299
Torbjon L. Knutsen _ Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.kitapsevenler.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır. İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir.

51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Torbjon L. Knutsen _ Uluslararası İlişkiler Teorisi TarihiKitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.

UYARI:

www.kitapsevenler.com

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdekitüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesineistinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıylaekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekranvebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optikkarakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdekie-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülükesasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerinistifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.www.kitapsevenler.comweb sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmekve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan veyaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz.Bilgi paylaşmakla çoğalır.

İLGİLİ KANUN:5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksahiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarakya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibikuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesibu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbirşekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerinbulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görmeengellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmektüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,

[email protected] göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.

Page 2: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...Teşekkürler.Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.Tarayan: Yaşar Mutlue-posta [email protected]

Torbjon L. Knutsen _ Uluslararası İlişkiler Teorisi TarihiTorbjon L. KnutsenUluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi

Uluslararası İlişkiler Teorisi TarihiTorbjom L KnutsenNorveçli Torbjorn L. Knutsen, uluslararası ilişkiler tarihi dalında profesördür. Ortaçağ'dan günümüze kadar gelen süreçte önemli düşünürlerin uluslararası ilişkiler üzerine ifade ettikleri fikirleri anlatmakta ve dört ana temanın gelişimini irdelemektedir: Savaş, barış, refah ve güç. Bilim adamları, askerler ve devlet adamlarının bu hususu son 700 yıldır speküle ettiklerini belirten Knutsen, Ortaçağ'daki egemenlik konsepti ve devletin kökeni ile başlayarak, Machiavelli'den Hobbes'a; oradan Hegel, Rousseau ve Marx'a; bununla birlikte Woodrow Wilson, Lenin, Morgenthau ve Walt gibi 20. yüzyılda uluslararası ilişkilerin ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmasında etkili olan önemli çağdaş düşünürlere kadar önemli siyaset düşünürlerinin görüşlerine dikkat çekmektedir. Torbjorn L. Knutsen, Trondheim Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Sosyoloji Departmanfnda öğretim üyesidir.Uluslararası İlişkiler Teorisi TarihiTORBJORN L. KNUTSENTürkçesi: Mehmet ÖzayAÇILIMKİTAPaçtlımkitapbüyük reşitpaşa cd. no: 22/16vezneciler istanbultel: (0212) 520 98 90-527 06 77açılımkitap: 15 bilim felsefesi: 3birinci baskı: mayıs 2006ısbn 975-352-225-8kapak tasarım: sezer erdoğan ¦ uygulama: pınar ¦ dzgi-içdûzen: pınar ¦ baskı: çalış ofset ¦ at yıldız mücellitaçılımkitap pınar yayınlan kuruluşudur.Tarayan: Yaşar MutluÖnsözGiriş Niçin Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi?911I. KISIM: BaşlangıçlarI. BÖLÜM:Tanrılar, Günahkârlar ve Uluslararası İlişkiler Teorisinin KökenleriUzak Batr'nm Çöküşü ve YükselişiÜç Ortaçağ MedeniyetiBatı Politikasının Teorileştirilmesinin KaynaklanBatı'ya Özgü Şartlar2123 25 30 36 51II. BÖLÜM:Modern Çağın Kökleri: Rönesans'da Devletlerarası SiyasetRönesans Dünyasında Algılamalar ve Siyaset Fazilet (Virtü) ve Bencillik Arasında. Machiavelli Guicciardini: Gücün Vakanüvisi Sonuç55 59 64 67 79

Page 3: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ili KISIM: Modern ÇağiIII. BÖLÜM: Silahlar, Gemiler ve Matbaalar: XVI. Yüzyıl ve Modern Dünyanın Doğuşu Uzak Batı'nın Çöküşü ve Yükselişi218325Toplumsal Yenilikler, Ekonomik Değişiklikler veSiyasal Güç 84XVI. Yüzyıldaki İki Gelenek: ispanya ve İtalya 94Egemenliğin Kavramsallaştırılması 102Yüzyılın Duyarlılığı Düşüncesi 111IV. BÖLÜM: Mutlakiyetçi Politika:XVII. Yüzyıl ve Devletlerarası Sistemin Gelişmesi 117 Askeri Birlikler, Hoşgörü, Vergi ve Otuz Yıl Savaşları 119 Toprak Bütünlüğüne Sahip Devlet 124 Anarşi, Akıl, Sözleşme ve Düzen 131 Thomas Hobbes: 'Korkunun İkizi' 139 Hobbes ve XVII. Yüzyıl Siyaseti 146 Yüzyılın Düşüncesi 148V. BÖLÜM: Aydınlanma Siyaseti:XVIII. Yüzyıl ve Halk Egemenliğinin Ortaya Çıkışı 157 Güç Kullanımında ve Zenginliğe UlaşmadaOrtaya Çıkan Değişiklikler 158Simetri, Egemen Akıl Kültü 161Devletlerarası İlişkiler Hakkında Kuramlar 165Jean Jacques Rousseau: Yenilikçi ve Paradoks 174Yüzyılın Duyarlılığı Düşüncesi 188VI. BÖLÜM: İdeolojik Siyaset:XIX. Yüzyıl ve Toplu Katılımın Yükselişi 197Siyasette ve Ekonomide Devrimler 198Toplumsal Düşüncede Devrim 201İdeolojiler ve Dünya Siyaseti 203Son Büyük Sentezci 229Yüzyılın Duyarlılıkları Düşüncesi 227III. KISIM: Çağdaş Dönem 239VII. BÖLÜM: Intermezzo: Çağdaşlaşmaya Doğru 241Milliyetçilik 242Sanayileşme 247Emperyalizm 251Darwin'in Devrimi 257Modernlik ve Ötesi 268VIII. BÖLÜM: iki Savaş Arası Dönemde Siyaset:Yirmi Yıl Süren Kriz 271Kalkıcı Barışa Dair İki Görüş 273Yirmi Yıl Süren Kriz 279Uluslararası ilişkiler: Disiplinin Başlangıç Dönemi 282 iki Savaş Arası Dönemde Uluslararası Siyasete Yaklaşımlar 286Doğu, Batı, Kuzey, Güney: Yeni Dönemin Sınırları 298IX. BÖLÜM: Soğuk Savaş Dönemi Siyaseti:II. Dünya Savaşından Sonra Uluslararası İlişkiler Dünya Savaşından Soğuk Savaşa Bölünmüş Bir Dünyada Uluslararası İlişkiler Anarşi ve (Karşılıklı) Bağımlılık Arasında Üç Temel Uluslararası İlişkiler Paradigması307 308 313 319 335X. BÖLÜM: Modernite Sona mı Eriyor? Dünyadaki Değişimler Kapanışlar ve Açılışlar Dönüşüme Uğrayan Üç Paradigma Yeni Sorunlar, Yeni Projeler, Yeni Paradigmalar Sonuç343 344 350 354 368 373Dipnotlar

Page 4: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Bibliyografyaindeks381 407 433Haritalar, Şekiller ve TablolarHaritalarHarita 1 İslâm, Bizans ve Uzak Batı, l.S. 1025Harita 2 15. Yüzyılın Sonunda italyaHarita 3 Avrupa'daki Şehir Dinleri, 1560Harita 4 Harita, Kutsal Roma İmparatorluğu ve 30 YılSavaşlarmdaki En Önemli Çarpışmalar (1618-48)Harita 5 1648 Yılında AvrupaŞekillerŞekil 1 Bazı 16. Yüzyıl Yazarları ve ÇalışmalarıŞekil 2 Bazı 17. Yüzyıl Yazarları ve ÇalışmalarıŞekil 3 Bazı 18. Yüzyıl Yazarları ve ÇalışmalarıŞekil 4 Bazı 19. Yüzyıl Yazarları ve ÇalışmalarıTablolarTablo 1 Uluslararası İlişkilere Dair Üç Önemli ParadigmaÖNSÖZBu kitabın ilk baskısı 1991 yılı yazında tamamlanarak Ağustos ortasında postaya verilmişti. Ancak, eser yayıncıya ulaştığında dünyadaki gelişmeler uluslararası ilişkilerin, çehresini değiştirmişti. 19 Ağustos'da başarısız bir komünist darbesi Gorbaçov yönetimini sarsarak Boris Yeltsin'i yönetime getirdi ve Sovyet Komünist Partisi'nin köklerim çatırdattı. Bunu müteakiben eski Stalinci Parti organının parçalanması, uluslararası komünist hareketinin çözülmesini de beraberinde getirdi ve bütün dünyadaki radikal hareketleri, savunmacı bir geri çekilmeye zorladı.Bütün bu gelişmeler Soğuk Savaş hakkında yazılan tüm kitapların sonunu getirdi. Bu olaylar, aynı zamanda, uluslararası ilişkiler üzerine yazılmış birçok metnin de sonunu hazırladı, ki bunların çoğu zaten Soğuk Savaş meselesine ve kavramlarına o kadar kapanmıştı ki, küresel komünist hareketin çözülmesi, sonbahar dönemine gelindiğinde geçerliliklerini yitirmelerine sebep olmuştu. Bunun üzerine yayıncı, bu eserin ikinci basımını hazırlamamı bana teklif ettiğinde ilk nüshanın son bölümünü değiştirme fırsatını elde etmiş olmaktan dolayı büyük bir sevinç duydum. İlk niyetim, etkisini yitirmiş üç geleneksel paradigmanın -realizm, rasyonalizm ve revolüsyonizm- Soğuk Savaş sonrası izini süren bir bölüm yazmak ve ortaya çıkmaya başlamış olan yeni ve daha çeşitli yaklaşımları ele almaktı. Fakat, sayfa sayısının sınırlı olması, en iyiIniyetleri bile yok etme özelliği taşır. Yeni yazdığım sonuç bölümü hızla tamamlandı. Bu metnin üzerindeki ilk elemelerim isim ve argümanlardan oluştu. Sonunda, okunabilirlik düzeyinde olmasını sağlamak amacıyla, bu bölümden ve uluslararası ilişkilere çağdaş katkılardan birkaçını daha elemem gerektiğini fark ettim. Bu elemeler içinde feminist te-orisyenler (Grant ve Newland 1991; Sylvester 1994), Üçüncü Dünya bakış açısı (Ngugi 1986; Gordon 1989) ve özellikle oryantalizm tartışmaları (Said 1987; Howard 1995); demokratik barış tezi (Russett 1993; Gates vb. 1996), normatif teoriler (Frost 1986; Nardin ve Mapel 1993); ekolojik yaklaşımlar (Sprout ve Sprout 1965; Vogler ve Imber 1996) ve 19.yüzyü sonu uluslarası ilişkiler alanına yapılan, 19. yüzyıla ait diğerkatkılar vardı.eYeniden kaleme alınan sonuç bölümü dolayısıyla yeni bir önsöz yazmam gerekti. Croce'nin ünlü "bütün tarih çağdaş tarihtir" sözünde ileri sürdüğü gibi, kapanmakta olan Soğuk Savaş sonrası döneminin tartışmaları, orta çağ siyasetinin yeniden ortaya çıkarılışında önemli revizyonlara yol açtı. Yeni ele alınan ilk bölüm, eskisine göre daha uzundur, fakat daha net bir yaklaşıma ve daha iyi düzenlenmiş bir iddiaya sahiptir ve bu iki olgu birlikte sonu gelmez bir söylemi oluşturmaktadır. 1. ve 10. Bölümlerin esas gözden geçirilişleriyle karşılaştırıldığında, 2. ve 9. Bölümler, çeşitli yerlere yapılan müdahalelerden kazançlı çıkmışlardır.

Page 5: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Eski kaynakları okumamı mümkün hale getirdikleri için, aralarında Trondheim'daki üniversite kütüphaneleri, Kongre Kütüphanesi, İngiliz Kütüphanesi ve özellikle Ulusal Kütüphane çalışanlarına müteşekkirim. Metinlerin gözden geçirilmesinde yorumlarını esirgemeyen meslektaşlarımdan büyük yardım gördüm. Özellikle Jennifer Bailey, Erling Berge, James Der Derian, Yale Ferguson, Scott Gates, Nacem Inayatullah, Mark Katz, Jonathon Moses, Iver Neumann, David Phelps, Georg Sorensen ve Silke Vogel'e teşekkürlerimi sunarım. Aynı zamanda, bu çalışmanın Trondheim Üniversitesi'nin desteği olmaksızın yayımlanamayacağım belirtmek isterim. Yapılan eleştiriler konusunda her zaman aynı görüşü paylaşmadım. Ve diğerlerine göre bazı yorumlardan istifade ettiğimden yayımlanan eserin sorumluluğu tamamiyle bana aittir. Fakat eleştirileri daha önceden dikkate aldığımdan ve görüşlerimi büyük bir açıklıkla dile getirmek durumunda kaldığımdan ötürü büyük bir güvenle bu sorumluluğu taşıyabilirim.Torbjorn L. Knutsen, Trondheim, Ağustos, 1996.GİRİŞ: NİÇİN ULUSLARARASİ İLİŞKİLER TEORİSİ TARİHİ?Bu kitap, uluslararası ilişkiler öğretiminde teorik bir geleneğin olmadığı varsayımından yola çıkmıştır. Bu varsayım, uluslararası ilişkiler giriş derslerinde günümüz gelişmeleri hakkında bilgi almayı ümit eden öğrencilerin yanlış yorumlarda bulunmalarında açık bir şekilde görülmektedir. Aynı zamanda, teorilerin tartışıldığı kitapların pek çoğu, ders veren öğretim görevlisinin yaşıyla sınırlı olmasından da çıkarsanabilir.1Uluslararası ilişkiler teorisi, Siyaset Teorisi'nden farklılık arz etmektedir. Siyaset Teorisi birinci sınıf öğrencileri, kadim Yunan'dan başlayarak günümüze kadar gelen süreci kapsayan bir gelenekten haberdar iken, uluslararası ilişkiler birinci sınıf öğrencileri klasik eserleri karşılaştırmalı bir yapı içerisinde görmemektedirler. Siyaset Teorisi geleneği -sadece birkaçını anmak gerekirse- Platon'un, Aristo'nun, Agustine'nin, Hobbes'un, Locke'un ve Rousseau'nun önemli çalışmalarıyla oluşturulmuştur. Uluslararası ilişkiler "klasik metinlerin" (Wight 1968, s. 1) karşılaştırmalı bir incelemesini içermek üzere çok yeni bir disiplin olarak düşünülmektedir.ITANIMLAMALAR, SINIRLAMALAR VE İLGİ ALANI (İOCİ)Teoriler aydınlatıcı bir özelliğe sahiptirler. Bir teori, var olan olayların niçin bu şekilde ortaya çıktıklarının açıklanmasında yardımcı olan ilişkili önermeler dizisidir. Teori soyuttur, konjönktüreldir ya da gerçeklit ğin spekülatif bir açılımına sahiptir. Bu nedenle, bir teorinin doğru ya da yanlışlığı sorgulanamaz; aksine, aydınlatıcı olup olmadığı gündeme getirilebilir. Teorileştirme, anlama ya da açıklama niyetiyle kuram geliştirmedir.Devlet hakkında kuram geliştirmenin kadim zamanlara kadar uzandığı gözlemlenmektedir. Halbuki devletlerarası ilişkiler hakkında kuram geliştirmenin tarihi, 1. Dünya Savaşı'ndan çok az bir süre öncesine kadar gitmektedir. Bu çalışma, söz konusu gözlemi reddetmekte ve bir lim adamlarının, askerlerin, devlet adamlarının, aslında başlangıcı yaklaşık dört ya da beş yüzyıl öncesine dayanan modern devletten bu yana devletlerarası ilişkiler hakkında kuramlar geliştirdiklerini iddia etmektedir. Bu eser, aynı zamanda, söz konusu kuramların temel kavramlarını ve konularını belirlemekte ve modern tarih boyunca -örneğin, bir taraftan Rönesans ve Reform hareketleriyle diğer taraftan İkinci Sanayi Devrimi ve 1. Dünya Savaşı'yla paranteze alman Batı tarihinin bir bölümü - uluslararası ilişkiler teorisinin geleneğini irdelemektedir. Bu geleneğin sık sık sarsıldığına ve büyük çaplı savaşlarla kesintiye uğradığına dikkat çekmektedir. 1. Dünya Savaşı istisnaî bir vakadır: 1. Dünya Savaşı, bu geleneğe önemli bir darbe, yeni bir vurgu ve daha yüksek bir profil, yeni bir bilinç, görev ve yeni bir gelişme yönelimi verdiği oranda uluslararası ilişkiler teorisinin ortaya çıkışma o kadar da büyük bir katkı sağlamamıştır. Bu çalışma, uluslararası ilişkiler teorisini, söz konusu bu önemli kırılmanın her iki bağlamı içinde ele almaktadır.Devletlerarasındaki ilişkiler hakkında en çarpıcı kuramları nereden bulabiliriz? Çoğunlukla, Siyaset Teorisi'nde bulmaktayız. Devlet hakkında kuram geliştirmek için pek çok siyaset teorisyeni devletlerarası ilişkiler hakkında da kuram geliştirmişlerdir. Bazen bu kuramlar kısa monologlar halinde olmuş; fakat kimi

Page 6: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

zamanlarda da oldukça önemli bir birikim sağlamıştır. Machiavelli'nin savaş hakkında yazdığı eseri, Rousseau'nun 'Kalıcı Banş' ve Hume'un 'Güç Dengeleri' üzerine çalışmaları bu anlamda örnek çalışmalardır. Uluslararası politikaların gözlemlenmesi ve bunlar hakkında geliştirilen kuramlar diplomatik mektuplarda, devlet başkanlarına yapılan tavsiyelerde, uluslararası hukuk metin-lerinde, otobiyografilerde ve devlet adamlarının ve askerlerin yazışmalarında bulunabilmektedir. Bütün bu metinler, uluslararası ilişkiler teorisinin, tarihi plânda yeniden yapılanması noktasında önemli miktarda malzeme sağlamaktadır.Bu çalışmanın en önde gelen sorunsalı, konuyla alâkalı sadece birkaç •kaynak olması değil; fakat haddinden fazla, farklı ve düzensiz kaynakların mevcut olmasıdır. Söz konusu kaynaklar arasından seçim yapabilmek ve argümanı ortaya koyabilmek için bu eser, farklı yollarla kaynak sayısını makul bir orana indirmiştir. Birincisi, bu eser, araştırma konusunu -uluslararası ilişkiler teorisinin geleneği- daha dar anlamıyla tanımlamaktadır: Bu tanımın birincil odağını egemen devletlerarasındaki karşılıklı etkileşim oluşturmaktadır (Holsti 1987, s.9). Sonuç itibariyle, devletlerarası ilişkileri anlamlandırmaya çalışan geçmişteki kuramlara öncelik tanınmıştır. Savaşlar ve devletlerin askeri ekonomik kapasiteleri hakkındaki sorunlar (concern), bu tartışmanın önemli öğelerini oluşturmaktadırlar.İkincisi; bu tanım elinizdeki çalışmayı zaman ve mekanla sınırlandırmaktadır. Bu çalışmanın, uluslararası ilişkiler teorisinin önde gelen yapıcı birimleri ve karakteristik özelliklerinin evriminin izahı ile başlaması ve bu evrimin zaman içerisindeki seyrini izlemesi son derece normaldir. Bu durum, 'devleti' tartışmanın birincil nesnesi ve 'egemenliği' de birincil kavram haline getirmektedir. Devlet ve egemenliğin tarihleri modern tarih boyunca içice geçmiştir. Devletle, toprak bütünlüğüne sahip bir devlet kastedilmektedir: 'Bir hükümete sahip ve yeryüzünün belirli bir alanı ve insan nüfusunun belirli bir bölümü üzerinde egemenlik iddia eden (Bull 1977, s. 8) bağımsız siyasal bir topluluktur. Bu 'devlet' kavramı, Batı Avrupa'daki orta çağ sonlarının karmakarışık siyasal ortamında doğmuştur. Ve bu tarihi gerçek, bu çalışmayı birincil uzamsal alan ile şekillendirmektedir: Batılı olaylarla ve Avrupalı teorisyenlerle dolu, aşırı ölçüde karmaşık bir yapıdır.'Egemenlik' kavramından, devlet üzerindeki yasal yetki kaynağı anlaşılmalıdır. Egemenlik kavramı, siyaset biliminin uzun geçmişe sahip geleneğinin özünü teşkil etmektedir. Bunun yanında, ekonomi 'refah' sorunu alanında, filoloji 'dil' alanında, tıp 'sağlık' ve insan bedeni alanında şekillenmiştir. Siyaset bilimi de, 'egemenlik' sorunsalıyla ilgilenmektedir.Üçüncüsü; bu çalışma, devletlerarasındaki ilişkilere dair kuramlar hakkındaki bilgiler noktasında birincil kaynak olarak siyaset teorisi ge-leneğinden faydalanmakla beraber, diğer kaynaklardan da faydalanmıştır. Ayrıca bu kaynaklar, destekleyici niteliklerinden farklı şekilde kul-lanılsaydı çok farklı (ve daha hacimli) bir çalışma ortaya çıkmış olurdu.ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN DUĞASIUluslararası ilişkiler, bütün toplumsal grupların en büyüğü olan uluslararası topluluktaki insan davranışlarını ele almaktadır. Bu topluluk, diğer insan gruplarından ayrılan iki önemli özelliğe sahiptir. Birincisi -en bariz fakat gözden en ırak olanı- uluslararası topluma üyeliğin zorunlu oluşudur. En azından ilke düzeyinde, diğer pek çok topluluk gönüllü üyeliği gündeme getirmektedir: Bireysel üye, istediği taktirde, bu üyelikten çekilebilir; toplumsallaşma kurallarına itaat etmeyi reddeden bireylere uygulanabilecek en son yaptırım ise ihracı gündeme getirmektir. Uluslararası topluma üyeliğin zorunlu olması (Carr 1964, s. 95) uluslararası toplumun kendine has doğasından gelmektedir. Devletler sahip oldukları coğrafi konumları değişteremezler; toprak bütünlükleri elden çıkarılabilecek şekilde güdümlenmemiştir.Aynı zamanda, uluslararası topluluk mutlak bir otoriteden yoksundur. Bir dünya yönetimi oluşturmak için pek çok çaba harcanmıştır, bununla beraber, insan etkileşiminin bağlayıcı ve toplumsallaştıncı tarafını vurgulayan kurallar üretebilecek hiçbir gerçek dünya yasası mevcut değildir. Uluslararası hukuka dair tafsilatlı bir yapı bulunmasına rağmen, bu yasaları icbar edecek hiçbir küresel yürütme gücü mevcut değildir. Ulusal topluluklarda kanunlar ve yaptırımlar, toplum adına icraatta bulunan hakim siyasal kurumlar tarafından

Page 7: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

tasarlanır ve uygulanırlar. Ulusal toplum, başbakan, başkan ya da bir kral tarafından temsil edilen yasama ve yürütmeye dayalı kurumlara sahiptir. Uluslararası toplum için bu türden bir üst kurum söz konusu değildir. Uluslararası toplum hakkında üretilen teoriler, bir anarşi toplumundaki insan davranışlarıyla iştigal etmekle diğer siyaset teorilerinden ayrılmaktadırlar.Üstün bir otoritenin yokluğu, kimi yazarların ileri sürdüğü gibi, insanın toplumsallaşabilirliğinin uluslararası ilişkilerden büsbütün çıkarıldığı anlamına gelmemektedir. Aksine, insanlığın toplumsallaştırılabi-lir doğasının öneminin, uluslararası faaliyetlerde üzerinde durulmadığı anlamına gelmekte ve egoist, tek yanlı davranışa daha büyük çapta göz yumulmaktadır. Egoizme bu kadar göz yumulmasını meşru kılmaya yönelik geleneksel yol, egemenlik kavramına vurgu yapmaktan geçmekte-dir. Modern uluslararası ilişkiler, egemenliğin, varlık ve yokluk şeklindeki ikili önermesinin idaresi altındadır. Bu durum, devletler içerisindeki ilişkilere uygulandığında, toplumda nihai ve mutlak bir otoritenin olduğu inancını gerektirmektedir. Söz konusu benzer durum, devletlerarasındaki ilişkilere uygulandığında, bu inancın antitezini vurgulamaktadır. Sözgelimi, uluslararası platformda bir toplumun üzerinde daha üstün hiçbir otoritenin mevcut olmaması ilkesi. Bunun dayanak noktası olarak egemenlik kavramıyla birlikte, uluslararası ilişkiler çalışmaları, geleneksel olarak 'savaş' ve 'barış', 'anarşi' ve 'düzen' ikilemleriyle ilgilenmektedir.ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİSİNİN DOĞASIBilim ve devlet adamları, egemen devletlerle ilgili çalışmalara ve egemen devletlerin karşılıklı etkileşimlerinin doğası hakkında kuram geliştirmeye ne zaman başladılar? Uluslararası ilişkiler teorisinin gelişiminde bu iki safha arasındaki farkı ortaya koymak faydalı olacaktır. Birinci safha, bu söylemin temel kavramlarının ortaya çıkışını içermektedir. Kitabın Birinci Bölümü'nde ele alınmış olan bu safha, 'uzun onaltıncı yüzyıla' tekabül etmektedir. Bu çağ, uzamda (Amerika'nın keşfi) ve zamanda (Yunan ve Roma kültürlerinin keşfi) Rönesans keşiflerinin, dünya coğrafyası ve tarihi hakkındaki geleneksel kavramları değiştirdiği bir çağdı. Bu yüzyıl, aynı zamanda, Reform hareketinin, bu eski kavramların dayandığı orta çağ bakış açısına meydan okuduğu bir dönemdir. 'Devlet' ve 'egemenlik' gibi kuramsallaştırmalarda bulunan uluslararası ilişkilere dair anahtar kavramların ilk seküler tanımlarının yapıldığı dönem, işte bu son derece karmaşık 16. yüzyıldır. Oluşuma dayalı bu ilk safhaya katkıda bulunanlar arasında Vitoria gibi Iberyalı avukatlar ve Machi-avelli ve Guicciardini gibi İtalyan tarihçilerle devlet memurları (bürokratları) bulunmaktadır.İkinci temel safha, bu kavramların süregelen tartışmalarıyla daha geniş ve açıklayıcı bir çerçeveye oturtulmalarını içermektedir. Bu safha, kitabın ikinci Bölümü'nde ele alınmaktadır. Söz konusu safha, Din Savaşlarının yıkıcılığı ve yok ediciliğinin yoğunlaştığı son aşamasında başlamış; 19. yüzyılın son yıllarını da ihtiva edecek şekilde modern çağlara kadar gelmiştir ve kendi içinde aşağı yukarı bir yüzyıla tekabül eden daha kısa alt bölümlere ayrılabilir. Bu şekilde her bir döneme bir başlık at-fedilmiştir. Yaklaşık olarak XVII. yüzyıla denk gelen bu dönemlerin bi- •rincisinde, birinci safhanın temel yasal ve tarihi kavramları daha geniş olarak seküler düşünce sistemlerinde biraraya getirilmişlerdir. Söz konusu bu ilk sentezciler arasında Jean Bodin bulunmaktadır. Bodin, sadece 'egemenlik' gibi anahtar bir kavramın kesin bir tanımını vermekle kalmamış, aynı zamanda, egemen aktörler arasındaki karşılıklı etkileşimi de tartışmaya açmıştır. Bodin, böylesi bir etkileşimin karakteristik niteliğini, katılımcı hükümdarların üzerinde herhangi bir üstün otoritenin yokluğu olarak kabul etmişti. Böylece hiçbir yasal aktör, ortaya çıkan mücadelelerde hakemlik etmek için müdahale edememektedir. Böyle bir ortamda, hükümdarların sözlerini tutmaları bir zorunluluktur. Birkaç yıl sonra, Gentili, Hobbes ve diğerleri, Bodin'in pacta sunt servanda ilkesi gözlemine atıfta bulunacaklardır.Thomas Hobbes, bir diğer büyük sentezcidir. Hobbes, hükümdarlar arasındaki ilişkileri tanımlamak için toplumsal sözleşme kavramına başvuran ilk teorisyen değildir. Bununla beraber, doğanın sözleşme-öncesi durumuyla ilişkili kavramı, devletlerarası ilişkilere benzeterek kullanan ilk kişidir. Söz konusu bu

Page 8: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

benzetme, kesin bir kavramsal yeniliktir ve o zamandan beri, uluslararası ilişkiler tartışmalarında egemen bir konuma sahiptir. Spinoza ve Pufendorf gibi toplum teorisyenleri, devletlerarasındaki karşılıklı ilişkiler konusunda Hobbes'la aynı fikirleri paylaşıyorlardı; bu toplum teorisyenleri uluslararası siyasetin kötümser imgesi hakkında ayrıntılı açıklamalara girişmişlerdi.Diğer yazarlar, uluslararası etkileşimi, egemen hükümdarlar arasındaki ilişkiler bağlamında değil de -genellikle kendi çıkarını düşünen tüccarlar olmak üzere- rasyonel bireyler arasındaki etkileşim olarak gördükleri alternatif bakış açıları geliştirdiler. Örneğin, iyimser bir bakış açısına sahip Emeric Cruce, insanlar arasındaki iş birliği ve uyum ile belirlenmiş olan ahenkli durumu göstermişti. Onun bu bakış açısı daha sonra William Penn, Due de Sully (ya da Sully Dükü), Abbe Aziz Pierre, Jeremy Bentham ve diğer birkaç kişi tarafından devam ettirildi.Diğer XVII. yüzyıl teorisyenleri, Hobbes'un kötümserliği ile Cru-ce'nin iyimserliği arasında bir orta yol buldular. Örneğin; ilk sentezci-lerden çok önemli bir yere sahip olan Hugo Grotius, uluslararası etkileşimi anarşik bir eylem olarak gösterdi; bununla beraber, insan aklı, ortak çıkarlar ve barışçıl etkileşimin geçmişteki alışkanlıklarına dayanan bir uluslararası hukuk kodeksinin inşa edilmesiyle, bunun daha da geliştirilebileceği (anarşiklikten çıkarılabileceği) görüşünü savunuyordu. Devletlerarası etkileşime dair bu temel bakış açıları büyük ölçüde da-ha sonraki yüzyıllarda devam ettirildi. Bununla beraber bu görüşler, çeşitli bağlamlarda yeniden dile getirildi ve farklı dönemlerdeki entelektüel bakış tarafından çeşitlendi. XVII. yüzyıl kuramları umumiyetle, döneminin geleneksel güç-dengesi önermeleri şeklinde yansıtılan insan toplumuna yönelik temel, mekanik bakış açısı etrafında kurulmuştu. XVIII. yüzyıl teorilerine, insan etkileşiminin kendi kendini dengeleyen özelliklerinin kapsamlı bir yorumu damgasını vurmuştu. XIX. yüzyıl kuramları ise, 'ilerleme' ya da 'evrim' imgelerinin hakimiyetindeydi.Uluslararası ilişkiler teorisinin üçüncü safhası yaklaşık olarak 1900'lü yıllarda ortaya çıktı. Söz konusu çağdaş safha, kitabın üçüncü bölümünde ele alınmıştır. Modernden çağdaş döneme geçiş, belirgin bir kırılmanın bir sonucu değildir. Uluslararası ilişkiler konusu, I. Dünya Savaşı sonrasında bir akademik çalışma sahası halini aldığında XIX. yüzyıl kuramsallaştırmasının etkilediği zihinsel yapılanmanın egemenliği altında kalmıştır. Bununla beraber, eski makro teorik temayüllerin/eğilimlerin, toplum ve siyaset çalışmaları olarak ikiye ayrıldığı önceki düzenlemeler solmaya yüz tutmuştu. Charles Tilly'nin (1984, s. 17) dediği gibi: 'XIX. yüzyıldan XX. yüzyıl toplum/sosyal bilimcilerine kalan önceki düzenlemeler, teoriler zengin bir teyzeden miras kalan harap, darmadağınık, fakat aşırı süslenmesi dolayısıyla muhtemelen yok olmaktan kurtarılmış eski bir eve benzemektedir.I. Dünya Savaşı ertesinde uluslararası ilişkilerle ilgili çalışmalar, iyimserlik ve idealizm çağlarından kalma Aydınlanmacı hareketi/değişimi ile donatılmıştı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu durum, katı Birinci imparatorluk yaklaşımıyla yer değiştirdi. 1950'li ve 1960'h yıllar, XIX. yüzyıla özgü 'modernleşme' ve 'gelişme' kavramlarıyla hafifletilen/yumuşatılan sözde bir gerçekçiliğin egemenliğindeydi. Fakat giderek artan bir şekilde savaş sonrası spekülasyonlar, çeşitli temel ilkeler arasında bölünmüş parçalı bir alan halindeki XVI. yüzyılı anımsatan bir atmosferde yürütülmüştür. 1970'lerden bu yana, uluslararası ilişkiler çalışmaları, birbiriyle mücadele halindeki yaklaşımların artan çeşitliliği içinde bölünmüştür. 1980'li yıllar boyunca ve özellikle Soğuk Savaş dönemi kapandıktan sonra bu disiplin, her zamankinden çok daha parçalı bir yapıya büründü.ÇALIŞMANIN AMACIUluslararası ilişkiler teorisi, uluslararası olayların cereyan ediş şekilleri-nin sebeplerini açıklamaya çalışmaktadır. Pek çok teorisyen, egemen devletlerarasındaki ilişkiler hakkında fikirler öne sürmüşlerdir; niyetle-riyse, devletlerarasındaki ve içindeki siyasi etkileşimin modellerini anlayabilmektir. Bu teorisyenlerden bazıları daha da ileri giderek; geçmiş olayları açıklayabilecekleri ve gelecektekileri de öngörebilecekleri teorik modellemeler üretme ve bu modellemeler vasıtasıyla genel ilkeler -kanunlar ya da kanun

Page 9: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

benzeri ifadeler- çıkarma çabası içindedirler. Aristo, insanın doğası itibariyle siyasal bir hayvan - zoon politikon- olduğu önermesiyle siyaset çalışmasının temellerini atmıştı. Ve tecrit halindeki insanın, -tanrı vergisi özelliklerinden ve davranışlarından- politika hakkında bilgi çıkarsama teşebbüslerinin kendisini yanlışa sevkettiğini ileri sürdü. Aristo'ya göre insan bir toplumsal bağlamın dışında var olamaz: "Bir toplumda yaşamaya muktedir olamayan ya da kendi kendine yeterli olduğu zannıyla bir toplumda yaşamaya gereksinim duymayan bir insan, ya şeytandır ya da tanrı."O zamandan beri siyaset teorisyenleri, Aristo'nun, siyasal aktörlerin içinde yer aldıkları toplumsal bağlamlardan etkilendiği yönündeki bu argümanım kabul etmektedirler. Giderek artan bir şekilde aynı kuralın, siyaset teorisyenlerine de uygulandığını kabul etmişlerdir: Onlar, aynı zamanda, kültür, imge ve mitolojiyle şekillendirilmiş ve renklendirilmişlerdir. Toplumsal koşullar değiştikçe -bir coğrafi alandan diğerine doğru ya da bir tarihi dönemden diğerine- insanoğlu farklı şekillerde biçimlenmekte ve farklı üslup ve niteliklere sahip düşünceler üretmektedirler.Uluslararası siyasete dair algılamalar da bu kapsamdadır. Uluslararası ilişkiler teorisi ise, zaman ve mekan bağlamında çeşitlilik göstermektedir. Dönüşüm ve değişimlere maruz kalan bir konunun tarihi seyrini izlemek -bu kitabın yapmaya çalıştığı gibi- daha çok bukalemun avlamaya benzemektedir. Robert Heilbroner, kapitalizmin kısa tarihini yazmaya başladığında, ele aldığı konunun aşağıda ifade edildiği üzere sürekli bir dönüşüme uğraması sorunuyla karşı karşıya kaldı. Heilbroner şu gözlemde bulunmaktadır:...bu göz korkutucu göreve, anlamanın, açıklamanın ve öngörmenin, toplumsal bilimin muvaffakiyetleri olarak değil de, insan tecrübesinin evrensel nitelikleri olduğurju kendimize hatırlatarak yaklaşmak daha faydalıdır; hiçbir zaman tamamlanmış olarak değil, fakat nadiren tamamen yetersiz olacak şekilde. Değişik toplumsal koşullarda,farklı derecelerde başarıya ulaşmaktalar. Bu yüzden, değerlendirmemize dair sorun, anlayabilme, açıklayabilme veya öngörebilme yetilerimizin olup olmadığıyla ilgili değildir; ancak bunları yapabilme kapasitemizin sınırlarıyla ilgilidir (Heilbroner 1986, s. 180)Uluslararası ilişkiler teorisinin bu kısa tarihi araştırması, Heilbro-ner'in tavsiyesini ad notam kılmaktadır. Uluslararası ilişkiler teorisi (diğer toplum bilim alanları gibi), daimi sınırlılık arz eden bir konu hakkında durmadan bilgi toplayarak evrilmemiştir. Bundan dolayı, bir araştırmanın amacı, uluslararası ilişkiler teorisinin kadim geçmişinden başlayarak evrimi anlatmak ve olgun, tamamlanmış bir açıklayıcı ilkeler dizisine ulaşmak değildir. Aksine, bu görev daha alçakgönüllüdür. Geçmiş gözlemcilerin, uluslararası siyasetin doğası ve mantığını anlamaya yönelik verdikleri mücadele yollarından bazılarını kabaca tanımlamak ve bu farklı tanımlamaları, genel bir zaman sıralamasına tabi tutmak ve onları, yaşadıkları dönemin siyasal ve entelektüel iklimlerine yerleştirmektir.Şayet bu mozaik başarıyla tamamlanır ve okuyucular da zaman zaman dönüp metne mesafeli bir şekilde yaklaşmak isterlerse o zaman, analitik bir geleneğin hatlarını görebileceklerdir.00 COa *3K* >..35" ^* «<5a* £>* ^

I "ITANRILAR, GÜNAHKÂRLAR VEULUSLARARASI İLİŞKİLER TEÜRİSİNİN KÖKENLERİ1Uluslararası ilişkiler teorisinin geleneğinin kökenlerini ortaya çıkarmak için nerelere bakmamız gerekiyor? Bazı yazarlar (Dougherty ve Pfalzg-raff, 1981), bu işe I. Dünya Savaşı'yla beraber başlamamız gerektiğini ifade etmektedirler.

Page 10: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Fakat bu, son derece geç bir dönemdir. I. Dünya Sa-vaşı'ndan çok uzun zaman önce, uluslararası ilişkiler konusunda -bu kitabın göstermeye çalıştığı gibi- savaş, refah, barış ve güç konularını ele alan pek çok eser mevcuttu. Diğer bir grup bilim adamı ise (Kauppi ve Viotti, 1992), bu işe tarihin kaydedilmeye başlandığı dönemden itibaren başlanması gerektiğini ileri sürmektedir. Fakat bu ise son derece erken bir dönemdir. Xenophon, Thucydides ve diğer klasik yazarların ünlü tartışmalarıyla modern teorisyenlerin argümanları arasında hiçbir tutarlı bağlantı söz konusu değildir.Uluslararası ilişkiler teorisinin kökenlerine dair tartışmaların niçin anlaşmazlıklarla sonuçlandığına dair pek çok neden vardır. Bu sebeplerden bir tanesi, tartışmaların sık sık 'geleneğin' ne anlama geldiğine dair belirsiz bir fikirle bulandırılmasıdır. Dolayısıyla, ilk başta 'tarihi gelenek' ve 'analitik gelenek' (Gunnell, 1978) arasındaki farkın ortaya konulması faydalı olacaktır. 'Tarihi gelenek', genelde, muhafazakâr/konvansiyo-nel uygulamanın kendi kendine oluşturduğu model olarak tanımlan-maktadır. Uluslararası ilişkilerde tarihi gelenek, savaşın sebeplerini tartışan, geliştirmeme siyaseti* ile kuvvetler dengesi uygulamalarını tasvir eden ve krallarla hükümdarların her zaman fethetmek amacıyla bölme ve daha iyi savunulası ittifaklar kurma uğraşısı içinde oldukları iddiasında bulunan Xenophon, Thucydides, Herodotus, Livy, Plutarch ve diğer kadim yazarların yaşadığı kadim çağlara/antikiteye dek geri götü-rülebilir. Bununla beraber, siyasal uygulamalardan, siyaset teorilerinin var olduğu sonucunu çıkarmak kolay değildir. Güç dengeleri uygulamalarının siyasetle iç içe olduğu; illa ki teoriden çıkarsanmasımn gerekmediği; bir eskrimcinin rakibinin hamlesini savuşturmak için yaptığı hamleyi bir diğerinin takip etmesi gibi doğal olarak siyasal etkileşimi izlediği ileri sürülmüştür. Örneğin, David Hume (1985, s. 337) kadim söylemlerin, 'sağduyu ve açık nedenselleştirme'nin varlığına göre biraz daha fazla anlam taşıdığım ileri sürdü.Bir 'analitik gelenek' ise, bilim adamlarının, işlevsel olarak benzerlik taşıyan belirli kavramları, konuları ya da metinleri ileri sürdükleri süre boyunca aktarılmış bir düşünce modeline ya da kabul edilmiş bir entelektüel bağlantıya atıfta bulunmaktadır. Analitik bir gelenek olarak uluslararası ilişkiler çalışmaları birkaç yüzyıldan öteye götürülemez. Pek çok yazar, antik Yunan'daki kuvvetler dengesi ilişkilerine dayalı pratiklerin varlığını kanıt olarak göstermektedir. Hatta bazıları bizzat güçler dengesi teorisinin varlığını ispatlamaya çalışmaktadır. Örneğin Thucydides (1972, s. 48), 'geçmişte cereyan etmiş ve gelecekteki başka zamanlarda da, genellikle de aynı yollarla tekrar edecek olayları (insan doğasının şimdiki haliyle kalması şartıyla) detaylarıyla anlamak isteyenler' adına, gelecek kuşaklar için dersler çıkarma niyetini oldukça açık bir şekilde ifade etmektedir. Bununla beraber, ne Thucydides ne de diğer herhangi bir klasik yazar, tek başına uluslararası ilişkiler alanındaki üçbin yıla varan uzun geleneğin varlığını ortaya koyabilmişlerdir; bu yazarların dile getirdikleri argümanlar, çağlar boyunca süregelen kabul edilmiş entelektüel bağlantıya eklemlenmemiştir. Yunan ve Makedonya Roma tarafından fethedildiğinde, ortaya konulan argümanlar, Batı bilim çevrelerinde gündemden kalkmıştı. Ve Roma çöktüğünde ise, tam anlamıyla düşünce evresini bitirmiş oldu.Bununla beraber, bu çalışmanın başlangıcındaki ilk argüman kuşku-* (containment -düşman ülkenin güçlenmesini ve etkinliğini artırmasını engellemeye yönelik uygulanan siyaset- ç.n.)suz Roma'nın çöküşüdür. Dışardan bakıldığında, uluslararası ilişkiler konu ve kavramları arasındaki kabul edilmiş entelektüel bağlantının başlangıcının, Roma'nın çökmesini müteakip ilkel, sert/fırtınalı ve karışık bir dönemde tezahür etmesi olanaksız gibi görünmektedir. Fakat birkaç 'Karanlık Çağlar' yazarı, uluslararası ilişkilerle ilgili daha geniş konulara değinme fırsatı bulmuştur. Cassiodorus (490-583), kısaca 'Gothların Tarihi' isimli eserinde savaş ve barış; Gregory of Torus (538-94) ise 'Frankların Tarihi' isimli eserinde diplomasi konularını ele alırken, Paul the Deacon (720-99), söz konusu iki konuya da 'Lombardla-rın Tarihi' isimli eserinde yer verdi. Papa Büyük Gregory (590-604), gençliğinde Roma'nın Bizans büyükelçisi ve Lombardlarla müzakerelerde bulunmuş biri olarak yaşadığı tecrübeleri kaleme aldı. Bu dönemi teorik verimsizliği

Page 11: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

yüzünden bir kenara koymadan önce, söz konusu yazarlardan bazılarına kısaca değinmenin yararı olacaktır.UZAK BATININ ÇÖKÜŞÜ VE YÜKSELİŞİOrta çağın başlarında devletlerarası ilişkilerin mevcut olmadığı doğrudur. Gerçekten de böylesi bir ilişki yoktu. En azından terimin modern anlamıyla bakıldığında olmadığını görmekteyiz. Yine de, bir takım uluslararası uygulamalar vardı. Sassiodorus'un yaşadığı Karanlık Çağlar boyunca böylesi uygulamalar hakkında yapılan yorumlar, Thucydides'in yaşadığı antikite dönemine göre daha az değildi. Ayrıca uluslararası ku-ramsallaştırmalara yönelik ön koşullar da mevcuttu.Karanlık ÇağlarRoma İmparatorluğu, I.Ö. yaklaşık 500 yılından itibaren Avrupa, Anadolu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika kıyılarında birlik ve düzen inşa etti. l.S. IV. yüzyılda İmparatorluğun politikası yozlaşmaya başlayarak felce uğradı. Ordular gücü ele geçirdi. Generaller birbirleriyle savaşıyor ve orduları için çeteleşmiş barbarları askere alıyorlardı. Komutanlar artık İmparatorları tahttan indirip tahta geçiriyorlardı. Roma şehirleri böylesi askeri çekişmelerin etkisiyle sarsılmaya başladı. Sanayi ve ticaret geriledi. İmparatorluğun doğu bölgeleri daha güçlü, zengin kaldığından ve birliğini daha iyi sağladığından, İmparator Constantine, l.S. 330 yılında İmparatorluğun başkentini Constantinople'a (istanbul) taşıdı. Bir süre sonra Büyük Roma imparatorluğu Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.İmparatorluk bu zayıflamış konumdayken büyük göç dalgalarına sahne oldu (380-450). Güney Rusya'dan gelen, l.S. 380 yıllarında İstanbul'u tehdit eden, 396'da Yunanistan'a saldıran ve 410'da Roma'yı yağmalayan Gotlar tarafından istilaya uğradı. Bütün bir imparatorluk dehşetle sarsıldı. İmparatorluğun batı bölümü nihayet çöktü. Eski dev imparatorluk yerel, kendine yeter, fakirleşmiş parçalara ayrıldı. Ya da daha net bir şekilde ifade edilirse, ikiye bölündü: Gücünü sağlamlaştıran doğu bölümü ve parçalara ayrılmış batı bölümü.Roma Imparatorluğu'nun doğu bölümü, bu büyük göçlere dayanıp ayakta kaldı. Doğu Roma, barbarların akınları karşısında Roma geleneklerine bağlı kaldı. Doğu Roma İmparatorluğu, görkemli başkent Bizans'ta, Ortodoks dininin geleneksel birliğini ve otoriter siyasetini sürdürmeyi başardı. Bizanslılar, kısmen silahlı güçlerle barbar sadırılarını geri püskürterek, kısmen de diplomasi vasıtasıyla, imparatorluğun hayatiyetini güvence altına aldılar. Örneğin, 489 yılında İmparator Zeno, Ostrogotların (Kuzey Gotlar) lideri Theodoric'e İtalya'yı2 fethetme yetkisi verdiği gibi imparator adına oranın yönetimini de bahşetti. Orta çağ boyunca Bizans, önde gelen bir Avrupa şehri olarak kaldı. Fakat Bizans İmparatorluğu, savunma amacıyla kendisini dünyaya kapattı ve Avru-pa'daki gelişmelerde hiçbir surette öncü bir rol oynamadı.Roma Imparatorluğu'nun batı yakası büyük göçlerin etkisine dayanamadı. İletişim tam anlamıyla çökerken, üretim ve ticarette büyük bir azalma görüldü. İki yüzyıl sonra, Avrupa'da tutarlı bir yapı görülmüyordu. Avrupa, kabileler, askeri çapulcular, köyler, derebeyler, manastırlar ve ticari şehirler karmaşası içinde parçalara ayrıldı.Avrupa'da güçlü yöneticiler sayesinde, istisnai bir şekilde, krallıklar kurulmakla beraber, bir süre sonra başa geçen güçsüz yöneticiler nedeniyle yeniden çöküyorlardı.ilk Kilise; ilk İmparatorlukUzak Batı'da birlik ve düzeni sağlama adına bu yüzyıllar boyunca çeşitli kurumlar ortaya çıkmıştır. Söz konusu oluşumlardan en önemlisi Kilise'dir. Kilise, orta çağ boyunca, bütün olumsuzluklara karşın, ortak bir Batılı kimliğin ilk nüvelerini ortaya koymaya çalışarak Hıristiyanlığı ayakta tutmayı başardı; Roma medeniyetinin kalıntılarını muhafaza edebildi; kuzey-batı Avrupa'da dinin kutsal ışığını, eğitim ve öğretim faaliyetlerini yaydı.Kilise, kısmen bu kaos dönemlerinde merkezi bir yapının düzenleyi-ıcisi olarak hizmet verdiğinden ve kısmen de barbar toplulukların Hıristiyanlık dinini seçmeleriyle gücünü artırdığından önemli bir güç haline geldi. Barbar toplulukların Hıristiyanlığı seçmeleri, misyonerlik faaliyetlerinin yoğun bir şekilde uygulanması sayesinde gerçekleşti ve Papalık bütün bu çalışmalara destek

Page 12: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

verdi. Kilise, Katolik Hıristiyanlığını Kuzey Avrupa'ya kadar yaydı ve Uzak Batı'da ortak bir kültür oluşumunu sağladı. VII. yüzyılda Anglo-Sakson'ların, VIII. yüzyılda da Almanların Hıristiyanlığı benimsemeleri, orta çağ tarihinin dönüm noktalarını oluşturmaktadır. Katolik dini ve Latin dili, birlikte Roma kanununun hatıraları ve imparatorluk kurumlarının çeşitli kalıntılarıyla beraber parçalanmış kıtada belirli bir ölçüde kültürel birlik sağladı.Birliğin sağlanmasındaki ikinci önemli güç, -genellikle papanın desteğiyle- orta çağın başlangıcında kurulan ve yıkılan Alman ve Fransız krallıklarıdır. Bu krallıklardan bir tanesi, Batı Avrupa'nın büyük bir bölümünü fetheden ve kısa bir süre sonra geniş bir krallığın çatısı altında birlik sağlayan Clovis (466-511) isimli bir Alman kral tarafından kurulmuştu.3 Bir diğer önemli krallık, Fransız kral Carolus Magnus ya da Charlamagne (768-814) tarafından kuruldu. Kilisenin desteğini alan Charlamagne'a l.S. 800 yılında papa tarafından Batı'nın İmparatoru tacı bile giydirildi. Charlamagne, Roma imparatorlarının Avrupa'da sahip oldukları prestije ve yönetim mekanizmasına kısmen sahipti. Zamanla Pa-pa'mn karşısında güçlü bir rakip haline geldi ve geniş Batı coğrafyası üzerinde papayla imparator arasında güç ve otoriteye dair yeni ve sekü-ler bir anlaşmazlığın zeminini hazırladı. Fakat Carolingian İmparatorluğu (daha önce Merovingian İmparatorunun yaptığı gibi), kurucusundan sonra uzun süre varlığını devam ettiremedi. Charlamagne'nin ölümünün ardından imparatorluk bütünlüğünü yitirmesine rağmen adı, tarihteki yerini aldı.Carolingian Imparatorluğu'nun çöküşü, yeni yıkıcı göç dalgaları ile hızlanmıştı. VIII. ve IX. yüzyıllarda Magyar, Viking ve Arap saldırıları, Uzak Batı'yı kaosa sürükleyecek kadar tehdit etti. Charlemagne mükemmel bir şövalye birliği oluşturmuştu; fakat hafif bozkır tayları üzerindeki Magyarlar ya da süratli tekneleriyle Carolingian kıyılarına sürekli saldırılar düzenleyen Vikingler gibi çevikliği ön plâna alan savaşçılarla karşılaştıklarında son derece yavaş, hantal ve etkisiz kaldılar. Macaristan ovalarından gelen Magyar kabileleri, İtalya ve Almanya'ya kadar ilerlediler. Vikingler, İngiltere Adalarının kıyıları ve nehirleri ile Kıta'nın Atlantik kıyılarına ani baskınlar gerçekleştirdiler. Serazenler ise İtalya veFransa'nın Akdeniz kıyılarına saldırdılar. Yeni din İslâm'ın bayrağı altında hareket eden Arap orduları, VIII. yüzyılın ilk yarısında Iberya Yarımadasının tamamını fethederek Rhone Vadisi'nin içlerine doğru akınlar yapmaya başladılar.Batı'mn Kendini ToparlamasıYabancı güçlerin ikinci istila dalgası, Charlemagne'nin Uzak Batı'da sağladığı birliği ortadan kaldırdı. Fakat yabancı istilalar, kimi yerlerde askeri taktikler ve organizasyonları canlandıran yapıcı eylemleri teşvik etti. Bu gelişmelerden en önemlisi, kraliyet şövalye taktiklerinin evrimini içeriyordu. Bütün bunlar Carolingian İmparatorluğu dâhilinde gelişmişti. Fakat silahlı şövalyeleri teçhizatlandırmak son derece pahalı olduğundan, uzun süre bu şekilde devam etmesi büyük masraflara yol açtı. Bununla beraber, IX. yüzyılda Viking ve Magyar'ların sürekli saldırıları karşısında, Fransa'da kimi bölgelerdeki halk, bu bölgede ikamet eden ve ihtiyaç duyulduğunda yıkıcı barbar saldırılanlarına müdahalede bulunan yerel şövalyelere düzenli ve ağır bir ücret ödemenin daha iyi olacağını fark ettiler. Kontlar ve diğer yöneticiler, birkaç köyün vergisini toplama hakkı karşılığında askeri hizmet vaat eden yerel şövalyelere tımar verdiler. Bir anlamda, bu barbar saldırıları, istikrarlı bir düzenin sağlandığı kimi yerlerde bir tepki doğurdu. Kısacası, feodal toplumun kökenleri, Carolingian İmparatorluğu içerisinde tekâmül eden bu ağır teçhizatla donanmış şövalyelikle bağlantılıdır.Zamanında askeri bir devrim anlamına gelen şövalye evrimi, askeri hizmet karşılığında büyük miktarlarda arazi bağışları (tımar) alan paralı askerlerden ('vasal') oluşan üstün bir sınıfı ortaya çıkaran feodal düzenin gövdesini meydana getirdi. Carolingian İmparatorluğu yıkıldığında, bu savaşçı sınıf (özel askeri birlikler) imparatorluk sonrası düzen içerisinde ayrıcalıklı bir yer edindi. Fakat imparatorluk bu yapıyı bünyesinde taşımadığı sürece herhangi bir siyasal amaçla işe yarayan bir niteliğe sahip değildi. Yasal olarak, bu oluşumun mensupları, krala bağlı derebeyleri ya da vasallardı (ki bunların en güçlüsü Charlemagne idi). Fakat uygulamada bu gruba mensup olanlar, kraliyet emirlerini hiçe sayabiliyorlardı; yeni krallar ne mali ne de askeri anlamda sözlerini geçi-

Page 13: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

rebiliyorlardı. Böylece, Avrupa, kendi tımarları altında yaşayan insanlar üzerinde hakimiyet iddiasında bulunan silahlı lordların egemenliğine girmiş oldu. Silahlı lordlar adaleti sağlıyor, vergi ve tarım ürünlerini topluyor ve hakimiyetindeki topluluklardan asker ve çalışma zorunlu-luğu talep ediyordu. Bu süreçte, asker elitten toplumsal elite geçiş yaptılar. Bu grup üyeleri kendilerini Roma modasına göre nobiles olarak adlandırdılar ve kont (comes) ve dük (düke) gibi geç dönem imparatorluk unvanlarını uygun gördüler.İlk feodal toplumun kabaca, kiralanan şövalyelerin teçhizatlandırıl-ması ve beslenmesini temin eden ayrıntılı bir sistem olduğu ileri sürülebilir. Atlı savaşlar uzmanlık gerektiren, maliyetli ve zümreseldi ve feodal topluma askeri bir nitelik ve şövalyeliğe yaraşır kanunlar vermişti. Yine de, askeri aristokratlar, güçlerinin zirvesindeyken bile istediklerini ya-pamıyorlardı. Bu zirvedekiler 'heteronom' bir siyasal çerçevede yer alırlardı. Sahip oldukları otorite, diğerlerinin otoriteleriyle kısıtlanmıştı. Eylem özgürlükleri yükümlülükler ve zorunluluklar ağıyla çevrilmişti.Feudum ('fief-tımar')'dan türeyen 'feodal' kelimesi, bir lordun emrinde çalışan bir vasala hizmeti karşılığında bazı imtiyazlar bahşettiği bir toprak parçasıdır. Kelimenin etimolojik kökeni, bütün bir feodal yapının toprak düzenine dayandığı önemli bir noktayı göstermektedir. Ayrıca bir diğer önemli nokta olarak şunu da eklemek gerekmektedir ki; bir vasal, sadece kesin çizilmiş 'sınırlarla' ve sahibi için 'mülkiyet' olarak verilen şeyle tammlanmamaktadır. Aksine, bir vasal, şartlı mülkiyet ve özel otoritenin karışımıydı; mülkiyet şartlı idi, zira beraberinde lordun hareket özgürlüğünü kısıtlayan kesin sosyal yükümlülükler de taşıyordu. Otoriteyse, zeametinde ikamet eden teba üzerinde kişisel olarak yargılama hakkına sahip olan yöneticinin özelindeydi. Sistem, farklı lordların aynı arazi üzerinde değişik unvanlara sahip olmaları anlamına gelen intifa hakkı kavramının yaygınlaştırılmasıyla daha da karmaşık hale getirilmişti. Sonuç itibariyle orta çağ yönetim sistemi, üstüste gelmiş ve tamamlanamamış çok sayıda değişik yönetim hakkının yamalanmasını yansıtmaktadır. (Ruggie 1986, 1993; Strayer 1970) Farklı hukuk mahkemelerinin coğrafi olarak iç içe geçip tabakalaştığı ve birden fazla bağlılığın, asimetrik hükümdarlıkların ve kuralsız bir şekilde kuşatılmış bölgelerin yoğunlukta olduğu kafes benzeri bir ağdır (Anderson 1979, s. 37). Orta çağ siyaseti, en yüksekte bulunan lordun bile kısıtlandığı heteronom bir sistemdi. Lordun icraatları, diğer lordlar, papalar (kontrol yetkisi olmasa da, ruhban sınıfı ve soyluların davranışlarında değişiklikte bulunabilirlerdi) ya da krallarca (I.S. 1000 yılından önce, ingiltere, Fransa, Almanya ve Iber Yarımadası'nda ortaya çıkanlar gibi4) sınırlandırılmıştı. Söz konusu lord, milenyum dönümünde tedrici olarak yeniden ortaya çıkan ve İtalya, Renanya eyaleti ile Hollanda, Belçika veLüksemburg'daki surlarla çevrili şehirler ve güçlü şehir devletlerinin yükselişini hızlandıran kentler ve ticaret yapılarıyla kısıtlanmıştı.Devletler üstün bir güce sahip olmaksızın varlıklarını devam ettirdiler (Meinecke 1957, s. 27). Orta çağ Avrupası, gerçek anlamda bir devlet sistemi değildi; krallar, soylular, ruhban sınıfı ve şehirlerarasmdaki siyasal düzenlemelerin sürekli değişen bir görünümünü arz ediyordu.ÜÇ ORTAÇAĞ MEDENİYETİl.S. 950 yıllarında Batı dünyasında, Akdeniz çevresinde birbiriyle sürekli çatışma halinde üç farklı medeniyet vardı: Bizans, Arap ve 'Barbar' medeniyetleri.BizansOrta çağın ilk medeniyeti Bizans İmparatorluğu'ydu. Bizans İmparatorluğu, büyük göçlerden doğan saldırılara göğüs gerebilmiş Doğu Roma İmparatorluğu içerisinde yer alıyordu. Sınırları içerisinde Anadolu, Balkan Yarımadası ve İtalya'nın bazı bölgeleri bulunuyordu. Bizans Im-paratorluğu'nun dini Hıristiyanlık'tı; dili ve kültürü ise Yunanh'ydı. Coğrafi konumu itibariyle, Boğazlara hakimdi. Manevi olarak da Yunan-Roma geleneğini, Ortodoks-Hıristiyan uyarlamasının içinde koruyordu. Ticaret ve denizcilik antik dönemdekiyle neredeyse aynı düzeyde devam ettiriliyordu. Pek çok Hıristiyan için Bizans İmparatorluğu, dünyanın süper gücü niteliğindeydi; X. yüzyılda yaklaşık bir milyon kişinin yaşadığı ve o dönemde

Page 14: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

dünyanın bilinen en yoğun şehir nüfusunu barındıran İstanbul, dünyada seçkin bir kentti.Bizanslı yöneticiler, sürekli işgal tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Bunlarla baş ederken, savaş ve diplomasi teknikleri geliştirmişlerdi. Barbarlarla savaşmanın en iyi yolu olarak, imparatorluğun erken dönemlerinde küçük fakat hareket kabiliyeti yüksek ve doğrudan imparatora bağlı etkin bir ordu hazırlandı. Barbar saldırılarının değişen taktikleri karşısında donanımlı şövalyeler, VI. yüzyıldan sonra giderek önem kazanmaya başladılar. Bu gelişmeler, Peri Polemon (ya da 'Savaşlarda') isimli, İmparator I. Justin (518-27) ile I. Justinian (527-65)'in Persliler, Vandallar ve Gotlar'a karşı uzun mücadelelerini konu alan sekiz kitaptan oluşan eserde dile getirilmektedir. Kitaplar, Caesarea'lı Procopius (500-70?) tarafından kaleme alınmıştı ve yazarın Thucydides ile rekabet etme hırsını yansıtıyordu.Procopius, tarih ve savaşlar hakkında kadim metinler üzerinde çalışma yapma konusunda yalnız değildir. Bu tip metinler okullarda, üniversitelerde ve kütüphanelerde toplanmış ve çoğaltılmıştır. Bizans kütüphaneleri, sonradan kaybolan birçok önemli çalışma da dâhil olmak üzere klasik döneme ait son derece, zengin eserlere sahipti. Şehrin yerlileri, temsil ettikleri medeniyetin yüklü mirasının bilincindeydiler. Bizanslı bilim adamları, diplomasi ve savaşların da dâhil olduğu hemen hemen her konuda ek kitapları, antolojiler ve şerhler kaleme almak amacıyla klasik metinlere müracaat ediyorlardı. Savaş üzerine yazılmış en meşhur el yazmalarından biri, İmparator III. Leo (717-41) tarafından kaleme alınan Strategicon'du. Bir diğer çalışma, İmparator Maurice (582-602) tarafından yazılmış (ve yine Strategicon olarak adlandırılan) eski bir el yazmasından alıntılanarak İmparator VI. Leo himayesinde hazırlanmış olan Tactica'ydı.Bizans imparatorluğunun sahip olduğu iç kaynaklar, tehditkâr saldırılara karşı sürekli ve başarılı askeri karşılıklar vermek için yeterli güce sahip değildi. İmparatorlar, aynı zamanda, saldırganların gücünü artırmama, denge kurma ve müzakere etme üzerine kurulu politikalar izlemek zorundaydılar. Bizans diplomasisindeki temel yöntem, düşmanları arasında çekişme ve rekabeti kışkırtmak suretiyle düşmanlarını zayıflatmak üzerine kuruluydu. İkinci yöntem, rüşvet ve dalkavukluk yoluyla komşu devletlerden yandaşlar edinmekti. Üçüncü yöntem, kafir/putperest komşularını Hıristiyan inancına döndürmekti. Son metod ise, Bizanslı prensesleri yabancı hükümdarlarla evlendirmekti. Bu yöntemlerin aynı anda uygulanmasıyla Bizanslı imparatorlar güçlerini Sudan, Arabistan ve Habeşistan'a kadar genişletebilmişler, Karadeniz ve Kafkas-ya'daki kabileleri köşeye sıkıştırmışlardı (Nicolson, s. 10; Hamilton ve Langhorne 1995, s. 17).Savaş ve diplomasi, uluslararası ilişkiler tarihi geleneğini şekillendiren uygulamalardı. Bunlar, aynı zamanda, uluslararası ilişkilerin analitik geleneğine de katkı sağlamışlar mıydı? Bu uygulamaların bir teorisi var mıydı? Burada ifade edilen tanımın ışığında, orta çağdaki Bizans savaş ve diplomasisini, kuram ve soyut analiz zeminlerinde temellendiril-miş olarak görmek zordur. Aksine, hem savaş hem de diplomasi dînî bir içeriğe sahipti. Din, bütün Bizans yaşamında etkisini göstermekteydi. Sivil ve dînî kurumlar öylesine iç içe geçmişti ki, birini diğerinden ayırmak olası değildi, istanbul'daki Kilise'nin başı, İmparator tarafından atanan ve imparator tarafından görevden alınan bir patrikti; imparatorTanrı'nın yeryüzündeki halifesi ve Devlet'in olduğu kadar Kilise'nin debaşıydı.İmparator sarayında çok sayıda diplomat ve tercüman vardı; fakat saray üyeleri, tahlil ve kuram geliştirme görevinden ziyade dış işlerden sorumluydular.* Üniversitelerde çok sayıda eğitmen ve bilim adamı yer alıyor; üniversitelerin kütüphaneleri, büyük çapta Yunan ve Roma kaynaklarını barındırıyordu. Fakat Bizans bilimi, Kilise ve Devlet'in oluşturduğu bir ortak çerçevede oluşmuştu. Bilim adamları klasik öğretimin çoğuna hâkimdiler, fakat önlerinde otoriter Kilise/Devlet yapısı ve kadim dönemdeki bilim adamlarına aşırı saygıları, bir engel olarak duruyordu. Bilim adamları sürekli, geçmişten tevarüs eden miras üzerine yorumda bulunuyorlar fakat bunlar hakkında çok nadir şüphe ediyorlardı ve asla eleştirel bir yaklaşım geliştirmiyorlardı. Sonu gelmez yorumlar, özetler, kısaltmalar ve antolojiler kaleme alıyorlar; fakat bilimsel önem

Page 15: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

arzeden sadece birkaç eser üretebiliyorlardı. 'Yüzyıllar boyunca, sayısız kalem hareket ettirilip, göller nispetince mürekkep tüketildi; fakat dünyanın anılmaya değer kitapları arasında yer alabilecek hiçbir çalışma ortaya çıkmadı' (Artz 1967, s. 112).İslâm DünyasıOrta çağda karşımıza çıkan ikinci medeniyet, Halifelik gibi bir siya-sal-dini kurum tarafından şekillenmişti. Iberya Yarımadası'ndan başlayıp Kuzey Afrika'yı baştanbaşa geçerek Orta Doğu ve İran üzerinden Hindistan'a kadar uzanıyordu. Coğrafi anlamda sözünü ettiğimiz üç medeniyetin en genişi ve entelektüel olarak da en gelişmişiydi. Bu medeniyetin dini islâm, dili ise Arapça'ydı.İslâm medeniyeti, sert ve acımasız yöntemlerle kurulmuştu. Müslümanlar şövalye savaşçılığının bidayetindeydiler. (Hz.) Muhammed aslında tam bir stratejist ve komutandı ve (Hz.) Muhammed'in ölümünden sonra İslâm'ın dikkate değer gelişmesi, takipçilerinin de kurnaz stratejistler olduğunu göstermektedir. Düşmanlarını gözlemleme, güçlülerle rekabet etme, öğrenme ve değişen durumlara göre askeri konumlarını değiştirme kabiliyetine sahiptiler. Bizanslı şövalyelerle karşılaştırıldığında onlar daha güçlü bir şövalye yapılanması organize ettiler. Daha da çarpıcı olanı, bu eski bedeviler çok sayıda savaş gemileri inşa ettiler ve VII. yüzyılın bitimine yakın İstanbul'u işgal amacıyla iki büyük kara ve deniz seferi düzenlediler.İlk halifelik imparatorluğu, eski Arap geleneğine uygun olarak Eme-ıvi hanedanlığında (661-750) oluşturuldu. Fakat Emevi hanedanlığı sona erdiğinde (I.S. 750), Abbasi hanedanlığı yönetimde reforma gitti ve imparatorluk başkentini Bağdat'a taşıdı. Bu değişim, imparatorluğun Arap köklerinden ve onun Bedevi duyarlılığından ayrılmasını ve yerleşik şehir kültürüyle tanışmasını simgelemektedir. Bağdat, Ortadoğu'nun ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır. Bağdat şehri, hızla refah, güç ve hacim olarak gelişme kaydetti. X. yüzyılda nüfusu yaklaşık 800.000 kadardı (İstanbul'dan sonra dünyada bilinen ikinci en büyük şehirdi). İmparatorluğun politik kültürü tüccarlar ve meslek sınıfları tarafından belirleniyordu, islâm dünyasını içine alan karmaşık iletişim ağı Bağdat'ta toplanıyordu. Başkent, kervanların ana yolları üzerinde bulunuyordu. Kervan yolları ticaret ve hac yolculukları sayesinde ortaya çıkmış ve İslâm dünyasının birliğini sağlama noktasında önemli bir rolü olmuştur. Ticaret bu yollar boyunca sürdürülüyordu. Yeni fikirler ve tartışmalar da bu yollardan geçiyordu; ya kitaplar, mektuplar ve dokümanlar gibi maddi bir şekilde, ya da öğretmen, öğrenci, vaiz ve hacı olarak insan formunda. Hiçbir şehir, Harun el-Reşid'in Bağdat'ıyla karşılaştırılamazdı. Charlemagne'in sarayı dahi, Hilafet'in görkemliliği, kültürlülüğü ve bilimselliğiyle boy ölçüşemezdi.Abbasiler, eğitim ve öğretime büyük önem vermişlerdi. Okullar genellikle camilerle bağlantılı olarak sistematik bir şekilde kurulmuştu. I.S. 900 yıllarına gelindiğinde neredeyse her camiye ait bir ilkokul mevcuttu (Artz 1967, s. 150).6 Abbasi bilim adamları Yunan-Roma geleneğinin tercüme eserlerini okuyorlardı. Söz konusu bilim adamlarından pek çoğu Aristo'dan etkilenmişti. Diğerleri ise batılı olmayan; özellikle iranlıların, 'Hükümdarların Aynası' olarak bilinen siyasetname tarzlarının etkisinde kalmışlardı.7Dışişleri konusundaki Islâmi metinler, uluslararası ilişkilere analitik bir gelenek getiriyor muydu? Analitik bir geleneğin varlığının, Abbasi metinlerinin incelenmesiyle desteklenmediği tartışılabilir. Savaş ve diplomasi, istanbul'da olduğu gibi Bağdat'ta da dînî bir içeriğe sahipti. Sivil ve dini kurumlar iç içe girmişti. Abbasi devleti aslında bir teokrasiydi; Kilise ve ruhban sınıfınca yönetilen Batılı anlamdaki bir devlet gibi değildi, çünkü islâm dünyasında ne kilise ne de ruhban sınıfına benzer kurumlar vardı; fakat kelimenin tam anlamıyla Tanrı tarafından yönetilen bir devlet yapısıydı. Siyasal tartışmalarda seküler analiz ve teorilerden ziyade, teolojik bir temellendirme görülüyordu. Abbasiler kamusal anlamda temellerini İslâm dinine dayandırıyorlardı ve toplumun yasal ze-mini olarak da henüz gelişme aşamasındaki İslâm kanununu uyguluyorlardı. Abbasilerin dış politikaları, tarihin, -gerçek iman sayesinde- küresel barış ve düzene doğru önlenemeyen seyri fikrine dayanıyordu. Öte yandan, İslâm zafer kazanmcaya kadar dünya, Islâmi olanla (darü'l-îs-lâm veya 'İslâm Yurdu') Islâmi

Page 16: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

olmayan (darü'l-harb veya 'Savaş Yurdu') arasında ikiye bölünmüştü. Bu ikisinin arasında bir tür savaş durumu vardı; ya Kutsal Savaş (cihad) biçimindeki tam bir akm ya da geçici bir ateşkes şeklinde.Fakat bu arada iddia edilebilir ki dînî ilkeler, Arap siyaset düşüncesinde zannedildiğinin aksine daha küçük bir role sahipti. İslâm'ın dünya politikası perspektifi, pragmatizmle yumuşatılmıştı. Darü'l-lslâm ve Darü'1-Harb arasındaki sürekli gerilim, barışçıl ilişkiler, kültürel ve ticari alışverişlere engel değildi. Halife ve İmparator için şairler ve bilim adamlarını hediye veya ödünç almak olağandışı bir durum değildi. Gayri müslimlerin İslâm coğrafyasında yaşaması ve ticaretle meşgul olması olasıydı. Müslüman bilim adamları, Thucydides ve Aristo'nun da içinde bulunduğu kadim Yunan-Roma mirasına sahip çıkmışlardı. Batı'da unutulmuş olan tartışmaları canlı tutmak suretiyle bir geleneği devam ettirdiler. Ve Arapların eski metinleri çevirmekten ve bunlar hakkında yorum getirmekten çok daha fazla şeyler yaptıkları gerçeği, analitik geleneği gözler önüne sermektedir. Müslüman bilim adamları, İstanbul'daki meslektaşlarına göre metinlerin çok daha ötesine geçmişlerdi (Gru-nebaum 1946). Özetledikleri tasnif edilmiş fikir ve tartışmaları, çevirmiş, değiştirmiş ve yeni bir bağlama yerleştirmişlerdi. Böylece Arapların, analitik bir uluslararası ilişkiler geleneği elde etmiş olmaları anlaşılabilir bir durumdur. Bu gelenek kısmen Yunan-Roma dünyasına, kısmen de İran'a dayanacaktır. Bu, ancak birkaç Batılı bilim adamının ciddi bir şekilde keşfedebildiği bir durumdu.Uzak BatıHalife ve Bizans İmparatorluğu ile kıyaslandığında Avrupa'da kalanlar, 'medeniyet' tanımlanmasını hak etmemektedirler. Halife'nin fethe-demediği ve Bizans'ın elinde tutmak istemediği Avrupa'nın Batı yakası, vahşi çayırlarında, düzen benzeri bir sistem sağlamak için ellerinden geleni yapan, meşgul barbar krallarla doluydu. Siyasal birlik, göçler ve putperest kabileciliğe dönüşler yüzünden uzun süre önce çözülmüştü. Pek çok dilin kökeni Almanca'ydı {Germanic), fakat yazılı olarak kullanılmıyordu. Dinlerin çoğu, Hıristiyan bir geçmişin yankılarıyla kendiniIhissettiren efsane ve hikayelerden oluşan karma bir folklörden ibaretti. Devlet gibi kapsayıcı ve üstün bir kuruma sadakat diye bir şey söz konusu değildi (Wallace-Hadrill 1956). Eski Roma yolları ihmal edilmişti; düz taşlan yerlerinden sökülmüş ve ev yapımında kullanılmıştı. Seyahat, haydutlar ve eşkıyalar yüzünden güvensiz hale gelmişti.Kilise giderek gücünü yitirmekle beraber güç ve düzen kaynağının merkeziydi. Ticaret hemen hemen canlılığını yitirmişti. İletişim son derece ilkel bir yapı arz ediyordu. Fakat papa, 'sicil uzmanları'nın yönetimi ve yetkisi altında, diplomatik kayıtları özel arşivlerde toplayan bir arşiv dairesine sahipti. Aynı zamanda, Charlemagne'ın, Ren Nehri'nin girişinde kurulmuş olan Aix-la-Chapelle (ya da Aachen) şehrindeki sarayında da bir arşiv dairesi bulunuyordu; burası bir 'şansölyenin' sorumluluğunda, kalabalık bir ruhban sınıfı personeliyle ayrıntılı bir şekilde organize edilmiş bir birimdi. Böylesi arşivler, Roma ve Aachen özel memurlarının, sadece saygın üstatlarının çıkarlarını temsil etmediğini; aynı zamanda, yabancı sarayların iç durumları ve bu sarayların birbirleriyle olan ilişkileri hakkında raporlar da hazırladıklarını göstermektedir. Daha sonra, bu erken dönem orta çağ memurları, etkili söylev kabiliyetlerinin dışında başkaca sebeplerle yabancı saraylara gönderiliyordu. Aynı zamanda, eğitimle güçlendirilmiş gözlem kabiliyetlerinin gelişmesi ve yargılamalarında doğruluk refleksini kazanmaları için gönderiliyorlardı. Bu memurların eğitiminde -gözlem güçlerini ve yargı yeteneklerini geliştirmek için orta çağ arşiv dairesince kullanılan yöntemlerde- sistematik bir uluslararası ilişkiler çalışmasının habercileri yatmaktadır.Charlemagne'ın, bir imparatorluk yaratıp papaya karşı güçlü bir siyasal rakip olarak yükselmesi ve böylece papa ile imparator arasında se-küler bir çatışmaya zemin hazırlaması, Batı tarihinde siyasal bir dönüm noktasıdır. Charlemagne giderek büyümekte olan imparatorluk için, siyasal ve siyasal olduğu kadar entelektüel de olan bir yönetim merkezi yarattığında da bu, entelektüel bir sınırı belirtiyordu. Charlemagne, Avrupa'nın her köşesinden önde gelen bilim adamlarını davet ettiği Aac-hen'da muhteşem bir saray yaptırdı. Halife Harun el-

Page 17: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Reşid ve İmparato-riçe Irene'yle kültürel hediye alışverişinde bulundu. Aynı zamanda, kadim yazarlara ait eserlerin toplandığı bir de saray kütüphanesi kurdurdu. Ülkesindeki katedrallerin, manastırların yakınlarında okullar açılması, okuma yazma öğretilmesi için kampanya başlattı. Böylesi inisiyatifler, bilimin koşullarını geliştirdi ve Batı siyasal düşünce tarihinde önemli dönüm noktasını oluşturdu. Papa ve imparator arasındaki çatış-ma, sistematik bir şekilde Carolingian Sarayı'nda tartışıldı. Hıristiyan dünyasının genelinde, dînî ve seküler aktörler arasında gücün doğası ve siyasal yetkinin bölünmesi hakkında sonu gelmez sorular gündeme girdi. Şayet papanın otoritesi Tanrı kaynaklıysa, o zaman imparatorun otoritesinin kaynağı nereden geliyordu? (Papaların ileri sürdüğü gibi) papadan mı? (İmparatorların ileri sürdüğü şekliyle) Tanrıdan mı? Ya da (daha sonra imparatoru seçecek olan yedi hükümdar ve piskoposun iddia edeceği gibi) halktan mı? Bütün bu sorular, yüzyıllarca Avrupa siyaset sahnesinde hakim olan üst düzey bir çekişmeyi gözler önüne sermektedir. Sonradan ortaya çıkan tartışmalar, teoloji alanında patlak vermiş ve İstanbul ile Bağdat'taki benzer tartışmalardan farklı olarak uluslararası ilişkiler kuramsallaştırmasımn sahasına girmiştir (Fichterman, 1964).Charlemagne öldüğünde, Carolingian İmparatorluğu da bütünlüğünü yitirdi. Kilise, orta çağ ilminin fiilen tekeli olarak kaldı ve teolojideki bütün bilgileri çökertme eğilimi gösterdi. Savaş ve diplomasi üzerine Batı'da yapılan tartışmalarda din temelli söylemler ağırlık kazandı. Fakat çevre topluluklar, Uzak Batı'da Bizans'dakine ya da Halifeliktekine göre daha çalkantılı ve karmaşık bir yapı arz ediyordu. Batı bir daha da dînî bir merkezî otorite tarafından tasdiklenen tek bir birleşik imparatorluk olarak yeniden inşa edilemedi. Aksine Batı, IX. ve X. yüzyıl boyunca bağımsız bölge devletleri halinde kendine özgü çoğulcu güç merkezleri ortaya çıkaran, siyasal anlamda heterojen bir coğrafya olarak kaldı. Bu devletler, Hıristiyan teolojisinden devşirilen öğretilerle meşru hale getirildiler. Kilise, Batı ilminde fiilî bir tekel olma gücünü elinde tuttuğu halde hiçbir standart teoloji bütünüyle Avrupa norm ve değerleri üzerinde hakimiyet kuramadı. Örneğin, kadim, yerel yasalar hiçbir zaman varlıklarını yitirmediler. Bu öğeler, yerel siyasal kurumlar ve süreçlerde iz bırakmaya devam ettiler. Aynı zamanda, Uzak Batı'nın kendine özgü devletler sistemi, bağımsız entelektüeller için Kilise ve Devlet arasında manevra kabiliyetinde bulunmak, bir devletten diğerine geçmek, bir saraydan diğerine bağlanmak fırsatını doğurdu.BATI POLİTİKASININ TEORİLEŞTİRİLMESİNİN KAYNAKLARIBizans ve İslâm kültürü var gücüyle ışık saçarken, Uzak Batı batmakta olan bir solgun ışıkla aydınlanmaya çalışıyordu. 'Latin Kültürüne sahip Hıristiyan alemi, bir daha asla eski huzurlu malikânesini elde edemeye-ıcek, harap olmuş bir aile gibi bir kaç odadan ibaret bodrum katında yaşamaya çalışacaktır' (Artz 1967, s. 179). Siyaset teorisindeki kimi başarılar -Ambrose, Bede, Capella ve diğerlerinin çalışmalarında kanıtlandığı şekliyle- Roma'mn yıkılışına denk gelmektedir. Bununla beraber, erken dönem orta çağ bilimi, yaratıcı bağımsızlıktan ve orijinal düşünceden izler taşımıyordu. Bu bilim adamlarının hepsi, bütün sorulara cevap sağlayan ilmin/hikmetin kaynağını, fiilen aynı nihaî açıklayıcı otorite üzerine inşa etmişlerdi: İncil. İncil, orta çağ Batı medeniyetindeki bilginin merkezî bir hazinesiydi.Dinİncil, dünyanın Tanrı tarafından esrarlı/bilinemez, nihaî bir amaç uğruna altı günde yaratıldığından bahsetmektedir. Mükemmel bir şekilde yaratılmış olmasına rağmen insan, rahmetin kucağından günah ve hata çukuruna düşerek sonsuz lanet cezasına maruz kalmıştır. Fakat Tanrı, sonsuz inayetiyle kendi oğlunu feda etmek suretiyle bir kefaret ve kurtuluş yolu açmıştır. Kendine yardım edemeyen insanoğluna, Tanrı'nın affediciliği, O'nun isteklerine boyun eğme ve itaat yoluyla günahı için bağışlanma dilemesine izin verilmiştir. Yeryüzündeki yaşam, sadece daha büyük bir amaca ulaşmak için geçici bir imtihan süresidir. Tanrı'nın tayin ettiği bir zamanda bu dünya sona erecektir. Yeryüzü Şehri (Earthly City) alevlere yem olacak ve iyi ve kötü insanlar, birbirlerinden ayrılacaklardır. İyiler ve inananlar, Tanrıyla beraber toplanacak ve Cennet Şehri'nde/llahî

Page 18: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Şehir'de sonsuza kadar kusursuzluk ve saadet içinde kalacaklardır. Fakat günahkârlar ve asiler, ebedî bir cezaya çarptırılacakları bir, yerde hapsolunacaklardır. İncil'in bu savı, orta çağ siyaset teorisinin oluşumunda en temel referansı sağlıyordu. Bu bakış açısının anahtar varsayımı, iyi insanın cennete, kötü insanın ise cehenneme gideceği yönündeydi. Fakat, bir başka önemli faktör, ilk günah kavramıyla eklenmiştir. Bu kavram, çatışma ve savaşların ortaya çıkmasındaki en önemli açıklamayı getirmesinin yanısıra orta çağ Kilisesi'nin muazzam gücünün en kilit önkoşulunu ihtiva ediyordu.İlk günah varsayımı önemli ölçüde Hippo'lu Augustine (354-430) tarafından geliştirilmişti. Augustine, IV. yüzyılın başlarında Kuzey Afrika'da yaşamış ve Roma İmparatorluğu'nun yıkılışına uzaktan tanık olmuştu. I.S. 400 yılı civarında Kartaca'nın zengin, tecrit edilmiş durgun ortamında yaşadı. 410 yılında, Alaric the Goth Roma'yı yağmaladığında Augustine, Roma > İmparatorluğu'nun devasa bürokrasisinin parçalan-maya doğru gittiğini anladı. Böylesi kıyametimsi olayların baskısı altında yoğun bir şekilde bu durumdan kurtuluş yolları aradı. Augustine, Hıristiyan düalizmini üstünlük noktası kabul ederek Tanrı Şehri'ni kaleme aldı. Bu sav, insanoğlunun birbirine paralel iki gerçekliği yaşadığı fikrinden çıkmaktadır: Bir taraftan bu dünyanın şiddet, savaş, açlık ve sefaletini; diğer taraftan Tanrının Krallığını. Augustine, toplumsal yaşamın ilâhi güç tarafından düzenlendiğini ileri sürüyordu. Zira, insanoğlunun Âdem'den miras aldığı ilk günahtan ötürü, insan ırkı daha başlangıçta lanetlenmiştir. Augustine, 'Yaşam kendi başına, eğer buna hayat denirse, ihtiva ettiği bir sürü zalim güçlüğe tanıklık etmektedir', diye yazıyordu (Augustine 1954, s. 474).Günahkâr ve yozlaşmış doğasından ötürü insanoğlu, yönetim/idare ve cebrî kanunlara ihtiyaç duymaktadır. Bir merhamet hareketi olarak Tanrı, günahkâr ve yozlaşmış insan toplumunda düzen sağlaması amacıyla yasalar var etmiştir. Aynı zamanda, söz konusu yasaların uygulanması ve sivil düzenin devam ettirilmesi amacıyla kendilerine yetki verdiği krallar ve hükümdarlar da yaratmıştır. Augustine'e göre, Tanrı, krallara ve hükümdarlara, Devlet'in güvenliğinin korunması amacıyla şiddeti haklı bir araç olarak sunmuştur. Bu yüzden iyi bir vatandaş, yönetimine itaat etmelidir. Tüm bunlar, insanoğlunun açıkça kendi başına idame ettiremeyeceği düzeni ve barışı güvence altına almaktadır. Kilise tarafından yardım edilmediği müddetçe, insanoğlu daima risk altındadır. Bu orta çağ dünya görüşü, birkaç yüzyıl boyunca değişikliğe uğramamış, orta çağ sona erene kadar, bütün toplum teorilerinde etkisini göstermiştir.Augustine, orta çağ siyasal çalışmaları için önermeler belirlemişti. Bu alanın öğrencileri, bizzat insan davranışının üzerinde çalışılabileceğini veya siyasal otoritenin Tanrı'dan başka herhangi birisi tarafından bahşe-dilebileceğini asla düşünmemişlerdi. Daha da ötesi, siyasal çalışmalar küçük çaplı olup Kilise eğitimli elitlerin bilgi alanıydı. Siyasal teoriler, teolojik aksiyomlardan çıkartılmıştı ve Augustine'in, insanın yozlaşması ve günahkâr doğası hakkındaki kötümser varsayımlarını yansıtma eğilimi gösteriyordu. Kilise mensubu bilim adamları muhtemelen savaşı lanetlemişler, zalim tiranların ve güçlü yöneticilerin, fetihlerindeki aşırılıklarını eleştirmişlerdi. Fakat böylesi tavırların, insanoğlunun habis ve günahkâr doğasının doğal bir sonucu olduğunu ileri sürmekten de geri kalmadılar. Aynı zamanda savaş, ilke olarak lanetlenmemişti. Çünkü Augustine'le beraber, bazı savaşların haklı/meşru olduğunu iddia ettiler. Örneğin, barbar çapulcuların saldırılarına karşı gelenekseldüzeni devam ettirme adına yapılan savunma amaçlı savaşlar, meşru olarak değerlendirildi. Kafirlere karşı Tanrı adına açılan savaşlar da aynı kefede görüldü.Augustine'e göre, Roma'nın saldırgan barbarlara karşı mücadelesi, böylesi meşru bir savaşın örneğiydi; Hıristiyan düzen savunucularının, hem iman hem de düzen karşıtı düşmanla mücadeleye giriştikleri bir örnek.8 Bu örnek, Çiçero gibi insanların ahlakî niteliklerinin, imparatorluğu güçlü kıldığını gösteriyordu. Bu nitelikler kamu yararına adanmış ve bu adamalar imparatorluk otoritesi ve gücü tarafından uygulanmıştı. Bununla beraber, Augustine, bu insanların Tanrı'dan ziyade Roma'ya övgüler dizmekle yanılgıya düştüklerini ifade etmişti. Hıristiyan inancının doğal ve ebedî değerlerinden ziyade, geçici ilişkilere bağlılık

Page 19: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

konusunda ısrarcı olmuşlardı. 'Tanrı Şehri' (civitas deO'nden ziyade 'İnsanlık Şehri' (civitas terrena)'ni methettiler (Momigliano, 1963). İnsan varlığının iki krallığı arasındaki bu düalite, aynı zamanda, Papa I. Gelasius (492-96) tarafından da tartışılmıştır. O da, Devlet ve Kilise arasında keskin bir sınır çizmiş; fakat Augustine'den farklı olarak her iki kurumun da Tanrı'nın isteğini yansıttığını ileri sürmüştü: Böylece her ikisi de eşit derecede 'doğal' ve meşru hale gelmiştir. Bununla beraber, Gelasius, Devlet ve Kilise'nin, yerine getirmeleri gereken farklı görevlere sahip olduklarını söylüyordu. İmparatorun temsil ettiği Devlet, dünyevi konularla ilgilenmelidir; öte yandan Papa tarafından temsil edilen Kilise, insanlığın manevi ihtiyaçlarıyla iştigal etmelidir.Augustine ve Gelasius, orta çağ Avrupasma, Hıristiyan Kilisesi ve nihayetinde Papa'nın işine yarayan siyasal bir doktrini tanıttılar. Buna göre, Avrupa'daki bütün krallar ve hükümdarlar, yetkilerini Tanrı'dan alıyorlardı. Papa, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olduğundan, krallar ve imparatorlar Roma'ya karşı itaat ve teslimiyet göstermekle yükümlüydüler. Bu öğreti, Hıristiyan Kilisesi tarafından temsil edilen, Tanrı'nın himayesi altında evrensel bir insan topluluğu olduğu fikrini teyit ediyordu. Ne sivil ne de askeri hiçbir dünyevi kurum bu konuda mutlak bir yetkiye sahip olamazdı. Roma İmparatorluğu yıkıldığında, Avrupa'ya dayattığı siyasal yapısı da çöktü; fakat Augustine'nin görüşleri baki kaldı. Bu görüşler, Uzak Batı'da zihinsel birliğin ölçütlerini koyan Papa'nın yetkisiyle Roma'dan yönetilen rahipler ve papazlar ağıyla korundu ve devam ettirildi.Roma'nın çökmesinden sonraki yüzyıllarda Uzak Batı'daki bütün bilimsel faaliyetler Hıristiyan ruhban sınıfının egemenliğinde devam etti-rildi. Bu da, Yunan polis ve Roma imperium kavramlarının da içinde bulunduğu klasik siyasal felsefenin Hıristiyanlık öncesi kuramlarının yok olması anlamına geliyordu. Bu durum, aynı zamanda, bütün dünya vatandaşlarının bir insan topluluğunda (humanitas) birleştirildiği Augustine düşüncesinin hegemonyası anlamına da geliyordu. Bu topluluk, bütün halkları ve bütün ırkları içine alıyordu. Tanrı'nın adı altında birleşiyor ve köyler, şehirler ve Devlet gibi küçük topluluklara üstün geliyordu. Bu 'insanlık' düşüncesi, insan ırklarını üstün bir ilke altında topladı, 'böylece Yunanlıyla Yahudi, sünnetliyle sünnetsiz ya da barbarla Is-kitli, köleyle özgür arasında hiçbir fark gözetmek için meydan kalmamıştır. Sadece İsa vardır: O her şeydir ve O her şeydedir' (Colossians 3:11).Orta çağ boyunca Uzak Batı'nm entelektüelleri, kendilerini bu büyük insan topluluğuna ait kabul ettiler. Savaşlar ve tartışmalar, ayaklanmalar, doktriner tartışmalar, Papa ve imparator arasında, Devletle Kilise üzerinde iktidar kazanmak için süregelen büyük bir mücadele vardı. Fakat bütün bunlara rağmen, 'Hıristiyan aleminin fiilen birliğine olan inanç, her ne kadar farklı hissedilmiş ve dile getirilmiş olsa da, devam etti. Bu inanç, bütün orta çağ siyasal düşünce ve eyleminin temel bir koşuluydu. Bu evrensel düşünce, barışçıl bir dünya görüşüne sahip geç dönem orta çağ düşüncesinde etkisini gösterdi' (Lange 1919, s. 98). Dante Aligieri (1265-1321) 'De Monarchic? (1313) isimli eserinde bir dünya devleti kurulması çağrısı yaptı. Bu devlet, muktedir olduğu kadar bencil de olmayan, bütün çatışmalara son verebilecek, bütün uranlıkları ortadan kaldırabilecek ve evrensel barışı sağlayabilecek güçlü bir yönetici tarafından idare edilmelidir.Din ve YısaOrta çağ Kilisesi'nin benimsediği bilim görüşü, bilginin çeşitli alanları arasında esaslı bir farkın olmasına müsaade etmiyordu. Kavramlarını teolojiden almıştı ve doğa hakkındaki bilgi ile insanoğlu hakkındaki bilgi arasında hiçbir belirgin fark çizmiyordu. Bu çağın uluslararası politikasının göze çarpan konusu olan Papa ve İmparator arasındaki siyasal tartışma, teolojik söylemde devam ettirildi.Kilise, orta çağ bilimi üzerinde görünür bir hakimiyete sahipti. Fakat Batı bilgeliğinin tek kaynağı değildi. Diğer bilgi ve otorite kaynakları da mevcuttu. Bunlardan en önemlilerinden biri 'örf-adet' ya da 'teamül hu-kuku'ydu. Orta çağ, çatışma ve şiddet ile dolu olmasına rağmen, orta çağ

Page 20: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

toplumu teamüle büyük bir saygıyla bağlıydı. Genelde ortaya çıkan görüş ayrılıkları güç kullanılarak giderildiği halde (özellikle karşıt taraflar krallar ise), orta çağ Avrupalıları savaştalarmış gibi çok sık hukukî davalar açarlardı. Her büyük mevki, davalarla bekletilirdi. Haklar, unvanlar ve imtiyazlar sürekli bir şekilde bahşedilir, geri alınır ve yeniden verilirdi. Orta çağ sonlarına gelindiğinde (High M. A.) yasal olarak gösterilebilir imtiyazlar, Avrupa toplumunun temel bir dinamiği haline gelmişti.Hukuk bilimini Roma'dan meşru bir miras olarak devralan Bizans'ın aksine, Batılı bilim adamları iki hukukî geleneğe yaslanıyorlardı: Kilise yasası ve teamül. Kilise yasası Kilise liderlerince yürütülür ve Hıristiyan teolojisince bilgilendirilir; ancak Roma yasasına dayanırdı. Bunun aksine, teamül hukuku, örfî davranışların yasalaşmasını temsil ederdi. Kaynaklarını, yüzyıllarca öncesinin barbar kabile şeflerinden ve krallardan alıyordu (Keen, 1963).Teamül hukukunun sebatkâr bir şekilde süregelişi, Uzak Batı'da siyaset teorisinin gelişiminde önemli bir faktördür. Birincisi, popüler bağlılığın, belki de demokrasi yanlısı (proto-democratic) biricik öğesiydi (Szücs 1990, s. 27 vd.). En azından zımnen buna razı olan insanlardan türemişti ve benzer şekilde vasallara ve lordlara uygulanmıştı. Bu durum, 'aşağıdan yukarıya doğru geçmiş' (Ferguson ve Mansbach 1988, s. 53) ve bir kabiledeki ya da yerel bir gruptaki üyeliklerinin erdemiyle bireylere tatbik edilmişti. Kabile şefleri, hükümdarlar ve krallar, merkezi yöneticilerin gücünü ve yetkisini sınırlandıran ve halklarının çıkarlarını gözeten teamül hukukuna bağlıydılar.İkincisi, teamül hukuku, erken dönem Avrupa siyasetinin merkezi bir gücü niteliğindeydi. Bu, düşüncede yereldi. Tevarüs edilen statüler-ce belirlenmiş olan yerel imtiyazları ve dokunulmazlıkları baki kıldı. Feodal düzeni tanımlayan yerelcilik yapılarını daha da sağlamlaştırdı ve Uzak Batı'nın birleşik bir imparatorluk içinde yeniden temsil edilmesi teşebbüslerine engel teşkil etti.Teamül hukuku, çok geniş feodal, malikane/tımar, şehir ve kraliyet işlerini düzenledi. Teamül hukukunun iki yönü siyaset öğrencileri için özellikle ilgi çekicidir. Bunlardan birincisi ekonomik faaliyetlerle (Ber-man 1983, s. 333) ilişkilidir. XI. yüzyıl boyunca, ulaşım ve ticareti düzenleyen geleneksel kurallar şekillendirildi ve düzenli ticari ilişkilere ait temel kavramlarla kurumlar ortaya çıktı. XII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, sözde lex mercatoria ('ticaret kanunu'), özel bir sınıfa men-sup insanları (tüccarlar), özel mekânlarda (panayırlar, limanlar, şehirler ve kasabalar) yönetti.Teamül hukukuyla ilişkili ikinci yön savaşla alakalıdır. Savaşların, orta çağ boyunca herhangi bir kontrolü söz konusu olmamıştır; Germa-nik kabileler, bırakın yasal olup olmadığını, savaşın yanlış olduğuna dair bir düşünceye bile sahip değillerdi. Bununla beraber, adil yönetimin bir takım temel düşüncelerinden nasiplenmişlerdi; esir alman askerlere ve elçilere şövalyevari muamelede bulunmak gibi. Savaş ve diplomasi konusundaki teamül hukukunda yansıtıldığı üzere bu düşünceler, uluslararası ilişkiler teorisi için erken dönem bir kaynak olarak değerlendirilebilir.Din, Yasa ve Di; PolitikaKilise Kanunu ve teamül hukuku, uluslararası ilişkiler biliminin birbirinden farklı kaynakları olarak düşünülebilir. Uygulamada, bu iki yaklaşım kolaylıkla birbirinden ayırt edilemez. Örneğin, Hıristiyan bilim adamları, askerlerin ve elçilerin icraatlarının temeli olan ve günümüze kadar gelmiş teamül hukuku ilkeleri hususunda iyileştirmeye gitmişlerdir. Hıristiyan ahlâkı yasalarından etkilenmek suretiyle Batılı katipler ve bilim adamları savaş nedeniyle ortaya çıkan yıkıma ve masum kurbanlara üzülmüşlerdi. Bu üzüntünün ardından, kilise ve kraliyet kanunları aracılığıyla savaşı düzenleyecek önemli orta çağ çabaları doğmuştur. Tanrı Barışı (pax ecclesiae) kavramı, kilise mülkiyetine ve masum insanlara karşı (ruhban sınıfı mensupları, hacılar, kadınlar, tüccarlar ve köylüler) savaş ve şiddetin aforoz tehdidi ile engellenmesi için bir çaba olarak 990'h yıllarda Kilise ruhban meclisinden çıktı. Tanrısal Ateşkes (treuga dei), XI. yüzyılda, haftanın belirli günlerinde, belli mevsimlerde ve dînî bayramlarda Kilise tarafından savaşmayı yasaklama teşebbüsü olarak gündeme geldi. Bu düşünce, bu yüzyılın ikinci çeyreğinde pek çok rahip tarafından dile getirildi. Papa II. Urban tarafından Clermont Konseyi'nde (1095) tekrar tekrar ele alarak

Page 21: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

bu kavramı yenileyen ve genelleştiren bir hatırlatıcı olarak hizmet gördü. Savaşların daha sonra kınanması, kamu nezdinde büyük destek buldu ve hakiki savaş karşıtı hareketler görülmeye başladı. Bazı Avrupa yönetimleri, Tanrısal Barış ya da Tanrısal Ateşkes ilân ettiler.Barışla ilgili bu kavramlar, Hıristiyan ahlâkın ve evrensel insan toplumu (humanitas) görüşünün içine işlemiştir. Bütün evrenselci bakış açıları gibi bunun da başarısızlık olasılığı vardı. Barış kavramları bazıyorumlarda, insanlık fikrinin ve Hıristiyanlığın savunulmasına yönelik bir görev addedildi. Diğer bazı yorumlarda ise, kafir halkların din değiştirmesini sağlamak amacıyla bir Hıristiyanlık vazifesi olarak belirtildi; bu da, İsa'nın dışarı çıkıp 'bütün milletlerden havariler yaratın' emriyle teşvik edilen bir yorumdu (Matta. 28:19). Her iki yorum da, XII. yüzyılın arefesinde başlayan Haçlı Savaşlarında -ilk manifesto olarak yer almaları suretiyle- Batı yayılmacılığına hız kazandırdı.Clermont Konseyi'nde Hıristiyanlık'ta bir düzenlemeye gidilmesi yönünde konuşma yapan Papa II. Urban'ın bu vesileyle islâm'a karşı ilk Haçlı Seferi'nin düzenlenmesini önermesi (1095), Hıristiyan barış kavramının iki yönlü doğasını göstermektedir. Papa, Kutsal Mezar'ın bulunduğu toprakların Müslüman hâkimiyetinde olduğunu hatırlattı ve Kudüs'ü kurtarmak amacıyla oluşturulan orduya katılacak herkesin günahlarından arınacağı sözünü verdi. Uzak Batı'nın her tarafından gelen insanlar, bu çağrıya cevap verdi. Dînî bir şevk, maceraperestlik, aç gözlülük ya da daha başka nedenlerle harekete geçen insanlar Anadolu'dan geçen eski Bizans yolunu takip eden Haçlılara katıldılar. Selçuklu İmpa-ratorluğu'nun başkenti iznik (Nicaea)'i (1096) ve Suriye şehri Antakya'yı (1097) fetihleri, Kutsal Topraklara giden yolu açmış oldu. 1099 yılında Kudüs'ü fethettiler ve hemen şehrin civarında sayısız Hıristiyan prenslikleri kurdular (Runciman, 1992). Hıristiyanlığın ileri karakolu konumundaki bu küçük yerleşimler, sürekli komşu Müslüman toplulukların tehdidi altındaydı. Buradaki toplulukları korumak ve Filistin'deki Hıristiyan varlığını güçlendirmek amacıyla birkaç Batılı sefer düzenlendi. Bu seferlerden hiçbiri Birinci Haçlı Seferi'nin amacını gerçekleştirmeye yönelik olmadığı gibi başarılı da olamadı.Haçlı Seferleri, Devletler ve Devletlerarası ilişkilerHaçlı Seferleri silahlı birliklerin oluşturduğu seferlerdi. Askeri kumandanların üzerinde tartıştığı ve karara bağladığı lojistik ve stratejik konuları içeriyordu. Fakat Haçlı Seferleri, aynı zamanda dînî atılımlardı. Onlar, teolojik meşrulaştırmaya ihtiyaçları olan hac yolculuklarıydı ve bu da, kilise tarafından sağlanmıştı. Her sefer inisiyatifini onaylayan ve en azından resmen maddi destek sağlayan kişi Papa'ydı. Aynı zamanda, yukarıda bahsedilen gerekçeyi bulan da Papa'ydı. Papa, bu cevabı Augustine'nin meşru savaş teorisinde bulmuştu. II. Urban, Haçlıları, Müslümanlar tarafından işgal edilen Doğu Ortodoks Hıristiyanlarma yardım temeline dayandırarak haklı göstermişti. Daha sonra göreve ge-Ilen papalar, gerçekleştirilen seferleri Kutsal Topraklara yerleşmiş Batılı Hıristiyanların savunulmasıyla gerekçelendirdiler. XII. yüzyıl boyunca, Kutsal Topraklar teması, giderek artan bir şekilde, kutsal yerlerin (Kutsal Mezar ve Kudüs) Müslümanlar tarafından sürgün edilmiş Hıristiyanlar için kaçınılmaz olduğunu ileri sürmek suretiyle vurgulanmaya başlandı. Sonunda Papa, Haçlı Seferleri'nin nihaî amacının Hıristiyanlığı korumak olduğunu ileri sürdüğünde, bu durum, uygulamada Kutsal Toprakların özgürleştirilmesine yönelik bir çaba anlamına geliyordu. Bu açıklama, Haçlı Seferleri'nin temeli, meşrulaştırıcı hedefi haline geldi.Haçlı Seferleri, Hıristiyan Batı ve Islâmî Doğu gibi çok farklı siyasal dünyaların çatışmasını içeriyordu, her iki taraf üzerinde önemli etkileri oldu. Haçlı Seferleri, Doğu'da Müslüman dünyasının birleşmesine ve askeri bir nitelik kazanmasına sebep oldu. Bu seferler, Müslümanların ordularını düzenlemelerine ve askeri güçlerine kaynaklarından da çok pay ayırmalarına neden oldu ve onlan hem daha güçlü ve hem daha da düşman haline getirdi. XII. yüzyılın sonuna doğru, Müslümanlar çok büyük orduları meydana süren ve Kudüs'ü tekrar ele geçiren (1187) Selahattin isminde sıradı-şı bir lidere kavuştular. Filistin'deki ve

Page 22: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Suriye'deki Haçlı devletleri yıkılmaya mahkum olurken, Bizans tehdit altına girmeye başladı.Batı'da ise Haçlı Seferleri, daha düzenli, güçlü ve güvenli devletlerin kurulmasına yardımcı oldu. Birincisi, Haçlı Seferleri, büyük riskler taşıyordu. Erken dönem savaşları amatörce ve küçük çapta gerçekleşmişti. Haçlılar birdenbire orduların büyüklüğünde artışa neden oldu. Organizasyon kabiliyetinde dikkate değer bir devrim yarattılar, öyle ki, XII. yüzyılın eşiğindeyken Uzak Batı, dış dünyada geniş çaplı saldırılar yürütebilecek kadar varlıklı, güçlü, güvenli ve düzenli hale gelmişti. (Ganshof 1995, s. 82f).İkincisi, Haçlı Seferleri, kıtalararası operasyonlardı. Erken dönem orta çağ savaşları ise küçük çaplı ve yerel olaylardı. Fakat haçlılar, Roma İmparatorluğu'ndan beri ilk kez kıtalararası stratejilere göre hareket eden ordular yaratmışlardı. Bu seferler, merkezinde Papalığın yer aldığı, Batılıların, bir tür dünya stratejisi olan stratejik yaklaşımlarını genişlettiklerinin bir ifadesiydi. Sonuç olarak, Papa bu maceraların ardındaki kişi oldu ve çoğu zaman, hangi savaş meydanında ihtiyaç olduğunu hissederse etsin, sermayeyi oraya yönlendirecek güce sahipti. Avrupa'daki savaşların yerel nitelikte olduğu X. ve XI. yüzyıllardaki koşullarla karşılaştırıldığında, XII. yüzyıldaki savaşların, en üst seviyede kıtalararası savaşlara dönüştüğü görülür.Üçüncüsü, Haçlı Seferleri süreklilik arz eden bir seferler dizişiydi. Erken dönem orta çağ savaşları kısa süren ve çok ihtilaflı vahşi savaşlardı. Böylece Haçlı Seferleri, geleneksel hareket sistemine karşı yeni, ağır talepler sundular. Aslında, asker toplamaya yönelik eski feodal sistem, artık uzun süreli yurt dışı seferlerinin yüklediği gerekliliklerle baş edemiyordu. 1300'lü yıllarda eski sistem artık işlerliğini yitirmişti. Silahlı birlikler oluşturmaya yönelik yeni mekanizmalara ihtiyaç vardı. Bu yeni mekanizmalar ancak, siyaset sahnesinde güçlü kralların, bağımsız aktörler olarak ortaya çıkmasıyla gelişebilirdi. Krallar yeni bir örgütlenmenin veya organizasyonun merkezinde ortaya çıktı ve soyluluk giderek artan bir şekilde askere alınma durumuna göre verilmeye başlandı. (Strayer 1955, s. 163 vd.) Yani krallar, soyluluğu askere alınanlara bahşetmeye başladılar ve bu yolda hizmet etmek isteyenlere karşılığında günlük ya da haftalık olmak üzere maddi imkanlar verileceğine dair va-adlerde bulundular.Askeri ve siyasal örgütlenmedeki bu değişikliklerden, iç içe geçmiş iki gelişme ortaya çıktı. Birincisi, zorunluluğa dayalı eski tip feodal ordudan, hizmet karşılığı ödemeye yapılan (paralı asker) ordu yapısına geçiş gerçekleşti. Bu gelişme peşin paranın varlığına ve modern, merke-zileşmiş mali kurumların hızla gelişmesine yol açtı.ikinci gelişme, ekonomik ve siyasal gücün bariz bir şekilde kralların elinde merkezileşmesiyle ilgilidir. Bu durum, önemli yerel gruplarla kraliyet arasındaki ilişkileri değiştirdi; toprak aristokrasisinin konumunu erozyona uğratarak şehir tüccarları ve finansörlerinin etkisini artırdı. Aristokrasinin konumu ve otoritesi, XIII. yüzyılda artık 'erozyona' uğramaya başladı. Bu erozyon XIV. yüzyıl boyunca devam etti ve savaşlarda soylu atlıların rolünde tam anlamıyla çöküş meydana geldi. Ağır şövalyelik, XIV. yüzyıl ilerledikçe daha basit rakipleri karşısında tekrar tekrar yenilgiye uğradı; Copais Gölü (1311), Crecy (1346), Poitiers (1356), Nâjera (1367) ve Aljubarrota savaşlarında olduğu gibi. Tannen-berg (1411) ve Agincourt (1415)'un zamanlarında kutsal şövalyelerin işlevleri; gösteriş, zenginlik gibi seremonik gösterilere indirgendi. Sa-vaşlardaki geleneksel rolleri, çok iyi eğitim görmüş ve son derece iyi organize olmuş piyade orduları tarafından zayıflatılmıştı. Kral artık soyluların askeri hizmetlerine çok bağımlı değildi.Kral, ordularının piyade birlikleri çoğaldıkça soylularla sürdürdüğü ilişkiyi azalttı. Bu ilişkiye verilen önemin azalması, asker ve komutanların sürekli ücret talep etmesiyle hızlandı ve kralı hazır para ihtiyacıy-la karşı karşıya bıraktı. Sonuç olarak bu da kralı, varlıklı ve vergi ödeyebilecek yeni toplumsal sınıflarla iyi ilişkiler kurmaya sevk etti. Özellikle, şehirli ticari sınıflarla, tüccarlarla ve bankerlerle ilişkilerini geliştirdi. Bu varlıklı gruplardan daha kolay vergi toplamak amacıyla krallar, onlara kraliyet karar organlarının yeni kurumlarında yer verdiler. XIII. yüzyıl boyunca yeni ve varlıklı sınıflar, ulusal harcamalar konusunda kraliyet

Page 23: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

müzakerelerine dahil edildiler. XIV. yüzyıla gelindiğinde bu uygulama, resmileşmek için yeterince yaygın hale gelmişti. Bu resmileştirme, İngiltere, ispanya, Fransa ve Uzak Batı'nm diğer yeni ortaya çıkan millî devletlerindeki parlamenter siyasal yapının gelişiminin habercisi oldu. Batı Avrupa'nın Atlantik kıyısı boyunca millî devletlerin büyümesini ve birleşmesini teşvik etti.9 Söz konusu devletlerin aynı anda baş gösteren evrimi, Avrupa devletlerarası sisteminin doğuşu anlamına geliyordu.Orta Çağ Biliminin (D)EvrimiKaranlık çağlar boyunca inanç, bilimsel mütalaaların en temel kaynağı ve destekçisi olmuştur. İmanı sağlamlaştırmak için aklı öne süren Augustine, 'Bilebilmemiz için inanalım.' diyordu. Bununla beraber, akıl, orta çağın bitmesine yakın Hıristiyanlık düşüncesinin baş destekçisi olarak imanın yerini almaya başladı. Aklın bu terfi edişi, çeşitli kültürel, ekonomik ve siyasal faktörler nedeniyle devam ettirildi. Akıl, Yahudi-Hıristiyan düşüncesinin kendine özgü niteliklerinin içinde kendi ön koşullarına sahip olabilir; tarihte ve tarih boyunca sarf edilen bir çabanın sonucu olarak zamanın ve kurtuluşun doğrusal düşüncesi gibi (Niebuhr 1949, s. 15 vd.). Bu durum, şehirlerin büyümesi ve orta çağdaki eğitimliler topluluğuna girme şansı bulan 'yüksek düzeyde zanaatkarlık belirlendi; ki bu da, özgür girişimcileri, esnaf-mucidleri ve ne Kilise'ye ne de Devlet'e bağlı olan sözde entelektüellerin yükselişini ateşleyen bir gelişmedir. Bu gelişme, hükümdar himayesi arayan ve bu yüzden kozmopolit olan, ayrıca yeniliklerin kokusunu alan ve böylesi yeniliklerin husule getirdiği fırsatları değerlendirme eğilimi sergileyen bir grup bağımsız entelektüelin ortaya çıkmasına yol açtı (Needham 1969, s. 193).Herkesin bildiği gibi, akim terfi etmesi ve siyasal kuramsallaştırma-larm gelişimi, ekonomi, siyaset ve mantık hakkında Hıristiyan öncesi metinlerin yeniden keşfi ve geniş bir alana yayılmasıyla canlandı. El yazmaları, Uzak Batı'da yeniden keşfedildi. Bunlardan bazıları, Atina ya da Roma gibi eski, büyük Batılı şehirlerde bulundu. Örneğin, Corpus JurisCiviîis'in özeti -İmparator I. Justinian (527-65) tarafından biraraya getirilen kanunların büyük hacimli kolleksiyonu- 1071 yılında Ravenna'da bulundu ve yasal ve siyasal düşüncede bir devrimi başlattı. Diğerleri ise manastırlarda bulundu. Karanlık çağlar Uzak Batı'nm üzerine yedi ya da sekiz yüzyıl boyunca çökmüş olmasına rağmen, klasik, Hıristiyan olmayan bilimler bütünüyle kaybolmamıştı. Bunların çoğu beşinci ve altıncı yüzyıllarda hızla ortaya çıkan bir tür dînî kurum tarafından korundu ve Kilise'nin kadim altyapısına, yani manastırlara eklemlendi. Uzak Batı'nm her yerinden ciddi ve duyarlı insanlar, çevrelerindeki barbarların teşkil ettiği dünyayı reddedip, manastır duvarlarının çevrelediği daha sakin topluluklara çekilebilirlerdi. Bu dînî topluluklar, kendi kendine yeter durumdaydılar ve genellikle onları dînî huşu içerisinde bırakan barbar komşuları tarafından da rahatsız edilmediler. Manastır toplulukları, VII. yüzyıl boyunca kuzeye doğru yayılırken, aynı zamanda, antik dönemden kalma el yazmalarının da yayılmasını sağladılar. Manastırlar, bir şiddet dünyasında Yunan-Roma bilimini kopya eden ve koruyan sakin adacıklardı.Bununla beraber, pek çok el yazması Batı'nm dışında keşfedildi. Bazı el yazmaları, antik döneme ait çok sayıda eserin toplandığı ve Karanlık Çağlar boyunca muhafaza edildiği Bizans üniversiteleri ve kütüphanelerinde ortaya çıkarıldı (James 1968a, b). Fakat en büyük keşifler Arap dünyasında ortaya çıktı. Hıristiyan askerler XI. yüzyılda, Endü-lüs'deki Arap savunmasını yardıklarında, lberya Yarımadası'nı yeniden ele geçirmekten çok daha fazlasını; ileri düzeydeki Arap medeniyetinin ürünlerini elde ettiler: Evler, camiler, hamamlar, kitaplıklar ve kütüphaneler. Bu keşifler Avrupa'da entelektüel bir açılıma yol açtı. Kuzeyli bilim adamları, Pirene Dağlarını aşarak ve Provans kıyılarını dolaşarak, Batı'nm o zamana kadar gördüğü en büyük kitap kolleksiyonları üzerinde çalışmak ve bunları kendi ülkelerine götürmek için geldiler ve büyük bir problemle karşılaştılar: Ele geçirilen kitapların çoğu, Batılı bilim adamlarının okuyamadığı Arap dilinde kaleme alınmıştı. Bunun üzerine, özellikle Toledo'lu Yahudilerden yardım alarak Arapça metinleri İspanyolca'ya çevirttiler. Daha sonra, Hıristiyan bilim adamları, İspanyolca çevirileri Avrupa'nın diğer uluslarının da anlayabilmesi amacıyla Latince'ye çevirteceklerdir. Bu süreç zarfında farkedeceklerdir ki Arapça metinlerin

Page 24: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

kendileri de çeviridir; zira bu eserlerin çoğu, Roma'nın yıkılmasından sonra kaybolmaya terk edilmiş kadim Yunan ve Roma el yazmalarıydı. XI. yüzyılın bitiminden itibaren bütün bu metinler gerisin ge-Iri İspanya dağlarını aşarak eski/yeni bilgileriyle öte tarafa geçti: Mimari, astronomi, biyoloji, botanik, kimya, mühendislik, eczacılık, geometri, matematik, tıp, optik, felsefe, fizik, zooloji. Bu çalışmanın tamamlanması yaklaşık 150 yıl aldı ve Batı medeniyetinde derinlemesine bir değişime yol açtı.Ele geçirilen bu bilgiye dair iki önemli sorun yaşanıyordu: Bu bilgi kafa karıştırıcı bir yığın halinde gelmişti ve mevcut dînî akideyle çatışıyordu. Fakat, bir süre sonra, her iki problem karşısında çözümler bulundu: Birincisi, o zamana değin bilinmeyen Aristo metinlerinde, Batılı bilim adamları bütün insanlık bilgisinin sistematik bir düzenlenmesini buldular. Organon isimli eserde, örneğin, Aristo ilk defa bütün bilgileri üçe ayırıyordu (pratik, üretken ve teorik); daha sonra bunları da oldukça geniş bir düzen içerisinde daha özel alanlara ayrıştırmıştı. Aristo her-, şeyi yerli yerine yerleştirmişti.İkincisi, Aristo tanınıyordu ve güveniliyordu. Kilise uzun zamandır ondan haberdardı. Hatta, Aristo'nun bazı argümanlarını Hıristiyan te-olojisiyle ilişkilendirmişlerdi. Bu yüzden kilise bilim adamları, Aristo'nun yeni ele geçen metinlerini ne ihmal edebiliyor ne de reddedebiliyordu. Hıristiyan bilim adamlarının bir bölümü, Hıristiyanlığın ayrıntılı, güvenilir ve tutarlı bir savunmasının elde edilmesinde, Aristo'nun onlara yardımcı olabileceğini bile ileri sürmüşlerdi. Thomas Aquinas (1225-74), yeni Aristo çevirilerinin derinden etkilediği bilim adamlarından biriydi. Aquinas, Hıristiyan teolojisi için sağlam, mantıksal bir temel oluşturmayı, Katolik öğretisini ve Aristo felsefesini bir tek mükemmel mantıksal sistemde birleştirmeyi üstlendi. Aquinas'm bu çabasının ürünleri Summa Theologica'da toplanmıştır.Thomas Aquinas İtalya doğumludur. Paris, Köln, Napoli ve Roma'da öğrenim görmüş ve buralarda öğretmenlik yapmıştır. Gerçekleştirdiği pek çok seyahatte bütün Avrupa'da ortaya çıkan siyasal ve ekonomik değişiklikleri kaydetmişti. Fransa, İspanya ve İngiltere'de monarşilerin ortaya çıkışını gözlemledi; Katalanya ve Kuzey İtalya'da şehir devletlerinin yeniden ortaya çıkışına tanık oldu. imalat ve ticaretle iletişimin gelişimini ve yeni tüccar sınıfının oluşumunu gördü. Platon'un, Aristo'nun ve diğer erken dönem 'akıl' savunucularının yeni keşfedilmiş eserlerini okudu. Kısmen Kilise akidesi kısmen de Aristo'ya dayanan Aquinas, dünyanın Tanrı tarafından yedi günde yaratıldığını, her bir kurucu öğenin yasaklanmış bir tarafının bulunduğunu ve her bir öğenin konumuna uygun prensiplere itaatle sorumlu kılındığım, bütün bun-ların da organik bir bütünlüğe sahip olduğunu iddia etti. Her bir kaya, bitki, hayvan, insan ve melek, şeylerin bu büyük düzeni içerisinde özel bir konuma sahiptir. Bir kaya yuvarlandığında, 'cansız nesnelerin yeryüzünde hâlâ kendilerine yer aramaya çalıştıklarını' söyleyen kurala itaat ediyordu. Bir insan eylemde bulunduğunda 'aklın kuralı'na uyuyordu. Tanrı mükemmel aklın cisimleşmiş haliydi ve bir insan ne kadar akıllıy-sa Tann'ya o kadar yakındı.Aquinas'm argümanı, siyasal teori için önemli sonuçlar içeriyordu. Birincisi, Augustine'in, insanoğlunun ilk günah nedeniyle yozlaştığı id-dasını değiştirdi. Aquinas'm görüşü, insanın fiziksel ve zihinsel yeteneklerinin canlandırıldığı, fakat yok olmadığı şeklindeydi, isa'nın çarmıha gerilmesinin, insanın ilk statüsünün restorasyonunu içerdiği iddiasıyla birleşmiş olan bu tavır, insanın konumunun daha iyimser bir analizini kapsıyordu. İnsan akıllı bir varlık olduğundan, Tanrı'nın yasasını bilinçli olarak takip etme kapasitesine sahipti, insanoğlu, bizzat kendi isteği ve kendi sadakati ile sahip olduğu akıl melekesini geliştirebilir ve böylece Tann'ya yaklaşabilirdi.İkincisi, Aquinas'm argümanı Aristo'nun 'insanoğlunun doğası gereği siyasal bir varlık olduğu' görüşünü yeniden gündeme getirdi. Aquinas'm, 'siyasetin Tanrı'nın bağışladığı doğaya uygun olarak hareket eden akıllı insanların karşılıklı etkileşimleri olduğu' yönündeki argümanı, Augustine'in 'siyasal otoritenin sadece insanoğlunun yozlaşmış ve günahkâr doğasına bir bedel olduğu' yolundaki görüşüyle büyük ölçüde çelişiyordu.Üçüncüsü, Aquinas'm savı siyaseti, evrenin Tanrı vergisi kurala bağımlı düzeninin bir parçası kıldı. Siyaset 'akıllı bir yaratığın sonsuz yasaya

Page 25: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

katılımı' haline geldi. Bu 'sonsuz yasa', kısmen incil'de açığa çıkmaktadır; Aquinas, On Emri ve Dağ'da Vaazı, bu yasanın en otoriter ifadesi olarak tanımladı. Ayrıca, sonsuz yasa, kısmen insan aklı tarafından kavranılabilirdi. Aquinas, Tanrı yasasının insan aklı tarafından çözülebilecek olan bölümünü 'doğa yasası' olarak adlandırdı. Doğa yasasının keşfi Hıristiyan müminin imtiyazı dahilinde değildi (Aquinas 1947, s. 1011). Bu durum, yanlışı doğrudan ayırt etmek için ve eylemlerini iyi ve adil bir şekilde gerçekleştirmek için insanoğluna yardımcı olmaktadır. Adil eylemler insanların mutluluğuna yol açtığından, doğa yasası insanlığa adil davranmalarını söylemektedir ve karşılığında -uluslararası toplum da dahil olmak üzere- toplumsal olduğu kadar bireysel olarak da mutluluk vaad etmektedir.Aquinas, en büyük amacı barışı devam ettirmek olan orta çağ devletlerini konu edinmektedir.10 Söz konusu devletler heteronom topluluklardır. Bunlar, kelimenin modern anlamıyla tanımlanan ulus devletler değildirler; fakat 'kamusal toprakların özel mülklerle bir devamlılık oluşturduğu geçirgen hükümetlerdi (Anderson 1979, s. 32). Devlet vardı, fakat üstün bir egemenlik sürmüyordu. 'Yasa devletin üzerindeydi; devlet yasanın uygulanmasının bir aracıydı' (Meinecke 1957, s. 27). Böylece, Aquinas savaş ve barış konusunu ele aldığında zihninde devletlerarasındaki ilişkilere dair bir şey taşımıyordu. Sonuçta (iç ve uluslararası ilişkiler arasındaki modern ulusal ayrımlarla şekillendirilmiş) modern bakış açısıyla okunduğunda Aquinas'in tartışmaları belirsizlik taşımaktadır. Diğer taraftan, Aquinas savaşlardan yakınmakta ve mümkün olduğunca savaşlardan kaçınılması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır; çünkü 'savaşlar çok az fayda hasıl etmekte ve ürettiğinden çok daha fazlasını heba etmektedir'. Diğer taraftan, savaş hakkını savunmakta ve eğer egemenin otoritesi adına sürdürülen bir savaşsa, savaşın meşru gösterilebileceğini iddia etmektedir, zira haklı bir nedene sahiptir ve adaletsizliği önlemeye yönelik doğru bir niyet taşımaktadır. Aquinas'in ünlü açıklaması şöyledir:Bir savaşın haklı olması için, üç şey gerekmektedir: Birincisi, emriyle savaşın sürdürülebileceği bir egemenin otoritesi. Çünkü savaş ilânı tüzel bir kişiye ait bir olay değildir, üstünlüğünü karara bağlamaktan doğan haklarını telafi etmeye çalışabilmektedir... İkincisi, haklı bir nedene ihtiyaç vardır, yani saldırıya uğrayanlar saldırıya uğratılmalıdırlar, çünkü yaptıkları kimi hatalardan ötürü bunu hak etmişlerdir. Ayrıca, Augustine şöyle demektedir (...) : 'Adil bir savaş genellikle, halkı tarafından zora koşularak yaptığı hatayı düzeltmeyi ya da haksız bir şekilde elde ettiği şeyi geri vermeyi reddeden bir ulus ya da devletin cezalandırılması gerektiğinde yanlışlardan intikam almak olarak tanımlanmaktadır.'Üçüncüsü, çarpışanlar, doğru niyete sahip olmalılar ki, böylece iyiliğin ilerlemesine ya da engellenmemesini sağlamaya çalışsınlar. Bundan dolayı, Augustine şöyle devam etmektedir: (...) 'Gerçek din, büyüme yahut zulüm saikleri için değil de barışı koruma, kötülük işleyenleri cezalandırma ve iyilerin yüceltilmesi için sürdürülen bu savaşlara günahkâr olarak bakmaz.' Çünkü savaş, meşru otorite tarafından haklı bir sebepten ilân edilebilir ve bununla beraber kötü bir niyeti içeriyorsa yasadışı kılınabilir (Aquinas, s. 1359-60).BATIYA ÖZGÜ ŞARTLARUluslararası ilişkiler teorisinin kökenlerine ilişkin anlatım, orta çağ Uzak Batı'nın entelektüel ve siyasal gelişiminden başlanmasını gerektirmektedir. Bu yaklaşım, orta çağ yasasının, hem kilise yasası (Tanrısal Barışı' ve 'Tanrısal Ateşkesi' olarak savaşları sınırlandırmak için yapılan erken dönem girişimlerde ifade edildiği üzere) hem de Kilise öğretileriy-le (büyük ölçüde lex mercatoria ve yöneticilerle krallar arasındaki davranış yasalarının ortaya çıkması) tam uyuşan teamül hukukunun öğelerinin tartışılmasını da içermelidir.Bu söylem, aynı zamanda, ulusal devletle Avrupa devletler sisteminin ortaya çıkışını da kapsamalıdır. Çünkü bu durum, orta çağ davranış kodları ve yasaların savaş konularına, barış ve diplomatik etkileşimlere uygulandığı Kuzey Atlantik kıyıları boyunca birkaç teritoryal devletin kendiliğinden evriminin tek bağlamıydı. Bizans ve İslâm medeniyetlerinde böylesi konular emperyal düzlemde ele alınmıştı. Siyaset bilimciler, Kilise'nin ve Cami'nin değerleriyle ve imparatorluk meseleleriyle bağlıydılar. Bu noktada, dünya olaylarına ilişkin spekülasyonlar, imparatorluk düzeninin evrenselci bağlamda yayılması eğilimi

Page 26: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

göstermişti. Fakat Uzak Batı'da imparatorluğa 'çoğulcu devlet' alternatif çıktı. Bu yeni yapılanma, Uzak Batı'daki gelişmelerin kendine özgü faktörüdür ve bölgenin uluslararası ilişkiler konusundaki ilk tartışmalarını aydınlatmaya yardımcı olmaktadır.Bazı orta çağ bilim adamları ortaya çıkan bu devletlerin ve karşılıklı etkileşimlerinin kesin doğalarını bir şekilde kavrama çabasmdaydılar. Bu mücadele içinde uluslararası ilişkiler teorisinin gelişmesi için kararlı bir katılım yatmaktadır. Bu bağlamda katkı sağlayanlardan birisi de Thomas Aquinas'dir. Onun siyasal düşüncesi Augustine'e ve Aristo'ya dayanmaktadır. Aquinas, Augustine'nin savaş ve barış hakkındaki tartışmalarından ilham alarak, Tanrı tarafından verilmiş doğa yasası olarak bilinen kadim bir düşünceyi ayrıntılarıyla açıklamıştır. Aquinas, Augustine'nin doğa yasası hakkındaki düşüncelerini Aristo'nun -doğası gereği toplumsal ve siyasal bir varlık olan- insan düşüncesiyle birleştirerek, Batı'nın entelektüel geleneğindeki en belirgin çizgilerden biri olduğunu kanıtlayan, zaman boyutundaki bağlantıyı kurmuştu. Aquinas, Aristo'nun görüşlerinden faydalanarak, Avrupa'nın klasik geçmişindeki Hıristiyan teolojisi ve siyasal düşünce arasındaki teorik bağları güçlendirdi. Devlet ve insanın ahlâki yaşamı arasındaki ilişkiyi derinlemesine in-celeyerek Aquinas, gelecekle bağlantı kurdu: 18. yüzyıla kadar Batı'nm siyasal düşünce tarihi boyunca gündemde kalacak olan devletin doğal yasa teorisini ortaya koydu.Uluslararası ilişkiler teorisinin erken dönem gelişimine katkı sağlayan bir diğer önemli kişi, Aquinas'm Paris Üniversitesi'ndeki son konferanslarına iştirak eden Pierre Dubois (1233-1322)'dır. Dubois, 1306 civarında, 'Kutsal Toprakların Yeniden Ele Geçirilmesi' (De recuperatione Terre Sancte) isimli eseri kaleme aldı. Kitabın bu başlığı, Dubois'ın, Filistin'in Müslümanların elinden alınması için yeni bir haçlı seferinin düzenlenmesinin gerekliliği konusunu dile getirdiğini göstermektedir. Fakat aynı zamanda, Avrupa'da barış ve istikrarın nasıl sağlanacağı konusunu da işliyordu. Dubois, bir dünya devleti kurulmasına muhalifti. Pek çok çağdaşının desteklediği evrensel bir imparatorluk görüşünü eleştiriyordu. Bunun yerine o, bir Hıristiyan devletler federasyonu taraftarıydı. Avrupa'daki birkaç ulusal devletin oluşumunu benimsiyordu ve Roma İmparatorluğu'nun bir şekilde yeniden canlanması vasıtasıyla bu devletlerin birleştirilmesi yönünde bir çaba gösterilmesinin, savaşlara ve felâketlere yol açacağından korkuyordu. Bu yüzden bunun yerine, devletlerarası çatışmalara çözüm bulmaya yönelik bir devletler konseyi oluşturmayı önermiş ve Avrupa'nın ayrı devletlerinin örgütlenmesi için fiilen ilk kaba taslağı üretmişti (Bozeman 1960, s. 247).nDubois'ın daha dikkatli incelenmesi, erken dönem uluslararası ilişkiler teorileştirmesinin üç önemli özelliğini ortaya çıkaracaktır: Birincisi, aranan ilk argümanlar yoğun bir şekilde, Hıristiyan konularından ve Hıristiyanlık ilkeleriyle şekillenmişti, ikincisi, çoğulcu devlet sisteminin (muîti-state) Atlantik kıyısı boyunca yükselmesi ve radikal yollarla Avrupa siyasetinin ve Batılı siyaset teorilerinin yeniden şekillendirilmesiy-di. Üçüncüsü, bu gelişmenin erken dönem uluslararası ilişkilerle ilgilenen bilim adamlarına sadece bu konuda teori geliştirme fırsatı vermesi değil; aynı zamanda, imgelem ve bağımsızlıkla teorileştirmeye izin verilmesi çerçevesinde bir toplumsal çevre oluşturdu. Birkaç bağımsız devletin evrimi, saray ve kilise öğretilerinin yerel yorumlarının evrimini de içeriyordu. Uzak Batı'da çoğulcu devlet sisteminin gelişmesi aslında, bağımsız ve farklı siyasal kuramsallaştırmaların oluşmasına imkan veren çok merkezli bilim çevrelerince gerçekleştirildi.Avrupa'da çok devletli bir sistemin yükselişi, Kilise otoritesinden bağımsız olan bir grup entelektüelin varlığım hissettirmesiyle aynı zamana denk geldi. Burada Pierre Dubois söz konusudur. Dubois, Kilise ta-rafından değil, fakat Philiphe le Bel -Papalık makamına şüpheyle yaklaşan ve saygısızca davranan hırslı Fransız kralı- adına çalışıyordu. Bir diğer örnek, Padua'lı Marsiglio'dur (1275-1343). Marsiglio, ilk olarak Paris Üniversitesi'nde çalışmış ve daha sonra birkaç seküler yöneticinin hizmetine girmiştir. Marsiglio da önemli siyasal değişikliklerin, modern devletin ve Avrupa devlet sisteminin gelişmesiyle gerçekleştiğini anlamıştı. Marsiglio, modern devletin özünü ifade eden nitelikleri tanımlamaya çalışmıştı. Arztz, onun 'Barışın Savunucusu'

Page 27: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

(Defender of the Peace, 1324) (Defensor Pacis) isimli eserinde, 'ifadeleri manipüle etmekte ve egemen devlet fikrini ifade etmeye çalışmaktadır' (1967, s. 299) demektedir. Fakat 'egemenlik', onun Latince kelime hazinesinin sınırlarının ötesindeydi ve Marsiglio asla böylesi mükemmel bir kavrama ulaşamadı.12 Fakat bu çabası takdire şayandır. Marsiglio'nun tezinin ilk bölümü, -Bodin gibi- daha sonraki teorisyenlere ipucu verecek olan devlet teorisidir. O'nun tezi, Augustine ya da Aquinas'm değil, Aristo'nun fikirlerine dayanıyordu. Fakat, Devlet'in sadece toplumda yaşayan insana hizmet etmek maksadıyla kurulduğunu ileri süren çağdaş Aristoculardan ayrılmaktadır. Marsiglio, devleti Tanrı'dan bağımsız tasvir etmektedir. Yasayı daha yüksek bir yasadan bağımsız olarak görmektedir; çünkü o, kanunun özünün güç kullanabilirliğinde ve halk nezdinde kesin bir kaynak oluşunda yattığını düşünüyordu. Marsiglio'ya göre, kaba güçle desteklenen yasa yapma hakkının varlıklı halkla ilişkisi vardır. Bu varlıklılar bir mecliste biraraya gelmeli ve idareyi bir yöneticiye emanet etmeli diyordu. Bu mutlak otoritenin, devlete ait olduğunu (ya da Bo-din'in 'egemen' olarak adlandıracağı gibi) ve devlet üzerinde hiçbir olağanüstü gücün olamayacağını teşhis ettikten sonra Marsiglio, papalığın gösterişleri ve iktidarı ele geçirme girişimlerinin yoğun eleştirilerini geliştirdiği tezinin ikinci bölümüne başlamaktadır. Dünyevi işlerde papalığın egemenliğini reddetmektedir. Daha sonra, Defensor Minor isimli eserinde Marsiglio, devletin seküler güçleri vasıtasıyla kilisenin mülkiyetini ele geçirmeyi teşvik edecek kadar ileri gider.Aquinas, Dubois, Marsiglio ve diğerleri, modern devletin evriminin, Avrupa siyasetinde ciddi değişikliklere nasıl şekil verdiğini sezmişlerdi. Söz konusu değişiklikleri anlamak için sergiledikleri çaba, erken dönem uluslararası ilişkiler teorisinin anahtar kaynağını oluşturmaktadır. Bu çabaların kilisenin tutarsızlık taşıyan geleneği içerisinde ortaya çıkması ve beceriksizce gerçekleştirilen ilk teorilerin Hıristiyan konuları ve ilkeleriyle beslendiğini kabul etmek gerekmektedir. Fakat, aynı zamanda,54 I Uluslararası iiişkiici- ıcurısı ıınıııbu dönemde, çoğulcu devlet sisteminin Avrupa'nın Atlantik kıyısı boyunca gündeme gelmesi ve bu sürecin de kilise otoritelerinden bağımsız entelektüellerin artmasıyla desteklendiğinin fark edilmesi de önem taşımaktadır. Sayılarında tedrici olarak artış görülmesi ve toplumsal önemlerinin giderek büyümesi, Uzak Batı'nın gelişimindeki en temel niteliktir (Needham, 1969). Bu önemli nitelik, uluslararası ilişkiler ku-ramsallaştırmasının Yakm veya Orta Doğu imparatorluklarında değil de, Batı Avrupa'da yükselen çoğulcu devlet sisteminden neşet ettiği düşüncesinin açıklanmasına yardımcı olmaktadır. Bu çoklu devlet yapısının yükselişi hiçbir yerde, Rönesans kalyası kadar yoğun bir siyasal çevre yaratmamıştır ki zaten uluslararası ilişkiler teorisinin bir sonraki gelişme aşaması için buraya dönülmesi doğaldır.IIIMODERN ÇAĞIN KÖKLERİ:RÜNESANS'DA DEVLETLERARASI SİYASETUluslararası ilişkiler kuramsallaştırmasının tohumları, parçalı ve kırsal orta çağın sonlarında atılmış ve büyümeleri de yüzyıllar almıştır. Bu büyüme, modern devletin evriminin eşliğinde gerçekleşmişti. XV. yüzyıla gelindiğinde, bu evrim genelde inanıldığı gibi fazla bir gelişme kaydetmemişti. Machiavelli gibi Rönesans dönemi yazarları, modern siyaset te-orisyenleri olarak tanımlanmaktadırlar. Öte yandan, gündeme getirdikleri kuramlar, açıkça kadim ve orta çağ yankılarıyla beraber aksetmektedir.Machiavelli, devletler ve politikalar hakkındaki düşüncelerini kaleme aldığında aklında, modern bir ulus-devlet değil, şehir devleti vardı. Ayrıca, Machiavelli öncelikle ülke içi meseleleri üzerinde odaklanmıştı; devletlerarasındaki politik icraatlardan değil, aksine hükümdarların devletler içerisindeki politikalarından dersler çıkarmıştı. Savaş ve barış konusunu ele aldığında bakış açısı, stratejik ve teorik olmaktan ziyade taktiksel ve pratik bir anlam yüklüydü. Machiavelli, siyaset teorisinde bir öncü olmakla beraber, uluslararası ilişkiler teorisine doğrudan katkısı şaşırtıcı denebilecek ölçüde vasattır. Bu bağlamda, ondan daha genç olan, çağdaşı Francesco Guicciardini, çok daha önemli bir rol oynamıştır.RÖNESANS DÖNEMİNDE İZLENEN SİYASET

Page 28: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

George Duby, X. ve XI. yüzyılların seyrek nüfuslu, yoğun ormanlık alana sahip Uzak Batı hakkında, "Dünya tarihinde, hiçbir medeniyet, orta çağdakine göre daha taşralı olmamıştır" diye yazmaktadır (1968, s. xi). Kutsal Roma İmparatorluğu ve papalık gibi güçlü ve merkezî kurumların varlığına rağmen orta çağ Avrupası, parçalı bir yapı sergiliyordu; saldırılar ve sürekli değişen yöneticiler nedeniyle zor durumdaydı. Bu koşullar altında, yaşam ve mülk güvenlik içinde değildi. Toplumsal ve ekonomik ilişkiler, son derece yerelleşmiş üretim ve koruma ağları içinde örgütlenmişti. Bütün bu koşullar dramatik bir şekilde Î.S. 1000'den itibaren değişmeye başladı.Orta Çağ DüşüncesiRönesans kuramsallaştırması, Hıristiyan teolojisine dalmış bir çevrenin ürünüydü. Orta çağ eğitimi ve tartışmaları, kilise kurumlarında yerini aldı. Bütün bu kurumlar, bilginin çeşitli dallan arasında kayda değer farklar olmadığını ortaya koyuyor; doğanın ve insanın bilgisi arasında hiçbir fark görmüyorlardı. Kilise kurumları bütün varlığı Tanrı, doğa, buyruk/emir ve itaat gibi dört konunun şekillendirdiği dramatik ahlâki bir oyuna katılmaya indirgemişlerdi.Tanrı, hakim unsurdur. O, herşeye kadir ve herşeyi bilen olarak algılanmıştır; öyle ki, en küçük ayrıntısına kadar muazzam ölçüde karışık, kozmik bir oyunu planlayan oyun ustası gibidir. Gerçekte, dünya hayatı başlamadan Tanrı, fiile geçmeden önce kuvve'de olan kayıtlı tarihin son kelimesini de yazmıştı. O'nun bu kurgusu asla değiştirilemezdi (Becker, 1932, s.7). İnsanoğlu, Tanrı'nm bu kurgusunu kabul etmek zorundaydı, çünkü bu yaratılışı değiştiremezdi. Onun kaderi, kendisine verilen rolü oynamaktı. Buradan hareketle, ilâhi metne sadık kalarak rolünü oynaması için insanlar arasında, boyun eğmesini sağlayacak ve kendi çizgilerinde eğitecek -güçlerini Tanrı'nm isteğinden alan- kilise ve devlet otoriteleri inşa edilecektir.Doğa, orta çağ düşüncesinin ikinci olgusuydu. Doğa mükemmel, iyi ve sonsuz olarak görülmüştü; çünkü mükemmel, iyilik ve sonsuzluk özelliklerine haiz Tanrı tarafından var edilmişti. Bunun aksine, insanoğlunun elinden çıkan herşey, Tanrı'nm mükemmel eseri karşısında bozuk ve geçici ihlâl anlamına gelirdi. Bununla beraber, orta çağ düşüncesinde 'doğa' ve 'iyi' arasında hiçbir fark yoktu. Ve siyasal teorinin iki çe-kirdek sorusu -'insan niçin devlete itaat etmelidir?' ve İyi bir devletin nitelikleri nelerdir?'- bir anlam taşımıyordu. Devlet, Tanrı'nm büyük plânının bir parçasıydı; insanoğlunun faydasına yaratılmıştı, doğaldı ve bununla beraber tanımı itibariyle iyiydi.Emir ve itaat, orta çağ Hıristiyan dramasının son temalarıydı. Bu ikisi karşılıklı olarak iç içe geçmişti. İnsanoğlu aklını kullanabilir ve Tanrı'nm evrende yarattığı kanunları tanımlayabilirdi. Bu yasalar, doğal ve iyiydi ve kusurlu yaratılan insan da bunlara öykünebilecek kadar zekiydi. Şayet insanoğlu Tanrı'nm kanunlarına uygun yaşarsa, iyi ve doğal bir yaşam sürmüş olacaktı ve yargılama günü sonunda Tanrı'dan bağışlanmayı umabilecek; ruhunu kurtarabilecek, sonsuz saadetle dolu bir ahi-rete kavuşacaktı. Orta çağ düşüncesinde, insan aklı daha büyük teolojik amaçlara göre ikincil plândaydı. Aklın işlevi, bu yüzden ortaya çıkan bilginin gerçekliğini göstermek, inançta verildiği gibi farklı ve pragma-tik tecrübeleri dünyanın aklî modeliyle bağdaştırmaktır.Orta çağın sonlarına doğru, bilimin işlevi Tanrı'nm iki öncelikli yaratısını incelemek olacaktı: Dünya ve incil. Tanrı her iki yaratısında da bir takım ipuçları vermişti ve bu ipuçlarını bulsun ve Tanrı'nm niyetlerine uygun olarak okusun diye insanoğlunu akılla ve mantıkla donatmıştı. Bilim adamlarının birincil görevi doğada mevcut olan ipuçlarıy-la, İncil'deki ipuçlarını karşılaştırmak Tanrı'nm niyetini mümkün olduğu kadar açık bir şekilde belirlemek ve daha sonra da insanlığın bütün icraatları için kurallar ve emirler oluşturmaktı. Salt bu kurallara itaat etmek suretiyle insanoğlu kurtuluşa ulaşabilirdi (Foucault 1973, s. 25 vd.).Modern Düşüncelerin Ortaya ÇıkışıFeodal düzenin evrimi, Avrupa'nın merkezindeki toplumsal istikrarda önemli bir gelişmeye yol açmıştır. XI. yüzyıl boyunca, bu gelişme, kraliyet saraylarının elinde siyasal gücün toplanması ve buyrukların merkezîleşmesi için bir yol açmıştı. Bu gelişme, Avrupa'nın Atlantik kıyısı boyunca hızla ve dikkate değer

Page 29: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

bir şekilde ortaya çıktı. Monarşi devletlerinin sahip olduğu yalın sistem süratle değişime uğradı; l.S. 990 yılından önce mevcut değildi; l.S. 1100'e gelindiğinde ise toprak bütünlüğüne sahip devletlerden oluşan karmaşık makropolitik bir yapı giderek sağlamlaştırılıyordu (Tilly 1994).Toprak bütünlüğüne sahip devletin ortaya çıkışı, Avrupa'daki toplumsal süreçleri değiştirdi. Uzun dönemli, geniş ölçekli bir perspektif-Iten bu gelişme, Avrupa'nın merkezindeki bölgelerde toplumsal istikrarı geliştirdi. Seyahatler daha güvenli hale geldi. İnsanlar köylerinden ya da yaşadıkları surlarla çevrili yerleşimlerinden uzaklara yeni topraklarda tarım yapmak ya da ürünlerini pazarlamak amacıyla gitmeyi göze aldılar. Atlar daha ağır iş için eğitilmiş ve nallanmışlardı. Demir pulluklar tarımda daha fazla ürün alınmasını sağlayan tahıl rotasyonu gibi yeni tekniklerin kullanımını olası hale getirdi. Su ve rüzgar değirmenleri yoğun bir şekilde inşa edilmeye başlanarak tahılların öğütülmesinde, yağ üretilmesinde, kerestelerin kesilmesinde ve XIV. yüzyılla beraber kağıt yapımında kullanıldı. Bu tür yenilikler yeni, daha üretken toplumsal örgütlerin evrimini teşvik etti (White 1972).Yaşam, tedrici bir şekilde dönüşmeye başladı. Avrupa'nın her tarafında girişimci bireylere -özellikle Doğu Akdeniz'le Asya'ya giden ticaret yollarının üzerinde bulunan Kuzey İtalya tüccarlarına- büyük fırsatlar sunan Haçlı Seferleriyle canlanan ticaret ağları yayıldı. Bu transit ticaret yolu, Kuzey İtalya'da şehir devletlerinin gelişimine büyük katkı sağlamıştır. Pek çok italyan yöneticisi ticaretin pürüzsüz akışının teşvik edilmesi için devletlerarası anlaşmalar yapılması ihtiyacını fark ettiler. Yavaş yavaş bu şehir devletleri arasındaki anlaşmalar diplomatik etkileşimin temellerini üretmeye başladı ve hantal feodal yasaların geleneksel ağlarını sildi. Tüccarlar düzenli bir şekilde, sarmaşık ağacı gibi Avrupa'nın her yanma yayılan panayırlarda ve pazarlarda biraraya geldiler: St. Denis, Foggica, Champagne, Lyons ve diğerleri. Bir tahmine göre ticaret, XI. ve XII. yüzyıllar boyunca olduğundan yirmi kat daha fazla artış gösterdi (Southern, 1953, s. 44).En çarpıcı gelişmeler, italya yarımadasının kuzey bölgelerinde yaşandı. 1400'e gelindiğinde İtalya çok hızlı bir gelişme gösteren toplumsal bir oluşum içerisindeydi. Güneyde Müslüman, Viking, Angevin ve Aragonlu liderlerin yönetici olarak birbirlerini izledikleri orta çağın son dönemlerinde birçok defa hanedan değişimine tanık olan Napoli ve Si cilya bulunuyordu. Ortada, Papalık devletleri Roma'dan Ravenna'ya Kadar uzanıyordu. Kuzeyde Milan, Venedik, Cenova ve Floransa'nm varlıklı tüccar şehirleri yer alıyordu. Bu noktada, güçlü şehir devletleri sadece kendi çevrelerini değil, fakat yüzlerce millik alam da kontrol ediyordu. Şehir devletleri çevrelerinde geniş teritoryal egemenlikler kurmuşlardı.XV. yüzyılın sonlarında, beş önemli şehir devleti yarımada siyasetine egemen oldular: Venedik ve Floransa cumhuriyetleri, Papalık devle-ti Milan ve Napoli hükümdarlıkları. Milan ve Napoli gibi bu devletlerden bazıları, bir prens veya bir despot tarafından idare ediliyordu. Çıkarlarının devamı noktasında vatandaşlarına büyük özgürlükler bahşeden ve papalar ve krallar tarafından rahatsız edilmeyen Floransa yöneticileri gibi diğerleri de kendilerini cumhuriyetle yönettiler. Her bir şehir devleti, birbirinden kurumlarının doğasında olduğu kadar tarihsellikle-ri açısından da farklılık göstermesine rağmen, bu beş önemli şehir devleti arasındaki düzenli etkileşim, giderek artan bir şekilde bir devlet sistemi niteliğine büründü (Franke 1968; Baron 1952).Genellikle bir devletler ailesi veya sisteminin ilk modern örneği olarak değerlendirilen söz konusu devlet sisteminin doğuşu, orta çağın iki egemen kurumu olan papalık ve Kutsal Roma İmparatorluğu'nun gerilemesiyle yakından alakalıdır. Bu kavramın çöküşü ve yerine alternatif siyasal organizasyon görüşlerinin gelmesi, İtalya şehir devletleri içinde güç politikaları anlayışının kapılarını açtı ve 'raison d'etat' düşüncesinin (devletin güvenliği için haklı sebep veya meşrulaştırma) baskın ilke haline geldiği siyasi bir çevre üretti. Bu evrim, diplomatik bir sistemin kuruluşunu da içermektedir; diplomatik yazışmaların hızlı ulaştırılması ve güvenli saklanılması için kurulan yapıya ek

Page 30: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

olarak itimatname verilen elçiler, dış politika tahlilcileri ve danışmanlardan oluşan kalıcı elçilikler ağı gibUNicolson, 1954, s. 27-31; Elton 1981).RÖNESANS DÜNYASINDA ALGILAMALAR VE SİYASETKuzey italya şehir devletlerinin pek çoğu ticaret ve finans gibi riskli işlerden/girişimlerden büyük bir zenginlik elde etmişti. Orta çağın sonlarına doğru, İtalyalı tüccarlar ve bankerler, Champagne ve Lyon fuarlarında ve pazarlarında önemli roller üstlendiler. Bunları Paris, Bruges ve Londra takip etti. 1300'e gelindiğinde, italya bankacılık ağı, Avrupa'nın önde gelen bütün piyasalarında yerini almıştı; örneğin, Floransa'nın Pe-ruzzi'si, Batı ve Kuzey Avrupa boyunca on beş farklı mekânda ortakları ve maaşlı çalışanları tarafından temsil ediliyordu (Roover 1965, s. 80-85).Ticaretin bu şekilde gelişme kaydetmesi, Avrupa'nın toplumsal koşullarında değişimlerin yönünü belirledi. Yeni toplumsal ilişki modelleri yarattı, yeni problemlere neden oldu ve eski davranış kalıplarının yerine yenilerini tetikledi. Avrupa'nın göbeğindeki mali ve girişimci elitin ortaya çıkışı, sadece toplumsal yapıları değil, aynı zamanda toplumsalIdavranışları da değiştirdi. İş gerçeklerini farklı bir ışıkta ve farklı bir açıdan gören yeni, uluslarüstü bir sınıfın doğuşunu ateşledi; 'kısacası, öyle bir sınıf ki, işin bizzat içindeydi ve bu sebepten ötürü problemlerine, orta çağ bilginlerinin mesafeli tavırlarıyla asla bakamazdı'(Schumpeter 1954, s. 78). Bu yeni sınıf, refahı kendilerinde toplayarak kontrolleri altına aldılar. Bu sınıf kendi çıkarlarını savunmak için sahip olduğu güç kadar, giderek yükselen bir toplumsal varlığa da kavuştu.İş adamının toplumsal ağırlığında artış olurken, zihniyetinin daha fazla bir bölümünü topluma aktardı. 'Ofislerdeki çalışma tarafından üretilen hususi zihinsel davranışlar, ondan doğan değerler bütünü ve onun bir niteliği olan kamu ve özel yaşama karşı tavrı, yavaş yavaş bütün sınıflara ve insan düşüncesinin ve eyleminin içerdiği bütün alanlara doğru yayılmaya başladı' (Schumpeter 1954, s.78). Profesyonel ihtiyaçlarından ve problemlerinden başlamak suretiyle zanaatkarlar, bankerler, tüc-ıcarlar, yöneticiler ve sanatçılar, mekanik, kredi, denizcilik, ekonomik yetki zinciri ve toplumsal iş bölümü gibi alet ve bilgi sermayesi toplamaya başladılar. Başlangıçta uygulanmaya yönelik olan bilgi deposu, kilisenin hakim olduğu ilim aleminin dışında gelişmişti. Seküler veya 'laik' kaygılar yekûnüne yol açtı.Seküler bilim adamları uzun süredir Batıda varlıklarını sürdürüyorlardı (Needham, 1969). XV. yüzyılın sonlarında İtalya'da Kiliseye mensup bilim adamlarını sayıca aşmaya başladılar. Venedik ve Floransa gibi varlıklı şehir devletlerindeki yeni şehirli elit, insanlık tarihi ve felsefesinin seküler yönleriyle iştigal etmeye başladı. Ahlak ve yurttaşlıkla ilgili sorunlar karşısında duydukları bu endişeler çağın tarzına, görgüsüne, karakterine ve eğitimine yansımaktadır. Yunan ve Roma mirasının yeniden keşfi, yeni zengin elit arasında muazzam boyutlarda yayılmıştı.Laik klasik bilim adamları profesyonel olarak kadim meselelerle ilgilendiler ve hümanist diye tanınmaya başladılar. Bu bilim adamlarına İtalyan üniversiteleri tarafından çok rağbet ediliyordu ve iyi ailelere sahiptiler. Söz konusu bilim adamları, Yunanca öğrenip başkalarına öğretebiliyordu. Platon'un bütün eserlerini Latince'ye çeviren Marsilio Ficino gibileri de klasik metinleri okuyup tercüme ediyorlardı. Klasik metinleri düzenleyip şerhler yazıyorlardı. Eski el yazmalarını tarihsel olarak konumlandırmalarına, orijinalleri, kopya ve sahtelerinden ayırt etmelerine yarayacak yeni tarihsel araştırma yöntemleri icat ediyorlardı. Hümanistler, Avrupa toplumunda yeni bir olguydu; laik olaylardaki bilgileriyle hayatlarını kazanan laik bilim adamlarıydılar. Yunan-Roma yazarlarının 'özgürlükçü sanatlar' kavramıyla ifade ettikleri şeyi yeniden keşfettiler: Zihinde özgürleştirici etki ve büyük edebî ve felsefî metinleri çalışma hayali.XIV. ve XV. yüzyıllarda hümanistler, öğretimde kilisenin tekelini kırarak, eğitim ve bilimde bir devrim başlattılar. Bağımsızlıkları kiliseye meydan okudu. Orijinal metinler hakkında yaptıkları analizler, otoriter Kilise dökümanlanndaki

Page 31: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

hataları ortaya çıkardı. Hatta İncil'de bile bazı çeviri hataları keşfettiler ve Lorenzo Valla, papalığın dünyevi iddialarını dayandırdığı bir belgeye getirdiği yeni bir tür eleştiri yöntemini uygulayıp bunun zekice bir sahtekârlık olduğunu gösterdiğinde, önemli bir tartışmayı da başlatmış oldu. Hümanistlerin bu çalışmaları, geleneksel kilise otoritesinin, en azından ilim ve irfan konularında erozyona uğramasına neden oldu.Rönesans ruhunun herhangi bir tanımlaması, bu çağın yeni bireyci-liginin söylemlerinden, klasik kültürden büyülenişinden ve kendine özgü kendi tarihî bilincinin ortaya çıkmasından da bahsetmek zorundadır. Bu yeni bireycilik, Rönesans'ın, kahramanlar, kahramanlara tapınma ve merkezi fazilet (virtu) kavramlarıyla ilgilenmesine sebep olmaktadır. XV. yüzyıl kahramanı, hem geleneksel feodal şövalye değerleri hem de yeni şehir kültürü davranış tarzı öğelerine sahipti. Rönesans beyefendisi, yeteneği ve içgörüsü ile kendi kaderini çizen büyük bir bireydir. Cas-tiglione'nin çok satan, yeni şehir değerlerine olduğu kadar (klasik felsefenin bilinmesi, sanatın takdir edilmesi, belagat ve damak tadı) eski şövalyelik değerlerine de (fiziksel maharet, cesaret, savaşma yeteneği, nezaket) dayanarak ideal bir saray mensubunu çizdiği muaşeret el kitabı 'Book of the Courtier'de (1528) örnek bir erdemli beyefendi tasvir edilir. Erdemli beyefendilerin bu ideali, kendi başına bir değer olarak bireycilik üzerine yeni bir vurguyu yansıtmaktadır.1Rönesans'ın bir diğer özelliği, klasik kültüre karşı beslediği coşkudur. Rönesans bilim adamları kadim metinlerde, hoşlarına giden bir toplum buldular. Kadim metinlerdeki eylemlerin çoğu, kendi şehir devletleriyle karşılaştırılabilecek şehir çevresinde geçiyordu. Klasik metinlerden, kadim Yunan ve Roma'nın, varlıklı insana hürmet edilen yerler olduğu ortaya çıkmıştı ki, bu da tam Floransa ve Milanh yeni zenginlerin duymak istediği şeydi! Thucydides ve Tacitus gibi yazarlarda, düşünen, hesaplanmış riskler üstlenen, kumar oynayan ve zorlukların üstesinden gelen ya da bütün bu engellerle mağlup olan bireylerin tasvirlerini buldular.İş adamları, kadim kültüre yönelik İtalyan merakına hızla karşılık verdiler. Söz konusu iş adamları kalıntılar ve el yazmaları için bütün güney Avrupa'ya yayıldılar ve tarım, astronomi, muaşeret, etik, geometri, iyi yaşam, tarih, felsefe, şiir, politika, yemek sonrası konuşma, retorik gibi büyük bir özenle üzerlerinde çalışılan çeşitli konuları içeren çok sayıda metin ve parçalar buldular. Bazı müteşebbis ruhlu tüccarlar gemiler kiralayarak Atina ve Roma'ya düzenli turlar tertiplediler. En pahalı turlar, Floransa ve Venedik'in yeni zengin vatandaşlarına (nouveau-ric-he) yüksek kültürlü ataları gibi davranmayı öğretebilecek kadim ve değerli unsurların araştırılmasında rehberlik edecek hümanist bilim adamlarını da içeriyordu. Bu adamlar, macera ruhlu ve varlıklı turistler gibi, ilk görüşte herşeyi satın aldılar, hediyelik eşyaları evlerine taşıdılar, arkadaşlarına gösterdiler ve çıktıkları bu gezileri onlara anlattılar.Francesco Poggio2 gibi kopyacılar, hükümdarlar, tüccarlar ve ban-kerler tarafından toplandı. Floransa'nm en zenginlerinden biri olan Palla Strozzinin ajanları, Yunanistan'dan Plutarch'ın Lives'mı (Hayatlar), Aristo'nun Poîitics'ini (Politika) ve Ptolemy'nin Cosmography'sini (Koz-mografi) tedarik ettiler. 1423 yılında, Giovanni Aurispa, İtalya'ya Yunanistan'dan 238 el yazmasıyla döndü. Bu el yazmaları arasında Thucydi-des'in Peloponnesan War'i vardı. Bu eser, 1485 yılında Lorenzo Valla tarafından Yunanca'dan çevrildi ve Rönesans hümanizmi üzerinde kuvvetli bir etkiye sahip oldu.Yoğun bir şekilde aranır hale gelen Yunan ve Roma el yazmaları, toy bilim adamlarına siyaset teorisinin devam ettirilen ve sistematik tartışmalarını sağladı. Klasik döneme ait bazı tam metinler biliniyordu ve XV. yüzyıldan önce üzerlerinde çalışılmıştı. Orta çağın bitiminden beri Ök-lid ile Aristo, Platon ve diğerlerinden seçmelere hatalı Arapça çevirile-riyle ulaşılabiliyordu. Büyük ufuklar, 1420'li ve 1430'lu yıllarda klasik başyapıtların ani akınıyla açıldı:llyada ve Odessa, Aeschylus'un, Sophocles'in ve Euripides'in trajedileri, Aristophanes'in komedileri, Pindar'ın methiyeleri, Theocri-tus'un pastoral şiirleri, Herodot, Thucydides ve Xenophon'un tarihleri, Theophrastus'un karakter çalışmaları, Demosthenes'in konuşmaları, Plato'nun diyalogları, Cynics'in, Stoics'in ve Neo-Platoncula-rın yazıları, İyon felsefecilerinin kuramları,

Page 32: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Hipokrat'ın ve Galen'in tıbbi yazmaları, Ptolemy ve Strabo'nun coğrafyası -sanki bu başyapıtlar hepsi birden yazılıp Floransa'ya gönderilmiş gibidir (Cronin 1967, s. 51).Klasik metinlerde keşfedilen bilgi, Hıristiyanlık öncesine aittir. Bu metinler, Kilise öğretilerinin zenginlik ve eğlenceyi inkâr özelliklerinin hiçbirine sahip değildi. Eğitimli Rönesans insanı, kilisenin, cezalandırılan günahkârların ve önceden tahmin edilebilen, bağışlanacak azizlerin tek boyutlu hikâyelerine kıyasla, karmaşık problemleriyle yüzyüze kalan insanoğlunun klasik söylemleriyle daha kolay özdeşleşebiliyordu.Yeni bir yazar nesli klasik metinlerden ilham aldı. Sivil hümanizm ruhu, Floransa'nm tarihi gelişimini izleyen Leonardo Bruni(1369-1444)'nin yazılarına hakim oldu. Bruni'nin kaleme aldığı 'History of the Florentine People' (1610)(Floransa Halkının Tarihi) Floransa'nm güç ve zenginliğini, tarzın, cesaretin, çalışkanlığın, gücün ve Rönesans erdeminin (virtü) diğer örneklerinin güzelliğinin geldiği cumhuriyetçi yönetime dayandırmaktadır. Rönesans siyaset tartışmalarına rehberlik eden,«1 j -------- mtemel unsur fazilet kavramıdır. Fazilet'in ilk Rönesans kuramcısı Nicco-lo de Bernardo Machiavelli (1469-1527)'dir. Bu kavram, onun Konuşmalar eserinde belirgindir, fakat kısa, yoğun ve çağının endişelerini nükteli bir üslubla dile getirdiği meşhur Hükümdar adlı eserinde daha açık kullanılmıştır.FAZİLET (VIRTÛ) VE BENCİLLİK ARASINDA MACHIAVELLIMachiavelli, siyaset teorisine büyük katkılar sağlamasına rağmen, uluslararası ilişkiler teorisine yaptığı katkı daha azdır. Aslında o, devletlerarası ilişkileri değil, devletlerin kendi iç siyasetini konu almıştır. Devletlerarası ilişkilerden bahsederken, modern kuvvetler dengesi kavramını kullanmamaktadır.3 Siyaset eylemini, ya eski talih (fortuna) ve fazilet (virtü) ikilemesine dayanarak ya da daha modern bencillik kavramını kullanarak açıklamaktadır.Machiavelli'nin talih ve fazilet anlayışı, eski, hümanizm öncesi fikirlere dayanmakta ve Hükümdafm ilk bölümünde4 son derece açık bir şekilde dile getirilmektedir. Çevirmenler, ilk terim, yani talih (fortuna) kavramı konusunda hemfikirdirler ve bunu 'talih' olarak çevirmektedirler. Bu terimin kökeni, erken dönemlerden beri İtalya'da kendisine tapınılan, bir kader belirleyicisi olarak tanınan Talih Tanrıçasından üretilmiştir. Esasen ilk olarak, Talih Tanrıçası, saadet/başarı tanrıçasıydı; daha sonra şans tanrıçasına dönüşmüştür (ve böylece, iyi ve kötü şansın kaprisli bir dağıtıcısı- Yunan Tyche'yle beraber tanımlanmaktadır). Machiavelli, talih terimini büyük ölçüde sekülerleşmiş ve tanımlayıcı anlamında kullanmaktadır; daha ziyade, 'olay' ya da 'şansın ortaya çıkma-sı'nın bir eş anlamlısıdır, fakat bu hususta dramatik bir sınırda durmaktadır; bir bağlamda, Machiavelli talihi, şiddetli bir nehirle; bir diğerinde ise aniden ortaya çıkan bir fırtınayla karşılaştırmaktadır.Çevirmenler, ikinci terim; /azilet/virtü hakkında ise aynı fikirde değildirler. Bazıları bu kelimeyi (aldatıcı bir şekilde yaygın) fazilet' olarak çevirirken, diğerleri 'cesaret' olarak çevirmektedir. Ki bu da, çok geniş olmakla birlikte hedefe daha yakın olabilir. Fazilet kavramı, 'adam' anlamına gelen vir kelimesinden türemiştir ve Machiavelli'nin bu kelimeyi kullanımında anlaşılacağı üzere, Rönesans beyefendisinin erkek idealini yansıtmaktadır. Castiglione (1959, s. 295) bu idealin, hem zekiliği hem de kararlılığı içerdiğini düşünmektedir; devlet adamlığı ve savaş kadar edebî ve sanatsal yaratıcılıktaki büyüklüğü ortaya koyan nitelik-lerdir. 'Bir aslanın gücü' ve 'bir tilkinin kurnazlığı' Machiavelli'nin siyasal meziyetleridir; çünkü malik olma, bir hükümdarın, talihin sapışı ve dönüşlerini idare etmeye yönelik şansını artıracaktır. O, tuzakları fark edebilmesi için bir tilki kadar kurnaz ve kurtlan korkutabilmek için de bir aslan kadar güçlü olmak zorundadır. Salt bir aslan gibi hareket edenler aptallardır. Bu da demek oluyor ki, ihtiyatlı/tedbirli bir yönetici, kendisini zarara sokacağını gördüğü zaman sözünü yerine getiremez, getirmemelidir de (Machiavelli 1961, s. 99). Yönetici, güvenilir, doğru, dürüst ve iyi gözükmek zorundadır; fakat fazla da aşırıya kaçmamalıdır. Çünkü, bu niteliklere sahip ve daima bunlara uygun bir şekilde davranıyorsa bu niteliklerin 'zararlı' olduğunu görecektir. Bununla beraber, sanki bunlara sahipmiş gibi davranırsa daha sonraları bu davranışı kendisine

Page 33: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

önemli siyasal avantajlar sağlar. Hükümdar, 'şefkatli, sözüne sadık, nazik, riyasız/hilesiz, samimi görünmelidir'. Ve gerçekte de böyle olması gerekir. Fakat, öyle bir mizaca sahip olmalı ki, eğer tam tersi olması gerekiyorsa, bunu nasıl yapacağını da bilmelidir (s. 100). Machiavelli, daha sonra virtü düşüncesine, bir yöneticinin 'talihin' sapmalarını idare etmesini ve italyan siyasetinin sık sık ortaya çıkan fırtınalı durumunun üstesinden gelmesini sağlayacak kurnazlık, liderlik, komutanlık ve diğer yetenekleri içeren anlamlar yüklemiştir. Onun açıklamaları, cinsel imalarla doludur. Fazilet (virtü), fortuna'yı işe yarar hale dönüştürmektedir 'çünkü talih bir kadındır ve boyun eğecekse/itaatkar olacaksa onu dövmek ve zorlamak gerekir' (s. 133; Pitkin 1984). We fortuna, kaprisli ve kötü niyetli olduğundan, şayet yapılacak başka bir şey kalmadıysa virtû (fazilet) de kötü niyetli olmalıdır.Fortuna ve virtü kavram çiftine ilave olarak, Machiavelli, aynı zamanda, siyasal icraatları açıklamak için daha tipik, modern bir kavram geliştirmiştir: Bencillik/Kişisel çıkar. Bu ilkeye, Hükümdar'ın, devletin kurucusu olarak askeri gücün tartışıldığı ikinci bölümünde değinilmektedir. Machiavelli'nin birkaç tür askeri güçten bahsetmesi dikkate şayandır. Aslında ilke, Machiavelli askerlerin davranışlarını açıkladığında ortaya çıkmaktadır: Ordular paralı asker, yedek kuvvetler ya da milli birliklerden ya da bu üçünün karışımından oluşabilir. Paralı askerler daima tehlike arz etmektedirler, çünkü 'paradan başka hiçbir sadakat ya da teşvik onları savaş meydanında tutmaya yetmez ve bu durum, onların sizin yolunuzda hayatlarını vermek istemeleri için kafi değildir' (s. 77). Yedek kuvvetler (örneğin, bir başka devlet tarafından sizin devletinizi korumaya yönelik olarak gönderilmiş askeri birlikler) çok daha tehlikelidir,çünkü bir başka yöneticinin emrine tabidirler ve 'yenilgiyle yüz yüze kaldıklarında sizi yüz üstü bırakıp kaçarlar ve zafer kazanmaları durumunda onların gücüne mahkum olursunuz' (s. 83). Ulusal birlikler en iyisidir. Bunlar hükümdarın güvenebileceği tek gruptur, çünkü savunulması gereken topraklar üzerinde aileleriyle birlikte yaşamaktadırlar ve yaşamlarını devam ettirmeleri kazanacakları zaferlere bağlıdır. Mac-hiavelli'nin bu açıklaması son derece modern bir görünüm arz etmektedir. Bu açıklama, savaş patlak verdiğinde paralı askerler ve yedek kuvvetlerin savaş meydanından kaçmaları anlamına gelmektedir: Savaşta cesaret göstermek, karşılanabilecek maaştan daha yüksek bir risk içermektedir. Aksine, ulusal askerler ne maaş için ne de hükümdar için savaşır, ancak kendileri için savaşır. Böylece, hem bir kul, hem de savunacak bir ailesi ve mülkiyete sahip bir vatandaş olan ulusal askerin, somut kazanımlarmın olduğu devlet uğrunda savaşması için makul sebepleri vardır. Machiavelli'nin, Hükümdafm ikinci bölümünde başvurduğu açıklayıcı ilke kısaca; modern ve rasyonel bireyin bencilliği, kendi çıkarını düşünmesidir.Machiavelli, kitabın üçüncü bölümünde, başarılı hükümdarların davranışlarını açıklamak için rasyonel bencillik kavramını kullanmaktadır. Hükümdarın çıkarları ile devletinkiler arasında ayrıca bir ayrım yapmamaktadır. Hükümdar, tam anlamıyla devleti temsil etmektedir ve devletin çıkarlarını somutlaştırmaktadır. Ayrıca bir hükümdarın, ne zaman gerekli gördüğünde sözünden dönebilmesi konusunda özgür olması, devletin çıkarmadır. Aynı şekilde, hükümdar devletin çıkarma muhalif olacağını düşündüğünde sözünü tutmak zorunda değildir; hükümdar 'büyük bir yalancı ve hilekâr' olmayı öğrenmek durumundadır; fakat, aynı zamanda, bu önemli yeteneği saklamasını da bilmelidir. Hükümdarlar daima devletin çıkarlarını en iyi şekilde koruyacak tarzda davranmalıdırlar; sıradan ahlak kurallarına cevap vermezler. Siyasette ve özellikle de, devletlerarası siyasette farklı bir ahlâki yapı söz konusu-, dur; bu ahlâki yapı, hükümdarın/devletin bencilliği ve güvenliği ile yönetilir (Meinecke 1957; Ferrari 1860). Pek çok despot, güçlerini korumak için yapılması gereken şeylerin dayanağım Machiavelli'nin kitabında bulmuştur. Bu ilke vasıtasıyla Machiavelli, yöneticileri çok etkilemiştir; örneğin, Fransa Kralı IV. Henry, suikaste kurban gittiğinde cebinde Hükümdafm bir nüshasının olduğu söylenir.Kitabın, dördüncü ve son bölümü Machiavelli'nin yaşadığı dönemde İtalya'daki siyasal durumla ilgilidir. O zamanki konjonktürün analizi,ıeski kavramsal ikili fortuna ve virtü tarafından şekillendirilir. Burada, Machiavelli talihin insanoğlunun eylemlerinin sadece yarısında söz sahibi

Page 34: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

olduğunu ileri sürer. Diğer kalan yarısı ise, insanoğlunun kendi isteği ve sahip olduğu virtü tarafından yönetilir, insanoğlunun büyük ölçüde kendi kaderinin yapıcısı olduğunu ileri süren bu yaklaşım, Rönesans bireyciliğini yansıtmakta ve insanoğlunun kaderinin Tanrı tarafından çizildiğine dair orta çağ inancının kırılmasını temsil etmektedir. Machiavelli'nin bu eserinde ayırtedilebilir ölçüde modern olan -pek çok okuyucunun kitabın tamamının anahtarı olarak kabul ettiği- son bölümdür. Bu bölümde Machiavelli, italya'nın birleşebilmesi, güçlenmesi ve ülkeyi bölme tehdidinde bulunan dış müdahalelerin lanetini ortadan kaldırması dileğini dile getirmektedir. Bu bölüm önemlidir, çünkü yardımsever Tanrı'ya değil de, Machiavelli'nin yukarıda tasvir ettiği, arzu, kurnazlık, güç ve rasyonel bencillik gibi seküler niteliklere haiz bir hükümdara yakarışı resmetmektedir. Bununla beraber, bu bölüm bir başka nedenden ötürü de önem taşımaktadır; vatanperverlik eğilimini, siyasal eylemde belirleyici güç olarak tanıtmıştır. Machiavelli'nin ümidi, erdemli bir hükümdarın milli bir ordu kuracağı, İtalya'yı birleştireceği, yabancı düşmanları İtalya topraklarından atacağı ve ülkeye bağımsızlık ve şeref kazandıracağı yönündedir. Bu yakarış, modern Avrupa'nın ilk ulusal özgürlük öğretisinden daha az bir şey değildir.GUICCIARDINI: GÜCÜN VAKANÜVİSİMachiavelli, Thucydides'den biraz etkilenmiş gözükmektedir. Meselâ, eski tarihçinin, siyasi liderleri çözümlemelerinden etkilenmişti. Ûte yandan, Machiavelli, ne Thucydides'in yöntemini ne de onun kuvvetler dengesi teorisini benimsedi. Fakat başkaları bu iki görüşü kullandı. Bu kişilerin önde gelenlerinden biri -en azından uluslararası ilişkiler perspektifine göre- Francesco Guicciardini'dir (1483-1540). Machiavelli, 'The Peloponnesinan War'i sadece seçtiği bir kaç hikâye kaynağı olarak görürken (Bondanella 1973, s. 17), Guicciardini Thucydides'in bu anlatısının devletlerarası ilişkilerin daha iyi anlaşılabilmesinde yapıcı öğeler içerdiğini kabul etmişti.Guicciardini, teorik bakış açısını antik yazarlardan devşirmesine rağmen, tartışmalarının çoğu yaşadığı dönemdeki siyasal konularla alâkalıdır. Ve ortaya koyduğu argümanlarını değerlendirmek için, yaşadığı süre zarfında, Floransa üzerinde hakim olan siyasal belirsizlikleri dikkateUluslararası uışmıcr ıcurıoı lanınalmak gerekmektedir. Guicciardini doğduğunda, Floransa yönetiminde Lorenzo de' Medici ('the Magnificent') vardı. Güçlü ve kurnaz olmasıyla düzenini sadece Floransa'da değil, yaratıcı siyaseti beş merkezî İtalyan şehrinde de (Floransa, Venedik, Milan, Napoli ve Papalık) düzeni korumasına yardımcı oldu. 1492 yılında Lorenzo öldüğünde (44 yaşındaydı), icraata koyduğu siyaseti karşısında bir rakip bulunmuyordu. Oğlu Pierro yetkiyi eline aldı; fakat babasının sahip olduğu niteliklerden hiçbirine sahip değildi. 1494 yılında, Fransa Kralı VIII. Charles İtalya'ya saldırdığında, bölgesel belirsizlikler kriz şeklinde patlak vermişti. Piero, Floransa'yı teslim etti. Halk bunun korkakça bir icraat olduğunu düşündü. Halk ayaklandı ve Pierro'yu sürgüne gönderdi. Dini lider Savonaro-la'nm etkisi altında isa'yı Floransa'nın tek yöneticisi kabul ederek Floransa'yı isa'nın Cumhuriyeti ilan etti.Floransa'nın isyanı İspanya tarafından desteklendi, ispanyol yöneticiler uzun süre Fransız yayılmacılığına karşı tedbir almışlardı. Fransızlar, 1494 yılında italya'yı istilâ ettiklerinde, ispanya kısa süre içerisinde işgalle karşılık verdi. Neticesinde çıkan Fransa-lspanya savaşı, İtalya'nın XVI. yüzyıl başlarındaki uluslararası koşullarını oluşturdu. Machiavel-li'nin ve Guicciardini'nin çalışmaları, İtalya'yı ele geçirmek amacıyla Fransız ve İspanyol ordularının savaşı boyunca devam eden bir yabancı çekişmesi olan italya Savaşları'nın gölgesinde yazılmış metinler olarak okunmalıdır, italyan şehir devletleri aciz bir durumda kaldılar. İtalyan yöneticilerdik sık Fransız ya da ispanyol çıkarlarına hizmet eden vekiller konumuna düştüler ve İtalyan şehir devletleri, daha önce sahip oldukları bağımsızlıklarını yitirdiler (Machiavelli 1961, s. 133 vd.).1498 yılında, Papa savaşta taraf tuttu, ispanya ve Floransa'ya sırtını döndü; kafirliğinden ve kamuoyunda çatışma yaratmaya çalışmaktan dolayı Savonarola'nın yargılanması emrini verdi. Savonarola yargılanarak yakıldı. Buna karşın, Floransa Cumhuriyeti, karşılık olarak Machi-avelli'yi (Onlar Meclisi'nin başkanı

Page 35: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

olarak) ve Guicciardini'yi (ispanya'ya elçi olarak) görevlendiren Piero Soderini'nin liderliğinde varlığını devam ettirdi.Guicciardini'nin HayatıGuicciardini, 1483 yılında Floransa aristokrasisinin en eski ve en önemli ailelerinden birinde dünyaya geldi. 1498 yılında Floransa Üni-versitesi'nde hukuk öğrenimi görmeye başladı. Üç yıl sonra Ferrara Üni-versitesi'ne geçti; zira babası, siyasal çalkantılar açısından daha sakin vegüvenli bir şehir olan Ferrara'da ailenin bir üyesinin (ve aile varlığının bir bölümünün) bulunmasını arzu etmişti. 1505 yılında sivil yasa konusunda doktorasını tamamladı ve kitap yazmaya başladı. Ailesinin tarihini konu alan bir eser kaleme aldı. Daha sonra Floransa tarihini konu alan çok daha önemli bir çalışmaya başladı.Guicciardini, 1509 yılında yazı çalışmalarına ara verdi. Çünkü büyük siyasal oyunlara karışmıştı. Florentina Cumhuriyeti'nde küçük görevlere seçiliyordu. Daha sonra Aragon Kralı Ferdînand'ın sarayına Soderini'nin elçisi olarak atandı. Sonra, Maria Salviati ile evlendi ve bunun oldukça meşum sonuçları oldu, çünkü bu evlilik siyasal yakınlaşmaların açık bir ifadesiydi: Salvatiler, kudretli Medici ailesinin karşısında güçlü bir muhaliftiler. 1512 yılında, Medici ailesi Soderini'nin hükümetini devirip gücü eline geçirdiğinde Guicciardini'nin şansı sona ermiş oldu. Ispanya'daki elçilik görevinden istifa etmek zorunda kaldı ve Floransa'ya dönerek kendine ait bir hukuk bürosu açtı. Aynı zamanda, yazmaya yeniden başladı.1516 yılında, Guicciardini, papanın hizmetine girdi. Yaklaşık 20 yıl boyunca, papalığın hizmetinde bulundu, etkin bir yönetici olarak kendisini gösterdi ve kariyerinde hızla yükseldi.5 O dönemlerde İtalya, Fransa Kralı (I. Francis) ve İspanya Kralı (aynı zamanda Kutsal Roma imparatoru da olan V. Charles) arasındaki karmaşık mücadelenin ortasında bulunuyordu. Bu mücadele, gerçekte Avrupa'nın hakimiyeti için bir rekabet olduğu halde, genellikle 'italya Savaşları' olarak anılmaktadır ve İtalya siyasi yaşamında hesaba kitaba gelmez yaralara yol açmıştı. Bu kritik dönem boyunca, Guicciardini, Papa VII. Clement'in güvenilir dış politika danışmanıydı. Papa'ya, İtalya'da kontrolü devam ettirirken, Fransa ve İspanya'nın rakip yöneticileri arasında çok ince bir manevra politikası uygulamasını salık verdi. Guicciardini'nin bu tavsiyesi üzerine Papa, öncelikle ispanya,Kralı V. Charles'ı, I. Francis'in yenilgisiyle sonuçlanan Pavia Savaşı'nda (Şubat 1525) destekledi. Dengeli bir güç politikası için Papa daha sonra, Fransa Kralı 1. Francis'in yanında yer aldı ve amacı V. Charles'ın hedeflerini ele geçirmek olan Cognac Ittifa-kı'nın kurulmasında yardımcı oldu.Guicciardini, 1538 yılında siyasetten çekildi. Yaşamının son yıllarında en önemli eseri 'İtalya Tarihi' üzerinde çalıştı. Bu eser, İtalya Savaşlarının en karmaşık ve şekillendirici dönemi olan 1494 ve 1534 yılları arasındaki İtalya siyasetini içermektedir. 1540 yılı Mayıs ayında öldüğünde bu eserin son tashihi üzerinde çalışıyordu.IGuicciapdini'nin EserleriBir diplomat ve Papa'nın danışmanı olarak yoğun ve başarılı kariyerine rağmen, Guicciardini üretken bir yazardı. İspanya büyükelçisi iken İspanya siyaseti hakkında bir eser yazmış ve makaleler derlemişti. Papa X. Leo'nun ölümünden sonra Floransa siyaseti üzerine bir çalışmaya başladı ve 1527 yılından sonraki birkaç zorlu yıl boyunca muhtelif biyografik çalışmalar kaleme aldı.6 Buna ilâve olarak, onsekiz yıllık aktif çalışma hayatı boyunca çeşitli konular hakkında gözlem ve düşüncelerini aktardı. 'Ricordi' ismiyle bilinen koleksiyonunu hiç durmadan yeniden gözden geçirir ve yeniden yazardı. Bu vecizeler ya da afo-rizmalar koleksiyonu, aktif ve çalkantılı bir yaşamın ürünlerini temsil etmektedir.Guicciardini'nin 'Ricordi'sinin bir kısmı, kendi ailesinin sahip olduğu statü ve ünü nasıl koruyacağını gösteren kurallardı. Diğerleri siyasal olaylar hakkındaki yorumlardan oluşuyordu. Fakat bunların hepsi, yazarın Rönesans İtalya'sındaki tecrübelerini yansıtmaktadır. Hırs ve kötülüklerin yönlendirdiği zalim ve yoz yöneticilerden bahsetmektedir. 'Ricordi', insanlık durumuna dair kasvetli ve alaycı bir bakış açısı zerk etmektedir. Bu çalışmalar, insanoğlunun acılarını

Page 36: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

insanların zaaflarına isnat etmektedir. Bu çalışmalar bireysel yöneticilere güvenilmesine karşı uyanlar da bulunmaktadır, çünkü bu yöneticiler akıllarından ziyade hırslarının peşinden koşmaktadırlar (Gilbert 1965, s. 288; Ferrari 1860 s, 277 vd.). Ve 'binlerce hatayla ve binlerce karmaşayla dolu, beğeniden, ferasetten ve istikrardan yoksun çılgın bir hayvana' benzettiği halk kitlelerinin ilmine çok az inanmaktadır. Ruhban sınıfını ise, hırstan, tamah ve şehvet düşkünlüğünden başka bir şey düşünmeyen 'zorba takımı' olarak adlandırmaktadır (C-28).7Guicciardini'nin başyapıtı 'kalya Tarihi' isimli eseridir. İtalyan şehir devletleri arasındaki ilişkileri ele aldığından ötürü uzun soluklu bir etkiye yol açmıştır. Guicciardini, XV. yüzyılın sonlarında İtalyan siyasetini şekillendiren ittifaklar, savaşlar ve diplomatik hareketler karmaşasını izleyerek, kuvvetler dengesi mekanizması sayesinde kendi kendini düzenleyen bir şehir devleti sistemi imgesi çizmektedir. Daha sonraki nesillerin Rönesans İtalya'sından devraldığı bu imge, büyük ölçüde Guicciardini'nin söylemine dayanmaktadır. Bu söylemin, kuvvetler dengesi tartışmalarını şekillendirdiği su götürmez bir gerçektir. Guicciardini, Lorenzo de' Medici (1448-92) hakkında şunları yazmaktadır: "Büyük güçlerden birinin egemenlik alanını genişletmek istemesinin, hem Flo-ransa Cumhuriyeti ve hem kendisi için son derece tehlikeli olacağını fark etmesi üzerine, hiçbir tarafa diğerinden daha fazla dayanmadan, İtalya'nın konumunun dikkatli bir şekilde nasıl denge halinde tutulacağının icabına baktı' (Guicciardini 1969, s. 4).Bu tanımlamayla birkaç soru gündeme geldi. Birinci soru, Lorenzo'nun izlediği siyasetin temsili doğasıyla alâkalıdır: Lorenzo istisnai yeteneklere sahip bir siyasetçi miydi, yoksa siyasete yaklaşımı İtalyah yöneticiler arasında ortak bir nitelik miydi? Bu sorunun muhtemel cevabı Lorenzo'nun nevi şahsına münhasır bir kişi olduğudur Lorenzo, bir hümanist, bir şair ve sanat destekçisiydi; aynı zamanda, dışişleri de dahil olmak üzere devlet ilişkilerinde bir ustaydı. Guicciardini'nin açıklamalarından, Lorenzo'nun pek alışılmadık derecede Rönesans beyefendisi kimliğine yakın olduğu anlaşılmaktadır; 'medeni hayatta görülen ve onun değerlerinden olan erdemlerin bütün işaret ve belirtilerine' sahip bir asker ve bilim adamıydı. Guicciardini'ye göre, Lorenzo İtalya siyasetinde öylesine önemli bir güçtü ki, 1492'de öldüğünde, Floransa'daki istikrar da sona ermiş oldu; aslında, bütün İtalyan şehir devletleri sistemi parçalanmış oldu. Açıkçası, Lorenzo, sıradan bir siyasetçi değildi ve sahip olduğu siyasi niteliklerin bütün Rönesans yöneticilerini temsil ettiği düşünülmemelidir.Bir diğer soru, Guicciardini'nin Lorenzo'nun siyaseti hakkında yaptığı tasvirle ilgilidir: Bu nevi şahsına münhasır siyasetçi, bir kuvvetler dengesi teorisi üzerinde kafa yordu mu? En olası cevap yormadığı yönündedir. Çünkü, Lorenzo'nun yazdığı mektuplarda dış politika argümanlarına hiçbir açık ve tutarlı kuvvetler dengesi mantığı yön vermemektedir. Lorenzo, aslında çoğu siyasetçiye göre daha yetenekli olmuş olabilir; yine de, yaşadığı dönemdeki diğer tiranlar gibi o da dış politikasını, herhangi bir üstün modele göre değil, ad hoc (belli bir amaca yönelik olarak, ç.n.) temeline dayalı olarak geliştirmişti. Guicciardini'nin 'Tarih'' isimli eserinde geçen kuvvetler dengesi argümanları, kitabın kahramanına kanaatlerden ziyade yazarının kendi yaratışıdır.Lorenzo'nun herhangi bir kuvvetler dengesi teorisini üzerine hareket etmiş olması olasılık dışıdır. Fakat Guicciardini, onu sanki böyle bir teoriyi uygulamış gibi tasvir etmiş olabilir. Diğer Rönesans yöneticileri gibi Lorenzo da kısa vadeli kazançlar elde etmek için uğraşırdı ve uzun süreli devletlerarası ilişkiler kurmamaya bakardı. Son derece hızlı karar verir ve eyleme geçeceği zamanda ani davranırdı. Güven ve iyi niyetin tedrici olarak yaratılması- planlamadan ziyade fırsatçılığın ön ayak ol-duğu- Rönenans siyasetinde bilinmeyen değerlerdi. Rönesans dönemi yöneticileri için devletlerarası ilişkiler, yüksek ve hazır ödülleri için oynanan bir şans oyunuydu: 'Bir heyecan atmosferinde ve virtû olarak göklere çıkarılan kurnazlık, kayıtsızlık ve insafsızlığın birleşimiyle yürütülürdü' (Nicolson 1954, s. 31). Fakat Guicciardini, Lorenzo'nun icraatlarını açıklamak amacıyla kuvvetler dengesi argümanlarını kullandı. Bu yüzden, ilk modern uluslararası ilişkiler teorisyenleri arasında bir yer bulmayı hak eden Lorenzo değil, Guicciardini'dir.

Page 37: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Tnncydides'in Yeniden KeşfedilmesiGuicciardini deneyimli bir diplomat olduğundan bilim adamları, onun tasvir ettiği İtalyan devlet adamlığı tanımlarının yaygın diplomatik uygulamaları yansıttığını düşünmektedirler. Bunun olma olasılığı son derece zor bir durumdur. Durum öyle gösteriyor ki, Guicciardini, kuvvetler dengesi ilkesini yaşadığı dönemdeki diplomatik uygulamalardan değil, o zamanki çağdaş uygulamalara tatbik edeceği klasik yazarların tarihi söylemlerinden alıntılamıştı. Onun, bu ilkeyi, bir ulusun savaş politikalarının kaydedilen ilk siyasal ve ahlâkî analizi olan Peloponnesi-an Savaşları'nm yazarı Thucydides'de bulmuş olması kuvvetle muhtemeldir.Thucydides, Atinalıların daima aktif ve yenilikçi deniz gücüyle İsparta'nın daha yavaş hareket kabiliyetine sahip, daha dikkatli kara gücü arasındaki savaşın nedenleri ve doğasını konu edinmiştir. Bu uzun anlatısı boyunca, Thucydides konusuna sadık kalmıştır: O'nun anlatısı; savaşlar ve kuşatmaların, yapılan ve bozulan ittifakların ve en önemlisi de bu savaşların halklar üzerindeki etkilerinin -insan ruhu üzerindeki kaçınılmaz yozlaşmanın- tarihî bir seyridir. O, çağının göze çarpan siyasî liderlerinin karakterlerini ve etkilerini incelemiştir. Bu karakter tahlillerinin, onun bu tarzına öykünen .Rğftgsass hümanistleri üzerinde kapsamlı bir etkisi ^teugfyrThucydides'e gore, Atinalılar 'güçlülerin, sahip oldukları kuvvetin yapabildiğini yaptıklarım ve zayıfların da, kabul etmek zorunda oldukları şeylere boyun eğdiklerini' ileri sürmektedir (Thuycdides 1972, s. 402). Güçlü, hırslı bir devletin, küçük devletlerin ittifakı ile denetim altında tutulabileceği düşüncesi, daha sonraki yüzyıllarda uluslararası ilişkiler teorisini etkileyecektir (Lebow ve Strauss 1991).Thucydides'in antik Yunan şehir devletleri arasındaki ittifak siyaseti ve savaşlarla ilgili tartışmaları, İtalyan hümanistlerin kendi dönemlerin-deki İtalyan şehir devletleri arasındaki çekişmeyle paralellik kurmalarını sağlamıştı. Guicciardini gibi hümanist tarihçiler, Thucydides'in kuvvetler dengesi görüşünü benimsediler. Bin yıllık bir ihmalden sonra, Thucydides, Batı siyaset teorisinde yeniden yerini aldı. Onun, daha sonraki uluslararası ilişkiler teorisine etkisi, iki farklı çağın -Rönenas İtalya'sı ve antik Yunan- vatandaşı olarak düşünülmedikçe tam anlamıyla takdir edilemez.SONUÇEleştirmenlerin dikkatini çeken, Machiavelli'nin dile getirdiği formülas-yonlardır; XVII. yüzyıl boyunca, 'Hükümdar' isimli eserinin Şeytan'dan (Devil) ilham edildiği varsayılmıştır ve Elizabeth İngilteresi'nde, Nicco-lö Machiavelli, Şeytan (Old Nick) olarak adlandırılmış, Şeytandan da (Satan) yerme amacıyla 'makyavelyen' olarak bahsedilmiştir. Her ne kadar, karşılaştırıldığında yazılan kimi zaman Machiavelli'den daha mantıklı ve daha sağduyulu olduğunu gösterse de Guicciardini, büyük ölçüde kızgın ahlâkçıların gözünden kaçmıştır.Machiavelli'nin bu denli sert eleştirilere maruz kalmasına sebep, Tanrı-merkezli orta çağ düşünce sisteminden büyük bir sapma göstermesinden kaynaklanıyordu. Machiavelli'ye yüzyıllardır kara çalmıyorsa bunun baş nedeni orta çağ dünya görüşüyle etkileşimini kesmiş olmasındandır. Machiavelli, orta çağın bitimine yakın bir dönemde dünyaya geldi ve siyasal birliğini sağlamış Hıristiyanlığın orta çağ hayalinin anlamsız bir görüş olduğunu fark etti. Bu tahakkuk, entelektüel temelleri Hıristiyan teolojisine dayanan bilim adamlarını şaşkınlığa uğrattı. Machiavelli bir hümanistti ve Guicciardini ile diğer hümanistler gibi tarihi olayların analizine dayanan bilimin, siyaseti belirleyebileceğine inanıyordu. Bu tür analizlerin, etik ve moral kaygılarla karıştırılmaması gerektiğini ileri sürmüştü. Machiavelli kendi görevini, olayların muhtemel meydana geliş şekilleri üzerinde spekülasyon yapmaktan ziyade gerçekten vuku buldukları şekilde tanımlamak olarak görüyordu. Machiavelli, gerçekten vâkî olan bir şey varsa, onun da etkin yöneticilerin, sadece kendi siyasal çıkarlarına uygun bir şekilde davranmaları olduğu konusunda ısrar ediyordu. Guicciardini de -aslında bu ilkeyi bütün siyasal aktörler için genişletiyordu- onunla hemfikirdi; hatta 'özgürlüğü öylesine inandırıcı bir şekilde telkin edenler bile kendi kişisel çıkarlarını hedef olarak görmektedirler' (C-66).Machiavelli ve Guicciardini, böylesi iddialarla orta çağ Hıristiyanlığı ile modern çağ arasındaki kırılmayı dile getirmektedirler. Bu iddiaları bu kadar

Page 38: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

önemli kılan da bu kırılmadır. Bu iddialar, Ortodoksiden sapıyordu. Aynı zamanda, geleneksel siyaset teorilerinin önermelerinin çoğuna karşı sert bir isyandı. Orta çağ bakış açısı, Tanrı ile ilgili meselelerin tahakkümü altındayken, Machiavelli ve Guicciardini, devletle ilgileniyorlardı. Orta çağ felsefecilerinin doğayı, insan toplumunu kuşatan bir ilâhi yaratı olarak gördükleri yerde, Machiavelli ve Guicciardini, doğayı toplumdan ayrı ve verilmiş bir olgu olarak değerlendiriyorlardı (onlara göre doğayı da insan şekillendiriyordu). Orta çağ düşünürleri, insanoğlunun faziletli bir yaşam sürüp ruhlarını kurtarabilecekleri ilâhi kurallar tertiplerken, onlar, bireysel özgürlükleri sağlayacak koşullar hakkında dersler çıkarmak amacıyla insan davranışlarını tanımlama yolunu seçmişlerdi.Tann'dan Hükiimdar'aMachiavelli ve Guicciardini Tanrı'yı bilimsel anlayıştan uzaklaştırdılar. Bunu, Tanrı'nın varlığını inkâr ederek açıkça yapmadılar. Aksine, dikkatleri ruhun kurtuluşundan devletin güvenliğine kaydırarak zımnen gerçekleştirdiler. Teolojik yaklaşımları göz ardı ederek her birinin, kendine münhasır çıkar ve etik yasalarının bulunduğu iki ahlâki alanın var olduğunu ileri sürdüler. Bir taraftan adalet, hakkaniyet, şefkate ve diğer geleneksel Hıristiyanlık faziletlerine vurgu yapan yasa; diğer taraftan devletin çıkarlarını gözeten yasa. Machiavelli bu bağlamda son derece net bir tavır ortaya koymaktadır. Devletlerarasındaki ilişkilerde, artık meşru kılıcı, ahlâki yetki Tanrı değil, Hüküm-dar'dır. Hükümdarlar da tamamen kendilerine ait ahlâki bir yasaya göre hareket ederler.Guicciardini de aynı fikirdedir. O da, Rönesans siyasetini 'kusurlu, sinsi, hain ve kurnaz' insanlar tarafından oynanan çalkantılı ve tehlikeli bir oyun olarak tanımlamaktadır (C-157). Guicciardini'nin yazdığı hükümdar, devletini yıkma tehdidinde bulunan meydan okumalara ve onun güçlenmesine hizmet edebilecek olasılıklara karşı sürekli uyanık olmak zorundadır. Hükümdar, hakkını savunmak için, bencilce davranışlar sergilemek zorundadır (C-218); niyetlerini eyleme geçirebilmeli ve gizleyebilmelidir (C-49, 104), gücünü abartmalı (C-86) ve zayıflıklarını örtmelidir (C-196). Devletini korumak amacıyla hükümdar, sivil toplumun bireysel faziletlerini göz ardı etmek ve bunun yerine devletinkolektif çıkarlarını dikkate almak zorundadır. Böylece, insanî olarak arzu edilen herşeyi açıkça tartışmak olsa da, kişinin şahsî işlerini asla açığa çıkarmamak siyaseten tedbirli olanıdır (C-184); yalan söylemek ahlaken kötü bir eylem olduğu halde, siyasal anlamda amaca uygunluk taşımaktadır ve hükümdar, bunu çok iyi bir şekilde hayata geçirmeyi öğrenmelidir (C-37). Guicciardini'nin hükümdarı, intikamın sadece hoş değil, aynı zamanda, gerekli de olduğu (C-72, 74) acımasız bir dünyada yaşamaktadır ve güvenlik; içten içe istemelerine rağmen düşmanlarınızın size zarar veremeyecek olmaları anlamına gelmektedir!Doğadan ToplumaMachiavelli ve Guicciardini, devlet ve Tanrı arasındaki ilişkiyi ele alan orta çağ felsefecilerinin aksine, eski teorisyenlerin yaptığı gibi kendi kendine yeten bir bütünlük olan devlet üzerinde odaklanmışlardı. Hatta, bu alandaki klasik yaklaşımı mantıken daha da ileri götürmüşlerdi: Devleti diğer devletlerle sürekli etkileşim halinde olan kendine yeten bir aktör olarak algıladılar ve devlete siyasal eylemlerinde meşru bir otorite hakkı verdiler. Çünkü her devlet, devletlerarası bağlamın bir tarafını oluşturduğundan kendi güvenliği, ordular ve liderliğiyle ilgilenmek durumundaydı. Machiavelli'ye göre hükümdar, devletin somutlaşmış haliydi. Bu yüzden, Machiavelli hükümdarı, kendisini Tanrı da dahil olmak üzere diğer bütün aktörlerden bağımsız kılmaya çalışan, kendine yeten, kendine güvenen bir aktör olarak tanımlamaktadır.Orta çağ felsefecilerinin toplumu, büyük Tanrı tarafından verilmiş şeylerin doğal düzeninin bir parçası olarak gördükleri yerde Machiavelli ve Guicciardini toplumu, insanın meydana getirdiği bir birim olarak görüyorlardı. Devlete, insanoğlu tarafından durmaksızın gözlemlenmesi ve izlenmesi gereken yapay, geçici bir yaratı olarak bakıyorlardı. Bu suretle, Tanrı'nın yerine Devleti ikame ederek, aynı zamanda, doğanın yerine toplumu koymuş oldular. Ve bu argümanı mümkün olduğunca daha da ileri götürdüler: Hiçbir şeyin devletten daha üstün olmadığı hususunda ısrar ettiler. Hiçbir adalet ya da zalimlik, övgü veya utanç düşüncesi, devletin sürekliliği ve hükümdarın eylem özgürlüğünün korunması

Page 39: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

gibi gerekli bir görevle karıştırılmamalıdır. En son ve en uç adımı Guicciardini, açıkça atmıştır. O, bilinçli bir şekilde Tanrı'yı siyaset arenasından tamamen silmiştir. Tanrı'nın yerine 'akıl ve devletlerin uygulamalarını koymuştur' (Guicciardinil994, s. 159).Koral Kuyuculuktan TanımlamayaMachiavelli ve Guicciardini, orta çağ düşüncesinin emir verici ilgisinin yerine tanımlayıcı analizi koymuşlardı. Machiavelli pratik bir insandı ve Hükümdar isimli eseri uygulamaya dayalı bir kitaptır. Machiavelli, "Niyetim soru soran kişiye pratik kullanımını kanıtlayacak birşeyler söylemek olduğundan, şeylerin hayal edildiklerinden ziyade gerçekte oldukları gibi temsil edilmesinin uygun olduğunu düşündüm" diyor (Machiavelli 1961, s. 90). Guicciardini bu konuda onunla hemfikirdir.Bu tavır, 'haykırmasına ve ayağa kalkmasına neden olmak suretiyle bir yönetim altında birleşmiş Batı halkının bağrına saplanan bir kılıç'tır (Machiavelli 1957, s. 49). Machiavelli ve Guicciardini hükümdarların nasıl davranmaları gerektiği konusuyla ilgilenmemişlerdir; gerçekte geçmişteki başarılı hükümdarların nasıl davrandıklarını açıklamaya çalışmışlardır. Machiavelli'nin hükümdarın etik kurallarına dair söylemi, çoğu hümanisti kızdırmıştır. Machiavelli onlara, bu kuralları kendisinin icad etmediğini, zaten varolan bir şeyi tanımlamaya çalıştığım dile getirdi. Başarılı hükümdarlar kişisel ahlak ile devletin çıkarları arasında ayrım yapmaktadır; bu hükümdarlar 'fazileti için insana bir ün bahşeden herşeyi yerine getiremeyeceklerini, çünkü çoğunlukla devletin bekası adına iyi niyet, merhamet, nezaket veya dine aykırı hareket etmek zorunda olduklarını' bilirler (Machiavelli 1961, s. 101).Bu tavır, aynı zamanda, Hıristiyanları da kızdırdı. Hıristiyanlar onun, insanoğlunun günahkâr doğasını kabul etmemesinin yanısıra bunu olumlu bir nitelikmiş gibi algıladığına inanıyorlardı. Bu durum suç işlemekten çok daha kötü bir şeydi; bu yaklaşım, bütün zalimlerin cezalandırılacağı Yargı Günü'nü gözardı ediyordu. Machiavelli, Hıristiyanlara cevaben hiçbir şey söylemedi. Onun bu sessizliği, dokunaklı, hatta çığır açıcıdır: Önce karşılığında sersemlemiş bir sessizliği sağlayacak şekilde Hıristiyan Avrupası'nda yankılanmış ve sonra, hiçbir zaman ölmeyecek bir lanetleme feryadına dönüşmüştür' (Skinner 1981, s 38). Machiavelli'nin sessizliği, orta çağ değerleriyle -argümanlarıyla ciddi bir çatışmayı temsil etmektedir.Guicciardini, Machiavelli gibi siyaset karşısında aynı bilimsel ve tanımlayıcı yaklaşıma sahip olmasına rağmen, hümanistlerin ve Hıristiyanların bu görüş karşısında ileri sürdükleri eleştirilerden kendisini uzak tutmuştur. Machiavelli moralistlerin (ahlâkçıların) meşhur prü-gelknabe'si haline gelirken, Guicciardini sadece 'ilk Makyevelciler'den oldu' (Rubinstein 1970, s. 19).Akıl, Özgür İrade ve Determinizmİnsanı kendi kaderinin belirleyicisi olarak gören Rönesans hümanistleri, farklı bir modern siyasal bakış açısının öncüsü oldular. İnsanoğlunu kendisinin efendisi olarak ilân etmek suretiyle ve Tanrı'yla doğanın, insan eylemleri üzerine sınırlamalar yüklemesini inkâr ederek orta çağ dünya görüşünde ciddi bir kırılmaya sebep oldular. Orta çağ bilim adamları insanın ayırt edici karakterini 'imanla' desteklenen 'akılda' bulmuşken Rönesans yazarları bunu insanoğlunun 'özgür isteğinin' gücünde buldular.Bu durum, Rönesans insanının, ussallığını inkar ettiği anlamına gelmemektedir; yaptıkları şey sadece bunu değiştirmekti. Machiavelli, ör-, neğin, bunu bir hesap meselesine indirgemişti. Orta çağ bilim adamları için 'akıl', adil bir durumu adil olmayandan ayırabilme yeteneğiydi. Machiavelli'ye göreyse 'akıl', insanın isteğini gerçekleştirecek yolları hesap edebilme kabiliyetiydi. Aristocuların (Aquinas gibi) insanoğlunun bilgeliğini kutsaması (celebrate) gibi Machiavelli de insanoğlunun özgürlüğünü göklere çıkarmıştı. Bu olgu, 'Hüfeümdar'ın son bölümünde son derece açık bir şekilde ortaya konmuştur. Burada Machiavelli, for-tuna ya da virtû'nun bir insanın yaşamındaki en belirleyici unsur olup olmadığını merak ederek virtû'ya daha önce eşi görülmemiş bir önem atfetmiştir. Machiavelli, 'Kendi özgür irademizi idare edememe meselesine gelince, öyle inanıyorum ki, yaptıklarımızın yarısını yönlendirenin talih olduğu büyük olasılıkla doğrudur. Diğer yarısı da veya ne kalıyorsa, kendi kontrolümüz dahilindedir' diye yazıyordu (1961, s. 130).

Page 40: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Bu noktada, Machiavelli ve Guicciardini'nin yaklaşımları ayrılmaktadır. Virtü ve jbrtuna'nın rolleri konusundaki büyük tartışmada Machiavelli virtü, Guicciardini ise jortuna üzerinde durmaktadır. Guicciardini, 'Talihin, insanın işleri üzerinde büyük bir etkisinin olduğunu inkâr edemezsiniz.' diyordu (C-30). 'Bu işlerin, insanın ne önceden görebileceği ne de engelleyebileceği rastlantısal durumlardan sürekli etkilendiğini söyleyemeyiz. Zekilik ve özen pek çok şeyi başarmasına rağmen, asla yeterli olamamaktadırlar.' Guicciardini, Machiavelli'ye göre insan durumu hakkında daha kötümser düşünmektedir. İnsan aklının sınırları konusunda daha bilinçlidir. İnsanın tarihten ve siyasal olayları gözlemekten öğrenebilecekleri konusunda daha şüphecidir (C-114). Bu durum onu, Machiavelli'nin akıl ve özgür iradeye olan inancına karşı çıkarmaya sevketmektedir. C-128'de şunları dile getirmektedir:Devlet işlerinde, doğası ve yetenekleri oranında büyük bir olasılıkla yerine getireceği uygulamaları söz konusu iken, bir hükümdara ne yapması gerektiğini akıl yoluyla göstermeye çalışarak rehberlik edemezsiniz. Hükümdarlar ne isterlerse ya da neyi biliyorlarsa ve ne yapmamaları gerekiyorsa sık sık onu yaparlar. Kendinizi bundan başka bir kural ile yönlendirirseniz, başınız büyük derde girer (Gu-icciardini 1970, s. 73).Bu gözlem, siyasi eyleme rehber nitelikteki Machiavelli'nin Hüküm-dar'ının temellerine darbe vurmaktadır. Aynı zamanda, modern uluslararası ilişkiler analizinde anahtar bir ilkeyi pekiştirmektedir: Bir devlet adamının icraatlarını anlamak için onun sahip olduğu mantıksal hesaplamalarını anlamak kafi değildir; onun temsil ettiği devletin tarihini ve çıkarlarını da anlamak gerekmektedir.Son SözlerSiyaset teorisi, Rönesans zamanında büyük bir devrim geçirdi. 1500'lü yılların başlarındaki ilk birkaç on yıl boyunca Batı dünya görüşü, eski teolojik tartışmaların yeni genişlemeci modern söyleme dönüşmeye başlamasıyla geri döndürülemez bir mecraya girdi. Bu bakış açısı Tanrı'ya değil, devletler üzerine odaklandı; devleti insan ediminin bir ürünü olarak kabul etti ve siyaseti, devletin bekası için sonu gelmez gerekli bir çalışma olarak gördü. Karşılaştırıldığında uluslararası ilişkiler teorisi daha az gelişme kaydetti. İnsanın uluslararası siyasetle bağlantılı teorik yaklaşımlar bulmayı umduğu yazılı metinlerin iki türü olan savaş ve diplomasi üzerine Rönesans döneminde yayımlanan el kitapçıkları dikkate şayan bir tarzda teori dışıdır (a-theoretical). Bu döneme ait askeri kayıtlarda bir şey net olarak ortaya konulmaktadır: VIII. Charles'ın 1494 yılında Fransız birlikleriyle İtalya'ya saldırmasından ve italya Sa-vaşları'm başlatmasından sonra savaşın doğası dramatik bir değişime uğramıştır. Robert de Balsac, bu değişimleri neredeyse gerçekleştiği anda yazmıştır; 1502 yılında kaleme aldığı Nef des Princes et des Batailles isimli eseri, hafif toplar ve tüfekler gibi Fransız ve ispanyolların yeni silahları savaş alanlarında kullanımını anlatmaktadır. Machiavelli de tahrip gücü yüksek yeni silahları 1521'de kaleme aldığı 'Art of War'da (Savaş Sanatı) tanıtmıştır. Battista della Valle, bir adım daha ileri giderek 1528 yılında yazdığı Libro continente appertenentie ad Capüanii eserinde etkili savaş yapılanması şemalarında meydan savaşlarında kullanılan silahları da dahil etmiştir. Fakat, bütün bu eserler savaşın teknik yönleri-ni tanımlama üzerinde durmaktadırlar; orduların toplanması, karargâhların kurulması ve korunması, yürüyüş düzeninin ve savaş taktiklerinin geliştirilmesi (Hale 1981, s. 276). Bu eserler uluslararası ilişkiler teorisine dair pek fazla bilgi içermemektedirler. Bununla beraber, bu yüzyılın (XVI. Yüzyıl-ç.n.) son çeyreğinde, uluslararası ilişkileri teorileştirme çabaları da hız kazanacaktır.Rönesans askeri kayıtlarındaki bu ifadeler aynı zamanda, diplomasi hakkındaki yazılara da başvurmaktadır. Bu kayıtlar, o çağdaki ani gelişmeleri yansıtır; örneğin, 'akıl devleti' düşüncesinin kısa süre içerisinde kabul görmesi gibi. Guicciardini, bu kelimeyi modern anlamında kullanan ilk yazardır; XVI. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde bu kelime moda bir slogan haline gelmiş, hızla diplomatik kayıtlara girmeye başlamış ve hatta XVI. yüzyıl sonuna doğru yayımlanan kitapların birkaçında başlık olarak kullanılmıştır. Bu durum, diplomasi ve devletlerarası si-asetin amaç ve vasıtaları için daha bilinçli bir tavır öne sürmektedir. Yine de, uluslararası ilişkilerin anlaşılmasına dair dikkate değer bir gelişme

Page 41: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

kaydetmemiştir. 'Akıl devleti' kavramının olası etkileri, kendisini uluslararası ilişkilerin teorileştirilmesinde göstermeden önce zamaneçmesi gerekiyordu. Bununla beraber, bu konu bir sonraki bölümde daha yoğun bir şekilde işlenecek olan bir hikâyenin bir bölümüdür.Is-35IllSİLAHLAR, GEMİLER VE MATBAALAR:XVI. YÜZYIL VE MODERN DÜNYANİN DOĞUŞUUluslararası ilişkiler teorisi XVI. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu gelişme, modern devlet sisteminin ve modern dünya ekonomisinin aynı andaki sancılı doğuşuna rastlamaktadır. Uluslararası ilişkiler teorisinin gelişim göstermesi eski kurumları yıpratan ve geleneksel doğruları deviren; fakat eski kavramları yenileriyle değiştirmeyen sürecin bir parçasıydı. Ve yine bu gelişmeler, orta çağdan modern dünyaya evrilmeyi temsil eden karmaşık bir çağın entelektüel endişesinin merkez noktasını oluşturuyordu. Bu dönem, orta çağ inançlarıyla modern çağın endişeleri arasındaki kırılmanın meydana geldiği çağdır.XVI. yüzyıl, evrensel doğrular ile yeni teoriler arasındaki şiddetli savaşın hüküm sürdüğü çağ olarak başladı. Bu çağın sonu gelmez gibi gözüken savaşları, uğrunda çarpışılan temel sorunlardan hiçbirini çözmeye nail olamadı. Barışın yeniden tesisindeki bu başarısızlık, savaşların nedenlerinin ve gerekçelerinin araştırılmasına ve güçlü krallıklar arasındaki ilişkileri düzenlemek için yeni bir kurallar düzeni oluşturulmasına şevketti.Modern dünyanın başlangıcı, uzun süren XVI. yüzyıl boyunca Batı Avrupa'da ortaya çıkan üç kilit icadın incelenmesiyle tespit edilebilir: Ateşli silahlar, pusula ve matbaa. Bu yeniliklerin siyasal etkileri de ol-muştur. Bu değişiklikler, toplumu ve toplumsal grupların cezalandırma ile ödüllendirmeye yönelik göreceli kabiliyetini değiştirmiştir. Aynı zamanda Avrupa toplumunda değişikliklere yol açmış ve uluslararası etkileşimlere derinden nüfuz etmiştir.TOPLUMSAL YENİLİKLER, EKONOMİK DEĞİŞİKLİKLER VE SİYASAL GÜÇBarutu kimin icad ettiğini kimse bilmemektedir. Kadim Çinliler baruta sahiptiler. Avrupa'ya da İslâm imparatorluğu vasıtasıyla taşınmıştı. Avrupalılar, 1400'lü yıllarda barutu askeri amaçlarla kullanıma soktular ve böylece ortaya çıkmakta olan devletlerarasındaki siyasal güç dağılımını etkilediler. Büyük çapta barutlu silahlara sahip olan krallıklar askeri güçlerini de artırdılar. Bu durum komşularını tedirgin etti ve onları da benzer silahlara sahip olmaya itti. Dolayısıyla barutun gelişi, Avrupa krallarım, bir güvenlik çıkmazının ortasında yakaladı (Hertz 1950). Silahlar savaşları daha yıkıcı hale getirdiği gibi savaş masraflarının daha da artmasına yol açtı. XVI. yüzyılın başlarında Avrupa'da savaş maliyetlerindeki bu artış, kısa süre içerisinde siyasal sonuçlarını göstermeye başladı. Siyasal güçleri milli refaha bağlı hale getirdi ve krallarla hükümdarları, gelirlerin artırılması için yeni yollar bulmaya zorladı. Bu durum, modern devlet ve devlet sistemlerinin gelişmesini tetikledi.Gelirleri artırmanın bir yolu vergi sistemi, bir diğer yolu da uzun mesafeli ticaretti. Ticaret, oldukça yeni bir seçenekti; yeni gemi modelleriyle gerçekleştirilebiliyor ve denizcilik yollarını geliştiriyordu. Denizcilikteki bu tür yenilikler, olası keşif ve macera seferlerini de gündeme getirdi. Daha sonra, toplar yeni gemilere monte edildiğinde Avrupalılar, Amerika, Afrika ve Asya'yı yağmalayıp sömürgeleştirecek güce sahip oldular. Böylece sömürgeleştirme, ticareti, Batı Avrupa devletlerinin ihtiyaç duydukları gelirleri artırabilecekleri bir yol haline getirdi. Bu yeni gelir kaynaklarıyla beraber, Avrupa krallıkları daha büyük ordular oluşturdular ve bu orduları daha çok silahla donattılar. Ticaret ve sömürgeleştirme, Avrupa ve diğer bölgeler arasında ticaret yollarının gelişimini canlandırdı; modern dünya ekonomisinin iskeletini oluşturacak olan uluslararası iletişim ve ticaret ağının gelişimine hız verdi.

Page 42: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Matbaa, Rönesans kültürünü, kadim dönemden kalma metinlere duyulan coşkuyu, bilgiyi ve müteşebbis ruhu Avrupa'nın diğer bölgelerine yaydı. Aynı zamanda, Kilise içerisindeki ihtilafı ateşledi ve 'Reform' olarak adlandırılan dînî parçalanmayı hızlandırdı.Barut Devrimi ve Siyasal DeğişiniToplumun feodal organizasyonu soylu toprak sahipleri sınıfını desteklemiş ve onları savaşçılığa hazırlamıştı. Barutun gelişimi bu sınıfı ortadan kaldırdı. Atlı savaşçılar yeni el silahları ve toplar karşısında kolay hedef haline geldiler. Çakmaklı bir tüfekle donatılmış eğitimsiz bir piyadenin güvenli bir mesafeden bir soyluyu öldürebileceği görüldüğünde, şövalyelik, savaşlardaki öncü rolünü kaybetti; savaşçı soylular savaşta etkisiz hale geldiler ve şövalyeler sivil toplum içerisindeki statülerini de kaybettiler. Piyade askerler Rönesans'taki askeri birlikler içerisinde en önemli birim haline geldiler. Silahlı yaya askerlerin maliyetinin, atlı ve maiyetiyle birlikte bir soylunun maliyetininin çok küçük bir bölümüne denk gelmesi, Avrupa'daki kralları piyade birliklerine yatırım yapmaları hususunda teşvik etti. Bunun bir sonucu olarak ordu sayılarında hızla artış görüldü. Ayrıca, İtalya Savaşları'nda, meydan savaşlarında kullanılan silahların kullanılması silahlı küvetlerde, modern üçüncü bir birimin oluşmasına yol açtı: Büyük toplar.İtalya Savaşları esnasında ordular boyut ve karmaşıklık itibariyle büyürken bir orduyu teçhizatlandırmanın maliyeti de hızla arttı. En zengin aristokratlar bile artık profesyonel askerlerden oluşan geniş çaplı ordular kuramaz oldular. Sadece krallar modern savaş masraflarını karşılar hale geldiler; 'ülkenin tamamının vergilerini toplayan kişi, başka herhangi birinden daha fazla savaşçı kiralayacak güçte olan kişiydi' (Bra-udel 1972, s. 657).Bu şekilde, XV. ve XVI. yüzyıl askeri devrimleri, Avrupa'da 'yeni krallıklar'm yükselişini daha ileri bir noktaya taşıdı (Tilly, 1994). Daha büyük ordular, askeri masrafların artması anlamına geliyordu. Bu durum, yöneticileri, vergilerin daha düzenli bir şekilde toplanması ve yönetilmesi için çareler aramaya itti. Bu çabalar, modern devletin ortaya çıkışını hızlandırırken, hükümdarın gücünü de takviye etti. Böylece Avrupa devletlerinin erken mutlakiyetçi yapısına katkı sağladı; kralı toprak aristokrasisine daha az bağımlı hale getirdi, fakat büyüyen şehirlerdeki ticari sınıflarla ilişkilerini artırarak şehir devletlerinin (Stândestaat) yükselişini destekledi (Poggi 1978, s. 36 vd.) ve Batı Avrupa siyasetinin popüler temsili sisteminin temellerini hazırladı. Mali yapı da, 'diğer kurumları peşinden sürükleyen bir kurum' haline dönüştü (Schumpeter 1976, s. 141).86 J Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi Ulaşımda Evrim, Ticarette DevrimDevletler içerisindeki siyaset halktan gelir elde etmek amacıyla kraliyetin yoğun çabaları sonucu değişime uğradı. Krallıklar, Avrupa'nın ötesindeki bölgelerden de gelir elde etmek için çeşitli yollar aradıklarından, devletlerarası siyasette de değişme görüldü. Uzun mesafeli seyahet-ler, deniz yolculuğunda hız ve konforu sağlayan yeni Iberya gemi modelleri sayesinde olanaklı hale geldi. Bu gelişme, aynı zamanda, denizcilikte doğruluğu giderek artıran matematik, astronomi ve haritacılıktaki yeni gelişmelerle de hızlandı. Pusulanın geliştirilmesi ve usturlabın yenilenmesiyle denizciler artık sadece bir adadan diğerine giderek Avrupa'nın kalabalık kıyı yerleşimleri boyunca hareket etmek zorunda kalmadılar. Cesaretle dünyanın açık denizlerine yöneldiler.XV. yüzyıl boyunca, okyanus tüccarları Güney Avrupa'nın kıyı şehirlerinde giderek önem kazanmaya başladılar. Bu evrim, hem lüks hem de büyük miktarlardaki malların mantar gibi çoğaldığı Lizbon ve Porto gibi Iberya Yarımadası'ndaki şehirlerde dikkate değer ölçüde canlılık gösterdi. Ticaretin gelişmesi, toplumdaki tüccar sınıfının geleneksel kontrollerden özgürleşmesine hız kazandırdı.En büyük tüccarlar kraliyete mensup olduğundan tüccar sınıfının yükselişini abartmak kolaydır. Kraliyet tüccarlarından en ünlüsü, Denizci Prens Henry olarak bilinen Henrique Infante de Portugal'di. Hen-rique'nin sahip olduğu tarihi ünü, Avrupa'nın en iyi haritacılarını ve astronomlarını davet ettiği gerçek bir 'think tank' kuruluşu olan Denizcilik Akademisi'ni kurmasına dayanmaktadır. Kendi icraatlarını sistematik bir şekilde, Batı Afrika ve Atlantik adalarından

Page 43: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Portekiz'e boya ve şeker ithalat ve Afrikalı kölelerin yakalanıp satılması gibi sömergelerden temin ettiği gelirlerle karşılayan ilk krallar arasında yer almaktadır.Henrique (bazen 'Keşifler Çağı' ismi de verilen) genişleme çağını başlatmıştır. Ortaya koyduğu başarılar diğer krallara denizaşırı büyümede kendilerini bekleyen zenginlik ve gücü göstermişti. Bu yüzden 'keşif, rekabete binmiş bir sömürgecilik ve savaşın ateşiyle hedef haline geldi. Anavatandaki krallıklar arasındaki rekabetin niteliğini belirleyen gelişmiş askeri kapasiteler, aynı zamanda, Avrupa dışında yeni toprakların ele geçirilmesi için üstün bir güç sağladı. Gemilere monte edilen toplar, Avrupa'nın denizci milletlerinin Akdeniz, Afrika, Asya ve Amerika kıyıları boyunca hızla yayılmalarını sağladı. Infante Henrique de denizaşırı büyümenin ustalıklı/kurnaz ve psikolojik etkiye sahip bir örneğini teşkil etmektedir: Denizaşırı yayılmanın servet ve ün için yeni fırsatlar aç-Itığmı görenler arasında yeni bir müteşebbis ruhu doğurdu. Yeni dünyanın keşfi, yeni fırsatların farkedilmesine ve kendi içerisinde daha büyük değişikliklere sebep oldu.Matbaa ve Düşüncede DevrimMatbaanın hayat bulması, insan düşüncesinin ifade edildiği, neşre-dildiği ve korunduğu yolda değişiklik yarattı. (Eisenstein 1993). Bu yeni hareketli baskı teknolojisi kullanıma girdikten sonra Avrupa'da hızla yayıldı. 1450 yılı civarında, Johann Gutenberg ilk İncil'leri bastı; 1470 yılına gelindiğinde Köln, Basle, Roma ve Venedik'te matbaalar açılmıştı. Elli yıl sonra, yaklaşık sekiz milyon kitap basılmış oldu (Mandrou 1978, s. 27 vd.).İlk basılan eserler; incil'ler, dua kitapları, dînî nasihatler ve Katolik okuma kitaplarıydı. Daha sonra bunları, her tür eğlence içeren metinler izledi; farklı kalitelerde hikâyelerle fabllar ve başarılı bir şekilde kaleme alınan şövalye efsaneleri gibi (Leonard 1949). XVI. yüzyılın en çok satan kitapları arasında çok çeşitli cep kitapları ve el yazmaları vardı. Tarım, inşaat, tasarım, moda, çömlekçilik, alet kullanımı, araştırma gibi alanlarda rehber kitaplarla haritalar, takvimler, ağırlık ve ölçü birimleri için tablolar en çok talep edilen basılı ürünler arasındaydı. En sonunda Yunan ve Latin klasikleri basıldı; böylece, çağların geçmesiyle küflenen ya da kırılan, hayvan derileri üzerine yazılmış birkaç antik metin de kurtarılmış oldu.Matbaa, metinlerin ve teorilerin dar bir elit tabakanın ötesine de ulaşmasını sağladı. Bunun en hızlı sonucu, çeşitli konulardaki ihtilaf ve karmaşanın yoğunlaşması olmuştur. Örneğin, coğrafya ve haritacılık disiplinlerinin ortaya çıkmasında bu apaçık görülmektedir. Coğrafyacılar dünyadaki çeşitli ülkeleri, halklarını, iklimlerini, kaynaklarını anlattılar ve böylece tüccarlar ve korsanlar için önemli bilgiler sağladılar. Haritacılar haritalar çizdiler. Ticaret ve yağmanın en verimli olacağı yerleri tespit ettiler; bu yerlere ulaşılması için en kestirme ve güvenli rotaları belirlediler. Bir tarafta laik bilim adamlarıyla tüccarlar, diğer tarafta Ortodoks kilise yetkilileri arasındaki çatışmayı körüklemek amacıyla tanımlamalar yapılması ve haritaların çizilmesi o kadar fazla zaman almadı. Bilim adamları, dünya hakkındaki yeni bilgilerin, kara ve denizin bölünmesiyle yeryüzünün sakinleri hususundaki geleneksel İncil temelli münakaşaların çelişkilerini açıkça ortaya koyduğunu ifade etmişlerdir. Yeni haritacılığın, yuvarlak yerküreyi, hem kendi ekseni hem de sabitbir güneş etrafında dönmesi şeklindeki tasviri, kilisenin Filistin çevresinde kurgulanmış bir evrenin merkezinde, düz bir dünya tasavvurunu içeren resmî görüşüyle tezat teşkil ediyordu.Daha da ötesi, matbaa, kilise içerisindeki var olan muhalefet artırdı. Dînî metinler basılıp yaygınlaştıkça kilisenin birlik içerisinde olmadığı, aksine kilise mensuplarının birbirinden farklı fikir ve yorumlar taşıdıkları açıkça ortaya çıktı. Matbaanın gelişmesiyle Avrupa'nın her köşesine vaazlar ve risaleler yayıldı; (bk. s. 90'daki şema, ç.n.) farklı dinlere mensup din adamlarının inancın en temel öğretilerinde bile önemli yorum farklılıkları sergiledikleri görüldü. Ispanyalı ilâhiyatçılar Roma'da-ki meslektaşlarından tamamen farklı görüşlere sahiptiler; Fransa'daki, Polonya'daki, Danimarka'daki

Page 44: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ve pek çok Alman prensliklerindeki ilâhiyatçılardan ne denli farklı düşüncede olduklarından bahsetmeye gerek yok.Baskı sanatıyla birlikte gün yüzüne çıkan kilisenin heterojenliği, kilise reformuna yönelik yoğun talepleri tetikledi. Kilise yetkilileri gelir sağlamak amacıyla, ruhban sınıfından müteşebbislere cennetten endül-jans -inançlı bir kişiye dua, tövbe/günah çıkarma, haç ya da daha da şaşırtıcı olanı peşin para karşılığında verilen belgeler- basılması iznini vermeleri, yüzyıllardır üst üste birikmiş olan memnuniyetsizliklerde bardağı taşıran son damla oldu. Kilisede reform yapılmasına yönelik talepler orta çağdan bu yana duyuluyordu. Bununla beraber, bu talepler, birleşmiş herhangi bir reform hareketi oluşturmuş değildi, çünkü bu talepler, farklı toplumsal ve coğrafi koşullarda birlik sağlayamamıştı. Basılı materyaller mevcut karşı çıkışın doğasını değiştirdi. Hıristiyan Avrupa'nın içerisindeki farklılık bilincini yaygınlaştırdı; fakat aynı zamanda, farklı yorum okullarının sembolü haline gelen birleştirici kilit fikirlerin ve önemli yazarların isimlerini de yaygınlaştırdı.Bu kilit fikirlerden biri, dînî inancın kişisel bir konu olduğu yolundaydı. Bu düşüncenin mimarları arasında Martin Luther ve Jean Calvin yer alıyordu. Luther, dînî inancın, genellikle kamuya açık törenlerle ayinlere katılmak gibi fiilen gösterilmesi söylemine karşı daha uysal ve pasif ilk direnişi şekillendirmiştir. Ayinler, ruhban sınıfı olmaksızın tam anlamıyla gerçekleştirilemediğinden, kilise hiyerarşisi olmaksızın kurtuluşun gerçekleşmesi de mümkün değildi. Luther, ruhban sınıfının bu vazgeçilmez rolünü inkâr etti. Luther (ve Calvin), bireysel niyetlerin, kolektif ritüellere göre inancın daha iyi bir göstergesi olduğunu ileri sürdüler; bu iman 'kalbin doğruluğundan başka bir şey değildi'.ıBu durum, devrimci bir teoriydi. Bu yeni gelişme, o çağın tüccarlarına ve giderek ön plâna çıkmakta olan orta sınıf zanaatkarlarına hitap eden bireyselcilik ve mahremiyet olgularını kapsıyordu. Teorinin yaygınlaştığı bu yol devrimci bir niteliği de içinde barındırıyordu: 1517 yılında, yozlaşmış kilise uygulamalarını hedef alan bu eleştirilerini Luther, 95 madde halinde sıralamış ve bir kilise kapısına çivilemişti. Lut-her'in yaptığı bu eleştirilerin, bilimsel bir zeminde tartışılacağı beklentileri, arkadaşlarının bu metni '95 Maddelik Tez' başlığı altında yayımlayarak dağıtmalanyla gerçekleşti. İki hafta içinde bütün Almanya, bir ay içindeyse bütün Avrupa'da tartışılmaya başlanmıştı (Eisenstein 1993, s. 151 vd.).Olaylar öylesine hızla gelişti ki, kontrolden çıktı. Bu yeni öğretinin patlamalara yol açabilecek siyasal potansiyeli, tüccarların ve orta sınıfın yoğun olarak yaşadığı bölgelerde farkedildi ve yöneticiler içinde kendine hazır bir ittifak buldu. Hollanda'da, Kutsal Roma İmparatorluğu'nda-ki yönetimde ve bağımsız şehirlerde ve ingiltere'de dini özgürlükler için ortaya konan taleplerle devrimler körüklenmiş oldu. Dinde reform çağrılarına sık sık, kendi şahsi siyasal çıkarlarını geliştirme adına devlet adamları ve krallar tarafından kucak açılmıştı. Kuzeybatı Avrupa'nın çoğunlukla kırsal ve göreceli olarak fakir bölgelerinde -Kuzey Almanya, İngiltere ve İskandinavya- Protestan reformu belirgin bir başarı sağladı, çünkü bu reformlar, kurulu kilisenin aleyhine gücünü sağlamlaştırma yolları arayan krallar tarafından desteklenmişti.Çığırından Çıkan ZamanBu karmaşıklıktan siyaset teorisinin önemli bir sorunu ortaya çıktı: Din ve savaş arasındaki ilişki nedir? Bir taraftan, kurulu kilisenin pek çok sözcüsü kafirlere ve sapkınlara karşı savaşma hakkı olduğunu savunuyordu. Özellikle, Ispanyah hukukçular kafirlerin savaş yoluyla cezalandırılması gerektiğini ileri sürüyorlardı; sapkınlar ve kafirler kendilerini Tanrı'nın ve doğa yasasının dışında görüyorlardı ve böylece kendilerinin yargılanmayacaklarını ileri sürüyorlardı. Diğer taraftan, birkaç hukukçu, tarihçi ve felsefeci, askerlerin ve devlet adamlarının siyasal amaçlar, için, dinin içinden haklı gerekçeler oluşturabileceklerini fark etti.XVI. yüzyılın sonuna doğru hukukçular, kralların, kendi maceraper-estliklerini dînî savlarla haklı çıkarmaya meylettiklerini farkettiler. Victoria, dini bir savaş nedeni yapmanın tehlikesine karşı uyarıda bulunanilk İspanyol hukukçulardandır. Kendisi, dînî öğretinin savaşı meşru kılması halinde her hükümdarın, her zaman kendi savaşını kutsal ilan edebileceğini

Page 45: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

gözlemlemiştir. Gentili, dînî iddiaların, 'en aç gözlü insanların icadı olduğunu ve sahtekârlıklarını örtmenin aracı haline getirdiklerini tartışmak suretiyle aynı görüşleri dile getiriyordu. Ona göre din, Tanrı'yla insan arasındaki bir olaydı. Köken itibariyle kutsaldı ve 'din yasaları insanla insan arasında tam anlamıyla var olmadığından hiçbir insanın hakkının dînî farklılık nedeniyle ihlal edilemeyeceğini, ayrıca din nedeniyle savaşmanın kanuni olmadığını' ileri sürüyordu. "Bir insan sapkın olduğundan ötürü şikayet edemez, çünkü diğerleri din açısından ondan farklı inançlara sahiptir" (Gentili 1964).Dinin, savaş için yeterli bir haklılık gerekçesi olmadığı iddiası, dînî inancı kişisel bir mesele ve bireysel bir hak olarak gören modern anlayışı desteklemektedir. Dînî hoşgörü, siyasi durgunluktan faydalanarak hız kazandı ve görünüşte hiçbir kazananın olmadığı din savaşları devam ederken de artış gösterdi. 1555 yılında, hoşgörü kavramı, çeşitli AlmanIprenslikleri arasındaki dînî çatışmalara, bir çözüm sunan Augsburg Anlaşmasında ön plâna çıktı. Bu anlaşma her bir hükümdarın, kendi krallığının dinini belirlemede karar organı olması gerektiğini ileri sürdü. Bu durum diplomatik bir çıkar yol anlamına gelmesine rağmen, entelektüel bağlamda memnuniyet verici değildi. Prensliklerde dînî hoşgörünün yaygınlaşması için henüz zaman gelmemişti; bu durumun, cuius regio, eius religio ilkesi olarak genel kabul görmesi için bir yüzyıl daha beklenmesi gerekiyordı. Buna karşın, Augsburg Anlaşması, savaşta ve dinde, hükümdarın otoritesi hakkında yoğun bir tartışma dönemini başlatmış oldu. Bu tartışma, yeni uluslararası düzenin temelleneceği şartların açıkça ifade edileceği 1648 yılında imzalanan Westphalia Anlaşması'na değin devam etti. Augsburg ve Westphalia Anlaşmaları arasındaki uzun dönem, bölünmüş Avrupa'daki dînî savaşların daimî artışına işaret etmiştir. Bu dönem aynı zamanda, uluslararası ilişkiler teorisi tarihindeki en şekillendirici dönemlerden birini teşkil etmiştir.Çağın TezatlarıToplumsal değişmenin harekete geçirici gücü, toplum felsefecilerini böldü. Birkaç siyaset düşünürü, çalkantılı dönemlerde ve belirsiz gelecekle yüzyüze kaldıklarında eski entelektüel gerçekliğini yeniden kurmak için mücadele ettiler (Ferrari 1860, s. 298 vd.). Fakat hepsi de, geleneksel bilginin rahatlatıcı kesinlikleriyle entelektüel bakımdan cazip yeni yükselen hoşgörü ruhu ve etikle pragmatik, Aquinas ile Machiavel-li arasında parçalanmıştı. Innocent Gentillet, 'Anü-Makyavelist' isimli eserinde geleneksel öğretiyi savunuyordu. Francis Bacon ise, 'Deneme-ler'de Machiavelli'ye destek veriyordu.Değişen zamanlarla mücadele, Justus Lipsius'un yazılarında daha belirgindir. Lipsius, Machiavelli'yi reddetmiş ve geleneksel virtü kavramını, katı ahlak, bilgelik, adalet, cesaret ve ölçülülük gibi kurulu Hıristiyan değerleriyle olduğu kadar Yunan ve Roma klasikleriyle de uyuşan faziletlerle belirlenmiş bir nitelik olarak yeniden diriltmeye çalışmıştır. Lipsius, 1589 yılında yazdığı 'Politika' isimli eserinin birinci bölümünde virtû'nün klasik bir tanımını ayrıntılarıyla yapmakta ve büyük bir çaba harcayarak onu hükümdarlık yönetiminin ahlâki temeli olarak kabul etmektedir. Fakat, daha sonra, aslında, hükümdarın gerçekte böylesine yüksek etik standardı takdir edip edemeyeceği sorusunu sormaktadır. Hepsinden öte, Platon'un Cumhuriyetinde değil de -tam anlamıyla kötülüğün hakim olduğu bir ortam olmasa da- insanların iki yüzlü olduk-larının bilindiği bir dünyada yaşadığımızı ileri sürmektedir. Buna göre, hükümdarların, siyasal hedeflerini gerçekleştirme adına hem yalancılık hem de hileye sık sık başvurduklarını fark etmezsek çok safça davranmış oluruz.Benzer bir çatışma, Dominikyan rahibi, felsefeci-şair ve siyasal anlamda devrimci olan Tommaso Campanella'nın (1568-1639) çalışmalarında da görülmektedir. Geçiş döneminin önemli bir düşünürü olan Campanella Katolik ilahiyatını Rönesans bilimiyle uzlaştırmaya çalıştı. Eserleri, hem yoz astrolojik hurafelerden bazılarını hem de dînî fanatiklik ve yaşadığı dönemin en gelişmeci düşüncelerinden bazılarım içermektedir.1 Campanella, dünyanın iki merkezi olduğunu söylüyordu: Birisi yeryüzüyle ilişkili ve karanlık, soğuk ve kinle yoğrulmuş olan; bir diğeriyse güneşle ilişkilendirilen parlaklık, sıcaklık ve aşkla yoğrulmuş olan. Campanella, Machiavelli'yi dünyanın önde gelen teorisyeni olarak tanıtmaktadır ancak onu, dini, siyasal bir araç seviyesine

Page 46: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

indirgediğinden ve egoist muhakeme ve bireysel çıkarın alçakça öğretisiyle insanoğlunun manevi topluluğunu parçaladığından ötürü kınamıştı. Campanella, kendi siyasal düşüncelerini Rönesans hümanistleri için bir panzehir olarak görüyordu ve 1602 yılında yayımlanan 'Güneş Şehri' (La citta del sole) isimli eserinde bunları dile getiriyordu. Eser, akıl, aşk ve toplumsal dayanışma ile yönetilen ideal bir devlet önerisinde bulunan Pla-ton'un 'Cumhuriyeti, More'un 'Ütopyası' geleneğini devam ettiren siyasal bir diyalogdur. Fakat bu, aynı zamanda, çağdaş siyaset üzerine sert eleştirileri de içermektedir. Bu ikili yapı 'İtalya Prenslikleriyle İlgili Siyasal Metinler' (Discorsi politici ai principi d'ltalia) (159?) isimli eserinde daha da belirgindir. Bu eserinde Campanella, iki kutup/gerilim noktası tarafından oluşturulmuş Avrupa ilişkilerini gözler önüne sermektedir: Bir taraftan Türkler ve Habsburglar arasındaki mücadele, diğer taraftan Habsburglarla Valoislerin mücadelesi. Aslında Campanella, bir dönem Rönesans hümanizmine muhalifken, daha sonra bunun tam tersi bir tavır takmabilmektedir. Bir yerde, 'akıl devleti' fikrine muhalefet ederken, bir başka yerde bu kavramı kullanmaktadır. Campanella, kuvvetler dengesi ilkesini bile kullanmaktadır. İspanya'yı ele geçirmesi için, İtalyan yöneticilerin Fransa'ya yardımcı olduklarını dile getirmektedir. Bu politikanın, İspanya'nın gücünü yitirmesi, Fransa'nın da en büyük güç olması halinde İtalya'nın bunun tersini yapacağını söylemektedir. Bu tür paradokslar, çağın çelişkilerini yansıtmaktadır: Hatta Machiavelli'nin en azgın muhalifleri bile onun fikirlerinden istifade etmekte ve ona öykün-mektedirler. Aslında Campanella'da olan şey, yoğun bir şekilde mücadele ettiği şeye karşı, o şer Machiavellizm düşmanının onu yenmesi ve ilk andan itibaren kendi üzerinde egemenlik kurmasıdır' (Meineckke 1957, s. 102).Karşılaştırılabilir zıtlıklar, Giovanni Botero'nun (1540-1617) çalışmalarında çok açık bir şekilde yer almaktadır. 'Devlet Aklı' (1956 [1589]) isimli eserinin ilk sayfalarında Botero kendisini Machiavelli'nin muhalifi olarak tanıtır; Lipsius ve Campanella gibi adalet ve güvenilirliğin bir yöneticinin ihtiyaç duyduğu nitelikler olduğunda ısrar eder. Bununla beraber, zamanla Botero, Machiavelli'nin argümanlarının çoğunu benimsemiştir. Örneğin, bir yöneticinin, böyle bir davranışın özünde iyi olmasından ötürü değil, ona iyi niyet ve prestij kazandırdığından ötürü faziletliymiş gibi davranması gerektiğini tavsiye eder (Botero 1956, s. 96). Bencilliğin, bütün siyasal icraatların temelinde yattığı konusunda onunla hemfikirdir; 'hükümdarların çıkarları tarafından alınan kararlarda, bu eylem daima her bir diğer argümanı hesaba katmayacaktır' (s. 41). Hatta, "ragione di stato, ragione d'interesse'den farklı değildir." ifadesinde olduğu gibi (Meineche'den alıntı, 1957, s. 69) Machiavelli'nin hükümdarın kişisel çıkarının devletin çıkarıyla eşdeğer olduğu yönündeki iddiasını tekrar eder.Botero'nun kaleme aldığı 'Akıl Devleti' isimli eserinin ilk beş kitabı Machiavelli'nin 'Hüfeümdar'mdaki konularla paralellik arz etmektedir; devletin doğası, yöneticinin sahip olması gereken yetenekler, halkların farklı sınıflarda oluşu ve onlara nasıl davranılacağı vb. Altıncı kitap, iç meselelerden dış meselelere, iç işlerinden dış politika ve uluslararası ilişkilere doğru bir dönüşümü ele almaktadır. XVI. yüzyılda yaşamış pek çok yazar gibi Botero da, orduların kurulması, surların inşa edilmesi ve karargâhların korunması gibi, pratik ilişkilerin kabul edilen gerçekliklerini dile getirmiştir. Fakat o, aynı zamanda, çağdaşlarına göre daha geniş bir perspektifi ve verimli imgeyi de gözler önüne sermektedir. Yaptığı gözlemlerden bazıları oldukça aydınlatıcıdır; mesela, İtalya ve Almanya, aralarındaki barışı koruyabilmişlerdir çünkü kuvvetleri dengededir' (Botero 1956, s. 125). Diğer gözlemleri sıradandır; su debisi yüksek olduğundan dünyadaki bazı nehirlerin ticaret ve denizcilik için uygun olduğu gibi.Botero'nun uluslararası analizlerinin en orijinal yönlerinden biri ekonomik faktörlere dair olanıdır. Machiavelli ve Guicciardini silahlı kuvvetlerin devletin en temel organı olduğunu ileri sürerken, Botero (7.Kitapta), üretim ve uluslararası ticaretin de hayati önem taşıdığını, çünkü böylesi aktivitelerin, bir hükümdarın gerekli olan gücü satın, alabileceği zenginliği yarattığını ilâve etmektedir. Botero, aynı zamanda, (8. Kitapta) güçlü olması için, bir ülkenin yoğun bir nüfusa sahip olması gerektiğini

Page 47: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

açıklar, çünkü nüfusun çok olması demek büyük bir ordu, daha çok vergi ve daha büyük bir ekonomik etkinlik anlamına gelmektedir. Öte yandan, nüfusun ülkenin kaynaklarını tüketecek denli aşırı olmaması da önemlidir. Şayet nüfus aşırı olacak olursa, kıtlığa, yoksulluğa, hastalıklara ve kıskançlıklara yol açacak ve devletin birliğiyle gücünü tehdit altına sokabilecektir.2 Kalabalık veya aşırı kalabalıktan ölmeye başlayan arıların kovanı terk etmesi gibi hükümdar, aktif bir sömürgecilik siyaseti izlemedikçe ve nüfusun fazlasını yabancı topraklara göndermedikçe bu tehdit böylece devam edecektir (s. 156).XVI. YÜZYILDAKİ İKİ GELENEK: İSPANYA VE İTALYA1492 yılında, Kolombus Yeni Dünya'ya ilk seyahatine çıktı. Onun bu keşfini, en sonunda büyük bir Amerikan kolonisinin kurulacağı on beş yıllık kıyı keşifleri takip etti. 1508 yılından sonra, keşiflerin içeriği değişti. İspanya, daha sonraki keşifler için üs olarak hizmet vermesi amacıyla Antiller'e sürekli üsler kurmaya başladı. İlk denemeler 1518 yılında tamamlandı. Takip eden yirmi yılda İspanyol askerler, bütün Amerika iç bölgelerinin geniş çaplı keşfini gerçekleştirdiler. Hernan Cortes, 1519 yılında Meksika'nın Aztek Imparatorluğu'nu fethetti; Fransizco Pi-zarro, 1533 yılında And Dağları'mn İnka Imparatorluğu'nu ortadan kaldırdı. Yıkıma uğrayan bu iki yerli imparatorluğun bağrından İspanyol fatihleri, El Dorado'yu takip ederek Güney Amerika topraklarına yayıldılar. 1540 yılma gelindiğinde, yirmi beş yıllık yoğun bir çabanın sonunda büyük keşif çağı kapanmış oldu. Açılan bu yeni çağ macera ve zenginlik arayanlar için umulmadık fırsatlar yarattı; aynı zamanda, kavramsal karmaşaya, yasal ve etik ikilemlere yol açtı.Politika ve İmparatorluk: İberya GeleneğiCortes ve Pizarro, gelecek nesillerin hayaline ilham kaynağı olan bir parlak fikir ve cesaretle Amerika'yı fethettiler. Onların peşinden, aç gözlülükleri yerlilere karşı akla hayale gelmeyen zalimlikler işlemeye sevke-den sömürgeciler geldi. Bu eylemlerine yasal ve dini sofizm tarafından göz yumuldu. Örneğin, Juan Gines de Sepulveda (1490-1573), V. Char-les'in rahibi ve II. Philip'in eğitimcisi, bu yağma politikasını ve soykırımı savundular. Diğer taraftan Bartolomeo de Las Casas (1474-1566), yerlilerin haklarını savunan biri olarak ün kazandı (Alker 1992). Yeni Dünya'ya yapılan çok meşakkatli ve tehlikeli seyahatler çağında yerlilere karşı adil ve insani muamele için İspanya Kralı'na sürekli ricalarda bulunmak amacıyla 14 kez Atlantik'i geçti. Bu tartışma, 1550 yılında doruk noktasına ulaştı ve Las Casas, Valladolid'de bir grup ilâhiyatçı ve hukukçunun önünde ünlü konuşmasını yaptı. (Hanke 1974). Las Casas, bu zihinsel mücadeleden zaferle çıkan taraf oldu. Fakat bu zafer hukuk teorisi ve ahlâk felsefesi üzerindeki tartışma kapsamında gerçekleşti; gerçek hayattaki yerlilere reva görülen zalimlik azalmadan devam etti. İspanyol Amerikalıların nüfusu XVI. yüzyılın başlarında elli milyondan XVII. yüzyılda 4 milyona kadar düştü (Stavrianos (1981, s. 80).Yerlilere karşı girişilen bu katliamın ahlâki ve meşru çehresi İspanya'da tartışmaya devam edildi ve devam eden tartışmalar uluslararası ilişkiler kavramının gelişmesine neden oldu. Francisco de Vitoria (1480-1549) ve Domingo Soto (1494-1560) gibi yazarlar denizcilikle ilgili konularda daha sistematik bir uygulama gündeme getirerek uluslararası yasa kapsamını genişlettiler. Söz konusu tartışma özellikle 'ilk profesör' olarak ünlenen Vitoria'nın yurdu olan Salamanca'daki ünlü üniversitede yoğun bir şekilde gündeme geldi. 1532 yılında Vitoria, İspanya'nın, fatihlerin keşfettikleri yeni dünyada bu yeni insanları yönetmeye hakları olup olmadığını tartıştığı 'Yakın Geçmişte Keşfedilen Yerliler Hakkında'yı (De indis noviter inventis) yazdı. İspanyolların yerlilere karşı savaşının hangi şartlar altında doğru olabileceğini tartışan bir çerçevede konuyu ele aldığı bu kitabı 'ispanyolların Barbarlara Karşı Savaşma Hakkı' (De jure belli Hispaniorum in barbaros). (153?) isimli eser takip etti. Bu iki eser birbirini tamamlamaktadır. Birinci kitap barışın ön koşullarını; ikincisi ise savaşın nedenlerini ya da haklılık gerekçelerini tartışmaktadır. Birlikte ele alındıklarında bu iki eser barış ve savaş kanunu üzerine Batı düşüncesindeki ilk açıklamalardır.Vitoria, ilk incelemesi, De Indis'de, Yeni Dünya'daki fatihlerin varlığını büyük bir sorun olarak kabul etmemektedir. Herkes doğal olarak seyahat etme hakkına sahiptir. Bu yüzden, İspanyollar yerlilere zarar vermedikleri ve yerliler onları

Page 48: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

engellemediği taktirde bu ülkeler seyahat etme ve ikame etme hakkına sahiptirler' (Vitoria 1934a, s. xxxvi). Bununla beraber, Vitoria şu gerçeği belirtir ki, ispanyollar Amerika kıtasına vardıklarında Yerliler hem kamusal hem de özel anlamda mülkiyetsahibidirler. Fakat Yerliler kafir olduklarından bu mülkiyetlerin gerçek sahipleri olabilirler mi? Fatihler bu soruya olumsuz cevap verdiler, çünkü Hıristiyanların, kafir Yerlilerin mallarını ve topraklarını ele geçirme hakları olduğunu ileri sürdüler. Vitoria bu öneriyi reddetti. Ona göre; Yerliler kendi mallarını hem kamusal hem de özel alanlarda, Hıristiyanlar gibi kullanım hakkına sahiptirler. Hıristiyanlar, bu malların gerçek sahibi olmadıklarından, ne Yerlilerin hükümdarlarının ne de özel şahısların sahip oldukları mülkler ellerinden zorla alınamaz' ve bu malların gerçek sahipleri olmadıkları iddiasına dayanarak ne hükümdarlar ne de özel kişiler, kendi mülklerinden mahrum edilemezler (s. xiii.).Vitoria, ikinci eseri olan De jure belH'de, İspanyol fatihlerinin yeni dünyada Yerlilere karşı yaptıkları savaşın meşruiyetini sorgulamaktadır. Bu eser, Amerikalılar yerine İspanyolların siyaseti üzerinde durmaktadır, çünkü eser savaş açma yetkisine kimin sahip olduğu gibi karmaşık bir soruya cevap bulmaya çalışmaktadır. Vitoria'nın bu argümanı, St. Augustine'nin herhangi bir özel şahsın gerektiğinde kendisini ve mülkünü silahlı birliklerle savunma hakkına sahip olduğu yolundaki düşüncesiyle başlamaktadır. Fakat Vitoria, bir süre sonra özel şahıslar ve devletlerarasındaki Augustine'nin analojisinin ötesine geçerek, 'Şahıslar sadece tehlike anında savunmaya başvurabilirlerken, devletler silahlı birliklerini saldırı amaçlı olarak da kullanabilmektedirler' demektedir. Örneğin, devletler intikam alma ve yakın geçmişteki katlanmak zorunda kaldıkları hataları giderme hakkına sahiptirler. O zaman, devletlerarasındaki bir savaşta 'kamu yararının savunulmasının' gerektirdiği her şey meşrudur. Bu kötü bir ündür, çünkü savaşın hedefi ve amacı devletin savunulması ve korunmasıdır' (Vitoria 1934b, s.lv). Bir devletin savaşma yetkisi hükümdarla alâkalıdır, çünkü 'otoritenin temsilcisi ve kullanıcısı hükümdardır ve yasal hükümdarların bulunduğu bir devlette bütün yetki onların elindedir; kamuya/halka dair ne savaşta ne de barışta hiçbir şey yapılamaz' (s. lii).Vitoria, hükümdarın devlet otoritesinin seçkin temsilcisi olmasına rağmen, savaşla ilgili icraatları hususunda kısıtlamaların zorunluluğunu onaylamaktadır. Bu kısıtlamaları belirlemek için Vitoria yeniden Augustine'nin, 'adil bir nedene dayandığı sürece savaş meşrudur' sözüne atıfta bulunmaktadır. Böylece, 'Adil bir savaşın nedeni ne olabilir?' sorusunu sormaya yönelmektedir. Sorduğu bu soruya verdiği cevapta Vitoria, 'din farklılıklarını, imparatorluğun sınırlarının genişletilmesini ve hükümdarın kişisel kazancını' adil birer savaş gerekçesi olarak kabul etmez. Ta-Iarruz (savunma değil, saldırı) savaşının sadece bir tek haklı gerekçesi olabilir, o da 'yanlış algılamak'. Bir taarruz savaşı, bir hakkın ihlalinin cezalandırılması durumunda adildir. Ûte yandan uyarmaktan da geri duramaz. Savaş, aşırı bir cezalandırma yöntemidir ve her hak ihlali savaşı meşru kılmaz; böyle bir durumun, medeni toplumda suç işleyen her hatalı kişinin en aşırı şekliyle cezalandırılmasının meşruluğundan farkı yoktur. Bir taarruz savaşı hakkında düşünüldüğünde, hükümdar kamu refahı karşısında devletin savunmasını dengelemeyi aramak zorundadır; hükümdar sürekli suçu önlemeye yönelik cezalandırma tedbirleri almak ve adaleti daha da yoğun bir şekilde tesis etmekle ilgilenmelidir (s. liv).Vitoria, devlet güvenliğinin, kamu refahının ve adaletin her zaman çakışmadığını ileri sürmüştür. Sonuç olarak, hükümdar sık sık birbiriyle çelişen çıkarlar arasında ayrım yapmak zorunda kalır. De jure bdli'nin son sayfalarında bu çeşit çıkarlardan bahsetmekte ve bunları Yerlilere karşı İspanyol fatihlerinin savaşıyla ilişkilendirmektedir. Vitoria, dinin, Hıristiyan yöneticiler tarafından imparatorluklarını genişletmek, kendi kişisel kazanımlarını ve ünlerini artırmak amacıyla kullandıklarını ortaya koymaktadır. Vitoria, hükümdarın birliklerini bir taarruz savaşına göndermeden önce danışmanlarına bilgi vermesini önermektedir. Bu durumun heyecanh-istekli yöneticileri kısıtlayacağını söylemektedir; örneğin Tanrı'yla ilişkili özel kazanımlarıyla

Page 49: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

olduğu kadar Tanrı'yla ilişkili olmayan hükümdar gibi. Savaşçı hükümdarların icraatları acele ve faydasız savaşları önlemek amacıyla sınırlandırılmalıdır.Vitoria, Hıristiyan askerlerinin yasal olarak taarruz savaşlarına katılmalarını gerektiren sebepleri bulunduğunu, dinin tek başına bu gerekçeleri oluşturamayacağını söyleyerek bu konudaki görüşlerini bitirmektedir. 1500'lü yıllarda Amerikan Yerlilerine karşı gerçekleştirilen savaşları meşru gösterebilecek koşullar mevcut muydu? Kendilerini savunmak amacıyla ispanyollar yasal bir şekilde yerlileri kılıçtan geçirip köleleştirebilirler miydi? Vitoria'nın bu sorulara cevabı muğlaktır. Bir taraftan salt kendi başına bir masum insanı öldürmenin meşruiyetini inkâr ederken, öte taraftan, olup bitenleri seyreden (p.68) masum kişilerin her zaman için askeri eylemlerin sebebi olduklarını ve bunun engellenemediğini kabul ediyordu. Öyle ki sivilleri korumanın askeri harekâtların başarısını tehlikeye atması durumunda sivillerin, bilinçli bir şekilde öldürülebileceğini ifade ediyordu. Vitoria'nın argümanı, bir düşmanın, kayıplarını suçlu kişilerden olduğukadar masumlardan da karşılayabileceğini tasdik etmesiyle oldukça karışık bir hal almıştır. Bu durumun kabul edilmesi, sürekli her iki taraftan birinin, sivil halktan, kayıplarım telafi etmesini istediği sonu gelmeyen misillemelere yol açacaktır.Bu son tartışmadan açık bir sonuç çıkmaktadır: İki tür savaş arasında kesin bir ayrım vardır; bir tarafta, Hıristiyanlarla putperestler arasındaki savaş, öte yanda Hıristiyan uluslar arasındaki savaşlar. Sivillerin kökleştirilmesi birinci tür savaş için geçerlidir, fakat ikincisi için geçerli değildir. Vitoria, Hıristiyanların, savaş hukukuna göre köleleştirileme-yeceği, Hıristiyanlığın kabul edilmiş bir kuralı olduğunu ve bu köleleştirmenin, Hıristiyanların kendi aralarındaki savaşlarda meşru olmadığını açıklamaktadır (s. lxiv-lxv).Politika ve Denge Unsuru: İtalyan GeleneğiVitoria'nm Yerlileri savunması bir şekilde son derece modern bir yaklaşımdır. Örneğin, onun bu tartışması özel mülkiyete sahip olma, seyahat etme ve ticaret yapabilme haklarının beyanını da içermektedir. Diğer açılardan, bu çalışma, orta çağ sorunlarıyla doludur; örneğin, savaş ve barış tartışmaları, Aristo'ya, Augustine'ye, Aquinas'a ve bu klasik yazarların kutsal ve doğa kanunlarına dayanmaktadır.Vitoria'nm siyaset görüşünde, bireysel karar alıcılar, hükümdarlar, askerler ve onların karşı karşıya kaldıkları seçeneklerle eylemlerinin doğası ve onların ahlaki ve yasal etkileri hakimdi.Vitoria'nm Iberyalı olmayan çağdaşları bireylere ve etige daha az özen gösterme eğilimindeydiler. Özellikle, İtalyan teorisyenler kurumlar arasındaki ilişkilere vurgu yapıyorlardı. İtalyanlar uluslararası ilişkileri etik seçenekler bağlamında değil, devletlerin kendi aralarındaki etkileşimler bağlamında görme eğilimindeydiler.Vitoria, Avrupa'nın Atlantik kıyısında yer alan, dinen Ortodoks bölgelerinden biri ve Karşı Reform'un arkasındaki öncü güç olan İspanya'da yazıyordu. Botero, Gentili ve diğer birkaç yazar, Avrupa'nın en pragmatik ve canlı merkezi olan geç dönem Rönesans italya'sında düşüncelerini kaleme alıyorlardı. Daha da ötesi, Vitoria giderek genişlemekte olan bir imparatorluğa mensupken ve imparatorluğun genişlemesinin doğurduğu ahlâki problemle yüz yüzeyken, İtalyan meslektaşları tehdit altındaki şehir devletlerinin sakinleriydilerdevletlerinde yaşıyorlardı ve düzen ve güvenlik konularıyla yakından ilgiliydiler. Kültürel ve siyasal bağlamdaki böylesi farklılıklar. XVI. yüzyıl Iberya yazarlarının,niçin modern uluslararası kanunun hukukun temellerini oluştururken, İtalyan meslektaşlarının kuvvetler dengesi teorileri geliştirdiklerinin açıklanmasına yardımcı olmaktadır. İtalyanların devletlerarası ilişkiler ve devlet gücü konusundaki bilinçleri Belli, Paruta, Boccalini ve diğer yazarlarda son derece açık bir şekilde ortadadır.3Alberico Gentili (1552-1608) özellikle italyanların ilkeleri ve bakış açısını yansıtmaktadır. Gentili, uluslararası siyasetin temel birimleri olarak insanları değil, devletleri kabul etmektedir; fakat, aynı zamanda, devletlerarasındaki etkileşimi düzenlemek amacıyla meşru kodlara ihtiyaç olduğunu da ifade etmektedir. Gentili'nin Savaş Kanunu Hukuku Hakkında Üç Kitap (De jure belli libri tres) isimli en meşhur çalışması, çağdaşlarının pek çoğunun kale yapıları, askerlerin disiplini ve şehir savunmasıyla ilgili miyop yaklaşımlarından

Page 50: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

farklılık göstermektedir. Kitapların birincisi genelde, 'Savaş nedir? Kim savaşır? Ve 'savaşa yol açan nedenler ve savaşı haklı meşru kılan gerekçeler nelerdir?' türünden sorulara cevap arandığı savaşı konu almaktadır. İkinci kitap bir savaş halindeki plânlı harekâtı sürdürmenin meşru zeminini ortaya koymaktadır. Üçüncü kitap, savaşın sonuçlarını ele almaktadır. Gentili'nin tanımıyla, savaş kamu yetkilileri arasındaki şiddetli bir çatışmadır. Aksine, savaş harekâtı ise örneğin, savaş olarak kabul edilemeyecek korsanlıktır. Savaşta yer alan taraflar, bağımsız egemenler ya da daha yüksek bir yasal yetkiye bağlı olmayan halk olmak zorundadır; korsanlar hiçbir egemen yetkiye boğun eğmezler. Buna karşın, örneğin korsanlık karşıtı harekatlar savaş olarak değerlendirilemez. Savaşlara katılan taraflar, ya bağımsız hükümdarlar ya da daha yüksek bir hükümete tabi olmayan kişiler olmalıdır ve korsanlar da hiçbir egemen otoriteye boyun eğmezler.Gentili'ye göre, hükümdarlar devletin en yüksek otoritesini temsil etmektedirler. Devletler hiçbir yüksek otoriteye bağlı olmadıklarından, bunlar arasındaki tartışmalar rutin bir şekilde ortaya çıkacaktır. Hükümdarın birincil görevi vatandaşlarının güvenliğini ve mutluluğunu gözetmek olduğundan, böylesi çekişmeler sık sık savaşla sona ermektedir. Devletlerarası ilişkilerin bu görüntüsü Guicciardini'nin akıl devleti fikrini hatırlatmaktadır. Gentili'nin, savaşın doğası hakkında Vitoria ya da Botero'nun görüşlerine ekleyebileceği bir şey yoktur. Bununla beraber, devletlerarasındaki müzakere edilen anlaşmalar hakkında birkaç önemli noktayı formülleştirmektedir. Kısmen hukukçu, kısmen siyasetçi, kısmen de diplomat olan Gentili, devletlerarasındaki ilişkiyi düzen-leyebilecek ve savaşları asgari düzeye indirebilecek kuralları saptamak amacıyla tecrübelerinden yararlanmıştı.Gentili için, devletlerarasındaki çatışmalar kaçınılmazdır. Böylesi çatışmalar ortaya çıktığında, ya müzakerelerle ya da güç kullanılarak çözümlenebilirdi. Gentili müzakere edilen anlaşmaların arzu edilebilirliğinin önemle üzerinde durmakta ve hükümdarların sahip oldukları farklılıklar konusunda üçüncü taraf olan hakeme gidilmesini önermektedir. Bununla beraber müzakeler, çatışma halindeki hükümdarlar müzakere konusunda hemfikir olduklarında bir seçenek sunabilir. Çünkü müzakere etmek için bağımsız hükümdarları zorlayacak daha üst düzey otorite mevcut olduğundan, hükümdarlardan biri böylesi bir işlemi reddettiğinde savaş bu anlaşmazlığı sona erdirecektir.Gentili, savaşı devletlerarası etkileşimin bir bölümü olarak görmesine rağmen, savaşın insanlığın doğal koşulu olduğunu tartışma konusu yapmamaktadır. İnsan türünü zorunlu bir toplumsallık içinde kabul etmektedir (1964, s. 53 vd.). Bütün insanlar akrabalık ilişkileriyle ve karşılıklı ihtiyaçlarıyla birbirlerine bağlıdırlar ve biri diğerine yardım borçludur. Gentili daha sonra bu nedenselleştirmesini, insan toplumu görüşüyle benzerlik kurmak suretiyle devletler düzeyine genişletmekte ve bunu devletler topluluğuna uygulamaktadır (s. 67). Gentili, buna paralel olarak egemenlik uygulamasına konu olan hem kara parçasının hem de okyanusların bu kapsama girdiğini ileri sürmektedir. Bütün devletlerin, ticari ilişkiler geliştirmek ve yabancı limanlarda güvenli bir şekilde sığınabilmek için denizcilik bilgisine sahip olma hakları vardır. Hiçbir devlet, kendi egemenlik bölgesinden kötü bir niyet taşımaksızın geçmekte olanlara engel çıkaramaz. Bu hak, bütün insanlığın doğal hakkıdır ya da Gentili'nin ifade ettiği gibi 'doğal imtiyazlar'dır ve devletler topluluğunun temel ilkelerini oluşturmaktadırlar. Bu temel ilkeleri savunmak amacıyla savaşın adil olduğu söylenebilir. Gentili'nin deyişiyle 'doğanın bize tanıdığı kimi imtiyazlar başka insanlar tarafından inkâr edildiğinde savaş doğal olarak kabul edilebilir. Örneğin, bir yolu kullanım hakkımız engellendiğinde ya da sığınabileceğimiz limanlardan çıkartıldığımızda ya da ticaretten alıkonulduğumuzda' (s. 86). Doğanın sunduğu imtiyazların inkâr edilmesi bundan zarar gören taraf için sadece yasa dışı bir uygulama değil, aynı zamanda, bütün insan toplumu için de bir suç teşkil etmektedir. Toplumun dayandığı söz konusu doğal imtiyazları korumak ve savunmak için diğer devletler, zarar gören tarafın savunmasına yardıma koşmalıdır. Dürüst bir adamın, zarar görmüş ve-ya tehlike içerisindeki birine yardıma koşmasının onun şerefiyle ilişkili olduğunun toplumda yaygın bir şekilde kabul edildiğini ileri sürmektedir. 'Doğal

Page 51: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

yasayla hukukta bir başkasına yardım etmeye bağlıyız.' demekte ve şöyle devam etmektedir:Bu gibi şeyler bireysel durumlarda doğruysa, bir başka akrabasını, yeğenini, kardeşlerini yardıma çağıran egemenlerin durumlarında kim bilir ne kadar doğrudur. Hükümdarların konumunda daha da fazladır, çünkü şayet bir vatandaş diğerini savunmazsa, hatalı olan taraftan intikam alacak ve kayıpları tazmin edecek bir yargıç vardır; fakat başlangıçtaki yapılanlardan kötülükleri engellemek yerine bir kötülük için çare bulmayı tercih edecek aynı hükümdar olmadıkça hükümdarların yaptıkları hataları giderecek ve bundan doğan zararları tazmin edecek hiç kimse yoktur (s. 70).Benzer yaklaşımlar Gentili'nin 1584 yılında yayımlanan ve elçilerin dokunulmazlığı ilkesini irdeleyen Orta Elçilikler (De legationibus) isimli eserinde de geçmektedir.Gentili'nin argümanı, içişleri ve devletlerarası ilişkiler arasındaki ortak farklılığı yansıtmaktadır. İç politika sivil bir yargıcın gözetiminde gerçekleşmektedir, halbuki uluslararası politika daha üst düzeydeki dünyevi bir otoriteye konu olan egemen devletlerarasındaki etkileşim anlamına gelmektedir. Gentili'nin bu görüşünde uluslararası politikanın ilkesel gerçekliği insanoğlunun bireyselliği yerine devletlerle ilgili olduğu yönündedir. Bu ayrımla Gentili, devletlerarasındaki etkileşimin çıkarların ne tam anlamıyla çatışmasını ne de çıkarların tam anlamıyla ör-tüşmesini dile getirdiğini ilâve etmektedir; bu durum karmaşık bir çatışmalar dengesi ve iş birliğidir. Ülkelerin birbirleriyle baş etmelerinde bütün devletler yalın kurallarla ve toplum kurumlarıyla birbirine bağlıdırlar. Bu argüman, Gentili'nin daha az bilinen ve ancak ölümünden sonra 1603 yılında yayımlanan 'Hispanica advocatio' isimli eserini hatırlatmaktadır. Bu eser, Gentili'nin İspanya'nın Hollanda karşısında yapması gereken tavsiyelerle ilgili bir takım notları içermektedir. Bu ittifak oluşturmada, Gentili doğal tarafsız devletler kadar savaş hakları ve yükümlülüklerini belirleyen temel ilke olarak teritoryal toprak egemenliği öğretisi için veciz bir olayı dile getirmektedir.EGEMENLİĞİN KAVRAMSALLAŞTIR1LMASIGentili'nin devletler topluluğu anlayışında, savaş doğal bir durum değildir. Bununla beraber, bu olgu yaygın bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Savaş, sadece adil araçlarla ve sadece gerçek otorite sahiplerince adil bir nedenle gerçekleştirilmelidir. Fakat, Gentili'ye göre, kimin 'hakiki bir otorite' sahibi olarak düşünülmesi gerektiği noktasında cevabı belli olmayan bir soru vardır. Gentili, sadece kamu otoritelerinin, savaş açma yetkisi olduğuna ve sadece devletlerin, böylesi otoriteler olarak düşünülebileceklerine dair modern bir düşünce sunmaktadır. Hükümdarın haklan ve görevlerini konu alan bir tartışma vesilesiyle Gentili, anarşik bir toplum olarak uluslararası ilişkilerin modern bir yapısını belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Bununla beraber, bu konuların daha sonraki gelişmelerin tohumlarını içinde barındıran izahı Alberico Gentili'de bulunmamakta; fakat açıklamaları uluslararası ilişkiler teorisiyle bağlantılı -onun sürekli gündemde kalan 'egemenlik' kavramı tanımı ve pacta sunt servanda ilkesinin formülleşmesi (egemen yöneticilerin vaad-lerini tutmaları konusunda ısrarlı olan)- iki dayanan Jean Bodin (1530-95)'de bulunmaktadır.Jean Bodin'in yaşamı hakkında tam bir bilgi sahibi değiliz. Fakat Avrupa gibi Bodin de, Reform hareketinin hemen sonrasında hızla artan dini teoriler arasında gidip gelmiştir. Bir Katolik olarak yetişmiş fakat Lutheryen argümanlarla eğitim görmüştür; hatta aslında bu argümanları öylesine ciddi bir şekilde çalışmıştır ki, Protestan görüşlerini dile getirdiğinden ötürü bir süre cezaevinde yatmıştır.Bu çalkantılı çağın diğer düşünürleri gibi Bodin de Rönesans biliminin yöntemleri ve teorilerinin etkisi altında kalmıştır. Toulouse Üniver-sitesi'nde okumadan önce Paris'te okula başlamıştı. Toulouse, Almanya, italya ve İsviçre'den bilim adamlarının ziyaret ettiği uluslararası ve hümanist öğretinin merkeziydi. Yaklaşık 1550 yılında Bodin hukuk öğrenimine başladı. Bodin bir hümanistti. Hukuk bilimine yaklaşımı kesinlikle olaylar ve argümanlar vasıtasıyla olmadı; yasal ilkelerin anlaşılmasının en iyi şekilde ancak tarih eğitimiyle gerçekleştirilebileceğini düşünüyordu.

Page 52: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Yaklaşık 1560 yılı civarında Bodin Toulouse'den ayrıldı. Hayal kırıklığına uğramış bir vaziyette ve din savaşlarının bir süre sonra şehri içine alacağı endişesiyle Bodin, Paris'e gitti. Burada, hukuk öğrenimine ara verdi. Fakat Toulouse'de kaleme aldığı pek çok notundan hareketle, 'Ta-rihin Kolay Anlaşılması İçin Yöntem' (Method for the Easy Comprehension of History) (1945 al566a)4 isimli eğitim bilimiyle alakalı eserini yazma fırsatı buldu Böylece notlarını pedagojik bir sistemle birleştirmiş oldu. 'Tarih' kelimesini 'halkların gelenekleri ve devletlerin başlangıçları, gelişmeleri, koşulları, değişimleri ve çöküşleri' gibi farklı konuları içerecek şekilde yorumladı. Bütün bu konuların analitik kökenleri Bodin'in pedagojik sisteminde yer almaktadır. Öte yandan onun "Tarih" kavramı XVI. yüzyıl Avrupa siyasetini karıştıran yoğun dînî krizlerin tarihi köklerini de içermektedirler; öyle ki bu dini kriz, Bodin'in gözleri önünde neredeyse bütün Fransa'yı bölecek olan bir krizdi. Kalvinizm'in hızla gelişmesini güç kullanarak engellemek için yapılan teşebbüsler, yüreklendirilen direnişi teşvik etti. 1562 yılında ayaklanmalar başladı ve bir nesilden daha fazla bir süre devam eden kaçınılmaz bir sivil iç savaşa yol açtı.Dini öğretilerin siyasal potansiyellerinin bilincinde olan Bodin, Vito-ria, Gentili ve diğer düşünürlerin -din savaş için yeterli bir neden değildir tarzındaki- görüşlerindeki önemli iddiaları yansıtıyordu. Bodin, Vi-toria, Gentili ve diğer düşünürlerin kilit bir iddiasını yansıtıyordu: Din, savaş için yeterli bir neden değildir. Bodin'in içinde bulunduğu konum, ne bir dînî öğretiye ne de felsefi bir sava dayanıyordu, sadece yasal olarak kurulmuş sivil bir düzenin pragma tik meselesine dayanıyordu. Bodin'in 'Devletler Topluluğu Hakkında Altı Kitap' isimli eseri (1967 [1576]), 'yasanın en iyi ve sürekli kalıcı yapıları'nm dikkat çekici özellikleri üzerinde durmaktadır. Okuyucular, sık sık birinci kitabı sıkıcı ve kafa karıştırıcı bulmaktadırlar, çünkü birinci kitapta pek çok yasal tanım yer almakta; yasal ve pratik bağlamlarda tartışmak amacıyla teorik sorunlar gündeme getirilmektedir. Bodin'in 'en iyi ve sürekli kalıcı yasa formu'nu hiç tanımlamaması gerçeğine rağmen, Bodin'in ilk kitabı şu iki sebepten ötürü okunabilir: Birincisi, eserin temel amacı aslında ideal yasanın tanımını vermek değil; eserin geri kalan nüshalarında gündeme getirilen anahtar kavramları tanımlamaktır; ikincisi, Bodin'in önceliği yaşadığı dönemde en iyi uygulanabilecek rejimi tanımlamaktı.'İkinci Kitap', iyi bir devletin nasıl olacağını tanımlamaktadır. Bu kitapta üç farklı devlet topluluğunun uzun bir karşılaştırılması yer almaktadır: Monarşik, aristokratik ve demokratik. Yüzeysel bir okumada, Bodin'in argümanına Aristo'nun Politifea'sındakine benzer bir yaklaşımla başladığı görülebilir. Daha derinlemesine bir okumada ise, Bodin'in Altı Kitab'ın, Aristo'yu çürütmeye çalıştığı aşikardır. Bodin, Aristo'yu sade-ce kendi amacı için bir başlangıç noktası olarak almıştır. Aslında Bo-din'in, Aristo'nun anlatılarıyla pozitif bir etkileşim içerisinde olduğu anlaşılmakta ve tekrar tekrar Aristo'nun eksikliklerini -Katolik bir eğitimci için cesur, ikonoklast bir çizgi (streak), fakat yaşadığı döneme uyan biri olarak- vurgulamaktadır.'Üçüncü Kitap', Bodin'in, adil ve etkin bir hükümet için gerekli yapıları uzun uzun incelemeleriyle ve çeşitli devlet yapıları hususundaki tartışmalarıyla tamamlanmaktadır. Mevcut devletlere dair titiz çalışması, onun asıl amacını açığa çıkarmaktadır: O, geleneksel düzeni hızla sona ermekte olan bir dünyadaki en düzenli ve istikrarlı devletler topluluğunu bulmak istemektedir.Bu amaç, aynı zamanda, sonraki iki kitabında da yer almaktadır. 'Dördüncü Kitap' tarihteki değişikliklere ayrılmıştır: Büyük ölçüde, iyi ve güçlü devletlerin yükselişi ve çöküşünün karşılaştırılmasını içermektedir. Bodin özel ilgi konusu olarak sivil iç savaşlara ve devrimlere özel bir yer vermektedir. 'Beşinci Kitap', devamlılık ve düzeni konu edinmektedir. Burada da Bodin, devrimi gündeme getirmekte; fakat bu sefer ordu kurma ve ordunun devamlılığı üzerinde durmaktadır. Altıncı ve son kitapta Bodin, en iyi yönetim şekline dönmektedir. Normatif sorulara pragmatik cevaplar verme alışkanlığına uygun bir şekilde, Bodin güçlü monarşilere övgüler yağdırmaktadır; monarşik yönetimin fazilete yol açtığı anlayışını destekleyip desteklemediği ya da toplumsal düzeni ve siyasal

Page 53: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

istikrarı en iyi şekilde garanti altına aldığını hissedip hissetmediği belirsizdir.Bodin'in, 'Ulus Hakkında Altı Kitap' isimli eseri büyük ölçüde devletlerin iç politikaları çerçevesinde ele alınmıştır. Bodin, öncelikle 'Birinci Kitap'm sığ kavramsal tartışmaları ('egemenlik' kavramı tartışmaları) nedeniyle uluslararası ilişkiler teorisine en önemli katkıyı sağlayanlar arasında yer almaktadır. Öncelikle sıkıcı ve zor anlaşılan 'Birinci Ki-tap'ından, özellikle de 'egemenlik' kavramı üzerine tartışmalarından dolayı uluslararası ilişkiler teorisine katkıda bulunan en önemli kişiler arasında bulunmaktadır. Bodin bu kavramın, bütün siyaset çalışmalarında merkezi bir noktayı teşkil etmesine rağmen, 'hiçbir hukukçu ya da siyaset felsefecisinin aslında bu kavramı tanımlama teşebbüsünde bulunmadığını' ifade etmektedir (Bodin 1967, s. 25). Bodin, bu tanımı yapan ilk kişi olmaya karar vermiş gibidir.Bodin, egemenliği 'bir ulusta yer alan (vested) yetki verilmiş mutlak ve sürekli güç' olarak tanımlamaktadır (1967, s. 25). Bu kısa tanım üçbelirleyici postulaya dayanmaktadır. Birincisi, egemenliğin bireylere değil, devletlere ait olduğunu ima etmektedir. Egemenlik bir tek kişinin sahip olduğu bir mülk değil, bir ulusta içkin olan niteliktir. Bunun kesin yeri ulusun türüne bağlıdır. Bodin'e göre, 'Egemenliğin bir kişide toplandığı ve diğerlerinin itaat etmek zorunda kaldığı devlet, monarşidir. Demokrasi ya da halk devleti, halkın hepsinin ya da halk arasından çoğunluğun egemen gücü kolektif olarak uyguladığı bir devlettir. Azınlığın kolektif olarak egemen gücü ellerinde tuttuğu ve geri kalanlar üzerinde yasayı empoze ettiği, dayattığı devlet, aristokrat bir devlettir' (s. 51 vd.).Bodin'in ikinci mesajı, egemenliğin kalıcı olduğu yönündedir; egemenlik ulusta toplanmıştır ve ilke olarak bireylerin gelişleri ve gidişlerinden etkilenmez. Bireysel yöneticiler, toplumsal ve tarihsel bir organizma olarak ulusu temsil etmektedirler ve geçici bir süre için, güven eseri olarak kendilerine egemenlik verilir (ulusun türü tarafından belirlenen kurallar çerçevesinde, tek başlarına ya da bir grup olarak). Bu yöneticiler 'egemen yöneticiler olarak kabul edilmeyebilirler, fakat hükümdar ya da halk bu yetkiyi yürürlükten kaldırma anı gelene kadar egemen yöneticilerin vekili ya da egemen yöneticinin danışmanı olarak görülürler' (s. 25).Üçüncüsü, egemenlik mutlaktır. Egemenlik şartsızdır, geri döndürülemez ve ulus içerisindeki bütün gücün ve otoritenin kaynağıdır. Egemenin bir şekilde bir diğerinin emirlerine uymaması egemenliğin ayırt edici işaretidir, çünkü halkı kanun yapıcı, çoktan var olan yasaları yürürlükten kaldıracak ve süresini doldurmuş kanunu değiştirecek olan o'dur' 'Egemenin ayırt edici özelliği onun, bir başkasının emirlerine hiçbir şekilde tabi olmamasıdır; zira, kendisi tabi olunacak yasalar yapar, eski yasaları kaldırır, hükmü geçenleri değiştirir' (s. 28). Bu durum, egemen bir yöneticinin tamamiyle yasaya tabi olmadığı anlamına gelmemektedir.Bodin egemen gücü sınırlayan üç olguyu tarif etmektedir: İlâhi ya da doğal yasa-hukuk, yönetim biçimi ve mukavele. Herşeyden önce, hükümdarlar, ilâhi ya da doğal yasaya-hukuka bağlıdırlar. Hükümdarın otoritesi devletin diğer öğeleriyle karşılaştırıldığında mutlak olmasına rağmen, sahip olduğu bu otoritenin kaynağı daha yüce bir kanuna dayanmaktadır ve sahip olduğu güç bu yüce kanun tarafından belirlenmiş olan adalet çerçevesinde sınırlanmıştır. Bodin, 'Dünyada, egemen olarak kabul edilebilecek hiçbir hükümdar bulunmamaktadır, çünkü bütünhükümdarlar Tanrı'nm ya da doğanın yasalarına tabidir', demektedir. 'Bütün hükümdarlar bu iki olguya bağlıdır ve Tanrı'ya ihanet ve isyan olmadıkça bu iki olguya muhalif olamaz. Sahip olduğu egemenliği bu iki olguya bağlıdır ve hükümdarlar, Tanrı'nm ilahi büyüklüğü karşısında başlarını saygı ve korkuyla eğmek zorundadırlar. Hükümdarların ve egemen lordların mutlak güçleri Tanrı'nm ya da doğanın yasalarının ötesine geçemez' (s. 28f).'Egemenliğin hükümdarın kişisel mülkü olmadığı, devletin çıkarlarıyla farklılık arzeden bir iradeye sahip olamayacak bir prensibin somutlaşması, şeklindeki bu kavrayıştan farklı sonuçlar çıkar: Büyük bir öneme sahip olan sonuç, egemenliğin bölünemezliğidir. Bu yorum, orta çağın şehir devleti teorisine meydan okumaktadır; üstün otoritenin, hükümdar, aristokrasi ve halkın temsilcileri arasında paylaştırıldığı bir şehir devlet teorisine Bodin, monarşiler,

Page 54: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

aristokratlar ve demokratlar olabileceğini, fakat asla istikrarlı karma bir devlet olamayacağını söyleyerek, orta çağ siyaset teorisiyle ilişkisini koparmıştır.İkinci sınırlama. Bodin'in 'kraliyetin anayasal kanunları' olarak adlandırdığı şeyler tarafından egemen güç üzerine uygulanmaktadır. Herhangi bir yasal yönetici, yönettiği devlet yönetiminin türü tarafından sınırlanmıştır -ya da, Bodin'in ifade ettiği şekilde, 'gerçek egemen daima gücünün denetimi altındadır'. Bu noktayı açıklığa kavuşturmak için, Bodin egemenlikle ilişkili birkaç noktayı tanımlamaktadır; bunlardan biri 'hükümdarlığın kanunları yapması' ilkesidir. İkincisi, en egemen hükümdarların bile ne yasa yapabilmesine ne de mevcut yasaları değiştirebilmesine yahut kaldırmasına izin vermeyen kesin yasaların olmasıdır. Bunlar, yönetim biçiminin uygulamasının temel kurallarını tanımlayan yasalardır; yani 'hükümdarlığın anayasal kanunlarıdır'. Bu kanunlar doğa tarafından verilmiştir ve 'hükümdar tarafından değiştirilemezler'. Hükümdar bu yasaları değiştirmeye kalkışırsa, monarşinin dayandığı ve 'egemenliğinin ihtişamının geleneksel yapısına aykırı olan her yasayı halefleri iptal edebilir (s. 31). Mutlak bir hükümdar monarşik yapısını aristokrasiye ya da demokrasiye dönüştüremez; böylesi bir dönüşüm devrimle eş değer bir icraat olur.Bu argüman o dönemde kuzey-batı Avrupa'da ortaya çıkmakta olan ve İngiliz Kanalı'nın her iki yakasındaki ticaret merkezleri çevresinde oluşan bir vakıayı içermektedir. 1560'lı yıllarda, kuzey Hollanda eyaletlerinin, İspanya Kralı II. Philip'e isyan ettikleri İspanyol Hollandası'nda bu argüman kendini göstermişti. Yine bu argüman, yaklaşık bir yüzyılsonra ingiltere Sivil İç Savaşı'nda tam anlamıyla ortaya çıkacak olan bir durumun habercisiydi; hükümdar, ülkenin anayasasında belirlenen temel yasalara bağımlıydı. Bodin'in egemen hükümdarların kısıtlanması konusundaki tartışması, anayasal monarşilerin oluşumuna zemin hazırladı.Hükümdarlık güçleri mukavelelerle sınırlıdır. 'Bir yasa ve bir mukavele birbirine karıştırılmamalıdır' diye yazmaktadır Bodin. 'Bir kanun, egemenlik güçlerinin uygulanmasında bir yönetici tarafından özgür bir şekilde gerçekleştirilen buyruktur -bunun anlamı, hükümdar bu buyrukları ya icra eder ya da vaz geçer anlamına gelmektedir. Bir anlaşma ortak bir vaattir ve taraflardan her biri için eş değerde bağlayıcılığı vardır. Hatta en mutlakiyetçi bir kral bile, 'adil mukavelelerle ve verdiği sözlerle bağlayıcı kılınmıştır'.Bodin, iki tür mukaveleden bahsetmektedir: Bir yanda hükümdarın halkıyla beraber yaptığı mukaveleler. Bu tür anlaşmalar kanunlar değildir ve bir hükümdar egemenlik güçlerini, bunlara katılmak suretiyle elde edemez; mukaveleleri diğer özel bireylerin mukavelelerinden farklı değildir. Böylece hükümdar, diğer bireyler gibi sözleşmelere, verdiği yeminlere saygı duymak zorundadırlar. Aynı zamanda, diğer vatandaşlar gibi bir hükümdar da özel durumlar altında böylesi mukavelelerden muaf olabilir, taahhüt geçersiz hale gelebilir, örneğin, 'adil olmayan ya da mantıklı olmayan ya da yerine getirilmesi olanağı olmayan ya da yanlış bir şekilde yorumlanmak suretiyle alıntılanan ya da sahtekârlıkla yapılan mukaveleler gibi'. Bodin, hükümdar ve vatandaşları tarafından gerçekleştirilen mukavelelerle vatandaşlarının kendi aralarında yaptıkları mukaveleler arasında hiçbir fark görmemektedir. Bir başka yaklaşım; bir mukavele rasyonel, sorumlu, özel bireyler arasında bir sözleşmedir (s. 29).Diğer taraftan, bir hükümdarın diğer hükümdarlarla yaptığı mukaveleler vardır. Bodin, bu mukaveleleri 'anlaşmalar' olarak adlandırmaktadır. Bodin, anlaşmaların 'özel vatandaşlar arasındaki sözleşme gibi olmadığını' dile getirmektedir. Çünkü, hükümdarlar mukaveleye dahil olduklarında, kendi ulusları adına bunlara katılıyorlardır, böylece halklarını da egemen güçlerinin uygulamasına katmaktadırlar. Anlaşmalar egemen aktörler arasında yapıldığından ve bu aktörlerin üzerinde hiçbir üstün otorite bulunmadığından hiçbir yasal aktör, bunlar arasındaki mücadelelere müdahale etmesi için üçüncü tarafa (hakeme) başvura-maz. Bodin'in tartışmasından anlaşılan şudur ki, 'ulus üzerinde herhan-gi bir üstün otoritenin olmaması' devletlerarası ilişkilerin bir karakteristik öğesidir.Uluslar içerisindeki vatandaşların etkileşimlerini düzenleyen yasalar, egemen hükümdarlar arasındaki etkileşimlere uygulanmaz. Bu genel ilke üzerinde Bodin, Machiavelli'yle aynı görüşü paylaşmaktadır; devletlerarası ilişkilerde egemen

Page 55: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

hükümdarların gücü, diğer egemen hükümdarların güçleriyle sınırlandırılmıştır. Bununla beraber, hükümdarlıkların etkileşiminin sivil yasalar tarafından sınırlandırılamaması düşüncesinde olduğunu belirtmesi Bodin'in, hükümdarlar arasındaki etkileşimin iç yasalar tarafından sınırlandırılmayacağım ve böylece devletlerarası ilişkilerin kanunsuz bir ortamda gerçekleştirileceğini onaylaması anlamına gelmemektedir. Aksine, bu düşünce Bodin'i, 'egemen hükümdarların etkileşiminin, mantıklı hükümdarlar ve ahlâki tavırlar tarafından yürütüleceğinin nasıl bir zorunluluk taşıdığı' yolundaki argümana katılmaya zorlamaktadır. Devletin tavrıyla ilgili kısıtlama hakkındaki ve devletlerarası davranışın rasyonal ilkelerini tanımlamadaki liyakati nedeniyle bilim adamları Bodin'i, modern uluslararası hukukun kurucusu olarak kabul etmektedirler.Egemen devletlerarasındaki etkileşim, herhangi bir üstün otorite tarafından yaptırımlara maruz bırakılmadığından, devletlerarası ilişkilerdeki düzene dair iki ilke vardır: Güç kullanma ve inanç. Bodin, Beşinci Kitab'ın beşinci bölümünü tamamiyle gücün düzenleyici etkisine ayırmıştır, fakat bu tartışması pek fazla yemlik getirmemektedir. Bu çalışmasında Machiavelli'nin Savaş Scmatt'na atıfta bulunmakta ve devletlerarasındaki düzen ve devrim konularına odaklanmaktadır. Bununla beraber Bodin, bir vesileyle, uluslararası düzeni sürdürmeleri için 'en güçlü hükümdarlara' sorumluluklar yüklemektedir, çünkü 'hükümdar, yargıç ve hakem olmanın onuruna sahiptir' (s. 177). Bodin'in uluslararası düzene dair yorumları, modern kolektif güvenlik düşüncesinin gerisinde kalmaktadır. Bodin, egemenin hedeflerini, 'güçlüye karşı zayıfın şerefini savunma, zengin karşısında fakiri savunma, suçlunun şiddetli tehdidi altındaki masumu savunma' diye yazmaktadır (s. 22). Buna rağmen Bodin, barış yanlısı egemenlerin savaş yanlısı hükümdarlarla ittifak kurmaları gerektiğini ve onları kontrolleri altına almalarının kendileri için bir sorumluluk olduğunu hiçbir yerde zikretmemektedir. Aksine, şayet güçlü bir egemen, daha küçük hükümdarlıklar arasındaki savaşları sona erdirmek için müdahalede bulunuyorsa bunu şeref ve gösteriş için yapmaktadır. Bodin'e göre, hükümdarların birincil ahlâki zorunlulukla-rı, devletlerarası düzenle ilişkili değil, fakat doğal ve görgülülük ve adalet gibi ilâhi ilkelerle alâkalıdır yani tabiat kanunuyla bu kanuna sadakatle ve adaletin ilahi ilkeleriyle bağlantılıdır.Bodin'in en önemli vurgusu olan adalete inanma vurgusu uluslararası düzenin ikinci ilkesidir. Bireyler arasında olduğu kadar devletlerarasında da şiddete dayanmayan, toplumsal bir etkileşim, sadece anlaşmalar temelinde gerçekleşebilir. Bu anlaşmalar ancak, herkes tarafından destekleneceklerine inanılırsa gerçekleştirilebilir. Sivil medeni toplumda, egemen bir gücün üstün otoritesinin yaptırımlarına maruz kalan adalet sistemleri, bu anlaşmaların kutsallığına saygı duyulmasını temin etmek için vardırlar. Bununla beraber, uluslararası arenada egemen hükümdarlar çatışmalarını ortadan kaldırmak için üçüncü bir tarafa müracaat etmezler; burada anlaşmalar sadece iman-inanç temeline dayalı olarak gerçekleştirilir: 'Bütün ulusların, ittifakların ve herhangi bir şeye dayanan insan birliklerinin üzerine kurulduğu iman, tek başına adaletin temeli ve dayanağı olduğundan, hiçbir adaletsizliğin tasarlanmadığı durumlarda kutsal ve dokunulmaz olarak korunması gerekmektedir' (s. 177).Hükümdarlar arasındaki anlaşmalar, uluslararası etkileşimin en birinci temelidir ve hükümdarların, bu tür anlaşmaların -bir kez üzerinde ittifak edildiğinde- mutlaka korunması gerektiğini varsaymaları mecburidir. Verdikleri sözde durmayanların sadece kıt görüşlü hükümdarlar olduğunu söylemektedir Bodin. Verdiği sözden dönmek suretiyle bir yönetici, diğerlerinin kendisine beslediği güveni sarsmaktadır (s. 178). Aslında, aşağılık insanlarla ve inanç düşmanlarıyla mücadelede akıllı bir hükümdar kendisini verdiği sözü tutan bir kişi olarak düşünmelidir (s. 180). Bodin'in, hükümdarın yaptığı bütün mukavelelere uymak zorunda olması 'pacta sunt servanda' ilkesi olarak atıfta bulunulan uluslararası hukukta yer almaktadır. Bu, Bodin'in uluslararası ilişkiler teorisine yaptığı ikinci önemli katkıdır.Bu ilkeye giden söz konusu argüman, iki kısa yorumu hak etmektedir. Birincisi, Bodin'e göre, bir mukavele rasyonal bir şekilde, sorumluluk duyarak, özel bireylerce iştirak edilen bir anlaşmadır; Bodin sürekli 'sözleşme' kelimesini mukavele kelimesiyle dönüşümlü olarak kullanmaktadır. 'Ulus Hakkında Altı Kitap'

Page 56: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

isimli eserinde, Bodin daha sonra, XVII. ve XVIII. yüzyılların sözleşmeci teorisyenlerince -en meşhurları Thomas Hobbes, John Locke ve Adam Smith'dir- ayrıntılı bir şekilde açıklanacak olan birkaç argümanı formüle etmektedir. Söz konusu ay-rıntılar hâlâ liberal siyaset geleneğinin anahtar yapılarını oluşturmaktadır. Bodin 'sözleşme' bağlamında 'mukavele' kavramıyla düşünen tek toplum felsefecisi değildir; böylece onun, gerçekleştirdiği bu şey, orijinal bir katkı sayılmaz.1500 10 20 30 40 50 60 70 80 90 1600J1483 Luther 1| wmmi 1546| 5|| 1469Machiavelli 1527 | 21^^Hj480Vitoria 3|4| 1549|^^^^¦1483 Guicciardini 1540 |

11530 Bodin 6| 7| 15951 ^^H^^^^^^Hl 11517 LİpsiUS 8| 1jroH

11552 Gentili 9| 10| 1608| 111. Grafik: Bazı XVI. yüzyıl yazarları ve eserleri1. 95 Theses (95 Tez) (1517)2. The Prince (Hükümdar) (1532)3. De indis noviter inventis (1532)4. De jure belli hispaniorum in barbaros (153?)5. History of Italy (İtalya Tarihi) (1561)6. Method for the Easy Comprehension of History (Tarih Kolay Kavranması Yöntemi) (1566)7. Six Books on the Commenwealth (Ulus Hakkında Altı Kitap) (1576)8. Politics (Politika) (1584)9. De legationaibus (1584)10. De jure belli libri tres (1598)11. Hispanica advocatio (1613)İkincisi, Bodin'in söylemi insan etkileşiminin iki düzeyi arasındaki erken dönem ayrımını içermektedir. Birinci düzeyde insanlar arasındaki toplum ki bu, ulus düzeyidir. Diğeri, Milletler Cemiyeti'dir. Bu bakış açısı "uluslararası toplumun da, insanlar arasındaki bir toplum olduğu" yolundaki orta çağ düşüncesiyle keskin bir ayrım oluşturmaktadır. Bo-din'e göre uluslararası etkileşim, egemen devletlerarasında bir toplum yaratmaktadır. Onun önde gelen görüşü, anominin sürekli tehdidine rağmen, bu devletlerarası toplumun da düzenin tanımlanabilir ilkelerin-ce yönetildiği şeklindedir. Bu bakış açısının sonucu, şayet insanlık bu ilkeleri tanımlayabilir, güçlendirebilir ve itaat edebilirse devletlerarası etkileşimi düzenleyebilir ve savaşları azaltabilir, belki de ortadan kaldırabilir.YÜZYILIN DUYARLILIĞI DÜŞÜNCESİXVI. yüzyıl, orta çağ ve modern tarih arasındaki bir geçiş dönemidir. Bu yüzyılda, daha etkin üretim araçlarının gelişimi ve yeni mübadele türleri görülmeye başlandı; yeni yıkım araçları ve yeni siyasal güç türlerinin ortaya çıkışına tanık olundu. Bu dönemde Atlantik kıyılarındaki birkaç ülke sahip oldukları sermaye ve silahlarla dünyanın geri kalan kısmını fethetmeye başladılar.Bir taraftan, XVI. yüzyıl tam anlamıyla küresel ölçekte dünyayı bir arada tutmaya başlarken, öte taraftan, daha önceden farkedilemeyecek tarzda dünyayı bölmeye başladı. Askeri imkanlardan kaynaklanan uluslar arasındaki fark sürekli var olagelmişti; bu yüzyılda ise yeni farklılıklar sözkonusu olmuştur. Avrupa'daki bu güç farklılıkları, barut gücüne dayalı silah sistemleriyle daha da hız kazandı. Aynı şekilde, zengin ve fakir bölgeler arasında farklılıklar vardı. Şimdi ise bü farklılıklar, Avrupa'da gelişme gösteren yeni tür tarım, imalat, uzak coğrafi bölgelere ticaret ve mali sistemlerle daha da yoğunlaşmıştır.Aynı zamanda, XVI. yüzyılda, Katolik Kilisesi, Avrupalı uluslar nez-dinde egemen konumunu yitirdi. Hıristiyanlarla paganlar arasındaki eski ayrım, yerini Avrupa'nın göbeğinde Katolik-Protestan ayrımına bıraktı. Kısmen bu yeni ayrım nedeniyle, Avrupa, Müslüman/İslâm tehdidiyle uzun süre devam eden meşguliyetine son verdi. Kafir Türkler'in meydan okumasına karşı birleşme yerine, Avrupalı

Page 57: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

hükümdarlar birbirleriyle mücadeleye giriştiler. 1530'dan itibaren Avrupa, sömürge reka-betleriyle, dînî öğretilerle, yeni silahlar ve yeni elde edilen zenginliklerle yoğunlaşan aralarında süregelen yıkıcı savaşlar dönemine girdi. 1600'lere gelindiğinde, savaşların ateşli etkisi, kralların ve imparatorların rasyonel siyasal kontrolünden çıkmış oldu. Otuz Yıl Savaşları (1618-48) adı verilen bu savaşlar, amaçsız ve vahşi bir noktaya yükseldi ve aralarında bitmeyen bir şiddete dönüştü.XVI. Yüzyılda Çeşitli Teori ÇalışmalarıXVI. yüzyıl, sosyo-ekonomik çatışmaların ve şiddetin damgasını vur-Iduğu bir yüzyıldır. Aynı zamanda, siyasal teori çalışmalarının da -ki hem çatışmayı körükleyen hem de birbiriyle çatışan evrensel doğrular arasındaki savaştan hız alan bir aktivitedir- gündeme geldiği; yeni kesin gerçeklerin hayata geçirilmesinden önce geleneksel doğrulara meydan okunduğu bir yüzyıldı.Bu yüzyılın mantalitesinin özünü belirlemek oldukça zordur. XVI. yüzyılda, daha önce XV. yüzyılda olduğu ve daha sonra XVII. yüzyılda olacağı gibi belirgin konular gündemde yoktur. Bu yüzyıl, orta çağ ile modern meselelerin arasında bocalayıp duran bir yüzyıldı. XVI. yüzyılın ortasında siyasal düşüncede iki boyut ortaya çıktı. Birinci boyut Hıristiyan mirasının Katolik ve Protestan yorumları arasındaki çatışmaydı; diğer boyut ise toplumsal otoritenin dînî ve seküler kavramları arasındaki çatışmaydı.Söz konusu dînî boyut, bir taraftan Augustine'nin Katolik geleneği ile diğer taraftan Luther ve Calvin'in Protestan muhalefeti arasındaki zihinsel mesafeyi açtı. Protestan mesajı, Avrupa'nın Atlantik kıyısı boyunca yavaş yavaş gelişmekte olan tüccar ve imalatçı orta sınıflara hitap ediyordu. Ayrıca, hükümdarların Katoliklikle bağlarını kestiği ülkelerde gelişmeye yüz tuttu. 1530 ile 1560 yılları arasında iskandinavya, İngiltere ve Almanya'daki krallar Katolik Kilisesiyle bağlarını kopardılar; kralların bir bölümünün Katoliklikten ayrılmalarının sebebi, bu ayrılıktan sonra kiliseye ait toprak mülkiyetini kendi ellerine geçirmekti. Otoritesinin yıkılmasından korkan Papa, eski Kilise'ye yeni bir çehre kazandırmak amacıyla Trento'daki Konsil'e bir grup seçkin din adamını toplamak suretiyle ortaya çıkan ayrılıklara tepki gösterdi. Bunun bir sonucu olarak, Avrupa'daki kiliselerde daha kaliteli müzikler çalındı, daha parlak resimler, daha zengin gösterilerle dolduruldu; yani tek kelimeyle Barok sanatıyla. Aynı zamanda, Katolik kilisesinden bu kopuşlar, İspanya'nın fanatik kralı II. Philip'i (1556-98) tek başına, kendisini uzak bölgelerdeki Katolik savunmasının lideri yaptı. Fakat Papa'nın ve II. Philip'in dînî tepkileri, uluslararası ilişkiler konusunda yeni teorilerle kuramsallaştırma çalışmalarına pek fazla bir katkı sağlamadı.XVI. yüzyıl düşünce dünyasında sekülerliğin gelişmesi dolayısıyla insan aklına daha büyük ölçüde güvenilmesiyle mahremiyet (privacy) ve bireysel özgürlük hız kazandı. Düşüncenin sekülerleşmesinin giderek hız kazanan eğilimi, bu yüzyılda ortaya çıkan barut, pusula, matbaa gibi pek çok önemli yenilikte açıkça görülmektedir: Özellikle, matbaa, entelektüel yeniliklerin yayılmasını sağladı: Yeni dînî yorumlar (Luther,Calvin), eski klasiklerin baskılarının yapılması (Platon, Aristo, Ptolemy.-)» evren hakkındaki yeni teoriler (Copernicus), Avrupalı bilim adamları ve devlet adamları arasında hızla yayılan sayısız haritalar, takvimler ve el kitapları gibi.XVI. yüzyıl bir bilimsel uyanış ve bilimsel düşüncenin gelişme çağı olmanın yanında, güçlü bir sekülerleşme çağıydı. Uluslararası ilişkiler teorisinde sekülerleşme eğilimi, birden 'akıl devleti' kavramının benimsenmesine yol açtı. Özellikle, İtalya'da politika ve diplomasi konusunda pek çok metin ortaya çıktı. Girolamo Frachetta, Machiavelli'nin ve Gu-icciardini'nin seküler, hümanist metinlerini XVII. yüzyıla taşıdığı -II Principe, Discorsi di stato e di guerra ve Ragione di stato- başlıklarla ilan ediyordu. Frachetta, bu konuda yalnız değildi. Scpione Ammirato, Fe-derico Bonaventura, Gabriel Zinano, Lodovico Settala, Scipione Chiara-monti ve diğerleri devlet gücü ve devlet meseleleri hakkında bilgilendirilmişlerdi.5 Hatta, Doctrinaire Spairide bile bu düşünce kök salmıştı: Don Kişot, nekahet halindeyken zamanını rahiplerle ve berberle 'akıl devleti' olarak adlandırılan 'hangisi' konusunda tartışarak geçiriyordu.

Page 58: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Sektiler Teorilerin Ortıya ÇıkışıRasyonaliteye, bireyselciliğe ve özgürlüğe yapılan bu vurgularla ilgili uzun süredir Rönesans hümanistleri tarafından hazırlık yapılmıştı. Rönesans hümanistlerinin tarihe ve klasik öğretiye yaptıkları vurgular, XV. yüzyılda İtalya'nın şehir devletleri topluluklarında gelişmeye başladı. Bununla beraber, XVI. yüzyılın başlarına gelindiğinde, bu oluşum yıkıcı İtalya Savaşları tarafından ortadan kaldırıldı. Bu dönemde italya Rönesansı Avrupa'nın geri kalan ülkelerinde pek fazla etkisini göstermemişti. Alplerin kuzeyi ve batısındaki bilim adamlarının büyük çoğunluğu hâlâ doğal olarak, orta çağ otoritelerini kabul ediyorlardı. Yeni kralların ve önde gelen danışmanlarının kavramsal bağlamları, hâlâ geleneksel Kilise öğretisinin etkisi altındaydı. Fakat, matbaanın gelişmesiyle İtalyan hümanistlerinin ilgileri, Avrupa'nın diğer bölgelerine, özellikle de bireyselciliğin doğuşunu ve mahremiyeti yaşamış olan Atlantik kıyısındaki dinamik ticaret merkezlerinde yayılmaya başladı. Bireyselcilikle, daha büyük oranda özgürlük ve özel mülkiyete dair zihinsel meşguliyet, hem din hem de hukuk metinlerinde aşikâr hale geldi. Bodin, siyaset felsefesinin işinin kamu ve özel saha arasındaki doğru dengeyi bulmak olduğu konusunda ısrarlıydı (Chartier 1987). Luther kurtuluşun, cemaatle yapılan ritüel ayinlerle değil, her bireyin eylemlerinin saltTanrı'ya inançla motive edilip edilmediğini belirlemek suretiyle kendi kalbine danışarak gerçekleşeceğini dile getirdi.XVI. yüzyıl henüz seküler bir çağ değildi (Febvre 1942; Bloch 1961). Özellikle, İspanya'da din hâlâ entelektüel hayatta ciddi bir rol oynuyordu; burada Reform karşıtlığı, aforozun ikna ediciliğiyle güçlendirilen bir düşünce birliğini empoze etti. Alman hükümdarlıklarında ve Kuzey Hollanda eyaletlerindeki Reform hareketi, kışkırtıcı Protestan öğretilerini üretti. Aslında, bütün Avrupa'da toplum düşünürleri hâlâ dînî konularla iç içeydiler. Bununla beraber, yüzyıl boyunca, dînî tartışmalar seküler konularla karıştı. Örneğin, Protestanların dînî özgürlük taleplerine siyasal düşünce eşlik etti. Hollanda eyaletlerinde dînî özgürlük hareketi, bir süre sonra daha genele yayılarak bu sefer bireysel özgürlükler hareketine ve daha sonra İspanya'nın vergilendirmesine karşı protesto hareketine dönüştü. 1576 yılında, geniş çaplı İspanya karşıtı duyarlılığı, 17 Hollanda eyaletinden temsilciler kendi bölgelerini İspanya işgalinden kurtarmak için siyasal birlik oluşturduklarında sığlaşan dînî taleplere üstün geldi.Aynı zamanda, pragmatizmin ve hoşgörünün yeni öğeleri dînî tartışmalara katıldı. Savaş Hıristiyan dünyasının birliğini restore etmede başarısız olduktan sonra, bilim adamları dînî gerekçelerin, savaşmak için tek neden olamayacağını ileri sürdüler. Giderek artan bir şekilde, hükümdarlar dînî konular hakkındaki uyuşmazlıklarda hemfikir oldular. Bunun bir sonucu olarak, dînî tolerans konusunda konsensüs yavaş yavaş gündeme gelmeye başladı; Bodin'in, pragmatik çözümleri siyasal problemlere tercih etmek eğiliminde olduğu açıkça görülmektedir. Aslında, bu yeni hoşgörü öylesine ileri gitti ki, bu yüzyılın başında aşırı dînî yoğunluk siyasal problemlerin önemli bir kaynağım oluşturduğunda aşırı görecelilik, yüzyılın sonuna doğru bir endişe kaynağı oldu. Avrupa dışındaki halklar ve geleneklerle ilgili yeni bilgiler askerler, tüccarlar ve maceracılar tarafından toplandı ve matbaa vasıtasıyla her yere yayıldı. Toplanan bazı bilgiler üst düzeyde olup bilgilerin çoğu saçmaydı. Fantastik seyyahlar, hikayeciler, mistik fırsatçılar, dînî korkular ve cadı fobileri Batı dünyasında yayıldı.XVI. yüzyılın sonu büyük değişikliklere sahne oldu. Rönesans'ın iyimserliği ve hayatı önceleyen/dünyevî tavırlar devam etti; fakat bu çağ aynı zamanda kötümserliğin ve içe dönük tepkinin büyümesine de tanıklık etti. Gururlu, dikkat çeken saraylar bu yüzyılda inşa edildi; fakat aynı şekilde kasvetli gizli manastırlar da. Carpe diem (anı yaşa) bu dö-nemin en ünlü vecizesiydi; fakat memento mori (ölümlü olduğunu hatırla) da ünlüydü. Entelektüel belirsizliğin hakim olduğu bir dönemdi. Avrupa dışındaki dünya hakkında yeni bilgiler geldiğinde hızla ortaya çıkmaya başlayan kaotik göreceliliği -inançların ve geleneklerin zaman ve mekânla çeşit çeşit olduğu ve insani değerleri ve tavırları değerlendirecek mutlak bir ölçüt olmadığı görüşü- daha da artırdı. Bu bakış açısı, "insan, insan eti yiyen tropikal insanın

Page 59: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

davranışını sert bir şekilde yar-gılamamalıdır" diyen Fransız denemeci Montaigne tarafından dile getirildi. Montaigne, tam tersini kastederek, 'Bana bildirilene kadar, herkesin kendi kullanımı olmayan şeyleri barbar olarak adlandırması hariç, bu ulus içerisinde barbar ya da vahşiliğe dair hiçbirşey görmedim' diye yazıyordu (1935, s. 18).XVII. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa siyasal ve kültürel tükenmenin eşiğine gelmişti. Avrupa'nın hangi istikamette gelişme kaydedeceği pek açık değildi; durumunun, zamanında Hindistan'ın düştüğü durumun aynısı olduğunu söyleyebiliriz, insanlar bir şeylere inanmaya hazırdı ve bu hazırlık Nostradamus, Paracelsus ve diğer pek çoklarına benzer hayalperestler ve şarlatanlar için uygun bir ortam hazırlamıştı. Aynı zamanda, bu üzüntü verici durum, modern bilimin de tohumlarını atıyordu. Hurafe meraka yol açtı. Şüphe sistematik bir hale getirildiğinde -Bacon ve Descartes gibi düşünürler sayesinde- yeni eleştirel düşünce ve bilgi yöntemleri, zamanla Avrupa'ya yeni bir epistemolojik köken ve yeni bir inanç sağlayacak olan yeni "kesinlik" ipuçlarını sunuyordu. Modern bilimin kökleri XVI. yüzyılın sonlarında yatıyordu. 'XVII. yüzyılda bilimin yükselişi, orta çağ sonrasının uzun süren son parıltısında Avrupa medeniyetini yavaş yavaş tükenmekten ya da mutedil şüpheciliğin, entelektüel felsefenin istikrarsız büyüsü ve bilinmeyenin çıldırtan korkusundan kurtardı' (Palmer 1961, s. 233).IVMUTLAKİYETÇİ POLİTİKA:XVII. YÜZYIL VE DEVLETLERARASI SİSTEMİN GELİŞMESİUzun süren XVI. yüzyılda, toprak bütünlüğüne sahip devletler, egemen yöneticiler, askeri yapılar ve deniz aşırı girişimler gibi modern uluslararası siyasetin temel öğelerinin oluşumuna tanık olundu. Aynı zamanda, söz konusu yeni olguların doğası, işleyişi ve olası etkileri hakkında teorik değerlendirmelerin ilk heyecanları görüldü. XVII. yüzyıl bu öğeleri tanımlanabilir bir devlet sistemi içerisinde bütünleştirdi; bu bütünleşmeyi Otuz Yıl Savaşları (1618-48)'mn örsünde şekillendirdi.Otuz Yıl Savaşları, bir yüzyıl önce Reform hareketiyle başlayan ve kızışan dînî çatışmanın doruk noktasıydı. Bu çatışmalar öncelikle, kraliyete asker ve silah temin etmek için müteşebbisler kiralayan hükümdarlar tarafından başlatılmak suretiyle, Avrupa'nın orta bölgelerinde patlak verdi. Fakat bu savaşlar hızlı bir şekilde müteşebbislerin kendi aralarındaki bir çatışmaya dönüştü. Bir süre sonra kontrolden çıktı. Yarattıkları ordular, Avrupa'nın orta bölgelerinde başıboş saldırganca dolaşan büyük yağmacılar haline geldi. Bu yağmacılar köyleri sardılar. Oralardaki kaynakları yokeden aç kurt sürüleri gibi hareket ettiler. Arkalarında bıraktıkları köyler perişan bir vaziyetteydi. Buralarda yaşayan halkın çoğu çareyi, parazit bir yaşam sürecekleri bu yağmacı gruplara katılmakta buldu. 30.000 kişilik orduyu, askerlerin kaba çapulluklarının ardındabir hırsız kuyruğu oluşturan iki misli sayıda kadın, erkek, çocuktan oluşan ve açlıktan ölmekte olan gruplar takip ediyordu. Ordular ve takipçileri devasa bir karmaşa teşkil ediyorlardı. 100.000 kişinin bu takibi, savaştan ziyade hayatta kalma endişelerinden kaynaklanıyordu.Avrupa'nın merkezi bölgeleri bu savaş nedeniyle ekonomik anlamda harap olmuş, siyasal anlamda da bölük pörçük hale gelmişti. Buralarda askeri maceracılar, topraksız, evsiz, acımasız, dinsiz ya da ilkesizler ve ticaretten habersiz sadece savaşmayı bilen, yıkımdan başka elinden bir şey gelmeyen bir sınıf ortaya çıktı. Hiçbir surette merkezileşmiş bir devlet yapısı oluşamadı. 1648 yılında Westphalia Barışı imzalandığında bütün bu maceracılar, kazanılmış savaş hakları elde etmişlerdi. Bu barış anlaşmasının imzalandığını duyan pek çok ordu isyan etti. Orduların lağvedilmesiyle lidersiz kalan askerler, yiyecek aramak ve çapulculuk yapmak üzere Avrupa'nın merkezi bölgelerinde yıllarca gelişigüzel dolaşmaya başladılar. Pek çok paralı asker bir daha sivil topluma adapte olamadı; uzun savaş dönemleri boyunca edindikleri eşkiyalığı, kadın ticaretini ya da profesyonel katiller olarak parazit karakterlerini devamettirdiler.Bunun aksine kuzey-batı Avrupa, devlet yapısını güçlendirdi. Tarihçiler sık sık niçin bu yapıların, 17. yüzyıl boyunca böylesine hızlı bir şekilde geliştiğini sormuşlardır. Bazı tarihçiler cevabı Reform hareketinde bulmuştur. Farklı modern

Page 60: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

devlet yapıları, monarşilerin Katolikliği reddettiği, Kilise arazilerini müsadere ettiği, büyük toprak mülkiyetlerini ele geçirdiği ve önceden tahmin edilemecek derecede ekonomik güç kazanan İngiltere ve İsveç'de ortaya çıktı. Tek başına bu sav, bütün gelişmelerin cevabı olmaktan uzaktır. Çünkü güçlü bir devletin evrimi, özellikle sağlam bir Katolik ülke olarak kalan ve hiçbir Kilise toprağının müsadere edilmediği Fransa'da görülmektedir.Diğer yazarlar güç devletlerinin evriminin, Katolik olduğu kadar Protestan da olan monarşilerin giderek artan güçlerinin bir işlevi olduğunu ileri sürmektedirler. XVI. yüzyılın sonu, XVII. yüzyılın başında Avrupa'daki krallar, kendi ülkelerinin ordularının başında komutandılar. Bu gelişme, onların sivil toplumlar üzerindeki güçlerini artırmalarına yol açtı. Bu izah, söz konusu gelişmeyi açıklayabilmesine rağmen, tam anlamıyla monarşi olmayan, fakat devletler konfederasyonu olan Hollanda'daki (United Provinces) devlet yapılarının evrimi için geçerlisayılmaz.Hollanda, Fransa, İngiltere ve İsveç'in sahip oldukları ve bu ülkele-ırin XVII. yüzyılda kendi devlet kurumlarının evrimini açıklamada yardımcı olan ortak nitelikleri vardır: Bütün bu ülkeler zaman zaman, Otuz Yıl Savaşları'na katılmışlardır; savaşın gölgesinde, fakat onun korkunç maliyetinin tamamına maruz kalmaksızın toprak bütünlüklerini sağlamış ve merkezi kurumlarının siyasal gücünü artırmışlardır.ASKERİ BİRLİKLER, HOŞGÖRÜ, VERGİ VE OTUZ YIL SAVAŞLARIDînî savaşlar boyunca, Avrupa'nın batı ve doğu yarısı; 'Latin' ve 'Ortodoks' medeniyetleri arasında süregelen eski bir bölünmeyi daha yaşamıştır. (Szücs 1990; Geiss 1993). Kuzeyde Baltık denizinden, Elbe Irmağı ve Bohemya Dağları boyunca aşağıda, Adriyatik denizine kadar kaba bir hat çizilebilir. Bu hat, Avrupa'nın ticaret eğilimli batı kıyı bölgelerini, tarımsal faaliyetlerin yoğun olduğu doğu bölgelerinden ayırmaktadır.İkinci bir hat ise, Brüksel'den Stuttgart ve Prag yoluyla Varşova'ya doğru dalgalı bir doğu-batı hattı olarak çizilebilir. Bu ikinci hat, Avrupa'yı Protestan kuzey ve Katolik güney olarak kesmektedir. İkinci hat, ilk hattı Kutsal Roma İmparatorluğu'nun ortasından kesmekte ve bu çakışma, Otuz Yıl Savaşları'nın yapıldığı topraklara denk gelmektedir. Bu savaş 1648 yılında Westphalia Anlaşması'yla sona erdiğinde, hem doğuda hem de batıda teritoryal devletler ortaya çıkmıştı. Bunun aksine, kıtanın zaptedilemeyen orta bölgeleri, ümitsiz bir şekilde parçalanmış vaziyette bulunuyordu.Bölünmüş Bin Avrupa'da Teritoryal DevletlerWestphalia Anlaşması, Avrupa'nın ortasındaki küçük devletlere egemenlik hakkını vermiş oldu. Böylece Kutsal Roma İmparatorluğu siyasal anlamda güçsüz bir konuma düştü. Bu anlaşmaya göre İmparator artık, diğer bütün devletlerin temsilcilerinin rızası olmaksızın asker topla-yamayacak, kanun yapamayacak, savaş ilânında bulunamayacak ya da barış anlaşması imzalayamayacaktı. Böylesi bir izin de uygulamada mümkün olmayacağından, Avrupa'nın merkez bölgesi parçalanmış bir vaziyette kaldı. Yaklaşık 200 yıl boyunca Avrupa'nın ortası, Batı Avrupa'nın büyük, ticari eğilimli ve ilerlemeci devletlerini, doğunun iç bölgelerindeki tarıma dayalı ve geri kalmış devletlerinden ayıran geniş ve idaresi zor bir bölge olarak kaldı.Parçalanmış orta Avrupa'nın doğusunda yer alan bu ülkeler, büyükölçüde denize kıyısı olmayan ülkelerdi. Sadece birkaç ülke, tüccar filolarına ve deniz kuvvetlerine sahipti. Bazı ülkeler nadiren uzak mesafeli ticarete girişti ancak toprak aristokrasisinin zenginliğine alternatif olacak, gücüne meydan okuyacak ve kanıksanmış toplumsal konumuna karşı gelecek hiçbir önemli ticaret sınıfı oluşturamadı.Batıdaki ülkeler farklı bir gelişim çizgisi takip ettiler. Avrupa'nın Atlantik kıyısı boyunca siyasal ve dînî otorite; kralın, bakan ve danışmanlarının elinde bulunuyordu. Fakat bu gelişme kendine özgü bir siyasal oluşum içerisinde gerçekleşti. Bu oluşumun karakteristik özelliklerinden en önemlisi temsilî meclislerdi, ki meclisler demokratik yapılar ve piyasa kurumları gibi katılımcı kurumlar için gerekli zemini hazırlamışlardı.

Page 61: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Batı Avrupalı krallar Otuz Yıl Savaşları'ndan iki önemli ders çıkarmışlardı: Birincisi, bir yüzyıl boyunca süren savaş ve yıkımları körükleyen dînî anlaşmazlıkların sona erdirilmesi konusunda hemfikir hale geldiler. Böylece bu savaş 1648 yılında sona erdiğinde, krallar Katolikliğin ya da Protestanlığın en doğru doktrin olup olmadığı konusundaki görüş ayrılıklarını sürdürdüler. Her bir krala Hıristiyanlığın farklı bir uyarlamasını seçme ve bunu ülkesinde uygulama yetkisi verme konusunda anlaştılar. Barış anlaşmasındaki cuius regio eius religo'ya atıfta bulunan bu anlaşma, Avrupa'daki kralların din seçimi konusunda birbirlerine hoşgörülü-olmaları anlamına geliyordu. Aynı zamanda, kralın, kendi ülkesinin en üst düzey dînî otoritesi olduğu anlamına da geliyordu; krala (kilise değil), krallığmdaki halk üzerinde manevi otorite yetkisi bahşedilmişti ve hiçbir dış aktör, krallığmdaki bu otoriteye meydan okuma hakkına sahip değildi. Bu anlaşma, toprak bütünlüğünün modern uluslararası siyasete katılımın anahtar şartı olduğunu teyit etti. Toprak bütünlüğüne sahip devlet kavramını pekiştirdi ve böylece Avrupa'da genel kabul görmüş oldu. Fakat aynı zamanda bu durum, geçmişte dînî veya felsefî inanç gibi aşkın bir ilke erdemiyle büyük siyasal gücünü kullanmış olan yöneticilerin etkisini zayıflattı. Papa'nın ve imparatorun güçleri, Westphalia Anlaşması'nda ifade edilen şartlarla kesin bir şekilde azaltıldı.Avrupa krallarının Otuz Yıl Savaşları'ndan çıkardıkları ikinci ders, kiralık askerlerden oluşan orduların tehlikeli olduğu sonucuydu. Westphalia Anlaşması'ndan sonra krallar kendilerine ait milli ordular oluşturmaya çalıştılar. Kendilerine de ordu komutanlığı görevini verdiler. İsveç ve Hollanda'nın (Birleşik Eyaletler'in) Yeni Model Ordularınaöykünmek suretiyle Kraliyet tarafından subaylara ve askerlere ödeme yapıldı, kıyafet verildi ve kral ya da onun güvendiği vekiller tarafından komuta edildi. Yeni askeri kurumlar ve yardımcı kuvvetler, modern devlet yapılarının evriminin bir parçası olarak Kıta Avrupası'nda ortaya çıkmaya başladı. Levazım subaylığı ve erzak sağlama gibi düzenlemelerin yanısıra askeriyeye ait araziler, karargâhlar, hastahanelerle adalet ve sekreterlik kurumları hızla çoğaldı (Parker 1978). Askerler, bitmek tükenmek bilmeyen talimler, yürüyüşler ve kuşatma tatbikatlarıyla gün-*ük fiziksel eğitime tabi tutuldular.Kalıcı güçlerin hayata geçirilmesi, insanları yerleştirmek ve onların skeri malzemelerini üretmek, depolamak ve sağlamak için yeni askeri İt yapılar gerektirdi. Barakalar, depolar, ödeme plânları ve idari işler ütün Avrupa devletleri tarafından geliştirildi. Le Tellier ve de Louvo-s'in yeni askeri birliklerin idaresi için sivil bürokrasi oluşturduğu Fran-a, bu işte öncü rolü oynadı. Söz konusu sistem, zamanla Avrupa'daki iğer devletler tarafından da uygulandı. Böylesi yeni kurumların oluşturulması askeri girişimcilerin temsil ettiği sorunları çözdü. Fakat bu son derece maliyetli bir süreçti (Finer 1975) ve devlet maliyesi için yeni acil sorunlar gündeme getirdi. Yeni askeri birlikler ve kurullara nasıl bir ödeme yapılacaktı? Krallar ve kraliyet encümenleri buna iki karşılık verdiler: Gelirler iki farklı şekilde toplanacaktı: Vergi ve sömürgecilikle.Krallıklar mali problemlerini birbirlerinden farklı yollarla ele aldılar. Mali stratejilerindeki seçenekleri, ulusun sahip olduğu fiziksel büyüklüğe, doğal kaynaklarına ve halkının geçirmiş olduğu tarihi tecrübeye kadar, ülkenin coğrafi konumuna da bağımlıydı: Atlantik kıyısı boyunca konuşlanmış olan ülkeler, milli refahlarını sömürgeler vasıtasıyla sağlama şansına sahiptiler; Doğu Avrupa'daki denize kıyısı olmayan ülkeler-se, vergilendirme ve komşu ülkeleri fethetme gibi diğer yöntemlerle gelirlerini artırma yoluna gittiler. Avrupa ülkelerinde bu şekilde ortaya çıkan farklı gelir elde etme yöntemleri, Atlantik ve Kıta Avrupası arasındaki büyük ayrımı yansıtmakta ve bu ayrımı güçlendirmekteydi.Avrupa krallarının, sahip oldukları orduların giderlerini karşılama zorunlulukları, milli maliyenin, daha etkin yapılar ve yöntemler geliştirmesine yol açtı. Maliye, ödeme hizmetlerini içerir. Mali sistemler para dolaşımına hareket kazandırır, kredi tahsis eder ve riskleri sınırlandırır; fiyatlandırır, biraraya getirir ve ticarileştirir. XVII. yüzyılda para ve kredinin büyük çapta idaresi, milli bütçeleri bunaltan askeri maliyetlerlekarmaşık bir hal aldı. Vergiler, XVII. yüzyıl devletinin temel mali kaynaklarını oluşturuyordu (Ardant 1975, s. 165). Bütün Avrupa'da mali mekanizmalar sıkı bir

Page 62: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

denetime tabi tutuldu. Krallar, eski vergileri artırdılar ve hatta yenilerini icad ettiler. Aynı zamanda, vergilendirmek maksadıyla sivil toplumda ekonomik gelişmeyi canlandırmaya yönelik yoğun müdahalelerde bulundular.Otuz Yıl Savaşları'nm ardından Avrupa, altı ulusun hakimiyeti altına girdi: Avusturya, Rusya, Prusya, İngiltere, Fransa ve Hollanda (Birleşik Eyaletler). Avrupa'nın doğusunda Avusturya, Rusya ve Prusya egemendi. Bu üç devlet, 1648 yılından sonra, sınırları çakışana kadar komşu ülkeleri fethetmek suretiyle -çürümekte olan Kutsal Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Polonya Krallığı karşısında- hızlı bir gelişme kaydettiler. Parçalanmış Almanya'nın doğusundaki bu bölgeler, Avrupa'nın Atlantik kıyısı boyunca ortaya çıkan ticaret devriminden ve pazar genişlemesinden pek fazla nasib alamamıştı. 17. yüzyılda zengin bir burjuvazinin ve serbest bir emek gücünün dolaşımının ortaya çıktığı Avrupa'nın batı bölgelerinin aksine Doğu Avrupa, toplumun 'malikane-sel bir gerilemesi' ve 'yeniden feodalleşmesine' şahit oluyordu. Otuz Yıl Savaşları'nm ardından bütün bölge, orta çağ Avrupası'nın koşullarını anımsatan bir duruma düştü. Doğuda sosyo-ekonomik birim, mülk sahipleri ve serilerden oluşan bedelsiz zorunlu iş gücüne sahip, muktedir bir derebeyi tarafından yönetilen tarım arazileri formatında kalmıştır. Derebeyleri, yegane göze çarpan siyasal sınıfı oluşturuyorlardı. Askerî enerjilerini, soylu subayların hakim olduğu ordular üzerinde yoğunlaş-tırdılar. Kayda değer bir deniz kuvveti teşkil edemediler; deniz aşırı gelişmelerde rol alamadılar ve çok az ticari ticari kazanç sağlayabildiler. (Anderson 1988, s. 46 vd).Avrupa'nın batı bölgeleri İngiltere, Fransa ve Hollanda'nın hakimiyetindeydi. Bu bölgede özel teşebbüs; yeni ticari yasalar, sübvansiyonlar ve vergi indirimleriyle destekleniyordu. İngiltere ve Fransa'da imalat sektörünü geliştirmek için imtiyazlar hayata geçiriliyordu. Ülkenin yol ve kanallarının iyileştirilmesi için çok büyük devlet yatırımları gerçekleştirildi. Her iki ülke de, ithalat gelirini artırmak amacıyla yerli ürünlerin ihracım teşvik etti. Paranın ülkeden çıkmaması için ithal ürünler üzerine ağır vergiler getirdiler, imtiyazlı şirketler kurdular, yeni koloniler elde edilmesi ihtiyacını vurguladılar ve kendi deniz kuvvetlerini geliştirdiler.Batı Dünyasının YükselişiBatılı ulusların deniz kuvvetleri üzerindeki yeni vurguları, sosyoekonomik yapılarını büyük ölçüde etkiledi. Gemilerin inşası birkaç yıl aldı. Ayrıca, tersane için alt yapı, tersane işçileri, kaptanlar ve haritacılara ihtiyaç duyuldu. Deniz güçlerinin inşa edilmesi çağın mali sorunlarını daha da öne çıkardı. Bununla beraber, kalıcı bir deniz kuvvetinin oluşturulması da bir çözüm sunuyordu: Kral, sömürgecilik ve uzak yol ticareti gibi tehlikeli girişimleri desteklemek suretiyle gelirlerini artırabilirdi. Devletin, gelirlerini artırmak için özel teşebbüse verdiği desteklerden en önemlisi imtiyazlı şirketlerdi. Kraliyet, hakimiyetindeki bölge içerisindeki özel bir şirketi içeren bir imtiyaz çıkarttırdı. Bu imtiyaz, o şirkete belirli bir bölgede belirli malların tekel hakkını veriyordu; daha da ötesi, yabancı yöneticilerle müzakere etmek, silah alma, ordu ve donanma tesis etme, yurt dışında karargâh kurma ve hatta savaş ve barış ilân etme hakkını da veriyordu.ilk imtiyazlı şirketler, 16. yüzyılın ikinci yarısında Hollanda da oluşturuldu. XVII. yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa bunu takip etti. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi 1600 yılında kuruldu, Virgina Şirketi ise 1606 yılında, ingiliz Amazon Şirketi 1619-23 yıllarında ve Massachusetts Körfez Şirketi 1629'da kuruldu. Daha sonra 1660'da, Afrika'da ticarete öncülük eden ve on iki yıl sonra daha organize bir yapıya sahip Kraliyet Afrika Şirketi ile yer değiştiren Kraliyet Maceracıları geldi. Fransızlar bunun gerisinde kalmadı. Siyasi ve ekonomik gücün, kralın şahsında önceden tahmin edilemeyecek bir biçimde merkezileşmesi ve yoğunlaşmasında etkin olan Richelieu (1585-1642) ve Colbert (1619-83) gibi güçlü bakanlar Fransa'nın zenginliğini artırmak ve ülkelerini kendine yeter bir ekonomik birim haline getirmek amacıyla merkanti-list tedbirler uyguladılar (Cole 1939).Merkantilist tedbirler, askeri amaçlara hizmet etmek için tasarlanmış ekonomik araçlardı. Bu tedbirler ekonomik gücü, kralların dînî ve askeri yetkilerine eklemlediler ve Batı Avrupa'nın devlet yapılarını güçlendirdiler ve ticaret ile savaş, ekonomi ile siyaset arasındaki ayrımı daha da bulanıklaştırdılar. Bunun

Page 63: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

aksine, Doğu Avrupa'da ise toplumlar -XIX. ve XX. yüzyılların emperyalist bağımlılıklarının (ve aynı zamanda anti-emperyalist kuramların) habercisi olan- hammadde ihraç eder ve Batı Avrupa'nın tüketim maddelerini ithal eder hale geldiler.Şunu açıkça ifade etmekte fayda var: Atlantik kıyısı boyunca mutla-kiyetçi devlet, feodal düzenden kopuşu simgelemektedir. Bu devlet ya-pisi, politik aygıtın tam anlamıyla kontrol etmediği ve politik aygıtın ona adapte olmak zorunda kaldığı bütünlüğünü yitiren feodal düzenin sonunda ortaya çıktı, bu yapı 'giderek artan şehir ekonomisi bağlamında köleliğin ortadan kalkışı karşılığıydı.' Çözülmekte olan feodal düzeni müteakiben ortaya çıktı. Siyasi organların tam olarak kontrol edemediği ve ayrıca uymak zorunda kaldığı 'artan şehir ekonomisin şartları içinde köleliğin ortadan kaldırılmasının bir telafisiydi bu oluşum.' Kıtanın Doğu bölgelerinde ise bunun aksine, mutlakiyetçi devlet, feodal düzenin baskıcı bir devamı niteliğindeydi. Bu devlet, 'otonom şehir yaşamı ve direnişi tarafından meydana getirilen bir alanda köleliğin pekiştirilmesi için bir araç'tı (Anderson 1979, s. 195).iTOPRAK BÜTÜNLÜĞÜNE SAHİP DEVLETXVII. yüzyılın başlarındaki dînî çatışmalar esnasında ortaya çıkan değişiklikler teritoryal devletin tanımlanabilir modern niteliklerinde ifadesini buldu. Öncelikle 'devlet belirli bir toprak parçası üzerinde konuşlanmış ve dokunulmaz sınırlarıyla çevrili toprak bütünlüğüne sahip' bir yapı olarak tanımlandı.İkincisi, bu toprak bütünlüğü, krala sadık olan, itaatkâr ve gittikçe uzmanlaşan departmanlara ayrılmış profesyonel bürokratların çalıştığı bir dizi kurum tarafından yönetilirdi. Önceleri, askeri ve mali fonksiyonların idamesine adanmış olan bu departmanlar, gittikçe kralın rasyonel politika kararlarını oluşturmasında ve alınan kararları uygulamada yardımcı olur hale geldi.Üçüncüsü, bu toprak bütünlüğü, bir dizi mit ve milliyetçilik sembollerini aşılamak için monarşilerin yüzyıllara varan çabalarının ürünü olan bir nüfusu içeriyordu.Son olarak, devlet, yeni bir egemenlik kavramıyla tanışmıştı. Bu yeni düşüncenin doğasının açıklanması, matematikçi, keyif için devlet adamlığı yapan ve çok yönlü bir zekâya sahip olan Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) tarafından ortaya kondu. 1677 yılında yayımlanan Caesarinus Fürstenerius isimli eserinde Leibniz, kendi işvereninin (Hanover Dükü) yasa yapma hakkına sahip olduğunu kanıtlamaya çalışmakta ve bu süreçte yeni bir egemenlik kavramı geliştirmektedir. Daha başlangıçta Dük'ün öncelikli problemini tanımlamaktadır: Westphalia Anlaşması, daha önce Kutsal Roma împaratorluğu'na dahil olmuş bütün Alman yöneticileri üzerinde egemenlik bahşetti; bununla beraber, buıanlaşma İmparatorluğun geleneksel, feodal yapısını yıkamadı. Bu yüzden de yerel Alman hükümdarlar halen geleneksel görevlerin, bağlılıkların ve hükümlerin eski ağlarıyla sarmalanmış haldeydiler. Leibniz şu soruyu soruyor: Pek çok Alman hükümdarı neye göre egemendir?Bu soruya hukuki terimlerle cevap vermek yerine, Leibniz öncelikle 'günümüz dünyasında olan bitenler' bağlamında 'egemenlik' kavramını tanımlıyor (1963, s. 340). Onun zihnindeki 'egemenlik'in ilk şartı asgari bir toprak parçası olmasıdır (s. 304 vd.). En küçük prenslikler -ki o devirde, Almanya'nın yaklaşık 300'ün üzerinde devlete bölündüğü dikkate alındığında son derece fazladır- Avrupa'daki savaş, ittifaklar ve genel ilişkiler nezdinde göz önünde bulundurulduğunda en büyükleriyle eşit muamele görme talebinde bulunamazlardı. Yeterli miktarda toprağa sahip olmayan daha küçük ülkeler, 'en iyi ihtimalle, garnizonlarıyla iç düzenlerini sağlayabilirlerdi.'Leibniz, egemenliğin ikinci koşulunun, 'majesty haşmet' olduğunu söyler (s. 307 vd). Bu kavramla Leibniz, bir hükümdarın, halkından itaat talep etmesini sağlayacak otoriteyi kasdetmektedir. Majesty haşmet, egemenlikle aynı şey değildir. Majesty haşmet, normatif ve ahlâki bir yetkiyken, egemenlik kendi toprakları üzerindeki tebasını 'kısıtlamak için hakiki ve mevcut güç' anlamına gelmektedir.Burada Leibniz'in üçüncü kriteri yer almaktadır: Kişinin askeri gücünün vazifeleriyle topraklarının hakiki kontrolü (s. 304 vd.). Bodin egemenliğin içsel yönlerinden bahsetmişti. Leibniz bu iç yönleri daha geniş, uygulamalı,

Page 64: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

devletlerarası bir bağlama oturtmuştur. Leibniz, eski İmparatorluğun sözde egemen hükümdarları arasında sadece daha üstün bir güç tarafından kısıtlanmaksızın kendi tebasmı kısıtlama yeteneğine sahip hükümdarların gerçek egemenler olduğunu ileri sürer. Böylece bu kesin kriter, hükümdarın askeri gücüyle 'mülkünü' kontrolü anlamına gelmektedir. Bu askeri güç bir başka gücü kapsamamaktadır. Almanya'da egemenlik iddiasında bulunan üç yüzü aşkın prenslik arasında Leibniz, sadece topraklarını yabancıların etkisine maruz bırakmama gücüne sahip olanları gerçek egemen olarak kabul etmektedir. Westphalia Anlaşması'yla egemenliğini büyük ölçüde yitiren Kutsal Roma Im-paratorluğu'na gelince, o da askeri güç uygulamak suretiyle otorite ya da haklarını güçlendirebilir (s. 313). Westphalia Anlaşması, onu diğer herhangi bir egemenden farksız kılmıştır.Geçirgensizlik kavramından dış egemenlik kavramı çıkmaktadır. Bu kavramın kesin kabul edilişiyle Westphalia Anlaşması, modern toprak bütünlüğüne sahip devletin yasal temellerini oluşturdu. Bu temel üzerine, etkileşimin daha iyi anlaşılabileceği, yeni bir uluslararası etkileşim sistemi, yeni bir kavramlar ve teoriler sistemi oluştu. Bu Anlaşmanın dış egemenlik ilkesini tanıması, modern devletlerarası sistemin resmi olaraktc ECO Dİ LU CO>NC « O. 05CDECD O) LUCOto<c JcoF c O.CD D>CD E enbur enliğiLU "c Ege(0 o İ 8»b (D >O m lutanınmasını ve yasal olarak saglamlaştırılmasını temsil etmektedir- örnek olarak, iyi tanımlanmış coğrafi sınırlan içerisinde otoritelerini uygulayan 'iç egemenliklerini') krallara sahip olan ve yasal olarak da eşit teritoryal devletlerarasındaki siyasi etkileşim sisteminde, kralların halk-lan, daha üstün bir otoriteye tabi olmazlar. Westphalia Anlaşması, devletler üstü bir uluslararası ilişkiler görüşünden devletlerarası bir hukuka dönüşe işaret etmektedir; uluslararası hukukun kutsallık atfedilen görüşü, uluslararası hukukun bir dizi düzenlenmiş gelenekler ve anlaşmalar dizisi -devletlerarası etkileşimin geliştirme amacına uygun olarak devletlerin kendileri tarafından yaratılan ve beyan edilen davranış kuralları- olduğu argümanıyla yer değiştirdi.MutlakiyetçilikXVII. yüzyılın uluslararası siyasetindeki iki önemli kavram, 'düzen' ve 'refah'tı. Bu iki kavram, 'mutlakiyetçilik' ve 'merkantalizm' ikiz terimleriyle içkinleşmişti. Bu ikili kavram, devlet ve devletlerarası ilişkilerinin hızla gelişmesinin siyasal ve ekonomik yönleri olarak görülmelidir. 'Mutlakiyetçilik' terimi, 1789 yılındaki devrimden sonraki on yıl zarfında (Fransız) politika diline girdi. Elbetteki bu terimin atıfta bulunduğu olgu çok eskilere dayanmaktadır. XIV. ve XV. yüzyıllar boyunca kraliyet gücü tekelleşmeye doğru gidiyordu. Uzun süren XVI. yüzyıl boyunca krallar bizzat kendileri uluslararası politikaya girmeye başlamışlardı. Krallar birincil diplomatik araçlar olarak evlilikleri ve askeri manevraları kullandılar ve Kıta Avrupası'nı sürekli savaşlar içerisinde tuttular ve kendi saraylarını da tekelleri altına aldılar. Mutlakiyetçiliğin merkez fikri, bir devletin adaletinin ve gücünün kral tarafından tekelleştirilmesi gerekliliğidir; bu verilen nedenselleştirme tipik

Page 65: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

olarak teolojik-tir: Kralın siyasal anlaşmalar yapma hakkı için ilâhi bir hakka sahip olduğu söylenmektedir. Jean Bodin bu argümanı daha önceden haber veriyordu. Fakat kralların ilâhi haklarının bu kesin öğretisi Pierre de Bel-loy (1540-16122) tarafından formülleştirilmiş olabilir. Belloy De Yauto-rite âu roi (Kralın Otoritesi) isimli eserinde (1588) krallığın, Tanrı tarafından kurulduğunu ve sadece Tanrı'ya karşı sorumlu olduğunu ileri sürer.Mutlakiyetçiliğe dair en meşhur metin, Robert Filmer (1588-1653) tarafından formülleştirilmiş olabilir. Patriarcha (1991 [1637])2 isimli eserinde Filmer, tartışmasına insan toplumunun Adem'den türediğini söyleyerek başlıyor. Krallar ilâhi hak gereği yönetirler, çünkü Tanrı bütün toplumsal gücü Adem'e bahsetmiştir. Daha sonra Adem, bu hakkı insanlık tarihi boyunca kendinden sonrakilere devretti, diye devam etmektedir Filmer. Bu argümanın birkaç etkisi vardır. Öncelikle, yalnızca erkek bireyden gelen, büyük bir aileyi oluşturmaktadır. Çünkü Tanrı,IHavva'yı Adem'in kaburga kemiğinden yaratmış ve onu Adem'e vasıl ettiğinden, kadınları daima erkeğe göre aşağı bir konumda kılmıştır. Tanrı Adem'i önce yarattığından ve ona otorite bahşettiğinden bütün insanlık babalarına bağlıdır ve kendinden büyüklerin aşağısmdadır; tek kelimeyle, insanlar bağımlı ve farklı (eşitsiz) doğmuşlardır ve ilk doğan çocuklar daha sonrakilere göre daha üstündür.Filmer'in bu argümanı da, hiçbir toplumun özgür ve eşit bireylerden oluşmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü Tanrı, Adem'e bütün dünyanın mülkiyetini verdiğinden Adem'in en büyük oğlu babasının isteğine tabidir. Adem'in oğlu, Adem'in ona isteyerek verdiği mülk kadarını kullanabilir. Ve Adem'in ölümünden sonra oğlu babasının sahip olduğu bütün mülkünü, otoritesini ve gücünü tevarüs eder. Adem'in oğlunun ölümünden sonra, Adem'in mülkü ve otoritesi sırasıyla ilk doğan oğlanlar vasıtasıyla Nuh'a kadar gelir. Nuh'la beraber, ataerkil miras edinme süreci değişime uğrar. Tufan'dan sağ kalan sadece onun ailesi olduğundan, Nuh çok önemli siyasal bir karara varır: Bütün dünyanın yönetimini kendisine ayırmak yerine, bunu üç oğlu, Ham, Sam ve Yasef e ve bir de kendisine olmak üzere dört parçaya ayırmıştır. Nuh kendisine ayırdığı parçayla Seçilmiş însanlar'a ait olan toprakları muhafaza etmiş ve böylece Filmer'a göre, dünya devletlerini kurmuş oldu.3 Nuh'dan sonra, baba otoritesi ve siyasal patriarkı, sırasıyla daha sonra gelen ilk doğan oğullara doğrudan bir çizgi halinde geçti. Filmer bu savıyla, en büyük oğul hakkı ilkesi için teorik bir temel sağlamış olur. Bu ilkeye göre, XVII. yüzyıl Avrupa devletlerinin başında bulunanlar, krallıklarını, güçlerini ve siyasal otoritelerini 'Nuh'un oğullarından ya da yeğenlerinden' birinden ya da onlardan başkasından devşirdiler (Filmer 1991, s. 7).Bu tür bir sav sadece Filmer'a ait değildir. Bir devletin adaletinin ve gücünün monark tarafından tekelleştirilmesi gerektiği fikri, aynı zamanda, her ikisi de gerekçelerini incil'e dayandıran ve kendilerinin Tanrı tarafından halklarını yönetmek için seçildiklerini iddia eden İngiliz Kralları 1. James (1603-25) ve I. Charles (1625-49) tarafından da haklı gerekçe olarak sunulmuştu. Mutlakiyetçi teorinin en etkin açıklayıcısı Fransız rahip Jacques-Benigne Bossuet (1627-1704)'dir. Filmer'in ingiltere'de yaptığı gibi Bossuet de Fransa'da, kralların Tanrı tarafından seçildikleri ve sadece O'na karşı sorumlu oldukları önerisine dayandırdığı Kralların İlâhi Hakları argümanını formülleştirdi; krallar Tanrı'mn yeryüzündeki siyasal işlerini yöneten vekiller olarak seçilmişlerdi. Ancak Bousset çok önemli bir konu hakkında oldukça açıktı: İlahi hak, kralasiyasi işlerde mutlak bir otorite bahsetmiştir fakat keyfi yönetim için hak tanımamaktadır. Bossuet, vatandaşlar kralları tarafından uygulanan kurallara bağlıyken, kralların da Tanrı tarafından konulan kurallara uymakla yükümlü olduklarını söylerken son derece dikkatlidir. Kraliyet yönetimi, yansıttığı Tann'nın isteği gibi, mantıklı ve adil olmalıdır. Böylece, bir kral Tann'nın isteğine uyduğu sürece egemen kalacaktır. Jean Bodin'i hatırlatan bu argümanla Bossuet, mutlakiyetçilik ve keyfilik arasında büyük bir ayrıma gitmiştir (1824, s. 103-267).MerkantalizmMerkantalizm'in temel fikri, ekonomik aktivitelerin, devlet tarafından konulmuş hedeflere ve devletin çıkarlarına nazaran ikincil plânda olmasıdır. Merkantalizm

Page 66: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

büyük ölçüde bir devlet yönetimi teorisidir ve XVII. yüzyıl Avrupası'nın büyük güçlerinin (Hollanda, İngiltere ve Fransa) rekabet koşulları dikkate alınarak anlaşılmalıdır. Bu yüzyılın önemli gelişmeleri, İngiltere'nin Avrupa'daki en güçlü ticari güç olan Hollanda'ya karşı verdiği başarılı mücadeledir. Merkantalist düşüncenin doğuşu, İngiltere'nin küresel bir güç ve dünya imparatorluğu olarak doğusuyla paralellik arz etmektedir.Merkantalizm'in en önemli kavramı 'ticaret dengesi'dir. Bu fikir, Walter Raleigh (1554-1618) ve John Selden (1584-1641)'in yazılarına dayanmaktadır. Bu kavramın en erken savunucularından birinin İngiltere'nin kuvvetler dengesi politikalarının inşacısı Francis Bacon (1561-1626) olması tesadüf değildir. Bacon'a göre, refah ve askeri yeterlilik, ulusal gücün destekleyici boyutlarıydı. Bacon'un mükemmel bir şekilde ortaya koyduğu üzere bu destek, 'gemicilikten Indies'e, Indies'den hazineye, hazineden mükemmelliğe; yani bir diğer zincirlemeyle 'seyrüseferden Hint Adaları'na, Hint Adaları'ndan hazineye ve hazineden üstünlüğe.' (Bacon, 1852, s. 201). Bacon'a göre, ticaretteki uygun denge, dışişleri politikasının amaçları için önemlidir. Bu hedef, İngiltere'ye hammadde ihraç edecek (özellikle kıymetli madenler) ve oradan mal alacak koloniler tarafından başarılabilir.En önemli merkantalist argümanlardan biri, Thomas Mun (1571-1641) tarafından oluşturulmuştur. En önemli eseri England's Treasure by Forraign Trade, or the Ballance of our Forraign Trade is the Rule of our Treasure ölümünden sonra 1664 yılında yayımlandı. Etkili bir çalışma olan bu eser birkaç baskı yaptı. Mun, ticaret dengesini 'büyüklük den-gesi'yle birleştirdi. Denge, güç ve refah arasındaki bu birliktelik, koloni-leştirme sürecinde aşikâr hale geldi; 1651'de Oliver Cromwell'in militarist cumhuriyeti, İngiliz gemiciliğini yabancı rekabetten korumak amacıyla Denizcilik Yasası'nı çıkardı.Bacon'un, Selden'in, Mun'un ve diğerlerinin merkantalist düşüncelerinin temelini oluşturan refahın deniz gücüne dönüştürülebileceği, deniz gücünün daha fazla zenginlik doğuracak olan ticareti koruyacağı, ardından ulusun deniz gücünü güçlendirecek ve devamında aynı şekilde bir sirkülasyonla deniz gücünün ticareti koruyacağı fikriydi (Heckscher 1935).ANARŞİ, AKIL, SÖZLEŞME VE DÜZENMutlakiyetçilik ve merkantalizmin her ikisi de, insan iş birliği, refah ve düzen konularını dile getiriyordu. 'Düzen' konusu, Otuz Yıl Savaşlarının yıkıcı etkisini ilk elden yaşamış ve ticaretle meşgul uluslar için önemli bir meseleydi. 17. yüzyıl ortalarında uluslararası ilişkiler teorisi, rekabet halindeki ve kendine yeter devletlerin kaotik yapısına düzeni empoze edebilecek bir dizi düzenleyici ilkeler arama girişiminin etkisi altındaydı.Düzen sorunu öncelikle devletlerden ziyade bireyler düzeyinde tartışılmıştır. Bu tartışma, Reformla Tanrı ve insan aklıyla dînî özgürlük arasındaki ilişkilerde görüldü. XVI. yüzyılda yaşamış bir kaç düşünür, dinin kişiye özel bir alan olduğu konusunda hemfikirdiler yani iman konusunda bireylere vicdani özgürlük bahşedilmelidir. Din savaşları sırasında, sosyal düşünürler insan aklı ve bireysel özgürlük ışığında mevcut çatışmalar ve savaş konusunda araştırma yapmaya başladılar. Otuz Yıl Savaşları boyunca pek çok düşünür, bireysel özgürlüğün, toplumsal düzenin pahasına elde edildiğini ileri sürdüler. Bu düşünürler, herkesin kusursuz derecede özgür olması durumunda, etkileşimin hayal edilebilir en kaotik ve şiddet koşulunu üreteceği konusunda fikirler öne sürdüler.İnsanın topyekûn bir özgürlükle donatıldığı 'tabii hal'de insanoğlu herşeyi yapma hakkına sahip olacaktır; Thomas Hobbes, 1651'de "insanlar, kendilerini korkutarak engelleyecek ortak bir güç olmadığı zaman warre dediğimiz durumda bulunuyor demektir; böyle bir durum, herkesin herkese karşı olduğu bir durumdur" diye yazmıştı. Hobbes, şöyle devam eder; "Tabii halde insanoğlunun hayatı yalnız, zavallı, kötü, kaba ve kısadır" (1951, S.185Q- Benedict de Spinoza da aynı fikirde-'?'dir. 1670'de yazdığı bir taslakta Spinoza, tabii halde ne aklın ne ahlakın var olabileceğini öne sürer; bu sebepten, her beşer "kendi görüşüne göre kendi

Page 67: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

çıkarma bakar, kendi menfaatine oynar ve sevdiğini korumaya, sevmediğini de yok etmeye çalışır" (Spinoza 1951b, s.211).Kanunsuz tabiî hal imgesi, XVII. yüzyılın siyaset düşüncesinde merkezi bir kavram olarak yer aldı. Bu düşünce pek çok düşünürü, devletin, toplumsal düzeni devam ettirmesi için gerekli olduğu sonucuna götürdü. Pek çok düşünür, tabiî haldeki insanoğlunun, arzusu ve egosunun peşinden gideceği konusunda hemfikirdiler. Bununla beraber, insanoğlu akıl denilen melekeye sahip olduğundan, bir süre sonra er ya da geç, bireysel çıkarlarının kaostan ziyade düzen tarafından daha iyi karşılanacağını fark edecektir. Ayrıca, diğer insanlarla iletişime girecek ve insan etkileşimi üzerinde düzen dikte edebilecek kurumları oluşturacaktır. Bu mantık, iki farklı argüman halinde gelişti. Mantığın aşikâr pa-radoksuyla iştigal eden Hobbes ve Spinoza gibi yazarlar, insanoğlunun ancak devletin sınırları içerisinde gerçek aklı ve gerçek özgürlüğü hayata geçirebileceğini ifade ettiler. Örneğin, Spinoza, 'akıl tarafından yönetilen insanın, bağımsız olduğu yalnızlık durumuna nazaran, genel bir kanun sistemi içerisinde yaşadığı bir devlette daha özgür olduğunu belirtti' (1951b, s. 235). Bu argüman, hızla mutlakiyetçiliğin seküler açıdan gerekçelendirilmesine dönüştü.Diğer taraftan, John Amos Comenius ve Emeric Cruce gibi yazarlar yer alıyordu. Comenius (1592-1670) eğitimin önemine vurgu yapmıştır. The Angel of Peace (1628?) isimli eserinde 'barışçıl bir Avrupa yaratmak için çocuklara rasyonel düşünceyi öğretmeli ve Hıristiyan değerleriyle bezenmiş ortak bir Avrupa kültürü verilmelidir' tezini işler. Cruce de benzer fikirler ileri sürüyordu. Cruce, 'şayet insanoğluna sadece yöneticileri tarafından özgürlük bahşedilirse, akıl ve 'kendini vakfetme, naziklik ve hayırseverlik' gibi Hıristiyan değerlerinin rehberliğinde yeni bir Avrupa yaratacaktır insanoğlu' diyordu. Burada, insanoğlu bir şekilde özgürce hareket edebilir ve sanki yeryüzü insanlar için ortak bir şe-hirmiş gibi, ülke, seremoniler ya da diğer farklılıklar gibi herhangi bir engel olmaksızın birbirleriyle karışabilir (Cruce 1972, s. 36).Emeric Cruce (15901648)Cruce, Hıristiyanlığı hükümdarların kendi siyasal amaçları için kullandıklarını söylemektedir. The New Cyneas (1972 [1623])4 isimli eserinde Cruce, yaşadığı çağdaki pek çok savaşın 'ya şeref kazanmak, yamaddi kazanç elde etmek, ya da bazı yanlışları düzeltmek için gerçekleştirildiğini' dile getirmektedir. İnsan, şayet tecrübesiyle, bu amaçların genellikle sık sık bir bahane olarak hizmet ettiğinin bilinmesini istemeseydi dini de bu nedenler arasına koyabilirdi' (Cruce 1972, s.8). Bu düşünce, Otuz Yıl Savaşları'ndan çıkartılmış önemli bir dersi ifade etmektedir.Cruce, aynı zamanda, bir başka ders daha çıkarmaktadır: Bu askerler savaş zamanında gereklidir, fakat barış zamanında da büyük bir sorun arz etmektedirler. Cruce, askerleri, hırsızları ve vahşileri yeni, birleşik bir Avrupa'nın oluşumu önündeki en birincil engel olarak görmektedir. Dununla beraber, bunlar toplum tarafından uzak tutulursa, 'onların kendilerinin bile bir vicdana sahip olduklarını düşünebilmeleri' olasıdır. Cruce'nin nedenselleştirmesi toplum sözleşmesi teorisindeki önemli bir noktanın temelini hazırlamaktadır:Şayet onlar (askerler, hırsızlar, vahşiler) kendi vahşi şartlarında yaşamaya devam etmeyi tercih ederlerse, ortak iradeleri çerçevesinde birbirleriyle yakından bağlantılı olan pek çok insana direnebilmek için yeterince güçleri olmayacaktır. Bu iyi insanlar, onların üzerine yürür, kuşatır, saldırır ve onları inlerindeki sefil hayvanlar gibi öldürürler. Eğer akim yolunda buluşmazlarsa, savaş onlar için daima adil bir tedbir olacaktır (s. 29).Toplumsal düzenin menfaati için bilge hükümdarlar, bu zavallı insanlara destek olmalı ve yeni işler bulmaları için yardım etmelidir. Askerler, sahip oldukları hırs ve şiddet araçlarından dolayı tehlikelidirler; bu nedenle, hem hükümdarlarının gücü; hem de toplum düzeni için bir tehdit unsurudurlar. Hükümdar, hem kendi konumunu güvence altına almak hem de toplumsal düzenin devamını sağlamak için bilge bir yönetici olarak askerlerine 'cinayet işlemeden şerefle' bir şeyler yapmaları için fırsatlar vermelidir. Bazı askerlerin polis gücü ya da kolluk kuvveti olarak kullanılabileceği önerisinde bulunmaktadır;

Page 68: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

diğerleri ise toplumun refahı ve mutluluğu için tarım ya da iş gibi ticaretle meşgul olmaya teşvik edilmelidir (s. 25).The New Cyneas'm yaklaşık üçte birinde yazar, devlet içerisindeki çatışmadan ve düzenden devletlerarasındaki savaş ve barışa yöneldiğinde bu argüman da yön değiştirmektedir. Cruce, insanoğlunun rasyonel ve eşit olduğunu ve savaşarak çatışmadan ziyade ticaret ve iş birliğiyle ken-di çıkarlarına ne denli daha iyi hizmet edileceğini anlayabileceğini ileri sürmektedir. İnsanlar ve ülkeler arasında hiçbir önemli farkın olmadığı ve böylece insanların özgürce seyahat edebildikleri yeni bir Avrupa hayal etmektedir. 'Niçin ben, bir Fransız olarak bir İngiliz'e, bir İspanyol'a ya da bir Kızılderili'ye zarar vermek isteyeyim? Onların da benim gibi insanlar olduğunu, onlar gibi benim de hata ve günaha düşebileceğimi ve bütün ulusların doğal ve çözülmez bir bağla bağlandığını düşündüğümde bu şekilde davranamam' (s. 36).Cruce Avrupa'nın, pek çok egemen devletlerarasında bölünmüş olduğunun farkındadır. Kendisi, bu egemen devletleri parçalayabilecek herhangi bir yaklaşımdan sakınmak amacıyla yeterli derecede pragma-tik davranmaktadır. Öte yandan Cruce, bu egemen devletlerin birbirleriyle bir dünya organizasyonu gibi birleştiğini ileri sürmektedir. Bazı tarafsız, merkezi şehirlerin, bütün Avrupa devletlerinin elçi gönderebileceği 'genel bir meclis'in başkenti olarak hizmet verebileceğini önermektedir. Devletlerarasında ihtilaflar ortaya çıktığında, söz konusu elçiler biraraya gelip ilgili devlet temsilcilerinin savlarını dinledikten sonra kararlarını verirler. Bu öneride, daha sonraki bilim adamları Milletler Ce-miyeti'nin kopyasını görmektedirler; Cruce'nin sahip olduğu ün de bu öneriye dayanır.5Cruce'nin argümanı bir başka nedenden ötürü de ilgiyi hak etmektedir: Tüccarların barış zamanında elde ettikleri kazanılmış hakları olduğunu varsayan ilk ayrıntılı barış önerisi ona aittir. Cruce'ye göre, bu analizin temel birimi, devletten ziyade birey, hükümdardan ziyade vatandaştır. Aydınlanmış ekonomik aktörler arasındaki etkileşimin, karşılıklı bağımlı etkileşimlere ve barışa yol açacağını iddia etmektedir. Cruce, devletlerarası düzenin korunmasında tüccarlara ve imalatçılara önemli roller verdiğinde XIX. ve XX. yüzyılın idealizminin ipuçlarını sunuyordu. Cruce, hiçbir mesleğin, toplumsal kazanımlara hizmet edenlerle karşılaştırılamayacağını ileri sürmektedir. Tüccarlar, 'devleti beslerler' ve imalatçılar 'devleti zengin ederler'. Ve hükümdarlar halklarının ticaret ve üretimle meşgul olduğunu görseler bir daha asla savaşma gereği duymazlar.Benedick (Barııcn) de Spinoza (1632-77)Spinoza'nm argümanı, Cruce'ninki gibi bazı benzer aksiyomlara dayanmaktadır; fakat XVII. yüzyıl Avrupa'sındaki savaş ve barış hakkında farklı sonuçlara ulaşmaktadır. Spinoza'nm tartışmaları soyuttur. Cru-ce'ninkilerden farklı olarak Spinoza, uluslararası analiz birimi olarak toprak bütünlüğüne sahip devleti seçmektedir. Ortaya koyduğu tartışma son derece karmaşık olup çarpıcı noktalara sahiptir; devlet'in daha büyük metafizik sistem içerisinde kendine özgü bir yeri olan geniş, tüm-dengelimli bir yapıdır.Spinoza'nm sistemine, kendine özgü teolojik aksiyomlarından bağımsız olarak girmeye çalışmak hata olabilir. Fakat, Spinoza'nm insan doğasına özgü tartışması, politik gözlemler için kısa yol sağlamaktadır. Spinoza, insanoğlunun daima akıl ve tutkusu arasında gidip geldiğini ve özgürlükleri ne kadar fazla olursa, o oranda da tutkularının esiri olacağına dikkat çekmektedir. Tabiî halde tutku, baş eğmezliğe yakındır. Spinoza, insan tutkusunu tanımlamak için, canlı, kendi kendini koruyabilen, büyüyen bir coşku olarak conatus Latince terimini kullanmaktadır. Conatus vasıtasıyla insanlar başlarına belâ gelmesinden korunmaya çalışırlar, zarar görme tehdidine direnirler ve zarar görmeleri halinde, bu zarar, söz konusu coşkuyu büsbütün yok edecek kadar vahim olmadığı sürece, içkin bir ilke olan 'kendi kendini iyileştirme' ilkesiyle kendilerini onarırlar (Scruton 1986, s. 59). Tabiî halde insanların eylemleri conatus'un -yaşamlarını ve şahsi mallarını koruma adına sürekli çabalarının- hakimiyeti altındadır.Akıl, tabiî halde mevcuttur, ancak conatus'un hizmetindedir. Akıl, doğru yanlış, iyi ya da kötü için bir kriter üzerinde herhangi bir kolektif anlaşma meydana

Page 69: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

getirmez. Tabiî halde, insanların itaat etmeleri gereken hiçbir ahlâki konsensüs, hiçbir siyaset ve hiçbir kanun mevcut değildir. Tabiî halde, her insan tek başına egemen konumdadır, istedikleri şekilde davranabilirler, çünkü 'egemen doğal hak sayesinde herkes neyin iyi neyin kötü olduğuna dair yargılarda bulunmaktadır' (Spinoza 1951, s. 211). Bu tam özgürlük halinde, tabiî haldeki insanları, zevklerini tatmin etmek istedikleri şeyi bir başkasından almasından engelleyen, ötekinin daha güçlü olduğu bilgisidir. Sadece eylemlerine zarar ve acıyla karşılık verileceği gerçeği, onları bu isteklerini yerine getirmekten alıkoymaya yetecektir.Bazı noktalarda Spinoza, insanların varlıklarının, diğer insanlarla kuracakları iş birliğiyle daha iyi korunabileceğini ve isteklerini daha iyi yerine getirebileceklerini keşfedeceklerini ileri sürmektedir. Bu andan itibaren insanlar toplumsal anlaşmalara gireceklerdir. Tabiî halin mücadele gerektiren düzensizliğinden medeni topluma geçeceklerdir. İnsanlar, karşılıklı yardıma dayalı ve insanlığın kendini korumacılığını artır-mak, refahını ve mutluluğunu geliştirmek üzere tasarlanmış bir 'ulus' yaratacaklardır (s. 201 vd.). Ulus yaratma eyleminde insanlar aynı zamanda kendilerini vatandaşlar ve uyruk kılacaklardır: 'Medeni kanun aracılığıyla ulusun bütün üstünlüklerinden faydalandıkları sürece vatandaş; kural ve yasalarına boyun eğdikleri sürece de uyrukturlar' (Spinoza 1951c, s. 301).Spinoza'nın siyaset felsefesi, iki ana öngörü tarafından yönlendirilmektedir. Birincisi, ulusun yaratılması insan doğasını değiştirmez. Medeni toplumda, her insan eyleminin amacı, eylemi gerçekleştiren aktörün kendini korumasıdır. 'Her insanın doğal hakkı medeni halde kaybolmaz. Çünkü insan, tabiî ve medeni haldekinden farklı olarak, kendi doğasının yasalarına uygun davranmakta ve kendi çıkarının peşinde koşmaktadır' (s. 302). Bununla beraber ulus, insan davranışını değiştirir, çünkü isteklerini gerçekleştirmelerine izin verilen araçlar yasayla kısıtlanır. Ulus, insanları, çıkarlarını kanun içerisinde aramaya yöneltir. Kanun aklı temsil etmektedir ve toplumsal düzeni korumaya çalışan aydınlanmış, kendi çıkarını düşünen insanlarca ortaya konan bir çalışmadır. Kanun, akli melekeleri nispeten gelişmemiş çoğunlukları, akla uygun hareket etmeye zorlar. Böylece, bir kaç kişi tarafından yapılan yasa, pek çok insan için gelişmemiş aklın yerini alır.İkinci olarak, Spinoza, ulusun düzen sorununu çözmediğinin farkındadır. Ulus, egemen bireyler düzeyinde sorunu çözmektedir; bununla beraber, egemen devletlerarasındaki yasasız etkileşimde yeniden bir tabiî hal yaratır. Spinoza, 'iki ulusun tabiî haldeki iki kişinin yaptığı gibi, aynı ilişki içerisinde birbirlerine yaklaştıklarını' dile getirmektedir. Bütün uluslar egemendir ve istedikleri şekilde eylemde bulunma hakları vardır. Egemen uluslar arasındaki bu tabiî hal, iç düzen ve ulusların iş bölümleri sayesinde şiddetlenmektedir. Tabiî haldeki insanlar hayatta kalabilmek için dikkatlerini birçok görev arasında bölüştürmek zorundadırlar; zamanla, 'uyku, hastalık ya da zihinsel istikrarsızlık ve sonunda yaşlılıkla' yenilgiye uğrarlar. Aksine bir ulus, toplumsal görev bölümünün bazı insanları asker yapan, bazılarını yiyecek ve silah tedarikinde görevlendiren zamansız bir organizmadır. Yorgun ve aç insanların sıkıntıları, dinlenmiş ve tok insanlar tarafından hafifletilir; yaşlı ve yorgun insanlar, çalışmaya istekli ve genç insanlarla yer değiştirirler.Bireyin aksine, devlet sürekli tetiktedir. Bireyler, tabiî halde zaman zaman mücadele ederken, devletler durmaksızın mücadele halindedirler. Savaşlar bir devletin istemesiyle başlarken, barış birkaç devletin or-tak çıkarlar doğrultusunda anlaşmasıyla gerçekleşmektedir ve başka türlü sona ermesi olasılık dışıdır:Bu sözleşme, yaralanma korkusu veya kazanma ümidi gibi ait olma/katılma nedenleri sabit kaldığı sürece devam eder. Lakin, bu ümit ve korkuyu ulustan çekip alırsanız, ulus bağımsız kalır ve ulusların karşılıklı olarak bağlanmış oldukları bağlantı, kendiliğinden kırılır. Ve böylece her ulus, ümit ve korku saiklerinin ortadan kalkmasıyla ne zaman isterse bu sözleşmeyi ihlal etme hakkına sahiptir ve sözünü bozmasından dolayı hainlik veya sadakatsizlikle itham edilemez (Spinoza 1951c, s. 307).Hugo BPOtius (1583-1645)

Page 70: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Spinoza ve Cruce'nin birbirinden zıt konumları arasında daha orta yolu izleyen argümanlar da vardır. Bunlar içerisindeki en önemlisi Hugo Grotius tarafından ortaya konmuştur. Spinoza'ya göre, Avrupa devletleri egemenlik haklarını kıskanç bir şekilde muhafaza etmektedirler ve tarih, medeni bir devletler topluluğuna doğru ilerleme göstermemiştir. Devletlerarasındaki siyaset, insan aklının sınırlarının baki kalacağı göz önünde bulundurulursa, hep güç politikası şeklinde olagelmiştir. Grotius, Spinoza'nın çağdaş olaylara dair muğlak görüşünü paylaşıyordu. Grotius, en önemli eseri Savaş ve Banş Kcmunu'nda (De jure belli ac pads, 1853 [1625]) yüzyıl önce devletlerarası ilişkilere uygulanmış olan cazibenin Hıristiyanlığın bölünmeye uğramasıyla ortadan kaybolduğunu gözlemlemiştir. Grotius, kendi zamanında 'savaşmakta barbar ulusların bile utanç duyabileceği bir serbestlik' gözlemlemiştir; 'çok basit sebepler için ya da ortada hiçbir neden yokken silahlara başvuruluyordu ve silahlar bir kere ele alındı mı, ilahi ve insanî yasalara duyulan hürmet bir kenara atılırdı (Grotius 1853,1, s. lix).Grotius, Cruce'nin uluslararası etkileşimin rasyonel ve pragmatik doğası hakkındaki iyimserliğini bir ölçüde paylaşmaktadır. De jure belli ac pads için yazılan Prolegomena'mn ilk sayfalarında Grotius, güç odaklı, devlet merkezci siyaset görüşlerini eleştirmektedir. İnsanoğlunun, diğer hayvanlar gibi doğa tarafından kendi mutluluğunu aramaya zorlanan bir yaratık olduğunu kabul etmektedir. Fakat, hemen bunun ardından, insanın kendine özgü bir hayvan olduğunu da beyan etmektedir; insanoğlu toplumda yaşama isteğine sahiptir; 'ki bu da, kendi türdeşle-riyle geçirebileceği bir yaşam, öylesine bir yaşam değil, gürültüsüz patırtısız, ve zekâsına uygun bir yaşam sürmektir'. Daha sonra Grotius, in-sanoğlunun dil ve akla sahip olduğunu ve bu durumun insanlara 'bilme ve genel ilkelere uygun hareket etme yeteneği verdiğini, b a yetenekle uyum halindeki eğilimlerin hayvanlarda bulunmadığını, fakat sadece insan doğasına özgü olduğunu' eklemektedir. Bu hususi nitelikler, insanları, egemen devletlerarasında barışçıl bir etkileşimi garanti edecek ve böylece insan toplumu için insanların arzularına hizmet edecek genel ilkeler icat etmeye sevkedecektir. Böylesi genel prensiplerden söz konusu topluma dahil olan bütün aktörler istifade edecektir. Avrupa'daki yöneticiler bunu fark ettikleri sürece kurallar ve aralarındaki çatışmaları hakem kararıyla çözecek yasal kurumlar icat etmeye başlayacaklardır.De jure belli ac pacis adlı eser, uluslararası etkileşimi düzenlemek maksadıyla tasarlanan ilkeler ve kurallar bütünü inşa etmek amacıyla Grotius tarafından ortaya konmuş bir çalışmadır. Bu eser, bağımsız bir öğrenim dalı olarak uluslararası hukukun oluşumuna katkı sağlamıştır. Groti-us'tan önce gelmiş ve ona öncülük etmiş kişiler bulunmasına rağmen, bunlardan hiçbiri bu alanın bütünlüğü içerisinde uluslararası hukuk konusunu düşünmemiştir. Vitoria gibi bazıları savaş hukuku konusunda çalışmıştır. Bodin ve Leibniz gibi bir grup düşünür devlet egemenliği kavramını araştırmıştır. Gentili gibi bazıları da diplomatik etkileşimin kurallarını belirlemeye çalışmışlardır. Grotius'un temel başarısı mevcut disjecta membra'yı mükemmel bir senteze ulaştırmak ve hayata geçirmekti. Bu, uluslararası ilişkiler çalışmalarına büyük bir katkı sağlamıştır.Grotius, yaşadığı dönemin önde gelen ticaret ülkesi Hollanda'nın (UP) çıkarlarını dile getirdi. De jure praedae (1609)6 isimli eserinde ünlü mare liberum öğretisinden, yani açık denizlerin herkesin kullanımına açık olduğundan bahsetmektedir. Grotius'un bu argümanı, çağının din benzeri bir söylemine bürünmüştür. Eser, Tanrı'nın bütün ulusları farklı yarattığı teolojik iddiasıyla başlar ve O'nun hiçbir ulusa yaşam için gerekli olan imkanları tam olarak; dünyanın zenginliklerini eşit olmayan bir şekilde dağıttığını iddia ederki böylece insanlık ticarete yönelir. Bununla beraber, bu argümanın devamı pragmatiktir. Bu argüman, Grotius'un ilâhi yaratının bir ürünü değil, insan aklının ve geleneğin uygulamasının bir sonucu olduğunu düşündüğü tabiî hukuka başvuruya dayanmaktadır.Grotius'un tabiat kanunu mefhumu, iki teorik yapıya dayanır. Birincisi her bir devletin, vatandaşları tarafından oluşturulmuş toplumsal bir sözleşmeye

Page 71: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

dayandığı varsayımıdır. Karşılaştırmalı bir sözleşme -daha az muğlak, daha az otoriter, fakat kendi çıkarını korumakla oluşturul-muş- egemen devletlerarasında yaratılabilir. Grotius'a göre, Avrupalı yöneticiler, böylesi bir sözleşmeden faydalanacaklarını farkeder etmez, devletlerarasındaki anlaşmazlıklarda hakemlik yapmak üzere kurallar ve yasal kurumlar tasarlayacaklardır. Bir tabiat kanunu için ikinci temel noktayı Grotius pacta sunt senanda ilkesinde -verilen sözlere, yapılan anlaşmalara saygı- bulmuştur. Grotius, Bodin'in 'anarşik bir dünyadaki rasyonel aktörlerin en uzun vadeli menfaatlerinin verdikleri sözleri tutarak ve sadece yerine getirebilecekleri sözleri vererek gerçekleşeceğini kısa bir sürede öğrendiklerine' dair pragmatik savını kullanmaktadır.Grotius, Otuz Yıl Savaşları'nın yıkıcı etkisine ve bu enkazdan sonra çeşitli yeni krallıkların, dukalıkların, prensliklerin ve şehirlerin evrimine tanık olmuştu. Grotius, geçmişte papalar ve imparatorlar tarafından uygulanmış olan geleneksel otoritenin yeniden kurulması imkanının olmadığını fark etmişti. Bunun gibi, savaşı ortadan kaldırmanın ya da yasaklamanın da imkanı yoktu. Fakat aynı zamanda Grotius, uluslararası ilişkileri bir takım yeni davranış kodlarıyla şekillendirmenin acil ihtiyaç olduğunu fark etmişti. Grotius, savaş eyleminin ılımlı sınırlarla bile olsa insanileştirilmesi ihtiyacına dair bir gerekliliği anlamıştı.Bodin'in izinden giden Grotius, devletler toplumunda siyasi bir etkileşim olarak bir uluslararası ilişkiler mefhumu oluşturmuştu. Devletlerarası davranışları düzenlemek maksadıyla bir dizi kanun oluşturulması çağrısı yaptı ve devletlerin bu kanunları bağlayıcı bir tarzda benimsemelerinin gerekliliğini ileri sürdü. Bu argümanlar, bir dizi ayrıntılı kanun için yaptığı öneriyle birlikte De jure belli ac patis' adlı eserinde ortaya konmuştur. Grotius pratik ve pragmatik bir insan olduğundan bu yasayı Tanrı tarafından yaratılmış gibi algılamadı. Bodin'den daha açık bir şekilde, Grotius bu tabiat kanununu katı bir biçimde insan aklı ve geleneksel uygulamalarla bağdaştırdı. Grotius'a göre, insan aklı uluslararası çatışmalar ve savaş sorununa bir çözüm bulma vaat ediyordu (Grotius 1853; Bull 1977, s. 28-36).Thomas Hobbes: 'Korkunun ikizi'Cruce, Grotius ve Spinoza'nın uluslararası spekülasyonları vasıtasıyla yansıyan XVII. yüzyılın toplumsal düşüncesindeki esas konular Thomas Hobbes'un (1588-1679) çalışmalarında ünlü bir ifadeye kavuştu. Hobbes, ispanyol Donanmasi'nin İngiltere'ye karşı gerçekleştirdiği uğursuz saldırının yapıldığı yıl dünyaya geldi. İspanya Donanmasi'nin Ada'yayaklaştığı haberi ülkenin her yanında korkuya yol açtı; donanma geldiğinde Hobbes'un annesi, öylesine korkuyla dolmuştu ki erken doğum yaptı. Thomas Hobbes böylesi bir kötü dünyaya gelişini bu şekilde anlatır: Anlattığı bu anektoda atıfta bulunarak kendisini 'korkunun ikizi' olarak gördüğünü ifade eder.Hobbes'un korku ve güvensizliğinin kaynağı sadece İspanya Donanması değildir. Belirsizlikler içerisinde geçen çocukluğu da bu depresif görüşlerine katkı sağlamış olabilir. Oyuna ve içkiye düşkün bir rahip olan babası, kilise kapısının önündeki kavgada hayatını yitirerek eşini ve çocuklarını tek başlarına bıraktı. Thomas'ı amcası yetiştirdi ve 1592 yılında okula başladı; amcası 4 yaşındaki Thomas'ın makul bir şekilde kendi kendisine bakabileceğini düşündü.Hobbes'un kötümser düşüncesinin üçüncü kaynağı, henüz daha gençken bütün bilgi hazinesinin sarsılmasına yol açan yaşadığı fikrî krizle ilintili olabilir. Şöyle ki; 1608 yılında Oxford'dan mezun olduğunda Hobbes, Fransa ve İtalya'ya ziyaretler yapan genç bir soylunun öğretmenliğini üstlendi. Buralarda, Kilisenin ve Batı felsefesinin Aristocu geleneğinin kurulu doğrularına meydan okuyan gerçek bir bilimsel devrim vardı. Hobbes, Oxford'da öğrendiği Aristo felsefesinin Johannes Kepler, Galileo ve yeni bilimsel hareketin diğer temsilcilerinin keşiflerinin önünde çatırdamaya başladığını gördü ve sarsıldı.İngiltere'ye döndüğünde Hobbes manevi olarak bir şaşkınlık dönemi yaşadı. Eski entelektüel ilkelerin tümünü yitirmiş olduğu halde, yeni bilgi ve içgörü kaynaklan aramaya başladı. Doymak bilmez bir şekilde, otoriter Aristo'dan ziyade klasik düşünürlerin eserlerini çalışmaya başladı. Şam yolundayken Aziz Paul'e gelen vahiy ne ise Hobbes için de Euclid'in 'Elementler' isimli eseri aynı şeydi. Hobbes, Euclid'de mükemmel bir geometrik mantık vasıtasıyla dünyayı

Page 72: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

algılamayı ve doğruluklarına ve aksiomatik doğallıklarına inanana kadar teoremleri birbiri pe-şisıra takip etmeyi öğrendi.Thucydides'in 'Peloponnesian War' isimli eserinde, Guicciardini gibi Hobbes da insan toplumundaki düzeni tanımlama, insan davranışını düzenleyen kanunları oluşturma teşebbüsünde bulundu. Hobbes, Thucydides'in kadim Yunanlıların kaderini konu alan tartışmasında demokrasi kuralına karşı olumlu bir uyarı buldu. Fakat daha da önemlisi, Hobbes, Thucydides'in Atina ve İsparta arasındaki savaşla ilgili anlatısında, bir tarihçinin toplumsal olayları gözlemekten insan davranışını şekillendiren genel kuvvetler hakkında sonuçlar çıkarma çabasını gördü.Thucydides, 'Benim çalışmam, halkın arzusunu yerine getirmek üzere tasarlanmış bir eser değildir, fakat sonsuza dek kalacak bir eserdir' diyordu. Onun amacı eğlendirmek değil; 'geçmişte meydana gelen ve gelecekte bir zaman aynı şekilde meydana gelecek olan (insan doğası neyse o şekilde kalır) olayları anlamak isteyenlere' faydalı olmaktı (Thucydides, 1972, s. 48). Hobbes, Thucydides'in arzusunu 17. yüzyılın bilimsel devriminin ışığında okudu ve onda, insan etkileşiminin aksiyomlarını kurma çabasını gördü. 1629 yılına gelindiğinde, Hobbes, Thucydides'in hassas çalışmalarının bir meyvesi olan, Peloponnesian War'in ingilizce çevirisini gerçekleştirmişti.Hobbes'un korku ve güvensizlikle ilgili son ve şüphesiz ki en önemli kaynağı siyasiydi. 1620li yıllarda Thucydides'in 2000 yıl önce gözlemlediği gibi çok önemli ve üzüntü verici bir savaşı gözlemleme fırsatı olmuştu. Vatanında, İngiltere İç Savaşları'nı gördü; Kıta Avrupası'nda Otuz Yıl Savaşları'nın yıkıcılığına şahit oldu. Cruce, Grotius ve Spinoza gibi Hobbes da şiddet, güvensizlik ve korku atmosferini teneffüs etti. Thucydides ve Guicciardini gibi, ki her ikisi de yıkıcı savaşların gölgesinde eserlerini yazmışlardı, Hobbes insan doğasının kötümserliği üzerinde kafa yordu. Hobbes, savaşı insan toplumlarındaki işlerin doğal bir durumu olarak kabul etti ve savaşa bir son vermenin tek yolunun -ya ortak bir anlaşma ya da silah zoruyla- bir ulus yaratılmasında insan aklına güvenmek olduğunu ileri sürdü. Bu ulus, vatandaşlarından mutlak itaat talep eden egemen bir kral tarafından yönetilmek zorundaydı Hobbes, başyapıtı olan Leviathan'da (1951 [1651]) şöyle demektedir: 'İnsanları gerçekleştirdikleri mukavelede yazılı olanları uygulamaya zorlamak için, imzaladıkları mukavelelerin ihlaliyle elde etmeyi umdukları kazançlarından daha büyük cezalandırmaları icra edecek zorlayıcı bir güç olmalıdır.'Hobbes'da Tabiî HalHobbes, bir toplumun üstün bir otorite olmaksızın neye benzeyeceğini gösterme niyetiyle tabiî hali kabaca tanımladı. Anarşi ya da savaştan -herkesin herkese karşı olduğu bir savaş (Warre)- kaynaklanan bir şiddet koşulunu tasvir etti. Üstün bir otoritenin bulunmaması durumundaki uluslararası ilişkileri tanımlayan ve böylece uluslararası politikayı bir anarşi toplumundaki etkileşim olarak gören uluslararası ilişkiler teorisyenleri, uluslararası sistemin önemli bir analojisi olarak sık sık Hobbes'un tabiî haline atıfta bulunmaktadırlar (Bull 1977, s. 46-51).Söz konusu analojiyi belirleyen kanıtın mantığı, yüzyılın geometrik mantığını yansıtmaktadır. Bu mantığın aksiyomları açıkça Hobbes'un algılama ve iletişim teorisinde ifade edilmektedir. Sadece duvara kısa el vuruşlarıyla haberleşme imkânına sahip, katı bir kısıtlamaya tabi tutulan esirler gibi insanoğlu, işaretlerini göndermek için bağımlı oldukları araçlar yüzünden birbirlerinden kopuktur. Tek başına, bu dünyadan ayrılmış ve birbirinden soyutlanmış insanoğlu, sadece kendisine ait hislerin bilincine varabilir.Hobbes, bu tekbenci yaklaşımından hareketle, 'iyi'yi, 'herbir bireyin basitçe kendisini cezbeden 'imgelem'e verdiği isimdir'; 'kötü'yü ise 'nahoş şeylere verdiği isimdir' diye açıklamaktadır. 'Korku', ona isyan eden şeylerin görünümünden doğan "Acı'nın görüşü"dür. 'Cesaret', direnmeyle bu korkudan kaçınılacağı ümidiyle aynıdır (Hobbes 1951, s. 118 vd.). Böylesi kavramlar, insanlık için ortak ve rehber niteliğindeki bir ahlakı olanak dışı kılmaktadır. Bu kavramlar, dünyada sürekli mutluluk peşinde koşan ve o anki hazzı arayan kendi içine gömülmüş egoistlerden oluşmuş bir görüşü kabul etmektedir. Bütün bu kavramlar, akıl tarafından bahsedildiklerinden hepsi gelecekteki memnuniyetlerini güvence altına alacak yolları biriktirmeye çalışmaktadırlar.

Page 73: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Hobbes 'güç' kavramını bu anlamları ifade etmek için kullanmaktadır. Kavramı, 'Bütün insanlığın genel bir eğilimi olarak, ancak ölümle son bulacak güç ardına güç için kalıcı ve huzursuz bir istek' olarak varsaymaktadır. Böylece, refah güçtür, arkadaşlar güçtür, bilgi güçtür ve bilgi vasıtasıyla bilim güçtür, çünkü bilim 'bir gerçeğin, diğer bir gerçeğin sonucu olmasıdır ve o gerçeğe bağlılığının bilgisidir' (s. 150-60).Hiçbir yönetimin yer almadığı ve bireylerin sınırsız özgürlüğü yaşadıkları tabiî halde herkesin güç elde etmek için yaptığı şahsi araştırmalar sürekli bir çabayla son bulmaktadır. Şayet Hobbes'un düşüncesinde, herhangi bir üstün iyi yer almıyorsa (herhangi bir Summum Bonum), o zaman üstün bir şeytan (a Summum Malum) sözkonusudur: Bu da, başkalarının eliyle gerçekleşecek şiddetli bir ölümden duyulan sürekli korku anlamına gelir. Bu üstün kötülük, Hobbes'un siyasal düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır. Hobbes'un, bu durumu 'herkesin, birbirine düşman olduğu yerde, 'Savaş (Warre) zamanı' tanımlaması teorisyenler tarafından uluslararası toplumun güçlü bir analojisi olarak algılanmıştır. Böylesi bir tabiî halde, 'Doğru ve Yanlış, Adil ve Adaletsiz kavramlarına yer yoktur', çünkü 'bu halde ortak bir Güç ve Yasa mevcut değildir; orada Yasa, Adaletsizlik yoktur. Güç ve sahtekarlık bir savaştaiki önemli fazilettir.' Tabiî halde mülkiyet kavramına yer yoktur, 'Benimki, Seninki ayrımı yoktur; fakat sadece herkes kendi payına ne alabiliyorsa o vardır, ki o da kişi onu ne kadar saklayabilirse' (s. 188). Tabiî halde herkes herşey için aynı hakka sahiptir. Hobbes çok ünlü pasajında şunları söylemektedir:...İnsanoğlu güvenlik olmaksızın yaşar, kendi güçleri ve kendi icad-ları olan şey onları şekillendirir. Böylesi bir durumda, sanayiye gerek yoktur; çünkü bunun sonucu belirsizdir ve bunun sonucu olarak dünya kültürü yoktur; denizcilik ya da deniz yoluyla ithal edilebilecek metanın kullanımı yoktur; geniş/rahat binalar yoktur; daha fazla güce ihtiyaç duyduğundan böylesi şeylerin taşınması için ulaşım araçları yoktur; yeryüzünde bilgi yoktur; zaman ifadesi yoktur; sanat yoktur; edebiyat yoktur; toplum yoktur; hepsinden kötüsü, insan yaşamı, münzevi, yoksul, kötü, duygusuz ve kısadır (s. 186).Üstün kötülük kavramı Hobbes için önemlidir, çünkü doğal insan kötülüğü aklıyla kavramaktadır. Bu algılama, kendisini aydınlatması ve akim temel bir emrini keşfetmesi için insanı cesaretlendirmektedir; 'korumaya dikkat etmek ve kendimizi korumak'. Böylece, kendini koruma Hobbes'un siyasal düşünce sistemindeki birincil aksiyom haline gelir. Tabiî halde, kendini korumaktan başka hiçbir ahlakî yasa mevcut değildir. Bununla, Hobbes 'Doğanın Hakkı'na atıfta bulunmaktadır. Tabiî halde, kendini koruma hariç, hiçbir kural geçerli değildir; en güçlünün-ki hariç hiçbir hak mevcut değildir. Bu tarz bir kural ve hakla Hobbes, Batı düşüncesinde bir devrimi etkilemiştir. 'Doğa Hakkı'nı, bütün bir siyasi sistemini inşa ettiği bilimsel bir aksiyom olan 'siyasi yer çekimi ka-nunu'na temel yapmıştır. Bunu yaparken de geometri yönteminden, tabiat kanununun tuğlalarından ve korku ile akim hamurundan faydalanmıştır.Hobbes'un ikinci aksiyomu, bütün insanların zihinsel ve bedensel kabiliyetler olarak eşit olduğu yönündedir. Bu eşitlik, şiddetli bir ölüm korkusuna yol açan mücadele ve savaşı sürdürmektedir:Bedenin gücüne gelince, en zayıf olan kişi, ya gizli bir entrika sayesinde ya da kendisiyle aynı tehlike içerisinde bulunan diğerleriyle iş birliği yaparak en güçlü olanı öldürmek için yeterince güce sahiptir. Zihnin melekelerine gelince ... İnsanlar arasında daha büyük bir eşitlik buldum. Bu yetenek eşitliğinden hedeflerimize ulaşmada ümitIeşitliği çıkmaktadır. Bu yüzden herhangi iki kişi, her ikisinin de ulaşamayacağı aynı şeyi arzu ederse, bu iki kişi birbirine düşman kesilir; hedeflerine giden yolda ... birbirini ortadan kaldırmaya ya da itaate zorlar ... Bundan dolayı, zaman boyunca insanoğlu, kendilerini korku içerisinde tutacak ortak bir güç olmaksızın yaşar ve Savaş (Warre) olarak adlandırılan bir koşul içerisindedir ve böylesi bir savaş, herkesin herkese karşı savaşıdır (s. 183-5).Herkesin tam manasıyla özgürlükten faydalanacağı tabiî halde herkes, diğerlerinin kıskançlığı nedeniyle sürekli bir ani ölüm korkusuyla yaşar. Kendini koruma ilkesiyle uygunluk içerisinde icraatta bulunmak suretiyle

Page 74: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

insanlar, felç edici korkuyu ortadan kaldırmak için bunu doğuran sebepleri ortadan kaldırmaları gerektiği sonucunu çıkarmaktadırlar: Örneğin, herkesin her şeye dair doğal hakkının ortadan kaldırılması gibi. Bu hedef, ancak herkes herşeyi elde etmek gibi doğal hakkından vazgeçtiği taktirde başarılabilir: Her bir kişi, iyi davranacağına dair söz vererek, hakkından vazgeçmek zorundadır. Bu sözün tutulacağına dair garanti vermek için insanlar, güçlü bir merkezi güç var etmelidirler. Bu da, barış ve savunma için gerekli herşeye karar verecek merkezi gücün bu yöndeki emri ne olursa olsun itaat edeceklerine dair birbirlerine söz vermeleriyle gerçekleşir. İtaate dair bu sınırsız vaadle insanlar, sözlerinden dönenleri caydırmak için yeterince etkili bir güç yaratırlar.Hobbes 'özgürlüğü', kısıtlamanın şeklinde tanımlamaktadır. Mutlak özgürlüğün tahammül edilemez bir durum olduğunu ve şayet insanlar herhangi bir özgürlüğü tam anlamıyla yaşayacaklarsa bazı özgürlüklerden feragat etmeleri gerektiğini kabul etmelerini söyler. Bu yüzden insanlar, bazı kısıtlamalar getiren ve bireysel olarak elde edemeyecekleri bir güvenliği kolektif anlamda bahşetmesi için tasarlanmış bir devlet oluştururlar. İnsanlar, devlet içerisinde mutlak bir güç uygulayabilecek, her şeye gücü yeten bir Leviathan oluştururlar. Bununla beraber, bireyler arasında tabiî hale bir son vermekle insanlar, devletlerarasında bir başka tabiî hali yeniden kurmuşlardır. Hobbes şöyle demektedir:Bütün zamanlarda, krallarla hükümranlık ve bağımsızlık gruplarının otoritesi, sürekli bir kıskançlık içindedir ve gladyatörlerin hal ve duruşunu takınarak birbirlerinin üstüne silahlarını doğrultur ve gözlerini sabitler; ki bu da, krallıklarının sınırlarında kaleler, garnizonlar ve silahların, komşularında ise daimi casusların bulunduğu bir savaş durumudur (s.!87f).Egemenlik ve GüçBodin ve Grotius gibi Hobbes da egemenlik kavramını, uluslararası ilişkiler konusundaki görüşleri için çıkış noktası yapmıştır. Öte yandan, Bodin ve Grotius egemenliği yasayla ilişkilendirirken, Hobbes egemenliği yöneticinin mutlak ve kısıtlanmamış gücüyle ilişkilendirmişti. Hobbes, Leviathan isimli eserinde, devlet içerisinde, yöneticilerin vatandaşlardan sınırsız itaat talep edebileceklerini söylemektedir. Yöneticiler devlettir, yöneticilerin çıkarı devletin çıkarıdır; yöneticilerin isteği devletin arzusudur. Yönetici egemendir ve bu yüzden, diğer devletlerle ilişkilerde devleti temsil etmektedir.Bu yöneticiler egemen bireylerdir. Bu kişiler egemen bireyler olduklarından, sahip oldukları özgürlük hiç kimse tarafından kısıtlanamaz. Bu insanlar doğal haklarından feragat etmemişlerdir. Hiç durmaksızın mutluluğu ve günün zevklerini aramaları ve 'güç' toplamak gibi gelecekteki hoşnutluklarını güvenceye alacak vasıtaları biriktirmekten kimse alıkoyamaz.Devlet yöneticileri egemen bireyler olduklarından, fiziksel ve zihinsel anlamda eşit olmaları gerekmektedir. 'Sürekli güç/Güç ardına güç' aramalarında bazı devletler kaçınılmaz olarak fiziksel anlamda diğerlerine göre daha güçlü ve daha varlıklıdırlar. Fakat yöneticilerinin zihninde devletler birbirlerinden o kadar büyük farklılık arz etmezler ve bütün güç faktörleri dikkate alındığında, devletlerarasındaki fark pek de önemli değildir. Güç ve zenginlik, gücün birincil ifadeleri olmalarına rağmen, hiçbir şekilde gücün kesin kaynaklan değildirler. Hobbes'a göre, bilgi de güçtür; 'değer, haysiyet, şeref ve değerbilirlik ... nezaket, özgürlük, soyluluk' güçtür; aslında 'gücün itibarı da güçtür; çünkü o kendisiyle beraber, korumaya ihtiyaç duyanların bağlılığıyla yola çıkmaktadır' (s. 150). Ve en önemlisi, arkadaşlar güçtür ve arkadaşlarla -aynı tehlikeye maruz kalan diğerleriyle beraber- oluşturulan birlik sayesinde en zayıf egemen bile, ya aşırı güç kullanmak ya da gizli bir entrika yardımıyla da olsa en güçlüyü alt edebilir. Hobbes'un kendi çıkarını düşünen yöneticilerin 'sürekli güç/güç ardına güç' peşinde koşması konusundaki tartışması, İngiltere'nin XVII. yüzyılın sonunda yürüttüğü kuvvetler dengesi politikası için ayrıntılı bir gerekçe sunmaktadır. Bu tartışma, aynı zamanda, 'kuvvetler dengesi' terimine destek vermektedir; Hobbes'un Leviathan'ının Avrupalı bilim adamlarının dikkatini çektiği gibi bu terimin genel kullanımı, Avrupa'da 1660'lı yıllarda ortaya çıkmıştır.HOBBES VE XVII. YÜZYIL SİYASETİ

Page 75: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Hobbes'un, yayılmacı krallıkları, güçlerinin pek çok yönünü ve ittifakların tasarlanmış kullanımını tartışması tamamiyle, Kıta Avrupasınm zayıf ülkelerini güçlü İspanya ve Fransa'ya karşı desteklemek amacıyla sürekli müdahalelerde bulunan I. Elizabeth'in dış politikasıyla örtüşmek-teydi. Bu, aynı zamanda, Hobbes'un yaşlı çağdaşı, edebiyatçı ve İngiltere'nin Bakanı Lord Francis Bacon'un gözlemlerini de desteklemektedir. İspanya'yla Yapılan Bir Savaşla İlgili Düşünceler isimli kitapçığında Bacon, ingiltere ve müttefikleri için, ispanya'nın güçlerini ele geçirmesinin olası olup olmadığı üzerinde durmaktadır. 'Bu krallıkların ve İspanya'yla ittifaklarının ve bu ittifak güçlerinin dengesi, ingiltere için büyük ve önemli bir konudur' diyordu (Bacon 1852, s. 200).Hobbes'un yaşamının sonuna doğru, İngiltere için artık tehdit unsuru ispanya değil, Fransa'ydı. XIV. Louis'nin (1661-1715) yönetimindeki Fransa, Avrupa üzerinde evrensel bir monarşi kurmak ve Avrupa'da-ki diğer ülkeleri boyunduruğu altına almak istiyordu. Bu yayılmacı politikaya karşı verilen cevap, kuvvetler dengesi politikasıydı. Fransa'nın hırslarım dizginleme çabaları, başta hem Spinoza hem de Hobbes'un iç savaş sırasında iltica etmek istedikleri küçük ülke Hollanda'nın işiydi. Fransa, 1667 yılında İspanyol Hollanda'sına karşı saldırgan hakeretler-de bulunduğunda Orange'lı III. William, derhal İngiltere'yle arasındaki bütün anlaşmazlıklara son verdi. Oysa kendisi İngiltere'yle henüz yeni iki büyük ticari savaş yapmıştı (1652-54 ve 1665-67). Hollanda derhal, Fransa'nın yayılmacılığına engel olmak amacıyla Anglo-Hollanda ittifak anlaşması imzaladı. İsveç, Fransa karşıtı ittifakın üçüncü üyesi olunca, Kral XIV. Louis kendisini aşırı baskı altında hissetti ve Hollanda'dan çekildi. Fransızların bu çekilmesini Üçlü Ittifak'ın aniden çözülmesi takip etti; aslında XIV. Louis, ingiltere ve Fransa arasında gizlice imzalanan (1670) bir anlaşmadan fazla bir süre geçmemişti ki barış istedi; bu anlaşmaya göre iki büyük güç, iki yıl sonra Hollanda'yı kendi aralarında paylaşacaklardı.Yöneticilerin bir yandan gizli anlaşmalar imzaladıkları, öte yandan bu anlaşmalara muhalif eylemlerde bulundukları bütün bu olaylar, Hobbes'un egemen aktörlerin (kralların) davranışlarının anlayışla karşılanması tezine uygunluk arz etmektedir. Hobbes, diğer insanlar gibi, bu yöneticilerin de kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini dile getiriyordu; çünkü bu insanlar egemendiler, yöneticiler icraatlarındaıherhangi bir yasa tarafından kısıtlanamazlardı. Aslında, egemen yöneticiler, gücün tek yasa kabul edildiği doğal hakkı kullanmaktaydılar. Spinoza (1951b, s. 213; 1951c, s. 309) bu konuda Hobbes'la hemfikirdir. Hem Hobbes hem de Spinoza, herhangi bir yönetici kendi iradesi ve temayülü doğrultusunda icraatta bulunma konusunda özgür olduğuna göre aynı şekilde daha sonra çıkarma olduğuna karar verdiğinde anlaşmaları bozmak ya da ittifaktan vazgeçmek özgürlüğüne de sahiptir. Sonuç olarak, yönetimde kalmak için imzalanan herhangi bir barış ya da ittifak anlaşmasına, ancak bunu sonuçlandırmak için var olan faktörler devam ettiği müddetçe güvenilebilir. Fransa, Hollanda'dan çekildiğinde, Üçlü İttifak kuruluş amacını yitirmiş ve anında yürürlükten kalkmıştı; bununla beraber, yayılmacı XIV. Louis'nin başlattığı her askeri saldırıya karşı koymak için oluşturulan Fransız karşıtı ittifaklar III. William tarafından organize edildi; birincisi Devolution Savaşı'nda (1667-68), daha sonra, Hollanda Savaşı (1672-78) ve son olarak da Büyük İttifak Savaşı'nda (1689-97).1600 10 20 30 40 50 60 70 80 90

1700_______ID1583 Grotius |1 |2 1645) IH^H

1590Cruce 3| 1648| ^^^^H1561 Bacon 16261|4 ^^^^HPür ?|1588 Hobbes 51 1679 | ^^^^^H1571 Mun 16411 61 ^^^^^Rf f 1632 Spinoza 7J İ6~77]8 j^^^^H

1631 Cumberland 9| 1718^^^||1627Bossuet 10| 1704fl^^^H[ 1646 Leibniz 1^ 1716 mı

1588 Filmer 1653| 12 | HHHHH

Page 76: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

! |1632 Locke 13 1704HJ2. Grafik. Bazı XVII. yüzyıl yazarları ve eserleri.1. De jure praedae (1609)2. De jure belli ac pacis (Savaş ve Barış Hukuku) (1625)3. The New Cyneas (Avrupa'yı Birleştirme Planı) (1623)4. Considerations Touching a War with Spain (İsyanya ile Savaşa Dair Düşünceler) (1624)5. Leviathan (Leviathan) (1651)6. England's Treasure by Foreign Trade (Dış Ticaret Yoluyla İngiliz Hazinesi) (1664)7. Theologico-Political Treatise (Dinî Siyasal İncelemeler) (1679)8. Ethics (Etik)(1667)9. Enquiry into the Laws of Nature (Doğa Yasaları Üzerine İnceleme) (1672)10. Politique (Politika) (167?)11. Caesarinus fürstenerius (İmparator) (1677)12. Patriarcha (Mükememellik) (1680)13. Two Treatises on Government (Hükümet Üzerine İki İnceleme) (1689)YÜZYILIN DÜŞÜNCESİXVII. yüzyıl Tanrı'nın adıyla açıldı; birbiriyle uyuşmayan dînî yorumların etkisiyle çatışmalar ve savaşları içerdi. Ve bu yüzyıl mutlak monarşinin ismiyle ve savaşın denge politikalarıyla köşeye sıkıştırılabildiği se-küler argümanla kapandı. Bu süreç boyunca, uluslararası ilişkiler teorisi rüştünü ispat etti.Bu rüştünü ispat etme, devletlerarası ilişkileri konu edinen kitapların hızla çoğalmasıyla gerçekleşti. Bu durum, siyasal ilişkilerin, daha se-külerleşmiş bir bakış açısına doğru gerçekleşen eğiliminin bir sonucuydu. Zamanla toplum kuramcıları savaşın nedenini, Tanrı'nın insanı günahlarından ötürü cezalandırma temayülünde değil de, insan doğasının nitelikleriyle insanların çıkarlarının karşılıklı etkileşiminin çerçevesinde gördüler. Örneğin Hobbes, Cruce, Spinoza ve Grotius, savaşı, aç gözlülük ve gurur gibi insan duygularıyla açıkladılar ve bu düşünürlerin hepsi, insan aklı ve duygulan üzerinde etkili olunabilirse insanın varlığının daha da gelişebileceğini ve bunun da barışçıl bir toplum düzeni için yeni umutlar anlamına geldiğini ifade ettiler. Aynı zamanda, dört düşünür de argümanlarını 'tabiat kanunu' kavramının seküler tanımına dayandırdılar.7Bütün bu gelişmeler Samuel Pufendorf (1632-94)'un çalışmalarında son derece açık bir şekilde ortadadır. Pufendorf, yaşadığı dönemde ortaya çıkan uluslararası değişikliklerin oldukça farkındaydı. Uluslararası tarihte bir dönüm noktası olan Westphalia Anlaşması'na (1648) tanık olmuştu ve Westphalia öncesi görülen kaotik dünya savaşı ve bu anlaşmadan sonra ortaya çıkan kendi kendini yöneten dünya düzeni arasında keskin bir ayrım yaptı. Pufendorf, Westphalia'dan önce Grotius ve Hobbes gibi yazarların insanoğlunun nasıl bir toplumsal düzen oluşturabileceğini araştırmalarının sebebini, doğal olarak kaotik durumunbaskısı altında olduklarında görmekteydi. Pufendorf, Westphalia Anlaşmasıyla egemen devletler sistemi kurulduğunda, egemen aktörlerin düzen içerisindeki bir Avrupa'nın oluşumuna katkıları olabileceğini ve bu katkıların nasıl temin edilebileceğini sormak daha doğal olduğunu far-ketmişti. Bu sonucu başarmak için, Pufendorf bütün Avrupalıların kabul edebileceği yeni bir ahlâki ölçüt icat etmek gerekliliğini ileri sürdü. 'İnsan toplumunun üyesi olabilmek için kişinin kendisine nasıl davranması gerektiğini öğretecek bu yeni ahlakın gerekli unsurları doğal hukuklar olarak adlandırılmıştır' (Pufendorf 1991, s. 35).Daha Çok Sekülerleşme: Doğal Hukuk vo Milli ÇıkarDoğal hukuk geleneği, kadim Yunan felsefelerine kadar uzanmaktadır ve Batı toplum ve dînî düşüncesi vasıtasıyla izlenebilir. Temel bir tanım olarak, 'doğal hukuk'un, tek tek toplulukların ve farklı dönemlerin yasalarını aşan bir ilkeler dizisi vurguladığı söylenebilir. Verili bir toplumun ya da verili bir dönemin hukuku geçişken ve değişime matuf bir olguyken, doğal hukuk zamanı aşan ve üstün, değişmeyen ahlâki düzen ve yaptırım uygulayan üstün bir olgudur.Hobbes, Cruce, Grotius ve Pufendorf, siyasal teorilerini doğal hukukun seküler bir tarzda anlaşılmasına dayandırmışlardır. Örneğin Pufendorf, doğal hukukun, faydalı siyasal davranış için davranış kuralıyla Avrupa'yı şekillendirip şekillendirmeyeceğini, daha sonra, bunun dinle te-mellendirilip

Page 77: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

temellendirilmeyeceğini açıkça tartışmaktadır; çünkü Westphalia Anlaşması cujus regio eius religio ilkesini kabul ettiğinde, Avrupa hâlâ dînî savaşların içerisinde kıvranıyordu. Böylece ona göre, doğal hukuku Aristo ve Thomasçı teolojide temellendirilmiş olmaktan arındırmak son derece önem taşıyordu. 1660'h yıllardan itibaren, ortaya koyduğu projesi, doğal hukuka dayanan ve Westphalia sonrası Avrupa'nın koşullarına uyarlanmış olan kapsamlı bir seküler ahlâkî felsefe inşa edecektir; ki bu da, hiçbir insanın şüphe duymayacağı iki öncelikten yola çıkarak oluşturulan evrensel ilkeler dizisidir: Bilimsel ve herkese şamil olarak oluşturulmuş bir şart olan 'doğal yasa tabiî haV ve her bir insanın kendini koruyabileceği ve deneysel olarak da doğruluğu kanıtlanabilir kendini sevme. Pufendorf, uluslararası ilişkiler teorisini teolojik düşüncenin zincirlerinden kurtardı. Analizinde siyasal olayları, aktörlerin rasyonel saiklerinden izlemeye çalıştı (Meineckke 1957, s. 224).Bu hususta, Pufendorf zamanının temsilî bir sesiydi. XVII. yüzyılın üçüncü çeyreğinde yaşayan bir kaç yazar 'akıl', 'saikler' ve 'çıkarlar' gibikavramlardan ve insan doğası hakkındaki spekülasyonlardan toplumsal etkileşim teorileri çıkardılar. Bu yazarların çoğu, Thomas Hobbes'un kötümser yaklaşımının yerine daha iyimser bir alternatif geliştirme çabası içindeydi (Hiniz 1962) -John Bramhall'm Catching of Leviathan isimli eserinde olduğu gibi (1658)-. Bramhall gibi pek çok yazar, Hobbes'un özgürleşmekten ziyade gerekliliğe yaptığı vurguya kızan kilise adamıydılar. Bu yazarlar insan yaşamının sürekli bir niteliği olarak kendi çıkarını gördüler. Ve kendi çıkarını düşünme evrensel bir olgu olduğundan, kendi çıkarını düşünme ilkesinin toplum teorisinin inşa edilebileceği bir temel olabileceğini düşündüler. Bu yazarlardan bazıları, bireylerin kendi çıkarlarının peşinde koşmalarına izin verildiğinde bundan toplumun kazanmamın daha çok olacağı iddiası çerçevesinde teorilerini kurdular. Örneğin Joseph Lee, argümanını 'herkesin, doğa ve akıl önündeki çıkarını ve avantajını gerçekleştirecek olan neyse onu yapmasının inkâr edilemez bir davranış kuralı' olduğunu savunarak açmaktadır ve tartışmasını 'tek tek bireylerin gelişmesinin toplumun gelişmesi olacağı' iddiasıyla bitirmektedir (alıntı, Appleby, 1978 s. 62). Rahip Richard Cumberland da bu görüştedir.Cumberland'ın, Doğal Hukuk Üzerine Bir İnceleme [(De legibus naturae) 1727, (1672)] isimli çalışması, Hobbes'a eleştirilerle doludur. Cumberland, insanın ihtiyaçlar, istekler ve kendi kendine hizmet eden akılla (Hobbes'un ileri sürdüğü) donatılmadığım, aynı zamanda, insanoğlunun birbirine karşı doğal bir sevgi ve iyilik yeteneğinin de olduğunu ileri sürmektedir. Cumberland, bu iyiliğin dînî metinlerle, meşru otoriteyle ya da bir güç tehdidiyle ilintili olmadığını göstermeye çalışmaktadır. Aksine, bu iyi edimler doğal bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Cumberland, rasyonel insanlar dünyasında medeni gücün olmadığı durumlarda bile barışçıl ve hoşgörülü bir toplum oluşturmayı mümkün kılmak için kötülüğün cezalandırılması, iyiliğin ödüllendirilmesi şeklinde etkili 'şartlı' yaptırımlar olduğunu savunmaktadır. 'Sanırım herkes kendine ait iyiliği aramaktadır ve bunu gerçekleştirecek eylemde bulunmak için doğasına mükemmelliği eklemektedir.' diye yazmaktadır (1727, s. 215). İnsan, kendi iyiliğinin peşinde koşmada diğer insanlarla 'Anlaşma' yapar; 'böylece karşılıklı mutluluk hem güvenliği sağlar hem de bunu artırır... Bu yöntemler sayesinde, bazılarının gücünün diğerlerininki (poiz'd) (s. 109) ile karşılanması gerekmektedir' (s. 297). Böylece 'her rasyonel beşerin birbirine karşı beslediği evrensel iyilik sayesinde yönetilmesi, kamu mutluluğunun temel nedenleridir' (s. 114).Bramhall, Lee ve Cumberland'ın kişisel çıkar düşünceleri, bireysel etkileşim teorilerini şekillendirmeye başladığı zaman, Adam Smith ve Jeremy Bentham gibi liberal ahlâki felsefecilerin öğretilerine ön ayak olurlar. Kişisel çıkar kavramı hükümdarların ve devlet adamlarının etkileşimlerine'uygulandığında bu kavram raison d'etat (varlık sebebi -ç.n.) ve kuvvetler dengesi gibi eski kavramları büyük ölçüde zenginleş-tirmiş oldu. Bu durum, Fransız Rohan Dükü (1579-1638) olayında son derece belirgin. Rohan'ın, On the Interest of Princes and States of Christendom (1673 a 1638a) (Hükümdarların ve Hıristiyan Devletlerin Çıkarı Üzerine) isimli eserinde 'Hükümdarlar halklarını yönetmektedirler, kendileri de sahip oldukları çıkarlarla yönetilmektedirler... Hükümdar hata yapabilir. Verdiği öğütler yozlaşmış olabilir. Fakat çıkar tek

Page 78: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

başına başarısız olmaz ve iyi anlaşılıp anlaşılamamasına göre devletlerin yaşaması ya da varlıklarının sona ermesine neden olurlar' (Rohan 1673, s.7).Rohan'ın 'çıkar asla başarısız olmaz' ilkesi, İngiliz analizciler tarafından çabucak benimsenmişti. Bu ilke Marchament Nedham'ın Interest will Not Lie or a View of England's True Interest (1659) (Çıkar Yalan Söylemez veya İngiltere'nin Gerçek Çıkarının Görünüşü)isimli eserinden ve onun çıkardığı Mercurius Politicus (Gunn 1969) isimli gazetesini şekillendirmiştir. Bu ilkeye göre, uluslararası ilişkilere dair herhangi bir analiz, ülkelerin çıkarlarının tanımlanmasıyla başlamalıdır. Fakat, bu çıkarlar nasıl en iyi şekilde belirlenir? Rohan, en uygun bakış açısının her bir devletin askeri gücünü ve coğrafi konumunu değerlendirmek olduğunu ileri sürerek, bu değerlendirmenin, her bir devletin dînî bağlılık gücünü, ve müzakere etme ve ittifak kurabilme kabiliyeti ile sahip olduğu ün ve hırsları tahmin etmeye yardımcı olacağını ifade eder. Yine bu değerlendirme, her devletin birleştirici din gücünü, müzakere etme ve ittifaklara girme yeteneğini ve en son olarakta, itibar ve hırslarını tahmin etmeye yardımcı olacaktır.Yeni Bir Araştırma Bağlamı: Bilimsel DevrimBu yüzyılın giderek artan sekülerleşmesine, daha geniş çapta bir yön-tembilimsel şahsi bilinçlilik eşlik etmişti. Teorisyenler, devlet etkileşimleri hakkında kural koyuculuktan ziyade, tanımlayıcı kuramlar geliştirir oldular. Bu teorisyenler hâlâ klasik otoritelerin düşüncelerini izliyorlardı; bununla beraber, daha önceki dönemlere göre, daha bağımsız bir düşünce evrenine girmeye başlamışlardır. Kadim bilgeliği sorgulamak için daha büyük bir eğilim sergiliyorlardı.8Bu yaklaşımlar, dînî otoriteler (Kilise, Papa ve Kutsal Roma İmparatorluğu) kadar seküler otoriteleri de (Aristo, Plato) sorgulamaya yönelik daha büyük eğilimleri yansıtmaktadır. Böylesi yaklaşımlar, bu yüzyılın süreklilik arz eden savaşları, rahipler, felsefeciler ve politikacıların bu savaşlarla baş etmedeki iktidarsızlıkları, geleneksel yasaların ve inançların ortadan kalkması ve Avrupa'da normatif kaos durumunun ortaya çıkmasıyla ilişkili olabilir. Seyyahlar ve tüccarların, şiddet içerisinde kıvranan Avrupa'ya, yeni dünyadan insanlar, davranışları ve gelenekleri hakkında yeni bilgiler getirmeleriyle bu sorun daha da olumsuz bir hâl aldı. Avrupa'nın içinde bulunduğu böylesi normatif kaos ortamı, gelen yeni bilgilerin göreceli kalmasına sebep oluyordu.Rölativizmin dışında bir yol, insan zihninin kesin gerçekliğini elde etmeye çalışan bilim adamlarının öncülüğünde gerçekleşti. Bu hususta, bilimsel devrimin katalizörleri olarak üç bilim adamından söz edebiliriz: Bacon, Galileo ve Descartes. Bu üç bilim adamı da en önemli eserlerini Otuz Yıl Savaşları sırasında yazdılar. Üçü de yaşadıkları çağın şüphelerini paylaşıyorlardı. İnsanoğlu için güvenilir, doğru ve kullanışlı bilginin elde edilebileceğini sorguladılar. Orta çağda kurulmuş olan üniversitelerin akademik geleneklerince yürütülen yöntemleri yadsıdılar ve bilgi edinmede alternatif yöntemler ileri sürdüler.Geleneksel bilim dedüktif (tümdengelimci) bir nitelik arz ediyordu. Fakat, Bacon, Galileo ve Descartes dedüksiyonun tek başına hiçbir yeni bilgi üretemeyeceğini ileri sürdü. Onlara göre gerçek, keşfin hemen başında var sayılabilecek bir şey değildir. Gerçek, ancak bir araştırma sürecinden sonra elde edilebilir bir olgudur. Uygun araştırma yöntemleri uzun süredir, uygulamalı haritacılar ve astronomlar tarafından kullanılmaktaydı. Haritacılar bilgilerini yetkililerden ve kutsal metinlerden almamışlardı, aksine denizcilerin ve tüccarların uzak yerler hakkında söylediklerinden çıkardıkları notları kullanmışlar ve bu anlatılan hikâyeleri sistematik bir hale getirmişler, bilgileri birbiriyle birleştirmişler ve aldıkları notları ve o güne değin çizilen haritaları karşılaştırmışlardı. Yıldız gözlemcileri geceleri gökyüzünü gözlemleyerek ve yıldız gözlemlerinin çok özenli bir şekilde günlüğünü tutmak suretiyle göğün haritasını çıkardılar. Kopernikus gezegenlerin ve yıldızların yollarının, Hıristiyanlık öncesi gözlemlerini kullanarak, bu cisimlerin hareketlerinin resminin, hakkındaki evren dünya merkezli açıklamalara uymadığını ortaya koymuştu. Brahe yaşamı boyunca gökyüzünü sürekli olarak düzenli bir şekilde gözlemlemişti. Asistanı Kepler'e yıldız gözlemleriyle ilgili

Page 79: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

son derece önemli notlar bırakmıştı. Kepler'in hesaplamaları, karmaşık Ortodoks açıklamalarının yerine basit güneş merkezli modeli ortaya koymuştu. Gezegenlerin yörüngelerini bir kaç basit matematiksel açıklamayla özetlemiş ve onları 'doğa yasaları' şeklinde sunmuştu. Galileo, teleskop yardımıyla bizzat gözlemleri kendisi yaparken, gezegenlerin yörüngelerini tanımlamak ve her bir gezegeni çizmek suretiyle can alıcı noktayı ortaya koyuyordu.Galileo'nun, gözlemlerini bir teleskop yardımıyla yapmasının sembolik bir önemi olduğu açıktır: XVII. yüzyıl bilimi temel itibariyle optiğe dayanıyordu. Bu bakış açısı, insanın tek görme gücünü yansıtıyordu. Bilimsel gözlem, evrenin karmaşık zenginliği içerisinde birkaç nesneyi seçip bu nesneleri sistematik bir şekilde hacimlerini ve ağırlıklarını tespit ederek; renklerini, şekillerini ve niteliklerini tanımlayarak; birbirleriyle ilişkisini açıklayarak; uygulama olanağı varsa uzaydaki hareketlerini gözlemlemek suretiyle bunlar üzerinde çalışmak anlamına geliyordu. Böylesi optik gözlemlere eşlik eden anlayış mekanik terimlerle açıklandı. Bu bilimsel bakış açısının değişmez örneği Isaac Newton'un Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri isimli 1687 tarihinde yayımladığı eseridir. Bu eser, bütün nesnelerin -yeryüzünde ya da gökyüzünde konuşlanmış olsun ya da olmasın- ölçülebileceğini, devinimlerinin zamanlamasının yapılabileceğini ve kanunlar kapsamında elde edilen hareketlerin matematiksel formüller halinde ifade edilebileceğini göstermektedir. Evrendeki her şey sanki, iki kütlenin üretimine orantılı bir güçle ve iki kütle arasındaki mesafenin karesine orantılı olarak her bir parça diğerini çekiyormuş gibi hareket etmektedir.Yeni Teori Üretme Tarzları: Çıkarlar, Devletler ve DengeXVII. yüzyıl bilimsel bilgisi, durağan nesnelerin görülebilir farklılıkları hakkındaki bilgi anlamına gelmektedir. Botanik ve biyoloji taksono-miye -doğal bağlantılarına göre bitkileri sınıflandırmaya- dayanıyordu. Dil çalışması, her bir öğenin belirli bir işlev gördüğü mantıksal bir sistem olarak sunulmuştu. Refahın analizi, bir değişim sisteminde temsil edilebilen (bozuk para gibi) nesnelerin dolaşımını incelemiştir (Fouca-ult 1973). Tarih çalışmasının eğilimi ise basitçe geçmişteki olayları yeniden dile getirmekti; tarihçiler gittikçe şeyleri incelemeye giriştiler ve daha sonra elde ettikleri bilgileri tarafsız ve güvenilir kelimelerle ifade ettiler. Uluslararası ilişkiler çalışması, nüfuz edilemez toprak bütünlüğüne sahip devletlerarasındaki karşılıklı ilişkilerin incelenmesi anlamınageliyordu. Geometrik hareketteki maddeye dair bu saplantı, toplum bilimlerindeki en mekanik görüşlerden biri olan kuvvetler dengesi teorisini oluşturmaktadır.Kuvvetler dengesi teorileri, XVII. yüzyıl için yeni sayılmazdı. Daha önce Guicciardjni, Gentili ve Botero gibi İtalyan teorisyenler tarafından dile getirilmişti. Bununla beraber, XVII. yüzyılda, eşitlik benzetmesi kendisini öngörülemez bir açıklıkla ifade etti; Bacon, Mun, Spinoza, Pu-fendorf, Hobbes ve Cumberland (III. William'in, Büyük Frederick'in ve II. Charles'ın uygulamalarında ortaya çıkan) gibi düşünürlerin teorilerinde apaçık olduğu şekilde. Aynı zamanda, 'kuvvetler dengesi' kavramı yaygın bir şekilde kullanılır oldu. Bu kavram, bir devletin, egemenlik kurma tehdidinde bulunan bir başka devlete karşı diğer bir grup devletle (tercihen kendisinden daha zayıf) ittifak halinde olması politikasını vurguluyordu. Kuvvetler dengesi ilkesi vasıtasıyla bir devlet eylemde bulunma bağımsızlığım koruyabiliyor ya da en üst noktaya taşıyabiliyordu: ittifakları kullanmak suretiyle devletler nüfuzlarından korktukları herhangi bir devlete karşı iş birliğine girişebiliyorlardı. Bu düşünceye göre, kuvvetler dengesi politikası bir devlete, kendi bağımsızlığını koruyabilmek amacıyla en çok ihtiyaç duyulduğu noktada ağırlığından vazgeçmesi olanağını veriyordu.Kuvvetler dengesi teorilerinde bu şekilde gelişmiş belirginliğin bir önemli nedeni XVII. yüzyılın yeni bilimsel epistemolojisinde yatmaktadır. Bacon, Descartes ve Galileo, Ortodoks bilim adamlarının dedüktif (tümdengelimci) yaklaşımlarıyla alay ederek bilimsel yaklaşımın evrimine hız verdiler. Doğal dünya 'ruhaniyetinden soyunduruldu' (de-spi-ritualized) ve canlılığından mahrum bırakıldı Cde-animated'). Ortodoks bilim adamları suçu doğal fenomenler üzerine yıkma eğilimi gösterirlerken, XVII. yüzyıl bilim adamları mekanik bir model geliştirdiler. Bilimin en büyük başarı sağlayan birimi geometriydi ve geometrinin yöntem ve mekanik bakış açısı Descartes'ın, Hobbes'un, Galileo'nun,

Page 80: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Leibniz'in, Newton'un ve Spinoza'nm metinlerinde aşikâr bir şekilde ortadadır. Bu yazarlar doğal fenomenleri, varsayımsal temel hareketleri tanımlamak ve çıkarımlarla genellemek suretiyle tasarladılar. Artık taş olarak adlandırılan nesnelerle hayvan olarak adlandırılan nesneler arasında herhangi önemli bir fark kalmamıştı. Descartes ve Hobbes, dünyanın, hareket halindeki maddeye indirgenebileceği konusunda hemfikirdiler. Her iki bilim adamı da hayvan bedenlerini karmaşık mekanizmalar olarak algılıyordu. Hatta manevi bir geçmişe sahip Leibniz bile, her bir canlının or-ganik yapısının, insan yapımı robotları aşan bir tür Tanrı yapımı bir makine ya da doğal bir robot olduğunu açıklıyordu. Aslında, birkaç teoris-yen, bu Zeitgeist'ı (çağın zihniyeti, çağın anlayışı-ç.n.) kendi uluslararası etkileşim telakkileri içinde Leibniz'e göre daha iyi dile getirmişlerdi. Leibniz'in görüşü, birbirleriyle etkileşim halinde olan ve birbirlerinden öz bilinçleri sayesinde ayrılan farklı, nüfuz edilemeyen, yok edilemeyen canlı organizmalar olan devletlerin kapsamlı, Almanlara özgü karmaşık sistemi tarafından şekillendirilmiştir.9Geliştirilmiş açıklık için ikinci bir nedense, eski denge fikrinin yeni 'çıkar' kavramından elde edilmiş olmasıdır. Pufendorf (1991, s. 35) bunu, Westphalia Anlaşması'nı uluslararası tarih alanındaki bir dönüm noktası olarak kabul ettiğinde fark etmişti. Gatien Courtilz de Sandras, bu 'çıkar' kavramıyla yeni bir meşguliyetin Avrupa diplomasisindeki hanedan tartışmaları ve dînî yakınlık üzerinde öncelik kazandığını açıkça ifade etmektedir (Courtilz 1686, s. 3). Aynı düşünce, Rohan'm Avrupa politikası tartışmasında da yer almaktadır. Rohan şöyle demektedir:Bir devletin çıkarı daima, devletin genişletilmesi ya da en azından var olanın korunmasıdır. Bu amacı yerine getirmek için devlet zamana adapte olur. Çağdaş hükümdarların çıkarlarını düşünebilmek için çok uzağa gitmeye gerek yoktur; şu anki günümüz olaylarını incelemek kafidir. Böylece kalkış noktası olarak, günümüzde Hıristiyanlıkta iki güç olduğu iddiasını alabiliriz. Bu iki güç, diğer devletler üzerinde barış ve savaşın etkilerini azalttıkları noktada iki kutbu temsil etmektedirler: Yani Fransa ve İspanya Meclisleri. İspanya, kendini birden genişlemiş bulduğunda kendisini efendi kılma hırsını sakla-yamamış ve Batı'da yükselen yeni bir monarşi güneşine sebebiyet vermişti. Fransa Meclisi'yse derhal bir denge kurması için desteklendi. Diğer prenslikler çıkarları gereğince birbirine katıldılar. Fakat bu çıkarları iyi ya da kötü bir şekilde gözetildiği süreçte kimisinin yıkımına kimisinin büyümesine vesile oldu; dolayısıyla bu incelemede şunu yayımlamayı öneriyorum: Öncelikle, bu iki güçlü kuvvetin gerçek çıkarı neydi ve bunların korumasına bağlı olan diğerlerinin çıkarları neydi? Bu, ya hükümdarın ona çok iyi anlamamasından ya da bakanlarının yolsuzluğu nedeniyle kendisinden gizlenmesinden kaynaklanmıştır. (Rohan 1673, s. 7)Rohan, Rönesans bilim adamlarından (özellikle de Machiavelli, Gu-icciardini, Boccalini ve Bonaventura) çok etkilenmişti. Fakat XVII. yüzyıl ortası Avrupa politikası hakkındaki tanımlamalarından da anlaşılaca-ğı üzere Rohan, kuvvetler dengesi mekanizmasını daha önceki düşünürlere göre daha ustaca tanımlamıştır. Böyle söylememizin nedeni, eski denge kavramını yeni 'çıkar' kavramıyla ilişkilendirmesidir. Aslında, bu bağlantıyı yapan ilk Avrupalı teorisyen Rohan'dır. Huguenot generali ve devlet adamı olan Rohan Dükü olarak, modern uluslararası ilişkiler teorisine önemli, katkılar sağlamıştır. Rohan, siyaset ve denge unsuru konusunda İtalyan geleneğine bağlıydı ve daha sonra büyük ölçüde İngiliz toplum teorisyenlerini etkileyecek net bir kuvvetler dengesi analizi for-mülleştirdi (Raab 1964, s. 237; Hirschman 1981, s. 37).Bu yüzyıldaki politik teorilerin en belirgin ve baskın vasfı, devlet kavramına sıkı sıkıya bağlı olmasıdır. Westphalia Barışı'ndan sonra Avrupa kralları eski, geçici askeri düzenlemeleri yeni, merkezden yönetilen bir askeri komuta ve kontrol sistemiyle değiştirdiler. Krallar ülkelerinin baş komutanı vasfını kazandılar. Aynı şekilde, sivil toplum üzerinde egemenliklerini artırdılar. Siyasal güç kanalları kralın elinde toplandı ve yoğunlaştı. Kralın çevresinde mutlakiyetçi sarayın karakteristik nitelikleri oluşmaya başladı. Saray çevresinde modern devletin temel dinamik unsurları ortaya çıkmaya başladı. XVII. yüzyılın ikinci yarısında (Batı) Avrupa devletlerindeki saray merkezli yönetimler, yeryüzünün belirli bir bölümü üzerinde tam otorite sahibi

Page 81: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

olduklarını gösterebilen bağımsız topluluklar olarak algılanmaya başladılar. Devletin toprak bütünlüğünün doğası netlik kazandı. 'îç' ve 'dış' politika ayrımı, iç politika, dış politika olarak vurgulanmaya başlandı. Devlet, siyasal bir aktör olarak bireyselleşti ve daha net gözlemlenebilen analitik bir birim haline geldi. Klasik egemenlik kavramı tamamlandı (Bartelson 1995, s. 137 vd.). Bu kavram, aynı zamanda, geri döndürülemez bir şekilde, ilahi ve evrensel olandan koptu, seküler ve özel bir niteliğe büründü; bunun bir sonucu olarak, yetkileri ilâhi ve evrensel ilkelere dayanan papa ve imparator gibi siyasal aktörler Avrupa'nın büyük krallıklarmca gölgelendi (Hertz 1957).I"'VAYDINLANMA SİYASETİ:XVIII. YÜZYIL VE HALK EGEMENLİĞİNİN ORTAYA ÇIKIŞIAvrupa, XVIII. yüzyıla, modern devletin gelişmesini hızlandıran büyük savaş dalgalarıyla girdi. Siyasal güç tek bir elde toplandı, askeri komuta merkezileşti ve Otuz Yıl Savaşları'nın kurt sürüleri, XIV. Louis savaşlarının eğitimli süslü kanişlere veya süs köpeklerine dönüştü. Yönetimin tekamüle uğrayan kurumları, 'ülke içerisinde düzeni ve güvenliği tesis etme ve diğer devletlere karşı kullanılmak amacıyla ordu toplama, destekleme ve kontrol etme aracına dönüştü' (Palmer 1951, s. 162). Devletlerarası etkileşim, profesyonel diplomatlar ve uluslararası hukuk alanında çalışan bilim adamları tarafından protokole uygun olarak düzenlendi. Savaşlar çok iyi tespit edilmiş kurallara uygun olarak profesyonel askerlerce yürütüldü. Her bir devlet açıkça, diğer devletlerin toprak bütünlüklerinin meşruiyetini tanıdı; hiçbiri kendi yönetimini ya da kendi yasasını diğer devletlerin egemenliğine rağmen, evrenselleştirme hakkına sahip değildi (Howard, 1984, s. 75).Bu dönemde pek çok Avrupalı yönetici, mutlak egemen konumun-daydılar. Fransa Kralı XIV. Louis'nin, en mutlakiyetçi ve güçlü kral olduğu anlaşılmaktadır. XIV. Louis'nin entrikaları Avrupa'yı ciddi savaşlara sürükledi (1672-1713). Bu savaşlar sonunda Fransa, gücünden çok şey kaybetti. Bu savaşlar monarşinin temellerini sarsmıştı. Hükümdarh-ğınm son yıllarında Louis'nin hayat boyu yapmaya çalıştığı şey altüst oldu. İngiltere'nin öncülüğündeki ittifak güçleri, Louis'yi yenilgiye uğrattı. İngiltere, XIV. Louis savaşlarından en büyük galip olarak çıktı ve XVIII. yüzyılın uluslararası siyasetinde baş aktör olarak yer aldı.İngiltere, Avrupa kıtasındaki diğer devletlerden önemli farklılıklar göstermeye başladı: İngiltere, mutlak bir monarşi değildi. Glorius Devrimi (1688), İngiltere kralını Parlamento'nun eylemlerindeki özgürlüğe denetim getirmesini kabul etmeye zorladı; buna göre hiçbir vatandaş yasal gerekçe olmaksızın gözaltına alınamaz ve tutuklanamaz; hiçbir kanun tek başına kral tarafından iptal edilemez; Parlamento'nun izni olmaksızın vergi toplanamaz ve ordu teşekkül ettirilemez. Böylece, XIV. Louis savaşlarının sonunda Avrupa siyaseti, iki farklı egemenlik öğreti-siyle buluştu. Bir tarafta, Kıta Avrupası'ndaki mutlakiyetçi rejimleri destekleyen Kralların Kutsal Hakları Öğretisi, öte tarafta Kuzey Atlantik kıyısının daha varlıklı, ticari deniz güçlerinin bulunduğu ülkelerde ortaya çıkan Yeni Halk Egemenliği Öğretisi.Bu farklılık, XVIII. yüzyıl Avrupası'ndaki, mutlakiyetçi devletler ve merkezileşmiş siyasetin hakim olduğu Kıta Avrupası rejimleriyle, göreceli olarak zayıf devlet bürokrasisi ve giderek artmakta olan piyasa ekonomisinin görüldüğü Kuzey Atlantik kıyısı devletleri arasında siyasal bir ayrıma yol açtı. Yüzyılın ilerlemesiyle, ikinci öğreti, birincisi karşısında giderek artan bir ideolojik meydan okumaya dönüşecektir.GÜÇ KULLANIMINDA VE ZENGİNLİĞE ULAŞMADA ORTAYA ÇIKAN DEĞİŞİKLİKLERXIV. Louis savaşları esnasında yenilmesi zor bir kara gücü olarak ortaya çıkan İngiltere, üstünlüğünü, teknolojik üstünlük ve muazzam zenginlik meziyetiyle ülkenin oldukça büyük deniz gücü sayesinde elde etmişti: Kraliyet Donanması, hem ingiliz ticaret gemilerini korudu hem de dünyanın neresinde olursa olsun ülkenin gücünü temsil etti.Güç ve prestij elde etmeye yönelik uluslararası mücadelede, milli deniz kuvvetleri giderek büyüyen yoğun küresel ticaret çağında önemli bir görev üstlendi. XVIII. yüzyıl, merkantalizmin olgunlaştığı bir evredir ve merkantalist

Page 82: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

öğretilerin teorik anlamda ayrıntılı bir şekilde belirlendiği ve yoğun bir şekilde uygulandığı yer de İngiltere'ydi; ya ithalatı kısıtlamak için belli başlı dış emtiaya yasak getirildi ya da ağır gümrük vergileri konularak caydırılmaya çalışıldı; iç üretimi teşvik amacıyla devlet yoğun bir şekilde iletişimi geliştirmek ve özel teşebbüsü teşvik için mü-Idahalede bulundu. Merkantalizmin ekonomik öğretisi mutlakiyetçiliğin siyasal öğretisiyle el eleydi. Bu ikisi, XIV. Louis savaşları sonrasında Avrupa siyasetine egemen olmaya devam etti. Fakat, yüzyılın ilerleyen dönemlerinde, bu ikisi arasındaki ilişki de değişti. Başlangıçta birbirini destekleyen bu öğretiler, daha sonra iç çekişmeler ve karşılıklı muhalefetler neticesinde bir muammaya dönüştü.Mutlakiyetçilik, XIV. Louis'nin (1661-cf715) uzun süren hükümdarlığı boyunca önemli bir evrim geçirdi. Kıta Avrupası'nda, gücün merkezileşmesi aydınlanma despotizmine doğru yol aldı. Bu evrim, kraliyet maiyetindekiler tarafından olduğu kadar kral tarafından teşvik edilmedi. Asker ve vergi toplama ihtiyacı sebebiyle kralların vezirleri, devlet yapısını daha da katı ve sıkı bir şekilde yapılandırdılar. Mutlakiyetçiliğin bizzat kendi içinden yeni üretim, tedarik ve tahsisat yapıları ve bunlarla ilgili süreçler ortaya çıktı. Önceleri, bu yapılar kralı temsil etti ve Kraliyetin ihtişam ve otoritesini yansıttı. Bir süre sonra, bu yapılar, kendi başlarına otorite haline dönüştüler. Kralların güçlü vezirlerinin ellerinde, kralın mutlak egemenliği, yavaş yavaş yerini kendi -kurumsal-ürününe bırakıyordu. Mutlakiyetçi teori, ilâhi hak öğretisiyle destekleniyordu ve kralın şahsı, egemenliğin o kadar yoğun bir odağı haline geldi ki, kişisel olmayan, soyut ve yarı ilahi - XVI. Louis, 'Güneş Kralı'nda görüldüğü üzere- bir vasfa bürünmüştü. Resmi işlerin çoğunun, giderek artan yönetici kadroları tarafından yerine getirilmesiyle gerçek kral, giderek daha da fazla sembolik bir hâl aldı. Devletin gayri şahsiliği, idareyi eline almaya başlamıştı.Merkantalizm de XVIII. yüzyıl boyunca değişime uğradı. Merkanta-lizm, imalatçıların ve sanayisel zenginliğin yavaş geliştiği bölgelerde daha etkin bir hâl almış ve mükemmel bir yapı kazanmıştı. Ancak, Kuzey Atlantik kıyısındaki en zengin sanayileşmiş deniz güçleri arasındaki merkantalizm ve mutlakiyetçilik, aslında alttan alta gücünü yitiriyordu. Buralarda giderek büyüyen tüccar ve imalatçı orta sınıflar, XVII. yüzyılın sonlarıyla beraber mutlakiyetçiliğin temel ilkelerine baş kaldırmaya başlamışlardı. Örneğin, ingiltere'de merkantalizm, İngilizleri zenginleş-tirmiş; aynı zamanda, kraliyet maiyetindeki ve dışındaki vatandaşların da zenginliğinin artmasına yardımcı olmuş, yeni ve bağımsız toplumsal grup ve güçlerin oluşumuna hız kazandırmıştı. Öncelikle, ülkenin toprak sahipliğini elinde bulunduran elit kesimin dönüşümünü teşvik etti, daha sonra yeni müteşebbis sınıfların gelişmesini destekledi.XVIII. yüzyılın daha sonraki dönemleri boyunca, İngiltere'nin topraksahibi soyluları, İngiliz toplumu üzerindeki güçlerini artırdılar. Giderek artan bir şekilde ülkenin ortak meralarım özel mülkiyetlerine kattılar. Bu çabalar, hayvanlarını otlatmak için söz konusu meralara ihtiyaç duyan küçük çiftçilere zarar verirken, aralarından birçok hükümet yetkilisinin seçildiği az sayıdaki toprak sahibinin güçlerini de pekiştirdi. İngiltere'nin varlıklı toprak sahipleri, Parlamento üzerinde hakimiyet kurdular, arazi alımına olanak tanıyan yasaların geçmesini sağladılar ve dış politikayı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiler. Kıta Avrupa-sı'ndaki soyluların aksine, İngiltere'deki toprak sahipleri, zenginlik ve nüfuzları için Kraliyete bağlı değildiler ve bu yüzden de, zaman zaman, kralın önerilerinin, kendi çıkarlarına zarar verdiğini gördükleri anda krallarına karşı gelmekte kendilerini özgür hissediyorlardı.Soyluların, arazileri kendi mülkiyetlerine geçirme hareketlerinin ya-nısıra, ingiltere'nin iletişim ve ticaret ağı, büyük ölçüde genişledi. Mevcut yollar ve kanallar onarılarak, yenileri inşa edildi. Ulaşım maliyeti büyük ölçüde azaldı. Piyasalar çok sayıda mal (demir ve kömür kadar toptan gıda maddeleriyle de) ve (hem tarımsal hem sanayisel) nihai ürünlerle dolup taştı. Böylesi gelişmeler imalatçılar, tüccarlar, bankacılar, mühendisler gibi yeni orta sınıf toplum gruplarının gelişimine yol açtı. Bu gruplar genelde Parlamento'da temsil

Page 83: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

edilmiyorlardı. Fakat, XVIII. yüzyıl ilerledikçe, siyasal süreçte yer alma konusunda daha yoğun bir şekilde ısrar etmeye başladılar.Bu yeni gruplar, son derece bireyci bir sosyal yaşam görüşü ifade etme eğilimi gösterdiler. Sık sık, herkesin kendi servetinin mimarı olduğunu ileri sürdüler; bu da, yüksek mevki ve büyük servet sahibi kişilerin, servetlerine kişisel yetenek, maharet, beceri ve gayretleri sayesinde eriştikleri anlamına geliyordu. Bu toplumsal gruplar, eski soyluluğun kalıtsal imtiyazlarına hoş bakmamaya başladılar; ancak miras kalan ekonomik zenginliği savunuyorlardı; bu durum açıkçası onların kendi mirasçılarına büyük bir avantaj sağlıyordu. Ortaya koydukları argümanlar, rasyonalist ve iyimser bir eğilim sergiliyordu. Yeni iletişim araçları vasıtasıyla, özellikle de yeni ortaya çıkan popüler basınla görüşlerini yayıyorlardı. XVIII. yüzyıl boyunca, bu gruplar, önde gelen merkantalist görüşlere muhalefete başladılar. Ulusun refahında gerçek bir artışın, ancak kendi rasyonal çıkarlarıyla ilgili plânlarının önünde duran engellerin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleştirilebileceğini ileri sürdüler.Önceleri bu grup üyeleri, kralın dış politika belirleme yetkisine müdahale etme gibi bir teşebbüste bulunmadılar. Bununla beraber, bir sü-re sonra, kralın dış politika başarısızlıklarının doğrudan sonuçlarına karşı gelmeye başlayacaklardı. Bu başarısızlıklar savaş anlamına geliyordu ve savaş küresel bir hâl aldıkça, maliyeti kadar yıkıcılığı da artıyordu. Kamuoyunun varlıklı grupları, yarattığı ağır bu durumun sonuçlara karşı çıkmaya başlamışlardı: Ağır vergiler, ticarete ve sanayiye müdahale, keyfi adalet ve kralın vicdani konulara müdahalesi gibi... Önce Hollandalılar ve daha sonra ingilizler, bu hususlardan ötürü, mutlakiyetçi-liğin kurum ve ilkelerine karşı muhalefet oluşturdular.SİMETRİ, EGEMEN AKIL KÜLTÜingiltere, XIV. Louis savaşları esnasında süper güç olarak ortaya çıktı. Savaş sonrası dönemde, ingiltere'nin zenginliği ve gücü, uluslararası ilişkilerde egemen olmaya başladığından, İngiltere kaynaklı fikirler Aydınlanma Çağı boyunca uluslararası ilişkiler çalışmalarını etkiledi.1Çağın düşüncesi, insan aklının gücüne duyulan güvenle ve doğa düzenine duyulan büyük bağlılıkla pekişti. Bu düşünce, XVII. yüzyılda ortaya çıkmıştı; XVIII. yüzyıla gelindiğinde bu duyarlılık yayılmacı bir görüşte olgunlaşmış oldu. Bilim adamları ve felsefeciler, doğada simetri ve düzenlilik aramaya ve bunları entelektüel kavramlarla -grafik, taksono-mi ya da mekanik modellerle- ifade etmeye başladılar. Denge ve simetriye duyulan bu bağlılık, bu çağdaki bilim ve felsefeye katkıları bir araya getirdi. Bunun en ünlü yansıması Isaac Newton'un evren hakkındaki görüşüdür; onun 1687'de yayımladığı Doğa Felsefesinin Matematiksel tikeleri adlı eseri, uzamda tekrar eden hareket görüşünü mükemmel bir biçimde ifade ediyordu. Newton'un düzenli evrenini John Locke (1632-1694)'un düzenli psikolojisi izledi; Locke'un 1690'da yayımlanan însan Anlayışına Dair Zihni Üzerine Bir Deneme isimli eseri, insan zihnini tecrübeyle -açıkçası tabii ki fiziksel evrenin tecrübesi- doldurulan boş bir yapı, levha olarak tanımlamaktadır. Locke yeni bir bilgi felsefesi ortaya koyuyordu. Duyumcu etkilenim teorisini geliştirdi ve bu Descartes'in içsel bilgi varsayımını yıktı. Locke, aynı zamanda, bireyin algılamalarının da göreceli olduğundan bilgiyi sübjektif olarak tanımladı. Bilgiyi de, bireyin algılamalarına göre göreceli olduğundan dolayı sübjektif olarak tanımladı.XVIII. yüzyılın ortasına gelindiğinde, Locke'un bu argümanı, Newton fiziğinin sıradan bir epistemolojik ortağı haline gelmişti. Newton insanın doğa görüşünde ne yaptıysa, Locke da insanın kendi görüşündeaynı şeyi yaptı. Newton ve Locke, akla duydukları inanç, kurala tabi evren görüşleri ve doğaya karşı mekanistik yaklaşımlarıyla bilginin deneyci yaklaşımının temellerini ortaya koydular. Locke, aynı zamanda, Kuzey Atlantik kıyısındaki devletlerde ortaya çıkan orta sınıflara uygun halk egemenliği öğretisinin temellerini de atmıştı. İngiliz düşünceleri, özellikle Voltaire'in popüler yorumları aracılığıyla Fransa'daki siyasi teoriler üzerinde büyük bir etkiye sahip olacaktı (1980, s. 68 vd.).Söz konusu yeni siyaset öğretisinin en ünlü ifadesi Locke'un Two Treatises ojGovernment [(I960 (1689)(Yönetim Üzerine İki İnceleme)] isimli çalışmasıdır. İlk inceleme, bunun içeriğini tanımlayan bir başlığa sahiptir: 'The False

Page 84: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Principles and Foundation ojSir Robert Filmer and his Followers) ('Sir Robert Filmer ve Haleflerinin Yanlış İlkeleri ve Dayanağı') meydana çıkarılmış ve harap edilmiştir. Bu isim hantaldır. Ama argüman değildir. Hantal değerlendirmesi, 'Kralların mutlak güçleri için ilâhi hakka sahip oldukları görüşüyle krallara yaltaklanan'düşüncesiyle krallara dalkavukluk eden' Robert Filmer'e ve onun gibi yazarlara karşı geliştirilen bir eleştiridir (Locke 1960, s. 176).Bu ilk kitapçıkla incelemede Locke, kralların ilâhi hakları olduğu görüşünü reddetmekte; ikinci incelemesiyle de bu görüşe karşılık bir alternatif sunmaktadır. (Second Treatise oj Government: An Essay Concerning the True Originals, Extent and End oj Civil Government) Yönetim Üzerine ikinci Deneme: Sivil Hükümetin Gerçek Kökenleri, Kapsamı ve Amacı Üzerine Bir Deneme adlı eserinde Hobbes'un tabiî halini, insanoğullarmın kusursuz özgürlük ve eşitlik içinde yaşadığı bir duruma doğru yumuşatmıştır. Locke bunu memnuniyetle karşılamaktadır. Hatta Hobbes, tabiî hali olabilecek en kötü durum olarak tanımlarken, Locke bunu oldukça mutluluk verici görür: Bu mutluluğun asıl sebebi Locke'un insanı yönetmek için Tanrı'nın, yaptığı tabiat kanununa sahip akıllı bir varlık olarak tanımlanmasında yatmaktadır. Locke'un doğa durumu tabiî hali, bütün insanlara belirli doğal haklar veren tabiat kanununca idare edilmektedir: Yaşam, hürriyet ve mülkiyet hakkı. Locke, insanlar makul varlıklar olduklarından, çoğu tabiat kanununa itaat edecektir, demektedir. İnsanlar sahip oldukları doğal haklardan haz almaktan memnun olacaklardır ve diğer insanlann haklarını çiğnemeyeceklerdir. Çoğu insan makuldür. Bununla beraber, akıllı olmayan da her zaman çıkmaktadır. Bazı insanlar doğa kanununu göz ardı ederler ve bilerek diğerlerinin haklarına tecavüz ederler. Bu insanlar, diğer insanların mülklerini gasp ederler, özgürlüklerini köleleştirirler, hürriyetlerini esir alırlar ve hayatlarına kast ederler.ıLocke'un doğal durumu/tabiî hali, Hobbes'un 'sürekli savaş' gibi kaba, acımasız senaryosuyla karşılaştırıldığında daha ılımlıdır.2 Bununla beraber, Locke'un doğal durumu/tabiî hali de çatışma ve savaş içermektedir. Kasıtlı olarak diğerlerinin haklarını gasp eden bazı insanların varlığı, Locke'u kendini savunma gerekliliği konusunu araştırmaya zorlamaktadır. Locke'un bakış açısına göre, her insan tabiî haldeki doğal haklarını koruma hakkına sahiptir. Locke'un bu temel fikri Cru-ce'ninkiyle paralellik göstermektedir (1972, s. 29). Fakat, yeni tabiî hal kavramı ve yeni doğal haklar kavramı büyük ölçüde eskisinin geliştirilmiş halidir. Diğerlerinin doğal haklarını çiğneyenlerin kendi doğal haklarını elinden alır. Her kim, başkalarının doğal haklarını ihlal ederse, ceza olarak kendi doğal haklarını kaybeder. Hırsızlık, kölelik ya da cinayet işlemek suretiyle insanlar kendilerini akıl ve yasanın dışına taşırlar. Kendilerini yasasız ilân ederler. Diğerlerine savaş ilân ederler ve bu durumda herkesin bunları yakalayıp cezalandırma hakkı vardır. Aslında, bu yakalayıp cezalandırma hakkı birisinin bir kurdu ya da bir aslanı yakalayıp avlayıp öldürmesi gibidir: 'Böylesi insanlar, Aklın Ortak Yasası'na bağlı olmadıklarından ve güç ve şiddetin haricinde hiçbir kuralı tanımadıklarından, Av Hayvanları'mn gördüğü muameleyi hak ederler' (s. 321).Tabiî halle ilgili temel sorun, haklan çiğnenmiş olanların intikam alma konusunda nadiren adil ve tarafsız olmalarıdır. Bu yüzden aşırı intikamı önleyecek, bütün insanların Doğa Hafelan'nın kurallara uygun bir şekilde yerine getirilmesini takip edecek bir hükümet kurma konusunda hemfikirdirler. Tabii halde ortaya çıkan bu çatışmalar ve savaşlar, daha sonra rasyonel insanları yönetim kurmaya sevk edecektir.Locke, doğal durumu/tabiî hali gerçekten anlamış mıydı? Bu durum / hal, herhangi bir gerçek toplumsal koşula uyuyor muydu? Locke'un tartışması bu noktada, kusursuz bir örnek teşkil etmektedir. Bununla beraber, Second Treatise oj Government isimli eserinde, her iki soruya da olumlu yanıt vereceğine dair açık bir kanıt vardır. Her şeyden önce Locke (2. Bölümde), doğal devletin tabiî halinin, insanlığın uzak geçmişindeki durumunu yansıttığını ileri sürmektedir. İkinci olarak, doğal devletin tabiî halinin, kendi çağdaş dünyasında iki şekilde var olduğunu söylemektedir: Diğer ülkelerdeki vahşiler arasında (mesela Amerika'da-ki yerliler) ve 'dünya çapındaki bağımsız yönetimlerin hükümdarları

Page 85: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ve yöneticileri' arasında (Locke 1960, s. 317). Bununla beraber, Locke konuyla ilgili detaylara girmemektedir.uıusıaLocke, tabiî halin dünyadaki egemen devletlerarasında var olduğunu (ve uluslar içindeki politikayla uluslararasmdaki politika arasında önemli bir fark olduğunu3) bilmektedir... Locke asla bu analoji bağlamında uzun uzadıya uluslararası ilişkileri tartışma konusu yapmamaktadır. Fakat XVIII. yüzyıl kapanırken diğer yazarlar bunu yapmıştı. Jean Barbeyrac'ın 1739 yılında yazdığı L'historie des anciens traltes' traites (Eski Anlaşmalar Tarihi -ç.n.) isimli eseri, Locke'un 'hak öğretisi'nin etkisinde kaleme alınmıştır (Derathe 1979; Tully 1993). Christian Wolff un Jus gentium ('Uluslar Yasası / Hukuku', 1749) Locke'un fikirlerini uluslararası ilişkilere uygulamaktadır. Wolff un isviçreli zeki öğrencisi Emmerich de Vattel (1714-67), uluslararası ilişkilerde Locke tarzı bir analiz kaleme almıştır: Droit des gens ['Uluslar Yasası Hukuku', 1916(1758)].Vattel'in argümanı öylesine etkileyicidir ki, bunun hakkında kısa bir yorum yapmamız gerekmektedir. Devletlerarasındaki ilişkileri, Locke'un tabiî haldeki insanoğlunun tanımıyla benzerlik göstermektedir. (Tully, 1993, s. 109 vd, 168 vd.). Vattel, her bir devletin egemen bir aktör olduğunu; ancak, 'devletlerarası ilişkilerin, birbirlerine karşı sürekli savaş durumunda oldukları' yolundaki zalim Hobbescu senaryoyu kabul etmemektedir. Vattel'in analizinde devletlerarası ilişkiler, bütün devletleri diğerinin haklarım riayet etmeye zorlayan tabiat kanunu tarafından belirlenmektedir. Droit des Gens isimli eserinde "Bu kaçınılmaz zorunluluktan; her bir devletin haklarından herhangi birinin ya da yasal olarak ona ait herhangi bir şeyin ihlal edilmesine ve kendisinden alınmasına katlanmayacağı sonucu çıkmaktadır" diye yazmaktadır Vattel (1863, s. 160). Vattel'e göre:Bu, temel bir haktır: 'Yani bunu onaylamak için güç kullanma hakkıyla birlikte ele alınmaktadır'. Ve bu haktan iki sonuç çıkmaktadır. Birincisi her ulusa ait olan adil savunma hakkı veya ona ya da haklarına saldıran her kim olursa olsun ona karşı güç kullanma hakkı. Bu durum savunma savaşının temelini oluşturmaktadır. İkincisi ise başka yollarla adalet temin edemiyorsa güç kullanmak suretiyle adaletin temin edilmesi ya da silahlı güçlerle hak arama. Bu da taarruz savaşının temelini oluşturmaktadır (s. 161).Vattel, devletlerin savunma amacıyla savaşma hakları olduğunu söylediğinde kadim eski bir öneriyi tekrarlıyordu; şayet bir devlet bir başka devletin haklarını ihlal ediyorsa, o zaman buna maruz kalan devlet ken-disini silahlı kuvvetleriyle koruma hakkına sahiptir. Vattel, aynı zamanda yine, devletlerin belirli koşullar altında saldırı amaçlı olarak savaş açma hakları olduğunu söylediğinde eski bir argümanı gündeme getirmektedir. Fakat bu eski 'adil savaş' argümanına bir dönüm noktası (Loc-kean) formülasyonu çığır açan (Locke'çu)bir formülasyon kazandırmıştır. Bilerek bir başkasının hakkını gasp etmekle saldırgan devlet, kendi haklarına zarar vermiş olur. 'Adaleti ayaklarının altında çiğneyerek' saldırgan devlet, kendisini tabiat kanununun sınırlarının dışına itmiş olur. Böylesi durumlarda Vattel, herhangi bir devletin bu haksızlığı gidermek için savaşıp diğerini cezalandırabileceğini bildirir. 'Ve kolektif güvenlik fikrinin erken bir formülasyonundan fazla bir şey olmayan böylesi bir tartışmada diğer devletler tabiî hukuku korur; eğer mutabakata varırlarsa kendi kamu çıkarlarını gözetirler' der ve şunları da ekler:Şayet adaleti ayaklarının altında ezen insanlar grubu varsa... insanlık toplumunun çıkarları diğer bütün ulusları, suçluların burnunu sürtmek için bir federasyon oluşturmalarına yetki verecektir... Şayet, sürekli böyle davranmakla ve davranışındaki genel gidişatla bir ulus açıkça kendisinin bu yanlışlıklar tarafından harekete geçmesi gerektiğini kanıtlar -hiçbir hakkı kutsal kabul etmezse, -insan ırkının güvenliği, bu ulusun baskı altına alınmasını gerektirmektedir. Adaletsizliğe yol açmak ve destek vermek bu uygulama neticesi çıkarları zedelenenler için bir zarar doğurur; fakat adalet genele şamil oldu* ğundan bir zarara yol açmak, bütün uluslara zarar vermek anlamına gelmektedir (s. 161)."Vattel, uluslararası hukuktaki gelişmelere büyük katkısı olmuş birisidir. Özellikle, Droit de Gens'm (Uluslar Hukuku), -süratli bir şekilde uluslararası

Page 86: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

hukukta standart bir metin haline geldiği- Amerika'daki4 bilim adamları üzerinde büyük etkisi olmuştur (Wiltse I960).5DEVLETLERARASI İLİŞKİLER HAKKINDA KURAMLARXVIII. yüzyıl uluslararası ilişkilerinin temel mantığına göre devlet; profesyonel elitlerin, devletin maddi nitelikleri üzerinde rasyonel akla dayanan planlamalarına bağlı olarak icraatta bulundukları, nüfuz edilemez, birlikçi ve toprak bütünlüğüne sahip bir yapıdır. Uluslararası ilişkiler teorisinin dominant/baskın noktası teritoryal devlettir. Hız, kütle ve yer çekimi kavramları Newton fiziğinde hangi öneme sahipse Devlet-lerin çıkarları, var olan nitelikleri, yetenekleri/yeterlilikleri ve gücü, uluslararası ilişkilerde aynı öneme sahiptir. Aynı niteliklere sahip olmayan devletlerarasındaki doğal denge kavramı, XVIII. yüzyılın başlarındaki uluslararası ilişkiler teorisyenleri için bir temel sağlıyordu. Bu fikir açık bir şekilde, bu dönemin kuvvetler dengesi teorilerinde temsil edilmektedir. Aynı zamanda, ticaret dengesi konusundaki çeşitlilik, yüzyılın uluslararası ekonomi teorilerinde açıkça görülür.Hem siyasal hem de ekonomik spekülasyonlar, gücün ve zenginliğin sabit nitelikler olduğu mekanik varsayımına dayanıyordu: Bir ülke payını artırdığında, diğer ülkeler dikkate değer bir kayıpla yüz yüze kalıyorlardı. Newton'un mekanik ve denge konuları yüzyıla damgasını vurdu ve yeni analizlerin yapılmasına yol açtı. Mekanik mantığıyla, aşırı tutumluluk talebiyle, denge görüşüyle ve bireyselci algılama teorileriyle bu ampirik yönelim bir süre sonra yerel ve uluslararası siyasette aynı şekilde uygulandı. Bu ampirik yönetim, devletlerarasındaki siyasal ilişkilerden devletler arasındaki ekonomik ilişkilere yayıldığında yeni argümanlar ortaya çıkacak ve eski, dominant baskın kuvvetler dengesi modelini ortadan kaldıracaktır. Bu gelişme İngiliz toplum teorisyenleri arasında net bir şekilde ortaya kondu.İngiliz Teorisyenlerinden BazılarıDavid Hume (1711-76), uluslararası ilişkileri geleneksel Newtoncu kavramlarla sorgulamıştır; mesela, 'Ticaret Dengesine Dair' ve 'Güç Dengesine Dair' (1752'de yazılmıştır) gibi başlıklar buna örnek teşkil edebilir. Hume'un 1754-62 yıllarında yazdığı müthiş İngiltere Tarihi isimli eseri, dengenin idame ettirilmesi kavramlarıyla ifade edilen, uluslararası ilişkiler üzerinde dağınık spekülasyonlar içerir. Hume, daima her zaman kuvvetler dengesi ilkesinin uluslararası siyaseti şekillendirdiğini dile getirmektedir. Bununla beraber, bunun nasıl işlediği konusunda bir şey söylememektedir; sadece 1748 yılında yayımlanan Ahlâki tikelerle İlgili Araştırma isimli eserinde konu dışı olarak bir teori yaklaşımı sunmaktadır: Komşu ülkeler bireyleri temsil etmektedir; bu ülkeler, davranış kuralları vasıtasıyla etkileşimlerini düzenlerler ve bu kuralları ulusların diplomatik kodları ve yasaları haline dönüştürürler.Kuvvetler dengesi teorisi bağlamında Avrupa siyaseti hakkında yorumda bulunan diğer pek çok İngiliz gözlemci arasında Daniel Defoe (1660-1731) daha yakından incelenmeyi hak etmektedir. Defoe daha çok, yazdığı romanla tanınmasına rağmen, aynı zamanda, zeki bir siya-set denemecisidir ve çıkardığı Review isimli gazetede düzenli olarak yorumlar yayımlamaktadır (Roose 1986). Defoe, kuvvetler dengesi siyasetinin önde gelen üstadlarından ve 1689 yılında İngiltere tahtını üstlenen William of Orange'ı takdir etmektedir. Defoe, kuvvetler dengesine dair, 'Dünya'da hakkında kuru gürültü yaptığımız' bir şey olmasına rağmen, hâlâ hakkında 'çok az şey bildiğimizi' dile getirmektedir (Defoe 1938, s. 263). Revievv'de, temel ilkelerinde olduğu gibi, inandırıcı açıklamalar yapmaksızın Avrupa dengesi konusuna çok yer ayırmıştı. Benzer bir yargı, Henry St. John (daha sonra ismi Viscount Bolingbroke olan, 1678-1751) için de verilebilir. Kraliçe Anne zamanında Savaş Bakanlığı yapmış olan John, Utrecht Barışı'nın (1713) baş mimarıdır. Gözlemlerini, 1738 yılında yayımladığı, Tarih Çalışmaları ve Tarihin Kullanımı Üzerine Notlar isimli eserinde topladığında daha çok kendi gözlemlerini dile getirmişti ve Avrupa ilişkilerini büyük bir doğrulukla tartışmıştı. Fakat, uluslararası ilişkiler teorisi gibi kısır bir alana herhangi bir katkı yapmamıştır, ilişkilere dair herhangi bir teori geliştirmemiştir.6William Godwin (1756-1836), uluslararası ilişkilere katkı sağlamış bir isimdir. Godwin, argümanını XVIII. yüzyılın sonunda ortaya koymuştu ve onun argümanı

Page 87: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ingiltere'nin geleneksel uluslararası ilişkiler teorisyenlerinden keskin bir farklılık arz etmektedir. Godwin'in, Siyasal Adaletle İlgili Araştırma (Enquiry Concerning Political Justice) isimli (1985 [1793]) eseri, uluslararası ilişkiler konularını kapsayan bir çalışma değildir. Bu eser, bireysel özgürlük bağlamında çağdaş toplumsal düşüncenin ses getiren bir eleştirisidir. Bu çalışma, Godwin'in aynı zamanda uluslararası ilişkilere dair geleneksel yaklaşımları eleştirme amacıyla bir fırsatını bulduğu Aydmlanmacı teorileştirmenin iğneleyici 'tour d'horizon'udur (kısaca gözden geçirme, genel özet -ç.n).7 Godwin, devlet topluluklarına düzen ve istikrar sağlayan kuvvetler dengesi ilkesinin varlığından çok fazla kuşku duymaktadır. Aslında, kuvvetler dengesi kavramının ardında herhangi bir özün olduğundan kaygılıdır. Godwin, 'Kuvvetler dengesi yapmacığı, sayısız örnekte olduğu gibi, saray entrikaları için bir örtü olarak işlev görmektedir' diye yazıyordu (1985, s. 516). Godwin'in görüşüne göre, uluslararası ilişkiler büyük ölçüde kralların icraatıdır. Avrupa'daki her kral, kendisine dalkavukluk eden bakan ve sekreter ordusuyla çevrilidir; Godwin, onları 'gönüllü fahişeler' diye adlandırmıştı (s. 435). Bu gruptaki insanlar, kendileri arasında ve yabancı rakiplerine karşı hilekâr idiler. Bu süreçte, kendileri dışındaki dünyada adaletsizliklere ve savaşlara yol açarlardı. Şayet insanoğlu barışa dayalıuluslararası ilişkiler kurma ümidini taşıyacaksa, Avrupa'daki devletlerin hepsinden yoz saraylar kaldırılmalıdır ve yerine demokratik yönetim sistemleri getirilmelidir. Çünkü, Godwin'e göre monarşiler ve aristokrasiler saldırgandır, doğaları gereği savaştan hoşlanırken, demokrasiler doğal olarak barışçıldırlar.Demokrasiler doğal olarak barışçıldır, çünkü kamuoyunun büyük bir çoğunluğu sürekli savaştan kaçınmak için çalışacaktır. Krallar, savaşın şanlı ve kazançlı bir iş olduğuna inanabilirler; bununla beraber, kamuoyu, savaşların ölüm ve yıkım getirdiği ve sonuç itibariyle, bunun bedelini kanlarıyla ve mallarıyla (vergileriyle) ödemek zorunda kalacak olanın kendileri olduklarını bilmektedir. Böylece, 'savaş, demokrasinin basitleş-tiği ve saflaştığı oranda halkın karakterine yabancı kalacaktır.' (s. 507).Demokrasinin barışçıl bir doğası olduğuna dayanan bu argüman, Aydınlanma dönemi teorileri çalışmalarının sonlarına doğru artık yaygın bir kanı halini almış tipik bir argümandır. XVIII. yüzyıl olağanüstü zeki insanların/entelektüellerin birarada olduğu bir çağdır. Godwin, uluslararası ilişkiler teorisyenlerinin çoğundan üstündür, çünkü bu argümanı tek başına bırakmayı reddetmiştir. Uluslararası sahneyi gözlemlemiş ve demokrasiyle, demokrasi dışındakilerine eşit derecede savaşçı olduklarını fark ettirmiştir. Daha sonra uygulamada demokrasilerin barışçıl doğasını doğrudan gözlemlemenin zor olacağım ilâve etmiştir, çünkü düzenli bir şekilde, demokrasiler demokratik olmayanlarla savaşacaklardır. Bununla beraber, demokrasilerin barışçıl doğası, demokratik devletlerin ortak sınırları paylaştıkları durumlarda daha da aşikâr olacaktır. Godwin, bu basit gözlemden yola çıkarak iki önemli sonuca varmaktadır. Birincisi, demokrasilerin barışçıl doğası, sadece demokrasilerin bir diğerine karşı olan davranışında gözlemlenebilir.8 İkincisi, dünyadaki birkaç komşu demokrasi, uluslararası toplumda bir barış bölgesi oluşturacaktır.Bazı Fransız TeorisyealerAydınlanma dönemi Avrupası'nda pek çok başarılı teorisyen olması, XVIII. yüzyılın uluslararası ilişkiler teorisini temsil eden bir tek yazar üzerinde karar kılmayı zorlaştırır. 'XVIII. yüzyılın' sesi olarak düşünülebilecek en kısa yazar listesinde bile William Godwin bulunmalıdır. Godwin, bu çağın en orijinal ve en etkin düşünürlerinden biridir. Fakat o, devlerden önce gelmektedir. Kahramanların çoğu ise Fransız'dır. Fransa da, -XIV. Louis'nin, 1668 yılında yayımlanan Memoirs for thelnstrution of the Dauphin isimli eserinde açıkça ortaya koyduğu gibi-kuvvetler dengesi siyasetini uygulamaya koymuştu. Fransa'da kuvvetler dengesi siyaseti, aynı zamanda, sistematik bir şekilde incelenmişti. Bu inceleme, Francois de Callieres'in (1645-1717) Diplomasi Sanatı (1983 [1716]) isimli ünlü metninde yer alıyordu. Fransa'daki kuvvetler dengesi, bu çalışmayı doğal hukuk ilkeleri üzerine temellendirmeye çalışan Francois Fenelon (1815, s. 766 vd.) tarafından değerlendirilmişti. Fenelon, istikrarın, silah ve bir ırkın yok oluşu şeklinde pahalı bir maliyetle satın alınabileceğinden korkan Montesquieu (1689-1755) ve

Page 88: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

diğerleri tarafından eleştirilmişti öyle ki, bir kral, barış ve istikrar adına askeri güçlerini artırdığı anda, 'diğerleri de aniden artırır, böylece hiçbir şey kazanılmaz, ancak halk yıkılır' (Montesquieu 1990, s. 224).Montesquieu, Aydınlanmanın siyasal teorilerine önemli katkılarda bulunmuştur. XVIII. yüzyıla damgasını vuran mekanik ve denge konuları, ünlü eseri Kanunların Ruhu (1990 [1748])'nda oldukça belirgindir. Montesquieu, açıkça uluslararası ilişkilere yönelmese de, uluslararası ilişkiler alanına oldukça dikkat çeken katkılar yapmıştır. Diğer yazarlar, uluslararası ilişkilere dair kendi analizlerini aydınlatmak amacıyla onun genel argümanlarını kullanmışlardır. Antoine Pecquet bu noktada önemli bir isimdir. Onun Siyasal Kuralların Ruhu (1757) isimli çalışması, Montesquieu'nun başyapıtının devamı olarak algılanan bir uluslararası siyaset analizidir. Pecquet bu temel isteği yerine getirmede başarısız olmasına rağmen, yine de 'Avrupa'nın Dengesi' gibi usta bir metin gündeme getirdi; örneğin, Pecquet'in 1757 yılında yayımlanan eserinin 12. Bölümü (s. 191-207), İngilizce kaleme alman en iyi analizlere rakip olabilecek niteliktedir.Ayrıca Montesquieu, uluslararası ilişkiler konuları ile hukuk, yönetim, ekonomi, tarih vb. çalışmalar arasında bağlantı kurmuştu. Böylesi bağlantılardan biri de savaşın bir çeşit rejim türü olduğunu iddia etmesiydi. 'Monarşinin ruhu savaş ve yayılmacılıktır; cumhuriyetin ruhu barış ve itidaldir', diyordu (1990, s. 132). Onun argümanı, 'monarşiler doğaları gereği fetih yapmaya zorlanmaktadırlar' şeklindeydi. Diğer taraftan, cumhuriyet büyük ölçüde kendilerini savunmakla meşguldür. Montesquieu devam eder ve 'şayet cumhuriyetler küçükse, ittifaklar içerisinde yer almaksızın kendilerini savunamazlar ve monarşiler yayılmacı olduklarından, küçük cumhuriyetler diğer cumhuriyetlerle ittifaklar kurmak suretiyle kendilerini savunmak zorundadırlar' der (1990, s. 60 vd.). Bu nedensellik ilişkisi daha sonra diğer yazarlar tarafından detaylıbir şekilde incelenecek olan nokta hakkında üstûnkörü bilgi vermektedir: Bu da halkın görüşlerine uygun yönetilen devletlerarasındaki ilişkilerden barışçıl bir uluslararası toplum inşa edilebileceğidir.Montesquieu cumhuriyet, barış ve ticaret arasında birbiriyle yakın bir ilişkili kurmaktadır. 'Ticaretin doğal etkisi barışa yol açar', diyordu (s. 338). Ve bu iddianın altında yatan mantık, ticaretin, ticaretle meşgul olanlar arasında aydınlatıcı bir etkiye sahip olduğu anlayışıdır. Ticaret bilgi dağıtır. Ticaret diğer halkların gelenekleri ve inançları hakkında öngörümüzü derinleştirir. Diğerleri hakkındaki bilgimizi artırır, korkumuzu ise azaltır. 'Ticaret dünyanın her bir köşesindeki halkların inançlarını, bilgisini yayar; birbiriyle karşılaştırılmasına olanak tanır ve bundan olumlu şeyler doğar'. Ticaret 'yıkıcı önyargıları' engellemer, hoşgörüyü artırır ve barışçıl bir uluslararası ilişkiler olgusuna cesaret verir.9Montesquieu krallar ve savaşlar döneminden kölelikle sömürgecilik sürecine geçişi anlatmaktadır. Monarşileri Avrupa'da yayılmaya ve fetihler yapmaya sevkeden güvenlik ihtiyacının, aynı zamanda, Avrupa dışındaki coğrafyalardaki davranışlara da uygulandığına dikkat çekmektedir. İspanyolların Amerika'ya ulaştıklarından, yerlilere nasıl savaş açarak onları köleleştirdiklerinden bahsetmektedir. Avrupalıların Kızılderilileri yok ederken, öte yandan Afkira'daki Afrika'dan yeni köleler bulduklarını, böylece Amerika kıtasını temizleyip, tarım arazilerini oluşturduklarını, Avrupa'nın şeker ihtiyacını temin ettiklerini yazmaktadır (s. 250).Montesquieu'nun siyasal tartışmalarında yer alan efendiler ve köleler arasındaki ilişki, onun ekonomik tartışmalarında yer alan kuzey ve güney ulusları arasındaki farka paralellik arz etmektedir: Kuzey uluslarının 'hayatta pek çok ihtiyaçları, fakat çok az konforları' vardır. Güneyliler öte yandan 'hayatın pek çok rahatına konforuna ve birçok ihtiyacına sahiptirler'. Kuzey halkları çok çalışmak zorundadırlar, çünkü 'pek çok şeyden mahrumdurlar ve barbardırlar'; Güney halkları ise bunun aksine, tembel bir mizaca sahiptirler, diyordu (1990, s. 355). Sanayideki bu farklılıkların siyasal sonuçları da vardır; çünkü Güney ulusları fakir ve zayıftır ve kolaylıkla Kuzeyin daha müteşebbis uluslarının egemenliği altına girerler. Montesquieu son derece kapsamlı, makro tarihi bir iddiayla görüşünü sonuçlandırmaktadır:

Page 89: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Güneyli halkları arasındaki kulluğu doğal hale getiren şey, kolaylıkla refahsız yapabilirlerken, özgürlüksüz de yaşayabilme durumun-dan kaynaklanmaktadır. Fakat kuzeyli halkların, doğanın onlara bahşettiği ihtiyaçların tümünü gidermenin araçlarını tedarik eden özgürlüğe ihtiyaçları vardır. Bununla beraber, kuzeyli halklar özgür ya da barbar olmadıkça güç kullanılan bir devlette yaşarlar; hemen hemen bütün güneyli halklar bir şekilde, köle olmadıkça zalim bir devlette yaşarlar (1990, s. 355).Montesquieu'nun fikirleri XVIII. yüzyılın geri kalan bölümünde uluslararası ilişkiler konusunda Fransız tartışmaları vasıtasıyla yayılmıştır.10 Monarşiyi savaşla özdeşleştirme fikri daha sonraki etkileri bakımından devrimci bir nitelik taşıyordu: Krallıklar savaşa neden oluyorsa o zaman barış, krallıkların yerini demokratik cumhuriyetlerin almasıyla sağlanabilirdi. Voltaire (1694-1778), bu argümanın olası devrimci etkilerini göstermiştir. Voltaire, savaşı, insanlığın en kötü belâları arasında salgın hastalık (veba) ve kıtlıkla beraber anmaktadır ve bu üçünü 'hükümdarlar, vezirler adı altında yeryüzüne dağılmış üç dört yüz kişinin imgelemine' dayandırmaktadır. Voltaire, monarşilerin yapmacıklığı ve vatanseverlikleri retoriğini birbirinden ayırmakta ve XVIII. yüzyıl savaşlarının içyüzünü ortaya koymaktadır: Hanedan kavgaları (Voltaire 1967). Voltaire'nin uluslararası siyaset tartışmaları, onun son derece verimli üretiminde çok az yer işgal etmektedir. Fakat savaş ve barış hakkında ortaya koyduğu görüşler doğru ve sağlamdır ve Montesquieu'nun devrimci argümanlarıyla yayılmıştır.Bazı Alman TeorisyenlerAydınlanma teorileri İngiltere ve Fransa'da toplumsal devrimleri başlattı. Almanya'da bu teoriler yoğun spekülasyonlara neden oldular. Aydınlanmanın önemli fikirleri Almanya'da asla kök salmadı; fakat sadece sosyo-politik bir boşluk içerisinde tartışıldılar. Almanya, yüzlerce küçük şehir devletine ve prensliklere ayrılmıştı. Demir yumruk Büyük Frederick tarafından yönetilen Prusya'dan ayrı olarak, Paris ya da Lond-ra'dakine benzer merkezi bir yönetim bulunmuyordu; orta sınıf küçük ve güçten yoksundu; siyasal reform düşünülmüyordu bile. İngilizler, Aydınlanma fikirlerinden toplumsal değişme için siyasal gündemler ve pratik acımasız talepler; Almanlar ise soyut fikirler ve evrensel (ya da kozmopolit) formülasyonlar çıkardılar. Almanlannki sadece manevi bir Aydınlanmaydı.Alman uluslararası ilişkiler teorileri şu katı ikiliği yansıtmaktadır: Yaisoyut idealist ya da son derece pratik tartışmalar. Bu ikilik, Kant'ın uluslararası ilişkilere dair yorumlarında açıkça görülmektedir. Bunun karşısında dış görünüşe göre, Kant'm uluslararası ilişkiler tanımı kötümserlik içermektedir. Kant, devletlerin savaşma konusundaki hazırlıkları, gönüllülükleri ve bunun 'Ulusların Birbirleriyle olan kısıtlanmamış ilişkilerinde gizlenmeksizin nasıl sergilendiği' hakkında yazmaktadır. Savaş için 'özel bir motivasyona' gerek olmadığına, 'insan doğasında aşılanmış halde gözüktüğüne' değinmektedir (Kant 1970b, s. 220). Bununla beraber, Kant'ın argümanının biraz derinine inildiğinde, Kant'ın uluslararası ilişkiler teorisi geleneğindeki en iyimser öğretilerden birini ortaya çıkardığı zengin bir madenin damarları yer almaktadır: İnsanlık aynı zamanda, akla da sahiptir ve insan rasyonalitesi kaçınılmaz olarak tekamül ederken, bütün insanlar giderek artan bir şekilde uluslararası çatışmaların kötülüğünü fark edecek ve bu savaşları sona erdirmek için çaba harcayacaklardır.Kant, kuvvetler dengesi mekanizmasının devletlerarası ilişkilerde mevcut olduğunu fark etti. Bununla beraber, bunun mekanik olarak sağlıklı olmadığını gördü ve gerçekçi bulmadı. Bir an için, bu mekanizmanın doğal, öz dengeye sahip nitelikler taşıdığına inandı ancak bu inancı uzun sürmedi. 'Avrupa'da, sözde Kuvvetler dengesi olarak adlandırılan şeye dayanan sonsuz kalıcı Evrensel Barış sadece bir rüyaydı' diyordu. Ve 'evrensel barış' için şunu ekliyordu: 'Bir mimar tarafından bütün denge kurallarına uygun olarak inşa edilmiş, fakat küçük bir serçenin üzerine konmasıyla birden yıkılan mükemmel bir eve benziyor' (1970a, s. 198). Sonuç olarak, Kant, pek çok İngiliz yazar tarafından desteklenen devletlerarası denge vasıtasıyla otomatik olarak barışı getireceğine güvenilen bir insan ötesi ilkeyi kabul etmeyi reddetti. Devletlerarasındaki barış, ancak

Page 90: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

akıl ve siyasi irade tarafından gerçekleştirilebilirdi. Paradoksal olarak, insanlık yeni ve daha vahşi savaş türleri keşfettiğinde böylesi bir irade kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkacaktır: Kendi yıkıcı yükünün büyüklüğü karşısında korkuya kapılan insanlık, giderek artan bir şekilde savaşı ortadan kaldırmanın ve barışı kurup korumanın gereğini fark edecektir (1970a, s. 198). Uzun vadede Kant, 'Ölümsüz Ebedi/Kalıcı Barış'ın kaçınılmaz olduğunu ifade etmiştir.Alman (Teutonic) kuramsallaştırmalarma özelliğini veren uzaklıkla makul uygulanabilirliğin garip bileşimi, Prusya Kralı Frederic (daha sonra II. Frederick olarak anılacaktır)'in kaleme aldığı Anti Machiavel (1981, 1740)'e göre daha ilginç bir şekilde ifade edilmektedir. Bu ilgi çe-ken küçük eserinde Frederick, Machiavelli'nin Hükümdar isimli eserinde ortaya konan tehlikeli/zararlı öğretileri reddetmek için Aydınlanmanın önde gelen otoritelerini biraraya getirmiştir. Bir ölçüde Anti Machiavel isimli eser, baştan çıkarıcı basit bir kitaptır; verilmek istenen mesaj son derece açıktır ve kompozisyonu yalındır. 'İnsanlığı yıkmak isteyen bu canavara karşı insanlığı savunmak cesaretini gösteriyorum' diye yazıyordu genç kral. 'Haksızlık ve suça karşı akıl ve adaleti savunma cesaretini gösteriyorum ve eserin her bölümünde Machiavelli'nin Hü-kümdar'ı hakkında düşüncelerimi belirttim, böylece panzehir zehirin hemen yanında yer alabilir' (II. Frederick 1981, s. 31).Bir başka açıdan bakıldığında Anti-Machiavel adlı eser, İngiliz devlet adamlarının çelişkilerinin karmaşık ve anlaşılmaz bir şekilde ifade edilişidir. Eserin yazarı, savunduğu Aydınlanma yazarları ve (ancak kabul etmeyebileceği) Aydınlanma teorileri ile küçümsediği (muhtemelen tam anlayamadığı) Machiavelli arasında bir ikilem yaşamaktadır. Sonunda, 'en çok nefret ettiğini iddia ettiklerinden daha büyük çelişkilere düşer ve nihayet Machiavelli ile arasındaki apaçık benzerliğin farkına bile varmaz' (Sonnino 1981, s. 15) Frederick, Voltaire'den ilham alarak 1740 yılında eserini yazmıştı ve Voltaire'nin Aydınlanma idealleri bu sayfalarda oldukça yoğun bir şekilde göze çarpmaktadır.Frederick'in, 1740 yılında, Avrupa'daki en merkezi devletlerden biri olan ve en disiplinli ordulara sahip ülkesi Prusya tahtına geçtiğinde farklı bir imaj çizdiğini söylemekte fayda var. Aydınlanmış bir kral olarak, Kral II. Frederick, sansürü, dini ve işkenceyi içeren yasaları serbest-leştirdi. Fakat o pek de Aydınlanma kralı değildi. Mutlakiyetçi bir yöneticiydi ve bir süre sonra çağının en zeki ve vicdansız kralı haline geldi. Yirmi yıl boyunca Avrupa'ya dehşet saçtı, kurnazca planlanmış desiselerle siyasal karışıklığa yol açtı ve Prusya'nın topraklarını genişletti. Varis Prens Frederick, Prusya'yı XVIII. yüzyıl Avrupası'nm en büyük askeri gücü haline getirerek Kral Büyük Frederick namını elde etti. Kral Büyük Frederick, Alman birliği için hazırlık yapıyor ve Avrupa'nın geleneksel kuvvetler dengesine ilk ciddi darbeyi indiriyordu (Airas 1978, s. 14 vd.) Devlet adamlığı hakkında bir kitap yazma zamanı bulduğunda, kitabın ismini Prusya Kralının Generalleri İçin Askeri Talimatları koydu. Silah temini, atların eğitilmesi ve orduların organizasyonu hakkında bilgiler içeren bu küçük eser Machiavelli'nin Savaş Sanatı kitabını andırıyordu. Frederick'in halefleri için bir 'dış politika el kitabı' olarak düşünülen bu küçük eser şu iddiayla açılmaktadır: 'Uluslararasısiyasette ne bir halkı özel olarak tercih etmelisiniz ne de bir diğerinden nefret etmelisiniz.' Prusya'nın çıkarlarıyla uyuşan güçlerle ittifak kurmak suretiyle devletin çıkarlarına uygun icraatlarda bulunmalısınız' (Luard 1992, s. 162). Arkasından Frederick, Machiavelli ve Guicciardi-ni'nin derin beğenisini kazandıran kavramlarla Prusya'nın Avrupa siyasetindeki konumunu tartışmaya başlar:Bir kişinin içine düşebileceği en büyük yanılgı, kralların ve yardımcılarının bizim kaderimizle ilgilendiğine inanmaktır. Bu insanlar sadece kendilerini severler ve sahip oldukları öz kendi çıkarları, tanrılarıdır. Davranış tarzları, size ihtiyaç duydukları sürece yaltaklanma-cı, dalkavukçu ve îmâcı bir hâl alır. Utanmadan sizin çıkarlarınızı kendi çıkarları kadar üstün gördüklerine yemin ederler. Fakat sakın onlara inanmayın; onların bu çığlıklarına kulaklarınızı kapatın... (Luard 1992, s. 162.).JEAN JACQUES ROUSSEAU: YENİLİKÇİ VE PARAOOKS

Page 91: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

XVIII. yüzyıl, Eski Rejim Çağı, Kozmopolit Çağ, Demokratik Devrim Çağı, Aydınlanma Çağı gibi pek çok isimle anılmaktadır. Jean Jacques Rousseau gibi sadece bir iki düşünür bu zengin, karmaşık çağı temsil etmektedir (1712-78). Rousseau şaşırtıcı denecek kadar çeşitli konularda eser kaleme almıştır: Romanlar, operalar ve botanik hakkında çok güzel metinler. Uluslararası siyasete dair analizleri, bu üretkenliğinin sadece küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Rousseau, savaş ve barışı sömürgeciliği ve özgürlük savaşlarım konu almıştır. (Knutsen 994). Her biri onu, Aydınlanma çağının uluslararası ilişkiler teorisine önemli katkı sağlayan biri olarak ortaya çıkaran kendine özgü, kuşkucu bir perspektif ve nüfuz edici bir içeriğe sahipti.Daima bireysel özgürlük ve özgüven taraftarı olan Rousseau suçlu bir gençtir. Birkaç kez evden kaçmış ve zaman zaman beş parasız öylesine seyahat etmişti. Güney Avrupa civarında dolaşmış ve yaşamını müzik öğretmenliği, istinsahçı, opera yazarı, hilekârlık ve Venedik'te Fransa elçiliği yaparak kazanmıştır. On altı yaşındayken, Savoy'da Annecy Mme de Warens ile karşılamıştır. Burada daha önce hiç yapmadığı annelik rolünü üstlenen Warens; Rousseau için hiç sahip olmadığı anne rolünü oynacaktır. Annecy Warens, aynı zamanda onun hamisi, öğretmeni ve metresi olacaktır. (Cranston, 1991).Rousseau'nun ilk önemli eseri 'Sanat ve Bilim Üzerine Konuşma'1749'da yayımlandı. Bu eseri Dijon Akademisi tarafından düzenlenen bir yarışmada birincilik ödülü kazandı. Bundan cesaret alan Rousseau, yazarlık kariyerine başladı. On iki yıl içerisinde en önemli eserlerini verdi. İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kökeni ve Temeli Üzerine Konuşmalar (1950a [1755]) ve Toplumsal Sözleşme (1950b [1762]) bunlar arasında yer almaktadır.Rousseau, modern entelektüellerin ilklerindendir; ve 'kızgın gençlerden birisidir'. Etkileyici dehası ve büyüleyiciliği ona Avrupa'da ün kazandırmıştır. Gelenek dışı giyim tarzı ve düşünülüp tasarlanmış skan-dalları onu Paris'in salonlarında sevilen bir tip yapmıştır. Bu mekânlarda aydınlanma gibi önemli iddianın önde gelen bir sözcüsüdür; ona göre insanlık, toplum realitesini kavrama, fiziksel ve toplumsal çevrelerini yönetebilme yeteneğine sahiptir. Tarihteki, ilk toplum teorisyenleri arasında insanlığın ve toplumun temel davranışlarının tanımlanabilmesi suretiyle formülasyonlar oluşturabileceğini iddia etmişti.Fransız Devrimi'nden on yıl önce ölmesine rağmen, pek çok çağdaşı onu devrimin nedeni saymaktadır. Bu tespit XVI. Louis ve Robespier-re'nin üzerinde hemfikir oldukları ender konulardan biridir. Devrim boyunca, Ulusal Mutabakat (National Convention) onun küllerini Panthe-on'a koymak için oylama yaptı. Bu anıtın inşasından ve mezarının buraya naklinden on yıl sonra kamuoyu giderek onun tarihteki yeri konusunda fikir ayrılığına düşmeye başladı. Bazılarınca Aziz makamına yükseltilirken, kimilerince hain olarak değerlendirildi. Shelly'e göre o 'yüce bir zekâydı'. Schiller'e göre 'Sadece Gökteki Cennetteki meleklerin kendisine eşlik edeceği İsa benzeri bir ruha sahipti'. Onunla karşılaşan insanlar genellikle farklı olmayı arzu ediyordu. Diderot, uzun bir dostluk sonrası süren bir tanışıklıktan sonra, onu 'Şeytan gibi vahşi, vefasız, ikiyüzlü ve kindar' olarak tanımladı. (Crocker 1974,1. Cilt, s. 356). Fakat bir noktada herkes görüş birliğindedir: Rousseau, uluslararası ilişkiler teorisine çok önemli katkılar sağlayan bir isimdir.Rousseau'nun uluslararası ilişkiler analizini bir yapıya oturtmak için Charles Castel, Abbe de Saint-Pierre (1658-1743) ile başlamak gerekiyor. 18. yüzyılın diğer barış projeleri gibi, Aziz Pierre (Saint-Pierre)'nin 1713'de yayımlanan Avrupa'da Kalıcı Barış Çalışmaları Projesi eseri, insanın akılla donatıldığını söyleyen Aydınlanma antropolojisine dayanmaktadır. Aziz Pierre, Hobbes üzerinde çalışmalar yapmış ve Hobbes'un tabiî hal tanımında devletlerarasında var olan savaş durumuyla güçlü benzerlikler bulmuştur. Savaş sorununa çözümü Hobbes'unkiyle ben-zerlik göstermektedir; tek bir şeyin dışında: Hobbes yazılarında bütün insanlığı hedef alırken, Aziz Pierre sadece hükümdarlar hakkında yazmıştır. Aziz Pierre'in iddiasına göre, Avrupa'daki yöneticiler er ya da geç çıkarlarını savaş yerine barışla daha iyi koruyabileceklerini akılları vasıtasıyla göreceklerdir. Bu farkediş, hükümdarları birliğe zorlayacak ve bir süre sonra 'konfederal devlet' ortaya çıkacaktır -bütün üye ülkelerin hükümdarlarının temsil edileceği bir

Page 92: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

meclis ya da konsey-. Aziz Pierre, Cruce Cruce gibi, Avrupa devletlerinin konfedere bir birlik bağlamında entegrasyonlarını savunmuştur. Üye ülkelerle ilgili ortak çıkarları gözetecek ve bunlarla ilgilenecek sayısız büro tasarlanmıştı. Bu bürolardan biri farklı ülkelerin halkları arasında ticareti düzenleyecek ve bir ticaret hukuku ortaya çıkaracaktı; bir diğeri üye ülkelerde kullanılacak ağırlık, ölçü ve para birimini standart hale getirecekti. Cruce Cruce gibi (ve aynı zamanda Montesquieu ve diğer Aydınlanma yazarları gibi) Aziz Pierre de, ticaretin barışa yol açacağı yolundaki karakteristik Aydınlanma inancı üzerinde çalışıyordu (Perkins 1959; Russell 1936, s. 191).Yoğun tekrarlar ve rapsodik tarzı, Aziz Pierre'nin basit, önemli mesajının algılanmasına mani olmaktadır. Aziz Pierre'nin ölümünden sonra, arkadaşları ve ailesi, Abbe'nin savaş ve barış üzerine yazdığı yoğun hacimli çalışmaları Avrupa'daki krallara ve insanlara ulaştırması için bir bilim adamı aradılar. 1754 yılında, Jean Jacques Rousseau'dan, Aziz Pierre'in bu büyük projesini düzenleyip özetlemesini rica ettiler. Bu rica Abbe'nin mirasçılarının hoşuna gitmemesine rağmen, uluslararası ilişkiler teorisi tarihindeki kendine özgü ve etkileyici bir eseri meydana çıkaracaktı. Bu çalışma Rousseau'yu bir kaç yıl meşgul etti. Fakat asla tamamlayamadı. Sadece planlanan çalışmanın uzunca giriş bölümünü bi-tirebildi. Bu çalışma Kalıcı Barış Projesi ismiyle 1760 yılında yayımlandı (Hoffmann ve Fidler 1991, s. xxii).11Rousseau bir başka insanın düşüncelerini inanarak ve ona sadık kalarak yeniden üretmek için gereğinden fazla sabırsız ve hayalciydi. Projesi mükemmel bir denemedir. Fakat bu çalışma, Aziz Pierre'den daha çok Rousseau'dan birşeyler taşımaktadır. Hatta Rousseau, Abbe'nin iddiasının, 'yüzeysel' ve 'yazarın hiçbir zaman göz ardı edemediği bir fikir -ki o da, insanların, hırslarından ziyade zekalarıyla harekete geçtikleri fikriydi- sebebiyle uygulanamaz' olduğu yönündeki düşüncesini güçlükle saklayabildi (Rousseau 1978, s. 393). Rousseau bu özeti, Abbe'nin sorununun, 'kralların toplum için faydalı olanı bütün tafsilatıyla gördüklerine' dair kanıtlanmamış bir varsayıma dayandığı notuyla bitirirı(1964a). Daha sonra yayımlamaya cesaret edemediği Kalıcı Barış Üzerine Muhakeme (1964b [1782]) isimli ayrı bir şerhte ayrıntılı bir eleştiri yazmıştır.12Hobbes, Cruce, Groitus, Hume, Kant, Voltaire ve Aziz Pierre'in uluslararası siyasetin dinamiklerini insan doğasına indirgedikleri yerde Rousseau diğer öğeleri de ele almaktadır. Örneğin Hobbes, insanı gururlu ve aç gözlü olarak tanımlarken, Rousseau barışçıl ve nazik olarak betimlemektedir. Rousseau, insanın doğasında onu saldırıya yöneltecek hiçbir şey bulunmamaktadır; insanlar, ancak tabiî halden medeni topluma geçtiklerinde kavgacı ve savaşçı olurlar diyordu. (Rousseau 1964c). Savaş toplumsal bir teşebbüstür, yüktür; savaş insan medeniyetinin bir ürünüdür. Bir asker olmayı isteyen kişi, tabiî haldeki insan değil, vatandaştır. Ordular ve savaşlar, toplumlar, vatandaşlarından ordular tertipleyen ve yöneticilerinin çıkarlarını gerçekleştirmek üzere harekete geçiren devletlerle ortaya çıkana kadar gündemde yoktu. Bu noktada Rousseau, diğer bütün sözleşmeci düşünürlerle anlaşmazlığa düşmektedir: Diğerlerine göre, toplumsal sözleşme, insanlar arasındaki çatışmaları sona erdirmektedir; fakat Rousseau'ya göreyse savaşların ön koşullarını yaratmaktadır.Rousseau (Locke gibi), insanoğluna doğal akıl ve doğal özgürlük hakkı bahsedildiğini ileri sürmekte; fakat aynı zamanda, insanın köleleştiril-diğini de iddia etmektedir. Bu açık paradoks, Rousseau'nun birkaç yazısında ortaya çıkmaktadır- örneğin, Toplumsal Sözleşme'nin ilk satırlarında: 'insan özgür doğmuştur ve her yerde zincire vurulmuştur' (Rousseau 1950b, s.3) der. Onun önemli toplumsal kitapları bir yanda hürriyet ve rasyonalite, öte yanda da kölelik paradoksunu ele almaktadır.Şayet insanlar rasyonelse, niçin mevcut toplumsal düzen tarafından köleleştirildiklerini ve sömürüldûklerini göremiyorlar? Rousseau'nun cevabı, insanlığın bu düzen tarafından yozlaştırıldığı yönündedir. Toplum yozdur ve bireyler bu yoz toplum içerisine doğduklarında zamanla yozlaşırlar. Daha sonra insanlara kolaylıkla şekil verilebilir. O halde insanlar ortam ve zamana uyarlar, insanlar, içinde var oldukları toplum tarafından şekillendirilirler. Eğer iyi bir toplumda doğarlarsa, bilinçlerinin alanını- mantıklarını

Page 93: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

geliştirerek iyi insan olurlar; şayet yoz bir toplumda doğarlarsa, akılları dumura uğrar/yoldan çıkar ve sahip oldukları doğal özgürlükleri yerlerini boşluğa, saygısızlığa, utanca, kıskançlığa ve diğer olumsuz faktörlere terk eder. Yoz bir toplumda, insanlar orijinal gerçek özgürlükleri, mutluluk ve masumiyetten uzaklaşırlar.Bu muhakeme silsilesinden iki önemli sonuç çıkar. Birincisi, insanlığın yozlaşması ve yalnızlaşması/yabancılaşması insan doğasının bir sonucu olarak açıklanamaz; bu durum, hoşgörüsüz toplumsal durumun bir sonucu olarak açıklanmalıdır. İkincisi, insan rasyoneldir, fakat bu özelliğe sadece potansiyel olarak sahiptir. İnsanlar akıllarıyla doğmazlar, akıllarını geliştirirler.Bu durum bir başka soruyu yaratır: Şayet insanlar temel itibariyle özgür, iyi, mutlu ve masumsalar, toplum nasıl oldu da böylesine yoz bir hâl alabildi? Rousseau'nun cevabına göre; birbiriyle sıkı bir şekilde bağlantılı iki öğeden oluşmaktadır: Tarihsel analiz ve iş bölümü tarihi teorisi.Devletin Evrimi: Doğal Masumiyetin KaybedilmesiRousseau'nun sivil medeni toplumun tarihi evrimiyle ilgili izahatı, uluslararası ilişkiler teorisine basit ve kullanışlı bir giriş niteliğindedir. Bu izahat, insanları orijinal ilk özgürlük, mutluluk ve masumiyetlerinden yalnızlaşman evrimi tanımlamaktadır. Bu, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Temeli Üzerine Konuşma (1950a [1755]) isimli eserde çok açık bir şekilde ortaya konmuştur. Çağdaşlarının çoğu gibi Rousseau da dayanak noktası olarak tabii hali kullanmaktadır. 'Devlet ve sivil toplumdan önce insanlık total özgürlük ve masumiyet içerisinde yaşıyordu' demektedir. Rousseau'ya göre insan, devlet ve medeni toplum var olmadan önce, tam bir hürriyet ve masumiyet içinde yaşıyordu: 'İnsanın açlığını ilk olarak meşe ağacında, susuzluğunu da bir derede giderdiğini, kendisine yiyecek veren bir ağacın dibinde uyuduğunu ve bütün ihtiyaçlarını karşıladığını görüyorum' (Rousseau 1950a, s. 200).Bu ilk masumiyet durumundan başlayarak, insanlık tarihi iş bölümünün ortaya çıkmasıyla ileri doğru gitmiştir. Rousseau, bu iş bölümünün önceleri demografik ve coğrafi koşullara cevaben evrildiğini ve tarihi evrimin basamakları vasıtasıyla insanı mutlu konumundan, tabiî halinden uzaklaştırdığını ileri sürmektedir.Başlangıç safhalarında insanlar arasındaki iş birliği, akıl ve dilin ortaya çıkmasıyla hız kazanmıştır. İnsanlar bilgi yığmaya başlamışlar ve ne kadar aydınlanmışlarsa, o oranda üretim etkinliklerini artırmışlardır. Daha sonra, sanayi geliştikçe insanlar, karşılıklı yükümlülüklerin üstünlüğü düşüncesini geliştirdiler. Tecrübelerin rehberliğinde, bir kişinin kendi refahını sevmesinin, insan eyleminin en güçlü saiki olduğunu öğrendiler. 'Böylece, birey bencilleşmeye başladı; fakat aynı zamandadiğer insanlardaki bencilliği ve insanın çıkarlarının diğerlerinin yardımına dayandığı, gerçeğini farketmeye başladı. Artık insan, diğer insanlarla aynı sürüye veya en azından gevşek bir ortaklığa katıldı.' diyen Rousseau, ancak bu birlikteliğin uzun süreli olmadığını açıklayarak 'bu durumun bir adhoc (geçici -ç.n.) ilişki olduğuna dikkat çeker ve şu tesbiti yapar:'Çünkü bu inançlar, ileriyi görmeye oldukça yabancıydılar ve gelecek hakkında kendilerini sıkıntıya sokmaktan o kadar uzaklardı ki, ertesi günü neredeyse hiç düşünmüyorlardı. Bir geyik yakalanacak-sa, başarılı olmak için görevine sadakatle bağlanması gerektiğini bilirdi; fakat içlerinden birinin yakalayabileceği bir mesafeye bir yabani tavşan gelirse herhangi bir endişe duymaksızın tavşanı kovalayıp yakalamakta tereddüt etmezdi, böyle yapmakla arkadaşlarının kıskanmalarına neden olacağından pek fazla endişe duymazdı' (s. 238) der.İnsanın gelişiminin daha sonraki safhalarında, insanlar pek çokları arasından evrilmiş olan küçük topluluklarca daha kalıcı bir birliktelik oluşturdular; dil, gelenekler, ortak yaşam ve yeme tarzları gibi. Ve iş birliği sistematikleştikçe, iş bölümü daha resmi bir hal aldı ve insan ilişkileri, kanunlar veya çapraşık iş ve sorumluluklarla yönetilir oldu. Metalürji keşfedildiğinde insan gelişiminde kati bir safhaya ulaşıldı. Bu safha, bazı insanların madenleri eritmede ve demiri işlemede uzmanlaşmalarını gerektirdi; bir kısmının da kendilerine olduğu kadar bu çalışanlara yiyecek bulmalarına yol açtı. Hiç kimse başkaları olmadan yaşayamayacağından, çalışma zorunlu bir hal aldı.

Page 94: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Rousseau, toplumsal bir iş bölümünün, bir yandan hayatı daha bereketli/verimli ve rahat kılan üretimde etkinliğin artması ve refahın yaratılması anlamına geldiğini fark etmişti. Fakat öte yandan, iş bölümü, zorunlu çalışmanın ortaya çıkışı, vatandaşlık yükümlülükleri ve herkesin birbirine bağımlılığı anlamına geliyordu. Rousseau karşılıklı bağımlılık konusunda düşündükçe, zenginlik ve özgürlük arasında o kadar çok çatışma olduğuna ve toplumsal refahın insanın özgürlüğü pahasına satın alındığına inanmaya başladı. İnsanlar köylü şapkaları, basit kulübeleri, hayvan derilerinden yapılma ilkel giysileriyle tatmin oldukları sürece, mutlu ve özgürdüler; "fakat bir insanın diğerine yardım etmeye başlamasıyla ... iş kaçınılmaz bir hal aldı ve geniş ormanlar, kölelik ve cimriliğin bir süre sonra ortaya çıkacağı ve tahıl ürünleriyle beraber büyüye-ceği, alnından akan terle sulamak zorunda olduğu tarım arazilerine dönüştü' (s. 243). Özel mülkiyete geçildiğinde sorunlar hızla artmaya başladı:Bir parça toprağı çevirerek kendisinde "Bu benimdir." deme hakkını gören ve insanları kendisine inanacak kadar basit bulan ilk insan, medeni toplumun ilk kurucusudur. Hiç kimse, nice cinayet ve savaşlardan nice dehşet ve talihsizliklerden insanlığı -eşini ve işini bırakıp uzaklara giderek ya da hendeği doldurarak-: 'Bu sahtekârı dinlemeyin; bu toprağın meyvelerinin hepimize ait olduğunu ve yeryüzünün tek başına hiç kimseye ait olmadığını unutursanız yok olursunuz' diyerek kurtaramaz! (s. 234).Rousseau'nun uluslararası siyaset görüşü, tarihî evrim görüşü ve iş bölümü teorisiyle desteklenen bu paragrafa dayanmaktadır.Uluslararası Sistem: 'En Güçlünün Kanonu'Toplumsal iş bölümü, insanlığın maddi mutluluğunu artırdı. Bununla beraber, bu iş bölümü çatışma ve eşitsizlik de yarattı. İnsanların iş bölümüne katılması, doğal özgürlüklerinin çalınmasına yol açtı. Bu gelişme, insanlık tarihindeki olayların ölümcül bir dönüm noktasıdır. Toplum evrilme geçirdikçe, insanlık üzerinde hem mülkiyet hem de mükellefiyet anlamında baskılar doğmaktadır; insanlığa hem mülkiyet hem de mükellefiyet kabul ettirilmektedir. Maddi mülkiyet hırsın tatmin edilmesi daha fazla mülkiyet için istek doğurmakta ve insanlığın hırs ve aç gözlülüğünü uyandırmaktadır. Rousseau, İnsan ne kadar çok şeye sahipse, o kadar fazla ister. Kim çok fazla şeye sahipse, o herşeyi ister' demektedir (1964c , s. 610).Özel mülkiyetin ortaya çıkışından beri bütün insani nitelikler, sahiplik unsuruyla lekelenmiştir; örneğin, güce bir miktar kibir; yeteneğe rekabet; aşka da kıskançlık bulaşmıştır. Bu gelişme, insanları iyilik ve kötülük, gerçek ve sözde çıkarı birbirinden ayırt etme kabiliyetinden yoksun bırakmıştır. Tarih, mülkiyetin ortaya çıkışının, doğanın insanoğluna yerleştirmiş olduğu eşitsizlikleri daha görülebilir ve derinden hisse-dilebilir kılarak nasıl şiddetlendirdiğine tanıklık etmektedir. Tarih, sahip olanlar ve sahip olmayanlar arasındaki uçurumun nasıl genişlediğini göstermektedir. Artan sefalet ile mücadelenin ve zayıfların daha da zayıflamasının ardından insanlık, toplumsal hiyerarşi ve düzenler geliştirme yoluna gitmiştir (Rousseau 1950a, s. 244).Son olarak insanlık, yasayla desteklenmek suretiyle siyasal kurumlar geliştirdi. Bu kurumlar, özel mülkiyet ilkesini güvence altına aldı, toplumsal eşitsizliğe yaptırımlar getirdi, eşitsizliği onayladı, yönetici elit tabakanın refahını ve gücünü korudu, insanlığın çoğunluğunu oluşturan fakirleri baskı altında tuttu ve bu süreç içerisinde bu gruptaki insanları yalnızlaştırdı/yabancılaştırdı.Ulusun oluşturulması, bu uzun tarihi sürecin sonuna gelindiğini göstermektedir. Ulus, bireyler arasında giderek artan anarşi üzerinde düzen kurmaya çalıştı. Öte yandan, bireyler arasındaki anarşi sorununu çözen aynı eylem, devletlerarasında anarşi ortamı yarattı. Rousseau'nun düşüncesine göre insanlık, özgürlük ve barış tarafından karakterize edilen tabiî hali terk ederek baskı ve savaşın karakterize ettiği bir başka bir tabiî hale girdi:Her birimizin, kendi vatandaşımız söz konusu olunca medeni hal; ancak dünyanın geri kalanı söz konusu olunca tabiî hal içerisinde olduğumuzu; sadece binlerce kere daha korkunç olan ulusal savaşları tutuşturmak için özel savaşlara karşı her türlü tedbiri aldığımızı; belli bir gruba katılırken, aslında insan türünün düşmanı haline geldiğimizi görmek zor değildir (Rousseau, 1964a, s. 654).Yöneticilerin aç gözlülüğü, halkın cimriliği, vatandaşların sefaleti ve herkesin yabancılaşması dışında Rousseau, Hobbes'un tabiî haline bile rakip olacak

Page 95: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

karabasanvari niteliklerine dair bir görüş ortaya koymaktadır. Vatandaşlar yabancılaşmıştır ve fetihler ile fethedilen topraklardaki halkların tâbi kılınmasını desteklemek için coşkulu bir şekilde para ve insan sağlarlar. Ve bu durumun kendi sefaletlerini derinleştirdiklerinin farkında değillerdir. Yöneticilerin aç gözlülüğü ve vatandaşların yabancılaşması birbirini beslemektedir.Herkes, savaş ve fetih despotizmi olmadan da, para ve insanoğlunun, boyunduruk altma almak üzere zevk için diğerlerini köle edindiğini; savaşın, para ve diğer ihtiyaçların temini ve insanları sürekli korku halinde tutmak amacıyla büyük çaplı ordular kurmanın bir bahanesi olarak öne sürüldüğünü anlayabilir. Tek kelimeyle saldırgan hükümdarların, en azından düşmanları kadar kendi halklarına da savaş açabileceklerini ve fetheden ulusun fethedilen ulusa göre daha iyi bir konumda olmadığını anlayabilir (Rousseau 1964b, s. 592).İflg I ulUBlaraı-oaı ınçRousseau, ulusal toplumu muğlak, sıkıntılı, ümitsiz ifadelerle betimlemektedir, fakat uluslararası toplumla ilgili bakış açısı daha da belirsizdir, kasvetlidir. Çünkü sivil medeni toplum en azından kanunla idare edilirken (her ne kadar yönetici elitlerin yasaları olsa da), devletler topluluğu hiçbir kanuna itaat etmek zorunda olmayıp 'en güçlünün yasası' dışında hiçbir yasaya uymaz (Rousseau 1964d, s. 1013). Bu 'yasa'nm tanımlanmasında, Rousseau çağının duyarlılığını göstermektedir: Bu yasayı gayet açıktan, kuvvetler dengesi kavramlarıyla tasvir eder ve bunu öyle bir incelik ve somutlukla yapar ki, onun yerini diğer 18. yüzyıl yazarları güç bela alabilmiştir.Rousseau, "Kalıcı Barış Projesi"nde (1964a 1760), Avrupa'yı bir kültür coğrafyası kabul ederek Avrupa kuvvetler dengesini tartışmaya açmaktadır. 'Avrupalı güçler, aynı din, uluslararası yasa ve ahlâki standartlarla, anlaşmalarla edebiyatla, ticaretle ve bütün bu bağların kaçınılmaz sonucu olarak bir tür denge ile birleşmiş bir sistem oluştururlar (1964a, s. 565). Bu denge, Rousseau'nun zihninde insan elinin herhangi bir ürünü olmaktan ziyade doğanın bir ürünüdür. 'Oralarda yaşayacak çeşitli insan toplulukları için öncüler olarak hizmet eden dağların, denizlerin ve ırmakların konumlarının sayıları ve hacimleri sonsuza değin sabit-lenmiş gözükmektedir.' Farklı uluslar içerisinde yaşayanlar için sınır görevi gören dağlar, denizler ve nehirler silsilesi, sayıları ve hacimlerini sonsuza kadar sabitlemiş görünmektedir (s. 570). Rousseau, 'Bu denge, Avrupa devletleri arasındaki ilişkilere bir düzen şekli getirmektedir.' diye açıklar. Her bir devletin yöneticisinin, kendi egemenliğini genişletmeye çalışmasına rağmen, bu denge hâlâ sabit kalmaktadır. 'O denge oradadır ve Onu O (dengeyi) kırma noktasında kendilerini yeterince güçlü hissetmeyen insanlar, onu koruma bahanesi altında bencilce tasarımlarını gizlemektedirler' (s. 570). Rousseau, Avrupa'nın kuvvetler dengesini öz dengeci/kendi kendini dengeleyen olarak tanımladığında çağının duyarlılığını, düşüncesini dile getiriyordu:Farkına varalım ya da varmayalım olalım ya da olmayalım, denge herhangi özel bir müdahaleye yardım duymaksızın varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Bir tarafta bir anlık bir kırılma olduğunda, diğer tarafta anında bu eksikliğini giderir; böylece evrensel monarşiye talip olmakla suçlanan hükümdarlar şayet gerçekte böylesi bir riskin suçunu taşıyorlarsa, akıllarından-dehalarından ziyade hırslarını ortaya koyuyorlar demektir. Kim, böylesi bir projeye, saçmalığını anında algılamaksızm bakabilir ki? Ve kim, Avrupa'da, kendisini di-ığerlerinin efendisi yapma şansına sahip, diğerlerinden çok daha güçlü tek bir hükümdarın bile olmadığını fark etmeksizin bu projeyi düşünebilir ki? (s. 570).Bu öz sürüm (self-sustaining) gücüne sahip kendi kendini idame ettiren denge, Avrupa'da üstünlüğü ele geçirecek güçlü tek bir devleti önlemektedir. Zira, ne zaman ki bir yönetici, askeri güç kullanmak suretiyle ülke topraklarını genişletme teşebbüsünde bulunsa, diğer yöneticiler her seferinde ona karşı birleşirler. Kimi zaman şansı yaver giden bir yönetici, olağan dışı büyüklükte bir toprak parçasını ele geçirebilir. Rousseau, yine de böylesi şanslı durumlar bile uzun dönemde başarısızlığa uğramaya mahkumdur, der: 'Direniş uzun dönemde saldırı kadar güçlüdür ve bir süre sonra zaman, her bir hükümdar için olmasa bile, en azından, bütün genel denge için kısa sürede talihin ani kırılmalarını

Page 96: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

onarır, her bir hükümdar için olmasa bile, en azından, genel denge için' (s. 571)Bu öz düzenleme/kendi kendini düzenleyen kuvvetler dengesi, devletlerarasındaki etkileşim üzerinde bir düzen ilkesi empoze etmektedir. Fakat bu durum barış getirmez. Avrupa kuvvetler dengesi, uzun dönemde pek çok fetih girişimini engellemesine rağmen, gündelik politikada istikrarsızlık ve öfke, süreklilik arz etmektedir. Aslında, Avrupa sürekli çatışmalarla harap olmuştur -bu saygıdeğer Avrupa felsefesinin yıkımı ve sanat ve bilimin parlak tapınakları için gündelik yıkımlar doğuran 'çatışmalar, hırsızlıklar, gasplar, isyanlar ve savaşlar-.' (s. 568).Avrupa devletlerinin bu entegrasyonu, dünyanın diğer bölgelerine göre bu kıtayı daha varlıklı hale getirmiş ve 'başka yerdekine nazaran daha fazla tarihî bir yakınlık tesis etmiştir'. Karşılıklı bağımlılıklara rağmen vahşi çatışmalar ortaya çıktığından, entegrasyon sadece bu felâketleri ve çatışmaları daha sık, daha yoğun ve daha ölümcül hale getirmektedir. Rousseau şöyle demektedir:Avrupa uluslarının tarihi birliği, haklarını ve çıkarlarını binlerce karışıklık içine sokmuştur; pek çok noktada birbirine öylesine dokunacak şekilde iç içedir ki, onlardan birinin en küçük bir hareketi geri kalanların hepsine etki yapmaktadır; aralarındaki yakınlık çok sık tesis edildiğinde sahip oldukları farklılıklar daha da ölümcül bir hal almaktadır; sık sık yapılan çatışmalar tartışmalar, hemen hemen sivil iç savaşlar kadar vahşi sonuçlar doğurabilmektedir. O halde, Avrupa'daki güçlerin birbirlerine katı bir savaş hali ile davrandıklarını ve aralarındaki bütün o anlaşmaların, gerçek bir barıştan ziyade geçici bir ateşkesin doğasından olduğunu kabul edelim (s. 568).Devlet Sisteminin Kökeni ve Doğası'En güçlünün yasası', Avrupa devletlerarası sisteminin göreceli düzeninin sadece bir bölümünü açıklamaktadır; kuvvetler dengesi dinamikleri ise, bu sistemin sadece mekanik işlevini ortaya koymaktadır. Avrupa siyasetinin kökenlerini anlamak için Rousseau, tarihi bir argüman ortaya atmaktadır: Bu sistemin istikrarı, kuvvetler dengesi dinamiğinin işlemesine olanak tanıyan, tarihi olarak şekillenmiş ön koşullara dayanmaktadır. Avrupa'nın devletlerarası sistemi geçici bir düzenlemedir. Dayandığı ön koşullar tarihi oluşumuyla belirlenebilen bir başlangıca sahipti ve sonuç itibariyle, bir kez bu ön koşullar ortadan kaldırıldığında, bunun tarihsel sonuna gelmiş olacaktır.Bu tarihsel ön koşulların en önemlisi, kompleks karmaşık 'Alman Devleti Topluluğu', Kutsal Roma İmparatorluğu'dur. Rousseau, Alman împaratorluğu'nun istikrarlı rolüne katkıda bulunan birkaç kendine özgü niteliği tanımlamaktadır: Birincisi, Almanya'nın coğrafi konumudur; Alman Devleti Topluluğu 'hemen hemen Avrupa'nın tam ortasında yer almaktadır ve ülkesinde bütünlüğü elinde tutmakta diğer bütün bölgeleri de kendi yerlerinde muhafaza etmektedir. İkincisi, büyüklüğüdür; Almanya, geniş bir toprak bütünlüğüne sahiptir ve 'bu büyüklüğüyle, halkının kahramanlığı ve sayısıyla ürkütücü bir yapı' olarak gözükmektedir. Üçüncüsü, parçalı bir yapısı vardır; Almanya yaklaşık 300'ü aşkın prenslikten oluşmaktadır ve istisnai bir şekilde karmaşık ve durağan bir kuvvetler dengesinden oluşmaktadır. Almanya'yı 'hem araçlardan hem de fethetme isteğinden' yoksun bırakan Kutsal Roma imparatorluğu yasası oluşumu, Almanya'yı, bütün fetih tasarılarının şaşmaz bir şekilde sarsılmaya mahkum edildiği bir kaya haline getirmiştir. Rousseau'nun, Alman Devleti Topluluğu'nun 'oluşumu'yla kastettiği şey Westphalia Barışı'dır. (1648) Rousseau şöyle bitirmektedir:Bütün eksikliklerine rağmen, bu yapı devam ettiği sürece, Avrupa'nın dengesi asla bozulmayacaktır; hiçbir hükümdar herhangi bir rakibi tarafından tahtından edilme korkusu taşımayacaktır ve Westphalia Anlaşması belki de bizim uluslararası sistemimizin temeli olarak kalmaya devam edecektir (s. 572).Rousseau, Westphalia Anlaşması'nı 'bizim uluslararası sistemimizin kaynağı' şeklinde tanımlamakla, Avrupa'nın devletlerarası düzeninin kaynağını, yani devletlerin egemenlik ilkesinin genel olarak kabul edil-mesini göstermiştir. Westphalia Anlaşması, hükümdarların sadece kendi çıkarlarını hesaplayarak icraatta bulunmaları hakkını vermişti. Devletler içindeki bu yöneticilerin vahşi/acımasız gücü, kişisel çıkarlar uğruna sürekli birbirinin boğazına sarılan, aç gözlü bireyleri kontrol altında tutarken,

Page 97: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

devletlerarasındaki ilişkiler, kalıcı çatışmalarla belirlenmektedir, çünkü bu etkileşimleri düzenleyecek bir sistem mevcut değildir.Savaşlar, egemen devletlerarasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin bir ürünüyse, o zaman savaşlar bu devletlerin egemenlik özellikleri iptal edilerek ortadan kaldırılabilir. Barış, ancak Avrupalı devletler egemenliklerinden feragat ettiklerinde ve bu egemenliği federal bir kurum içerisinde devam ettirdiklerinde güvence altına alınabilir. Savaşlar, ancak devletler, kendi aralarında bir toplumsal sözleşme imzaladıklarında ortadan kaldırılabilir; örneğin, 'ülke içindeki kendi vatandaşlarını birleştiren anlaşmalarla ulusları birleştirecek ve yasa karşısında birini diğerinden ayırt etmeyecek federal bir yönetim biçimi' teşekkül ettirilirse (s. 564).Aslında, savaş ve barış konusunu ele almış olan bütün toplumsal sözleşme felsefecileri bu sonuca ulaşmışlardır. Ancak Rousseau, daha da ileri giderek diğerlerinden ayrılmaktadır. Diğer Aydınlanma düşünürleri, aklın evrensel bir insan niteliği olduğu ve özgürlük ile hakkın evrensel siyasal değerler olduğu varsayımına dayanmaktadırlar. Örneğin, Abbe Aziz Pierre, herkesin akıl gibi bir niteliğe sahip olmasının ve özgürlük ve haklarını kazanmak için mücadele vermesini sağlayan devlet içerisindeki bireyler arasında var olan toplum sözleşmesinin, devletlerarasında da bir başka sözleşmeyle tekrarlanması ve şekillendirilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu yaklaşım, geleneklerinde, dinlerinde, anlaşmalarında, edebiyatlarında, dillerinde, yasalarında ve ticaretlerinde pek çok özelliklere sahip olan devletlerin bulunduğu Avrupa'da gerçekleştirilmelidir. Bu sözleşme, devletleri kendilerini içinde buldukları ve bir dünya federasyonu oluşturdukları doğal savaş durumundan uzaklaştıracaktır. Bu sözleşme, devletleri şu anda içinde bulundukları savaşçı tabiî halden çıkaracak ve bir dünya federasyonu kuracaktır.Rousseau, Abbe'nin bu önerisiyle aynı fikri paylaşmaktadır. Öyle ki, bir kez tamamlandığında, Avrupa'nın hükümdarları ve halklarının, bunun avantajlarının 'muazzam, bariz ve tartışılmaz' olduğunun farkına varacaklarından şüphesi yoktur. 'Avrupa ulusunun, sonsuza değin devam edeceğinden emin olabilirsiniz; böylece, bu tecrübe, kendi kaza-nımlarımn herkesin hayrına olacağına insanları inandıracaktır' demektedir (1964b, 591). Öte yandan Rousseau, insan rasyonalitesi hakkında-ki bu önerinin temel savma karşı çıkmıştı. Ona göre, insanlar sadece potansiyel olarak akıl sahibiydiler. Hakikatte insanlar, içinde yer aldıkları yoz toplum tarafından öylesine yalnızlaştırılmışlardır/yabancılaştırıl-mışlardır ki, artık kendilerinin iyiliğine olan şeyi göremiyorlar.Aziz Pierre, bir zamanlar Avrupalı kralların, kendi nedenselleştiril-miş (reasoned) akla dayanan bu argümanı üzerinde kafa yorduklarında kendisiyle hemfikir olacaklarına inanıyordu. Abbe'nin tasarısı yeterince sağlam olmadığından değil, ancak yalnızlaştırılmış insanlığın 'buna karşı gülmekten başka şekilde tepki vermeyeceklerini kralların bilemeyeceklerine' dair öylesine sağlam ve duyarlı düşündüğü için Rousseau ise bundan şüphe duymaktadır. Abbe'nin projesi fark edilmemiş olarak kalacaktır, çünkü krallar artık gerçek çıkarlarını bilmiyorlar; krallar bunlardan birini gördüklerinde mantıklı bir argümanı düşünemeyecekler, ayırt edemeyecekler. Aklın sesini takip etmek yerine, her zaman yaptıkları gibi tutkularına göre hareket edecekler. Çağdaş politikanın yoz ortamında, yalnızlaşma yabancılaşma; insanlığın 'ahlâkta olduğu gibi siyasette de, gerçekle çıkar arasındaki' farkı ayırtedebilme yeteneğini yok etmiştir (s. 592). Şayet Abbe'nin projesi fark edilmemiş olarak kalırsa 'bu, söz konusu projenin bir ütopya olduğundan değil, fakat çılgın insanların dünyasında aklı başında olmak, kendi başına bir çılgınlık türü' olduğundan dolayıdır (1964a, s. 589).Yabancılaşmış bireylerden oluşan bir dünyada, Avrupa federasyonu asla spontan, kendiliğinden bir anlaşmaya varamayacaktır. Şayet Eğer bu anlaşma gerçekleştirilirse, bu sadece güç kullanmak suretiyle başarı-lacaktır. Avrupa federasyonu, ancak bir tek devlet, askeri güç kullanmak suretiyle bütün kıtayı fetheder ve diğer bütün önemli devletlerin egemenliklerine son verirse kurulabilir. Bir kere bu başarıldığında kazanan taraf, tamamen farklı egemenlikleri, her bir devleti kendi ortak çözümüne itaat etmeye zorlayabilecek böylesi yoğun bir güçle yani uluslar üstü yasama kurumuyla ikame edecektir.

Page 98: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Bunun tasavvur edilemez olmadığını kanıtlamak için Rousseau, daha önce, bir Avrupa federasyonu vasıtasıyla uzun süre kalıcı bir barış teşekkül ettirme çabasına atıfta bulunmaktadır. Fransız Kralı IV. Henry ve güvendiği bakanı Dük de Sully, 17. yüzyılın bitiminde bir 'Hıristiyan Ulusu' plânı hazırlamışlardı. IV. Henry, 1610 yılında suikasta kurban gidene kadar bu plânı gerçekleştirmek amacıyla son derece yoğun, uzun süreli ve ayrıntılı bir hazırlık yapmışlardı.Rousseau, Abbe de Saint Pierre'in, IV. Henry'nin bu politikasını ye-niden canlandırmaya ve barışçıl vasıtalar kullanmak suretiyle bir 'Hıristiyan Ulusu' yaratmaya çalıştığını ileri sürmektedir. Bununla beraber, Abbe iki hata yapmıştır. Birincisi, yabancılaşmayla ilgili hiçbir teorisi yoktu; ayrıca bu yüzden Avrupa krallarının yaptığı bu projeye gönülden katılacaklarına dair son derece naif bir inancı vardı. İkincisi, tarihe dair bir projesi yoktu; ayrıca o yüzden Avrupa siyasetçilerinin IV. Henry zamanından beri gelişme kaydettiklerini ve Westphalia'dan önce başarüa-bilmesi öylesine yakın olan Avrupa birliğinin (tabii ki güç kullanmak suretiyle) Westphalia'dan sonra artık başarısız olacağını fark etmemişti.13 IV. Henry örneğinden yola çıkan ve güç kullanarak Avrupa'yı birleştirme çabasını başlatan Abbe'nin önerisinin değerini anlayan güçlü bir yönetici ortaya çıksa bile başarısızlığa uğrayacaktı ve 1648 yılında Westphalia'da ortaya konan kuvvetler dengesi ilkesiyle engellenecekti. Evrensel bir krallık kurma yerine -bir Avrupa federasyonu kurması için gereken yoğun güç verilen ve başarısız olma olasılığı tanınan- kral, Avrupa'yı yakıp yıkabilecek, daha önceden tahmin edilemeyen büyüklükte bir savaş başlatabilirdi. Rousseau sonunda, 'Avrupa Birliği'nin çok arzu edilen bir şey mi yoksa korkulan bir şey mi?' olduğunu merak etmektedir. 'Belki de böylesi bir birlik, yüzyıllar boyunca sağlıklı bir işleyiş yerine bir anda felakete yol açabilecekti' (1964b, s. 600).3. Grafik. Bazı XVIII. yüzyıl yazarları ve çalışmaları1. Mathematical Principles of Natural Philosophy (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) (1687)2. Two Treatises of Government (Hükümet Üzerine İki İnceleme) (1689)3. 'On the Necessity of Forming Alliances' (İttifak Kuramının Gerekliliği Üzerine) (1970)4. Review (İnceleme/Tenkit) (1704-13)5. Project for Making Peace Perpetual in Europe (Avrupa'da Kalıcı Bans Projesi) (1713)6. The Spirit of the Laws (Yasaların Ruhu) (1748)7. The Law of Nations (Milletler Hukuku) (1749)8. 'Of the Balance of Power'(Güçler Dengesi) (1752)9. Discourse on the Origin and Basis of Inequality among Men (Eşitsizliğin Kökeni ve Temeli Üzerine Söylev) (1755)10. Project Towards a Perpetual Peace (Kalıcı Barışa Doğru) (1760)11. The Law of Nations (Milletler Hukuku) (1758)12. 'War' (Savaş) (1764)13. The Wealth of Nations (Milletlerin Zenginliği) (1776)14. 'Idea for a Universal History With Cosmopolitan Intent' (Kozmopolit Niyet İle Evrensel Bir Tarih Düşüncesi) (1784)15. 'Perpetual Peace' (Kalıcı Barış) (1795)YÜZYILIN DUYARLILIĞI DÜŞÜNCESİXVII. yüzyıl boyunca doğal dünya, insan aklı tarafından sistematik bir şekilde incelemeye tabi tutulan bir nesne haline dönüştü. Bacon, Galileo, Descartes, Hobbes ve diğerleri, dünyanın bilinebilmesini ve dünyaya egemen olunabilmesini sağlayan yöntemler geliştirmişti. Bu 'bilimsel devrim', Aydınlanmanın başlangıcıydı. XVII. yüzyıl bilimsel projesi,XVIII. yüzyıl filozoflannca geliştirildi. Bu filozoflar, insan aklının sınırlı sınırsız potansiyellerine dikkat çekiyordu (Kant 1949). Söz konusu filozoflar, geleneğe karşı şüpheci tavır takınırken, bilimsel güce güven duyuyor, doğanın düzenliliğine inanıyorlardı. Kendilerini, artık tanrıların hizmetçileri ve yorumcuları olarak değil, meydan okuyucular olarak görüyor hatta ve hatta kendilerini tanrıların yerine koyuyorlardı. Kahramanları ise, tanrısal ateşi çalarak yeryüzüne getiren Prometheus ya da ruhunu tehlikeye atmak suretiyle bilgiyi, doğruyu ve gücü elde eden Fa-ust'tu.Aydınlanması Bakı; Açısı

Page 99: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Aydınlanma dönemi bilim adamları ve teorisyenleri, XVII. yüzyılın1ısınıflandırma tablolarını, taksonomilerini,* Isaac Newton'un mekanik evreninin en ileri noktasına ulaşan ifadesini yeniden ele aldılar. Fakat simetriye dayalı XVIII. yüzyıl bakış açısı, astronomi ve fiziğin maddi gerçekliğini aştı; bu bakış açısı, sanatın, düşüncenin ve insan bilgisinin bütün alanlarına nüfuz etti. Simetriye dayalı bu bakış açısı, yüzyılın devasa yapılarının mimarisinde açık bir şekilde -Marlborough'nun Blenhe-im'ında olduğu kadar XIV. Louis'nin Versailles'inde de- gözükmektedir. Aynı şekilde, bu bakış açısını malikane bahçelerinin gösterişli geometrik yapısında da görmek olasıdır. Bu bakış açısı, XVIII. yüzyıl müziğinde, Joseph Haydn'ın sonatları kadar Johann Sebastian Bach'ın füg'lerin-de de duyulmaktadır; Reynolds'un tablolarının, Defoe, Swift ve Fiel-ding'in romanlarının düzenleyici ilkesini sağlamıştır. Yine bu bakış açısı Ephraim Chambers'm Cyclopaedia'sı ve d'Alembert'in Encyclopaedia'sım tanzim eden 'bilgi ağacı' aracılığıyla yaygınlaşmıştır, isveçli botanist Karl von Linnae'nin ikili sınıflandırmalarını düzenleyen hiyerarşik simetri, aynı zamanda Batılı ulusların silahlı güçlerine uygulanmaya başladığı yeni yapılarda kendini gösteriyordu; her bir ordu kolordulara; her bir kolordu iki ya da üç tümene; her bir tümen tugaylara; her bir tugay alaylara, her bir alayda tabura ayrılmıştı.ingiltere'de doğal ahenk düşüncesi, bir kaç ekonomi kitabında çok net bir şekilde yer almaktadır. Bu düşünce, XIV. Louis savaşları sırasında Parlamento'dan geçen tahıl yasaları hakkındaki bir tartışmada ortaya çıktı (Grampp 1965, s. 78). Özgür Serbest bireysel etkileşimin doğal ahengiyle ilgili önemli bir çalışma Richard Cumberland tarafından bu savaşların patlak verdiği sırada yazıldı. Cumberland, rasyonel bireylerden teşekkül etmiş bir toplumun erdemli davranışlar için doğal ödüller içerdiğini ve bütün vatandaşların sonunda birbirlerine hayırhahlık ve hoşgörüyle davranacaklarını ileri sürdü. Özgür Serbest etkileşim hakkındaki bir diğer ünlü çalışma savaş sonunda Bernhard de Mandeville (1670-1714) tarafından kaleme alındı. Arıların Hikâyesi ya da Uygunsuz Davranışlar Kişisel Kusurlar, Kamusal Kazanımlar (1924 [1714]) isimli eserinde Mandeville, eski ahlâki kodlarda en çok yadırganan uygunsuz davranışların, bütün bireyler tarafından icra edilmesi halinde, çok büyük kamusal faydalar sağlayacağını ileri sürdü. Bencillik, bireysel aç gözlülük ve tatmin olmaz davranışlar çalışkanlığa, ilerlemeci ekonomi-* Taksonomi: Canlı varlıkların yakınlık durumlarına göre sistematik şekilde sınıflandırılması (ç.n.)ye ve milli refaha yol açan niteliklerdir. Mandeville'nin bu görüşü, elbette, çağın yeni ahlâk ve ekonomi felsefelerinin bakış açılarına göre bu sa-iklerin artık uygunsuz davranışlar olarak değerlendirilmediğini gösteriyordu. Doğal ahenk fikri, aynı zamanda, William Godwin'in anarşizminin de habercisidir (1985).Kıta Avrupası toplum düşünürleri, XVIII. yüzyıl konuları üzerine çeşitli düşünceler geliştirdiler. 'Özgür bireyin serbest bireysel etkileşiminin ahengi' görüşü, Fransız ekonomist iktisatçı Francois Quensay (1694-1774)'in yazılarında açıkça görülmektedir. Jean-Baptist Say (1767-1832), üretim süreçlerinin kendi taleplerini kendileri yaratan bir piyasa oluşturduğunu ve herhangi bir üretken ekonominin dengede kalacağını ileri sürmek suretiyle devam eden bir piyasa dengesi teorisi geliştirdi. James Stuart (1712-80) tarafından da bir piyasa dengesi teorisi geliştirildi. Bununla beraber kendi kendini dengeleyen ekonomi görüşünün klasik formülasyonu Adam Smith (1723-90) tarafından kaleme alındı (Winch 1996). Smith, Ulusların Zenginliği adlı eserinde şöyle söylüyordu (1976 [1776]):Her birey, sermayesini yerli sanayinin desteklenmesi için kullanmaya ve bu sanayiyi de, en iyi ürünü ortaya koymaya yönlendirmeye çalıştıkça, herkes toplumun yıllık gelirini olabildiğince yüksek tutmak için çabalamak zorunda olacaktır. Birey, genelde, kamu çıkarı adına çalışmaya ne niyetlenir, ne bunun geliştirilmesine uğraşır, ne de bunu ne kadar ilerletebileceğim bilir, buna ne kadar katkı sağlayacağını bilir... Birey sadece kendi kazancıyla meşguldür ve pek çok konuda olduğu gibi bu alanda da hedeflemediği bir sona doğru giden görünmez bir el tarafından yönlendirilir (Smith 1976, s. 456).

Page 100: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

'Özgür Serbest bireysel etkileşimin doğal ahengi' görüşü, ekonomiyle sınırlı değildi; aynı zamanda, siyasette de etkilerini gösterdi. Jean-Jacques Burlamaqui'nin çalışmasında yönetimdeki güçler ayrımı ilkesi bilinmektedir: Bu görüş Montesquieu'nun Kanunların Ruhu (1990 [1748]) isimli ünlü eserinde daha ayrıntılı bir şekilde dile getirilmiştir. Montes-quieu'ye göre, bir devlet, özgürlükleri genişletmek istiyorsa, üst siyasal otoriteyi, yasama, yürütme ve yargı şeklinde üç yönetim birimine ayırmalıdır. Şayet bu üç alan birbirinden bağımsız olarak uygulanırsa, her biri diğerinin siyasal otoritesini denetleme görevinde bulunacak ve böylece toplumda ahengi gara.nti altına alacak, vatandaşların özgürlük alanlarını genişletecektir (Montesquieu, 1990, s. 68-75). Amerikan Anaya-sasının hazırlayıcıları Montesquieu'nun bu teorisini benimsemiş ve yeni ulusu bu denetleme ve denge ilkeleri üzerine inşa etmiştir. 1778 yılında yayımlanan 'Federaîist'in 51. Kanunu'nun yazarı, ihtirası önlemelidir, yönetim ancak -birkaç yapıcı öğesi olabileceği- iç yapısını tasarlamak, karşılıklı ilişkileri dengelemek suretiyle herbir ferdi kendi yerlerinde tutmanın aracı olur' diyordu. Bu öğretinin, daha büyük doğa yasasını ifade ettiğini söyleyen yazara göre apaçık olan bir gerçek de şudur; 'muhalif ve rakip çıkarlar aracılığıyla daha iyi nedenlerin (motives) eksikliğini gidermeye yönelik bu politika, kamusal olduğu kadar özel insan ilişkilerini de içeren bütün sistemde görülebilir' (Hamilton daha önce geçen, 1937, s. 337).Aydınlanma Çağı Uluslararası ilişkiler TeorisiSimetri, denge ve öz-denge (self-equilibrium) konuları kendi kendini dengeleme temaları, aynı zamanda, XVIII. yüzyılın uluslararası ilişkiler konusunda geliştirilen kuramlar için de geçerlidir. Hume, Defoe, Fene-lon, Hamilton, Kant, Rousseau ve diğer düşünürler, kuvvetler dengesi ilkesiyle ilgili tartışmalarında bu duyarlılığı bu yüzyıla özgü olarak dile getirmişlerdi (Sheehan 1995).XVIII. yüzyıl toplum düşüncesini tanımlayan toplumsal denge görüşü daha önceki çağlardakinden farklılık arz etmektedir. XVII. yüzyılda, devletlerarasındaki kuvvetler dengesi belirli bir ülkenin menfaatine bir politika olarak görülmüştü -denge görüşü bireysel çıkar kavramıyla yorumlanmıştı-. Böylece Francis Bacon, ingiltere'ye, en çok ihtiyaç duyulan yerde ağırlığını artırması yönünde tavsiyede bulunduğunda, amacı ingiltere'nin kendi egemenliğini korumak ve eylem özgürlüğünü artırmaktı. Bacon'un Avrupa ülkelerinin göreceli güçlerini değerlendirmesi, bir çift dengeleme ölçüsü imgesini akla getirmektedir. Bacon bu imgeye, 'nesnesi, belirli bir devletin güvenliği ve refahı olan' denge politikası olarak atıfta bulundu.Bunun aksine, XVIII. yüzyılda toplumsal denge görüşü bütün bir toplumun menfaatine olan bir politika olarak görülüyordu. Örneğin kuvvetler dengesi, bütün bir kendi kendini dengeleyici toplumsal sistem bağlamında kabul ediliyordu. Bunu ilk dile getiren Fenelon'dur (1815, s. 767). Fenelon, bir ülkenin, 'kendisini ve komşularını kölelikten korumak için; genelin özgürlüğü, huzuru ve mutluluğu için mücadele etmesi gerektiğini; bir ulusun gücünün aşırı artması çevresindeki bütün ulusların genel yapısını etkileyici olduğundan', bir kuvvetler dengesiIpolitikası gütmesinin gerekliliğini dile getirdi. O zaman, kuvvetler dengesi politikası, bütün devletlerin, aynı zamanda, bütün halkların- menfaatine olan bir politikaydı. Bu düşünce içersinde, XVIII. yüzyılın kuvvetler dengesi potilikasınm temel amacı -bunu başarmış olmasına rağmen- tek tek devletlerin egemenliğini ve bağımsızlığını korumak değildi. Aksine, bu politika, devletlerarası sistemin düzenini korumaya yönelikti. XVIII. yüzyılda, uluslararası kuvvetler dengesi, egemen devletlerarasında önde gelen istikrara kavuşturucu bir faktör araç olarak görülüyordu. Bu arada kendisi amaç haline geldiRousseau'dan Kanl'aVattel, doğal yasanın tabiat kanununun ahlaki olarak birleştirici unsurları altında barış ve denge içersinde bir arada yaşayan devletlerin oluşturduğu toplum tasarlıyordu. Karşılaştırılabilir 'kozmopolit' görüşler, Lessing, Goethe ve Schiller gibi birkaç Alman yazar tarafından for-mülleştirildi. Uluslararası etkileşimle ilgili en önemli kavram Immanuel Kant tarafından, 'Aydınlanma

Page 101: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Nedir?' başlıklı makalesinde (1949a [1784]) ortaya kondu. Kant, Aydınlanmayı, insanlığın kendisi dışındaki otoritelere (kitaplar, rahipler, doktorlar ya da mutlak yöneticiler) başvurmak yerine, kendi aklını kullanma yetisi ve cesaretiyle büyük tarihi süreçteki bir safha olarak tanımlamıştı: 'Aydınlanma, insanoğlunun kendi kendisinin neden olduğu olgunlaşmamışlığını terk etmesidir. Sa-pere Aude! Kendi aklını kullanmaya cesaretin olsun! Aydınlanma'nın bir özdeyişidir' (Kant 1949a, 132; Foucault 1984a).Kant, insanoğlunun akla sahip olduğu ve tam anlamıyla kendi gerçek çıkarının bilincinde olduğu ve insanların bu çıkarlarının farkına varma yönünde istekli olduğu varsayımından uluslararası politikaya dair olumlu bir görüş geliştirmişti. Bu durum, üç analitik safha vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Birinci safha, bu düşünceyi söz konusu varsayımdan alarak rasyonal bireyin savaşa karşı olduğu yönündeki iddiaya taşımaktadır: Bütün rasyonel bireyler, savaşın zorluklarına katlanacak olanın, yöneticilerden ziyade kendileri olduklarını bilirler. Nihayetinde, bu savaşın maliyeti olarak kan ve vergisini ödemek zorunda olanlar kendileridir. Ayrıca bu sebepten, savaşın getireceği felâketlere kendileri bizzat gönüllü olarak yol açmayacaklardır.ikinci safha, bu argümanı, rasyonel bireyin cevabını, rasyonel bireylerin yer aldığı siyasal bir alana taşımaktır: Her rasyonel insan, savaştan kazanım elde edenlerin yöneticiler, kaybedenlerin ise kendisi olduğunubilir (Kant 1970a, s. 197; 1970b, s. 208-10). Bu düşünce insanları iki kampa ayırmaktadır. Bir tarafta çıkarlarının, en iyi barış yoluyla karşılanabileceğini bilenler bulunurken, diğer tarafta vatandaşlarını savaşa sürükleyen birkaç hanedan yöneticisi yer almaktadır. Bu ayrımın devrimci etkileri vardır. Bu ayrım, her ülkenin vatandaşlarının, aslında barışın hizmet edeceği akla dayalı, uluslarüstü çıkar konsensüsünde birleştikleri; öte taraftan çıkar çatışmalarının sadece yönetici klikler arasında olduğunu ileri sürmektedir. Kant, aslında, Montesquieu, Voltaire ve God-win'le aynı fikri paylaşmaktadır: Savaşı ortadan kaldırmanın en uygun yolu, hanedan politikalarını ortadan kaldırmak ve bütün dünya uluslarına halk egemenliğine dayanan demokratik yönetimi uygulamaları yönünde baskı yapmaktır.Üçüncü adım doğal olarak ikinciden çıkmaktadır: Uluslararası politika, anlaşıldığı kadarıyla görünüşte sadece devletlerarasındaki ilişkidir. Son noktada, gerçek ve önemli konu, insanlık toplumunda yer alan bütün insanlar arasındaki ilişkilerden kaynaklanan bir konudur. Anlaşıldığı üzere, bütün insanların çıkarları aynıdır. Sonuç itibariyle, dünya politikası çalışmaları, devletlerin anlaşmazlıkları üzerinde durmamalı; gerçekte, bireylerin etkileşimi vasıtasıyla üretilen uluslararası toplumu tartışmalıdır. Kant şöyle demektedir:Uluslararası toplum, egemen devletlerden oluşan uluslararası bir toplumun arkaik hayalleriyle, kurgularıyla engellenen insanlıktan başka bir şey değildir. Devletler kişi değildir, isteklere sahip değildir; fakat devletlerin işlerini yerine getiren ve hayali Milletler Toplulu-ğu'nun yasal görünümü ardında yer alan bireylerin istekleri, insanlardan oluşan gerçek uluslararası toplumdur (Kant 1949, s. 188).Siyaset bilimi öğrenimi görenler için Kant, öncelikle insanlığın rasyonel doğasını anlamaları ve daha sonra insan aklının özelliklerinden insanlığın ortak çıkarlarını tespit etmek zorunda oldukları yönünde bir tavsiyede bulunmaktadır. Öğrencilerin temel vazifesi, uluslararası ilişkilerde tiranların ve devletlerin icraatlarını kısıtlayan evrensel ahlâki yükümlülüklerin doğasını keşfetmektir. Kant'a göre dünya politikası öğrenimi, 'sadece insanlık toplumunun uluslararası ilişkilerdeki merkezi gerçeklik olduğu' iddiasına dayanmamaktadır; aynı zamanda, insanlık toplumunun, insanlığın en yüksek toplumsal çabasının amacı veya hedefi olduğu anlamına gelmektedir; Kant'ın kelimeleriyle söylersek, 'mükemmel bir adil si-vil medeni anayasa, doğanın, insanlık için oluşturduğu üstün bir yükümlülük olmalıdır' (Kant 1949b, s. 122).Tarih öğrencileri için, Kant gerçek bir insanlık toplumunun henüz var olmadığını; sadece gerçeklikte değil, potansiyel olarak da söz konusu olmadığını ileri sürmektedir. Çünkü insanlık henüz aydınlanmış bir çağda yaşamıyor; sadece aydınlanma çağında yaşıyor. Bununla beraber, insanlık tarihi geliştikçe ve insan aklı daha yüksek bir öz bilinç düzeyine ulaştıkça, kendi çıkarının peşinde

Page 102: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

koşan, aydınlanmış, ahenk ve barış dolu bir dünya toplumu ortaya çıkaracaktır. Genel dünya tarihçisinin birinci vazifesi, insan aklının ortaya çıkışıyla yönetildiği için tarihin bu evrimini takip etmektir. Genel dünya tarihçisinin temel hedefi büyüklükleri ne olursa olsun tek tek halklar değil, fakat insanlığın evrimci eğilimi olmalıdır. 'Böylece, bireylerde karmaşık ve tesadüfi olarak ortaya çıkacak olan şey, düzenli, gelişmeci, yavaş olmasına rağmen, bütün türlerin orijinal özelliklerinin evrimi olarak anlaşılabilir' (s. 116).Uzamda Düzen, Zamanda ilerleme ve Aydınlanma ParadoksuAydınlanmanın, uluslararası ilişkiler teorisine katkısı, tek tek devletlerden bir devlet sistemine doğru değişimde görülmektedir. Bu, aynı zamanda, mantıksal bir değişikliği de gündeme getirmektedir. Söz konusu değişim -derin bir inanç olmasa da- doğal ahenk ilkesinin genel bir kabulünü vurguluyordu. Bu inançta, Aydınlanma Çağı'mn önemli bir paradoksu bulunmaktadır. İnsan aklının önceliğini ısrarla vurgulamış olan bu çağ kendi karakteristik toplumsal görüşünü, kendi kendini düzenlemenin irrasyonel, insan-ötesi ilkesi üzerine yerleştirmiştir.Bazı yazarlar, bu paradoksu hissederek bununla mücadele ettiler. Örneğin, Kant ve Rousseau, kendi kendini düzenlemenin karakteristik söylemine katılmakla beraber ikisi de kendi kendini düzenlemenin insan aklının özgür çalışmasının doğrudan bir sonucu olacağı iddiasını tam anlamıyla kabul etmediler. Her iki düşünür de, devletlerarası ilişkileri kuvvetler dengesi bağlamında ele alarak, insan topluluklarının değişmez yasalar tarafından idare edildiğini ileri sürdüler. Bununla beraber, her ikisi de bu yasaları, bireylerin zihinlerinin rasyonel işleyişinin bir sonucu olarak çıkarmaya istekli değildi. 'Her birey, sahip olduğu eğilime uygun olarak, kendi amacının peşinden gitmek suretiyle ve sık sık biri diğeriyle çelişerek (ve hatta bütün bir topluluk diğeri karşısında yer alarak) nadiren kasıtlı olmadan ilerler, sanki bu, bilgi sahibi olmadıkları doğanın bir rehberliğidir. Böylece, insanlar, hakkında çok az şey bil-seler bile, çok az ilgi gösterecekleri şeyi geliştirmeye çalışmaktadırlar' diye yazarlar. (1949b, s. 117).Kant ve Rousseau'da, aklın, tek başına insan davranışının düzenlenmesini açıklayamayacağına dair bir düşünce hakimdir. Rousseau, bu nokta üzerinde ısrarla durmaktadır, çünkü o, insanlığın potansiyel olarak rasyonel olduğunu, fakat hakikatte yabancılaştığına inanmaktadır. İçinde bulundukları yabancılaşmıştık da dahil, şayet durumlarında milyonlarca insana kendi bireysel çıkarlarını gerçekleştirmek üzere özgürlük verilse, ahenk yerine muhtemelen kaos ve çatışma yaratacaklardır. Kant'm bu konuda Rousseau ile aynı fikirde olduğu anlaşılıyor: 'İnsanoğlu, kendi türü içinde yaşadığında, bir efendiye ihtiyaç duyan bir hayvandır; çünkü insanoğlu, türünün diğer üyelerine nazaran özgürlüğünü kesinlikle kötüye kullanır. Yani insanoğlu, insanın arzularına gem vuracak ve onu her insanın özgür olabileceği bir koşul olan genel iradeye itaate zorlayacak bir efendiye ihtiyaç duyar' (s. 122). Toplumsal ahenk, bozulmuş bir aklın özgürce kullanılmasının temin edilmesinin bir sonucu olamaz. Uluslararası barış, insan aklı ve iyi bir toplum tarafından dönüş-türülmedikçe, eğitilmedikçe, yabancılaşmadan kurtarılmadıkça, özgür-leştirilmedikçe ve tam kapasitesine ulaşmadıkça gerçekleştirilemez.Hem Kant hem de Rousseau, aklın böyle bir dönüşüme tabi tutulabileceği yollar keşfettiler. Bunu siyasal irade ve insanlık tarihi terimleriyle gerçekleştirdiler. Atlantik kıyısında yer alan ülkelerin yazarlarının çoğu tarafından dile getirilmiş olan, akla ve öz-dengeye iman etmek kendi kendini dengelemeye olan inancın yerine, siyasal irade tarafından oynanan role dikkat çektiler. İnsan doğasının iradeye dayanan kısmı üzerine yapılan bu vurgu uzun süredir Avrupa'nın hümanist geleneğini şekillendirmişti. Rousseau bunu yeniden vurguladı, detaylarıyla açıkladı ve bunu Genel İrade -her bir bireyin, şayet yabancılaşma ortadan kaldırılırsa ve insanlık kendi gerçek çıkarlarını görebilirse isteyebileceği şeydir- öğretisinde dile getirdi. Bu öğreti, Kıta Avrupası siyasal felsefesinde formatif bir etkiye sahiptir (Talmon 1952; 1960).Kant ve Rousseau, aynı zamanda, tarihin insan toplumunda sahip olduğu etkiye vurgu yaptılar. Tartışmalarını evrimci kavramlarla gerçekleştirdiler. Böylece XIX. yüzyılın toplum-bilimi söylemini şekillendirecek olan yeni önemli bir konuya ilham kaynağı oldular. Bireylerin, içeriğini tam olarak anlamadıkları bir oyunda aktör olduklarını ve bununla beraber ne kadar kendi bireysel akıllarını

Page 103: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

kullanırlarsa kullansınlar yine de bazı kaçınılmaz hedeflere ulaşılmasına yardımcı olamayacaklarıI3Wdüşüncesine sahiptiler. Kant'ın ve Rousseau'nun, irade ve tarihsel ilerleme tartışmaları, toplumsal düzene dair yeni bir konsepte işaret ediyordu; onlar, toplumsal düzenin uzamdaki simetri bağlamında betimlenmesine uygun olarak, XVIII. yüzyılın statik görüşünden, toplumsal düzenin zamandaki evrim kavramı yoluyla gerçekleştiği XIX. yüzyılın dinamik görüşüne geçişini belli belirsiz tanımladılar. Akla/iradeye ve Tarihe/gelişmeye yapılan bu vurgu, daha sonra Hegel'in felsefi sistemi için bir dayanak noktası olacaktı.Rousseau, tarihsel araştırmayı uluslararası ilişkiler teorisinin anahtar kavramı haline getirdi. Kant, Rousseau'dan ilham almak suretiyle mekanik, XVIII. yüzyıl uzamdaki simetrik düzen görüşünden koptu ve zaman içerisinde gelişen düzen görüşünü getirdi. Hem Rousseau hem de Kant, bu süreci insan ve doğa arasındaki diyalektik ilişki bağlamında ele aldılar: Doğa, tedrici olarak ahlâki kaderine doğru yönelen insanlar üzerinde ıstırap ve zorluklarla baskı uygulamaktadır. Rousseau'nun ve Kant'ın bütün siyasal kavramlarına yansıyan bu diyalektik daha sonra, politikanın sadece toplumun dönüşümünü değil, aynı zamanda, siyasal aktörlerin de dönüşümünü içerdiğini dile getiren Karl Marx'i etkileyecektir.İnsanlık tarihinin gelişiminde bazı genel tasarımları fark etmenin mümkün olduğu inancı çok eskidir. Bununla beraber, 1800lü yıllarda, Rousseau'nun daha önceden haber verdiği yeni bir tarihi evrim türü ortaya çıktı. Birincisi bu 'yeni tarihçilik', öncelikle insan ilişkilerindeki sürekli ilerlemeyi vurguluyordu. İkincisi, bu sürecin aklı yardımıyla doğal çevreyi fethetmesinin bir sonucu olduğunu ileri sürüyordu. Üçüncüsü, insan medeniyetinin ilerleyişini safhalara ya da çağlara ayırıyordu. Rousseau ve Kant, bu 'yeni tarihçiliğin' tek temsilcileri değillerdir; Adam Smith insanlığın ekonomik gelişimine dair anlatılarında (1976 [1776]) insan evrimini dört tarihi safhaya, Condorcet, insan aklının gelişimi tasarısında (1798 [1794]) insanlık tarihini herbiri büyük icatlarla başlayan dokuz periyoda ayırmışlardır. Fichte, Schlegel, Görres (Batscha ve Saage 1979) ve hepsinden öte George W. F. Hegel (1980) ise, bütün insanlık tarihini aklın öncülüğündeki ilerleme bağlamında sınıflandırmıştır. Rousseau ve Kant, bu görüşün kendi uluslararası ilişkiler teorilerini kuşatmasına izin veren ilk düşünürler arasındadır.VIİDEOLOJİK SİYASET:XIX. YÜZYIL VE TOPLU KATILIMIN YÜKSELİŞİFransa'daki siyasi devrim ve İngiltere'deki sanayi devrimi Eski Rejimi sarstı. Bu iki devrim, aşağı yukarı aynı zaman diliminde gerçekleşti. Söz konusu devrimler, siyasi ve ekonomik kitlesel katılım için büyük çaplı ordular, kitle partileri, tüketim maddelerinin seri üretimi ve tüketici piyasalarının hızla büyümesi gibi yeni kanallar yarattılar.Sanayinin böylesine büyük çaplı ilerlemesi ve insan gücünün fizik dünya üzerinde olağanüstü hegemonyası, XIX. yüzyıl insanının akıl ve bilime daha çok güvenmesine yol açtı. Bilim adamları, toplum bilimlerindeki hızlı gelişmeyi beslemek suretiyle topluma yeni bilimsel tekniklerle ve mantıkla yaklaştılar. Uluslararası ilişkiler konusunda çalışmalar, diplomasi kanunlarının ve askeri bilimin dar sınırlarını aştı.Aydınlanma dönemi, sayısız dehanın çalışmalarıyla dolmuştu. Ne tuhaftır ki, bu düşünürlerin bireysel haklara ve özgürlüklere yaptıkları vurgu büyük ölçüde kabul görürken, kimi teorisyenler düşünce sistemlerinin -okullar, gelenekler, yaklaşımlar ve ideolojilerin- gittikçe daha da gerisinde kaldılar. Böylesi yeni sistemler, 'izm' dönemi olarak bilinen Napolyon çağı sonrasında artış gösterdi. 'Liberalizm' kelimesi, 1819 yılında İngiltere'de ortaya çıktı; 'radikalizm' 1820 yılında, 'sosyalizm' 1832yılında, 'muhafazakârlık' 1835 yılında; 'bireyselcilik' ve 'anayasalcılık' 1830'lu yıllarda gündeme geldi. Bu düşünce sistemlerinin hızla çoğalması, önceleri uluslararası araştırmacıları boğmuştu; bu kaşifler, titiz bir şekilde, birkaç hukukî ve tarihî otorite tarafından dikkatli bir üslûbla yönelinen bir yerden yeni, değişken ve yoğun bir teorik alana (foliage) sürüldüler. Diğer bir

Page 104: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ifadeyle bu sistemler, birkaç yasal ve tarihi otorite tarafından özenle korunan bahçeden, yoğun kuramlar ormanının yeni, pürüzlü arazisine sürülmüşlerdi .'İzm'lerin yaygınlaşması, yeni fikirlerin her zaman için yayılması anlamına gelmiyordu. Aksine, 'izm'lerin ortaya çıkışı, hızla değişen bir toplumun ve yenilenmiş pek çok fikrin sistematik keşiflerinin başlamasını, yeniden değerlendirilmesini ve yeniden düzenlenmesini sağladı. Bu yoğun çağın en önemli yeniliklerinden biri, bu fikirlerin öylesine fazla bir şekilde tartışılması değildir; daha ziyade, bunların, düşünce sistemlerinde birleşmeleri ve bu sistemlerin toplumsal bir bağlamda bilinçli yerleşimiydi. XIX. yüzyılın başları, hem onu meydana getiren bireylerinin toplamından daha fazla bir şey olan, hem de yapılandırıldığı devletten farklılık arz eden bir unsur olarak 'toplumun,' Aydınlanma keşfini ayrıntılarıyla inceledi. Bu çağın siyaset düşünürleri, insanoğlunun içinde yer aldığı bu yeni alanı yöneten 'tabiî yasaları' araştırmaya başladılar. Bu araştırma, siyasî ekonominin, sosyolojinin, demografinin ve diğer disiplinlerin evriminde açık açık görüldü. Uluslararası siyaset ilişkileri hakkındaki kuram da, aynı yolu takip etti ve bir süre sonra uluslararası hukuk, siyaset felsefecilerinin diplomatların, generallerin ve kralların diplomatik araştırmalarının geleneksel egemenliğinin ötesine taştı.Bu bölümde, XIX. yüzyılın ilk yarısı üzerinde durulmaktadır; yüzyılın son yıllarında ortaya çıkan önemli gelişmeler ise daha sistematik bir şekilde yedinci bölümde ele alınacaktır.SİYASETTE VE EKONOMİDE DEVRİMLERİlk düşünürler, devleti, ilâhi olarak algılanan bir düzene yakınlaşma olarak görmüşlerdi. Aydınlanma ise devleti, bir insan ürünü; tabiî hak ve çıkarlarını korumak için özgür ve rasyonel insanlar tarafından yaratılmış, karşılıklı fayda içeren, gönüllü bir düzenleme olarak tasvir etmiştir. Devletin gönüllü toplumsal sözleşmeden kaynaklandığı fikri, Eski Rejim'in mutlakiyetçi krallıklarının retoriğiyle belirgin bir şekilde çatıştı ve statükonun eleştirilmesine hız verdi. İngiltere'de John Locke -vedaha sonra Sidney ve Bentham, Fransa'da Voltaire, Montesquieu ve Rousseau, Amerika'da Jefferson- mutlakiyetçi devletin yoğun bir şekilde eleştirilmesine ve akla dayalı alternatif yönetim biçimlerinin desteklenmesine katkı sağladılar. XVIII. yüzyılın son çeyreğinde bu evrim, İngiltere'de kapsamlı reformlarla, Amerika (1776) ve Fransa'da (1789) devrimlerle zirveye ulaştı. Soyut akıl ve toplumsal devrim kutlamaları, muhafazakârlık ve romantizmde tepkilere ve dönüşümlere/değişimlere yol açacaktı.Amerikan ve Fransız devrimleri, devletler içerisindeki siyaseti dönüşüme uğrattı. Bu devrimler, egemenliği krallardan alarak halkı temsil etme iddiasındaki kurumlara devretti. Avrupa'daki ülkeler, baş döndürücü halk egemenliği kavramını uygulamaya zorlandılar. Bazı devlet adamları (Rus Çarı I. Alexander ve Avusturya Başkanı Metternich gibi) devrimci fikirlerle mücadeleye başladılar; diğerleri ise (ingiltere'de Lord Liverpool ve Latin Amerika'da Bolivar), yeni demokratik ilkeler ışığında mevcut kurumları sekülerleştirme, rasyonelleştirme ve reforma tabi tutmak suretiyle eski siyasal yapıları yeni taleplere göre düzeltme yoluna gittiler.Devletler içerisinde ortaya çıkan bu değişiklikler, bir süre sonra devletlerarasındaki siyasal ilişkileri de değiştirdi. Bu durum açık bir şekilde Fransa örneğinde görülebilmektedir. 1793 yılında dış güçler Fransa'yı tehdit ettiğinde devrim rejimi, yeni ulusu ve onun devrimci ideallerini korumak adına acil bir tedbir olarak seferberlik ilân etti ve toplu halde asker almaya başladı. Milyonlarca özgür ve eşit Fransız vatandaşının katılımıyla düşman saldırılarım savuşturdular. Daha sonra Napolyon, devrimci rejimin son çare olarak halkın düşüncesine başvurusunu, öyle ateşli ordulara dönüştürmüştür ki, Kıta Avrupası'nın çoğunu fethetmiş tir.Diğer Avrupa devletleri, Fransız ordularına, onların yeni radikal örgütlenmelerini taklit etmeden karşı koyamıyorlardı. Fransız ordusunda-ki bu yeni hüner ve hareketlilik, Fransız toplumundaki yeni ahlâk eşitliğini ve şeffaflığını yansıtıyordu; Napolyon'un orduyu rasyonel bir şekilde alt bölümlere ayırması, rasyonel plânlama ve siyasal mühendisliğin yeni bir açılımını yansıtıyordu. Fransız kasırgası tarafından kamçılanan popüler ideolojik ve

Page 105: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

vatansever duygular, propaganda ve kitlesel hareketlilik teknikleriyle yürütülmek zorundaydı. Dil, akıl ve siyaset dönüşüme uğramıştı.Ekonomik alanda da büyük değişimler yaşandı. Ülkelerin üreticigüçleri, kitlesel hareketlilikte işe yarar hale getirildi ve siyasal güce dönüştü. Önceden tahmin edilemeyen sanayisel gelişme dalgasının devam etmesiyle İngiltere, 1792-1815 yılları arasında gerçekleşen Napolyon Sa-vaşlan'ndan ekonomik olarak güçlenmiş ve toplumsal olarak değişime uğramış olarak çıktı. Sanayisel büyüme önemli ölçüde İngiltere'nin refahını artırdı: 1800 ve 1850 yılları arasında İngiltere'nin ihracatı üçe katlandı ve ithal ürünlerinin değeri dört mislinden daha fazla oldu (Hobbs-bawm 1969; Kenndy 1987).Ekonomik değişiklikler, hakiki bir devrimle aynı anlama geliyordu. Bu değişiklikler, devletler içerisindeki yapılan ve ilişkileri değiştirdi.1 Devletlerarasındaki ilişkiler de değişimden nasibini aldı. İngiltere'de yeni orta sınıf ve çalışan sınıfların ortaya çıkışı, parlamentoyu kontrol eden büyük toprak sahiplerinin eski kurumlarını zaafa uğrattı. Yeni mesleklerin ortaya çıkışı, yeni teknolojilerle İngiliz toplumunun yapısını ve önceden tahmin edilemeyen ticaret ve etkileşimi tetikleyerek dünyanın diğer bölgelerine taşıdı. Sanayici, bankacı, gemici ve esnaf grupları, gittikçe kendi ticari aktivitelerinin engellenmesine karşı -Tahıl Yasa-sı'na, Denizcilik Yasası'na ve İngiltere'de aristokrat imtiyazlara- yurt dışındaki feodal ve monarşik reaksiyon güçlerine muhalif oldular. Bir süre sonra, konumlarını evrenselleştirdiler ve kendilerine refah sağlayan politikaların benzer şekilde diğerlerine de yarar sağlayacağını ileri sürdüler; buna göre emek, sermaye ve malların serbest dolaşımı, daha eşit, daha müreffeh ve daha barışçıl bir dünyanın oluşmasına katkıda bulunacaktı. Giderek yükselen devrimci akım karşısında Avrupa'nın geleneksel krallıklarını birleştiren Avrupalı imparatorların oluşturduğu Kutsal İttifak, devrimci gelişmelere darbe indirdi. Napolyon Savaşları'-nm galiplerinden ilki olan İngiltere, sahip olduğu dinamik ekonomiye uyacak bağımsız bir 'milli çıkar politikası' peşinde koşararak îttifak'tan çekildi.Yeni üretim araçlarıyla beraber, yeni yıkım araçları da ortaya çıktı. Prusya, silahlı kuvvetlerim yeni sanayisel kültüre adapte eden ilk devletlerden biriydi. Tüfeklerin kullanılmaya başlanması, Prusya piyadesin-deki topçu sınıfının gücünü artırdı; topların yüklenmesi ve standart topların kullanılması, ateş gücünü artırırken daha hafif malzemelerden silahların ve mermilerin üretimi, askerî hareket kabiliyetini geliştirdi. Ayrıca demiryolları, Prusya ordularının Avrupa çapında hızla yol almalarına olanak sağladı; telgrafsa, etrafında ünlü Alman erkânı harbiye sisteminin inşa edildiği yeni, merkezîleşmiş, anında iletişim ve askerî koor-dinasyon sağlayan sistemi üretti. 1860'h yıllarda bu gelişmeler, bölünmüş Alman halkının hızlı ve başarılı savaşlarla yeniden birleşmesinde rol oynadı. Prusya'nın kraliyet başarısı, 1871 yılında bir milyonun üzerinde askeri, hızlı bir şekilde harekete geçirmesi ve Fransa karşısında üstünlük elde etmesiydi. Bu başarı Avrupa'nın hemen hemen bütün devletlerini Prusya askeri örgütlenmesini taklit etmeye şevketti.Bilim ve teknolojinin orduya uygulanması devletlerin ulusal güvenliklerini -askerî tarihte kendi kendini takviye edebilen teçhizat döngü-süyle tanımlanan yeni bir dönem için çığır açarak- ulusun ekonomik istikrarına ve gelişmişlik düzeyine bağımlı hale getirdi. Geçmişteki ordular büyük ölçüde yoğunluk ve süreye bağlıyken, artık ordular sanayileşmiş ulusların ekonomik kurumlarının bir parçası haline geldiler.TOPLUMSAL DÜŞÜNCEDE DEVRİMDoğal düzenin bakış açıları olan tasnif, simetri ve denge, devrim öncesi akla nüfuz etmişti. Devrim sonrası düşünürleri, egemen konusunun değişmezlik değil, değişim olduğu düzensiz bir dünyaya saplanmışlardı. Bu yüzyılın çalkantılarına rağmen, yeni bilimsel devrimler, uygulamalar ve yöntemler, sağlam bir güvenin ortaya çıkmasını sağladı. Şimdi bilim adamları, bilimsel yöntemlerin, doğa çalışmalarından toplum çalışmalarına da aktarılabileceği yönünde ısrar ediyorlardı. Siyasal ve ekonomik devrimler, XVIII. yüzyılın sonunda aynı döneme rastgelip iç içe geçtiğinde, yeni toplam bilimlerinin gelişimi ve siyasal ideolojilerin evrimi, XIX. yüzyıl boyunca birbirine yakınlaşıp birleşti.

Page 106: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Toplum düşüncesi evrimi, birleşme ve farklılaşma olmak üzere iki farklı eğilim sergiliyordu. Bir taraftan, büyük teorilere -yani, tek, birleşik üstün bilim- doğru iyimser bir eğilim göze çarpıyordu. Hegel, Com-te ve diğerleri toplumun bölünemez olduğunu ve bundan dolayı toplum çalışmalarının bütüncül ve parçalanamaz olduğunu söylediler. Öte taraftan, tek tek bilimlerin daha büyük farklılaşmasına ve daha derin bir şekilde özelleşmesine doğru bir eğilim söz konusuydu.Ekonomi, farklı bir toplumsal olarak ortaya çıkan ilk bilim dalı olmuştur. 'Politik ekonomi', Sanayi Devrimi tarafından ortaya konan önemli konuları dile getirdi (Winch 1996). Adam Smith ve fizyokratlar (physiocrats) tarafından birleştirilen eski kavramları ayrıntılarıyla incelemek suretiyle yeni bilim, kendi kendine işleyen bir süreç dahilinde refahın yaratılışı ve refahın toplumsal dağılımını araştırdı. Siyasî iktisat,daha büyük ekonomik artı değer üreten yeni yöntemlerin toplumsal ve ekonomik yönlerini analiz etti ve toplumun çeşitli sınıfları arasındaki adil dağılımla ilgili ortaya çıkan kritik sorunu irdeledi. David Ricardo, 'Yeryüzünün üretimi -işin, makinelerin ve sermayenin birlikte kullanılmasıyla yeryüzünün yüzeyinden elde edilen her şey, toplumun üç sınıfı arasında dağıtılır' diyordu -, yani toprağın sahibi, sermayenin sahibi ve işçiler. 'Dağıtımı düzenleyecek kanunları belirlemek, siyasi iktisadın temel sorunudur' (Ricardo 1984, s.3 ). Uluslararası ilişkiler öğrencileri, özellikle de ilk olarak diplomatlar ve memurlar, yeni siyasî iktisat biliminin ve Ricardo ile Malthus'un argümanlarının büyüsüne kapıldılar.Bilimsel düşünce biçimlerinin insan ilişkilerine uygulanması, bilim adamlarını, bu ilişkilerde var olan kaosu yöneten bazı gizli ilkeleri araştırmaya şevketti. Bu çabalarda baskın olan iki konu 'rekabet' ve 'ilerle-me'ydi. XIX. yüzyıl teorileri, rekabeti insan toplumunun doğal bir niteliği olarak algıladı; fakat bu terime en azından üç farklı anlam yükledi: Birincisi, rekabetin toplum için yararlı olduğu görüşünü savunan liberal yazarlarlara; ki bunlara göre rekabet, toplumun dinamiği ve yaratıcı gücüydü. Ve Adam Smith'in, 'insanın rekabetçi doğasının, sivil topluma ve uluslar toplumuna eşit ölçüde uygulanan bazı tabiî yasalar tarafından düzenlendiği' fikrini benimsediler.İkincisi, rekabeti ölümcül bir çaba olarak değerlendiren muhafazakâr yazarlar. Burke, Malthus, Metternich ve Bismarck, bu çabanın bireyler ve devletlerarasındaki ilişkileri benzer şekilde karakterize ettiğini ileri sürdüler.Son olarak, bu öneriyi paylaşan Marx ve Engels gibi radikal teoris-yenler vardı. Fakat muhafazakârlar, bu çabayı insan doğasının değiştirilemez bir sonucu olarak görürken, radikaller bunu çözüme kavuşturu-labilir bir hastalık, geçici bir insani durum olarak gördüler.Politik ekonomistlerin büyük bir bölümü, yapılan bu mücadelenin siyasal ilişkilerin sadece bir türüyle ilgili olduğunu ileri sürdüler. Örneğin, Ricardo, ülke içi toplumun karamsar tablosunu toplumsal sınıflar arasındaki zalimce bir mücadele olarak ortaya koydu; bununla beraber, 'karşılaştırılabilir avantajlar' yasasıyla dengelenen özgür bir rekabet sistemi olarak devletlerarası ilişkilerin iyimser bir özetini yaptı. Daha yaygın olan husus, Kant (1970b) ve Hegel tarafından ortaya konan bir devlet içersindeki toplumun ahenkli, öte yandan devletlerarası sistemin ise çatışmacı olmasıydı. Bazı düşünürler bu argümanı daha da ileri götürdü. Mili ve Mazzini, sadece demokratik toplumların ahenkli olduğunuIileri sürdü. Godwin bu konuda aynı görüşe sahipti; fakat demokrasilerin de uluslararası arenada barışçıl bir şekilde hareket ettiğini ilâve etti; despot rejimlerin doğaları gereği savaşçı olduklarını, öte yandan demokrasilerin -en azından birbirine karşı- savaşı başlatan taraf olmadıklarını ilâve etti (Godwin 1985, s. 506, 529 vd.).XIX. yüzyıl teorisyenleri rekabet konusunda fikir ayrılığı yaşamış olsalar da, ilerleme konusunda büyük ölçüde aynı görüşü paylaşıyorlardı. Eski uzamda hareket fikrini, zamanda ilerleme fikrine dönüştürdüler. Toplumsal değişimi, insan varlığının tek yönlü (uni-directional) ilerleyişi olarak gördüler. İlerlemeyi,

Page 107: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

'gelişme' ve 'tarih' gibi terimlerle belirlediler (Foucault 1973; Eckstein 1982; Tilly 1984).İDEOLOJİLER VE DÜNYA SİYASETİXIX. yüzyılın bitiminde toplumsal değişme tartışması, Batı'da üç önemli seküler düşünce sistemini başlattı. Bu tartışma, Batı siyaset düşüncesi geleneğini üç ideolojiye ayırdı: Liberalizm, radikalizm ve muhafazakârlık. Bir 'ideoloji', toplumun yapıları ve süreçleri hakkındaki sistematik inançlar bütünüdür ve pratik politika programı çerçevesinde insan doğasının kapsamlı bir teorisini içermektedir. Liberal ve radikal ideolojiler, Aydınlanma projesinin devamı olarak görülebilir; muhafazakârlıksa bunun aksine, Aydınlanma düşüncesine karşı bir tepkidir. Uygulamada, bu üç ideoloji birbirinden kesin bir şekilde ayrılmaz; birbiriyle bütünleşmiştir. Özellikle de XIX. yüzyılın ilk on yıllarında radikalizmin nerede sona erip liberalizm ya da muhafazakârlığın nerede başladığı noktasında kesin bir ayrım yapmak son derece zordu. Bu bölümde, bu üç ideolojiyi, ayırt edici esaslarını son derece belirgin bir şekilde birbirinden ayırmak suretiyle ideal türler olarak tanımlayacağız.Liberalizm ve Dünya Ekonomisinin SaadetiLiberalizmin ilk izlerine Kuzey Atlantik kıyısı ülkelerinin sosyo-po-litik kültüründe rastlanmaktadır. Liberal ideolojinin 'klâsik' versiyonu, siyasal ve sanayisel devrimlerce gündeme getirilen değişiklikler tarafından beslenmiş ve Atlantik kıyısı ülkelerinde ortaya çıkmakta olan orta sınıflara mensup üyelerce dile getirilmiş olan Aydınlanmanın bir devamıdır.Yeni sanayisel ve ticari müteşebbisler, kendi değirmenlerini ve fabrikalarını kurmaya hız verdiklerinde geleneksel aristokrat imtiyazları, ki-Ilise ve devlet kurumları ve XVII. XVIII. yüzyılın kısıtlayıcı merkantilist politikaları tarafından engellendiklerini gördüler. Bütün bu engellemeler onları, daha uygun kurumlar ve politikalar inşa etme konusunda çaba harcamaya sevkederken, bakış açılarını sistematikleştirmeye zorladı.Liberal bakış açısı dört kavram etrafında özetlenebilir: 'Eşitlik, 'ras-yonalite', 'özgürlük' ve 'mülkiyet'. XVIII. yüzyıl felsefecileri, insanoğlunun ahlâki eşitliğiyle ilgili eski düşünceyi daha soyut toplumsal, ekonomik ve insanî haklar içinde yeniden formülleştirdiler. Bu yeniden formülleştirme, John Locke'un siyaset felsefesinin özünde yer almaktadır. Bu formülasyon, aynı zamanda, 'bütün insanlığın eşit yaratıldığı, Tanrı tarafından yaşama, özgürlük ve mutluluk peşinde koşma gibi belirli vazgeçilemez haklarla desteklendiği Amerika'nın Bağımsızlık Biîdirgesi'ne (1776) şekil vermiştir. Maddi ve toplumsal malların vatandaşlar arasında eşit dağılımı değil, fırsat eşitliği, XIX. yüzyıl liberalizminin temel taşıdır.ikinci önemli esas, insanoğlunun, doğal ihtiyaç ve isteklerini rasyonel yollarla karşılayabileceği yönündeki iyimser görüştür. İnsanoğlu, tam anlamıyla, içinde bulunduğu toplumsal ve fiziksel gerçekliği idrak edebilir ve buna hakim olabilir. İnsanoğlu kendini geliştirme ve kendine güven yetisine sahiptir ve ayrıca kendi yaşam plânına uygun olarak özgür bir şekilde mutluluğu arama hakkını gerçekleştirme fırsatı tanınmalıdır.Liberalizmin temel vaadi, toplumdan ziyade rasyonel bireyleredir. Liberallere göre, toplumsal politika için temel hedef, özerkliği ve bireysel özgürlüğü artırmaktır. En iyi toplum, rasyonel bireylerine en çok özgürlüğü veren toplumdur. Bireylere, Adam Smith gibi siyasi iktisatçılar tarafından ileri sürülen nedenlerden ötürü büyük özerklik bahşedilebil-melidir ve bunların belirli çıkarları, refaha ermiş, mutlu ve barışçıl bir toplum üretecek şekilde birbirlerine ahenkle uyabilir. XVIII. ve XIX. yüzyılın koşullarında hürriyet, gelenek; hiyerarşik otorite ve herhangi bir siyasal gücün yoğunlaşmasına göre özgürlük anlamına geliyordu. Şahsi hedefleri peşinde koşmaları yolunda vatandaşların özgürlüğü için bu talep, liberalizmin üçüncü temel prensibidir.Dördüncü temel prensip özel mülkiyettir. Özel mülkiyet vasıtasıyla insanlar kendi hedeflerini gerçekleştirebilirler ve böylece bireyselliklerinin ve mutluluklarının farkına varabilirler. Mülkiyet, insanlara çalışmaları için bir şevk verir ve çalışmaları vasıtasıyla insanlar sadece kendilerinin değil, aynı zamanda, toplumun da zenginleşmesine yardımcı olurlar.

Page 108: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

XIX. yüzyıl liberalizminin gelişmesine katkı sağlayan birçok teoris-yenden pek azı, Jeremy Bentham (1748-1832)kadar katkıda bulunabil-miştir. Eşitlik, rasyonalite, özgürlük ve mülkiyet gibi temel liberal konulara Bentham, ekonomik faydacılık kavramına ve çıkarların ahengine ilâveler yapmıştır. Bentham'ın açık topluma, alelade insana, halk demokrasisinin değerine ve serbest ticaretin genel dengeleyici etkisine olan güveni, eski 'iyilik' ve 'Mutluluk' kavramlarını ve mutluluğu insanoğlunun 'hazzını artırma ve acıyı azaltma' düşüncesinin bir sonucu olarak tanımlamasından kaynaklanmaktadır. Her bir insan, bu rasyonel 'mutluluk hesabı' vasıtasıyla mutluluğu elde etmeye çabalarken otomatik olarak iyiyi gerçekleştirmektedir. İçeriği bir kez rasyonel olarak belirlendiğinde bu alelade insan, 'şaşmaz bir şekilde doğal ahlâki yasaya boyun eğecektir' (Carr 1964, s. 23). Herkes zevki artırma, acıyı azaltma noktasında özgür olursa, 'daha çok sayıda kişi, daha çok mutluluğa' ulaşacaktır.Adam Smith, bireyin kendi çıkarı ve toplumun yararı arasındaki bağlantıyı ortaya koymuştu. Bentham da bu ikisi arasında basit ve mantıksal bir bağlantı sağlamıştı; bir anlamda, Smith'in 'görünmez el' işleyişini yöneten toplumsal mekanizmayı masaya yatırmıştı. Mutluluk, iyiliğin kriteri sayıldığında iyiyi kötüden ayırt etmek için gereken tek şey, insanın, mutluluğun nerede bulunduğunu anlaması olmuştur. Bu durum, iyiliği 'anlaşılması güç felsefi bir spekülasyon meselesi değil, basit bir sağ duyu konusu' yapmaktadır (s. 24).Bentham da, ekonomik alanı siyasal alandan ayırmaktadır. Bent-ham'a göre, ekonomik düzen, malların ve hizmetlerin özel olarak üretim, tedarik, dağıtım ve tüketim aktiviteleri sahasıdır. Ekonomik düzen, doğal yasalar ve doğanın temel ahengi altında işleyen, girişi açık bir alandır. Ekonomik düzen, insan toplumuna kendini dengeleme imkânı sunmakta ve siyasi iktidar, sistemin kendiliğinden işleyişine en az müdahale ettiğindeyse, herkesin faydasına ve en iyi şekilde yürümektedir. Bunun aksine siyasal düzen ise, kamusal karar mekanizması ve gücün etkisi ile uygulama alanıdır. Siyaset doğal yasalara itaat etmez: Siyaset, toplumsal kontrolün manipülasyon, yozlaşma, çatışma ve zaman zaman güç kullanılarak baskı altında tutulmasıyla yerine getirildiği kapalı bir alandır (Spero 1990, s. 1-20).2Bentham'ın, uluslararası ilişkilere yönelik liberal bakış açısı Evrensel ve Kalıcı Barış Plânı isimli (1843 [1794]) çalışmasına temel oluşturmaktadır.3 Bu görüş, büyük ölçüde ekonomiyle ilgili bir çalışmadır ve sömürgeciliğin serbest ticarete olduğu kadar uluslararası istikrar ve barışiçin de önemli bir engel olduğunu ileri sürmektedir. Sömürgecilik, ülkeleri sahip oldukları sömürgeleri savunmak ve ticaretlerini korumak için güçlü deniz kuvvetleri bulundurmak zorunda bırakmaktadır. Ticaret, belirli bir zamanda mevcut olan sermaye miktarıyla sınırlı olduğundan, deniz kuvvetlerine ne kadar çok milli sermaye bağlanırsa, üretim için o kadar az yatırım yapılmış olur. Avrupa ulusları, kendilerini denizaşırı mülklerinden yoksun bırakırlarsa sömürgelerinde olduğu kadar anavatanlarında da çatışmayı azaltmış olurlar. Milli yatırımı yerli sanayi ve denizaşırı ticaret için kullanmak suretiyle askeri güçlerini, yönetim birimlerini azaltabilirler. Kısacası, denizaşırı bağımlılıkları olmayan bir Avrupa, daha barışçıl ve daha zengin bir Avrupa olacaktır. Avrupa'nın kolonileri de aynı şekilde zenginleşecektir (Bentham 1843, s. 546-9; Ai-ras 1978, s. 432 vd.).Bentham, imparatorlukların yıkılmasıyla Avrupa siyasetinin sömürge öncesindeki koşullarına yeniden kavuşacağını ileri sürmektedir. Sömürge mücadelelerinin olmadığı bir yerde uluslararası çatışma makul seviyelere indirgenebilecektir. Uluslararası çatışmanın dört temel nedeninden biri olan feodalizm 'her yerde ortadan kalkmıştır'. Dînî çatışmalar ve yeni topraklar fethetme arzusu 'hemen hemen her yerde' sona ermiş, devam eden yerlerde de Ortak Mahkeme ya da Devletler Meclis'in-ce kolayca idare edilecektir. Bentham, 'vekâletin belirsizliği de büyük ölçüde medenileşmiş toplumdan kalkmıştır ve şayet bu belirsizlikler parlayacak olursa, Devletler Meclisi tarafından kontrol edilebileceklerdir,' demektedir. Fakat eğer sömürge imparatorlukları parçalanırsa, küresel barış, insanlık tarihinde ilk kez imkan dahilinde olacaktır(s. 552).Devletler Meclisi fikri, daha önce Dubois, Cruce, Sully, Saint-Pierre gibi pek çok yazar tarafından dile getirilmişti. Fakat, Bentham bu tartışmaya yeni bir

Page 109: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

boyut katmaktadır. Bentham, cezalandırıcı gücün, devletlerarası ilişkileri düzenlemede vazgeçilebilir olduğunu ileri sürmektedir. Onun Devletler Meclisi 'herhangi bir zorlayıcı güçle donatılmaya-caktır', fakat sadece insan aklının gücüne tabi olacaktır. Meclis'in kararlarının yaptırımları için en güçlü aracın 'kamuoyu mahkemesi' olmasında ısrarcıdır. Dünya kamuoyunun adil ve makul bir yargılama yapması için dünya vatandaşları, devletlerarasındaki anlaşmazlıklar hakkındaki bütün bilgilere serbest ve sürekli bir şekilde erişebilmelidirler. Sonuç olarak, Devletler Meclisi, sadece daha önce gerçekleştirilen konularla ilgili geniş bir bilgi dağıtımı yapmamalı, ayrıca, 'her bir devlette basın özgürlüğünü garanti altına alan bir hüküm' gereğince hizmet etmelidir.Basın özgürlüğü, insan aklının özgürce çalışması ve dünya barışının idamesinde oynayacağı anahtar rolün tanınması Bentham'ı, gizli diplomasinin ortadan kaldırılması için geliştirdiği argümanını formüle etmeye yöneltmektedir. Bentham, 'bu gizlilik, krallar, bakanlar ve askerlerin uluslararası müzakereleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarını olası hale getirmektedir' diyordu. Bu süreçte, söz konusu yöneticiler ulusun politikasını yozlaştırmakta ve dünyayı, çok az bir elitin yararına olacak savaşlara sevk etmektedir. 'Şu anki gizlilik sistemi altında, bakanlar kendilerini bundan alıkoyacak herhangi bir kontrole sahip olmadıklarından, yanlış bir icraata yol açabilecekleri her türlü baştan çıkarıcılı-ğa sahiptirler' (s. 556).Bentham uluslararası ilişkiler çalışmasını önemli şekilde etkilemiştir. Birincisi, söylemi üzerinde silinmez bir iz bırakmıştır. 'Uluslararası hukuk' kavramını icad etmiş, böylece bir taraftan ülkelerin kendi içlerinde kullanacakları kanunlarla, öte taraftan egemenlerin uygulamaları için yaratılan kanunlar arasında bir ayrıma gitmiştir. Bu durum, -ilk defa kendisinin kullandığı- 'uluslararası ilişkiler' çalışmasının sınırlarını belirlemiştir.Bentham, aynı zamanda, siyaset ve ekonomi arasında bir ayrıma gitmek suretiyle uluslararası liberal siyaset görüşünü de etkilemiştir. Bir ülke içindeki toplumda, liberaller, hükümetin ekonomik işlerden elini çekmesini isterler; Bentham da, hükümetin görevlerini büyük ölçüde yasama, yasayı uygulama ve hüküm verme ile kısıtlamaktadır. Bunun aksine, devletler toplumunda, ne gözetici/himaye edici bir hükümet vardır, ne de kendi kendini dengeleyici doğa yasasına itaat etmek için bir ekonomik düzen. Ülkeler, siyaset ve ekonominin henüz birbirinden farklılaşmış icraatlara evrilmediği tabiî haldedirler. Liberal devlet adamı bu farkı ortaya koymalıdır. Liberal devlet adamının görevi, yasa çıkarma, uygulama ve hüküm verme işlevlerinin uluslararası düzeye taşınabildiği Devletler Mahkemesi ya da Meclisi türünden bir oluşum kurmaktır. Bu meclisin temel işlevi, dünya ekonomisinin, doğal yasa ilkelerine göre yürütülmesini teşvik etmektir; yani tek kelimeyle serbest ticaretin, sömürge ve korumacı uygulamaların yerini almasıdır.Radikalizm ve Küresel Sınıf ÇatışmasıEleştirmenler, insanoğlunun rasyonal bir yaratık olduğu yolundaki liberal aksiyoma itiraz etmişlerdir. Hem muhafazakârlar hem de radikaller, insanoğlunun rasyonel olduğu kadar, ihtiras sahibi olduğu; insanın,suretinde kendisini şekillendiren daha büyük bir toplumun parçası olduğu; karşılık olarak da bu toplumun tarihsel bir evrimin organik ürünü olduğu noktasında da aynı görüşü paylaşıyorlardı.Radikaller, genel olarak kendilerini uluslararası hareketin üyeleri olarak kabul ettiler ve buna uygun olarak uluslararası etkileşim kavramları ve teorileri geliştirdiler. Onlar, insanın mükemmelleştirilmesi için gereken toplumun dönüşümünü başarıyla gerçekleştirmek için mevcut yönetim sistemine karşı devrime ihtiyaç olduğunu kavradılar. 1789 yılındaki Fransız Devrimi hızla, sol kanat radikal teorisyenler için modern anlamda, dikkate değer bir olay haline geldi.Fransa'da radikal fikirler, Saint-Simon ve Fourier gibi yazarlarca for-mülleştirildi. İngiltere'deyse Godwin, Price, Owen ve Çar Hareketi gibi radikal örgütlerin üyeleri tarafından dile getirildi. Bu erken dönem radikaller, özel mülkiyetin geniş çapta birikimini mümkün kılan toplumsal ve ekonomik sistemleri suçlamak suretiyle, savaşın, böylesi bir birikimin bir işlevi olduğunu ileri sürdüler. Radikal enternasyonalizm, 1830 ve 1848 yıllarında Kıta Avrupası'nda gerçekleşen ayaklanmalarla teşvik edildi. Bu çağın en etkin radikal teorisyenleri olan Karl Marx ve Friede-rich Engels, toplumsal eşitsizliğin ve

Page 110: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

insanoğlunun yabancılaşmasının, toplumsal işbölümünün bir sonucu olduğunu ileri sürerek Rousse-au'nun düşüncesine eklemeler yaptılar.Aydınlanma, radikal ideolojinin temel kaynağıydı. Siyasette ve ekonomide ikili devrim patlak verdi ve Aydınlanma projesinin enerjilerini muhalif bir yöne doğru yeniden yönlendirdi. 'İyi toplum'a dair farklı projeleri ortaya çıkaran belirgin felsefi bir öze sahip olmasına rağmen çağın sol kanat radikalizminin, ideolojiden ziyade 'ihtilalci' ya da 'muhalif ruh durumu' olarak adlandırılması daha doğru olacaktır. Radikalizmin temel görüşleri şunlardır: 'Rasyonalizm', (özel mülkiyete karşı düşmanca bir tavrın da içinde yer aldığı) statükonun 'eleştirel analizi', 'siyasal aktivizm' ve 'tarihsel ilerlemeye' duyulan inanç.İlk ve en temel radikal sav, insanoğlunun temelde iyi olduğu, doğal akıl tarafından donatıldığı ve buna uygun olarak doğal özgürlük hakkına sahip olduğu yönündeki Aydınlanmacı önermedir. İnsanoğlu yeni, iyi ve adil bir toplum inşa etmek için kendi toplumsal ve maddi çavrelefini ve potansiyellerini kavrayabilme yeteneğine sahiptir.Şayet insanoğlu temelde iyi ve akıl sahibi ise (rasyonel), insanlığın içinde bulunduğu bu perişan durum nasıl açıklanabilir? Rousseau, 1750'li yıllarda bu soruya verdiği cevapta iki önemli unsuru dile getir-mişti. Bu iki olguya radikalizmin ikinci temel noktasını dile getirmeden önce değinmemizde fayda vardır. Birincisi, insanoğlu doğuştan, tam anlamıyla gelişmiş akıl gücüne sahip değildir; akıl melekesinin gelişme potansiyeline sahiptir; fakat bu gelişme, insanların içine doğdukları toplumun doğasına bağlıdır. İkincisi, toplum yozdur ve bireyler yoz bir toplum içine doğduklarında sahip oldukları doğal iyilik engellenir ve akli melekelerinin gelişmesi dumura uğrar. Radikal teori, özel mülkiyeti toplumun yozlaşmasına neden olan en sinsi olgu olarak görmektedir. Rousseau (1950a, s.279), mülkiyetin etkisiyle, insanların ruhlarının ve arzularının 'hemen hemen sahip oldukları doğalarını değiştirdikleri söy-lenebilene kadar tedrici bir şekilde bozulacağını' iddia etmektedir. God-win'e göre (1985, s. 436), mülkiyet yığmaya, güç kullanımı, sık sık değişen siyaset, kişisel rahatlık ve maddi yozlaşma eşlik etmektedir. Marx ve Engels, özel mülkiyetin etkisi altında insanların kendi gerçek kişiliklerinden yabancılaşırlarını ileri sürmektedirler (Meszâros 1970). Özetle, insanlar sadece potansiyel rasyonaliteye sahiptirler ve sahip oldukları bu rasyonel potansiyel, tam anlamıyla sadece iyi bir toplumda -sınırsız özel mülkiyet yığmanın yasaklandığı bir toplumda- ortaya çıkabilir.Sol kanat radikalizminin ikinci önemli esası, bu mantıktan hareket etmektedir: Mevcut toplumsal düzene yöneltilen eleştirel analiz; mülkiyet ve siyasal güç ilişkileri arasındaki yakın ilişkiyi ifşa etmeye çalışır. Mevcut düzen, insanlığın büyük çoğunluğunun çıkarları pahasına, küçük imtiyaz sahibi elitlerin kısıtlı mülkiyet çıkarlarına hizmet etmektedir. Genel olarak tasarlanan mevcut sosyo-politik kurumlar, çoğunluğu köleleştirirken ve insanların kendi insani potansiyellerini geliştirmelerini sağlayacak yeteneklerini inkâr ederken, azınlığa destek vermektedirler.Mevcut düzen pek çok insanı ezdiğinden, insanlar yaşam düzeylerini geliştirmek istiyorlarsa bu düzen değiştirilmelidir. Siyasal eylem, radikalizmin üçüncü önemli temelini oluşturmaktadır. Radikaller sadece dünyayı anlamakla kalmamakta; dünyayı daha iyi bir yapıya kavuşturmayı istemektedirler. Son kertede, bu düşünce, mevcut rejimin -devrim için- yıkılmasını savunmaktadır. Bu argüman, 'insanlığın kusurlarının daimî nedeni olan siyasal yönetimin ortadan kaldırılması isteği haline gelmiştir' (Godwin 1985, s. 16). Marx ve Engels, böylesi bir devrimi küresel düzeyde 'Komünist Manifesto'nun kapanışında ünlü deyişleriyle dile getirmektedirler (1974 [1848]):Komünistler, her yerde mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklemektedirler. Bütün bu hareketlerde ko-. münistler, temel sorun olarak mülkiyet sorununu gündeme getirmektedirler... Hedeflerinin ancak, mevcut toplumsal koşulların güç kullanılarak yıkılmasıyla gerçekleştirilebileceğini açıkça dile getirmektedirler. Bırakınız, yönetici sınıflar Komünist devrim karşısında titresinler. İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Fakat kazanacağınız bir dünya var.Sol kanat radikalizminin dördüncü temel dayanağı, insanlığın maddi refahının zamanla ilerlediğine dayanan tarih görüşüdür. XIX. yüzyıl liberalleri

Page 111: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

karşılaştırılabilir bir iddia ortaya attılar, fakat radikaller bundan iki şekilde farklılık arz etmektedir. Birincisi, radikaller, maddi refahın eşit olmadığı ve toplumsal sınıflar arasında adaletsiz bir dağılım olduğunu gözlemlemektedirler. Toplumun en varlıklı kesimlerinin zamanla dikkate değer bir gelişme göstermelerine rağmen, en fakir sınıflar bu gelişmeden paylarını alamamaktadırlar. İkincisi, radikaller, tarihin siyaset ve toplum çalışmalarında önemli bir alanı teşkil ettiğini ileri sürmektedirler. Belirli bir olayın, dünyadaki çalışan kitlelerin içinde bulundukları koşulları iyileştirmeye ya da kötüleştirmeye vurgu yapıp yapmadığı, bu olayın tarihi bağlamıyla alâkalıdır. Bu durum, Stufengang'da ya da Tarihsel Ev-rim'in hangi safhasında bu olayın ortaya çıktığı yere bağlıdır.Marx ve Engels, yüzyılın ilk yarısındaki 'ütopyacı sosyalizmin' yerine, yüzyılın ikinci yarısındaki 'bilimsel sosyalizmi' koyarak radikalizmi, Batı'da 1850 yılından sonra yaygınlaşan yeni, kesin, tarihselci bilinç for-mülasyonuyla şekillendirdiler. 'Komünist Manifesto' yeni, enternasyo-nalist bir siyasal bakış açısı ortaya koymaktadır. Bu eser, sömürgeci ve yabancılaştırıcı kapitalist rejime, kendi bilincine varmış, cüretkâr ve küresel bir şekilde hareket eden işçi sınıfı ile meydan okunacağını ileri sürmektedir. Eser, uluslararası siyaseti egemen devletler bağlamında değil, küresel sınıflar bağlamında kabul etmektedir. Kapitalist ekonominin, 'iletişimin ve ticaretin uluslararasılaşmasının, küresel iş dağılımının gelişmesinin ve dünya ölçeğinde bir sınıf çatışmasının ortaya çıkmasının yeni, gerçek uluslararası bir sistemin, önemli bir yönünü oluşturduğu savunulmaktadır (Marx ve Engels 1974, s. 73). İnsan toplumunun zenginle fakir, yönetenlerle yönetilenler arasında kesin çizgilerle ayrılmış olduğu anlatılmaktadır. Bu bölünme, iki sınıf arasında sürekli bir mücadeleyle sonuçlanmaktadır. Bu mücadele, tarihin evrimini gerçekleştiren güçtür (s. 67).'Bilimsel sosyalizmin' temelini oluşturan tarihsel evrim görüşü, Rousseau ve Hegel'in toplumsal teorilerine dayanmaktaydı ve Mili ve Ri-cardo'nun yeni ekonomi politiğiyle güçlendirilmişti. Sınıf mücadelesi maddi, ekonomik bir mücadeledir; bu mücadele kaçınılmaz bir surette eski toplum düzenini (ya da üretim tarzını) yıkacak olan bir devrimle nihayet bulacaktır ve bunun yerine yeni bir düzen kuracaktır. Marx, 'ilerlemenin belirli bir safhasında, toplumun maddi üretici güçleri mevcut üretim ilişkileriyle çatışmaya girecektir' diyordu. 'Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme yapılarından kendi prangalarına dönecektir. Daha sonra yeni bir toplumsal devrim başlayacaktır' (Marx 1975b., s. 425).Marx bu toplumsal ve evrimsel bakış açısına 'diyalektik materyalizm' adını vermektedir. Modern zamanlarda Batı'da ortaya çıkan üretim araçlarının hızla gelişmesinin tarihte yeni bir sayfa açtığını ifade etmektedir. Bu yeni üretim araçları evrildikçe, onları ortaya çıkaran eski sanayilerini ve üretimin geleneksel ilişkilerini yıktı. Bu bilgi ışığında, uzun süren 16. yüzyıl keşifleri, yeni müteşebbis bir sınıf olan burjuvaziye zemin hazırladı."Doğu Hindistan ve Çin piyasaları, Amerika'nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle ticaret, değişim araçlarındaki ve genel olarak metalar-daki artış, ticarete, denizciliğe, sanayiye, daha önce bilinmeyen etkilerde bulunmuştu. Sanayisel üretimin loncalar tarafından monopol-leştirildiği feodal sanayi sistemi, artık yeni piyasaların giderek artan isteklerini karşılayamaz oldu. Bunun yerini imalat sektörü aldı... Bunun üzerine, buhar ve makine, sanayi üretiminde devrim yarattı. İmalâtın yerini dev, modern sanayi; sanayileşmiş orta sınıfın yerini ise sanayi milyonerleri, bütünüyle sanayileşmiş orduların liderleri ve modern burjuvazi aldı (Marx ve Engels 1974, s. 68).Burjuvazi XVII. ve XVIII. yüzyıllarda gelişti ve birkaç önemli iş başardı. Birincisi, eski soyluların egemen olduğu feodal çağdan yeni burjuvazinin egemen olduğu kapitalist çağa geçişi işaret eden toplumsal devrimler zincirini ateşledi. Bu devrimlerden ilki Hollanda'da ortaya çıktı; bunu İngiltere ve FranSa'dakiler takip etti; bir sonraki dönem, Hollanda ve İngiltere sömürgeciliğinin yükselişine tanık oldu (Marx 1977, s. 914-20). ikincisi, burjuvazi, işçileri üretim araçlarından ayırmak, işi bir meta haline dönüştürmek ve mülkiyetsiz bir sınıf ya da pro-leterya yaratmak suretiyle ücretli işi

Page 112: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

kurumsallaştırdı. Üçüncüsü, modern devletin yönetici kurumlarını -aslında 'modern devletin yönetimiIbütün burjuvazinin ortak ilişkilerini idare etmek için kurulan bir komiteydi'- ele geçirdi (Marx ve Engels 1974, s. 69).Son olarak, burjuvazi, modern devletin kendisine sunduğu organizasyon ve baskı araçlarının da yardımıyla, hem sermayesini, hem siyasi etkisini, hem de çıkarlarını bütün dünyaya yaydı:Ürünleri için giderek artan bir piyasa ihtiyacı, burjuvaziyi yeryüzünün her yerine yönlendirdi. Her yerde bannmak, yerleşmek, bağlantılar kurmak zorundaydı... İletişimin hızla gelişen araçlarıyla burjuvazi, en barbar ulusları dahi medeniyete taşıdı... Bütün ulusları, yok olma pahasına, burjuva üretim araçlarını benimsemeye zorladı (s. 71).Bununla beraber, yeni küresel kapitalist sınıf, dünyayı kendi bakış açısına göre yapılandırarak, aynı zamanda, kendi yıkımının tohumlarını da ekmiştir. Yeryüzünün her köşesine kapitalist üretim araçlarını ihraç ederek burjuvazi, aynı zamanda kendi antitezini de -ücretli işçilerden oluşan uluslararası bir sınıf- var etmektedir. Bir zaman için küresel proleterya, 'düşmanlarıyla değil; fakat düşmanlarının düşmanları, mut-lakiyetçi monarşinin kalıntıları olan toprak sahipleri, sanayi dışı burjuvalar, küçük burjuva ile savaşacak' (s. 75). Öte yandan, eski sınıflar ortadan kaybolurken ve proleterler sayıca artarken, daha büyük kitleler halinde yoğunlaşmakta, güçleri ve siyasal bilinçlilikleri büyümektedir. Böylece:Daha hızla gelişmeye başlayan makineleşmenin durmak bilmeyen gelişmesi, işçilerin geçimlerini daha da şüpheli hale getirmekte; bireysel işçi ve bireysel burjuvazi arasındaki mücadele giderek iki sınıf arasında mücadele niteliğine bürünmektedir. Bu yüzden işçiler, burjuvaziye karşı sendikalar kurmaya başlamaktadırlar (Marx ve Engels 1974, s. 75).Marx ve Engels bütün siyaseti, egemen (burjuvazi) ve egemen olunan (proleter) arasında giderek büyüyen çatışmayla karakterize edilmiş olan genişlemeci, küresel ekonomi ışığında anlamıştı. Bu iki sınıf, uluslararası ölçekte yer almaktadır; her ikisi de küresel ekonominin birer sonucudur.Sınıflar ve sınıf mücadeleleri, tek tek devletler içerisinde mevcut olmasına rağmen, küresel burjuvazi ve.küresel proleterya arasında var olan mücadele çok daha önemliydi, (s.78). Marx ve Engels için birincil toplumsal aktör, ulus değil sınıftır; birincil toplumsal mücadele ise dev-letlerarasındaki savaşlarda değil, küresel sınıflar arasındaki savaşlarda söz konusudur.Er ya da geç, küresel bir devrim, sosyalist üretim biçimine gelecektir: Çalışan sınıflar, Fransız Devrimi'nin prototipi olduğu sosyalist devrim vasıtasıyla -devlet ve burjuvanın milliyetçi ideolojisi de dahil- burjuva toplumunun kalıntılarını ortadan kaldıracaktır (s. 85-7). Burjuvazi, o zaman bir sınıf olarak çökecektir ve geleneksel burjuvazi baskı mekanizması "tarihin çöplüğüne atılacaktır". Devlet sona erecektir. Büyük Proleter Devrimi, öncelikle gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkacaktır. Daha sonra, savaş, kendi yönetici sınıfları ya da sömürgeci işgalciler tarafından baskı altında tutulan bu insanları özgürleştirecektir.XIX. yüzyılın başlarında dünya siyasetinin radikal bakış açısı, iç siyasetin abartılmış versiyonundan biraz daha farklıdır. Bu bağlamda, radikalizmin ve liberalizmin ortak yönleri fazladır. Her ikisi de insan ilişkilerini uygun bir şekilde yöneten tabiî hal olarak barışı ve ahengi görmektedirler; her ikisi de kendi kazanılmış çıkarlarını korumak ve daha da artırmak için mücadele eden yönetici sınıfların çatışma ve savaşlara sebep olduğunu iddia etmektedirler. Bu iki Aydınlanma geleneği arasındaki böylesi bir benzerlik en çok, liberal demokrasi ve ütopya sosyalizmi XIX. yüzyılın ilk on yıllarında statükoya karşı omuz omuza mücadele ettiğinde görülmüştü. Fakat, bu durumun ütopyacı vurgusu 'bilimsel sosyalizme' vardı. Enternasyonel İşçi Birliği -'İlk Enternasyonel' Kari Marx tarafından 1864'de kuruldu- dış politikayı, ulusal savunmayı ve savaşın nedenlerini tartıştığında bu yinelenen argümanlar basit oldukları kadar muğlak olma eğilimi gösteriyorlardı: Savaşın nedeni kapitalizmdi; barış ise sosyalizmle gelecekti.

Page 113: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Bu ilk baştaki saflık, İkinci Enternasyonal'in kuruluşuyla değişti (1889). Bu organizasyon, Birinci Enternasyonal'in olmaya çalıştığı saf doktriner organizasyona göre bir tür sosyalist hareketin enternasyonal parlamentosu olarak tasarlanmıştı. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), ikinci Enternasyonal'e damgasını vurdu. SPD, I. Dünya Savaşı arefesinde modern radikalizmin hem Rousseau'yu hem de Marx'i aşan; enternasyonal siyasetin sofistike ve etkili radikal tartışmalarının kaynaklık yaptığı radikal bir çerçeve sağladı (Semmel 1981).Muhafazakârlık ve Eski Düzenin SavunulmasıMuhafazakâr ideoloji sanayici, müteşebbis, tüccar, işçi, kitle hareketleri ve ilerlemeci yazarların hızla gelişimine bir karşılık olarak doğmuş-tu. Muhafazakârlık, insanlığın eşit haklarını savunmayı yadsıyor ve akla, bilime ve tarihsel ilerlemeciliğe karşı beslenen yeni inancın kalkması gerektiğini açıklıyordu. Eşitlik ve bireysel özgürlük kavramlarına muhalefetinde muhafazakârlar topluluğun önceliğini ileri sürdüler; gelişme ve değişim retoriğine karşı geleneksel toplumsal düzeni ve sorumlulukları dile getirdiler. Radikallere ilham kaynağı olan Fransız Devrimi, muhafazakârların korkulu rüyasıydı. Savunmacı bir misyon yüklendiler: Liberallerin ve radikallerin desteklediği ilerlemecilik karşısında muhalefetin felsefi temelini sağlamak.Edmund Burke (1729-97), Fransa Devrimi Üzerine Düşünceler (1988 [1790]) isimli eserinde bu misyonun temellerini attı. Bu misyonun temel dayanak noktaları, 'toplumculuk ve geleneksel otorite', 'kötümser antropoloji', 'hiyerarşi' ve 'özel mülkiyet'tir. Burke'ye göre, toplum bireyden önceldir ve üstündür. Bu iddiası üzerine Burke, Aydınlanma projesinin rasyonel bireyine muhalif bireyin toplumsal düzenle uygun ilişkisine dair bir kavram geliştirdi. Burke'ye göre, bir toplum, bireylerinin toplamından çok daha fazla bir şeydir. Toplum, köken itibariyle tarihsel olan ve nesiller boyu sûren toplumsal etkileşim tarafından şekillendirilen bir toplumsal yükümlülükler ağıdır. Bu argümandan muhafazakârlığın ilk temel dayanak noktası ortaya çıkmaktadır: Geleneğe ve kurulu düzene saygı. Geleneksel otorite, çok iyi düzenlenmiş bir toplumu idare ettirebilmek için idari bürokrasi, siyasal baskı ve askerî güce olan ihtiyacı önleyecek dinamik bir yakınlık ile saygı, görev ve bağlılık ağım yönetmektedir. Muhafazakârlığın ilerlemeden korkması, Aydınlanma projesinin, bireyselciliği vurgulayarak ve ekonomik ve toplumsal ilişkileri rasyonelleştirerek geleneksel topluluğu ve otoriteyi parçaladığı inancına dayanmaktadır. Ataerkil aile, lonca, köy ve kilise gibi alışılmış toplumsal referans noktalarının yıkımı, insanları hedefsiz bıraktı, arzularının kölesi yaptı ve demagogların manipülasyonuna geldiler. Burke, toplumsal düzenin, insanoğlunun zayıflık ve kusurlarıyla geri dönülemez bir biçimde mahvolmaması için 'gücün belli bir miktarının toplulukta her zaman belli ellerde ve belli bir unvan altında bulunması gerekir' diyordu(1988, s. 248). 1791 yılında Fransa'daki Devrimci Millet Meclisi üyelerine şöyle yazmıştı:Fransa'nın özgürlük için herhangi bir standart taşıyıp taşımadığından gerçekten büyük şüphe duyuyorum. İnsanlar, heveslerine ahlaki zincirler vurma istidatları ile aynı oranda kişisel özgürlük/vatandaşlıkhaklarına sahiptirler. Toplum, istek ve hevesler üzerinde kontrol uygulayacak bir güç tesis edilmediği sürece varlığını sürdüremez; arzular ve hevesler ne kadar az olursa toplum da o kadar çok uzun süre varolmak imkanına sahip olacaktır. (Burke 1866, s. 51).İnsanın yeteneklerine dair merhametsiz düşünce, muhafazakâr geleneğin ikinci önemli dayanak noktasıdır. Burke, insanın entelektüel melekeleri noktasında büyük bir şüphe içerisinde olduğunu dile getirmiş ve özerk ve rasyonel birey kavramını reddetmiştir. 'Bütün noksanları, fazlalıkları ve hatalarıyla', gururu, 'kendine güvenirliği ve kibriyle' insan zihninden şüphe ediyordu (Burke, 1988, s. 193). Tarihin incelemesinin, insanlığın zaafları, delilikleri ve sınırsızlıklarından ibaret olduğunu söylüyordu. 'Tarih, gurur, hırs, tamah, intikam, şehvet, isyan/fesat, ikiyüzlülük, idare edilemez arzular ve bütün ipe sapa gelmez isteklerin dünyaya getirdiği kederleri barındırmaktadır' (1988, s. 247). İnsanoğlunun eylemlerini dayandırdığını iddia ettiği din, ahlâk, yasa ve diğer evrensel ilkeler, gerçekte sadece belirli çıkarların 'bahanesi' veya

Page 114: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

yansımasıdırlar. Birbiriyle çatışan gruplar arasındaki çıkar mücadeleleri, siyasetin egemen olması gereken insan varlığının özünü teşkil etmektedir.Burke'nin ideal toplumu, toplumsal hiyerarşi ve farklılaşmış statülere dayanmaktadır; bu da muhafazakârlığın üçüncü önemli dayanak noktasıdır. Muhafazakârlık 'kitlelere' güvenmez. Burke, onlara karşı hük-medici bir tavır sergilemektedir. Burke, liderliğin, yönetme/öncülük etme becerisini önceden kanıtlamış, zenginler, soylular ve yetenekliler gibi bazı gruplara emanet edilmesini tavsiye etmektedir. İnsanlar, ancak böylesi bir liderlik altında kendi geleneklerine uygun olarak hareket etme ve yaşama özgürlüğünü bulabilirler. Topluluğun ve geleneğin çekim alanı (ulus, kilise ve aile) içerisinde kendine uygun bir yer bulan sıradan insan, kendi kusurlarından korunmuş ve korku ve düzensizlikten arınmış olur.Toplum içerisinde bir elit tabakaya duyulan ihtiyaç, muhafazakârlığın son dayanak noktası olan özel mülkiyete gitmektedir. Burke'ye göre, mülkiyet sahipliği ve idaresi, öncelikle de gayrimenkul mülkiyeti, insanlar üzerinde soylulaştırıcı bir etkiye sahiptir. Sahiplik ve sorumluluk duygusu, yetenek ve pratik zekâ aşılayan, insanoğlunun hırslı doğasını ıslah eden kendine özgü bir toplumsal deneyim sağlamaktadır. Ulusun, arasından liderlerini seçeceği insanlar, en büyük mülk sahipleri ve en başarılı sanayi ve kurum yöneticileri? olmalıdır. Bu insanların refah vestatüleri, kamu yararının tarafsız bir şekilde gözetilmesini garanti etmektedir; sahip oldukları mülk, onlara bilgi ve bağımsızlığın ön şartı olan boş zamanı tanımaktadır. Ayrıca özel mülkiyet, iyi bir yönetimin ön şartıdır ve mülkün büyük oranda yıkımı bütün suçların en çirkinidir. Burke'nin Fransız Devrimi'ne saldırısı, mülkiyetin ortadan kaldırılışını vurgulamak içindir, (s. 260 vd.).Burke'nin genel görüşü, ancak güçlü bir devletin, insanın özgürlüğü için gereken toplumsal istikrar ve siyasi düzeni sağlayabileceği yönündeki düşüncesinde özetlenir. Muhafazakârlar, 'güçlü devleti' zor kullanan bürokratik kurumlar olarak algılamamaktadırlar. Aksine, devlet, farklı coğrafya ve paylaşılan tarihi tecrübeler vasıtasıyla üretilmiş olan imgesel bir bütünlüktür; bir ortaklık olarak kurulan ve tarihle olgunlaşan manevi bir topluluktur. 'Böylesi bir ortaklığın sonu pek çok nesilde elde edilemediğinden, sadece yaşayanlar arasında bir ortaklık değil, fakat yaşayanlar, ölüler ve doğacaklar arasındaki bir ortaklık haline gelir' demektedir (s. 194). Bir devlet bireylerin toplamı değil, bir bütünlüktür. Tarihin bir ürünüdür. Bir halkın zaman içindeki hareketi, bilinçli olarak değiştirilemeyecek veya tasarlanamayacak kolektif bir hafıza ve mirasta kendini bulur.Muhafazakâr düşünürler için hükümetin birincil görevi düzeni sağlamaktır. Bu en iyi şekilde, insanlığın çatışma ve savaşa karşı doğal eğilimleri önlenerek yapılabilir. Merkezi bir gücün etrafında hükümetler, ulusun fiziki güvenliğini, vatandaşlarının mülkiyet haklarını ve halkın iç ve dış düşmanlara karşı refah ve mutluluğunu sağlayacak kurumlar tesis ederler. Fiziki düşmanlara karşı topraklarını savunmak kadar tarihi ortaklık, gelenek ve toplumsal değerlerin korunması da önemlidir. Böylesi bir muhafazakâr davranış, Burke'nin Fransız Devrimi Hakkında Düşünceler isimli eserinde dile getirilmektedir. Eserde, aynı zamanda, dış ve uluslararası ilişkilere dair gözlemler de yer alır. Bu bilgiler, onun 1758 yılından 1776 yılına kadar çıkardığı (kabul edilmemiş) yıllık Annual Register'da yazdığı uluslararası ilişkiler gözlemlerinde aşikâr bir şekilde görülmektedir. Burke'ye göre, hükümetler, (iç düzeni olduğu kadar) uluslararası düzeni de korumak zorundadırlar. Devletler, sahip oldukları kapasitelerini her zaman kuvvetler dengesi çerçevesinde koor-dine etmek ve çıkarlarını düzenlemek zorundadırlar.Burke, kuvvetler dengesini uluslararası siyasetin temel istikrar sağlayıcı kurumu olarak övmektedir. Burke, Avrupa'nın ihtiyatlı kuvvetler dengesi yönetiminin, devletlerarası düzeni ve uluslararası barışı koru-duğunu iddia etmektedir. Bu yönetim birkaç unsurla yerine getirilmektedir. Bunlardan birisi, uluslararası hukuk tarafından belirlenmiş olan kurallar dizisidir: 'Büyük insanlık bağı'. Bir diğer önemli unsur, Avrupa devletlerini şekillendiren toplumsal değerler dizisidir. Bunlar, Avrupa devletleri arasında temel teşkil eden bir birlik duygusu ve düzeni devam ettirmeye yönelik kolektif bir sözleşme oluşturmaktadırlar. Burke, Avrupa çapında 'benzerliğe' katkıda

Page 115: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

bulunan ortak unsurlara vurgu yapmaktadır; Hıristiyanlık, yönetime dair monarşik ilkeler ve bunlar arasındaki ortak Roma hukuku mirası. Hatta bir noktada, Avrupa'yı, birliğinin bölgesel gelenekler ve yerel kuruluşlarda birkaç ehemmiyetsiz farklılık tarafından zedelenen tek bir devlet olarak tasvir edecek kadar ileri gitmektedir. Burke'ye göre, Avrupa, göreceli düzenini ve üstün refahını, Avrupa toplumunda içkin olan ortak normlara, kurallara ve yasa tarafından düzenlenen kuvvetler dengesine borçludur. Diğer medeniyetler, 'bu doğanın siyaset sistemi ya da birliğin isteğini' bozduklarında, Batı dünyası 'yeryüzünün geri kalanı üzerinde şaşırtıcı bir üstünlük' elde etmiştir. Diğer bölgeler çatışmalarla bölünmüş ya da aşırı fetihlerin ağırlığı altında yıkılmışken Avrupa, kuvvetler dengesinin ihtiyatlı bir şekilde devam ettirilmesiyle öncü bir nitelik kazanmıştır (Burke 1772, s. 2).Muhafazakârların uluslarararası ilişkilere yaklaşımı, devlet çıkarı ve gerekliliği gibi iki modern kavrama dayanmaktadır -raison d'etat (raison d'etat: devletin varlık sebebi) bu deyim ikisini de kapsamaktadır. Muhafazakâr devlet adamı -Guicciardini ve Rohan'a göre- devletin çıkarının politik eylemin temel nedeni olduğunu ileri sürer; politikanın gereklerinin anarşik devletlerarası bağlamından çıktığı konusunda Spinoza ile hemfikirdirler (bu bağlamda devletler eylemde bulunmaya ya da savaşmaya zorlanmaktadırlar). Bu fikirlerden doğan teorik sonuçlar, genel toplumsal çıkar harmonisi liberal doktriniyle çelişmektedir. Daha ziyade, çıkar çatışması, insan ilişkilerinin normal bir durumudur ve savaş, devletlerarası ilişkilerin normal bir koşuludur. Üzerinde yeni bir dünya düzeninin kurulacağı hiçbir evrensel ilke yoktur. Her devlet -her kültür, din ve ulus- kendi gerçeğini tanımlamaktadır.Muhafazakâr düşünürler teorik tasarımların önemini küçümsemektedirler. Genellikle tecrübeyi kurgunun üzeri nde tutan pragmatistlerdir. Siyaseti pratik bir icraat olarak görürler ve olaylara uzun dönemli bir ana plân hazırlamak yerine, o anki şartlara göre tepki verirler. Uluslararası siyasete bir bilim olarak değil, bir sanat olarak yaklaşırlar. Bilinçli olarak teorik bir yaklaşım sergilemelerinden dolayı, muhafazakâr biruluslararası ilişkiler teorisinin belirgin bir unsurunu bulmak zordur. Muhafazakâr devlet adamlarının teorileştirmeleri o denli çoktur ki, 'tarihe kulak kabartarak dile getirilmiş deneysel mizaçla geçmişi inceler ve somut olaylardan sonuçlar devşirirler. Muhafazakâr kuramsallaşma, karakteristik özellikleri itibariyle çok dikkatli şekillendirilmiş, deneyselliğe dayanan bir 'geleneği korumaya' yöneliktir. Bu kuramsallaştırma, geçmiş olayların karmaşık bir şekilde birbiriyle bağlantısına; belirli bir dönemin güçleri topluluğuna olduğu kadar, 'geleneğin' her zaman için devam eden özelliklerine odaklanır. Liberalizm ve radikalizmin meydan okumaları ve ikili devrimin toplumsal ve ekonomik değişimleri, geleneklerini savunmak ve bu savunmayı haklı gerekçelere dayandırmak için muhafazakâr savunucuları halen zorlamaktadır.Bu yüzyılın en önemli teorik olarak izah edilen muhafazakâr yorumcularından biri, Friedrich Gentz'dir. (1764-1832). Avusturyalı güçlü devlet adamı Klement von Metternich (1773-1859)'in sekreteri ve dış işleri danışmanı olan Gentz, aynı zamanda en etkin isimlerden biriydi. Gentz, 1793 yılında, Burke'nin Düşüncelerini Almanca'ya çevirdi ve Bur-ke'nin fikirlerini benimsedi. Uluslararası siyaset üzerine kaleme aldığı yazılarında sürekli gündeme gelen konu, savaş ve barışta istikrarlı bir yapı olarak icraatta bulunmak için aynı görüşü paylaşan insanların koalisyonu fikridir (Gentz 1953). Gentz Rusya, Avusturya ve Prusya arasındaki bir ittifakın, radikal Fransız ve İngiliz fikirlerinin etkisini azaltmak ve devrimci Fransız gücünün yayılmacılığını kontrol altına almak için gerekli olduğunu ileri sürüyordu (Gentz 1806).Gentz, inancını, bir koalisyon olarak eski düzeni koruyacak olan Na-polyon Kutsal İttifakı sonrasına dayandırmaktadır. Gentz, Kutsal İttifak parçalandığından, XIX. yüzyılın gelişimine karşı durmak için XVIII. yüzyıl uyumunun* idealize edilmiş bir versiyonu olan Kıta Avrupası Düzeni fikrini destekledi. Gentz'e göre, kuvvetler dengesi, toplumsal düzeni koruyan yerli geleneksel otoritenin uluslararası karşılığıydı. Mevcut dengenin bozulması durumunda, meydan okuyan gücün önünün kesilmesi, üyeliğe dahil edilmesi, içkinleştirilmesi ve yeni fakat benzer bir statükonun kurulması gerektiğini belirtti. Yunanlıların Türklere karşı isyanı, İspanyol liberallerinin Bourbon

Page 116: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

mutlakiyetçilerine karşı muhalefeti, Latin Amerikalıların İspanya'ya savaş ilânı ya da AlmanConcert of Europe: 1815 yılında Avrupa devletlerinin gerçekleştirmiş olduğu uyum antlaşması (ç.n.)öğrencilerin Prusya polisiyle çatışması hakkında yorum yapıp yapmadığı bir yana Gentz, Metternich'in liberalizm ve demokratikleşme güçlerine muhalefet etme ve eski düzeni savunma siyasetine destek verdi.Metternich de kuvvetler dengesi sisteminin bir savunucusuydu; uluslararası siyasetin gidişatından bütün etik yanıltıcı düşünceleri uzaklaştırdı. Napolyon'un iktidardan düşüşünden sonra, savaşa olan eğilimi yüzünden Fransa'nın cezalandırılması yönündeki önerilerinden dolayı kendisinden daha ahlaki zihniyete sahip meslektaşlarına karşı çıktı. Kıta Avrupası'nda istikrara dayalı bir düzen kurulacaksa, Fransa mutlaka denge sisteminin önde gelen aktörlerinden biri olarak katılmalıdır. Gereğinden fazla cezalandırılırsa, Fransa zayıflatılabilir ve Avrupa kendisini Rusya'nın merhametine terk eder. Avrupa, ne dengesiz bir düzene sahip olabilirdi, ne de kısıtlamasız bir adalete.Muhafazakâr uluslararası ilişkiler teorisyenleri arasında Cari Philipp Gottlieb von Clausewitz (1780-1831), en bilgeleri olarak yer almaktadır. Kendisi, uluslararası siyaset hakkındaki görüşünü, muhafazakâr duyguyu gayet iyi özetleyen bir credo(amentü)da dile getirmiştir: 'Tedbirsizliği asla elden bırakma, diğerlerinin yüce gönüllülüğünden hiçbir şey umma; olanaksız hale gelinceye kadar amacını elde etmek için asla vazgeçme; devlet şerefini kutsal bil' (Clausewitz 1962, s. 304.)Clausewitz, büyük bir entelektüel uyanış olarak, Napolyon'un Prusya'yı büyük bir yenilgiye uğrattığı Jena Savaşı'na (1806) katıldı. Yenilgiye uğrayan Prusya ordusunda bir subay olan Clausewitz, Fransızların zaferinin Napolyon'un bütün Fransız halkını savaşa teşvik etmesi ve savaşı milliyetçi bir heyecanla ateşlemedeki kabiliyetine bağladı (Clausewitz 1976, s. 593). Clausewitz geleceğin manevi olarak birleşmiş uluslara (Völker) ait olacağını fark etti. Napolyon ona, halka dayanmayan orduların yıkılacağını gösterdi.Fransa'da hapsedilen Clausewitz, Prusya'nın yenilgisi ve Alman ulusunun parçalanmışlık kaderi üzerinde uzun uzun düşündü. Prusya'nın yüz yüze kaldığı vazifenin sadece askeri reform değil, aynı zamanda, manevi bir yenilenme olduğunu da gördü. Yok olma tehlikesiyle karşılaşan Prusya'nın yönetici Hohenzellerin hanedanının vatansever bir duyarlılık dile getirmesi ve bunu işlemesi; kendisini halka dayalı milliyetçi bir hareketin konumuna yerleştirmesi ve modern bir ulus-devletin gerçekte nasıl olabileceğini ortaya koyması gerekliydi.4Clausewitz, insanlığı, her biri kendine has karakteristik niteliklere sahip, tabiî bir şekilde uluslara bölünmüş olarak görüyordu. Ve her birhalkın, kendi milli kimliğini ifade etmek ve özgürlüğünü devam ettirmek için bir devlet oluşturduğunu ileri sürüyordu (Clasewitz 1922). Bu bakış açısında demokratik bir yaklaşım mevcuttu, çünkü devlet politikalarının bir şekilde halkın iradesini yansıtması gerektiğini tasdik ediyordu. Bununla beraber, Clausewitz'in kendine özgü demokrasi anlayışı, Aydınlanmanın halk katılımı fikrinden farklılık taşıyordu. O, hırs ve şansla sınırlandırılmış olduğunu düşündüğü insan aklının potansiyelinden kuşku duyuyordu; geniş katılım üzerine temellendirilmiş bir sistemin, 'vatandaşların gece yattıklarında hükümetin dün, bugün yaptıkları ve yarın yapacaklarından kaygılanmalarına' imkan vermemesinden endişe duyuyordu' (H. Smith 1990, s. 43). Atlantik kıyısındaki ülkelerin demokrasi fikirlerine güven duymaması, Kıta Avrupası muhafazakârlığının ataerkil bakış açısına uymaktadır.Clausewitz, çıkar çatışmasının insan toplumlarına içkin olduğu yönündeki muhafazakâr öncül üzerine bir savaş teorisi geliştirmiştir. 'Savaş insanın toplumsal varlığının bir parçasıdır. Savaş, kanlı çatışmalarla çözümlenen önemli çıkarlar arasındaki bir çatışmadır; onu diğer çatışmalardan ayıran da sadece bu yoldur, diye yazıyordu (1976, s. 78 vd.). Savaş, insan çatışmasının en üst tezahürüdür; tek noktaya odaklanmış bir siyasettir.Bu öncülden hareketle Clausewitz, savaşın toplum ve tarihe eklemlendiği argümanını geliştirmiştir. Savaş asla tek başına duran bir eylem değildir. Patlak verişini, yönetimini ve sonucunun doğasını etkileyen belirgin toplumsal

Page 117: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ve tarihsel bir bağlamda ortaya çıkmaktadır. Savaş, savaşçı duygulara sahip olanların niyetleriyle, askeri güçlerinin doğasıyla, savaş meydanının coğrafi konumuyla, tarafların savaş öncesi ilişkileriyle ve uluslararası çevreyle şekillenir. Modern dönemde, devletler birbirleriyle öylesine yakın ilişki içerisindedirler ki, 'Avrupa'da hiçbir top, tüm devletlerin çıkarlarının etkilendiğini düşünmeksizin ateşlenemez' (s. 590). Kan davası güden insanlar için doğal eğilime ve devletlerarası etkileşimin yoğun karmaşasına hazırlanmış olan Clausewitz, kendi toplumsal çevresi üzerinde sonsuza dek sürecek bir düzen empoze etmek kabiliyeti hakkında herhangi bir şüphe beslememektedir. O, vatandaşların zekâsına pek fazla itibar etmemektedir; bunun yerine, istisnai liderlerin -generalin yeteneği, devlet adamının bilgeliği- dehasına ve tarihsel olarak belirlenmiş halkın kolektif aklına inancım belirtmektedir.Savaş, uluslararası ilişkilerde doğal bir nitelik olmasına rağmen, siyasetten ayrılamaz; siyasetin bir parçasıdır, onun bir şekli, diğer araçlarınIeklenmesiyle siyasal etkileşimin devamlılığıdır. 'Diğer araçların eklenmesiyle' ifadesini bilinçli olarak kullanıyoruz, diye açıklamaktadır:"Çünkü biz, savaşın kendi içinde siyasi münasebeti askıya almadığını veya tamamen farklı birşeye dönüştürmediğini de açığa kavuşturmak istiyoruz.... Savaş siyasal yaşamdan ayrı düşünülemez; her ne zaman zihnimizde savaşın siyasetten ayrı olduğu kanaati belirirse iki öğeyi birleştiren pek çok bağlantı kopar, hedefsiz ve anlamdan yoksun bırakılmış oluruz" (s. 605).Devlet adamının ve stratejistlerin önde gelen yapıcı endişesi, kendi devletlerine özgü olan siyasal hedefler olmalıdır. Egemen ulus devletlerin siyasal çıkar ve hedefleri, tarihin her anında, karışık siyasal alanlar oluştururlar. Bunlar, devletlerin karakterleri, ulusal liderlerin algılama-larıyla ve (genellikle sınırlı) amaçlarıyla belirlenir: Teritoryal ilhak, Toprak ilhakı, bölgesel egemenlik ya da devletlerarasında mevcut güç ilişkilerinin sürekliliği.Devletler kendi konumlarını dinamik diplomatik-stratejik alanda gözlemlerler ve çıkarların aralıksız olarak değişen matrikslerine uyarlar (Aron 1966, s. 4-16, 437-58; 986). Gücün rolünü vurgulamakla Clausewitz, Thucydides'in 'taraf olan devletler eşit güce sahip oldukları sürece, yasa ve adalet uluslararası siyasette bir rol oynar', görüşünü tekrarlamaktadır. Aksi halde, güçlüler istediklerini yaparlar, zayıflar da yapmak zorunda oldukları şeye katlanırlar; neye katlanmak zorundalarsa ona katlanırlar.Savaşın amacı 'isteğimizi yapmak için düşmanı kovmaktır' (s. 75). Bu amacı gerçekleştirmek için, düşmanın silahlı kuvvetlerini çökerterek onu savunmasız bırakmak ya da düşmanı 'yapmaya zorlayacağınız şeyden daha nahoş bir vaziyete' düşürmek gerekir (s. 77). Clausewitz, kitabının büyük bölümünü, zafer kazanan devleti barış koşullarını belirleyecek ve bu sonuçları gerçekleştirebilmek üzere gerekli olan çeşitli teknikleri dikte edecek bir konuma yükselten açıklamalara ayırmıştır. Fakat Clausewitz'in temel kaygısı, savaş tekniklerinin ortaya konması değildir; bu tekniklerin hizmet etmek zorunda oldukları siyasal sonuçlar ve hedeflerdir.Ulus devletler, hedeflerini teminat altına almak ya da daha da geliştirmek için günlük çabalarında sık sık savaşa yer vermezler. Bununla beraber, ulus devletler her zaman savaş riskine maruzdurlar ve sürekli or-duların gölgesindedirler. Çevreleri, hiçbir mutlak güç dengesini mümkün kılmayacak şekilde değişim ve belirsizliklerle doludur. Güçler dengesinin dalgalanmasına yol açacak şekilde devletlerin gücü artar ve azalır. Sonuç olarak, iki ordu arasındaki uzun barış dönemleri 'denge kavramıyla açıklanamaz. Tek açıklama, her iki devletin de harekete geçmek için en uygun zamanı beklemeleridir' (s. 82). O zaman, barış, savaşın geçici yokluğundan başka bir anlam ifade etmemektedir.Clausewitz, aynı zamanda, savaşın katı ve açık siyasal anlamının ötesinde bir ifadesi olduğunu belirtmektedir. Bazı nedenlerden ötürü devletler, çıkarlar çatışmasında en azından geçici söz sahibi konumunda bulunup, sınırlı savaşı dolaylı olarak kabul etmeye razıdırlar. Bunun için iki sebep öne sürmektedir. Öncelikle savaş kabul edilir, çünkü fiziksel gücün kullanımı, çıkar çatışmalarına sahip bireyler ya da gruplar arasında yaygın şekilde görülür.

Page 118: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

İkincisi, çarpışmaya ve savaşa özel bir nitelik kazandıran iki faktör vardır: Daha büyük siyasal amaçlarla biraraya getirilen savaş, devlet adına yürütülür; aynı zamanda, savaş siyaseti aşar, çıkar çatışması 'kanlı çarpışmalarla çözülür' (s. 149).Clausewitz, savaşın ilk tanımında 'kanlı çarpışmalara' atıfta bulunurken evrensel önemini ima etmektedir. Kanın akmasının, insan ilişkilerinde son derece önemli bir sembolik anlamı ve güçlü bir mitsel cazibesi vardır. Hıristiyanlık dahil olmak üzere çeşitli mit ve dinler, kefaret, arınma ve yenilenme ritüellerinde hem yaşam hem de ölümün sembolü olarak kanı kullanırlar. Kan bir dizi toplumsal ilişki ve siyasal amaçlarla ilişkilidir. Savaşlara yapılan referanslar ve kahramanvari bir şekilde kendini adamanın bir sembolü ve sahiplik ya da üyeliğin önemli göstergesi olarak kan, güçlü duyguları hareket geçirmektedir. Clausewitz şöyle demektedir:İnsanların, varoluşuna saygıdan ve özgürlüğünden daha yüce bir şeyi değerli görmek zorunda olmadıklarına, bir halkın, hiçbir zaman varlığının itibârından ve özgürlüğünden daha yüksek bir şeye değer biçmemesi gerektiğine inanıyorum; kanlarının son damlasına kadar bunu savunmak zorundadır... korkakça bir teslimiyet tamamen ortadan kaldırılamayabilir; insanların kanında dolaşan teslimiyet zehiri çocuklara geçer ve daha sonraki nesilleri felç ederek güçlerini yok eder; ... kanlı ve dehşetli bir savaş insanların yeniden doğuşunu, savaş kaybedilse bile, temin eder ve böylesi bir mücadele yeni ağaçların kaçınılmaz olarak çiçek açacağı yaşamın tohumlarıdır (Clausewitz 1962, s. 30).ISON BÜYÜK SENTEZCİXIX. yüzyılın bitimine doğru liberalizm, radikalizm ve muhafazakâr-lık'dan oluşan bu üç ideolojik eğilim gelişme gösterirken, bir tarafta bölünme ve birlik, öbür tarafta rekabet ve gelişme gibi yüzyılın önde gelen konularında yankılarını göstermeye başladılar. XIX. yüzyılın ilerleyip bu üç ideolojik yaklaşım evrildikçe, gelişmeleri de çağın önde gelen temalarında -bir tarafta parçalanma ve birlik, öte tarafta rekabet ve ilerleme- yankısını buldu. Her bir eğilimin savunucuları görüşlerini netleşti-rirken, evrensel plânda uygulanabilir düşünce sistemleri ürettiler.Güncel siyasette bu rekabetçi düşünce sistemleri güçlü bir şekilde ortaya çıkmadı ve çok katı sınırlarla birbirlerinden ayrılmamışlardı; liberalizm, radikalizm ve muhafazakârlık taraftarları sık sık, ortak bir çıkar çerçevesinde, geçici bir süre için, ikili gruplar halinde diğer üçüncü ideolojiye karşı ittifaklar oluşturdular. Bununla beraber, teoride üç ideoloji bazı ortak varsayımlara sahipken, bütün olarak ele alındıklarında birbirleriyle çelişiyorlardı.5 Liberal ideoloji, muhafazakârların toplumun kalbi, ruhu ve birleştirici unsurları olarak kabul ettikleri kısıtlayıcı toplumsal, siyasal ve ekonomik kurumları ortadan kaldırma çabasından doğdu. Radikalizm, hem ancien rigime'in (yerleşik düzen) rahat dünyasına hem de kendine güvenen, kendini beğenen liberalizme yöneltilen eleştirinin bir sonucuydu. Muhafazakârlık, kendi temel niteliğini radikalizme ve liberalizme muhaliflikle açıkladı. Teori bağlamında Batı toplumu, birbiriyle rekabet halindeki bu üç siyasal yaklaşıma bölündü.Çatışmanın odağında, 'gelişme' ilerleme' ve 'rekabet' fikirlerinden kaynaklanan sorular bulunuyordu. Liberalizmi benimsemiş olan Atlantik kıyısı ülkeleri, aynı zamanda, sanayileşmeye, tarım reformuna ve siyasal demokrasiye de sahip çıktı. Bu ülkelerin ekonomileri dinamik ve gelişimciydi; öte yandan bu ülkeler, 'gelişme' kavramını gündeme getirerek tanımladılar. Orta ve Doğu Avrupa halkları, kendilerini Batı'nın ekonomik ve siyasal güçleriyle rekabet halinde ve şaşırtıcı ilerleme fikriyle mücadele içerisinde buldular. Prusyalı felsefeci George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), sadece söz konusu anti-liberal Kaygı'yi (Angst) dile getirmekle kalmadı, aynı zamanda, çağının en önemli konularını, o zamana kadar icad edilen anti-liberal söylemin en zengin niteliklerinden birini ortaya koyan karmaşık ve soyut bir sistemde biraraya getirdi (Airas 1978, s. 472vd; Chanteur 1992).Hegel, çağını en iyi şekilde temsil eden bir duyarlılığa (ya da onun söylemiyle 'ruha') sahipti. Hegel'in siyasal teorisinde, yüzyılın ilerlemeci ve rekabetçi konuları iç içedir; Hegel'in bu teorisi, iki farklı rekabet görüşünü de

Page 119: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

içermektedir: Uyumluluk ve çatışmacılık. Hegel'e göre, tarih, son doğru veya ideanın ilerlemeci bir şekilde gerçekleşmesidir. Bu idea, Mutlak mutlak sona doğru diyalektik bir çatışma vasıtasıyla gelişmektedir.Hegel'in bu yaklaşımında tarih, olaylardan ziyade idealar bağlamında anlaşılmalıdır. Tarih, mutlak ideanm tam anlamıyla kendi bilincine ruh (Geist) olarak ulaşması ve kendisini akim, özgürlüğün ve eşitliğin oluşturduğu yeni dünya ruhunda (ya da Weltgeist) görmesi suretiyle gerçekleşen evrimci bir süreçtir. Hegel'e göre, bu süreç doğrusal değil, diyalektiktir: Verili bir düşünce, içkin olarak daima birbirine zıt yönler içerecek ve kendi olumsuzunu kendi tayin edecektir. Böylece, verili bir ilişkiler (tez) durumu kaçınılmaz olarak muhalif ilişkiler (antitez) kavramım üretecektir. Bu ikili arasındaki çekişme, antitez kadar orijinal tezin önemli öğelerini içeren, fakat her ikisinden daha fazla ve tamamen farklı bir şey olan bir uzlaşma, bir füzyon (bir sentez) olan Aujhebung'da çözülecektir.Hegel, bu sistemini 1807 yılında yayımlanan Ruh Fenomenolojisi (The Phenomenology of Spirit) isimli eserinde gündeme getirdi. Hegel, Fransız Devrimi'nde ilerlemeci değerlerin karşı konulamaz yükselişini görürken, Napolyon Savaşları'nda da bu değerlerin dünya çapında zafer kazanmasına tanık oldu. Clausewitz gibi Hegel de Napolyon'u, gerektiğinde güç kullanarak, Avrupa'da özgürlük ve eşitlik fikirlerini evrenselleştirme yönünde icraata geçmek suretiyle nihai gelişmeyi tamamlamaya çalışan tarihin bir aktörü olarak gördü.Napolyon'un iktidarı kaybetmesinden ve Orta ve Doğu Avrupa'da ortaya çıkan tepkinin zaferinden sonra Hegel, yaptığı vurguyu ilerlemeye eşlik eden gerekli rekabet ve mücadeleye çevirdi. Hegel bu yeni analizini, son ve önemli eseri Doğruluk Felse/esi'nde (1980 [1821]) gündeme getirdi. Bu çalışmada, Geist'in kendini, rasyonel bir şekilde organize olmuş (ve bu yüzden hakikaten özgür) ulus ya da Volk (halk) vasıtasıyla nasıl ifade ettiği tartışılmaktadır. Halk (Volk), Hegel'in son çalışmasında temel manevi bir birimdir. Her bir özgür halk (Volk), kendine özgü bir ruha sahiptir. Bu halk ruhu (Volkgeist), kendi devletinin kurumlarında ifadesini bulan bir ulusun birey ötesi aklı veya 'erek edinilmiş ru-hu'dur. Devletsiz bir halk sadece zayıf, 'şekilsiz bir kitle' gibidir (Hegel, 1980, s. 183).Devletlerin iç siyaseti ahenk içerir; devlet erek edinilmiş halk ruhu olduğundan, 'birey' bizzat kendi, sadece bir devletin üyesi olarak 'nesnelliğe, gerçek bireyselciliğe ve etik bir yaşama sahiptir' (s. 156). Bunun aksine, devletlerarasındaki siyasette aşırı çatışma hali söz konusudur. Hegel'in ilk çalışmalarında, Volkgeist, Weltgeist'in ikincil, tarihsel olarak özel bir parçasıdır -nihai noktada, Weltgeist açığa çıkacak ve bireysel Volkgeist'm ve (devletinin) öz bilincini ve özgürlüğünü bulacağı son bağlamını ortaya koyacaktır. Bununla beraber, Napolyon'un yenilgiye uğramasından sonra, Hegel'in uzun süredir sahip olduğu iyimserliği sona erdi. Voîfegeist'le Weltgeist arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmayı va-ad eden bu düşünceden uzaklaşmakta ve ulus devletlerarasındaki şiddetli rekabet uluslararası siyasetin sürekli bir niteliği olarak ortaya çıkmaktadır.Hegel, Clausewitz'in halkın egemenlik isteğini dile getiren bir devletin ve 'şayet devletler anlaşamadıklarında ve kendi belirli istekleri ahenkli bir yapı sağlayamadığında sorun savaşla çözümlenir' görüşünü destekledi (s. 214). Böylesi 'bir savaş, mutlak bir kötülük ve salt dışardan kaynaklanan bir hadise olarak kabul edilmeyecektir'. Aksine, Hegel'e göre savaşlar; yapıcı, hatta ilerlemeci işlevlere sahiptir. Savaşlar milli bütünlüğü daha da geliştirir; devletlerin büyümesini tetikler ve tarihin ilerlemesine yardımcı olur. Savaşlar, aynı zamanda, kurulu ulus-devletleri yozlaşmaktan korur; barış insanları ve devletleri rahata alıştırır -'uluslarda ortaya çıkan yozlaşma, uzun süreli barışın ürünü olacaktır.'- demektedir Hegel. (s. 209). Savaşlar devletleri dinç ve uyanık tutar.Hegel, kısmen, XIX. yüzyıl başlarında ortaya çıkan bütün konuları sentezine dahil ettiğinden; kısmen de ortaya koyduğu argümanların soyut olmasından ötürü, bütün ideoloji mensuplarının onun çalışmalarından kendilerine destek bulmalarıyla önem kazandı. Hegel, çağa damgasını vuran tarihi evrimin safha teorilerinin (stage-theories) felsefi alt yapısının oluşturulması konusunda

Page 120: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

destek sağladı. Bu durum, başlangıçta, 'insanlık tarihinin ilkel kabile yaşamından, giderek farklılaşmanın toplumsal gelişme anlamına geldiği evrimin daha üst basamaklarına geçtiği' görüşüne sahip liberallerin ilgisini çekmiştir. Bununla beraber, bir süre sonra Hegel'in 'özgürlük' ve 'eşitlik' tanımları ve güçlü bir devletin soyluluğu liberal bakış açısıyla bağdaşmaz olduğu ortaya çıktı. Yüzyılın son on yıllarında, Darwin'in evrim teorisi, tarihi ilerlemeye da-ir alternatif bir bakış açısı sunarken (ve liberal standartlarca, daha 'bilimsel' kabul edildiğinde), Hegel'in fikirleri Atlantik kıyısı ülkelerdeki liberal kültürde etkisini yitirdi.6Hegel düşüncesinin en güçlü kökleri Kıta Avrupası'nı sardı. Bu düşünce, Kıta Avrupası'ndaki muhafazakârlara, engelleyemedikleri dramatik toplumsal değişiklikleri anlamalarına yardımcı olacak bir dizi kavram sundu. Aynı zamanda, Alman siyasetinin parçalı doğasından dolayı hayal kırıklığına uğrayan muhafazakârlar, Hegel'de ruh gibi 'hayali toplum' ya da tarihsel olarak tekamül etmiş ve kendilerim, sözleşmeye dayalı bir toplum ve ulus oluşturmak için halk vasıtasıyla dile getirmiş bir dizi manevi ortak değerler bütünü olarak 'ulus devlet' kavramını buldular. Hegel'in argümaları, Burke'nin toplumsal düzen ve bireysel özgürlük için organik, tarihsel olarak yaratılmış bir bütün ve gerekli bir şart olarak İngiliz devletinin muhafazakâr görüşünün Alman (Teutonic) karşıtını yarattı.Hegel, aynı zamanda, Kıta Avrupası radikallerini hayrete düşürdü; radikallerin çok beğendikleri ilerleme doktrinlerine ve diyalektik yönteme uygun bir felsefi destek sağladı. Hegel, insan emeği kavramının ışığında eski, radikal insan yabancılaşması konusunu yeni baştan ele aldığında, radikal teorileştirme üzerine doğrudan bir etkiye sahip oldu. XIX. yüzyılın başlarından itibaren, radikal teorisyenler 'iş' kavramım toplumsal eleştirinin odağına yerleştirdi (Marx 1975a; Meszaros 1970).1831 yılında ölümünden sonra, Hegel'in çalışmaları, özellikle geleneksel sanayilerin ve ucuz ingiliz ithal ürünlerinin akını nedeniyle büyük bir sıkıntı içerisinde olduğu Almanya'da yayıldı. İngiliz ve liberal karşıtı duyarlılıklar, ekonomik vatanseverlik ve Alman zanaatkârlığına romantik bir empatiyle iç içe geçti ve Hegel'in argümanlarından yola çıkılarak yeni uygulamalara hız verildi. Hegel'in yorumları iki kampa bölündü. Muhazakâr Sağ Hegelciler, bir şekilde Hegel'i yanlış anlayarak geçmişe vurgu yaptılar; eski, daha doğrusu hayal kırıklığına uğramış Hegel üzerinde vurgu yaptılar. Bu grup, tarihin diyalektik ilerlemeciliği vasıtasıyla Almanya'nın bölünmüşlüğünün, birlik ve halk (Volk) fikrini üretip kaçınılmaz olarak bir Alman devleti yaratılmasına yol açacağı görüşündeydi. Hegel'in halka, savaşa ve tarihe yaptığı vurgu ve en iyi devlet şekli olarak monarşiyi savunması, Prusya'da sevilmesine yol açtı.Radikal Sol Hegelciler ise, Hegel'in erken dönem diyalektiğinde devrimci bir uluslararası gücü gördüler. Tarihin bir süre sonra Prusya devletini ortadan kaldıracağını iddia ettiler. Yaptıkları analizler -KariMarx'in çalışmalarında açıkça görüldüğü üzere- bir süre sonra tarihi evrimin ve onun gerekli ön koşullarının kaderi hakkındaki çalışmaları devam ettirdi.YÜZYILIN DUYARLILIKLARI DÜŞÜNCESİSanayileşmenin yaygınlaşması, ticaretin artması ve demokratik ideallerin, özgürlüğün ve eşitlik taleplerinin yoğunlaşması eski düzeni ortadan kaldırdı. Bunda, toplum bilimlerinin gelişme kaydetmesi de önemli bir paya sahiptir; özellikle siyasi iktisadın hızla gelişmesi, bilhassa XIX. yüzyıl toplumsal kuramında derin izler bırakmıştı. Bu olaylar, Batı'da sosyal teorilerin parçalara ayrılmasına katkı sağladı. Hegel'in ölümünün ardından, farklı ideolojiler arasında ve Batı dünyasında doğu ve batı bölgeleri arasında bölünmeler patlak verdi.XIX. yüzyılda, siyasal ideolojilerin farklı toplumsal düşünce sistemlerine evrildiği görüldü. Bu ideolojiler, Batı Avrupa'da tek biçimde gelişme gösterip kök salmadı; fakat kabaca, farklı ekonomik ve toplumsal sistemlere tekabül eden iki farklı siyasal geleneğe ayrıldı.İki Batılı İki GelenekEn temel kavramlar bağlamında en genel tabiriyle, söz konusu bölünmenin kökenleri Roma İmparatorluğu'nun bölünmesine kadar geri götürülebilir (Szücs

Page 121: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

1990; Geiss 1993). Bu ayrılma, orta çağda yeniden gerçekleşerek XVI. yüzyılda pekişti; Batı Avrupa, ticaret ve imalat sektöründe uzmanlaşan şehirlerin ve liman merkezlerinin hakim olduğu bir nitelik kazanırken (Amsterdam, İngiltere ve Kuzey-batı Fransa), Doğu Avrupa, hammaddelerin geleneksel imalâtında, kırsal üretimde uzmanlaştı (Moore 1966; Wallerstein 1974; Hall 1986). Bu bölünme, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, Hollanda, ingiltere, Amerika, Fransa gibi Batı'daki birkaç ülkede siyasal devrim, tarım reformu ve savaş endüstrisi alanlarında ücretli işçi sınıfının ortaya çıkışıyla hızlandı. Bütün bu ülkeler, geliştirdikleri fikirleri kuzey Atlantik kıyısı ülkelerine yaydılar. 1800 yılına gelindiğinde, Batı dünyasındaki bu siyasal ve ekonomik bölünme, demokratik, Aydınlanmanın etkisinde ilerleyen, siyasal fikirler ortaya koyan ve Kuzey Atlantik kıyısı boyunca konuşlanmış olan piyasa ve ticaret odaklı ulus devletlerle, Elbe Ir-mağı'nın doğusundaki tarıma endeksli, otoriter devletlerarasında açıkça belirginleşmeye başladı.1772 Ricardo1800 10 20 30 40 50 60 70 80 90 1900183218325J18316J 182311780 Clausewitz18311789 List8||9 18(46[Î804 Cobten 10 1865|1818 Marks 11 12| 1883||1820 Engels 11 1895|J1805 Mazzini 13| 1872|1809 Darwin u\ 1882[Î826 Bagehot 15[ 187)71834 Haeckel 16j1844 Ratzel 17| 190!|1840 Summer 18|19l|4. Grafik. XIX. yüzyıl'da yazılan bazı eserler1. Reflections on the Revolution in France (Fransa Devrimi Üzerine Düşünceler) (1790)2. 'A Plan for a Universal and Perpetual Peace' (Evrensel ve Kalıcı Bir Barış İçin Plan) (1794)3. Fragments Upon the Present State of the Political Balance of Europe (Avrupa'nın Siyasi Dengesinin Mevcut Durumu Üzerine Fragmanlar) (1806)4. The Phenomenology of Spirit (Ruhun Fenomenolojisi) (1807)5. The Philosophy of Right Doğru Felsefesi) (1821)6. Principles of Political Economy and Taxation (Siyasi İktisat ve Vergilendirme İlkeleri) (1817)7. On War (Savaş Üzerine) (1832)8. The Natural System of Political Economy (Siyasi İktisadın Doğal Sistemi) (1837)9. The National System of Political Economy (Siyasi iktisadın Ulusal Sistemi) (1841)10. Speeches on Peace, Financial Reform, Colonial Reform and Other Subjects During (Barış, Finansal Reform, Sömürgeci Reform ve 1849'un Diğer konuları Üzerine Konuşmalar) 184911. Communist Manifesto (Komünist Manifesto/Komünist Parti Monifestosu) (1848)12. Capital 1 (Kapital) (1867)13.'People's War' (Halkların Savaşı) (1855)14. Ün the Origin of Species (Türklerin Kökenleri Üzerine) (1859)15. Physics and Politics (Fizik ve Siyaset) (1872)16. The Riddle of the Universe (Evrenin Bilinmezliği/ Muamması) (1899)17. Political Geography (Siyasi Coğrafya) (1903) 18.'War'(Savaş) (1903)Liberal Aydmlanmacı değerler, İngiliz tarihinde derin köklere sahipti. Örneğin, insan hakları ve bireysel özgürlük kavramları Magna Car-ta'da (1215) yer

Page 122: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

alıyordu. XVIII. ve XIX. yüzyılın hızla gelişen ekonomik ve siyasal evriminde, yayılmacı orta sınıflar, toplumsal eşitlik, bireysel özgürlük ve özel mülkiyetin engellenmemiş birikimi hakkını benimsediler. 1830'lu yıllarda birbiri peşisıra geçen siyasal ve anayasal Reform Yasa Tasarıları, İngiltere'yi Avrupa'da en liberal ülke konumuna getirdi. XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, pek çok ingiliz düşünürü, Bentham'ın serbest ticaret görüşü lehine merkantalist düşünceyi reddetti.Napolyon sonrası Fransa'sında, liberal ideoloji, istemeye istemeye benimsendi; iç siyasette çeşitli görüşten demokratlarla, önce üstünlüğü ele geçirmesine rağmen daha sonra kaybeden devrim karşıtı tepki arasında yoğun bir mücadele yaşandı. 1830 yılının Temmuz ayında işçiler, entelektüeller ve burjuvazi üyeleri, Paris'de reaksiyoner gerici X. Char-les'ı tahtından indirerek yerine ilerlemeci Louis-Philippe'yi geçirdiler. Paris parlamentosu, Fransa'nın ekonomi politiğini liberalleştiren bir dizi yasayı kabul etti. Bununla beraber, (Fransa bağlamında reaksiyoner gerici bir içeriği olan) muhafazakâr eğilim, Fransız siyasetinde önemli bir faktör olarak varlığını sürdürdü. Devrim ve Rousseau tarafından ateşlenen radikal gelenek, Fransız siyasi hayatının sabit öğeleri olarak kaldılar.Avusturyalı muhafazakâr devlet adamı Klement von Metternich'in izlediği siyasetle, Atlantik kıyısı ülkeleriyle Kıta Avrupası arasındaki toplumsal ve siyasal farklılıklara dikkat çekildi. Napolyon'un yenilgisinin ardından Metternich, Avrupa'ya kapsamlı bir barış anlaşması sunan Viyana Kongresi'nin (1814-15) mimarı oldu. Metternich'in niyeti -daha sonra Avrupa Birliği (Concert) olarak bilinen- düzenli aralıklarla gerçekleştirilecek kongrelerle, Avrupa devletleri arasındaki anlaşmazlıkları giderecek ve Kıta Avrupası'ndaki devrimi bastırmaya çalışacak savaş sonrası siyaseti şekillendirmekti.Metternich'in Avrupa Birliği çabası, Mutlakiyetçi çağ Avrupasını ye-niden inşa etme yönündeydi. Bu çaba, devrim öncesi dünya politikası bakış açısına dayanıyordu ve Avrupa'nın en otokratik rejimleri tarafından desteklendi. İngiltere, başlangıçta Birliğin bir üyesiydi; fakat daha sonra kongrenin muhafazakâr yapısıyla yollan ayrıldı. İngiltere, serbest ticareti sürdürmek ve liberal değerlerin dünyanın geri kalan bölgelerine yayılmasını desteklemek istedi, ingiltere, 1822 yılında küskün bir şekilde Birlik'ten ayrıldı ve Güney Amerika uluslarının ispanya'ya karşı ayaklanmalarına, Yunanlıların Osmanlı'ya bağımsızlık amacıyla açtığı mücadeleye destek vermeye başladı.İngiltere, Birliği terk etmek suretiyle, Mettemich'in Batı ve Güney Avrupa'daki etkisinin azalmasına neden oldu. Fakat İngiltere, aynı zamanda, Mettemich'in, Orta ve Doğu Avrupa'daki anti-liberal siyasetini yatıştıracak fırsatı kaçırmış oldu. Hem İngiltere'nin hem de Fransa'nın müdahalesinin olmaması, Mettemich'in planına karşı konulamamasına yol açtı.Birliğin amacı liberalizmin gelişimini durdurmaktı. Bu siyaset kısa vadede başarılı oldu.7 Bununla beraber, Mettemich'in ve Kutsal Itti-fak'm sergilediği büyük çabaya rağmen, Aydınlanma projesi ve içerdiği gelişme, sanayileşme ve kitlesel katılım, tedrici bir şekilde, yüzyılın baskın görüşleri olarak ortaya çıktı. 1848 yılında, bir dizi ayaklanma dalgası Kıta Avrupası'nı sarstı ve hem Metternich hem de onun reaksiyoner gerici sistemi silinip gitti. Reaksiyonerlerin Aydınlanma karşıtlığına verdikleri desteğinin sona ermesi, liberalizmin açık bir zaferiyle sonuçlanmadı. Aksine, bu durum Avrupa'da parçalı, karmaşık bir siyasal manzaraya neden oldu. Atlantik kıyısı ülkelerinde eşitlik, akıl, özgürlük ve mülkiyet gibi önemli konular, çeşitli yorumlara neden olurken, liberalizm 'klasik' ve 'revizyonist' olmak üzere ikiye ayrıldı. Kıta Avrupası'nda bilim adamları ve devlet adamları, batı kıyılarında ortaya çıkan bireyselcilik karşıtı ideolojik tepkilerini bir dizi muhafazakâr ve radikal yaklaşımlara yönelttiler.Atlantik Teorileri: Cobden ve ManiniFransa'daki 1848 devrimi, Atlantik kıyısı ülkelerindeki gelenekle Kıta Avrupası geleneklerinden esinler taşıyan bir gelişmeye yol açtı. Ayaklanmalar, kimi alanlarda -örneğin, herkesin oy kullanma hakkı gibi- daha liberal tedbirler alınmasını gündeme getirdi; öte yandan, İmparator Louis Napoleon yönetiminde kendine özgü bir tür diktatörlük görüldü.»

Page 123: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ingiltere'de, Bentham'ın klasik öğretileri, reformist argümanların meydan okumasına maruz kalırken, liberalizmde bir bölünme gerçekleşti. Yüzyılın ortasında gerçekleşen söz konusu bu ayrım, Liberalizmin 'klasik' ve 'reformist' yorumları arasında yüzyılın ortasında gerçekleşen ayrım, devletin gerçek işlevi üzerine bir tartışmaya dayanıyordu. Siyaset ve ekonomi arasında kesin bir şekilde ayrım gösteren klasik öğreti, ekonomik alanın doğa kanunlarına uyduğunu ve devletin -ekonomik alana müdahil olduğunda- toplumsal yaşamın doğal ve ahenkli özelliklerini tahrip edeceğini ileri sürdü. Reformist liberaller bu görüşü paylaşmadılar ve devletin belirli ekonomik alanlarda aktif rolü olduğunu ileri sürdüler. Söz konusu argümanları, üretken ve bölüştürücü faaliyetler arasında oluşan bir farka (örneğin, Mili tarafından, 1866) dayanıyordu. Üretim sahası, doğa ve teknoloji tarafından belirlenen değişmez doğa yasalarına konu olmaktadır. Bunun aksine, bölüştürme aktiviteleri, toplumsal olarak belirlenmiştir ve insan kontrolüne tabidir. Reformist liberaller, toplumsal iş bölümünü harekete geçirmek ve üretimin etkinliğini artırmak için serbest piyasa kanunlarına güvenilebileceğini ileri sürdüler. Bununla beraber, söz konusu piyasa kanunlarının, üretilen malları adil bir şekilde bölüştürmek için güvenilmez olduğunu, devletin, değerlerin toplumda paylaştırılmasında önemli bir rol üstlendiğini ileri sürdüler. Devlet müdahalesi, toplumsal adaleti ve eşitliği ortadan kaldıracak toplumsal eşitsizlikleri önlemek ve serbest ekonomik rekabetin etkin bir şekilde işletilebilmesinin koşullarını gerçekleştirmek için gerekliydi.Reformist argüman, uluslararası siyasetteki liberal yaklaşımları etkiledi. Bir devlet, kendi ülkesi içerisinde ne denli aktifse, dış işlerinde de o denli aktif bir rol üstlenirdi. Devletin kendi sınırları içerisinde yani iç işlerindeki rolü, adaleti ve düzeni demokratik kanallar vasıtasıyla, halkın konsensüsüyle rızasıyla belirlenmiş şekillerde tesis etmektir. Bunun aksine, uluslararası siyasetin anarşik ortamında devlet, adaleti ve düzeni, sadece diğer devletlerin muhalefetini ortadan kaldırabildiği taktirde gerçekleştirebilir. Demokratik bir devlet, uluslararası siyaset alanında yargıç ve icracı rolünü benimsediğinde güç kullanarak verdiği hükümleri savunabilecek şekilde hazırlıklı olmalıdır. Reformist liberaller, savaşın devletlerarasındaki anlaşmazlıkları çözümlemenin aracı olacağı konusunda muhafazakârlarla aynı fikri paylaşacaklardır. Bu fikri paylaşmak suretiyle, devletin iç siyasete müdahalesi, devletlerarası ilişkilerde savaşın işlevsel muadiliyle karşılaşacaktır. İngiltere Dışişleri Bakanı SirIEdward Grey (1925, s. 286), bir liberal devlet adamının tecrübelerini konu alan hatıratında, gücün devletler içerisindeki gibi devletlerarasındaki kanunları onaylamasında da etkin olması gerektiğini dile getirdi. Herbert Spencer, bu konuyu son derece veciz bir şekilde ortaya koymaktadır: 'Polisler, tek başına eylemde bulunan askerlerdir; askerler ise birlik halinde eylemde bulunan polislerdir.' (Spencer 1897, s. 118).Bentham, barış ve düzenin faydacılık, serbest ticaret ve devletin müdahale etmemesi ilkeleriyle en iyi şekilde garanti altına alındığını ileri sürmüştü. Bentham'ın izinden gidenler, dolaşıma açık sınırlar boyunca yayılan eşyaların mal ve fikir akımlarının dünya ilişkilerinde olumlu barışçıl etkileri olduğunu ileri sürdüler. Milletler, fetihlerden daha çok ticaret yoluyla zenginleşirler. Richard Cobden'e göre, insanlığı nihayetinde refah ve anlayış ağına sürükleyecek yeni iletişim araçları geliştirerek, çatışmalarla ve savaşlarla mücadele edilebilecektir; parlamentolar, uluslararası konferanslar, basın, zorunlu eğitim, okuma salonları, posta, demiryolları, deniz altı telgraf hatları, okyanus bağlantıları ve Manchester pamuk borsası barış ve huzurun anlaşılmasına yönelik güçlerdi (Bla-iney 1973, s. 18-32).Fakat, demokratik devletler kendine güvenen, hoşgörüsüz ve saldırgan despotlara nasıl güvenebilir? Cobden, demokratik bir devletin, demokratik prensipleri reddeden bir devlete karşı hoşgörülü olup olmayacağı türünden zor bir sorunu çözmeye çalışan ilk liberal teorisyenlerden biriydi. Cobden, yasasız uluslararası çevrelerin, 'toplumu yozlaştıraca-ğını; refahını sona erdireceğini, hayranlık duyulacak yanlış tanrılar icad edeceğini ve yeni neslin gözleri önünde sahte hayranlığın parıldayan bir düzeyine odaklanacağını' söylemişti (Morley 1881, s. 276). Böylesi zararlı uluslararası güçlerle karşılaştırıldığında,

Page 124: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

demokratik toplumlar müdahaleci olmayan siyasetlerini devam mı ettirmeliler? Veya despo-^m ve onu destekleyen cahillikle mücadele mi etmelidirler?Cobden, 1846 yılında, 'liberal demokrasiler güç politikalarını bırakarak ideallerini riske atmamahdır', demişti. Demokratik devletler kendilerini ekonomik etkileşimlerle sınırlandırman ve savaşlardan uzak durmalıdırlar; serbest piyasaya ve tarih boyunca tedrici bir akıl ve özgürlük gelişmesine inanmalıdırlar. Er ya da geç, mutlakiyetçi yönetimlerin- otokrasilerin halkları da gerçek çıkarlarının, Bentham'ın büyük mutluluk ilkesi olan serbest ticaret, demokrasi ve hoşgörüde olduğunu fark edecekti. Halk kitleleri ayaklanacak, despotizmi ortadan kaldırarak köleliğinden kurtulacak ve şeffaf, aydınlanmış ve demokratik toplumlarla birleştirecekti (Cobden 1973).İtalyan vatanseveri Giuseppe Mazzini ise bu görüşü paylaşmıyordu. Mazzini, Cobden'in 'iyimser müdahalesizliğine', 'mesihçi müdahalecilik' söylemiyle karşılık verdi (Waltz 1959, s. 103). Mazzini, demokratik devletler, despot devletleri engellemedikleri taktirde, bu ülkelerin etkilerinin artmasına yardımcı olacaklardır, demektedir. Böylesi pasif bir bakış açısı nihayetinde demokrasinin çok önemli varlığını tehlikeye atacaktı. 1853 yılında Mazzini bu argümanı, İngiliz hükümetini, otokratik Rusya'nın batıya yayılışını durdurmaya yönelik bir savaşta Türk ve İtalyan milliyetçilerini kendilerini desteklemeye ikna etmek için kullandı . Mazzini, böylesi bir savaşın, despotik devletlerce başlatılan herhangi bir savaşa benzemeyeceği ve bu savaşın gelişme, barış, özgürlük ve adalet sağlayacağı konusunda ısrarcıydı (Mazzini 1945, s.91)9Kıla Avpupası'ndan Gelen Tepkiler: List ve Bismarck1840'h yıllarda Metternich'in istikrar düzeni ortadan kalktığında, birkaç Kıta Avrupası devleti, halk katılımına dayanan siyasi ideallerde ve düşük maliyetli İngiliz ürünlerinin giderek artan akınının tehdidiyle karşı karşıya kaldılar. 1848 yılının devrimci ayaklanmalarının hemen ardından pek çok devlet, Kuzey Atlantik kökenli toplumsal düzen öğretilerine kendi ideolojik karşılığını verdi.Siyasal savunma yapıyormuş gibi gözüken muhafazakâr yöneticiler, ulusal toplumsalcıhk ve ulus devlet uygulamasıyla Atlantik etkisinden kurtulmaya çalıştılar. Her iki kurum da, tam anlamıyla Kıta Avrupası'nda gelişme kaydedemedi; bununla beraber, halk (Volk) iradesini gündeme getiren devlet (Staat) kavramı cazip geldi. Devlet olmaksızın, Clausewitz ve Hegel'in, Jena'da gözlemledikleri gibi, Avrupa'nın parçalanmış bir görüntüye sahip orta bölgesi kolaylıkla ya Fransa'nın askeri gücünün ya da İngiltere'nin sanayisel gücünün yemi haline gelecekti. Napolyon Savaşları sırasında Alman bilim adamları, Aydınlanma projesinin evrensellik iddiasını yoğun bir şekilde eleştirdiler ve kültürel göreceliliğe dair alternatif öğretiler geliştirdiler. Herder, Hegel, Clausewitz ve diğerleri, her bir halkın sadece bir tek kolektif ruha sahip olduğunu değil; fakat, aynı zamanda, kendi kimliğini ve bağımsızlığını korumak için doğal bir hakka sahip olduğunu da dile getirdiler.Fichte (1979a), bu endişeleri dile getiren önemli, somut bir dış politika teorisi geliştirdi. Fichte, İngiltere'nin serbest piyasa ideolojisine önemli bir saldırı başlattı ve merkantalist politikanın, Almanya'nın netaçık bir cevabı olarak katı korumacılık öğretisine dayandığını ileri sürdü. Benzer argümanlar, Friedrich List tarafından da dile getirildi.10 List, liberal ekonomik teorinin, 'saf bir ideoloji' -bununla egemen bir devletin özel çıkarlarının evrenselleşmesini kastediyordu- olduğunu ileri sürdü. Serbest ticaret evrensel bir doktrin değildi; tarihin belirli bir safhasında belirli bir ülkeye uygun olarak geliştirilmiş fikirler düzeneğiydi. Diğer ülkeleri hammadde ve gıda ihtiyacına bağımlı kılmak suretiyle, İngiltere'yi dünyanın sanayi merkezi yapmak üzere tasarlanmıştı (List1927).Fichte gibi, List de ulusal toplum değerlerine vurgu yapıyordu. Bireyler, geçicidir, ulus ise süreklidir. Ulus devlet devamlılığı temsil etmektedir, halbuki bireyler, bu devletin geçici vatandaşlarıdır ve bireylerin çıkarları halkınkine göre ikinci plânda olmalıdır. List, 'Doğru olan, bireyin, mensubu olduğu ulusun yararına kendi çıkarlarından feragat etmeye hazır olmasıdır' demiştir (1927, s. 181-9).List, 'Ulus devletin güvenliği ve istikrarı tarım, sanayi ve ticaret gibi üç önemli üretici sektörün ahenkli bir şekilde gelişmesi bağlamında

Page 125: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

değerlendirilmelidir.' diyerek devam ediyor görüşlerine (1930). Ulusal ekonominin bu sektörel ayrımı, sanayileşme için strateji sağladığı kadar tarih kuramı da sağlamaktadır. Birinci ve en ilkel safhası tarımsal üretime dayanmaktadır. Tarımsal toplumda insanlar geçim için toprağı işlerler ve uluslararası ekonomiden ayrıdırlar, yalıtılmışlardır. Bu safhada, 'entelektüel birikim ve ahlâki güçler mevcut değildir ve toprağı işleyenlerden daha az bir fiziksel güce ihtiyaç vardır (List 1927, s. 239; ayrıca 1930, s. 214).Gelişmenin ikinci safhası ticareti getirir. Tarım, 'her türlü entelektüel ve ahlâki özelliğin gücünün doğmasına olanak tanıyan ticaret ve bazı imalâtlarla tamamlanmıştır' (List 1927, s. 243). Müteşebbis vatandaşlar, yabancı üretim araçlarına öykünür, yerli imalatları, yeni bitme sanayilere dönüştürürler. Bununla beraber, bu gelişmekte olan yerli girişim, kaçınılmaz şekilde daha fazla gelişmeyi imkânsız kılan bir safhaya ilerleyecektir, diyor List. Yerel müteşebbisler, temel sanayisel teknikleri geliştirmeye başladıklarında ucuz, son derece nitelikli yabancı ithalatla karşılaşacaklar ve bunların engellemelerine maruz kalacaklar. Sonuç olarak, ulusun gelişmesi, sanayileşmenin göreceli olarak düşük bir seviyesinde duracaktır.Bu durgunluk devlet müdahalesiyle aşılabilir. Devlet ulusu, ekonomik gelişmenin üçüncü safhasına korumacılık siyasetiyle taşıyabilir -devlet, konuşma tarzında ulusu dünya ekonomisinden ayırabilir (de-co-uple) ve geçici bir süre buna bir gümrük tarifesi uygulayabilir. Gümrük tarifeleri ve devlet plânlaması, 'ülkedeki teşebbüs ruhunu yeniden canlandıracaktır' ve ulusu ekonomik gelişmelerin daha üst noktalarına, daha rekabetçi safhalarına taşıyacaktır, görüşünü ileri sürmektedir List (1930, s. 357)Geçici tecrit dönemi boyunca ulus, tarım, sanayi ve ticaret sektörlerini karşılıklı olarak birbirini destekleyen, başkalarının yardımına gerek duymaksızın bir bütünde birleştirme olanağına sahiptir (s. 257). Yerli ekonomi, yabancı üreticilerle yarışacak kadar uyumlu, yerli sanayiler de bir o kadar güçlü oldukları zaman, devlet koruyucu gümrük tarifelerini kaldırmalı ve dünya ekonomisine yeniden girmelidir. Artık güçlü bir konumdan uluslararası ekonomik rekabete katılabildiğine göre bir ülke, serbest ticaretle dünya ekonomisinden kazanmak için gerekli herşeye sahiptir.List, ekonomik gelişmenin genel bir teorisini gündeme getirmedi. Sadece belirli 'halkçı (völkish) ruh birliğine sahip ülkeler bir neslin tamamının kazanç ve zevklerini feda edecek bir stratejinin geçici maliyetlerine katlanabilir (1927, s. 181, 9). List'in stratejisinde son ön şartla Almanya'yı güçlü bir ulus devlet yapmak Otto von Bismarck'a düştü -böylece Atlantik liberalizmine karşı Kıta Avrupası'nın başarısı ortaya kondu.Bismarck'ın amacının liberalizme ulaşmak olacağı ilk başlarda belli değildi. Bismarck, Alman parlamenter demokrasisi, liberal ilkeyle tanımlandığında ilk olarak Alman birliğinin sağlam savunuculuğunu yaptı. Fakat, bir süre sonra, Bismarck'ın, Alman birliğini desteklerken parlamenter ilkeyi desteklemediği ortaya çıktı. Aynı zamanda demokratik reformun ve daha büyük ekonomik iş birliğinin, Alman liberallerinin ileri sürdükleri üzere, Alman birliğini başarıya ulaştıracağına dair bir inanç besliyordu. Bismarck'ın görüşüne göre, Almanya sadece savaş vasıtasıyla birliğini sağlayabilirdi. 'Zamanımızdaki sorun, konuşmalarla çözüm arayışları değil, aksine demir ve kan ile çözülür' diyordu (Taylor 1967, s. 56). Bismarck, uluslararası ilişkileri çatışan devletlerarasındaki bir mücadele olarak gördü. Ve modern, güçlü ulus devletler çağında Prusya'nın çıkarlarının ya Avusturya'yla yakın ilişkilere geçmek ya da diğer küçük Alman devletleriyle birlik sağlanarak gerçekleştirilebileceğini anlamıştı. Böylece Prusya, kendi çabasıyla sağlam bir ulus devlet haline gelecekti.Bismarck, uluslararası ilişkiler teorisine büyük katkılar yapmış bir kişidir. Fakat onun sahip olduğu ünü, kaleme aldığı görüşlerine değil; Almanya'nın birliğini sağlamasına yardımcı olan kuvvetler dengesi siyasetini dikkate değer bir şekilde uygulayabilmesine dayanmaktadır (Bismarck 1898).n Hedefine ulaştığında da, eski 'beyaz devrimci', birden Almanya'nın kendisinin ona bahşettiği sınırlarla mutmain olacağı hususunda ısrar eden bir ılımlılığa büründü. Herkesin alıntı yaptığı Goet-he'nin sözünü dile getirdi:

Page 126: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Herkesin alıntıladığı Goethe'nin sözlerini canlandırırmışçasına, in der Berenzung zeight sich der meister. Bismarck ferasetini devletlerarası istikrar yolunda kullanarak, barış için dürüst bir aracı oldu ve keskin bir zekanın ürünü olan ittifaklar sistemi, kıtadaki her bir devleti, isteği ne olursa olsun barışçıl bir söylem izleme yönünde mecbur bıraktı. (Kissinger 1968; 1994).Avrupa'nın ÖtesiSanayileşmenin ve demokrasinin ortaya çıkışı, bilimde ve Avrupa'da ve başka bölgelerde yeni toplum oluşumları için yeni bir güven tesis etti. Batılı 'sanayileşme', 'demokrasi', 'özgürlük' ve 'eşitlik' kavramları, kaçınılmaz olarak Avrupa ötesine taştı. Aynı şekilde birbiriyle bağlantılı, Atlantik kıyısı ülkelerinde ortaya çıkan ve merkezîleşen kapitalist dünya ekonomisi de yaygınlaştı. Bu yayılma, dünyanın belirli bir coğrafi bölgesindeki ekonomi ve devletlerdeki (Avrupa'nın bir kısmı ve Kuzey Amerika'nın birkaç bölgesi) ikili devrimi içeriyordu; ki bu bölgenin merkezi, hem komşu hem de rakip devletler olan Büyük Britanya ve Fransa'ydı (Hobsbawm 1962, s. 17).Batılı kurumlar, ideolojiler ve teknikler böylece dünyaya yayıldı. Batılı ülkeler diğer bölgeleri fethederken, ortaya koydukları ekonomik ve askeri güç ile ideolojik görüşlerinin de yayılmasına yol açtılar. Bu yeni ideolojiler, dünya çapında geniş kitlelere duyuruldu ve eyleme geçmelerine yol açtı. Devlet adamları, askerler ve şarlatanlar bir süre sonra, büyük kitle hareketlerini elit çevrelere taşıdılar veya Batı'dan gelen ekonomik, teknolojik ve askeri tehditlere karşı toplumları harekete geçirmek için kitlesel propaganda ve örgütlenme araçları geliştirdiler.XIX. yüzyıl Prusya'sının, Batı'dan gelen yatırımların, orduların ve aydınlanma öğretilerinin işgaline yanıtı, Avrupa dışındaki topraklarla yüz-leşecek XX. yüzyıl ikileminin habercisi oldu: Batı'dan gelen saldırıların üstesinden ancak Batılı fikirler ve kurumların benimsenmesiyle geline-bilirdi. Prusya'nın yanıtı özellikle ilgi çekiciydi. Prusya, yeni ve güçlü bir devlet kurduğu için, birkaç Batılı fikri ve kurumu benimsedi. Fakat, aynı zamanda, bu fikirlerin ve kurumların dayandığı liberal ethosları reddetti. Prusya örneği, Batılı bakış açısının belirli öğelerinin başarılı bir şekilde liberal modernizmin Aydınlanmasından kaynaklanabileceğini ve daha sonra ona karşı çıkılacağı izlenimini uyandırdı. Özellikle, sanayileşme, güçlü devlet ve kitle hareketlerini öngören siyasal program, yerel elitlerce asgari bir tehditle benimsendi (Barraclough 1976, 153-99; La-ue 1987).XX. yüzyılda Avrupa dışındaki toplumları bağımsızlığa sevkeden milliyetçiliğin kökenini akılda tutmakta fayda var. Bununla beraber, aynı zamanda, Atlantik kıyısı ülkelerinin serbest piyasa liberalizmine karşı ilk başarılı savunmalarının Asya ya da Afrika'da değil, Avrupa'nın göbeğinde ortaya çıktığını hatırlamakta fayda vardır (Veblen 1939). Bismarck, Batının liberal etkisini başarılı bir şekilde kontrol altına aldı. Bismarck, Fihcte'nin dile getirdiği milliyetçi doktrini ve List'in merkez çevre teorilerinden faydalanarak, güçlü ve uygulanabilir ekonomik bir temel hazırladı; XX. yüzyılın refah devletinin habercisi olan modern devlet bürokrasisi, rasyonel askeri güç, ilerlemeci oy verme yasaları ve toplumsal yasalar inşa etti. İlk bakışta paradoks gibi görülebilir, ancak XIX. yüzyıl Prusya'sının pederşahi muhafazakârlığının, Avrupa dışında XX. yüzyıl ulusal özgürlükçü hareketlere etkisi oldu.Üçüncü Kısım Çağdaş DönemiVII INTERMEZZO:*ÇAĞDAŞLAŞMAYA DOĞRUUluslararası ilişkiler teori çalışmaları, XVI. yüzyıldan beri çeşitli şekiller almıştır, italya Savaşları'nı takip eden ilk on yıllardaki duraklama dönemi özellikle çalkantılar içerisinde geçmiştir. 'XVII. yüzyılın 'bilimsel devrimi' esnasında modern konular ortaya çıkmaya başlamıştı. XVIII. yüzyıl, evrendeki simetriye ve insan eyleminin kendi kendini düzenleyici özelliklerine yeni bir seküler güven ortaya koydu. XIX. yüzyıl tarihle ve insanlığın gelişimiyle ilgili gelişmelere sahne oldu.Bahsedilen üç yüzyılın her birinde bir takım önemli konular ele alındı. Aynı zamanda, bu konuları dile getiren Hobbes, Rousseau, Hegel gibi farklı 'sesler de gündeme geldi. Çağdaş dönem ise farklılık arz etmektedir. Bu dönemde herhangi

Page 127: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

bir öncelikli konu olmadığı gibi, aksine bütün bu seslerin bir karışımı/karmaşası söz konusudur. XX. yüzyıl, uzlaş-tırılamaz düşünce araçları nedeniyle bölünmüş bir yapı arz eden XVI. yüzyıla benzemektedir. Bu parçalanma, Aydınlanma ile liberalizm, radikalizm ve muhafazakârlık gibi ideolojiler arasındaki farkın giderek büyümesiyle başladı. Sanayi Devrimi ve Napolyon Savaşları süresince de* Tiyatroda iki perde arasında oynanan ufak piyes, fasılları birleştiren müzik parçası veya bale, küçük fasıl (ç.n.)Idevam eden bu parçalanma sırasında bu ideolojiler, belli bazı entelektüel güçler tarafından çözülmüş ve darbe yemiştir.Bu güçlerin en önde gelen dördü; milliyetçilik, sanayileşme, emperyalizm ve Darvinciliktir. Bu konular bu bölümde ele alacağımız başlıklar olacak. Önceki bölümlerden ayrı olarak, bu bölümde belli bir yüzyıl ele alınmayacak; modern dönemdeki teori çalışmalarından çağdaş teori çalışmalarına doğru gerçekleşen geçiş takip edilecektir.MİLLİYETÇİLİK'Ulus' fikri, XVIII. yüzyıl Avrupa'sında önemli bir siyasal güç olarak ortaya çıktı. Bu düşünce, Amerika'ya kadar yayıldı ve Orta Avrupa'da 1848 devrimci ayaklanmalarının habercisi oldu. 1860'h yıllarda kendi kendine isim almış (self-titled) birkaç ulus devlet ortaya çıktı. Bunlar, italya'da birleşik bir krallık, Almanya'da yeni bir imparatorluk, Avusturya-Maca-ristan'da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Çarlık Rusyasında yeni siyasal yapılanmaydı. Bu çağ, aynı zamanda, Birleşik Devletler'deki ve Kanada Dominyonu'ndaki merkezi otoritenin oluşmasına da tanık oldu. Yüzyılın son on yıllarında, milliyetçilik Avrupa ve Amerika sınırlarını aştı. Örneğin, Asya'da yeni 'Batılılaşmış'Japon İmparatorluğu kuruldu. 'Ulus' kelimesi, kolay anlaşılır, ortak bir kökenden gelen öğrenciler grubunu tanımladığı orta çağ üniversitelerine kadar geri götürülebilir. Bu kelime, modern dönemde kullanılmaya başlandıktan sonra, bir grup insana vurgu yapmakta ve bu insanların ortak coğrafi kökenlerine atıfta bulunmaktadır. Bir süre sonra bu kavram, bu halkların oluşturdukları ittifakları da içine alacaktı.Orta çağ ve erken modern zamanlarda insanlar, bir şehir devletine, feodal derebeyine, kasabaya, bölgeye ya da dînî gruba bağlıydı. Milliyetçiliğin ortaya çıkışıyla, bu bağlılıklarda önemli bir değişiklik meydana geldi: Halk ve devlet arasında sadakate dayalı güçlü bağlar oluştu. Bu kavramın özünde bütün vatandaşların ulusa ve ulusu temsil eden devlet kurumlarına büyük bir sadakat beslemesi yatıyordu. Machiavelli'nin Hükümdar isimli eserinin son bölümünde ve Rousseau ve Herder'in bir kaç metninde açık bir şekilde ortaya konduğu gibi, vatanseverlik, Batı^ siyasal geleneğinde uzun süredir yer almaktadır. Bununla beraber, milliyetçilik, XVIII. yüzyılın sonlarında Avrupa'da halkların kültür, dil ve etnik birliğini sağlamlaştırma amacıyla ortaya çıktı (Gellner 1983; Hobsbawm 1991; Smith 1991; Viroli 1995).Benedict Anderson (1983) ulusları 'imgesel/tasavvur edilmiş topluluklar' olarak görmektedir. Anderson, ulusların ortaya çıkışını, dillerin standartlaşmasına değin geri götürmekte ve en önemli faktörlerden biri olarak da matbaanın icadını göstermektedir. Matbaanın icadı, eski bağlılıkları sona erdirdi. Matbaanın icadı, Reform hareketine güç kattı ve Papa'nın birleştirici gücünü ortadan kaldırdı. Matbaa, aynı zamanda, yeni toplumsal bağların oluşmasına yol açtı; Hıristiyan birliği yanılsamasını parçalayarak, evrensel bir dil olan Latin egemenliğini yok etti ve yerel dillerin ortaya çıkışına zemin hazırladı. Bu yerel diller her ülkenin kendi dilinde yayımlanan ucuz kitaplar -Inciller, cep kitapları, almanaklar, romanlar, dergiler- kapitalist piyasa evrimiyle bütün Avrupa'da teşvik edildi. Söz konusu piyasalar, dilsel sınırlamalara maruz kaldığı gibi ana dillerde basılan eserlerin standartlaşmasına katkı sağladı (market-specific print-vernacular). Bir süre sonra, bu tür bir standartlaşma, ana dilde yayımlanan eserleri, devlet gücünün dilleri olarak kullanan hükümdarlar ve krallarca teşvik edildi.1Anderson'un söylemine göre, ana dillerde yayımlanan ucuz eserler çerçevesinde kapitalist piyasanın gelişmesi, Avrupa'da ortak dilin ve bu dilin kullanıldığı hikâyelerin, mitlerin ve normların birleştirdiği çeşitli ulusların ortaya

Page 128: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

çıkmasının ön koşullarını hazırladı. Anderson'a göre, bir ulus 'hem doğal olarak sınırlı hem de egemen olan hayalî siyasal bir topluluktur' (Anderson, 1983, s. 6). Bununla ilgili daha söylenecek bir çok şey vardır. Örneğin, sanayileşmenin ilerlemesiyle ana dillerde yayımlanan eserlerin bir halkı birleştirici etkisi yoğunlaştı. Sanayi ve ticaretin gelişmesi, yaşamın yeni bir seküler safhaya girmesi; yeni toplumsal teoriler; modern eğitim sistemleri; kitle okur-yazarhğı ve tarihte ilk kez, tam anlamıyla kitle okurluğunun ve herkesin ulaşabileceği popüler bir edebiyatın yükselişi ile başa baş gitmiştir. (Febvre ve Martin 1976, s. 295; Eisenstein 1993). XVIII. yüzyılm sonunda, Aydınlanmacı halk egemenliği fikri ve insan hakları Avrupa'nın sanayileşmiş bölgelerinde yayıldı. Sanayileşme yaygınlaşırken, mutlak krallıkların gücü yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. XIX. yüzyıla gelindiğinde, monarşi ne ulusu ne de devleti kapsıyordu; devlet, halkın devleti, ulusal bir devlet, bir pat-rie (Vatan) ya da bir Vaterland (Anayurt)'dı. Bir ulusun kendi geleceğini tayin etmesiyle bağlantılı Aydınlanma ideallerinin hızla yayılmasıyla ve devletin politikasında devletin kendi üyelerinin ('vatandaşlarının') genel katılımıyla ulusalcılık karşı konulamaz bir siyasal güç olarak ortaya çıktı. (Hobsbawm 1991).IKendi geleceğini tayin etme ve halkın genel katılımı fikirlerinin kökeni, Fransız halk egemenliği tasavvuru ve Alman siyasal romantisizm düşüncesine borçludur. Bu durum, Batı düşüncesinde ilk defa Rousseau ve Herder tarafından dile getirildi. Jean-Jacques Rousseau, kadim şehir devletlerinde söz konusu olan halkın yakın birlikteliğini yeniden canlandırmayı istiyordu. Rousseau, 'yönetilenin aktif rızası'na dayanan bu birlikteliği gündeme getirmek için etkileyici 'genel irade' kavramını icad etti. İnsanın en görkemli hırslarından patrie'nin sevgisi hususunda İsparta örneğini aldı. Bununla beraber Ispartahlar şehirli, eğitilmiş elit ve savaşçı soyluların değerlerini methederken, Rousseau taşralıların ve sıradan insanın meziyetlerini övdü (Rousesau, 1950b; 1964d). Johann Gottfried von Herder de, sıradan insan için benzeri övgüleri dile getirdi. Fakat Herder'in argümanı Rousseau'nunkine göre daha romantikti. Herder, bütün gerçek kültürlerin doğal, kırsal kitlelere dayanmak zorunda olduğunu dile getirdi. Herder, suni, eğitimli üst sınıflarla ilişki-lendirdiği gururun, şehvetin ve savaşçılığın kötülüklerini eleştirirken halkın faziletlerine övgüler yağdırdı. Herder, romantik hareketin kolek-tivist konularına vurgu yaptı ve ulusal toplumu yaratıcı, kalıtımsal ve hemen hemen organik olarak gelişmeci bir birim olarak tasavvur etti.Rousseau, Batı Avrupa'da devrimlere yol açan demokratik milliyetçiliği dile getirdi. Rousseau'nun argümanları, kitle hareketinin etkileyici yeni güçlerinin yer aldığı Fransız Devrimi'nde yeniden canlandı. Bu birliktelik levee en masse'de (toplu askere alma) belirgindir. Söz konusu buyruk, Fransız halkını harekete geçirmek ve bütün Fransızları ordunun emrine amade kılmak için şeref (gloire) ve vatan (la patrie) kavramlarını gündeme getirdi.Herder, Doğu Avrupa'da siyasal mücadelelere yol açan romantik milliyetçiliği dile getirdi. Devrimci levee en masse ilkesini kullanmak suretiyle, Napolyon, XVIII. yüzyılın sınırlı savaşlarını XIX. yüzyılın büyük çaplı savaşlarına dönüştürdü. Napolyon, Orta ve Doğu Avrupa'yı fethetti; bu halklar üzerinde Batılı, demokratik Aydmlanmacı fikirleriyle egemenlik kurduğunda bu çabası muhalefet yarattı. Fransız istilâcılara muhalefet, Fransızların temsil ettiği Aydmlanmacı teorilere muhalefete yol açtı ve işgale uğrayan ülke halklarını Herder'in romantizminin kucağına itti. Avrupa'nın doğu bölgelerinde, Batı karşıtlığı, romantizm ve milliyetçilik, birbiri içine geçmiş kavramlar haline geldi. Prusyalı bilim adamları, Fransız Aydınlanmasında içkin olan insan aklı ve halk katılımıyla karşılaştıklarında, Herder'in her bir halkın kendine özgü kolektifbir ruha sahip olduğu fikriyle bağlantı kurdular. Herder'in dil, kültür ve ruha ilişkin vurgusu yankı buldu ve halk kavramı idealleştirildi. XIX. yüzyıl boyunca Herder'in yaklaşımına benzer tartışmalar taraftar topladı. Bu fikirler, halk ruhu (Volksgeist) ve halkçılık (Volhstum), yaygın siyasal temalar olarak ortaya çıktığı Almanya'da önemli bir düzeye ulaştı. Fransız militarizminin ve ingiliz merkantalizminin tehditlerine karşı bilinçli bir tepki olarak, Prusya'nın siyaset teorisyenleri kendi Volks-geist'lerinin farklı nitelikleri için yoğun

Page 129: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

bir uğraş içerisine girdiler. Bu şevk/heyecan içinde, 'Alman ideolojisini' yarattılar; buna göre Almanlar, materyalist ve ussal Batılı anlamlardan daha geniş bir manevî derinlikli -daha ahenkli- idiler. (Laue 1987, s. 38). Hegel, hem kendi rolünü hem de efendisinin rolünü bilen bir hizmetçinin, sadece kendi rolünü bilen bir efendiden daha akıllı olduğunu ileri sürdü. Hegel ve Clausewitz, XIII. yüzyıl kralları diplomaside ve savaşta halk nezdinde bir coşku yaratmada başarısız olurken, XIX. yüzyıl kralları kitlelerin desteğini harekete geçirebilmek için halk kavramının nasıl kullanılacağı konusunu keşfettiklerini dile getirdiler. Clausewitz, XVIII. yüzyıl orduları 10.000 ilâ 70.000 arasında bir askere sahipken Napolyon'un, ordusunda bir milyonu aşkın askeri harekete geçirebilmesini dikkate değer bulmuştur. Clausewitz, aynı zamanda, halk kitlelerinin harekete geçirilmesinin uluslararası siyasetin geleneksel sistemini etkilediğini ileri sürdü.XVIII. yüzyılda, uluslararası etkileşim büyük ölçüde hanedanlığa dayanıyordu. Avrupa kralları, toprakları, evlilik ve savaş kurallarıyla daha kolay değiş-tokuş edebiliyorlardı -ki bu iki unsur, hanedanlık diplomasisinin en önemli iki aracıydı- ve değiştirilen topraklarda yaşayan insanlar üzerinde de fazla düşünmüyorlardı. Ancak, XIX. yüzyılda milliyetçi liderler, devlet sınırlarının belirlenmesinin kriteri olarak halkın iradesi konusu üzerinde ısrarla durdular. Bu yeni liderler, aynı etnik ya da dil grubuna bağlı halkın aynı bölgede yaşaması gerektiğini ileri sürdüler. Bu argümanların gündeme gelmesiyle ulusal bağımsızlık hareketleri, Avrupa ve Amerika'da yayılmaya başladı. Bu hareketlerin itici gücü, kralların toprak kaygısı değil, halkların kendi geleceklerini tayin etme isteğiydi. Uluslararası siyaset, hanedan diplomasisinin sınırlı ilgi alanlarını aşmış oldu. Clausewitz'in deyişiyle, bunlar 'halkları ilgilendiren sahalar haline geldi'. Bu dönemden başlayarak, savaşların ortaya çıkışı, monarklarm refahına değil, aynı zamanda, ulusun iradesine de bağlıydı (Clausewitz 1976).Clasuewitz'in yüzyılın başında yaptığı gözlemler, Leopold von Ranketarafından yüzyılın sonunda tekrarlandı (Meinecke 1957, s. 377 vd.). Fakat, genç bir siyasî eylemci olarak hayal kırıklığına uğradığı tecrübelerin acısını taşıyan Ranke, milliyetçilik ve kendi geleceğini tayin etme gibi soyut fikirlerce harekete geçirilebilecek duygusal enerjilere karşı uyanık olunmasını dile getirdi. Ranke, aynı zamanda, ulusların öz bilincinin uyanmasının zorunlu eğitim vasıtasıyla sanayileşme ve kalifiye işlerin yaraülmasıyla başlatıldığı noktasında uyarıda bulundu. Okuma, yazma, din ve tarih eğitimi okullarda önemli dersler olarak okutulmaya başlandı. Bütün dersler öğrencileri standart bir dil, ortak kültürel değerler ve ortak bir tarih bilinci etrafında bütünleştirdi.2Kitle eğitimi, bir ulusun vatandaşları üzerinde belirgin bir sosyalleştirme etkisine sahipti. Tezlerin Latince ya da Yunanca değil de, her ülkenin ana dilinde yazıldığı Avrupa üniversitelerinde 'milli' edebiyat ve tarih kürsüleri kuruldu. Bu yaklaşım Avrupa dil bilimcileri, gramercileri, sözlük bilimcileri ve edebiyatçılarının altın çağını başlattı (Hobs-bawm 1962, s. 166). Aynı zamanda, ana dillerde yazılan ucuz metinler için giderek genişleyen bir yayın pazarının etkisi vardı. Giderek artan okur yazarlık, Avrupa'nın her yanında yaygınlaşan ucuz kağıt ve sürekli basın tarafından teşvik edilen ticari baskı malzemesi, Avrupa çapında hızla arttı ve halk, kitlelere yönelik metinler vasıtasıyla önemli ulusal efsane ve mitlerle toplumsallaştırıldı. Basit hikaye ve vatanseverlikle ilgili tarih kitapları toplumsallaşmanın etkin araçlarıydı. Bunlar vasıtasıyla her yeni nesil kolektif bir tasavvur ve kimlikle tanıştı (Anderson 1983,s. 39).XIX. yüzyılın başlarında milliyetçilik ilerlemeci bir karakter izledi. Bu hareket, bütün vatandaşların uluslarına ve ulusun temsil kurumlarına -sık sık kurumlar üzerinde yapılan vurgularla- karşı kendi üstün se-küler sadakatlerini borçlu oldukları fikri çerçevesinde oluşturuldu. Bu fikir, zamanla hem halk ve merkezi hükümet arasında güçlü duygusal bağların gelişmesini, hem de halkın siyasal yaşama katılmasını vurgulamaktadır. Bunun aksine, XIX. yüzyılın sonunda milliyetçilik, reaksiyonla olmasa da büyük ölçüde muhafazakârlıkla ilişkilendirildi. Milliyetçilikteki, siyasal yelpazenin sol'undan sağ'ına doğru

Page 130: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

meydana gelen bu değişiklik, Atlantik kıyısındaki ülkelerden ziyade Kıta Avrupasmda izlerbıraktı.Atlantik geleneğinde, bir 'ulus', siyasal olarak bir devlete ve bu devletin temsil kurumlarına yapılan atıflarla -genellikle liberal demokrat kavramlarla- tanımlandı. 1789 yılında Fransız ideologu Abbe Sieyes,ulusu, 'bir tek yasayla yönetilen ve aynı yasa koyucu meclis tarafından temsil edilen bir bireyler topluluğu' olarak tanımladı. Bu tanım gereği, bir ulusun birliği ve kimliği, siyasal organizasyondan kaynaklanmaktadır; devlet ise mantıksal olarak ulusa öncel olacaktır. Bununla beraber, Avrupa'nın orta bölgelerinde ulusun, kültür ve dil kavramlarıyla tanımlanma eğilimi görülüyordu. Bu tanıma göre ise, ulus mantıksal olarak devlete önceldi. Fransız devrimcilerine göre, ulus, bir tek siyasî düzene bağlı olan bireyler grubuydu; fakat Alman milletleri birbirlerinden Tanrıları ya da doğaları gereği ayrılıyorlardı. Fransız filozoflarına göre, ulus, devlet vasıtasıyla tanımlanıyordu; Almanlara göre ise ulus, Alman dilinde ifade edilen ruhu (Geist) dile getiren halka (Volk) göre tanımlanıyorduAtlantik geleneğine mensup liberal milliyetçiler, ulus devletler dünyasının birbiriyle nasıl etkileşime gireceğine dair ayrıntılı bir fikre sahip değildi. Söz konusu liberal milliyetçiler, bütün uluslar bir kez kendi devletlerini kurduklarında uluslararası çatışmaların artık olmayacağı gibi basit bir inanca sahipti. Uluslararası ilişkiler üzerinde daha ayrıntılı ve daha realist düşüncelere sahip bu milliyetçiler, liberal olmayı bıraktılar. Milliyetçilik, Avrupa'nın en çok bölünmüş merkezî bölgesinde, ulusal özgürlük ya da bütünleşme savaşlarına hız verdi. 1860'h yıllarda, Cavour, bir dizi önemli askeri operasyon sonunda italya birliğini sağladı. 1870'li yıllarda, Bismarck, başarıyla sonuçlanan bir dizi savaş sonunda Alman birliğini sağladı. Böylesi kahramanlıklar ulusal hareketlerde önemli değişiklikler meydana getirdi. Tarihî mitsel ve romantik felsefenin duygusal karışımından hız alan ve sanayisel yayılmacılıkla desteklenen milliyetçilik, politik sağın ilkesi haline geldi. 1900'e gelindiğinde aşırı milliyetçilik, çoğunlukla tepkisel ve demokrasi karşıtı bir hâl almıştı. Bismarck, argümanlarından istifade etmek ve bunları Prusya'nın amaçları doğrultusunda kullanmak için demokratik reformları gündeme getirdi. Garibaldi'nin 1870'lerdeki Red Shirts (Kızıl Gömlekliler)'ü, 1920'lerde Mussolini'nin Black Shirts (Kara Gömlekliler)'ü haline geldi.SANAYİLEŞMEMilliyetçiliğin yayılması, yollar, buharlı gemiler, telgrafla ve sanayisel üretim ve tüketim maddelerinin toplu pazarlar vasıtasıyla gerçekleşen büyük değişikliklerle yakından alâkalıdır. Sanayileşmenin göstergesi olan bu ürünler, fikirlerin iletişimini, mal değişimi ve insanların ulaşı-mini, daha önce hiç olmadığı kadar kolaylaştırdı. XIX. yüzyılın son çeyreğinde, sanayileşme devriminin yoğun ve karmaşık bir safhaya girdiği görüldü. Bu durum, Napolyon Savaşları sırasında İngiltere'de yoğun bir dönüşüme, yani 'Birinci Sanayi Devrimi'ne yol açan sanayileşmenin, dünyanın geri kalan bölgelerine doğru yayılmasını gündeme getirmekle kalmadı; ayrıca, doğası ve hızı itibariyle pek çok açıdan öylesine farklıydı ki, kendi başına bir fenomen, yani 'İkinci Sanayi Devrimi' olarak görülmeyi hak etmektedir. Birinci sanayi devriminde giderek artan bir süreçte değişim gerçekleşirken, ikincisinde, devrim aniden olmuştur, ikinci devrim, daha hızlı bir süreçte ve olağanüstü bir etkiye sahip olmuştur.3Sanayileşmenin yayılması, beraberinde şirketlerin boyutlarında hızlı bir büyümeyi getirdi ve yeni iktisadî ve toplumsal organizasyon şekillerine gereksinim duyuldu. Sanayinin bütün sektörlerinde fabrikalar, yüzlerce işçinin iş birliğini gerektirecek dev boyutlarda inşa edildi. Bu gelişme, bir düzine eleman çalıştıran iş yerlerinin zaman dışı kalması anlamına geliyordu. Söz konusu yeni fabrikalar, hızla büyüyen şehirlerin yerleşim bölgelerinde yaşamak için uzaklardan gelen işçi ordularını çalıştırdı.Sermaye birikiminin daha büyük ölçekte artması eğilimi, fabrika ha-cimlerindeki büyüme ve emeğin şehirleşmesi, yüzyılın son çeyreğinde hız kazanmaya başladı. Bu gelişmeler, önceden tahmin edilemeyen başarılar olduğu kadar, önemli başarısızlıkların da yaşandığı bir dönemdi. Fakat bu dönem, çoğunlukla hızlı dönüşüm çağıydı; eski düzenin çözülmesine ve yeni düzenin ise kurulmasına

Page 131: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

araçsal olarak hizmet etti. Sanayileşmenin hızla gelişmesi, Batılı ulus devletlerin eski iç düzenlerini alt üst etti. Bu gelişme, geleneksel köyün kırsal iş gücünü, yeni sanayisel bölgelerin çalışanlarına dönüştürmek suretiyle Avrupa çapında hızla yayıldı. Söz konusu gelişme, yeni orta sınıfları doğurdu; aynı zamanda, hem sol da hem de sağda anti-liberal kitle hareketlerine olanak sağladı ve bir kural olarak sanayileşme ne kadar hızlı geliştiyse, anti-liberal tepki de o denli yoğunlaştı (Bull 1948; Moore 1978). Yeni sanayisel toplumların ortaya çıkışı işçi sendikalarının, işçi partilerinin, sınıf bilincinin ve radikal siyasetin gelişmesine de yol açtı. Aynı zamanda, geleneksel toplumsal düzenin yıkılması, şehirleşme ve toplumsal bunalım eğilimlerine direnç gösteren muhafazakâr romantik hareketlerin ortaya çıkmasına da sebep oldu.Sanayileşmenin hızı, aynı zamanda, devletlerarasında eski düzeni altüst etti. Uluslar ne kadar hızlı sanayileştilerse, güçleri de o kadar gelişti. Batılı uluslar eğitim sistemlerini geliştirmekle sadece iş gücü niteliğini artırmakla kalmadılar, aynı zamanda, askerlerinin kalitesini de artırdılar. Çelik üretim yöntemlerini geliştirmekle, aynı zamanda, daha iyi silahlar imâl etme imkânlarını elde ettiler. Kara ve demir yollan inşa etmekle, askeri güçlerini projelendirme yeteneklerini geliştirdiler. Ahşaptan yapılma gemilerini çelik gemilerle değiştirmekle, deniz kuvvetlerinin hızını ve kapasitesini artırdılar ve çok sayıda insanı yeryüzünün herhangi bir noktasına taşımada büyük ilerleme kaydettiler.Farklı Batılı ülkeler değişik ölçülerde sanayileşti. Sanayileşmenin düzensiz gelişmesi, ulusların askeri potansiyellerinin de düzensiz büyümesine dönüştü. XIX. yüzyılın son çeyreği boyunca, Avrupa'daki Almanya gibi bazı orta büyüklükteki devletler, sanayisel kapasitelerini ve askeri potansiyellerini çok hızlı bir şekilde artırdı. Öte yandan, İngiltere gibi, bazı geleneksel büyük güçler daha yavaş bir ilerleme kaydetti ve 1900 yılına gelindiğinde artık, daha önceki dönemlerdeki üstünlüğüne sahip değildi. Eski devletlerarası kuvvetler dengesi belirsizleşti ve askerî güç hiyerarşisi ve siyasal prestij belirsiz bir hâl aldı.Bütün bu gelişmeler, dünya ilişkilerinde karışıklığa yol açtı. Öncelikle, devlet kapasitelerinin düzensiz gelişimi, göreceli olarak istikrarlı ittifak sisteminin son temsilcilerini birbirinden ayırdı. İkincisi, Avrupa'nın kendine özgü modern üretim tekeli, sanayileşmenin diğer kıtalara yayılmasıyla kırılmış oldu.4 Yüzyılın son çeyreği boyunca dünya politikasındaki önemli belirsizlikler, büyük ekonomik dalgalanmalarla daha da arttı, ilk ciddi kriz 1873 yılında, Amerika Birleşik Devletleri'nin önde gelen girişimleri borsada çöküntü yaşadığında ortaya çıktı. Bu gelişme, Avrupa başkentlerinde hemen etkisini hissettirerek panik havası yarattı. 'Büyük Buhran' adını aldığı 1873-96 yılları arasında yani yaklaşık yirmi küsur yıl boyunca etkisini, artarak-azalarak sürdürdü.Bu buhran, sermayenin birikeceği ve merkezîleşmeye başlayacağı bir hıza ulaştı. Panik havasının doğurduğu olumsuzluk, küçük ölçekli aile işletmeleri üzerinde görüldü. Birinci sanayi devrimi sırasında ortaya çıkan küçük işletmeler, ikinci sanayi devriminin doğum sancılarına karşı koyamayacak kadar zayıf ve basit bir şekilde yapılanmış ve etkisiz kalmıştı. Girişimler, ne kadar çok çeşitli ve rasyonel bir işletme mantığına sahipse, o denli iyi ilerleme kaydettiler. Aslında, panik büyük ölçekli işletmelerin işine yaradı. Bu durum çeşitlilik ve kombinasyonu te-tikleyerek tröstlerin ve kartellerin oluşumuna neden oldu.Almanya ve Birleşik Devletler, en çok zarara uğrayan ülkeler oldu. Her iki ülke de, iç savaştan ve ulusal oluşumdan mali krizlere kayan yeni devletlerdi. Her iki ülke de, önemli oranlarda iflaslara, küçük işletmelerin kapanmasına, büyük işletmelerin ise giderek daha da büyümesine ve sermayenin büyük oluşumlar elinde toplanmasına tanık oldu (Bar-raclough 1976, s. 51). 1900'e gelindiğinde Almanya ve Birleşik Devlet-ler'in ekonomileri çok az sayıdaki büyük birliklerin egemenliği altındaydılar. Bu şirketlerin kredi ihtiyaçları son derece büyüktü ve bankalar ile kredi veren kuruluşlar, verdikleri borçları ve yatırımları garanti altına almak için şirketlerin yönetim kurullarında üyelik elde etme konusunda ısrarcıydı. Bu şekilde güçlü finansörler, büyük işletmelerin yönetimlerinde daha çok söz sahibi olmaya başladılar.Eski ulus devletlerden İngiltere ve Fransa, 1873 paniğinden kolaylıkla sıyrıldı. Her iki ülkede de küçük ölçekli aile girişimleri, iktisadî hayatta yaygın bir

Page 132: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

nitelik olarak kaldı. Fakat, bu ülkelerde de sermayenin birikimi, çelik ve kimya sanayilerinde dev şirketler üretti. İngiltere'de Brunner-Mond ve Vickers-Armstrong gibi şirketler, yüzyılın son çeyrek diliminde dev büyüklüklere ulaşırken, Fransa'da da Schneider-Creusot isimli şirket hızla büyüme kaydetti.1880'de İngiltere, dünyanın önde gelen sanayisel gücüydü; yirmi beş yıl sonra İngiltere, Birleşik Devletler'den sonra ikinci sırayı aldı ve aynı zamanda, giderek daha büyük bir hızla sanayileşen Almanya'nın meydan okumasıyla karşı karşıya kaldı. 1914 yılma gelindiğinde, Almanya, İngiltere'yi üçüncü sıraya iterek, dünyanın en gelişmiş ikinci sanayisel potansiyeline sahip oldu. Almanya, kimya ve makine aksamı gibi önemli sanayi alanlarında öncü konumundaydı. Diesel, Daimler ve Benz gibi Alman mühendisler, 1880'li ve 1890'lı yıllarda hafif ve petrolle çalışan küçük verimli motorlar üretirken, ulaşım alanında büyük bir devrim başlattılar. Yeni motorların hızla yayılması, keşiflerde, sondajlarda, ulaşım ve yağ rafinelerinde girişimlere yol açtı. Yüzyıl dönümünde, büyük petrol şirketleri Avrupa'da, Birleşik Devletler'de, Ortadoğu'da ve Asya'da sondaj çalışmalarına başladı (Yergin, 1991).Petrol araştırmaları, dünyanın siyasal ekonomilerinde değişikliklere yol açtı. Pek çok Avrupa ülkesi başlangıçta ihtiyaç duydukları petrolü kendi topraklarında bulabilmelerine rağmen, en büyük rezervler önde gelen tüketici ülkelerden çok, uzak coğrafyalarda bulundu. Pensylvania, Teksas ve Kaliforniya'daki büyük keşifler, Birleşik Devletleri petrol konusunda kendine yeter bir konuma getirdi. Bununla beraber, Avrupa,gelecekte ihtiyaç duyacağı petrol ihtiyacının, yurt dışındaki kuyuların kullanım hakkının garantiye alınmasıyla giderilebileceğini fark etti.Yüzyıl dönümünde, A.rupa ötesindeki petrole olan aşırı bağımlılık, Yakın ve Ortadoğu'nun jeopolitik önemini artırdı. Bu gelişme, uzun süredir yıkılma sürecine girmiş olan Osmanlı împaratorluğu'nu destekleyen İngiltere'nin ilgi alanına girdi. Böylece, başta Rusya olmak üzere diğer Avrupa güçlerinin Yakındoğu'ya müdahalesini engelleyebilecekti; aslında Rusya'nın Anadolu'ya dair hedeflerini bozmak İngiltere'nin birincil hedefiydi. Önceleri, petrole yönelik talepler azdı, petrol şirketleri, uyuşuk ve kayıtsız Osmanlıların kontrolündeki bölgelerde tavizler için hızlı gelişmeler kaydetmelerine rağmen, bölgedeki petrol rezervlerinin şaşırtıcı miktarı hakkında henüz hiçbir şey bilinmiyordu. Fakat, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle ve Osmanlı İmparatorluğu'nun nihaî olarak yıkılmasıyla, Ortadoğu petrolü, bölge siyasetinde karmaşık ve bölücü bir faktör olarak ortaya çıkmaya başladı.Sanayinin modern araçlarının yayılması ve dünya çapında fosil yakıtlara duyulan ilgi, birinci sanayi devrimi ve ikinci sanayi devrimi arasındaki son belirgin farkı göstermektedir. Birinci devrim, büyük ölçüde, İngiltere ve Manş Kanalı'nm karşı kıyısındaki Kıta Avrupasıyla ilgiliyken, ikinci sanayi devrimi bütün dünyayı ilgilendiriyordu.EMPERYALİZMİkinci sanayi devrimi, Batılı sermayenin, ürünlerin ve iktisadî ve siyasal örgütlenme biçimlerinin dünyanın her köşesine önceden tahmin edilemeyen yayılışına yol açtı. İkinci sanayi devrimi birincisinden farklılık arz ederken, Batı yayılmacılığının XIX. yüzyıl dalgası, daha önceki dalgalardan tamamen farklılık taşıyordu. Pek çok bilim adamı, yayılmacılığın bu kendine özgü karakterini ortaya koymak ve daha önceki çağların 'sömürgeciliğinden' ayırmak için 'emperyalizm'e başvurmaktadır.Eski tarz sömürgecilik, merkantalizmin bir ürünüydü; merkantalist temellere bağlıydı ve sömürge güçleri arasındaki rekabet ve çatışmaları içeriyordu. Eski tarz sömürgeciler, askeri güç kullanılmak suretiyle yerli tüccarlarca tedarik edilen malları satın alırdı. Kıymetli metaller, tropikal ürünler ve köle işçiler bir nevi peşin ödemeyle elde edilirdi. 1775 yılında, bu eski tarz sömürge sistemi çökmeye başladı.Sömürgecilik ve emperyalizm iki farklı olgudur. Emperyalist aktivi-teler sık sık sömürge karşıtı retorikle ilişkilendirildi. Kimi argümanlar,sömürge karşıtı bakış açısını destekledi. Birincisine göre, sömürgecilik savaş anlamına geliyordu.İkincisine göre ise; sanayileşme, Avrupa'nın ihtiyaçlarını ve ticaret uygulamalarını değiştirdi ve sömürge politikasında bir değişiklik yapılmasını

Page 133: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

zorunlu kıldı. Batı'yı sömürge ürünleri alıcısı olmaktan sermaye ve fabrikasyon ürünleri ihracatçısı konumuna getirdi. Geçmişte, ithal ettikleri ürünlerin karşılığında sömürgelerine mal sunumunda zorluk çeken ülkeler, şimdi ürünlerle dolup taştı ve bu ürünlerini satmak için çılgınca pazar aramaya başladılar. Sanayileşme, Avrupa'nın taleplerinde de değişikliklere neden oldu. Baharat, şeker ve köle, göreceli olarak ihtiyaçlar listesinden çıktı; öte yandan, Batı fabrikaları hammaddeye ve işçilerinin karınlarını doyurmak için gıdaya ihtiyaç duymaya başladı.Serbest ticaretin liberal bağlamından uzaklaşan, sanayisel gelişime ve ekonomik anlamda karşılıklı bağımlılığa vurgu yapan sömürge karşıtı bu ikinci argüman kolaylıkla ters yüz oldu. 1870'den başlayarak, ekonomik bağımlılığa yapılan liberal vurgu yeni, muhafazakâr ulusalcı bakış açısından bir kez daha değerlendirildi. Söz konusu yeniden değerlendirme, şüphesiz ki, hızlı sanayileşmenin ve Büyük Buhran'ın belirsizliklerinin karmaşasıyla arttı ve Avrupa devletlerinin dış politikadaki görüşlerini ve yönelimlerini değiştirdi. Eski, ilerlemeci milliyetçi ruh, yeni vatanperver şovenist duyarlılıkla yer değiştirdiğinde, İmparatorluk' kavramı yeni bir çehreye büründü. Birdenbire, 'emperyalizm' kavramı büyüklük, sorumluluk ve prestij düşünceleriyle tanımlandı.Emperyalizmin Ekonomik BoyutuSöz konusu değişiklik, birbirini karşılıklı olarak etkileyen birkaç faktörle desteklendi. Fakat, Batılı ulus devletlerle dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkiyi değiştiren ikinci sanayi devrimi, bunlar arasından sonuca en çabuk götüreniydi.Yeni 'emperyalizm'de, Batılılar sadece yerli tüccarların tedarik ettikleri malları satın almaktan hoşnut değildi. Batılılar, giderek büyüyen sanayileri için yeni ürünler talep ettiler. Yerliler ise bu talepleri sürekli karşılayamıyordu. XIX. yüzyıla gelindiğinde Batılılar, bu talepleri kendileri karşılamaya başladı. Limanlar, tersaneler, depolar, kara ve demir yollan, nehirde işleyen buharlı tekneler, şirketler, madenler, tarım arazileri, rafineriler, fabrikalar, bürolar, evler, bankalar ve oteller inşa etmek suretiyle uzak ülkelerin iç bölgelerine değin nüfuz ederek üretimi organize etmeye başladılar.XIX. yüzyılın son çeyreği boyunca, Batılılar dünyanın geniş bölgelerinin üretim yaşamını ellerine geçirdiler ve böylece bu alanları Batılılaş-tırmış oldular. Daha önce toprak ve mülkiyet düzenlemelerinin söz konusu olmadığı bölgelere özel mülkiyet kavramını götürerek mevcut toprak iddialarını ve mülkiyet düzenlemelerini baştan aşağı yenilediler. Çok sayıda insanı ücretli işçi haline getirdiler, vergiler koydular, meta değişimini yerleştirdiler ve paranın kullanımını yaygınlaştırdılar. Yerli yöneticilere borç para vererek -Mısır Hidiv'i, İran Şah'ı, Çin İmparator'u Batılı finansörlere borçlanmıştı- ve bu rejimlerinin devamını sağlayarak finansal gelirlerini artırdılar. Tek kelimeyle, Batı'nın sanayileşmiş ülkeleri artık sadece sömürge mallarının ithalatçısı değil, aynı zamanda önde gelen sermaye ihracatçıları konumuna geldiler.Emperyalizmin Ekonomik ve Normatif BoyutlarıBatılı emperyalistler, Avrupa dışındaki halklar üzerinde büyük etkiye sahip olduklarını fark ettiler. Fakat bunu kötü bir şey olarak algılamadılar. Dünyayı, XIX. yüzyılın egemen bakış açısı olan 'tarihî ilerleme-cilik' kavramlarıyla değerlendirdiler. Batı'daki gelişmeci ulus devletler, dünyanın 'gelişmemiş' uluslarını akıl ve özgürlüğün tarihsel evrimine dahil ederek; Hıristiyanlığı, eğitimi, refahı ve Avrupa medeniyetinin değerlerini onlara götürmekle iyilik yaptıklarını düşündüler.Tarihin kaçınılmaz evrimine beslenen bu inanç, Batı'daki liberal ve radikal teorisyenlerin söylemlerinde sömürge karşıtı, uygulamada ise emperyalist olmalarına yol açtı. Pek çok liberal, 'sömürgeciliği' merkan-talizmle, çatışmayla ve savaşla özdeşleştirdi. Savaş, bir ulusun sermayesini tüketen vergi anlamına geliyordu. Aynı zamanda, bir ülkeyi sahip olduğu piyasalardan uzaklaştırma, engelleme ve düşmanlık anlamına geliyordu. Diğer taraftan 'emperyalizm', gelişme ve ilerlemeyle bir tutuluyordu; dünya halklarını, karşılıklı etkileşimcilikle, kendi kendini dü-zenleyicilikle, bilgiyle ve refahla belirlenen uluslararası iş bölümünün istikrara kavuşturulması anlamına geliyordu.

Page 134: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Sömürgecilik radikal ideolojide ise yağmalama, köleleştirme ve cinayet anlamına geliyordu. Aynı zamanda, sömürgecilik, sömürge ulusları arasında merkantalist savaşları içeriyordu. Sömürgecilik anavatandaki basını kullanıyor, zorunlu askere alma ve iş gücünü azaltma anlamına geliyordu. Radikaller yağmacı ve baskıcı olmasına rağmen, emperyalizmin, 'tarih dışı' ve 'barbar' toplumları kendi 'Asya tipi üretim'lerinden tarihsel evrimin dişli çarklarına çekerek gelişmeci bir işleve hizmet ettiği-ni iddia ettiler (Molnar, 1975). Karl Marx, bu radikal paradoksu özlü bir şekilde şöyle ifade etmiştir: "İngiltere, Hindistan'da birincisi yıkıcı, diğeri yeniden harekete geçirici olan -eski Asya tipi toplumu ortadan kaldırma ve Asya'da Batı toplumunun maddi temellerini atma- ikili misyonunu yerine getirmek zorundadır" (Marx 1972, s. 82; 1977, s. 931-41; aynı zamanda Said s. 153 vd.).Emperyalizmin Ekonomik, Normatif ve Siyasal BoyotlarıXIX. yüzyılın son çeyreğinde, sömürge karşıtı retorikle birarada yürüyen emperyalist uygulamalar çağından, emperyalizmin açık hedef olarak toprak kazanımmı belirlediği bir döneme geçildi.3 Bu ani bir değişiklikti ve bu oluşum, İngiltere Başbakanı Disraeli'nin İngiltere'nin erken dönem sömürge karşıtı bakış açısını terk ettiği ve emperyalizmi yay-gınlaştırıcı ve sağlamlaştırıcı türden saldırgan bir siyaseti benimsediği 1872 yılına kadar geri götürülebilir. Disraeli'nin görüşlerindeki bu ani değişiklik ve Avrupa'daki diğer devlet adamlarının bu yolu izleme yönündeki arzuları, daha sonra ortaya çıkacak yayılmacılık dalgası için nedenler bulunmasını gerektirmektedir.İkinci sanayi devrimi, denizaşırı yayılmacılık dalgasının açıklanmasına yardımcı olmaktadır. Çünkü, Avrupalı güçler sanayileştikçe, yeni iletişim ve ulaşım araçları geliştirerek ve küresel iş bölümünü artırarak hammadde ve gıda için daha uzak yerlere gittiler. XIX. yüzyılın son çeyreğinde, Batı ithal malları arasında, Avrupa'nın giderek büyüyen sanayileri için çok büyük miktarlarda hammadde (pamuk, yün, kereste, metal filizi, kenevir, jüt, boya, bitkisel yağ ve giderek artan petrol) ve temel gıda maddeleri (un ve et) yer aldı.Siyasî iktisatçılar, bu gelişmeyi uluslar arasındaki karşılıklı bağımlılığa dayanarak tartıştılar. Liberal teorisyenler, bunu küresel iş bölümünün giderek artan bir genişlemesi olarak gördüler ve karşılıklı bağımlılığın, hem katılımcıların refahını artırdığını hem de aralarındaki çatışma tehlikesini azalttığını ileri sürdüler. Buna karşın, anti-liberal teorisyenler karşılıklı bağımlılığı, ulusların birbirine bağımlılığı olarak gördüler ve bunun, bağımlı bir ulusun, malları kolaylıkla tedarik edenlerin siyasal gücünü kullanmasına karşı giderek daha da savunmasız bir hale geldiğini iddia ettiler. Güç siyasetiyle ilgili bu endişe, 1873 yılında ortaya çıkan ekonomik panikle ve takip eden 'Büyük Buhran'la daha da arttı.Radikal teorisyenler, karşılıklı bağımlılığı eşitsizlikle, sınıf çatışma-sıyla ve sömürüyle ilişkilendirdi. Bu ilişkilendirmenin, Alman bilimadamları arasında uzun bir geleneği vardır. Hegel (1980, s. 150), sanayileşme ilerleme kaydettikçe ülkelerin iki temel sınıfa bölüneceğini ileri sürmüştür: Bir tarafta refah durumundaki elitler; öbür tarafta 'yoksul ayak takımı'. Bununla beraber, 'devlet adamları sömürgecilikten yararlanarak bu bölünmeyi gidermeye ya da azaltmaya çalışabilirler' diyordu. Dış yayılma, sınıf çatışmasını azaltabilir ve fakirlerle zenginler arasındaki eşitsizliği azaltabilir. Fakat fakirler bir sınıf olarak anavatanda sömü-rüldükçe ve yabancılaştırıldıkça, sömürge topraklarına yerleştiklerinde de bu durumları devam edecektir. Marx'in hararetle incelediği bu argüman Engels, Bebel, Kautsky ve diğer Alman sosyalistlerince XIX. yüzyılın son yıllarında ayrıntısıyla ele alındı.Muhafazakâr teorisyenler, karşılıklı bağımlılığın, ulus devletin kendine yeterliliğini ortadan kaldırdığını ve bunun dış etkilere maruz kalınmasına yol açacağını dile getirdiler. Devletler, güvenliklerini artırmak için, yerli sanayilerini geliştirmek, takviye etmek ve en sıkı bağlarla bağlı oldukları denizaşırı toprakları korumak zorundaydılar. Anti-liberal argümanı inceleyenler yine Alman teorisyenlerdi. Fichte (1979), bu aşırı ticaret ve karşılıklı bağımlılığın halkın saf ruhunu tehdit ettiğini ileri sürmüştü. Friedrich List, laissez-farie (bırakınız yapsınlar) öğretisine dayanan uluslararası ekonomide en güçlü ülkelerin sürekli kazanacaklarını ve en zayıf ülkelerinse sürekli bağımlı

Page 135: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

kalacaklarını ileri sürdü. List, refahtan yarar sağlayan uygulamaları haklı gösterme anlamında serbest piyasa öğretisini 'saf ideoloji' olarak kabul etti. Serbest ticaret, İngiltere gibi sanayileşmiş egemen bir ülke için doğru bir politikayken, korumacılık siyaseti, zayıf ülkelerin İngiltere'nin sıkı denetim uygulamalarını aşmalarına olanak sağlayacaktı.List, korumacı sanayileşme stratejisinin, Almanya'nın sanayileşmesini olanaklı hale getirip İngiltere'nin etkisinden koruyacağından emindi. (Carr 1964, s. 47). Bununla beraber, bütün ülkelerin bu yolu takip edebileceğini düşünmüyordu. Ancak ulusal bir birlik ve aşırı bir siyasî disipline sahip uluslar, bütün vatandaşların kazanç ve kullanımlarını feda edebilecek bir stratejinin geçici maliyetini karşılayabilirdi (List 1927, s. 181-9).Bu argümanında ısrarcı olan List, (Hegel gibi ve ondan önce de Montesquieu gibi) dünyayı ekonomik ve manevi bölgeler olarak ikiye ayırdı; birincisi ılıman, yaratıcı ve zengin; diğeri sıcak, uyuşuk ve fakir. List'e göre, dünyanın sadece ılıman bölgeleri, bir ulus devleti kurmak için gerekli manevi birliğe ve iktisadî gelişimle siyasal bağımsızlığın sonsafhasına ulaşabilirdi. Dünyanın sıcak bölgeleriyse, doğal olarak tarıma eğilim gösterir ve bu yüzden herhangi bir 'entelektüel ve ahlâki güç' ge-liştiremez. Ilıman bölgelerdeki ulus devletler, sanayisel, şehir merkezli ekonomiler geliştirdiklerinden, dünyanın kuzey ve güney ulusları arasında doğal bir iş bölümü kendiliğinden ortaya çıkacaktır.List (Hegel gibi), dünyanın kuzey ve güney bölgeleri arasındaki ilişkiyi ruh eşitsizliği ve adaletsiz değişim ilişkisi kapsamında ele aldı. Bununla beraber, Hegel'i radikal bir şekilde yorumlayanlar, sık sık böylesi eşitsizlikleri eleştirirken, List bunları doğal ve kaçınılmaz olarak kabul etti ve bu eşitsizliklerde sömürgeciliğe bir davet gördü: 'Ilıman bölgedeki ülkeler, doğal olarak sanayisel üretim için belirlenmiş olduklarından, karşılığında ürün sağlayacak olan sıcak bölgelerde yer alan ülkelerdeki önemli pazarlarını geliştirmeye çalışmalıdırlar' diyordu (List 1930, s. 223).List, zamanının Batılı düşünürlerinin duygularını dile getiriyordu. Ölümünden otaz ya da kırk yıl sonra List'in argümanları yeniden gündeme getirildi. Almanya'da Bismarck, modern devletin ekonomik temellerini atmak için List'in görüşlerinden faydalandı. List'in, kendi kendine istikran sağlayıcı bir değişim değil, fakat devletlerarası bir çaba ve güç siyaseti bağlamındaki uluslararası ticarete bakış açısı, Avrupa'nın geri kalan bölgelerinde 'Büyük Ekonomik Buhran'la giderek hız kazanmaya başladı. Avrupa başkentlerinde bilim adamları, askerler ve devlet adamları, giderek artan bir şekilde, imparatorluğun uzak coğrafyalardaki varlığının ulusun güç kaynağı olduğunu vurgulamaya başladılar. Sanayileşme yönündeki ilerlemelere devam etmek ve yeryüzünde 'sağlam bir konum edinmek' için sömürge imparatorluğu kurarak ekonomik ve siyasal anlamda kendine güvenilirliğin sağlanması gerekiyordu.1873 yılından sonra, sanayisel malların dünya piyasalarındaki fiyatlarında düşme görüldü. Bu durum, sanayileşmiş uluslar arasında rekabeti artırdı. Diğer ürünleri ülkelerine sokmamak için gümrük tarifeleri uygulamaya başladılar; aynı zamanda, daha fazla oranda kazanç getirdiğinden 'gelişmemiş' ülkelerdeki yatırımlarını artırdılar. Milliyetçiliğin etkisi altında, List'in satırlarında yer alan 'küresel iş bölümü' kavramı yeniden yorumlandı. Yüzyılın son çeyreğinde 'küresel iş bölümü', artık kendi kendini düzenleyici serbest dünya piyasasının doğrudan bir sonucu olarak görülmüyordu. Aslında, eski 'serbest piyasa', 'korunaklı piyasalar' fikriyle yer değiştirmişti. Temelinde, gıda ve hammadde karşılığında güneydeki az gelişmiş sömürgesine imalat ürünleri veren kuzey ülkelerinden oluşan 'birleşik bir uluslar ailesi' düşüncesi yer alıyordu.Anavatan için bu fikir, çeşitli iklim ve kaynak türlerini kapsayan büyük, kendi kendine yeten bir ticaret birimi yaratarak bağımsızlığını artırması içindi. Bu oluşum, gümrük tarifeleriyle dış rekabetten korunacaktı; refah ve zenginlik kadar, bütün üye ülkeler için iç piyasayı da garanti altına alacaktı.Fin-de-Siecle* Paradoksu1875'li yıllarda Avrupa, emperyalizmi, hem refah ve hem şerefe ulaşmak için bir anahtar, hem de insanlığa bir hizmet olarak gördü. Bununla beraber, 1900 yılma gelindiğinde emperyalizmin vaadleri hayal kırıklığına yol açtı. Kazanmaların

Page 136: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

elde edilmesi zordu; maliyetler daha yüksekti, başlattığı çatışmalar tahmin edilenden daha sürekli ve şiddetli oldu.Aynı zamanda, anavatanın ve sömürgelerin çıkarları ayrışmaya başladı. Emperyalizm fikri, anavatanın ve sömürgelerin ortak çıkarlar çerçevesinde iş birliği yapmasını gerektirmişti. Fakat, denizaşırı sömürgeler bir kez gelişmeye başladığında, beyaz yerleşimciler ekonomik ve siyasal gelişmişlik için gerekli olan güçlerden feragat etmekte isteksizlik göstermeye başladılar. Beyaz yerleşimciler- egemen bir devletin donanımını kendisine maledecek geniş bir milletlerüstülük anlayışına doğru evrilen- ulusal çıkarlarının ellerinden alınmasına itiraz ettiler (Hancock 1937, s. 39). Yeni milliyetçilik doktrinlerinden güç alan sömürgeciler, bunun yerine, emperyalist sınırlamalardan kendilerini kurtarmaya çalıştılar. Barraclough, bu gelişmeyi, kendi ilkelerinin hayata geçirilmemesi yolunda baskılar ortaya koyan yeni emperyalizmin bir paradoksu olduğu şeklinde yorumlamaktadır. Dış dünyayı harekete geçirmek suretiyle Avrupa'nın üstün konumu aşınırken, emperyalizm, imparatorluk bağlarını gevşetti (Barraclough 1976, s. 75).DARWİN'İN DEVRİMİXIX. yüzyılda ekonomi ve siyasal teorinin en önemli konulan tarih, değişim ve evrimdi. Bu konular, uluslararası ilişkiler teorisine dair pek çok tartışmada yer aldı; liberal görüş, iyimser bir sürekli ilerleme düşüncesiyle karışmıştı; radikal görüş, tarihin katı kanunlarına ve nihai, özgür-leştirici devrim üretecek olan Stufenganğa yani, "ilkel kümonizm -kölelik-feodalizm-kapitalizm-sosyalizm-komünizm" zincirine inanmaya* Özellikle 19. yy. sonu için kullanılır (ç.n)başlamıştı; muhafazakârlar ise, tarihin yakın bir okumasının devlet adamlarına dersler vereceği inancını taşıyorlardı.Bu çağ, insan etkinliklerinden derslerin ve kanunların çıkarılabileceği ve siyasetçilerle devlet adamları tarafından uygulanabileceği fikrine saplantılı bir şekilde bağlıydı. Bu bakış açısı, XIX. yüzyılın sonuna doğru belirginleşti; ve çeşitli kanunlar adı altında kendini gösterdi; Smith'in piyasa kanunu, Lasalle'nin ücretlerle ilgili katı kanunu, Burke'nin ticaret kanunu, Malthus'un nüfus kanunu... XIX. yüzyılın ilk yarısında, kanunlarla ilgili bu araştırmanın en etkin ifadesi Hegel'in çalışmalarında yer aldı. Yüzyılın ikinci yarısında ise, Charles Darwin, çağın bu önemli konularını, uluslararası ilişkiler teorilerinin ilk zamanlarından beri gündeme gelen şu imgeyle birleştirdi: Toplumsal düzenin, özgür aktörler arasındaki kısıtlanmamış rekabetin bir sonucu olarak önceden anarşik olan bir koşuldan doğduğu düşüncesi(Crook, 1994).Darwin'in evrim teorisinin temeli, Güney Amerika'ya yaptığı seyahat sonucu kazandığı deneyimlerinin gerçekleştiği 1830'lu yıllara kadar geri götürülebilir. Şili'nin 600 mil kadar açığındaki Galapagos Adalarında yaptığı gözlemler Darwin'in merakını ve hayal gücünü harekete geçirdi. Darwin, 'kökenlerinin Amerika kıtasına özgü olduğunu tespit ettiği' kuş ve hayvanları keşfetti; bununla beraber, hayvanların çoğu farklı türler olarak smıflandırılabilecek denli farklı özellikler taşıyorlardı. Darwin, Galapagos kuşlarının insandan ürkmediklerine şaşırdı ve iguanaların insanlardan, doğal olarak yırtıcıların yaşadığı denize göre daha az korktuklarını gözlemledi. Darwin, bu anormal davranışın uzun dönemli bir koşullanmanın sonucu olabileceğini gündeme getirdi. Adadaki hayvanlar ve kuşlar, Güney Amerika ana kıtasındakilerden farklılık gösteriyordu; çünkü uzun zamandır kendi başlarına terk edilmişler ve yavaş yavaş ana kıtadan ayrı adaların kendine özgü koşullarına adapte olmuşlardı. Daha sonra bu türler, kendi doğal ortamlarını benimseyerek karakteristik özellikler geliştirmişlerdi.Darwin, notlarının otuz beş sayfasını, takip eden yıllar boyunca üzerinde uzun uzun kafa yoracağı bir takım sorulara ayırdı. Diğer türler bunu başaramayıp hayatlarını yitirirken, bu türlerin nasıl başarılı bir şekilde çevrelerine adapte olduklarını merak etti. Türlerin doğal ortamlara başarılı bir şekilde adapte olmalarının -örneğin, türlerin evrimiyle ilgili olup olmadığı gibi- teleolojik (özel biçimde önceden tasarlanıp düzenlenmiş olma. ç.n.) bir yolu tanımlayıp tanımlamayacağı üzerinde düşündü (Darwin 1958, Ch. 27; 1962, Ch. 13).Darwin, bu sorular karşısında genel bir cevap verilebileceğini düşünemedi. Ancak, 1838 yılında Malthus'un, Nüfus İlkesi Üzerine Deneme-si'ni (1982 [1798])

Page 137: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

okuduğunda kendi düşüncesini şekillendiren genel bir yaklaşım elde etti. Malthus, insan nüfusunun tarım ürünlerinin artış hızından daha yüksek bir oranda artış eğiliminde olduğunu ileri sürüyordu. Nüfus artışı, sürekli gıda üretimini artıracak ve insanlık sürekli kıt kaynaklarla mücadele etmek zorunda kalacaktır. Darwin, daha önce kendine sorduğu soruyu Malthus'un argümanı çerçevesinde ele aldı. Türlerin evrimini dile getiren temel ilkenin kıt kaynaklar için verilen mücadelede yattığı sonucuna vardı. Hayatta kalma mücadelesini en güçlüler, en zekiler ve en iyi uyum sağlayanlar başarabilecek ve karşılığında güçlerini ve zekâlarını çocuklarına aktarabileceklerdir. Darwin'in uğraştığı hayatta kalma olgusu, sınırlı kaynak nedeniyle sürekli mücadele konusu olacaktır. 'Varoluş için çaba kaçınılmaz olarak, bütün organik varlıkların artma eğilimi gösterdikleri yüksek bir oranı takip etmektedir'. Darwin'e göre, bütün hayvanlar ve bitkiler alemine uygulanan, Malthus'un bu öğretişiydi (1958, s. 376).Varoluş için verilen evrensel mücadelede, en güçlülerin hakkı baskın çıkmaktadır. Herbert Spencer'in, 'en uygun olanların yaşaması' olarak özetlediği bu ilke, Darwin'in, bazı türler başarılı olurken diğerlerinin neslinin niçin tükendiği sorusunun cevabı "Yeterli miktarda gıdaya sahip olabilme becerisini gösterenler, varlık mücadelesinde hayatta kalabilecektir." şeklindedir.Darwin, Türlerin Kökeni isimli eserini 1859 yılında yayımladı. Bu eser, bilim dünyasında bir bomba etkisi yarattı. Malthuscu siyasî iktisat çevresinde dönen ateşli bir tartışma başlatarak üç siyasî ideolojiyi -liberalizm, radikalizm ve muhafazakârlığı- derinlemesine dönüştürdü.Darwin'in Etkileri I: Marx ve MarksizmDarwin, radikalizmin kullanabileceği yeni bir bilimsel terim ortaya attı: 'Adaptasyon'. Canlı organizmalar, adaptasyon vasıtasıyla kendilerini, kısmen davranışlarını değiştirerek, kısmen de çevrelerinde değişikliğe yol açarak çevrelerindeki farklılıklara cevap verebilmektedirler. Çevrelerine son derece iyi adapte olan bu organizmalar, hayatta kalmayı başarmaktadırlar; halbuki bu adaptasyonu sağlayamayanlar, varlıklarını yitirmektediler.Marx, Darwin'in bu argümanının 'kapitalist üretimin kanunlarının', tanımlanmasında kullanılabileceğini fark etti ve bu kanunların kaçınıl-Imaz sonuçlara doğru yol aldığını açıkladı (Marx 1977, s. 91). Marx, Kapital isimli eserini yazdığı dönemde, Darwin'in Türlerin Kökeni isimli eseri yayımlanmıştı ve Darwin'in 'adaptasyon' düşüncesinin kendi araştırmasına öncü olabilecek önemli konular içerdiğini gördü. Bu adaptasyon düşüncesi, insanoğlunun kendi çabasıyla doğal çevresini dönüştürmesinin karşılığında insanoğlunun da dönüşüme maruz kaldığı iddiasıyla mükemmel bir şekilde örtüştü. Buna ilâve olarak, söz konusu yaklaşım, 'bütünlük' dışında hiçbir şeyin gerçek olmadığı ve tarihin en düşükten en mükemmele doğru bir gelişme seyri izlediği yönündeki Hegelci iddiayı yansıtıyordu. Marx, Türlerin Kökeni kaba ingiliz tarzında geliştirilmiş olmasına rağmen, bizim görüşümüz için temelleri doğal tarihe dayanan bir kitaptır" diyordu (Marx 1964a, s. 131).Hegel ve Darwin'in teorileriyle ortaya çıkan, XIX. yüzyılın mücadele yoluyla gelişme fikri, aynı zamanda, Marx ve Engels'in yazılarına da kaynaklık etti. Marx'in, ilerlemenin en gelişmiş safhaları vasıtasıyla tarihi yönlendiren 'doğal yasaları' keşfetmeye çalıştığı diyalektik metot, Darwin'in evrim teorisine paralellik arz etmektedir. Marx'a göre, insanoğlu bütün insanlık tarihini arkada bırakacak bir ağırlık ve süratle yeni bir toplumsal yapıya doğru ilerlemektedir. Doğa gibi, toplum da üyeleri arasındaki içkin bir mücadeleyle zamanla ilerleme gösterir. Darwin'in 'evrim geneldir' iddiası kaçınılmaz olarak Marx ve Engels'in yeni proleter bir toplumun zaferinin kaçınılmazlığı fikrinde yankısını buldu. Marx'in ölümünün ardından, bazı fikirdaşları 'bilimsel sosyalizm' öğretilerini Darwincilikle büyük bir benzerlik içine sokmaya çalıştılar. Böylesi çabalar, August Bebel gibi öncü sosyalist teorisyenlerin yazılarında açık bir şekilde ortaya konmuştur (1893). Bununla beraber, diğer Marksistler, Darwincilik ve Marksizm arasında doğrudan bir tanımlamaya karşı çıktılar. Anton Pannekoek, Darwin'in hayvanlar alemini incelediğini, halbuki Marx'in insanlık tarihini ele aldığını ve insanlığın hayvanlar dünyasına ait olmasına rağmen, insanlığın hayvanlardan üstün olduğunu dile getiriyordu. Darwin'in tartışma konusu yaptığı aç gözlü hayvanların aksine, insanlık toplumsal hayvandır. İnsan, toplumunda

Page 138: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

bireyin yaşamasını sağlayan ne vahşi bir güçtür ne de bireysel zekâdır; bireyin sahip olduğu mülkiyetin niceliğidir. İnsanlar arasındaki rekabete dayalı çatışma, en iyi ve en kaliteli olanı ortaya çıkarmaz; fakat fakirlikler yüzünden, çok güçlü ve sağlıklı olanları bile ortadan kaldırır; bu arada zengin olanlar, zayıf ya da hasta olsalar da hayatta kalırlar' diye yazmaktadır Pannekoek (192, s. 33).IDarwin'in Etkileri II: Spencer, Sumner ve Snsyal Darwincilik1800'lü yılların başından itibaren liberal düşünürler toplumsal evrimi açıklama çabası içerisine girdiler. Herbert Spencer, Biyolojinin İlkeleri (1846) isimli eserinde dikkate değer bir çaba ortaya koydu. Bu çalışma, evrimi, 'sürekli farklılaşmalar ve entegrasyonlar yoluyla belirsiz, tutarsız heterojenlikten doğan bir değişme' olarak tanımlamıştı. Böylesi bir değişimin, sadece en uygun olanlarının yaşayacağı bir hayatta kalma mücadelesiyle gerçekleştiği görüşündeydi. 1850'lilerde Spencer, bu tanımı siyasî iktisada ve tarihe uyarladı. İnsanlık medeniyetinin evrimini, ilkelden, farklılaşmamış kabilelerden, daha büyük bireysel özgürlüklere olanak tanıyan karmaşık medeniyetlere doğru uzanan, giderek artan iş bölümü bağlamında gördü.Darwin'in teorisi Spencer'in düşüncesine büyük katkılar sağladı. Darwin, hayatta kalma mücadelesinin bitkilerde ve hayvanlarda evrime yol açtığını düşünürken, Spencer, insan toplumlarında hayatın devamlılığı için bu mücadelenin, gelişmeci bir gücü olduğunu ileri sürdü. 'Doğal seleksiyon' ilkesi toplumun zayıf üyelerini ayıklayacaktır; fakirler, buna muktedir olamayanlar, aptallar, hastalıklılar hayatta kalmak için gerçekleştirilen mücadelede yenik düşeceklerdir. Bu durum, en sağlıklı ve en güçlü toplum üyelerinin gelişmesine ve üremesine yol açacaktır. Spencer, bu ilkenin daha büyük toplumlarda iyilerin yaranna olduğunu ileri sürdü. Toplumdaki en zayıflara yardım etmek için gösterilecek herhangi bir çaba, uzun vadede diğer iyi ve güçlü insanların durumunu kö-tüleştirecektir. Toplumun en fakir kesimlerine barınma, eğitim ve fakirlik yardımı şeklinde devlet tarafından yapılacak herhangi bir müdahale, toplumun zararına olacak şekilde, bu topluluğun sadece yeniden üretilmesine yol açacaktır,XIX. yüzyılın son çeyreğinde önde gelen İngiliz gazeteci ve editör Walter Bagehot, bir kaç genel yasa ışığında insanlık tarihinin ilkelerini açıklamaya yönelik kapsamlı bir teşebbüs için Darwin ve Spencer'in görüşlerinden istifade etti:Öncelikle, dünyanın herhangi bir ülkesindeki en güçlü olan bu uluslar, diğerleri üzerinde hüküm sürme eğilimindedirler ve en güçlüler, belirlenmiş bir takım niteliklerle en iyisi olma eğilimi sergilemektedirler.ikincisi, her bir ulus içerisinde en çekici karakter türü ya da türleri baskın çıkma eğilimi gösterirler ve istisnalar olmakla beraber en çekici olanlar, en iyi karakter olarak adlandırdıklarımızdır.Üçüncüsü, bu rekabetlerden hiçbiri, tarihsel koşulların çoğunda haricî gelen güçlerle kuvvetlendirilmemişlerdir; fakat bazı koşullarda her iki rekabet de son derece yoğundur.Bunlar, bilimde 'doğal seleksiyon' adı altında yer aldığını bildiğimiz doktrinlerdir. (Bagehot 1889, s. 457). .Bagehot'un Fizik ve Siyaset (1889 [1872]) isimli eseri, ulus inşasının güçlendirilmiş erken dönem tartışmalarını içermektedir. Bu çalışma, 'siyasetin ilk kanununu' araştırmaktadır. Ratzel ve Gumplowicz'in habercisi olan Bagehot, insanoğlunun 'ulus ve ulus arasındaki rekabette' en avantajlı konumu sağlayan davranışlara öykünmek amacıyla sahip olduğu iç temayülü nedeniyle, medeniyetin zamanla nasıl geliştiğini açıklamaktadır.Bagehot'un bu argümanı, tarihi ve uluslararası konuları Darwinci bir bakış açısıyla inceleyen Spencer'm Amerika'daki destekçileri, Benjamin Kidd ve William Sumner tarafından yeniden dile getirilmiştir. Kidd, bir insanlık medeniyeti teorisi inşa etmektedir. Bu teoride, 'devletler, sürekli devam eden savaşta sakınılıp beslenir ve sayesinde hayatiyetini sürdürdüğü uzun soluklu rekabette rakiplerini yendiği ve emri altına aldığı bir tür doğal seleksiyonla büyütülürler' (Kidd 1894, s. 43). Sumner bu görüşe katılmakta; fakat daha Malthuscu bir yaklaşım sergilemektedir. 'İnsanlar arasında çatışmalar ortaya

Page 139: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

çıkmaktadır, çünkü herkesin taleplerini karşılayacak kadar doğal kaynak mevcut değildir', demektedir Sumner (1954; 1965). Kaynak sıkıntısı insanları 'rekabete ve çıkar çatışmasına' sürüklemektedir. Tarih öncesi dönemlerde insanlar kıtlık durumunda hayatta kalmak için gruplar halinde örgütlenirlerdi; kısmen toplumsal görevleri bölüştürmek ve daha etkili bir şekilde üretmek için; kısmen de diğer gruplara karşı kendilerini savunmak için. Bagehot, Ratzel, Gumplowicz ve Kidd'in görüşlerinden faydalanarak Sumner şöyle demektedir:Bu yüzden böylesi bir grup, ortak bir çıkara sahiptir. Bu grup, belirli bir bölgeyi kontrol etmek zorundadır ve diğer gruplarla çatışmaya girmektedir. Bireyler arasında değil, gruplar arasında hayatta kalma mücadelesi ortaya çıkmaktadır; dışardakilerle çıkar çatışmasına girdiklerinde, grup içerisindeki üyeler ittifak oluştururlar ve bir tek çıkar etrafında toplandıkları görülür. Bu durum, savaşa yol açan bir yaşam mücadelesidir ve işte bu yüzdendir ki, daima savaşlar olagelmiştir ve olacaktır. Savaşlar insan varlığının bir koşuludur (Sumner 1965, s. 206).Gruplar birbiriyle çarpışırken, kendi içlerinde disiplin ve etkinlik kazandılar; savaş vasıtasıyla 'iş birliğini, gayreti, dayanıklılığı ve sabrı öğrendiler'. Bir grup ne denli birbirine kenetlenmiş ve etkin ise, girdiği mücadeleden zaferle çıkma şansı o denli büyüktü. Savaş 'doğal sürecin zor bir yoludur', çünkü insan grupları savaş vasıtasıyla iç düzenlerini oluşturan kurumlarını geliştirmişlerdir; kanunlar ve haklar, siyasal kurumlar, toplumsal sınıflar, iş bölümü, hatta ulus devlet ve ulus devletin dayandığı ekonomik temel bile savaşın ürünleridir, (s. 229, 211, 225).Bu açıklamayla, Sumner'in savaşı övdüğü zannedilmesin. Sumner, savaşın kötü bir şey olduğunu ileri sürmektedir. Bununla beraber, savaş insani durumun bir parçasıdır ve 'diğer kötülükler gibi kaçınılmaz olduğunda yadsmmamalıdır ve böylesi bir kazanım elde edilebiliyorsa elde edilmelidir' (s. 230). Sumner'a göre, eskiden dünya siyasetini belirlemiş olan hayatta kalma mücadelesi, aynı zamanda, gelecekteki uluslararası ilişkilere de damgasını vuracaktır. Yeni bir yüzyılın eşiğinde, Sumner yeni bir felâket dalgasını haber verdi. Sumner ayrıca zamanındaki Büyük Güçlerin nasıl büyük çaplı deniz kuvvetleri oluşturduklarını ve ko-lonilerdeki deniz aşırı bölgelerde ne kadar çok çalıştıklarını gözlemledi. Sumner, Birinci Dünya Savaşı arefesinde, Büyük Güçlerin savaş için hazırlık yaparken, savaş olacağı ve kolonileşme ve sömürgeleştirme yöntemlerinin yerlileri yok edeceği yorumunu yaptı. Bu şekilde, insan türü, medenileşmemiş olanların ortadan kaldırılmasıyla daha da medenileşe-cektir (s. 229).Alman generali ve askerî yazarı Friedrich von Berhnardi, Sumner'in uluslararası ilişkiler teorisindeki temel argümanlarım paylaşmaktadır. Fakat Sumner, savaşı korkunç ve 'hayatın ve sermayenin israfı' olarak gören bir Amerikalı liberalken, (s. 230), von Berhnardi savaşı, insanlığın ahlâki ve manevi mükemmelleşmeye doğru yol alışında daha da ileri bir evrim aşaması için güç olarak gören Alman bir gericiydi. Almanya ve Bir Sonraki Savaş (1912) isimli eserde Bernhardi, 'en güçlülerin yasasının' doğanın temel bir ilkesi olduğunu ve hem hayvanların hem de bireysel ve toplumsal olarak insanların davranışlarını yönettiğini ileri sürdü. Bernhardi, Savaş, doğada ve tarihte merkezî bir olgudur. Aslında:Savaş, bütün bir ırkın gelişimini ve dolayısıyla bütün bir medeniyeti dışlayan; savaş olmadan sağlıksız bir gelişim söz konusu olacağından, ortadan kaldırılabilecek insanlık yaşamının en önemli ve düzenleyici bir öğesinin biyolojik bir gerekliliğidir. 'Savaş, herşeyin ba-şıdır.' Darwin'den uzun zaman önce kadim dönemde yaşamış bilgeler bunu tanımlamışlardı (Bernhardi 1912, s. 18) yorumunu yaptı.Von Bernhardi, savaşın çıkmasından korkuya kapılmadı. Savaşı memnuniyetle karşıladı. İyi bir dünya savaşı, bir kez daha herkes için, Anglo-Saksonlar'ın barışsever ve yoz, zayıf ve korkak doğalarını açığa çıkaracaktır ve son olarak Alman ulusunun üstünlüğünü gösterecektir', diyordu.Darwinizmin Etkileri III: Haeckel ve Kıta Avrupası MilliyetçiliğiVon Bernhardi'nin argümanları deli saçması değildi. Bu argümanlar, Almanya'da askeri ve emperyalist çevrelerce memnuniyetle karşılanmıştı. Aslında bu görüşler, II. Wilhelm'in imparatorluk sarayındaki haleti ruhiyeyi yansıtıyor ve Marksizmle liberalizmi birbirinin içine geçmiş inançlar olarak tanımlayan ve her

Page 140: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ikisine birden muhalif olan vatansever Alman gençlik hareketlerinin duyarlılığını dile getiriyordu.Örneğin, Prusyalı zoolog Ernest Haeckel (1834-1919), Darwinizm'i devrimci çatışmalardan korumayı amaçlayan uzunca bir makale kaleme aldı. Haeckel, sosyalizmin ve liberalizmin, insanların doğal olarak eşit olduğunu dile getiren teoriler olduklarını, Darwinizm'in ise toplumsal eşitsizliği yansıttığını ileri sürdü. 'Darwin'in teorileri hayvanların daha büyük bir farklılaşma yönünde evrildikleri gerçeğini desteklemektedir; hayvanlar ne kadar mükemmel olursa, eşitsizlik o kadar büyük oluyordu. Aynı ilke, insanlar için de geçerlidir', diyordu Haeckel. İnsan toplumları da toplumsal sınıflar ve uluslar arasında büyük bir bölünmüşlükle belirlenmişlerdir; bir insan topluluğu ne kadar gelişmişse toplumsal iş bölümü o denli belirginleşmiştir ve yönetici sınıftakiler de daha güçlü ve muktedir bir yapıya sahiptirler.Darwinizm, türlerin hayat mücadelesinin sadece kaçınılmaz değil, aynı zamanda, doğanın bir yasası gereği olduğunu göstermektedir. Aslında, bu çatışma toplumsal evrime hız vermektedir. Rekabete dayanamayan toplum üyeleri hayatiyetlerini yitirecektir, bu mücadelede tutu-nabilenler ise varlıklarını devam ettireceklerdir. Sonuç itibariyle, hayatta kalma mücadelesi toplumun daha da mükemmelleşmesine eşlik etmektedir. Bu, acınacak bir durumdur -bütün insanların ölmek zorunda olduğu bir müessif durumdur-. Bu durum, aynı zamanda, inkâr edilmesi aptalca ve değiştirilmesi felâket doğuracak insan varlığının bir gerçeğidir. 'Darwinizm ya da doğal seleksiyon teorisi, son derece aristokratik-tir', diyor Haeckel:Bu teori en iyilerin hayatta kalmasına dayanmaktadır. Gelişmeyle ortaya çıkan iş bölümü, daha büyük çeşitliliğe, bireyler arasında, eylemlerinde, eğitim ve içinde bulundukları şartlarda daha büyük eşitsizliğe yol açmaktadır, insanlık kültürü ne kadar gelişmişse, mevcut sınıflar arasındaki farklılık ve uçurum da o denli büyüktür (Panne-koek'dan alıntı, 1912, s. 29).Haeckel, Darwin'in bu mantığını uluslararası siyasete taşımaktadır. Ona göre, devletler birbirleriyle rekabetin bütünüyle ortada olduğu ve sadece en güçlü olan devletin hayatta kalabileceği ve güçsüzlerin egemenlik altına alınacağı kanunsuz bir ortamda, tabiî halde ilişkiye girmektedirler; bu yüzden, devletlerin eylemleri, yasal ya da ahlâkî standartlara göre yargılanamamaktadır. Her bir devlet kendi çıkarına uygun olarak hareket etmektedir.Tek tek ele alındıklarında, Haeckel'in argümanları uluslararası ilişkiler teorisine yeni bir şeyler katmadı. Bununla beraber, çağının şartları göz önüne alındığında, bu eski aksiyom farklı bir siyasal öğretiye evril-di. Örneğin, Romantizm, Kıta Avrupası'nı silip süpüren, etkisi XIX. yüzyılda Orta Avrupa'da selin herşeyi önüne katıp sürüklediği gibi herşeyi içine alan, karmaşık ve entelektüel bir girdap halini aldı. Romantizm, Almanya'da edebiyat ve sanatın sığ sınırlarını aşarak milliyetçilikle, He-gelcilikle ve Alman halkının siyasal parçalanmışlığı hakkındaki kafa ka-rışıklıklarıyla iç içe geçmiş bir halde, karşı konulamaz siyasal bir güç olarak ortaya ç ktı.XIX. yüzyılın başlarında Hegelci diyalektik, Alman bölünmüşlüğünün, tarihsel bir zorunluluk olarak birlik düşüncesi üreterek bir Alman devletinin yaratılmasına yol açacağını açıkladı. Muhafazakâr Hegelciler, bu fikrin Prusya devletindeki üstün söylemde karşılığını bulacağını ileri sürdüler. Bununla beraber, yüzyılın ortalarına gelindiğinde Hegelciler artık sadece siyasal evrim teorisine sahip değillerdi; aynı konuları daha somut ve materyalist bir söylemde ele alan Danvincilerin saldırılarına maruz kalmışlardı. 1860 yılında, Haeckel, sağcı Hegelci mesajı Darwin-ci bağlama oturtmaya başladı. Coburg'da bir spor kulübünde, doğa yasalarıyla uyum içersinde sağlıklı bir hayat süren 'kardeşler topluluğu' fikrini zihninde canlandırdı. Bu fikri 'monizm' öğretisine dönüştürerek üzerinde uzun uzun düşündü; Haeckel bu terimi, kendisini, insanlık ve doğa arasındaki farkı oluşturan bir görüş olan Batı Avrupalı 'dualizm-den' ayırmak için kullandı. Monistlere göre, insanoğlu doğanın parça-Isiydi ve diğer hayvanlardan üstün gelişmişlik düzeyiyle ayrılmış olan bir hayvandı. Darwin, doğal ve toplumsal dünyaları birleştirdi: İnsanoğlu doğanın bir parçasıydı ve doğal seleksiyon yasasına göre, hayvanlar aleminden evrilmişti.

Page 141: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Haeckel, Darwinizm'i, yeni, kozmik bir tarih ve siyaset felsefesinin temeli olarak kullandı. İnsanlık tarihi, insanoğlunun biyolojik doğasına göre yeniden değerlendirilmelidir' diyordu Haeckel. Bu durum, insan toplumunun rekabet kanunlarınca yönetildiğini ortaya koyacaktır ve dünya siyasetinde olduğu kadar hiçbir yerde, bu kadar belirgin değildir. Uluslar hayatta kalmak için savaşmak zorunda olan canlı organizmalardır.1862 yılında, Haeckel, Almanya'yı baştan başa gezerek monist düşüncesini yaymaya başladı. Onun bu fikirleri, birbirine paralel olmayan kapsam ve hızdaki sanayileşme süreci mübadelesinde parçalanmış bir ulus haline gelen Almanlar arasında olumlu bir etki uyandırdı. Haec-kel'in teorileri çağının güçlü, romantik şovenizmi ve önceden tahmin edilemeyen sosyo-ekonomik karışıklığıyla yankı buldu; romantik şovenizm ve sosyo ekonomik karışıklık, dönemin hızlı toplumsal değişimini yansıtıyor ve giderek artan ekonomik entegrasyon ve siyasal birlik taleplerine hız veriyordu.Haeckel, Almanların üstün bir halk (Volk) olduğunu ileri sürüyordu. Fakat Almanlar sadece ayırt edici Aryan özelliklerinin devamlılığını temin etmek suretiyle bu özelliklerini devam ettirebilirlerdi. Almanlar, yabancı unsurların etkisini en aza indirmek zorundaydılar; eşitlik ve ahen-ge övgüler yağdıran liberalizm gibi yabancı öğretiler Alman eğitim sisteminden çıkarılmalıydı. Böylesi fikirler yanlıştı ve Alman gençliği için zararlı etkilere sahipti. 'Akim ve özgür ifadenin teşvik edilmesine de karşı gelinmelidir' diyordu Haeckel; çünkü organizmalar akılla değil, Dar-win'in gösterdiği gibi mücadeleyle ve saflıkla kazanılırdı. 'İnsan iradesi, tür olarak değil; fakat derece olarak farklı oldukları daha üst düzey hayvanlara göre daha fazla özgürlüğe sahip değildir.' İnsanlık sadece düzenli bir toplum olarak özgürlüğü tecrübe edebilir; ve 'özgürlük ne kadar büyükse, düzen o denli güçlüdür'. Böylece Haeckel, özgürlüğü grubun otorite düşüncesinin bir sonucu ve grubun hayatta kalmasının önceliği haline getirdi. Devletin ilgi alanı düşünüldüğünde, birey önemsizdi. 'Biyolojik bir organizmanın hayatiyetini devam ettirmesi için binlerce hatta milyonlarca hücre feda edilmektedir'. Hücreler, organizmanın varlığını sürdürmesi için canlılıklarını yitirdiği gibi, bireyler de devlet gibi daha büyük bir iyilik için feda edilebilir (Gasman 1971).Haeckel, Darwin'in teorisini insanlık tarihine ve toplumuna uyarlayan meslektaşı Friedrich Ratzel'in (1844-1909) imgeleminden yola çıkmıştı. Öncelikli ilgi alanı insanlık ve fizik çevre arasındaki diyalektik olan Ratzel, toplum bilimlerinden birkaç alana önemli katkı yaptı. Ratzel, Lebensraum (ya da 'canlı uzam') kavramıyla uluslararası ilişkiler teorisine de inkâr edilemez bir katkıda bulundu. Bu kavram, Halk'ın tarihsel olarak evrildiği coğrafi uzam ve halk arasında yakın bir ilişkinin varolduğunu açıklamak suretiyle devletin teritoryal doğasını ayrıntılı bir şekilde açıklamaktaydı. Ratzel ulus devlet yapısını, vatandaşlarının niteliklerine ve kapasitelerine uygun sınırlarını genişletmiş ve kısaltmış olan bir organizma olarak görüyordu (Ratzel 1896; Haushofer 1928). Diğer birkaç toplum teorisyeni -özellikle de Ludwig Gumplowicz (1883) ve daha ayrıntılı bir şekilde de genç Max Weber (1994, s. 2, 5, 16, 84, 134)- tarafından da karşılaştırmalı argümanlar formülleştirildi (Weikart 1993).1899 yılında, Haeckel Das Weltratsel ('Evrenin Bilmecesi') isimli eserini yayımladı. Yayınlanır yayınlanmaz çok satan kitaplar arasına giren bu eser, doğal güce dayanan ve iktidarla devam ettirilen toplumsal gruplar arasındaki çatışmayla sürdürülen evrimci süreç hakkındaki fikirleri yaygınlaştırdı. Bu eser, Almanya'nın pagan geçmişini yeniden ortaya çıkararak Alman ulusunun meziyetlerine övgüler yağdırdı. 1906'da Haeckel, spor ve ulusal meziyetlere adanmış bir gençlik hareketi olan Monist Birliği'ni (League) kurdu. Beş yıl içerisinde, bu Birlik, uluslararası bir hareket halini aldı.I. Dünya Savaşı'ndan on yıl önce Monist Birliği, Alman gençlerini Alman milliyetçiliğine bağladı. Birliğin siyasal önemi, 1890'h yıllarda doğan Alman nesli üzerinde gerçekleştirilen fikirlerin uzun vadedeki etkisinde yatmaktadır. Bu nesil, büyük bir yenilgi yaşadıkları I. Dünya Sa-vaşı'na iştirak etti. Monist Birliği, 1918 yılından sonra etkisini yitirdi; fakat aynı fikir üzerinde, Sosyalist-Darwinci öğretilere ve pagan geçmişe özgü romantik mitlere vurgu yapan diğer gençlik örgütleri ortaya çıkmaya başladı. Thule Topluluğu, Artamanen Birliği ve diğer örgütler, Weimar Cumhuriyetinde bio-siyasal vatanseverliğin

Page 142: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ortaya çıkmasına katkı sağladılar. Bu örgütler, Alman kanında içkin olan soyluluğun ortaya çıkarılması suretiyle saf Alman köylü sınıfının yaratılmasını savundular. Bu örgütler, giderek nüfusu artan Almanlara yaşam alanları (Lebensraum) açmak için ülkenin doğu bölgesindeki Polonyalıların bölgeden atılması gerektiğini ileri sürdüler. Söz konusu bölgeye, Ruhr'un ve Saar'ınyeni sanayi bölgelerinin yabancılaşmış gettolarından kurtarılan ve ırk olarak da Alman kabul edilenler yerleştirilmelidir. Artamanen Birliği'nde ideolojik ve siyasal eğitim alan bireyler arasında -herbiri daha sonra Nazi hareketine katılacak ve Hitler'in SS ordusunda subay olacaktır- Walter Darre, Rudolf Hess ve Heinrich Himmler yer "alıyordu (Gasman 1971, s. 152).MODERNLİK VE ÖTESİTarih, değişim ve evrim XIX. yüzyılın uluslararası ilişkiler teorilerinin önde gelen konularıydı. Bu konular, bütün modern döneme damgasını vurmuş olan davranış kurallarında ve kanunlarda ifade edilen, siyasetçiler ve devlet adamları tarafından uygulanan insani olaylardan dersler çıkarılabileceği düşüncesini yansıtmaktadır. Bu fikir XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılın başlarında bir saplantı halini aldı.XIX. yüzyılın ortalarında maddi ve manevi gelişmeye yönelik giderek artan eleştiriler görüldü. Bu eleştiriler, bazı açılardan, Darwin'in habercisiydi. Darwin modern, XIX. yüzyıl biliminin en karakteristik özelliklerinden bazılarını dile getirmesine rağmen, aynı zamanda, bir kırılmayı da temsil ediyordu. Rasyonel ve manevi düşünceleri, teorisinden dışlayan Darwin'in organik evrimi yalnızca biyolojik ve çevre çeşitliliğine dayanıyordu.Darwin'in insan aklını gözardı etmesi, diğer teorisyenler tarafından da taklit edildi. Bu teorisyenlerden biri, modern toplumun en önemli eleştirilerinden birini geliştiren Karl Marx'di. Alman metodolojisine, Fransız siyasetine ve İngiliz siyasî ekonomisine dayanan Marx, insanlık dışı üretim araçlarının bireyleri yabancılaştırdığı modern topluma ciddi bir eleştiri getirdi. Fakat son aşamada, Marx'm kapitalist üretim araçlarına getirdiği bu eleştiri, Batı modernlik geleneği içerisinden çıkan bir argümandı. Bu argüman, Marksistlerin, modernliğin bir görüşünü (kapitalizm) bir başkasıyla (sosyalizm) değiştirmeyi önermeleri bakımından sınırlı bir eleştiriydi. Marx'in analizleri, her bireyin sonsuz bir olasılıklar cevheri olduğunu ve toplum bir kez yeniden düzenlendiğinde, bu olasılıkların galebe çalacağı fikriyle alay eden Nietzsche'nin düşüncesine (ki, materyalist liberaller ve radikaller de aynı şeyi düşünüyordu) göre daha zayıf bir etkiye sahipti.Nietzsche, insan aklı ve ahlâkı hakkında derin bir şüphecilik besliyordu. O, dayanıksız doğasını sergilemek amacıyla insanoğlunun akılmelekesini rasyonalitenin aleyhine döndürdü. Nietzsche, insanoğlunun doğruyu ve evrensel ahlâkı bulabileceğinden şüphe duyduğundan, insanın ahlâkî standartlarının koşullu doğasını ortaya çıkarmaya çalıştı. Nietzsche, 'iyi' ve 'kötü'nün tarihî ve toplumsal analizler için uygun olmayan terimler olduğunu ileri sürdü. İnsan dilinin herhangi bir gerçekliği ya da doğru şeyi tanımlama yeteneğinden şüphe duyan Nietzsche, iktidar için büyük istek duyanların ellerinde bir siyasal araç olacak ahlâki retoriki kullandı. Nietzsche, ahlâki söylemin gizlediği ve bütün toplumsal düzenin üzerine inşa edildiği iktidar yapısını ortaya çıkarmaya kararlıydı. 'Bu dünya için yeni bir isim aramak mıdır? Bilinmezlerine çözüm bulmak mıdır?... Bu dünya iktidarı elde etmek için bir araçtır, başka bir şey değil', diyordu (Nitzcshe 1960, s. 917). Nietzsche, gelişmeyle ilgili çağdaş kolaycı inancı reddetti. Bu reddediş, modern Batı toplumunun yaslandığı değerler ve varsayımlar üzerine doğrudan doğruya bir saldırıydı (Chanteur 1992, s. 83 vd.).Benzer argümanlar diğer düşünürler tarafından da ileri sürülmüştü. Nietzsche, insanoğlunun, gizli ve düşmanca yollarla hareket eden bilinçsiz dürtülerin avı olduğunu vurgulamıştı; fakat Sigmund Freud, o eylemlerin sözde mekanizmalarını yalın bir şekilde ortaya koydu. Nietzsche, insan dilinin gelişigüzel bir yapısı olduğunu ileri sürdü; fakat Ferdinand de Saussure, söz diziminin ve anlamının farklı kurallarını ve dilin yapısı içine doğan, dünyayı gözlemlemeye ve gözlemleri vasıtasıyla düşünceler kurmaya zorlanan insan bireyleri tarafından benimsenen dilin toplumsal olarak nasıl oluşturulduğunu gösterdi.

Page 143: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Yüzyılın dönümünde toplum teorileri, insan davranışlarının maddi çıkarlar ve rasyonel hesaplamalardan ziyade endişeler tarafından yönlendirilmesine uygun olarak geliştirilmişti. Bunların etkisi, olaylar karşısında rasyonel ve entelektüel tepkiler veren tutarlı bir birey olarak insanın modern imgesini parçalara bölecekti. Bu yeni teoriler, Rönesans'tan bu yana Batı'da yer alan bir tür temsilî akılsallaştırmayla episte-molojik kırılmayı belli belirsiz tanımladı. Bu teoriler, bir süre sonra toplumsal teoriden daha az olmamak üzere yazıyı, şiiri, müziği içine alacak, sanatçıları ve bilim adamlarını kabul edilmiş eski formları ve tesadüfili-ği, doğal simetriyi ve üç boyutlu uzamı geleneksel meşguliyetlerle reddetmek amacıyla bilinçli hale getirecek soyut bir eğilimin habercisi oldu.6 Bu teoriler, genelde Avrupa'da, özellikle Almanya ve Rusya'da, refah ve güç için modern araştırmaya yönelen tehlikeli girişimleri dile getirdi. Bunlar gecikmiş saldırılara ait torpidolardı. Bunlar, yüzyılın dönü-mündeki olaylara rasyonel ve zekice karşılıklar veren tutarlı bir birey olarak insanın modern imgesiyle karşılaştı; fakat bunların etkisi I. Dünya Savaşı'nın sonuna değin hissedilmedi.VIIIİKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE SİYASET:YİRMİ YIL SÜREN KRİZ1914 yılının Ağustos ayında, Avrupa'da savaşın patlak vermesi sürpriz olmadı. Sanayileşme, milliyetçilik ve emperyalizm, uzun süredir bu eski düzenin temellerini sarsmıştı. Yoğun rekabet Avrupa diplomasisinde ilişkilerin gerginleşmesine neden oldu. 28 Haziran 1914'de Avusturya Prensi Franz Ferdinand'a düzenlenen suikast, Avrupa siyasetinin kördüğümünü çözen ani bir darbeydi. Saraybosna'daki bu cinayet, Avru-pa'daki bütün ülkeleri savaşa sürükledi.Bu suikast ile çılgına dönen Avusturya imparatoru, Almanya'nın desteğini alarak Sırbistan'a saldırdı ve Balkanlar'daki milliyetçiliği bastırdı. Buna karşılık Rusya, Balkan milliyetçilerini cezalandırmaya yanaşmadı; çünkü bu milliyetçiler, Rusya'nın Boğazların kontrolünü ele geçirmesinde ve Akdeniz'e inmesinde bir bahane olacaktı. Ruslar Sırplarla ittifak kurmuştu. Avusturya, Sırp başkentine saldırır saldırmaz, Çar II. Nicholas müttefikinin korunması amacıyla askeri saldırı emrini verdi.Alman Kayzeri, Avusturya'ya destek sözü verdiğinden ve Rusya, Almanya'nın eski düşmanı Fransa'yla ittifak halinde olduğundan, kendisini de askeri harekâta girmek zorunda hissetti. Bu karar Dünya Savaşı'nı başlatan en önemli hareketti. Almanlar, Balkanlarda bir savaşa hazır değillerdi. Almanların harekât plânı, Rusya ve Fransa'nın iki ateşi arasın-da kalmaması gereken bir çerçeve dahilinde ayrıntılı bir şekilde hazırlanmıştı. Almanlar, sadece tek bir kriz plânına sahipti: Şayet savaş başlarsa, öncelikle Belçika üzerinden yoğun bir saldırıyla Fransa'yı yenilgiye uğratacak, daha sonra ordularını Polonya üzerinden Rus saldırısını karşılamak üzere doğuya yönlendirecekti.Sonuç itibariyle Kayzer, ordularına saldırı emrini verdiğinde Almanya'nın çok önemli askerî mekanizması Sırp kriziyle hiçbir ilişkisi olmayan bir karşılık verdi; Almanya iki milyon askerini hızla Flanders topraklarına şevketti. Bu esnada, Balkan krizinin odağında yer alan milliyetçi kalkışmalar ikincil bir konuma düştü. Almanya'nın genişleme siyasetine bürünen savaş, bütün Avrupa'nın Almanya'yı engelleme mücadelesine dönüştü. Avrupa'nın önemli ülkeleri kendilerini, birbirlerine karşı anlamsızca saldıran iki denk müttefikin ölümcül mücadelesinin ortasında buldular. Bu şiddet hareketi üç yıl sürdü. Avrupa ulusları haftada yüz binin üzerinde gencin kanını akıttı. On beş milyonun üzerinde kişinin öldüğü savaş, Avrupa siyasetinin geleneksel horoz dövüşünün ötesine geçerek, 1917 yılı Mart ayında Rusya'da devrimin gerçekleşmesiyle ve Amerika'nın Nisan ayında savaşa katılmasıyla sona erdi. Bu iki gelişme, yarattıkları uluslararası etki sebebiyle bu bölümün en önemli konusunu teşkil etmektedir.Rusya'nın savaştan çekilmesi ve Amerika'nın savaşa müdahil olması arasında çok yakın kavramsal bir ilişki vardır. Öncelikle, XX. yüzyıl uluslararası siyasetinde çok önemli etkilerine rağmen, sık sık göz ardı edilen bu bağlantıyı

Page 144: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

inceleyeceğiz. Daha sonra, Büyük Savaş (I. Dünya Savaşı)'ın sonuçları gözden geçirilecektir; bu sonuçlardan biri, savaşın nedenlerinin anlaşılmasına ve bunların ortadan kaldırılmasına adanmış yeni bir akademik disiplindi.Henüz yeni gelişmekte olan bu disiplin, Kuzey Atlantik kıyısında yer alan ülkelerce -savaşın sözde galipleri tarafından- ortaya kondu. Bahsi geçen ülkeler, muhafazakâr görüşü 1914 yılındaki savaşa yol açtığını ileri sürerek dünya siyasetindeki varlığını reddettiler; komünizmin ve faşizmin yıkıcı etkilerinden kaçındılar. Uluslararası hukuk geleneğince ve Kuzey Atlantik ülkelerinin idealist barışçıl bakış açıları tarafından desteklenen sığ, liberal savaş ve barış görüşünü benimsediler. Bu disiplin, Kıta Avrupasında ve sömürgelerinde barış ve düzen karşıtı yeni tehditler ortaya çıkmaya başladığında gelişmesine rağmen, bunlarla baş edebilme yönünde donanımlı değildi.KALICI BARIŞA DAİR İKİ GÖRÜŞAvrupa'da savaş patlak verdiğinde, Birleşik Devletler Başkanı Woodrow Wilson, Amerika'nın milli çıkarlarının bu savaştan uzak durmakla sağlanabileceğine inanıyordu. Wilson, savaştan uzak kalmak suretiyle, Birleşik Devletler'in Avrupa'nın intiharvari kapışmasında tarafsız bir haciz memuru (simsar) rolü oynayabileceğini düşündü. Başkan, aracılık çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine bir ikilemle karşı karşıya kaldı. Başkan, en kötü olasılıkla savaş sonucunda liberalizm karşıtı Merkez Ülkelerin (zafer) kazanacağını düşünüyordu; bu olasılık Alman militarizminin Kıta Avrupası'nda zaferi; demokrasiye ve serbest ticarete indirilmiş bir darbe anlamına gelecekti. Şayet müttefikler kazanırsa, mut-lakiyetçi Rusya, Almanya'nın mağlubiyetiyle Doğu'ya ve Orta Avrupa'ya doğru yayılmak için fırsat bulmuş olacaktı.Wilson'un hesapları, 1916 yılının Mayıs ayında İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya'nın savaş sonrası yeni bir düzen plânlarını gerçekleştirdikleri Müttefikler Konferansı'yla alt üst oldu. Müttefikler, Avrupa'nın savaşla zayıflayacağını ve Birleşik Devletler'in dünyanın en büyük ekonomik gücü olacağını fark ettiler. Müttefikler, yüksek gümrük vergileri, hükümet teşvikleri uygulamayı plânladılar ve bu dış güce (Amerika'ya) karşı Avrupa'yı korumak amacıyla piyasaları kontrol altına aldılar. Bu gelişmeler, Wilson'un endişelerini daha da artırdı. Savaş sonrası düzen, Birleşik Devletler'in katılımı olmaksızın tanımlanıyordu ve bu durum, doğrudan doğruya Amerika'nın ulusal liberal çıkarlarına tersti. Birleşik Devletler'in devam eden tarafsızlığı, savaş sonrası dünya düzenine yönelik etkinliği konusunda sahip olduğu şansları kaybettirecekti.Wilson, sadece tarafsız bir aktör olarak adil bir barışa aracılık edebileceği inancıyla, savaşan bir aktör olarak savaş sonrası düzeni tanımlayacak konferansta yer alabileceği korkusu arasında kaldı. Yeni seçim kampanyasında Birleşik Devletler'i savaşın dışında tutacağı vaadini tekrarladı. Fakat, aynı zamanda, savaş sonrası plânlarını da çok dikkatli bir şekilde düşünmeye başladı.Wilson'un bu ikilemi, 22 Ocak 1917 tarihinde Kongre'de yaptığı konuşmayla ortaya çıktı. Wilson, Almanya karşısında zafer ya da mağlubiyet elde etmeksizin savaşı sona erdirmek için, savaşan tarafların 'zafer ilân etmeksizin barışı' kabul etmelerini ileri sürdü. Bu görüş kimsenin hoşuna gitmedi. Wilson, dünya savaşının çıkmasını önleyemeyen eski Avrupa kuvvetler dengesine saldırdı. Avrupalıları, barışı sağlamak içinZ/4 I »kuvvet politikalarına güvenmekle suçladı. 'Kuvvetler dengesi değil, güç topluluğu oluşturulmalıdır' diye uyarıda bulundu; 'örgütlü rekabetler değil, fakat örgütlü ortak barış olmalıdır' diyordu Wilson. Böylesi bir barış, ancak halkların özgürce seyahat edebilmelerine ve ticaret yapabilmelerine dayanmaktadır. Halkların bu özgürlüğü, barışın, eşitliğin ve iş birliğinin sine qua non'ıdır (mutlaka aranılan (şart), olmazsa olmaz, ç.n.) diyordu Wilson. 'Ulusların özgür, değişmez ve tehdit altında olmayan ilişkileri barış ve gelişme sürecinin en gerekli bölümüdür' (D. M. Smith 1966, s. 165, 167).İnsanoğlunun seyahat etme ve ticaret yapma gibi doğal hakları olduğu iddiası, erken dönem uluslararası ilişkiler teorisyenlerine değin uzanmaktadır. Wilson, önerisini gerçekçi kılmak amacıyla Vitoria ya da Grotius gibi sayısız meşru otoriteye atıfta bulunabilirdi. Fakat o, daha sığ bir yaklaşımı tercih etti:

Page 145: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

'Ben, ulusların dünya öğretisi olarak Başkan Monroe'nin öğretisini benimsemelerini öneriyorum' dedi (D. M. Smith1966, s. 165, 167).Monroe Öğretisi'ne yapılan bu atıf diplomatik bir faux pas (Yanlış Adam)'dı. Bu yaklaşım, Wilson'u dar kafalı ve şovenist olarak gören Avrupalı devlet adamlarını öfkelendirdi. Bir İngiliz gözlemci, 'bu adam bir fazilet züppesinin en kusursuz örneğidir; üç yıl süren savaş sonrasında bize silahlarımızı bırakmamızı ve Amerikan ilkelerini safça tanımamızı istiyor' yorumunu yapmıştı. Bir Fransız yazar, Wilson'un yorumlarını 'pis kokular yayan bir çıban' olarak adlandırdı (Link 1967, s. 273). En önemli tepki ise, Wilson'un sine qua non prensibini eleştiren Alman Kay-zer'inden geldi: Başkanlık konuşmasından altı gün sonra, Kayzer, tarafsız ya da düşman gemilerine karşı denizaltı savaşı politikasını uygulamaya koydu.1917 yılının Şubat ve Mart aylarında Wilson bir karara varmak zorunda kaldı. Rus Çarlık İdaresi Alexandr Kerensky'nin yönetiminde geçici hükümetle devredildi. İngiliz haber alma teşkilatı, Meksika'nın Tek-sas'ı ele geçirmek için Almanya ile saldırgan bir ittifak kuracağı yönünde (yanlış) bir haber anons etti. Alman U-denizaltıları, Amerikan ticaret gemilerini batırmaya başladı. Wilson, denizlerin güvenliğini korumak isteseydi, bunu sadece Almanya'ya savaş açmak suretiyle yapabilirdi.2 Nisan'da Wilson, Kayzer'e savaş ilân etti. Kongre'de, Alman deniz altılarının, Amerikan gemilerine ve Amerikalılara zarar verdiğinden bahsetti. Fakat, Wilson bunun karşılığının verilmesi gerektiği üzerinde ısrarla durmadı. Aksine evrensel nezaket ilkelerine ve Locke'un tabiatkanunu argümanlarına başvurdu. Locke ve Vatell'in teorilerinden Wilson, Alman saldırılarının sadece Birleşik Devletler'e karşı suç işlemediğini, aynı zamanda, medeni insanlığın yaşadığı kuralları da çiğnediği sonucunu çıkardı. Bu saldırılar bütün insanlığa yapılan saldırılardı ve Amerika, Almanya'yı insan hakları adına cezalandırmak zorundaydı.Wilson'un danışmanı Edward House, Wilson'un fikir değiştirmesinden endişe duyuyordu. Birleşik Devletler Devlet Bakanı Robert Lansing de aynı kaygıları taşıyordu. Buna ilâve olarak, Lansing'in, şayet Ke-rensky, Rus Devrimi'nin kontrolünü kaybeder ve büyük Çar İmparatorluğu 'karmaşanın' içine girer ve doğu cephesinde devam eden Müttefiklerin savaş çabasını yok ederse, olacaklar konusunda da kaygıları vardı (Lansing 1935, s. 337).Bolşeviklerin Meydan Okuması7 Kasım 1917 yılında, Lansing'in kaygıları gerçekleşti. Bolşevikler, Petrograd'da iktidarı ele geçirdiler. Savaş yorgunu olan işçileri, köylüleri ve askerleri yatıştırmak için ülkenin üretim araçlarına el koydular ve toprakları köylülere dağıtarak Rusya'yı savaştan çıkardılar. Savaş yanlısı herkese Bolşevik örneğini izlemeleri ve 'adil, demokratik bir barış için müzakerelere' başlanması çağrısında bulundular. Lenin, 9 Kasım'da 'Barış Antlaşması' çağrısında bulundu:Yeni Sovyet hükümeti, güçlüler ve zenginler arasında, ele geçirdikleri zayıf ulusları kendi aralarmda nasıl paylaşacaklarına dair yapılan bu savaşa devam etmenin, insanlığa karşı en büyük suç olduğunu düşünmektedir ve savaşı sona erdirmek için acilen barış anlaşmaları imzalanması gerektiğini dile getirmektedir...Hükümet, kapalı kapılar ardında gerçekleştirilen siyaseti sona erdirmekte ve bütün görüşmelerin insanlığın gözleri önünde yapılması çağrısında bulunmaktadır. Toprak sahiplerini ve kapitalistleri temsil eden Kerensky hükümetinin Şubat ayından 25 Ekim 1917'ye kadar onaylanan ve imzalanan bütün anlaşmaların yayımlanması, kamuoyunun gözleri önünde başlatılacaktır (Lenin 1975a, s. 541).Lenin'in inisiyatifi, Wilson'u diplomatik bir krize soktu. İlk olarak, Lenin, 'Halklar temelde barışçıl; fakat liderleri diktatör, kendi amaçlarına hizmet eden ve yozlaşmış askerî gruplardır' diyerek bütün dünya halklarına karşı, Wilson'un Almanya'ya karşı başlattığı argümanın benzeriyle savaş ilân etti.Iİkincisi, Lenin sözünü yerine getirdi ve Avrupa hükümetlerinin savaş esnasında yaptıkları bütün iki yüzlü gizli anlaşmaları kamuoyunun önüne serdi. Bu durum, İngiltere ve Fransa'nın, Wilson'un savaş amaçlarını desteklemeye niyetsiz olduklarını açıkça ortaya koydu; bu iki ülke sadece sahip oldukları denizaşırı

Page 146: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

egemenliklerini devam ettirmek amacıyla maliyetli bir savaş gerçekleştiriyorlardı.Son olarak, Lenin, Wilson'un liberal teorilerine alternatif radikal bir dünya düzeni önerdi. Lenin, Rusya'yı Müttefik saflarından çekmekle kalmadı, bütün ülkelerin işçilerini ve askerlerini, silahlarını kapitalist ve emperyalist zalimlere çevirmeleri yönünde kışkırttı ve bir dünya devrimi başlattı. Lenin, sadece devrimin savaşa son verebileceğini ve bütün uluslara kendi geleceklerini belirleme hakkı tanıyacağını ifade etti.Rusya'nın, Brest-Litovsk'da Almanlarla gizli görüşmelere başlamasının hemen ertesi günü 4 Aralık 1917'de Wilson, Amerika'nın savaş hedeflerinin 'açık bir şekilde incelenmesi' çağrısı yaptı; Rus halkını 'yoldan çıkarmak için Bolşeviklerin "ilhak yok, yardım yok, cezalandırma garantisi yok" retoriğini kullanmasından endişe duyuyordu' (Walworth 1969, s. 144). Lenin, savaş sonrası dünyasının liderliği için önemli bir rakip haline gelmişti. Lenin, 'liberal teorinin en büyük ifadesini çalmıştı: Kendi geleceğini kendi belirleme kavramı...' (Gardner 1984). Gelecek 75 yıl içinde liberaller, Lenin'in milli özgürlük öğretisiyle baş edemeyeceklerdi. Wilson'un Rusya karşısında ter dökmesiyse kuşku götürmez bir gerçekti (Fromkin 1995, s. 150-64).Wilson'un 14 ilkesiBrest-Litovsk'daki müzakereler şeffaf bir şekilde gerçekleştirildi ve devrim propagandası için Lenin'e önemli bir olanak sağladı. Karşılıklı mütareke kararı, Almanlar'a ordularını Doğu'dan Batı'ya kaydırma imkânı tanıdı. Orduların kaydırılması haberi Fransa ve ingiltere'de yanlış anlaşıldı; devrimci propaganda hem Fransız hem de ingiliz ordularında isyana yol açtı. Wilson, Bolşevikler'in meydan okumasına ve Müttefik ordularının morallerinin bozulmasına, Amerika'nın savaş hedefleri ve savaş sonrası düzeni hususunda önemli bir söyleviyle karşılık verdi. Bu söylev, 'uluslararası komünizmle dört başı mamur ilk tartışmasında demokrasinin cevabı' olacaktı (Link 1971, s.108).18 Ocak 1918 günü Wilson, barış programını açıkladı. Açıklamaya Rusya'daki durumu dikkatli bir şekilde tartışmayla başladı. Lenin'in açık görüşme konusundaki ısrarına, övgüler yağdıran Wilson, 'modernıdemokrasinin gerçek ruhu' ilkesini barışı sağlamaya yönelik 14 maddenin birinci ilkesi olarak ilk sıraya oturttu. Wilson, eski siyasî geleneğe özgü 'gizli anlaşmaların' geçersiz olduğunu belirtelerek şu açıklamayı yaptı; 'Barış görüşmelerinde şeffaflık olacak, bundan sonra herhangi bir özel uluslararası anlayış geçerli olmayacak, diplomasi samimi bir şekilde ve sadece kamuoyu önünde gerçekleştirilecek' (Walworth 1969, s. 148).Wilson, bir sonraki aşamada, kendisine ait eski 'sine qua non' barışını dile getirdi: 'Ülkelerin kendi kıta sahanlıkları dışındaki denizlerde, hem savaşta hem de barışta serbest seyahat' (2. İlke). Mümkün olduğunca hızlı bir şekilde, barışta yer alan bütün ülkeler arasında ekonomik engellerin kaldırılması ve ticaret alanında eşit şartlarla düzenlemelerin yapılması... (3. İlke). Wilson, 'sömürgelerden gelen taleplerin özgür, yeniliklere açık ve mutlak tarafsız bir şekilde karşılanmasını gerekçelendirme' konusunda ısrarcı oldu (4. ilke). Avrupa'da mücadelesi yapılan sınırların yeniden çizilmesi için özel birkaç öneriden sonra Wilson, son olarak Milletler Cemiyeti'nin kurulmasını önerdi: 'Ulusların genel birliği, küçük ya da büyük devletlerin karşılıklı olarak siyasî bağımsızlık ve toprak bütünlüklerini garanti altına alacak özel anlaşmalar vasıtasıyla oluşturulması gerekmektedir' (Walwarth 1969, s. 148).Söz konusu 14 İlke, Avrupa'da farklı şekillerde algılandı. Haklarından mahrum bırakılmış, savaş yorgunu kitleler, kalıcı barış için Wilson'un bu çözümüne sarılarak şeffaf diplomasiyi ve uluslararası anlaşmazlıkları hakem kararıyla çözmeyi garanti edecek uluslararası örgüt fikrini desteklediler. Wilson, 1919 yılının Ocak ayında, Barış Konferansı'na katılmak üzere Avrupa'ya geldiğinde, Avrupa başkentlerinde kitleler onu, çağın vizyon sahibi devlet adamı olarak karşıladılar. Halklar nezdinde sahip olduğu bu popülerlik, o yıl içerisinde aldığı Nobel Barış Ödülü'yle onaylandı.Öte yandan, diplomatlar ve devlet adamları ise Amerika'nın liberal felsefesini dünyadaki gelişmelere yansıtmasından kaygı duydular. Bununla beraber, aynı kişiler, Wilson'un popülaritesini fark ederek kamuoyu önünde önerilerine itiraz

Page 147: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

etmediler. Uzun tartışmalardan sonra, Wilson'un fikirleri, Versay Barış Anlaşması'na dahil edildi. Görünürde, Anlaşma aklın zaferiydi; fakat delegeler, bu görüntünün arkasında, An-laşma'nın çeşitli noktalardan kötü bir şekilde yaralandığı konusunda hemfikirdiler (Keynes 1920). Şöyle ki birincisi, ne Almanya ne de Rusya Barış Konferansı'na katılmıştı. Sürpriz denemeyecek bir şekilde, heriki ülke de Anlaşma'ya imza atmayı ve Anlaşma'nın garanti altına aldığı Milletler Cemiyeti önerisini reddetmişlerdi. Ayrıca Topluluk fikri ikinci darbeyi, Birleşik Devletler Senatosu, Amerika'nın Milletler Cemiyeti üyeliğine onay vermediğinde aldı; böylece Birleşik Devletler Cemiyet'in dışında kalmış oldu.İkincisi, Anlaşma'nın ulusal geleceği belirleme hakkı tanıması, Orta Avrupa ve Yakın Doğu'daki çözüme kavuşturulamayan etnik çatışmaların daha da kızışmasına sebep oldu. Anlaşma, çok yapılı Osmanlı ve Avusturya İmparatorluklarında parçalanmalara yol açtı. Ayrıca, Avusturya'yı Macaristan'dan ayırmış, Orta Avrupa sınırlarını ulusal gruplaşmalara göre düzenlemiş ve Çekoslavakya, Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya ve Yugoslavya gibi yeni bağımsız devletler yaratmıştı. Konferans, ayrıca Suriye ve Lübnan'ı Osmanlı İmparatorluğundan ayırıp Milletler Cemiyeti'nin mandası olarak Fransa'ya verdi. Filistin ve İrak, aynı temele dayandırılarak İngiltere'ye verildi. Bu icraatlar Avrupa dışındaki ülke yöneticilerini kızdırdı ve Ortadoğu ve Asya'da milliyetçilik ve liberalizm muhalefetini ateşledi.Üçüncüsü, Barış Konferansı, Batılı politikaları sert bir şekilde eleştirdi. Anlaşma, Almanya'yı, verdiği zarardan ötürü otuz iki milyar dolar savaş tazminatı ödemek, ayrıca Ruhr maden yataklarını Fransa'ya devretmek zorunda bıraktı. Yoksullaştırılan ve sınaî üsleri elinden alınan Almanya, gelecekte artık askerî bir tehdit unsuru olamayacaktı. Bu tedbirler, hem Almanya'yı cezalandırmak hem de olumsuz koşullardaki Müttefiklerin ekonomisini canlandırmak amacıyla gerçekleştirildi. Savaş, toprakları, işçileri, sermayeyi ve parçalanmış haldeki uluslararası ticareti ortadan kaldırmıştı. Savaş boyunca, İngiltere ve Fransa, Birleşik Devletlerden krediyle silah satın almış ve savaş sonrası yapılanmalarını finanse edebilmek için de borçlanmıştı. Savaştan sonra, bu iki ülkenin Amerika'ya borçlarını ödemeleri gerekiyordu.Almanya'nın aşırı tazminat ödemek zorunda bırakılması, savaş sonrasında bunalıma yol açtı. 1920'lerin siyasal ekonomisi, Amerikan'ın fi-nans ağı, Alman tazminatı ve Avrupa'nın yeniden yapılanmasıyla durma noktasına geldi: Birleşik Devletler yatırımcıları, Almanya'ya büyük miktarlarda borç verdiler; Almanlar bu paraları Müttefikler'e tazminat olarak ödedi; Müttefikler aldıkları tazminatı Birleşik Devletler'e olan borçlarını ödemek maksadıyla kullandılar.Aslında savaş sonrası ekonomisi, Birleşik Devletler'in kendi kendine ödeme yapmasından ibaretti. Müttefikler, Almanların vereceği tazminatolmaksızın Amerika'nın borçlarını ödeyemezlerdi. Almanya da Müttefikler'e vermek zorunda olduğu tazminatı Amerika'ya borçlanmadan ödeyemezdi, çünkü Versay Anlaşması, Almanya'nın sınai ve ticari kaynaklarını elinden almıştı. Alman ekonomisi bu yük altında kıvranıyordu. Önceden tahmin edilemeyen enflasyon, Alman para birimini vurdu. 1921 ve 1923 yılları arasında Mark'ın pratikte bir değeri kalmamıştı.1 Bir süre sonra Versay Anlaşması'nın şartları geçerliliğini yitirdi ve Milletler Cemiyeti kalıcı barışı garanti edemez oldu. Wilson'un, demokratik devletlerden ibaret olan açık dünya ekonomisi fikri, Büyük Buhran'-dan önemli ölçüde zarar gördü. Piyasa ekonomileri yerlerini plânlamaya ve denetlemeye bırakırken, pek çok demokratik yönetim de yerini diktatörlüğe terk etti. 1919 yılının kulağa hoş gelen umutları, derin ve karanlık bir bunalımda saplandı. Ortaya çıkan sonuç, artan siyasal krizdi. Edward H. Carr, bu kriz hakkında şunları söylüyor:1919'dan 1939 yılına kadarki yirmi yıl boyunca devam eden krizin karakteristik özelliği, ilk on yılındaki vizyon sahibi umutların birdenbire azalarak ikinci on yılda acımasız bir umutsuzluğa yönelmesidir. Bu umutsuzluk, gerçek durumdan çok az beslenen bir ütopyadan, ütopyanın her bir öğesinin dışlandığı bir gerçekliğe geçişti (Carr 1964, s. 224).YİRMİ YIL SÜREN KRİZ

Page 148: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Wilson'un vizyon içeren umutlan ilk yıllarda yeni uluslararası ilişkiler disiplininde egemen oldu. Wilson'un dünya olaylarına yaklaşımı, akla, eşitliğe, özgürlüğe ve mülkiyete duyulan XVIII. yüzyıl güveniyle desteklendi. Aydınlanma idealleri tam anlamıyla geliştiği bir sırada, Birleşik Devletler, XVIII. yüzyılın sonunda bağımsızlığını elde etti. Wilson'un -New Jersey valisiyken- siyasal kariyeri vasıtasıyla ilân ettiği eşitlik, 'yaşam, özgürlük ve mutluluk arama' gibi kutsal sayılan insan haklanna, temsilî hükümete ve halk egemenliğine duyulan güven gibi temel prensipleri gözeterek devletin korunmuş politikacılarının ve kapalı siyasal icraatlarının elitist otoritesine karşı dinamik ve korkusuz bir kampanya yürüttü; zira, Wilson, Birleşik Devletler başkanı olarak, Avusturya İmparatoru ve Alman Kayzeri'ne karşı aynı yaklaşımı sergiledi. Wilson, sürekli savaşın, Alman halkına karşı değil, dünyadaki mutlakiyetçilere karşı verildiğini ifade etti:Alman halkıyla herhangi bir çatışmamız yok. Onlara karşı sempati ve dostluktan başka bir his beslemiyoruz. Hükümetlerinin bu savaşa girmesinde onların bir suçu yok. Bu onların önceki bilgi ya da beğe-nileriyle ilgili değildir. Bu, halkların yöneticileri tarafından bilgilen-dirilmedikleri ve halkını pençe ve araç olarak kullanan hanedanların ya da hırs sahibi küçük grupların çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilen, eskiden olduğu gibi kararlaştırılmış bir savaştı... Bu tip edimler, ancak gözlerden uzak tutularak ve soru sorma hakkının olmadığı yerlerde gerçekleştirilebilir... Kamuoyunun görüşlerinin bu gibi milli meselelerde söz sahibi olması ve bütün bilgileri talep etmesi böylesi ortamlarda olasılık dışıdır (D. M. Smith, 1966, s. 194 vd.).Amerikalılar, Wilson'un savaş deklarasyonunun, dünyayla ilişkileri çerçevesinde, kendine has bir anlayışla (diğer ülkeler tarafından ç.n.) desteklendiğini anlamış gözükmüyorlardı. Aslında bu, Locke'un liberal, (Amerika'nın üzerine bina edildiği) toplumsal sözleşme felsefesinin devletlerarası ilişkilere tam anlamıyla uygulanmasıydı. Wilson, Alman Kayzeri'nin bilinçli olarak tabiat kanununa karşı geldiğini düşünüyordu. Bu yasa, 'dünya çapında tabiî halde bulunan diğer bağımsız yönetimlerin idarecilerine' (Locke 1960, s. 317) uygulanacağı gibi Alman Kayzer'ine de uygulanacaktı. Kayzer, tabiat kanununa içkin olanlardan ziyade diğer kurallarla yaşamak için seçtiği eylemleriyle bunu göstermişti. Kayzer, bu kurallara karşı gelerek ve diğer kanuna uyan yöneticilere meydan okuyarak kendisini kanunun dışında tuttu ve artık kanun tarafından korunma talebinde de bulunamazdı (Locke 1960, s. 320). Böylece, herhangi biri, -sadece kendi yararına değil, aynı zamanda, kanun gereği olarak da- Kayzer'i yakalama ve cezalandırma hakkına sahipti. Wilson, Alman Kayzeri'nin medeni kurallara karşı geldiğini ileri sürüyordu. Kayzer'in bu meydan okuyuşları, bütün insanlığa savaş açma anlamına geliyordu ve Amerika Almanya'yı bütün insan hakları adına cezalandırmalıydı.Böylece, Wilson, 'intikam ya da ülkesinin sahip olduğu fiziksel gücü beyan etmekle değil, sadece biz Amerikalıların başarabildiği insan haklarının korunmasından' (D.M.Smith 1966, s. 191) yola çıkarak Almanya'ya savaş açtı. Amerika'nın, 'dünya barışı ve Alman halkının da içinde yer aldığı bütün dünya halklarının özgürlüğü için, halkların hakkı için küçük, büyük ve insanların her yerde kendi yollarını belirleme imtiyazı için savaşması gerekiyordu.' Wilson, Birleşik Devletler'in bencilce hedefleri olmadığını ısrarla belirtti: 'Toprak ele geçirme, egemenlik tesisetme gibi bir arzu peşinde değiliz. Kendimiz için ne tazminat almak, ne de özgürce yapabileceğimiz fedakârlıkların maddi karşılığı için bunları yapıyoruz.' Amerika'nın savaş amacı, sadece 'mutlakiyetçilerin kontrolünde bulunan örgütlü güçlerce desteklenen mutlakiyetçi yönetimleri' yenilgiye uğratmaktır. Bütün insanlık doğal olarak demokrasi istemektedir. Mutlakiyetçiler ortadan kaldırılırsa, o zaman dünya halkları aradıkları demokrasiyi, barışçıl yönetimleri kurabilecek 'demokratik uluslar birliğine' katılabilecekler ve 'barışın korunmasına sadık bir birlik' oluşturulmasına yardımcı olabileceklerdir (s. 194 vd.).Wilson'un savaş deklarasyonu ve barış için yaptığı bu öneri, bireysel özgürlükleri, toplumsal şeffaflığı, insanî gelişmeyi ve kendi siyasal düzenini kurabilmeyi vurgulayan 'liberal toplumsal sözleşme' geleneğine dayanıyordu. Bu geleneğin kökleri, Kuzey Atlantik kıyısındaki ticaret alanında etkin gelişmiş

Page 149: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ülkelere dayanıyordu. Wilson'un önerileri dünyanın başka bölgelerine yayıldıkça, muhalefetle karşılaştı. Wilson'un liberal -serbest piyasa- görüşüne en güçlü siyasal muhalefet Kıta Avrupa-sı'nın eski, aristokrat düzeninin destekçilerinden olan tarım ve sanayi işçileri sınıfları ve gruplarından geldi. Wilson'un bakış açısının dayandığı rasyonel birey ve insanın aktörlüğü özgürlüğüne dayanan liberal yaklaşıma en önemli itirazlar, yüzyılın dönümünden önceki Kıta Avrupası entelektüelleri tarafından ortaya kondu (Marx, Haeckel, Nietzsche, Freud ve diğerleri).1900'e gelindiğinde, bu karşı çıkışlar, küçük bir grup felsefeci ve bilim adamıyla sınırlı kalmıştı ve pek fazla siyasal açılıma sahip değildi. Bununla beraber, I. Dünya Savaşı'ndan sonra bu yeni fikirler geniş bir alana yayılmaya başladı.2 Batı demokrasilerinin ekonomik temelleri değişmeye başlayınca anti-liberal fikirler, Batılı toplulukların geniş, marjinal grupların desteğini kazanmış Marx'm, Darwin'in ve Freud'un basitleştirilmiş, halka inmiş çevirileriyle felâket avcıları, demagoglar ve popülist organizatörler tarafından sömürüldü. 1930'lu yılların travmatik belirsizlikler döneminde, Aydınlanmanın eski akıl, özgürlük ve tabiat kanunu fikirleri -çoğunlukla büyük etkiler doğuran- anti rasyonalist, an ti liberal argümanların saldırılarına maruz kaldı.Liberal krizin bu üzüntü verici ironisi şudur ki; bu kriz, bir ölçüde liberal fikirlerin yayılmasından doğmuştur. Oy kullanma hakkı yaygınlaştığında ve piyasalar büyüdüğünde, bütün halklar ulusal siyasetle ve küresel ekonomilerle ilişkili hale gelerek kendi ekonomik çıkarlarının ve kendi siyasal güçlerinin bilincine varmaya başladılar; kendilerinifarklı grup ve sınıfların üyeleri olarak tanımladılar; geleneksel kurumları yeni taleplerle doldurdular ve bu kurumları parçalara ayırdılar.Yeni siyasal gruplar, öncelikle çiftçiler ve çalışan erkeklerden oluşuyordu. İki savaş arası dönemde Avrupa'da önemli sayıda I. Dünya Sava-şı'na katılan bir kitle vardı. Bu kitle, hayatlarını devlet adamlarının aptallıkları uğruna tehlikeye atmışlar ve karşılığında pek bir şey alamamışlardı. Bunlar, siyasetçilere pek güven duymuyor ve toplumsal değerlere de inanç beslemiyorlardı. Sanayileşme idealini ve akademik liberalizm düşüncelerini de paylaşmıyorlardı (Drucker 1939). Büyük Savaş'a katılanlar bir birlik oluşturdular. Bu birlikten, tipik bir şekilde ellerinde şişe ve dudaklarından sarkan sigarayla topluma meydan okuyan, haz arayan, 'kayıp bir nesil' doğdu.1929 yılının mali krizi son safhayı oluşturdu. Büyük depresyon, dünya piyasalarını alt üst ederek imalatçıları ve işçileri belirsizliğe terk etti. Bu dalgalanmalar akıl dışıydı, insan aklının keşfedebileceği herhangi bir büyük düzene karşı koyuyor ve meydan okuyordu; bu dalgalanmalar ortak yönelime sahip refahı ve gücü tanımlamıyordu. Bu kaos ortamında serbest piyasa, doğal yasaya yapılan atıflar ve toplumsal sorumluluklardan el çekme şeklinde anlaşıldı.Kitle hareketleri, ekonomik ve sosyo-psikolojik deprasyonun ortak gücü, liberalizmin köklerini henüz saldığı toprakları zehirledi. Kitle hareketleri ve yanılsama farklı bir siyasal iklim yaratma yoluydaydı. Yanılsamaya uğrayan kayıp nesil, 1930'larda eyleme geçmeye başladığında liberal fikirlerden uzaklaşma eğilimi gösterdi ve bunun yerine karmaşık problemlere acil ve kökten çözümü benimsedi. Entelektüellerin bu yanılsaması ve kitlelerin sinikliği, dünyanın diktatörlük ve demokratik siyaset, piyasa ekonomisi ve merkezi ekonomi ve bir tarafta liberal politika diğer tarafta komünizm ve faşizm arasında ideolojik bölünmüşlüğü teşvik etti.ULUSLARARASI İLİŞKİLER: DİSİPLİNİN BAŞLANGIÇ DÖNEMİUluslararası ilişkiler, bir disiplin olarak I. Dünya Savaşı'nın ardından ortaya çıktı. Bununla beraber, ilk oluşum yıllarında tartışılan bu disipline özgü konular çağın siyasal gerçeklikleriyle örtüşmüyordu. Derslerin çoğu teoriyle yüklüydü; uluslararası ilişkilere dair yazılan pek çok kitap ideolojik dar görüşlerle doluydu. Uluslararası ilişkiler üzerine eğitim gören ilk öğrenciler, Wilson ilkelerince belirlenmiş dünya politikasıylakısıtlıydılar ve nadiren kendi fil dişi kulelerinin dışında sürüp giden liberal olmayan teorileri keşfetme riskine giriyorlardı.Bu yeni uluslararası ilişkiler disiplini iki savaş arası dönemin farklı, yoğun ve kutuplaşmış tartışma ortamından kendisini niçin bu denli sıyırıyordu? Bu sorunun cevabını Edward Carr verdi: 'Her yeni bilimsel disiplin bazı toplumsal

Page 150: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

ya da fikri ihtiyaçtan doğar. Bu bilim dalı öncelikle, bir ihtiyacı tanımlar ve daha sonra bu ihtiyacı dile getirecek ve giderecek düşünce yolları üzerinde kafa yorar ve nihayetinde ilgisini gerçekliğe çevirir. Sağlık hizmetlerinin ilerletilmesi tıp bilimini, köprüler inşa etme isteği mühendislik bilimini, siyaset sahnesindeki rahatsızlıkları ortadan kaldırma arzusu siyaset bilimini doğurmuştur. Bunun bilincinde olalım ya da olmayalım amaç, düşüncenin ön şartıdır' (Carr 1964, s. 3). I. Dünya Savaşı'ndan sonra, ortak ihtiyaç ve en çok hissedilen şey, yeni uluslararası ilişkiler bilimi için temel ivme kazandıran bir başka savaştan kaçınmaktı. 'Savaşı önlemeye yönelik bu yoğun istek, bu disiplinin ders programında ve yöneliminde belirleyici oldu. Diğer yeni doğan bilimler gibi, uluslararası siyaset bilimi de açıkçası bir ütopyaydı' (Carr 1964, s. 8).Henüz ilk yıllarında, uluslararası ilişkileri karakterize eden ütopya-cılığın doğasını takdir etmek için bu yeni disiplinin öncelikle, Atlantik geleneğinin Aydınlanman ideallerini telkin eden bir 'Atlantik fenomeni' olduğunu hatırlamak gerekiyor. I. Dünya Savaşı'ndan sonra, uluslararası ilişkiler alanında, yağmur sonrası mantarların bitmesi gibi yeni dersler ortaya çıktığında bilimsel olarak genişleme bölgesi, kuzey Atlantik akademik kültürüyle sınırlıydı. Dili İngilizce, teorik geleneği liberalizmdi. Savaşa, refaha, barışa ve güce bakış açısı Aydınlanma projesindekileri yansıtıyordu. Kıta Avrupası bilim adamları da dünyadaki gelişmeler üzerinde çalışıyorlardı; fakat onlar konuyu hukuk, sosyoloji, tarih, coğrafya ve diğer kurulu disiplinlerin geleneksel çerçevesinde ele alıyorlardı.Doğmakta olan uluslararası ilişkiler disiplini, I. Dünya Savaşı esnasında gelişme gösteren savaş karşıtı toplulukların ideallerinden beslendi. Bu topluluklar Batı siyasal düşüncesinde derin köklere sahipti3 ve 1900 yılında uluslararası barış hareketine ve teorik literatürüne dikkate değer bir katkı sağladı. Pek çok barış teorisyeni, yeni uluslararası kurumların ve devletlerarası ilişkilerin yeni yasal kodlarının gelişiminde yer aldı. Norman Angell'in The Great Illusion (1909) (Büyük İllüzyon/Yanılsama) barış teorisinde bir dönüm noktasıydı. Bu görüşün anlamsızlığını göstermek için toplum bilimlerinden ve çağdaş tarihi gerçeklerdenyola çıkarak teorisini oluşturan Angell, pek çok Avrupalının savaşın faydalı bir dış politika aracı olduğu yanılsamasıyla hareket ettiğini ileri sürüyordu.4Yüzyılın dönüm noktasında bu barış hareketi, aktif siyasetçiler tarafından büyük bir destek gördü. Çar II. Nicholas 1899 yılında silahsızlanma amacıyla uluslararası bir konferans çağrısı yaparken3 Woodrow Wilson de liberal Amerikan Barış Derneği'nin başkanıydı. Bu hareket, aynı zamanda, siyasal düzenin tekniklerine ve 'toplumsal kontrole' yoğun ilgi duyan entelektüellerce başlatıldı.6 Aynı zamanda, hümanistler bu erken dönem barış hareketine destek verdi: Alfred Nobel, mal varlığını ortaya koyarak bu barış ilkesini destekledi; 1910 yılında, Andrew Carnegie, Uluslararası Barış İçin Carnegie Yardımı'na katkıda bulundu; ve 1912 yılında, Mr. Norman Angell'ın yayımlanan eserlerinde ortaya konan 'Uluslararası Politika ve Ekonomi' biliminin geliştirilmesini amaçlayan Sir Richard Garton, Garton Vakfı'nın kuruluşu için önemli miktarda yardımda bulundu (Angell 1951, s. 164). Bununla beraber, barış hareketine muhalif yaklaşımlar lakayt, hatta gülünçtü: Bir gözlemci, von Suttner'in Barış Derneği'ni 'her iki cinsiyetten aşırı duygusal teyzelerden oluşan komik bir dikiş atölyesi' olarak tanımlamıştı (Chickering 1975, s. 327).Erken dönem barış icraatları yüzyıl dönümünde devlet adamlarını bir kural olarak etkilemedi. Uluslararası barışın sağlanmasına yönelik övgüye değer pek çok çaba, büyük güçlerle aynı anda -niyetlenilmiş olsun ya da olmasın-1. Dünya Savaşı'nın hazırlıklarının neler olduğu konusunu incelemeye başladı. 1913 yılında barış derneklerinin sesi, eski hesaplaşmaları hızlı ve dramatik bir şekilde halledeceğini zanneden ulusal çıkarların kaçınılmaz çatışmasına yönelik yaygaralardan pek fazla duyulmadı. Nihayet, 1914 yılında savaş başladığında, uyarılar ve protestolar, vatansever zafer çığlıkları arasında eriyip gitti.Savaşın başlamasından birkaç hafta sonra, askeri uzmanların yeni silahların saldırıları kolaylaştıracağı yolundaki ısrarlarının hata olduğu açıkça ortaya çıktı. Ordular nüfuz edilemez savunmalar oluşturdu. Flanders'da kullanılan yeni güçlü havan topları, piyadelerin savaş alanında ilerlemesini zorlaştıran ay

Page 151: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

yüzeyindekine benzer çukurlar açtı. Ağaçlar ve kayalar, bombalarla yerle bir edildi ve yeryüzü delik deşik edilerek diz boyu çamura döndü. Piyade birliklerinin hücumları yerini, düşmana kolaylıkla yem oldukları yerde sürünme acziyetine bıraktı. Dikenli tellerin yaygın bir şekilde kullanımı en savunmasızmış gibi gözü-ken savunma bloklarını -daha önce tuğla ve çimentodan yapılan- kalelere çevirdi. Açık deliklerden sürünerek geçen askerler ağır çamura batmış bir şekilde dikenli tellere dolanarak düşmanın otomatik silahlarına yem olmaktan kurtulamadılar. Bir anda onlarcası ya da yüzlercesi hayatını kaybetti ve bir süre sonra askerler hayatlarının en büyük garantisi olarak gördükleri, çok güvendikleri tüfeklerinin bahçıvan küreğinden başka bir işe yaramadığını fark ettiler. Bunun üzerine kendilerini -I. Dünya Savaşı'nı en iyi hatırlatan- derin kazılmış hendeklere ve tünellere atarak kurtarmaya çalıştılar.Bir yıl sonunda herhangi bir netice doğurmayan makinelerle gerçekleştirilen katliam, Batılı halkların savaş ve barışa yönelik düşüncelerinde değişikliğe yol açtı. 1916 yılına gelindiğinde, siperlerde hoşnutsuzluk ve dram yayılmaya başladı. 1917 yılında ise, Bolşevik Partisi, ordu ayaklanmasıyla yönetimi ele geçirdi. 1918 yılında, savaşın acımasızlığı ve şaşkınlığı, ancak Amerika'nın yeni ve ümit vaadeden ordularla savaşa dahil olmasıyla denetim altına alındı. Bir zamanlar gülünç bir azınlığı temsil eden savaş karşıtı gruplar, artık savaşı gayri ahlâki, medeniyetsizlik, tiksinti verici ve beyhude bir eylem olarak gören etkili bir görüşü temsil ediyordu.Savaş boyunca, barış yanlısı gruplar, kalıcı, adil barışın uluslararası bir örgüt tarafından garanti altına alınabileceği fikrini yeniden gündeme getirdiler. 1917 yılında, Jacob ter Meulen, orta çağın sonlarından başlayıp modern tarih boyunca Milletler Cemiyeti fikrini, izleyen üç ciltlik ansiklopedik eserinin ilk cildini yayımladı. Ter Maulen, yirmi dokuz barış projesini ayrıntısıyla inceledi ve 'barışın, demokratik devletler dünyasında doğal bir koşul olduğu' yönündeki Kant'ın argümanını destekleyen bir sonuca ulaştı. Takip eden yıllarda, böylesi birkaç çalışma daha yayımlandı (York 1919; Marriott 1937). Başkan Wilson, Milletler Cemiyeti kurumunu önerdiğinde kamuoyu, Kıta Avrupası'nı geçmişteki günahlarından kurtaracak ve medeniyeti çoraklıktan çıkaracak biri olarak onu sevinçle karşılamıştı.Batı'nın savaş yorgunu, yitik ve aklı karışık kitleleri, Wilson'un liberal görüşünde duygusal bir boşalma buldu. 1920'li yıllar boyunca, dünya siyasetindeki yenilenen çıkarlara yanıt olarak Atlantik'in her iki yakasında da profesyonel dergiler yayımlanmaya başladı; Amerikan Foreign Affairs ve ingiliz International Affairs bu yıllarda yayın hayatına başladı. Bu yayınlar, zamanın önde gelen gelişmelerini konu aldı. Yayımlanan makaleler, genellikle spesifik sorunların doğasını tarihsel ve huku-kî terimlerle açıkladılar. Avrupa'da yönetimler, savaşın 'nedenleri' ya da 'kökenleri'ni ortaya çıkarmaya ve modern devletlerarasındaki hukukî, siyasal ve ekonomik ilişkilere yönelik bilimsel projelere destek verdiler; Birleşik Devletler'de de, benzer projeler Andrew Carnegie gibi varlıklı hümanistler tarafından desteklendi.İlk, Uluslararası İlişkiler Kürsüsü 1919 yılında Aberysth'deki Galler Üniversitesi'nde kuruldu. Diğer üniversiteler bu örneği takip etti. Uluslararası ilişkiler dalında dersler hızla, üniversitelerde öğretilen popüler konular arasına girdi. İngiliz üniversitelerinde, ilk dersler uluslararası ilişkilerin tarihi kökenini tartışmaya ve diplomatik etkilerini ortaya çıkarmaya yönelikti. Birleşik Devletler'de ise bu ilk dersleri, o günün gündem konuları ve uluslararası hukuk belirledi. Ağır Amerikan hukuku, eyaletlerin -bir vesileyle, Birleşik Devletler'in yahtımcılığın ve olağan dişiliğin şovenist mitine destek veren- resmî yükümlülükler ve uygulamaları arasındaki aykırılıklara dikkat çekti. Başlangıçta ilgi odağı olan bu yeni disiplin, kendisine yeni yollar açamadı; fakat dünya coğrafyasını kabul ederek farklılıkları anlamlandırdı. Bu yeni disiplin, tarihî araştırmalar ve hukuka dayandığı kadar 'toplum bilimsel metodoloji'ye dayanmıyordu.7İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE ULUSLARARASI SİYASETE YAKLAŞIMLARİlk oluşum yıllarında, uluslararası ilişkiler çalışmalarında büyük ölçüde, siyaset teorisinin liberal geleneğince desteklenen hukukî argümanlar egemendi.

Page 152: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Bu önyargı, ilk basılan ders kitaplarında -bunlar arasında Uluslararası Hukuk, Ulusların/Milletlerin Hukuku, Uluslararası Yönetim, Uluslararası Toplumda Hukukun İşlevi ve Milletler Cemiyeti ve Hukuk Yönetimi vardır-8 son derece açık bir şekilde gözlemlenmektedir. Bu liberal parametrelerin haricinde de bir dizi yaklaşım vardı; fakat uluslararası çalışmalar topluluğunun erken dönem okuma listelerinde nadiren temsil edilirlerdi. Alternatif yaklaşımların en önemlisi, eski Re-alpolitik öğretişiydi. Bu öğreti, Wilson'un 14 llkesi'ni tehlikeli bir şekilde naif bulan muhafazakâr devlet adamları tarafından sık sık dile getiriliyordu -fakat, devlet adamları olarak, bilimsel tartışmalarda yer alacak kadar vakitleri yoktu ve muhafazakârlar olarak teori geliştirme noktasında isteksizdiler. Muhafazakâr diplomat ve devlet adamlarının devlet merkezli argümanları uluslararası ilişkilerin ilk ders programlarında hemen hemen hiç yer almadı.ıİki farklı yaklaşım daha 1920'li yıllarda ortaya çıktı fakat uluslararası ilişkiler bölümü programına dahil edilmedi. Bunlardan birincisi, devrimci sosyalist hareketin radikal sosyalizmiydi. Temel öğretileri, Aydınlanmanın toplumsal teorisyenlerine dayanmasına ve I. Dünya Savaşı sonrası siyasî olaylarında oldukça önemli bir etkiye sahip olmasına rağmen, devrimci sosyalizmin teorileri uluslararası ilişkiler bilim adamlarının ilgisini çekmedi. Rus Bolşevik Devrimi'nin kozmopolit entelektüel-lerince ıslah edilen bu uluslararası ilişkiler öğretileri, akademik uluslararası çalışmalar topluluğu üyelerince garip bir şekilde karantina altında tutulmuştu. İki savaş arası dönemde ortaya çıkan ikinci yaklaşım ise faşizmdi. Fakat faşizm büyük ölçüde entelektüel karşıtı bir hareketti ve uluslararası ilişkiler çalışmaları üzerinde çok küçük bir etkiye sahipti.En azından, dünya siyasetindeki dört yaklaşım -liberal kanunculuk, Realpolitik, komünizm ve faşizm- iki savaş arası dönemde yan yanaydı. Bunlardan son üçü, şaşılacak bir şekilde uluslararası ilişkiler bölümlerinde okutulmuyordu. Aslında bu bölüm çalışmalarına, yıkıcı olmasa-larından değil de hiçbir yardımı olmayacakları düşünülerek okutulmaları reddediliyordu. Bununla beraber, dünya 1930'lu yıllarda derin ve kalıcı krizin etkisine girdiğinde baskın liberal yaklaşım, kendisinin bu üç yaklaşımın meydan okumasına maruz kaldığını fark etti.Ütopyacılık ve Woodrow WilsonBaşkan Wilson, I. Dünya Savaşı'mn hemen akabinde dünyanın en etkin devlet adamı haline geldi. Wilson'un ortaya koyduğu argümanlar yeni uluslararası ilişkiler disiplininde belirleyici oldu. Bu argümanlar ağırlıklı olarak (ve sık sık bilinçdışı bir şekilde) liberal toplumsal sözleşme geleneğine dayanıyordu ve Jeremy Bentham'ın bir yüzyıl önce for-mülleştirdiği yasa koyucu argümanlarla sıkı bir ilişki içerisinde gündeme getirildi.Wilson ve Bentham insan aklına, bireysel özgürlüğe, kamuoyuna ve toplumsal şeffaflığa vurgu yaptılar; her ikisi de aydınlanmış bencillik ve bireysel faydacılık ilkelerinden ilham aldılar. Bentham'ın akla ve kamuoyuna beslediği inanç, Waterloo Savaşı'ndan sonra hem Amerika'da hem de ingiltere'de toplumsal düşüncede egemen oldu. Öte yandan bu inanç, 1850 yılından sonra, Avrupa'da yoğun bir şekilde eleştirildi. Yüzyılın dönümünde, tek başına insan aklının, doğru davranışı gerçekleştirmek için kafi olduğuna beslenen bu inanca psikologlar karşı çıktı; aydınlanmış çıkarcılık siyasal iktisatçılar tarafından reddedildi. '1900 yi-lından sonra, ne İngiltere ne de Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde Bent-ham'm savlarını şartsız kabul eden ciddi herhangi bir siyaset düşünürü bulmak zor olacaktı' (Carr 1964, s. 26).Buna karşın, XIX. yüzyılın başlarında Birleşik Devletler'deki varsayımlar, 1860'lı yılların eleştirilerine ve 1870'li yılların ekonomik ayaklanmalarına yol açtı. Aslında, Bentham'ın faydacı argümanı, yüzyılın dönümünde, Amerikan'm toplumsal Darvinciliğinin etkisiyle kuvvetlendi ve 1910'lu yıllarda Amerikan siyasetinde yeniden ortaya çıktı. Bu gelişme, I. Dünya Savaşı esnasında uluslararası siyaset gerçeğine sıçradı ve 1920'lerin Anglo-Amerikancı uluslararası ilişkiler disiplininde şekillendirici bir güç haline geldi. Carr bu konuda şu yorumu yapmaktadır:

Page 153: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Tarihin ironilerinden biri olarak, bu yarı belirgin varsayımlar, XX. yüzyılın ikinci ve üçüncü on yılında uluslararası siyasetin özel alanında yeniden ortaya çıktı ve görkemli yeni bir ütopyacı yapının temel taşlarını oluşturdu... Bir yüzyıl önce Bentham, XVIII. yüzyıl akıl öğretisini alarak gelecek yüzyılın ihtiyacını karşılamak üzere yeniden şekillendirmişti. Böylece Woodrow Wilson, XIX. yüzyılın rasyonalist inancını uluslararası siyasetin hemen hemen bakir topraklarına geri getirdi ve ona yeni bir güç kattı (Carr 1964, s. 26).Böylece, yeni uluslararası ilişkiler disiplini, XIX. yüzyılın başlarındaki liberal düşüncenin Amerika'daki yansıması olarak anlaşılabilir.Locke ve Bentham gibi toplum düşünürlerinin etkisi Milletler Cemiyeti fikrinde daha da net görülmektedir. Milletler Cemiyeti güce başvurmaksızın, açık ve özgür bilgi akışı sağlayabilecek bir organizasyon olarak öngörüldü. Bu fikir, Amerikalıların Avrupa siyasetinin yoz ve utanç verici yaklaşımlarıyla ilişkilendirdikleri Realpolitiğin bir tekranydı. Pek çok Amerikalı entelektüel, savaşın ve cahilliğin, ön yargılı ya da kendi çıkarma hizmet eden mutlakiyetçilerin ve manipülasyoncu siyasetçilerin bir ürünü olduğunu ileri sürdü. Bu düşünürler kuvvetler dengesini reddetti. Hepsinden öte, gizli diplomasi çalışmalarını benimsemiyor, onun yerine alternatif bir sistem olarak 'şeffaflıkla ulaşılabilecek açık anlaşmaları' savunuyorlardı. Açık tartışma ve eğitim, cehaleti ortadan kaldıracaktır; uluslararası anlaşma ve iş birliği ön yargıya son verecektir; halk demokrasisi kendi çıkarını düşünen, zararlı ve egoist liderleri mutlak güçlerinden edecektir. Aydınlanmış her bir ulus içerisindeki şiddeti önleyecek olan demokratik kurumlar, anlaşmazlıkları şiddete başvurmadan çözmek için yeniden yaratılacaktır.Locke, Bentham ve Wilson'un liberal kanun mantığı, yeni ortaya çıkan Uluslararası İlişkiler bölümünde okutulmak üzere Satow (1917), Heatley (1919) ve Ailen (1920) tarafından yazılmakta olan önemli giriş metinleri için büyük bir kaynak niteliği taşıdı. Pitman Potter (1922) devletlerarası ilişkiler tarihinin ve uluslararası ilişkilerin diplomatik uygulamalarının kapsamlı bir sunumu olarak -egemenlik kavramının tanımı, konferansların doğası ve rolü, üçüncü taraf (hakem) ve anlaşmalar ve Milletler Cemiyeti'nin açıklanması da dahil- dikkat çekmektedir. Aynı zamanda, böylesi konular Lawrence (1919), Muir (1919), Brown (1923), Brierly (1928), Mitrany (1933) ve Zimmern (1936) tarafından yazılan metinlerin konularını da belirlemektedir.Clyde Eagleton, Savaş Sorununun Analizi (Analysis of the Problem of War) isimli küçük çaplı, fakat önemli eserinde zamanın argümanını for-mülleştirdi (1937). Eagleton, faşistler ve pek çok realistin savunduğu 'savaş, insanoğlunun savaşa yönelik sahip olduğu iç arzusundan kaynaklanmaktadır' görüşünü reddetmektedir. Bunun yerine, insanoğlunun arzuları ve aklıyla desteklendiği ve arzularını akıl yoluyla tatmin etme yolunda mücadele vereceği Aydınlanma savına övgüler yağdırmaktadır:Güç, bireysel ya da rasyonel gruplar olarak arzularını gerçekleştirebilecek insanlarca nihaî bir yöntem olarak kullanıldığından daima gündeme gelmiştir. Arzu edilen savaş değildir, fakat ümit edilebilecek iyi ya da kötü, diğer şeylere savaş vasıtasıyla ulaşılabilir. Bu hedeflere ulaşmak için daha etkili bir yöntem bulunabilirse, savaş yerine bu yöntemin uygulanabileceğine inanmak mantıklıdır (Eagleton 1937, s. 117).Uluslararası ilişkilere ütopyacı yaklaşım, savaşın yerine akıl-temelli yaklaşımlar bulmakla meşguldü. Balkan çatışmasının 1914'te savaşa yol açmasından önce sorunların tartışılmasına fırsat verilmiş olsaydı; ulusal liderlerin sorunlar hakkında açıkça konuşabilecekleri bir forum düzenlenebilmiş olsaydı, savaştan kaçımlabilirdi.Gerçekçilik ve Winston ChopchillWoodrow Wilson'un ütopyacılığı, Aydınlanmanın toplum felsefesinden devşirilen kavramlara dayanıyordu. Wilsonizm etkisi, uluslararası ilişkiler disiplininin ortaya çıktığı ilk yıllarda ağırlıklı olarak hissedildi. Batılı devlet adamları ve diplomatları arasında ütopyacı görüş karşıtları vardı. Örneğin, Georges Clemenceau, 1918 yılında Wilsonizmi Leni-nizmle birlikte çoktan ele alarak her ikisini de 'saf ideolojiler' (Clemen-ceau 1930, s. 140) olarak nitelendirmiştir. Dünya Savaşı'ndan sonra onunkisi bir azınlık görüşü olarak kalmakla beraber, bir süre sonra diğer devlet adamları

Page 154: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

tarafından da paylaşıldı. 1930'lu yıllarda, bilim adamları da bu görüşü gündemlerine aldılar. Hodges (1931) öğrencilerinin meşru idealizm ortodoksisini aşmaları ve uluslararası olayları tarih ve devletlerarası ilişkiler bağlamında incelemeleri niyetini dile getirdi. Davies (1932), uluslararası siyasetin her zaman çatışmalarla ve güç kullanımıyla dolu olduğunu göstermeye çalıştı. Reinhold Niebuhr, Moral Man, Immoral Society'de (1932) (Ahlâklı insan, Ahlakdışı Toplum), uluslararası ilişkiler çalışmalarına, yanlış değerlendirilmiş moralizm temelli yaklaşan naif idealistlerce hakim olunduğu uyarısında bulundu. Niebuhr, bu ütopyacıların 'dikkate değer derecede ahlâkî ve politik karışıklığa' yol açtıklarını çünkü onların, adalet için yaptıkları naif/saf çabalarda, 'tam anlamıyla siyasal gereklilikleri göz ardı ettiklerini' ileri sürdü, (s. xii). Hersh Lauterpacht (1933), benzer bir eleştiri getirdi; fakat bunu belli belirsiz ifadelerle yaptı. Lauterpacht, Cemiyet savunucularına, hukukun barışçıl bir dünya için gerekli olmasına rağmen, her derde çare olmadığını hatırlattı. Hukukun otoritesiyle ilgili sınırlamaların olduğunu söyledi ve Function oj Law in the International Communityd^ (1933) (Uluslararası Toplulukta Hukukun İşlevi) bu sınırlamaları tanımlamaya çalıştı.1930'lu yıllarda, çağdaş uluslararası ilişkilerde giderek artan düzensizlikleri konu alan birkaç kitap yayımlandı (Schmitt 1932; Muir 1933; Schumann 1933; Simonds ve Emeny 1935; Shotwell 1936; Mantoux vd. 1938). Ütopyacı yaklaşımın uluslararası siyasete getirdiği en önemli eleştiri Winston S. Churchill tarafından yapıldı. Churchill, Milletler Cemiye ti'ni savunan 'iyi niyetli, sadık insanların' en dikkate değer karakteristiğinin 'uzun zamandır acı çeken ve bitmek tükenmek bilmeyen ahmaklıkları' olduğunu düşünüyordu (Churchill 1938, s. 36). Churchill, uluslararası siyasete dair yaklaşımını teorik bağlamda yorumlamadı. Sahip olduğu içgörüsü Aydınlanma felsefecilerine değil, tarih okumalarına ve bir asker ve devlet adamı olarak başından geçen tecrübelere dayanıyordu. Churchill, Gibbon ve Macaulay'm metinlerini takdir etti ve tarihi konuları içeren birkaç kitap yazdı; hem asker hem de muhabir olarak birkaç sömürge gezisine iştirak etti; Kabine'de birkaç önemli görev üstlendi ve 1. Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında dünya siyaseti hakkında önemli etkilere sahip oldu; aslında, Churchill, Osmanlı İmpara-torluğu'nun İngiltere ve Fransa arasında bölünmesinde, Ürdün ve Irakuluslarının yaratılmasında ve yöneticilerinin seçilmesinde rol alan bir şahsiyetti (Fromkin 1989).Savaştan ve siyasi yaşamından sonra, Churchill siyasal görüş olarak giderek muhafazakâr görüşleri benimsedi. Savaş sonrası dönemin reformist duyarlılığından hızla ayrılarak halkçı tutkuların zayıf bir savunucusu oldu ve 1922 seçimlerinde Parlamento'daki yerini kaybetti. Son yıllarında, Dünya Krizi isimli eserini kaleme aldı; eserin stili imparatorluk görkeminin ve efsanevî (largen and life) bir devlet adamının romantik görünümüne sahip olmasına rağmen kabaydı. Hiçbir zaman açıktan belirtilmemiş olsa da, muhafazakarlığın kilit ilkeleriyle şekillenmişti. Bu eser insan eylemini akılla yöneten Aydınlanma aksiyomundan şüphe eden antropolojik bir bakışla kaleme alınmıştır. Churchill, insan aklını sınırlı ve kusurlu buluyor ve insan etkileşimini ahenkten ziyade çatışma zeminine oturtuyordu. Uluslararası ilişkileri, savaşın sık ve kaçınılmaz olduğu bir mücadele olarak tanımlıyordu.Churchill, uluslararası siyaseti uluslar arasındaki ilişkiler olarak anlıyordu. Söyleminin 'Dramatis personae'sı, (bir oyundaki kişiler-ç.n.) büyük devletler ve imparatorluklardır ve teması da, onların dünya çapındaki dengeleri ve birleşmeleridir' (Churchill 1923, s. 19). Churchill, tarihçi Thucydides'den bu yana tarihçilerin izinden giderek bu ilişkileri insan biçimci terimlerle tanımlar; Avrupa devletlerini insanî karakteristiklerle canlandırmaktadır. Onun bu metni 'İtalya gördü...', 'Rusya düşündü...', ve 'Avusturya karar verdi...' türünden ifadelerle doludur. Almanya'yı 'inatçı', 'pervasız' ve 'hırslı' olarak tasvir eder. Fransa'yı 'kara kara düşünen' ve ingiltere'yi 'yaklaşan tehlikeden bihaber' olarak tanımlar. Böylece, devletlerarasındaki etkileşimi farklı psikolojik yaradılışa sahip insanların egoist bireyselcilikleri arasındaki etkileşim çerçevesinde ele alır. Bütün devletler kendi güvenliklerini en üst düzeye çıkarmaya çalışmalıdır. Her bir devlet, ke idi konumuna göre bunu gerçekleştirmeli, uluslararası olayları kendilerine özgü çıkarlar ışığında

Page 155: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

analiz etmeli ve kendi milli mizacına ve göreceli askerî gücüne uygun bir şekilde hareket etmelidir.Churchill, devletlerin algılamalarını ve eylemlerini tartıştığında, başlangıçtaki karmaşık ülke içi dinamikleri göz ardı etmektedir. Onun anlatısında 'Hükümet', 'Kabine' ya da daha sıklıkla, bir devlet adamı tam anlamıyla devlet adına konuşma ve ulusal çıkarları dile getirme eğilimindedir. Devletler, dış işlerinde tek bir ses halinde hareket eden aktörlerdir. Churchill'in tanımlamaları, devletlerarası ilişkilerin büyük ölçü-de kralların ve yakın danışmanlarının işi olan Mutlakiyetçi çağın imge-leriyle doludur. Böylesi koşullarda kralın kişiliği sık sık ulusun politikasına yansırdı. Kral, Churchill'in dünya olayları kavramında gündeme gelen mutlakiyetçi siyasetin imgesidirrChurchuTin beş ciltlik eserinin birinci cildi, I. Dünya Savaşı'nın nedenlerini irdelemektedir; bu çalışma, serinin teorik olarak en ilginç kitabıdır. Bu eserde Fransa-Prusya Savaşı'nın (1871) Avrupa'nın ortasında, Kıta Avrupası'nın geleneksel devlet sistemini değişikliğe uğratarak birleşik Almanya'yı nasıl yarattığını anlatmaktadır. Fransa bu yenilgiden etkilenmişti; 'yenilgi, zayıflık, bölünmüşlük ve yalnızlık... Fransa, kaybettiği şan ve şerefi üzerine uzun uzun düşünmeye terk edildi.' (s. 7) Almanya ise, kazandığı zaferden endişeliydi. Bismarck, Avrupa'nın geri kalanının düşmanlığından sakınmak gerektiğinin farkındaydı; olağanüstü ılımlı bir siyaset izlemek zorundaydı. İngiltere'yi yalnız bırakabilecek ya da Almanya karşıtı bir çatışmada Fransa'yı ve Rusya'yı biraraya getirebilecek herhangi bir icraattan kaçınmak zorundaydı. Bismarck, yirmi yıl boyunca Avrupa'da, temkinli, müttefikleri idare eden bir politika izlemek suretiyle bir denge politikası gözetti.Bu sakin dönem 1890 yılında Bismarck'in düşüşüyle sona erdi. Yeni Alman Kayzer'i II. Wilhelm, Şansölye'nin (Bismarck) sınırları gözeten yaklaşımını anlayamadı ve düşüncesizce Bismarck'ın çok özenle oluşturduğu sistemi bozdu. Kayzer, Fransa'yla düşmanlığı ortadan kaldıracak hiçbirşey yapmadı; Rusya'yla arasındaki dostluğu ihmal etti ve İngiltere'ye deniz savaşı açtı. Bu konuda Churchill şunları yazdı:1892 yılında, Bismarck'ın siyasetinin oluşturduğu yönelimin sona erdiği bir olay meydana geldi. Rusya ve Fransa arasında 'İkili İttifak' imzalandı. Bunun etkileri hemen ortaya çıkmasa da, aslında Avrupa'nın konumunu değiştirmişti. Bundan böyle, Almanya'nın anlaşmaya dayanan fakat ağırbaşlı bir şekilde uygulanan egemenliğinden ötürü, kuvvetler dengesi değişimi öngörüldü. Her biri büyük askeri kaynaklarını kullanmaya hazır iki büyük ülkenin birleşmesi önceleri yan yana sürerken daha sonra karşı karşıya geldi (s. 9).Yüzyılın dönümünde, bu 'iki büyük oluşum' esnek olmayan bir karşıtlığa dönüştü. 1914'den önceki yıllarda Avrupa, bu hassas, devasa birliğe diplomatik akışkanlık enjekte edecek yeterli donanımı haiz bir devlet adamına sahip değildi.Churchill, pervasız Kayzer'i, esnekliği ortadan kaldırdığından ötürü lanetler. Fakat, aynı zamanda, cahillikleri ve sahip oldukları küçük ar-zuların dar sınırlılıklarını aşamadıklarından ötürü Avrupa'nın diğer devlet adamlarını da suçlar. Churchill şöyle der: 'Sahip oldukları kusurlardan daha da fazlası, yöneticileri tarafından yanlış yönetilen ve yönlendirilen uluslar, kendi başarısızlıklarının ve genel felâketin nedeni haline geldi.'Churchill, muhafazakârların akıl ve hırs arasındaki insan ilişkilerinde sergilenen terslik ve karmaşıklığı eleştirmekle, akıl ve özgürlüğe duyulan XIX. yüzyıl sonu (fln-de-siecle) güveni tanımlamaktadır. Maddi gelişmeyle kendini kaybeden insanoğlu bilime, demokrasiye, görgüye ve eğitime; yani bu değerlerin sokaktaki milyonlarca kadın ve erkeğe yayılmasına güveniyordu. Fakat, Churchill, milliyetçiliğin, vatansever arzuların artmasının, bu genişleme ile at başı gittiğini dile getirir. Yöneticileri tarafından yanlış yönetilen halk, patlak verecek felâket için görevlerini yapmak zorundaydılar. Son olarak, 1914 yılında felâket Avrupa'yı sardığında insanlar savaşı cahilce bir heyecanla karşıladılar. Churchill şu yorumu yapar:"Bireylerin yeryüzündeki zenginlikler üzerindeki özürlü kontrolünün egemen kılıcı özelliği, Büyük Savaş'ın temel nedenlerinden biridir. İnsan ilişkilerinde düzenlemeden ziyade daha çok hata olduğu' daha önce dile getirilmişti. Kabiliyetli insanların bile sınırlı zekâları, tartışmalı otoriteleri,

Page 156: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

görüşlerinin zirvesi -ki insanların yaşamlarını sürdürdükleri; geçicilikleri ve bu çok büyük soruna kısmî katkıları; bu sorun sahalarının öylesine çok ötesinde ve öylesine geniş bir alanı kaplamakta ve öylesine değişken ki- bütün bunlar mağlubiyetin lanetlenmesinden ya da zaferin tamamen aklanmasının dile getirilmesinden önce tam anlamıyla düşünülmelidir, (s. 5).Komünizm ve Vladimir Leninİki savaş arasında uluslararası siyasete dair geliştirilen üçüncü yaklaşım da ilhamını Aydınlanma projesinden aldı, Wilson gibi Lenin de rasyonellik, eşitlik ve doğa karşısında insanın gücü ilkelerini benimsedi. Bununla beraber, Lenin, Aydınlanma felsefelerinden liberal yorumları değil, radikal yorumları tercih etti. Liberalizme karşı, XIX. yüzyıl Kıta Avrupasında geliştirilen reaksiyonu benimsedi; özellikle de Marx ve En-gels'in tarihsel Stufengang (ilkel komünizm-kölelik-feodalizm-kapita-lizm-sosyalizm-komünizm zincirine) fikrini kullandı. Lenin teorileri, insanoğlunun doğayla diyalektik bir ilişki içerisinde olduğu ve insanlık tarihini bir evrim safhasından ya da 'üretim aracından' diğerine -'Asyaüretim tarzından' kölelik, feodalizm ve kapitalizm vasıtasıyla sosyalizme- doğru değiştirdiği iddiasına dayanmıştı. Marx'a göre, her bir üretim aracı, farklı ekonomik ilişkilerce karakterize edilmektedir. Engels, her bir üretim aracının, aynı zamanda, farklı bir savaş aracıyla belirlendiğini dile getirdi. Tarihin farklı evrelerinde insanoğlunun ekonomik ve askeri davranışlarını belirleyen sadece farklı üretim araçları değildir, aynı zamanda her bir tarihi dönemin bizzat kendisi, ekonomik ve askeri yapılar arasındaki özel ilişkilerde de belirleyici olmaktadır.Avusturyalı ekonomist Rudolf Hilferding, bu görüşü devam ettirdi. Das Finanzkapital (1955 [1910]) isimli çalışmasında Hilferding, kapitalizm ve militarizm arasında titiz bir ilişki kurmaktadır. Hilferding, XIX. yüzyılın son yıllarında sermayenin merkezîleşmesi ve birikimi yönündeki eğilimin, kapitalizmi eski serbest rekabet türünden, sanayi üzerinde yoğun bir denetim sağlayan birkaç dev mali kurumun yer aldığı yeni bir türe dönüştüğünü gözlemledi. Marx ve liberal iktisatçı John A. Hob-son'un (1902) görüşlerinden yola çıkan Hilferding, kapitalizmin, Batılı devletleri emperyalist yayılmaya ve savaşa zorlayan 'finans kapitalizmin' yeni bir aşamasına evrildiğini iddia etmektedir. Kapitalist gelişmenin en son safhasında finans kapitalizmi -'bankalarca kontrol edilmekte ve sanayiciler tarafından işletilmektedir'- yeni piyasalara ve yayılmak için yeni hammaddelere ihtiyaç duymaktadır (Hilferding 1955).Diğer Marksistler (Luxemburg 1951; Kautsky 1970), kapitalizm ve militarizm arasında ayrıntılı bir inceleme yaptılar. Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi (Imperialism and World Economy) isimli eserinde (1973 [1915]) Hilferding'in görüşünü, Marx'm 'kapitalizm doğal olarak bir yerde birikme ve merkezîleşme eğilimi göstermektedir' aksiyomuyla ilişkilendiren Nikolai Bukharin tarafından son derece önemli bir katkı yapıldı. Sonuç olarak, kapitalist rekabet, büyük tekelci şirketlerde yoğunlaşacak ve mali gücü sanayicilerin ve finansörlerin dar oligarşisinin elinde merkezileştirecektir. Tekelci şirketler, kendi hayatiyetlerini devam ettirmek amacıyla hammaddelerin tedarik edilmesinde süreklilik sağlamak ve yeni piyasalar yaratmak için kendi ulusal sınırlarının ötesine taşmak zorunda kalacaklardır. Farklı ülkelerin tekelci şirketleri rekabete başlayacaktır. Sonrasında sermaye yeniden belli ellerde toplanacak ve merkezîleşecektir; ancak bu sefer küresel ölçekte ve hükümetlerin askeri güçleriyle, mali oligarşilerin ekonomik çıkarlarının desteklemesi sözkonusu olacaktır. Dünya, zengin sanayi bölgeleriyle fakir sömürgeler arasında bölünecektir. Dev tekeller oluşacak, dünyanın fakir bölge-ılerini kendi aralarında paylaştıracaklar ve onları dev, küresel iş bölümüne dahil edeceklerdir. Sonunda bu tekeller daha büyük yayılmacılık sınırlarına ulaşacaklardır. Bu noktada, hiçbir ulus, bir başka ulusun çıkarları aleyhine genişleme olanağı bulamadığında, dünya piyasaları ve doğal kaynaklar için şiddete dayalı rekabet başlayacaktır. 'Kapitalist toplum silahsızlanmayı düşünmez, çünkü savaşsız düşünemez' diyerek bitirmektedir Bukharin (1973, s. 139).Bukharin'in emperyalizm üzerine kaleme aldığı bu eseri, teorik olarak Marksist argümanların en ilginçlerinden olmasına rağmen, Lenin'in Emperyalizm:

Page 157: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Kapitalizmin En Yüksek Safhası (Imperialism: the Highest Stage of Capitalism) (1975b [1917]) çalışması, yüzyılın uluslararası politika konusunda belki de en önemli kitaptır. Lenin, Hilferding'in ve Bukharin'in argümanlarına popüler, anlaşılabilir ve etkileyici deneysel temeller kattı. Lenin'e göre, I. Dünya Savaşı, 'dünyanın en büyük kapitalist güçlerinin teritoryal bölünmesi' olarak anlaşılmalıdır. Lenin, bu savaş 'ilhakçılık, yağmacılık savaşıdır' diyerek savaşın, emperyalist güçlerin piyasalara ve hammaddelere ihtiyaçlarından kaynaklandığı konusu üzerinde ısrarla durdu. Lenin, Halford Mackinder (1904)'ın jeopolitik tezini gündeme getirmek suretiyle, dünyada fethedilecek çok küçük bir bölge kaldığı gerçeğiyle uluslararası rekabetin daha da yoğunlaşacağı ve 'dünyanın daha fazla parçalanmasına, sömürgelerin ve etki alanlarının yeniden bölünmesine yol açacak' yeni bir savaşın olacağını dile getirdi (Lenin 1975b, s. 206). Lenin'e göre savaş, kapitalist sınıfların çifte düşmana -diğer bölge devletlerinin kapitalist sınıflarına karşı ve kendi ülkelerindeki işçi sınıfına karşı- uyguladıkları bir silahtır.Lenin'in teorisi Avrupa'da güçlü bir siyasal destek buldu; Rus Devri-mi'nden sonra Avrupa'daki işçi partileri reformcu ve devrimci kanat olmak üzere ikiye ayrıldı. Reformcu kanatın daha çok taraftar toplamasına rağmen, devrimci kanat, Büyük Çöküş'ün etkisi altında yoğun bir güce sahip oldu.Faşizm, Mussolini ve HitlerMuhafazakârlık gibi faşizm de Aydınlanma projesinin iyimser değerlerine bir tepkiden kaynaklanmaktadır. Her ikisi de liberalizm ve sosyalizmi reddetmektedir; insanoğlunun rasyonel bir yaratık olmasından ziyade hırslı bir varlık olduğunu ileri sürmektedir; her iki akım da insan toplumunda çatışmanın, mücadelenin ve savaşın egemen olduğunu vurgulamaktadır.1920lerde ortaya çıkmakta olan faşistlerden en doktriner muhafazakârları ayırt etmek kolay değildi; bu durum, Cari Schmitt gibi iki savaş ara->ı döneminin teorisyenlerinin göz ardı etmesine yol açan bir karışıklıktı (1932). Bununla beraber, muhafazakârlık, XVIII. yüzyılın zayıflamakta olan toprak sahipliği soyluluğunun bir sonucu iken, faşizm XX. yüzyılın kriz mağduru, liberal olmayan, sanayi işçilerinin bir işleviydi. Kıta Avrupası bilim adamları modern sanayi toplumlarının hastalıklarını tanımlarken, faşizm farklı bir ideolojik profile ulaştı. Bu tartışmaya üç İtalyan'ın büyük katkısı olmuştur: Wilfredo Pareto, Gaetano Mosca ve Benito Mussolini. Bu üç İtalyan'ın yanında, Rus Devrimi'nden sonra Batı medeniyetinin kaosa sürükleneceğinden korkan -bu konu Oswald Spengler'in Baü'nın Çöküşü (The Decline of the West) (1018-1922) isimli eserinde ele alınmıştır- genç, zeki Rus göçmeni sosyolog Pitirim Sorokin de yer almaktadır.Faşizm bir süre sonra iki noktada farklılığını gösterdi. Birincisi, Muhafazakârlık, halk kitlelerinin pasif, hatta uysal olmasını tercih ederken; faşizm her şeye muktedir bir Devleti aktif olarak destekleyen mobilize, dinamik bir kitle tasavvur etmektedir. Mussolini, 'Faşizmin Devlet algılayışı herkesi kucaklayıcıdır, bunun dışında hiçbir insan ya da manevi değer var olamaz, az ya da çok hiçbir değer. Bu şekilde anlaşılan Faşist devlet totaliterdir.' diyordu (Mussolini 1933, s. 3).İkincisi, muhafazakârlık çatışmayı sadece kaçınılmaz görürken; faşistler çatışmaya olumlu nitelikler atfetmekte ve savaş kabiliyetlerini yüceltmektedirler. Çatışmaya dayalı bu bakış açısı, emperyalist büyümenin faşizan dış politikasını haklı gösterdi. Mussolini, İtalya'nın Kuzey Afrika'yı ele geçirmesi ve Akdeniz'i 'bir İtalyan gölü' haline getirmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Adolf Hitler, Kavgam (Mein Kampf 1943 [1925]) isimli eserinde Almanya'nın Lebensraum'a ihtiyacı olduğunda ısrar ediyordu. Hitler, bu durumun Almanya'nın komşularıyla mücadele içine girmesi anlamına geldiğinin farkındaydı; bununla beraber, şöyle devam ediyordu: "Almanya, büyük ölçüde Slavlar ve Yahudiler gibi aşağılık kompleksine sahip halklarla çevrilidir. Avrupa toprakları, 'bu toprakları ele geçirecek güce sahip insanlar için vardır' ve şayet şu anki sahibi 'kendini koruma yasasını uygulayamıyorsa ve düşmanca tavırlar sergiliyorsa topraklarını ele geçirme zamanı gelmiş demektir" (Hitler 1943, s. 138). Friedrich Ratzel, Rudolf Kjelle ve Kari Haushofer'in jeopolitik teorilerine atıfta bulunmak suretiyle Hitler, Almanya'nın doğuya doğru topraklarını genişletmesinin hakkı olduğunu iddia ediyordu;

Page 158: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

öncelikle parçalı bir yapı oluşturan kendilerini aşağılık hisseden Doğu Avrupa'nın 'Slav topraklarına', daha sonra da Bolşevik Rusya'sına. Komünizmin bir Yahudi tuzağı olduğunu ileri sürerek, 'Doğu'nun dev imparatorluğu yıkılmaya namzetti. Ve Rusya'daki Yahudi yönetiminin sonu, aynı zamanda, bir devlet olarak Rusya'nın da sonu anlamına gelecektir' diyordu (s. 654),Bu bakış açısı; tarihi, medeniyetin üstün yapılarının, ilkel yapıların yerini almasını ilâhi plânın çatışmacı bir açıklaması olarak gören Alman felsefeciler nesline dayanıyordu. Bu düşünürler öğretilerini Hegelci söylemle değil; aksine Darwin'in Kıta Avrupası'ndaki öğrencilerinin geliştirdiği sahte bilimsel ırkçı terminolojiyle desteklediler. 1870'li yıllarda, Alman tarihçisi Henrich von Treitschke, Prusya devletine övgüler yağdırarak ve savaşın, insanoğlunun en yüksek ifadesi olduğunu ileri sürerek Hegel'in devleti ve mücadeleyi yüceltmesi görüşünü aştı. 1880'lerde Ernest Haeckel, Hegel'in ve Treitschke'nin temel görüşlerini ateist ve ırkçı kavramlarla formûlleştirdi. 1890'larda, -İngiliz doğumlu, fakat Prusyalı olmayı seçmiş ve Alman bestecisi Richard Wagner'in üvey oğlu olan- Houston S. Chamberlain, Batı tarihini Almanlar ve Yahudiler gibi 'iki saf ırkın' arasındaki mücadele olarak yeniden kaleme aldı. Cham-berlain'a göre, biyolojik türler gibi topluluklar da en güçlünün hayatta kalmasına, en zayıfın varlığını yitirmesine yol açan mücadele yoluyla evrilir ve gelişme gösterirler. Bu kavramsallaştırma, uluslararası siyaset, toprak, siyasal düzen ve nihayetinde dünyanın kaderi için halklar arasındaki savaşı içermektedir. Chamberlain, bu insanları kan bağına dayanarak tasvir etti ve bunlar arasındaki mücadeleyi ırklar arasındaki bir mücadele olarak gördü. Hitler, dünya siyasetini halklar arasındaki bir mücadele olduğu yolundaki görüşü benimsemiş, Chamberlain'in teorilerinden çok etkilenmişti; Hitler, Alman halkını farklı tarihi kadere sahip olarak tanımladı ve kendi Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisi'nin şo-venistliğini Yahudiler'e karşı bina etti; Hitler bu etnik bakış açısını, hem Marksizmin hem de kapitalizmin, Yahudilerin öncülüğünde işleyen Alman karşıtı hareketler olduğu yönündeki kendine has bir uluslararası ilişkiler teorisinde ayrıntılarıyla açıkladı (Shirer 1983, s. 120-66).Bununla beraber, ırka dayalı teorilerden ziyade Alman faşizmiyle ilgili çok şey söz konusuydu. Halk topluluğu, her şeye gücü yeten bir devlet, yurttaşlık faziletlerinin askeri yasası ve emperyalist bir dış politika için duyulan takdir', işte bütün bunlar, Alman faşizminin, etnik mitolojilerin siyasî kullanımından ortaya çıktığını göstermektedir. (Shirer1983). Liberal ve radikal teoriler eyleme yönelik olarak plânlar yaparken; faşizm genellikle eylemle başlar, teorileştirme ise ardından gelirdi. Bir siyasal teorisyen olarak Hitler'in faşizmi beyhudeydi. Faşizmin iki savaş arası dönem Almanya'sında karşı konulamaz bir kitle hareketine dönüşmesi sahip olduğu entelektüel cazibesinden dolayı değildi; faşizm büyük ölçüde teorileştirmeyi gülünç buluyor ve eyleme vurgu yapıyordu. Aksine, sahip olunan cazibe, ulusun refahının ve gururunun yeniden tesis edileceğine dair Nazilerin vermiş olduğu bir sözdü. Ortaya çıkmakta olan kitlesel medyayı propagandalarında sistematik bir araç olarak kullanarak Nazi Partisi etnik mitolojiyi, bütün bir ulusu büyüleyen ve yeni, yıkıcı bir dünya savaşına götüren siyasal mesaj haline dönüştürdü. Bu mitsel cazibenin, dünyanın 'ilkel' ve 'batıl inanç' bölgesinde değil de, Hıristiyan dünyasının teknolojik olarak en çok gelişmiş, manevi olarak ilerleme kaydetmiş ve çok iyi eğitimli bir ulusunda gerçeklik kazandığını hatırlamak yerinde olacaktır.DOĞU, BATI, KUZEY, GÜNEY: YENİ DÖNEMİN SINIRLARIEdward Carr'ın 'Yirmi Yıl Krizi' {The Twenty-Years Crisis) (1964 [1939]), isimli eseri, uluslararası ilişkiler disiplininin doğusuyla ilgili bir değerlendirmedir. Carr, aerhangi yeni bir bilim için, ütopyacı bir yönlendirmenin normal olduğunu ifade etmektedir. İnsan zihni, her ne zaman yeni bir alanda kendisini ifade etmeye başlarsa öncelikle, dile getirmeyi arzu ettiği ihtiyaçları ve hedefleri konusuna yoğunlaşmaktadır. Ancak, bu ilk projeler gerçekleştiğinde, araştırmacılar daha realist bir tavır benimsemeye başlarlar; ideal arzularını ve ütopik hedeflerini gerçekliğin amprik ianımlamalarıyla yumuşatacaklardır (Carr 1964, s. 5).Carr şöyle devam ediyor: Ütopyacılık ve gerçekçilik arasındaki bu gerilim, ütopya ve gerçeklik, tanım ve tasvir, özgür irade ve determinizm, teori ve

Page 159: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

pratik, ahlâkçılık ve faydacılık, siyasal sol ve siyasal sağ gibi bir dizi sosyo-bilimsel çelişkilerle paralellik arz etmektedir:Ütopyanın ve gerçekliğin antitezi bazı açılardan özgür irade ve determinizmin antitezleriyle tanımlanabilir. Ütopyacı, gönüllü olmak durumundadır; az ya da çok radikal düzeydeki gerçekliği reddetme ve ütopyasını isteğine uygun bir eylemle değiştirme olasılığına inanmaktadır. Realist, değiştirme gücü olmayan önceden belirlenmiş bir gelişmenin yönünü analiz etmektedir... Ütopyacı, gözlerini geleceğe çevi-rir ve yaratıcı kendiliğinden oluş kavramlarıyla düşünür; oysa realist, bir nedensellik çerçevesinde köklerini geçmişte tutmaktadır (s. 11).Ütopyacı-Gerçekçi Antitezin Genişletilmesiİki savaş arası dönemde, uluslararası ilişkiler teorilerinin daha geniş yol haritasını çizmek, -dünyanın geri kalan bölümünden gözlemleri ve görüşleri dahil etmek- için ütopyacı-gerçekçi antitezini genişletmek gerekiyor. Carr'ın, özgür irade ve determinizm tartışması böylesi bir gelişme için çıkış noktası sağlamaktadır. Bu tartışma, Rönesans'dan beri modern dönem boyunca yayılmış olan geniş, temel bir ayrım çizmektedir. Bu durum, Aydınlanma projesi ile Aydınlanma karşıtı tepki arasındaki farktır.Bu geniş resimde, Lenin ve Wilson, Aydınlanma projesinin birincil mirasçıları olarak birlikte yer almaktadırlar. Her ikisi de, iyimser antropoloji tarafından desteklenmektedirler. Radikal yabancılaşma teorisi, Lenin'in antropolojisini Wilson'unkine göre daha karmaşık kılmasına rağmen, her ikisi de insanî konumu akıl, adalet, özgürlük, gelişme ve nihaî olarak çıkarların uyumu kavramlarıyla ele almaktadırlar. Aydınlanma teorisyenleri, öncelikle insana aklın bahsedildiği ve doğal ve toplumsal çevrelerini hem anlayıp hem de kontrol edebilecekleri konusunda ısrarla durmaktadırlar. İkincisi, adalet normları sadece akıl yoluyla bilinebileceğinden bütün adil eylemler rasyonel eylemlerdir; sonuç itibariyle, rasyonel davranışla bütün insanlığın çıkarlarına hizmet edilir ve sonunda devletlerin olduğu kadar bireylerin çıkarları da zorunludur. Üçüncüsü, Aydınlanma teorisyenleri, insanların akılları vasıtasıyla -uluslararası düzenin de dahil olduğu- adil bir siyasal düzeni tanımlayabileceklerine inanmaktadırlar. İnsan zihnine ve iradesine güvenmek suretiyle insanlık, dünyayı değiştirebilecek bir eylem yönü bulabilir. Aynı zamanda, Aydınlanma teorisyenleri, toplumu evrim ve gelişme kavramlarıyla ele almışlardır; insan aklının ve insan topluluklarının değişmez gerçeklikler kapsamında değil, fakat tarihin seyrinde gelişimci bir şekilde gerçekleşen imkanlar bağlamında anlaşılabileceğini ileri sürmektedirler. Son olarak, Aydınlanma teorisyenleri iyi bir yaşam, adil bir toplum ve barışçıl bir dünya için ön koşul olarak, sanayileşmiş bir materyalist görüşü, seri üretim gerçekleştiren refah toplumunu, eğitimli bir halkı şart koşmaktadırlar.Bununla beraber, Aydınlanma karşıtı tepkinin öğeleri, kötümser antropoloji tarafından ortaya konmuştur. İnsani durum göz önüne alındı-ğında, Aydınlanma karşıtı teorisyenler hırs, güç, determinizm, değişmezlik ve çıkar çatışması üzerinde durmaktadırlar. Birincisi, insan aklını sınırlı ve güvenilmez olarak görmektedirler; insanoğlu asla tek başına aklıyla hareket edemez, öncelikle hırs tutkunu varlıklardır. İkincisi, bu teorisyenler bütün siyasetin güç siyaseti olduğunda ısrarcıdırlar; üstün bir otoritenin yokluğu yüzünden ortaya çıkan bu durum, devletlerarasındaki siyaset için de geçerlidir. Üçüncüsü, Aydınlanma karşıtı tepki, insanlık tarihinin statikliği fikrine dayanmaktadır; tarih boyunca devletlerarası siyasetin güç siyaseti olduğu ve bu niteliğin birdenbire değişeceğini ya da ortadan kalkacağını varsaymak ya da ummak akıllıca bir iş değildir. Bu konum, Aydınlanmanın, gelişme ve adalet varsayımlarını inkârıyla ilişkilidir. Hem muhafazakârlar hem de faşistler örneğin, tarihî materyalizm kavramını reddetmektedirler: İnsanlığın ruhanî ihtiyaçlarının olduğu hususunda ısrar ederler ve insan toplumunu ruhanî bir topluluk olarak görürler. Daha da ötesi, bu iki grup, manevi/ruhanî mutlakiyetçiliğe karşı olma eğilimi sergilemektedirler: İnsan düşüncesinin mutlak ve evrensel olarak övdüğü ilkeler çok azdır; aksine bu ilkeler, onlara göre, ulusal çıkarların belirli bir yorumuna dayanan ulusal siyasetin bilinçsiz düşünceleridir. Onların görüşüne göre, üzerine yeni bir dünyanın bina edilebileceği hiçbir evrensel ilke yoktur. Her bir kültür, din ve ulus, kendi

Page 160: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

doğrularını dile getirmektedir ve her bir devlet kendi özel ulusal çıkarını güvence altına almaya çalışmaktadır.Aydınlanma Projesinin YükselişiOrta çağ boyunca, Batı düşüncesi ilâhi otoriteye dayanan evrensel etik ve evrensel bir siyasal sisteme dayanıyordu. Realizmin habercileri ilk defa, Rönesans'da Guicciardini ve Machiavelli gibi hümanistler ilâhi etiğin önceliğini eleştirdiklerinde ve 'etiği, siyasetin bir aracı haline getirip ahlâkın savunucusu olarak kilise otoritesi yerine devlet otoritesini ikâme ettiklerinde ortaya çıktı (Carr 1964, s. 22).XVIII. yüzyılda, doğanın deneysel olarak gözlemlenmesinden ve insan aklından devşirilen doğa yasası doktrininin ortaya çıkmasıyla Rönesans realizmine meydan okundu. 'Bilimde, doğayla ilgili gerçekleştirilen gözlemlerden yola çıkılarak bir uslamlama süreciyle sonuç çıkarıldı. Basit bir analojiyle, Newton ilkeleri etik sorunlara uygulanmaya başlandı' (Carr 1964, s. 22). Ahlakî doğa kanununun bilimsel olarak kurulabileceği iddiası, son ifade edilişini Aydınlanma projesinde buldu. XVIII. yüzyılın sonunda, bu proje iki ana akıma ayrıldı. Adam Smith ve JeremyBentham birincisinin önde gelen savunucularıyken, Jean Jacques Rousseau ve Karl Marx diğerinin önde gelen temsilcileriydi.I. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru Aydınlanma geleneğinin bu iki eğilimi dünya sahnesinde birbirine rakip olarak çıktılar. Başkan Wood-row Wilson, Smith ve Bentham'ın liberal görüşlerini savunurken, Vladimir Lenin de, Rousseau ve Marx'm radikal mirasına sahip çıktı. Hem Lenin hem de Wilson, savaş öncesi devlet adamlarını ve askerleri I. Dünya Savaşı'na yol açmakla suçladılar. Her ikisi de eski, Realpolitik'in elitist yaklaşımlarını ve gizli ittifaklarla yönetilmesini eleştirerek uluslararası diplomasinin tamamen kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşmesini talep ettiler. Hem Wilson hem de Lenin, deneyimsizliklerinden veya ikiyüzlülüklerinden ötürü realistlerin ve faşistlerin eleştirisine maruz kaldılar.Doğu Batı Çatışmasının YükselişiXIX. yüzyılın sonunda, Avrupa dışında Rusya'nın ve Amerika'nın yayılmacılığının ortaya çıkmasıyla XX. yüzyıl uluslararası siyasetinin çerçevesi çizilmiş oldu. I. Dünya Savaşı bu çerçeveyi daha da belirgin hale getirdi: Bu savaş, böylece Batı'da iktisadî açıdan dinamik Amerikalı neo-liberallerle ve Doğu'da ideolojik olarak yoğun Sovyet devrimciler arasında Avrupa'nın küçülmesini hızlandırmak suretiyle eski Avrupa sistemini yıkılmanın eşiğine getirdi. Daha sonra, II. Dünya Savaşı bu ikilinin yoğun bir ifadesi olarak yol katedecekür: Askerî anlamda gölgede kalan ve siyasal anlamda iki dinamik, birbirlerine muhalif süper güç tarafından bölünen mağlup ve güçsüz Avrupa'daki Soğuk Savaş.Uluslararası siyasetin Birleşik Devletler tarafından temsil edilen Batı bloğuyla Sovyetler Birliği'nin öncülüğündeki Doğu bloğu arasında yaşanan XX. yüzyıldaki bu bölünme, XIX. yüzyılda birkaç gözlemcinin dile getirdiği jeopolitik itici güçlerinin gölgesinde kaldı. Avrupa, tropikal bölgelerde emperyalist yayılmacılıkla meşgulken, hem Birleşik Devletler hem de Rusya, hızla Pasifik'e doğru ilerledi. Birleşik Devletler batıya doğru, Teksas ve Kaliforniya düzlükleri boyunca yayıldı. Rusya ise Sibirya steplerini aşarak ve Amur havzasının geniş topraklarına ve Sakha-lin'e yani doğuya doğru yayıldı. Los Angeles'in ve Vladivostok'un demografik ve ekonomik büyümesi, kıtaları birbirine bağlayan karayolu ağlarının açılmasıyla başlatılan bu paralel evrimi ortaya koymaktadır. Birleşik Devletler'de 'kendi kaderini tayin' düşüncesi bu gelişmeye hız verdi ve Monroe Öğretisi, Orta ve Güney Amerika'daki siyasal ve eko-nomik müdahaleleri meşrulaştırdı. Rusya'da Çar, Osmanlı împaratorlu-ğu'nun yıkılışını hızlandırmak ve Boğazlar'a doğru ilerlemeyi sağlamak amacıyla Hıristiyanlığı ve pan-slavizmi kullandı.Daha da ötesi, XX. yüzyıl dünyasının çerçevesinin çizilmesinde önemli çatışma ve savaş merkezlerinin ortaya çıkışı öncülük etti. Yüzyılın dönümünde, Asya, büyük güç çatışmalarının yaşandığı bir arenaydı; burada Batı Avrupa devletleri artık üstün aktörler değillerdi. İspanya, Fransa ve İngiltere'nin yerini Birleşik Devletler ve Rusya aldı ve aynı zamanda, Japonya gibi bölge ülkeleri de söz sahibi olmaya başladı. Amerika, Pasifik'de ve Asya'nın diğer ucunda kimi çatışmaların başlamasını sağladı. Amerika'nın ilk savaşı Kore'dedir (1871) ve

Page 161: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Filipinler'in işgali, Hawai'nin ilhak edilmesi (1898). Amiral Mahan'm 1890'da yayımlanan Deniz Gücünün Tarihe Etkisi (The Influence of Sea Power upon History) ve John Hay'ın 1899'da yayımlanan Açık Kapı Siyaseti (Open Door Policy) isimli eserleri, Amerika'nın dünya ilişkilerine katıldığını ortaya koymaktadır. Rusya da, Asya'daki birkaç çatışmada yer aldı. Bunlardan en ölümcül olanı, Rusya'nın donanmasının önemli bir bölümünü kaybettiği Japonya'yla (1904) yapılan savaştır.Rus-Japon Savaşı, XX. yüzyıl uluslararası siyasetinin iki yöne doğru geliştiğini göstermektedir. Birincisi, Doğu-Batı çatışmasını azdırmakla, pek çok açıdan 1917 Rus Devrimi'nin provasının yapıldığı Petrograd'da (1905) Sovyet Devrimi'ni başlattı. Bolşevik Devrimi'yle birlikte, Aydınlanma projesinin radikal yorumları, ilk Jcla gücü toprak bütünlüğünün üzerinde bir konuma yerleştirdi. Böylece, Marksizm-Leninizm'e, öğretilerini büyük ordularıyla savunabileceği bir 'yurt', bir üs vermiş oldu. Rus Devrimi evrildikçe, yeni bir komünist devlet inşa edildi. Soğuk Sa-vaş'ın başlamasından otuz yıl önce, Wilson ve Lenin, 1918 yılında dünya halklarını kendi yanlarına çekme yarışına başlamışlardı; her ikisi de bu halklar tarafından ilgiyle karşılanmışlardı. Aynı zamanda, her ikisi de, yoğun umutsuzluk karşısındaki vizyon sahibi umutlarında birdenbire düşüş yaşadılar; her ikisi de iki dünya savaşı arasındaki dönemde krize girdi. Wilson ilkeleri, Kıta Avrupası'ndaki faşist diktatörlüğün ve Büyük Buhran'm ortaya çıkışıyla etkisini yitirdi. Lenin'in görüşleri, yıkıcı 'savaş komünizmi' kurumunca ve acımasız Josef Stalin'in ortaya çıkışıyla ve Rus iç savaşıyla sarsıldı.Kuzey Güney Çatışmasının BaşlamasıRus-Japon Savaşı, XX. yüzyılın uluslararası siyasetinin ikinci biristikamet kazanmasının da işaretlerini taşımaktadır: Japonya'nın Rusya karşısında elde ettiği zafer, Avrupa dışındaki dünyada özgürleşme hareketlerinin ortaya çıkışının habercisidir (Spector 1962). Avrupa sömürgeci güçleriyle sömürgeleri arasındaki ilişkiler, Yakın, Orta ve Uzak Do-ğu'da yoğun bir yerli milliyetçilik ve anti sömürgecilik faaliyetlerini doğuran I. Dünya Savaşıyla daha da sarsıldı. Wilsoncu liberalizm ve Leninist radikalizm, Büyük Savaş ertesinde hayallerini yitirip ümitsizliği yaşamaya başladı, bunun ardından Avrupalı olmayan teorisyenlerin milliyetçilikleri daha da yoğunlaştı.Sömürge bağımsızlık hareketlerinin bazı liderleri yatırımlarım, savaştan sonra Avrupa imparatorluklarının hızla parçalanması için kana-lize ettiler. Zira bu liderler, sömürgeci güçler, savaş dönemi vaadlerin-den caydıklarında aldatıldıklarını hissetmişlerdi. Deniz aşırı imparatorluklarından ayrılmak yerine, sömürge sınırlarını yeniden çizmeye çalıştılar ve emperyalist izlerini daha da pekiştirdiler (Fromkin 1989, s. 188-200, 286-301). Böylesi çabalar, sık sık emperyalist karşıtı isyanlarla karşılaştı. Avrupa, savaş sonrası zayıflayan durumunda, dünyanın -her biri farklı Aydınlanma projesine dayanan- iki aktör arasındaki do-ğu-batı bölünmüşlüğünü önleyemedi. Daha da ötesi, Avrupalılar, sömürgeciliğin çöküşünü de tamamiyle kontrol altına alamadılar. Bu çöküşü önleyememeleri, yarım yüzyıl sonra bir dekolonizasyon seline dönüşecek olan kuzey-güney çatışmasının yayılmasına yol açtı (Hobs-bawm 1994, s. 199 vd.).Doğu'nun Kuramsal DirilişiI. Dünya Savaşı, dünyanın sömürge bölgelerini üç şekilde etkiledi. Birincisi, savaşın savurgan rekabetçiliği Avrupa güçlerini yoksullaştıra-rak sömürge anlayışını zayıflattı. Savaş, Avrupalıların güçlerini plânlama ve dünyanın uzak köşesindeki çıkarlarını ve otoritelerini savunma kabiliyetini azalttı. İkincisi, sömürgelerde sanayileşmeyi ve gelişmeyi te-tikledi. Savaş, Müttefiklerin uğruna savaştıkları Aydınlanma ideallerinin yayılmasına yardımcı oldu. Son olarak, sömürgeciliğin zayıflaması ve Batılı değerlerin yayılması, dünya çapında sömürge karşıtı ve ulusal bağımsızlık hareketlerine hız kazandırdı. Böylece, Avrupa'yı sarsan yirmi yıl krizi, Avrupa dışındaki dünyada özgürleşme hareketlerinin ortaya çıkmasıyla yakından ilişkiliydi.Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla Dicle ve Fırat vadilerinde kabile ayaklanmaları görüldü. Bölgedeki bir kaç grup birbirleriyle mü-cadele etmelerine rağmen, temelde İngiliz askeri yönetimine karşı ayaklandılar. Lübnan'da muhalif Dürzi Müslümanlar, katı bir yönetim kurmak isteyen Fransızlara karşı ayaklandı. Filistin'de, Arap milliyetçileri Yahudi göçüne karşı ayaklandı.

Page 162: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Yahudiler ise kendi adlarına, 1930'lu yıllarda Orta Avrupa'daki koşullar dayanılmaz bir hâl aldığından, giderek artan göç için harekete geçiyorlardı.Yakın ve Ortadoğu'daki bu çatışmalar diğer bölgelere de sıçradı. Libya'da, Arap Senusiler, 1920'li yıllar boyunca birkaç isyan hareketiyle İtalyan işgaline karşı direndiler. Kuzeybatı Sahara'nm sarp dağlarında Berberi Abdülkerim'in kabilesi bağımsızlık talep etti ve hem İspanya hem de Fransız birlikleriyle savaştı. İngiliz yönetimi Kral Emanullah'ın Afgan bağımsızlığı talebini reddettiğinde Afganistan'da Üçüncü Anglo-Afgan Savaşı patlak verdi.Daha doğuda da, Avrupalıların savaş sırasında verdikleri sözleri yerine getirmemeleri milliyetçi ayaklanmalara neden oldu. İngiltere'nin, Hindistan'ın milli bağımsızlığını dikkate almaması üzerine, 1919 yılında Amritsar'da büyük bir ayaklanma başladı. Bengal'de 1923 ve 1932 yılları arasında aralıklarla milliyetçi direniş faaliyetleri görüldü.Avrupa dışındaki milliyetçiler, faşist doktrini genelde cazip bulmadılar. Bunlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki askerî liderler arasında ılımlı bir yaklaşımı benimsediler; aynı zamanda, Japonya'da güçlü bir askerî gelenek ve İmparatorun efsanevî duruşu, milli iradenin ve kimliğin kişileşmesi olarak 1930'lu yılların faşist hareketin evrimini hızlandırdı. Bu istisnalarla birlikte, en etkin hareketler, ulusal bir amaca doğru Aydınlanmanın liberal demokrasi ve kitle katılımı ideallerini benimseyebilmiş olanlardı. 1919 yılında, Mısır'da Wafd Partisi, Tunus'ta da Düstur Partisi kuruldu. Endonezya'da Sarekat İslâm Hareketi ulusal bağımsızlık için kitle hareketine dönüştü. Hindistan'daki Kongre Partisi, 1920 yılında, Mahatma Gandhi'nin liderliğinde Nagpur anayasasıyla kitle partisine dönüştü. Çin'de, 4 Mayıs hareketi, en önemlisi, yaşlı Sun Yat-Sen'in önderliğinde milliyetçi Kuomintag (1919) ve Çin Komünist Partisi (1924) olmak üzere birkaç kitle partisinin oluşumuna zemin hazırladı.Aydınlanma idealleri, Batı'da öğrenim görmüş ve çalışmış entelektü-ellerce sömürge ülkelerine taşındı. Örneğin, Mahatma Gandhi, İngiltere'de öğrenim görmüş ve 1919 yılında Kongre Partisi'ni ulusal bağımsızlık aracına dönüştürmek için Hindistan'a dönmeden önce İngiliz sömürgelerinde avukatlık mesleğini icra etmişti; Endonezya'daki milliyetçi hareketin kökenleri Hollanda'daki Yabancı Öğrenciler Birliği'ydi. Bununlaıberaber, I. Dünya Savaşı bu yayılmanın baş faktörüydü. Ulusal bağımsızlık ve halk egemenliği idealleri, düşman sömürgelerindeki ulusal hareketleri teşvik etmek suretiyle düşmanlarının dikkatini başka yöne çekmeye çalışan Avrupa güçleri tarafından yayıldı; örneğin, Almanlar, Mağ-riblileri Fransızlara karşı silahlanmaları için teşvik ediyorlardı. Aynı şekilde, Fransızlar ve İngilizler, Suriye, Mezopotamya ve Arap Yarımadasındaki Arap milliyetçiliğini Türklere karşı kışkırttılar (Fischer 1961; Lenczowksi 1952).Daha da ötesi, Hindistan ve Güneydoğu Asya'daki bağımsızlık hareketleri, Batılı ordulara alınan yerlilerin büyük etkisi altındaydı. Hem Fransa hem de İngiltere, Hindistan ve Vietnam'dan fiziki yeterliliğe sahip insanları askere alarak, Müttefiklerin savaş zamanı propagandasına maruz bırakıldıkları Avrupa'ya gönderdiler. 1916 yılında, bu Asyalı askerler, özgürlük, demokrasi ve milli bağımsızlıklarını koruma yolunda savaştıklarını öğrendiler. 1917 yılında, Rus Devrimi'ne tanık oldular. 1918 yılında, Başkan Wilson'un 14 llkesi'ni ve Lloyd George'un ulusal geleceği belirleme ilkesinin Avrupa ülkelerine uygulanması kadar, sömürge ülkelerinde de uygulanmasına dair deklarasyonu okudular. 1919 yılında, Lenin'in emperyalizmi suçlamasına ve Çar imparatoruna bağlı halkların ayrılmak için özgür olduklarını belirten devrimci iddiasına tanık oldular.Öğrenci, işçi ya da asker olarak Avrupa'da bulunan Asyalılar, 'demokrasi, kendi kendini yönetme, ulusal bağımsızlık ve eski aşağılık kompleksini kabul etmeme yönünde kararlılık gibi yeni düşüncelerle geri döndüler' (Barraclough 1976, s. 156; Pannikar 1953, s. 259-66). Savaş sonrası dönemde geri dönen Asyalıların arasında Ho Chi Minh (Vietnam'a) ve Zhu De ve Zhou En-lai (Çin'e) bulunuyordu. Geri dönenlerin hepsi Avrupa'dayken Komünist Partisi üyesiydiler; Dünya Sava-şı'ndan sonra, ateşli birer emperyalizm karşıtı olarak Asya'ya geri döndüler ve kendi ülkelerinde Komünist Partileri kurmaya giriştiler; Ho, Vietnam Komünist Partisi'ni kurdu; Zhu ve Zhou Mao, XX. yüzyılın muhtemelen, Avrupalı olmayan en etkin siyasal lideri olan Mao Ze-dong'un en güvenilir destekçileri oldular.

Page 163: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Güçlü muhaliflerce Çin'in sanayi merkezlerinden sürülen Çinli komünistler, taşraya yöneldiler; kırsal alanlarda yıllar geçirdikten sonra oldukça hacimli bir ordu kuracaklardı. 1935 yılında, Çin'in kuzeybatısındaki Yanan'da komünist cumhuriyeti kurdular. Mao, burada komünist klasiklerini öğretme fırsatı buldu. Mao, düşüncelerini kağıda aktardı-ğmda bunların Marx'in tarih teorisi olmadığını vurguladı; Mao'nun hacimli çalışmalarında Marx'a ya da Engels'e dair önemli bir atıf yoktur. Aksine bu, kendisine ait olan diyalektik bir yöntemdi. Daha da ötesi, Le-nin'in teorileri, Mao'nun Batılı ulusları Çin'in içişlerine karışmalarını anlamasına yardımcı olmasına rağmen, Mao'yu etkileyen şey Lenin'in yorumları ve Sovyet örneğiydi. Mao'nun savaş hakkındaki düşünceleri, Lenin'in takdir ettiği Clausewitz'in diyalektiğiyle beslenmiştir; onun siyaset hakkındaki düşünceleri, proleterlerin isteğini dile getiren siyasal bir araç olarak organize edilmiş Leninist öğretiyle yakından ilişkiliydi; bir süre sonra Mao, Stalin'in komünist partisinin 'kendi hayatını yaşayan canlı bir organizma' olduğu şeklindeki yorumunu benimsedi (Stalin 1953, s. 199; Mao 1965).Mao, Sovyet tecrübesini yorumladı ve bu deneyimi Çin'deki koşullara uydurdu. Mao, Çin'in içinde 'proleter' kelimesinin karşılık bulabileceği bir sınıf ya da ücretli işçiler bulunmadığı, bunun aksine taşra köylü kitlelerine sahip yarı feodal bir toplum yapısına sahip olduğu konusunda ısrar ederek Sovyet teorisine karşı çıktı. Mao'nun Yanan'da kaleme aldığı çalışmalarında da görülebileceği gibi -ve onlar hakkında Sovyet görüşlerinden (Ch'en 1953)- bu teorik değişiklik, önemli siyasal uygulamalara yol açtı. Bunun anlamı, Çin'de 'proleter yanlısı parti' bir köylü örgütüydü ve 'halkın ordusu' köylü temelli bir gerilla kuvvetiydi. Mao, ordunun salt savaş gücü olmanın ötesinde başka bir anlama da sa-_ hip olduğunda ısrar etmektedir; ordu aynı zamanda, üretken faaliyetlerde bulunacak 'işçi ordusu'dur ve kitleleri eğitecek 'kültürel ordu'dur (Mao 1964; 1965b; 1965c).Mao'nun görüşleri önemli bir noktaya temas etmektedir: Pek çok Asyalı lider, 1920'li yıllarda Leninizm'e yöneldi; bu durum, sadece Aydınlanma değerlerinin aşılanmasından ötürü değildi. Lenin'in emperyalizm öğretisinden çıkardıkları kendini anlamadan (self-understanding) ve komünist devrim öğretisinde içkin olan özgürlük vaadinden dolayıdır. Fakat, en etkin destek Lenin'in örneğinden kaynaklandı. Lenin, küçük bir partinin, örgütsel bir disiplin vasıtasıyla ve üstün siyasal tekniklerle toplumda gücü ele geçirebileceğini ve Batı'yı dize getirmek için bu gücü Batı'ya karşı kullanabileceğini gösterdi. 1920'li yıllarda pek çok ulusal özgürlük hareketi için, 'bu örnek, o ana kadar Asyalı reformcuların aklına gelmeyen, sanki komünistlerin kimi büyüsel siyasal ve örgütsel araçlara sahip olduğu izlenimi verdi' (Ulam 1974, s. 173; aynı zamanda Hobsbawm 1994, s. 70 vd.).IXSOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ SİYASETİ:II. DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA ULUSLARARASI İLİŞKİLERII. Dünya Savaşı'ndan sonra, uluslararası ilişkiler öğretimi bilinçli ve akademik formatta daha da inandırıcı olmaya başladı. Bilim adamları devlet adamlarına danışmanlık gibi bir gücü de ellerinde bulunduruyorlardı. Birleşik Devletler, Batı dünyasındaki siyasi yapıya ağırlığını koyduğunda, Amerika'nın kendine has toplumsal kuramsallaştırma geleneği, bir süre sonra kurulmasına yardımcı olduğu alanda egemen olmaya başladı. Soğuk Savaş'ın başlangıcında, son derece güçlü Birleşik Devletler, Sovyet düşmanlığıyla karşılaştığında -güç politikasında Amerika'nın vurduğu önemli bir damga olarak- idealizm, yerini realizme bıraktı.Yurt dışında Soğuk Savaş, yurt içinde de McCarthyism yayıldıkça realist yaklaşımın yerini davranışçılık aldı. Bu durum, Birleşik Devletler'in geleneksel liberal değerlerinin sürdürülmesinin temellerini sağladı. Vietnam ve diğer gelişmelerin gösterdiği gibi, rasyonel teoriler, uluslararası sistemde güç ve düzenin sınırlarına yönelik alternatif yapılar ortaya çıkarmaya başladı. Rejim analizleri, anarşik bir dünya sisteminde düzen kurma ve ona devam ettirme vs. sorunları tanzim etmek için, bu alanı restore etmek suretiyle görünürde hiçbir devletin sorumlu olmadığı bir dünya düzenini açıklamaya girişti.

Page 164: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Sömürge savaşları uluslararası ilişkiler uzmanlarının ilgisini çekti. Bu durum, bilim adamlarının Üçüncü Dünya'ya özgü sorunlara; Batı dışındaki coğrafi bölgelerde görülen ulusal özgürlük savaşlarına ve siyasal modernleşme ve ekonomik gelişme sorunlarına yönelmelerini sağladı. Aynı zamanda, dünyada gelişen olaylarla ilgili olarak Batılı olmayan teorilere de dikkatleri çektiler. Kendi başlarına bir geleneğe sahip olmadığından Üçüncü Dünya teorisyenleri büyük ölçüde Batılı kanunlardan yararlanmak durumunda kaldılar. Sömürge güçlerinin liberal teorilerinden şüphe duyduklarından, Üçüncü Dûnya'dan yükselen sesler genellikle, liberal karşıtı ve Kıta Avrupası eğilimli fikirleri seslendiriyordu. Hegelci-Marksist yaklaşımın radikal teorileri popülerlik kazandı ve 1960'lı yıllar boyunca meşru bir teorik yaklaşım olarak ortaya çıktı. Soğuk Savaş'm ikinci yarısı boyunca, uluslararası ilişkiler teorileri hızla çoğaldı. Fakat bu bakış açılar silsilesi, Amerika'nın zenginliklerinin gelgitlerine uyma eğilimi sergiledi.DÜNYA SAVAŞINDAN SOĞUK SAVAŞARus çarlarının yeni topraklara karşı besledikleri arzuları ve Batılı güçlerin, çarların bu isteklerine verdikleri karşılıklar Soğuk Savaş'm habercisi oldu. XIX. yüzyılda Batılı güçler birliği, Avrupa'da Rus yayılmacılığını engelledi ve bu arada Japonlar aynı işi Asya'da gerçekleştirdi. II. Dünya Savaşı, Almanların ve Japonların güçlerine son vererek Fransa ve İngiltere'yi zayıflattı. Böylece Rus yayılmacılığının önündeki bu geleneksel engeller ortadan kalkmış oldu. Daha da önemlisi, savaşın sona ermesiyle, XIX. yüzyıldan beri, Yunanistan'dan Türkiye ve İran üzerinden Afganistan'a kadar oluşturulan güvenlik kuşağıyla Orta ve Yakın Doğu'da Rus yayılmacılığını engellemiş olan İngiltere, 'Büyük Oyun'u devam ettirebilecek güçten yoksundu.Birleşik Devletler, Sovyet Rusya'nın her iki coğrafi bölgesinde oluşan boşluğu güçle doldurma ihtiyacının daha başındayken açıkça bunun bilincinde olmadığından böylesi jeo-stratejilerden kaçındı. Bunun aksine, Stalin acımasız bir 'güç' siyasetçisiydi; Sovyetler Birliği savaş sonunda yoksullaşmış ve gücünü yitirmiş olmasına rağmen, Stâlin, hızla ve kararlı bir şekilde eyleme geçerek savaşın sunduğu jeo-stratejik fırsatları değerlendirmeye başladı.İngiliz işgalleri1945 yılında, İngiltere gücünü yitirmiş bir durumdaydı ve imparatorluğu neredeyse yıkılmanın eşiğine gelmişti. 1945 yılının yaz aylarında zafer sarhoşluğu yatıştığında, ingiltere'nin geleneksel liberal bakış açısı kendisini yeniden gündeme getiremedi. Clement Attlee'nin başkanlığındaki işçi hükümetinin yerini Winston Churchill'in Muhafazakâr savaş kabinesi aldı. İngiltere'nin üstleneceği yeni rol hakkında, İşçi Partisi'yle yapılan uzun tartışmalardan sonra, yeni hükümet, Churchill'in savaş sırasında savunduğu realist dış politikaya devam kararı aldı.Churchill'in kısa süren savaş dönemi kabinesi, Hitler'i Kıta Avrupa-sı'na egemen olmaktan vazgeçirmeye çalışacaktı. Bunun sonunda, 1941 yılında, Churchill, Stalin'le pragmatik, Nazi karşıtı bir ittifak anlaşması yaptı. Hitler yenilgiye uğratıldıktan sonra, Churchill'in uzun vadeli hedefi, Stalin'i Kıta Avrupası egemenliğinden caydırmaktı. XIX. yüzyıldan beri, iki ülke arasındaki ilişki, İngiltere'nin, Türkiye'yi ve Yunanistan'ı destekleyerek Rusya'nın Akdeniz'e inme emellerini engellemeye çalıştığı 'Büyük Oyun'a kilitlenmişti. Churchill'e göre Stalin, geleneksel Rus yayılmacılığına, Lenin'in uluslararası ilişkiler teorisinden devşirdiği saldırgan dünya görüşünü eklemişti.Savaşın sonuna doğru, Churchill, Amerika'yı Stalin'e destek vermeme konusunda uyardı.1 Kıta Avrupası'nda güç boşluğu yaratacağından ve Stalin'in Kızıl Ordu'yu Doğu Avrupa'da konuşlandırmasını teşvik edeceğinden dolayı, Birleşik Devletler'in birliklerini Avrupa'dan çekmemesini Roosevelt'e tavsiye etti. Churchill, Anglo-Amerikan ittifakı içerisinde Birleşik Devletler varlığının devamını sağlayacak bir düzenleme aramaya başladı.Fakat Kıta Avrupası'nda savaş sona erdiğinde Churchill, artık iktidarda değildi. Amerikalıları, potansiyel Rus tehdidine inandırma işi, yönetime gelen Attlee'nin işçi hükümetine kalıyordu, ingiltere'nin Sosyalist Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, Avrupa'nın karşı karşıya kaldığı jeopolitik zorlukları kavramsallaştırdı. 'Dünyanın iş birliği yerine, hızla etki alanlarına ya da üç büyük Monroe'dan daha iyi tanımlanabilecek şeye doğru sürüklenmekteyiz', diye yazıyordu Bevin

Page 165: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

(1945). Birleşik Devletler, Latin Amerika, Japonya ve Çin üzerinde egemenlik sağlayacağı savaştan güçlenerek çıkacaktı. Sovyetler Birliği, zaten topraklarını çoktan Doğu Avrupa'ya doğru genişletmişti. Bu iki dev arasında kalan Batı Avrupa, 'dağılmış bir Monroe' gibi birbirine yaslanmış zayıf uluslar ko-310 I Uiusmraı-aaı ¦¦¦;¦>¦¦¦•¦ •......._.....numuna düşecekti. Bevin'in korkusu, Avrupa bu güçlerden biri ya da ikisinin birden baskısı altına girerse, buna karşı gelmenin çok zor olacağı yönündeydi. Bu kötümser tablo karşısında Bevin, ChurchüTin Anglo-Amerikan ittifakının ehveni şer olduğunu anlamıştı.Sovyet İşgalleriStalin, savaştan önce Chamberlain, Roosevelt ve Hitler'in politikaları arasında gerçek bir fark görmemişti. Savaştan sonra, Stalin, liberal Amerika ve Nazi Almanyası arasında da önemli bir ayrım olduğunu inkâr etmeye devam etti. Stalin'e göre, her ikisi de, yayılma üzerine kurulu, kapitalist zalimler tarafından idare edilen emperyalist ülkelerdi. Ona göre, dünya 'sosyalist' ve 'kapitalist' bloğa bölünmüştü.1946 yılının başlarında, Stalin, uluslararası siyasete 'iki kamp teorisini' gündeme getirdi. Stalin, Anglo-Amerikan saldırılarına karşı savaş hazırlığı yapılması gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Sovyet halkına, üç ya da daha fazla 'Beş Yıllık Kalkınma Plânlarında' tüketim maddelerinden ziyade, ülkenin ağır sanayisinin gelişmesi (Stalin 1946) yönünde kendilerini feda etmeleri gerektiğini ve 1930'lu yılların ekonomi politiğinin sonuçlarına katlanmak zorunda olduklarını söyledi.Stalin bu görüşünü, jeopolitiğin üç sacayağı stratejisiyle -blöf, böl ve fethet diplomasisi- uygulamıştı. Stalin, Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet kontrolünde rejimler kurmak ve bu rejimleri kısmen askeri güçle kısmen Komünist Partisi yapısıyla ve daha sonra da 'sosyalist iş bölümüyle' Sovyetler Birliği'ne bağlayarak Doğu Avrupa'da bir güvenlik bölgesi oluşturmayı tasarlıyordu.İkincisi, Stalin, inandırıcı bir caydırıcılık oluşturmak için Sovyet yoksulluğunun ve yıkımının gerçek boyutlarını gizledi. Stalin, Sovyetler Birliği'ni dünyaya kapadı ve ülkeyi sadece dost ülkelerin ziyaretine açtı. Bu gelişme karşısında Batılı ülkeler, Sovyetler'deki gerçek durumdan güvenilir bilgiler alamadılar ve bu durum, daha sonraki yıllarda Stalin'in başarılı saldırı propagandası için bir ön koşul yarattı. Batılı Stalin karşıtları, Sovyet askeri gücünün ve ekonomik refahının başkomutanlık abartısının (generalissimo's exaggerations) kurbanları haline geldiler. Diğer taraftan, sol sempatizanlar da, Stalin'in özgürlükle, halkların dayanışması ve mülkiyet ortaklığıyla ilgili boş vaadlerinin kurbanı oldular. Büyük bir gizlilik, propaganda ve blöfle, Stalin yeniden silahlanmaya ve Sovyetler Birliği'ni mümkün olduğunca hızlı bir şekilde yeniden yapılandırmaya başladı. Stalin, Doğu Avrupa'nın işgal edilmiş ülkelerindekisermayeleri ve bütün fabrikaları Sovyet Rusya'ya aktararak sömürmeye başladı.Son olarak, kaçınılmaz olan Anglo-Amerikan ortaklığını ertelemek için Stalin, bu iki kapitalist ülkenin siyasal bölünmüşlüğünü artırma yolları aradı. Stalin, İngiliz emperyalizmine ve savaş arzusuna saldırırken, Amerika'nın dış politika mimarlarıyla görüşmeler yaptı.Birleşik Devletlerin Gerçekleştirdiği İşgaller: Amerikan Çağının DoğuşuAmerika'nın dünyada olup bitenlere yaklaşımı, ideolojik olarak da destekleniyordu. 1941'de Roosevelt, savaş hedeflerine yönelik ortak bir Anglo-Amerikan deklarasyonuna Churchill'in imzasını almaya çalışmıştı. Roosevelt'in Atlantik Anlaşması, apaçık bir şekilde geleneksel liberalizmin izlerini taşıyordu. Bu anlaşma, savaşın bütün ulusların egemenliğini korumak ve denizlerin güvenliğini sağlamak üzere gerçekleştirilebileceğini dile getirdiği gibi 'genel bir güvenlik' sistemi ve adil bir dünya ekonomisi kuracağı vaadini taşıyordu; 'büyük, küçük, zafer kazanan, mağlup olan bütün devletlere, dünya refahından eşit pay garantisi veriyordu'. Churchill, ancak bu anlaşma metinleri yumuşatıldığında onay vermiştir (LaFeber 1989, s. 381).Life dergisi yayımcısı Henry Luce, Amerika'nın yeni savaş sonrası düzeninin etkin sözcüsü oldu. Luce'un sergilediği vizyon, liberalizmin eski ilkelerinden devşirilmişti; fakat bu vizyon, XX. yüzyıl Amerikasının endişelerini dile getiriyordu. Woodrow Wilson'un görüşlerini dile getiren Luce, Birleşik

Page 166: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Devletler'in 'hayatî bir uluslararası ekonomi' ve 'uluslararası ahlakî düzen' oluşturulmasında aktif bir rol alması gerektiği konusunda ısrarla durdu. Amerika, savaş sonrası siyasetinin sığ, materyalist ve milliyetçi kaygılarını aşmak zorundaydı. Amerikan ulusu, bunun yerine özgürlük, adalet ve fırsat eşitliği ideallerini kucaklayan açık dünya yaratılmasına yardımcı olmak zorundaydı. Bu durum, demokrasinin sadece Amerika'da gelişmesini temin etmeyecek, aynı zamanda, bütün dünyaya refah ve kalıcı barış getirecekti. Her Amerikalı, 'sahip olduğu en geniş vizyonla büyük Amerikan yüzyılını yaratmaya' davet edildi (LaFeber 1989, s. 380).Çoğu Amerikalı gözlemci, Luce'yla aynı fikirleri paylaşıyordu. Hükümet analizcileri, 'barışla uyuşan serbest bir ticaret; yüksek gümrük vergileri, ticaret engelleri ve savaşta adil olmayan ekonomik rekabet' (Hull 1948, s. 81) görüşlerini benimsediler. Bu analizciler, savaş dönemi ittifakını, yeni güç işbirliği çağının vaadi olarak görüyorlardı. YeniBirleşmiş Milletler (UN)'de henüz gelişmekte olan devletlerarası bir yönetimi ve Uluslararası Para Fonu (IMF)'yla ve Dünya Bankası'nda savaş sonrası istikrarlı ekonominin temellerini gördüler; savaş sonrası krizi, ancak dünya serbest piyasa ekonomisi kurulduğunda aşılabilirdi.1945 yılında, Amerikalı bilim adamları ve siyasetçiler Wilson'un eski ütopyacı konularını gündeme getirdiler. Fakat kendi liberal görüşleri bir süre sonra hüsrana uğradı. Öncelikle Amerika, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında Yalta'da ve Postdam'da (1945 yılı Şubat ve Temmuz ayları) gerçekleştirilen süper güç konferansları, Sovyetler Birliği ile Batılı güçler arasında büyük çıkar çatışmaları olduğunu ortaya koydu; özellikle, Sovyetlerin işgal ettiği Polonya'nın savaş sonrası statüsü üzerinde. Amerika'nın yeni dünya düzeni görüşünü desteklemek yerine Stalin, Doğu Avrupa'da Soyvet gücünü yerleştirmeye çalıştı.İkincisi, atom bombası dünya siyasetini değiştirdi. 1945 yılının Ağustos ayında, Japonya'nın Hiroshima ve Nagasaki şehirlerini yerle bir eden Amerikan atom bombaları, aynı zamanda, dünyanın diğer ülkelerinde de büyük bir şok etkisi yarattı. Bu atom silahları İngiltere'nin ve Sovyetler Birliği'nin savaş sonrası plânlarını alt üst etti. Amerikalılar, bu yeni atom silahlarının tekelini almakla savaş sonrası düzende istediklerini dikte ettirici ve gelişmeleri kendi çıkarlarına uygun hale getirebileceği bir konuma geldi. Öte yandan, ekonomi merkezli Birleşik Devletler siyasetçileri yavaş yavaş Amerika'nın eline geçen büyük siyasal gücün farkına varmaya başladılar. Yeni dünya düzeni söz konusu olduğunda, yahtımcılık ve kendi yönetimlerinde öncü bir rolü üstlenip üstlenmeyecekleri konusunda verecekleri karar, belirsizliğini koruyordu.Üçüncüsü, Roosevelt 1945 yılının ilkbaharında beklenmedik bir şekilde öldü. Onun yerine geçen Harry S. Truman Dışişleri konusunda pek fazla bilgi sahibi değildi; bu deneyimsizliği, savaş sonrasının hemen ertesi aylarında Amerika'nın dış politikasındaki teorik görüşlerde belirleyici olamamasıyla açığa çıktı. Roosevelt'in ölümünün, dünyadaki önemli gelişmelerin, ütopyacı ekonomik vizyonundan, güç analizi ve jeo-stratejiye göre ayarlanan realist dış ilişkilere dönüşümüne yol açtığı dile getirilmektedir. Fakat, Truman ilk etapta, Roosevelt'in idealist konumunu sahiplenmiş gözüktü. 1945 yılının Ekim ayında, Amerika'nın savaş sonrası siyasetini 12 ilkede topladı. Wilson'un 14 İlkesini, Roosevelt'in Atlantik Anlaşmasını, Luce'un 'Amerikan yüzyılı' görüşlerini yeniden gündeme getirerek Truman, denizlerdeki egemenliğe övgüleryağdırdı ve kendi geleceklerini belirleme hakkı, ifade özgürlüğü ve din ve ticaret özgürlükleri üzerinde durarak bütün ulusların Birleşmiş Milletleri desteklemesi çağrısında bulundu. Roosevelt'in derin dünya görüşünden yoksun olmasına rağmen Truman, hızla, savaş sonrası düzenini ve bu düzen içerisindeki Amerika'nın önceden tahmin edilemeyen yerini ve Sovyetler'in Doğu Avrupa'da imparatorluk inşasını yansıtan yeni siyaseti benimsedi.BÖLÜNMÜŞ BİR BÜNYADA ULUSLARARASI İLİŞKİLERII. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, Uluslararası İlişkiler öğrencileri kalıcı bir barış için kurumsal, yasal ve eğitimsel öngereklilikleri tartıştılar (Eagleton ve Wilcox 1945). Bu tartışma daha işin başında gelişme kaydedemeden sona erdi. Pek çok bilim adamı, 1920'li yılların idealizmini gündeme getirdi ve dünyada olup bitenler üzerinde çalışmanın naif ve tehlikeli ütopyacılık belasını

Page 167: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

gündeme getireceğinden endişe etti. Bu bilim adamları, 'anlaşılabilir gerçekler' üzerine inşa edilen dünya siyaseti üzerinde çalışmalar yapma konusunda ısrarla durdular (Dunn 1949, s. 67).Barış için yasal ve eğitimsel önşartlara yönelik idealist bağlılık, acı gerçeği ortaya koyan olayların hızla gelişmesiyle sarsıldı. 1945 yılında, Yalta ve Postdam toplantıları, daha önceki savaş dönemindeki konferanslara damgasını vurmuş olan dostane havanın hiçbirini yansıtmadı. Ortak neden ulusal çıkarlarla ilgili endişelerdi; iyi niyet yerini şüpheye terk etmişti.Soğuk Sava; Dönemi Devlet Adamlığı1946 yılı Şubat ayında, savaş dönemi iş birliğinin geleceği hakkında Washington'da beliren kafa karışıklığından aylar sonra, sabrı taşan devlet bakanlıklarındaki yetkililer, Rusların beklenmedik tavrı hakkında bir şeyler öğrenmek için Moskova'daki Birleşik Devletler Büyükelçiliği'ne bir telgraf gönderdiler. Uzun süredir Birleşik Devletler'in siyasetini belirleyenlerin ütopyacı fantazilerine üzülen Diplomat George F. Kennan, Sovyet dış siyasetini realist ifadelerle açıklayan 8000 kelimelik bir telgrafla karşılık verdi (Kennan 1967, s. 288).Kennan'ın açıklamasına göre, Sovyetler dünyayı, aralarında hiçbir barışçıl ortaklık bulunmayacak kapitalist ve komünist bloklar şeklinde bölünmüş olarak görüyordu. Sovyet görüşüne göre, kapitalizm, içsel çe-Ilişkilerle doluydu ve zamanla çökecekti. Böylece, sosyalizm onun yerini alacaktı. Zamanla, Sovyetler, Amerika'nın gücünü ve prestijini zayıflatmak amacıyla komünist partilerinin dünya çapındaki işbirliğinden her fırsatta istifade edecekti.Kennan, bu koşullar altında, Birleşik Devletlerin icraatta bulunabileceği sadece iki alan kaldığını ileri sürdü: Ya Sovyetler Birliği içerisinde Rus siyasetinde değişikliklere yol açacak gelişmeleri beklemek ya da Sovyetlerin Batı kurumlarını çökertme çabalarına direnmek. Kennan, ikincisinin yapılması taraftarıydı. Sovyet uluslararası ilişkiler teorisinin, dünya siyasetinin objektif incelenmesinin bir ürünü olmadığını vurguluyordu; onlarınki daha ziyade Sovyet liderlerinin 'nasıl yöneteceklerini bilmedikleri' ideolojik araçları mutlakiyetçi anlamda kullanmalarını gerekçelendirme ihtiyacından kaynaklanıyordu. Marksist-Leninizm, Sovyetlerin 'ahlâki ve entelektüel saygılarının temelini' (Kennan 1946, s. 700) oluşturuyordu. Kennan, Sovyetler'in pervasız değil, cesur insanlar olduklarını söylüyordu. Eski denge teorilerini dillendiren Kennan şunları söylemektedir:Sovyetler Birliği, akıl ve mantıkla bağlantılı değildir ve güç mantığına karşı son derece duyarlıdır. Bundan ötürü, Sovyetler Birliği, güçlü bir dirençle karşılaştığında kolaylıkla -her zaman yaptığı gibi- geri çekilebilir. Böylece, hasımları yeterli güce sahipse ve bu gücü kullanabileceklerini göstermeye hazırsalar, gücü bu şekilde kullanmak zorunda pek kalmazlar. Şayet gelişen şartlara uygun bir şekilde müdahale edilirse prestijle bağlantılı açık hesaplaşmalara ihtiyaç kalmaz (s. 707).Churchill, Kennan'm Stalin'in siyasetiyle ilgili tanımlamasını, Mart ayında Amerika'da yaptığı ve büyük takdir toplayan bir konuşmada destekledi. Churchill konuşmasına, "Baltık Denizi'ndeki Stettin'den Adri-atik'deki Trieste'ye kadar olan bölgeye demir bir perde gerilmiştir" diyerek başladı ve şöyle devam etti, "Batı, Stalin'i sakinleştirmeye çalışırsa, bölgedeki gelişmeler daha da kötüye gidecektir. Rus arkadaşlarımdan gördüğüm kadarıyla, güçten başka hiçbir şeyi takdir etmediklerine inanıyorum ve askeri zaafiyetten başka daha az saygı duydukları hiçbir şey yoktur." Churchill, Amerikalılara, Birleşmiş Milletler'in İngiltere'de ve Amerika'da İngilizce konuşan toplulukların birlik oluşturmadıkça etkili olamayacağı uyarısında bulundu (Harbutt 1988, s. 186 vd.).Kennan ve Churchill, kolay olmayan savaş dönemi ittifakının açıklı-ğa kavuşturulmasını dile getirdiler. Kennan'ın gönderdiği 'uzun telgraf, Amerika'nın Avrupa'da ve Yakın Doğu'da Sovyet yayılmacılığıyla ilgili geliştirdiği aktif dış politikasının kavramsal temelini oluşturdu. Churchill'in 'demir perde konuşması', Sovyetler Birliği'ne karşı bir siper olarak, Atlantik ülkeleri arasında ekonomik bir anlayış ve askerî bir ittifak oluşturulması fikrini gündeme getirdi. 1946 yılının sonbaharında, savaş dönemi iş birliğinin

Page 168: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

çözülmesi, Rusya ve Batı arasında açık bir düşmanlığa yol açtı. Bu 'Soğuk Savaş', Sovyetler Birliği'nin, komünist rejimini Doğu Avrupa'daki pek çok ülkeye ihracıyla ve Birleşik Devletlerin, Batı Avrupa'nın liberal-demokratik politikalarına ve açık, kapitalist ekonomilerine yoğun ekonomik yardım programı dolayısıyla 1947 yılında daha da şiddetlendi.Soğuk Savaş 1948 ve 1953 yıllarında en şiddetli dönemini yaşadı. Sovyetler Birliği, 1948/1949 yılının kışında Berlin'i kuşatma altına aldı, bunun üzerine Birleşik Devletler, dokuz ay boyunca dünyayla iletişimi kesilmiş şehre mal tedarikinde bulunmak amacıyla dev bir hava köprüsü oluşturdu; Avrupa, Sovyet saldırısından duyduğu endişeyi ifade ettiğinde, Amerika, Atlantik ülkeleriyle Kuzey Atlantik Paktını (NATO) kurdu; Sovyetler ilk atom bombalarını attıklarında, Amerikalılar hidrojen bombası geliştirme niyetlerini açıkladılar; Mao Zedong, Çin'de bir komünist hükümeti kurduğunda, Amerika Birleşik Devletleri, Yakın ve Uzak Doğu ve Pasifik ülkeleriyle askerî ittifaklar gerçekleştirdi. 1950 yılının Haziran ayında, Kuzey Kore, Güney Kore'ye saldırdığında, Amerika Birleşik Devletleri kendisini, beş milyon kişinin hayatına mal olan -otuz bini Amerikalı- bu küçük Asya ülkesini savunmaya adadı. Kore Savaşıyla dünya, kesin bir şekilde siyasal anlaşmazlık içerisine düşen, iki atom bloğuna ayrıldı; 'bir şişenin içinde tuzağa düşen iki akrep gibi' (Oppenheimer 1953, s. 529).Soğuk Sava; Uzmanlığı ve Birleşik Devletler'in Merkeze OturuşuBu 'soğuk kırılma', idealist yaklaşımın yeniden gündeme gelmesinde etkili oldu. Önemli yorumcular, Soğuk Savaş'ın Birleşik Devletler'in saf yasallıklara ve yahtımcılığa dayalı dış politikasına dönmesini olanaksız kıldığını belirttiler. Walter Lippmann (1943) ve George Kennan (1950) yasal talepler, ahlâki sorumluluklar ve eğitimsel çabalarla dolu idealist kaygıların, faydasız olmaktan da daha kötü olduğunu iddia ettiler; 1920'li yılların karmakarışık ûtopyacılığının yeniden gündeme gelmesi, Sovyet yayılmacılığını kontrol altına alma ihtiyacından sapmayı temsilediyordu. Churchill, Batılı demokrasilerin 1930'lu yıllarda Nazi Alman-yası'na muhalefetteki başarısızlıkları ve 1940'h yıllarda Sovyet Rusya-sı'nı kontrol altına almadaki isteksizlikleri arasında bir paralellik görüyordu. Bu dönemde görüşlerini açık açık eleştiren birkaç kişiden biri olan Churchill, 1939 yılında Batılı liderlerin Münih'de, Hitler'in Çekos-lavakya'da gerçekleştirdiği yağmacılığı kabul etmelerinin insafsızlık olduğunu söyledi. Münih, yayılmacılığa odaklanmış bir diktatörün sadece aşırı askerî güç tehdidiyle kontrol edilebileceğini gösterdi. 'Münih örneği', geniş bir şekilde taraftar topladı ve askerî hazırlık ve komünist karşıtı güvenlik taahhütleri ihtiyacını vurgulayan Soğuk Savaş söyleminde merkezi bir yer edindi.İdealizme bu şekilde meydan okumanın metodolojik bir tarafı da vardır. Pek çok bilim adamı, 1920'lerin yanılgılarını gündeme getirdi ve 1945 yılında öğrencilerin, dünya olaylarına dair sorunları ele alırken dayanacakları metotları son derece açık bir şekilde açıklamaları konusunda ısrarla durdu (Dunn 1949). Bu meydan okumayı takip eden metodolojik anlam, 1920'li yıllarda Viyana çevresi felsefecilerince başlatılmış olan bir tartışmayla desteklendi. Alfred Ayer'in ve Kari Popper'ın 1930'lu yıllardaki 'yeni bakış'ı (Popper 1959), uluslararası ilişkiler ku-ramsallaştırmasının metodolojik bilincini artırmak ve analizlerde daha büyük titizlik gösterilmesini teşvik etmek amacıyla ortaya çıktı.Popper'ın bilim felsefesi, insanoğlunun bilgisinin 'varsayım ve yalanlama' vasıtasıyla geliştiği yönünde yeni bir bakış açısına dayanıyordu. Deneysel çalışmalar yürütüldüğü esnada gerçekleşebilecek şeyler hakkında teorik bir iddia formülleştirilir ve bu teori hakkında hipotezler ortaya konur. Siyaset bilimi öğrencileri hızla Popper'ın hipotezlere varmak ve deneysel gerçekliklere karşı bunları test etmek amacıyla mantıksal araçları belirleyen yaklaşımını benimsediler. Sorun, Popper'ın bilim felsefesinin tam anlamıyla tarafsız olmamasıydı. Bu yaklaşım, Hegel'i hem Hitler'in hem de Stalin'in manevi lideri kabul eden Popper'ın savaş döneminde kaleme aldığı eserlerinde belirgin olan Kıta Avrupası ön yargısına sahip olmasıydı. Popper, söz konusu iki diktatörü ve temsil ettikleri düşünce biçimlerini 'tarihselcilik' yaftası altında biraraya getirdi (Popper 1945; 1957). Popper'ın bu argümanı, aynı zamanda, savaş

Page 169: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

sonrasında komünizm karşıtı iklime de uygundu. 'Yeni bakış' siyaset teorisinden pek çok romantik metafiziği ayıklamasına rağmen, ortaya koyduğu temelin bir bedeli vardı. Bazı bilim adamları hukuk felsefesini, büyük teoriyi ve makro tarihselci araştırmayı ihtiva edecek şekilde Popper'ın 'ta-rihselcilik' kavramını genişlettiler. Bu gelişme tek başına, öğrencilerin, -önemli yardımcı disiplinler bağlamında- geleneksel olarak hukuk felsefesine ve tarihe yaslandıkları uluslararası ilişkiler gibi bir disiplin için talihsizlikti.1940'lı yıllarda, birkaç siyaset teorisyeni, Hitler ve Stalin arasında benzerlikler tespit etti (Hayek 1944). 1950'li yıllarda bu konuyla ilgili, Nazi Almanyası'm ve Komünist Rusyası'm yeni, liberal karşıtı ve diktatörlüğün en olumsuz yapısı, yani totaliterlik olarak sunan birkaç karşılaştırmalı çalışma yapıldı. Popper'ın bilim felsefesinin özüyle ilişki kuran bir argümanda, Hitler ve Stalin, daha önceki çağların sıradan despotlarından farklı gösterildi. Her iki yönetim de, merkezi yönetimce, tek parti devletince ve her yerde hazır ve nazır olmanın bir zorunluluğuyla yoğun bir şekilde kontrol altında tutulan bir halk yaratmak amacıyla sanayileşmeyi ve modern teknolojiyi kullanan XX. yüzyılın tiranları olarak görüldü. Her iki yönetimin sahip olduğu gizli polis teşkilatı, anayasal 'öncü rol' olarak kabul edilen bir tek partiyle dikte ettirilen ideolojik bir Ortodoksluk uyguladılar. Söz konusu parti, üyeler arasından seçilmiş yönetici elitten oluşan bir yapıdan; halk üzerinde katı ekonomik ve siyasal plânlamayı gözeten bu kurumdan; vatandaşların ideolojik telkin vasıtasıyla toplumsal kontrolün bir unsuru ve bireyselciliğin olumsuz-lanması için temel bir araçtan, devletin resmi ideolojisi haline evrildi.2 Pek çok Batılı bilim adamı, Nazizm'in ve Komünizmin, temsilî demokrasinin antitezi olduğunu farketti.Totaliterlik hakkındaki bu tartışma, Soğuk Savaş'la yakından alâkalıydı. Pek çok şüphecinin, 'totaliterliği' yanıltıcı ideolojik ve polemik yapı olarak açıklamasına rağmen bu kavram, 1950'li yıllardaki siyasal algılama, düşünme ve karar alma mekanizmalarının Atlantik'e özgü kategorilerini şekillendirdi. 'Münih örneğiyle' birlikte 'geliştirmeme/engelleme siyaseti', 'tarihselcilik' ve 'totaliterlik' kavramları, II. Dünya Sava-şı'ndan sonra Kuzey-Atlantik ülkelerini baştan sona kaplayan komünist karşıtı histeriye hız verdi. Çin Devrimi'nin (1949) gölgesinde ve Kore Savaşı'nın (1950) arefesinde Batı'da Joseph McCarthy'nin, 1950'li yılların başlarında cadı avını başlatması kitleleri derin bir kaygıya şevketti.Soğuk Savaş döneminin başlaması, Birleşik Devletleri, 'özgür dün-ya'nın askeri ve ekonomik lideri haline getirdi. Savaş, Avrupa başkentlerini yakıp yıktığı gibi milyonlarca Avrupalı işçiyi de yok etmişti; fakat Birleşik Devletler gelişme kaydetmişti. II. Dünya Savaşı esnasında, Avrupa'nın GSMH'sı % 25 düşerken, Amerika'nınki ise % 50'nin üzerindeartış göstermişti. Savaştan sonra, Birleşik Devletler dünya nüfusunun %6'sma sahipti; fakat dünya sanayi mallarının % 60'ını üretiyordu. 1940'lı yılların sonlarında düşürülen Amerikan savunma bütçesi, 1953 yılındaki Kore Savaşı esnasında yaklaşık üç kat artarak, on beş milyon dolardan elli dört milyon dolara fırladı (Kennedy 1987, s. 367 vd.). Bu finansman, önceden tahmin edilemeyecek ölçüde güçlü ve dünya çapında faaliyet göstermeye hazır yeni, modern bir askeri yapının inşa edilmesine yol açtı. Yönetimin büyük miktarlardaki ödenekleri, silah üreticilerinin, laboratuvarlarm ve üniversitelerin gelecekteki silah sistemlerinin teknik ve teknolojilerini geliştirmelerine destek sağladı.Son olarak, bu sermaye, hükümet ve dış politikada araştırma ve eğitim yoluyla kamu hizmetine adanmış bir yığın dış politika danışmanlık şirketlerine ve 'think tank'lere can verdi. Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri, RAND Şirketini kurdu ve destekledi. Federal yardımların katkılarıyla Hoover, Savaş Devrim ve Barış Enstitüsü araştırmalarını komünizm üzerinde yoğunlaştırmaya başladı. Savunma Bakanlığı, önde gelen birkaç üniversitede dünyadaki gelişmeleri araştırmak ve gerekli eğitimi gerçekleştirmek amacıyla enstitüler ve merkezler kurdu. Sovyet Rusya çalışmaları için Harvard ve Columbia üniversitelerinde (Kluckhohn 1949; Orlans 1972; Dickson 1972) kurulan enstitüler bunlara örnektir. Bu uluslararası ilişkiler araştırma enstitüleri alışılmışın dışındaydı; ancak devletin

Page 170: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

güvenliğinin sağlanması amacıyla hükümet tarafından kurulmaları ve desteklenmeleri bakımından değil; zaten tarih boyunca, dünyada olup bitenlerin incelenmesi her zaman yönetimler tarafından desteklenmişti. Daha ziyade, uluslararası ilişkiler araştırmalarında pek çok Amerikan enstitüsünün bu olağandışılığı, açık ve demokratik bir yapıya sahip olmalarından kaynaklanıyordu. Daha önceki çağlarda, uluslararası ilişkiler, 'kralların desteğinde', kabinelerin korumasında, uzman diplomatlar ve askerlerin dar ilgi alanlarına sıkıştırılmış gizlilikle yakından bağlantılıydı.3 Savaş sonrası Birleşik Devletleri'nde 'think tank'ler ve üniversitelerdeki yeni enstitüler, çok geniş bir alana yayılmış kitaplar, raporlar, konferans metinleri ve akademik dergilerde giderek artan sayıda yayımlanan makaleler yayımlamak suretiyle dış politika konularım kamuoyu önünde tartışmaya başladılar.1945-1946 yıllarında uluslararası ilişkiler öğrencileri, alanlarını tanımlama gibi bir sorumlulukla karşı karşıyaydılar. Bu alanın, 'ulusal politikaların anlaşmazlığıyla, düzenlenmesiyle ve uyuşmasıyla' (Dunn 1949, s. 144) ilgili olduğunu biliyorlardı. Ancak gündemi, başa çıkıla-mayacak kadar muğlaktı. Öğrenciler, 'dış politikanın şekillendirilmesiy-le ilgili pek çok etkenin' ve 'politikaların yürütülmesindeki mekanizmaların ve politik anlaşmazlıkların barışçıl bir şekilde gerekçelendirilmesi için geliştirilen araçlara' hakim olmak yetersizliklerinden ötürü düş kırıklığı yaşadılar (Kirk 1949, s. 426). Öğrencilerin söz konusu bu düş kırıklıkları, düşmanın doğası, mevcut anlaşmazlıkların büyüklüğü, devletlerin gücü bağlamında yapılan araştırmanın açık ve deneysel ilgi alanı kadar 1947-1948 yıllarında başlayan gerginliklerin Amerikan toplumunda dikkate değer bir uzlaşma oluşturma yönündeki baskısıyla daha da arttı. (Hoffman 1987).ANARŞİ VE (KARŞILIKLI) BAĞİMLİLİK ARASINDA1950'li yılların başında bilim adamlarının Amerika yönetimindeki çıkarları, Amerika'nın amatör dış politika yapıcılarına uzman tavsiyelerinin sunulması yönündeki istekleriyle birleşiyordu. Bilim adamları, politika yapıcılarının istediği şeyi yaptılar: Açık ve özgür toplum taahhüdü (fakat hukukî bir ütopya değil); günümüzdeki belirgin 'gerçekleri' uzmanca bir şekilde izole etmeye ve geçmişten (fakat kolaylıkla bulanık 'tarih-selcilik'e düşmemiş olan) 'dersler' çıkarabilmeye yönelik deneysel metodoloji; soyutlamacılık siyasetini terk etmeyi, Birleşik Devletler temelli ittifakların oluşturulmasını, konvansiyonel ve nükleer silahların üretilmesini, yurt dışında yüzlerce yeni askeri üs kurmayı ve uzak coğrafyalardaki savaşlara maliyetli de olsa katılmayı gerekçelendirebilecek teoriler geliştirdiler. Saflık (naif) olarak temayüz eden idealizm ile faşizm ve Marksizm'den kaçınmakla uluslararası ilişkiler öğrencileri, realizmi benimsediler.Savaş sonrası realizmi, Birleşik Devletler dış politikasının geleneğini gözden geçiren Amerikalı yazarlarla Kıta Avrupası politikasının uzun geçmişine dayanan Avrupalı yazarlar arasındaki kendine özgü ve verimli diyalogla ortaya çıktı. Bu ortaklık, herhangi tutarlı bir teori üretmedi. Savaş sonrası realizmi, çok farklı ve parçalı yaklaşımların biraraya getirilmesinden oluştu.Öncü RealizmÖnsezileri güçlü ve saygın bir kişi olan Winston Churchill, realist dış politikanın ilk ve en önemli savunucusuydu. Churchill'in sergilediği realist yaklaşım, teoriden ziyade uygulamada ifadesini bulmuştu. Savaştansonra, elitist muhafazakâr felsefesi tamamiyle unutulduğunda bile, komünist karşıtı yaklaşımı son derece etkili oldu. Üst düzey bir diplomatik kariyere sahip, Rusya ve Amerikan dış politikası konusunda başarılı bir tarihçi olan George F. Kennan, savaş sonrası realizmine en büyük katkı sağlayan diğer bir kişiydi (1950; 1956). Churchill gibi, Kennan da bakış açısını tarihten ve diplomatik tecrübesinden devşirmişti ve bir te-orisyenden ziyade bir uygulamacıydı. Bu ikili birlikte, Amerika'daki realizmin temellerini attılar.Reinhold Niebuhr, savaş sonrası teoriye önemli bir katkı sağladı. Ni-ebuhr, 1930'lu yıllarda ütopyacılığa karşı güçlü bir ahlâki argüman geliştiren bir Protestan ilâhiyatçısıydı; ancak uzun süre, Amerika'nın yerleşik uluslararası ilişkiler topluluğunun üyeleri tarafından göz ardı edildi. Fakat, Hitler Almanya'sından kaçarak Birleşik Devletler'e sığınan -Henry Kissinger, John Herz ve Arnold Wolfers gibi- genç, Kıta Avrupa-sı bilim adamlarını büyük ölçüde

Page 171: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

etkiledi. Bu insanlar, Niebuhr'un Moral Man and Immoral Society (1932) (Ahlâkî İnsan ve Ahlakdışı Toplum) isimli eserinde uluslararası politikaya eleştirel bir yaklaşım buldular. Söz konusu genç, göçmen bilim adamları arasında önde geleni Hans J. Morgenthau'ydu. Soğuk Savaş'm ilk yıllarında Morgenthau, Atlantik ve Kıta Avrupası'nın önemli bir sentezcisi ve dünyadaki en etkin realist te-orisyenlerden biri olarak ortaya çıktı.Amerikan realizmi, bu iki kişinin çalışmaları üzerinde şekillendi: Niebuhr'un ilahiyat, tarih ve dünya politikası hakkındaki çeşitli yazıları ile Morgenthau'nun Uluslar Arasındaki Politika (Politics Among Nations) (1978 [1948]) isimli eseri. Niebuhr, yeni realist yaklaşımın ahlâki temellerini ortaya koydu. Fakat dünyadaki gelişmelerle ilgili yazıları uluslararası ilişkiler teorisine eklenemeyecek kadar dağınıktı. Morgenthau, Niebuhr'un yazılarından uluslararası ilişkilerle ilgili sonuçları çıkardı.Niebuhr ve Morgenthau birlikte, savaş sonrası realizmin temellerini ortaya koydular.. Öncelikle, ikisi de muhafazakâr geleneğin kötümser antropolojisini paylaşmaktalar (Niebuhr 1950a, 1955; Morgenthau 1978, s. 4). Morgenthau'nun dayanak noktası, Niebuhr'un 'yaşamaya, proganda yapmaya ve egemenlik kurmaya yarayan unsurlar (güdüler) bütün insanlar için aynıdır' şeklindeki insan doğasına dair görüşlerinin minimalist yaklaşımlarını içeriyordu. İkincisi, bu yaklaşımlarından, insanoğlunun, yalıtılmış varlıklar olmadıkları, aksine toplumsal grupların üyeleri olarak birbirleriyle karşılıklı etkileşim halinde oldukları ortayaçıkmaktadır (Niebuhr 1932, s. 83 vd.; Morgenthau 1978, s. 10). Üçüncüsü, bu ikili, çatışmanın grup etkileşimine içkin olduğu görüşünü kabul etti (Niebuhr 1932, s. 19; Morgenthau 1978, s. 37). Son olarak, devleti modern uluslararası siyasette öncü bir aktör olarak gördüler. Devleti, sahip olduğu toprak bütünlüğüne müdahale edilemez kılmak için sınırlarını savunan antropomorfik bir birim olarak algılamaktadırlar. Devletlerarasındaki sistematik ilişkilerde, 'bütün politikalar gibi, uluslararası politika da, güç elde etmeye yönelik bir mücadeledir' (Mortgen-hau 1978, s. 138).Bu perspektif, Soğuk Savaş'ın ilk safhasına çok uygundu. Dünyanın iki süper gücü arasındaki güç mücadelesi, uluslararası politikaya egemen oldu ve Birleşik Devletler, Sovyet yayılmacılığını kontrol etmeye çalıştı. Çin devrimi ve Kore'de patlak veren savaş, Birleşik Devletler'i, kontrol öğretisini benimsemek zorunda bıraktı; dünya yönetiminin idealist savunusu ve Rusya'yla anlaşmaya varılması, faydasız/safça ve tehlikeliydi. İtibardan düşen idealizm ve 'gerçekçi' realizm arasında katı bir sınır çekilmişti. Realist kalıba açıkça uymayan yaklaşımlar, idealist kategoriye atılma ve reddedilme riski taşıyordu.Bununla karşılaştırıldığında idealizm ve realizm arasındaki dikoto-mi, Edward Carr'ın on yıl önceki kategorilerini yeniden gündeme getirdi. Bununla beraber, Carr, 1930'lu yılların sonunda idealizm ve realizm arasında dinamik bir etkileşimi vurgularken, 1940'h yılların sonlarında bilim adamları, bu ikisini durağan bir muhalefette gördüler. Carr'ın diyaleklerine alışkın olmayan, savaş sonrası dönemin ulusalara-rası ilişkiler öğrencileri, idealizmi realizm karşısında naif bir alternatif olarak düşündüler; söz konusu öğrenciler, idealizme, realist alternatifin hikmetini daha iyi tanımlamak için üstesinden gelebilecekleri güçsüz bir adam muamelesinde bulundular. Bu Procrustean dikotominin ikiye bölünme erken dönem sonuçlarından biri ve Kennan, Niebuhr ve Morgenthau gibi teorisyenlerin realist güç kavramına kafa yorduğu karmaşık kavramsallaştırma oldu.Morgenthau'a göre güç, 'psikolojik ilişkiyi kullananlarla bu psikolojik ilişkinin uygulandığı kişiler arasındaki ilişki, insanoğlunun diğer insanların düşünceleri ve eylemleri üzerindeki kontrolüdür' (Morgenthau 1978, s. 30). Kennan ve Niebuhr da bu kavrama önemli bir psikolojik öğe ilave ettiler (Kennan 1993). 'Önde gelen realistler', gücü maddi ve manevi faktörlerin bir ürünü olarak gördüler; bir ürün, ama bir toplam değil; çünkü her ikisinin anahtar faktörlerinin yokluğunda ürün sıfıra eşittir.i. ıBu yaygın güç kavramı, 'ulusal çıkarlarla; yani, ulusal toprak bütünlüğüne, halkın kimliğine ve toplumsal kurumlarının bütünlüğüne müdahale edilemezliğini destekleyen maddi ve manevî kapasitelerle ilgili sofistike tartışmanın temelini

Page 172: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

oluşturmaktadır (Morgenthau 1978, s. 417-29, 553). Bu aynı zamanda, Niebuhr'un ve Morgenthau'nun uluslararası düzen tartışmasının da temelini oluşturmaktadır. Bu ikiliye göre, devletlerarası sistem anarşik bir toplumdur. Bir düzen örneği olarak ona devredebileceği tek ilke 'kuvvetler dengesidir'. Böylesi bir denge, tek başına, asla askerî gücün doğrudan bir sonucu değildir; 'ahlâki suçlamanın' ve 'isteğin' de bir işlevidir. Güç, aktörlerin birbirlerinin manevi ve maddi kapasitelerini algılamasının bir işlevi olduğundan, kuvvetler dengesi güçlerin basitçe dengesinden daha fazla bir şey anlamına gelmektedir. Uluslararası düzen, bu şekilde belirleyici bir uzlaşmayla -ya da 'sessiz bir anlaşmayla'- sürdürülmektedir (s. 226).1949 yılına gelindiğinde, Amerika'nın dünya siyasetine dair analizleri, devlet güdümlü ve güç odaklı bir söylemle ifade ediliyordu. Yeni realist topluma destek sağlamak için mücadelede böyle yapıyormuş gibi gözükenler (ki onların da kuramsal geleneğe dair en ufak bir bilgileri yoktur), realist yaklaşımın alelade bir versiyonunun takviye edilmesine yardımcı oldular. Bu kişiler, iki bin yıllık Batı tarihinin bu iki yazarı birbirinden ayırmasına rağmen, Thucydides'den Hobbes aracılığıyla Mor-genthau'ya ulaşan bir bağlantı olduğunu iddia ettiler. Söz konusu kişilerin çoğu, 'öncü realizm'in dış politika kararlarının, önsezileriyle hareket eden devlet adamlarınca eksik bilgi temeline nasıl dayandığı konusundaki tartışmalarına rağmen, 'Devlet'in rasyonel bir aktör olduğu düşüncesini de eklemekten geri kalmadı.4 Kişinin, bir realist olarak düşüncesini beyan etmesi için tutarlı olması, anti-komünist bir çizgi belirlemesi ve Sovyet politikalarının kasıtlı olduğunu varsaymak ve bir insanın 'kontrol' öğretisiyle, 'totaliterlik' ve 'Münih örneği' teorisiyle argümanlarını sağlamlaştırması kafidir.Realist(ler) (Arasındaki) RekabetlerKennan, Morgenthau, Niebuhr ve diğer 'öncü realistler', realizmin, askerî güç kapsamında dar kalıplar çerçevesinde algılanan 'güç politikası' olarak anlaşıldığı yüzeysel kavramsallaştırmaya karşı çıktılar. 1947 yılında, köşe yazarı Walter Lippmann, askerî güce aşırı bağlılığın Amerikan anayasal sistemini bozabileceği uyarısında bulundu (Lippmann 1947; Steel 1980, Chs. 34-5).1949 yılında, Birleşik Devletler Devlet Bakanlığı'na danışman olarak atanan Kennan, askerî güce dayalı dış politikanın tehlikeleri konusunda uyarılar yaptığı üst düzey bürokratlarla yoğun tartışmalara girdi. Bu durumun, diplomatik etkileşimleri bozacağını, süper güçleri ölümcül silahlanma yarışına zorlayacağını ve dünyayı uzun yıllar sürecek bölünmelere sürükleyeceğim ileri sürdü. (Kennan 1967).5Niebuhr, konuyu tam odak noktasından ele alarak, siyasal gücün 'ekonomik ya da askerî olsun ya da olmasın, sadece bir bileşen olan fiziksel güçten' meydana geldiğini açıkladı. Pek çok Amerikalı bilim adamı ve siyasetçisi, 'ahlâki çıkış noktalarının kabulünün bir siyasal prestij kaynağı olmadığını; bu prestijin kendi başına kaçınılmaz bir güç kaynağı olduğunu anlamıyorlar' diye yazdı (1942, s. 4). Savaşta, devletlerin dayanak noktası güçtür; fakat barışta ise dayanak noktaları 'prestijtir'; örneğin, sadece tek başına 'güce' değil, ancak güç dolayısıyla sahip oldukları 'üne de' dayanır (1959, s. 8, 35-47).Niebuhr, idealizm ve realizm arasında var olan yaygın bölünme hakkındaki yanlış anlamayı hatalı buldu. Bu suni bölünme kamuoyunu, 'bizi bir çıkmazın iki ucuyla karşı karşıya bırakma konusunda ısrarcı okn ve bunlar arasında seçim yapmamızı isteyen' tehlikeli bir dış politika konumuna yöneltti. Bir süre sonra, idealist konum -Henry Wallace'nin Kalkınma Partisi'nin hızla gücünü yitirmesiyle kanıtlandığı gibi- elde edilmesi imkânsız hale gelecektir. Niebuhr'a göre, 'insanlar artık bir dayanak noktası bulamadıklarından idealist yaklaşımı terk etti' (1950b, s. 338):Bizim realistlerimiz, ne dünya yönetiminin ne de Ruslarla pragmatik bir anlayışın elde edilebilir bir amaç olduğuna inanmaktadır. Bununla beraber, söz konusu ikilemin ikinci olgusunu elde etme eğilimin-deydiler. Onlar, kaçınılmaz bir savaş gerçeğini kabul ediyorlardı. Kaçınılmaz bir savaş fikrinden, önlenebilir bir savaş kavramına doğru sadece küçük bir düşünce farkı vardır. Kaçınılmaz olarak Ruslarla savaşmak zorunda kalırsak, bu konuyla ilgilenmek üzere niçin daha uygun bir zamanı seçme hakkına sahip olmayalım? (Niebuhr 1950b, s. 338).

Page 173: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Niebuhr'un Amerikan realizmini eleştirisi, Çin'deki devrimden hemen sonra yayımlandı. Birleşik Devletler, Hindçini'ndeki Fransız sömürge savaşını destekledi. Birleşik Devletlerin, Asya'ya müdahalesinden ve politika yapıcıların anti-komünizmine karşı kendi 'öncü realizmini'(arch-realism) gündeme getirmesinden çekinen Niebuhr, 'bizi, Asya'da, özellikle askeri bağlamda, komünizmle karşı karşıya getirebilecek içimizdeki çaresizlik yaklaşımlarını' suçladı. Niebuhr'a göre, siyasal gücün psikolojik ve ahlâki faktörlerini yadsımak hem Amerika'nın hem de Sovyetler Birliği'nin prestijini zayıflatacaktır. Askerî bir politika, 'komünist siyasal propagandasının eliyle gerçekleşecek, böylece komünizm Asya içlerine kadar ilerleyecek' ve Amerika'nın kontrol misyonunu artıracaktır. Niebuhr şu uyarıda bulunuyordu: 'Çin vatanseverleri Ruslarla aralarında anlaşmazlıkları gizleyecek, Asyalı halklar birleşik komünist kampın kollarına düşecek ve Birleşik Devletler, Asya'da kazanılamaya-cak savaşların içine kısılacaktır (s. 344).Morgenthau, benzer düşünceleri dile getirdi. Birleşik Devletler yönetimi, 1960'lı yıllarda ilk 'danışmanlarını' Vietnam'a gönderdiğinde, Morgenthau bu durumu, 'soyut ilkeleri araştırmanın beyhudeliğini, aslında anti-komünist müdahalecilik hatasını, devrim karşıtı müdahalenin kendi kendine başarısızlığını' (Morgenthau 1967, s. 430) şiddetle eleştirdi.Liberal Kuramsallaştırmanın Yeniden Gündeme GetirilmesiRealizmi etkisi altına alan muhafazakâr felsefe, temelde Amerikan bilim çevrelerine yabancıydı. Muhafazakâr bir geleneğin desteği olmaksızın, dışardan ithal edilen realizm, Amerikan topraklarında sağlam temellere ulaşamadı. Kennan'ın, Niebuhr'un ve Morgenthau'nun 'öncü realizmi' (arch-realism) iki kaderden biriyle karşılaştı. Ya sadece öncü realistler ve mücadeleci anti-komünistler arasına bir uyuşmazlık çizgisinin çekildiği bir yapı şeklinde benimsendi ya da tamamiyle reddedildi. Avrupa'da Schwarzenberger (1951), Aron (1966) ve H. Bull (1977) gibi bilim adamları kendilerine güvenerek, realizmin incelikleri ve muhafazakâr kurallar, hükümler hakkında ayrıntılı çalışmalarda bulundular. 1950'lerin ortalarında Birleşik Devletler'de, Amerikan siyasetinin ve biliminin liberal geleneği, McCarthyism paranoyası altında yeniden ortaya çıktı. Bu yeniden gündeme geliş, 'güç siyasetinin' eleştirisiyle başladı; fakat bir süre sonra uluslararası ilişkiler çalışmalarını çifte krize soktu.Yöntemlerde ortaya çıkan bir kriz, siyaset bilimi öğrencilerinin çalışmalarında katı, bilimsel bir mantık uygulama yönündeki ısrarlı taleplerinden kaynaklandı. Bu talep, bir taraftan realist (ya da 'geleneksel' veya 'klasik') yaklaşımla diğer taraftan 'davranışçılık' arasındaki sert tartışmayı başlattı. Davranışçılar, realizmin uluslararası siyasette bir tek 'realist'Iyaklaşım olmasına karşı çıktılar. Davranışçılar, görünüşte objektif ve tarafsız realizmin rapsodik, bilimdışı ve ideolojik olduğunu; bunun gereğinden fazla sanatsal bir duyuma ve sübjektif sezgiye dayandığını ileri sürdüler; doğal bilimlerin ilham kaynağı olduğu araştırma yöntemlerinin -niceliksel tanımlamalar, Popper'cı hipotezin test edilmesi ve bilgi sürecinin yeni tekniklerinin- uygulanmasıyla bu alanın nesnelliğini savundular (H. Bull 1966; Singer 1969). Bilimsel anlatımı ütopyacı ve gerçekçi olmayan yükümlülüklerin dışlanmasına yardımcı olurken, davranışçıların bu yaklaşımı, Birleşik Devletlerin liberal yönlendirmesiyle aynı düzeydeki kavramların benimsenmesine yol açtı.Özde ortaya çıkacak bir kriz, öğrencilerin, karar-vericilerin uslamlamaya dayalı süreçlerini araştırmalarıyla politik olayları açıklayabilecekleri düşüncesinden doğdu. Bireysel karar verme mekanizmasına odaklanan bu bakış açısı, dikkatleri siyasetten seçimin rasyonalitesini ele alan neo-klasik ekonomiye, psikolojiye ve sistem mühendisliğine çevirdi. İnsan aklının yenilenen bu ilgi merkezi, şayet insan aklı işletilebilir ve eği-tilebilirse, insan toplumlarının doğal ahengini güçlendireceği yönündeki liberal iddiayla yakından ilintiliydi; bu ilgi merkezi, gelişmeyi, zenginliği ve barışı teşvik eden iş birliğine dayalı bir düzeni yaratmaktadır. Fakat, akıl her ne zaman bir etkiye maruz kalsa veya ona karşı bağlılık zayıflasa, insan toplumlarının doğal ahengi bozulur ve adaletsizlik, şiddet, çatışmalar ve savaşlar artar.

Page 174: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Ekonomi, bu liberal kuralları katı bir mantıksal sistem içerisinde açıkladı. Mikro ve makro ekonomi teorileri; uluslararası ticaret, ilerleme ve modernizasyon uluslararası ilişkiler öğrencileri için kavramsal bir zenginlikti. Bu öğrenciler, ekonomi biliminde entegre sistemlerle bağlantılı rasyonel karar vermenin ve analojilerin cezbedici tartışmalarına ve saldırgan iş adamlarının gerçekçi düşüncelerine rastladılar.Mikro-ekonominin ilgi alanı bireysel karar vericilerdir; bu alanda rasyonel üreticiler, tüketiciler, tüccarlar ve şirket yöneticilerinin ekono-mikleştirilmiş davranışları üzerinde çalışmalar yapılır. 1950'li ve 1960'h yıllarda, dünya siyaseti konusunda öğrenim gören pek çok öğrenci, insan rasyonalitesinin mikro-ekonomik varsayımlarını benimsedi; gelişme ve refahın anahtarı olarak şeffaflık ve iletişimi savunan iş adamlarına özendiler. Laissez-faire (bırakınız yapsınlar) ekonomisinden analojiler, iş iletişimi ve sistem analizleri, eserlerinde yansıtılmıştır.Makro-ekonomiler, üretilen toplam mal ve hizmet miktarı, kazanılan toplam gelir, iş hacmi, yatırım akışı ve. fiyatların hareketliliği ekonomi-otunin bütün alanlarıyla ilgilenmektedir. Makro-ekonomi, toplumsal bir sisteme dayanarak, bir toplumun üretken kaynaklarının toplam kullanımını incelemektedir. Pek çok analist, sistem analizlerini güç teorilerine karşı heyecan verici bir alternatif olarak kabul etti.Böylesi uzun meşguliyetlerden iki yeni yaklaşım ortaya çıktı (Wol-fers 1959). İlk yaklaşım, insanları bireysel olarak ulus devletler için belirlenmiş olan sahanın ortasına yerleştirdi. 1950'li yıllarda, insan aklı yozlaşması halinde, onu müteakiben irrasyonel, şiddete ve adaletsizliğe dayalı davranışın geleceğini iddia eden mikro-ekonomik varsayımlar tarafından desteklenmiş pek çok psikolojik teori ortaya atıldı. Uluslararası çatışmaya dair her bir yeni teori, siyasetçileri yozlaştırabilecek yeni bir fenomen üzerinde durdu; kriz durumları (Holsti 1972), üst düzey bürokratların süreklilik arz eden baskısı (Jervis 1976), gücün uygulanmasına içkin olan fırsatlar ya da ait oldukları grup dinamikleri gibi (Allison1971;Janis 1972).Diğer yaklaşım, devletle yan yana diğer iş birliği aktörlerinin varlığına vurgu yaptı. Bu yaklaşım dünya siyasetinde ve dünya toplumunun anarşik doğasında devletin önceliği hakkındaki realist varsayımlara meydan okudu. Sistem analizcileri ve ticaret teorisyenleri tarafından desteklenen savaş sonrası eleştirmenleri, her iki varsayımı uzun uzun tartıştılar. Devletlerarasındaki düzenli, fakat karmaşık etkileşimler -yeni uluslarüstü aktörlerin hizmet ettiği uluslararası bir düzen- Birleşmiş Milletler, EEC, NATO gibi uluslararası organizasyonlara ve çokuluslu işletmelerin küresel yapılanmalarına gereksinim duydu ve neden oldu. 1950'li yıllarda, dünya siyasetinde yeni bir yaklaşım görüldü. Nüfuz edilemez devlet sınırları varsayımı, insan etkileşimleriyle ilgili çalışmalara olanak sağladı. Yazarlar, artık Avrupa entegrasyonunun belirmeye başlayan ve işlevselci sosyoloji teorilerine dayanan sürecini araştırmaya başladılar ve yüksek düzeydeki etkileşimlerin, ülkelerin maddi olarak karşılıklı bağımlılıklarını artırdığını; ekonomik ve siyasal entegrasyonun gelişmesini hızlandırdığını ileri sürdüler (Deutsch 1953, 1957; Hass 1964; Mitrany 1966). Malların akışını ve karar alma mekanizmasındaki katılımla bağlantılı bilgi ve fikirlerin geçişini tanımlayan 'etkileşim haritaları' çizildi. Böylesi haritalarda dünya siyasetiyle ilgili yapılanma, 'birbiri üzerine etki yapan bir yığın ağa' ya da 'bir elektrik mühendisinin, elektrik sistemi içerisindeki tel hatlarını gösterecek şekilde çizeceği bir diyagrama" benziyordu (Burton 1972, s. 41).Robert O. Keohane ve Joseph S. Nye, etkileşimler hakkındaki bu tar-tışmayı Güç ve Karşılıklı Bağımlılık (Power and Interdependence [1977]) isimli eserde daha da geliştirdiler. Keohane ve Nye, ekonomistlerin etkileşimi tartıştıkları, siyaset bilimcilerin ise 'güç' ve 'etki' kavramlarıyla ilgilendikleri basit hareket noktasından başladılar. Keohane ve Nye, -karşılıklı bağımlılığın sadece refahı değil, aynı zamanda, bağımlılığı ve korunmamışlığı artıracağı konusunda Rousseau ve List'in endişelerini dile getirerek- 'kompleks karşılıklı bağımlılık' kavramını ürettiler ve bunu, sistematik bir şekilde

Page 175: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

dengesiz ya da asimetrik olan rasyonel bir ağın değişik yönlerini ele almak için kullandılar. Ekonomik işbirliği üzerine oluşan ilgi merkezini aşmakla teorilerini uluslararası ilişkilerin geleneksel ilgi alanlarıyla -güvensizlik, etki ve yapısal güç- irtibatlandır-dılar.Sistem PerspektifiGüç ve Karşılıklı Bağımlılık isimli eser, uluslararası ilişkiler teorileş-tirmelerinde büyük bir değişikliği ortaya koymaktadır. Bu kitap, 1970'li yıllarda gündeme gelen süper güç eşitliği, Amerika'nın Vietnam'da yenilgisi, küresel ekonomik durgunluk, petrol fiyatlarının üç kat artması, Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen'e yönelik giderek artan talepler gibi bir dizi yeni konuyu gündeme getirmektedir. Böylesi yeni konular, bilim adamlarının birbiriyle alakalı iki soruyu sormalarına yol açtı: Bir dünya gücü olarak Amerika'nın günleri sayılı mıydı? Birleşik Devletler, dünya ekonomisinin işlemesinin temel ilkelerinin yerine getirilmesini sağlayamadığı taktirde küresel sisteme ne olacaktır?Yeni 'hegemonya istikrarı' teorisini sürece dahil eden bilim toplumu, bu soruları fark etmekte gecikmedi. Teori, egemen bir aktör ya da bir 'hegemon'un, uluslararası sistemde liderlik iddiasında bulunmak ve düzeni garanti altına almak amacıyla ortaya çıkması gerçekliğini sürdürmektedir. Çağdaş ortamı göz önünde bulundurduklarında bazıları, Amerika'nın göreceli gücü azalırsa, uluslararası siyasetin yeni ve farklı bir karakter kazanacağım iddia ettiler (Keohane 1984).Başka yazarlar ise bu konuda aynı fikri paylaşmadılar. Söz konusu yazarlar yoğun bir etkileşimin, ortak karar mekanizması süreçleri, algılamalar, normlar, inançlar, kurallar ve beklentiler ya da 'uluslararası rejimler' üretecek bir öğrenme süreci başlatacağını ileri sürmektedirler. Bu yazarlara göre, böylesi rejimler, genellikle bir tek hegemonik aktör tarafından kurulmasına rağmen, bahsi geçen aktör, sistemin bağlı olduğu temel kuralların uygulanabilirliğinin sağlanması noktasında çok za-yıflasa bile, bu rejimler hayatiyetlerini devam ettirme eğilimindedirler. 'Kendilerine yükselme imkânı veren olanaklar devam ettiği sürece rejimler değişmeden kalmaktadır' (Stein 1982, s. 299).'Hegemonyacı istikrar' ve 'rejimler' hakkındaki bu tartışmalar, 'güç' ve 'ulusal güvenlik' benzeri kavramlara yeniden hayatiyet kazandırdı; özellikle rejim teorisi, Morgenthau'nun düzen koyucu 'sessiz sözleşme' kavramına benzemektedir. Fakat tartışmaya yeni katılanlar, eski realist kavramları oyun teorisinin, sistem analizi ve yapısal sosyolojinin yeni koşulları altında değerlendirdiler. Böyle yapmakla, Amerikan liberalizminin köhnemiş yapısına yeni bir soluk verdiler.1950'li yılların başlarında, John Hertz, realist varsayımın etkin bir şekilde yeniden formülleştirilmesine katkı sağladı. Hertz, basit devlet doğası analojisindeki anahtar öncüllerini yeniden elverişli hale getirerek realizmin kötümser taraflarını ortadan kaldırdı. Hertz'in açıklamasına göre, insanlar 'ne zaman daha yüksek bir birimde örgütlenmeksizin bir arada yaşasalar, her insanın gruplann veya onların liderlerinin arasında "güvenlik ikilemi" olarak adlandırılabilecek durum her zaman ortaya çıkmıştır.' Ve arkasından şunları söyler:Böylesi kümeler içinde yaşayan gruplar ya da bireyler, güvenliklerini, diğer gruplann saldırısı, egemenlik altına alması ya da yok etmesinden sakınmak zorundadırlar ya da genellikle zaten bu endişeyi hissederler. Böylesi bir saldırıdan korunmaya çalışmak ve diğer güçlerin etkilerinden kaçınmak amacıyla giderek daha fazla güç elde etmeye yönelirler. Zamanla bu durum, diğerlerini daha fazla güvensiz hale sokar ve onları daha olumsuz bir duruma sürüklenmemek için hazırlık yapmaya zorlar. Hiç kimse böylesi bir mücadele gerektiren bir dünyada kendisini bütünüyle güvenlikte hissedemeyeceğinden ve güç, rekabete yol açacağından güvenlik ve güç zalim ellerde toplanır.Sorun, insanların doğaları gereği barışçıl, iş birliğine ya da egemenlik kurmaya veya saldırganlığa yatkın olup olmamaları değildir. Bizi ilgilendiren koşul biyolojik ya da antropolojik değil, fakat sosyal olandır (Hertz 1950, s. 9).Hertz'in güvenlik ikilemi, devletlararasındaki mücadeleyi, kötülüğün ya da insanın kusurlu doğasının bir etkisi olarak değil, çevrelerindeki rekabetçi

Page 176: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

karakterin bir işlevi olarak tasvir etmektedir. Bu, devletlerarası sistemin anarşik doğasını realist yaklaşımın dayanak noktası ya-pan ve böylece realizmin kötümser antropolojisini ortadan kaldıracak olan bir tabii hal analizidir.Bu analoji diğerleri tarafından da izlendi, insan, Devlet ve Savaş (Man, the State and War [1959]) isimli önemli kitabında Kenneth N.Waltz, uluslararası ilişkiler analizinin üç 'imgesi' (ya da düzeyi) arasında farklılıklar ortaya koymaktadır. İlk düzeyi, uluslararası ilişkileri 'insana' -ya bireysel karar alıcıların psikolojik mizaçlarına ya da 'insanın doğasının' bazı soyut nosyonlarına- referansla açıklamaya çalışmaktadır. Waltz, bunun boş bir çaba olduğunu ileri sürmektedir; bireysel etkileşimleri incelemek, uluslararası ilişkiler ve insan doğasındaki kusurlar hakkındaki tartışmalarla ilgili herhangi bir teoriye başlangıç olarak çok spesifiktir. İkinci analiz düzeyi, uluslararası ilişkileri 'devletlere' -örneğin, farklı rejim türlerinin (demokratik, kapitalist, komünist...) belirli türde uluslararası davranış modelleriyle6 ilişkili olduğunu iddia ederek-atfen yapmaya çalışmaktadır. Waltz, bu ikinci düzey çabaları da faydasız görmektedir; uluslararası ilişkiler, devletlerin iç yapılarına indirgenemez. 'Sadece üçüncü düzey çalışmalar dikkate alınmaya değerdir', demektedir. Rousseau'nun Eşitsizliğin Kökeni Üzerine (Discourse on the Origin of Inequality) isimli çalışmasında, güvenlik ikilemi altında devletlerarası iş birliğine dair bir analoji bulan Waltz, 'devletlerin sistematik etkileşimlerinin analizleri vasıtasıyla uluslararası ilişkilere dair genel teoriler geliştirmeyi ümit edebiliriz', demektedir (Rousseau 1950a, s. 238). Bir tabiî halde, beş aç insanın buluştuklarını varsayın. Her biri, avladıkları geyiğin beşte biriyle ancak yetinebileceklerdir, böylece bir geyiği tuzağa düşürme konusunda aralarında iş birliği yaparlar. Ancak, bu beş kişiden birinin açlığı bir yaban tavşanıyla da tatmin edilebilir. Bir yaban tavşanı, yakalanabilecek bir mesafede gezinip dururken, açlardan biri tavşanın peşinden koşarak onu yakalar ve kendi açlığını giderir. Fakat böyle davranmakla, geyik avının başarısızlığına ve arkadaşlarının açlığının devam etmesine yol açar.Waltz, "Bu basit bir hikâyedir, fakat sonuçları olağanüstüdür. Herkesin hedefler konusunda hemfikir olduğu ve projede eşit katılıma sahip olduğu yerde bile iş birliğine dayalı çalışmada insan diğerlerine güvenmemektedir" (Waltz 1959, s. 168) der. Açlık güdüsünün kendisini harekete geçirdiği aç insan, diğerleriyle iş birliği içerisine girdiği sürece niyeti anlıktır ve eylemi tutkularından kaynaklanır. Bununla beraber, bu aç kişi içinde bulunduğu konum üzerinde rasyonel olarak düşündüğünde, uzun dönemli çıkarının; bütün açları ortak iş birliğinin hepsinin le-hine olacağına inandırmakta yattığını fark edecektir. Fakat aklı ona, aynı zamanda, yaban tavşanının peşinden gitmekten vazgeçerse, yanındaki insan, -sadık kalma aptallığından ötürü, yiyecekten başka bir şey bırakmamak suretiyle- avı yakalama sorumluluğunu terkedebilecektir. Waltz şunları söylemektedir:Anarşi durumunda ahenk devam ederse, sadece mükemmel bir şekilde rasyonel olmak zorunda olmamı değil; fakat, aynı zamanda, her: kesin de böyle rasyonel olduğunu kabul etmek zorunda kalırım. Aksi halde, rasyonel bir düşünce söz konusu değildir. Diğerlerinin irrasyonel eylemleri hakkında tahminler yapmam, hiçbir kesin çözüme götürmeyecektir; fakat böylesi bir durumu göz önüne almaksızın rasyonel hesaplamayı yerine getirecek teşebbüs, benim mahvolma sebebim olabilir (s. 169).Waltz'in eşitliğe dair bu kıssasının olası birinci etkisi, kısa vadede kendi kişisel faydasını en üst düzeye çıkarmak için iyi ya da kötü sonuç elde etme eylemiyle bir kişinin uzun vadede hayatta kalmasına bağlı olduğu sistemi zarara uğratabilir. Geleneksel 'rasyonalite' kavramı ıslah edilmek durumundadır: Bir eylem, uzun vadede düşünülmedikçe rasyonel olarak kabul edilemez.İkinci etki, 'rasyonalite' kavramının sadece bireysel karar alıcılarla değil, aynı zamanda, insan etkileşimi sistemleriyle de ilgili olduğudur. Toplumsal sistemler, üyelerinin her birinin rasyonel olarak hareket etmesine rağmen, irrasyonel tavır sergileyebilirler. Bununla beraber, sistemin rasyonalitesi, sistem üyelerinin rasyonalitesinin bir işlevi değildir. Aslında, bu sistem kendi rasyonalitesine sahiptir.

Page 177: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Devletler bir toplumsal sistemin üyesidirler. Her bir devlet, kuralları değiştirmek için o anki gücünün ötesindeki bir etkileşim sürecine ya da 'oyununa' dahil olmaktadır. Bu oyunun sonucu, bütün katılımcıların ne yaptığına bağlıdır, çünkü bütün oyuncular kendilerine ait eylemi en iyi şekilde yerine getirmek için diğer oyuncuların^ muhtemel seçimlerini önceden tahmin etmeye çalışırlar (s. 192). Devletler yerlerinden edilemez teritoryal birimler olduklarından, devletlerarası oyunlar asla bir kereliğine oynanmaz; bu oyunlar sürekli yenilenir. Oyun yenilendikçe, oyuncular, her birinin dersler çıkarabileceği ve her birinin etkileşimden kurallar devşirebileceği bir etkileşimler tarihi geliştirirler.1960'larda, sistem rasyonalitesi kavramı, uluslararası ilişkiler teori-leştirmelerine iki yeni kapı araladı. Karmaşık, yüksek risk taşıyan konu-lar, yeryüzündeki hayatı ve ölümü ilgilendiren oyunlara dönüştürüldü. Yazarlar yeni, sistemci (systemic) yaklaşımla süper güçlerin etkileşimini incelediler. Bu yazarlar, nükleer bir dünyada, önemli oyuncuların en azından oyuna devam etmek gibi ortak bir çıkara sahip oldukları sonucuna vardılar. Bu bakış açısına göre, bir devlet, oyunun -bir eylem, uzun dönemde olumlu sonuçlar verirse rasyoneldir- devamına katkı sağlarsa rasyonel olarak davranmış olur. Thomas Schelling (1966) ve diğerleri bir tabiî hal olarak şiddetin nükleer dengesini öldürücü, fakat bu dengenin mantıksal iki katılımcısının bulunduğunu algıladılar. Schelling'in süper güç stratejilerinin oyun teorisi tartışmaları son derece etkindi. Pentagon danışmanları, 'Chicken' (Tavuk) ya da 'Prisoners Dilemma' (Mahkumların İkilemi) gibi oyun teorisi analojilerindeki yeni süper güç grubunun anahtar özelliklerini belirleyen Schelling'in dilini benimsediler.Uluslararası Sistemden Devletlerarası YapılaraSistem rasyonalitesi mantığından yapısal teorilerin hantal alanına doğru geçiş, küçük bir kavramsal adımdı. Kısaca anlatılacak olursa, uluslararası ilişkilerdeki yapısal teorileştirmenin iki temel alanı arasında kaba bir fark belirtilebilir: Bir tarafta devletlerarası sistem ve öte tarafta dünya ekonomisi.Morton Kaplan, Uluslararası Siyasette Sistemler ve Süreçler (Systems and Process in International Politics [1957]) isimli eserinde devletlerarası yapıları tartışmaya açarak yeni bir yaklaşım getirdi. Devletlerarasındaki ilişkileri jeopolitik güç örneklerini baz alarak ele aldı ve uluslararası sistemin kabul edebileceği altı yapısal model ya da şekil geliştirdi: Kuvvetler dengesi, gergin iki kutupluluk, gevşek iki kutupluluk, evrensellik, hiyerarşik ve birim veto sistemleri. Richard Rosecrance, Dünya Siyasetinde Etki ve Tepki (Action and Reaction in World Politics [1963]) isimli eserinde yapısal terimlerle Avrupa tarihinin 200 yılını yeniden ele aldı. Rosecrance, bu dönemi 1740'dan 1960'a kadar dokuz dönem ya da sisteme ayırdı ve her bir dönemin kendine özgü devletlerarası yapılarını tartıştı.Kenneth Waltz, yapısal Uluslararası İlişkiler Teorisi (Theory of International Relations [1979]) geliştirmek için ilk eserinden faydalandı. Waltz, bu tartışmadan, insanlık, Devlet ve Savaş isimli eserinde, insan doğası ve rejim türleri (örneğin, eski 'ilk' ve 'ikinci imgeler') hakkındaki düşüncelerini çıkardı ve ilgisini sistematik analizler (ya da 'üçüncü imge') düzeyine çevirdi. Waltz, farklı devlet adamlarının ve farklı dev-letlerin benzer siyasetler geliştirdikleri gözleminde bulunmaktadır. Bu durum ona, devletlerarası davranışta bireylerden ve rejim türlerinden ziyade başka şeylerin etkin olduğu fikrini düşündürdü. Waltz, söz konusu 'diğer' faktörlerin uluslararası sistem düzeyinde yer aldığını açıklamaktadır; devletler kendi iç tabiatlarına göre hareket etmediklerinden, uluslararası sistemin yapısında yer alan dış güçlerin etkisine maruz kalmaktadırlar. Bu yapı, doğrudan gözlemlenemez; fakat devlet eylemlerine (karşılıklı etkileşimlerinde) dair kısıtlayıcı bir güç olarak ortaya çıktığında ve devlet davranışında 'benzerliğe doğru bir eğilim' ürettiğinde (Waltz 1979, s. 127) etkilerinin gözlemlenebilmesi olasıdır.Waltz'in bu analizi, bazı açılardan kurulu realist argümanlardan -ilgi merkezi hâlâ devlet etkileşimi ve güç kapasiteleri üzerinedir- sapma göstermemektedir. Fakat diğer açılardan realizmden kopmaktadır. En önemlisi, Waltz, geleneksel realist bilim felsefesinden uzaklaşmaktadır. Devletlerarası etkileşimlerin

Page 178: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

gözlemlenmesinden bir kaç temel aksiyom ya da uluslararası ilişkiler hakkında 'yasalar' çıkarmaya çalışarak daha modern, Poppercı bilim felsefesi anlayışını benimsemektedir. Teori isimli eseri, 1980'li yılların başlarında ortaya çıkan 'Neo-Realizm' yaklaşımına meydan veren yoğun bir tartışma başlatmıştır (Keohane 1986).Dünya Ekonomisindeki YapılarDünya ekonomisini analiz etmeye yönelik yapısal argümanların uygulaması, 1960'lardan bu yana uluslararası ilişkilerde geniş (ihtilaflı) bir alt-alan inşa etmiştir. Söz konusu yaklaşım, göreceli olarak fakir, gelişmekte olan ülke yazarlarınca yürütüldü. Birleşmiş Milletler Latin Amerika Ekonomik Komisyonu (ECLA) küresel eşitlik ve gelişme tartışmaları için verimli bir forum oluşturdu. Birleşik Devletler'in ısrarla sürdürdüğü serbest piyasa liberalizmince düş kırıklığına uğrayan ECLA, sanayileşme yönünde alternatif bir strateji geliştirdi. ECLA'daki analizciler endüstriyel büyümenin ilk safhasında devletlerin kendi/yerli ürünlerini gümrük tarifeleri ile dış rekabetten korumaları gerektiğini ileri sürdüler. Yerli sanayi ve ticaret gelişme yönünde bir sürece girdiğinde, dış etkiye maruz kalındığında ülkenin çıkarlarını koruyacak yeni bir burjuvazi sınıfını hayata geçirecektir.Bu stratejinin mantığı Friedrich List'in 'ulusal siyasal ekonomi' politikasıyla paralellik göstermektedir. ECLA'daki teorisyenler de, dünya ekonomisini iki bölgeye ayırdılar: Bir tarafta, varlıklı, sanayileşmiş 'merkez' bölge; öte tarafta fakir ve gelişmemiş 'bölge'. Öte yandan, tarih bo-yunca bu iki bölge arasındaki sistematik etkileşimi vurgulayan yapısal bir argüman geliştirdiler. Bu teorisyenler, Avrupa'nın sanayileşmesinin, sadece kapitalist büyüme ve modernleşme üretmediğini, aynı zamanda, kapitalist öncesi sistemin ilkel niteliklerinden bazılarını da devam ettirdiğini ileri sürdüler. Refah ve yoksulluk, diğer bir deyişle gelişme ve ge-lişmemişlik birarada bulunmaktadır. Celso Furtado, Raul Prebisch ve diğerleri söz konusu durumun sadece yarısını dile getirmek ve liberal ekonomistleri eleştirmek için bu görüşü kullandılar. Fakir ülkelerin küresel iş bölümüne ne kadar entegre olurlarsa o kadar hızlı gelişeceklerinin bir garantisi olmadığını ifade ettiler. Aksine, dünyanın gelişmemiş yarıküresi olarak kendi konumlarını devam ettirme riskini taşıyorlardı. Sonuç olarak, ECLA analizcileri, zayıf ülkelerin dünya piyasasına entegre olmalarına karşı çıktılar ve özerk bir kalkınma öğretisi yaklaşımını benimsediler.ECLA analizcileri ortodoks Marksist bir kimliğe sahip değillerdir. Örneğin Fortado, serbest piyasanın liberal teorisyenleri gibi merkezi ekonominin Marksist öğretilerinden şüphe ediyordu. Bununla beraber, Markist teoriler, ECLA'nın yapısal argümanıyla yakından ilişkiliydi ve uluslararası ilişkiler teorisi ve söylemi vasıtasıyla teorik saygınlık kazandı. Marksist teoriler, Üçüncü Dünya'nın pek çok bölgesinde büyük kabul gördü. Bu teoriler, ECLA'nın dünya ekonomisini refah ve yoksul yarıkürelere ayrıştırmasını daha da keskinleştirdi ve bu bölünmeyi dünya çapında bir sınıf çatışması kapsamında yeniden gündeme getirdi. Söz konusu teoriler, gelişmiş ve gelişmemiş ülkelerin birarada bulunacağı ikili bir tezi benimsediler; ECLA'nın serbest piyasa ekonomilerine getirdiği eleştirileri, Lenin'in sömürgeci savaş teorisiyle desteklediler ve ulusal özgürlük savaşlarının anti-emperyalist savunusuyla özerk gelişme önerilerinin propagandasını yapmaya başladılar.Bu son nokta, devrimci Marksizmin önemli bir talebini içermektedir. Ulusal özgürlük savaşlarına yapılan vurgu, II. Dünya Savaşı sonrasında pek çok Üçüncü Dünya ülkesinin yüz yüze kaldığı dekolonizasyon sorununu gündeme getirdi. Savaşın bitiminden itibaren, ilk kırk yıl içerisinde yaklaşık yüz yeni ülke kuruldu. Cezayir ve Vietnam'da olduğu gibi özgürleşme hareketleri genellikle uzun ve sancılı bir çatışmayı gerekli kılıyordu.Serbest piyasa teorileştirmeleri, dünyanın bu fakir, çatışmanın hüküm sürdüğü bölgelerine güven beslemiyordu. Avrupa'daki ve Latin Amerika'daki göreceli olarak çok iyi belirlenmiş aktörlerin ihtiyaçlarınauyarlanan ECLA'nm yaklaşımı, sınırlı bir kabule sahipti. Buna karşılık, Marksizm, devletçiliği güvence altına almak ve kendi ulusal kimliklerini tanımak için gösterdiği çabalarda hâlâ büyük bir sıkıntı içindeki ulusların sorunlarını dile getirdi.

Page 179: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Avrupa'daki ve Amerika'daki entelektüeller ve eylemciler, ortodoks komünizm büyük bir kriz yaşarken, yeni bir Üçüncü Dünya Marksizmi-nin gelişmesine tanık oldular. Stalin'in ölümü, Sovyet Bloğunda bir isyan ve belirsizlik doğurdu. Sino-Sovyet* ayrımının şiddetli sancıları ve Sovyetlerin Macaristan'ı işgalinden Batı'da güçlü/coşkulu ve bağımsız 'Yeni Sol' hareket doğdu. 1950'lerin sonunda başlayan bu hareket, Çin, Vietnam ve Cezayir gibi ülkelerde kitlelere dayanan devrimlerden yeni bir tür sosyalizmin ortaya çıkacağı ümitleriyle beslendi. Soylu gerillanın etkili miti, 1960'da Küba devriminin radikalleşmesinden kararlı bir destek gördü. Ho Chi Minh, Frantz Fanon ve 'Che' Guevara'dan ilham alan Küba liderleri Üç Kıta Devrimini (Tricontinental Revolution) savunan bir organizasyon başlattılar. Üç Kıta, Guevara'nın Gerilla Savaşı (Guerrilla Warfare [1961]) ve Fanon'un ateşleyici bir manifestosu olan Yeryüzünün Lanetlileri (The Wretched of the Earth [1961]) isimli eserlerinin tanınmasını sağladı.Marksist teori, sosyo-ekonomik yön ve özgürleşmenin politik-felsefi öğretisi gibi iki önemli öğeye sahiptir. Biricisi, Marksizm zengin yapısal bir teoridir. Marksizm, dünya olaylarının kapsamlı bir açıklamasını içeren kavramsal tutarlılığa ve kendine yeterliliğe sahiptir. Bu yaklaşımın akla yatkınlığı, sanayi ekonomisinin savaş sonrası küreselleşmesiyle daha da arttı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra sermaye yatırımı ve artışı dünya ölçeğinde hız kazandı; dev, çok uluslu işletmeler sermayeye odaklandı, karar verme mekanizmasını merkezîleştirdi ve işin küresel bölümümü inandı. Marksizm bu gelişmeleri açıklığa kavuşturdu. Paul Baran ve Paul Sweezy, Sermayenin Tekelleşmesi (Monopoly Capital [1966]) isimli eserde dünyada olup bitenlere dair mükemmel ve kapsamlı bir teori geliştirdiler. Andre Gunder Frank (1967), dünya ekonomisinin 'merkezindeki' varlıklı kapitalist devletlerin 'çevredeki' fakir ulusları nasıl sömürdüklerini kesin bir dille açıklamak için Yeni Sol'un Marksist görüşünden faydalandı. Immanuel Wallerstein'in Modern Dünya Sistemi (The Modern World System [1974, 1980, 1989 ve gelecekteki]) isimli eseri* Sino: Sinolojigen, yani Çin kültüründen geliyor. Burada bahsi geçen ayırım Çin-Rusya ayrımı (ç.n)az bulunur bir projedir. Wallerstein, dünya ekonomisini 'merkez' ve 'çevre' bölgeleri arasındaki ilişkinin tarihini etkileyici bir dille ortaya koyarken Marksist teoriden ve Fransız tarihselciliğinden faydalanmaktadır. Wallerstein bu bölgelerin, kapitalizmin öncülüğünde ve XVII. yüzyıldan beri gelişme gösteren bir tek dünya ekonomisine bağlı olduğunu ileri sürmektedir.Marksist argümanın dayandığı mükemmel yapısal teori, Üçüncü Dünya ülkelerine, küresel refahın adaletsiz dağılımının nedenlerini açıkladı. Bu teori, az gelişmişliğin sorumluluğunu kapitalizmin yapısal özelliklerine bağladı. Bu yapılar, refahı ve kaynakları, sanayileşmiş Avrupa'ya taşıdı. Bu süreçte, yerli ekonomiler merkezin ihtiyacının karşılanması amacıyla büyük zarar gördü. Marksist argümanda, siyasal baskı ve ekonomik yoksulluk aynı küresel-tarihsel sürecin iki yönünü oluşturmaktadır.İkincisi, Marksizm aynı zamanda bir özgürleşme teorisidir; bu teori şu anki sömürü, çatışma ve yabancılaşma durumundan kurtulmayı vaat etmektedir. Bu ikinci boyut göz önüne alınmaksızın, bu teorinin yapısal argümanının tek başına, savaş sonrası politik teoride böylesine yoğun bir karşılık bulması şüphelidir.Marksizm, siyasal özgürlüğü ekonomik özgürlükle ilintilendirmek-tedir. Devrim aracılığıyla, fakir bir ulus kendisini köle zincirlerinden, küresel yapılardan kurtarabilecek; tarihsel güçleri işe yarar hale getirebilecek; evrim sürecini gözlemleyebilecek ve -kapitalizm sürecine girmeksizin- fakir, feodal yapılarını sosyalizme dönüştürebilecektir. Bir başka deyişle, Marksizm, gelişme için bir imkân sunmaktadır. Sovyet Rusya'nın 1930'lu yıllardaki ekonomik gelişme örneği ve II. Dünya Sa-vaşı'nda elde ettiği kazanımlar, gelişmenin devrimci modeli için yeterli kanıt sağladı.7ÜÇ TEMEL ULUSLARARASI İLİŞKİLER PARADİGMASI1970'lerden itibaren, üç geleneğin (paradigmaların) yani realizm, rasyonalizm ve devrimcilik sunumu vasıtasıyla çağdaş uluslararası ilişkiler teorilerinin genel özetini yapmak yaygınlaştı.8 Söz konusu üçlü, 1980'ler-de popüler bir sınıflandırma olarak gündeme geldi. Bu durum, teorik literatürün karmaşık bir yapısıyla ilgili duyarlı bir düzeni empoze ettiğinden ötürü talep edilen bir

Page 180: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

düzenlemedir. Aynı zamanda, teorik literatürü uluslararası ilişkiler pratiğinin üç geleneksel toplumsal bağlamı olandevletlerarası sistem, yaygın karşılıklı ilişki ve ahlâki dayanışmanın ger-çekliğiyle ilişkilendirmektedir.Üç ParadigmaRealist paradigma, grubun dünya siyasetinde birincil aktör olduğunu ileri sürmektedir (Niebuhr 1932). Modern dünyadaki gelişmelerin pratik düzlemdeki analizinde, realizm ilgi alanını, çevresini nüfuz edilemez sert bir kabukla sarmak amacıyla çaba harcayan teritoryal bir bütünlük oluşturan devlete yöneltmiştir (Hertz 1957). Realizm, uluslararası ilişkileri, entegre olmuş bir devlet sisteminde etkileşim halindeki devletlerarasında var olan çatışmalar terimleriyle ele almaktadır. Realist teoriler, devleti, birleştirici bir aktör olarak algılamakta ve devletin ülke içi dinamiklerini göz ardı etme eğilimi sergilemektedirler.Daha da ötesi, realistler, uluslararası ilişkileri, listenin en başında ulusal güvenlik meseleleri olacak şekilde bir sorunlar hiyerarşisi halinde ele almaktadırlar. Bu realistler, uluslararası istikrarın tamamlanması ve sürdürülmesi ya da istikrarın nasıl ortadan kaldırılabileceğini araştırırlar. Güç, realist literatürün anahtar kavramıdır: Realist araştırma gündemine egemen olan anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmanın bir aracı olarak gücün kullanımı söz konusudur.Rasyonalist paradigma, devleti birleştirici bir aktör olarak değil, departmanlar, bürolar, takımlar, çıkar grupları, yöneticiler, sekreterler gibi daha küçük binlerce birimin oluşturduğu karşılıklı olarak bağımlı bir sistem olarak görmektedir. Karar verme konusunda yetkili olanları ve yöneticileri de içeren bu parçalar, analitik olarak birbirlerinden ayrıştı-rılabilir, karmaşık etkileşimleri izlenebilir ve saikleri incelemeye tabi tutulabilir.Rasyonalist paradigma, devletlerin dünya siyasetinde önemli aktörler olduklarının farkında olmasına rağmen, devletlerin egemenliğinin diğer önde gelen aktörlerin gelişimiyle azaldığını iddia etmektedir. Uluslararası organizasyonların çeşitli türleri dünya siyaseti üzerinde yoğun etkilere sahiptir -örneğin, çok uluslu şirketler giderek artan şekilde karşılıklı bağımlılığın olduğu dünya ekonomisinde önemli bir nüfuza sahiptir. Dünya siyaseti, aralıksız bir şekilde yerel, ulusal ve uluslarüstü düzeylerde eylemde bulunan hem kamu hem de pek çok özel aktörü içeren sonsuz karmaşık bir süreçtir.Rasyonalist teoriler, uluslararası siyasete özgü konuları askerî güvenliğin merkez odaklı konularının ötesinde yer alan bilgi, iletişim ve refah-la ilişkili ekonomik ve toplumsal konular karmaşasını da ele almaktadır. Bu birbirinden farklı etkileşimlerin ortak bir perspektif altında bir araya getirilmesine yardımcı olan anahtar kavramlardan biri 'pazarlık' kavramıdır. Karşılıklı bağımlılığın karmaşık ağında her bir aktör, çıkarını daha da artırmaya ya da hem çatışma hem de iş birliğinin karışımından oluşan pazarlık yoluyla kazanımlarını en yüksek düzeye çıkarmaya çalışmaktadır. Pek çok rasyonalist, insan etkileşiminin kapsamı ve hızı arttığında ve karşılıklı bağımlılık ağı daha karmaşık bir hâl aldığında uluslararası çatışmanın azaldığını ileri sürmektedirler.Devrimci paradigma, devleti, analizlerin basit bir birimi olarak görmemektedir; bu paradigma, devlet eyleminin yerine getirildiği bağlama odaklanmaktadır. Bu analiz birimi, sınıf bölümlü modern dünya sistemidir. Devrimci yaklaşım, tarihsel araştırmayla gelişmektedir. Ancak dünya sistemini şekillendiren uzun dönemli, geniş ölçekli güçlerin anlaşılmasıyla bu paradigmanın gerekli dinamiklerini elde etmek ve onun kurucu unsurlarının mevcut etkileşimini anlamak olasıdır.Devrimci teoriler, dünya sistemini öncelikli olarak ekonomik terimlerle anlamaktadır. Doğasının kapitalist olduğu ve iki önemli sınıftan ya da bölgeden -merkez ve çevre- oluştuğu görülmektedir. Bunlar refahla birbirinden ayrılmaktadırlar. Sistemin merkezindeki devletler zengindir, halbuki çevredekiler ise fakirdir. Merkez ve çevre arasındaki ilişki, merkez devletleri zenginleştirmeye ve çevredeki aktörleri ise yoksullaştırmaya çalışan küresel iş bölümünce yönetilmektedir. Dünya sisteminin bu temel özelliği, onun sömürücü doğasından kaynaklanmaktadır.

Page 181: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Refahın çevreden merkeze doğru transferi söz konusu olduğu için, zengin merkez ülkeler zengindir (ve fakir ülkeler de fakirdir). Devrimci bakış açısına göre, bu adaletsiz küresel refah dağıtımı yaklaşık dört yüz yıldır, dünya sistemi var olalı beri gündemdedir. Devrimci yaklaşımın nihaî meşguliyeti, dünyanın yoksullaştırılmış ve sömürülmüş kitlelerini özgürleştirmektir. Çünkü bu sistemin sömürücü dinamikleri, küresel iş bölümü içerisinde inşa edildiğinden, bu sistem ıslah edilemez ya da reforma tabi tutulamaz. Dünya özgürlüğü ve adaletinin çıkarları için, bütün sistem baştan aşağı yıkılmalı ve yeniden inşa edilmelidir.Uluslararası Etkileşimin Üç SafhasıRealist teoriler devletlerarası sistemi dile getirmektedir. Bu teorilerin önemli ilgi alanları, egemen devletler sisteminde düzenin nasıl devam000ettirilebileceğine dair eski soruda yatmaktadır. Bu sorunu ortaya atan ilk modern teorisyen Thomas Hobbes'dur. Hobbes, uluslararası etkileşim ve tabiî hal arasında çok açık bir benzetme yapan ilk teorisyenlerdendir. Bu analoji sonradan başka teorisyenler tarafından ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir ve günümüzde ise realist teorilerin önemli bir kavramıdır.Rasyonalist teoriler, özellikle uluslararası diplomasi ile gruplar ve organizasyonlar arası ilişkiler gibi alışılagelmiş insan etkileşimi alanlarına vurgu yapmaktadır. Bu teoriler, Cruce gibi yazarlarca önceden haber verilen, dünya siyasetindeki ticari etkileşimin önemini vurgulama eğilimindedirler. Rasyonalist teoriler, aynı zamanda, uluslararası etkileşim ve tabiî hal arasındaki analojiye dikkat çekmektedir. Bununla beraber, rasyonalistler, bu analojiyi Hobbes'un insanların birbirlerine karşı olduğu bir karabasan savaşı gibi ifade etmemektedirler. Aksine, onların bakış açısı, Locke'un 'insanların akla', iyi niyete ve karşılıklı yardımlaşmaya 'uygun olarak yaşadıkları' tabiî hale daha yakındır (Locke 1960, s. 321). Aynı şekilde, Grotius da, egemen devletlerin tabiî hal içinde bulunmalarına rağmen, hiçbir üstün yönetime itaat etmedikleri sürece asla bir toplum oluşturamayacakları görüşünü dile getirmiştir. Devletler sürekli olarak, alışkanlık ve akıl tarafından oluşturulan ticaret, diplomasi ve ittifaklar gibi özel kurumlarca düzenlenerek karşılıklı etkileşimegirerler.Devrimci teoriler, insanoğlunun manevî dayanışmasına vurgu yapmaktadır. Devrimci teorilerin göze çarpan özelliklerinden biri, sahip oldukları bütüncül bakış açısıdır. Bu teoriler, bütün insanlığı ele aldıklarından genellikle 'küreselci' teoriler olarak adlandırılırlar (Viotti ve Ka-uppi 1987). Bu teoriler, ticari ilişkiler kadar devleti de tartışmaya dahil etmektedir; fakat her ikisini de eleştirel bir şekilde ele almaktadırlar. Rousseau, toplumsal iş bölümünün ve ekonomik etkileşimin yabancılaşana ve köleleştirici etkilerine vurgu yaptı. Rousseau'nun ele aldığı devletlerarası etkileşim konusu, Hobbes'un doğal halinden daha da muğlaktır. Devrimci teorisyenler yalnızca uluslararası ilişkileri tanımlamakla kalmazlar. Onlar için, tanımlama, elde edilen bir hak için üstünlük noktasıdır. Devrimci teorisyenler, nihayetinde devrimci değişikliği savunmaktadırlar; bu yüzden 'devrimci' teoriler olarak anılmaktadırlar.Devrimci teorilerin ikinci önemli özelliği, bu teorilerin kendilerine ait öylesine çok ayrıntılı deneysel sistemleri olmamalarıdır, aynı zamanda bu toriler siyasal eylemin temellerini oluşturmaktadırlar. Hume'un deneysel ve ahlakî teoriler arasında yaptığı ayrım, küreselci paradigma-da -aslında genellikle tartışılmaktadır- bulanık bir haldedir. Küresel teoriler, normatif bir temele dayanmaktadırlar. Bu teoriler, adalet ve dürüstlükle ilgili duyulan endişeler dolayısıyle ortaya konulmaktadır; bunların uluslararası ilişkilerle ilgili analizleri, hayat koşullarında daha büyük eşitlik elde etmek için dünya kaynaklarının şu anki bölüştürülmesini değiştirmeye yönelik bir taahhütle yönlendirilmektedir. İnsanlığın dayanışmacı, doğal anlayışına hitap etmek suretiyle kolektif konular çerçevesinde, insanlığı eğitmek, örgütlemek ve kitle eylemleri vasıtasıyla en büyük ihtiyaçları karşılamak için çaba sarfetmektedirler.Üç İdeolojik Gelenek

Page 182: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Savaş sonrası teorilerin realizm, rasyonalizm ve devrimcilik şeklinde üçlü yapıya (tripartition) ayrılmasının böylesine mantıklı olmasının son bir nedeni vardır: Bu da, siyaset hakkında çağdaş kuramları destekleyen üç önemli ideolojik geleneği -liberalizm, muhafazakârlık ve sol radikalizm- içinde barındırmasıdır.Liberal ideoloji, rasyonel yaklaşımı haber vermektedir. Bu ideoloji, kaynağını iyimser Aydınlanma'dan alıyordu. Bunun en temel varsayımları, insanoğlunun sahip olduğu nitelikler itibariyle eşit olduğu, doğal ihtiyaçlara ve isteklere sahip olduğu, akılla donatıldığı ve rasyonel yollarla ihtiyaçlarını ve isteklerini tatmin etmeye çalıştığıdır. Liberal gelenek, insanoğlunu, temelde iyi ve toplu halde yaşayan varlık olarak kabul etmektedir. Richard Cumberland 1670 yılında, eşit ve rasyonel bireylerden oluşan bir dünyada, sivil gücün yardımı olmaksızın, barışçıl bir toplumsal düzen sürdürmek için gereken erdemler adına yeterli doğal ödüller ve uygunsuz davranışlar için de cezalar bulunduğunu söylediği zaman liberal görüşleri özetlemiş oldu.Liberal gelenek kadar rasyonalist yaklaşım da karmaşık ve muğlaktır. Aşırı uçların birinde, toplumsal aktörlerin denetim altına alınmadığı bir ortamda toplumun daha çok kazanç elde ettiğine inanan bazı liberal teorisyenler olup anarşizme doğru eğilim göstermektedir. Bu konum, şeffaf dünya ekonomisinin refahı artıracağına ve savaşları azaltacağına inanan rasyonalistlerce yeniden gündeme getirilmektedirler. Diğer uçta ise devletin, toplumun genel refahının temin edilmesinde bir araç olarak kullanılması gerektiğine inanan, sosyalizme doğru bir eğilim gösteren liberaller yer almaktadır. Bu argüman, güçlü devletlerin ya da (tercihen) bir dünya organizasyonunun uluslararası davranış için kuralları garanti altına alabileceği, düzeni sağlayabileceği, zengin ve fakiruluslar arasında kaynakların ve fırsatların daha adil bir şekilde dağıtılmasına yardımcı olabileceği durumla yakından ilişkilidir.Radikal ideoloji, 1970'lerde dünya siyasetinde büyük bir iz bırakan bir dizi devrimci yaklaşım vasıtasıyla tanınmıştır. Radikalizmin kurulmasına karşı gösterilen ortak duyarlılık, Rousseau'nun Toplumsal Söz-leşmesi'nin başında, 'insanoğlu özgür doğmuştur, ancak her yerde zincirlere vurulmuştur' sözüyle açıkça ortaya konulmuştur. Bu durum, aynı zamanda, Marx'm ve Engelsin Komünist Manifesto'su için ilham kaynağı olmuş ve bu eserin sonunda 'Dünya işçileri birleşin. Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz hiçbir şeyiniz yok.' ünlü sözüyle kendini göstermiştir.Rousseau ve Marx, insanlık ve doğa arasındaki ilişkinin diyalektik bir şekilde anlaşılmasından radikal bir antropoloji geliştirdiler: İnsanoğlu, yaşamak için gerekli araçları üretmesinden başka bir şey değildir. İnsanoğlu, birey olarak değil bir toplum olarak üretimde bulunur. İnsan toplumunu bir arı kovanından ya da bir karınca sürüsünden ayıran şey, akılla donatılmış olmasında yatmaktadır. İnsanoğlu, düşünme ve doğada çalışma koşullarını değiştirebilmek için düşünceyi kullanma kapasitesine sahiptir. İnsanoğlu, hayatta kalabilmesinin temel unsurlarını üretmek amacıyla, kendi isteği doğrultusunda doğayı dönüştürmektedir. İnsanlık, iş vasıtasıyla doğayı bir topluma dönüştürmekte ve karşılığında yarattığı toplum tarafından dönüştürülmektedir. İnsanoğlu suni, haris (gözü doymaz), çatışmaya eğilimli toplum yarattığı ölçüde, doğasına ve benliğine yabancılaşır.Radikal ideoloji, kapitalistçe tahsis, baskı ve adaletsizlik bağlamlarında, insanlığın çaresizliğinin ekonomik kökenini açıklamaktadır. Bu ideoloji, theodicy ve bir vizyon sunmaktadır: işçiler, çalışma karşılığında yeniden mülkiyet edinmesi aracılığıyla yabancılaşmalarını aşabilirler. Devrimci bir ilerlemede insanlık, eski, köleleştirici kapitalist üretim tarzıyla yol almak zorundadır; bu ideoloji, bütünüyle hayatta kalabileceği araçları üretme yollarını yeniden düzenlemek zorundadır. Söz konusu devrim, insanoğlunun en az yabancüaştığı, zenginlik ve mülkiyetle en az yozlaştığı toplumsal katmanlarda başlayacaktır. Marx ve Lenin'e göre, devrimi dünya çapında başarıya taşıyacak olan, yoksullaştırılmış endüstriyel işçi kitleleridir; 'Che', Fanon ve Mao'ya göre, devrim Üçüncü Dünya'nm fakir, sömürülmüş kuleleriyle başlayacaktır. Devrim bir kez başarıya ulaştığında ve yeni, sosyalist üretim tarzı kurulduğunda, 'yeni insanın' evriminin ön koşulları yaratılacaktır (Guevara 1961).

Page 183: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Muhafazakâr ideoloji, realist yaklaşımla yakından ilişkilidir. Muhafazakârlık, endüstriyel ve ekonomik devrimlerin çalkantılarına tepki olarak ortaya çıktı, ilk muhafazakâr yazarlar, bu devrimlerin kendi kendini yıkıma götürecek büyüklenmelerinden korktular, insanoğlunun, aklın yönetiminde olduğu şeklindeki Aydınlanmacı aksiyomu reddettiler; çünkü onlara göre, insan yaşamı güvenlik ve kıt kaynakların kontrolü arasında geçen bir mücadeledir. Muhafazakârlar, iyi şeyler bir aradadır şeklindeki basit varsayımlarla alay ediyorlardı; sağlık, refah, barış, gelişme ve demokrasi karşılıklı olarak ilişkilidir; insanoğlu doğasını ve toplumsal çevresini tasarlayıp düzenleyebilir ve bu değişiklik kolaydır. Muhafazakârlara göre, bu değişiklik daima belirsizliklerle karşı karşıyadır. Ve bu değişikliği savunmak ya aptallıktır ya da şarlatanlıktır; kendilerini statüko tarafından engellenmiş hisseden ve onları mevcut yapılanmayı devirmeye ve sinsice tasarlanmış isteklerini geliştirmeye muktedir kılacak şey için birleşmeyi vaaz eden, 'çılgınlar' ya da 'sanatkâr ve tasarımcı üç kağıtçılar'dır (Malthus 1982, s. 72, 68). Böylesi tahrikçiler, şayet halk kalabalıklarını uykularından uyandırmada başarılı olurlarsa, şüphesiz ki ortaya çıkacak sonuç kaos olacaktır (Burke 1988).Bu eski moda muhafazakârlar, toplumsal düzenin en iyi şekilde, mevcut siyasal ekonomiyi korumak suretiyle en üst düzeye taşınabileceği konusunda ısrar etmektedirler. Muhafazakârlar, ülke içi konulan ya da dünyada olup bitenleri tartışsınlar ya da tartışmasınlar, güçlerini insan aklından değil, fakat tecrübeden, zamanla kendilerini sınadıkları geleneklerden ve kurumlardan almaktadırlar. Muhafazakârlar, bir şeyin, pragmatik olarak muhtemel olmasına nazaran ahlâki olarak 'doğru' olmasıyla daha az ilgilenmektedirler. Örneğin Burke, Fransız Devrimi tarafından ortaya konan hakların 'metafiziksel olarak doğru' olabileceğinin farkındaydı; bununla beraber, Burke, bu durumun siyasal uygulamayla herhangi bir ilişkisi olabileceğini düşünmedi. Burke, insanların haklarının en iyi, yöneticilerinin bilgeliği, devletlerinin mutluluğu ve statükonun gücüyle garanti altına alınabileceğini ileri sürdü. Churchill, Kennan, Morgenthau ve Niebuhr'un karşılaştırmalı yaklaşımları 'öncü realizm' (arch-realism) ile yakından ilişkilidir. Bu düşünürlerin hepsi 'bir ulusun manevî/ahlakî isteklerinin/arzularının evreni yönetecek ahlakî yasalarla' (Morgenthau 1978, s. 11) karıştırılmaması uyarısında bulundu.ÖZETII. Dünya Savaşı sonrasındaki ilk birkaç yılda uluslararası ilişkiler öğreniminde realist paradigmanın egemenliği görüldü. 1960'h yıllarda alternatif yaklaşımlar ortaya çıkmaya başladı. Bu kısmın ilk bölümleri, uluslararası siyasete dair en azından altı farklı yaklaşımı gündeme getirdi: 1) Morgenthau ve Niebuhr'un 'öncü realizm' (arch-realism); 2) Waltz'm 'neo-realizmi'; 3) karar verici yaklaşımlar; 4) sistem yaklaşımları; 5) gelişme için kendine güvenen modeller; 6) devrimci anti-emperyalist teoriler. Buna ilâve olarak, bu sınıflandırmaya dahil olmayan birkaç etkin argümandan bahsedildi; NSC-68'dt (1950'lerden sonra bir nesil boyunca Amerikan dış politika çevrelerinde hakim olan)9 dile getirilen argüman, bunlara uymamaktadır ve kendi başına bir kategori olarak ele alınabilir. Aynı zamanda, 'davranışsal devrim' de farklı bir yaklaşım olarak belirlenebilir. Açıkçası, 1960'lı ve 1970'li yıllarda ortaya çıkan ekolojik yaklaşımlar özel bir inceleme konusunu teşkil etmektedir.XX. yüzyılın son çeyreğinde uluslararası ilişkiler teorilerinin yaygınlaştığı görüldü ve yukarıda bahsedilen basit üçleme (triptych)'nin bunları içermesi mümkün değildir. Bununla beraber, bu bölümün amacı ayrıntılı bir sunum yapmak değil, bir özet yapmaktır. Savaş sonrası uluslararası ilişkileri teorileştirme faaliyetlerindeki en temel düşünce yapılarını kısaca tanımlamak için pek çok argüman (itiraf edildiği gibi zorlama) tablo l'de özetlenmiştir.Tablo 1: Uluslararası İlişkilere dair üç önemli paradigma.SiyasalDüşünceYapılarıRealizm (Gerçekçilik)Rasyonalizm (Akılcılık)Birincil Analiz Düzeyil

Page 184: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Revolüsyonizm (Devrimcilik)İnsan gruplarıRasyonel aktörlerBirincilAnalizSeviyesiGruplararası/ Devletlerarası seviye, düzeyBireysel(Bireylerarası)düzey(Anahtar) Açıklayıcı UnsurlarAskerigüç/kudretdengesiMüzakere, uzlaşma, çıkarlarKapitalist Dünya sistemleri Yapısal güç, dünya sistemi düzeyi baskı işletme(Esas)Konu veyaOdakÇatışma, anarşi ortamında düzenİdeolojik GelenekRasyonel işbirliğiMuhafazakarlıkLiberalizmİktisadi gelişme, siyasi bağımsızlıkRadikalizmX MODERNİTE SONA MI ERİYOR?Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN), 1994 yılının Ocak ayında Meksika'da ayaklandığında uluslararası siyasette bir devrim yarattı. EZLN, dünya çapında, iletişimin mikroelektronik internet ağının küresel propaganda imkânlarım kullanan ilk siyasal aktörler arasındaydı. EZLN'nin ayaklanması, dünya çapında bir multimedya fenomeni sayılabilecek 'internet' ile iletişim bağlantılarının karmaşık iş birliğinin zuhur edişiyle aynı zamana denk geldi. On binlerce insan, 'EZLN'nin ana sayfasında', isyancıların yakalanamayan lideri, sualtı komandosu Mar-cos'un maskeli yüzünü gördü. Bu insanlar, Zapatistalann yerli Maya Kı-zılderililerinin hakları ve Meksika'da daha güçlü bir demokrasi için verdikleri mücadelenin ayrıntılarını okudular. Söz konusu sitede, Marcos'a elektronik postayla ulaşılabileceği bildiriliyordu.Bu gelişme, kullanıcıların, sadece bilgisayar ekranındaki görüîatüleri gösterip, elektronik bir fareyi tıklayarak ve metin, resimler, ses vcvide-oya dönüştürülmüş sinyalleri anında alarak "internet" üzerinde gezmelerini sağlayan uzak mesafedeki belgelere bağlanmanın yeni yollarıyla yeni bilgisayar programı türlerinin birleşimi sayesinde ateşlenmişti. Yeni bir araç haline gelen internet, interaktif boyutunun eklenmesiyle haberleşme ve yayıncılık temeline dayanıyordu. Ziyaret edilecek bir yer haline gelmişti. Sanal bir dünya... 'Siberalem'i yaratmıştı.Başkan Clinton 'internet'te. Papa II. John Paul de öyle. Thor Heyer-dahl'ın kendi sayfası var. Niccolö Machiavelli, Harry P. Flashman, Birleşmiş Milletler, Rolling Stones, Kongre Kütüphanesi, CIA, Louvre, IBM, Greenpeace, Playboy, Zen Budistleri, üstünlük delisi beyazlar, Sa-tanistler ve yüz binlerce sıradan insan da artık internette. Her gün milyonlarca insan, belge ve görüntü indirmek ve kendi katkılarını eklemek için siber aleme giriyor. Bu gelişme, bir iletişim devrimine dönüşmekte. Uluslararası ilişkiler ve uluslararası ilişkiler teorisini etkilemekte. Etki-leriyse, küreselleşme, uluslarüstülük, devletin etkinliğini yitirmesi ve yapısal dönüşüm terimleriyle sunulmaktadır.DÜNYADAKİ DEĞİŞİMLERKüreselleşme, uluslarüstülük ve devlet egemenliğinin sona ermesi, uluslararası ilişkiler tartışmalarında XX. yüzyılın sonunda ortaya çıkan konulardır. 1990'lı yılların başlarında bu konular, daha sık gündeme gelmeye başlamıştı. Bu terimler ne anlama gelmektedir? 'Küreselleşme' yeni bir terim olabilir; fakat özel olarak

Page 185: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

yeni bir olguya tekabül etmiyor. Uzak Doğu'daki gelişmeler ve Orta Asya'daki siyasal koşullar, bu iki bölgeyi Avrupalı tüccar ve üreticilere bağlayan ticaret yollarını etkilediğinde, Avrupa, Amerika ve Asya orta çağın geç dönemlerinden beri birbirleriyle etkileşim halindeydi. 'Uluslarüstücülük' de benzer şekilde, modern Batı'mn ayrılmaz bir parçasını teşkil etmektedir; Rönesans italya'sı, XVI. yüzyıl lberya Yarımadası, XVII. yüzyıl Hollandası (United Provinces) ve XVIII. yüzyıl İngiltere'si, oldukça yoğun bir biçimde küresel ticaret ve finans ile iştigal etmekteydi. Aynı zamanda, devlet otoritesine başkaldırmalar, bazen ülke içi ayaklanmalar, bazen de dış işgaller şeklinde modern siyasetin sürekli içinde yer almıştır. Uluslararası siyasetin temel sorunları böylesine süreklilik mi arz etmektedir? Bu sorunları anlamak için kullandığımız teorik yaklaşımlar -realizm, rasyonalizm ve devrimcilik- gerçekten evrensel kategoriler midir?Dünya Ekonomisindeki DeğişimlerUluslararası ilişkilerle ilgili çağdaş tartışmalar, Soğuk Savaş sonrası dünyasının yenilikleri hakkında abartılı iddialarla doludur. Pek çok şey aslında yeni değildir. Fakat, Susan Strange'ın (1994) vurguladığı gibi, bu durum, hiçbir şeyin yeni olmadığı anlamına gelmemektedir. Dünyada yakın dönemde gerçekleşen değişiklikler arasında en önemlisi belkide teknolojik devrimdir. Aslında teknolojik değişiklikler, en çok konuşulan küreselleşme, uluslarüstücülük, devletin silinişi ve siyasal yaşamın dönüşümü konularındaki eğilimlerin arkasında en önemli ve hatta belki de en temel faktördür. Bu devrim, hızlı internet erişiminden ve pek çok yeni TV istasyonundan daha fazla anlam ifade etmektedir. Dünyadaki olaylar üzerinde sürekli ve önemli sonuçlara sahiptir.Bu gelişmenin, ivedi bir şekilde ortaya çıkan sonuçları ekonomik ilişkilerde görülmektedir. Birincisi, yeni teknoloji, eski üretim araçlarını ve ilişkilerini değiştirmektedir. Önemli bir eğilim, geleneksel fabrika sistemindeki çözülmelerde gözlenmektedir. Bu gelişme, kısmen robotların ve diğer otomatik ekipmanların fabrika işçilerinin yerini almasından; kısmen de, üretim sürecinde yer alan çeşitli görevlerin dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. 'Meta zinciri', 'karşılaştırmalı avantaj' ve 'küresel iş bölümü' kavramları yeni değildir (A. Smith 1976; Ricardo 1984). Yeni olan şey, fabrikaların -en azından Batı'da- çözülmesidir. Fabrika, bir zamanlar, başında yönetici elitin, altta da, yüksek düzey mallar üretmeye mecbur üretici işçilerin yer aldığı hiyerarşik bir organizasyondu. Ne kadar çok üretim gerçekleşirse, -vasıfsız işçiden baştaki yöneticiye kadar- herkes işini o kadar iyi yapmış olurdu. Fabrika için faydalı olan şey ulus için de faydalıydı. Fakat, üretimin küreselleşmesiyle birlikte, uluslarüstü iş birliği, yerel fabrikanın yerini aldı. Üretkenlik, üst düzey üretimden üstün kaliteli üretime geçti ve eski piramit kavramının yerini dünya çapında yayılan yeni örümcek ağı imgesi aldı. Küresel ağın bağları ulusal sınırlar içerisindeki tasarımcılar, mühendisler, müteahhitler, uzmanlar ve tüccarlar arasında köprü oluşturan faks makinaları, uydular, modemler, bilgisayarlar ve yüksek çözünürlüklü ekranlardır (Reich 1991).ikincisi, teknolojik değişim, ticaret ve finansın eski yapılarını değiştirdi. Konteyner teknolojisi (dünya çapında birbirinin aynısı, mühürlenebilir, metal konteynerlar sağlayan muazzam bir alt yapı) gibi yeni ulaşım araçları, küresel ulaşım ve ticarette devrim yarattı. Yeni yazılım programlan ve yeni telekomünikasyon teknolojileriyle birlikte bilgisayar teknolojisi, dünya finansmanında devrime yol açtı.1 Pürüzsüz sermaye ve mal akışı, ekonomik liberalleşme gibi geç XX. yüzyıl akımları tarafından destekleniyordu ki bunun yansımaları da, dünyanın çeşitli bölgelerinde kurulan gümrük birlikleri, serbest ticaret anlaşmaları ve ortak pazarlar (EU, NAFTA, APEC) ile GATT görüşmeleri ve Dünya Ticaret Örgütünün (WTO) kuruluş süreçlerinde görülebilir.Böylesi değişiklikler dünya siyasetinde ne gibi sonuçlar doğurmaktadır? Bir malın üretiminin artık belirli bir ülkeyle ve coğrafyayla sınırlı olmayıp, küresel bir boyut kazanmasıyla gerçekleşen şey nedir? Serbest ticaret ve uzmanlaşmanın lehine olan meşhur karşılaştırmalı avantajlar varsayımına ne gibi etkileri olacaktır? (Farklı ücret standartlarına sahip) Elli ülkenin oto sanayi ve bilgisayar alanında parçaları monte etmeye eşit kapasitede muktedir olabildiği bir dünyada gelecekte ne olacaktır? Geleneksel egemenlik düşüncesinin

Page 186: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

akıbeti ne olacaktır? Teknolojik değişim devletlerin eski meşruiyetleri üzerinde nasıl tesir edecektir, devletlerarası ilişkileri nasıl etkileyecektir?Devletlerarası ilişkilerdeki DeğişimlerTeknolojideki hızlı değişme, devletlerarası ilişkilerde büyük gelişmelere yol açtı. Uluslar arasındaki savaş ve siyaset biçimlerinin değişmesine neden oldu. XX. yüzyılda, dünyada olup bitenler konusunda en önemli değişikliklerden bir tanesi, şüphesiz ki, denizcilik sistemindeki gelişmelerin sonucu olarak, küçültülmüş teçhizatlarda nükleer başlıklı balistik roketlerin kullanılmaya başlanmasıdır. Saklanmış (ve dolayısıyla ulaşılamaz) fırlatıcılara monte edilmiş kıtalararası balistik füzeler (ICBMler), geleneksel savaş mantığım değiştirdi.Nükleer çağ öncesinde, generaller ve devlet adamları, savaşın özel siyasal hedeflere ulaşmak için makul bir araç olup olmayacağını ciddi şekilde tartışabilirlerdi. Örneğin 1912 yılında, Friedrich von Bernhardi, Almanya'nın bir Avrupa savaşını başlatmakla büyük yarar sağlayacağını ileri sürdü; uzun dönemli getiriler, kısa dönemin masraf ve zararlarını karşılayacak ve Alman ulusunun savaşçı geçmişine bir kazanç olacaktı. Nükleer silahların devreye girmesiyle birlikte, von Bernhardi bile muhtemelen bir başka yol deneyecekti. Nükleer silahlar öylesine karşı konulmaz ve ayırım gözetmeyen yıkıcı bir güç ki, savaşın maliyeti, daima kazançlarını aşacaktır.Nükleer çağda, generaller ve devlet adamları, nükleer silahların kullanımının, hiçbir askerî ve fiilî amaç taşıyamayacak derecede herkesi yok etme riski taşıdığı hususunda hemfikirler. Bununla beraber, nükleer silahların caydırıcı olduğunu ve böylece düşman saldırıları karşısında güvenliği sağlamaya da hizmet ettiğini söyleyerek eski bir siyasal amacı da gündeme getirmektedirler. Böylece Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği (kudretleri ve prestijleri nispetinde diğer güçler de) benzer şekilde diğer halkların silahlarının tehdidine karşılık veriyorlardı: Düş-manın silahlanma gücüyle denge kurmanın ve silahlarını kullanmalarından caydırmanın tek yolu olduğunu gördüklerinden, kendi nükleer güçlerini oluşturdular. Kitlesel düzeyde (benzer ileri teknoloji ürünü silahlarla) ani ve kesin tehdidin, bu silahların kullanımı için inanılır bir caydırıcılık sağlayabileceğini ileri sürdüler.Kalıcı bir süper güçler barışının, nükleer terörün dayanıklı meyvesi (engelleyicisi) olabileceği ihtimali, ileri teknolojinin paradokslarından biridir. Süper güçler, gerçek bir savaşta atom silahlarının nükleer silahlara sahip bir orduya karşı kullanılamayacağı konusunda anlaşmaya vardılar. Aslında bu güçler, nükleer güce sahip olmayan ülkeler karşısında, konvansiyonel savaşlarda yenilgiyi kabullenme pahasına, nükleer silahları kullanma hususunda kendilerini kısıtlamışlardı (bunun en belirgin örneklerini genel olarak birçok Üçüncü Dünya ülkesindeki bağımsızlık savaşında; özel olarak da Amerika'nın Kore ve Vietnam savaşlarındaki yenilgilerinde ve Sovyetler'in Afganistan'daki yenilgisinde görebiliriz).Bunlar, ileri teknoloji çağının bir diğer paradoksunu ortaya koymaktadır: Savaş en çok, düşük teknolojiye sahip çevrelerde yaygındır. Körfez Savaşı'nm bütün dünyaya canlı yayınla sunulması, Soğuk Savaş sonrası savaşlara, sanki birer ileri teknoloji ürünleriymiş gibi yanıltıcı ve popüler bir imaj verilmesine büyük katkı sağladı. Yaşanılan gerçeklerse farklı yapılar sunmaktadır: 1989'dan 1994 yılına kadar geçen altı yıl içerisinde altmış dört ülkede doksan dört silahlı çatışma meydana geldi ve bu çatışmaların çoğu, düşük teknolojik silahlarla yapılan sivil savaşlardı. Bu tür savaş örnekleri, özellikle en fakir ülkeler arasında görülmektedir; dünyanın en fakir elli ülkesinin otuz sekizi, 1993 yılında ya savaş halindeydi ya da ileri düzeyde siyasal şiddetten muzdaripti (Wal-lerstein ve Sollenberg 1995). Yoksulluk ve savaş arasındaki bağlantı, Soğuk Savaş sonrası dünyasında o kadar çarpıcıdır ki, bazı yazarlar, kaynak sıkıntısının önemli bir savaş nedeni olduğunu ileri sürerler(Homer-Dixon 1994). Diğer bir kısım yazar ise günümüzde savaşların yoksulluğun ve 'zayıflığın' bir işlevi olduğunu söylemektedirler; sözgelimi, ülke içi meşruiyet, düzen ve barışı sağlayamamış 'zayıf devletlerin bir sorunudur (Buzan, 1991; Holsti 1996).1991 yılında ileri teknolojiyle gerçekleştirilen Körfez Savaşı, Soğuk Savaş sonrasının tipik bir görüntüsünü sunmuyor. 1990'h yılların ağır felâketlere yol

Page 187: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

açan silah sistemleri ne lazer silahlarıydı ne de yönlendirilmiş füzelerdi, aksine eski moda havan topu ve mayındı. Yugoslavya'nın parçalanması, Rusya'nın Çeçenistan'a girmesi, Somali'de merkezigücün çözülmesi, (haberlere daha az yansıyan)Angola ve Ruanda'daki korkunç katliamlar, Soğuk Savaş sonrası döneme dair daha belirleyici örnekler sunmaktadır. Bütün bu gelişmeler, tekerrür sıklığından ziyade pek çok açıdan örnek teşkil etmektedirler. Örnektirler çünkü: Birincisi, dünyanın yoksul bölgelerinde vuku bulurlar; ikincisi, kökenleri itibariyle belirsizdirler; çoğu çatışma bir dizi karışık nedene sahiptir, birço-ğununsa zamanla değişen sebepleri vardır. Üçüncüsü, savaşlar ulus devletin nispeten yeni olduğu bölgelerde patlak vermişlerdir. Bu tip bölgelerde çatışma ve savaşlar, genelde devletlerarası bir ortamda görülmemiştir. Bu bölgelerde savaşlar, daha çok belirli rejimlerin meşruiyetine karşı ülke içi meydan okumaları temsil eden yerli bir olguydu. Ortadoğu'da yakın dönemde görülen savaşlar istisna tutulmak suretiyle, Güneydeki güvenlik tehditleri, ekseriyetle dış saldırılardan değil, ülke içindeki farklı grupların siyasal sürece entegre olmayı başaramamalarından kaynaklanmaktadır. Bu koşullar altında, devletlerarası güvenlik ikilemleri/çıkmazlarına dayanan güvenlik kavramı, hiç tatmin edici değildir. Sonuç itibariyle, düşman bir devletten gelecek saldırıya karşı engel olarak düşünülen güvenlik kavramında bir yabancılık havası sezilecektir ve genelde Birleşik Devletler (ya da Sovyetler) hegemonyasının yerel çıkarlarına, Batı kontrolüne ya da dünya kapitalizminin çıkarlarına hizmet ettiği düşünülecektir.Bu dönemin nihai paradoksu ise, Soğuk Savaş sonrası dönemde çatışma ve güvenlik tehditleri hakkındaki bu 'Batılı olmayan' yaklaşımların giderek artan bir şekilde Batı'da benimsenmiş olmasıdır. Sovyetler Birliği'nin çökmesi, Batı'nın geleneksel güvenlik kavramının temellerini yıktı ve Soğuk Savaş sonrası dönemin 'yeni güvenlik kavramı' hakkında tartışmalar başlattı. Eski 'güvenlik' kavramları, güç çekişmeleri, sınır anlaşmazlıklarında ya da güvenlik çıkmazı gibi devlet eksenli ele alınırken, yeni kavramlar topluma dayanıyordu. Eski bakış açıları, stratejik etkileşimin dinamiklerine dayanırken, yenileri toplumsal nüfuz, ekonomik anlamda karşılıklı bağımlılık, 'zayıflık' ve kaynak sıkıntısıyla belirlenmektedir. Eski görüşler, 'üst düzey siyaset' üzerinde yoğunlaşmışken, yenileri 'düşük düzeyde siyaset' odaklıdır; özellikle refahla adaletin ekolojik ön koşullarına ve siyasal etkileşimin sosyo- kültürel alanına. Hem realistlerden devletlerarası anarşi kavramını, hem de rasyonalistlerden karmaşık karşılıklı bağımlılık kavramını alıntılayan son dönemin uluslararası ilişkiler uzmanları, 'tehdit' ve 'güvenlik' kavramlarının yeni tanımlamalarını keşfettiler. Örneğin, Barry Buzan (1991) 'çok boyutlu gü-venlik' kavramını gündeme getirirken, 'güvenlik'in geleneksel askeri boyutunu büyük ölçüde azalttı ve 'toplumsal', 'ekonomik' ve 'ekolojik' gibi yeni boyutlar ekleyerek analizin kapsamını genişletmiş oldu.ileti şim teknolojisindeki hızlı değişim yeni çatışma, tehdit ve güvenlik kavramlarını şekillendirdi. Haber medyası neredeyse her yerde hazır ve nazır hale geldi. 1991 yılı Körfez Savaşı boyunca CNN, Suudi Arabistan'da, Suudi bataryalarından kulakları sağır edecek bir gürültü çıkararak ateşlenen ve gökyüzünde duman kitlesi bırakarak giden Birleşik Devletler'in füzelerinin ne kadar gelişmiş olduklarını gösteren haber ekipleri bulundurdu. CNN'nin, aynı zamanda, alıcı uçta da bir haber ekibi vardı. Söz konusu ikinci haber ekibi, Bağdat'a yaklaşan füzeleri takip ediyor, hatta bazen infilak edişlerini kayda alıyorlardı. CNN, bütün dünyadaki izleyicilerine, Irak halkı üzerinde büyük bir yıkıcı etkisi olan bu savaşı, zaman zaman askeri uzmanların değişik görüşlerini almak üzere Washington'a, New York'a ya da Riyad'a bağlanarak aktardı.Kimi gözlemcilere göre, bu gelişme geleneksel casusluk kurumlarının görevlerini sona erdirdi. Yeni medya, savaş meydanındaki görüntüleri anlık bir görüntü olarak kamuoyunun bilgisine dönüştürdü. Medya, hükümetlerin bilgi tekellerini kırıp eski gizlilik atmosferine nüfuz ederek devletlerin siyasal güçlerinin azaltılmasına katkıda bulundu. Hatta, CIA'nın en gizli mekânlarında bile, analizciler Körfez Savaşı'nı televizyondan izledi. Bununla beraber, diğer gözlemcilere göre, Körfez Savaşı, geçmişteki savaşların gerçekliklerinin, kitle iletişiminin yanıltıcı aygıtla-rıyla yer değiştirdiğini ortaya koydu. Der Derian (1992, s. 175) Körfez Savaşı'nı ilk 'sanal savaş' olarak kabul etti; yani,

Page 188: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

'televizyonla görüntülenmiş ve stratejik olarak oyunlaştınlmış şiddetin, Birleşik Devletler'in Körfez'deki siyasetinin temsili kadar, biçimlendirilişine de hakim olması'. Jean Baudrillard bir adım daha ileri gitmişti. Ona göre, melodram ta-dındaki bilgisayar simülasyonlarıyla ciddi uluslararası ilişkiler çalışmalarının arasındaki sınır kalkmıştı ve bu da, medya ve kamuoyu yöneticilerinin ellerine muazzam bir güç veriyordu. 'Aşırı şüpheci' bir gözlemde bulunan Baudrillard (1995), Körfez Savaşı'nın bütünüyle bir simülas-yon olduğu tezini ortaya attı. Gerçekte olmayan bir savaştı bu.YipmiDci Yüzyılın Sonu İtibariyle Siyaset1990'da Sovyetler Birliği'nin çökmesi bir dönüm noktasıydı. Bu çöküş, yoğun ideolojik rekabetin damgasını vurduğu uzun dönemi kapadı ve devletlerarası ilişkilerin yeniden düzenlenmesini gündeme getirdi.Eski devletlerarası yapıların yıkılması benzer jeopolitik yapıları da çözdü. Kitle iletişiminin yeni aygıtlarıyla dikkatleri üzerine çekilen dünya çapındaki belirsizlikleri körükledi ve toptan üretiminin küresel araçları kadar dünyadaki kitle imha araçlarının gelişimini de derinden etkiledi. Bu durum, tam anlamıyla, çok kültürlü eklektisizmin ilgi alanına giren gerçek bir küresel piyasanın evrimini teşvik etti:Reggae* dinlenen, batılı filmleri seyredilen, öğlenleri McDonald's'da hamburger, akşamları da yerli yemekler yenilen, Paris parfümü kullanılan Tokyo'da 'gelenek dışı çağdaş' giysiler giyilen Hong Kong'da bilgi düzeyi TV filmleriyle sınırlıdır. Seçmeci/karmaşık çalışmalar için bir topluluk bulmak kolaydır. Ayağa düşmüş, estetikten uzak edebiyat ve ahlaksızlık ve gayrı meşruluktan başka bir işlevi olmayan sanat(l), patronların alçak zevklerinin hizmetkarı kılınmıştır. Ressamlar, galeri sahipleri, eleştirmenler ve kamuoyu birlikte 'herşeye katılmaktan' büyük keyif almaktadırlar... (Lyotard 1983, s. 75).Lyotard, 1980'li yıllarda, devlet ilişkilerini 'post-modern durum' olarak tanımladı. Savaş sonrasının ideolojik olarak bölünmüş dünyasının yerini, zaman ve uzamın askıya alındığı; kültür için eklektisizmin geçerli olduğu Soğuk Savaş sonrası dönemin küresel bir alışveriş merkezi gerçekliği aldı. Bu gelişme uluslararası ilişkiler için ne anlama gelmektedir? Uluslararası ilişkiler teorileştirmesinde ne gibi izler bırakacaktır? Bunlar önemli ve muğlak sorulardır. Tek, büyük ve somut bir olay olan Doğu Bloku'nun dağılmasının tartışılmasıyla daha spesifik ilgi merkezi doğabilir.KAPANIŞLAR VE AÇILIŞLARDoğu Bloğunun dağılması, Sovyetler Birliği'nin çözülüşünün bir sonucudur. Bu olayların bütünü - kökenleri, II. Dünya Savaşı'nın bitiminde ve 19401ı yıllarda Avrupa'da ortaya çıkan bir dizi jeopolitik çatışmanın yayılmasında yatan ve bütün yerkürenin etrafını saracak şekilde Berlin'den Kore'ye, Hindicin ve Ortadoğu'ya uzanan gergin dönem- Soğuk Savaş'ın sonunu belirledi. Nihayetinde, Soğuk Savaş'ın bitimi, bir dönemin sona ermesinden çok daha fazla anlam taşımaktadır. Buzan (1995), bu gelişmeyi; savaş sonrası dönem, XX. yüzyıl ve modern tarih gibi en az üç dönemin kapanışı olarak kabul etmektedir.* 1960'larda Jamaika adasında ortaya çıkan ve gitarın ritmiyle çılgınca hareketler yapılan popüler müzik tarzı (ç.n)Soğuk Savaşın Bilişi - Soğuk Sava; Sonrası SorunlarSovyetler Birliği, Soğuk Savaş'ta en büyük kayba uğrayan taraf oldu. 1990'larda Sovyetler Birliği, her büyük savaş sonunda yenilen taraf gibi bir yaklaşım sergileyerek yakın geçmişte ele geçirdiği yerlerden vazgeçti ('dış imparatorluk'); savaş öncesi sınırlarıyla belirlenmiş çekirdek bir bölgeye geri çekildi ve liderliği değiştirdi (bu da eski düşmanla dostane ilişkiler inşa etmek için büyük çaba sarf eden yeni liderler ve eski rejimin güven verici bir şekilde değiştirilişi, dayandığı herşeyin herkes tarafından reddi ve ters giden herşeyden de eski rejimin sorumlu tutuluşunu içeren bir gayret ile gerçekleşti). Bu durum, aynı zamanda, büyük bir ekonomik krizi de içermektedir.Üncü güç olarak Birleşik Devletler'in yer aldığı Batı, bu mücadelenin galibiydi. Pek çok Batılı, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve Soğuk Savaş'ın sona ermesini büyük bir sevinçle karşıladı. 1990'da (1919 ve 1946'da olduğu gibi) uluslararası gelişmeleri izleyen Batılı gözlemciler, liberal-de-mokrat Batı'nın zaferim ilan ederek silahların önemli ölçüde azaltılacağı, barış ve refah dönemi yolunun açıldığı iddiasında bulundular ve ütopyacı teorileri gündeme getirdiler

Page 189: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

(Huntington 1991; Fukuyama 1992). Egemenliğini sağlamlaştırmak için haçlı seferini tanımlamaktan yoksun kalan Birleşik Devletler, liderliğini tasfiye etmeye ve dünyadaki gelişmelerde daha bencilce bir rol oynamaya başladı.Irak'ın Kuveyt'i işgali, Yugoslavya'nın şiddetli bir şekilde çözülüşü, Kafkasya ve Ruanda'da kaos ve savaşların patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası iyimser cenahta yer alanları düş kırıklığına ve belirsizliğe şevketti. Bu gelişmeler acı veren süprizlerdi ve Soğuk Savaş sonrası siyaseti, sahip olduğu ütopik fikirlerden arındırdı. Söz konusu gelişmeler, Avrupalı devletlerin küresel yönetimde alabilecekleri önemli rolde yetersizliklerini ortaya koydu ve Avrupa'nın entegrasyon arzusunun sönmesine yol açtı; Birleşik Devletler'in, hâlâ dünyadaki gelişmelerde öncü bir rol oynadığını kanıtladı ve Soğuk Savaş sonrası dünyasında düzenin sağlanmasında Amerikan liderliğine ihtiyaç duyulduğunu gösterdi. Bu gelişmeler, Birleşik Devletler'in kendisine yakın hissettiği devletlerle koalisyon kurmayı istediğinde Batı'nın, uluslararası krizlere etkili cevaplar verebileceğini gösterdi.Bu itiraf, Amerika'nın eski etkisini yitirme eğiliminde olduğu yolundaki görüşleri boşa çıkardı ki bu görüşler, 1970'lerin ortalarından beri pek çok uluslararası ilişkiler uzmanınca dillendiriliyordu. Bu durum, barış, demokrasi ve insan haklan adına uluslararası iş birliği ve Birleş-miş Milletler'in müdahalelerinin (Kamboçya, Somali ve Bosna'da) lehine işleyen yeni bir siyasî ortamın var olduğunu ileri süren yeni bir siyasal duyarlılık oluşturdu.XX. Yüzyılın Sonu ve XXI. Yüzyıl KonularıSovyetler Birliği'nin çöküşü ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi, XX. yüzyılın sonunu da belirledi. Bu yüzyıl, I. Dünya Savaşı katliamıyla başlamıştı. Bu yüzyılın temel özellikleri seri üretim, kitlesel eğitim ve kitlesel hareketlilikti. Bu dönem, aynı zamanda, kitlesel savaş ve bir yanda libe-ral-demokratik rejim türleri (Atlantik tipi), ile öte yanda otoriter ya da totaliter rejimler (Kıta Avrupası tipi) arasında dünya çapında yaygınlık gösteren ideolojik gerilim dönemiydi, ki en dikkat çekici olanı Rus-ya'daki Komünizm ve Almanya'daki Nazizm'di (Hobsbawm 1994). Yüzyılın egemen toplumsal oluşumunun bir tür kitle toplumu olacağı konusunda çok az şüphe vardı. Fakat toplumun ekonomik temelinin doğası ve siyasal organizasyon türü hakkında uzun süre devam eden bir sorun yaşandı.XX. yüzyılın son çeyreğinde, kitle toplumunun doğasının bir tür post-endüstriyel oluşum olduğu aşikârdı. Yeni, mikr o elektronik üretim araçları, bu dönemin ekonomik temelini değiştirdi: Bu araçlar eski fabrika sistemini rafa kaldırdı; pek çok fabrika işçilerini yeniden eğitim programlarına katılma, erken emeklilik ya da işsizliği tercih etme arasında seçim yapmaya zorladı; geleneksel işçi sınıfına dayanan fikir ve ideolojilerin temellerini sarstı. Söz konusu araçlar, uluslarüstü tüzel kişiliklerin, uluslararası bilgi işçilerinin ve yeni çokkültürlü siyasal söylemin yükselişini gündeme getirdi. Aynı zamanda, ortaya çıkmakta olan kitle toplumunun, devlet güdümlü ve totaliter olmaktan ziyade toplum temelli ve demokratik olacağı belliydi.2Hem sanayileşmenin hem de totaliteryalizmin saf dışı bırakılmasıyla, eski, aydınlanma dönemi burjuva demokrasisi, 1980'lerin tek galibi olarak ortaya çıktı. Soğuk Savaş sonrası dünyada liberal demokrasi, dünya çapında farklı bölgeleri ve kültürleri birbirine bağlayan tek tutarlı siyasal akım oldu. Siyasal ve toplumsal organizasyonun ilkeleri hakkındaki ideolojik kuram sona erdi (Fukuyama 1992). Batının liberal demokrasisi, sonunda kendi halklarının insani potansiyelini fark etmede ve totaliter rakiplerine göre halklarının enerjilerini ortaya çıkarmada daha etkin olduğunu kanıtladı. Böylece liberal demokrasi, emperyalist monarşiler ve totaliter diktatörlüklerin iki türü karşısındaki hem askerî hem deekonomik rekabette üstünlüğü ispatlayarak sadece bir değil, üç meydan okumadan sağ salim çıkmıştır. Bu bakış açısına göre, bütün bir tarihî mücadelenin sona erdiği ve Fukuyama'nın ileri sürdüğü (1992) liberalizmin zaferciliğinin, çok da etkileyici temelleri olmaksızın ortaya çıkmadığı açığa kavuşmuştur (Buzan 1995, s. 389).ModerniteniB Sonu - Postmodern Kaygılar

Page 190: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Sovyet tarzı komünizmin yıkılması ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi de modern tarihin kapanmasına yol açan etkenlerdendir. Bu çağ, Avrupa'nın XV. yüzyılın sonlarında denizcilik keşifleriyle başlamıştı. Afrika, Amerika ve Asya'nın sömürgeleştirilmesi; Avrupa piyasalarını dış dünyaya, yani Afrika'daki köle ve altınlara, Amerika'daki altın, gümüş ve şekere, Asya'daki baharat, tekstil ve cevherlere bağlayan yeni dünya ekonomisinin büyümesiyle de devam etmiştir (Wolf 1982). Aynı zamanda bu çağ, bölgesel devlet ve modern devlet sisteminin ilk olarak Avrupa ve daha sonra Avrupa ötesindeki bölgelerde ve nihayet, kuvvetler dengesi politikasının ortaya çıkmasıyla desteklenmiştir.Makro-tarihî bir perspektiften bakıldığında, modern tarihin ilk 400 yılı, Batılı devletlerin, gezegenin tamamı üzerindeki hakimiyetlerini güçlendirdikleri bir süreç olarak görülebilir. XX. yüzyıl, Batı'nın kontrolünün azalmaya başladığı bir dönem olarak yorumlanabilir. Söz konusu dönem iki safhada ortaya çıktı. Birinci safha; bu makro-tarihî tasvirde Avrupa iç savaşları olarak ortaya çıkan I. ve II. Dünya Savaşları esnasında gerçekleşti. Bunlar, Avrupa'nın küresel güce hakim olmasını engelleyen kıran kırana savaşlardır. Bu savaşlar, Avrupa'nın ekonomik ve askeri gücünü zayıflattı ve Batı'nın prestijine zarar verdi; Nazi soykırım kamplarının dehşetinden sonra, Avrupa asla üstün bir 'medeniyet standardını' temsil ettiğini iddia edemez oldu. Japonların Ruslara (1905) ve Amerikan ve ingiliz güçlerine (1941/2) karşı kazandığı zaferlerin ardından, beyaz askerler artık mağlup edilemeyeceklerini iddia edemez oldular. Buna ilâve olarak, Avrupa'daki iç savaşlar, Avrupa toplumunun içerde demokratikleşmesini hızlandırdı ve Avrupa dışındaki imparatorluklarına kitlesel hareketlilik, kendi geleceğini belirleme hakkı ve sanayileşme ideallerinin -bu süreçte zayıflamalarına da yol açarak- ulaşmasına yardımcı oldu.İkinci safha, Soğuk Savaş sırasında ortaya çıktı. Bir görüşe göre, bu safha Batı egemenliğinin geri döndürülemez çöküşünü içeriyordu; liberal demokrasinin ve Batı'nın nihayetinde kendi kendini yok etmesineyol açan komünizmle arasındaki epik çatışma belirleyici oldu. Bir başka yaklaşıma göre ise ikinci safha, devletçilik, demokratikleşme ve sanayileşme gibi Batılı toplumsal ideallerin dünya çapındaki zaferiyle sonuçlandı. Toprak bütünlüğüne sahip devlet, XX. yüzyıl dünyasının egemen toplumsal oluşumuydu; demokratik katılım kurumları aracılığıyla devletin vatandaşlarının kitlesel mobilizasyonu, devlet meşruluğunun temel kriteri haline geldi; sanayileşme, devletlerin devamlılığının ve gelişiminin bilinen temeli olarak ortaya çıktı.Batılı fikirler, devletler ve bölgeler arasında farklı şekillerde yaygınlık kazandı. Bu fikirlerin gelişmesi, Afrika'daki çoğu ülkede yavaş ve tereddütlü oldu. Ancak bu idealler, Asya'da sağlam bir şekilde kök saldı -aslında, pek çok Asyalı ülke (Japonya, Güney Kore ve diğer Asya Kaplanları, Hindistan ve Çin) XX. yüzyılın son çeyreğinde sanayi üretiminin ve gücün merkezi olarak ortaya çıktılar. Hepsinden öte, dünya çapında yaygınlaşan ve çokkültürlü bir yapıya sahip sanayi düzeni, Batılı ülkelerin ekonomide ve siyasi ilişkilerde seçkin aktörler oldukları eski dünya düzeninin yerini aldı; Asya giderek önemli bir rol kazanmaya başladı. Söz konusu gelişme, diğer birkaç eğilimle yanyana ortaya çıktı. Örneğin, sermaye ve sanayi ürünleri, yeryüzünde önceki döneme göre büyük ölçekte ve büyük bir etkinlikte dolaşmaya başladı. Ülkeler, 20-30 yıl öncesine göre, artık tükettiklerinin çoğunu yurt dışından ithal eder hale geldiler. Bu hareketler giderek artan şekilde, ulus-devletlerin sınırları ötesinde faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerce kontrol edildi. Ticaretteki, karşılıklı bağımlılıktaki ve uluslarüstü yapıdaki bu gelişmeler, geleneksel anlamdaki kendi kendine yeterliliği ve bağımsızlık fikirlerini ortadan kaldırdı. Aslında bunlar, egemen ulus devletin özünü ortadan kaldırdı ve kimilerine göre, ulus devletin sürekliliğini tehlikeye attı.DÖNÜŞÜME UĞRAYAN ÜÇ PARADİGMASoğuk Savaş'm sonu, uluslararası ilişkiler alanındaki yeni konulan belirledi. Bu gelişme, aynı zamanda, uluslararası ilişkiler konularına yeni yaklaşımların uygulanmasına yol açtı. Uluslararası ilişkiler teorisiyle ilgili kimi değerlendirmeler, tarihsel devamlılıkların önemini vurgulamaktadır (Olson ve Groom 1991; Chanteur 1992; Thompson 1994); diğer değerlendirmeler, sanki zaman ve uzam önem taşımıyormuş gibi, dönemler ve fikirler arasında cıva gibi yerinde

Page 191: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

durmamaktadır (Der De-rian 1995). Bazı yazarlar olayların parçalı ve hareketli doğasına dikkatçekerken (Walker 1993), diğerleri de dünyada olup bitenlerin bütününü ve küresel yönetimin temel öğelerini vurgulamaktadırlar (Rosenau 1995).Eski Soğuk Savaş dünyası, 1990'h yıllar boyunca, uluslararası siyaset öğrencilerinin dikkatlerini yeni sorunlara ve konulara yönlendirerek umulmadık şekilde parçalandı. Daha da ötesi, dünyanın gözlendiği ve anlaşıldığı benzer kavramlar da aşınmıştı. Hangi konuyu ele almalıyız sorusuna, nasıl çalışmalıyız türünden belirsizliği artırıcı bir soru eklendi. Çok sayıda gözlemciye göre, bu sorunlar eski anti pozitivist tartışmaları alevlendirmişti. Uluslararası ilişkileri ele alan geleneksel yaklaşımlar, yeni bir eleştiri engeli oluşturdu. Halliday (1994), Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerine iki önemli tehdit uyarısında bulundu: Bir yanda teorik düşünceden yoksun 'olaylara dayanan' söylemler, diğer yandan, tarihî analizle temeılendirilmemiş kuramlar... Gaddis (1993) daha yoğun, daha tarihsellikle bezenmiş bir yön takip etmelerini vurgulayan uluslararası ilişkiler öğrencilerini, doğa bilimlerinden devşirilen modası geçmiş metodolojik ilkelere bağlandıklarından dolayı gülünç buldu. Connolly (1993) bu konuda aynı görüşü paylaşmaktadır; fakat dünya ilişkileri çalışmasının, Nietzsche ve Wittgenstein'in argümanlarına dayanan bir söylem analiziyle canlandırılmasının gerektiğini ekleyecektir. Daha radikal yazarlar, uluslararası ilişkiler çalışmalarının, semi-otik, soy bilim, psikanaliz, feminizm, metinlerarası ve yapıbozum yaklaşımlarından 'post-pozitivist' görüşler alması gerektiği hususunda ısrarla durmaktadırlar (Smith, Booth ve Zalewski 1996 s. 11 vd.).3Bu bölümde, bu değişikliklerin ve argümanların bazıları ele alınacaktır. Basit bir yoğunlaştırma aracı olarak şu soruyu kullanacaktır: Soğuk Savaş sonrası dönemde üç benzer yaklaşım olan realizm, rasyonalizm ve devrimciliğin akıbeti ne olmuştur?Neo LiberalizmRasyonalist paradigmanın akıbeti kolaylıkla özetlenebilir. Rasyonalist paradigma, iş birliğine dayalı teorilerle biraraya geldi, temellerinden koparıldı ve bir grup ekonomistin oyuncağı oldu.İş birliği teorisi 1980 yılı civarında, iktisat'tan doğdu. 1980'li yılların başlarında, piyasa liberalizmi gibi basit bir ideoloji, Amerika Birleşik Devletleri'ni ve ingiltere'yi kasıp kavurduğunda, pek çok iktisatçı dikkatlerini eski tip piyasa eşitliğinden piyasaların çökmesiyle ilgili yeni teorilere çevirdi. İktisatçılar yeni sorular keşfederek bu sorulara yeni, ge-nellikle tarihi perspektiften yararlanarak ekonomi politik teoriler ürettiler. 'Kurumsal ekonomi' (Buchanan ve Tullock 1962) ve 'yapısalcı ekonomi' (Brennan ve Buchanan 1985) gibi başlıklar altında piyasaların çökmesiyle ortaya çıkan sorunları çözmek için çeşitli iş birliği teorileri geliştirdiler. Söz konusu iktisatçıların çoğu, etkili iş birliğinin ön koşullarının açıklanması bağlamında toplumsal sözleşme teorilerinden destek aldı. Bir taraftan bu tartışmalar, neo-klasik eğilimler tarafından uzun süredir reddedilmiş olan meseleleri iktisatçıların gündemlerine geri getirirken, diğer taraftan da, diğer toplum bilimleriyle bağlar kurdular.Uluslararası ilişkiler alanındaki bilim adamları, bu tür neo-kurumsal tartışmaları çabucak benimseyerek bu tartışmaları şirketler dünyasından devletler dünyasına taşıdılar. Bütün devletler barış isterken nasıl olup da savaşın çıkabildiği türünden eski bir soruya iş birliği teorileri bağlamında yanıt verilebiliyordu: Rasyonel, kendi çıkarını düşünen aktörler birbirleriyle ilişkiye girdiklerinde bazen ikincil hedeflere (sub-optimal) ulaşabiliyorlar ve böylece işe yararlılıklarını en üst düzeye çıkarmada başarısız oluyorlardı. Uluslararası ilişkiler alanındaki bilim adamları tartışmalarını, Douglas North'un ya da James Buchanan'ın Nobel Ûdülü kisvesi altında gerçekleştiriyorlardı. North (1981), bilgi, gözlem ve uygulanmış çözümler sağlayan kurumsal düzenlemeler yaratarak, şirketler ve devletlerarasındaki iş birliği başarısızlıklarını benzer biçimlerde çözüyordu. Robert Keohane (1984) ve Arthur Stein (1990), karşı-laştırılabilir işlevlere sahip uluslararası organizasyonlar kurarak dünya çatışmalarını 'çözüme kavuşturdular'.

Page 192: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Geleneksel piyasa modellerinin gerilemesi ve daha karmaşık, felsefi bağlamda zengin ve tarihsel açıdan bilinçli toplumsal teorilerin yükselişi, toplum bilimleri arasında köprü vazifesi gördü. North (1990, s. 14), İşbirlikçi çözümler üretmek için, cebrî bir devletin baskısının Hobbes yanlısı çözümü haricinde başka hangi koşullar altında gönüllü iş birliği söz konusu olabilir?' sorusunu sorarak piyasa mübadelesinin doğasını ayrıntılı bir şekilde inceledi. Uluslararası ilişkiler alanındaki bilim adamları hemen harekete geçtiler. Bu soru, anarşik toplumlarda rasyonel davranan aktörler hakkında bir soruydu; uluslararası ilişkiler alanındaki realistlerin yaklaşık 300 yılı aşkın bir süredir üzerinde tartıştıkları bir soruydu. Keohane (1984, s. 9) 'Bağımsız ülkeler, hangi koşullar altında, dünya ekonomi politiğinde iş birliği yapabilirler? Özellikle, hegemonya olmaksızın böylesi bir iş birliği söz konusu olabilir mi? Olabilirse nasıl?' diye soruyordu. Keohane'nin, temelde kurumsal ekonomiyeIdayanarak bu sorulara verdiği cevaplar ona ödül kazandıran bir kitap yazdırdı.Neo RealizmNeo liberalizmin evrimi, realist paradigmanın gelişimiyle yakından bağlantılıdır ve realizmin kaderini çok daha ayrıntılı bir şekilde incele-meksizin tam anlamıyla anlaşılamaz.Realist paradigma, uluslararası ilişkilerin savaş sonrası dönemin başlarında önemli bir yere sahipti. Süper güç detente (detente: yumuşama, gevşeme, dinginlik ç.n) çağı olarak adlandırılan 1960'h yıllar boyunca, uluslararası ilişkilerin 'bilardo topu dünya görüşü'yle alay eden ve uluslararası ilişkiler için çok daha uygun bir model olan 'örümcek ağı mo-deli'ni savunan liberal teorisyenlerin artışıyla realizm tartışmaya açıldı (Mitrany 1933, 1966; Burton 1972). 1979'da, detente'm nihaî çöküşünü ifade eden, Sovyetlerin Afganistan'ı işgaliyle birlikte karmaşık karşılıklı bağımlılığı savunanlar, 'ikinci Soğuk Savaş'la dengeleri yitirdiler. Aynı zamanda, Kenneth Waltz, 1980'li yılların en etkin uluslararası ilişkiler metni olan Uluslararası Siyaset Teorisi (Theory of International Politics) isimli eserini 1979'da yayımladı.Waltz, realist analizlerin geleneksel sınırlarını aştı. Aslında, bilinçli olarak ve herkesin gözü önünde iktisatçıların kamplaşma alanına girdi ve şirketlerin mikro-ekonomi teorisi gibi faydalı kavram ve teorilerinden kendi işine yarayanları aldı. Eski düşüncesine geri döndüğünde ise realist inancından hiçbir şey kaybetmemişti. Aksine, realist analiz için daha sağlam toplum-bilimsel temellere sahip olduğunu iddia etti. Böylece sahip olduğu bilgi, gücünü yitirmekte olan realizmi restore etmeye yardımcı olacaktı. Örneğin, devletin davranışını açıklama çabasının, güce odaklanma ve analiz düzeyi sorununun dikkatli bir şekilde uygulanması konusuna dayandığı hususunda ısrarlıydı; zira sadece devletlerarası sistemin özelliklerinin araştırılmasıyla devletlerin davranışının anlaşılabilmesi mümkündü. Aynı zamanda, Waltz, Arch-Realist argümanını da aştı. Bu aşmanın özellikle iki şekli dikkate değerdir. Birincisi, Waltz geleneksel realistlere göre daha 'bilimsel'dir: Devletin tavrını sistematik bir şekilde gözlemlemek suretiyle -devletlerarası etkileşim hakkındaki bir kaç genel kanunun yamsıra- uluslararası sistemin yapısal özellikleri hakkında bir kaç temel aksiyom çıkarma niyetindedir.İkincisi, Waltz bilimsel titizlik konusu üzerinde ısrarla durmasına rağmen, toplum bilim yöntemlerinin temel akımlarını reddetmektedir.J30 I «¦»»—¦ — —. ...T-Bunlar işe yaramamak tadır, çünkü 'bütün' hakkında sonuçlar çıkarmak amacıyla 'parçaları' araştıran doğal bilim yöntemlerinden devşirilmiştir. Bunun aksine, Waltz ise parçaları açıklayacak 'bütün' hakkında bir araştırma yapmak istemektedir. Waltz'm önemle üzerinde durduğu konu, uluslararası siyasette 'bütün'ün (devletlerarası sistem) 'parçaların' (bütünü oluşturan devletler) toplamından daha fazla bir şey olduğu yolundadır. Waltz, farklı devlet adamlarının ve farklı devletlerin düzenli bir şekilde benzer davranışlar sergilediklerini gözlemlemektedir ve devletlerin iç özelliklerinin aslında davranışlarını belirlemediği sonucuna varmaktadır. Devletlerarası davranış, en iyi devletlerarası sistemin yapısal bağlamıyla açıklanabilmektedir. Waltz, 'parçaların' (tek tek devletler) 'bütün' (devletlerarası sistem) tarafından

Page 193: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

belirlenmekte olduğunu iddia etmektedir ve bu belirleyici faktörlerin (bütünün özellikleri olan) tanımlanması için geleneksel toplum bilimlerinin ortaya koyduğu yöntemlerden çok daha uygun yöntemlere ihtiyaç duymaktadır.(Bir devletin kendisine ait tabiî özelliklerin kabul etmekle beraber) uluslararası sistemin yapısını tanımlamak için Waltz, Scylla* indirgemeci-liği /formatlaması ile Charybdis** totolojisi/gitgelleri, ikilemleri arasında bir konumda bulunulmasına imkan verecek (Uluslararası ilişkilerde bir devletin karşılacağı problemleri çözecek hakem ve himaye dar bir meka-nizmaya-böylesi durumları ifade etmek için "between Scylla and Charybdis" ifadesi siyasal literatüre girmiştir -ç.n.) yapısal bir yönteme ihtiyaç duymaktadır. Bu yöntem üç safhayı içermektedir. Birincisi, yazılarını genel bir yapı tanımı bulacağı çalışmalara (ki, özellikle siyaset biliminin dışındaki alanlara) başvurmaktadır: 'Yapı, düzenlemeyi, bir sistemin tertip edilişini ya da parçalarını tanımlamaktadır' (s. 81).Son olarak, uluslararası siyasal yapıları, üç belirgin boyutta nasıl farklılaştıklarına dayanarak tanımlamaktadır. Waltz, 1) Uluslararası siyasal yapıların anarşi ilkesine uygun olarak düzenlendiği; 2) yapıcı unsurlarının işlevsel olarak farklılaşmadığını, fakat 3) bu parçaların göreceli kapasitelerinin güç bağlamında çeşitlilik gösterdiğini söylemektedir. Böylece, Waltz, özellikle Durkheim üzerinde durarak gerçekleştirdiği uzun ve soyut bir tartışmayla uluslararası sistemin, doğasında anarşik olduğu yolundaki eski, bildik realist görüşe varmaktadır. Fakat, Waltz çelişkili bir noktayı ilâve etmektedir: Sistemin yapıcı unsurları işlevsel olarak benzer olduğundan, farklılaşma hakkındaki bütün endişeler 'ortadan kalkmaktadır'. Waltz, devletlerarası ilişkilerle ilgili yapılan bütün analizler devletler tarafından sergilenen farklı işlevleri güvenleYunan mitolojisinde geçen deniz yaratıklarından olan su perisi gemicilerin güvendiği bir su tanrıçası. Charybdis'in bulunduğu bölgenin karşısındaki sığ deniz mağaralarında yaşar. " Yunan mitolojisinde geçen, altı başlı bir deniz canavan şekline de dönüşebilen ve gemicilerin çok korktuğu derin, geniş deniz girdabı.göz ardı edebilecek olduğu sonucuna varmaktadır. Bu durum, uluslararası sistemlerin yapılarının sadece güç dağılımını ilgilendiren üçüncü boyut bağlamında farklılaştığı anlamına gelmektedir. Böylece, Waltz, devletlerin davranışını açıklamak isterken, sahip oldukları iç niteliklere hiç dikkat etmemektedir (s. 99; aynı zamanda, Ruggie 1986, s. 142)!Waltz, realizmin pek çok niteliğini muhafaza etmektedir -örneğin, devlet ilişkilerine odaklanması ve anarşi ve güçle meşguliyeti. Fakat, Waltz, aynı zamanda, realist gelenekten bir kaç açıdan sapmaktadır; 'kanunlar' ve 'teoriler' gibi temel kavramları tartışmaya açarak, köktenci bilim felsefesi konularını gündeme getirmektedir; işe yaramayan doğa bilimi yöntemlerini uluslararası siyaset çalışmalarından çıkarmaya çalışmaktadır; siyasetin geleneksel bilgi alanı dışından görüşler devşirmektedir. Böylesi sapmalar, projenin bilimsel gücünden ve mantığından4 sapan, tezat içeren sonuçlarıyla birlikte yoğun bir tartışma başlattı.Waltz'a, geliştirdiği teorinin statik olduğu yönünde sürekli bir eleştiri yöneltilegelmiştir. Pek çok yapısal teoriler gibi, bu teori de tarihî değişime bir açıklama getirememektedir. Örneğin, bu teori orta çağdan modern siyasete geçişi açıkça ortaya koyamamaktadır. John Ruggie (1986), orta çağ ve modern siyasetin her ikisinin birden uluslararası (ve böylece anarşik) sistemler olarak tanımlanabileceğini vurgulamaktadır. Fakat, bunlar kurumsal çerçevenin iki farklı türüne dayanmaktadırlar. Modern sistem 'egemenlik-sistemi'dir; 'iç' ve 'dış' politik bölgeler/hakimiyet alanları arasında farklılaşan, birbirine nüfuz etmeyen sınırlarla ayrılmış egemen devletlerden oluşmaktadır. Bunun aksine, orta çağ sistemi 'heteronomous' özelliğine sahiptir; hiçbir açık sınır bir bölgeyi (toprak bütünlüğünü) diğerinden ayırmıyordu ve sonuç itibariyle 'iç' ve 'dış' politika arasında hiçbir fark söz konusu değildi. Ruggie'nin üzerinde durduğu husus, iç sisteminin yapıcı birimlerinin belirleyici özelliklerini elemek için Waltz'in çok fazla istekli olduğunu vurgulamaktadır. Bazı uluslararası gelişmeler, sadece tabitatında var olan nitelikler uygun bir şekilde dile getirilebilmektedirler ve orta çağdan modern siyasete geçiş böylesi bir

Page 194: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

gelişmedir. Ve bu sadece herhangi bir olay değil, son bin yılın uluslararası ilişkiler tarihindeki en önemli olayıdır.Waltz'in bu çalışması, yöntembilimsel olarak oldukça teferruatlı ve teorik olarak da zengin bir çalışmadır. Bu çalışmanın toplum-bilimsel klasikler, çağdaş sistem teorileri ve rasyonel aktör modelleri üzerinde temellendirilmesi ve yapısal antropoloji ve dilbilime yakın ilişkisi hemen bir tartışma başlattı. Eserin yayımlanmasının ardından başlayan butartışma, devletler ve güçle ilgili sığ yaklaşımları aştı. Bu çalışma, teorinin inşa edici doğasını; yöntemler ve yöntembilimler arasındaki ilişkiyi, uluslararası ilişkiler ve diğer soyut, bilim felsefesiyle ilişkili konuların çalışmalarına yönelik uygun prosedürel tasarımlar arasındaki ilişkiyi dile getirdi. Waltz'in Uluslararası Siyaset Teorisi isimli bu eseri, 1980'li yıllarda uluslararası ilişkiler teorisinde egemen olan yeni bir yaklaşımı dile getiren en önemli eser olmuştur: 'Neo Realizm'.Waltz'in Teorisi'nin ve bu teorinin neo realist detayları, bu tartışma boyunca nasıl bir seyir izlemiştir? Waltz'in Popper'cı araştırma gündemi, pozitivist yöntemi ve ekonomik teoriye yaklaşımı bölük pörçüktür. Öte yandan, Waltz'in yapısal araştırma programı henüz incelenmemiş-^ tir. Bu, en azından, Barry Buzan, Richard Little ve Charles Jones'un görüşüdür. Buzan (1995b), özellikle Waltz'in 'yapı' kavramını yeniden ele almıştır. Araştırmasını bitirdiğinde ise Waltz'in (ilk temel) önermesini haklı bulmuştur: Uluslararası siyasal sistem, etkileşimi anarşi ilkesine göre düzenlenen egemen devletlerden oluşmaktadır. Fakat Waltz'in, devletlerin işlevsel olarak farksız olduğu ve devletlerin iç özellikleri hakkındaki kaygıların sistem analizinde göz ardı edilebileceği konusundaki (ikinci temel) önermesi konusunda hemfikir değildir.5Buzan, Ruggie (1986) gibi, uluslararası sistemin Waltz'in ileri sürdüğünden çok daha fazla düzeyi olduğunu ileri sürmektedir. Buzan, uluslararası yapıların iki türü arasında bir ayrım yaparak bu görüşü ortaya koymaktadır. Bir tarafta, yüzyıllardır sabit kalan sistemin 'derin yapısı', diğer tarafta ise, birimle- arasındaki kapasitelerin dağılımını temin eden 'dağıtmacı yapısı' vardır. Bu görüş, Buzan'ı Waltz'in, devletlerin göreceli kapasitelerinin, güç miktarları bağlamında çeşitlilik gösterdiği şeklindeki (üçüncü temel) önermesini daha da anlaşılır kılma-va sevk etmektedir. Devletler, Buzan'a göre, birden fazla kapasite türüne sahiptirler; farklı alanlarda farklı türlerde kapasitelere sahiptirler ve bu kapasitelerini farklı durumlarda farklı güç türlerine dönüştürmektedirler. Böylece Buzan, uluslararası ilişkiler analizine 'etkileşim kapasitesi' adıyla yeni bir boyut getirmektedir. Teoride, 'analiz düzeyinde, verili herhangi bir alt sistem içerisinde mümkün olan etkileşim türleri ve yoğunluklarıyla' (Buzan 1995b, s. 204; aynı zamanda, Ruggie 1986) ilgilenmektedir. Uygulamada, çeşitli devletlere 'ulaşım, iletişim ve organizasyon kapasitesi düzeyinde' teknolojinin dahil edilmesi anlamına gelmektedir (Buzan 1995b, s. 204). Teknolojinin uygulamaya dahil oluşu, analizlere yapısal-realist teorinin ışığında teknoloji kaynaklı de-Iğişime olanak tanımaktadır. Bu durum, analizciye, gelişme teorilerinin eşit olmayan oranları (Lenin 1975b; Kennedy 1987) ve güç geçişi teorileri (Organski ve Kugler 1980) gibi yeni teori türlerinden yararlanma imkanı tanımaktadır.Bu kavramsal ayrıntıların somut sonuçları Anarşinin Mantığı (The Logic of Anarchy [Buzan, Little ve Jones 1993]) isimli eserde açıkça ortaya konmuştur. Yazarlar bu eserde, Waltz'in modelini, Ruggie'nin (1986) eleştirisi kapsamında yeniden ele alarak ve modern toplumsal oluşumlar kadar modern öncesini de analiz etmelerine olanak sağlayacak şekilde yeniden gözden geçirmektedirler. Örneğin Richard Little, Yunan şehir devletleri sistemini ve aynı zamanda, Makedonya Impara-torluğu'nu incelemektedir. Little, Roma İmparatorluğu'nun barbar istilâları neticesinde değil, giderek artan farklı iç ekonomik ve toplumsal yapılar neticesinde yıkıldığı iddiasıyla geleneksel tarihçilere meydan okumaktadır.Buzan (v.d.), Waltz'in başlattığı tartışmayı daha da ileriye götürmektedir. Söz konusu yazarlar, bu yaklaşımın, devletlerarası siyaseti tartışmaktan ziyade daha çok ve uluslararası ilişkileri tartıştığı kanaatindey-diler. Bu yazarlar, aynı zamanda, rasyonel aktör modelleri kullanımı konusundaki neo-realist yaklaşım

Page 195: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

tarafından göz ardı edilen önemli realist hususları, devletlerarası ilişkilerin incelenmesine yeniden getirmişlerdir; örneğin, devletlerin dünyadaki gelişmelerdeki en önemli aktörler olmalarına rağmen, devletlerin insan ürünü ve koşullu olduğu yönündeki eski anlayışı ve tarihi yeniden ortaya çıkarmışlardır.6 Böylece, yeniden değişim ve evrim kavramlarını devletlerarası sisteme geri getirmişlerdir. Fakat bunu basitlik pahasına yapmışlardır. Ptolemy'in çok güzel cennet imgelemi üzerinde yuvarlak ve küçük daireler karalayan Rönesans gökbilimcileri gibi Buzan ve diğerleri de, neo realizmin aerodinamik basitliğini darmadağın ettiler.Post RevolüsyonizmDevrimci (revolutionist) paradigma 1980'li yıllar boyunca (Linklater 1990) dönüşüme uğradı ve bu dönüşümlerin hepsi Soğuk Savaş'ın gölgesinde yıkılıp gitti.7 Fakat, içerdiği radikal ruh dinmedi; bu ruh yeni, post-endüstriyel, postmodern şekillerde yeniden ortaya çıktı. Kenneth Waltz, uluslararası ilişkiler teorisine yeni ve radikal yaklaşımların eklenmesinde benzeri görülmemiş önemli bir rol oynadı. Waltz'in neo-realist devrimi, eleştirilmesi çok kolay olan, çok net ve basit bir davranış kuralı üretti ve birgrup post-revolüsyonist radikal için ünlü Prügelknabe* haline geldi. Bu radikallerden biri, Waltz'in uluslararası ilişkiler çalışmasından kuramsal doğa bilimi idealini çıkarmaya çalışmasına rağmen, onun pozitivist bilim felsefesi yaklaşımını benimsediği iddiasını ileri süren Richard Ashley'dir. Ashley, Waltz'm Teori'sinin güçle ve genişlemekte olan toplumsal kontrolle ilgilendiğini ileri sürmektedir:Ortaya çıkan şey, verili düzeni doğal düzen olarak ele alan; politik söylemi genişletmek yerine sınırlandıran; zaman-uzamda çeşitliliğin önemini olumsuzlayan ya da değersizleştiren; bütün uygulamaları kontroldeki bir çıkara tabi kılan; sorumluluktan öte toplumsal bir güç idealine boyun eğen ve böylece siyasal etkileşimi, toplumsal öğrenmeyi gerçekleştiren ve yaratıcı değişimi olanaklı hale getiren bu pratik kapasitelerden mahrum eden pozitivist yapısalcılıktır. Sonuçta, küresel boyutların totaliter projesini sezen, meşrulaştıran ve yönlendiren bir ideoloji ortaya çıkmıştır (Ashley 1986, s. 258).Bunlar birbiriyle çelişen kelimelerdi. Okuyucular sert bir şekilde karşılık verdi. Pek çoğu, Waltz'in teorisini 'totaliter' olarak adlandırarakabsürd buldu.Ashley'in eleştirisini takdir etmek için, Aydınlanmanın Diyalektiği isimli esere değinmek faydalı olacaktır. Bu çalışma Theodor Adorno ve Marx Horkheimer isimli sürgündeki (Los Angeles'da) iki Alman tarafından, 'Nazi terörünün bitmek üzere olduğu 1944 yılında kaleme alındı' (Adorno ve Horkheimer 1979, s. ix). Bu iki yazar modernin, pozitivist bilimin 'totaliter' ve bu totaliterliğin Aydınlanma Çağı kaynaklı olduğunu ileri sürerek esere başlamaktadırlar. Fakat bu sorunun, Aydınlanma projesinin teorik yönelimiyle ilişkili olmadığını eklemekle, acele hareket etmişlerdir. Aksine, bu totaliterlik, Aydınlanmanın uygulanmasında yer almaktadır. Bu iki yazar, eleştirel aklın ilerlemeci uygulaması vasıtasıyla Aydınlanma görüşünün, insanlığı boş inançlardan ve yalnızlaşmadan özgürleştireceğini hatırlatmaktadırlar. Boş inancı gizleme ve miti ortaya çıkarma yönündeki ateşli arzusunda Aydınlanma projesi, insan aklı ve kontrolüne konu olan soyut bir konu olarak doğal dünya görüşünü yarattı. Aydınlanma bilimi, sahip olduğu sayma, tartma ve hesaplama yöntemleriyle insan özgürleşmesinin aracı haline gelecektir. "Şimdiden başlayarak, soruna en azından herhangi bir yönetici yanılsama ya* Şamar oğlanı (ç.n.)da içkin güçler olmaksızın gizli niteliklerce hakim olunacaktır. Aydınlanmaya göre, rekabet ve faydacılık kuralına boyun eğen her ne ise şüphelidir (s. 7). O zaman, en büyük hata, 'dünyanın hesap edilebilirlik plânını' benimseyecek olmasıdır. Aydınlanmacı bilim adamları, 'sayılara in-dirgenemeyecek olmanın bir yanılsama olduğu görüşünü benimsediklerinde doğru yoldan saptılar; modern pozitivizm bunu literatür olarak kabul etti'."Adorno ve Horkheimer, modern bilimin insan aklını mathesis'e -yani, aklın belli bir formuna- indirgediğini ileri sürmektedirler. Bu spesifik form, sanki akılmış gibi şu şekilde sergilenmektedir: Sanki akıl, rasyonel düşüncenin tek geçerli ve meşru formudur; sanki akıl, bütünüyle bir bilimdir. Ashley, Waltz'in projesini

Page 196: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

'totaliter' olarak adlandırdığında mathesis kavramı onun bu suçlamasını destekliyordu.Modern bilimin saldırgan bir engel olarak sunumu post yapısalcı teorinin özünde yatmaktadır. Bu durum, Jim George'nin Uluslararası ilişkilere (Yeniden) Giriş (Re-introduction to International Relations) isimli eserinde açıkça belirtilmektedir. Söz konusu çalışma, "Uluslararası ilişkileri, karmaşık ve dengesiz bir yapı sunan dünyayı, Rönesans sonrası tarihi deneyimin belirli bir şekilde sunumundan devşirilen anlayışın kalıplaşmış ve katı çerçevesine indirgeyen bir söylemde ele almaktadır." (George 1994, s. ix). Rob Walker, benzer şekilde, modern "uluslararası ilişkiler" teorileri vasıtasıyla 'dünya siyaseti' anlayışı olasılığı hakkında şüpheci bir bakış geliştirmeyi amaçlamaktadır" (Walker 1993, s. ix).Ashley, George, Walker ve diğer post-yapısalcılar sadece Ador-no'nun yıkıcı mathesis fikrinden değil, aynı zamanda, sığınmacı olarak taşıdıkları statülerinden de faydalandılar. Adorno gibi, 'bir sürgün dili' (Ashley ve Walker, 1990) kullanmayı önerdiler; huzursuzluk ve hareketin yani sürekli huzursuzluk -ve başkalarını da huzursuz etme- metafizik bakış açısını benimsediler (Said 1996, s. 53). Onun gibi, diğerleri de yapmacık ve anlaşılmaz bir yaklaşımı tercih ettiler.Mathesis ve sürgün, merkez ve kenar kavramları, hepsi birden 'post-yapısalcılık' başlığı altında toplanan devrim sonrası bir dizi uluslararası ilişkiler teorisinin habercisi olmaktadır. 'Post-yapısalcılık' moda bir deyimdir. Bu deyim genellikle eleştirilmeksizin kullanılmakta ve kavramsal belirsizlik taşımaktadır. Fakat post-yapısalcı etkinin köken olarak Kıta Avrupası olduğunu hatırlamakta yardımcı olmaktadır; bu deyimin önemli bir açıklaması yüzyılın dönümünde liberal, Atlantik kıyısındaki ülkelerin gelişmeye duyulan inancın (özellikle, Freud, Saussure ve Ni-OOf 1 -¦-----¦¦— —-------ietzsche'den) Kıta Avrupası muhaliflerinden kaynaklanıyordu.8 Bununla beraber, çağdaş uluslararası ilişkiler analizinde, post-yapısalcı yaklaşımlar temelde kendilerini, varlığını devam ettiren neo realizm ve neo liberalizm yöntem bilimini yoğun bir şekilde eleştirmekle nitelendiren genç Anglo-Amerikan bilim adamlarıyla ilişkilendirdiler.Bazı şüpheciler, post-yapısalcılığın özünde, mevcut toplum bilimler yaklaşımları karşısında herhangi bir yapıcı alternatif oluşturamayan yıkıcı bir proje olduğunu ileri sürmektedirler. Bu doğru değildir. Aslında, post-yapısalcı yaklaşımlar, 1980'lerden beri 'arkeoloji', 'soy bilim' ve 'yapıbozum' gibi uluslararası ilişkilere yapıcı katkılarda bulunmaktadırlar. 'Arkeoloji', bilginin belirli bir 'bölgesini' 'ortaya çıkarmak' ve epistemolojinin temellerine ulaşmak için tasarlanmış analitik bir araçtır. Arkeolojinin amacı, anlamın daha temel tabakalarını ortaya çıkarmak ve bilimsel araştırmalara rehberlik edecek daha derinlerdeki 'iç yasaları' tanımlamaktır. Arkeolojik yaklaşım, deliler, hastalar ve suçlular gibi ku-rumsallaştırümış (ve böylece marjinalleşmiş) grupları erken dönem çalışmalarında ele alan Michel Foucault tarafından kullanılmıştır. Fouca-ult'un Şeylerin Düzeni (1973 [1966]), dünyadaki gelişmelerle ilgilenen öğrenciler üzerinde büyük bir etki yapmış ve öğrencilerin çoğunu uluslararası ilişkiler bilgisinin -şu anki Uluslararası İlişkiler Teorisinin Tarihi (History of International Relations Theory) bu konuda bir örnektir-arkeolojisini yazmak zorunda bırakmıştır.'Soy bilim' ('arkeoloji' gibi), bilgi ve güç arasındaki ilişkiyi araştırmaktadır, fakat arkeoloji, bilgi (ve dil) üzerine eğilirken, soy bilim, güce (ve tekrarlanan pratiklere) vurgu yapmaktadır. Dürüstçe söylenecek olursa 'soy bilim, günümüz gelişmeleri ışığında ortaya konan tarih yazımıdır. Soy bilimsel araştırmalar, 'genel araştırmaların sorgulanmamış değerler ve doğruluk iddiaları üzerindeki eleştirel bir yaklaşımın üstünlüğünü ortaya koymak için, bütün doğruların aslında, geçmiş pratiklerin ürünleri olduklarını göstermekle ele alınmaktadır. Foucault, bu yaklaşımı son birkaç eserinde kullanmıştır. Fakat, diğer pek çok post-yapısalcı yazar gibi, ahlâki kuralları izlemek üzere tarihe ve toplumsal çevrelere -nihayetinde çıplak güç çatışmalarına (Nietzsche 1994)- dönen Nietzsche'den ilham almıştır (Foucault 1984b). Jens Bartelson, Bradley Klein ve James Der Derian, böylesi bir yaklaşımın uluslararası ilişkiler

Page 197: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

çalışmalarında kullanılması konusundaki yapıcı katkıları göstermektedirler. Bartelson, uluslararası ilişkiler tarihinin genellikle modern egemenlik kavramı çerçevesinde ele alındığını ileri sürmektedir. Bartel-son'un Egemenliğin Soy Bilimi (Genealogy of Sovereignty [1995]) isimli eseri, böylesi uluslararası tarihi söylemlerini eleştirmek ve 'bizim siyasal bilgimizin üzerinde durulmayan temellerini' (s. 4) açığa çıkarmak için Foucault'nun geç dönem eserlerine dayanmaktadır. Klein da Fouca-ult'dan destek almaktadır. Klein, Stratejik Çalışmalar ve Dünya Düzeni (Strategic Studies and World Order [1944]) isimli eserinde stratejik çalışmalardaki ('engelleme', 'kuvvetler dengesi' 'ittifaklar'... gibi) anahtar kavramların anlamlarını somut siyasal çevrelerde bulduğunu ve çağdaş siyasal yaşamı devam ettirmek için (s. 10) anlamı değiştirdiğini ileri sürmektedir. David Campbell, Güvenliği Yazmak (Writing Security [1992]) isimli eserinde, Birleşik Devletler'i incelemek ve Soğuk Savaş sonrası politikaları savunmak için benzer argümanlardan yararlanmaktadır. Der Derian, Diplomasi Üzerine (On Diplomacy [1987]) isimli eserinde Ni-etzche'den ilham almakta ve tarihçilerin, geçmişin diplomatik ilişkilerini kendi (modern) tecrübeleri ışığında yorumlama eğilimi gösterdiklerini ileri sürmektedir. Sonuç olarak, diplomasi tarihini tarihçiler, rasyonel müzakerenin gelişimci bir evrimi ve akıl ile mantıklı etkileşiminin basit bir gelişimi olarak hatalı bir şekilde yapılandırdılar. Der Derian, açıkça alternatif bir tarih yazmayı önermektedir; 'diplomasiyi' 'müzakere sanatı' (Nicolson 1954, s. 2) olarak değil; fakat 'bir sistemde etkileşim halindeki devletlerde örgütlenen yabancılaşmış insanların anlaşması' (Der Derian 1987, s. 42) olarak Nietzsheci güç kavramları bağlamında kavramsallaştırılan bir tarih yaklaşımıyla ele almaktadır.9 Ortaya çıkan sonuç, çok farklı diplomatik tarih olduğu yönündedir; aslında, devletlerarası ilişkilerin daha geleneksel tarihçilerini yanlış yöne sevketmiş kavramsal yanılsamaları açığa çıkarmaya çalışan farklı birkaç tarihtir (Der Derian 1995, s. 380 vd.).'Yapıbozum', post-yapısalcılıktan sonra gündeme gelen üçüncü yaklaşımdır. Bu kavram da sorgulanmamış gerçeklik iddialarını ortaya koymaktadır. Ancak yapıbozum, anlamın daha derin katmanlarına dalma-maktadır; bu kavram 'yüzeylerde dolaşmaktadır'. Gerçeklik iddialarının tarih tarafından nasıl belirlendiğini göstermek yerine, iç çelişkilerini ortaya koyarak değer yüklü doğayı kanıtlama teşebbüsündedir. Yapıbozum, Jacques Derrida tarafından 1960'larda, edebiyat eleştirisi olarak geliştirilmişti. Derrida'ya göre, Batı düşüncesi anahtar kavramlarım tanım çiftlerine dayandırmaktadır; doğru/yanlış, nesne/özne, değer/gerçek, akıl/beden, yapı/içerik, teori/pratik, özgü/evrensel, kendi/diğeri... Bu çift kavramlar genellikle tarafsız tanımlamalar olarak sunulur-ken, Derrida aslında bu kavramların hiyerarşik olarak düzenlendiklerini gözlemlemektedir; bu terimlerden biri üstün (ya da imtiyazlı) ve diğeri ise aşağılık (ya da ertelenmiş)'tır. 1980'li yıllar boyunca, yapıbozum aniden, uluslararası ilişkiler kavramlarının sık sık savaş/barış, dost/düşman, düzen/anarşi, idealizm/realizm, yerli/yabancı, merkez/çevre tanım çiftleri halinde kullanıldığını ve böylece yapıbozumcu teknikler için kolay hedef olduklarını vurgulayan genç uluslararası ilişkiler bilim adamlarının dikkatini çekti. Yapıbozum, imtiyaz hiyerarşisini destekleyen kriterleri (ve bunların ideolojik doğasını) ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Yapıbozum, sadece akim var olduğu iddiasının yapıldığı yerde gücü ortaya koymaya çalışmaktadır. Sınırda Yaşamak (Living on Border Lines [1989]) isimli makalesinde Richard Ashley, Kenneth Waltz'in insan, Devlet ve Savaş (Man, State and War [1959]) isimli eserinin alt yapısını oluşturan insan/savaş dikotomisini altüst etmek için Derrida'nın tekniklerine müraacat etmektedir. R. B. J. Walker, Îçeride/Dışanda (Inside/Outside [1993]) isimli eserinde, 'bir zamanlar nasıl karşılıklı olarak yapıcı ve daima birbirlerini ortadan kaldırma sürecinde olduklarını göstererek zıt kategorilerin dengesini bozmak' (Walker 1993, s. 25) için Nietzsche, Foucault, ve Derrida'dan faydalanmaktadır. Cynthia Weber (1995), Egemenliğin Taklit Edilmesi (Simulating Sovereignty [1995]) isimli eserinde, modern uluslararası ilişkiler teorisinin merkezinde tar-tışılmaksızın durduğunu iddia ettiği kavramsal egemenlik/müdahale çiftini açıklamak amacıyla Baudrillard'dan faydalanmaktadır.

Page 198: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Post-yapısalcı yazarlar, Adorno ve Horkhemier'in modern bilimi baskıcı mathesis* olarak görmeleriyle aynı görüşü paylaşmaktadırlar. Baskı mekanizması olarak niteledikleri terimler, bir yazardan diğerine değişiklik gösterebilmektedir; Foucault (1973, s. 71 vd.) mathesis terimini kullanmaktadır; fakat Lyotard 'meta-anlatıları' kullanırken, Derrida 'lo-gomerkezcilik' (logocentrism) demir kafesine atıfta bulunmaktadır. Fakat bu isimlendirme çeşitlemelerinin altında sabit, birleştirici bir düşünce vardır: Modern bilim söylemi, katılımcılarına, baskıcı kavramalarından sakınmanın elzem olduğu dar bakışlı, seçkinci ve hoşgörüsüz tasarımını zorla kabul ettirmektedir. Bu kavram, post-yapısalcılığm indirgenemez özünü teşkil etmektedir. Sahip olduğu dilbilimsel jargondan arınan post-yapısalcılık, dilin toplumsal gerçekliğin yapıcı bir unsuru olduğu aksiyomuna dayanmaktadır. Bu argümana göre, insanoğlu dünya-* Öğrenme, özellikle matematikte zihin disiplini (ç.n.)yi dil vasıtasıyla kavrayabildiğinden dil, dünya hakkındaki araştırmalarda merkezî bir yer edinmelidir.Bu görüş ışığında, post-yapısalcılığın uluslararası ilişkilere yaklaşımlarının temelde uluslararası aktörlerden, etkileşimlerden ve yapılardan aktörlerin ve etkileşimlerin anlaşıldığı kavramlara doğru bir bakış değişikliği içerdiğini görmek kolaydır. Bu yaklaşım, dikkatleri dünyadan, dünyanın inşa edildiği araçlara sahip tutarsız yapılara ve bu yapıların/inşaların kendi kendilerini yapılandırdıkları toplum-dilbilimsel süreçlere doğru çevirmektedir.Niçin bu kadar çok eleştirinin birbiri peşisıra post-yapısal analizi bi-limdışı ya da ilişkisiz olarak bir kenara ittiğini anlamak kolaydır: Çünkü kullanıcılarının deneysel gerçekliğe değinmelerini istememektedir. Post-yapısalcılık yöntemleri, bazı bilim adamlarını yeni argümanları katı, deneysel temeller üzerine kurmaya yönlendirmiştir (Foucalut 1973; der Derian 1987). Fakat diğerlerinin de, çoğulcu yorumlarında ve yapıcı unsur taşıyan kendi kendine referansın ayrıntılı konumunda kaybolan, mevcut metinlerin marjinlerinde parazit olarak çekingen bir şekilde varlıklarını devama olanak tanımıştır.Paradigmaların KaderiUluslararası ilişkiler araştırmalarının bu üç temel paradigması, 1990'larda karışık ve muğlak bir hâl aldı. Üç tabak pudingin buzdolabından çıkarılıp sıcak, sabunlu bir suya bırakılması gibi, bu paradigmalar da Soğuk Savaş sonrası gerçeklikleriyle karşılaştıklarında anlamlarını yitirdiler. Eriyip birbirlerine doğru yayıldılar. Bu arada diğer yaklaşımlarla karıştılar.Devrimcilik tamamiyle ortadan kalktı. Genç analizciler XIX. yüzyıl evrimcilik söylemini moda dışı ve tarihi teleolojisini basit buldular. Bununla beraber, devrimci yaklaşımda belli bir ifade bulan radikal yaklaşımlar diğer, daha uygun post-modern yaklaşımlarda -bunlar arasında çevre bilimcilik ve yapıcılık en önemli olanlarıdır- varlıklarını devam ettirdiler.Realizm de kendisini farklı bir şekilde ifade etmektedir. Soğuk Savaş sonrasında, artık realizmin devlet merkezli analizlere dayanarak belirsiz bir şekilde tanımlanmasına olanak tanınmamaktadır. Realizm, anarşi ve analiz düzeyi sorunlarıyla ilişkilendirilmeyi tercih etmektedir. Anarşi konusuna yapılan vurgu, eski realist bir olgudur (çünkü 'devletlerarasında olduğu gibi insanlar arasında da anarşi ya da yönetim boşluğu şid-detin ortaya çıkışıyla ilişkilidir' (Waltz 1979, s. 102). Fakat, ekonomik modeller vasıtasıyla anarşik durumu ortaya çıkarma yönündeki çabalar, realist analizi liberal bir yöne, bazı durumlarda ise liberal kampın tam ortasına sürükledi. Çünkü anarşi, Onuf (1989, s. 18)'un ifade ettiği gibi, 'mantıksal aşırılığa yönelmiş liberalizm' olabilir. Bu sonuç, realizm ve rasyonalizm arasındaki eski, derli toplu ayrımı ortadan kaldırmıştır. Ortaya çıkan karışıklık, rasyonalistlerin üst düzey iş birliği teorisinden ve kurumsal ekonomiden ithal etmesiyle artmıştır. Bu ithal vasıtasıyla rasyonalizm de, anarşinin uluslararası sistemde ayırt edici bir koşul olduğu yolundaki eski realist iddiasını bilinçli olarak canlandırmıştır. Yüzyılın sonunda, iki eski rakip paradigmanın temsilcileri, böylece iktisatçıların sahasında bir araya geldi. Her ikisi de anarşi problemini araştırdı ve bunu ortak faydacı ve rasyonalist yollarla gerçekleştirdiler.YENİ SORUNLAR, YENİ PROJELER, YENİ PARADİGMALAR

Page 199: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

1980'li yılların sonu ile 1990'lı yılların başında uluslararası ilişkiler öğrencileri, bir dizi yeni sorun gündeme getirdiler (Smith, Booth ve Za-lewski 1996) ve yeni projelerin ortaya çıkmasına katkı sağladılar. Bunlardan herhangi biri yeni paradigmaların ortaya çıkmasına yol açtı mı? Bu sorun, Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkiler çalışmalarında en ihtilaflı konulardan birini dile getirmekle ortaya konabilir: Kolektif kimliklerin kökenleri -ulus, devlet, federasyon, etnik, kabile, (toplumsal) cinsiyet, sınıf, kültür, medeniyet... Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerdeki ortak iddia, kolektif bütünlüklerin iletişim eylemleri vasıtasıyla yapılandırıldığı şeklindedir. Sonradan bu iddiaya birkaç bilimsel tutum değiştirme eşlik etmiştir. Bunlardan biri, nesnelerden çıkıp anlamlara doğru giden analitik bir odaktaki harekettir. Böylece, pek çok uluslararası ilişkiler öğrencisi, artık devletlerle ve devletlerin etkileşimiyle ilgilenmemektedir; bunun yerine, 'devletin' anlamını keşfetmektedirler. Bu öğrenciler, 'devlet' ve 'devletçilik' kavramlarının nasıl yapılandırü-makta olduğunu ve 'devlet etkileşimi'nin gözlemlenebilmesi ve tanımlanabilmesi için söylemleri neyin belirlediğini sorgulamaktadırlar. Bu yeni tartışmalar, devletleri ve devletlerarası yapıları (ya da modelleri) gündeme getirmemektedir; bu tartışmalar, 'devletler', 'yapılar' ve 'modeller' gibi anahtar kavramların yapılandırılmasmdaki yolları keşfetmektedirler. Nesnelerden anlamlara doğru gerçekleşen bu değişim, bu disiplinin ... -'güç', 'güvenlik', 'egemenlik', 'diplomasi' gibi- temel kavramlarıyla yeni-lenen ilgi alanlarını ifade etmektedir. Aynı zamanda, uluslararası ilişkilere dair normatif yaklaşımlarda (C. Brown 1992) ve gerek yatay ilişkiler olsun (örneğin farklı etnik gruplar), gerek dikey ilişkiler olsun (farklı düzeydeki kimlikler arasında; bölge ve ulus, ulus ve teritoryal devlet, devlet ve dünya toplumu gibi...) kolektif kimliklerin karşılıklı ilişkileri oldukça belirgindir.Dikkate değer bir yeniden canlanış, kolektif 'biz'in inşasına kolektif 'diğerleri'nin inşasının eşlik edildiğine dair eski düşünceyle bağlantılıdır. Bu tartışma, uzun süredir antropologlarca ve Kıta Avrupası siyaset düşünürlerince (Schmitt 1932; Todorov 1989) ortaya konmuştu. Konu, daha yakın zamanlarda, 'modern baskı üzerinde alternatif bir yaklaşımı' (Nandy 1987, s. xv) tanımlamak için, Batılı tavırların Doğu (Said 1979; MacKenzie 1995) karşısındaki davranışlarını ortaya çıkaran Batı kökenli olmayan bilim adamlarınca tartışılmıştır. Soğuk Savaş'ın sonuna doğru bu fikir, aynı zamanda, sayelerinde uluslararası ilişkiler çalışmalarında önemli bir etkiye sahip olduğu Batılı bilim adamları arasında yeniden gündeme geldi. Uluslar ve devletler, giderek artan bir şekilde, aralarındaki etkileşimin, 'Biz' ve 'Diğerleri' arasındaki (I. Neumann 1996) karşılıklı yapılandırılmış ilişkiler gibi incelenebileceği inşa edilmiş kimlikler olarak görüldü.Bu yapıcı yaklaşımın gelişmesi, başka bir tutum değişikliğiyle beraber gerçekleşmiştir: Yani 'Uluslararası llişkiler'in geleneksel öğretim sınırlarının giderek fark edilmesi. Giderek daha çok sayıda bilim adamı, dünya siyaseti öğreniminin, Westphalia Anlaşması'ndan bu yana Avrupalı devletlerarasındaki etkileşimin büyük ölçüde dar görüşlü bir incelenmeye tabi tutulduğu gerçeğini fark ettiler. Bu bilim adamları, eski ilgi alanının hikmetinden şüphe duymaya başladılar ve Westpha-liacı devlet sistemi hakkındaki çalışmalardan devşirilen genellemelerin, içinde yer aldığımız eşitlik arzeden, çok kültürlü dünyamızda anlamlı olup olamayacağını merak ettiler (Bozeman 1960). Burucerdi (1996), çağdaş İran'ı derinlemesine ele alan vaka incelenmesinde Islâ-mî entelijansiyanın, İslâm'ı Batı karşısında kuvvetlendirmek için nasıl Nietzsche, Mannheim, Popper, Heidegger ve diğer düşünürleri tartıştığını ortaya koymaktadır. Bir makro tarihi analizde, Ferguson ve Mansbach (1996), uluslararası ilişkilerin sınırlarını uzam ve zamana yaymışlardır. Bu iki yazar, (Batı'nın dışındaki) yeni bölgeleri bu sınırlara dahil etmişler, (1648'den önceki) dönemleri göz ardı etmiş ve bu alana önemli bir kültürler arası boyut katmışlardır. Bu bakış açılarınıyaygınlaştırarak, bu yazarlar açıkça uluslararası ilişkilerin geleneksel analizinin dar görüşlü doğasını aşmışlardır. Teritoryal devletin nasıl bir aktör olduğunu göstermekte ve bunun Batılı kökenlerini ortaya koymaktadırlar. Aynı zamanda, 'milli birlik' ve 'devlet egemenliği' gibi temel kavramların profesyonel literatürde nasıl mübalâğa edildiğini göstermektedirler.

Page 200: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Bunlar gibi tutum değiştirmeler, yeni paradigmaların üretilmesi yerine, Soğuk Savaş sonrası teori tartışmalarının büyük ölçüde paradigma kavramlarıyla değiştirildiğini belirtmektedirler. Kolektif kimliklerin kökenleri ve doğası hakkındaki bu tartışma, uluslararası ilişkiler öğretiminin 1990'h yıllarda böylesine kuşatıcı kalıplardan kurtulduğunu ve bunun yerine ontolojinin ve epistemolojinin temel konularına yakınlaştığını iddia etmektedir. Bu tartışma, yapıcı dönüşümün dünyadaki gelişmeler hakkındaki çalışmaları etkilediğini de ifade etmektedir. Yapıcılık, sadece bir teori değil; bir teoriler bütünüdür. Ve bazı karakteristik benzerliklerini paylaşan pek çok üyeye sahiptir. Bunların en merkezî olanı, dünya siyasetinin toplumsal olarak nasıl yapılandırıldığı hakkındaki ortak endişedir.Birincisi, yapıcılığı, uluslararası ilişkiler öğrenimiyle ilgili diğer yaklaşımlar arasına yerleştirmek için şu iki soruyla başlamak faydalı olacaktır: İlk olarak, devletlerin ya da uluslararası yapıların öğrenim için en uygun ilgi merkezi olup olmadığı sorulmalıdır; ikinci olarak, uluslararası sistemin doğası gereği maddi ya da toplumsal olup olmadığı sorulmalıdır (Wendt ve Friedheim 1996, s. 244). Yapıcılar, uluslararası ilişkileri öğrenim için en uygun ilgi merkezi ve uluslararası sistemi doğadaki en büyük topluluk olarak görme eğilimindedirler. Böylece, yapıcılar kendilerini, (devletler ve devletlerin toplumsal etkileşimi üzerindeki ilgi merkezi oluşturma eğilimleri olan) (neo)liberallerden, (devletleri ve devletlerin maddi kapasitelerine odaklanma eğilimi gösteren) (neo)re-alistlerden ve (uluslararası yapıları inceleme eğilimi sergileyen, fakat kendilerini maddi terimlerle ifade eden) eski moda radikallerden ayırmaktadırlar.10İkincisi, yapıcı bütünlük içerisindeki farklılıkları göstermek için iki zıt ontolojik tutum arasında ayrım yapmak işe yaramaktadır; bu iki tutumdan biri 'görecelilik/rölativist' diğeri de 'deneycilik' olarak adlandırılabilir. Rölativistler, insan aklının nüfuz edebileceği bir dış gerçekliği ele almamaktadırlar. Bu yüzden, ortaya koydukları argüman, bilginin tek kaynağı olarak insan akıl ve düşüncesine dayanmaktadır. Foucault, ra-dikal bir bakış açısının etkilerini göstermektedir. Foucault, bilişsel olarak nüfuz edilebilir bir dünya kavramını reddetmekle, aynı zamanda, gerçek dünyadaki olup biten olayları gözleme ve tanımlama ümidini de ele almamaktadır. Foucault, dünyadaki gelişmelerde örnekler ve düzen arayan sosyal bilimcilere vakit kaybettiklerini ve onlara dünyanın ne düzenli ne de düzensiz; aksine göründüğü gibi olduğunu söyleyecektir. Foucault, bu bilim adamlarına, bakış açılarını dünyadan insanın dünyayı algılamasına çevirmelerini tavsiye edecektir. Gözlemcileri gözlemlemelerini ve yorumcuları yorumlamalarını söyleyecektir... Çünkü itme dürtüklemeye dönüştüğünde bir toplum bilimcinin araştırabileceği şeyler, insanoğlunun dünyaya empoze ettiği çeşitli 'retorik temsiller'dir. Foucault'nun konumunun ılımlı ve tam anlamıyla sıradan bir yorumu, bir bilim adamının herşeyi söyleyemeyeceğini; çünkü her iddia sessiz kalınan (ve bunlardan pek çoğu önemli olabilir) diğer olası birkaç iddianın var olduğunu öne sürer. Fakat aynı zamanda, daha radikal anlam çıkarma da söz konusudur; pek çok insanlık sonrası (post-men) yaklaşımı destekleyen bir anlam çıkarma ve nihilizmle aşık atan bir yaklaşım; çünkü bu bütün rölativist durumlara kulak veren kendi kendini yenilgiye uğratan etkiyle engellenmektedir: Bir dış gerçekliğin temel fikri ele alınmazsa, teori toplumsal ve dilbilimsel yapıcılığa indirgenirse, o zaman, (post-yapısalcılar da dahil olmak üzere) bilimsel argümanı herhangi bir kişinin ortaya koyduğu argümanlara tercih etmenin anlamı kalmaz. Şayet birisinin bu şekilde davranmasına izin verilirse bir başkası da öyle davranır. Şayet rölativizm sürekli uygulanırsa, geleneksel bilimi öldürmekle kalmaz, aynı zamanda, kendi temellerini de yok eder.Yapıcı ailenin deneyci üyeleri bu paradoksdan kaçınmaktadırlar. Deneyciler, dış dünyanın varolduğu ve onun bilişsel olarak yaklaşılabilirli-ği fikrini kabul etmektedirler. Aynı zamanda insanların (aktörlerin), içinde yer aldıkları toplumsal dünyayı inşa ettiklerini benimsemektedirler. Deneyciler, yapıları toplum çalışmaları için en uygun ilgi alanı olarak görmektedirler; fakat bunu öncelik olarak görmeyi sevmezler. Deneyciler, önceliği ne özneye (aktör/insan) ne de nesneye ('toplum', toplumsal kurumlar ya da yapılar) vermektedirler. Her bir kurumun diğe-rince yinelenen pratiklerle yapılandırıldığını ileri

Page 201: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

sürmektedirler. Yapılan işler, gerçekleştirilen eylemler ve söylenilen kelimeler aracılığıyla insanlar içinde yer aldıkları toplumu inşa ederler. Ve daha sonra, kendileri bu yapı tarafından inşa edilirler. Bu fikrin temelinde, insan doğası hakkında temel bir varsayım yatmaktadır: İnsanlar aktif, toplumsal veyaratıcı varlıklardır. Onuf (1989, s. 36) Wittgenstein'i tasdik ederek, 'İlk başta eylem/fiil vardı' diye yazmaktadır. Onuf a göre, öznelerin (aktör), dünyadaki nesnelerle onların sahip oldukları anlamların temeline dayalı ilişki halindedirler. Böylece, devletler birbirleriyle anlamların temelinde (neo-realistlerin bizi inandırmaya çalıştıkları gibi gücün dağılımıyla değil) ilişki halindedirler. Devletler, düşmanlarını dostlarından kolaylıkla ayırmaktadırlar; çünkü (düşmanları daha kuvvetli, dostları daha zayıf olduğu için değil) düşmanlarını tehdit edici, dostlarını ise iş birliğine yatkın olarak görmektedirler. Böylece Wendt (1995, s. 73), 'Birleşik Devletler için beş yüz ingiliz nükleer silahı, Kuzey Kore'nin beş silahına göre daha az tehdit edicidir' demektedir. Wendt, aktörlerin tekrarlanan pratiklerde yer almaları vasıtasıyla kimliklerini elde ettiklerini iddia etmeye devam etmektedir; örneğin, kendi 'benlerinin' (ve 'diğerleri' hakkındaki beklentileri) göreceli olarak istikrarlı, belirli rollere göre anlaşılması. Ruggie (1993a, s. 14 vd.), yinelenen pratiklerin katılımcı aktörler arasındaki kolektif anlamayı artırdığını; etkileşimi düzenleyen, normlar, kurallar ve hatta yasalar için dayanak sağlayan karşılıklı ilişki örneklerini yapılandırdıklarını ileri sürmektedir.Yapıcılar, büyük bir bütünlük/aile oluşturmaktadırlar. Bu bütünün rölativist üyeleriyle deneyci üyeleri arasında da büyük bir mesafe vardır. Aşırı konumlar ve 1980'li yıllardan beri uluslararası ilişkiler öğrenimini etkileyen farklı iddialar arasındaki pek çok farklı argüman için boş bir yer vardır. Örneğin, Ruggie'nin, Waltz'in Teori isimli eserine yönelttiği eleştiri, deneyci-yapıcı bir öze sahiptir. Ruggie (1986, 1993b), uluslararası yaşamın yüzyıllardır kendi kendine yeten anarşik bir sistem olarak işlediği iddiasını reddetmektedir; bunun yerine, uluslararası sistemin normlar, kurallar ve 'mübadele anlayışları' yasalarına göre işlediğini ve bunların tekrarlanan pratiklerle (yeniden) yapılandığını ileri sürmektedir. Benzer bir mantık, Kratochwil'in çalışmalarının özünde de yer almaktadır. Uluslararası sistemin gerçekçi imgesine, yapıcı alternatifle birlikte karşılık vermektedir: Edimlerin tekrarlanmasıyla oluşmuş normlar ve kuralların birleşmesi. Onun, uluslararası yasa bilgisiyle desteklenmiş bu yapıcı dayanak noktası Kratochwil'e (1989) neo-realist (ve neo-liberal) analizin odağında yatan, uluslararası politikanın normsuz bir anarşi imgesi olduğu düşüncesinin güçlü bir şekilde reddini sağlamaktadır.Yapıcılar, genelde basit bir temel iddiaya sahiptirler; yani kavramsal-laştırma, gözleme önceldir; deneysel gerçekliklerin anlamı, onları çevre-leyen kavramlara bağlıdır. Yapıcı bütünlük dahilindeki geniş sayıdaki üyeleri, yapıcıların temel konusu hakkında çok çeşitli varyasyonlara olanak tanımaktadır. Rölativist alana doğru gidildiğinde, karşımıza Wittgenstein ve Foucault'dan yararlanan Nicholas Onuf (1989) çıkmaktadır. Deneysel üyeler arasında, Alexander Wendt bulunmaktadır. Wendt, Rorty gibi Amerikalı pragmatiklerden ve Giddens, Berger ve Luckann gibi Avrupalı sosyologlardan yararlanmakta ve ayrıca, (böylesi büyük bir bütünlüğün toplantısına sık sık davetsiz misafir olarak giren Robert Keohane gibi) Birleşik Devletler rejim teorisyenleriyle ve ye-ni-kurumsalcılarla (neo-institutionalist) görüş alış verişinde bulunmaktadır. Bu düşünürlerin hepsi, uluslararası siyaset yapılarının toplumsal etkileşimin sonuçları oldukları; devletlerin statik özneler değil, dinamik aktörler oldukları; devlet kimliklerinin verilmediği fakat karmaşık, tarihsel, üstüste gelen (sık sık çatışan) uygulamalar vasıtasıyla (yeniden) yapılandığı ve böylece geçici, istikrarsız, sürekli değişen; iç politika ve uluslararası ilişkiler arasındaki farkın önemsizleştiği konusunda hemfikirdirler (Biersteker ve Weber 1996).SONUÇHatırlanabileceği gibi, Kaptan Lemuel Gulliver, rotadan sapan çürük gemileri idare etme kabiliyetine sahipti. Bir keresinde, Avrupa'dan ayrılmış ve minicik insanların yaşadığı ve Gulliver'in onlarla karşılaştırıldığında bir dev gibi göründüğü Lilliput ülkesinde karaya oturmuştu. Burada İmparatora savaş ve barış hakkında tavsiyelerde bulundu; güç ve makro-stratejiye kuş bakışı perspektifiyle

Page 202: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Lilliput'taki ilişkileri gözlemledi (Swift 1992, s. 42 vd.). Bir başka seferinde, Gulliver, Kuzey Amerika kıyılarında karaya oturdu ve Brobdingnag'da karaya çıktı. Buranın da insanları o kadar devasa yaratıklardı ki kendisini ezeceklerinden korktu; toplumu gözlemlerken siyasal sorunları 'sağ duyuya ve akla' indirgemeye doğru eğilim içerisindeki bireyler üzerinde durdu...' (s. 143). Üçüncü bir olayda, Gulliver'in gemisi, ciddi şekilde yıkıma uğramış bir ülkenin bulunduğu bir yerde karaya oturur. Bir tarafta 'kurnaz, kötü niyetli, hain ve intikam duygularıyla kaplı' Yahoo'lar, diğer tarafta 'bütün meziyetlere sahip' Houyhnhnm'lar bulunuyordu...' (s. 284, 285).Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkiler teorisi dersiyle ilk defa karşılaşan öğrenciler, zamanla kavramsal bölünmelerle kesişen çok kültürlü bir toplumu oluşturmak için biraraya getirilmiş Gulliver tarafındanziyaret edilen bütün egzotik medeniyetlerden temsilcilerin yer aldığı bir sahaya girip girmediklerini merak edebilirler. Bazı bilim adamları, birbiriyle mücadele halindeki bu eski üç paradigmanın biriyle arasındaki ilişkiyi tanımlamaktadırlar. Diğerleri, dünyadaki gelişmeler üzerinde bir dizi sınırlayıcı epistemolojik ve ontolojik varsayımları empoze ettiğini ileri sürerek paradigma yaklaşımım kaldırıp atmışlardır (S. Smith 1992,s. 492).Fakat Gulliver, aynı zamanda, Laputa, Balnibari, Luggnagg ve Glubb-dubdrib yoluyla seyahat ettiği bir rotada dördüncü bir yolculuğa da çıkmıştı. Soğuk Savaş sonrası tartışmalar ışığında okunan bir geziyi anlattığında, bu tartışmalar onun talih(siz)liklerinin en ilginci olarak görülmektedir. Çünkü bunlar, Gulliver'in bilim ve felsefenin temel konuları üzerinde isteyerek yaptığı sohbetleri esnasında yapılan yolculuklardır. Hıyardan/Salatalıktan güneş ışığını çıkarmak için yıllardır uğraşan bir bilim adamından bahsetmektedir. Gulliver, insan dışkısını orijinal gıdaya dönüştürmeye çalışan bir başka bilim adamından bahsetmektedir. Bir üçüncü bilim adamı ise, çatısı aşağıya gelecek şekilde evler inşa etmeye uğraşan biridir. Kör olarak doğan dördüncü bir bilim adamı ise, sertlik ve kokusu vasıtasıyla boyaları ayrıştırabilmeyi öğretmiş olduğu bir kaç çırağa uzun süre boyacılar için renkleri karıştırma sanatında dersler vermektedir. Onun bu tekniğinin bazı kusurları vardır. Gulliver öğrencilerin derslerinde mükemmel olmadıkları ve profesörün kendisinin genelde hata yaptığını - 'bütün mesleğindeki diğer kişilerce cesaretlendirilmesi ve saygı duyulmasına rağmen-' söylemektedir (Swift 1992, s. 192).Uluslararası ilişkilerin bu yeni tartışma sahası ilk bakışta kafa karıştırıcı ve parçalı olarak gözükebilir. Bazı bilim adamlan, uluslararası sistemin uluslararası ilişkiler için en uygun odak olduğu iddiasındadırlar; diğer bir kısım bilim adamı ise bireysel aktörler üzerinde durmaktadırlar. Bazıları maddi çeşitlilik, bazıları da toplumsal dinamikler üzerinde durmaktadırlar. Bununla beraber, bölücü bir alanın argümanlar vasıtasıyla alevlendiği görülmektedir ve XX. yüzyılın sonlarında uluslararası ilişkiler toplumunu iki kampa ayırmaktadır: Bir yanda, 'bilim adamları' ve diğer yanda 'hümanistler'. Bilim adamlan, insanoğlunun kayalar, ağaçlar, yıldızlar ve doğadaki diğer nesneler gibi gözlemlenebileceğim, hesap edilebileceğini ve ölçülebileceğini ileri sürmektedirler. Hümanistler ise insanoğlunun eylemlerinin böylesi geleneksel bilimsel yaklaşımlar için sınanabilir olmadığını söylemektedirler. Bu tartışmadaki görüşlerin kökeni eskiye dayanmaktadır. Fransız tarihçisi Hippolyte Taine,XIX. yüzyılın ortalarında, kültürel bilimin uygulamalı botanikten farkı olmadığını söylediğinde bilimsel bir olayı formülleştirmişti. Alman tarihçi Wilhelm Dilthey ise, ünlü bir konuşmasında doğa bilimlerinde doğanın nesnelerinin insan tarafından sınıflandınldığını ve kategorize edildiğini ileri sürdü: Bu doğa nesneleri kendi kendilerini kategorileşti-remezlerdi. İnsanî bilimlerdeyse tam tersine, insanlık her zaman önceden var olan bir kategoriler ve düzenleyici ilkeler yığınıyla karşılaşır. Böylece, insan yaşamı bize 'veri' olarak değil; yaşanmış, anlamları ve yorumları sunulmuş olarak gelmektedir. Bilimsel hümanist çaba Droyson, Simmel, Weber ve diğer pek çok bilim adamı tarafından değerlendirilmiştir.11 Yakın zamanda yapılan bir değerlendirme şu şekilde son bulmaktadır:

Page 203: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Bir taraf 'açıklamanın' (kabaca öngörülebilir kanunlar altında alt varsayım) 'anlayışı', önceden var kabul eder ve bunu değiştiremez. Diğer taraf, bu anlamanın basit bir açıklama yetisi olduğunu, muhaliflerinin "anlama" olarak addettiklerininse, sadece hipotez keşfedebilmek için körü körüne araştırma yapmanın ilk basamağı olduğunu söylerler. Her iki taraf da kendince haklıdır (Rorty 1979, s. 347).Niçin bu eski çatışma 1990'h yıllarda yeniden gündeme geldi? Buna verilebilecek tek cevap Soğuk Savaş'ın bitmiş olmasıdır. Bu durum, eski Stalinci kontrol yapılarının öncelikle Doğu Avrupa'da, daha sonra da Sovyetler Birliği'nde çökmesidir; bunlar Doğu'nun siyasal yapılarını çözen çok önemli siyasal olaylardır ve Batı'daki siyasal paradigmaları sarstığını ortaya koymaktadır. Örneğin Doğu Bloku'nun parçalanması karşısında herkes kadar uluslararası ilişkiler uzmanlarının da şaşkına döndüğü gerçeği, uluslararası ilişkiler alanında yapılan uzun ve uzmanlaşmış çalışmaların gerçekten dünya ilişkilerine yönelik özel herhangi bir anlayış üretip üretmediği yönündeki utanç verici soruyu gündeme getirmiştir. Söz konusu rahatsızlık verici bu sorun, bu alanın geleneksel yönteminin eleştirilmesiyle geliştirildi (Gaddis 1993). Sovyetler Birliği'nin çöküşünün öngörülememesi hatası, pozitivist yöntem biliminin eksiklikleriyle alay etmek ve tartışmalı alternatifler sunmak için onlara bir fırsat vermiş oldu. Bu akılsallaştırma aracı, söz konusu yeni tartışmaların niçin 1980'lerin sonlarında patlak verdiğinin açıklanmasına yardımcı olmakla beraber, bu anti-pozitivist eleştirinin niçin radikal yapıcı bir kisveye büründüğünü açıklamamaktadır.Diğer bir cevap, iletişim devrimiyle bağlantılıdır. Yeni telekomünikasyon sistemleri, yeni küresel taşımacılık ve yeni dünya seyahat araçları, uluslarüstü şirketlerce düzenlenen ve idare edilen girift bir uluslararası ticari hareketliliğin yaratılmasına yardımcı oldu.12 Bu faktörler, ulusal yönetimler tarafından konulan yasalar çerçevesinde işleyen yerel piyasaları etkilemeye başladığında, devletlerin ekonomik yapılarında esaslı değişiklikler ortaya çıktı. Ve bu değişiklikler, aynı zamanda, devletlerarası etkileşimde de görüldü. 1980'li yıllar boyunca, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki diğer ülkeler giderek artan bir şekilde kapitalist Batı dünyasının teknolojik gelişmesinin ardından gitti. Komünist dünya, iletişim devriminden dışlanmamasına rağmen, değişiklikler geleneksel olarak kapalı bir yapı arz eden komünist Doğu Bloku'nun açıkça gözlemlenmesine yardımcı oldu.İletişim devriminin Sovyet sisteminde yıkıcı bir etki olarak yer alması, baştan çıkarıcı bir karşılık ve son derece popüler bir cevaptır; yani bu devrim Sovyet İmparatorluğu'nun çözülüşünde ve aynı zamanda, Soğuk Savaş sonunda da rol aldı. Fakat bu belirsiz bir durumdur. Bu durumun ana fikri inkâr edilemez; mali alandaki gelişmeler tek başına iletişim devriminin insan ilişkilerini önemli şekilde değiştirdiğini göstermektedir. Fakat onun bu talebi, kuramları şekillendiren ideolojik bildiride de yatıyor olabilir; zira, argümanın/iddianın bizzat kendisi hiç de tatmin etmeyecek şekilde kanıtlanmıştır. Birkaç yazar, değişim mekanizmasını temellendirmektedir. Maliye örneğini benimseme dışında, pek çok yazar yeni iletişim teknolojilerinin gerçekte dünya siyasetini nasıl değiştirdiğini kanıtlamayı ihmal etmektedirler. Onlar genellikle, yeni elektronik bilgi araçlarının aslında teritoryal devleti (ve sonuç itibariyle bütün Westphaliaci devlet sistemini) erozyona uğratan yolları açıklanmamaktadırlar.13 Bu yazarlar, sanal alemin geniş bilgi kaynaklarına anında ve kişisel müdahalenin, aslında insanları nasıl özgürleştireceğini göstermemektedirler.14Değişimin farklı mekanizması ve bu değişikliklerin sonuçları hakkında jürinin karşı çıkmasına rağmen, iletişim devriminin dünyayı değiştirdiği yaygın bir kabul görmektedir. Bu gelişmenin, aynı zamanda, insanın dünyayı algılamadaki gözlem yöntemlerini de değiştirdiği daha az takdir edilmektedir. Bir cep telefonuna bağlı bir diz üstü bilgisayar ile dünyada olup bitenlere ilgi duyan bir öğrenci yeryüzünün herhangi bir yerinde gelişmeleri izleyebilir; Tananarivo, Türkmenistan, Tupelow ya da Trondheim ya da dünyanın herhangi bir yerindeki siyasî tarih veyaekonomik koşullar hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşabilir. Bu öğrenci, Londra, New York, Paris ya da Tokyo'daki günlük gazetelerin başlıklarını okuyabilir.

Page 204: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Saat başı güncellenen dünya haber bültenlerini izleyebilir. Daha da ötesi, daha ayrıntılı bilgiyi profesyonel gazetecilerden alabilir ve makaleleri ve özetleri kendi bilgisayarına yükleyebilir. 'Sanal kütüphanelerden' ödünç kitap alabilir ve 'sanal kitapçıları' ziyaret edebilir.15 XXI. yüzyılın eşiğinde zaman ve uzam iç içe geçmiştir. Dünyadaki gelişmelere ilgi duyan bir öğrenci, doğrudan ve anında çalışma yaptığı alana ya da onun sanal temsillerine giriş yapabilmektedir. Ticaret ve karşılıklı bağımlılıkla desteklenen bu tecrübe, ulusal kendi kendine yeterlilik ve egemenlik gibi geleneksel kavramları yıkmış ve şüphesiz ki, pek çok post modern yazarın dünyada olup bitenleri yeniden kavram-sallaştırma çabalarını etkilemiştir.16İletişim devrimi, dünyayı değiştirdi ve dünya siyasetini izleme tarzımızı etkiledi. Daha da ötesi, bu gelişme uluslararası ilişkiler alanındaki teori çalışmalarını etkiledi. İletişim devrimi, kuramların çoğalmasına ve dil ve anlam hakkında teorileştirmenin başlamasına yol açtı. Siyasal etkileşimler giderek artan bir şekilde (kişi-makine ilişkisinin de dahil olduğu) anlam üretici özneler/konular arasındaki ilişkiler bağlamında tartışılmaya başlandı. Uluslararası ilişkiler, anlamlı mesajların yayılmasını sağlayan ortak araçların semboller sistemi ışığında tartışılmaktadır. Yeni terimlerin ve yeni kavramsal tasarımların benimsenmesi kaçınılmaz bir şekilde yeni perspektifler, yeni modeller, yeni sorunlar ve yeni araştırma projelerine yol açmaktadır.17Şayet devam eden iletişim devrimleri uzamı geçersiz kılarsa, karşılıklı bağımlılığı vahim hale getirirse ve ulusal ittifakı geçersiz kılarsa, uluslararası ilişkilerin eski kaliteli kavramlarının ve argümanlannın akıbeti ne olacak? Ulus devlet ve devletlerarası sistemin akıbeti ne olacaktır? Olası bir senaryo Campanella, Cruce, Kant ve diğer kalıcı barış plânlamacılarının tasarılarında gizlidir: Devlet sınırlarının 'erozyona' uğraması, bir tür küresel federasyona yol açabilir. Bununla beraber, şimdilik uygulamada böylesi bir federasyonun nasıl kurulacağı fikri belirsizliğini korumaktadır. Bu federasyon, gönüllülük (örneğin, Dante Dubois tarafından tavsiye edildiği üzere) esasına göre mi gerçekleştirilecektir? Tanrının yardımına duyulan, mantık sınırlarını aşan inancı mı yoksa insanoğlunun bilgeliğini mi içerecektir? Ya da (Rousseau'nun ileri sürdüğü gibi) sadece fetihle mi gerçekleşecektir? Hangi durumda, devam edege-len nükleer silahların insanı böylesi oluşumun yıllarca muhafaza edil-mesi ya da fetihten daha çok zarar verip vermeyeceğini merak etmeye zorlamaktadır?Bir diğer olası senaryo, yeni bir orta çağcılığın post modern vizyonunda yatmaktadır. Devletlerin 'erozyona' uğraması, üst üste gelmiş ya da parçalanmış otoritenin heteronomous sisteminin (Ruggie 1986) orta çağ dünyasını belirleyen (H. Bull 1977) seküler bir şekilde vücuda gelişine yer verebilir (P. Anderson 1979). R. Kaplan (1994) orta çağın erken dönemindeki düzensizlikle, çağdaş Batı'daki sivil toplumun kırılması arasında benzerlikler görmekte; çitli ve yüksek duvarlı post modern banliyö toplulukları ile orta çağ toplumunun etrafına hendek kazılmış kaleleri arasındaki benzerliklere dikkat çekmektedir. Alain Mine (1993), örgütlü toplumsal oluşumlar kisvesine bürünen ve merkezî yönetimin ortadan kalktığı; kaygan ve çok kısa ömürlü ittifakların, belirsizliğin ve sürekli değişikliğin, toplumsal davranışın temel rehberi olarak aklın önemini yitirmesiyle ve zevk ilkelerinin artmasıyla nitelenen yeni orta çağcılık analizini ayrıntılı olarak ortaya koymaktadır. Aynı zamanda, bu gelişme uzun zamandır gündemden kalkan ve varlığını yitirmiş olarak düşündüğümüz mitolojiler ve batıl inançların yeniden gün-yüzüne çıkmasının işaretlerini taşımaktadır. Sonuçta, çeşitli toplumsal oluşumların evrensel, İngilizce benzeri bir dille ('küremsi') kültürel olarak birbirine eklemlendiği bir dünyadır. Siyasal olarak dünya, eski me-deniyetlerce ve dini alanlarca bölünmüştür (Hıristiyanlık ve İslâm arasındaki eski ve yeniden canlandırılmış bölünme gibi). Ekonomik anlamda, dünya, bir XX. yüzyılın sonu teknolojisinin, XIX. yüzyıl serbest ticaret öğretisi ve İtalyan soylularının kendilerini bir Alman prensinin derebeyi olarak açıklayabildiği (ya da bir Kanada şube müdürünün Japonya CEO'suna bağımlılık yemini etmesi) parçalar halindeki dünya ticaret merkezlerinin neo-orta çağ türü tuhaf bir birleşimi haline geldi. Bütün bu gelişmelerin hepsi, çoklu halde örülmüş hiyerarşilerin rakip hükümetlerin sınır ötesi ağlarını oluşturduğu

Page 205: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

uluslararası kapitalizmle kontrol edilmektedir. Hobsbawm, 'Hong Kong ve Singapur'daki şehir devletleri, sınırlarının ötesindeki 'sanayi bölgeleri'ni canlandırmışlar ve 'Hanseatic Steelyards' gibi teknik egemen ulus devletler içerisinde çoğalmışlardır' (1991, s. 174) şeklinde bir yorum yapmaktadır. Eğer Hobsbawm haklıysa, uluslar üstü iş elitlerinin giderek büyüyen kapsama alanı, iç ve dış ilişkiler arasındaki farka meydan okumaktadır (Strayer 1970, s.83; Ruggie 1993b, s.154); ülke sınırları, artık tek başına kimliği ve sadakati belirlememektedir. Buna bir tepki olarak, değişik ülkelerde-ki siyasetçiler biraraya gelmek ve 'uluslararası' yönetimin kurumlarını tasarlamak zorunda kalmaktadırlar. Bu siyasetçiler, küresel iş dünyasının bölücü etkileriyle mücadele etmeye, coğrafya ve otorite arasındaki ilişkiyi korumaya çalışmaktadırlar. Bu bağlamda, devletlerin bölgesel (kon) federasyonlar halinde birleşme çabaları Smith ve Ricardo söylem-lerindeki gibi okunamazlar; fakat Clovis ve Charlemagne'in gölgesinde ele alınabilirler. Avrupa Birliği, tam anlamıyla bölgesel ticareti özgürleştirmek çabası içerisindeki bir ekonomik çabayı temsil etmemektedir; bu birlik, Avrupa devletlerinin ve Batı devlet sisteminin bölünmesini kontrol altına almaya çalışan siyasal bir proje olabilir.Eğer bu bahsedilen senaryolar faydalıysa, yeni, Westphalia sonrası gerçeğini gösterdikleri için değildir. Daha ziyade, faydalıdırlar; çünkü bizim post modern karmaşa dönemini anlamlandırmamıza yardımcı olmaktadırlar. Teritoryal devletler bir gecede ortadan kaldırılamazlar. Fakat sahip oldukları doğaları değişime bağımlıdır. Etkileşimleri yeni kurumlar ve yapılar üretmektedir. 'İmparatorlukların' ve 'federasyonların' geçmişteki vizyonları, Avrupa'da -Elbe Nehri'nin Batısı kadar Doğusu da- barışçıl, Soğuk Savaş sonrası ilişkileri inşa etmek için yeni çabalar oluşturulmasına yardımcı olabilir. Orta çağa özgü bir başkasının egemenliği altında bulunma (heteromony) ve başkasına ait olan şeyin kullanım hakkı (usufrueture), Soğuk Savaş sonrası Batı ve Batı dışı dünyanın da acılar içinde kıvranmasına yol açan çatışmaları ve savaşların doğasını açıklığa kavuşturmaya yardımcı olabilir. Metafor olarak ele alındığında, post modern uluslararası ilişkilerin kabaca sınırlarını kavramamıza yardımcı olacak eski vizyonlar ve fikirler, yeni perspektifler, beklenmedik vizyonlar, yeni kavramlar, uygun terimler, yeni sentezler ve diğer teori inşa edici araçlar üretilene kadar anlamları değiştirilebilir.DİPNOTLARGiriş1 Dougherty ve Pfazgraffin (1981) önemli eseri Contending Theories of International Relations (Uluslararası ilişkilerde Birbiriyle Mücadele Eden/Çekişen Teoriler) bu literatürde bir yol gösterici niteliğe sahiptir. Bu çalışma, Thucydides, Machiavelli, Cruce ve bu disiplinin diğer kurucularına birer sayfa; Edward H. Carr'a üç sayfa yer ayırdıktan sonra geri kalan 570 sayfayı XX. yüzyıl teorisyenlerine ayırmaktadır.Bu uluslararası ilişkiler teorisi geleneğini göz ardı ediş yaklaşımı, Wight (1968) tarafından dile getirildi ve Linklater (1982) gibi yazarlarca bu eleştiri devam ettirildi. Şu anki olayların ilgi merkezi olması, Birleşik Devletler'deki uluslararası ilişkiler ana giriş metinlerinde büyük ölçüde yer almaktadır. Jones (1991), Kegley ve Wittkopf (1995), Hughes (1991) ve diğerleri, Schuman (1933)'ın ansiklopedik örneğini izlemekte ve çağdaş olayların ve teorilerin etraflıca özetini vermektedirler; fakat 1918 yılı öncesini incelemeyi göze alamamaktadırlar. Bununla beraber, yakın zamanlarda Holsti'nin (1967) örneği, kaçınılmaz olarak takip eden bir şekilde göze çarpmakta ve tartışmalara tarihî konuları da getirmektedirler: Ray (1987), I. Dünya Savaşı sonrasını ele almaktadır (1990'ların dünya politikasına dair önemli konu); Pearson ve Rochester (1988), Westphalia Anlaşmasfndan beri uluslararası ilişkilerin özetini sunmakta, Couloumbis ve Wolfe (1990), metin içerisinde oraya buraya serpiştirilmiş tarihî olaylar ve teorisyenlere atıfta bulunmaktadır.iki uyarı geleneksel literatüre getirilen eleştiriye eklenmelidir: Birincisi, bu tarihî olmayan akışta dikkate değer istisnalar sürekli mevcut olmuştur. Bunlar arasında en meşhur olanları Carr (1964), Hinsley (1963), Holsti (1987), Parkinson (1977) ve Russell (1936)'dır. Aron'un yetkin çalışması (1966), Bull (1977), Cox (1987), Gilpin (1981 ve 1987), Morgenthau (1978), Schwarzenberger (1951), Waltz (1959 ve 1979) ve diğer pek çok yazar ve çalışmaları tarihî

Page 206: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

bilgiyle doludur; bununla beraber, bu çalışmalarda realist paradigmayı destekleme eğilim, görülmektedir ve tam anlamıyla bir giriş özeti mahiyetinde değildir, ikincisi, bu tarihi olmayan eğilime 1980li yıllardan beri tarihle şekillenmiş kuramsalla? tırma-da yeni bir yaklaşımla açıkça karş, çıkılmaktadır; Bartelson (1995), Buzan Little ve Jones (1993), Chanteur (1992), Der Derian (1987), Kauppi ve Viotti (1992), Luard (1«®Olso ve Groom (1991), Renouvin (1994), Thompson (1994), Walker (1993), Watson (1992), Williams (1992) ve diğerleri tarafından pek çok makale ve kitapta ortaya konduğu gibi.Wkatl disipline atıfta bulunduğum her yerde 'uluslararası ilişkiler'i büyük harfle yazdım. Böylece, 'dünya siyaseti' ya da 'dünya olayları'n, vurgulamayı düşündüğüm daha genel terim olan daha dar anlamdaki 'uluslararası ilişkiler'den ayırmış oldum. 2 'Avrupa' 'İtalya', İngiltere', 'Fransa' gibi terimler tarihi çelişkilerdir. Orta çağın erken dönemleri söz konusu olduğunda bu modern etiketleri kullanmak gerekçe değildir; çünkü bu terimlerin içini dolduracak tutarlılık ya da belli bir sürece dair kültürel ya da siyasal bütünlüler mevcut değildi, öte taraftan, bunun alternatifi daha da kötüdür; daha uygun adlandırmalar, böylesi aceleye getirilmiş bir özette ele alman birkaç nokta uzun ve ciddi bir metinde kolaylıkla kaybolabilecek ve anlaması güç tanımlamaları içerecektir. 3 Bu krallık onun ölümünden kısa bir süre sonra yıkıldı. Clovis, Kıta Avrupasın, daha buyu bır birliğe taşıyacak iki önemli katkı sağlamıştır. Birincisi, birbiriyle savaşan pek çok Alman kral-l,ğın Clovis'in büyükbabası Meroveus'dan -pek çok yönetici sahip olduklar, ortak Merovın-giahiar' adland,rmas,n, Meroveus'dan alm,şlard,- yani ayn, atadan geldiğini gösterd,. Dm Clovis Katolik inancını benimsedi. Böylece, Alman krallar, aras,nda tek Katolik yonet,c, oldu ve hiçbir Alman yöneticinin sahip olmadığı kilisenin desteğin, elde etti. 4 ingiltere'de, Büyük Alfred (871-99), Viking sald.nlanna karş, başanl, bir savunma gerçekleştirdi ve Anglo-Sakson birliğini sağlad,. Almanya'da, yerel kontluklar ve düklükler 800 lu y la-r,n sonlarında gerçekleşen yabancı saldınlan püskürterek yerel düzeyde istikran sağladır. 900'lü yılların başlarında, kendilerine Kral I. Henry'i (919-36) kral seçtiler. Oglu.J. Otto Kiliseyle işbirliğine girdi; iç isyanlar, bastırdı ve 955 yılında Magyar'lan yenilgiye uğrattı; İtalya kral, olma niyetini açıkladı (962). Böylesi bağlar ayn, zamanda, 900'lü y,llar,n başlarında, yerel düzeyde kont ve dükler sayesinde siyasal istikrar benzer şekilde inşa edildiği Fransa da da görüldü 900'lü yılların sonlarında Fransa'nın büyük lordlar, Hugh Capet'i (987-96) en büyük kral olarak seçtiler ve onun derebeyi oldular. Hugh, eski Caroling kraliyetini ele geç,rd,, onu kendi ailesine verdi ve böylece Capetia hanedanlığ, kurulmuş oldu. 5 Bu saray çahşanlan, Barbarlar Bürosu (scrinium barbarorum) olarak adlandınlan bolum dahil imparatorluk posta bürosuna (ya da drome) bağl,yd,lar. Bu büroda görevli olan memurlar imparatorluk postasından sorumlu olan drome'nin logothete'siydi. IX. ve X. yuzyı arda gerçekleşen diplomatik ilişkiler olarak bu logothete'nin görevleri yabancı elçilenn kabul edilmesi bu elçilerin imparatora ve makamına (sarayına) ve iç güvenliğe takdim e mesın, de içerecekti. Uygulamada yabancı topluluklarla dış ilişkiler, imparatorla sık (genelde gun uk görüşmeler, ziyaret eden elçilerin ağırlanması -yabancı ziyaretçiler cömertçe ağ,rlan,r; fakat,aynı zamanda, belli sınırlar dahilinde tutulur ve sürekli gözetim altında bulundurulurlardı- kadar iç topluluklara ait olan bilgiyi sürekli toplamayı içeriyordu. Logothete'nin görevleri, sadece profesyonel elçilerden değil, aynı zamanda, tüccarlardan, misyonerlerden, askerlerden ve yabancı esirlerden diplomatik bilginin toplanmasını içeriyordu. Buna ilâve olarak, dönmelerden de -örneğin, yaklaşık 900 yılında Bizansın hizmetine giren hadım Samona'lar gibi Müslümanlardan bilgi toplanırdı. Bu bilgiler sistematik olarak burada özel bir şekilde arşivlenirdi. Burada generallerin, büyükelçilerin ya da imparatorların karar anlarında ihtiyaç duyulduğunda bu bilgilere başvurulurdu.6 830 yılında Halife el-Memun, Bağdat'ta Bilgeler Evi'ni (Beytu'l-Hikme) kurdu. Bu kurum, bilimsel araç-gereçlerle astronomik gözlemlerin yapıldığı bir kurum, çeviri bürosu ve -XI. yüzyılda raflarında bir milyonu aşkın eser barındıran- büyük bir kütüphane olarak hizmet verdi. Klasik eserlerin çevrilmesi, öğrenme çalışmalarında önemli bir teşvike yol açtı. Yöneticilerin ve hükümdarların cömertlikleri sayesinde, büyük kamu ve özel kütüphanelerle okullar

Page 207: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

inşa edildi. Halife el-Hakem, Kahire'de Bilgeler Meclisi'ni (Daru'l-Hikme) inşa etti ve Kordoba'da-ki 400.000 cilt kitap barındıran kütüphanesiyle övünüyordu. 1065 yılında Bağdat'ta büyük bir üniversite kuruldu. Bir süre sonra, Şam, Kudüs, Kahire, Kordoba ve diğer şehirlerde de üniversiteler açılmaya başladı.7 Mirror of Princes' (Hükümdarların Aynası) isimli sanat ve edebiyat türü, yeni yöneticilere nasihat şeklinde yazılmış eserleri de içeriyordu. Bu tür, VIII. yüzyıl gibi erken bir dönemde Farsça'dan Arapça'ya geçmiş, fakat Halife XI. yüzyılda bu türün son tanımını bulana kadar en çok beğenilen eserler ortaya çıkmamıştır. Bu türün en ünlü İslâmi örneği, Nizamülmülk (1018-92) tarafından kaleme alınan, 'Yönetim Kitabı' (Siyasetname)'dir. Diğer ünlü eserler arasında Hükümdar 'Unsur el-Ma'ali Keyavns(10??-1098) ve mutasavvıf Gazali (1058-1111) tarafından kaleme alınan kitapları da bulunmaktadır. Bu tür, Batı Avrupa'da XII. yüzyılın ortalarında kendini gösterdi (Berges 1938).8 Augustine, kararlılık ve medeniyet timsali Roma imparatorluğu'nun bile yıkılmış olduğunu gözlemlediğinden, yeryüzündeki hiçbir devletin iç ve dış saldırılara karşı sonsuza dek güvenlikte olamayacağı sonucuna vardı. Yeryüzündeki her şey geçicidir. Ve geçici yöneticiler bile Tanrı tarafından belirlenmesine rağmen, korkunun, hasedin, aç gözlülüğün, kibrin ve cahilliğin kurbanı olacaklardır. Çünkü hiçbir yeryüzü devleti, böylesi insanlık zaaflarından kendisini koruyamayacağından, sürekli savaşlar olacaktır ve her dünyevi krallığın bir gün sonu gelecektir. Roma bir istisna değildi.9 Krallık konseyinde sivil temsiliyetin oluşturulması İngiltere'deki parlamentonun, ispanya'daki parlamentonun (las Cortes: ispanyol parlamentosu), Almanya'daki Krallık'ın (Reichstag) ve Fransa'daki meclisin (Etats generaux) temellerini şekillendirdi. Bu gelişme, sadece teritoryal devleti güçlendirmekle kalmadı, ayn, zamanda, -kral ve sarayın siyasal cazibenin güçlü bir merkezi olarak ortaya çıktığı; fakat temel karar mekanizmalarının ülkenin temel bölgelerinden temsilcilerin dahil olduğu (Poggi 1978)- geç orta çağ rejim türü şehir devletlerinin (Stan-destaat) ve daha sonra da mutlak krallığın yapılaşmasının temellerini de oluşturdu (P. Anderson 1979).10 Aquinas, barışın yönetimin ilk hedefi olduğu ve Yaratıcı'nın kanunlarına itaat edilmesi gerektiğini açıklamaktadır. Daha da ötesi, Aquinas toplumdaki ekonomik faaliyetlerin önemini farketmiştir. Onun, gıda, barınma ve giyinme gibi temel maddi ihtiyaçların, insanın manevi alanlarla iştigal etmesi beklentisinden önce giderilmesi gerektiği yolundaki önerisi, üretim yoluyla ortaya konan önemli rolü fark ettiğini göstermektedir. Aquinas, aynı zamanda, değiş-toku-şun sahasını fark etmiştir; fakat merkantalist ilişkilere karşı şüphesini de dile getirmiştir. O, bunları kâr elde etmeyle ve elde edilmesine yönelik olarak hiçbir sınır tanımadığından şüphe duyduğu 'suni refahla' ilişkilendirmiştir. Aquinas, bütün değiş-tokuşun adalete yönelik bir endişe öncülüğünde gerçekleşmesi gerektiğini vurgulamakta ve bütün değiş-tokuşun bir metanın adil fiyatı, üretim maliyetinin üreticinin makul bir ödemesine sahip olduğu ve bunun toplumsal statüsüne orantılı eklenmesiyle hesaplanmasını açıkça belirtmek için dikkatli davranmaktadır (1947, s. 1513-22). Bununla beraber, mali çalışmalar, tefeciliğin kati bir ifadeyle aşağılandığı Summa'da sert bir eleştiriye maruz kalmıştır. Ancak, Aquinas üretim, değiş-to-kuş ya da mali konular hakkında daha fazla bir şey söylememektedir. Çoğunlukla, çağdaşları ve Aristo tarafından desteklenen merkantalist ilişkilere karşı yoğun şüphesini tekrarlamaktaydı.11 Pierre Dubois, uluslararası meclisi ya da üçüncü taraf bir mahkemeyi öneren ilk kişi olarak bilinmektedir. Fakat, Dubois daha başka şeyler de yapmıştır. O, aynı zamanda, meclis üyelerini, savaşı başlatan ve saldırgan devlete karşı birlikte tasarlanmış eylemi savunan herhangi bir devletle işbirliğini bozmaları yönünde zorlamıştır; böylece, yaklaşık 600 yıl sonra Wo-odrow Wilson'un dile getireceği kolektif güvenlik öğretisinin habercisi olmuştur.(1611 yılına kadar basılmamış olan) De recuperatione Terre Sancte'nin etkisini tahmin etmek zordur. Fakat 1460'lı yıllarda, bu çalışma, krallıklar arasındaki anlaşmazlıkları çözümleyecek bir uluslararası hakem kurumu tasarısı öneren George Podiebrad ve Marini tarafından biliniyordu. Açıkçası, Erasmus ve Suarez, Dubois'dan haberdardı.

Page 208: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

12 Daha çarpıcı bir şekilde 'devlet' kavramının gerçekte geç dönem orta çağ literatüründe yer almadığını buna eklemek gerekiyor. Kadim milletler, bağımsız toprak bütünlüğünü ifade etmek için polis ya da imperium kelimelerini kullanmışlardı. Dubois ve Marsiglio, orta çağ'ın sonlarına doğru Avrupa'da, yeni bir tür siyasal birliğin, 'devlet' fikrinin ortaya çıkmakta oluşunu giderek fark etmeye başladıklarını gösterdiler. Bu terim yavaş yavaş ve pek çok yerel türleriyle ortaya çıktı (status, stato, el estado, l'Etat, der Staat...). Bu ilk kullanımlar anlam olarak çok belirgin değildi. Ve bu belirsizlik, bu kavramın ortaya çıkmasına yol açan yeni tecrübenin ve faktörlerin karmaşıklığını yansıtmaktadır. Söz konusu kavramın belirli bir siyasal yapıya atfen daha net siyersal bir kullanım haline gelmeye başlaması ancak XV. yüzyılda gerçekleşti. Ancak, Hollanda'nın bağımsızlık ilânınından (1581) sonra, statü (status), 'halkçı' ya da 'cumhuriyetçi' birliğin 'monarşik' beraberliğine karşı olan cumhuriyetçi bir vurguyla donatıldı. (Dyson 1980, s. 25 vd; Vincent 1987, s. 16 vd.).İkinci Bölüm1 Pico della Mirandola'nın "İnsanın Saygınlığı Üzerine Söylev" (Oration on the Dignity of Man) isimli eseri, insana özel kişi olduğu vurgusunu yapan en ünlü Rönesans ifadelerinden birisidir. Özellik ve bireysellik vurgusu, aynı zamanda, orta çağda nadir olan biyografi -Cellini (1969) ve Cardano (1930) tarafından yazılmış olan -daha yoğun bir şekilde dikkate değer örnekler içeren otobiyografi formunun gelişmesinde ortaya çıkmaktadır.ı2 Francesco Poggio Braccioline (1380-1459) klasik hümanist kültürün pek çok yorumcusundan birisiydi. Noterler ve diplomatların işlerini yürütmeyle elde ettiği düşük gelirden hoşnut olmadığından, klasik metinlerin peşine düşerek, bulduğu el yazmalarını kopyalamak suretiyle kendi işini kurdu. Bütün Avrupa'yı dolaştığı sırada, Poggio birkaç önemli eser buldu. Bu eserlerin orijinalleri, sahipleri tarafından özenle korunmamış veya kaybolmuş ya da hasara uğramıştı; Poggio'nun yazdığı nüshalarsa Floransa'da korundu. Poggio'nunki gibi yürürlükte olan, nüshalar kadim Yunan ve Roma yaşamı hakkında en eski tanıklıkları içeriyordu.3 Bu iddia, 'uluslararası ilişkiler teorisinin geleneğinin ne olduğu konusunda sembolleşen Mac-hiavelli'nin adına' olan mevcut görüşe karşı yapılmaktadır (Walker 1993, s. 30).Burada, bu yorumun aydınlatılmasına yardımcı olacak iki yorum mevcuttur. Birincisi, Machi-avelli'nin kuvvetler dengesi analizcisi ve uluslararası ilişkiler teorisi geleneğine katkı sağlayan önemli bir isim olduğunu varsaymak son derece yaygındır. Bununla beraber, onun yazılarına gelişigüzel bir göz atıldığında bile Machiavelli'nin ilgi alanının dış politikayla değil, iç politikayla ilgili olduğu görülecektir; Machiavelli, sık sık askeri olayları gündeme getirmekte; fakat devletlerarası ilişkileri konu alan sürekli bir tartışma yapmamaktadır. Hükümdar, modern 'kuvvetler dengesi' kavramını içermemektedir; sadece bir yerde (20. BölümJ'de 'bir tür denge' olarak funo certo modo bilanciata'); -eserin ingilizce çevirilerinde 'kuvvetler dengesi' olarak yer almaktadır- İtalya şehir devletleri arasındaki ilişkilere atıfta bulunmaktadır. Machiavelli'nin önemli bir güç teorisyeni olduğunda şüphe yoktur; ancak onu bir kuvvetler dengesi teorisyeni olarak adlandırmak abartı olacaktır.ikincisi, Machiavelli'nin uluslararası ilişkiler konusundaki en önemli açıklamaları ne Hüküm-dar'da, ne de Söylemler', ne de Savaş Sanatı'nda yer almaktadır; On'lar Konseyi'nin/Mecli-si'nin yönetici birimi adına diplomatik görevde bulunduğunda Floransa'ya gönderdiği raporlarda bu konular yer almaktadır. Bu raporların sistematik bir incelemeye tabi tutulması burada ileri sürülen iddiayı çürütecektir ve daha inandırıcı bir temel sağlayacaktır.4 Konularına göre dört bölüme ayrılabilen Hükümdar toplam 26 kısa bölümden oluşmaktadır. Söz konusu dört bölümden birincisi (1.-9. bölümler) prensliklerle ilgilidir. Çeşitli türde prenslikleri konu almakta ve bu prensliklerin kurulmasını ve hayatiyetlerini devam ettirmelerinin yolları açıklanmaktadır, ikinci bölümde (10.-14. bölümler) askeri gücün devletin temeli olduğu savunulmakta. Üçüncü bölümde (15.-23. bölümler), hükümdar ve hükümdarın

Page 209: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

yönetimini güvence altına alacak nitelikleri ele almaktadır. Dördüncü bölüm (24.-26. bölümler), 1520'li yıllardaki siyasal durumu konu edinmektedir.Çoğu yorumcu, kitabın üçüncü bölümüne atıfta bulunmakta -pek çok antolojide, en yaygın şekilde alıntı yapılan üçüncü bölümün en acımasız bölümleri olarak 17. ve 18. bölümleri göstermektedir. Uluslararası ilişkiler teorisi açısından bakıldığında, üçüncü bölüm en ilginç bölüm değildir. Aksine eserin ikinci bölümü daha çok aydınlatıcıdır. Çünkü bu bölümde Machiavelli, devletin doğası hakkındaki öngörülerini şekillendirmekte ve kısaca savaş halindeki devletlerarasındaki ilişkilere değinmektedir.5 Papa X. Leo (1513-21), Guicciardini'yi Modena ve Reggio valiliğine ve daha sonra da Papalık ordularının komiserliğine atadı. Papa VI. Adrian (1522-23) onun rütbesini indirdi. Fakat Papa VII. Clement (1523-34), Guicciardini'yi, Papalığın kuzey eyaleti olan Romagna eyaletinin başkanı olarak atadı (Quatela 1991).6 Guicciardini, 1512 yılında İspanya büyükelçisi olduğunda, Relazione de Spagna ve Discor-so di logrogndyu yazma fırsatı buldu. Floransa siyasetini konu alan 'Floransa Yönetimi Hakkında Bir Diyalog' isimli eserine 1521 yılında başladı ve üç yıl sonra bitirdi. 1530 yılında Mac-hiavelli'nin 'Söylevleri' Hakkında Düşünceler isimli yorumunu kaleme aldı. Guicciardini'nin biyografik çalışmaları arasında (din ve felsefenin faziletlerini tartıştığı) The Consolatoria, Ora-tio Accusatoria ve Oratio Defensoria bulunmaktadır (Guicciardini 1994, s. vii-xxi; Quatela1991).7 C-28, Guicciardini'nin, 'C-derlemesi' olarak anılan Ricordi isimli eserinde yaptığı derlemede No. 28' 'ilkesine' atıfta bulunmaktadır. Guicciardini, Ricordi'den birkaç nüsha yazmıştır. İlk ikisini, ispanya'da (1512) büyükelçiliği sırasında kaleme aldı ve bunlar kısa notlardan fazla bir şey değildir (ve genellikle 8 sayfalık -yarım forma-1 ve 2 olarak, ya da Q1 ve Q2 olarak ifade edilmektedir.) Floransa'ya döndükten sonra, Guicciardini, bir süre sonra kaybolan, fakat A-derlemesi olarak ifade edilen bir başka derlemeyi kaleme aldı. 1528 yılında ilkelerini yazdı, birkaç tane yeni ekledi ve 181 Ricordi (B-derlemesini) oluşturdu. 1530 yılında, 221 Ricordi (C-derlemesi) tamamladı. Bakınız, Rubinstein (1970, s. 20 vd.).Üçüncü Bölüm1 Campanella, felsefenin metodik (daha sonraki yıllarda Descartes tarafından sistematikleşti-rilecek olan) bir şüpheye ve öz-bilinç, (daha sonra Bacon tarafından ayrıntılarıyla ele alınacak olan) insan tecrübesine dayanması gereken 'Duyularla Gösterilen Felsefe' (Philosophia sensibus demostrata) isimli eserini 1591 yılında yazdı. Bu eser, Skolastik Aristotelesciliğin eleştirisi olarak kabul edildi; yazarı Engizisyon mahkemesine çıkarıldı ve sapkınlıkla suçlandı. Campanella 25 yılını hapishanede geçirdi. Mahrumiyete ve işkenceye maruz kalmasına rağmen, üretkenliğini sürdürdü. Felsefe isimli eserinin yanısıra bir dizi kitap daha kaleme aldı: 'Hıristiyan Monarşisi' (De monarchia Christianorum) 1593; 'Luterciler, Kalvinciler ve Diğer Dönmelere Karşı Siyasal Diyalog' (Dialogo politico contra Luterani, Calvinisti ed altri eretici) 1595; 'Güneş Şehri' (La citta del sole) 1602); 'Galile'ye Özür' (Apologia pro Galilaeo) 1616; ve 'Zafer Kazanan Ateizm' (Atheismus friumphatus (16??).2 Botero'nun 'halk ilkesi' aşikâr bir şekilde Devlet Aklı'nda/Devletin Varlık Sebebi (Reason of State) (8. Kitap, 4. Bölüm) ortadadır. Bununla beraber, daha netlikle Treatise Concerning the Causes of the Magnificence and Greatness of Cities (1956) [1606])'da ortaya konmuştur. Malthus'un yaklaşık 200 yıl sonra kaleme aldığı Essay on Population isimli eserinin habercisi olan bir metinde Botero, nüfusun insan üretkenliği tarafından mümkün hale getirildiği en son noktaya yükseltme çabası içerisinde olduğunu ileri sürdü; fakat herhangi bir toplum sadece sinirli geçinme araçları (virtus nutritiva) sunduğundan sınırsız nüfus büyümesi daima sınırlı kaynaklarca kontrol edilmektedir. Bu sınır istek ya da cimrilik, bakımsızlık ve hastalık vasıtasıyla kendisini ortaya koymaktadır. Bu, aynı zamanda kendisini, savaşlarla üstü kapalı olarak göstermektedir.3 Pierino Belli (1502-75), De re militari et de hello (1936 [1563]) isimli eserinde strateji ve uluslararası kanunların tartışılmasını eksiksiz bir şekilde sunmaktadır. Paolo Paruta (1540-98), 1599 yılında yayımlanan Discorsi politici

Page 210: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

isimli eserinde İtalyan şehir devletleri arasındaki kuvvetler dengesini tartışma konusu yapmaktadır. Traiano Boccalini (1556-1613), 1612 yı-lında yayımlanan Parnassus'dan Haberler' (Ragguagli di Parnaso) isimli hicvinde devlet adamlarının olumsuzluklarını ele almakta ve ise Tacitus hakkındaki yorumlarında Avrupa kuvvetler dengesini, 1678 yılında yayımlanan ve Tacitus hakkında yorumlarını dile getirdiği Osservazioni Politische sopra I Sei Libri deli Anmali di Cornelio Tacito eserinde tartışmaktadır.4 Bodin'in yöntemi insan bilgisini üçe ayırmaktadır: Kutsal tarih, doğal tarih ve insanlık tarihi. Modern konuşma tarzında, bu üç bilgi alanı, göreceli olarak kabaca ilahiyatı, doğal bilimleri ve tarihi/toplum bilimlerini kapsayacaktır (Bodin 1945, s. 2). Bodin'in bilimselliği için devamlı bir dayanak noktası teşkil eden bu ayırım, üç bölümün her birini birbirinden ayrı olarak üç temel eserde ortaya koymasında açık bir şekilde görülmektedir: 1593 yılında yayımlanan Dialogue of Seven Wise Men isimli eserinde dünya dinlerini açıklamaktadır; 1596 yılında yayımlanan The Theatre of Nature isimli eseri dünyanın fiziksel niteliklerini inceleyen bir çalışmadır; 1576 yılında yayımlanan The Six Books on the Commonwealth insanlık tarihi ve evrensel yasa hakkındadır.5 Ortak, dünyevi yaklaşımları kitapların başlıklarından son derece açık bir şekilde anlaşılmaktadır: 1594 yılında yayımlanan Scipione Ammirato'nun, Discorsi sopra C. Tacito, Ciro Spon-tone'nin 1599 yılında yayımlanan Dodici libri del governo di stato; Pietro Andrea Canonhi-ero'nun 1606 yılında yayımlanan Discorso del governo e della ragion vera distatdsu; Ludo-vico Zuccoli'nin Dissertatio de ratione statusiu; Federico Bonaventura'nın Della region di sta-to'su; Gabriel Zinano'nun Della ragione degli stati'si, Lodovico Settala'nın Della ragion dista-to'su; Scipione Chiaramonti'nin Della ragione distato'su. Söz konusu bu yazarlar Meinecke (1957, BI.5) ve herrari (1860, II. Bölüm, III. Kısım).Dördüncü Bölüm1 Batı Avrupa'nın ortaya çıkışını ve modern kurumlarının oluşumunu anlatan çok sayıda eser vardır. Downing (1992, s. 4 vd.) bu literatürü yararlı bir şekilde beş makro tarihi okula ayırmaktadır: 1) Alman sosyolojik yaklaşımı (Weber ve Hinze'nin önderliğinde); 2) Modernleştirme teorisyenleri (Birleşik Devletler Sosyal Bilimler Araştırma Konseyinin Karşılaştırmalı Siyaset Komitesi'nce temsil edilen); 3) 'Burjuva devrimi' okulu (Adam Smith ve Karl Marx'in kaynaklık ettiği); 4) Kültürcüler ya da idealistler yaklaşımı (Bendix'de örneklenen); 5) Barring-ton Moore'un tezi.2 Filmer'in Patriarcha'sı 1635 yılından sonra 1640 yılından önce yazılmış olmalı. 1680 yılında ölümünden sonra yayımlanmadan önce, el yazmaları halinde dağıtılıyordu. Matbaada basılmadan önce, kraliyet imtiyazının en üst düzey desteğiyle üne sahipti (Laslett 1960, s. 71). Filmer'in kraliyet mutlakiyetçiliğinin niçin böylesine ünlü bir temsilcisi olduğunun temel nedeni onun ortaya koyduğu argümanın da' a az sofistike ve daha çok John Locke'un önemli eseri First Treatise of Government (1688) isimli eserinde Prügelknabe olarak hizmet ettiği gerçeğinden dolayıdır (Laslett 1960).3 Filmer'e göre dünyanın şehirlere bölünmesi büyük ölçüde Babil'deki karışıklıkla daha da artmıştı, bu sırada Tanrı, insanoğlunu 'yeryüzünün bütün yüzeyine dağıttı' (Genesis 11:9). Fil-mer, 'Dillerin bu şekilde karışıklığında 72 millet ortaya çıkması ortak bir görüştür' diye yazıyordu (Filmer 1991, s. 7). Yeryüzünün daha küçük birkaç siyasal birim halinde devam ede-gelen ayrılması sadece Tann'nın lütfuyla değil, aynı zamanda, O'nun doğrudan bölmesiyle gerçekleşti. Herşeyden öte, Babil karışıklığını yaratan Tanrı'ydı (Filmer 1991, s. 7).4 Cineas ('Cyneas'), Roma savaşında (kaleme aldığı 'pyrrhic zaferleri' ile tanınan) Epinis'li Pyrrhus'un yanında görev yapan Thessali'li bir diplomattı ve Roma senatosunun 'Krallar Meclisi' olduğu ve Roma'yla yapılan bu savaşın çok başlı yılanla savaşmak gibi bir şey olduğu yolunda yaptığı gözlemlerden bilinmektedir: Bununla beraber, memnuniyetle karşılanmayan politik-stratejik gerçeklikleri fark edebilme yeteneğine sahip birisi için muhtemel bir tiptir.5 Örneğin, Russell (1936), The New Cyneas'dan devletlerin 'genel meclisi'ne dair Cruce'nin görüşünün Duke of Sully'nin yazıları, William Penn ve Arkadaş Dernekleri (Society of Fri-ends)'nin uluslararası fikirleri vasıtasıyla Woodrow

Page 211: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Wilson ve Franklin D. Roosevelt gibi XX. yüzyıl devlet adamlarına doğru evrimleşmeyi takip etmektedir.6 De jure praedae, ödüller hakkında Portekiz şirketleriyle yasal bir mücadelede içerisinde bulunan Hollanda Doğu Hindistan şirketi tarafından hazırlanan bir rapordu. Grotius, bir Portekiz gemisinin yasal olarak ele geçirildiğini kanıtlamak için Hint Okyanusu'nun Portekiz'in özel malı olduğu iddiasını hükümsüz kılmak zorunda olduğunu fark etti. Her ulusun doğal olarak ticaret yapma hakkı olduğunu ileri süren Victoria'nın savına dayanmak suretiyle bunu yaptı. Bu düşünce Grotius'un açık denizler herkese açıktır şeklindeki ünlü iddiasını temellendiriyor-du. Grotius hacimli raporunu (26 yaşında) tamamladığında bu eserin Mare liberum başlıklı önemli 12. Bölümü 1609'da yayımlandı. 1635'de, John Selden'in Mare clausum'unun önemini ortaya koymak için bu metni Grotius'un Mare liberum'unu (Selden 1652, s. 447 vd.) çürütmek için bir çaba olarak bu metni yazdığını önemle vurgulamaktadır. Grotius'un metninin tamamı 1868 yılına kadar yayımlanmamıştır (Klee 1946).7 Doğal hukukun niçin ölümsüz olduğuna dair iki önemli açıklama vardır; her iki açıklama da Selden (1652, s. 12) tarafından tartışılmıştır. Birinci açıklama köken itibariyle orta çağ'a aittir. Tann'nın düşüncesine katılmanın, bütün entelektüel arayış içerisinde ahlaki ve zorunlu bir hedef olduğu yönündeki söylemi şekillendiren Augustine tarafından açıkça ifade edilmiştir. Bu açıklama ışığında doğal hukuk, ilâhi olarak bahşedilen ahlaki bir düzenin formüiasyonu-dur. Doğal hukuk, bir başka deyişle, Tann'nın bir eseridir.İkinci açıklama XVII. yüzyılda ortaya konmuş ve Thomas Hobbes tarafından dile getirilmiştir/temsil edilmiştir. Bu görüş, insanoğlunun temel, kalıcı özelliğinin düşünme kabiliyeti olduğuna dayanır. Bütün insanlar temelde birbirlerine benzediklerinden aynı şekilde düşünmeye meyillidirler. Hobbes'un bu argümanının etkisi, düşünme vasıtasıyla insanların mantıksal olarak insan davranışının evrensel ve kendiliğinden aşikar kurallarını çıkarsayabilecekleri yönündedir. Bir başka deyişle doğal hukuk, insanlık tarafından yaratılmıştır. XVII. yüzyılın eğilimi birinci açıklamanın reddi ve ikinci açıklamanın kabulü yönündedir. Bilim adamlarının ve devlet adamlarının bu yaklaşımı söz konusu çağın konusuna uymaktadır: Hem siyasal otoriteyi hem de sorumluluğu kutsal krallıktan alma ve bunu rasyonel bireylerin eline verme eğilimi. Thomas Hobbes, çağın bu düşüncesi hakkında kötümser bir tarz geliştirdi. Emeric Cruce iyimser bir yaklaşım ortaya koydu. Hugo Grotius ise orta yolu izledi.8 Thomas Hobbes çağın isyankar ruhunu yansıtmaktadır. Hobbes, 'geçen dönemin aksine, kadim şairler, hatipler ve felsefecilerden alıntılarla süslemelerden sakındığını' açıkça itiraf et-mektedir. Aslında, Hobbes, yazarların düşüncelerini mümkün olduğunca açıklamak yerine yoz öğretilerini, diğer insanların zeka kırıntılarıyla bezemelerinden hoşlanmamaktadır. Onun itiraz ettiği şey, 'çiğnenmemiş Yunanca ve Latince cümlelerin yutulamamasında oluşan bir hazımsızlık sorunudur, ki bu da hiçbir şeyi değiştirmeden bıraktıklarında olur' (Hobbes 1951, s. 727). 9 Leibniz 'devleti', 'monadları'ndaki gibi algılamaktadır (Ross 1984, s. 89 vd.). Teritoryal devletlerin daha büyük bir devletlerarası organizmada ne kadar farklı, nüfuz edilemez birimler olduklarını ayrıntısıyla ele almamasına rağmen, onun 'monadoloji'si, sonradan pek çok küçük, öz-bilinç sahibi topluluklar haline gelecek, her bir üyesinin kendine özgü, öz-bilinç sahibi bir niteliğe sahip olduğu ve böylece bir kaç çok tabakalı sistem düzeyine inen, karmaşık bir devletlerarası sistem öne sürmektedir. Görünüşte, Leibniz'in kuramları saçmalık boyutunda yoğun ve soyuttur. Halbuki, bu kuramların temel benzetmeler (imgeler), Hegel'in bir yüzyıl sonra formülleştireceği sistemin rakip olacağı cazip bir entelektüel güç vermek suretiyle yakın bir bilgiyle elde edilmektedir ve bunlar, aynı zamanda, devletin önemli bir özelliği olarak öz-bilince dayanmaktadır.Beşinci Bölüm1 Bu adlandırma, hep böylesi lâkaplarla beraber bulunan genel zorluklara göre daha fazlasına sahiptir. Genel konuşma tarzında, bu adlandırma zihinde, entelektüel başkaldırıları, ekonomik kargaşa/çalkantıyı ve hızlı, hatta devrimci siyasal değişikliklerin düşüncesini uyandırmaktadır. Aslında XVIII. yüzyılın büyük bir bölümü ciddi bir kargaşa dönemi değildi. XVIII. yüzyılın ilk yarısı gelişme dönemi olduğu kadar enerjik bir yaratıcılık çağı değildi; bu dönem XVII.

Page 212: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

yüzyılın entelektüel devriminin meyveleri üzerine kafa yorulduğu, sistemleştirildiği, ya-salaştırıldığı, mükemmelleştirildiği, sindirildiği ve genel kabule tabi olduğu bir dönemdi. Aydınlanma Çağı, aynı zamanda, Eski Rejim Çağı'ydı da.2 Locke'un argümanı, Hobbes'un, insanlığın toplumsal sözleşme vasıtasıyla yönetimi yarattığı iddiasında yankısını bulmuştur. Bununla beraber Locke, Hobbes'dan bir kaç açıdan ayrılmaktadır. Birincisi, Hobbes, doğal kaynakları insanların istediklerini yapma yönünde sınırsız imtiyazı olarak görürken, Locke doğal hakları diğerlerine karşı yükümlülüklerce sınırlanmış özel haklar dizisi olarak algılıyordu. Örneğin, Locke, insanoğlunun yaşama hakkına sahip olduğunu ileri sürüyordu ve bunu mülkiyet hakkı bağlamında tanımlıyordu. Bütün bireyler kendi bedenlerine sahiptir ve hiç kimse başkasının malı olarak doğamaz -hiç kimse, bir derebe-yinin kölesi olarak doğamaz. Bu aksiyomdan yola çıkarak Locke, insanoğlunun kendi işinden ortaya çıkan ürüne sahip olma hakkı olduğu sonucunu çıkarmıştı. İnsanlar çalıştıklarında, nihayetinde kendi mülkleri olacak 'emeklerini' doğa nesneleriyle 'karıştırmaktadırlar'. Locke'a göre, sanki emek, doğa olan büyük ortaklığın kapalı parçasıdır.İkincisi, Hobbes tabiî hali bir savaş koşulu olarak canlandırırken, Locke bunu barış hali olarak görüyordu. Özgür ve büyük ölçüde mutlu bireyler bir yönetim kurma yolunda anlaşmaya varırsa bu sadece birkaç kandırılmış, kötü bireyin sahip oldukları doğal hakları artırma ve diğerlerinin canlarını ve mallarını ele geçirme konusundaki ısrarlı çabalarından ötürüdür. Böylesi insanlara karşı etkin bir savunma geliştirmek için, barış yanlısı mülkiyet sahiplerinin do-osuğal haklarla uygunluk içerisinde yasa yapma ve var olan yasayı hayata geçirecek bir yönetim organize etmesi gereklidir. Sonuç itibariyle, Locke'un devleti, yönetimin yasama ve adalet yönlerinin yürütme erki üzerinde olduğuna dair bir vurgu yapıyordu. Locke, iyi bir hükümetin mümkün olduğunca, yasanın olgun bir hale getirilmesi ve uygulanması kadar işlevlerini kısıtlayan bir niteliğe sahip olduğunu vurguluyordu.Üçüncüsü, Hobbes'un aksine, Locke'un toplumsal sözleşmesi şartlıdır; bu toplumsal sözleşme, hükümet üzerine olduğu kadar bireyler üzerine de karşılıklı yükümlülükler getirmektedir/zorunlu kılmaktadır. Vatandaşlar, akla (ve aklı temsil eden Tanrı tarafından verilen doğal hukuka) uygun bir şekilde hareket etme konusunda hemfikir olmalıdırlar; çünkü Locke, sadece rasyonel bireylerin özgür olabileceği vurgusunu eklemektedir. Hükümet, kendi adına sözleşmeye saygılı olmak zorundadır. Şayet hükümet, vatandaşlarının (tek amacı korumak olan) haklarını tehdit ederse, vatandaşlar sözleşmeyi geçersiz ve hükümsüz addederler. Bu durum karşısında son çare olarak isyanı düşünebilirler.3 Bu bilgi, Locke'un, yönetim gücünün yasama, yürütme ve federatif yönlerini ele aldığı Second Treatise isimli çalışmasının 12. Bölümünde açık bir şekilde belirtilmiştir. Yasama ve yürütme erklerinin iç işleri kapsadığını, federatif gücün ise dış ilişkileri -savaş ve barış gücü, birlikler ve ittifaklar, ayrıca ulus dışından bütün kişi ve topluluklarla olan bütün ilişkiler (Locke 1960, s. 411) dahil olmak üzere- kapsadığını ileri sürmektedir. Bu nokta Cox (1960) tarafından daha da ileri götürülmüştür.4 Aralarında Benjamin Franklin (1706-90), Thomas Paine (1737-1809), Thomas Jefferson (1743-1818) ve Alexander Hamilton'un da (1756-1804) bulunduğu önde gelen bir kaç Amerikan yazarının Aydınlanma teorileri tartışmalarından dışlanmasının sebebi sadece mesafedir. Hem Franklin hem de Jefferson diplomatik deneyimlere sahiptir. Franklin hem ingiltere'de hem de Fransa'da bir kaç yıl geçirmiş ve uluslararası ilişkilere değinen siyasal ve ekonomik içerikli eserler kaleme almak için çeşitli tecrübeler edinmişti. Bu çalışmalardan önde gelen iki tanesi: 1760 yılında yazılan, The Interest of Great Britain Considered with Regard to Her Colonies ve 1782 yılında yazılan Journal of the Negotiations for Peace. Bu iki makale, Franklin'in 1754 yılında yazdığı 'Planofunion've 1769 yılında yazdığı Positons tobe Examined Concerning National Wealth' ve Avrupa'dan gönderdiği mektuplarıyla beraber (örneğin, Pierre Gargaz'la kalıcı barış projesi hakkında arasıra gerçekleşen yazışmalar) Montesquieu, St-Pierre, Vattel, Voltaire ve diğerleri tarafından temsil edilen ticaret odaklı Aydınlanma argümanlarının ilginç bir Amerikan versiyonuna katkı sağlamıştır. Jefferson,

Page 213: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Fransız Dev-rimi'nin ilk safhalarına şahit olduğu Paris'de beş yıl boyunca Amerikan temsilcisi olarak yer aldı; Jefferson, Amerika'nın ilk İçişleri bakanı (1788-94) ve yeni ulusun üçüncü başkanıydı (1801-09) ve Napolyon Savaşları'nın yol açtığı diplomatik zorlukları yaşadı. Hazine Bakanı olan Hamilton uluslararası ticaret ve dış yatırım konularıyla yoğun bir şekilde ilgilendi. Ne Jefferson ne de Hamilton, uluslararası ilişkiler konusunda eserler vermediler; bununla beraber, bu konuyla alakalı değişik yazıları -serbest ticaret okulları ve merkantalizm (Hamilton 1928) arasında gerçekleşen mücadeleyi yansıtan 1790'li yılların başlarında ikisi arasında ortaya çıkan yoğun siyasal düşmanlık esnasında- Amerikan Aydınlanmasının uluslararası ilişkiler teorilerine bir anlayış kazandırmıştır (Varg 1970, s. 70-94).5 Amerikan Devrimi'nden sonra, Vattel'in otoritesi azalmadan devam etti, çünkü özgürlük veeşitlik tanımları Amerikan Bağımsızlık Bildirgesiyle (1776) uygunluk arz ediyordu. Vattel ve Locke büyük ölçüde, Birleşik Devletler'in dış politikalarını etkilemiştir. Amerikalılar, Vattel'in (ve Locke'un) insanoğlunun özgür doğduğu ve doğal haklarla donandıkları; ulusların 'tabiî olarak özgür ve bağımsız ve medeni toplumun kuruluşundan önceki tabiî halde birlikte yaşamış insanlardan oluştuğu' önerilerine kapılmışlardı (Vattel 1863, s. I). Amerikalılar, Vattel'in bazı koşullar altında ulusun bir bölümünün kendisini ulusun geri kalanından ayırabilme hakkı olduğu yönündeki argümanını samimiyetle benimsedi (s. 96-8).6 Hume, iç politikada kuvvetler dengesi ilkesinin nasıl işleyeceğine dair bir kaç açıklama yapmıştır (Hume 1985, s. 42-6, 47-53 ve 64-73). Hume'dan yapılan alıntılar Luard'da (1992, s. 46-9, 386-9) ve Hume'dan, Defoe'dan, Bolingbroke'dan ve diğerlerinden yapılan alıntılar Wright'da (1975, s. 39-87) bulunmaktadır.7 Godwin'in Enquiry Concerning Political Justice eseri, Locke'un ve sözleşmeci felsefe ve liberal siyasal düşüncenin bütün geleneğine önemli bir eleştiriyle başlamaktadır; eser, dürüst iş birliği ve toplumsal dayanışmayla belirlenen bir toplumsal düzenle bitmektedir. Godwin bireysel özgürlükle ilgili meşguliyeti öylesine aşırı uçlara taşımaktadır ki, pek çok gözlemci Godwin'in argümanında 'vardığı mantıksal çıkarımlarla bir anarşi felsefesi'ni (Joll 1964, s. 31) bulmaktadırlar. Godwin aynı zamanda, Enquiry'sinden bazı bölümleri kurgusal bir formda, Caleb Williams (1794) isimli romanında, fakat daha önemlisi oyunlarında ele almaktadır.8 Daha modern kavramlarla ortaya koymak gerekirse, Godwin demokrasilerin savaşlardan başlamadığı türünden yüzeysel ulus temelli iddiadan, daha sofistike demokrasilerin birbirleriyle savaşmadıkları ikili iddiasına geçmektedir. Daha sofistike iddianın oluşumu için Bkz Gleditsch ve Hegre (1996); eleştiri için, bkz Gates vd. (1996).9 Daha çok bilgi (ve özellikle diğer insanlar hakkında) hoşgörüyü teşvik eden ve böylece barışa yol açan bu kavram oldukça eskidir. Fakat, Montesquieu gibi birkaç teorisyen, ticaret ve giderek artan bilgi arasında daha yakın bir bağlantı kurmuştur. Montesquieu'dan sonra, bu bağlantı kalıcı barış hakkında birkaç projede ayrıntısıyla ele alınmıştır. Daha çok yazar, özellikle liberal İngilizler -örneğin, Bentham (1843) ve onun Manchester'li takipçileri (Blainey 1973)- 'iyi şeylerin bundan kaynaklandığı' konusunda hemfikirdirler. Bazı yazarlar -özellikle Alman radikalleri- örneğin, Herder (1829) ve Fichte (1979), ticaretin inançları yozlaştırdığı ve savaşlara neden olduğunu ileri sürmüşlerdir.10 Montesquieu tarafından ortaya konan bağlantılar d'Alembert'in ünlü Encyclopedie'sindeki (Ansiklopedi) de Forbonnias'ın 'colonie' (koloni-sömürge) ve 'commerce' (ticaret) kayıtlarında açıkça ortaya konmuştur; Abbe Raynal'ın meşhur Historie de Deux Indes (1804-â1770â) (İki Kızılderilinin Hikayesi) eserinde dikkat çekici bir bilgi vardır. Diderot'un (1713-84) yazıları Montesquieu'nun fikirlerini yansıtmaktadır -Raynal'ın Histoire'ına katkıları monarşi yönetimi ve kolonyalizm/sömürgecilik arasındaki bağlantıyı araştırmaktadır ve Diderot'un 1767 yılında yayımlanan Observations sur le Nakaz (1992) (Nakaz Üzerine Gözlemler), mutlak monarşilerin çatışmayı ve savaşı körüklediğini iddia etmektedir. De Jaucourt, Encylopedie için 'savaş' hakkında yazdığı makalesinde bu noktayı tekrarlamıştı. d'Holbach (1773; II, s. 137) iş

Page 214: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

üretiminin bir sonucu olmayan refahın yozlaşma nedeni olduğunu yazdığında, onun bu argümanı monarşilerin savaş açmak ve sömürgeler elde etme şekilleri hakkında şüpheyle doludur. Aynı yaklaşım Condorcet'in kölelik konusuna eleştirisi sanayileşme ve ticaret özgür-Ilüklerinin her ikisinin de refahın dağıtımında katkı sağlayacağı ve gücün birkaç bireyin elinde toplanmasına mani olacağı konusundaki iddialarını desteklemektedir (Condorcet 1788).11 Bu bölümden sonra, Rousseau'nun uluslararası ilişkiler hakkındaki önemli yazıları Hoffmann ve Fidler (1991)'in İngilizce çevirilerinde biraraya getirilmiştir. Bu çalışmada uzun ve önemli bir giriş denemesi vardır.12 Rousseau, ne Saint-Pierre hakkında kaleme aldığı Judgement'ı ne de sömürgecilik hakkındaki düşüncelerini yayımladı. Fransa'da bir yabancı olarak, hükümet ajanlarının kendisini tehlikeli bir muhalif olarak tanımlaması ve 'kaba' bir muamelede bulunup sürgün etmesinden korktu (Rousseau 1978, s. 394; Cranston 1991, s. 26 vd.; Starobinski 1988, s. 201 vd.). Fransa yönetiminin bu konuyla ilgili sağlam gerekçeleri vardı. Çünkü, ingiltere ve Amerika'da olduğu gibi Fransa'da da Aydınlanmanın insan aklı, bireysel özgürlük ve toplumsal sözleşmesini kutsaması, insan özgürleşmesinin gerçekleşmesi için -gerekirse devrim vasıtasıyla-talepler doğurmuştu.13 Rousseu'nun bu argümanı sürekli yanlış anlaşılmıştır. Çoğu yorumcu, Rousseau'nun yabancılaşma ve tarih teorilerini gene onun uluslararası ilişkiler teorisiyle ilişkilendirmeyi becere-memişlerdir. Bunun bir nedeni, çoğu yorumların 'Kalıcı barış için Proje'ye odaklanması ve bu metni yüzeysel haliyle ele almalarıdır. Çoğu yorumcu bu makalenin aslında -Rousseau'nun okudukça daha da 'yüzeysel', 'pratik olmayan' ve naif bulduğu- St. Pierre'nin argümanının bir sunumu olarak yazıldığını bilmemektedir. Sonuç olarak, yorumcular sık sık Rousseau'nun St. Pierre'nin argümanını çevirisini Rousseau'nun kendi fikirleri zannetmişlerdir. Ayrıca, bu metni belirsiz ve tezat içeren bir metin olarak değerlendirme eğilimi göstermişlerdir. Böylece, James Madison (1953) [1792]), s. 261) 'Rousseau'nun projesini saçma ve yetersiz buldu; öte yandan G. Lowes Dickinson (1927, s. xxii) bunun 'doğru bir şekilde kullanılan bir kurumun en sonunda çatışmacı ilişkileri ve savaşan ulusları kalıcı barışın sakin ve umut verici sığınağına sevketmesi' için ayrıntılı bir plân (blueprint) içerdiğini fark etti. Hatta öylesine hatasız olan Kenneth Waltz bile (1959, s. 185) Rouesseau'nun dünya çapında bir federasyonun destekçisi olduğunu düşünmektedir. Project ve Judgement'ı diğer siyasal yazılarının uygun bağlamına oturtmak suretiyle -burada yapıldığı gibi (ve aynı zamanda, Hoffmann ve Fidler, 1991) Rousseau'nun uluslararası ilişkiler teorilerini anlamamız büyük ölçüde gerçekleşecektir. Rousseau'nun (1995 1743/44) Fransa'nın Venedik büyükelçisiyken (Cranston 1982, s. 173) kaleme aldığı dağınık diplomatik yazılarının yayımlanması ortaya koyduğu argümanın geliştirilmesi ve doğasının anlaşılmasına yardımcı olabilir.Altona Bölüm1 Fabrikalar ve dükkanlar, yeni makineler tarafından oluşturulan usandırıcı hıza köle olan işçiler arasında birlik yarattı. Sanayi/sanayi şehirlerinde işsiz ve mülksüz şehir serserileri kadar, yeni proleter sınıf/işçi sınıfı yığılmaya başladı. Bu iki toplumsal grup toplumsal platformda birlikte ortaya çıkmaya başladığından beri, üyeleri kendilerini sürekli bu iki gruptan ayıran kurulu toplumsal sınıflar için kitlesel eylem ve düzensizliğin korkusu haline geldiler.2 Smith gibi Bentham da, toplum için, yasama, sivil/iç düzenin devamı ve ulusal savunma konularında gerekli hizmetleri sunduğundan ötürü siyasetin kaçınılmaz olduğunu kabul etti. Bu-nunla beraber, siyaset ekonomik düzenin doğal niteliklerine müdahale etmemelidir. Hükümetin bütün müdahale biçimleri, bu düzenin bir şekilde bozulmasını içermektedir; yasama ne yaparsa yapsın, bir yerlerde zorluk ve zorlama şeklinde hissedilmeye kararlıdır' (Stark 1952-4, s. 311).3 Bentham, uluslararası ilişkiler konusunda üç eser kaleme almıştır: 'Uluslararası Hukukun Amaçlan', 'Savaşların Nedenler ve Sonuçlar Bağlamında Ele Alınması' ve 'Evrensel ve Kalıcı Barış Plânı'. Bu eserler, 1790'lı yılların sonunda yazılmıştır ve Principles of International Law (Bentham'ın Works (1843),

Page 215: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

2. Cilt, s. 531-61) (Uluslararası Hukukun İlkeleri) başlığı altında bir araya getirilmiştir. Bentham'ın dördüncü makalesi ise 'Kolonileri Özgürleştirme' başlığı altında ayrı bir çalışma (ve Bentham'ın Works (1843), 4. Cilt, s. 408-19'a dahil edilmiştir) olarak yer almıştır.4 1800'lü yıllarda, Almanya hâlâ, Avusturyalı I. Francis'in liderliğinde Kutsal Roma imparatorluğu olarak birbiriyle gevşek bağlarla bağlı 300 civarında devletten, prensliklerden ve özgür şehirden oluşuyordu. Napolyon, Avusturyalıları Ulm ve Austerlitz'de (1805) ve Prusyalıları da Jena'da (1806) mağlup ettiğinde bu bin yıllık imparatorluğu yıkmış oldu. Clausewitz, Jena'da, tarihte ve uluslararası ilişkilerde halk (Volk) kavramının önemini fark eden tek gözlemci değildi; bu gözlemciler arasında Hegel de vardı.5 Liberalizm, radikalizm ve muhafazakârlığın birbirine benzer ya da farklı gözüktüğü nokta gözlemcilerin bakış açısına bağlıdır. Dar Avrupa merkezci bakış açısından bu konu ele alındığında, farklılıklar benzerlikleri geçmektedir. Bununla beraber, bu üç ideolojinin de Batı Hıristiyan, büyük ölçüde Protestan siyasal kültürünün ürünleri olduğunu unutmamak gerekiyor; böylece Budist ya da Konfüçyüsçü yaklaşımlar arasındaki farklılıklara nazaran bu ideolojiler arasındaki farklılıklar daha da azdır.6 Hegel, ingiliz düşünürlerin daha deneysel ve daha kolaylıkla elde edilebilir evrim teorileri sağlamalarından sonra bile, F. H. Bradley, J. E. McTaggert, T. H. Green, Josiah Royce ve R. G. Collingwood gibi teorisyenler vasıtasıyla Anglo-Amerikan dünyasında önemli bir etki yapmaya devam etti.7 Metternich, dünya görüşünü kuvvetler dengesi argümanına ekledi. Avusturya'nın millî çıkarını adamak suretiyle Metternich, liberal demokraside, Avrupa'nın güney-ortasındaki Avusturya gücüne bir meydan okuma gördü. Örneğin, liberal Almanlar, Alman Konfederasyonunun (Bund) 39 üyesi arasında daha büyük bir birlik konusunda tartıştılar. Bund üyeleri mevcut ulaşım, ticaret ve seyahat kısıtlamalarını kaldırabilseler ve demokratik kurumları be-nimseyebilseler bunun arkasından serbest değişim güçleri, Alman devletlerini sıkı bir karşılıklı bağımlılıkla bağlamak suretiyle refah oluşumunu başlatabileceklerdir. Metternich böylesi bir bütünleşmenin Avusturya'nın Macaristan, italya ve Balkanlar'daki politikalarını ciddi bir şekilde engelleyeceğini gördü. Ayrıca, yerel Alman yöneticilerini, liberallerin Orta Avrupa'da kurulu düzeni bozmaya yönelik çalışmalar yaptıkları yolunda ikna etmeye çalıştı.Ren Nehri'nin doğu yakasında toprak sahipliğine dayanan soyluluğu da Batılı yaşam tarzı öğretilerine muhalifti. Metternich kendi kazanımları için, Avrupa'nın batı ve orta bölgeleri arasındaki ekonomik yapı ve felsefi duyarlılıkdaki farklılıklardan başarılı bir şekilde yararlandı ve bunlar üzerinde durdu. Aydınlanma ideallerini Almanya'nın genişleyen batılı komşuları üzerinde hoş olmayan müdahale olarak sunan Metternich, Atlantik ve Kıta Avrupası siyasal ge-lenekleri arasındaki açığı (farklılığı)konusundaki savına yardımcı olan ve genişleten şovenist ve yabancı düşmanlığını kışkırtmada başarılı oldu.8 Bu olaylar çerçevesinde gelişen düşünce, Alexis de Tocqueville'nin metinlerinde çok iyi dile getirilmiştir (Clinton 1993).9 'iyimser müdahalecilik karşıtlığı' ve 'mesihci müdahalecilik' -pasif ve aktif devlet- arasındaki liberalizm içerisindeki bu çatışma, özellikle Birleşik Devletler politikasına özgü kalmıştır(Waltz 1959).10 List, Birleşik Devletler'de Ekonomi Politik/siyasi iktisat eğitimi görmüştü ve Amerikalı politikacıların seçici bir gümrük tarifesi duvarı ardında yeni ulusun sanayisini inşa ettiklerini gözlemledi. List, özellikle Alexander Hamilton'un, Avrupa'nın emperyalist ekonomilerinin etkisinden kaçınmak için sarf ettiği çabayı takdir etti. List, Hamilton'un güçlü bir ekonominin ülke savunması için paha biçilmez bir temeli olduğu; bir hükümetin iç ekonomiye müdahale ve ülkenin kalkınma düzeyini teşvik edebileceği; modern çağda böylesi bir gelişmenin imalatın tarım sektörü üzerinde üstünlüğüne dayanması gerektiği iddialarını benimsedi (Hamilton1928).11 1848 yılı ayaklanmaları Metternich'in gerici rejimini ortadan kaldırdı. Avusturya en azından on milleti içinde barından çok uluslu bir imparatorluktu ve

Page 216: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Metternich'in, gücünü yitirmesine yol açan ve aynı zamanda, çeşitli ulusal gruplar arasında kendi geleceğini belirleme hakkı için talepleri körükleyen ve eski Avusturya imparatorluğu'nu parçalanmaya ve siyasal istikrarsızlığa sevkeden devrimci bir düşünceydi. Buna karşın Almanya'daki ayaklanmalar, daha geniş Alman halkı (Volk) görüşünü teşvik etti ve Alman Konfederasyon (Bund) fikrini güçlendirdi.Bismarck'ın görüşüne göre, Prusya'nın Avusturya'yla eski ittifakının uygulanabilirliği kalmamıştı. Prusya'nın çıkarlarına sadece daha büyük, Prusya önderliğindeki bir Alman devletinin kurulmasıyla hizmet edilebilirdi. Bismarck, böylesi bir siyasetin, Alman Konfederasyonu'nun (Bund) diğer küçük üyelerinin kızgınlığına yol açabileceğini fark etti: Kendi iradelerine terk edilen küçük devletler Avusturya ve Prusya arasında tarafsız bir konum almak suretiyle kendi küçük çıkarlarını en üst düzeye çıkarmaya çalışacaklardır. Prusya Almanya'yı birleştirme görevini üstlenirse, pek çok küçük devleti Avusturya'nın kucağına atacaktır. Almanya sadece Avusturya ve Prusya arasındaki bir savaş vasıtasıyla birleştirilebilirdi. Savaş kaçınılmaz bir hal aldığında Prusya er ya da geç buna hazırlanacaktır. Bismarck kafasına koyup, uygun zamanı kollayarak Prusya askeri kuvvetleri ve Almanya liderliği konusunda Prusya'ya, Avusturya'ya meydan okuma olanağı sağlayacak Avrupa'daki güç birliği oluşturma fırsatını bekledi.Kral I. Wilhelm, Bismarck'ı başbakan (1862) olarak atadığında bu fırsatı elde etmiş oldu. Bismarck hemen, Prusya liderliğinde birleşik bir Almanya hedefini gerçekleştirmeye doğru ilk ve gerekli adım olarak Prusya askeri güçlerini artırdı. İkinci adımı, Prusya ve Avusturya arasındaki çıkar çatışmasını gün yüzüne çıkarmak olacaktı; Avusturya'yla Schleswig ve Holstein (1864) dukalıkları üzerinden Danimarka'ya karşı ittifak kurdu ve daha sonra bu ittifaka Avusturya'yla çatışma başlatmak amacıyla dukalıkları ilhak etti. 1865 yılında, Bismarck, İngiltere, Rusya ve Fransa'nın nezdinde sessizce Avusturya'nın itibarını lekelediğinde düşmanlıkların derinleşmesine fırsat verdi. Avusturya diplomatik olarak yalnızlığa itildiğinde Bismark, Avus-turya'yı savaş ilân etmesi için teşvik etti. Bu savaş için dört yıldır hazırlanmış olduğundan, yedi hafta içerisinde Avusturya ordularını ezip geçti. Hanover krallığıyla birlikte hem Schleswig ve Holstein'ı, Nassau ve Hesse Cassel dukalıkları ve Frankfurt bağımsız şehrini ilhak etti. Bu ilhaklar Alman Konfederasyonunu (Bund) böldü. Bunun yerine Bismarck, genişlemiş Prusya'yla diğer 21 Alman devletini birleştiren Kuzey Almanya Konfederasyonu (1867)'nu kurdu.1870 yılında Bismarck, geri kalan Alman devletlerini yeni Konfederasyon'a katmak amacıyla Almanya'nın geleneksel Fransa korkusunu kullanarak Fransa'ya savaşı teşvik ederek şiddete dayalı birlik politikasını devam ettirdi. Bismarck bu çabasında da gaddarca başarılı oldu: Prusya dokuz ay içerisinde Fransa'yı yendi ve Almanya'nın küçük devletleri Prusya liderliğinde birleşti.Yedinci Bölüm1 Din, bu birincil gücün gelişmesinde önemli bir rol oynamaktadır, çünkü din hükümdarlara halkları üzerinde Hıristiyanlığın farklı bir yorumunu empoze etme/dayatma yetkisi vermiştir, incil'in evrensel Latin dilinden milli dillere çevrilmesi suretiyle hükümdarlar, kendi ulusunun farklılığını vurgulamıştır (Eisenstein 1993, s. 148 vd; Anderson 1983, s. 41).2 1830'lu yılların sonlarından itibaren, Ranke zamanının baştan çıkarıcı/akıl çelici modasına uymak için hacimli bir çalışma ortaya koydu. Ranke, tarihi "olduğu gibi" yazma çabasıyla çalışmalarında objektifliği en üst düzeye çıkarma yolunda uğraş verdi. Bu çalışmalara Avrupa'nın en güçlü devletlerinin dış ilişkileri hakkındaki uzun süren tartışmaları dahildir. Ran-ke'nin tarih yöntemi, "Süper Güçler" kavramı ve bunların etkileşimi konusundaki çalışması uluslararası ilişkiler ve uluslararası ilişkiler teorisine büyük ölçüde hafife alınan bir katkı olmuştur.3 Birinci sanayi/sanayi devriminin öncülüğünü, geleneksel üretim yöntemlerini geliştiren pratik insanlar, zanaat erbabı ve mühendisler yapmıştır, ikinci sanayi/sanayi devrimi yeni meta türleri icat eden bilim adamları ve sermaye vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Eritme ve istenmesindeki yeniliklerle metalin kalitesi artırılmış; metalin kesilmesi ve kaynak yapılmasını sağlayan yeni araç gereçler, demiryolu, levha, döküm, aletler ve motorların ticari

Page 217: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

üretimini büyük ölçüde artırmıştır. Çeliğin demiryolu, gemicilik, inşaat, makine ve silah yapımında temel malzeme olarak gündeme gelmesi de kitle tüketimi piyasasında büyük patlamaların meydana gelmesi için yeni ürünleri ortaya çıkarmıştır. Daha önceki yüzyıllarda akla gelmeyen ürünler -telgraf, telefon, radyo, gramofon, ampul, dikiş makinesi, makinalı tüfek, bisiklet, havalı lastikler, içten yanmalı motor, metro, daktilo- yoğun, ve iyimserlikle dolu 18601ı yıllar boyunca ortaya çıkmıştır (Barraclough 1976).4 Amerika kıtasında Amerika Birleşik Devletleri, sanayileşmede/sanayileşmede Almanya'yı geçti. Asya'da ise Japonya, elektriği, petrolle çalışan motorları, demiryolları ve çelikten inşa edilmiş gemilerle öylesine hızlı bir gelişme gösterdi ki, 1900 yılına gelindiğinde Japonya bölgede birinci güç haline geldi. 1850 yılında ingiltere dünya sanayi üretiminin yarısını karşılıyordu; 1870 yılında bu rakam üçte bire düştü; ve 1910 yılına gelindiğinde ise oranın altıda bire düştüğü görülmektedir (Kennedy 1987, s. 198 vd.).5 Bu durum özellikle, Batı'nın Afrika'ya doğru artan politikalarında aşikâr bir şekilde görülüyor-du. 1875 yılında, Afrika'nın sadece onda biri elverişli değildi. XIX. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere imparatorluğu, topraklarına 4.250.000 mil-kare, nüfusuna da 66.000.000 kişiyi daha ilâve etti. Fransa 3.500.000 mil-kare ve 6.500.000 milyon kişiyi ilâve etti. Eski Portekiz ve Hollanda imparatorlukları ise bu hususta çok küçük bir gelişme kaydederken, Belçika, İtalya ve Almanya yeni deniz aşırı sömürgeler elde ettiler. 'Dünyanın büyük bir bölümünün artık Avrupa'nın büyük güçlerinin eline geçmesi tarihi bir yenilikti' (Thomson 1974, s. 498). 6 Bütün bu eğilimler, XX. yüzyılın ilk on yıllarında entelektüel yaşamdaki sonuçların nitelikleri olarak ortaya çıkmaya başladı. Bu eğilimler Klee (1879-1940) soyut sanatında, Schönberg (1875-1951) ahenksiz müziğinde ve Eliot (1888-1965) şiirinde görüldü. Fakat, aynı düşünceleri, bilim adamlarının nedenselliği reddinde de görülmektedir -bu düşünceler Einstein'ın 'izafiyet teorisinde' çok açık bir şekilde görülmektedir.Sekizinci Bölüm1 1924 yılında Almanya ekonomik anlamda büyük bir yıkıma uğradı; bir Amerika Doları dört trilyon Alman Markına eşitti. Bu yıkım, Batı'nın mali gelişiminde önemli aksamalara yol açtı (ring-around-the-roses). Amerikalı spekülatörler Almanya'ya borç para vermemeye başladılar. Bunun üzerine Almanlar, Müttefiklere borçlarını ödeyemez hale geldiler. Bunun neticesinde, Müttefikler de Birleşik Devletler'e savaş borçlarını ödeyemediler. Amerikalı yatırımcılar Avrupa'ya verdikleri milyonlarca doları kaybetmek üzere olduklarını fark ettiklerinde ekonomiye duydukları güveni yitirdiler.1929 yılı Ekim ayında Wall Street borsası çöktü. Bu gelişme, dünya ekonomisinde büyük krizlere yol açtı ve serbest piyasa ekonomisine yönelik kapitalist fikirlere ve liberal-demokrat politikaya büyük bir darbe indirdi. 1930'lu yıllarda, iki alternatif sosyo-ekonomik düzenleme görüşü tarafından bu fikirlere ciddi bir şekilde meydan okundu. Merkezi plânlamaya yönelik politik soldan Marksist doktrinler ve politik sağdan da iş birliğine dayalı bir toplum hedefi güden faşist öğretiler ortaya çıktı. Batı'nın kapitalist ekonomileri bir krizden diğerine doğru bir seyir takip ederken faşist ve marksistler merkezi plânlama ve devletin yoğun müdahalesi vasıtasıyla bu krizden yararlanmaya çalıştılar. 2 Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra insan rasyonalitesi ve tarihi gelişme gibi liberal aksiyomlar Darwinciler, Marksistler, Freudcular ve diğerlerinin saldırılarına maruz kaldı. Biyologlar insanı Tann'nın bir yaratısı olarak tanımlamak yerine, sahip olduğu nitelikleri çevreye uyumla açıklanabilecek son derece gelişmiş bir hayvan olarak tanımladılar. Psikologlar akıl olarak adlandırılan şeyin sık sık sadece 'rasyonalleşme' -duygusal ihtiyaçları gerekçelendirmek için üzerinde anlaşılan 'akıl' bulgusu- olduğunu ileri sürdüler. Tarihçiler tarih yazımının, yazarın kendi zamanı ve mekânının sınırları içerisinde bulunduğunu ileri sürdüler. Sosyologlar ve felsefeciler, grupların, sınıfların ve bütün ulusların ayrıntılı kolektif mitler inşa ettiklerini savundular; Almanya'da Scheler, Mannheim ve diğerleri farklı 'ideolojilere' yol açan özel toplumsal koşulların içinde yer aldığı yolları araştıran 'bilgi sosyolojisinin' gelişimine katkı sağladılar; Fransa'da Canguilhem, Bachelard ve Koyre, özel dönemlerin ve kültürlerin farklı

Page 218: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

'epistemolojilere' yol açtığını ileri sürdüler. Bu türden araştırmalar, insan düşüncesi ve bilgisini, verili sosyo-tarihi bağlamın yansımaları olarak betimleyerek insan aklını göreceli bir hale getirdi. Mach, Einstein, Heisenberg, Schrödinger ve diğerleri gibi Kıta Avrupası bilim adamları, fizik-sel evrenden nedenselliği çıkarıp yerine ihtimal hesabı getiren kuantum mekaniğini geliştirirken, bütün bilimlerin en zoru olan fizik bile küçük parçalara ayrıldı.3 Savaş karşıtı hareketler, Euripides'in Trojan Women (İ.Ö. 415)'ında (Truvalı Kadınlar) ileri sürüldüğü gibi tarihte antik dönemde kurulmuş toplumlara değin geri götürülebilir (bkz. Be-ales 1931; M. Howard 1978; Mueller 1989). Önde gelen savaş karşıtı toplumlar, 30 Yıl Savaşları ve İngiltere iç Savaşı sırasında gelişme gösterdi. İlk eylemciler arasında, savaş karşıtı düşüncesi insan yaşamına son vermeye karşı ahlâki argümanlara dayalı Quaker'ler vardı. Napolyon Savaşları'ndan sonra seküler savaş karşıtı toplumlar ortaya çıktı. Bu toplumlardan bazıları Henry Thomas Buckle ve Bertha von Suttner duruşlarını estetik ve insanî argümanlarıma desteklediler. Diğerleri Norman Angell, Ramsay Muir ve Francis Delasi gibi, savaş karşıtlığını pragmatik temellere oturttular.4 Angell (1909) önemlidir, genel olarak yanlış anlaşılmıştır ve daha yakın bir incelemeyi hak etmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse Angell, özellikle yaygın bir şekilde benimsenen iki dış politika argümanını konu almaktadır. Bunlardan birincisi, üstün gücün en iyi savunma olduğudur. Angell bu iddiayı toplumsal Dara/incilik yaklaşımlarının (yüzyılın dönümünde yaygın bir şekilde kabul görmüş olan) bir ürünü olarak görüyordu ve bunu saçmalığından ötürü reddetti. Zira böylesi bir yaklaşımın, bir devletin güvenliğinin bir başka devletin güvensizliği pahasına elde edilebileceğini ifade ettiğini ve bu yaklaşım üzerine inşa edilen bir siyasetin, silahlanma yarışı ve savaştan başka bir şekilde sona ermeyeceğini yazmıştır.İkinci argüman, bir ülkenin toprak bütünlüğünün ve ticaretinin bir diğer devlet tarafından ele geçirilebileceği ve kazançlı bir şekilde galip tarafın mülküne ekleneceği iddiasını ileri sürüyordu. Angell, bu iddiayı tehlike içerecek kadar eskimiş görüyordu. Ekonomik alanda gelişme gösteren XX. yüzyıl dünyası geçmişin daha ilkel ekonomilerine göre daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Smith, Bentham ve Cobden gibi liberal teorisyenlere dayanan, reddedilmesi zor bir argümanda Angell, uluslararası üretim, ticaret ve krediyi içine alan modern bir dünya ekonomisi tasviri yapmaktadır. Bir ülkedeki yıkım, her iki ülkedeki üreticileri ve bankacıları birlikte çalışmaya zorlayacak şekilde bir diğer ülkedeki yıkıma sebebiyet vermektedir. Karmaşıklığın ve karşılıklı bağımlılığın hakim olduğu yeni uluslararası çevrede savaş bütün dünya ekonomisini etkileyecektir. Angell, bu savaşın herkese zarar vereceğini ve bu yüzden 'ilk bakışta sahip olduğu sonla bağlantısız' hale geldiğini ileri sürdü. Angell'in liberal teorilere dayanan ikinci yaklaşımı ona bir idealist olarak ün kazandırmıştır. Angell'in eseri sık sık sanki savaşın artık ortaya çıkmayacağını iddia ediyormuş gibi tartışma konusu yapılmaktadır. Fakat, bu argüman, bu kadar basit değildir. Aslında, XX. yüzyılın eşiğinde kaleme alınan Great Illusion isimli eser okunduğunda XX. yüzyılın son dönemindeki uluslararası ilişkiler teorisi belli belirsiz fark edilmektedir; örneğin Angell'in 'süper güç argümanı' hakkındaki tartışması, 'güvenlik ikilemi' (Hertz 1950, Waltz 1979, s. 186 vd.) kavramının habercisidir ve 'fetih ödemeleri (conquest-pays) argümanının doğru olmadığını kanıtlaması, modern 'karşılıklı bağımlılık teorisi'ndeki (Muir 1933; Keohane ve Nye 1977). -Angell hakkında daha fazla değerlendirme için krş. Navari (1989)- imalardan daha fazla bir anlam içermektedir.5 Çar'ın inisiyatifi samimiyetsizdi. Fakat bu durum, barış hareketlerinin 1899 ve 1907 yıllarında Hague Barış Konferanslarında en üst noktasına çıkan bir uluslararası momentum yaratanistekliliğiyle buluştu ve Çar'ı bir süprizle karşı karşıya bıraktı. Bu konferanslar uluslararası hukukun, özellikle savaş kanunlarının yasalaştırılmasını modernleştirdi.6 Toplumun üyelerini kontrol ettiği yolları tartışma konusu yapan bir eserde Woodrow Wil-son'un eski bir öğrencisi, bu fikrin uluslararası etkileri konusunda imalarda bulunmaktadır (Ross 1969). 1917 yılında, Amerika Sosyoloji Topluluğu,

Page 219: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

yıllık toplantısını 'toplumsal kontrol' hakkında gerçekleştirdi ve devletlerarası ilişkiler kavramını gündeme getirdi. Bu topluluğun önde gelen üyelerinden biri olan Charles H. Cooley, güç siyasetinden, kaba gücün yerini kazanım (benevolent) sağlayan toplumsal kontrolün -örneğin Milletler Topluluğu (Cooley 1918)- alacağı 'organik uluslararası bir yaşamın' ötesini arzuladığı 'Uluslararası ilişkilerde Toplumsal Kontrol' hakkında bir bildiri sundu.7 Grant, Greenwood, Hughes, Kerr ve Urquhart 1916 yılında Introduction to the Study of International Relations (Uluslararası ilişkiler Çalışmalarına Giriş) isimli bir eser derlediler. Bu çalışma iki nedenden ötürü düşünce üretmeye yol açmaktadır. Birincisi, içerdiği -1815 yılından itibaren 'Savaş ve Barış' (Bl. 1), 'Modern Savaşların Nedenleri' (BI.2), 'Uluslararası Ekonomik İlişkiler' (BI.3), 'Uluslararası Hukuk' (Bl. 4), 'Gelişmiş ve Geri Kalmış Topluluklar Arasında Siyasal İlişkiler' (Bl. 5) ve 'Uluslararası ilişkiler ve Özgürlüğün Gelişimi' konularından ötürü son derece modern bir çalışmadır. Bu konulardan bazıları -örneğin, uluslararası ilişkiler ekonomisi, bağımlılık teorileri ve demokrasi-barış çalışmaları- XX. yüzyılın son çeyreğinde uluslararası ilişkiler çalışmalarında önemli ilgi merkezleri haline geldi.ikincisi, bu küçük çalışma, aynı zamanda, içermediği konular bakımından da farklılık arz etmektedir; en bariz olanı, bu eser uluslararası hukukla ilgili bir bölüm içermektedir; fakat isteğe dayalı, yasal barış planları hakkındaki kuramları göz ardı etmektedir. Bu durum, bir süre sonra uluslararası ilişkiler metinlerine aşırı uzunlukta yasal düzenleme tasarılarınca hakim olduğu bir dönemdeki dikkate değer sessizliği temsil etmektedir. Grant vd. (1916) gibi -ve uluslararası ilişkileri disiplinlerarası başlangıç noktasından ele alarak tartışan Dupuis (1909), Angell (1909) ve diğer yazarlar- heyecan verici metinlerin, üyelerinin sadece Wilson ütopya-cılığının önemi azalan havasını soluduğu uluslararası ilişkilerin yeni akademik alanında boğulup boğulmayacağı konusunda spekülasyonda bulunmaya yol açmaktadır.8 Sırasıyla Oppenheim (1937), Brierly (1928), Eagleton (1932), Lauterpacht (1933) ve Zim-mern (1936), tarafından kaleme alınmıştır.9 Carr'ın analizinin realist yaklaşımı temsil etmesi, çağdaş uluslararası ilişkilerdeki yarı doğrulardan biridir. Bu görüş, hem Carr'ın argümanının yüzeysel bir şekilde anlaşılmasına dayanmakta hem de metodolojik bakış açısını göz ardı etmektedir. Daha da ilginç bir öneri, Carr'ın (realist gelenekten ziyade) radikal bir toplumsal düşünce geleneğine dayanmaktaydı ve (ütopyacı ve realist yaklaşımların basit bir karşılaştırmasından ziyade) uluslararası ilişkilerin diyalektik bir söylemini dile getirmekte olduğunu ileri sürmektedir.Dokuzuncu Bölüm1 Churchill, Amerika'nın Normandiya yoluyla Avrupa'yı istila etme stratejisine karşı çıktı. Şayet, Sovyet kuvvetleri Nazi ordularını Polonya topraklarından batıya doğru sürdüğünde, Ang-lo-Amerikan kuvvetleri Nazi ordularını Fransa topraklarından doğuya doğru sürseydi, Anglo-Amerikan güçleri Avrupa'nın ortasında Kızıl Ordu'yla yüz yüze gelecekti. Churchill, Kızıl Or-du'nun işgal ettiği toprakların savaş sonrasında Stalin'in elinde tutmaya çalışacağından korktu. Amerikan plânına alternatif olarak Churchill, Anglo-Amerikan ordularının İtalya ve Yunanistan üzerinden Avrupa'yı güneyden kuşatmasını ileri sürdü. Anglo-Amerikan orduları daha sonra Sovyet ordusuyla Avrupa'nın doğu bölgesinde karşılaşacak ve Sovyet ordusunun batıya doğru ilerlemesini engelleyebilecek ve Stalin'in Kıta'nın orta bölgelerini işgaline fırsat vermeyecekti.1943 yılında Sicilya ve italya'nın işgaline rağmen, Müttefik güçlerinin öncelikli harekatı 1944 yılında Normandiya'da başladı. Churchill'in korktuğu gibi, Kızıl Ordu, Alman kuvvetlerini geniş bir alanı kaplayan Polonya, Çekoslavakya, Macaristan ve Romanya toprakları üzerinden Avusturya ve Almanya'ya doğru sürükledi. Müttefik kuvvetleri ve Rus birlikleri, 25 Nisan 1945 tarihinde Elbe Nehri üzerindeki Torgau'da karşılaştılar. Almanlar teslim olduklarında, Kızıl Ordu Avrupa'nın doğu ve orta bölgelerinde geniş toprakları işgal etmişti: Stalin hızla Sovyet yanlısı rejimleri işgal ettiği ülke yönetimlerine getirdi.2 Krş. Fraenkel (1941), Neumann (1944), Arendt (1951) ve Friedrich (1954). 'Totaliterliğe' dair en etkin araştırmalardan biri Friedrich ve Brzezinski (1965)'dir.

Page 220: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

3 Modern dünyanın ilk kurulan 'think tank' kuruluşlarından biri, Portekiz Prensi Denizci Henry'nin 1420 yılında kayalık Sagres burnunda kurduğu denizcilik akademisi olabilir. Avrupa'nın önde gelen bilim adamları bu akademide yeni gemi modelleri inşa etmek, haritacılık ve denizcilik araç gereçleriyle ilgili tekniklerini geliştirmek ve büyük stratejik öğretiler ve Avrupa dışındaki dünyaya yönelik son zamanlarda gerçekleştirilen keşifler üzerinde çalışmalar yapmak üzere getirilirdi.4 Devletlerin 'rasyonel' aktörler oldukları yönündeki (çoğunlukla da Amerikan) görüş, geleneksel realizmin temelinde yatan kötümser antropolojiye karşıt bir duruş sergilemektedir; ki burada 'rasyonel', siyasal aktörün eylemleri üzerinde kontrol sahibi olduğu, aşikâr hale gelene kadar kendi bulunduğu koşul hakkında bilgi öz-bilinçle bilgi topladığı, bütün olasılıkları serinkanlılıkla ve üzerinde düşünülerek değerlendirdiği ve hedefi en üst düzeyde gerçekleştirmeye yönelik yollarda eylemde bulunduğu bir duruma atıfta bulunmaktadır. Realizmin kötümser antropolojisi Niebuhr'da (1932) belirgindir ve Kennan'da (1993) büyüleyici bir şekilde elde edilmiştir.Mortgenhau, siyaset bilimcilerin rasyonel bir tarzdaki (1979, s. 5) politik gerçekliğe yaklaşma için bir görev sahibi oldukları konusunda ısrarcıdır; fakat bunun, belirsiz ve eksik bilgi üzerine eylemde bulunmaya mahkum edilen politikacılar tarafından elde edilemez bir ideal (s. 156 vd.) olduğunun farkındadır. Bu içgörü, aynı zamanda, siyasal eylemlerin zamanından önce (bilginin kıt ve eksik olduğunda) gerçekleştirildiğinde en üst düzeyde etkiye sahip olduklarını ve geç kalındığında (bilginin çok ve tam olduğunda) hiçbir fayda sağlamayacağını vurgulayan Machiavelli'de de (1961, s. 39) açık bir şekilde görülmektedir. Bu bakış açısının bazı etkileri örneğin Kissinger (1954, s. 329) tarafından gösterilmiştir.5 Giderek daha da göz ardı edildiğinden, Kennan 1950'de istifa etti. Kennan'ın yerine, Birleşik Devletler dış politikasının daha fazla askerileştirilmesini savunan kitı bir görüşe sahip Paul Nitze geçti. Nitze'nin tavsiyeleri, 1950 yılının çok gizli Ulusal Güvenlik Konseyi Raporu'nda-ki, bir nesil boyunca Birleşik Devletler dış politikasını belirleyecek olan (LaFeber .1989, s. 479 vd.) 68 (NSC-68) no'lu maddede etkisini gösterdi.6 Dünyanın kaderini ekolojik kavramlarla tartışan yazarlar da sistematik rasyonalite kavramını kullanmaktadırlar. Rachel Carson (1962), Harold ve Margaret Sprout (1965), Garret Hardin (1968) ve diğerleri, nükleer silahların rakip olan sanayisel ve demografik tehlikeleri fark ettiler. Bu yazarlar, yeryüzünü farklı, karmaşık ve kısmen bilinmeyen ekolojik kurallara göre işleyen devasa bir sistem olarak tanımladılar. Bu yazarlar, insanlığın kaderinin gezegenin kısıtlı taşıma kapasitesine bağlı olduğunu ileri sürdüler. Sonuç olarak, yerkürenin ekolojik kuralları insan eylemi üzerinde kısıtlayıcı bir etkiye sahiptir.7 Komünist örgütlenmenin görünen güç ve etkisi, Asya ve Afrika'daki siyasal liderler üzerinde büyük bir etki yarattı. Buna ilâve olarak, Sovyet yardımının pragmatik bir cazibesi de söz konusuydu; Marksist-Leninist retoriği kabul etmek suretiyle üçüncü dünya liderleri Rusya'dan ekonomik ve askeri yardım alabiliyorlardı. Bu durum, aynı zamanda, pek çok üçüncü dünya liderinin bir süre sonra Sovyet ortodoksisini aşmasını belirlemekte önem taşımaktadır. Bu liderler, kendi sömürge karşıtı çalışmalarından büyük tecrübeler edindiler ve bu çalışmalardan teorik dersler çıkardılar. İlk tecrübeler dikkate değer bir şekilde gerilla savaşlarıyla elde edildi. Mao Zedong 1930'lu yıllarda yeni bir ulusal özgürlük kavramı geliştirmişti; şehirli çalışan sınıfların olmadığı bir durumda, Zedong köylü kitlelerinden faydalanarak devrimci bir hareket ortaya çıkardı. Ho Chi Mihn, Mao'nun teorilerini Hint-Çin'inde uyguladı ve ormanlık alanlarda önce Fransızlara daha sonra da Amerikalılara karşı köylü temelli gerilla hareketi başlattı. Malaya Komünist Partisi aynı mantıkla ingilizlerle mücadeleye girişti. Hollanda, Endonezya'da benzer bir tepkiyle karşılaştı.Mao'nun 1949 (Jian 1994) yılında elde ettiği devrimci zaferi gölgesinde, güçlü, siyasal bir sevinç dalgası üçüncü dünyayı sardı, ingilizler ve Hollandalılar 1950Tı yıllarda, Malaya ve Endonezya'dan çekildiler. 1954 yılında, Fransa Hint-Çin'indeki sömürge etkinliklerine son verdi. Birleşik Devletler, Vietnam'ın bağımsızlığını reddettiğinde, Ho Chi Minh'in, bu sefer Amerikan emperyalizmine

Page 221: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

karşı Ulusal Özgürlük Cephesi (FLN) gerilla savaşının ikinci safhasına başlattı. Kuzey Afrika'da, Fransız sömürgeciliği giderek hız kazanan Cezayir Ulusal Hareketi (FNL)'nin tepkisiyle karşılaştı. Frantz Fanon, Studies of a Dying Colonialism (1964) (Ölen Bir Sömürgecilik Üzerine Çalışmalar) isimli eserinde bağımsızlık savaşları için daha sonraki bağımsızlık savaşları için ufuk açıcı haklı gerekçeler sundu. Hegel'in liberal karşıtı analizine atıfta bulunmak suretiyle, Fanon, bağımsızlığın bir ulusa asla verilmediğini ancak zorla elde edilmesi gerektiğini ısrarla dile getirdi. Fanon (1967) beyaz sömürgecilere karşı başlatılan silahlı mücadelelerde, yüzyıllarca devam eden yabancılaşma ve adaletsizlikten kurtulmayı sunan bir şiddet terapisi, 'kolektif bir katarsis' gördü.Asya ve Afrika'dan 29 ülkenin Bandung'da biraraya geldiği 1955 yılında, özgürlük ve gelişmeye yönelik Ortodoks Sovyet modelinin marksist kamp içerisinden saldırıya uğradığı belliydi -örneğin, konferans 'sömürgeciliği her şekliyle' kınadığında Doğu Blok'undaki ve Orta As-ya'daki Sovyet politikalarının da dahil edildiği açıkça görülüyordu.8 Savaş sonrası dönem boyunca, pek çok yazar uluslararası ilişkiler teorisinin (Waltz 1959; Wight 1991; McKinlay ve Little 1986; Viotti ve Kauppi 1987), karşılaştırabilir üç türlü sınıflama sundular; fakat sık sık farklı adlandırmalar kullandılar ve bu disiplinin karmaşık bir hal almasında rol aldılar.9 Yukarıdaki beşinci dipnota bakınız.Onuncu Bölüm1 Geleneksel olarak dünyadaki mali işlemleri toplam değeri, mali gelirlerin ticaretle sıkı bir ilişki içerisinde olduğunu göstererek, ticareti gerçekleştirilen mal ve hizmetlerin toplam değerinden çok küçük bir farkla aşmıştır. Fakat bu ilişki 1980'li yıllarda ortadan kalktı. 1980'li yılların ortalarında, mal ve hizmet alanında dünya ticareti yılda 2.5 - 3 trilyon Dolar arasında gerçekleşirken, dünya mali kurumları yılda 75 trilyon Doları aşkın gelir sağladı, ki bu da dünya ticaretinin en az 25 katını teşkil etmektedir. Buna ek olarak, (dünyadaki para birimlerinin birbirleriyle değiştirildiği) yılda 35 trilyon Dolar veya mal ve hizmet alanındaki dünya ticaretinin 12 katı seviyesinde işleyen dış ticaret işlemleri vardı. 1980'li yılların sonlarında dünya mali akışı, dünya çapında gerçekleşen mal ve hizmet ticaretinin yaklaşık 100 katı kadardı. Bu durum, 1980'li yıllarda, sanki mali uygulamalar kazançlı.bağımsız ve hızla gelişen bir dünya ekonomisinin ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Bu gelişmenin bir tek açıklaması yoktur (Drucker 1986); fakat bilgisayar devrimi -bilgisayarların, uyduların, fiber optik kabloların ve yüksek hızda elektronik aktarım gücündeki devasa gelişme- mali uygulamaların mal ve hizmet sektöründen niçin ayrıldığını ortaya koyan önemli bir nedendir (Kennedy 1993, s. 47 vd.).2 Yakın plânda değerlendirildiğinde, yirminci yüzyıl siyasal tarihi iki rakip ideoloji olan demokrasi ve totaliterlik arasındaki üstünlük için destanımsı bir mücadele olarak okunabilir. Bu ideolojilerden her biri kendi devletinde hakim oldu ve bu çaba iki turda gerçekleşti. I. ve II. Dünya Savaşları, bir tarafta liberal demokrasi ve öte tarafta faşist ve komünist totaliterlik arasındaki silahlı bir mücadele halini alan ilk karşılamayı ortaya koydu ve Hitler faşizminin ortadan kaldırılmasıyla sona erdi. Soğuk Savaş ikinci karşılaşmaydı. Bu karşılaşma, geri kalan iki ideoloji arasındaki uzun süreli, berabere biten, nükleer çağ mücadelesiydi ve Stalin komünizminin yıkılışıyla sona erdi. I Modern bilim fikrini protesto ettiklerinden ötürü, bu radikal eleştiriler sık sık 'post-modernizm' ya da 'post-yapısalcılık'ın -şüphesiz ki, bu kampın birliğini abartan lakaplar- kapsamlı sınırlandırması altında bir bütün olarak düşünülmektedir. 'Post-modernizm' ve 'post-yapısalcılık' dikkate değer bir şekilde üst üste gelmesine (ve bazen birbirinin yerini alabilecek bir şekilde kullanıldı) rağmen, bu iki kavram tanımlayıcı değildir. Ben postmodernizmi, genel kültür ve eleştirel yaklaşımı vurgulayan daha geniş bir kavram olarak görmekteyim; öte yandan post-yapısalcılığı ise metodolojik ve epistemolojik konular hakkında daha dar bir bakış açısına sahip olarak kabul ediyorum.Pek çok realisti rahatsız eden çıkarımlardan bir tanesi, sistem istikrarının süper güçlerin sayısının azalmasıyla arttığı varsayımıydı. Bu argümanın mantığı,

Page 222: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

güçlerin sayısının azaldığında, geri kalan her bir gücün tek yanlı kapasitelerinin artmasına dayanmaktadır -bu gücün çıkarı sistemin devam ettirilmesinde yatmaktadır-. Bu argümanın etkisi iki kutuplu sistemin bütün süper güç topluluğunun en istikrarlısı ve Soğuk Savaş'ın dünya hadiselerinde istikrarı sağlayıcı bir etkiye sahip olduğudur (Waltz 1979, s. 163 vd.). Rasyonalistleri suçlayan çıkarsanan sonuçlardan biri ekonomik etkileşimin ve karşılıklı bağımlılığının dünya düzeni için çok küçük bir sonucu olduğu yönündeki iddiasıydı. Ekonomik iş birliği gündeme gelmektedir; fakat sürekli rekabete dayalı siyasal bir çerçeveye oturtulmaktadır ve 'daima marjinal bir olay' olarak kalmaktadır (Waltz 1979, s. 206). Waltz, "Süper güçlerin sayısındaazalma ortaya çıktıkça aralarındaki ekonomik iş birliği de azalmaktadır", demektedir. Bu tezat içeren sonucu, uluslararası ekonomik karşılıklı bağımlılığın, (çok kutuplu bir dönem olan) I. Dünya Savaşı'na göre (iki kutuplu bir dönem olan) Soğuk Savaş döneminde daha azolduğu yönündedir.Buzan, Waltz'm hata yaptığı şeyi ve iç değişimin gözardı edilemeyeceğini göstermek için sosyalist devrimi ve teknolojik yenilik gibi örnekleri kullanmaktadır. Sosyalist devrim devletlerarasında husule gelmektedir; fakat büyük ölçüde, devletlerarası ilişkileri etkilemektedir; 1789'da, monarşiler muzaffer cumhuriyetçilik ihtimali öncesinde korkudan zangır zangır titrediğinde ya da 1917 yılında, kapitalist devletler komünizmin yaygınlaşmasından korkuya kapıldıkları gibi. Buzan, güçlü devrimci devletlerin aniden ortaya çıkması 'sadece güç dağılımını değil, aynı zamanda bütün ülkelerin iç değerlerini ve hüküm süren statükoyla alâkalı yapılarını da tehdit etmektedir' demektedir (1991, s. 306). Sovyet komünizminin yıkılması ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi, Buzan'ın daha geniş bakış açısının bir diğer gösterimidir; devletler içerisindeki değişiklikler devletlerarası ilişkilerin dinamiklerini etkilemektedir. Teknolojik yenilik de, devletlerarasında ortaya çıkmaktadır; fakat bu yeniliğin devletlerarasındaki etkileşimi etkileyeceği bilinmektedir. Bir taraftan yeni üretim araçları bir devletin üretkenliğini etkileyebilirken, refah yaratan imkânlarını artırmakta ve Sanayi Devrimi esnasında ingiltere'nin konumunda olduğu gibi) devletler hiyerarşisinde yerini güçlendirmektedir. Öte taraftan, yeni yıkım araçları benzer şekilde, sistemin göreceli kapasite dağıtımındaki ani değişiklikleri (atom bombasının icadında olduğu gibi) harekete geçirebilmektedir. Aynı zamanda, yeni iletişim araçları devletlerarası etkileşimin doğasını değiştirebilmektedir; örneğin, (orduların olduğu kadar malların da) taşıma kapasitesini ve ulaşım hızını artırmak suretiyle küresel etkileşimin 'gücünü' ve 'yoğunluğunu' geliştirmektedir (s. 151). Eski tip realistlerin, geçici bir kökene, evrim yoluna ve kuvvetle muhtemel bir sona sahip olan devleti tarihi bir yaratı olarak görme eğilimlerini tekrarlamaya katlanmaktadır. Örneğin Niebuhr (1932), ne devletin özellikle rasyonel bir aktör olduğunu; ne de realizmin modern devletin devam eden varlığına bağımlı olduğunu düşünüyordu. Morgenthau'nun (1978, s. 10), aynı görüşte olduğu anlaşılmaktadır.Uluslararası ilişkiler teorisindeki bu devrimci paradigma tam anlamıyla Soğuk Savaş sonrasında yıkıldı. Bu yıkılma bir sürpriz değildi. Ortodoks devrimci argümanların gerçekliğe uymadığı uzun süreden beri aşikârdı. Birincisi, üçüncü dünya tecrübesine uymuyordu. Afrika'da ve Latin Amerika'da 'bağımlılık'la sürdürülen gelişme stratejileri felâketlere yol açmıştı; özellikle, serbest ticaret öğretilerinden yola çıkarak Asya'daki pek çok yeni sanayileşmiş ülkelerle (NICS) karşılaştırıldığında. İkincisi, Ortodoks radikal analiz büyük bir olasılıkla ikinci dünyaya uymuyordu. Doğu Bloku'nun yıkılması sonunda XX. yüzyıl Reel Sosyalizmine sunulan ekonomik destek, insan baskısı ve siyasal yozlaşma tarafından belirlendiği ölçütleri ortaya çıkardı; ki bu da her yerdeki Marksist radikaller için sıkıntı yaratıcı/utanç verici ifşaatlardı. Son olarak, devrimci analiz birinci dünyaya uygun değildi. 1990 yılına gelindiğinde, Batı'nın pek çok kapitalist ülkesi eski tip sanayileşmeyi aşmış ve 'post-sanayisel bir toplum' yapılanmasına evrilmişti. Bu tür bir sanayileşmenin giderek azalması işçi sınıfının, geleneksel çalışan sınıflar politikasının ve içinde yer aldığı Viktoryen ve Marksist söylemin son bulması anlamına geliyordu.ı

Page 223: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

8 Buna, Kıta Avrupasi'nin, liberal olmayan yapının bir Alman ve bir Fransız şubesine ayrılması eklenebilir. Alman şubesi, en iyi bilgi sosyolojisi geleneğiyle (Scheler ve Mannheim), sol kanat eleştiri teorisiyle (Adorno ve Horkheimer'in önemli üyelerinden olduğu sol kanat Frankfurt Okulunca) ve sağ kanat modernist karşıtları (önemli ölçüde Heidegger) temsil edilebilir. Fransa şubesi ise, Fransız tarih bilimcileri (Canguilhem, Bachelard ve Koyre) ve daha sonra Fransız yapısalcı tartışmalara önemli katkıları olanlarca (Althusser, Levi-Strauss, Barthes, Foucault, Derrida) temsil edilmektedir. Bu iki akımın uzanımları yoğun ve birbiriyle bağlantılıdır. Miller (1993), Foucault ve -Eribon'un (1994) önemli bir karşı çıkışına muhatap olan- savaş sonrası Fransız entelektüel nesli hakkında dikkat çekici ve okunabilir (fakat kısa, özlü ve provokatif Sado-Nietzscheci) bir eser kaleme aldı.9 Bir diğer vesileyle Der Derian (1992, s. 1), Will Roger'in diplomasiyi 'bir köpekle karşılaşıldığında, köpeği baştan savmak için bir taş bulana kadar "Ne kadar hoş bir köpek" deme sanatıdır tanımlamasını kullanmaktadır. Bu durum, Nicolson (1954, s. 2) ya da Hamilton ve Langhorne (1995, s. 1) gibi geleneksel diplomatik tarihçilerce kullanılan tanımlardan çok farklıdır.10 Bu eser yazıldığı bu dönemde 'yapıcılık' (constructivism) üzerinde anlaşmaya varılmış bir tanım söz konusu değildir; bu terim tartışılmaktadır. Bazı yazarlar bu terimi 'post-yapısal-cılığın' bir başka adlandırması olarak görmekte; diğerleri ise post-yapısalcılığa rakip olarak görmektedirler. Benim sunduğum tanım ise diğerlerine göre daha geniş olduğu metin okunduğunda anlaşılmaktadır.11 Bu çaba, yüzyılın dönüşünde Max Weber'le birlikte sona ermiş olmalıydı. Weber, insan davranışlarında muhtemelen düzenlilikler olduğunu, bunların bilim tarafından çözümlenebileceğini ve bu bilimsel yöntemlerin toplum teorilerinin tasarlanmasında ve toplumsal ve tarihi olayların açıklanmasında yardımcı olabileceğini ileri sürüyordu. Fakat toplumu ve tarihi böylesi teorilerle analiz etmek yetersizdir. Çünkü, bilim adamları somut olaylara dair genel düzenliliklerden kolaylıkla sonuç çıkaramamaktadırlar, çünkü somut olaylar daima somut nedenlere sahiptir. Weber tarihteki bu örnekleri gözlemden ziyade kavramsallaştır-manın ürünleri olma eğilimi gösterdiklerini ve toplumsal açıklamaların bilim adamları bağlamında sübjektif düşünceleri içerdiğini ileri sürdü.Weber, tarih ve sosyoloji öğrenimi görenlerin hem 'kapsamlı tarih önsezisi' aracılığıyla hem de 'sübjektif tecrübeyle' çalıştıklarını fark etti. Weber bilimsel ve hümanistik yaklaşımların birbirinden farklı olduklarını iddia etti. Weber, her ikisinin meşruluğunu tasdik etti, her birinin özel kullanılabilirlik alanlarıyla sınırladı ve tamamlayıcılıklarını açıkladı. Bu durum, epistemo-lojik savaşçılar arasındaki bir ateşkes olarak görülmeliydi. Fakat olmadı. Aradaki gerilim devam etti. Bu durum, 30 yıl ya da daha uzun süre -1920'lerde, 1960'larda ve yeniden 1990'lar-da- patırtılı gürültülü epistemolojik tartışmalara yol açtı.12 Küresel ulaşım araçlarının gelişmesi geri dönülemez bir şekilde eski, dünya çapında yaygın olan ulaşımı ve ticareti değiştirdi; bu gelişme, gene geri döndürülemez bir şekilde, geleneksel üretim araç ve ilişkilerinde evrilmeye neden oldu. Mikroelektronik süreçler ve kullanıcıların kolaylıkla ulaşabildikleri paket programlarla birlikte yeni telekomünikasyon sistemlerinin ortaya çıkması dünya ticaret ve mali yapısında devrime yol açtı. Malların düzgün bir şekilde akışına ilâve olarak dünya ekonomisinin liberalleşmesi yardımcı oldu; bunun kar-şılığında şirketlerin hızla küresel bir yapı kazanmalarıyla birleşti. 1990'lı yılların başında, '35,000 uluslar üstü şirket ve bunlara bağlı 150,000 kadar yabancı şirketin mal ve hizmetlerinin ulus çapındaki üretim ağının büyümesi, uluslar üstü şiketlerce düzenlenip yönetilen uluslararası üretim sisteminin gelişmesini sağladı. (Birleşmiş Milletler 1993, s. 5).13 iki noktaya değinmekte fayda var. Birincisi, egemen toprak bütünlüğüne sahip bir devlet hâlâ pek çok insan topluluğu için cezbedici bir özelliğe sahiptir. Dünyanın Batılı olmayan bölgelerinde, özellikle devletlerin sayısında 1945'den beri üç kat artış görülmektedir; aynı zamanda, toprak bütünlüğüne sahip devlet politik örgütlenmenin birkaç rakip şekilleriyle boy ölçüşmektedir (Tilly

Page 224: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

1994). İkincisi, yeni teknoloji vasıtaları ve yeni iletişim araçları ekonomik olarak karşılıklı bağımlılığı gündeme getirmesine ve pek çok alanda devletlerin güçlerinde bir erozyona yol açmasına rağmen, teknolojik gelişmeler de diğerlerinde devlet gücünü artırmaktadır. 20. yüzyılın sonunda pek çok merkezi yönetim gözetim ve düzenleme için daha büyük bir imkâna sahiptir ve pek çok devletin düzenleyici güçleri daha önceki dönemlere göre daha güçlüdürler.14 Kişisel bilgisayarların yaygınlığını ortaya koyan istatistikler PC'Ierin refah içerisindeki, liberal demokratik Batı ülkeleriyle sınırlı olmadığını ve daha da ötesi üçüncü dünyaya da yayıldığını göstermektedir. Şayet, PC'Ier kullanıcılarını özgürleştiriyorsa, o zaman bu durum PC'Ierin dünya çapında eşit olmayan yayılımının haber, bilgi ve ifade özgürlüklerinin de eşit bir şekilde ortaya çıkmamasına sebebiyet vermek zorundadır. Aslında, bu tür istatistikler, iletişim devrimlerinin bir Batı fenomeni olduğu ve zaten güçlü ve refah içerisindeki bu Batılı ülkelere daha da önemli kaynaklar sunduğu ve dünyada imtiyaz sahibi bir konumdan keyif aldıklarını ortaya koymaktadır.15 Ülkelerin tarihi ve koşulları hakkındaki bilgiler http://www. yahoo.com/Regional/Country vasıtasıyla elde edilebilir. New York Times'ın internet versiyonu http://nytimesfax.com/ vasıtasıyla ulaşılabilir. Saat başı güncellenen dünya haber bültenleri http://www.cnn.com/ maps/cnn-header.map vasıtasıyla ulaşılabilir. Giderek artan sayıda profesyonel gazeteci kendi sayfalarını oluşturmaktadırlar; 'Monster List'(http://www. enews.com/monster/interna-tional.html) sayfasında daha fazla gazete girişi mevcuttur. Bir İnternet Halk Kütüphanesi http://ipl.sils.umich. edu/'den bulunabilir; ve http://www.comlab.ox.ac.uk/archieve/publis-hers/bookstores.html'den 'sanal kitapçı'ya ulaşılabilir. Uluslararası ilişkiler hakkında daha fazla bilgi Uluslararası İlişkiler Birliği (ISA)'nın adresinden elde edilebilir: http://csf.col-orado.edu/isa/index.html.16 Bu durumun dramatik sonuçları vardır. İleşitim devrimi modern 'kitap döneminden' postmodern 'ekran dönemine' bir geçişi ifade etmektedir. Geleneksel olarak yaklaşık 200 ülkenin farklı renklerde gösterildiği haritalarda sergilenen eski dünyanın imgesi yerini sınırsız haritalara bırakmıştır. Bilgisayar hologramları modern devletlerin sınırlarının suni doğaları ve yakın zamana kadar dünya olayları hakkında gözlemler yaptığımız ve düşündüğümüz kavramlar hakkında bilgimizi artırmıştır. Dünya atlasları tarafından sunulan eski imgenin, modern dönemin başlangıcında Avrupalı coğrafyacılar tarafından icad edildiği aşikârdır. O zamanlar, bu çaba, Avrupa'da ortaya çıkmakta olan yeni teritoryal devletleri sınıflandırmak için bir yol sunuyordu; haritacılar dünyayı küçük teritoryal parçalarda oluşan büyük bir bulmaca olarak sundular ve bu sunum uluslararası ilişkilere bakış tarzımızı şekillendirdi (R. Kaplan 1994).Bununla beraber, yakın zamanda ortaya çıkan hadiseler bağımsız ve egemen devletlerin oluşturduğu bir dünyanın bu eski 'Westphaliya fikri'ni yok etmekten çok daha fazla şeyler gerçekleştirdi. Bu olaylar, giderek artan bir şekilde, bu imgenin zekice ve temsil edilebilir bir aracı olduğu gerçeğini fark etmemizi sağladı. Bu olaylar, bizi kavramların, imgelerin ve algılamaların farklı tarihi ve medeni koşullar altında üretildikleri gerçeğini hazırladı. 17 Psikologlar uzun süredir insan zihni hakkında yaptıkları araştırmalara rehber olmak üzere, belirli türde terapi şekilleri kadar, iletişim teorilerinden faydalanıyorlardı. Antropologlar, sosyologlar ve toplum tarihçileri uzun süredir, iletişim teorisi mekanizması vasıtasıyla inançların, mitlerin, kimliklerin ve yaşam tarzlarının bir nesilden diğerine ya da bir toplum katmanından diğerine geçişinin söz konusu olduğunu fark ettiler; aslında, etkili önde gelen sosyologlar, toplumu kendi kendini üreten bir iletişim sistemi olarak tanımlamaktadırlar. (Habermas 1991; Luhmann 1995) Ekonomistler ve siyaset bilimcileri de iletişim teorilerinin ve söyleminin toplumsal düzende devamlılık sağlayan düzenliliklerin ifade edilmesine yardımcı olduğunu fark etmişlerdir. Uluslararası ilişkiler öğrenimi görenler 1960'lı yıllardan beri, dünyada olup biten hadiseleri anlamak için bilgi süreci teorileri, sibernetik, sistem teorileri ve diğer yüksek teknoloji ile ilişkili iletişim teorileri dallarından yararlanmaktadırlar (Pye 1963; Schelling 1966; Steinbruner 1974; Jervis 1976). Fakat radikal öğrencilerin dil bilim, semioloji, sembolik et-kileşimcilik ve edebiyat eleştirisi teorilerinde

Page 225: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

içkin eleştirel potansiyeli keşfetmeleri ancak 1980'li yıllarda söz konusu oldu. Çağdaş toplum bilimlerinin diğer alanları içerisinde iletişim teorisine merkezi konum verildiğinde ortaya çıkan ilginç soru, uluslararası ilişkiler öğrenimi görenlerin niçin yapıcı teorileri keşfettiği, fakat niçin bu kadar uzun vakit aldığıdır.BİBLİYOGRAFYAAdorno, T. and Horkheimer, M. (1979). Dialectic of Enlightenment. London: Verso [1944] Airas, P. (1978). Die geschichtlichen Wertungen Krieg und Friede von Fri-edrich dem Grossen bis Engels. Rovaniemi: Pohjois-Suomen Historiallinen YhdistysAlker, H. (1992). 'The Humanist Moment in International Relations: Reflections on Machiavelli and Las Casas', International Studies Quarterly, 36:4, pp. 347-73Allen, S H. (1920). International Relations. Princeton, NJ: Princeton University PressAllison, G. (1971). Essence of Decision. Boston: Little, BrownAnderson, B. (1983). Imagined Communities. London: NLBAnderson, M. S. (1988). War and Society in Europe of the Old Regime, 1618-1789. London: Fontana PressAnderson, P. (1979). Lineages of the Absolutist State. London: NLBAngell, N. (1909). The Great Illusion. London: Heinemann- (1951). After All. London: Hamish HamiltonAppleby, J. 0. (1978). Eâonomic Thought and Ideology in Seventeenth Century England. Princeton, NJ: Princeton University PressAquinas, T. (1947). Summa Theologica. New York: Benziger BrothersArdant, G. (1975), 'Financial Policy and Economic Infrastructure of Modern States and Nations', in Tilly (1975), pp. 164-242Arendt, H. (1951). The Origins of Totalitarianism. New York: Harcourt, Brace Aran, R. (1966). Peace and War. New York: Doubleday- (1986). Clausewitz: Philosopher of War. New York: Simon & SchusterArtz, F. B. (1967). The Mind of the Middle Ages. Chicago: University of Chicago Press Ashley, R. (1986). The Poverty of Neorealism', in Keohane (1986), pp. 255-300 [1984]- (1989). living on Border Lines', in Der Derian and Shapiro (1989), eds., pp. 259-323- and Walker, R. B. J., eds. (1990). International Studies Quarterly (Special issue onpost-structuralism), 34:3Augustine of Hippo (1954). The City of God. New York: Fathers of the Church, Inc. Vol. VIIIAxelrod, R. (1984). The Evolution of Cooperation. New York: Basic BooksBacon, F. (1852). 'Notes of a Speech Concerning a War with Spain', in Works of Francis Bacon, Vol. II, pp. 199-201. Philadelphia: Hart, Casey & Hart [1624]Bagehot, W. (1889). 'Physics and Polities', Works, Vol. IV. Hartford, Conn: The Travelers Insurance Co. [1872]Baran, P. and Sweezy, P. M. (1966). Monopoly Capital. New York: Monthly ReviewPress Baron, H. (1952). 'Die Politische Entwicklung der Italienischen Renaissance', Historisc-he Zeitschrift, 174, pp. 31-56 Barraclough, G. (1976). An Introduction to Contemporary History. Harmondsworth:Penguin Barry, B. (1970). Sociologists, Economists and Democracy. London: Macmillan Bartelson, N. (1995). A Genealogy of Sovereigny. Cambridge: Cambridge UniversityPress Batscha, Z. und Saage, R. eds. (1979). Friedensutopien. Kant, Fichte, Schlegel, Gor-res. Frankfuhrt-a.-M.: SuhrkampBaudrillard, J. (1995). The Gulf War did not Take Place. Bloomington, IN: Indiana University PressBeales, A. C F. (1931). A History of Peace. New York: DialBebel, A. (1893). Die Frau und der Sozialismus. Stuttgart: DietzBecker, K. L. (1932). The Heavenly City of the Eighteenth-Century Philosophers. New Haven: Yale University Press

Page 226: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Belli, P. (1936). A Treatise on Military Matters and Warfare. Oxford: Clarendon Press[1563] Bentham, J. (1843a). 'A Plan for an Universal and Perpetual Peace', in Works, Vol. II, pp. 546-61. Edinburgh: William Tait [c. 1794]- (1843b). 'Emancipate you Colonies', in Works, Vol. 4, pp. 408-19. Edinburgh: WilliamTait- (1843c). 'Principles of International Law', in Works, Vol. 2, pp. 531-61. Edinburgh:William TaitBerges, W. (1938). Die Fürstenspiegel des hohen und spaten Mittelalters. Stuttgart: Hi-ersman VerlagBerman, H. (1983). Law and Revolution. Cambridge: Harvard University PressBernhardi, F. von (1912). Germany and the Next War. New York: Longman, Green & CoBevin, E. (1945). 'On The Foreign Situation', memo by the Secretary of State for Foreign Affairs, 8. Nov. 1945, Foreign Office document (FO) 800.478 MIS/45/14; Public Records Office, LondonBiersteker, T J. and Weber, C, eds (1996). Start Sovereignty as Social Construct. Cambridge: Cambridge University PressBismarck, O. von (1898). Bismarck, the Man and the Statesman. London: Smith, Elder &CoBlainey, G. (1973). The Causes of War. New York: The Free PressBloch, M. (1961). Les Rois thaumaturges. Paris: ColinBodin.J. (1945). Method for the Easy Comprehension of History. New York: Columbia University Press [1566] - (1967).- Six Books of the Commonwealth. Oxford: Basil Blackwell [1576]Bondanella, P. E. (1973). Machiavelli and the Art of Renaissance Italy. Detroit: Wayne State University PressBoroujerdi, M. (1996). The Tormented Triumph ofNativism. Syracuse, NY: Syracuse University PressBossuet, J-B. (1824). Politique. Turin: Alliana [167?]Botero, G. (1956). The Reason of State and the Greatness of Cities. New Haven: Yale University Press [1601?]Bozeman, A. B. (1960). Politics and Culture in International History. Princeton, NJ: Princeton University PressBramhall, L (1658). Castigations of Mr. Hobbes his last animadversions in the case concerning liberty, and universal necessity. With an appendix concerning the Catching or Leviathan. London: J. CrookBraudel, F. (1972). The Mediterranean. New York: Harper & RowBrennan, G. and Buchanan, J. (1985). The Reasons of Rules. Cambridge: Cambridge University PressBrierly, L L. (1928). The Law of Nations. New York: Oxford University PressBrown, C. (1992). International Relations Theory: New Normative Approaches. New York: Harvester WheatsheafBrown, P. M. (1923). International Society. New York: MacmillanBuchanan, L (1991). The Economics and the Ethics of Constitutional Order. Ann Arbor: University of Michigan Press- and Tullock, G. (1962). The Calculus of Consent. Ann Arbor: University of MichiganPress Buckle, H. T. (1862). History of Civilization in England. New York: Appleton Bukharin, N. (1973). Imperialism and World Economy. New York: Monthly ReviewPress [1915] Bull, E. (1948). Arbeiderklassen in norsk historie. Oslo: Tiden Norsk Forlag Bull, H. (1966). 'International Theory: The Case for a Classical Approach', World Poli-tics, 18:3, pp. 361-77- (1977). The Anarchical Society. New York: Columbia University Press Burke, E., ed. (1772). The Annual Register (Vol. XV). London: J. Dodsley- (1866). letter to a Member o/The National Assembly...', in Works, Vol. IV, pp. 1-57.

Page 227: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Boston: Little, Brown and Company [1791]- (1988). Reflections on the Revolution in France. Harmondsworth: Penguin [1790] Burns, C. D. (1920). International Politics. London: MethuenBurton, L W. (1972). World Society. Cambridge: Cambridge University Press Butterfield, H. and Wight, M. (1968). Diplomatic Investigations. Cambridge: HarvardUniversity Press Buzan, B. (1991). People, States and Fear. New York: Harvester Wheatsheaf- (1995a). 'The Present as a Historic Turning Point', Journal of Peace Research, 32:4,pp. 385-99- (1995b). The Level of Analysis Problem in International Relations Reconsidered', inBooth, K. and Smith, S., eds, International Relations Theory Today, pp. 198-217. Oxford: Polity Press -, Little, R. and Jones, c. (1993). The Logic of Anarchy. New York: Columbia University Press Callieres, F. de (1983). The Art of Diplomacy. New York: Holmes & Meier [1716] Campbell, D. (1992). Writing Security. Minneapolis, MN: Minnesota University Press Cardano, G. (1930). The Book of My Life. New York: Dutton [1574] Carr, E. H. (1964). The Twenty- Year Crisis, 1919-1939. New York: Harper and Row[1939] Carson, R. (1962). Silent Spring. Boston: Houghton Mifflin Castiglione, B. (1959). Bookofthe Courtier. New York: Doubleday [1528] Cellini, B. (1969). The Autobiography of Benvenuto Cellini. New York: Macmillan[1728] Chanteur.J. (1992). From War to Peace. Boulder, CO: Westview Chartier, R., ed. (1987). A History of Private Life. Cambridge: Harvard University Press Ch'en Po-ta (1953). Stalin on the Chinese Revolution. Peking: Foreign LanguagesPress Chickering, R. (1975). Imperial Germany and a World without War. Princeton, NJ: Prin-ceton University Press Churchill, W. S. (1923). The World Crisis. London: Longman, Green- (1938). Arms and the Covenant. London: HarrapClausewitz, C. von (1922). 'Die Deutsehen und die Franzosen', in Rothfels, H., ed., Ca-rlvon Clausewitz: Politische Schriften und Briefe, pp. 35-51. München: Drei Mas-ken Verlag- (1962). 'I Believe and Profess,' in War, Politics and Power, pp. 301-4. Chicago: HenryRegnery- (1976). On War. Princeton, NJ: Princeton University Press [1832] Clemenceau, G. (1930). Grandeurs etmiseres d'une victoire. Paris: PlonClinton, D. (1993), 'Tocqueville on democracy, obligation and the international system', Review of International Studies, 19:3, pp. 227-45Cobden, R. (1973). The Political Writings of Richard Cobden, 2 vols. New York: Garland PublishingCole, G. D. H. ed. (1950). The Social Contract and Discourses. London: DuttonCole, P. R. (1939). A History of Educational Thought. Westport, Conn.: Greenwood Press Condorcet, J.-A.-N. de Carirat, marquis de (1788). Rejlexions surTeselava-ge des negres. Neufchatel: Societe typographique [1781]- (1798). Esquisse d'un tableau historique desprogres de Tesprithumain. Paris: Agas-se[1794] Connolly, W. E. (1993). Terms of Political Discourse. Oxford: Blackwell [1974] Cooley, C. H. (1918). Social Process. New York: Scribner's Sons Cooper, R. (1968). The Economics of Interdependence. McGraw-Hill, New York Couloumbis, T. A. and Wolfe.J. H. (1990). Introduction to International Relations. Eng-lewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall Courtilz de Sandras, G. de (1686). Nouveaux interifts des Princes de [Europe, ou Ton traite des Maximes qu lis doivent observer pour se maintenir dans leurs Etats, et pour empecher qu'ils ne se forme une Monarchie Üniverselle. Cologne [the Hague]: Pierre Marteau Cox, R. H. (1960). Locke on War and Peace. Oxford: Clarendon Press Cox, R. W. (1987). Production, Power and World Order. New York: Columbia University Press- with Sinclair, T.J. (1996). Approaches to World Order. Cambridge: Cambridge Uni-

Page 228: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

versity Press Cranston, M. (1982). Jean Jacques. Chicago: University of Chicago Press - (1991).The Noble Savage: Jean-Jacques Rousseau 1754-1762. Chicago: University ofChicago Press Crocker, L. G. (1974). Jean-Jacques Rousseau, 2 vols. New York: Macmillan Cronin, V. (1967). The Florentine Renaissance. New York: E. P. Dutton & CoCrook, P. (1994). Darwinism, War and History. Cambridge: Cambridge UniversityPress Cruce, E. (1972). The New Cyneas. New York: Garland Publishing [1623] Cumberland, R. (1727). A Treatise of the Law of Nature. London: R. Philips [1672] Darwin, C. (1958). The Origin of Species. New York: New American Library [1859] -(1962). The Voyage of the Beagle. New York: Doubleday [1839] Davies, D. (1932). Suicide or Sanity? London: Williams & Norgate Defoe, D. (1938). Editorial in Review of the State of the English Nation, Vol. 7, pp. 261-3 [1 June 1706]. New York: Columbia University Press Derathe, R. (1979). Jean-Jacques Rousseau etla science politique de son temps. Paris: Libraire philosophique J. Vrin Der Derian, J. (1987). On Diplomacy. Oxford: Blackwell- (1992). Antidiplomacy. Oxford: Blackwell- (1994). 'Simulation: The Highest Stage of Capitalism?', in Kellner, D., ed., Baudrillard,pp. 189-209. Oxford: Blackwell -, ed. (1995). International Theory: Critical Investigations. London: Macmillan- and Shapiro, M., eds (1989). International/lntertextual Relations. Lexington, Mass:Lexington Books Deutsch, K. W. (1953). Nationalism and Social Communication. New York: John Wiley- etal. (1957). Political Community and the North Atlantic Area. Princeton, NJ: Prince-ton University PressDickinson, G. L. (1927). 'Introduction', in Rousseau, J.-J., A Project of Perpetual Peace. London: R. Cobden-SandersonDickson, P. (1972). Think Tanks. New York: AtheneumDiderot, D. (1992). Political Writings. Cambridge: Cambridge University PressDougherty, J. E. and Pfaltzgraff, R. L. Jr, (1981). Contending Theories of International Relations. New York: Harper & RowDowning, B. M. (1992). The Military Revolution and Political Change. Princeton, NJ: Princeton University PressDoyle, M. (1983). 'Kant, Liberal Legacies and Foreign Affairs', Philosophy and Public Affairs, vol. 12, no. 3, pp. 441-73Drucker, P. (1939). The End of Economic Man. New York: John Day Company- (1986). 'The Changed World Economy', Foreign Affairs, vol. 64, pp. 768-91Duby, G. (1968). Rural Economy and Country Life in the Medieval West. London: Edward ArnoldDunn, F. S. (1937). Peaceful Change: A Study of International Procedures. New York: Council on Foreign Relations- (1949). 'The Scope of International Relations', World Politics, 1:2, pp. 142-7 Dupuis, C. (1909). Le Principe d'equilibre etle concert european. Paris: Ferrin & Com-Ipagnie Dyson, K. (1980). The State Tradition in Western Europe. Oxford: Martin Robertson Eagleton, C. (1932). International Covernment. New Yark: Ronald Press- (1937). Analysis of the Problem of War. New York: Ronald Press- and Wilcox, F. 0., eds (1945). The United Nations: Peace and Security', AmericanPolitical Science Review. 39:4, pp. 934-92 Eckstein, H. (1982). 'The Idea of Political Development', World Politics. 34:4, pp. 451-86 Eistenstein, E. L. (1993). The Printing Revolution in Early Modern Europe. Cambridge:Cambridge University Press Elias, N. (1983), The Court Society, Pantheon, New York Elton, G. R. (1981). Reformation Europe. Glasgow: Fontanal Collins Engels, F. (1976). Anti-Düring. Peking: Foreign Languages Press [1878] Eribon, D.

Page 229: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

(1994). Michel Foucault et ses contemporains. Paris: Fayard Evans, P., ed. (1993). Double-Edged Diplomacy. Berkeley, CA: University of CaliforniaPress Fanon, F. (1963). The Wretched of the Earth. New York: Grove Press [1961]- (1967). Black Skin, White Masks. New York: Grove Press- (1968). Studies in a Dying Colonialism. New York: Monthly Review Press Febvre, L. (1942). Le probleme de l'incroyance auXVIe siecle. Paris: Michel- and Martin, J.-H. (1976). The Coming of the Book: The Impact o fPrinting. London:NLBFenelon, F. de Salignac de la Mothe, (1815). 'On the necessity of forming alliances, both offensive and defensive, against a foreign power which manifestly aspires to universal monarchy', in anon., A Collection ofScane and Valuable Tracts on the most Interesting and Entertaining Subjects, 2nd edn, Vol. XIII. London: Cadeli, Davis, etc. [1700]Ferguson, Y. H. (1996). Politics: Authority, Identities and Ideology. Columbia, SC: University of South Carolina Press- and Mansbach, R. W. (1988). The Elusive Quest. Columbia, SC: University of SouthCarolina Press Ferrari, J. (1860). Histoire de la raison dEtat. Paris: Michel Levy Freres Fichte, J. G. (1979a). 'Zum ewigen Frieden', in Batscha and Saage (1979), pp. 83-93[1796]- (1979b). Dergeschlossende Handelsstaat. Hamburg: Felix Meiner Verlag [1800] Fichterman, H. (1964). The Carolingian Empire. New York: Harper & RowFilmer, R. (1991). 'Patriarcha: a defence of the natural power of kings against the unnatural liberty of the people', in Patriarcha and Other Writings. Cambridge: Cambridge University Press [1680]Finer, S. (1975). 'State- and nation-building in Europe', in Tilly (1975), pp. 84-164Fischer, F. (1961). Griff nach der Weltmacht. Dusseldorf: DrosteForsyth, M. G. era/. (1970). The Theory of International Relations. London: Alien & Un-win Foucault, M. (1973). The Order of Things. New York: Random House [1966]- (1984a). 'What is Enlightenment', in Rabinow (1984), pp. 32-51- (1984b). 'Nietzsche, Genealogy, History', in Rabinow (1984), pp. 76-101Fox, W. T. R. (1949). 'Interwar International Relations Research: The American Experience', World Politics. 1:1, pp. 67-80 -, ed. (1959). Theoretical Aspects of International Relations. Notrebame: Notre DamePress Fraenkel, E. (1941). The Dual State. London: Oxford University Press Frank, A. G. (1967). Capitalism and Underdevelopment in Latin America. New York:Monthly Review Press Franke, W. (1968). 'The Italian City-State System as an International System', in Kaplan, M., ed., New Approaches to International Relations, pp. 426-59. New York: St.Martin's Press Frederick II (1981). AntiMachiavel. Athens, OH: Ohio University Press [1740] Friedrich, C. J., ed. (1949). The Philosophy of Kant. New York: The Modern Library- (1954). Totalitarianism. Cambridge: Harvard University Press- and Brzezinski, Z. (1965). Totalitarian Dictatorship and Autocracy. Cambridge, MA:Harvard University Press Fromkin, D. (1989). A Peace to End all Peace. New York: Avon Books- (1995). In the Time of the Americans. New York: KnopfFrost, M. (1986). Towards a Normative Theory of International Relations. Cambridge:Cambridge University Press Fukuyama, F. (1992). The End of History and the Last Man. New York: Free Press Gaddis, J. L. (1993). 'International Relations Theory and the End of the Cold War', International Security, 17:3, pp. 5-58 Ganshof, F.-L. (1994), le Moyen Age' in Renouvin (1995), pp. 15-243 [1953] Gardner, L. C. (1984). A Covenant with Power. New York: Oxford University Press Gasman, D. (1971). The Scientific Origins of National Socialism. London: Macdonald Gates, S., Knutsen, T. L. and Moses, J. W. (1996). 'Democracy and Peace: A More

Page 230: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Skeptical View', Journal of Peace Research, 33:1, pp. 1-11 Geiss,1. (1993). Europa- Vielfalt und Einheit. Mannheim: B.l.-Taschenbuchverlag Gellner, E. (1983). Nations and Nationalism. Oxford: Blackwell Gentili, A. (1964). De Jure Belli Libri Tres. New York: Oceana Publications [1612] Gentz, F. (1806). Fragments upon the Present State of the Political Balance of Europe. London: M. Peltier- (1953), 'Uber den ewigen Frieden', in Raumer, K. von (ed.), Ewiger Friede. München:Verlag Karl Alber FreiburgGeorge, J. (1994). Discourses of Global Politics: A Critical (Re)lntroduction to International Relations. Boulder, CO: Lynne RiennerGilbert, F. (1965). Machiavelli and Guicciardini. Princeton, NJ: Princeton University PressGilpin, R. (1981). War and Change in World Politics. New York: Cambridge University Press- (1986). 'The Richness of the Tradition of Political Realism', in Keohane (1986), pp.301-22. New York: Columbia University Press- (1987). The Political Economy of International Relations. Princeton, NJ: PrincetonUniversity Press Gleditsch, N. P. and Hegre, H. (1996). 'Peace and Democracy: Three Levels of Analysis', Journal of Conflict Resolution, forthcoming Godwin, W. (1985). Enquiry Concerning Political Justice. Harmondsworth: Penguin[1793] Goertz, G. (1994). Contexts of International Politics. Cambridge: Cambridge UniversityPress Gordon, D. C. (1989). Images of the West. Totowa, NJ: Rowman & Littlefield Görres, J. (1979), 'Der allgemeine Frieden - Ein Ideal', in Batscha and Saage (1979),pp. 126-77 [1798] Gough, J. W. (1936). The Social Contract. Oxford: Clarendon Press Grampp, W. D. (1965). Economic Liberalism. New York: Random House Grant, A. J. etal. (1916). An Introduction to the Study of International Relations. London: Macmillan & Co Grant, R. and Newland, K, eds. (1991). Gender and International Relations. Buckingham: Milton Keynes/Open University Press Gregory of Tours (1974). The History of the Franks. Harmondsworth: Penguin [593?] Grey, E. (1925). Twenty-Five Years, Vol. 2. New York: Frederick A. Stokes Grotius, H. (1853). De Jure Belli ac Pads. Cambridge: Cambridge University Press[1625] Grunebaum, G. E. von (1946). Medieval Islam. Chicago University Press, Chicago Guevara, E. (1961). On Guerrilla Warfare. New York: Praeger Guicciardini, F. (1969). The History of Italy. London: Collier-Macmillan [1561]- (1970). Maxims and Reflections ofa Renaissance Statesman. Gloucester, Mass.: Pe-ter Smith [1857]- (1994). Dialogue on the Government of Florence. Cambridge: Cambridge UniversityPress Gumplowicz, L. (1909). Der Rassenkampf. Innsbruck: Wagner'sche Universitatsbuch-handlung[1885]Gunn, J. A. W. (1969). Politics and the Public Interest in the Seventeenth Century. London: Routledge & Kegan PaulGunnell, J. G. (1978). 'The Myth of the Tradition', American Political Science Review, 72:1, pp. 122-35Gwatkin, H. M. et al., eds (1968). Germany and the Western Empire. Cambridge: Cambridge University PressHaas, E. (1964). Beyond the Nation State: Functionalism and International Organization. Stanford, CA: Stanford University PressHaas, P., ed. (1992). International Organization (Special Issue on Epistemic Communities), 46:1Habermas, J. (1991). Communication and the Evolution of Society. Cambridge: PolityPress Haeckel, E. (1896). The Evolution of Man. New York: Appleton - (1900). The Riddle of the Universe. New York: Harper & Brothers Hale, J. R. (1981).

Page 231: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

'International relations in the West', in Hay, D., ed., The Renaissance 1493-1520,2nd edn, pp. 259-92. Cambridge: Cambridge University Press [1957] Hall, J. A. (1986). Powers and Liberties. Harmondsworth: Penguin Halliday, F. (1994). Rethinking International Relations. London: Macmillan Hamilton, A. (1928). 'Report on the Subject of Manufactures', in Cole, Arthur H., ed., Industrial and Commercial Correspendence of Alexander Hamilton. Chicago: A. W. Shaw Co. [1791] -, Jay, J. and Madison, J. (1937). The Federalist. New York: Modern Library [1788] Hamilton, K and Langhome, R. (1995). The Practice of Diplomacy. London: Routledge Hampson, N. (1968). The Enlightenment. Harmondsworth: Penguin Hancock, W. K. (1937). Survey of British Commonwealth Affairs, Vol. I. London: Oxford University Press Hanke, L. (1974). All Mankind is One. De Kalb, IL: Northern Illinois University Press Harbutt, F. (1988). The Iron Curtain. Oxford: Oxford University Press Hardin, G. (1968). 'The Tragedy of the Commons', Science, 13 December, pp. 1243-8 Haushofer, K (1928). Bausteine zur Geopolitik. Berlin-Grunewald: Vowinkel Hawtrey, R. G. (1952). Economic Aspects of Sovereignty. London: Longman Green Hayek, F. A. (1944). The Road to Serfdom. Chicago: University of Chicago Press Heatley, D. P. (1919). Diplomacy and the Study of International Relations. Oxford: Clarendon Press Heckscher, E. (1935). Mercantilism. London: Allen & Unwin Hegel, G. W. F. (1980). Philosophy of Right. London: Oxford University Press [1821] Heilbroner, R. L. (1986). The Nature and Logic of Capitalism. New York: W.W. Norton Herder, J. G. von (1829). Briefe zur Beöirderungen der Humanitat. Stuttgart: CottaHertz, J. (1942). 'Power Politics and World Organization', American Political Science Review, 36:6, pp. 1039-52- (1950). 'Idealist Internationalism and the Security Dilemma', World Politics, 2:2, pp.157-80- (1951). Political Realism and Political Idealism. Chicago: University of Chicago Press- (1957). 'The Rise and Demise of the Territorial State', World Politics, 9:4, pp. 473-93 Hilferding, R. (1955). Das Finanzkapital. Berlin: Dietz Verlag [1910]Hinsley, F. H. (1963). Power and the Pursuit of Peace. Cambridge: Cambridge University PressHintz, S. I. (1962). The Hunting of Leviathan. Cambridge: Cambridge University Press.Hirschman, A. O. (1981). The Passions and the Interests. Princeton, NJ: Princeton University Press [1977]Hitler, A. (1943). Mein Kamp! Boston: Houghton MifflinHobbes, T. (1951). Leviathan. Harmondsworth: Penguin [1651]Hobsbawm, E. (1962). The Age of Revolution: 1789-1848. New York: New American Library- (1969). Industry and Empire. Harmondsworth: Penguin- (1991). Nations and Nationalism since 1780. Cambridge: Cambridge University Press- (1994). The Age of Extremes. London: Michael Joseph Hobson, J. A. (1902). Imperialism. London: J. PortHodges, C. (1931). Background of International Relations. New York: Wiley Hoffmann, S. (1987), 'An American Social Science', in }anus and Minerva, pp. 3-24.Boulder, CO: Westview [1977] Hoffmann, S. and Fidler, D. P., eds. (1991). Rousseau on International Relations. Oxford: Clarendon Press Holbach, P. H. T., baran de (1773). Systeme social. London: Marc-Michel Rey Holsti, K. (1967). International Politics. Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall- (1987). The Dividing Discipline. London: Allen & Unwin- (1996). The State, war, and the State of War. Cambridge: Cambridge UniversityPress Holsti, O. (1972). Crisis, Escalation, War. Montreal: McGill-Queen's University Press Homer-Dixon, T. (1994), 'Environmental Scarcities and Violent Conflict', InternationalSecurity, 19:1, pp. 5-40 Howard, M. (1978). War and the Liberal Conscience. New Brunswick, NJ: Rutgers University Press- (1984). War in European History. London: Oxford University Press

Page 232: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Howard, R. (1995). 'Occidentalism, Human Rights and the Obligation of WesternScholars', Canadian Journal of African Studies, 29:1, pp. 110-11 Hughes, B. B. (1991). Continuity and Change in World Politics. Englewood Cliffs, NJ:Prentice-HallMull r M 948) Memoirs, Vol. 1. New York: Macmillanh1 a («,. e^. w ft— <m uwk. w-p* "»» a—HunMon S (1991). me TJiW US». Nomian: University ol Oklahoma Pre» ZL T'M 1966 D.«art.**» M# <****• "*"* ?'Z « M B. (1968a). learning and Literature «I the Death of Beds', .n GwafKin. M. SZZ^ Uterature til, Pope S,„este,», in G»a«* * « H »Jan* P3(1887). «**» * (a setae pom»-«« ** ^,a ""* V*''Paris: Alcan lanis I (1972) Groupthink. Boston: Houghton MifflinPrinceton University Press llo„MQ7nJevons, W. (1888). 7te Theory of Political Economy. London: Macmillan [1871] /1009İ The Coal Question. London: Macmillan [1865]Saw *-"> *•««" •*¦Na" Yo*: C0,umbia UB""*Joll'j (1964) 7te/1/jard»sls.Undon:Eyre8Spo«iswoode Öet W 8 (1991) 77» 109/00, Wema« (Mate. New York: Harper Collins KaTi « W I- H Bİ*n-« in Fhedrloh (1949), p, 132-40,1784 "wCfor a Uni, Jl History with Cosmopoian Intenf, in Friednoh (.949),1970b) 'Perpetual Peace', in Forsyth etal. (1970), pp. 200-45 [1795] : i,9^* 'A Renewed Attempt to Answer the Question: Is the Human Raoe Con»,allv Improving?" in Reiss (1991), pp. 177-91 [17..] «JIM System and Process in inte^^Kal R (1994) The Coming Anarchy', Atlantic Monthly, 275:2 (February) pp. 44ffKautskv Karl (1970). 'Ultra-imperialism', in New Left Rev,ew, 59, pp. 41-7 [19 4]"HMKeeXertl M. A. and Schweizer, K. (1983). Introduction', in Cailieres, FrancoisKeTc H and Wittkopf, E. R. (1995). MM/ M** New York St Martins Kenn!n G. F. (1946). The Charge in the Soviet Union (Kennan) to the Secretary of--------,-a. -.j- i 413State', in F0/-e/g/7 Relations of the United States, 1946, GPO, Washington D.C, 1969, VI, Telegram 861.00/2-2246 [Moscow, 22 February 1946], pp. 700-7- (1950). American Diplomacy. Chicago: University of Chicago Press- (1956). Soviet-American Relations: 1917-1920. Princeton, NJ: Princeton UniversityPress- (1967). Memoires 1925-1950. New York: Little, Brown and Co- (1993). Around the CraggedHill. New York: W.W. NortonKennedy, P. (1987). The Rise and Fall of the Great Powers. New York: Random House- (1993). Preparing for the Twenty-First Century. London: Harper Collins Keohane, R. O. (1982). The Demand for International Regimes', International Organization, 36:3, pp. 325-55- (1984). Afier Hegemony. Princeton, NJ: Princeton University Press- ed. (1986). Neo-Realism and its Critics. New York: Columbia University Press- (1988). 'International Institutions: Two Approaches', International Studies Quarterly,32:4, pp. 379-96- and Nye, J. S. (1977). Power and Interdependence. New York: Little Brown and Co Keynes, J. M. (1920). The Economic Consequences of the Peace. London: Macmillan&Co Kidd, B. (1894). Social Evolution. London: Macmillan & Co Kirk, G. (1949). 'Materials for The Study of International Relations', World Politics, 1:4,pp. 426-31 Kissinger, H. A. (1954). A World Restored. Boston: Houghton Mifflin- (1968). The White Revolutionary: Reflections on Bismarck', Daedalus, 97:3, pp. 888-924- (1994). Diplomacy. New York: Simon & Schuster

Page 233: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Klee, H. (1946). Hugo Crotius und Johannes Selden. Berne: Verla Paul Haupt Klein, B. S. (1994). Strategic Studies and World Order. Cambridge: Cambridge University Press Kline, M. (1977). Mathematics in Western Culture. Harmondsworth: Penguin Kluckhohn, C. (1949). 'Russian Research at Harvard', World Politics, 1:2, pp. 266-71 Knutsen, T. L. (1994). 'Re-Reading Rousseau in the Post-Cold War World', Journal ofPeace Research, 31:3, pp. 247-63 Krasner, S. (1982). 'Structural Causes and Regime Consequences', International Organization, 36: 1, pp. 185-205 Kratochwil, F. V. (1989). Rules, Norms and Decisions. Cambridge: Cambridge University Press Kubalkova, V. and Cruikshank, A. A. (1980). Marxism-Leninism and Theory of International Relations. London: Routledge & Kegan Paul4201 Uluslararası İlişkiler Teorisi iarınıKuttner, R. (1991). The End of Laissez-Faire. New York: KnopfLaFeber, W. (1989). The American Age. New York: W. W. NortonLange, C. (1919). Histoire de l'internationalisme. Kristiania: Publications de l'lnstitutNobel norvegien, tome IV Lansing, R. (1935). War Memoires of Robert Lansing, Secretary of State. Indianapolis:Bobbs-Merrill Lapid, Y. (1989). 'The Third Debate', International Relations Quarterly, 33:3, pp. 235-55Laslett, P. (1960). 'Introduction', in Locke (1960), pp. 15-136Laue, T. von (1987). The World Revolution of Westernization. Oxford: Oxford University PressLauterpacht, H. (1933). The Function of Law m International Community. New York:Oxford University PressLawrence, T. J. (1919). The Society of Nations. New York: Oxford University PressLebow, N. R. and Strauss, B. S., eds (1991). Hegemonic Rivalry. Boulder, CO: West-view PressLeibniz, G. von (1963). 'Entretien de Philarete et d'Eugene sur la question du temps', in Politische Schriften, Vol. II, pp. 278-339. Berlin: Akademie-Verlag [1677]Lenczowski, G. (1952). The Middle East in World Affairs. Ithaca, NY: Cornell University PressLenin, V. (1975a). 'Decree on Peace', in Tucker (1975), pp. 540-2. New York: W. W.Norton- (1975b). 'Imperialism, the Highest Stage of Capitalism', in Tucker (1975), pp. 204-75 Leonard, I. A. (1949). Books of the Brave. Massachusetts: Harvard University Press Link, A. S„ ed. (1967). The Public Papers of Woodrow Wilson, Vol. V. Princeton, NJ:Princeton University Press- (1971). The Higher Realism of Woodrow Wilson. Nashville: Vanderbilt UniversityPress Linklater, A. (1982). Men and Citizens in the Theory of International Relations. NewYork: St Martin's Press- (1990). Beyond Realism and Marxism. London: Macmillan Lippmann, W. (1943). Us. Foreign Policy. Boston: Little, Brown and Co- (1947). The Cold War. New York: HarperList, F. (1927). 'Das Natürliche System der Politischen Ökonomie', in Werke, Vol. IV, pp. 154-550. Berlin: Reimar Hobbing [1837]- (1930). 'Das Nationale System der Politischen Ökonomie', in Werke, Vol. VI, pp. 1-433. Berlin: Reimar Hobbing [1841] Locke.J. (1960). Two Treatises of Government. Cambridge: Cambridge UniversityPress [1689]Luard, E. (1992). Basic Texts in International Relations. New York: St Martin's Luce, H. (1941). The American Century. New York: Farrar & Rinehart Luhmann, N.

Page 234: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

(1995). Social Systems. Stanford, CA: Stanford University Press Luxemburg, R. (1951). Accumulation of Capital. Yale University Press, New Haven[1913] Lyotard, J.-F. (1983). 'Answering the Question: What is Postmodernism', in Hassan, Iand Hassan S., eds, Innovation/Renovation, pp. 71-82. Madison, Wl: University ofWisconsin Press Machiavelli, N. (1961). The Prince. Harmondsworth: Penguin MacKenzie, J. M. (1995). Orientalism. Manchester: Manchester University Press Mackinder, H. (1904). 'The Geographical Pivot of History', Geographical Journal, 23pp. 421-44McKinlay, R. D. and Little, R. (1986). Global Problems and World Order. Madison, Wl: University of Wisconsin PressMacpherson, C. B. (1962). The Political Theory of Possessive Individualism. Oxford: Clarendon PressMadison, J. (1953), 'Is Universal Peace Possible', in The Complete Madison. New York: Harper & Brothers, pp. 260-62 [1792]Malthus, T. (1982). An Essay on the Principle of Population. Harmondsworth: Penguin [1798]Mandeville, B. de (1924). Fable of the Bees: or Private Viets, Publick Benefits. Oxford: Clarendon Press [1714]Mandrou, R. (1978). From Humanism to Science, 1480-1700. Harmondsworth: Penguin Mannheim, K. (1936). Ideology and Utopia. New York: Harcourt, Brace Mansbridge, J. J. (1990). Beyond Self-interest. Chicago: University of Chicago Press Mansfield, H. C. (1996). Machiavelli's Virtue. Chicago: University of Chicago Press Mantoux, P. etal. (1938). The World in Crisis. New York: Longman, Green Mao Zedong (1964). 'Problem s of Strategy in China's Revolutionary War', in Selected Works, Vol. I, pp. 179-248. Peking: Foreign Languages Press [1936]- (1965a). 'The Role of the Chinese Communist Party in the National War', in SelectedWorks, Vol. II, pp. 195-212 Peking: Foreign Languages Press [1938]- (1965b). 'On Protracted War', in Selected Works, Vol. II, pp. 113-94. Peking: ForeignLanguages Press [1937]- (1965c). 'Talks at The Yenan Forum on Literature And Art', in Selected Works, Vol.Ill, pp. 69-99. Peking: Foreign Languages Press [1942] Marriott, J. A. (1937). Commonwealth or Anarchy? London: P. Allan Marsiglio of Padua (1993). Writings on the Empire. Defensor minor and De translatione Imperii. Cambridge: Cambridge University Press [1324]Marx, K. (1964a). 'Marx and Engels in Manchester', in Werke, Vol. XXX, pp. 130-1. Berlin: Dietz Verlag- (1964b). 'Marx and Ferdinand Lassaile in Berlin', in Werke, Vol. XXX, pp. 577-79.Berlin: Dietz Verlag- (1972). The Future Results of the British Rule in India', in On Colonialism, pp. 81-8.New York: International Publishers [1853]- (1975a). 'Critique of Hegel's Dialectic And General Philosophy', in Hoare, Quentin,ed., Karl Marx: Early Writings, pp. 379-400. New York: Random House [1843-44]- (1975b). 'Preface to A Contribution to The Critique of Political Economy', in Hoare,Quentin, ed., Karl Marx: Early Writings, pp. 424-9. New York: Random House [1859]- (1977). Capital, Vol. 1. New York: Vintage Books [1867]- and Engels, F. (1974). 'Manifesto of the Communist Party,' in Fernback, D., ed., KarlMarx: Political Writings, Vol. I, pp. 67-99. New York: Random House Mazzini, G. (1945). Selected Writings. London: Lindsay Drommond Meinecke, F. (1957). Machiavellism. New Haven: Yale University Press [1924] Meszaros, I. (1970). Marx

Page 235: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Theory of Alienation. New York: Harper & Row Mill, J. S. (1866). Principles of Political Economy, 2 vols. London: Longman, Green,Reader and Dyer Miller, J. (1993). The Passion of Michel Foucault London: Harper Collins Miller, L. (1994). Global Order. Boulder, CO: Westview Press Mine, A. (1993). Le nouveau moyen age. Paris: Gallimard Minogue, K. (1985). Alien Powers. New York: St Martin's Press Mitrany, D. (1933). The Progress of International Government. New Haven: Yale University Press- (1966). A Working Peace System. Chicago: Quadrangle [1943]Molnar, M. (1975). Marx, Engels et le politique international. Paris: Gallimard Momigliano, A., ed. (1963). The Conflict between Paganism and Christianity in the 4thCentury. Oxford: Clarendon Press Montaigne, M. de (1935). The Essays of Michel de Montaigne, vol. I. New York: Knopf Montesquieu, C. L. de Secondat, baran de (1990). The Spirit of the Laws. Chicago:Encyclopedia Britannica [1748] Moore, B., Jr (1966). Social Origins of Dictatorship and Democracy. Boston: BeaconPress- (1978). Injustice: The Social Bases of Obedience and Revolt. New York: Sharpe Morgenthau, H. J. (1967). 'To Intervene Or Not to Intervene', Foreign Affairs, 45:3, pp.424-36- (1978). Politics Among Nations. New York: Knopf [1948]Morley, J. (1881). The Life of Richard Cobden. Boston: Robert BrothersMueller, J. (1989). Retreat from Doomsday. New York: Basic Books Muir, R. (1918). National Self-Government, Its Growth and Principles, The Culmination of Modern History. London: Constable & Co- (1933). The Interdependent World and Its Problems. London: Constable & Co Mussolini, B. (1933). The Political and Social Doctrine of Fascism. London: HogarthPressNandy, A. (1987). Traditions, Tyranny, and Utopias. Delhi: Oxford University PressNardin, T. and Mapel, D. R. (1993). Traditions of International Ethics. Cambridge: Cambridge University PressNavari, C. (1989). 'The Great Illusion Revisited', Review of International Studies, 15, pp. 341-58Nedham, M. (1659). Interest will not Lie, ora View of England's True Interest. London: (no publisher identified)Needham, J. (1969). The Grand Titration. London: Allen & UnwinNeumann, F. L. (1944). Behemoth. New York: Octagon BooksNeumann, I. (1996). 'Self and Other in International Relations', European Journal of International Relations, 2:2, pp. 139-74Ngugi wa Thiong'o (1986). Decolonizing the Mind. London: James CurreyNicolson, H. G. (1954). Evolution of the Diplomatic Method. London: Constable- (1988). Diplomacy. Washington, DC: Georgetown University, School of Foreign Ser-vice [1939] Niebuhr, R. (1932). Moral Man and Immoral Society. New York: Scribner's Sons- (1936). Doom and Dawn. New York: Eddy and Page- (1942). 'Plans for World Reorganization', Christianity and Crisis, 2, p. 4- (1949). Faith and History. New York: Scribner's Sons- (1950a). 'American Conservatism And The World Crisis', Yale Review, 40, pp. 385-97- (1950b). 'A Protest against A Dilemma's Two Horns', World Politics, 2:3, pp. 338-45- (1955). The Self and the Dramas of History. New York: Scribner's Sons- (1959). The Structure of Nations and Empires. New York: Scribner's Sons Nietzsche, F. (1960). 'Aus dem Nachlass der Achtzigerjahre', Werke, Vol. Ill, p. 917.Munich: Carl Hansen Verlag [188?]

Page 236: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

- (1994). On the Genealogy of Morality. Cambridge: Cambridge University Press[1887] North, D. (1981). Structure and Change in Economic History. New York: W. W. Norton- (1990). Institutions, Institutional Change and Economic Performance. Cambridge:Cambridge University Press O'Donnell, J. J. (1979). Cassiodorus. Los Angeles: University of California Press Olson, W. C. and Groom, A. J. R. (1991). International Relations Then And Now. Lon-don: Routledge Onuf, N. (1989). World of Our Making. Columbia, SC: University of South CarolinaPress Oppenheim, L. F. L (1937). International lavı London: Longman, Green Oppenheimer, J. R. (1953). 'Atomic Weapons And American Policy', Foreign Affairs,31, pp. 525-35 Organski, A. F. K. and Kugler, J. (1980). The War Ledger. Chicago: University of Chicago Press Orlans, H. (1972). he Nonprofit Research Institute. New York: McGraw-Hill Oye, K. A., ed. (1986). Cooperation under Anarchy. Princeton, NJ: Princeton University Press Palmer, R. R. (1951). A History of the Modern World. New York: Knopf Pannekoek, A. (1912). Marxismand Darwinism. Chicago: Charles H. Kerr & CompanyCo-operative Pannikar, K. K. (1953). Asia and Western Dominance. New York: John Day Co Parker, G., ed. (1978). The General Crisis of the Seventeenth Century. London: Routledge & Kegan Paul Parkinson, F. (1977). The Philosophy of International Relations. Los Angeles: Sage Paul the Deacon (1974). History of the Lombards. Philadelphia: University of Pennsylvania Press [797?] Pearson, F. S. and Rochester, J. M. (1988). International Relations. New York: Random House Pecquet, A. (1757). L 'Espritdes maximes politiques. Paris: Chez Prault pere Penn, W. (1986). Essai d'un Projetpour rendre la Paix de l'Europe solide et durable.York: William Sessions [I693?] Perkins, H. L. (1959). The Moral and Political Philosophy of the Abbe de Saint-Pierre.Geneva: Librairie E. Droc Peterson, V. S. (1993). Global Gender Issues. Boulder, CO: Westview Press Pico del la Mirandola, G. (1965). On the Dignity of Man. Indianapolis: Bobbs-Merriil[1486] Pitkin, H. F. (1984). Fortune's a Woman. Berkeley: University of California Press Poggi, G. (1978). The Development of the Modern State. Stanford: Stanford UniversityPress Popper, K. (1945). The Open Society and Its Enemies. London: Routledge and Sons- (1957). The Poverty of Historicism. Boston: Beacon Press- (1959). The Logic of Scientific Discovery. London: Hutchinson [1930]Postan, M. M. et al., eds (1965). Cambridge Economic History of Europe, Vol. Ill, pp. 42-118. Cambridge: Cambridge University PressPotter, P. B. (1922). An Introduction to the Study of International Organization. New York: Appelton-CenturyPufendorf, S. (1991). On the Duty of Man and Citizen. Cambridge: Cambridge University Press [1673]Pye, L. W., ed. (1963). Communications and Political Development Princeton, NJ: Princeton University Press+Quatela, A. (1991). Invito alla lettum di Guicciardini. Milan: MursiaRaab, F. (1964). The English Face of Machiavelli. London: RoutledgeRabinow, P., ed. (1984). The Foucault Reader. New York: PantheonRatzel, F. (1896). 'Die Gesetze des raumlichen Wachstums der Staaten', Petermanns Mitteilungen, 42, pp. 101ff- (1903). olitische Geographie Munich: R. OldenbourgRay.J. L. (I 987). Global Politics. Boston: Houghton MifflinRaynal, G.T. (1804). Philosojiskog PolitiskHistorie om Eurpeeemes handelog Besid-delseri Ost- og Vest-lndien. Kobenhavn: Sebastian Popp [1770]Reich, R. (1991). The Work of Nations. New York: KnopfReiss, H., ed. (1991). Kant: Political Writings. Cambridge: Cambridge University Press

Page 237: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Renouvin, P., ed. (1994). Histoire des relations Internationales, Vol. I. Paris: Hachette [1953]Ricardo, D. (1984). The Principles of Political Economy and Taxation. London: Everyman's Library [1817]Risse-Kappen, T. (1995). Bringing Transnational Relations Back In Cambridge: Cambridge University PressRohan, H., Due de (1673). Interets et maximes des Princes etdes Estates souverains. Cologne: (no publisher identified) [1638]Roosen, W. (1986). Daniel Defoe and Diplomacy. Selinsgrove: Susquehanna University PressRoover, R. de (1965). The Organization of Trade', in Postan et al. (I 965), pp. 42-118Rorty, R. (1979). Philosophy and the Mirror of Nature. Princeton, NJ: Princeton University PressRosecrance, R. (1963). Action and Reaction in World Politics. Boston: Little, BrownRosenau, J. N. (1995). 'Governance in the Twenty-first Century', Global Governance, 1:1, pp. 13-44Rosenau, J. N. and Knorr, K., eds (1969). Contending Approaches to International Politics. Princeton, NJ: Princeton University PressRoss, E. (1969). Social Control: A Survey of the Foundations of Order. Cleveland: Press of Case Western Reserve University [1901]Ross, M. (1984). Leibniz. Oxford: Oxford University PressRousseau, J.-J. (1950a). 'Discourse on The Origin And Basis of Inequality among Menin Cole, G. D. H. (1950), The Social Contract and Discourses, pp. 175-282. London: Dutton [1755]- (1950b). 'Social Contract', in Cole, G. D. H. (1950), pp. 1-142 [1762]- (1950e). 'Discourse on Political Eeonomy', in Cole, G. D. H. (1950), pp. 283-330[1755]- (1964a). 'Extrait du projet de paix perphuelle', in Oeuvres Compleres, Vol. Ill, pp. 563-90. Paris: Bibliotheque de la Pleiade [1760]- (1964b). 'Jugement sur le projet de paix perpetuelle', in Oeuvres Completes, Vol. Ill,pp. 591 -600. Paris: Bibliotheque de la Pleiade [1782]- (1964e). 'Que I'Etat de guerre nait de I'etat social', in Oeuvres Completes, Vol. Ill, pp.601-13. Paris: Bibliotheque de la Pleiade [1896]- (1964d). 'Considerations sur le gouvernement de Pologne', in Oeuvres Completes,Vol. Ill, pp. 953-1044. Paris: Bibliotheque de la Pleiade [1782]- (1978). The Confessions. Harmondsworth: Penguin [1782]- (1995). Oeuvres Completes, Vol. V. Paris: Gallimard Rubinstein, N. (1970). 'Introduction', in Guicciardini (1969), pp. 7-33Ruggie, J. G. (1986). 'Continuity and Transformation in the World Polity', in Keohane(1986), pp. 131-58 [1983] -, ed. (1993a). Multilateralism Matters. New York: Columbia University Press- (1993b). 'Territoriality and Beyond', International Organization 47:1, pp. 139-75 Rummel, R. J. (1985). 'Libertarian Propositions on Violence wirbin and between Nations', Journal of Conflict Resolution, 29:3, pp. 419-55Runciman, S. (1992). The First Crusade. Cambridge: Cambridge University Press[1951] Russell, F. M. (1936). Theories of International Relations. New York: D. Appleton-Cen-tury CoRussett, B. (1993). Crasping the Democratic Peace. Princeton, NJ: Princeton University PressSaid, E. W. (1978). Orientalism. London: Routledge & Kegan Paul- (1996). Representations of the Intellectual. New York: Random House

Page 238: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Satow, E. (1917). A Cuide to Diplomatic Practice. London: Longman, Green & Co Schelling, T. (1966). The Strategy of Conflict. Cambridge: Harvard University Press Schlegel, F. (1979), 'Versuch über den Begriff des Republikanismus', in Batscha andSaage, pp. 93-110 [1796] Schmitt, C. (1932). Das Begriff des politischen. Berlin: Duncker & Humblott Schuman, F. L. (1933). International Politics: An Introduction to the Western StateSystem. New York: McGraw-Hill Schumpeter, J. A. (1954). A History of Economic Analysis. New York: Oxford Univer-sity Press- (1976). 'Die Krise der Steuerstaats', in Hickel, R., Rudolf Coldscheid, Joseph Schumpeter: Die Ökonomie der Staatsfinanzen. Frankfurt a.M. Suhrkamp [1918]Schwarzenberger, G. (1951). Power Politics. New York: PraegerScott, J. B., ed. (1920). The Proceedings of the Hague Peace Conference. New York: Oxford University PressScuton, R. (1986). Spinoza. New York: Oxford University Press.Searle, J. (1993). 'Rationality and Realism, What is at Stake?' Daedalus, 122;4, pp. 55-83Selden, J. (1652). Of the Dominions or Ownership of the Sea. London: William Du-Gard [163?] Semmel, B., ed. (1981). Marxism and the Science of War. London: Oxford UniversityPress Sheehan, M. (1996). The Balance of Power. London: Routledge Shirer, W. L. (1983). The Rise and Fall of the Third Reich. Hew York: Fawcett Crest[1950] Shotwell, J. T. (1936). On the Rim of the Abyss. New York: Macmillan Simonds, F. and Emeny, F. (1935). The Great Powers in World Politics. New York:American Book Co Singer, J. D. (1969). 'The Incompleat Theorist: Insight without Evidence', in Rosenauand Knorr (1969), eds, pp. 63-86 Skinner, Q (1981). Machiavelli. Oxford: Oxford University Press Smith, A. (1976). The Wealth of Nations. Oxford: Clarendon Press [1776] Smith, A. D. (1991). National Identity. Harmondsworth: Penguin Smith, D. M., ed. (1966). American Intervention 1917. Boston: Houghton Mifflin Smith, H. (1990). 'The Womb of War', Review of International Studies, 16:1, pp. 39-58 Smith, S. (1992). 'The Forty Years' Detour', Millennium, 21:3, pp. 489-506 Smith, S., Booth, K. and Zalewski, M. (1996). International Theory: Positivism and Beyond. Cambridge: Cambridge University Press Souleyman, E. V. (1972). The Vision of World Peace in Seventeenth and Eighteenth-Century France. New York: Kennekat Press [1941] Sonnino, P. (1981), 'Introduction', in Frederick II (1981), pp. 1-23 Southern, R. W. (1953). The Making of the Middle Ages. New Haven: Yale UniversityPress Spector, I. (1962). The First Russian Revolution: Its Impact on Asia. New Jersey: Eng-lewood Cliffs Spencer, H. (1846). Principles of Biology. London: Williams and Norgate - (1897). Social Statics. New York: D. Appleton and CoSpero, J. E. (1990). The Politics of International Economic Relations. New York: St Martin's PressSpinoza, B. de (1951a). Theologico-political trearise', in Works, Vol. I, pp. 1-265. New York: Dover Publications [1670]- (1951b). 'Ethics', in Works, Vol. II, pp. 43- 270. New York: Dover Publications [1677]- (1951c). 'A Political Treatise', in Works, Vol. I, pp. 279-385. New York: Dover Publi-cations [1677]Sprout, H. and Sprout, M. (1965). The Ecological Perspectives on Human Aflairs. Princeton, NJ: Princeton University PressSpykman, N. J. (1944). America's Strategy in World Politics. New York: Harcourt, Brace and CoStalin, J. V. (1946). Speech Delivered by J. V. Stalin at a Meeting of Voters of the Stalin Electoral Area of Moscow, February 9,1946. Washington, DC: Embassy of the Soviet Union- (1953). The Twelfth Congress of the R.C.P.(B.)', in Works, Vol. V, pp. 191-200. Moscow: Foreign Languages Publishing House [1923]

Page 239: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Stark, W., ed. (1952-54). JeremyBentham'sEconomic WritingsVol III. London: Allen & UnwinStarobinski, J. (1988). Jean-Jacques Rousseau. Chicago University PressStavrianos, L. S. (1981). Global Rift. New York: William Morrow and CoSteel, R. (1980). Walter Lippmann and the American Century. Boston: Little, Brownand CoStein, A. (1982). 'Coordination and Collaboration: Regimes in an Anarchic World', International Organization, 36:2, pp. 299-325- (1990). Why Nations Cooperate. Ithaca, NY: Comeli University PressSteinbruner, J. D. (1974). The Cybernetic Theory of Decision. Princeton, NJ: Princeton University PressStephanson, A. (1989). Kennan and the Art of Foreign Policy. Cambridge: HarvardUniversity Press Stopford J. and Strange, S. (1992). Rival States, Rival Firms. Cambridge: CambridgeUniversity Press Strange, S. (1992). 'States, firms and diplomacy', in International Affairs, 68:1, pp. 1-15- (1994). 'Wake up, Krasner! The World has Changed', in Review of International Po-litical Economy, 1:2, pp. 209-19 Strayer, J. R. (1955). Western Europe in the Middle Ages. New York: Appleton-Cen-tury Crofts- (1970). On the Medieval Origins of the Modern State. Princeton, NJ: Princeton Uni-versity Press Sumner, W. G. (1954).What the Social Classes Owe Each Other. Caldwell, ID: TheCakton Printers, Ltd. [1883]i- (1965). 'War', in The Conquest of the United States of Spain and other Essays, pp.200-35. Chicago: Henry Regenry Company [1903] Suttner, B. von (1914). Lay Down Your Arms! New York: Longman, Green Swift, J. (1992). Gulliver's Travels. Hertfordshire: Wordsworth [1726] Sylvester, C. (1994). Feminist Theory and International Relations in a Postmodern Era.Cambridge: Cambridge University Press Sziics, J. (1990). Die dreihistorischen Regionen Europas. Frankfurt a.M: Verlag NeueKritik Talmon, J. L. (1952). The Origins of Totalitarian Democracy. London: Seeker & Warburg- (1960). Political Messianism. London: Seeker and Warburg Taylor, A. J. P. (1967). Bismarck. New York: Random House- (1980). Revolutions and Revolutionaries. New York: Atheneumter Meulen, J. (1917). Internationalen Organisation in seiner Entwicklung. The Hague:Martinus Nijhoff Thompson, K. W. (1994). Fathers of International Thought. Baton Rouge, LA: Louisiana State University Press Thomson, D. (1974). Europe Since Napoleon. Harmondsworth: Penguin Thucydides (1972). The Peloponnesian War. Harmondsworth: Penguin [c.402 BC] Tilly, c, ed. (1975). The Formation of Nation States in Western Europe. Princeton, NJ: Princeton University Press- (1984). Big Structures, Large Processes, Huge Comparisons. New York: Russell Sage- (1994). Coercion, Capital, and European States, AD 990-1992. Oxford: Blackwell Todorov, T. (1989). Nous et les autres. Paris: Editions du SeuilTreitschke, H. von (1916). Politics. London: MacmillanTucker, R. C, ed. (1975). The Lenin Anthology. New York: W. W. NortonTully, J. (1993). An Approach to Political Philosophy: Locke in Contexts. Cambridge:Cambridge University Press Ulam, Adam (1971). The Rivals. New York: Viking Press- (1974). Expansion and Coexistence. New York: Holt Rinehart and Winston UN (1993). World Investments Report 1992. New York: United Nations

Page 240: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Varg, P. A. (1970). Foreign Policies of the Founding Fathers. Baltimore, MD: Penguin BooksVasquez, J. (1983). The Power of Power Politics. New Brunswick, NJ: Rutgers University PressVattel, E. de (1863). The Law of Nations or the Principles of Natural Law Applied to the Conduet and to the Affairs of Nations and of Sovereigns. Philadelphia: T. & J. W. Johnson [1758]Veblen, T. (1939). Imperial Germany and the Industrial Revolution New York: VikingPress [1915]Vincent, A. (1987). Theories of the State. Oxford: BlackwellViotti, P. R. and Kauppi, M. V. (1987). International Relations Theory. New York: Mac-millanViroli, M. (1995). For Love of Country. Oxford: Clarendon PressVitoria, F. de (1934a). 'On the Indians Recently Discovered', in Scott, J. B., The Spanish Origin of International Law, Appendix A. Oxford: Clarendon Press [1532]- (1934b). 'On the Law of War Made by the Spaniards on the Barbarians', in Scott, J.B., The Spanish Origin of International Law, Appendix B. Oxford: Clarendon Press[153?] Vogler, J. and Imber, M. F., eds (1996). The Environment and International Relations.London: Routledge Voltaire (1967). 'Guerre', Dictionnaire Philosophique, pp. 228-33. Paris: Gamier Freres[1764]- (1980). Letters on England. Harmondsworth: PenguinWalker, R. B. J. (1993). Inside/Outside: International Relations as Political Theory. Cambridge: Cambridge University PressWall, I. M. (1983). French Communism in the Era of Stalin. Westport, Conn.: GreenwoodPress Wallace-Hadrill, J. M. (1956). The Barbarian West, 400-1000. Hutcheson, LondonWallensteen P. and Sollenberg, M. (1995), 'After the Cold War: Emerging Patterns of Armed Conflict 1989-94', Journal of Peaee Research, 32:3, pp. 345-60Wallerstein, I. (1974; 1980; 1989 and forthcoming). The Modern World-System, Vols. I-IV. New York: Academic PressWaltz, K. N. (1959). Man, the State and War. New York: Columbia University Press- (1979). Theory of International Relations. Reading, Mass.: Addison-Wesley Walworth, A. C. (1969). Woodrow Wilson, Vol II. Baltimore: Penguin Watson, A. (1992). The Evolution of International Society. London: Routledge Weber, C. (1995). Simulating Sovereignty. Cambridge: Cambridge University Press Weber, M. (1994). Political Writings. Cambridge: Cambridge University Press Weikart, R. (1993). 'The Origins of Social Darwinism in Germany, 1859-1995', Journalof the History of Ideas, 54:3, pp. 469-89 Wendt, A. (1995). 'Constructing International Polities', International Security, 20:1, pp. 71-81- and Friedheim, D. (1996). 'Hierarchy under Anarchy', in Biersteker and Weber (1996),pp. 240-78 White, L. (1972). 'The Expansion of Technology 500-1500', in Cipolia, O M., ed., The Fontana Economie History of Europe, Vol. I, pp. 143-74. London: Collins/FontanaIWight, M. (1968). 'Why is There No International Theory?' in Butterfield and Wight (1968), pp. 17-35- (1987). 'An Anatomy of International Thought,' Review of International Studies, 13,pp. 221-7- (1991). International Theory: The Three Traditions. Leicester: Leicester UniversityPress- (1995). Power Politics. Leicester: Leicester University Press [1978]

Page 241: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Williams, H. (1992). International Relations in Political Theory. Milton Keynes, Herts.: Open University PressWiltse, C. M. (1960). The Jeffersonian Tradition in American Democracy. New York: Hill and WangWinch, D. (1996). Riches and Poverty. Cambridge: Cambridge University PressWolf, E. (1982). Europe and The People Without History. Berkeley: University of California PressWolfers, A. (1951). 'The Pole of Power and the Pole of Indifference', World Politics, 4:1, pp. 39-63- (1959). The Actors in International Polities', in Fox (1959), pp. 83-107Wright, M., ed. (1975). Theory and Practice of the Balance of Power, 1486-1914. London: J. M. Dent & Sons Yergin, D. (1991). The Prize. New York: Simon & Schuster York, E. (1919). Leagues of Nations. New York: Swarthmore University Press Zimmern, A. E. (1936). The League of Nations and the Rule of Law 1918-35. London: MacmillanIİNDEKS95 Maddelik Tez 89 Abbasi hanedanlığı 33 Abbasiler, eğitim ve öğretime 33~ in dış politikaları 34 Abbe de Saint Pierre 175,185,186 Abbe Sieyes 246 Açık Kapı Siyaseti 302 Adam Smith 109,151,190, 205,300~ ve fizyokratlar 201 adhoc179 Adolf Hitler 296 ahlâki dayanışma 336 akıl devleti 79, 92 Alaric the Goth 37 Alexander Wendt 373 Alexandr Kerensky 274 Alfred Ayer 316 Alfred Nobel 284 Alman ideolojisi 245~ göre ulus 247 Alman uluslararası ilişkiler teorileri 171 Amerikan Çağının Doğuşu 311 analitik gelenek 23, 24 Andre Gunder Frank 334 Andrew Carnegie 284, 286 Antoine Pecquet 169 Anton Pannekoek 260 Arnold Wolfers 320 Artamanen Birliği 268 Arthur Stein 356 Atlantik Anlaşması 311 atom bombası 312Augsburg Anlaşması 91 August Bebel 260 Augustine ve ilk günah 49 Aydınlanma~ Çağı Uluslararası ilişkiler Teorisi 191~ karşıtı teorisyenler 300~ projesi 208~ nin birincil mirasçıları 299~ teorisyenleri 299~ ve radikal ideoloji 208~ nın uluslararası ilişkiler teorisine katkısı 194 Francis Bacon 91,130,146,191~ 'a göre, refah ve askeri yeterlilik 130BBağımsızlık Bildirgesi 204Barry Buzan 348, 360Bartolomeo de Las Casas 95Barut Devrimi ve Siyasal Değişim 85Batı'nın geleneksel güvenlik kavramı 348Batıda hukukî gelenek 41Batı politikasının kaynakları 36Battista della Valle 78Benedict Anderson 243Benedict de Spinoza 131,134Benito Mussolini 296Benjamin Kidd 262~ ve bir insanlık medeniyeti teorisi 262 Bernhard de Mandeville 189 bilardo topu dünya görüşü 357 Bilimsel Devrim 151 Bilimsel sosyalizm 210,211 bireysel özgürlük 112Birinci Haçlı Seferi'nin amacı 43 Birinci sanayi devrimi 248, 249 Bizans 26,30 ~ bilimi 32~ savaş ve diplomasisi 31 Bolşevik Devrimi 302 Bolşevik Partisi 285 Book of the Courtier 62 Botero'nun uluslararası analizleri 93 Bradley Klein 364 Burke~'nin ideal toplumu 215 ~'ye göre mülkiyet 215 ~ 'ye göre toplum birey 214 ~'de kuvvetler dengesi 216 Büyük Amerikan yüzyılı 311 Büyük Buhran 249, 252, 279 Büyük Çöküş 295 Büyük insanlık bağı 217 Büyük ittifak Savaşı 147 Büyük keşif çağı 94 Büyük Proleter Devrim 213 Büyüklük dengesi 130C

Page 242: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Caesarea'lı Procopius 30Carl Philipp Gottlieb von Clausewitz 219Carl Schmitt 296Carolingian İmparatorluğu 27, 28Carolingian Sarayı 36Edward H. Carr 279~ 'da özgür irade ve determinizm tartışması299Celso Furtado 333Cennet Şehri 37Charlamagne 27, 35~ ve Carolingian İmparatorluğu 36Charles Castel 175Charles Darwin 258~ 'in 'adaptasyon' düşüncesi 260 ~ 'in evrim teorisi ve tarihi ilerleme 225 ~ in evrim teorisinin temeli 258 ~ ve 'Adaptasyon' 259Charles Jones 360Charles Tilly 17Che Guevara 334Christian Wolff 164Clement Attlee 309Clermont Konseyi 42, 43Clovis 27Clyde Eagleton 289Cognac ittifakı 69Conatus 135CruceCruce 176Cuius regio 91Cuius regio eius religo 120,149Cynthia Weber 366ÇÇar Hareketi 208Çar II. Nicholas 271, 284Çıkar 151~ ların ahengi 205 Çin Devrimi 317 Çin Komünist Partisi 304 Çok boyutlu güvenlik 348Dd'Alembert 189Daniel Defoe 166Dante Aligieri 40Darüi-harb 34Darü'l-islâm 34David Campbell 365David Hume 24,166Dedüksiyon152Deniz Gücünün Tarihe Etkisi 302Der Derian 349, 365Düstur Partisi 304Devlet~ egemenliğinin sona ermesi 344 ~ Sisteminin Kökeni ve Doğası 184 ~ ve Kilise arasında keskin bir sınır 39 ~ in Evrimi 178~ le Kilise arasındaki mücadele 40 ~ ler Meclisi fikri 206~ lerarası ilişkilerdeki düzene dair iki ilke 108 ~ lerarası sistem 336 Devolution Savaşı 147 Devrimci anti-emperyalist teoriler 342 Devrimci paradigma 337 Devrimci teoriler 338 Devrimcilik 335 Dış egemenlik 126Din ve savaş arasındaki ilişki 89 Diyalektik materyalizm 211 Doğa ve orta çağ düşüncesi 56 Doğal hukuk geleneği 149 Doğal seleksiyon ilkesi 261 Doğu Roma imparatorluğu 26 Domingo Soto 95 Douglas North 356 Dördüncü temel prensip 204 Due de Sully 16,186 Dünya Krizi 291Düşüncenin sekülerleşmesi 112 Düzen 128,131

Page 243: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Edward Carr 298 Edward House 275 Egemenlik-sistemi 359 Eius religio 91 Ekonomik düzen 205 Ekonomik faydacılık 205 EmericCruce16,132 Emevi hanedanlığı 32 Emmerich de Vattel 164 Emperyalizm 251, 252~ 'in Ekonomik Boyutu 252 En büyük oğul hakkı 129 En güçlünün yasası 184 Ephraim Chambers 189Erken dönem uluslararası ilişkiler teorileştirmesi 52 Ernest Bevin 309 Ernest Haeckel 264, 297~ve Darwin'in teorisi 267~ ve Darwinizm 266 Eşitlik 204Eşitsizliğin Kökeni Üzerine 329 Etkileşim haritaları 326 Etkileşim kapasitesi 360 Evrensel Barış 172 Evrensellik 331FFaşizm 295Fazilet (virtü) ve Bencillik 64Federico Bonaventura 113Ferdinand de Saussure 269Feudum 29Fırsat eşitliği 204Fortuna ve virtû kavram çifti 65, 67Francesco Guicciardini 55~ de Rönesans siyaseti 74~ 'nin hükümdarı 75 Francesco Poggio 62 Francisco de Vitoria 95 Francois de Callieres 169 Francois Fenelon 169 Francois Quensay 190 Fransız devrimcilerine göre ulus 247 Fransız filozoflarına göre ulus 247 Fransizco Pizarro 94 Frantz Fanon 334 Franz Ferdinand 271 Friederich Engels 208 Friedrich Gentz 218~ göre kuvvetler dengesi 218 Friedrich üst 234, 255, 332~ ve korumacı sanayileşme stratejisi 255 Friedrich Ratzel 267, 296 Friedrich von Berhnardi 263, 346Gabriel Zinano 113 Gaetano Mosca 296 Gatien Courtilz de Sandras 155 Geçirgensizlik kavramı 126 Geist 224Gelişme ve güven 342 Geliştirmeme siyaseti 24, 317 Genel İrade 195, 244 George Duby 56George F. Kennan 313, 315,320 George W.F.Hegel 196 ~ göre savaşlar 225 Georges Clemenceau 289 Gergin iki kutupluluk 331 Gerilla Savaşı 334 Gevşek iki kutupluluk 331 Giovanni Botero 93 GirolamoFrachetta113 Giuseppe Mazzini 233 Glorius Devrimi 158 Güç geçişi teorileri 361 Güç ve Karşılıklı Bağımlılık 327HHaçlı Seferleri 43, 44,45 ~ 'nin nihaî amacı 44 Halford Mackinder 295 Halk ruhu (Volkgeist) 224 Hans J. Morgenthau 320 Harry S. Truman 312 Harun el-Reşid ve İmparatoriçe İrene 35 Hegemonya istikrarı 327 Heinrich Himmler 268 Henrich von Treitschke 297 Henrique Infante de Portugal 86 Henry Kissinger 320 Henry Luce 311~ 'un 'Amerikan yüzyılı 312Henry St. John (Viscount Bolingbroke) 167Henry Wallace 323Herbert Spencer 232, 259, 261Hernan Cortes 94Hersh Lauterpacht 290Heteronomous 359Hıristiyan Ulusu 187Hippolyte Taine 374History of the Florentine People 63Hiyerarşi 214Hiyerarşik ve birim veto sistemleri 331Ho Chi Minh 305, 334Hollanda Savaşı 147Hoşgörü kavramı 90Houston S. Chamberlain 297HugoGrotius16,137 ~ 'a insan aklı 139 ~ 'un tabiat kanunu mefhumu 138 Hükümdar 173I. Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası ilişkiler 283

Page 244: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

l-İİki kamp teorisini 310ikinci Enternasyonal 213İkinci sanayi devrimi 248, 251,249, 254İkinci Soğuk Savaş 357İletişim devrimi 376ilk Enternasyonel 213ilk günah varsayımı 37ilk halifelik imparatorluğu 32ilk Kilise 26Immanuel Kant 192Innocent Gentillet 91İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kökeni ve TemeliÜzerine Konuşmalar 175 insanlık Şehri' (civitas terrena) 39 intermezzo 241 Isaac Newton 189 islâm dünyası 32 İslâm medeniyeti 32 işbirliği teorisi 355 İtalya Savaşları 69,85,113 İyimser Aydınlanma 339 iyimser müdahalesizlik 233 izm' dönemi 197JJacob ter Meulen 285 Jacques Derrida 365 Jacques-Benigne Bossuet 129 James Buchanan 356 James Der Derian 364 James Stuart 190 Jean Barbeyrac 164 Jean Baudrillard 349 Jean Bodin 16,128 ~'deüç olgusu 105 ~ 'de sivil iç savaş ve devrim 104 ~ 'de sürekli 'sözleşme' 109 ~'e göre mukavele 109 ~ 'de uluslararası düzenin ikinci ilkesi 109 ~'de egemenlik 105 ~ 'in pacta sunt servanda ilkesi 16 Jean Calvin 88Jean Jacques Rousseau 174,176, 244, 301 ~ da mülkiyet 209~ 'nun uluslararası siyaset görüşü 180 ~ ve "Kalıcı Barış Projesi 182 Jean-Baptist Say 190 Jean-Jacques Burlamaqui 190 Jens Bartelson 364Jeremy Bentham 16,151, 205, 287,300 Jim George 363Johann Gottfried von Herder 244 Johann Gutenberg 87 John A. Hobson 294 John Amos Comenius 132John Herz 320John Locke 109,161~ 'un siyaset felsefesi 204~ ve Duyumcu etkilenim teorisi 161~ 'un doğal durumu 163John Ruggie 359John Selden 130Josef Stalin 302Joseph Lee 150Joseph McCarthy 317Joseph S. Nye 326Juan Gines de Sepulveda 94Justus Lipsius 91KKamuoyu mahkemesi 206 Kant ve Aydınlanma 192 Kanunların Ruhu 190 Kanunsuz tabiî hal imgesi 132 Kapitalist rekabet 294 Karar verici yaklaşımlar 342 Kari Haushofer 296 Karl Marx 208, 213, 301 Karl Popper 316~ da 'tarihselcilik' 316~'in bilim felsefesi 316, 317 Kari von Linnae 189 Karşılaştırmalı avantaj 345 Kendi kendini düzenleyen kuvvetler dengesi Kenneth N.Waltz 329, 357, 361, 366~ 'in 'yapı' kavramı 360~ 'in neo-realist devrimi 361 Kıta Avrupası Düzeni fikri 218 Kilise~Kanunu 41,42~ ve orta çağ bilimi 40 Klement von Metternich 218, 229~ 'in Avrupa Birliği çabası 229 Kolombus Yeni Dünya'ya seyahati 94 Kompleks karşılıklı bağımlılık 327 Komünist Manifesto 210 Kongre Partisi 304 Kont (comes) 29 Kontrol' öğretisi 322 Kötümser antropoloji 214 Kral Büyük Frederick 173 Kralların ilâhi Hakları 129Kralların Kutsal Hakları Öğretisi 158Kuomintag 304 Kurumsal ekonomi 356 Kuvvetler dengesi 331~ dinamikleri 184

Page 245: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

~ teorileri 154~ terimine ve Hobbes'un Leviathan'ı 145 Küresel iş bölümü 256,345 Küresel teoriler 339 Küreselleşme 344LLeibniz ve egemenlik 126Lenin teorileri 293Leninist radikalizm 303Leonardo Bruni 63Leopold von Ranke 245Lex mercatoria ('ticaret kanunu') 41Liberal Aydınlanmacı değerler 229Liberal bakış açısı 204Liberal gelenek 339Liberal ideoloji 223, 339Liberal, sömürgecilik 253Liberalizm 203~ ve Dünya Ekonomisinin Saadeti 203~ 'in temel vaadi 204~ 'in üçüncü temel prensibi 204 Lloyd Georgeive ulusal geleceği belirleme ilkesi 305 Lodovico Settala 113 Lorenzo de' Medici 68, 70 Lorenzo Valla 61 Ludwig Gumplowicz 267MMagna Carta 229 Mahatma Gandhi 304 Mahremiyet (privacy) 112 Mao Zedong 305 Marchament Nedham 151 Mare liberum öğretisi 138 Marksist teori 334 Marsilio Ficino 61 Martin Luther 88 Marx Horkheimer 362 Marx ve Engels~ birincil toplumsal aktör 212~ özel mülkiyet 209IMatbaanın gelişmesi 88 Matbaanın icadı 243 Mathesis 363, 366~ ve sürgün 363 Max Weber 267 McCarthyism 307, 324 Merkantalizm131,159~ 'de 'ticaret dengesi 130 Merkez ve çevre 363~ arasındaki ilişki 337 Mesihçi müdahalecilik 233 Meta zinciri 345 Milletler Cemiyeti 288-fikri 285 Milli ordular 120 Milliyetçilik 242 Modern tarihin kapanışı 353 Monist Birliği 267~ ve Alman gençleri 267 Monroe Öğretisi 274, 301 Montesquieu 169~ ve Aydınlanmanın siyasal teorileri 169 Muhafazakâr ideoloji 213, 341 Muhafazakâr teorisyenler ve karşılıklı bağımlılık255 Muhafazakârlar ve güçlü devlet 216~ in uluslarararası ilişkilere yaklaşımı 217 muhafazakârlık 203, 213, 223, 296 Muhazakâr Sağ Hegelciler 226 Mutlakiyetçilik 128,131,159 Mülkiyet 204 Münih örneği 316, 322 Müttefikler Konferansı 273NNagpur anayasası 304 Neo Liberalizm 355~ in evrimi 357 Neo Realizm 357, 360 Newton ilkeleri ve etik sorunlar 300 Niccolo de Bernardo Machiavelli 64,73~ Machiavelli ve rasyonel bencillik 66 Nicholas Onuf 373 Nikolai Bukharin 294 Nobiles 29 Norman Angell 284OOliver Cromwell 131 Orange'lı III. William 146 Orta çağ düşüncesinde 'doğa' ve 'iyi' 56 Orta çağ Kilisesi'nin bilim görüşü 40 Oswald Spengler 296 Otto von Bismarck 235 Otuz Yıl Savaşları 117,119,120,131,139 ~ 'nın ardından Avrupa 122ÖÖncü realistler 322Öncü realizm (arch-realism) 323,324, 341,342Örümcek ağı modeli 357Özel mülkiyet 214Özgürlük 204PPacta sunt servanda ilkesi 109Padua'lı Marsiglio 53

Page 246: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Papa I. Gelasius 39Papa II. Urban 42, 43Papa X. Leo 70Paul Baran 334Paul Sweezy 334Pavia Savaşı 69Philiphe le Bel 53Piero Soderini 68Pierre de Belloy 128Pierre Dubois 52Pitirim Sorokin 296Pitman Potter 289Prügelknabe 362RRadikal enternasyonalizm 208 Radikal ideoloji 340~ ve theodicy 340 Radikal Sol Hegelciler 226 Radikal yabancılaşma teorisi 299 Radikalizm 203, 223~ in temel görüşleri 208 Radikaller 208 Raison d'etat 151 Rasyonalist paradigma 336~ teoriler 338Rasyonalite 204Rasyonalizm 208, 335Raul Prebisch 333Realist paradigma 336, 357Realizm 335Realpolitik öğretisi 286Refah 128Reinhold Niebuhr 290, 320Richard Ashley 362, 366Richard Cobden 232Richard Cumberland 150,189, 339Richard Garton 284Richard Little 360, 361Richard Rosecrance 331Richard Wagner 297Rob Walker 363Robert de Balsac 78Robert Filmer 128Robert Heilbroner 18Robert Keohane 356Robert Lansing 275Robert O. Keohane 326Rohan Dükü 151,156~ 'çıkar asla başarısız olmaz' ilkesi 151 ~ ve Avrupa politikası tartışması 155Roosevelt'in Atlantik Anlaşması 312Rudolf Hess 268Rudolf Hilferding 294Rudolf Kjelle 296Rus Bolşevik Devrimi 287Rus-Japon Savaşı 302SSaf ideolojiler 289Samuel Pufendorf 148Sanal savaş 349Sanayileşme 247Sanki akıl 363Sarekat islâm 304Savaş Sanatı 173Savaş Sorununun Analizi 289Savaş ve diplomasi 31Savaş ve uluslararası ilişkiler 220

Page 247: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Scipione Chiaramonti 113Scpione Ammirato 113Selahattin 44Serbest piyasa ve korunaklı piyasalar fikri 256Sigmund Freud 269 Sino-Sovyet 334 Sir Edward Grey 231 Sistem rasyonalitesi kavramı 330 Sistem yaklaşımları 342 Sivil hümanizm ruhu 63 Siyasal aktivizm 208 Siyaset Teorisi 11~ ve Rönesans 78 Siyasî iktisat 201 Soğuk kırılma 315 Soğuk Savaş 307, 315, 317~ sonrası dönemde çatışma ve güvenlik 348~ sonrası 'yeni güvenlik kavramı' 348~ sonrası siyaseti 351~ 'in sonu 354 Sol kanat radikalizm 209, 210 Sovyetler Birliği 351 Sömürgecilik ve radikal ideoloji 253 Statükonun eleştirel analizi 208 Sun Yat-Sen 304 Süper güç ve detente 357TTalih Tanrıçası 64Tanrı Barışı (pax ecclesiae) 42Tanrı Şehri' (civitas dei) 38, 39Tanrısal Ateşkes (treuga dei) 42Tarihî ilerlemecilik 253Tarihi gelenek 23Tarihsel Evrim 210Tarihsel ilerleme 208Tarihselcüik 317Teamül hukuku 40,41,42Teknolojik değişiklikler 345Teori 12Teorileştirme 12Theodor Adomo 362Thomas Aquinas 48~ 'm siyasal düşüncesi 51~ ve Hıristiyan teolojisi 48 Thomas Hobbes 16,109,131,139,140,150,338~ la'güç' 142~ 'da egemenlik kavramı 145~ve XVII. Yüzyıl Siyaseti 146~'da Tabiî Hal 141~ 'un korku ve güvensizliği 140~ ta 'iyi', 'kötü' ve 'Korku' 142~ ta kötülük kavramı 143 Thomas Mun 130 Thomas Schelling 331 Tommaso Campanella 92 Toplumculuk ve geleneksel otorite 214 Toplumsal Darwincilik 288 Toprak bütünlüğü 120 Totaliterlik 317, 322U-ÜUlus fikri 242Uluslar Arasındaki Politika 320Uluslararası çatışmanın dört temel nedeni 206Uluslararası etkileşim ve tabiî hal 338Uluslararası hukuk kavramının icadı 207Uluslararası ilişkiler 354~ biliminin kaynakları 42~ teorisinde sekülerleşme eğilimi 113~ teorisinin kökenleri 23~ bir disiplin olarak ortaya çıkışı 282 Uluslararası Sistem 180Uluslararası Siyasette Sistemler ve Süreçler 331 Uluslarüstücülük 344 Utrecht Barışı 167Üç Kıta Devrimi (Tricontinental Revolution) 334 Ütopyacı sosyalizm 210V-WVatanseverlik ve siyasal gelenek 242Versay Barış Anlaşması 277, 279Viyana Kongresi 229Vladimir Lenin 301Volk (halk) 224

Page 248: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Wafd Partisi 304Walter Bagehot 261Walter Darre 268Walter Lippmann 315, 322Walter Raleigh 130Waterloo Savaşı 287Weltgeist 225Westphalia Anlaşması 91,119,120,126,128,148,149,184 Westphalia Barışı 118,156 Wilfredo Pareto 296 Wilhelm Dilthey 375 William Godwin 167,168,190~ 'e göre mülkiyet 209 William Penn 16 William Sumner 262Wilson'un 14 İlkesi 276, 282,286,302,305,312 Wilsoncu liberalizm 303 Wilsonizm etkisi 289 Wilsonizm ve Leninizm 289 Winston S. Churchill 290, 309, 319~ 'in demir perde konuşması 315~ 'in uluslararası siyasete dair yaklaşımı 290 Woodrow Wilson 273, 284, 301, 311~ 'un ütopyacılığı 289 XIV. Louis 146-savaşları 158,159,161~ nın sonunda Avrupa siyaseti 158 XIX. yüzyıl~ liberalizm 204~ in başlarında dünya siyaseti 213~ in başlarında milliyetçilik 246 XVII. yüzyıl bilimsel bilgisi 153Y-ZYabancı Öğrenciler Birliği 304Yapısalcı ekonomi 356Yaygın karşılıklı ilişki 336Yeni Halk Egemenliği Öğretisi 158Yeni sanayisel toplumların ortaya çıkışı 248Yeni Sol 334Yeni tarihçilik 196Yeryüzü Şehri (Earthly City) 37Yeryüzünün Lanetlileri 334Yirmi yıl krizi 303Yönetilenin aktif rızası 244Zeitgeist 155Zhou En-lai 305Zhu De 305Uluslararası İlişkiler Teorisi TarihiBu kitap, uluslararası ilişkiler öğretiminde teorik bir geleneğin olmadığı varsayımından yola çıkmıştır. Ve kadim Yunan'dan başlayarak günümüze kadar gelen süreci kapsayan bir geleneğin izini sürerek "klasik metinlerin" karşılaştırmalı bir incelemesini içerir.Aynı zamanda, söz konusu kuramların temel kavramlarını ve konularını belirlemekte ve modern tarih boyunca -örneğin, bir taraftan Rönesans ve Reform hareketleriyle, diğer taraftan ikinci Sanayi Devrimi ve I. Dünya Savaşı'yla paranteze alınan Batı tarihinin bir bölümü- uluslararası ilişkiler teorisinin geleneğini irdelemektedir. Bu geleneğin sık sık sarsıldığına ve büyük çaplı savaşlarla kesintiye uğradığına dikkat çekmekte, Son bölümde ise, Soğuk Savaş'tan sonra uluslararası ilişkilerin yerini ve bilişim teknolojisindeki gelişmelerin sınırları kaldırması ile meydana gelen yeni ve modern durumun, uluslararası ilişkiler teorileri üzerinde nasıl bir etki bırakabileceği konusunutartışmaktadır.Bu araştırmanın amacı, geçmiş gözlemcilerin, uluslararası siyasetin doğası ve mantığını anlamaya yönelik verdikleri mücadele yollarından bazılarını kabaca tanımlamak ve bu farklı tanımlamaları, genel bir zaman sıralamasına tabi tutmak ve onları, yaşadıkları dönemin siyasal ve entelektüel iklimlerine yerleştirmek ve analitik bir geleneğin hatlarını göstermeye çalışmaktır.TahjonLKııılsenTrondheim Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Sosyoloji Departmanfnda öğretim üyesidir.Büyükreşit Paşa Cad. No:22/l6 Vezneciler İstanbulATorbjon L. Knutsen _ Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi

Page 249: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.

UYARI:

www.kitapsevenler.com

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdekitüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesineistinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıylaekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekranvebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optikkarakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdekie-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülükesasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerinistifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.www.kitapsevenler.comweb sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmekve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan veyaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz.Bilgi paylaşmakla çoğalır.

İLGİLİ KANUN:5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksahiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarakya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibikuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesibu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbirşekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerinbulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görmeengellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmektüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,[email protected] göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Page 250: 51058196-Torbjon-L-Knutsen-Uluslararası-İlişkiler-Teorisi-Tarihi

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...Teşekkürler.Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.Tarayan: Yaşar Mutlue-posta [email protected]

Torbjon L. Knutsen _ Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi