa devam etti. Risperidon tedavisinin 1 ay sonrasında tabloya sadece cinsel imgeler ve bunların

verdiği kaygı ve suçluluk belirtileri hakimdi.

PB – 062 ÖZEL ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ MÜ MENTAL RETARDASYON MU ?

Betül Mazlum1,2, Sennur Zaimoğlu3

1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL.

2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL.

3- Doç. Dr, Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL.

GİRİŞ: Özel Öğrenme Güçlüğünün (ÖÖG) tanımında, yeterli zihinsel kapasitenin ve uygun eğitsel ortamın

varlığı ön koşul olarak getirilmektedir. Gelişimsel konuşma/dil gelişim bozukluklarının önemli bir kısmı okul

yıllarında ÖÖG ile devam eder. Zeka Bölümünü (ZB) değerlendiren testler konuşma ve dil bozukluklarından

etkilenirler. Sonuç olarak Genel ZB’nün aşağıya çekilmiş olduğu durumlarda ÖÖG tanısının atlanması söz

konusu olabilir.

YÖNTEM: Burada okul başarısızlığı ve sosyal işlevsel sorunları sebebi ile zekası ile ilgili sorunlar olduğu

düşünülen ancak yapılan zeka testi ve nöropsikolojik inceleme neticesinde öğrenme güçlüğü ve ifade edici dil

bozukluğu tanılarının tabloya hakim olduğu ergen hastadan bahsedilecektir.

SONUÇ VE YORUM: İfade edici dil bozukluklarının öğrenme güçlükleri ile sıklıkla birliktelik gösterdiği

bilinmektedir. Gelişimsel öyküsünde motor bir gecikme tariflenmeyen ancak konuşması 5 yaşında kadar

gecikmiş ve halen tam olarak akıcı ve uzun cümleler ile konuşamadığı belirtilen, okul başarısızlığı ve öğrenme

sorunları sebebi ile okulda zorlanan 15 yaşında ergen hastanın yapılan zeka testinde sözel IQ puanı orta dereceli

mental retardasyon ile uyumlu bulunurken performans IQ skoru sınırda zihinsel işlevsellik ile uyumlu

bulunmuştur. Hastanın klinik nöropsikolojik testler ile değerlendirilen yürütücü işlevlerinin ise sözel IQ

puanından beklenenin aksine normal zihinsel işlevsellikle uyumlu olduğu ancak bellek testinde belleğe kayıtta

sorunlar yaşadığı görülmüştür.

Özellikle ifade edici dil bozukluğu ve özel öğrenme güçlüğü varlığında kişinin zihinsel performansı hakkında

hatalı sonuçlara vararak hastanın mental retarde olarak tanılanması ve ifade edici dil bozukluğunun da buna

ikincil olduğu gibi yanlış bir kanıya varmak söz konusu olabilir. Bu durumda hastanın sözel olmayan becerileri

diğer nöropsikolojik test bataryaları ile daha ayrıntılı olarak değerlendirilmeli ve hastanın sağlıklı işlevleri ortaya

konarak desteklenmelidir. Buradaki vaka 15 yaşına kadar konuşma ve öğrenme bozukluğuna yönelik alabileceği

eğitimden mahrum kalmış ve işlevselliğini önemli oranda arttırabilecek rehabilitasyon sürecinden

faydalanamamıştır. Bu vakalarda erken tanı ve müdahale ileriki dönemde hastanın işlevselliğini önemli oranda

değiştirebileceği gibi bu hastaların topluma adaptasyonunu da kolaylaştırarak ikincil psikiyatrik sorunları

önleyecektir.

PB – 063 KEKEMELİK ŞİKAYETİ İLE GETİRİLEN HASTADA EEG

BOZUKLUĞUNUN EŞLİK ETTİĞİ DİSFAZİ TABLOSU VE ANTİEPİLEPTİK

TEDAVİ İLE SAĞALTIMI

Betül Mazlum1,2, Canan Kocaman3

1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL.

Page 73: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

73

2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL.

3- Uzm Dr, Özel Erdem Hastanesi, Çocuk Nöroloji Polikliniği, İSTANBUL.

GİRİŞ: Çocukluk çağı konuşma sorunları gelişimsel olabileceği gibi normal bir gelişim sürecini takiben

kazanılmış patolojik tablolar da görülebilmektedir.

YÖNTEM: Burada ailesi tarafından kekemelik, konuşma miktarında azalma, durgunluk yakınmaları ile

getirilen, psikiyatrik muayenesinde motor ve kognitif yavaşlığın organisiteyi telkin edecek şekilde ağır olması ve

kazanılmış konuşma sorunları mevcut olması sebebiyle yapılan elektroensefalografik incelemesinde yaygın

yavaş dalga aktivitesi saptanan olgudan bahsedilecektir.

SONUÇ VE YORUM: Olgu, ailesi tarafından 5 yaşından beri mevcut olan kekemelik, kaygı ve bunlara bağlı

olduğu düşünülen konuşma miktarında azalma şikayetleri ile getirildi. Yapılan ruhsal durum muayenesinde

normal zeka izlenimi veren ve görsel algısal becerileri yaşı ile uyumlu olan hastanın oldukça kaygılı olduğu,

ifade edici dil alanında zorluk yaşadığı, kelimeleri çıkarmada zorlandığı, reaksiyon zamanında uzamanın motor

hareketlerine de yansıdığı görüldü. Hastada ifade edici dil sorunlarının olası bir epileptiform anormalliğe bağlı

disfazi tablosunu düşündürecek düzeyde ağır olması sebebi öncelikli olarak EEG incelemesi yapıldı. Hastanın

EEG’sinde hemisfer ön yarılarında jeneralize yavaş dalga aktivitesi izlenirken beyin magnetik rezonans

incelemesinin normal olduğu görüldü. Çocuk Nöroloji tarafından valproik asit tedavisi başlandı ve hasta

monoterapi ile takip edildi. Üç ay sonra yapılan EEG tetkikinde patolojinin hafiflediği görülürken hastanın

şikayetlerinin belirgin olarak düzeldiği, motor hızının, ifade edici dil becerilerinin ve reaksiyon zamanının

normale döndüğü görüldü.

Çocukluk çağı kazanılmış konuşma bozukluklarının ayırıcı tanısında olası EEG bozuklukları mutlaka gözönüne

alınmalıdır. Böyle vakalarda sıklıkla akla gelebilecek kaygı bozuklukları veya psikomotor retardasyonun eşlik

ettiği duygurum bozuklukları ile ayırıcı tanının dikkatli bir şekilde yapılması da önem arzetmektedir.

PB – 064 RİSPERİDON KULLANIMINDA NADİR BİR YAN ETKİ: PRİAPİSM

MUHARREM BURAK BAYTUNCA, SEZEN KÖSE, H.SERPİL EREMİŞ, BURCU ÖZBARAN

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

Giriş: Priapism çoğunlukla seksüel stimulasyonla oluşmayan; cinsel ilişki ya da masturbasyonla sonlanmayan uzun süreli ve

ağrılı ereksiyon kliniği gösteren ürolojik bir acildir. Birçok sebeple oluşan bu patolojik durum iskemik ve non-iskemik

subtiplerine ayrılmaktadır. İskemik subtip orak hücreli anemi, lösemi, myeloma, talasemi ve ilaç yan etkileri

(antihipertansifler, antidepresanlar, antipsikotikler, antikoagülanlar..) gibi nedenlerle oluşabilmektedir. İlaç yan etkisiyle

oluşan priapism vakalarının %50 kadarından antipsikotik ajanlar sorumludur. Bu sunumda çocuk psikiyatrisi pratiğinde sık

kullanılan Risperidon’a bağlı priapism gelişen bir olgu sunulmuştur.

Olgu: 13 yaşında erkek olgu 2007 yılından itibaren polikliniğimizden DEHB ve Davranım Bozukluğu tanıları ile uzun etkili

metilfenidat 54 mg/gün ve Risperidon 2 mg/ gün kullanan ve klinik olarak remisyonda izlenmekte idi.

Üroloji servisinde tarafımızdan priapism etiyolojisi ve tedavisinin düzenlenmesi amacıyla yapılan konsültasyon

değerlendirmesinde olgunun 2013 yılının ilk 3 aylık periyodunda toplamda 4 kez olan ağrılı priapism atağı geçirdiği

öğrenildi. Atakların ilk üçünde priapism birkaç saat içinde kendiliğinden sonlandığı, son atağın uzun sürmesi üzerine olgunun

acil servise başvurduğu; üroloji uzmanı tarafından intrakavernosal drenaj ve irrigasyona rağmen priapismi gerilemeyince

EÜTF Çocuk Acil Servisi’ ne sevk edildiği öğrenildi. Tarafımıza konsulte edilen hastanın risperidon tedavisi sonlandırıldı,

metilfenidat tedavisine devam edildi.

Tartışma: Antipsikotik ajanların priapisme neden olması muhtemel olarak alfa reseptör blokajına bağlanmaktadır. Bu etki

doz bağımsızdır. Risperidon antipsikotik ajanlar içerisinde en fazla alfa blokaj etkisine sahip ajandır. Literartürde birçok

antipsikotik ile erişkinlerde priapism yan etkisi bildirilmiştir (Risperidon, Ketiyapin, Olanzapin gibi..). Klinik pratiğimizde

sık kullanılan bir ajan olan Risperidon ile çocuk ve ergen populasyonunda nadir rastlağımız priapism yan etkisinin de akılda

bulundurulmasının önemini vurgulamak amacıyla bu olgu sunulmuştur.

PB – 065 Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanılı Hastada Atomoksetin

Kullanımı Sonrası Gelişen Obsesif Kompulsif Bozukluk: Olgu Sunumu

Page 74: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

74

Canan İnce, Mutlu Karakuş, Serkan Karadeniz, Sema Kandil

KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Merkezi sinir sisteminde presinaptik norepinefrin taşıyıcılarının seçici bir inhibitörü olan atomoksetin

DEHB'de psikostimülanlara alternatif olarak kullanılmaya başlanan non-stimulan bir ilaçtır. Atomoksetin,

eştanılı durumlarda DEHB belirtilerinin yanı sıra depresyon, anksiyete ve tik belirti şiddetini de azalttığı, günde

tek doz kullanım ile etki süresinin akşam saatlerine dek sürdüğü, en sık yan etkilerinin baş ağrısı, iştah azalması,

kusma, uyku hali, sinirlilik, halsizlik, baş dönmesi ve dispepsi olduğu bildirilmiştir. Bu olgu sunumunda

atomoksetinle belirtilerinde ve işlevselliğinde önemli ölçüde düzelme olan DEHB’li bir hastada ortaya çıkan

obsesif kompulsif belirtilerin tartışılması amaçlanmıştır.

OLGU: Ç.Y 11 yaşında erkek hasta küçüklüğünden bu yana devam eden dikkatsizlik, çabuk sıkılma, görev ve

etkinliklerini tamamlayamama, unutkanlık şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Alınan öyküde annesinde

obsesif kompulsif bozukluk (OKB) olduğu öğrenilen hastaya yapılan psikiyatrik muayene ve psikometrik

incelemeler sonucunda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Dikkatsizliğin önde olduğu tip’tanısı

konularak metilfenidat 36 mg/gün tedavisi başlandı. Metilfenidatla ortaya çıkan gastrointestinal yan etkiler ve

buna bağlı ilaç uyumsuzluğu nedeniyle metilfenidat tedavisi kesilerek atomoksetin tedavisi 1.hafta 25 mg/gün,

2.hafta 40 mg/gün ve idame olarak 60 mg/gün olacak şekilde başlandı. Hastanın klinik takiplerinin 3. haftasında

60 mg/gün dozunda atomoksetin kullanımı ile başlayan ve yaklaşık 1 aydır devam eden düzen, simetri takıntısı

ve emin olamama, bir şey yaparken sürekli onaylanma ihtiyacı gibi yakınmaları olmasından dolayı yapılan klinik

değerlendirmede hastaya Obsesif-Kompulsif Bozukluk tanısı konulmuştur. Hastanın atomoksetin tedavisiyle

DEHB belirtilerinde ve işlevselliğinde önemli ölçüde düzelme olması nedeniyle atomoksetin 40 mg/gün’e

düşülerek tedaviye devam edildi. Obsesif kompulsif bozukluğa yönelik davranışçı önerilerde bulunuldu.

Hastanın semptomlarının devam etmesi halinde ilaç değişimi veya mevcut tedaviye selektif serotonin gerialım

inhibitörü (SSRI) eklenmesi planlanmıştır.

TARTIŞMA: Aile öyküsünde psikiyatrik hastalık olan olguların psikofarmakolojik tedavilerinde ilaca bağlı

psikiyatrik yan etkilerin görülebilme riskinin arttığı söylenmektedir. Birinci derecede akrabalarda obsesif-

kompulsif bozukluk olması OKB gelişimi için riski 5- 10 kat arttırdığı göz önünde bulundurulursa; ailesinde

OKB tanısı olan DEHB tedavisi verilen olgularda tedavi esnasında görülecek obsesif ve kompulsif yakınmalar

açısından dikkatli olunması gerekmektedir. Atomoksetin’in DEHB’ye eşlik eden depresyon, anksiyete, tik

bozukluğu, nokturnal enürezis, Yaygın Gelişimsel Bozukluk (YGB), Karşıt Olma-Karşıt Gelme Bozukluğu

(KOKGB) gibi psikopatalojilerin varlığında kullanılmasının olası avantajları olduğunu bildiren çalışma ve olgu

bildirimleri bulunmaktadır. Bu olguda atomoksetin kullanımıyla obsesif-kompulsif belirtilerin ortaya

çıkabileceği görülmüş olup literatür taramasında böyle bir yan etkiye rastlanmamıştır.

PB – 066 İlk Olarak Katatoni ile Başvuran Bir Bipolar Bozukluk Olgusu

Canan Tanıdır, Hilal Adaletli, Fatih Özbek, Hatice Güneş, Özden Şükran Üneri

Prof.Dr.Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H

GİRİŞ: Katatoni ilk olarak 1874’te Karl Kahlbaum tarafından tıbbi ve psikiyatrik hastalığı olanlarda tasvir

edilen bir motor disregülasyon sendromudur. Temel belirti ve bulguları mutizm, postür alma, stupor, motor

rijidite, eskite durumlar, yeme-içme reddi ve hipokinezidir.

OLGU: Burada ilk olarak 6 ay önce katatoni tablosu ile servisimizde yatırılarak izlenen ancak tanısı

netleşmeden katatoni tablosunun düzelmesi sonrası taburculuğu yapılan, Şubat 2013’te çok konuşma,

hareketlilik, grandiyozite, uykusuzluk gibi manik belirtiler nedeniyle bipolar bozukluk tanısıyla servisimize

yeniden yatışı yapılan 17 yaşında erkek bir olgunun klinik özellikleri ve katatoni tablosunun ayırıcı tanısı

tartışılacaktır.

TARTIŞMA: Katatoni erişkinlerde giderek artan oranda tanınmakta ancak çocuk hastalıkları ve çocuk

psikiyatrisinde güçlükle fark edilebilmektedir. Katatoni şizofreninin bir tipi olarak nitelendirilse de sıklıkla

duygudurum bozuklukları ve tıbbi veya nörolojik hastalıklarla birlikte görülür. Yaygın gelişimsel bozukluğu olan

kişilerde veya ensefalit gibi çeşitli hastalıkların seyri sırasında ortaya çıkabilir. Antipsikotik kullanan çocuklarda

nöroleptik malign sendrom ile ayırıcı tanısının yapılması gerekir. Katatoni tablosu ile başvuran çocuk ve

gençlerde altta yatan tıbbi hastalıkların dışlanması için ayrıntılı tıbbi bir değerlendirme yapılması ve

duygudurum bozukluğu açısından ayrıntılı bir öykü alınması çok önemlidir.

PB – 067 OLANZAPİN TEDAVİSİNE BAĞLI MASİF SERUM KREATİNİN KİNAZ

YÜKSEKLİĞİ: OLGU SUNUMU

Page 75: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

75

Tuğba Eseroğlu1, Canan Tanıdır2, Sema Kurban1, Hilal Doktur Adaletli2, Özden Şükran Üneri3

1Prof.Dr.Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H, İstanbul, asistan doktor 2 Prof.Dr.Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H, İstanbul, uzman doktor

3 Prof.Dr.Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H, İstanbul, doçent doktor

GİRİŞ: Kreatin kinaz (CK), özellikle kas ve beyin olmak üzere birçok hücrenin enerji metabolizmasında önemli

olan bir hücre içi enzimdir. İskelet kası tipi (CK-MM), kalp kası tipi (CK-MB) ve beyin tipi (CK-BB) olmak

üzere üç izoenzimi bulunmaktadır. Kas travması, intramuskuler enjeksiyon, zorlu egzersiz, fiziksel ajitasyon,

hiperaktivite, alkol alımı ve bazı ilaçlar sonrası serum CK değerleri yükselebilir. Yazında atipik antipsikotiklere

bağlı serum CK değerlerinin yükseldiğini gösteren olgu sunumları mevcuttur.

OLGU: Bu yazıda kısa süreli olanzapin tedavisi sonrası serum CK değerinin 32440 U/L düzeyine (normal

değerler: 30-200 U/L) çıktığı bipolar bozukluk tanılı on altı yaşında erkek bir hastanın klinik seyri, ayırıcı tanısı

ve CK yükselmesinin mekanizması tartışılacaktır.

TARTIŞMA: Nöroleptiklere bağlı CK yükselmesinin patofizyolojisi net değildir. Yazında atipik

antipsikotiklerin aralıklı olarak hücre zarı geçirgenliğini arttırarak serum CK yükselmesine neden olabileceği

belirtilmektedir. Hemen hemen bütün olgularda CK yüksekliğinin benign olduğu ve ilişkili renal hasarın minimal

olduğu söylenebilir. Bizim olgumuzda da CK değerinin oldukça yükseldiği ancak hastada herhangi bir sıkıntı

veya belirtiye yol açmadığı ve ilaç kesimi ile beraber azalarak normal değerlere indiği gözlenmiştir.

PB – 068 LANDAU-KLEFFNER SENDROMUNDA ANTİEPİLEPTİK TEDAVİ: BİR

OLGU SUNUMU

Çağatay Uğur1, Nagihan Saday Duman1, Ömer Bektaş2*, C. Kağan Gürkan1, Gülhis Deda2* 1Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Pediatrik Nöroloji Bilim Dalı, Ankara, Türkiye

ÖZET GİRİŞ: Landau-Kleffner Sendromu davranış değişiklikleri, afazi, epileptik nöbetlerle karakterize nadir bir

epileptik sendromdur. Nöbetler tanı için gerekli değildir. Dil gelişiminde gecikme ve duraklama gibi klinik

bulgularının varlığı nedeniyle Yaygın Gelişimsel Bozukluk ile benzerlikler gösterir. Antiepileptik ilaçlar nöbeti

durdurmak için kullanılabilir. Anti epileptikler görünür nöbetleri durdurmak için etkilidir. Ama subklinik nöbet

aktivitesi ve konuşma bozukluklarında sıklıkla etkili değildir.

OLGU SUNUMU: Üç yaş on aylık erkek sosyal ilişki kurmama, göz temasında azalma, amaçsız el hareketleri

ve konuşmada gerileme yakınmaları ile çocuk psikiatrisi kliniğine başvurdu. Hastanın MRI’ ı normaldi. Hastaya

Landau-Kleffner Sendromu tanısı konuldu. Valproik asit başlandı. Tedaviden üç ay sonraki değerlendirmesinde,

konuşması kısmen düzeldi, basit kelimleri konuşabiliyordu, sosyal ve davranışsal problemleri düzeldi.

TARTIŞMA: Bu makalede Yaygın Gelişimsel Bozukluğu semptomları ile gelen hastaların ayrıcı tanısında

Landau-Kleffner Sendromunun göz önünde bulundurulması gerektiği tartışıldı. biz bir antiepileptik kullanımı

sonrasında olumlu sonuç gösteren temsili bir olgu ışığında bu tedaviyi gözden geçirdik.

Anahtar kelimeler: Yaygın Gelişimsel Bozukluk, Landau-Kleffner Sendromu, Tedavi

PB – 069 ASPERGER BOZUKLUĞU VE EŞLİK EDEN PSİKİYATRİK

BOZUKLUKLAR: İKİ OLGU SUNUMU

Dr. Didem AYYILDIZ, Dr. Ayşe BÜYÜKDENİZ, Yrd. Doç. Dr. A. Tuğba BAHADIR,

Prof. Dr. Ayşe RODOPMAN ARMAN

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul

AMAÇ: Asperger Bozukluğu (AB) sosyal etkileşimde bozukluk, sınırlı ilgi, etkinlik ve davranış örüntüsü ile

karakterize bir yaygın gelişimsel bozukluktur. Otizmin tersine AB'de dil gelişimi, bilişsel gelişim ve yaşa uygun

özbakım becerilerinin gelişiminde belirgin gecikme yoktur. AB tanısı koymak zordur. Bu durumun sebepleri;

tanılama sistemleri arasında görüş birliğinin olmaması, AB tanısının sıklıkla yüksek işlevsellikli otizm tanısı ile

karışması ve AB'ye sık eşlik eden psikiyatrik bozukluklardan dolayı bozukluğun semptomlarının

maskelenmesidir. AB olan bireylerde komorbidite istisna değil bir kuraldır. Depresyon ergenlerde ve erişkinlerde

Page 76: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

76

daha sık, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ise çocuklarda daha sık olmak üzere AB'ye en çok

eşlik eden psikiyatrik bozukluklardır. Bu sunumda AB’nin klinik özellikleri ve eşlik eden psikiyatrik

bozuklukların tartışılması amaçlanmaktadır.

YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ayaktan

Tedavi Ünitesine son bir yılda başvuran 2 kız AB olgusu psikiyatrik değerlendirmeye alınmıştır

SONUÇ: AB tanısı alan iki kız olgunun birine DEHB, birine depresyon tanısının eşlik ettiği saptanmıştır. Eşlik

eden tanılar tedavi sürecini yönlendirmiştir.

YORUM: AB olan bireylerde birçok komorbid psikiyatrik bozukluk bulunmasına rağmen, bu konuda yapılmış

sistematik çalışma oldukça azdır. Polikliniğe başvuran AB tanılı olgularda diğer psikiyatrik bozuklukların

araştırılması büyük önem taşımaktadır.

PB – 070 TRİKOTİLLOMANİ, İSTİSMAR VE İHMAL, BİR OLGU SUNUMU

Dr. Didem AYYILDIZ, Dr. Ayşe BÜYÜKDENİZ, Dr. A. Cahid ÖRENGÜL, Prof. Dr. Ayşe RODOPMAN ARMAN

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul

AMAÇ: Trikotillomani (TTM), görünür bir biçimde saç veya kıl yitimi ile sonuçlanacak derecede, kişinin saçını

veya kıllarını yineleyerek yolmasıdır. Vücutta kıl çıkan herhangi bir yer (koltuk altları, kasıklar ve rektum

çevresi alan da içinde olmak üzere) yolunabilir. TTM ve OKB olan hastalarda Çocukluk Çağı Travmaları

Ölçeğinde duygusal ihmal alt parametresi puanlarının yüksek olduğu saptanmıştır. Bu sonuçlar çocukluk çağı

travmaları ile TTM ve anksiyete bozuklukları (OKB gibi) arasındaki ilişkiyi desteklemektedir. Bu sunumda

çocukluk çağı duygusal istismar ve ihmali olan bir ergende TTM, OKB ve M. Depresif Bozukluk tanıları ve

tedavi sürecinin tartışılması amaçlanmaktadır.

YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne başvuran ondört yaşınd

SONUÇ: On dört yaşında erkek hasta bacakları ve genital bölgesinden kıl koparma şikayeti ile annesi tarafından

getirildi. Anne ile yapılan görüşmelerde, mevcut şikayetleri ilkokula başlamadan önce olan hastanın yaklaşık 1

yıldır bu yakınmalarının artış gösterdiği, ek olarak son iki yıldır şikayetlerine içe kapanma, arkadaşlarından

uzaklaşma, özbakımında azalma, keyifsizlik, mutsuzluk ve enerji azlığı eklendiği öğrenildi. Hasta uzun süredir

bir yerini kesebilir düşüncesiyle kesici aletlere dokunamadığını, aklına istemeden küfürlü sözler geldiğini ekledi.

Ayrıca son birkaç aydır kendisini eleştiren sesler duyduğu, figürler ve kafası olmayan şekiller gördüğü,

düşüncelerinin karşısındaki kişiler tarafından okunabileceğinden endişelendiğini ifade etti.

Annesi hastanın küçük yaşlardan itibaren eşinin kendisine uyguladığı fiziksel şiddete tanık olduğunu ve eşinin

aşırı alkollü şekilde eve gelip hastayı ve ablasını uyandırıp evden dışarı attığını, evde çırılçıplak dolaştığını ve

hastayı önemli bir sınav öncesinde eve kilitleyerek sınava girmesini engellediğini belirtti.

Ruhsal durum muayenesinde, hastanın uzun süreli göz teması kurmaktan kaçındığı, görüşmeye istekli olduğu

fakat sorulara kısa yanıtlar verdiği, duygudurumunun depresif ve duygulanımının hafif kısıtlı olduğu, düşünce

sürecinin doğal, düşünce içeriğinde obsesyonların ve sanrılarının mevcut olduğu saptandı. Anneden alınan

bilgiler ve klinik değerlendirme sonucunda olguda OKB, TTM ve Psikotik Özellikli Depresyon olduğu

düşünüldü.

YORUM: Çocukluk çağı travmasının sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında TTM ve Obsesif Kompulsif

Bozukluğu(OKB) olan hastalarda daha sık görüldüğü bilinmektedir. Bu sunumda TTM tanılı bir vaka örneği

üzerinden bu hastalardan çocukluk çağı örselenmelerini de içeren detaylı bir öykü alınmasının önemi

vurgulanmak istenmiştir.

a erkek hasta psikiyatrik değerlendirmeye alınmıştır.

PB – 071 KLEPTOMANİYE EŞLİK EDEN DİKKAT EKSİKLİĞİ VE

HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU: İKİ OLGU SUNUMU

Didem AYYILDIZ, Ümmügülsüm GÜNDOĞDU, Fatma BENK, Neşe Perdahlı FİŞ

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul

GİRİŞ: Kleptomani, maddi değeri olmayan ve kişisel kullanım için gereksinim duyulmayan nesnelere yönelik

çalma dürtüsüne direnç gösterememe ile tanımlanan bir dürtü kontrol bozukluğudur. Belirtilerin başlangıcı

sıklıkla 17 yaş civarında olmakla birlikte olguların %35’inde ilk belirtiler 11 yaşından önce başlamaktadır.

Seyrek görüldüğü ve sosyal damgalanmaya yol açtığı için tedavi arayışının sınırlı olması nedeniyle yaygınlığı ve

Page 77: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

77

etiyolojisi tam olarak bilinmemektedir. Hastalar genellikle komorbid hastalıkları nedeniyle psikiyatriste

başvurmaktadırlar. Kleptomani; duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları, yeme bozuklukları, obsesif-

kompulsif bozukluk, cinsel işlev bozuklukları, madde kötüye kullanımı ve kişilik bozuklukları ile bir arada

görülebilmektedir.

AMAÇ: Bu sunumda çalma davranışı nedeni ile polikliniğe başvuran, Kleptomani ve Dikkat Eksikliği

Hiperaktivite Bozukluğu tanıları ile takip ve tedavileri süren iki ergen olgu aktarılmaya çalışılacaktır.

Çocuk ve ergen yaş grubunda Kleptomani ve diğer dürtü kontrol bozuklukları arasındaki ilişkiyi araştıran

çalışmaların sayısı çok azdır. Bir çalışmada araştırmacılar Kleptomani tanısı alan olguların %15’ inin DEHB

kriterlerini karşıladığını belirtmişlerdir. DEHB ile kleptomani arasında bağlantı kanıtlanamasa da DEHB tedavisi

ile patolojik çalma davranışının azaldığını gösteren vaka bildirimleri bulunmaktadır.

PB – 072 YAPAY BOZUKLUK : BİR OLGU SUNUMU

Duygu KAÇAMAK, Tuğba DONUK, Hozan SAATÇİOĞLU, Serpil ERERMİŞ, Tezan BİLDİK

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir

GİRİŞ : Yapay Bozukluk (YB), fiziksel belirti ya da bulguların amaçlı olarak ortaya çıkarıldığı veya bu tür

belirtiler varmış gibi davranılması ile ortaya çıkan bir ruhsal bozukluktur. Hastalığın oluşturulması istemli, ancak

hastalar altta yatan motivasyonun bilincinde değillerdir. Toplumda Yapay Bozukluğun yaygınlığı

bilinmemektedir, ancak beklenenden daha sık olduğu tahmin edilmektedir. Olguların önemli bir oranı kızdır ve

ortalama tanı alma süresi 16 aydır. Bu posterde Konsültasyon Liyezon Biriminde izlenen 16 yaş 11 aylık kız olgu

sunulmuştur.

METOD : Olguya TAT ( Tematik Algı Testi ) , MMPI , BECK depresyon envanteri , cümle tamamlama testi ,

CBCL , çocukluk çağı kaygı bozuklukları özbildirim ölçeği gibi testler uygulanmıştır.

BULGULAR : DSM-IV-TR ‘ ye göre yapılan ruhsal durum muayenesinde ‘Yapay Bozukluk ‘ , ‘ Major

Depresif Bozukluk ‘ , ‘ Yaygın Anksiyete Bozukluğu ‘ saptanmıştır. BECK Dpresyon Envanterindeki puanı 40

olan olgunun TAT ( Tematik Algı Testi ) ‘sinde ; davranış sorunları , kendini ifade etmede güçlük, somatizasyona

eğilimli özellikler, güdü ve dürtülerini reddetme ve ebeveynle ilişki sorunları ile ilgili temalara rastlanmıştır.

MMPI ‘ da elde edilen profile göre günlük yaşamda sorunlarıyla etkin bir şekilde mücadele edemeyen kişilik

özellikleri olduğu ve kendi güdü ve davranışlarına karşı yeterli içgörüsü olmadığı saptanmıştır.

SONUÇ : Yapay bozukluk , genel hastane uygulamasında hekimler tarafından yeterince tanınmayan , ancak

önemli mortalite ve morbiditeye neden olan klinik bir durumdur. Olgumuzda olduğu gibi genellikle depresif ve

sosyal olarak içe kapanıktır. Bu tür ‘ Yapay Bozukluk ‘ olgularında, kabul edilme ve değer verilme

gereksiniminin, yeterince karşılanamadığı düşüncesi egemendir. Bir anlamda taklit edilen hastalık yoluyla

arzulanan olumlu ebeveyn çocuk ilişkisinin yeniden oluşturulması amaçlanır.

PB – 073 KİMLİK BOCALAMASI VE KENDİNE ZARAR VERME DAVRANIŞI:

BİR OLGU SUNUMU

Ebru Erol, Rezzan Aydın, Duygu Kaçamak, Fatma Apak, Meryem Dalkılıç, Tezan Bildik

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir

GİRİŞ: Kimlik bunalımı terimi, genel olarak ergenlik ve gençlik yıllarında değişik yoğunluklarda yaşanan

kimlik oluşumu sancılarına göndermede bulunur. Sürecin sağlıklı yaşandığı durumlarda kimlik duygusu giderek

daha oturur, sağlamlaşır, kişilikte yer eder; tersi durumda kimlik duygusunun eksikliği giderek daha sıkıntılı

biçimde hissedilir ve kimlik bocalaması olarak adlandırılan yaşantılar kişiye egemen olmaya başlar. Kimlik

duygusuna sağlıklı ruhsal yaşantılar eşlik ederken, kimlik bocalamasına çeşitli ruhsal yakınmalar ve kişilik

patolojisi eşlik etmektedir.(1)

Kasıtlı kendine zarar verme; kişinin açık bir intihar niyeti olmadan kendine fiziksel olarak zarar verme amacıyla

gerçekleştirdiği bir davranış” olarak tanımlanmaktadır. Toplum örnekleminde yapılan araştırmalarda, ergenlerin

1/3 ile 1/2’sinde KZVD’nin görüldüğü bulunmuştur (2). KZVD, tipik olarak ergenlik döneminde başlar ve

sıklıkla

dürtüsel biçimde ortaya çıkar; ergenlik ve genç yetişkinlikte, erişkin yaş grubuna göre daha fazla görülmektedir.

(3,4)

OLGU: 16 yaşında kız olgu, 8. sınıfı bitirmiş, şu an örgün eğitimine devam etmiyor. Daha önce farklı kurumlara

iki kez tedavi için başvurduğu saptandı. Annesinin isteği ile geldi, geliş şikayeti annesine göre hırçınlık, dik

başlılık, verilen görevleri yerine getirmeme, uyku düzensizliği, kendine zarar verme; kendisine göre ise özellikle

son bir aydır artan sinirlilik, içe kapanma, durup dururken ağlama, kimsenin kendisine değer vermediği

Page 78: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

78

düşüncesiydi. Olguya kliniğimizde projektif testler(TAT, Tematik Algı Testi), Kendine Zarar verme Davranışını

Değerlendirme Envanteri, Kısa Psikiyatrik Değerlendirme Ölçeği, Psikolojik Belirti tarama Listesi (SCL-90),

Kimlik Duygusu Değerlendirme Aracı (KDDA), CTT (Cümle tamamlama testi) Form B, Beck Depresyon

Envanteri, Kısa Semptom Envanteri uygulandı. Ergenlik Çağı Kimlik Bocalaması, Depresif Bozukluk, Dikkat

Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ön tanılarıyla Sitalopram 20 mg/gün, Risperidon 1 mg/gün medikal tedavisi

başlandı, Metilfenidat başlanması için konsültasyon tetkikleri ve poliklinik izlemleri devam ediyor.

TARTIŞMA VE SONUÇ: Kimlik, normal ergenlik dönemi krizinin başarılı şekilde çözümünün bir ürünüdür.

Bu krizin atlatılması ile ilgili güçlükler öznel sıkıntılar veya uyum sorunları, ebeveyn ve öğretmenlerle

sorunların artmasına yol açabilecek kimlik sorunları ile sonuçlanabilir. Kimlik sorunları olan ergenler, orta

şiddette anksiyete ve depresyon, kaçırılmış gelişimsel fırsatlar ya da dürtüsel tecrübelerden (kendine zarar verme

davranışı, madde kullanımı, rastgele cinsel ilişki vb) kaynaklanan uyumsuzluklar yaşayabilir. Kimlik gelişimi ile

ilgili sorunların ele alınması, ergende görülebilecek psikopatolojilerin önlenmesi için önem taşımaktadır.

ANAHTAR KELİMELER: Ergen, ergenlik çağı kimlik bocalaması, kendine zarar verme davranışı

PB – 074 WEST SENDROMU VE OTİZM BİRLİKTELİĞİ: BİR OLGU SUNUMU

Emel Sarı Gökten

Şevket Yılmaz Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi

AMAÇ: West sendromu (WS), çocukluk yaş grubunda ortaya çıkan epilepsiler içinde %4-10 sıklıkta görülen ve

ilk yaşta ortaya çıkan epilepsilerin ise %25’ini oluşturan bir epileptik ensefalopatidir. West sendromunun üç ana

özelliği: 1. infantil spazmlar, 2. psikomotor gelişimde duraksama ve gerileme, 3. elektroensefalogram’da (EEG)

hipsaritmi bulgusudur.

OLGU: 7 yaş 6 aylık erkek çocuk, okula gitmiyor, 6 senedir özel eğitim ve fizik tedavi alıyor, ailenin 2. çocuğu,

ilk çocuk 10 yaşında sağlıklı bir kız. Annenin gebeliği ve doğumu sırasında sorun yaşanmamış, 5 aya kadar

sağlıklı gelişim gösteren olgunun 5 aylıkken spazm ve nöbetleri başlamış. Gelişimi duraksamış. Olguya West

Sendromu tanısı konmuş, valproik asit ve topiramat başlanmış, halen valproik asit kullanmaya devam ediyor.

Yaklaşık 5-6 ay devam eden nöbetlerin olduğu bir dönemden sonra yeni nöbet gözlenmemiş, ancak EEG’de

epileptiform anomali görülmeye devam ettiği için kullandığı ilaç kesilmemiş. Olgu 2-3 yaşlarına geldiğinde göz

teması kurmadığı, ismine dönüp bakmadığı, insanlarla ilgilenmediği, oturduğu yerde sallandığı ve kendi

dünyasında olduğu saptanmış. West sendromu+Otizm tanısı almış ve özel eğitime başlamış. Olguya uygulanan

Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği (CARS) puanı 52 (aşırı derecede otistik) olarak saptandı. Otizm

Davranış Kontrol Listesi puanı 91 olarak saptandı.

YORUM: West sendromu etyolojik nedene göre semptomatik, kriptojenik ve idiyopatik olarak üçe ayrılır.

Hastaların yaklaşık %75’i, nöbetlerin kortikal malformasyonlar, perinatal olaylar, nörokutanöz sendromlar

(Tuberoskleroz, Sturge Weber), kromozomal bozukluklar ve metabolik hastalıklara bağlı geliştiği bulgu veren

gruptandır. Kriptojenik grupta altta yatan neden ortaya konulamazken, idiyopatik WS’da hastaların nöbetler

öncesinde psikomotor gelişimleri normaldir. Otistik olan ve olmayan WS’lu hastaların video-EEG’lerini ve

yaşlarını karşılaştıran bir çalışmada 28 hastada hipsaritminin ileri yaşlarda devam etmesi ve frontal bölgelerde

baskın olan diken- dalga bulgularının otizm gelişmesi ile ilişkili olduğu düşünülmüş, hipsaritminin bilişsel işlev

ve davranış yetilerine kalıcı hasar verdiği sonucuna ulaşılmıştır (7). Olgumuzun epileptik nöbetlerinin devam

etmediği halde EEG’lerinde epileptik deşarjların devam ediyor olması, psikomotor gelişiminin yaşının belirgin

gerisinde olması ve otizm belirtilerinin bunlara paralel olarak şiddetli olması literatür verileriyle uyuşmaktadır.

West sendromunda otizm göz ardı edilemeyecek kadar yüksek bir oranda görülür. Otizm yaşam boyu süren

kronik seyirli bir bozukluktur ve en önemli tedavi şekli eğitimdir. Eğitime erken yaşta başlanması kritik öneme

sahip olduğundan bu olguları atlamamak ve tedaviye yönlendirmek açısından dikkatli olunmalıdır.

PB – 075 TEDAVİ ALMAYAN DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE

BOZUKLUĞU OLGULARINDA YARALANMA VE FONKSİYON KAYIPLARI:

OLGU SUNUMU

Fevzi Tuna Ocakoğlu1 ,Nazlı Burcu Özbaran1,Sezen Köse1, Melis Palamar2 1Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı

ÖZET: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu hastalarında kaza ve yaralanma oranları yüksektir. Etkili bir

ilaç tedavisi ile yaralanma sıklığında azalma sağlanabilir. Bu olgu sunumunda etkin tedavi uygulanmayan iki

Page 79: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

79

DEHB olgusunda görülen uzuv kayıpları ve DEHB olgularındaki yaralanma sıklığı ve ciddiyeti literatür

ışığında tartışılacaktır.

GİRİŞ: Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) okul çağındaki çocuklarda en sık görülen

psikiyatrik hastalıklardan biridir. Hiperaktivite , dürtüsellik ve dikkati sürdürmede güçlüklerle seyreden ve

genellikle 7 yaş öncesinde belirtilerin görülmeye başladığı klinik bir tablodur. DEHB’li çocukların tedavisi DSM

IV kriterlerine ve bir hekim tarafından klinik gözlem sonucu konmuş doğru bir tanıyla başlar. Travmatik

yaralanmalar çocukluk çağındaki ölüm ve sakatlıkların önde gelen nedenidir. DEHB pek çok çeşit yaralanmanın

artmış riskiyle yakından ilişkilidir.

OLGU 1: 4 yaş 2 aylık erkek olgu sol el 2,3,4 ve 5. parmakları babasının işyerindeki kağıt kesme makinasına

kaptırma sonucu, proximal falanks seviyesinden ampute edilmişti. Çocuğun sık sık yaralanmalar geçirdiği fakat

en ciddi yaralanmasının bu olay olduğu öğrenildi. Daha önce başka bir merkezde Dikkat Eksikliği ve

Hiperaktivite Bozukluğu ( DEHB) tanısı almış fakat okul öncesi dönemde olduğu için herhangi bir stimulan veya

antipsikotik ilaç tedavisi almamıştı.

OLGU 2: 10 yas 5 ay erkek olgu daha önce dış merkezlere dikkat sorunları nedeniyle başvurmuş ancak aile

ilaçlarla ilgili önyargıları nedeniyle tedaviyi kabul etmemiş. evde top oynarken gözlüğünün kırılması ve sol

gözde penetran yaralanma gelişmesi nedeniyle konsültasyon ile değerlendirildi ve DEHB tedavisini aile kabul

etti.

TARTIŞMA: Bu sunumda DEHB tanısı alan hastaların yaralanma oranları ve ciddiyeti mevcut literatür ışığında

tartışıldı. Etkin tedavi almayan iki çarpıcı olgudan yola çıkılarak DEHB’de etkin bir tanı ve tedavinin önemi

vurgulandı.

PB – 076 UZUN SÜRE MULTİPL TANILARLA FARKLI GRUP PSİKOTROP AJAN

KULLANIMI OLAN BİR DİSOSİYATİF BOZUKLUK OLGUSU: ÇARPICI BİR

AYIRICI TANI VE TEDAVİ SORUNSALI

Filiz BAYRIL*, Serkan ŞAHİN*, Zehra BABADAĞI*, Koray M. Z. KARABEKİROĞLU*

*Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

GİRİŞ: Dissosiyatif bozukluklarda (DsB), tıbben gösterilebilir bir neden bulunmadığı halde, bellek, kimlik ya

da bilinç işlevlerinin bütünlüğünde bozulma (bölünme) ya da değişme görülür. DsB hastaları psikiyatride en

yüksek oranda çocukluk çağı travmatik yaşantısı bildiren tanı grubudur. DsB’ye yol açan çocukluk çağı

travmaları içersinde istismar ve ihmal önemli yer tutar. Çocuk ve ergenlerde DsB sanıldığının aksine sık görülen

bir bozukluk olmasına rağmen, hem birçok ruhsal hastalıkla karışabilen belirtilere sahip oluşu, hem de bir çok

ruhsal hastalıkla birliktelik göstermesi nedeniyle çoğunlukla tanı koyma aşamasında atlanır. Erken tanı, tedavinin

başarıya ulaşması ve çocuğun psikolojik travmadan korunması için gereklidir. Bu sunumda, uzun süreli

antidepresan, antipsikotik, antiepileptik kullanımı olan DsB’li bir vakaya dikkat çekerek, bu hastaların ayırıcı

tanısında akla gelmesi gereken durumların tartışılması amaçlanmıştır.

OLGU: 17 yaşında, imam hatip lisesi üçüncü sınıf öğrencisi olan kız hasta, bir yıldır hemen her gün olan krizleri

nedeniyle polikliniğimize başvurmuştur. Krizler esnasında farklı bir kişiliğe sahip olmakta, bakışları değişmekte,

bağırıp çağırmakta, çevresindekileri tanımamakta ve evden kaçıp gitmektedir. Bir gün evde siyah kara çarşaflı

bacakları olmayan iki kişinin kendisine aşağıya atlamasını söyledikleri için, üçüncü katta bulunan evlerinin

penceresinden atlamıştır. Bu olay nedeniyle hastaneye yatırıldığı dönemde de aynı görüntüler yine karşısına

gelmiş ve kendisine “Başaramadın” dedikten sonra alev alıp siyah çarşaflarıyla birlikte yandıklarını belirtmiştir.

Hastaya dış merkezde Sertralin 100 mg/gün ve Olanzapin 15 mg/gün tedavisi önerilmiş, ayrıca “Epilepsi” teşhisi

konularak Valproat 1000 mg/gün başlanmıştır. Taburculuk sonrasında engel olamadığı ataklar olmakta, ataklar

sırasında elleriyle boğazını sıkarak kendisini boğmaya çalışmakta, bu sırada “Anne beni kurtar” diye bağırmakta,

birkaç kişi hastayı güçlükle engelleyebilmektedir. Evde yalnız kaldığı bir gün, bir sesin “Kendini bıçakla”

dediğini duymuştur. Sonra da karşısına küçükten büyüğe üç erkek dizilmiş, kullandığı ilaçların tamamını alıp

önüne koymuşlar ve ilaçları içmesini söylemişlerdir. Onların dediklerine uyarak ilaçların hepsini içmiştir. Bu

olaydan iki ay sonra, eve geldiğinde beyninin bir tarafının “Evi yakacaksın”, diğer tarafının ise “Evi

yakmayacaksın” dediğini, yakmasını söyleyen tarafın daha ağır basması nedeniyle mutfak tüpünün borusunu

keserek kibritle alev almasını sağladığı için evin bir kısmının yandığı ve 5 dakika sonra kendine gelerek

komşularına haber verdiği öğrenilmiştir. Hastanın bu krizlerinin son iki aydır günde 3-4 defa olması, krizler

nedeniyle ailenin sürekli olarak tetikte olmaları ve bir hafta önce ilaç kutusunun kapağını açmak için aldığında

ilaçların tamamını ağzına boşaltması nedeniyle polikliniğimize başvurmuştur. Hastanın tanısının ayrıntılı

değerlendirilebilmesi ve tedavisinin düzenlenmesi amacıyla servisimize yatışı yapılmıştır.

TARTIŞMA: Disosiyatif Bozukluğu (DsB) bulunan çocuklar, bu yaş grubuna özgü diğer önemli psikiyatrik

bozukluklar ve bazı nörolojik hastalıklar için karakteristik olan bulgu, belirti ve davranışlar gösterirler. Birçok

Page 80: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

80

vakanın tıbbi öykülerinde değişik belirtiler nedeniyle farklı tanılarla stimulan, antidepresan, antipsikotik ve

antiepileptik ilaçların kullanımı söz konusudur. DsB’li çocukların ayırıcı tanısında hayali arkadaşlık, dikkat

eksikliği hiperaktivite bozukluğu, şizofreni ve psikotik durumlar, duygudurum bozuklukları, epilepsi, borderline

durumlar ve davranım bozukluğu ile karışabilmektedir. Bu sebeple bir çocukta çok sayıda farklı bozukluğa ait

belirti bulunuyor ve daha önce çeşitli tanılarla ve farklı yöntemlerle tedavi öyküsü bulunuyorsa DsB akla

getirilecek tanılardan birisi olmalıdır.

PB – 077 BEYNİMDE TÜMÖR VAR!!! BİR ‘PSEUDOLOGİA FANTASTİCA’

OLGUSU

Gözde AKKIN GÜRBÜZ*, Veysi ÇERİ*, HACI Murat EMÜL**

*Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.B.D.

**Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.B.D.

AMAÇ: Bu posterimizde, kliniğimize, okulda yalan söyleyerek bütün arkadaşlarını kandırdığı gerekçesi ile

annesi tarafından getirilen, 16 yaşındaki bir ergen hastayı ve bu durumu ortaya çıkaran içsel motivasyonları,

literatür bilgisi eşliğinde sunmayı amaçladık.

YÖNTEM: Kliniğimizde takip edilen bir olgu eşliğinde literatür bilgilerinin gözden geçirilip olgumuzla

karşılaştırılması yöntem olarak benimsenmiştir.

SONUÇ: Pseudologia Fantastica(PF); mitomani, patolojik yalan söyleme gibi isimlerle de anılan bir hastalık

olup, oldukça nadir görülmektedir. Açık dışsal motivasyonun eşlik etmemesi, yalanların kronik, abartılı ve

dürtüsel olması bu bozukluğun özellikleridir. Temaruzdan farklı olarak, Pseudologia Fantastica olgularında kişi

durumdan sekonder bir kazanç beklememektedir. Literatürde bu olgulara sıklıkla adli tıp örnekleminde

rastlanmaktadır, bunun sebebi de bu olguların söylediği yalanların yarar sağlamaktan çok kişiye zarar vermekle

sonuçlanmasıdır. Pseudologia fantastica DSM’nin hiçbir baskısında yer bulamamış olup, çeşitli kişilik

bozuklarının bir semptomu olarak görülebileceği belirtilmiştir.

YORUM: Pseudologia Fantastica nadir görülmekle beraber kişinin sosyal ve mesleki işlevselliğinde ciddi

yıkıma neden olabilen bir bozukluktur. PF’nin bir yardım çağrısı olarak yorumlanıp eşlik eden komorbid

psikiyatrik bozuklukların uygun tedavisi ve kişinin ruhsal çatışmalarının anlaşılmasına/çözülmesine yönelik

destekleyici psikoterapi uygulamaları bu yıkımın minimalize edilmesi açısından önem arzetmektedir.

PB – 078 ATİPİK OTİZMİN EŞLİK ETTİĞİ RİNG KROMOZOM 22 OLGUSU

Hatice AKSU1 , Gökay BOZKURT2, Ayşe Fahriye Tosun3 , Börte GÜRBÜZ4, Zafer GÜLEŞ1 1Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Prof.Dr. Adnan

Menderes Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı , 3 Doç.Dr. Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, AYDIN

ÖZET

GİRİŞ: Ring kromozom 22 ilk olarak 19681 de tanımlanmış olan nadir rastlanılan bir kromozomal

anomalidir. 22.kromozomda ringe sahip hastalarda sık rastlanılan bulgular: mental retardasyon, motor gelişim

geriliği, hipotoni, geniş kulaklar, epikantal kıvrımlar, duygudurum bozuklukları ve konuşma geriliğidir. Bunun

yanı sıra bu hastalarda otizm1-2, kardiyak anomaliler, genitoüriner sistem anomalilerine ve dikkat eksikliği

hiperaktivite bozukluğuna da nadiren rastlanır. Bu makalede kliniğimizde atipik otizm nedeniyle takip edilen ve

yapılan genetik analizler sonucu 22. kromozomunda ring tespit edilen bir erkek çocuk olgu sunulmuştur.

OLGU: CD 5 yaş 2 aylık erkek olgu polikliniğimize ailesi tarafından konuşmada gecikme nedeniyle getirildi.

Yüksek öğrenimli 39 yaş anne ve 70 yaş babanın tek çocuğu olarak bir çiftlikte yaşamakta olup halen tuvalet

eğitimini alamadığı belirtildi. Olgunun yapılan psikiyatrik muayenesinde ; atipik yüz görünümü olduğu, göz

temasını kaçamak kurduğu, kelime çıkışının olmadığı, basit emirleri nadiren yerine getirdiği, kısıtlı ilgi alanının

olduğu tespit edildi. Olguya klinik olarak DSM IV tanı ölçütlerine göre atipik otizm tanısı konuldu ve özel

eğitime yönlendirildi ve kreş önerildi. Aynı zamanda genetik, metabolik inceleme, EEG ve CMRG incelemeleri

için ilgili bölümlere yönlendirildi. EEG ve metabolik incelemeler normal olarak değerlendirilirken, CMRG ‘da

mega sisterna magna tespit edildi. Yapılan genetik analizinde 22. kromozomunda ring olduğu saptand

TARTIŞMA: Genetik faktörlerin otizmin etiyolojisinde önemli bir rol oynadığı gösterilmiştir . Ancak bugüne

kadar kalıtımın net etkisi belirlenememiştir . Otizm saptanan hastalarda genetik inceleme yapılmasının otizmin

kalıtsal oluş mekanizmalarını aydınlatmada yardımı olabileceği gibi aile danışmanlığı verilmesi açısından da

önemlidir.

Page 81: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

81

PB – 079 ERKEN BAŞLANGIÇLI ŞİZOFRENİ: OLGU SUNUMU

*Hatice DOĞAN, *Merve ÇIKILI UYTUN, *Özlem OLGUNER EKER**, *Sevgi ÖZMEN, *Didem Behice

ÖZTOP

Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Kayseri

** Erciyes Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Kayseri

GİRİŞ: Şizofreni özellikle düşünce, algı ve duygulanım alanlarında bozulmayla seyreden ciddi bir ruhsal

hastalıktır. İlk tanı genellikle geç ergenlik ya da erken erişkinlik dönemleri olan 15-35 yaşlar arasında

konulmaktadır. Çocukluk döneminde şizofrenik bozukluklara ilişkin belirti ve bulgular az görülmekte,

şizofreninin geçerli tanı ölçütlerine tümüyle uyan klinik tablolara ise çok ender rastlanmaktadır.

Şizofreni 5 yaş öncesinde çok az görülen bir bozukluktur. Önceleri 13 yaş altındaki şizofreni

için "prepubertal şizofreni" tanımı kullanılmıştır. Ancak pubertenin yaştan öte fiziksel gelişime dayalı olması ve

geniş bir yaş aralığı göstermesi nedeniyle bu tanımlama tercih edilmemektedir. Şizofreni, 18 yaşından önce

başlarsa “erken başlangıçlı şizofreni”, 13 yaşından önce başlarsa da “çok erken başlangıçlı şizofreni” olarak

adlandırılmaktadır.

Bizim olgumuzda Hafif Mental Retardasyon ve erken Başlangıçlı Şizofreni tanıları alan hasta, nadir görülen bir

tanı olması nedeniyle sunulmuştur.

OLGU SUNUMU:13 yaş erkek hasta ilk olarak 2 yıl önce sinirlilik, evdeki eşyalara zarar verme şikâyetleri ile

polikliniğimize getirildi. Hastanın başvurudan 2 yıl önce dış merkezde Hafif Mental Retardasyon (MR) tanısı

aldığı öğrenildi. Alınan anamnezde, izinsiz eşya alma, para çalma, yalan söyleme, kendi kendine gülme

şikâyetleri de mevcut olan hastada Hafif MR ve Davranım Bozukluğu tanıları düşünülerek Risperidon 0,5 mg/g

başlandı. Takiplerde hastanın içe kapanıklık, yüzünü insanlardan saklama, aile bireylerini dövme, sinirlilik

şikâyetlerinin geliştiği öğrenildi. Ayrıca kendi kendine kimsenin anlamadığı bir dilde konuşma, annenin yanında

7-8 yaşlarında bir kız çocuğu görme ve anneye bu konuda uyarılarda bulunma, dışarıdaki çocuklara taşla zarar

verme, annenin yaptığı yemekleri yememe ve kendi yemek yapma şeklinde belirtilerin geliştiği görüldü.

Hastada mevcut haliyle Erken Başlangıçlı Şizofreni tanısı düşünülerek takibine devam edildi. Risperidon

dozunun artırılmasına rağmen fayda görmemesi üzerine Zuclopentiksol ampul ve biperiden ampul tedavisine

geçildi. Hastanın bu tedavi sonrası semptomlarında gerileme görüldü. Bu dönemde akut dönem eksitasyonu

yatışan hastanın tedavisine Zuclopentiksol depo ve biperiden ampul ile devam edildi. Takipleri polikliniğimizde

sürmektedir.

TARTIŞMA-SONUÇ: Çok erken başlangıçlı şizofreni nadir görülmesine rağmen prognozu oldukça ağır,

çocuğun ve ailenin işlevselliğini ciddi ölçüde etkileyen bir bozukluk olduğu gibi, medikal tedavilere de çoğu

zaman kısmi yanıt vermektedir. Çocuk ve ergenlerde Şizofreni; bipolar affektif bozukluk başta olmak üzere

dissosiyatif bozukluk, davranım bozukluğu, kişilik bozuklukları ile karışabilmektedir.

Zekâ geriliği DSM-IV’te 70’in altında bir zeka bölümü (ZB, Intelligence Ouotient, IQ) ile karakterize olan

normal altı bilişsel işlevler ve toplumsal ve kişisel bağımsızlığı engelleyecek işlev bozukluğu olmak üzere iki

özellik ile tanımlanmaktadır. Genel hasta toplumu ile karşılaştırıldığında, zekâ kısıtlılığı olanlarda otizm ve

ilişkili bozukluklar, psikoz ve davranım bozuklukları tanısı daha sıkken, madde kötüye kullanımı ve duygu

durumu bozukluklarının oranı daha azdır.

Bizim olgumuzda ise ek olarak Mental Retardasyon bulunması tanının konulmasını zorlaştırmıştır. Zeka geriliği

olan hastalarda psikozun oluşumu ve gidişi hakkında günümüze kadar yapılan yayınlar sınırlıdır. Dolayısıyla

klinisyenlerin zekâ geriliğinin varlığında şizofreni ve psikoz tanısı koymada özellikle tedbirli davranmaları

önerilmektedir. Bu açıdan bu durumu vurgulamak amacıyla bu poster sunulmaya değer bulunmuştur.

İletişim adresi: [email protected]

PB – 080 CİDDİ SUİCİD GİRİŞİMİ İLE SONUÇLANAN OBSESİF KOMPULSİF

BOZUKLUK

Hatice DOĞAN*, Sevgi ÖZMEN*, Didem ÖZTOP*, Özlem OLGUNER EKER**

* Erciyes Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk Psikiyatri AD

** Erciyes Üniversitesi Tıp Fak. Psikiyatri AD

GİRİŞ: Obsesyonlar (saplantı); kişinin kendi zihninin ürünü olarak tanımladığı (düşünce sokulmasından farklı

olarak), yok varsaymaya veya bastırmaya ya da başka düşünce veya hareketlerle nötralize etmeye çalıştığı,

benliği rahatsız eden (ego-distonik) yineleyeci ve ısrarlı her türlü düşünce, fikir, dürtü ve imgelemlerdir.

Kompulsiyon (zorlantı); çoğu kez obsedan düşünceleri kovmak için yapılan irade dışı yineleyen hareketlerdir.

Page 82: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

82

Son yıllara kadar obsesif kompulsif bozukluğun (OKB) çocuk ve ergenlerde nadir görüldüğüne inanılırdı.

Ancak yeni çalışmalar bu bozukluğun sanıldığı kadar seyrek olmadığını göstermektedir (Swedo ve ark. 1992).

Yapılan epidemiyolojik bir çalışmada OKB prevalansı yaklaşık % 0.05 bulunmuştur (Elkins ve ark. 1980).

Flament ve arkadaşları(1989) yaptıkları epidemiyolojik bir çalışmada beş bin lise öğrencisinde yaşam boyu

yaygınlığı % 2 olarak saptamışlardır. Yani her 200 genç kişiden biri OKB'ye sahiptir (Flament 1990).

Retrospektif çalışmalarda yetişkinlikte OKB tanısı alanların 1/3-1/2'sinde hastalığın başlangıcının çocukluk veya

ergenlik döneminde olduğu saptanmıştır (Karno ve ark.1988). Bu yazıda obsesyonları 3 yıl önce başlayan, 2 ay

önce suicid girişiminde bulunan 10 yaşında kız hastadan bahsedilecektir.

OLGU: Z.A, 10 yaşında 5. sınıf öğrencisidir. 3 yıl önce babasından tiksinmeyle başlayan yakınmaları aynı

odada duramama, yüzüne baktırmama şikayetleri ile devam etmiştir. Anne baba arasında geçimsizlik olduğu

fakat bu şikayetlerin bu durum ya da başka durumlarla bağlantılı olmadığı öğrenilmiştir. O dönemde

Diyarbakır`da oturan aile hem ailedeki geçimsizlik hem de psikiyatristin önerisi ile baba olmadan Hatay’a

taşınmıştır. O dönemde 6 yaşında olan erkek kardeşine tahammül edememe, aynı odada duramama, yüzüne

baktığında banyo yapma şikayetleri başlamıştır. 1 yıl içerisinde şikayetleri artarak devam eden hasta anne ve

kardeşleriyle Kayseri’ye taşınmıştır. Şikayetlerine içe kapanma, hayattan zevk alamama, huzursuzluk, ders

başarısızlığı, kardeşinin kullandığı eşyaları kullanamama da eklenen hasta psikiyatriste başvurması üzerine

önerilen Sitalopram 20 mg/g ve Risperidon 0.5 mg/g tedavisinin 3. haftası 4. kattan atlayarak suicid girişiminde

bulunmuştur. Ortopedi servisinde konsultasyon ile değerlendirilen hastada OKB ve Psikotik Bozukluk? ön

tanıları ile Essitalopram10 mg/g ve Risperidon 1 mg/g önerilmiş, takiplerinde karşıt olmasının yanı sıra aşırı

sinirlilik ve çevreye zarar verme şikayetleri üzerine Risperidon 1.5 mg/g’e çıkarılmıştır. Kontrollerinde iç

sıkıntıları azalan, hayattan zevk almaya başlayan ancak takıntıları devam eden hastaya

medikal tedaviy

TARTIŞMA: Bu olguda çocuk, ergen ve erişkinlerde en sık görülen bulaş, kirlenme obsesyonu değil, tek kişi ile

alakalı tiksinme şeklinde obsesyon mevcuttur. Obsesyonun yanı sıra içe çekilme, sosyallik ve ders başarısında

ciddi oranda azalma psikotik şikayetlerle olarak başlayıp şizofreniye ilerleyen psikiyatrik tabloyu

düşündürmektedir. Tedaviye rağmen tiksinme takıntısının ve içe çekilmesinin devam etmesi bu düşünceyi

desteklemektedir.

İrtibat: [email protected]

e ek olarak davranışçı terapi uygulanmış olup, hasta halen takiptedir.

PB – 081 PREPUBERTAL DÖNEMDE İNATÇI VAJİNAL AKINTININ ÇOCUK

PSİKİYATRİSİ BAKIŞIYLA DEĞERLENDİRİLMESİ

Herdem ASLAN, Gresa ÇARKAXHİU, Neşe PERDAHLI FİŞ

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Altta yatan farklı nedenler olsa da çocuklarda vajinal akıntının en sık sebebi vulvovajinittir(%82).

Çocuklarda vulvovajinit nonspesifik enfeksiyoz durumlar dışında,cinsel istismar, sık masturbasyon, yabancı

cisim, labial adhezyon ve bazı sendromik durumlara ikincil olarak ortaya çıkabilir.

Çocuklarda vajinal akıntı görülme sıklığı ile ilgili yeterli veri olmamakla birlikte, kız çocuklarda en sık görülen

jinekolojik semptomolarak kabul edilmekte ve kızarıklık ile birlikte akla cinsel istismar süphesini de

getirmektedir. Her ne kadar bazı olgularda tanıyı destekleyici ve olayı açığa çıkaran bir bulgu olarak karşımıza

çıksa da, bu yakınmalar cinsel istismara özgü değildir.

YÖNTEM: Tekrarlayıcı vajinal akıntı yakınması ile Marmara Üniversitesi Kadın Doğum ve Hastalıkları

Polikliniği’ ne başvuran 8 yaş kız hasta cinsel istismar süphesi ile Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği’ ne

yönlendirilmiştir.

SONUÇ VE YORUM: Alınan öyküden mikroskopik hematüri nedeniyle yapılan Voiding sistoüretrografi

sonrasında çocukta masturbasyon davranışının geliştiği ve ardından vajinal akıntının ortaya çıktığı öğrenilmiştir.

Hasta ve ailesi ile yapılan psikiyatrik görüşmeler, psikometrik ve projektif değerlendirmeler, alınan öykü

birleştirildiğinde olası cinsel istismar durumundan uzaklaşılmıştır.

PB – 082 MUNCHAUSEN SENDROMU OLGUSU

İlknur Ucuz* Onur Burak Dursun* Handan Alp** Esra Dişçi**

*Atatürk Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD

** Atatürk Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD

Page 83: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

83

AMAÇ VE YÖNTEM: Yapay Bozukluk hasta rolünü benimsiyor olma ile bedensel veya psikolojik belirti ve

bulguların amaçlı olarak ortaya çıkarılması ile belirli bir ruhsal bozukluktur. Bedensel belirti ve bulguların

baskın olduğu yapay bozuklukların en klasik örneği Munchausen Sendromu’dur. Bu posterde nedeni

bulunamayan burun kanaması ve hemoptizi nedeniyle takip edilen Munchausen Sendromu tanısı konulan 17

yaşındaki bir ergenin tanı ve tedavi sürecinin tartışılması amaçlanmıştır.

SONUÇ VE YORUM: Munchausen Sendromu hastanın işlevselliğini bozar, tedaviye bağlı istenmedik yan

etkiler ortaya çıkmasına neden olur. Tekrarlayıcı ve uzun süre hastaneye yatış zaman içerisinde hastanın

işlevselliğinin bozulmasına, aile ve arkadaş ilişkilerinde bozulmaya neden olur. Başarılı bir tedavide en önemli

basamak hastalığın erken fark edilmesi ve böylece tehlikeli girişimlerin önüne geçilmesidir. Bu nedenle bu

olgularda multidispliner bir yaklaşımla ve kurulacak uygun bir terapötik ilişki içerisinde tedavi sürdürümü

önemlidir.

PB – 083 ERGENLİKTE TANILANAN BİR KONJENİTAL ADRENAL HİPERPLAZİ

OLGUSU VE EŞLİK EDEN PSİKİYATRİK SORUNLAR İlknur Ucuz*, Onur Burak Dursun*, Zerrin Orbak**, Hakan Döneray**, Halil Özcan***

*Atatürk Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD

** Atatürk Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Çocuk Endokrinoloji ABD

*** Atatürk Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD

AMAÇ VE YÖNTEM: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kortizol ve aldosteronun adrenal steroid

biyosentezini etkileyen ve 17-hidroksiprogesteron(17OHP) ve androjenlerin sekresyonlarının artışıyla

karakterize çeşitli enzim defisitlerinin neden olduğu otozomal resesif endokrin bozukluktur. Bu posterde KAH

tanısı konulan 16 yaşındaki bir kız ergende süreçte yaşanan sosyal ve psikiyatrik sorunlar aktarılmıştır

SONUÇ VE YORUM: Konjenital Adrenal Hiperplazi, özellikle geç fark edildiğinde hem hasta hem de ailesinde

yoğun kaygı uyandırmakta ve hastanın cinsel kimliği, sosyal ortamı, toplumsal rolü göz önüne alındığında ciddi

psikiyatrik sorunlar tabloya eklenebilmektedir. Bu nedenle multidisipliner bir yaklaşımla takip sürecinin planlanması

ve ruhsal desteğin ‘konsey kararı’ aşamasından çok önce başlatılması gereklidir.

PB – 084 NÖRELEPTİK MALİGN SENDROM: OLGU SUNUMU

İpek Süzer, Ayşegül Tahiroğlu, Perihan Çam Ray, Ayşe Avcı, Gonca Gül Çelik

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Nöroleptik Malign Sendrom (NMS), antipsikotiklerin nadir, ancak en ölümcül yan etkilerindendir.

NMS, %10’a yakın ölüm oranı ile acil tedavi gerektiren bir durumdur. Yüksek potensli antipsikotiklerin

parenteral kullanımı NMS açısından en riskli uygulamadır. Sıklıkla ilaç alımı veya doz artışını izleyen ilk 10 gün

içinde görülmektedir. Klinik tablo kaslarda rijidite, tremor, bilinç değişiklikleri ve otonomik belirtileri içerir.

Laboratuar bulguları arasında, artmış plazma CPK düzeyleri, lökositoz, EEG değişiklikleri yer alır. Ayırıcı tanıda

enfeksiyonlar, metabolik nedenler, ilaç intoksikasyonları, malign hipertermi yer alır. Bu sunumda, risperidon

kullanımı sonucu NMS gelişen bir olgunun bulgularına yer verilmiş, ayırıcı tanı ve takibi tartışılmıştır.

OLGU: 14 yaşında erkek hasta, yoğun bakımdan katatonik psikoz ve ilaç intoksikasyonu ön tanılarıyla konsülte

edilmişti. Aileden alınan öyküden, 1 ay önce uyku süresinin azaldığı ve sürekli ders çalıştığı 1-2 günlük dönenin

ardından anlamsız konuşma ve özellikle kol kaslarında katılık, yürümekte zorlanma, salyasını tutamama ve takip

edildiğini düşünme şikayetlerinin başladığı aktarılmıştır. Dış merkezde 10 günlük yoğun bakım süreci sonrası

ayaktan Risperidon 3 mg önerilen hasta, bu tedavinin 4. gününde bilinç değişiklikleri, ateş, hipertansiyon, yutma

güçlüğü yakınmaları ile acile başvurmuş ve yoğun bakıma alınmıştır. EEG, BT, LP tetkikleri normal

bulunmuştur; diğer hastalıklar dışlanarak NMS tanısı konmuştur. Aile 1 ay önce ilk yakınmalarının başladığı

sırada ilaç kullanımı olmadığını bildirmiş, ancak toksikoloji analizinde benzodiazepin >1000 ng/ml ve

amfetamin=1430 ng/ml bulunmuştur. Diazepam 10 mg, Biperiden 4 mg, Bromokriptin 5 mg, Baklofen 20 mg ve

Siproheptadin 10 ml başlanmış, vital bulgular ve CPK düzeyi günlük takip edilmiştir. İlerleyen günlerde CPK

düzeyi 95 IU/L ‘ye kadar yükselmiş, ve izleyen 4. günden sonra azalmıştır. Kooperasyonu artan, tremor,

rijiditesi, sialoresi azalan, ateşi düşen hasta taburcu edilmiş, ayaktan tedavisi sürmektedir.

TARTIŞMA: SSS’de dopaminerjik reseptör blokajı (özellikle D2) veya dopamin miktarının azalması sonucu

oluşan NMS, temel olarak antipsikotik kullanılmasına bağlı gelişmekle birlikte, dopaminerjik sistem üzerinden

etki eden tüm ilaçlarla olabilmektedir. Dozla ilişkili olmayan bu yan etki tek doz uygulamasından sonra da

gelişebilir. Her cinsiyette ve her yaşta bildirilmiş olmakla birlikte, genç yaşlarda ki erkek olgular NMS

açıcısından en riskli grubu oluşturmaktadır. Tedavideki ilk adım sebep olarak görülen ilacın kesilmesidir. Hasta

Page 84: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

84

yoğun bakım şartlarında izlenmelidir. NMS için en sık kullanılan 2 ajan; bromokriptindir; bu ajan bizim

olgumuzda da yararlı olmuştur. Bu olguda ki gibi, CPK seviyesinin üst sınırda olduğu, her bulgunun görülmediği

NMS’nin daha hafif formlarının da klinisyenler tarafından tanınması ve erken müdahale edilmesi yaşamsal

olabileceğinden önemlidir.

PB – 085 ACİL SERVİSE İLAÇ İÇEREK SUİSİD GİRİŞİMİ İLE GELEN 100

ERGEN OLGUDA PSİKİYATRİK MORBİDİTE

Murat Yüce1, Serkan Şahin1, Koray Karabekiroğlu1, Ahmet Güzel2

1.Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun.

2. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Bilim Dalı, Samsun.

GİRİŞ: İntihar gençlerdeki ölüm nedenleri arasında en sık ilk 2-3 nedenden biri olarak kabul edilir. Amerika

Birleşik Devletleri’nde her yıl yaklaşık 2 milyon ergenin intiharla ilişkili davranış gösterdiği bildirilmektedir

(Newton ve ark., 2010). Ülkemizde acil servislere intihar girişimi ile gelen ya da getirilen ergenlerin önemli bir

bölümü “ilaç içerek” bu girişimleri gerçekleştirdiği dikkat çekmektedir. Bu çalışmada acil servise ilaç içerek

intihar girişimi ile getirilen ergenlerin psikiyatrik morbiditelerinin incelenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Hastanesi Çocuk Acil Servisi’ne “ilaç içerek intihar girişiminde

bulunma” ile getirilen ardışık 100 ergen olgunun çalışmaya dahil edilmesi planlanmıştır. Tıbbi değerlendirmesi

yapıldıktan ve vital bulguları stabil duruma geldikten sonra kendisi ve ailesinin sözlü onamı ile psikiyatrik

değerlendirme yapılmıştır. Değerlendirmede sosyodemografik bulgular ayrıntılı olarak incelenmiş, ergen

tarafından Çocukluk Depresyon Envanteri (ÇDE) ve Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) doldurulmuştur.

Psikiyatrik tanıların varlığı klinik görüşme ve Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni

Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli - Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T) ile incelenmiştir.

BULGULAR: Çalışmaya alınan ergenlerin (n:100) yaşlarının ortalama 15,6±1,4 (13-18) olduğu ve %78’nin

(n:78) kızlardan oluştuğu görülmüştür. Aldıkları tablet sayısının ortalama 25±19,3 (4-100) olduğu ve %60’ının

çoklu ilaç alımı olduğu saptanmıştır. Olguların %68’inde Major Depresif Bozukluk (MDB), %20’sinde Depresif

Özellikli Uyum Bozukluğu, %17’sinde Davranım Bozukluğu, %8’inde Dikkat Eksikliği Hiperaktivite

Bozukluğu ve %4’ünde herhangi bir kaygı bozukluğu olduğu belirlenmiştir. Altı (%6) olgu ise hiçbir psikiyatrik

tanı almamıştır. İntihar girişimini 20 ya da daha fazla sayıda tablet içerek yapanlar (n:47), daha az sayıda tablet

içenlerle (n:45) karşılaştırıldığında, tüm ölçekler arasında sadece ADÖ “gereken ilgiyi gösterme” puanlarının

anlamlı olarak daha düşük olduğu (p<0.001) bulunmuştur.

SONUÇ: Bu sonuçlar acil servise ilaç içerek intihar girişimi ile getirilen ergenlerin çok büyük bir bölümünde

(%94) psikiyatrik bir tanı olduğunu (özellikle depresif bozukluk) ortaya koymaktadır. İçilen tablet sayısının

depresyon varlığı ve şiddeti ile doğrudan ilişkili olmadığı, ancak aile içinde “gereken ilgiyi gösterme”

parametresindeki yetersizlikle doğrudan ilişkili olduğu sonucu dikkat çekici bulunmuştur. Genel anlamda bu

bulgular çok az sayıda ilaçla (ör, 4 tablet) bile intihar girişimi olanlarda psikiyatrik bozuklukların olabileceğini

ve uygun psikiyatrik değerlendirme ve tedavi süreçlerini başlatmanın ihmal edilmemesi gerektiğini

düşündürmektedir.

PB – 086 ÇOCUK HASTADA ATOMOKSETİN KULLANIMIYLA İLİŞKİLİ

BRUKSİZM

Murat Yüce1, Koray Karabekiroğlu1, Gökçe Nur Say1, Mahmut Müjdeci1, Meral Oran2

1.Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun.

2. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Tokat

GİRİŞ: DEHB tedavisinde farmakoterapi tedavinin en önemli bileşenidir. Atomoksetin, Dikkat Eksikliği

Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tedavisinde Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından onaylanmış

uyarıcı olmayan tek ilaçtır. Atomoksetinin klinik kullanımı sırasında en çok karşılaşılan yan etkiler; baş ağrısı,

karın ağrısı, iştah azalması, halsizlik, bulantı, kusma ve baş dönmesidir (Wolraich et al., 2007). Bu yan etkiler

genellikle geçicidir ve tedavinin kesilmesini gerektirmez. Bruksizm, diş gıcırdatma ve/veya diş sıkma ile belirli

güçlü çene hareketlerinin neden olduğu olağan dışı artmış aktivite olarak tanımlanan ve sık görülen bir

bozukluktur. Bruksizm diş minesinde ciddi hasara yol açabilir ve şiddetli olgularda temporomandibular eklemde

ağrıya neden olabilir. Bu olgu sunumunda sekiz yaşında erkek DEHB hastasında ,atomoksetin ile ortaya çıkan,

ilacın kesilmesi ile ortadan kalkan, atomoksetin yeniden başlanması üzerine bruksizm durumu tekrar ortaya

çıkan, tedaviye buspiron eklenmesi üzerine fayda gören bir noktürnal bruksizm olgusunu sunmayı amaçladık.

Seçici serotonin geri alım inhibitörleri veya venlafaksin ile indüklenen bruksizm olguları daha önce bildirilmiştir.

Page 85: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

85

Olgumuz atomoksetin ile bruksizm ilişkisini gösteren ikinci vakadır.

OLGU: Sekiz yaşında erkek hasta “dikkatsizlik, konsantrasyon güçlüğü, etkinliklerden çabuk sıkılma, ders

başarısızlığı, yaramazlık” şikayetleriyle polikliniğimize aile tarafından getirildi. Bu yakınmaların “3-4

yaşlarından beri var olduğu” belirtildi. Fizik muayenesi normaldi ve önemli bir tıbbi hastalık öyküsü yoktu.

WISC-R değerlendirmesinde hastanın normal mental kapasitede olduğu tesbit edildi. Klinik değerlendirme ve

Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu

Şekli - Türkçe Uyarlaması'nın (ÇDŞG-ŞY-T) sonucunda hastaya DSM IV kriterlerine göre Dikkat eksikliği

hiperaktivite bozukluğu bileşik tip tanısı kondu. Otuzüç kilogram ağırlığındaki hastaya DEHB tedavisi için 10

mg/ gün atomoksetin başlandı. On gün sonra atomoksetin dozu 18mg/gün’e çıkıldı. Üçüncü haftada ebeveynler

ve öğretmenler tarafından dikkat eksikliği belirtilerinde ve okul problemlerinde anlamlı düzelme olduğu

bildirildi. Bu görüşmede aile iştahsızlık dışında yan etki bildirmedi. Dördüncü haftada atomoksetin dozu 40

mg/gün’ e çıkıldı. Atomoksetin başlandıktan yaklaşık bir ay sonra ebeveynler çocukta geceleri diş gıcırdatma

olduğunu bildirdiler. Diş gıcırdatma her gece oluyordu ve yaklaşık 40-50 dk sürüyordu. Diş gıcırdatma çok

yüksek sesli oluyordu ve diğer odalardan da duyuluyordu. Daha sonraki günlerde çocuk çenesinin ağrıdığından

şikayet etmeye başladı. Diş hekimi bu ağrının diş gıcırdatmaya bağlı temporomandibular ağrı olduğunu söyleyip

ağrı için hastaya parasetomol tedavisi başladı. Diş gıcırdatma ve çene ağrısından ciddi bir şekilde rahatsızlık

yaşayan hastanın mevcut diş gıcırdatmasının atomoksetine bağlı olabileceği düşünülüp tedavisi sonlandırıldı.

Atomoksetin kesildikten bir gün sonra bruksizm ortadan kalktı. Hastaya dört hafta sonra atomoksetin tekrar

başlandı. Çocukta önceki gibi yine bruksizm ortaya çıktı. Daha sonra tedaviye gece buspiron 5 mg eklendi ve

on gün sonra bruksizmde belirgin bir iyileşme gözlendi.

TARTIŞMA: Bruksizmin etiyolojisi tartışmalı bir konudur. Bruksizm, parkinsonizm gibi bir nörolojik hastalık,

depresyon, şizofreni gibi bir psikiyatrik bozukluk sırasında veya bir ilaç kullanımı ile ortaya çıkıyorsa "ikincil

bruksizm" olarak adlandırılır (Winocur ve ark. 2003). Bruksizm, spontan olarak veya anksiyete, benzodiazepin,

alkol, ya da seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI) kullanımına bağlı olarak da ortaya çıkabilir. Dopamin

antagonisti ilaçların bruksizm ortaya çıkarıcı veya mevcut olan bruksizmi kötüleştirici etkileri olduğu

düşünülmektedir (Kasantikul ve Kanchanatawan 2007).

Biz bu vakada atomoksetin ile nokturnal bruksizm arasında olası bir ilişki olduğuna karar verdik.

Atomoksetinin yeniden verilmesi ile bruksizmin tekrar ortaya çıkması aradaki bu ilşkiyi doğrular nitelikteydi.

Atomoksetine bağlı bruksizmin patofizyolojisi literatürdeki bruksizm patofizyolojisiyle uyumsuzluk

göstermektedir. Dopaminerjik, serotonerjik ve adrenerjik sistem ile ilgili maddeler bruksizm aktivitesini

arttırabilir veya baskılayabilir (Winocur et al. 2003). Atomoksetinin DEHB belirtilerini düzelten ve bu etkiyi

idame ettiren etki mekanizmasının çok spesifik presinaptik norepinefrin reuptake inhibisyonu yoluyla olduğu

düşünülmektedir (Manos et al. 2005).

Sonuç olarak atomoksetin reçete edilirken bruksizm ortaya çıkabileceği akılda tutulmalıdır ve kontrollerde

varlığı sorgulanmalıdır. Buspiron bruksizm tedavisinde de etkili görünmektedir. Atomoksetin ile bruksizm

arasındaki ilişkinin anlaşılması için daha sistematik çalışmalar gerekmektedir. Bildiğimiz kadarıyla, bu olgu

sunumu atomoksetin ile ilişkili bruksizm bildiren ikinci bildirimdir.

PB – 87 KEKEMELİK VE DEHB EŞTANILI BİR ÇOCUK OLGUDA

METİLFENİDAT KULLANIMIYLA İYİLEŞME GÖSTEREN KEKEMELİK

Leyla BOZATLI, Kıvanç Kudret BERBEROĞLU, Işık GÖRKER

TRAKYA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI A.D.

GİRİŞ: Kekemelik, konuşma akışında tutukluk, bir sözcük ya da sesi tekrarlayarak duraklama, sesi uzatma,

anlamlı bir konuşmada psikolojik, nörolojik ve fizyolojik bir ritm bozukluğu olarak tanımlanmaktadır. Genellikle

2-7 yaşlar arasında ve erkeklerde 4-5 kat daha fazla görülür.Dikkat Eksikliği Hiperaktivite

Bozukluğu(DEHB),dikkatsizlik, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtilerinin görüldüğü, ömür boyu sürebilen bir

bozukluktur. Çocuklarda en sık tanı konulan ruhsal hastalıktır.

OLGU: Kliniğimize 7 yıldır süren kekemelik yakınmaları ile başvuran 11 yaşında erkek olguya,

değerlendirmelerimiz sürecinde aynı zamanda DEHB eştanısı konulmuştur. Tedavisinde metilfenidat başlanan

olguda, kekemelik yakınmalarının ortadan kalktığı belirlenmiştir.

TARTIŞMA: Literatür bilgisi olarak kekemeliğin özgün bir ilaç tedavisinin olmadığı bilinmektedir. Kekelemeye

eşlik eden hareket belirtilerinin olması ve kekelemenin tik bozukluklarına benzerlik göstermesi ve gerginlik

durumlarının da artması nedeniyle dopamin tip2(D2) reseptör antagonistleri denenmiştir. Bu çerçevede

haloperidol ve risperidon’un eşlik eden hareketlerin tedavisinde etkili olduğu belirtilmektedir. Kaçınma

davranışları ve kaygının yoğun olduğu durumlarda serotonin geri alım inhibitörlerinden yararlananların

olabildiği bildirilmektedir. Olgumuzda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu nedeniyle başlanan uzun etkili

metilfenidat sonrasında kekemeliğinin düzeldiği gözlenmiştir. Bunun üzerine literatür araştırması yapılmış olup,

geçmişte D-amfetamin, non-selektif beta blokör olan oksprenolol, kısa ve uzun etkili metilfenidat, atomoksetin

Page 86: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

86

gibi ilaçların kekemelik tedavisinde denendiği, plasebo veya kendi aralarında karşılaştırma yapıldığına dair

yayınlar bulunmuştur. Olgu, metilfenidat tedavisinin kekemeliği ortadan kaldırdığına ilişkin kaynaklarla birlikte

yazımızda tartışılmıştır.

PB – 088 MENİNGOENSEFALİT SONRASI GELİŞEN OTİSTİK BULGULAR:

OLGU SUNUMU

Leyla BOZATLI, Işık GÖRKER

TRAKYA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI A.D.

GİRİŞ: Yaygın gelişimsel bozukluklar, sosyal ilişki, iletişim ve bilişsel gelişimde gecikme ya da sapma ile

kendini gösteren, yaşamın ilk yıllarında başlayan nöropsikiyatrik bozukluklardır. Bu bozuklukta sosyal ilişki ve

iletişim alanlarında belirgin güçlükler, yineleyici-sınırlı-olağan dışı davranış ve ilgiler vardır ve belirtilerin üç

yaşından önce başlaması tanı ölçütüdür.

OLGU: Daha önce tıbbi ve ruhsal bir yakınmasının olmadığı öğrenilen sekiz yaşında bir olguda, geçirdiği

meningoensefalit sonrasında otistik bulguların geliştiği belirlenmiştir.

TARTIŞMA: Her ne kadar genetiğin otizm etiyolojisinde önemli bir rol oynadığı bilinse de, çevresel faktörlerin

de etkili olduğu bilinmektedir. Sekiz yaşında geçirdiği meningoensefalit sonrası otistik semptomların geliştiği

belirlenen olgumuz, bu konu ile ilgili literatür araştırması yapılarak, benzer yayınların bulunması üzerine

kaynaklarla birlikte yazımızda tartışılmıştır.

PB – 089 TİK BOZUKLUĞU VE ENÜREZİS TANILI ÇOCUK OLGUDA NADİR

BİR BİRLİKTELİK; SİRİNGOMİYELİ

Mengühan Araz, Işık Görker

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

ÖZET GİRİŞ:Siringomiyeli spinal kordun merkezinde yer alan beyin omurilik sıvısı ile dolu kanalın ya da sirinksin

genişlemesidir. Neonatal siringomiyeliye ek konjenital anomaliler eşlik etmiyorsa adolesan ve genç erişkinlik

dönemine kadar sessiz kalabilir. Adolesan dönemde motor ve duyusal güçsüzlük ve parapleji ile kendini

gösterir.

YÖNTEM:Kliniğimize sekiz yaşında primer enürezis ve tik bozukluğu tanıları ile başvuran bir hasta,

değerlendirmelerimiz sürecinde dorsal MR ile siringomiyeli tanısı almıştır.Hasta kliniğimizde görüldükten sonra

nöroloji klinğinde değerlendirilmiştir. Siringomiyeli tanısı alan hasta ile ilgili kaynak taraması yapılmış ve

vakamız hazırlanmıştır.

TARTIŞMA:Kaynaklar gözden geçirildiğinde, olgumuzun çocukluk çağında tik bozukluğu ve enuresis

psikiyatrik eş tanıları ile siringomyeli tanısı alan ilk olgu olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmada olgu, tanısal ve

tedavi süreci yönü ile tartışılmıştır.

ANAHTAR KELİMELER; siringomiyeli, tik bozukluğu, enürezis

PB – 090 ASPERGER SENDROMU VE WÇZÖ-R (WISC-R) PROFİLİ: 7 OLGUNUN

ANALİZİ

Mengühan ARAZ , Güçlü AYAZ , Leyla M. BOZATLI , Volkan ŞAN , Zeki ÇELİK, Işık GÖRKER

Trakya Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı

GİRİŞ:Asperger Bozukluğu, Otistik Spektrum Bozuklukları içinde yer alan bir bozukluktur.Asperger Sendromu

DSM-IV-TR ve ICD-10 ile tanı sınıflama sistemine girmiş olup ,diğer otistik spektrum bozuklukları ile

benzerlikleri ve farklılıkları araştırılmaktadır.

YÖNTEM:Polikliniğimize çeşitli yakınmalarla başvuran 6-15 yaş arası Asperger sendromu tanısı almış 7 olguda

WÇZÖ-R (WISC-R) profili değerlendirildi. Asperger sendromu ve WÇZÖ-R profili ile ilgili kaynak taraması

yapıldı. Önceki çalışmalar ile farklılık ve benzerlikleri araştırıldı.

TARTIŞMA:Çoğu çalışmalar özellikle bu çocuklarda prototipik bir WÇZÖ-R profili olduğunu savunmaktadır.

Ancak son dönemlerde yapılan çalışmalar bu görüşü desteklememektedir. WÇZÖ-R profili değerlendirilen 7

olgu ile Asperger Sendromunun tanımlanması ve ayırıcı tanı açısından değeri tartışılacaktır.

Page 87: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

87

PB – 091 DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU VE OSGOOD-

SCHLATTER SENDROMU BİRLİKTELİĞİ OLAN ÜÇ ERGEN OLGU

Mahmut Çakır*, Miraç Barış Usta*, Mahmut Müjdeci*, Koray Karabekiroğlu*

*Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı

GİRİŞ: Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olguları davranışları kontrol etmede sorun

yaşadıkları için yaralanmalar, kazalar ve daha ciddi travmalara neden olabilecek davranış örüntüleri

göstermektedirler. Osgood-Schlatter Sendromu (OSS) tuberositas tibianın apofiziti olup kronik lokal

inflamasyon ile karakterizedir. Ani ve kontrolsüz hareketler OSS oluşumu için risk faktörü olduğundan özellikle

DEHB olgularında OSS oluşumunun daha kolay olacağı hipotezini ileri sürmek uygun olacaktır. Bu çalışmada,

öncelikle DEHB ve OSS ilişkisini araştırmak hedeflenmiş ve hedef doğrultusunda, hem DEHB hem de OSS

tanısı olan 3 olgunun incelenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: OMÜ Ortopedi polikliniğinde OSS tanısı alan olgular ön bir değerlendirmeye alınmış ve DEHB

tanısı olduğu öngörülen üç olgu çalışmaya dahil edilmiştir. Bu olgularda psikiyatrik morbiditenin ayrıntılı

incelenmesi amacıyla Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi -

Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli - Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T) yarı-yapılandırılmış görüşme yöntemi

uygulanmıştır.

OLGULAR: Olgu 1, Olgu 2 ve Olgu 3’ün her biri erkektir ve yaşları sırasıyla 13, 14 ve 17’dir. Olgu 1 ve 2’de

her iki dizde, Olgu 3’de sağ dizde OSS belirtisi olan ağrı ve şişlik saptanmıştır. Alınan tıbbi öykülerinde üç

olgunun da futbol ve benzeri spor aktivitesini haftada 3-4 defa yaptıkları öğrenilmiştir. Uygulanan ÇDŞG-ŞY-

T‘ye göre her üç olguda da kombine alt tip DEHB olduğu saptanmış ve hiçbirinde ek bir komorbid psikiyatrik

tanı saptanmamıştır. Olgu 2’nin yaklaşık üç aydır DEHB tanısı ile metilfenidat 36 mg/gün aldığı ve iki ay önce

OSS belirtileri başladığı belirlenmiştir. Diğer iki olgunun ise daha önce DEHB tansı ve herhangi bir ilaç tedavisi

almadığı belirtilmiştir.

TARTIŞMA: Özellikle hızlı büyüme döneminde olan ergenlik döneminde, DEHB belirtilerine sekonder olarak

OSS bulgularının da ortaya çıkabileceği düşünülmelidir. Bu olgu sunumları DEHB ile OSS arasındaki ilişkiyi

incelemek için yapılan bir ön çalışma niteliğindedir. Günümüz yazınında, DEHB olgularında OSS oluşumunu

ortaya koyan çalışmalar yok denecek kadar azdır ya da hiç mevcut değildir. Sunulan olgulardan hareketle bu

konuya dikkat çekilmiştir. DEHB ve OSS ilişkisi ileri çalışmalarda incelenmeye devam edilmelidir.

PB – 092 WILLIAMS SENDROMUNA EŞLİK EDEN PSİKİYATRİK

BOZUKLUKLAR: 4 OLGU SUNUMU

Miraç Barış Usta*, Mahmut Çakır*, Mahmut Müjdeci*, Koray Karabekiroğlu*

*Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Williams Sendromu (WS) (7q11.23 Mikrodelesyon Sendromu) nadir görülen konjenital, multisistemik

bir hastalıktır. Belirgin olarak gülümseyen, sürekli mutlu bir tavır içerisinde olan, azalmış davranışsal uyum

becerileri olarak da tarif edilen ''kukla-benzeri davranışlar'' Williams sendromunda tanımlanmıştır. WS olan

hastaların nörobilişsel işlevlerinin incelendiği oldukça büyük örneklemli bir çalışmada, bu olgularda “içgözlem

yeteneğinin daha düşük olduğu” ve “duyguların bilişsel detaylandırılmasında daha az yetenekli oldukları”

bildirilmiştir. Ancak, “aleksitimi” ve “otizm spektrumu belirtilerinin” daha sık olduğu ifade edilmemiştir.Bu

olguların “kendi aleyhine kararlar verme eğiliminde oldukları”, “ödül bağımlılığı düzeylerinin yüksek olduğu”

ve sıkça “uyum bozukluğu” gösterdikleri belirtilmiştir. Bu çalışmada 7q11.23 Mikrodelesyon sendromu tanısı

alan çocuklarda psikiyatrik morbiditenin ayrıntılı olarak incelenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Bu çalışmada OMÜ Çocuk Psikiyatri bölümüne başvuran ve OMÜ Çocuk Genetik bölümünde

7q11.23 Mikrodelesyon Sendromu tanısı alan 4 olgu incelenmiştir. Okul Çağı Çocukları için Duygulanım

Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli - Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T)

yarı-yapılandırılmış görüşme ile sık görülen psikopatolojilerin varlığını araştırılmıştır.

OLGU 1: 4 yaş, erkek, Kombine alttip DEHB ve Özgül fobi.

OLGU 2: 14 yaş, erkek, Kombine alttip DEHB ve Sosyal fobi.

OLGU 3: 7 yaş, erkek, Dikkatsiz alttip DEHB.

OLGU 4: 12 yaş, erkek, psikopatoloji saptanmadı.

TARTIŞMA: Bu dört olguda eşlik eden psikopatolojik durumların ayrıntılı incelenmesinin genel bilgi

birikimine katkıda bulunacağını düşünmekteyiz. Önceki çalışmalarda, tipik gelişim gösteren kontrol olgularına

Page 88: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

88

göre, WS’li çocuklarda anksiyete bozukluğu ve DEHB görülme olasılığının daha fazla olduğu bildirilmiştir.

Bazı çalışmalarda, 7q11.23 hemidelesyonunun insula yapısı ve fonksiyonunu değiştirdiği, hipersosyal fakat

anksiyöz kişilik ve DEHB gelişmesine katkıda bulunacağı hipotezi ortaya konmuştur. Yaklaşık 10.000’de bir

görülen bir genetik sendrom olan WS’de eşlik eden psikiyatrik bulgular çok farklı bir görünüm ortaya

koyabilmektedir. Özellikle hipersosyal davranışlar dikkat çekicidir. Bizim olgularımızdan elde ettiğimiz veriler,

WS’de DEHB birlikteliğini ön plana çıkarmakta ve sosyal fobi ve özgül fobi gibi fobik özelliklerin sıkça eşlik

ettiğini düşündürmektedir.

PB – 093 KABUKİ SENDROMU OLAN BİR ÇOCUKTA OTİZM YELPAZESİ

BOZUKLUĞU

Dr. Mehmet SERTÇELİK, Dr. Çağatay UĞUR, Uzm Psk Aynur ŞAHİN AKÖZEL, Doç. Dr. Cihat Kağan

GÜRKAN

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

ÖZET

GİRİŞ: Kabuki Sendromu (KS) iskelet anomalileri, boy kısalığı, bazı karakteristik yüz bulguları, doğum sonrası

gelişme geriliği ve mental retardasyon ile belirli bir sendromdur. Yazında Kabuki sendromu ile Otizm Yelpazesi

Bozukluğu çok az sayıda olgu bildirilmiştir. Burada KS olan ve psikiyatrik değerlendirmeleri sonucunda tanısı

konan OYB bir erkek çocuk bildirilmiş ve etyolojik açıdan muhtemel ortak noktalar tartışılmıştır.

OLGU: Bir erkek çocuğu 4 yaşındayken kliniğimize konuşamama, aşırı hareketlilik, enürezis kompleks,

kendine zarar verme, öfke nöbetleri, inatçılık ve başkalarına ve eşyalara zarar verme şikayetleriyle ailesi

tarafından getirildi. Yapılan psikiyatrik değerlendirmelerde konuşmada gerilik, göz temasında kısıtlılık, el çırpma

ve benzeri stereotipik hareketlerin yanı sıra sosyal iletişiminin ve etkileşiminin kısıtlı olduğu, yaşıtlarıyla ilişki

kuramadığı saptanmıştır. Takma çıkarma gibi tek düze oyunlar oynadığı, akranlarını ısırdığı, ağlama ve öfke

nöbetlerinin sık olduğu bilgisi alınmıştır. Çamaşır makinesi, oyuncak araba tekerleği gibi dönen nesnelere

ilgisinin fazla olduğu öğrenilmiştir. İsmine tutarlı olarak bakmadığı, ancak basit komutları anladığı ve yerine

getirebildiği, kendiliğinden konuşmayı başlatmadığı saptanmıştır. Ayrıca yerinde duramama, dikkat süresinin

kısa olması, yapılandırılmış oyun faaliyetlerini sürdürememe gibi belirtilere de rastlanılmıştır. Cümle kuramayan

ve kelime dağarcığı kısıtlı olan olguya Ankara gelişim tarama envanteri (AGTE) ile gelişim değerlendirmesi

yapıldı ve ağır gelişimsel geriliği olduğu belirlendi. Bu bulgular ışığında hastaya Otizm ve Ağır Derecede Mental

Retardasyon” tanısı konuldu. Olgulun 2 aylıktan itibaren pediatri bölümünde VSD ve epileptik nöbetleri

nedeniyle takip edildiği öğrenildi. Dış merkezdeki takipleri sırasında yapılan fizik incelemesinde hastanın uzun

kirpikli, antevert kulaklı, geniş palpebral aralıklı, göz kapaklarının lateral 1/3’ünün everte, burun kökünün basık,

boyunun kısa olduğu anlaşıldı. Brakidaktilisi, fetal finger padleri, opere VSD’si ve nöbetleri olan hastaya 5

yaşındayken KS tanısı konuldu. Hastamıza özel eğitim raporu düzenlendi, okul öncesi eğitime başlatılması

önerildi ve takibe alındı. Kliniğimizde takip edildiği 2 yıl boyunca selamlaşma ve vedalaşma eylem ve

ifadelerini, söylenen sözcükleri tekrar etmeyi ve yardımla özbakımını gerçekleştirmeyi öğrendi. Arkadaşlarına ve

çevreye zarar verme, kendiliğinden konuşmaya başlayamama ve cümle kuramama ve hiperaktivite belirtileri

devam etmekteydi.

TARTIŞMA: Olgumuz yazında çok az sayıda bildirilen KS ve OYB birlikteliğini ortaya koyan yeni bir örnektir.

KS gibi spesifik sendromların varlığında yapılacak genetik analizler, OYB’lerin genetik etyolojisinin anlaşılması

açısından yeni açılımlar sağlayabilir.

ANAHTAR KELİMELER: Otizm Yelpazesi Bozuklukları, Kabuki Sendromu, Genetik etyoloji

PB – 094 ASPERGER SENDROMU VE DERMATİTİS ARTEFEKTA: OLGU

SUNUMU

Merve ÇIKILI UYTUN, Esra DEMİRCİ, Hatice DOĞAN, Didem Behice ÖZTOP

Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Kayseri

GİRİŞ

Asperger Bozukluğunun temel özelliği, toplumsal etkileşimlerde şiddetli derecede ve kalıcı bozulmaların olması,

kişinin gerek ilgi ve etkinliklerinin gerekse davranışlarının sınırlı bir gelişim göstermesi ve tekrarlayıcı örüntüye

sahip olmasıdır. Asperger sendromu yaşları 7-16 arasında olan çocuklarda 3.6-7/1000 arasında görülmektedir.

Asperger sendromunda kız/erkek oranı 1/10-15 kadardır.

Dermatitis artefekta hastanın kendisi tarafından yapılan fakat kendisinin yaptığını inkar ettiği cilt lezyonu olarak

tanımlanır. Ağırlıklı olarak büyük çocuklarda ve ergenlerde görülür. Psikiaytrik bozukluklara eşlik edebilen bir

Page 89: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

89

dermatolojik hastalıktır. Bu açıdan Asperger sendromu ile dermatitis artefekta bir arada bulunan olgumuz

sunulmuştur.

OLGU SUNUMU:On üç yaş, erkek hasta sinirlilik şikâyeti ile 7 yaşında polikliniğimize başvurmuş. Hasta

değerlendirildikten sonra anksiyete bozukluğu ve dikkat eksikliği hiperaktivite Bozukluğu tanıları ile tedavi

başlanmış. Daha sonra tedaviye ve kontrollere gelmeyen hasta bir süre sonra tekrar polikliniğimize başvurmuş.

Hastanın bu başvurusunda aklına gelen her şeyi tekrarlama, sevindiği zaman anlamsız hareketler yapma, toplum

içerisinde rahatsız olma şikâyetleri mevcuttu. Aşırı sesten rahatsız oluyormuş. Harita ve bayraklara aşırı ilgisi

varmış ve hepsini ezbere biliyormuş. Hastada anamnez ayrıntılı olarak alındıktan sonra Asperger sendromu tanısı

düşünülerek WISC-R istendi. WISC-R testi toplam puanı 117 olarak saptandı. Hastaya Asperger Sendromu tanısı

konarak takibe alındı. Hastanın aile öyküsünde halasında Bipolar Affektif bozukluk tanısı mevcuttu.

Hastanın takiplerde sosyal iletişimi arttı, arkadaşlarıyla problemleri azaldı fakat hasta eliyle derisini soyarak

vücudunda yaralar oluşturmaktaydı. Diğer problemleri azalan hastanın ve ailesinin başlıca sorunu bu deri soyma

davranışı olmuştu. Hastanın bu alışkanlığını bırakma yönünde psikoterapiye başlandı. Hastanın takibi

polikliniğimizde sürmektedir.

SONUÇ:Olgumuz, öykü ve klinik gözlemler ışığında DSM-IV tanı ölçütleri esas alınarak değerlendirilmiş ve

Yaygın Gelişimsel Bozukluklar başlığı içinde Asperger Bozukluğu tanısı almıştır.

Dermatitis artefekta ise pediatri ve pediatrik dermatoloji kliniklerinde nadir olarak görülen bir tanıdır. Değişik

serilerde sıklığı 1/23.000 olarak bulunmuştur.

Altta yatan psikopatolojiler; psikoz, mental retardasyon, otizm, borderline ve narsisistik kişilik bozuklukları

olarak belirtilmiştir. Etyolojide tek bir neden yoktur. Predispozan etkenler; çocukluk ve gençlik döneminde

yoğun tıbbi tedavi görme ya da uzun süre hastanede kalma, daha önce uygulanan yanlış tedaviler nedeniyle

sağlık personeline öfke duyma, kişisel veya mesleki olarak sağlık personeline özel ilgi duyulması, ayrılıklar,

yoksulluk, sosyal izolasyonun artması (özellikle yaşlılık), evlilik sorunları, aile içi şiddet ve cinsel kötüye

kullanım olarak belirtilmiştir. Seyir ve prognoz, değişkenlik gösterir. Altta yatan psikiyatrik bozuklukla yakından

ilişkilidir. Kimi olgularda psikiyatrik tedavinin başlangıcında iyilik gözlenirken, kimi olgularda hastalık yıllarca

sürüp gider.Bizim olgumuzda da psikiyatrik hastalığın gidişi iyi olmakla birlikte dermatitis artefekta sorunu

çözülememiştir. Hastanın asperger sendromu nedeniyle sosyal kaygı yaşamasının da bunu devam ettirecek bir

etken olduğu düşünülmüştür.Nadir görülen bir dermatolojik tanı olması ve çeşitli psikopatolojilere eşlik etmesi

açısından olgumuz sunulmaya değer bulunmuştur.

İletişim Adresi: [email protected]

PB – 095 NESİLDEN NESİLE AKTARILAN ENSEST: BİR OLGU SUNUMU

Mustafa Yasin Irmak, Duygu Çalışır Murat, Nagehan Üçok Demir,

Neşe Perdahlı Fiş

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

GİRİŞ: Cinsel istismar, çocuğun ya da ergenin cinsel gelişimini tamamlanmadan, erişkin birisi tarafından cinsel

istek ve gereksinimleri için güç kullanarak veya kandırılarak kullanılması olarak tanımlanmaktadır. Ensest ise,

çocuk veya ergenin kan bağı olan veya kan bağı olmaksızın ona bakmakla sorumlu birisi tarafından cinsel

istismar eylemine maruz kalması olarak adlandırılmaktadır. Ensest ilişki türlerinde en sık baba-kız arasında

görülmekle birlikte, kız kardeş-erkek kardeş arası ensest ilişki, baba-kız arasındaki ilişki kadar sık

görülmektedir. Ensest olgularındaki babaların bir çoğunun kendilerinin de ensest kurbanı olduğu, enseste maruz

kalan çoğu kadının da çocuklarını ensestten koruyamayan anneler oldukları bilinmektedir.

AMAÇ: Bu sunumda Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Adli Polikliniğine ruhsal

değerlendirilmesi için adli makamlarca yönlendirilen ebeveynleri ensest ilişki sonrası evlenen ve abisi

tarafından cinsel istismara uğrayan 14 yaş 9 aylık kız olgunun tartışılması amaçlanmıştır. Olgu: Rehberlik

öğretmeninin kolluk kuvvetlerine ihbar etmesi sonucunda ailede erkek çocuğun kız kardeşi ile rızası dışında

cinsel ilişkiye girdiği bildirilmiş ve adli süreç başlamıştır. Hastanemize ruhsal durumunun değerlendirilmesi için

olay sonrası yerleştirildiği Bakım ve Sosyal Rehabilitasyon Merkezi (BSRM) görevli hemşiresi ve kolluk

kuvveti ile getirilen kız çocuğu ile yapılan görüşmede annesinin babasının üvey kızı olduğu ve 33 yıldır beraber

yaşadıkları öğrenilmiştir. Cinsel istismara uğrayan hasta olay sonrasında uykuya dalmakta güçlük, iştah azlığı,

hayattan zevk alamama, keyifsizlik ve gelecekten beklentisinin olmaması gibi depresif belirtiler göstermekte idi.

Hastanın kendine zarar verme davranışları nedeniyle daha önce 5 kez Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları

Hastanesine yatışının olduğu öğrenildi.

PB – 096 NOONAN SENDROMU OLAN BİR ÇOCUKTA DİKKAT EKSİKLİĞİ VE

HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU

Mustafa Yasin Irmak, Fatma Benk, Osman Sabuncuoğlu

Page 90: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

90

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

GİRİŞ: Noonan sendromu boy kısalığı, yele boyun, tipik yüz görünümü ve doğumsal kalp hastalıkları ile

karakterize otozomal dominant kalıtılan genetik bir hastalıktır. Noonan Sendromunda tipik yüz özellikleri (düşük

palpebral fissürler ile birlikte hipertelörizm, mikrognati, pitozis, düşük kulak çizgileri ve ince heliks) ,

kriptorşidizm, konjenital kalp defektleri ve büyüme hormonu eksikliği görülebilmektedir. Noonan sendromunda,

displastik pulmoner kapağa bağlı olarak gelişen pulmoner stenoz en sık rastlanan doğumsal kalp hastalığı

olmakla birlikte, nadir olarak atriyal septal defekt de görülebilir. Noonan Sendromuna öğrenme bozukluklarının

ve dikkat problemlerinin eşlik ettiği bilinmektedir. Noonan sendromu, PTPN11 geninde sinyal iletişimi sağlayan

SHP2 proteini üreten bölge ile ilgili anormallikler ile yakından ilişkilidir.

OLGU: Olgumuz başvuru sırasında 12 yaş 7 aylık olan, sol elini kullanan erkek çocuğudur. 1.5 aylıkken

kalbinde üfürüm nedeniyle yapılan muayenesinde valvüler pulmoner stenoz ve secundum ASD saptandığı

bildirildi. Dismorfik bulgular (mikrosefali, mikrognati, hipertelorizm, epikantus, geriden çıkmış kulak, aşağı

çentikli palpebral fissür ve yüksek damak) ve bilateral kriptorşidizm nedeniyle 1 yaşında değerlendirilen hastada

Noonan Sendromu düşünülmüş. Hastanın 14/10/2005 tarihinde yapılan genetik analizinde PTPN 11 geninde

c.A922G (p.Asn308Asp) heterozigot mutasyonu saptandı ve Noonan Sendromu tanısı doğrulandı. Olgumuzun

öyküsünde dil ve motor gelişim alanlarında gecikmesi mevcuttu. 6 yaşına kadar geçen zamanda diğer çocuklarla

iletişime geçmekte problem yaşadığı, diğer çocuklara zarar verdiği ve annesinin verdiği yönergeleri yapmadığı

öğrenildi. İlkokula başladığı zaman yazmakta ve okumayı öğrenmekte zorlandığı, dikkatini derse veremediği,

yönergeleri uygulayamadığı, çok konuştuğu ve aşırı hareketli olduğu öğrenildi. Yapılan zeka

değerlendirilmesinde sınır zeka düzeyinde tesbit edildi. Olgumuzda dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu

düşünülerek kardiyolojik konsültasyon sonrası metilphenidate başlandı ve öğrenme zorlukları için özel eğitim

önerildi. Yapılan güncel değerlendirilmesinde metilphenidate 10 mg/gün olarak düzenlendi ve hastanın okuma ve

yazı yazma hızının yaşıtlarından olduğu, yazı yazarken büyük-küçük harfleri karıştırdığı gözlendi.

AMAÇ: Klinikte görülen sendromik hastalıklara eşlik eden psikiyatrik hastalıkların tanısını erken dönemde

koymak hastalığın sebep olduğu olumsuzlukları önleyebilme imkanı vermektedir. Polikliniğimizde Noonan

Sendromu tanısı erken yaşta konulan dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı alan olguyu paylaşmayı

amaçladık.

PB – 097 RİSPERİDON'UN İNDÜKLEDİĞİ HİPERPROLAKTİNEMİYE BAĞLI

GALAKTORE GELİŞEN TOURETTE SENDROMU: BİR OLGU SUNUMU

Fatma Benk, Mustafa Yasin Irmak, Ümmügülsüm Gündoğdu

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Tourette Sendromu (TS) çocukluk ya da ergenlik çağında başlayan, süreğen, aralıklarla yineleyen çoğul motor ve

vokal tiklerle karakterize bir bozukluktur (1). Yapılan çalışmalarda risperidon'un TS tedavisinde olumlu sonuçlar

alındığı bildirilmiştir (2-4). Prolaktin salgılaması, anterior pituiterdeki laktotrop hücrelere dopamin inhibitör

etkisi ile düzenlenir. Antipsikotikler D2 antogonizması yoluyla hiperprolaktinemi yapar. Risperidon tipik

antipsikotiklerden sonra en sık hiperprolaktinemiye neden olan antipsikotik olarak bildirilmiştir (5).

Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniğine 13 yaş 2 aylık kız hasta, yüzündeki yaralarla aşırı

uğraşma, tırnaklarını kesip kanatma, boğaz temizleme ve sesinin tonunu ayarlayamama şikayetleri ile annesi

tarafından getirildi. Motor ve vokal tikleri olan hastaya Tourrette Sendromu tanısı kondu ve fluoksetin 20

mg/gün ve risperidone 1 mg/gün tedavisi başlandı. Kontrollerinde tiklerinin devam etmesi üzerine risperidon 1,5

mg/gün ve fluoksetin 20 mg/gün olarak düzenlendi, bu tedavi ile tiklerinde önemli oranda azalma görülürken

hastada göğüsü sıkarak süt çıkarma tarzında tiki başladı. Hastada risperidona kullanımına bağlı galaktore

düşünüldü. Hastada ölçülen prolaktin düzeyi 75.20 ng/ml (Normal değeri;kadın-4.79-23.3 ng/ml) olarak geldi.

Bu değer risperidon kullanımına bağlı hiperprolaktinemik galaktore ile uyumluydu. Risperidone tedavisi

kesilerek fluoksetin 30 mg/gün ve aripiprazol 5 mg/gün olarak tedavi düzenlendi. Takiplerinde prolaktin

seviyesinin düştüğü gözlendi, galaktore şikayeti geriledi ve tikleri azaldı.Bu vakada klinisyenlerin antipsikotik

kullanımına bağlı hiperprolaktinemi gelişebileceğine dikkatlerini çekmeyi amaçladık.

KAYNAKLAR

1- Toros F, Tot Ş, Avcı A. Çocuk ve ergenlerde Tourette bozukluğu: sosyodemografik, klinik özellikler ve eş

tanılar. Türk Psikiyatri Dergisi 2004; 13:187–196.

2- Scahill L, Leckman JF, Schultz RT, Katsovich L, Peterson BS. A placebo controlled trial of risperidone in

Tourette syndrome.Neurology 2003; 60:1130-1135.

3-Van den Eynde F, Naudts KH, De Saedeleer S, van Heeringen C, Audenaert K. Olanzapine in Gilles de la

Page 91: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

91

Tourette syndrome: beyond tics. Acta Neurol Belg 2005; 105:206-211.

4- Párraga HC, Párraga MI. Quetiapine treatment in patients with Tourette syndrome. Can J Psychiatry 2001;

46:184-185.

5- Hata! Köprü başvurusu geçerli değil. Risperidona bağlı hiperprolaktinemi gelişen obsesif kompulsif

bozukluklu bir olgunun aripiprazolle tedavisi. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2012; 13(2):165-165

PB – 098 KONJENİTAL SİTOMEGALOVİRUS (CMV) ENFEKSİYONU VE ÖZGÜL

ÖĞRENME BOZUKLUĞU BİRLİKTELİĞİ

Nagihan Saday Duman, Merve Günay Ay, Cihat Kağan Gürkan, Birim Günay Kılıç

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

GİRİŞ: Konjenital Sitomegalovirüs (KCMV) enfeksiyonu, en yaygın konjenital viral enfeksiyondur. Tüm canlı

doğanların %1'inde görülmekte olup, bunların %90’ı asemptomatik iken %10'unda yaşamı tehdit eden ağır

tablolara neden olmaktadır. KCMV enfeksiyonlu olguların %70’inde mikrosefali gelişebileceği, yine bu

olguların yaklaşık yarısında kranial BT’de periventriküler kalsifikasyonların bulunabileceği bilinmektedir.

KCMV’nin yol açtığı nöral gelişim bozukluğuna bağlı olarak bu olgularda mental retardasyon, serebral palsi,

işitme kaybı ve korioretinit gibi durumların geliştiği bildirilmiştir. Bu olgu sunumunda KCMV enfeksiyonu

geçirmiş olan ve Özgül Öğrenme Bozukluğu (ÖÖB) tanısı konulan bir çocuk anlatılacak ve KCMV’nin yol

açtığı nörogelişimsel kusurlar ile muhtemel ilişkisi tartışılacaktır.

OLGU:6 yaş 5 aylık kız çocuk kliniğimize ilk kez anlama ve kavrama güçlüğü, geç öğrenme yakınmalarıyla

getirildi. Olgu 27 yaşındaki annenin ilk gebeliğinden sezaryen ile 32 haftalık ve 1400 g olarak dünyaya gelmiş.

Anne gebeliğin ilk trimestr döneminde CMV enfeksiyonu geçirmiş. Yapılan Kranial MRG’sinde, periventriküler

alanda hiperdens sinyal değişiklikleri saptanmış. Yapılan psikiyatrik değerlendirmede yaşına göre küçük

gösteren, görüşmeci ile sıcak ilişki kuran bir çocuktu. Yönelim, bellek, dikkat muayenesi normaldi. Düşünce

içeriği normal olan olguda herhangi bir algı bozukluğu saptanmadı. Görüşme sırasında okula gitmek istemediği,

okumayı öğrenmekte güçlük çektiği, yazısında harf atlamalarının, harf karıştırmalarının olduğu saptandı.

Sınıfında okumayı en geç öğrenen kişi olduğu öğrenildi. Sağ sol karıştırmasının olduğu saptandı. Olgunun

Wechsler Çocuklar İçin Zeka Değerlendirme Ölçeğine (WISC-R) göre toplam zeka puanının normal düzeyde

olduğu saptandı. Uygulanan testler, derecelendirme ölçekleri, Öğrenme Güçlüğü Bataryası ve klinik

değerlendirmeler sonucunda çocuğa ÖÖB tanısı konuldu. Komorbid psikopatoloji saptanmadı. Olgu ÖÖB

açısından desteklenmesi için özel eğitime yönlendirildi. 2 ay sonraki takip görüşmesinde özel eğitime başladığı,

alfabeyi tam olarak bildiği, heceleri birleştirmekte hala zorlandığı, ÖÖB belirtilerinin devam ettiği saptandı.

SONUÇ :Bu yazı KCMV geçirmiş bir çocukta ÖÖB tanısı birlikteliğini bildiren ilk olgu sunumudur.

Olgumuzda kranial BT’de periventriküler kalsifikasyon bulunmasına rağmen mental retardasyon ve işitme kaybı

yoktur. KCMV’nin büyük oranda asemptomatik seyrettiği bildirilmekle birlikte bu olguların psikiyatrik

değerlendirilmelerinin yapılması, semptomatik olan olgulardaki kadar ağır olmayan, daha farklı gelişimsel

bozuklukların ortaya çıkmasını sağlayabilir.

PB – 099 ERGEN BİR PALATAL MİYOKLONİ OLGUSUNDA BOTULİNUM

TOKSİN ENJEKSİYONU SONRASINDA ORTAYA ÇIKAN UYUM BOZUKLUĞU:

ÇOCUK VE ERGENLERDE NÖROPSİKİYATRİK BOZUKLUKLARIN

TEDAVİSİNDE AYDINLANMIŞ ONAMIN ÖNEMİ

Nuran DEMİR1, Zehra TOPAL1, Taha Can TUMAN2, Ali Evren TUFAN3 1 Arş. Gör. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 2 Arş. Gör. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 3 Yrd. Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

GİRİŞ:Tedavi öncesi çocuk ve ergenlerin etki ve yan etkiler hakkında aydınlatılması hekimlerin önemini kabul

ettiği ancak araştırma ve olgu sunumlarında görece az önem verilen bir konudur. Gerçekte, “onam” yasal bir

süreçten çok, hasta- hekim ilişkisindeki güven ve uyumun sağlanması için etik bir görev ve iyi klinik

uygulamanın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilebilir (1). Bu araştırmada Palatal miyokloni tanısını alan

ergen bir hastada botulinum toksini enjeksiyonu sonrası gelişen disfoni ve Uyum Bozukluğu (Depresif

Duygudurum İle Giden) dolayısıyla tedavide aydınlanmış onamın ve multi-disipliner yaklaşımın öneminin

tartışılması amaçlanmıştır (2, 3).

Page 92: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

92

OLGU: 14 yaşındaki, Lise 1. sınıf öğrencisi kız ergen, polikliniğimize kulağına gelen “tıkırtı” yakınmasıyla

başvurdu. Öyküden bu seslerin 1 yıl önce başladığı, başlangıçta yalnızca kendisinin fark edebildiği kulak

çınlamasını içerdiği, giderek şiddetlendiği ve 4- 5 ay önce başkaları tarafından da duyulabilir hale geldiği,

ergenin uykuya dalmasını engellediği öğrenildi. Palatal miyokloni ön tanısıyla Kulak Burun Boğaz ve Nöroloji

polikliniklerine yönlendirilen ergene Esansiyel Palatal Miyokloni tanısı konduğu, bu tanı hakkında

bilgilendirildiği ancak tedavi seçenekleri, etki ve yan etkileri hakkında bilgilendirilmediği, kısa süre olarak

kullandığı karbamazepin 200 mg/ gün tedavisinden fayda görmemesi üzerine yumuşak damağa botulinum

toksini enjekte edildiği öğrenildi. Tedavi sonrası ergen, polikliniğimize “sürekli ağlama, okula gitmeme,

keyifsizlik, içe kapanma” yakınmaları ile tekrar başvurdu. Öyküden ergenin botulinum toksini uygulanmadan

önce oluşabilecek yan etkiler hakkında yeterince bilgilendirilmediği, tedavi sonrası ilk kez okulda, arkadaşlarının

yanındayken “disfoni” yan etkisini deneyimlediği, arkadaşları ve öğretmenlerinin kendisindeki ses bozukluğunu

fark edebileceği düşüncesiyle okula gitmek istemediği, disfoninin sürekli devam edebileceğini düşündüğü,

tedaviyi kabul ettiği için kendisini suçladığı öğrenildi. Öykü, muayene ve test sonuçları ile DSM-IV-TR

ölçütlerine göre Uyum Bozukluğu (Depresif Duygu durum ile giden) tanısını karşıladığı düşünülen ergene

Nöroloji ve KBB poliklinikleri ile de görüşülerek Palatal Miyokloni hakkında detaylı bilgi verildi, botulinum

toksini sonrası görülen disfoninin bir- iki ay içerisinde geçeceği belirtildi ve sertralin 50 mg/ gün başlandı.

TARTIŞMA: Palatal myokloni tedavide karbamazepin, valproik asit gibi antikonvülzan ilaçların ve botulinum

enjeksiyonunun kullanıldığı bir hareket bozukluğudur. Botulinum enjeksiyonu sonrası geçici palatal güçsüzlük

ortaya çıkabilir ve fonasyon bozuklukları oluşabilir. Olgumuz tedavi öncesi etki ve yan etkiler hakkında

yeterince bilgilendirilmemiş, ilk kez okulda ve arkadaşlarının yanında deneyimlediği “disfoni” yan etkisini

“beklenmedik” ve “travmatik” olarak algılamış ve depresif belirtilerle giden Uyum Bozukluğu tanısını

karşılayacak belirti ve yakınmalar geliştirmiştir. Çocuk ve ergende rastlanan nöropsikiyatrik bozuklukların

tedavisinde aile ve çocuğun tedavi seçenekleri, etki ve yan etkileri hakkında bilgilendirilerek sürece

katılımlarının sağlanması hasta- hekim ilişkisini iyileştirebilir ve tedavi uyumunu artırabilir. Tıbbi sorunları

nedeniyle izlenen çocuk ve ergenlerde Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları hekimlerinin sürece dahil

edilmesi yaşanabilecek sorunları azaltabilir.

PB – 100 MOTOR İŞLEV KAYBI OLMAKSIZIN BİLİŞSEL KAYIPLA İZLENEN

HİPOKSİK İSKEMİ: OLGU SUNUMU

Onur Tuğçe POYRAZ FINDIK¹, Seheryeli YILMAZ¹, Ayşe ARMAN¹

Gazanfer EKİNCݲ, Sennur ZAİMOĞLU³

¹Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD.

²Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji AD

³ Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nörolojik Bilimler Enstitüsü

AMAÇ: Perinatal asfiksiye bağlı gelişen neonatal ensefalopati (NE), miadında doğan bebeklerde, ilerde

oluşabilecek nörogelişimsel bozukluk için önemli bir risk faktörü olarak kabul edilir. Hafif, orta ve ağır olarak

derecelendirilebilen NE olgularında motor bozukluk, ağır asfiksi olgularında daha sık gözlenmektedir. Kendi

yaşıtları ile karşılaştırılabilir bilişsel yetilere sahip olan, hafif ve orta derecedeki olgular ise motor bozukluk eşlik

etmediği için gözden kaçmaktadır.

YÖNTEM: 7 yaşında erkek çocuk, ikinci sınıf öğrencisi, genel öğrenme güçlüğü ve dikkat eksikliği yakınmaları

ile anne ve babası tarafından Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesine

getirildi. Muayene sırasında sorulan sorulara yanıt vermekte zorlandığı, çizdiği resimdeki ev ve insan figürlerinin

yaşına uygun olmadığı gözlendi. Miadında ve 4000 gr olarak doğan hastanın, doğum sırasında morarması

olduğu, doğum sonrası 10 gün kuvözde kaldığı, bu dönemde afebril konvülzyon geçirdiği aileden öğrenildi.

SONUÇ: Kranial MR incelemesinde bilateral lateral ventrikül frontal boynuz komşuluğunda sekel gliotik

lezyonlar izlendi. Wechsler Çocuklar Zeka Ölçeği (WÇZÖ-R) ile yapılan değerlendirmesinde Sözel ZB: 52,

Performans ZB: 76, Tüm Puan: 61 olarak saptandı. Gelişimsel konuşma/dil gelişim sorunlarının yanısıra sesletim

ve adlandırma sorunları da izlendi. İşitsel ve Görsel Anlık Bellek performansı düşük olan hastada, her iki

modalitede de çalışma belleği performansı gerçekleştirilemedi.

YORUM: Alanyazında motor işlevlerin etkilenmediği, HE olgularının uzun dönemli sonuçlarına yönelik grup

çalışmalarına olan gereksinim vurgulanmaktadır. Bu olgu klinik pratiğimizde pre-, peri- ve post-natal

komplikasyonlar ile uzun dönemde karşılaşacağımız bilişsel işlev sorunları arasındaki ilişkiyi anlamada önemli

bulunmuştur.

PB – 101 BİR ALOPESİA AREATA OLGUSUNA PSİKİYATRİK AÇIDAN

YAKLAŞIM: OLGU SUNUMU

Page 93: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

93

Onur Tuğçe Poyraz Fındık*, Seheryeli Yılmaz*, Dilek Seçkin**, Neşe Perdahlı Fiş*, Ayşe Arman*

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi

*Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,İstanbul

**Dermatoloji Anabilim Dalı, İstanbul

e-posta: [email protected]

AMAÇ: Embriyonun aynı germ yaprağından -ektodermden- köken alan deri ve beyin, yaşamın ileri evrelerinde

de birbirlerini çeşitli şekillerde etkilemeye devam etmektedir. Beyin ve deri nöroendokrin ve immun sistemler

aracılığıyla etkileşim içerisindedir. Bu etkileşimin dengesi çeşitli dermatolojik ve psikiyatrik hastalıklarda

değişmekte ya da bozulmaktadır. Hastanın zihinsel yapısı/kişililik özellikleri ve deri hastalıkları arasında çift

yönlü bir ilişki mevcuttur; çok çeşitli etkenler dermatolojik hastalıklara neden olabileceği gibi, dermatolojik

lezyonlar da kişiyi pek çok açıdan etkiler. Alopesi Areata (AA), yara dokusu oluşmaksızın gelişen, özellikle

saçları, sakalları, kaşları ve/veya kirpikleri, bazen de vücut kıllarını etkileyen, sınırları oldukça belirgin, yuvarlak

ya da oval saç kaybıdır. Etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte enfeksyonlar, otoimmünite, genetik

yatkınlık ve psikiyatrik faktörler suçlanmaktadır. Tüm yaş gruplarında ortaya çıkabilmekte ve her iki cinsiyette

eşit oranlarda görülmektedir. Alopesi areatanın ortaya çıkışında psikososyal nedenlerin etkisi çocuklarda %22-29

olarak bulunmuştur. AA’nın ortaya çıkışında psikososyal nedenler rol oynayabileceği gibi, AA tanısı alan

çocuklarda hastalığın yarattığı psikososyal etkiler de oldukça sık görülmektedir.

YÖNTEM: Bu sunumda, erken başlangıçlı (20 yaş öncesi), yaygın saç kaybı olan (>%50), kötü prognozlu 11

yaşındaki kız AA olgusu, eşlik eden bağlanma, anksiyete ve duygudurum bozuklukları açısından tartışılacaktır.

SONUÇ-YORUM: Deri, duygu ifadesi ve duygusal uyaranlara cevap verme, kendilik imajı ve yaşam boyu

süren sosyalleşme sürecinde önemli rol oynar. S.Freud’un geliştirdiği psikanalitik söylemden yola çıkılarak, deri

hastalıkları psikolojik çatışmaların konversiyon mekanizmaları aracılığı ile bedensel belirtilere dönüşmesi olarak

açıklanmış ya da özgün nörofizyolojik bozukluklara bağlanmışlardır. Son yıllarda yapılan çalışmalar deri

hastalıklarının kişinin yaşam kalitesi, benlik saygısı, beden imgesi, aile yaşamı ve sosyal çevresi üzerine çeşitli

etkilerinin olduğunu; bu kişilerde depresyon, anksiyete bozukluğu gibi sekonder psikiyatrik tabloların sık

görülebildiğini ortaya koymuştur. Tüm bu konular dikkate alındığında psikodermatoloji hastalarının ele

alınmasında psikiyatri ve dermatoloji uzmanlarının birlikte çalışması gereği açıkça ortaya çıkmaktadır.

PB – 102 METİLFENİDATIN DEHB’DE UYKU BOZUKLUĞU EŞ TANISINA

OLUMLU ETKİLERİ: BİR OLGU SUNUMU

Özalp Ekinci, Fevziye Toros

Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

GİRİŞ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) çocukluk çağında en sık görülen psikiyatrik

bozukluklar arasında yer almaktadır. Metilfenidat (MPH) DEHB’nin tedavisinde genel olarak yüksek bir

güvenilirlik ve tolerabilite ile kullanılmaktadır. Bu olgu sunumunda MPH’ın DEHB tanılı bir ergende uyku

bozukluğu eş tanısına olan olumlu etkisi tartışılacaktır.

OLGU: 13 yaşındaki erkek olgu B kliniğimize aşırı hareketlilik, çok konuşma, sabırsızlık ve unutkanlık

şikayetleri ile başvurdu. Olgunun ilkokul yıllarından beri derslerden çabuk sıkıldığı ve sınavlarda dikkatini

sürdürmekte zorlandığı bildirildi. Olgunun ayrıca son 1 yıldır uyku problemleri yaşadığı bildirildi. Annesi B’nin

haftada 2-3 kez gece yattıktan birkaç saat sonra pijama ve iç çamaşırlarını çıkardığını ve yastığının altına

yerleştirdiğini ifade etti. Ailesi bu davranışların 10-15 dakika sürdüğünü, bu sırada gözünün açık olduğunu ancak

kendisine sorulan sorulara yanıt vermediğini ve engellenmeye çalışılınca öfkelendiği bildirdi. Olgunun bu

davranışını ertesi gün hatırlamadığı da ifade edildi. B’nin herhangi bir tıbbi şikayeti veya hastalığı olmadığı

öğrenildi. Olgunun vücut ağırlığı 44 kg ve boyu 1.54 mt olarak ölçüldü. Ruhsal durum muayenesinde B görüşme

odasında konuşkandı ve sık sık görüşmeyi bölüyordu. Olguya ailenin ve öğretmenin dolduracağı DEHB DSM-

IV belirti ölçekleri ve Conners anne-baba ve öğretmen formları verildi. B psikiyatrik değerlendirmenin ardından

uyku bozukluğu belirtilerinin ayırıcı tanısı açısından çocuk nöroloji bölümüne konsülte edildi. Çocuk nöroloji

bölümünün önerisi üzerine yapılan 1 saatlik uyku EEG’sinde herhangi bir epileptiform ve non-epileptiform

anomaliye rastlanmadı. Olgunun hematolojik incelemeleri de normal sınırlarda sonuçlandı. Yapılan görüşme ve

değerlendirmeler sonucunda B’ye DEHB-kombine tip ve başka türlü adlandırılamayan non-rem parasomniyası

tanıları konuldu. Olguya DEHB tedavisi için uzun etkili MPH tedavisi başlandı. MPH dozu 15 gün içinde

kademeli olarak 36 mg/güne çıkarıldı. Olguya ayrıca, uyku öncesinde uzun süre TV ve bilgisayar karşısında

kalmama, yatak odasının düzenlenmesi ve düzenli uyku ve uyanma saatlerini içeren, uyku ile ilgili önerilerde

bulunuldu. Bir ay sonra yapılan kontrol görüşmesinde DEHB belirtilerinin büyük oranda düzeldiği belirtildi.

Ayrıca, olgunun MPH kullanmaya başladığı günden beri uyku bozukluğu belirtilerinin düzeldiği kaydedildi. Aile

son 1 ay içinde birkaç kez MPH kullanmayı unuttuklarını ve o gecelerde olguda uyku bozukluğunun yinelediğini

Page 94: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

94

bildirdi. Olgunun son 15 gündür düzenli olarak MPH kullandığı ve uyku bozukluğu yaşamadığı öğrenildi.

TARTIŞMA:Sunulan olguda 13 yaşındaki bir ergende DEHB tedavisinde kullanılan MPH’ın eş zamanlı olarak

non-rem parasomniyasında da düzelme sağlaması anlatılmıştır. Olgunun yalnızca 1 saatlik rutin EEG ile

incelenmiş ve polisomnografi uygulanmamış olması tanısal anlamda önemli bir eksikliktir. Literatürde

psikostimülan kullanan olgularda rem ve non-rem uyku yapılarında kompleks değişiklikler olduğu ortaya

koyulmuştur. Aralarında somnambulizm ve gece terörünün bulunduğu non-rem parasomniyalarının

etiyopatogenezinde serotonerjik sistemde gelişen düzensizliklerin rol oynadığı düşünülmektedir. Genel olarak

dopaminerjik etki gösteren MPH’ın serotonerjik sistemdeki etkileri tam olarak bilinmemektedir.

Psikofarmakolojik ilaçların etkileri üzerine yapılmış çok sayıda araştırmada santral sinir sisteminde bazı

bölgelerde serotonerjik ve dopaminerjik sistemlerin birbirlerine zıt işlevler gösterdiği ortaya konmuştur. Bu

genel teoriden yola çıkılarak, genel olarak dopaminerjik özellik gösteren MPH’ın belli beyin alanlarında

serotonerjik sisteme indirek olarak inhibitör etkilerinin olmuş olabileceği ve bu şekilde olgudaki parasomnia

belirtilerini düzeltmiş olabileceği düşünülebilir.

PB – 103 ATİPİK OTİZM TANILI 5 YAŞINDA BİR OLGUDA RİSPERİDON

KULLANIMI İLE YÜKSEK ATEŞ

Gülen Güler*, Özalp Ekinci**, Veli Yıldırım**, Fevziye Toros*

*Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

**Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi

GİRİŞ: Son yıllarda çocuk ve ergenlerde psikotrop ilaç kullanımının yaygınlaşması ile birlikte ilaçlara bağlı

beklenmedik yan etki bildirilerinde bir artış görülmüştür. Bu olgu sunumunda 5 yaşında atipik otizm tanısı ile

takip edilen bir olguda gelişen yüksek ateşten bahsedilecektir.

OLGU: 5 yaşında atipik otizm tanısı ile takip edilen erkek hasta polikliniğe hırçınlık şikayeti ile getirildi.

Olgunun 1 yıldır özel eğitim ve kreşe gittiği, hırçın ve saldırgan olduğu, arkadaşlarına zarar verdiği, istediği

olmadığında kafasının vurduğu, aşırı hareketli olduğu, aktivitelere katılmakta zorlandığı ve uyku uyumak

istemediği öğrenildi. Olguya risperidon solüsyon (2x0.25 mg/gün) başlandı. Risperidon kullanımı başladıktan 1

hafta sonra yapılan kontrolde olgudaki şikayetlerde kısmi bir azalma olduğu belirlenirken olgunun ilaç

başlandığından beri gün boyu süren üşüme ve halsizlik belirtileri olduğu ve ailenin ölçümü ile olguda 39- 40

C’a varan ateş şikayetleri olduğu öğrenildi. Kliniğimizde yapılan muayenede olgunun vücut ısısı 39 C olarak

ölçüldü. Pediatri polikliniği tarafından değerlendirilen hastada herhangi bir enfeksiyon odağı ve yüksek ateşi

açıklayacak organik bir tanı saptanamadı. İlaç ateşi olabileceği düşünülerek kontrolde risperidon tedavisi kesildi.

Hastanın tedavisine davranışçı yöntemlerle devam edildi.

SONUÇ VE TARTIŞMA: Risperidon tedavisi ile nöroleptik malign sendrom kapsamında yüksek ateş

çocuklarda çok nadir olarak bildirilen bir yan etkidir. Ancak bildiğimiz kadarı ile çocuk bir olguda izole olarak

yüksek ateş daha önceden bildirilmemiştir. Literatürde ketiyapin kullanımı ile yetişkin bir olguda izole ve

tedaviye dirençli yüksek ateş bildirilmiştir. Otistik spektrum bozukluğu olan olguların verbal becerilerindeki

yetersizlikler göz önüne alındığında bu olgularda açıklanamayan üşüme ve halsizlik gibi şikayetlerde ilaçlara

bağlı gelişebilecek yüksek ateş de göz önünde bulundurulmalıdır. Risperidon kullanımı ile gelişen yüksek ateşin

etiyopatogenezi gelecekte yapılacak araştırmalarla aydınlanacaktır.

PB – 104 14 YAŞINDA OTİZM TANISI: ÇOCUK PSİKİYATRİSİNE ULAŞIM

ZORLUĞUNA İLİŞKİN BİR OLGU ÖRNEĞİ

Serkan Güneş*, Özalp Ekinci*, Veli Yıldırım**, Fevziye Toros*

*Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

**Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi

GİRİŞ: Batı ülkelerindeki artan farkındalığa ve erken tanı bildirilerine rağmen ülkemizde ve gelişmekte olan

bazı ülkelerde otizm tanısı hala gecikmiş olarak konulabilmektedir. Sunulan olguda 14 yaşında otizm tanısı almış

ve öncesinde hiç çocuk psikiyatri kliniğine getirilmemiş bir olgudan bahsedilecektir.

OLGU: Daha öncesinde hiç çocuk psikiyatri kliniğine başvurmamış 14 yaşındaki erkek olgu kliniğimize aşırı

hareketlilik, iletişim azlığı, tikler, davranış bozuklukları ve sinirlilik şikayetleri ile getirildi. Olgunun ellerini

ısırma gibi kendine zarar verici davranışlarının olduğu, anne ve babasına ve çevresindekilere ani, beklenmedik,

durumla ve konuşulanlarla uygunsuz cinsel içerikli küfürlü konuşmalarının olduğu, kollarında ve elinde ani

tekrarlayıcı basmakalıp hareketlerin olduğu, göz teması kurmadığı, kalabalık ortamlardan rahatsız olduğu, içine

kapanık olduğu, kişisel bakımını yapamadığı, kendi ihtiyaçlarını gideremediği, okuma ve yazma öğrenemediği

ve yaklaşık 2-3 ayda bir havale geçirdiği öğrenildi. 2 yaşında fenilketonüri ve 8 yaşında epilepsi tanısı konulan

Page 95: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

95

olgunun 4 yaşında konuşmaya (2 kelimelik cümleler), 4,5 yaşında desteksiz yürümeye başladığı belirlendi.

Olgunun 2 yaşından beri diyet ve 8 yaşından beri antiepileptik tedavisi (levatirasetam 500mg 2x1) aldığı

öğrenildi. Olgunun aile öyküsünde herhangi bir psikiyatrik ya da nörolojik hastalık öyküsü yoktu. Hastaya Otizm

tanısı ile aripiprazol solüsyon titre edilerek 5 mg/gün dozu hedeflenerek başlandı. 1 ay sonraki kontrol

muayenesinde hastanın şikayetlerinde belirgin azalma gözlendi. Hastanın hareketliliğinin azaldığı, motor

tiklerinde ve koprolalisinde azalma olduğu, daha sakin olduğu, kendine ve çevreye zarar verici davranışlarının

azaldığı, elini ısırmasının azaldığı, çevreyle iletişiminin arttığı öğrenildi. Olgunun psikotrop ilaç tedavisine

epileptik nöbetler açısından yakın takiple devam edildi.

TARTIŞMA: Otistik spektrum bozukluklarda (OSB) erken tanı hem etkin tedavi hem de yüksek işlevsellik için

büyük önem taşımaktadır. Yapılan çalışmalara ve genel olarak artmış farkındalığa rağmen ülkemizde ve

gelişmekte olan bazı ülkelerde hala OSB geç tanınabilmektedir. OSB belirtileri olan olguların erken dönemde

çocuk psikiyatri kliniklerine ulaşımda yaşadıkları zorluklar aralarında sosyal, kültürel, ekonomik etkenlerinde

bulunduğu farklı sebeplerden kaynaklanmaktadır.

PB – 105 RİSPERİDON KULLANIMIYLA ORTAYA ÇIKAN SOMNAMBULİZM:

BİR OLGU ÖRNEĞİ

Serkan Güneş*, Özalp Ekinci*, Veli Yıldırım**, Fevziye Toros*

*Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

**Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi

GİRİŞ: Risperidon ergenlerde psikiyatrik bozukluklarında genel olarak yüksek bir tolerabilite ve etkinlikle

kullanılmaktadır. Ancak nadir de olsa ilacın kullanımını sınırlayan yan etkilere rastlanmaktadır. Bu nadir yan

etkiler arasında uyku bozuklukları da yer almaktadır. Bu olgu sunumunda bir ergende risperidon kullanımı ile

ortaya çıkan somnambulizm tablosu mevcut literatür eşliğinde tartışılacaktır.

OLGU: 15 yaşındaki kız hasta aşırı sinirlilik, kavgacı olma, derslerinde başarısızlık şikayetleri ile annesi

eşliğinde polikliniğimize başvurdu. Hasta ve annesi ile yapılan görüşmede; hastanın ani sinirlenmelerinin

olduğu, hırçın davranışlar sergilediği, okulda arkadaşları ile geçinemediği, onlarla kavga ettiği, ders başarısının

düşük olduğu, dersleri kavramakta güçlük çektiği, okuma ve yazmayı ikinci sınıfta öğrendiği, aceleci ve sabırsız

olduğu öğrenildi. Yapılan ruhsal muayene sonucunda; hastanın yaşından beklenen dilbilgisi düzeyinin yetersiz

olmasına, olaylarda mantık zinciri kuramamasına ve basit matematik hesaplarını yapamamasına bağlı olarak

Hafif Düzeyde Mental Retardasyon ön tanısı düşünüldü. Hastaya öncelikle davranış ve tutum önerilerinde

bulunuldu. Yapılan WISC-R değerlendirmesinde Total Zeka Puanı’nın 57 olduğu öğrenildi. Hasta Rehberlik

Araştırma Merkezi’ne yönlendirildi ve davranış sorunları için risperidon başlanarak 15 gün içinde kademeli

olarak 1mg/gün dozuna çıkıldı. İlacın yatmadan bir saat önce kullanılması aileye özellikle ifade edildi. Hastanın

bir ay sonraki kontrol muayenesinde; tedavinin dördüncü gününden itibaren ortaya çıkan gece uykudayken

yürümesinin olduğu, son bir ayda 9-10 defa meydana geldiği ve son günlerde sıklığının arttığı, olayı sabah

uyandığında hatırlamadığı, bu esnada konuşmadığı ve sorulan sorulara cevap vermediği, iki kez tuvalet yerine

mutfağa giderek idrarını yaptığı öğrenildi. Hastaya ve ailesine somnambulizmle ilgili tutum önerilerinde

bulunuldu ve risperidon tedavisinin beş gün içinde azaltılarak kesilmesi planlandı. Hastanın üç hafta sonraki

kontrol muayenesinde risperidonun kesilmesi ile somnambulizmin düzeldiği bilgisi edinildi.

TARTIŞMA VE SONUÇ: Sunulan olgu risperidon kullanımında ilacın uyku fizyolojisi üzerine muhtemelen

etkilerinin göz önünde bulundurulması gerektiğini işaret etmektedir. Özellikle geçmişte uyku bozukluğu ya da

ailesinde uyku bozukluğu öyküsü olan ve risperidon kullanılacak olgularda ilacın uyku üzerindeki muhtemel

etkilerinin bilinmesi uzmanlar açısından önem taşımaktadır. Risperidon ve diğer psikotrop ilaçlara bağlı gelişen

somnambulizmin etiyolojisi gelecekte yapılacak polisomnografik incelemeyi de içeren çalışmalarla

aydınlanacaktır

PB – 106 ANEMİ TEDAVİSİ İLE DÜZELEN OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK

VE TRİKOTİLLOMANİ: ERGEN BİR OLGU ÖRNEĞİ

Yunus Kıllı*, Özalp Ekinci*, Veli Yıldırım**, Fevziye Toros*

*Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

**Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi

GİRİŞ: Trikotillomani başka türlü adlandırılamayan dürtü kontrol bozuklukları sınıfında yer alan bir

bozukluktur. Çocuk ve ergenlerde trikotillomani farklı psikiyatrik ve klinik tabloların içinde görülebilmekte ve

tedavi klinisyenler için zorluklar taşıyabilmektedir. Bu olgu sunumunda anemi tedavisi ile düzelen Obsesif

Page 96: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

96

Kompulsif bozukluk (OKB) ve Trikotillomani tanıları olan bir ergenden bahsedilecektir.

OLGU: 15 yaşındaki kız hasta polikliniğimize temizlik takıntıları, saç yolma ve dikkatsizlik şikayetleri ile

başvurdu. Hastanın öyküsünde; yaklaşık 2 yıldır devam eden ve günde ortalama 30-40 defa ellerini yıkama ile

belirli temizlik takıntıları olduğu, bunun yanında defter ve kitapları toplayıp biriktirdiği, onlara kimsenin

dokunmasına izin vermediği öğrenildi. Hastanın aynı zamanda saç yolmalarının da olduğu, başının sağ tarafında

açıklık meydana geldiği, bu saç yolmalarının sınav dönemlerinde arttığı belirlendi. Hasta ve ailesi ile yapılan

görüşmede yolduğu saçları yuttuğuna ilişkin bir bilgi alınmadı. Hastadan WISC-R testi istendi, öğretmen bilgi

formu verildi ve takıntıları için sertralin 50mg/gün tedricen arttırılarak başlandı. 1 ay sonraki kontrol

muayenesinde hastanın WISC-R sonucunun (total zeka puanına göre) 68 olduğu, öğretmen bilgi formunda

öğrenme güçlüğü, unutkanlık ve dikkat dağınıklığı olduğu saptandı. Yapılan görüşmeler sonucunda hastada

Obsesif Kompulsif Bozukluk, Trikotillomani ve Hafif Düzeyde Mental Retardasyon ön tanıları düşünüldü. Bu

dönemde hastanın genel tıbbi muayenesi ve kan değerleri normal aralıkta idi ve hastada herhangi bir tıbbi

yakınma yoktu. Sertralin 50mg/gün tedavisi ile hastanın semptomlarında azalma olmaması üzerine ilaç dozu 1 ay

sonra 150mg/gün olacak şekilde artırıldı. 2 ay sonraki kontrol muayenesinde temizlik takıntılarında minör bir

azalma olduğu fakat saç yolmalarının devam ettiği öğrenildi. Bunun üzerine sertralin tedavisine son verildi ve

klomipramin kademeli olarak 75mg/gün dozuna arttırılacak şekilde başlandı. Hastanın 1 ay sonraki kontrol

muayenesinde takıntılarında ve saç yolmalarında belirgin bir azalma gözlemlenmedi. Bu dönemde tekrarlanan

biyokimya tetkikleri normaldi, fakat hemoglobin 9mg/dl, Fe 10ug/ml ve Ferritin 2 olarak saptandı. Bunun

üzerine hasta çocuk hemotoloji bölümüne konsülte edildi ve anemi demir eksikliği anemisi tanısı ile yatırılarak

tedavi görmesi uygun görüldü. Hasta 1 hafta boyunca çocuk hematoloji servisinde kan transfüzyonu ve demir

tedavisi aldı. Hastanın taburculuğundan sonraki muayenesinde hemoglobin 14g/dl, Fe 60ug/ml ve Ferritin 40

olarak saptandı ve hasta 75mg/gün klomipramin tedavisine devam etmekteydi. Hastanın takıntılarında ve saç

yolmalarında ise yaklaşık %50 azalma olduğu öğrenildi. Klomipramin dozu tedricen arttırılarak 150mg/gün

olacak şekilde düzenlendi. Hastaya davranış ve tutum önerilerinde bulunuldu, sosyal aktivite ve dersleri için

birebir destek önerildi. 2 ay sonraki muayenesinde ise semptomlarında belirgin azalma olduğu ve başının sağ

tarafındaki açıklığın kapandığı öğrenildi.

TARTIŞMA: Sunulan olguda genel tıbbi bir tanının saptanması ve tedavisinin olgudaki trikotillomani tedavisine

olumlu etkisinden bahsedilmiştir. Bazı trikotillomani olgularında yutulan saç trikobezar şeklinde gastrointestinal

bölgede yerleşebilmekte ve anemi ile prezente olabilmektedir. Sunulan olguda ise böyle bir belirtinin

yokluğunda demir eksikliği anemisi olgudaki genel bir tıbbi stressör olarak değerlendirilebilir. Demir eksikliği

anemisi tanılı çocuk ve ergenlerde aralarında dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtü kontrol zorlukları gibi pek çok

psikiyatrik belirti görülebildiği bildirilmiştir. Trikotilomani tedavisinde hastanın genel değerlendirmeside önemli

rol oynamaktadır.

PB – 107 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNDE AKNELİ ERGENLERİN BENLİK

SAYGILARININ, ÖFKE DÜZEYLERİNİN, ARKADAŞ BAĞLILIKLARININ

DEĞERLENDİRİLMESİ: OLGU KONTROL ÇALIŞMASI

*Özden Kum, **, İjlal Erturan, , *Evrim Aktepe

*Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Isparta

**Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Dermatoloji Anabilim Dalı, Isparta

AMAÇ: Bu çalışmada amacımız; dermatoloji polikliğine başvuran akneli ergenlerde yaşam kalitesinin, arkadaş

bağlılığının, benlik saygısının ve öfke düzeylerinin yaş ve cinsiyet açısından benzer sağlıklı ergen bireyler ile

karşılaştırılması ve akneli ergenlerin sosyal hayatta ne gibi sıkıntılarla karşı karşıya olduğunun belirlenmesidir.

YÖNTEM: Bu çalışmaya Ocak 2012 - Ocak 2013 tarihleri arasında Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp

Fakültesi Dermatoloji polikliniğinde yapılan değerlendirmede akne vulgaris tanısı alan 14-20 yaş arası 81 hasta

hasta dahil edildi. Yine hastalar ile yaş ve cinsiyet olarak benzer özellikler taşıyan 70 sağlıklı kontrol alındı.

Çalışmada hastaların akne şiddeti ve akne yaşam kalitesi değerlendirildi. Hasta ve sağlıklı kontrollere Piers-

Harris özkavram ölçeği, sürekli öfke ve öfke tarz ölçeği, arkadaş bağlılık ölçeği uygulandı.

SONUÇ: Hasta ve kontrol grubu arasında sürekli öfke ve öfke ifade ölçeği, arkadaş bağlılığı ölçeği ve benlik

saygısı toplam puanı ve fiziksel görünüm dışındaki alt puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu.

Buna karşın hasta ve kontrol grubu arasında benlik saygısı alt ölçeklerinden fiziksel görünüm açısından anlamlı

fark mevcuttu. Sürekli öfke, içe vurulan öfke ve arkadaş bağımlılığı ile akne yaşam kalitesi arasındaki ilişki

istatistiksel olarak anlamlı idi. Bu sonuca göre akne yaşam kalitesindeki azalma ile arkadaş bağlılığının azaldığı

ve sürekli öfke, içe vurulan öfkenin arttığı belirlendi.

YORUM: Deri hastalıklarının psikososyal etkilerine günümüze kadar gereken önem verilmemiştir. Deri

hastalıklarına eşlik eden psikiyatrik komorbiditelerin belirlenip tedavi edilmesi hastaların yaşamına olumlu katkı

sağlayacaktır. Tüm bu bilgiler ışığında akneyi sadece kozmetik bir sorun değil ruh sağlığını tehdit eden bir deri

Page 97: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

97

hastalığı olarak görerek tedavisine multidisipliner yaklaşılması gerekmektedir.

PB – 108 ADLİ BİLDİRİM KONUSUNDA HEKİMLERİN SORUMLULUKLARI VE

SINIRLARI NEREDE BAŞLAR? BİR OLGU SUNUMU

Özden Şükran Üneri, Hilal Adaletli

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Kliniği

AMAÇ: Son yıllarda ülkemizde cinsel istismar ve adli bildirim süreçleri, medyada ve akademik ortamlarda sık

tartışılan konular arasında yer almaktadır. Özellikle istismara uğrayan olguların adli yollar dışında da psikolog ve

psikiyatristlere başvurması, başvuran olguların gizliliğine karşın bildirim yükümlülüğü etik tartışmasını

başlatmakta, henüz yetişkin olmayan olgularda bu tartışmalara ailenin de katılımı ile süreç daha da

zorlaşmaktadır. Bu olgu sunumunda tekrarlayan intihar girişimleri nedeniyle hastanemize başvuran, yatışı

yapılarak tedavisi planlanan, 13 yaş 8 aylık bir ergen olgunun adli bildirim süreçlerinin tartışılması

amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Takipleri sonlanan olgunun bilgilerine hastane yatış ve poliklinik dosyaları incelenerek ulaşılmıştır.

SONUÇ: Hastane yatışı sonrası yapılan görüşmede 9 yaşında iken kendisinden yaklaşık 10 yaş büyük uzak

akrabası tarafından cinsel istismara uğradığını hekimi ile paylaşan olgunun, önce ailesi, daha sonra adli

makamlar ile bu bilgi paylaşılmıştır. Aileden daha önce devam ettikleri bir özel merkezde kendilerine bu bilginin

verildiği, ancak olgumuzun tacizciyi hatırlamaması nedeniyle bildirimin gerekli olmadığının doktorları

tarafından söylendiğini aktarmışlardır. Aileye adli bildirim zorunluluğu ve gencin bu bildirimin yapılmasını

istediği anlatılmıştır. Adli bildirim ve farmakolojik tedavi ile birlikte psikodramatik yöntemlerin de kullanıldığı

bireysel tedavisi sonrasında, olgunun tedavisi sonlanıncaya kadar geçen 8 aylık sürede intihar girişimi olmamış,

süreçte depresyon belirtilerinde hızlı bir iyileşme yaşanmıştır.

YORUM: Olgumuzda adli bildirimde bulunulmasını takiben tekrarlayan kendisine zarar verme girişimlerinin

sonlanması, adli süreçlerde bildirimle ilgili değerlendirme yapılırken akılda bulundurulması gereken bir durum

olarak dikkat çekicidir.

PB – 109 YEME BOZUKLUĞUNU BELİRTİLERİ İLE GİDEN MORFEA

(LOKALİZE SKLERODERMA) OLGU SUNUMU

Perihan Çam Ray, Ayşe Avcı, Ayşegül Tahiroğlu, Gonca Gül Çelik

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA

GİRİŞ: Morfea, deri ve subkutan dokuda sklerozla seyreden, etyolojisi ve patogenezi tam olarak bilinmeyen,

nadir görülen bir otoimmün hastalık olup öncelikle deriyi etkilemekte nadiren subtip ve lokalizasyonuna bağlı

olarak komşu dokuları (yağ dokusu, fasya, kas ve kemik dokusu gibi) da etkileyebilmektedir. Lokalizasyonu ve

tutulumun derecesine göre morfea; plak tip morfea, lineer skleroderma, yaygın morfea, pansklerotik morfea ve

mikst morfea olmak üzere beş grupta incelenir.

Morfea’da artiküler, norolojik, vaskuler, oküler, gastrointestinal, respiratuvar, kardiyak ve renal tutulum gibi deri

dışı tutulum görülebilir ve bu olgular diğer hastalıklarla karışabilmektedir. Yazımızda yeme bozukluğu belirtileri

gösteren bir morfea olgusu, ayırıcı tanıdaki zorluklar literatür eşliğinde tartışılmıştır.

OLGU: 11yaş7aylık kız çocuğu. Astım nedeniyle alerji bölümü tarafından takipte, 3 ay önce bulantı, kusma ve

ishal şikayetleri üzerine başvurduğu sağlık kuruluşunda amipli kolit geçirdiği söylenip, amip tedavisi önerilmiş.

Ancak küçüğün bulantı ve kusması devam edince çocuk gastroenteroloji bölümü tarafından değerlendirilip,

kolonoskopi ve endoskopi normal olarak raporlanmış, antiasit tedavisi önerilmiş, 10-15 gün sonra bulantı ve

kusma kesilmiş, ancak bu defa yemek yememe ve kabızlık yakınmaları başlamış. Hem katı hem sıvı gıda alımı

azalan küçük, 3 ay sonunda 10-12 kg kaybetmiş, kilo kaybı ve karın ağrısı nedeniyle kambur yürümeye

başlamış, ortopedi tarafından postür gelişimi olumsuz etkileneceği nedeniyle korse takılmış. gastroenteroloji

bölümünde değerlendirilip bu kez çocuk psikiyatrisine yönlendirilmiş, Anoreksia Nervoza ön tanısıyla önce

fluoksetin, daha sonra olanzapin önerilmiş, ancak ilaçlardan fayda görmemiş.

Çocuk ruh sağlığı muayenesi yenilendiğinde, 1 yıl önce sol ayak bileği üzerinde beyaz renkte bir lezyon oluştuğu

öğrenilmiş, benzer bir lezyonun da anal bölgede oluşmaya başladığı belirtilmiştir. Bunun üzerine olgu

dermatoloji bölümüne yönlendirildi ve alınan cilt biyopsisinde morfea ile uyumlu lezyon saptanmış.

Konstipasyon morfeanın barsak tutulumuna bağlı olabileceği düşünülmüş, ilaçları kesilmiş ve olgu, Çocuk

Romatoloji bölümüne yönlendirilmiştir. Şu anda barsak, anal ve deri morfea lezyonları ile izlenmektedir.

SONUÇ: Morfea’nın gastrointestinal tutulum olanlarda en sık gastroozefagial reflü gelişebileceği, ancak diğer

organları da etkileyebileceği bildirilmiştir. Olgumuz da önce anoreksiya tanısı almış, yapılan takip ve

Page 98: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

98

değerlendirmelerde gastrointestinal belirtilerin morfea tutulumuna bağlı olabileceği düşünülmüştür. Psikiyatriye

başvuran olgularda fizik muayene bulgularının önemsenmesi gerekmektedir. Hastanın bir bütün olarak

değerlendirilip ayırıcı tanının iyi yapılmasının gereksiz ilaç kullanımını ve organik tanının tedavisinin

gecikmemesi açısından önemlidir.

PB – 110 EBEVEYN YABANCILAŞTIRMA SENDROMU (PARENTAL ALİENATİON

SYNDROME); OLGU SUNUMU

Ayşe Avcı*, Perihan Çam Ray*, Ayşegül Tahiroğlu*, Gonca Gül Çelik*, Necmi Çekin**, Nurdan Evliyaoğlu***

* Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA

** Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı. ADANA

*** Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA

GİRİŞ: Ebeveyn Yabancılaştırma Sendromu (EYS), boşanma sonrasında bir ebeveynin çocuklarına karşı

yürüttüğü diğer ebeveyne karşı sistemli bir beyin yıkama süreci olarak tanımlanmaktadır. Sıklıkla boşanma

davalarından ardından başlayan EYS sürecinde, yabancılaştırıcı rolündeki ebeveyn, çocuğu diğer ebeveyne karşı

kışkırtmaya, yabancılaştırmaya ve kullanmaya başlar. Bu durum çocuk açısından ciddi bir duygusal istismar

anlamına gelmektedir ve diğer ebeveynin imajının yok olmasının yanında; depresyon, travma sonrası stres

bozukluğu gibi ruhsal bozukluklara neden olabilmekte; hatta ebeveyne karşı cinsel istismar suçlamalarına

varabilmektedir. Bu yazıda, bir EYS olgu sunumu ile psikiyatri ve adli psikiyatri çalışanları arasında EYS’ye

dikkat çekmek hedeflenmiştir.

OLGU: 7 yaş, 9 aylık kız çocuğu. Anne ile babası yurt dışında evlenmiş ve 3 yıl süren evliliğin ardından anne

gebe iken boşanmış, küçüğün velayeti anneye verilmiş. Doğduğundan beri anne ve anneannesi tarafından bakılan

olgu, 3 yaşına kadar babası ile görüştürülmemiş, anne sürekli eyalet değiştirmiş, boşanmanın ardından ise babaya

ayda bir görme hakkı verilmiş. 3.5 yaşında babasında kaldığı bir hafta sonunun ardından poposunun acıdığını

söylemiş, kakasını yapamadığı için ağlamasının üzerine anne ve anneannesinin poposunda yırtık fark ederek

acile başvurmuşlar. Buradaki muayene sırasında küçük “babasının parmağını soktuğunu” söylemiş ve olaydan

sonra tuvalete gitmeyi reddetmesi nedeni ile altını ıslatmaya başlamış, tekrar bezlenmesi gerekmiş, anneyle

yatmak isteme, karanlıkta uyuyamama, emniyet kemerini takmak istememe ve utangaçlık gibi belirtileri

başlamış. Kliniğimize başvurduğunda 1 yıldır babasıyla görüşmeyen küçüğün, babasıyla arasının iyi olmadığı,

babası tarafından birkaç kez cinsel olarak istismar edildiğini anlatıyordu. Adli tahkikat dosyası incelendiğinde;

yurt dışında farklı eyaletlerde annesiyle yaşadığı ve bu sürede defalarca babasının cinsel istismar iddiası ile yurt

dışında farklı uzmanlar tarafından defalarca ruhsal ve fizik muayenesi yapıldığı, 4-6 yaş arası arasında yurt

dışında bir psikolog tarafından terapi aldığı ve 60 seanslık uzun bir takip sürecinin ardından “Ebeveyn

Yabancılaştırma Sendromu” tanısının konduğu, babasının cinsel istismar iddiası ile defalarca yapılan

muayenelere karşın cinsel istismarı destekleyecek hiç bir bulgu tanımlanmadığı anlaşılmıştır.

TARTIŞMA: Bu olguda aktarıldığı gibi, gerçek olsun/olmasın çocukların cinsel istismar iddiasına konu

olmaları travmatik bir süreçtir. Bu süreçlerde tekrarlayan öykü ve fizik muayene gibi deneyimler, çocukların

zihinsel gelişimini, değer yargılarını, ahlaki ve cinsel gelişimini aksatabilir. Bu nedenle EYS’nin bilinmesi ve

klinisyenlerin bu konuda daha dikkatli olmaları özellikle mağdur olan çocuklar açısından büyük önem

taşımaktadır.

PB – 111 İNTERNET BAĞIMLILIĞI VE DİSSOSİASYON; OLGU SUNUMU

Perihan Çam Ray*, Gonca Gül Çelik*, Zeynep Yeşildağ*, Ayşegül Tahiroğlu*, Ayşe AVCI*

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA

AMAÇ; Günümüzde özellikle çocuk ve ergenlerde önemli bir sorun haline gelen internet kullanımına bağlı

davranış problemleri: patolojik internet kullanımı, problemli internet kullanımı ve internet bağımlılığı olarak

adlandırılmaktadır. Duygudurum bozuklukları, yıkıcı davranım bozuklukları, anksiyete bozuklukları, uyku

bozuklukları, beslenme bozuklukları, obezite ve epileptik nöbetlerin aşırı medya kullanımı ile ilişkisi gösterilmiş

durumlardır. Bunların yanında internet kullanımı ile dissosiatif belirtiler arasındaki ilişki araştırılmış ve

dissosiatif durumların, bağımlılık psikopatolojisindeki önemi yapılan son çalışmalarda gösterilmiştir. Bu yazıda

internet ve özellikle bilgisayar oyunlarının çocuklar üzerindeki olumsuz etkisi, patolojik internet kullanımına

bağlı dissosiyatif belirtiler geliştiren bir ergen olgu sunumu ile literatür eşliğinde tartışılacaktır.

OLGU; M.G, 16yaş 5aylık erkek çocuğu. Polikliniğimizde iki yıldan bu yana PANDAS+DEHB+Obsesif

Kompulsif Bozukluk(OKB)+Tourette Bozukluğu tanılarıyla izlenen ve metilfenidat (OROS) 54 mg/g ve

Page 99: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

99

aripipirazol 10 mg/g kullanan olgunun, 2 aydan bu yana internette RAPPELZ adlı oyunu günde yaklaşık 10 saat

oynadığını ve sonrasında kendini ve çevredekileri yabancı gibi hissetme şikayetlerinin başladığını belirtti.

Bilgisayardan kendini alıkoyamadığını, kendini hissiz ve duygusuz olarak, etrafta olup bitenleri gerçek değilmiş

gibi ve kendini yabancı gibi hissetmeye başladığını, ilaçlarını da düzensiz kullandığını belirtmekteydi.

Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği (DES); 35,78 puan; İnternette bilişsel durum ölçeği; yalnızlık/depresyon puanı;

34/12, azalmış dürtü kontrolü; 46/17, sosyal destek;83/17, dikkat dağıtma; 40/6 olarak hesaplanmıştır. Olgunun

aripipirazol dozu 15 mg/g ve metilfenidat dozu 72 mg/g’e arttırılıp sanal oyunu oynamaması ve haftalık kontrolü

önerildi. Düzenli ilaç kullanarak sanal oyunu oynamadığı ilk hafta şikayetlerinde azalma olmuş, ancak 2. hafta

ilaçları bıraktıktan sonra kendini hissiz hissetme, yaşadığı olayların sanki gerçek olmadığı ve çevreyi yabancı

gibi düşünme şikayetleri tekrar artmıştır.

YORUM: Dissosiyatif belirtilerin internette geçirilen süre arttıkça arttığı ileri sürülmüş ve sanal gerçeklikten

nesnel gerçekliğe geçildiğinde belirtilerin azaldığı, internet bağımlılığı şiddeti arttıkça dissosiyatif belirtilerin

arttığı rapor edilmiştir. Olgumuzun DEHB, Tourette ve OKB tanılarının da bağımlılığa yatkınlık oluşturabileceği

düşünülmüştür. Ayrıca metilfenidat dozunun arttırılması sonrasında internet kullanım ihtiyacının azalması ile

birlikte dissosiyatif belirtilerin de düzelmesi ilgi çekici bulunmuştur.

PB – 112 KAROTİD SİNUSE BASI YOLUYLA KENDİNE ZARAR VERME

DAVRANIŞI: BİR OLGU SUNUMU

Rezzan Aydın, Tuğba Donuk, Duygu Kaçamak, Ebru Erol, Fatma Apak, Meryem Dalkılıç, Tezan Bildik

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir

AMAÇ: Kendine zarar verme davranışları sıklıkla bedeninin bir yerini sıkma, morartma, ısırma, kesici bir aletle

kesme, yakma, eşyalara yumruk atma, kafasını duvara vurma gibi davranış örüntülerini içermektedir. Kendine

zarar verme davranışının genellikle 13-19 yaşlarında başladığı gözlemlenmiştir. Kendini yaralayan ergenler

sıklıkla dürtüseldirler, planlama sonrası bir saatten kısa bir süre içinde kendilerine zarar verirler. Sıklıkla çok az

ya da hiç acı duymadıklarından bahsederler. Bir kere başlatıldığında, kendini yaralama bağımlılık özellikleri

kazanmaktadır ve bunu durdurmak kişi için oldukça zor olabilir.

Karotid sinus çok sayıda baroreseptör içerir. Bu reseptörleri innerve eden sinirler beyin sapındaki sempatik ve

parasempatik nöronların aktivitesini hipotalamus yoluyla indirekt olarak yönetirler, böylece kalp ve kan

damarlarının otonomik kontrolü sağlanır ve kan basıncı düzenlenir. Karotid sinusun elle uyarılması sonucu kan

basıncı düşer, kalp atışları yavaşlar, senkop ve kardiak arrest meydana gelebilir. Bu olgu sunumunda 15

yaşındaki bir kız ergende karotid sinuse bası yoluyla kendine zarar verme davranışına yer verilecektir.

YÖNTEM: 15 yaş, kız, 8. sınıf öğrencisi, ilk psikiyatri başvurusu. Poliklinik koşullarında ilk psikiyatrik

görüşmesi yapılan olgu daha sonra gençlik ruh sağlığı birimi ekibi tarafından değerlendirilmiştir. Başvuru nedeni

kendine göre dikkatsizlik ve sınav stresi, annesine göre dikkat dağınıklığı ve bazı farklı davranışlarıydı. Dikkat

dağınıklığının küçükten beri olduğunu, sınav stresinin ise son bir aydır liseye giriş sınavlarının yaklaşmasıyla

başladığını ifade etti. Son zamanlarda kendini pek mutlu hissetmiyordu, hayattan keyif alamıyordu, anne ve

babası ile özellikle dersleri konusunda pek anlaşamıyorlardı. Bu yakınmaları ise yaklaşık bir buçuk ay önce

olumsuz arkadaş çevresi nedeniyle ailesinin okulunu değiştirmesi ile başlamıştı. Okul değişikliği olduğundan

beri boynunu sıkma davranışı mevcuttu, bu davranışı 11 yaşında iken abisinden öğrenmişti, geçmişte taşınma

sonrası bir dönem bu davranışı göstermiş sonra kendiliğinden bırakmıştı. Boynunu sıkarken sanki ‘Bu dünyada

yok gibi’ olduğunu, rahatladığını, kollarının ve yüzünün uyuştuğunu, zaman zaman da yere düştüğünü ifade

ediyordu. Yaklaşık üç ay kadar önce de bir kez koluna çizik attığı, ayrıca sinirlendiğinde bazen kollarını ısırdığı

öğrenildi.

Olguya projektif testler (TAT-Tematik Algı Testi), organisite testleri (GISD-Görsel İşitsel Sayı Dizisi Testi,

Stroop testi) ve Kendine Zarar Verme Davranışını Değerlendirme Envanteri uygulandı. TAT’de aile bireylerine

karşı öfke, agresyon ve hostil duygular ve düşünceler, ayrılma bireyleşme zorlukları, aileden kopuş sonucu

boşluk ve yalnızlık duygularının olması dikkati çekmiş; boş kartta kendini cennette, yalnız ve huzurlu olarak

hayal etmesi, olguda özkıyım riskini düşündürmüştür. Olgu Depresif Duygudurumla Giden Uyum Bozukluğu,

Kendine Zarar Verme Davranışı ve Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu ön tanısıyla medikal tedavisi

Fluoksetin 10 mg/gün, Risperidon 0,5 mg/gün şeklinde düzenlenerek poliklinik izlemine alındı.

YORUM: Ergenlerde kendine zarar verme davranışı sadece hastanın kendini yaralamasıyla belirgin bir tehlike

olduğu için değil, aynı zamanda gencin yaşamına son vermek isteyip istemediğinin saptanması açısından da

klinisyenler için önemli bir sorundur. Kendine zarar verme davranışı; özkıyım düşüncelerine direnmek, kişinin

kendine duyduğu öfkenin ifade edilmesi, çözülmeyi önleme, diğerlerini etkilemek veya başkalarından yardım

istemek gibi amaçlarla yapılır. Bu olgu bildirimi ile kendine zarar verme davranışının farklı bir biçiminin ele

alınması düşünülmüştür.

Page 100: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

100

PB – 113 KATATONİ TABLOSU İLE GELEN BİR ERGENDE AYIRICI TANIDA

EPİLEPTİK PSİKOZUN TARTIŞILMASI

Rukiye ÇOLAK SİVRİ*, Burak AÇIKEL*

*Dr. NEÜ Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri ABD

GİRİŞ:Katotoni mutizm, stupor, immobilite, manyerizm, aldığı postürü koruma, negativizm, ekolali, ekopraksi,

rijidite, otonomik anormalliklerin görüldüğü semptomlar kümesinin oluşturduğu bir sendromdur. Çocuk ve

ergenlerde katotoni tablosu duygudurum bozuklukları, psikotik bozukluklar, ilaç reaksiyonlarında, otistik

bozukluk, mental retardasyon, enfeksiyon, metabolik, endokrin ve nörolojik durumlara bağlı olarak da

görülebilmektedir. Epilepsi ise 16 yaş altı çocukların %0,5-1’ini etkileyen bir tablodur ve psikiyatrik

bozukluklara eşlik edebilir. Bu vakanın sunulmasının amacı katotoni tablosu ile başvuran katotoni tablosu

geçtikten sonra ortaya çıkan atipik psikotik belirtileri olan epileptik bir ergenin tanı ve tedavi sürecinin

tartışılmasıdır.

VAKA:16 yaşında erkek hasta Meram Tıp Fakültesi Çocuk Acil Servisi’ne iki gündür konuşmama, göz teması

kurmama, ellerini ısırma, yeme reddi, uyumama, aldığı postürü koruma şikayetleriyle ailesi tarafından getirildi.

Ailesinden alınan öyküde, 1 yıl önce başlayan bazı somatik uğraşlar ve referans fikirleri olduğu, Bu dönemde

artan sosyal içe çekilme şikayetleri ile psikiyatriste götürülen hastaya sertralin 50 mg/g ve risperidon 1 mg/g

başlandığı sonrasında sertralin 100mg/gün’e risperidon 2 mg/g’e çıkıldığı öğrenildi. Özgeçmişinde 4 yaşından

beri gülme şeklinde olan kompleks parsiyel nöbet sebebi ile takip edilen hasta yaklaşık 1 ay önce kullandığı

karbamazepin dozunun 400 mg’dan 50 mg/g’e azaltıldığı öğrenildi. Hastanın EEG’si normaldi. Hastaya

lorazepam 3.75mg/gün ve olanzapin 10 mg başlandı. Hastanın katatoni tablosu geçtikten ve iletişime açık hale

geldikten sonra doldurulan SAPS: 20, SANS:83 olarak tespit edildi. Hastanın mevcut olanzapin 10 mg/gün

tedavisi hastanın hızlı kilo alımı sebebiyle aripirazol 10 mg /gün ile değiştirildi. Aripirazol dozu 15 mg/gün ile

takip edilirken işitsel, görsel, koku halisünasyonları tarif etmeye başladı.. Hastanın aripipirazol dozu kademeli

olarak 25mg/gün’e çıkıldı. Hastanın görsel halüsinasyonlarını saniyelik tarif etmesi, içeriğinde hep belli

temalardan bahsediyor olması, kısmi iç görüsü bulunması ve öyküde epilepsi olması sebebiyle epileptik psikoz

ön tanısı ile valproik asit 500mg/gün başlandı kademeli olarak 1000mg /gün’e çıkıldı. Hastanın şikayetleri büyük

oranda iyileşti. SAPS: 11, SANS:42’ye geriledi. Hastanın mevcut durumu ve epilepsinin ayırıcı tanısı açısından

hastaya video EEG çekilmesi planlanmaktadır.

TARTIŞMA:Hastamızda görsel ve işitsel halüsinasyonların olması öyküde somatik sanrılarının bulunması bir

yıldır olan içe çekilme ve hastanın yaşı göz önüne alındığında şizofreni tanısı düşünülmüştür. Hastanın katotoni

tablosu geçtikten sonra bir yıldır olan somatik sanrılarının kalmaması, başka herhangi bir hezeyanının

bulunmaması, psikotik belirtilerine sekonder değersizlik düşüncelerinin olması, işitsel ve görsel

halüsinasyonlarının kısa süreli(saniyelik) olması ve bunlara karşı kısmi iç görüsünün bulunması,

halüsinasyonlarının hep aynı tipte (stereotipik) olması tipik bir psikoz vakasında beklenmeyen belirtilerdir.

Hastanın atipik bir semptomatoloji göstermesi ve valproik asit tedavisinden belirgin fayda görmesi hastanın

mevcut durumunun ayırıcı tanısında epilepsi ile ilişkili psikozun olması gerektiğini düşünmemize yol açmıştır.

Bu tür atipik psikotik belirtileri olan ve özgeçmişinde epilepsi olan çocuk ve ergenlerde ayırıcı tanıda epileptik

psikozun göz önünde bulundurulmasının faydalı olacağı düşünülmektedir.

PB – 114 BİR ERGEN ŞİZOFRENİ OLGUSUNDA RİSPERİDON TEDAVİSİ

SIRASINDA ORTAYA ÇIKAN AŞIRI PROLAKTİN ARTIŞINDA ARİPİPRAZOL

EKLENMESİ

Savaş Yılmaz, Saliha Kılınç, Sabri Hergüner

Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

GİRİŞ: Prolaktin artışı antipsikotik tedavinin önemli bir yan etkisidir. Tipik antipsikotikler ve atipik

antipsikotiklerden risperidonun serum prolaktin seviyesini yükselttiği bilinmektedir. Bu etkinin doza bağımlı

olduğu ve tedavi edici dozlarda prolaktinin 30 - 60 ng/ml düzeylerinde olduğu bildirilmiştir. Hiperprolaktinemi

oligomenore, amenore, galaktore ve infertiliteye neden olabilmekte, kemik mineral yoğunluğunu azaltarak

osteoporoza yol açabilmektedir. Bu nedenle prolaktin değerlerinin 100 ng/ml ve üzerinde olduğu olgulara

müdahale edilmesinin gerektiği vurgulanmaktadır. Seçenekler arasında ilaç dozunu düşürmek ya da kesmek,

prolaktin düzeyini etkilemeyen başka bir antipsikotik ilaca geçmek, bromokriptin gibi dopaminerjik ilaç eklemek

önerilmektedir. Son yıllarda ise bir parsiyel dopamin agonisti olan aripiprazolün tedaviye eklenmesinin etkinliği

çeşitli yayınlarda gösterilmiştir.

OLGU SUNUMU: Bu yazıda risperidona bağlı ortaya çıkan hiperprolaktinemi nedeniyle amenore gelişen 16

Page 101: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

101

yaşındaki şizofreni ve hafif zekâ gerliği tanıları alan bir ergen kız olgu sunulmuştur. Risperidon tedavisinden

fayda görmesi nedeniyle ilacın kesilmesi tercih edilmemiş ve tedaviye aripiprazol eklenmesinin ardından

prolaktin kan düzeyi normal seviyeye gerilemiş (Tablo 1) adet döngüleri düzenli olarak devam etmiştir.

SONUÇ: Aripiprazol dopaminerjik parsiyel agonist grubundan bir antipsikotik ilaçtır. Artmış dopaminerjik

durumda antagonist, azalmış dopaminerjik durumda ise agonist etkileri nedeniyle dopamin düzenleyicisi olarak

anılmaktadır. Tubuloinfindubuler yolakta risperidon nedeniyle ortaya çıkan aşırı dopaminerjik blokaj,

aripiprazolün dopaminerjik etkisi ile azalmış ve prolaktin seviyesi normal düzeyine gerilemiştir. Psikotik

belirtilerde belirgin düzelme olup hiperprolaktinemi gelişen olgularda tedaviye aripiprazol eklenmesi bir seçenek

olarak düşünülebilir.

Tarih Kullandığı İlaç Prolaktin (ng/mL) Vücut Ağırlığı (kg)

11.08.2011 Risperidon 1.25 mg / gün 80.51 58.3

13.09.2011 Risperidon 1,5 mg / gün 95.15 61.7

28.09.2011 Risperidon 1.25 mg / gün

Aripiprazol 2,5 mg / gün

34.79 67.2

27.10.2011 Risperidon 0.75 mg / gün

Aripiprazol 5 mg / gün

29.79 68.7

25.01.2012 Aripirazol 7,5 mg / gün 10.24 68.7

Tablo 1: Olgunun zaman içinde prolaktin düzeyleri ve kullandığı tedaviyle seyri

PB – 115 ARİPİPRAZOL KULLANIMI SONRASI ORTAYA ÇIKAN HIÇKIRIK: BİR

ERGEN OLGU

Ayhan Bilgiç*, Savaş Yılmaz*, Emre Yılmaz**

*Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

**Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı

AMAÇ: Aripiprazol dopamin D2 ve serotonin (5-HT) 1A reseptörlerine parsiyel agonist, 5-HT 2A reseptörlerine

antogonist etkileri bulunan yeni kuşak bir antipsikotiktir. Aripiprazolün dopamin ve serotonin reseptörleri

üzerine olan parsiyel agonistik özellikleri ekstrapiramidial ve metabolik yan etkilerin sınırlı düzeyde kalmasına

ve ilacın yaygın kullanım alanı bulmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte aripiprazolun parsiyel agonist

özelliği diğer antipsikotik ilaçlar ile ortaya çıkması beklenmeyen bazı yan etkilerin görülmesine neden

olabilmektedir. Bu sunumda bipolar bozukluk ve epilepsi tanıları ile izlenen 17 yaşındaki bir olguda aripiprazol

tedavisi sonrası ortaya çıkan hıçkırık yakınması bildirilmektedir.

YÖNTEM: Sunulan olgu konu ile ilgili olarak literatür bilgileri ışığında tartışılmıştır.

TARTIŞMA: Literatürde aripiprazol ile hıçkırık ilişkisi açısından serebral palsi ve kafa travması öyküleri olan

iki ayrı yetişkin olgu bildirimi olduğu görülmektedir. Aripiprazolün hıçkırığa hangi mekanizma ile neden olduğu

tam olarak bilinmemekle birlikte hiperdopaminerjik durumların hıçkırık ile ilişkili olabildiği göz önüne

alındığında ilacın parsiyel D2 agonistik özelliğinin hıçkırık ile ilişkili olabileceği bildirilmektedir. Aripiprazolün

güçlü serotonin (5-HT)1A agonistik etkilerinin de frenik sinir üzerinden hıçkırığa neden olabileceği öne

sürülmüştür. Ayrıca, sunulan olguda literatürde bildirilen olgulara paralel olarak altta yatan bir santral sinir

sistemi (SSS) rahatsızlığı varlığı olması aripiprazolun özellikle ek SSS hastalıkları bulunan bireylerde hıçkırık

yakınması ile daha yakın ilişkili olabileceğini de düşündürmüştür.

SONUÇ: Aripiprazol özellikle eşlik eden nörolojik hastalık varlığı halinde hıçkırık gelişimi ile ilişkili gibi

görünmektedir.

PB – 116 ZEKA GERİLİĞİ VE KATATONİK ŞİZOFRENİ TANISI ALAN BİR

ERGEN OLGUDA SAĞALTIM SÜRECİ

Savaş Yılmaz, Ümit Işık, Sabri Hergüner

Page 102: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

102

Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya

AMAÇ: Erken başlangıçlı şizofreninin en sık belirtileri okul başarısında düşme, sosyal çekilme, yeme davranışı

değişiklikleri, günlük faaliyetlere ilginin azalması, sanrı, varsanı, dezorganize konuşma, dezorganize davranış ve

nadiren de katatonik davranışlardır. Katatonik şizofreni tanısı koymak için DSM-ІV’te yer alan katalepsi ya da

stupor ile giden motor hareketsizlik, artmış motor aktivite, aşırı negativizm ya da mutizm, postür alma,

basmakalıp hareketler, belirgin manyerizm ya da grimasın olması ile belirlendiği üzere istemli davranışlarda

garipliğin olması, ekolali ekopraksi belirtilerinden en az ikisinin olması gerekmektedir. Bu olguda hafif zeka

geriliği olan 16 yaşındaki bir ergende gelişen katatonik şizofreninin klinik belirtileri ve sağaltım süreci

sunulmuştur.

OLGU: 16 yaşında erkek hasta ayaktan tedavi kliniğine konuşmama, uykusuzluk ve iştahsızlık şikayetleri ile

getirildi. Hastanın yutkunamadığı, verilen yiyecekleri tükürdüğü, sudan korktuğu bu nedenle elini yıkamadığı ve

banyoya giremediği, öz bakımının azaldığı, okula gitmek istemediği, korkularının olduğu, kalabalığa

giremediği, evde yalnız kalamadığı, dışarı çıkınca korkularında artma olduğu, biri geliyormuş gibi hissettiği,

televizyon izleyemediği, yürümekte zorluk çektiği, küçük adımlarla yürüdüğü, yürürken aniden durup sabit bir

noktaya baktığı öğrenildi. Aileden alınan bilgi, klinik değerlendirme ve psikometrik inceleme sonucunda hafif

zeka geriliği ve katatonik şizofreni tanısı konuldu. Lorazepam provakasyon testine yanıt veren hastaya

lorazepam 4mg ve risperidon 1mg tedavisi başlandı. Haftalık ayaktan izlemi olan hastanın 10. günden itibaren

klinik belirtilerinde düzelme görülmeye başlandı, birinci ayın sonunda şikayetleri belirgin olarak azaldı. Altı ay

boyunca aynı tedaviye devam eden hastanın şikayetlerinin tam düzelmesinden sonra lorazepam ve risperidon

dozu kademeli olarak azaltılmaya başlandı ve kesildi. Olgu halen kliniğimizde takip edilmektedir.

YORUM: Yazında çocuk ve ergen yaş grubunda katatoni ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Çocuk ve ergen

psikiyatri polikliniğine başvuran 198 hastayla yapılmış bir çalışmada %5 olguda katatoni gözlendiği, katatoni

olgularının %17’sinin de psikotik bozukluk alt tipine sahip olduğu tespit edilmiştir. Otizm veya zeka geriliğine

sahip 506 hasta ile yapılan çalışmada ise vakaların %6’sında katatonik özelliklerin varlığı rapor edilmiş, zeka

geriliğinin de katatoni açısından risk faktörü olduğu bildirilmiştir. Katatonik sendrom tedavisinde lorazepam ve

elektrokonvülsif terapi (EKT) önerilmektedir. Olgumuzda aile EKT tedavisini reddettiği, ayaktan tedaviyi tercih

ettiği için hastanın tedavisi oral lorazepam olarak düzenlenmiştir. Erişkin yaş grubunda katatonik şizofreni

tedavisinde lorazepam etkinliği çeşitli olgu sunumlarında gösterilmiştir. Bu olgu ergen yaş grubunda

lorazepamın etkin ve güvenilir bir seçenek olduğunu göstermektedir.

PB – 117 14 YAŞINDA BİR GENÇ KIZIN UZUN SÜRELİ ALIKONULMA VE

İSTİSMARININ PSİKİYATRİK SONUÇLARI: BİR OLGU SUNUMU

Seheryeli Yılmaz, Onur Tuğçe Poyraz Fındık, Osman Sabuncuoğlu

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD., İstanbul

AMAÇ: Uzun süreli alıkonma sırasında istismar, nadir görülmekle birlikte tüm çocuk istismar olayları arasında

en ağır durumlardan biridir.

YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne getirilen;

bir akrabası tarafından kaçırılarak uzun süre cinsel, fiziksel ve ruhsal istismara maruz kalmış hastanın kayıtları

geriye dönük olarak incelenmiştir.

SONUÇ: Sosyoekonomik düzeyi düşük bir ailenin 8. ve son çocuğu olarak dünyaya gelen 14 yaşındaki YT’ nin;

İstanbul’un Avrupa Yakası’nda annesi, babası, ablası, 3 ağabeyi ve yengesiyle birlikte yaşadığı öğrenildi. YT,

2009 yılında akrabası ve komşusu olan kişi tarafından cinsel ve fiziksel istismara uğradığını; ancak tehditler

nedeniyle bu durumdan hiç kimseye bahsetmediğini ifade etti. Tehditler ve istismarın, istismarcı taşınana kadar,

yaklaşık bir yıl devam ettiği; şahıs taşındıktan iki hafta kadar sonra da aynı kişi tarafından kaçırılarak 10 ay

süreyle alıkonulduğu öğrenildi. YT, 10 ay boyunca İstanbul’un Anadolu Yakası’nda, ailesiyle yaşadığı yere çok

uzak olan bir semtte; kendisini kaçıran ve alıkoyan şahıs, şahsın eşi ve 6 çocuğuyla yaşadığını; cinsel, fiziksel ve

duygusal istismara uğradığını; evden dışarı çıkmasının, telefonu kullanmasının, ev dışından bir kişiyle her türlü

temasının engellendiğini ifade etti. Yapılan değerlendirmede; YT, uzun süredir devam eden uyku, iştah

problemleri ile yaşamış olduğu olaylara ilişkin geri dönüşlerinin kendisine yoğun sıkıntı yarattığını ifade etti.

Hastanın depresif ve irritabl duygudurumuna eşlik eden ağlamaklı duygulanımının olduğu gözlendi.

YORUM: Bu vakada; tacizcinin akraba olması ve ailenin bu konu hakkındaki kayıtsız tutumu, alıkonulma

süresinin bu denli uzun olmasında ve bu durumun psikiyatrik sonuçlarının ağırlaşmasında etkili olmuş gibi

görünmektedir. Sosyo-ekonomik-kültürel durum, ailenin eğitim düzeyi, polis ve güvenlik güçlerinin yetkileri ile

hukuki uygulamalar; kaçırılma, uzun süreli alıkonulma ve istismar vakalarında psikiyatrik semptomların ortaya

çıkması, sürdürülmesi ve şiddetinin belirlenmesinde kilit önemi olan noktalardır.

Page 103: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

103

PB – 118 METİLFENİDAT TARAFINDAN İNDÜKLENEN OBSESİF KOMPULSİF

BOZUKLUK: BİR OLGU SUNUMU

Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*, Derya ERKUŞ**

* Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

**Muş Devlet Hastanesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

ÖZET

AMAÇ: Metilfenidat kullanımı sonrasında ortaya çıkan obsesif kompulsif bozukluk belirtilerine dair literatürde

birkaç olgu sunumu bulunmaktadır. Bu yazıda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu bulunan ve metilfenidat

kullanımı sonrasında yoğun obsesif kompulsif belirtiler ortaya çıkan 8 yaşında bir kız olgu tartışılmıştır.

OLGU: Sekiz yaş 3 aylık kız hasta. Polikliniğe ilk kez 6 yaş 2 aylık iken son iki aydır hastada hiç bir şeyden

korkmama, çekinmeme, anne babaya karşı hırçınlık ve saygısızlık, erkek ikizine şiddet uygulama, inatçılığı, aşırı

hareketliliği yakınmaları ile getirilmişti. Hasta birinci sınıfa başladığı dönemde yavaşlık, yazıları geç

tamamlama, sorumluluklarını yerine getirmeme şikâyetleri eklenmiştir. Yapılan klinik görüşme sonrasında

WISC-R testi planlanmış, Turgay ölçekleri ve öğretmen bilgi formu verilmiştir. Yapılan WISC-R testine göre

Sözel IQ: 93, Performans IQ: 99, Total IQ: 95 olarak belirlenmiştir. Test esnasında genel bir dağınıklık, konuya

odaklanmakta güçlük, sözel alt testlerde sık soru tekrarı, amaçlı davranışı sürdürmekte güçlük, sık sık bulunduğu

yerden kalkıp gezinme gözlenmiştir. Olguya uygulanan Bender Gestalt Görsel Motor Algı testinde çocuğun copy

ve recall de vasat olduğu düşünülmüştür. Nöroloji konsultasyonu istenen olguda çekilen EEG: normal olarak

değerlendirilmiştir. Hırçınlığı, saldırganlığı ve inatçılığının yalnızca ev ortamında gözlenmesi, diğer ortamlarda

herhangi bir sorun yaşanmaması üzerine hastaya Fluoksetin likid 1*1/2, DEHB tanısı düşünülmesi sebebiyle de

Oros metilfenidat 18 mg 1*1 başlanmıştır. İlaç tedavisi başlandıktan 2 (iki) gün sonra dudaklarda uçuklama, her

şeyden çok korkma, gece annesini yanında isteme, 6 (altı) gün sonra çok fazla el-yüz yıkama, sürekli çantasını

ve kıyafetlerini temizleme yakınmaları olması üzerine aile ilaç tedavisini kesmiş ve ilaç tedavisi sonlandıktan

sonra bu belirtiler de kaybolmuştur.

YORUM: Literatürde benzer olguların daha önce bildirildiği izlenmiştir. Çok nadir de olsa metilfenidat

kullanımı sırasında çocuklarda da obsesif kompulsif belirtiler ortaya çıkabilir. Bu olguda ilaç kesimi sonrası

obsesif kompulsif belirtiler ortadan kalkmıştır.

PB – 119 SAĞLIK ÇALIŞANINA YÖNELİK ŞİDETTİN ÇOCUK RUH SAĞLIĞI

ÜZERİNE YANSIMASI: RESİMLERİYLE BİR OLGU

Selma Tural Hesapçıoğlu*, Derya Erkuş*

*Muş Devlet Hastanesi. Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

ÖZET AMAÇ: Sağlık çalışanına yönelik şiddet, günümüz hekimlerinin en önemli sorunlarından biri arasındadır. Her

gün çok sayıda hekime ve sağlık personeline yönelik şiddet haberleri gündeme damga vurmaktadır. Bu sunumda

hasta yakınlarının şiddetine maruz kalan bir hekimin kızının olay sonrasında ortaya çıkan yakınmaları ve bunu

ifade şekli tartışılacaktır.

OLGU SUNUMU: 8 yaşında, ilkokul 2. Sınıf öğrencisi olan A.B.’nin öğretmeni 3 haftadan beri A.B.’de ortaya

çıkan ders dinlememe, sorumluluklarını ihmal etme, uyum sorunları yaşama yakınmaları nedeniyle annesini

okula davet etmiştir. Anne o zamana kadar semptomların bilincinde değildir. Öğretmenin uyarısından sonra

defterini inceleyen anne çok dramatik bir resim ile karşılaşmıştır. A.B. çizdiği resimde elinde silah tutan ‘kötü

adamın’ annesini öldürmesi sahnesini defterine resmetmiş ve annesine bir şiir yazmıştır. Annenin üç hafta önce

yaşadığı şiddet olayı çocuk zihninde olduğundan daha korkunç boyutlarda algılanmıştır. Belki de her gün

medyada duyduğu ve ölümle de sonuçlanabilen olaylar çocukta mevcut semptomlara yol açmıştır. Olgunun

muayenesi sonrası Travma Sonrası Stres Bozukluğu tanısı konmuştur.

YORUM: Çocuk resimleri, çocuk ruh sağlığı ile ilgili çalışan profesyoneller için vazgeçilmez muayene

araçlarıdır. Ebeveyninin farkında olamadığı semptomları çocuk, resimleri ile dışa vurmuştur. Her tür şiddet

çocuk ruh sağlığı üzerine olumsuz etkiler yaparken, son zamanlarda uygun olmayan politikalar nedeniyle

tırmandırılmış sağlık çalışanına yönelik şiddet de yine çocukları mağdur etmektedir. Sağlık çalışanına yönelik

şiddetin çocuk üzerine etkisi zaman zaman ebeveyn kaybı noktasına bile gelebilmektedir. Toplumda her tür

şiddetin önlenmesine yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır. Maalesef sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin bu kadar

yaygınlaşmış olması acilen önleyici stratejiler oluşturmayı, yeni yasal düzenlemeleri gerektirmektedir.

Page 104: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

104

PB – 120 ANOREKSİYA NERVOZA: DÖRT OLGU ÜZERİNDEN EŞ TANI

DEĞERLENDİRMESİ

Sema Kurban, Canan Tanıdır, Ali Güven Kılıçoğlu, Hilal Adaletli, Özden Ş. Üneri

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul

AMAÇ: Anoreksiya nervoza, zayıf bir bedene sahip olma arzusunun ve şişman olmaya karşı duyulan aşırı

korkunun, hastayı kilo vermek amacıyla çeşitli özgün davranışlara ittiği bir yeme bozukluğu tablosudur. AN

sıklıkla ergenlik döneminde başlayan, belirgin ölçüde kadınlarda daha çok görülen bir hastalıktır. Yeme

bozuklukları için bildirilen eş tanı oranı oldukça yüksektir. Bu poster bildiride dört olgu üzerinden AN ve

eştanılarının tartışılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Anoreksiya Nervoza tanısı ile izlenen yaşları 13-16 arasında değişen dört kız hastada, DSM-IV’e

dayalı yapılan psikiyatrik değerlendirilme görüşmesi ile değerlendirilmiş. Eşlik eden tanılar bu görüşme

sırasında klinisyen tarafından belirlenmiştir.

SONUÇ: Klinik değerlendirmeler sonucu başvuru sırasında ilk olgumuzda “Obsesif Kompulsif Bozukluk”,

ikinci olgumuzda “Major Depresif Bozukluk”, dördüncü olgumuzda da “Başka Türlü Adlandırılamayan

Anksiyete Bozukluğu” tanıları saptanmıştır. Ek olarak ikinci ve dördüncü olgumuzda “Obsesif Kompulsif

Kişilik” ve “Bağımlı Kişilik” özelliklerinin olduğu düşünülmüştür. Olgularımız geçmişe yönelik sorgulandığında

üçüncü olgumuzda ilkokul döneminde “Obsesif Kompulsif Bozukluk” tanı ölçütlerini karşılayan yakınmalarının

olduğu saptanmıştır.

YORUM: AN olgularında en sık rastalanılan eş tanılar duygudurum bozuklukları ve kaygı bozuklukları olarak

bildirilmekte, AN olgularının %55-90 gibi yüksek oranlarda, yaşamlarının bir döneminde kaygı bozukluğu

belirtileri gösterdiği bildirilmektedir.. Kaye ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada yeme bozukluğu ile takip

edilen olguların %41’inde en sık rastlanılan kaygı bozukluğu obsesif kompulsif bozukluk (OKB) olarak

bulunmuş, sosyal fobi %20 ile ikinci sırada yer almıştır. Kis ilik bozuklukları da Yeme Bozuklukları’na sıklıkla

eslik eden diger bir tanı kategorisidir. Özellikle sınır kis ilik bozuklug u ve kaçıngan kis ilik bozuklug u es tanı

olarak sık görüldügü. obsesif kis ilik özelliklerinin, AN hastalarında ve ailelerinde yeme bozukluguna es lik ettigi

bildirilmis tir. Bizim olgularımızda da saptanan eştanılar bu bulguları destekler niteliktedir. AN’li hastalarda

tedaviye yanıttaki farklılıklar, gidiş, sonlanım farklı alt grupların varlığını düşündürmektedir. Bu nedenle AN ile

eştanı birlikteliğinin gösterilmesi önemlidir.

PB – 121 ASPERGER BOZUKLUĞU MU? PSİKOTİK BOZUKLUK MU? BİR OLGU

SUNUMU

Semiha Arslan1, Onur Burak Dursun1, Elif Oral2, Esra Özhan İbiş1

Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.1, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

A.D.2

AMAÇ VE YÖNTEM: Asperger bozukluğu (AB) otizmden farklı olarak psikotik bozuklarla sık birliktelik

göstermektedir. Olguların yarısının tanı almadan erişkin döneme ulaştıkları da göz önüne alındığında özellikle

ergenlik ve erişkinlik dönemindeki AB olguları için sıklıkla tanı karmaşası yaşanmaktadır. Bu sunumda AB olan

15 yaşında bir ergenin süreçte eklenen psikotik belirtilerinin yaygın gelişimsel bozukluk bulgularıyla ayrım

zorluğu, yaşanan tanı güçlüğü ve izlem süreci ışığında AB psikotik bozukluk birlikteliğinin tartışılması

amaçlanmıştır.

SONUÇ VE YORUM: AB’de şizofreni ve diğer psikotik bozuklukların oranının yüksek olduğu bildirilmektedir.

AB olgularında erken tanı ve eğitim kadar takipte eklenecek yeni belirtiler için dikkatli olunması, tüm belirtilerin

YGB ile ilişkilendirilmeden tek tek ele alınması, aile içi patolojilerin tespit edilerek düzeltilmesi tedavinin

başarısı için önemlidir.

PB – 122 OTİSTİK BOZUKLUK VE PERİVENTRİKÜLER LÖKOMALAZİ:

İKİ OLGU

Sennur ZAİMOĞLU*, Betül MAZLUM**, Gazanfer Ekinci***

*Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL

** Emsey Hospital, İSTANBUL. *** Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji AD, İSTANBUL

Page 105: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

105

ÖZET

Amaç: Perinatal risk faktö rleri, ötizm ve diğ er birçök nö röğelişimsel bözukluk ile birliktelik ğö stermektedir. Otizmde ö ncelikli ölarak ğenetik yatkınlığ ın ö n planda ölmasına karşın yapılan mönöziğöt ikiz çalışmaları ğenetik etkenlere perinatal kömplikasyönlar dahil ölmak u zere çevresel etkenlerin eşlik ettiğ ini destekler niteliktedir. Yöntem: Sunumda ötizm tanısı alan ve beyin mağnetik rezönans (MR) incelemesinde periventriku ler lö kömalazi (PVL) saptanan 6 ve 9 yaşlarında iki erkek ölğuya ilişkin perinatal, nö röğelişimsel, klinik ve radyölöjik ö zellikler tanımlanacaktır. Sonuç ve Yorum: Döğ um hipöksisinin de içinde yer aldığ ı bir ğrup döğ um kömplikasyönunun, ötizm spektrum bözuklukları için artmış risk öluşturduğ una dair veriler artmaktadır. Alanyazında PVL ile ötistik bözukluk birlikteliğ ine ait yeterli veri yöktur. Ancak PVL ile birlikte ğö rsel-mekansal yetilerin bözulduğ u serebral ğö rme bözuklukları sıklıkla izlenmektedir. Yine PVL ölğularında töplumsal bilişin ö nemli bir bileşeni ölan biyölöjik hareket alğısının bözulduğ u bildirilmektedir. Bu iki ölğunun ğö ru ntu leme ve traktöğrafi bulğularından yaralanılarak ötizm tablölarının fizyöpatölöjisine yö nelik ölası çıkarsamalar u zerinde durulacaktır.

PB – 123 ÇOCUK PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN BİR OLGU

ÜZERİNDEN HALLERVORDEN SPATZ HASTALIĞI

1Serkan Karadeniz, 1Mutlu Karakuş, 1Sema Kandil, 2Sibel Kul

KTÜ Tıp Fakültesi, 1Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Radyoloji Anabilim Dalı

GİRİŞ: Hallervorden Spatz hastalığı nadir görülen, otozomal resesif kalıtım yoluyla geçiş gösteren bir

hastalıktır. ‘Beyinde Demir Birikimi ile Giden Nörodejenerasyon ve Pantotenat Kinaz Bağımlı

Nörodejenerasyon’ isimleriyle de bilinen hastalık geç çocukluk veya erken erişkinlik döneminde ilk bulgularını

verir. Bulgular arasında gövde ve ekstremite kaslarında distoni, rijidite, koreatetoid hareketler, görme

keskinliğinde azalma ve davranış değişiklikleri, sinirlilik, irritabilite, depresyon, ankiyete bozuklukları gibi

birçok psikiyatrik durum görülmektedir.

OLGU: 15 yaşında erkek hasta ‘‘ellerde titreme, ders başarısında düşme ve arkadaşları arasında uyumsuzluk’’

yakınmaları ile hastanemiz Çocuk Nöroloji Polikliniği’ne başvurmuştur. Yapılan fizik muayenesinde Romberg

bulgusu (+), ataksik yürüyüş (+), dismetri (+), tremor (+), disdiadoknezi (+) bulunmuş olup Çocuk Nöroloji

Servisi’ne yatışı yapılmıştır. Yapılan tetkikler ve görüntüleme çalışmaları sonucunda hastaya Hallervorden Spatz

hastalığı tanısı konulmuş ve vitamin B12 tedavisi verilerek ayaktan takibi planlanmıştır. Hastada tanıyı takiben

yaklaşık 4-5 ay sonra ‘uyku problemleri, huzursuzluk, hırçınlık-agresiflik’ yakınmaları olması nedeniyle Çocuk

ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü’ne başvurmuştur. Yapılan çocuk psikiyatri muayenesi ve

psikometrik incelemesi sonucunda hastaya ‘Davranış Bozukluğu, Genel Tıbbi Duruma Bağlı İnsomnia ve Hafif

Düzeyde Mental Retardasyon’ tanıları konularak mirtazapin 15 mg/gün, aripiprazol 2,5 mg/gün tedavileri

başlanmış ve 1. hafta sonunda aripiprazol dozu 5mg/gün’e çıkılmıştır. Takiplerinde hastanın uyku probleminin

tama yakın düzeldiği görülmüştür. Ancak aripiprazol kullanımı sonrası hastanın mevcut olan ekstrapiramidal

sistem semptomlarında artma olması üzerine aripiprazol tedavisi kesilerek tedaviye mirtazapin 15 mg/gün olarak

devam edilmiştir.

TARTIŞMA: Polikliniğe uykusuzluk, algılama sorunları, ekstrapiramidal bulgular ve davranış sorunları ile

başvuran hastalarda Hallorverden Spatz hastalığı ayırıcı tanıda akılda bulundurulmalıdır. Literatürde

Hallervorden Spatz hastalığı ve psikiyatrik yakınması olan hastalarda antipsikotik kullanımı ile ilgili

kontrendikasyon bildirilmemekle birlikte olası ekstrapiramidal sistem yan etkileri nedeniyle dikkatli kullanımları

vurgulanmaktadır. Olgumuzda da antipsikotik kullanımı ile birlikte mevcut olan ekstrapiramidal sistem

semptomlarında artış görülmüştür. Bunun yanında mirtazapin kullanımı sonrası hastanın uyku problemleri tama

yakın düzelmiş ve aileden alınan bilgiye göre davranış problemlerinde de kısmi düzelme olmuştur.

PB – 124 EPİLEPSİ VE HAFİF DÜZEYDE MENTAL RETARDASYONU OLAN BİR

ERGENDE POSTİKTAL PSİKOZ VE ARİPİPRAZOL TEDAVİSİ: OLGU SUNUMU

Serkan Karadeniz, Mutlu Karakuş, Büşra Duran, Canan İnce, Sema Kandil

KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Epilepsi hastalarında görülen psikotik belirtiler ortaya çıkış zamanına göre iktal, interiktal ve postiktal

olmak üzere 3 grupta sınıflandırılır. Postiktal psikoz daha çok 10 yıldan uzun süredir epilepsi nöbeti geçiren

hastalarda görülmektedir. Postiktal psikozu olan hastaların büyük bölümünde psikotik belirtilerin tekrarlama

Page 106: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

106

eğilimi gösterdiği saptanmıştır. Postiktal psikoz kullanılan antiepileptiğin dozunun ayarlanması ve düşük doz

antipsikotik ilaçlar ile tedavi edilebilir.

OLGU: 1,5 aylıkken geçirdiği intrakranial kanama sonrası, epilepsi tanısı ile çocuk nöroloji bölümü tarafından

takip ve tedavisi devam eden 16 yaşında erkek hastada son 2 haftadır epileptik nöbetlerden bir süre sonra ortaya

çıkan görme-işitme varsanıları, perseküsyon sanrıları ve dezorganize davranışlar saptanmıştır. Çocuk Nöroloji

Kliniği tarafından epilepsi tedavisi yeniden düzenlenen hastanın nöbetleri ve psikotik belirtilerinin devam etmesi

üzerine tarafımıza yönlendirilmiştir. Hastanın yapılan çocuk psikiyatri muayenesi ve psikometrik incelemesi

sonucunda ‘’Hafif Düzeyde Mental Retardasyon ve Başka Türlü Adlandırılamayan Psikotik Bozukluk (postiktal

psikoz)’’ tanıları düşünülerek aripiprazol 2,5 mg/gün tedavisi başlanmış olup 3 gün sonra 5mg/gün’e ve 1 hafta

sonunda 7,5 mg/gün’e çıkılmıştır. İlk poliklinik kontrolü 10 gün sonra yapılan hastanın, psikotik belirtilerinin

olmadığı ve dezorganize davranışlarının kaybolduğu görülmüştür. 6 aydır aralıklı poliklinik takipleri yapılan

hastanın nöbetleri devam etmesine rağmen psikotik belirtiler görülmemiştir.

TARTIŞMA: Postiktal psikotik belirtilerin tedavisinde aripiprazol antipsikotik bir ajan olarak tercih edilebilir.

Postiktal psikoz tedavisinde gerek aripiprazol gerek diğer antipsikotik ajanlar ile yapılacak çalışmalara ihtiyaç

vardır.

PB – 125 UZUN SÜRE MULTİPL TANILARLA FARKLI GRUP PSİKOTROP AJAN

KULLANIMI OLAN BİR DİSOSİYATİF BOZUKLUK OLGUSU: ÇARPICI BİR

AYIRICI TANI VE TEDAVİ SORUNSALI

Filiz BAYRIL*, Serkan ŞAHİN*, Zehra BABADAĞI*, Koray M. Z. KARABEKİROĞLU

*Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

GİRİŞ: Dissosiyatif bozukluklarda (DsB), tıbben gösterilebilir bir neden bulunmadığı halde, bellek, kimlik ya

da bilinç işlevlerinin bütünlüğünde bozulma (bölünme) ya da değişme görülür. DsB hastaları psikiyatride en

yüksek oranda çocukluk çağı travmatik yaşantısı bildiren tanı grubudur. DsB’ye yol açan çocukluk çağı

travmaları içersinde istismar ve ihmal önemli yer tutar. Çocuk ve ergenlerde DsB sanıldığının aksine sık görülen

bir bozukluk olmasına rağmen, hem birçok ruhsal hastalıkla karışabilen belirtilere sahip oluşu, hem de bir çok

ruhsal hastalıkla birliktelik göstermesi nedeniyle çoğunlukla tanı koyma aşamasında atlanır. Erken tanı, tedavinin

başarıya ulaşması ve çocuğun psikolojik travmadan korunması için gereklidir. Bu sunumda, uzun süreli

antidepresan, antipsikotik, antiepileptik kullanımı olan DsB’li bir vakaya dikkat çekerek, bu hastaların ayırıcı

tanısında akla gelmesi gereken durumların tartışılması amaçlanmıştır.

OLGU: 17 yaşında, imam hatip lisesi üçüncü sınıf öğrencisi olan kız hasta, bir yıldır hemen her gün olan krizleri

nedeniyle polikliniğimize başvurmuştur. Krizler esnasında farklı bir kişiliğe sahip olmakta, bakışları değişmekte,

bağırıp çağırmakta, çevresindekileri tanımamakta ve evden kaçıp gitmektedir. Bir gün evde siyah kara çarşaflı

bacakları olmayan iki kişinin kendisine aşağıya atlamasını söyledikleri için, üçüncü katta bulunan evlerinin

penceresinden atlamıştır. Bu olay nedeniyle hastaneye yatırıldığı dönemde de aynı görüntüler yine karşısına

gelmiş ve kendisine “Başaramadın” dedikten sonra alev alıp siyah çarşaflarıyla birlikte yandıklarını belirtmiştir.

Hastaya dış merkezde Sertralin 100 mg/gün ve Olanzapin 15 mg/gün tedavisi önerilmiş, ayrıca “Epilepsi” teşhisi

konularak Valproat 1000 mg/gün başlanmıştır. Taburculuk sonrasında engel olamadığı ataklar olmakta, ataklar

sırasında elleriyle boğazını sıkarak kendisini boğmaya çalışmakta, bu sırada “Anne beni kurtar” diye bağırmakta,

birkaç kişi hastayı güçlükle engelleyebilmektedir. Evde yalnız kaldığı bir gün, bir sesin “Kendini bıçakla”

dediğini duymuştur. Sonra da karşısına küçükten büyüğe üç erkek dizilmiş, kullandığı ilaçların tamamını alıp

önüne koymuşlar ve ilaçları içmesini söylemişlerdir. Onların dediklerine uyarak ilaçların hepsini içmiştir. Bu

olaydan iki ay sonra, eve geldiğinde beyninin bir tarafının “Evi yakacaksın”, diğer tarafının ise “Evi

yakmayacaksın” dediğini, yakmasını söyleyen tarafın daha ağır basması nedeniyle mutfak tüpünün borusunu

keserek kibritle alev almasını sağladığı için evin bir kısmının yandığı ve 5 dakika sonra kendine gelerek

komşularına haber verdiği öğrenilmiştir. Hastanın bu krizlerinin son iki aydır günde 3-4 defa olması, krizler

nedeniyle ailenin sürekli olarak tetikte olmaları ve bir hafta önce ilaç kutusunun kapağını açmak için aldığında

ilaçların tamamını ağzına boşaltması nedeniyle polikliniğimize başvurmuştur. Hastanın tanısının ayrıntılı

değerlendirilebilmesi ve tedavisinin düzenlenmesi amacıyla servisimize yatışı yapılmıştır.

TARTIŞMA: Disosiyatif Bozukluğu (DsB) bulunan çocuklar, bu yaş grubuna özgü diğer önemli psikiyatrik

bozukluklar ve bazı nörolojik hastalıklar için karakteristik olan bulgu, belirti ve davranışlar gösterirler. Birçok

vakanın tıbbi öykülerinde değişik belirtiler nedeniyle farklı tanılarla stimulan, antidepresan, antipsikotik ve

antiepileptik ilaçların kullanımı söz konusudur. DsB’li çocukların ayırıcı tanısında hayali arkadaşlık, dikkat

eksikliği hiperaktivite bozukluğu, şizofreni ve psikotik durumlar, duygudurum bozuklukları, epilepsi, borderline

durumlar ve davranım bozukluğu ile karışabilmektedir. Bu sebeple bir çocukta çok sayıda farklı bozukluğa ait

belirti bulunuyor ve daha önce çeşitli tanılarla ve farklı yöntemlerle tedavi öyküsü bulunuyorsa DsB akla

getirilecek tanılardan birisi olmalıdır.

Page 107: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

107

PB – 126 KONVERSİYON BOZUKLUĞU ZEMİNİNDE GELİŞEN SEROTONİN

GERİ ALIM İNHİBİTÖRÜ KULLANIMINA BAĞLI NÖROLEPTİK MALİGN

SENDROM: BİR OLGU SUNUMU

Serkan Şahin, Zeynep Gülçin Yıldırım, Zehra Babadağı, Koray M. Z. Karabekiroğlu, Gökçe Nur Say

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.

AMAÇ: Konversiyon bozukluğu (KB) hareket, duyu ve nörovejetatif sistem organlarında açıklanabilir bir

temele dayanmayan işlev yitimi, işlev azalması ya da çoğalması şeklinde tanımlanmaktadır. Nöroleptik Malign

Sendrom (NMS) ateş, kas rijiditesi, tremor, otonomik disregülasyon bulguları, mental durum değişikliği ve

laboratuar bulgularıyla (yükselmiş CPK, karaciğer enzimleri ve myoglobinüri) karakterize organik bir tablo

olarak tanımlanmıştır. Bu sunumda psödonöbet tablosu ile başlayan klinik durumun, sertralin kullanımına bağlı

geliştiği düşünülen NMS tablosu ile komplike olduğu bir olgunun tartışılması amaçlanmıştır.

OLGU: 17 yaşında erkek hasta, nöbetler şeklinde gelen kollarında ve bacaklarında titreme ve kasılma şikayetleri

ile acil servise başvurdu. Alınan öyküde; yaklaşık sekiz yıldır Epilepsi teşhisinin olduğu ve antiepileptik tedavi

(Karbamazepin) almakta olduğu, son iki haftadır kol ve bacaklarında kasılmaların gün içerisinde birçok kez

olmaya başladığı ve işlevselliğinin belirgin olarak bozulduğu öğrenildi. Bu yakınmaları nedeniyle dış merkezde

uygulanan Video EEE monitorizasyonunda nöbetlerinin nonkonvulzif nitelikte olduğu değerlendirilerek

psikiyatrik konsültasyon önerildi. Dış merkezde erişkin psikiyatristi tarafından yapılan klinik değerlendirme

neticesinde “Konversiyon Bozukluğu” ön tanısıyla Sertralin 25 mg/gün tedavisi başlanmıştır. Sertralin

tedavisinin 2. gününden sonra titreme ve kasılmaları tüm vücudu içerecek şekilde progresyon gösterdiği için acil

servise başvurmuştur. Çocuk nörolojisi tarafından tekrar değerlendirilen hastanın klinik ve laboratuar bulguları

dikkate alınarak “Nöroleptik Malign Sendrom” tanısı konuldu. Klinik tablonun hızla kötüleşmesi, titreme ve

kasılmalarının sürekli devam etmesine bağlı olarak CPK, ALT, AST değerlerinin progresif bir şekilde artması

nedeniyle hastanın genel anestezi eşliğinde entübe edilmesi ve yoğun bakımda tedavisinin düzenlenmesi uygun

görüldü. 20 gün boyunca yoğun bakımda destekleyici tedavinin yanı sıra Dantrolen+Bromokriptin tedavileri

uygulanan hasta genel tıbbi durumu stabil hale geldikten sonra taburcu edilerek ayaktan poliklinik takibine

alındı.

TARTIŞMA: NMS’nin patogenezinde; nigrostriatal yolak, mezokortikal yolak ve hipotalamik nukleustaki

dopamin (D2) reseptörlerinin blokajının rol oynadığı düşünülmektedir. Dopamin blokajının yanısıra serotonin,

norepinefrin, GABA ve asetilkolin dengesindeki bozuklukların da patogenezde yer aldığı ileri sürülmektedir.

NMS daha çok antipsikotik tedavinin bir komplikasyonu olarak ortaya çıkmasına rağmen son yıllarda fluoksetin,

paroksetin, fluvoksamin gibi SSRI antidepresanların kullanımına bağlı gelişen NMS olguları bildirilmektedir.

Literatürde tek başına sertralin (50 mg/gün) kullanımına bağlı NMS bildirilen bir olgu mevcut olmakla birlikte,

NMS ve serotonin sendromu arasında kesin ayırıcı tanının yapılamadığı bildirilmiştir. Bu vaka, KB tanısı olan

hastalarda nörolojik bir durumun eşlik edebileceğinin göz önüne alınması gerektiği, tıbbi bir tabloyu düşündüren

klinik bulguların varlığında destekleyici tedavinin mümkün olduğu servis koşullarında yakın gözlem ve

tedavinin düzenlenmesi gerektiğini vurgulaması açısından önemlidir.

PB – 127 ASPERGER BOZUKLUĞU İZLEM SÜRECİ: ERGENLİK DÖNEMİNDE

YAŞANAN SORUNLAR BAĞLAMINDA BEŞ OLGU ÜZERİNDEN TARTIŞMA

Dr. Serpil ERERMİŞ, Dr.Tezan BİLDİK, Dr.Burcu ÖZBARAN, Dr.Sezen GÖKÇEN

GİRİŞ:Asperger bozukluğu, dil ve bilişsel gelişimde klinik olarak önemli bir gecikme olmaksızın, karşılıklı

sosyal etkileşimde niteliksel bozulma, davranış, ilgi ve etkinliklerde kısıtlılık ve yineleyici örüntülerle

karakterize bir yaygın gelişimsel bozukluktur.

Ergenlik döneminde, ek ruhsal bozukluklar sıktır. Yaklaşık yarısının kişisel sağlık ve özbakımla ilgili sorunları

vardır. Okul uyumu ile ilgili sorunlar(akademik sorunlar ve akran ilişkisi), sosyal geri çekilme 13-19 yaş arası

belirginleşir. Bu hastalar, yaşıtları tarafından kötüye kullanılabilirler ve alkol madde kullanım riski olabilir.

AMAÇ VE YÖNTEM:Ergenlik döneminde, dönem özellikleri ve sık görülen ek ruhsal hastalıklara (anksiyete

bozuklukları, duygudurum bozuklukları, yıkıcı davranış bozuklukları gibi) bağlı olarak sosyal uyum bozulmakta

ve farklı tedavi seçeneklerini denemek zorunda kalınmaktadır. Bu süreci daha iyi tanıyıp, yönetebilmek

amacıyla, uzun süredir izlenip, ergenlik dönemine girmiş, farklı ek ruhsal sorunları ve sosyal uyum düzeyleri

olan 5 hastanın tedavi süreci ve bunu etkikleyen değişkenler incelenmiştir. Hastalar son 6 ay içindeki

durumlarının belirlenmesi amacıyla tekrar çağrılarak psikososyal değerlendirmeleri yapılmışır.

OLGULAR:Asperger bozukluğu tanısı ile 5-7 yıldır izlenen 13-17 yaş arası 4 erkek, 1 kız hastanın ergenlik

Page 108: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

108

döneminde yaşamış oldukları sorunlar, akademik işlevsellikleri, ek psikiyatrik tanıları, tedavi özellikleri ve uyum

düzeyleri dosyaları taranarak değerlendirilmiş, son 6 ay içindeki ruhsal durumları ve psikososyal uyum düzeyleri

belirlenmiştir.

TARTIŞMA VE SONUÇ:Asperger bozukluğunda psikososyal uyumu etkileyen değişkenler olarak tanımlanan,

hastalığa ait özellikler, hastanın bilişsel kapasitesi, ek ruhsal hastalıklar, aile ve çevresel faktörler sunulan 5 olgu

bazında tartışılarak, hastalığın ergenlik döneminde tedavi ve yönetimine ilişkin veriler mevcut literatür eşliğinde

tartışılmıştır.

PB – 128 MAJOR DEPRESİF BOZUKLUK TANISIYLA TAKİP EDİLEN ÖN-ERGEN

BİR HASTADA OLASILIKLA FLUOKSETİNLE İLİŞKİLİ ANJİYOÖDEM: OLGU

SUNUMU

Taha Can TUMAN1, Nuran DEMİR2, Zehra TOPAL2, Bengü Altunay TUMAN3, Ali Evren TUFAN2 1 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

2 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD

3Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Dermatoloji AD

AMAÇ: Anjioödem vasküler sızma nedeniyle dermisin derin tabakaları, deri ve mukoza altı dokularda şişmeyle

karakterize bir tablodur. Lezyonlar eritem ve belirgin ödem ile karakterizedir. Üst solunum yollarında gelişen

anjioödem hayatı tehdit edebilir. Anjioödem kalıtımsal veya edinsel olabilir. Ig E ile ilişkili mast hücre salınımı

anjioödem ve ürtikere neden olur. Ig E ile ilişkili olmayan mast hücre aktivasyonu ise sıklıkla otoimmün

mekanizmalar ile ilişkilendirilmekle birlikte idiopatik olabilmektedir. Yaşlılar, genetik yatkınlığı olanlar, HIV

pozitif bireyler ve kronik böbrek hastaları anjioödem açısından risk altındadır. Anjioödemin polen, yiyecek,

böcek sokması, soğuk, ilaç, ışık gibi diğer etkenlere bağlı da gelişebildiği bilinmektedir. Anjiyoödem, ilaçlar

arasında en sık NSAİİ, ACE inhibitörleri, penisilinler ve nöromüsküler blokerlere bağlı görülmektedir. Bunun

dışında östrojenler, diğer antihipertansifler ve psikotrop ilaçlara bağlı da anjioödem gelişebileceği bildirilmiştir

(1-3).

Fluoksetin kullanımı sonrası, özellikle çocukluk döneminde gelişen anjiyoödem nadirdir (1). Bu sunumda

olasılıkla fluoksetin kullanımına bağlı anjioödem geliştirdiği düşünülen bir ön-ergen olgu sunulacaktır.

OLGU:On bir yaşındaki, ilköğretim 6. sınıf öğrencisi erkek hasta, polikliniğimize “keyifsizlik, sinirlilik, uykuya

dalma güçlüğü, okula gitmek istememe, okulda derslerini dinleyememe ve ders çalışmak istememe”

şikayetleriyle getirildi. Öyküden, yakınmaların son 2 aydır geliştiği ve geçmiş toplumsal, ailevi ve akademik

işlevselliğinin tam olduğu öğrenildi. Özgeçmiş ve soy geçmişinde özellik olmayan hastanın fiziksel ve nörolojik

muayenesinde özellik saptanmadı. Hastanın istenen rutin biokimya, hemogram , TFT normal olarak

değerlendirildi. DSM-IV-TR ölçütlerine göre ‘’Major Depresif Bozukluk, Tek Epizod, Hafif’’ olarak

değerlendirilen hastaya Fluoksetin 10 mg / gün başlanarak bir hafta sonra 20 mg/ güne çıkılması planlandı.

Fluoksetin ile tedaviye başlandıktan dört gün sonra el, yüz, dil, göz ve skrotumda ödem ve solunum zorluğu

şikayetleriyle acil servise başvuran hastadan istenen dermatoloji konsültasyonu sonucunda anjioödem tanısı

kondu. Polen, değişik yiyecekler, böcek sokması, soğuk, ışık gibi diğer etkenler dışlandı. Hasta fluoksetin

dışında herhangi bir ilaç kullanmamaktaydı. Dermatolojinin önerisiyle hastaya prednizolon ve feniramin

başlandı ve anjioödem gelişiminin doz bağımlı olmadığı belirtilerek fluoksetinin kesilmesi önerildi. Fluoksetin

kesilerek sertralin 25 mg/ gün başlandı. Hastanın dermatolojik şikayetleri 48 saat içinde gerileyerek kayboldu.

Takiplerde anjioödem gözlenmedi.

SONUÇ VE YORUM: Hastamızın fluoksetin ile tedaviye başladıktan 4 gün sonra gelişen el, yüz, dil ve

skrotum ödemi ve bu bölgelerde oluşan ağrı yakınması anjioödem tanısı ile uyumluydu. Daha önce alerjik

reaksiyon öyküsü mevcut değildi. İlaç kullanımı dışında öyküde anjioödeme yol açacak herhangi bir faktör

mevcut değildi. Naranjo algoritması ile değerlendirildiğinde 7 puan alınıyordu (İlaca bağlı olması olası

İstenmeyen İlaç Tepkisi, 4). Yazında 1989 yılında Kim ve arkadaşları tarafından fluoksetin yüksek doz

kullanımından iki gün sonra ortaya çıkan ürtiker, anjioödem ve grip benzeri tablo bildirilmiştir. Bu açıdan

olgumuz tedavi edici dozda fluoksetin kullanımına bağlı alerjik bir tablo geliştirdiği için farklılık göstermekte ve

yazındaki ilk bildirim olma özelliğini taşımaktadır. Fluoksetine bağlı olduğu düşünülen bu tepki C1 esteraz

inhibitör eksikliğine bağlı olabilir (1-3). Olgumuzda ve fluoksetine bağlı anjiyoödem geliştiren diğer olgularda

bakılan Ig E düzeyinin normal olması da tip 1 alerjik reaksiyonu düşündürmemektedir. Olgumuzda Ig E

düzeyinin normal olması psödo alerjik anjioödem lehinedir. Bu durumda direkt mast hücreleri uyarılmaktadır.

Olgu bildirimleri arttıkça bu alandaki bilgilerimizin artabileceği düşünülebilir.

PB – 129 FRONTAL KİSTİK LEZYONA BAĞLI ATİPİK PSİKİYATRİK

BULGULAR:OLGU SUNUMU

Page 109: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

109

Tülin Fidan*, Belgin Demet Özbabalık**

*ESOGÜTF Çocuk Psikiyatrisi ABD

**ESOGÜTF Nöroloji ABD

AMAÇ:Araknoid kistler erken fetal yaşamda araknoid membranın iki tabakasının füzyonunun olmaması sonucu

oluşur ve bunu beyin omurilik sıvısı akümülasyonu, kist oluşumu izler. Ruhsal belirtilerin, akut başlangıçlı,

öncesinde ruhsal hastalık öyküsünün ve aile anamnezinin olmadığı, belirgin EEG patolojisinin olmadığı, ruhsal

belirtilerin klinik açıdan atipik özelliklergösterdiği durumlarda, mevcut ruhsal bozukluğun yapısal beyin

lezyonlarıyla ilişkili olma olasılığının yüksek olduğu bilinmektedir. Bu olgu akut başlangıçlı olmasına rağmen

araknoid kiste bağlı ruhsal belirtileri nedeniyle 5 yıl boyunca bir çok ilde Psikiyatri ve Nöroloji başvurusu olması

nedeniyle sunulmuştur.

OLGU:15 yaşında erkek hasta, 2 kardeş/ 1.çocuk, 9. Sınıf öğrencisi, anne öğretmen, baba inşaat mühendisi.

Okulda uyumsuz davranışlar, uygunsuz gülme, öfkesini kontrol edememeşikayetleriyle Ekim 2011 ESOGÜTF

Çocuk Psikiyatrisi Polikliniğine başvuran hastanın alınan psikiyatrik öyküsünde 10 yaşına kadar herhangi bir

ruhsal sorunu olmadığı, 10 yaşındasonraDEHB, Davranım Bozukluğu tanılarıyla Tofranil, Ritalin, Risperdal,

Concerta kullandığı, ilaçlardan yeterinceyarar görmediği,1.5 yıl önce insanlarla iletişim kurmadığı, korkularının

olduğu, evden dışarı çıkmayıp gündüz perdeleri kapattığı, insanların-arabaların ona zarar vereceğini düşündüğü,

arkadaşlarına durup dururken vurması nedeniyle antipsikotik kullanımı ile belirtilerinde belirgin düzelme olduğu

psikotik özelliklerin olduğu bir atak döneminin olduğu öğrenildi. Hasta başvurusundan itibaren 8 ay ESOGUTF

Çocuk Psikiyatrisinde takip edildi. Abizol 20 mgr/gün, Depakin chrono 500 2X1, kullanılmasına rağmen

davranış problemleri, okulla ilgili sorunları kontrol altına alınamadı, okula devam edemedi. İlk başvurunda

yapılanpsikiyatrik muayenesinde,yaşında gösteren, kişi,yer,zaman oryantasyonu tam , iletişimi kısıtlı, görüşme

sırasında uygunsuz gülme ve istekleri (yemek yeme) olan, konuşması soru cevap tarzında, duygudurumhafif

öförik, duygulanım değişken(rahat-neşeli), zaman zaman bulaşıcı neşesi var, algısında patolojik bulgu yok,

düşünce içeriği sığ, yandan cevapları var, o anki ihtiyaçları ile ilgili , zekası sınır düzeyde olarak tespit edilmiştir.

Aile nörolojik muayenesi konusunda bir sorunu olmadığını, defalarca Nörolojiye gittiklerinden bahsetti.

Düzelmeyen atipik ruhsal belirtiler nedeniyle istenen Beyin MRI’ında frontal yerleşimli 6.5 cm’lik arachnoid

kistik lezyon tespit edildi (ŞEKİL 1). Nörolojik muayenesinde patolojik bulgu yoktu. Hastanın takiplerinde

ameliyat sonrasında davranışlarında ve akademik işlevselliğinde belirgin düzelme olduğu gözlendi.

ŞEKİL 1.Frontal Arachnoid kistik görünüm

YORUM:Hastanın ESOGUTF Çocuk Psikiyatrisinde takipleri sırasında Abizol 20 mgr/gün, Depakin chrono

500 2X1 kullanılmasına rağmen, davranış problemleri ilaçla kontrol edilememiştir. Ruhsal belirtileri nedeniyle

DEHB, yaygın gelişimsel bozukluk, Duygudurum Bozukluğu, psikotik bozukluk ön tanıları düşünülmüş olup

DSM IVTR kriterlerinin hiç birini tam karşılamamaktadır. Var olan frontal araknoid kistin davranışlarına

olumsuz etki ettiği, işlevselliğinde düşmeye (ailesiyle uyum sağlayamıyor, okula devam etmiyor) neden olduğu

kanaatine varılmış ve hastanın ruhsal bulgularında post operatif düzelme gözlenmiştir.

Araknoid kistler çoğunlukla asemptomatik olarak kabul edilmelerine rağmen, literatürde araknoid kist ile

ilişkilendirilen mental bozuklukların postoperatif olarak düzeldiğini, impulsif homisid davranışı, emosyonel

küntlük, periyodik ortaya çıkan afektif düzleşme, perseküsyon hezeyanlan, katatonik blokajlar, işitsel ve

kinestetik halüsinasyonlar, baş döndürücü hisler, davranış bozukluklar, geç ve akut başlangıçlı işitsel

halüsinasyonlar ve perseküsyon hezeyanlan gibi atipik mental tabloların orta kranyal fossa yerleşimli araknoid

kistlerle ilişkisini vurgulayan olgular bildirilmiştir.

Tanının gecikmesinde en önemli neden sosyo ekonomik ve sosyo kültürel açıdan yüksek düzeyde olan ailenin

tedaviden yeterince yararlanamadığı için sürekli farklı hekimlere başvurması ve nörolojik açıdan

değerlendirildiğini bir bulgu olmadığını vurgulaması sonucunda nörolojik değerlendirmenin gecikmesi nedeniyle

olduğu düşünülmektedir. Ruhsal belirtileri akut başlayan, atipik özellikleri olan hastaların

değerlendirilmesindeeskiden yapılmış olsa da tüm tetkiklerinin tekrarlanması ile tanıda gecikme engellenebilir.

PB – 130 MERKEZİ SİNİR SİSTEMİ ENFEKSİYONU SONRASI GELİŞEN

PSİKİYATRİK BOZUKLUKLARIN BİR OLGU ÜZERİNDEN

DEĞERLENDİRİLMESİ

Page 110: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

110

Uğur Tekin, Serpil Erermiş, Ayşegül İloğlu, Melek Bulut, Burcu Özbaran, Sezen Köse, Cahide Aydın Ege

Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı A.D. İzmir

ÖZET

GİRİŞ:Merkezi sinir sistemi enfeksiyonlarından biri olan ensefalit, günler ya da haftalar içinde gelişen, dirençli

jeneralize ya da kompleks parsiyel tipte epileptik nöbetler gibi nörolojik bulgularla veya bellek bozukluğu,

çeşitli tipte affektif bozukluklar ve davranış bozuklukları gibi psikiyatrik bulgularla birlikte olabilir. Bellek

bozukluğu: yakın dönem anterograd ve retrograd amnezi; affektif bozukluklar: sıklıkla depresyon, anksiyete,

emosyonel labilite ve kişilik değişikliklerinin yanı sıra halüsinasyonlar ve paranoid hezeyanlar sık görülen

psikiyatrik semptomlardır.

AMAÇ VE YÖNTEM:Bu yazıda daha önce nöropsikiyatirik şikayetleri olmayan, yaklaşık 21 aydır E.Ü.T.F.

pediyatrik nöroloji bölümünde viral meningoensefalit sonrası gelişen epilepsisi nedeniyle takip edilen,

psikiyatrik açıdan davranış, uyum sorunları ve akademik güçlükleri olan 11yaş 9aylık bir erkek hasta

değerlendirilmiş ve sunulmuştur.

OLGU SUNUMU:B.A. sosyoekonomik olarak orta düzeyli bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olup, gebelik,

doğum ve doğum sonrası dönemde önemli bir özelliği olmayan, bebeklik ve çocukluk gelişim öyküsü normal 12

yaşında erkek hastadır.Haziran 2011 de 10 yaşındayken nöbet geçirmesi üzerine hastaneye kaldırılmış ve

epilepsinin viral meningoensefalit sekeli olduğu tespit edilmiş.Psikiyatrik ve psikometrik değerlendirilmeleri

yapılan hastada, haziran 2011 öncesi ve sonrası, hastanın kendisinden, ailesinden ve okuldan alınan bilgiler

dikkate alınarak karşılaştırıldığında, hastalık sonrası belirgin düzeyde işlevselliği etkileyen değişikliklerin ortaya

çıktığı görülmüştür. Yıkıcı davranış bozukluğu, mental retardasyon ve duygudurum bozukluğu tanıları alan

hastanın psikiyatrik ve nörolojik tedavisi sürmektedir.

TARTIŞMA:Merkezi sinir sistemi sonrası gelişen nörolojik hastalık ve tedavisi ve sonrasında görülen

psikiyatrik bozukluklar literatür eşliğinde tartışılmış ve tedavi seçenekleri gözden geçirilmiştir.

PB – 131 ANOREKSİYA NERVOZA TANISI ALAN BİR ERKEK OLGUDA

SAĞALTIM SÜRECİ

Savaş Yılmaz, Ümit Işık Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya AMAÇ: Anoreksiya nervoza (AN); beden imgesinde bozulma, zayıflamak için amansız bir gayret gösterme ve

amenore ile karekterize olan bir bozukluktur. AN Ortalama yaygınlığı % 0.3 olup başlangıç yaşı 15-19 yaş

arasındadır, nadir olarak ergenlik öncesi çocuklar ve bazen de orta ya da ileri yaşlarda başlayabilir. Tüm yeme

bozuklukları içinde erkek hastaların oranı %5-15 civarındadır. Gerçekte bu oran daha yüksek olabilir fakat yeme

bozukluklarının kadınlara ve eşcinsel erkeklere özgü bir hastalık olduğu spekülasyonlarından doğan kaygılar,

sekonder amenore gibi dikkat çekici bir semptomlarının da olmaması ve doktorların yeme bozukluklarının

kadınlara özgü bir hastalık olduğu şeklindeki yanlış bilgileri erkeklerde daha düşük prevelansta bildirilmesine ve

erkeklerin başvuruda isteksiz davranmasına neden oluyor olabilir. Oluş nedenleriyle ilgili çeşitli varsayımların

geliştirildiği bu bozukluğun sağaltımında ilaç sağaltımının yanısıra, bilişsel davranışçı yaklaşımlar da

kullanılabilmektedir. Bu yazımda 12 yaşında bir erkek olguda gelişen anoreksiya nervoza klinik belirtileri ve

sağaltım süreci sunulmuştur. OLGU: 12 yaşında erkek hasta ayaktan tedavi kliniğine iştahsızlık, yemek yemek istememe ve kilo almaktan

korkma şikayetleri ile getirildi. Yakınmaları ilk olarak 7 ay önce arkadaşlarının, kilosu hakkında şakalar yapması

sonrasında başlayan hasta, o dönemde kendi isteğiyle diyete başladığı, yediği miktarın dışında öğün sayısını da

azalttığı, sabah ve öğlenleri kahvaltı yapıp, akşam yemeği yemediği, genellikle bir kase puding ve bir dilim kaşar

yiyerek gününü tamamladığı, ailesinin zoruyla yemeğe oturtulduğunda ise iki kaşık yemek yediği, doydum

diyerek bıraktığı, yemek yedikten sonra da ‘ben kilo alırsam ne yaparım!’ şeklinde söylemleri olduğu, çok

yediğinde üzüldüğünü, pişman olduğunu, az yediğinde ise mutlu olduğunu söylediği, aldığı kaloriyi harcamak

için evin içinde sürekli hareket ettiği, ip atladığı, yedi ay içerisinde 15 kilogram (kg) tartı kaybı yaşadığı (vücut

ağırlığının 56 kg’ dan 41 kg’ a, vücut kitle indeksinin de 24.24’den 17.52 ye düştüğü) öğrenildi. Hasta kilo

almanın kendisi için çok kötü olduğunu, kilo alırsa yüzünün, göbeğinin şişeceğini ve pantolonların olmayacağını

düşünüyor, zayıf olmadığını, kendisini sağlıklı hissettiğini ve tedaviye ihtiyacı olmadığını ifade ediyordu.

Aileden alınan bilgiler ve klinik değerlendirmeler sonucunda anoreksiya nervoza kısıtlayıcı tip tanısı konuldu.

Yapılan konsültasyonlar sonucunda tıbbi komplikasyon ve eş hastalığın olmaması nedeniyle haftalık ayaktan

izleme alınan hastaya bireysel davranışçı terapi ve olanzapin 2,5mg/gün tedavisi başlandı. Birinci haftadan

itibaren kilo aldığı, birinci ayın sonunda da yiyecek ve kilo ile ilgili aşırı değer verilmiş düşüncelerin etkisinin

azalmaya başladığı gözlendi. Hastanın şikayetlerinin üçüncü aydan itibaren belirgin olarak azalması sonrasında

nüksü önlemek amacıyla fluoksetin 40mg/gün tedavisi başlandı. 5 ay boyunca aynı tedaviye devam eden

Page 111: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

111

hastanın şikayetlerinin tam düzelmesinden sonra olanzapin dozu kademeli olarak azaltılıp kesildi. Olgu halen

kliniğimizde takip edilmektedir.

YORUM: Yazında erkek cinsiyette anoreksiya nervoza ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Erkeklerde hastalık

öncesinde obezite oranı kadınlardan daha yüksektir. Hastalığın başlangıcında arkadaşlar, aile üyeleri gibi bazı

kişilerden bir eleştiri veya kilo konusunda bir şaka duyma gibi tetikleyici faktörlere sık rastlanır. Bu hasta da

hastalık öncesinde normal kilolunun üst sınırında olup, arkadaşlarının kilosu hakkında şaka yapması sonrasında

yeme bozukluğu gelişmiştir ve bu da literatürdeki bilgiyi destekler niteliktedir. Yeme bozukluklarının tedavisinde

antidepresanlar ve antipsikotikler sıklıkla kullanılmaktadır. İlaç tedavileri, bu bozuklukların birincil tedavi şekli

olarak değil, eşlik eden bozuklukların tedavisi, tekrarın önlenmesi, benlik algısının ve düşünce içeriğindeki

bozulmaların düzeltilmesi amacıyla önerilmektedir. Çeşitli çalışmalarda olanzapinin hastanın depresyonunda,

anksiyetesinde, çekirdek yeme belirtilerinde önemli bir azalma ve kiloda önemli bir artış sağladığı ile ilgili,

seçici serotonin geri alım inhibitörlerinin de kilosu düzelmiş hastalarda nüksü önlemede işe yarayabildiğini

gösteren veriler bulunmaktadır. Olgumuzda da hastanın tedavisi başlangıçta olanzapin ve bilişsel davranışçı

terapi olarak düzenlenmiş, hastanın kilosu düzeldikten sonra fluoksetin eklenmiştir. Erkek çocuk ve ergenlerde

yeme bozuklukları oldukça seyrektir. Bu konudaki bilgiler daha çok vaka sunumlarına dayanmaktadır. Daha

geniş örneklemlerle yapılacak izlem çalışmalarına ihtiyaç vardır.

PB – 132 ÇOCUKLARDA FLUOKSETİN KULLANIMINA BAĞLI DAVRANIŞSAL

AKTİVASYON: İKİ OLGU SUNUMU

Ümmügülsüm Gündoğdu, Fatma Benk, Ayşe Rodopman Arman

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Davranışsal aktivasyon (DA) duygudurumunda değişiklik, disfori, sinirlilik, ajitasyon, iritabilite ve

ciddi durumlarda akatizinin de eklendiği bir klinik tablodur. Selektif serotonin gerialım inhibitörleri (SSGİ)

kullanan bazı hastalarda davranışsal aktivasyon gözlemlenmektedir. DA ilaç tedavisinin başlandığı ilk haftalarda

ve doz artışı sırasında daha çok görülmektedir. Bu iki olgu sunumunda fluoksetin kullanılan olgulardaki

davranışsal aktivasyonun değerlendirilmesi ve tedavisini amaçladık.

OLGU 1: 8 yaş 4 aylık erkek hasta polikliniğe anne ve babası ile başvurdu. Hastanın başvuru sebebi hırçınlık ve

ders başarısızlığıydı. Hastaya major depresyon tanısı konularak Fluoksetin 10 mg/gün olarak başlandı.

Tedavinin 4. haftasında hastanın değerlendirmesinde konuşmada artış, küfürlü konuşma, saldırganlık gözlendi.

Hasta sesini yükselterek konuşuyor, kolay sinirleniyor oda içerisinde sürekli hareket ediyordu. DA tanısı

konularak fluoksetin tedavisi kesildi ve depresif şikayetlerinin yoğunluğu nedeniyle tedaviye sertralin 25 mg

/gün olarak devam edildi. Dört hafta sonra olan görüşmede hasta sakindi, depresif yakınmaları azalmıştı.

OLGU 2: 6 yaş 1 aylık kız hasta polikliniğe annesi ile başvurdu. Hastanın başvuru sebebi annesinden

ayrılamayışı ve bu sebeple okul reddiydi. Öncelikle davranışçı tedavi yaklaşımı denendi, yeterli sonuç

alınamayınca seperasyon anksiyetesi tanısı varlığında Fluoksetin 10 mg/gün olarak başlandı. Tedavinin 4.

haftasında hastanın değerlendirmesinde hastanın okula artık rahat gidebildiği ancak evde sürekli hareket ettiği,

cama doğru giderek 'kendimi atacağım' dediği ve yüksek sesle konuştuğu öğrenildi. DA tanısı konularak

fluoksetin tedavisi kademeli olarak kesildi. Tedavi kesilmesinin 1. haftasında şikayetlerinin hızla düzeldiği

görüldü.

YORUM: DA’da orbitofrontal döngüdeki serotonerjik yolaklardan kaynaklanan beklenmedik reseptör yanıtının

yanı sıra ventral tegmental alanda dolaylı olarak dopaminerjik hücrelerin inhibisyonu ya da akatizi benzeri bir

mekanizmanın varlığından söz edilmektedir. Serebral lezyonlara ya da cerrahi müdahalelere bağlı olabileceği

gibi SSGİ kullanımı sırasında da karşımıza çıkabilir. DA ilacın kesilmesinden sonra düzelebilir ama bazı

vakalarda ilacın aniden kesilmesi reaksiyonu daha da şiddetlendirebilir. Etkili olan minimum doz kullanmak,

ihtiyaç duyulursa kademeli olarak doz artışı yapmak ve ilaç tedavisi yanıtını dikkatle takip etmek DA için

koruyucu olacaktır.

PB – 133 AKRAN ZORBALIĞINA MARUZ KALAN BİR ROBİNOW SENDROMU

OLGUSU

Fatma Benk, Ümmügülsüm Gündoğdu, Ayşe Rodopman Arman

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

AMAÇ: Akran zorbalığı, bilinçli olarak yapılan ve kurbana fiziksel, zihinsel, sosyal ya da psikolojik zarar verme

amacı güden söz ve eylemleri içerir. Zorbalığın süreç içinde tekrarlama özelliği vardır. Genellikle kurban kendini

Page 112: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

112

koruyamayacak ve savunamayacak durumdadır. Zorbalar eylemlerini bireysel ya da grupla yapabildikleri gibi,

kurbanlar da bu eylemlerden bireysel ya da grup olarak zarar görebilirler. Zorbalığa maruz kalan bir kişide uyum

problemleri ve birden çok psikiyatrik problem gözlenmektedir. Robinow sendromu otozomal dominant veya

otozomal resesif geçiş gösteren, görülme sıklığı 1:500000 olan nadir bir genetik hastalıktır.Bu sendrom kısa boy,

kısa kol ve bacaklar, 5. parmakta klinodaktili görülen eller, omurga anomalileri, hipoplazik genital organ ve

makrokranium ile karakterizedir. Bu sendroma maruz kalan hastalarda kalp defektleri ve böbrek anomalileri

görülebilir. Bu poster sunumunda, Robinow sendromlu bir vakanın akran zorbalığına maruz kalmasını

paylaşmayı amaçladık.

OLGU: 11 yaş 5 aylık erkek hasta polikliniğe annesi ile başvurdu. Hasta yaşıyla uyumlu, Robinow sendromu

görünümüne sahipti. Burun kökü basıklığı, yarık dudak, üçgen ağız gingival hipertrofi, hipertelorizm, 3. ve 4.

metakarp kısalığı, ön kol ve bacaklarda kısalık, kifoskolyoz mevcuttu.Hastanın zeka düzeyi klinik olarak normal

sınırlar içerisindeydi. Anne baba arasında akrabalık mevcuttu.Tanısı doğduktan sonra morfolojik özelliklerinden

yola çıkılarak genetik inceleme inceleme sonrasında konulmuş. Okulda arkadaşları sendromik görünümü

nedeniyle sözel ve fiziksel şiddet uyguluyorlardı.Özellikle hastanın boyuna yönelik sözel ifadeler (takma isim)

belirgindi.Hastanın depresif yakınmaları vardı. Okul idaresi bu konuda disiplini sağlayamıyordu. Hastaya major

depresyon tanısı konuldu. Fluoksetin 20 mg/gün olarak başlandı. Tedavinin 4.haftasında hastadaki depresif

belirtiler gerilemeye başladı. Bu süreçte okulda fiziksel şiddetin artarak devam ettiği öğrenildi. Daha sonraki

kontrollerinde okulda zorbalığın devam etmesi nedeniyle tedavi olumlu sonuç vermedi. Aileye okul yönetimi ile

işbirliği önerildi. Ailenin bu konuda resmi makamlara başvuru yapacağı öğrenildi.

YORUM: Akranları ya da arkadaşları tarafından fiziksel, sözel, cinsel ya da duygusal zorbalığa maruz kalan

çocukların hem kısa, hem de uzun dönemde bu tür yaşantılardan olumsuz biçimde etkilendiğine ilişkin

araştırmaların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Vakamız sendromik görünümü nedeniyle zorbalığa maruz

kalmıştı. Yaptığımız araştırmalarda literatürde sendromik görünümde olan çocuklara karşı yapılan zorbalık ile

ilgili bir çalışmaya rastlamadık. Bu vakada sendromik görünümdeki çocukların zorbalığa daha fazla maruz

kalabilecekleri ve bununla ilgili olarak alınacak çevresel ve idari önlemlerin, sağaltımda farmakoterapiden daha

etkin olabileceğini vurgulamayı amaçladık.

PB – 134 TRAFİK KAZASI SONRASI, YOĞUN INTİHAR DÜŞÜNCELERİ,

UYGUNSUZ CİNSEL DAVRANİŞLARİ OLAN BİR OLGU

Veli Yıldırım1, A. Orhan Çelik2, Olcay Ünver3, Özalp Ekinci4, Fevziye Toros4

1Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 2Tokat Devlet Hastanesi Radyoloji, 3Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk Nörolojisi, 4Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen

Psikiyatrisi AD

GİRİŞ: Postkonküzyonel sendrom(PKS) kafa travması sonrası, fiziksel, bilişsel, emosyonel ve davranışsal bazı

belirtilerin üç aydan fazla sürdüğü bozukluktur. Kolay yorulma, uyku bozuklukları, baş ağrısı, baş dönmesi,

dikkat, bellek, planlı ve organize olamama, irritabilite, anksiyete, depresyon, affektif labilite, uygunsuz cinsel

davranışlar, veya diğer uygunsuz sosyal davranışlar, apati, spontanlıkta azalma, dürtüsellik gibi belirtiler görülür.

PKS, suisidal girişimler görüldüğü bildirilmiştir.

ÖYKÜ: M.D. 14 yaşında erkek olgu okula gidememesi, ölüm düşünceleri, annesinin ve ablasının önünde

mastürbasyonları olması, öfke nöbetleri nedeniyle başvurdu. Mimiklerinin daha donuk olduğu, kazadan önce

daha neşeli olduğu öğrenildi. Altı ay önce trafik kazası geçirip sonrasında bilinç kaybı ile hastanede 65 gün

yoğun bakım ünitesinde yattığı anlatıldı. Gün boyu bilgisayardan kaldıramadıklarını, kaldırmayı denediklerinde

çok sinirli olduğu, evdeki eşyalara zarar verdiği öğrenildi. Herhangi bir engelleme olmasa bile günde 4-5 kez

öfke nöbetleri olduğu bildirildi. İlk başlarda bunları kazaya bağlı kayıplarına bağladıklarını, ama daha sonra aile

için katlanılamaz bir hale geldiği anlatıldı. Uykuya dalma ve sık uyanma şikayetlerinin olduğu öğrenildi.

Aripirazol tedricen 10mg/g, alprazolam 1mg/gün başlandı. Ancak alprazolam sonrası unutkanlığında artış

öğrenildi. Bir ay sonraki kontrolde sinirlenmelerin yanında ara ara aniden gülme krizlerinin olduğu, affekt

regulasyon bozuklukları, öfke kontrol bozukluğu nedeniyle valproik asit 1000 mg /g dozunda tedricen başlandı.

Üç ay sonra kontrolde, mastürbasyonlarının azaldığı öğrenildi. Hastanın çok yoğun unutkanlık, organize

olamama, unutkanlık, dikkatini uzun süre derslerine verememesi ve okula devam edememesi nedeniyle

metilfenidat oros 27mg başlanarak 36mg daha sonra 54mg yükseltidi. Hastanın kan tetkikleri ve iki kere çekilen

EEG çekimleri normaldi. Sağ temporal lob anteriorunda sol ile karşılaştırıldığında sinyal artımı dikkati

çekmiştir. Ayrıca bu düzeydeki atrofiye sekonder sağ lateral ventrikül temporal hornu genişlemiştir. Bulgular

kontüzyonel beyin hasarı ile uyumludur. Etkilenen yapılar arasında hipokampüs, parahipokampüs, unkus,

amigdala bulunmaktadır.

TARTIŞMA: Kafa Travması ile parankimal zedelenme sıklıkla iki şekilde olur. Birincisi Kontüzyon, ikincisi

ise Diffüz Aksonal Zedelenme şeklindedir. Kontüzyon, beyin parankiminin dura ile kemik yapılara yakın

Page 113: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

113

komşulukta olduğu yerlerde izlenir. Coup ve counter coup olmak üzere iki çeşidi vardır. Coup kontüzyon

travmanın uygulandığı alan komşuluğundaki parankimde, fraktür olsun yada olmasın izlenirken, counter coup

kontüzyon ise travmanın uygulandığı alanın tam tersi istikametinde izlenir. Coup kontüzyon en sık temporal lob

anterior (%50) ve frontal lob anterior-inferior (%30) kesimlerinde izlenir. Diffüz aksonal zedelenme ise ani

hızlanma ve yavaşlamaya bağlı olarak gelişir. Travma uygulanan alan ile arası uzaktır. En sık frontotemporal

loblarda parasagittal alanlarda ve korpus kallosumda izlenir.

PB – 135 TİK YAKINMASI İLE BAŞVURAN ASPERGER TANILI KIZ ERGEN

OLGUDA TANI KARMAŞASI ÖYKÜSÜ

Zeki ÇELİK, Işık GÖRKER TRAKYA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI A.D.

GİRİŞ: Asperger Bozukluğu karşılıklı sosyal iletişimde yetersizlik, sınırlı yineleyici kalıp davranışlar ve

aktiviteler, ilk 3 yaşta dil gelişimi ve bilişsel gelişimde önemli bir geriliğin gözlenmediği bir bozukluktur. Tikler

ani, tekrarlayıcı, ritmik olmayan basmakalıp, çoğu zaman normalde de rastlanılabilecek bir hareket ya da

davranışı andırabilen motor hareket, mimik, jest ya da ses çıkarma davranışlarıdır.

OLGU: Ailesi tarafından el burkma yakınmalarının olması üzerine tik bozukluğu düşünülerek polikliniğimize

getirilen 14 yaşındaki kız olguya değerlendirmelerimiz sonucunda Asperger bozukluğu tanısı konmuş olup, el

burkma hareketleri de stereotipik hareket olarak değerlendirilmiştir. Öncesinde aynı yakınmayla çocuk nörolojisi

polikliniğine de başvuran hasta, yapılan tetkikler sonucunda MECP1 geni tespit edilerek Rettsendromu?

öntanısıyla polikliniğimize yönlendirilmiştir.

TARTIŞMA: 4 yaş itibariyle farklı yakınmalarla çocuk psikiyatristine başvuran ve bu yakınmalar doğrultusunda

farklı zamanlarda Tik Bozukluğu, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Asperger Sendromu, Rett

Sendromu tanılarını aldığı öğrenilen olgumuzun bu tanı karmaşası öyküsü literatür eşliğinde yazımızda

tartışılmıştır.

PB – 136 OKULOKUTANÖZ ALBİNİZM VE ASPERGER BİRLİKTELİĞİ:BİR

OLGU SUNUMU Zeki Çelik, Mengühan Araz, Işık Görker

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Anabilim Dalı

GİRİŞ:Asperger Bozukluğu, Otistik Spektrum Bozuklukları içinde yer alan bir bozukluktur. Asperger

Bozukluğu’nun kesin etyolojisi henüz bilinmemektedir, ancak çevresel, nöroanatomik ve biyokimyasal

etkenlerin etyolojideki rolü ile ilgili yeterli kanıt bulunamaması, genetik çalışmaların sayısında artışa neden

olmuştur. Asperger Bozukluğu’nda otizmde olduğu gibi genetik olarak kalıtılabilir bir bozukluk olduğuna dair

sağlam kanıtlar vardır.

YÖNTEM:Bu bildiride daha önce birlikteliği kaynaklarda yer almayan, okulokutanöz albinizm ve eşlik eden

Asperger Bozukluğu tanısı almış 6 yaş 1 aylık erkek olgu sunulmuştur. Hasta kliniğimizde görüldükten sonra

Asperger sendromu tanısı almıştr. Asperger ve okülokutanöz albinizm birlikteliği ile ilgili kaynak taraması

yapılmış ve olgu sunumu hazırlanmıştır.

TARTIŞMA: Okulukutanöz Albinizm ve otizm birlikteliği, kaynaklarda az sayıda bildirildiği saptanmış, ancak

Asperger Bozukluğu ile herhangi bir birliktelik durumuna rastlanmamıştır. Bu durum çocukluk çağı otistik

spektrum bozukluklarının okulokutanöz albinizm ile genetik bir ilişkisinin olup olmadığı sorusunu akla

getirmektedir.

ANAHTAR KELİMELER: otizm, okulokutanöz albinizm, asperger bozukluğu

PB – 137 RİSPERİDON KULLANIMINA BAĞLI DİŞ ETİ KANAMASI

Hatice Yardım Özayhan1, Sabri Hergüner2

1Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Beyhekim Psikiyatri Kliniği, 2Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen

Psikiyatrisi AD

Amaç: Mental retardasyonu olan çocuk ve ergenlerde yapılan çalışmalarda risperidonun saldırganlık ve kendine

zarar verici davranışları azaltmada etkili olduğu gösterilmiştir. En sık yan etki olarak sedasyon, iştah artışı ve

Page 114: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

114

kilo alımı belirtilmektedir. Bu yazıda mental retardasyonu olan bir hastada risperidon kullanımı sırasında ortaya

çıkan diş eti kanaması olgusu sunulacaktır.

Olgu: 10 yaşında, kız hasta çok konuşma, hareketlilik, geç saatte uyuma ve elini ısırma şikayetleriyle ailesi

tarafından polikliniğe getirildi. Yapılan muayene ve psikometrik inceleme sonucu hafif mental retardasyon (Zeka

Puanı 50) tanısı konuldu. Aşırı hareketlilik, çok konuşma, geç yatma ve kendine zarar verici davranış için

risperidon 0.25 mg/gün başlandı. On beş gün sonra şikayetlerinde kısmi iyileşme olması üzerine doz 0.5

mg/gün’e artırıldı. On gün sonra aileden tarafından alınan bilgiye göre; her gün hasta ilacı aldıktan yaklaşık bir

saat sonra dişetinde kanama gelişmiş. .Bunun üzerine risperidon dozu 0.25 mg/gün’e azaltıldı. Risperidon dozu

0.25 mg/gün kullanırken herhangi bir kanama belirtisi olmadı. Ancak belirtilerdeki şiddetlenme üzerine ailesi

tarafından risperidon 0.33 mg/gün’e arttırılmış ve diş eti kanaması çok hafif miktarda bazı günler olduğu

öğrenildi.

Tartışma: Risperidonun hipotermi, priapizm, uyku apne sendromu, idrar retansiyonu, diabet, hipoglisemi gibi

birçok yan etkisi bildirilmiştir. Risperidon ile ilgili yapılan çalışmalarda kan hücrelerini de etkilendiği

gösterilmiştir. Kanama risperidonun nadir görülen bir yan etkisidir. Risperidonun trombositopeni veya başka

mekanizmalarla kanamaya neden olduğu az sayıda olgu bildirilmiştir. Risperidon, sarpogrelate gibi güçlü

5HT2A reseptör antagonistidir. Sarpoglerate, trombosit agregasyonu ve trombositlerdeki vazokonstrüktör cevabı

azaltarak, mikrosirkülasyondaki kan akımını artırır. Risperidon da benzer şekilde mikrosirkülasyonun diğer

bölümlerinde aynı etkiye neden olabilir. Risperidon kullanımına bağlı hemorajik sistit, burun kanaması olguları

da bildirilmiştir. Ancak risperidon ile ilişkili diş eti kanamasına rastlanmamıştır. Bu olgu risperidon kullanımıyla

ilişkili doza bağlı ilk olarak bildirilen yan etki olabilir.

PB – 138 ÇOCUK PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİNDE YENİ BİR UYGULAMA:

HASTALIKLARA VE TUTUMLARA YÖNELİK BROŞÜRLER

Merve ÇIKILI UYTUN, Rabia DURMUŞ, Bedia İNCE TAŞDELEN, Emel KARAKAYA, Sevgi ÖZMEN, Hatice

DOĞAN, Didem Behice ÖZTOP

Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Kayseri

GİRİŞ:Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları uzmanlığı tıp bilgisinin ruhsal, bedensel ve sosyal konuları

kapsayan bilgilerle bütünleştirilmesini gerektiren disiplinler arası bir nitelik taşır. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve

Hastalıkları uzmanlık alanının bilimsel içeriğine bakıldığında; genetik, fizyolojik, biyokimyasal, nöroendokrin

yapıyı doğum öncesi ve sonrası gelişimsel özellikleri incelemesi açısından ‘biyolojik bir bilim’dir. Çok erken

dönemlerden başlayarak, insanlar arası ilişkileri ve etkileşim biçimlerini inceleyen bir ‘insan bilimi’; çocuk

yetiştirmeye ilişkin tutumları, ailesel ve çevresel etmenleri araştırmasıyla bir ‘toplum bilimi’dir. Ayrıca, çocuklar,

ergenler ve ailelerin davranışlarının değerlendirilmesi, biçimlendirilmesi açısından bir ‘eğitim, gelişim ve

davranış bilimi’ ortaya çıkan ruhsal nitelikli sorunların, çocuklukta yerleşmeden, yaygınlaşmadan ele alınıp

düzeltilmesi, sağlıklı bireylerin yetişmesi için gerekli önlemlerin planlanması yönünden bir ‘koruyucu hekimlik

bilimi’dir. Buna yönelik çocuk psikiyatri polikliniklerinde hastanın biyopsikososyal değerlendirilmesi, mevcut

psikopatolojilerin ve psikososyal etkenlerin belirlenmesi, saptanan psikopatolojilerin sağaltımı konusunda

müdaheleler uygulanmaktadır. Ayrıca polikliniğimizde bunlara ek olarak hastalara ve ailelerine verilmek üzere

çeşitli broşürler hazırlanmıştır.

BROŞÜRLER.Otizm, Öfke kontrolü, Tuvalet Eğitimi, Stres ve Çocuklara etkileri, Çocukların Gelişimi,

Öocuklarda Uyku Problemleri, Disiplin, Parmak emme, Tırnak yeme ve Emzik Kullanımı, Obezite, Aile zamanı

ile ilgili Broşürler Amerikan Pediatri Birliğinin hazırladığı broşürler temel alınarak hazırlanmıştır. Aşağıda

broşürlere ait örnekler verilmiştir.

TARTIŞMA- SONUÇ:Poliklinik ekibimiz tarafından ortak olarak hazırlanan bu broşürler hastalarımıza

verilmiştir. Verilen hastaların poliklinikten daha tatmin olmuş bir şekilde ayrıldıkları görülmüştür. Ayrıca

poliklinğimizde staja gelen öğrenciler tarafından da broşürler incelenmiş ve onların eğitimine de katkı

sağlamıştır. Hastaların ve ailelerinin broşürlerden oldukça memnun oldukları, doğru bilgilere ulaşıp

çevrelerindeki insanlara da bu bilgileri ulaştırdıkları, ayrıca tutum önerilerine dair unuttukları bilgileri

broşürlerden tekrar hatırladıkları geri bildirimleri alınmıştır. Polikliniğimizde fayda gördüğümüz bu uygulamanın

diğer Çocuk Psikiyatri polikliniklerine örnek olabilmesi amacıyla posterimiz sunulmuştur.

İletişim Adresi: [email protected]

Page 115: 23.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresicocukergenkongre.com/pdf/23_ulusalkongre.pdf · Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF

23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013

115