46

42 06 haziran

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Marmara Üniversitesi Bilim-Kurgu ve Fantezi Kulübü tarafından hazırlanan ve yayınlanan '42' adlı alt-kültür dergisi

Citation preview

Page 1: 42 06 haziran
Page 2: 42 06 haziran

Selam.

Merhaba sevgili okur. İki aydır görüşemiyoruz, ve inan biz, seni senin bizi özlediğinden daha çok özledik, ve bu

aydan itibaren arayı kapatmaya başlamak istiyoruz. Öncelikle, bahsetmek istediğimiz çok önemli iki konu var.

Önce bizim için çok anlamlı ve önemli bir şeyden bahsetmek istiyorum. Dergimiz Çizgi Roman Okurları

Platformu’nun 4 senedir düzenlediği, Çizgi Roman Okur Ödülleri’nde bu sene “En iyi çizgi roman yayınlayan E-

dergi” kategorisinde aday olmuştu. Sizlerin de desteği ile birinci seçildik. Açıkcası ödülü alana kadar pek birşey

hissetmemiştim ancak sahneye çıkıp ödülü aldığımda kişisel olarak ve dergi adına yaşadığım gururu anlatamam.

Biz bundan 7 ay önce bir dergi yapalım diye atıldığımızda aklımızda insanların okuyup takip edebileceği ,hoş bir

içerik bulabileceği bir dergi yaratmak vardı. Ve sanıyorum ki bunu az çok başarıyoruz. Bundan sonra daha çok

çalışarak, daha kaliteli içerikle karşınızda olmaya çalışacağız. Önümüzdeki aylarda bizi takip edin.

Bahsetmek istediğimiz bir diğer konu da, Gezi Parkı olayları. Olayların detaylarından ve büyüklüğünden bahsetmek istemiyoruz, çünkü hepiniz 'sosyal medya'da olayları görüyorsunuz. Olaylar bizi de çok üzdü tabi ki. Ancak 80'lerin ve 90'ların efsane nesli, son 11 gündür sözlük başlığı olmaktan çıkıp, bobiler'den de taşıp sokaklara döküldü ve mükemmel şeyler yarattı. Birçoğu apolitik olan bu insanlar; sokağa ve her yere medeniyet ve mizah yaydı, bizim çok güzel ve eğlenceli bir toplum olduğumuzu tüm Dünya'ya gösterdi. Kentsel şiddete, çevre yıkımına, polis faşizmine, kısmi demokrasiye biz de karşıyız, ve ifade özgürlüğü ile ifade özgürlüğünü savunan insanlar çok seviyoruz. Savaşmayan, barışan bu toplumu da, sizi de çok seviyoruz. Güç sizinle olsun, İyi okumalar. #direngezi Aykut & Çağlar

Page 3: 42 06 haziran

İÇİNDEKİLER

Sayfa 5 – Bioshock Infinite

Sayfa 8 – Starcraft Heart Of The Swarm

Sayfa 13 – Trials

Sayfa 16 – Thrash Metal

Sayfa 22 – Airbourne

Sayfa 24 – Soilwork The Living Infinite

Sayfa 25 – U.D.O. Steelhammer

Sayfa 27 – Yaşlı Adamın Savaşı

Sayfa 29 – 7 Detektif

Sayfa 28 – Game Of Thrones

Sayfa 32 – Gezgin Şövalye

Sayfa 32 – Planet Of The Apes Filmografi

Sayfa 41 – Battlestar Galactica

Sayfa 43 – The Raven

Sayfa 45 – The Road

Page 4: 42 06 haziran
Page 5: 42 06 haziran

Oyun

Siz hiç muhteşem bir macera yaşadınız mı? Veya

büyük gizemlerin peşine düştünüz mü? Dünyanın

kaderini değiştirecek gibi oldunuz mu hiç? Ya da daha

büyük amaçlar için fedakarlık yaptınız mı?

Belki bizzat olarak değil ama bir oyuncu olarak

yukardakileri pek çok kez yaptığınıza eminim.

Oyun oynamayı seviyorum. Oyunlar bana yapmak

isteyeceğim yüzlerce şeyi yapma fırsatı veriyor. Çoğu

zaman gerçek hayatın sıkıcılığından uzaklaştığım bir

ara mola gibi düşünüyorum. Tabi ki sonunda hepsi

birer oyun. Er yada geç gerçek hayata geri dönüyoruz.

Oyun, oyun olarak kalıyor.

Bioshock Infinite oyun olarak kalmayan nadir

oyunlardan. Uzun zamandır atmosferi bu kadar

gerçekci, karakterlere bu kadar bağlayan, müthiş bir

hikayeyi mümkün olduğunca az anlatan oyun

oynamamıştım. Neyse lafı daha fazla uzatmadan size

şunu sormak istiyorum;

Yazı mı, tura mı?

Fırtınalı bir denizde dalgaların salladığı kayıkta

giderken elime bir silah tutuşturuluyor. Ah, bir de

resim var. Sanırım bu kızı bulmam gerekiyor.

Önümdeki iki kişinin benimle pek muhabbet edesi yok.

Galiba cevapları kendim bulmam gerekiyor. Kim bu kız

ve neden onu istiyorlar?

Daha önce Bioshock oyunlarını oynayanlar bilir.

Oyunun her ne kadar müthiş bir hikayesi olsa da bu

size açık açık sunulmaz, kendinizin eşelemesi gerekir.

Duvardaki yazıları okumanız, bulduğunuz her kaydı

dinlemeniz gerekir. Ama sonunda da muhteşem bir

kurgu ile ödüllendirilirsiniz.

Bioshock Infinite hem Bioshock 1,2’ye çok benziyor

hem de bir o kadar farklı. Farklı, çünkü denizin

dibinden sonra gökyüzündesiniz, bambaşka bir

atmosfer var. Farklı, çünkü Rapture’da felaket

olduktan sonra bulunuyorken, Colombia’da her şey

güllük gülistanlık, insanların içindesiniz. Ama en

önemli değişiklik Elizabeth(ki kendisi hakkında

saatlerce konuşabilirim. ).

Hep atmosfer, hep atmosfer biraz da içerikten

bahsedeyim. Ancak oyunumuz burada da oldukça

güçlü. Oyunda muhteşem çatışmalara giriyorsunuz. İlk

oyunun kapalı alanlarda, az sayıda düşmanla

kapışmalarınızın yerini, sürüyle düşman ve açık alanlar

alıyor. Ve hemen hemen her açık alanda üzerinde

kendinizi taşıyabileceğiniz raylar ve pek çok etkileşime

girebileceğiniz siper, cephane, kanca vb. tarzda şeyler

oluyor Elizabeth sayesinde(bknz. Her eve lazım

kutusu). Düşmanlarımız da oldukça çeşitli. Klasik

askerler dışında partiotlar, vigor almış düşmanlar gibi

farklı tipde düşmanlar da mevcut ve hepsinin kendine

göre zorlukları var. Hele ki bi handymanler var of

Page 6: 42 06 haziran

Müzikler

Bir Bioshock oyunun olmazsa olmazı

muhteşem müzikleridir kesinlikle. Ve

yine G. Schyman döktürmüş. Oyun

içinde aksiyonun ortasında pek

farkedemeseniz de çok güzel bir albümü

var oyunun. Hemen hemen her şarkısı

oldukça güzel, ancak gözlerim bir The

Ocean on His Shoulders aradı ve ne

mutlu ki bu oyunda da buldum.

Elizabeth, kesinlikle bu şarkıyı dinleyin.

Bu arada dikkatimi çekti, iki şarkının da

isimleri bu kadar oturaklı olabilirmiş.

diyorum, big daddy bunların yanında çocuk kalır. Bir

de bütün bunlara ek olarak muhteşem çatışma

mekanikleri ekleyin. Silahların hissi

olsun, oynanış hızı olsun çok başarılı.

bu da çatışırken inanılmaz keyif

almanızı sağlıyor.

Tabi bu yukarıda saydığım

düşmanlara karşı tek başınıza

değilsiniz. sizin de envai çeşit

silahlarınız ve vigorlarınız var.

Bioshock’daki plasmid yerine burada

da vigor kullanıyoruz. Toplamda 8

çeşit vigorumuz var. Bunlar alev topu,

yıldırım, düşman kontrolü gibi hoş

güçler kazandırıyor. Hepsi de 2 kere

geliştirilebilir. Silahlar da aynı şekilde

geliştirilebiliyor. Yani anlayacağınız

paraya olan ihtiyacınız asla bitmiyor. Oyundaki bütün

paraları toplayıp, hiç ölmeseniz bile (ölünce para

kaybediyorsunuz çünkü) tüm geliştirmeleri yapma

şansınız yok. O yüzden favori silahlarınızı ve

vigorlarınızı belirleyip bunlara yönelin derim.

Oynanış biraz çizgisel, ancak bu

beklenen birşeydi. Zaten oyun

sizi aksiyona boğduğu için pek

farketmiyorsunuz. Mekanlar çok

başarılı, özellikle oyunun

sonlarına doğru etrafınıza

ağzınız açık bir şekilde

bakakalıyorsunuz.

Peki hiç mi eksisi yok bu

oyunun? Var. İlk gözüme

batan Bioshock 1 ve 2 ile çok

benzer olduğu. Plasmid yerine

Vigor, Audio Diaries yerine

Voxophone, Big Daddy yerine

Handyman. Hani tamam,

bunlar ilk oyunda da

sevdiğimiz güzel

mekaniklerdi. Ancak daha

farklı olabilirdi. Mesela

hikayeyi bulduğumuz

Voxophone kayıtlarından

dinlemek yerine(bu arada oyun içinde Voxophoneları

dinlerken altyazı çıkmıyor. Oyunun içinden menüye

girip dinlemenizi tavsiye

ederim. Sesler biraz boğuk

çıkıyor anlamakta

zorlanabilirsiniz.), oradaki

insanlardan öğrenebilirdik.

Yada biraz daha farklı

yenilikçi mekanikler

geliştirilebilirdi. Bir diğer eksi

bulduğum nokta ise

hikayenin çok eşelemenizi

gerektirmesi. Ah, inanın

buna değiyor. Ortada müthiş

bir hikaye var. Ancak

neredeyse her detaya dikkat

etmeniz, bulduğunuz herşeyi

dinlemeniz gerek. Bi buna

rağmen oyunun sonunda “ee, ne oldu şimdi?!”

demeniz mümkün. Bu yüzden dikkatli oynayın ve

kesinlikle ama kesinlkle oyunu bitirene kadar hikayeyi

internette eşelemeyin. Spoiler kurbanı olmayın. Tabi

hikayenin bu kadar gizli olmasının güzel yanları da yok

Anlamdıramadığınız sahnelerden biri.

Bu arkadaşlar canınızı çok sıkacak.

Page 7: 42 06 haziran

Elizabeth

Oyunumuzu diğer Bioshocklardan ayıran

en önemli unsur Elizabeth. Daha önce

pek az oyunda bir karakter bu kadar

insansı olmuştur. Zaten oyunun yapım

aşamalarına bakarsanız Elizabeth’in

modellenmesinde ne kadar titizlikle

durulduğunu görebilirsiniz. Elizabeth

sadece yanımızda gezdirdiğimiz bir

karakterden ibaret değil. Önclikle kendi

başının çaresine bakabiliyor, İlginç güçleri

var ve çatışmalar sırasında size sağlık

paketi , mermi atıp yardımcı olabiliyor.

Yetmedi kilitli kapıları açıyor. Bir de

bunun üzerine size o şirin mavi gözlerle

bakıp bir iki kelime sohbet etti mi

nufusunuza geçirmeye çalışmanız olası.

değil. Özellikle oyunu bitirdiğinizde tekrar oynarmak

isterseniz(ki isteyeceksiniz ), sizi güzel bir süpriz

bekliyor, 1999 modu. Bu mod oldukça zor ve

öldüğünüzde tüm paranızı kaybetmeniz gibi acımasız

cezaları var. Ancak oldukça zevkli olduğunu

söyleyebilirim. Ama asıl önemli nokta, özellikle 2.

Oynayışınızda herşey daha bir anlam kazanıyor. İlk

oynayışınızda anlam veremediğiniz olaylar, bir bir

açıklık kazanıyor. Bu da oldukça hoş bir tecrübe,

denemenizi tavsiye ederim.

Bioshock Infinite muhteşem bir oyun. Ne aksiyon

olarak, ne de hikaye olarak ortalamanın altına

düşüyor. Herkese önerebileceğim bir oyun değil.

Herşeyin ayağınıza geldiği, önünüze serildiği

oyunlardan değil Bioshock. Ama geri kalanınız için

keşfedilmeyi bekleyen muhteşem bir hikaye sizi

bekliyor.

Aykut Kekeç

Artıları;

+ Durmayan aksiyon.

+ Muhteşem grafikler.

+ Epik atmosfer.

+ Hikaye.

Eksileri;

- Temel mekanikler Bioshock 1,2 ile aynı.

- Çevre ile çok etkileşime giremiyoruz.

Sistem Özellikleri;

OS: Windows 7 Service Pack 1 64-bit

Processor: Quad Core Processor

RAM: 4 GB

Hard Drive: 30 GB free

Video Card: DirectX11 Compatible, ATI Radeon 6950 /

NVIDIA GeForce GTX 560

Video Card Memory: 1024 MB

Sound Card: DirectX Compatible

Vigorlar etkili, ancak o ellerle yemek yiyebileceğinizi sanmam.

Page 8: 42 06 haziran

Blizzard İşini Biliyor

Normal şartlar altında bir oyunun ek paketi ne kadar

sürede çıkar ? 3 ay ? 6 ay ? 1 yıl ? StarCraft 2 Heart of the

Swarm öyle bir zaman da geliyorki ilk başta akıllara ayrı bir

oyunmuş gibi geliyor. Dile kolay, Wings of Liberty’yle geçen

3 yıl... 3 yıl da bir oyun için çok uzun bir süre, bir yıl kadar

önce server’larda oyuncu sayısında gözle görünür bir düşüş

yaşanmaya başlamıştı ve daha sonra yeni birimlere ait

görüntüler yayınlanmasıyla oyuncu sayısı yine artmıştı.

Blizzard işi biliyor ve dikkati sürekli toplu tutuyor. Uzun

soluklu beta serüveniyle de bu alışkanlığını devam ettirdi ve

artık StarCraft 2 Heart of the Swarm kısaca bilinen adıyla

HotS artık vitrinlerdeki yerini aldı.

Yıllar yılı hangi oyunu hem solo hem de multiplayer için bu

kadar hevesle bekledik ? Uzun soluklu oyun serilerinde

zamanla multiplayer’a odaklanıp daha çok kazanan şirketler

oyunu oyunculara asıl sevdiren campaign kısmını serinin

ileriki oyunlarında ihmal ederler. İşte Blizzard bu olayın tam

zıttında, oyunlarını her yönüyle mükemmel

yapabilmek için çalışmaya ve gayet de başarılı

olmaya devam ediyor.

Single Player

Mengsk, Seni Bulacam Oğlum !

Aslında StarCraft sadece oyunlardan ibaret bir

seri değil, 20 civarı kitabı ve çizgi romanı var.

WoL’deki yan karakterler olan Swann,

Stetman, Horner, Tosh, Nova, Mira Han,

Valerian bu kitaplarda yoğun biçimde

anlatılıyor. En son çıkan kitap olan Flashpoint de WoL ve

HotS arasında yaşanan olaylardan bahsediyor, eğer hikayeyi

tüm yönleriyle kavramak isterseniz özetini okumanızı

tavsiye ederim. Hikaye kaldığı yerden inanılmaz bir hızla

devam ediyor. WoL sonunda, Kerrigan’ın üzerinde

kullanılan Xel’Naga artifact leri Kerrigan’ın Zerg DNA’sının

bir kısmını yok etmiş, onu güçsüz kılmıştı ve artık Jim

Raynor’ın kollarında güvendeydi. Özgür iradesine

kavuşmuştu, artık Overmind’ın yarattığı Queen of Blades

değildi. Spoiler vermeden anlatması zor olsa da kısaca

Kerrigan’ın dağılmış Swarm’unu tekrar kontrole almasını ve

ezeli düşmanı Mengsk’le yüzleşmesini anlatıyor bize HotS.

WoL’de açığa çıkmasını beklediğimiz Broodwar’dan kalan

taşlar HotS’ta yerine oturuyor ve bizi sıradaki ek paket

Legacy of the Void’e hazırlıyor HotS. Her bölüm özgün ( Her

ne kadar özgün desek de, WoL’ün bölümlerini hatırlayanlar

iki campaign’in mission’ları arasında ağır benzerlikler

kurabilirler ), heyecan ve aksiyon sürekli üst düzeyde,

olaylar akıcı şekilde ilerliyor. WoL’de olduğu gibi bunda da

gemimizdeki yaratıklarla konuşup onlar hakkında bilgiler ya

da onların olaylar üzerindeki yorumlarını öğrenebiliyoruz.

Hikayeyi anlatan videoların kalitesi muhteşem durumda.

Page 9: 42 06 haziran

Son yıllarda artık her oyunun vazgeçilmezi olan level sistemi

HotS’ta da var. Bu level’lar Kerrigan’ın. Level atladıkça

verdiği hasar, zırh, can gibi özellikleri artan Kerrigan aynı

zamanda bir takım özellikler de kazanabiliyor. Bölümlerin

çoğunda Kerrigan’ı kontrol ediyoruz, WoL’ün aksine (

WoL’ün ana kahramanı Jim Raynor’ı sadece bir kaç bölümde

kontrol edebilmiştik ). Bu özellikleri gireceğimiz savaşlara

göre seçmek çok önemli, eğer hard ya da brutal’da

oynuyorsanız kesinlikle üşenmeyip Leviathan’a dönüp

Kerrigan’ın özelliklerini yeniden seçmek yerinde oluyor.

Kerrigan, Üs kurmalı bölümlerde support rolünde, üssüz

bölümlerde ise Kerrigan’ın ağır hasar verici, splash ( alan

vurucu ) ve çeviklikle ilgili özellikleri aktif halde daha etkili

oluyor. Kerrigan’a hızlı bir şekilde level atlatmak

içinbölümlerdeki ek görevleri yapmak çok önemli. Bu

sayede envanterimize daha çok özellik katabiliyoruz.

Single player’da dikkat çekici noktalardan biri ise

Bossfight’lar. Devasa yaratıklara ve robotlara karşı

Kerrigan’ı mikrolamak biraz Diablo tadı verse de yerine iyi

oturmuş ve değişik bir deneyim yaşatıyor. Broodwar’dan

akılda kalan guardian, lurker gibi birimleri de tekrar görmek

güzel nostaljik duygular uyandırdı bünyede.

Eminim Kerrigan’a vasıta vazifesi

gören her yeri zerg dolu Leviathan’ın

içini o kadar da merak etmiyorsunuz

ama Evolution Pit’e uğramadan

gitmeyin. Burada tıpkı Kerrigan’a

seçtiğimiz gibi her ayrı birimimiz için

birer tane ek özellik seçebiliyoruz.

Ayrıca yeni birimleri sürümüze

kattıktan bir süre sonra Pit ağası

Abathur evolution görevleri sunuyor.

Bu görevlerde iki çeşit evrim

geçirmiş birimimizi deneyip karar

veriyoruz.

Grafiğe gelince... StarCraft için grafikler ana mesele değildi.

StarCraft’ı StarCraft yapan çok farklı ırklar arasındaki

dengesi, oyun mekaniği ve karmaşıklığıydı. Zira Kore’de

Broodwar turnuvaları resmi olarak 2011’de sona erdi.

Broodwar, 2 boyutlu ve çözünürlük ayarı bile olmayan bir

oyundu. Diyeceğim şu ki, grafikler aynı, ancak bu eksi kabul

edilemez. Yine de eklenen ölüm, saldırı, dans animasyonları

oldukça başarılı. Ayrıca yeni hava koşulları, buzlu dünyalar,

balta girmemiş daha doğrusu insan bile girmemiş

gezegenler hepsi oldukça gerçekçi ve atmosferi bir basamak

daha ileriye taşıyor. WoL’den kalma bazı ufak hatalar da

giderilmiş gibi duruyor. Mesela artık unbuildable plates’i

oluşturan kayalıkların arasına sızmış creep’i artık

görebiliyorsunuz.

StarCraft serisinin bozmadığı güzel bir gelenek de süper

soundtrack’lerle oyuncuların karşısına çıkması. Müzikler

yine dinamik, ama aynı zamanda esrarengiz Zerg ırkının

gizemli havasını hissettirebilecek kadar da havaya sokucu

bir modda akıp insanı hafiften ürpertmiyor da değil.

Kerrigan’ın skill’lerini belirlerken level durumunu da inceleyebilirsiniz.

Evolution Pit’ten selamlar ( Roach-Abathur-Baneling-Zergling ).

Page 10: 42 06 haziran

Multiplayer

- Zerg imba yaa!

- Bu HotS ama, WoL değil ?

- Terran İmba yaa!

Herkesi memnun etmek ne mümkün. Beta sırasında her

patch sonrası ve şuanda da forumlarda yapılan tartışmalar...

İmba, OP, nerf, buff... Buna rağmen çoğunluk oyunun

oldukça dengeli olduğunu görüşünde birleşiyor gibi

görünüyor. Dallas MLG ( ilk HotS turnuvası ) finalinde de

Zerg oyuncusu Life, finalde Terran oyuncusu Broodwar

gazisi Flash’ı yenmişti. Peki tüm bunlara rağmen neden hala

bazı oyuncular Terran’a aşırı güçlü diyor ? Sadece yeni

birimler yüzünden mi ?

Yeni Birimler:

Zerg: Swarm Host, Viper

Terran: Hellbat, Widow Mine

Protoss: Oracle, Mothership Core, Tempest

Scouting

Öncelikle yeni birimlerle ortaya çıkan bir çok yeni taktik var.

Bu taktiklerin rakip tarafından uygulanımı erken

keşfedilmezse sonuçları yıkıcı oluyor. Öncelikle blizzard bu

konuyu çözmek için bütün ırklara erken scout etmelerini

sağlayacak kolaylıklar getirdi. Reaper için artık tech lab

gerekmiyor. Erken alınan gazla eskisinden daha hızlı

reaper’ları hızlıca basmak mümkün. Protoss stalker ve Zerg

de queen çıkarana kadar apm’inin bir kısmını işçilerini

mikrolamaya harcamak zorunda yoksa, iyi mikrolanmış bir

ya da iki reaper’ın 2-3 drone ya da probe alması işten bile

değil. Zerg oyuncuları ise Overlord Speed research’ünü

yapmak için artık lair’a ihtiyaç duymuyorlar. Bu sayede

özellikle Protoss oyuncusu 2-3 tane Sentry-Stalker çıkarana

kadar Protoss üssünün karanlık noktası kalmıyor Zerg

oyuncusu için. Protoss’lar ise ilk stalker’ları ile harita

kontrolünü ele geçirip, mothership core ile rakip üssü

gözlemleyebiliyor.

Yenilerden Ne Haber ?

Mothership core demişken. Elle tutulur bir ordu oluşmadan

Terran’a karşı erken harass yapabilir. Mineral hattından işçi

alması zor olsa da oyunun başında pek kullanılmayan

enerjisini time-warp yeteneğini kullanarak mineral hattı

üzerinde harcayabilir. Gelirlerde küçük bir gerilemeye sebep

olsa da erken oyunlarda önemi büyük. Greedy ( aç gözlü

demeye dilim varmıyor ) davranan Zerg oyuncularının

cezalandırılmasında da kullanılıyor. İki stalker ve bir zealot

ile hatchery’lere odaklanıp yaralı mangayı ( manga diyorum

bak ordu değil ) üsse döndürmek mümkün. Recall özelliğini

geç oyun ve orta oyun ( garip kaçtı bu, mid-game diyeyim

bidahakine ) larda da kullanmak gayet etkili. Rush yapılan

üsleri korumak için birebir. Ve erken rush’lara karşılık çok iyi

bir önlem var. Mothership core’un son özelliği photon

overcharge. Bu özellikle hem erken rushlara karşı Protoss

oyuncuları daha cesur hem de droplara karşı daha sağlam

duruyor. Vee ninja üsler! Artık ninja üs yapmak Protoss için

de kolay. Haritanın ortasından geçen işçi trenlerine gerek

yok. Çünkü recall var. İstediğiniz kadar probe’u mothership

core’un altına getirin ve istediğiniz nexus’a götürün!

Oracle, hafif birimlerin korkulu rüyası. Mineral hattını

harasslamak için tasarlanmış. Bir anlık dikkat dağınıklığında

bütün işçileri kısa sürede sonlandırabilir. Ama pek bilinmese

de defansif olarak da kullanılabilecek kapasitesi var. Light (

hafif ) birimlere karşı ekstra vuran Oracle zergling run-

by’larına ve marine drop’larına karşı da etkili.

Tempest, özerllikle geç oyunda Protoss’ın Zerg’e karşı yeni

üs almasının neredeyse imkansız olması sebebiyle konulmuş

bir birim. Zerg’ler üsleri birbirine bağlayan creep üzerinde,

Widow mine’ların yıkıcı etkisi.

Page 11: 42 06 haziran

saldırı altındaki üslerine

hemen yardım

götürebilerek,

Terran’lar da kendi

korunaklı üslerinde

önceden inşa ettikleri

CC/OC ( ben de güldüm

)’leri boş muhtemel

üsse götürüp mass-

mule yöntemi ile kısa

sürede gelirini

arttırabilirken Protoss

için bu çok zordu.

Massive air birimlerine

karşı 80 damage

yapıyor tempest! Brood

Lord ve Battlecruiser’a

geçen oyunculara karşı

basılıyor, zira pahalı bir birim. Yavaşlığından dolayı da

orduyu demobilize ediyor.

Hellbat, Transformers filminden fırlamış bir başka Terran

birimi. Factory’den direkt olarak hellion ya da hellbat

basabilirsiniz ancak transformasyon yapabilmek için bi

armory’niz olması lazım ve bunun üstüne transformasyon

research’ünü tech lab’den yapmanız da. Armory

yapılmadan hellbat’ler çok az kullanılıyor, sadece defansif

amaçlarla. Zira hellbat modundaykenki hızıyla rakip üsse

gidene kadar double armory’yi atmış, upgrade’lere başlamış

olursunuz. Hellbat light birimlere ekstra vuruyor ve splash

damage’ı ile her Protoss-Zerg kompozisyonunda bulunan

Zealot-Zergling’lerin adeta kökünü kurutuyor. Bu sebeple

rakip oyuncuyu daha dikkatli mikrolamaya itiyor.

Transformasyon süresi 4 saniye sürüyor ve bu süre, bu

kadar hızlı oynanan bir oyun oldukça uzun süre. Bu sürede

rakip oyuncu saldırıya geçip iyi sayıda hellbat/hellion’ı

avlayabilir. Harasslama olarak da medivac’lere bindirilen

hellbat’ler, hızlı reaksiyon gösterilmediği taktirde, tamamen

doyurulmuş bir işçi hattını saniyeler içinde ortadan

kaldırabilir. Hellbat modundayken de medivac’ler

tarafından iyileştirilebileceğini de belirtmeden geçmeyelim.

Widow mine, tüm ırkların belalısı. Splash damage’ı olan bir

başka yeni Terran birimi. Bir çok taktikle ve kompozisyonla

kullanılıyor. Lair öncesi rush’a kalkan Zerg’ü durdurmak için

kullanılabilir. Zira gömülü birimleri görmek için Zerg’lerin

Overseer’lara ihtiyacı var. Zira bir, yalnızca bir widow mine(

splash damage’ı 40 )’ın sıkı sıkıya girmiş 37 tane

Zergling/Baneling’i tekte aldığı görülmüştür. Tüm oyuncuları

çileden çıkarabilecek türde bir birim widow mine. Bir

bakmışsınız ordunuzun yarısı gitmiş, yarısı ölmek üzere.

Protoss’lar bunları Observer’larla görüp menzil dışından en

basitinden stalker’larla alabilirken, Zerg oyuncularının

Overseer’ları, widow mine’ı keşfedip tuzla buz oluyor ( bi

Overseer’ı öldürmek için 2 widow mine atışı gerekse de ).

Widow mine’lar yapılan research ile 3 saniye yerine 1

saniyede gömülebiliyorlar ve bu onları çok iyi ordu

kompozisyonu elemanı yapıyor. Ama aynı Siege Tank’ler

gibi widow mine da kendi askerlerine splash damage

verebiliyor. Özellikle Zerg oyuncuları geç oyunlarda bedava

birimler olan locust, infested Terran, broodling’leri

kullanarak widow mine’ların bir ucunu da rakibine

dokundurabiliyor.

Viper bir support birimi ve saf büyü-atıcı. Zerg oyuncularına

bir çok yeni taktik imkanı sunuyor. Rakip ordudaki splash

damage’lı, hitpoint’i yüksek, pahalı birimleri ordunuzun

içine çekerek insta-kill yapabilirsiniz. Rampa girişini tutan

menzilli birimlere ve binara karşı kör edici bulut atarak

oluşturdukları konkavı bozabilirsiniz. Üstelik enerji

doldurmak için beklemeye de gerek yok. Büyüleri atıp

viper’ları üssünüze yollatın ve hitpoint’i yüksek binalarınızın

canlanarını tüketerek viper’ınızın enerjisini fulleyin. Binalara

karşı da işe yaraması sebebiyle Terran’ların orduya zaman

kazandırmak için yaptıkları planetary fortress’a karşı bile

kullanıp greedy Terran’ların hızlı yeni üs almasını

reddedebilirsiniz.

Swarm Host, Swarm Host’un bedavaya ürettiği locustlar

mech oyununa karşı çok etkili. Yavaş mech birimleri

locust’lara çok rahat yakalanıyor. Thor veya colossus bile

anında eriyebiliyor. Ayrıca 2 üsse kapanıp tanking yapan

rakiplere karşı da kullanılıyor. Zira bedava birimler

olduğundanbir tane stalker ya da bir pylon bile alsanız

karınıza, ve rakip için çok yıldırıcı bir kuvvet, sürekli savaşı

kaybediyormuşsunuz hissini uyandırıyor dalga dalga gelen

locust’ları karşıladıkça. Özellikle research’ü ile daha fazla

yaşayan locust’ları asıl kompozisyonununzun önünde

tanking yaparak da kullanabilirsiniz.

Bunlar dışında eski birimlere de bir sürü yenilikler geldi.

Medivac’ler artık ignite afterburners ile kısa süreliğe hızını

% 70 artırarak daha etkili droplar ve kaçışlar

Yeni birimlerden viper colossus’a abduct

özelliği ile dil atmış ve onu Zerg ordusunun

içine çekmek üzere, diğer yandan

tempest’ler viper’lara cevap veriyor.

Page 12: 42 06 haziran

yapabilmekteler. Thor’lar hava birimlerinin korkulu rüyası

olmuş. Reaper’lar Zerg geni yerleştirilmiş gibi savaş dışında

iyileşmeye başlamış ama vuruş güçleri azaltılmış. Siege

Tank’lar artık direkt olarak Siege moda geçiş yapabiliyor,

artık research için zaman ve kaynak harcamanıza gerek yok.

Raven’lı kompozisyonlar daha korkutucu oluyor. Splash

damage’ı olan seeker missile rakip ordunun gücünü

zayıflatıyor. Carrier geri döndü! Artık carrier’larınızı da

mikrolayabilirsiniz, artık interceptor’lar en ufak tıklamada

hemen gemiye dönmüyorlar. Sentry’ler için ise ilüzyon

yapmak için research yapılması gerekli değil bu da rakip

oyuncularının kaynaklarını detektörlere harcamaya

zorluyor. Mid-game’in kralı Void Ray’ler zırhlı birimlere karşı

artık çok daha güçlü, prismatic alignment özelliği ile kısa

süre için de olsa zırhlı birimlere ekstra vuruyor ve bu da

SkyZerg ve SkyTerran’a karşı büyük avantaj sağlıyor. Tek

başına havayı domine edebilen corruptor’lar kaçıcak yer

arıyor. Tabi bununla birlikte artık 2 değil, 3 supply

gerektiriyor. Hydralisk’ler artık daha hızlı ve artık bir çok

kompozisyonun içine alınıyorlar. Infestor’lar artık fungal

growth’u mermi olarak yolluyorlar ve daha az damage

veriyor bu fungal’lar. Mutaliskler artık daha çok,

harass’layıcı birimler çünkü artık rejenerasyon hızları

eskisinden çok daha hızlı. Ultraliskler ise geç oyunun

vazgeçilmezi oldular çünkü hem ana birime hem de yan

birimlere light/ armored demeden vurdukça vuruyor.

Destructible rock tower’lar başlı başına oyunu büyük yenilik

getirmiş. Rakibin muhtemel gelecek üssünü bu kuleyi

yıkarak hatırı sayılır derecede ertelemek mümkün. Aynı

şekilde bu kuleyi rampaya yıkarak kaynak toplaması riskli

konumları geçici olarak korumaya almak da. Ana bina ve gaz

binalarının üzerinde kullanıcıya gözüken doyurma oranları

da yine oyunculara kolaylık sağlamış, onlara işçilerini

üslerine orantılı bir biçimde dağıtma imkanı sunmuş.

Oppan Gangnam Style!

Klan sistemi, sohbet ve gruplar arayüz her şey yenilenmiş

muhteşem bir görünüme bürünmüş. Yeni bir taktiğiniz varsa

ve bunu kullanmadan önce ladder puanlarınızı tehlikeye

atmadan unranked maçlar yapabilir burada tecrübe

kazanabilirsiniz. Profilinizi kostumize edebilme imkanları

arttırılmış. Profil fotoğrafları level atladıkça açılıyor. Aynı

şekilde yeni skin’ler ve dansları da açabilir ve birimlerinizi

farklı görünümlere kavuşturabilirsiniz. Bu skinlerin çoğu

aslında single playerda karşımıza çıkan evrimleşmiş türlerin

yeni halleri bunun yanında diğer ırklara da gelen skinler

mevcut. Ayrıca Queen, Marauder ve Immortal’dan Kore’nin

ünlü şarkıcısı Psy’ın gangnam style dansını da unlock

edebilirsiniz. Üstelik bronz ligin toplama oranı % 20’den %

8’e indirilerek oyuncuların umutsuzluğunun önüne

geçilmeye çalışılmış. Ve tabiki en önemlilerinden olan farklı

farklı çıkartma sanatı örneklerini command

center/nexus/hatchery’nizin her bir köşesine

kondurabilirsiniz. Oyuncuların uzun süredir istedikleri

Global Play özelliği de sonunda geldi ve artık bir Koreli’ye

karşı kaç saniye dayanabileceğinizi ölçebileceksiniz!

Ve Blizzard gerçekten daha iyi olmak isteyen oyuncular için

müthiş bir yenilik getirmiş. Replay izlemek artık hiç de sıkıcı

değil. Artık replay’i istediğiniz yerde kesip oradan oyuna

devam edebilirsiniz. Bu yaptığınız hataları farkedip bu

hatalardan hızlıca kurtulmanızı sağlayacak ve sizi hızlıca

daha üst kademelere taşıyacak bir şey.

Emre Karagöz

Artılar:

+ Akıcı hikaye ve etkileyici anlatım

+ Dengeleyici yenilikler

+ Eski hataların çoğunun giderilmesi

+ Arayüz, level sistemi, costumization, global play, Replay-

Takeover özelliği

+ Müzikler

Eksiler:

- Bossfight’lar az da olsa Diablo’yu andırıyor.

- WoL ve HotS arasındaki campaign mission’larının

benzerliği

- Ek paketin oyunun kendisinden pahalı olması.

Önerilen Sistem Gereksinimleri;

İşletim sistemi: Win7 / Win 8

İşlemci: AMD Athlon 64 X2 5000 ya da daha iyisi / Intel Core

2 Duo E6600 ya da daha iyisi

RAM: 2 GB

Ekran Kartı: ATI Radeon HD 4850 / NVIDIA GeForce 8800GT

Disk: 20 GB

DX ( min ): 9.0c

Page 13: 42 06 haziran

Oyun

Havada takla atma içgüdüsü

Size bir sorum var… Hangimiz ortaokul ve lisede bilgisayar

derslerimizde hocadan gizli gizli flash oyun oynamadı? Ben

bunu bir adım daha ileriye götürüp “kraloyun”dan

çıkmadığımı itiraf ediyorum. O zamanın bağlantılarıyla bir

hayli uzun bir yükleme süresinin ardından karşımıza çıkan her

oyun, derslerden ya da “Word’de işte bakın fontlar buradan

büyüyor eki!” diyen ve hiçbir faydalı bilgi sunmayan

öğretmenleri dinlemekten bir hayli keyifliydi. Hepimizin

arasında ışık hızına göz kırpacak düzeyde yayılırdı bu oyunlar

hele ki motosiklet üzerinde ilerleyenler… İlerleme dediğime

bakmayın hepi topu klavyenizin 4 okuyla kontrol ettiğiniz

havada takla atmanın inanılmaz keyif verdiği sıradan

oyunlardı. Asıl güzel yan bunların bir sürü varyasyonunun

yapılması ; en sevdiğim ve en

absürt olduğunu düşündüğüm,

gezegenler arası müsabakaların

yapıldığı ve kazanıldığında

rakibin motosikletini almanın

mümkün olanıydı Bakmayın

öyle… Basit eğlenceydi…

Fren,gaz ve öne,arkaya eğil…

Biz büyüdük ve HDleşti dünya…

Trials Evolution işte tam bir önceki paragrafta anlattığım

arcade tadında platform yarışı olarak tanımlayabildiğimiz

2D bir oyun. Yine RedLynx tarafından geliştirilen önceki

oyunlarıyla kıyaslarsak Trials Evolution bağımlılık yapacak

bir oyun…

2012 yılında Xbox’a çıktığından bu yana sahiplerini oldukça

eğlendiren Trials, en son versiyonu olan Trials Evolution: Gold

Edition ismiyle artık bilgisayarlarımızda da yer etti… Etmez

olaydı… Bağımlılık resmen bir bölüm daha bir altın madalya

daha derken zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor…

Biraz fiziklerinden söz etmek gerek. Daha önce de dediğim

gibi sadece 4 tuşla kontrol edilebilen bir motorsikleti hareket

ettirerek mümkün olduğunca en az hatayla ve en kısa süreyle

pistleri bitiriyor ve başarımıza göre

madalyalarla ödüllendiriliyoruz. Bu

madalyalarımızın ise bir ödül

olmaktan çok bir işlevi var. Bunun

için öncelikle Trials içindeki pistlerin

sınıflandırmasından bahsetmeliyim.

Trials pistleri, pisti geçmenize olanak

sağlayan motosikletler için gereken

ehliyetlere göre ayrılmış durumda.

Page 14: 42 06 haziran

Yeterli sayıda altınları gelin misali boynunuza dizdiğiniz vakit

bir üst ehliyet sınıfı açılıyor ve siz o ehliyetin testine tabi

tutuluyorsunuz. Bu bölümü geçmeden o sınıfa ait pistlere

ulaşamıyorsunuz ki bu oldukça mantıklı çünkü her motorsiklet

bir öncekinden daha güçlü ve daha atik olduğu için bazı

akrobatik hareketlere alışmak uzun sürebiliyor. Rampa

olmadan bir üst seviyedeki platforma çıkmak ya da tam tur

taklalar atmak bunlardan bazıları…

FlatOut sirkine davet edilen motosikletli

Önceki oyunlardan da olan çevre ile etkileşim Evolution’da

bir üst seviyeye çıkıyor. Hele ki borulardan fışkıran suyu

kullanan pist her ne kadar zor olsa da oldukça hoş bir

farklılık katıyor oyuna. Başlıkta FlatOut’tan bahsettim

çünkü orada bulunan en yükseğe fırla, dartı araçla on

ikiden vur tarzı absürt ve eğlenceli bölümler Trials’da da

mevcut.

Bölüm tasarımları ise tek kelimeyle mükemmel. Buram buram

mitoloji içeren titan mezarlğından tutun gökyüzünde asılı

durup sallanan yollara, nükleer santralden roller-coasterlara

çeşitlilik inanılmaz.

Bölüm tasarımlarına bir başka artı olarak da oyun içerisinde,

kullanıcılara geliştiricilerin gerekli programları vermesini

sayabiliriz. Bu sayede hazırlanan yollar o kadar harika ve

geliştiricilerin tanıdığı bu özgürlükle yapılabilecek şeyler o

kadar fazla ki… Örnek vermem gerekirse bir kullanıcı The

Impossible Game’i bir bölüm olarak Trials Evolution’a entegre

etmişti. Bir başka kullanıcı ise Limboyu baz alan bir bölüm

yapmıştı. Terminator,Alien gibi filmlerden esinlenen bölümler

ise gerçekten takdire şayan… Demem o ki kullanıcının

geliştirmesine açılan oyunlar o kadar büyüyor ve sınıf atlıyor

ki ilk çıktığı andaki haline inanamıyorsunuz. Eğer Trials

Evolution’ı dener ve beğenirseniz bahsettiğim fan yapımı

rotaları kesinlikle denemelisiniz. En güzel örnekleri için

Rooster Teeth youtube kanalı Trials Files listesi önerimdir.

Teknik öğeler

Her zaman yazarken sıkıldığım ve benim için pek bir şey

ifade etmeyen bir bölüm ancak söylemeliyim inanılmaz

grafikler beklemeyin. Zaten Need for Speed gibi bir seri

olmadığından(oo hadi herkesin o eski sevdiği oyun

isimlerini kullanıp sevdikleri herşeyi oyundan çıkardıktan

sonra en iyi ışık en iyi dumanla şişirelim -_-) hasarmış

dumanmış pek umurumda olmadı Kısacası demem o ki

Trials Evolution’ı yapmak istediği ölçüde değerlendirmek

herkes için en mantıklısı olacaktır. O ölçüt de sunduğu

eğlence. Başarıyor mu? Hem de nasıl…

Sesler namına zaten sürücümüzün “Ov yeaa! Sweet!” tarzı

nidalarından ve motosiklet seslerimizden başka pek bir

şey yok. Müzikleri ise oldukça ilginç. Farklı tarzlardan

seçmeler şeklindeki Trials müzikleri hatırlamaya değecek

kadar iyiler.(özellikle ana menüde daha çok karşılaştığınız

Vultures)

Artıları ;

Eğlenceli ve eskiye selam çakan fizikleri

Mükemmel bölüm tasarımları

Oyuncuya alışma süreci tanıyan bölüm

kategorizasyonları

Oyunculara sunulan atölye programları sayesinde

bölüm yaratma özgürlüğü

Eksileri ;

Daha güzel bir soundtrack albümü kullanılabilirdi.

Uplay şartı

Son olarak Trials’ı oyun koluyla oynamanızı öneriyor ve

kesinlikle bu oyunu tavsiye ediyorum… Steam fiyatı 19.99$

Taklanız bol olsun…

Faruk Yaylaz

Page 15: 42 06 haziran
Page 16: 42 06 haziran

Mü zik

THRASH METAL

Geçen ayki sayımızda sizlere Melodik Death Metal türünü

tanıtıp öne çıkan gruplara yer vermiştim. Bu ayki tür yazısı olarak 80'li damgasını vuran fakat 90' larda Grunge akımı nedeniyle etkisini kaybedip 2000 yılından sonra ise Modern bir tarzda ve Metalcore ile bütünleşmiş bir şekilde yeniden karşımıza çıkmış olan Thrash Metal üzerine olacak. Thrash Metal' in nasıl oluştuğundan bahsetmek gerekirse, kısaca şu tanımı kullanabiliriz. 70 ve 80' lerin Heavy Metal'i ile Hardcore punk'ın birleşmesiyle oluşan yeni bir tür. Heavy Metal'den gitar tekniği ve davul ritmleri kısmını Hardcore Punk'tan ise tempo ve hızı alarak o zamana kadar benzeri görülmemiş bir tür ortaya çıktı. Thrash Metal ile tanışmam teorik olarak ortaokul fakat pratik olarak Lise yıllarıma dayanır. Neden teorik olarak ortaokula dayandığı ise ortaokul yıllarımda Thrash Metal olduğunu bilmeden Metallica dinlememden ileri gelir. Lise yıllarında biraz araştırma ve internetin yardımı ile Thrash Metal olduğunu bilerek benzer gruplar olan Slayer (o zamanlar çok sert gelmişti ilk dinlemede ama içlerinde favori grubum. Metallica'yı sahne performansından severim.) ve Megadeth ile tanıştım. Heavy Metal' den pek çok şey almasına rağmen Thrash Metal' de pek çok farklı nokta vardır. Mesela vokal tarzı gibi. Heavy Metal vokalleri yüksek oktavlı, heybetli, opera tarzı vokallerden oluşurken Thrash Metal' de bunlara gerek yoktur vokalin söyleyiş tarzı ile gaza getirmesi yeterlidir. Sesinin güzel olup olmadığına bakılmaz bile. Thrash Metal

aslında isyanın ve başkaldırışın müziği olarak görülebilir. Çünkü müziklerinde toplumsal eleştiriler, savaşlar, yıkımlar , ölüm gibi konular agresif şarkı sözleri ve bu sözleri destekleyen daha agresif bir müzikle kendini belli eder. Thrash Metal Amerika'da 2 bölgede ortaya çıkmıştır Amerika' da . Los Angeles ve New York. Los Angeles'ta Metallica , Slayer, Exodus , Megadeth, Testament vs. , New York'ta ise Anthrax ve Overkill vs. ile kendini göstermiştir. Bu bölgelerden bilhassa Los Angeles ve onun çevresindeki Bay Area denilen sahil bölgesi grupları o zamanlarda türün standart belirleyen grupları olmuşlardır. Bu gruplardan Slayer o zamanlar Los Angeles' ta Thrash kadar yaygın olan Glam Metal'e (kadın makyajı yaparak ve kadın gibi giyinerek sahnelenen bir Heavy Metal alt türü.) karşı olarak Thrash Metal'in sertliğini ve hızını bir adım ileriye doğru götürmüş ve Thrash Metal arenasında daha önce görülmeyen makyaj olayını kendilerine Satanik bir imaj çizmek için kullanmışlardır. Thrash Metal eğer hiç metal dinlemediyseniz Metallica dışında (onun da Metallica albümü ve sonrası dinlebilir ) dinlemesi ve içine girmesi zor bir türdür. Daha önce dinlediğiniz hiçbir şeye benzemez, serttir , agresiftir. Fakat pek çok (metal müzik olsun veya olmasın ) müzik türü içerisinde dinlerken en rahat enerjinizi boşaltabileceğiniz ve sizi rahatlatan türdür. Headbang , konserlerde mosh-pit (Genellikle Thrash konserlerinde görülen insanların birbirlerini iterek ve vurarak eğlendikleri alana denir.) , stage diving (sahneden seyircilerin arasına atlama) , crowdsurfing (seyircilerin ellerinin üstünde sahneye doğru ilerleme) gibi aktivitelerle enerjinizi boşaltıp mutlu olabilirsiniz.

Page 17: 42 06 haziran

Thrash Metal ilk olarak genel kanı itibarı ile 1983 yılında çıkan Metallica'nın ilk albümü olan Kill'em All ile başlar. Albüm o zamana kadar çıkan her albümden farklı ilham verici ve çok gaz bir albümdür. Bu albümü takiben 80'lerin ortalarına doğru pek çok Thrash grubu daha hızlı ve agresif müzik yaparak kendi ilk albümlerini çıkarır. 80' lerin sonlarına doğru altın devrini yaşayan Thrash bu dönemde pek çok şahane eser bırakır. 90'larda gerek Metallica' nın popülerlik uğruna farklı bir tarza geçmesi ve çoğu Thrash grubunun popüler olmak için bu yolu takip edip başarısız olmaları ve bununla beraber aynı dönemde çıkan Grunge akımının tüm Dünya'yı etkileyip plak şirketlerinin Thrash yerine bu tür gruplara albüm çıkarmaları yüzünden 1992'deki Clash Of The Titans festivalinden sonra asıl Thrash Metal akımı bitmiştir. 2000' li yıllarda Metal müziğin tekrar popüler olması ile beraber tam olarak küllerinden doğmasa da biraz değişiklik geçirerek Thrash Metal tekrardan müzik dünyasına dönmüştür. Bazı dağılan gruplar tekrar birleşip albüm çıkarmış farklı yönlere sapan gruplar da tekrar Thrash yapmaya başlamıştır. 80'lerden başlayarak günümüzde de etkinliğini sürdüren Death Metal ve Black Metal gibi türleri etkilemiş ve Metal müziğe pek çok grup armağan etmiş bu türün başlıca gruplarını tanıtmaya başlayayım.

Metallica Thrash Metal'den bahsederken bu türü ilk bulan gruptan bahsetmemek olmaz.Metallica 1982 yılında Los Angeles'ta dergi yoluyla birbirlerine ulaşan James Hetfield ve Lars Ulrich ikilisi önderliğinde kurulur.İlk oturmuş kadroları olan Hetfield, Ulrich 'in yanına Dave Mustaine (daha sonra Megadeth' i kuracak) ve Cliff Burton ile demo yayınladıktan sonra 1983 yılında Mustaine kovulur ve yerine gelen Kirk Hammett ile beraber Thrash Metal'i başlacak albüm olan Kill' em all çıkar. Kill'em All daha önce görülmemiş hız ve sertlikte bir albümdür ve arkasından gelen pek çok grubu etkilemiştir.Sonraki 3 albümde de benzer başarılı ve görülmemiş işleri yapmayı sürdüren grup 1991 yılında çıkan 5. albümleri olan Metallica ile beraber popülerlik yoluna girmiş Thrash Metal' den ziyade Hard Rock ve Heavy Metal tarzına dönmüşlerdir. Bu popülerlik durumu Thrash hayranları tarafından tepki görse de Metallica şu anda dünyanın en çok tanınan metal grubu. Ben de dahil pek çok kişinin metal müziğe başlama grubudur. Grubun önereceğim albümleri Ride The Lightning, Master Of Puppets ve ...And

Justice For All olur. Şarkı bazında ise The Frayed Ends Of Sanity, Whiplash , Leper Messiah , Creeping Death önerilerim.

Megadeth 1983'te Metallica' dan kovulan Dave Mustaine boş durmamış aynı yıl kendisinin merkezinde olduğu Megadeth'i kurmuştur. Los Angeles'ta kurulan grubun ilk albümü 1984'te çıkan Killing Is My Business…And Business Is Good! isimli albümü çok başarılı olmasa da iyi yorumlar almıştır. Grup esas patlamasını 1986'da çıkan Peace Sells…But Who’s Buying? İle yapar. Politik şarkı sözleri , hızlı gitar riffleri ve agresif vokalleri ile dikkat çeken grup 90'ların başında çıkardıkları albümler ile Metal müzik arenasında iyi bir yer edinirler kendilerine. Megadeth' in kurulduğundan bu yana tek kişilik bir proje grubu gibi takılıp 1-2 albümde çalacak müzisyenlerle anlaşıp oturmuş bir kadroya sahip olamamasıdır. Dave Mustaine' in Metallica'ya olan düşmanlığından mıdır bilinmez ama şarkıları her zaman Metallica'dan daha tempolu ve hatta Speed Metal ismi verilen Thrash'in alt türüne ait hızlı çalınmış şarkılardır.Megadeth için albüm önerilerim Peace Sells... But Who's Buying?, Rust In Peace ve Countdown to Extinction olur. Şarkı olarak ise Holy Wars... Punishment Due, Hangar 18 , Peace Sells... But Who's Buying , Symphony Of Destruction iyi bir başlangıç olur.

Slayer Slayer 1981 yılında Los Angeles'ta 2 arkadaş olan Kerry King ve Jeff Hanneman tarafından kurulur. Başlarda bir cover grubu olarak düşünülse de Tom Araya 'nın vokale ve Dave Lombardo' nun davula geçmesi ile beraber bu fikir yerini albüm çalışmalarına bırakır ve grubun ilk kadrosu oluşturulur. 1983'te çıkardıkları Show No Mercy çok başarılı

Page 18: 42 06 haziran

olmasa bile isimlerini duyurmaları için yeterlidir. Diğer Thrash gruplarından ziyade daha satanik ve kötücül şarkı sözleri seçen Slayer müziklerini de bu bağlamda hızlı bir tempoda icra etmişlerdir.1985 yılında çıkan Hell Awaits ile iyi bir işe imza atan grubun asıl patlaması halen en iyi Thrash Metal albümü olarak görülen Reign In Blood ile gerçekleşir. Slayer 80' lerde çıkan Thrash grupları içerisinde tarz olarak ödün vermeyen grup olarak en çok sevdiğim gruptur. Vokallerinin sesleri çok iyi olmasa da , gitarları çok teknik olmasa da Slayer hep hayranları tarafından el üstünde tutulan bir gruptur. Çünkü sevenleri onu teknik veya güzel sesi için değil yaptıkları müziğin gazlığından ötürü severler. Slayer için tavsiye edeceğim albümler Reign In Blood, Seasons In The Abyss, South Of Heaven olur. Şarkı olarak ise Angel Of Death , Raining Blood, Dead Skin Mask , Mandatory Suicide kişisel önerilerim.

Anthrax Nasıl ki Türk futbolunda 4 büyük takım varsa Thrash Metal camiasında da Big Four adı verilen 4 grup bulunmaktadır. Metallica , Slayer, Megadeth ve Anthrax. Diğer 3 grup Los Angeles çıkışlı olduğundan Anthrax biraz 4. büyük olarak kalıyor bu dörtlüde. 1981'de gitarist Scott Ian ve bas gitarist Danny Lilker tarafından New York'ta kurulan Anthrax 'ın soundu batı yakası gruplarına göre daha farklı bir tarzdadır.Daha ağır tempolu ve Heavy Metal 'e daha yakın bir çizgi çizen Anthrax 1984'te ilk stüdyo albümleri olan Fistfull of Metal ' i yayınlar. 1985 yılında Joey Belladona' nın gelişi ile beraber çıkışa geçen grup 2. stüdyo albümleri olan Spreading The Disease'i yayınlar. Bu albümle iyi bir yola giren grubun asıl patlaması 1987'de çıkan Among The Living ile olacaktır. 1990'da çıkan Persistence Of Time'a kadar süren bu yükseliş bu albümden sonraki tarz değişikliği ve alternatif rap tarzı şarkılar grubu kötü etkiler. Dağılan grup geçtiğimiz senelerde tekrardan birleşip güzel bir albüm yaptı ve Thrash Metal'e geri döndü. Grubun önereceğim albümleri Among The Living, Spreading the Disease ve Persistence Of Time olur. Şarkı olarak ise Indians, Among the Living , Madhouse, Caught In The Mosh önerilerim.

Exodüs Exodus için beşinci büyük desek yanlış olmaz sanırım. 1980' de California' da kurulan grubun çok iyi bir başlangıç albümü olan Bonded By Blood albümü 1985 yılında çıkmıştır. Exodus üstte bahsettiğim gruplara oranla daha sert ve agresif bir müzik yapmaktaydı. Bunda ilk frontmanleri olan Paul Baloff'un agresif yapısı ve Gary Holt'un sert gitar tekniği yatar. İlk albümler gelen başarının ardından yoluna Pleasures of the Flesh ve Fabulous Disaster ile devam eden grup yeni Metallica olmak için giriştikleri Force Of Habit albümüyle başarı elde edemez ve bunun sonucunda dağılırlar. Thrash Metal'in yeniden ortaya çıkmasıyla tekrar birleşen grup 2004 yılında Tempo Of The Damned albümü ile yollarına devam eder. En son 2010' da yayınlanan Exhibit B: The Human Condition albümü ile ortamlara dönen grup şu sıralar yeni albüm çalışmalarına devam etmekte. Exodus için önereceğim albümler; Bonded By Blood, Fabulous Disaster ve Tempo Of the Damned olur. Şarkı olarak ise Strike Of The Beast , War is my Shephard , A Lesson in Violence ve Deathamphetamine kişisel önerilerim.

Testament Bay Area' nın en önemli temsilcilerinden olan Testament 1983' te California' da kuruldu. Eric Peterson önderliğinde kurulan grup ilk başlarda Steve “Zetro” Souza ' nın vokalleriyle başlasa da Zetro' nun Exodus' a geçişi ile beraber ilk çekirdek kadrosunu yerine gelen Chuck Billy ile oluşturur. The Legacy isimli ilk albümleri 1987 yılında yayımlanan grup bu albümle müzik piyassasına sağlam bir giriş yaparlar. Daha sonra çıkan The New Order (1988) ve Practice What You Preach (1989) ile çıkışını sürdüren grup 1990 yılında çıkan Souls Of Black albümünden sonra düşüşe geçer. (Yukarıda bahsettiğim grupların ikinci Metallica olma çabası bunda etkili). Uzun süren bir aranın ardından 2008 yılında çıkardığı The Formation of Damnation ile tekrar yükselişe geçen grup geçtiğimiz sene içerisinde son albümü

Page 19: 42 06 haziran

olan Dark Roots Of Earth' ü yayımladı. Albüm olarak size önerim; The Legacy, The New Order ve Practice What You Preach olur. Şarkı olarak ise Alone In The Dark, Disciples Of The Watch, Trial By Fire ve The Formation Of Damnation olur.

Overkill Doğu yakasını temsil eden diğer grup olan Overkill 1980 yılında New Jersey' de kuruldu. Vokallerde Bobby “Blitz” Ellsworth 'ün agresif ve hırçın vokalini kullanan grup 1985 yılında ilk stüdyo albümleri olan Feel The Fire' ı çıkarır. İkinci albümleri olan Taking Over ile asıl patlamasına yapan Overkill bu tarz değişimlerine ayak uydurmayan nadir gruplardan biridir. W.F.O. albümünden Ironbound albümüne kadar olan kısımda Thrash Metal' in yanısıra Groove Metal etkilenimli şarkılar yapsalar da hiçbir zaman keskin değişikliğe gitmemişler ve nitekim Ironbound albümü ile beraber 80'ler Thrash Metal'ini günümüze taşımışlardır. Overkill için albüm önerilerim ; Taking Over , The Years Of Decay ve Ironbound . Şarkı bazında ise Elimination, Powersurge, Necroshine , Thunderhead olur.

Heathen Heathen 1984 yılında Bay Area bölgesinde kurulmuş California çıkışlı bir gruptur. Yukarıda saydığım gruplara göre daha progresif ve melodik bir çizgide ilerleseler de yine de Thrash çizgilerinden ödün vermeden yollarına devam etmişlerdir. 1987 yılında çıkan Breaking The Silence ile büyük beğeni toplamışlar daha sonra çıkan Victims of Deception (1991) ile başarılarını sürdürmüşlerdir. Fakat bu başarılı gidişata rağmen 1992 yılında dağılan grup 2001 yılında tekrar toplanıp 2010 yılında The Evolution of Chaos isimli süper bir albüm çıkarmışlardır. Heathen için albüm

önerim yok çünkü bütün albümlerini dinleyebilirsiniz. Şarkı olarak ise Goblin's Blade, Set Me Free, Hypnotized ve Prisoners of Hate önerdiğim parçalar.

Pantera 2. sayımızda Dimebag Darrell anısına yazdığım yazı ile bahsettiğim Pantera 90'larda Thrash Metal'in sağlam durmasının en önemli nedenlerindendir. 1983 yılında Texas Pantego'da kurulan grup ismini de buradan alır.İlk yıllarında Glam Metal yapsalarda 1990 yılında çıkan Cowboys From Hell ile beraber Thrash Metal'e başlarlar ve asıl patlamalarını yaparlar. O sayıda bahsettiğim için üzerinde fazla durmayacağım . Ama Thrash Metali seven biriyseniz kaçırmamanız gereken gruplardan. Pantera için albüm önerim Cowboys From Hell, Vulgar Display Of Power ve Far Beyond Driven. Şarkı olarak ise Cemetery Gates, I'm Broken, Domination ve Fucking Hostile başlangıç açısından tavsiyelerim.

Sadüs Sadus 1984 yılında California Antioch'da kurulan bir Thrash Metal grubudur. Tarz olarak tam Thrash olmamakla beraber müziklerinde Death Metal ve Teknik Death Metal etkileri de görülür.İlk iki albümlerinde istenen çizgiyi yakalaymasalar da 1990 yılında çıkan Swallowed In Black ve arkasından gelen A Vision of Misery ve Elements of Anger ile 90'lı yıllarda güzel işlere imza atmışlardır. Bu albümden sonra dağılan grup 2006 yılına kadar sadece ara sıra konser vererek geçirir 2006 yılında Out For Blood isimli son albümlerini yayınlarlar. Sadus yazdığım diğer gruplara oranla daha karanlık olsa da hem Steve Digorgio faktörü hem de teknik enstrüman kullanımı onları sevdiğim gruplar arasına sokuyor. Albüm olarak yukarıda bahsettiğim 90'larda çıkan 3 albümü dinleyebilirsiniz. Şarkı olarak ise Black, False Incarnation .

Page 20: 42 06 haziran

Süicidal Tendencies Thrash Metal'den bahsederken onun yan kolu durumunda olan Crossover adı verilen tarzdan bahsetmemek olmaz. Crossover'ın en önemli temsilcilerinden olan Suicidal Tendencies 1981 yılında Los Angeles'ta kurulmuştur. Kendi adlarını taşıyan ilk albümleri (1983) ile başarı basamaklarını tırmanmaya başlayan grup büyük patlamasını ise Join The Army (1987) adlı albümleriyle yapar.How Will I Laugh Tomorrow When I Can't Even Smile Today ile çıkışını sürdüren grup 1994 yılındaki Suicidal For Life albümünün ardından dağılan grup 1997 yılında yeniden toplanır. 2 albüm daha çıkaran grup tekrar dağılır ve bu sene içinde çıkacak olan 13 isimli yeni albümlerini hazırlamaktalar. Suicidal Tendencies için albüm önerilerim; Suicidal Tendencies, Join the Army ve How Will I Laugh Tomorrow When I Can't Even Smile Today olur. Şarkı olarak ise Subliminal , Suicidal Maniac, Join the Army ve How Will I Laugh Tomorrow önerilerim Suicidal Tendencies için.

Coroner Thrash Metal belki Amerika'da çıkmış ve orda en iyi devirlerini geçirmişti fakat Avrupa kıtasında da Thrash yapan hem de bunu çok farklı bir tarzda icra eden gruplar vardı. İsviçre'den 1983 yılında çıkan Coroner Thrash Metali Amerikalı gruplara göre daha farklı ve daha teknik bir düzeyde yapan brir grup.Müziklerine progresif ögeleri de yediren grubun ilk iki albümü ortalama albümler olsa da No More Color(1989) ve Mental Vortex(1991) albümleri

çıktıkları zamana göre çok farklı ve güzel albümler olarak göze çarpar. 1993 yılında çıkan Grin albümünden sonra dağılan grup geçtimiz yıllarda konser vermek için tekrar bir araya geldi.Coroner için albüm önerilerim No More Color, Mental Vortex ve Grin olur. Şarkı olarak ise Die By My Hand, Son of Lilith, Semtex Revolution size başlangıç açısından önerilerim.

Kreator Avrupa'da Thrash' in en çok yapıldığı yer Almanyadır.Nasıl Amerikan Thrash Metalinin Big Four' u varsa Alman Thrash'inin de Big Four' u var. Kreator, Destruction, Tankard ve Sodom. Kreator bunların içerisinde en ünlüsü ve bayrak taşıyan grup. 1982' de Almanya Essen' de kurulan Kreator ilk başlarda daha çok Speed Metal tarzı şarkılar yapsa da daha sonraları Thrash Metal' i de kullanarak kendi tarzını oluşturmuştur. 1986 yılında çıkan ilk albümleri olan Endless Pain ile istenen başarı gelmese de sonraki albümleri olan Pleasure to Kill albümü halen efsanevi Thrash albümlerinden sayılmaktadır.Daha sonra gelen Extreme Agression ve Coma of Souls ile başarılı çizgisini devam ettiren grup bu albümden sonra tarzını biraz endüstriyel müziğe döndürmüştür. 2000'li yıllarda Thrash' in tekrar yükselmesi ile beraber Violent Revolution ile köklere geri dönen grup daha sonra çıkardığı albümlerle türe eserler katmaya devam ediyor.Kreator en sevdiğim Alman Thrash grubudur. Size önereceğim albümler ise; Pleasure to Kill, Extreme Agression , Violent Revolution ve Enemy of God olur. Şarkı olarak ise Phobia, Flag of Hate, Violent Revolution , Reconquering the Throne olur.

Sodom Dört büyüklerin diğer temsilcilerinden olan Sodom 1981' de Gelsenkirchen Almanya' da kuruldu.Sodom diğer Alman Thrash gruplarına oranla daha Black Metal vari tarzda bir Thrash yapar. İlk dönemlerinde daha satanik şarkı sözleri

Page 21: 42 06 haziran

kullansalar da daha sonraları savaş ve militarizm esas şarkı sözü konuları olur. İlk albümleri olan Obsessed by Cruelty ile pek kendilerini gösteremeyen grup bunu ikinci albümleri olan Persecution Mania ve üçüncü albümleri olan Agent Orange ile başarır. Better Off Dead albümünden sonra farklı tarzlardan da etkilenen grup bu süreçte Death Metal ve Crossover tarzında eserler verir. Code Red ile Saf Thrash' e geri dönen grup son olarak 2010 yılında In War and Pieces isimli onüçüncü albümünü yayımladı. Sodom genel olarak daha sert tarzda bir müzik yapar. Albüm olarak önerim Persecution Mania , Agent Orange ve Sodom olur. Şarkı olarak ise Agent Orange, Remember The Fallen, Outbreak of Evil ve Axis of Evil başlangıç için güzel parçalar.

Destrüction 1982'de Almanya Weil Am Main' da kurulan Destruction vokalist Marcel 'Schmier' Schirmer önderliğinden Alman Thrash Metal' inin yıkılmaz kalelerinden biri olmuştur. 1985'te çıkan ilk albümleri Infernal Overkill çok başarılı olmasa da bir yıl sonra çıkarılan Eternal Devastation gruba istediği başarıyı getirir. Ardından çıkan Release from Agony ile bu başarıyı pekiştiren grup 90'larda funk müziğe biraz kaysa da daha sonra tekrardan Thrash Metal' e döner. 2000'li yıllarda ise özellikle The Antichrist ve Day of Reckoning albümünü çıkaran grubun en son albümünü geçtiğimiz sayılarda incelemiştim. Destruction için albüm önerilerim Eternal Devastation, Release From Agony ve The Antichrist. Şarkı olarak ise Mad Butcher, Tormentor, Nailed to the Cross ve Curse of the Gods.

Tankard Amerika' nın dördüncü büyüğü Anthrax iken Alman sahnesinde bu görev Tankard' a düşmüştür. Şarkı sözleri genelde alkol ve içki içmek üzerine kurulu olan Tankard 1982 yılında Frankfurt am Main' da kurulmuştur. Alkolik şarkı sözlerinin Thrash Metal' in agresif riffleri ile buluşturan grup bundan harika bir sonuç elde etmiştir.İlk albümleri olan Zombie Attack ile Thrash Metal arenasına iyi bir giriş yapan grup Chemical Invasion ve The Morning After ile bunu sürdürmüştür. Geyik muhabbeti tarzında şarkılar yapan grubun önereceğim albümleri Zombie Attack, Beauty and The Beer ve Beast of Bourbon olur. Şarkı olarak ise Die with a Beer In Your Hand, Zombie Attack , Maniac Forces ve Alcohol Tankard için önerilerim. Geçen ayki Melodik Death Metal yazısından sonra bu ay da sizlere önemli bir Metal alt türü olan Thrash Metal' in belli başlı yönleri ve en genel hatlarıyla temel gruplarını tanıttım. Türe ilgi duyar ve severseniz internet sayesinde yeni gruplar bulabilirsiniz.Stay Heavy!

Çağlar Durmaz

Page 22: 42 06 haziran

Mü zik

Üstü çıplak bağıran adam

Bilmiyorum Dorock bara gittiniz mi ya da duydunuz mu?

Gece gruplarıyla müziğe doyabildiğiniz bu barın bana tanıttığı

bir gruptan bahsedeceğim size… Bir cumartesi akşamı yine

Razor’ın çıkmasını beklerken en önlerde yerimizi almış

oturuyor bir yandan da sound-check başlayana kadar

projeksiyonda dönen klipleri izliyoruz. İşte o anda bir grup

‘Runnin wild and free!!” bağırarak favori gruplarımdan Ac/dc

tınılarını kulağıma çalıyor. Klibi izleyenleriniz bilir; klip grup

üyelerinin bir tır arkasında şarkıyı bir otoban boyunca

çalmalarından ve polis tarafından kovalanmalarından ibaret

de soruyorum kendime başlarında Lemmy’nin durduğu bu

gurubu niye dinlemiyorum? İşte böyle bir tanışmamız oldu

Avustralyalı rock’n’roll grubu Airbourne ile…

Bir klasiktir benim için yeni öğrendiğim bir gruptan maksimum

fayda alabilmek için bir hafta boyunca diskografi dinlemek…

Yapılan müziğin nasıl geliştiğini ilk albümlerdeki o amatörlüğü

grup imajını oturtamayışı ve giderek artan kaliteyi kronolojik

olarak dinlemek benim için inanılmaz bir keyif… Genç bir grup

olan Airbourne da ise bu sound ve tarzın şekillenmesi grubun

kendi kimliğini yakalaması 2. albüm olan ‘Runnin Wild’ ile

olmuş ve sonraki her albüm biraz daha gaz ve biraz daha

kaliteli bir şekilde biz dinleyicilerle buluşmuştur.

Airbourne ile ilgili inanılmaz bir önyargı var dinleyiciler

arasında…Ac/dc taklidi deniliyor benzerliğinden dolayı haklılar

da… Bir ekşi yazarının dediği gibi öyle bir sound kullanıyorlar

ki sanki Ac/dc’den sonra sahneye çıkmışlar ekipmanlara

bulaşmadan çalmaya devam etmişler … Ancak şunu sormak

lazım bu arkadaşlara “Kız arkadaşınız Megan Fox’a benziyor

sıyrılarak dinlesen biraz kulak kabartsan ne kadar taş bir

müzik yaptıklarını fark edecek yerinde duramayacaksın…

Stand and Deliver’ın kısık sesi

Bahsettiğim diskografi olayı tam burada karşımıza çıkıyor. Her

ne kadar ilk albüm olarak ‘Runnin Wild’ kabul edilse de bu

arkadaşların kuruluş sırasında yaptıkları şimdiki hallerinden ve

tarzlarından uzak mı uzak sessiz sakin kendi hallerinde bir

albümleri var: ‘Stand and Deliver’. Grup lead gitaristi ve vokali

Joel O’Keffe’nin bağırmaktan çekindiği kardeşinin davullara

rahat rahat vuramadığı geri vokallerin ise yapılmadığı içine

kapanık bir albüm. Sanki biz müziğimizi yapıp sahneden inelim

diyorlar. Ama bu hal şimdiki o enerjik,gaz ve yerine

duramamalarının o kadar zıttı ki…

Runnin Wild ile yapılan atak

Heh işte hani o albüm bu albüm. Soloların havada uçuştuğu

üstü çıplak Joel kardeşimizin korkmadan bağırarak söylediği

şarkılar grubun ileriki zamanlarda neler yapacağının bir

göstergesi olmaya başlamıştır. Ac/dc benzerliği ise bence bu

albümde başlamış ve sonrasında artarak süregelmiştir. Lead

gitarist ve vokal olmanın getirisiyle de Joel gittikçe ön plana

çıkmış ve benim hayranlığımı kazanmıştır. Grup başarılı

gidişatını ve Ac/dc ile olan benzerliğine ise birazcık klişe ama

yine de saygıda kusur etmeyen ve her eleştiriyi kabul eden

Page 23: 42 06 haziran

duruşlarıyla başka bir artıyı hanelerine yazdırmışlardır. Özet

olarak ‘Kim olursanız olun özellikle Avustralyadan çıkmaysanız

ve bizim yaptığımız gibi bir müzik yapıyorsanız, birileriyle

karşılaştırılacaksınız. Kim

olduğunuzun bir önemi yoktur,

karşılaştırılırsınız. Gelmiş geçmiş

en iyi ve hala müziğe devam

eden hatta yeni bir albüm

çıkaracak olan bir grupla

karşılaştırılmak ise… Daha güzel

bir iltifat olamaz.” Demişlerdir.

No Guts No Glory ile

süren yüksek ses…

Runnin Wild ile listelere

yükseklerden giren grup, kendi

kimliğini daha yukarıya taşımaya devam etmektedir. Artık ne

yaptıklarını ne istediklerini bilen kendilerine güvenen ve

inanan bir grup haline gelen Airbourne 2009 yılında çıkardığı

‘NoGuts No Glory’ ile listelerde ilk 20ye kadar yükselmiştir. Bu

albümde dikkatimi çeken bir unsur da David Roads’un geri

vokallerinin başarısı, hem live hem stüdyo… Joel’in daha

sonra değineceğim konser manyaklıkları esnasında grubu

sırtlayan kişi haline gelmesi gözlerden kaçmamaktadır.

Grubun üzerindeki kendine güven artık şarkı ve sözlerine de

yansımıştır. ‘Runnin Wild’ albümündeki o sıyrılma, adını

duyurma hava gitmiş yerine ise ‘There ain’t no way but the

hard way’ ‘Raise the Flag’ ‘Armed and Dangerous’ gibi ne

yaptığını bilen şarkılar ile yerini belli etme teması

albümlerinde yer etmiştir.

Black Dog Barking ile yükselen seviye

Daha yeni piyasaya çıkan albümü sanırım 30 defa baştan

sonra dinlemişimdir. Ama hala bıkmadan başa alır alır

dinlerim. Bu albümdeki bariz değişikliklere biraz dikkat

çekmek istiyorum. Bu albümdeki bazı şarkılar diğer

albümlerde bulanan tüm şarkılardan biraz daha karmaşık.

Mesela daha ilk şarkı olan ‘Ready to Rock’ sanki bir konsermiş

edasında sürdüğünden üst üste binen ritimler ve vokaller beni

biraz yorsa da headbange olan davetini geri çeviremiyorum.

David Roads geri vokallerinin kıymeti anlaşılmış olacak ki

kendisini her zamankinden daha çok duyuyoruz. Vokallerdeki

diğer bir değişiklik ise albüm genelinde Joel’in birbirinden

farklı tonlar kullanması… Bazı şarkılarda o alıştığımız yüksek

vokallerin yanında daha düşük ve kalın tonda vokaller bana

‘Stand and Deliver ‘ albümünü hatırlattı. Ve asıl dikkatimi

çekense “Back in the Game” isimli şarkının sonunda Joel’in

icra ettiği Brian Johnson taklid… yok yok benzeri vokaller.

Tepki alacağından korktuğum bu hadiseyi nasıl

değerlendireceğim konusunda ise açıkçası bir fikrim yok. Taş

gibi müzik yapan bir grubu bir başkasını andırıyor diye direk

silmek adil midir takdir

sizin…

Gelelim

konserleree…

Bu arkadaşların konserleri

neredeyse interaktif

geçiyor. Konser alanında

gezmedikleri gitmedikleri

yer yok. Özellikle Joel’in

Wacken ’11de 25 metreden

yüksek sahne demirlerine

ipsiz tırmanıp göklerde solo

atması ve tüm seyircilerin havaya bakıp yumruk sallayıp

headbang yapması ‘ah ulan orada olsaydım’ dediğim anlardan

biriydi. Bir diğer konserde eliyle vura vura teneke bira

patlatması ve devasa hoparlörlerin üzerine geze geze solo

atması yine bu arkadaşların ne kadar manyak ve enerjik

olduklarının bir göstergesi.

Neyse efendim sözü daha fazla uzatmadan eğer

duymadıysanız ve rock’n’roll hayranıysanız kesinlikle

dinlemeniz gereken bir grup olduğunu söylüyor, eğer dinleyip

de taklit olduğunu düşündüyseniz önyargısız bir şekilde

yeniden bir şans vermenizi rica ediyorum. Avustralyada yanlış

olmaz.

Faruk Yaylaz

Page 24: 42 06 haziran

Mü zik

SOILWORK – THE LIVING INFINITE Sanatçı : Soilwork Albü m Adı: The Living Infinite Tü r: Melodik Death Metal, Melodik Metal Çıkış Tarihi: 27 Şübat 2013 Şirket: Nüclear Blast

Son albümleri The Panic Broadcast'ten bu yana 3 yıl geçen

Soilwork geçtiğimiz ay son albümleri olan The Living Infinite'i yayınladı. Albüm klasik tarzda 11-12 şarkılık albümlerden farklı olarak 2 Disk ve 20 şarkıdan oluşuyor. (Soilwork boş durmamış bu geçen 3 yılda depolamış şarkıları.) . Albümdeki önemli olarak nitelendirebileceğimiz şey Peter Wichers 'ın ayrılığından sonraki tarz değişikliği. Bu tarz değişikliği neden önemli, çünkü Peter grubun ilk demosundan The Panic Broadcast' e kadar olan kısmında gitarları üstlenen kişiydi. Yerine gelecek olan David Andersson 'un performansı merak konusuydu. Aslında Soilwork'ün de bu tarz bir kan değişikliğine ihtiyacı vardı çünkü şarkılar hep tekdüze kalıplar içerisinde olmaya başlamıştı. Albüme geçmek gerekirse, The Predator's Portrait' ten sonra farklı yola sapan Soilwork'ün sonraki albümlerini hep yarım yamalak ve üstüne düşmeyerek dinleyen ben bu albümün daha ilk notasını duymamla beraber beni harika bir şeyin beklediğini farkettim. Bunda tabiki grubun eleman değişikliği ile beraber gelen gitar soundu ve eskiye dönüş etkileri etkili. Albümden kısaca bahsetmem gerekirse şunu söyleyebilirim geçmişle modernin mükemmel buluşması olmuş bu albüm. Üzerinde uğraşıldığı belli olan gitar riffleri, güzel introlar, Dirk Verbeuren'in yine hayvani olan davul performansı, vokal Björn Strid' in sesini çok farklı yönlerde kullanması beni bu albümde en çok etkileyen şeyler oldu. Albümde dikkatimi çeken diğer bir konu ise yukarıda bahsettiğim tekdüzeliğin aşılmış olması ve bunu Progresif ögeler kullanarak yapması grubun. Kimi zaman Cynic ve Opeth tadları alabiliyosunuz şarkılarda bundan dolayı. Albümde çok parça olduğundan ötürü tek tek parça incelemesi yapmayacağım bunun yerine birinci ve ikinci diski genel olarak inceleyip dikkat çekici parçaları size söyleceğim. İlk disk gerçekten de sert riffler ve gaz melodileri , mükemmel sololar ve Björn'ün gaz vokalleri ile gerçekten etkileyici şarkılar barındırıyor. Sonlara doğru akustik gitarlara beraber biraz daha radyo dostu bir havaya bürünen ilk disk Whispers

And Lights ile sonlanıyor. İlk diskin dikkat çekici parçaları : Spectrum of Eternity ilk girişindeki çello ve sonrasında artan temposuyla beraber albüme beni çeken parça oldu. Memories Confined slow girişinden sonra Dirk Verbeuren davulları ile beraber gaz bir kimliğe bürünüyor. İlk iki şarkı iyi şarkılardı fakat üçüncü şarkı olan This Momentary Bliss melodik girişiyle bence bu diskin en dikkat çeken parçası. İkinci disk ise daha ilginç kısımlar barındırıyor. Daha progresif öğeler ve ilk kısıma oranla daha melodik kısımlar içeren ikinci kısımda Antidotes In Passing gibi çok farklı parçalar bulunmakta.Atmosferik etkilere sahip olan Antidotes In Passing farklı bir tarzda olmasına rağmen sevdiğim parçalardan biri oldu. Rise Above The Sentiment ise bu diskte en sevdiğiğm parça oldu. Yeni gitarist David Andersson ve Sylvain Coudret 'in karşılıklı gitar atışmaları parçaya renk katıyor. Sevdiğim parçalardan bir diğeri ise melodik girişiyle Leech. Tempolu bir şekilde başlayan parça Björn' ün vokal genişliğine güzel bir örnek. Son söz olarak Soilwork bu albümde İsveçten çıkan Melodik Death Metal grupları açısından yıkılamayan kalıpları güzel bir şekilde yıkarak çıtayı tür açısından iyi bir yere taşıdı. Darısı In Flames' in başına diyor ve yazımı noktalıyorum. Şarkı Listesi 01. Spectrum Of Eternity 02. Memories Confined 03. This Momentary Bliss 04. Tongue 05. The Living Infinite I 06. Let The First Wave Rise 07. Vesta 08. Realm Of The Wasted 09. The Windswept Mercy 10. Whispers and Lights 11. Entering Aeons 13. Drowning With Silence 14. Antidotes In Passing 15. Leech 16. The Living Infinite II 17. Loyal Shadow 18. Rise Above The Sentiment 19. Parasite Blues 20. Owls Predict, Oracles Stand Guard Grup Björn Strid: Vokal David Andersson: Gitar Sylvain Coudret: Gitar Ola Flink: Bas Sven Karlsson: Klavye Dirk Verbeuren: Davul

8,5/10

Page 25: 42 06 haziran

Mü zik

U.D.O. – STEELHAMMER

Sanatçı :

U.D.O.

Albüm Adı:

Steelhammer

Tür: Heavy

Metal

Çıkış Tarihi:

21Mayıs 2013

Şirket: Roxx

Studio

Pek çok müzik türü dinlesem de Heavy Metal’in yeri her

zaman ayrı olacaktır. Müziğe ciddi ciddi ilgi duymaya

başladığım türdür heavy metal. Neredeyse 10 yıldır

dinlememe ve müziğin o zamandan şimdiye oldukça

değişmesine rağmen heavy metal her zaman heavy metal

olarak kalabilmiştir. Ve ne mutlu ki hala aynı tadı

verebilmektedir.

Steelhammer ise görevini lalığıyla yerine getiren

albümlerden. Albümün adını taşıyan Steelhammer ile başlar

başlamaz hissediyorsunuz o güçlü riffleri, heavy metal

ruhunu. Solosu da oldukça güzel olan şarkı adeta albümün

nasıl olacağını bağırıyor baştan. İkinci şarkımız A Cry Of A

Nation ise ilkinden daha oturaklı, daha uzun bir şarkı olmuş.

Muhteşem nakarat kısımları ve epik bir solosu var, kesinlikle

albümün favorilerinden. Metal Machine ise feci gaz bir şarkı

olmuş, özellikle şarkının yarısından sonra yerinizde zor

duruyorsunuz. 4. şarkı Basta Ya ise ispanyolca bir şarkı.

Sözleri biraz garipseseniz de oldukça eğlenceli bir şarkı

olmuş. Konserlerde “basta ya!” diye bağırmak oldukça

eğlenceli olacak. 5. şarkımıza geçtiğimizde ise biraz

soluklanıyoruz. Sakin bir şarkı olan Heavy Rain başlıyor

piyano eşliğinde hoş bir şarkı olmuş. Ardından gelen Devils

Bite ise albümün favorilerinden Acayip gaz ritimleri var,

vokal performansı ise şarkıyı daha da katlıyor. Timekeeper

da klasik riffler ve sololarla çok öne çıkmayan ama

ortalamanın üzerinde bir şarkı olmuş. 9. Şarkı Take My

Medicine ise yine albümün gaz yüklü parçalarından özellikle

3. Dakkada giren soloya dikkat. Ardından gelen Stay True da

sırayı bozmuyor ve yine gaz yüklü bir şarkı buluyoruz

Andrey Smirnov ve Kasperi Heikkinen çok sağlam gitar

çalmışlar bu albümde her şarkıda mutlaka bir gaz bir solo

veya riffbulunuyor. 11. Şarkımız When Love Becomes A Lie

tam bir epik heavy metal şarkısı olmuş kesinlikle bu parçayı

konserde çalmalılar albümün öne çıkan parçalarından

kesinlikle keşke biraz daha uzun sürseymiş 4.12 dakikalık bir

şarkı ancak minimum 6 dakika olmalıydı. Son şarkımız Book

Of Faith ise önce başlangıcını ile biraz garipseseniz de biraz

ilerledikten sonra anlıyorsunuz ki muhteşem bir kapanış

şarkısı olmuş senfonik özellikleri bulunan parçayı kesinlikle

dinlemelisiniz.

Steelhammer heavy metal seven herkesin başucu yapacağı

bir albüm olmuş. Zaten hastayım UDO olsun Accept olsun

Iron Maiden olsun hala davayı satmadan kendilerini tekrara

düşmeden çatır çatır albüm yapmabilmelerine bir sonraki

albüme kadar Stay Steel.

Aykut Kekeç

Şarkı Listesi

1.Steelhammer

2.A Cry Of A Nation

3.Metal Machine

4.Basta Ya

5.Heavy Rain

6.Devil's Bite

7.Death Ride

8.Timekeeper

9.Take My Medicine

10.Stay True

11.When Love Becomes A Lie

12.Book Of Faith

Grup

Udo Dirkschneider – vocals

Andrey Smirnov – guitar

Kasperi Heikkinen – guitar

Fitty Wienhold – bass

Francesco Jovino – drums

9/10

Page 26: 42 06 haziran
Page 27: 42 06 haziran

Kitap

Yaşlı Adamın Savaşı

Yeni bir kitap sayılmaz aslında Yaşlı Adamın Savaşı. John

Scalzi tarafından 2005 yılında yazılmış hemen ertesi yılında

Hugo ödülüne aday olmuş bir kitap. Fakat nedense

ülkemizde hatta belki dünyada serinin devam etmesiyle

birlikte popülaritesi artmış.

Bundan yaklaşık 4 ay önce ablam masama bir kitap

bırakmıştı, kitabın kapağında bildiğimiz klasik Amerikan

askeri tadında bir resim vardı ve ismi de pek çekici değildi

benim için, Yaşlı Adamın Savaşı yazısını okuduğumda

sıradan bir bilim-kurgu kitabı olarak görmüştüm önyargıma

yenilerek. Seri oluşturacak kadar kaliteli bir bilim-kurgu

hikayesi için sönük kalan bir isim benim gözümde. Pek çok

insan böyle düşünmüyor tabi. Kitabı masamdan aldım

çantama attım ve içgüdüsel bir biçimde kapağı ya da başlığı

çok çekmeyen bir kitabı okumaya başladım.

Kalanı için sadece şunu söyleyebilirim. Bariz bir biçimde

kurgulanmış (neredeyse) en iyi yakın gelecek öyküsü desem

yeridir.

Pek fazla kitabın içeriğine dalmadan kısaca öyküden

bahsetmek gerekirse, dünya ahalisinin uzayda

kolonileşmeye başladığı yakın bir gelecekte buluyoruz

kendimizi (buraya kadar standart). Fakat dünya dışına

sadece koloni görevlileri ve yaşlı insanlar çıkabiliyor. İşte işin

ilginç kısmı burada başlıyor, dünya dışına gidebilmek için

ciddi anlamda yaşlı olmanız ve tıpkı ölmüşçesine bir daha

geri dönmemek üzere dünyadan ayrılmanız gerekiyor.

Yaptığınız anlaşma bu. 75 yaşına gelen insanlar koloni

kuvvetleri tarafından ‘askere’ alınıyor.

Koloni kuvvetleri ile dünya üzerindeki arasında bariz bir

teknoloji farkı oluşturulmuş durumda. Kimsenin uzayda

koloni kuvvetlerinin tam olarak neler yaptığına dair bir fikri

yok ve esas oğlanımız olan karakter için de bu aynı

durumda.

Esas oğlanımız olan karakter yaşı gelir ve uzaya gidip asker

olmak için gönüllü olur. Kalanını anlatmaya devam edersem

zaten hikayenin ilgi çekici kısımlarını söylemiş olurum tadı

kaçar. Buradan sonra söyleyebileceğim birkaç şey var.

Birincisi, bilimsel anlamda fazlasıyla tatmin edici (uçuk kaçık

öğeleri bulunmayan) bir gelecek buluyor kitapta bizi. Yazar

gerçekten olması çok muhtemel ama aynı zamanda

okudukça şaşırtıp büyüleyici gelen pek çok gerçekçi şey

çıkartıyor karşımıza. Başka hiçbir bilim-kurgu kitabında

okumadığım türden mantıklı bir teknolojiden

bahsediyorum. Kesinlikle kurguyu bir yana atıp sadece

bunları hayal etmek için bile okunması gereken bir kitap.

Kurguya dair bir şeyler söylemek gerekirse de, genelde bu

tür bilim-kurgu kitaplarında ya kurgu iyi olur ya da bilimsel

fütüristik öğeler çok iyi olur. Popüler bilim-kurgu

eserlerinde gördüğümüz yegane şeydir bu durum. Hatta

ikisinin bir arada çok güzel olduğunu söyleyebildiğimiz pek

az eser vardır, genelde bir taraf hep eksik kalır. Oysa Yaşlı

Adamın Savaşı serisinde kurgu fütüristik bir eserden

beklenmeyecek kadar akıcı. Şöyle anlatayım size etrafımda

bu kitabı okuyan kim varsa başladıkları gün bitirmiş (ben de

dahil). Karakterimizin gözleri içinden yaşıyoruz bütün

hikayeyi ve gerçekten böyle bir şey olsa nasıl tepki verirdik

diye düşünmemize gerek kalmıyor çünkü tıpkı bugünden

çıkmış gibi esas oğlanımız (oğlan ama yaşlı tabi) bizim

verebileceğimiz bütün şaşkınlığı, duygusal reaksiyonları ve

stresi bizim yerimize gösteriyor. Fütüristik bir zamanda

geçen bugünü ait bir roman tanımı yapsak yerindedir.

Tabi bir diğer önemli kısım ise her şey güllük gülistanlık

değil. Yani insanların kolonileşmesi tamamen vahşet üzerine

kurulu ve evren üzerinde bulunan başka medeni ırkları

çökermekten zevk alan bir düşünce hakim. Tıpkı günümüz

dünyası, yani gelecekte her şeyin güzelleşeceğine dair bir

şeyler yok kitapta. İşte bu da kitabı daha güzel kılan başka

bir unsur.

Kitapta ise sadece tek konuluk bir ‘evren’ yok, bildiğimiz pek

çok fantastik evrenden gibi kendi evrenimize

ekleyebileceğimiz pek çok hikaye bırakmış yazar bize. Hatta

kendi de bu kitabın devamı olan iki yeni kitap ekleyerek

kendi evrenini çoktan oluşturmuş.

Serinin türkçeye yeni çevirilen diğer kitabı ise ‘Son Koloni’

adı altında kitapçılarda (hala yeni çıkanlarda duruyordu en

son).

Şiddetle tavsiye ettiğim, hayal gücü seviyesi ve akıcılığı

oldukça yüksek harika bir bilim-kurgu kitabı Yaşlı Adamın

Savaşı.

Okursanız eğer iyi okumalar efendim.

Korcan Romya

Page 28: 42 06 haziran
Page 29: 42 06 haziran

Çizgi Roman

7 Detektif

Dedektif hikayelerini sever misiniz? İlginç bir cinayet,

birbirinden alakasız görünen ufak detaylar, son dakikaya

kadar tırmanan gerilim ve final olarak herşeyin bir anda

ortaya döküldüğü, aslında cevapların hep gözümüzün

önünde olduğunu gösteren, sizi ters köşeye yatıran bir son.

Neredeyse bütün cinayet romanları bu şekilde olduğu ve

uzun yıllardır çok az farklılaştığı halde neden bu türün hala

oldukça popüler olduğunu tahmin edebilir misiniz? Cevap

okuyucuya istediğini verebildiği, beklentilerini

karşılayabildiği için. Eğer hali hazırda işleyen başarılı bir

formülünüz varsa bunu neden değiştiresiniz ki? Çoğu zaman

klişe terimini olumsuz anlamda kullanırız. Ancak klişelerin

klişe olmasının bir sebebi olduğunu unuturuz.

Normalden biraz fazla laf kalabalığı yaptım galiba. Eh,

okuduğum kitaplardaki dedektifleri örnek alıyorum sanırım.

Buyrun geçin, rahatınıza bakın. Bende size adım adım çizgi

romandan bahsedip merakınızı yüksek tutup en sonda

vardığım kararı açıklarken dikkatinizi verin lütfen...

Hikayemiz bir seri katilin kurbanının yanında bıraktığı 7

isimlik bir not ile başlar. Notta yazan kişiler ise oldukça

meşhur dedektiflerdir. Bunun üzerine bu 7 kişi polis

tarafından bir araya getirilip katili bulmaları istenir. Böylece

katil ve 7 dedektif arasında kedi fare oyunumuz başlar.

Bu şekilde başlayan konumuz klasik hikaye ilerledikçe

tırmanan bir gerilime, ve son dakikaya kadar koruyan

gizeme sahip. Ancak kendine has farklılıkları da yok değil.

Her neye hazırlıklı olursanız olun, sizi şaşırtacağından

eminim.

Konusundan daha fazla bahsetmeyeceğim çünkü hem

anlatılabilecek herşeyi anlattım, hemde zaten kısa olan

hikayeyi kendinizin görmesi daha iyi olur. Bunun dışında

çizimler atmosfere uygun ve güzel renklendirilmiş.

Karakterler ise fazla sayıda ve az gözükmelerine rağmen

öne çıkmayı başarmışlar. Buradan da takdiri kazanıyor,

ancak olumsuz nokta var mı derseniz var. Hikaye hızlı bir

şekilde akıyor ve

bir anda ne olup

ne bittiğine dair

fikriniz

olmayabiliyor. Bu

yüzden mümkün

olduğu kadar

sindire sindire

okuyun gerekirse

baştan başlayın.

Yapıkredi

yayınlarından

çıkan bu tek ciltlik

frankafon

formatındaki çizgi

romanımız, yine

diğer yky yayınları

gibi özenilerek

hazırlanmış.

Ancak diğer yayınları gibi ciltli olmaması biraz kötü olmuş.

Büyük ihtimal ciltlenmek için biraz ince bulunduğundandır.

7 Detektif uygun fiyatı ve orjinal süprizleri ile türü

seviyorsanız kesinlikle okunmalı. Pek ilgisi olmayanlar bile

en azından bir göz atmalı derim.

Aykut Kekeç

Page 30: 42 06 haziran

Çizgi Roman

Taht Oyunları

Her ne kadar pek çoğumuz popüler kültürden haz etmese

de zaman zaman faydasını görmediğimizi söylesek yalan

olur. George R. R. Martin’in A Song Of IceAnd Fire serisi de

popüler kültür sayesinde haberdar olduğum bir seriydi.

Dizisinin yakaladığı başarıyı gördükten sonra ve kitap

uyarlaması olduğunu öğrendiğimde

dizisinden önce kitabını okumuş, oldukça

da etkilenmiştim.

Şu an hem dizisi, hem de kitap serisi

istikrarlı bir şekilde devam ederlerken

çizgi roman versiyonunu da görmek

kaçınılmazdı. Eh ülkemizde de popüler

olduğundan dolayı normalde uğraması

muhtemel olmayacak bu seri bize de

geldi. Bakalım aynı hikaye çizgi roman

haliyle nasıl bir tat bırakıyor.

Öncelikle hikayeyi bildiğinizi tahmin

ediyorum. George Martin’in kendi

yarattığı, ortaçağda derebeyliklerin

olduğu fantastik bir evrende geçen taht

mücadelelerini anlatan müthiş bir seridir

A Song Of IceAnd Fire (Buz ve Ateşin

Şarkısı) serisi. Eğer şimdiye kadar bir

şekilde uzak kalmışsanız hemen ilk

kitapdan başlayın. Gerisini zaten benim

söylememe gerek kalmayacaktır.

Hikaye ve içeriktense, bu incelemede dizi ve kitapla

arasındaki farklılıklara, bir de teknik özelliklerine

değineceğim.

İlk değinmek istediğim ve çok önemli bir nokta var. Bu bir

kitap uyarlaması değil. Kitabın çizgi roman hali. Yani şimdiye

kadar gördüğüm en birebir çevrilmiş eser. Kitapdaki olaylar

neredeyse kusursuz bir şekilde çizgi romana aktarılmış. Ki

kitapları okuyanlar bunun ne kadar zor olduğunu tahmin

edebilirler. Kitaplarda her bölümün farklı bir karaktere

yoğunlaşması ve onun iç dünyasını anlatması çizgi romanda

da korunmuş. Okuyanlar bilir, kitaplarda herhangi bir

karakter anlatılırken bol bol düşüncelerine şahit oluruz.

Çizgi romanda ise bu kimi zaman çizimlerle, kimi zaman da

kenarda panellerle anlatılmış, oldukça da başarılı bir şekilde

kotarılmış. Tabi ki %100 bir bağımlılık söz konusu

değil(olamaz da zaten.). Kimi bölümler atlanılmış. Ancak kilit

olayların olduğu bütün bölümlere yer verilmiş. Yani çizgi

romanı okurken en ufak bir boşluk hissetmiyorsunuz.

İçerik iyi, peki çizimler? Açıkçası karakter çizimlerini pek

beğenmedim. Biraz manga tarzında buldum. Game Of

Thrones’un karanlık atmosferine daha uygun bir karakter

tarzı gidebilirdi. Kötü değil, tipler kitaba sadık çizilmiş, ki bu

bir artı. Anatomik olarak da başarılılar. Ancak dediğim gibi

daha karanlık bir tarz muhteşem olabilirdi. Arkaplanlar ise

inanılmaz. Sadece çizim

ve renklendirme olarak

da değil üstelik. kimi

sahnelerde çok güzel

alt anlamlara

rastlamak mümkün.

Pek spoiler

sayılmayacağından

örnek vereceğim;

Romanın başlarında

Jon Snow ile Tyrion

kalede yemek yenirken

dışarda konuşurlar.

Jon, piç olmanın

insanın başına

gelebilecek en kötü şey

olduğunu düşünürken,

Tyrion ona her cücenin

bir piç olabileceğini

ancak her piçin bir

cüce olmak zorunda

olmadığını söyler. Ve o

karede ışık Tyrion’a

önden vurup gölgesini

Page 31: 42 06 haziran

bir dev gibi gösterir. Bunun gibi pek çok

ufak, hoş detaya rastlamanız mümkün.

Bir diğer çok taktir ettiğim nokta ise çizgi

romanın sonunda oldukça büyük bir

kısımda çizgi roman fikrinin nasıl ortaya

çıktığı, hazırlarken ne aşamalardan

geçtiği, herşeyi olduıkça güzel bir şekilde

hem kendi fikirlerini belirterek, hem de

okuyucuya karşılaştıkları zorlukları

anlatarak, adeta kamera arkası gibi bir

bölüm yapmışlar. Zaten burayı

okuduğunuzda da daha iyi anlıyorsunuz

nasıl bu kadar kitaba bağımlı olduğunu.

Çünkü yazar ve çizerler pek çok noktada

George Martin’e danışmışlar ve fikir

alışverişinde bulunmuşlar.

Akılçelen Kitaplardan çıkan bu çizgi

romanı fantastik edebiyat seven ve

serinin hayranlarına mutlaka öneririm.

Oldukça uygun bir fiyat ve kaliteli basımla

çıkan serinin ikinci cildi de yakın zamanda

bizlerle olacakmış.

Aykut Kekeç

Page 32: 42 06 haziran

Çizgi Roman

Gezgin Şövalye

Hazır bu ay Game

Of Thrones

incelemişken

bahsetmek

istediğim, ilginç

bulacağınız bir çizgi

roman daha var.

Gezgin Şövalye.

2005 yılında

ERİMER BİLİŞİM

tarafından

yayınlanan çizgi

romanımız George

R. R. Martin’in A

Song Of Ice And Fire

evreninde geçen bir

başka hikaye olan Tales Of Dunk And Egg serisinin çizgi

roman uyarlaması. Şaşırdınız değil mi? Ben de zamanında

alıp okumuş, yıllar sonra kitapları okumaya başladığımda

“yahu bu bir yerden tanıdık geliyor.” diye araştırana kadar

da farkında değildim.

Gezgin Şövalye Taht Oyunlarındaki olaylardan 100 yıl önce

geçiyor. Kahramanımız Sör Uzun Duncan(kısaca Dunk)

hizmet ettiği şövalye Sör Arlan’ın ölümünden sonra kendini

kanıtlamak ve adını duyurmak adına mızrak müsabakasına

katılmaya karar verir. Bu sırada yolda uğradığı bir handa Egg

adlı bir çocukla karşılaşır. Egg Dunk’dan kendisini de

müsabakaya götürmesini ister. Her ne kadar

önce Dunk kabul etmese de Egg onunla

gitmenin bir yolunu bulur.

Hikayenin Buz Ve Ateşin Şarkısı serisi ile

direk bir bağlantısı yok. Ancak çok hoş

detaylar ve göndermeler var. Özellikle

Targeryan ailesi hakkında pek çok bilginiz

oluyor. Spoiler vermeden anlatabileceğim

şeyler olmadığı için geçiyorum. Ancak üstat

Aemon ve ailesi ile ilgili pek çok şey

öğreneceğinizi söyleyebilirim.

Çizgi romana gelince. Kitabı okumadığım

için orjinali ile karşılaştıramayacağım, ancak

çizgi roman olarak oldukça başarılı. Zaten

kısa bir hikaye olduğu için önemli bir

kırpılma olduğunu sanmıyorum. Çizimlere

gelirsek karakter çizimleri oldukça başarılı.

Arka planlar biraz sönük ama zaten çizgi roman boyunca

insansız sahne neredeyse hiç yok gibi. Şövalyelerin zırhları,

armaları çok güzel çizilmiş.

Ana hikayenin dışında çizgi romanın sonunda bir iki sayfalık

Blackfyre isyanının bittiği Redgrass Field savaşı da

anlatılıyor. Bu savaş ile ilgili daha fazla bilgiyi wikipediadan

veya serinin 2. Kitabında da bulabilirsiniz. Bir de çizgi

romanda son iki sayfayı şövalyelere ve armalarına

ayırmışlar, o bölümü de oldukça beğendim. Kimi bildiğiniz,

kimi hiç duymadığınız pek çok aileye ait armayı

görebilirsiniz.

Gezgin Şövalye Buz Ve Ateşin şarkısını seven herkesin

mutlaka okuması gereken bir seri. Özellikle son kitabı

heyecanla bekleyenlerdenseniz çok hoş bir yeni soluk

olacaktır. Daha önce hiç okumamış yada izlememiş olsanız

bile okuyabilirsiniz. Çünkü hem hafif, kısa bir hikaye, hem

de George R. R. Martin’in o muhteşem evrenini, havasını

veren bir çizgi roman sizi bekliyor. Her ne kadar basımı

bittiği için bulmanız artık biraz zor olacaksa da, karşınızda

sahaflarda peşine düşmeye değer bir çizgi roman duruyor.

AykutKekeç

Page 33: 42 06 haziran
Page 34: 42 06 haziran

Dizi & Film

Planet of the Apes Filmografi

Bilim Kurgu ve fantezi evrenlerinde geçen fantastik filmler,

bizde bir farkına varmışlık, keşif hissi uyandırır. Nitekim

senaryosunda twist içeren filmlerde de yaşarız bunu türü

farkına varmaksızın. Ancak, fantezi evreninde geçen filmler

daha genel anlamda şaşırtır bizi, çünkü ya hiç gelmeyecek bir

gelecek, ya da gerçekleşmeyecek bir olgudan bahsederler

genellikle.

Bu farkına varmışlık ve şaşırmışlık hissi de temadaki

özgünlükten ve bizim film geçmişimizden gelir aslında. Avatar

ilk izlediği bilim kurgu türünde filmlerden olan birisi ile, daha

önce bu alanda bir çok film izlemiş birisinin filmden aldığı zevk

arasında dağlar kadar fark vardır dediğim geçmişten ötürü.

Planet of the Apes’i, bildiğiniz isimle Maymunlar

Cehennemi’ni ilk olarak 2002 yılında bir VCD’den izlemiştim.

Tek film olmadığını anlamam 2009’a kadar sürdü ve

sonrasında hızımı alamayıp tüm filmlerini iki gün içerisinde

tükettim. Başından sonuna kadar, ilk filmi benim

doğumumdan 24 yıl öncesinde yayınlanmış bu seri beni

fazlasıyla şaşırttı ve tatmin etti. İzlediğim ilk filmi olmamasına

rağmen, girişteki Özgürlük Heykeli sahnesi bile ayrı bir hoş,

onun bile hala izlediğim filmler içinde ayrı bir yeri var

hissettirdikleriyle.

7 filme sahip bir seri Planet of the Apes, bunlar sırasıyla şöyle;

Page 35: 42 06 haziran

● Planet of the Apes (1968)

● Beneath the Planet of the Apes (1970)

● Escape from the Planet of the Apes (1971)

● Conquest of the Planet of the Apes (1972)

● Battle for the Planet of the Apes (1973)

● Planet of the Apes (2001) - 1968 filminin senaryosu

değiştirilerek yeniden yapımıdır.

● Rise of the Planet of the Apes (2011)

İlk 5 filmlik seri, dizi edasıyla çekilmiş, izlediğinizde

anlayabileceğiniz şekilde. Ben ilk iki filmi ikileme, diğer filmleri

ise üçleme olarak ayırıyorum ancak. 2001 yapımı olan ve Tim

Burton’ın yönettiği film ise, yukarıda belirttiğim gibi 1968

yılında çıkan ilk filmin senaryosunun değiştirilerek yeniden

yapılmış hali. 2011 yılında çıkan Rise of the Planet of the Apes

filmi ise, yeniden uyarlanış değil, aksine Dünya’nın nasıl

Maymunlar Cehennemi’ne dönüşmeye başladığını anlatan, ve

senaryodaki orjinaliteyi bozmadan bir şeyler eklemiş, giriş

yerine geçebilecek bir film. Şimdi hepsine teker teker göz

atalım.

Planet of the Apes - 1968 Tamamen bir başyapıt.

1963 yılında yazılmış aynı isimde bir romandan uyarlanmış bir

gördüğümüz filmde, Charlton Heston, James Whitmore,

Roddy McDowall, Kim Hunder ve Lou Wagner gibi isimler

oynuyor. Charlton Heston’u daha önceden ‘Ben Hur’

filminden hatırlayanlar vardır belki, o filmdeki gibi yine

muhteşem bir oyunculuk sergiliyor bu filmde de.

Hikâyemiz biraz sıradan başlıyor. George Taylor’un -Charlton

Heston- da arasında bulunduğu bir grup astronotu barındıran

bir uzay gemisi, uzay gemisinin ölçümlerine göre bilinmeyen

bir gezegene iniş yapıyor. Astronotlar oldukça şaşırmıştır ve

ortamı araştırmaya başlarlar. Fark ettikleri şudur; bu

gezegende konuşan ve bir medeniyet geliştirmiş maymunlar

egemendir ve yabani insanları esir almaktadırlar. Grubun da

esir edilmesiyle hikâye başlar ve astronotların

konuşabilmesinden dolayı maymunların evrim gibi

düşüncelerine ters düşeceği düşüncesiyle, komuta zincirinde

yönetim kısmında bulunan maymunlar tarafından bu durum

hasıraltı edilmeye çalışılır.

Açık fikirli ve bilim odaklı, objektif düşünen maymun

bilimadamları olan Cornelius ve Dr. Zira’nın da hikâyeye dahil

olmasıyla, olay çok farklı bir boyut kazanır.

Artıları ve eksileri var elbette, ama artıları ağır basıyor bu 68

yapımı filmin. Oyunculuktan, senaryodan ufak tefek hataları

ayıklıyorsunuz dikkatli olursanız ama genel izleyişte akıcılık

gözlerinden okunuyor filmin. Değinmeden geçemeyeceğim iki

noktası ise, maymun makyajları ve müzikler.

Maymun makyajları çok sahici ve mimikleri göz önünde

bulundurduğunuzda oldukça başarılı, pek sırıtmıyorlar.

Müziklere gelecek olursak, sahnelerdeki duyguyu ve aksiyonu

oyunculuktan çok müzikler size hissettiriyor. Doğru yere,

doğru zamana konmuş hepsi.

İzlemeye geç kaldığım filmlerden olduğunu anlamıştım ilk

izlediğim zaman, bir bilim kurgu severseniz şayet, sizin de

vakit kaybetmeden izlemenizi öneririm. Bir seri için,

mükemmel bir başlangıç.

Beneath the Planet of the Apes

- 1970

Serinin ilk filminden iki yıl sonra

yayınlanmış olsa da, bu filmin başından

ve önceki filmin sonundan

anlayabileceğimiz üzere hemen hemen ilk

filmle beraber başlanmıştır senaryo ve

çekimlerine. Başta dediğim gibi, Planet of

Page 36: 42 06 haziran

the Apes filmleri kendi içinde gruplandırıldığı zaman dizi gibi

gözükmektedir. 68’de çıkan ilk film ve bu film, hemen ardı

ardına gelmektedirler.

Muhteşem çıkıştan sonra biraz daha yavaş geliyor bu film,

bunun senaryo gibi bir nedeni olsa da, aynı zamanda ana

boyutun kazandırıldığı ilk filmden sonra gelmesinin bir etkisi

de yok değil. Matrix ve Matrix Reloaded arasındaki fark gibi

aslında. Matrix Reloaded’ı ben de Matrix’e göre daha başarısız

bulurum.

Son olarak bahsetmeden geçemediğim bir nokta da şu, bu

filmle beraber aslında bir ikileme tamamlanmış oluyor. Çünkü,

sonrasında çok farklı zaman dilimlerine gidiyoruz,

bahsetmeden edemedim.

-Hikâye kısmı, ilk filmi izlememiş ya da genel konu hakkında

bilgi sahibi olmayan arkadaşlar için spoiler içerir, ancak

neticede bu bir film serisi ve ilk filmin sonu hakkında ikinci

filmde ufak tefek bilgi kırıntıları görmek şaşırtıcı değil,

suçlamayın yani.-

İlk filmin sonunda Taylor ve Maymunlar Cehennemi’nde

tanıştığı/aşık olduğu Nova, Dünya’nın geleceğinde olduklarını

anlarlar. Maymunlar’ın gelemediği Yasak Bölge’ye doğru

harekete başlarlar kaçış için. Brent adlı astronot uzaktan atta

yalnız başına giden Nova’yı gördüğünde ona astronot Taylor’ı

sorar, yanıt alması güç de olsa onun Yasak Bölge’de

kaybolduğunu öğrenir. Ancak Taylor, Yasak Bölge’de yeraltı

tünellerinde yaşayan insanlar tarafından esir alınmıştır.

Bu ilginç insanlar bir kez daha gezegeni tekrar yok edebilecek

bir şeye sahiplerdir ancak buna tapmaktadırlar. Hikaye de bu

olay etrafında dönmektedir aslında bu bölümde, bombayı

koruyanlar ve tetiklemeye çalışanlar.

Bu film de yine bizi bize anlatıyor, en azından görünürde

doğamız gibi gözüken şeyi. Kitap gibi, film serisi de bilim

kurguyla beraber psikolojik bir çok şeyi bize fark ettirmeden

yediriyor, ve bunu başarılı bir şekilde yapıyor.

Seriye başladıysanız

zaten diyecek bir şey

yok film hakkında, 68

yapımı olan filmin

devamı ve aynı

zamanda sonu olarak

düşünebilirsiniz. İlk filmi

izlediyseniz, bunu

izlememeniz için hiç bir

sebep gözükmüyor.

Arayı soğutmadan

izlemek en iyi çözüm.

Okumaya devam

etmeyin, filmi izleyin !

Escape from the

Planet of the Apes (1971)

Hikâye değişmeden edemiyor yine ve bizi bir kez daha zaman

yolculuğuyla karşı karşıya getiriyor. Orijin kitaptan çıkmış olsa

da fikir olarak, kitabı okumuş biri olarak söyleyebilirim ki,

senaristler kesinlikle kitaba hak ettiği değeri verip şahane

devamlar yazmışlar şu filmlerle. İlk iki filmin aksine bu filmde

Charlton Heston yok, ancak yine de önceki filmden tanıdığımız

Cornelius ve Dr. Zira ile yeni gelen Dr. Milo çevresinde, yani

maymun dostlarımız çevresinde geçiyor film. Tabi ki bolca

insanlık katarak.

En az maliyet harcanan film bu olsa

gerek, hikâye kısmında neyden

bahsettiğimi anlayacaksınız. Kesinlikle

de yabancılık çekmeyeceğimiz bir

senaryo aslında :)

Yine okyanusa düşen bir uzay gemisi ile

başlıyor film. Uzay gemisi insanlar

Page 37: 42 06 haziran

tarafından bulunuyor, açıldığında ise sürpriz açığa çıkıyor.

Uzay gemisinden 2 ayak üzerinde yürüyen ve gayet insanı

vücut hatlarına sahip 3 maymun çıkıyor; Cornelius, Dr. Zira ve

Dr. Milo. Ekip patlama esnasında geçmişe gitmeyi başarmıştır,

yetmişler Los Angeles’ına kesin dönüş yapmışlardır.

Bu senaryonun günümüzde gerçekleştiğini düşünürseniz, ne

kadar şaşırtıcı olduğunu biraz olsun anlayabilirsiniz.

Sonrasında, ekip konuşan maymunlardan oluşmasına rağmen,

Los Angeles Hayvanat Bahçesi’nde gözetim altına alınırlar.

Gözetim sürerken, Cornelius’un biraz direnmesine rağmen Dr.

Zira olayları anlatmaya başlar ve

geleceğin nasıl yok olduğunu tabii

ki. Her ne kadar maymun da

olsalar, bizden daha insancıl

düşündüklerini görüyoruz. Bu da

‘insancıl’ kelimesinin ne kadar ırkçı

olduğunu bir kez daha gösteriyor

bize filmde. Ve yine, maymun

ekibimizi insancıl olmayan

insanların yer aldığı kötü olaylar

bekliyor.

Rise of the Planet of the Apes’i

izleyene kadar, bu filmin en yerici film olduğunu düşünürdüm

aslında. Yericiden kastım, çıkarılacak anlamların en yoğun

olduğu film tabi. Ancak bu filmde kesinlikle daha fazla var.

İlk iki filmin aksine, bu film biraz daha yavaş. Senaryo daha

psikolojik ve duygusal öğeler içeriyor, bu açıdan daha yoğun.

Yine şaşırtıcı şeyler içeriyor, gidişiyle olsun, bitişiyle olsun. Çok

yoğun eleştirilerle karşılaşsa da, çok da kötü bir devam değil -

en azından sonrasında gelenlerle kıyaslandığında-, şans

vermeniz gereken bir devam filmi. Zaten merak edip

izleyeceksinizdir ilk iki filmden sonra. Aynı zamanda, bir

sonraki film ile çok güzel bağlıyor.

Başlangıç ile sonu arasındaki tezat gerçekten üzücü. Dr. Zira

ve Cornelius, yine gözlerimi doldurdunuz.

Conquest of the Planet of the Apes (1972)

Devam filmlerine devam ediyoruz.

Serinin bir önceki filmindeki yavaş başlayan ama sonlara

doğru hızlı olan akıcılığa sahip bu film de. Üçüncü filmin

bıraktığı yerin 20 yıl sonrasında başlıyor filmimiz.

Cornelius ve Dr. Zira’yı bir önceki filmde kaybetmiştik

hatırlarsanız, hepimiz üç filmin getirdiği bağlılık ve birikimle

beraber üzülmüştük. Dr.

Zira’nın güç bela sirk

sahibi Armando’ya

emanet ettiği bebeği ve

aynı zamanda

maymunları

özgürleştirecek olan

maymun Caesar, artık 20

yaşındadır. Bir çok

aramaya rağmen

bulunamamıştır ve

aslında bilinen ama gizli

kimliğini sürdürmektedir.

Sirkten ayrıldıktan sonra,

McDonald ile örgütlenirler ve

yavaş yavaş maymunlar

arasında bir birliktelik

oluşturmaya başlarlar. Ufak isyanlardan sonra adeta bir birlik

içinde isyana başlarlar ve istikrar içinde köleliğe karşı tek

yumruk olurlar.

Seri bu filmle birlikte sönmeye başlıyor, bunu siz de

hissedebiliyorsunuz zaten filmi izlerken. Akıcılıkta kaybettiği

nokta da hızla devam etmektedir, ve üçüncü filmin ikinci filme

kıyaslanışı nasıl olduysa, bu filmin üçüncü filmle kıyaslanışı da

hemen hemen aynıdır.

Gitgide yavaşlayan bir akışa sahip ve gizem dozajı biraz daha

azalıyor. Son filmin biraz da bu sebeple başarı hakkı yenmiş

olabilir, çünkü hayranların da kızdığı ve Planet of the Apes

Page 38: 42 06 haziran

efsanesinin biraz zayıfladığı iki film arka arkaya

geldiler. Ve de artık gizemi açıklanmamış çok öğe

kalmadı.

Yine de konu itibariyle önem teşkil ediyor,

maymunların alt kısımdan üst kısma nasıl bir geçiş

yaptığını ve isyana nasıl başladıklarını gözlerimizin

önüne seriyor. Aynı zamanda isyan etmek için ne

kadar haklı olduklarını da.

Battle for the Planet of the Apes (1973)

Efsanevi serinin son filmi, heyecanın tükendiği, beklentinin

oldukça düştüğü ve hayal kırıklığı yaratan son üçlemenin son

filmi.

Battle for the Planet of the Apes, maymunların Caesar

liderliğinde dominant ırk olmasından sonra yaşananları

gösteriyor bize. Bir yandan da Beneath the Planet of the Apes

filminde o patlamaya hazır bombaya tapan insanların nasıl

öylesine bir değişime uğradıklarını bize gösteriyor. Bu yönüyle

aslında filmler arasında hala boşluklar olduğunu gösteriyor ve

bunları kapatıyor.

Bütçenin düşük olması bu filmi etkilemiş, görebildiğimiz

maymun sayısı oldukça az ve bu grup mu dominant demekten

kendinizi alamıyorsunuz bazen. Maymunlar adeta ufak bir

kasaba topluluğundan ibaretler ve Caesar da sanki bir muhtar

edasında bu kalabalığa karşı. Ancak eski duruşundan hiç bir

şey kaybetmemiş ve hala çok bilge.

Maymunlar isyandan sonra geçen 20 küsür yılda evrimlerinde

oldukça yol katetmiş ve konuşamayan kalmamış gördüğümüz

üzere. Nükleer bombadan sağ kalan insanların bir kısmı

maymunların kasabasında ayak işlerini ve amelelik işlerini

yapan köleler olarak kullanılmaya başlanmış ve söz haklarını

yitirmişler.

Nükleer bombadan sağ kalıp kaçabilmiş farklı bir grup ise, ilk

filmden hatırladığımız üzere şehrin ve yasak bölgenin altındaki

yeraltı kanallarında yaşamaya başlamış, maymunlara karşı kin

beslemeye devam ederken, bombaya tapmaya başlamışlardır.

Farkındayım, burası fazlasıyla karıştı.

Senaryo müthiş değil, ancak üçüncü ve dördüncü filme göre

daha tutarlı, belki de başa bağlanması sebebiyle bana öyle

geldi, emin değilim. Bütçe düşüklüğü yüzünden savaşlar

oldukça yavan. İlk filmdeki kalabalığı bile göremiyoruz.

Bitiş sahnesi, Caesar’ın heykelindeki gözyaşı, aslında General

Aldo’nun varolmasının Caesar’ın yenilikçi ve maymun

toplumu için kafasındaki düşüncelerle ne kadar ters

düştüğünü bize özetlemektedir aslında. İnsanlıktan nasibini

almamış General Aldo’nun yönetimde pay sahibi olmasına ne

kadar üzüldüğünü göstermesi gibi. Hey gidi Caesar.

Page 39: 42 06 haziran

Planet of the Apes (2001)

Filmimiz 2029 yılında

başlıyor. Astronot Leo

Davidson, uzay

mekiğinde olan bir

arızadan dolayı belirsiz

bir gezegene acil iniş

yapmak zorunda

kalıyor. Leo, iniş

yaptığı ormanda uzay

mekiğinden zar zor

çıkıyor ve ormanda

yürümeye başlıyor.

Biraz ilerledikten sonra

sesler duymaya

başlıyor, ve sonrasında

koşmaya başlıyor.

Etrafında yabani

giyimli insanlar

görüyor ve sonrasında

iki ayağı üzerinde duran ve birbirleri ile ingilizce konuşan

maymunlar tarafından bir grup insan ile birlikte tutsak

ediliyor.

Yönetmen olarak Tim Burton’ı görüyoruz, zaten ilk akla gelen

isimlerden biri o olmuştur muhtemelen. Oyuncu listesi

oldukça dolu; o zamanların en popüler isimlerinden Mark

Wahlberg, oyunculuğuyla çok beğenilen Helena Bonham

Carter, daha önce başarılı yapımlardan tanıdığımız Tim Roth

ile Paul Giamatti ve daha bir çok kaliteli oyuncu.

Oyunculuğa ve makyaja şapka çıkartmak gerekir, maymunlar

çok gerçekçi ve oyunculuk filmin hiçbir yerine sırıtmıyor.

Dondurulmuş mimiklere sahip Mark Wahlberg’i bu gruba

koymamakta ısrar edeceğim, umarım kızmazsınız.

Kırılma noktalarından bir tanesi, aksiyondaki bolluk.

Maymunların yer aldığı aksiyon sahneleri oldukça kaliteli olsa

da, çok fazla aksiyon içeren sahne var ve bu da aslında

önceden beri süregelen Maymunlar Cehennemi kültüne biraz

ters. Ters olması kötü yapmıyor tabi ki filmi, biraz abartılmış

olması öyle yapıyor.

Kehanet gibi hikâyeye katılan şeyler aslında biraz

masallaştırmış bu evreni, bilim kurgu öğeleri hala ağır bassa

da Tim Burton’dan şaşırmadığımız masallaştırma etkisi bilim

kurgu kısmını biraz sarsıyor, fantastik öğeleri artırıyor.

Senaryodan aslında yukarıda birazcık çıtlattım, biraz daha

devam edeyim. Bazı tutarsızlıklar mevcut

senaryoda, parça parça kısımlar da akıcılığı biraz

kaybettiriyor.

Takıldığım kötü noktaları yukarıda belirttim, fark

edeceğiniz üzere aslında bunların sebebi ise

alıştığımız ve görmeyi beklediğimiz filmi görememiş

olmamız. İlk kez Maymunlar Cehennemi izlemiş bir

kişinin beğenmeyeceğini ve bu noktalara

takılacağını sanmıyorum. O yüzden yeni izleyiciler

için genelde doyurucu bir film diyebilirim, ancak

eski filmleri izlemiş biriyseniz biraz kızabilirsiniz.

Film gerçekten şaşırtıcı ve sürpriz bir sonla bitiyor, benden

söylemesi :)

Page 40: 42 06 haziran

Rise of the Planet of the Apes (2011) Ve Caesar ‘hayır’ dedi.

10 yıl önce, -bana göre- kötü bir yeniden yapımın olmasından

sonra uyuyan serinin muhteşem bir şekilde geri dönüşü !

2001 yılında, Tim Burton bize günümüz teknolojisiyle

Maymunlar Cehennemi efsanesinin nasıl yapabileceğini

göstermişti biraz, ancak bir çok hayran için bu film izlenip

geçilecek bir filmden öte olmadı. Senaryodaki parçalanmalar,

tutarsızlıklar ve hızlı geçişler soğutmaya yetip, akıcı olmayan

bir filme sebep oldu, dolayısıyla devamı gelmedi.

Ancak bu film çok başka.

Söylemeden

geçemiyorum, film

tamamen enfes. Eski film

serisinin -yukarıda

okuduğunuz üzere- bir

hayranı olarak, eski

filmlerdeki kaliteyi

yakalayan ve

efektler/animasyon

teknolojisinin gelişmesi

sayesinde çok daha

gerçekçi hale gelmiş bir

Maymunlar Cehennemi

izliyoruz bu filmde.

Senaryosu açık içermeyen, oyunculukta sırıtma olmayan bir

Maymunlar Cehennemi.

Tanıdık oyuncular karşılıyor bizi. Son zamanlarda bir çok

filmde iyi oyunculuğuyla övgü almış James Franco, Don

Cheadle, Andy Serkis ve Tom Felton başta olmak üzere

oldukça geniş bir oyuncu listesine sahip Rise of the Planet of

the Apes filmi.

Hikâyemiz günümüz San Francisco’sunda başlıyor. Babası ağır

bir Alzheimer hastası olan Will, maymunların zeka

gelişimlerini inceleyen ve testler yapan bir bilim adamı. Bu

deneyle ilgili tecrübelerini kaydediyor ve devamlı deneyler

yapıyor. Bu deneylerin sebebi, Alzheimer hastalığına çözüm

bulabilmek, insanlara yakınlığı nedeniyle de doğal olarak

maymunlar seçilmiş.

Test edilen maymunlar arasından Caesar adında bir

maymun hızlı gelişim göstermeye başlıyor. Will de bu

maymunun deneylerde kullanılmasını engellemek için

Caesar’ı evine götürüyor, tabi ki gelecekte bir devrim

başlatacak olan esas lideri evinde beslediğinden haberi

olmadan.

Açıkçası gitmeden önce yine kötü bir film mi seyredeceğiz

diye düşünmekteydim, 2001’deki deneyimden sonra çok iyi

şeyler beklemek de mümkün değildi. Ancak dokunaklı ve

keyifli bir filmle karşılaştım, uzun zaman sonra

görüşmediğimiz bir dostla tekrar karşılaşmak keyifliydi.

Maymunlar Cehennemi : Başlangıç, bize bizi anlatmaya

çalışan, doğayla iç içe yaşadığımızın farkında olmaya

çağıran, dünyaya uyum sağlamamız gerektiğini söyleyen bir

film aslında. Hatta bas bas bağırıyor inanın. Eski filmlerde olan

hiciv yeteneğini hiç kaybetmemiş ana amacı bu olmasa bile.

Senaryodaki çok ince detaylar

dikkat çekiyor, filmde ilk

filmden tanıdığımız astronot

Taylor bile unutulmamış ve 5-6

saniyelik uzay gemisi

sahnesinde ona göz kırpılmış.

Serinin devamı gelecek, 2014

yılında bir devam filmi

duyuruldu, zaten sonundan da

geleceği anlaşılıyor. İzlemeden

önce eski filmleri izlemenizi

öneririm, ancak izlemeseniz de

yadırgayacağınız herhangi bir

nokta olmaz. Çünkü başta da söylediğim gibi, bu bir devam

filmi değil. Bu yeni bir başlangıç filmi.

Belirttiğim gibi, bu sadece başlangıç...

Çağlar Bozkurt

Page 41: 42 06 haziran

Dizi

İzlemeyen kalmasın!

Benim için çok büyük bir merak konusu olmuştur

Battlestar Galactica'nın popüleritesi. Nedendir bilinmez özellikle Türkiye'de Battlestar Galactica'nın varlığından haberdar olmayan pek çok insan var. Diziyi bilenlerden ise izleyenine çok az rastladım. Oysa Galacticayı baştan sona izleyen insanlardan kime sorarsanız sorun (ben öyle yaptım) en güzel dizi hatta en güzel bilim-kurgu serisi olduğunu söyleyenler çok çıkacaktır. Bir bilim-kurgu dizisinden daha çok dram, vahşet, felsefe hatta psikoloji ağırlıklı bir dizi kesinlikle. Buna rağmen bilim-kurgusal olarak benim gözümde en iyisi kesinlikle. Battlestar Galactica ilk olarak 1978 yılında ortaya çıkmıştır. Dizisi epey tutmuştur o dönemde ama 1980 de devam eden seri pek başarılı olamamış ve bitmiştir. Ardından 2003 yılında Sci-Fi tarafından dizinin hikayesi yenilenerek (ki harika bi yenileme!) tekrar başlatılmıştır. İlk olarak 'mini-seri' adıyla 3 saatlik bir giriş bölümü yayınlandı ve ciddi anlamda ortalığı karıştırdı.

''Tanrılar insanoğlunu yarattı'' Gelelim Battlestar Galactica evrenine. İnsanlık Kobol adında büyük bir gezegenden göç etmek zorunda kalır ve birbirine yakın sayılabilecek 12 koloniye yerleşir. Aradan 4000 yıl geçer bu süre içinde bu koloniler kendi aralarında savaşırlar fakat bir süre sonra bütün koloniler, Caprica adı verilen bir koloninin gezegenini başkent kabul ederek birleşirler.

''İnsanoğlu tanrılarını öldürdü, saylonları yarattı'' Artık klişe diyebileceğimiz bir bilim-kurgu konusuyla başlar Galactica. İnsanoğlu yapay zekayı geliştirir ve Saylon adı verilen makineler yapmaya başlar. Bu makineler gün gelir kendi sahiplerine ''dini sebepler'' dolayısı ile isyan ederler. Saylonlar kendi içlerinde hızlıca gelişir ve insanlığa saldırmaya başlar. O kadar üstün gelirler ki hakim oldukları kolonilerin birinde kendi büyük savaş gemilerini yapmaya başlarlar. Caprica gezegeninde ise insanlar hemen buna karşılık ilk devasa savaş gemileri olan Battlestar Galacticayı yaparlar. Ardından her koloniyi koruyacak başka bir Battlestar yapılır. 12 adet devasa Battlestar. Savaş devam eder ve insanlık üstün gelir.

Page 42: 42 06 haziran

''Saylonlar insanoğlunu öldürdü'' Saylonlar savaştan sonra barış anlaşması yaparlar ve kendilerine yaşayacak yer aramaya gideceklerini söyleyip giderler. Aradan 50 yıl geçer, 12 kolonide yapay zeka çalışmaları yasaklanır. Savaşın çöküntüsü medeniyetleri neredeyse mahveder ve paranoya başlar. Her koloniyi korumakla görevli bir adet Battlestar varken koloni başı 10 Battlestar yapılır. Hepsi daha gelişmiş daha da güçlüdür. Herkes Saylonların geri gelmesinden korkar. Bu esnada Battlestar Galactica eskimiş kahraman bir gemi olarak emekliye ayrılmak üzeredir ve yeni Battlestarlara kıyasla oldukça işe yaramaz bir gemi sayılmaktadır artık. 50 yıl sonra korkulan olur. Saylonlar gelişmiş, kendilerini değiştirmiş. Hatta bazı modelleri ete kemiğe bürünmüş halde geri dönerler.

Büyük bir saldırıdan sonra 12 kolonide hayat tam anlamıyla yok olmuştur. 50 milyar insan ölmüş ve bütün Battlestarlar parçalanmıştır, emeklilik töreni için gezegenlerden epey uzak bir yerde olan Battlestar Galactica dışında.

''Dradis Contact! '' Galactica saldırıdan kurtulmuş diğer sivil gemileri yanına alarak Saylonlardan kaçmaya başlar. Bütün gemilerdeki toplam insan sayısı 50 bin civarındadır. Yani 50 milyar insandan geriye sadece 50 bin insan kalmıştır onlar da hayatta kalmak için umutsuz bir kaçışa başlar. Yiyecek yok, umut yok, kapalı yerde sürekli can korkusuyla yaşayan 50 bin insanın dramı. Galactica'nın komutanı tarafından insanları umutlandırmak için 13. gizli bir insan kolonisi olduğu ve oraya gidileceği söylenir. Eğer izlemek isterseniz unutmayın, mini-seri adı altında bir giriş bölümü var 3 saatlik. Oradan başlayın yoksa hikaye alakasız gelebilir. Yazdıklarım az-çok o giriş bölümünde anlatılan şeyler. Dört sezonluk hem görsel hem de kurgu olarak fazlasıyla harika bir dizi. Galactica bittikten sonra bir sezon süren ve ilk saylonu anlatan Caprica dizisi çekilmiştir. O da bir sezon sürmüş olmasına rağmen ciddi anlamda eşi benzeri olmayan harika bir dizidir. Capricadan da sonra ise Blood & Chrome adında yeni bir dizi başlamıştır. O da ilk saylon savaşını anlatan görsel olarak eşsiz bir dizi olacağa benziyor. Galactica başlamayı düşünüyorsanız, düşünmeyin! Direk atılın derim. Pişman olmazsınız, izledikten sonra başka bir şeyi de kolay kolay beğenmezsiniz =) Korcan Romya

Page 43: 42 06 haziran

Dizi & Film

The Raven

Efendim bilmeyeniniz yoktur, yalnızlığın meşhur gotik

yazarı Edgar Allan Poe’yu. Benim hayatımın dönüm

noktalarından birisidir Poe’yu keşfetmem. Bütün

öykülerinin basılı olduğu büyük bir cilt satılır şu aralar

etrafta, o koca kitabı sonuna kadar okuduğumda yaşadığım

değişimi hatırlıyorum. Hayalgücüm, düşünce şeklim ve

hayata bakış açım şaşırtıcı derecede değişmişti. Poe’nun

kurgularından daha ötesini ne okudum ne de okuyan

duydum.

Bahsediş şeklimden anlamışsınızdır Poe’ya karşı büyük bir

hayranlığım oluştu bu süre içerisinde. Hayat hikayesini

duyduğumda ise yıkılmıştım. Sevdiği bütün kadınlar ölür,

yaşamı facialarla doludur, tek bir gün mutlu olmuşluğu

yoktur derler. Hatta öldüğünde mezarına sadece iki kişi

gelmiş. Sonuçta buradan çıkatacağımız sonuç Poe’nun

fazlasıyla derin, fazlasıyla geniş ruhlu depresif bir insan

olması gerektiğidir.

Peki ya film?

Filmin haberini duyduğum zamanı hatırlıyorum. Galiba

hayatta haberini aldıktan sonra gün sayarak beklediğim tek

filmdir Poe’nun filmi. İçeriği hakkında bir bilgim yoktu,

hayatını anlatırlar diye düşünürdüm hep ( Öyle de yapmışlar

aslında).

Gün geldi geçti ve ben ilk günden heyecanla filme girdim.

Filmden önceki ilk fiyasko Poe’yu John Cusack’ın

oynayacağını duymamdı. Gotik edebiyatın ve polisiyenin

babasını bundan daha ruhsuz canlandırabilecek başka bir

insan olamazdı şayet.

Neyse dedim ve filme girdim. Filmde Poe’nun diğerlerine

göre daha ünlü olmuş birkaç öyküsü ile hayat hikayesini

birbirine geçirmiş bir halde anlatan bir senaryo vardı. Yani

aslında tam klişe bir senaryo. Ya da film o kadar ruhsuzdu ki

bana öyle geldi bilmiyorum. Çoğu insanca dünyanın en

büyük şairi, yazarı olarak belirtilen bir insanın filminde daha

çok sanatsal öğe ya da daha ruhsal şeyler bekliyor insan.

Hayır, film tamamiyle aksiyon filmi. Edebiyat filmi değil ya

da ona benzer bir şey değil, sadece aksiyon filmi. Filmin

içeriğinde ne Poe var adam akıllı ne de öykülerini hakkıyla

anlatabilmiş bir senaryo var. Hatta Poe namına hiçbir şey

yok sanki çapkın ya da aptal bir adammış gibi gösterilmiş ya

da hiçbir şey gösterilmediği için öyle duruyor.

Kötülediğim bir film hakkında daha da uzun yazmak

istemem sonuçta tavsiye vermek daha değerli ama

beklenen bir film olduğu için üzerinde durma gereği

duydum.

Film olarak izlerseniz fena değil derim ben sonuçta iyi kötü

Poe’nun öykülerinden kurgulanmış. Fakat usta sayılan bir

yazarın efsanevi öykülerini tamamen ticari bir biçimde

yorumlayıp aksiyon filmleri gibi sunmaları olmamış. Evde

oturup izlenebilecek bir film (çok canınız sıkılırsa) ama

Poe’nun öykülerini okumanızı daha çok tavsiye ederim film

izlemiş kadar oluyorsunuz sonunda.

Korcan Romya

Page 44: 42 06 haziran

Dizi & Film

THE ROAD

Merhaba!

Bu ay, Yüzüklerin Efendisinden hepimizin tanıyıp sevdiği,

izleyenlerin gönüllerinde mutlaka yer etmiş (Aragorn)

karakterini canlandıran Viggo Mortensen’in başrol oynadığı

2009 yapımı post-apokaliptik ve dram yönü ağır basan “The

Road” filminden bahsedeceğim. Filmimizin yönetmeni

Avustralyalı yönetmen John Hillcoat. Bu film, aynı

yönetmenden izlediğim üçüncü film olmakla

birlikte epey sevdiğim filmlerinden biri.

Aklıma düşmüşken izlediğim ilk filmden de

kısaca bahsetmek istiyorum. Geçtiğimiz yıl,

Nick Cave hayranlığımın hat safhaya ulaştığı,

onunla alakalı her türlü ıvırı zıvırı araştırıp;

hakkında daha çok şey öğrenmek için ayrıca

çabaya giriştiğim ve bu halimden de baya

baya hoşnut olduğum bir yıldı. Yine Nick

Cave ile alakalı araştırmalar yaptığım günlerden birinde,

müzik kariyerinin yanında bir de film senaryoları yazdığını

okur okumaz kendimi “The Proposition” filmini izlerken

buluverdim. Film, 2005 yapımı; 1880li yılların

Avustralya’sında geçiyor. Filmde iyi-kötü, ahlak, ırkçılık ve

suç konuları çok ince bir şekilde işlenmiş. Özellikle western

tarzda film severlerin, mutlaka beğenisini kazanacağı

görüşündeyim. Müziklerini de ayrı bir özenle, yine Nick Cave

Abimiz hazırlamış, bu vesileyle tabii kulaklarımızı da

ziyadesiyle iyi müzikle doyurmuş; ne diyoruz, helal olsun

diyoruz . Ben açıkçası keyifle izledim, western tarz film

kültürüm olmamasına rağmen de hoşuma gitti. Ne mi oldu,

Nick Cave’e olan hayranlığım ve saygım bir kat daha arttı. İyi

de oldu, güzel de oldu. Sırf Nick Cave’in müziğinden

hoşlanıyorsanız dahi izlemenize değecek ve yetecek bir film

diyeyim gerisini siz anlayın.

Heh, ben daha fazla konuyu uzatmadan “The Road” filmine

geçeyim. Nerde kalmıştık… Hımm. Yüzüklerin efendisi,

Aragorn, V.Mortensen, John Hillcoat, post apokaliptik falan

demişim en son. Heh bu arada, Nick Cave Abimizin

müzikleri ile bu filmde de parmağı var, onu da unutmayalım

şimdi. Ayrıca “No Country for Old Men”, “All the Pretty

Horses” romanlarını yazan ve bu romanların beyaz perdeye

aktarılmasında emeği geçen “The Sunset Limited” filminin

de senaryo yazarlığını yapmış olan Cormac McCarthy’nin

yazdığı yine bir romandan sinemaya uyarlanmış, dört

Page 45: 42 06 haziran

dörtlük bir film bahsini geçirdiğim. Kıyametin yaşandığı

dünyada;açlığa, kimsesizliğe, soğuğa ve tehlikelere karşı

baba ve oğul’un hayatta kalma mücadelesini işlerken, nefes

aldırmayan; bazense “artık nefes almak istiyorum” deyip,

yeterli arayı verdikten sonra tekrar izlenen “insan olmayı ve

insanlığı” anlatan en baba filmlerden birisi. Bir de gerilim ve

de hüzün bir arada, bunu bilerek izleyin. İç parçalayıcı öyle

çok detay var ki…

Siz iyisi mi işi gücü bırakın, oturun ve izleyin.

Ece Gündüz

(The Road) Filme, oyunculara, yönetmene ve IMDb puanına

ulaşmak için: http://www.imdb.com/title/tt0898367/

Fragmana ulaşmak için:

http://www.youtube.com/watch?v=hbLgszfXTAY

(The Proposition) Filme, oyunculara, yönetmene ve IMDb

puanına ulaşmak için:

http://www.imdb.com/title/tt0421238/

Fragmana ulaşmak için: http://www.youtube.com/watch?v=G7V-CW_SUos

Page 46: 42 06 haziran