Upload
others
View
2
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
- - - - B E L G E S E L - - - -
SEKANS S inema Kül türü Derg is i Ara l ık 2018 | Sayı e 9 : 78-89
ANLATMADAN ANLATMAK: KOYAANISQATSI
Seda Usubütün
adlandırmak yok eder, sezdirmek var eder
William Faulkner
Godfrey Reggio’nun Qatsi Üçlemesi’nin ilki olan Koyaanisqatsi 1982 yılında
gösterime girdiğinde belgesel sinema için farklı ve güçlü bir anlatım dilini
gündeme getiriyor. Anlatıya dayanmayan, sözcüklere yaslanmayan, temel
meselesini imgeler ve müzik aracılığıyla aktaran, izleyiciyi hisleri ve bedeniyle
filmin içine katan film, kendisinden sonra gelen pek çok yenilikçi belgesele de öncü
oluyor. Reggio, bu film ile yakaladığı tarzı sürdüren iki artçı film ile (Powaqqatsi,
1988 ve Naqoyqatsi, 2002) üçlemeyi tamamlasa da ilk filmin tema ve teknik olarak
yetkinliği halen dillerden düşmemiş durumda. Kent yaşamı ve teknolojinin doğa
üzerindeki yıkıcı etkisini işlemek için bozulmamış doğa görüntüleri ile insanın ve
yarattıklarının korkunç güzelliğini hipnotik sekanslarda karşı karşıya getiren
yönetmen, hem çevreci mesajlar verip hem de tüketim toplumunu hedef tahtasına
sabitliyor.
Reggio’yu anlatıya dayanmayan bir sinemaya iten neden, dilin ve sözcüklerin
artık içinde yaşadığımız dünyayı anlatmakta yetersiz olduğunu düşünmesi.
Koyaanisqatsi öncesi tanınmayan yönetmenin biyografisi de anlatıya dayalı
olmayan alternatif bir anlatım dilinin nasıl bir vasatta doğduğunu açıklayıcı
nitelikte. New Orleans, Lousiana doğumlu olması, Katolik bir aileden gelmesi, 14
yaşında rahiplik eğitimine başlaması ve 14 sene bu ortamda edindiği dinsel
etkilenimler sonrasında New Mexico ve Santa Fe’de gerçekleştirdiği sosyal
sorumluluk projeleri gibi özellikleri yönetmenin Qatsi Üçlemesi’ne kattığı
spiritüel yönleri açıkladığı gibi, zihinsel olarak anaakım sinemadan uzak duruşunu
79
da anlaşılır hale getiriyor. Zihinsel diyorum, çünkü ekibin toplanması ve yapım
desteğinin sağlanmasında Francis Ford Coppola’nın katkısı olmasa
Koyaanisqatsi belki de hiç gün yüzü göremeyebilirmiş.
Bu filmde yönetmen ile bire bir çalışan müzisyen Philip Glass ve görüntü
yönetmeni Ron Fricke’nin katkılarının da Coppola’nınki kadar önemli olduğunu
belirtelim. Filmin yaratıcı kadrosu olarak bu üç ismin projenin başından itibaren
birlikte yol alması, özellikle film müziğinin geleneksel prodüksiyonlarda olduğu
gibi kurgu sonrası eklenen bir yama olmayıp zaman zaman görüntülerin elde
edilmesini dahi önceleyen bir üretimin sonucu olması Koyaanisqatsi’yi ince
dokunmuş bir ritmik kurgu harikasına dönüştürüyor. Philip Glass’ın trans
benzeri yükseltici etki yaratan müziği bilinci ve bilinçdışını başka bir boyuta açan
kapı özelliği taşıyor.
Koyaanisqatsi filmini tür olarak sinemada nerede görmeliyiz sorusuna bugüne
değin verilen yanıtlar oldukça değişken. Yavaş sinema, saf (pure) sinema, anlatıya
dayanmayan (non-narrative) deneysel belgesel, poetik belgesel, aşkın
(transandantal) sinema, derin düşünceye iten (contemplative) sinema, yüceltici
(sublime) sinema bunlardan bazıları. Her birinin kimi kategorik özelliklerini
elbette taşıyan Koyaanisqatsi filmini herhangi bir türe sabitlemek pek olası
durmuyor. Filmin bölümlerini ve teknik özelliklerini gözden geçirirken bu türlerle
olan benzerliklerini ve farklılıklarını ele almak daha doğru bir yol olacak gibi
duruyor.
Philip Glass’ın 13 farklı parçadan oluşan film müziği, filmde tematik olarak
farklı 10 bölüme karşılık geliyor.
1-Koyaanisqatsi
Canyonlands National Park’taki Kızılderili piktogramı ile açılıyor film. Dağınık
yerleştirilmiş 3-4 insanı ve giysisi nedeniyle diğerlerinden ayrışan krallarını
gösteren bir dakikalık yakın çekim sonrası, açılarak tüm resmi gösteren yavaş
kamera hareketi ile ilk sekans tamamlanıyor. Philip Glass’ın film albümündeki ilk
parça olan ve filme ismini veren Koyaanisqatsi bölümü içerisinde yer alan ikinci
sekansta ise, yüksekten kar benzeri düşmekte olan parçaların işaret ettiği bir
patlama, duman ve alevlerin uzun sürede algılanması sonrası, dumanların
çekilmesi ve açının genişlemesi ile bir füze rampasını görüyoruz. Apollo 12’ye ait
80
Satürn V roketinin, füzenin havalanması ile geride bıraktığı yoğun beyaz ışık
gözlerimizi aldığında sekans sona eriyor. İnsanın ilk yaratısı olan mağara duvar
resimleri ile başlayıp, gelmiş geçmiş en önemli yaratısı olan uzay yolculuğuna
bağlanan bu kısa bölüm, ilkel doğa ile teknolojik dünyanın film boyunca karşı
karşıya getirileceğini en kestirmeden ele veriyor. En eski çağlarda gündelik
yaşamını kayalar üzerine karaladığı figürlerde soyutlayan insanoğlu artık uzay
yolculuğu sayesinde tüm dünyasını dışarıdan gözlemleyebiliyor. Gökyüzündeki
gözün tanrı-krallardan uzaya yerleştirilen teknolojik aygıtlara transferi ile insanın
görüş alanında gerçekleşen niteliksel değişimin doğa ile insan arasındaki dengeyi
sarsmış olması şaşırtıcı olmasa gerek.
Teknik özelliklerine bakınca yavaş sinemadan söz edebileceğimiz bir bölüm
burası. Yavaş sinema, 2000’lerde sanat sineması içinde bir tarz olarak ortaya çıkan
ve adını Jonathan Ramsey’in Sight and Sound dergisinde 2010’da yayımlanan bir
makalesi ile duyuran minimalist bir tür. Béla Tarr, Lisandro Alanso, Gus Van
Sant, Tsai Ming-Liang, Pedro Costa ve Albert Serra bu tür ile özdeşleştirilen
isimlerden. Yavaş sinema zamansallıkta, hızda ve anlatıda azalma ile karakterize
diyebiliriz. Estetik ve sembolik manzaralar ile anlatısal bir boşluk sağlanırken
uzamış çekim süreleri durgun, sakin, gündelik ve sıradan olan, dramatik olmayan
realist ve hiperrealist izlenimlere izin veriyor. Bu yavaşlık ve sakinliğin davet ettiği
bir diğer özellik de izlerken derin düşüncelere dalma olanağı sağlaması. İzleyici ile
film arasında anlatısal bir anlam inşa etme sürecine kapı açıyor. Bu özelliği ile derin
düşünceye iten (contemplative) sinema türüne de göz kırpmış oluyor.
81
Yavaş çekim ve üst üste görüntü bindirmeler için Reggio bir mülakatında
bunları görüntüleri romantize etmek için değil, anıtsallaştırmak ve başka bir
perspektiften bakma olanağı sağlamak için kullandığını söylüyor. Sıradan olanı sıra
dışı bir açıdan göstermek için başvurduğu bu yöntemler yavaş sinemadaki
gözlemci perspektifin ötesine geçen ve “Bazin etkisi” olarak da adlandırılan
belgesel realizminde teknik açıdan distorsiyon yaratan seçimler oluyor.
2-Organik (Organic)
Doğanın katıksız güzelliğine tanık olmak için sihirli saatlerde çöldeki görkemli
kayalıklar üzerinde time lapse ile olması gerekenden hızlı hareket eden gölgeler,
enerji ve zaman akışını aynı sekansta birleştiriyor. İnsansız boş manzaralarda
havadan çekimler ile yakalanan doğadaki bitimsiz akış hali, okyanuslardaki
dalgaların, çöllerde rüzgarla hareket eden kum tanelerinin ve gökyüzündeki
bulutların kesintisiz ve yavaş hareketleri ile yansıtılıyor. Hiç bitmeyecekmiş gibi
tekrarlanan imgeler ve tınılar izleyen zihinleri esir alıyor, zamanın akışını askıya
alıyor ve izleyiciyi uzun düşüncelere dalmaya teşvik ediyor.
Filmi tanımlayan bir diğer sinema türü olan anlatısal olmayan (non-narrative)
deneysel belgesel, sabit kamera ve uzun, tek plan çekimler ile gerçekliğin kesintisiz
ve aracılık edilmeyen temsilini hedefleyen gözlemci bir perspektife dayanıyor. Bu
tür ile özdeşleşen isimler arasında Andy Warhol, Michael Snow, Jonas Mekas
ve Peter Hutton sayılabilir. Uzun planlar ile izleyiciye derinlemesine düşünme
olanağı sağlayan bu türün de contemplative sinema ile akrabalığı aşikar olduğu
gibi, Koyaanisqatsi’nin rahatça yerleşebileceği bir tür olduğu da iddia edilebilir.
3-Bulutlar (Clouds)
Hareket halindeki enerjinin hava, kara ve su arasında gidip gelen dalgalanması.
Önce hızla kayan bulutlar, peşinden bu imgenin şelaleden akan güçlü sular ile
paralelliği, yeşil vadilerden fiyortlardaki yeşil sulara geçiş ve imgelerin renk ve
hareket olarak birbirine karışması. Doğanın tüm elementleri ile akış halindeki
devinimini göstermekten çok hissettiren bir diğer organik bölümdeyiz.
82
İzleyicinin film izleme deneyimini bedensel olana endeksleyen, duyuları ve
duyguları harekete geçiren bu bölümde Vivian Sobchack’in fenomenolojik
varoluşçu perspektifine1 atıf yapmak olası.
4-Kaynaklar (Resource)
Rengarenk çiçek tarlalarından kurak topraklara hızlı geçiş ile insan
topluluklarına enerji sağlayan hırpalanmış doğayı resmeden bölüm. Patlamalar,
yıkıntılar ve iş makinaları ile toz toprak yığınları arasına dalıyoruz. Enerji
santralleri, yüksek fırın bacaları, kömür taşıyan uzun tüneller ve yüksek gerilim
hatları gösterenler ise gösterilen ne? Doğal kaynaklar olan elektrik, petrol ve
nükleer enerjinin elde edilmesinde yitip giden canlı doğa. Yıkımlara nokta koyan
mantar şeklindeki nükleer patlama ile bölüm sonuna yaklaşıyoruz. Ani bir kesme
ile bakımsız bir sahilde güneşlenen insanların yakın planına geçiyoruz. Geri planda
San Onofre Nükleer Güç Santrali ve santral içinde rehberli bir tur ile görkemli
yapıları büyülenmiş gibi izleyen insan kalabalığını görüyoruz. Bakış yukarı dönük
kaldığında imge değişiyor ve gökdelen camlarından yansıyan bulutlar ile artık
şehirdeyiz.
1 “Post Sinema II: Vivian Sobchack”, Seda Usubütün, SEKANS Sinema Kulturu Dergisi Aralık 2017 | Sayı e6 : 77-87
83
5-Araçlar (Vessels)
Yavaş çekim ile havaalanına inen uçağın flu görüntüden giderek görünür hale
gelmesi. İnsan kargosunu gökten indiren günümüz tanrılarına bir gönderme.
Modern yaşamın yerleşim yerlerini birbirine bağlayan damarlar. Yollar, arabalar,
trafik ve sürekli hareket halinde olan insan kalabalıkları. Kendi yarattıkları
teknoloji ile kendini doğadan uzaklaştıran kapana kısılmış insanlar. Tanrılar yerine
teknolojiye tapmaya başlamış insanların kendinde ve yarattıklarında güç arayışı ile
ortaya çıkan tahribat. Görüntüler insanı dışlasa da içinde nefes almaya çalıştığımız,
teknoloji ile sarmalanmış ikinci bir doğa ile karşı karşıyayız. Teknolojinin insani
yıkımlara yol açan uzantıları da askeri görüntüler ile seriliyor önümüze. Sovyet
tankları, bombardıman uçakları, atom bombası ve e=mc2 formülü taşıyan savaş
gemisi. Ana arterler, kan pıhtısı tıkaçları ve aksayan kan akımı. Patolojiyi davet
eden basınçlı akımlar ve fazla yüklenilmiş bir kalp.
84
Metropollerin ufuk çizgisini kaplayan gökdelenlere önce uzaktan, sonra New
York sokaklarından yakından yönlendirilen bakışlarımız bulutları yakalıyor
semalarda. Hızlı hareket eden, gölgeleriyle yapıları tarayan bulutlar, gökdelen
camlarına yansıyan ikincil görüntüleri ile yalancı bir doğayı taşıyorlar şehirlere.
Birey oluşu, durgunluğu ve dinginliği yok etmeye soyunmuş bir canavar olsa gerek
bu kayıp giden güzellik. Wall Street’in ticari yaşamında kaybolmuş insan
kalabalıklarının başlarını kaldırıp bulutların dans ettiği mavi gökyüzünü doğrudan
görmeleri bile olanaksız hale gelmiş.
6-Pruitt Igoe
Ama bakın bu meşgul ve dinamik şehirde başka şeyler de oluyor. Kapitalizmin
en uç varoluşları olan Wall Street’ten Bedford-Stuyvesant’a, Manhattan’dan
Brooklyn’e geçtiğimizde terkedilmiş konut projeleri, insanlık dışı koşullarda
yaşayan insanların pencerelerde çerçevelenmiş portreleri ve sokaklardaki pisliği
temizlemeye çalışan su birikintileri gözümüze takılıyor. İlerleyen karelerde herşey
yok oluyor. Çöken binalar, yıkılan köprüler, patlamalar, yangınlar, dumanlar.
Yavaş çekimde gökten yağan enkaz parçaları filmin başında havalanan uzay
roketinin güçlü patlama ile geride bıraktığı kar tanesi benzeri atıkları çağrıştırıyor,
ne ki yaşattığı his heyecan değil endişe bu kez. Yıkım ve yapım aralıksız birbirini
izliyor, her aşamada doğa ile aramıza yeni bir katman giriyor. Aslından giderek
uzaklaştığımız doğanın bize kalan yansımaları gökdelenlerin camlarında ters
yönde hareket eden bulutlar ile mecazi bir anlatıma kavuşuyor.
85
Artık doğal gözlemin yerini alan hayal gücü ile şehri yaşanır kılmak insanoğluna
kalıyor. Sürekli yıkım ve yapım eylemlerinin dayattığı geçiciliği yakın planda
odaklandığı düşsel ayrıntılarda kalıcı kılmak üzere yüzünü yansımalardaki bulutlu
gökyüzüne dönen insanoğluna.
7-Yavaş İnsanlar (Slow People)
Manhattan’ın sıradan bir gününde sokakları kaplayan yayalar ve şehir yaşamına
ironik bir bakış sunan göstergelerde sıra. Doğal ile yapay olanı ayırt edemez hale
gelen insanlığa reklam dili ile yol göstermeye soyunanlar... ‘Real (gerçek) sigara:
Doğal sigarayı tadın. Düşük katran. Yapay hiç bir madde eklenmemiştir’, ‘Büyük
İllüzyon’, ‘Üniforma Kiralama’... Hiçbir şey göründüğü gibi değil! Maskelerin,
üniformaların, plastik aksesuarların, neon ışıklarının ardına saklanmış gerçek olan.
86
Koyaanisqatsi’nin benzetildiği bir diğer tür de poetik belgesel demiştik. Poetik
belgesel türünü Bill Nichols, yaşamın gerçekliğine ilişkin parçaların şiirsel bir
tarzda bir araya getirilmesi olarak tanımlar. Poetik belgesel yapımcısı, öykü
yapısını oluşturmak için geleneksel lineer devamlılığı kullanmak yerine
görüntüleri izleyicide ton, ritm veya uzamsal yerleştirme yoluyla çağrışımlar
yaratacak şekilde düzenler. Bilginin doğrudan iletimi yerine alternatif bilme
yollarını araştırır ve sergiler. Ham maddesi olarak nesnel dünyadan esinlense de,
gerçekliğin temsilinde bir dizi fragman, öznel izlenimler, uyumsuz eylemler ve
zayıf çağrışımlardan yararlanır. Bu türün bilinen ilk örnekleri Charles Sheeler ve
Paul Strand’ın Manhatta’sı, Walter Ruttman’ın Berlin: Büyük Şehir Senfonisi,
Joris Ivens’in Yağmur’u ve Dziga Vertov’un Kameralı Adam’ıdır.
Şehir senfonilerinin bir devamı olarak anılan Koyaanisqatsi filminde de, gün
doğumundan gün batımına uzanan tam bir günlük zaman diliminde, kırsal
görüntülerden şehre ve gündelik yaşam aktivitelerini sürdüren insanlara uzanan bir
anlatı var. Filmin poetik filmlerde olduğu gibi, ritmik kurgu sayesinde izleyicinin
doğrudan duyularına hitap ettiğini, çağrışımlar ve izlenimler yaratarak sezgileri
harekete geçirdiğini, izlerken kendi anlatısını kurmaya teşvik ettiğini söyleyebiliriz.
8-Izgara Sistem (The Grid)
Şehrin kendine ait yaşamı olan organik bir yapı olarak sunulduğu 22 dakikalık
methiye bölümü. Müzik, görüntü ve içeriğin aynı yoğunlukta ve aynı yönde hızla
yol aldığı, izleyeni dezoryente etme potansiyeli olan hipnotize edici sekans. Hızlı
akan trafik, şehrin ana arterlerine tepeden bakan gece çekimleri ile kan
hücrelerinin damarlardaki hareketini andıran yaşamsal ağırlıkta kaygan
görüntüler. Aşkın (transandantal) sinemada olduğu gibi bireysel otonomiyi devre
dışı bırakan bir alternatif bilinç denemesi. Şehir yaşamındaki gizem ve güzelliğin
farkına vardıran ancak bu yapının sürdürülemezliğinin de altını çizen bir hissiyat
oluşturma çabası. İzleyicinin doğrudan hislerine seslenmenin Rus Yapısalcıların
‘fabula’ olarak adlandırdığı dolaylı yolunu tercih etmek. Olduğu gibi anlatan plot
yerine büyük resmin hissedilmesine olanak sağlayacak ipuçlarını sunmak. Yaratıcı
işi izleyiciye bırakmak ve kendisine sunulan noktaları birleştirerek istenen düşünce
ve hislere yani kendi fabulasına ulaşacağını ummak.
87
Artık teknolojiye taptığımızı imleyen üçlü gökdelen kareleri modern
etkilenimlerimizin dinsel köklerine işaret ederken, dev ay imgesini yutan
gökdelenlerin kısık ışıkları bizi aydınlatan doğal ve kadim kaynaklardan
uzaklaştığımızı çevreci etik hassasiyetinde hissettiriyor. Teknolojik ilerlemenin
duyularımızı arttıran özelliği ne yazık ki doğadan uzak yaşantılarımızın açtığı
yaralara merhem olamıyor. Artan teşhis yeteneğimiz gerçek tedaviyi
garantilemiyor.
Makinalara teslim olmuş bir insanlığın çeşit çeşit kanallarda sistematik
hareketlerini ve enerji akışını yansıtan görsel anlatı tekrarlar ve çağrışımlar ile
hipnotik deneyimi güçlendiriyor. Otobanlardan üretim bantlarına, Grand Santral
Station tren istasyonundaki arı kovanı hızındaki insan hareketliliğinden Dünya
Ticaret Merkezi’nde yer alan PATH istasyonundaki yürüyen merdivenlerin dolup
boşalan akışına, Manhattan’ın ızgara şeklindeki sokaklarında arabalar ile yayaların
kesişen mekanik koşturmacasına kadar... Üretim bandından dünyaya salınan
yalnızca nesneler değil, özneler ya da kendini özne zannedenler... Kontrolden
çıkmış bir teknolojinin artık efendisi değil kurbanı olan insanlık.
Bu bölümde andığımız aşkın (transandantal) sinema ise Paul Schrader’in
tanımladığı, bilinen sinemacıları arasında Yasajiro Ozu, Robert Bresson, Carl
Dreyer ve Roberto Rossellini olan bir tür. Deneyimin dışavurumcu, yoruma
dayanan yönlerini ve öz-bilinci ortadan kaldırıp yaşantıları sürekli tekrarlanan bir
ritüele çeviren, yalın kamera tarzı ve yorumsuz kurgu ile karakterize bir sinema
88
anlayışı. Kurmaca filmlerde kendini daha iyi gösteren bu türün Koyaanisqatsi ile
örtüşen yanı, Izgara Sistemi (The Grid) bölümünde görüntüler ve müzikteki yoğun
tekrarların diğer bölümlerde görüntüler arası kesmeler ile kurguda gelen anlamı
dahi yok etmesi ve izleyeni tamamen otomatik algılara kendini bırakmaya teşvik
etmesi olarak adlandırılabilir.
9-Mikroçip (Microchip)
Hızı giderek artan imgeler ve temposu giderek hızlanan müzik ile akan trafik
görüntüleri soyut ışık çizgilerine dönüşüyor. Bu soyutlama şehrin uydu haritası
görüntülerine kadar ulaşıyor ve kesme ile bilgisayarın ana kartındaki çip
görüntüsüne bağlanıyor. Şehrin dinamik enerjisinin altyapısını oluşturan dijital
teknoloji ile günümüzün gerçek efendisine kavuşuyoruz.
10-Kehanetler (Prophecies)
Anlatının döngüyü tamamladığı yerde filmin başında havaya fırlatılan roketin
patlamasını ve yanan bir motor parçasının yavaş çekimde kendi etrafında dönerek
yeryüzüne düşüşünü izliyoruz. Umuda yolculuğun felaket ile sonlanışı. Eşlik eden
vokal bir Hopi kehanetini dile getiriyor: Dünyayı çok kurcalamak felaketlere
davetiye çıkarır. Yönetmen filmin sonunda bize kayalıklardaki resmin tüm
figürlerinin kral olduğu kompozisyonu gösteriyor.
89
Hopi dilinde Koyaanisqatsi’nin anlamları arasında 1- dengesini yitirmiş yaşam,
2- farklı bir yaşam şekli için çağrıda bulunan yaşam biçimi tanımları var. Sözü
edilen çağrı, sanayileşme öncesinde kalan, insan ve çevre ile uyumlu doğal yaşama
geri dönüş çağrısı mı oluyor bu durumda?
Film bittiğinde başlayan ne?
Reggio’nun gelişen teknoloji karşısında doğadan kopan insanı ve sanayileşme
sonrası dünyanın geldiği noktayı izleyiciye göstermek, hissettirmek, anlatıyı kendi
yorumları ile oluşturmasını sağlamak için alternatif bir sinema dili kurmuş
olmasına tezat bir uğraş oluyor filmi sözcüklere sığdırmaya çalışmak. İzleyiciye
derin düşüncelere dalmak, imgeleri ve müziği bedeninde deneyimlemek,
varoluşunun bugünkü koşullarına dışardan bakmak ve yaşamını, uzlaşılarını ve
sınırlarını sorgulamak için fırsat sağlamak üzere sinema tarihindeki pek çok türün
yaratıcı teknik özelliklerini seferber eden yönetmenin bu film ile amacına ulaştığını
söylemek sanırım yanlış olmaz. Koyaanisqatsi’yi bir kez gündeminize
aldığınızda, filmi okumak veya konuşmaktan ziyade izlemek ve yeniden izlemek
isteğine karşı koymakta zorlanacaksınız.