Upload
others
View
9
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE GÜZEL SANATLAR
Mehmet SAMSAKÇI
2501030326
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Kâzım YETİŞ
İstanbul 2005
ÖZ Bu çalışmada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem fikrî hem de edebî eserlerinde güzel
sanatların nasıl, ne oranda ve ne gibi özelliklerle yer aldığı incelenmiştir. Sanatkâr kişiliğinin
yanında, bir münekkit hassasiyeti ve dikkatine sahip olan Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyat
ve musiki başta olmak üzere hemen bütün güzel sanatlar hakkında fikir beyan etmiş, deneme
ve makalelerinde bu sanatların şartlarını, kaidelerini, diğer sanatlarla alış-verişini söz konusu
etmiştir. Yazar, roman ve hikâyelerinde ise sanatları, tartışmak istediği meseleler için bir fon
veya zemin olarak kullanır.
Tezin ilk bölümünde felsefî bir alt disiplin olarak estetik ve “güzellik” üzerinde
durulmuş, ayrıca Tanpınar’ın güzellik, estetik ve sanat hakkındaki fikirleri sorgulanmıştır.
İkinci bölümü Tanpınar’ın edebiyat ve edebî türlere yaklaşımı teşkil etmiş, üçüncü bölümde,
sanat olarak musiki, Türk ve batı musikisi, dördüncü bölümde ise mimarî, Türk ve batı
mimarîsine yer verilmiştir. Tanpınar’ın eserlerinde resim, heykeltıraşlık, geleneksel süsleme
sanatları [hat] ve sinema, çalışmanın diğer bölümlerini oluşturmuş, Sonuç bölümünde genel
bir değerlendirme yapılmış, Bibliyografya kısmında da yararlanılan kaynaklar belirtilmiştir.
ABSTRACT In this study, questions like “how, to what extent and with what kind of
characteristics” are explored in the fine arts took place in both Ahmet Hamdi Tanpınar’s
intellectuelleal and literaty works. Beside his artistic character, Tanpınar has the sensitivity
and attention of a critic and he expressed opinions abaout almost all fields of fine arts, first
of literature and music. In his essays and articles he talked about the conditions, the rules
and the inter-relations of these arts. In his novels and stories, the author uses these arts as a
background, a setting for the matters he wants to discuss.
In the first part of the thesis ‘beauty’ and ‘aesthetics’ are dealt with as a sub-
discipline; moreover Tanpınar’s ideas about beauty, aesthetics and art are interrogated.
Tanpınar’s approach to literature and to literaty, types forms the second part of this thesis. In
the third part, music as art, Turkish and Western music; in the fourth part architecture,
Turkish and Western architecture, constitute the content. Painting, sculpture, traditional
decoration arts (calligraphy) and cinema in Tanpınar’s works of art, form the other parts of
the study. A general evaluation is given in the conclusion part. Also in the bibliography
section the sources which are used for the study are stated.
iii
ÖN SÖZ
Ahmet Hamdi Tanpınar, 20. asır Türk edebiyatının en çok okunan, eserleri
üzerinde en çok tartışılan sanatçılarından birisidir. Hikâye ve romanlarında ele aldığı
mevzuların beşerî, millî ve aynı zamanda evrensel değerlerden oluşması, Türkçe
üzerindeki hassas duruşu; tarih, eşya ve insana derinlikli bakışı bu ilginin ana
sebeplerindendir.
Tanpınar üzerine bugün elimizde yüzlerce deneme ve makale, Türkiye’nin
çeşitli üniversitelerinde yapılmış ve yazarın çok değişik cephelerini aydınlatma
gayesi güden tez çalışmaları mevcuttur. Türkoloji sahasına mensup veya değil,
birçok akademisyenin de yazara ait kitapları yayımlanmıştır. Bu çalışmalar genel
olarak Tanpınar’ın eserlerinin tahliline yönelmişler, onun ele aldığı meseleleri açma
yoluna gitmişlerdir. Bizim çalışmamız ise, doğu ve batı medeniyetlerini çok iyi bilen
bir sanatkâr-münekkidin estetiğe, güzele, sanata ve güzel sanatlara olan yaklaşımını
ortaya çıkarma gayesini gütmüştür. Tanpınar, edebiyatın hemen her türünde eser
veren ama eser verdiği türün nazariyesini yapan bir sanatçıdır. Bu sayede biz yazarın
sanattan ne anladığını, ona ne gibi endişelerle yaklaştığını gözlemleme fırsatı
buluruz.
Güzelliği hayatının en önemli parçası yapan1, her şeye estetik perspektiften
bakan Tanpınar’da güzel sanatların nasıl ve ne oranda yer aldığını tespit etmek
çalışmamızın ağırlık noktasını oluşturmuştur. Deneme ve makale bazındaki bazı
mevzi araştırmalar bir yana bırakılırsa daha önce musiki hariç, yazarın eserlerine
böyle bir endişeyle yaklaşılmamış, onun şiir, roman vs. edebî türlerle diğer sanat
şubeleri hakkındaki yorum ve dikkatlerini toplu bir şekilde, aradaki benzerlik ve
farklılıkları işaret ederek ortaya koyan bir çalışma yapılmamıştır. 1965’te Ahmet
Hamdi Tanpınar’da Musiki İle İlgili Unsurların Tespiti2 isimli bir mezuniyet
tezinde, Tanpınar’ın o zamana kadar yayımlanmış eserlerindeki musiki unsurlarının
1 Mehmet Kaplan bu konuda şöyle bir bilgi verir: “Güzellik onu hayata, kâinata, varlığa bağlayan en yüksek kıymettir.” Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul, Dergâh Yayınları, t.y., s. 120. 2 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü [Mezuniyet Tezi], s. y.
iv
bir dökümü yapılmıştır. Tanpınar’ın musiki lügatini ortaya çıkarma gayesi güden bu
çalışma sadece müzikal unsurların geçtiği cümleleri vermekle iktifa etmiştir. Tahir
Abacı’nın Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik3 isimli çalışmasında
ise halk musikisi ve batı musikisi söz konusu edilmemiş, Tanpınar’ın eserlerinde
klâsik musiki, deneme üslûbuyla, fakat diğer kaynaklara da başvurarak kısaca
işlenmiştir. Fakat son yıllarda Tanpınar’ın daha önce hiçbir yerde neşredilmeyen
hatıraları ortaya çıkmış, mektupları yayımlanmış, deneme ve makaleleri bir araya
getirilmiş, talebelerinin tuttuğu notlar kitaplaşmıştır. Eserlerinin son yıllarda yapılan
edisyon kritikleri de yazarın kaleminden çıkan her şeyi dikkatlere sunmuş, Tanpınar
üzerine yeni çalışmalar yayımlanmış bu da yazarın eserlerine yeniden eğilmeyi
kaçınılmaz bir hâle getirmiştir.
Çalışmamızda, yazarın hem fikrî hem edebî eserlerinde musiki ve musiki
dışındaki güzel sanatları, hatıralara, mektuplara ve başka kaynaklara başvurarak, yer
yer hükümlerdeki tutarlılık ve az sayıdaki farklılıkları işaret ederek vermeye çalıştık.
Bu çalışma, Tanpınar’ın güzel sanatlar hakkında ne düşündüğünü, onlara hangi
cephelerden yaklaştığını ortaya koyma amacında olduğundan yazarın sanat eserleri
veya sanatkârlar hakkındaki tenkitleri araştırma sahamızın dışında kalmıştır.
Bilindiği gibi 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Üzerine Makaleler ve Yahya
Kemal isimli kitaplar, eser ve şahsiyet tenkidine dayanır. Yine yazarın mektuplarında
ve Yaşadığım Gibi’de toplanan denemelerinde ressamlara ve onların eserlerine dair
dikkatler yer alır. Bir yüksek lisans çalışmasının kapasitesini oldukça aşan bu yorum
ve hükümler çalışmamıza alınmamıştır. Fakat şunu da belirtmelidir ki Tanpınar bir
eser ve şahsiyetten bahsederken söz konusu sanatın özellikleri ve yapısı hakkında
hükümler verebilmektedir. Bunları değerlendirmeden geçemezdik. Biz Tanpınar’ın
sanatlar hakkında ne düşündüğünü ortaya çıkarma gayesi güttüğümüzden onun kısa
temaslarla geçmediği fakat yorum yapıp hükümler verdiği sanatları söz konusu ettik.
Bilindiği gibi yazar hem fikrî hem de edebî eserlerinde aynı cümlenin içinde birçok
3 Tahir Abacı, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, İstanbul, Pan Yayınları, 2000, 91 s. [Tanpınar’la ilgili bölüm 28 s.]
v
sanatı birlikte zikredebilmekte fakat bazen bunlar hakkında ne düşündüğünü
belirtmemekte, söz konusu sanatları birer kültür unsuru olarak söz konusu
etmektedir. Bu yüzden sınırları belirlenmeyen, kabiliyetleri, malzemeleri ve bunların
işlenişi anlatılmayan sanatlar araştırmamızın dışında kalmıştır. Sanatları yer alış
fazlalılığına göre sıralayarak inceledik yalnız musiki, değerlendirme bakımından
daha fazla yer tutmasına rağmen Tanpınar’ın şair, romancı, hikâyeci, edebiyat
tarihçisi, münekkit olmasını da göz önünde bulundurarak “edebiyat”ı öne aldık ve
onunla başladık. Sonuç bölümünde genel bir değerlendirme yaptık ve Bibliyografya
kısmında da yararlandığımız kaynakların listesini verdik.
Lisans öğrenimimden beri yakın alâkalarına mazhar olduğum,
problemlerimin hallinde kıymetli vakitlerini benim için feda etmekten kaçınmayan
ve üzerimde maddî-manevî büyük hakları olan cömert Hocam Prof. Dr. Kâzım
YETİŞ Beyefendi’ye şükranlarımı ifadeden âcizim.
Mehmet SAMSAKÇI
vi
İÇİNDEKİLER
ÖZ (ABSTRACT) ............................................................................................... iii
ÖN SÖZ................................................................................................................ iv
İÇİNDEKİLER ................................................................................................... vii
KISALTMALAR LİSTESİ................................................................................ ix
GİRİŞ ................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
1. AHMET HAMDİ TANPINAR’DA ESTETİK BAKIŞ ................................... 4
1.1. Felsefî Bir Alt Disiplin Olarak Estetik ................................................... 4
1.2. Ahmet Hamdi Tanpınar’da Estetik Bakış ve Bunun
Kaynakları................................................................................................ 11
1.3. Ahmet Hamdi Tanpınar’da Güzel, Estetik ve Sanat
Kavramları .............................................................................................. 23
İKİNCİ BÖLÜM
2. GÜZEL SANATLARIN BİR ŞUBESİ OLARAK EDEBİYAT...................... 51
2.1. Edebiyat .................................................................................................. 51
2.2. Şiir........................................................................................................... 53
2.3. Roman..................................................................................................... 86
2.4. Tiyatro..................................................................................................... 102
2.5. Temaşa Sanatları..................................................................................... 119
2.6. Tenkit ...................................................................................................... 122
2.7. Doğulu Hikâye........................................................................................ 133
2.8. Hikâye..................................................................................................... 134
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE MUSİKİ ........................ 139
3.1. Musiki ..................................................................................................... 139
3.2. Klâsik Türk Musikisi .............................................................................. 155
vii
3.3. Halk Musikisi.......................................................................................... 222
3.4. Batı Musikisi........................................................................................... 244
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE MİMARÎ....................... 272
4.1. Mimarî .................................................................................................... 272
4.2. Türk Mimarîsi ......................................................................................... 276
4.3. Batı Mimarîsi .......................................................................................... 341
BEŞİNCİ BÖLÜM
5. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE RESİM -
MİNYATÜR.................................................................................................. 348
5.1. Resim ...................................................................................................... 348
5.2. Minyatür ................................................................................................. 369
ALTINCI BÖLÜM
6. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE
HEYKELTIRAŞLIK ..................................................................................... 373
YEDİNCİ BÖLÜM
7. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE
GELENEKSEL SÜSLEME SANATLARI ................................................... 380
7.1. Hat........................................................................................................... 381
SEKİZİNCİ BÖLÜM
8. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE SİNEMA....................... 389
SONUÇ................................................................................................................. 400
BİBLİYOGRAFYA / KAYNAKÇA.................................................................. 404
viii
KISALTMALAR LİSTESİ 19.A.T.E.T.: 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi
A.e.: Aynı eser / yer
A.g.e: Adı geçen eser
A.K.: Aydaki Kadın
B.G.B.K.: Bir Gül Bu Karanlıklarda
B.Ş.: Beş Şehir
Bkz.: Bakınız
bs.: Baskı / basım
C.: Cilt
Çev: Çeviren
E.Ü.M.: Edebiyat Üzerine Makaleler
E.D.: Edebiyat Dersleri
Haz.: Hazırlayan
Kon.: Konuşan / Röportajı yapan
M.S.: Mücevherlerin Sırrı
M.B.: Mahur Beste
No: Numara
No. Y. Numara yok
s.: Sayfa / sayfalar
S.A.E.: Saatleri Ayarlama Enstitüsü
S.D.. Sahnenin Dışındakiler
s.y.: Sayfa numarası yok
T.M.: Tanpınar’ın Mektupları
t.y.: Yayın tarihi
Y.G.: Yaşadığım Gibi
Y.K.: Yahya Kemal [Eser adı]
y.y.: Yayın yeri yok
ix
GİRİŞ
Güzellik ve güzelin insan hayatında tuttuğu mühim yer, ilk çağlardan itibaren
birçok filozof, şair ve yazar tarafından anlaşılmaya çalışılmıştır. İnsanoğlunun
beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarından sonra yine bir gereksinim olarak
kabul edilen bu duygu, estetik adlı disiplinin de esas inceleme sahası olmuştur. Bu
disiplin, insanı güzelliğe ve hayata güzellik zaviyesinden bakmaya iten sâiklerin de
bazen kişinin kendisi, bazen de eşya ve varlıktaki letafetle ilgili olduğuna
hükmetmiştir. Sosyologlarsa güzelliği yere ve zamana bağlarlar.1
Tezimizin ilgili bölümünde de görüleceği üzere sanat eseri, içerisinde ne
kadar toplumsal öğe barındırırsa barındırsın güzellikten feragat etmemiş, estetik
endişesi olmayan hiçbir eser sanattan sayılmamıştır. Değişik âlet ve malzemeler
kullanan, kendisine has ölçü ve kabiliyetleri olan sanatlar, güzellik esasına
dayandıkları için kuşatıcı ve şümullü bir ifadeyle Osmanlı Türkçesinde “sanayi-i
nefîse” terkibiyle karşılanmış daha sonra “güzel sanatlar” adıyla anılagelmiştir.
Güzellik ve güzellik duygusunun, ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıkan sanatları
daha net görebilmek ve Tanpınar’ın bu konulardaki görüşlerine bir zemin
hazırlayabilmek üzere çalışmamızın ilk bölümünde, estetik, güzel, güzellik gibi
kavramlara yer verdik. Değişik çağlarda yaşamış filozofların bu kavramlara
yaklaşımlarını, bizi ilgilendirdiği nispette özetlemeye gayret ettik ve bu bölümün
devamında Tanpınar’ı güzelliğe, sanata iten sebepleri hayatından ve tecrübelerinden
yola çıkarak vermeye çalıştık. Bu bölümün sonunda ise Tanpınar’ın literatüründe
estetik, güzel, güzellik, sanat ve güzel sanatların nasıl yer aldığını ortaya koyduk.
Tezin ikinci bölümünde bir şair, romancı, hikâyeci, münekkit olan
Tanpınar’ın edebiyat hakkındaki görüşlerini söz konusu ettik. Edebiyat yazarın
musikiden sonra üzerinde en çok düşündüğü sanattır. Kendisi de bir edip olan
Tanpınar’ın görüşlerini bu yüzden musikinin önüne almayı uygun gördük.
1 Meydan Larousse Büyük Lügat Ve Ansiklopedi, “Güzellik” maddesi , C.VIII, İstanbul, Sabah Gazetesi, s. 270.
1
Tanpınar’ın edebiyat hakkında ne düşündüğünü, edebiyatta ve onun türlerinde hangi
özellikleri aradığını sorguladık. Edebiyatın hemen her türünde eser veren bir
sanatkâr olduğu için, bu konulardaki görüşleri bir kat daha önem kazanan yazarın
kendi estetiğine de yer yer işaret ettik. Onun dil, edebiyat ve özellikle şiirle ilgili
görüşlerinin kaynaklarını elimizden geldiğince tespit etmeye çalıştık. Yazarın çok
farklı yıllarda kaleme alınmış, farklı eserlere serpiştirilmiş ama birbirine benzeyen
yaklaşımlarını bir arada vermeye özen gösterdik. Bu sayede Tanpınar’ın bir edebî
meseleyle ilgili hükümlerini bir arada gösterme imkânına sahip olduk.
Güzel sanatların bir şubesi olarak musiki, klâsik Türk musikisi, halk musikisi
ve batı musiki olarak bölümlenen “musiki”yi üçüncü bölümde ele aldık. Tanpınar’ın
musiki donanımını besleyen muhit ve şahsiyetleri, şehirleri de söz konusu ederek
görüşleri göz önüne sermeye çalıştık. Deneme ve makalelerinde, özellikle Beş
Şehir’de musikiden doyurucu oranda bahseden Tanpınar’ın edebî eserlerine de
müracaat ettik ve musikinin bu eserlerde ne gibi roller oynadığını inceledik.
Çalışmamızın dördüncü bölümünü mimarî bahsi oluşturmuştur. Yine sanat
olarak mimarî, Türk ve batı mimarîsi şeklinde işlediğimiz bu bölümde Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın bu sanat hakkındaki yorumlarını belirli bir düzen dahilinde söz konusu
ettik. Yazarın Türk mimarîsi hakkındaki görüşleri mimarlar ve mimarî eserlere ait
tenkitlerde yattığı için bu tenkitleri aynen almaktan çekinmedik. Bu bölümün diğer
bölümlerden bir diğer farkı, burada Tanpınar’ın tavsiye edici ve yol gösterici
yönünün tezahür etmesidir. Yazar, birçok vesileyle sağlam bir mimarî üslûp
yakalamamız ve şehircilik anlayışımızı değiştirmemiz hususunda ilgilileri ikaz
etmiştir. Biz de bu sayede onun mimarîden ne anladığını görmüş olduk. Batı
mimarîsine dair görüşler de yine batı mimarîsinden verilen örneklerde karşımıza
çıkmıştır.
Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki arkadaşları, ressam ve heykeltıraşların
bulunduğu, sanatkârlardan oluşan muhiti sayesinde geniş bir plâstik sanatlar
kültürüne sahip olan Tanpınar’ın resim sanatı hakkındaki düşünceleri, resmin hem
2
fert hem de cemiyetteki yeri, diğer sanatlarla alışverişi çalışmanın beşinci
bölümünde incelenmiştir. Biz bu bahsi işlerken, Tanpınar’ın resim sergilerinde
edindiği intibalarını veya ressamlar ve eserler hakkındaki görüşlerini değil, bizatihi
resimle alâkalı yorumlarını aldık.
Yine bir plâstik sanat olan heykeltıraşlık, Tanpınar’ın eğildiği sanatlardan
olduğu için altıncı bölümü heykeltıraşlığa tahsis ettik ve resimdeki metodumuzu
burada da devam ettirdik.
Yedinci bölüm “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eserlerinde Geleneksel Süsleme
Sanatları”dır. Tanpınar, bu sanatlar içinde hatla ilgili görüş beyan ettiğinden biz de
bu bölümü hatla sınırlandırdık. [Fakat onun tezhip ve çiniciliğe dair bazı görüş ve
tavsiyelerini de söz konusu ettik.] Bu sanatın onun hem fikrî hem edebî eselerindeki
aksini su yüzüne çıkarmaya çalıştık.
“Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eserlerinde Sinema” başlığını taşıyan sekizinci
bölümde, yazarın sinema hakkındaki sayılı dikkatlerini sunmaya çalıştık. Sinemanın
sanat olup olmadığı, diğer sanatların yerine geçme gayretleri, onlarla alış-verişi gibi
konular bu bahsin esas noktaları oldu.
Bütün bu bölümlerde varılmaya çalışılan esas, Tanpınar’ın güzel sanatlar
hakkındaki fikirlerinin bir araya getirilmesidir. Zira bu bilgiler ileride yazar
hakkında yapılacak tahlilî çalışmalara da referans olacak, eser verdiği tür hakkındaki
görüşleri, onun o türdeki eserinin tahlilinde bir kılavuz yerine geçecektir. 1930’dan
vefatı tarihi olan 1962’ye kadarki 32 yıllık süre içinde çok çeşitli dergi ve gazetelere
yazmış olan Tanpınar’ın deneme, makale ve kitaplarının ilk neşir tarihlerini de her
defasında belirttiğimizi, bu sayede onun fikirlerindeki değişimleri daha net gösterme
fırsatı bulduğumuzu belirtelim.
3
BİRİNCİ BÖLÜM
1. AHMET HAMDİ TANPINAR’DA ESTETİK BAKIŞ
1.1. Felsefî Bir Alt Disiplin Olarak Estetik
Felsefe, ilk devirlerden itibaren estetik ile meşgul olmuş, estetiğin konusu
olan ‘güzel’ kavramını anlamaya ve tanımlamaya çalışmıştır:
“Yunanca “aisthetikos”, “aisthanesthai”, “duymak”, “algılamak”
sözcüklerinden kaynaklanan, güzel duygusuyla, güzelin algılanmasıyla ilgili
şey anlamına gelen “aisthetike” (duyum) ya da estetik, güzelin ve güzel
sanatların yapısını inceleyen bir felsefe dalıdır. Terimi bugünkü anlamıyla
ilk kullanan ve estetiğin ayrı bir felsefe dalı olarak yerleşmesini sağlayan
Alexander Baumgarten’dir.”2
Yukarıdaki tarife yakın bir başka tanımlamaya göre de estetik “duyusallığın
sağladığı bilgi ile ilgili bir bilim”dir:
“«Estetik» sözcüğü Grekçe «aisthesis» ya da «aisthanesthai»
sözünden gelir. «Aisthesis» sözcüğü, duyu ile algılamak anlamına gelir.
Estetik, bu anlamda duyulur algının, duyusallığın sağladığı bilgi ile ilgili bir
bilim olarak düşünülüyor.”3
Estetiğin alanı, zamanla yukarıdaki tanım ve tariflerin dışına taşmış ve bu
bilim “güzel”le birlikte güzele zıt ya da yakın değerleri de kapsamına dahil etmiştir.
İsmail Tunalı bu konuda şunları söyler:
“Estetik’in yalnız güzellik dediğimiz değeri inceleyen bir bilim, bir
güzellik felsefesi olması, daha en baştan estetik dediğimiz bilimin araştırma
alanını çok dar olarak sınırlamış olacaktır. Çünkü, estetik, dar anlamında
yalnız bir değer felsefesi, bir değer bilimi olarak anlaşılsa bile, bu bilimin
2 Nejat Bozkurt, Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul , Asa Yayınları, 2000, s. 33. 3 İsmail Tunalı, Estetik, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1996, s. 13.
4
sınırları içine güzellik değeri gibi başka değerler de, sözgelişi, yüce, trajik,
komik, zarif, ilginç, çocuksu (naiv) ve hattâ çirkin değeri de girer. Bütün bu
değerlerin en az güzellik kadar estetik ile ilgisi olduğu gibi, onların estetik
birer anlamı da vardır. Gerçek böyle iken estetik’i yalnız güzel değerine
bağlayıp açıklamak, estetiğin sorun alanını gereksiz yere sınırlamak
olacaktır.”4
Estetik ve bu bilimin kapsadığı ya da çözümüne çalıştığı konular, yüzyıllarca
birçok filozof ve sanatçı tarafından tartışılmış fakat ‘güzel’, ‘güzellik olgusu’ ve
‘güzelliğin sezilmesi’ gibi konular bu bilimin merkezi olarak varlığını korumuştur.
Çalışmamızın esası, bir yazar, şair ve denemecinin eserlerinde güzel sanatları
aramak ve incelemek olduğu için biz, estetiğin güzel dışındaki konularıyla
ilgilenmeyeceğiz. Biz, estetiği güzeli tanımlayan, araştıran ve sorgulayan bir bilim
ve bu anlamda çalışmamıza dayanak olarak kabul edeceğiz.
Antik Çağ’dan beri güzelin birçok tanımı yapılmış, bir şeyin güzel olması
için onda ne gibi özellikler bulunması gerektiği araştırılmıştır. Güzellik, bazen
‘iyilik’le, bazen ‘doğruluk’la, bazen de ‘yararlılık’la birlikte düşünülmüştür.
Güzel, birçok filozof tarafından en çok “iyi” ile ilişkilendirilmiş ve bir nesne,
tabiat parçası ya da sanat eserinin güzelliği, ondaki iyiliğe ve ahlakîliğe atfedilmiştir.
Sokrates ve Platon güzeli ‘iyi’ ile eşdeğer olarak düşünmüşlerdir:
“Sözgelimi Xenophon’un «Sokrates’in Anıları» adlı yapıtında güzel
ile ‘maksada uygunluk’, ‘iyi’ kavramları arasında içten bir ilgi kurulur: Güzel
iyi olduğu gibi, iyi de güzel’dir: Kalokagathia (Bkz. İ. Tunalı, Grek Estetik’i).
Yine aynı düşünceyi Platon’un ‘Büyük Hippias’ diyaloğunda buluruz. Bu
diyaloğun ele aldığı konu: ‘Ti esti to kalon?=’ (Güzel nedir?) sorusudur.
Sofist Hippias tarafından türlü güzellik tanımları yapılıp bunlar Sokrates
tarafından çürütüldükten sonra yeni bir güzellik terimi aranır. Acaba, güzel
kullanışlı (kresimon) ve yararlı (ofelimon) olmasın? (Platon, Büyük Hippias,
4 Tunalı, a.e., s. 15-16.
5
295 st.) Şimdi güzel kullanışlı ve yararlı diye tanımlanınca bunun zorunlu
sonuçları ne olabilir? Yararlı iyi bir şey olduğuna göre, güzel, iyi’nin nedeni
olmalıdır. Neden ve etki ise, hiçbir zaman aynı değildir, tıpkı baba ile oğlu
gibi. Buna göre, güzel iyi olamayacak, iyi de güzel olamayacaktır. Böyle bir
şey ise, Platon’a göre saçmadır, çünkü, güzel ile iyi aynıdır. (kalokagathia)”5
Sokrates ve Platon’un bu görüşleri, zamanımıza daha yakın asırlarda yaşamış
birçok filozof tarafından da kabul görmüş, örneğin 17. yüzyılın birisi İngiliz, diğeri
Alman iki düşünürü Shaftesbury ve Friedrich Schiller, güzel’i iyilik ve ahlâklılıkla
birlikte ele almışlardır. Immanuel Kant’sa güzeli, iyi, yararlı, yüce, doğru, ahlakî
gibi diğer estetik değerlerle değil, kendi başına ele almaya çalışmıştır. Güzel ile
iyinin farklılığını Kant şöyle belirler:
“Bir şeye iyi demek için, her zaman o şeyin ne olduğunu bilmemiz,
yani o şey hakkında bir kavrama sahip olmamız gerekir. Ama bir şeye güzel
demek için, böyle bir gereksinme yoktur. Çiçekler, gelişigüzel çizilmiş
çizgiler bize hiçbir şey ifade etmezler, hiçbir belli kavrama bağlı değildirler,
ama yine de hoşa giderler”.6
Güzel’in ahlâk kurallarıyla ile ilgisi olmadığını ve estetik hazzın ahlakî
hazdan farklı olduğunu düşünen Kant, güzel mefhumunun çıkarlarla, dolayısıyla iyi
veya kötü gibi kavramlarla ilgisi olmadığını düşünür ve şöyle bir sonuca varır:
“Her türlü çıkardan ve yarardan sıyrılmış böyle bir hazzın konusuna
‘güzel’ deriz”.7
Charles Lalo, ‘güzel’in tanımını yaparken ve kapsamını oluşturmaya
çalışırken Kant’ın güzellik anlayışı hakkında şunları söylemektedir:
“Mâlum olduğu üzere, Kant’a göre bir şeyin güzelliği, o şeyin
mahiyetiyle alâkadar olmayıp, kendisinin dışında, mahiyeti ne olursa olsun, o
5 Tunalı, a.e., s. 132-133. 6 Bozkurt, a.g.e., s. 128. 7 Bozkurt, a.g.e., s. 129.
6
şey yüzünden, murakabe edenin muhayyilesiyle müdrikesi arasında husule
gelen serbest oyundadır.”8
Aynı filozofa göre güzel, estetik süje yani varlığa estetik amaç ya da
duygularla yaklaşan insanla ilgilidir ve onun sayesinde vardır:
“Kant, güzel’i belirlerken, güzel’in en önemli niteliklerinden birini,
onun kavrama dayanmamasında bulur. «Güzel,» diyor Kant, «genel bir
hazzın obje’si olarak tasavvur edilen bir şey olarak kavrama dayanmayan
şeydir.» Estetik olarak hoşumuza giden, estetik olarak haz duyduğumuz bir
şey, örneğin adını ve kavramını bilmediğim bir ağaç ya da bir çiçek, böyle bir
şey olarak hoşuma gider, ondan estetik bir haz duyarım. Güzel’in benim
süje’mle doğrudan bir ilgisi vardır, benim hoşlanmam ya da hoşlanmamam
ile. Kavram ise, bir bilgisel-mantıksal yapı olup zihinle, soyutlamalar yaparak
bilgi meydana getiren zihinle ilgilidir. Buna göre, güzel’in bir bilgisel-
mantıksal değer olan doğrulukla hiçbir ilgisi olamaz.”9
Güzel mefhumu, Aristoteles’ten başlayarak ‘doğruluk’ ile de özdeşleştirilmiş
Hegel ve Martin Heidegger gibi yakın çağ filozofları tarafından da aynı biçimde ele
alınmıştır. Heidegger, net bir biçimde güzelliğin hakikatle iç içe olduğunu,
güzelliğin hakikate katıldığını ve hakikatin ortaya çıkışından pay almış olduğunu
belirtir.10
Charles Lalo ise estetiği ikiye ayırarak, iki farklı yaklaşım etrafında ‘güzel’i
sorgular ve filozofların bu duyguyu nasıl algıladıklarını ortaya koyar:
“Âfâkî Bediiyat, Enfüsî Bediiyat
Bediiyatın âfâkî mi, yoksa enfüsî mi olması lâzım geldiği hâlâ
münakaşa edilmektedir. Birinci faraziyeye göre, bir varlığın veya bir eserin
güzelliği, o varlığa veya esere has meziyetlerden husule gelir: Tabakai 8 Charles Lalo, Estetik, Çev: Burhan Toprak, İstanbul, Hece Yayınları, 2004, s. 13. 9 Tunalı, a.g.e., s. 138.
7
şebekiye üzerine bir ışık intibaının çarpması gibi seyircinin veya murakabe
edenin ruhuna çarpar ve hâkim olur. Murakabe eden onu yaratmaz. Onu
tadile kalktığı vakit de, ancak bozmaya teşebbüs etmiş olur. Eflâtun’a göre
mutlak güzellik böyledir: Aksettirdiği kemal veya hayır gibi; bizden evvel,
biz olmadan, bizden dışarıda, idelerin hislerimizi, ihsaslarımızı aşan
âleminde mevcuttur. Daha müspet bir görüşle söylemek lâzım gelirse, bir
hayvanın bediî kıymeti, tabiî ilimler mütehassısları tarafından onun varlıklar
zincirinin aşağı veya yukarı derecelerinde tayin edilen yerine tâbidir. Her
şey birbirine müsavi olmakla beraber, beşerî güzellik hayvanî güzellikten ve
dolayısıyla bu da nebatî veya madenî güzellikten üstündür, denebilir.
Enfüsî bediiyat bunun aksine ve büsbütün haksız olmayarak, uzvî ve
düşünen tabiatımıza hiç borçlu olmayan bu haricî güzelliğin varlığını
reddeder. Ona göre, üzerinde durulacak tek güzellik, ancak - bizde, bizimle
ve bizim için - mevcuttur. Güzel denilen şeylerin, bizim dışımızda oluş
tarzları değil, bizim insanları ve eşyayı düşünme tarzımızdır ki, onların
çirkinlik veya güzelliklerini meydana getirir. Zira onlar kendiliklerinden ne
güzel, ne de çirkindir. Ne iseler ondan ibarettir. Ve onlara izafe edilen başka
sıfatlar, kendilerinden dışarıda olup, doğrudan doğruya bizden onlara
gitmektedir.
Böylece güneşin batması bir köylünün aklına hiç estetik olmayan
akşam yemeği düşüncesini getirdiği gibi, bir fizikçinin zihninde de haddi
zatında ne güzel, ne de çirkin olan ve yalnız doğru yahut yanlış olması
muhtemel tahlili tayfî fikrini uyandırır. Güneşin batması ancak murakabenin
derunî vaziyetinde, ona sanatkâr gözleriyle bakan için güzeldir. Şu halde
estetik, ruhiyatın bir bahsinden başka bir şey değildir.”11
Güzelliğin bu farklı bakış açılarıyla tanımlarını gördükten sonra, estetik
süjeyi, yani güzelliğe meyleden insanı güzelliğe iten şeylerin ne olduğu konusu
üzerinde durabiliriz.
10 Bu iki filozofun “güzel” hakkındaki görüşlerinin ayrıntılı açıklaması için Bkz. Tunalı, a.g.e., s. 137 ve Bozkurt, a.g.e., s. 141-154, 259. 11 Lalo, a.g.e., s. 12-13.
8
Estetik süje, en kısa tarifiyle estetik bir obje karşısında bir tavır alan, ona dair
kendisinde fikirler ve hisler oluşturan aktif kişidir:
“Bir yanda güzel dediğimiz bir varlık, örneğin bir doğa parçası, bir
sanat yapıtı, kısaca estetik varlık, estetik obje vardır, öbür yanda, bu estetik
varlıkla estetik ilgi içinde bulunan, onu estetik olarak algılayan, ondan
hoşlanan ya da estetik haz duyan bir süye vardır. Bir estetik obje ile böyle
bir ilgi içinde bulunan süje, artık bir yalın bilgi süje’si olmaktan çıkar, bir
estetik süje olur.”12
Immanuel Kant ise, “estetik deneyim” şeklinde dilimize aktarılan estetik
tavrı, bir bilgi ürünü, bilme olarak değil, bir “hoşlanma” olara kabul eder ve bu
deneyimi “hayâl gücü ve anlama yetisi arasında meydana gelen uyum”la açıklar:
“Kant, estetik teorisini temellendirirken güzeli ve sanatı apaçık
olmayan bir bilme tarzı olarak gören Aydınlanma görüşünü (Baumgarten)
olduğu kadar; Hume ve Hutcheson gibi, estetik deneyimi insan psükhe’sine
ve onun duyu kapasitelerine bağlayanların duyumcu estetiğini de yadsır.
Kant’a göre, estetik deneyim bir nesnenin seyredilmesinde hayal gücü ve
anlama yetisi arasında meydana gelen uyumdan doğan bir hoşlanma
deneyimidir. Yetiler arası bu uyum duygusu, nesne ile tamamen formal bir
tasarım ilişkisini içerir. Bu uyuma hiçbir kavram eşlik etmediği gibi; bu
uyumun yol açtığı hoşlanma da insanın ihtiyaç ve isteklerine bağlı olan bir
doyum değildir. O halde estetik deneyim bir bilme tarzı değildir ve estetik
hoşlanma da tamamen ilgiden bağımsız bir hoşlanmadır.”13
İsmail Tunalı, Kant’çı bir düşünür olarak Friedrich Schiller’in “oyun”
merkezli felsefesini incelerken, Schiller’in, estetik süjenin de kendisine has bir oyun
yarattığını, oyun oynarken alınan tavrın, estetik tavırla çok benzer özellikler taşıdığı
fikrine açıklık getirir:
12 Tunalı, a.g.e., s. 23. 13 Taylan Altuğ, Kant Estetiği, İstanbul, Payel Yayınları, 1989, s. 10-11.
9
“Bilme ile kavradığımız doğada insan doğa güçlerinin zorunluluğuna
bağlıdır. Ahlâksal-istemsel yaşamda insan doğaya egemen olur, onun gücünü
aşar. Estetik tavırda insan, her ikisini özgür bir oyun içine koymakla, bilme
ve isteme, bilgi ve ahlâk karşıtlığını ortadan kaldırır, onları bir uyum
(harmoni) içine sokar. Bu özgür oyunla da insan insansal olana kavuşur.
Çünkü Fr. Schiller’e göre: «İnsan, oynadığı yerde tüm bir insandır.»
...........
Görüldüğü gibi estetik tavır ve yaşantı ile oyun arasında ileri ölçüde
bir benzerlik var. Şimdi bu benzerliğin, auto-telos’un dışında, auto-telos’un∗
da nedeni olan bir ana nedeninin nerede bulunduğunu sorabiliriz. Bu ana
neden, her iki tavırda da, gerçeklikten, realiteden kaçmada, gerçekdışı bir
dünya yaratmada, hayale ve kurguya dayanmada bulur. Estetik tavır alırken
biz ne yaparız? Real bir dünyadan çıkar, irreal bir dünya içine gireriz.”14
Bir insanı estetik süje yapan dürtüler ve onu bir varlık karşısında güzelliğe
iten sebepler daha çok gerçekliğin dışına çıkma, hayâl ve kurgudur.
Estetik isimli eserinde sanatın hayatla olan bağına ve sanatın görevlerine
değinen Charles Lalo, “hayatta sanatın yaptığı vazife, bize hakikî hayatı oyun ile
unutturmasıdır” dedikten hemen sonra, Schiller’in yukarıdaki görüşlerine paralel bir
şekilde, insanı güzel’e iten sebeplerin birisini de “hakikî hayattan kaçış” olarak
saptar:
“Güzel’i murakabe, seyir ve temaşa o zaman bir oyalanma, hakikî
hayattan kaçış, artma, çoğalma ve bir lükstür.”15
Görüldüğü üzere insanda estetik bir duygunun oluşması ya da bir insan,
nesne ya da sanat eserine estetik hislerle yaklaşma dürtüsü, bazı sebeplere dayalıdır.
Kişi, kendisinde olan bir potansiyel sayesinde güzel’e ilgi duyar, onu bu potansiyelle
∗ İsmail Tunalı, “auto-telos” u “ereği kendinde olma” olarak dilimize aktarmıştır., a.g.e., s. 25. 14 Tunalı, a.g.e., s. 25-26. 15 Lalo, a.g.e., s. 43.
10
algılama yoluna gider. Bu çok çeşitli sebeplere bağlı olarak gelişebilen bir süreçtir.
Fakat sebep ne olursa osun, insanı estetik bir tavır almaya götüren, onu estetik
deneyim sahibi birisi ya da estetik süje yapan âmiller çok defa hayattan ve yaşanılan
gerçeklikten çıkma istekleriyle açıklanmaktadır.
Estetik bilimi, bu bilimin araştırma-inceleme sahası, ‘güzel’, estetik tavır ve
bunun genel-geçer, evrensel sebeplerinden sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’ın estetik
bakışına, bunun hayatı ve çevresi ile ilgili sebeplerine, kendisinin estetik ile ilgili
görüş ve düşüncelerine geçebiliriz.
1.2. Ahmet Hamdi Tanpınar’da Estetik Bakış Ve Bunun Kaynakları
Ahmet Hamdi Tanpınar’da çok çeşitli sebeplere dayalı olarak oluşan, gelişen
ve bu suretle eserlere yansıyan bir estetik bakış, estetik tavır ve estetik deneyim söz
konusudur. Yazarın bu tavrının kaynakları, onun zengin hayatının birçok
merhalesinde kendisini gösterir. Tabiata ve insana bir güzellik duygusuyla yaklaşan
Tanpınar, çok küçük yaşlarında kazandığı bu tavrı ömrünün sonuna kadar muhafaza
etmiştir. Yazarımızı güzelliğe ve güzel sanatlara iten sebeplerin en önemlileri, onun
hayatı, yaşadığı şehirler, bulunduğu muhitler ve aldığı görevlerdir.
Tanpınar’ın edebî kişiliğini çözümleme noktasında araştırıcıların kendisinden
çokça faydalandığı ve Tanpınar’ın, kendisi hakkında en önemli bilgileri verdiği
Antalyalı Genç Kıza Mektup’ta yazar şunları söyler:
“Ergani Madeni’nde üç yaşımda iken bir gün kendime rastladım.
Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bayıra
bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok
lezzetli bir hayranlık içinde kalmıştım. Bu ânı her karlı günde hatırlar ve
yağmasını beklerim.”16
16 “Antalyalı Genç Kıza Mektup”, Tanpınar’ın Mektupları, 3.bs., Haz: Zeynep Kerman, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2001, s. 270-271.
11
Yazarımızın estetik bakışının gelişmesinde gördüğü ve yaşadığı mekânların,
bu mekânların tabiî özelliklerinin, meselâ Ergani, Sinop ve daha sonra yerleştikleri
Antalya’nın da etkisi vardır. Aynı mektubunda yazar, çocukluğunun ve gençliğinin
geçtiği yerler ve buraların kendi dünyasına etkileri için şunları söyler:
“Ergani’den sonra Sinop’a gittik (1908-1910). Orada denizle dost
oldum. Çocukluğumun en büyük zevki bir berzahta kurulu şehrin iki
yanındaki deniz kıyısında oynamaktı. .............. Hiç birisi kumluk sahilde
dalgaların birbiri ardınca çığlar hâlinde gelişi kadar güzel olamaz. Siirt’te
uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım.
Yazları çok sıcak olan bu memlekette damlarda yatardık. Yaldızlı gece beni
büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu.
Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. Sırrın içinde
yüzerdim. Buna akşam saatlerinde uzak dağların aldığı o korkunç
yalnızlığı, o ezici morluğu ilâve edin. Kerkük’te yine damlarda yatardık
(1913-1914). Yine gece ve yıldızlar. Şimdi kaybettiğimiz bu şehre on üç
yaşımda gelmiştik. ............. Antalya’ya 1916 sonbaharında geldik. Epeyce
büyümüştüm. Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda,
Hastahanebaşı’nda gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların
gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni
çıldırtırdı. Biri bu kayaların sahile bakan bir yerinde sabah ve akşam
saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara,
biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi.
Bunlar benim muhayyilem için büyük mânâları olan şeylerdi. Bu mânâlar
sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı
anlatıyorlardı.”17
Ahmet Hamdi Tanpınar, gördüğü ve dikkat ettiği her şeyi estetize eden, onda
estetik değerler görmeye çalışan bir şair-romancı ve fikir adamıdır. Nitekim bu
konuda Mehmet Kaplan, “Tanpınar’da daima uyanık, renkleri, şekilleri, nispetleri
yakalayan «estetik bir göz», yahut bir «estet gözü» vardı”18 diyecektir. Tanpınar’ın
17 A.e, s. 271. 18 Kaplan, a.g.e., s. 181.
12
yukarıdaki şehirlere ait gözlem ve hatıralarının, onun genç denebilecek yaşlarına
rastlıyor olması da bu estetik bakışın ve etkilenmenin ne kadar erken başladığını
göstermektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın estetik donanımının ve estetik bakışının
gelişmesinde şüphesiz okuduğu yazar ve şairlerin de etkileri söz konusudur. Bu
kişilerin başında Tanpınar’ın; “Hiç kimsenin, Yahya Kemal hariç, tesiri altında
kalmadım.”19 dediği hocası ve sonra dostu Yahya Kemal gelmektedir.
Nitekim Tanpınar’ın, estetizm noktasında Yahya Kemal’i önemsediğini ve
şairi ölçü olarak aldığını, Yaşar Nabi Nayır’ı muhatap alarak yazılan bir anket
cevabında görebilmekteyiz. Yahya Kemal hakkındaki sitayişkâr ifadelerden ve şairin
kendisi üzerindeki müspet etkilerinden bahsettikten sonra Tanpınar, Yahya Kemal
hakkında şu hükmü verir:
“Şurasını da söyleyeyim ki, cemiyet fikriyle saf estetiği at başı
yürütmesi, hatta birbirinin tamamlayıcısı yapması onun en büyük
tarafıdır.”20
Görülüyor ki Tanpınar, millî güzellikleri görme, fark etme konusunda Yahya
Kemal’den oldukça etkilenmiştir.
Tanpınar’ın estetik, güzellik ve güzel sanatlar konusunda tesiri altında
kaldığı diğer şahsiyetlere baktığımızda ise birçok isimle karşılaşmaktayız. Ahmet
Hamdi Tanpınar, Antalyalı Genç Kıza Mektubunda Batı edebiyatını ve bu edebiyatın
sanatkârlarından Mallarmé, Valéry, Nerval, Hoffmann, Edgar A. Poe ve Goethe’yi
sevdiğini söylemektedir. Bu isimlerin yazarımızın estetik bakışında doğrudan bir
etkisi olduğunu söylemek güçse de, aynı mektupta “Şiir ve sanat anlayışımda
Bergson’un zaman telâkkisinin mühim bir yeri vardır. Pek az okumakla beraber o da
19 “Tanpınar’ın Hatıra Defterinin Son Satırları”, a.e., s. 22. 20 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, Aralık 1951; Yaşadığım Gibi, 2. bs., Haz: Birol Emil, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996, s. 304.
13
borçlu olduğum insanlardandır. Fakat 1932 yıllarında Schopenhauer ve
Nietzsche’yi çok okuduğumu da hatırlatayım. Rüya meseleleri beni Freud ve
psikanalistlere götürdü”21 şeklindeki cümleleri onun felsefe ve dolayısıyla güzellikle
ilgisinin bu filozoflar çerçevesinde geliştiğini göstermektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın estetiğe, plâstik sanatlara ve genel anlamda güzel
sanatlara ilgisi Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocalığı sırasında, buradaki sanat
çevrelerinin etkisiyle yoğunluk kazanır. Tanpınar, Ahmet Haşim’in ölümü üzerine
ilk defa 1933’te Akademi’nin sanat tarihi hocalığına tayin edilir ve burada aynı yıl
sanat tarihi, 1948 yılında ise estetik dersleri verir. Tanpınar’ın Akademi’ye asaleten
atanması ise 1934 yılında gerçekleşmiştir.22
Bu yeni görevinin, onun estetik ve güzel sanatlarla temasının artması
hususunda Ömer Faruk Akün şunları söyler:
“Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocalığı da, Ahmed Hamdi’ye
plâstik sanatların estetiği ve meseleleriyle çok yakından meşgûl olma
imkânını hazırlar. Onsa resme karşı daha önce Baudelaire ve Valéry yolu ile
uyanmış bir alâka mevcut ise de, bunu kesifleştiren ve süratle inkişaf ettiren,
asıl Akademi muhiti ve oradaki sanatkârlar ile kurduğu dostluklar olmuştur.
Bu suretle, resim ve diğer plâstik sanatlar onun düşünce konuları içine girer,
bundan sonra resim, bilhassa resim sergileri hakkında yazıları başlar.”23
Tanpınar’ın 1953 ve 1959’da yaptığı Paris merkezli iki Avrupa gezisinin de
yazarımıza bu konuda kaynaklık etmiş olabileceğini belirtelim. Çünkü Tanpınar,
özellikle Adalet ve Mehmet Ali Cimcoz’a yazdığı mektuplarda daha ziyade orada
gezme fırsatı bulduğu resim sergilerinden, Türk ressamların oradaki durum ve
başarılarından, gittiği film ve konserlerden bahseder, onlar üzerine yorumlarda
bulunur. 21 T.M., s. 276-277. 22 Şaban Sağlık, “Bir Şahsî Nizamın Peşinde Estetiği ve Felsefeyi Arayan Adam: Ahmet Hamdi Tanpınar”, Hece, No: 61, Ocak 2002, s. 100. 23 Ömer Faruk Akün, “Ahmet Hamdi Tanpınar”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz: Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s. 8.
14
Hayatının, estetik tecrübesine ve bakışına etki edebilecek dönemeçlerini
inceledikten sonra, yazarı güzelliğe iten ferdî ve sosyal âmilleri de söz konusu
etmenin faydalı olacağını düşünüyoruz.
Birçok araştırmacı, Tanpınar’ın hayata ve insanlara estet bakışının arkasında
yazarımızın içinde hissettiği bir boşluk, bir tatminsizlik olduğu fikrindedir. Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın hem şahsî hem de edebî kişiliğini çok iyi bilen Mehmet Kaplan’a
göre Tanpınar için güzellik ve estetizm bir kaçıştır. Tanpınar’ın “Güller ve
Kadehler” şiirinin tahlilinde Kaplan şunları söyler:
“Bir ümitsizlik şiiri. Kadından kadına koşan Don Juan’da olduğu
gibi estetin içinde de, tatmin edilmemiş ve tam gayesine ulaşamamış derin
özleyişlerin doğurduğu bir huzursuzluk, bir boşluk hissi vardır. Tanpınar
hayatı boyunca güzelliği ve yaşamayı sevmekle beraber, aradığını
bulamamış bir insan intibaını bırakıyordu. Bu maske gibi yüzüne geçirdiği o
sakin gülümseyişinin arkasında, bazen hiçten bir sebeple boşanan, sonra
haksızlığını anlayarak kendi kendisine çevrilen müthiş bir hiddeti vardı.
Başkaları ve dış hadiseler sadece vesile idi. Aslında herkesi sever ve
affederdi. Asıl kızdığı kendi kendisi ve hiç şüphesiz kaderi idi. Ben kuvvetle
inanıyorum ki, güzellik onda, sürekli ve ıztırap verici bir boşluk
duygusundan kendini kurtarmak için başvurduğu eğlence, içki, kadın, ilâç
gibi bir vasıtadan bir şey değildi. O bu vasıtayı bir gaye haline getirmiş veya
getirmeğe çalışmıştı.”24
Çalışmamızın ilk bölümünde estetizmin bir sonuç olduğu ve bu sonucun daha
çok “realiteden kaçmak, içinde bulunulan zaman ve mekânı aşmak”la ilgili olduğu
vurgulanmıştı. İsmail Tunalı, bunu şöyle anlatmıştır:
“Görüldüğü gibi estetik tavır ve yaşantı ile oyun arasında ileri
ölçüde bir benzerlik var. Şimdi bu benzerliğin, auto-telos’un dışında, auto-
telos’un da nedeni olan bir ana nedeninin nerede bulunduğunu sorabiliriz.
Bu ana neden, her iki tavırda da, gerçeklikten, realiteden kaçmada,
24 Kaplan, a.g.e., s. 104-105.
15
gerçekdışı bir dünya yaratmada, hayale ve kurguya dayanmada bulur.
Estetik tavır alırken biz ne yaparız? Real bir dünyadan çıkar, irreal bir dünya
içine gireriz.”25
Mehmet Kaplan da bu yoruma paralel bir şekilde, Tanpınar’ı estetizme iten
sebebin “zamanın dışına çıkmak” olduğunu vurgular:
“Tanpınar’ı başlangıçtan itibaren rüyaya, hülyaya, güzelliğe
sürükleyen esas âmilin «zamanın dışına çıkmak» olduğunu ısrarla
belirtmiştim. Sanatta «şekil» ile «mükemmeliyet» arasında bir münasebet
kuran şair, sanat vasıtasıyla dinin insana vaad ettiği «ebediyet»i arıyordu. Bu
duygunun temelinde ise, «Güller ve Kadehler» şiirini tahlil ederken
belirttiğim gibi, bir «boşluk duygusu» vardı. Bu «boşluk duygusu» da, bize
göre ta çocukluğunda şuuraltına yerleşmiş, kaybolmuş bir kadın hayalini,
annesini bulamamaktan ileri geliyordu. O, bir yazısında bahsettiği Orfeus
gibi hep bu kayıp hayalin peşinde idi, sazı ile hep onu çağırıyordu. Güzellik
ona göre, insanı ebedî saadete götüren bir vasıta idi. «Bursa’da Zaman»
şiirinde de aynı «kaybolmuş hayali», o «ebediyet rüyası»nı ele geçirme
arzusu vardır.”26
Tanpınar’ı güzele, estetiğe ve her şeyde bir güzellik aramaya iten sebeplerden
birisi psikanalitik yöntemle, yani çocuklukta yitirilen bir değerin acısının yıllar sonra
şuura tesiri olarak açıklanmış olmakta, diğer taraftan yazarımızın dinin insana vaad
ettiği “ebediyet”e ulaşma arzusunun da bu tavır alışta bir pay sahibi olduğu
vurgulanmaktadır.
Nitekim Bursa’nın Daveti isimli bir yazısında Ahmet Hamdi Tanpınar,
Bursa’nın neden bu kadar sevildiğini sorar ve “kendimize bir güzellik dini” ibaresini
kullanarak güzelliğe bir dine, dinî inanışa sarılır gibi sarılmaktan bahseder:
25 Tunalı, a.g.e., s. 25-26. 26 Kaplan, a.g.e., s. 115.
16
“Niçin Bursa’yı bu kadar seviyoruz? Bu sevgi hayatın dışında bir
oyun mudur? Kendimize bir güzellik dini, geçmiş zaman kokulu bir âlem,
çinilerden, su seslerinden, kemer ve oymalardan, eski kumaşlardan ve
geçmiş modalarda, isim ve hatıralardan bir dünya yaratıp onun içinde, o
yapma cennette bir takım zihnî uyuşturucular veya coşturucularla
yaşadığımız zamandan uzakta sarhoş olmak mı istiyoruz?”27
Bu cümlelerle ifade edilen yaşadığımız hayatın dışına çıkma arzusu,
yazarımızın güzellikle kurduğu bağlantıyı ve güzelliğin onun için ne ifade ettiği
problemini bizim için biraz daha kolay kavranabilir kılmaktadır.
Mehmet Kaplan, tahlilî çalışmasının bir başka yerinde, Ahmet Hamdi
Tanpınar için güzelliğin ne derece önemli bir yere sahip olduğunu, Beş Şehir’den
alınmış bir parça şahitliğinde yeniden söz konusu eder ve daha evvel söylediklerini
teyit eden ifadeler kullanır:
“Şair, bu «boşluk duygusu» ve «ölüm düşüncesi» içinde bunalırken,
oturduğu kahvede, ihtiyar kahveci «kırmızı ve muhteşem bir gülü»
şadırvanın küçük kurnasına fırlatıverir. Basit bir halk adamının bu sade jesti
ve gülün güzelliği, onu içine düştüğü korkunç boşluktan kurtarır:
«Gözlerimin önünde saat, manzara hepsi bir anda bir bahar
tazeliğine boyandı. Bu ihtiyar ve biçare adam bu sanatkâr hareketi nereden
öğrenmişti? Kendi tali’ine bırakılmış bu biçare adamda hangi asil terbiye,
hangi güzellik ananesi devam ediyordu. Onun bu hediyesiyle yeniden
kıymetlerin dünyasına doğmuştum...»
“Tanpınar’ın hayatında güzelliğin oynadığı rolü, başka hiçbir parça
bu kadar mânâlı bir şekilde izah edemez. Güzellik onu hayata, kâinata,
varlığa bağlayan en yüksek kıymettir.”28
27 Tanpınar, “Bursa’nın Daveti”, Bursa, (No y.), Haziran 1948; Y.G.; s. 215. 28 Kaplan, a.g.e., s. 120.
17
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın nasıl bir bakışa sahip olduğunu; insan, eşya veya
sanatta daima güzeli arayan tavrının boyutlarını göstermesi bakımından Mehmet
Kaplan’ın yazarımızla ilgili bir hatırası da bize oldukça fikir vermektedir:
“Fakülte’de bizim bölüme hizmet eden Karadenizli bir hademe
vardı. Daha ziyade fakirlik ve açlığa delâlet eden ince yüzü, bana acıma
duygusu verirdi. Belki sosyal durumundan, belki de yorgunluğundan ileri
gelen durgunluğu dolayısıyla, kendimi biraz zorlasam, onda mistik bir insan
çehresi tahayyül edebilirdim. Kafası seyretmiş olduğu resim ve heykellerin
intibaları ile dolu bulunan Tanpınar, bir gün odaya çay getiren bu kırk yaşını
geçkin hademeye «Heykeli yapılacak bir başın var Cemal Efendi» demiş,
beni de, adamcağızı da şaşırtmıştı. Bu bir iltifat değildi. Şairin o anda
kafasında uyanan bir mukayesenin ifadesiydi.”29
Bu hatıra, bize bir insanda estetik ilgi uyanışının veya kötü ve olumsuz
manzaralarda bile en büyük güzelliği düşünebilmenin gerisinde, gelişmiş bir sanat
zevki ve seviyesinin de etkili olabileceğini gösteren küçük bir örnektir.
Şimdiye kadar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın estetik bakışını oluşturan ve
geliştiren sâiklerin ferdî boyutlarını ele aldık. Tanpınar’ı ‘güzel’e ve estetiğe götüren
toplumsal sebepler göz önüne alındığında şu yorumlarla karşılaşırız:
Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirleri hariç bütün eserlerinde Türkiye’nin sağlam
bir “devam zinciri” içeren atılımlar yapmasını ve yapması gerektiğini tartışmış,
kahramanlarına, özellikle Mahur Beste’nin Sabri Hoca’yla konuşan İsmail
Molla’sına, Huzur’un İhsan başta olmak üzere Mümtaz ve hattâ Suat’ına, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü isimli eserde, tersten ve eleştirel de olsa Halit Ayarcı’ya bu konu
ve meselelerle ilgili görüşler atfetmiştir. Fakat Berna Moran’a göre Tanpınar’ın,
kendisi gibi bu konular etrafında yazan yazarlardan, özellikle Halide Edip Adıvar ve
Peyami Safa’dan ayrılan bir yönü vardır ki, yazarın bu tavrı bizim bahsimizle
yakından alâkalıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Türkiye’nin batılılaşma, bazı
29 A.e., s. 180-181
18
noktalarda doğulu kalabilme, geleceğe yönelik kuvvetli hamleler yapabilme
noktasında estetiğe ve sanata oldukça fazla yer vermiş, toplumsal sanat anlayışının
ve zevk seviyesinin bu atılımlarda önemli bir yeri olduğunu vurgulamıştır. Burada,
doğru değişme ve gelişmenin bir parçasının da estetik olarak görülmesi ve estetik
duyarlığın bir çare biçiminde algılanması bahis konusudur:
“Ne var ki onun Batı-Doğu sorununa cevap arayan diğer
romancılarımızdan ayrıldığı noktayı saptayamazsak, Tanpınar’ı doğru
anladığımızı söyleyemeyiz. Tanpınar’ı toplumcu yaklaşımdan da, Halide
Edip Adıvar ve Peyami Safa gibi Doğu’ya ve kendi değerlerimize bağlı
romancılarımızın tutumundan da uzaklaştıran, bu sorunlara estetik
kaygılarla eğilmesidir.
«Hayat şekilleri» derken ne düşünüyor Tanpınar? Bu deyimin
anlamı Tanpınar’da bütün bir kültür ve uygarlığı içine alacak kadar geniş.
Kültürümüzü, sanatımızı, geleneklerimizi, muaşeretimizi, eğlence
anlayışımızı, törenlerimizi, oyunlarımızı, tümünü kapsar; ve bütün bunlar
Tanpınar için bir estetik, daha doğrusu bir beğeni sorunudur. Eskiye
bağlılığı da hem eski sanatımızla (özellikle müzikte) bulduğu değerlere,
hem de eski hayat şekillerinde bulduğu (ve temelde birinciden pek
ayrılmayan) aynı estetik değerlere bağlılıktır. Tanpınar hayat şekillerine
estetik açıdan bakar, çünkü belli bir uygarlığın içinde, halkın bilmeden
yarattığı bu biçimler bir sanat yapıtına benzer; onlar da başka bir yerden
alınmamış, kendimizin olan «authentique» biçimlerdir ve Tanpınar’a göre
özentisiz, içtenlikle yaratılıp yaşanan şeyler bir sanat yapıtı gibi güzeldir.”30
Moran’ın Huzur’u tahlil eden söz konusu yazısında estetik tavrın kökeninde
bir açmaza düşüş olduğu ve bunun etkisiyle estetiğin, aydın kesimin başvurduğu bir
sığınma noktası haline geldiği vurgulanmıştır. Estetik tavır, burada olumsuz bir
ortamdan ve düşüncelerden uzaklaşma isteğinin sonucunda oluşan bir ruhî sığınak
olarak görülmüştür:
30 Berna Moran, “Bir Huzursuzluğun Romanı: Huzur”, Türk Romanına Eleştirel Bakış I, 9. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s. 215-216.
19
“Anladığım kadarıyla Huzur, Mümtaz’ın bir masal dünyasına
benzeyen, güzelliklerle dolu cennet hayatı ile, ezilmiş insanlarla dolu, acılı
gerçek dünya arasındaki huzursuzluğunu, yani bir küçük burjuva aydınının
estetizmde bulduğu kişisel mutluluğu ile topluma olan sorumluluğu
arasındaki bocalayışını dile getiriyor. Tanpınar, Mümtaz’ı toplumsal ve
siyasal yükümlülüklerini üstlenen olumlu bir kahramana dönüştürerek kolay
bir çözüm yoluna gitmez. Bu huzursuzluk Mümtaz’ın kaderidir, çünkü
bulunduğu ikilemden kurtulamayacağını bilir:
“Birinden birini seçmek lâzımdı. Fakat Mümtaz ikisinin ortasında
sonuna kadar sallanacağını biliyordu. Ne ferdî saadetinden vazgeçebilecek,
ne de etrafındaki hayatın korkunç icabını (...) unutacaktı (s. 324-325).”31
Berna Moran, Tanpınar’ın Mümtaz’a yüklediği bu çatışma ve estetik kaçışı
bir zaaf olarak görmez, bu nokta, bilâkis yazarın başarısı ve kitabını zevkli kılan bir
tarafını oluşturmaktadır. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar, dünyaya “belirli bir kültür
düzeyinden” ve gelişmiş bir zevkle bakan bir sanatçıdır:
“Bununla birlikte şunu da eklemek gerek: Romandaki çatışma güçlü
bir anlatımla somutlaştırılmış sayılmaz. Mümtaz’ın gerçekten bir seçim
karşısında kaldığını okur yeterince hissetmediği için Mümtaz’ın ikilemi
gereken ağırlığı kazanmıyor. Herhalde bugün Huzur’u okutan, romandaki
bu çatışma değil, Tanpınar’ın dünyaya bakışıdır. Nitekim yazarın bir roman
olmayan Beş Şehir kitabı da aynı türden bir ilgi ve zevkle okutur kendini.
Son bölümdeki değerler çatışmasının romana bir katkıda bulunmadığını
söylemek istemiyorum. Gerçi Mümtaz’ın ikilemi olarak yeterince güçlü
değil, ama Mümtaz’ı güzellikler içinde yoğun yaşamaktan başka bir şey
düşünmeyen bir estet olarak kurtararak ona çok yönlü bir kişilik
kazandırması bakımından önemli. Çünkü bu, Tanpınar’ın, dünyaya estetik
açıdan bakmanın yetersiz ve gerçekliğin daha karmaşık olduğunu kendisinin
de fark ettiğini gösterir ve dolayısıyla sınırlı ve basit bir felsefeyi yansıtan
31 A.e., s. 222-223.
20
bir roman olmaktan çıkararak, daha zengin ve olgun bir anlayışın dile
getirildiği bir yapıt yapar.”32
Oğuz Demiralp ise, estetiğe yönelişte en büyük etkenin, Tanpınar’ın hızlı
değişim ve bunun sonuçlarına ayak uyduramaması olduğunu belirtir:
“Şimdiye değin yapılan okumalara dayanarak birtakım açıklamalar
getirilebilir: çocukluğunda belirlenmiş bir kişilik yapısının yazgı hâline
gelişi, Tanpınar’ın bu yazgıya mecbur yaşaması, ayrıca Osmanlı âlemine
bağlı bir aydın olması yüzünden, istemediği yönde değişen bir toplumda
yabancı gibi durmasından söz edilebilir. Nihayet bir estettir Tanpınar,
güzelliğe, keyfe düşkünlüğü toplumsalın karşısında kolunu kanadını
kırmıştır, bir aydın olarak toplumsal sorumluluğunu duyan ama bu
sorumluluğun gereğini yapamayan, kendi öznel dünyalarının sınırında
kalıveren aydınları anlatmıştır, diyen de çıkacaktır.”33
Tanpınar’ın estetik yapısının ve bakışının birtakım özellikleri, bazı
açıklamalara muhtaç görülmüştür. Tanpınar, birçoklarına göre ne kendisi olarak
yaşarken ne de roman ve hikâyelerinde kahramanlarının şahsiyetlerini örerken sığ bir
hoşlanma ve hazza düşmemiştir. Oğuz Demiralp’e göre Tanpınar’ın “estetizmi bir
zevk düşkünlüğünün ötesinde bir yaşama tavrıdır”.34
Ahmet Hamdi Tanpınar, hayatı boyunca güzelliği aramış, kendisini güzellikle
tatmin etmiş bir sanatkârdır fakat yazar, güzelliği saf şekliyle yaşamaz, bazı
araştırıcılara göre güzellik Tanpınar’da birtakım istihalelere uğrar.
Şair Tanpınar, varlığı, duyguları ve zamanı “güzelleştirme” ve
“cristallisation” peşindedir:
“İçinde esrarlı bir duygu onu daima göklere doğru yüceltiyor:
32 A.e., s. 223. 33 Oğuz Demiralp, Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 152. 34 A.e, s. 190.
21
Billûr bir kadehe benziyordun sen
Uzanan yüzünle bu parıltıya
mısraları birçok şiirlerinde görülen «cristallisation» (billûrlaşma)
hadisesinin en güzel örneklerinden biridir. Bu neviden imajların hemen
hepsinde, «güzelleştirme» ile beraber «teksif» ve «katılaştırma», yahut
«belirli ve muayyen bir şekle sokma» suretiyle sevilen varlığı
«ebedîleştirme» arzusu ve fikri gizlidir.”35
Halûk Sunat, “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlıklı
Bir Bakış” isimli eserinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güzel’e ve güzelliğe yaptığı
şahsî tasarruf hakkında şunları söyler:
“Güzel’i, güzeli taşıyan şeyden soyutlayarak saltık bir gerçekliğe
indirgeyerek yaşamak. Bu kaygının şiirdeki karşılığı ise; güzel’i,
anlamsal / çağrışımsal örüntülerinden yalıtarak, şiiri -olabildiğince- müziğe
yaklaştırarak kurmak çabasıdır. Sözlerini şöyle sürdürür Tanpınar: “Güzel
irréel’dir” (Evet, Tanpınar hayat içindeki güzelle sorunludur.) “Güzel
keşiftir. Güzel maddeyi ‘idea’ yapar.” Tanpınar’ın sık sık dile getirdiği
‘güzele tutkunluğu’, böylesi, ‘idea’lar katına taşınmış, yaşamla bağlarından
yalıtılmış (her anlamda yüceltilmiş/ ülküleştirilmiş) bir güzel tutkunluğudur.
Başka bir deyişle, Tanpınar’ı bu tarz güzel keşfine zorlayan; güzelliğin
kendisi değil, Tanpınar’ın, güzeli hayat içinde yaşamaya dair (yapısal)
zorluğudur.36
Felsefenin bir alt dalı olan estetik, zamanla kapsamına güzelin yanına iyi,
kötü, komik, yüce vs. değerleri alsa da ‘güzel’ ve ‘güzellik’ onun her zaman ağırlıklı
konusu olmuştur. Çeşitli asırlarda çeşitli filozoflara göre çok farklı tanımları yapılan
güzel, kimilerine göre, ‘iyi’, kimilerine göre ‘doğru’, kimilerine göre ise “ahlakî”
olan şeylerle ilişkilendirilmiş, İmmanuel Kant ise ‘güzel’i insana bağlı bir değer
35 Kaplan, a.g.e., s. 91. 36 Halûk Sunat, Boşluğa Açılan Kapı: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s. 79.
22
olarak kabul etmiş, ve güzel dediğimiz kavram veya nesneyi insanın güzeli
görebilme, güzelliği yakalayabilme kabiliyetiyle açıklama yoluna gitmiştir. Güzele
yönelen ve varlığa, tabiata ve insanlara güzellik maksadıyla yaklaşan insan felsefe
literatürüne “estetik suje” olarak geçmiş ve bir insanı estetik suje haline getiren
âmiller de çok defa zamanın dışına çıkmak, realiteden kaçmak, birtakım ruhî
boşlukları güzellik duygusuyla doldurmak, bu duyguyla tatmin olmak olarak
belirlenmiştir.
Çocukluğu ve gençliğini kültür ve tabiatça çok zengin denebilecek yerlerde
geçirmesi, annesini çok küçük yaşta kaybetmesi ve bunun sonucunda oluşan bir ruhî
boşluk, Millî Mücadele yıllarında Yahya Kemal’le tanışması ve kısa zamanda
onunla ünsiyetini artırması, okuduğu yabancı yazar ve filozoflar, özellikle Güzel
Sanatlar Akademisi’nde estetik ve sanat tarihi gibi dersler vermesi ve nihayet
birtakım fıtrî ve içtimaî özellikler de Ahmet Hamdi Tanpınar’ı estetiğe ve estetik
varlıklara yöneltmiştir. Güzellik, çok küçük yaşlarından itibaren Tanpınar için hem
bir kaçış ve sığınma noktası - sanatkâr kişiliği de hesaba katılırsa - hem de bir
kazanç olmuştur. İleride görüleceği üzere Tanpınar, güzelliği hem üst ve entelektüel
bir seviyede yaşamış hem de onun hakkında hükümler vermiş, onu tahlil etmiş bir
estettir.
1.3. Ahmet Hamdi Tanpınar’da Güzel, Estetik Ve Sanat Kavramları
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın münhasıran güzel ve güzellik üzerine kaleme
alınmış herhangi bir makale, fıkra veya denemesi yoktur. Yalnız çeşitli eser
değerlendirmelerinde, tenkitlerinde veya genel çerçevedeki yazılarında güzel
konusuna dolaylı yönden de olsa temas eder. Nisan 1935’te İz dergisinde Güzel ile
Sevgi Arasında37 başlıklı bir yazısında güzel ile sevgiyi konuşturur. Yazıda açıkça
belirtilmemekle birlikte güzelin sözleri daha dişi, sevgininkiler ise daha erkeksidir.
Güzel ve sevgi, sevginin deyimiyle “sonsuzluğun bittiği yerde, oluşun sadece 37 Ahmet Hamdi Tanpınar, “Güzel İle Sevgi Arasında”, İz, No: 10, Nisan 1935; Y.G., s. 123-128.
23
tasavvura geçtiği kısır velut dünyada, hiçbir imkânı tanımadığı için imkânın bizzat
cevheri olan yıldızda”dır.38 Burası uzaklık ve yakınlığın, ölmek ve yaşamanın
olmadığı bir yerdir. Burada geçen uzun bir konuşmanın sonunda güzel:
“ -Yazık saadetimiz tam değil... Yan yanayız, fakat birbirimize hasretiz,
vücudumuzdan mahrum oldukça birbirimizden yine uzak kalacağız” (s. 128) der. Bu
cümle, Tanpınar’ın, güzelliği ancak bir şekil ve vücut dahilinde anlam bulabilen ve
sevgiye yakın bir kavram olmakla beraber, salt ve bağımsız olması hâlinde sevgiden
de uzak kalacak bir değer ve kavram olarak algıladığını göstermektedir.
Tanpınar, güzeli sayıyla, adetle ölçmez ve güzelin niceliksel değil niteliksel
bir kavram olduğunu düşünür. Şükûfe Nihal’in şiir kitabına dair yazılmış bir
yazısında şöyle der:
“Kendileri kadar velut bir şairin eserinde birtakım boşluklara
tesadüf etmek kadar zarurî ne olabilir. Fakat herkes de kabul eder ki, bir
şairin eseri, sürçmeleri değil, insanoğlunun uzviyetinde âdeta gizli ve ikinci
bir nabız gibi vuran o yaradılıştan gelme mükemmeliyet hissine en yakın
olanlarıdır. Şükûfe Nihal Hanım’da bu cinsten manzumeler ise birden çok
fazladır. Zaten “güzel”in mevzuubahis olduğu yerde adedin kıymeti ne
kadar azdır.”39
Yazarımıza göre güzellik “insana ait şeylerin başında gelen” ve insaniyetle iç
içe olan bir değerdir. Bu anlayışa göre insanla güzellik birleşmiş oluyor. Sanat eseri
güzel olduğu kadar insanî, insanî olduğu kadar güzel olmalıdır. Bu, klâsik
kültürümüzde, özellikle Şeyh Galib’teki sanat ve insan anlayışı ile birleşir:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.
38 A.e, s. 123. 39 Tanpınar, “Küçük Bir Şiir Kitabı”, Yeni Türk, No: 15, Teşrinisani 1933; Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Haz: Zeynep Kerman, 6. bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s. 374.
24
Ayrıca biliyoruz ki insan güzelin peşindedir, onun, tatmin edilmesi gereken bir bediî
ihtiyacı vardır, güzeli meydana getirmek için uğraş verir ve bu onun beşerîliğinin de
bir göstergesi veya tezahürüdür:
“Her güzel şey gibi eski şiirimiz de evvelâ güzel olduğu için
insanîdir. Çünkü güzellik, insana ait şeylerin başında gelir.”40
Tanpınar, klâsik şiirimizi saldırılara karşı savunurken de, onun insana ait
olduğunu ve insanı ele aldığını özellikle vurgular. Onun burada insanî ile beşerî
arasındaki farka dikkat çekmek istemediğine dikkat çekelim:
“Eski şiirimiz için yapılan ithamlardan biri de onun beşerî
olmamasıdır. Bunu söyleyenler, bu kelimenin geniş mânâsında güzelliğin
tuttuğu istisnaî mevkii hatırlamak istemeyenlerdir. Eski şiirimizde garbın
anladığı mânâda psikolojik vaziyetlerden, derunî mücadelelerden, insanı
talihin korkunç iradesiyle karşılaştıran terkiplerden doğmuş beşerî yoktur.
Fakat onlarda sadece insanlığa has bir meziyet olan güzelliğin elde edilmiş
olmasından gelen bir beşerî vardır ki, sanatta asıl istenen de odur.
Mütebakisi hayatın bulanık akışından her gün yığın yığın önümüze
döktüğü şeylerdir. Unutmamalı ki, her devrin beşerî telâkkisi kendisine
göredir. Mutlak bir insan tasavvur edemeyeceğimiz gibi, onun her zaman ve
mekân için mutlak bir ifadesini de isteyemeyiz. Eski şairlerimiz güzel
olmak haysiyetiyle beşerî olan eserler vücuda getirdiler. Bir tarafta olan
eksikliklerini öbür taraftaki emsalsiz faikiyetleriyle tamamladılar.”41
Tanpınar için sanattaki güzel, nazariye ile belirlenecek, sınırı çizilecek bir
olgu değildir:
40 Tanpınar, “Eski Şiirimize Dair”, Bugün, Y. 1, No: 3, 5 İlk Teşrin 1938, Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı., 2. bs., Haz: İlyas Dirin, Turgay Anar, Şaban Özdemir, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 53. 41 Tanpınar ,“Eski Şiir”, Oluş, No: 18, 30 Nisan 1939; E.Ü.M., s. 184.
25
“Sanat eserinde güzellik, bizim şahsî cevherimizin biraz idare edilen
tesadüfleridir. Nazariye, estetik, formül, bütün bunlar olsa olsa bir çalışmayı
kırbaçlamak ve bazen de tahdit etmek suretiyle ona faydalı olabilirler. Ve
güzel çok defa nazariyenin dışında kalır.”42
Güzel, nazariyenin dışında da kalsa elbette bir uğraşın, emeğin sonunda elde
edilir. Tabiî güzelliklerin dışında, sanatta yapma söz konusu olduğu için sanatkâr
güzele bir yığın cehdin sonunda ulaşır. Dolayısıyla sanat eserinde güzel, çalışılarak,
gerektiğinde bir ömür harcanarak meydana getirilir. Şâheserleri de kalıcı kılan
güzellik temini uğruna harcanan emeklerdir:
“Güzellik de diğer şeyler gibidir. Bize kendiliğinden gelmez. Onu
ödememiz, satın almamız lâzımdır. Bazı şairler, erişebildikleri nadir
güzellikleri, beyhude bir söz kalabalığının sahibi olmak bahasına öderler.
Bazılarında ise, getirdikleri güzellikler bütün bir ömre mâl olur.”43
Edebiyatımızda, özellikle XIX. asrın ikinci yarısında bir eski-yeni tartışması
olmuş ve klâsik edebiyatımıza Eski Edebiyat, Tanzimat’tan sonra oluşan edebiyata
“Edebiyat-ı Cedide - Yeni Edebiyat” denmiş, hatta bununla da kalınmamış, Servet-i
Fünun’u öncekilerden ayırmak için, bu zümreye “Yeni Edebiyat-ı Cedide" adı
verilmiş, Cumhuriyet dönemindeki bir topluluk I. Yeni, daha sonraki bir hareket de
II. Yeni diye anılmıştır. XIX. asrın ikinci yarısından sonraki süreçte eski-yeni
tartışması hep gündemde kalmış, her yeninin güzel olacağı veya güzel olduğu iddia
edilmiştir. Tanpınar ise öncelikle “yeni” ile “güzel”i farklı kavramlar olarak
değerlendirir. Ona göre her yeni güzel değildir, yeninin sonu yoktur ve yeni, bir
şekilde eskimeye mahkûmdur:
“Yeni ile güzelin arasını iyice ayırmak lâzım. Her yeni behemehal
güzel olmaz. Fakat her güzel olan insana yeni gibi görünür. Bunun sebebi
güzele alışmaklığımızın imkânsızlığıdır; güzeli unutabilir, görmeyebilir,
ihmal edebilir, fakat ehlileştiremeyiz. Baudelaire’in ezbere bildiğim filân
42 Tanpınar ,“Şiirin Peşinde”, Oluş, No: 20, 14 Mayıs 1939; E.Ü.M., s. 30 43 Tanpınar ,“Son 25 Senenin Mısraları”, Tan, No. 286, 4 Şubat 1936; E.Ü.M., s. 404.
26
veya falan manzumesinin başka bir tab’ını âdeta yeni gibi okuduğum
olmuştur. Güzel bir haddir, ötesine geçilemez. Halbuki yeninin daha yenisi,
daha daha yenisi vardır. Çünkü yeni gündeliktir ve en sahih mânâsında
maziye benzer, yani daha formüle edilmeden eskiyebilir. Halbuki güzelin
değişmesi için insanlığın gömlek değiştirmesi, bütün had ve kıymetlerinin
alt-üst olması lâzımdır.”44
Bu görüşler, 1 Mart 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ortaya konulur.
Aradan seneler geçtikten sonra da Tanpınar’ın “yeni” ve “güzel” hakkındaki
görüşleri değişmemiştir. Yazar, 1952’de “Sanatta eski ve yeni diye bir ayırma
yapıyor musunuz?” şeklinde sorulmuş bir soruya verdiği cevabında:
“Güzel ve çirkinlik diye bir ayrılık olabilir. Bence güzel daima
yenidir”.45
diyecek, Şubat 1956’da yapılmış bir anketteki “Şiirde yeni anlamı sizce nedir?”
sorusunu da:
“Ben güzelin mevcut olduğuna, var olduğuna, dilin rüyası olduğuna
inananlardanım. O dilin mutlak rüyasıdır. Ancak güzel olan benim için yenidir.
Yeninin sonu yoktur. Bugünün yenisi, yarının korkunç şekilde eskisi olabilir.”46
biçiminde cevaplandıracak, yeninin ve yeniliğin de kendisine has bir değer ya da
değer ölçüsü olmadığı, ancak güzel bir şeyin içinde yeniliğin bulunduğunu ifade
edecektir. Bu görüşlerin ışığında, Tanpınar’ın güzel ile yeninin karşılaştırmasını
doğru bulmadığını söylemek mümkündür.
Tanpınar, insanın her zaman “güzel”e sahip çıkamadığını, onun peşinde
koşamadığını, bazen onu bırakmak, ikinci plâna itmek zorunda kaldığını da belirtir:
44 Tanpınar, “Şiire Dair” Cumhuriyet, No: 4954, 1 Mart 1938; E.Ü.M., s. 27. 45 Tanpınar,“Türk Sanatı Üzerine Anket”, Küçük Dergi, No: 3, Haziran 1952; M. S., s. 226. 46 “Ahmet Hamdi Tanpınar”, Kon: Selma Yazıoğlu, 20. Asır, No: 182, 9 Şubat 1956; Y.G., s. 324.
27
“Şüphesiz ki güzel, insan ruhundaki saltanatını zaman zaman başka
şeyler uğruna feda ediyor. İlk plândan gerilere doğru, hattâ mahcup olarak
kaçıyor. Bazan da onu görmemekte ısrar ediyor.”47
Bir röportajında “Bugünkü realist şiir cereyanı acaba saf şiir nazariyesiyle
tatbikatının bir reaksiyonu mudur?” şeklindeki bir soruya verdiği cevapta o, güzeli
her zaman var olması ve yaşaması gereken bir değer olarak gördüğünü ortaya koyar:
“Bugünün bütün sanatlarında olduğu gibi şiirde de bir anlaşmazlık
vardır. İnsan ruhunun her tarafıyla devam etmesi lâzım gelen kıymetleriyle -
ki itikadımca güzel bunların başında gelir - hayatın iddia ettiği haklar
arasında devam edegelen bir mücadeleyi yaşıyoruz.”48
Tanpınar için güzelin ne ifade ettiğini ve güzele yazarımızın ne gibi anlamlar
yüklediğini en iyi veren noktalardan birisi, Yahya Kemal, Şiirleri ve İstanbul isimli
bir makalede karşımıza çıkar. 1950’de Aile dergisinde çıkan bu yazıda Tanpınar,
güzeli elde etmiş veya ona sahip olmuş insanların hayata yüksek tepelerden ve
sonsuz bir zamandan baktıklarını vurgular:
“Yukarıda bu sevgi sade estetik planda kalmaz, dedim.∗ Belki de
hata ettim. Çünkü bu mânâda bir güzellik anlayışı, bir ruh üstünlüğünün
kendi kendimizi ikrar etmek arzusunun ta kendisidir. İnsan iki yerde hayatın
ve ölümün efendisidir: Hürriyet ve sanatta. Doğrusu istenirse sanatta
hürriyet, bir cevher gibi vardır. Onun için güzel daima yaratıcıdır; onun
aydınlık libasını giyenler hayata ve ölüme çok üstün tepelerden, ebediyetin
kendisi olan bir zamandan bakarlar.”49
47 “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum”, Kon: Şahap Sıtkı, Varlık, No: 139, 1 Şubat 1947; Y.G., s. 285. 48 “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Bir Konuşma”, Kon: Yıldırım Keskin, Varlık, No: 365, 1 Aralık 1950; Y.G., s. 296. ∗ Yazarın 3 sayfa önce söylediği söz şöyledir: “Yahya Kemal’in İstanbul sevgisi estetik plândan vatanın manevî çehresine doğru genişler”. Tanpınar, “Yahya Kemal, Şiirleri ve İstanbul I”, Aile, No: 12, Kış 1950; E.Ü.M., s. 351 49 a.e, s. 354.
28
Tanpınar’ın güzele ve sanatta güzeli yakalayanlara atfettiği bu güç, Mehmet
Kaplan’ın, yazarın güzellik duygusuna sarılmasının nedenini açıklarken kullandığı
ifadeleri doğrular niteliktedir. Kaplan bu hususta şunları söylemiştir:
“Güzellik onu hayata, kâinata, varlığa bağlayan en yüksek
kıymettir.”50
Ahmet Hamdi Tanpınar, kavramları, fikirleri, hisleri ve meseleleri birlikte ele
alan, ne kadar kompleks olursa olsun, hayatı ve insanı bir bütün olarak mülâhaza
eden, birbirine zıt veya ters de olsa, gördüğü manzaraları ve başından geçen olayları
aynı cümlenin içine koyabilen zengin açılımlı bir sanatçıdır. Musul’a gelişleri
sırasında gördüğü trajik bir olayı nakleden yazar, bahsin sonunu şöyle getirir:
“Her şey unutuluyor, insan çehresinin ıztırabı ve bir de güzellik
unutulmuyor.”51
Bu yorumdan anlaşıldığına göre güzellik, unutulmama noktasında da
Tanpınar için kıymetlenen bir his ve kavramdır.
Varlık dergisinin anketine verdiği bir başka cevabında Tanpınar, şiir ve sanat
anlayışından bahsetmek istediğini fakat sözün uzayacağından korktuğunu belirtir ve
meseleyi şöyle halleder:
“Bence güzel, bir hasrettir: Objesini kendisi yaratan bir hasret.
Onun için şiirle rüyanın arasında daima bir yakınlık buldum.”52
Tanpınar bu sıkıştırılmış ve oldukça özetlenmiş cümleleriyle, güzeli, uzak
veya ulaşılmaz bir nokta şeklinde algıladığını belirtmekte ve güzelin işlemekte
olduğu malzemeyi kendisi yaratan, yapıcı ve üretken bir mefhum olduğunu ortaya
koymaktadır.
50 Kaplan, a.g.e., s. 120. 51 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, 1 Aralık 1951; Y.G., s. 302. 52 A.e., s. 308.
29
Tanpınar araştırmacıları ve münekkitleri için çok önemli olan, okuyucuya
Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor başlığıyla sunulan yukarıda söz konusu ettiğimiz
cevabında yazar, Yaşar Nabi’nin sorularına tüm samimîliğiyle ama şair ve edebiyat
tarihçisi sıfatlarından da büsbütün sıyrılmayarak şöyle der:
“Son olarak güzeli daima sevdiğimi, onu insan kaderinin tek iyi
tarafı olarak gördüğümü söyleyeyim.”53
Ahmet Hamdi Tanpınar, çocukluğu, bulunduğu şehirler, şiir ve edebiyat
anlayışı, diğer güzel sanatlara ait fikirleri, tesirinde kaldığı Türk ve yabancı
sanatçılar, hatta kitapçılığımızın tekâmülü ile ilgili görüşlerini belirttikten sonra
kendisi hakkında bilgi edinmeye yönelik bir anketin cevabına “güzeli severim”
şeklinde son vermektedir. Bu, yazarın kendisini, en iyi “güzelliğe duyduğu meyil”
bağlamında ifade ettiğini veya kamuoyuna sunduğunu gösterir. Birçok eserinde
talihten ya da kaderin zalimlik ve korkunçluğundan bahseden Tanpınar’ın tek
avuntusu güzelliktir. Ve güzellik bir bakıma insanın sonradan ürettiği bir şey değil,
bizzat kendi kaderinin içinde olan bir değerdir.
Ahmet Hamdi Tanpınar için güzel, “değer”dir ya da değer sisteminin
içindedir. 1956 yılında, İstanbul Üniversitesi’ndeki bir dersinde bunu şöyle belirtir:
“Bazı tarihçiler tenkit istemezler. İlmin vazifesi tenkittir, hüküm
vermek değil. Sanat eserinde insan zaten taraflı olur. Taraflı olmadığı zaman
o eser sanat eseri değildir. Hayatta bazı şeyler değer sistemine girer; güzel,
bunlardan biridir.”54
Tabiatıyla bu değerin her zaman reel olması gerekmez. Güzelliğin irreél
olduğunu, keşifle fark edilebileceğini ve maddeyi idealleştirdiğini Mehmet Kaplan’a
yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz:
53 A.e., s. 310. 54 Güler Güven, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, Haz: Hayri Ataş, İstanbul, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004, s. 15-16.
30
“Ve doğrusunu istersen çoktan beri, senelerden beri unuttuğum bir
hakikati, kendi hakikatimi buldum: Güzel irreél’dir. Güzel keşiftir. Güzel
maddeyi “idea” yapar.”55
Bu üç cümle, onun güzel karşısındaki tavrını belirlemek bakımından son
derece önemlidir. Zira Tanpınar, gerçekte olmayan, idealdeki güzelliği de kucaklar.
Bunu söylerken onun güzellik konusunda diğer söylediklerini göz önünde
bulundurduğumuzu ve burada Tanpınar’ın tasavvuftaki “mutlak güzellik” anlayışına
yaklaştığını belirtelim.
Tanpınar’da güzellik sadece tarif ve tanımda kalmaz. Güzelin ve güzelliğin
korunması ve güzellik duygusunu kaybetmememiz gerektiğini isteyen Tanpınar, bir
yazısında da insanların güzele ve güzelliğe karşı yabancılaşmalarına, yüzyılımızın
“güzel”i öldürüşüne hayıflanmaktadır:
“Asrımıza gelecek asırda kulak verenler, belki de tek bir çığlık
işiteceklerdir: “Güzel öldü. İyi niyetimizle güzeli öldürdük, vah bize...
Güzelle beraber insanı öldürdük!” Modern trajedinin şimdi bize o kadar
çeşitli gelen korosunun gelecek zamanlara kalacak asıl feryadı, korkarım bu
olacaktır.”56
Tanpınar’a göre modernizm “güzel”e zıt bir tavır almaktadır:
“Modern sanatta ne kadar güzel, ne kadar güzele benzeyen varsa
kalktı. Bu nedir? Oldu. İzah için: “Resim, resimdir!” demekten başka çare
kalmıyor.
Güzel’in unutulması müthiş bir şey. Yirmi beş asır bu. Picasso’nun
bir iç içe geçmiş makine enkazı müsellesleri vs. var. Bunları yeni bir şeyin
55 T.M., s. 231. 56 Tanpınar ,“Lodosa , Sise ve Lüfere Dair,” Cumhuriyet, No: 12365, 27 Aralık 1958; Y.G., s. 168.
31
eşiğinde olduğumuzu belirtmek için söylüyorum. Vâkıa olan şey, güzelden
uzaklaşmamızdır. O yerle gök arasındaki çizgiyi kaybettik.”57
Görülüyor ki şairimiz yüzyılımızın güzele karşı olumsuz tavrından
rahatsızdır. Burada güzeli yerle gök arasındaki çizgi olarak değerlendirmesi son
derece anlamlıdır. Yeryüzü, tabiat elbette güzelliklerle doludur, ama biz onun
farkına “gök”ün tuttuğu ayna ile varabiliriz. Dünya ölçüsündeki bu durum elbette
ülkemiz için de geçerlidir. Nitekim Tanpınar, güzel’in hayatımızdan çekilmesi ya da
artık millet olarak güzel’e olan meylimizin azalması karşısındaki durumumuzu acı
bir şekilde tespit eder ve öğrencilerine Tevfik Fikret’ten bahsettiği derslerinden
birisinde:
“Fikret, “Hemşîrem İçin”de: “Koşardı pîş-i mehâsinde dâima
hevesin;” diyor. Şimdi bizim yaptığımız tam aksi. Şimdi güzelliğe rast
gelmemek için önünde koşuyoruz.”58
der.
Tanpınar’da estetik kavramı, genel olarak estetiğin tanımı ya da estetik
biliminin uğraştığı konuların çözümlemesi şeklinde değil güzel, güzellik, zevk gibi
kelime ve kavramlar etrafında algılanır. Estetik, en çok:
“Benim rüya estetiğim nesrime tesir etti; Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda
sürrealizm yapmağa çalıştım. Bu estetikte, müzik esastır.”59 şeklindeki kullanımlarda
görüldüğü gibi kendisinin sahip olduğu “sanat anlayışı” anlamında ifadesini bulur.
Meselâ öğrencilerine Yahya Kemal’i ve onun sanatını anlattığı derslerinden birisinde
de “estetik” yine, şiir ve sanatın toplandığı odak noktası, özeti anlamında
kullanmıştır:
57 Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Dersleri, 2. bs., Haz: Abdullah Uçman, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s. 248. 58 A.e., s. 234. 59 Turan Alptekin, Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 42.
32
“Yahya Kemal’in en ön problemi: “Neyim ve neyiz?”dir. Bana da
bunu aşılayan Yahya Kemal’dir. Beş Şehir’i yazarken ben oradaki ikiliği
ondan almışımdır.
Estetiğe gelince, iki üç kelime arasındadır: Musiki, hayâl ve rüya.”60
Tabiî burada genel anlamdaki estetik değil, sanat anlayışı vurgulanmaktadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, estetik nazariyesiyle ilgilenmez. Çünkü o, güzelliğin
nazariyenin dışında olduğunu düşünür:
“Sanat eserinde güzellik, bizim şahsî cevherimizin biraz idare edilen
tesadüfleridir. Nazariye, estetik, formül, bütün bunlar olsa olsa bir çalışmayı
kırbaçlamak ve bazen de tahdit etmek suretiyle ona faydalı olabilirler. Ve
güzel çok defa nazariyenin dışında kalır.”61
Ahmet Hamdi Tanpınar sanat kavramını da diğer kavramlarda olduğu gibi
tarif etmez. O, sanatı genel anlamda bir güzel sanatı veya şahsiyeti değerlendirirken
çerçevelendirir. Yazarın sanatla ilgili hükümlerini daha net görebilmek için bahsi
şekilden muhtevaya ve ferdîlikten içtimaîliğe giden bir çizgide değerlendirmeye
çalışacağız.
Sanatta şekil, üzerinde çok durulan, önemi ve gerekliliği tartışılan bir
konudur. Bazı sanatçılar sanatta, özellikle şiirde şekle çok önem verirken ve onu
sanatın aslî bir unsuru olarak kabul ederken bazıları da şekil ile ilgili endişelerin
sanatta yeri olmadığını savunur. Şekil, özellikle klâsik edebiyatımızda çok önemli
görülmüş ve şairler nazım şekillerine son derece bağlı kalmışlardır.
Ahmet Hamdi Tanpınar da sanatın şekle dayanması gerektiğini düşünür.
Şekil yerine bazen “form” kelimesini tercih eden Tanpınar, sanattaki mânânın da
60 Tanpınar, E.D., s. 104. 61 Tanpınar, “Şiirin Peşinde”, Oluş, No: 20, 14 Mayıs 1939; E.Ü.M., s. 30.
33
şekilden kaynaklandığına inanmaktadır. Yazar, kendisiyle yapılmış bir röportajda
sanatın tamamen şekil olduğunu söylemiştir:
“Bence sanat, tamamıyla formdur, şekildir ve her sahasında da
şekilden ibarettir. Mânâ, bu şeklin bize gayriihtiyarî olarak telkin edeceği
bir şeydir.”62
Sanatta çok mükemmeliyetçi olan Tanpınar, bir yazısında da sanatı
mükemmeliyet ve şekil olarak değerlendirmiştir:
“Biz sanatın mükemmeliyet ve şekil olduğuna ve şiirin esasının
musiki olduğuna kaniiz.”63
Sanat eserinin başarısı Tanpınar’a göre, eserin şekil yönünden bütünlük
taşıyıp taşımadığı ile ilgilidir ve aslında eser için ilk şart da budur. Yazar, bu
görüşlerini edebî şahsiyetleri değerlendirirken de dile getirir. Ahmed Midhat
Efendi’nin üslûbunu tenkit eden Tanpınar, sanatın ilk şartını da şekil bütünlüğü
olarak belirlemiştir:
“Onun (Ahmed Midhat Efendi) yarenliği, dede ağzı konuşması bir
sanat eseri için belki de ilk şart olan şekil bütünlüğünü imkânsızlaştırır.”64
Bir makalesinde, Halid Ziya’ya kadarki Türk romanını inceleyen ve yine
Ahmed Midhat Efendi’ye değinen Tanpınar, şekil bilincinden mahrum olmasını
Midhat Efendi için bir kusur addeder çünkü ona göre sanat eserinin ilk şartı şekildir
ve şekil bilincinden mahrumiyet, diğer başarılarına rağmen Ahmed Midhat
62 Tanpınar, “Akademi Yeniye Karşı Zaman Zaman Cephe Alır”, Kon: Hikmet Feridun Es, Akşam, No: 7306, 19 Şubat 1939; M.S., s. 158. 63 Tanpınar, “Genç Şairlere Dair”, Tasvir-i Efkâr, No: 4704, 8 Mayıs 1941; E.Ü.M., s. 425. Tanpınar, bir dersinde “mükemmellik” kelimesine dikkat çekerek sanat için şunu söyleyecektir: “Sanat eseri bir meseledir ve mükemmeliyeti olan bir oyundur.”, E.D., s. 136. 64 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Çağlayan Kitabevi, 2001, s. 472-473. (Eserin ilk baskısı 1949 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi’nce yapılmıştır. Biz genişletilmiş baskı olan 2001 tarihli baskıyı kullandık.)
34
Efendi’nin, eserlerinde hayatı kucaklamasına, onun sıcaklığını yakalamasına da mâni
olmuştur:
“Midhat Efendi’nin halk kütlesine okuma zevki aşılamaktaki hizmeti
inkâr edilemez. Fakat sanat eserinin ilk şartı olan şekilden daima mahrumdu.
Eserlerinde birçok meselelere dokunmasına, hayatımızdaki aykırılıkları
görmesine, hattâ şöyle böyle sürükleyici bir vak’a icat edebilmek
kabiliyetine rağmen, yazdıklarına hiçbir hayat sıcaklığı geçirmedi.”65
Tanpınar’ın sanatta şekil ile ilgili düşünceleri ve onun şekle verdiği önem
daha ziyade şiir merkezli yazılarda ve eser tenkitlerinde ortaya çıkar. Bu yüzden
yazarın sanat eserinde şeklin yeri ve önemi için söylediklerini, çalışmamızın “Şiir”
bahsinde daha net göreceğiz.
Sanat ve ölçü de, yazarımızın üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan
birisidir. “Ölçü” kelimesinin anlamı Ahmet Hamdi Tanpınar’da çok geniştir.
Yazarımız bu kelimeyi daha ziyade ‘düzen, nispet, bir şeyi gerektiği yerde ve
gerektiği kadar söylemek’ anlamlarında kullanır.Yahya Kemal’in şiirlerini sonsuzluk
duygusu bakımından incelediği bir makalede Tanpınar, sanatın bu cihetine dikkat
çekmekte ve Yahya Kemal’in başarısının bir sebebini de, onun sanatta ölçünün
önemini bilmesine bağlamaktadır:
“Fakat sanatın biraz da ölçü meselesi olduğunu bilen Yahya Kemal,
kafiye olarak seçtiği (atılma) kelimesinin üzerinde yaptığı âni bir dönüşle bu
uzatmadan kurtuluyor ve manzume, milinin üstünde dönen geniş bir kapı
kanadı gibi, düşüncenin devam imkânlarından birini kapatıp öbürünü
açıyor.”66
Yazarın, sanatta ölçüye ne kadar mühim bir yer verdiğini, sanat eserinde
geniş mânâda ölçünün ne demek olduğunu en iyi veren cümlelerden birisi de şudur:
65 Tanpınar ,“Halit Ziya Uşaklıgil”, Ülkü, No: 85, 1 Nisan 1945; E.Ü.M., s. 284. 66 Tanpınar, “Şiir ve Sonsuzluk”, İz, No: 8, Sonkânun 1934; E.Ü.M., s. 314.
35
“... her sanat eserinin sırrı olan ölçü meselesi, bu cinsten bir
tecrübede çok çetinleşir.”67
Görüldüğü üzere Tanpınar, şekil ve ölçüyü sanatın bazen ilk şartı bazen de
sırrı olduğunu söylemiş ve sanatın bu öğelerinin başarı için vazgeçilmez olduğunu
vurgulamıştır. Bu hükümlerinden sonra sanatın muhtevayla ilgili yönlerine ve
geçebiliriz.
Yazarımıza göre sanat her şeyden önce bizzat insanı önemsemelidir yoksa
ortaya konulan eserin başarılı olması imkânsızdır. Tanzimat senelerinin roman ve
hikâyelerinin çok başarılı olmayışlarının sebebi Tanpınar’a göre yazarların, toplum
hayatının yüzeysel gözlemlerinde kalıp, fert olarak insanı işlememeleridir. Bu
itibarla sanat insan gerçeğini unutmamalı veya kaçırmamalıdır:
“Sanat insanı kaçırdı mı, geri tarafı kendiliğinden sökülür. İngiliz,
Rus ve Fransız romanının asıl büyük vasıfları insanı yakalamalıdır.”68
Ahmet Kutsi Tecer’in “Koçyiğit Köroğlu” isimli eserine dair yazılmış bir
yazıda da Tanpınar, konunun değil, sanatkârın önemli olduğunu, her sanatkârın
konuyu ferdîleştirdiğini vurgular ki bu da sanatta ferdîliğin önemini ortaya
koymaktadır:
“Her eser gibi Köroğlu da nev’i şahsına münhasırdır. Yalnız
kendisine, Ahmet Kutsi’ye ait muvaffakiyetleri taşır. Başka muharrirler aynı
mevzuda başka hâl tarzları ve başka davalar ve başka imkânlar bulurlar. Sanat
her ne şekilde olursa olsun, ebediyete kadar ferdî bir tecrübe olarak kalacaktır.
Onda ancak yaradılışın hazinesinden beraberimizde getirdiğimiz şeyleri
buluruz.”69
67 Tanpınar ,“Halk Destanlarından Millî Edebiyata”, Ulus, No: 783, 28 Mayıs 1943; E.Ü.M., s. 100. 68 Tanpınar , 19. A.T.E.T., s. 295. 69 Tanpınar , “Halk Destanlarından Millî Edebiyata II”, Ulus, No: 7838, 29 Mayıs 1943; E.Ü.M., s. 103.
36
Sanat, Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre aynı zamanda sosyal bir tarafı da
bulunması gereken bir faaliyettir:
“Sanat ferde dayanmakla beraber içtimaî bir vâkıadır.”70
Tam bu noktada Tanpınar’ın Hâşim ve sanatı hakkındaki hükmünü
hatırlamak faydalı olacaktır. Sanat, Tanpınar’a göre fert değil zümre olabilir:
“Sanat fert olamaz, zümre olabilir. Hâşim, fert olarak kalmak
istemiştir.”71
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanata hem bireysel hem de toplumsal
boyutlarıyla yaklaştığını, ona göre sanattın bireyselliği ve toplumsallığı birlikte
taşıdığını gösteren en net ifadelerinden birisi derslerinde Abdülhâk Hâmid’le ilgili
bir hükmündedir:
“Sanat, tarihî ve içtimaî bir vâkıadır. Sanat ferdî bir vâkıadır. Hâmid
olmasaydı eseri olmazdı.”72
Sanat hayatımızda Avrupalı mânâda tenkidin olmamasını eleştirdiği ve
şairlerin şöhretle yetinmektense fikir mesuliyeti taşımaları gerektiği üzerinde duran
bir yazısında da yazar, kendi tefekküründe sanatın dayandığı noktayı “mesuliyet”
olarak belirler. Bu da bize sanatın ve sanatçının topluma karşı bir sorumluluk
taşıması gerektiğini göstermektedir:
“Şöhretin şişkin balonunu taşımak için mütemadiyen mikâblaşan,
kabaran omuzlar, fikrin mesuliyetini almak sırası gelinde bir iğne kadar
satıhsız ve mücellâ oluyorlar. Halbuki, mesuliyetsiz sanat olmaz.”73
70 Tanpınar , 19. A.T.E.T., s. 516. 71 Tanpınar , E.D., s. 222. 72 A.e., s. 106. 73 Tanpınar , “Bugünün Şiiri Üstüne”, Açıksöz, No: 60, 18 Haziran 1936; E.Ü.M., s. 21.
37
Sanatın toplumsal ve millî özellikler taşıması gerektiği konusunda
Tanpınar’ın bir başka hükmü de Vedat Nedim Tör’ün Kör isimli oyununun Paris’te
temsili münasebetiyle kendisine sorulan soruya verdiği cevabında ortaya çıkar.
Tanpınar, bu cevabında sanatın memleket sınırlarını aşması gerektiğini ve millî
hayatın oluşmasında, bir milletin kendisini tanımasında ve diğer milletlerden ayrılan
yönlerini açık bir biçimde görmesinde sanatın tek yol olduğunu söylemiştir:
“Resmî nutuklarda pek hoşumuza giden dünya ile beraberlik temin
edilmiş olur. Bir kozmopolisi olmayan sanat hareketi yoktur. Bir millet tek
başına sanat yapamaz. Şimdiye kadar olan hareketler ise çok münferit ve
kesik olmuştur. Ya bizi çağırmışlar gitmişizdir, yahut da canımız istedikçe
seçmeden yollamışızdır. Halbuki millî hayatın tek ikrar şekli sanattır. Gerisi
her tarafta vardır.”74
Sanat, Tanpınar’a göre toplumun ana damarlarına, onun tarihî, millî ve
kültürel tekâmülüne yabancı kalmamalıdır. Servet-i Fünûn’un çok şahsî kalması ve
kendisinden sonraki nesillere kültürel anlamda pek etki edememesinin sebebi onun
vokabüleri ve bu vokabülerin toplumun hayatını karşılayamamasıdır. Servet-i Fünûn
edebiyatçılarının bu yönlerine dikkat çeken Tanpınar, bu vesileyle sanatı bir teklif
olarak mülâhaza ettiğini ortaya koyacaktır:
“Servet-i Fünûncuların kullandığı kelimeler kültürün kelimeleri
değildi, dışarıdan gelmiş kelimelerdi. Sanat bir tekliftir. Edebiyat-ı
Cedide’nin tekliflerini cemiyet kabul etmiyordu. Mektebin ve Avrupa
istilâsının zoru ile onların lisanı tutuldu.”75
Ahmet Hamdi Tanpınar güzel, güzellik, şiir, sanat vs. kavramlar hakkında en
çok anket ve röportajlarda açık ve net cevaplar verir. Bu kavramlar, daha kısa
cümlelerle ve daha az tavsiflerle karşımıza çıkar. Bu itibarla, yazarın aşağıya
74 “Kör”ün Paris’te Temsili Münasebetiyle”, Kon: Kenan Harun, Vatan, No: 3254, 12 Haziran 1950; M. S., s. 209. 75 Güven, a.g.e, s. 113
38
aldığımız cümleleri, onun sanat-milliyet ilişkisi hakkındaki ne düşündüğünü, sanat
eserlerinin bir milleti nasıl yaptığını şu cümleleriyle ifade eder:
“Romancılarımız, hikâyecilerimiz, şairlerimiz yazdıkça Türk
karakteri dediğimiz veya diyebileceğimiz şey teşekkül eder. Ben milletleri
sanatlarının yaptığına kaniim, aksine değil. Kendimizin diyebileceğimiz
güzellik ve büyüklük iklimleri buldukça manevî çehremiz teşekkül eder.”76
Millî hayatın sanata aksi ya da aksetmesinin gerekip gerekmediği çok
tartışılan bir konudur. Fakat Tanpınar, meseleyi tersinden alarak “Ben milletleri
sanatlarının yaptığına kaniim” şeklindeki bu cevabıyla sanata bir yaratıcılık atfeder.
Kendisinden önce, sanatın hayatı şekillendirdiğine dair bir görüşü Halid Ziya ortaya
atmıştı:
“Evet hiç şüphe yok! Hayat romanları değil, romanlar hayatı
yapıyor.”77
Ahmet Hamdi Tanpınar, sanatın gerçek hayatla olan ilişkisi üzerine de kafa
yormuş fakat sanat eserinin, onun içindeki olay ve şahısların yaşadığımız hayatla
olan benzerliğine; gerçeklik ve sanatın gerçeği kavramlarına da pek önem
vermemiştir. Tanpınar’ın hayata sanat zaviyesinden baktığını, hayatı sanat eserinin
bir sonucu olarak gördüğünü, sanatı yapıcı ve şekillendirici bir faaliyet olarak
algıladığını, yine bir röportajdaki şu cümlelerinde görmekteyiz:
“Sanat eserine ancak yaratıldıktan sonra hayatta rastlarız; hani Oscar
Wilde’ın dediği söz yok mu, “Tabiat sanatı taklit eder”, ben onun
doğruluğuna inanırım.”78
76 “Ne Diyorlar? Ahmet Hamdi ve Halk Şiiri II”, Kon: Oktay Verel, Son Telgraf, 4 Ocak 1952; M. S., s. 219. 77 Servet-i Fünûn, No: 476, 26 Nisan 1900, s. 115. 78 “Ahmet Hamdi Tanpınar Yeni Eserini Anlatıyor”, Kon: Ayşe Nur (Azra Erhat), Yeni İstanbul, No: 1646, 19 Haziran 1954; M. S., s. 234.
39
Yeni Adam dergisi, 1940 yılında soruları tiyatro ağırlıklı bir anket düzenler.
10 soru halinde düzenlenen anketin altıncı sorusu ve Tanpınar’ın bu soruya cevabı
şöyledir:
“Millî ve modern tiyatronun halka gitmesini istiyoruz. Bunun için
mevzuların halk tarafından anlaşılabilir olmasını, aynı mevzuların bütün
halkı ilgilendirecek kolektif mevzular olmasını ve bu mevzuların kolaylıkla
bozulmayacak ve aşınmayacak derecede sağlam olmasını istiyoruz. Sizin
fikriniz nedir?”
“Her mevzu halkı alâkadar eder. Fakat mesele halka tavizat
vermeden, ona şımarık bir çocuk muamelesi yaparak istediği şekilde ve
alıştığı şeyleri önüne dökmeden onu yükseltmeye çalışmak ve tiyatro
zevkini vermektir. Halka ait mevzular şunun için mühimdir: Halk hayat
demektir. Hayatla sıkı sıkı münasebeti olmayan şey calîdir. Yoksa halkın ilk
seyrettiği gün benim meselem diye kavrayacağı eser biraz meşkûk eserdir.
Sanat güzideler işidir. Ve en güzel sanat halkı güzideler sanatına yükselten
sanattır. Güzelin vasıl olduğu bir nokta vardır ki, orada sathî kültür bir türlü
yaşayamaz. Halbuki halk kendi havasını bulmuş olur. Yani halkı güzideler
sanatına yükseltecek sanatkârın halkla iştirâk noktası alelâde münevverden
çok fazladır; ve alelekser onun nefes alamayıp boğulduğu noktada başlar.”79
Yazarın bu cevabından anlaşılmaktadır ki sanat yüce ya da üst bir
kavramdır.80 “Güzideler” tabiri bize bunu göstermektedir. Ayrıca Tanpınar’ın,
“halka inmek” yerine “halkın seviyesini yükseltmek”ten yana bir tavır koyduğunu da
tespit etmiş bulunuyoruz.
Tanpınar’a göre sanat eserlerinin tahlilinde toplumun hayatı mutlaka gözden
geçirilmelidir. Nitekim 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin Abdülhâk Hâmid’e
79 “Tiyatro Anketi”, Yeni Adam, No: 278, 25 Nisan 1940; M. S., s. 188. 80 Tanpınar, bir başka ankette bahisle alâkalı olarak şunu söyler: “... Halbuki sanatın bir vasfı da bu “yüksek” kelimesidir.”, “Ne Diyorlar? Ahmet Hamdi ve Halk Şiiri”, Kon: Oktay Verel, Son Telgraf, 4 Ocak 1952; M. S., s. 217.
40
ayrılan bahsinde yazarın, sanat eserinin ortaya konduğu devri çok önemsediğini
görürüz:
“Bütün ferdîliklerin dışında devir dediğimiz yapıcıyı kabul
etmezsek hiçbir sanat vâkıasını lâyıkıyla izah edemeyiz.”81
Ahmet Hamdi Tanpınar, sanatı hem fert, hem de sosyal hayata ait
özellikleriyle kabul ederek, edebiyat araştırmalarının “Irk-Muhit-An” ya da “Yazar-
Devir-Eser” üçlemelerini esas alan ekolüne mensup olmakta, ya da söz konusu
fikirleriyle bu ekole yaklaşmaktadır. Tanpınar’ın sanat hakkındaki iki fikrinde de
sanatın “vâkıa” yani “gerçek, gerçeklik” gibi kelimelerle tarif edildiğine dikkat
çekelim.
Tanpınar, “sanat sanat için midir, toplum için midir?” tartışmasına genel
olarak “sanatın gayesi yine sanat olmalıdır”82 düstûruyla katılır. Fakat ferdî olanın
mutlaka toplumsal bir yanı olduğunu da kabul eden Tanpınar, yukarıda da görüldüğü
üzere sanatı “içtimaî bir vâkıa” olarak da görmektedir. Sanat onun anlayışında fertte
sosyali bulan, sosyal meselelerde de ferdi de kaçırmaması gereken bir uğraş
olmalıdır. Nitekim derslerinden birisinde, öğrencilerine sanatı bu ikili cephesiyle
telâkki ettiğini söylemiştir:
“Sanat sosyal hayat, évolution (nevi gelişmesi) ve ferdî hayata
dayanır. Sanatı yalnız sosyete ile değil onun tarihi ile incelemek lâzımdır.”83
Tanpınar’ın, sanatta fert ve cemiyet ilişkileri konusunda vardığı noktalardan
birisi şudur:
“Sanat ferdîdir, fakat kavimlerden, ma’şerden doğar ve fertte
birleşir. “Sanat ma’şerî vicdandan doğar” demek, individu’yu inkâr etmek
demektir.”84
81 Tanpınar, 19. A.T.E.T, s. 537. 82 “Sanat Fikret’i kurtarabiliyor mu? Rübab-ı Şikeste’de sanat Fikret’i kurtarmaz, avutur. Sanat kendi gayesinde olursa, sanat gayesinde olursa sanatkârı kurtarır”, Güven, a.g.e., s. 56. 83 A.e., s. 88. 84 Tanpınar, E.D., s. 290.
41
Sanat eseri ne kadar içtimaî olursa olsun, her fert o eserde biraz kendisini
bulur. İnsan, okuduğu her eserde kendisinin bir tarafını görür veya yakalar. Yazar,
İstanbul’un fethi ve bu münasebetle Yahya Kemal’in “İstanbul’u Fetheden
Yeniçeriye Gazel” isimli şiiri hakkında fikir belirtirken bahisle alâkalı şu hükmü
verir:
“İstanbul’un fethinin beşyüzüncü yıldönümüne ait bahislerin
gazetelerde sık sık yer aldığı bugünlerde, bu gazel bana birdenbire, bu fethin
genç yaşlarına karışmış canlı bir hatırası gibi göründü. Zannedersem şiirin
ve sanatın en büyük sırrı da burada, alâkadar olduğu her şeyi bizim için
şahsî bir sergüzeşt yapabilmesindedir.”85
Bir başka yönden bakıldığında da sanat, sanatçının kolaylıkla elde ettiği
birtakım kabiliyetlerin, ilhamların meyvesi değil, sanatçının kendi ben’iyle olan bir
mücadelesi ve bazı zorlukları yenme cehdidir. Yazar, yukarıda görüldüğü üzere
sanatın, bir fertten ve onun muhayyilesinden çıktığını, imkân ve malzemesinin
elverdiği ölçüde tüm hayata yayıldığını ve problemlerin çözüldüğü bir nokta
olduğunu düşünmektedir:
“... Bu sözleri okuyup da beni çocuk resminin hararetli bir taraftarı,
sanatta yıpranmamış kabiliyetlere, tabiat mucizelerine, hele lüzûmundan
fazla muayyen bir yaştan önce gelecek olanlara inanan bir adam
zannetmeyin. Tam aksine olarak sanatı hatta şahsen icad edilmiş birtakım
güçlükleri yenmekle tarif edenlerin arasındayım. Benim için sanat,
malzemesinin imkân ve hususiyetlerinden bütün hayata doğru genişleyen bir
yığın problemin çözülme noktasıdır. Bir sanat eseri ancak üzerimizde bu
tesiri yaptığı takdirde ve yapabildiği derecede benim için bu isme lâyıktır.”86
85 Tanpınar, “İstanbul’un Fethi ve Mütareke Gençleri”, Cumhuriyet, No: 6447, 28 Temmuz 1942; Y.G., s. 183. 86 Tanpınar , “Çocuk ve Resim”, Cumhuriyet, No: 10064, 6 Ağustos 1952; Y.G., s. 451-452.
42
Okuyucu ya da izleyici, bir sanat eserinde hem sosyal ve kültürel, hem de
şahsî damarlar bulabilmelidir. Tanpınar’a göre insan bir bakıma tek başına da olsa,
mutlaka birçok mesele ve problemle karşı karşıyadır. Bu itibarla, sanatta ne kadar
yalnız da ele alınsa, insan gerçeği diğer endişeleri ile birlikte işlenmedikçe, sanat
eseri onu tam vermiş sayılmaz. Bir mülâkatta “Sanat eserinde, sanat kaygusundan
başka bir endişeye yer verilmeli mi? Sanatın esas fonksiyonu sizce ne olmalıdır?”
şeklindeki soruya Tanpınar şu cevabı vermiştir:
“Sanat eserinde, sanat kaygusundan başka bir endişe olmamalıdır.
Ama bu, meselesiz olmak demek değildir. İnsan, kendi meseleleridir. Ben
herhangi bir davanın açıkça müdafaasını yapan eserden hoşlanmam. İnsanı
bütünü ile alan ve arasından meseleleri veren eseri tercih ederim.”87
Toplum hayatının ve kültürel yapının yüksek bir seviyeye kavuşmasında en
önemli meselelerden birisi olarak kabul ettiği ‘devam zinciri’ni sanat eserlerinde de
arayan Tanpınar, devamı bir “kudret” olarak tanımlar ve onun sanatta bir yeri
olduğunu belirtir:
“Hayatta her şeyde olduğu gibi sanatta da “devam” denen bir kudret
vardır. Bu fizyolojide olduğu gibi cemiyet hayatında da, fikir hayatında da
esastır.” 88
Tanpınar’a göre sanat eserleri, kendisinden önce ve sonra yazılan eserlerle
ilişkidedir. Her eser, bir tarafıyla kendisinden evvel yazılmış olan bir esere cevaptır
ve kendisinden sonra yazılacak olan esere de kaynaklık edecektir:
“Her sanat eserinde kendinden sonra gelecek ustaya bir mektup
vardır. Eski mineli cep saatlerinin kapaklarının içinde bulunan yazılar
gibi.”89
87 Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Kon: Mustafa Baydar, Varlık, No: 421, 1 Ağustos 1955; Y.G., s. 322 88 Tanpınar , “Tenkit İhtiyacı”, Tasvir-i Efkâr, No: 4808, 7 Eylül 1941; E.Ü.M., s. 74. 89 Tanpınar , E.D., s. 172.
43
Sanat eseri, kendisini oluşturan ve besleyen etkenlerin bir sonucu olması ve
kendisini üreten cevherin özelliklerini taşıması noktasında insana benzer. Bir önceki
alıntıda da görüldüğü üzere, Tanpınar’a göre sanat eseri, kendisinden önceki
nesillerin ve onların tekâmülünün bir parçasıdır:
“Nasıl bir insan uzviyetiyle, psikolojisiyle bütün bir ırsiyetin hiçbir
surette hesap ve kontrol edemeyeceğimiz derin tesalübün mahsulü ise bir
sanat eseri de öylece bütün tarihin, mensup olduğu kültüre ait birçok macera
ve tesadüfün mahsulüdür. Ve nasıl hiç beklenmedik bir zamanda ferdin
hayatında bu ırsiyetler, iyi veya kötü fiiller hâlinde tezahür ederse, bir
sanatın umumî tekâmülünde de bunlar öylece dirilirler, satha çıkarlar,
unutulan ve uyuyan canlanır, hayata karışır, saf ve mücerret gıda, renk ve
lezzet olur.”90
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1956 yılı 3. Sömestr’daki derslerinden birisinde,
öğrencilerine yine sanat eserinin kendisinden önceki eserlerle münasebetine değinir
ve şu değerlendirmeyi yapar:
“Bir sanat eserinden evvel muhakkak bir sanat eseri vardır. “Daima
yeniden başlayan bitmez tükenmez aşk şarkısı” bu şiir ve sanattır.”91
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın gerek denemelerinde, gerekse de Huzur ve Beş
Şehir gibi eserlerinde üzerinde sıklık ve önemle durduğu “devam nazariyesi” onun
bu tarifinde de bir arka plân olarak hissedilmekte ve geçerliliğini korumaktadır.
“Ne yazık ki sanat sosyaldir ve sosyete akıldır, nizamdır, devam zinciridir.”92
gibi hükümlerinde görüldüğü üzere Tanpınar, sanatın sosyalliğinden fazla memnun
değildir.
90 Tanpınar, “Millî Bir Edebiyata Doğru”, C.H.P. Konferanslar Serisi, Ankara, 1940, Kitap 19; E.Ü.M., s. 93. 91 Güven, a.g.e, s. 15. 92 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Kon: Mustafa Baydar, Varlık, No: 421, 1 Ağustos 1955; Y.G., s. 318.
44
Tanpınar’ın, vefatından çok sonra neşredilen hatıralarının bir yerinde de bu
meyanda bir fikir söz konusudur. Paris’te gezdiği resim sergilerini ve onlar
hakkındaki izlenimlerini aktaran yazar bir Türk ressamın insanoğlunun fakirliğini ve
sefaletini işleyen eseri üzerine görüş bildirdikten sonra şunları söyler:
“Niçin bu sosyal endişeler sanatı ve insanı yaşamaktan bıktıracak
kadar neşesiz oluyorlar?”93
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanat anlayışının bir başka cephesi de sanatın
bizatihi bir değer oluşu, bu itibarla yazar ya da şairin eserine aksinin sanatı bozacağı
ve zedeleyeceği inancıdır. Bir mülâkatta yazar, kendi gençliği ve sanat anlayışı için
şunları söyler:
“Bir de hiçbir zaman sanatın üstünde bir şey görmezdim. Onun
başka şeylerin emrinde olmasını istemezdim.94 Hattâ hayatımın bile sanata
fazla girmesini istemezdim. Hâlâ da öyleyimdir. Şair her şeyini şiirde ve
sanatta bulmalı.”95
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre sanat, sanatçının muhayyilesinden ve elinden
çıkan bir sonuç, bir dışavurum olmakla birlikte yapıcısını, üreticisini etkileyen,
oluşumu boyunca, özellikle kompozisyonu dolayısıyla sanatkârda da birtakım
tahavvüllere yol açan bir “tecrübe” ve “terbiye”dir”:
“Sanat tecrübesinin mühim bir tarafını da kompozisyonun bizzat
sanatkâr üzerindeki tesiri yapar. Bütün kompozisyon boyunca
kahramanlarının hayatlarını yaşayan ve hatta eser bittikten sonra bunda bir
müddet devam eden sanatkârlar bulunduğu gibi, bir eserdeki buluşları,
93 İnci Enginün, “Tanpınar’ın Bilinmeyen Hatıraları I”, Dergâh, C. VI, No: 62, Nisan 1995, s. 11. 94 Sanatın bir ideolojinin sözcülüğünü yapmasını kabul etmeyen Tanpınar, 23 Eylül 1959’da Antibes’ten Mehmet Kaplan’a yazdığı bir mektupta şöyle bir cümle kurar: “Bir idenin emrinde sanat olmuyor.”, T.M., s. 235. 95 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Kon: Mustafa Baydar, Varlık, No: 421, 1 Ağustos 1955; Y.G., s. 322.
45
öbürünü idare eden sanatkârlar da çoktur. Çünkü her tecrübe gibi sanat da
bir terbiyedir.”96
Ahmet Hamdi Tanpınar, sanatın insanlığı hem fert, hem de toplum çapında
yücelttiğini düşünmektedir. Sanat, üreticisini ve muhatabını bazen menfî de olsa
etkilediği gibi, ona çok yüksek değerler de kazandırır. İnsanı ölümün üzerine çıkarır,
ona ölüme hükmetme gücü kazandırır. Sanatla uğraşmış ya da onun sırrına ermiş bir
insan için ölümün insanda uyandırdığı olumsuz hisler geçerliliğini yitirir:
“İnsan iki yerde hayatın ve ölümün efendisidir: Hürriyet ve sanatta.
Doğrusu istenirse sanatta hürriyet, bir cevher gibi vardır. Onun için güzel
daima yaratıcıdır; onun aydınlık libasını giyenler hayata ve ölüme çok üstün
tepelerden, ebediyetin kendisi olan bir zamandan bakarlar.”97
Tanpınar, her sanatçı gibi hayatı boyunca varlık, yokluk, ebedîlik, sonsuzluk
gibi kavramlar üzerinde kafa yormuş ve düşünmüş birisidir. Bu itibarla hayatını
sanata adamış olan Tanpınar, yukarıda da görüldüğü gibi sanatı ölümün bizim
içimizde oluşturduğu yokluk duygusunu yenmek için araç olarak düşünmektedir.
Yazar, bir denemesinde de sanatı ölümle ilişkilendirmiş ve onu sonsuzluk duygusu
etrafında algılamıştır:
“Sanat ölümden sonraki hayattır.”98
Sanatın Tanpınar’ın estetiğindeki bir başka cephesi onun dinî ya da lâ-
dinîliğidir. Tanpınar, sanat seviyesinin düşüşünü, onun dinden uzaklaşmasına bağlar.
Öğrencilerine Yahya Kemal’i ve onun Türk musikisiyle olan ilişkisini anlattığı
derslerinden birisinde bu konuda şunları söylemiştir:
“Yahya Kemal’in ikinci büyük tarafı: Kemal İstanbul’a dönünce bir
de eski musiki üzerinde durdu. Daha on altı yaşındayken musiki ile temas
etti. İstanbul’a dönünce Tanburî Cemil Bey ile tanıştı. Dehamızın musikide 96 Tanpınar , “Fuzulî’ye Dair I”, Cumhuriyet, No: 11694, 14 Şubat 1957; E.Ü.M., s. 144. 97 Tanpınar , “Yahya Kemal, Şiirleri ve İstanbul I”, Aile, nr. 12, Kış 1950; E.Ü.M., s. 354. 98 Tanpınar ,“İnsan ve Cemiyet”, Ülkü, No: 60, 16 Mart 1944; Y.G., s. 23.
46
olduğuna inanır: “Bir cûşiş musikisidir, lâdinîdir; dinî değildir” der ama
tenakuzda; zira sanat dinden çıkar ve ayrıldığı nispette inhilâle uğrar.”99
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiir ve sanat görüşünün teşekkülünde kendisinden
“üstadım, biricik şâirim”100 gibi kelimelerle bahsettiği Fransız şair Paul Valéry’nin
büyük bir payı vardır. Yazar, birçok meseleden bahsederken yaptığı gibi sanatı tavsif
ederken de bazen Valéry’den alıntılar yapar. Tanpınar, derslerinden birisinde sanatı
birçok cephesiyle birlikte zikrederken onun “üstün hususiyetleri bir araya toplamak”
demek olduğunu söyler ve sanatçının eserini oluştururken “şuurlu” olması
gerektiğini vurgular:
“Sanat muhtelif üstün hususiyetleri bir araya toplamak demektir:
Perfection (mükemmeliyet). Valéry, “Bir sanat eserinde ilk defa gelen sonra
atılır!” der. Meselâ, ekser ilk mısra gayr-ı şuurîdir. Rüyasını anlatan insan
uyanık olmalıdır. Bu yüzden sanat şuurîdir.”101
Ahmet Hamdi Tanpınar, çok değişik mesele ve fikirleri tartışırken
genellemeye gidebilen, bir kişi ya da konu hakkında konuşurken genel tarif ve
tanımlar yapan bir sanatkârdır. Ferdîlik-içtimaîlik, sanat-sanatkâr, dinin sanattaki
yeri gibi meselelerin dışında yazarın sanatı çok değişik şekillerde de ele aldığını
işaret etmekte fayda görüyoruz. Meselâ bir resim sergisi üzerine görüş bildirirken
Tanpınar’ın zihni birden genişler ve yazar, sanatı “büyü, rüya” gibi çağrışım
zenginliği olan kelimelerle tavsif eder:
“Evet sanat büyüdür, yahut rüyadır. Hiç olmazsa bu mavi masalda
böyle...”102
Sanat ile ilgili görüşlerini bu şekilde belirledikten sonra tezimizin başlığına
bağlı kalarak güzel sanatlar terkibinin Tanpınar’da yer alış şeklini tespit edelim.
99 Tanpınar , E.D., s. 97. 100 T.M., s. 91 101 Tanpınar ,E.D., s. 131. 102 Tanpınar , “Eren Eyüboğlu’nun Sergisi”, Cumhuriyet, No: 9595, 18 Nisan 1951; Y.G., s. 429.
47
Yazar, genel olarak güzel sanatlara ve özelliklerine eğilmemiş, bu sanatları daha
ziyade tek tek ele almış, fakat “Türk Edebiyatında Cereyanlar” isimli makalesinde
dolaylı da olsa bir güzel sanatlar dairesi çizmiştir:
“Dili o kadar çabuk ve iradî şekilde değişen, realite ile münasebeti
garplı örneklerden yeni yeni öğrenen, bütünüyle yeni baştan kurulmasına
çalışılan bir güzel sanatlar sistemi içinde (minyatüre karşı garplı resim ve
desen, hiç mevcut olmayan heykel, bizdeki zengin geleneklerine rağmen
mimarî, musiki ve dekoratif sanatlar) kendisini idrâke çalışan bu yeni
edebiyatta, bütün cemiyet hayatında olduğu gibi, elbette ki dışarının tesirine
karşı mazi ile münasebetler ve millî kaynaklar meselesi sık sık mevzuubahis
olacak ve bir yığın kolay veya imkânsız terkiplerin peşinde koşulacaktı.”103
Türkiye’nin bir güzel sanatlar politikasına sahip olmasını isteyen Tanpınar’ın
kamuoyuna ve resmî makamlara yaptığı tekliflerin en önemlilerinden birisi Millî
Eğitim Bakanlığı’nın isminin Millî Eğitim ve Güzel Sanatlar Bakanlığı olarak
değiştirilmesidir:
“Hakikat şu ki, Güzel Sanatlar Akademisi kurduk, mütehassıs
getirdik, Konservatuar kurduk, Devlet tiyatrosu açtık: fakat bir güzel
sanatlar politikası kuramadık. Bari bundan sonra bu işi yapalım.
“Millî Eğitim Bakanlığı’nın adının Millî Eğitim ve Güzel Sanatlar
Bakanlığı olması ve lağvedilen umum müdürlüğün Millî Eğitim
Müsteşarlığı şeklinde tekrar kurulması ve maiyetine yerli, ecnebî, bir kısmı
muhabir âzâdan mürekkep bir güzel sanatlar talim ve terbiye encümeni
verilmesi ne kadar temenni edilecek bir şeydir.”104
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre güzel sanatlar birbirlerine tesir eder.
Bir sanat eserinin içinde mutlaka bir başka sanat eserinin ilhamı veya etkisi
103 Tanpınar, “Türk Edebiyatında Cereyanlar”, Yeni Türkiye, İstanbul, Nebioğlu Basımevi, 1959; E.Ü.M., s. 107. 104 Tanpınar, “Kültür ve Sanat Yollarında Gösterdiğimiz Devamsızlık”, Cumhuriyet, No: 9510, 25 Ocak 1951; Y.G., s. 32.
48
söz konusudur. Yazar Fakülte’de 1956 yılında verdiği bir derste bu konuda
şunları söyleyecektir:
“Bâkî’yi okurken musiki âletleriyle karşılaşırız. Bu sadece mazmun
değildir. O devir hakkında fikrimiz olmasa bunun mânâsını kavrayamayız
Güzel sanatlar karşılıklı aynalar gibidir, birbirleriyle akisler yaparlar.” 105
Tanpınar, bir sanat eserinde başka sanatların tesirlerini yakalayan, örneğin
romanda müziğin ve resim sanatının izlerini gören bir sanatçıdır:
“Bir yerde şiir, roman, musiki hepsi birleşir. ... Romanı kompoze
(birleşik) bir sanat saymak daha doğru olur. Hiç olmazsa Balzac’tan beri
gelen romanda. Şiir, resim, musikî, heykel tıpkı sinemada kabul ettiğimiz
gibi, fakat büsbütün başka şekilde. İngiliz romanı, hattâ Dostoïevski’nin
roman kompozisyonu bana daima büyük konçertoları hatırlatır. Peyzaja o
kadar az yer verdiği halde, çok yakalayıcı resim sahneleri bulabiliriz.
“Cürüm ve Ceza”da cinayet sahnesinde olduğu gibi. Bittabi bu her eserde
vardır. Her eser başka sanatların tesirlerini, kendi teknik ve üslûbunu, hattâ
malzemesinin imkânlarını tercüme eder.”106
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendi şiir estetiğinde de çeşitli sanatların
imkânlarından faydalanma ya da şiire diğer sanatlardan da izler koyma söz
konusudur. Yazarımızın sanatların birbirine tedahülü meselesi hakkındaki görüşünü
de ortaya çıkaracak olan bu bilgiyi, öğrencisi Turan Alptekin’e söylediklerinden elde
ediyoruz:
“Yapmak istediğim, hisleri fikirler halinde vermektir. Bir de
muhtelif sanatların kombinezonuyla gitmek.”107
Bizzat kendisinin ve birçok araştırmacının da belirttiği gibi Tanpınar güzelin
peşinde olan, güzele meyyâl bir sanatkârdır. Bu kavram hakkındaki görüşlerini tanım 105 Güven, a.g.e., s. 15. 106 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 536, 15 Ekim 1960; Y.G., s. 340. 107 Alptekin, a.g.e., s. 43-44.
49
ve tarif boyutunda değilse bile, çeşitli temaslar şeklinde yazılarına, mektuplarına ve
hatıralarına serpiştirmiştir. Güzeli çeşitli uğraşlar sonucu elde edilmesi ve korunması
gereken bir değer olarak değerlendiren Tanpınar, onun yeni-eski gibi sürekli devir ve
ilerleme hâlindeki kavramlarla karşılaştırılmasını doğru bulmaz. Güzel, onun için
varılmış bir sonuçtur ve “yeni” gibi bir zaman sonra eskimez, yerini kendisinden
daha sonra gelen bir şeye terk etmez. Aynı zamanda insana, hayata daha yüksek
noktalardan bakma hassası ve seviyesi veren güzel, insan için bir güç kaynağıdır.
Tanpınar, estetiğin üzerinde çok düşünmemiş, tarif ve tanımını yapmamış,
onu bir disiplin olarak kabul etmemiştir. Bu kelime Tanpınar’da daha çok sanat
anlayışı, sanat görüşü anlamlarında kullanılmıştır.
Sanata çok ayrı cepheleriyle yaklaşan Tanpınar, onun insan, toplum ve
hayatla olan münasebetlerine çok büyük önem vermiştir. Sanatta şekil-muhteva diye
bir ayrım yapmayan yazar, muhtevanın şekle bağlı olduğunu, her şeklin kendi
muhtevasını doğurduğunu düşünür. Tanpınar, kendi neslinin birçok sanatkârının
aksine sanatta şekil arar ve çok geniş anlamda kullandığı ölçüyü “her sanat eserinin
sırrı” olarak mülâhaza eder. Sanat, yazarımız için merkezine insanı almalı, insan
gerçeğini her türlü mesele ve trajedisiyle birlikte tartışarak anlamaya çalışmalıdır.
Fakat bu, sanatın toplumsal meselelere uzak durması demek değildir. Her insan bir
şekilde sosyal olduğu için Tanpınar da sanat eserinde insanı, kendisini yetiştiren
toplumla birlikte görmek ister. Sanatın bir diğer önemli cephesi de hayattır. Hayatla
alış-verişi çok kuvvetli olan sanat, zaman zaman hayatın önüne geçer ve ona yön
verir. Sanat, Tanpınar’ın lügatinde çoğu zaman “yüce, yüksek, üstün” gibi sıfatlarla
tavsif edilmiş ve kültürel “devam”ın büyük bir unsuru olarak değerlendirilmiştir.
Yazarımızın, sanatlarda tedahülden yana olduğunu ve bir sanat eserinde başka
sanatların kabiliyetlerinden yararlanmaya olumlu baktığına dikkat çekelim.
50
İKİNCİ BÖLÜM
2. GÜZEL SANATLARIN BİR ŞUBESİ OLARAK EDEBİYAT
Ahmet Hamdi Tanpınar, edebî şahsiyeti ve yönü çok kuvvetli bir şair ve
yazar olmasının yanında 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi gibi bir eserin sahibi ve
Tanzimat’ın 100. yıl dönümü olan 1939 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde açılan Yeni Türk Edebiyatı kürsüsünün
ilk başkanıdır. Hayatının iki ayrı bölümünde bu kürsüde hocalık yapan Tanpınar, bir
taraftan edebî eserlerini verirken, özellikle Üniversitedeki yıllarında genel olarak
edebiyat ve Türk Edebiyatı sahasında ilmî eserlere, bir monografiye, antoloji
türünden eserlere, İslâm Ansiklopedisi’nde birçok maddeye ve çok çeşitli süreli
yayınlarda deneme ve makalelere imza atmıştır. Yazarın bu çalışmaları içinde
edebiyat sanatına, bu sanatın şiir, roman, hikâye, tenkit vs. birçok alt türüne ait
geliştirilmiş birçok fikir ve yorum vardır. Tanpınar, özellikle kendi sanat estetiği
hakkında verdiği bilgilerle de edebiyat ve edebî türlere ait görüşlerini ortaya koyar.
Yazar, Türk edebiyatı içinde, eser verdiği türün özellikleri hakkında fikir ve hüküm
sahibi olan, kendi sanatının nazariyesini yapan bir sanatçı olarak da ayrıcalıklı bir
konumdadır.
2.1. Edebiyat
Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyat hakkındaki yazılarında, bizatihi edebiyat
kavramından çok şiir, roman, hikâye gibi edebî türleri zikreder. Yalnız yer yer bir
bütün hâlinde veya kucaklayıcı bir terim olarak “edebiyat”ı da anar. Bu anışlar
tabiatıyla edebiyatın bütün türlerini kapsar.
Tanpınar’ın edebiyatta dile verdiği önemi ve edebiyatın, dil ile yapılması
bakımından insana en yakın sanat olduğunu da bir öğrencisi tarafından tutulmuş
notlardan öğrenmekteyiz:
51
“Edebiyat dil ile yapılır. Bunun için güzel sanatlar içinde insana en
yakın olanıdır. Yine aynı sebepten tahkiyeye imkân verir. İnsanlık,
muhakkak ki, dile hazırlandığı gün başlar. Hayvanda tecrübe birbirine
eklenmez. İnsanda ise eklenir. Terakki bu tecrübelerin birbirine
eklenmesidir. Edebiyatın hususiyeti, dil gibi umumî bir malzeme ile iş
görmesidir.”1
Ayrıca Tanpınar’ın edebiyat kavramını şiirden farklı mülâhaza ettiğini,
ileride görüleceği üzere edebiyatı nesir olarak kabul ettiğini ya da mensur eserleri
edebiyat kavramının içinde değerlendirip şiiri edebiyattan ayrı bir faaliyet olarak
değerlendirdiğini işaret etmek yerinde olacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar şiiri hiçbir
şeye hizmet etmemesi noktasında, kendisine has bir faaliyet olarak algılarken
edebiyatı da ‘nesir’ olarak kabul eder. Ayrıca edebiyat ve şiir ‘iddia ve ispat’ etme
gibi özelliklerle de ayrılırlar:
“Muhakkak ki edebiyat nesirdir. Çünkü şiir heyecanlarımızı
istismara bile yaramaz. Sözün, mânâlı ve beliğ sözün bir işaret veya
uzviyetin derinliklerinden gelmiş bir çığlık - nasıl söyleyeyim - bir oyun
haline gelmiş şeklidir. Hiçbir şey için değildir. Hiçbir şeyin peşinde
değildir. Halbuki, edebiyat iddia ve ispat eder. Nevileri vardır. Her nevi, bir
gayeye bağlıdır. Evet, şiir edebiyattan ayrılıyor ve istiklâle doğru gidiyor.
Zaten daha XIX. asırdan itibaren şiir edebiyattan ayrı bir şeydir.”2
Tanpınar, bu görüşünü derste irticalî konuşmanın serbestliği içinde daha
keskin hâle getirir:
1 Güven, a.g.e., s. 109. 2 “Nurullah Ataç ve Ahmet Hamdi Tanpınar ile Mülâkat”, Kon: Kemal Bilbaşar, Aramak, No: 6, Eylül 1939; M.S., s. 169.
52
“Nazım, şiir, bir tiyatrodur, romandır, vs.dir. Şiir, nesirden ziyade
musiki, resim, heykel, mimari vs. gibi sanatlara yakın olan bir edebî sanattır.
Şiirle edebiyat ayrıdır.”3
Bununla beraber “edebiyat”ı bütün olarak da düşünür:
“Edebiyatta benzememek esastır.”4
Görülüyor ki Ahmet Hamdi Tanpınar, genel anlamda edebiyatı değil, onun
türlerini söz konusu ediyor. Bu bakımdan biz de en çok üzerinde duruş sırasına göre
edebî türleri ele alacağız.
2.2. Şiir
Ahmet Hamdi Tanpınar, şair olmasının da etkisiyle ilmî çalışmalarını ve
edebiyat üzerine dikkatlerini şiir üzerinde yoğunlaştırmıştır. Meselâ Edebiyat
Üzerine Makaleler adıyla neşredilen yazıları içinde bizzat şiir üstüne yazılmış 9
makale bulunur. Aynı zamanda kuvvetli bir şair olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’ın,
mektuplara, hatıralara ve günlüklere, deneme ve makalelere, biyografilere, 19. Asır
Edebiyat Tarihi gibi ilmî eserlere yayılmış ve çok çeşitli vesilelerle ortaya konulmuş
bir şiir görüşü vardır. Şiirin hem teknik hem de anlamla ilgili problemleri üzerinde
zihnî faaliyet içinde olan Tanpınar’ın bu görüşlerinin kaynakları da çeşitlidir. Hem
batı hem de doğu kaynaklı oldukça zengin bir okuma yelpazesine sahip olan
Tanpınar‘ın şiir anlayışı bu kaynaklardan beslenir.
Antalyalı Genç Kıza Mektubunda, bu konuda tesirinde kaldığı kaynaklardan
bazılarına işaret eder. Oysa biliyoruz ki, Fuzûlî’yi, Nedim’i okurken onlardan
kazandıklarını bir yerde ortaya çıkarıverir. Bunun için onun etkilendiği kaynaklar
anılan mektupta belirtilenlerle sınırlı değildir:
3 Tanpınar ,E.D., s. 89. 4 A.e., s. 250.
53
“Bende asıl büyük tesir, Fransız şiirinden ve bu şiirin, Baudelaire -
Mallarmé - Valéry kolundan geliyor. Fakat bu çizgi de tam değildir. Gérard
de Nerval diye çok mühim bir Fransız şairini, Hoffman ve Edgar A. Poe,
Faust’u ile Goethe’yi, Dede Efendi’yi, Mozart ve Beethoven’i, Bach’ı,
sevdiğim Fransız ve İtalyan ressamlarını, Fransız “impressioniste”
ressamların mühimmini, bazı modernlerin payını da ayırmak lâzımdır.
Nihayet bütün bunlara bence en sevdiğim romancı olan Marcel Proust’u da
ilâve gerekir. Asıl estetiğim Valéry’yi tanıdıktan sonra, (1928-1930)
yıllarında teşekkül etti. ... Valéry’nin (velev ki, rüyalarını yazmak isteyen
adam bile azamî şekilde uyanık olmalıdır) cümlesini (en uyanık bir gayret ve
çalışma ile dilde bir rüyâ hâlini kurma) şeklinde değiştirin, benim şiir
anlayışım çıkar.”5
Şiir ve dil, yazarımızın şiir bahislerinde üzerinde hassasiyetle durduğu
mühim konulardan birisidir. Çünkü yazarımız için şiir aynı zamanda bir dil
meselesidir. Derslerinden birisinde, şiirde asıl olanın dil ve dilde mükemmeliyet
olduğunu anlatan yazar Mallarmé’nin bir sözünü nakleder ve şunu söyler:
“Mallarmé: “Biz kelimelerle yazarız, fikirlerimizle değil!” der. Bunu
ressam Degas’a demiştir.”6
Dil, imkânlarının zorlanmasıyla, en güzel şekli alarak şaire yeni bir dünya
yaratma imkânı vermesinin yanında şiirin diğer güzel sanatlardan farkının da en çok
tebarüz ettiği bir âlettir. Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirin diğer sanatlardan dili
kullanması bakımından ayrı oluşuna ve bu durumun ayrıntılarına Şiir Hakkında
isimli yazısında şu ifadelerle değinir:
“Şiir güzel sanatlar içinde maddesinin tabiatı itibariyle başlı başına
bir hususiyet teşkil eder. Diğer sanatlar yalnız kendilerine ait ve has olan
maddelere müftekır iken o, doğrudan doğruya malzemesini umuma ait olan
ve onun ihtiyaçlarından doğan lisandan alır. Heykeltraş ve mimarın yontup
5 T.M., s. 274. 6 Tanpınar, E.D., s. 131.
54
işledikleri taş, tabiatta serbest hâlinde bir kıymet değildir. Hilkatin üzerinde
hiçbir mânâ dolaşmayan lâalettayin bir parçasıdır. Muayyen kabiliyetleri
olabilir, fakat ona hususî bir kıymet verdiren insan zekâsıdır. Ancak
heykeltraşın elinde bir ifade, bir mânâ, bir hayatiyet kazanan mermer,
sanatkârı ortadan çıkarttığınız gün ocağına avdet eder, ebedî ve müsterih
uykusuna dalar. Musikişinasın elinde bir mucize hâline gelen ses de öyle
değil midir? Halbuki lisan, bunun aksine olarak insanların vücuda getirdiği,
işleği bir şeydir. Muayyen ihtiyaçlardan doğmuş, onların genişlemesiyle
tekâmül etmiştir. Şiir, onun için tabiatın hâricinde kalan tâli bir vazifedir.
Şiiri kaldırınız, lisan yine cemiyetin içinde yaşar, ilk ve zarurî vazifesini
görür.”7
Bu ifadelerinden anlaşılmaktadır ki Tanpınar, malzemesi dil olduğu için şiirin
diğer sanatlardan çok farklı bir yapıya sahip olduğunu düşünmektedir. Dil, diğer
sanatların âletlerine nazaran herkesin malı olması itibariyle farklı bir durum arz eder
zira diğer sanatların malzemeleri, sanatçı onlara tasarruf etmeden hiçbir anlam ifade
etmezler. Ancak sanatçı onlara kendi şahsiyetini geçirdiğinde, zekâ ve muhayyilesini
onlarda tebarüz ettirdiğinde kıymetlenirler. Dil farklıdır çünkü o, tabiatın değil
insanların ürünüdür ama bir şairin eserine girdiğinde insanlar arasında iletişim
vasıtası olma görevinden sıyrılır.
Aynı yazının bir başka paragrafında Tanpınar hemen hemen aynı ifadeleri
kullanır ve dilin herkesin malı olması sebebiyle şiirin de fikre ve fikri içine almaya
yöneldiğini, bunun ise şiirin tabiatına aykırı olduğunu söyler:
“Filhakika malzemesini lisan gibi umumun malı olan bir menbadan
alması, diğer sanatlara nispeten tekniğinde mevcut zâhirî kolaylıklar ve
bunlara benzer birçok sebepler, onu zaman zaman tabiatının büsbütün
haricinde olan yanlış telâkkilere maruz bırakmış ve âdeta fikrin her çeşidini
istiaba elverişli bir nevi imtiyazlık kap olarak kabul ettirmiştir.”8
7 Tanpınar , “Şiir Hakkında I”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 14. 8 A.y., s. 13.
55
Dilin insanlar arasında iletişim aracı olması, ister istemez herkes tarafından
kullanılması dolayısıyla şiir de - onu malzeme alması bakımından - sınırları geniş
olan bir sanattır. Fakat tamamen millî olan bu malzeme aynı zamanda şiirin tesir
alanını daraltır. Çünkü yazara göre bir şiirin güzelliği ancak yazıldığı dilde ortaya
çıkmaktadır. Diğer güzel sanatlarsa, malzemelerinin herkese ve her millete hitap
etme kabiliyetleri sayesinde daha geniş bir etki alanına sahiptir. Tanpınar Şiir ve
Dünya Ölçüsü isimli makalesinde bu konuda şunları söyler:
“Şiirin güzel sanatlar arasında garip bir talihi vardır. Örgüsünü
veren malzeme - yani lisan- itibariyle hemen herkes için olan bu sanat, gene
bu yüzden hudutları en dar olan sanattır.
Bir resim, bir heykel, ortadan biraz üstün olan bir zekâ için, ilk
bakışta yakalanan, lezzetine az çok erilen bir şeydir. Mimarî eserler de
böyledir. Her cinsten, her milletten insan, yetişme şartları derecesinde
onunla ilk karşılaşışında zevk alır, beğenir, sever yahut reddeder.
........
Yalnız şiirdir ki yazıldığı lisanın malıdır. O lisanda okunmak
şartıyla güzelliklerine sahiptir, vardır. Çünkü şiir dilin özüdür, kokusudur,
lezzetidir, musiki kabiliyetidir, yahut bunlardan doğan hususî bir şekildir.”9
Dil, bir milletin en kendisine has ve en millî parçası hattâ ürünü olduğu için
dille yapılan bir sanat da en çok ve belki de tek millî olan sanattır, dolayısıyla
tercümeye uygun değildir:
“Bu düşüncelerden sonra şiirin münhasıran millî bir sanat olduğunu
tekrara bilmem lüzûm var mı? Belki bir bakıma tek millî sanat şiirdir.”10
9 Tanpınar , “Şiir ve Dünya Ölçüsü I”, Cumhuriyet, No: 8377, 12 Aralık 1947; E.Ü.M., s. 40. 10 A.y., s. 42.
56
Şiirin diğer sanatlardan bir farkı da teksif edilmiş, sıkıştırılmış ve az bir
sürede tadılan bir sanat oluşudur. Bu konu üzerinde fikir beyan eden Tanpınar, söz
konusu durumun şiirin malzemesinden kaynaklandığını söyler ve şiiri dilin özü
kabul ettiğini, “dilin yani insanın” kelimeleriyle de dille insanı eşdeğer tuttuğunu
gösterir:
“Şiir, dilin yani insanın özü olduğu için tabiatıyla sıkışıktır. Fakat
kendi realitesiyle mütalâa ettiğimiz zaman, zannettiğimizden çok veluttur.
Çok ufuk açıcıdır. Gene dilin, yani insanın özünden yapıldığı için milliyete
çok bağlıdır, ve asıl şöhretini cemaati içinde yapar.”11
Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatın herhangi bir konusu ya da Türk şiirinin
herhangi bir şahsiyetinden bahsederken, şiir konusunda kendi düşüncelerini de verir.
Yazar, özellikle Abdülhâk Hâmid’den bahseder ve onun dil konusundaki
kayıtsızlığını işlerken, kendisinin de şiir ve dil hakkındaki görüşlerini ortaya
koymuştur. Abdülhâk Hâmid isimli yazısında yazar şiirin bir dil sanatı olduğunu, dili
de cemiyetle ferdin ortak ürünü kabul ettiğini söyler:
“Şiir her şeyden evvel dille yazılır, bütün büyük kıymetlerini ondan
alır. Her büyük eser dilinin dehâsıyle - bu bir bakımdan cemiyetin dehâsıdır
- fert arasındaki büyük mikyasta bir teşrik-i mesaiden doğar. Edebiyatta
zevk denilen şey budur. İşte Hâmid, asıl eserlerini verdiği devri itibariyle bu
işbirliğinden mahrumdu.”12
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde de Hâmid’in aynı kusuru üzerine vurgu
yapılmıştır:
“«Gayret»in tatilinden sonra Hâmid’in neşriyatı bir müddet devam
eder. Hattâ sanatı bu devirde birkaç hamle yapar. Fakat bir türlü dilde tam
nizamı bulamadığı için, istediklerine muvaffak olmuştur, denemez.” (s. 507)
11 Tanpınar, “Bir Bakıma Tek Millî Sanat Şiirdir”, Yücel, No: 135, Ocak 1948; M.S., s. 90. 12 Tanpınar, “Adülhak Hâmid”, Her Ay, No: 2, Mayıs 1937; E.Ü.M., s. 257.
57
“... Bunun başlıca sebebi şüphesiz Hâmid’in bir dil anlayışına sahip
olmayışıdır. Onda «dilin mutlak»ı yoktur. Hiçbir sanatkâr, sanatının en
esaslı unsuru karşısında bu kadar keyfî kalmamıştır. ... Dili sadeleştirmekle
işe başlayan Hâmid bir müddet sonra kendisini doğrudan doğruya dilin
üstünde görür. Onun için dil değil, üç dilden alınmış, karışık ve keyfî bir
lügat vardır. Dildeki bu düzensizlik, Hâmid’in şiirini bir nevi kararsızlık
içinde bırakır.” (s. 514)
Bu hükümler de göstermektedir ki Tanpınar, dili şiirin en büyük unsuru
olarak değerlendirmekte ve şairden sabırlı bir şekilde dili yakalamasını, onu itinalı
bir şekilde kullanmasını beklemektedir. Aynı eserin bir başka yerinde Tanpınar, yine
A. Hâmid için şunları söyler:
“... Bununla beraber Hâmid’in hiçbir zaman mısra ve dil zevkini -
zaten birincisi daima ikincisine bağlıdır- ve iyi işçi sabrını tatmadığı,
kısacası şairden ve şiirden asıl beklenecek şeyin peşinde koşmadığını da
unutmamalıdır.” (s. 546)
Yakın hüküm ve yorumlar içermesi bakımından, Tanpınar’ın aynı eserinin bir
başka bölümünde, Recâîzâde Mahmud Ekrem için söylediklerine de dikkat çekmek
yerinde olacaktır:
“Şiirde dili kaybeden her şeyi kaybeder. Çünkü her şeyden evvel
insanı kaybeder. Hiçbir düzeni olmayan, sadece lügatten seçilen, ne halkın
ağzında, ne kültürde prestiji olan kelimelerle yazılan bu şiirler, bu rastgele
kafiyeler ancak sakat çocuklar doğurabilirdi.” (s. 482)
Şiir ve dil konusunda yazarın en net tavrının belirdiği bu ifadeler, dilin insan
demek olduğunu ortaya koymaktadır. Tanpınar’a göre dile başarılı bir şekilde
tasarruf edemeyen, sözlükteki temel anlamlarının dışında şiirde kelimenin ifade ve
çağrışım kabiliyetini zorlamayan, halkın ve kültürel tekâmülün içindeki kelimeleri
seçmeyen bir şâir, diğer hususlarda ne kadar başarılı olursa olsun kaybedecektir.
Dil, şiirin en esaslı ve en büyük unsurudur, dolayısıyla ona karşı kayıtsız olunamaz.
58
Dile özen göstermeyen, onun sıcaklığına ve zevkine erişemeyen, onu
zenginleştiremeyen bir sanatkârın edebiyatı da sadece fikir kuvvetiyle
zenginleştirmesi de imkânsızdır. O, şiirin kelime ve dili kullanarak oluşacağını
düşünür.
“Şiir dil sanatıdır. Her edebiyatta kelime ve dile tasarruf onu vücuda
getirir. (s. 483)”
Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin Ziya Paşa’ya ve Harâbat’taki
aksaklıklara ayırdığı paragraflarında da Ziya Paşa’nın Fuzulî’yi yanlış yönleriyle
değerlendirdiğini, Fuzulî’nin asıl beğenilecek yönlerini kaçırdığını belirterek, Ziya
Paşa’nın Fuzulî’nin dile hakimiyetini, kendi ifadesiyle “dili bir plâstik madde ile
oynar denecek kadar” bildiğini görememesini bir eksiklik olarak görür. Bu ifadelerin
çalışmamız bakımından önemi ise, Tanpınar’a göre şairin dili yumuşak bir maddeye
tasarruf eder gibi kullanabilmesi ve ona şekil verebilmesi gerektiğidir:
“Ziya Paşa, Fuzûlî’de de aynı şekilde neyi seveceğini bilmez. O
kadar ki, Paşa sevgisini anlatınca, dili bir plâstik madde ile oynar denecek
kadar bilen, attığı adımların çoğunu hesap eden şairin yerinde, ortada sadece
bağrı yanık bir adam kalır.”13
Yahya Kemal hakkındaki bir yazısında da Tanpınar yine dil bahsine
değinecek ve şairin Türk şiirindeki seçkin mevkiini dildeki ustalığına ya da ortak dil
içinde şahsî bir dil oluşturma kabiliyetine bağlayacaktır:
“Şiirde muvaffak olmanın ilk şartı bir dil sahibi olmaktır. Şiir dile
tasarruf şekliyle hususiyetini kazanır. Fakat Yahya Kemal’in bulduğu dil
sade kendisi için değildir. O bizim dilimizi bulmuştur. Ondan evvel, onunla
beraber bu işte çalışanlar elbette vardı. Fakat kendisini kabul ettiren odur.
Bu demektir ki, sade dili değil, şiiri de buldu.
13 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 340.
59
Tevfik Fikret’le Mehmet Emin Bey’in çalışmalarını paylaşan bir
devirde, yani Türkçe iki müntehada dolaşırken o “sokağın ve evin
anahtarını” buldu.”14
Tanpınar, makalelerinde özetlediği bu ameliyeyi, yani şairin kendisine bir dil
yaratması hadisesini bir dersinde şu cümlelerle vermiştir:
“Şiir bir bakıma dil meselesidir ve dolayısıyla sosyaldir. Şairin dil
karşısında iki türlü münasebeti vardır:
1. Şair, dili yeni baştan yapar. Dante ve Yunus şiirlerinde dili
kıvamına erdirdiler. Yunus’un diline ilave ettiğimiz, Garptan ve
medeniyetten aldığımız unsurlardır. Bu, ana bir dilden kopuş devresinde ve
bazı coğrafî şartların tesiri ile olur. Dante, “Halkın dili bana hoş geldi,
kullandım” der. Ondan birkaç asır evvel Latin dili kopmuştu. Hattâ Dante,
“Grameri üzerinde durdum” der. Ve İtalyanca’nın teşekkülüne çalışır.
Fert, hiçbir zaman hazırlıksız iş yapamaz. Büyük şair kendisinden
evvelini silen adamdır. Yunus ile beraber yürüyen birkaç Yunus daha vardır.
Bu kategoride bir şair, kitlenin malıdır. Hareket, halka doğrudur. Ve ses
halkın içindedir. Yunus, tasavvuf ve İslâm kültüründen halka gider. Yunus
halkın konuştuğu dili tanzim eden adamdır. Dante de Yunus gibidir. O da
antik kültür ve Latin dilinden halka iner. Şu halde şairin yeni bir dil yapması
için şu şartlar gerektir:
1. Yeni bir medeniyete girmek;
2. Yazılı edebiyatın eksikliği, değişmesi, unutulması;
3. Coğrafî değişiklik;
4. Bir üstünlüğün kabulü
Bu vaziyette akîde, mebdeler hazırdır; şair o zaman dili kendisine
göre yeniden tanzim etmeye kalkar. Bu şiir dili halktan ayrı, zümre dili
14 Tanpınar , “Yahya Kemal ve Şiirimiz”, Cumhuriyet, No: 9091, 2 Aralık 1949; E.Ü.M., s. 346.
60
olabilir; estetik heyeti ile dışarıdan alınabilir. Yalnız rythme (âhenk),
inconstance (kararsızlık) değişir.
...............
Şair, dili tevarüs eder; Nef’î, Bâkî’den kalan dili kendine göre
tanzim ve tasfiye eder. Dil halkın ağzında her an yaşar. Şair bunu alır, ona
kendi hayal ve fikirlerini yerleştirir; bir bakıma da halkın dilini temsil eder.
Şairin yapacağı şey, bu dili kendine mal edebilmesidir. Her güzel şiir bir
ameliye (operation) ile meydana gelir. Aynı motifler her şaire göre
değişir.”15
Tanpınar, şairin dile kendi şahsiyetini geçirmesi ve onu ortak dil içinde
kendisine has bir malzeme yapması gerektiği konusuna bir mektubunda da değinir.
Yazarın cümleleri şöyledir:
“Şiir, dili, piyano filân gibi şahsî bir âlet haline getirmek sanatıdır.”16
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eski şiir ve bu şiirin temsilcilerinde bulduğu en
mühim kabiliyet, yine dilde ustalıklarıdır. Ona göre klâsik şairlerimizin en büyük
keşifleri dildir:
“Eski şairlerin en büyük meziyetleri şiirin dilden çıktığını, onun
mucizeli bir imkânı olduğunu bilmeleri, heyecanlarını sözün mânasına
değil, mısraın sesine ve bir mısraa sıkıştırdıkları o harikulâde harekete
emanet etmeleriydi.”17
Dili her şeyden önce bir âlet, bir araç, işlenmesi ve en güzel bir kıvama
getirilmesi lâzım gelen bir malzeme olarak telâkki eden Tanpınar’ın dile ve Bâkî’nin
diline dair söyledikleri şöyledir:
15 Tanpınar, E.D., s. 114-115. 16 T. M., s. 53. 17 Tanpınar, “Eski Şiir”, Oluş, No: 18, 30 Nisan 1939; E.Ü.M., s. 183.
61
“... Belki de tezkirenin yazdığı gibi, bu yıllarda küçük bir saraç
çırağıdır ve ellerinden büyük tokmaklarla yumuşak ve ağır kokulu meşinleri
döğmekte, tahta çanaklarda ustasına çiriş hazırlamaktadır. (Bu en büyük
şairimizin işe saraç çıraklığından başlamasına bayılıyorum. Kendisine çok
yakın vesikalar bunu söylemeselerdi, ben böyle bir masalı kendim
uydurmak isterdim. Çünkü şiir ve alel-umum sanat her şeyden evvel bir
zanaatkârlık, madde üzerinde çalışma işidir. Parmaklarının arasında dili,
şekil vereceği bir madde gibi görmeyen şair, hiçbir surette şair olamaz).”18
Bizatihi yenilik, teceddüt, Türk dilinin ve şiirinin yenileşmesi gibi kavram ve
durumlar üzerinde çokça düşünmüş; olan Tanpınar, şiirdeki yenilik hareketlerine,
yenileşme adına atılmış bazı hızlı adımlara da net bir tavır koymuştur. Bu anlamda
dildeki yenileşmeleri dikkatle takip eden ve şiir dilinin değişmesi konusunda fikir
beyan eden Tanpınar, Temmuz 1957’de yapılmış bir röportajda “Türk şiirinin bugün
için bazı meseleleri var mıdır?” sorusuna şöyle cevap verecektir:
“Türk şiirinin, Türk edebiyatının belli başlı meselesi dil meselesidir.
Gençler yeni bir kelime fetişizmine düştüler ve yeniliği kayıtsız şartsız
kabul etmeyi ihtiyarlamamanın tek çaresi gibi gören yaşlılar da bundan pek
hoşlanıyorlar. Bu yüzden hiçbir milletin tarihinde görülmemiş bir anarşinin
içindeyiz. Bittabî burada dilin yenileşmesi aleyhinde bulunmuyorum. Fakat
halk kaynağından uzaklaştığımızı hattâ bu kaynağı yanlış tefsir ettiğimizi,
yeni zümre dili kurduğumuzu ve hayatın kendisi olan dilin karşısında çok
dimağî kaldığımız söylemek istiyorum.”19
Kendi dönemi göz önüne alındığında orijinal ve günümüz Türk edebiyatı ve
daha özelde Türk şiiri incelendiğinde tutarlı olduğu ortaya çıkan bu fikirlere göre
şiirimizin en büyük problemi dildir. Tanpınar’ın şiir görüşünün odak noktasının dil
olduğunu, onun, dili hem insan hem de toplum için en büyük mesele addettiğini ve
18 Tanpınar , “Fuzulî’ye Dair II”, Cumhuriyet, No: 11708, 28 Şubat 1957; E.Ü.M., s. 148. 19 “1957’de Diyorlar ki: Ahmet Hamdi Tanpınar”, Kon: Mustafa Baydar, Hayat, No: 42, 26 Temmuz 1957; M. S., s. 237-238.
62
dilde mükemmeliyet yakalanmadıkça şiirde başarı sağlanamayacağını tespit etmiş
bulunmaktayız.
Bütün bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki yazarımıza göre şiirin esası bir dil
nizamıdır, şiir sanatının en esaslı unsuru dildir ayrıca şairden ve şiirden beklenecek
asıl şeyler mısra ve dil zevkidir.
Şiirin şekil özellikleri ve vezin-kafiye gibi âletler bahsi ya da şeklin şiirde
ne kadar önemli olduğu problemi de Tanpınar’ın şiir hakkındaki
değerlendirmelerinin bir cephesini teşkil eder. Tanpınar, genel olarak şiirde şekil ve
muhteva diye bir ayrım yapmaz. Daha net bir ifadeyle o, muhtevanın şekille birlikte
doğduğunu, şeklin, dolayısıyla vezin- kafiye gibi unsurların muhtevaya da tesir
ettiğini düşünmektedir.:
“... Ayrıca bu kadar ciddiyetle aranan, üzerinde durulan bu şekillerin
bir de muhteva sahibi olması, yahut sanatta şekille muhteva birbirinden
ayrılmadığına göre, bu yeni şeklin yeni muhtevasıyla beraber, canlı bir
bünye şeklinde teşekkülü lâzımdı.”20
Şiirde vezin-kafiye meselesi ve şekle ait unsurlar Tanzimat’tan sonra
tartışılmaya başlamıştır. Abdülhâk Hâmid şiirde hürriyete kavuşmak için sanatın
zorlarını bir hayli zorlamış ve kafiyenin kulak-göz için olup olmaması ayrı bir
tartışma konusu olmuştur. Görüşleri birbirine zıt zannedilen Muallim Naci ve
Recâzâde Mahmut Ekrem, gerçek şiirin vezin ve kafiye ile belirlenemeyeceğini,
vezinsiz ve kafiyesiz sözlerin de şiir olabileceğini savunmuşlar, bununla beraber
20 Tanpınar, 19. A.T.E.T, s. 269. Şiirde şekil-muhteva ayrılığı ya da aynîliği konusunda geleneği çok iyi bilen ama modern akımlara da yabancı kalmamış Tanpınar’la neo-klâsik akımın kurucusu T.S. Eliot’un aynı görüşleri paylaştığını, belki de Tanpınar’ın Eliot’tan etkilendiğini belirtmekte fayda vardır. Tanpınar, “... yahut sanatta şekille muhteva birbirinden ayrılmadığına göre” sözleriyle ayrılığı kabul etmediğini belirtirken Eliot da biçimle özü birlikte düşünmektedir: “Şiirde öz-biçim ikiciliğini (dualism) kabul etmeyen, özün biçimden, biçimin özden doğduğunu savunan tekçi (monist) bir görüşe sahip olan Eliot’a göre, organik bir bütün olan şiir, bütün unsurlarının bir sentezidir.”, Sevim Kantarcıoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar: Yapıbozumcu ve Semiotik Yaklaşımlar Işığında Tanpınar Hikâyeleri, Ankara, Akçağ Yayınları, 2004, s. 43.
63
vezin ve kafiyeden vazgeçememişlerdir. Esasen onlar şiir için vezin ve kafiyenin
yeterli olmadığını anlatmak istemişlerdir. Ayrıca 19. asrın ikinci yarısında ve 20.
asrın başında vezinsiz, kafiyesiz şiir denemeleri yapılmıştır. Bu âletlerin dışında
klâsik şiire ait diğer şekil özelliklerinin Ara Nesil döneminde iyice aşındığını,
Servet-i Fünûn döneminde artık bırakıldığını biliyoruz. Tabiî bir kısmı batıdan
alınan yeni şekillerin denendiğini görüyoruz. İşte özellikle Nazım Hikmet’in
başlattığı şiir hareketinin en canlı ve hareketli olduğu yıllarda Tanpınar, şiirin şekille
ilişkisini şöyle belirler:
“Son zamanlarda vezne, kafiyeye, muntazam şekillere karşı
gösterilen bir lâkaydî, hattâ bir nevi düşmanlık vardır ki, bunu bazı yeni
sanatkârlarda mevcut müfrit bir hürriyet aşkıyla izah etmek mümkündür.
Diğer sâikleri ne olursa olsun, bu aleyhtarlık bugün dünyada mevcut
muhtelif yeni sanat mensuplarının birbirleriyle anlaşabildikleri yegâne
noktayı teşkil etmektedir. Bunlara göre vezin, kafiye, muntazam şiir
şekilleri sanatı tahdit eden, bir nevi esarette tutan birer zincirden başka bir
şey değildir. Bu zalim boyundurukların altında sanat, bütün kudretlerini,
zenginliklerini kaybetmektedir. Bir sanatkârın muntazam bir mısra dahiline
sokmaya muvaffak olabileceği şey, söylemek istediği şeyin çok defa
iskeletinden ibarettir. Bu suretle fikri parçalamalarına mukabil ona
verdikleri şey de sun’î ve cebrî bir âhenktir. Halbuki hudutsuz bir serbestî
bundan daha iyisini yapabilecektir. Hakikî ritm, derunî ritmdir ki, çok defa
mısra denen çerçevenin dahilinde boğulmaktadır. Bir cümlenin musikisi
kendisiyle doğar ve cümlenin hudutları içinde yaşar. Bunu taksim veya
herhangi bir değişikliğe uğrattınız mı, o kaybolmuş demektir. Muntazam
şekle ve onun zaruretlerine karşı yapılan bütün bu itirazlar şüphesiz ki haklı
şeylerdir. Vezin, kafiye ve şiir şekillerinin sanatkâr için daima sühûlet-bahş
birer vasıta olduğunu iddia edemeyiz. Eğer şiir bilhassa içindekileri
tamamen söylemek sanatı addedilecek olursa, bu surette birçok şey
kaybetmiş olabilir. Ancak bütün bunları ortadan kaldırmakla elde edilecek
serbestî sanattan anladığımız şeyle kabil-i telif midir? Bizim şiirden
anladığımız mânâ, kelimelerin terkibinden doğan ritm, âhenk vs. vasıtalarla
alelâde lisanla ifadesi kabil olmayan derunî hâletlerimizi, heyecanlarımızı,
64
istiğraklarımızı, neş’e ve kederimizi ifade eden ve bu suretle bizde bediî
alâka dediğimiz büyüyü tesis eden bir sanat olmasıdır. Zahirî bir bakış
bununla, vezin, kafiye, şekil dediğimiz kayıtların arasında hiçbir münasebet
bulamaz; bunları sonradan gelme, hakikî bünye ile alâkası olmayan birtakım
ilâveler, lüzumsuz kayıtlar gibi görür; fakat biraz daha yakından gören bir
göz, bütün bu sonradan gelme lüzumsuz ilâvelerle şiirin nizamını,
mükemmeliyet dediğimiz kıvılcımı çıkartmak için zekânın madde ile
mücadelesini temin eden esaslı unsuru bulur.
Lisan haddizatında serbest, her türlü teşekküle müsait bir maddedir.
Bu seyyal maddenin içinden eczası dağınık ideali sıyırmak, onu ayıklayıp
yoğurmak, kelimeyi üzerine asırların yığmış olduğu müşahhas ve mücerret
bin türlü mânâ yığınından yıkamak ve sanat malzemesi hâline gelinceye
kadar temizlemek, mebde fikri sağlamak ve derinleştirmek ancak bu
nizamla kabildir.”21
Görüldüğü üzere Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirde şekil özelliklerini arayan ve
şeklî kaidelerin, dil gibi her türlü yöne kayabilecek akıcı bir maddeyi terbiye ettiğini,
onu bir düzen dahilinde kıvama soktuğunu düşünmektedir. Vezin ve kafiyenin
sağlayacağı âhenktense iç âhengi tercih eden ve bu âletleri şair için bir zorluk,
özgürlüğü kısıtlayıcı bir kayıt olarak görenlere karşılık Tanpınar, aslında zorluk gibi
görünen bu iki unsurun bilâkis şaire mükemmeliyet temininde kolaylık sağlayacağını
düşünür. Zira kelimeleri vezne uygun bir biçimde seçme, ses bakımından da
birbirine uydurma ve yaklaştırma cehdi sırasında şair kendisini ve dilin imkânlarını
zorlayacak, böylece daha orijinal ve süzülmüş eserler ortaya koyabilecektir. Dil
karışık bir maddedir, bu yüzden onun içinden en uygun, en kesif kelimeleri
ayıklamak icap eder. Nitekim yazar, yazının bir sonraki paragrafında bu husus
üzerinde durmaktadır:
21 Tanpınar, “Şiir Hakkında I”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 15-16.
65
“Güç ve nadir kafiye, tedailerimizin seyrine mesut ve yakışır bin yol
açar; vezin çıkardığı müşkülâtla bizi tesadüflerin gecesini zorlamaya
mecbur eder. Şekil, lisan denen kaosun içinde varmamız lâzım gelen
mükemmeliyetin hudutlarını çizer, dolduracağımız boşlukları gösterir.”22
Bir röportajda Tanpınar’a “Yeni Türk şiirinin dünya şiiri katındaki yeri
nedir? Bir kıyaslama yapabilir misiniz? Üstün ve eksik tarafları var mı?” şeklinde
bir soru yöneltilir ve Tanpınar çeşitli şâirleri misal göstererek şu cevabı verir:
“Bence şiir, bir form meselesidir. Bu form Yahya Kemal’de,
Valéry’de, daha evvel Racine’de, Bâki Efendi’de olduğu gibi kaidelerle;
veya Cahit Sıtkı’da, Orhan Veli’de olduğu gibi tamamiyle şahsî kaidelerle
elde edilebilir. Ben hissî mizaçta yaratılmış adamım. Yani oyunun bütün
kaidelerine riayet hoşuma gider. Bu, öbüründen zevk almamı, hayran
olmamı menetmez. Belki sadece ölçülerimizi biraz daha fazla sübjektif
yapar, herkesin malı olan kıstasların dışında birtakım ferdî kıstasları hâkim
kılar. Garip değil midir, bütün iddialarında son derece sosyal olan Nâzım
sanatta çok fertçi olmak isteyen herhangi bir başka şairin yanında bu yüzden
daha fertçi kalır. Çünkü kulak terbiyesi içtimaî bir terbiyedir. Kaldı ki
eski retorik dediğimiz ve hatta benim muasırlarımla konuşurken taraftarı
olmaktan mahçup olduğum şeyler, yani şu vezin ve kafiye ve onların
etrafında ferdî olarak kendi kendimize kurduğumuz icaplar, düşüncenin
tesadüflerini zorlamada büyük yardımcıdırlar. Onların yardımcılığından
vazgeçmekle sanatı zihnî mahiyetinden biraz daha mahrum ederiz.”23
Görüldüğü üzere Tanpınar, şiiri bir şekil meselesi olarak algılamakta, ister
umumî ister ferdî bir boyutta olsun her şâirde bir şekil ya da şekil endişesi olduğunu
düşünmektedir. Orhan Veli gibi vezin ve kafiyeye pek itibar etmeyen şâirler bu
âletleri kullanmayarak da kendilerine bir şekil oluşturmuşlardır. Bu itibarla her şâirin
kendisine göre bir şekli vardır. Şiirlerinde sosyalizmi ve sosyal konuları işleyen
Nazım Hikmet bile vezinsiz, kafiyesiz, uzunlu kısalı mısralardan oluşturduğu
22 Tanpınar, a.y., s. 17. 23 Şahap Sıtkı, “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum”, Varlık, No: 139, 1 Şubat 1947; Y.G., s. 286.
66
şekillerde yazdığı için ferdîleşmiştir. Zira bu onun kendisine has bir durumdur.
Yazarımızın bu cevapta vurguladığı bir diğer husus, sanatın zihnî oluşu, yani zihin
cehdiyle oluşturulması, vezin ve kafiyeyi bırakmanın da şairi bu zihnî faaliyetten
alıkoyacağıdır. Şiirde şekle önem vermesinin, vezin ve kafiye taraftarı olmasının
Tanpınar’ı çağdaşları içinde mahçup etmesi, bu unsurların ekseriyet tarafından
istenmediğini göstermektedir.
Yukarıda da geçtiği gibi, Tanpınar sanatı bir oyun, vezin ve kafiyeyi de bu
oyunun şartları olarak görür. Onun bu değerlendirmesi birçok yazı ve röportajda da
karşımıza çıkmaktadır. Varlık dergisi için yaptığı bir röportajda “Şu hâlde, siz
kafiyeye, vezne, hattâ şekle bir zaruret gibi bakıyorsunuz” şeklideki bir yoruma
yazarımızın cevabı şöyledir:
“Onlar oyunun şartlarıdır. Yani işin içinde ve esasında mevcut
şeyler. Hiç oyun oynayan çocukları seyretmediniz mi? Nasıl kaidelere riayet
için kıyamet koparırlar. “Kardeşim olmadı...” diye birbirlerini yerler. Aksi
takdirde kendilerini veremezler işe de onun için. Çünkü oyun oynadıklarını
bilirler. Onun ciddiyetine inanmak, o zahmete katlanmak için gizli
mukaveleye riayet ederler. Sanat da oyun gibi içtimaî bir mukaveledir.” 24
Söz konusu röportajı yapan Mustafa Baydar’ın “Ama kendiniz bu şartlardan
çıktığınız oldu” demesinin üzerine yazarımızın düşünceleri biraz daha açılır ve
Tanpınar, veznin şâiri aramaya ve en güzel ifadeyi bulmaya ittiğini, bir vezin
etrafında, onun açtığı yolda bir şiirin nasıl teşekkül ettiği ifade eder:
“Tanpınar güldü; ben modern adamım da onun için! Sonra
ciddîleşti; aksi kabil mi? Bütün zâhirî hürriyetler gibi o da beni kendine
çekecekti tabiî. Fakat doğrusunu ister misiniz? Daima, hattâ kompozisyon
esnasında bile içimde bir şüphe kaldı. Hayır, fazla keyfî, fazla bana tâbi bu
24 Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Kon: Mustafa Baydar, Varlık, No: 421, 1 Ağustos 1955; Y.G., s. 316.
67
iş... Halbuki şiir sosyaldir. Geleneğe bağlıdır. Şâir asırlık şekillerin ve
kaidelerin içinde kendini daha emniyette hisseder. Daha şahsî olur. Düşünün
bir kere! Bir veznin etrafında başlayan o ilk mısra, onun içinizde
kımıldanışı. O veznin, yani sesin birden size ait bir ritm oluşu, onu
benimseyerek emrine girmeniz. Kafiyelerin tuttuğu ışıkta, onların
uyandırdığı dikkatle adım adım yürüyüşünüz... Birden dilin içine düşersiniz.
Her kelimeyi ayrı ayrı bulmak, ayırmak, birbiriyle kaynaştırmak lâzım.
Yavaş yavaş kıt’alar veya büyük ritm cümleleri başlar. Temler birbirleriyle
karşılaşır, gelişir. Nihayet son mısra, büyük geniş bütün tecrübeyi içine alan,
yahut tamamlayan, yahut o zannı veren o son işaret veya çığlık. Bu başlama,
bu yürüyüş, bu bitişte şiirin, yani insanın, yahut dilin -zaten bu noktada
aralarında fark yoktur,- sırrı teşekkül eder.”25
Kendisine vezinsiz ve kafiyesiz şiirleri hatırlatıldığında Tanpınar’ın bu
durumu ‘zâhirî hürriyetin’ onu kendisine çekmesi olarak açıklaması, vezin ve
kafiyenin sadece görünüşte bir özgürlük sağladığını göstermektedir. Ayrıca çok
önceden denenmiş, işlene işlene olgunlaşmış şekil ve kurallar, şâirin kendisini daha
güvende hissetmesini sağlayacak, onu yeni ameliyelerin risklerinden koruyacaktır.
Vezin endişesi şâiri dilde mükemmelleşmeye, kelimeleri daha özenle seçmeye ve
ayıklamaya götürecek, böylece şiir daha süzülmüş bir lisanla yazılmış olacaktır. Son
olarak Tanpınar’ın şiiri insanın kendisi ve dille eşdeğer tuttuğuna dikkat çekelim.
Tanpınar kafiye ve ölçü konusunda Hisar dergisi adına yapılan bir ankete
verdiği cevabında da sabittir. Genç şairlerin şiir ve onun şekil özellikleri üzerindeki
ameliyelerini eleştiren yazar, bunun yenilik kisvesi altında kolaylık ihtiyacından
yapıldığı kanaatindedir:
“Bugünkü şiirimizin bence en büyük meselesi, gençlerin vezni
büsbütün bırakmış görünmeleridir. Şiir bir milletin öz malıdır, hangi şekilde
olursa olsun dilin çiçeğidir ve herkesin malı olan bir ölçü ister. Fransız ve
İngiliz şiiri çok yenileşti, çok değişti. Fakat vezni ve klâsik mısra’ı
büsbütün bırakmadı. Biz evvelâ aruzu bıraktık, sonra heceye sırt çevirdik, 25 A.y., s. 316.
68
vezinsiz mi kalacağız? Bu otuz sene sonra da sorulacak bir sualdir. Acaba
asıl büyük yeniliği klâsik şeklin içinde aramak günü gelmeyecek mi? Bana
öyle geliyor ki gençlerimizin vezinsiz ve kafiyesiz şiire gitmeleri çok defa
yenilik ihtiyacından değil, kolaylık ihtiyacından geliyor. Biraz oyunun
şartlarını kabul ederek de insan yeni olabilir.”26
Bu cevapta da görüldüğü üzere vezin, sadece ferdî değil, içtimaî bir tarafı da
bulunan bir unsurdur. Şiiri oldukça millî bir sanat olarak değerlendiren Tanpınar,
vezni de umumun malı olarak görmekte ve sadece yeni olmak için kafiye ve vezni
bırakmayı doğru bulmamaktadır. Bu kez sanatı değil, şiiri bir oyun olarak mülâhaza
ettiğini gördüğümüz yazar, oyunun şartları diye tabir ettiği bu âletleri kullanarak da
yeni olunabileceğini belirtmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, belki öğrencilerinin karşısında olması ve öğreticiliği
esas alması sayesinde fikirlerini, derslerinde yazı ve kitaplarından daha açık, daha
sanatsız bir şekilde ortaya koymuştur. Öğrencilerinin derste tuttukları notlar her ne
kadar birebir Tanpınar’ın cümlelerinden oluşmayabilirse de, bu notlar yazarımızın
konuşma ve yazma üslûbuna uygunlukları münasebetiyle bizim için kaynak
niteliğindedir. Tanpınar’ın yukarıda söz konusu ettiğimiz bir röportajda geçen “şiir,
bir form meselesidir” şeklindeki yorumuna Yahya Kemal’e ayırdığı bir dersinde de
rastlamaktayız. Şiirin şeklinin mânâsını da belirlediğini düşünen Tanpınar’ın
cümleleri şöyledir:
“Şiir bir gestaettır, şekildir, bir terkiple tamamlanır. Mânâsı bu şekilde,
formdadır.”27
Tanpınar, aynı esere Vezin ve Şiir ismiyle derc edilen bir başka dersinde de
bahsimiz hakkında şunları söylemiştir:
“Vezin, Greklerin plâstik sanatlarda kullandığı malléabilité =
işlenme, yoğurma hassasıdır. Veznin kendisi değil arkasındaki insanın
26 Suat Üzer, “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki”, Hisar, No: 37, 1 Mayıs 1953; Y.G., s. 312-313. 27 Güven, a.g.e., s. 116.
69
kulağı ritm ve âhenk girer. Vezinsiz şiir bel kemiği çıkarılmış bir hayvana
benzer. Edebiyatta, ilimde olduğu gibi, kesin kaideler yoktur, iştirak
noktaları vardır.”
...........
Vezin, içtimaî ritmdir.”28
“İçtimaî ritm” tabiri, yazarımızın şiirdeki vezni toplumsal bir unsur olarak
algıladığını, bir milletin şairlerinin kullanacakları veznin, o millete bir bütün olarak
âhenk sağlayacağını göstermektedir.
Gözde Sağnak’ın tuttuğu ders notlarında da Tanpınar’ın, vezni benzer ifade
ve hükümlerle mülâhaza ettiğini görmekteyiz. Kafiye ve vezin, kelimenin ses
zenginliğini artıran unsurlardır:
“Mısra, evvelâ kelimelerden teşekkül eder; âhengi ve nağmesi
vardır. Vezne göre giderse âhenktir, müzikalitedir. Şiirin vezni ve kafiyesi,
aklın koyduğu bir âlet gibidir ve ritmi temin eder. Ritm, hayatımızdadır;
ritm, cosmose’tur. Dile ve kelimeye kafiye ve vezin vasıtasıyla tabiatında
olduğundan fazla bir sada, dalgalanış getirir.”29
Vezin hakkındaki bütün bu iyimser düşüncelerin yanında Tanpınar, veznin
çıkardığı zorlukların şiirin teşekkül hızını kestiği, onun saf gelişimini bozduğunu da
düşünmektedir:
“Vezin şiirin kanatlarıdır, şiir onlarla uçar ama şiirin saf gelişimini bozar.”30
Şiirde konu-fikir, saf şiir, içtimaî şiir konuları, Tanpınar’ın şiir hakkındaki
görüşlerinde çok önemli cepheleridir. Tanpınar’a göre şiir, herhangi bir gaye için,
28 A.e., s. 111-112. 29 Tanpınar, E.D., s. 51. 30 A.e., s. 232.
70
menfaat için yazılmaz. Şiir bir fikri, ideolojiyi telkin etmemeli ve vâiz kürsüsü gibi
kullanılmamalıdır. Onun gayesi kendisi ve mükemmeliyet olmalıdır:
“Bugün sanat meseleleriyle yakından alâkadar olmuş bir zekâ için
artık münakaşasına imkân görülmeyen hakikatlerden biri de şiirin her türlü
menfaat endişesinden uzak, gayesini yalnız kendinde bulan bir
mükemmeliyet olmasıdır.”31
Daha önce de belirtildiği gibi Tanpınar’ın şiir anlayışına en çok kaynaklık
eden şâirlerden birisi Paul Valéry’dir. Söz konusu şair üzerine kaleme alınmış bir
yazısında Valéry’nin şiirden ne anladığını ve nasıl bir şiir telâkkisine sahip olduğunu
sorgulayan Tanpınar, saf şiir üzerine yoğunlaşır ve şiirin felsefe, ahlâk gibi fikrî
meselelerle uğraşmasını bu sanatın tabiatına aykırı bulur:
“... Şu hâlde Valéry’nin saf şiirden anladığı şey, her şeyden evvel
şiirin kendisine yabancı olan bütün unsurlardan tecerrüt etmesidir. Felsefe
tarihi, ahlâk, velhâsıl her türlü şekliyle fikir, haddizâtında şiire yabancı
şeylerdir. Sanatkârın onu bütün bu gayrı saf yığından kurtararak ruhun saf
bir lisanı hâline getirmesi lâzımdır. (Buradaki ruh kelimesini Valéry aynen
kullandığı için alıyorum; zannederim ki, zekâ şairin sanatına daha çok
yakışacaktı.) Bu suretle kendi cevherine irca edilen şiirin asıl muvaffakiyet
vasıtası musikidir. Bütün zahmetler, bütün tesadüfler, bütün ihtimaller ve
ihtiyatlar ona bu musikiyi temin için çalışmalıdır.”32
Buna göre şiirin konusu, hedefi, gayesi kendisidir. Şiir kendi içinde bir
bütündür. Ona sokulmak istenen unsurlar yabancı kalacaktır. Şiir, dili saflaştırmalı,
dilin içindeki en saf kelimeleri kullanmalı bunu yaparken musikinin peşinde koşmalı
ve bir müzikalite elde etmeye çalışmalıdır.
31 Tanpınar, “Şiir Hakkında I”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 13. 32 Tanpınar ,“Paul Valéry”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 472.
71
Burada söz konusu edilen şiir anlayışı her ne kadar Valéry’nin de olsa,
kullanılan bazı sitayişkâr ifadeler Tanpınar’ın da aynı anlayışta olduğunu
göstermektedir ve yazara göre şiir, yalnız kendisi için vardır. Şiiri fikirden, fikrin
kuvvetinden ayrı bir sanat olarak gören Tanpınar, Abdülhâk Hâmid hakkında yazdığı
bir yazıda, Hâmid’in genellikle fikrî taraflarından dolayı sevildiğini, fikrin ise
aslında şiir için ölçü olmadığını belirtir:
“Dikkat ettim, Hâmid’i sevenlerin çoğu, onu sadece fikri için
seviyorlar. Bir kere şiir düşünce değildir, şiirdir ve evvelâ şiir olmasını ister,
sonra bunu böyle kabul etsek bile, Hâmid’de düşünce dediğimiz şeyin de
epeyce ayıklanmağa muhtaç olduğunu unutmamalıdır.”33
Tanpınar, aşağıda görüleceği üzere nazımla nesri ayırırken de fikrin şiirde
yeri olmadığını ya da gizlenmesi gerektiğini belirtecektir:
“... Böyle bir sanatta fikrin mevkii nedir? Herhalde ona ilk safta yer
gösterilemez. Fikir manzumede, bir meyvenin gıda hassası gibi gizli
bulunmalıdır. Meyve yiyen adam şüphesiz ki, bir gıda almış olur. Fakat
bunu gıda hâlinde değil, lezzet hâlinde alır.”34
Şahap Sıtkı’nın, Varlık dergisi adına yaptığı bir röportajda “Şiirin toplumdaki
yerine kısa da olsa, işaret eder misiniz?” sorusuna verdiği cevabında Tanpınar, şiiri,
cemiyet için faydalı olmak zorunda olmayan bir tür olarak gördüğünü ve şiirin eğer
bir görevi varsa onun da sadece “güzellik temini” olduğunu ifade eder:
“Cemiyette şiirin yerini ancak güzellik vahasını insanlara temin
etmekte buluyorum. Hattâ daha ileri gider, derim ki, şiir ve umumiyetle
sanat güzeli vermek haysiyeti ve kudretiyle beşerîdir, yahut öyle olması
lâzım gelir.”35
33 Tanpınar, “Abdülhak Hâmid”, Her Ay, No: 2, Mayıs 1937; E.Ü.M., s. 259. 34 Tanpınar, “Paul Valéry”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 473. 35 Şahap Sıtkı, “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum”, , Varlık, No: 139, 1 Şubat 1947; Y.G., s. 286.
72
Tanpınar, bazı yazılarında da şiirin kendi içine kapanan bir tür olduğunu,
birtakım gereksiz şeyleri atarak varlığını ortaya koyduğunu, fikrî ve içtimaî konuları
tartışmayı ya da onları çözümlemeyi başka sanat türlerine, örneğin tiyatroya
bıraktığını söylemektedir:
“Bütün lüzûmsuz sandığı libasları ata ata acayip raksını yapan şiir,
kendini mahrum ettiği şeylerin hemen hepsini tiyatroda, “ide”ye yakın bir
kılıkta bulur. Fikri, muharip ve muzaffer bir bâkire gibi, bütün hareket
sahasına hâkim görmek sevincini yalnız tiyatroda tadarız.”36
Şinasi’deki batı tesirlerini söz konusu ettiği sırada Tanpınar:
“Tamamıyla ferde ait bir sahaya girdiğimizi unutmadan -şiir zaten ferdî
sahadır- bu iki manzumenin garpla münasebeti üzerinde duralım.” 37 der.
Tanpınar, aynı eserin bir başka yerinde şiirin ferdin eseri olmakla beraber
sosyal bir vakıa olduğuna dikkati çeker. Buradaki ferdîlik ve sosyallik muhteva
yönünden değildir. Tanpınar’ın düşüncesine göre bir kişiye ait olan eser-şiir,
toplumun dilini kullanması, kişinin toplumun bir parçası olması, bizatihi sanat olarak
toplumu ifade etmesi ve ona ait olması vs. bakımlardan içtimaîdir. Görülüyor ki etki
de olsa, etkilenme de görülse şiir yazanın eseridir, ferdîdir.
“Sanat ferde dayanmakla beraber içtimaî bir vâkıadır. Şiir, o kadar
benzediği duadan burada, tek başına olmamasıyla ayrılır.”38
Bu hükümden de anlaşılmaktadır ki Tanpınar için sanat hem ferdî hem de
içtimaî boyutları olan bir faaliyettir. Yazarın, şiiri duaya benzer bir tür olarak tavsif
etmesi de dikkat çekicidir.
36 Tanpınar , “Tiyatro Üzerinde Düşünceler”, Şadırvan, No: 12, 17 Haziran 1949; E.Ü.M., s. 82. 37 Tanpınar ,19. A.T.E.T., s. 205. 38 A.e., s. 516.
73
Tanpınar’ın, şiirin hayata bir şey borçlu olup olmadığı ya da onun gündelik
hayatı aksettirmesinin ne kadar doğru olduğu konusundaki tavrı, daha önce de
belirtildiği gibi biraz da Ahmet Haşim kaynaklıdır. Haşim’in daha ziyade ferdî
plânda kalan ve insanî ıstırapları terennüm eden şiir anlayışı, Tanpınar’da da aksini
bulmuştur. Tanpınar’ın şiiri fikrî meselelerden ve hitabetten ayrı gördüğünü, onu
kendi başına, gücünü yalnız kendisinden alan bir tür olarak kabul ettiğini yine
Ahmet Haşim için yazılmış bir yazıdan öğrenmekteyiz:
“... Sanatla hayatın arasındaki münasebetin derecesini tayin eden,
şiiri bin bir temayüllü hayatın önünde anlaşılmaz bir dil ve acip bir şarlatan
vakarıyla vaazlar veren bir hatip gülünçlüğünden kurtarıp, onu ruhumuzla
baş başa kaldığımız pek az anların lezzeti yapan da odur. Bu itibarla Dergâh
mecmuasında çıkan Piyâle mukaddimesi hakikî bir dönüm yeridir.”39
Ahmet Haşim, Piyâle Mukaddimesi’nde şairin “ne bir hakikat habercisi, ne
bir belâgatli insan, ne de bir vâzı-ı kanun”40 olduğunu , şiirde anlam aramanın yanlış
bir yaklaşım tarzı olduğunu ve şiirdeki anlam ve vuzuhun da çok göreceli bir durum
arz ettiğini söylemiştir. Çünkü okuyucunun seviyesi, sanat zevki şiirin anlamını ya
da anlaşılma derecesini tayin eden unsurlardır. Tanpınar’ın, Ahmet Haşim’in bu
çok ses getiren ve tenkit alan yazısı hakkındaki sitayişkâr ifadeleri, şiir anlayışı
bahsinde Haşim’le Tanpınar’ın, birbirlerine yakın noktalarda durduklarını
göstermektedir. Nitekim, yukarıda da alıntı yaptığımız yazısında Tanpınar, Haşim’in
şiirinin “vaaz etmemesinden, hiçbir şeyi hikâye ve ispat etmemesinden” de olumlu
ifadelerle bahsetmektedir:
“Hâşim’in sanatı, nağmesini bulmuş olan bir fikirdir. Hiçbir vaazda
bulunmaz, hiç bir şeyi hikâye ve ispat etmez. Sonsuz bir uçurumun
kenarında açmış nadide bir çiçek gibi, büyük ve ezelî endişenin, ölüm
fikrinin etrafında altın arabesklerini örmekle iktifa eder.”41
39 Tanpınar , “Ahmet Haşim’e Dair”, Mülkiye Mecmuası, No: 27, Haziran 1933; E.Ü.M., s. 295. 40 Ahmet Haşim, “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” Piyale-Göl Saatleri / Diğer Şiirleri Haz: İnci Enginün, Zeynep Kerman, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2003, s. 66. 41 Tanpınar, “Ahmet Haşim’e Dair”, Mülkiye Mecmuası, nr. 27, Haziran 1933; E.Ü.M., s. 298.
74
Ahmet Muhip Dranas’ın şiirlerine dair kaleme alınmış bir yazıda da, şiirde
başarının ölçüsü olarak benzer ifadeler kullanılmış ve başarılı bir şiirin insanda rüya
hâli yaratacak, onu ruhî bir derinleşmeye götürecek, eşya ve hayatın başka bir gözle
görünmesini sağlayacak, varlığa daha geniş ufuklarla yaklaşmaya vesile olacak bir
şiir olabileceği belirtilmiştir ve şiirin vazifesi de ancak budur:
“Şiirin hakikî değerini, kendi iç âleminde sezdiği esrarlı rüya
âleminden alır ve asıl şaşılacak taraf, en yakındığımız şeylerden bahsettiği
zaman bile, bize bu rüya çeşnisini vermenin sırrını bilir. Onun şiirlerini
okurken kaç kere ruhun bilinmez ülkelerine gider gibi oldum. Kaç defa
eşyanın kapalı sanılan uykusu benim için tunç kapılarını açtı ve hayat
sonsuz yeknesaklığından kurtuldu. Şiirin hakikî vazifesi de bu değil
midir?”42
Tanpınar’a göre şiire hiçbir vazife ihdas vermemelidir çünkü o, hayatı
anlamak ya da anlatmak zorunda değildir. O, takvimin emrinde olmaması gereken,
yani günlük hadiseleri aksettirmek durumunda olmayan bir türdür:
“Hayatın yüksek kıymetler taşıyan bir nevi ziyneti olması ve böyle
olduğu için övünmesi lâzım gelen şiir, yavaş yavaş bu istisnaî durumundan
utanmağa ve kendi kendini faydalı kılmak için çareler aramağa
başlamıştır. Bugünün şiirinde en ziyade göze çarpan şey, âdeta yaranma
kelimesiyle ifade etmemiz lâzım gelen bu hâldir.
Filhakika bu sanatın son mahsullerinde, yaşadığı devirden geri
kaldığını, onu ve meselelerini kâfi derecede iyi karşılayamadığını
zannetmekten gelen bir kendine güvenememezlik ıztırabı vardır. Fakat bu
ıztırap şaire bir taraftan teknik ve ifade tarzlarını değiştiriyor, diğer taraftan
da mevzu ve çerçevesini genişlettiriyor. Onu mütemadiyen kendi şartlarının
42 Tanpınar, “Şair Ahmet Muhip: Şiiri En İyi Tarafından Görmüş Olan Genç”, Hafta, No: 37, 9 Sonkânun 1935; M. S., s. 38-39.
75
dışına çıkartıyor. Bu suretle sadece büyük mânâsıyla zamana hitap etmesi
lâzım gelen bir sanat, zaman zaman takvimin emrine bile giriyor.”43
Bu cümlelerden de anlaşılmaktadır ki şiir, müstesna bir sanattır ve kendisini
topluma ve hayata sevdirmeye çalışmamalıdır. Hayatın akışına yetişme ve onun
günlük ihtiyaçlarını terennüm etme gayreti de gütmemelidir. Zira bu, şâire bir
dayatma ve onu zorlama olacaktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar için sanatın ve daha özelde de şiirin bir vazifesinin
olup olmaması, sanatın bir amaca hizmet edip etmeyeceği de önemli bir problemdir.
Kendisinden sonraki nesiller tarafından da çokça tartışılan bu mesele hakkında
yazarımızın birçok fikri, yorumu ve hükmü vardır. Tanpınar, bu bahse eğildiği bir
yazısına şu paragrafla girer:
“İki sanat zihniyeti tâ Tanzimat’tan beri memleketimizde karşı
karşıyadır. Bunlardan birincisi asırlardan beri gelen bir zevk terbiyesinin
mahsûlüdür; bu zihniyet ister ki sanat sadece güzellik peşinde koşsun ve
güzel denilen şey de - bittabi şiir için dilin imkânları içinde aransın-
mükemmele yaklaşan bir form içinde ve o form yoğrulurken elde edilsin.
Bu anlayış muhtelif sanat zümrelerimizde, Garp’tan gelen cereyanlarla
beslendi. Bu da gayet tabiî idi; elbette daha evvel bu işle uğraşanlardan
istifade edilecekti.
İkinci zihniyet şiirin hayat ve cemiyetle çok sıkı bir münasebeti
olmasını, onun gündelik manzumelerini, ihtiyaçlarını, içinde gizli
temayülleri ve atılmağa hazırlandığı büyük hedefleri hazırlamasını ister.
Namık Kemal, son devirlerinde Fikret, Âkif, Mehmet Emin,
günümüzde Nâzım bu ikinci telâkkinin idare ettiği şair olmuştur. İstidat,
şahsî sanat telâkkisi,muvaffakiyet itibariyle birbirinden çok farklı olan ve
tahakkuk ettirebildikleri eserlerin keyfiyeti itibariyle birbirine hiç
43 Tanpınar, “Şiir Ölüyor mu?”, Cumhuriyet, nr. 4916, 19 İkincikânun 1938; E.Ü.M., s. 24.
76
benzemeyen bütün bu şairler bir tek noktada birleşirler: Günün ve hayatın
emirlerini sanatın üstünde tutmak.”44
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirde aradığı özellikler, her türlü sosyal endişeler
dışında şairin, okuyucuya yeni bir atmosfer sunması, onu bulunduğu zaman ve
mekândan koparması, ona yeni bir iklimde nefes alma şansı tanımasıdır. Fransız
yazar Jules Romains üzerine kaleme aldığı bir yazıda, söz konusu şairin şiirlerini
niye sevmediğini belirten Tanpınar, kendisine göre şiirin okuyucuda nasıl bir etki
yaratması gerektiğini, dolayısıyla şiirde aranan şeyin ne olduğunu da ortaya
koymuştur:
“Jules Romains’in şiirleri benim bilhassa sevdiğim şiirler değildir.
Onlar okuyucuyu ne yaşadığı zamanın dışına çıkarabilir, ne de herhangi bir
ânımızı bir ebediyet vehmini verecek kadar derinleştirir. O, insan ruhunda
hususî bir mevsim ve iklim kuran şairlerden değildir.”45
Tanpınar, şiirin bir fikrin savunuculuğunu yapmaması gerektiğini fakat
tamamen toplumdan ve toplum hayatından kopmasının da doğru olmadığını düşünür.
Şiirin, şairin dışında da bir yeri ve sesi olması gerektiği, toplum içinde akis yapması
lüzûmu da söz konusudur. Şiir, toplum hayatının bir cephesi olmalı, hayatı terennüm
etmeli, insanlar arasında iletişimi sağlamalı, olumlu ve olumsuz bütün insanî hislerin
aksedeceği bir ayna olmalıdır. Yukarıdaki cümleleriyle tezat teşkil eden şu ifadeler
Tanpınar’ın değerlendirmelerinde şiirin hem ferdî hem de içtimaî yönleri
bulunduğunu göstermektedir:
“Şiir, yalnız şâir için değildir. Şiir herkes içindir, herkes sevmeli,
etrafında kavga etmeli... Şu beğenmediğimiz eski şiir var ya, hani yermek
için o kadar ad taktığımız şiir... Cemiyet hayatını nasıl tek başına
dolduruyordu. Tiyatrodan gazeteye kadar her şeyin vazifesini görüyordu.
Hiddet, kin, sosyal dava, aşk, isyan her şey mısra yapmaktan başka bir şey
44 Tanpınar, “Şiirin Peşinde”, Oluş, No: 20, 14 Mayıs 1939; E.Ü.M., s. 29. 45 Tanpınar, “Bir Mukaddimeye Dair”, Cumhuriyet, No: 4963, 10 Mart 1938; E.Ü.M., s. 485.
77
bilmeyen ve hiç de bizim gibi karışık estetik dâvalar peşinde koşmayan o
basit insanların sanatında bütün hayatın emrine verilmişti.”46
Şiir ve nesir, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiir anlayışının en önemli
noktalarından birisidir. Tanpınar’a göre nesir, nesirleşme ya da hafifletici bir
ifadeyle nesre düşmek şiir için büyük tehlikedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır
Türk Edebiyatı Tarihi ya da Edebiyat Üzerine Makaleler gibi başka şairlerin
eserlerine yöneldiği çalışmalarında bu konu üzerinde hassasiyetle durmuştur ve
nesre benzeyen, nesir cümlelerini anlatan, çok açık olan ya da his değil de fikre
dayanan mısraları şiir sanatı bakımından sakat ve değersiz bulmuştur. Tanpınar, bir
yazısında konu hakkında şunları söyler:
“Filhakika şiirin lisana olan tasarrufu, nesrin ve konuşmanın
tasarrufundan çok başkadır. Berikilerde sırf delâlet ettikleri uzak, yakın
mânâları için kullanılan kelime, şiire büsbütün başka hususiyetleri için
girer.”47
Şiir Hakkında II isimli yazısından iktibas ettiğimiz bu cümlelerin altında
yazar, şiiri nesirden nasıl ayrı düşündüğünü, onu nesirden ayıran asıl etkenin dil
olduğunu, nesrin fikir cümleleri üzerinde, fikrî plânda ilerlediğini belirtir. Yazı, şiirin
hiçbir fikri ispat etmek zorunda olmadığını, nesirdeki gibi mantıkî bağlar, kaide ve
vuzuha dayanan ifadeler taşımadığını aksi hâlde kendi tabiatının dışına çıkacağını
belirterek devam eder:
“Buna mukabil tabiatı itibariyle toplu olan şiir, fikir için her şeyden
evvel dar bir çerçevedir. Büsbütün başka bir nizamın birleştirdiği bu kesik
cümleler, söze kâh yontulmuş bir mermerin düzgün salâbetini, kâh bir
manzaranın renk ve gölgelerini veren ve her an tarifsiz bir musikiyi
peşinden sürükleyip götüren değişiklikleri ile hiçbir davayı ispata müsait
değildir. O, bir yılan gibi kendi üstüne çöreklenen ruhun bir an için kendi
kendini temaşasından doğan bir mükemmeliyettir ki, ağlatmak ve düşünmek
46 Tanpınar, “Edebiyatımızda Duraklama Mı Var?”, Yelken, No: 21, Ekim 1958; Y.G., s. 336. 47 Tanpınar, “Şiir Hakkında II,” Görüş, No: 2, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 18.
78
ona terettüp etmez. Böyle bir teşebbüste derhal kendi tabiatının haricine
çıkmak felâketine duçar olur.”48
Şiirin nesirden ayrı bir şey olduğu ya da bu iki türün farklı amaçlarla
yazıldığı, farklı kabiliyetlere sahip olduğu gibi meseleler Tanpınar’ın şiir anlayışında
çok büyük bir yekûn tutar. Valéry üzerine kaleme aldığı bir yazısında Tanpınar, söz
konusu şairin şiir anlayışını açıklarken şiirin nesirden farklı oluşuna da önemle işaret
eder:
“Şiir, Valéry’ye göre, zekânın bir oyunudur ve bütün oyunlar gibi,
gayesini yalnız kendinde bulur. Nesirle arasındaki fark buradadır. Nesrin
alâkası, ona göre, daima kendisinin hâricindedir. Halbuki şiirinki, dâima
kendisindedir. Böyle bir sanatta fikrin mevkii nedir? Herhalde ona ilk safta
yer gösterilemez. Fikir manzumede, bir meyvenin gıda hassası gibi gizli
bulunmalıdır. Meyve yiyen adam şüphesiz ki, bir gıda almış olur. Fakat
bunu gıda hâlinde değil, lezzet hâlinde alır.”49
48 A.y., s. 13-14. 49 Tanpınar, “Paul Valéry”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 473.
Tanpınar’ın şiir-nesir ayrıştırmasının önemli bir kaynağı Paul Valery’dir. Zeynep Kerman, Tanpınar’ın bu husus üzerindeki ısrarının kaynağını söz konusu şair olarak göstermektedir: “Fikre, dış âleme daima açık olan nesirle derunî âlemin “zekânın mahsulü olan” şiirin arasında önemli bir fark gören Valéry ile, “şiirde söylemediklerimi nesirlerimde söylerim” diyen Tanpınar’ın estetikleri birbirine çok yaklaşır.” “Tanpınar ve Paul Valéry”, Türk Edebiyatı, No: 1, Ocak 1972, s. 13.
Ahmet Haşim’in, Bir Günün Sonunda Arzu şiirine yapılan tenkitlere verdiği ve sonra Piyâle’ye Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar başlığı ile mukaddime yaptığı yazısında geçen “Şairin lisânı nesir gibi anlaşılmak için değil fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır. Nesirde üslûbun teşekkülü için zarurî olan anâsırın hiçbiri şiir için mevzu-ı bahs olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla, yekdiğeriyle nispet ve alâkası olmayan, ayrı nizamlara tâbi, ayrı sahalarda, ayrı ebad ve eşkâl üzere yükselen ayrı iki mimarîdir. Nesrin mütevellidi akıl ve mantık, şiirin ise idrak mıntıkaları haricinde, esrar ve meçhûlâtın geceleri içine gömülmüş, yalnız münevver sularının ışıkları, gâh u bî-gâh ufk-ı mahsûsâta akseden kudsî ve isimsiz bir menba’dır.
Şiirin evzâ ve harekâtını taklide özenen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin sarahat ve insicamını istiâre eden gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır.” şeklindeki görüşlerinin de Tanpınar’a etki ettiği kesindir: Ahmet Haşim, “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” Piyale-Göl Saatleri / Diğer Şiirleri Haz: İnci Enginün-Zeynep Kerman, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2003, s. 66.
Şiir-nesir ayrılığı hakkındaki görüşleri bakımından Yahya Kemal’le, öğrencisi olan Tanpınar arasında bir paralellik olduğunu işaret etmeyi de uygun görüyoruz. Tanpınar, şiiri nesirden net bir biçimde ayırırken Yahya Kemal’den de etkilenmiş olmalıdır zira Yahya Kemal de “Her dilde bir şiir
79
Bu hükümlere göre şiirin gayesi yine şiirdir, fikir nesirdeki gibi asla ön plâna
çıkmamalı, şiirin esası olmamalıdır ve kendisini gizlemelidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, aynı ay içinde yazdığı bir başka yazıda da şiirin ve
şiir dilinin nesirden farklılığına değinecektir. Şiir, onun için nesir olmayan bir türdür
ve onun dili konuşma ve nesir dilinden farklıdır:
“Bundan birkaç sene evvel M. Brémond, saf şiire dair Akademi’de
söylediği bir nutukta, şiir lisanına dua demişti. Kabulü biraz güç olan bu
iddiada şiir lisanının alelâde konuşma ve nesir lisanından ayrı olması gibi
büyük ve esaslı olan bir hakikat mevcuttur.”50
Tanpınar, daha önce de işaret ettiğimiz üzere edebiyat deyince nesri anlar
veya öyle anlamak ister. Zira o, şiiri edebiyatın içinde bir tür olmanın ötesinde
istiklâl kazanan bir sanat olarak telâkki etme temâyülündedir:
“Muhakkak ki edebiyat nesirdir. Çünkü şiir heyecanlarımızı
istismara bile yaramaz. Sözün, mânâlı ve beliğ sözün bir işaret veya
uzviyetin derinliklerinden gelmiş bir çığlık - nasıl söyleyeyim - bir oyun
haline gelmiş şeklidir. Hiçbir şey için değildir. Hiçbir şeyin peşinde
değildir. Halbuki, edebiyat iddia ve ispat eder. Nevileri vardır. Her nevi, bir
gayeye bağlıdır. Evet, şiir edebiyattan ayrılıyor ve istiklâle doğru gidiyor.
Zaten daha XIX. asırdan itibaren şiir edebiyattan ayrı bir şeydir.”51
kelimesi vardır. Demek ki bu kelime yalnız kendisine benzer bir sanatı ifâde eder ve nesirden başka olduğu gibi, musikiden, heykeltrâşîden, resimden başkadır, müstakil bir sanattır.” Edebiyata Dair, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 1997, s. 25.) şeklindeki cümleleriyle daha önce aynı görüşü savunmuştur. Yahya Kemal, okuma noktasında da şiiri nesirden ayırır: “Kelimeleri uzatma nakîsasının zıddı olan bir nakîsa da şiiri nesir gibi okumaktır. Evet hâlis ve hüviyeti nesir olan, yani, ancak mevzun bir nesir olan manzumeyi nesir gibi okumak doğrudur. Ancak hakikî şiirde mısraları nesir gibi okumak rythme’i yani nazm’ı silip geçmek demektir.” A.e., s. 9. 50 Tanpınar, “Şiir Hakkında II,” Görüş, No: 2, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 18. 51 “Nurullah Ataç ve Ahmet Hamdi Tanpınar ile Mülâkat”, Kon: Kemal Bilbaşar, Aramak, No: 6, Eylül 1939; M.S., s. 169.
80
Daha önce de söz konusu ettiğimiz gibi bir dersinde de Tanpınar şiir-edebiyat
ayrılığı ve bu ayrılığın en büyük sebebinin şiirin nesirden uzaklığı olduğu hakkında
şunları zikretmiştir:
“Nazım, şiir, bir tiyatrodur, romandır, vs.dir. Şiir, nesirden ziyade
mûsikî, resim, heykel, mimari vs. gibi sanatlara yakın olan bir edebî sanattır.
Şiirle edebiyat ayrıdır.”52
Kendisinden şiir tarifi istenen bir röportajda da Tanpınar’ın üzerinde en çok
durduğu husus şiirin nesirden ayrılığıdır. Yazar, şiiri uzun uzun tarif etmektense onu
nesirden ayırmayı yeterli görür. Zira nesirde düşünce esastır. Şiir ise hiçbir fikri
doğrudan söylemeyen, ancak telkin eden bir sanattır: Yazarın, “Siz bir konuşmanızda
şiirin tarifi güçtür, demiştiniz.” şeklindeki cümleye yorumu şöyledir:
“Bilmiyorum, belki söylemişimdir. Herhâlde şiirin bir yığın tarifi
yapılabileceğinden çok bahsettim. Fakat, bu kadar inceliğe gitmeğe lüzûm
var mı? Onu Moliére’in felsefe hocasının yaptığı gibi nesirden ayırmak
kâfidir zannederim.∗ Belki, ufak bir çizgi daha ilâve edebiliriz: Nesirde
söylenmesi imkânı olmayan, yahut söylenmesi için nesrin rahatlığına
muhtaç olmayan şeylerin sanatı da diyebiliriz. Herhalde, benim için evvelâ
bu tarafından ayrılır. İyi bir şiir nesirde daima eksik, az tatmin edici ve hattâ
lüzûmsuz ve bozulmuş şeklini arar görünür, Homeros’ta kendi vücudunu
arayan Ahileus gibi... Bu, dilin içinde insanı bütünüyle aramaktır. Dilin
çığlık, şekil (geştalt) ve nağme oluşu... Bunları nesre tek başlarına nakledin,
ortaya tahammül edilmeyecek bir şey çıkar. Çünkü nesir, düşüncenin ta
kendisidir. Şiir ise kendi şeklinin peşindedir. O, dolayısıyle konuşur.”53
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiir ve diğer güzel sanatlarla ilgili görüşlerinin
bazıları da diğer şair ve yazarların eserlerini tenkit ettiği yerlerde karşımıza çıkar.
52 Tanpınar, E.D., s. 89. ∗ Tanpınar, burada kendisinden bahsolunan fakat tamamı verilmeyen sözü, bir dersinde zikretmiştir: “Moliére, “Ne ki şiir değil nesirdir, ne ki nesir değil şiirdir.” der.”, Güven, a.g.e., s. 45. 53 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Kon: Mustafa Baydar, Varlık, No: 421, 1 Ağustos 1955; Y.G., s. 315.
81
Münekkit Tanpınar, eserin başarılı ve aksayan yönlerini söz konusu ederken şiir ve
şiirin belirleyici özellikleri hakkında hükümler verir. Örneğin şiirin nesirleşmesi ya
da bir şiirdeki nesir cümlelerinin fazlalığının Tanpınar’a göre bir kusur olduğunu
gösteren bir bilgiyi, yazarın Muallim Naci’nin bir şiirine dair tenkitlerinde
görmekteyiz. Naci’nin şiirini yer yer beğenen, onda bazı güzellikler bulan Tanpınar,
şiirlerdeki nesir cümlelerine tesadüf ettiği zaman olumlu tavrını bırakmaktadır:
“Düşmüştü şevâhik-i cibâlin
Tâ nısf-ı fezâya dek zılâli
Hâlâ o cibâlin ol zilâlin
Pîş-i nazarımdadır hayâli
Bu son kıtanın ikinci beytinde şiirin biraz kımıldandığı
muhakkaktır. Fakat muhayyile noksanı, çözük anlatış Naci’yi hemen nesre
düşürür. Filhakika Naci’de benzerleri o kadar çok olan
Ettikçe letâfetin temâşâ
. . .
Gördükçe mevâki-i latife
cinsinden mısralar devrin gazete nesrinin ta kendisidir.”54
Mehmet Akif hakkında yapılan bir röportajda da Tanpınar, Akif’in nesre
düşkünlüğünü bir zaaf olarak kabul ettiğini söyler:
“Fikret aruzla ezan okutmuştu, o [Mehmet Âkif] iskambil oynattı,
öte beri sattırdı, düğün dernek yaptırdı, velhasıl aruzu hemen gündelik
54 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 602.
82
mevzua soktu, fakat bunu şiirin bir kazancı zannetmemelidir, çünkü bu
tecrübeleri yaparken mısraı bir nesir haline getiriyordu.”55
Görüldüğü gibi şiirin nesirden farklı oluşu, Tanpınar’ın şiir anlayışının
mühim bir cephesidir. Şiirin hiçbir gayesi olmayacağını, mutlaka gayesi olacaksa
bunun ancak yine şiir olacağını düşünen Tanpınar, fikri kendisine esas alan nesri şiir
için bir kusur veya tehlike olarak mülâhaza etmektedir.
Şiir-musikî-ses-âhenk konuları da yazarımızın şiir bahsinde fikir beyan
ettiği unsurlardandır. Şiirin musikiye yakın bir sanat olması ya da şiirde aynı
musikideki gibi iç ya da dış bir âhenk olması gerektiği gibi hükümler, Tanpınar’ın
kendi şiir anlayışında ve şiir estetiğinde de kabul ettiği düşüncelerdir.
Valéry hakkındaki bir yazısında Tanpınar, şiirin başarısının ondaki musiki
kıymetinden kaynaklandığını belirtir:
“... Bu suretle kendi cevherine irca edilen şiirin asıl muvaffakiyet
vasıtası musikidir. Bütün zahmetler, bütün tesadüfler, bütün ihtimaller ve
ihtiyatlar ona bu musikiyi temin için çalışmalıdır.”56
Ahmet Hamdi Tanpınar, şiiri musikiyle birlikte düşünmekte, ayrıca şiiri
oluşturan kelimelerin ses zenginliği kazanıp kazanmamasını da sorgulamaktadır.
Şiirin bir önemli cephesi de kelimelerin ses bakımından zenginlikleridir:
“Şiirin güzelliği, kelimeyi âdeta sada, ses kıymetleri hâlinde
kullanmasında ve bunu yaparken bize herhangi bir boşluğu
göstermemesindendir. Sanki bütün tanıdıklarımız, topraktan gelmiş ve her
şeyden bir bir köşede soyunmuşlar ve sadece ruh hâlinde karşımıza
çıkmışlar gibi.
55 “Şair Mehmet Akif İçin Memleketin Fikir ve Edebiyat Adamları Ne Diyorlar?”, Yeni Adam, No: 168, 18 Mart 1937; M.S., s. 153. 56 Tanpınar, “Paul Valéry”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 472.
83
Nedim’den sonra eski şiirin istikameti bu idi. Herkeste
bulabileceğimiz o hayalleri, istiare ve mecazları, üzerinden can sıkıntısı ile
dolu bütün bir tarihin geçmiş olduğu mazmunları unutsak, elde kalan şey bu
“musiki” ve “ses”tir.”57
Konumuzla alâkası bakımından Tanpınar’ın, “ses” unsurunu keşfetmesini,
Yahya Kemal’in bir başarısı olarak telâkki ettiğini belirtmekte fayda vardır. Yahya
Kemal’i, şiirdeki ses zenginliği ve şiirlerindeki ton değerleri bakımından
değerlendiren Tanpınar’a göre bir şiir ses bakımından de önemlidir. Yahya Kemal
isimli monografisinde yazarımız buna şu cümlelerle dikkat çekmektedir:
“Yahya Kemal’in büyük mazhariyeti, eski şiirin ve oradan hareket
ederek zümre şiirlerinin asıl hususiyetini veren bize ait lirizmin esası olan
bu sesi bulmasıdır.
Çok defa, Yahya Kemal’in asıl şahsiyetinin kendini idrak devri olan
yıllarda -Valéry’ye göre yirmi dört yaşlarında (bk. Descartes makalesi)-
eski şiirimizin üzerine eğilmiş, Nesimî’den -kardeşine yazdığı mektup
şeklinde mesneviyi kastediyorum- Avni Bey’e kadar gelen bütün bir
gelişmeye eğilmiş, bu sesin peşinde tasavvur ettim. Şüphesiz ki onu veya
idesini bulduğu anda, o da Arşimed gibi “eureka!” diye bağırmıştır. Çünkü
Şinasi’den sonraki şiirimizin daima batıyı göz önünde tutan gelişmesinde bu
değişme ile alâka hemen hemen kesilmişti. Ve biraz da bu ses ortadan
kaybolduğu içindir ki Edebiyat-ı Cedîde şiirinde dil o kadar öksüz kalmış,
kelimelerin elması, içlerinde parıldayan güneşi kaybetmişti.”58
Bu hükümlerden sonra şöyle bir sonuca varabiliriz: Tanpınar için şiir
sanatının önemli unsurlarından birisi de âhenk ve sestir. Şiiri musikiye yakın bir
sanat olarak değerlendiren yazar, şiirdeki kelimelerin musiki ve ses kıymetlerine,
57 Tanpınar, “Yahya Kemal’e Dair Notlar”, Ulus, No: 8124, 16 Mart 1944; E.Ü.M., s. 333. 58 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, 4. bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2001, s. 118-119. (Eserin ilk neşri Yahya Kemal’i Sevenler Cemiyeti Yayınları tarafından 1962’de yapılmıştır. Biz, Dergâh Yayınları’nın 4. baskısını esas aldık.)
84
bunların sağlayacağı ritme büyük önem vermekte bununla beraber diğer unsurların
da bu ritmi sağlamaya çalışması gerektiğine inanmaktadır.
Şâir doğmak, Tanpınar’ın şiir hakkındaki mülâhazalarında karşımıza çıkan
meselelerden birisidir. Şiir ve şâirlik bahislerinde çokça tartışmaya yol açan bir konu
olan “şâirlik fıtratı” ya da doğuştan şâirlik konusunda da Tanpınar’ın bir fikri vardır.
Tanpınar, teknikle beraber şairin yaradılışına da önem vermektedir:
“Şiiri çok defa zekâya mâl ederim ama insanı unutmam. Şiir, yalnız
teknikle olamaz, bir de tekniğin yanında şairin yaradılışını unutmamak
lâzımdır.”59
Aşağıya aldığımız sözler şiir yazmanın ya da şair olmanın, insanın
şahsiyetinde, hattâ sinirlerinde birtakım oynamalara yol açtığını ortaya koymaktadır.
Yazarımıza göre şiir, insanı “bazı nimetlerden feragat ettiren, şahsiyetinin
gerçekliğinden şüphe ettirecek bir terbiye, bir yığın asap bozukluğunu
benimsettiren” bir sanattır ve bu bir talih meselesidir:
“Yalnız bir şeyi unutmayın, şiir bir bakıma meslek değil, bir talihtir.
Onun çarkına kapıldınız mı, herkes için tabiî nimetlerin çoğunu feda etmeye
mecbur kalırsınız. Hattâ, ne bileyim ben, şiir, muayyen bir devrinde insanı
şahsiyetinin gerçekliğinden bile şüphe ettiren bir terbiye, bir yığın asap
bozukluğunu benimseyiştir.”60
Yazarımız bu cümleleriyle yine şâirlik tabiatını ya da şâir doğmayı kabul
ettiğini göstermekte ve şâiri diğer insanlar için birçok nimetten feragat eden,
kendisinden veren bir insan olarak değerlendirdiğini ortaya koymaktadır.
59 Tanpınar, E.D., s. 58. 60 Adnan Berk, “A. Hamdi Tanpınar’la Bir Konuşma”, Dünya, No: 506, 25 Temmuz 1953; M.S., s. 229-230.
85
2.3. Roman
Tanpınar, sanatın ve edebiyatın her şubesine dair fikirler geliştirdiği gibi
roman için de bazı görüşler beyan etmiş ve bu sanatın kendisi için ne ifade ettiğini,
iyi bir romanda hangi unsurların olması gerektiğini çeşitli eserlerinde belirtmiştir.
Roman, Tanpınar’ın eserlerinde daha ziyade merkezine insanı alması, hayatla sıkı
alış-verişi ve şiirden ayrılan taraflarıyla ön plâna çıkmıştır. Ayrıca yazar vak’anın
rolü, üslûp problemleri ve romancı doğmak meselelerinde de görüş bildirmiştir.
Üniversite hocası, münekkit, edebiyat tarihçisi, hikâyeci ve romancı kişiliğindense
kamuoyuna kendisini daha çok şâir olarak sunan fakat asıl başarı ve şöhretini Huzur
ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi romanlarına borçlu olan Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın roman hakkındaki fikirleri, söz konusu türün başarılı bir temsilcisi
olması hasebiyle de önem arz etmektedir.
Roman ve insan konusu Tanpınar’ın romana dair görüşlerinin çok önemli bir
bölümünü teşkil eder. Yazarımıza göre roman insan merkezli bir türdür ve insan
gerçeğini her türlü özellikleriyle anlamaya ve deşmeye çalışmalıdır.
Yazarımızın romana dair söylediklerinin birçok yerinde insanı kaçırmama,
insanî duygu ve düşünceleri esere nakşetme gibi özellikler yer almaktadır. Bu
görüşlerin bazıları yerli ve yabancı romancıların eserleri hakkındaki tenkitlerde
karşımıza çıkar. Örneğin Tanpınar, Fransız romancı Honore de Balzac’tan ve onun
insanı işlemekteki başarısından oldukça sitayişle bahseden bir makalesinde şunu
söyler:
“Hiçbir taş yontuculuğuna tenezzül etmeden dev kollarıyla,
yakaladığı kütleleri üst üste dizerek büyük duvarını örer. İnsanî olan her
şeyi sever. Her insan, onu cemiyetin kendisine götürür. Onun dinamik
tarafını derhal yakalar. Köklerinin yerleştiği ve dal budak saldığı toprakla
beraber nakledilen bir ağaç gibi yakaladığı insanı, arkasında çalışan bütün
meseleleriyle, davalarıyla sadece kuvvetini harcamaktan mesut bir dev gibi,
herhangi bir şey yaptığını düşünmeden eserlerine naklediverir. Sayfalar
86
ilerledikçe biz bir yeri, o yerdeki insan kalabalığını, bir istatistik belâgat ve
vuzuhu ile, yani terkibi kaybeden bir sıhhatle değil, hayatın sade
görünüşünü muhafaza etmek şartıyla önümüzde en ince teferruatına
kadar açılmış görürüz. Sefalet, ıztırap, kin, sevgi, ihtiras, küçük hesaplar,
büyük dolaplar, mevki, zenginlik, yeis, ümit... hepsi onda vardır. Fakat
hiçbiri insanı bölmez. İnsanları kendi tabiî havasında, kendi ışığında yaşar.”
...........
Romancı insana inanmalıdır. Çünkü hayatı bu iman yapar.” 61
Bu ifadeler de gösteriyor ki roman insanı yakalayacak fakat onu oluşturan
cemiyet de onunla birlikte eserde ifadesini bulacaktır. Çünkü her insan bir cemiyetin
ürünüdür, ondan bir parçadır. Ayrıca insana ait hislerin işlenişi demek onu tek bir
cephesiyle vermek demek değildir. Bazı duyguları baskın ya da ön plânda da olsa
insan bir bütündür ve romancı bu bütünü bölmemelidir.
Romana ve Romancıya Dair Notlar I isimli makalesinde de aynı mevzu
üzerinde duran Tanpınar, Namık Kemal ve Ahmed Midhat Efendi gibi Türk
romanının ilk temsilcilerini ve onların zaaflarını işlerken yüzünü Batı’ya çevirir ve
Batılı romancıların romandaki tekâmüllerindeki sırlarının insan ve insanın içinde
bulunduğu toplumu bulmaları olduğunu şu cümlelerle anlatır:
“İnsanı ferdî ve içtimaî hususiyetleriyle, ruh hâletleriyle, ferdiyetini
besleyen bin türlü şartlarla verebilmek için muasır garp hikâyeciliği,
başlangıç noktası olan Don Kişot’tan Goriot Baba’ya ve Chartreuse de
Parme’a varıncaya kadar muazzam bir inkişaf devresi geçirmişti.”62
Tanpınar, sanatın, dolayısıyla romanın insanla, insanı tanımakla ve
sorgulamakla kaim olduğunu belirtmiş ve roman türünde başarılı olmuş ülkelerin
61 Tanpınar, “Hayat Karşısında Romancı”, Ülkü, No: 41, 1 Temmuz 1943; E.Ü.M., s. 55. 62 Tanpınar ,“Romana ve Romancıya Dair Notlar I”, Ulus, No: 7951, 19 Eylül 1943; E.Ü.M., s. 59.
87
sanatçılarının sırrının “insan” olduğunu vurgulamıştır. İnsana dikkat etmeyen bir
eserin başarılı olması imkânsızdır:
“Sanat insanı kaçırdı mı, geri tarafı kendiliğinden sökülür. İngiliz,
Rus ve Fransız romanının asıl büyük vasıfları insanı yakalamalıdır.”63
İnsanın işlenişinin romanın en esaslı unsuru oluşu yazarın, bir röportajda
“Romanda sizin için ehemmiyetli unsur nedir?” sorusuna:
“- İnsan... Her şeyden evvel insan, bütün etrafıyla insan ve onun havası.”64
biçiminde verdiği cevabında da görülmektedir. Dikkat edilirse Tanpınar, romanda
insanı sadece ferdî tarafıyla değil, içtimaî tarafıyla da aramakta, cemiyet şartlarının
da onunla birlikte işlenilmesi gerektiğini düşünmektedir. Ayrıca yazar, biyografi ile
romanın arasında bir bağ olduğunu; bunun, iki türün de “insan merkezli”
olmalarından kaynaklandığını belirtir:
“Biyografi ile roman arasında bir bağ var: İkisinde de insan
merkezdir.”65
Romanı birçok vesileyle “insan merkezli ve insanı hedef alan” bir tür olarak
algıladığını söyleyen yazarımız, söz konusu türün doğuşunu da insana, insana
gösterilen dikkate ve ona doğru yönelişe bağlayacaktır. Roman, Tanpınar’a göre
insanla başlar:
“Roman, medeniyet ve kültürün insan etrafında dolaşmaya başlayışı
devrinde başlar. Don Quichotte, romanla hafızasını bozmuştur. Demek ki,
Ortaçağ geleneklerine itiraz ile başlar roman. Artık, insan etrafında dönen
bir dünyanın romanıdır. Roman, insanın uyanışı ile başlar.”66
63 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 295. 64 “Ahmet Hamdi Tanpınar Yeni Eserini Anlatıyor”, Kon: Ayşe Nur (Azra Erhat), Yeni İstanbul, No: 1646, 19 Haziran 1954; M.S., s. 235 65 Tanpınar, E.D., s.190. 66 A.e., s. 26.
88
Roman sanatı, birçok roman kuramcısı ve araştırmacının da belirttiği gibi,
insanı anlamaya çalışan bir türdür. Yapısı ve teknikleri itibariyle insanın hem ferdî,
hem psikolojik hem de sosyolojik boyutlarını deşmeyi amaçlayan, duygu ve
davranışlarını sorgulamaya çalışan bir tür olarak roman, ancak araştırıcı, dikkatli ve
sorgulayıcı bakışların çok olduğu bir toplum ve bu toplumun oluşturduğu bir
ortamda oluşabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Müslüman doğu toplumlarında bu
tecessüsün olmadığını, bu yüzden de bir roman geleneğinin teşekkül etmediğini
düşünmektedir:
“Müslüman Şark, psikolojik tecessüsü pek az tanımıştır. Bazı
umumî fikirlerin dışında insan ve insan ruhu onu pek az meşgul etmiştir.
Kendisini metodik şekilde derinleştirmeğe çalışanlar bulunsa bile, bu bir
kültür için umumî bir terbiye mahiyetini alacak şekle girmemiştir.
Eski sanatlarımızın bazılarının yarım kalmasına ve bazı sanatların -
resim ve heykel gibi - hiç inkişaf etmemesine İslamî akidenin sebep olduğu
söylenir. Bugün yeni baştan ve haklı bir surette münakaşa sahasına giren bu
hükmün üzerinde duracak değilim. Bizce İslamî akidenin akim bıraktığı bir
saha varsa, o da psikolojik tefahhustur.
Instrospection, bu içe doğru çevrilmiş araştırıcı göz, günah çıkartma
kürsülerinin dibinde gelişmiştir.
Kadîm Yunan’a Hıristiyan dünyasının üstün olduğu tek nokta
burası, bu içe doğru dönüştür. Onunla kadere karşı koyma fikri tamamlanır.
Yani kahraman hakikî mânâsında teşekkül eder. İnsan kendi bütünlüğünü
alır. Eski şark hikâyesine böyle bir terbiye yardım etmemiştir.
Hıristiyanlıktaki cibillî günah fikrinin doğurduğu hürriyet mücadelesinin
eski şark cemiyetlerinde olmadığı gibi.
Yanlış anlaşılmasın, garp romanının Hıristiyanlıktaki günah
çıkartmaktan geldiğini iddia etmiyorum. Sadece Hıristiyan dünyasında,
kendi kendisin(i) ister istemez her an yoklama, derinleştirme terbiyesinin
bulunduğunu hatırlatıyorum. Bu terbiye garp fikir hayatının büyük
89
zembereklerinden biridir ve modern romanın teşekkülüne yardım etmiştir.
Bizde bazı tasavvuf mesleklerinde şüphe ve kendi kendisini murakabe
vardır; fakat cibillî günah fikrine bağlı değildir. Tasavvuftaki ibadet ve
riyazet ile kurtuluş, maddeye şâmil bir hâlden, tabir caizse bir neutralité’den
kurtuluştur. Hıristiyanlıkta ise bir lekeden, menfî bir hâlden, bütün hayata
şâmil bir lânet gibi günahtan kurtuluştur.”67
Hıristiyanlıktaki günah çıkartma, insanın kendisini sorgulaması, işlediği
hataları başkasına itiraf ve ifşa ederek rahatlamaya çalışması esasına dayanır. Bir
günahın başka bir insana anlatılması ile temizleneceğini düşünen bu inanç,
Hıristiyan-Batı insanının kendi içine eğilmesi, işlediği hataları görerek kendini daha
iyi anlamaya çalışmasını da beraberinde getirecektir. Günahkâr doğma inancı da
insanı sürekli kendisini temizlemeye itmiş, dolayısıyla mahremiyeti ifşa etmeyi de
artırmıştır. Yazarımıza göre tasavvuftaki “riyazet ve murakabe” (aslında murakabe
de kelime anlamıyla içe bakma, kendi içine yönelme demektir) bundan çok farklıdır.
Murakabe, maddenin üzerine çıkma, zaman ve mekânın kayıtlarından bir süreliğine
de olsa âzade olma demektir. Bu ameliye, bir suçun ya da günahın temizlenmesi için
değildir.
Yazara göre doğu hikâyeleri insanın sadece dış tarafına dikkat etmiş, vak’aya
önem vererek onun davranışlarını izlemiş fakat insanın içine girememiştir. İnsanı
bütün uzviyeti, cemiyete katılan ve ondan ayrılan şartlarıyla birlikte almayı ve
işlemeyi gerektiren roman için bunlar yeterli olmamıştır. Tanpınar, yazısına şu
cümlelerle devam eder:
“Şark hikâyesi muayyen bir vak’a anlayışında kalmış, onun ötesine
geçip insana erişememiştir. Vâkıa bu çerçeveyi kırmağa hiç çalışmamış
değildir. Daha Heves-nâme’den itibaren manzum hikâyecilerimiz, yüksek
kültürün gelenekleri dışında kalmış mevzularda sağa sola başvurmuşlardır.
Hattâ içlerinde hikâye tarzını genişletenler oldu. Böylece birçok defa yerli
67 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Dair Notlar I”, Ulus, No: 7951, 19 Eylül 1943; E.Ü.M., s. 60-61.
90
hayattan bahsettiler. Biraz açık-saçık olmakla beraber, komik tipler ve
vaziyetler buldular. İzzet Molla’nın Mihnet-i Keşan’ı bütün bir örf
romanının malzemesini verir. Fakat hiçbir zaman dışa ait dikkatlerin ötesine
geçemediler. İnsanın içine inemediler. Onun şartları içinde çalışmadılar.
Aşkta, ihtirasta, çok iptidaî hadlerin içinde kaldılar. İnsanı şartlarıyla
beraber almağı bilmedikleri için ferdin cahili idiler.”68
Yazar, edebiyat geleneğimizde insana ait dikkatlerin ve insanın kendisini
sorgulamasının söz konusu olmadığını roman konusunda söyledikleriyle paralel bir
biçimde 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin tiyatro bahsinde de söz konusu etmiştir:
“... Diğer taraftan edebiyatımızın ananesinde «instrospection»un
bulunmaması, insan psikolojisini ne din ve mistik tecrübenin, ne de eski
edebiyatımızın derinleştirmemiş olması, bu tecrübeye ilk defa girmiş olan
muharrirlerin eserlerini - Namık Kemal’in «Zavallı Çocuk»unda, hattâ diğer
eserlerinde olduğu gibi - baştan verimsiz yapar. Zaten hikâye bahsinde daha
geniş surette anlatacağımız gibi bu muharrirlerin hiçbiri, insanı bir başlangıç
gibi alarak işe koyulmuyorlardı. İnsana dikkat etmemiş bir medeniyetten
gelmiş olmanın bütün zaafları bu eserlerde vardır.”69
Romanın günah çıkartma ve dolayısıyla bir ruhî temizlenme ile yakından
ilişkili olduğu konusunda ısrar eden Tanpınar, bir dersinde de romanı başlatanın
“hikâye ve itiraf” olduğunu söyleyecektir.”70
Doğu ve batı medeniyetlerinin eşyayı ve insanı tanıma, sorgulama noktasında
oldukça farklı bir tekâmül çizgisi sergilediklerini, bu iki farklı dünyanın ortaya
koydukları eserler ve geliştirdikleri türlerle de açıklayan Tanpınar, Güler Güven’den
elimize ulaşan ders notlarına göre doğulunun disiplin veya terbiyesinin ruha
kavuşmak, Allah’a yönelmek; batılınınkinin ise realiteye gitmek olduğunu söyler.
Bu itibarla roman, doğuya yabancı bir türdür, halk hikâyeleri ise teknik ve dünya
68 A.y., s. 61. 69 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 283. 70 Tanpınar, E.D., s. 132.
91
görüşleri itibariyle romandan oldukça farklıdır. Bu da yine insana yöneltilen nazarın
farklılığından ileri gelmektedir:
“Romana biz Acem edebiyatından gelen mesnevîden, Anadolu’nun
hikâyelerinden (Leylâ ve Mecnun vs.) ve Binbir Gece’den intikal ettik.
Teknik ve dünya görüşü itibarıyla roman ayrılır. Leylâ ve Mecnun eski
insanı bir küll olarak anlatır. Aslı İle Âşık Kerem, ırk ve din meselelerini ele
alır.
Roman daha müşahhastır ve bidayetinden itibaren şarktan ayrı olan
bir nevidir. Şarkın disiplini ruha kavuşmaktır, Allah’a gider. Garpta ise
realiteye gider.
.......
Romanda, muhayyelden ayrılma, insanla beraber hayatı verme ve
insanı olduğu gibi alma vardır.”71
1953’te Suat Uzer’in Hisar dergisi namına Ahmet Hamdi Tanpınar’la
yaptığı bir röportajda, roman, insan ve toplumsal meseleler üzerinde durulmuş ve
Tanpınar toplumsal kaygıların insan gerçeğinin üzerine çıktığını, insanın
darlaştırıldığını ve belki de Türkiye’de gerçek roman yazılamamasının sebeplerini de
bu sorunlarda aramak gerektiğini belirtmiştir:
“Edebiyatımızda bence en büyük eksik, meselelerin ya birdenbire
çok kolay hâl tarzlarına bağlanması yahut da hiç konmamasıdır. Bu
kıymetler buhranı devrinde cemiyet endişelerinin insan endişesini silip
ortadan kaldırması, üzerinde düşünülecek bir meseledir. Sistemle büyük
edebiyat olmaz, humması yaşanan fikirle edebiyat olur. Meselesini halletmiş
adam ya mücadele eder veya rahat eder. Belki roman yazılamamasının bir
sebebi de budur. İnsanı çok darlaştırdık, hedefler çok belli. Hayat
71 Güven, a.g.e., s. 30.
92
birçoklarımızın kafasında zenginliğini kaybetmiş gibi. Bunlar bizi fazla
şematik yapıyor.” 72
Ahmet Hamdi Tanpınar için romandaki insan kendi başına bir değer
olmalıdır. Kendisine has bir karakteri, macerası, hikâyesi, his ve hayâl dünyası
bulunması gereken insan, sadece yazarın söylemek istediklerinin tercümanı
olmayacak, romanda dekoratif bir unsur mahiyetinde kalmayacaktır. Tanpınar,
Namık Kemal’in kadın kahramanlarının daima ikili olduklarını, yani iyi bir
kahramanın ancak kötü kahramanın karşısına çıkarılan bir figür olarak kullanıldığını
dolayısıyla bazı kahramanların kendilerine has bir karaktere sahip olmayan tek
cepheli tipler olarak kaldıklarını düşünmekte ve bunu kahramanın “kendi talihini
taşıyamaması” olarak tabir etmektedir. Tanpınar’ın romanda işlenilmesini istediği
‘insan’ kavramını daha net görebilmek için romanlardaki kahramanlar ve Namık
Kemal’in bu kahramanlara karşı tavrını anlatan satırlarını almayı uygun görüyoruz:
“Perihan iyidir, Şehriyar kötü ve fenadır. Dilâşub ve Mehpeyker de
böyledir. Birisi sahneye çıkınca öbürünü de gölgesi gibi beheme(ha)l
beraberinde taşıyacaktır. İki kadınsız romanı yoktur. Bu şahıslar kendi
talihlerini tek başlarına taşıyamıyorlar demektir.”73
Romanın işlenişi, vak’a, tiplerin kurgulanması ve eserin okuyucuya sunuluşu
meseleleri hakkında yazarımızın bazı dikkatleri üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, her ne kadar yazarın ürünü ve kurgusu da olsalar roman
kahramanlarının eser boyunca hür kalmaları gerektiğini, yazarın kahramanına çok
fazla müdahale etmesinin eseri zaafa düşüreceğini, bunun roman sanatında bir kusur
olduğunu düşünmektedir. Yazara göre, romancının bize anlattığı kahramanla, bize
kendisini sunan kahraman farklı olmamalı, kahraman yazara itiraz etmemeli, onu
yalanlamamalıdır. Tanpınar, yine İntibah’ta Namık Kemal’in böyle bir zaafını
yakalar ve romanın kötü kadını Mehpeyker’in, yazarına itiraz ettiğini belirtir:
72 “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki”, Kon: Suat Uzer, Hisar, No: 37, 1 Mayıs 1953; Y.G., s. 312. 73 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Dair Notlar II”, Ulus, No: 8018, 27 Sonteşrin 1943; E.Ü.M., s. 64.
93
“Kitabın en canlı tipi şüphesiz Mehpeyker’dir. Fakat onu muharririn
bize gösterdiği ışıkta değil de kendisi olarak almalıdır. Pek az kitapta
muhayyilenin yarattığı şahıs o muhayyilenin kendisine bu küçük hikâyede
olduğu kadar itiraz eder. Bu yüz kırk sahife boyunca muharririn sesinden
fazla biz behemehal olduğunun dışına çıkarılmak istenen biçare kadının
itirazlarını duyarız. Sanki durmadan: «Fakat ben bu değilim... Ben hiçbir
zaman düşündüğün insan olmadım!... Bırakın da ben kendimi anlatayım...»
der gibidir.
Fakat Namık Kemal her defasında onun sözünü keser, yahut en kat’î
hükümlerle ve en ağır kelimeleri kullanarak çerçeveler. Hiçbir romancı
onun kadar kahramanının açıktan açığa düşmanı değildir. Hakikatte Namık
Kemal bu hikâyede bir nevi ikilik içindedir. Bir taraftan Mehpeyker’i ve Ali
Bey’e olan bağlılığını bütün kuvvetiyle anlatmak için lâzım gelen her şeyi
yapar. Diğer taraftan da okuyucuya onu en kötü çizgileriyle takdim eder.”74
Bu cümleler ışığında şunu söylemek mümkündür: Tanpınar, romancının,
işlediği kahramana fazla müdahale etmemesi gerektiğini, kahramanın kendisine has
bir hayatiyeti ve şahsiyeti olması lâzım geldiğini düşünür. Çünkü roman kahramanı,
aynı hayattaki insan gibi hür olmalıdır.
Roman ve hayat, Tanpınar’a göre oldukça sıkı bir ilişki içindedir. Çoğu kez
şiiri yaşanılan hayatın dışında ferdî bir mesele olarak algılayan Tanpınar, romanın
başarısının bilâkis insanı ve onun yaşadığı hayatı verebilmesinde olduğunu
düşünmektedir. Şiir ne kadar hayattan uzaksa roman o kadar hayata yakındır veya
öyle olmalıdır. Hayatı kucaklamak, onu anlatmak şiir için kusurken roman için bir
güç kaynağıdır. Roman hayat karşısında aldığı tavırla, hayattan aldıkları ve ona
verdikleriyle sivrilen bir türdür ve onu şiirden en çok ayıran da budur:
“... Bu hâl şüphesiz ki, diğer sanatlar [şiir dışındaki sanatlar] için de
vâriddir. Fakat onların bünyesi şiirin aynı olmadığı için netice aynı olmuyor.
74 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 401-402.
94
Ezcümle romanda olduğu gibi; romanın hayatla olan münasebeti şiirinki
gibi değildir, o bütün kuvvetini hayattan alır ve ondan sadece dinamik
topluluğuyla ayrılır. Bu itibarla birisi için sonsuz bir kudret menbaı olan bir
vaziyet diğer için zarurî bir şekilde zaaf olabilir.”75
Ayrıca şiiri oldukça şahsî bir sanat addeden yazar, onun soyut olduğunu ve
bu yönüyle musikiye benzediğini vurgular. Şiir, hayata ve insana faydalı olmak,
onun ıstıraplarını anlatmak zorunda değildir. O, sadece kendisi için vardır. Roman
ise bunun tam tersi bir yapı arz eder. “Şair ve romancısınız. İkisini bir arada, birlikte
götürdüğünüze göre, şiirler romanın nerede birleştiklerini söyleyebilir misiniz?”
şeklinde yöneltilmiş bir soruya yazarımız, bahsimize uygun olarak şu cümlelerle
cevap verecektir:
“Pek birleştiklerini sanmıyorum. Çünkü mahiyet ve nizamlarıyla
ayrılırlar. Şiir müşahhasın peşinde değildir. Çünkü kendisidir. Şiir, şekildir.
Resme, heykele veya deminki tarifime, müşahhas tarifime hiç uymayacak
şekilde musikîye benzer, yani mücerretliği musikîninkine benzer. Bir his,
bir düşünce, bir intiba birdenbire sizde kendi nizamını ilân eder ve dil
üzerindeki tecrübelerinizle birleşir. Başlı başına bir “objet” olur. Dilin
çiçeği, denizin köpüğü, tek bir dal, hülâsa ilk bakışta çevresiyle ilgisini
kuramayacağınız bir şey. Halbuki roman hayatın kendisinin peşindedir. Şiir
kendisi için, roman hayat ve insan içindir diyebiliriz. Gerçi o da, roman da
kendi üzerinde toparlanır ama, hayatın düzenleri içinde. Belirli bir insanın,
cemiyetin çevresinde. Şiir “Ben”in peşindedir.”76
Tanpınar, Yahya Kemal üzerine yazdığı bir yazıda yukarıda roman için
söylediklerine paralel bir şekilde:
75 Tanpınar, “Şiir Ölüyor Mu?”, Cumhuriyet, No: 4916, 19 İkincikânun 1938; E.Ü.M., s. 24. 76 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 536, 15 Ekim 1960; Y.G., s. 338.
95
“... Fakat şiirle roman aynı şey değildir. Roman hayatın peşindedir. Şiir ise
bir tecrittir. Birisi hayata doğru yürür. Öbürü “mutlak”ın peşinde koşar.”77
demiştir.
Daha önce de görüldüğü üzere, şiirin yaşadığımız hayata olan uzaklığını ve
bu uzaklığın kimilerince bir eksiklik veya kendine güvenmezlik olarak algılandığını
düşünen yazar, onun hayata fazla borçlu olmasını, günlük olayları anlatmasını, kendi
deyimiyle takvimin emrine girmesini bir tehlike olarak görmektedir. Halbuki roman
tüm gücünü hayattan almaktadır. Derslerinde bu konuya temas eden Tanpınar,
romanla hayatın alışverişi hakkında bir dersinde “Roman hayatın tenkididir”78; bir
başka dersinde de “Bir roman, hem cemiyetin hem kendisinden evvelki romanın
kritiğidir”79 demiştir. Sanat eserlerindeki devam zincirini vurgulaması bakımından
Tanpınar’ın şu yorumuna dikkat çekmekte fayda görüyoruz:
“Her sanat eserinde kendinden sonra gelecek ustaya bir mektup
vardır. Eski mineli cep saatlerinin kapaklarının içinde bulunan yazılar gibi.”80
Fakat Tanpınar bu konuya da açıklık getirmektedir. Romanın gücünü
hayattan alması demek onun gündelik hadiseleri birebir aksettirmesi demek değildir.
Tanpınar, bunu romancı için bir tehlike ve bir zorluk olarak telâkki etmektedir ve
Türk romanının istenilen seviyeye gelememesini de, memlekette sağlam bir fikir
hayatının teşekkül etmemiş olması ve romancının, üzerine vazife olmayan birçok
şeyi söylemek ve anlatmak zorunda olmasına bağlamaktadır:
“Doğrusunu söylemek lâzım gelirse fikir hayatımız gündelik
gazetelerin elindedir. Bu biraz da yok demektir. Böyle bir edebiyat âleminde
romancının ve sanatkârların işindeki ağırlığı tasavvur etmek kolaydır. Arada
mutavassıt olmadığı için her şeyi kendisi yapmak mecburiyetindedir.”81
77 Tanpınar, “Yahya Kemal’e Dair Notlar”, Ulus, No: 8124, 16 Mart 1944; E.Ü.M., s. 333. 78 Tanpınar, E.D., s. 277. 79 Güven, a.g.e., s. 37. 80 Tanpınar, E.D., s. 172. 81 Tanpınar, “Bizde Roman”, Kültür Haftası, nr. 3, 29 İkincikânun 1936; E.Ü.M., s. 53-54.
96
Roman, hayatla sıkı bir alış-veriş hâlinde olmalı fakat romancı günlük hayata,
aktüele kendisini kaptırmamalıdır.
Roman ve vak’a konusu birçok araştırmacı gibi yazarımızın da üzerine
hassasiyetle eğildiği bir problemdir. Bazı araştırmacılara göre romanın en zayıf tarafı
olan ve düşük seviyeli okuyucu kitlelerinin merakını kamçılayan vak’a∗, bazılarına
göre de romanın çatısını oluşturan, kahramanların hayatlarını ve psikolojilerini
vermekte romancıya büyük kolaylık sağlayan bir unsurdur. Tanpınar, romanda vak’a
konusunda çok çeşitli değerlendirmelerde bulunmuştur. Meselâ vak’a yaratma
kabiliyeti yazarımız için romanın ilk plândaki vasıflarındandır. Yazar Halid Ziya’nın
romancılığından bahsederken onun vak’a icadındaki başarısını takdir eder ve şunları
söyler:
“Onunla eşyayı, etrafımızı gördük. Sonra unutmayalım ki, Halid
Ziya, yaradılıştan romancı idi. Vak’a icadı, şahsî yaratma gibi bu sanatın ilk
plândaki vasıflarına sahipti.”82
“Hiçbir sanatta, hatta şiirde bile en önemli unsur yoktur. Bir eser kâinatıyla
gelir. Yani şekli, üslûbuyla... Hele roman büsbütün böyledir. O, bütündür.”83 gibi
cümlelerinde görüldüğü üzere bir sanat eserinde hele romanda en önemli unsur
kavramını bazen kabul etmediğini söylese de Tanpınar bir dersinde vak’anın roman
için en önemli unsur olduğunu söylemiş, romanı bir vak’a sanatı olarak
değerlendirmiş ve böylece kendisinin romandan ne beklediği ya da ne anladığı
konusunda ip uçları vermiştir:
“Roman kaç unsurdur? Evvelâ roman bir vak’a sanatıdır. Kendi
problemini getirir. İnsanlar veya hayalî mahlûkat arasında geçer. Yani
insanın şahsiyeti verilmiş mahlûkat arasında. Natüralist bir roman olmakla
beraber Bir Köpeğin Romanı bu tiptir. Şu halde cemiyete, insan tecrübesine,
∗ Cemil Meriç, romanın merak öğesini oltadaki yem olarak tabir eder. Kırk Ambar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s. 141. 82 Tanpınar, “Halit Ziya Uşaklıgil”, Ülkü, No: 85, 1 Nisan 1945; E.Ü.M., s. 287. 83 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 536, 15 Ekim 1960; Y.G., s. 339.
97
sens’larımıza, görmeye ihtiyaç vardır. İlk romanlarda vak’alar: Vak’a bir
romanda en ehemmiyetli olan şeydir; vak’a bir romanda, gizlenmesi lâzım
geldiği için birinci plânda değildir, derler. Vak’anın çıkması, şiirde veznin
çıkması gibidir.”84
“Vezinsiz şiir bel kemiği çıkarılmış bir hayvana benzer.”85 diyen Tanpınar,
“Vak’anın çıkması, şiirde veznin çıkması gibidir” sözüyle de vak’anın romanı ayakta
tutan unsur olduğunu vurgulamış olmaktadır. Nitekim bir dersinde romanın
unsurlarını üçe ayırırken ilk sırayı vak’aya vermesi de bunu gösterir:
“Bir romanda başlıca üç unsur var: Vak’a; karakter; idée, esas idée.”86
Yine romanın esaslarından bahsettiği bir dersinde Tanpınar, benzer bir tasnif
yapmış ve romanda olayı biraz daha açmıştır:
“Romanda üç esas vardır: Vak’a, şahıslar, üslûp. Bunun dışında bir
de hayat vardır. İkinci derece şahıslar ve kahramanlar vardır. Roman bütün
kalabalığı içinde hayatı veren eserdir.
Romanda vak’a hem hiç ehemmiyetli görünmez, hem de en
ehemmiyetlidir. Büyük muharrirlerde bile ana davalar, vak’alar zamanlarına
göre yeniden icat edilir.”87
Roman üslûbu ya da romanın okuyucuya sunuluş şekli de yazarımızın
üzerinde durduğu meselelerden birisidir. Ahmet Hamdi Tanpınar, sürekli arayış
içinde olan, âna ve bulunduğu ortama göre değişik görüşler üretebilen, konuşurken
düşünmeye devam eden bir sanatkâr-münekkittir. Bu sebeple yazarımızın çeşitli
meselelere dair söylediği sözler ve yaptığı yorumların farklılık göstermesi, yer yer
tenakuzlar içermesi gayet tabiîdir. Bu yüzden romanın unsurları bahsinde biraz daha
farklı bir görüş içermesi bakımından Tanpınar’ın bir dersinde yaptığı bir tasnife 84 Tanpınar, E.D., s. 23. 85 Güven, a.g.e., s. 111-112. 86 Tanpınar, E.D., s. 191. 87 A.e., s. 258.
98
dikkat çekmekte fayda vardır. Bu tasnifte vak’adansa üslûp ön plânda yer alan
unsurlar arasındadır:
“Bir roman:
Muhteva, üslûp, konstrüksiyon (yapılar)’dan ibarettir. “Ahlâk (din),
cemiyet, aşk, tabiat romanın dört esaslı unsurudur.”88
Tanpınar, bir yazarın konuşma ve konuşturma kabiliyetine sahip olması
gerektiğini, çünkü konuşmanın bir romanda çok büyük öneme sahip olduğunu
düşünmektedir. Ona göre roman türünün bir önemli cephesi de konuşmadır. Zira
roman içindeki diyaloglar bazen en önemli eserlerin kırılma noktalarını belirler
(meselâ Suç ve Ceza’nın Raskolnikof’unun macerasının bir konuşmaya kulak
misafiri olmasıyla başlaması, ortanca Karamazof’un konuşarak çıldırması vs.) veya
eserlere canlılık kazandırır. Ayrıca yazara göre konuşma vak’ayı desteklemeli,
kuvvetli ve tesirli olmalı, kurgunun ve romandaki çatışmanın bir bölümünü, belki de
kaynağını teşkil etmelidir. Kahramanları konuşturmanın zorluğunu da bilen
Tanpınar, yazarın güçlü bir konuşma elde edebilmesi için, onun şahısların
kişiliklerini benimseyebilmesi ve onlarla hemhâl olması gerektiğini düşünür:
“... Yanlış anlaşılmasın, bu her an dışarıdan içeriye doğru kayan
ferdin üzerinden aşarak bir sınıfı, bir cemaati yakalayan konuşmayı
kastetmiyorum. Vak’ayı ancak destekleyebilen, iki insanı birbirinin
karşısında gayr-ı tabiî bir atalette bırakmayan, birbirleriyle karşılaşan
şahsiyetlerin arasında bir mahremiyet, bir ihtiras veya menfaat havasını
kuran, en basit mânâsında konuşmadan bahsediyorum. İlk romancılarımızda
işte bu konuşmayı bulamayız. Kesret-i kelâma müptelâ olan Ahmet
Midhat Efendi’de kahramanlar bir şey söylemeden konuşurlar.
Etraflarındaki havada hiçbir gerginlik, hiçbir dolgunluk yoktur. Bizzat
mükâlemenin kendisi de acemice ve biçâredir. Bu, hakikatte mankenleri
88 Güven, a.g.e., s.
99
konuşturmanın güçlüğüdür. Bir şahsı konuşturabilmek için onun postuna
girmek lâzımdır.”89
Roman sanatı günlük konuşma, yani sokak dilinin yakalanması bakımından
da önem taşır. Bir romancının sokağın dilini yakalaması gerekmektedir çünkü
roman, yukarıda görüldüğü üzere şiirin tersine hayatla bağları çok kuvvetli olan,
gücünü yaşanılan hayattan ve bu hayatı birlikte yaşayan insanların trajedilerinden
alan bir sanattır:
“Chatterton, Charles Dickens için yazdığı bir biyografide bu
romancının bir kahramanının ağzından çıkan “sokağın anahtarına
sahipsiniz” sözü ile onu(n) sanatı ve hattâ, tâbir câiz görülürse, mizacını
izah eder. Hakikatte bir romancı sokağa, halka ne kadar yaklaşırsa o
kadar kazanır. “Sokağın anahtarını” kendisinde bulan romancının, sanatkâr
doğmak şartıyla, kaybetmesi ihtimali yoktur.”90
Yine bir üslûp özelliği olarak eserin okuyucuya arzı noktasında Tanpınar’ın
Ahmed Midhat Efendi’ye getirdiği bir eleştiri söz konusudur. Çünkü Ahmed Midhat
Efendi’nin meddah üslûbu eserin okuyucuda uyandırdığı gerçeklik duygusuna zarar
vermektedir. Midhat Efendi’nin eserin birçok yerinde kendisini hissettirmesi ve
romanla okuyucu arasına girerek olaylar ve insanlardaki realite hissini yok etmesi bu
türün tabiatına aykırıdır:
“... Yukarda Midhat Efendi’nin üslûbunun meddah hikâyesine çok
yaklaştığını söyledik. Bu üslûbu o, sanatı, daha iyisi, romancılıkta melekesi
ilerledikçe biraz daha genişletir. - Çünkü hakikatte onun sanatı yoktur,
melekesi vardır ve halk muharriri olarak belli başlı kusurlarından biri de
budur - Kitap zevki meddah itiyadını okuyucuya unutturduğu gün Ahmed
Midhat Efendi’nin romanları okuyucusunu sı(ka)caktır. Roman sanatı, hangi
seviyede olursa olsun okuyucusuyla kitabın baş başa kalmasını ister. Ahmed
Midhat Efendi ise daima üçüncü bir şahıs gibi aradadır. Hatta daha fenası
89 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Dair Notlar III”, Ulus, No: 8140, 1 Nisan 1944; E.Ü.M., s. 69. 90 Tanpınar, “Yahya Kemal’e Dair Notlar”, Ulus, No: 8124, 16 Mart 1944; E.Ü.M., s. 333.
100
okuyucuyu romanın mutbağına kadar götürür, onu üst üste değişen
tekliflerle hikâyenin ilk şartı olan hakikaten olmuş vehminden mahrum
eder.”91
Bu alıntıda da görüldüğü üzere Tanpınar için bir roman, okuyucusunda
gerçeklik duygusu uyandırmalı, okuyucu olayın gerçekten olduğuna inanmalıdır.∗ Bu
da yazarın üslûbu ve romanını kurgulayışı ile ilgili bir problemdir. Romanda üslûp
meselesi o kadar mühimdir ki bir röportajda “Romanda kaçınılması, ya da dikkat
edilmesi gerekli bir iki nokta söyler misiniz?” sorusuna Tanpınar şöyle cevap
verecektir:
“Bir eser kâinatıyla gelir. Yani şekli, üslûbuyla... Hele roman
büsbütün böyledir. O bütündür.”92
Romancı doğmak konusu da yazarımızın fikir beyan ettiği alanlardandır.
Yazar, hemen bütün güzel sanatlarda olduğu gibi roman konusunda da çok tartışılan
“Romancı olmak için romancı mı doğmak gerekir?” gibi bir soruya olumlu cevap
verir ve Romana ve Romancıya Dair Notlar adlı yazıda Namık Kemal ve Ahmed
Midhat’tan bahsederken:
“Her ikisinin de romancı olarak ve romancı muhayyilesi ile doğmadıkları
muhakkaktır”93 der. Bu da Tanpınar’ın bir romancıda, romancı doğmuş olmayı da
aradığını, bunu bir değer ölçüsü olarak kabul ettiğini göstermektedir.
91 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 460 ∗ Derslerinden birisinde de “Romanda bir fert ile karşılaşırız, onun hayatı anlatılır. Bu mânâsız bir hayat olabilir; fakat bunun yaşanmış olması mühimdir, yapmacık edebiyattan ayrılış mühimdir.” (E.D., s. 38) şeklinde cümleler kurması Tanpınar’ın yaşanmış hayatların romanlaştırılmasına sıcak baktığını, aksi bir durumu ise yapmacık bulduğunu göstermektedir. Nitekim, 1 Temmuz 1961’de Hasan Âli Yücel’e gönderdiği bir mektubunun sonunda “En güzel romanı kendi gözkapaklarımızın arkasında geçmiş günlerimizden birisini, yahut birçoğunu kendisinde toplayan bir hayalini seyrederken yazıyoruz. Hatırlatma, bütün sanatların galiba annesi.” diyecektir. Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1997, s. 38. 92 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, nr. 536, 15 Ekim 1960, Y.G., s. 339. 93 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Dair Notlar I”, Ulus, No: 7951, 19 Eylül 1943; E.Ü.M., s. 59.
101
“Sokağın anahtarını kendisinde bulan romancının, sanatkâr doğmak şartıyla,
kaybetmesi ihtimâli yoktur.”94 cümlesinde görüldüğü gibi, romancı doğmak
Tanpınar’a göre roman yazarının kaybetmemesi için gereken bir şarttır. Yine
Tanpınar, “Halid Ziya’ya kadar, romancı muhayyilesiyle doğmuş tek muharririmiz
yoktur”95 diyerek romancı fıtratını kabul ettiğini belirtecektir.
Roman ve teknik konusunda ise yazar olumsuz bir tavır alır. Daha önce söz
konusu ettiğimiz üzere roman bütününde vak’a, karakter vs. birçok teknik unsur
sayan Tanpınar, Huzur romanı üzerinde yapılan bir konuşmada, romanın değiştiğini
ve onun belirli bir tekniği olacağına inanmadığını söylemektedir:
“Romanın muayyen tekniği olabileceğine inanmıyorum. Elli senden
beri bu sanat çok değişti.”96
2.4. Tiyatro
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üzerinde en çok düşündüğü ve görüş bildirdiği
güzel sanatlardan birisi de tiyatrodur. Edebiyatın diğer türlerine nazaran kendisine
has teknikleri, kabiliyetleri, görsel etkisi ile kuvvetli bir etkileme alanına sahip olan
tiyatro, Tanpınar’da hem bir sanat, bir tür; hem de yenileşme veya batılılaşma
sürecindeki Türkiye’nin millî inkişafındaki etkileri boyutunda bir güzel sanat ve
kültürel mesele olarak ele alınır. Fakat biz yazarın diğer güzel sanatlar hakkındaki
görüşleri ve bu görüşlerin eserlerdeki aksini işlerken yaptığımız gibi tiyatro bahsinde
de bu sanatı sadece bir tür olarak inceleyeceğiz. Tanpınar, tiyatro üzerine fazla yazı
kaleme almamış, yine edebî şahsiyet ve meselelerden bahsederken bu sanatla ilgili
görüş bildirmiştir. Yazarın, özellikle derslerinde tiyatroya çok geniş yer verdiği
görülmektedir. Bu sebeple biz de Tanpınar’ın tiyatro üzerine görüşlerinin tespitinde
büyük ölçüde elimize ulaşan ders notlarını kaynak aldık.
94 Tanpınar, “Yahya Kemal’e Dair Notlar”, Ulus, No: 8124, 16 Mart 1944; E.Ü.M., s. 333. 95 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 289. 96 “Ahmet Hamdi Tanpınar İle Son Romanı İçin Bir Konuşma”, Kon: Nejdet Evliyagil, Akşam, No: 11120, 26 Eylül 1949; M.S., s. 203.
102
Tiyatronun doğuşu ve teşekkülü meselesi, Tanpınar’ın üzerinde önemle
durduğu bir problemdir. Yazar, derslerinden birisinde tiyatroyu başlatanın ilk âyinler
olduğunu söylemiştir:
“Tiyatro nereden gelir? ... Tiyatro âyindir (représentation). Bizdeki
Nevruz, Hıdrellez ve Muharrem ayı âyinleri gibi. Demek représentation,
insan hayatında da var. Tiyatronun başlangıcı budur.”97
Ahmet Hamdi Tanpınar, bugünkü modern tiyatronun ilk örnekleri sayılan
Yunan tiyatrosunun ilahî bir tarafı olduğunu düşünmekte ve tiyatronun doğuşunu
yine dine ve dinî merasimlere bağlamaktadır:
“... Hâsılı Yunan trajedisi, ilâhları tebcil için çıkmıştır. Yani
esasında din vardır.”98
Tanpınar, doğu toplumlarında dramın ve komedinin teşekkül etmemesini,
romanda olduğu gibi doğuştan günahkar olma inancının yokluğuna, İslâmiyet’in
toplumda bir mücadele ve sınıflaşmaya izin vermemesine, ayrıca ibadet şekillerine
bağlar. Bu durumu yazarımız şu cümlelerle açmıştır:
“Müslüman dininin ilk günahı kabul etmemesi, binaenaleyh insanın
baştan mahkûm olmaması, - tıpkı İslamlığın vaktinden evvel getirdiği o
tezat dolu ve hiçbir içtimaî müeyyidesi bulunmadığı için yalnız sınıfların
teşekkülünü önleyen, bu yüzden garpte terakkinin zembereği olan
mücadeleyi ortadan kaldıran demokratik esaslar gibi - İslâm cemaatlerini
sadece tarihî gâiyyet fikrinden mahrum etmiyor, ayrıca dinî dramın
teşekkülünü de imkânsızlaştırıyordu. Diğer taraftan ulûhiyetin mutlak
surette insanî vasıfların dışında, tamamiyle tenzihî oluşu ve ibadetin
değişmez şekilleri bunu imkânsızlaştırıyordu.
97 Tanpınar, E.D., s. 132. 98 Güven, a.g.e., s. 92.
103
Görülüyor ki Müslümanlarda dram ve komedinin doğmamasına
sebep bir tane değildir. Asıl trajediye gelince, onun ne mystére’den ne de
halk tiyatrosundan doğmadığını biliyoruz. O, doğrudan doğruya
«humanistique» etüdlerle gelen bir yeniden doğuştur.99
Tiyatronun teknikleri, vak’a, piyesin temsili, aktörler, sahne ve perdeler gibi
unsurlar da tiyatro bahsinde Tanpınar’ın ilgilendiği, birer mesele olarak addettiği
konulardır.
Tiyatroda vak’a, Tanpınar’a göre eserin özünü, çatısını oluşturmaktadır.
Vak’a, romanda olduğu gibi bir tiyatronun da esasıdır:
“Bir piyesin veya romanın vak’ası en lüzûmlu yeridir, çatısıdır. Bize
mühim gibi görünmeyişi yalnız onunla olamayacağıdır. Ama onsuz hiç
olmaz.”100
Tanpınar, diğer meselelerde de yaptığı gibi tiyatroyu da başka sanatlarla
birlikte düşünmüş, bu sanatın diğer güzel sanatlara olan yakınlığını ve onlardan
ayrılan yönlerini söz konusu ederek tiyatro üzerine dikkatlerini yoğunlaştırmıştır.
Yazarımız tiyatronun roman ve hikâyeden farklı olduğunu, bunun da temsil edilme,
okuyucunun yerine seyirciyi getirme özelliğinden kaynaklandığını söyler. Bu, büyük
ölçüde zamanla ilgili bir durumdur. Roman ve hikâyedeki zaman, okuyucuyu
kendisine çeker, böylece okuyucu o zamanı yaşar. Bu da çoğunlukla geçmiş bir
zamandır. Halbuki tiyatro, belki de olayları gözümüzün önünde canlandırması
sebebiyle bize hâli, şimdiki zamanı yaşatır. Bu canlandırmanın da en büyük öğesi
vak’adır:
“Tiyatro nedir? Tiyatro, roman-hikâyedir; konuşma haline indirilmiş
bir vak’adır ve söz sanatıdır. Bu tarif kâfi değildir. Tiyatro hikâye etmez,
hâli canlandırır. Hâl keyfiyeti var. Roman ve hikâye ise bizi kendi
zamanına atar. Tiyatro vak’a hâlinde geçtiği için bizi hâle atar. Tiyatro,
99 A.e., s. 29-30. 100 Tanpınar, E.D., s. 273.
104
okuyucunun yerine şahidi, seyirciyi koyar. Tiyatro aksiyon haline gelmiş
tasavvur ve düşüncedir. Aksiyon gözümüze unsurları ile beraber gelir.”101
Bir başka dersinde tiyatroyu kuruluşu itibariyle vak’aya bağlayan Tanpınar,
vak’anın tiyatronun ekonomisine girmesi, yani zamanı iyi kullanması ve idare etmesi
gerektiğini söyleyecektir:
“Bir piyes kuruluşu itibariyle nedir? Bir vak’anın karşımızda
yaşanmak sureti ile anlatılması, bir hareketin taklididir. Vak’anın tiyatronun
ekonomisine girmesi lâzımdır; bu, zaman ekonomisidir.” 102
Tiyatronun diğer türlerden bir mühim farkı da yazılı metin, seyirci, dekor,
sahne gibi unsurlardan mürekkep bir sanat oluşu ve bu unsurların âhenkli olması
gerektiğidir:
“Tiyatro her sanat gibi düşüncenin değiştirilmiş şeklidir;
muvaffakiyeti, unsurlarının âhenginden gelir.”103
Tiyatro ve şahıslar, yazarımızın tiyatro ile ilgili görüş ve hükümlerinde
önemli bir yer tutar. Tanpınar’ın bu bahisle alâkalı olarak söylediği sözler, ortaya
koyduğu fikirler, onun tiyatrodan ne anladığını bize oldukça net bir şekilde
vermektedir. Yazara göre tiyatrodaki şahıs, karakterden ayrıdır. Karakter insanın
manevî tarafıdır, kaynağı irsiyet ve yaşadığı çevre olan baskın bir tiptir. Şahıs ise
insanın zâhirî tarafını, görünüşünü ifade eder:
“Tiyatroda Ne Var?
Personnage, kişi, var ki bu karakter mânâsına gelmez; Latince
persona’dan gelir ve bu tahtadan bir maskedir. Personnage, rolü olan
insanların dış tarafıdır maske gibi aynı. Karakter: Rolün iç tarafıdır.
Karakterin mânâsı, bir şeye kazınmış çizgidir. Tiyatroda hakikat, geçen
101 A.e., s. 132. 102 A.e., s. 236. 103 A.e., s. 132.
105
vak’anın hakikate uydurulmasıdır. Bunu karakter yapar. İnsanda mevcut
manevî çizgilerin bütünüdür. Karakter, hâkim bir terkiptir. Karakter
irsiyetten, terbiyeden, muhitten gelir. Karakter, hâkim bir çizgiden kendisini
idrak eder ki bu poessesion, ihtirastır; bu aşk sentiment d’inférioité’dir.”104
Güler Güven’in 13 Kasım 1957’de yapılmış bir derste tuttuğu notlardan
öğreniyoruz ki Tanpınar, tiyatrodaki şahıslar hususunda çok zaman benzer ifadeler
kullanmaktadır. Söz konusu derste Ahmet Hamdi Tanpınar, karakterle şahsı
birbirinden ayırarak şunları söylemiştir:
“Karakter, rolün iç tarafıdır. Personnage ‘şahıslar’ rolün dış
tarafıdır.
Karakter kelimesinin mânâsı madene, tahtaya vs. ye kazılmış
çizgiye denir. Tiyatroda istenen hakikat karakterin doğruluğudur. İnsana
yaşıyor hissini vermelidir. Karakter mecazî mânâsıyla insanda mevcut
manevî çizgilerin bütünüdür. Karakter hareket eden, hâkim bir tiptir.
Karakter önce irsiyetten, sonra terbiyeden, muhitten, aileden gelir.
Karakterde fizyolojik, sosyolojik, tarihî cephesiyle bütün insan vardır.
Bütün bunlar şahsın varlığını teşkil eder ve onun devamını yapar. Karakter
hâkim bir çizgide kendini idrak eder, bu ihtirastır (bu ise her çeşit
olabilir).”105
Tiyatrodaki karakter konusunda yukarıda, iki ayrı kalemden tutulmuş
notlardaki “personnage, hâkim bir çizgi, karakterin kendisini idraki, karakterin
irsiyet, terbiye ve muhiti vs.” kelimeleri Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tiyatro bahsinde
oldukça tutarlı davrandığını göstermektedir.∗
104 A.e., s. 240. 105 Güven, a.g.e., s. 85. ∗ Bu noktada hemen ifade etmelidir ki birisi 2002, diğeri 2004 yılında Tanpınar bibliyografyasına kazandırılan ve birisi Gözde Sağnak Halazoğlu-Ali Fehmi Karamanlıoğlu-Mehmet Çavuşoğlu’nun tuttuğu notlardan oluşarak Edebiyat Dersleri adını alan; diğeri Tanpınar’ın bir diğer değerli talebesi olup yazarımızın ilkin bir mecmuada neşredilmiş olan Aydaki Kadın isimli yarım kalmış romanını eldeki bütün verileri titizlikle değerlendirerek 1987’de millî kütüphanemize kazandıran Güler Güven’in tuttuğu notlardan oluşup Hayri Ataş tarafından hazırlanarak Tanpınar’dan Yeni Ders Notları ismiyle neşredilen kitaplardaki benzer ifadeler, hatta aynı cümleler, Gözde Sağnak ve Güler
106
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tiyatro sanatı hakkında en bariz fikirlerinin yer
aldığını gördüğümüz 1940’ta yapılan Tiyatro Anketi’nde kültürel meselelerin
yanında teknik mevzulara dair sorular da yer almış ve Tanpınar, tiyatronun diğer
unsurlarıyla birlikte kişilerle yani aktörlerle ilgili fikirler beyan etmiştir. Meselâ
ankette bir tiyatro eserinin başarısının bu sanatı sahneye koyanlardan hangisinin,
daha net bir ifadeyle tiyatronun kimin eseri olduğu problemi söz konusu edilmiştir.
“Biz “tiyatroyu müellif yazar, rejisör yaratır, aktör oynar” demiyoruz; tiyatroyu
müellif yazar, rejisör monte eder, fakat yalnız aktör kendi şahsî dehasıyla
yaratabilir” diyoruz. Sizin kanaatiniz nedir?” şeklindeki soruya Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın cevabı şöyledir:
“Tiyatro her şeyden önce muharririn kafasından ve elinden çıkan
eserdir. Bununla beraber muharrir, rejisör, aktörden birisinin deha ve seziş
itibarıyla kuvvetli olması daima mümkündür. Yani kuvvetli bir rejisör bir
devri yapabilir. Kuvvetli bir aktör - hattâ mânâsız tiyatro eserlerini - bir
şâheser haline sokabilir. Nitekim XIX. asrın ikinci yarısındaki Fransız
tiyatrosu fevkalâde bir şey değildi. Fakat bugün dahi unutulmayan artistler
vardır. Bunların sayesinde bazı eserler hâlâ bir prestij sahibidirler.”106
Gözlemleneceği üzere Ahmet Hamdi Tanpınar, bir tiyatro eserinin başarısını
ya da başarısızlığını tek bir sebebe bağlamamakta ama eseri asıl yapanın, yani
yazarın, rejisör ve aktörlere göre daha zor yetişeceğini düşünmekte bununla beraber
aktörün de başarısız bir eseri şâheser yapabilmekteki kuvvetine dikkat çekmektedir.
Yazarımızın yazılan oyunla, ortaya konulan, temsil edilen oyunun farkını işaret
etmesini de ayrıca dikkate değer bulmaktayız.
Güven’in aynı dersi dinledikleri ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Gözde Sağnak, eserin başına koyduğu notta Tanpınar’ın 1958’den önce öğrencisi olduğunu söylemekte; (E.D., s. 17) Güler Güven ise ders notlarının sonuna gün, ay ve yıl olarak tarih koymaktadır. Tiyatro hakkındaki notların sonunda bulunan “Dersin Yapıldığı Tarih: 13 Kasım 1957” notu bizi bu iki öğrencinin aynı dersi dinledikleri konusunda daha ciddî düşünmeye itmiştir. 106 “Tiyatro Anketi”, Yeni Adam, No: 294, 15 Ağustos 1940; M.S., s. 187.
107
Tiyatro ve perde, Tanpınar’ın tiyatro sanatının elemanlarına dair
söylediklerinin bir bölümünü teşkil eder. Yazar, tiyatroda perde için şunları
söylemiştir:
“Piyeste perde dediğimiz acte (bölümler) var. Tanzimat buna
“vak’a”, “manzar” (perde) derdi. Acte, action yani hareketten gelir.”107
Perde, yazara göre tiyatronun temsilinde önemli bir görev
almaktadır çünkü perdelere ayrılan tiyatro seyirci ve aktöre dinlenme
imkânı sağlar ve konuya tasarruf hakkı verir zira tiyatronun perdelere
ayrılması, sahnede seyirciye gösterilmek istenmeyen durum ve olayları
saklamak için bir fırsattır:
“... Perde kaç tane olur? Horace’ta “bir vak’a beş acte’a ayrılır”
dendi, İskenderiye’deki gibi. Komedide, klâsik devirde bu yok: Beş perde
bir değil ama trajedide beş perde oldu. Bu kısımlar nasıl ayrılır? Seyirciye
ve aktöre dinlenmeleri için ayrılır. Veya bir bütünlüğü hissettirmek içindir,
yani bu aralarda vak’a devam eder gibidir. Meselâ Fransız tiyatrosu ölümü
sahnede istemez; ikinci perde açılınca ölümü haber verir; mevzua tasarruftur
bu perde bölümleri.”108
Tiyatronun temsili konusu, yazarın genellikle Tanzimat tiyatrosunu
eleştirdiği satırlarda karşımıza çıkmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, tiyatroyu hem
bir edebî eser hem de sahne sanatı olarak görmekte, tiyatronun sadece okunmak için
yazılmasını hatalı bulmakta hattâ böyle bir davranışı “nev’in birinci şartını kabul
etmemek” olarak değerlendirmektedir. Yazar, Türk Tiyatro Edebiyatının ilk
örneklerini, genellikle sahnelenme ve diksiyondaki başarısızlıklar yönüyle
eleştirmiş, tiyatro yazarlarının piyesleri kaleme alırken sahne atmosferi ve şartlarını
göz ardı etmelerini bir kusur olarak değerlendirmiştir. Örneğin Abdülhak Hamid ve
tiyatroları için yazar şunları söyler:
107 A.e., s. 236. 108 A.e., s. 236.
108
“... Tiyatrolarını oynanmak için yazmadığını söyler. Oynanmak için
yazmamak nev’in birinci şartını kabul etmemektir. Oynanmak için
yazmamak tiyatronun bütün kaidelerine, bu sanatı yapan bütün muvazaalara
meydan okumaktır. Halbuki kendisinden daha çok acemi olan Namık Kemal
sahne için yazar. Bir seyirci kitlesini, onun kendi içindeki yardımını kabul
eder; onun için çalışır. Vâkıa o da talâkatinin sahnede ne tesir yapacağını,
aktörün bunu nasıl taşıyacağını düşünmez. Fakat tiyatroyu tiyatro olarak
kabul ediyordu.
Tiyatro için yazılmayan yahut oynanılabileceğinde şüphe edilen
tiyatro eserinin hiç olmazsa bir poem olarak yazılması, nev’in üstünde
hususî bir mahiyet taşıması lâzımdı.”109
Tanpınar, tiyatronun temsil ve konuşmayla kaim olduğunu belirterek, sözün
kesilmesini ve bütünlüğünün bozulmasını da bir zaaf olarak değerlendirir ve
tiyatroda oyuncunun tek başına söylediği parça olan tiratların da âhengi bozduğunu
söyler. Zira tiyatro konuşma sanatıdır:
“Tiyatroda iki şey: Temsilin ve sözün büyüsü. Konuşmayı çıkarınca
tiyatro kalmaz. Onun için sözün organik olması lâzımdır. Tiratlar vs. bu
organizmayı bozar. Antiquité büyük laftan hoşlanır.
Tanzimat tiyatroyu ezberden, kâğıttan aldı, hissettirmedi. Tiyatro,
muharrir konuşmaktan vazgeçip de konuşturmaya başladığı zaman başlar.
Tiyatro muharriri, kendi sözünü başkalarının ağzından konuşan adamdır.
Tiyatroda diyalog, aksiyonun ilerlemesinden başka her şeye kapısını
kapatan şeydir. Monolog, tek başına konuşmaktır ve Tanzimat, en çok
bundan hoşlanır. Klâsik tiyatroda da var: Shakespeare vs.de. Klâsik tiyatro
bunun kolayını bulup sır yoldaşını bulur. Ve monologdan bu suretle
kurtulur. Romantik, monologa yer verir, zira ferdin kendisidir.”110
109 Tanpınar, 19.A.T. E.T., s. 588-589. 110 Tanpınar, E.D.,, s. 236.
109
Yazarın romanda olduğu gibi tiyatroda da ‘konuşma ve konuşturma’ya büyük
önem verdiğine dikkat çekelim. Yukarıdaki cümlelerde de görülmektedir ki tiyatro
yazarı açık açık konuşmamalı, kendisini gizleyip sözünü kahramanlarına emanet
edebilmelidir. Bu sayede seyirci, tiyatro yazarının değil sahnede gördüğü
karakterlerin sözlerine muhatap olur bu da o karakterlerin gerçekliklerini artırır.
Tanpınar’a göre tiyatrodaki bütün unsurlar âhenk içinde olmalıdır.
Konuşmalar da bu bütünün önemli bir parçasıdır:
“Tiyatro eseri nedir? Tiyatroyu biz bütünü ile görürüz. O hâlde
kendi dışında olup âhengi bozan her şey onun aleyhinedir. Tiyatroda
konuşmalar, nesic hep bütün içindedir. Bu konuşmalar parça parça yani
konuşma, hitâbet, şiir, darbımesel vs. halinde olabilir.”111
Tiyatronun unsurlarını ve imkânlarını bir bütün olarak vermesi bakımından
yazarın sinemayla tiyatroyu karşılaştırarak oluşturduğu bir listeyi sunmanın da
faydalı olacağı kanaatindeyiz. Zira bu listede diğer unsurlarla birlikte konuşma da
yer almaktadır:
“1. Sinema, evvelce hazırlanmıştır; tiyatro, karşımızda créer edilir, yaratılır.
2. Tiyatro, daima küll olarak görülür, yeni terkipler yapar; sinema ise her bir
cephe ile görülür.
3. Sinemanın dekoru daha geniştir, imkânları daha fazladır.
4. Tiyatro konuşma, sinema ise eşyanın aksine (réflexion) resimle gösterme
sanatıdır.
5. Tiyatro dekorunu kendisi yaratır; tecrit, tercih vardır. Tiyatroda tamamlayıcı
unsur muhayyiledir.
6. Sinema bir bakıma endüstri, tiyatro sanat eseridir.
111 A.e, s. 132.
110
7. Sinemada rejisör mühendistir; terazinin iki kefesi daima birdir.”112
Tiyatroda kurgu ya da kendi tabiriyle “fiction” meselesi de yazarın tiyatro
mülâhazalarının bir parçasıdır. Tanpınar’a göre seyirci, tiyatroda gördüğü olay ve
karakterleri gerçekmiş gibi algılamamalı, onu kurgu olarak kabul etmelidir ve bunu
bize hissettirecek olan da yine yazardır:
“Fiction’u fiction olarak yani uydurmayı uydurma olarak kabul
etmeliyiz; tiyatro muharriri bize bunu taşıdığı realite hissiyle beraber
verir.”113
Ahmet Hamdi Tanpınar, derslerinde verdiği bilgilerin bir başkasında da
tiyatroyu masala benzeyen ve masaldan ayrılan yönleriyle incelemeye tâbi tutmuş,
tiyatroda da masalda bulunduğu gibi bir “fabulation” tespit etmiş ve bunu tiyatronun
esası olarak belirlemiştir. Fabulation Tanpınar’ın tabiriyle hayâlî şahıslar
yaratmaktır:
“Fabulation birtakım hayalî şahıslar yaratmaktır ki biz... Seyirci
aktör karşısında yine bir fabulation yaratır. Tiyatro sanatının esası, romanda
olduğu gibi bir fabülâsyona dayanır. Yazar(ın) yaratıcı cephesini teşkil eder.
Seyirci ise maruz kalır.”114
Üslûp ve dil, tiyatronun temsili noktasında yazarımızın üzerinde en çok
durduğu noktalardan birisidir. Tiyatronun mutlak surette sağlam ve yüksek bir
üslûbu olması gerektiğini düşünen Tanpınar, öğrencilerine şöyle bir tarif yapar:
“Tiyatronun bir diğer tarifi vardır: Tiyatro yüksek bir üslûptur.”115
Üslûbun bir parçası ve sonucu olarak düşünülebilecek olan tiyatro dili de
yazar için büyük anlam ifade eder. Edebiyatı genel olarak bir dil, dile hakimiyet ve
112 A.e., s. 133-134. 113 A.e., s. 237. 114 A.e., s. 96. 115 Güven, a.g.e., s. 92.
111
dilde mükemmellik sanatı olarak mülâhaza eden Tanpınar, tiyatroya da bazen dil
cephesinden yaklaşır; onun edebî eser olduğunu söyler ve üslûp bahsine biraz daha
açıklık getirir. Buna göre tiyatronun dili ve üslûbu romanınkinden başkadır:
“Tiyatro nedir? Edebî eserdir ve bu sebepten edebî bir üslûbu vardır.
Roman üslûbu değildir, ayrıdır. Bu üslûp nasıl olmalıdır? Bu üslûp
expressive (ifadeli) bir üslûp olmalıdır. Tiyatro dekoru nedir? Geçicidir;
eser ise böyle değildir, yani üslûp böyle değildir, asırlarca kalır. Zaten,
edebiyatta dili bulmak, her şeyi bulmaktır.”116
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tiyatroda dile ve bu dili tayin edecek üslûba
büyük önem vermesinin bir mühim göstergesi de dildeki başarısızlığından dolayı
Namık Kemal’in tiyatrolarını eleştirdiği cümlelerindedir. Yazara göre Namık Kemal,
romanda olduğu gibi tiyatrolarında da kahramanlarına fazla müdahale etmiştir.
Yazarın bu üslûbu yüzünden kahramanlar kendileri olamaz ve kendi cümlelerini
kuramazlar. Bu ise Tanpınar’a göre dilde zevksizliğin ve dengesizliğin bir
göstergesidir:
“... Bu piyesler ve kahramanları âdeta muharririn iyi niyetlerinin
kendilerine yüklediği ağırlıklar altında kımıldamak kabiliyetini kaybederler.
Namık Kemal’in makalelerinde hatta şiirlerinde bile o kadar göze çarpan
«oratoire» üslûp onlara sahnede hakikî gelişmeyi, kendi kendileri olmayı
men eder. Tekrar, psikolojik gelişmeyi ve canlılığı imkânsızlaştırır. Onun
kahramanları konuşurken ölürler.
Jouvet «tiyatro dildir» derken bu sanatın insanın kendisi olduğunu,
daha doğrusu insanı nerede aramak lâzım geldiğini söylüyordu. İşte Namık
Kemal’in tiyatrosu bu dilin, dil zevkinin ve dil ayarının yokluğu ile işe
başlar.”117
116 Tanpınar, E.D., s. 244. 117 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 379.
112
Tanpınar bir diğer yenilikçi Abdülhâk Hâmid’i de aynı noktadan, şiirde
olduğu gibi tiyatroda da dile karşı gösterdiği kayıtsızlıktan dolayı eleştirmiştir:
“... Nihayet bütün bu eserlerde sağlam ve mütecanis bir dilin
yokluğunu tekrar söyleyelim. Bütün tenkitlerimiz, bütün dikkatlerimiz bu
zaafın yanında alelâde teferruat kalırlar. Yukarda birkaç yerde «tiyatro
dildir» demiştik. Hâmid’de dil zevki, dil anlayışı yoktur. Hakikatte bir zevk
anarşisinin mahsûlüydü. O anarşiyi sonuna kadar devam ettirdi.”118
Ahmet Hamdi Tanpınar, bütün edebî türlerde olduğu gibi tiyatroda da dile
çok büyük önem vermiş ve nutuk ve hitabetteki aksamaları tiyatromuzun büyük bir
zaafı olarak değerlendirmiştir. Tiyatro Anketi’nin 5. sorusu ve yazarın cevabı şu
şekildedir:
“Tiyatro “sahne, dekor, kostüm, makyaj, ışık, pitoresk sanatı değil,
nutuk, temsil, ifade ve şahsiyet sanatıdır” diyoruz; aktörün temsil kudretine
ilk ve en büyük ehemmiyeti veriyoruz. Siz ne diyorsunuz?”
“Ben de sizin gibi düşünüyorum. Tiyatro nutuk, temsil, ifade ve
şahsiyet sanatıdır. Bununla beraber, niçin meselâ Mallarmé gibi bir terkip
sanatını düşünmeyelim? Yani sözün kudretini genişleten, değiştiren,
büyüten, ona dış pitoreskini veren, mahallî renk koyan, onun zaman zaman
altını çizen, rengini değiştiren elemanları ihmal edelim? Hattâ bence
mütekâmil tiyatro biraz musikiyi ve raksı da içine alabilir. Mallarmé en
mütekâmil sanat, balet sanatıdır, derdi; doğrudur. Fakat tiyatro, mücerret
düşünülünce, sizin dediğinizi aynen kabul ederim. Ve bizim aktörlerimizin
eksikliği [tiyatronun] bu nutuk, ifade sanatı olması keyfiyetini biraz ihmal
etmeleridir. Bakınız, sanatlar biribirine ne kadar bağlı. Hitabetimizin eksik olması, merasimi sevmememiz bizim tiyatromuzu nakisedâr ediyor.
118 A.e., s. 589.
113
Komediyi derhal ortaoynu yapıyoruz. Trajediyi bir hasbıhal haline
getiriyoruz.”119
Bu cevapta da görülmektedir ki Tanpınar, tiyatroya diğer sanatların da
girmesini istemekte fakat nutuk, ifade ve temsildeki eksikliklerini aktörler için bir
zaaf olarak mülâhaza etmektedir. Bu da tiyatroda dile önem verişin bir başka
örneğidir.
Tiyatro ve insan bahsi, Tanpınar’ın üzerinde en çok düşündüğü, genellikle
diğer güzel sanatlar ve onların insan gerçeğine karşı aldıkları tavırlar için
söyledikleriyle oldukça paralellik arz eden bir konudur. Tiyatro da roman gibi insanı
hemen bütün boyutlarıyla anlamaya çalışan, onu kendi talihiyle baş başa bırakan
insan merkezli bir türdür. Fakat tiyatronun komedi, dram ve trajedi gibi alt türlerle
kendi içinde ayrılışı söz konusudur ve bu alt türlerin her biri insanı başka bir
cihetinden yakalama gayreti güder. Tanpınar’a göre trajedi, insanın içinde kendisini
ve kaderini gördüğü, dinî bir hava bulunduran bir tür iken, komedi bizi insanın
gülünç tarafıyla karşı karşıya getirir:
“Egzistansiyalist bir tarifle, trajedi insanın kendi üzerine dönüşü,
üzerinde katlanması, kendisiyle karşılaşmasıdır. İnsanın ölümü şart değildir.
Trajedide insanın, kaderi ve ihtiraslarıyla karşılaşması vardır.”
..................
“Trajedi bize kaderi, insan tarihini gösterir. Tarihi, insanın
mücadelesi ve bu mücadeleyi açmasıyla görebiliriz.
Netice: Trajedi, muhakkak ölüm ve korkunç şeylerden ibaret
değildir. İnsanı aşan bir şey transandantalizm., fatalité-zaruret ve trajedide
bir din havası var.”
.........
119 “Tiyatro Anketi”, Yeni Adam, No: 294, 15 Ağustos 1940; M.S., s. 184, 188.
114
Komedi
“İnsanoğlunun gülünç tarafıyla bizi karşılaştıran bir eserdir.”120
Tanpınar, bir yazısında tiyatronun gerçek hayata bağlı olan ve merkezine
insanı yerleştiren tarafına değinir. Tanpınar’a göre tiyatro, insana, her hâliyle insan
merkezli bir tür olarak kabul edilen romandan bile daha çok yer ve önem vermiştir.
Zira bu sanatın malzemesi insandır:
“... Bununla beraber tiyatro, belki romandan ve belki gayeleri az çok taklidî
olan öbür sanatlardan ziyade hayatla münasebetlidir. Çünkü malzemesi insandır.
..........
Bir insanı ve birkaç insanı, yalnız bir tarafından yakalamak, herkese
benzeyen taraflarından sıyırmak, saf, yani fikir ve kader görünüşü haline getirmek:
Sahnenin hayatla münasebeti budur.
Sanat sembollerle konuşur. Tiyatroda asıl sembol, bu teksif edilmiş insan ve
onun nizamlı, yaratıcı hareketleridir; o, boşluğa bereketli bir tohum gibi dökülen
sözleri ve kader ağlarında çırpınan gölgesidir. Sembol veya en yüksek mânâsında
realite!”121
Kendisine has sanatlı söyleyişiyle tiyatronun insana ve hayata bakan tarafı
üzerinde yoğunlaşan Tanpınar, iktibas ettiğimiz ve esasen yazının son cümlesi olan
“Sembol veya en yüksek mânasında realite!” şeklindeki ifadesiyle, “insan”ın,
tiyatronun hem malzemesi, hem sembolü, hem de gerçeği olduğunu vurgulamıştır.
Tanpınar, romanda olduğu gibi tiyatroda da insan psikolojisinin, insanın
talihi karşısındaki aczinin, ferdî trajedinin bulunması gerektiğine inanır ve ilk dönem
tiyatrolarımızın başarısızlığını da insana dikkat etmeyişlerine bağlar:
120 Güven, a.g.e., s. 92-94. 121 Tanpınar, “Tiyatro Üzerinde Düşünceler”, Şadırvan, No: 12, 17 Haziran 1949; E.Ü.M., s. 83.
115
“... Diğer taraftan edebiyatımızın ananesinde «instrospection»un
bulunmaması, insan psikolojisini ne din ve mistik tecrübenin, ne de eski
edebiyatımızın derinleştirmemiş olması, bu tecrübeye ilk defa girmiş olan
muharrirlerin eserlerini - Namık Kemal’in «Zavallı Çocuk»unda, hattâ diğer
eserlerinde olduğu gibi - baştan verimsiz yapar. Zaten hikâye bahsinde daha
geniş surette anlatacağımız gibi bu muharrirlerin hiçbiri, insanı bir başlangıç
gibi alarak işe koyulmuyorlardı. İnsana dikkat etmemiş bir medeniyetten
gelmiş olmanın bütün zaafları bu eserlerde vardır.”122
İnsan gerçeğini anlamaya çalışmamak ve ona yüzeysel yaklaşmak bir tiyatro
yazarı için eksikliktir fakat yazara bu derin bakış açısını ve insanı işleme kabiliyetini
verecek olan da yine onu yetiştiren medeniyettir.
Tiyatro ve hayat münasebeti de yazarımızın tiyatroyla ilgili görüşlerinin
önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Tanpınar için tiyatro bir meydan, hayatı
anlatma ve aksettirmede önemli bir gücü olan bir sahneyi ifade etmektedir.
Yazarımıza göre tiyatro hem ferdi hem de cemiyeti kapsayabilen, onların bütün
problem ve meselelerini tartışabilen geniş çaplı bir sanattır. Yazar 19. Asır Türk
Edebiyatı Tarihi’nde türleri incelerken, bahsimizle alâkalı olarak şunları söyler:
“1873’te gazete, hayattaki istisnaî yerini, bir müddetten beri yanı
başında belirmeğe başlayan kitaba, âdeta birdenbire, hatta bir kaza eseri gibi
terk eder. Daha evvel onu, yeni yeni kurulmaya başlayan tiyatro ile
paylaşmak üzere idi. Çünkü sahne de bir nevi meydandır. Orada da, ferde
ait olanlar gibi, kitleye ait ihtiraslar en müsait şekilde geliştirilebilir.”123
Ahmet Hamdi Tanpınar, sanatların hayatla münasebetine, hayattan alıp
verdiklerine, ona yön verip vermemelerine çok dikkat eden, güzel sanatları hayat
ekseninde de mülâhaza eden bir münekkit-yazardır. Daha evvel, şiir ve romanı da
gerçek hayatla olan alış-verişleri noktasında değerlendiren ve “Roman hayatın
peşindedir. Şiir ise bir tecrittir. Birisi hayata doğru yürür. Öbürü “mutlak”ın 122 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 283. 123 A.e., s. 252.
116
peşinde koşar”124 diyen Tanpınar, tiyatroya da aynı zaviyeden yaklaşır ve bu sanatın
bir bütünlük taşıdığı için hayatın kendisi olmadığını fakat ona tesir edebildiğini
söyler:
“Tiyatro hayatla başlar; bize kendini yavaş yavaş empoze eder.
Dinamizmi nispetinde kuvvetlidir. Parçalanınca hayata benzer, bütünlüğü
ile sanattır, dolayısıyla hayat değildir. Tiyatro hayata bir şeyler katar.”125
Yazarımıza göre tiyatro, birçokları tarafından şiirle birlikte düşünülmüş, şiire
yaklaştırılmıştır, halbuki şiir, hayattan uzaktır ve tiyatro şiirin aksine hayatla bağı
çok kuvvetli olan bir türdür. Şiir, kendi bünyesine almadığı unsurları, yani hayatla,
içtimaî meselelerle ilgili tarafları tiyatroya bırakmıştır:
“Tiyatro, söz sanatları arasında şiirin nizamını benimseyenleri en
fazla çeken sanattır. O kadar ki, bir zamanlar ve belki her zaman, her
edebiyatta, tiyatro nesirden ziyade şiirin malı tanındı. Şiirden ayrılmasına
rağmen, hayatla yakınlık uğruna, birçok şairler, son eser - bütün çalışmaları
çelenkleyecek eser - olarak bir tek tiyatro düşündüler.
Şiir, kendi hesabına, saf şeklinde, reddettiği bir yığın şeyi, hayata ve
bütün uğultusuna kapılarını ardına kadar açmış, kardeşine kabul eder.
Yalnız ikamelerle (substitution) konuşan, bazen kelimelerin ses ve
renk çatışmasından hazırladığı girift ve acayip akisli su parçasında - o
karanlık ve sihirli aynada - eşyayı sadece yokluğuyla canlandıran, bir
mırıltıda bir kıyameti, ruhun imkânsız bir ucunda bir çiçeğin soluşu ile
birlikte ifade eden şiir, tiyatroda tam zıddıyla karşılaşır.”126
Çalışmamızın muhtelif bölümlerinde dikkat çektiğimiz üzere Tanpınar’a göre
şiir biraz kapalı ya da kapalı olması gereken, hisleri, fikirleri ve genel anlamda
hayatı olduğu gibi vermek zorunda olmayan bir türdür. Yukarıdaki paragrafta geçen 124 Tanpınar, “Yahya Kemal’e Dair Notlar”, Ulus, No. 8124, 16 Mart 1944; E.Ü.M., s. 333. 125 Tanpınar, E.D., s. 132. 126 Tanpınar, “Tiyatro Üzerinde Düşünceler”, Şadırvan, No: 12, 17 Haziran 1949; E.Ü.M., s. 82.
117
“o karanlık ve sihirli ayna” tabiri bize bunu göstermektedir. Tiyatro ise bu yönden
şiirin tam tersidir ve onun hayatla münasebeti, alış-verişi çok sağlamdır. Nitekim
“... tabiatı itibariyle toplu olan şiir, fikir için her şeyden evvel dar bir çerçevedir.”127
diyen Tanpınar, tiyatro-şiir bahsinde de benzer ifadeler kullanır ve şiirin fikri, fikir
işçiliğini ve zenginliğini tiyatroya bıraktığını söyler:
“... Bütün lüzûmsuz sandığı libasları ata ata acayip raksını yapan şiir,
kendini mahrum ettiği şeylerin hemen hepsini tiyatroda, “ide”ye yakın bir
kılıkta bulur. Fikri, muharip ve muzaffer bir bâkire gibi, bütün hareket
sahasına hâkim görmek sevincini yalnız tiyatroda tadarız.”128
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tiyatroya dair fikir ve yorumlarının bir cephesi de
bu sanatın millî hayattaki yeridir. Bir dersinde “Tiyatro ve roman yazmamız bizi millî
hayatımızı yapmaya, insanı bulmaya götürdü”129 diyen yazarımız, sanatlar arasında
bir hiyerarşiye inanır ve tiyatroyu millî hayatın gelişmesi konusunda meselâ plâstik
sanatlara göre daha elverişli görür. Fakat bu konuya da bir açıklık getiren Tanpınar
sanatların tesirlerinin toplumdan topluma değişeceğini söyler. Daha önce de söz
konusu ettiğimiz anketin “Tiyatronun sadece bir zevk işi ve herhangi güzel sanat
kolu değil, millî şahsiyetin inkişafında belli başlı bir âmil olduğuna inanıyoruz. Bu
hususta düşündüğünüzü öğrenmek isteriz.” şeklindeki sorusuna Tanpınar’ın cevabı
şu şekildedir:
“Tiyatro bir söz sanatıdır. Ve bu itibarla diğer edebiyat sanatları gibi
fikri, icap ederse, mücerret şeklinde bile alabilir ve inkişaf ettirebilir. Vakıa
bunu ifrata götüren kısmına taraftar değilim. Ama bunun imkânı
vardır. Bu itibarla millî şahsiyetin inkişafına elbette ki bir âmil olabilir.
Daha doğrusu millî karakteristiği meselâ plâstik sanatlardan daha bariz bir
surette gösterebilir. Ama bu itibarla romandan üstün olması pek icap etmez.
Çünkü bu hassası tamim vasıtası haysiyetiyle∗ değil, bizzat söze dayanması
127 Tanpınar, “Şiir Hakkında I”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M, s. 13. 128 Tanpınar, “Tiyatro Üzerinde Düşünceler”, Şadırvan, No: 12, 17 Haziran 1949; E.Ü.M., s. 82. 129 Tanpınar, E.D., s. 136. ∗ Tanpınar’ın diğer edebî ve fikrî eserlerinde yer almayan deneme, makale, anket cevapları ve röportajları içeren ve Mücevherlerin Sırrı ismiyle neşredilen eserin editörü bu kelimenin doğrusunun
118
itibarıyla yani ifade vasıtası itibarıyladır. İngiliz Tiyatrosu’nun ve
Shakespeare’in İngiliz karakteristiğini çok iyi vermiş olmasına mukabil,
meselâ İspanya’yı da Cervantes’te bulabiliriz. Hollanda’yı Rembrandt’ta
bulduğumuz gibi. Ama bunlar da bir meseledir. Ne dereceye kadar buluruz?
Bir muharrir bir sanatı, bir cemiyeti ne dereceye kadar - doğru demeyelim -
fakat tam ifade eder? Her halde tiyatrodan mahrum millet de mevcut
olduğunu düşünmek lâzım.”130
Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki tiyatro, bir milletin şahsiyetini ve
hayatını etkileyebilir, milliyetin ve millî çizgilerin teşekkülüne yardım edebilir bu da
onun söze dayanmasıyla ilgilidir. Ama tiyatronun milliyete tesiri sınırlıdır ve bu
tesirin dozu her millette ayrıdır. Tiyatrosu olmayan milletlerin de bulunduğunu
belirten Tanpınar, bir milletin şahsiyetinin ve karakteristiğinin teşekkülünü sadece
tiyatroya bağlamanın doğru olmadığını düşünmektedir.
2. 5. Temaşa Sanatları
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre geleneksel temaşa sanatlarımız belirli tipler
etrafında icra edilen ve gerçek bir sanat kıymeti taşımayan oyunlardır. Yazarımızın
bu sanatlar hakkındaki fikirleri, onları batılı tiyatro ile karşılaştırması ile açıklık
kazanır:
“... Orta oyunu gibi, şahıs repertuvarı muayyen tipler halinde
evvelden tespit edilmiş sahne oyunlarına gelince, bu ananelerin hakikî
tiyatro ile hiçbir suretle alâkası olamayacağı âşikârdır.
Tiyatro her şeyden evvel edebiyatın bir nev’i olduğuna göre, çoğu
irticalî olan ve yazılı repertuvarları da bir sanat kıymetine hiçbir zaman
erişmeyen bu tekniklerle karıştırılamaz.”131
A.y., s. 185-186.
“hassiyetiyle” olabileceğine dair bir dipnot koymuştur. “Tiyatro Anketi”, Yeni Adam, No: 294, 15 Ağustos 1940; M.S., s. 185. 130
131 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 278-279.
119
Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki tiyatro Tanpınar’a göre edebiyatın bir
türüdür ve geleneksel temâşâ sanatları, tiyatrodan çok ayrı anlamlar ifade eder.
Ahmet Hamdi Tanpınar için bizim geleneksel temaşa sanatlarımızın en büyük eksiği,
kalıp karakterler etrafında oluşmaları ve insanın problemlerine eğilmemeleridir.
Karagöz, meddah, ortaoyunu gibi türlerden bahsederken birçok defa bu soruna
eğilen yazarımız Türk Edebiyatında Cereyanlar isimli makalesinde şunları söyler:
“Müslüman-Şark edebiyatlarının bir tarafı daima karakter
peşindeydi. Karagöz, Ortaoyunu, Meddah hikâyeleri gibi halk sanatlarımız,
daha ziyade halk komedisi sahasında kalmak şartıyla az çok karakter
sanatlarıydı. Eski tarihçilerimizin en parlak sayfalarını belki de bu karakter
görüşü vücuda getiriyordu. Bu itibarla insanı yakalamak romancılarımız için
belki de güç bir şey değildi. Bütün güçlük hayatın kendisini yakalamak, o
contrepoint’nı bulmaktı. Ayrıca ne dilde, ne de gelenekte psikolojik
tecessüsün yeri olmadığı gibi, dilin kendisi de realitenin içinde koşan
sanatların tecrübelerinden, hattâ realite ile ciddî bir temastan gelen
sarahattan ve rahatlıktan mahrumdu.”132
Tanpınar’ın “psikolojik tecessüs” dediği ameliye, insanı her hâliyle
kuşatmayı hedefleyen bir bakış tarzıdır ve bu da doğu toplumlarında olmayan bir
şeydir. Nitekim Tanpınar, derslerinden birisinde Türk toplumunda bu iç gözlemin
olmadığını şu sözlerle ifade eder:
“Cemiyet, kendi içine bakamıyordu. Hayat tabiî, kader Allah’ındır.
Cemiyetin filozofik terbiyesi yoktu.”133
Cemaat hâlinde yaşayan ve ferdî problemlerle pek uğraşmayan Osmanlı
toplumu, ortak bir güzellik ve komedi anlayışına sahipti. Bütün doğu toplumlarında
görülen bu hâl, klâsik şiirimizin mazmun dünyasını ve şairlerin yüzyıllarca bu ortak
güzellik anlayışına uygun olarak eser vermelerini de açıklamaktadır. Bu yüzden,
132 Tanpınar, “Türk Edebiyatında Cereyanlar”, Yeni Türkiye, İstanbul, Türk-Amerikan Üniversiteliler Derneği Yayınları, 1959; E.Ü.M., s. 121. 133 Tanpınar, E.D., s. 135.
120
meddah, karagöz ve ortaoyunu gibi seyirlik oyunlarda da Kavuklu, Pîşekâr Zenne
gibi sabit tipler vardır. Nitekim yazarımız bu hususu derslerinde de dile getirmiştir:
“Karagöz’de fixe şahsiyet vardır: Yani muayyen tiptir her biri, değişmez.”134
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin Giriş’inde Tanpınar, karagöz ve meddah
hikâyelerinin, devrin insanlarının mizah anlayışlarının yüksekliğini gösterdiğini
söyler. Ayrıca yazarımızın Karagöz hakkındaki hükümleri, bu sanatı Eflâtun’un
mağara gölgesi nazariyesiyle karşılaştırması itibariyle de dikkat çekicidir:
“... Öbür yandan hangi medeniyetten veya kavimden gelirse gelsin
daima Eflâtun’un mağarasındaki gölgeleri hatırlatması itibariyle kültür
Karagöz oyununu benimsemişti. Ahmet Kutsi Tecer’in son tetkikleri
halk arasında, hattâ kukla oyununa varıncaya kadar, bazı temsilî oyunlar
bulunduğunu gayet sarih surette gösteriyor. Meddah hikâyeleri ise tam bir
karakter ve komik vaziyet repertuarı idiler.”135
Daha önce de söz konusu ettiğimiz ankette Tanpınar’a “Karagöz, ortaoyunu
ve tuluâtçılığın millî tiyatronun ve öz tiyatronun orijini olduğunu düşünüyoruz.
Tiyatroda bir inkılâp yapabilmek için millî dehayı taşıyan bu orijinal temsillerin
karakteri iyice anlaşılmalı, değil midir?” şeklinde bir soru sorulur. Yazar bunun
mümkün olabileceğini fakat bazı şartlara riayet edilmesi gerektiğini şu cümlelerle
ifade eder:
“Şüphesiz ki yerli tiyatronun mühim bir yardımı olacaktır; fakat
mütekâmili ihmâl etmemek şartıyla. Bize karagözün, ortaoyununun,
tulûatçılığın verebileceği şeyleri de, emin olunuz ki, bu Avrupa tiyatrosunu
iyicene öğrendikten sonra alabiliriz. Çünkü teknik - benim anladığım
mânâda - en güzel anahtardır. Yani Sophokles, Shakespeare, Racine ile
düşüp kalkmak bize nasıl hayata ve insan kalbine, değişmez ve değişir
problemlere bakmayı öğretecekse, onun gibi, halk sanatlarına bakmayı yine
134 A.e., , s. 243. 135 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 28-29.
121
onlardan öğreneceğiz. Şüphesiz ki müstakbel Türk komedisinde ve
müstakbel Türk feerisinde - Shakespeare’la başlayan şairane tiyatro gittikçe
ehemmiyet kazanıyor - ortaoyununun, karagözün mühim bir hissesi olacak,
çok geniş ufuklar ilham edecektir.”136
Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki geleneksel temaşa sanatlarını bir kaynak
olarak kullanabilmek için gerçek tiyatronun teknik ve icaplarına vukufiyet
gerekmektedir. Çünkü Avrupa tiyatrosu bizi bu sanatın esası olan insana ve onun
yapısına dikkat etmeye götürecektir. Yazarımıza göre eski sanatlar ancak bu suretle
modern tiyatromuzu besleyebilirler.
2.6. Tenkit
Ahmet Hamdi Tanpınar, doğu medeniyetini ve bu medeniyetin birçok büyük
kaynağını incelemiş, doğunun zenginliklerini, hayata ve insana bakış zaviyesindeki
genişliği görmüş bir müdekkiktir-sanatkârdır. Fakat aynı zamanda batıyı
aydınlanmaya ve terakkiye götüren çalışma ve bu çalışmaların sağladığı gelişmeleri
de yakından takip etmiştir. O, Türkiye için sağlam ve doğru bir medenîleşme ister ve
batıyı en doğru taraflarıyla benimsemenin yollarını araştırır. Tanpınar’ın sanat ve
edebiyat meselelerinde batının en çok dikkate değer gördüğü çalışma alanlarından
birisi de tenkittir. Şark İle Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar isimli makalesinde
batılı ile doğulunun eşyaya tasarruf şeklini karşılaştıran yazarımız, batılının ortaya
koyduğu eserlere ve genel anlamda maddeye daha çok dikkat ettiğini belirtir. Batı,
Tanpınar’a göre üreten, aynı zamanda ürettiğini sorgulayan, onu daha iyi anlamaya
çalışıp mükemmelleştirmenin yollarını arayan bir medeniyettir. Doğu toplumlarının
ve Türkiye’nin en büyük eksiklerinden birisi de işte bu dikkat, sorgulama ve
tenkittir. Bizde bugün anladığımız mânâda bir tenkit geleneği oluşmadığını belirten
yazar, eskilerin, sınırları çok eskiden çizilmiş bir hayatı yaşadıklarını; eski
mesleklerin pîrleri bulunduğunu ve sanatların da zamanla kutsiyet kazanıp
dokunulmaz, sorgulanmaz hâle geldiğini düşünmektedir. Bu yüzden genel olarak
136 Tanpınar, “Tiyatro Anketi”, Yeni Adam, No: 294, 15 ağustos 1940; M.S., s. 184-186.
122
doğu sanatları ve klâsik edebiyatımız, uzun tekâmül asırları boyunca statik bir yapı
kazanmış, ortak bir dünyanın ve güzellik anlayışının oluşturduğu mazmunların
çerçevesinde teşekkül etmiştir. Tanpınar, bu durumu ve bu yüzden bizde tenkidin
oluşmadığını şu ifadelerle açar:
“Bütün mesleklerin ve işlerin geçmiş büyüklerden bir pîri bulunan,
çerçevesi sanki ezelden hazırlanmış bir hayatın içinde büyük ve küçük
sanatlar yarı kudsiyet kazanmış, şekil ve ananeleriyle sürüp gidiyordu.
Müslüman şark sanatlarının devamını zaman zaman kıran içten
değişmeler ve üslûp tesalüpleri de hiçbir fikir hazırlığı olmaksızın, ya daha
eskilere dönmekle, yahut da «içtimaî» hadiselerin tazyik ve yardımıyla
âdeta kendiliğinden gibi oluyordu. Öyle ki bazı teknik dikkatler ve
hükümlerden başka sanat eserlerinin üzerinde konuşulmazdı. Nitekim Latîfî
ve Âşık Çelebi gibi «Tezkire-i Şuarâ»larda bu cins teknik münakaşalara ve
Thibaudet’in «şifahî tenkit» dediği şeyin örneklerine tesadüf ederiz. Bazan
Şeyh Galib’in «Hüsn ü Aşk» mukaddimesinde olduğu gibi bu tenkit ve
hükümlerin daha şahsîleştiği de olurdu. Fakat hiçbir zaman sanat, hayatın
içinde tek başına bir mesele gibi alınmamış, onun insanla, cemiyetle
münasebetleri üzerinde kadîm Greko-Latin dünyasında, Rönesans’dan
sonraki Avrupa’da olduğu gibi durulmamıştı.
Bu tenkit yahut teknik dikkatlerin daha ziyade şiir ve bilhassa Arap
ve Fars aruzunun çok evvelden teşekkül etmiş kaidelerine göre yapıldığını,
hele nesre ait ve bilhassa kompozisyonu göz önünde tutan bir tenkidin
bulunmadığını da tasrih edelim.”137
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Tanpınar, sanatın yaşanılan hayatın bir meselesi
olması gerektiğini düşünmekte ve bir tenkitten, eserin insan ve cemiyetle ilgili
taraflarını ortaya çıkarmasını beklemektedir. Yukarıda verdiği Şeyh Galib örneğinde
görüldüğü üzere yazara göre bizde tenkit hiç yok değildir. Fakat bu tenkidin
137 Tanpınar, 19.A.T.E.T., s. 298.
123
sadece şiirde olması; onun da teknik kısımlarına, yani vezin, kafiye vs. şekil
özelliklerine yönelen bir dikkatte kalması yeterli değildir:
“Eski edebiyatımızın en büyük zaafı - İran edebiyatı için de böyledir
- tenkit fikrini ikinci, üçüncü dereceye almış olmasındadır. Şüphesiz eskiler
de tenkit ediyorlardı. Bu meleke insanlık kadar değilse bile yaratma kadar
eskidir. Fakat bizdeki tenkit daima şifahî kalmış ve bazı teknik dikkatlerin
ötesine geçememiştir. Felsefede, teolojide, tasavvufta yani bir sistemin
bulunduğu her yerde zarurî olarak mevcut olan teknik, sanatla bazen bir
kültürün devamı boyunca iptidaî şeklinde kalabilir. Bizde de böyle oldu.
Sadece tekniğe inhisar etti.” 138
Tanpınar’ın, tenkidi geri plâna almış olmasını eski edebiyatımız için bir
eksiklik olarak değerlendirdiğine, aslında her sistemin kendi tenkidini doğuracağına
ve ortaya konulan her eserle birlikte mutlaka bir tenkidin de yapılacağına dair
fikirlerine dikkat çekelim. Tanpınar, romanla ilgili bir yazısında, roman tenkidinden,
dolayısıyla genel olarak tenkitten ne beklediğini şu ifadelerle belirtmiştir:
“- Acaba hakikaten istediğimiz gibi bir romanımız olsa, bunun
farkına varır mıydık? Bu suale taşıdığı ağır hükümden korkmadan “hayır...”
cevabını verebilirim. Bizim entelektüellerimizin, sanatkârlarımızın bir vasfı
da yerli okumamaları, hattâ kendi edebiyatımızın bahsine bile
yanaşmamalarıdır.
Türkiye’de aşağı yukarı altmış senelik mazisi olan bir roman vardır
ve en durgun senelerinde, hiç olmazsa yirmi roman çıkar. Bugün yaşayanlar
arasında halk tarafından tanınmış, eserleri okunan altı yedi romancımız var.
Öyle olduğu halde henüz Türk romanını Avrupalı bir gözle tetkik eden,
mevcut temayülleri anlatan, zayıf ve hareketli noktaları gösteren,
memleketteki sanata ve hariçteki edebiyata karşı olan alâkalarını tespit eden
bir tek tenkit tecrübemiz yoktur. Bir tek yazarımız zahmetine katlanıp Türk
romanını belli başlı mümessillerinde okuyup onu anlamağa çalışmamıştır.
138 Tanpınar, “Bizde Tenkit”, Cumhuriyet, No: 5399, 25 Mayıs 1939; E.Ü.M., s. 76.
124
Bundan vazgeçtik, günün eserleri üzerinde olsun ciddî bir münakaşanın
açıldığını göremeyiz. Bizzat roman yazanlar da eserlerinin hâricinde,
sanatlarına ve arkadaşlarına dair yazı yazmazlar yahut sayılacak kadar az.
Ben çok defa âlemimizin bu hâli karşısında “acaba bizde roman, okuyucu
ile yazıcı arasında çok hususî kalması lâzım gelen bir nevi ailevî bir iş
midir?” diye düşündüm. Son senelerde kendi edebiyatımızla alâkamızın
şekli o dereceye gelmiştir ki, bir muharririmizden biraz daha genişçe bir
şekilde bahsedebilmemiz için zavallının ölmüş olması lâzım gelir. Tenkidin
mersiye ile beraber yürüdüğü yegâne sanat hayatı bizimkidir.”139
Türk sanat ve edebiyat hayatına bir eleştiri mahiyetinde olan ve Türkiye’de
yaşayan sanatkârların eserleri hakkında yazı yazılmamasını tenkit eden bu
paragraflarda Tanpınar’ın kullandığı “Avrupalı bir göz” ibaresine dikkat çekmekte
fayda görmekteyiz çünkü bu vurguyla yazarımızın Avrupalılaşmak ya da daha
yaygın bir söyleyişle “Batılılaşmak”tan ne anladığı daha bariz bir biçimde ortaya
çıkmaktadır. Bu sözleriyle Avrupa’nın ürettiği şeyin üzerinde, daha iyisini, ve daha
kalitelisini elde etmek üzere yaptığı ameliyeye dikkat çeken Tanpınar, bizim sanatçı
ve aydınımızdan da aynı dikkat ve sabrı beklemektedir. Ayrıca bu dikkat sadece
eserlerin geçmişten gelen ve şimdiki özelliklerini ortaya çıkarmakla kalmamalı, yeni
akım ve yönelişleri de belirtmeli, edebî gidişatı umuma göstermelidir. “Mevcut
temayüller” ibaresiyle vurgulanmak istenen budur.
Yazarımızın roman ile ilgili bir yazısında tenkide yer ayırması ya da bu iki
edebî türü birlikte anması tesadüfî değildir. Çalışmamızın “roman” bahsinde de
görüldüğü gibi roman, hayatı ve insanı sorgulayan, çok çeşitli meseleleri tartışma
imkânına sahip, geniş açılımlı bir türdür. O, Tanpınar’ın deyimiyle bir anlamda
“hayatın tenkididir”140. Romana ve Romacıya Dair Notlar adlı yazısında da benzer
ifadelere yer veren yazarımız bir Fransız münekkitten bir alıntı yaparak romanın
doğuşunda tenkit fikrinin payına şu cümlelerle dikkat çeker:
139 Tanpınar, “Bizde Roman I”, Kültür Haftası, No: 2, 22 İkincikânun 1936; E.Ü.M., s. 51. 140 Tanpınar, E.D., s. 277.
125
“... Fransız münekkidi A. Thibaudet bu bahis üzerinde çok güzel
şeyler yazmıştır. Bu muharrire göre roman, romanın tenkididir. Modern
romanın - tıpkı komedinin olduğu gibi - doğuşunda tenkit fikrinin büyük bir
hissesi vardır.”141
Tanpınar birçok alanda yaptığı gibi tenkit bahsini de karşılaştırmalı olarak
tetkik eder ve yazısının devamında dikkatini batının tenkitteki tekâmülüne çevirir.
Eski Yunan ve Roma’da tenkit olduğunu, çünkü bu medeniyetlerin insan gerçeğine
her zaman önem verdiklerini belirtir. Yazar bu arada Hüsn ü Aşk’ta, Şeyh Galib’in
Nâbi ve onun ekolünü eleştirirken, gelenekleri sorgulaması bakımından modern
tenkide yaklaştığını ama gerçek tenkidin yine roman ve tiyatro gibi insan merkezli
bir faaliyet olduğunu söyler. Bu yüzden tenkit, dikkatlerin insana çevrildiği
kültürlerde ve dönemlerde yükselme göstermiştir:
“Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ın baş tarafındaki Nâbi tenkidinde
mevzuunun modern tenkitte olduğu gibi “insan”la değilse bile, “an’ane” ile
münasebetini araştıran bir eda vardır. “İnsan” ile diyorum; çünkü tenkit,
insanı fikrî alâkaların ve tecessüsün mevzuu olarak alan kültürlerde inkişaf
etmiştir. Eski Yunan ve Roma’da tenkit vardır. Çünkü hayat insanın
etrafındadır. Buna karşı sanat hayatı gerçekten çok yüksek olan garp
Ortaçağında tenkit yoktur, yahut yukarıda söylediğimiz gibi sadece
teolojiye, felsefî sisteme inhisar eder. Halbuki insanın tekrar hayatın
merkezi olduğu Rönesans devrinden itibaren tenkit sanata hâkim olur.”142
Tanpınar, tenkit bahsinde insan kavramının üzerinde ısrarla durmaktadır.
Bizde tenkidin yenileşme hareketlerinden sonra başladığını belirten yazar, Namık
Kemal’in o kadar tenkit eseri kaleme almasına rağmen başarılı bir münekkit
olamayışının sebebinin, onun insana ve hayata gerektiği gibi yaklaşamaması
olduğunu söyler:
141 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Dair Notlar I”, Ulus, No: 7951, 198 Eylül 1943, E.Ü.M., s. 59. 142 Tanpınar, “Bizde Tenkit”, Ülkü, No: 49, 1 Birinciteşrin 1943, E.Ü.M., s. 76.
126
“... Hakikatte tenkit, bu kendi şahsiyetinin içinden bir türlü
çıkamayan ve dünyası tahmin ettiğimizden çok dar olan bu muharririn en az
yapabileceği şey idi. Namık Kemal niçin iyi romancı ve iyi tiyatro muharriri
olamadı ise onun için iyi münekkit olamadı. Hayatın sezişi kendisinde
yoktu. İnsan zaaflarına karşı merhametsizdi. Zihnî hayatı dardı. Edebiyatı,
sadece anladığı gibi bir edebiyatın ve insanı âdeta silen birtakım içtimaî
fikirlerin arasından görmekle kaldı.”143
Tanpınar, aynı yazının bir başka yerinde Namık Kemal’in iyi bir münekkit
olamamasının bir sebebini de “Sanatçı ve tenkitçi için elzem olan felsefî yaratılış”tan
mahrumiyet olarak tespit etmiştir.144
Ülkemizde iyi veya kötü birçok eser yazıldığını, bu eserlerin geniş bir
okuyucu kitlesi tarafından okunduğunu ve memlekette fikrî ve edebî bir atmosfer
oluştuğunu belirten yazar, bu edebiyatın tenkidinin yapılmamasını bir eksiklik olarak
değerlendirir:
“... Ahmet Midhat ve Namık Kemal’den beri yetmiş seneyi
mütecaviz bir zaman içinde bu nevilerin memlekette eseri veriliyor; birçok
şöhretli, az şöhretli muharririmiz var, yüzlerce eser daima yenileşen bir
okuyucu kütlesinin hayat ve fikir susuzluğunu tatmin ediyor. Beğenilenler,
ihtirasla sevilenler, beğenilmeyip bir köşeye atılanlar, tekrar moda olanlar,
velhâsıl her cinsten eser var. Ve bunların temas ettiği bir yığın mevzu ve bu
mevzuların hemen hepsinin de ister istemez dokundukları birçok meseleler
var. Fakat bütün bunlara küllî bir bakışla bakan, hayatla, devirle, tarihle,
yabancı an’anelerle ve yerli görenekle onların arasında mevcut gizli ve
âşikâr münasebetleri meydana çıkaran, altlarını çizen ve zarurî surette bir
tekâmülün mahsus olması lâzım gelen bu eserde o tekâmülün merhalelerini
işaret eden tek eserimiz yok.”145
143 A.e., s. 77. 144 A.e., s. 77. 145 A.e., s. 74.
127
Bu cümleler, yazarımızın tenkit hakkında ne düşündüğünü ve bir münekkidin
incelediği eserin hangi noktalarına ne gibi endişelerle yaklaşması gerektiğini bariz
bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna göre bir tenkit eseri, üzerinde çalıştığı eserin
işlediği konulara bir bütün hâlinde yaklaşmalı, bu konu ve meselelerin yerli-
yabancı kaynaklarını araştırmalı; esere tesir eden millî ve gayrimillî gelenek ve
inançları ortaya çıkarmalıdır. Ayrıca bir tenkit çalışması, eserin yazıldığı devri,
devrin hayatını ve o hayatın tekâmül sürecini incelemelidir. Daha kısa bir ifadeyle
bir tenkit eseri, eserin özüne nüfuz edebilmeli, onu bizim için çözümleyebilmelidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, derslerinden birisinde, yukarıdaki ifadelerine
yaklaşacak bir biçimde tenkidin yararı için şunları söyler:
“Eserin insanla, cemiyetle alâkasını bulmaktır; sadece güzeli
bulmak değil.”146
Tanpınar, Türk entellektüelinin kendi edebiyatındansa yabancı edebiyatlara
yönelen ilgisi ve yabancı edebiyatı okumalarını da yanlış bulmakta ve gerçek bir
tenkidin şartlarından bahsederken bu nokta üzerine vurgu yapmaktadır. Bir
röportajda “Bugün bir Türk edebiyatı var mı?” sorusuna ;
“- Elbette var. Yalnız tenkidimiz yok. Kendimizi ciddiye almıyoruz.
Meselelerimizden bahsetmiyoruz. Bunun başlıca sebebi, ecnebî dili bilerek
yetişenlerin daha ziyade o dilin eserleriyle alâkalı olmalarıdır. Çok defa bunlar,
yerli eseri ecnebi eserin kopyası zannediyorlar ve okumuyorlar.”147 şeklinde cevap
veren yazar, kendisine tenkidin nasıl yapılması gerektiği sorulduğunda da şunları
söyler:
“- Tenkit Şark medeniyetlerinin büyük eksiğidir. Ve galiba
sanatlarımızın ve bütün hayatın o kadar uzun zamanlar ölmüş şekiller içinde
kalmasının sebebi de bunun yokluğudur. Doğmasına gelince, edebiyatını
146 Güven, a.g.e., s. 16. 147 Tanpınar, “Bugünün Edebiyatı Var mıdır?”, Edebiyat Âlemi, No:13, 14 Temmuz 1949; M.S., s. 192-193.
128
seven kültürlü insanların yetişmesi kâfidir. Sanatla hayatın arasındaki
münasebeti aramaya başladığımız gün, tenkit de başlar. Zannederim ki, bu
işte bizim gibi gecikmiş milletler daha ziyade üniversite tenkidiyle işe
başlarlar. Yeni üniversite ve yerli tetkikler ilk hızını verir.148
Bu cevapların içinde, Tanpınar’ın tenkit hakkındaki düşüncelerinin çok
önemli bir cephesini, yani edebiyatın tenkitsiz gelişemeyeceği, tekâmül
edemeyeceğini görmekteyiz. Yazarımıza göre tenkit, sanatla hayatın ilişkisini su
yüzüne çıkarmak demektir.
Bir yazısında Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatı sanatkârlarının kendi
şartlarına göre yeni fikirler ortaya attıklarını, çeşitli sorunları tartışabilen eserler
neşrettiklerini ve bunda az çok gelişme kaydettiklerini kaydeden Tanpınar, nesillerin
ve eserlerinin arasındaki bağlara dikkat çeker fakat bu bağları ortaya çıkaracak
sabırlı münekkitlerin yokluğundan üzüntü duyduğunu belirtir:
“... Aile, kasaba ve şehirli hayatı ve fertleri, büyük siyasî vak’alar ve
akisleri cemiyetimizin içinde başlayan ve hayatımızı değiştiren büyük siyasî
fikirler ile içtimaî hareketler, fert ve cemiyet meseleleri hepsi bu eserlerde
iyi veya kötü cevap alan birtakım meselelerdir. Ve şüphesiz ki, bir
muharrirden öbür muharrire, bir nesilden öbür nesle geçerken bu cevapların
hepsi az çok değişmiş, hatta meselelerin ortaya atılış şekli bile ayrı
mahiyetler almıştır. Buna mukabil bunları hakkıyla tedkik eden ve
aralarındaki devam zincirini bulup da bu zincirin koptuğu noktaları işaret
eden tedkik eserlerinden mahrum bulunuyoruz.”149
Buradan da anlaşılmaktadır ki tenkidin bir görevi de kültürel tekâmülü
bütünüyle ele almak, çeşitli eserlerdeki benzeyen ve ayrılan yönleri tespit etmek,
kısacası devam eden ve etmeyen noktaları açığa çıkarmaktır. Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın vokabülerinin en önemli kelimelerinden birisi olan ve birçok eserinin
ağırlık noktasını teşkil eden “devam”, yazarımızın yokluğundan bahsettiği 148 A.e., s. 192-193. 149 Tanpınar, “Tenkit İhtiyacı”, Tasvir-i Efkâr, nr. 4808, 7 Eylül 1941; E.Ü.M., s. 74.
129
münekkidin en esaslı vazifesidir. Tanpınar için tenkit, sosyolojik damarı çok
kuvvetli olması gereken bir faaliyet olmalıdır.
“Hayatta her şeyde olduğu gibi sanatta da “devam” denen bir kudret
vardır. Bu fizyolojide olduğu gibi cemiyet hayatında da, fikir hayatında da
kolaylıkla bulunur.
Benim yokluğundan bahsettiğim münekkit, bu devamı sabrıyla
arayacak münekkittir.”150
Yazarımızın memlekette yetişmesini istediği münekkit ufku geniş, fikrî
yapısı kuvvetli ve felsefeye âşina olan bir tiptir. Bu bahisle alâkalı olarak
yazarımızın sarf ettiği cümleler şöyledir:
“... Tenkide gelince, tenkit yapamıyoruz. Münekkidimiz yok değil,
fakat ufkumuz dar. Hemen hemen fikrin kendisi ile meşgul değiliz. Sanat
tıpkı eskilerde olduğu gibi, zanaat halinde. Bütün dikkatimiz dile ve sathî
yahut ilk bakışta kavranan bir realiteye çevrilmiş. Sonra unutmamalı
ki daha edebiyatımız (80) senelik bir edebiyat. Felsefeye alışamadık. İyi
veya kötü demekle tenkit olmaz. Tenkit daha geniş çevreler ister. Bence
münekkit belki asıl yaratıcıdır. Dikkat edin, bütün büyük münekkitler ufuk
hazırlamışlardır.”151
Bu hükümlere göre münekkit, eserlerdeki temâyülleri ve cereyanları tespit
ederek sonraki eserlere ışık tutacak, onlara yürümeleri gereken yolu gösterecektir.
Yazarımızın “ufuk açmak”tan kasdı budur. Ayrıca, Tanpınar’ın burada münekkide
yaratıcı vasfının vermesi kendisinin yukarıda söz konusu ettiğimiz “edebiyatın
edebiyatını yapmak” sözleriyle paralellik arz etmektedir. Bununla birlikte yazarın
yukarıya aldığımız cevabındaki “felsefeye alışamadık” sözü üzerinde biraz durmakta
ve kendisinin felsefe-tenkit bağı hakkındaki bir başka hükmüne dikkat çekmekte
150 A.e., s. 74-75. 151 “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki” Konu: Suat Uzer, Hisar, No: 37, 1 Mayıs 1953; Y.G., s. 313.
130
fayda vardır. Çünkü Tanpınar, tenkitte felsefeyi yardımcı disiplin olarak kabul eder
fakat sadece felsefî birikimi yeterli bulmaz:
“Eskiden münekkit ahmak görünmek pahasına da olsa umumî olan
şeyleri müdafaa eder, eseri kovalardı. Şimdi münekkit en kestirme yoldan
eserin önüne çıkmak, onu istikbal etmeyi istiyor. Zaten artık tenkit
yapmıyorlar. Bir çeşit müphem felsefeyi tercih ediyorlar. Sanatta iş, filozofi
ile dialektikle halledilmeğe başlandı mı sonu yoktur.”152
Bir münekkit ele aldığı eseri kötülemek, onun başarısını gölgelemek veya
onu tamamen ortadan kaldırmak için yazmamalıdır. Yazar, bir yazısında sanat
hayatımızı ve tenkit şeklini şu ifadelerle anlatır:
“Bizde sanat hayatının garip bir cilvesi vardır. Sanat ve sanatkârdan,
çok defa yokluğunu söylemek, kendimizi bildiğimiz veya bilmediğimiz,
sadece hatırladığımız veya işittiğimiz başka diyarlar namına kötülemek için
söz açarız. Denebilir ki tenkit bizde sanatı bir çırpıda ilga gibi kendisine en
az yakışan, hattâ bizzat kendisine hayat hakkı bile vermeyen bir vazifenin
peşindedir. Bunun dışında sanat üzerinde konuşma çok defa sanatkârın ve
sanatın hudutlarını aşan bir lâf yığını olur.”153
Tanpınar, tenkidin geniş çevrelere yayılmasını ve eser tanıtımıyla
kalmamasını ister. Tenkit, edebiyatı bir bütün olarak kucaklamalı, eserlerin fikrî
boyutlarını ve tartışılan meseleleri de su yüzüne çıkarmalıdır:
“Vakıa sanatkârlarımız birbirlerinden zaman zaman bahsediyorlar.
Gençler kendi aralarındaki mecmualarda birbirlerini tanıtmaya çalışıyorlar.
Fakat bunlar ya tesadüfî, yahut da dar muhitlerin gayretleri oluyor. Bu da
edebiyatımızı bir bütün hâlinde göstermekten, onun fikir, ihtiyaç ve
endişeler haritasındaki yerini işaret etmekten çok uzaktır. Birbirimizden
bahsediş tarzımız hâlâ merhum bir şöhretin koyduğu karşılıklı iltifatlar ve
152 “Edebiyatımızda Duraklama mı Var?”, Yelken, No: 21, Ekim 1958; Y.G., s. 336. 153 “Sanatkârı Da Hatırlayalım”, Ulus, nr. 8152, 13 Nisan 1944, Y.G., s. 396.
131
dostluklar kaidesinden pek çıkmıyor. Hulâsa daha edebiyatımızın
edebiyatını yapamıyoruz.”154
Bu cümlelerinden sonra yazar, tenkit mevzuunda daha önceki nesillerin kendi
neslinden daha ileri bir noktada olduğunu da vurgulamıştır:
“Eskiden böyle değildi. Bundan kırk, elli sene evvel şiirde, romanda
bütün nevilerde çoğu özentiden ibaret, dili büsbütün uydurma, hayat
karşısındaki duruşu son derece özenti bir edebiyatımız vardı. Fakat bu
edebiyatın edebiyatı yapılıyor, uydurma bir dil bir iç kale gibi müdafaa
ediliyor, şöhretler yerlerini adım adım terk ediyorlardı.”155
“Edebiyatın edebiyatı yapılıyordu” cümlesi Tanpınar’ın tenkidi ilmî bir saha
değil edebî bir tür olarak kabul ettiğini, onu edebiyattan saydığını ve yeri geldiğinde
tenkit eseri yazmanın bir vazife olduğunu belirtmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, ülkemizde tenkidin yokluğunu, sanata karşı olan
ilgimizle bağlantılı olarak düşünür ya da hayatımızda sanata yeteri kadar ehemmiyet
vermeyişimizi tenkit yokluğunun sebebi olarak görür. Yazar, 1946 Devlet [Resim]
Sergisi’ne dair kaleme aldığı bir yazıda, serginin başarısının birçok kişi tarafından
duyulmadığını bunun da tenkit yazısı yazılmamasıyla alâkalı olduğunu söylemiştir:
“Bu sene Ankara’daki yedinci devlet sergisi gerçekten şaşırtıcı idi.
Sadece çok güzel eserlerle zengin değildi.
............
Yazık ki tenkidin yokluğu yüzünden bu başarıdan büyük kitle
habersiz kaldı. Tenkidin yokluğu, aydınlarımızın resmimizin seviyesine
154 “Akşam’ın Büyük Edebî Anketi: Muharrir Neden Yetişmiyor?”, Kon: Sadeddin Gökçepınar, Akşam, No: 11120, 26 Eylül 1949; M.S., s. 196-197. 155 A.e., s. 197.
132
henüz erişememesi, yani sanatın hayatımızda henüz hakkı olan yeri almamış
olması demektir.”156
Bu yazıdan da anlaşılmaktadır ki Tanpınar için tenkit eserleri, sanatın
hayattaki yerini ispatlayan bir tür olup, sadece edebiyatla sınırlı değildir. Resim
faaliyetleriyle ilgili bu yazısından da anlaşılmaktadır ki Tanpınar, tenkidi sanatın
diğer şubeleri için de gerekli görmektedir.
2.7. Doğulu Hikâye
Tanpınar, ileride görüleceği üzere batılı hikâyenin yanında doğulu hikâyeye
de eğilir ve Şark İle Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar isimli yazısında doğu
hikâyesi ve doğu hikâyesinin batıdan ayrılan yönleri hakkında şunları söyler:
“Şark hikâyesi daima başlangıcı olan masalda, onun başlıca şartları
olan gayrı muayyen zamanda ve müphem mekânda macerasını anlatır,
kaçışını temin eder veya hikmet dersini verir. Çıplak bırakılmış bir Ç:in
veya Hint kelimesi yahut uzak bir şehir adı mekân olarak ona kifayet eder.
Hiçbir meselesi yoktur. Hayata o kadar yakın olan “Makame”de, o kadar
tatlı “Binbir Gece”de bile kaba bir karakter ayrılışından daha ziyade lâtifede
kalan bir mizah ve hicivden ileriye gitmez. Kaderin kendisine terk ettiği
insan talihinin üzerinde hiç durmadan şaşırtıcı ile dolu örgüsünü yapar.
Garp’ta ise hikâye ve romanlar, daha evvel destanda sanatkârların dikkatinin
önünde tuttuğu şey, daima insan ve hayatın kendisidir. Şark hikâyesi bu
dikkatin çok berisinde kendi kaçış âlemini kurmakla kalır. Onun için
başlangıcında çok zengin temalarını olduğu gibi harcar, sonunda ise sadece
kendini tekrar eder. Şahısların kendilerini aşan hiçbir zemini yoktur.
Teferruata girmeyi bilmediği için esaslıyı daima kaybeder.” 157
156 Tanpınar, “Gençlerin Sergisi ve Sanat Meselelerimiz I”, Tasvir, No: 358, 27 Mart 1946; Y.G., s. 402. 157 Tanpınar, “Şark İle Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar”, Cumhuriyet, No: 12965, 6 Eylül 1960; Y.G., s. 26.
133
Bu hükümlere göre doğu hikâyesi daha ziyade ibret dersi vermeyi amaçlayan,
belirli bir zaman ve mekân içermeyen; insanı, işlenilmesi ve sorgulanması gereken
bir vakıa olarak almayan bir türdür. Yazarımızın doğu hikâyesini de batı
hikâyesindeki gördüğü özellikler bağlamında değerlendirdiğini göreceğiz.
2.8. Hikâye
Ahmet Hamdi Tanpınar yazılarında şiir ve romana göre hikâyeye daha az
iltifat etmiş, bu tür hakkında daha az zihin yormuş bir sanatçıdır. Türk
edebiyatındaki asıl büyük hamlelerin, daha çok şiir, roman ve hatta tiyatroda
yapıldığı düşünülür ve hikâyenin kemiyet bakımından da keyfiyet bakımından da
bizde az yer tuttuğu hatırlanırsa yazarımızın hikâye konusundaki duyarlığının azlığı
daha kolay anlaşılabilir. Fakat az da olsa Tanpınar’ın hikâye hakkındaki görüşleri,
bu türün kendisine has özellikleri ve kabiliyetleri konusunda okuyucusunu tatmin
edecek kadar kesiftir. Yazarımızın hikâye üzerine müstakilen kaleme alınmış yazısı
yoktur. Bu durumda biz, Tanpınar’ın söz konusu tür hakkındaki görüşlerini,
hikâyenin Türk ve yabancı edebiyatlardaki tekâmül çizgisinin ve Tanpınar’ın bu
çizgiyi değerlendirişinin içinde aramak durumundayız. Çünkü bilindiği gibi
Tanpınar, herhangi bir edebî şahsiyet, ekol, devir veya eserden bahsederken, eserin
yazıldığı türün de özelliklerine değinmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyeye dair yorumlarının önemli bir noktası bu
türün romandan ayrılığı, küçük oluşu ve bu yüzden zorluğudur. Yazar, A. Gaffar
Güney’in Rusçadan tercüme ettiği hikâyeleri kitaplaştırması üzerine kaleme aldığı
yazısında hikâye ve hikâyenin romandan ayrılan yönleri hakkında şunları
söylemektedir:
“Küçük hikâye, şekli itibariyle belki nesir sanatlarının en
müşkülüdür. Büyük yayılmalara, geniş bir inşaya müsait olan romanda
sanatkâr, daha ziyade umumî tesirlerin peşindedir.
134
Halbuki dar şekli içinde küçük hikâye, tek bir çekirdeğin
etrafında, muharriri bütün sanat kabiliyetlerini toplamağa mecbur
eder.”158
Yunus Kâzım Köni’nin Bir Kadının Jurnalından isimli hikâye kitabı üzerine
kaleme aldığı bir yazıda da Tanpınar, hikâye hakkında bazı hükümler vermiş ve bu
türün bazı özelliklerini belirtmiştir. Buna göre hikâye, küçük çerçeveli bir sanat
olması itibariyle zamana hükmetmeyi veya kontrol etmeyi bilmeli, bu sayede kısalık
ve kesafeti yakalayabilmelidir. Olayların akışı da musikideki gibi rahat olmalıdır.
Hikâyeci, okuyucunun heyecanını, dikkatini ve sabrını ölçmeli, eserine bu yolla bir
ritm kazandırmalıdır:
“... Fakat bu üslûbun daha büyük muvaffakiyetleri vardır. O da bu
hikâyelerin bazılarındaki ritmdir. Hikâye muayyen kaidesi olan bir sanattır.
O şiir, hitabet, tiyatro gibi kısa ve belki de ölçülü bir zamanda gelişmek
zaruretindedir.
- Okuyucularım A. Thibaudet’nin Le Liseur du Roman adlı eserinde
bu bahis üzerinde çok faydalı şeyler bulabilir. Kısa ve kesif olmak, zamana
hususî surette tasarruf ister. Hikâyenin zamanı - tabir caizse - son derece
enfüsî olmalı, vak’alar ve cümleler müstakil birer “durée” haline gelmelidir.
Hikâyede ritm dediğimiz şey budur. Zaten ritmden her bahsedilen yerde
zaman üzerinde bir ameliye, ona istihale edercesine kudretli bir tasarruf
vardır.
Bu tasarrufu, zamanın nizamını kendi organlarımızın veya sinir
cihazımızın nizamına nakletmekle elde ederiz. Nasıl şiirde büyük musiki
cümleleri hâlinde ve bizim nefes alma cihazımızı benimseyen periyod -
devreler varsa, hikâyede de böylece heyecan ve dikkatimizin kendisi olmuş
periyodlar bulunmalı, söz, vak’a, heyecan ve sabrımızın, dikkatimizin, hayat
trajedisine mütehammil kudretimizin nabzı olan kabarışlar ve düşüşlerle
devam etmelidir. Böylece herhangi tanzim edilmiş fikir veya sözler 158 Tanpınar, “Seçme Rus Hikâyeleri”, Tasvir-i Efkâr, No: 5463, 3 Birincikânun 1940; E.Ü.M., s.
135
silsilesinden, meselâ raksta olduğu gibi birbirini doğuran uzvî hareketlerin
nizamına gireriz.”159
Ahmet Hamdi Tanpınar, şiir ve romanda olduğu gibi hikâyenin de tekniğiyle
doğması gerektiğini düşünmekte, dolayısıyla bir hikâye tekniğinin varlığını ve
lüzûmunu kabul etmektedir. Yazar, “Edebiyatımızda Duraklama Mı Var?” isimli bir
ankete şu şekilde görüş bildirir:
“Herhâlde hikâye sanatında büyük bir gelişme var.
Klâsiklerin çocuk yaşta okunması meyvalarını veriyor. Bir şeye
dikkat ettim: İngiliz edebiyatı belki kolej yolu ile bugünkü edebiyatımıza
çok geniş şekilde tesir ediyor. Şiirde ve bilhassa romanda Joyce’un izlerini
gördüğümü sanıyorum. Fakat tekniğiyle doğmuş eser daha az. Çünkü şiir
de, roman da, hikâye de ancak tekniğiyle beraber doğan eserde
mevcuttur.”160
Tanpınar’ın hikâye üzerindeki hükümleri bazen doğu hikâyesiyle modern batı
hikâyesini karşılaştırmak suretiyle açıklık kazanmaktadır. Türk edebiyatının
hikâyedeki tekâmülüne dikkat çektiği satırlarda Tanpınar, Letâif-i Rivâyat ve Emin
Nihad Bey’in Müsâmeretnâme’sini doğu hikâyesi-batı hikâyesi ekseninde
değerlendirir ve Müsâmeretnâme’nin üslûbunun aksayan taraflarını belirtirken, onun
eski hikâyelerden ayrılan yönlerine dikkat çeker. Böylece Tanpınar’ın modern
hikâye hakkındaki görüşlerinden bazıları da ortaya çıkmış olur. Buna göre hikâye de,
roman ve tiyatro gibi insan psikolojisine eğilmeli, insana eserde bir hayatiyet
verebilmeli, onu hem ferdî, hem de içtimaî yönleriyle işleyebilmelidir, ayrıca hikâye
türünde vak’anın kurgulanışı, kahramanların çevreleriyle olan münasebetleri ve
gözlem de mühim unsurlardır:
“Müsâmeretnâme’nin üslûbu, Ahmed Midhat Efendi’nin ilk
hikâyelerinin halk konuşmasına çok yakın ve vuzuh arzusuyla çözük, âdeta 489. 159 Tanpınar, “Bir Kadının Jurnalından”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 1949; E.Ü.M., s. 449-450
136
şekilsiz üslûbu ile, eski halk hikâyelerinin üslûbu arasındadır. Mamafih son
hikâyelere hafif bir Namık Kemal tesiri karışır.
Bu ilk tecrübelerde ne psikoloji, ne canlı karakter, ne de etraftaki
hayatı canlandırmak endişesi yoktur. Fakat, vak’anın tertip şekli,
kahramanlarla etraf arasında kurmak istenilen alâkalar, hadiseler üzerinde
duruş tarzı ve bazı müşahede sızıntıları ile eski hikâyelerden de çok
ayrılırlar.”161
Yazar, aynı eserin bir başka yerinde Türk hikâyeciliğinin başlangıç yılları ve
bu yılların ürünlerinin hikâye sanatı bakımından zaafları hakkında şunları
söylemektedir:
“... Bunların başında kendi hayatımızı ve insanımızı görmemek
zaafını kaydedelim. Tiyatroya da aynı kudretle şamil olan bu noksanı
söylemek öbür eksiklerin sayılmasına ihtiyaç bırakmayabilir.
Muharrirlerimiz, yukarıda esirlik bahsinde söylediğimiz gibi cemiyet
hayatının çok sathî müşahedesinde kalıyorlardı. Sanat insanı kaçırdı mı,
geri tarafı kendiliğinden sökülür. İngiliz, Rus ve Fransız romanının asıl
büyük vasıfları insanı yakalamalıdır. Bu da kendiliğinden olan bir şey
değildir. Evvelâ bir cemiyet görüşüne, sonra da sanatkârı ve imkânlarını
hazırlayan bir yığın tecrübeye muhtaçtır. Bize âni görünen her fışkırmanın
altında asırlar boyunca devam etmiş bir yığılma, bir içten hazırlanma vardır
ki, buna o cemiyetin kendi hayatına dikkati, yahut insan tecrübesi
diyebiliriz. Ayrıca bir kültürün kendi beynelmileli arasındaki alışverişler ve
nihayet sanatların birbirine karşılıklı tesirleriyle idrak edilen o sırrına
erilmez ve bereketli hazırlanışlar vardır.
1870 ile 1889 seneleri arasında Türk hikâyeciliğini kuran
muharrirler - tıpkı tiyatroyu tesis edenler ve daha sonraları garptan gelen
diğer sanatlar veya neviler üzerinde çalışanlar gibi - bu yardımcılardan
mahrumdular. Yaşadıkları cemiyet hakkındaki bilgileri azdı. Cemiyetin
160 Tanpınar, “Edebiyatımızda Duraklama Mı Var?”, Yelken, No: 21, Ekim 1958; Y.G., s. 337. 161 Tanpınar, 19.A.T. E.T., s. 289.
137
hakikî meselelerini göremiyorlardı. Vâkıa, Namık Kemal devlet bünyesinde
bir intilâbın∗ peşinde idi, fakat istediği şeyler pek umumî sırada kalıyordu.
Hele insan onu, ancak devlet ve millet gibi «yığın» ve «mefhum - varlık»
halinde alâkadar ediyordu. Bu demektir ki, hiç alâkadar etmiyordu. Ondan
daha fazla halka yakın görünen, romanları ve hikâyeleriyle halka okuma
hevesi verdiğini iyice bildiğimiz Ahmed Midhat Efendi’nin de etrafındaki
hayatla teması, babacan bir kucaklaşmadan ileri gitmemişti.”162
Uzun olmalarına rağmen meseleyi daha iyi verebilmek gayesiyle bölmeden
iktibas ettiğimiz bu paragraflardan anlaşılmaktadır ki Ahmet Hamdi Tanpınar için
hikâye, aynı roman sanatı gibi «insan merkezli» bir sanattır, hikâyeci kendi hayatını
ve insanını görmek zorundadır, cemiyetin tarihî tekâmülünü bilmeli; olaylara
sosyolojik duyarlılıkla bakabilmelidir. Zira hikâye, insanı fert olarak kabul edip onun
ferdî yapısını cemiyetle ilişkileriyle birlikte anlamaya çalışmadıkça başarılı
olamayacaktır. Tanpınar, bir hikâyecinin, içinde yaşadığı toplumun hayatını görmesi
ve insanları hem ferdî hem de içtimaî meseleleriyle birlikte kavraması gerektiğini
düşünmektedir. Hikâyeci cemiyetin gözlemini yapmakla kalmamalı, onu oluşturan
tarihî ve kültürel âmillere de bir bütün olarak bakabilmeli, onların analizlerini
yapabilmelidir. Tanpınar’ın hikâyede aradığı insan ve cemiyet budur.
∗ Burada bir dizgi hatası olmalıdır. Kelime Tanpınar’ın kaleminden “inkılâb” şeklinde çıkmış olabilir. 162 A.e.,, s. 295.
138
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE MUSİKİ
3. 1. Musiki
Kendisini daha çok şair olarak tanımlayan1 ama edebiyatın hemen her
alanında eser veren, sanatkâr ve duygusal mizacının yanında, Avrupaî bir dikkate
sahip olan Ahmet Hamdi Tanpınar çeşitli alanlardaki sanat eserlerini de aynı estet
bakışıyla yorumlar. Onun eserlerinde, insanoğlunun yaşadığı ve ürettiği her şey,
dolayısıyla bütün bir güzel sanatlar vardır. Bu sanatların belki de Tanpınar için en
önemlisi müziktir. Tanpınar için müziğin ne demek olduğunu, şair-romancının bu
sanata ne gibi anlamlar yüklediğini anlamak, onun fikrî eserlerinde, deneme ve
makalelerinde, çeşitli anketlere verdiği cevaplarda bu sanat hakkındaki görüşlerinin
izlerini sürmek çok mühimdir.2
1 Yazar bir röportajında şöyle söyler: “Bende esas olan şiirdir, oradan etrafa genişlerim”, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” Varlık, No: 536, 15 Ekim 1960; Y.G. ,s. 340. 2 Nitekim bu konuda 1965’te Mine Birkök tarafından Ahmet Hamdi Tanpınar’da Musiki İle İlgili Unsurların Tespiti (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Mezuniyet Tezi, s. y.) başlıklı bir tez yapılmıştır. Tanpınar’ın o zamana kadar neşredilmiş dört romanı (Mahur Beste, Huzur, Sahnenin Dışındakiler, Saatleri Ayarlama Enstitüsü), dokuz hikâyesi (Geçmiş Zaman Elbiseleri, Evin Sahibi, Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Emirgân’da Akşam Saati, Bir Tren Yolculuğu, Adem’le Havva, Rüyalar, Fal, Son Meclis, Yaz Yağmuru) Beş Şehir ve 19. Asır Türk Edebiyatı isimli eserleriyle dergi ve gazetelerde çıkmış az sayıdaki yazılar incelenerek yapılmış bu çalışma, Tanpınar’da musiki ile ilgili bütün şahsiyet, kavram ve terimlerin (musikişinaslar, makamlar, âletler, beste ve beste türleri vs.) tespitidir. Bu çalışmayla Tanpınar’ın saydığımız eserlerdeki musiki lügati ortaya çıkmış olmaktadır. Fakat yazarın tespit usûlü sadece, söz konusu müzikal unsurun geçtiği cümleyi vermek şeklinde olmuştur. Tanpınar, aynı kavram, mesele veya şahsiyet hakkında farklı görüşler ortaya koyabildiğinden diğer yazı ve kitaplara başvurmak, benzerlik ve tenakuzları ortaya koymak gerekmektedir. Ayrıca Mine Birkök, Tanpınar’ı musikiye iten sebeplere, aldığı görevlere, mektup ve hatıralara başvurmamış, bu zengin lügatin teşekkülüne zemin hazırlayan kişi ve olayları söz konusu etmemiştir. Biz çalışmamızda yazarın hayatına, bulunduğu şehirlere, aldığı görevlere, sanatkâr ve âlimlerden oluşan entelektüel muhitine de dikkat eden, musikideki kaynaklarına eğilen, eserleri karşılaştırmalı olarak işleyen bir yol takip ettik. Bunun yanında bilindiği gibi Tanpınar bibliyoğrafyası günden güne zenginleşmekte, yazarın daha önce herhangi bir kitabına girmeyen anket, röportaj ve yazıları neşredilmektedir. Diğer fikrî ve edebî eserler de edisyon kritik olarak yayımlanmakta, tefrika edilmiş metinlerle kitaplar karşılaştırılmakta, böylece Tanpınar’ın kaleminden çıkmış bütün cümleler dikkatlere sunulmaktadır. Yakın zamanlarda Tanpınar’ın çok çeşitli cephelerine ışık tutan eserlerin yayımlandığını ve bunlardan da yararlandığımızı belirtelim. Tanpınar’da musiki bahsini ele alan bir başka çalışma da Tahir Abacı’nın Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik (Pan Yayınları, İst. 2000, 91 s. [Tanpınar’la ilgili bölüm 28 s.]
139
Tanpınar, her ne kadar musikiden fazla anlamadığını, “hiç de musikişinas”
olmadığını söylerse de onun eserlerinde musiki için yapılmış onlarca yorum ve
musiki ölçü tutularak yapılmış birçok doğu-batı, eski-yeni karşılaştırması söz
konusudur.
Ahmet Hamdi Tanpınar’da Musiki İle İlgili Unsurların Tespiti adıyla yapılan
bir çalışmada, Tanpınar’ın lügatinde musiki kelimesinin 410 defa yer aldığı ortaya
konulmuştur.3 Tanpınar’ın eserlerinde böylesine önemli bir yer tutan musikiyi daha
kucaklayıcı, aydınlatıcı ve belirleyici olması bakımından üç merhalede ele alacağız.
Önce bizatihi “musiki” kavramını, sanatını söz konusu edeceğiz; sonra onun Klâsik
Türk musikisi, Türk Halk musikisi ve Batı Musikisi hakkındaki görüşlerini,
düşünüşlerini, sezgilerini değerlendireceğiz.
Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın şiirlerini tahlil ettiği çalışmasında, şairin
musikiye olan ilgisini ve bu ilginin psikolojik sebebini şu satırlarla ifade eder:
“Şiirden sonra en çok sevdiği plâstik sanatlardır. Bununla beraber
musikiye karşı da merakı vardı. Klâsik Türk musikisini ihtirasla severdi.
Musikiden hoşlanmasının asıl sebebi, bu sanatın kendisinde kuvvetli
heyecanlara refakat eden birtakım hayaller uyandırması idi.”4
Aynı eserin ilerleyen sayfalarında Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın musikiden
hoşlanma sebeplerinden bir tanesini de “seslerin akışından gelen âhenk” olarak
saptamıştır.5
isimli denemesidir. Bu kısa bölümde sadece Klâsik Türk Musikisi yer almış, yazarın eserlerinde geniş akis bulan Halk Musikisi ve Batı Musikisine (bir iki küçük dikkat haricinde) değinilmemiştir.Fakat yazar, ele aldığı mevzuu sadece bir esere bağlı kalarak incelememiş, Tanpınar’ın yazılarına ve Tanpınar hakkında daha evvel yapılan çalışmalara da başvurmuştur. Ayrıca, Tanpınar’ın estet kişiliği, sanata olan düşkünlüğü, felsefe ile ilgisi ve bunun musiki hakkındaki görüşlerine tesiri gibi konulara dikkat çekmiştir. Fakat Tanpınar’ın eserleri herhangi bir sıra veya kronoloji takip edilmeden işlenmiş, Mahur Beste, Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü dışındaki eserler çok kısa temaslarla geçilmiştir. Bu bakımdan daha doğrusu bu söylenenler biz böyle bir bölüm açmak ihtiyacını duyduk. 3 Mine Birkök, “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Musiki İle İlgili Unsurların Tespiti”, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Mezuniyet Tezi), 1965, s. 7. 4 Mehmet Kaplan, a.g.e., s. 87. 5 A.e., s. 192.
140
Ahmet Hamdi Tanpınar, hatıralarında, anketlere verdiği cevaplarda,
“Antalyalı Genç Kıza Mektup”6 başta olmak üzere, çeşitli dostlarına gönderdiği
mektuplarında ve nihayet denemelerinde müzikle olan bağından, oldukça fazla ve
doyurucu oranda bahsetmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın müzikle olan bağlantısı hakkında önemli bir
bilgiyi, vefatından sonra yayımlanan hatıralarından öğreniyoruz. Bu hatıralarda
Tanpınar, müziğe istediği gibi tasarruf etmesini sağlayacak âlete, bir pikaba çok geç
sahip olduğunu söylemektedir:
“Ben hakikî bir târik-i dünya gibi yaşadım. 61 yaşımda bir pikabım
ve beş on plâğım oldu!”7
Bu demektir ki Tanpınar, müziği anlık dikkatlerle, kendi evinin haricinde
veya icra edilirken tadabilmiştir. Bilindiği gibi sanatçı yine 61 yaşında vefat eder.
Müsveddeleri arasında bulunmuş olup bir radyo konuşmasının metni olduğu
anlaşılan ve ilk kez Yaşadığım Gibi’de neşredilen Musikiye Dair isimli bir yazıda
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu sanatla olan ilişkisini tüm açıklığıyla ortaya koymuştur:
“Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki ben hiç de musikişinas değilim.
Hatta eskilerin tabiriyle bu sanatın sırrına aşina bir amatör bile olamadım.
Solfej denilen o herkese açık kapısını açmış olanlara dahi içimde sonsuz bir
hürmet vardır. Bu bilgisizliğim evvelleri beni çok üzerdi. Şimdi o kadar
değil. Hatta bundan biraz da memnunum. Yarım bilmekten ise hiç
bilmemenin daima daha iyi olduğunu öğrendim. Ayrıca bu bilgisizlik
sayesinde kendimi sanatların sanatına rahatça teslim ettiğimi fark ettim.
Çok sevdiğim ve daima ustalarım arasında saydığım Fransız şairi Charles
Baudelaire bir şiirinde ”Musiki çok defa beni bir deniz gibi alır ve solgun
6 Turan Alptekin, bir röportajında burada bir yanlışlık yapıldığını, bu mektubun muhatabının bir kız değil, bir erkek olduğunu belirtmiştir. “Vesika-lık: Tanpınar’ın Bir Kelimesini Bile Feda Etmemek Lazım” Kon: Ayfer Tunç, (Birol Emil ve Turan Alptekin’le) Kitap-lık, No: 40, Mart-Nisan 2000, s. 125. 7 İnci Enginün, “Tanpınar’ın Bilinmeyen Hatıraları IV”, Dergâh, c. VI, No: 65, Temmuz 1995, s. 9.
141
yıldızıma doğru götürür” der. Bu güzel şiirin sonunda ise şair, musiki için
“ümitsizliğimin büyük aynası!” çığlığını atar. Musiki karşısında benim
vaziyetim de aşağı yukarı budur veya buna yakındır.
.........
Belki bilgisizliğimin imtiyazı, belki asâbımın bir ihtiyacı, hiçbir
sanat, hatta çok sevdiğim resim ve o kadar muhteşem mimarî bile beni
bütünüyle cahili olduğum bu sanat kadar mesut etmediler, diyebilirim.
Bilmem şimdi, kendimin de komşu evde oturduğumu, yani şair olduğumu
söylemenin yeri midir? Çerden çöpten yuva yaptım kabilinden kendime
kurduğum estetikte en mühim unsur musikiden gelir.”8
Tanpınar, sanat anlayışının ve estetiğinin temelinin müzik oluşunu,
derslerinde de sık sık tekrarlamıştır:
“Sanat, insanın realitesidir, fakat sanat eserlerinin rüyalarımıza
refakat eden ruh hâline ihtiyacı vardır. Benim rüya estetiğim nesrime tesir
etti; Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda sürrealizm yapmağa çalıştım. Bu
estetikte, müzik esastır.”9
Gerçekten, Tanpınar’ın kendi estetiğinin teşekkülünde bu sanatın mühim bir
hissesi olduğu muhakkaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar bir ankette de şunları
söyleyecektir:
“Her eserimin başında -en küçük şiirimin bile-, Garp’tan veya
bizden bir musiki eseri vardır. Ve belki de beni şahsiyetimin asıl idrâkine,
ancak eriştiğimiz zaman varlığını öğrendiğimiz noktalara götüren musikidir.
Kompozisyon için örneğim de musiki olmuştur”.10
8 Tanpınar, “Musikiye Dair”; Y.G., s. 375-376. 9 Alptekin, a.g.e.,s. 42. 10 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, Aralık 1951; Y.G., s. 307; ayrıca Tanpınar’ın şiirlerinin kompozisyonunda musikinin nasıl ve ne kadar yer tuttuğu konusunda bkz. Kaplan, a.g.e., s. 191-202.
142
Ahmet Hamdi Tanpınar, musikiye dair düşüncelerini çok çeşitli eserlerine
serpiştirmiş, hemen her defasında bu sanatın başka bir özelliğine dikkat çekmiş,
genel olarak da benzer sonuçlara varmıştır. Bu sonuçların en önemlilerinden birisi,
musikinin belli bir maddesinin ve objesinin olmamasıdır. Fakat buna rağmen, insanı
en iyi ifade eden sanat yine musikidir ve musiki insanın içindedir. Ayrıca musiki,
halkın muhayyilesine tesir eder ve insanlar musikiye kendi duygu ve düşüncelerini
geçirirler, ona kendilerinden bir şeyler katarlar:
“Musikide, tabiatın saklayabileceği hiçbir unsur yoktur. İnsanı en iyi
ifade eder bu maddesi olmayan sanat. Musiki, hafızanın kanunları ile
birlikte gider; bir ikame sanatıdır. Resim ve heykel de ikame yapar ama
insandan bir şey girer hep. Fakat, objeden tamamen kesilmiş sanat, yalnız
musikidir. Mesela Beethoven’in “Ay Işığı Sonatı” hiç de ay ışığı için
yazılmış değildir ama halk, ikame etmiştir.
“Musiki insanın dışında mıdır? İçinde ve uzviyetindedir.”11
İsmail Dede isimli denemede de müzik için şu benzer yorumlar yapılmıştır:
“Musiki duaya benzer. Dua, Allah’ı, kendi çırpınışımızla içimizden
bir şey gibi yaratır. Öğretilen her şey, bütün akideler, korkular, engeller,
insanın kendi üstüne katlandığı, varlığındaki biçareliğin şuuruna erdiği, onu
ezici kâinatla karşı karşıya gördüğü bu yalnızlık ânında hepsi unutulur. Bu
biçarelik şuurunun, bu yalnızlığın arasından Allah bütün parlaklığıyla doğar.
Musiki de öyledir. Kendi üzerine döndükçe kendisini, hedefini, mevzuunu
yaratır. Musikinin maddesi yoktur. Başlangıcı vardır. Bu, hançeremizin
veya asabımızın -Valéry’nin dediği gibi- bir gıcıklanışıdır. Geri taraf, asıl
kumaş kendiliğinden ve kâinatıyla birlikte beraber doğar.
Maddesi olmadığı için insanı ele alarak işe başlar, onu siler,
değiştirir, ona ayrı zamanlar icat eder. Sonunda tıpkı dua gibi ortada benden
başka bir şey olan bir “Ben” kalır. Ve bu benlik kâinatın bir nevi eşitidir”.12
11 Tanpınar, E.D., s. 101. 12 “Musikiye Dair”, Y.G., s. 371.
143
Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki musiki dua gibi insanı kendisiyle ve Allah
ile başbaşa bırakan, insanı bazı kayıtlardan koparan bir sanattır. Maddesiz bir sanat
olan musiki câzibesine aldığı insanı zaman ve mekânın bağlayıcılığından da kurtarır
ve ona ayrı bir zamanı yaşatır. Musikinin tesiriyle dış etkilerden soyutlanarak kendi
“ben”iyle buluşur.
Tanpınar’ın güzel sanatlar hakkındaki görüşleri, çok farklı zamanlarda
kaleme alınmış, çok çeşitli eserlere yayılmış da olsa genel olarak birbirini
tamamlayan, birbirine cevap veren bir mahiyet arz ederler. Örneğin, Yahya Kemal’in
neşredilen ilk şiir kitabı üzerine yazılan Kendi Gök Kubbemiz isimli yazıda da
musiki hakkında hemen hemen aynı görüşler öne sürülmüş, “belirsizlik ve
sonsuzluk” gibi özelliklere vurgu yapılmıştır. Buna göre Yahya Kemal’in şiirleri
“sonsuzluk noktasında” musiki tesiri uyandırmıştır, yani bu iki sanat insana
sonsuzluk duygusu ya da ufku kazandırmaktadır fakat şiir bu sonsuzluğu dille, yani
kuralları belirli bir âletle elde ederken musiki ebediyete belirsizlikle kavuşur:
“... Bununla beraber, bu şiirlerin daima üzerimde yaptığı tesir, daha
ziyade büyük, zengin ve çok değişik bir musiki eserinin tesiri olmuştur.
Filhakika bu şiirler bazen bir orkestra, bazen en iyi cinsten bir piyano veya
keman, şimdi vahşî, kanayan, sonra o kadar munis gülen bir nefes sazı yahut
bütün ruh hâllerimizle dolu insan sesi, bana daima sanatların sanatını,
musikiyi hatırlattılar. Şu farkla ki, musiki sonsuzluğunu gayr-ı muayyende
bulur; iyi şiir ameliyesini dilin muayyeniyeti içinde yarattığı bir sonsuzlukta
yapar.”13
Bir dersinde Ahmet Hamdi Tanpınar, yine musikinin maddesizlik tarafını
irdeler ve bu sanatı, kendisini maddesiz bir şekilde ses ve beste ile ifade eden, varlığı
ve eşyayı tarif etmeyen, onların üzerinde konuşmayan bir sanat olarak değerlendirir.
Yukarıda görüldüğü üzere musiki, insanı başka bir hâle geçiren, onu kendisiyle baş
başa bırakan bir sanattır. İnsan, musikiyle sadece kendi kanunlarına tâbi olduğu bir
dünyada yaşama şansı bulur: 13 Tanpınar, “Kendi Gök Kuıbbemiz”, Varlık, No: 554, 15 Temmuz 1961; E.Ü.M., s. 365.
144
“Musiki ile öteki sanatlar arasında ne fark var? Musikinin objesi
yok: Ne eşyayı tekrar eder, ne onu tarif eder, ne onun etrafında mânâlı bir
şekilde konuşur. Mevzu ile muvâzi yürüyen bir şeydir. Bahsedilen,
musikinin yalnız bestesidir. Musikide herhangi bir mevzunun konuları ayrı
bir dünyaya, sesin dünyasına geçer. İşte bu, ses terkibleri ile her şeyi ifade
eden bir dünyadır. Musiki, maddesiz bir kâinattır ve bir sesin içinde insan
kendi kanunlarından başka kanun kabul etmeyen bir dünyadadır. İnsan
kendini hiç ifade etmiyor, başka bir insan oluyor.”14
Tanpınar’ın, güzel sanatların bir kolu ve bir tür olarak müzik hakkındaki
görüşleri, Edebiyat Dersleri’nin Ali Fehmi Karamanlıoğlu tarafından tutulmuş
notların şu satırlarında benzer ifadelerle devam eder:
“Sembolizmin iki tarafı vardır. Biri musikiden gelir. Musiki, öyle
bir sanattır ki objesi yoktur, bahsettiği şey mevcut değildir”.15
Dikkat edilecek olursa, Tanpınar’ın lügatinde musiki; “belirsizlik,
maddesizlik-objesizlik, gayr-i muayyeniyet, sonsuzluk, sanatların sanatı” gibi
kelimelerle ifade edilmektedir. 1960’ta Paris’ten Mehmet Kaplan’a gönderdiği
bir mektupta da musiki için Tanpınar, “Resim, musiki ile beraber en güzel sanat”
gibi bir kabul ortaya koyacaktır.16
Tanpınar musiki için yaptığı bir başka yorumda yine musikinin diğer
sanatlardan farklı bir tarafı olarak maddesizliğini vurgulamış ayrıca musikinin
zamana benzeyen ve zamanla ilgili tarafları üzerinde durmuştur:
“Musiki giydirilmiş zamandır. Diğer sanatların hemen hepsinde
tabiattan bir şey var. Musiki sadece alır; zaman gibi onu da her şeyle
durdurabilirsiniz. Maddesizdir, sesten yani heyecanların en iptidâi
işaretlerinden yapılmıştır. Onun için daima iptidâidir.”17∗
14 Tanpınar, E.D., s. 223. 15 A.e., s. 264. 16 T.M., s. 241. 17 Tanpınar, “Şiire ve Rüya II”, Ülkü, No: 57, 1 Şubat 1944; E.Ü.M.,s. 39.
145
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın musiki anlayışı ve zaman hakkındaki tavrının birbirine çok benzer olması, şahsiyetinin teşekkülünde çok önemli bir yeri olduğunu bildiğimiz, fikir ve sanat dünyamıza Mustafa Şekip Tunç tarafından tanıtılan Bergson felsefesiyle açıklanabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza” yolladığı ve estetiğinin kapısını araladığı mektubunda “Şiir ve sanat anlayışımda Bergson’un zaman telakkîsinin mühim bir yeri vardır” (T. M., s. 277) der. Nitekim Beşir Ayvazoğlu, Tanpınar’ın musiki dünyasını işlediği bir yazısında bu noktayı önemle vurgulamıştır:
“Tanpınar’da zamanla beraber musikinin de önemli bir yere sahip olması, musikinin zamanla alâkası düşünülecek olursa, hiç de tesadüfî değildir. Bergson, zaman hakkındaki fikrini açıklarken dureé’yi en iyi bir şeklide bir melodiyi kendimizi tam vererek yaşadığımız zaman anlayabileceğimizi söyler. Öyle bir anda artık dakika ve saniyeler yoktur; mekân aradan çekilmiştir; her nota, bir sonraki notanın içinde kaybolur ve hareket devamlı bir akış hâline gelir. Artık zaman da ortadan kalkmış, dureé başlamıştır.” Beşir Ayvazoğlu, “Tanpınar’da Musiki, Mimarî ve Şehir”, Türk Edebiyatı, No: 150, Nisan 1986, s. 26.
Yine şiirle ilgili bir yazısında da Tanpınar, musikinin en güzel ve en asil anlarından bahsederken “sonsuzluk” kelimesini zikreder:
“Musiki gibi şiirin de en güzel ve en asîl anları bizi sonsuzlukla karşılaştırdığı anlardır:” (“Şiir ve Sonsuzluk”, E.Ü.M., s. 312.)
Bu noktada bazı araştırmacıların Tanpınar’ın etkilendiği kaynaklar konusunda farklı görüşlerde olduğunu belirtmekte fayda vardır. Örneğin Hilmi Yavuz, müzik ve güzel sanatlar konusunda Tanpınar’ın, Bergson’dansa Nietzsche’nin sistemine bağlı olduğunu düşünmektedir:
“Huzur romanın düşünsel yapısı, Tanpınar’ın Nietzsche’den esinlendiğini gösteriyor. Tanpınar’ın estetiği, özellikle onun müzik ve plastik sanatlar karşısındaki tavrı, doğrudan doğruya, Nietzsche’nin sistemine bağlanıyor.
................ “Tanpınar müziği, Nietzsche’nin taşkın iç güdüyle betimlediği Dionyzos’çuluk olarak
görürken, plastik sanatları, özellikle de denge kavramının somut biçimde öne çıktığı mimariyi (Osmanlı mimarisini), yine Nietzsche’nin tasarladığı anlamda, Apollon’culuk olarak görür, İnsanı Doğa’nın bütünü içinde erimeye götüren müzik, zamanın anlamını veriyorsa, mimari de mekânın anlamını verir. ” Hilmi Yavuz, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Estetiği Üzerine”, B.G.B.K., s. s. 237-238)
Tanpınar’ın Nietzsche’yi tanıdığına ve söz konusu filozofun sanatların doğuşu hakkındaki görüşlerine katıldığına dair bir bilgiyi, Yahya Kemal’e Dair isimli makaleden edinebilmekteyiz:
“Fâzıl Ahmet Aykaç, Yahya Kemal’in şiirinde, herhangi bir garplı şair gibi, bugünün bir şairi gibi, şaraptan ve aşktan bahsetmesine kızıyor, demektir. Niçin? Fâzıl Ahmet de bilir ki, Dionysos da Apollon gibi eskilerin hürmet ettiği bir Tanrı’dır. Ve yine Nietzsche’den sonra herkes biliyor ki, her sanat eseri mevcudiyetini bu iki Tanrı’ya aynı derecede borçludur.” “Yahya Kemal’e Dair”, Cumhuriyet, No: 5171, 4 Birinciteşrin 1938)
Bütün bu yorum ve görüşleri dikkate alarak diyebiliriz ki Tanpınar gibi okuma ve etkilenme yelpazesi çok geniş olan ve çok yönlü bir şahsiyet taşıyan bir sanatçı için kaynak belirtmek ya da onun görüşlerini tek bir kaynağa irca etmek kolay değildir. Nitekim, Tahir Abacı da, diğer araştırmacıların Tanpınar’ın etkilendiği kaynakları tespit etme gayretlerini ve yorumlarını açıkladıktan sonra şu sonuca varır:
“Ancak bu arada vurgulamak gerekiyor; ona eğilen bütün araştırmacıların saptadığı üzere Tanpınar, sadece Yahya Kemal’den ve Doğudan değil, Nietzsche, Bergson, Camus... gibi kaynaklardan da geniş biçimde beslenmektedir. Tanpınar’ın bütünü etkileşimler, ilintiler üzerine kurmaya çalışan dinamik anlatısını tek bir felsefeye bağlamak da bu nedenle zordur. Ayrıca bir sanatçı, eserini, kendisinin siyasi, ideolojik, felsefi bağlanımlarının ötesinde de kurabilir.” Tahir Abacı, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, İstanbul, Pan Yayınları, 2000, s. 55)
Vefatından çok kısa bir süre önce kaleme alınmış bir günlük-hatıratta da Tanpınar, kaynak ve tesirler problemine bazı kayıtlar getirmekte ve araştırmacıları bu konuda daha ihtiyatlı davranmaya çağırmaktadır:
“Kolaylıkla tesir altında kalan adamlardan olmadığımı biliyorum. Tesirler bende kısa oluyor ve asıl olan hissî hayat olduğu için ona zıt devam etmiyor. Hiç kimsenin, Yahya Kemal hariç, tesiri altında kalmadım. Okuduklarım da onunla muvazene kurdu, hülasa “évole” ettim, fakat değişmedim.
146
Musikiyi “giydirilmiş zaman” olarak niteleyen yazar, bu sözleriyle insanın
musiki sayesinde zaman mefhumuna kendisinden bazı şeyler kattığına, zamana
musiki ile hükmettiğine dikkat çeker. Nitekim Tanpınar, musiki ile zaman kavramını
birlikte düşündüğünü ve şiirlerinde musiki tesirini ve onun insanı başka bir zamana
geçirdiğini belirtmektedir:
Musiki şiiri ve bu şiirde yer alan:
Ey bitmek bilmeyen hıncı zamanın
mısraı, Tanpınar’ın zamanla ilgili problemlerini açığa çıkaran ve şairin zaman
kavramıyla musikiyi nasıl birlikte düşündüğünü ortaya koyan dikkat çekici bir
mısradır. Nitekim, yukarıda da ifade edildiği gibi musiki, Tanpınar için “zaman”la,
zamanın kırılması veya donmasıyla birlikte düşünülen bir sanat olarak algılanmış ve
işlenmiştir.
Ayrıca, iki şiirinde de (Ne İçindeyim Zamanın ve Boğaz’da Akşam) musiki ile
zamanın yan yana işlendiğine dair bir bilgi, şairin Antalyalı Genç Kıza Mektubunda
karşımıza çıkmaktadır:
“... Zaten rüyanın kendisinden ziyade, -benim şiir anlayışımda- bazı
rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir. Asıl olan bu duygudur.
Musiki burada işe girer. Çünkü bu duygu musikîşinas olmamak şartıyla
musikî sevenlerde bu sanatın uyandırdığı hisse benzer. Bunu
yaşadığımızdan başka zamana geçmek diye de tarif edebilirim. Başka türlü
ritmi olan ve mekânla, eşya ile içten kaynaşan bir zaman. İkinci şiir
Boğaz’da Akşam şiirin örgüsünü anlatır. Bu şiirde realite olarak tek bir bulut
vardır. Akşamla bu bulut değişir, bir yıldız olarak gelir. Boğaz sularında
yüzer. Böylece bir bulut, bir “objet” etrafında bir atmosferin kurulması
Zaten şahsî temas bende az tesir bırakır, fikirler karşımdakinin bütün hüviyeti arasından bana gelir ve ben çoğu defa insanları sevmem.” ( “Tanpınar’ın Hatıra Defterinin Son Satırları”, Mehmet Kaplan, a.g.e., s. 22)
147
hikâyesi. Burada da musiki ile yine zaman vardır. Musiki durmadan değişir
ve değişerek kendi âlemini içimizde kurar.”19
Musiki, sese dayandığı için ilkeldir zira ses, insanoğlunun dili bulmadan, dil
sistemini geliştirmeden önce kullandığı bir işaret, anlaşma aracıdır.
“... Diğer sanatların hemen hepsinde tabiattan bir şey var. Musiki sadece
alır; zaman gibi onu da her şeyle durdurabilirsiniz.” şeklindeki sözleriyle musiki-
tabiat ilişkilerine de değinen yazar, musikinin tabiattaki anlamsız sesleri tanzim
ettiğini söyler. Tanpınar, tabiatta bir musiki olmadığını düşünür. Edebiyat
Dersleri’nin “Tevfik Fikret” başlıklı bölümünde de Tanpınar, tabiatta musikinin
olamadığını, tabiatı tanzim eden şeyin musiki olduğunu söylemiştir:
“... Musiki nedir? Tanzim edilmiş gürültüdür, sestir. Nature’de
musiki var mı? Yok. Nature’ü tanzim eden musikidir. Musikide esas motif
var, sonra bu motifin değişmesi var. Musiki, ikameler sanatıdır. Musiki bir
şey anlatmaz; anlatan bayağı musikidir. Musiki serbest olduğu zaman
güzeldir. Musikiyle tesadüf edince, etraftaki her şey size başka surette
görünür.”20
Ahmet Hamdi Tanpınar, güzel sanatları çok zaman birlikte düşünmüş,
birbiriyle karşılaştırmış ve onların etkileşimlerini ortaya çıkarmaya çalışmıştır.
Gerçekten de yazar, musiki ile ilgili görüş ve yorumlarını daha çok şiir, roman,
tiyatro gibi edebiyatın diğer türlerinden bahsederken yapar. Tanpınar için musikinin
varlığı ve bizdeki etkisi, diğer sanatların ışığında biraz daha açık görülmektedir.
Tanpınar’ın, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümündeki
derslerine devam eden Gözde Sağnak Halazoğlu’nun tuttuğu notlarda şiirin ilk önce
musiki olduğunu belirten cümlelere rastlamaktayız:
19 T. M., s. 276. 20 Tanpınar, E.D., s. 233.
148
“Heyecanımızın en büyük sembolü musikidir. Onun için, millî
deha orada aranmalıdır. Şiir evvela musikidir”.21∗
Yazar, yine şiirle ilgili bir yazısında yukarıdaki görüşlerine paralel bir şekilde
müzik için “Bir kültürün anlayışı, zekâsının zamana en yüksek tasarruf şekli, yani
kudretini harcamak tarzıdır.”22 demiştir.
Bir makalesinde Tanpınar, şiirin diğer sanatlar arasındaki yerini belirtirken
musikiye de bir paragraflık yer ayırır ve yukarıda söylediklerinden biraz farklı olarak
musikinin genel, evrensel, milliyet üstü bir dile, farklı bir ifade kabiliyetine sahip
olduğunu ve bu sayede zahmetsizce tadıldığını vurgular:
“Anlaşılması için hususî bir bilgiye az çok muhtaç olan musiki bile,
hiç olmazsa bir medeniyetin zevk çerçevesi içinde, dinlenme kabiliyetinden
başka bir vasıtaya muhtaç olmadan tadılır. Bu sanatların (Tanpınar, burada
şiir dışındaki sanatları kastetmektedir), her biri, milliyetlerin, hudutların
üstünde, bütün insanlık için müsavi olan hususî dilleri kullanan
sanatlardır.”23
Bizzat kendi kaleminden öğreniyoruz ki Tanpınar için musiki, aynı zamanda
rüyayla, rüyalarla birlikte yaşanan bir şeydir:
“Hakikat şu ki, nereden ve nasıl gelirlerse gelsinler, bugün bende
musiki ile temasın doğurduğu üç şekil var ki, ayrı ayrı ruh haletlerini
karşılıyor: Nağmeden bir ağaç, nağmeden bir yükseliş, nağmeden bir yüz...
Üçü de ani bir duyuş altında şekillenmiş üç rüyadır.”24
21 A.e, s. 102. ∗ Tanpınar, başka bir dersinde musikinin millî hayat ile büyük bir bağlantı içinde olduğunu belirtmiştir:
“Musikîde (émotion) vardır. Valéry ve diğer estetler ne kadar inkâr ederlerse etsinler, sanatta (émotion) vardır. (Émotion) bir millette en az değişen ve en güç değiştirilebilecek olan şeydir.” Alptekin, a.g.e., s. 89. 22 Tanpınar, “Şiir ve Rüya II”, Ülkü, no: 57, 1 Şubat 1944; E.Ü.M., s. 39. 23 Tanpınar, “Şiir ve Dünya Ölçüsü I”, Cumhuriyet, No: 8377, 12 Aralık 1947; E.Ü.M. s. 40. 24 A.e., s. 38.
149
Ahmet Hamdi Tanpınar, müzik hakkındaki görüş ve yorumlarını, derslerinin,
deneme ve mektuplarının haricinde bir şiirinde doğrudan, roman ve hikâyelerinde ise
kahramanlarını konuşturmak suretiyle su yüzüne çıkarmıştır. Her şeyden önce şair
olan, dünyaya bir şairin gözleriyle bakan Tanpınar, çok mükemmel olmalarını
istediği ve bu yüzden oldukça az yazdığı şiirlerinden bir tanesini musikiye ayırmış,
bu şiirin adını da “Musiki” koymuştur:
Musiki
Bu çılgın uyanış her düşünceden
Üstüste ve zâlim, bir kader gibi
Bir melek uzanmış siyah geceden
Mahur sularında tutuştu gemi.
Kimdir yıkananlar bu loş çeşmede
Tekrar doğar gibi ay ışığından?
Bir altın uçurum derinleşmede
Ve meçhule doğru süzüldü kervan
Ey bitmek bilmiyen hıncı zamanın
Her şey bana karşı kendi içimde
Renk ve büyüsüyle bakışlarının
Musiki hâtıran gibi peşimde.25
Musikiye ayrılmış bu tek şiir için Mehmet Kaplan şu yorumu yapar:
“Her zaman değişen musiki, denilebilir ki zamanın ta kendisidir.
Zamanın dışına çıkmak, güzel ve ebedî bir şeklin içinde huzur ve saadete
kavuşmak isteyen Tanpınar’da, musiki bir huzursuzluk duygusu
uyandırıyor:
Ey bitmek bilmeyen hıncı zamanın
Her şey bana karşı kendi içimde
25 Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 59. (Eserin ilk neşri 1961 yılında Yeditepe Yayınları arasından çıkmıştır. Biz 2002 tarihli son baskıyı kullandık.)
150
mısraları bu bakımdan çok dikkate değer. İlk mısralarda da aynı huzursuzluk tasvir
olunmuştur:
Bu çılgın uyanış her düşünceden
Üst üste ve zâlim bir kader gibi...
Fakat aynı musiki, tıpkı hayatın acı tecrübeleri arasında insanın saadet vaad
eden bazı ümitler ve hayallerle karşılaşması gibi, bizi ne olduğu açıkça belli
olmayan ulvî, dinî veya tabiatüstü denilebilecek varlıklarla temasa getirir. Şair bu
duygusunu:
Bir melek uzanmış siyah geceden
mısraı ile anlatıyor.”26
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayata bakış tarzı ve sanatkâr yapısıyla ilgisi kesin
olan musiki, musikinin insan üzerindeki etkileri ve bir sanat olarak hayatımızda ve
gündelik hayatımızda doldurduğu boşluklar, yazarın hikâyelerinde de yer almıştır.
Hikâyeler’de bu sanat hakkındaki görüşler, kahramanların şahsiyetlerinin aralığından
ve onların ağzından verilmiştir. Abdullah Uçman’ın tespitine göre musiki,
hikâyelerde doğrudan doğruya yer almaz:
“Tanpınar’ın şiirlerinde ve romanlarında olduğu gibi hikâyelerinde
de musikinin önemli bir yeri vardır. Ancak rüya gibi musiki de, doğrudan
doğruya değil, “bu sanatın uyandırdığı his” yani bir intiba olarak söz
konusudur.”27
Rüyalar’da, Cemil isimli kahraman, rüyalarıyla ve rüyalarındaki bir kız
siluetiyle başı dertte olan ve bu yüzden gecelerini ıstıraplarla geçiren hastalıklı bir
tiptir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil’in ruh hâlini ve rüyaların onun üzerindeki
tesirlerini anlatırken musikiyi bir benzetme, bir kıyas ve karşılaştırma öğesi olarak 26 Kaplan, a.g.e., s. 102. 27 Abdullah Uçman, “Tanpınar’ın Hikâyeleri Hakkında Birkaç Söz”, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Öyküleri, 2. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 14. (Tanpınar’ın hikâyeleri bir araya getirilmeden önce müstakil kitaplar hâlinde neşredilmiş veya çeşitli süreli yayınlarda çıkmıştı. Biz çalışmamızda, daha önce kitaba girmemiş 3 hikâyeyi de ihtiva eden 2004 baskısını kullandık.)
151
kullanır. Rüyaların bizim üzerimizdeki tesirleri musikininki gibidir. Musiki
dinlerken hatıralarımız, zihnimize dozlarını artırarak gelirler ve etkileri uzun süreli
olur:
“... Zâhirde bu rüyanın öbürkülerle hiçbir alâkası yoktu. Fakat
Cemil, onun bir serpintisi olduğunu gayet iyi biliyordu. Çünkü bütün bu
rüyalar, ancak büyük sarhoşlukların, kıskançlık buhranlarının, dönüşsüz
ayrılıkların, azapların arifesinde, bazı büyük musiki eserleriyle
karşılaştığımız zaman duyduğumuz ve günlerce tesiri altında kaldığımız o
tahammülü imkânsız, her hatırayı, her düşünceyi böğrümüze saplanmış çok
sivri ve tırtıllı bir bıçak yarası gibi bizde derinleştiren hüzünlerin eşi bir
hüzünle, geliyordu.”28
Bu ifadelere göre yazarımız için musiki, insana acı ve kederlerini çok kesif
bir şekilde hatırlatma, yeniden yaşatma gücüne sahip bir sanattır.
İlerde “Klâsik Türk Musikisi” bahsinde etraflı bir şekilde incelenecek olan
Huzur adlı romanda da yer yer, güzel sanatların bir şubesi, bir nev’i olarak musiki
etrafında konuşmalar geçer. Musiki, insandaki tesirleri, bu tesirlerin yoğunluğu ve
devamlılığı cihetiyle farklı bir sanattır. Çünkü musiki ses gibi kuvvetli ve etkili bir
âlet kullanır. Romanın baş kahramanı Mümtaz, sevgilisi Nuran’a bahsimizle alâkalı
olarak şunları söyler:
“- Kaldı ki sanat, sanat eseri, bizatihi kıymet olan şey, altını musiki
çizdiği zaman büsbütün değişiyor. Garip değil mi? İnsan hayatı, sonunda
sesten başka hiçbir şeyi benimsemiyor, hepsinin üstünden geçer gibi
yaşıyoruz, ancak dokunuyoruz. Fakat şiirde, musikide...”29
Eserin ilerleyen sayfalarında, musiki üzerine, Mümtaz veya herhangi bir
kahraman tarafından değil, yazar-anlatıcı tarafından yapılmış yorumlar ve saptamalar 28 A.e., s. 239. 29 Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, 11. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 164. (Roman ilk önce Cumhuriyet gazetesinin 8449-8550. numaralarında tefrika edilmiş, 1949’da da birinci kez kitaplaşmıştır. Biz eleştirel basım olan 2004 baskısını kullandık.)
152
gelmektedir. Musikinin insan üzerindeki etkilerini ve bunun şartlarını irdeleyen
yazar, bu sanatın tesirini insanın kendisine bağlar. İnsan musikinin teknik tarafında
kalmazsa onda kendisiyle ilgili çok şey bulabilir. Daha önce de belirtildiği gibi
musiki, insanı kendisiyle buluşturur, baş başa bırakır:
“... Getirdiklerini sadece teknik dikkat veya düşüncelerde
harcamazsak, musikinin bizdeki ameliyeleri daima enfüsî kalır. Derin
şekilde hatırladığımız her eserin altında, onun temas ettiğimiz ânın
hususiyetleri, bir bakıma bu ânın, musikiyi az çok hayatımıza nakletmekten
ibaret olan macerası vardır”.30
Musiki, bir başka plânda, Mümtaz tarafından aşka, mutluluğa aykırı bir sanat
olarak yorumlanır:
“Musiki aşk için iyi vasıta değil...” diye düşündü. Çünkü musiki
zamanın üzerinde çalışıyordu. Musiki zamanın nizamı idi; hâli yok
ediyordu. Saadet ise bugündedir. Mesut olmadıktan sonra niye
sevmeliydi?”31
Kahramanlar ve onların başından geçen hadiseler bakımından birçok noktada
Huzur’un başlangıcı sayılabilecek Sahnenin Dışındakiler isimli romanda da Tevfik
Bey’in şahsında ve sayesinde daha çok eski musikimiz söz konusu edilmiştir. Fakat
bir yerde tür olarak musiki, “güzel, derin ve imkânsızlık” noktalarında Boğaz’a
benzetilir:
“Boğaz, bu eylül gecesinde musiki kadar güzel ve derin, onun
insana sunduğu hayaller, açtığı âlemler kadar imkânsızdı. Her şey, aydınlık,
akis, gölge birbirini devam ettiriyor, tamamlıyordu. Sanki oluş halinde bir
dünyada idik. Sanki kâinat bizim için ve bizde yeni baştan yaratılıyordu. Bu
maddesiz bir dünya idi. Çünkü etrafta bulunan ne varsa hepsi aydınlığın
oyununa terk edilmişti. Ve ben ilk defa olarak aydınlığın, her şeklinde
30 A.e, s. 263. 31 A.e, s. 267.
153
aydınlığın âdeta musikinin nizamına benzer bir nizamla saltanatını
kurduğunu görüyordum.”32
“Bu maddesiz bir dünya idi” cümlesiyle Tanpınar, deneme, makale ve
derslerindeki musiki yorumlarında sık sık kullandığı “maddesizlik-objesizlik”
sıfatını tekrarlamaktadır.
Bir sanat olarak musikinin Tanpınar’ın eserlerindeki son örneği, yazarın
yarım kalmış romanı olan Aydaki Kadın’da karşımıza çıkar. Selim’in kendi içindeki
konuşmaları ve insan, hayat, sevdiği kadın olan Leylâ ve bizzat aşk üzerindeki
fikirleri onu musikiye götürür. Selim, hayatın zannedildiğinden fakir olduğunu
düşünürken birden fikrinden cayar, hayatın fakir değil, bazı dar esaslar dahilinde
olan ama musiki gibi zenginleşen, hattâ sonsuzlaşan bir yapıda olduğu sonucuna
varır. Kahraman, bu sonsuzluğu hayatın ve musikinin ölümle kaynaşmış olmalarında
bulur:
“Bizim için aşktan başka bir şey yok mu acaba? Aşk veya politika,
yahut para dalaveresi veya sıkıntısı. Hayat hakikaten birkaç madde etrafında
dönüyor. Aslında hayat zannettiğimizden fakir. Hayır, musiki gibi, yedi
notanın etrafında ve namütenahî... Ölümle mezcedildiği için.”33
Görüldüğü üzere yazarımız musikiden fazla anlamadığını söylese de, bu
sanata birçok cepheden yaklaşmış, hükümler vermiş ve çeşitli sonuçlara varmıştır.
Musiki Tanpınar’a göre maddesiz-objesiz bir sanattır. Musikişinas, bir şair gibi
kuralları ve çerçevesi belli bir âleti, dili; ya da mimar gibi kabiliyetleri ve
işlenilebilirliği sınırlı olan taşı kullanmaz. Musikinin kendisini ve hisleri bütün ifade
gücü seste toplanır ve ses çok tesirli bir ifade aracıdır. Musiki, insanı derinden
etkileyen, değiştiren ve yeri geldiğinde onu kendisiyle başbaşa bırakan bir sanattır.
32 Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, 4. bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999, s. 180. (Eser Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilmiş [No: 177, Mart 1950 - No: 256, Mayıs 1950], ilk defa 1973’te kitaplaşmıştır. Biz, 4. baskıyı kullandık.) 33 Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın, İstanbul, Adam Yayınları, 1987, s. 40. (Tanpınar’ın yarım kalmış bu eseri bir defa basılmıştır.)
154
Bu sanat zaman kavramına çok yakın, zamanla alış-verişi sıkı bir tür olarak da
değerlendirilmiştir. Musiki, (notaların birbirini takip etmesi bakımından) sürekli
hareket hâlinde olması yönüyle zamana benzer, zaman gibi akıcıdır. Ayrıca insanı
içinde bulunduğu zamandan bir başka zamana götürme kudretine sahiptir.
Musiki, millî hayat ile de çok yakında alâkalıdır. Zira o, Tanpınar’ın
ifadesiyle “heyecanımızın en büyük sembolüdür”. Yazar, bir milletin dehasını,
yaratma kuvvetini, hayata bakış açısının genişliğini musikide aramak gerektiğini
düşünür. Esasen bu, aşağıdaki bahislerde ele alınacaktır.
3. 2. Klâsik Türk Musikisi
Ahmet Hamdi Tanpınar, gerek deneme ve makalelerinde, gerek
romanlarında, gerekse de konusunu, “hayatımızda kaybolan şeylerin ardından
duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır” şeklinde özetlediği Beş Şehir’de
Türk musikisine büyük bir yer ayırmış ve bu sanatın medeniyetimizin büyük bir
tarafını teşkil ettiğini, Türk inancının ve dünya görüşünün bu sanatta en bariz şekilde
aksettiğini söylemiştir. Tanpınar, millî ve kültürel hayatın aksettiği bir ayna
olmasının yanında, musikiden bireysel olarak da etkilenmiş ve eski musikinin
kendisi için önemini, 11 Nisan 1960’ta, Paris’ten Niyazi Akı’ya yazdığı mektupta
şöyle belirtmiştir:
“Ben garpla başladım işe. Fakat bizim eski şairleri ve eski musikiyi
tanımadan kendimi bulamadım. Onların nostaljisini tadınca, kendimi kendi
içimde daha yerleşmiş buldum.”34
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, klâsik Türk musikisi üzerine görüş ve
yorumlarını, bu sanatın, onun fikrî ve edebî eserlerindeki akislerini irdelemeden
34 T.M., s. 259.
155
önce, onu klâsik Türk musikisine götüren âmilleri, hayatının bu bahisle alâkalı
dönemeçlerini incelemek faydalı olacaktır.
Tanpınar’ın Yahya Kemal ve Türk Musikisi adıyla kayda geçen bir radyo
konuşması bize bu konuda ilk önemli ip ucunu verir. Tanpınar, bu konuşmada,
-tarihini pek hatırlayamamakla birlikte- Yahya Kemal’le yapılmış bir konservatuar
ziyaretinden bahseder. Bu ziyaret, bizzat yazarın ifadesiyle Yahya Kemal’in
“herhalde İspanya dönüşünden sonra” gerçekleşmiştir. Yahya Kemal’in Madrit
elçiliği 1929-1932 yılları arasında olduğuna göre35, söz konusu ziyaret 1932’den
sonra vuku bulmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar burada şunları söyler:
“Senesini, ne de gününü söyleyemeyeceğim. Herhalde İspanya
dönüşünden sonra idi. Birgün eski Löbon’da oturuyorduk. Yahya Kemal
birdenbire anlatmakta olduğu Paris hatıralarından silkinerek “Haydi kalk!
Konservatuara gidelim” dedi. Arka sokaklardan geçerek, o zaman
konservatuarın bulunduğu Tepebaşı’na çıktık.
..............
Konservatuara âdeta nefes nefese gittik. Müdür Ziya Bey’in odasına
da hemen hemen aynı telâşla çıktık. Bu iyi adam bizi kendisine has sâfiyet
ve dostlukla karşıladı. Kahve ikram etti. Yahya Kemal kahvesini bitirir
bitirmez “Ziya Bey biz Nevâkâr’ı dinlemeğe geldik, dedi. Belki senin işin
vardır; Selâhattin Bey’i bize çağır.”
..............
Eser çalındığı müddetçe Yahya Kemal genişçe bir koltukta, sol eli
her zaman olduğu gibi kalın bastonuna dayanmış ve bütün vücuduyla çok
büyük bir ağacın önünde akan suya eğilmiş gibi musikîye ve onu bize
35 Kâzım Yetiş, Yahya Kemal I Hayatı, İstanbul , İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 1998, s. 185.
156
acayip cüssesinden gönderen gramafona eğilmiş, sessiz sadasız
dinledi. Arasıra cıgarası bitince dikkatinin kendisine biçtiği bu duruş
değişiyor, sonra düşüncelerimizin devamlı arkadaşı vazifesine başlar
başlamaz eski vaziyetini alıyordu. “Eser bitince bir daha çal Selâhattin
Bey!” dedi. Ve tekrar aynı dikkatle dinledi. Odayı Itrî’nin musikîsi ve onun
dikkati beraberce doldurmuş gibiydi. O zamana kadar eski musikimizden
epeyce şeyi dinlemiştim. Dede’yi oldukça tanıyordum. Itrî’yi ise
inkılâplardan evvel Konya’da bulunduğum senelerde yapılan son mevlevî
âyininde Mevlânâ için olan Na’t’ından tanımıştım. Bu eserlerin delâletiyle
eski musikînin bizim olan kapalı cennetine girmiş sayılabilirdim. Fakat
Nevâkâr büsbütün başka bir şeydi. Eser içimde bir yaz öğlesinde denize
yerleşen güneş gibi yerleşti.”36
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın birçok eserinde, üzerinde özellikle duracağı
Nevâkâr iptilası Yahya Kemal’le yapılan bahis konusu ziyarette başlamaktadır.
Tanpınar, aynı konuşmada “o sene ve 1943’e kadar” 37 Yahya Kemal’le birçok defa
konservatuara gittiklerini söylemiştir.∗
Gerçekten, Tanpınar’daki müzik ilgi ve merakını besleyen damarlardan en
önemlilerinden birisi, kendisinden, “Yalnız millet ve tarih hakkındaki fikirlerimde
bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır”38 diye bahsettiği hocası Yahya
Kemal’dir. Yahya Kemal, Paris’ten tarih, milliyet ve vatan konuları başta olmak
üzere yeni bir tefekkür ve duyuş ile dönmüş, İstanbul Darülfünun’u Edebiyat
Şubesi’ndeki dersleriyle ve Dergâh mecmuası başta olmak üzere dönemin çeşitli
yayın organlarında yazdığı yazılar ve sohbetleriyle bu fikirlerini etrafına kabul
ettirmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal isimli monografisinde belirttiği
üzere “1919 Kasım sabahından”39 itibaren onun öğrencisi ve giderek dostu olmuştur. 36 Tanpınar, “Yahya Kemal ve Türk Musikisî”,Y.G., s. 379-380. 37 A.e.., s. 381. ∗ Tanpınar, kendi hocalığında bu tür gezileri öğrencileriyle birlikte de yapmıştır: “[... Hoca, burada bir müddet sustu ve sonra: “Haydi hazırlanın!” diyerek sınıftan çıktı. Beşiktaş’taki Resim ve Heykel Müzesi’ne gidildi. Müze müdürü Halil Dikmen Bey’den neyle Ferah-fezâ Âyini’ni dinletti. -G.S.H.]”, Tanpınar, E.D., s. 233. 38 T.M., s. 273. 39 Tanpınar, Y.K., s. 17.
157
Bilindiği gibi, Yahya Kemal gerek şiirlerinde, gerek deneme ve makalelerinde
musikiye önemli bir yer ayırmış ve Türklüğü Türk musikisinde de aramıştır.40
Bu noktada gözümüze çarpan önemli verilerden birisi, Tanpınar’ın, bir
musiki okulundaki hocalığıdır. 1929 yılında Avni Givda’ya yazdığı bir mektuptan
Tanpınar’ın, Musiki Muallim Mektebi’nde hocalık yaptığını öğreniyoruz.:
“Benim Musiki Muallim Mektebi’ndeki hocalığım gayet enfes.
... Mektepte hoşa gidecek arkadaş da yok değil. Velhasıl ısındım.
Öyle ki ders vereceğim günü bayağı bekliyorum.”41
Bu yıllarda Ankara Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olan Tanpınar’ın, burada
hangi dersleri okuttuğu belli değildir. Bu konuda kesin bir bilgiye sahip
olmayışımızın sebebi, sanatçının, ne deneme ve makalelerinde, ne mektuplarında, ne
de hatıralarında bu konuda başka herhangi bir bilgi vermemiş olmasıdır. Tanpınar
üzerine yapılmış çalışmaların hiçbirisinde de, onun buradaki hocalığına dair tatmin
edici bilgi yoktur. Fakat, M. Orhan Okay’ın Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine
hazırladığı biyografide, yazarın 1927 yılında Ankara Lisesi’nde edebiyat dersleri
verdiği belirtildikten sonra şunlar söylenir:
“Ankara’da iken adı daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’ne çevrilecek
olan Gazi Orta Muallim Mektebi’nde de edebiyat dersleri verir.”42
Orhan Okay, kitabının Sanatkâr Ruhlu Bir Kültür Adamının Yetişmesi
başlığını taşıyan ve hayatının, Tanpınar’ın estetik yönünü besleyen tesirlerini
40 Yahya Kemal’in Türk musikisi ve kültürümüzdeki yeri hakkında ne düşündüğünü en iyi veren anektotlardan birisi şöyledir:
“... Bir başka defasında da roman üzerine konuşurken “Bizim romanımız şarkılarımızdır.” demişti. Bu sözle hem edebiyatımızdaki tertip noksanını, hem de halkımızın hayat ve aşk görüşünü anlatmış oluyordu.
Eski İstanbul bir ud sesindedir mısraı bu görünüşün yürüttüğü ifadelerden biri gibi alınabilir”., A.e., s. 28. 41 A.e. s. 268. 42 M. Orhan Okay, Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Şule Yayınları, 2000, s. 13.
158
araştırdığı sayfalarında, yazarımızın Gazi Orta Muallim Mektebi’ndeki yıllarına geri
döner ve Musiki Muallim Mektebi hakkında bizi biraz daha aydınlatır:
“Bir müddet sonra Gazi Orta Muallim Mektebi (Gazi Eğitim
Enstitüsü)’nde de ders vermeğe başlar. Burada kendisini farklı bir çevrede
bulur ve bundan azamî şekilde faydalanır. Aynı okulun içindeki Musiki
Muallim Mektebi’nin diskotek salonunda bulunan birkaç yüz plâk ona iki
yıl içinde Batı müziğinin büyük eserleriyle karşılaşmak fırsatını
vermiştir.”43
Ömer Faruk Akün de okulun ismini Gazi Terbiye Enstitüsü olarak
bildirmiştir:
“1927’de vazifesi Ankara Lisesi’ne nakledildi. Bilâhare, Gazi
Terbiye Enstitüsü edebiyat hocalığına getirilerek 1930-1932 yılları arasında
burada çalıştı.”44
Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine yapılan ilk tezlerden birisinin sahibi olan
Mine Birkök’se, Tanpınar’ın, musikiye uyanışının bu yıllarda gerçekleştiğini teyit
ederek 1930-1932 yıllarındaki vazifenin mekânını Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü
olarak saptar:
“Tanpınar 1930-1932 yılları arasında Ankara Gazi Terbiye
Enstitüsü’nde çalıştığı sırada kendisinde musikiye karşı büyük bir alâka
doğmuştur.”45
Varlık dergisinin yaptığı bir ankete cevabında Tanpınar, “Fakat hayatımda
asıl çalışma devresi, Garp musikisini tanımağa başladığım zaman açıldı. Gazi
Terbiye Enstitüsü’nde iki sene birkaç yüz plâğın içinde yaşadım. Sonra bizim
musikişinasları tanıdım”46 demektedir. Yazarın kendi ifadesi de “Gazi Terbiye
43 A.e., s. 20. 44 Akün, a.y., s. 6. 45 Birkök, a.g.e., s. 5. 46 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, nr. 377, 1 Aralık 1951, Y.G., s. 307.
159
Enstitüsü” olduğuna göre, asıl hocalık “adı daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’ne
çevrilecek olan Gazi Orta Muallim Mektebi”dindedir. Daha önce söz konusu
ettiğimiz “Konya’da bulunduğum senelerde yapılan son mevlevî âyininde” sözleri
dikkate alınırsa Ahmet Hamdi Tanpınar’ın musiki ile ilgisi 1925 yılında, Konya
Lisesi’ndeki hocalığına dayanmaktadır. Bu bilgiler ışığında, 1929 yılına kadar
Tanpınar’da bir Türk musikisi tecrübesi olduğu ve onun 1929 yılındaki Musiki
Mualli Muallim Mektebi’ndeki hocalığı dolayısıyla batı müziğini tanıdığı
düşünülebilir. Tanpınar, bu okulda musiki derslerine girmemiş olsa bile, onun bu
muhitte geçen günlerinin, kendisine bir musiki zevki ve bilgisi kattığı kesindir.
Baki Süha Ediboğlu, Tanpınar’ın büyük musiki eserleriyle temasının, onun
Radyoevi’ne gelip buradaki diskotek odalarında ve stüdyolarında geçirdiği saatlerle
ilerlediğini kaydeder:
“Hamdi’de ne zaman başladığını bilmediğim bir Türk Sanat Müziği
sevgisi vardı. Klâsik musikîmizin bütün ustalarını tanıyor, eserlerini zevkle
dinliyordu. Hamamizade İsmail Dede için ve Üçüncü Selim için iki ayrı
etüd yapmıştır. Zaman zaman Radyoevi’ne gelir, Itrî, Zaharya, Dede ve
Hacı Arif Beyi dinlemek için saatlerce diskotek odalarında veya stüdyolarda
beklerdi. Son zamanlarda Zaharya için hazırlayacağı bir makaleye ilham ve
malzeme toplamak üzere bu büyük bestecinin bütün eserlerini birkaç defa
başından sonuna kadar sabırla dinlediğini bilirim. Hamdi, onları dinlerken
tarih içinde sanki düşsel bir geziye çıkıyor, Osmanlı tarihinin iniş ve
çıkışlarını, zafer ve yenilgilerini, o çağlar içindeki uygarlığımızın şiirde,
mimarîde, hat ve tezyinattaki paralellerini bir bir o bestelerde, o nağmelerde
buluyor, notlar alıyor, tahliller yapıyor, bir gerçeği yakalayıp sezer gibi oldu
mu, bir çocuk gibi seviniyor, fakat sırlarını saklayan eski garip bir
simyager gibi, hiçbir şey söylemeden geldiği gibi sessizce stüdyoları terk
ediyordu.”47
47 Baki Süha Ediboğlu, Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1968, s. 39-40.
160
Tanpınar’ın klâsik musikiye olan bağlılığını ve onun bu ilgisinin kaynağını
biraz da kendisinin çevresi izah etmektedir. Yazarımızın içinde yaşadığı muhit, şair,
romancı, ressam, heykeltraş, hatta seramik ve nihayet musiki sanatçılarından
oluşmuş tam bir sanat çevresidir:
“Tanpınar’ın yakın çevresinde her zaman dinlemekten büyük haz
duyduğu musikî üstadları vardır. Neyzen Emin Dede ve öğrencisi ressam
Halil Dikmen bu üstadlar arasındadır. Halil Dikmen’in Resim Heykel
Müzesi müdürü olduğu dönemde Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’ndeki
makam odasına gitmekte ve dönemin önde gelen ney ustasından klâsik
eserleri dinlemektedir.”48
Bütün bunların yanında Tanpınar’ın “iş yokluğundan” da olsa, teorik
anlamda da musikiyle bir bağının olduğunu, musiki tarihi okuduğunu hatırlamakta
yarar vardır. Mektuplar’dan anlaşıldığı kadarı ile 1960 senesi, Tanpınar’ın musiki
tarihine ilgisinin arttığı bir sene olmuştur. Aynı yıl, Mehmet Ali ve Adalet Cimcoz’a
gönderdiği bir mektupta şunları söylemektedir:
“İş yokluğundan musiki tarihi okuyorum.”49
16 Nisan 1960’ta Paris’ten gönderilmiş bir mektupta da Tanpınar, aynı
şeyleri söyler:
“... Çabuk yoruluyorum. Yatmak, uyumak istiyorum. Hiçbir ciddî
şeyle meşgul olamıyorum. Konuşmanın bile yorduğu oluyordu. Şimdi tabiî
çok daha iyiyim. Bu vaziyette polis romanına, uykuya ve musikiye
yüklenmekten başka ne yapabilirdim? Hakikaten musikiye gömüldüm gibi
bir şey.”50
48 Ekrem Işın, A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s. 37. 49 T.M., s. 185. 50 A.e., s. 208.
161
Musiki ile olan bağlantısını ve hayatının musiki ile ilgili dönemeçlerini
inceledikten sonra yazarımızın eserlerinde musikinin nasıl ve ne oranda yer aldığına
bakabiliriz.
Tanpınar’a göre Türk musikisi batı musikisiyle yarışabilecek tek musikidir.
Musiki tarihimiz ve bu tarih içindeki bestekârlara karşı ilgisizlikten yakınan
Tanpınar, Türk musikisine Avrupalı bir bakış ve dikkatle yönelmek gerektiğini
düşünür:
“... Büyük Garp musikisinin yanına konabilecek yegâne büyük
musiki ananesine sahip olan millet biziz. Fakat bundan haberdar değilmiş
gibi gözükmekte son derece musırrız. Bir Itrî’nin, bir İsmail Dede’nin, bir
Bekir Ağa’nın eserleri etrafımızda nağmenin, ilâhî cezbenin, ruhtan
süzülmüş saf hakikatlerin kapalı bahçeleri gibi yüzüyor. Biz bu bahçelere
bir girsek, bittabî bugünkü Avrupalı hüviyetimizle girsek. Çünkü şarklı
benlik bizim bugün anlayacağımız şeyleri anlayamazdı.”51
Tanpınar için bu eserler, bugün için hayatiyetini kaybetmiş, bugünün
nesillerine egzotik gelebilecek; onlara, bilmedikleri bir dünyanın geçici
güzelliklerini sunacak müzelik eşyalar değillerdir. Bu eserler, bize kültürel
kimliğimizi tanıtmada büyük pay sahibi olmalarının yanında, bugünün sanatını
beslemeleriyle, bugünkü ve gelecek yıllardaki duruşumuzu belirlemekte de rehberlik
edecek canlı değerlerdir. Aynı yazının ilerleyen paragraflarında yazar, çağdaş olacak
ama kendisi olmayı ve kendisi kalmayı başaracak Türkiye için geliştirdiği kelimeyi
kullanır: Devam:
“Mademki musikide bir Itrî’yi, bir Dede Efendi’yi yetiştirdik,
ledünnî hakikatlerin kapılarını bir kere daha zorlamış olduk demektir.
Devam etmeye mecburuz.”52
51 Tanpınar, “Kendimizin Peşinde: Çok Mühim bir Mesele”, Bugün, Y.1, No: 12, İlk Teşrin 1938, s. 2-6; M.S., s. 58. 52 A.e., s. 59.
162
17 Mart 1941’de Tasvir-i Efkâr’da neşrolunan İstanbul Konservatuarı ve
Musikimîz isimli yazısında Tanpınar, musiki-millî hayat ilişkilerine vurgu yapar.
Konservatuar’ın, “tarihî musikîmizi unutulmuş vaziyetinden kurtarmak için
selâhiyetdâr sanatkârlardan bir heyet teşkil ettiğini” sevinçle haber alır ve bu
teşebbüs için müesseseyi tebrik eder. Yazının ilerleyen sayfalarında Tanpınar, Türk
musikisinin kendisi ve Türk kültür tarihi için ne anlam ifade ettiğini şöyle
açıklamıştır:
“... O, büyük bir cemiyetin, çok sıhhatli bir hayat aşkının ve derin,
huzursuz, her an ebediyetin muammasını çözmek için sabırsızlanan bir
ruhun mahsulüydü. Onu asırlar boyunca bütün bir zevk, hayatı bizden başka
zâviyelerde gören, fakat her sanatın gayesi olan büyük zirveleri hedef olarak
seçmiş, incelmiş, emsalsiz bir mücevher gibi yontulmuş, nâdide bir zevk
vücuda getirmişti.”53
Türk musikisi, Tanpınar’a göre bizim en öz olan sanatımızdır:
“... Hakikatte eski musikîmiz belki bizim en öz olan sanatımızdır.
Türk ruhu hiçbir sanatta bu kadar serbest surette kendi kendisi olmamış, bu
kadar derin ve yüksek kemale mutlak bir hamle ile erişmemiştir. O ne
büyük ibda’dır; o ne zenginliktir!”54
Tanpınar, aynı yazıda musikimizin bizi en iyi bir şekilde ifade ettiğine;
Türklüğü temsil ettiğine inandığını belirtir ve eski musikimizin bütün dünyada
geçerli bir yeri olduğunu düşünür. Fakat bu noktada musikimize bakış açısı çok
mühimdir. Türk musikisine anlayan gözlerle bakmak ve onun önemli noktalarına
dikkat etmek gerekir:
53 Tanpınar, “İstanbul Konservatuarı ve Musikimiz”, Tasvir-i Efkâr, No: 4652-296, 17 Mart 1941; Y.G., s. 363. 54 A.y., s. 363.
163
“Eğer hakikaten cemiyetimizde bir musiki değişikliği yapıyorsak,
muayyen bir zevk seviyesinde bulunan bir halk kitlesiyle bunu daha iyi ve
daha kolay başarabiliriz. Ve nihayet bu faydayı da bir tarafa bırakalım, bu
sanat mazimizden bir taraftır, onu tanımamız, tanıtmamız lâzımdır. Bu
musikinin iyi tarafıyla temas edip de ona hayran olmayan bir ecnebîyi bize
gösterebilecek var mıdır? Bizi en iyi tarafımızdan temsil eden taraf odur ve
onu takdir edenler yağlık, peştamal gibi küçük moddaki sanatlarımız için
kullandıkları lügati derhal değiştiriyorlar ve kendi sanatkârlarından
bahsederken aldıkları vaziyeti alıyorlar; küçük ve memnun bir hayret yerine
Avrupalının gözünde hayranlığın şimşeğini, ancak bazı mimarî eserlerimiz
ve musikimiz karşısında görüyoruz.”55
Ahmet Hamdi Tanpınar, Avrupa karşısına, küçük el sanatlarımızın yanında,
en öz ve en güzel taraflarımızla, bizi en iyi ifade eden sanatlarımızla, meselâ mimarî
ve musikimizle çıkmamız gerektiğine inanmaktadır. Yazar, ancak bu sayede
varlığımızın değerinin ortaya çıkacağını düşünür
Tanpınar, İstanbul’un fethinin beş yüzüncü yıldönümü kutlamaları için bazı
tekliflerde bulunduğu Yaklaşan Büyük Yıldönümü adlı makalede musikiye de yer
ayırır ve musiki eserlerimizin toplanması, toplum hayatına kazandırılması, hatta
dünyanın dikkatine sunulması gerektiğini söyler, o, Yahya Kemal gibi musikimizin
millî yaratma kudretini gösterdiğine inanır:
“... Nihayet en mühimmine, en büyüğüne geliyorum. Bizde belki de
mimarî kadar ehemmiyetli bir sanat olan ve millî dehayı zannettiğimizden
çok fazla aksettiren alaturka musikinin tam bir diskoteğini yapmamız
lâzımdır. Türk İstanbul’un beş yüzüncü yıldönümünde, dünya beş asır
Boğaz sularına akseden bu musikiyi bütün eb’at ve kudretiyle tanımak
fırsatını ve imkânını bulmalıdır.”56
55 A.y., s. 364-365. 56 Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü”, Cumhuriyet, No: 7915, 28 Ağustos 1946; Y.G., s. 178.
164
Tanpınar sahiplenme ve kendi kendimiz olmaktan çekinmeme, herhangi bir
yabancı kültür karşısında komplekse girmeme duygusuyla Türk musikisini başka
millet ve kültürlerin musikileriyle kıyas eder ve şu sonuca varır:
“... Şüphesiz klâsik musikimiz halk havaları ile beraber dünyanın en
zengin denilebilecek nağme hazineleridir.”57
Vefatından sonra neşredilen hatıralarında, Türk musikine olan bağlılığından
hattâ bu bağlılığın zaruretinden bahseden Tanpınar, “devam” zincirinin kopmaması
ve yeni yetişen “münevver adayı” nesiller için de musikiyi şart koşmuştur:
“... Tesadüfen Dede’yi tanımıştım. İnsanlığın ayrı bir yüzünü
öğrenmiştim. Yunus diye bir şairim Naci diye acayip bir şairim var, o halde
niçin bilmiyorum!. Bilmesem rahat edebilir miyim! Ve meselâ kendi
kendimi “oh bugün bu Dede Efendiyi de unuttum, yarın da Itrî’den
kurtulsam” [diyebilir miyim?], diyebilir miyiz! Dememiz doğru mu?
Nihayet bütün bu unuttuğumuz, unutacağımız şeylerin yerine ne
koyacağız? Haydi bizler koyduk, büyük kitle... Yeni yetişenler? Kolej ve
Fransız Mektebi mezunu mu bu cemiyette münevver olacak! (???)”58
Ahmet Hamdi Tanpınar, klâsik musikiyi kendi zevki ve donanımına göre
devirlere ayırır ve makamlarla birlikte eserleri, karşılaştırarak bazı yorumlar yapar.
Meselâ bir radyo konuşmasında, Türk musikisinin gelişme safhalarını üçe, daha
doğrusu değişik kişiler tarafından, değişik devirlerde bestelenmiş üç makamın
bestelenişine ayırır. Musikimizin bu üç eseri, bize kültürel tekâmülümüzü gösterir.
Birincisi kuruluş, ikincisi yükseliş, üçüncüsüyse gerileme ve inkırazı ifade eder:
“Türk musikîsi üç büyük eser etrafında gelişmesini yapar.
Abdülkadir-i Merâgî’nin artık hiç dinleyemediğimiz Segâhkâr’ı, Itrî’nin
57 Tanpınar, “Şark İle Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar”, Cumhuriyet, No: 12965, 6 Eylül 1960; E.Ü.M., s. 131-132. 58 İnci Enginün, “Tanpınar’ın Bilinmeyen Hatıraları-III: Hem Şarklı Hem Garplı Olabilir miyiz?”, Dergâh, No: 64, Haziran 1995, s. 7.
165
Nevâkâr’ı (isterseniz buna Mevlânâ için yazdığı Na’t’ı da ilâve
edersiniz; yahut birinden birini tercih edersiniz) ve Dede Efendi’nin Ferah-
fezâ Âyini. Bu üç eser, yumuşak çizgiler medeniyetinin sade üç ayrı
çehresini vermezler, bütün bir tarihi de verirler. Her şeyi bulmuş gibi
görünen birincisinde garib bir tokluk ve arkaizm sadece bir zenginliği
gösterir. Belki nağmenin şalı bulunmuştur. Itrî’de eşyanın yerli yerinde
oturduğu kurulmuş ve kendisini de idrâk etmiş âlemle karşılaşırsınız. Klâsik
bir san’attan beklenen her şeyle beraber. Üçüncüsünde, bir inkıraz devrinin
bütün acısı, batan bir güneşin son ışıklarına benzeyen Nevâkâr, bu üç eserin
arasında bir merkez gibidir.”59
Bir başka yazıda Ferah-fezâ ve diğer bazı âyinleri inceleyen Tanpınar, Ferah-
fezâ ile diğer besteleri kıyaslar ve onun musiki tarihimizdeki yerini ve kişisel
zevklerimize tesirdeki gücünü tayin eder. Klâsik Türk musikisinin besteleri bize bazı
değerler katan, insan ruhunu anlatan eserlerdir:
“... Haksızlık etmeyelim, eğer Ferah-fezâ Âyini ortada olmasaydı,
biz Bestenigâr ve Hüzzâm âyinleri için aynı şeyleri söylerdik. Bunlar
dehânın bizim için hazırladığı ruh iklimleridir. Abdülkadir Meragî
Segâhkârı, Itrî Nevâkârı, Nâyi Osman Dede Rast Âyini’ni yazmasalardı
insan ruhunun bu kadar muhteşem imkânlarından haberimiz olabilir miydi?
Bunlar bizi, ruhumuzu çatlatacak kadar büyüten, zenginleştiren, değiştiren
eserlerdir.” 60
Daha önce de bahsedildiği gibi Tanpınar için sanatlar, ne kadar ayrı âletlerle
yapılırlarsa yapılsınlar, ne kadar farklı tesirler de uyandırsalar, hemen hemen aynı
şeyleri ifade ederler. Onun içindir ki Tanpınar, bir sanat eseri hakkında düşünürken,
başka sanatların özelliklerinden ve kabiliyetlerinden faydalanır ve onlardan örnekler
verir. Bu yolla Tanpınar, Dede Efendi’yle Itrî’yi karşılaştırdığı bir yerde şu görüşleri
ortaya koyar:
59 “Yahya Kemal ve Türk Musikîsi”, Y.G., s. 378. 60 Tanpınar, “İsmail Dede”, İstanbul, No: 5, Mart 1954; Y.G., s. 373-374.
166
“... Onda (Hamâmîzâde İsmail Dede Efendi) müşahhas âlemden
hiçbir şeyi tanıyamayız. Fakat onun Mâhur’larını, Acemaşiran’larını,
Rast’larını, Sultanî Yegâhlarını, Ferâh-fezâlarını dinlerken kendimizi
birdenbire bir uçta -çünkü nağmesinin kartalı daima bizi bir yerlere taşır-
fakat dünyamızla zenginleşmiş buluruz. Itrî’nin Na’t-ı Mevlânâ’sı ile
Dede’nin herhangi bir âyinini beraberce dinleyiniz, celi yazıdan büyük
resme ve peyzaja geçtiğinizi hissedersiniz.”61
Sanat eserleri, eğer millî bir üslûp ve şuur gözetilerek yaratılmış veya icra
edilmişlerse, kendisini idrak etmiş, belirli bir medeniyet seviyesine ulaşmış nesillerin
ürünleriyseler ve aynı zihinsel faaliyetin, aynı duyuş tarzının sonuçlarıysalar,
birbirlerine cevap verir ve birbirlerini tamamlarlar. Bu yüzden Tanpınar da, çok defa
sanatları, sanat eserlerini ortaya çıkış tarihlerini de hesaba katarak birlikte düşünür.
Nitekim Beş Şehir’in “İstanbul” bahsinin ilerleyen sayfalarında Tanpınar, Türklüğün
yapıcı devirlerini inceler ve bu devirlerin birbirini tamamlayan eserleri üzerinde
düşünür. Örneğin, bir mimarî eseri, şiir ve musikiyle birlikte düşünüldüğünde
Tanpınar için daha fazla önem arz eder:
“... Belki de Tab’î Mustafa Efendi’nin ve bu bestenin muasırı
olduğunu bildiğim için bu camii [Yeni Valide] o kadar seviyorum. Çünkü
bu küçük parça musikimizin devrini aşan birkaç şaheserinden biridir.”62
Güzel sanatları çoğu zaman birlikte düşünen, onlar arasındaki alış-verişe
dikkat çeken Tanpınar, millî duyuşun bazen mimarîde, bazen de musikide tezahür
ettiğini belirtir. Yazarımıza göre Türk musikisi bazı devirlerde hâkim bir sanat olmuş
ve diğer sanatlara yön vermiştir:
61 Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 15. bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s. 96. (Beş Şehir, ilk önce Ülkü dergisinde tefrika edilir, bilâhare “Konya” bahsi de ilâve edilerek 1946 yılında Ülkü Yayınları’ndan çıkar. Ayrıntılı bilgi için bkz. Beş Şehir, 4. bs., Haz: M. Fatih Andı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 11-12. Biz ise çalışmamızda Dergâh Yayınlarının 15. baskısını esas almakla beraber, eserdeki farklılıklaşmalara işaret eden bir neşir olan 2002 baskısına müracaat ettik.) Yukarıdaki alıntının ilk cümlesi ilk baskıda şu şekildedir: “Fakat bu ledünnî şadırvan, billûr nağmelerini sağa ve sola serptikçe kendimizi birdenbire bir müntehâda, fakat dünyamızla zenginleşmiş buluruz” şeklindedir. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 271. 62 B. Ş., s. 42.
167
“... Hakikat şu ki, daha on yedinci asır sonlarına doğru millî hayatta
asıl yaratıcılık mîmarîden musikîye geçmişti. İkinci Mahmud ve
Abdülmecid devirlerinde ise bu sanat tek başına zevkimizi idare ediyordu.
Sanatlar arasında bir hiyerarşi olduğunu iddia edenler şüphesiz
haklıdırlar. Fakat bu hiyerarşinin yanı başında devirlerin kurduğu ikinci ve
gizli bir kıymetler zinciri vardır ki, hiç farkında olmadan, bazen mîmarî gibi
doğrudan doğruya idare edici bir sanatı bile, hiç farkında olmadan, hatta
küçük sanatlardan birinin emrine verir. Sultanahmet çeşmesinde, devrinin
mîmarîyi kitap sanatının emrine verdiği gibi. Ne kadar süslü ve zarif,
hacim ve nispet itibariyle tasarrufa ne kadar elverişli olursa olsun kendinden
evvelki hiçbir çeşme ve sebilde bu hal yoktur. Fakat yine aynı çeşmede göz,
bilhassa yazının üzerinde durursa o zaman muhayyile musikîye döner.
Çünkü Itrî’yi idrak etmiş olan bu devirde büyük sanatımız musikîdir.
Üçüncü Ahmed’in annesinin Üsküdar’da yaptırdığı câmide bu musikî
üstünlüğü daha bârizdir ve mîmarîyi o idare eder.”63
Tanpınar musiki hakkında daha önce söylediklerine paralel bir şekilde, bu
sanatın hiçbir şeyi doğrudan anlatmadığını, fakat tabiattan etkilendiğini söyler ve
musikinin bizim tabiata bakışımızdaki etkisine dikkat çeker:
“... Sanatlarımızda bu ikinci hayatın, tabiatla yakın alış verişin hiç
tesiri olmadı mı? Bana kalırsa bunun doğrudan doğruya ifadesini değilse
bile, aksini eski musikimizde aramak gerekir. Hiçbir sanat musiki kadar
dolayısıyla konuşmaz. Musikide, her şey, hatta maddesine varıncaya kadar
kendi tekniğinden doğar. Bu yüzden daima söylenilmesi imkânı olmayanı,
alelâde ifadeye sığmayanı söyler.
Bence Boğaziçi gecelerinin tesirini Itrî’den sonraki musikimizde
aramalıdır.”64
63 Tanpınar, “İstanbul Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, 1953, s. 59-79 [Yapı Kredi Bankasının kuruluşunun 10. yıldönümü münasebetiyle yayımlanan eser]; Y.G., s. 147. 64 A.e., s. 151.
168
Dikkat edilirse yazar, musiki hakkındaki fikir ve yorumlarını başından beri
korumaktadır. Yazarımız için musiki, “hiçbir şey söylemeyen” ya da “söylediği şey
mevcut olmayan”, maddesiz, objesiz bir sanattır. Burada musikiden kasıt hem genel
mânâda bir sanat olarak musiki, hem de Klâsik Türk Musikisidir.
Tanpınar için bazı musiki eserleri, kişisel yapı ve macerayla karışarak
kendilerini verirler. Yani sanat eseri, bir yandan devrinin hususiyetlerini taşıyan,
onun rengine bürünen bir yapı arz ederken, bir yandan da sanatkârın kendi
dünyasının izlerini taşıyarak bize ulaşır. Tanpınar’a göre bu sanat eseri, eğer bir de
padişahın ürünüyse, onun insan üzerindeki etkileri de farklı olmaya başlar. Türk
kültür ve sanat tarihinin son yapıcı devri kabul edilen, şiirde, mimarîde ve musikide
son şaheserlerin ortaya konduğu bir dönem olan 18. asırda hüküm sürmüş olan III.
Selim’in eserleri, Tanpınar’da böyle bir etki yapar ve sanatçı, bu eserler karşısındaki
duruşunu tam belirleyemez:
“III. Selim’in beste ve âyinlerini şimdi bizim için o kadar derin ve
mânâlı yapan şey, iyi niyeti, yenilik aşkı gibi faziletlerini karşılayan
cihangirlik hülyası, tereddütleri, yeis ve füturu, hulâsa, bütün bir kompleks
psikoloji yüzünden milletçe yaşadığımız kanlı ve hazin macera mıdır?
Hayatını ve yarıda bıraktığı işleri, imparatorluğun yelken ve dümenine
kadar suya batmış bir gemiye benzeyen o felâketli manzarasını bilen bizler,
bugüne ait his ve düşüncelerimizi teşmil ederek mi bu eserlerle
karşılaşıyoruz? Yoksa onlar gerçekten, şimdi duyduğumuz şekilde, bütün
bir inkıraz korkusu, inkıraz zevki, azaplar, tehlikeli sezişler, nefis ithamları
ve kaçışlarla zengin olarak mı bize geliyorlar?”65
Tanpınar’da klâsik musikinin nasıl yer aldığını ve bunun özelliklerini
incelerken açılması gereken bir diğer parantez de insan sesi ve insan sesinin, klâsik
musikimizin ağırlık noktası oluşudur. Tanpınar, klâsik musikinin insan sesine
dayandığına inanır zira insan sesi neşeyi de hüznü de çok kesif ifade eder:
65 Tanpınar , B. Ş., s. 92-93.
169
“Eski musikimiz, insan sesinin tabiî işaretiyle konuşur. Ne hususî
lügati, ne de tam bir sentaksı vardır. Kudreti de zaafı da buradadır. Hiçbir
zaman kendi başına bir semboller dünyası olmamıştır. Üstün neşesi ve
zaman zaman ıstırabındaki parçalayıcı kudret, çığlığa bu kadar yakın
bulunmasında hattâ onun hudutları içinde kalmasındadır. Söyleyeceğini
insan sesinin billûruna geçirebildiği hâllerde söyler.”66
İsmail Dede isimli denemede de yukarıdaki dikkati tamamlayan görüşler söz
konusudur. Tanpınar için eski musikimizin gücü, etkileyiciliği insan sesindedir.
Klâsik musiki bütün ifade kudretini insan sesine yükler. Yazarımız, Dede Efendi’nin
klâsik musikinin dehasına sahip olduğunu zira eserlerini insan sesine dayandırdığını
söylemektedir:
“Dede’nin asıl âleti insan sesiydi. Bu demektir ki musikimizin
dehasıyle doğmuştu. Alaturka musiki insan sesinde ve nağmesindedir. Onun
kudret ve imkânlarını anladığı nisbette vardır. Dede ameliyelerini insan sesi
üzerinde yaptı. Heyecanlarımızın ta kendisi üzerinde çalıştı. Onu takip
ederek, onun üzerinde durarak, onu değiştirerek, onun ifade imkânlarını
düşünerek insanı ve kâinatı buldu. Çığlığın, her türlü konuşmanın üstünde,
iç insanın, asıl varlığın tek ifadesi olduğunu, onun başladığı yerde her şeyin
sustuğunu biliyordu. İnsan sesi onun elinde çok yumuşak, her kalıbı
alabilecek bir maddedir. Dede, insan sesine adeta istiklâlini vermiştir.”67
Başka bir yazısında Tanpınar, eski musikinin, kuvvetini insan sesinden
aldığını belirtmiştir:
66 A.e., s. 96. Nüsha farkı: Yukarıdaki alıntıda geçen “sentaks” kelimesi, ilk baskıda “tam bir sentaks”; “üstün” kelimesi de “diyonizyak” “hudutları” da “onun hudutları” şeklinde yer almıştır. Bkz: B.Ş., Haz:Andı, a.g.e., s. 271. 67 Tanpınar , “İsmail Dede”, İstanbul, No: 5, Mart 1954; Y. G., s. 371.
170
“...Şurası da var ki eski musikimiz ameliyesini insan sesi üzerinde
yapıyordu. İnsan sesi hiçbir zaman boşa işlemez. Oyunla başlasa bile, âletin
kendisi işi değiştirir. Sesimiz bizi sandığımızdan fazla idare eder.”68
İlkinden sonuncusuna kadar bütün edebî eserlerinde klâsik musikiye geniş bir
yer veren Tanpınar, bazen klâsik musikimiz üzerinden doğu- batı, bazen eski-yeni
kıyaslamaları yapmış, Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi sosyal eleştiri yönü ağır
basan eserlerinde ise zevk çöküş ve çözülüşlerini irdelerken klâsik musikiyi bir
değer ölçüsü olarak kullanmış ve bu yolla medeniyet çözümlemelerine gitmiştir.
68 Tanpınar, “İstanbul Mevsimleri ve Sanatlarımız”, “İstanbul Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, [Yapı Kredi Bankasının kuruluşunun 10. yıldönümü münasebetiyle yayımlanan eser] 1953; Y.G., s. 152.
Musiki üzerine görüş ve değerlendirmelerinden elde ettiğimiz bu veri sayesinde, Huzur romanında, İhsan’ın eşi olan ve Mümtaz’ın dünyasında çok yapıcı bir yere sahip olduğunu bildiğimiz Macide’nin insan sesi üzerindeki ısrarı, bizim için biraz daha anlam kazanmaktadır:
“... Fakat Macide meşguldü. Onun bütün dikkati Nuran’da toplanmıştı. Açıktan açığa genç kadını süzerek onunla konuşuyordu. Nuran kendisiyle biraz konuşunca, arkasında çok sıkı bir zemberek gevşemiş gibi, bu yüz birdenbire açıldı. Macide karşısındakine güldü. Macide’nin üzerinde insan sesinin garip, âdeta metafizik bir tesiri vardır. Ne elbise, ne yaş, hattâ bir nisbette kalmak şartıyla ne güzellik, ne iş ona tesir etmezdi.
O insan sesinde yaşardı, orada en toplu şekilde mevcuttu. Yeni bir insanla tanışınca bütün dikkatini toplar, sesini dinler, bu sesin inhinalarına göre hükmünü verir, ya sever ya sadece lakayt kalır yahut da:
- Sesi insanın içine yılan gibi kayıyor, diye düşman olurdu.” Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, 11. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 274. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, musiki üzerine tenkit ve yorumlarında bir ölçü olarak kullandığı “insan sesi” için bir başka kaynak da, Antalyalı Genç Kıza Mektup’tur. Tanpınar, burada insanı, sesiyle ifade etmekte ve anlamaktadır:
“Sesten çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. Sesimiz nabzımızla beraber değişir. Alelâde konuşma anında bile -eğer çok umumî bir şeyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima değişir. Hislerimiz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız sesimizdedir.” T. M., s. 274.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “sesimiz nabzımızla beraber değişir” derken, daha önce, şiir üzerine yazılmış ama musiki konusundaki görüşlerini de içeren bir yazıdaki tespitini de tekrarlar ve doğrular:
“Musiki giydirilmiş zamandır. Diğer sanatların hemen hepsinde tabiattan bir şey var. Musiki sadece alır; zaman gibi onu da her şeyle durdurabilirsiniz. Maddesizdir, sesten yani heyecanların en iptidâi işaretlerinden yapılmıştır. Onun için daima iptidâidir. Düşünceyi değil, nabzı idare eder.” “Şiir ve Rüya”, E.Ü.M., s. 39.
Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme isimli eserinde Oğuz Demiralp, “ses” bahsinden yola çıkarak Tanpınar’ın, musikiyi en mühim sanat olarak kabul ettiğini belirtir:
“Musiki giydirilmiş zamandır... Maddesizdir, sesten yani heyecanların en iptidaî işaretinden yapılmıştır. Onun için daima iptidaîdir. Düşünceyi değil, nabzı idare eder.” Giydirilmiş sözcüğünün anlamı sonraya kalsın, bu sözüyle musikiyi başköşeye yerleştirmektedir Ahmet Hamdi. Çünkü ilkellik, musikinin bir sanat olarak gelişmemişliğini değil birinciliğini anlatır. “Nabzı idare etmek”, musikinin birinciliğinin gereği olarak yüklendiği işlevdir. Böylelikle musiki sanatı insan varlığının özüyle örtüşür, özün dile gelişi olur. Bunun nedeni, yineleyelim, musikinin sesten yapılmasıdır: en insansal öğeden.” A.g.e., s. 54.)
171
Klâsik musikinin tarihî tekâmülüyle birlikte teknik yapısını çok iyi bilen Tanpınar’ın
kahramanları da geniş bir musiki donanımına sahiptir ve musiki bu kahramanlarının
hayatlarının bir parçasıdır:
Mine Birkök bu konuda şunları söylemektedir:
“Ahmet Hamdi Tanpınar, makale, roman, hikâye, şiir gibi
yazılarında musikiye çok geniş yer vermiştir. Bu hâl kendisinde tesadüfî
değildir. Geniş bir musiki bilgisi vardır ve bunu bilerek eserlerinde
kullanmaktadır. Roman ve hikâyelerinde musiki ikinci, üçüncü derecede yer
almaz, kahramanlarının hayatlarının yanındadır, hayatlarına refakat eder.
Kahramanlarının hayatlarının akışına tesir eder, kaderlerinde, kanlarında
vardır. Şahısların hemen hepsi muhtelif derecelerde musikiye karşı alâka
duyan, musiki üzerinde fikirleri, düşünceleri, zevkleri olan kimselerden
seçilmiştir.”69
Ahmet Hamdi Tanpınar’da klâsik musiki, Evin Sahibi isimli hikâyede de yer
almıştır. Daha sonraki eserlerinde de sık sık görüleceği gibi Tanpınar burada, klâsik
musiki ve bu sanata duyulan ortak ilgiyi, kahramanların birbirlerini tanımasında,
birbirlerine yakınlık kurmalarında bir köprü, bir araç gibi kullanır. Hikâyenin
kahramanı bir yerde şöyle der:
“İşimden vakit buldukça Hukuk Fakültesi’ne devam ediyordum.
Arkadaşlar, iş ve ev arasında avunuyordum. Kendime yeni meraklar
bulmuştum; eski musiki bunlardan biriydi. Yümnü Bey’le bu yüzden
sevişmiştik. Bu altmışlık ihtiyar güzel tambur çalıyor, eskileri seviyor ve
biliyordu. Rauf Yekta ile, Musa Süreyya ile, Hakkı Bey’le dosttu. Bana
eski musikişinaslardan bahseder, besteler okur, söylerdi. Güzel bir saz
koleksiyonu vardı. Vaktiyle kışları İstanbul’da geçirdiği zamanlar, evinde
musiki geceleri yaparmış. Fakat Kanlıca’ya çekilince, yerin uzaklığından
bırakmaya mecbur kalmış.
69 Birkök, a.g.e., s. 5.
172
.........
Bir gün ona, bilmem kimden metnini dinlediğim, Hayrullah Bey’in
Şevk-i tarap Nakış semâisini tanıyıp tanımadığını sordum. “Semâiyi de
tanırım, sahibini de... Bu cuma bize gelirsen sana dinletirim.” Yüzündeki
tebessümden bir sürpriz hazırladığını anladım. İşte Zeynep’i, bu Nakış
semâiyi dinlemek için gittiğim Yümnü Beylerde tanıdım ve galiba aynı
günde ona âşık oldum.”70
Bahsedilen bu cuma gününün akşamı, Zeynep’in de katıldığı bir musiki faslı
yapılır ve hikâyenin kahramanı bu günü şu şekilde bitirdiğini anlatır:
“Sabaha karşı, yorulan uzviyetin uyku ihtiyacı ağırlaştıkça bu
hayaller birbirine karıştılar ve nihayet ben, gül kokusunun, eski musikinin
ve sevilen bir kadın ihtiyacının el ele yaptıkları acayip bir rüyaya daldım.”71
Bu hikâyede klâsik musiki, kahramanda uyandırdığı subjektif tesirler
bakımından da öne çıkmaktadır. Başka bir akşam yapılan ikinci fasılda da musikinin
etkisiyle dünya, eşya ve insanlar onun gözüne bambaşka görünürler:
“İlk önce Kâr-ı Nâtık’tan birkaç parça ile başlandı. Gözlerimizin
önünde acayip, gayri şen’î renklerle bir halı dokundu. Her makam kendi
hususîlikleriyle, kendi akşamlarının ve şafaklarının büyüsüyle,
mehtaplarının sihri, bahçelerinde açan çiçeklerin kokusu ve meyvalarının
lezzetiyle bir iklim tanılır gibi önümüzden geçti. Sıra Bayatî peşrevine
gelince Zeynep’i aradım; yüzü bir mabet kutsîliği alan odanın havası içinde
küçülmüş, donmuş gibiydi. Belli ki musikinin ihtişamı bu genç kadının
narin omuzlarına ağır, ezici, altından kalkılamayacak bir yük gibi çökmüştü.
Deminden beri dinlediğimiz parçalar, bu çehreyi işleye işleye, kendi kendisi
olmaktan çıkarmış, etrafında mucizeli terkibi her an kurulan ve sonra bir
başkasına yer vermek için silinen, kendi kendini yiyerek sonra altın
70 Tanpınar, Bütün Öyküleri, s. 132. 71 A.e., s. 136.
173
helezonlar, mücevher basamaklı miraçlar hâlinde dirilen âlem kadar hayali
ve uçucu yapmıştı.”72
Ahmet Hamdi Tanpınar, hikâye ve romanlarında yer yer, eserin işleyişine
zarar vermemek kaydıyla, olay örgüsünün dışına çıkarak, musiki hakkında görüşler
ortaya koyar. Bu görüşler daha çok, eseri besleyen, klâsik musikinin roman ya da
hikâyedeki işlenişine uygun bir biçimde ortaya konulur. Hemen her eserinde
sosyal değişimleri, bu değişimlerin toplum ve insan hayatına etkilerini irdeleyen
yazar, klâsik musikiyi de bu hareketlenmelerin dairesinde ele alır. Musiki, söz
konusu edilen hikâyede de, enfüsî tesirlerinin yanında sosyolojik bir gözle de
incelenmiş ve bu bağlamda bazı yorumlar yapılmıştır. Tanpınar, hikâyede çokça
konu edilen Kâr-ı Nâtık’ın bestekârı Hayrettin Bey’den bahsederken şunları söyler:
“... Hemen herkes bu merdümgiriz, tenkitlerinde oldukça zalim ve
titiz ihtiyarın, ananenin en güzel, en öz taraflarını, bu her şeyin birbirine
karıştığı inhitat devrinde muhafaza ettiğinde mutekitti. Kâr-ı Nâtık’ı bu
cinsten, bir bakıma göre sadece hünerle, virtüozlukla yazılan ve terkibinin
istinat noktasını yalnız görenekten alan, âdeta itibarî bir eser için, emsalsiz
denecek kadar güzeldi.”73
Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ilk romanı olmakla birlikte son
romanı Aydaki Kadın’la beraber yarım kalan bir eserdir. Yazar 1944 yılında tefrika
ettiği esere bir daha dönememiş, fakat aynı kahraman ve olayları Huzur ve Sahnenin
Dışındakiler’e taşımıştır. Mahur Beste, hem ismi hem de ithaf edildiği kişi
bakımından Klâsik Türk Musikisinden birçok izler taşır. Bu romanda “Mahur
Beste”, eski musikimizin bir makamı ve eseri olmakla birlikte, romanın kahramanı
gibidir:
“Çok kahramanlı, belli bir plânı olan ancak deyim yerindeyse
omurgasız bir iskelete sahip romanın her şeye rağmen önemli kişilerinden
biri olmayı başaran Behçet Bey’i yazar bir yandan drama düşmüş bir kişi
72 A.e., s. 141. 73 A.e., s. 139.
174
olarak anlatır ve acır, bir yandan karikatürize ederek gizli gizli öfkelenir.
Ancak romanın asıl kahramanı, Behçet Bey, Ata Molla, Halit Bey, Sabri
Hoca ve diğerleri değil, mahur makamındaki bestedir. Gerçi besteyle ilgili
bölüm ve bilgiler, bu romandan çok Huzur’da ve Sahnenin
Dışındakiler’dedir ve “Mahur Beste” aynı zamanda o romanların da
kahramanıdır ama Tanpınar anlatısına “Mahur Beste” adını vererek biraz da
ondaki yayılmayı, omurgasızlığı vurgulamak istemiştir.”74
Bestenin, kahramanların üzerinde büyük bir tesiri vardır. Romanın eski
musikimize bakan ikinci mühim tarafı, Tanpınar’ın makale ve diğer romanlarında
adından sıkça bahsettiği bir bestekâra ithaf edilmesidir:
“Bu romanı büyük bestekârımız Eyyübî Bekir Ağa’nın ruhuna ithaf
ediyorum.”75
İlk romanını okuyuculara böyle bir isim ve ithafla sunması bile klâsik
musikinin Tanpınar’da ne ölçüde yer aldığına dair önemli bir veridir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, romanın tefrikasından hemen sonra, yine aynı yayın
organında Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup adıyla kendi kahramanına
bir mektup yazar ve bu romanda eski musikinin yer alışını, yer alması gerektiğini de
bizzat açıklar:
“... Talât Bey’in size benzediği hiçbir tarafı yok. O, kırılmış
adamdır. Siz mağlupsunuz. Onun kaçacak, tutunacak yeri var. Musikiye,
sanata kaçtı. Sanatkârla patalojik tip arasındaki farkları bu kadar yakından
gördükten sonra nasıl vazgeçebilirdim. Selim ile Cavide’nin aşklarında
Talât Bey’in payı nedir? Onu taklit etmiyorlar ki...” bir bakıma doğru. Fakat
bir noktayı unutuyorsunuz: Hepimizin üzerine gölgesi düşen büyük duygu
kuvvetini, yakından uzaktan toplanan bu tehlikeli mirası unutuyorsunuz.
74 Abacı, a.g.e., s. 64-65. 75 Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, 5. bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999, s. 13. (Eser ilk önce Ülkü dergisi nr. 56’dan itibaren aralıklarla tefrika edilmiş ve yarım kalmıştır. Biz eserin 1999 tarihli 5. baskısını kullandık.)
175
Taklit etmiyorlar, fakat tesiri altındalar. Siz de biliyorsunuz ki dünkü
hayatımızın en kuvvetli, hayat en çok tesir eden tarafı musiki idi. Musiki
başka kültürlerde romanın, resmin, tiyatronun iştirakiyle yaptığı tesiri bizde
tek başına, iyi kötü kendi hamlesiyle yapıyordu. Bir aile mirası hâlinde
gelen böyle bir âmili nasıl ihmal edebilirdim? Talih belki biyolojik irsiyete
dahil değildir. Fakat muhit terbiyesiyle büsbütün alâkasız olduğunu ne siz,
ne de ben iddia edebiliriz. Onlar birbirlerini tanımadan, sevmeden önce
Mahur Beste’yi tanır, severlerdi. Biraz da kendilerinden önce doğan bu aşk
hikâyesine göre şahsiyetlerini hazırlamışlardı.”76
Mektupta “Talât Bey’in payı”n bahsedilmesi, Mahur Beste isimli eserin,
romanda Talât Bey’in eseri olarak tanıtılmasından dolayıdır. Yukarıdaki cümlelerin
bizim için başka yönden önemi ise “Musiki başka kültürlerde romanın, resmin,
tiyatronun iştirakiyle yaptığı tesiri bizde tek başına, iyi kötü kendi hamlesiyle
yapıyordu” diyen Tanpınar’ın; klâsik musikinin millî ve kültürel hayatımızdaki
önemini “Bizim romanımız şarkılarımızdır.”77 şeklinde tespit eden Yahya Kemal’e
bakan ve ondan etkilenen tarafını vermesidir.
Eski musiki, romanın ilk sayfalarından itibaren varlığını hissettirmekte,
birçok yerde bir değer ölçüsü, dünya görüşü şeklinde kahramanların (özellikle
Behçet Bey’in) hayatına tesir etmektedir. Bazen de eski musikimiz, kötü giden
şeylere, olumsuz gelişmelere karşı hayata inanma ve ona sarılma kaynağı, dayanağı
şeklinde yer almıştır. Yazar, ne çocukluğunda ne de evlilik hayatında mutluluğu ve
huzuru tatmamış, kendisini hayata ve insanlara istediği gibi sunamamış,
çevresindekilerin etkisinde ve gölgesinde silik, edilgen bir hayat yaşamış olan
Behçet Bey’in hayatını anlattığı satırlarda, musiki ve musiki âlemlerini hayatın güzel
ve yaşamaya değer olduğunu anlatmak için bir kıymet ölçüsü olarak kullanır:
“Behçet Bey, on senelik evli hayatında, karısının kendi hakkındaki
hislerini anlamamış değildi; onun anlamadığı, hâlâ anlayamadığı nokta, bu
76 Ahmet Hamdi Tanpınar, “Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup”, Ülkü, No: 99, 1 Kasım 1945; E.Ü.M., s. 386. 77 Tanpınar, Y.K., s. 28.
176
kadar basit bir şey, karısının yıllarca ölümü beklemesi ve görür görmez
kucağına atılmasıydı. İşte kendisi, Behçet Bey, her şeye rağmen yaşıyordu
ve yaşayacaktı. Ne olursa olsun, hayat güzel bir şeydi. Eski saatler
bakılması, iyileştirilmesi lâzım gelen temiz yüzlü, iyi yürekli hastalardı ve
kitaplar, iyi ciltlenince, birdenbire gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara
benziyorlardı. Birçok ahbap meclislerinde saz yapılıyor, şarkılar, besteler,
semaîler okunuyordu.”78
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hemen bütün eserlerinde olduğu gibi burada da
eski musiki, birçok kahraman tarafından bilinen, sevilen ve onlar üzerinde geniş
çağrışımlar uyandıran bir sanattır. Romanın, etrafında döndüğü iki büyük şahsiyeti
olan Ata Molla ve İsmail Molla, konaklarında musiki fasılları düzenleyen, Boğaz’da
ve bütün İstanbul’da bu zevkleriyle meşhur olan kişilerdir. Ayrıca İsmail Molla,
musikiden oldukça anlayan, sesi güzel olan ve bunu zaman zaman insanlarla
paylaşan birisidir:
“Molla Bey gençliğinde bütün İstanbul’un sesine koştuğu nadir
insanlardandı. Onun için bu besteler başlar başlamaz, her tarafta ses kesilir,
komşu evlerden, pencerelerden başlar uzanır, denizde gezinenler varsa
orada, hemen pencerenin önünde dururlar ve Boğaz gecesinin geniş, pırıltılı
sükûtu, Bayatinin, Mâhurun sıcak busesi ile kucaklaşırdı.”79
Romanda Behçet Bey’in hayatında önemli bir yere sahip olan Necip Paşa
konağı ise tam bir musiki yuvası olarak anlatılmıştır:
“Abdülmecid’in ölümü üzerine dışarıya çırağ edilmiş saraylılardan
olan Necip Paşa’nın karısı Târıdil∗ Hanımefendi, bu 1310 seneleri
İstanbul’unun zevk ve moda itibariyle en meşhur çehrelerinden biriydi.
Ayrıca bizim musikîyi çok sever ve anlardı. Selâmlığında kendi havasınca
78 Tanpınar, M.B., s. 24. 79 A.e., s. 30. ∗ Bu isimlendirme, romanın konusu, işleyişi ve yapısıyla ilgili bir isim sembolizasyonunun gözetildiğini ortaya koymaktadır. Eski musikiye çok meraklı bu kadın kahramanın ismi Târ-ı dil, yani “gönül teli”dir.
177
yaşayan Necip Paşa’ya mukabil o da her akşam haremde seçilmiş birkaç
ahbabı ve seneden seneye kadrosu yenileşen cariyeleriyle erkek
tecessüsünün hiçbir tarafından sızmadığı bir mahremiyet içinde yaşardı.
Hem de saz ve musikî olmadığı gece hemen yoktu. Doğrusu istenirse Necip
Paşa’nın evi o yıllar içinde alaturka musikînin en iyi tanıdığı merkezlerden
biriydi. Öyle ki soylarında pazardan alınmış kadın bulunmamasını bir gurur
meselesi telâkki eden bazı ikbale yeni ermiş taassuplu aileler bile -daha
ziyade Anadolulu ve Rumelili zengin arazi sahipleri ve orta sınıftan
İstanbullular - Târıdil Hanımefendi’nin yetiştirdiği, okutup yazdırdığı, hoca
tutup musikî öğrettiği bu cariyeleri evlâtlarına almağı isterler ve nasıl
herhangi bir düğünde, bir bayram ziyaretinde, yahut gezintide
hanımefendinin veya bu kızların üstünde gördükleri yeni mevsim modası
elbisenin baş tuvaletinin, çarşaf ve feracenin, uzun uzun bahsi yapılırsa, üç
beş sene evvel satın alıp kendi gözü önünde, öz kızıymış gibi itina ederek
yetiştirdiği bu cariyelerin terbiyelerinden, seslerinden ve sazdaki
ustalıklarından, güzelliklerinden öyle bahsedilirdi. İzdivaca kadın gözünün
ve zevkinin hâkim olduğu, kadınların birbirleri hakkında cinsî kıskançlığın
dışında hüküm verebildikleri bu devirde bu konak bir nevi bediî mektep gibi
kabul edilmişti.”80
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu ilk romanında musiki ve onun kahramanlara
etkisi, bu sanatın sosyal ve kültürel boyutları hakkında fazla bir yorum yapılmadan
söz konusu edilir. Yazar, burada meselâ Huzur’da yapacağı gibi musikiyi kullanarak,
musiki üzerinden toplumsal meselelere dair yorumlar yapmaz. Musiki bu romanda
millî ve kültürel hayatın aynası, göstergesi ya da taşıyıcısı olarak değil, genel olarak
ferdî etkileri bakımından ön plândadır. Fakat Sabri Hoca - İsmail Molla
diyaloglarında, yani batının ve doğunun, dolayısıyla Türkiye’nin konuşulduğu
anlarda musiki kültürel ve tarihî kimliğin bir parçası olarak zikredilecektir. Bunun
gibi, yukarıdaki uzun paragrafta anlatıldığı üzere, musikinin ve musiki öğrenmenin
insana kattığı değer de bir anlamda romanın geçtiği zamanın kabullerini ve değer
ölçülerini vermesi bakımından bir toplumsal boyut içerir. Musikinin, Osmanlı saray
80 A.e., s. 75-76.
178
hayatında çok büyük bir önem taşıması, eski bir saraylı olarak tanıtılan Târıdil
Hanım’ın musikideki ısrarını açıklamaktadır.
Mahur Beste’de musikinin ferdî zevkler ve hastalık derecesindeki
etkilenmeler boyutunda ele alınmasına dair bir başka örnekse Behçet Bey’in karısı
Atıye Hanım’ın, kayın pederi İsmail Molla’yla olan dostluğu anlatılırken karşımıza
çıkar:
“... Bununla beraber, mehtap sefaları ve saz âlemleri için yalı eskisi
gibi bırakılmıştı. Bu âlemlere kadın erkek, ayrı ayrı sandallarla iştirâk etmek
âdet olduğu halde, Molla Bey gelininden ayrılmaz, birlikte çıkarlardı. Bazan
sazı Molla’nın kendisi idare ederdi. O zaman, devrin modası olan şarkılar ve
besteler bir yana bırakılır, daha ağır bir musikî Boğaz’ı doldururdu. Kışları,
her Perşembe, Molla Bey geliniyle fakat bu sefer ayrı arabalarda Yenikapı
Mevlevihanesi’ne giderlerdi. Genç kadın çalmaz, söylemez, fakat musikiyi
severdi. Musikî dinlerken, kendini bütün talihi idare eden bir meleğe bırakır
gibi bir hali vardı. Molla Bey onun bu halini hem sever, hem de marazî
denebilecek bir hassaslığın neticelerinden korkardı. Bununla beraber, onu
derinleştirmekten de çekinmezdi. Ona göre esas olan, zaman dediğimiz şeyi
insan ruhunun benimsemesi, bir meyva ısırır gibi, kendi izlerini ona
kuvvetle geçirmesiydi. Her türlü saadet ve felâket düşüncesinin üstünde bir
talihin kendisini tamamlaması lâzımdı. Istırap insanoğlu için gündelik
ekmek, ölümse sadece bir kaderdi. İkisinden de kaçılamazdı. Asıl dâva,
derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata
şahsî bir çeşni vermekti. Genç kadın musikîyi seviyordu. Bu belki onu
tüketebilirdi; fakat bu kadar güzel bir şeyin içinde onunla beraber tükenmek
mukadderse bundan ne diye kaçmalıydı?
Kaç defa kızı gibi sevdiği gelininin eski bir besteyi dinlerken
birdenbire yüzünün değiştiğini, ürperdiğini, yakalanması imkânsız olan bir
şeyi ister gibi tâ içten çırpındığını görmüştü. Beste bitince bu hâl de biter,
genç kadın olduğu yerde, adeta musikîde erimiş gibi kalırdı. Hakikatte bu
erimek, kendini bulmak, asıl saadeti yakalamaktı. İnsan bu kartal pençesini
179
teninde duymadan kendisi olamazdı. Onun için genç kadını ömrünün bu
biricik saadetinden mahrum etmeyi bir kere bile aklına getirmemişti.”81
Mahur Beste, bütünü göz önüne alındığında bir tek şahsın etrafında dönen,
bir kişinin hayatını anlatmayı, onun macerasını nakletmeyi hedef edinen bir roman
gibi görünse de yazar, bu romanda çeşitli vesilelerle (bu vesileler genel olarak Sabri
Hoca-İsmail Molla diyaloglarıdır) zaman, tarih, doğu-batı, eski hayat-yeni hayat gibi
sosyolojik damarlar da yer almıştır. Eski musikimiz, fertlerin hayatlarına ve
maceralarına etkilerinin yanında az da olsa bu toplumsal tarafıyla okuyucuya
sunulmuştur. İsmail Molla, romanın bir yerinde Türk toplumunu ve Türk’ün
Müslümanlığı yaşayış ve tatbik ediş tarzını anlatırken, diğer başka sanatlarla birlikte,
klâsik musikinin bestekârlarından birisini söz konusu eder:
“Gene anladım ki bizim şark; Müslümanlık, şu bu diye tebcil
ettiğimiz şeyler, bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekillerdir. Bize
ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah’ın yazısı, Itrî’nin Tekbîr’i, kim
olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır.”82
Tanpınar, Şiirler’i hariç, en çok kendi içine kapanan, en ferdî eserlerinde bile
yer yer kültürel ve sosyolojik konulara eğilmiş, kahramanlarını bu tür konular
hakkında fikir ve yorum sahibi kişilerden seçmiştir. Hatta İhsan ve Mümtaz gibi
münevver kesimden seçilenlerin, toplumsal meseleler üzerinde çeşitli teklifleri de
vardır. Yazarın kahramanlarına söylettiği sözlerin çoğunun arkasında da deneme ve
makalelerde de karşımıza çokça çıkan kültürel değerler vardır. Tanpınar, bu 81 A.e., s. 76. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın musiki üzerine düşünceleri, ondan bahsederken yaptığı benzetme ve kullandığı kelimeler genel olarak birbiriyle paralellik arz etmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi gerek fikrî yazılar gerekse de edebî eserlerinde Tanpınar için musiki ve özel olarak da klâsik musiki, yukarıdaki alıntıda “İnsan bu kartal pençesini teninde duymadan kendisi olamazdı” şeklinde söz konusu edildiği gibi birçok yerde “kartal” metaforu etrafında algılanır:
“Fakat onun Mâhur’larını, Acemaşiran’larını, Rast’larını, Sultanî Yegâhlarını, Ferâh-fezâlarını dinlerken kendimizi birdenbire bir uçta -çünkü nağmesinin kartalı daima bizi bir yerlere taşır- fakat dünyamızla zenginleşmiş buluruz.” B.Ş., s. 96.
“Bir Bach, bir Beethoven, bir Itrî, bir Dede daima beraber yaşanmak için çok güç arkadaşlardır. Her an aynı yükseklikte uçulmaz. Her an tam insan olmak güçtür. Her an göğsümüzün içinde bir kartal besleyemeyiz.” “İsmail Dede”, İstanbul, No: 5, Mart 1954; Y.G., s. 374. 82 M. B., s. 109.
180
bakımdan Türk milletini ve tarihini en iyi yansıtan sanat olarak nitelendirdiği
musikiyi, Huzur’da da yeri geldikçe söz konusu etmiş ve onu esas alarak eski-yeni
ve doğu-batı gibi karşılaştırmalara gitmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eski
musikiyi en çok kullandığı, ona en çok mânâyı ve görevi yüklediği eseri şüphesiz
Huzur’dur. Huzur, İkinci Dünya Savaşı’nın ve İhsan’ın hastalığının tehdidi altında
geçirilmiş bir günün içinde, geriye dönüşlerle ve bir sene öncesinin hatırlanmasıyla
oluşturulmuş bir romandır. Bu bir senelik zamanı hatırlayışta en çok yer işgal eden
ve Tanpınar’a söylemek istediklerini dile getirmek konusunda en çok yardım eden
öğelerden birisi de eski musikidir.
Huzur; İhsan, Mümtaz ve onların toplumsal konulara dair fikir ve yorumları,
medeniyetimizin en damıtılmış ve en zirve noktası olan İstanbul, onun Tanpınar için
önemli olan semtleri, İkinci Dünya Savaşı tehlikesi ve bütün bu esasların etkisinde
olan, tüm bu esasların ele alınışında çok büyük bir etkiye sahip olan Mümtaz -
Nuran aşkı (çünkü Mümtaz’ın tarihî, kültürel ve toplumsal meseleler üzerindeki
fikirlerinde, o an için Nuran’la olan durumlarının büyük etkisi vardır) üzerine bina
edilmiş bir romandır. Musiki, bir taraftan ferdî tahassüsler noktasında metne dahil
edilirken, bir taraftan da tarihî ve kültürel kimliğimizin oluşmasında, yaşanmasında
ve taşınmasındaki etkileriyle söz konusu edilmiştir.
Huzur’un birçok yerine makam, beste ve bestekârlar hakkında yorumlar yer
almış, Eski musikimizin bazı eserleri, bu eserlerin teknik özellikleri, bestekârları ve
insanlar üzerindeki etkileri eserin önemli bir bölümünü teşkil etmiştir. Ahmet Hamdi
Tanpınar, bunları işlediği satırlarda genel olarak kendisinin veya kahramanlarının
şahsî izlenimlerini söz konusu etmiş, bazı yerlerde de bu beste ve bestekârların millî
kültürümüzdeki yerlerini tayin etmiştir.
Romanın daha ilk sayfalarında, Mümtaz’ın Kapalı Çarşı’yı gezdiği satırlarda
Tanpınar Nevâ’dan ve onun kendisine has dünyasından şu ifadelerle bahseder:
“... Fakat bu küçük sokağın garip tezatları bir değildi. Biraz ileride
bir dükkânda çalınan Darülelhan plâğından bir Nevâkar, hemen karşısındaki
181
gramofonun ağız dolusu fışkırdığı bir fokstrotun arasından, sağanak altında
kalmış bir gül bahçesi gibi kendi ledünnî dünyasını açıp kapıyordu.”83
Tanpınar’ın ilk romanına ismini veren ve asıl kahramanlarından biri olan
Mahur Beste, Huzur’da da hayatiyetini devam ettirmektedir. Ahmet Hamdi
Tanpınar, yeri geldikçe Mahur Beste hakkında bilgiler vermiş ve bazı yorumlarda
bulunmuştur. Romanın başlarında, bu beste ve hikâyesi şu satırlarla okuyucuya
tanıtılır:
“Mahur Beste, Nuran'ın dedesi Talât Bey'in eseriydi. Bu ve buna
benzer birkaç hadise onu birkaç koldan evlenme ile çok genişleyen bu eski
Tanzimat ailesi arasında uğursuz tanıtmıştı. Buna rağmen bu garip eser
hafızalarda yerleşmişti.
Çünkü Mahur Beste küçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan o
acı çığlıklardan biriydi. Eserin kendi macerası da garipti. Talât Bey'in karısı
Nurhayat Hanım Mısırlı bir binbaşı ile sevişerek kaçınca Mevlevî muhibbi
olan Talât Bey bu eseri yazmıştı. Hakikatte tam bir fasıl yapmak istiyordu.
Fakat tam o esnada Mısır'dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım'ın ölümünü
haber vermişti. Daha sonra ise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf
ettiğini öğrenmişti. Mümtaz'a göre Mahur Beste Dede'nin bazı beste ve
semaileri gibi, Tab'î Efendi'nin Beyâtî Yürük Semâisi gibi hususî yürüyüşü
olan, insanı büyük mânâsında kaderle karşılaştıran bir parçaydı.”84
Bu ifadelere göre eski musiki, insanı kendi talihiyle başbaşa bırakmaktadır.
Nitekim yazar, makalelerinde de bu özelliğe dikkat çekmişti.
Huzur ve Mahur Beste adlı romanlarda “Mahur Beste”nin kendisine has bir
hikâyesi ve kahramanlara göre bir uğursuzluğu, dolayısıyla ayrıcalıklı bir yeri vardır.
Bu yüzden Mahur Beste’nin, diğer bestelere göre farklı bir etki alanı ve dozu söz
konusudur. Örneğin, Ferah-fezâ ve Nevâ’nın insan üzerindeki tesirleri genel olarak
83 Huzur, s. 52. 84 A.e, s. 52.
182
Tanpınar tarafından açıklanırken, Mahur Beste söz konusu olduğunda Nuran devreye
girer; bestenin kendisi ve ailesi için ehemmiyetini zaman zaman anlatır. Bu beste,
ailede uğursuz sayılmaktadır:
“... Mümtaz'ın hayretine son yoktu.
-Demek Tevfik Bey sizin dayınız... Talât Bey de büyük dedeniz?
-Evet, Talât Bey annemin büyük babası.
-Ben Tevfik Bey'i hatta bir kere de dinledim. Bize Mahur Beste'yi
okudu. Mahur Beste'yi seviyor musunuz?
- Çok... hem çok severim. Fakat biliyor musunuz, bizim evde
uğursuz sayılır.
Mümtaz genç kadının yüzüne ciddiyetle baktı:
-Böyle şeylere inanır mısınız?
-Hayır, yani düşünmedim. Tabiî herkes gibi bende de birçok şeyler
için o müphem korku var. Mahur Beste'nin benim üzerimde tesiri çok başka
türlü oldu. Beni büyükannemin yaptığı hata korkuttu. Bizim ailede
ihtirasları yüzünden etrafını mustarip eden çoktur.”85
Bestenin Nuran üzerindeki kurduğu baskı, yukarıdaki alıntıda görüldüğü
üzere biraz da irsiyet meselesidir. Yazar, Nuran üzerindeki gerilim öğesini kurarken
en çok bu eski hatıralara ve tabiî eski musikiye dayanmıştır. Nuran, bir taraftan
Mümtaz’ı seviyor, onunla evlenmek istiyorken, bir taraftan da büyükannesinin hazin
macerasını düşünmektedir. Ayrıca bu bestenin oluşturduğu irsiyet, Mümtaz’ın
Nuran’a bağlanmasının sebeplerinden birisi olarak gösterilir:
85 A.e., s. 104
183
“... Belki Nuran'a karşı olan aşkında da bunlar vardı. Genç kadının
arkasında Mahur Beste'nin çok yüklü irsiyeti bulunmasa, kendisinden
evvelki aşk ve evlenme tecrübesinin verdiği üstünlükle hayatına girmiş
olmasa Mümtaz o kadar kendisine bağlanmayacaktı.”86
Büyükannesinin hayâli, birçok yerde Nuran’ı uyarmakta ve Nuran’ın da
sonunda bedbaht olacağını söylemektedir. Nuran, zaman zaman içindeki kanın
kendisini idare ettiğini düşünür ve kendisine istemediği şeyleri yaptıracağı korkusu
taşır. Bu korkunun en belirgin kaynağı da yine bahis konusu bestedir:
“... Nuran bu kanı kendisinde tehlikeli bir miras gibi yıllarca
gezdirmiş, onu uyutmağa, onu inkâra çalışmıştı. Fakat Mümtaz'a Ada
vapurunda ikinci tesadüfünde birdenbire dizginleri elinden kaçırmıştı. Bir
şeyden korkmak, biraz da onun geleceğini beklemektir. Nuran belki de
içindeki korku ile bu mirasın kendisinde uyanmasını hazırlamıştı. Onun için
Mümtaz'a bir vapur kamarasında -Allah’ım ne ayıp!- alçak sesle Mahur
Beste'yi, -hem ilk teklifte, rica bile etmeden!- okumuş, Kandilli tepesinde
Sultanîyegah bestesini dinletmişti. Bu kan garip bir halita idi. Onu alaturka
musiki dedikleri acayip tokmakla döve döve hazırlamışlardı.
Mahur Beste, bu aile yadigârı, yer yer mazlum rızası ve zalim
hatırlayışları, bir nevi ilk ve iptidaî tabiata dönüşe benzeyen ıstırabı ile bu
çift mirasın, şimdi bir tarafında derinleşen, kendisini davet eden
uçurumuydu. Ne gariptir ki, hayatını düşündüğü zaman kendisine o kadar
usluluk dersleri veren büyükannesi, bu besteyi hatırladığı zaman büsbütün
başka bir dille konuşuyor, küçük ve soluk, sert ve yaldızı dökük resimde
bütün hayatına, inkâr eden bakışlarla bakan, ömrünün hayali karşısında kuru
yaprakları altında gömülmeğe hazırlanmış bir sonbahar gibi içlenen kadın,
birdenbire bu nedametten soyunuyor, Nuran'ın çocukluğunda yetiştiği
ihtiyar kadınların anlattığı o yarı vahşî güzelliği ile diriliyor, sanki kendi
sevgisinin ve yaşama iştihasının ocağında bitmez tükenmez bir ateş raksı
yapıyordu. -Atıl, diyordu. Atıl bu ava; yan ve yaşa!... Zira aşk yaşamanın
86 A.e., s. 265.
184
tam şeklidir... Daha garibi bu ateş raksında, bu adeta iptidaî oyunda
dedesinin mazlum ve mütevekkil ruhunu da, kendi ıstırap tecrübesini
tekrarlamağa hazır bir halde onunla beraber bulunmasıydı. Vakıa o
Nurhayat Hanım'da olduğu gibi büyüsüyle, çılgın ve muhteris konuşmuyor,
onun gibi alev raksları yapmıyordu. Fakat reçineli, yağlı bir kütük gibi
kendi ıstırabıyla bu alevi besliyor, onun ocağında yanıyordu. -Mademki
benim kanımı taşıyorsun, sen de sevecek, şu veya bu şekilde ıstırap
çekeceksin! Bir kaderden kurtulmağa beyhude çalışma!- Hatta daha ileriye
gidiyor, -Bütün ömrünce bunu beklemedin mi?- diye soruyordu.”87
Romanın bazı sayfalarında Tanpınar, “alaturka musiki” dediği klâsik
musikinin bazı makamlarını ve bu makamlarda bestelenmiş eserleri saymış ve onları
karşılaştırmıştır. Romanın kahramanları da kendi his ve estetik dünyalarının etkisiyle
bu eserler hakkında tercih yapmışlardır:
“İkisi de alaturka musikiyi çok sevmekle beraber, muayyen
makamlardan öteye pek az geçerlerdi.
Ferah-fezâyı, Acemaşiranı, Beyatî’yi, Sultanîyegâhı, Nühüft’ü,
Mahur’u tercih ederlerdi. Bunlar asıl ruh iklimleriydi... Fakat bunlarda da
her eseri olduğu gibi kabul etmezlerdi. Çünkü Mümtaz'a göre alaturka
musiki eski şiirimize benzerdi: Orada da asıl sanat addedilen ve öyle
yapılandan şüphe etmek gerekirdi. Daha ziyade bugünün muayyen seviyede
zevkiyle, garplı terbiyenin zevkiyle seçilen eserler güzel olabilirdi. Bunların
dışında Hüseynî’yi ancak Tab'î Mustafa Efendi'nin bestesi cinsinden birkaç
eserinde ve Dede'nin bazı eserlerinde beğenirler, Hicaz’dan Hacı Halil
Efendi'nin meşhur semaîsini bilirler, Uşakî Hacı Arif Bey'in meşhur iki
şarkısıyla, Suzidilârâ’yı Selim-i Sâlis'in kaderiyle birleşmiş hususi bir
zaman addederlerdi.”88
87 A.e, s. 131-132. 88 A.e, s. 142. Burada bir nüsha farkını işaret etmek faydalı olabilir. Romanda yukarıdaki ifadeler yer alırken, tefrikada “Tab’î Mustafa Efendi’nin bestesinde, Dede’nin bazı eserlerinde, beğenirler. Uşaktan Hacı Halil Efendi’nin meşhur semâisini bilirler, Suzidil-ârâyı Selim-i Salis’in kaderiyle birleşmiş...
185
Huzur’daki bu makam zevkleri ve itiyatları, Tahir Abacı’ya göre biraz da
Tanpınar’ın klâsik Türk musikisine olan vukufundan ve şahsî tercihinden ileri
gelmektedir:
“... Yine de Tanpınar’ın ilgisi açık bir biçimde Klâsik Türk
Müziğine yöneliktir. Onun da basit makamlarına değil, 17. ve 18. yüzyılda
dönemin modernleşme akımlarına özenen besteciler tarafından yapılmış
“mürekkep” makamlarını yeğler. Yine Klâsik Türk Müziği’nin ağır
formlarınadır ilgisi, “şarkı”dan çok “beste”, “kâr”, “âyin” gibi formlara
yönelir.”89
Yazar, bu yorumlardan sonra, Huzur’un kahramanlarının makam zevklerine
dair olan bizim de yukarıda iktibas ettiğimiz satırları alır ve şöyle devam eder:
“Bu satırlar da Tanpınar’ın ilgisinin hüseynî, uşşak, muhayyer, rast
gibi basit ve “bezm”e görece daha yatkın makamlara ve “şarkı” formuna
değil, mürekkep makamlara, ağır formlara yönelik olduğunu
göstermektedir.”90
İlerleyen sayfalarda, Mümtaz’ın evinde yapılan ve Mümtaz’ın bazı
arkadaşları, Tevfik Bey, Emin Dede, İhsan ve karısı Macide’nin de bulundukları
geniş katılımlı ve romanın musiki tarafını en çok besleyen bir toplantıda da Nevâ ve
Mahur Beste gibi makamlarla; Itrî, Dede, Hafız Post, Sadullah Ağa, Basmacızâde
gibi bestekârların isimleri zikredilir. Bu toplantıda geçen diyalogların bazılarında
beste ve bestekârlar kıyaslanmış ve böylece eski musikimizin insan ve onun
duyguları üzerindeki tesirleri irdelenmiştir. Faslın başında Tevfik Bey, çeşitli
bestekârlardan besteler okur ve Tanpınar, bu sahneyi ve musikinin şahıslar
üzerindeki tesirini okuyucuda daha iyi uyandırmak için araya girer. Bu
müdahalelerde Tanpınar’ın yorumları şu şekildedir:
şeklinde satırlar yer almıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz., “Tefrika ile Kitap Arasındaki Farklılıkların Listesi”, Huzur, s. 400. 89 Abacı, a.g.e., s. 57. 90 A.e., s. 57.
186
“... Tevfik Bey asıl Nevâ’nın billûrunun tutuştuğu ilk cümlelerle
makam oyunlarını bitirdikten sonra sustu:
- İşte bu kadar... Kaç senedir söylememiştim. Âdeta sesimin izinde
yürüdüm. Bundan gerisini tamamıyla unutmuşum.
Mümtaz'la Nuran çok uzaklardan dönüyorlarmış gibi şaşkındılar.
Tevfik Bey'in sesi Nevakâr'da o zamana kadar pek az tanıdıkları bir
kudret almıştı. Tanımadıkları bir kuş bir yerde büyük bir nehrin, bir aydınlık
tufanının sarayını kurmuş gibiydi. Fakat asıl mühim olan etraflarındaki
şeylerin Itrî'nin elinde birdenbire değişmesiydi!
-Oldu olacak, bari bir de Mahur Beste'yi lütfetseniz?
Tevfik Bey homurdandı:
-Mahur Beste mi?.. Mümtaz'a alayla baktı! Pekâla... ama yavaş
sesle... Ve hakikaten yavaştan makamı aradı, sonra sesi birden havalandı.
Gittin emmâ ki kodun hasret ile cânı bile...
Hayır, bu başka şeydi, burada Itrî'nin ihtişamı yoktu; demin hepsi
beraber aynı şeyi düşünüyorlardı. Şimdi herkes bir kayalıkta oyulmuş taş
hücrelerde, birbirinden ayrı mahpustular. İhsan:
“Itrî çok mâşeri!” diye düşündü! “Fakat bu da çok güzel.” Bir
müddet sustu; hep aynı uzlet içinde mahpus olduğunu hissediyordu:
-Bazı şeylerin havasından çıkmak güç oluyor, dedi.”91
Romanda bazı makam ve bestekârlar, bizzat bizde uyandırdıkları çağrışımlar
ve insan ruhunda doldurdukları boşluklar dikkate alınarak analiz edilmiştir.
91 Huzur, s. 233-234.
187
Makamları, insan üzerindeki tesirleri bakımından karşılaştıran Tanpınar’ın cümleleri
şöyledir:
“Seyit Nuh'un Nühüft bestesi, Mümtaz için bizim şarkımızın en
kendisi olan tarafıydı. Pek az eser onun kadar ruhumuzdaki sonsuzluk
iştiyakını, güneşe, aydınlatıcı ve yakıcı şeylere doğru kanatlanmayı verirdi.
Çünkü bu -yine kahramanımıza göre- asıl hamlesi her şeyi ilga eden
aydınlığa doğru uçuş olan bir iç âlem medeniyetinin özüydü. Orada yalnız
bir kamaşma, kendini tüketme isteniyordu. İnsanoğlunun sonsuzluğu da,
burada idrakten bir çırpıda soyunup katıksız bir ruh olmaktaydı. Onu
dinlerken maddemizden ayrılıyor ve bu yüzden ölüm, kendini bir uçta,
bütün kâinatla mutabakat halinde idrakten ibaret bir hayatın önünde, onun
tılsımlı aynası, güler yüzlü kardeşiyle sarmaş dolaş yaşayan mahzun yüzlü
kardeşi oluyordu.
Asıl garibi bu mucizenin bir çırpıda olup bitivermesiydi. Basit ve en
âdî cinsinden bir beytin etrafında oyun başlar başlamaz, insanda değişiklik
başlıyordu.
Fakat bu işte makamın da büyük payı vardı. Nağmenin billûru öyle
karanlık akislerle doluydu ki, insan ruhunun çalıştığı iki uç, aşk ve ölüm
ister istemez birleşikti.
Dede'nin Acemaşiran Yürük Semâisi Nühüft’ten çok başka türlü
zengindi. O bir yığın ölümden sonra bir hatırlamaya benziyordu. Sanki yüz
binlerce ruh bir ârâfta bekleşiyordu. Burada da sır konuşuyordu. Burada da
insan birçok taraflarını ilga ediyordu. Fakat istenen bir şey vardı. Burada
Allah veya sevgili dışarıdaydı. Biz ona doğru yükselmek istiyor, “Nerede
olursan ol, bulunduğun yer cennetimizdir” diyorduk.
188
Mümtaz olduğu yerden Nuran'ın sesini dinlerken ve gayretin
zorladığı çehre değişikliklerini seyrederken, o da İsmail Dede gibi
tekrarlıyordu: “Bulunduğun yer cennetimizdir...”92
Bazı makamlar, Mümtaz’a çeşitli cephelerden tesir etmektedir. Bu tesirler de,
daha çok kahramanın o anki psikolojisiyle ilgilidir. Yazar, kendisini iyi hissetmediği
bir akşam meyhaneye giren Mümtaz’ın, meyhanenin içinde Rumca şarkı çalındığı
hâlde “içindeki seslerin devam ettiğini” belirtir ve “Eviç” makamının ondaki
etkilerini anlatırken, eserin hem bireysel hem de toplumsal boyuttaki çağrışımlarını
anlatır:
“Etrafındaki gürültüye rağmen kendi içindeki sesler devam
ediyordu. Eviç, elden çıkmış vatan parçalarından topladığı hava ile hâlâ
hayalinde konuşuyor, Nuran'ın güzelliklerini, insan talihinin acılıklarını,
eski Tuna boyu âyan konaklarının, unutulmuş şehirlerin hatırasından ona
sunuyordu. “Eviç, Rumeli'nin Hüseynîsidir” diye düşündü.”93
Klâsik musiki ve bazı bestekârlar, romanın bazı yerlerinde, kişiliğin
oluşmasında ve gelişmesinde, insanın sağlam bir estetik seviye kazanmasında da
miyar olarak kabul edilmiştir. Meselâ yazar için, bir kişinin Tab’î Mustafa Efendi ve
Dede’yi bilmemesi, onları dinlememiş olması ve bu hâlde birisini sevebilmesi hayret
vericidir:
“İşte bir adam ki Tab'î Mustafa Efendi veya Dede'yi tanımadan,
Baudelaire'e ve Yahya Kemal'e hayran olmadan sevebiliyordu.”94
Yazarın bir güzel sanat olarak musiki hakkındaki fikirlerinde de görüldüğü
gibi, bu romanın ilerleyen sayfalarında bazı eserler, bir kıyas ve benzetme unsuru
olarak metne dahil edilmiş ve gökyüzü Ferah-fezâ âyinine benzetilmiştir:
92 A.e, s. 144-145. 93 A.e., s. 299. 94 A.e., s. 170.
189
“Mümtaz ceketini Nuran'ın omuzlarına atarken:
-Ayın Ferah-fezâ Peşrevi, dedi.
Hakikaten Dede'nin Ferah-fezâ Peşrevi'nde olduğu gibi, fakat
görünmeyen neylerden yaprak yaprak dökülen bir dünyada idiler.
Etraflarında her şey ney nağmesi gibi yumuşak, derinden ve erişilmez
sırların aynası idi. Sanki çok rahmanî bir düşüncenin, her zaafını yenmiş bir
aşkın üst üste kavislerinde dolaşıyorlar, öz hâlinde bir yığın baharın
arasından geçiyorlardı.”95
Yukarıda bahis konusu edilen musiki âleminin yemekten sonraki bölümünde
Emin Dede’yle, Nuran’ın dayısı Tevfik Bey’in beraberce idare ettikleri bir fasıl
başlar. Emin Dede’nin ney’i, Mümtaz üzerinde derin bir tesir bırakır. Yazarın, İsmail
Dede Efendi’nin eserinden bahsederken kullandığı sıfatlar da oldukça dikkat
çekicidir:
“Emin Dede makamların arasında çok kısa bir gezinti yaptı ve sonra
Dede'nin Devr-i kebir Peşrevi'ne girdi. Mümtaz bu Peşrev’i Cemil'den
birkaç defa dinlemişti. Fakat şimdi o büsbütün başka bir eser olarak
karşısına çıkıyordu. Daha ilk notalardan itibaren garip bir hasret
duygusu binlerce ölümün arasından güneşe hasrete benzeyen bir özlemle
içlerini kapladı, sonra bu hasret duygusu hiç dağılmadan -Mümtaz
karşısındaki Nuran'ı hep bu duygunun arasından görüyordu- garip ve sonsuz
bir sonbaharda yaprak yaprak dağıldılar.
Altın semaların, büyük sararmış yaprakların, acayip nilüferlerin,
beraberce yüzdükleri durgun bir havuz, bilmedikleri bir tarafta, belki -ve
hatta şüphesiz- uzviyetlerinin bir tarafında genişledi.
Emin Bey'in neyi, nefes ve rüzgâr mahiyetini hiç kaybetmeden,
madenî, yahut daha iyisi garip ve renkli çoğalışında mücevher parıltılarıyla
95 A.e., s. 175.
190
nebat yumuşaklığını birleştiren bir ses çıkarıyordu. Fakat ne kadar tok,
hacimli ve genişti. Büyük sofa onunla doluyor, pencerelerden dışarı
taşıyor, âdeta bahçe son çiçeklerinin, sararmış yapraklarının üzüntüsüyle
onda değişiyordu. Bazen her şeyi kendi cevherine ve oradan da daha derin
bir asla iade edilecek gibi eriyor, tavandaki küçük avize bu gül yağmuruna
benzeyen ses çağlayanında acayip kavs-i kuzahlarla tutuşuyor, sonra cesur
bir dirsek büküşüyle veya ancak hiç rengini kaybetmeden nizamını
benimsediği sarmaşıklarda, salkımlarda, ince lifî nebatlarda görülen o
acayip ve birbirine yapışık tırmanışla kendi kendisinden biraz evvelki
çehresi olarak doğuyordu. Mümtaz Cemil'in neyini ustasının sesi arasında
ararken birinci hane bitti. İkinci hane daha sakin bir raksla bu bitişin
vehmettirdiği mahzun hatırlayıştan fırladı. Tekrar üst üste rüzgarlarda
savruldular, ruh fırtınasından geçtiler, ümitsiz iştiyakların -ah bu her şeyin
ebediyen kaybolmuş vehmi- aynasında yalnızlıklarını seyrettiler. Ve Ferah-
fezâ Peşrevi, yahut imkânsız uzlet çöllerinde yolunu seçmeğe çalışan ruh,
dördüncü defa o mahzun hatırlayışa, o sular altında tutuşmuş akşam
dünyasına döndü.96
Bir makalesinde, “Sanatlarımızda bu ikinci hayatın, tabiatla yakın alış
verişin hiç tesiri olmadı mı? Bana kalırsa bunun doğrudan doğruya ifadesini değilse
bile, aksini eski musikimizde aramak gerekir.”97 diyen Tanpınar, bu uzun alıntıda da
görüldüğü gibi klâsik musiki için kullandığı sıfatların çoğunu yine tabiattan seçmiş,
eski musikinin şahıslarda oluşturduğu tesirleri “sonbahar, yaprak, nebat yumuşaklığı,
büyük sararmış yapraklar, nilüfer, sarmaşık, salkım, lifî nebat” gibi tabiata ait
sıfatlarla tasvir etmiştir.
Yukarıdaki alıntı esas alınacak olursa klâsik musiki, yazar için aynı zamanda
“güneş, altın sema, madenî, mücevher parıltılar, avize, cevher, tutuşmuş akşam
dünyası” gibi kelime ve terkiplerin ifade ettiği gibi “aydınlık, parlaklık ve sıcaklık”
noktasında bir anlam ifade etmektedir. Klâsik musiki ve onun yazardaki
çağrışımlarının eserin üslûbuna da tesir ettiğini ve bu ifade şeklinin, Tanpınar’ın 96 A.e., s. 252-253. 97 Tanpınar, “İstanbul Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, 1953; Y.G., s. 151.
191
üslûbunu şiirselleştirdiğini, en azından yazarın, eski musikiden bahsederken çok
subjektif terkiplere başvurduğunu söylemek mümkündür.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Ferah-fezâ’nın kahramanlar üzerindeki tesirlerini
ortaya koyduktan sonra, bir sayfa ilerde tekrar Dede’ye ve Ferah-fezâ’ya döner.
Buradaki yorumlar yazarın, musikiyi mistik boyutlarıyla ele aldığını göstermektedir:
“Fakat asıl mucize âyinin kendiyle başladı.
Dede'nin Ferah-fezâ âyini sadece bir dua, inanan ruhun Allah'ını
aradığı bir çırpınış değildi. Mistik ilhamın vasfı olan geniş hamleyi, sırrı,
doğrudan doğruya zorlayan büyük ve dinmez hasreti hiç kaybetmeden eski
musikinin belki en oyunlu eserlerinden biriydi. Dede alaturka musikinin
makamlar arasında küçük gösterişler, değişmeler ve kararlarla dolaşmaktan
ibaret olan gelişmesini o şekilde ifade etmişti ki, âyin kendiliğinden bir
sembol oluyordu.
Âyinin başladığı Mesnevî'nin ilk iki beytinde Ferah-fezâ makamının
bütün hususiyetlerini, aynı sarayın birbirinin aynı iki murassa cephesi gibi
verdikten sonra, çok çeşitli, uzun bir seyahati andıran kavislerle bu makamı
birkaç defa tekrarlıyor, sonra birdenbire hep aynı mimarî motiflerini
kullanmak şartıyla elde edilen ayrı ayrı terkiplere benzeyen bir yapışta onu
yavaş yavaş kendi benzerlerinde kaybetmiş görünüyordu. Böylece bütün
âyin ilk cümlelerde, -yahut beyitlerde- dinlenilen o berrak ve muhteşem
Ferah-fezânın hasreti içinde bir çeşit kozmik seyahat oluyor, kulak tattığı
hazzı -veya ruh, bir lahza kendisini kamaştıran mavera şevkini- daima
hatırlıyor, her cümlede ona yaklaştığını sanıyor, seviniyor, fakat bu sevinci
duyar duymaz, ebedî hasret ve yolculuk -Nevâ’nın veya Rast’ın veya
Acem’in daha hafif veya sadece değişik bir perdesinde- yeniden başlıyordu.
Sanki Dede bu acayip eserde mistik tecrübenin bütün mukadder seyrini
gözle görünür şekilde vermek istemişti. Bir an için Hak ile Hak olan ruh,
kendini ve gayesini geniş zaman ve mekânda arıyor, eşyanın uykusunu
sarsıyor, her şeyin özüne eğiliyor, büyük uzletlerde kapanıyor, kehkeşanlar
atlıyor, her yerde kendi hasretine benzer hasret, kendi susuzluğuna benzer
192
susuzluklar buluyordu. Ferah-fezâ makamını adeta bir nevi irşat gibi
kendisine sunan Acem perdesinden Dügâh’a, Kürdî’ye, Rast’a, Çargâh’a,
Gerdaniye’ye, Sabâ’ya, Nevâ’ya geçiyor, her şey birbirinde kayboluyor,
birbirinde arıyor, birbirinde buluyordu. Ve Ferah-fezâ bütün bu hasret
sıtması yolculukta kâh umulmadık dönemeçlerde mücevher kadehini -o tek
cümleden, tek savruluştan kadehini- birdenbire uzatıyor, kâh çok değiştirici
desenlerde seyredilen bir hayal gibi, kendi kendinin hatırası veya rüyası gibi
görünüyordu. Bu arayış, bu kaybolma ve kendini idrak bazen son derece
beşerî oluyor, Dede'nin ilhamı, “Görünmezsen ne çıkar, ben seni kendimde
taşıyorum!” diyor; bazen de, madde kadar sert bir ümitsizliğe
kapanıyordu."98
Bu satırlarda mistik lügatin fazlaca kullanılması, İsmail Dede Efendi’yle ve
eseriyle alâkalıdır. Çünkü Tanpınar’a göre eser, baş kahraman üzerinde mistik ya da
dinî tedailer uyandırmamıştır:
“... Kendisi, Mümtaz, dinî olduğu söylenen bu âyini nasıl
dinlemişti? Ferah-fezâ âyini boyunca düşüncesinin geçtiği yerleri bir bir
hatırladı. Garip şeydi bu, bütün âyin boyunca, bir defa olsun mistik bir
ürperme duymamıştı. Bütün çağrıları, Nuran'ın, bir de yazmakta olduğu
eserin etrafında toplanmıştı. Bu yokluk Dede Efendi'nin kabahati miydi?
Yoksa kendi yaratılışı mı? İçindeki fakirliğe şimdi kendisi de şaşırıyordu.
Yoksa, alaturka musiki karşısındaki vaziyeti tamamıyla müstear bir vaziyet
miydi? Onu da, hayatındaki birçok şey gibi, hatta o kadar çok sevdiği
Nuran'ın aşkı gibi, sadece bir nizam olarak mı benimsemişti? Sadece
zihninden, muhayyilesini zorla kırbaçlayarak mı bütün bunları yapıyordu?
Bu işe de, eninde sonunda elbette bir sahih ve kendimin olan dibe varırım
ümidiyle mi girmişti'?”99
Yazarın Mümtaz hakkındaki bu tespiti, bizi, Mümtaz’ın Tanpınar’ın
romandaki aynası ya da Mümtaz’ın aslında Tanpınar’ın kendisi olduğu şeklindeki
98 A.e., s. 254-255. 99 A.e., s. 266.
193
yaygın görüş hakkında yeniden düşünmemizi gerektirecek bir şüpheyi getirmektedir.
Veya şöyle düşünmek mümkündür: Tanpınar, daha önce deneme ve makalelerinde
ifade ettiği birçok fikri, romanda Mümtaz’ın ağzından vermiş ve Mümtaz’la
Tanpınar’ın zihinleri, romanın birçok yerde birbirine karışmıştır. Anlatıcı-yazarın,
Dede’nin bu eseri hakkında oldukça mistik yorumlar yapması ama bestenin Mümtaz
üzerinde mistik ya da dinî hiçbir çağrışım uyandırmadığını söylemesi bu birliği
bozan bir durum oluşturmuştur. Bu bozuşun, romanın otobiyografik bir esere
dönüşmesini engellemek için kasten yapılmış olması da ihtimal dahilindedir.
Musiki, romanın en ilginç kahramanlarından olan Suat üzerinde de kuvvetli
bir tesir bırakmaz. Fakat Suat, etrafındaki herkese ve her şeye alaycı ve küçümseyici
tavırlarla yaklaştığı için, onun durumu Mümtaz’a göre biraz farklıdır. Zaten Suat,
romana Mümtaz’ın karşısına konulması lâzım gelen bir şahıs olarak girmiştir. Ama
bahsimizle ilgili olması ve özellikle Dede’nin misal verilmesi bakımından önem
taşıdığı için bir dioloğu burada zikretmenin gerekli olduğu kanaatindeyiz:
“- Nasıl buldun Suat?
İhsan Suat'ın yerine cevap verdi:
- Şimdi onu konuşuyorduk, dedi. Suat beğenmemiş...
Suat başını kaldırdı:
- Beğenmedim değil, aradığımı bulamadım...
İhsan:
- Sen musikinin Allah'ı elinden kolundan kıskıvrak yakalayıp sana
teslim etmesini istiyorsun... Bu imkânsız bir şey! Her yerde, ancak getirdiğini
bulabilirsin! Allah ne Dede Efendi'nin, ne de başka birisinin cebinde değildir.
194
- Belki, dedi. Fakat bundan şikâyetçi değilim, beni sıkan boşluğun
etrafındaki o dönüş... Fikr-i sabit halindeki o çırpınma. O beni sıkıyor.”100
Görüldüğü üzere, Huzur’da, Dede, Itrî gibi klâsik musikimizin üstatları bazen
tarihî ve aslî şahsiyetleriyle esere dahil olmuş, ayrıca onların kullandıkları makamlar,
oluşturdukları eserler, Tanpınar’ın kurmak istediği atmosfer için uygun zemin
hazırlamışlardır. Tanpınar bir taraftan bu makam ve besteler hakkındaki bilgisini
sergilerken bir taraftan da bu eserlerin insan üzerindeki etkilerini ortaya koymaya
çalışmıştır. Söz konusu makam, beste ve bestekârların birlikte ele alınması, yapılan
kıyaslamalar ve yorumlar, romanın estetik yapısıyla da ayrıca uyum sağlamıştır.
Huzur’da, eski musiki en çok romanın baş kahramanları Mümtaz-Nuran
ikilisinin üzerine tesir eder. Musikinin etkisiyle iki sevgili birbirlerine daha çok
bağlanırlar ve birbirlerini sevdikleri için musikinin onlar üzerindeki tesirleri daha
başka olur. Romanın üslûbunun şiire en çok yaklaştığı ve Tanpınar’ın, eski
musikimiz üzerinde en enfüsî yorumları yaptığı yerler de buralarıdır.
Mümtaz’la Nuran, daha tanıştıkları gün ortak noktalarını bulurlar. İkisi de
eski musikiyi sevmektedirler ve Nuran, yeni tanıdığı Mümtaz’ın musikiye merakını
duyunca müstakbel sevgilisine daha sıcak bakar:
“-Siz, Mümtaz'ın eski musikimize merak sardığını biliyor
muydunuz?
Nuran, genç adama dostça baktı. Yüzünü çok lezzetli bir meyveye
benzeten bir gülümseme içinde:
-Hayır, dedi. İclâl burasını saklamış olacak...
Adile Hanım'ın sesi, unutulmuş olmanın korkuları içinde silkindi,
uyuduğu dolaptan çıkmış bir kedi gibi sırtını kabarttı:
100 A.e., s. 268.
195
-Ben, bu cinsten insanlara kızıyorum, doğrusu. Sanki öbürkünü
anlarlarmış gibi...
Adile Hanım, İclâl'i tanımazdı. Musiki bahislerinde ise hiçbir davası
yoktu. Alaturkayı alışmış sularda gezer gibi, bir de bazen yarattığı curcuna
havası için severdi. Ona göre musiki ve her şey şu zaman dediğimiz boşluğu
doldurmak içindi. Bir geçit alayı, bir boks maçı hikâyesi, şöyle rahatça
yapılan dörtbaşı mamur bir dedikodu, ona en güzel sanat eserinin
verebileceği sıcaklığı verebilirdi.”101∗
Musiki, şahısların birbirlerine ısınmalarında etkili olduğu gibi, bazı yerlerde
de, kimilerince sevilmeyen bir sanat olarak sunulmuş ve musikiden hazzetmeyen
kişinin, diğerlerinden ve onların dünyalarından farkı daha belirgin bir şekilde tebarüz
ettirilmiştir. Yukarıdaki alıntıda görüldüğü üzere ben-merkezci bir kişilik olan Adile
Hanım’ın baş kahramanlara olan uzaklığı, biraz da eski musikiye olan uzaklığıyla
ilgilidir. Bu noktada eski musiki, bir zevk, dolayısıyla dünya görüşü miyarı olarak
ortaya konulmuştur.
Yazar, romanın ilerleyen sayfalarında Mümtaz’ın Nuran’a olan ilgisi ve
bağlılığının sebeplerini açıklarken, genç kadının musiki ile olan bağından da söz
edecektir:
101 A.e, s. 77. ∗ Burada bir parantez açmak faydalı olacaktır. Romanın ortalarına doğru yazar, Adile Hanım’ın Mümtaz ve Nuran’a olan düşmanlığını irdelerken, aslında Adile Hanım’ın da eski musikiyi sevdiğini fakat bu sevginin onun sert tabiatını yumuşatamadığını söyleyecektir. Ayrıca Adile Hanım’ın musiki sevgisinde de “bir içten hesap” vardır:
“... O gece Adile Hanım'ın sofrada kendisine ve Nuran'a iki üç bakışını yakaladı. Ev sahibi kendisine gizliden gizliye; “Ben sana gösteririm” der gibi bakıyordu. Fakat Nuran'la göz göze geldikçe, “Bütün ömrümce seninim. Benden iyi dostun yoktur” diyordu. Adile, böylece daha zayıf sandığı, hayatında birtakım gedikler bulunduğunu bildiği Nuran'ı benimsiyordu. Bu içten hesap, Seyit Nuh'un güneş miracında, Dede'nin Allah'la sevgiliyi karıştıran aşkında, Rumeli türkülerinin onlardan ayrı bir ufukta insan kaderiyle, aşkla, ıstırapla, ölümle, ayrılıkla o kadar derinden kaynaşmasında hep aynı olarak devam ediyordu. Bununla beraber Adile Hanım eski musikimizi sever ve haz alırdı. Fakat sanat bile bazı tabiatleri yumuşatamıyordu.” Huzur, s. 145.
196
“O yaz Mümtaz'ın kısa ömrünün zirvesi, cevheri, taçlandığı nokta
oldu. Nuran sade güzel ve seven, sevilmekten hoşlanan kadın değildi. Her
şeyden evvel çok iyi arkadaştı. Garip bir anlayışı, güzel şeyleri bilerek tadışı
vardı. Musikiden iyi anlıyordu. Sanki güneş parçalarıyla dolu, berrak,
dâvudîye yakın bir sesi vardı.”103
Musiki üzerindeki bu ittifaklarına rağmen, iki sevgilinin musikide aradıkları
ve ondan anladıkları şeyler farklılık arz etmektedir. Tanpınar, bu iki ayrı zevki şu
satırlarla ortaya koyar:
“Mecit ve Aziz devirlerinde çok başka cûşişli birkaç ağır şarkı ile,
Emin Bey gibi zamanımızda klâsik zevki en halis tarafından toprağını
sevmiş bir egzotik nebat veya gecikmiş bir bahar gibi devam ettiren
ustaların eserleri, saz semâileri ve kâr-ınâtıklar bu sevgileri tamamlardı.
Mümtaz'a göre bunlar eski musikimizin modern duygu ve anlayışla
birleştiği taraflardı. Elli altmış seneden beri modern adı verilen resim
cereyanlarını bin dört yüzle bin beş yüz arasında yetişmiş eski ustalarda
bulduğu şeyi, asıl sanat ve duygu yeniliğini, o, bu bestelerde, semâi ve
şarkılarda, bu ağır ve yaldızlı, renkli oymalı tavanlara, mücevherlere gark
olmuş sekiz çifteli kayıklarından seyredilen Boğaz manzaralarına benzeyen
kârlarda bulurdu. Bunların dışında elbette kabuk, çekirdek, dal, ağaç kökü,
hulasa bir yığın şey daha vardı. Fakat asıl lezzet, zevkin çiçeği, değişmez
fikir ve diriltici usare, az tesadüf edilir hayal, hulasa hakiki ruh saltanatı
bunlardaydı.
Nuran'ın bu musiki zevkinde âşığından farkı, belki de kadın
insiyakının geniş erkek sesine, onun yaradılışına yakın hüzün ve kederine
olan uzvî bağlılığıyla gazeli sevmesiydi. Onun için bir yaz gecesini
dolduran bir gazel, belki musikiden ayrı denecek kadar hususî şekilde güzel
bir şeydi.”104
103 A.e., s. 137. 104 A.e., s. 145.
197
Eski musiki ve alaturka eserler, Mümtaz üzerinde, Nuran’la tanıştıktan sonra
daha farklı ve güçlü bir etkileme dozuna sahip olurlar. Nuran’ın eski musikiye ilgisi
ve onun hakkındaki konuşmaları, eserleri Mümtaz için daha farklı kılar:
“Bundan sonra ister istemez, evindeki plâkları, o Ferah-fezâları,
Acemaşiranları, Nühüftleri, tesadüf ettiği her şeyi yaldıza, bahar kokusuna
boğan, onlara kendi uyanışındaki sıcaklığı geçiren bu gülüşün arasından ve
onunla dinleyecekti.”105
Bireysel bir zevk olan eski musiki Nuran’a göre edilgen, Mümtaz’a göre ise
oldukça etken ve aktif bir yapıya bürünür. Eserler, Nuran’ın aşkının da etkisiyle
Mümtaz’da daha müessirdirler. Romandaki her şeyin insan için olduğunu, eşyanın,
tabiatın, duyguların, bütün kavramların insana göre konum belirlediğini bilen
Tanpınar, musikiyi de tek bir boyut ve cephede almamış, ona, insanların his
dünyalarına göre farklı görevler biçmiştir.
Huzur’da musiki, Nuran’la Mümtaz arasında o kadar önemli bir bağ kurar ki,
ilişkinin veya konuşmaların olumsuz anlarında devreye girer ve havayı yumuşatan
bir etki alanına da sahip olur:
“Mümtaz içinden kızdı. Annesi... Yarabbim, ne kadar çok engeli
var, diye düşündü. Genç kadın bu düşüncenin farkındaymış gibi:
-Ne yaparsınız, hayatımızı olduğu gibi kabul etmek lâzım. İnsan
istediği kadar hür olamıyor... Bilir misiniz ki, bu yaşta hesap vermeğe
mecburum. Geleceğimi bilseydi meraktan çıldırmıştı. Şimdi sevdiği kızı
için, en aşağı yetmiş beş türlü felaket düşünür.
Sonra birdenbire lafı değiştirdi:
-Yalnız, eski musiki mi seversiniz?
105 A.e., s. 79.
198
-Hayır, hepsini... Tabiî, anlayabildiğim kadar... Musiki hafızam
zayıftır ve çalışmadım. Siz de seviyorsunuz galiba?
-Bana bakmayın... Bizde eski musiki aile yadigârıdır, dedi. Baba
tarafından Mevlevî, anne tarafından Bektaşîyiz...”106
Roman ilerledikçe, eski musikimiz, şahıslar üzerindeki etkileri arttırır ve
onların hayatlarındaki yerini daha da genişletir. Musiki, artık sadece bir ses sanatı
olarak kalmaz, içinde yaşanılan mekânla, İstanbul’la özdeşleşir:
“... Bir başka gece Çengelköyü'nden Kandilli'ye dönerken,
Kuleli'nin önündeki ağaçların suda yaptığı o çok değişik gölgeye Nühüft
Beste adını verdiler. O kadar içinden aydınlık bir âlemdi ki, ancak
Nühüft'ün uzlet yüzlü uyanışların kamaştırdığı koyu zümrüt aynasında eşi
aranabilirdi.
Böylece Boğaz'ın seçtikleri her yerine bir ad veriyorlar, hayallerinde
İstanbul manzaralarıyla eski musikimiz birleşiyor, sesten, hayalden bir
harita gittikçe büyüyordu.”107
Huzur “İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz” diye dört bölüm hâlinde yazılmış bir
roman olsa da, bütün bölümler, olaylar ve karakterler Mümtaz’ın dünyasını
anlatmak, onu daha tanıtmak için esere dahil edilmişlerdir. Eserin büyük bir
kısmında söz konusu edilen klâsik musiki de birçok vazifesinin ve özelliğinin
yanında, Mümtaz’ın şahsiyetini veren, onun çelişkilerini ortaya çıkaran bir unsur
olarak karşımıza çıkmaktadır. Musiki, onun dünyasında ve Nuran’la ilişkisinde o
kadar büyük bir pay sahibi olur ki, Mümtaz, zaman zaman, yaşanılan ve âşık olunan
şeyin, ya da kendisini bu ilişkiye iten saiklerin ne olduğu konusunda şüpheye düşer.
Onun ruhunda Boğaz, klâsik musiki ve Nuran birleşir. Musiki, iki kahraman arasında
büyük bir bağlantı noktasıdır ve Mümtaz’a güç, heyecan ve cesaret verir, onu
Nuran’a iter. Yazarımıza göre eski musiki aslında insanı yıpratan, onun gücünü 106 A.e., s. 113. 107 A.e., s. 161.
199
tüketen bir sanat değildir ve dinleyiciye insanüstü duygular verip onu insan
gerçeğinden koparmaz:
“Onun için ara sıra kendisine sorardı: “Birbirimizi mi, yoksa Boğaz'ı
mı seviyoruz?” Bazen çılgınlıklarını ve saadetlerini eski musikinin getirdiği
coşkunluğa yorar, “Bu eski sihirbazlar bizi ellerinde oynatıyorlar...” diye
düşünür ve Nuran'ı onlardan ayrı düşünmeğe, yalnız başına ve kendi
güzellikleri içinde aramağa çalışırdı. Fakat halita onun zannettiği kadar sathi
olmadığı, Nuran, hayatına birdenbire gelişiyle kendisinde öteden beri
mevcut olan, ruhunun büyük bir tarafını yapan şeyleri aydınlattığı âdeta
kendisini kabule hazır şeylerin arasında saltanatını kurduğu için, artık ne
İstanbul'u, ne Boğaz'ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden
ayırmağa imkan bulurdu. Çünkü Boğaz onlara mazisiyle hiç olmazsa
bazı mevsimlerde kendiliğinden ayarladığı günün saatleriyle, o kadar canlı
hatıranın konuştuğu değişik güzelliğiyle, hazır bir hayat çerçevesi
getiriyordu. Eski musikiye gelince, o kadar sıkı nizamlar içinde kıvranan,
fırtına ve gül yağmurlarını boşaltan diyonizyak cümbüşüyle, insana telkin
ettiği bütün ömrünce tek düşüncenin, tek ihtirasın avı ve nezri olmak, onun
ocağında yanıp kül olduktan sonra, tekrar yanıp tekrar kül olmak için
dirilmek fikri ve birbirlerini çok eski ve âdeta unutulmuş güzelliklerin
içinden arayıp bulmak zevkiyle bu hazır ve her türlü ihtimali karşılayacak
derecede zengin hayat çerçevesini doldurmağa teşvik ediyor, bunu
yapabilmenin yolunu gösteriyor, onu yaşamağa içten onları hazırlıyordu.
Kaldı ki, eski musikimiz insanı yok eden, yahut bir hayranlık
duygusunda tüketen sanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu
ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının
içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı.”108
Emin Dede, Tevfik Bey, İhsan ve diğer birçok kişinin katıldığı musiki
faslında eski musiki, Mümtaz ve Nuran üzerindeki en geniş hamlesini yapar. Bu öyle
108 A.e., s. 198-199.
200
bir etkidir ki, iki sevgili eski musikinin etkisiyle gerçekliklerinden sıyrılırlar ve
hayale dönüşürler:
“... Birinci selâm son bir çırpınışta adeta sakatlanmış bir kanat gibi
muallakta kalan bir nağme ile bitti. Nuran Mümtaz'ın gözlerini aradı,
birbirlerini tanımıyormuş gibi bakıştılar. Daha şimdiden musiki onları
birbiri için -tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi- yalnız görenin tanıdığı bir
hayal haline getirmişti. Mümtaz, “Bu garip!” diye düşündü.”109
Büyük faslın son bölümünde, musiki, kahramanlar üzerindeki saltanatını
tamamen kurar:
“Mümtaz silkindi. Dördüncü selâmda idiler. Şeyh Galib şimdi
neredeyse abasının göğsüne yakın bir yerini tutarak âyine katılacaktı. Onun
da Şems-i Tebrizî'nin güneşinde, ebedî aşk ocağında bir an için kül olması
lâzımdı! Son çığlıklarda Nuran Mümtaz'ı omuzlarından yakalayarak
“Beraber ölelim!” diye yalvardı.”110
Aynı besteler, iki sevgilinin dışındaki kahramanlarda da derin tesir uyandırır
ve musikinin etkisiyle bütün kahramanlar kendilerine has atmosferlere dağılırlar.
Tanpınar, bu etkinin onları yorduğunu söylemektedir:
“Tevfik Bey kudumü elinden bıraktı; alnını sildi. Herkes bir devle,
zaman deviyle güreşmiş gibi yorgundu.”111
Antalyalı Genç Kıza Mektubunda, musiki hakkında “Zaten rüyanın
kendisinden ziyade, -benim şiir anlayışımda- bazı rüyalara içimizde refakat eden
duygu mühimdir. Asıl olan bu duygudur. Musiki burada işe girer. Çünkü bu duygu
musikîşinas olmamak şartıyla musikî sevenlerde bu sanatın uyandırdığı hisse benzer.
Bunu yaşadığımızdan başka zamana geçmek diye de tarif edebilirim.”112 diyen
109 A.e., s. 258. 110 A.e., s. 260. 111 A.e., s. 261. 112 T.M., s. 276.
201
Tanpınar’ın, yukarıda da “Herkes bir devle, zaman deviyle güreşmiş gibi yorgundu”
şeklinde cümlesi kurması dikkat çekici bir paralellik arz etmektedir. Klâsik musiki,
insanı zamanda bir yolculuğa çıkaran, onu içinde bulunduğu gerçek zamandan
koparan bir etki yapmaktadır.
Daha önce de değinildiği gibi, musiki Mümtaz’ın üzerinde, Nuran’la olan
durumuna göre farklı etkiler yapmaktadır. Musiki, Nuran’la o kadar değişir ki, daha
önce yazarın çok olumlu sıfatlarla anlattığı makamlar, menfî bir güç kazanarak
Nuran’ı hapseder:
“... O kadar ki, musiki bittikten sonra tekrar Tevfik Bey ve Emin
Dede, yine aynı makamın etrafında dolaşan besteleri ve semâîleri okurken
Mümtaz evvelden tanıdığı bu eserleri, şimdi aynı ümitsizlik hissi içinde
dinledi. Hatta, dayısına her zaman olduğu gibi refakat eden Nuran'ın sesini,
yine her zaman yaptığı gibi etrafından ayırmağa çalışınca, bu sesle kendi
arasında bir nevi engelin varlığını vehmetti. Sanki genç kadının sesini çok
uzaklardan, sisli bir sabahın arasından dinliyordu. Alaturka musikinin,
teganni edenlerin çehresine getirdiği o gergin değişikliği, sarf edilen
gayretin değil, bir nevi ayrılığın, uzaklığın ifadesi gibi duyuyordu.
Sanki genç kadın çok uzaklardan kendisini imdada çağırıyordu; ve Mümtaz
bir türlü ona gidemiyordu. Sanki Nuran, Sultanîyegâh’ın, Mahur'un,
Segâh’ın iklimlerinde mahpustu.”113
Tanpınar’ın, millî ve kültürel kimliğimizin çok önemli bir öğesi olduğuna
inandığı musikimize en çok yer verdiği eseri şüphesiz Huzur’dur. Eser, eski ile yeni,
doğu ile batı arasında kalan Türkiye’nin ve Mümtaz’ın şahsında bir Türk aydınının
sancılarını yansıtmaktadır. Tanpınar’ın, Türkiye’nin tarihteki ve şimdiki dünyadaki
yerini anlatmaya çalışırken uğradığı menzillerden en önemlisi musikidir. Çünkü
daha önce de:
113 A.e., s. 264.
202
“Bizde belki de mimarî kadar ehemmiyetli bir sanat olan ve millî dehayı
zannettiğimizden çok fazla aksettiren alaturka musikinin tam bir diskoteğini
yapmamız lâzımdır. Türk İstanbul’un beşyüzüncü yıldönümünde, dünya beş asır
Boğaz sularına akseden bu musikiyi bütün eb’ad ve kudretiyle tanımak fırsatını ve
imkânını bulmalıdır.”114 gibi satırlarda belirttiği gibi Türklük, mimarî ile birlikte en
ziyade musikide kendisini aksettirmiştir.
Mümtaz, Huzur’un daha başlarında musikimiz ve musiki tarihimiz
hakkındaki bilgilerimizin azlığından yakınır ve millî varlığımızın teşekkülünde
büyük hissesi olduğunu söylediği eserlerimizi bilmenin öneminden bahseder:
Sabih, Mümtaz’a sordu:
- Plâkları buldun mu?
- Buldum. Ama biraz eski. Fakat asıl bilmediklerimiz, hiç
tanımadığımız parçalar var! İhsan ki bu işe o kadar meraklıdır, o hâlde
mevcudun yüzde birini bilmiyoruz, diyor. Biri çıksa da şunları tanıtsa,
notaları neşredilse, diskleri yapılsa, hulasa, şu piyasa musikisinden bir parça
kurtulsak! Düşün bir kere, Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin, Seyyid Nuh,
Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam eserler vermişler.
Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin.
Felâket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi, çoğu ezbere olan bu
eserler kaybolacak. Mesela tek başına Münir Nurettin'in bildiklerini
düşünün.”115
Nuran’ın, eski musikinin ve özellikle Mahur Beste’nin kendisi ve ailesi için
öneminden bahsettiği satırlarda Mümtaz da konuşmaya başlar ve kendisinden 114 Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü”, Cumhuriyet, No: 7915, 28 Ağustos 1946; Y.G., s. 178. 115 Huzur, s. 77.
Tanpınar, Huzur’un tefrika metnini kitaplaştırırken buradaki ifadelerde biraz değişiklik yapmıştır. Mümtaz’ın cevabı tefrikada şu şekildedir: “Biri çıksa da şunları tekrar plaklara çekse. Düşün bir kere, Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin, Seyyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam âbideler koymuşlar. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin. Felâket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi, çoğu ezbere olan bu eserler ortada yok. Bir âlem kaybolacak.” “Tefrika ile Kitap Arasındaki Farklılıkların Listesi”, Huzur, s. 388.
203
bahsederken birden bireyselden toplumsala geçer. Annesinin ve babasının musiki ile
ilgili taraflarına değindikten sonra sözü Türkiye’ye getirir. Türkiye ile Türk musikisi
birbirine çok bağlıdır ve musiki değişmedikçe Türkiye de değişmeyecektir, zira bu
sanat bizim üzerimizde çok etkilidir:
“- Kim bilir”, demişti “belki de çocukluğumda maziden gelen her
şeyi inkâr ettiğim için eskiyi bu kadar seviyorum. Yahut da büsbütün başka
bir şey olabilir. Biz üç batın evvel köylü idik. İntibakımızı tamamlıyoruz.
Annem eski musikiyi severdi. Babam ise hiç anlamazdı. İhsan için bir nevi
musikişinastır, diyebilirim. Ben ise onu hayatıma naklettim. Bütün tarih
boyunca böyle olmadı mı? Evet, belki de kolektif bir kaderi yaşıyorum. Asıl
düşüncemi ister misiniz? Bizim musikimiz kendi içinde değişene kadar
hayat karşısında vaziyetimiz değişmez sanıyorum. Çünkü onu unutmamız
ihtimali yok... O değişene kadar aşk tek talihimiz olacak!”
Bu noktada Tanpınar’ın, kendisini bir defa daha teyit ettiğini ve fikirlerinde
tutarlılık taşıdığını belirtmekte fayda vardır. Yazar, Turan Alptekin’in takip ettiği
derslerinden birisinde de musikinin “émotion” taşıdığını ve “émotion”un da bir
millete en az değişen ve en güç değiştirilebilecek bir şey olduğunu söylemiştir:
“Musikîde (émotion) vardır. Valéry ve diğer estetler ne kadar inkâr
ederlerse etsinler, sanatta (émotion) vardır. (Émotion) bir millette en az
değişen ve en güç değiştirilebilecek olan şeydir.”116
Mümtaz’ın “belki de kolektif bir kaderi yaşıyorum” şeklindeki sözleri ise,
bizim için ayrıca ehemmiyetlidir. Mümtaz, kendi şahsında Türkiye’nin bütün
sıkıntılarını, eksiklerini, kararsızlıklarını taşıyan bir şahsiyettir. “Kolektif kader”
terkibi, onun Türkiye’yle aynîleşmesini en iyi veren bir örnektir.
Huzur’da musikinin ferdî boyutlarını işlediğimiz bölümde de yeri geldikçe
değindiğimiz gibi, musiki bu romanda Mümtaz’la Nuran’ı birbirlerine bağlayan en
116 Alptekin, a.g.e., s. 89.
204
önemli bağdır. Musiki, onların ilişkisiyle tesirini arttırır. Nitekim, Mümtaz’ın
Nuran’ı evine çağırırken söylediği sözler de bu bağı çok iyi vermektedir. Nuran,
bütün utancına ve kararsızlığına rağmen Mümtaz’a giderken bir çok şeyi birden
hatırlar ve Mümtaz’ın sözlerine dikkat eder:
“Ağlayacak gibiydi. Çocukluk ve genç kızlık yıllarında yapmadığı
bir şeyi yapıyordu. “Dönsem mi?” diye gişenin önünde dolaştı. Fakat aşk
bilinmeyenin sihriyle onu davet ediyordu. “Yeni Debussy'ler aldım.
Behemehal gelin...” Telefonda böyle söylemişti. Debussy'yi, Wagner'i
sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.”117
Huzur’un belki en önemli ve en sıkıştırılmış cümlelerinden birisi olan bu
“Debussy'yi, Wagner'i sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.”
cümlesi, aslında genlerimizin, toplumsal uzviyetimizin, tarihî ve estetik
tekâmülümüzün bize kendi musikimizi, kendi maceramızı yaşamamızı gerektirdiğini
fakat içinde bulunduğumuz Batılılaşma ve asrîleşme sürecinin bize çok farklı, bu
toprağın ürünü olmayan bir sanat anlayışını kabul etmemizi emrettiğini vermektedir.
Fakat, Tanpınar’ın kullandığı kelimeler çok mühimdir. Batı musikisini “sever”ken,
kendi musikimizi “yaşar”ız. Yani zevklerimiz başka bir yöne kaymakta fakat
benliğimiz bize kendi musikimizi yaşatmaktadır. Türkiye’nin batılı olmaya çalışma
ama birçok noktada doğulu kalma sürecindeki sıkıntılarını çok iyi özetleyen bu
cümle, romanın kilit cümlelerinden birisidir. Daha ilerideki başka bir konuşmanın
içinde İhsan bu ikiliği şöyle belirtecektir:
“Eski her zaman yanı başımızda duruyor. Bir yığın yarı ölü şekiller
hayata müdahaleye hazır bekliyor. Diğer taraftan yeni ile, garp ile
münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor. Halbuki
su değiliz; insan cemaatiyiz; ve bir nehre katılmıyoruz; bir medeniyeti
kültürüyle benimsiyoruz; onun için de bir hususî hüviyet olmamız lazım.
Halbuki bugün ondan dışa ait icapları kabulden ileriye gidemiyor, insanı
ihmal ediyoruz. Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile,
117 Huzur, s. 135.
205
eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz. Hayat kendi
ihtiyaçlarımızın seviyesine dahi gelmemiş; o bolluk, yaratıcılık içinde değil
ki bize kendiliğinden şekiller ve kıymetler teklif etsin! Sanatımızda,
eğlencemizde, ahlâkımızda, muaşeretimizde, istikbal tasavvurlarımızda
daima bu ikilik karşımıza çıkıyor. Satıhta yaşarken mesut oluyoruz. Derine
iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik başlıyor.”118
Mümtaz’a göre Türkiye’nin içinde bulunduğu kültürel buhranın ve kimlik
problemlerinin kilit noktalarından birisi de musikidir. Yazar, toplumdaki
değişiklikleri ve ikilikleri en iyi musikide gördüğümüzü belirtir ve farklı musiki
zevklerinin aslında farklı hayat şekillerinin bir göstergesi olduğunu söyler:
“Biz Türkler, burada da bütün hayatımız gibi parçalanmış yaşıyoruz.
Kaç türlü musikimiz var? Hayatımıza kaç türlü zevk hâkim? Cemiyetimizin
bence en büyük meselesi, medeniyet ve kültür değiştirmesidir. Bunu bir gün
Ihlamur Köşkü’nü tek başıma gezerken, âdeta tenimde duydum. Bu
değişikliğin, yahut ikiliğin en zalim şekilde kendini hissettirdiği nokta da
musikî zevkimizdir. Çünkü musiki bir milletin zamana tasarruf şeklidir.”119
Millî ve kültürel hayattaki çözülme şiirle birlikte musikiye de yansımıştır.
Mümtaz, bu konuda şunları söyler:
“... Çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir kere. Bugün Türkiye'de
nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar muhitlerin dışında,
eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir
Nedim, bir Nef'î, hatta bize o kadar çekici gelen eski musiki ebediyen
yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek.”120
118 A.e., s. 236. “Debussy'yi, Wagner'i sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi” şeklindeki yorumun, Nuran’ın kendisiyle zihnî mücadelesinin tam ortasında yer alması önemlidir. Cümle, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, bu bireysel meselelerin içinde, toplumsalı yakalama başarısını bir defa daha göstermektedir. 119 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, 1 Aralık 1951; Y.G., s. 307. 120 Huzur., s. 240.
206
Bu yabancılaşma, zihniyet ikiliği ve kimlik bunalımın sebebi de bir
kompleks duygusu içinde oluşumuz ve kendi değerlerimizi beğenmememizdir:
“Güçlük var. Fakat imkânsız değil. Biz şimdi bir aksülamel
devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın
mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u, Verlaine,
Bâkî'yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız
Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti
olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden bir
yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin
tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz”.”121
Romanın ilerleyen sayfalarında yazar, Mümtaz’la Nuran’ın musiki zevk ve
tercihlerini anlatan bir bölümde “bugünün muayyen seviyede” terkibiyle eski
musikinin günümüzdeki ve asrımızdaki konumunu belirtmiş ve musiki zevkimizin
miyarını da “garp” olarak belirlemiştir. Bu da eski eserlere batı dikkatiyle ve
gelişmiş bir estetik seviyeyle yaklaşmamız gerektiğini ifade eder:
“Çünkü Mümtaz'a göre alaturka musiki eski şiirimize benzerdi.
Orada da asıl sanat addedilen ve öyle yapılandan şüphe etmek gerekirdi.
Daha ziyade bugünün muayyen seviyede zevkiyle, garplı terbiyenin
zevkiyle seçilen eserler güzel olabilirdi.”122
Romanda eski musiki üzerinde, en geniş ve en önemli yorumlarının yapıldığı
kısımlardan birisi de iki sevgilinin İstanbul ve Boğaz gezileridir. Bu gezilerde,
Nuran’ın Mümtaz’a sorduğu sorular ve Mümtaz’ın bunlara cevapları bizim için çok
önemlidir. Nuran, bir yerde Mümtaz’a şöyle bir soru sorar:
“-Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?..
121 A.e., s. 241. 122 A.e., s. 142.
207
-İster istemez onların bir parçasıyız.∗ Eski musikimizi seviyoruz, iyi
kötü anlıyoruz. Elimizde iyi kötü bize maziyi açacak bir anahtar var... O
bize üst üste zamanlarını veriyor, bütün isimleri giydiriyor, içimizde bir
hazine bulunduğu, Ferah-fezâ yahut Sultanîyegâh'ın arasından etrafımıza
baktığımız için; Lebib Efendi bile bizim için bir sanat eseri oluyor.
Mümtaz'a göre İstanbul peyzajı, bütün medeniyetimiz, kirimiz,
pasımız, güzel taraflarımız, hepsi musikideydi. Garbın bizi anlamaması,
aramızda yabancı olarak gezmesi de yine onu anlamamaktan geliyordu. Bu
o kadar böyleydi ki, birçok peyzajlar, kendiliğinden nağme ile beraber
gözlerinin önüne gelirdi.”123
Musiki, Mümtaz’ın bu cevabında bütün medeniyetimizi, bütün dehamızı
hatta eksik taraflarımızı bile kendisinde toplayan bir sanat olarak sunulmuştur. Bu
sanat, bize tarihin kapısını açacak bir anahtar gibidir ve kendi zenginliklerimizi
aksettirecek bir aynadır. Yukarıdaki alıntıda Mümtaz’ın cevabı, bir başka noktadan,
Avrupa’nın Türkiye’ye yaklaşımı ve onu tanıma şeklini vermesi bakımından da
önem arz eder. Zira Mümtaz’a göre “Garbın bizi anlamaması, aramızda yabancı
olarak gezmesi de yine onu anlamamaktan geliyordu”. Batı, bizim asıl musikimizi
gördüğü zaman zenginliğimizi de müşahede edecektir. Yazar, bir makalesinde de bu
konuya değinmişti:
“... Bu musikinin iyi tarafıyla temas edip de ona hayran olmayan bir
ecnebîyi bize gösterebilecek var mıdır? Bizi en iyi tarafımızdan temsil eden
taraf odur ve onu takdir edenler yağlık, peştamal gibi küçük moddaki
sanatlarımız için kullandıkları lügati derhal değiştiriyorlar ve kendi
sanatkârlarından bahsederken aldıkları vaziyeti alıyorlar; küçük ve memnun
∗ Burada, tefrikadan romana geçişte, metne bir müdahale söz konusudur. Mümtaz, “Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?..” sorusuna tefrikada; “Çünkü onların bir parçasıyız.” şeklinde cevap vermiştir., “Tefrika ile Kitap Arasındaki Farklılıkların Listesi”, Huzur s. 404. 123 A.e., s. 164.
208
bir hayret yerine Avrupalının gözünde hayranlığın şimşeğini, ancak bazı
mimarî eserlerimiz ve musikimiz karşısında görüyoruz.”124
Mümtaz, dedelerimizin, eski sanatkârlarımızın ve tabiî musikişinaslarımızın
bugünümüze ışık tuttuklarını ve bugünkü hayatımızı zenginleştirdiklerini belirtir:
“.. Benim kafamdaki ölülere gelince, onlar benim kadar sende de
mevcut şeyler. Asıl hazini nedir bilir misin? Onların tek sahibi bizleriz.
Onlara hayatımızda bir pay vermezsek tek yaşama haklarını
kaybedecekler... Zavallı dedelerimiz, musikişinaslarımız, şairlerimiz, adı
bize kadar gelen herkes hayatımızı süslememizi o kadar iştiyakla bekliyorlar
ki... En umulmadık yerde karşımıza çıkıyorlar.”125
Bazı makamlar ve bestekârlar, başta Mümtaz olmak üzere romanın
kahramanları için ferdî bakımdan olduğu kadar millî ve kültürel hayatın ana
damarları olmaları noktasında da öne çıkmışlardır. Romanda musiki üzerinde görüş
belirtilen, musikinin fert ve cemiyet plânında ehemmiyetini ortaya koyan önemli bir
bölümde, yani Mümtaz’ın evinde yapılan geniş katılımlı musiki faslında şöyle bir
diyalog geçer:
“Itrî çok mâşeri! diye düşündü! “Fakat bu da çok güzel.” Bir
müddet sustu; hep aynı uzlet içinde mahpus olduğunu hissediyordu:
-Bazı şeylerin havasından çıkmak güç oluyor, dedi.
Mümtaz:
-Evet güç oluyor... O kadar güç oluyor ki, bazen biz neyiz? diye
kendi kendime soruyorum.
124 “İstanbul Konservatuarı ve Musikimiz”, Tasvir-i Efkâr, No: 4652-296, 17 Mart 1941; Y.G., s. 364-365. 125 Huzur, s. 167.
209
-İşte buyuz... bu Nevâkâr'ız. Bu Mahur Beste'yiz, bunlara benzeyen
nice nice şeyleriz! Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat
şekilleriyiz.
Yahya Kemal, bizim romanımız şarkılarımızdır, diyordu, hakkı da
var.”126
Bu konuşmada, musiki okuyucuya o kadar ayrıcalıklı bir unsur olarak
sunulmuştur ki, artık burada musikinin bizim için önemli olup olamadığı değil,
“bizim kendimiz” olduğu ortaya konmuştur. Musiki ile “biz”im özdeşleşmiş
olduğumuz söylenmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’da önem verdiği kişilerden birisi olan Emin
Dede, hem mistik yönü, hem sanatkâr kişiliği, hem de şahsî yapısıyla öne çıkar. Bu
üç özellik, Tanpınar’ın romanda tartışmak istediği konulara ve söylemek istediği
sözlere zemin hazırlar. Yazarın, kendisinden “maddesinde ve medeniyetinde gizli bir
adamdı”127 diye bahsettiği bu Mevlevî dervişi, doğu insanının sanatı ve musikiyi
algılayışını kendisinde toplar. Mümtaz, evindeki toplantıda Emin Dede üzerinde
düşünürken hemen bir kıyaslamaya gider:
“Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu
gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet
ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlamış bir sofra zanneden iştihaları
ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkânsız bir atlas gayretiyle
gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik plânda göz önüne
koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her
şeye bir arslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz
dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkârdan ibaretti. Bu inkârlar, mutlaka
karşı beslenen bir aşkta ve hayatın umumî gürültüsü içinde bu çifte
kaybolma kararı sadece Nuri Bey'e ait bir şey değildi. Bu kendi iradesiyle
yahut medeniyetinin terbiyesiyle silinmiş çehreyi sonsuz itişlerle geriye
126 A.e., s. 234. 127 A.e., s. 248.
210
doğru götürerek ondan bir Aziz Dede, bir Zekâî Dede, bir İsmail Dede, bir
Hafız Post, bir Itrî, bir Sadullah Ağa, bir Basmacızâde, bir Kömürcü Hafız,
bir Murad Ağa, hatta bir Abdülkadir-i Merâgî, hulâsa bizim bir tarafımızı,
belki en zengin his tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkündü.
Onlar bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı seven insanlardı.
Hiçbir azdırıcı ile kendilerini çıldırtmamışlar, saf bir idealin etrafında,
içlerindeki hayatın henüz uyanmış mahmur günlerinden yığın yığın baharlar
açmakla kalmışlar, sanatlarını bir benliğin behemehal ikrar vasıtası olarak
değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı. İşin garibi
muasırları da bunu böyle görmüşlerdi. İçlerinde en fazla şahsî olan, bize bir
yığın ilahî hastalık aşılayan Dede Efendi’den bile, Abdülhak Molla'nın
küçük kardeşi jurnalinde ne kadar basit bir şekilde, yapılan işin sanki
mânâsını anlamadan, âdeta bedbahtça bir cehalet içinde bahsederdi. İhsan
bir gün Letaif-i Rivâyat-ı Enderun'un Dede'ye ait kısımlarındaki boşluğunu
Emin Dede'ye anlatınca karşısındaki gülerek:
-Erenler, yanlış kapı çalıyorsun... demişti. Ötekiler sanat yapıyor. Biz
sadece duadayız. Bilirsin, bazı tarikatlerde değil eser vermek, kabrinin
üzerine adını yazdırmak bile iyi sayılmazdı. İşte bu şarktı. Mümtaz'a göre
hem şifasız hastalığımız, hem de tükenmez kudretimiz olan şark! Emin Bey
işte bu muhteşem inkârda ellerinden gelse ömürlerinin kısa şimşek
parıltısını bile söndürecek insanların son varisi idi.”128
Bu uzun alıntıda görüldüğü gibi, şark musikişinası için esas olan sanat değil,
duadır. Bu aşırı tevazu, bu kendisini Allah karşısında silme tutkusu, doğu sanatı ve
sanatçısıyla batının sanatçısını ayıran en belirgin farktır. Mümtaz için bu şark, bizim
hem hastalığımız hem de güç kaynağımızdır.
Yazar, aynı musiki âleminin bir yerinde eski musikimiz ve onun en mühim
sazlarından birisine, “ney”e dikkatini yöneltir ve onun sırrını “hasret” olarak saptar.
Bu hasret aynı zamanda bizim de hayatımızın bir parçasıdır. Bu bizim “zaman”la
ilgili bir problemimizdir: 128 A.e., s. 248-249.
211
“... Fakat Mevlânâ’nın hakkı vardı; neyin biricik sırrı hasrettir. Bir
gün Rimbaud'nun Voyelles’ler için yaptığı o cesur tahlilin benzerini biri
sazlar için yaparsa şüphesiz alaturkanın bu en basit çalgısında bir akşamın
ten rengi hasretini bulacaktır. Onu alafranga musikiden flütlerin, kornelerin
hattâ o acayip ve asırlarca hayvanî bünyeyi yoklamış av nağmelerinin koyu
zümrüt yeşili veya kan rengi sesiyle karıştırmamalıdır. Onlar tabiatı, başka
plânlarda yaratmak veya yoklamak ihtiyaçlarında sanatın asıl
malikanelerinden biri olması lâzım gelen bu hasreti çok defa kaybederler.
Çünkü ney mevcut olmayanın yerine geçerek, onun izinden yürüyerek
konuşur.
.........
Herhalde musiki yaptığını bir anda bozan, hâl dediğimiz o zaman
plâtformunu, asgarî bir gözle dokunup geçme ânına indiren nizamıyla bizde
bu hasreti en çok konuşturan sanattır; ve ney bunun en belâgatli aletidir.129
Ahmet Hamdi Tanpınar, en ferdî veya en gündelik meselelerde bile sosyal
endişelerin peşine düşmüş bir sanatkâr olarak, musikide, hatta onun bir
enstrümanında bile doğu-batı karşılaştırmalarına başvurmuş, bu ayrı dünyaların
birbirinden ayrılan veya birbirine benzeyen taraflarına dokunmuştur. Fakat
yazarımız, sadece olanı değil olması mümkünü de göz önünde bulundurarak işlediği
meselenin her boyutunu düşünme gayreti içine girmiştir. Bu itibarla yukarıdaki
alıntıda geçen “Bir gün Rimbaud'nun Voyelles’ler için yaptığı o cesur tahlilin
benzerini biri sazlar için yaparsa şüphesiz alaturkanın bu en basit çalgısında bir
akşamın ten rengi hasretini bulacaktır.” şeklindeki cümle, bir olasılığı ya da teklifi
ifade eder. Tanpınar’da eski musiki, olmuş, olmakta ve olacak olan cepheleriyle yer
almaktadır.
129 A.e., s. 255.
212
Romanın son bölümlerinde, yani Mümtaz’ın, İhsan’a doktor aradığı güne
döndüğünde de musiki yer almaktadır. Mümtaz’la doktorun doğu-batı üzerindeki
konuşmalarında söz musikiye gelir şöyle bir diolog ortaya çıkar:
“-Galiba musikiyi seviyorsunuz!
-Hem çok.
-Yalnız alafranga mı?
-Hayır, alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam olarak değil.
Sen, acayip bir mahlûka benzersin, der gibi delikanlının yüzüne
baktı:
-Oğlum, çok doğru bir şey söyledin, dedi. O kadar doğru ki. Mesele
musikiden çok ötede. Şarkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek
istedik. Hatta bunda yeni bir fikir bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe
daima yapılmış, daima iki çehreli insanlar vermişti.
Mümtaz kendisini bu sabaha yakın saatte, yapışık kardeşler grubu
hâlinde bir yüzü maşrığa, öbürü mağribe bakar, iki vücudu ve dört ayağıyla
yan yan yürür gibi gördü.
-Korkunç değil mi doktor? Ama diye ilâve etti. İki başla değil, bir
başla düşünüyorum.
Doktor kendi telkin ettiği hayali keşfetmişti; gülümseyerek:
-Ama iki türlü düşünüyorsun, dedi. Hatta daha garibi, iki türlü
duyuyorsun. Ne hazin değil mi?
Daima Akdenizli bir tarafımız bulunacağı gibi, daima şarklı bir
tarafımız da kalacak. Güneş vurmuş tarafımız. Şu batıcı ve keskin ayna
kırıklarını ruhunda duymak.
213
-Bu tek meselemiz galiba.”130
Mümtaz’ın “Hayır, alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam olarak değil.”
şeklindeki cevabı, hem kendi ikiliğini, hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu ve iki
yüz yıldır çözmeye çalıştığı kültürel ikiliği ifade eder.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Huzur’dan sonra neşrettiği, fakat kahraman ve
hadiselerin kronolojisi itibariyle geriye döndüğü eseri Sahnenin Dışındakiler’de de
klâsik Türk musikisinden bahis vardır. Bu romanda da musiki, kahramanları
birbirine ısındırma, ortak noktalar teşkil etme gibi ferdî plânların yanında kültürel bir
damar olarak da varlığını hissettirir.
Romanın baş kahramanı ve anlatıcısı Cemal’in dostu Kudret Bey’i
evlendirmeyi aklına koyan Sakine Hanım, evlenecek olan kişileri tanıştırırken
musikiyi bir bağlantı noktası olarak belirler:
“Bakın ne düşünüyorum. Size Avrupalı bir kadın lâzım. Sizi ancak
Avrupalı bir kadın idare edebilir ve tatmin eder. Çünkü siz sanatkâr ruhlu
insansınız. Aşka değil, şefkate, anlayışa ihtiyacınız vardır.”131
Bu kelimelerle anlatılan hanımla Kudret Bey’in tanıştıkları gün ise Sakine
Hanım, bu iki kişiyi birbirine takdim ederken, yazar şu cümleleri kurar:
“... Sonra biri politikada ve entelektüel hayatta, öbürü iyilikte,
şefkatte ve Avrupalılıkta yürüyen bu gelişmeleri aynı çatı altında
birleştirmek için çok tatlı bir tebessümle ilâve etti: -Birbirinizle çok iyi
anlaşacağınıza eminim. Çünkü ikiniz de musikiyi çok seviyorsunuz.”132
Sahnenin Dışındakiler, asıl sahne olan Anadolu’da olup bitenleri merakla
takip eden ve Millî Mücadeleyi gizliden gizliye destekleyenlerin romanıdır. İstanbul,
130 A.e., s. 352-353. 131 Tanpınar, S.D., s. 82. 132 A.e., s. 99.
214
bu yıllarda büyük korku ve ümitlerin, ihanet ve vatan aşkının beraberce kol gezdiği
bir şehir görünümündedir.
İstanbul’un bu çözülme ve dağılma yıllarını kalabalık bir şahıs kadrosuyla
anlatan romanda, daha sonra Huzur’da yer alacak birçok kişi arasında İhsan da
vardır. İhsan, Mücadeleye insan ve silah temin eden, işgal kuvvetlerinin
İstanbul’daki kışkırtma ve zulümlerini bastıran, çevresine güven veren şahsiyetiyle
karşımıza çıkmaktadır. Bir toplantıda etrafındakilere şöyle bir hedef gösterir:
“-Bana musikimiz tek bağlanış noktası gibi geliyor. Kim bilir, belki
bir gün yalnız onunla kendimizi anlayacağız! Sonra daha yavaş bir sesle
kendi kendine ilâve etti. “Belki o da etrafımdaki kuyulardan biridir”
Yüzünde, hakikaten düşünmekten, boğulmaktan korkar gibi garip
bir hâl vardı.”133
Bu sözler, sadece silahın konuştuğu bir ortamda söylenilmesi itibariyle
İhsan’ın, dolayısıyla Tanpınar’ın musikiye ne kadar önem verdiğini gösteren
ifadelerdir. İhsan’ın, musikiyi kendisi için bir “kuyu” olarak görmesi de Tanpınar’ın
içtimaîyle ferdî olanı birlikte işlediğini kanıtlar.
Musiki, Sahnenin Dışındakiler’de aynı zamanda işgalcilerin karşısına çıkan
bir kahraman olarak da kullanılmıştır. Huzur’da Nuran’ın dayısı olarak tanıdığımız
Tevfik Bey, musikiyi bir izzet-i nefis meselesi olarak alır, Rum ve Amerikan
askerlerinin kitara, mandolin ve balalaykalarına karşı bizim musikimizi sahneye
çıkarır ve Anadolu’daki zaferlere, İstanbul’dan bir zafer ekler:
“Rum halkın bindikleri sandallardan kitara ve mandolin sesleri
geliyordu. Kanlıca koyundan bir türlü çıkmayan genişçe bir istimbotta ise,
Amerikan neferleri kendilerine balalayka çaldırtıyorlardı. Bütün bu yabancı
akisler bizi öldüresiye rahatsız ediyordu.
133 A.e., s. 136.
215
Bu nasıl oldu, ben de anlayamadım. Kanlıca koyundan tam çıkmak
üzere idik ki, Tevfik Bey birdenbire Yani’ye “Dön! dedi, şu heriflere bir
ders verelim!” Ve birdenbire denizin ortasından aya karşı bu toprakta, bu
şehirde yaşıyanların sesi, kendi medeniyetimizin sesi, en geniş şekilde
yükseldi.
O anda, bütün Boğaz tepelerinin, Tevfik Bey’in okuduğu gazeli
birbirine gönderdiği muhakkaktı.
İlk önce kitara ve mandolin sesleri sustu, sonra istimbottakiler
sustular, sonra bütün etraf sustu. Tevfik Bey’in sesi Boğaz’ı tek başına
zaptetmişti. Tevfik Bey Yani’ye:
-Bebek’e çek! dedi.
Hâlinde malikânesinde isyan çıkmış da onu tenkil etmeğe
gidiyormuş gibi bir eda vardı. Bebek’e doğru döndük. Fakat bu sefer tek
sandal değildik. İstimbotun dışında bütün yoldaki sandallar bizimle
beraberdi. Artık yanıbaşımızdan ayrılmayan bir sandaldaki tambur, ud,
keman, Tevfik Bey’in emrine girmişti.
Bebek koyunda da aynı şey oldu. Yolda sadece Şakir Ağa’dan bir
beste ile Hacı Arif Bey’in iki şarkısını söyleyen Tevfik Bey, körfeze girer
girmez tekrar gazele başladı. Ve hemen arkasından halkımızın bütün hüzün
ve hasretiyle dolu bir maya geldi.
Tevfik Bey’in sesi Boğaz gecesinde “Oğul...Oğul...” diye
sızlanırken biz Boğaz tepeleriyle Bingöl dağları öpüşüyor sanmıştık.
Hepimiz, galiba Yani ve İstratos da beraber, ağlayabilirdik.
Fakat Tevfik Bey coşmuştu. “Şimdi doğru eve...” diyordu. “Eğer bu
gece bir zeybek oynayamadan yatarsam hasta olurum”. Neredeyse biraz
216
evvel tenkil ettiği, susturduğu sandalların içindekileri köşke davet
edecekti.”134
Tanpınar’da klâsik musiki genel olarak birleştirici, toplayıcı ve bağlayıcı bir
mahiyet arz eder. Musiki, yazarın sadece bir eserinde, toplumsal hiciv yüklü bir eser
olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde eleştirinin ve zevk çöküşünün bir göstergesi
olarak karşımıza çıkar.
Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik yazarının tespiti de aynı
yöndedir:
“Romanda müzik, özellikle Klâsik Türk Müziği, Tanpınar’ın
gözdesi olarak yerini korumaktadır kuşkusuz, ancak alayı ve öfkesi, bu
müziğin yeni düzende düşürüldüğü konuma yöneliyor. Bu nedenle de alt-
anlatıcı Hayri İrdal’a belli bir bilinçlilik vermeyi yeğliyor; gençliğinde
sadece saatçilikle uğraşmamış, define aramış, derken tiyatroyu ve ardından
Kadıköy’de bir operette “Alaturka ve alafranga arasında sallanan bir
musikide” sesini denemiştir. Gerçi bu denemeleri başarılı olmaz, ama
romanın ilerdeki sayfalarında müziğin kötü kullanımına öfke saçmasından
anlarız ki yazar, ona bir bilinçlilik yüklemek amacıyla onu bu denemelere
sokmuştur.”135
Romanın anlatıcısı Hayri İrdal’ın, artist olmak isteyen ama yazarın
kelimeleriyle sesi çirkin ve kabiliyetsiz olan, İsfahan’la Mahur’u, Rastla
Acemaşiranı birbirinden ayıramayan, kulağı olmayan ve sesleri ayıramayan”136 bir
baldızı vardır. Hayri İrdal’ın kendisiyle ve artist olma istekleriyle alay ettiği bu kız
için Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurucusu ve İrdal’ın velinimeti Halit Ayarcı
aynı şeyleri düşünmez. Ayarcı, Türkiye’deki estetik inkırazı ve zevk çöküntüsünü en
güzel bir şekilde ifade eden konuşmasında şunları söyler:
134 A.e., s. 180-181. 135 Abacı, a.g.e., s. 69. 136 Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 14. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 211. (Eser ilk önce Yeni İstanbul gazetesinde [No: 1647-1749] tefrika edilmiştir. Biz Yapı Kredi Yayınlarının 2002 tarihli 14. baskısını esas aldık.)
217
“... Güzel olamaz, dedi. Güzelden anlıyorsunuz. Hayatınızı artık
biliyorum. Siz güzel kadından anlıyorsunuz. Fakat sanattan, bugünün
sanatından anlamıyorsunuz. Evvelâ bu bir kalabalık işidir. Kalabalık neyi
sever, neyi sevmez? Bunu kimse bilmez. Sonra bu mesele ümitsiz bir
kalabalığın işidir. Siz de bilirsiniz ki zevk denen yüksek şeyin bizim
içimizde içgüdüden kolaylığa kadar giden bir yığın karşılığı vardır.
Zevkten ümit kesildi mi onlara kolayca teslim oluruz. İşler karışınca
zevkten ümit kesilir. Musiki denince herkes, evvelâ “Hangi musiki?”
sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere soruldu mu sizin zevk, üslûp
dediğiniz şeyler yoktur artık. Sonra kulağın herkeste ayarı bozuldu. Radyo
devrindeyiz. Musikiyi nadir bir şey gibi dinlemiyoruz. O, romatizma,
nezle, para sıkıntısı, harb ihtimali, çok geçimsizlik gibi günlerimizin tabiî
arkadaşı oldu. Bu işe bir de kalabalığı ilâve edin. Hayır, ben eminim ki
bahsettiğimiz hanımefendi birkaç gün içinde yepyeni bir şöhret olarak
İstanbul’u fethedebilir. Bakın! Vaziyet çok müşkül olurdu, şayet baldızınız
Batı musikîsine merak sarsaydı. Çünkü onu hakikaten yıllar boyu
öğrenmek lâzım.”137
Ayarcı’nın bu ifadeleri, klâsik musikinin artık mahiyet ve hayatiyetini
kaybettiğini, itinasız bir şekilde icra edildiğini ve ondan anlayan kişilerin de
kalmadığını belirtmektedir. Artık sanat seviyesi yüksek olan dinleyicilerin yerine
“kalabalık” gelmiştir ve o da musikiyi maişet dertlerinin arasından dinlemektedir.
Hayri İrdal, konuşmasının ilerisinde makam konusuna değinir ve şunları
söyler:
“Hayatlarına biraz duygu, istisnaî zamanlar katmak istiyorlar.
Herkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak, kendini süslemek
istiyor, fakat musikiden o kadar anlamıyorlar ki, şarkıları güfteleri için
seviyorlar. Zavallı Hayri Bey, siz garip bir adamsınız. Sizin bahsettiğiniz
ölçüler geçmiş zamanda kaldı. Onlar, hani şu demin söylediğiniz, ustadan
ustaya mektuplardı. Şimdi artık o klâsik devirde değiliz. İsfahanla
137 A.e., s. 212.
218
Acemaşiranı birbirinden ayırmak kimsenin aklından geçmez. Siz bana
söyleyin, kimi taklit ediyor?” (s. 212)
- Meşhurların hemen hepsini... Fakat hepsini aynı sesle, aynı
makamdan, aynı şekilde söylüyor...
- Demek son derece şahsî! Mesele hâlloldu. Orijinal ve yeni. Dikkat
edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde
başka meziyete lüzum yoktur. Şimdi seçilecek yol kaldı. Halk musikîsi mi,
alaturka mı? Yoksa alafrangaya kaçan halk musikîsi mi, yahut halk
musikîsine kaçan alafranga mı?...” (s. 213)
Hayri İrdal’ın bu “yeni” üzerindeki ısrarı ve bütün başarıyı “yeni”de bulması,
Tanpınar’ın toplumda sadece “yeni” olmalarıyla bir yerlere gelen aslında kötü ve
zevksiz sanat eserlerine getirdiği eleştirinin bir ifadesidir.
Hayri İrdal’ın baldızının âkıbeti tam Ayarcı’nın tahmin ettiği gibi olur:
“... Daha o gecenin haftasında baldızım küçük bir gazinoda
muganniye idi. İlk gece Pakize, Halit Ayarcı, Doktor Ramiz ve ailemizin
bütün efradı dinleyiciler arasında idik. Bu hakikî bir zafer oldu. Halit
Ayarcı, sanki o gece bana söylediklerini tatbik için bu salonu ve halkını
tedarik etmişti. Baldızımın her usûl hatası çılgınca alkışlandı. Ben her lâhza
mahcubiyetimden yer açılıp da içine giriyorum sanırken kızcağız bayağı
gecenin kahramanı oldu. “Yaşa” sesleri, yenge, abla çığlıkları birbirini
kovaladı. Pakize, ikide bir bana dönüyor, “Nasıl?” diye soruyordu. Halit
Ayarcı hiç ses çıkarmadan dinliyordu. Yalnız çıkarken:
-Evet, dedi tahminim gibi... Hanımefendi hakikaten muvaffak
olacak... Hayata inanmak lâzım Hayri Bey. Siz hayata değil, Acemaşirana
inanıyordunuz... Gördünüz mü nasıl beğenildi? Bu canlı insanın insanla
219
karşılaşmasıdır. Sizin klâsik makamlarınız böyle bir muvaffakiyeti dünyada
elde edemezdi. Şimdiden sonra yolu açıktır. Göreceksiniz neler yapar.”138
Berna Moran, bu romanla ilgili bir yazısında Ayarcı, İrdal ve toplumun
tutumlarına dikkat çeker ve baldızın kabul görmesinin, bazı kişilerin değil bütün
toplumun yaşadığı değer karmaşasının göstergesi olduğunu belirtir:
“... Gerçekten de kız, beğenilen ünlü bir şarkıcı olur çıkar. Şimdi
artık hiciv konusu olan yalnızca kız değil, onu beğenen, zevki bozulmuş bir
toplumdur. Tanpınar Dr. Ramiz gibi bir tipin gülünçlüğünü gösterirken,
Ramiz’i ciddiye almayan kendi toplumunun normlarını kullanmıştı. Ahmet
Mithat’ın, Recaizâde Ekrem’in, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın züppe tipiyle
alay ederken yaptıkları gibi. Felâtun, Bihruz ve Meftun kendi toplumlarında
alay konusu kişilerdir. Oysa baldız toplumca beğeniliyor. Başka şekilde
söylersek, kendini iyi şarkıcı sanan kızla alay, sonunda toplumun
benimsediği normların hicvine dönüşüyor. Asıl hedef kız değil toplumdaki
değer kargaşası.”139
Tanpınar’ın edebî eserlerinde klâsik Türk musikisinin son tezahürü Aydaki
Kadın’dadır. Klâsik musikimiz, bu romanda da daha ziyade Dede ve Ferah-fezâ
(aslında bir makam ismi olan Ferah-fezâ, en güzel iki örneğine Dede Efendi’nin bu
makamda bestelenmiş şarkılarında kavuşur) etrafında söz konusu edilir. Bir toplantı
esnasında söylenen bir beste, Tanpınar’a hem şahsî hem de toplumsal plânda
yorumlar yapma fırsatını verir. Beste, bir taraftan Selim’in içinde bulunduğu
psikolojiyi daha belirgin ve yoğun yaşamasına yol açarken, diğer taraftan yazar da
Dede ve musikinin Boğaz’la olan ilgisi ve coğrafyayla sanatın sıkı alış-verişini söz
konusu etme olanağı sağlar:
“... Nitekim şimdi de aynı ameliye yeni bir şekilde başlıyordu. Eski
dostu avukat -bir gece Yahya Kemal’in sofrasında tanışmışlardı-
138 A.e., s. 216. 139 Berna Moran, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Türk Romanına Eleştirel Bakış I, , 9. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s. 238.
220
deminden beri yapılan ısrarlara dayanamamış, Lassy kokulu hanıma
anlattığı hikâyesini yarıda bırakarak Ferah-fezâ’dan bir beste okumağa
başlamıştı. Bütün bahçe, bütün Boğaziçi ve kendi ömrü bundan yüz,
yüz yirmi sene evvel yaşamış olan Dede ismindeki daüssılalı bir dervişin
ışığına girmişti. Bu da şüphesiz ölüm ve ayrılıktı. Çünkü yaşadığımız
dünyada Selim için şu anda yalnız bu ikisi vardı. Fakat büsbütün başka bir
şekilde ölüm ve ayrılıktı. Ve bu başkalık Péguy’in mısralarındaki ilk
yaradılış neşesini, şimdi Suat’la o kadar hararetle konuşan Ayşe’nin sesini
ve Refik’le kulak kulağa konuştuktan sonra evin içine doğru - şüphesiz
mutfaktakilere talimat vermek için- giden Leylâ’yı, boş kadehi elinde
sorduğu suale cevap bekleyen Şifa’yı, biraz ötede başka bir rüyasını
düşünen Fatma’yı kendi içinde biraz evvelkinden çok başka insanlar
yapmıştı. Çünkü şu anda bütün bahçe Ferah-fezâ burcu dediği âleme
girmişti ve Selim etrafındaki şeylere oradan bakıyordu. Bununla beraber
biraz evvel teşekkül eden hayal henüz tamamıyla kaybolmamıştı. Ne de
renklerini değiştirdi. Leylâ, Nevzat, Ayşe hepsi orada yine kendi renkleriyle
mevcuttu. Yine aynı sarı, aynı lâciverde yakın mor, aynı kan ve yakut
kırmızısı ve Şifa’nın tatlı çimen yeşili kendi gamlarıyle çınlıyordu. Nejat
Bey ömrünün yıkılışından kendi uzak ve astigmatik köşesinden ıhlamur ve
ilaç kokuları içinde mütevekkil ve mazlum kaybettiği karısını ve
çocuklarını, hiç şüphesiz bir gece içinde ölen Bacı’yı düşünüyordu.”140
Tanpınar’ın bu uzun paragrafta Ferah-fezâ ve Dede Efendi ile, ya da genel
mânâda klâsik musikimiz ile Boğaz’ı birlikte düşünmesi ve “bütün bahçe, bütün
Boğaziçi ve kendi ömrü bundan yüz, yüz yirmi sene evvel yaşamış olan Dede
ismindeki daüssılalı bir dervişin ışığına girmişti.” şeklinde kurduğu cümle, daha
önceki yorumlarının başka bir plândaki, bir sanat eseri olan romandaki
yansımalarıdır. Zira yazar, bir makalesinde de “Türk İstanbul’un beşyüzüncü
yıldönümünde, dünya beş asır Boğaz sularına akseden bu musikiyi bütün eb’ad ve
kudretiyle tanımak fırsatını ve imkânını bulmalıdır.”141 der. Beş Şehir’in bir yerinde
140 Tanpınar, A.K., s. 209-210. 141 Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü”, Cumhuriyet, No: 7915, 28 Ağustos 1946; Y.G., s. 178.
221
ise Boğaz’ın, büyük Türk bestekârı Itrî’den sonra bizim için anlamını genişlettiği
belirtilmiştir:
“Bence Boğaziçi gecelerinin tesirini Itrî’den sonraki musikimizde
aramalıdır.” 142
Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın’ın baş kahramanı Selim’in
psikolojisini araştırmaya ve klâsik musikinin ondaki ihsaslarına devamla şöyle der:
“... Fakat bütün bunları Selim’in muhayyilesi Dede’nin araya
koyduğu çok hususî bir mesafeden görüyordu. Çünkü bu sefer ölen, ümitsiz
şekilde kaybolan yalnız kendisiydi. Ve sırf Dede dedikleri adam, hatıralarını
idare ettiği için bu ölümün arasında, asıl ölüler ona kendisinden daha az
ölmüş gibi görünüyorlardı. Ve yaşayanlarla, hayat dediğimiz şey bütün
gürültüsüyle aralarına girmiş gibi uzaktı. Ve Selim bir eşikte gibi
bekliyordu. Hayır, burada halk türküsünün ümitsizliği yoktu. Burada insan
kara toprağın üstüne rasgele atılmış olduğundan şikâyet etmiyordu. Burada
acayip bir hareket vardı. Yalnız kendisi ölmüştü. Ve ölüm de acayip bir
şeydi.”143
Görüldüğü üzere klâsik Türk musikisi, Aydaki Kadın’da daha ziyade ferdî
tesirleriyle ele alınmış, Tanpınar bu sanat üzerinden sosyolojik tespit ve yorumlarda
bulunmamıştır.
3. 3. Halk Musikisi
Ahmet Hamdi Tanpınar, musikinin her türü ve her devrine dikkatini
yönelttiği gibi halk müziğine de ilgi duymuş, hem fikrî hem de edebî eserlerinde,
musikinin bu kolunu çeşitli şekillerde bahis konusu etmiştir. Folklor ve halk şiiri gibi
halk müziğine karşı da değişik ve orijinal yorumlarda bulunan Tanpınar, bu müziği
bazen Türk kültürünün en has taraflarından birisi olarak değerlendirmiş, bazen de
142 Tanpınar, B. Ş., s. 151. 143 Tanpınar, A.K., s. 210.
222
İstanbul medeniyetine nispetle daha düşük ve mütevazı bir dünya görüşünün ve
estetik seviyenin ürünü olarak kabul etmiştir.
Tanpınar’ın hayatına ve üstlendiği vazifelere bakınca, yazarımızın halkla,
halk kültürü ve bu kültürün ürünleriyle ilk önce Kerkük (Tanpınar, çocukluğunun
birkaç senesini geçirdiği Kerkük’te büyükannesinden Yunus Emre ilâhileri
dinlediğini ve bu yıllarda Binbir Gece Masalları okuduğunu söyler)144, sonra
öğretmenliklerde bulunduğu Erzurum, Konya ve Ankara’da karşılaştığı ortaya çıkar.
Tanpınar’ın folklora ilgisinin uyanması ve onu hayatının bir parçası hâline
getirmesi, 1916 yılında Konya’da bulunması ve 1923’te Darülfünun’dan mezun
olduğu yıl atandığı Konya Lisesi öğretmenliği vesilesiyledir. Aşağıdaki satırlar,
Konya’nın ve burada dinlenilen türkülerin Tanpınar’daki etkilerini ortaya koyar:
“Konya’da Mevlânâ kadar yükseklerde uçmasa bile varlığını bize
onun kadar kuvvetle kabul ettiren ikinci -Selçuk epopesi de düşünülürse-
üçüncü bir varlık daha vardır: Folklor. Ben Orta Anadolu türkülerini o
gurbet, keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı dolu acı dert kervanlarını bu
şehirde tanıdım.
“Eski Konya Lisesi’nin üst katında küçük bir odada yatardım.
Binanın yanıbaşındaki hapishaneden bazen de öbür yanındaki kötü evlerden
günün her saatinde bahçedeki çocuk seslerine ve kendi çalışmalarıma
mahpusların söyledikleri türkülerin hüznü karışırdı. Fakat ben onları asıl
Takye145 dağlarını akşamın kızarttığı saatlerde dinlemeyi severim. Bir de
sabaha doğru şehre sebze ve meyva getiren arabaların sökünü beni
uyandırdıkları zaman. Kurşun rengi soğuk sonbahar sabahlarında
henüz ayrıldığım rüyaların arasına onlar, çok beğenilmiş, çok sevilmiş,
böyle olduğu için çok eziyet ve cefa görmüş kadın yüzleri ve vücutları gibi
ezik, biçare ve imkânsız derecede çekici gelirlerdi.
144 Kaplan, “Kerkük Hatıraları”, a.g.e., s. 248-249. 145 Doğrusu: Takke
223
Bu İç Anadolu türküleriyle ben ilk defa, yine Konya’da seferberlik
içinde karşılaşmıştım. 1916 yaz sonu idi. Hükûmet meydanının arkasında o
küçük, kerpiç duvarları beyaz kireçle badanalanmış, genişçe eyvanı bütün
sonbahar güneşini alan evlerden birinde oturuyorduk. Şehirde genç ve orta
yaşta pek az erkek kalmıştı. Bir akşam bilmem niçin gittiğim -bilhassa niçin
geciktiğim- istasyonda, kimbilir hangi cepheden öbürüne asker nakleden
katarlardan birine rastladım. Yük vagonlarında isli lâmbaların altında bir
yığın soluk ve yorgun benizli çocuklar birbirine yaslanmışlar bu ezik,
eritilmiş kurşun gibi yakıcı ve yaktığı yerde öyle külçelenen türkülerden
birini söylüyorlardı. Hiçbir şikâyet bu kadar korkunç olamazdı.Vâkıa
Kerkük’ten Konya’ya kadar gelişimizde o harbe ait, on dört on beş
yaşlarındaki bir çocuğun cephe gerisinden görebileceği bir yığın faciayı
görmüştüm. Fakat gördüklerimin hiçbiri ölüme ve her türlü acıya ve
bakımsızlığa bile bile giden ve yaşanmamış, hiç yaşanmayacak bir yığın
arzu ve sevgiyi kanlı bir köpük gibi bu istasyonun gecesine fırlatan bu
biçarelere rastlayana kadar etrafımda olup biten şeylerin mânasını
anlamamıştım. Ancak onları dinledikten sonra komşu evlerin sessizliğini,
adım başında karşılaştığım çocukların ve kadınların, yalnızlıkları içinde
daha güzel kadınların yüzlerindeki mânasını anladım. Evet ancak onlara
rastladıktan sonra her akşam gezinti yerim olan Alâaddin Tepesi’nden
inerken alaca karanlıkta acı acı uyuyan köpeklerin bütün şehri bir anda niçin
susturduğunu hissettim.”146
Tanpınar’ın Konya’da ikamet ettiği yıllara ait bir başka hatıraysa bir türkü ve
onu söyleyen kadındır:
“Konya hapishanesinin kadınlar kısmında yüzünü görmediğim fakat
sesini çok iyi tanıdığım bir kadın vardı. Akşam saatlerinde onun türkü
söylemesini âdeta beklerdim. Ve bilhassa isterdim ki “Gesi bağlarında bir
top gülüm var” türküsünü söylesin. Bu acayip türkü hiç fark edilmeden
yutulan bir avuç zehire benzer”147
146 B. Ş., s. 153-154. 147 A.e., s. 154.
224
Naklettiği bu hatıralardan sonra bir neticeye varan Tanpınar şu cümleyi
serdeder:
“... Hayır, Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu
türkülerden gitmelidirler.”148∗
Yine Beş Şehir’de anlatıldığına göre, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Anadolu
türküleriyle ikinci yakın teması Erzurum’da gerçekleşir:
“Erzurum’da kaldığım müddetçe mahallî diyebileceğimiz musikiyi
şahsî bir macera gibi yaşamıştım. Fakat ancak yıllardan sonra onunla
yeniden karşılaşınca, taşıdığı ıstırap yükünü anlayabildim. Tabiî bu
havaların hepsinde, olgun bir sanat kuvveti aramak, onlardan meselâ bir
Tellâlzâde’nin veya Tab’î Mustafa Efendi’nin, Sadullah Ağa’nın, Seyyid
Nuh’un veya millî hayatın her yanını yoklamış bir dehâ olan Dede
Efendi’nin eserlerinden beklediklerimizi isteyemeyiz. Fakat bilhassa böyle
olduğu içindir ki kendilerini yaratan insanların malıdırlar, bize toprağı,
iklimi, hayatı, insanı, onun talihini ve acılarını verirler. Bir kere zihnimize
takıldıktan sonra onların mucizeli bir nebat yürüyüşü ile bir an gelip dört
yanımızı almamaları kabil değildir. Tabiatla doğrudan doğruya temas gibi
insanı saran bir hummaları vardır. Şüphesiz bu eserler klâsiklerden daha
fazla geleneğe tâbidirler. Herhangi bir makamdan bir yürük semaî,
bestekârdan bestekâra geçtikçe ayrı bir şey olur. Fakat bir mayanın, bir
hoyratın değişmesine imkân yoktur. Asırların hazırladığı bu kadeh olduğu
gibi kalacak, içine dökülen her şeye kendi hususiyetini verecektir. Bu
itibarla çeşnisini ancak coğrafyaya tâbi olan bir üsluptur, denebilir.”150
148 A.e., s. 155. ∗ Tanpınar’ın bu yorumu, Yahya Kemal’in, “Bizim romanımız şarkılarımızdır” (Y.K., s. 28.) şeklindeki cümlesinden esinlenerek geliştirilmiş olabilir. 150 Tanpınar, B.Ş., s. 181. Yukarıya aldığımız cümlelerde baskılar arasında farklılıklar söz konusudur. “mahallî diyebileceğimiz musikiyi” şeklindeki terkip ilk baskıda “musikiyi” şeklinde yer almıştır. “Seyyid Nuh’un” kısmı ise, ilk baskıda hayli değişiktir: “yahut bütün klâsik formuna rağmen kendisine yakın tabakalardan gelen Seyyid Nuh’un”. “Millî hayatın her yanını yoklamış bir dehâ olan Dede Efendi’nin” bölümünün başında ise “veya tıpkı Sinan gibi, diğer mimarlarımız gibi” kelimeler yer almıştır. İlk baskıda “isteyemeyiz”le biten cümleden sonra “Çoğu, daha ziyade, büyük bir sanatın tezgâhında dokunduğu zaman gerçek mânâsında sanat eseri olabilecek parçalardır” gibi bir cümle
225
Bu uzun paragraf, yazarımızın Türk musikinin iki kolu arasında ne gibi
farklar gördüğü ve onları hangi bakımlardan başarılı saydığını göstermektedir.
Tanpınar’a göre halk havaları ve halk türküleri, klâsik eserlerimize göre, daha az
“olgun bir sanat kuvveti”ne sahiptirler, fakat bir bakıma, daha az değişme ve özü
koruma noktasında onlardan daha klâsiktirler.
Yücel dergisinin yaptığı bir ankete verdiği cevapta aynı ilgisizlik, geç
kalmışlık ve yanlış metotlardan yakınan Tanpınar, şehirli kesimin köyden öğreneceği
şeyler olduğunu ve halk türkülerinin keşfiyle “hakikî bir zenginliğe kavuşmuş gibi
olduğunu” belirtir:
“ ... Fakat köy ve kültür meselesi mevzubahis olunca bir de ondan
alacağımız şeyler vardır. Yanlış tefsirler ve liyakatsiz yolardan geldiği için
uzun zaman folklorumuza yabancı kaldık. Fakat şehirli, oyun havalarının
çemberinden çıkıp da halk türküsüne kavuştuğu zaman hakikî bir
zenginliğe kavuşmuş gibi oldu. Evet köyden öğreneceğimiz şeyler
sonsuzdur. Tam mânâsiyle bir zenginliktir. Bu da kültür bakımından köyle
münasebetlerimizin ikinci cephesini yapar. İstanbul ve Ankara
konservatuarı çalışmaları, folklorun tespiti içinde hapsolmamak şartıyla,
bize kendimizi başka noktalardan tanıtacaktır.”151
Ahmet Hamdi Tanpınar, halk musikisine, klâsik musiki ve batı musikisine
eğildiği kadar eğilmez. En azından halk türküleri onun eserlerinde diğer iki musikiye
göre çok az bir yer işgal eder. Fakat halk türkülerinin Anadolu’nun her türlü hissine
tercüman olan tarafları, kendilerine has sıcaklıkları yazarımızın gözünden kaçmış
değildir.
Türküler, Tanpınar’a göre Anadolu’nun en çok hüznünün ve dertlerinin
aksettiği bir aynadır ve bu durum bizim için çok önemlidir zira bizde yaşanan
acıların kaleme alınması, bir şekilde kaydedilmesi nadir görülen bir durumdur. yer almaktadır. “bize toprağı” ibaresi de ilk baskıda “çok derin bir şekilde” kelimelerinin ardından yer almıştır. Bkz. B.Ş., Haz: Andı, s. 87. 151 “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki...”, Yücel, No: 8, Ağustos 1950; Y.G., s. 292.
226
Acılarını kâğıda dökemeyen Anadolu insanı, onları türkülere nakşeder. Dolayısıyla
ölüm, ayrılık, hapislik vs. durumlar türkülerde saklıdır:
“... Kiminde dışarıdan gelen beste, makamın biraz daha üstüne
basmak yahut kararını değiştirmek suretiyle yerleşmiş, bu dağların, yaylanın
malı olmuştur. Fakat hepsi birden bize büyülü bir ayna gibi Erzurum’u,
gurbeti verirler. Bunlar arasında Yayla Türküsü’nü başta sayabiliriz:
Yaz gelende, çıkan yayla başına
Kurban olam toprağına taşına
Zalim felek ağu kattı aşıma,
Ağam nerden aşar yolu yaylanın?
diye başlayan bu acayip kudretli ızbdırap, hangi ümitsiz gurbetten
doğmuştur? Hangi zindanda havasızlıktan boğulduktan sonra, ruh birdenbire
bu geniş, bu hür havaya kavuşur; bu çimen, taze sağılmış süt, koyun sürüsü,
kır çiçeği kokusunu, bu dalga dalga büyük dağlar rüzgârını nereden
bulmuştur? Sıla hasreti bu kadar geniş bir bayrağı pek az açmıştır. Ses bir
kartal gibi süzülüp yükseldikçe ruhumuzu da beraberinde sürüklüyor.∗
Yolda sevdiklerini eke eke kendini Suşehri’inde veya Sivas’ta bulmuş hangi
biçare, sadece hatırlamanın kuvvetiyle bu yükseklere erişti?” 152
.......................
Bulgar komitacıları, ceplerinde Abdülâziz Han’a hitap eden
istidalarla Balkan dağlarında Türk vatanının birliğine pusu kurarlarken
Anadolu kadınları redif, ihtiyat, müstahfaz adlarıyla evlerinden alınan, bir
daha memleketlerine dönemeyen erkeklerine ağlıyorlardı. Fakat bizim
∗ Tanpınar’ın musiki literatüründe çok önemli bir yere sahip olan “kartal” metaforu, burada da karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu “kartal” benzetmelerine çalışmamızın muhtelif bölümlerinde temas ettik. 152 Tanpınar, B.Ş., s. 182.
227
acılarımız nedense hapsedilmeye mahkûmdur. Onlar, dinlenilmesi sadece
tesadüfe bağlı birkaç türküde yaşıyor... Bugünkü nesil ortadan çekilince
belli onlar da kaybolacak. Yemen, Anadolu’nun çektiği acıların bir parçası,
hatta en küçüğüdür. Daha acıklısı var: Verimsiz bir toprağın getirdiklerine
beş on kuruş eklemek için memleketinden ayrılıp İstanbul sokaklarında
kaybolan zavallılara arkada kalanların hasreti... “di gel di gel, daaş gel!...”
diye atılan çığlıklar, bu toprağın üstünde yaşayanların asıl romanlarını,
şartlarını, zaruretlerin gerçek yüzünü verirler. Bunların birinden aldığım:
Çerden çöpten yuva kurdum,
Uçurmadım bala ben...
beytinin bütün bir hayat destanı olabilmesi için bir an gerçek bir romancı
muhayyilesine çarpması yeter.”153
Beş Şehir’in ilerleyen sayfalarında bazı Erzurum türkülerinden ve onların
icracılarından bahseden Tanpınar, halk müziğinin toplumumuzun hayatında bir yeri
olduğu sonucuna varır:
“... Şimdi o kadar sene üzerinden bütün bu besteleri, mayaları,
hoyratları, Zihnî, Sümmânî ağızlarını dinlediğim zamanlara bakıyorum,
musikinin, nağmenin bir topluluğun hayatındaki yerini anlıyorum.
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
diyorum. Çünkü nağmenin kadehi kendisine boşaltılanı sonuna kadar
saklıyor.”154
153 A.e., s. 183. 154 a.g.e., s. 186. Tanpınar, eserin ilk baskısında “o kadar sene üzerinden” yerine “yirmi yıl üstünden” demiştir. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 88.
228
Çalışmamızın “Klâsik Türk Musikisi” bahsinde de belirttiğimiz gibi
Tanpınar, folklora ya da halk şiirine karşı biraz olumsuz bir tutum takınırsa da
müzik konusunda halkın ürünlerine çok güvenmektedir. Bir makalede yazar, klâsik
musikimizin, nağme bakımından dünyanın en zengin hazinelerini barındırdığını
belirtirken, halk havalarını da klâsik musikinin yanında söz konusu eder ve bu iki
müzik kolunu birlikte anar:
“Şüphesiz klâsik musikimiz halk havaları ile beraber dünyanın en
zengin denilebilecek nağme hazineleridir.”155
Tanpınar’ın eserlerinde halk müziğinin bir başka tezahürü ilk roman Mahur
Beste’dedir. Romanın baş kahramanı Behçet Bey’in babası olan İsmail Molla,
oğlunu pek sevmemekle ve kendisine yakıştırmamakla birlikte, gelini Atıye Hanım’a
teveccüh eden, onunla sıcak bir ilişki içinde olan gün görmüş ve sert mizaçlı
birisidir. Onun Atıye Hanım’a anlattığı hikâyeler, eski ve yeni İstanbul’un kalbur
üstü kişilerinin, devlet düşkünlerinin ve çeşitli yönleriyle tanınan kimselerin
hayatları üzerinde yoğunlaşır. Anlattığı bu hikâyeler, bazen kahramanların
üzerlerinde yakılmış türküleri de barındırır:
“Bazen Molla Bey, hikâyenin ortasında, anlattıklarıyla alâkalı, ona
âdeta zaman içinde yeni bir yaşama hızı vererek alelâde bir zabıta vak’ası
veya dedikodu hâlinden çıkaran şarkıyı, türküyü okurdu.
Bazan da yeni işittiği veya eskiden bildiği bir parçanın kim
tarafından, niçin yapıldığını Atıye kendisi sorardı. Çocukluğunda dinlediği
“Kucağında pamuk kedi” türküsünün hikâyesini böyle öğrenmişti.
Büyükada’da öldürülen Aziz adında bir Tıbbiyeli genç için yakılan bu
türkü, Sultan Aziz’i hatırlattığından yıllardır İstanbul’da yasak edilmişti.
Hatta Necip Paşa ailesinin asıl felâketi de bu yüzdendi. Bir gün
Hanımefendi’nin cariyelerinden biri bu türküyü söylerken bir “muhbir-i
sadık” nasılsa işitmiş, “Necip Paşa hazretleri yalılarında sabah akşam Sultan
155 Tanpınar, “ Şark İle Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar”, Cumhuriyet, No: 12965, 6 Eylül 1960; E.Ü.M., s. 131-132.
229
Aziz için şarkı söylüyorlar, matem tutuyorlar” diye jurnal etmişti. Gerçi
Sultan Aziz ölmüştü, fakat Necip Paşa da, Sultan Murat da henüz
yaşıyorlardı. Ya adamcağızın aklına günün birinde kalbinde ölüye ayırdığı
yere diriyi geçirmek gelirse... Üç gün sonra, Paşa ilkin müfettişlikle
Rumeli’ye gönderiliyor, sonra da romatizmalarını tedavi etsin diye Bursa’da
oturmaya memur ediliyordu.”156
Görüldüğü üzere, Mahur Beste’de bir defa söz konusu edilen halk müziği ve
türküler, üzerlerinde herhangi bir sanat yapılmadan, bu yolla herhangi sosyal bir
meselenin tartışılmasına gerek duyulmadan, ferdî plânda da kahramanların ruh
dünyalarına pek tesir etmeyen bir yapı arz eder. Burada türküler, kayın peder ile
gelinin ne kadar iyi anlaştıklarını ve İsmail Molla’nın, devrin saray ve genel olarak
İstanbul hayatını ne kadar iyi bildiğini ortaya koymak gayesiyle metne dahil
edilmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserleri içinde ayrıcalıklı bir yeri olan ve hem
ferdî tahassüsler hem de sosyal damarlar bakımından çok zengin malzemeye sahip
olan Huzur, klâsik Türk musikisi ve batı müziği bahislerinde olduğu gibi halk
müziğinde de sosyal ve kültürel birçok meselenin ortaya dökülmesine ve yazarın
kurmak istediği atmosferin sağlam bir şekilde sunulmasına zemin hazırlayan bir
çehreyle karşımıza çıkar. Türküler, Tanpınar’ın genel bir tavrı olarak, kişilerin
birbirlerini tanımaları ve ortak noktalarda buluşmaları konusunda etkili olduğu gibi,
sosyal değişimlerin ve bu değişimlerin insan ve millet hayatındaki tesirleri
hususunda da bir fon, bir itekleyici olarak kullanılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı arifesinde, karışık duygular içinde İhsan’a hastabakıcı
bulmak için Hekimalipaşa ve Kocamustafapaşa taraflarında dolaşırken bir yıl
öncesini ve sevgilisi Nuran’la bu mahallerdeki gezintilerini hatırlayan Mümtaz’ın,
fakir ve bakımsız sokaklardaki küçük kızların oyunlarını ve söyledikleri türküleri
hatırlaması, daha sonra oluşacak kurgunun ilk adımlarıdır. Çünkü, Mümtaz’ın bir
156 Tanpınar, M.B., s. 79.
230
gününün içinde hatırlayışları romanın asıl çatısını, mekânını ve zamanını
oluşturacaktır. Mümtaz’ın zihninde canlanan bu hatıra şu şekildedir:
“... Mümtaz, bir yaz evvel bu sokaklarda, belki bugünkülerden
birinde, Nuran'la dolaştığını, Kocamustafapaşa'yı, Hekimalipaşa'yı
gezdiklerini düşünüyordu. Genç kadınla yan yana, âdeta vücudu vücuduna
girmiş, sıcakta, alnındaki terleri silerek, konuşa konuşa bu medresenin
avlusuna girmişler, biraz evvelki çeşmenin kitâbesini okumuşlardı. Bu, bir
sene evveldi. Mümtaz, etrafına, bu bir sene evveline dönebilmek için, en
kısa bir yol arar gibi bakındı. Yedişehitler'e kadar geldiğini gördü. Fatih
şehitleri, küçük taş lahitlerde yan yana uyuyorlardı. Sokak tozlu ve dardı.
Yalnız şehitlerin bulunduğu yerde meydanımsı bir şey genişliyordu. İki katlı
fakat o küçük spor otomobilleri gibi, neredeyse mukavvadan zannedilecek
fakir bir evin penceresinden bir tango sesi geliyor, yol ortasında toza
bulanmış kız çocukları oyun oynuyorlardı. Mümtaz, onların türküsünü
dinledi:
Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı
Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?..
Çocukların hepsi gürbüz ve güzeldi. Fakat, üstleri başları perişandı.
Bir zamanlar Hekimoğlu Ali Paşa'nın konağı bulunan bir mahallede bu
hayat döküntüsü evler, bu fakir kıyafet, bu türkü ona garip düşünceler
veriyordu. Nuran, çocukluğunda bu oyunu muhakkak oynamıştı. Ondan
evvel annesi, annesinin annesi de aynı türküyü söylemişler ve aynı oyunu
oynamışlardı.
“Devam etmesi lâzım gelen, işte bu türküdür. Çocuklarımızın bu
türküyü söyleyerek, bu oyunu oynayarak büyümesi; ne Hekimoğlu Ali
Paşa'nın kendisi, ne konağı, hatta ne de mahallesi. Her şey değişebilir, hatta
kendi irademizle değiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona
bizim damgamızı basan şeylerdir...”
231
İhsan, bunları ne kadar güzel anlardı. Bir gün, “Her ninnide
milyonlarca çocuk başı ve rüyası vardır!” demişti.”157
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kültür meselesinde sıkça kullandığı “devam”
kelimesinin, oyun, ninni ve türküler noktasında, onların vesilesiyle ortaya konması,
yazarın bu konulara ve türkülere ne kadar önem atfettiğinin bir göstergesidir.
Cemal Kurnaz, yukarıda alıntıladığımız paragraf içinde söylenenlerle ilgili
bir tespitinde, Tanpınar’ın üstünde çok durduğu “süreklilik”i hayatın mucizesi olarak
gördüğünü söyler:
“Yazar, Huzur romanında Mümtaz’a söylettiği bu fikirleri, bir
makalesinde (...) aşağı-yukarı aynı şekilde tekrar eder: Zamanın ritmi,
yaşama zaruretiyle bizi değiştirse de hayat devam etmesini bilir. Bu türkülü
çocuk oyunu yüzyıllar önce olduğu gibi şimdi oynanmakta, yüzyıllar sonra
da oynanacaktır. Tanpınar, «Her şey değişecek, fakat o kalacaktı ve olduğu
gibi kaldığı için biz de, bir yığın değişiklik üstünden, yine eskisi olarak
kalacaktık» der ve bu sürekliliği hayatın mucizesi olarak görür” 158
Türkülerin, Huzur’daki kronolojik tezahürüne bakıldığında, karşımıza,
Mümtaz’ın, üzerinde çok geniş bir etki alanı bulunan “A.”daki günleri (Tanpınar, bu
şehri “A.” şeklinde vermişse de anlatılan durum ve mekânlar, burasının Antalya
olduğunu göstermektedir) ve orada dinlediği türküler çıkar:
“Akşam oldu mu pencerenin yanına otururdu. Kaç gündür sokakta
küçük bir çocuk peydah olmuştu. Her akşam elinde boş bir şişe veya başka
bir kap, evlerinin önünden, türkü söyleyerek geçerdi. Mümtaz, daha sokağın
başında iken onun sesini tanırdı:
157 Tanpınar, Huzur, s. 19-20. 158 Cemal Kurnaz, “Tanpınar ve Türküler”, Millî Kültür, No: 44, Mart 1984, s. 44.
232
Akşam oldu yakamadım gazımı,
Kadir Mevlâm böyle yazmış yazımı,
Doya doya sevemedim kuzumu,
Ben ölürsem yavrum seni döverler.
Mümtaz, annesinin her başını kaldırdıkça, üstüne dikilmiş
bakışlarında bu türkünün güftesine benzer bir mânâ bulunduğunu
zannederek içi sızlardı. Bununla beraber onu dinlemekten de vazgeçemezdi.
Çocuğun sesi güzel ve gürdü. Fakat henüz çok küçük, onun için tam
nağmenin ortasında ağlayışa benzeyen garip yırtılışları olurdu.
Evlerinin biraz ilerisinde, aşağıya doğru giden sokağın tam başında
türkü değişirdi. Ses birdenbire yükselir, aydınlanırdı. O kadar ki, evlerin
duvarlarında, yolun üstünde, hatta havaya çarptıkça sanki çok parlak
akislerle kırılırdı:
Şu İzmir'in minaresi sedeften, annem sedeften
Sen doldur ben içeyim kadehten, annem kadehten...
Mümtaz, bu ikinci türkü ile küçücük ömrünün henüz mânâsını dahi
kavramadığı kederlerin içinden çıkar, birdenbire çok ışıklı, taptaze; fakat
bununla beraber yine hasret ve ıstırap dolu başka bir dünyaya girerdi. Bu bir
ucu İzmir'in Kordonboyu'nda başlayan, öbür ucu babasının hiç
anlayamadığı ölümünde biten dünya idi.
Orada da kendi çocuk muhayyilesine sığmayan bir yığın şey, orada
da ölüm, gurbet, kan, yalnızlık ve içinde çöreklenen o yedi başlı ejder hüznü
vardı.
Kim olduğunu bilmediği, fakat annesinin de işiteceği korkusu ile
ürpererek yolunu beklediği çocuk geçince, Mümtaz için gün denen şey
233
kapağını kapatıyordu. Ondan sonra ta ertesi akşama kadar yekpare bir
zaman vardı.”159
Görüldüğü üzere bu yıllarda türkülerin Mümtaz üzerindeki etkileri daha çok
bireysel boyutludur. Bunun nedeni Mümtaz’ın, babasının ölümünün acısını hâlâ
unutamaması ve annesinin hastalığının verdiği üzüntüler olmakla birlikte, biraz da
yaşının bu yıllarda küçük olması ve bu eserlerden herhangi bir sosyolojik yorum
yapmasının imkânsızlığıdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur’da musikiyi ve onun Türk kültüründeki alt
kollarını bazen birlikte ele alır. Kahramanların musiki zevklerinin değişken oluşu da
bunda etkilidir. Daha önce de bahis konusu ettiğimiz gibi, müzik, kahramanların,
özellikle Mümtaz’la Nuran’ın birbirlerini tanımalarında ve aralarında oluşan aşkın
alevlenmesinde büyük bir öneme sahiptir. Huzur’un çatısının biraz da Mümtaz’la
Nuran’ın aşklarının oluşturduğunu göz önüne alırsak, musikinin ve dolayısıyla halk
türkülerinin romandaki işlevi biraz daha açıklık kazanır. Yazar, iki sevgilinin musiki
tercihlerini irdelerken şu satırlara yer vermektedir:
“... Nuran'ın bu musiki zevkinde âşığından farkı, belki de kadın
insiyakının geniş erkek sesine, onun yaradılışına yakın hüzün ve kederine
olan uzvî bağlılığıyla gazeli sevmesiydi. Onun için bir yaz gecesini
dolduran bir gazel, belki musikiden ayrı denecek kadar hususî şekilde güzel
bir şeydi. Nuran ayrıca eski bir Bektaşî olan, çok gezmiş, çok görmüş o
anneannesinden duyduğu ve öğrendiği nefesleri, halk türkülerini bilirdi.
Boğaziçi kıyılarında yetişmiş bu eski aile çocuğunun, bu halk havalarını,
Rumeli, Kozan ve Afşar türkülerini, Kastamonu ve Trabzon oyun
havalarını, eski Bektaşî nefeslerini, Kadirî naatlarını tıpkı bir Dede veya
Hafız Post gibi beğenmesi, onları kendilerine mahsus eda ile söylemesi,
Mümtaz için yepyeni bir ufuk olmuştu. Kaç defa bu havaları söylerken onu
bir aşiret kızı, veya tatil günlerinde rengârenk kadifeden atlastan,
elbiselerini, kuşaklarını, sırmalı pabuçlarını giyerek kızlar gününe giden
159 Tanpınar, Huzur, s. 33-34.
234
Kütahyalı bir genç gelin sanmıştı. Asıl garibi bu narin şehirli kızında,
ağızlarını benimsediği bu insanlara hakikaten yakın, onlarla eş bir tarafın
bulunmasıydı. Bütün bunlar Mümtaz için gün geçtikçe sevgilisini kendi
gözünde değiştiren, tamamlayan, aşklarına bir ruh disiplini manzarası veren
şeyler oluyordu.”160
Mümtaz’ın Nuran’a âşık olmasının ve Nuran’ın aşkıyla kendisini daha zengin
hissetmesinin nedenlerinden ikisi, romanda “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki
büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz'da yetişmek.”161 şeklinde
verilir ve üçüncü en büyük neden uzun uzun anlatılır. İlk iki nedenin, “İstanbullu
olmak ve Boğaz’da yetişmek” şeklinde belirlenmesi, Nuran’ın, Mümtaz’ın gözünde
bir medeniyetin vardığı inceliğin ve zarafetin timsali olmasından gelir. Yahya
Kemal’in:
“Baktım konuşurken daha bir kerre güzeldin
İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde”
şeklinde şiirleştirdiği bu tavra göre, kadın, kendisinde millî hayatın ve kültürel
yapının özelliklerini taşır. Tanpınar, Mümtaz’ın Nuran’a bu sâiklerle yaklaşmasını
ve bu sâiklerin içinde türkülerin payı bulunduğunu şöyle anlatmaktadır:
“Mümtaz, Nuran'ın aşkıyla bir kültürün miracını yaşadığını,
Nevâkâr’ın nakış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post'un rast
semaî ve bestelerinde, Dede'nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük
rüzgârında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü
değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve
kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran'ın fanî varlığı
gerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. Çünkü bize mahsus, ta
cetlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene bağlı türkülerimizde bile hiç
olmazsa kanlı bir şehvet rüyası hâlinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilide
160 A.e, s. 145 161 A.e., s. 73.
235
bütün kâinatın toplanmasını isterdi. İstanbul'un, Konya'nın, Bursa'nın,
Kırşehir'in evliyalarıyla halk türkülerinin anlattığı efe, dadaş
aşkları, çocukluğuna kulak verdiği zamanlar unutulmuş senelerin içinden
gelen bütün o gür, hasretle, arzuyla, kendisini tüketmek ihtiyacıyla dolu
nağmelerin, Bingöl ve Urfa ağızlarının, Trabzon ve Rumeli türkülerinin
kanlı ve bıçaklı maceraları bu sevme tarzında birleşiyorlardı.
Onun için Mümtaz bu kâinatın kanlı bıçaklı devrinde tek bir aşka ve
Fransızlardan bize geçen tabiriyle “küçük bir kadın” vücudunun
güzelliğinde kendisini hapsetmekten müteessir olmuyor, kendi iç âleminin
bu aşkla taş taş kurulmasını seyrediyordu.”162
Görüldüğü üzere Mümtaz’ın, Nuran’ın kişiliğinde ve aşkında gördüğü millî
değerlerin içinde halk türküleri de mühim bire yere sahip bulunmaktadır.
Romanın ilerleyen sayfalarında Mümtaz, Suat ve Suat’ın yanındaki kadınla
karşılaşmasının verdiği rahatsızlık ve istikrah içinde, karışık bir ruh hâline bürünür
ve bu karışık hisler içerisinde Nuran’ı hatırlar. Bu hatırlayışın içinde, yazar,
Mümtaz’ın çocukluğunda dinlediği türküleri de söz konusu eder:
“... Fakat iskele karanlık ve rutubetliydi. Garip bir üşüme, bir nevi
nekahet sıtması içinde yukarıya gidecek bir vapur bekledi. Yüzü iskelenin
demir parmaklığında, sanki kendisine ait her şeyle bu demir parmaklığı
arasından temas ediyormuş gibi karşı sahile, ucunda Nuran'ın bulunduğu
yerlere, bir talih mahpusu gibi bakıyordu. Mümtaz o anda çocukluğunu ağır
hüznüyle dolduran bütün hapishane türkülerini hatırlayabilirdi.”163
Huzur’da sosyal meselelerin tartışıldığı önemli bir mekân da Mümtaz’ın evi
ve burada yapılan musiki faslıdır. Bu musiki âleminin içinde, bir aralık olumsuz bir
hava eser ve bu hava İhsan’ın, türküleri tavsiye etmesiyle son bulur. Bu romanda,
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözcülerinden birisi olan İhsan, söylenen türkülerden 162 A.e., s. 199-200. 163 A.e., s. 223.
236
sonra, bizim neyi sevmemiz gerektiğini belirtir. Sevmemiz gereken türkülerdir zira
milliyetimiz bu türkülerdedir:
“İhsan bir teklifte bulundu:
-Çocuklar, bu bahisten kurtulmamızı istiyorsanız Orhan'la Nuri bize
halk havaları söylesinler.
Orhan'la Nuri bu kafilenin folklor tarafıydı. Ne kadar çok türkü
bilirlerdi.
Ve gece İhsan'ın düşüncesiyle yepyeni bir istikamet aldı. Orhan'la
Nuri ilk önce Tamburacı Osman Pehlivan’ın yaydığı o güzel Rumeli
türküsünü söylediler. Sesi, dik ve heybetliydi...
Bulut gelir pâre pâre
Dördü aktır, dördü kāre
Sen açtın kalbime yâre
Yağma yağmur, esme deli rüzgâr
Yârim yoldadır!
Mümtaz, halk havalarının kendine has, elle tutulur ıstırabını bir
devaya kavuşmuş gibi dinledi. Sanki birdenbire sert ve diriltici rüzgâra,
yenilmesi behemehal lâzım güçlüklere, hayatın kendisine çıkmıştılar.
Bulut gelir yer yaş olur
İçer bâde sarhoş olur
Yar kokusu bir hoş olur.
237
Mümtaz bu derin ve çıldırtıcı hasretin kendi ıstırabından çok ayrı
bir şey olduğunu anlıyordu. O bir asap bozukluğunun değişmiş şekli değil,
sıcak ekmek gibi hayatın kendisi ile dolu, onu yapan bir şeydi.
Bulut gelir seher ile
Çiçek açmış bahar ile
Herkes kavuşmuş yar ile
-İşte bunu sevmeliyiz. İhsan hakikaten mesuttu. Bütün hakikatler
burada, bu engin ummanda. Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o
kadar mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz. Sonra birdenbire Yahya
Kemal'in mısraını hatırladı:
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden...
Var mı? yok mu? Ben varım; yeter. Kendime herkesten fazla hiçbir
hürriyet de istemiyorum.
-Fakat burada da azap var, hem daha keskini?
-Hayır, burada yalnız söyleyiş var. Eğer bu türkünün, buna
benzerlerin kederi hakikî olsa insan kalbi yarım saat tahammül edemez.
Burada biz kalabalıkla karşı karşıyayız. Tecrübe bir kişinin değil, bütün
medeniyetindir.
Orhan'la Nuri birbiri ardınca Rumeli ve Anadolu türkülerini
söylüyorlar, Cemil onlara ney’le bazen yardım ediyordu. Sonuna doğru
Tevfik Bey:
-Size gül ilâhisini okuyayım! dedi. Trabzon'da daha ziyade kadınlar
söyler bunu!
238
Mümtaz birdenbire Fra Flippo Lippi'nin Güller İçinde Çocuk İsa
tablosunu andıran bir kâinat içinde kaldı. Sanki, Ferah-fezâ’nın o hasret
kasırgasında savurduğu bütün güller, bu eski ilâhide toplanmıştı:
Gülden kurulmuş bir pazar
Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Alanlar gül, satanlar gül...”164
İhsan’ın, türkülerden “Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o kadar
mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz.” şeklinde bahsetmesi, yazarın daha önce
Beş Şehir’de “Hayır, Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu
türkülerden gitmelidirler.”165 tarzındaki tavsiyesinin roman içindeki bir uzantısı
gibidir.
Huzur’da halk türküleri, Mümtaz’a şehirli aydın kesim ile halk arasındaki
farkları, onların hayatı algılayış ve yaşayış biçimleri, kederlenmeleri ya da sızlanma
hakkı bakımından ayrıştığı noktaları ortaya koyan bir fonksiyondadır. Romanın
sonlarına doğru, Mümtaz’ın arkadaşlarıyla yaptığı bir sohbet içinde bir türkü
vesilesiyle şu görüşler söz konusu edilir:
“Orhan laboratuvarın kilidini asmış, dalgın dalgın düşünüyordu.
Böyle anlarında muhakkak bir halk şarkısı söylerdi. Nitekim Mümtaz'a
cevap vereceği yerde dudaklarının arasından mırıldandı:
Gide gide iki duvar arası,
Kimi kurşun, kimi bıçak yarası...
164
Tanpınar, B.Ş., s. 155. A.e., s. 289-290.
165
239
Mümtaz bu türküyü tanıyordu. Geçen büyük harpte babasıyla
Konya'da iken akşamları uğradıkları istasyonda, nakliyat katarlarında sevk
edilen askerler, sabaha doğru araba ile şehre sebze taşıyanlar hep bunu
söylerlerdi. Yanık bir bestesi vardı. Ona göre geçen harpte Anadolu'nun
bütün dramı bu türküdeydi.
-Ne garip! Halka sızlanmak ve şikâyet etmek yakışıyor ve hatta
affediliyor, dedi. Geçen harbin türkülerine bakın! Ne muazzam şeylerdir,
onlar! Daha eskileri de öyle. Mesela Kırım için çıkan türkü gibi. Fakat
münevverde hoş görülmüyor. Demek ki onun sızlanma hakkı yok! Demek
ki mesulüz.”166
Bu cümlelerden sonra şöyle bir yorum yapmak mümkündür: Türküler,
milletimizin yaşadığı acıları içlerinde barındıran kültür öğelerindendir fakat bu
türkülerin anlattığı hikâyeler, bu hikâyelerdeki acılar, halkın sızlanma hakkına sahip
olduğunu gösterir. Aydın veya idareci kesimin ise sızlanmaya hakkı yoktur çünkü
onlar memleketin gidişatından sorumlulardır.
Sahnenin Dışındakiler isimli romanda halk müziği çok kısıtlı bir şekilde yer
almış ve türküler, sadece ferdî yönleriyle söz konusu edilmişlerdir. Cemal’in
çocukluk arkadaşı ve sevdiği kız olan Sabiha, kendisinin nasıl bir insanı
sevebileceğini açıklarken, kaynağını “türküler” olarak belirtir ve onların anlattığı
insanları sevebileceğini söyler. Türkülerin, hikâyesini anlattığı insanlar, İstanbul’un
çelebi mizaçlı erkeklerine nazaran Sabiha’nın gözünde daha makbuldür:
“Cemal, ben nasıl bir insanı sevebilirim? Yani senin dediğin gibi
sevmek! Babamın söylediği o hapishane türküleri var ya! Yahut oyun
havaları... İşte onların insanını severim. Siz hepinizi bizim saatin Kâtib’ine
benziyorsunuz. İhsan Bey de, Nuri Bey de, Hayri Bey de, sen de... Kudret
Bey gelsin, muhakkak o da öyledir.”167
166
Tanpınar, S.D., s. 117. Tanpınar, Huzur, s. 336-337.
167
240
Sahnenin Dışındakiler’in en canlı tiplerinden birisi de, hikâyenin kahramanı
olmamakla ya da olaya herhangi bir dahli bulunmamakla beraber Alâiyeli Ahmet’tir.
Cemal, bir dost toplantısında onun hikâyesini anlatır ve yazar, bu sayede Anadolu
türküleri için çok orijinal yorumlarda bulunma şansını yakalar:
“Ben altı ay “M...”de bir idam mahkûmuyla bir dost gibi yaşadım.
Her sabah, ilk işim, evimizin arkasındaki deppoyda onun ziyaretine
gitmekti. Gece sabaha kadar bütün kasaba halkı, onun penceresinin önünde
demir parmaklıklar arkasından söylediği türküleri dinlerdik. Bilmem
Anadolu türkülerini sever misiniz? Korkunç şeylerdir. Birdenbire
kulağınızın dibinde bir daha içinden çıkamayacağınız bir uçurum
açılıverir... Artık ondan sonra sizden hayır gelmez! Her şey etrafınızda
altüst olmuştur. Çünkü sıcak ekmek gibi insan ıstırabıyla, azmiyle, hasretle,
ölümle baş başa kalırsınız!
- Öyle ise orada yaşanmaması lâzım... İnsan kalmaması lâzım.
- Hayır, işte burada aldanıyorsunuz. Yaşanıyor, ama başka türlü.
Bahsettiğim adam bir bakıma göre dünyanın en neşeli adamıydı. Tabiî
şartlar içinde bundan iyi arkadaş olamazdı.
- Bırakın şu lâfları a canım! O adamdan bahsedin, ne yapmış ne
etmiş?
- Evvelâ müsaade edin de türkülerden bahsetsin! Baksanıza
hikâyesini öyle hazırlamış. Sırasını bozmayalım, şaşırır.
Hasan Bey beni sinirlendirmek istiyordu. Fakat kendisi daha
sinirliydi. Muttasıl bana çocuk muamelesi yapıyordu. Fakat niçin bana
düşman olmuştu? Bunun için benim yerime Sakine Hanım hiddetlenmişti:
- Çok rica ederim, ikide bir lâf karıştırma... diye çıkıştı.
- Hayır, dedim. Sizi temin ederim ki bu vak’a bittiği günden beri
kimseye anlatmadım. Ve o kadar acı, utandırıcı bir şeydi ki kendim de
241
düşünmedim. Ben size vak’ayı benim yaşadığım gibi anlatmak isterdim. Bu
adamın iki türküsü vardı. Birinde şu mısra vardı:
Ben ölürsem benden daha genci var...
Bu bir Sivas türküsü imiş. Öteki ise seferberliğin sonlarına doğru
çıkan bir türkü idi:
Hükûmetin merdiveni burmalı
Komser beyi odasında vurmalı...
Fakat bunlar böyle söylenince hiçbir şey ifade etmezler. Orada gece
yarısı, bütün mahalleyi dolduran sesi dinlemeliydiniz.... O korkunç ıztırabı.
Eminim ki olduğunuz yerde, hiç görmediğiniz insanlarla dost olur,
bilmediğiniz ölülerin başında beklerdiniz. Bilmediğiniz gidenlere
ağlardınız...”168
Bu alıntının son paragrafındaki cümleler, Tanpınar’a göre, Anadolu
türkülerinde hikâyesi anlatılan insanların, türküyü dinleyenler üzerinde büyük bir
etki uyandırdıkları ve dinleyicilerin hayatlarına sirayet etmekteki güçlerini ortaya
koymaktadır. Ayrıca bu türkülere bakarak Anadolu insanının yaşadığı hayatı
korkunç bulmamak gerekir zira Alâiyeli Ahmet örneğinde görüldüğü üzere bu
türküleri yakan ya da söyleyen insanlar neşeli de olabilmektedirler.
Aydaki Kadın’da türküler bir kez söz konusu edilmiştir. Bir toplantı
esnasında söylenen bir türkü, romanın baş kahramanı Selim’in üzerinde hem bireysel
hem de toplumsal plânda tesirler uyandırır. Tanpınar’ın, Selim’in muhayyilesine
eğildiği satırlarda Anadolu türküleri hem yazarın daha önce fikrî eserlerinde yer alan
özellikleriyle hem de Batılı sanatçıların eserleriyle ilişkilendirilerek okuyucuya
sunulur:
168 A.e, s. 220.
242
“... Sanki bu birkaç mısraın ve yalnız birkaç inhinasında tanıdığı bu
sesin büyüsü ile her şey yeni baştan canlanmış, birbirleriyle çok başka
şekilde, bir daha hiç ayrılmayacak şekilde birleşmişti. Bu çok esrarlı terkip
şüphesiz sadece Ayşe’nin sesinden ve okuduğu mısralardan gelmiyordu.
Nail’in Leylâ’nın sesine çok benzeyen sesiyle söylediği bu halk türküsünün
de bu işte bir payı vardı. Bu eski ağıtın -sözler belki yeniydi fakat hava
bazen Orta Anadolu geçitlerinde rastlanan o tabaka tabaka kaya parçaları
gibi bir ırkın bütün hicranını sayısız zaman içinde kendisinde topluyordu-
azabı büyük ve kan rengi bir ışık gibi onu içten ve dıştan aydınlatıyordu.”169
Anadolu türküleri için kullanılan “bir ırkın bütün hicranını sayısız zaman
içinde kendisinde topluyordu” şeklideki ifadelerin, yazarın fikrî eserlerindeki
düşünce ve hükümlerle örtüştüğünü belirtmekte fayda vardır. Ahmet Hamdi
Tanpınar, Beş Şehir’in Erzurum bahsinde de Anadolu türkülerinin yerli ve bu
toprağın malı olmalarına vurgu yapar ve bu eserde geçen “bu iklimi, hayatı, insanı,
onun talihini ve acılarını verirler” gibi ifadelerle, Aydaki Kadın’ın Selim’inin
üzerinde türkünün tesirlerini araştırırken söylediklerine yaklaşır.∗
Yazar, toplantıda söylenen türkünün kendisinde ve Selim’de uyandırdığı
çağrışımlara şu satırlarla devam eder:
“... Çünkü bu birdenbire teşekkül eden hayalde bu türkü ve Nail’in
sesi kendiliğinden hem dışardan gelen ışık, hem de hayalin asıl trajik
tarafını, Selim’in ömrüm dediği şeyin ağırlık merkezini teşkil eden
hikâyenin büyük bir tarafı olmuştu. Öbür parçalarından hiçbir şekilde ayrı
değildi, sadece Leylâ’nın ve Nevzat’ın, muhayyilesinde birdenbire o kadar
169
“Erzurum’da kaldığım müddetçe mahalli diyebileceğimiz musikiyi şahsî bir macera gibi yaşamıştım. Fakat ancak yıllardan sonra onunla yeniden karşılaşınca, taşıdığı ızdırap yükünü anlayabildim. Tabiî bu havaların hepsinde, olgun bir sanat kuvveti aramak, onlardan meselâ bir Tellâlzâde’nin veya Tab’î Mustafa Efendi’nin, Sadullah Ağa’nın, Seyyid Nuh’un veya millî hayatın her yanını yoklamış bir dehâ olan Dede Efendi’nin eserlerinden beklediklerimizi isteyemeyiz. Fakat bilhassa böyle olduğu içindir ki kendilerini yaratan insanların malıdırlar, bize toprağı, iklimi, hayatı, insanı, onun talihini ve acılarını verirler. Bir kere zihnimize takıldıktan sonra onların mucizeli bir nebat yürüyüşü ile bir an gelip dört yanımızı almamaları kabil değildir. Tabiatla doğrudan doğruya temas gibi insanı saran bir hummaları vardır. Şüphesiz bu eserler klâsiklerden daha fazla geleneğe tâbidirler.” B. Ş., s. 181 (Bu bölümlerdeki nüsha farklarını yukarıda işaret etmiştik.)
Tanpınar, A.K., s. 208. ∗
243
benzeyen çehrelerini bir saltanatın yahut bir dinin birbirinin aynı iki remzi
gibi ön safta ve her şeyi etrafında topluyordu. Ölüm ve ayrılık. Bu türkü
ölüm ve ayrılıktı. Unutulmuş ölüm burada henüz kanamakta olan bir yaraya
benzeyen ayrılıkta birdenbire tazelenmişti. Şüphesiz bu bir anda olmamıştı.
Selim daha evvel bu bütünün -bir lâhza için de olsa- Ayşe’nin sesi ve Péguy
mısraının etrafında teşekkül ettiğini ve ancak halk türküsünün ve onunla
yahut Nail’in o kadar tanıdığı ve her kıvrımında Leylâ’yı bulduğu sesinin
yüzünden, içinde birdenbire eski bir yara gibi sızlamaya başlayan hatıraların
tamamıyle susturduğu ana kadar bunun böyle devam ettiğini biliyordu.”171
Görüldüğü üzere burada türküler, ölüm ve ayrılık gibi büyük kederleri
kendisinde barındırma ve aksettirmedeki güçleriyle ön plândadırlar. Yazarın diğer
musiki kollarını söz konusu ederken de belirttiği gibi halk musikisi de insanda çok
büyük tesirler uyandırabilmektedir. Türküler, unutulmuş ıstırap ve acıları tekrar
insanın karşısında çıkarmaktadır.
3. 4. Batı Musikisi
Ahmet Hamdi Tanpınar, çeşitli anket, röportaj ve Antalyalı Genç Kıza
Mektubunda batı musikisine yakınlığını ve onun kendi estetiğine tesirlerini dile
getirmiştir. Yazar, bahis konusu mektubunda sevdiği sanatkârlardan bahsederken
klâsik müzisyenlerin adlarını da zikreder:
“Bende asıl büyük tesir, Fransız şiirinden ve bu şiirin, Baudelaire-
Mallarmé-Valéry kolundan geliyor. Fakat bu çizgi de tam değildir. Gérard
de Nerval diye çok mühim bir Fransız şairini, Hoffmann ve Edgar A. Poe,
Faust’u ile Goethe’yi, Dede Efendi’yi, Mozart ve Beethoven’i, Bach’ı,
sevdiğim Fransız ve İtalyan ressamlarını, Fransız “impressioniste”
ressamların mühimmini, bazı modernlerin payını da ayırmak lâzımdır.”172
171
T. M., s. 274. A.e., s. 208.
172
244
Kendi kaynaklarını açıklama konusunda cömert bir sanatkâr olan Tanpınar,
Varlık dergisi sahibi Yaşar Nabi Nayır’ın yaptığı bir ankette de:
“... Fakat hayatımda asıl çalışma devresi, Garp musikisini tanımağa
başladığım zaman açıldı. Gazi Terbiye Enstitüsü’nde iki sene birkaç yüz plâğın
içinde yaşadım. Sonra bizim musikişinasları tanıdım”173 demektedir.
Çalışmamızın başında da işaret ettiğimiz gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
estetik şahsiyetinin teşekkülü ve sanat estetiğinde batı müziğinin çok büyük bir payı
vardır. 1929-1930 yıllarında, daha genç bir öğretmen olan Tanpınar, Batı müziğiyle
yakından ilgilenmiş ve bu ilgi ömrünün sonuna kadar devam etmiştir. Orhan Okay,
Tanpınar’ın 1929-1930 yıllarında Ankara’daki hocalığında Batı müziğinin seçkin
eserleriyle karşılaşma fırsatı yakaladığını tekrarlarken, bazı ecnebî müzik hocalarının
da etkisini zikreder:
“... Burada kendisini farklı bir çevrede bulur ve bundan azamî
şekilde faydalanır. Aynı okulun içindeki Musiki Muallim Mektebi’nin
diskotek salonunda bulunan birkaç yüz plâk ona iki yıl içinde Batı
müziğinin büyük eserleriyle karşılaşmak fırsatını vermiştir. Bu
karşılaşmanın sadece dinlemekle kalmadığı, o yıllarda aynı okulda ve
Devlet Konservatuarı’nda bulunan özellikle Alman müzik hocalarıyla bu
müziğin yorumlarıyla ilgili görüşmelerde bulunduğu tahmin edilebilir.”174
Ahmet Hamdi Tanpınar, doğu medeniyeti yanında batı medeniyeti
kaynaklarını da, bu iki dünya arasında kıyas ve benzetmeler yapacak kadar yakından
tanımış, batının ürettiği sanatları takip etmiştir. Bu itibarla batı musikisi, Tanpınar’ın
resimle birlikte en çok ilgilendiği yabancı sanattır. Turan Alptekin’in verdiği şu
bilgiler, Tanpınar’ın batı müziği ile ilişkisinin boyutlarını vermesi bakımından önem
taşır:
173
Okay, a.g.e., s. 20. “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, 1 Aralık 1951; Y.G., s. 307.
174
245
“Birlikte çalışacağımız zamanlar, saat on sıralarında kendisine
uğrardım. Çaylı sigaralı bir çalışma ile öğleyi bulurduk. Bazan bir Mozart,
bir Vivaldi dönerken, röprodüksiyonları ya da duvardaki tabloları
incelerdim.”175
Evinde dinlediği musikinin yanında Tanpınar’ın batı musikisi zevki ve
bilgisini en çok besleyen tecrübe, Avrupa, özellikle Paris seyahatleridir. Tanpınar,
resim sergileri, tiyatro ve operetlerin yanında, elinden geldiğince konserlere gitmeye
gayret göstermiş ve bu konserlere ait izlenimlerini, dostlarına yazdığı mektuplarda
sıcağı sıcağına dile getirmiştir. Paris’e ilk gezisini 30 Mart 1953’te176 yapan
yazarımız, 15 Mayıs 1953’te Cimcoz’lara gönderdiği bir mektupta şunları söyler:
“Geldiğimden beri ilk defa olarak gece operaya gittim. Viyana
operası. Mozart’ı çaldılar ve oynadılar. Benim çıldırdığım o küçük gece
musikiyle başladı.”177
Başka bir mektuptaki ifadeler de Tanpınar için batı müziğinin ne anlam ifade
ettiği ve yazarı ne dozda etkilediği konusunda aydınlatıcıdır:
“Evvelsi gün Palais de Chaillot’da bir Beethoven konserinde idim.
Eski ihtiyar, ilâhi haydut beni dut ağacı gibi silkti. Vallahi kemiklerim
çatırdadı. Léonore’un Üçüncü Uverturu (Fidelio), Violon Konçerto ve
Beşinci Senfoni. Bayağı resim gibi herif perspektif yapıyor.”178
Tanpınar’ın, Paris seyahatinde ulaşmaya ve elde etmeye çalıştığı en önemli
şeylerden birisi de batı müziğine istediği gibi tasarruf etmesini sağlayacak kaliteli
“disk”lerdir. Tanpınar, iyi ve kaliteli diske o kadar önem verir ki, Adalet Cimcoz’a
yazdığı bir mektupta nasıl disk peşinde koştuğunu uzun uzun anlatır:
175
Akün, a.g.e., s. 13. Alptekin, a.g.e, s. 21.
176
T.M., s. 71. 177
A.e., s. 147. 178
246
“Ben bu günlerde hep diskle meşgulüm. Fakat hiç memnun değilim.
Kemal Türkömer daha ilk gece fark etmişti. Apareyin sesinde bir acayiplik
var. Bir türlü düzeltemedim. Cırtlak çıkıyor. Disklere gelince, ucuz et
almaya kalktım galiba. Rahat dinleyemedim. Bazısını da dinlemeden aldım,
çoğu kötü çıktı. Galiba Paris’te kötü diskler piyasası var ve ben içine
düştüm. Bazılarını başında makine almıyor, bazılarında da müthiş gürültü,
yahut çatırtı oluyor. Yavaş yavaş, bir iki senede olacak şeyi iki ayda
yapmanın neticesi. Meselâ Beethoven kuartetlerim çok kötü.
Halbuki son dördünü çok severdim. On bin Frank yandı. Böylece
Debussy’lerimden biri kazaya uğradı. Sterio plaklar iyi çekilmiyor. Pek azı
iyi. İki üç Mozart’tan, Beethoven’in piano konçertolarından memnunum.
Galiba musikiyi değil, Mozart’ı, Beethoven’i (bilhassa Beethoven) ve
Debussy’yi seviyorum (bazılarını). Olmazsa apareyi değiştireceğim.
Diskleri de yeniden alacağım.”179
Söz konusu mektuptan sadece dört gün sonra yazılmış bir mektupta ise yazar,
bahsettiği âletin mütehassısını bulduğunu ve artık disklerinden memnun olduğunu
anlatır.180
Tanpınar’ın Paris’e ikinci gidişinde ve oradan yazdığı mektuplarda da , bizim
onun batı musikisini seven ve takip eden tarafını takip etmemizi kolaylaştıran
bilgiler söz konusudur. 18 Nisan 1960’ta Adalet Cimcoz’a yazılan bir mektupta şu
ifadeler yer almaktadır:
“Âletler çok iyi. Altı gündür otelde sadece musiki dinledim
diyebilirim.
Geçen akşam yani çarşamba akşamı radyoda harikulâde bir Bach
vardı. Sanki billûrdan birtakım mahlukat kimbilir nasıl bir uykudan
uyanmışlar, katıla katıla gülüyorlar ve hatırlıyorlardı. Yazık ki doktorumla
179
A.e., s. 172. A.e., s. 171.
180
247
konuşurken adını kaçırdım. Bu kadar güzel, nostaljik şey işitmedim,
dinlemedim.”181
Tanpınar, Adalet Cimcoz ve Mehmet Kaplan’a yazdığı daha başka
mektuplarda da doğrudan veya dolaylı olarak disk ve sterio fiyatlarından, bunlardan
ne kadar temin edebildiğinden bahsedecektir.
Tanpınar hakkında, birisi makale, birisi tez çapında yapılmış iki çalışmada
yazarın andığı batılı müzisyenlerin isimlerinin dökümü yapılmıştır. Birol Emil:
“Vâkıa şu iki, Tanpınar hem sanatkâr, hem de ilim adamı olarak Garp
kültüründen epey beslenmiş, başından beri bu kültürü yapan her çeşit şahsiyet, fikir
ve faaliyete karşı derin bir alâka duymuştur. Bu itibarla şiir estetiğinden millî
meselelerimize bakış tarzına kadar pek çok şeyinin temelindeki harç bu kültürden
gelir” diye başladığı makalenin “Müzisyenler” bölümünde Tanpınar’ın eserlerinde;
“Bach, Bartrock, Beethoven, Bizet, Borodine, Chopin, Debussy, Franck César,
Haydn, Korsakow, Liszt ve Mozart” olmak üzere 13 müzisyenin ismini tespit
etmiştir. 182
Mine Birkök’se bu listeden farklı olarak “Edith Plaff, Kreuger, Cistrach,
Rossini, Verdi ve Wegner” adlı sanatkârları da tespit etmiştir. Fakat bu listede,
Emil’in tespit ettiği bazı müzisyenlerin adları geçmez.183
Hemen her eserinde batı ile doğuyu anlama, çözümleme, bu iki kutbun
birbirine benzediği ya da birbirinden ayrıldığı noktaları ortaya çıkarma gayreti içinde
olan Ahmet Hamdi Tanpınar, dikkatini batının musiki tekâmülüne de yöneltmiş ve
zaman zaman bundan bir batılı gibi zevk almıştır. Çünkü batı, ilim ve tekniğinin
yanında sanatını da medeniyetinin bir parçası yapmış, diğer sanatların yanında
nispeten soyut ve yazarımızın ifadesiyle “maddesiz-objesiz” bir sanat olan müziği
181
Birol Emil, “Tanpınar’ın Eserlerinde Adları Geçen Garblı Sanat ve Fikir Adamları”, Türk Kültür ve Edebiyatından Şahsiyetler, Ankara, Akçağ Yayınları, t.y., s. 384.
A.e., s. 177. 182
Birkök, a.g.e., s. 9. 183
248
dahi kendi uyanışının bir parçası haline getirmesini bilmiştir. Örneğin, Tanpınar’ın,
adını birçok defa zikredeceği Wagner, Nihad Sami Banarlı’ya göre Alman
romantizminin ve uyanışının babası, itekleyicisi olmuştur:
“... Bu hareketin sonlarına doğru, Almanya’da büyük bir adam
yetişti: Wagner. Bu bir opera şairi ve bestekârıydı. Mevzuunu Nibelungen
destanından alıp yazarak Ring der Nibelungen: Nibelungen Halkası adını
verdiği dört opera besteledi. Bu seri operalarla Cermen milliyetini dile
getirmiş oldu. Bu dört operanın birincisi Ren Yüzüğü, diğerleri Siegfried,
Die Walküre ve Allahların Grûbu adlı eserlerdir. Bunların dördünde de asıl
kahraman Siegfried’dir. Wagner bu arada eski musikinin de tekniğini,
estetiğini değiştirerek daha Cermenik bir musiki meydana koydu.
Bu eserler, Alman milletini gün geçtikçe coşturdu. Bu arada
Bavyera kralı II. Louis Wagner’i sarayına çağırdı. Onun operalarından
aldığı ilhamla Bavyera dağlarından birinde yeni bir Olympos yaptırdı.
Adına Walhalla dediler. Walhalla, Cermen Olymposu demekti.
Bütün bu ve benzeri çalışmalar, Alman milletini her yönden
harekete getirdi. Almanların büyük bir milliyet ve medeniyet kurmalarında,
hattâ türlü alınyazılarıyle yıkılıp yıkılıp tekrar büyük kudretle
kalkınmalarında birinci derecede vazife gördü.”184
Ahmet Hamdi Tanpınar, Şark İle Garp arasında Görülen Esaslı Farklar
isimli makalesinde batının eşyaya bakış açısını ve ona tasarrufunu irdelerken, batı
müziğinin ve bu müziği enstrümanlarının kendisi için önemini dile getirir:
“Garp musikîsini bugünkü şekline getiren iki esaslı saz, tıpkı pusula
ve sıfır gibi, Müslüman medeniyetinin icat ettiği veya değiştirdiği âletlerdir.
Fakat eski minyatürlerde resimlerini gördüğümüz Arap kemanını bugün
Oistrakh’ın elindeki sade kabiliyetine eriştiren şey, Garplının hayatına
girmiş eşyaya tasarruf kudretidir. Bugünkü keman, tıpkı insan vücudu gibi
184 Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, 1998, s. 6.
249
mukadder olgunlaşmanın çizgisini tüketmiş, artık ilâ ve tarh, hiçbir
ameliyeyi kabul etmesine imkân ve lüzûm olmayan bir tamamlıktır. Yine
Şark’ın malı olan kanun ile klavsen ve piyano arasındaki fark ise, hemen
hemen bir cins ve mahiyet değiştirmesine kadar gider. Ben, matbaa hariç,
piyanodan ve kemandan daha mükemmel bire insan icadı bulunmayacağına
inananlardanım; meğer ki orkestra dediğimiz o muhteşem terkip ola.”185
Dikkat edilirse yazar, piyano ve kemanın, matbaadan sonra insanoğlunun en
önemli buluşları olduğunu söylemekle birlikte bu buluşlardan daha önemli bir şeyin
de ancak orkestra olduğunu vurgulamaktadır.
Tanpınar’da batı musikisinin bizim için önemli bir noktası Alman müzisyen
Wagner’dir. Meselâ yazar edebî eserlerinde de adını sıkça andığı bu sanatçı üzerinde
bir benzetme mekanizması kurmuş, yeri geldikçe Wagner operalarını, benzetilen öğe
olarak kullanmıştır. Karanlıkların Tadı isimli yazıda Wagner, şu şekilde yer
almaktadır:
“Yakında ay ışığının şehrin manzarasına, tek başına, rakipsiz hâkim
olduğunu göreceğiz. O zaman soğuk ve hülyalı mehtabın altında, semt semt,
âbide âbide, koy koy bu peyzajın, imkânsız bir Wagner operasının hareket
ve musikinin bekleyen boş bir dekor gibi açıldığını ve bizzat bu hareket ve
musikinin yokluğu sayesinde tesirlerini bir sonsuzluğa doğru genişlettiğini
göreceğiz.”186
Tanpınar, Huzur’da Mümtaz’ın ruhî durumunu ve Nuran’ın Mümtaz
üzerindeki etkilerini anlatırken Wagner’e ve onun operasının özelliğine başvurur.
Wagner operası, burada da değişkenliği, her parçanın kendisine has yapısı olması
noktasında Nuran’ın Mümtaz’ın hayatındaki değişik çehrelerini vermek için misal
gösterilmiştir:
185
Tanpınar , “Karanlıkların Tadı”, Gün Gazetesi, 7 Haziran 1941; Y.G.., s. 161.
Tanpınar, “Şark İle Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar”, Cumhuriyet, No: 12965, 6 Eylül 1960; Y.G., s. 26-27. 186
250
“Küçük ve çoğu, asıl fon ve rengini Mümtaz'ın ruhundaki
arızalardan alan hadiselerin çizgi çizgi yaptığı, âdeta etine yapıştırdığı bir
yığın Nuran daha vardı ki, hepsi mahpus olduğu derinliklerden kurtulup
suyun yüzüne çıkmaya, oradan Mümtaz'ın hayatını idare etmeğe fırsat
arıyorlardı. Bunların hepsinin ayrı ayrı, bir Wagner operasının şahısları gibi,
hususî havalarla gelişleri, onun içinde uyanışları vardı. Hepsi uzviyetini,
sinirlerini ayrı hadlerde çıldırtarak zapt ederlerdi.”187
Bir makalede de Tanpınar, Wagner operasını, yine “değişme ve değişkenlik”
noktasında kullanır. İstanbul’un değişkenliği ve değişmesini bilmesi, Tanpınar’a
Wagner’i ve operayı düşündürür:
“İstanbul bazan sanatı lüzumsuz kılacak derecede değişmesini
biliyor. Daima iddia etmişimdir: Bizim, hiç olmazsa şimdilik asıl büyük
mevsim müzemiz, bu durmadan değişen, ışığını kısıp açan İstanbul’dur.
Bazı manzaralarında bu müze, bir çeşit Wagner operasına, bazı film
dâhilerinin tasavvur ettikleri o fantastik balelere kadar gider.”188
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir konuya hasredilmiş küçük çaplı yazılarının
yanında edebiyat incelemelerinde, metin tahlillerinde de batı müziği ve bu geleneğin
müzik literatürünü bir araç olarak kullanır. Yazar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin
Abdülhâk Hâmid’in piyeslerine ayrılmış bir bölümünde de meseleyi daha iyi
verebilmek için Wagner’e başvurmuştur. Abdülhâk Hâmid’in Turhan isimli
piyesindeki şahısların değişik ve kendilerine has üslûpları yazarımıza Wagner’in
eserlerini hatırlatır:
“Turhan’da âdeta Wagner’imsi bir tasavvurla her şahsın ayrı bir
vezinle konuşması, yine aynı eserde sahne tertibatına ait bazı teferruatın
187
Tanpınar, “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair”, Cumhuriyet, No: 12365, 27 Aralık 1958; Y.G., s. 164. Tanpınar, Huzur, s. 58.
188
251
veya esaslı unsurların sinemayla gösterilmesini teklif etmesi, Abdülllahü’s-
sagir’de Ferdinando’nun atı ile konuşması bu cinstendir.”189
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üslûbu genel olarak insanı, eşyayı ve hadiseleri,
birbirine benzeterek ve kıyas ederek ele almaya yönelik sanatlı, artistik bir üslûptur.
Meselâ, İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü kutlamaları için resmî ve gayr-i resmî
çevrelere teklifler getirdiği, fikrî dokusu yoğun olan yazısında bile batı müziğinin
çok bilinen bir öğesi olan senfoninin anılması, Tanpınar’ın eserlerinde söz konusu
sanatın bir benzetme öğesi olarak geçtiğine dair bir başka misaldir:
“Hiçbir yerden vatanın kuruluşu dediğimiz şey, İstanbul
tepelerinden olduğu kadar açıklıkla görülmez. Ancak Süleymaniye’nin
avlusundan bakıldığı zaman, vatan orkestrasını teşkil eden sazların, tıpkı
tersine bir Haydn senfonisi gibi teker canlandığı görülebilir.”190
Tanpınar’ın, İstanbul’a ya da daha geniş düşünürsek tabiata bakışta müzik ve
senfoniye önem verdiği kesindir. Günlük şeklinde kaleme aldığı hatıralarında da
tabiat ve özellikle ağaçlar, “müzikalite-armoni-senfoni”nin çağrışımlarından
yararlanılarak anlatılır:
“Sabahleyin Fazıl’ın odasından Topkapı saray bahçesinin armonisi.
Kırçıl ağaçların senfonisi.”191
Yazar, aynı orkestra benzetmesini bir konuşmasında da hayat ve Tevfik
Fikret için yapmıştır. Orkestra, Tanpınar için uyumun, vazifenin ve âhengin
sembolüdür:
“ Hayat daima bir orkestradır. Orada her sazın, her fikir ve imanın
kendine mahsus bir yeri vardır. Bizim için ehemmiyetli olan Sis’ten ve
Hemşirem İçin manzumelerinden başlamak şartıyla bu eserin mühim bir
189
Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü I”, Cumhuriyet, No: 7907, 20 Ağustos 1946; Y.G., s. 173.
Tanpınar, 19.A.T.E.T. s. 589. 190
“Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hatıraları’ndan”, Y.K., s. 169 191
252
kısmının bu insan davasının etrafında bazen bir trombon gibi çınlaması,
bazen ince, yumuşak bir keman gibi sızlanmasıdır.”192
Ahmet Haşim’in şiirlerine dair bir yazıda da, Tanpınar’ın aynı sanat üzerinde
benzetme kurduğunu belirtmek gerekmektedir:
“Ahmed Hâşim şiire 1908’den sonra başlayan nesildendir. O,
velveleli hadiselerle, taşkınlık ve felâketle dolu senelerde, bir orkestranın
tunç ve demirden uğultusu içinde uyanan berrak bir flüt sesine benzeyen bu
şiirler, bittabi derhal dikkati kendine çekemezdi.”193
Tanpınar, Beş Şehir’in İstanbul bahsinde, maziyi ve onun eserlerini sevdiğini
belirtmekle beraber, asırların tecrübelerinin ve kendisine kattıklarının bu eserleri
kendisi için daha zevkli ve câzibeli yaptığını, örneğin Süleymaniye Camii’ni yeni
yapılmış bir cami olarak görmektense, asırların verdiği deneyimle, okuduğu şair ve
yazarların kendisine kattıklarıyla görmeyi tercih ettiğini söyler. Bu dört asırlık
tecrübenin içinde, daha sonra adını çokça anacağı Fransız müzisyen Debussy de
vardır:
“Süleymaniye’yi yeni yapılmış bir cami olarak görmek, bizim
tanıdığımız ve sevdiğimiz Süleymaniye’yi tıpkı geceleyin Boğaz koylarında
uzanan ışıkların suda o altın saraylar gibi, zaman içinde bize kadar uzanan
bütün bir saltanattan mahrum bırakmaktır. Biz onun güzelliğini dört
asrın tecrübesiyle ve iki ayrı kıymetler dünyası arasında her gün biraz
daha keskinleşen benliğimizle başka türlü zenginleşmiş olarak tadıyoruz.
Yahya Kemal’siz, Mallarme’siz, Debussy ve Prouste’suz bir Süleymaniye
veya Kanunî Mersiyesi, hatta onlara o kadar yakın bir Neşatî ve Nedim’in,
Hâfız Post ile Dede’nin arasından geçerek kendilerine varamayacağımız bir
Sinan ve Bâkî tahmin edebileceğimizden daha çok çıplaktır.”194
192 Tanpınar, “Tevfik Fikret”, [Tevfik Fikret’in büstünün Galatasaray Lisesi’ne konması dolayısıyla yapılan toplantıdaki konuşma] E.Ü.M., s. 277. 193 Tanpınar, “Ahmed Hâşim’e Dair”, Mülkiye, No: 27, Haziran 1933; E.Ü.M., s. 296. 194 Tanpınar, B.Ş., s. 102.
253
Tanpınar, vefatından sonra yayımlanan hatıralarında Vivaldi dinlediğini
belirtmiş ve bu münasebetle doğu ve batı musikileri hakkında görüş belirtmiş ve o
anki psikolojisiyle bu musikilerin kıymetleri hakkında hükümler vermiştir. Yazara
göre batı musikisi, diğer unsurlarla birlikte içinde geliştiği medeniyetinin önemli bir
parçasıdır:
“... Orkestra Vivaldi’nin biri keman, biri viyola biri obua olmak
üzere üç konçertosunu çalıyor. Güzel, hafif, melankolik, kendisinden ziyade
başkalarına yapacağı tesirin peşinde, ancak zaman zaman bütün
ürpermelerin gelecek zamanı hatırlayan bir musiki. (?) Şimdi, ki bu satırları
yazıyorum, bizim musikinin yanında onu daha hafif, daha az ferdî muhteva
itibariyle, ve daha oyun buluyorum. Bittabî notası var, âletler tekâmül etmiş,
etrafında resimle, feylosofuyla, şiiriyle büsbütün başka bir hayat var. Sade
bu cemaatin bu 1725 yılında sandalyeye oturmaları, bağdaş kurmadan bu
musikinin çalınması mühim bir iş. Bununla beraber meselâ ondokuzuncu
asır cevher itibariyle bizimkine daha yakın. Onlarda romantizm daha fazla.
Hiç olmazsa bu anda böyle düşünüyorum. Fakat Vivaldi’yi tam
tanımadığım da muhakkak. İyi de dinlemedim. Hem yorgunum, hem
düşünceliyim...(...)”195
Görüldüğü üzere Ahmet Hamdi Tanpınar, batı musikisine ve bu musikinin
Wagner, Beethoven, Bach ve Debussy gibi temsilcilerine derin bir alâka duymuş, bu
sanata hem şahsî hayatında hem de toplumsal meselelerle yakından ilgilenen bir
kültür adamı sıfatıyla mühim bir yer ayırmıştır. Doğuyu olduğu kadar batıyı da
anlamaya çalışan yazar musikiyi batı medeniyetinin büyük unsurlarından birisi
olarak görür.
Batı müziğinin Tanpınar’ın edebî eserlerindeki bir başka yansıması da, daha
önce de bahsi geçtiği gibi, sanatın iki kişi arasında bir bağ kurması, onları birbirine
ısındırması, hatta musiki hakkındaki görüş ve kabullerin yer yer insanları birbirinden
uzaklaştırabilecek bir güce sahip olmasıdır. Tanpınar’ın kahramanlarının
195 İnci Enginün, “Tanpınar’ın Bilinmeyen Hatıraları IV”, Dergâh, C. VI, No: 65, Temmuz 1995, s. 8.
254
birbirleriyle ilişkileri, biraz da musiki hakkındaki duruşlarına göre şekillenmiştir.
Belirtmeye çalıştığımız gibi özellikle klâsik musikimiz bu konuda bir ölçek vazifesi
görmüştür. Ama aynı şeyi, batı müziği için de söylemek mümkündür. Tanpınar, Yaz
Yağmuru isimli hikâyesinde birbirini hiç tanımayan, bir tesadüf eseri karşılaşan iki
kişinin durumlarını, onların birbirlerine karşı mesafelerini Debussy’den ve onun
tesirlerinden faydalanarak ortaya koyar:
“... Sabri biraz sonra yağmur seslerinin sık ormanında Debussy’nin
musikisinin, sanki yanı başlarında uyuyan bir mahluk gibi olduğu yerden
silkindiğini, mücevher parıltılarıyla kımıldandığını, kendisine yol açtığını
duydu. Bu sefer de karısını hatırlatmıştı ona. Bazı geceler çocuklarının
beşiğinin başına onu aynı işaretle çağırırdı. Hakikaten garipti bu. Durup
dururken insana kendi mazisinin içinden ona bürünerek hücum ediyordu.
“Tıpkı musiki gibi.” Bununla beraber onu, yanı başında, bütün varlığıyla
musikinin ocağına eğilmiş yüzü onun akisleriyle aydınlık görmek,
aralarında bu yakınlığı bulmak hoşuna gidiyordu. Ve musiki, sanki kendi
dikkatlerinin çocuğu imiş gibi ikisinin arasında, onlarla beslenen mucizeli
bir varlık gibi büyüyordu. ........... Musiki bu iki saat evvel birbirlerini
tanımayan iki insanı tek bir noktaya indirmişti. Şimdi oradan
zenginleşiyorlardı.”196
Ahmet Hamdi Tanpınar, eserlerinin bütün öğelerini, insanın emrine verdiği
gibi musikiyi ve onun çağrışımlarını da kahramanın psikolojisine göre işlemiştir.
Tanpınar’ın bir başka hikâyesinde batı musikisi, kahramanlarının ruhî durumlarına
göre de mahiyet değiştirir ve olumsuz bir etkiye sahip olur. Cemil adındaki baş
kahraman, rüyalarıyla ve rüyalardaki bir genç kız siluetiyle başı dertte olan birisidir.
Sürekli bu rüyaları unutmaya çalışan Cemil, ne zaman batı musikisinden bir parça
dinlese kızın hayalini karşısında bulur. Bu da batı musikisinin bu hikâyede müessir
bir unsur olduğunu göstermektedir:
196 Tanpınar, Bütün Öyküleri, s. 159.
255
“Saat bir buçuğa doğru vaktiyle yaptığı gibi çay istedi. Tam çayını
içecekken dinlediği parçanın arasından -bu Ravel’in Daphnis’le Choé’siydi-
parçanın birinci kısmındaki insana dalgalı bir deniz hissini veren emsalsiz
armoniler arasında birdenbire rüyasındaki kadını tekrar gördü. Yine elleri
yüzüne kapanmıştı, fakat sanki hıçkırıyordu. Hayal o kadar sarih, ânî idi ki,
şaşkınlığından elindeki bardağı düşürdü. Karısı şaşırmış ona bakıyordu. Asıl
garibi, çayı içerken ve bu musiki arasında uyumuş olmasıydı.”197
Eserlerinin esas noktasını doğu-batı ikilemlerinin oluşturduğu Ahmet Hamdi
Tanpınar, batı müziğini bazen bu ikilemleri ortaya koymak, bunlar hakkında
yorumlar yapmak, hatta kahramanlarının ağzıyla teklifler getirmek için kullanmış,
bazen batılı müzisyenlerin eserlerini benzetme öğesi olarak söz konusu etmiştir.
Aslında daha ziyade klâsik musikimiz üzerinde yoğunlaşan Mahur Beste’de
batı musikisi, herhangi bir sorgulama ya da karşılaştırmaya tâbi tutulmamış,
yukarıda saydığımız vazifelerden herhangi birisini de üstlenmemiştir. Kötü bir hayat
tecrübesine sahip olan ve başından geçen olumsuz hadiseler yüzünden bir arayış
içinde olan Nuri Bey, arkadaşları ve bir bakıma hizmetçileri olan Soloski ve Agop
Efendi’nin kendi aralarında tartıştıkları ve huzurlu bir hayat yaşaması için
uğraştıkları bir kimsedir. Soloski, Nuri Bey’in mistik bir hayat yaşaması gerektiğini
düşünür ve Nuri Bey için refahı “keman”da bulur:
“... Mevlevîliği ona bütün tarikatlardan üstün gösteren şey,
musikiye verdiği yer ile sımanın hususiyeti idi. Fakat o Nuri Bey için bunu
da lüzumlu görmüyordu. Ona göre, keman Allah’a giden yolların en
kısasıydı. Her türlü kutsîliğin, ermişliğin bir tek kapısı vardı: bu, tâ yedi
yaşından beri delicesine sevdiği Bach idi. Evet, Nuri Bey’in içinde uyuyan
mistik kıvılcımı genişletmek, parlatmak, hakikî bir ocak hâline getirmek
için keman öğrenmesi yeterdi.” 198
197 A.e, s. 237. 198 Tanpınar, M.B., s. 159-160
256
Nuri Bey üzerinde daha değişik plânları olan Agop Efendi, onun ilerleyen
yaşıyla keman çalamayacağını ve evlenmesi gerektiğini söyler ama Soloski,
hidayetin kemanda olduğunu savunur:
“- Vazgeç Soloski, oğlumuz evlenmeli..
- Hayır, keman çalmalı!
- Evlenmeli, saadeti avucumun içindedir.
- Keman çalmalı, hidayet kemandadır.”199
Batı müziğine; enstrümanları, her türlü teknik özellikleri ve tarihî
tekâmülüyle vâkıf olan Ahmet Hamdi Tanpınar, edebî eserlerinde bu bilgisini
kullanmış, hattâ eserin örgüsünü de yer yer batı müziğinden faydalanarak
oluşturmuştur. Batı müziğinin, Tanpınar’ın edebî eserlerindeki aksini vermeden önce
yazarın bu tavrına dikkat çekmek yerinde olacaktır. “Her eserimin başında -en küçük
şiirimin bile-, Garp’tan veya bizden bir musiki eseri vardır. Ve belki de beni
şahsiyetimin asıl idrâkine, ancak eriştiğimiz zaman varlığını öğrendiğimiz noktalara
götüren musikidir. Kompozisyon için örneğim de musiki olmuştur”.200 diyen
Tanpınar, Berna Moran’a göre Huzur’un kurgusunu da “senfoni” ye göre yapmıştır:
“Huzur’un yapısı da, anlatım tekniği de, romanın anafikrini
verebilmek düşüncesiyle kurulmuş bir yapı. Roman, «İhsan», «Nuran»,
«Suat», ve «Mümtaz» başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. Ama
bölümlere bu kişilerin adlarının verilmesinin nedeni, bu bölümlerde bu
kişiler anlatıldığı için değil, yapıtın kahramanı Mümtaz’ın hayatında
oynadıkları rolden ötürü. Daha önemlisi, bu dört bölümden bir müzik
yapıtındaki (özellikle belki bir senfonideki) bölümlerin işlevini yüklenmesi.
Hiç kuşkusuz Tanpınar Huzur’u bir müzik formuna göre düzenlemeye
çalışmış. Bölümlerin her biri belli bir duygunun, bir ruh hâlinin egemen
199 A.e., s. 160. 200 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, Aralık 1951; Y.G., s. 307.
257
olduğu «movement»lar gibi kullanılmış. Ukâlaca bir kesinlik iddiası gibi
gütmeden diyebiliriz ki birinci bölüm sıkıntılı, ikincisi neşeli, üçüncüsü
melankolik, dördüncüsü çok sıkıntılı. Bununla da yetinmiyor Tanpınar;
göstermeye çalışacağım gibi, büyük bir titizlikle her bir bölümü belli
temalar etrafında kuruyor ve birtakım motiflerle destekliyor. Dikkat edilirse
birinci bölümde savaş teması ile temsil edilen toplumsal sorun ile ikinci ve
üçüncü bölümlerde işlenen estetizm, dördüncü bölümde bir değerler
çatışması halinde karşılaştırılıyor. Başka şekilde söylersek, romanın
sonunda Mümtaz’ın bunalımına yol açan değerler çatışması romanın
yapısına da yansıyor. Huzur’a bütünlük kazandıran biraz da bu temaların ve
motiflerin ele alınış biçiminin, yapıyı bir müzik formuna yaklaştırması.”201
Mahur Beste ve diğer eserlerine nispeten toplumsal ve kültürel dokusu çok
yoğun olan Huzur’da batı musikisi daha derinlikli ele alınmaya çalışılmıştır.
Tanpınar fikrî yazılarındaki gibi bu eserinde de batı musikisinden ve batılı
musikişinaslardan faydalanmış, batı musikisi hem ferdî boyutları hem de toplumsal
özellikleriyle romana katkı sağlamıştır.
Çalışmamızın klâsik Türk musikisi bahsinde de işaret ettiğimiz gibi Huzur,
Mümtaz’ın şahsında Türk toplumunun doğu ile batı arasındaki kararsız durumu, fert
ve toplum çapındaki zevk değişmeleri gibi problemleri tartışan bir romandır.
İnsanımızın iki had arasındaki sıkışmışlığı ve bir tarafı seçmek konusundaki
kararsızlıkları “eşik” imajıyla özetlenmeye çalışılmış ve bunlar çok defa müzikal
öğelerle okuyucuya sunulmuştur. Tanpınar, Nuran’ın, Mümtaz’ın evine ilk defa
gidişindeki kararsızlığını ve kendi içindeki çelişkileri anlatırken meseleyi daha iyi
vermek için araya girer ve Nuran’ın ikiliğini anlatırken toplumsal bir meseleye
parmak basar:
201 Moran, a.g.e., s. 206-207.
258
“Ağlayacak gibiydi. Çocukluk ve genç kızlık yıllarında yapmadığı
bir şeyi yapıyordu. “Dönsem mi?” diye gişenin önünde dolaştı. Fakat aşk
bilinmeyenin sihriyle onu davet ediyordu. “Yeni Debussy'ler aldım.
Behemehal gelin...” Telefonda böyle söylemişti. Debussy'yi, Wagner'i
sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.”202
Mümtaz’ın, Nuran’ı evine çağırmak, onun eve gelişini kolaylaştırmak ve evi
daha câzip kılmak için Debussy’yi kullanması çok mühimdir. Bu, batı müziğinin, iki
kişi arasındaki ilişki zincirinin bir halkası olduğunu göstermektedir.∗
Tanpınar, batı müziği ve bu müziğin icracılarını en güzel Emin Dede
sayesinde ve onun üzerinden verir. Romanda bir kemâl noktası ve doğunun eriştiği
olgunluğu göstermek için bir timsal olarak sunulan Emin Dede’nin şahsında batılı
müzisyenlerle Türk musikişinasları arasındaki fark ortaya konulur. Bu kıyasa göre
Emin Dede ve onun temsil ettiği değerler batılı musikişinaslardan çok başkadır.
Hiçbir dünyevî hırsa sahip olmayan, mütevekkil Emin Dede’nin yanında batılı
musikişinaslar benlik ve ihtiras içinde yüzmektedirler. Huzur’da böyle bir
karşılaştırmanın yapılması, Tanpınar’ın batı musikisini “insan” noktasında nasıl
değerlendirdiğini veren bir örnektir:
“Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu
gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet
202 Tanpınar, Huzur., s. 135. ∗ “Debussy'yi, Wagner'i sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi” şeklindeki cümlenin kime ait olduğu pek belli değildir. Bu, kendi çelişkisi ile uğraşan Nuran’ın birden sosyal bir damar yakalaması şeklinde düşünülebileceği gibi, fertten sosyale, sosyalden ferdiyete geçişte çok başarılı olan Tanpınar’ın da görüşü olabilir.
Romanın ilerleyen sayfalarında, Mümtaz’ın evinde yapılan müzikli yemekte, yukarıda söz konusu ettiğimiz ziyarete dönen yazar, Nuran’ın o günkü psikolojisini tekrar verir. Nuran’ın, sevgilisinin evine ilk defa gidişini hatırlaması ve bu ilk günün hatıraları içinde Debussy’nin de unutulmaması, Tanpınar’ın, romanın kurgusuna ve olaylara ne kadar hakim olduğunu, romanın bir yerinde (Mümtaz’ın daveti romanın 58., Nuran’ın bu ilk ziyareti hatırlaması 231. sayfadadır) söylenmiş bir sözün, ilerde mutlaka bir karşılığının bulunduğunu veren bir örnektir. Nuran, o günü hatırlarken, Tanpınar da Debussy’nin Nuran üzerindeki etkisini açıklamaktadır:
“Çoktan beri Nuran kendi içinden bu bahçeye ilk geldiği günü, arıların vızıltısını, camekândan seyrettikleri kısa yağmuru ve Mümtaz'ı tanımanın verdiği acayip hislere karışan, onların bahar kasırgası olan nocturne’ü hatırladı. Debussy'nin musikisinden hatırladığı kadın sesleri yabanî, beyaz güller gibi hafızasında dağılıyordu.”, Huzur, s. 231.
259
ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden iştihaları
ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkânsız bir atlas gayretiyle
gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik plânda göz önüne
koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her
şeye bir arslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz
dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkârdan ibaretti.”204
“Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eserlerinde Klâsik Türk Musikisi” bahsinde
etraflıca işlediğimiz gibi, eski musikişinaslar, tasavvufî taraflarıyla ve Allah
karşısında benliklerini silme gayretiyle ihtirasa ve şöhret sevdasına kapılmamışlar ve
sanatlarını Allah’ın birliğinde yok olmada bir araç olarak kullanmışlardır. Nitekim
Emin Dede romanın bir yerinde: “Onlar sanat yapıyor, biz duadayız” der.
Batı ve doğu musikileri, bir dünya görüşünün ürünleri olmalarının yanında
kullandıkları âletler ve bunların yapıları bakımından da büyük bir farklılık arz
ederler. Bu bakımdan ney’le, flüt ve kornenin anlattıları şeyler ve temsil ettikleri
değerler çok başkadır:
“... Fakat Mevlânâ'nın hakkı vardı; neyin biricik sırrı hasrettir. Bir
gün Rimbaud'nun Voyelles’ler için yaptığı o cesur tahlilin benzerini biri
sazlar için yaparsa şüphesiz alaturkanın bu en basit çalgısında bir
akşamın ten rengi hasretini bulacaktır. Onu alafranga musikiden flütlerin,
kornelerin hattâ o acayip ve asırlarca hayvanî bünyeyi yoklamış av
nağmelerinin koyu zümrüt yeşili veya kan rengi sesiyle karıştırmamalıdır.
Onlar tabiatı, başka plânlarda yaratmak veya yoklamak ihtiyaçlarında
sanatın asıl malikanelerinden biri olması lazım gelen bu hasreti çok defa
kaybederler. Çünkü ney mevcut olmayanın yerine geçerek, onun izinden
yürüyerek konuşur.”205
Romanda musikinin en yoğun işlendiği bölüm, Mümtaz’ın evinde yapılan
toplantıdır. Emin Dede ve Nuran’ın dayısı Tevfik Bey’in icra ettikleri musiki,
204 A.e., s. 248. 205 A.e., s. 255.
260
Mümtaz’la Nuran’ın yanısıra diğer kahramanlara da tesir etmiştir. Yazar, İsmail
Dede Efendi’nin Ferah-fezâ âyininin Suat ve özellikle Mümtaz üzerindeki etkilerini
irdelerken, Mümtaz’ın, musiki boyunca hiçbir mistik ürperme hissetmediğini, onun
dikkatinin Nuran ve yazmakta olduğu eser üzerinde yoğunlaştığını söyler.
Mümtaz’ın, musiki karşısında “müstear bir vaziyet” alıp almadığı konusunda
şüpheler besleyen yazar onun “öbürleri”ne, yanı batılı musikişinaslara karşı
vaziyetini araştırır:
“Acaba öbürlerinde ne duyuyordu? Bach'ı, Beethoven'ı dinlerken
de böyle mi olmuştu? Huxley, “Allah var ve görünüyor; fakat sade
kemanlar çalarken...” diyor. Bunu çok sevdiği romancı La Mineur kuvarteti
için söylemişti.”206
Mümtaz’ın kendi içindeki çelişkileri ve ruhî çalkantıları, çoğu zaman musiki
sayesinde ortaya çıkar. Hem ferdî hayatında hem de sosyal konularda bir ikilik,
kararsızlık, iki şeye birden ilgi duyma, bir “düalite” içinde olan Mümtaz, romanın bir
yerinde kendi ruhundaki parçalanmışlığı hisseder. Hislerinin açığa çıkması ise, iki
türlü âlemi, iki türlü musikiyi sevmesinde kendisini gösterir:
“İçini çekti. “Suat bu gece bir şeyler yapacak. Sade bunu düşünmek
bir krizi hazırlamaktır. Politika böyle değil mi sanki? Korku ve müdafaa
gayreti, onun karşılığı... tıpkı musıkide olduğu gibi... ve en sonunda bir altın
fırtına gibi muhteşem final...” Birdenbire alaturka musikinin içinde
uyandırdığı ruh halinden düşüncesinin garp musikisine geçmesine kendisi
de şaşırdı. “Ne kadar garip... İki dünyam var. Tıpkı Nuran gibi, iki âlemin,
iki aşkın ortasındayım. Demek ki bir tamlık değilim! Acaba hepimiz böyle
miyiz?..”207
Yukarıdaki alıntının son cümlesi, Mümtaz’ın, bütün Türkiye’yi kendisinde
toplaması, bu “iki âlemin ortasında” olması, romanın ana fikrini veren, yazarın
tartışmak istediği konuları özetleyen kilit bir cümledir. Yazar, Türkiye’nin, 206 A.e., s. 266. 207 A.e., s. 272.
261
zevklerde, iş hayatında, gündelik hayatta, parçalanmışlıktan ziyade bir “tamlık”
olması gerektiğini düşünmektedir. Mümtaz’ın, bu ikilikten ve her alandaki
parçalanmışlıktan memnun olmaması bunu ispatlar mahiyettedir.
Romanda Mümtaz üzerinde en etkili ve tehlikeli baskıyı kuran şahıs olan
Suat, Mümtaz’a yazdığı bir mektupta, anlatmak istediği meseleyi daha iyi
verebilmek için Türk ve batılı müzisyenleri örnek olarak kullanır. Suat’a göre
insanoğlunun tek meselesi yine bir insandır ve her insan bir başka insana yük
olmaktadır. Musikişinaslar da bu insanlardandır fakat bizleri etkileme dozları
farklıdır:
“... Hayır, insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek
yaşıyor. Hatta sanatkârlar bile; senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile. O
gece Dede Efendi bize nasıl yüklenmişti? Şimdi son defa için dinlediğim
keman konçertosunda Beethoven bana nasıl yükleniyor? Hatta onlar,
ötekilerinden daha fazla. Çünkü üst üste kendi ruhlarının hastalıklarını bize
aşılıyorlar.”208∗
Tanpınar’ın Suat’a bu sözleri yazdırması da bir daha kanıtlamaktadır ki doğu
ve batı musikişinasları, insana huzur ve mutluluk verme noktasında birbirlerinden
çok farklıdırlar. Çünkü, yukarıda da gördüğümüz üzere eserin Emin Dede’den
bahseden satırlarında da batılı müzisyenlerin ihtirasları ve “hayatı kendileri için
hazırlanmış bir sofra zannetmeleri” söz konusudur:
208 A.e., s. 328. ∗ Suat’ın bu sözleri için bir tespit yapmak faydalı olabilir. Suat, Mümtaz’a “senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile” demektedir fakat romanda bu sözleri Mümtaz değil, bizzat yazar söylemiştir. Tanpınar, romanın 199. sayfasında şöyle demektedir:
“Kaldı ki, eski musikimiz insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı.”
Suat’ın bu yanlış hatırlaması, Tanpınar’ın belki de kendisini Mümtaz’la özdeşleştirmesinden kaynaklanmaktadır.
262
“Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu
gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet
ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlamış bir sofra zanneden iştihaları
ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkânsız bir atlas gayretiyle
gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önüne
koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her
şeye bir arslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz
dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkârdan ibaretti.”210
Tanpınar’ın bu şekilde yorum yapması ve romanın ilerleyen sayfalarında
Suat’ın, mektubunda “Şimdi son defa için dinlediğim keman konçertosunda
Beethoven bana nasıl yükleniyor? Hattâ onlar, ötekilerinden daha fazla. Çünkü üst
üste kendi ruhlarının hastalıklarını bize aşılıyorlar.” şeklinde sözler sarf etmesi,
Tanpınar’ın musiki, batılı ve doğulu musikişinaslar konusundaki fikrinin sabit
olduğunu gösterir.
Romanın sonlarına doğru, Mümtaz’ın İhsan’a doktor bulduğu sayfalarda, batı
musikisinin romandaki en önemli akislerinden birisi karşımıza çıkar. Mümtaz,
doktorun odasına gelir ve doktoru bir “konserto” dinlerken bulur. Yazarın, bu
konserto üzerindeki ısrarı bizim için çok mühimdir, zira aynı eseri o gün Mümtaz da
dinlemiştir. Mümtaz, kafası sürekli Suat’la ve onun intiharıyla dolu olduğu için,
intihar ederken Suat’ın da bu konsertoyu dinlediğini hatırlar ve intihar olayında bu
eserin bir payı olup olmadığını düşünür. Tanpınar, romanın bu sayfalarında
Mümtaz’ın ruhî durumunu vermek için söz konusu eser üzerinde çok durmuştur.
Doktorun odasında çalan eser, Mümtaz’ın psikolojisine göre çok şahsî çağrışımlar
içermektedir:
“... Burası büyükçe bir oda idi. İki penceresi, denize bakıyordu. Bir
kenarda genişçe bir divan, yanında iki sandalye üzerine yığılmış bir sürü
plâk, öbür tarafta da açık bir gramofon vardı. Mümtaz, doktorun yüzüne
bakmadan evvel çalınan parçayı tanıdı. Viyolon konserto sonuna
210 A.e., s. 248.
263
yaklaşıyordu. Doktor yatağının üzerinde ayağında getrler ve külot pantolon,
sırtında terden vücuda yapışmış fanila, hiç istifini bozmadan dinliyordu.
Mümtaz, motifin insana gerçekten bir rüyadaymış hissini veren acayip bir
değişiklik içinde, kendi cevherinde yavaş yavaş yaklaştığını âdeta gözleriyle
gördü. Sanki gözlerinin önünde henüz toprağa atılan bir tohum çarçabuk
büyüyor, dal, yaprak veriyordu.
Ne beklenmedik bir hazırlanışı, süzülüşü, kendini haber verişi,
tereddütleri ve nihayet bir hakikat keşfedilir gibi gelişi, kısa gelişmesini,
ince nüanslarıyla, tıpkı bir sonbahar bereketi gibi tekrarlayıp sonra yeniden
kendi değişikliğinin mucizesi içinde kayboluşu vardı.
Hiçbir şey söylemeden, o da yatağın, doktorun bir ayağını çekerek
kendisi için boşalttığı bir köşesine oturdu ve dinlemeğe başladı.
Neydi bu? Kendisine sorsalar, “Şüphesiz dünyada en bağlı olduğum
şeylerden biri” derdi. Fakat yine hiçbir şey söylememiş olurdu. İnsan
talihinin bir remzi miydi? Bir şikâyet veya tevekkül müydü? Hatıraların,
gayri şuurun ışığında muzlim bir raksı mıydı? Hangi ölüyü çağırıyor, hangi
zamanı diriltiyordu?
Yoksa sadece bir devin, insan kılığında, fakat insandan çok başka
bir mahlûkun içindeki kuvveti harcamak için hayatın dışında, kendi kendine
didinerek kurduğu bir başka dünya mıydı? Muhakkak ki, bu da İhsan'ın başı
ucunda iyiden iyiye duyduğu o hususî iklim gibi, kendine mahsus sıcaklık
dereceleri, boğucu yükseklikleri, sert ve diriltici rüzgârları, kahredici
samları olan hususî bir iklimdi. Burada da tıpkı nabız yüz yirmide ve hararet
kırkta iken olduğu gibi, başka türlü ve çok güç, yahut hiç olmazsa çok derin
yaşanıyordu.
Suat, ölmeden evvel bu konsertoyu dinlemişti. Hatta daha evvel,
bütün bir gün üst üste sade onu dinlemişti. Mektubunda böyle yazıyordu.
Fakat bu tercihi niçin yaptığını söylemiyordu. Konserto, ağır, ıstıraplı
yürüyüşünde bunun sırrını vermiyordu. Hatta Suat'ın kendisini
dinlediğinden de habersizdi. O sadece alevden cevherini etrafa dağıtıyordu.
264
Mümtaz gramofona, Suat'ın bütün sırrı, sanki mikrofonun küçük
madenî yuvarlağı ile diskin donuk parıltılar içinde dönen çok kapalı dünyası
arasındaymış gibi bakıyordu. Kaç kere onu evinde o son gecede bu parçayı
dinlerken tahayyül etmişti. “Yüzü muhakkak sapsarı olmalıydı... Kim bilir,
belki de bana yazmamı teklif ettiği hikâyedeki kahramanı gibi bir nevi
velilik güzelliği içinde her şeye gülüyordu.” Mektubunda söylediğine göre
ilk önce o küçük kızla bu konsertoyu dinlemişler, o ertesi sabah gittikten
sonra da kendi kendine onu çalmıştı. Ve gece, mektubunu yazarken yine
bunu dinlemişti. Şüphesiz ara sıra başını kaldırıyor, en sonuncu defa
olduğunu bildiği için bütün dikkatiyle bu ıstıraplı yürüyüşe kendini
veriyordu. Belki de bütün ölecek olanlar gibi dalgın ve her şeye kayıtsızdı.
Belki de korkuyordu. Yapacağı işe pişmandı. Onu yapmamak için bir çare
arıyor, birisi gelsin, beni bundan kurtarsın! diye kapılara bakıyordu.
Acaba bu konsertonun da onun ölümünde bir hissesi var mıydı?
İnsanı o kadar imkânsız yerlere götürüyordu ki... Sonra birdenbire aynı
parçayı kendisinin de bu gece dinlediğini müphem şekilde hatırladı. Evet, şu
anda içindeki hatıra acılığı, o biçare uyanış beyhude değildi.”211
Bu uzun alıntıda, eser için: “motifin insana gerçekten bir rüyadaymış hissini
veren acayip bir değişiklik içinde, kendi cevherinde yavaş yavaş yaklaştığını âdeta
gözleriyle gördü. Sanki gözlerinin önünde henüz toprağa atılan bir tohum çarçabuk
büyüyor, dal, yaprak veriyordu.”, “sadece alevden cevherini etrafa dağıtıyordu.” Ya
da “Şüphesiz dünyada en bağlı olduğum şeylerden biri” derdi” şeklindeki sözler, batı
musikisinin Mümtaz’ın dünyasındaki yerini vermesi itibariyle önem arz etmektedir.
Batı musikisi Mümtaz’da çok şahsî tesirler uyandırır. Zira musiki bazı acı hatıralara
karışmış, zaman zaman insana menfî hisler telkin etmiş belki de bu olayların
yaşanmasına sebep olmuştur. Zira yazarımıza göre batı musikisi, yukarıdaki alıntıda
geçen “alevden cevher” terkibinde görüldüğü üzere insan ruhunda yakıcı etki
bırakmaktadır.
211 A.e., s. 353.
265
Daha önce de bahis konusu ettiğimiz gibi, doktorla Mümtaz’ın yoldaki
konuşmaları ve Türk toplumunun doğu ve batı arasındaki konumunu tartışmaları,
musiki zemininde olmuştur. Mümtaz, iki türlü musikiyi de sevmektedir ve bu
eserler, Mümtaz’ın iki türlü yapısına ve varlığına hitap etmektedir. Doktor için bu
“hazin”dir zira iki ayrı zevki birleştirmek kolay değildir, nitekim bu denenmiş fakat
becerilememiştir:
“-Galiba musikiyi seviyorsunuz!
-Hem çok.
-Yalnız alafranga mı?
-Hayır, alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam olarak değil.
Sen, acayip bir mahlûka benzersin, der gibi delikanlının yüzüne
baktı:
-Oğlum, çok doğru bir şey söyledin, dedi. O kadar doğru ki. Mesele
musikiden çok ötede. Şarkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek
istedik. Hatta bunda yeni bir fikir bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe
daima yapılmış, daima iki çehreli insanlar vermişti.
Mümtaz kendisini bu sabaha yakın saatte, yapışık kardeşler grubu
halinde bir yüzü maşrığa, öbürü mağribe bakar, iki vücudu ve dört ayağıyla
yan yan yürür gibi gördü.
-Korkunç değil mi doktor? Ama diye ilave etti. İki başla değil, bir
başla düşünüyorum.
Doktor kendi telkin ettiği hayali keşfetmişti; gülümseyerek:
-Ama iki türlü düşünüyorsun, dedi. Hatta daha garibi, iki türlü
duyuyorsun. Ne hazin değil mi?
266
Daima Akdenizli bir tarafımız bulunacağı gibi, daima şarklı bir
tarafımız da kalacak. Güneş vurmuş tarafımız. Şu batıcı ve keskin ayna
kırıklarını ruhunda duymak.
-Bu tek meselemiz galiba.”212
Sahnenin Dışındakiler isimli eserde batı musikisi, yalnızca bir yerde söz
konusu edilmiştir. O da Tevfik Bey’in işgal kuvvetlerine karşı musikide kazandığı
zaferdir. Burada batı musikisine herhangi bir yorum getirilmemiş, batı musikisi
Türkiye’nin doğu ve batı arasındaki yeri için örnek olarak gösterilmemiştir. Tevfik
Bey’in zaferi, Anadolu’daki savaşın İstanbul’daki bir uzantısıdır.
Tanpınar’ın sosyal değişimler konusundaki eleştirel tavrını açığa vurduğu
eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde batı müziği, Hayri İrdal’ın yakın dostu Doktor
Ramiz’in kişiliğinde ortaya konulur. Hatıraların sahibi Hayri İrdal, Doktor Ramiz’in
kendisi üzerindeki baskı ve dayatmalarını anlatırken, doktorun batılı, özellikle
Alman müzisyenler konusundaki ısrarını nakleder:
“... Bir yığın isim ki iradenin ta kendisi idiler: Nietzsche,
Schopenhauer... Ve Doktor Ramiz bütün bunları behemehal okumuş
olduğuma inandığı için hepsinden bana üstü kapalı misaller veriyor, sonra
kitaplardan aldığı bu misalleri günlük hayata, kendi hayatına, benim
hayatıma, memleket meselelerine tatbik ediyor ve oradan tabiatiyle Alman
musikîsine geçiyorduk. Doktor Ramiz’e göre -sonradan Almanya’da
okuyanların çoğunda bu hali gördüm- Beethoven’i hemen hemen bizim
sokağın arkasında oturan bir adam gibi behemehal tanımaklığım lâzım
geliyordu. Wagner’e gelince o mutlaka ikimizin de akrabasıydı. Çok defa
Dokuzuncu Senfoni’nin korosu ile veya Tenhauser’in marşiyle biten
konuşmalardan sonra doktorun ferdî hatıraları başlardı.”213
212 A.e., s. 352-353. 213 Tanpınar, S.A.E., s. 117.
267
Doktor Ramiz’in, batılı müzisyenler konusunda ifrat derecesindeki ısrarcı
tutumu ve Hayri İrdal’in, doktorun bu tavrından hafif alaycı bir üslûpla bahsetmesi,
yazarın, Türk aydınının batı ve batıyı tanıma, ona yakınlık kurma hususundaki aşırı
giden tavrını tenkit eden tavrının bir aksidir.
Batı müziği yarım kalan Aydaki Kadın’da da kahramanların ilişkilerinde
önemli bir paya sahip bir öğe olarak söz konusu edilir. Hatta musiki, yazarın “çok
ayrı yaradılışlarda” olduklarını söylediği Selim ile Sabih Bey arasında belki tek
anlaşma noktasıdır. Romanın bir yerinde iki kahramanın konuşmaları ve bu
konuşmalarda musikinin yeri şöyledir:
“ - Nasılsınız beyefendi?...
Sabih Bey bir kısmı hakikaten tehlikeli, bir kısmı hafifçe kronik ve
mutlak şekilde zararsız yedi sekiz hastalığın koordinasyonundan doğmuş bir
muvazeneden sıhhatli, rahat ve son derece dikkatli cevap verdi:
«Teşekkür ederim, siz nasılsınız?» Ve sonra ilâve etti: «Unutmadan
söyleyeyim, Monte-Carlo radyosu her Pazartesi on birde çok güzel
konsertolar veriyor. Aman kaçırmayın. Geçen akşam nefis bir Dvorjak
vardı. Seversiniz değil mi?» Musiki, birbirinden o kadar ayrı yaradılıştaki
bu iki adamın arasında büyük ve belki de tek anlaşma noktasıydı.”214
Batı müziği, romanın ilerleyen sayfalarında, kahramanlardan Sadiye’nin
üzerindeki tesiri münasebetiyle, Batı medeniyetinin bazı özellikleriyle birlikte söz
konusu edilir:
“Bir saksafon sesi ten ve pudra kokularının arasından sonra bir ışık
gibi rastladığını delerek geçti. Sonra hemen arkasından mambonun acemi
çerkes halayık ve madenî papağan konuşması yarı alay ve taklit bir şefkatle
başladı.
214 Tanpınar, A.K., s. 113.
268
Selim bu kendi üstüne dönen kasırganın bir ucunda Suat’la
Sadiye’yi gördü. Suat’ın yüzü gerçekten bir uçuruma sarkmış gibi alt üsttü.
Sadiye tuhaflığı ve garipliği içinde bütün bir ateizme hitap eden, çok
tehlikeli mirasları kımıldatan ve ilham ettiği her harekette birkaç bin yıllık
bir medeniyetin bütün kazançlarını sanki lüzumsuz şeyler gibi dağıtan, çok
gerilere, ölçülmez fezalara fırlatan bu acayip musikinin cezbesi ile mesut
onu mutlaka bu uçuruma sürüklemek ister gibiydi.”215
Batı musikisi hakkında verilen bu hükümler ve bunların içindeki “kasırga,
tuhaflık, gariplik, ateizm, tehlikeli miraslar, uçurum” gibi menfî isim ve sıfatlar,
Tanpınar’ın, aynı sanat hakkında Huzur’da söylediklerini tamamlar niteliktedir.
Huzur’da Emin Dede’nin ney’iyle kıyaslanan Batı müziği için şu hükümler
verilmiştir:
“Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu
gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet
ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlamış bir sofra zanneden
iştihaları ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkânsız bir atlas
gayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz
önüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki
her şeye bir arslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz
dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkârdan ibaretti.”216
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâye ve
romanlarında batı müziği hem ferdî hem de içtimaî boyutta işlenen önemli bir
öğedir. Kahramanların birbirlerine yakınlaşmalarında büyük hissesi olan batı
musikisi, aynı zamanda yazara tartışmak istediği mevzular, özellikle doğu-batı
karşılaştırmaları için zemin hazırlar. Batı musikisi, batının diğer unsurları gibi uzun
bir tekâmülün sonucudur ve içinden çıktığı medeniyeti güzel bir şekilde aksettirir.
Batıyı tanımak ve batılı bir hayat yaşamak isteyen Türk aydını da bu musikiye
215 A.e., s. 161. 216 Tanpınar, Huzur, s. 248.
269
yönelmiş fakat kendi kültürünün estetik anlayışını ve zevkini taşıyan musikiyi de
tamamen bırakamamıştır. Bu yüzden bu iki ayrı musikiyi, iki ayrı insan olarak sever.
Bu da bir kimlik parçalanmasını, zihniyet ikiliğini beraberinde getirir.
Musiki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en çok sevdiği ve eserlerinde en derin
işlediği güzel sanattır. Tanpınar’da çok çeşitli tesirlere bağlı olarak oluşmuş sağlam
bir musiki kültürü ve zevki vardır. Şahsî hayatında da musikiye çok büyük yer
verdiğini gördüğümüz yazar, onu hem ferdî hem de içtimaî yönlerden ele almıştır.
Kendisinin de birçok yerde belirttiği gibi musiki, şair ve romancı olarak Tanpınar’ın
sanat estetiğinde de musiki büyük rol oynar.
Musiki, yazarın eserlerinde bazen geniş ve oldukça genel anlamda bir sanat
olarak yer almış, bazen de klâsik musiki, batı musikisi ve halk musikisi gibi kollara
ayrılmıştır. Bir güzel sanat olarak musiki, maddesizliği, objesizliği, mücerretliği
noktalarında ön plâna çıkmış ve Tanpınar musikiyi diğer güzel sanatlardan en çok bu
özellikleriyle ayırmıştır. Ayrıca Tanpınar için musiki, rüya ve zaman kavramı ile
birlikte ele alınır.
Klâsik musiki, yazarımıza göre bizim en öz, en millî sanatımızdır ve Türk
dehası en ziyade burada tebeyyün etmiştir. Klâsik musiki, büyük batı musikisi ile
yarışabilecek, onun yanına konabilecek tek musiki koludur. Eski musiki eserlerinin
kaybolmasından ve büyük üstatlara gereken önemin verilmeyişinden yakınan
Tanpınar, birçok yazısını klâsik musikiye ayırmış ve kamuoyunu bu konuda daha
duyarlı olmaya davet etmiştir. Klâsik musiki, Tanpınar’ın edebî eserlerinde de yer
almış ve yazar, tartışmak istediği konuları, özellikle doğu-batı meselesini ve oluşan
zihniyet ikiliklerini bazen klâsik musikiden yararlanarak derinleştirmiştir.
“Debussy’yi Wagner’i sevmek, Dede’yi yaşamak, bu bizim talihimizdi” şeklindeki
cümle, böyle bir kimlik probleminin ifadesidir. Huzur başta olmak üzere birçok
romanda klâsik musiki, kahramanların birbirlerine ısınmalarında da etkili olur.
Örneğin Mümtaz-Nuran aşkı İstanbul ve Boğaziçi ile birlikte biraz da musiki
zevklerinin yakınlığı sayesinde alevlenir. Bu ortak zevkte hem klâsik musikimizin
270
makam ve bestekârları hem de musikinin millî ve kültürel kimliğin önemli bir
parçası olması öne çıkar.
Babasının görevleri ve Darülfünun’dan mezun olduktan hemen sonraki
memuriyetleri sayesinde halk kültürünü çok yakından tanıma fırsatı bulan Tanpınar,
Türk halk müziğini, çok zengin olduğunu söylediği bu kültürün önemli bir parçası
olarak kabul etmiş ve halk türkülerini bizim asıl kaynaklarımızdan birisi olarak
değerlendirmiştir. Fakat halk müziği diğer iki müziğin aksine edebî eserlerde önemli
görevler üstlenmez, bu müzik üzerinden herhangi bir doğu-batı karşılaştırması
yapılmaz. Fakat Huzur’da İhsan’ın “Biz bu türkülerin milletiyiz” şeklindeki yorumu
Tanpınar’ın halk müziğine, halk türkülerine ne kadar önem verdiğini, onu
milliyetimizin önemli bir parçası kabul ettiğini gösteren bir delildir. Çünkü
Tanpınar’a göre halk türküleri, Anadolu’nun ve Anadolu insanın bütün macerasını,
keder ve ıstıraplarını, sevinçlerini, hayat, aşk ve ölüm karşısında aldığı tavrın
aksettiği parlak bir aynadır.
Batı musikisi, Tanpınar’a göre batı medeniyetinin kendisini idrak ve ikmal
etme şekillerinden birisidir. Batı, diğer bütün unsurlarıyla birlikte musikide de bir
tekâmül çizgisi oluşturmuş ve dünya görüşünü musikine nakşetmiştir. Batı
musikisine; “Ben, matbaa hariç, piyanodan ve kemandan daha mükemmel bire insan
icadı bulunmayacağına inananlardanım” diyecek kadar meftun olan Tanpınar,
eserlerinde bu musikiye büyük yer verir ve klâsik Türk musikisi gibi batı musikisini
de hem ferdî hem de içtimaî yönlerden ele alır. Paris’ten gönderdiği mektuplar ve
kendisini tanıyanların hatıraları sayesinde batı musikisinin, Tanpınar’ın şahsî
hayatında da oldukça mühim bir yer işgal ettiğini öğreniyoruz.
271
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE MİMARÎ
4. 1. Mimarî
Mimarî, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üzerinde en çok durduğu sanatlardan
birisidir. Kendisine has kabiliyetleri, diğer sanatlara nazaran gündelik hayatımızda
tuttuğu mühim yer, insanda büyüklük ve haşmet duygusu uyandırması gibi konular
Tanpınar’ı mimarîye iten sebepler arasındadır. Tanpınar, güzel sanatların diğer
şubelerinde yaptığı gibi çok defa mimarîyi de başka sanatlardan ayrılan ve onlara
benzeyen yönleriyle söz konusu etmiş, bu konu hakkında çeşitli yazılar kaleme
almıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre mimarî, sanatların en muhteşemidir. Şiirle
mimarîyi karşılaştıran ve mimarînin özelliklerinden faydalanan şiirin daha muhteşem
olduğunu söyleyen Tanpınar, bir dersinde şunları söyler:
“ Şiir konularını bir mimarîden aldığı zaman daha muhteşem
olmuştur. Mimarî en muhteşemidir sanatların; hislerimizden bir concré âlem
yapabilme sanatıdır.”1
Mimarînin yazarımıza göre en çok göze çarpan özelliği, onun malzemesi ve
işlenişidir. Heykeltıraşlık ve mimarînin malzemeleri itibariyle şiirden ayrılan
yönlerine dikkat çektiği bir yazısında Tanpınar şunları söyler:
“Şiir, güzel sanatlar içinde maddesinin tabiatı itibariyle başlı başına
bir hususiyet teşkil eder. Diğer sanatlar yalnız kendilerine ait ve has olan
maddelere müftekır iken o, doğrudan doğruya malzemesini umuma ait olan
ve onun ihtiyaçlarından doğan lisandan alır. Heykeltıraş ve mimarın yontup
1 Tanpınar, E.D., s. 52.
272
işledikleri taş, tabiatta serbest hâlinde bir kıymet değildir. Hilkatin, üzerinde
hiçbir mânâ dolaşmayan lâalettayin bir parçasıdır. Muayyen kıymetleri
olabilir, fakat ona hususî bir kıymet verdiren insan zekâsıdır. Ancak
heykeltıraşın elinde bir ifade, bir mânâ bir hayatiyet kazanan mermer,
sanatkârı ortadan çıkarttığınız gün ocağına avdet eder, ebedî ve müsterih
uykusuna dalar.”2
Mimarînin malzemesi sayesinde kazandığı bir başka özellik de hemen herkes
tarafından zahmetsizce ve bir anda tadılması, zevkine varılması, başka bir ifadeyle
amacına ulaşmasıdır. Ayrıca mimarî diğer sanatlara nazaran daha beynelmilel bir
sanat faaliyetidir:
“Bir resim, bir heykel, ortadan biraz üstün olan bir zekâ için, ilk
bakışta yakalanan, lezzetine az çok erilen bir şeydir. Mimarî eserler de
böyledir. Her cinsten, her milletten insan, yetişme şartları derecesinde
onunla ilk karşılaşışında zevk alır, beğenir, sever yahut reddeder.”3
Mimarînin Tanpınar’a göre bir başka büyük özelliği de onun zamanla ilgili
tarafıdır. Mimarî, zamana direnebilen, birçok nesil tarafından başka duygu ve
ihsaslarla da olsa tesirini sürdüren, içinde sonsuzluk barındıran bir sanattır, hatta
mimarî, yine malzemesi itibariyle bu konuda şiirden bile üstündür:
“Ebediyet şiirde olduğu kadar mimarîde de itibar sahibi olan bir
mefhumdur. Hatta mimarî, devamı çok müşahhas surette ifadeye müsait
malzemeden doğduğu için belki daha ziyade ona lâyıktır. Bu altından her
geçeni ezen, muhteşem ve yüksek kapı, ışığın tepesinde halka halka
boğulduğu bu derin kubbe, bu sert, dayanıklı malzeme, insana asırları
omuzlamış hissini veren bu kalın divkârî sütunlar, en ufak çınlayışında
sesinize binlerce neslin hüsran ve neşatından toplanmış bir sesle cevap
veren bu boğuk aksiseda, her şey size burada zamanı, geçmişi, geleceği
hatırlatır. Uzviyetinizi zaman hapsetmiştir, onunla ve ona ait düşüncelerle
2 Tanpınar, “Şiir Hakkında I”, Görüş, No:1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 14. 3 Tanpınar, “Şiir ve Dünya Ölçüsü”, Cumhuriyet, No: 8377, 12 Aralık 1947; E.Ü.M., s. 40.
273
mahpussunuz. Hatta şu kemerli pencereden süzülen olgun ışıkta bile devam
gizlidir. Hissedersiniz ki, sizden yüz sene, iki yüz sene sonra da günün bu
saatinde bu ışık, renkli camlardan böyle kayacak, duvardaki levhanın filân
kıvrımını zâire yine bu kabartmada gösterecektir. Fakat bu zâir siz
olmayacaksınız, tanıdığınız olmayacak ve dışarıya çıktığı zaman
sizinkinden büsbütün başka bir âleme kavuşacak. Hülâsa, değişen bir âlem
içinde yalnız bu bina zamanı tanımayacak, ilk taşının atıldığı günün
tasavvurunu devam ettirecek. Görüyorsunuz ki, mimarîde ebediyet vardır.”4
Tanpınar, güzel sanatlar arasında bir hiyerarşi olduğuna inanan ve mimarîyi
de bu sanatlar arasında idare edici, «dominant» bir sanat olarak mülâhaza eden bir
sanatçıdır. Bir yazısında şunları söylemektedir:
“Sanatlar arasında bir hiyerarşi olduğunu iddia edenler şüphesiz
haklıdırlar. Fakat bu hiyerarşinin yanı başında devirlerin kurduğu ikinci ve
gizli bir kıymetler zinciri vardır ki, bazan mimarî gibi doğrudan doğruya
idare edici bir sanatı bile, hiç farkında olmadan, hatta küçük sanatlardan
birinin emrine verir.”5
Ahmet Hamdi Tanpınar, güzel sanatlarda bir silsile arayan, büyük kırılmalar,
büyük değişikliklerde yaşasa da bir toplumun kültüründe ve sanatında devam etmesi
gereken bazı şeyler olduğunu düşünen bir sanatkârdır. “Hatta şu kemerli pencereden
süzülen olgun ışıkta bile devam gizlidir.” cümlesi ve arkasından gelen düşünceler,
hocası Yahya Kemal’in “imtidat” kelimesiyle karşıladığı “devam” nazariyesinin bir
ürünüdür. Sanatta aranan sonsuzluk ve dayanıklılık gibi kanunlar yazarımıza göre en
çok mimarîde işlemektedir.
Tanpınar, sanatlarda kompozisyon, bütünlük, terkip ve bunların neticesi olan
bir mükemmeliyeti de önemser. Sanatçının sadece kültürel donanımı ve fikrî tarafı,
ona göre bir eseri başarılı kılmaya yemez. Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiir Hakkında 4 Tanpınar, “Şiir Hakkında I”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 15. 5 Tanpınar, “İstanbul Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, [Yapı Kredi Bankasının kuruluşunun 10. yıldönümü münasebetiyle yayımlanan eser] 1953; Y.G., s. 147.
274
isimli yazısında bu konuya değinir ve misal olarak da mimarîyi alır. Biz böylece
yazarımızın bu sanattan ne beklediğini daha açık olarak görebilmekteyiz:
“...Görüyorsunuz ki mimarîde ebediyet vardır. O hâlde taşı hendese
ile yoğurmasını bilmeyen, fakat ebediyet hakkında düşünceleri bulunan bu
mütefekkir bâninin eserini siz, hareket noktası olan yüksek bir fikir
hürmetine muvaffak olmuş bir eser telâkkî edebilir misiniz? Şüphesiz
hayır... Çünkü o anda - sizin sanatkârdan istediğiniz şey, fikir ve onun
azameti değildir. Siz ondan, bina denen ve muayyen malzemenin, muayyen
kanun ve usullerle imtizacından doğan bir kanun istiyorsunuz. Fikir onun
bânisinin kafasında bir tasavvurdu. Bu tasavvur belki bu binanın nüvesi
oldu. Fakat dimağın şe’niyetinden gün ışığına bir taş ve harç yığını olarak
doğduğu andan itibaren onunla olan bütün alâkası değişmiştir. Şimdi o
dimağın kanunlarına değil, ait olduğu sanatın nizamlarına tâbidir. Her ilâve
edilen yeni taş, her zaviye, her çıkıntı kendisine ait ihtimalleri ve ihtiyaçları
beraberinde getirerek fikirden büsbütün ayrı bir şey, bina denilen şeyi
meydana koyar.
Bu bina, muvaffak bir eserse bittiği zaman, bânisinin ilk hareket
noktasını hatırlatabilir, fakat büsbütün başka bir şekilde veya başka bir
yolda. Bir fikir silsilesi hâlinde değil, tekevvününü tamamlamış müşahhas
bir timsal hâlinde. Aksi takdirde ancak ve ancak mübdinin acemiliklerini
sayar.
Fikir, his, imaj, bunlar her fâniyi vakit vakit ziyaret eden lutufkâr
misafirlerdir ki, çok defa bir ânın lezzeti yahut ıstırabı içinde yaşar ve
ölürler. Onlarla eser arasında meşakkatli bir didişme, sanat dediğimiz
nizamdan geçen ve her adımını birçok istihalelerin zarureti bekleyen uzun
bir yol vardır.”6
“Bütünlük”, Yahya Kemal’in şiirinden bahsederken de söz konusu ettiği
üzere Tanpınar’ın mimarîde aradığı bir diğer önemli özelliktir. Daha net bir ifadeyle
6 Tanpınar, “Şiir Hakkında I” Görüş., No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 15-16.
275
söylemek gerekirse Tanpınar, Yahya Kemal’in Hayâl Şehir isimli şiirinden
bahsederken kullandığı sitayişkâr ifadelerin yanında mimarîyi bir kıyas unsuru
olarak kullanmış ve şiirin mimarîsinde de “bütünlük”ü esas almıştır:
“Hayâl Şehir’i tam olarak okuduğum ve ezberlemeğe çalıştığım
zaman, bu şiirde en çok sevdiğim şey mimarî bütünlüğü oldu.
Bana manzume, dört somaki sütunu veyahut somaki sütundan daha
hârikalı, daha az ele geçer dört unsuru içine almak, onları kendi bünyesine
sokmak şartıyla açmak için yapılmış bir nevi güneş mâbedi gibi geldi.”7
Görüldüğü üzere Ahmet Hamdi Tanpınar, mimarîyi, diğer sanatları veya
kültürel meseleleri açıklarken de söz konusu etmekte ve bu başka sanatların
literatüründen, etkileme gücünden, kabiliyetlerinden faydalanmaktadır.
Bir tür, güzel sanatların bir şubesi olarak mimarîyi gördükten sonra,
Tanpınar’ın Türk ve batı mimarîsi hakkındaki görüşlerine geçebiliriz.
4.2. Türk Mimarîsi
Ahmet Hamdi Tanpınar, mimarîyi en millî sanatlardan birisi olarak görür ve
onu Türk kültürünün en iyi aksettiği, en kaliteli ve öz eserlerini verdiği sanat
kollarından birisi olarak değerlendirir. Yazar, kitaplarında, deneme ve makalelerinde
asırlar içinde teşekkül ve tekâmül etmiş mimarîmizin mükemmeliyetinden ve bu
mükemmeliyete zarar verilmemesi gerektiğinden bahseder. Millî meselelerimiz,
geçmişin ihtişâmı, hâl ve istikbâle ait düşüncelerini nakşettiği eseri Beş Şehir,
yazarımızın millî mimarîye en çok eğildiği eseridir fakat Yaşadığım Gibi’deki
yazılar ve daha önce hiçbir kitabına alınmamış deneme ve röportajları içeren
Mücevherlerin Sırrı isimli eserde de Türk mimarîsine dair görüşler yer alır.
Tanpınar’ın eserlerinde Türk mimarîsi, genel olarak dinî mimarî cihetiyle söz
7 Tanpınar ,“Hayâl Şehir”, Cumhuriyet, No: 8336, 19 Temmuz 1947; E.Ü.M., s. 341.
276
konusu edilmiştir. Nitekim, yazar bir denemesinde mimarîmizi “ilahî” kelimesiyle
tavsif eder:
“Artık vatan benim için sadece tarihî hatıralar, şerefli isimler, şiiri
kadehinden taşan şehir adları, gurbeti ruh besleyici bir duygu gibi tene
yapışan manzaralar, ne ilâhî mimarîmiz ve ne de onun kulağımızdaki nur
serabı musikimiz değildir.”8
Türk mimarîsinin Tanpınar’ın eserlerindeki tarihî ve kültürel yapısını
incelemeden önce, yazarımızın Türk mimarîsini sadece millî özellikleriyle değil
beşerî mahiyette evrensel bir değer olarak da telâkki ettiğini işaret etmeyi uygun
görüyoruz.
“Şüphesiz ki her güzel şey gibi bizim mimarîmiz de beşerîdir ve
Türk mimarîsi Yunan ve Mısır mimarîsinden sonra ta Rönesans ve XVII.
asra kadar garptaki mimarî eserlerine faiktir; devam, muvazene ve istinat
unsurlarını kendi içinde cem etmiş ve canlı bir uzviyet gibi hiçbir yere
dayanmadan ve dışında istinat noktası aramadan kalmış olması asimetri
içinde simetriyi bulmak itibarıyla güzeldir.”9
Tanpınar, ileride görüleceği üzere Türk mimarîsini devirlere göre ve şehir
şehir işler. Çünkü ona göre şehir ve evin insanla cemiyet üzerinde mutlak bir tesiri
vardır:
“Bu şubedeki∗ gençlerin eserlerini seyrederken bu sanatın
memleketimizde ilerlemesi yüzünden hayatımıza gelecek yenilikleri
düşünmemek kabil değildir. Ev ve şehir insanoğlunun en belli başlı
terbiyesidir.”10
8 Tanpınar, “Memleket Realiteleri”, Memleket, No: 2, 15 Mart 1947; M.S., s. 68. 9 Tanpınar,“Mimar Sinan Anketi”, Yeni Adam, No: 223, 6 Nisan 1939; M.S., s. 160. ∗ Yazar, burada Güzel Sanatlar Akademisi Mimarî Şubesi’ni kastetmektedir. 10 Tanpınar, “Güzel Sanatlar Akademisi Sergisi”, Açıksöz, 1936; Y.G., s. 399.
277
Yaşadığım Gibi’nin naşirinin belirttiğine göre İstanbul Radyosu için
hazırladığı fakat ömrü vefat etmediği için yayımlayamadığı bir çalışmasında
Tanpınar, bir dostuyla Yıldız Bahçesi’ne gittiğini, aralarındaki tartışmanın bir
yerinde sözün mimarîye geldiğini belirtir. Yazarın;
“- O hâlde mimarî?”
şeklindeki sorusuna dostunun cevabı şöyledir:
“- O da başka türlü çıkmazda. Hem uzun zaman bizim için mesele
olamaz. Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fıkaralığın nizamı
kuruldu. Bilir misin ki, parasızlık tek başına mühim bir mesele
değildir! Fakat fakrın nizamı bir yere yerleşip de hayatı idare etmeye
başladı mı, işin ötesi yoktur. Biz çoktan beri şehir fikrini kaybettik. Bu
nizamın emrinde yaşıyoruz. Yahut da ondan kaçıyoruz. Ve durmadan bu
yüzden, bu güzelim şehri harcıyoruz. Bu şartlar içinde mimarî üstüne nasıl
konuşursun? Bak şu İstanbul’daki hayatımıza! Âbidelerimiz bir başka
gurbette, biz başka gurbetteyiz. Şehrin yarısı boş. Öbür yarısı
gecekonduların, küçük imalâthânelerin emrinde. Biraz imkânı olanlar da her
gün ya budayacak bir koru buluyorlar, yahut da istedikleri kırda çadır kurar
gibi mahalle ve semt kuruyorlar. Bugün Levent, yarın bilmem neresi.”11
Bu cümlelerde de görmekteyiz ki Tanpınar, mimarîden bahsederken genel
olarak “biz” zamirini kullanmaktadır. Bu da yazarın bu sanata daha ziyade millî
endişelerle yaklaştığını gösterir. Dikkat edilirse yukarıdaki dikkatler yine şehir
Ali İhsan Kolcu, Tanpınar’ın coğrafya ve vatan anlayışında bilhassa şehir üzerine dikkatlerinde yine Yahya Kemal tesirinin bulunduğunu düşünmektedir:
“Belirgin olarak dikkatimizi çeken şey eşyaya bakmada Tanpınar ile Yahya Kemal arasında bir etkileşimin olduğudur. Bu bakışın mekânı İstanbul’dur. Şehre medeniyetin tecessüm ettiği perspektifinden bakmak, eşyada ve mekânda tarihi ve medeniyeti aramak fikri Yahya Kemal’in Paris yıllarından kazandığı, burada ayrıntısına girilmeyecek olan bir dikkattir. Onun mekâna bağlı şiirleri, büyük dinî ve mimarî eserleri kendi aura’ları içinde okuma yeteneği şüphesiz Yahya Kemal’in Tanpınar’a öğrettiği bir estetik bakış açısıydı.” Ali İhsan Kolcu, Zamana Düşen Çığlık: Tanpınar’ın Şiirinin Epitomolojik Temelleri & Tanpınar’ın Şiir Estetiği, Ankara, Akçağ Yayınları, 2002, s. 108. 11 Tanpınar, “Şehir”, Varlık, No: 568, 16 Şubat 1962; Y.G., s. 205.
278
mimarîsi ve özellikle İstanbul üzerinde yoğunlaşmaktadır. Nitekim yazının ismi de
Şehir’dir.
Tanpınar’ın bu yazıdaki fikirlerinin ağırlık noktası daha ziyade Süleymaniye
ve civarının ihmalimiz bakımından durumudur. Bunlar doğrudan mimarî
eserlerimizle ilgili olmasa da bu görüşlerin esasını onlara verilen değer oluşturur.
Yazarın dostunun Süleymaniye hakkındaki düşünceleri şöyledir:
“- Hiç Süleymaniye’nin altındaki vakıf dükkânlara dikkat ettin mi?
O mücevher gibi eserlerin perişanlık manzarasına. Biz şehir fikrini
kaybettik. Onu harap kamyonların enkazına, acayip kaptıkaçtılara, cengelde
av arayan yırtıcılar gibi dolaşan, yahut bekleyen dolmuşlara, her cinsten ve
her tarihten taşıt parklarına, paslı soba borularına, insanı diken diken eden
satıcı seslerine bıraktık. Hiç sen başka bir memlekette büyükçe bir yolda
sekiz, on taksinin ayrı ayrı istikametlerde manevra yaptığını, nakil
vasıtalarının sirk kapısı çığırtkanları gibi müşteri çağırdığını gördün mü?
“... Yedi metre uzunluğunda bir sokakta, beş dakika içinde, sekiz
“modern terlik” satıcısının, on beş sebze satıcısının beraberce bağırdıklarını
işittin mi? Nerde eski İstanbul? Haraptı, fakir ve biçareydi. Fakat kendine
göre bir hayatı ve üslûbu vardı. Her meslek bir ocaktı. Her mal satıcısı,
hususî bir makamla malını satardı. Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında
teşekkül eden müşterek bir hayattır. Mimarî bu hayatın asıl büyük üslûbunu
yapar. Vâkıa dün olduğu gibi, artık orkestra şefi vazifesini görmez ama yine
de varlığını hissettirir. Ona doğru yürüdükçe hayat o memlekete mahsus bir
renk kazanır.”12
Tanpınar İstanbul mimarîsinin durumunu ve yapılan faaliyetleri eleştirirken
batının mimarî faaliyetlerine de dikkat çeker ve Avrupa’nın yeni mimarî
hareketlerinin eski ruhâniyeti ortadan kaldırmadığını fakat fakirlik yüzünden bizim
iyi niyetli mimarlarımızın bu konuda başarılı olamadıklarını söyler. Daha da özele
inerek eski ve yeni mimarîmizden örnekler verir. Yazarımıza göre eski yapılarla, 12 A.e., s. 206.
279
onların hemen yanına veya karşısına yapılan yeni yapılar birbirine zıt zevklerin ve
farklı estetik seviyelerin ürünleridir:
“Siz İstanbul’dan başka bir şehirde Şehzade Camii cinsinden bir
binanın karşısına bugünkü Belediye Sarayı’nın kolay kolay yapılabileceğini
tasavvur edebilir misiniz? Sultanahmet meydanı gibi dört medeniyetin
nabzının birden attığı, taşın dört ayrı dilden o kadar üstün şekilde konuştuğu
bir meydanın bugünkü şeklinde kalabileceği aklımıza gelir miydi?
Şehzadebaşı’nda bir yandan Sinan, bir yanda Bozdoğan Kemeri’nin ihtişamı
ve sonra o acayip ser kubbesiyle belediye binası... Bunlar yetişmiyormuş
gibi minaresinden başka bir mânâsı olmayan Burmalı Mescid’in yeniden
inşası...”13
Tanpınar’ın Türk mimarîsine dair fikirleri sadece eleştiri boyutunda kalmaz.
Yazarımız aynı zamanda engin estetik ve mimarî donanımıyla bir tavsiyeci ve yol
gösterici konumundadır. Nitekim;
“Yıkmak, yapmak için olsa dahi zararlıdır ve hakikî yapıcılık ilâve
etmektir.”14 şeklindeki cümlesiyle, eski yapıların yıkılmasındansa doğru kaynakların
incelenerek restore edilmesine taraftar olduğunu belirtmiştir. Şehir isimli yazısında
Tanpınar, dostuna restorasyona taraftar olup olmadığını sorduğunda uzun bir cevap
alır. Biz bu sayede Tanpınar’ın İstanbul mimarîsine ve yapıların restorasyonuna
ilişkin düşüncelerini biraz daha açık görebilmekteyiz:
“- Elbette taraftarım. Ama hakikaten değen esere. Meselâ eşsiz bir
eser olan Sultan Hanı gibi... Anadolu’da bir yığın harap şâheser var ki, her
türlü zahmete değer. Büyük eserler elbette restore edilmeli. Ve hiçbir surette
kaybedilmemesine çalışılmalı. Fakat Burmalı Mescid gibi toptan yıkılmış,
ikinci dereceden bir eser, Şehzade Cami’inin güzelliği için olsun feda
edilebilir. Ben Şehzadebaşı’lıyım. Semtin her taşına ayrı ayrı bağlıyım.
13 A.e., s. 207. 14 Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”,Cumhuriyet, No:8341, 6 Kasım 1947; Y.G., s. 202.
280
Fakat behemahâl eski hâlde olmasını isteyemem. Zaten asıl enteresan tarafı
o minaredir. Çimenle çevirirdik, olur biterdi. Haydi Burmalı Mescid’den
vazgeçtik, ya o hiçbir şeye benzemeyen cami’in tam karşısındaki Hoşkadem
Kalfa Mescidi?”15
Tanpınar’ın mimarî bahislerinde şehri bir mihver olarak alması, kendisini en
çok Beş Şehir isimli eserinde gösterir. Yazarın çeşitli vesilelerle gezme ve tanıma
fırsatı bulduğu İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara, kendilerine has
özellikleri ve tarihî tekâmülleri ile eserlere girer. Bu şehirler ve onların tarih ve
halihazırdaki özellikleri Tanpınar’ın hem devam nazariyesine hem de şehirci
yaklaşımına uygundur:
“......
Bunun içindir ki, Yaşadığım Gibi’deki bir yazısında, şehirlerimizi
ve mimarîmizi bir “kurtarıcı tılsım”a benzetmişti. Tılsım, milî hayatın
devamlılığını temin edecek bir kurtarıcıydı. Ve kültür ve medeniyet de,
Tanpınar’da devam zinciri içinde bir anlam taşırdı. Geçmişi bugüne
getirecek bir devam zinciri. Bu zincirin en somut ve bariz göstergeleri de
şehirler olmuştur. Selçuklu’dan Cumhuriyet’e uzanan büyük geleneğin
eklem noktalarıdır onun seçtiği 5 şehir.”16
Adalet Ağaoğlu, Tanpınar’ın şehirlere geniş perspektifli bakışını incelerken
bu bakışın ve dikkatlerin sadece ferde ait bir mazi özlemi olmadığını, bugünün ve
yarının nesillerinin de hesaba katılarak oluştuğunu belirtir:
“... Bu ilginin nostaljik olduğu çok söylenmiştir. Oysa yazarımızın
kentlere bakışını yansıtan her satırı da, önümüzdeki zamanın kayıplarına
karşı uyarılarla doludur. Onun kaygısı hiçbir şey değişmesin, toplumsal
15 Tanpınar, “Şehir”, Varlık, No: 568, 16 Şubat 1962; Y.G., s. 208. 16 Mustafa Armağan, “Tanpınar’ın Tılsımlı Aynasında Şehirler”, Hece, No: 61, Ocak 2002, s. 125.
281
hayat değişse de, eski kent olduğu gibi kalsın bağlamında, sadece bireyin
kendi özlemlerine yanıt oluşturması beklenen bir kaygı değildir.”17
Yaygın bir görüşe göre İstanbul, Türk medeniyetinin ve dehasının en
süzülmüş, en ince ve en kuvvetli bir özeti, bir makesidir. Şiiri, toplum hayatını
tanzim eden örf ve âdetleri, giyim-kuşam ve yemek kültürü, eğlence biçimleri,
bayram kutlamaları, dinî yaşayış vs. hayatın birçok cephesinde kendisini gösteren bu
kudret ve yaratıcılık, mimarîde de tebârüz etmektedir. Nitekim Tanpınar, Huzur’un
bir yerinde, Mümtaz’la Nuran’ın Üsküdar camilerini gezdikleri bölümlerin bir
yerinde Mümtaz’a şunu söyletir:
“- İstanbul, İstanbul diyordu. İstanbul’u tanımadıkça kendimizi
bulamayız.”18
Ahmet Hamdi Tanpınar da Türk mimarîsine hasrettiği yazılarının çoğuna
merkez olarak İstanbul’u seçmiştir. Yazar, başka sanatların özelliklerinden ve
literatüründen yararlanarak, sanatları birbiriyle karşılaştırarak yazdığı bir yazısında
İstanbul mimarisînin şehrin gündelik hayatının bir parçası olduğunu söyleyecektir:
“İstanbul mimarîsi şehrin gündelik hayatına taşla ve parmaklıkla
iştirak eder. İyi yontulmuş taştan düz duvar, parmaklıklı, yaldızlı kitâbe,
parmaklığın arasında derinleşen boşlukta mezar taşı ve ağaç, hepsinin
üstünde bazan bir ağacın mevsim manzarası... İşte Türk pittoreski... Sülüs
veya tâlik yazı bu terkibin yakın dikkate açılmış köşesidir.
Onyedinci asrın büyük buluşu, aslında pencere olan parmaklığı bazı
yerlerde hemen hemen cephenin bütün haline getirmesidir. Onun sayesinde
türbelerin, mezarlıkların, sebillerin bir çoğu âdeta abstre heykeltıraşînin ve
barok resmin bir yığın tesirini şehir hayatına sokar. Parmaklık, bu devrinden
17 Adalet Ağaoğlu, “Tanpınar’da Kent Simgesi”, Milliyet, 9 Eylül 1988; B.G.B.K., s. 407. 18 Tanpınar, Huzur., s. 162.
282
sonra müstakil bir sanat gibi inkişaf edecek, şehri dış manzarasında yer yer,
yavaş yavaş zaptedecektir.19
Yazının devam eden paragraflarında Tanpınar, mimarîdeki gelişmeleri daha
çok dinî hislere bağlar ve sanatların tedahülüne yer verir:
“Bu değişme nasıl oldu? Hangi ruh hâletini karşılar. Şüphesiz ki
dinî hisler burada büyük rol oynadılar. Yol üstünde mezar, fâtiha arzusu,
halk şiirimizde de vardır. Fakat bu mezarların birçoğu, belki de bunun tam
aksine olarak hayata perdenin öbür tarafından katılmak arzusuyla yapılmış
olabilirler... Muhakkak olan bir taraf varsa, yavaş yavaş parmaklığın tıpkı
yazı gibi, fakat yazıdan başka bir yolda, bir asır içinde söylemeden konuşan
bir sanat hâline girmesidir.
Sebil bütün satıhlar gibi kitap, daha doğrusu kitap sahifesidir. İslâm
Ortaçağı bütün devamı boyunca mimarînin dışında - hatta musikide bile-
kitap ve yaprağında kaldı. Onu feyizli bir mevsim gibi işledi, kızarttı, renge
gark etti. İstedi ki, sahife bütün gayretlerinin, hünerlerinin, hülyalarının ve
hatta varsa müşahedelerinin tek meyvası olsun. Ve eline geçen her düzlüğe
az çok kitaptan gelen bu tecrübeyi geçirmeğe çalıştı.
Bu tarz terbiye edilmiş bir zevk için düz ve cilâlı her mermer sathı
elbette ki bir kitap sahifesi olacaktı, onu yazı ile, nakışla, oyma ile
süsleyecekti.
Bu gelenek İstanbul’da zamanla değişti. Evvelâ minyatürün,
tezhibin, kitap cildinin yaldızı, sonra renkli taş işe karıştı. Böylece
mevsimler dışı bir mevsim olan bu sanatlarda, sanki İstanbul sonbaharları
kızarmış yapraklar, altın kumsallar vehmiyle çeşmelerimize, sebillerimize
girdi ve oradan hemen aynı zevkle, fakat etrafını da derinden yoklayarak
büyük mimarînin içine kadar uzandı.
19 Tanpınar ,“İstanbul Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, 1953; Y.G., s. 146.
283
Mimarî için, kurşunu, İstanbul’un ışığı ile en güzel uyuşan örtü
olarak keşfetmiş bir zevkin, yaldızı taşla birleştirmeyi düşünmesi, hakikaten
üzerinde durulacak bir şeydir. Çinide bunu galiba yalnız iki üç defa, on
beşinci asırda Muradiye, Yeşil Cami ve İstanbul’da Çinili Köşk’te
denemiştik. Fakat belki de yaldızı çini ile beraber pişirmek kabil olmadığı
için on altıncı asırdan sonra bir daha bu tecrübeye dönülmedi ve çininin
yerine yaldız, yavaş yavaş, içinde güneş erimiş su manzarasını mermere
nakletti.”20
Sanatların birbirine tedahülü ve mimarînin [baskın bir sanat olmasına
rağmen] bazı asırlarda musikinin etkisinde kalması noktasında yazar şunları
söylemektedir:
“... Üçüncü Ahmed’in annesinin Üsküdar’da yaptırdığı camide bu
musiki üstünlüğü daha bârizdir ve mimarîyi o idare eder. Hatice Emetullah
Sultan’ın bu camiin yanındaki türbesinde ise bu zevk bir nevi his
bozuluşuna kadar gider. Ölüm kendisini duyurmakla kalmaz, ölüyü âdeta
teşhir eder.”21
Yahya Kemal’in Aziz İstanbul isimli eserinde yer alan Türk İstanbul I-II ve
İstanbul’un İmarı gibi yazılarını hatırlatan bazı denemelerinde Ahmet Hamdi
Tanpınar, İstanbul’un, fetihten çok kısa bir süre zarfında dâhi mimarlar sayesinde
Türkleştiğini, ilk nesil Türk mimarlarının İstanbul’un çehresine Türk zevki ve
inanışlarını nakşettiğini belirtmektedir. Buna göre Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
İstanbul’a ve İstanbul’da yaratılan medeniyete mimarî zaviyesinden baktığını, ya da
yazarımıza İstanbul’un millî çizgilerini en çok mimarînin gösterdiğini söylemek
mümkündür:
“Fatih öldüğü zaman İstanbul her akşam, başında kandil yanan şehit
türbeleriyle, evliyalarıyla, tekkeleriyle, medreseleriyle, camileriyle, küçük
20 A.e., s. 146 21 A.e., s. 148.
284
ve tahta mescidlerinin minarelerinden bugünün beş vaktinde yükselen ezan
seslerinin etrafında toplanmış mahalleleriyle tam bir Türk şehriydi.
Sonra Bayezid devri ve Hayreddin gelir. Bize mahsus olan bu
hayatın alınlığını yapar. Alınlık, mâbedin kendi değildir. Fakat ondan ilk
görünen şeydir. Ve hususiyle mimâriyi idare eder. İstanbul’da İkinci
Bayezid devrinde çok kesif, Buhara, Taşkent, Tebriz kadar bizim, millî bir
hayat vardı. Hayreddin’le başlayan mimarî bu hayatın güzellikle ilk büyük
tebcili oldu. İstanbul birdenbire bu mimarî sayesinde Yakın Şark’ın Edirne,
Bursa gibi şehirleri arasına girdi.”22
1946’da yayımlanmış bir yazı olarak daha 7 yıl evvelinden İstanbul’un
fethinin 500. yıldönümünde yapılacak kutlamalara dair teklifler getirdiği yazısında
da Tanpınar, millî mimarînin tekâmülü hakkında şunları söyler:
“Fatih devri, tâbir câizse, İstanbul’a taşınma ve yerleşme
devrimizdir. İkinci Bayezid devri Türk mimarîsinin ve şehirciliğinin, dinî ve
tasavvufî hareketlerin bu yerleşmeyi tamamladığı zamandır. Onun için bu
devrin de ayrıca tetkiki lâzımdır.
Üçüncü etüt merhalesi olarak Sinan’la başlayan devir gelir. Kanunî
ve halefleri zamanındaki İstanbul ve Boğaziçi, bütün tesisleri ve âbideleriyle
ortaya konmalıdır. Sinan’ı tanımak, yaratıcı devrinde imparatorluğu
bilmektir. Kanunî devrindeki İstanbul on altıncı asır Avrupa’sının en
nizamlı, topluluk hayatının şartlarına en uygun şehridir. Bunu meydana
çıkarmamız lâzımdır.
Nihayet İstanbul’daki Türk medeniyetinin asıl kıvamını bulduğu
asra, mimarlıkta Birinci Ahmed Camii’yle başlayan ve Üsküdar’daki
Vâlide-i Cedid Camii’nin muhteşem akşam nağmesiyle kapanan o sade
üslûp, zevk ve duygu, on yedinci asra, bize şiirde Nef’î’den sonra Neşatî ve
22 Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü”, Cumhuriyet, No: 7915, 28 Ağustos 1946; Y.G., s. 177.
285
Nailî’yi veren, musikide Itrî’nin eserini hediye eden büyük ve verimli asra
geliriz.”23
Tanpınar, Türk İstanbul başlıklı yazısında da İstanbul’un mimarîsinin millî
taraflarına, mimarîde gittikçe görülen üslûp değişikliklerine, yakın zamanlarda baş
gösteren zevk karışıklıklarına değinir. Yukarıdaki düşünce ve tahlillerden sonra Türk
mimarîsini kronolojik olarak alması bakımından burada inceleyeceğimiz bu yazı,
Tanzimat senelerindeki mimarî faaliyetlerinin bir kritiğidir de. Aslında bütün
şehirlerin insanla birlikte değiştiğini, fakat Beyoğlu’nun fazla gelişmesinin
önlenmemesinin yanlışlığını belirten yazar, İstanbul’un mimarî hüviyetini şöyle
tahlil eder:
“... İstanbul böyle değişmedi. O olduğu yerde çözüldü. Hayatın
icaplarıyla zevki yan yana yürütmek imkânlarını aramaya fırsat bulmadan
kâh yeninin hücumuna uğradı, kâh eskinin beklenmedik yıkılışını gördü. Bu
çözülüşün birkaç sebebi vardır; bunlardan biri şehrin kendi bünyesinden
gelir. İstanbul’daki ahşap bina tarzı, asıl sivil mimarî eserleri, hiç olmazsa
ev ve konaklar zamana karşı çok mukavemetsizdiler. Hemen iki üç senede
bir şehrin mühim bir kısmını silip süpüren yangınlar, şehirde cami, hamam,
medrese gibi taş eserlerin haricinde eski eser bırakmamıştı. Bu yüzden
İstanbul’da muhafaza edilecek şey - büyük ve taş binalar hariç - şehrin
umumî manzarasıyla, tesadüf veya sürpriz peyzaj diyeceğimiz iç köşelerdi.
Tanzimat vâkıa bunlara pek dokunmadı, fakat Beyoğlu’nun hiç de zaruret
olmadan bugünkü şeklinde doğuşu, bu umumî manzarayı çok zarara soktu.
Diğer taraftan bu mukavemetsizlik sürekli veya süreksiz her nevi imar ve
değiştirme hareketini şehir içinde tamamiyle serbest bırakıyordu.”24
Tanzimat neslinin mimarî bakımdan pek de isabetli adımlar atamadığını
belirten Tanpınar, 19. asrı “mimarîsiz asır” olarak tabir eder. Türk siyaset ve kültür
23 A.e, s. 177. 24 Tanpınar, “Türk İstanbul”, Cumhuriyet, No: 7932, 16 Eylül 1946; Y.G., s. 185-186.
286
hayatında çok büyük değişme ve kırılmaların yaşandığı bu asrı “mimarîsiz asır”
olarak tabir etmesi yazarımızın mimarîye ne dozda önem verdiğinin bir başka
göstergesidir. Tanpınar’ın Tanzimat mimarîsiyle ilgili dikkatleri şu cümlelerle
devam etmektedir:
“Gerçekte devlet borçla geçiniyordu. Şüphesiz Tanzimat ricali
belediye ve imar işlerinden biraz anlasalardı, her şey alt üst olmadan,
borçla harçla da olsa, bize nispeten tanzim edilmiş bir İstanbul bırakırlar,
birkaç cadde açarlar, şehrin bazı semtlerini düzenlerlerdi. Fakat
şehircilikten anlamıyorlardı. Rumeli şimendifer yolunu Saray bahçesinden
geçirmeleri bunu gayet iyi gösterir. İstanbul’un en güzel, en göze çarpan
tarafını böylece feda etmişlerdi.
Bununla beraber devir zarurî olarak yapıcı idi. Hayatın icapları ve
devlet müesseseleri değiştikçe İstanbul yeni bina kazanıyordu. Fakat burada
da Tanzimat’ın talihsizliği işe karışır. On dokuzuncu asrın büyük bir zaafı
vardır; mimarîsiz asırdır. Büyüğü, ehemmiyetliyi, hatta ilerledikçe, topluluk
fikrini ve icaplarını bulur. Fakat hususî bir üslûp bulamaz.; bu ancak yeni
bir malzeme ve teknikle olabilecek şeydi. Onun için asrın sonunda Eiffel
kulesinde kendisini modern tekniğe teslim edene kadar eski üslûplar
arasında, beceriksiz bir simyager gibi onları birbirine karıştırır. Barok,
rokoko, Rönesans, Greko-romen, meydanlar Fransız klâsiği, Ruskin
kanalıyla İngiltere’ye ve oradan etrafa geçerek Venedik, hattâ Endülüs
mimarîsi, asrın sonuna doğru son Alman ampir üslûbu, hepsi birbirine
karışıyordu. Gözümüz Avrupa’da olduğu için tabiatıyla biz de ister istemez
bu yeni binalarda bir eklektizme gidecektik. Vâkıa İstanbul’da o devirde
kendisine has çok güzel bir sivil mimarî tarzı vardı. Fakat bu ahşap
mimarîydi, onu taşa geçirmek, son derecede kolay işlenen bu malzemenin
telkinlerini taş gibi güç işlenen bir malzemeye nakildi ki ilk adımda
lüzumsuz kalıyordu.”25
25 A.e, s. 186.
287
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk mimarîsinin çehre değiştirmesini ve yukarıda
görüldüğü üzere ahşaptan betona geçilmesini büyük bir kırılma olarak değerlendirir.
Bu imar faaliyetleri ve malzeme değişiklikleri için “ilk devirlerin sâfiyeti” ve “dinî
hüviyet” gibi kayıtlar koyması, Tanpınar’ın Türk mimarîsini dinî arka plânı olan bir
mimarî geleneği olarak mülâhaza ettiğini göstermektedir. Türk İstanbul isimli yazı
şöyle devam eder:
“Yıldızlı saçağı, oymalı pencere pervazını taşa nakletmekle, taşla
yapılan tezyinatı alçı veya betona nakletmek arasında fark yoktur. Böyle bir
şey yapabilmek için ilk devirlerin sâfiyeti, hatta inşa ve tezyinat usûllerinin
dinî bir hüviyet sahibi olması lâzımdı. Taşın salâbeti ister istemez başka bir
nizamda bir düzenleme, süs ve çalışma isteyecekti.
İşte Tanzimat İstanbul’a devlet eliyle bu karışık anlayışı getirdi.
Bunların içinde Aziz devrinin cephesi Greko-romen taklidi karakollarıyla,
Taksim’deki yıkılan kışlanın Endülüs usûlü kule ve pencereleri, Kuleli
mektebinin Venedik sarayı tarzı dikkat edilecek noktalardır.”26
Tanpınar, taşıdıkları millî-gayrimillî çizgi ya da motiflere göre tavır
takındığı ve haklarında teklifler getirdiği Beyoğlu ve Üsküdar’a ayrıca Boğaz’a ayrı
bir hassasiyet gösterir. Aynı denemenin ilerleyen sayfalarında bu mekânlara temas
eden Tanpınar’a göre Beyoğlu’nun genişlemesi kontrol altına alınmalı, Üsküdar ve
Boğaz’ı büyük ve katı binaların istilâ etmesine engel olunmalıdır:
“Asıl tehlike İstanbul’un dört asır kendi bünyesinde yabancı bir
örgü gibi taşıdığı Beyoğlu’nun birdenbire, Tanzimat’ın verdiği yeni
imkânlarla genişlemesinde ve aşağıya, denize doğru taşmasındaydı.
Lamartine’in 1832’de süslü, muhteşem bahçelerini methettiği sırtlar
Avrupalı binalarla dolunca, İstanbul ufku hiç tanımadığı bir sertlik kazandı.
Eski saray bahçelerinden başlayıp, Çengelköy’ü dönerek Üsküdar’da
tamamlanan o lâtif ve hayalî gölgeler manzarası, bu katılıkla bir türlü
26 A.e., s. 187.
288
uyuşamadı. Asıl garibi, Tanzimat’tan beri o kadar zihniyet değişikliği
olduğu hâlde Beyoğlu’nun bu inkişafını hâlâ önleme çareleri
aranmamasındadır.
Şehrin asıl besleyici faaliyetleri Beyoğlu’nun dışında olduğu hâlde
hâlâ asıl büyük himmetler oraya sarf olunmaktadır.
Bugün Üsküdar tepelerini aynı tehlike beklemektedir. Harem
iskelesinden başlayarak Paşa limanına gelen kıyıdan Çamlıca’ya kadar
yükselecek - eski tabirle söyleyelim - şeddadî binaların, İstanbul’u bir
kıskaç içine alacağını, ümit ederiz ki, şimdiden düşünenler vardır. Eğer
Üsküdar’ın ikinci bir Beyoğlu gibi ağaçsız, ufuksuz, millî karaktersiz
inkişafına bir gün yol verilirse asıl İstanbul ve kendi zevkimiz gerçekten
ezilir. Tophane’nin, Cihangir’in, Fındıklı üstlerinin ağaçsız bina kümeleri,
şehir anlayışımızın, şehir içindeki eski Duyûn-ı Umumiye binası istisna
edilirse, mağlûbiyetidir. Bu mağlûbiyeti geçen harpten sonra Boğaziçi’nin
yıkılması tamamladı. Kırk odalı, dört beş sofalı, haremli, selâmlıklı yalının
bahçe ve korularıyla, Rumeli çiftliklerinin, Arabistan’ın, Mısır’ın kaybından
sonra devamı imkânsızdı. İstanbul’un yirmi sene içinde bir küçük
müstahsiller şehri olması keyfiyeti er geç Boğaziçi’ni değiştirecekti. Fakat
yazık ki bu çözülüş, eski yalının yerine yeni bina şeklini bulmadan oldu.
Şimdi Boğaziçi, Tarabya’nın lüks rıhtımıyla Anadoluhisarı ve
Çengelköy arasındaki zevk farkında tereddüt ediyor. Hiçbir asaleti olmayan
mânâsız ve havasız bir lüksle, küçük imkânların gelişi güzel tasarrufuyla ve
kolay faydaların telkiniyle eski İstanbul’un bu mücadelesi nasıl
halledilecek?
Ben öyle sanıyorum ki, Türk İstanbul’un kaybolmaması ancak
Boğaz’a ve Üsküdar’a verilecek şekille kabildir.”27
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yukarıya kısmen iktibas ettiğimiz İstanbul
hakkındaki dikkatleri tam bir hafta sonra yine Cumhuriyet gazetesinin sütunlarında 27 A.e., s. 188-189.
289
yer alan bir yazıda devam eder. Bu makalede Tanpınar birçok konuda olduğu gibi
mimarîde de bir zevk çözülüşü yaşadığımıza ve yenilik adıyla yapılan faaliyetlerin
başarısızlığına dikkat çeker. Söz konusu yazıda İstanbul’un kendisine has mimarî
hayatı ve bu mimarînin medenî değerlerine değinildikten sonra asıl konuya şu
cümlelerle girilir:
“Bilmem, son zamanlarda memleketimizi saran ve zevkimizi,
yaşayış şeklimizi alt üst eden, İstanbul’un bazı semtlerine eski bir şehirden
ziyade bir nevi mimarî tecrübeler memleketi manzarasını veren moda
binalardan bahsettiğimi anladınız mı?
İstanbul’un gerçekten başka hiçbir yerde bulunmayan sürpriz
peyzajları, adeta sokak ve ev hâline gelmiş ruh hâleti denebilecek sanatkâr
ve asil köşeleri birbiri ardınca kaybolurken, beri tarafta bir zevk
buhranından başka bir şey olmayan bu yenilik hevesi gittikçe artıyor.
Flaubert’in Bouvard ve Pécuchet adlı bir romanı vardır. Bu iki
bekâr dost, günün birinde ellerine geçen mühimce bir serveti, öğretici halk
kitaplarındaki şeylerin tatbiki uğrunda tüketirler. Çiftlik alırlar. O
kitaplardaki gibi ziraat yapmaya başlarlar. Arı üretirler, meyvacılık yaparlar
ve sonunda tam bir iflâsla - tabiî hissî macera da karışır - tecrübeyi kaparlar.
İstanbul yavaş yavaş Flaubert’in iyi niyet sahibi kahramanlarına
benzemeye başladı. Dışarı memleketlerde çıkan magazinlerdeki bütün
mimarî plânları, şahsî fantezilerle tatbik ediliyor. Yavaş yavaş Singer dikiş
makinesi, tablalı şamdan, sefertası, dişçi etajeri, çocuk oyuncağı kılıklı
evler, Çin pagoduna veya Babil kulesine benzeyen, daha iyisi hiçbir şeye
benzemeyen apartmanlar, bir arsanın mantık dışı hendesesini veya
hendesesizliğini behemehâl ve sonuna kadar istismar için her türlü nispet
fikrinin dışına çıkmış sekiz, dokuz dıllı acayip dört duvarlılar,
Beyoğlu’ndan Kadıköy ve Suadiye taraflarına oradan da Boğaziçi’ne
geçmeye başladı.”28
28 Tanpınar, “İstanbul’un İmarı”, Cumhuriyet, No: 7939, 23 Eylül 1946; Y.G., s. 191-192.
290
Bütün vatanın mimarî durumuna dair fikir beyan etmekle birlikte İstanbul’a
ve özellikle Boğaziçi mimarîsine büyük önem verdiğini gördüğümüz Ahmet Hamdi
Tanpınar, modern mimarîye ağır tenkitler içeren yazısına şöyle devam eder:
“Suadiye ve Anadolu kıyısını ne kadar çabuk kaybettik ve acayip
mimarî nasıl ancak yeni raksların çılgınca modasında eşi görülen bir süratle
ilerledi. Her tarafı bürüdü. Bir kısım halkımız şimdi sayfiye diye
Allah’ın sıcağında cam bir kavanozda oturup rahat rahat terliyor, bir kısım
ikametgâhını teşkil eden balkon, taraça, veranda kalabalığı karşısında kendi
evinde “neharî” dömi pansiyon yaşamanın çaresini arıyor. Fakat modern
ilerledi, zaferlerini üst üste kaydetti. Nis, Hononolu, İsviçre dağı, Şimalî
İtalya, Hollanda hepsi geldi. Türk bahçesini, nasıl betonarmeli toprakta
saksıya dizilmiş sardunya çiçekleri ve küçük fayanstan hayvan, noel baba
heykelcikleri yendiyse, kapalı panjurları, vakur cephesini en zarif Venedik
veya Viyana dantelâsından daha zarif şekilde süsleyen o nispet mucizesi,
rahat, oturaklı Türk köşk ve yalısını beş asır bu toprakta da deneye deneye
bulduğumuz en güzel ev şeklini öylece yendi.
Bugün bu moda yavaş yavaş Boğaz’ı istilâya hazırlanıyor.
Şimdiden bazı semtlere kaybolmuş gibi bakabiliyoruz. Nasıl Fatih’ten
Edirnekapı’ya kadar bütün caddenin iki tarafını ve arkasındaki yangın
yerlerinde âdeta birer işarete benzeyen münferit binaları, hülâsa yeni ve
esefle söyleyelim, sağlam yapılan şeylerin çoğunu kaybetmiş isek yarın da
eski Boğaz’ı hatırlatan tek tük yerleri, Anadolu kıyısını zevkimizin cenneti
yapan köşeleri öylece kaybetmeye hazırlanmalıyız.
Meğer ki iklimimize şehrin kendisine, mimarîmizin geleneğine
uygun, eldeki eserlerle uyuşabilecek, onları tekzip etmeyecek bir veya
birkaç yapı şeklini tespit edelim ve inşaat dediğimiz şey, resmî, şahsî her
şeklinde tam bir kontrol altına girsin.”29
29 A.e, s. 192-193.
291
Görüldüğü üzere Tanpınar, yeniye ve moderne kayıtsız şartsız bağlı değildir.
Diğer kültür ve sanat meselelerinde olduğu gibi mimarîde de terakkiye inanan yazar,
her değişmenin gelişme olmadığını düşünür. Yeni adım ve denemelerin belirli bir
zevk süzgecinden geçirilmesini ister. Ona göre İstanbul ve Boğaziçi mimarîsi bu
hızlı adımlar karşısında korunmalıdır. Zira Boğaz, Türk kimliğini, zevkini, varlığını,
hepsini kapsayacak bir kelimeyle söylersek kültürünü aksettiren ve hatta bunu teşkil
eden bir mekân ya da üründür, o “bizi biz yapan ve biz olarak gösteren şeylerden
biridir”:
“Boğaz’ın İstanbul şehirciliğinde ve mimarîsindeki hususî yeri
düşünülmezse, gerek şehir ve gerek zevkimiz bundan çok şey
kaybedecektir. Boğaziçi, mûsikîmiz gibi, eski mimarlığımız gibi bizi biz
yapan ve biz olarak gösteren şeylerden biridir.”30
Mimarînin diğer sanatlara nispeten daha geniş perspektifli olması, sanata ilgi
duysun veya duymasın herkesi bir şekilde tesiri altına alması, estetik kaygının
yanında ekonomik ve sosyo-kültürel endişeleri de kendisinde barındırması, diğer
güzel sanatlardan tamamen farklı ve imtiyazlı bir şekilde, resmî kuruluşlar tarafından
da desteklenmesi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dikkatinden kaçmış değildir. Meselenin
ekonomik boyutlarını da hesaba katarak fikir, yorum ve hükümler ortaya koyan
yazar, mimarî ile Türkiye’nin önemli bir gelir kolunu karşılaştırır ve resmî
kuruluşlara birtakım tavsiyelerde bulunur:
“... Yazık ki resmî ve yarı resmî kurullar bile bunu göz önüne
almıyorlar. Şehrin en güzel tarafları amelî hayatta, iyi kurulmuş iktisadî bir
makine içinde büyük hiçbir kıymeti olmayan bazı kolaylıklara çarçabuk
feda ediliyor. Tekrar ilk makalelerdeki noktalara geldiğim için mahcubum.
Ortaköy’den Bebek’e kadar olan kömür depolarından bahsedeceğim. Kömür
şüphesiz can damarlarımızdan biridir. Kömürün bugünkü hayattaki yerini
hiçbir şey alamaz. Bununla beraber kömürün yeri kömürlüktür. Nasıl gene
bugünün hayatında aynı derecede daha mühim rol sahibi petrole
30 A.e, s. 193.
292
hürmetimizi göstermek için yatak odamızda, komudun (komodin?) üstüne
kolonya diye şişe şişe petrol dizemezsek, nasıl evimizde kömürü salona,
yemek odasına yığıp bırakamazsak şehirde de aynı şeyi yapmalıyız. Bugün
Boğaziçi’nin en güzel yerleri kömürlüktür. Çamaşır da çok lüzumlu şeydir.
Fakat temizini dolapta, kirlisini çamaşırlıkta saklarız. Nakli kolaydır, çabuk
boşalır, çabuk doldurulur diye kömürümüzü Boğaz’a sermekte mânâ ne? Bu
gaflette ısrar edenlere, karaciğeri veya barsakları dışarıda işleyen - farz
edelim şeffaf - bir adamın karşısında ne düşüneceklerini sorarım?
Bugün İstanbul’un çok güzel bir yerinde, Kuruçeşme’de bir kömür
adası var. Coğrafyadaki adını bilmiyorum. Fakat bir çiçek adası olabilirken,
yaz sporlarının güzel bir merkezi olabilirken kömür adalığı yapıyor. Üstelik
- sanki bu talihsizliğini kimse çalmasın diye - kömür yığınlarının kenarında
şöyle küçükçe bir de nöbetçi kulübesi var. Tıpkı Çırağan Sarayı’nın
enkazını, rıhtımına yığılmış bir yığın demir hırdavatla beraber bekleyen
kulübenin bir minyatürü. Hülâsa, Boğaziçi’nde kömür deposu, Haliç’te
mezbaha kadar ağır ve hazin bir şeydir. Birisi şehrin sıhhatiyle, öbürü sıhhat
kadar lüzumlu olan zevkiyle oynuyor.”31
Bu alıntının son cümlesi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın estetiği, şahsî ve millî
zevki ne kadar önemsediğinin, bu değerlerin yazarın tefekküründe ne gibi bir öneme
sahip olduğunun açık bir göstergesidir.
Yukarıdaki kıyas ve yorumlardan sonra Tanpınar’ın İstanbul’un millî
çehresinin bozulmaması için yaptığı teklifler gelmektedir. Bu yazının Cumhuriyet
gibi devrin çok okunan bir gazetesinde yer alışı, yazarımızın dikkatlerinin hem resmî
hem de gayr-i resmî organlara ulaşması gibi bir avantajı da beraberinde
getirmektedir:
“Hayır, Türk İstanbul’u kurtarmak lâzım. Bu belki biraz masraflı ve
külfetli olur. Fakat sağlam bir programla çarçabuk yapılabilir. Tekrar
edeyim, büyük imar hareketlerinden bahsetmiyorum. O büsbütün ayrı
31 A.e, s. 193.
293
bir şeydir. Devlet programına İstanbul’un kendisini değil, hinterlandını
müstakil bir mesele gibi alana, istihsal şart ve şekillerini değiştirene kadar
İstanbul’un imarı sadece bir satranç tahtasının karelerini çizmekle
kalacaktır. Fakat İstanbul’u kendi öz çekirdeği etrafında, onunla uygun bir
kılığa sokmak meselesinden ve imkânlarından bahsediyorum.
İstanbul bu çehreyi tekrar kazandığı zaman, bizim zahmetlerimizi
birkaç misli ile bize çabukça ödeyebilir. Çünkü bizim milliyetimize ve
zevkimize sahip bir İstanbul derhal kendine mahsus bir hayat yaratacak ve
etrafı kendisine doğru çekecektir. Elverir ki o melez levanten zevkini ve
onun taklitkâr ruhunu, bir de eski çağlardan kalma en kötü miras olan
kayıtsızlığı, bu güzeller güzeli şehrin işlerinde kökünden bırakmaya
çalışalım.”32
Görüldüğü üzere Ahmet Hamdi Tanpınar, mimarîmiz hakkındaki
değerlendirmelerini sadece tespit ve tahlil boyutunda bırakmamış, Türk mimarîsinin
yeni adımları için teklifler ve tavsiyelerde de bulunmuştur. Nitekim, 1943’teki bir
konferansında da dinleyicilerine mimarî eserlerimiz ve mimarî tarihimize
eğilmelerini, bunlar hakkında eserler yazmalarını tavsiye etmiştir. Tanpınar’ın
cümleleri şu şekildedir:
“Musikimiz için mevcut olan lâkaydîmiz, mimarîmiz için de devam
ediyor. Dokuz asırdan beri Anadolu ve Rumeli toprağını ırkımızın güzellik
rüyaları olan eserlerle süsledik; cami, medrese, han, kervansaray, çeşme,
türbe, bir yığın eserimiz var. Bunlar hakkında ne biliyoruz? Kaç kitabımız
var ve daha ilerisine gidelim, hatta muhafazaları için ne yapıyoruz?
Onların gözümüzün önünde harap oluşuna şahit olan nesiller henüz
aramızdadır. Ve bugün dahi bu eserlerin çoğu bakımsızdır. Halbuki göz
göre ihmal ettiğimiz bu eserler içinde öyleleri vardır ki, yalnız bir tanesini
tahakkuk ettirilebilirse, tarihsiz bir insan sürüsü millet sıfatını alabilir.”33
32 A.e, s. 194. 33 “Millî Bir Edebiyata Doğru”, C.H.P. Konferanslar Serisi, Kitap 19, Ankara, 1940; E.Ü.M., s. 94.
294
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İstanbul mimarîsine dair kaleme aldığı en mühim
yazılardan birisi de Sultanahmet Meydanı ve bu meydanda bulunan İbrahim Paşa
Sarayı’nın yerine yapılması düşünülen Adalet Sarayı hakkındadır. İbrahim Paşa
Sarayı’nın 16. asırdan beri bu meydanın büyük bir güzelliği olduğunu ve millî
zevkimizi yansıttığını ileri süren Tanpınar, yeni binanın çok çeşitli şartlar dolayısıyla
başka bir yerde inşa edilmesini tavsiye eder. Yazar Sultanahmet Meydanı mimarîsi
ve bu mekânın millî tarihimizdeki yerini şöyle ifade etmektedir:
“Sultanahmet fetihten beri millî tarihimize mâl olmuş bir yerdir.
Tesadüf bu meydanı o tarzda donatmıştır ki, Mısır sütunu, Bizans âbidesi,
Türk camii ve sivil mimarî eserleriyle kendiliğinden, evvelâ bu toprağın
maceralarını ve sonra da mimarî zevkimizin dinî ve sivil iki çehresini verir.
Bizim burada yapacağımız, daha iyisini yapamazsak, bu binayı ufak
bir tamirle olduğu gibi muhafazadır. Asıl şehircilik budur.”34
Tanpınar’ın mimarî hakkındaki görüşleri, bazen de bir yapının meziyetlerini
ve kusurlarını sayarken ortaya çıkmaktadır. Türk mimarî tarihi ve özellikle İstanbul
mimarîsini derinlemesine incelediğini gördüğümüz yazarın İbrahim Paşa Sarayı
hakkındaki fikirleri, onun aynı zamanda bir mimarî eserden ve Türk mimarîsinden
ne anladığını, hangi özellikteki eserleri güzel olduğunu göstermektedir:
“İbrahim Paşa Sarayı’nın birkaç türlü ehemmiyeti vardır. Evvelâ 16.
asırdan olmasıdır. Bu itibarla Sultanahmet Camii ondan sonradır. İkinci
olarak sivil mimarî eserlerimizdendir. Herkes bilir ki, yurdumuzda dinî
eserlerin büyük bir çoğunluğu muhafaza edilmiştir. Fakat sivil mimarî
eserler, saraylar, köşkler, konaklar yangın ve isyanlarla harap olmuştur.
Öyle ki koca İstanbul’da, Topkapı Sarayı hesaba katılmazsa, han, köşk, yalı
olarak on, on beş eser ancak bulunabilir. İbrahim Paşa Sarayı tarih sırasıyla
bu hususî mimarînin en evvel yapılanıdır. Bu cihetle eşsiz bir vesikadır.
Sonra şaşırtıcı derecede güzeldir, asîldir. Biraz himmetle şıkır şıkır parlayan
bir âbide olur. Ona dokunulmamak icab eder, hatta icab ederdi. Yani
34 Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Cumhuriyet, No: 8341, 6 Kasım 1947; Y.G., s. 196.
295
hapishane binası dahi yıkılmamalı, mümkünse tamir edilmeliydi. Hatta
tamiri ve önlerinin açılarak Sultanahmet’in karşısında bu büyük bütün,
zevkimizin, geçtiğimiz merhalelerin insanla doğrudan doğruya konuşan
şahitleri olarak kalmalıydı. Sayın Tahsin Öz’ün dediği gibi, bu mazi eseri
tehlikeli bir ameliyat geçirdi.
Kalan kısım binanın en mamur tarafıdır ve dediğim gibi çok
güzeldir. On altıncı asır Türkiye’sinin bütün sihrine sahiptir. O kadar
zaferlere şahit olmuş, o kadar orduların şahin dizileri gibi serhatlere
süzüldüğünü, zengin ganimetlerle döndüğünü görmüş, muhteşem
düğünlerle eğlenmiş, kanlı isyanlarda canlı bir mahlûk gibi yaralanmış,
hülâsa bulunduğu yerden dört asırlık tarihin iyi kötü maceralarının aktığını
görmüş bir bina. Böyle bir binayı ortadan kaldırmak, bütün bu hatıraların
üzerinden sünger geçirmekten başka bir şey midir?”35
Tanpınar’ın genel olarak mimarî ve İstanbul mimarîsi hakkındaki görüşlerini
en iyi bir şekilde ifade ettiğini düşündüğümüz şu satırlar, dönemin imâr işlerinde
yetkili organlarına da seslenir mahiyettedir:
“Bir şehirde hatıralar ve tarih yalnız kitaplarda yaşarsa, o şehir
kendi zamanlarını kaybetmiş demektir. Çünkü asıl canlı hatıralar, zamanla
kutsîlik kananmış, tılsımın usta eli dokunduğu için canlanmış, ruh sahibi
olmuş maddenin taşıdığı hatıralardır.
Ben İstanbul imar işlerinin mesuliyetini taşıyan bir adam olsam,
değil İbrahim Paşa Sarayı gibi ayakta duran bir binayı yıkmak, ecdad
elinden çıkmış küçük bir taş parçasını yerinden oynatmak için yüz defa
düşünür ve galiba yüzüncüsünde gene yerinde bırakırdım.
35 Tanpınar, “ İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Cumhuriyet, No: 8341, 6 Kasım 1947;Y.G., s. 196-197.
296
Çünkü bu şehri güzelleştireyim derken fakirleştirmekten, hayatı
soysuzlaştırmaktan çekinirim. Bu şehir en büyük zenginliğini mazisinden
alır. Onu, nesiller önünde yaşattıkça zengindir.”36
Bilindiği ve bu çalışmamızın çeşitli bölümlerinde ortaya koymaya
çalıştığımız üzere Ahmet Hamdi Tanpınar kendi şiir estetiğini bir yana bırakırsak,
şiir dahil tüm güzel sanatlarda en geniş mânâsında insanî ve millî damarlar arayan,
ferdi önemsemekle beraber, bu ferdi millî hayatın bir parçası olarak da işleyen
eserlerden hoşlanan bir kültür adamı, bir estettir. Aşağıda görüleceği gibi, ona göre
mimarîde yapılacak bir yanlış hareket, “millî vicdana karşı bir günah” işlemek
olacaktır. İbrahim Paşa Sarayı için yazılan yazının devamı bu tespitlerimizi kanıtlar
mahiyettedir:
“... Kaldı ki bu bina gerçekten güzeldir. Arkadan görünen iki dıl’ı,
kubbeleri ve bacalarıyla baştan aşağı tarihtir. Türk rönesansının ne aydınlık
bir rüya olduğunu, şimdiki hâliyle, darağacında Mansur’u hatırlatan bu iki
zaviyeli cepheden seyretmeli.
Bunlar o cinsten eserlerdendir ki, ancak sakınılmaz kader
mahiyetinde darbelerle yokluğuna katlanılır ve böyle olunca da fırtına geçer
geçmez ilk fırsatta plânlardan, hatıralardan, yazılı şahadetlerden istifade
edilerek yerine konulur. Fakat kendi elimizle yıkmak... Asla! Bu millî
vicdana karşı bir günah olur.
...........................
Bilmiyor muyuz ki bir medeniyet, her şeyden evvel derin maziden
gelen bir kültür yığılması, bir kültür toplanmasıdır. Bu yığılmanın başında
şehir ve mimarî eserleri gelir. Çünkü nesilleri asıl terbiye eden onlardır. Her
mimarlık eseri bulunduğu şehrin hayatını bir ev tanrısı gibi farkına
varmadan idare eder. Onların kalabalığı ruhumuzda öyle bir konser yapar ki,
36 a.y., s. 197.
297
ömrümüzde bir kere olsun onu dinlemek fırsatını bulursak, bir daha
kaybetmemek şartıyla kendimizi bulmuş oluruz.
...........................
Her mimarî eseri millî hayatın bir koruyucusudur. Bu koruyucu
tanrıları kaybede ede cemiyet bir gün devam fikrini kaybeder. Biz asırlardır,
düşman bir âlemin ortasında, yangın ve ateş içinde milliyetimize kurtarıcı
bir tılsım gibi sarılmış olarak yaşadık. O duygu sayesinde varız. Ne zaman
ki milliyetimizi bıraktık, o anda başımıza felâketler yağdı. 1918’den sonraki
İstanbul’u hatırlayın. Her mimarî eseri bizim için neydi? Kim o zaman bir
taşı yerinden kımıldatmaya razı olurdu? Eserlerimize o zaman nasıl
sarılmıştık? Haklıydık. Çünkü biliyorduk ki, milliyet dediğimiz, bir dil,
millî hayata intikal etmiş şekilleriyle bir din ve ahlâk, başta mimarî olmak
üzere bir yığın sanat eseri ve tarih hatırasıdır.
Milliyetimizi yapan şeylerle oynamaya kalkmayalım. Çünkü
mefhumlar zedelenmeye gelmez.37
Bu düşüncelerin ışığında diyebiliriz ki Tanpınar, musiki gibi mimarîyi de
millet ve milliyet kavramları ekseninde işlemekte ve onu bir milletin hafızası,
kendisini idrak şekli ve yeri geldiğinde istinatgâh olarak değerlendirmektedir.
Mütareke senelerinin ümidi kırılmış neslinin mimarîyi bir güç kaynağı olarak
görmesini Tanpınar bu yüzden önemli bulur. Emin Bülent’in Hisarlara Karşı şiirini
ve Ruşen Eşref’in İstanbul gezilerini hatırlarsak Tanpınar’ın fikirlerini daha iyi
anlayabiliriz.
Mimarînin Türk varlığının çok büyük bir parçası, güç kaynağı ve dayanak
noktası olduğu fikri Ahmet Hamdi Tanpınar’ın daha sonra kaleme alınmış bir
yazısında da karşımıza çıkmaktadır. Yine mütareke senelerini söz konusu eden
Tanpınar, o senelerde Türklüğün bu eski eserlerinden güç ve moral aldığını şöyle
belirtmiştir: 37 A.e., s. 198-199.
298
“Biz acı mütareke senelerinde mazideki eserlerimize nasıl
sarılmıştık? Türk mimarîsine behemehâl tahakkuk edecek bir istikbal
müjdecisi gibi bakıyorduk. Haklı idik; çünkü onlar yaşadığımızın delilleri
idi. İstikbalimizin kefilleri idi. Hakikatte mimarîsiyle, musikisiyle, şiiri ile
yaşayan bir millet olduğumuz için kılıcımız da o kadar keskin oldu.”38
“Devam” kelimesi bu çalışmada da birçok defa geçtiği üzere Tanpınar’ın
kelime hazinesinin en önemlilerinden birisi, onun tefekkürünün çok büyük bir
unsurudur. Millî hayatın devam etmesi, nesillerin kutsal saydığı değerlerin
korunması, kültür hayatında büyük kırılma ve değişmeler yaşansa da bazı unsurların
devam etmek zorunda olduğu, yazarımızın romanından denemesine, makalesinden
biyografisine ve Beş Şehir’ine mihver olmuş düşüncelerdir. Tanpınar’ın devam
nazariyesinin önemli bir kolu da mimarîmizdir. İbrahim Paşa Sarayı hakkındaki
yazıdan yaptığımız bir iktibasla bu mevzua açıklık getirmekte fayda görüyoruz:
“Sayın Tahsin Öz’ün ve bu saray etrafındaki münakaşaya onunla
beraber atılanların hakları vardır. (Muharrir, bahsettiğim makalede rahmetli
Yunus Nadi ile oğlu Nadir Nadi’nin ve Hüseyin Cahid Yalçın’ın bu mevzu
etrafında neşriyat yaptıklarını ehemmiyetle söyler.) İbrahim Paşa Sarayı
yıkılmamalıdır. O, Türk tarihinin bir âbidesidir. Türk eliyle yıkılamaz.
Hiçbir eski binayı kendi elimizle yıkamayız.
Çünkü onların hepsi bize, ömrümüzün bir devama bağlı olduğunu
zaman boyunca uzanan bir zincirin bir halkası olduğumuzu hatırlatır. Bu
zincir, o mucizeli devam duygusuyla millî hayatın kendisidir. “İşte şu bina,
benden dört yüz bu kadar sene evvel yapıldı. Bir Türk ustası tarafından
yapıldı. Bana kadar geldi. Benden sonra da devam edecek. Ben ona
bakarken, benden evvelki nesillerle birleşiyorum. Sanki onlar bende
yaşıyorlar ve ben onlar gibi genişliyor, büyüyorum ve doğrusu da budur. Bu
38 Tanpınar, “Gençlerin Sergisi ve Sanat Meselelerimiz”, Tasvir, No: 358, 27 Mart 1946; Y.G., s. 407.
299
binayı cedlerim benimle seyrediyorlar ve ben de, benden sonra gelenlerle
onu seyredeceğim. O hâlde zaman insanoğlu için sanıldığı kadar düşman
değildir. Her şeyin üstünde insanoğlu devam edebiliyor. Niçin bu kurtarıcı
hutbeyi içimizde susturmalı.?”39
Huzur romanındaki musiki faslı ve musikinin roman kahramanları üzerindeki
etkisini anlatırken:
“Tevfik Bey kudumü elinden bıraktı; alnını sildi. Herkes bir devle, zaman
deviyle güreşmiş gibi yorgundu.”40 diyen Tanpınar, görüldüğü gibi zamanı yenilmesi
gereken bir rakip olarak telâkki etmekte ama mimarî gibi nesilleri birbirine bağlayan,
aradaki zaman farkını ortadan kaldırabilen kültür âbideleri söz konusu olduğunda “O
hâlde zaman insanoğlu için sanıldığı kadar düşman değildir.” diyebilmektedir. Bu
da bize mimarînin ve Türk mimarîsinin Tanpınar için ifade ettiği anlamı biraz daha
açık bir şekilde göstermektedir.
Yukarıda uzun iktibaslarla söz konusu ettiğimiz yazı, Tanpınar’ın İbrahim
Paşa Sarayı’nın yıkılmaması ve yeni yapılacak Adalet Sarayı’nın mekânı için yaptığı
teklifler ve uyarıcı dikkatleri ile devam eder. Bu arada Tanpınar’a göre, İbrahim Paşa
Sarayı’nın yıkılıp yerine Adalet Sarayı’nın yapılması başka bir yönden de
sakıncalıdır. Çünkü yeni bina Sultanahmet Camii ile yarışmak zorunda kalacak ve
onun karşısında ezilecektir. Sultanahmet Camii ve dolayısıyla Türk mimarîsi için
Tanpınar şu cümleleri sarf etmektedir:
“Sultanahmet Camii’nin karşısında yapacağımız her bina zayıf
düşer. Çünkü cami, dünyanın sayılı mimarî âbidelerindendir. Bizim eski
mimarîmizle ölçüşebilecek mimarî üslûbu azdır. Çünkü cins mimarîdir.
Hem tesalübleri çok derin, hem de uzuvlaşması çok mantıkîdir.
Sultanahmet, büyüklükle zarifi o derecede birleştirmiştir ki onun yanında ne
şahsî olmak, ne de onu taklit etmek kabildir.
39 Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Cumhuriyet, No: 8341, 6 Kasım 1947; Y.G., s. 199. 40 Tanpınar, Huzur, s. 261.
300
Taklit etmek kabil değildir. Çünkü ondaki kütlelerle oynayış, o
beyaz uçuş, o amudî fırlama ancak tek bir salonu, tek bir toplanış yerini göz
önünde tutarak elde edilmiş bir neticedir. Adalet Sarayı gibi pratik gayesi
çok ayrı olan bir binada bu hamleyi koyamayız. Şuradan buradan ödünç
alınarak ilâve edilecek mahallî renk de büyük bir yardım yapmaz. Senelerdir
eskinin peşindeyiz, fakat o bizden sırrını gizliyor. Çünkü yoktur, sadece
büyük bir üslûbun, bütün bir taazzuvun karşısındayız. Bu taazzuvu
çimentodan yapılacak bir bina şimdilik veremez.”41
Tanpınar’ın geçmişe olan tavrı tek taraflı bir mazi özleminin ifadesi değildir.
Nitekim Beş Şehir’in giriş cümlesi;
“Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan
üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu
iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz.”42 şeklindedir. Bu örnek, yazarımızın
eski-yeni konusunda kesin bir tercihinin olmadığını, yani bir eseri sadece eski diye
sevip, bir yeni esere de yeni olduğu için olumsuz bakmadığını gösterir. Kaldı ki
Tanpınar, Bergson ve Yahya Kemal’in de etkisiyle geçmişle bugün arasında bir fark
görmez. Yine devam nazariyesinin ve zamanın bütünlüğünün bir ifadesi olan şu
mısralar bunun açık bir göstergesidir:
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında”43
41 Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Cumhuriyet, No: 8341, 6 Kasım 1947; Y.G., s. 200. 42 Tanpınar, B. Ş., s. 7. 43 Tanpınar, Şiirler, s. 13.
301
Bu görüşler ışığında yazarımızın Türk mimarîsini sadece Osmanlı mimarîsi
çerçevesinde değerlendirmediğini, yazılarında Cumhuriyet devri mimarîmizi de söz
konusu ettiğini gözlemlemekteyiz. Yine İbrahim Paşa Sarayı Meselesi isimli
denemede şu satırlar yer almaktadır:
“Yeni mimarînin kudretine ve faziletlerine inananlardanım. Bugüne
ait her şey benim için bir davadır; çünkü yaşadığım zamanı severim.
Bugünkü mimarîye gelince, ayrı malzeme ve ayrı imkânlarla ortaya çıktığı
için oradaki ihtilâlin çok esaslı olduğuna kaniim. Ayrıca mimarlarımızın
çalışmalarını da yakından bilirim. Elbette günün birinde bize ait bir üslûp
doğacaktır.44
Fakat bu tecrübeyi tarihin malı olan bir meydanda yapmayalım. Her
kadın mücevheri sever, fakat kendi kulağını kestirip yerine elmastan bir
kulak veya benzeri kıymetli bir süs takmasını isteyecek kadın yoktur.
Sultanahmet Meydanı ufak bir düzeltilme ile eşsiz bir bütün hâline
gelebilecek bir zevk taazzuvudur. Oraya, kendi bünyesine dahil olmayan
şeyleri sokmayalım. Bu taazzuvu cami idare eder. Maestro odur.
Bir yanda Ayasofya ve Üçüncü Ahmed çeşmesi, daha sonra Fatih
zamanının nefis hamamı, asıl Sultanahmet Camii, bir set aşağısında camiin
külliyesi, bu kadar eşsiz eseri toplayan bir meydana yakışacak şey bütün bu
mazi eserlerine meydan okuyacak bir bina değil, o büyük ananelerden
gelmiş bir kıvılcım olan İbrahim Paşa Sarayı ve onun yanındaki eski
binadır. Bunlar meydana çıkarılsın ve burası artık bırakılsın. Biz sadece
gelip geçerken onu dinleyelim.
Hele milletlerarası bir müsabaka ile Sultanahmet Camii’nin
karşısında başka bir milletten bir mimarın eserinin dikilmesi büsbütün
acayib olur. Bu meydan, millî tarihin yoğurduğu teknelerden biridir.
44 Tanpınar, Kendimizin Peşinde: Çok Mühim Bir Mesele isimli yazısında büyük bir mimarî geçmişimizin olduğunu ve gençlerin bu çizgiyi devam ettirmeleri gerektiğini şu cümlelerle ifade eder: “Ve mademki mimarîmizde şeklin, adedin ve nispetin en asîl terkiplerinden birine eriştik. Mimarlarımız da bu kemalden yürümek zorundadırlar.”, Bugün, No: 12, 14 İlkteşrin 1938; M.S., s. 59.
302
Milletlerarası müsabaka yeri değildir. Zaten o müsabakayı biz beş asır evvel
kazandık.”45
İbrahim Paşa Sarayı’nın yıktırılması söz konusu olduğunda, tartışmalara
müdahil olan ve bu konuda oldukça uzun bir yazıyla meseleye çözümler arayan
Tanpınar, kamuoyunda 1950’li yıllarda oldukça tartışma yaratan Bayezit Hamamı
konusunda da Anıtlar Yüksek Kurulu üyesi sıfatıyla, bu eserin yıkılmaması için
uğraşmıştır. Tanpınar’ın öğrencilerinden Turan Alptekin, hocasının bu mücadelesini
şu cümlelerle ifade etmektedir:
“Patrona Hamamı olarak tanınan yapının yıkılması söz konusu
olduğu zaman da, Osmanlı politikasının mimarlık eserleriyle kalıcı kılınan
bir milliyet anlayışına dayandığını, bu toprakları bize ait yapan eserlerin
düşünmeden yok edilmesi hâlinde, uluslararası çizgilere ulaşabilecek ve hiç
istemeyeceğimiz kültür problemleri ile karşılaşabileceğimizi söylemişti.”46
Tanpınar, Beş Şehir’in İstanbul bahsinde, İstanbul’un bir terkip, ama bu
terkibi yapan asıl unsurun Türklük ve Müslümanlık olduğuna vurgu yaparak
mimarîyi bunun önemli bir unsuru olarak zikreder. “Bizim olan” şeyler meyanında
sıraladığı bu unsurlarla zaman ve takvim de bizim nizamımız benimsemiş, saatler
bizim olan bir zamanı göstermiştir. Kendisine has bir hayat tarzı olan kültür, yine
kendisini teşkil eden unsurların insicamı ve estetik seviyelerin yüksekliği sayesinde
dışarıdan gelen etkilere karşı koyabilmekte, hatta onları kendi bünyesinde
eritebilmektedir. Bu insicamlı bütünün mühim unsurlarından birisi de mimarîdir.
Yazar, bahsimizle yakından alâkalı bu durumu şu kelimelerle ifade eder:
“Çocukluğumda, İstanbul’un hemen her evinde, saat başlarında
“Entarisi ala benziyor”u, yahut “Üsküdar’dan geçer iken”i çalan masa
saatleri vardı. Bunlar o devrin işporta mallarıydı. Sonra üstü al bayraklı,
“Hatıra-i İstanbul”lu, veya “Hürriyet, adalet, müsavat” yazılı kahve
fincanları peydahlanmıştı. Evet, bizim küçüklüğümüzün şarkı biraz da
45 Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Cumhuriyet, No: 8341, 6 Kasım 1947; Y.G., s. 201. 46 Alptekin, a.g.e., s. 23.
303
dışarıda, yerli simsarların işaretiyle toptan yapılırdı. Bizim
çocukluğumuzdan çok evvel de bu böyle idi. Fakat böyle de olsa, içine
girdiği terkip o kadar enfüsî bir âlemdi ki, fark edilmezdi. Büyük
orkestranın içinde münferit sazlar kendiliklerinden kaybolurdu. Çünkü asıl
yayı çeken ve âhengi gösteren şeyler bizimdi. Bunlar şehrin kendisi, bizim
olan mimarlık, bizim olan musiki ve hayat, nihayet hepsinin üzerinde
dalgalanan, hepsini kendi içine alan, kendimize mahsus duygulanmaları,
hüzünleri, neşeleriyle, hayâlleriyle sadece bizim olan zaman ile takvimdi.”47
Beş Şehir, bilindiği gibi eskinin ihtişamına, zengin ve müreffeh devirlere
özlemi işlemekle ve eskinin kaybolmuş güzelliklerini hatırlamakla beraber, yeni bir
hayatın yapılmasını da isteyen, yeni devirleri inkâr etmeyen bir eserdir. Yazarın
eserin asıl konusunun bir tarafını “yeniye karşı beslenen iştiyak” sözleriyle anlatması
da bunu gösterir. Tanpınar, eserinde kaybolan ve hayatımızdan çekilen birçok
unsuru, âdeti, gelenek ve görenekleriyle bütün bir kültürü söz konusu etmiş fakat
yine gözümüzün önünde duran, değişmeyen ve değişmeyecek olan değerlere de
dikkat çekmiştir. Bunlardan en önemlisi İstanbul’un mimarîsidir. Yazarın cümleleri
şöyledir:
“Bir medeniyetten öbürüne geçerken, yahut düpedüz yaşarken
kaybolan şeylerin yanı başında zamana hükmeden gerçek saltanatlar da
vardır. Bir kültürün asıl şerefli tarafı da onlar vasıtasıyla ruhlara değişmez
renklerini giydirmesidir. İstanbul’da tâ fetih günlerinden beri başlayan bir
mimarî nesillerle beraber yaşıyor. Asıl Türk İstanbul’u bu mimarîde
aramalıdır.
Kendisini bir tek mimarî üslûbuna bu kadar teslim etmiş şehir pek
azdır. Bu yönden İstanbul’u, Roma, Atina, Isfahan, Gırnata ve Bruge gibi
şehirlere benzetenler haklıdır. Hatta İstanbul’un onlardan biraz üstün tarafı
47 Tanpınar , B.Ş., s. 22-23. Burada bazı nüsha farklarına işaret edelim: Yukarıdaki alıntıda geçen “müsâvât yazılı”nın yerine ilk baskıda “müsâvâtlı” kelimesi yer almıştır. “ve ahengi gösteren” ibaresi ilk baskıda yoktur ve “kaybolurdu” sözü, “kaynardı” olarak yer almıştır. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 238.
304
da vardır. Çünkü, İstanbul sadece âbide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu
şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder.
İstanbul her süsün, her kumaşın kendisine yaraştığı, ayrı ayrı hususiyetlerini
açtığı o cömert yaratılışlı güzellere benzer. Yedi tepe, iki, hatta Haliç’le üç
deniz, bir yığın perspektiv imkânı ve nihayet daima lodosla poyraz arasında
kalmasından gelen bir yığın ışık oyunu bu eserleri her an birbirinden çok
başka, çok değişik şekillerde karşımıza çıkartır.”48
Yazara göre İstanbul mimarîsinin en büyük hususiyetlerinden ve
başarılarından birisi de inşa edilen eserin tabiata olan yakınlığı, onunla kurduğu
âhenktir. Mimarlar, tabiata ve tabiatın İstanbul’a verdiklerine o kadar riayet
etmişlerdir ki, bu yüzden Tanpınar’ın “ayrı ayrı İstanbul’lar” diye bahsettiği, aynı
şehir içinde birbirinden ayrılan, birbirinden çok başka özellikler sergileyen semtler
tezahür etmiştir. Yazarımızın hükümleri şöyledir:
“Yukarıda ayrı ayrı İstanbul’lardan bahsettim. Mimarî ile perspektiv
imkânları da birbirinden ayrı bir yığın İstanbul yapar. Topkapı’daki
Ahmediye Camii’nin caddeye yakın kapısından veya bu caddenin herhangi
bir boş arsasından, bir yığın yangın yerinin üstünden atlayarak gördüğümüz
âbideler şehriyle, Yedikule kahvelerinden baktığımız zaman deniz
kenarındaki sur parçalarıyla büyük camilerin birbirine karıştığı mehabetli
manzara arasında ne kadar fark vardır. Marmara’dan gelen yolcuyu tâ
uzaktan avlayan beyaz kubbeler ve minareler memleketi, Yeşilköy
üstlerinden baktığımız zaman süzgün ve sümbülî bir serap olur.
Süleymaniye’nin dış avlusundan görülen ve insana camiin bir parçası, çok
ustaca düzenlenmiş, geniş plânlı, ağaçlı, büyük surları olan bir üçüncü
avlusu duygusunu bırakan Boğaz, vapurla geçerken gördüğümüz başka bir
tepeden seyrettiğimiz Boğaz’dan çok farklıdır.
48 A.e., s. 29-30. “Yaşıyor” kelimesinden sonra ilk baskıda “ve yaşayacak” sözleri yer almıştır. “bir tek mimarî üslûbuna” sözleri ilk baskıda, “mimarînin dehasına”; “büyük camilerin birbirine karıştığı mehabetli manzara” ise “büyük camileri birbirine adeta ekleyen mehtaplı manzara” şeklindedir. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 239.
305
.............................
Bu güzelliklerde peyzajın kendisinden sonra, yahut onunla beraber
en büyük pay, şüphesiz mimarînindir. Bu üst üste hayal mevsimleri hep
onun beyaz çiçeği etrafında, bu sessiz orkestranın nağmelerini biraz daha
derinleştirmek, daha renkli, daha içten yapmak için açarlar. Lodos poyrazla,
akşam sabahla, mevsimler birbirleriyle âdeta bunun için yarış ederler.
O, aydınlığın daima zengin rüyası, saatlerin sazıdır. Eski
ustalarımızın asıl başarısı tabiatla bu işbirliğini sağlamalarındadır. Pek az
mimarîde taş mekanik rolünü, şekiller sabit hüviyetlerini İstanbul camileri
kadar unutur, pek az mimarî kendisini ışığın cilvelerine İstanbul
mimarîsinde olduğu kadar hazla, onun tarafından her an yeni baştan
yaratılmak için teslim eder.”49
Bu satırlardan sonra yazar İstanbul mimarîsinin bu başarısının verdiği
rahatlıkla batı mimarîsini söz konusu eder, neticede tercihini Türk mimarîsinden ve
bu mimarînin yapıcılarından yana kullanır. Bu sitayişkâr cümlelerin arasında, eski
sanatkârlarımıza karşı gösterdiğimiz kayıtsızlığa dair bir tariz de yatmaktadır:
“Bir katedralin heykel kalabalığını mimarî tesirle karıştıranlar,
istedikleri kadar başka sanatları övsünler; benim hayranlığım, çıplak bir
insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbidelerin yapıcılarına,
ruhlarındaki ilâhî nispet sezişiyle duayı zekânın bir tebessümü hâline
getiren, duygusuz maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan
mimarlarımıza, çoğunun adını unuttuğumuz ve hayatımızda hüküm süren
49 A.e., s. 30-31. Nüsha farkı: “bu güzelliklerde” sözleri ilk baskıda “bu değişen güzelliklerde” şeklindedir. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 239.
Oğuz Demiralp, Tanpınar’ın “taşın mekanik rolünü unutması” fikrine dikkat çekmekte ve yazarın Osmanlı mimarîsi hakkındaki düşüncelerine açıklık getirmektedir: “Pek az mimarîde taş mekanik rolünü, şekiller sabit hüviyetlerini İstanbul camileri kadar unutur.” Öyleyse mimarî sanatı, mekanike karşı organikin, özdeğin en katı hâline karşı tinin kesin utkusu olmaktadır. Tanpınar’ın doğa anlayışı açıklık kazanmaktadır. Ona göre temel çelişki doğa ile insan arasında değil, mekaniklik ve organiklik arasındadır. İnsanda edimli hâle gelen tin, eşyadaki özdekteki uzantısını uyandırmakta, önündeki en sert engellere, kayaya, taşa bile canlılık kazandırmaktadır. Öylesine ki Ahmet Hamdi’nin anlattığı Osmanlı mimarîsi nerdeyse, yer çekiminden kurtulmuş bir yapıdır, ışık külçesidir, kuştur.” Demiralp, a.g.e., s. 60.
306
gömlek değiştirme telâşı içinde eserlerine bir kere olsun dönüp
bakmadığımız, hatta sabırla, imanla, karış karış işledikleri şehrin hangi
köşesinde, hangi devrilmiş servinin altında yattıklarını bilmediğimiz o
derviş feragatli ustalara gider.
Onlar İstanbul’u iyi bir elmas yontucusunun eline geçmiş bir
mücevher gibi işlediler. Niçin övünmeyelim? Dışından ve içinden
camilerimiz kadar güzel mimarî eseri azdır.”50
Bilindiği gibi Ahmet Hamdi Tanpınar, hocası Yahya Kemal gibi Türk
tarihinin genel olarak Anadolu’ya gelişten sonraki asırlarına eğilir. Bu itibarla
Tanpınar’ın Türk tarihi ve Türk mimarîsi için görüşleri sadece Osmanlı’yla sınırlı
kalmayıp, Osmanlı öncesi Anadolu Türk tarihine, Selçuklu devirlerine kadar gider.
İleride, Beş Şehir’in Konya bahsinde Selçuklu mimarîsine dair görüşleri
inceleyeceğiz fakat yazarın İstanbul mimarîsinin ilk çekirdeğinin Selçuklu
devirlerine, sonra da ilk merkezler olan İznik, Bursa ve Edirne’ye gittiğini
söylemesi, Türk mimarî tekâmülünün Tanpınar’ın tefekküründeki yerini bizim için
biraz daha önemli kılar. Çünkü bu, İstanbul’da oluşan mimarînin kaynaklarını da
göstermektedir:
“Şüphesiz bu bir günde olmadı. Bu incinin böyle sade kendi ışık
külçesi olarak teşekkül edebilmesi için ilkin Selçuk sedefinin yüzyıllarca bir
yığın mazi mirası ve yerli anane üzerine kapanması, sonra İznik’le
Bursa’nın imbiklerinden geçmesi, kabuklarını yavaş yavaş atması; Nilüfer
imaretinde, Yıldırım’da, Yeşil’de, Edirne’deki Üç Şerefeli’de sağlamlığını
denemesi lâzım geldi.∗
50 Tanpınar, B.Ş., s. 31. Son paragraftaki “mimarî” kelimesi ilk bakıda “mimarlık” olarak yer alır. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 239. ∗ Ahmet Hamdi Tanpınar, klâsik devir İstanbul mimarîsinin ilk tohumlarının Selçuklular devrinde ve Osmanlı’nın kuruluş yıllarında atıldığını 13 Mayıs 1959’da Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta da belirtecek, fakat mimarî faaliyetlerinin İstanbul’da yoğunlaşmasını da eleştirecektir: “Gabriel’in kitabını fakültede ancak karıştırabilmiştim. Hiçbir şüphe yok ki bu ayda öbür ciltlerle birleşince Selçuk ve ilk Osmanlı’yı, olduğu gibi demeyeyim, bugüne kaldığı gibi görmek mümkün. Asıl yaratıcı olduğumuz devir de bu üç asırdır. Vâkıa ondan sonra İstanbul’da büyük mimarî başlar ama, büyüklüğü ve güzelliğini bize adeta ödetir. Şüphesiz bu Sultanahmet’ten, Süleymaniye’den ziyade
307
İmparatorluk mimarîsi imparatorluğun kendisine benzer. Kayser
tahtına yerleşmek için karargâh payitahtlarda, yeni fethedilmiş şehirlerde bir
yığın mirası, geleneği ayıkladı, birçok incelikleri denedi. Sonunda Fatih’in
pazısı büyük şehrin kapılarını kendisine açtığı zaman, kudretinden emin
Ayasofya’nın yanı başına geçip oturdu.
Gerçek Bizans saltanatı Fatih ile Bayezid külliyelerinin, İstanbul’un
iki tepesine bir fecirden ardı ardına boşanmış güvercin sürüleri gibi beyaz
ve yumuşak kondukları zaman yıkılır. Üçüncü tepeyi onlardan hemen biraz
sonra gelen Sultan Selim’in çok usta ve rahat plâstiği fetheder.”51
Tanpınar, İstanbul camilerinin mimarî özelliklerini kronolojik olarak işler ve
sözü büyük hayranlık ifadeleriyle Mimar Sinan’a getirir. Mimar Sinan’ın eserlerini
ve Türk mimarî tarihindeki tesirini yazar şu cümlelerle ifade etmiştir:
“... Kanunî’nin tahta çıktığı senelerde ise İstanbul, cami, han,
hamam, medrese, büyük saray, evliya türbeleri ve çeşmeleriyle tam bir Türk
şehriydi.
Yalnız bize ait olan bu manzaranın şimdi deha ile tamamlanması, bu
gelişmeyi bir infilâk haline getirmesi lâzımdı.
İşte Sinan bunu yapar. Yaratıcı, nizam verici hamleleriyle İstanbul
ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istalâktiti, asırlık şekilleri
birbirine karıştırır; nispetleri değiştirir, tenazurları kırar, sanki
dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa
taşımak istiyormuş gibi, her şeyi genişletir, büyütür, sayıları çoğaltır, her
motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkartır.
İstanbul merkeziyetçiliğinin, imparatorluğun kabahati. Koskoca Trabzon’da Bizans’tan kalmaların dışında cami yok yahu... Süleymaniye, Sultanahmet, Yenicami, bütün hayranlığıma rağmen benim üzerimde bütün bir bahçenin hayatî kuvvetlerini sömüren ve etrafında çerçöpten başkasının yetişmesine imkân vermeyen büyük ağaçların tesirini bırakıyor. Yani kendileri için böyle bir masal uydurmaya beni mecbur ediyorlar.” Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,1997, s. 31. 51 A.e., s. 31-32.
308
Her mimarî üslûbu belli başlı birkaç mesele etrafında toplanır. Sinan
geldiği zaman imparatorluk mimarlığının başlıca iki meselesi vardı.
Bunlardan biri yapıya şeklini hüviyetini veren kubbe idi. Öteki de yan
cephelerin düz duvar biteviyeliği idi. Sinan ikisiyle de âdeta oynar. Kubbeyi
içerden mâbedin üstüne, mesnetleriyle alâkası görünmeyecek şekilde asar.
Dışardan ise yarım kubbe, küçük gerdanlık kubbeler ile, oyunlarla onu bütün
büyük nisbetlerine rağmen âdeta tabiî bir teşekkül hâline koyar.
Yan cephe meselesini ise daha Şehzade Camii’nde halleder. Onun
kemer, sütun, galeri ve pencerelerle yaptığı terkipler variyasyonu gerçekten
şaşılacak şeydir. Zaten büyük ile zarifi, organik ile süsü bu kadar birbirinde
bulan deha azdır. Ritmi nasıl kırar, nasıl yeniden ona döner?”52
Tanpınar, 16. asrın büyük mimarı Sinan hakkında, başka eserlerinde de
sitayişkâr ifadeler kullanmıştır. 1939’da Yeni Adam dergisinde Mimar Sinan Anketi
ismiyle neşredilen bir ankette Tanpınar’a “Mimar Sinan’ın büyük bir mimar olarak
ehemmiyeti sizce nedir?” şeklinde bir soru sorulur. Tanpınar soruyu şöyle cevaplar:
“Bizim en büyük ve en orijinal mimarî faaliyetimiz Beyazıt II
devrindedir. İstanbul’a Türk hususiyetini veren ve milletimize has
ruhaniyeti bir mühür gibi basan asıl yapıcı ve yaratıcı devir Sinan’dan önce
ve Sinan’a en yakın olan devirdir. Fakat mimarîmizin bütün
problemlerinin halledilmesini, gerek ebat ve gerek mükemmeliyet
mahiyetini bozmamak şartıyla mukadder olan tekâmülünü Sinan tahakkuk
ettirmiştir. Ayrıca velût olması da mühimdir. Âbide ve etraflı eser yaratmak
zekâsı Sinan’da vardır.”53
Tanpınar’ın Mimar Sinan’ın İstanbul ve İstanbul dışındaki eserlerinin hepsini
birden düşünerek kurduğu bir hayal de vardır:
Nüsha farkları: “İznik’le Bursa’nın imbiklerinden”: “Bursa ile İznik’in imbiğinden”; “Nilüfer imaretinde, Yıldırım’da, Yeşil’de”: “Yıldırım’da, Yeşil’de”; “mimarîsi”: “mimarlığı”; “yeni fethedilmiş”: “fethedilmiş”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s.240. 52 A.e., s. 33. 53 “Mimar Sinan Anketi”, Yeni Adam, No: 223, 6 Nisan 1939; M.S., s. 160.
309
“... Fakat asıl şaşırtıcı taraf yaratıcılığındaki genişliktir. Herkes
Şehzade’nin kubbelerine hayran iken, o kendisini Süleymaniye’nin aydınlık
boşluğuna bırakır ve kartal kanatlarının tek biri süzülüşü ile İstanbul’un bir
tarafını Boğaz’ın yarısına kadar doldurur. Oradan velveleli bir uçuşla eski
payıtahta, Edirne’ye geçer. Selimiye’nin mücevher çağlayanlarını kurar.
Arada çifte Mihrimah’ları, Rüstem Paşa’ları, Piyale’leri, Kılıç Ali’leri,
Sokullu camileriyle, medreseleriyle, su kemerleriyle, türbeleri, çeşmeleriyle,
sarayları ve köşkleriyle, küçük mescitleriyle, İstanbul’u baştanbaşa
fethetmişti. Kimbilir, bıraksalardı, imparatorluğun kendisi kadar geniş ve
zengin sanatı belki de bütün İstanbul’u yedi tepesinde yedi kubbeyle tek bir
bina hâlinde işler, bu kubbeleri vadilerin üstünden aşan ve sırrı yalnız
kendisinde olan kemer galerilerle birbirine bağlar, aralarından büyük
ağaçların yeşilliğini bir mükâfat gibi fışkırtır; tatlı meyillere medreselerini,
şifahanelerini oturtur; taştan ebediyet rüyasını kademe kademe üç kıyıya
kadar indirirdi.
Bunu yapamadıysa bile, hemen benzerini yaptı. Bu rüyayı bir yıldız
dizisi gibi kırdı ve benimsediği şehirden başlayarak geniş imparatorluğun
dört bucağına dağıttı.”54
Yazarın Mimar Sinan sonrası Türk mimarîsi için yorumları ise şöyledir:
“İstanbul’da kalanların işi daha güçtü. Her nisbeti ayrı ayrı deneyen
ve en müşkül terkipleri ezberlenmiş bir şey gibi icat eden, aradığını
kendinde bulan bu devden sonra şahsî olabilmek için ya geleneği kırıp yeni
yollar aramak yahut da çok sabırla çalışmak lâzımdı. Millî hayatın kıvamını
bulduğu, hudutlara varıncaya kadar her şeyin yerli yerine oturduğu XVII.
asırda birincisine, hele cami gibi dinî eserlerde imkân yoktu. Tek kubbeli
camii biz Hıristiyanlığın katedral üslûbu gibi bulmuştuk. Kolay kolay
vazgeçilemezdi. O devirde Türkiye kendi kendine yetiyordu. Bütün şarkın
gözü, millî hayatın en küçük pas lekesi değmemiş aynası olan ve zevkinde
54 Tanpınar, B.Ş., s. 33-34. Nüsha farkları: “sanatı”: “dehası”; “vadilerin”: “derin vadilerin”; “büyük ağaçların yeşilliğini”: “büyük ağaçların, kestanelerin, çınarların, kavakların rüzgâr değirmenlerini”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 240.
310
tamamiyle millî olan İstanbul’da idi. Bütün modalar, zarafetler, ferdî ve
içtimaî hayatta her türlü yaratıcı hamle etrafa oradan gidiyordu. O kadar her
cüzü birbirini tutan hayatımız vardı; bu hayatın arkasında öyle bir şuurlu ruh
yaşıyordu ki bu terkipte en küçük bir çatlağa kimse razı olamazdı. Dışardan
gelecek bir tesire sade garp için değil, şark için de kapalıydık. İskolâstik
tahsile, dinî tesirlere rağmen Arap zevki imparatorluğa girememişti. Kaldı
ki edebiyatımıza üç asır örnek olan İran bile bizden ayrı ve uzak telâkki
edilmeğe başlanmıştı. İmparatorluk iklimi Rûm idi. Millî olmadığı yerde
mahallî kalmak biricik düsturu idi. Bununla övünürdü. Bu itibarla
mimarlarımız gelenekten ayrılmazlardı. Zaten yaptıkları şeyin güzelliğini,
asilliğini biliyorlardı. Onun için daha gerilere zaman zaman dönmek şartıyle
Sinan’ın bıraktıkları içinde dolaştılar. Hem merkez kubbe ile yan kubbelerin
teşkil ettiği bütün, son sözünü söylememişti. Bu tanburda, icat veya hüner,
aranacak ve bulunacak bir yığın nağme vardı. XVII. asır mimarları ve daha
ince bir zevkle onları devam ettiren XVIII. asrın ilk yarımı bu nağmelerden
hiçbirini kaçırmaz.”55
Görüldüğü üzere Tanpınar, Türk mimarîsini, bu mimarîye tesir eden yerli-
yabancı âmiller ve temayüllerle birlikte, asırların ışığında tetkik etmektedir. Yahya
Kemal gibi o da İstanbul’u Türk medeniyetinin özü ve millî dehayı gösteren bir ayna
gibi görmekte, mimarîyi de İstanbul ekseninde ele almaktadır. İstanbul mimarîsi,
yazarımıza göre bütün imparatorluğa etki eden hâkim bir mimarîdir.
Mimar Sinan’dan sonraki devirde, XVII. asrın başlarında inşa ettiği
Sultanahmet Camii’yle öne çıkan Sedefkâr Mehmed Ağa da Tanpınar’ın üzerinde
durduğu mimarlarımızdandır. Yazar, Mehmed Ağa’nın Sinan’ı devam ettirdiğini
düşünür ve onun hakkında şu cümleleri sarf eder:
55 A.e., s. 36-37. Nüsha farkları: “geleneği”: “an’aneyi”, “birincisine, hele cami gibi dinî eserlerde imkân yoktu.”: “birincisini denemeye imkân yoktu” şeklindedir. “Tek kubbeli camii biz Hıristiyanlığın katedral üslûbu gibi bulmuştuk. Kolay kolay vazgeçilemezdi.” Cümleleri, “o devirde” ibaresi ilk baskıda yoktur. Bkz: B.Ş., Haz. Andı, s. 241.
311
“Sinan’dan sonra Türk mimarlığının meşalesini eline alan Sedefkâr
Mehmet Usta’nın bazı nispet değişikliklerine bakarak ondan tamamıyle
ayrıldığını iddia edemeyiz. Çünkü Sultanahmet’in hususiyetini veren dört
yarım kubbe üstünde yükselen orta kubbe fikri, Şehzade Camii ile
Sinan’ındır. Her eserinde yeni şekiller aramaktan hoşlanan ve bazen
bulduklarını âdeta kaydetmekle iktifa eden Sinan, bir daha ona dönmemişti.
Sedefkâr Mehmet, ustasının buluşunu çok değiştirmiştir. Bu değişikliklerin
başında dışardan binaya kademe kademe yontulmuş bir dağ manzarası veren
küçük yarım kubbeler manzumesi vardır.
Şehzade’de görülen ayna duvarlarının çoğu burada ehramı ritmik bir
şekilde tamamlayan kasnaklar olur. Bu itibarla Sedefkâr Mehmed
mimarlığımızın en büyük virtüözüdür, denilebilir. Camiin içinde de aynı şey
vardır. İstediği genişliği elde edebilmek için mimar âdeta binayı içten
boşaltır!
Sultanahmet’in içi bütün bir mavi bahar rüyasıdır. Pek az mimarî,
ışığı bu kadar lezzetle dokur.
Şüphesiz mimarîden fazla çininin tesiri, fakat ne olsa yine mimarînin
idaresi altında. Suya biçim veren o sun’î çağlayanlar gibi, ışığa o
hükmediyor, onun imbiklerinde süzülüyor, onun duvar ve kemerlerine çarpa
çarpa kıvamını buluyor. Camiye girer girmez bir menşura hapsedilmiş bir
rüya havası başlıyor.”56
Ahmet Hamdi Tanpınar, bilindiği gibi sanatkâr kişiliğinin yanında, sanatın
hemen her şubesiyle ilgilenmiş bir münekkittir. Onun yazılarında hem tür olarak
güzel sanat hem de eser ve müellif hakkında hükümler bulmak mümkündür. Bizim
çalışmamız yazarın güzel sanatlar hakkındaki görüşlerini ortaya çıkarmayı gaye
edindiğinden eser ve sanatkârlar konumuzun dışında kalmaktadır. Biz, yazarın güzel 56 A.e., s. 37-38. Nüsha farkları: “iddia edemeyiz”: “iddia etmeye hakkımız yoktur”, “dört yarım kubbe üstünde yükselen orta kubbe fikri”: “dört ayrım kubbeye dayanan merkezî kubbe fikri”; “Sedefkâr Mehmed”: “Şurasını da söyleyelim, Sedefkâr Mehmed”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 241.
312
sanatlara ait görüşlerini, söz konusu sanatlar için ne düşündüğünü, onları hangi
yönleriyle ele aldığını araştırma gayretindeyiz. Fakat yukarıda da görüldüğü gibi
Tanpınar, sanatlara ait düşüncelerini umumiyetle sanatkâr ya da eser tenkitlerinde,
ayrıca “bir medeniyet tahlili denemesi” diyebileceğimiz Beş Şehir isimli eserinde
vermekte, bu da bizi sanatkâr ve eserleri de almaya zorlamaktadır. Mimarîde de
durum aynıdır. Biz Tanpınar’ın Türk mimarîsi hakkındaki fikirlerini de genellikle
İstanbul’un ve diğer şehirlerin mimar ve mimarî eserlerine ait dikkatlerde yakalarız.
Zira, yazarın bir eser hakkındaki sözleri bir yerde Türk mimarîsi hakkındaki
fikirlerini yansıtmaktadır.
Beş Şehir’in müteakip sayfalarında Ahmet Hamdi Tanpınar Yeni Camii ve bu
camiin tarihî ve teknik özelliklerine şu satırlarla dikkat çeker:
“Yeni Cami’in kubbe sistemi Sultanahmet’e yakındır. Fakat onun
güzelliğini plândan ziyade teferruatındaki mükemmellikte, şehrin bir
sahilinde henüz karaya yaklaşmış masal gemisi duruşunda aramalıdır. Bütün
XVII. asır Türkiye’sini, burada yazının, tezhibin, ciltçilik sanatının mimarîyi
âdeta giydirdiği bu âhenk mucizesinde aramalıdır. Şüphesiz burada da Sinan
vardır; hatta yan cephe hemen hemen Süleymaniye’yi tekrarlar fakat daha
oynak, daha duygulu, hayatla birtakım münasebetler arıyor gibi. Yine
onun mirası içinde olduğumuzu bilmekle beraber, başka bir iklime girdiğimiz
ilk bakışta görülür. Bu musikiyi, bu dinamik raksı XVI. asır vermezdi. İnsan
bu cepheyi seyrederken büyük muasırları, meselâ Itrî, Hafız Post ve Seyid
Nuh’tan birer beste dinliyor hissine düşer. Bu pencereler ve kapı, bu
kemerler bize Neşatî’den veya Nailî’den birer gazel gibi gelirler.”57
57 A.e., s. 40 Nüsha farkları: “âhenk mucizesinde”: “ritm mucizesinde”; “hatta yan cephe hemen hemen Süleymaniye’yi tekrarlar”: “hatta bu cephe yan bakımından Süleymaniye’yi biraz tekrarlar”, “musikiyi”: “müzikaliteyi”; “veremezdi”: “veremez”; “büyük muasırları, meselâ Itrî, Hafız Post ve Seyid Nuh’tan”: “büyük muasırlarından meselâ Hafız Post’tan veya Seyyid Nuh’tan”. Ayrıca yukarıya aldığımız bölümden sonra ilk baskıda şu cümleler yer almıştır: “Bu pencereler ve kapı, bu kemerler niçin Neşatî’den veya Nailî’den birer gazel olmasın? Yeni Cami’in Sultanahmet’ten bir farkı daha vardır: Aradaki kırk yıl[lık] zaman yüzünden, birincideki imparatorluk gurur ve vuzuhu yerine burada, kulağın göz yerine çalıştığı bu âbidede garip bir sırrîlik hâkim.” B.Ş., Haz: Andı, s. 242-243.
313
Tanpınar, sanatların birbirlerine tesir ettiğine inanan, hatta bu tesirleri zaman
zaman ortaya çıkaran bir müdekkiktir. Valide Camii’ne hüsn-i hat, tezhip ve ciltçilik
gibi el sanatlarının yanında musiki ve edebiyatın da etki ettiğini söylemesi bunu
gösterir. Öyleyse 17. asır Türk mimarîsi yazarımıza göre, diğer sanatların etkisine
açık bir mimarîdir.
İstanbul’un bir diğer Valide Camii Hatice Gülnûş Emetullah Sultan için
Üsküdar’da inşa edilen camiidir. Tanpınar’ın bu esere dair dikkatleri ise şöyledir:
“III. Ahmed’in, annesi Hatice Gülnûş Emetullah Sultan için
yaptırdığı Üsküdar’da çarşı içindeki cami, deniz tarafından gelirken görülen
kısmı bir tarafa bırakılırsa, bulunduğu yerden şehre bir şey ilâve etmez, onu
sevmek için yakından, olduğu yerde, yapıldığı sarsıntılı devrin hususî
güzelliği ile, dalında bir gül gibi parıldar görmek lâzımdır. III. Ahmed
devrinin en güzel eseri odur. Ne Sultanahmet Çeşmesi, ne Lâle devrini,
devamı olan I. Mahmud zamanına bağlayan Tophane ve Azapkapı
Çeşmeleri hatta o kadar zarif olan, o kadar bizim İstanbul’umuzu veren
İbrahim Paşa imaretleri onunla yarışamazlar. Felâketlerinde bile o kadar
zengin olan XVII. asrı o kapatır - çünkü Hekimoğlu Ali Paşa Camii birçok
tecrübenin üstünden Sinan’a bir dönüştür - Valide-i Cedid’in ısıtmaktan
ziyade eşyayı süsleyen, dokunduğu her şeyi altın gurbet renkleriyle
giydirip mahzun bir saltanat yapan bir akşam güneşi gibi zarif ve zengin
hissiliği vardır. Bu hissilik bilhassa, - bazı kabuklu meyvalar gibi - çok iyi
döşenmiş, içinde ve dış avludan girer girmez insanı yakalayan dağılmış gül
bahçesi havasında elle tutulacak kadar açıktır.”58
Şimdiye kadar İstanbul mimarîsi, daha ziyade selâtin camileriyle sınırlı
olarak tarihî, kültürel ve teknik özelliklerle söz konusu edilmişti. Yazar, Beş Şehir’in
“İstanbul” bölümünün ilerleyen sayfalarında dikkatini İstanbul’un içine, mahalle
58 A.e., s. 40-41. Nüsha farkları: “Sultanahmet Çeşmesi”: “Sarayönü çeşmesi”; “bağlayan Tophane ve Azapkapı Çeşmeleri”: “küçük bir altın halka gibi bağlayan Tophane Çeşmesi”; “o kadar zengin olan”: “zengin olan”; “Valide-i Cedid’in ısıtmaktan ziyade”: “Isıtmaktan ziyade”; “havasında”: “atmosferinde”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 243.
314
aralarındaki mimarî eserlere çevirir. Bunlar İstanbul’un iç terkibini teşkil eden,
asırların getirdikleriyle zenginleşen eserlerdir. Büyük selâtin camileri nasıl
imparatorluğun ihtişamını aksettiriyorsa, bazıları fetih günlerinin yâdigârı olan bu
mütevazı eserler de İstanbul halkının hayatındaki bütünlüğü ve insicamı verir:
“İstanbul, büyük mimarî eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin,
sürpriz peyzajların da şehridir. Hatta iç İstanbul’u onlarda aramalıdır.
Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler ikinciler ise onu çizgi
çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük tecridin kurduğu çerçeveyi
bin türlü psikolojik hâl ile, yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserlerdir.
Şüphesiz bunlarda da asıl öz gene mimarlığındır. Fakat bu mimarlık
Bayezid, Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet, Sultan Selim yahut Yeni
Cami gibi etrafındaki her şeye kendi nizamını kabul ettiren bir saltanat
değildi: bunlar şehrin mahremiyetinde âdeta eriyip ona karışmış hissini
veren küçük camiler, medreseler, büyüklerin yanında en mütevazı
nispetlerine indirilmiş çeşmelerdir; ve zaten kendileriyle değil içlerine
girdikleri terkiple güzeldirler. Birdenbire hiç beklemediğimiz bir yerde
mermer bir çeşme, bir çeşme aynası veya kapı çerçevesi, iyi yontulmuş
taştan beyaz bir duvar size gülümser. İki servi, bir akasya veya asma, küçük
ve üslûpsuz bir türbe, yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık orada
tatlı bir köşe yapar. İlk bakışta tanzimi büyük bir gayrete muhtaç olmayan
bir tiyatro veya opera dekoruna benzeteceğiniz köşe, biraz derinleştirilse,
şehrin tarihinden bir parçadır. Türbede fetih günü şehit düşen bir veli yatar.
Camii III. Mehmed zamanının bir defterdarı yaptırmıştır, çeşme I.
Abdülhamid sarayının kadınlarından birinin hayratıdır. Yanıbaşındaki
mezarlıkta, herkesin malı olan bir Hüvelbâki’nin altında büyük bir hattat
veya musiki ustası gömülüdür.
Bu küçük köşeler kadar çekici ve zevkli şey pek azdır. Bunlar bir
yığın inanç, gelenek, sevkitabii hâline gelmiş zevk ve birçok tesadüf ve
hatta asırların ihmaliyle olmuş terkiplerdir. Gülü, serviyi, yahut çınarı
yetiştiren her mevsim erguvanı kızartan, salkımların kandillerini asan,
tabiatın cömertliğinden başka hiçbir israf ve debdebeleri yoktur. Onlar
zaman içinde damla damla teşekkül etmiştir.
315
İstanbul’un, Üsküdar ve Boğaziçi’nin hemen her tarafında bu cins
köşelere sık sık rastlanır. Bazıları ayaklarının ucuna takılmış deniz
parçasıyla bulundukları yokuştan uçmağa hemen hazır görünürler. Bir kısmı
fetih yıllarından bir parça gibi asil ve eskilik havasında yaşarlar. Hepsinde
ağaç, su, taş, insanla geniş ilhamlı bir ruh gibi konuşur. Bizim asıl
peyzajlarımız bu köşelerdir. İstanbul halkı onları yaşarken yapmıştır.
Kâinata ruhlarındaki birlik çerçevesinden bakan insanların eseridir. Pek az
yerde sanat ve mimarî gündelik hayat bu kadar yakından karışır. İşte
İstanbul mahallelerinin asıl çekirdeğini bu peyzajlar yapar.”59
İstanbul’un iç mimarîsine dair bu mülâhazalardan sonra Tanpınar’ın
mimarîye dair görüşleri ve kritikleri için şu sonuca varabiliriz: Tanpınar, İstanbul
mimarîsini, geçmiş devirlerin büyük fakat mütevazı insanların yadigârları olması,
Türklüğün varlık ve kimliğinin izlerini taşıması, geleneklerin ürünü olup, tabiatla bir
âhenk kurmayı başarması itibariyle güzel bulur. Ayrıca yukarıya iktibas ettiğimiz
satırlarda geçen “Hepsinde ağaç, su, taş, insanla geniş ilhamlı bir ruh gibi konuşur”
cümlesi de gösterir ki bu eserlerin bir ruh barındırmaları, insana hitap etmeleri de
yazarımıza İstanbul mimarîsini sevdiren şeylerdir.
Tanpınar’ın İstanbul mimarîsine bakışında mezarların ve mezar mimarîsinin
de büyük bir yeri vardır. Zira fetih günlerinde şehit olmuş insanlar, yazarımız için
büyük önem arz ederler. Beş Şehir’in bir paragrafı da bu şehit türbelerine ayrılmıştır.
Fetih şehitleri ve onların mütevazı türbeleri, yazarımıza göre İstanbul’da asırlardır
birikmiş Bizans çizgisini ve rengini yenen, İstanbul’u Türk yapan unsurlardır:
59 A.e., s. 43-44. Nüsha farkları: “mimarî”: “mimarlık”; “Şüphesiz bunlarda da”: “Bunlarda da”; “hissini veren”: “duygusunu bırakan”; “nispetlerine indirilmiş”: “unsurlarına irca edilmiş”. “ve zaten kendileriyle değil içlerine girdikleri terkiple güzeldirler.” cümlesinin yerine ilk baskıda “Tabiatın, gündelik ihtiyacın, geleneğin yanıbaşlarına topladığı dağınık unsurlarla küçük terkiplerini yaparlar” gibi ifadeler yer almıştır. “şehrin tarihinden bir parçadır”: “şehrin bütün bir tarihidir”. “terkiplerdir” kelimesiyle biten cümle ilk baskıda “Bunlar bir tek dehâdan çıkmasına imkân olmayan terkiplerdir. Bir yığın inanç, gelenek, sevkitabii hâline gelmiş bir zevk ve birçok tesadüf ve hatta bir yığın ihmal onları kendiliğinden vücuda getirir.” “Gülü”: “Denilebilir ki gülü”; “debdebeleri”: “birden parlayıp tükenmeleri”; “Onlar zaman içinde”: “Bir istalaktit gibi zaman içinde”; “sık sık”: “adım başında”; “Bizim asıl peyzajlarımız bu köşelerdir.”: “Bu köşeler bizim asıl peyzajlarımızdır.”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 244-245.
316
“Hemen her yerde, çoğu surların etrafında olmak üzere, fetih
şehitlerinin mezarları vardır. Bunlar Türk İstanbul’un tapu senetleridir.
İstanbul’da bizim hayatımız bu şehit türbelerinin etrafındaki hürmetle
başladı. Bizans’ın asırlarca işlenmiş, bin türlü külfet, merasim ve âdapla
dolu, altına ve sırmaya gark olunmuş derin ilâhili ruhanîliği dedelerimiz bu
şehit türbelerinin başında yaktıkları ilk mumla yendiler. Bu suretle semt semt
halkça kutlu yerler ortaya çıktı. Sonra mimarî geldi, bu kutluluğu küçük bir
mescitle, biraz yaldız ve yeşil renkle giydirdi.”60
Yukarıdaki cümleler, yazarımızın türbelere ve mezar mimarîsine ayrı bir
önem verdiğini ve Türk mimarîsinin bu alanda da başarılı olduğunu göstermektedir.
Onun için burada bir parantez açmayı uygun görüyoruz. 1939 yılında açılan bir
ankette, Anıtkabir’i kimin yapması gerektiği hakkında sorular cevaplayan Tanpınar,
mozoleyi yabancı mimarlara yaptırma fikrinde olanlara şiddetle karşı çıkar. Yazarın
Türk mezar mimarîsine dair düşüncelerini içermesi bakımından cevabın bir
bölümünü alıyoruz:
“Unutmayalım ki bizde mezar mimarîsi, pek az medeniyetin
erişebildiği bir mükemmeliyette eser vermiştir.
Gerek Maveraünnehir’de, gerek İran’da, gerek Anadolu’da ve
nihayet Bursa ve İstanbul’da mezar mimarîsinin bütün dünyaca tanınan
eserlerini vermiş olan bir milletin, günün birinde ufkunu değiştirmiş bir
büyüğüne âbide yaptırmak için hariçten sanatkâr getirmesi, üzerinde
düşünülecek bir meseledir. Her gün görmeye imkân olanların içinde meselâ
Yeşil Türbe veya İstanbul’da Hüsrev Paşa Türbesi gibi türbeler, hatta
rönesans devrinden kalma mezarlarla bile mukayese edilebilir.”61
İstanbul mimarîsinin dikkate değer bir özelliği de, ağaca olan yakınlığı ya da
ağaçla yaptığı terkiptir. Ağaç, mimarlarımızın vazgeçemedikleri bir yardımcı, bir
60 A.e., s. 45. 61 “Anıtkabri Kim Yapmalıdır?”, Yeni Mecmua, C. 2, No: 32, Birincikânun 1939; M.S., s. 174-175.
317
mütemmim cüzdür. Bu da Türk mimarîsinin tabiatla olan alışverişinin bir
göstergesidir Tanpınar’a göre:
“Eski İstanbul’da mimarînin saltanatına rekabet eden başka güzellik
varsa, o da ağaçlardı. Fakat buna rekabet denebilir mi? Doğrusu istenirse,
ağaç, mimarîmizin ve bütün hayatımızın en lütufkâr yardımcısıdır. Beyaz
mermerle, yontulmuş taşla uyuştuğu kadar, harap çatı ile, süsleri
bakımsızlıktan kaybolmuş, yalağı kırılmış çeşme ile de uyuşmasını bilir. O
güneşin adına söylenmiş bir kasideye benzer.
...........................
Büyük mimarlarımız ise, daima eserlerinin yanı başında birkaç çınar
veya serviyi eksik etmezlerdi; gür yaprağın tezadı onların en güzel
terkiplerinden biriydi. Bazıları daha ileriye gider; cami veya medrese
avlusunun hendesî cenneti ortasında çınarın, servinin yetişmesi, gülün
açması, sarmaşığın halkalanması için yer ayırırdı. Zaten eski Türk bahçesi -
üslûp ve bahçe olarak - bu idi. Mimarlık ile ağacın bu işbirliğinin şimdi
İstanbul’da en iyi, galiba biricik örneği, eski saray köşklerinin aralarına
sıkışmış olanlar bir yana, Süleymaniye müzesinin avlusudur.
Küçük, büyük her çeşmeyi iri gövdeli bir çınar yahut servi beklerdi.
İşlenmiş mermerin üstüne aydınlığın nimeti onun fırınında pişmiş taze bir
ekmek gibi düştüğü gün, mimarı kendisini bulmuş sanılır. Mimarın veya
hayrat sahibinin diktiği ağacın büyüdüğünü görüp görmemesinin ehemmiyeti
yoktu. Dikilmiş olduğunu bilmesi yeterdi. Bilirdi ki toprağa emanet edilmiş
bir ağaç, mahalleye, semte, hatta cemiyete ve bütün bir imana emanet edilmiş
bir değerdir.”62
62 A.e., s. 51. Nüsha farkları: Paragrafın ilk cümlesi ilk baskıda şu şekildedir: “İstanbul’da mimarlığın saltanatına rekabet edecek bir başka güzellik varsa o da ağaçlardır.”; “yalağı kırılmış”: “yalağı kırılmış lülesi kopmuş”; “bir kasideye”: “bir bayram kasidesine”; Paragrafın son cümlesi ilk baskıda şöyledir: “Gerçekte de gölgesine düşen her şeye kendi zengin hüviyetinin bayramını giydirir.”; “ayırırdı”: “ayırır, bu suretle mimarlık eserinin arasından yemyeşil bir tabiatı fışkırtırdı”; “sanılır”: “sanılırdı”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 247.
318
Geçmişe ve eski mimarîye ait bu sitayişkâr ifadelerin arasında Tanpınar,
bugünün durumuna, bugünkü neslin eski eserlere karşı tavrına değinmekten ve
tenkitlerde bulunmaktan çekinmez. Yazarımızın bugünün insanında gördüğü asıl
eksiklik; kayıtsızlık, umursamazlık ve asıl yapıcılığın korumakla başladığını
bilmemesidir:
“Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserinin kaybı gibi bir şeydir.
Ne çare ki biz bir asırdan beri, hatta biraz daha fazla, ikisine de alıştık.
Gözümüzün önünde şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş kaya tuzu gibi
eriyor, kül, toprak yığını oluyor, İstanbul’un her semtinde sütunları
devrilmiş, çatısı harap, içi süprüntü dolu medreseler, şirin, küçük semt
camileri, yıkık çeşmeler var. Ufak bir himmetle günün emrine verilecek
hâlde olan bu eserler her gün biraz daha bozuluyor. Adeta bir salgının, artık
kaldırmaya yaşayanların gücü yetmeyen ölüleri gibi oldukları yerde
uzanmış yatıyorlar. Gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını
öğrendiğimiz gün mesut olacağız.”63
Tanpınar’ın İstanbul mimarîsine ait görüş ve tespitlerinin bir kolu da, artık
örneklerine pek az rastladığımızı belirterek hayıflandığı sivil mimarîdir. Sivil mimarî
yazara göre “İstanbul’un asıl iç manzarasını” yapar:
“... İstanbul’un asıl iç manzarasını şehnişinleri, cumba ve
çıkmalarıyla, saçak ve sayvanlarıyla, bir kadife gibi yumuşak çizgileri ve
süsleriyle çok renkli olan bu sivil mimarî yapardı.
Yazık ki bu mimarîden pek az şey kaldı. Fetihten sonra ilk
yerleşmelerin zarurî acelesi ile yeni mahalleler ahşap yapılmıştı. II.
Bayezid’in ilk saltanat yılındaki büyük zelzelenin ve onu takip edenlerin
verdiği korku, iktisadî buhranlar, bu tarzın sonuna kadar devamına sebep
oldu - İstanbul daima fakiri bol memleketti -. Gariptir ki biz İstanbul’u tahta
binalarla doldurduğumuz ve bunu şehre yerleşmek sandığımız devirden bir
63 A.e., s. 53. Nüsha farkları: “büyük bir mimarî eserinin kaybı”: “bir mimarlık eserinin kaybı”; “süprüntü”: “mezbele”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 248.
319
iki asır evvel garp şehirleri işi kârgîr binaya dökmüşlerdi. Buna rağmen ilk
vezir ve sultansarayları, zengin konakları taştandı. Fakat yapmasını çok iyi
bilen ve seven şark muhafaza etmesini bilmez.”64
Doğu insanının bu günübirlik yaşayışını ve ondaki yaptığının üzerine eğilme,
onu geliştirme, mükemmelleştirme fikrinin azlığını eleştiren yazar, ilerleyen
sayfalarda yeniçeri isyanlarının, müsadere usûlü yüzünden servetin toplanamaması
ya da birikmemesinin, çeşitli asırlarda baş gösteren ve önemli yıkımlara yol açan
yangınların yüzünden sivil mimarî örneklerinin günümüze kadar gelemediğini, taş
binanın ise eskiler tarafından hoş karşılanmadığını belirtecektir. Yazarın cümleleri
şöyledir:
“Kaldı ki, işlerin bozulduğu XVII. asırdan itibaren bilhassa devlet
adamları arasında büyük bina yaptıranlar hoş görülmüyordu. Taştan binaya
ise şark hasedi “şeddadî bina” adını vermişti.”65
Tanpınar’ın 18. asır İstanbul mimarîsi hakkındaki görüşleri ve bu asır Türk
mimarîsindeki üslûplara dair söylediklerinde ise mimarîmizin batılı unsurları kendi
bünyesinde eritmedeki gücü ve eski mimarların, hatta Melling gibi Batılı
sanatkârların Türk zevkini korumasını bilmelerine vurgu vardır. Melling,
Tanpınar’ın ismini önemle zikrettiği bir sanatçıdır zira onun desen ve motifleri millî
mimarîmizi hiç rahatsız etmez. Yazar, mimarîyi tamamlayan veya onunla ilgili olan
diğer sanatların, örneğin hat ve şiirin de millî zevkin korunmasında önemli olduğunu
düşünür:
“Melling’in onlardan [diğer ressamlardan] ayrılan tarafı bizimle
yaşamasıdır. Ne Kadîm Yunan’ın, ne de Şarkî Roma’nın peşindedir. Hatice
Sultan’ın saray ve bahçe mimarı bir İstanbullu gibi şehri kendisi için sever.
Beyaz, kurşundan büyük kubbelerde sert yaz aydınlığının eriyişini, dumanlı
bir şey oluşunu, Boğaz bahçelerinde ve Haliç sırtlarında yükselen çınar ve
servilerin güzelliğini tatmıştır. Üsküdar’ı ve İstanbul’u, Kandilli ve
64 A.e., s. 54. 65 A.e., s. 56.
320
Ortaköy’ü, Bentler’i onun desenlerinde bir eski şarkıda tadar gibi duymak
mümkündür.
Mimarî ve bahçe zevkimiz III. Selim tahta çıkmadan çok evvel
halledilmişti. Ufak tefek geriye dönüşlere, klâsik devri hatırlamalara rağmen
Türk rokokosu başlamıştı. Melling, Nuruosmaniye ile başlayan zevki ehlî
hayata doğru genişletecekti. Plânı itibariyle o kadar sade olan küçük
köşklerde - meselâ Emirgân köşküne kıyas edilerek, Aynalı Kavak’ta - bile
hiç olmazsa duvar süslerinde bu yeni zevk bulunacaktı. Eskiler yabancı
motifleri almaktan korkmazlardı; güzel bir yazı bütün dışarıdan girenin
üzerine damgasını vurunca her davanın az çok halledileceğini bilirlerdi.
Aynalı Kavak’ın iki katlı pencerelerini ve XVIII. asır Fransız süslerinin
bozulmuş rokokosunu Galip’in şiiri ile birleşen Yesârîzâde ta’liki o kadar
görünmez hâle sokarlar ki... İşte Melling, bu karışık zevkin yaratılmasında
hükümdarın en büyük yardımcısı oldu.
Melling’e İstanbul’da emanet edilmiş bellibaşlı eserler Defterdar
Burnu’ndaki Hatice Sultan Yalısı (Eski Neşâtâbâd) ile eski Beşiktaş
sarayının divanhanesi ve Valide Sultan daireleriydi. Bu üç eserde de
Melling, yerli zevki hiç rahatsız etmeden garplıdır. Onun için divanhanenin
İyonya sütun dizisini bugün kendi deseninde seyrederken hiç de
yadırgamıyoruz.”66
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, tüm sanat eserlerine olduğu gibi mimarî
eserlerimize bakışında da geniş tecrübesinin, edebî ve tarihî donanımının izleri
görülür. Sanat eserlerine anlık tesadüflerle değil, bir bilgi birikiminin arkasından
bakan Tanpınar, bu eserleri bugünün tecrübesiyle görmeyi tercih etmekte, hatta 66 A.e., s. 90-91. Nüsha farkları: “onlardan ayrılan tarafı”: “hepsinden fazla tarafı”. Yukarıya aldığımız paragrafın ilk cümlesinden sonra ilk baskıda şöyle bir cümle yer almıştır: “”Bizi tanır, gözleri açık olduğu hâlde ezberden konuşmaz.”; “sever” fiiliyle biten cümle ise şöyledir: “Hatice Sultan’ın saray ve bahçe mimarı İstanbul’da bir İstanbullu gibi rahat ve tabiîdir. Şehri kendisi için sever.”; “güzelliğini”: “hüznünü”. “mümkündür”le biten cümleyse ilk baskıda: “Üsküdar’ı ve İstanbul’u onda bir eski şarkıda tadar gibi duymak mümkündür.” şeklindedir. Bu cümlenin hemen ardından: “ Bununla beraber, orta denecek kadar bile ressam değildi. Deseni katı ve hulyasızdır, sadece iyi niyetiyle İstanbul’un şiirine kendisini bıraktığı için kanatlanır.” “Plânı itibariyle”: “Hatta plânı itibariyle”. Bkz: B.Ş., Haz. Andı, s. 266.
321
eserlerin yapıldığı asırlara gitmeyi bile istememektedir. Çünkü o, asırların
getirdiklerinin, şahsî okumalarının, gördüklerinin ve dinlediklerinin şahsiyetine
birçok şey kazandırdığını düşünmektedir. Hâliyle bu tecrübeler, sanat eserine bakışı
zenginleştirecektir. Bu birikimi feda etmeyi istemeyen Tanpınar, Süleymaniye
Camii’ne bakışını anlatırken “iki ayrı kıymetler dünyası arasında” olduğumuzu, yani
doğu-batı arasındaki durumumuzu zikretmeyi de unutmaz. Yazarın tarihe, tarihin
bize sunduğu eserlere ve bu arada mimarîye bakışını göstermesi bakımından
aşağıdaki satırları almayı uygun görüyoruz:
“Ne kadar çok hatıra ve insan... Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan
bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsettim. Niçin geçmiş
zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların
kendileri değildir; ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. IV. Mehmed’in
saltanat kayığının bir masal kuşu gibi altın ve mücevherden pırıl pırıl,
lâcivert suları yırta yırta Kandilli’ye yanaştığını görmek yahut doğduğum
yılların İstanbul’unda bir ramazan sergisinde - başımda fes, sırtımda
pardesü, bir elimde kuka tesbih, öbüründe ucu altın saplı baston,
ebediyete Ahmed Rıza Bey’in tasvirlerinden yadigâr kalan çok düzgün
kesilmiş bir sakalla - birbirine karışmış gül yağı, tarçın yağı, her türlü baharat
kokusu içinde dolaşmak beni ne dereceye kadar tatmin edebilir? Hatta
Kanunî’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda bile on dakikadan fazla yaşayamam.
Böyle bir şey için ne kadar kazanca göz yummak, benliğimden ne mühim
parçaları kesip atmak lâzım. Süleymaniye’yi yeni yapılmış bir cami olarak
görmek, bizim tanıdığımız ve sevdiğimiz Süleymaniye’yi tıpkı geceleyin
Boğaz koylarında uzanan ışıkların suda o altın saraylar gibi, zaman içinde
bize kadar uzanan bütün bir saltanattan mahrum bırakmaktır. Biz onun
güzelliğini dört asrın tecrübesiyle ve iki ayrı kıymetler dünyası arasında her
gün biraz daha keskinleşen benliğimizle başka türlü zenginleşmiş olarak
tadıyoruz. Yahya Kemal’siz, Mallarme’siz, Debussy ve Prouste’suz bir
Süleymaniye veya Kanunî Mersiyesi, hatta onlara o kadar yakın bir Neşatî ve
Nedim’in, Hâfız Post ile Dede’nin arasından geçerek kendilerine
322
varamayacağımız bir Sinan ve Bâki tahmin edebileceğimizden çok daha
çıplaktır.”67
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Türk mimarîsi üzerine dikkatleri İstanbul’dan
sonra en çok Bursa üzerine yoğunlaşmıştır. Bursa’nın, Osmanlı’nın kuruluş devrinin
mekânı olması, kurucu padişahların burada medfun olmaları, Kendisine has dinî ve
sivil mimarîsi yazarımızı buraya çeken etkenler olarak sayılabilir. Yazar,
Osmanlı’nın ilk yıllarında ayrı bir güzellik ve etkileyicilik olduğunu düşünür ve
bunu da mimarîye bağlar. Bursa’da mimarî hâkim bir sanattır ve diğer bütün
unsurları idare eder:
“Kuruluş devrinin bütün şiir, füsunu Bursa’dadır. Bu füsunu,
üstünde yükseldiği toprağı kavramasını bilen ve o kadar asırdan sonra ilk
günlerin tazeliğiyle bizi saran mimarî yapar. Bütün hayat orkestrasını bir
sanatın tek başına idare ettiği bir şehir görmek isteyenler - hiç olmazsa
vatanımızda - Bursa’yı görmelidirler. Evliya Çelebi, Bursa’ya “ruhaniyetli
bir şehirdir” derken, bu gerçeği anlatıyor. Bu mimarî, kadîm tanrıların
yetiştiği bir toprağı yeni bir dünya görüşü, yeni bir hakikat adına bir asra
yakın bir zamanda zapteder.”68
Yazarımızın bu hükümlerinden sonra bir üslûp özelliğine, sık sık kullanılan
bir istiareye dikkat çekmenin yerinde olduğunu düşünüyoruz. Ahmet Hamdi
Tanpınar, çalışmamızın muhtelif bölümlerinde de söz konusu ettiğimiz gibi bir
sanattan bahsederken, onun üzerine konuşurken bir başka sanatın literatüründen,
kelime hazinesinden ve kabiliyetlerinden faydalanır. Yazarın mimarîye dair
mülâhazalarında da musikîden fazlaca yararlandığı, musikîye ait tabir ve terimleri
kullandığı göze çarpmaktadır. Örneğin Sultanahmet Camii’nin, ortasında bulunduğu
ve adını verdiği meydan için önemini belirtirken Tanpınar;
67 A.e., s. 101-102. 68 “Bursa’nın Daveti”, Bursa, [Yapı ve Kredi Bankası Bursa Şubesinin Açılış Hatırası] Y.G., s. 216.
323
“... Bu taazzuvu cami idare eder. Maestro odur.69 şeklinde bir cümle
kurmakta, yukarıda bir paragrafını iktibas ettiğimiz Bursa ile ilgili yazıda da;
“Bütün hayat orkestrasını bir sanatın tek başına idare ettiği bir şehir görmek
isteyenler - hiç olmazsa vatanımızda - Bursa’yı görmelidirler.” demektedir.
Kendisinden önceki Türk mimarîsinden izler taşıyan fakat yeni bir
coğrafyada, yeni ve şümullü bir devlet ve hayat görüşüyle, yeni tesirlerle teşekkül
eden Bursa mimarîsi, (yazar aşağıda “İznik’teki” diyecektir fakat burada kastedilen
Bursa’nın fatihi ve bu şehri devlete merkez yapan Orhan Bey devridir) Ahmet
Hamdi Tanpınar’a göre bazı teknik özellikleriyle Türklük için yeni bir mimarî devrin
başladığını göstermektedir:
“İznik’teki o güzel imaret, beş kapılı revakı ve çok rahat kubbesiyle
Nilüfer Hatun’a izafe edilir. Selçuk mimarîsinin renkli, teferruat üzerinde
fazla duran itikâfından, bu imaretle ve Murad-ı Hüdavendigâr’ı,
Çekirge’deki camiiyle çıkarız. Bu ikincisinin kapısının üstündeki galeriler
ve tek sütunla ayrılmış ikiz pencereler, imaretin revakı ve kubbe sistemi gibi
yeni mimarînin ilk ritm araştırmalarıdır.”70
Türk mimarî tarihini ve devirlerin üslûplarını çok iyi bildiğini gördüğümüz
Ahmet Hamdi Tanpınar, Bursa mimarîsi ile ilgili görüşlerine devam ederken
Bursa’daki eserlerin kendilerinden önceki devirlere benzer birçok tarafları
bulunduğunu ancak bu şehrin bazı semtlerinin yalnız kendilerine has olduklarını
belirtmektedir. Bu devir mimarî eserleri, fethedilen toprakları vatan yapma gücü ve
özelliğine sahiptir:
“Doğrusu bu ki, ne Orhan, ne de Hüdavendigâr devirlerinin
mimarlık eserleri yoktur. Halbuki isteseler yaparlardı. Bütün Anadolu’da,
İran, Suriye, Irak ve Mısır’la beraber çok kuvvetli, kıt’adan kıt’aya, hatta
bazan şehirden şehire az çok değişen - meselâ Ürgüp ve Divrik gibi - bir
69 Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Cumhuriyet, No: 8341, 6 Kasım 1947; Y.G., s. 201. 70 Tanpınar, B. Ş., s. 110.
324
Türk mimarîsi vardı. Fakat onlar yeni vatanın kendine mahsus bir mimarîsi
olmasını istediler.
Filhakika bu onüçüncü asır sonunda Anadolu bir vatan parçası
olmaktan çıkar; bir vatan olur. Malazgird’i İstanbul fethi tamamlar. Fakat
Bursa, yolun yarısından daha kuvvetli bir şeydir. Onunla fethedilmiş bir
toprak anavatan olur.
Orta Asya’da geçtiğimiz yollarda ve döğüştüğümüz yerlerde
bıraktığımız mimarî eserleriyle Bursa ve İznik’te başlayan mimarînin
birbiriyle bir yığın münasebeti vardır.
Fakat Yıldırım’la, Muradiye’yi ve Yeşil’i yepyeni bir nisbet fikri,
aydınlığı yeni kabul şekli onlardan ayırır. Bu, artık Akdeniz’i, Marmara’yı
gören, onun dehasını benimseyen bir milletin mimarîsidir. Bu, güneşin dilini
bilen bir konuşmadır.”71
Tanpınar’ı Bursa mimarîsi üzerine yazmaya iten bir başka sebep de Bursa’nın
1958’de geçirdiği bir yangındır. Aynı yıl Bursa Yangını ismiyle neşredilen yazısında
Tanpınar, Bursa’nın tarihiyle kaim olduğunu, onun asıl güzelliğini ve önemini sanat
eserlerine borçlu olduğunu kaydeder. Bir taş parçası bile olsa eski eserlerinin
muhafaza edilmesini gerekli görmekle beraber şehrin tarihî tekâmülünün
araştırılması ve gelenekten kopmayan bir üslûp yakalanması gerektiğini düşünür:
“... Bugünün Türkiye’sine bu felâketle yeni bir vazife daha düşüyor.
Bursa’yı yeniden kuracağız. Aman yanılmayalım ve üstünde bu mühim
ameliyeyi yapacağımız şeyin Bursa şehri, yani bütün bir tarih olduğunu
unutmayalım. Yukarıda Bursa için biraz da ovasının güzelliğidir, demiştim.
Şimdi bu manzarayı canlandıran, bu ovayı bizim için o kadar mânâlı yapan
ruhun, Bursa’nın tarihi ve sanat eserleri olduğunu söylemem icab ediyor.
Tarih insandır. Tabiat insanla birleşince güzeldir. Bursa cinsinden şehirler
daima tarihî çehreleriyle ve ona sadık kaldıkları nispette mevcutturlar. Bu
71 “Bursa’nın Daveti”, Y.G., s. 216-217.
325
tarih bizden sonra da devam edeceğine göre onu yalanlayacak, onunla
çatışacak hamlelerden sakınmalıyız.
Bursa’ya benzeyen Floransa, Ravena gibi İtalyan şehirlerinin,
Granada, Sevilla gibi İspanyol, Buges, Grand gibi Belçika şehirlerinin
güzelliklerini, bugünle tarihin kucak kucağa yaşaması vücuda getirir. Bu
sadece tarihî eserlere hürmetle, onları velev ki yıkık bir duvar, yahut bir taş
parçası olsun, ehemmiyetle muhafaza etmekle olmaz. Ayrıca bu tarihin dikte
ettiği dersi iyice dinlemek lâzımdır. Bursa peyzajının rahatça tahammül
edeceği mimarînin üslûbunu, şehrin alacağı manzarayı ancak o zaman
gerektiği gibi tayin edebiliriz. Zamanın yarattığı büyük ve canlı terkipler
daima büyük dikkatler ister.”72
Birçok şiirinde ve özellikle Huzur romanında karşımıza çıkan bir öğe olarak
ölüme dair birçok görüşünün olduğunu, ölümün çeşitli çehrelerini düşündüğünü ve
bunları merak ettiğini bildiğimiz yazar,∗ Beş Şehir’in Bursa bahsinde, buradaki
mimarînin ölümü bizler için ne kadar munisleştirdiğini, hayatın bu realitesini
insanlar için ne kadar yumuşattığını vurgular. Yazara göre burada mimarî, korkunç
akıbeti, ölümü insan için rahat bir rüya hâline getirir:
“Çelebi Mehmed’in “çoluk çocuğuyla beraber yattığı türbede”
hepimize mukadder olan korkunç akıbet, güzel bir günün sonunda bir
akşam bahçesinde koklanan güller gibi hüzünlü bir hasret arasından
duyulur; o, burada çinilerin solmaz mevsimi içinde o kadar kaybolmuş,
erimiş, havadaki sükunetle, camlardan dökülen mehtap gölgeli ışığa inkılap
etmiştir, hayat aşkı ve sanat onu o kadar benimsemiştir.
Bu türbe ve buna benzer yerlerde yatanlar için perdenin arka tarafı,
şüphesiz ki sadece tatlı bir uyuşukluk içinde kaybedilmiş nimetlerin hasreti
duyulan bir rüyadan ibarettir. Onlar, velveleli bir hayatın sonunda
dinlendirici hassaları olan bir suda yıkanır gibi bu mezarlarda uyuyorlar ve
72 Tanpınar, “Bursa Yangını”, Cumhuriyet, No: 12245, 29 Ağustos 1958; Y.G., 225. ∗ Huzur’un bir yerinde Mümtaz, Nuran’a şunları söyler: “Yani sanatı seviyorum. Belki o bizi ölümün en iyi, en rahatça kabul edebileceğimiz çehreleriyle karşılaştırıyor.”, Huzur, s. 120.
326
şimdi biz, onlarım mezarlarını gezerken hayatlarında bir an bile yanlarına
uğramamış olan bu sükunun, büyük bir deniz gibi etrafımızda dalga dalga
yükseldiğini hissediyoruz. Bize bu sükun vehmini veren şey şüphesiz ki
sanattır. Bütün ömrü boyunca didişen, yabancı şöyle dursun oğul-kardeş
kanı dökmekten çekinmeyen insanlar, usta mimarların ve sanatkârların
ellerinden sızan hüner ve rahmaniyet sayesinde birer evliya talihini
paylaşıyorlar.”73
Tanpınar’ın Bursa’da dikkatini çeken önemli mimarî eserlerden birisi Yeşil
Cami’dir. Yeşil Cami, bir geçiş devresinin, yeni hamlelerin yapıldığı zamanların
ürünüdür. Bu eser, kendisinden evvelki eserlerin özelliklerini taşımakla beraber,
sonrakileri müjdeleyen bir yapıdadır. Andre Gide’in söz konusu cami için “zekânın
kemal hâlinde sıhhati” dediğini belirttikten ve Fransız şairin aslında Türklere hiç de
olumlu bakmadığından bahseden Tanpınar, Gide’i, Yeşil Cami’yi en iyi anlayan
muharrir olduğu için sevdiğini söyler. Yazar, Gide’in fikirlerini kendi cümleleriyle
tamamlayarak şöyle demektedir:
“... Bununla beraber Gide’i Bursa için yazdıklarından dolayı yine
seviyorum. Yeşil’i en iyi anlayan muharrir o olmuştur. Camii aydınlığın
ortasında, ayak ucunda kendisini tamamlayıcı bir şey gibi uzanan manzara
ile beraber çok güzel yakalar. Süleymaniye’de ve İstanbul camilerinde
duymadığı ürpermeyi burada duyar, satırların arasına bir nevi huşû hissi
girer. Ondan âdeta Partenon’dan bahsedilen bir lisanla bahseder. Yeşil Cami
bu hayranlığa hem de fazlasıyla lâyıktır. Onun için mimarîmizin en
mükemmel eseridir demek şüphesiz mübalağa olur. Fakat Bayezid ve
Süleymaniye’nin mükemmeliyetine ve ihtişamına doğru yol alan oluş
hâlinde bu tekniğin bu camide en güzel ve en fazla telkin edici
tereddütlerinden birini geçirdiği de muhakkaktır. O iki ayrı anlayış ve
zevkin sadece tebessümünden ibaret olan bir mücadelesidir. Ve daha ziyade
ileriye doğru yürürken geriye atılan son bir bakışa benzer. Fakat bu bakış ne
kadar hesaplı bir tecrübe ile doludur! Gelenek ona erişmek için ne kadar
73 Tanpınar, B.Ş., s. 117-118. Nüsha farkı: “oğul-kardeş kanı”: “kardeş kanı”. B.Ş., Haz: Andı, s. 144.
327
zenginleşmiş, ne karışık merhalelerden geçmiştir. Bu hendesenin günün
birinde bu vuzuh ve nispet içine bu kadar sade bir oyunda kendini
göstermesi için, ihtiyar Asya yerinden oynamış, medeniyetler birbirine
girmiş, insan cemaatleri en geniş mânâda değişikliklere uğramıştır. Kapıdan
girer girmez dört yanımızı kaplayan yeşil hava içinde Neşatî’nin turfa
muamma diye adlandırdığı insan ruhu, en tabiî iklimlerinden birini bulur.74
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâye ve romanlarında üzerinde en çok durduğu
meselelerden birisi, Türkiye’nin batılılaşma süreci, bu süreç içindeki kimlik
bunalımları, oluşan zihniyet ikilikleri ve bunların hayatımıza aksidir. Hemen her
konu ve alanda olduğu gibi mimarî bahsinde de batılılaşma öncesiyle sonrası
Tanpınar’ın görüşlerine mihver olmuştur. Yeni bir medeniyetin dairesine girmeden
önceki mimarî eserlerimiz, yazara göre daha estetik yapılardır. Tanpınar’ın cümleleri
Beş Şehir’de şöyle devam eder:
“Tanzimat ve ona yaklaşan zaman şüphesiz ki geniş mânâsında
yapıcı bir devir olmuştur. Fakat sadece yapmakla kalmış, asıl yaratmaya
gidememiştir. Bu ikisinin arasındaki farkı o zamanlardan kalma eserlerin
hepsinde görmek mümkündür. Şehirlerimizin umumî çerçevesi içinde
derhâl yadırganan bir yığın eser, mimarînin sadece muayyen bir malzemeyi,
muayyen bir gaye uğrunda kullanmaktan ibaret olmadığını gösterirler.
Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini
ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh
parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua
eder. Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin
derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde
tek bir ruh terennüm eder.
74 A.e., s. 118-119. Nüsha farkları: “mükemmeliyetine”: “katî mükemmeliyetine”; “en fazla telkin edici”: “en telkinkâr”; “mücadelecisidir”: “mücadelesidir”; “Gelenek”: “An’ane”; “karışık”: “mûdil”; “iklimlerinden”: “vasatlarından”; “Türk yapan”; “Kaşgar veya Belh kadar Türk yapan”. B.Ş., Haz: Andı, s. 144.
328
Ah, bu eski sanatkârlar ve onların her dokundukları şeyi değiştiren,
en eski bir unsurdan yepyeni bir âlem yapan sanat mucizeleri! Dedelerimiz
bu mucize ile ve onun etrafına taşırdığı imanla Bursa’nın ve İstanbul’un
çehresini değiştirdiler, onları yarım asır içinde halis Türk ve Müslüman
yaptılar. Yirmi otuz senelik bir zaman içinde Bursa’nın ve İstanbul’un
yıkılmış Şarkî Roma manzarası ortadan silindi ve yerini, camileri,
medreseleri, hanlarıyla, yumuşak çizgili, elâstikî hamleli, kullandığı
malzemenin güzellik şuurunda kıskanç, yapıldığı şehrin iklimine aynı
unsurdan denecek kadar uygun bir mimarî aldı. Bu sanat böylece büyük
çerçevesinde bu şehirlerin tepelerini ve umumî manzarasını birden
değiştirirken şehirlerin içinde sokak sokak ikinci bir fetih yapılıyor, yeşil
pencerelerinde uhrevî vaitler gülen türbecikler, çeşmeler, İstanbul ve
Bursa’yı adım adım zaptediyordu.”75
Türk tarihi içinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Osmanlı’dan sonra en çok önem
verdiği mimarî Selçuk mimarîsidir. Özellikle Erzurum, Ankara ve Konya’da yaptığı
öğretmenlikler, yazara Selçuklu mimarîsini yakından tanıma fırsatı verir. Beş
Şehir’in adı geçen yerlere ait kısımlarında Tanpınar, bu şehirlerin mimarîleri
hakkında birçok yorumda bulunur. Buna göre Selçuklu mimarîsi, yaşanan sosyal ve
siyasî olumsuzluklara rağmen üretken ve parlaktır:
“Gariptir ki istilâlar, harpler, karışıklıklar içinde bile Selçuk bünyesi
muazzam şekilde yapıcıdır. On birinci asrın başından on üçüncü asrın, üslûp
düşünülürse on dördüncü asrın sonuna kadar, şüphesiz biraz da yukarıda
75 A.e., s. 122-123. Nüsha farkları: “ibadet”: “ibdâ”; “Maddeye geçmesini ısrarla istedikler”: “Maddeye sindirmesini ihtirasla aradıkları”; paragrafın sonunda, ilk baskıda şöyle bir cümle yer almıştır: “Bu ruh, milletimizin ve harsımızın zamanı yenmekten hoşlanan yaşamak aşkıdır”. “çehresini”: “simasını”, “yıkılmış Şarkî Roma manzarası”: “haşin üslûplu, sert arkaik çizgili, yaldızlı, debdebeli Şarkî Roma manzarası”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 145.
Ayrıca yukarıdaki iktibasın ilk cümlesine dikkat çekmekte fayda görüyoruz. Burada yazar, eski sanatkârların, eserlerini dinî ve ilahî bir endişeyle vücuda getirdiklerini söylemekte ve “Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı” demektedir. Tanpınar’ın eskilerin bu tavırlarına yorumu Huzur’da da karşımıza çıkmıştı. Romanın tasavvufî yönünün en belirgin şahsiyeti ve yazarın tasavvuf hakkındaki görüşlerinin aksi neyzen Emin Dede, İhsan’ın Letâif-i Rivâyât-ı Enderun isimli eserin İsmail Dede Efendi’ye ait bahsinin boşluğunu kendisine hatırlatması üzerine şunları söyler: “- Erenler, yanlış kapı çalıyorsun... demişti. Ötekiler sanat yapıyor. Biz sadece duadayız.” Huzur, s. 249.
329
bahsettiğimiz feodalitenin ve vezir aristokrasisinin servet toplanmasına
verdiği imkânlar ve bir buçuk asırlık iktisadî inkişafın sayesinde cami,
türbe, medrese, hastane, imaret, han, kervansaray yüzlerce eser yapılır.
Bugün Konya’yı, Aksaray’ı, Ermenek ve Niğde’yi, Divrik’i,
Kayseri ve Ürgüp’ü, Sivas’ı, Harezm istilâsının kurbanı Ahlat’ı ve
Erzurum’u, Sinop’u o kadar değişik şekilde süsleyen, bozkırın
yalnızlığında karşınıza birdenbire binbir gece büyüsüyle çıkan o koskoca
kervansaraylar, Antalya, Alâiye ve Şarkî Anadolu şehirlerinin kaleleri hep
karışık hikâyesini tarihlerde okurken insanın başı dönen bu üç asırdandır.
...............
Asıl Selçuk idaresinde Alâeddin devri bu mimarînin en parlak devri
idi. Kayseri’deki Keykubad sarayı, Beyşehir civarında yaptırdığı
Kubadâbâd, Alâiye’de yaptırdığı köşklerden başka, Konya iç kalesini de
yeniden yaptırmıştı. Bugün o tepeye Alâeddin Tepesi diyoruz. Yazık ki
kendisi de mimar olan bu hükümdarın yaptırdığı şeylerin yalnız adı ve bazı
harabeleri kaldı. Tam bir tamirini o kadar istediğim Büyük Sultan Hanı
onun eseridir.”76
Tanpınar’ın mimarî hakkındaki mülâhazaları, eserlerin sadece tarihî ve
kültürel özelliklerini değil, aynı zamanda teknik ve teorik boyutlarını da ihtiva eder.
Konya hakkındaki yorum ve hükümlerde de yazarın, mimarî eserlerindeki üslûp
farklılaşmalarını da ele aldığını görmekteyiz:
“Çatı sisteminde henüz kubbe ile tonoz kemerin arasında kararsız
olan, binanın içinde zaman zaman çok basit düzenlerle yetinen bu mimarîye,
kendi şekilleri ile beraber doğmuş sanılacak kadar mükemmel birkaç eserin
dışında, elbette bütün meselelerini halletmiş bir üslûp gözüyle bakamayız.
Fakat Endülüs’ten Gotik’e kadar giden ve Ahlat kolu ile eski İran ve Kafkas
üslûplarına kadar çıkan araştırmanın zenginliği de hiçbir surette inkâr
edilemez.
76 Tanpınar, B.Ş., s. 142.
330
Biraz da Ortaçağ şehirlerinin darlığı yüzünden Selçuk mimarîsinin
en zengin noktası binaların cephesidir. Henüz yerli hayatta çok mühim bir
yeri olan çadırı örnek alan bu mimarî ihtirasları büyüdükçe bu
cephelerde taş işçiliğinin bütün imkânlarını dener. Ritim araştırması ve
onun iki yanındaki duvarlarda veya çeşmelerde az çok tekrar eden büyük
kapı bütünleri Selçuk ustalarındaki kitle fikri ile teferruat zevkinin mimarîsi
çok defa dince yasak olan heykelin peşinde gibidir. Bu binaların
cephelerinde durmadan onun tesirlerini arar. Mektepten mektebe küçük
madalyonlar, şemseler, yıldızlar, kornişler, su yolları ve asıl kapı üstünde
ışık ve gölge oyununu sağlayan istalaktitler, iki yana fener gibi asılmış
oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve kordonlar, arabesk levhalar bu
cephelerde bazan yazıya pek az yer bırakır, bazen de onu ancak
seçilebilecek bir oyun hâline getirir. Selçuk kûfisi denen o çok sanatkâr yazı
şekli, hiyeraltik çizgi ile - ve hatta tabir caizse şekilleriyle - bu oyunu bir
taraftan aşiret işi kilim ve dokumaların süsüne yaklaştırıyor, bazen de
nispetler büyüdü mü bütün bir kabartma oluyordu. Bu emsalsiz taş işçiliği
bazen de heykel zevkinin yerine kitap sahifesini, yahut kitap gibi dokunmuş
kilim veya şalı koyuyordu.
Sahip Ata’nın yaptırdığı İnce Minareli’nin cephesi tiftikten
dokunmuş büyük bir sultan çadırına benzer.
Süs olarak sadece iki Kur’an suresini (Yasin ile sûre-i Feth) taşıyan
ve onların, kapının tam üstünde çok ustalıklı bir düğümle birbirinin
arasından geçerek yaptıkları düz pervazla, Allah kelâmının büyüklüğü
önünde insan talihinin biçareliğini anlatmak ister gibi mütevazı açılan asıl
giriş yerini çerçeveleyen bu kapı bütünü, nev’inin hemen hemen
yegânesidir. Sultan Hanı, Sırçalı Medrese (Karatay Medresesi) ve asıl
büyük Sultan Hanı kervansarayının yapıldığı devirde birdenbire şahit
olduğumuz bu değişiklik, Erzurum’da Çifte Minare ve Sivas Darüşşifası’nın
cephelerinin daha bütün görünüşleri yanında belki yeni bir dinî hassasiyeti
ifade eder. Bu binaların duvarlarını, geniş eyvanlarını içerden sırlı tuğlalar
veya çiniler süslerdi. Tuğla inşaatta, tıpkı minarelerde olduğu gibi, bu renk
dışarıyı da süslerdi. Selçuk çinisi dediğimiz mücevherciliğe koyu zümrüt
331
yeşili, çok koyu lâciverdi ile asıl tonunu verirdi. Yekpare taştan kafes gibi
işlenmiş pencerelerden belki de renkli camlar arasından süzülerek gelen çok
iyi idare edilmiş bir ışık, bu renk cümbüşünün üzerine düşerdi. Bu binaları
yaptıran, kan içinde yüzen, haris, mağrur ve dindar vezirler, etraflarında her
şeyin en güzelini, en sanatkârcasını istiyorlardı. Hiçbir numunesini tam
olarak göremediğimiz padişah ve vezir sarayları, mevcudiyetlerini,
Aksarâyî’nin anlattığı, Moğolların zulüm ve tekâlif hikâyelerinden
öğrendiğimiz zengin tüccar ve arazi sahiplerinin konakları da elbette bu
medreseler ve camiler gibi aynı titiz zanaatkârların eliyle ve aynı zevkle
yapılıyordu.
Sırçalı Medrese’nin (1242) sırlı tuğladan o zarif sekiz köşeli hasır
örgüsü süsleri, Karatay Medresesi’nin (1245) yüzlerce güneşi ve yıldızları
ile küçük bir kehkeşan gibi parlayan çini tavanı bu zevkin elimizde kalan
yetim ve parça parça şahitleridir. Biz bir arkeolog gibi bu yarım izlerden
yürüyerek, eski Konya’yı ancak tahayyül edebiliriz. Alâeddin Tepesi’ndeki
köşklerin yüz elli sene evvel nispeten tam olduğunu düşünürsek bir
imparatorluğun, dayandığı medeniyetle beraber inkırazının ne demek
olduğunu anlarız.”77
Tanpınar’ın ilk öğretmenliği, Darülfünun Edebiyat Şubesi’nden mezun
olduğu yıl (1923) atandığı Erzurum Lisesi’ndedir.78 Bir buçuk yıl burada
öğretmenlik yapan yazar, bulunduğu diğer şehirler gibi Erzurum’u da anlayan ve
soran gözlerle izlemiş, bu şehrin mimarîsini de dikkatle incelemiştir. Fakat yazarın
“Erzurum’a üç defa, üçünde de ayrı ayrı yollardan gittim”79 şeklindeki ifadesi
intibalarının sadece 1923-1924 yıllarına ait olmadığını göstermektedir. Beş Şehir’in
Erzurum bahsindeki mimarîye ait değerlendirmeler şöyledir:
“... Gerçi bu şehri hikâyelerde bulmak mümkündü. Fakat yaşanmış
hayatın sıcaklığını o dağınık hatıralardan çıkarmak çok güçtü. Şehrin belli
başlı mimarlık eserleri de buna yardım edemezdi. Birçokları etraflarında
77 A.e., s. 142-144. 78 Akün, a.y., s. 6. 79 Tanpınar , B.Ş., s. 156.
332
uğuldayan hayatla çoktan bağını kesmiş eserlerdi. Daha IV. Murad
zamanında Erzurum’da top imalâthanesi gibi bir işte kullanılan Çifte Minare,
sadece kendi kendisi olmakla kalıyordu. Şüphesiz Çifte Minare, Sivas’ta ve
daha aşağıdaki kardeşleriyle birlikte bir şaheserdir. Üslûp, taş yontuculuğu,
âbidevî duruş bakımından kendi nev’inin en güzel eserlerindendir. Onu
Erzurum’un bir ucunda, şehrin bütün yarısına hükmeden ihtişamlı kapısıyla,
minareleriyle, günün herhangi bir saatinde bir kere görüp de hayran olmamak
kabil değildir. Onun gibi, Yakutiye’nin aydınlıkta topraktan henüz çıkarılmış
bir eski zaman süsü gibi pırıl pırıl minaresinin daima muhayyileyi avlayan
bir çekiciliği vardır.
Yakutiye’nin içi, plân bakımından doğu Anadolu’nun en dikkate
değer eseridir. Daha sade bir plânda yapılmış olan Ulu Cami, beş beşikli içi
ile mağrip camilerini hatırlatır. Dıştan onlar gibi sadedir. Erken gelişmiş bir
gotik kemer, Ulu Cami’de bizi gerçekten üzerinde durulacak bir mimarlık
meselesiyle karşılaştırır. Fakat bunlar, kültürümüzün o kadar uzak
yerlerinden gelen eserlerdir ki onlarla hemen yanı başımızdaki hayat arasında
bir münasebet bulmak imkânsızdır. Mimarlık, meselâ musikide, şiirde,
resimde olduğu gibi bize derhâl hayatı veren bir sanat değildir. Bu tecrit daha
yükseklerde dolaşır, hatırlatmadan duyguyu tatmin edebilir. Sonra bu
eserlerin kendilerine mahsus bir devirleri var. Bursa’nın, İznik’in,
Edirne’nin, İstanbul’un, yürüdükçe değişen yumuşak çizgileriyle toprakta
canlı bir heykel gibi yükselen, her asıldıkları tepeden uçmaya hazır büyük
kuşlar gibi görünen mimarî eserleriyle bunlar arasında bütün bir kaynaşma,
arınma devri geçmiştir.”80
Tanpınar, Selçuklu devirlerine ait mimarî eserleri söz konusu eder ve bu
eserleri Türk hükümdarlarına benzetirken Osmanlı tarihini de birlikte düşünür.
Mimarî eserleri, bir taraftan Alparslan ve Kılıçarslan gibi Selçuklu hükümdarlarını
andırırken bir taraftan da II. Murad ve Yavuz Sultan Selim gibi Osmanlı padişahları
80 A.e., s. 178. Nüsha farkı: “kendi nev’inin en güzel eserlerindendir”: “kendi nev’inde bundan güzel bir şey bulmak kolay değildir.”. B.Ş., Haz: Andı, s. 85.
333
gibidirler. Tanpınar, Osmanlı asırlarında mimarî zevkimizin kıvamını bulduğunu
düşünmektedir:
“... Bu eserlerle öbürleri, Alparslan, Kılıçarslan gibi yalnız vatan
kuran savaşlardaki sert yüzleriyle tanıdığımız hükümdarların yanı başında,
kemiklerine biraz gün ışığı sızsın diye türbesinin üstünü açık bırakan II.
Murad, yahut kardeşlerini öldürdükten sonra, “bizim perişanlığımız
gönülleri toplamak içindir” diye onlara ağlayan Yavuz gibi dururlar.
Birincilerinde sade büyüklük, sade kudret hâlinde görünen portreye
ikincilerinde kıvamını bulmuş bir zevkin beraberinde getirdiği bin türlü hâl
ve mânâ kendiliğinden girer.”81
Selçuklu mimarîsi Ahmet Hamdi Tanpınar için “kurucu, yapıcı, temel atıcı”
özelliklerinden dolayı bilhassa önem taşımaktadır. Anadolu ve Rumeli’de, daha
sonraki asırlarda açılacak büyük devirlerin temellerini Selçuklu mimarîsinde gören
yazar, bu devirden kalma eserlerin medeniyetimizde ayrı bir yeri olduğunu düşünür.
Yazara göre mimarî, yeni fethedilen toprağın vatan olmasını sağlamaktadır:
“İlk istilâ ordularının üst üste akınlarla doğudan Anadolu’ya
girdikleri devirde temelleri atılan, bu ordularla birlikte zaferden zafere
koştukça yeni vatanı şehir şehir âdeta atalarımız ve çocuklarımızın adına
teslim alan bu ilk Saltuk ve Selçuk eserlerinin medeniyetimizde çok ayrı bir
yeri vardır.
Her şeyin alt üst olduğu, örf, âdet, akide, efsane, her şeyin birbirine
girdiği bu zengin fakat karışık devirde, çok hususî şartları haiz bir
medeniyetin bir istilâdan mukadder doğuşu, bütün hayatı bir sıtma gibi
sararken, Ahlat’tan başlayarak Erzurum’un, Sivas’ın, Kayseri’nin,
Konya’nın camileri, medreseleri, kervansarayları, çok usta bir elin çektiği
yay gibi, bu yeni kuruluşun ilk noktasını, bütün bir yeniyi hazırlamak için
81 A.e., s. 178-179. Nüsha farkları: “Bu eserlerle öbürleri, Alparslan, Kılıçarslan gibi”: “Kılıçarslan, Alpaslan gibi”; “kemiklerine biraz gün ışığı sızsın diye”: “kara topraktan küllerine, kemiklerine biraz yağmur, biraz yıldız parıltısı, biraz gün ışığı sızsın diye”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 85.
334
dağılmış unsurları içine alacak olan senfoninin ana temini verirler. Onlar
kartal süzülüşlü orduların arkasından girdikleri şehirlerin ortasında, renkli
minareleriyle, endamlı kapılarıyla, dilimiz ve kılıcımız gibi ilk atalar
yurdundan getirdiğimiz şekilleri, hususîlikleriyle yükseldikçe, etraflarındaki
bütün hayat birdenbire değişir, derinden kavrayan bir arslan pençesi gibi
toprak kendisine yeni bir ruh, yeni bir nizam verildiğini duyar.”82
Görüldüğü üzere Tanpınar, mimarîyi genel olarak millî kültür unsuru olarak
telâkki etmekte ve onda bir süreklilik olduğuna inanmaktadır. Ayrıca mimarî,
kurucu, temel atıcı bir sanat olmasının yanında, diğer sanatlar gibi taşıyıcı bir
özelliğe de sahiptir. Yazarın, Anadolu’da inkişaf eden Türk mimarîsinde Asya’daki
kültür ve sanatın izlerini görmesi bu tespitimizi kanıtlar mahiyettedir.
Tanpınar, Erzurum’un mimarî eserlerini tarihî ve kültürel bakımdan
değerlendirmekle birlikte, bu eserlerin inşasında kullanılan malzeme ve bu
malzemenin “mahallî renk”e olan uyumuna da dikkat etmiştir. Gezdiği bir ilkokul
binası için Tanpınar şunları söyler:
“.... Sonra şehrin ovaya karıştığı yerde, Belediye Bahçesi’nin biraz
ötesindeki yeni bir ilkokul binasına girdik. Erzurum taşı dururken
çimentonun kullanılmasını bir türlü aklım almaz. Betonun getirdiği bir yığın
kolaylık meydanda. Fakat bu kolaylıklar bazan da mimarînin aleyhine
oluyor. Hele mahallî rengi bozuyor. Erzurum taşı, Ankara taşı gibi, çok
kullanışlı. Her girdiği yere âbide asilliği veren bir mimarî malzemesidir.”83
Cumhuriyet Türkiye’sinin başkenti olan Ankara da yazarın görme imkânı
bulduğu şehirlerdendir. Tanpınar’ın Ankara mimarîsi üzerine dikkatleri biraz
olumsuz hava taşır. Zira yeni kurulan ve şekillenen şehir, elçilik binalarının da
82 A.e., s. 179. Nüsha farkları: “ Saltuk ve Selçuk eserlerinin”: “Selçuk eserlerinin”; “Ahlat’tan başlayarak Erzurum’un, Sivas’ın, Kayseri’nin, Konya’nın camileri”: “Erzurum’un, Ahlat’ın, Sivas’ın, Kayseri’nin, Konya’nın camileri” B.Ş., Haz: Andı, s. 86. 83 A..e., s. 192. Nüsha farkları: “aleyhinde oluyor”la biten cümle ilk baskıda şu şekildedir: “Fakat bu kolaylıklar mimarlık sanatının aleyhinde oluyor.”; “mimarî”: “mimarlık”. Bkz: B.Ş., Haz: Andı, s. 89.
335
tesiriyle karışık bir yapıya bürünmüştür. Ona göre millî şuur ve zevk gözetilmeden
inşa edilen binalar, şehrin insicamsız bir çehreye bürünmesine sebep olmuşlardır:
“... Hakikatte şehir bir taraftan millî mücadeledeki sıkışık hayatına
devam ediyor, bir taraftan da yeni baştan yapılıyordu. Her tarafta bir şantiye
manzarası vardı. Hiçbirinin üslûbu yanı başındakini tutmayan, çoğu mimarî
mecmualarından olduğu gibin nakledilmiş villâlarıyla, küçük memur
mahalleleriyle yeni şehrin kurulduğu devirdi bu. Tek bir sokakta Riviera,
İsviçre, İsveç, Baviera ve Abdülhamid devri İstanbul’u ev ve köşklerini
görmek mümkündü. Yeni yapılmış sefaret binaları da bu çeşidi artırıyordu.
Sovyet sefareti modern mimarînin kendisini aradığı bu 1920 yıllarının en
atılgan tecrübelerinden biriydi ve daha ziyade büyük bir vapura benziyordu.
İran sefareti eski Sâsânî saraylarının hatıralarından bir şark üslûbu aramıştı.
Biz birkaç arkadaş Belçika sefaretinin sakin ve gösterişsiz, klâsik yapısını
seviyorduk. Bu tecrübeler arasında Türk mimarîsi de kendine bir üslûp
yaratmaya çalışıyordu. Türk Ocağı binası, Etnografya Müzesi olan bina, Gazi
Terbiye Enstitüsü, İstanbul Yeni Postane ve Dördüncü Vakıf Hanı ile
başlayan tecrübenin devamı idiler. Sonradan Güzel Sanatlar Akademisi’nde
arkadaşlık ettiğimiz Prof. Egli, Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi ile
çoğu dıştan taklit eden bu tecrübeleri ilk defa modern malzemenin
imkânlarıyla bileştirmeye muvaffak olmuştu.”84
Ahmet Hamdi Tanpınar, Ankara’nın eski medeniyetlerin kalıntılarını
barındırdığını ve Türk eserlerinin, bazen bunlarla uyum sağladığını, bazen de tezat
teşkil ettiğini düşünür:
“Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde
uğradığı istilâlar, üst üste yangınlar ve yağmalar şehirde geçmiş zamanların
pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima
insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş
medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı,
haşır neşir olduğu pek az yer vardır. Kalede ve onun eteğinde serpilmiş
84 A.e., s. 196-197.
336
mahallelerde Türk velileri Roma ve Bizans taşlarıyla sarmal dolaş yatarlar.
Dedelerimizin mezarlarından çıkan yeşillikler hangi itikatların etrafında
yontuldukları belli olmayan çok eski taşları kendi rahmaniyetleri ile
yumuşatırlar; burada kerpiç bir duvardan İyonya tarzında bir sütun başlığı
veya arkitrav fırlar, ötede bir türbe merdiveninin basamağında bir Roma
konsülünün şehre gelişini kutlayan kadîm bir taş görünür, daha ötede bir
çeşme yalağında eski bir lâhdin bakantaları gülümser. Ahi Şerafeddin’in
türbesini asırlarca Greko-Romen arslanlar bir nöbetçi sadakatiyle beklerler
ve bu yüzden Arslanhâne adını alan camiin hakikaten eşsiz mihrabında,
Etiler’in toprak ve bereket ilâhesinden başka bir şey olmayan bir yılan son
derece kuvvetli plâstikliğiyle meyvalar arasında dolaşır ve camiin o kadar
şaşırtıcı bir sâfiyetle boyanmış ağaçtan sütunları, Bizans ve Roma başlıkları
taşır. Hisar’da, mihrabı Türk tahta işçiliğinin harikalarından biri olan
Alâeddin Camii’nin sekisi, asırlarından beri bir şahin gibi süzdüğü ovaya,
terkibi baştan aşağı tesadüfî olan bir sütun dizisinin arasından bakar;
şüphesiz bu sütunlar orada bu camiden çok daha evvel mevcuttular.
Bu terkiplerin en mânâlısı İmparator Augustus’un şerefine toprağa
dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mâbedinin kalıntılarıyla yanı
başındaki Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin beraberce teşkil ettiği zıtlar
mecmuasıdır. Bitmiş veya tam diyebileceğimiz hiçbir eser bu toprağın
macerasını bu kadar güzel hulâsa edemez. Hacı Bayram’ı Roma kartalının
bu mermer çilehanesini seçmeye götüren gizli tesadüf nedir? Camiinin
altındaki dar çile odasında geçirdiği ibadet ve murakabe saatlerinde, yanı
başında güneş vurdukça yaldızlı akislerle pırıldayan ve üstüne diz çöktüğü
toprakta bir nevi iğva gibi gizlenmiş duran bu taştan dünya,
kendisininkinden büsbütün ayrı zaferleri terennüm eden bu iyi yontulmuş
mermerler, o sert ve kibirli Roma hemşehrisi çehreleri acaba onu rahatsız
etmiyor muydu? Bu velinin rahmanî rüyasına komşularının mağrur
sükûtundan sızan düşünce ve duyguları bilsek ne kadar iyi olacaktı.”85
85 A.e., s. 197-198. Nüsha farkları: “Asırlar içinde uğradığı istilâlar”: “bir kilit noktası olması yüzünden, asırlar içinde uğradığı istilâlar”; “şehirde geçmiş zamanların pek az eserini bırakmıştır”: “şehirde eski medeniyetlerin herhangi bir abidesinin tam olarak kalmasına pek az müsaade etmiştir”; “Acayip bir karışıklık içinde”: “Fakat buna rağmen, acayip bir karışıklık içinde”; “medeniyetlerden kalan
337
Ankara’da Selçuklular devrinden kalma eserin bulunmadığını, çünkü
Selçuklu macerasının daha ziyade Konya, Kayseri ve Sivas’ta geçtiğini belirten
Tanpınar, Alâeddin Camii’nin ancak yeri itibariyle o devre ait olduğunu söyler.86
Ahmet Hamdi Tanpınar, sanata ve kültürel hayata ait düşüncelerini,
tekliflerini edebî eserlerine de taşımış, bu fikirleri bazen anlatıcı olarak kendisi
beyan etmiş, bazen de kahramanlarına emanet etmiştir. Mimarî bahsinde de durum
aynıdır. Huzur’un baş kahramanları Mümtaz’la Nuran’ın belli başlı zevkleri
İstanbul’u gezmektir. Daha çok cami, medrese, tekke ve türbeleri gezmekle birlikte∗
bu iki kahraman şehrin millî çehreyi muhafaza eden sivil mimarîsine de dikkat
ederler. Huzur’un bazı bölümlerinde, meselâ Mümtaz’ın Ada’ya gidişinde Boğaz
mimarîsi söz konusu edilmiştir. Yazılarında da görüldüğü üzere, Tanpınar’a göre
mimarî bir şehre millîlik katar. Bu sebeple Boğaziçi de yazarımıza göre mimarîsiyle
“bizim”dir:
“Mümtaz'a göre insan Ada'ya giderken anonim bir şey olurdu. Orası
bir nevi standart insanların yeriydi; orada gerçekte kendimize hiç lâzım
olmayan, hiç değilse bizi kendimizden uzaklaştıran ve bunu yaparken hiçbir
noktaya da yaklaştırmayan şeylerin hasreti çekilirdi. Boğaz'da ise her şey
insanı kendisine çağırır, kendi derinliğine indirirdi. Çünkü burada terkibi
idare eden şeyler, manzara, kalabildiği kadar olsa da mimarî, hepsi bizimdi.
Bizimle beraber kurulmuş, bizimle beraber olmuştu. Burası küçük camili,
bodur minareli ve kireç sıvalı duvarları o kadar İstanbul semtlerinin kendisi
olan küçük mescitli köylerin, bazen bir manzarayı uçtan uca zapteden geniş
şeylerle”: “medeniyetlerin bakıyyeleriyle”; “Dedelerimizin”: “Türk şehitlerinin”; “şehre gelişini kutlayan”: “kudûmiyesi olan”; “görünür”: “görülür”; “daha ötede”: “ötede”; “Etiler’in toprak ve bereket ilâhesinden başka bir şey olmayan bir yılan son derece kuvvetli plâstikliğiyle meyvalar arasında dolaşır”: “hangi dinin remzi olduğu bilinmeyen hayalî yılanlar son derecede kıvrak bir plâstikle meyvalar arasında dolaşır”; “baştan aşağı”: “oldukça”; “şüphesiz”: “kim bilir belki de”; “en mânâlısı”: “en garip ve mânâlısı”; “dikilmiş mermer bir kaside”: “rekzedilmiş bir kaside”; “kalıntılarıyla”: “bakıyyeleriyle”; “zıtlar”: “tezatlar”; “Bitmiş veya tam diyebileceğimiz hiçbir eser”: “Hiçbir eser, hiçbir âbide”; “iyi yontulmuş mermerler”: “mücellâ mermerler”. Bkz: B.Ş., Haz. Andı, s. 41. 86 A.e., s. 201-203. ∗ “Üsküdar gezintileri Nuran'a İstanbul'u tanımak hevesini vermişti. Ezici sıcağa rağmen birkaç gün üst üste İstanbul'a indiler. Eski saraydan başlayarak camileri, medreseleri, semt semt gezdiler. Tanpınar, Huzur, s. 179.”
338
mezarlıkların, su akmayan lüleleri bile insana serinlik duygusu veren ayna
taşları kırık çeşmelerin, büyük yalıların, avlusunda şimdi keçi otlayan
ahşap tekkelerin, çıraklarının haykırışı İstanbul ramazanlarının uhrevîliğine
yaşayan dünyadan bir selâm gibi karışan iskele kahvelerinin, eski davullu
zurnalı, yarı millî bayram kılıklı pehlivan güreşlerinin hatırasıyla dolu
meydanların, büyük çınarların, kapalı akşamların, fecir kızlarının ellerindeki
meşalelerle maddesiz aynalarda bir sedef rüyası içinde yüzdükleri
sabahların, garip, içli aksisadaların diyarıydı.”87
Ahmet Hamdi Tanpınar, sanatları ve bu sanatların ürünlerini benzetme
unsuru olarak kullanmayı seven bir romancıdır. Musikide yaptığı gibi mimarîde de
bazı eserler, birtakım özellikleriyle teşbih sanatındaki “kendisine benzetilen öğe”
olarak yer alır. Örneğin, Huzur’daki musiki faslının anlatıldığı satırlarında, Nuran’ın
dayısı Tevfik Bey’in sesi, bazı unsurlarıyla Selçuklu devri camileri veya o devir
eserlerine benzetilmiştir:
“Belki Fârisî metin, belki ananenin kendisi, Tevfik Bey'in o kadar
iyi tanıdığı sesini değiştirmiş, ona eski Selçuk camilerindeki çinilerin
renklerini, içlerinde yollarını aydınlattıkları dualardan bir şey yanan
kandilleri, eski rahlelerin zamanla aşınmış tahtalarını andıran bir tat
vermişti.”88
Tanpınar’ın, toplumsal aksaklıklara mizahî dille tenkitler getirdiği eseri
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de, mimarîye dair bazı satırlar yer almış ve yeni
fakat zevksiz binaların sadece yeni olmaları hasebiyle sevilmeleri, büyük kesimler
tarafından başarılı bulunmaları eleştirel bir dille okuyucuya sunulmuştur. Bunu,
burada modern Türkiye’nin modern binalarına bir tenkit olması bakımından işaret
etmeden geçmek istemedik. Eserde Halit Ayarcı, romanın anlatıcısı Hayri İrdal’dan
Milletlerarası Saat Sevenler Kongresi için yeni bir bina yapmasını ister. Binayı
müessesenin mahiyetine uygun olması için saat şeklinde tasarlayan Hayri İrdal,
87 A.e., s. 110-111. 88 A.e., s. 257-258.
339
yaptığı maketi Halit Ayarcı’ya ve diğer bazı ilgililere gösterir. Ayarcı, aldığı
tepkileri şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Kibrit kutularıyla yaptığım bu sökülür takılır acayip ve şüphesiz
gülünç ve berbat - şimdi, ki her şey bitti, niçin itiraf etmeyeyim? - maketin
başında çekilen resimlerimizi elbette okuyucularım arasında birçoğu
hatırlar. Söylemeye hacet yok ki gerek binanın projesi, gerek maket bir
taraftan şiddetle alkışlanırken, öbür taraftan da hemen hemen aynı şiddetle
tenkit edilen ben, talihim icabı burada da amatör dâhi ile sahtekâr, şarlatan
oldum. Fakat artık vaziyete alışmıştım. Holün belli başlı süsü ve buluşu olan
dört sütunla, altıncı pavyonun her iki katına ayrı merdivenlerden ve o kadar
görülmemiş şekilde çıkılması yenilik taraftarlarını sevinçten, heyecandan
çıldırtmıştı. Bir dostum, günlerce gazetesinde: “Yeni, başından sonuna
kadar, akıl almayacak kadar yeni! Yaşasın yenilik!” diye bağırdı. Bir
başkası “Kokmuş ve klâsik şekillerden ayrıldığımız için” bahtiyar
olduğumuzu söylüyordu. Bir üçüncüsü ise bu acayip merdivenleri, onları
binaya bağlayan hiç lüzumsuz iki küçük köprüyü - çünkü üç pavyonun
arasını sırf bu küçük köprücükler için açık bırakmıştım - bir yığın övdükten
sonra, “İşte, diyordu, Türkçede yeni sentaksın başladığı devirde yeni mimarî
de feyzini verdi. Devrik cümle düşmanları Hayri İrdal’ın muvaffakiyeti
karşısında bakalım ne yapacaklar?” Dördüncü eleştirmecinin övmesi daha
parlaktı. Ona göre ben, sade devrik cümleye lâyık bir bina yapmamıştım,
aynı zamanda soyut mimarî yapmıştım. Kibrit kutularından yapılan maket
ise âdeta piyasaya tesir etti. İnhisarlar İdaresi bu yeni mimarlık
çalışmalarına lâzım olan maddeyi teminden âciz kalmadı.
............
Buna mukabil hakikî mimarlar, bir türlü eserimi kabul etmek
istemiyorlardı. Öyle bir binanın inşasına nezaret etmek, betonarme
hesaplarını yaptırmak için güçlükle eleman bulduk.”89
89 Tanpınar, S.A.E., s. 348.
340
Görüldüğü üzere Tanpınar, Türk mimarîsinin modern fakat hızlı adımlarını
eleştirmek üzere Halit Ayarcı’ya mimarî bakımdan zevksiz ve sakat bir bina
tasarlatmış ve bunu birçok kişiye alkışlattırarak mimarî anlayışı bakımdan toplumsal
seviyenin düştüğünü vurgulamıştır. Buna göre Tanpınar’ın eserlerinde Türk
mimarîsinin, zevk ve seviye çözülüşünü eleştirmek için kullanıldığını ya da Saatleri
Ayarlama Enstitüsü isimli eserin eleştiri ve mizah yüklü damarlarından birisinin de
mimarî olduğunu söylemek mümkündür. Bazen yeni mimarîyi ve yeni nesilden
mimarları sevdiğini söylese de edebiyatta modernizme karşı olan ve modernizmin
güzele düşman olduğunu söyleyen Tanpınar, bir dersinde:
“Modern sanatta ne kadar güzel, ne kadar güzele benzeyen varsa kalktı”90
diyecektir.
4. 3. Batı Mimarîsi
Tanpınar, bütün sanat faaliyetlerinde olduğu gibi mimarîye dair hüküm ve
yorumlarında da batı dünyasına eğilmiş ve batı medeniyetinin ortaya koyduğu
mimarî eserler hakkında fikirler beyan etmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın batı mimarîsiyle teması, Avrupa seyahatlerinde
gördükleriyle İstanbul ve Anadolu’da kalan Bizans eserleri sayesindedir. İlk Avrupa
seyahatinin dönüşünde kaleme aldığı bir yazısında Tanpınar, Paris’te görme ve
inceleme fırsatı bulduğu binalardan şöyle bahseder:
“... Geldiğim günden beri bu katedral ile onun komşusu olan, o zarif
Sainte-Chapelle’den bir türlü ayrılamıyorum. Günde bir defa olsun
ikisinden birine uğruyorum. Sainte-Chapelle pek az tesadüf edilir cinsten bir
şark, bir Kandehar zümrüdü, bir Keşmir yakutu veya Yemen akiki kadar
Şark. Kemiksiz denilebilecek mimarîsinde şafak ışıklarından örülmüş bir
çadıra benziyor. Fransız tarihinin hemen üçte ikisinin, bilhassa Büyük
90 Tanpınar, E.D., s. 248.
341
İhtilâl’in en önde sahnelerinden biri olan koca adalet sarayının bir köşesinde
yapıldığı Saint Louis devrinden beri binbir gece sultanlarının yüzüğü gibi
parlıyor.”91
Tanpınar için Notre-Dame’ın güzelliği biraz da camlardan ve cam
işçiliğinden gelmektedir. Yazar doğu ve batı mimarîsinin ışıkla ilgili taraflarını
karşılaştırarak, batı mimarîsinin bu camcılık sanatı ve renkli camlar sayesinde ışığı
yakaladığını söyler:
“Pek az şey bu Ortaçağ camcılık sanatı kadar şaşırtıcı ve güzeldir.
Mücerreti seven şark, Allah’ı yazıda ararken, garp İncil’in bir suresinden
hareket ederek ışığı kendisinde aramış, onun kamaşmasında yaradılışın
mucizesini tekrarlamış. Pek az sanatta bu kadar rüya lezzeti ve nizamı
vardır. Işığın en ufak bir temasında her şey kökünden sarsılır ve göz için bir
musikidir başlar. Belki şarkın hazine dolusu mücevherleri ile yaptığı şeyi
Hristiyanlık dünyası bu renkli camlarla yapmış; tesir o kadar sürükleyici
oluyor ki buradaki camların Notre-Dame’daki heykel ve kabartmaların
büyük bir kısmı gibi, hemen yarısının sonradan, on dokuzuncu asırdaki
büyük tamirde yapıldığını bile insan bir müddet sonra hatırlamıyor.”92
Yazarın Notre-Dame’da dikkatini çeken cam güzelliği, 6 Nisan 1953’te
Paris’ten gönderdiği bir mektupta da karşımıza çıkmaktadır:
“Notre-Dame’ı, Saint Séverin’i bir akşam ışığında gezdim. Dün
sabah Abidin’le beraber Notre-Dame’a messe’e gittik. Fakat 10’da
gidemediğimiz için asıl messe’i kaybettik. Notre-Dame’ın içi, daha doğrusu
camları ve dışarıdaki heykeller harika. Fakat mimarînin kendisi! Mimarî
İstanbul’un mimarîsi. Bir bakışta kavranıyor. Sonra o genişlik, mesafe fikri,
91 Tanpınar , “Notre-Dame’da Başıboş Düşünceler”, Cumhuriyet, No: 10658, 31 Mart 1954; Y.G., s. 255-256. 92 A.e, s. 256.
342
nispet anlayışı. Burada mimarî hakikaten bir gemi. Notre-Dame büyük bir
gemi... Galiba tayyare zırhlılarıyla varabileceği son kemale varmış.”93
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın batı mimarîsi hakkındaki kısıtlı yazılarında, Türk
mimarîsinde olduğu gibi daha çok dinî cephelere, mabetlere dikkat söz konusudur.
Dolayısıyla yazarımızın hükümleri de daha ziyade dinî inanışlar zaviyesinden
olmuştur. Tanpınar, Notre-Dame’da Başıboş Düşünceler isimi yazısına, Saint-
Chapelle Kilisesi’den bahisle şöyle devam eder:
“... Fakat Saint-Chapelle küçücük ışık kafesiyle büyük katedralin
yanında ne olsa bir süs, bir oyun, şeffaf bir çekmece gibi kalıyor. Zaten
Bizans’tan gönderilen mukaddes bir hatıranın konması için yapılmış. Notre-
Dame öyle değil. O hakikî mânâsında taşa nakledilmiş nesiller rüyası. Çoğu
geceler onun etrafında dolaşmak, onun iman gemisinin ışığında yüzdüğünü,
yahut karanlıkta bir kadife parlatılır gibi hafif aydınlanmış cephesi, gece ile
daha hayalîleşen çatısı, saçaklarındaki ifritler ve heykel kabartmalarının
Kitab-ı Mukaddes mahşeriyle olduğu yerde bir denizaltı ormanı gibi
külçelendiğini görmek için dönüş yolumu değiştiriyorum.
Onun karşısında biraz da, eski halife saraylarında Hristiyan
bilginleriyle günlerce süren din ve kelâm münakaşaları yapan eski
Müslümanlara benzeyen bir hâlim var. Açıkçası Yeşil, Süleymaniye ve
Sultanahmet namına onda bazı kusurlar bulmak istiyorum. Fakat doğrusu şu
ki mimarî unsurdan gayrisinin bolluğundan, ışığın azlığından başka bir şey
de bulamıyorum. İçi çok dolu. Mimarî hacim kayboluyor. Biz mimarî hacmi
olduğu gibi muhafazayı iyi bilmişiz. Nesillerin dindarlığı garp mabetlerinin
içini fazla kaplamış.”94
Aynı yazının ilerleyen paragraflarında yazar, daha önce yaptığı gibi İstanbul
mimarîsi ile Paris mimarîsini karşılaştırır ve İstanbul’u mimarî bakımdan Paris’e faik 93 T.M., s. 65. 94 Tanpınar ,“Notre-Dame’da Başıboş Düşünceler”, Y.G., s. 255-256.
343
bulur. Bu bölümlerde ortaçağ mimarîsine övgü ve modern mimarîye eleştiri de söz
konusudur:
“İstanbul ve Boğaziçi mimarîsini - galiba bu sonuncusu bugün pek
az kaldı - tanıyan ve seven bir insan, Paris’te kolay kolay mağlûp olmaz.
Zaten Paris’te güzel olan, falan yahut filân şey değildir; sokağın, hakikî
Fransızlar kadar dünyanın dört köşesinden kalkmış gelmiş insanların
yarattığı hayatın kendisidir. Hülâsa şehrin umumî havasıdır. Mimarî olarak
on dördüncü ve on beşinci Louis devirlerinden kalan şeylerin çoğu, o
zamanın hakikî sanatı olan tiyatroyu, daha doğrusu onun belâgat tarafını
fazla benimsemişler. İsterseniz buna Güneş-Kral’ın saray teşrifatı da
diyebilirsiniz. Halbuki tiyatro, yalnız tiyatroda, teşrifat ise devrinde
yaşanırken güzeldir. On dokuzuncu asır ise, şimdi yani modern mimarîden
sonra daha iyi anlıyoruz, aşağı yukarı dünyanın her tarafında mimarîsizdir;
fakat Fransız ortaçağından kalan şeylerin hemen hepsi güzel, zarif ve
muhteşem.∗
Bu tepenizde alabildiğine yükseklere fırlatılmış kemerler, galeriler,
bu içi içe rüyalarımız gibi birbirinden doğan hendese, pilpayelerin kalın
kütlelerini bir hava fişeği dağılıyormuş gibi ışık cümbüşü yapan ve üstünüze
öyle dökülen bu narin ve muntazam çizgi demetleri, bu imkânsız dağılma ve
toplanmalar en cüretli, en sağlam mimarî nizamlarından biridir. Buna dalları
birbirine verilmiş büyük sonbahar asmaları gibi ve aynı renk ve meyva
cömertliğiyle uzanan cepheleri, onların daima yumuşak ve dantelâ işçiliğini
de ilâve ediniz.”95
Mimarînin doğu sanatlarında olduğu gibi batıda da belirleyici ve tesirli
yönünü vurgulayan Tanpınar, Hıristiyan batı dünyasının kendisini gotik mimarî ile
∗ Nitekim derslerinden birisinde Tanpınar, Yunan mimarîsini överken modern mimarîye de ağır bir eleştiride bulunmuştur: “Güvercinler insan olsalardı, Yunanlılar gibi bina yaparlardı. Ayılar insan olsalardı muhakkak ki bugünkü modern binaları yaparlardı.”, Tanpınar , E.D., s. 256. 95 A.e, s. 257.
344
bulduğunu söylemektedir. Musiki ve şiir, yazara göre mimarînin etkisinde tekâmül
etmiştir:
“Hristiyan garp, bilhassa gotik mimarî ile kendisini ikrar eder.
Bütün sanatları onun etrafında ve onun nizamı ile yoğrulur. Bu musiki
doğrudan doğruya onun malıdır.
........
Bir asır var ki Fransız şiir ve edebiyatı bu katedralin ve eşlerinin
etrafında döner.”96
İngiltere seyahati de Tanpınar’a Londra mimarîsini görme fırsatı vermiştir.
Yazar mektuplarında İngilizlerin dünya görüşlerinin, imparatorluk mirası
devralmaları sayesinde ‘büyüklük zevki’ etrafında oluştuğunu, mimarî anlayışlarının
da bu görüşe uygun olduğunu belirtmiştir:
“... İngiliz santimantalitesinin bir tarafını bu imparatorluk kaygısı
demeyeceğim, gururu yapıyor. Ona güveniyor, seviyor. Meşin gibi zencileri
o yüzden kucaklıyor. Bu imparatorluk zevki İngiltere’ye müthiş bir
büyüklük fikri vermiş. İngiliz, - hiç olmazsa bir zaman için - güzelden
ziyade büyüğü ve güzelleştiriciyi aramış. Bazen büyük, güzele yakın bir
tesir yapıyor: Trafalgar Meydanı’nda olduğu gibi. Tek bir sütun, tek bir
figür. Daha aşağıda dört yanda dört aslan. Geçen gece geç vakit, siste bu
meydandan yine geçtim. Galiba Colisée’de, gitmediğim Mısır’da ancak eşi
bulunur şeydi.”
97
Yazarın İngiliz mimarîsine dair söylediklerindeki bir noktaya dikkat çekmek
istiyoruz. Tanpınar, İngilizlerin mimarîde büyüklük endişelerinin güzellik endişesine
galip geldiğini söylemekte ve “Bazen büyük, güzele yakın bir tesir yapıyor”
şeklindeki cümlesiyle de büyüklüğün bazen güzellik hissine yakın bir tesir
96 A.e.,s. 257-258. 97 T.M., s. 126 -127.
345
yaptığını belirtmektedir. Bu cümleler, yazara göre büyüklükle güzelliğin bir araya
gelmesinin ve getirilmesinin zorluğunu ortaya koymaktadır. Fakat çalışmamızın
Türk Mimarîsi bölümündeki şu cümleler, Tanpınar’a göre Türk mimarîsinin
Sultanahmet Camii’nde bu iki özelliği yakaladığını göstermektedir:
“Bizim eski mimarîmizle ölçüşebilecek mimarî üslûbu azdır.
Çünkü cins mimarîdir. Hem tesalübleri çok derin, hem de uzuvlaşması çok
mantıkîdir. Sultanahmet, büyüklükle zarifi o derecede birleştirmiştir ki onun
yanında ne şahsî olmak, ne de onu taklit etmek kabildir.”98
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İngiliz mimarîsine dair menfî tavrı 4 Ağustos
1953’te Paris’ten Sabahattin Eyüboğlu’na yazılmış bir mektubunda da göze
çarpmaktadır. İngiliz mimarîsi için “taklit” ve “dehasız” kelimelerini sarf eden
Tanpınar, mektupta şunları söyler:
“Korsanlar serveti bastıkları yerden almışlar, taşımışlar, ganimet
getiremediklerini satın almışlar, satın alamadıklarını taklit etmişler. Ve en
dehasız şekilde... İngiltere mimarîsi bu taklit ve bir de aranjmandan
ibaret.”99
Mimarî için bir yerde “sanatların en muhteşemidir” diyen Tanpınar, bu
sanata, kullandığı malzemesi, zahmetsizce tadılması, birçok nesli aynı hisler
etrafında toplayabilme gücü gibi özellikleri dolayısıyla çok önem vermiş, deneme ve
makalelerinde, Beş Şehir’de şehir mimarîsine, millî zevk ve şuura, mimarîde atılan
hızlı adımlara dair birçok görüş bildirmiştir. Hâkim bir sanat olan ve diğer güzel
sanatları etkisi altına alan mimarîyi daha ziyade millî ve kültürel bir unsur olarak
değerlendiren Tanpınar, bu sanatı hem teknik hem de sosyolojik boyutlardan tahlil
etmiştir. Türk mimarîsi, bünyesinde ebediyet taşıyan, insanda azamet hissi
uyandıran, ölümü bizim için rahat bir uyku hâline getirebilen bir sanattır. Yeni elde
edilmiş topraklar da mimarî sayesinde Türk olur ve vatanlaşır. 98 “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Cumhuriyet, No: 8341, 6 Kasım 1947; Y.G., s. 200. 99 T. M., s. 251.
346
Mimar Sinan, Davut, Sedefkâr Mehmed Ağa gibi deha sahibi mimarlar da
Tanpınar’a rahat konuşma fırsatı verir ve yazar Türk mimarîsinin birçok yabancı
mimarîye üstün olduğunu söyler. Avrupa seyahatleri sayesinde Batı mimarîsini de
görme şansı yakalayan yazarımız, Batı mimarîsinin de dinî bir mahiyet taşıdığını ve
batı düşüncesinin mimarîde aksettiğini belirtir. Hatta Hıristriyan Batı dünyası
Tanpınar’a göre kendisini gotik mimarî ile bulmuş, musiki ve şiir, mimarînin
etkisinde tekâmül etmiştir.
347
BEŞİNCİ BÖLÜM
5. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE RESİM - MİNYATÜR
5.1. Resim
Resim, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yine ilgilendiği ve üzerine yazılar yazdığı
sanatlardan birisidir. Bizzat kendisi, bir mektubunda “Resim, musiki ile beraber en
güzel sanat. Yazık ki en kötü, sustuğu ve dejenere olduğu devirdeyiz.”1 demektedir.
Birol Emil, Tanpınar’ın Eserlerinde Adları Geçen Garblı Sanat ve Fikir Adamları
isimli makalesinde, yazarın eselerinde geçen ressam ve heykeltıraşları birlikte almış
ve 71 isim zikretmiştir.2 Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocalığının ve
Türkiye’deki resim faaliyetlerini yakından takip etmesinin yanında, Avrupa
seyahatlerinin de yazara resim hakkında bir bilgi ve zevk birikimi kattığı
muhakkaktır. Nitekim Ömer Faruk Akün bu konuda şunları söylemektedir:
“Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocalığı da, Ahmed Hamdi’ye
plâstik sanatların estetiği ve meseleleriyle çok yakından meşgûl olma
imkânını hazırlar. Onsa resme karşı daha önce Baudelaire ve Valéry yolu ile
uyanmış bir alâka mevcut ise de, bunu kesifleştiren ve süratle inkişaf ettiren,
asıl Akademi muhiti ve oradaki sanatkârlar ile kurduğu dostluklar olmuştur.
Bu suretle, resim ve diğer plâstik sanatlar onun düşünce konuları içine girer,
bundan sonra resim, bilhassa resim sergileri hakkında yazıları başlar.”3
1 T. M., s. 241. 2 Emil, a.g.e., s. 389-390. 3 Akün, a.y., s. 8. Bizim inceleme sahamıza girmemekle beraber, resmin, yazarımızın kendi sanat estetiğinde de etkili olduğuna işaret edelim. Antalyalı Genç Kıza Mektub’unda Tanpınar: “Bende asıl büyük tesir, Fransız şiirinden ve bu şiirin, Baudelaire - Mallarmé - Valéry kolundan geliyor. Fakat bu çizgi de tam değildir. Gérard de Nerval diye çok mühim bir Fransız şairini, Hoffman ve Edgar A. Poe, Faust’u ile Goethe’yi, Dede Efendi’yi, Mozart ve Beethoven’i, Bach’ı, sevdiğim Fransız ve İtalyan ressamlarını, Fransız “impressioniste” ressamların mühimmini, bazı modernlerin payını da ayırmak lâzımdır.” demektedir. Tanpınar’ın Mektupları, s. 274. Ayrıca bir dersinde de “... Yalnız bende musiki ve rüya çok tesirliydi. 1920’den itibaren resim de çok tesir etti.” demiştir. Alptekin, a.g.e., s. 41.
348
Ayrıca kendisini yakından tanıyan Mehmet Kaplan, yazarımızın “vizuel” bir
tip olduğunu, onda gizli bir ressam ruhu bulunduğunu ve gündelik hayatında resme
büyük oranda yer verdiğini belirterek şunları söyler:
“Tanpınar’da adeta gizli kalmış bir ressam vardır. Onun resme
düşkünlüğü aynı vizüel karakterinin bir neticesidir. Kendisinde bütün büyük
ressamların en güzel baskılı röprodüksiyonları vardı. Zaman zaman
bunlardan birinin eserlerini her tarafa yayarak hayranlıktan sarhoş, sergiler
açardı. En yakın dostları ressamlar ve heykeltıraşlardı.”4
Tanpınar’ın bu çok yakın ressam dostlarından bazıları şunlardır: “Bedri
Rahmi - Eren Eyüboğlu, Fahrünnisa Zeyd, Avni Arbaş, Zeki Faik İzer, Abidin Dino,
Nuri İyem, Aliye Berger.”5
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın resme uyanışında ve dikkatinin resim üzerinde
toplanmasında Baudelaire’in mutlak bir hissesi bulunduğuna işaret edelim. Tanpınar,
Varlık dergisindeki bir ankette kendisini anlatırken şunları söylemiştir:
“Yahya Kemal’den sonra ilk büyük keşfim Baudelaire oldu. .....
Resmi onun tesiriyle tatmaya başladım.”6
Tanpınar, iki Avrupa seyahatinin çok büyük bir kısmını resim sergilerine
ayırmış ve Ahmet Kutsi Tecer, Mehmet Kaplan ve özellikle Adalet Cimcoz’a bu
sergilerden, buralarda gördüğü resimlerden uzun uzun bahsetmiştir. Tanpınar,
Paris’teki Türk ressamlarla da sık sık görüşmüş, hatta bazı sergileri onlarla birlikte
gezmiştir. Yazar, Paris’e ilk seyahatinden [1953], Adalet ve Mehmet Ali Cimcoz’a
yazdığı bir mektupta şunları söyler:
“... Yalnız bol bol resim ve ressam gördüm. Resim galiba Paris’in en
satıhtaki tarafı. Müzeler hariç daha şimdiden otuz galeri gezdim. İki meşhur
4 Kaplan, a.g.e., s. 177-178. 5 Kolcu, a.g.e., s. 241. 6 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, Aralık 1951; Y.G., s. 306.
349
kritik tanıdım. Çinli, Japon, zenci, Cezayirli, Türk, Yunan, Fransız, İsveçli
veya İzlandalı belki yüz ressam ve heykeltıraşla karşılaştım. Oturduğum her
kahvenin önünden ellerinde tabloları alay alay gençler geçiyor.”7
Resmin Tanpınar için ne kadar önem taşıdığını, onun Resim ve Heykel
Müzesi’nin açılışı için yazdığı bir yazıda da net bir biçimde görmekteyiz. Resim,
millî tarafı da olan, topluma kendisini tanıma konusunda kaynaklık eden bir sanattır:
“Eserlerini bizden ziyade tesadüfün muhafaza ettiği diğer
ressamlarımız hakkında bilgi ve sevgimiz ise hakikaten acınacak bir
hâldedir. Halbuki bir tablo da, herhangi bir mimarî eseri, yahut bir şiir kitabı
gibi bir cemiyetin kendi kendini ikrar ettiği, kurduğu yüksek kıymetten
yaşamak kudretlerini aldığı kaynaklardandır.”8
Tanpınar’ın resme olan düşkünlüğü ve diğer sanatlar arasında ona yüksek bir
mevki vermesi Azra Erhat’ın 1954’te kendisiyle yaptığı bir röportajda da ortaya
çıkmaktadır. Yazara sevdiği sanatkârlar sorulmuş ve o da, şair veya romancı değil iki
ressamın ismini vermiştir. Aslında Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Yeni İstanbul’da
başlayacak tefrikası münasebetiyle yapılan bu röportajın sonu Tanpınar’ın resimdeki
ısrarı dolayısıyla, özellikle İspanyol ressam Y. Lucientes Goya ile şöyle son
bulmuştur:
“- Bugünlerde ne yalan söyleyeyim beni Brueghel ile Goya çok
yakaladı. Onlardan hemen hemen ayrılamıyorum. Goya, dinamit gibi bir
adam; Brueghel başka bir şey. İkisi de muazzam insanlar. Seyahatimde
onlara rastladıkça bayram yapıyordum. İspanya’da en sevdiğim şey Goyalar
oldu.
Hamdi Tanpınar masanın üstündeki bir Goya resmini bana
gösterdi.
7 T.M., s. 64.
350
- Siz gelmeden onunla meşgul oldum. Şu dinamizme bakın.
Goya fotoğrafından Goya albümüne geçtik. Hamdi Tanpınar,
romanı, hikâyeyi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü unutmuş gitmiş, Goya’yı
anlatıyordu.”9
Tanpınar’ın resim hakkındaki değerlendirmeleri, diğer sanatlarda olduğu
gibi, fikrî-edebî çok çeşitli eserlere dağılmıştır. Yazar, resimden ne anladığını bizzat
resme hasredilmiş yazılarla değil, dolaylı olarak verir. Bu değerlendirmeler, yazının
gidişatına göre biçimlenmiştir. Meselâ Tanpınar, bir yerde: “Resim her şeyden evvel
zekâya ait bir iştir.”10 derken bir başka yerde de işlenen konu icabı “Nuri İyem’in
tecrübeleri daha ihtiyatlı ve daha sağlam. O, resmin bir “dış âlem” meselesi
olduğunu unutmuyor”11 diyerek bu sanatın farklı özelliğine dikkat çekmiştir.
Resim Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre bir tecrübenin, bilgi ya da his
birikiminin bir sonucu olmalıdır. Resim, başından geçen olaylar ve gördükleri
sayesinde olgunlaşmış ve his, bilgi yönünden zenginleşmiş insanların kârıdır:
“ ... Hülâsa diğer sanatlarda olduğu gibi, resmin de olgun insanın,
şahsen yaşanmış tecrübelerin mahsulü olduğuna inananlardanım. Hele sanat
işlerinde ruh bekâreti, samimiyet, saflık filân gibi kelimeleri ömrüm
boyunca aklım almadı.”12
Resmin yazarımız için bir başka özelliği, tesadüfî olmaması, şuur ve dikkatle
meydana gelmesidir. Güzel sanatların hepsi için böyle düşündüğünü gördüğümüz
Tanpınar (nitekim yazarın şiir anlayışında da “şuurlu çalışma, uyanıklık” gibi
unsurlar vardır )”13 sanatın ve dolayısıyla resmin ciddiyetine inanır:
8 Tanpınar, “Resim ve Heykel Müzesi”, Cumhuriyet, No: 4932, 4 Şubat 1938; Y.G., s. 392. 9 “Ahmet Hamdi Tanpınar Yeni Eserini Anlatıyor”, Kon: Ayşe Nur (Azra Erhat), Yeni İstanbul, No: 1646, 19 Haziran 1954; M.S., s. 236. 10 Tanpınar, “Bir Resim Sergisinde”, Cumhuriyet, No: 7352, 7 Şubat 1945; Y.G., s. 414. 11 Tanpınar, “İki Mühim Sergi”, Cumhuriyet, No:, 10160, 13 Kasım 1952; Y.G., s. 441. 12 Tanpınar , “Çocuk ve Resim”, Cumhuriyet, No: 10064, 6 Ağustos 1952; Y.G., s. 451. 13 T.M., s. 274.
351
“Sanat zannedildiğinden çok ciddî bir iştir. Bir mısra bütün bir
kâinattır. Onu bilerek yapan, hele o mısrada elde ettiklerini ikinci ve
üçüncüsünde o kadar değişik ve birincisine uygun bir şekilde devam
ettirebilen adam, daima insanların en büyüğü ve mucizelisidir. Resim,
musiki, mimarî, heykel için de bu böyledir.”14
Resmin diğer sanatlarla ilişkisi problemi Tanpınar’ın resimle ilgili
mülâhazalarının çok büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Yazar, resimden ne
anladığını, resmin ne kadar etkili bir sanat kolu olduğunu çok defa diğer güzel
sanatlarla birlikte işlerken ortaya koyar.
Ahmet Hamdi Tanpınar, sanatların tedahülüne inanan bir yazardır. Ona göre
yeni devirde resim, nesri etkilemiş bir sanattır. Bu da göstermektedir ki resim,
Tanpınar’a göre müessir bir sanat koludur:
“Garpta muhtelif milletlere ait nesrin XVIII. asırdan beri yaptığı
inkişafta resmin hissesini ayırmak ne kadar faydalı bir tetkik mevzuu
olacaktır. Denebilir ki, yeni devirde edebiyat, resmin peşinde giderek tabiatı
fethetmiştir. Deniz, dağ, orman, geniş tabiat manzaraları, hayvanlar, çoğu
evvelâ resimde başlar. XIX. asırdaki edebî realizmden çok evvel, XVII
ve XVII. asırların hatta XVI. asrın - bazı İspanyollarda, “genre” tablolarını
hatırlamalıdır. XVIII. asırda başlayan resim tenkidinin Fransız nesrinin
eşya ve gündelik hayat tasvirleri ile zenginleşmesinde büyük hissesi
olmuştur. Tabloyu anlatırken eşyayı, tabiatı, hatta havayı yani konuşan,
gülen, eğlenen, müşterek veya birbirine zıt hareketlerle birleşmiş insanların
etrafında ve üzerinde bu hareketin akislerini bulmuştur. Bu tesiri anlamak
için, büyük Fransız romancılarından çoğunun resim tenkidi yaptığını, yahut
resimle alâkadar olduğunu düşünmek kâfidir.”15
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu satırlardan sonra Hugo, Goethe, Théophile
Gautier, Stendhal, Balzac ve Zola gibi romancıların resim tenkidi yaptıklarını, 14 Tanpınar, “Çocuk Dünyası”, Cumhuriyet, No: 12013, 4 Ocak 1958; Y.G., s. 455. 15 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Dair Notlar”, Ulus, No: 8018, 27 Sonteşrin 1943; E.Ü.M., s. 65-66.
352
eserlerinde resimden faydalandıklarını ve resmi modern edebiyat için vazgeçilmez
gördüklerini söz konusu ederek yazısına devam eder.
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde de yazar, yukarıdaki görüşlerine paralel
bir şekilde sanatların birbirlerine etkilerini, bir sanatın başarılarının ya da
kabiliyetlerinin diğer sanatların yolunu açtığını belirtmektedir. Resim sanatı da
romanın yolunu açmış, onun görsel etkisi romancıların tasvir güçlerini artırmıştır.
Tanpınar’a göre Balzac’ın tasvirdeki başarısında, kendisinden önceki resim
faaliyetlerinin hissesi vardır:
“Her medeniyette sanatlar birbirlerine tesir ederler. Birinin kazancı
öbürünün ufku olur ve böylece kültür tamamlanır, insanın zihnî terbiyesi
teşekkül eder. Eski şiirimizde minyatür, yazı ve çini sanatlarının tesirini
görmemek kabil değildir. Bazan hendesî, daima mücerret ve mücerrede
kaçmağa hazır bir palet edebiyata yardım eder. Garp sanatı da böyle idi.
Bilhassa XIX. asır romanında Balzac’la beraber başlayan resim tesiri
görmemek imkânsızdır. Balzac büyük bir portrecidir, Balzac ev içi
anlatmalarında emsalsizdir. Fakat Balzac’tan evvel, garp resim ustaları
asırlarca portre çizmiş ve hatta dinî tablolarda bile ev içi resimleri yapmıştır.
Balzac, sanatının sırrını ifşa etmese bile, meselâ «Mutlak Peşinde»yi
okuyanlar onun Hollanda ve Flaman resmine neler borçlu olduğunu
görürler. Bu alış veriş büyük romancının birçok eserlerinde derhâl görülür.
Balzac gördüğü şeyler için «depoya atalım!» derken resmin terbiye ettiği bir
hafızanın imkânlarıyla konuşuyordu.”16
Tanpınar’a göre nesir, resme yaklaşmalı, nâsirler anlattıklarını insanların
gözleri önünde canlandırmalıdır. Bizim eski nesrimizin resme erişmediğini söyleyen
Tanpınar, Evliya Çelebi’nin tasvirlerini de yoğun yaşama hissine bağlamıştır:
“Eski nesir, hakikî ve büyük mânâsında resme hiçbir zaman
erişmemiştir. Bununla beraber daima çok canlı bir pitoresk zevkini
muhafaza etmiştir. Sokağı, meydanı, bayram yerini, isyan eden orduyu veya
16 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 296.
353
herhangi bir merasimi anlatırken bunlar daima renkli, daima hareketin
duygusuna sahiptir. Evliya Çelebi’de ise bu tasvir zevki bir nevi kesif
yaşama duygusuyla beraber yürür.”17
Tanpınar, bir başka eserinde, eski nesrin resimden faydalanmamasını, resmin
eski nesrimize hiç etki etmeyişini yukarıdaki paragrafın ilk cümlesini teyit eder
mahiyette bir değerlendirmeyle söz konusu eder ve bu yolla kendisinin resimden ne
anladığını, bir plâstik sanat olarak resmin ne olduğunu ortaya koyar. Resim ona göre,
heykeltıraşlıkla birlikte insanın bakış açısını genişletir, dünyaya ve insana daha
dikkatli ve duyarlı bakmasını öğretir, baktığı nesnenin renk, boyut gibi özelliklerini
yakalama şansı verir, gerçeklik duygusu, oran ve denge tecrübesi katar. Bütün bu
özelliklerle sanatkâr ya da genel anlamda insan, eşya ve varlık ile temasını
derinleştirir.18 Edebiyatımızın bu noksanını söz sanatlarıyla doldurmaya çalışması,
yazara göre söz konusu hassalardan mahrum oluşudur:
“Eski nesri boğan söz sanatları iptilâsının mühim bir sebebi de
şüphesiz ki başka dillerde plâstik sanatlardan ve resimden gelen terbiyeden,
onların insana açtığı sarih görüş imkânından mahrum oluşudur. Burada edebî
eserin her kültürde diğer sanatlara takaddüm ettiği hakikatini unutmuş
değiliz. Ancak muayyen bir gelişme devrinden sonra diğer sanatlardaki
çalışmaların, dilin ve insanın üzerindeki tesirin yokluğundan bahsetmek
istiyoruz. Çizginin, resmin, heykeltıraşînin yani rengin ve hacmin
tecrübesinden geçmemiş, reel müşahedesinin nizamını ve nispet fikrini
bunlarda denememiş ve bunların tecrit terbiyesini almamış bir edebiyatta, ve
bilhassa nesirde, elbette ki eşya ve dış dünya ile temas çok sathî kalacaktı.
17 Tanpınar, “Evliya Çelebi”, Cumhuriyet, No: 6395, 6 Haziran 1942; E.Ü.M., s. 167.
Tanpınar’ın Cumhuriyet gazetesinin 6 Haziran 1942 tarihli nüshasında neşredilen bu yazısı, evinde bulunan müsveddeyle farklılık göstermektedir. İktibas ettiğimiz paragrafın ilk cümlesinden sonra müsveddede “Eski müverrihlerimizin en güzel tarafları nesrin hemen hemen tarihten ibaret olduğu bu devirde...” şeklinde yarım bir cümle yer alırken bir sonraki cümlede geçen “bunlar” kelimesi gazeteye verilirken kaldırılmıştır. Ayrıca aynı cümlenin sonunda yer alan “kesif” kelimesi müsveddede “keskin” şeklindedir. Bkz., a.y., s. 167. 18 Tanpınar Eren Eyüboğlu’nun Sanatı isimli yazısına “Eren Eyüboğlu’nun sergisini gördüğüm ve bilhassa Bursa’yı başka bir havada onunla ve tekrar onun gözüyle tattığım için mesudum.” cümlesiyle son verir. “Eren Eyüboğlu’nun Sanatı, Ulus, No: 9099, 16 Kasım 1946; Y.G., s. 426.
354
Yahya Kemal, nesir ve resim bulunsaydı kültürümüz başka şekil alırdı der ki
çok yerinde bir mütalâadır.”19
Resim-şiir ilişkileri de Tanpınar’a göre çok sıkıdır ve resmin şiire de tesirleri
söz konusudur. Yazar bir röportajda artık şiire musikidense resmin daha çok etki
ettiğini söyler:
“Garip değil midir, polemiği doğrudan doğruya mevzu alan eserler
müstesna, bugün şiirde hemen hemen dünya için - şüphesiz köşemden ve
imkânlarımla tanıdığım kadarı için söylüyorum - musikinin yerini,
yardımcı nizam olarak resim alıyor. Bu suretle halk ifadesinin, türkülerin,
hülâsa Dickens’in bir cümlesini kastederek ondan bahsederken büyük bir
münekkidin dediği gibi sokağın anahtarının yanı başında bu resim unsuru
giriyor.”20
Yazar, eski şiirimize dair bir mülâhazasında bu şiirin tabiatı ve eşyayı dağınık
unsurlar hâlinde ve mazmun için kullandığını, aslında batı edebiyatlarında gerçek
resmin tabiatın keşfinde büyük bir pay sahibi olduğunu söylemektedir:
“... Eski şiir, uzun mazisinde bu kapıyı birkaç defa kuvvetle
zorlamış, fakat tek başına kaldığı için bir türlü aşamamıştı. Hakikatte tabiat
ve eşyayı muhayyilemize ve duyularımıza hakkıyla mâl etmek muayyen bir
tecrübe isterdi. Garp dilleri ve edebiyatları bu tecrübeyi resim ve heykel gibi
büyük ve eski sanatların terbiyesiyle elde etmişlerdi. Kaldı ki garp
medeniyetinin kaynak kültürleri bu terbiyeyi onlara ayrıca hazır olarak
veriyordu.”21
19 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 33.
Yahya Kemal’in bu husustaki görüşünün özeti şudur: “Milliyetimizi kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: “Resimsizlik ve nesirsizlik... (Bu) iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimiz bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.”, “Resimsizlik ve Nesirsizlik”, Edebiyata Dair, 4. bs, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 1997, s. 69. 20 “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum”, Kon: Vahap Sıtkı, Varlık, No: 139, 1 Şubat 1947; Y.G., s. 288. 21 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 273.
355
Resmin şiire etkisinin bir başka cephesi de şaire bir bütünlük fikrini
aşılamasıdır:
“Fikret’te şair muhayyilesi, tıpkı Halid Ziya’nın nesrinde olduğu
gibi ressam atölyesiyle beraber yürür. Onun kendisini büsbütün hitabete terk
etmediği manzumelerde daima tablo estetiği hâkimdir. Böylece Türk
şiirinde eski teksif edilmiş beyit bütünlüğünün yanında, manzumeye ait yeni
bir bütünlük fikri peydahlanır.”22
Tanpınar, Nedim’den bahsederken “Nedim’de ise geniş tabiata bir pencere
açılmış gibi, kısa bir an için olsa da, yer yer büyük resmin hususîliğini veren şeylere,
mesafeye, genişlik hissine, üç buut vehmine çıkarız”23 ve Ahmet Haşim’den
bahsederken de “Birer impressionist resim etütlerine benzeyen bu şiirlerde Haşim,
eşyadaki gizli mutabakatları yakalayan, tabiatın cevherini sızdıran bir şairdir.”24 der
ve resim sanatının kendisi için önemli olan yönlerini ortaya koyar.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin hemen bütün
şairlerinde resim etkisi bulunduğunu ve artık şiire bir göz zevkinin hâkim olduğunu
düşünmektedir:
“... Filhakika 1940’tan sonra yetişen gençlerin çoğunun şiirinde
herhangi bir ritm endişesine rastlamak mümkün değildir. Bütün anti-
intellectualisme’ine rağmen bir tarafıyla çok zihnî (cérèbral) olan bu şiire
daha ziyade göz hâkim olacaktır. Bilhassa 1930’dan itibaren çok genişleyen,
sırasıyla D Grubu, Tavanarası ressamları, 10’lar gibi teşekkülleri doğuran
resim hareketi, mekteplerde resim öğretiminin yer alması, Türk şiirini
modern resmin birçok hususiyetlerine açmıştır. Modern resmin zenginliği,
abstraction’u, çok defa ihsasta kalmaktan hoşlanan ve yalnız ânı yaşamakla
22 A.e., s. 275. 23 Tanpınar, “Nedim’e Dair Bazı Düşünceler”, Ülkü, No: 53, 1 Birincikânun 1943; E.Ü.M., s. 174. 24 Tanpınar, “Ahmet Haşim’e Dair”, Mülkiye Mecmuası, No: 27, Haziran 1933; E.Ü.M., s. 296.
356
iktifa eden genç şairlere kolaylıkla benimseyecekleri bir zevk
hazırlıyordu.”25
Yazarın bu ifadeleri, resmin şiire etkisini göstermesi bakımından çalışmamız
için mühimdir. Tanpınar’ın, Ahmet Muhip Dranas’ın eserlerinde de resim tesirleri
tespit ettiğine işaret edelim :
“Türk şiirinde daima tesirini göreceğimiz modern resim, bu şaire
ilhamında yardım eder.”26
Resim-şiir ilişkisinin bir başka cephesi de resimde görülen şiirsel
özelliklerdir. Yani bu ilişki tek taraflı değildir. Tanpınar, Eren Eyüboğlu’nun
eserlerinde şiirin etkilerini görür ve şunları söyler:
“Bir taraftan insanı adeta dışarda bırakan, yahut ona çalıştığı hissini
veren bir nevi organik, hatta abidevî nizamla, belki de teknikle ve mâfevk
ile uğraşa uğraşa kendiliğinden doğan, oldukça sert bir şiir. Eren’i,
klâsikleşmiş kadın teklâkkisinin istediği o yumuşak hislerde bir kere bile
yakalamak kabil değildir. Fakat bir dağ rüzgârı gibi bu sert şiir daima onda
vardı.
İşte bu sefer terazinin birinci gözü galebe çalmış görünüyor. Eren,
fırça ve paletini - epeyce değişik notlar ve yeniliklerle - daha ziyade inşa ve
salâbete vermiş gibi.”27
Resmin, nesir ve şiir yanında mimarîye de tesiri söz konusudur. Mimarî
eserlerinde de resmin özelliklerini görmek mümkündür. Yazar, Türk mimarîsinin 17.
asırdan sonraki örneklerinde resimden gelen bazı tesirler tespit etmiştir:
“On yedinci asırdan itibaren Türk sanatlarında aşikâr bir şekilde
resim ve heykel tesirlerine doğru gidişin neticelerinden biri bu olsa gerektir.
25 “Türk Edebiyatında Cereyanlar”, Yeni Türkiye, İstanbul, Türk-Amerikan Üniversiteliler Derneği Yayınları, 1959; E.Ü.M., s. 119. 26 A.e., s. 116 27 Tanpınar, “Eren Eyüboğlu’nun Sergisi, Cumhuriyet, No: 9595, 18 Nisan 1951; Y.G., 428.
357
Böylece bir taraftan küçük âbidelerde düz çizgiler yerine gölge ve ışık
oyunlarına çok müsait kavisli şekiller aranırken, diğer taraftan da rengin
oyunu girmiş oluyordu.”28
Tanpınar resmi, musikiyle birlikte de düşünmüş ya da bazı bestelerde
pitoresk özellikler görmüştür. Yazar, İsmail Dede Efendi’yi ve icra ettiği musikiyi
anlatırken resimden faydalanır ve Dede Efendi’nin musikisini resim ve peyzaj olarak
mülâhaza eder:
“Itrî’nin Na’t-ı Mevlânâ’sı ile Dede’nin herhangi bir âyinini
beraberce dinleyiniz, celî yazıdan büyük resme ve peyzaja geçtiğinizi
hissedersiniz.
Dede’nin bazı bestelerinde Boğaz ve İstanbul peyzajı bazı büyük
mücevherlerde ve kıymetli taşlarda yüz binlerce sene evvelki oluş devrinden
kalmış filigranlar gibi parlar.”29
17. asırda resmin baskın bir sanat olduğunu ve diğer sanatları etkilediğini
söyleyen Tanpınar, 19. asırda bu etkileyiciliğin musikiye geçtiğini ve resmin artık
musikiden etkilendiğini söyler. Bu da göstermektedir ki yazarımıza göre resim bazen
diğer sanatların tesiri altında kalabilen bir sanattır:
“Sade şiirde ve ondan çok ayrı bir saha olan edebiyatta değil, resim
ve heykelde dahi bu tesir vardır. Bu asır sanatlarının, iyi ve bozucu,
geçirdikleri her maceradan az çok musiki mesuldür.”30
Tanpınar, Ferruh Başağa’nın resimlerinde de musiki tesirleri görmüş ve resim
sanatının, “musikinin nizamına” girebileceğini belirtmiştir:
28 Tanpınar, “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, 1953; Y.G., s. 157. 29 Tanpınar, B. Ş., s. 96. Nüsha farkı: Bu paragraf ilk baskıda yoktur. Bkz: B.Ş, Haz: Andı, s 271. 30 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, Aralık 1951; Y.G., s. 307.
358
“Diyebilirim ki Ferruh musikinin nizamını kabul etmiş. Hatta
musikişinas doğabilirdi de. O resmi bir “ikameler” sanatı yapmak istiyor.”31
Dikkat edilirse Tanpınar, resmi genel olarak diğer sanatlara tesir eden ve
onlardan etkilenen yönleriyle söz konusu etmiş ve bu sanat için daha ziyade
“terbiye” kelimesini kullanmıştır. Yani Tanpınar’a göre resim, gözü terbiye eden,
ona bakma ve görme melekesi kazandıran bir sanattır. Nitekim derslerinden birisinde
de yazar, resim için “gözün istiklâlidir” demiştir:
“Biz asırlarla resim sanatını külliyen lüzumsuz addettik. Resim,
gözün istiklâlidir; fotoğraf, bir zaman realiteyi, anları yakaladı; sonra renkli
sinema çıktı; binlerce tabloyu bir araya getirdi.”32
Resim ve Heykel Müzesi’nin açılışıyla birlikte Türkiye’de resim
faaliyetlerinin artacağını söylediği bir yazısında da Tanpınar, bu sanatın insana
kazandırdıkları hakkında da benzer ifadeler kullanmıştır:
“Resmin memlekette kökleşmesi diyebileceğimiz bu temastan pek
haklı olarak birçok şeyler bekleyebiliriz. Bunların başında yeni yetişen
nesilde göz terbiyesinin ve zevkinin inkişafı gelir.”33
Resim-İslâm meselesi ya da bizde Avrupalı anlamda resmin teşekkül
etmemesinin İslâm’la ilgili sebepleri Tanpınar’ın resim mülâhazalarının mühim bir
cephesidir. Yazar, bu konu hakkında bazen net fikirler beyan etmekte bazen de kabul
edilmiş görüşlere itiraz etmektedir. Bilindiği gibi Tanpınar’ın en açık ve doğrudan
ifade edilmiş fikirleri onun derslerindeki konuşmalarındadır. Bir dersinde
Müslümanlığın dile ait sanatlara önem verdiğini, tasvir içeren sanatlarınsa
31 Tanpınar, “İki Mühim Sergi”, Cumhuriyet, No: 10160, 13 Kasım 1952; Y.G., s. 442. Tanpınar’ın burada “ikame” kelimesini kullanması tesadüfî değildir. Yazar, çalışmamızın musiki kısmında da incelediğimiz gibi, musikinin “ikame” esasına dayandığını belirtmiştir: “Musiki, hafızanın kanunları ile birlikte gider; bir ikame sanatıdır.” Tanpınar, E.D., s. 101. 32 Tanpınar, E.D., s. 208. 33 Tanpınar, “Resim ve Heykel Müzesi”, Cumhuriyet, No: 4932, 4 Şubat 1938, Y.G., s. 393.
359
reddedildiğini belirten Tanpınar, İslâmî toplumlarda insanın bir mesele gibi ele
alınmadığını söyler. Resmin gelişmeyişi biraz da bununla ilgilidir:
“... Kısaca Müslümanlıkta şiire ve dile ait sanatlar kabul edildi de
tasvirî sanatlar kabul edilmedi. Demek ki:
1. Güzel sanatların bir kısmı yok;
2. Mücerrede gidiliyor;
3. Dil hâkim oluyor;
4. İnsan meselesizdir. İbadette de mesele yoktur. Bunun için
tiyatro, resim, heykel yoktur.”34
Tanpınar, bizde resmin teşekkül etmemesinin bir sebebini de dile fazla önem
verilmesi, varlığı dille anlatma ya da tasvir etme olarak gösterir. Bu yazara göre iki
taraflı bir ilişkidir. Resmin olmayışı sanatkârı dilde mükemmelleşmeye itmiş, dilde
yakalanan mükemmellik ve dilin tasvir gücünü geliştirme de resmi gereksiz
kılmıştır:
“Bizde resim dille yapıldığı için belki de resim çığırı
açılmamıştır.”35
Tanpınar’ın İslâm-resim ilişkisine dair bir görüşü daha vardır ki bu, daha
önce söylediklerinden biraz farklıdır. Yani yazar, resmin İslâm tarafından
yasaklandığı şeklindeki yaygın görüşe pek katılmamakta, bunun artık tartışılan bir
mevzu hâline geldiğini belirtmektedir:
“Eski sanatlarımızın bazılarının yarım kalmasına ve bazı sanatların -
resim ve heykel gibi - hiç inkişaf etmemesine İslâmî akidenin sebep olduğu
34 Tanpınar, E.D., s. 62-63. 35 A.e., s. 282.
360
söylenir. Bugün yeni baştan ve haklı bir surette münakaşa sahasına giren bu
hükmün üzerinde duracak değilim....” 36
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem fikrî, hem edebî birçok eserinde karşımıza
çıkan bir öğe olarak resmin, özellikle tanınmış eserlerin bir benzetme unsuru olarak
kullanıldığına dikkat çekelim. Yazar, anlatmak istediği mevzuu, çok zaman resim
sanatından verdiği örneklerle açmakta veya herhangi bir manzarayı daha önce
gördüğü resimler sayesinde yakalamaktadır. Tanpınar, Erzurum’da tanıdığı insanları
ve onların savaş, kıtlık ve sefalet yüzünden ilginç şekiller alan yüzlerini tasvir
ederken Goya’nın resimlerini söz konusu eder. Bu yüzler, Tanpınar’ın, Goya’nın
duvar resimlerinde benzerlerini göreceği yüzlerdir:
“... Pek az şey bu kadar acıklı ve güzel olabilirdi. Çünkü harbin,
bakımsızlığın, yüklü ırsiyetlerin yiyip tükettiği bu çehrelerde, sonradan
tanıdığım ve o kadar sevdiğim Goya’nın o zalim fresklerinde eşini
görebileceğimiz bir hâl vardı; bir hâl ki açıktan açığa karikatüre ve hicve
gidiyordu.”37
Tanpınar eser ya da şahsiyet tenkitlerinde de batı resmini söz konusu etmiş ve
onu benzetilen öğe olarak kullanmıştır. Yazar, İlk dönem Türk romanında işlenen
esaret meselesini açıklarken sözü Aşk-ı Memnu’ya ve Beşir isimli uşağa getirerek
onun romandaki yerini Rönesans devrinde yapılan resimlerdeki yüzlere benzetir:
“Aşk-ı Memnu’nun Beşir’i, bu romanın Boğaziçi feerisinde, tıpkı
bazı Rönesans tablolarındaki egzotik çehreler gibi görünür. Hiçbir şey, onun
bu romanda ölüşü kadar mânâlı olamaz.”38
Tanpınar’ın bu tavrına bir başka örnek de İntibah ve onun iki kadın
kahramanıdır. Mehpeyker ve Dilâşub’un romanda ve Ali Bey’in hayatındaki
rollerini, yerlerini araştıran yazar, Dilâşub’un gerçek bir şahsiyet olmadığını,
36 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Ait Notlar I”, Ulus, No: 7951, 19 Eylül 1943; E.Ü.M., s. 60. 37 Tanpınar, B.Ş., s. 177. 38 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 292.
361
kendisine has hiçbir özellik taşımadığını, romandaki yerinin ancak kötü kadın
Mehpeyker’in karşısında çıkarılacak uslu kadın olduğunu söyledikten sonra aslında
Mehpeyker’le Dilâşub’un birbirlerine yakın olduklarını belirtir. Bu zıt durumların
ahengi Tanpınar’a hemen bir batı resmini hatırlatır veya yazar durumu daha iyi
özetlemek için bir tabloyu örnek gösterir:
“ Dilâşub’da - bütün çehre ayrılıklarına rağmen - Mehpeyker’in
devamından başka bir şey göremezsiniz. Bu hemen hemen Titien’in gençlik
tablosundaki ilahî aşkla maddî aşk antitezi gibi bir şeydir.”39
Tanpınar, Yahya Kemal’in Kadri’ye Gazel isimli eserinin bir beytinde
yakaladığı ışık ve aydınlığı Turner’in tablolarına benzetmektedir:
“...... Bu beyitlerin birincisinde içten gelen aydınlığın kâinatı
sarması ve zaptetmesi bizi devamlı bir şafak manzarası veya yeniden doğuş,
daha iyisi ölüş karşısında bırakır. Beytin hareketi, Turner’in tablolarını
hatırlatan ışığın dinamizmi, söylemeye hiç hacet yok ki sadece deyiş
tarzıyla yenidir.40
Tanpınar, edebî eserlerinde batı resmini bir tartışma zemini olarak değil,
fikrî eserlerdeki gibi genel olarak benzetilen unsur olarak kullanmıştır. Tartışma
zemini deyişimizden maksat, batı resminin herhangi bir eski-yeni, doğu-batı
karşılaştırmasında bir değer olarak kullanılmamasıdır. Daha önce de görüldüğü gibi
meselâ musiki, Tanpınar için tam bir tartışma konusudur. Doğu-batı arasında bir
kararsızlık yaşayan Türk aydının ıstırabını en iyi veren unsurlardan birisi musiki ya
da musikideki zevk değişimleridir. Musiki, romanlarda tartışma zemini olarak
kullanılmışken resmin böyle bir görevi olmamıştır. Resim, fikrî eserlerdeki gibi daha
çok benzetme öğesi olarak geçmiş, Tanpınar gördüğü batılı resimlerden örnekler
39 A.e., s. 403. 40 Tanpınar, Y.K., s. 140.
Ahmet Hamdi Tanpınar, hatıralarında da ışık ve aydınlığı tasvir ederken Turner’ın eserlerini zikreder: “Bu sabah dünyanın en güzel saatlerinden biri. İstanbul yine Turner’di.”, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hatıraları’ndan”, A.e., s. 171.
362
vererek, anlatmak istediği durum ya da hadiseyi okuyucusunun zihninde daha iyi
canlandırmaya çalışmıştır. Yazarın batı resmini en çok kullandığı eseri Huzur’dur.
Batılı resmin Huzur’da bu şekilde yer alışına bakıldığında şu örnekler
karşımıza çıkmaktadır:
Mümtaz’ın annesiyle A.’ya gelişleri ve buradaki hayatın tasvirlerinde
Tanpınar, limandaki hızlı hayatı ve pencerelerden bakan kadınların meraklı
bakışlarını “fütürist tablo”lara benzetmektedir:
“Her gün bir iki vapur ve bir yığın deve ve mekkârenin taşıdığı
yükler, yolcular, evlerinin karşısındaki otelin önüne indiriliyor, denkler
açılıyor, tekrar yükleniyor, çivileniyor, tahta sandıklara maden kuşaklar
vuruluyor, yolcular kapının önündeki iskemlelere oturup konuşuyorlar,
pencerelerden bir fütürist tablo gibi sade göz, sade kulak ve tecessüs, yahut
arzulu kadın başları uzanıyor......”41
Yazarın tabiat tasvirlerinde de batılı resme başvurduğu gözer çarpmaktadır.
Gurup vaktinde Üsküdar’ın aldığı ışık ve kazandığı renkler yazarımıza primitif
üslûpla yapılmış tabloları hatırlatmaktadır:
“... Bazen bu bakır levhalar suyun üstünde yüzüyor, adeta mücevher
sallar yapıyor, bazen de primitif ressamlarda, mağfiretin timsali ışığın
kaynaştığı derinlikler gibi hasretle, bir hakikate yükseliş arzusu ile dolu,
büyük ve kıpkırmızı uçurumlar açıyordu.” (s. 107)
Emirgân’da geçirilmiş bir günün sonunda da, Mümtaz’la Nuran’ın Boğaz’ın
dalgalarında gördükleri ışık ve renk, yine bir ressamın eserinden verilen örnekle
tasvir edilir:
“Ne Mümtaz, ne Nuran o akşam ikide bir kabaran dalgaların lâcivert
rengini başka zaman gördüklerini pek hatırlıyorlardı. Bu lâcivert rengi,
41 Tanpınar, Huzur, s. 29.
363
sanki bir Fra Angelico tablosu hazırlanıyormuş gibi koyu yaldız ve
mücevher tozu ile birleştiren son bir dalga, hakikaten bu ressamın ve ona
eşit velilerin ruhlarındaki mağfiret tufanı gibi ışık içinde bir dalga, onları
Kanlıca iskelesine adeta fırlattı.” (s. 202)
Tabiattaki ışık, gölge ve renk, romanın sonlarında da batılı bir ressamın
eserlerinden verilen bir örnekle anlatılmıştır:
“Yalnız ta ileride, caddeye çıktığı noktadan caddenin biter gibi
göründüğü dirseğinde birkaç tramvay amelesinin teşkil ettiği bir grup, gece
içinde daha keskin görülen pembesi üstün eflâtunî bir aydınlığın üstüne
eğilmişler, insana ister istemez Rambrandt'ın tablolarını hatırlatan bir gölge
ve ışık oyunu içinde rayları tamir ediyorlardı.” (s. 346)
Bilindiği gibi Huzur, millî ve kültürel meselelerin tartışıldığı bir roman
olduğu kadar, İstanbul fonunda başlayan, filizlenen ve neticelenen bir aşkın
romanıdır ve söz konusu aşkın iki kahramanı Nuran ve Mümtaz’dır. Mümtaz’ın
hayatı Nuran’la birlikte birden zenginleşir ve artık Boğaziçi, musiki hatta Türk tarihi
onun gözünde yeni boyutlar kazanır. Mümtaz’ın eşyaya, sanata ve tarihe bakışı,
Nuran’la birlikte değişmeler gösterir. Nuran’ın Mümtaz üzerindeki bu yapıcı etkisi
bir yana, Mümtaz’ın gözünde ve muhayyilesindeki Nuran’lar da sürekli
değişmektedir. Mümtaz’a, değişik çehrelerini gösteren birçok Nuran’lar vardır.42 Söz
konusu çehrelerden birisi de Renoir’in Okuyan Kadın isimli tablosundaki kadına
benzemektedir, hatta Mümtaz’ın muhayyilesi bir adım daha ileriye giderek Renoir’in
eserindeki benzerliği yine resme, Venedik ressamlarının eserlerine vardırır:
42 Bu noktada, Huzur’un kitap olarak hiçbir baskısında olmayan fakat tefrikada yer alan bir cümleye dikkat çekmekte fayda vardır. Bizim kullandığımız 2004 baskısının 170. sayfasında yer alan “... birçok Nuran'lar vardır ki, bir yığın benzetişle asırlar tecrübeleri arasından, eşlerini beraberlerinde Mümtaz'ın muhayyilesine getirirlerdi.” şeklinde biten cümle, tefrika metninde “... birçok Nuran’lar vardır ki Mümtaz biraz da istemeden, hatta çok defa düşünmeden sevdiği ressamlarda benzerlerini bulurdu.” (Huzur, s. 405) olarak yer almıştır. Değiştirilen bu cümle de göstermektedir ki Mümtaz’ın sevgilisine bakışında batılı ressamların etkisi vardır, ya da en azından Nuran, Mümtaz’ın muhayyilesinde bu resimlerle özdeşleşmiştir.
364
“Sevgilisinin, gündelik hayatın her safhasında, duruşu, kıyafeti,
aşkta değişen çehresi ile sanatın ölmez aynasına kendinden evvel geçenleri
ona adeta hayranlığını ve sahip olma lezzetlerini bir kat daha; ve belki de
ıstıraplı bir şekilde hatırlatan bir yığın çehresi vardı. Renoir'in Okuyan
Kadın'ı bunlardan biriydi. Tepeden gelen ve saçları bir altın filizi gibi
tutuşturan ışığın altında, koyu neftî zeminle, elbisesinin siyahı ve boynu
örten pembe tül arasından bir gül topluluğu ile fışkıran bu sarışın rüya,
çehrenin tatlı sükuneti, gözlerin kapalı çizgisi, çenenin küçük bir toplulukta
birden bitişi, dudakların tatlı, adeta besleyici tebessümü gibi bir yığın
benzerlikle genç adam için, sevgilisinin bazı saatlerine sanatın en sadık
aynalarından birini tutuyordu. Muhayyilesi, Nuran'a olan hayranlığında
Renoir'la olan benzerliği bazen daha ilerilere götürür, onun vücudunda eski
Venedik ressamlarının ten cümbüşü ile akrabalık bulurdu.”43
Bu satırlardan sonra Tanpınar, Mümtaz’ın hayalindeki bu Nuran çehrelerine
devam eder ve iki kahramanın Boğaz’daki bir lokantada yemek yedikleri bir gece,
Nuran’ı başka bir ressamın eserinden verdiği örnekle anlatır. Mümtaz, bahsedilen
gecede Nuran’ı Ghirlandaio adlı ressamın bir eserindeki kadına benzetir:
“... Fakat bu gece, açık pencereden gelen yaldızlı karanlığın
üzerinde, entarinin geniş dekoltesi içinde, çıplak kolların güneş humması
ve deniz hamamından çıkar çıkmaz alelacele iki yana bölünmüş saçlarıyla
genç kadın, bin sekiz yüz doksan senelerinden beri o kadar şair ve
ressamın peşinden koştuğu ve Renoir'in birçok deneyişten sonra birdenbire
yakaladığı o mahrem saatlerin kadını, perdeleri inik odada her akşamki
ışığın peteğinden sızan balı değildi. Bir tarafı yarı karanlık içinde kalan yüz
ve başın kendi kendisini sert idraki, bütün canlılığı, ve gözlerindeki bütün
çehreyi yemeğe hazır dikkatiyle şimdi Nuran daha ziyade Ghirlandaio'nun
Mabede Takdimi’ndeki Floransalı Kadın'ı, sol eli kalçasında, başı şakak
kemiğinin küçük çıkıntısını ve çenenin çukurunu daha ziyade belirten lâtif
43 A.e., s. 170.
365
bir yana eğişte adeta omuzla birleşmiş, biraz ilerisinde geçen manzaraya
bütün hüviyetiyle akan o yarı kadim dünya ihtişamını hatırlatıyordu.”44
Mümtaz, romanın ilerideki sayfalarında da, gördüğü tabiat manzaraları ve
yaşadığı hadiseler esnasında batılı ressamların eserlerini hatırlamaya devam edecek
veya yazar, onun içinde bulunduğu ruh hâllerini resimlerdeki manzaralarla
anlatacaktır. Emirgân’daki evde yapılan musiki faslında, Tevfik Bey, Gül İlâhisi’ni
okur ve Tanpınar, ilâhinin Mümtaz üzerindeki etkisini şöyle anlatır:
“Mümtaz birdenbire Fra Flippo Lippi'nin Güller İçinde Çocuk İsa
tablosunu andıran bir kainat içinde kaldı.”45
Huzur'da batı resmi bazen, Mümtaz’ın gördüğü manzaralara benzeyişiyle
değil benzemeyişiyle söz konusu edilmiştir. Meselâ, Sultanhamam’da gördüğü bir
hamal için Mümtaz, bir ressamın güçlü insan tasvirlerini düşünecek ve içinden [biraz
da durumu dramatize etmek için] bu hamalın onlara benzemediği düşüncesini
geçirecektir. Bizim çalışmamız için önemli olan, Mümtaz’ın dünyaya bir resim
perspektifinden bakması, eşya, insan ya da manzarayı çok defa daha önce gördüğü
resimlerle karşılaştırmasıdır:
“... Tekrar durdu, arkaya baktı. Hamal henüz yedi sekiz adım
ötedeydi. İri, tahta sandığın bittiği yerde, beyaz, bez pantolonun yamalı, bol,
şekilsiz düşüşü geliyordu. “Hiç de Puget'in devlerine benzemiyor. Onlar
gerilmiş adalenin, bütün vücuttan akan kudretin ifadesidirler. Bu biçare ise
sırtındaki yük tarafından yutulmuş!”46
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, batılı resimleri kullanarak kurduğu bu benzetme
mekanizması, romanın sonunda Suat tarafından tenkit edilir. Mümtaz, Suat’ın
hayalinden korkar fakat onu çok da güzelleşmiş bulur. Suat, Mümtaz’ın gözüne
44 A.e., s. 170-171. 45 A.e., s. 290. 46 A.e., s. 325.
366
Botticelli’nin resimlerindeki melekler kadar güzel görünür. Fakat Suat, Mümtaz’ın
her şeyi birbirine benzetmesine de karşıdır zira bu yüzden işler birbirine karışır:
“... Sonra tekrar onun yüzüne korka korka baktı.
- Ne kadar güzelleşmişsin! Hem çok, çok güzel olmuşsun... Bu
hüzün sana yakışıyor. Bilir misin neye benziyorsun? Botticelli'nin
meleklerine... Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyi verene...
Suat sözünü kesti:
-Bırak bu mânâsız benzetmeleri... Bir şeyi öbürüne benzetmeden
konuşamaz mısın? Bu fena huylar yüzünden işleri ne kadar karıştırdığınızı
hâlâ anlamadınız mı?”47
Suat’ın tarizindeki “anlamadınız mı?” kelimesindeki çokluk hâli, biraz da
Türk aydınına getirilmiş bir eleştiriyi ifade etmektedir çünkü bilindiği gibi Mümtaz,
biraz da Türk aydınının romandaki aksidir.
Sahnenin Dışındakiler’de de resim bir benzetme ya da örnekleme aracı olarak
karşımıza çıkmaktadır. Özellikle sanatın her türlüsüne hayran olan ve bu yapısıyla
içinde bulunduğu ortama pek uyum sağlayamayan Kudret Bey, romanın anlatıcısı
Cemal’e beğendiği kadın tipini, Goethe ve İtalyan ressamların eserlerinden örnekler
vererek anlatır:
“Bu kadın görürsün İtalyan çıkacak, hem de Romalı! Goethe’nin
Elegies Romanies’inde övdüğü kadınlardan. O halisüddem kadınlar... Biz
racée kadın tanımayız Cemal. Aynı cevherin asırlar boyunca süzülüşü...
Tıpkı Raphaello’nun Madonna’ları gibi yahut Del Sarto’nunkiler... O hafif
ovale çehre, o durgun, adeta kederli bakışlar, o ceylan edası yürüyüşler.
Düşün bir kere meselâ Uyuyan Venüs’ü... Hani sana göstermiştim,
47 A.e., s. 371
367
Giorgione’ninkini söylüyorum. Bak azizim, güzellik daima güzelliktir.
Meselâ Titiona’da da kadın güzeldir. Yahut Rubens’in kadınları...”48
Romanın ilerleyen sayfalarında, işgal kuvvetlerinin Boğaz’daki sazlarını
kendi musikimizle susturan Tevfik Bey, kayıkçıya Kandilli’ye çekmesini istemiş ve
Bebek’ten Kandilli’ye gelene kadar şarkı söylemeye devam etmiştir. Tanpınar,
Tevfik Bey’in sesini, birçok sıfatla tavsif ettiği ortanca yapraklarına ve uzak doğu
ressamlarının eserlerindeki çiçeklere benzetmiştir. Resim, yine benzetme öğesi
olarak karşımızdadır:
“Kandilli’ye aynı ahenkle, peşimizde yirmiden fazla kayık ve
hemen her neviden el çalgısı, tepemizde mehtapla yarış eden ve galiba onun
kadar bilinmez hasretlerin arasından aydınlık ve cömert ve yine onun gibi
suların üstünde ve kalbimizin içinde pul pul - tıpkı ince rüzgârlarla sapında
dağılan büyük ortanca yaprakları, yahut uzak doğu ressamlarının
peyzajlarına serpiştirdikleri o çay çiçekleri gibi dağılan Tevfik Bey’in sesi
olduğu hâlde geldik.”49
Yazar, Abdullah Efendi’nin Rüyaları isimli hikâyenin kahramanı
Abdullah’ın, içinde bulunduğu karışık ruh hâllerini anlatırken de resme başvurur ve
Abdullah Efendi’nin gördüğü hayâllerin birisini şöyle anlatır:
“..............
Fakat bununla bitmiyor, hayâl gittikçe büyüyor, genişliyor, emsali
ancak bazı ortaçağ kabartmalarında veya şimal ressamlarının tablolarında
görülen hayâlî, zalim ve çılgınca mahşer hâlini alıyordu.”50
Görüldüğü üzere Ahmet Hamdi Tanpınar resme “musiki ile birlikte en güzel
sanattır” diyecek kadar çok yakın bir alâka göstermiş, Avrupa gezileri, Güzel
Sanatlar Akademisi’ndeki estetik hocalığı ve burada tanıştığı ressamlar sayesinde 48 Tanpınar, S.D., s. 91. 49 A.e., s. 182. 50 Tanpınar, Bütün Öyküleri, s. 48.
368
zengin bir resim birikimi kazanmıştır. Fakat resmin, yazarımızın eserlerine
yansıması diğer güzel sanatlara nispetle farklı olmuştur. Güzel sanatlar, özellikle
musiki, Tanpınar’ın eserlerinde oldukça müessir rol oynamışlar, hatta daha önce de
işaret ettiğimiz gibi romanın kurgusuna bile etki etmişlerdir. Yazar, sanatlar
üzerinden eski-yeni, doğu-batı, ferdiyet-içtimaiyet gibi meseleleri tartışmış, bu
sanatları bir kıymet ölçüsü olarak kullanmıştır. Fakat resim, belki Osmanlı
toplumunda olmadığı ve Cumhuriyet Türkiye’sinde de çok ağır tekâmül ettiği için
yazara bu imkânı vermemiş, yani sosyal konuların münakaşasına bir zemin
oluşturmamıştır. Fakat Tanpınar, zengin resim tecrübesini yine de eserlerinde
göstermiş, onu kurduğu benzetme mekanizmasının en önemli unsuru yapmıştır.
Genel olarak artistik ve süslü bir üslûba sahip olduğunu gördüğümüz Tanpınar,
eserlerinde benzetme sanatına sık sık başvurmuş; anlatmak istediği bir insanı veya
manzarayı, genel olarak Batılı ressamların eserlerinden verdiği örneklerle tasvir
etmiştir.
5.2. Minyatür
Tanpınar, modern batı resminin yanında Osmanlı’daki minyatür üzerine de
bazı yorumlar yapmıştır. Yazara göre, doğu hikâyesi nasıl modern hikâye ve
romandan çok ayrı anlamlar ifade ederse, minyatür de resimden o kadar farklıdır. O,
farklı bir tekâmülün ve dünya görüşünün ürünüdür. Meselâ minyatür, aynı orta
oyununda olduğu gibi hayatı ve eşyayı belirli çizgiler dahilinde ve dar bir bakış
açısıyla ele alır. Tanpınar, bu sanatların dile, edebiyata ve özellikle nesre aksine
dikkat çektiği bir yazısında şunları söylemektedir:
“... İlk romancılarımız garp hikâyesini taklide başladıkları zaman,
Türkçe bu tecrübelerin dile getirdiği imkânlardan mahrumdu. Minyatürle
büyük resmin, çiçekli veya hendesî çizgili duvar süsünün, zihnî ve mücerret
bir sanat olan ve her sanat için mukadder olan merhalelerden geçmekle
beraber, tabiatla hiçbir alâkası olmayan yazının, kabartma, fresk veya
heykelle aralarındaki farkın edebiyatta kendisini göstermesi gayet tabiîdir.
369
Eski minyatür, hayatı muayyen âdab ve merasim içinde ve çok küçük bir
köşeden görür.”51
Daha önce de birçok defalar söz konusu ettiğimiz gibi yazarımız için güzel
sanatlar bir hiyerarşi içerisindedir ve birbirine tesir eder. Klâsik şiirimizin, tesirinde
kaldığı sanatlardan birisi de minyatürdür:
“Her medeniyette sanatlar birbirine tesir ederler. Birinin kazancı
öbürünün ufku olur ve böylece kültür tamamlanır, insanın zihnî terbiyesi
teşekkül eder. Eski şiirimizde minyatür, yazı ve çini sanatlarının tesirini
görmemek kabil değildir.”52
Tanpınar, bazen minyatürü de kendi başına bir mesele olarak değil, anlatmak
istediği mevzuu açmak için bir araç olarak kullanmıştır. Bu durum, özellikle eser ve
şahsiyet tahlillerinde karşımıza çıkmaktadır. Nedim’in şiirini ve diğer şairlerden
ayrılan yönlerini anlatmak isterken Tanpınar, minyatür-resim karşılaştırması yapar
ve Nedim’in beyitlerinde bir resim zenginliği bulur, bu zenginliğin bir cephesi de
canlılıktır. Bu da göstermektedir ki Tanpınar’a göre minyatürde, resimdeki gibi ışık
ve canlılık; yazarın ifadeleriyle “mesafe, genişlik, üç buut fikri,” kısaca perspektif
anlayışı yoktur:
“Eski hayatın şiirimize giren akislerini, ki tahminimizden çok
fazladır, Nedim’den evvelki şairlerde bazen minyatürde ve çok defa bir halı
deseninde seyreder gibi seyrederiz. Nedim’de ise geniş tabiata bir pencere
açılmış gibi, kısa bir an için olsa da, yer yer büyük resmin hususîliğini veren
şeylere mesafeye, genişlik hissine, üç buut vehmine çıkarız. Onun bahsettiği
güzeller, bir derinliğin ortasında ve bir zemin üzerinde, güneş ışığında
kımıldanırlar. Gölgenin yerini, gölgesini beraber taşıyan yaratık alır. O
51 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Dair Notlar II”, Ulus, No: 8018, Sonteşrin 1943; E.Ü.M., s. 66-67. 52 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 296.
370
kadar ki, bazı mısra ve beyitler, zihniyetimize resim veya heykeltıraşlıktaki
kardeşleriyle beraber gelirler.”53
Bilindiği gibi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın doğu dünyası hakkındaki fikirlerinin
çok önemli bir cephesini doğunun keşif ve icat kabiliyeti, fakat ürettiğinin üzerinde
bir daha düşünmeme noksanı oluşturur:
“Şark, maddeyi olduğu gibi yahut ilk rastlayışta ona verdiği değişiklikle
kabul eder. Telkin ettiği ilk hususiyetle yetinir.”54 diyen ve doğu-İslâm toplumlarının
çok önemli buluşlara imza attığını fakat bulduğu şeyin üzerine eğilme, onu
geliştirme, takviye etme, mükemmelleştirme gibi hasletlere sahip olmadığını belirten
Tanpınar’ın bu görüşü, teknik meselelerde olduğu kadar sanat meselelerinde
geçerlidir. İşte yazar, minyatüre dair söylediklerinde de doğunun bu tavrına dikkat
çekmektedir:
“Hakikatte Müslüman-Şark muhayyilesi bir defa için bulmuş ve
sonuna kadar bulduğu şeylerle oynamışa benzer. Bu itibarla garptaki
mânâsıyla muhayyileye Müslüman-Şarkta tesadüf edemeyeceğimizi
söylemek pek de hatalı olmaz. Beş altı rengi saf hâlinde kullandığı için
daima çok renkli sanılan minyatür sanatı hakikatte nasıl renk fikrinden
mahrumsa hep aynı malzeme yığını içinde -dikkat edilirse Neşâtî her
beyitte bir evvelkindeki kelimeleri bile kullanmaktan çekinmez- küçük
terkip değişikliklerini şahsî olmak için yeter sanan eski şiirde de öylece
hakikî mânâsında muhayyile yoktur.”55
Dikkat edilirse Tanpınar, doğrudan minyatür hakkında konuşmamakta, onu,
yeri geldikçe, anlatmak istediği konuyu açmak için kullanmaktadır. Minyatür de
yazarımızın eserlerinde çoğu kez misal göstermek üzere yer alır.
53 Tanpınar, “Nedim’e Dair Bazı Düşünceler”, Ülkü, No: 53, Birincikânun 1943; E.Ü.M., s. 174. 54 Tanpınar, “Şark İle Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar”, Cumhuriyet, No: 12965, 6 Eylül 1960; Y.G., s. 24. 55 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 18.
371
Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatının önemli keşiflerinden birisi de tabiattır.
Artık şairler tabiata daha fazla anlayan ve soran gözlerle bakmaya başlamışlardır.
Tanpınar’a göre zevkimize minyatürün hâkim olduğu zamanlarda ise durum tam
tersinedir. Minyatürde tabiat ve eşya dağınık unsurlar hâlindedir ve başlı başına bir
mesele olarak alınmaz:
“Yeni edebiyatın daha ilk numuneleri bizi Ortaçağ bahçe ve
bostanından çıkarıyordu. Eşyayı dağınık unsurlar hâlinde ve sadece
mazmunlara vesile olmak için saymakla iktifa eden gazel ve minyatür
estetiğinden, geniş ve canlı tabiata doğru bu çıkış, ilk yenilenme devrinin
belki en büyük keşfi oldu.”56
Tanpınar, görüldüğü üzere minyatürü doğu medeniyetinin tipik sanatlarından
birisi olarak görmüş, onun hakkındaki yorumlarını doğu dünyasının varlığa bakışıyla
ilişkilendirmiştir. Minyatür onun eserlerinde başlı başına bir güzel sanat olarak değil,
doğunun maddeye tasarruf şekliyle alâkalı olarak yer alır.
56 A.e., s. 273.
372
ALTINCI BÖLÜM
6. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE HEYKELTIRAŞLIK
Resim gibi yine plâstik sanatlar arasında mütalâa edilen heykeltıraşlık da
Tanpınar’ın az da olsa ilgilendiği sanatlardandır. Yazarın bu sanatla irtibatı yine
Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocalığı sırasında ve özellikle Paris seyahatinde
kuvvetlenir. Ayrıca Tanpınar, İki Paris seyahatinde bazı heykeltıraşların sergilerini
görme imkânı bulmuştur. Mehmet Ali - Adalet Cimcoz ve Mehmet Kaplan’a
gönderdiği mektuplarda bu sergilerden uzun bahseden yazar 1953’te bu şehirden
yazdığı bir mektupta şunları söylemektedir:
“... Yine Abidin’le o gün bir Yunan heykeltıraşları sergisine gittik.
Bence fazla bir şey yoktu. Sonra da Maison de la Pensée Française’deki
Bourdelle’nin sergisine gittik. Doğrusunu isterseniz hazindi. Bir Beethoven
başından başka bir şey yoktu. Nerede Maillol, nerde Bourdelle! Hatta bizim
eserini beğenmeyip yolladığımız Poisson bile ondan iyiydi. Fakat acele
hüküm vermeyeyim, herifin, yani merhum heykeltıraşın ayrıca bir müzesi
de var, onu göreceğim.”1
Tanpınar’ın bazı tanınmış heykeltıraşlarla kitabını ithaf edecek kadar yakın
dost olduğunun altını çizmekte de fayda vardır. Tanpınar, hikâyelerini Zühdü
Müridoğlu’na şu cümleyle ithaf eder:
“Bu hikâyeleri dostum Heykeltıraş Zühdü Müridoğlu’na ithaf ediyorum.”2
Tanpınar, birçok denemesinde heykeltıraş ve onların eserlerinden bahseder
fakat biz heykeli yine sadece güzel sanatların bir şubesi olarak aldık ve yazarın
eserler üzerine yorumlarını bahsimizin dışında bıraktık. 3
1 T. M., s. 70. 2 Tanpınar, Bütün Öyküleri, s. 19.
373
Heykel, Türk güzel sanatlar sisteminin çok küçük bir cüz’üdür. Zira bu sanat,
İslâm tarafından yasaklanmış, Selçuklu ve Osmanlı sanatkârları da heykele
meyletmemişlerdir. Fakat Tanpınar, özellikle Selçuklu devrinde yapılan camilerde
mimarların heykele yaklaştıklarını, bu eserlerde heykeltıraşlıktan bazı izler
bulunduğunu belirtmektedir:
“... Hakikatte Selçuk mimarîsi çok defa dince yasak olan heykelin
peşinde gibidir. Bu binaların cephelerinde durmadan onun tesirlerini arar.”4
Tanpınar mimarîdeki heykel arayışlarına bir yazısında da dikkat çekmiştir.
Buna göre resim ve heykel, on yedinci asırdan sadece mimarîye değil diğer
sanatlara da etki etmiştir:
“... On yedinci asırdan itibaren Türk sanatlarında aşikâr bir şekilde
hissedilen resim ve heykel tesirlerine doğru gidişin neticelerinden biri bu
olsa gerektir. Böylece bir taraftan küçük âbidelerde düz çizgiler yerine gölge
ve ışık oyunlarına çok müsait kavisli şekiller aranırken, diğer taraftan da
rengin oyunu girmiş oluyordu.”5
Daha önce de görüldüğü gibi Osmanlı devri sanatlarında insan, kendi başına
bir mesele olarak alınmaz. Oysa heykel, merkezine insanı alır ve onu tasvir eder.
Tanpınar’a göre bizde heykelin olmaması biraz da insana bakışla alâkalıdır. Resim
bahsinde de gördüğümüz üzere, derslerinden birisinde yazar şunları söylemiştir:
“... Kısaca Müslümanlıkta şiire ve dile ait sanatlar kabul edildi de
tasvirî sanatlar kabul edilmedi. Demek ki:
1. Güzel sanatların bir kısmı yok;
3 Yazarın, edebî eser olarak bir tek hikâyelerinde heykelden bahis söz konusudur ki o da resimdeki gibi benzetme amaçlıdır. Bunlardan bir tanesi Erzurumlu Tahsin’dedir ki Tanpınar, oldukça tuhaf birisi olarak gösterdiği Tahsin’i şöyle anlatmaktadır: “... Daha iyisi, siyah kıvırcık saçları, uzun sakalı, parlak gözleri ve geniş alnı ile bu bir insan başından ziyade, bu gece izim idrak edemeyeceğimiz bir sırla birdenbire hayatın mucizesine ermiş kadim bir heykel başına benziyordu.” . Bütün Öyküleri, s. 92. 4 Tanpınar, B.Ş., s. 143. 5 Tanpınar, “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, 1953; Y.G., s. 147.
374
2. Mücerrede gidiliyor;
3. Dil hâkim oluyor;
4. İnsan meselesizdir. İbadette de mesele yoktur. Bunun için tiyatro,
resim, heykel yoktur.”6
Tanpınar’ın eserlerinde heykel, daha ziyade şiirden ayrılan yönleriyle
karşımıza çıkmakta, yazar heykele ait hükümlerini şiirle beraber vermektedir. Bu
tavır daha önce incelediğimiz sanatlarda da karşımıza çıkmıştı. Meselâ
heykeltıraşlık, kullandığı malzeme itibariyle, şiirden çok ayrı bir sanattır. Şiir,
malzemesini herkesin ortak ihtiyacından doğan bir araçtan, dilden alır. Dil, zaten
olan, yaşayan bir âlettir. Halbuki heykeltıraşın malzemesi olan taş, tabiatın bir
parçasıdır ve sanat eserine kaynaklık etmeden, ona malzeme olmadan evvel hiçbir
anlam ifade etmez. Bu malzeme ancak sanatkâr ona bir şahsiyet verdiği zaman bize
bir şeyler söyler:
“Şiir güzel sanatlar içinde maddesinin tabiatı itibariyle başlı başına
bir hususiyet teşkil eder. Diğer sanatlar yalnız kendilerine ait ve has olan
maddelere müftekır iken o, doğrudan doğruya malzemesini umuma ait olan
ve onun ihtiyaçlarından doğan lisandan alır. Heykeltıraş ve mimarın yontup
işledikleri taş, tabiatta serbest hâlinde bir kıymet değildir. Hilkatin üzerinde
hiçbir mânâ dolaşmayan lâalettayin bir parçasıdır. Muayyen kabiliyetleri
olabilir, fakat ona hususî bir kıymet verdiren insan zekâsıdır. Ancak
heykeltıraşın elinde bir ifade, bir mânâ, bir hayatiyet kazanan mermer,
sanatkârı ortadan çıkarttığınız gün ocağına avdet eder, ebedî ve müsterih
uykusuna dalar.”7
Heykelin bir özelliği de resim gibi herkese hitap edebilmesi, yani tesir
alanının genişliğidir oysa şiir, kullandığı malzeme yüzünden dar bir etkileme
sahasına sahiptir:
6 Tanpınar, E.D., s. 62-63. 7 Tanpınar, “Şiir Hakkında I”, Görüş, No: 1, Temmuz 1930; E.Ü.M., s. 14.
375
“Şiirin güzel sanatlar arasında garip bir talihi vardır. Örgüsünü
veren malzeme - yani lisan- itibariyle hemen herkes için olan bu sanat, gene
bu yüzden hudutları en dar olan sanattır.
Bir resim, bir heykel, ortadan biraz üstün olan bir zekâ için, ilk
bakışta yakalanan, lezzetine az çok erilen bir şeydir”8
Tanpınar, şiir dışındaki güzel sanatların çok büyük olduğu ya da büyüklük
hissi verdiğini, şiirin ise dar hudutlar içinde mütalâa edildiğini söylerken heykeli söz
konusu eder ve onun hacminin büyüklüne dikkat çeker. Heykel, Tanpınar’a göre
hem hacim hem de ağırlıkça “büyük” bir sanattır:
“Diğer sanatlar şiire nazaran zaman ve mekân içinde çok hacimlidir.
Bir konserto bir saat sürer, bir senfoni bir buçuk saati alır. Süleymaniye bir
mahalle kadar yer tutar. Reims Katedrali veya Versailles muazzam bir
hacimdir. Normal hacimde, hiçbir heykel cepte taşınmaz. Çünkü hacminden
sarfınazar birkaç ton ağırlığındadır.”9
Heykeltıraşlık bir cephesiyle şiire benzer ki o da sınırlı bir alanda
mükemmeliyet elde etme endişesidir. Şiir, kafiye, vezin, mazmunlarla sahasını
daraltırken, heykeltıraşlık da hududu belirli insan vücudunu işlemiştir:
“Eski şiirde mevzu şekilden ibarettir: Her şeyi o tahdit eder. Kafiye,
vezin, örnek olarak dışarıdan alınan eser veyahut ses... Ve sanki mahsustan
oyunun şartlarını güçleştirmek, zaferi en pahalıya satmak için daraltılmış bir
imaj âlemi... Tıpkı mahdut ve muayyen insan vücudunda birkaç asır
tekâmülün zaferlerini arayan heykeltıraşlık sanatı gibi o da bu dar hududun
içinde sanatın kaidelerine riayet etmek - yani hile, oyunbozanlık yapmamak
- şartıyla mükemmeliyeti arayacak, çok umumî çizgilerle hususiyetlerini
koyacaktır.”10
8 Tanpınar, “Şiir ve Dünya Ölçüsü I”, Cumhuriyet, No: 8377, 12 Aralık 1947; E.Ü.M., s. 40. 9 Tanpınar, “Bir Bakıma Tek Millî Sanat Şiirdir”, Yücel, No: 135, Ocak 1948; M. S., s. 81. 10 Tanpınar, “Eski Şairleri Okurken”, Tasvir-i Efkâr, No: 4795, 25 Ağustos 1941; E.Ü.M., s. 186.
376
Ahmet Hamdi Tanpınar, dilde ve şiirde heykeltıraşlığın tesirlerini gördüğü
kadar bazı şiirlerden de heykel zevki almaktadır. Meselâ yazar, Kendi Gök
Kubbemiz’de yer alan şiirlerdeki bazı özelliklerin ancak heykeltıraşlıkta,
kabartmalarda olacağını söyler:
“... Yukarıda Yahya Kemal’in şiirini heykeltıraşîye benzettim.
Vakıa bazı şiirlerin havasını yapan o asil hareket ve jestler, malzemesinden,
yani dilden gayrısını reddeden saflık, onları okurken bizi saran dinamizm,
ancak cansız maddeye insan vücudunun hâl ve imkânlarını geçiren tek
figürlerin, büyük kabartmaların be grupların dünyasında rastlanır
şeylerdir.”11
Tanpınar’a göre heykele benzeyen bir diğer sanat da seramiktir. Heykelin,
yine plâstik sanatlardan sayılan seramikten farkı, dayanıklılığıdır. Fakat bu iki
sanatın işlediği malzemeler ve ortaya koyduğu eserler, yazara göre insanoğluyla
yakından alâkalıdır. Seramik, insana zayıflığını hatırlatırken heykel insanı
tanrılaştırma peşindedir:
“Çanak çömlek, dayanıksızlığı ile bize eşyada insan talihini
gösteriyordu. Bu dayanıksızlılık, imâlin çabukluğu ve seri hâlinde oluşu ona
ve eserlerine bir çeşit ibret gözüyle bakmamıza sebep oldu. Bu noktada
seramik, heykelden kendinde mevcut zaaf fikriyle ayrılır. Heykel daima
sağlam maddeyi arar ve biraz da maddenin kendisiyle bizim talihimizden
ayrılır. Zaten insan veya başka canlıların şekillerini daha yüksek plânlara
geçirmeğe çalışır. Heykel, tanrının kendisi olmak içindi. Ve bu sanatta
tanrılaştırma daima biraz devam etmiştir.”12
Yazara göre heykel de resim gibi besleyici bir kaynaktır. Resim ve minyatür
bahsinde de söz konusu ettiğimiz gibi tabiat ve diğer varlıklarla temasta, onları kendi
hayatımızın bir parçası yapabilmemizde heykelin de bir payı vardır. Tanpınar resim
ve heykelin bu yapıcı tesirini “tabiat ve eşyayı muhayyilemize ve duyularımıza 11 Tanpınar, “Kendi Gök Kubbemiz”, Varlık, No: 554, Temmuz 1961; E.Ü.M., s. 365. 12 Tanpınar, “Füreya’nın Seramik Sergisi”, Cumhuriyet, No: 12322, 14 Kasım 1958; Y.G., s. 465.
377
hakkıyla mâl etmek” şeklinde belirler. Bizim için önemli olan, heykelin, yazarımıza
göre insana bir göz terbiyesi, bir bakış açısı kazandırıyor olması, bunun da dili
zenginleştirmesidir:
“... Eski şiir, uzun mazisinde bu kapıyı birkaç defa kuvvetle
zorlamıştı, fakat tek başına kaldığı için bir türlü aşamamıştı. Hakikatte tabiat
ve eşyayı muhayyilemize ve duyularımıza hakkıyla mâl etmek bir tecrübe
isterdi. Garp dilleri ve edebiyatları bu tecrübeyi resim ve heykel gibi büyük
ve eski sanatların terbiyesiyle elde etmişlerdi.”13
Yazarımızın heykel hakkındaki dikkat ve yorumlarının az olması bizi
aldatmamalıdır zira Tanpınar’a göre heykel kültürün, kültürdeki zenginliğin çok
önemli bir parçasıdır. Sanatların tedahülünü kabul eden Tanpınar, edebiyattaki
zenginliğin de bir kısmını heykele bağlar. Yazar, İlyada ve Odessa’daki jest
kuvvetini, daha doğrusu dildeki bu zenginliği heykel tesiriyle açıklamaktadır. Dilin,
dolayısıyla kültürün tekâmülünde heykelin yapıcı etkisi söz konusudur:
“Daha Homiros’tan itibaren sanatların edebiyata müdahalesini
görürüz. Homiros’taki jest kudretine bakınız. Bir dilin bunu duyabilmesi
için, o cemiyette heykeltıraşlığın terbiyesi lâzımdır. Bu demektir ki bir
kültür, kazançlarını ayrı ayrı tekniklere naklettikçe genişler ve tek kalan
dikkatler bir terkip mahiyetini alır. Dil, bu terkibin en geniş aynasıdır.”14
Heykel, diğer sanatlara etki ettiği gibi bazı dönemlerde de etkilenen, tesir
altında kalan bir sanat olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanpınar, meselâ on dokuzuncu
asırda musikinin diğer bütün sanatlar gibi resim ve heykeli de etkisi altına aldığını
düşünür:
“Sarih olmak için şurasını da söyleyeyim ki, on dokuzuncu asra
kadar edebiyat kendi terkibini daha ziyade plâstik sanatlarda yapmıştır. On
13 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 273. 14 Tanpınar, “Romana ve Romancıya Dair Notlar II”, Ulus, No: 8018, 27 Sonteşrin 1943; E.Ü.M., s. 64.
378
dokuzuncu asrın ortasından sonra, bilhassa Baudelaire’le, birdenbire
musikinin saltanatı başlar.
Sade şiirde ve ondan çok ayrı bir saha olan edebiyatta değil, resim
ve heykelde dahi bu tesir vardır. Bu asır sanatlarının, iyi ve bozucu,
geçirdikleri her maceradan az çok musiki mesuldür.”15
Ahmet Hamdi Tanpınar, bizzat heykeltıraşlık üzerine yazı kaleme almamış
fakat özellikle ilmî eserlerinde bu sanata değinmiştir. Ayrıca heykelin, doğu ve batı
medeniyetlerinin ayrıldığı tipik bir nokta olması, yazarımızı medeniyet tahlillerinde
heykelden bahsetmeye itmiştir. Doğuda yakın zamanlara kadar günah sayılan
heykel, batıda eski Yunan’dan beri bir tekâmül etmiş ve kültürün bir parçasını teşkil
etmiştir.
Tanpınar, heykelin şiire benzeyen ve ondan ayrılan taraflarına dikkat çekmiş
ve bu iki sanatın özellikle kullandıkları araç bakımından ayrıldıklarını, şiirin
etkileme sahasının darlığını; heykelin, özünde büyüklük hissi barındırdığını
belirtmiştir. Müessir bir sanat kolu olan heykel on dokuzuncu asra kadar
mimarîye tesir etmiş ve bu asırdan sonra bazen diğer bütün sanatlar gibi musikinin
etkisine girmiştir. Tanpınar’a göre heykel, resimle beraber insana bir göz zevki,
bakış açısı kazandırır ki bu da kendisini en çok tabiata bakışta gösterir. Buna göre
resim ve heykeltıraşlık mazisi olan batı, hem dilini zenginleştirmiş hem de eşyayı
kendi muhayyilesine katabilmiştir.
15 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, Aralık 1951; Y.G., s. 304.
379
YEDİNCİ BÖLÜM
7. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE GELENEKSEL SÜSLEME SANATLARI
Türkiye’nin asırlar boyu içinde bulunduğu Doğu-İslâm dünyasını ve bu
dünyanın teşekkülüne etki eden ya da katkıda bulunan bütün temayülleri anlama,
yorumlama çabasında olan Tanpınar, geleneksel süsleme sanatlarına da ilgi duymuş,
bu sanatların ürünlerine ayrı bir dikkatle eğilmiştir. Medeniyet çözümlemeleri
yaptığı eserlerinde daha ziyade, medeniyetin kendisini aksettirdiği bir ayna olarak
ele alınan geleneksel süsleme sanatları, edebî eserlerde bazen benzetme öğesi olarak
kullanılır, bazen de meseleyi daha iyi vermek için esere dahil olur:
“... Hatta diyebiliriz ki, geleneksel Türk sanatları, en zengin ve
sanatkârâne işlenişlerine Cumhuriyet dönemi edebiyatı içerisinde
Tanpınar’ın kaleminde ulaşır. Bu işlenme hem bir üzerinde düşünme ve
yorumlama şeklindedir, hem de roman ve hikâyelerin içerisine sinmiş,
bazen konunun etrafında işlendiği bir kanaviçe, bazen bir tasvirin içerisinde
yer alan bir benzetme öğesi, bir motif gibidir.”1
Tanpınar, geleneksel süsleme sanatlarına o kadar önem verir ki, İstanbul’un
fethinin 500. yıl dönümü kutlamaları için yedi yıl evvelinden getirdiği tekliflerin
arasına hat, tezhip, ciltçilik ve minyatürcülüğü katar ve onlar üzerinde araştırma
yapılmasını teklif eder:
“Topkapı Sarayı’nda veya başka bir yerde tam bir yazı koleksiyonu
behemehâl açılmalıdır. Ve ayrıca bir yazı, tezhip, ciltçilik, minyatürcülük
tarihimiz hazırlanmalıdır.”2
1 M. Fatih Andı, “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Geleneksel Türk Süsleme Sanatlarından Birisi Olarak Hat Sanatı”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. XXXI, 2004, s. 7. 2 Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü”, Cumhuriyet, No: 7915, 28 Ağustos 1946; Y.G., s. 178
380
Tanpınar, bu cümlede görüldüğü gibi diğer sanatlardan çok kısa bahsetse de,
hat dışındaki süsleme sanatlarına genellikle çok az temas etmiş; diğer sanatlarda
yaptığı gibi onların sınırlarını ya da kabiliyetlerini söz konusu etmemiştir. Bunlar Ön
Söz’de de belirtildiği üzere bazen sorgulanan, sınırları ve kabiliyetleri belirtilen
sanatlar olarak değil de birer kültür unsuru olarak yer alırlar. Huzur’dan aldığımız şu
parça buna bir örnektir:
“... Onun yazılarını, tuğralarını, ciltlediği kitapları, Yıldız'daki çini
fabrikasında onun tezhibiyle süslenmiş tabakları, yahut süsüne yardım ettiği
cam eşyayı toplamıştı. Tevfik Bey, o gün Mümtaz'a babası ve eniştesi
hakkında epeyce izahat verdi. Tabakları gösterdi. Kandilleri, şekerlikleri
anlattı, işin şaşılacak tarafı, bu kadar eşyayı on sene içinde
toplayabilmesiydi. Fakat o, bunu tabiî buluyor, “Bütün İstanbul pazarda,
çocuğum...” diyordu. Mümtaz Bedesten'den geçerken, yahut İhsan'la
antikacıları dolaşırken, birçok güzel şeylerin önünden nasıl gözü kapalı
geçtiğini, o gün Tevfik Bey'in kendisine gösterdiği eşyayı -Nuran'ın
birdenbire bulduğu ve o günden sonra Mümtaz'ın bir daha gülmeden
hatırlamadığı tabirle- cam evâniyi, yazı levhalarını, kumaş parçalarını
gördükçe biraz daha iyi anlıyordu.
Hakikatte Tevfik Bey babasının yaldız hokkasıyla, kıl uçlu kalemiyle
ve ince fırçasıyla ve bir nevi korku ve kaçışa benzeyen renk armalarıyla
süslenmiş eşyayı ararken küçük bir koleksiyon sahibi olmuştu. Mümtaz,
zevkimizin bu son ve karışık rönesansının bu kadar gizli kalmasına
şaşıyordu. Ne Edebiyat-ı Cedide şairleri ve romancıları ne bir zamanlar
İhsan'a malzeme toplarken karıştırdığı gazete koleksiyonları, İkinci Hamid
devrini bu cam evâni -nereden bulmuştu bu tabiri Nuran? Bu onun çocuk
muhayyilesi tarafıydı, şimdi bu kelimeyi hatırladıkça sevgilisini hep ince ve
uçucu renkli camların, eski, düz koyu lacivert, kiremit kırmızısı, açık mavi
renkli çeşmibülbüllerin, rokoko havuz biçimi meyveliklerin veya kitap cildi
tezhiplerle kapalı tabakların arasında görecekti ve Nuran bütün bu ince,
dayanıksız, sonsuz itinalara muhtaç eşyanın akislerini, tınnetlerini kendisinde
381
toplayacaktı, -kadar veremezdi. Şüphesiz bunlarda da bir alafrangalık vardı.
Fakat ötekilerden çok ayrıydı.”3
Bu yüzden biz de bu bahis içinde sadece hat sanatını
inceleyeceğiz.
7. 1. Hat
Arap alfabesini ortaklaşa kullanan doğu toplumlarının en karakteristik ve
kendisine has sanatlarından birisi de hattır. Zira hat, alfabe kaynaklı bir sanattır ve
bu yönüyle batılı kültürlerde ya da Arap alfabesini kullanmayan uzak doğu
milletlerinde görülmez. Bu üç milletin ortaklaşa icra ettiği hat, en güzel
numunelerini özellikle 15. asırdan sonra, diğer sanat kollarıyla paralel olarak Türk
topraklarında vermiştir.4 Tanpınar’ın eserlerinde hat, bazen doğu medeniyetine, bu
medeniyetin sanatlarına ait tahlillerde yer alır, bazen bir edebî eserin kurgusuna
katılır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, hat sanatını, yaratıcılıktansa işçilik tarafı öne çıkan,
zanaata yakın olan bir sanat olarak görmektedir. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin
Muallim Naci’ye ayrılan bahsinde, söz konusu şairin çocukluğunda hattatlığa
meylettiğini, hattatlığınsa entelektüel bir tarafı olmadığını belirten Tanpınar, bu
sanatı daha evvel oluşmuş bir tekniğin mirası olarak telâkki ettiğini söylemektedir:
“... Fakat hattatlık da eski sanatlarımız içinde zanaata en fazla
yaklaşanıydı. Çok büyükler bir yana ayrılırsa hiçbir spekülasyona, hiçbir
entelektüel hesaba girmeden muayyen ve miras bir tekniği devam ettirirdi.
Bu hâl Naci’nin devrine ait birçok hususiyetlerin ötesinde kalmasına sebep
olur.”5
3 Tanpınar, Huzur, s. 147-148. 4 Andı, a.y., s. 9. 5 Tanpınar, 19. A.T.E.T., s. 593.
382
Fakat yine de hat, doğu medeniyetinin en önemli, en tipik sanatlarından
birisidir. Tanpınar’a göre bu o kadar böyledir ki, İslâm merkezli bir hayat yaşamış
olan doğu, suret ve tasviri uygun görmediği için Allah’a yazıyla ulaşmaya
çalışmıştır:
“Mücerreti seven şark, Allah’ı yazıda ararken, garp İncil’in bir
suresinden hareket ederek ışığı kendisinde aramış, onun kamaşmasında
yaradılışın mucizesini tekrarlamış.”6
Tanpınar, diğer bütün sanat kolları gibi hattı da Türk medeniyetinin bir
parçası, bir ürünü olarak telâkki eder. “Hat” yerine bazen “yazı”yı tercih eden yazar,
bu sanatın diğer sanatlar gibi hayatın içinde olduğuna inanmaktadır:
“Taş, duvar, yaldızlı yazı, nağme ve şiirin bütün hayatın malı
olduğu çok nadir ve özlü medeniyetlerden birinin sahibiyiz.”7
Yazının Türk medeniyetinin bir parçası olması Mahur Beste’de de karşımıza
çıkmaktadır. Çalışmamızın Klâsik Türk Musikisi bahsinde de görüldüğü üzere, bu
romandaki İsmail Molla-Sabri Hoca diologları, Tanpınar’ın Türklük, Müslümanlık
ve doğu hakkındaki görüşlerinin en iyi aksettiği yerlerdir. İsmail Molla, Türk’ün
kendisine has bir hayat yaşadığını, Müslümanlığı da diğer ülkelere göre farklı bir
şekilde tatbik ettiğini savunur. Ona göre bizim Müslümanlığımız biraz da
Hamdullah’ın yazısında, Itrî’nin Tekbir’indedir:
“Gene anladım ki bizim şark; Müslümanlık, şu bu diye tebcil
ettiğimiz şeyler, bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekillerdir. Bize
ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah’ın yazısı, Itrî’nin Tekbîr’i, kim
olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır.”8
6 Tanpınar, “Notre-Dame’da Başıboş Düşünceler”, Cumhuriyet, No: 10658, 31 Mart 1954; Y.G., s. 256. 7 Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü”, Cumhuriyet, No: 7907, 20 Ağustos 1946; Y.G., s. 172. 8 M. B., s. 109.
383
Gezdiği iki resim sergisi hakkındaki izlenimlerini naklettiği bir yazısında
Tanpınar, yeni nesil ressamların hat sanatına yaklaşan üslûplarının bizde daha
önceden de mevcut olduğunu söyler ve bu vesileyle yazının, eski dünyamızın çok,
fakat gizli dille konuşan bir sanat olduğuna işaret eder:
“... Şurasını da söyleyelim ki bizler bu cinsten sanata çok eskiden
beri alışıkız. Yazı sanatımız, eski dünyamızın belki en fazla, fakat gizli dille
konuşan sanatıydı.”9
Tanpınar, hat sanatının medenî seviyeyle yan yana yürüdüğünü, daha
doğrusu toplumda ve sanatlardaki hareketlenmelerin yazıya mutlak surette
yansıdığını düşünmektedir. Yazar, sanat ve zevkteki inkırazı mücevhere boğulan bir
mektuptan yola çıkarak şöyle tespit eder:
“İstanbul Müzesi’nde, İkinci Abdülhamid’in yirmi beşinci
hükümdarlık yılını tebrik için saraya gönderilmiş hediyeler arasında, som
altın bir sahife üzerine yakut ve mücevherle yazılmış bir tebrik arîzası
vardır. Hiçbir inkıraz bu kadar parlak şekilde kendini anlatmaz. Sanki yazı
sanatı zamanla mânâda, kuvvette, ifade ve fonksiyonda kaybettiği şeylerin
hepsini, zarafette, kullandığı maddenin kıymetinde kazanmaya çalışır.
Yahut sadece süs olabilmek için onların hepsini inkâr eder. Öyle ki,
Yâkut’tan Yesârîzâde’ye ve kendisinden sonra gelenler dahil, sözü
mücevher yapanların hepsi, bu küçük mücevher parçasında ve onun
birbiriyle çatışan küçük ve keskin parıltılarında mumyalanmış gibidirler.
Bununla beraber kendi hüviyetinden böyle dışarı çıkmanın, sade bir süs
olarak kalmanın verdiği garip bir marazîlik bu sanat eserini büsbütün başka
mânâda canlı yapar. Bu mektubu görüp de bütün inkıraz devirleri sanatlarını
hatırlamamak kabil değildir. Ondan sonra birçok yazı üstatlarını ve
şâheserlerini gördüm. Fakat hepsi benimle bu mücevher mektubun çektiği
“temmet” işaretinin altından konuştular.”10
9 Tanpınar, “İki Mühim Sergi”, Cumhuriyet, No: 10160, 13 Kasım 1952; Y.G., s. 441. 10 Tanpınar, “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, 1953; Y.G., s. 145.
384
Temmet, bilindiği gibi eskinden kitapların sonuna yazılan ve “bitti” demek
olan bir işaret-kelimedir. Tanpınar da bu mektupta gördüğü “temmet”le hattın
tılsımının kaybolduğunu, bu mektuptan sonraki örneklerin de asıl olana rücû
edemediklerini, zira yüksek kültür ve medeniyetin çekildiğini belirtir:
“Müstakimzâde, her harfin yanı başında o harfin meleğinin
beklediğini söyler. Hatta Evliya Çelebi’yi imrendirecek bir saflıkla zülüflü
eliflerin yanı başında “bayağı saçlı ve sakallı” bir meleğin durduğunu iddia
eder. İşte bu elmas ve altın mektupta kaybolan şey budur. Bu mektuptan
sonra yazı sanatı epeyce istihale geçirdi. Hatta eski yazı hayattan çekilince
bir nevi müdafaa hissi ile büyük abidevî şekillere tekrar dönmeye çalıştı.
Fakat yanı başında bekleyen melek, büyük mânâsında kültür ve medeniyet
bulunmadığı için sadece asil bir hendesede kaldı.”11
Tanpınar, Sultanahmet Camii ve bu camideki mimarî, renk, ışık ve çinideki
başarılarını anlatırken, çiniye fazla takılmanın doğru olmadığını, asıl sanatın
mimarîde olduğunu söyler. Yazar ayrıca çiniye başka bir sanatı tercih etmiştir ki o da
eski yazı, yani hattır:
“Sultanahmet’ten bahsederken çinilerin güzelliğini överler. Ben
onlara ayrı ayrı dikkat edilmesi taraftarı değilim. Bütünün mekanik tarafı
süsün iptidaîliği ile beraber derhâl meydana çıkıyor. Bu çinilerin nevinin en
güzeli olduğu muhakkaktır. Fakat çininin kendisi, mimarî gibi üstün sanatın
yanıbaşında övülecek şey değildir. Eski yazıları çiniye daima tercih
etmişimdir. Bana daha ferdî, daha değişik ve daha edalı gelirler.”12
Bilindiği gibi yazarımız, sanatlarda bazen içtimaî özelliklere bazen de
ferdiyete önem vermiştir. Yukarıdaki tercih sebebi, biraz da onun sanattaki
şahsiyetçi tavrıdır.
11 A.e., s. 149. 12 Tanpınar, B.Ş., s. 38. Nüsha farkı: “Bütünün”: “Büyünün”, B.Ş., Haz: Andı, s. 241.
385
Tanpınar’a göre hat, Türk sanatının, Türk üslûbunun çok baskın ve güçlü bir
koludur. Zira yazar, eski sanatkârların, yabancı üslûpların veya motiflerin Türk
zevkini bozmasını engellemek için yazıyı kullandıklarını söyler ve onlara hak verir.
Örneğin, hat çeşitlerinden talik, bu yabancı motifleri saklayan bir güce sahiptir:
“Eskiler, yabancı motifleri almaktan korkmazlardı; güzel bir yazı
bütün dışarıdan girenin üzerine damgasını vurunca her davanın az çok
halledileceğini bilirlerdi. Aynalı Kavak’ın iki katlı pencerelerini ve XVIII.
asır Fransız süslerinin bozulmuş rokokosunu Galip’in şiiri ile birleşen
Yesârîzade taliki o kadar görünmez hâle sokarlar ki...”13
Hemen ifade etmeli ki Ahmet Hamdi Tanpınar’da hat, genel olarak
mimarîyle beraberdir. Yani yazarın dikkati duvara asılan tablolardaki veya mezar
taşlarındakilere değil camilerin cephelerindeki hatta yöneliktir. Selçuk mimarîsinden
bahsettiği bir yerde yazar, bu devir mimarîsinin en büyük başarısının binaların
cephesi olduğunu söyler ve bu cephelerde diğer birçok unsurun arasında yazının
kendisine az bir yer bulabildiğini belirtir. Bu taş işçiliği ve süs kalabalığı arasında
oyun hâline gelen Selçuk kûfisi, Tanpınar’a kilim ve dokuma süslerini hatırlatır:
“Mektepten mektebe küçük madalyonlar, şemseler, yıldızlar,
kornişler, su yolları ve asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan
istalaktitler, iki yana fener gibi asılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri,
firizler ve kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde bazan yazıya pek az
yer bırakır, bazen de onu ancak seçilebilecek bir oyun hâline getirir. Selçuk
kûfisi denen o çok sanatkâr yazı şekli, hiyeraltik çizgi ile - ve hatta tabir
caizse şekilleriyle - bu oyunu bir taraftan aşiret işi kilim ve dokumaların
süsüne yaklaştırıyor, bazen de nispetler büyüdü mü bütün bir kabartma
oluyordu.”14
13
Nüsha farkı: “Galip’in şiiri ile birleşen Yesârîzade taliki”: “elele veren Galib’le Yesârîzâde”, B.Ş., Haz: Andı, s. 266.
A.e., s. 90.
14 A.e., s. 143.
386
Tanpınar’ın mimarî eser veya hat hakkındaki fikirleri İstanbul için de
geçerlidir. Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi yazar, İstanbul mimarîsinin şehre,
şehrin yaşayış biçimine katıldığını, günlük hayata karıştığını düşünür. Hat da bir
bakıma bu mimarînin mütemmim cüz’üdür, küçük bir yer kapladığı için de “yakın
dikkate açılmış köşe”dir:
“İstanbul mimarîsi şehrin gündelik hayatına taşla ve parmaklıkla
iştirak eder. İyi yontulmuş taştan düz duvar, parmaklıklı, yaldızlı kitâbe,
parmaklığın arasında derinleşen boşlukta mezar taşı ve ağaç, hepsinin
üstünde bazan bir ağacın mevsim manzarası... İşte Türk pittoreski... Sülüs
ve talik yazı bu terkibin yakın dikkate açılmış köşesidir.”15
Tanpınar’da hat sanatı sadece mimarîye katılan tarafları ile değil, kendi
içindeki çeşitlenmeleriyle de yer alır. Sülüs, nesih, kûfî, rik’a, talik, divânî vs. hemen
bütün yazı çeşitlerini söz konusu eden yazar, hat türlerini çok çeşitli şekillerde
görmüş bu yazı stillerine ayrı ayrı insanî hasletler biçmiştir:
“... Bu yer değiştirmenin büyük neticelerinden biri de talik’in
zaferidir. Sülüsün, celînin monümantal vakarından, nesihin dikkatli tahta
oyuculuğundan ve sadeliğinden çok başka türlü olan talik, hazlı ve hatta
mübalağalı kavisleri, rehavetli uzanışları, kendi üzerine çekilişleri ile, çok
telkinkâr sükûtların, ritmik uyanışların, hatta esneyişlerin sanatıdır. Ötekiler
mimarî eserlerimizde daima bir kabartma edası ile konuşurlardı. Hatta o
kadar süslü görünen ve bünyesiyle monograma doğru giden divânî de
talikten ayrıdır. Divânî yazı daima süvari akınıdır, rüzgârda uçuşan tuğlar,
bayraklar ve hücum, yürüyüş havası... Halbuki talik, bize henüz uyanmış
canlı ve güzel bir mahlûk edası ile, hatta bir peyzaj vehmi ile gelir. Divânî
her an yeni şekil teklif eder, hâlbuki talik, şeklin dağılışıdır.”16
15 Tanpınar, “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız”, İstanbul, 1953; Y.G., s. 145. 16 A.e, s. 148. Tanpınar, 19. asırda hat sanatındaki süs merakına, esastan ziyade ayrıntıya önem veren üslûba Huzur’da da dikkat çekmiştir: “Lutf u kerem-i Hazret-i Mevla ile geçtik
-1313'de babam için Abdülhamid'e büyük bir jurnal vermişlerdi. On gece Yıldız'da mevkuf kaldı. Kurtulunca Nailî”nin bu mısraını yazdı. Dikkat ederseniz tezhiplerin arasında on gece üzerinde
387
“Monümantal vakar, ritmik uyanışlar, monogram, peyzaj” gibi kelime ve
terkipler de göstermektedir ki yazar, hat ve hat türlerine batılı resmi görmüş ve
anlamış bir estetin gözleriyle de bakmaktadır. M. Fatih Andı buna şu cümlelerle
dikkat çekmektedir:
“Yine hat sanatı belki de en çarpıcı benzetmelerinden birisini onun
kaleminden yakalar. Osmanlı’nın bulup geliştirdiği ve süsleme amaçlı
olduğu kadar devlet yazışmalarında da kullandığı divânî yazının celî tarzı
olan celî divânî hattını Tanpınar’ın tuğlar, mızraklar, çekilmiş kılıçlar ve
sancaklar kalabalığı içinde sefere çıkmış, doludizgin Osmanlı akıncılarına
benzetmesi, bu yazıyı nasıl Batılı resmin terbiyesi perspektifinden
yorumlayarak, onu derinlikli bir tarihî dekora dönüştürdüğünün etkileyici
bir örneğidir.”17
Görüldüğü üzere hat, Tanpınar’ın üzerine eğildiği en önemli geleneksel
süsleme sanatıdır ve yazar onu çoğu zaman mimarî ile birlikte ele alır. Hat, ona göre
doğunun Allah’a ulaşma yoludur ve Türk-İslâm medeniyetinin güzel sanatlar
sisteminin de en önemli unsurlarından birisidir. Türklüğün, İslâm’ı ve hayatı
kendisine has yaşayış biçimlerinden birisi de hattır. Hat sanatı, Tanpınar’a göre diğer
sanatlar gibi müreffeh ve güçlü olduğumuz asırlarda aşama kaydetmiş, 19. asırla
beraber de gerileme dönemine girmiş, süse ve realizme, bir anlamda ayrıntıya
düşmüştür. Hat sanatının mücerret olduğunu düşünen yazar, bu realizmi “bozulma”
olarak algılar. yattığı kanepenin resmi vardı. Gerçekte de böyleydi. Geniş bir ottoman, bir bahçe seddi gibi beyitin etrafını alan güller ve sarmaşıklar içinde, ikide bir tekrarlanıyordu. Fakat arabeskler ve hendesî şekiller, bütün o riyazî gül ve çiçekler, yaldız ve açık kırmızı zeminde öyle maharetle, inceden inceye hesaplanmış, düzenlenmişti ki bu tekrarlanan şeyin bir kanepe olduğu söylenmeden bilinemezdi.
Yazı sanatımızın bir bakıma bozulması demek olan bu realizm üstünde Mümtaz sonraları çok düşündü.”, s. 148. 17 Andı, a.y., s. 12.
388
SEKİZİNCİ BÖLÜM
8. AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ESERLERİNDE SİNEMA
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın az da olsa fikir beyan ettiği sanatlardan birisi de
sinemadır. Tanpınar’ın sinemayla teması da yine Paris seyahatinde artmıştır. Yazar,
dostlarına yazdığı mektuplarda sinemalara gittiğini belirtir ve izlediği filmler
hakkındaki değerlendirmelerini söz konusu eder. İlk Avrupa seyahatinden
gönderdiği bir mektupta şunları söylemektedir:
“Seyahatim hakikaten fena geçti diyemem. Fakat çok canım sıkıldı
ve yoruldum. Tek caddeli, kahvelerinde iskambil oynanan, yalnız sinemaya
gidilen memleketler gezdim. Hakikaten eğlence namına Amsterdam’dan
başkasında yalnız sinema vardı. Ve İstanbul’da bizi sıkan şeyin ne olduğunu
öğrendim. Paris yegâne şehir galiba bu konuda.”1
Ahmet Kutsi’ye gönderilen 27 Temmuz 1959 tarihli bir mektupta, bahsimizle
alâkalı olarak şu satırlarla karşılaşırız:
“... Bununla beraber epeyce yer gezdim ve epeyce film ve tiyatro
gördüm.”2
Tanpınar bunun gibi daha birçok mektubunda sinemadan, gördüğü filmlerden
bahsetmiş ve bize oldukça zengin bir film kültürüne sahip olduğunu göstermiştir.
Biz, daha önceki sanatları işlerken yaptığımız gibi eserler, bu bölüm için söylersek
yazarımızın izlediği film ve filmlere ait tenkitlerini değil, sinema hakkında ne
düşündüğünü, ona göre sinemanın başka sanatlardan ayrılan yönlerini söz konusu
edeceğiz.
1 T.M., s. 92. 2 A.e., s. 48.
389
Yazar, sinemanın bir geçmişi olduğunu düşünmekte, bu geçmişin de gölge
esasına dayandıkları için de karagöz, Çin tiyatrosu ve kukla olduğunu söylemektedir.
Sinemadan önce bir ön sinemanın olduğuna inanan yazar, bunu da rüyaya bağlar:
“Sinemanın estetiği nedir ve bu sinema estetiği için ne yapmıştır?
Sinemadan önce bir pre-sinema vardı: Karagöz, Çin tiyatrosu, kukla.
Romanların bir pasajdan bir pasaja geçişi de bir pre-sinemadır. Bu ise
sinemamıza muhayyilemizden, rüyamızdan gelir. Rüya! Dahlimizin en az
olduğu sanat rüyadır. Ağaç, babamız olur; sonra siz olursunuz. Yani benim
iddiam pre-sinemanın rüyadan oluşudur. Asıl meselenin can alacak şeysi,
insanda sinema var mıydı? Vardı: Heyecanlı anlarda hayallerin bizi sık sık
yoklaması, hatırlayışlarımız gibi.”3
Turan Alptekin’in tuttuğu notlarda da benzer ifadelerle karşılaşmaktayız:
“Bir Alman doçent, “Sinemadan önce bir sinema öncesi sanat
vardır” diyor. Halbuki sinema öncesi sanat rüyadır: Sinema insanda
vardır.”4
Güzel sanatlar içinde 7. sanat olarak bilinen ve ilk çıktığı yıllarda bir sanat mı
yoksa endüstri kolu mu olduğu çokça tartışılan sinema, Tanpınar’a göre, “bir bakıma
endüstri”dir”:
“Sinema bir bakıma endüstri, tiyatro sanat eseridir”5
Tanpınar, sinemanın sanat olup olmadığı konusunda da derslerinde fikir
beyan etmiştir fakat onun tereddütlerinden birisi de sinemanın tekniğe çok geniş yer
vermesindendir:
3 Tanpınar, E.D., s. 49. 4 Alptekin, a.g.e., s. 201. 5 Tanpınar, E.D.., a. 134.
390
“Sinema bir sanat mıdır? Sanatsa tekniğin bu kadar hız verdiği bir
sanat, sanat olabilir mi?”6
Tanpınar, bir mektubunda modern insanın hayatının kalabalığından, fazla
eşyadan, hırstan ve bu yüzden hiçbir şeyi derinlemesine yaşamadığından
bahsederken sinemayı örnek gösterir. Buna göre sinema sathî bir sanattır:
“Şimdi eskilerin neden o kadar kuvvetli olduklarını anlıyorum.
İnsan bütün ömründe on musiki eserini dinleyebilir, yirmi kitap okuyabilir -
doğrusunu istersen bir mânâda ben de bunu yaptım - ve on beş, yirmi tablo
görür. Gerisi duman, lodos dalgası, aç gözlülük filân. Eskilerin hayatı ancak
buna müsaitti. Herkes kendi kilisesinde çalınan musikiyi dinliyor,
bulunduğu şehirde veya gidebildiği yerdeki resimleri görüyor,
beğendiklerini meşk ediyor, kopya ediyor, sevdiği muharriri adeta insicamlı
bir dünya yapıyorlar ve onun içinde tekrar doğuyorlardı. Bizi hayatımızın
bolluğu iflâs ettiriyor. Biz sinemayız. Satıhta kalmağa mahkûm.”7
Bir ankete verdiği cevapta da Tanpınar, edebiyat hayatındaki gelişmeleri,
temayülleri anlatırken, yine derinliğe, insanı her hâliyle vermekteki eksikliğe dikkat
çeker. Eserlerin insanın ancak bazı anlarına dikkat çektiğini, fotoğraf sanatındaki
gibi bazı durum ve manzaraları dondurmakla yetindiğini belirten yazar, bu
enstantane anlayışıyla sanat yapılamayacağını, sanatın aslında bunun zıttı olduğunu
belirtir. Tanpınar’a göre resim ve görüntüye dayanan sinemada bile bu olmamalıdır,
çünkü o bir terkiptir:
“Bugünkü edebiyatın bir tarafını, hem çok mükemmelini iyi bir
Leica makinesi de verebilir. İnsan kaderi sadece enstantane çekmekle
verilmez. Sanat hatta enstantanenin tam zıddıdır. Sinema bile fotoğraf
değildir. Çünkü terkiptir. Nitekim muvaffak olanlarda bunu görüyoruz.”8
6 A.e., s. 49. 7 T. M., s. 153. 8 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, no: 377, 1 Aralık 1951; Y.G., s. 309.
391
Tanpınar’a göre sinemanın dünyamıza getirdiği bir önemli özellik de geniş
kapasitesi ve birçok insana aynı anda hitap edebilme gücü sayesinde geniş alana
yayılması ve birçok sosyal meseleyi tartışabilmesidir. Hatta yazar sinemanın bu
konuda gazeteyi bile geçtiğini belirtmektedir:
“Film içtimaî anket ve röportajda gazeteyi hemen hemen geçti.
Bugün aziz dünyamızın bütün olan bitenlerini, rahat bir koltuktan, kadife
gibi yumuşak bir karanlığın içinde günü güne takip etmek, şiirin bütünü ile
tezatların mengenesi arasında ne kadar abes bir âlemde yaşadığımızı,
spekülâtifin dışında insan aklının biçareliğini olduğu gibi görmek ve onlara
garip bir şekilde alışmak mümkün.”9
Sinemanın diğer sanatlarla ilişkileri, onlarla olan alış-verişleri Tanpınar’da
önemli bir meseledir. Sinema ona göre kelimenin yerine hayali getirmiştir:
“Sinemanın en büyük iddiası: “Kelime medeniyetinden çıktık, hayal
medeniyetine girdik.” idi.”10
Sinema artık birçok özelliğiyle, kendisine has düzeni ve kabiliyetleriyle,
edebiyatın ve alt türlerinin sahasına girmiş, onların tekniklerini kullanmaya
başlamıştır. Yazar bu konuda şunları söyler:
“... Sinema bu hususî düzen ve imkânları yüzünden az çok bütün
güzel sanatlarda olduğu gibi edebiyat ve söz sanatlarıyla karşılaşır. Temsil
bakımından, bilhassa sesli filmden sonra tiyatronun, hikâye kudreti ile
romanın, görünüşleri konuşturan realizmi ve keskin belâgatiyle hitabetin -
burada sinema, César’ın bıçakla delik deşik vücudunu Capitol’e taşıyan ve
eski, yeni bütün yaralarını halka gösteren Shakespeare’nin Oktavius’una
benzer - telkinle şiirin, çeşitli oyunlarıyla masalın ve fantastiğin ister
9 Tanpınar, “Fotoğraf ve Resme Dair”, Ölçü, No: 2, 1 Nisan 1957; Y.G., s. 461. 10 Tanpınar, E.D., s. 134.
392
istemez karşısına çıkmıştır. Tıpkı fotoğrafın bir asırdan beri resim ve
heykelle karşılaştığı gibi.”11
Tanpınar, sinemadaki edebiyat uyarlamalarına birçok yerde dikkat çeker.
Dostoyevski’nin İdiot isimli eserinden uyarlanan filme giden Tanpınar, bu film
hakkındaki görüşlerini hem Ahmet Kutsi’ye hem de Adalet Cimcoz’a yazdığı
mektuplarda ortaya koymuştur. Yazara göre film, romanda söylenmek isteneni hem
müspet hem de menfî doğrultuda oldukça değiştirmiştir. Fakat yine de Tanpınar
romana sıkı bağlılıktan yana değildir. Aşağıda görülen “dahiyane operasyon” ibaresi
de bunu gösterir:
“İdiot filmini gördüm. Kitabı bütün almamışlar. Dahiyane bir
operasyonla birinci kısımda, yani Nastasia’nın Rogojin’le gittiği, öbürlerini
kovduğu sahneye kadar iktifa etmişler. Ve birçok şeyleri atmışlar. Vakıa
film, romanı paranın aleyhine yazılmış alelâde bir satir hâline getiriyor.
Fakat öyle bir çekiş, öyle bir vaz-ı sahne ki, insanı çıldırtıyor. Bütün bir eski
Rusya, bütün bir anlayış filmde. Birkaç yerde hakikî kâbuslar var. Ve bu
kâbus sahneleri Dostoyevski’nin dehasını, romanın hırpalanmasına rağmen
daha iyi veriyor.”12
Roman-sinema ilişkilerini başka eserleri örnek göstererek açıkladığı bir
dersindeyse Tanpınar şunları söyler:
“Gizli Celse filme alınmış, böylece kelimeye emanet edilen şey
resme geçmiş. Eser çok güzel oynanmış fakat Sartre kaybolmuş. ...........
Kırmızı ve Siyah filme alınmış. Romanın bütün ana hatları mevcut,
fakat “roman Stendhal” değil. Demek sinema, roman ve tiyatroyu aldığı
zaman onu başka bir şey yapıyor.”13
12
11 Tanpınar, “Fotoğraf ve Resme Dair”, Ölçü, No: 2, 1 Nisan 1957; Y.G., s. 464. T. M., s. 119.
13 Alptekin, a.g.e., s. 291.
393
Esere sadakat, sinemanın teknikleri gibi meselelerin dışında sinema-edebiyat
ilişkilerinin bir önemli cephesi de, bu iki sanatın birbirlerinin yolunu açması ya da
ufkunu genişletmesidir. Romanın sinemaya kaynaklık etmesi ya da hazır malzeme
vermesinin yanında sinemadan bazı teknikler almıştır.14 Tanpınar bu tekniklerden
birisi hakkında şunları söyler:
“Sinema fondu yapabildi; yani bir şeyin içinden diğer bir şeyi
geçirebildi; meselâ deniz dalgalarının içinden başka bir şeyi geçirebildi.
Byron, Sartre, Steinbeck bu hâlden istifade ettiler; meselâ bir cümle
sonundaki kelime veya jestten diğer odadaki bir hâle geçebilmek. Şiir, bunu
dilde de aramaya başladı; şiirin de dilinde aradılar. İşte bunun içindir ki
entelektüelleri meşgul etti; sinemanın sanatların yerini tutacağı iddiası bütün
entelektüelleri kavradı.”15
Tanpınar 1940 sonrasında yetişen genç şairlerde bir göz estetiğinin hâkim
olduğunu ve eserlerinde de sinema tesirleri bulunduğunu belirtmektedir:
“... Filhakika bu devrin şiirinde (bilhassa İkinci Cihan Harbi’nden
sonraki şiirde) beyaz perde sanatının daha gittikçe artan bir tesiri vardır.
Manzumelerinin yürüyüşü ve örgüsü, hatta santimantalitesi ve trajiği
doğrudan doğruya bu sanat bağlı görünen bazı şairlerin dışında (bu cins
şairlerde Üçüncü Adam gibi bazı filmlerin, Walt Disney masallarının ve
Charlie Chaplin’in tesirleri daima aranabilir) bile imajdan imaja geçişsiz
atlayışları, kelimeyi her türlü poetik prestijinden sıyrılıp çıplak bırakmak
suretiyle adeta bir obje yapmalarıyla sinema daima az veya çok hâkimdir.
Bununla beraber Türkiye’de doğrudan doğruya sinema estetiği üzerinde pek
14 Bu noktada Fethi Naci’nin Tanpınar’ın Huzur isimli romanında sinemasal tesirler tespit ettiğine veya yazarımızın bazı cümlelerinde sinema tekniklerine rastladığına işaret edelim: “... Tanpınar’ın bu alabildiğine usta işi tespitlerini okurken hep sinemadaki “optik kaydırma”yı düşünüyorum; kalemiyle yapıyor bu işi: “Uzaktan gözle ayırt edilemeyecek bir varlık, bir durum, bir ayrıntı üzerine hızlı bir optik kaydırma bu varlık, durum ya da ayrıntıyı bir anda seyircinin gözü önüne serer ve çarpıcı bir etki yaratır.” (Nijat Özön). Tanpınar bilincindedir yaptığı işin: “Ah, bu küçük teferruat... İki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat...” (Saatler Ayarlama Enstitüsü, s. 266)”, “Huzur”, Yeni Dergi, No: 102, Mart 1973; B.G.B.K., s. 192. 15 Tanpınar, E.D., 48.
394
az durulmuş olmasına rağmen, bu tesirin mevcudiyeti ancak devir dediğimiz
büyük etki ile izah edilebilir.”16
Yazar resimli romanları da sinema etkisine bağlar, fakat buna hiç taraftar
değildir:
“Sinema romana da tesir ediyor: Resimli roman. Bundan daha
büyük eşeklik, hamakat olur mu? Güpgüzel okumak varken insanı küçülttü,
okumaktan alıp resim seyrettirebildi.
Demek ki sinema tiyatronun, resmin yerini almak iddiasındadır.”17
Yazar, sinemanın bu gayesine ulaşamadığına bir başka dersinde temas
etmiştir:
“Bugün sinema, tiyatro ve romanı tehdit ediyor, fakat onların yerini
alamıyor. Tiyatronun, tanziminde attığı şeyi sinemada görüyoruz.”18
Tanpınar, tiyatro ile sinemayı yakın sanatlar olarak düşünse de onlar arasında
bazı bariz farklar görmüştür. Tiyatro bahsinde de söz konusu ettiğimiz ve yazarın
sinema hakkında görüşlerini oldukça toplu bir şekilde veren bu farklar şunlardır:
“1. Sinema, evvelce hazırlanmıştır; tiyatro, karşımızda créer edilir,
yaratılır.
2. Tiyatro, daima küll olarak görülür, yeni terkipler yapar; sinema
ise her bir cephe ile görülür.
3. Sinemanın dekoru daha geniştir, imkânları daha fazladır.
16 Tanpınar, “Türk Edebiyatında Cereyanlar”, Yeni Türkiye, İstanbul, Nebioğlu Basımevi, 1959; E.Ü.M., s. 107. 17 Tanpınar, E.D., s. 48. 18 Alptekin, a.g.e., s. 201.
395
4. Tiyatro konuşma, sinema ise eşyanın aksine (réflexion) resimle
gösterme sanatıdır.
5. Tiyatro dekorunu kendisi yaratır; tecrit, tercih vardır. Tiyatroda
tamamlayıcı unsur muhayyiledir.
6. Sinema bir bakıma endüstri, tiyatro sanat eseridir.
7. Sinemada rejisör mühendistir; terazinin iki kefesi daima
birdir.”19
Bu teknik kıyas ve değerlendirmelerden sonra yazarımızın sinemaya dair bir
başka dikkatine yer vermek istiyoruz ki o da eğlenme tarzlarıyla ilgilidir. Özellikle
İstanbul’da, daha evvel çok samimî bir şekilde toplanılıp eğlenildiğini belirten ve bu
eski zamanları özleyen Tanpınar, artık insanların birbirlerini görmeden bir araya
geldiklerini söyler. Sinema insanları tek başlarına eğlenir hâle getirmiştir:
“Sinemanın zevkimizi dışarıdan idare ettiği bir devirde yaşıyoruz.
Karanlıkta toplanıyoruz. Honolulu’da, mehtaplı gecede güzel çamaşırcı
kızına fevkalâde zeki, cüretle ve fedakâr demir kralının oğlunun söylediği
gitaralı şarkıları, ertesi sabah Boğaz kıyılarında mağaza çıraklarının
ıslığından dinleyeceğimiz ulumaları dinliyor, kadının tuvaletine, erkeğin
perendelerine, hülâsa bir yığın ahmaklığa hayran oluyoruz.
Şurası muhakkak ki yeni, verimli bir iş hayatı şehre hususî çehresini
iade edinceye kadar hayatımızda yaratıcı olacağımız güne kadar İstanbul
halkı tek başına eğlenecektir.”20
Sinemanın, diğer bazı güzel sanatlarda karşılaştığımız gibi Tanpınar’ın edebî
eserlerinde bir benzetme öğesi, bir motif olarak kullanıldığına da dikkat çekelim. Yaz
19 Tanpınar, E.D., s. 133-134. 20 Tanpınar, B.Ş., s. 27-28. Nüsha farkı: “bir yığın ahmaklığa”: “bir yığın tatlı hamakate”. Bkz: B.Ş., Haz. Andı, s. 239.
396
Yağmuru’nda davetsiz bir misafir olarak Sabri’nin evine sığınan kadının bakışlarını
yazar şöyle anlatır:
“Kadın bir taraftan onu dinliyor, bir yandan da aynada elbisenin
kendisine yakışıp yakışmadığını ileri geri giderek, sağa sola dönerek tam bir
film empresaryosu bakışlarıyla seyrediyordu.”21
Huzur’da sinema, Nuran’ın dayısı Tevfik Bey’in ilâç müptelâsı oğlu Yaşar
dolayısıyla söz konusu edilmiştir. İlâçları hayatının en önemli parçası yapan
Yaşar’ın artık hiçbir şeyi güzel ve zevkli bulmadığını anlattığı satırlarda yazar yine
sinemadan bir örnek gösterir:
“Bunlar gibi Peşte'ye birkaç saatlik bir yerde eski bir tâbiimizin
şatosunda geçirdiği hafta tatili, o yüksek arkalıklı koltuklar, cins av
köpekleri, atlar, hakikî bir hasattan ziyade Marta Egerth'in yarı operet
filmleri için hazırlanmış dekorlara benzeyen harman yerleri, hulasa tatlı
musiki ve ucuz tahassüsün bin bir çeşit lezzetleri, Viyana kahveleri, narin
edalı kadınlar, Mozart'a ait kulaktan dolma malûmat, hepsi hafızasından
silinmişti.”22
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ise sinema birçok unsur gibi toplumsal
eleştiriye zemin olmuştur. Kendisini ve eşi Hayri’yi İrdal’ı sinema aktislerine
benzeten, hatta Hayri İrdal’ın tabiriyle “karıştıran” Pakize’nin gülünç hâlleri
romanda şöyle anlatılır:
“Evlendiğimizden beri sinemadan başka yere gitmemiştik. Neden
sonra anladım ki karım, kendisini beraber seyrettiğimiz bir filmin artisti ile,
Jeanette Mac Donald’la karıştırıyordu. Birkaç gün sonra kırmızı
sabahlıklarını aradı, benim süvari ceketimi bulamadığı için üzüldü. Beyaz
21 Tanpınar, Bütün Öyküleri, s. 153. 22 Tanpınar, Huzur, s. 151.
397
saten tuvalet elbisesi ortada görünmüyordu, bu felâkete ağladı. Bir başka
sabah daireye giderken boynuma sarıldı ve dikkatli olmamı tekrar tekrar
tembih etti.
Kendisini bazen Jeanette Mac Donald, bazen Rosalinne Russel
sanan, beni Charles Boyer ile Clarc Gable ile, William Powell ile karıştıran,
bir gün evvel komşu kızını Martha Egerth’e benzettikten sonra ertesi gün
pencereden “Martha, kardeşim nereye gidiyordun böyle?” diye seslenen bir
kadınla evlenmedinizse bu işin acayipliğini size anlatamam.”23
Pakize, aktör ve aktrislerin bu alaycı ifadelerle anlatılmaları, biraz da
toplumda kendisini izlediği filmlerin oyuncularıyla özdeşleştiren ve onların
hayatlarını yaşamaya kalkan insanların komik durumlarına bir eleştiriyi ifade eder.
Pakize’nin sinemaya merakını Tanpınar romanın ilerleyen sayfalarında bir
kere daha söz konusu eder. Hayri İrdal’ın zaferlerinden sonra bir gazete Pakize’yle
Hayri İrdal üzerine bir röportaj yapmış ve Pakize kocasını çok mübalâğalı sözlerle
anlatmıştır. Bu üslûpla anlatılan Hayri İrdal, kendisinin “sinema”ya dönüştüğünü
söylemektedir:
“... Fakat Pakize saatle, psikanalizle, yüksek bilgi ile alâkası olan
insan değildi. O modern kadındı. Sinemayı seviyordu. Kâinata beyaz
perdeden bakıyordu. Binaenaleyh ister istemez onun gözü ile ister istemez
ben de değişecek, sinema olacaktım.”24
Sinema ve aktirisler romanın anlatıcısı Hayri Bey’in plâtonik aşkı Selma
Hanım’la ilgili kurduğu bir hayal vesilesiyle de karşımızdadır:
“... Halbuki ne hulyalar kurmuştum.
...............
23 Tanpınar, S.A.E., s. 146-147. 24 A.e., s. 265.
398
Ben bütün yorgunluğuma, hayalimde hep bu yerli film sahnesi, -
bittabi Selma Hanımefendi bizim artistler gibi burnundan konuşmayacaktı -
tahammül etmiştim. Cemal Bey bu lâtif hulyayı beş dakikada bir kere
yıkıyordu.”25
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki sinema, Tanpınar’ın hem fikrî, hem edebî
eserlerinde çeşitli boyutlarıyla yer almış, yazar özellikle 1957 yılındaki derslerinde
fotoğrafla beraber sinemaya geniş bir yer vermiştir. Bugünkü sinemanın arkasında
bir pre-sinema olduğunu, bunun da rüyalardan kaynaklandığını belirten Tanpınar,
karagöz ve kukla gibi gölge oyunlarını da “sinema öncesi sinema” olarak telâkki
eder.
Tanpınar, sinemanın sanattansa endüstriye yakın olduğunu, diğer sanatları,
özellikle edebiyatı etkisi altına aldığını belirtir ve her ne kadar sanatlarda bir
hiyerarşiye ve tedahüle inandığını söylese de sinemanın etkilerini pek hoş
karşılamaz. Sinema ona göre kelimeye emanet edileni resme emanet eden, sözü
resmin emrine veren bir sanattır.
Söz konusu sanata çok da müspet bakmadığını gördüğümüz Tanpınar, onu
kalabalık ve sathî bulur. Edebî eserlere yansımaya bakıldığında ise sinemanın hem
bir benzetme öğesi, hem de hiciv noktası olarak kullanıldığı görülmektedir.
25 A.e., s. 192.
399
SONUÇ
Güzellik, insanoğlunun en eski çağlardan beri aradığı, ulaşmaya çalıştığı bir
kavram, bir değerdir ve insan güzellik ihtiyacını çeşitli yollarla karşılama, tatmin
etme yoluna gitmiştir. Âletleri, malzemeleri, sınırları ve ifade kabiliyetleri
bakımından farklı özellikler gösteren sanatlar da bu yollardan bir tanesidir. 62
senelik ömrünün çok büyük bir kısmını estetiğe ve sanata adayan Ahmet Hamdi
Tanpınar’da da kolaylıkla tatmin olmayan bir güzellik gereksinimi söz konusudur.
“... Son olarak güzeli daima sevdiğimi, onu insan kaderinin tek iyi tarafı olarak
gördüğümü söyleyeyim.”26 diyen Tanpınar’ın estetiğe meyli kimilerince bir kaçış ve
sığınma noktası olarak görülmüşse de yazar, hem meslekî hem de şahsî hayatında
estetiğe, güzele ve güzel sanatlara çok büyük yer vermiştir. Bizim çalışmamız,
Tanpınar’ı güzelliğe iten sebeplerin ferdî ve içtimaî boyutlarını da araştırma gayesi
güderek, onun güzel sanatlar hakkındaki fikir ve yorumlarını ortaya çıkarmaya
çalışmıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, babasının memuriyetleri sebebiyle çökmekte olan
imparatorluğun birçok şehrini görmek fırsatı bulmuş, her gittiği yerden daha sonra
şahsiyetini besleyecek bazı değerler almıştır. Güzellik ve tabiat güzelliği bu
değerlerdendir. Tanpınar, çok küçük yaşında güzelliğe uyanmıştır:
“Ergani Madeni’nde üç yaşımda iken bir gün kendime rastladım.
Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bayıra
bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok
lezzetli bir hayranlık içinde kalmıştım. Bu ânı her karlı günde hatırlar ve
yağmasını beklerim.”27
Tezimiz, kendisini bu kadar erken tanıma şansı bulan bir estetin güzel
sanatlara dair yorumlarını inceleme amacı gütmüştür. İlk bölümde önce estetik ve
26 “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Varlık, No: 377, Aralık 1951; Y.G., s. 304. s. 310. 27 T.M., s. 270-271.
400
güzellik kavramlarının sınırları çizilmeye çalışılmış, Tanpınar’ı güzel sanatlara iten
sebepler araştırılmış ve nihayet onun güzel, güzellik ve estetikle ilgili görüşleri,
dikkatleri bir arada verilmiştir. Bu bölümde vardığımız mühim neticelerden birisi
Tanpınar’ın hayata tutunma noktalarının birisinin de güzellik olduğu ve güzellik
bahsinde onun, 20. asırdan şikayetidir.
“Fikret,“Hemşîrem İçin”de: “Koşardı pîş-i mehâsinde dâima hevesin;”
diyor. Şimdi bizim yaptığımız tam aksi. Şimdi güzelliğe rast gelmemek için önünde
koşuyoruz.”28 diyen Tanpınar, her ne kadar yaşadığı devri sevdiğini söylese de
güzellik bahsinde farklı düşünmektedir.
Tanpınar, edebiyatın [yakın zamanlara kadar kitaplarına girmemiş olan Son
Meclis isimli eseri de hesaba katılırsa] tiyatro dahil hemen bütün türlerinde eser
vermiş bir sanatkârdır. 1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yeni Türk
Edebiyatı kürsüsünün başına geçtikten sonra ilmî çalışmalarına da ağırlık vermiştir.
Daha önceki yıllarda da deneme ve makaleler kaleme alan Tanpınar, eser verdiği
türün nazariyesini yapan ender ediplerimizdendir. Yazarın özellikle şiir ve romanı
merkezine alan yazıları söz konusudur ve bu yazılarda bu türlerin bütün problemleri
ele alınır. Çalışmamız tiyatro, geleneksel temaşa sanatları, tenkit, hikâye gibi türlerin
Tanpınar’ın sanat ve edebiyat anlayışında nasıl ve ne kadar yer tuttuğunu,
kronolojiye özen göstererek ortaya koymuştur.
Musikiden “sanatların sanatı” diye bahseden ve ona kendi sanat estetiğinde
de geniş yer veren Tanpınar, hem bir sanat olarak musikiye eğilmiş, hem de Türk ve
batı musikileriyle ilgili yorumlarda bulunmuştur. Tanpınar’a göre Klâsik Türk
Musikisi, milletimizin dehasını ve yaratıcılık kudretini gösteren sanatların en önde
gelenidir. Mahur Beste ve Huzur gibi romanlarda musiki çok büyük oranda yer
almış, eserin kurgusuna katılmıştır. Böyle bir tespitle Tanpınar’ın eserlerinde
musikinin, birçok meseleyi tartışmaya vesile olan bir arka plân olduğu neticesine
varılmıştır. Batı musikisi hakkında da aydınlık fikirlere sahip olan yazar, Ankara’da 28 Tanpınar, E.D., s. 234.
401
bulunduğu yıllarda Batı musikisinin önemli örneklerini dinleme fırsatı yakalamış,
böylece batı musikisine fikrî eserlerdeki dikkatlerin yanında, roman ve hikâyelerinde
de yer vermiştir. Yazar kahramanlarını da genellikle musikiden anlayan kişiler
arasından seçmiştir. Çalışmamızda yer verdiğimiz bir diğer musiki kolu da halk
musikisidir. Yazarın türküler hakkındaki yorumları da belirli bir düzen gözetilerek
göz önüne serilmeye çalışılmıştır.
Çalışmamızın dördüncü bölümünde, Tanpınar’da yine güzel sanatların bir
şubesi olarak mimarî, Türk mimarîsi ve batı mimarîsinin yer alış şekilleri
incelenmiştir. Varılan sonuç onu göstermektedir ki; “Mimarî en muhteşemidir
sanatların; hislerimizden bir concré âlem yapabilme sanatıdır.”29
Tanpınar’da mimarînin, diğer sanatlardan biraz farklı olarak daha toplumsal
endişelerle yer aldığı tespit edilmiştir. Yazara göre mimarî, zamana direnebilen
nesilleri birbirine bağlayan, kültürde devamlılığı en bariz hissettiren sanattır. Bu
bölümde karşılaşılan bir başka durumsa Tanpınar’ın mimarî, özellikle İstanbul ve
Boğaz konusunda tavsiyeci, yol gösterici tavrıdır. Kendi okuyucuları haricinde
devrin imar işleri yetkililerini ve diğer bütün ilgilileri eski eserlerimiz konusunda
duyarlı olmaya davet eden yazar, Beş Şehir isimli eserinde de görme ve inceleme
fırsatı bulduğu Selçuklu ve Osmanlı mimarîlerî arasındaki üslûp farklılıklarına
dikkat çekmiştir. Tanpınar batı mimarîsini de inceleme fırsatı bulmuş ve bunu bazen
Türk mimarîsiyle karşılaştırmıştır. Biz, bu iki mimarî kolunu ayrı ayrı işlemekle
beraber, yazarın başka eserlerini göz önünde bulundurarak referans dipnotlarıyla
bazı görüşlere dikkat çektik.
Resim ve heykeltıraşlığın yazarımızın eserlerindeki akisleri de bizim
inceleme sahamızdadır. Ressam ve heykeltıraşlarla yakın dost olan Tanpınar, bu iki
sanat hakkında da görüşler bildirmiş, onları hem ferdî hem de içtimaî yönlerden
tahlile tâbi tutmuştur. Resmin insana bir göz zevki kazandırması, gözü terbiyedeki
gücü ve edebiyata etkisi hakkındaki fikirleri, Tanpınar’ın bu sanatlar hakkındaki 29 A.e., s. 52.
402
yorumlarının çok önemli bölümleridir. Doğunun minyatürüyle modern batılı resmi
bazen karşılaştırmalı olarak işleyen yazar, resmin şiire ve nesre etki ettiğini söyler.
Biz bu bölümde doğu ve batı gibi iki farklı dünyanın iki sanatının Tanpınar’ın
eserlerindeki yansımalarını, değişik zamanlarda kaleme alınmış yazı ve kitapları
inceleyerek, aradaki benzerlik ve farklılıklara temas ederek incelemeye gayret ettik.
Hat sanatı hakkında olukça sınırlı fakat derinlemesine bir bakışı olan
Tanpınar, bu sanatın Türk, Arap ve İran toplumlarında ortaklaşa icra edildiğini ama
belirli bir zamandan sonra asıl hamlelerini Türk topraklarında yaptığını belirtir. İlgili
bölümümüzde görülmüştür ki hat, onun edebî eserlerinde de ifadesini bulmuştur.
Çalışmamızın son bölümünü “Sinema” teşkil etmiştir. Bu bölümde diğer
bölümlerde takip edilen metot uygulanmış, eserler hakkındaki değerlendirmeler
yerine bizatihi sanat olarak sinema işlenmiştir. Endüstriye en yakın sanat olan
sinemanın edebiyatla ilişkileri, modern insanın eğlence ve toplanma biçimine menfî
etkisi, tekniğe fazla yer vermesi, insan gerçeğini sathî bir bakışla incelemesi bu
bölümde karşımıza çıkan ana meselelerdir. Tanpınar’ın dikkat çektiği bu konuları
değişik eserlere, mektuplara başvurarak incelemeye çalıştık. [Görüldü ki sinemada
derinliği yakalamak mümkün değil, fakat sinema Tanpınar’ın çok sevdiği hayâl ve
rüya hâlini bize yaşatıyor.] Sinemanın, yazarın edebî eserlerindeki yer alış biçimine
de kısaca işaret ettik.
Bu çalışma ile estetiğe şahsî hayatında ve sanat anlayışında çok bağlı olan bir
şahsiyetin güzel sanatlara dair düşünüşleri bir bütün hâlinde ortaya çıkmıştır.
403
BİBLİYOGRAFYA / KAYNAKÇA
Abacı, Tahir: Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, İstanbul, Pan
Yayınları, 2000.
Ağaoğlu, Adalet: “Tanpınar’da Kent Simgesi”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz:
Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s. 407-
408
Akün, Ömer Faruk: “Ahmet Hamdi Tanpınar”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz:
Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s. 1-29.
Alptekin: Turan: Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2001
Altuğ, Taylan: Kant Estetiği, İstanbul, Payel Yayınları, 1989.
Andı, M. Fatih: “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Geleneksel Türk Süsleme Sanatlarından
Birisi Olarak Hat Sanatı”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. XXXI, 2004, 7-16.
Armağan, Mustafa: “Tanpınar’ın Tılsımlı Aynasında Şehirler”, Hece, No: 61, Ocak
2002, s. 120-125.
Ayvazoğlu, Beşir: “Tanpınar’da Musiki, Mimarî ve Şehir”, Türk Edebiyatı, No:
150, Nisan 1986, s. 26-28.
Banarlı, Nihad Sami: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, İstanbul, Milli
Eğitim Bakanlığı Basımevi, 1998.
Beyatlı, Yahya Kemal: Edebiyata Dair, 4. bs., İstanbul, İstanbul Fetih
Cemiyeti Yayınları, 1997.
Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz: Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi
Yayınları, 2002.
404
Birkök, Mine: “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Musiki İle İlgili Unsurların Tespiti” İÜ
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yayımlanmamış
Mezuniyet Tezi, İstanbul, 1965.
Bozkurt, Nejat: Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul , Asa Yayınları, 2000.
Demiralp, Oğuz: Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine
Eleştirel Deneme Ahmet Hamdi Üzerine İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001.
Ediboğlu, Baki Süha: Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1968.
Emil, Birol: “Tanpınar’ın Eserlerinde Adları Geçen Garblı Sanat ve Fikir
Adamları”, Türk Kültür ve Edebiyatından Şahsiyetler, Ankara, Akçağ
Yayınları, t.y.
Enginün, İnci: “Tanpınar’ın Bilinmeyen Hatıraları I”, Dergâh, C. VI, No: 62, Nisan
1995, s. 11.
Enginün, İnci: “Tanpınar’ın Bilinmeyen Hatıraları-III: Hem Şarklı Hem Garplı
Olabilir miyiz?”, Dergâh, No: 64, Haziran 1995, s. 7.
Enginün, İnci: “Tanpınar’ın Bilinmeyen Hatıraları IV”, Dergâh, c. VI, No: 65,
Temmuz 1995, s. 8-9.
Güven, Güler: Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, Haz: Hayri Ataş, İstanbul, Türk
Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004.
Haşim, Ahmet: Piyale-Göl Saatleri / Diğer Şiirleri, Haz: İnci Enginün, Zeynep
Kerman, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2003.
Işın, Ekrem: A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,
2003.
Kantarcıoğlu, Sevim: Ahmet Hamdi Tanpınar: Yapıbozumcu ve Semiotik
Yaklaşımlar Işığında Tanpınar Hikâyeleri, Ankara, Akçağ Yayınları,
2004.
405
Kaplan, Mehmet: Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul, Dergâh Yayınları, t.y.
Kerman, Zeynep: “Tanpınar ve Paul Valéry”, Türk Edebiyatı, No: 1, Ocak 1972, s.
12-13.
Kolcu, Ali İhsan: Zamana Düşen Çığlık: Tanpınar’ın Şiirinin Epitomolojik
Temelleri & Tanpınar’ın Şiir Estetiği, Ankara, Akçağ Yayınları, 2002.
Kurnaz, Cemal: “Tanpınar ve Türküler”, Millî Kültür, No: 44, Mart 1984, s. 44-47.
Lalo, Charles: Estetik, Çev: Burhan Toprak, İstanbul, Hece Yayınları, 2004.
Meriç, Cemil: Kırk Ambar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998.
MEYDAN LAROUSSE BÜYÜK LÜGAT VE ANSİKLOPEDİ: “Güzellik”
maddesi (y.y.), C.VIII, Sabah Gazetesi, t.y., s. 270.
Moran, Berna: Türk Romanına Eleştirel Bakış I, 9. bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2000.
Naci, Fethi: “Huzur”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz: Abdullah Uçman, Handan
İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s. 189-192.
Okay, M. Orhan: Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Şule Yayınları, 2000.
Sağlık, Şaban: “Bir Şahsî Nizamın Peşinde Estetiği ve Felsefeyi Arayan Adam:
Ahmet Hamdi Tanpınar”, Hece, No: 61, Ocak 2002, s. 94-120.
Servet-i Fünûn, No: 476, 26 Nisan 1900, s. 115.
Sunat, Halûk: Boşluğa Açılan Kapı: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına
Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 9. bs. İstanbul, Çağlayan
Kitabevi, 2001.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Aydaki Kadın, İstanbul, Adam Yayınları, 1987.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Beş Şehir, 15. bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000.
406
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Beş Şehir, 4. bs., Haz: M. Fatih Andı, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2002.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Bütün Öyküleri, İstanbul, 2. bs., Yapı Kredi Yayınları,
2004.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Edebiyat Dersleri, 2. bs., Haz: Abdullah Uçman, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2003.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Edebiyat Üzerine Makaleler, Haz: Zeynep Kerman, 6.
bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Huzur, 11. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Mahur Beste, 5. bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Mücevherlerin Sırrı., 2. bs., Haz: İlyas Dirin, Turgay
Anar, Şaban Özdemir, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 14. bs., İstanbul, Yapı
Kredi Yayınları, 2004.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Sahnenin Dışındakiler, 4. bs., İstanbul, Dergâh
Yayınları, 1999.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Şiirler, 3. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Yahya Kemal, 4. bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2001.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Yaşadığım Gibi, 2. bs., Haz: Birol Emil, İstanbul, Dergâh
Yayınları, 1996.
Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,
1997.
407
Tanpınar’ın Mektupları, 3.bs., Haz: Zeynep Kerman, İstanbul, Dergâh Yayınları,
2001.
Tunalı, İsmail: Estetik, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1996.
Tunç, Ayfer: “Vesika-lık: Tanpınar’ın Bir Kelimesini Bile Feda Etmemek Lazım”
(Birol Emil ve Turan Alptekin’le konuşma) Kitap-lık, No: 40, Mart-Nisan
2000, s. 123-129.
Yavuz, Hilmi: “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Estetiği Üzerine”, Bir Gül Bu
Karanlıklarda, Haz: Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi
Yayınları, 2002, 237-240
Yetiş, Kâzım: Yahya Kemal I Hayatı, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları,
1998.
408