68

Asla sürmez seninle döner aydınlıklaramebk12.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/06/06/323469/dosyalar/2015_… · a b c z t s 3 Editörden Fazilet ERYILMAZ Değerli Okurlarımız, Zaman,

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 1www.drd bibinnaz iiriddddvanegeallll.mememebbbbbb.k1k1k1k12222.trtrtrtrr //// 20202020151515155 //// 11111

    Sönmez bir ışıksın sen derin karanlıklaraAsla sürmez seninle döner aydınlıklara

    Kararlıyız ulusça durmadan dinlenmedenKoşarız dalga dalga çağdaş uygarlıklara…

    Çağdaş eğitim ile bilim, zafer yuvasıOdaklıyız çözüme, insanlığa faydalı

    Uzlaşmacı, yardımcı, saygılı, istikrarlıBaşarıyla gelecek, Binnaz-Rıdvan Ege’de…

    Binnaz-Rıdvan Ege’de başarı bir gelenekRehberimiz bilimdir bu alanda ilk ve tek

    Binnaz-Rıdvan Ege’sin sevgi saygı ocağı Seninle bekler bizi güvenli bir gelecek…

    Çağdaş eğitim ile bilim, zafer yuvasıOdaklıyız çözüme, insanlığa faydalı

    Uzlaşmacı, yardımcı, saygılı, istikrarlıBaşarıyla gelecek, Binnaz-Rıdvan Ege’de…

    “Çok çalışıp başarmak” sözümüz var bizim deDonatıldık bilgiyle her dem güçlü ve zindeİlmek ilmek dokunduk hazırlandık hayataYürürüz sonsuza dek Atatürk’ün izinde…

    Çağdaş eğitim ile bilim, zafer yuvasıOdaklıyız çözüme, insanlığa faydalı

    Uzlaşmacı, yardımcı, saygılı, istikrarlıBaşarıyla gelecek, Binnaz-Rıdvan Ege’de…

    Dr. Binnaz Ege - Dr.Rıdvan Ege A.L. Marşı

    Selin KARAKAYA-

  • 2 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    İmtiyaz SahibiÇankaya Dr. Binnaz Ege - Dr. Rıdvan Ege Anadolu Lisesi Adına Dursun YEŞİLOVA (Okul Müdürü)

    Genel Yayın YönetmeniÖmer DENİZ (Müdür Başyardımcısı)

    EditörFazilet ERYILMAZ (Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni)

    Yayın KuruluFazilet ERYILMAZ (Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni)Sibel ÇİMENLER (Formatör Öğretmen)

    Yazı İnceleme KuruluÖmer ESEN (Müdür Yardımcısı)Fazilet ERYILMAZ (Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni)Hasan YAŞAR (Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni)Gülçin KAMBER (Coğrafya Öğretmeni)Fatma Seher FİDAN (İngilizce Öğretmeni)

    Yazı Seçme KuruluElif BIYIK (9-C)Elif Serra ÖZKAN (9-D)Gözde CİNGÖZ (10-A)Melis Deniz TOPALOĞLU (10-F)Eylül ŞENGÜN (11-A)Arda GÜLTAN (11-E)Gökçe Merve KOÇOĞLU (11-F)

    İletişim BilgileriDr. Binnaz Ege - Dr. Rıdvan Ege Anadolu Lisesi Oğuzlar Mahallesi Osmanlı Caddesi 1396. Sokak 06520 Balgat / Çankaya / ANKARATel : (0312) 287 60 24 - 286 38 97Fax : (0312) 287 24 49Web : www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tre-posta : [email protected]

    Tasarım ve BaskıBizim Grup Basımevi Ajans Tanıtım

    Org. Yay. Dağ. San. Tic. Ltd. Şti

    Mithatpaşa Cad. 62/11 Kızılay - ANKARATel : (0312) 418 18 03Fax : (0312) 418 10 69GSM : (0506) 913 75 74e-posta : [email protected] : www.bizimgrup.com.tr

    Çankaya Dr. Binnaz Ege - Dr. Rıdvan Ege Anadolu Lisesi Yayın Organı

    3 Editörden

    4 Okul Müdürümüz

    5Mülakat

    10

    12

    14

    17

    17

    18

    19 Yüzsüz

    19

    20

    20

    21

    22 Söz Veremem

    23

    24

    29

    29

    30

    31

    32

    33

    34

    36

    37

    38

    46

    49 Gezilerimiz

    53 Törenlerimiz

    56

    63

  • çankaya

    www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 3

    abaacbbzbbccbbbbsbbzztzz3 zzttzzzzzszz3 zz3

    Editörden

    Fazilet ERYILMAZ

    Değerli Okurlarımız,

    Zaman, bir değirmen taşı misali öğütürken ömrümüzü, hiç var olmamış gibi yok olmamak için kendimizden bir iz bırakmalıyız geriye; bir söz, bir yazı, bir eser… Ve hayat akarken kendi mecrasında bu akışa kapılıp benliğimizi kaybetmemek için düşünmeliyiz, üretmeliyiz. Çünkü ancak düşünerek var olur insanoğlu ve üreterek yaşar. Bu dünyadan ayrılırken yaşayanlara bizden bir parça bırakmalıyız; bizi yaşatan, bizi hatırlatan…

    Unutmamalıyız, “Gün Olur Asra Bedel”…

    ***Bizler “ege’den” ekibi olarak yeni sayımızla sizlerle buluşmanın, size

    ulaşmanın sevinci içerisindeyiz. Bu sayımızda, okulumuzun dergicilik gelene-ğini ve devamı olduğumuz “Yansıma” dergisini de sizlere tanıtmayı amaçla-dık. Çıkarılan Yansıma dergileriyle beraber okul dergimizin 15. sayısına ulaş-mış bulunuyoruz.

    Dergimizi keyifle okumanızı dileriz. Kalın sağlıcakla…

  • çankaya

    4 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Merhaba,

    Dr. Binnaz Ege- Dr. Rıdvan Ege Anadolu Lisesi, Ankara’nın ve ülkemizin seçkin Anado-lu liselerindendir. Bu seçkin olma özelliği; öğrencileriyle, öğretmenleriyle yapılan eğitim-öğre-tim çalışmaları, kazanılan akademik başarıları ile sosyal, kültürel-sanatsal ve sportif alanlarda yapılan değerli etkinliklerden kaynaklanmaktadır. İnanıyorum ki okulumuz, “en özel devlet li-sesi” olma ayrıcalığını, her yıl daha da ileriye götürecektir. Bu konuda daha çok çalışıp, daha büyük başarılar elde edeceğiz.

    İdarecilerimiz ve eğitim kadromuzla bilginin önemli bir değer olduğu günümüz dünya-sında, geleceğimiz olan gençlerimizi hayata hazırlamak, en seçkin üniversitelerde okumalarını sağlamak için kaliteli bir eğitim sunmanın bilincindeyiz. BREGEAL ailesi olarak; “Bilgi dünya-sında, başarılarda, iyi yurttaş, iyi insan yetiştirmede biz varız ve sesimizi duymayan kalmaya-cak.” diyoruz.

    Okulumuz 2014- 2015 öğretim yılında da başarılı, verimli, huzurlu bir yıl geçirmiştir. Emeği geçen tüm yöneticilerime, öğretmenlerime, okul-aile birliği üyelerine ve çok çalışarak başarma arzusu duyan, okul kurallarına uyan öğrencilerime teşekkür ederim.

    Ayrıca okul dergimiz “ege’den” in yayıma hazırlanmasında emeği geçen Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Fazilet ERYILMAZ’a ve öğrencilerimize teşekkür eder, kutlarım.

    Dergimizin beğenilmesi ve nice sayılara ulaşması dileğiyle; tüm öğretmen ve öğrenci-lerimize başarı, sağlık ve mutluluklar diler; sevgi ve saygılar sunarım.

    Dursun YEŞİLOVA OKUL MÜDÜRÜ

    abbaacbbzbbccbbbbsbbzztzz3 zzttzzzzzszz3 zz3

  • çankaya

    www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 5

    TRT Genel Müdürü

    13 Nisan 2015 Pazartesi günü, TRT Genel Müdürü Sayın Şenol GÖKA, Okul

    Müdürümüz Dursun YEŞİLOVA, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenimiz Fazilet

    ERYILMAZ, Formatör Öğretmenimiz Sibel ÇİMENLER ve öğrencilerimiz adına 9-C’den

    Elif BIYIK, 9-D’den Emirhan MURAT, 9-G’den Elif Beyza AKKOÇ’tan oluşan okul heyetimizi makamında kabul etti.

    Ziyarette öğrencilerimiz, Okul Dergimiz için kendisiyle bir mülakat gerçekleştirdiler.

    Emirhan: “Sayın Genel Müdürüm, öncelikle zaman ayırıp bizimle mülakat yapmayı kabul ettiğiniz için okulu-muz adına çok teşekkür ederiz.”

    Şenol Göka: “Ben teşekkür ederim.”

    Emirhan: “İlk, orta ve lise öğreniminizi Denizli’de tamamladığınızı öğrendik. Radyo ve televizyon öğrenimi görmeye neden ve nasıl karar verdiniz? Aileniz bu terci-hinizi nasıl karşıladı?”

    Şenol Göka: “Ailem... Bizim gibi gurbetçi çocuk-ların öyle bildiğiniz aileler gibi aileleri olmaz. Yani, ben annemi babamı zar zor hatırlıyorum. Biz ninemle büyü-dük, ninem büyüttü bizi; o da çok yaşlıydı. Annem ba-bam senede bir defa gelirdi yıllık izinlerinde. O yüzden onların bizim tercihlerimize etkide bulunacak bir halleri yoktu. Dolayısıyla ilkokulda, ortaokulda böyle bir gaze-

    tecilik, radyoculuk ilgimiz başladı. O zaman televizyon vardı ama her evde yoktu. Hatta biz akrabalardan tele-vizyonu olanların evine giderdik televizyon seyretmek için. Hatta mahallede evinde televizyon olanların evleri sinema gibi dolup taşardı. Herkes onları ziyarete gitmek isterdi. Herkes onlarla bir şekilde görüşmek isterdi. Do-layısıyla radyo daha yaygındı. Yani hakikaten sihirli kutu tanımı o dönemlerde radyo için çok geçerliydi. Biz rad-yonun içinde –ortaokulda değil ama çok daha küçük yaşlarda- hakikaten birilerinin olduğunu düşünür, o sesin nereden geldiğine şaşırır kalırdık. O durum gizemini uzun süre korudu benim için. Ondan sonra da bilmiyorum tabii lise dönemlerinde hep böyle bir radyo, radyoculuk yap-mak, radyo kurmak, anons yapmak düşüncesi... Yani bir okul radyosu yapalım. Tabii bu okul radyosu, radyo yayını şeklinde değil de okulun içerisinde anons yapmak şek-linde. Hep oralardan kalan bir istek… Daha sonra da işte İstanbul’da Marmara Üniversitesi’nde, sanırım önceleri Basın-Yayın idi daha sonra İletişim Fakültesi oldu, Radyo –Televizyon Bölümü… Böyle gelişti.”

    Elif: “Peki, İstanbul’da Marmara Üniversitesi’nde okuduğunuzdan bahsettiniz. Üniversite yıllarınızda karşı-laştığınız zorluklar oldu mu?”

    Şenol Göka: “Çok oldu. Her şeyden önce ev bula-mazdık. Yani, ben şöyle bir hesap ediyorum. Hani o park-larda kaldığımız zamanları… Yazın çünkü parklarda ka-lırdık. Son vapuru kaçırdığınızda yapacak bir şey yoktu. On iki-bir Karaköy-Haydarpaşa ya da Karaköy-Kadıköy’ü kaçırdığınızda… Eyvah! Yapacak bir şey bulamazdık ki

  • çankaya

    6 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    zaman zaman kaçırırdık da… Çünkü öyle icap ederdi. Öyle koşuştururduk sağda solda. Ve ev sıkıntısı çok yaşardık. Yurtlar, öyle bugünkü gibi bilindiği gibi çok böyle öğrencileri cezbe-decek durumda değildi. Birkaç devlet yurdu vardı. AÖS, Kadır-ga gibi… Oralarda da şartlar çok iyi değildi. Bir öğrenci en fazla ne ister? Bir yatacak yer ister, bir de karnı doysun ister. Sadece bunlar var-dı. Onun dışında hakikaten çok zor, çileli günlerdi yani öğrencilik günlerim. Ya paramız olmazdı, evimiz yoktu doğru dürüst... Sadece, İstanbul’da kaldığım süre içeri-sinde –dört, beş yıl- ev olarak yani “Bugün arkadaşla-rın yanında kalalım. Yarın akrabaların yanında kalalım.” değil. Ev olarak hani gidip bulabildiğimiz, üç ay beş ay kalabildiğimiz on üç tane ev değiştirmişim. Onu hesap ettik arkadaşlarla geçenlerde buluştuğumuzda ne kadar ev değiştirdik diye. Yok, bir de öğrenciye kimse ev ver-mezdi o dönem. Şimdi nasıl bilmiyorum öğrencilik geçe-li epey bir yıl oldu. Bir de hakikaten sıkıntıydı, her şey sıkıntıydı o dönem ve o yüzden İstanbul’dan dönerken yani okul bitip İstanbul’dan dönerken dedim ki “Bir daha İstanbul’a yüzümü dönmeyeceğim.” Hani öyle bir sıkıntı, öyle bir çile çektik ki “Bir daha İstanbul’a yüzümü dön-meyeceğim.” dedim ama büyük konuşmak bazen haki-katen Allah’ın gücüne gidiyor. Öyle mi! Askerliğim orada oldu. Hatta şu anda bile haftanın neredeyse bir kısmını İstanbul’da geçiriyoruz. Yani “İstanbul’a bir daha yüzü-mü dönmeyeceğim.” dedim ama tabii İstanbul’u sev-mediğimizden ya da İstanbul’un güzel olmadığından, iyi olmadığından değil. O sıkıntıları ifade etmek için... Çok sıkıntı çektik çünkü. Onu ifade etmek için öyle demiştim. Evet, çok sıkıntısı oldu ama bunlar da oldu, bugünlere geldik. Yoksa öğrenciliğin kendisi çok güzeldi. Ama okul dışındaki her şey çok çok ağırdı. Bir de tabii siz bilmez-

    siniz, inşallah hiç bilmeyeceksiniz o ihtilal dönemini. Her semtten geçerken mutlaka -dolmuşlarla giderdik- indirilir, aranır, taranır. Yolda giderken beş yüz metrede bir, bir arama... Yani genç olarak olağan şüphelisiniz. Hele ki iki üç arkadaş yürüdünüz mü derhal “Yat!” Yerlere hep yatı-rırlardı, bir arama yaparlardı. Ama bir süre sonra, her tür-lü zorluğa alıştıktan sonra insan, gülmeye başlıyor. Onun da eğlenceli tarafını gençler olarak bulmuştuk veya artık belki de yapacak bir şey yoktu hani. Rahmetli eniştem öl-düğünde bir hafta sonra halamı ziyarete gitmiştim tekrar.

    Dedim “Hala, iyi maşallah acıyı atlatmışsın.” Dedi ki “Yok oğlum. İçim acıyor hala… Ama ağlaya ağlaya gözümde yaş kalmadı. Gözüm kurudu da… Gözüm çok acıyor ağladığımda o yüzden ağ-lamıyorum, gülüyorum artık.” dedi. Hani bizim ki biraz buna benziyor-du. Yani acılardan da gülünecek bir şeyler çıkartmayı biliyor insan. İnsanoğlunun uyum yeteneği çok güçlü... Böyle zevk almaya başla-

    mıştık bu işlerden. Evet!”

    Emirhan: “Peki. TRT kariyeriniz nasıl başladı?”

    Şenol Göka: “1986... Seksen beşte sınavlar ya-pıldı galiba. Bir kurs vardı. Üç dört ay kadar sürdü. Yar-dımcı prodüktörlük kursu. Radyo prodüktörlüğü… O kurslardan sonra bir sınav daha oldu. Birkaç sınav daha oldu. Seksen altı yılının mayıs ayıydı. Hatta 19 Mayıs’tan bir gün sonra… 19 Mayıs tatilinden bir gün sonra atama, çünkü daha önce 17 Mayıs gibi atama yapılmıştı galiba. Ve Antalya’ya tayinim çıktı benim. Antalya Radyosu’nda on yıl kadar çalıştım, tabii bunun üç yılı yardımcı pro-düktör olarak... Tabii o arada askerliğimi filan da yaptım. Sonra, rahmetli kayınpederim vefat etti. Kendi annem ve babam da Ankara’daydı. Tayin istedim Ankara’ya. 1996 yılında Ankara’ya geldim. Sonra, Ankara’da prodüktör-lük yaptım. 2004 yılında da Ankara Radyosu Müdürlü-ğü bana verildi. Sanırım 2008 yılında da Radyo Dairesi Başkanlığı, bir de Radyo Dairesi Başkanlığı ile birlikte Dışevler Dairesi Başkanlığı’nı götürdüm bir buçuk yıl kadar. Ondan sonra, ayrıldım TRT’den. Yani tamamen değil de geçici görevle ayrıldım. Başbakanlığa geçtim. Başbakanlıkta, bir dört yıl kadar orada kaldım. Üç bu-çuk, dört yıla yakın... Bu arada yurt dışı görevlerim oldu. Sonra geri döndüm. Sanırım 2014’ün haziran ayında da genel müdür yardımcılığı, yönetim kurulu üyeliği sonra ekim ayında da genel müdür olarak atandım. Yeterli mi kariyer açıklaması için?”

  • çankaya

    www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 7

    Emirhan: “Tabi ki teşekkürler.”

    Elif: “Sayın Genel Müdürüm, TRT ülkemizdeki en saygın kuruluşlardan biri. Dün de böyleydi, yarın da böy-le olacak. TRT mensubu olmayı ayrıcalıklı kılanlar sizce nelerdir?”

    Şenol Göka: “Şimdi bakınız, benim okuldan beri hayalimdi. Çünkü bizim dönemimizde başka hayal edile-cek yer yoktu. Bunun için şükürler olsun. Ben, ne kadar şükretsem az. Bir düşünün. Ortaokul, liseden beri haya-lini kuruyorsunuz. Onun okuluna gidiyorsunuz ve o okulu bitiriyorsunuz. Yani, Radyo-Televizyon Okulu’nu bitiriyor-sunuz ki tabii bu arada giderek hedef iyice yoğunlaşıyor. Artık hani iyice yoğunlaşıyor ve hedefe kilitleniyorsunuz neredeyse. Dolayısıyla… TRT dönem dönem sınavlar açardı birçok branşlarda: Kameramanlık, prodüktörlük, spikerlik… Birçok sınav açılırdı ve biz hep o sınavları göz-lerdik. Ama muhabirlik çok bana göre bir iş değil. İnsa-nın mizacının da uygun olması lazım... Kameramanlık da öyle… Daha önce okuldan çok yabancısı olmadığımız, aşinası olduğumuz hatta eğitimini aldığımız “prodüktör-lük” bana çok cazip gelirdi. Bunu şununla kıyaslayabi-lirsiniz. Bir gazete düşünün. Gazetenin köşe yazarı ol-makla muhabiri olmak gibi bir şey bu… Aşağı yukarı aynı işlevi görürler zaten. Prodüktörlük hep hoşuma giderdi. Ama bu arada, sanırım 1985 yılının yazı, okulu daha bitirmemiştim, mayıs ayı gibi TRT bir sınav açmıştı. Bir spikerlik sınavı... Sonra, mülakatta kaybettim. Bir asker-lik sıkıntısı vardı çünkü. Bilmiyorum, hani belki de daha çıkışımı almamıştım okuldan. Acaba onunla ilgili mi yoksa askerlikle ilgili bir sıkıntı mıy-dı bilemiyorum. Onu da çok heveslenerek istiyordum. Olmadı. Onun arkasından yardımcı prodüktörlük sınavı açıldı. Ona girdim, onu ka-zandım. Ama o dönemlerde sınav kazanmak hakikaten önemli işti. Sanırım, sınava yedi, sekiz bin kişi girerdi, bil-miyorum herkes giriyordu çünkü. Sadece iletişim fakül-teleri ya da bizim dönemimizde sadece basın-yayın me-zunları değil, herkes sınava giriyordu. Dolayısıyla da epey bir insan olurdu ve onlardan da sadece 20-30 kişi alınırdı. ÖSYM yapıyordu bu genel sınavı. Sadece genel sınav değil, ondan sonra kurs içerisinde de sınavlar olurdu. Nitekim, ben hatırlıyorum, bir altmış küsur galiba altmış iki, altmış üç kişi biz, iki elemeden geçtikten sonra otuz, otuz üç kişi kalırdık yani kurs sonu sınavdan kalan, yani bu kadar kurs görüp de elenenler de vardı. Çok çok sıkı

    adam seçilirdi o dönemde. Çok sıkıntılı süreçlerdi bunlar. Onun için de işte bu hep hayalini kurduğumuz bir şey olduğu için tam kilitlenmişlik söz konusuydu. Allah nasip etti. Öyle diyeyim, bunu başka türlü açıklamam mümkün değil çünkü. Bu süreç içerisinde insanın bir sıkıntısı olur ve aksar. Ama aksamadı çok şükür. Ondan sonra... Bu bir hayaldi, gerçek oldu hakikaten. Ve ondan sonra da zaten liseden bu tarafa yoğun olarak kurulan hayalimin, artık bu şekilde sonlanması benim için çok onur verici bir şey tabii... İnşallah Allah mahcup etmez. O süreç içerisinde çok yardım etti, birçok sıkıntıya rağmen, bundan sonra da yardımını bizlerden esirgemez inşallah.”

    Elif: “İnşallah, Teşekkürler.”

    Emirhan: “Radyoculuk da televizyonculuk da yap-tınız. Tecrübelerinize dayanarak soruyorum. Bu iki alanın birbirinden farklı ve sizce önemli, kilit özellikleri nelerdir?”

    Şenol Göka: “Sinemacılık da yaptım. Hepsinin kendine göre avantajı vardı muhakkak. Bunu genellikle karıştırırlar. Herkes karıştırır. Yani silsileye, kronolojik sıra-lamaya tabii tuttuğunuzda radyo önce, televizyon sonra, gazete ondan önce, işte telgraf falan… Böyle zannedi-lir. Sanki birisi diğerinin daha fazlasıymış, birisi diğerinin daha gelişmişi gibi algılanabilir. Fakat öyle değil. Şimdi, gazete ayrı bir mecra, radyo ayrı bir mecra, televizyon ayrı bir mecradır. Dolayısıyla da ulaşma biçimiyle düşü-nüyorsanız o ulaşma biçimi aynı zamanda sizin düşünce-nizi de belirlemeye başlar. Yani radyocuysanız; elinizde ses malzemesi vardır ve o ses malzemesi sizin içeriğinizi

    belirler. Yani düşünme şeklinizi belir-ler ve ideallerinizi belirler ve yapmak istediğiniz şeyleri belirler. Televizyon-cuysanız bir başka… Şimdi radyo ses, televizyon ses ve görüntü… Ama ses ve görüntü deyince televizyon radyonun iki katı gibi algılanmamalı. Bazen sadece ses, ses ve görüntü-

  • çankaya

    8 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    den daha fazla bir şey anlamına gelir. O sizin içeriğinize bağlı, tercih ettiğiniz tekniğe bağlıdır. Dolayısıyla da hani bunları kıyaslarken öncelikle bunun ayrı ulaşma biçimi, ayrı bir mecra olduğunu düşünerek hareket etmek ge-rekir. Birisi diğerinin daha gelişmişi veya yarısı veya iki katı değildir. Tercih ettiğiniz yere göre hem radyo olsun hem televizyon olsun -şu an tabi konusu değil ama sizin üzerinde durduğunuz yazılı basın olsun- tercih ettiğiniz yere göre, ulaşma şekline göre hepsinin avantajları var-dır. Ulaşma biçimleri açısından avantajları vardır.”

    Emirhan: “Teşekkür ederim.”

    Elif: ”Sayın Genel Müdürüm mesleğinizin güzel yanları olduğu kadar zor yanları da var. Bunları bizimle paylaşır mısınız?“

    Şenol Göka: ”Tabi ki… Zorluğu bir defa bu süre ile ilgili… Yayın çok stresli bir iştir. Ben, bizim mesleğimiz-den emekli olup da çok sağ-lıklı kalan hatırlamıyorum. Yani mutlaka, bu iş bittikten kısa bir süre sonra bastırılan hastalıklar ortaya çıkıyor. Çoğu da zaten strese dayalı rahatsızlıklardır. Mesleğimiz gereği çok eleştiri aldığımız zamanlar oluyor. Eleştirmek çok kolay çünkü… Bunlar da işin doğasında var. El-bette olacak ama bazen eleştiriler insaf ölçüsünün çok üstüne çıkabiliyor. Eleştiri niteliğinden çıkıp saldırı-ya dönüşebiliyorlar. Zaten siz bir şeyi kitleye aktarırken otokontrol içerisindesiniz. İşinizi keyfinize göre yapmıyor-sunuz, mutlaka üzerinize bir sorumluluk yükleniyor ve o sorumluluğa göre hareket ediyorsunuz. Yaptığınız işi de birileri çok sevebilir, bazıları ise hiç sevmeyebilir çünkü bunu tüm kamuoyuna sunuyorsunuz, böylece eleştiriye açık hale gelebiliyor. Biz işimizi yayına yetiştirebilmek için zaten bir emek harcıyoruz, sıkıntı çekiyoruz. Bu baş-lı başına büyük bir stres... Yayının hazırlık aşamasından teknik aşamasına kadar düşünüyoruz. Bir yandan saati gözlersiniz siz, zamanında gidiyor mu gitmiyor mu diye. Öbür taraftan da içeriğini kontrol edersiniz uygun mu de-ğil mi diye. Bunların hepsi yayın bitinceye kadar… Stresli oluyor ama sadece o gün için geçerli tabii. Gece olduğu zaman da yarının hazırlığını yapmak durumundayız. Öğ-retmensiniz, öğrencisiniz yalnızca bir göreviniz var. Yanlış anlaşılmasın amacım hiçbir meslek grubunu kötülemek değil ama bu görevinizi icra edip gün bitince evlerinize dönüyorsunuz. Ama bizim mesleğimizde o kadar çok

    bileşen var ki gerek Türkiye’yi gerekse dünyayı ilgilen-diren… Onların her birini aynı zamanda kontrol etmemiz gerekiyor. Bakın şu anda bile karşımda 20 tane ekran, 13 tane de radyo frekansı var. Bütün bunların hepsi bir yerlerde olan olayları gösterdiği için beni, bizi ilgilendi-riyor. Sadece onlar da değil, sosyal medya da sorum-luluğumuzda. Tüm bunların dışında da 41 tane yabancı dillerde yayın yapan kanalımız var. Bir günde çok fazla haber alıyoruz. Hatta bunların bir kısmını siz duymuyor-sunuz. Diyelim ki bu kanallardan bir tanesinde yanlış bir söz söylendi ya da bizim tashih etmediğimiz… Bunların hepsi ister istemez anında TRT Genel Müdürünü buluyor. Radyoları hesaba katmadığımızda bile sadece televiz-yon kanallarımızda günde 200’e yakın program yayınla-nıyor; yarım saatlik, bir saatlik ya da iki saatlik programlar bunlar. Ve bu programların birinde bir hata olduğu za-man sıkıntı oluyor. Günde 180 ve 250 arasında değişen

    bir sayıda yeni haber geliyor ve tabi ki bizim bunları size süzgeçten geçirerek anlat-mamız gerekiyor. Bir takım ilkelerimiz çerçevesinde, asparagas veya senaryo-ları engellemek için süz-geçten geçiriyoruz. Bir de normal işleyiş var, koor-dinasyon görevleri var ve tüm bunların sorumluluğu bende. Yanlış anlamayın sakın, bunlardan şikâyetçi

    değilim. Allah kimseye yük-lenemeyeceği yük vermezmiş. Şikâyet etmiyorum fakat bazı durumlarda daha çok insaflı olunmasını istiyorum.”

    Emirhan: ”TRT Okul’da daha çok bizim kesimi-mize, gençlere hitap eden “Gençler Uçuyor, Erasmus, Kampüsler Yarışıyor, Okuldaki Meraklı, Pür Zekâ…” gibi güzel programlar var. Diğer TRT kanallarında da izleme-mizi tavsiye edeceğiniz programlar mevcut mu ?“

    Şenol Göka: ”Sizi aslında, şu programı izleyin ama bunu izlemeyin diye yönlendirmek doğru olmaz. Biz za-ten okula yönelik programlar hazırlayarak sizleri o prog-ramlara yönlendiriyoruz. Söylenebilecek bir şeyler var ama bu kanal olarak değil, belki ama program bazında söylenebilir. Bunları yine siz ve aileniz kendi süzgeciniz-den geçirerek almalısınız, izlemelisiniz. Zaten medyanın kendisi bir yönlendirmedir. Siz yine bu işi kendi süzgeci-nizden geçirerek almalısınız. Çünkü biz bir şekilde, insa-nız ve insan olduğumuz için de gündemi kendimize göre belirliyoruz. Nasıl belirleyeceğimizi soracak olursanız da temel düşüncemiz “Genel izleyici kitlesi bunu görmeyi,

  • çankaya

    www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 9

    duymayı isteyebilir.” şeklindedir. Aslında bu düşünce sizin için çok doğru olmayabilir. Bütün ayrıntıları bilmek mümkün olamaz.

    Şu an için TRT’nin belgesel kanallarını tavsiye ede-bilirim. Hakikaten gerek doküman açısından gerek doğa belgeselleri açısından gerekse de bir şeyleri gidip görüp belgelemek açısından iyi programlar olduğunu düşünü-yorum. Bunun dışında tavsiye edebileceğim bir iki dizi var. Genellikle dizileri çok tavsiye etmem ama o ruhu, duyguyu ve düşünceyi iyi yansıttığını düşündüğüm “Diri-liş” dizimizi öneriyorum. Gerçi sizin yaşınızdaki insanlara “şunu izle, şunu izleme” diyemem. Hani çocuk olsaydı-nız, yaşınız biraz daha küçük olsaydı bu konuda daha katı davranırdım hatta kısıtlamaya kadar gidebilirdim çünkü belirli bir saatten sonra faydalı olduğuna inanılan bir şeyi bile çocuklara izletmeyi doğru bulmuyorum. Her-kesin çocuğuna doğru bulduğu program başkadır, kimi dinle ilgili kimi pozitif bilimlerle ilgili program izlenilme-sini ister ama ben saat 21:00’den yani çocukların yatma saatinden sonra ailelere televizyonu kapatmalarını öne-riyorum. Dediğim gibi, her mecranın, ulaşma biçiminin insan üzerinde bir etkisi vardır. Bu nedenle televizyonla çocukları ve gençleri çok yan yana düşünmemek lazım. Yani gençler başka aktif ve dinamik alanlara yönelsinler. Biz büyükler olarak artık belirli bir yaştan sonra televiz-yonla çok vakit geçirebiliriz; bu çok sorun olmaz, bilmem anlatabiliyor muyum? Gençlerimiz bizzat insan içine ka-rışarak, sosyalleşerek elde edeceği bilgileri, tecrübeleri televizyondan elde etmeye çalışmasın lütfen. Siz müm-kün olduğunca program veya kanal bazında seçici olma-ya çalışın. Çocuk ve gençlerimiz olarak televizyonla çok haşır neşir olmanız doğru değildir ama radyoyu tavsiye

    edebilirim. Radyo hayal gücünü geliştirir, bazı heyecan-ların daha doğru sunulması açısından önemlidir. Ama te-levizyon hayal gücü açısından biraz daha kısıtlayıcı ve sınırlayıcıdır. Tabii televizyonda da güzel şeyler oluyor. İyi bir süzgeçten geçirebilirseniz çok faydasını görürsünüz. Ama gerek radyodan gerek televizyondan verilen her-hangi bir bilgi, bilgi toplumunun ihtiyacı olamaz. Bakın bunu iyi bilin. Buradan bilgi alarak gelişemezsiniz. Mut-laka okul öğretmen iş birliğiyle, araştırarak, kendi kendi-nize öğrenerek bunu ileriye taşımalısınız. Televizyondan ya da radyodan bilgi alamazsınız, yalnızca olaylardan haberdar olabilirsiniz. Bilinçli ve bilinci gelişmiş insanlar olmak için mutlaka daha derin analizlerin size sunulduğu kitaplara, kaynaklara yönelmelisiniz. Yani televizyon, rad-yo ve gazetelerden aktarılanları bilgi olarak değil, haber niteliğinde görmelisiniz.”

    Elif: ”Sayın Genel Müdürüm verdiğiniz değerli bil-giler ve bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.”

    Şenol Göka: “Ben de teşekkür ederim.”

    TRT Genel Müdürü Şenol GÖKA’yı ziyaretimizden sonra TRT AVAZ Kanal Koordinatörü Sayın Murat AKKOÇ da bizi makamında ağırladı. Ardından kendisinin rehber-liğinde TRT HABER canlı yayın stüdyosunu ziyaret ede-rek canlı yayını ve canlı bağlantıları yerinde gözlemleme imkânı bulduk.

    TRT AVAZ Kanal Koordinatörü Sayın Murat AKKOÇ’a bizlere bu deneyimi yaşama imkânı sundukları için okulumuz adına teşekkür ederiz

    TRT Haber Canlı Yayın Stüdyosundayız

  • çankaya

    10 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    2011 yılından bu yana çıkan okul dergimizin adıdır: “ege’den” Peki, daha önce okulumuzun bir dergisi yok muy-du? Okulumuzun ilk dergisi miydi “ege’den”? Hayır, tabi ki… Bu başarılı dergi, temsil bayrağını “Yansıma” dergisinden dev-ralmıştır. Biz de bu sayımızda, siz değerli okuyucularımıza, 1999’dan 2010 yılına kadar “okulumuzun sesi” olma görevini üstlenen “Yansıma” dergisini tanıtmaya çalışacağız.

    “Yansıma” ile “ege’den” içerik bakımından birbirlerine benzemektedir. “Yansıma” dergisinde de okulumuzda yaşa-nan önemli gelişmelere, yapılan etkinliklere, gerçekleştirilen gezilere ilişkin yazılara, öğrenci ve öğretmen yazıları ile şiir-lerine yer verilmiştir. Daha çok bir “kültür ve edebiyat dergi-si” olmayı hedefleyen “ege’den” dergisinde, öğrencilerin şiir, hikâye, deneme ve diğer türlerdeki yazılarına daha çok yer verilerek öğrencilerin yazar olarak bu dergide daha ön planda olması sağlanmıştır.

    “Yansıma” dergisi, okulumuz “Yıldız Anadolu Lisesi” adıyla eski binasında eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdürürken yayın hayatına başlamıştır. Başta Türk dili ve edebiyatı züm-resi olmak üzere öğretmenlerimizin katkısı ile sosyal ve kültü-rel gezilere, sanat, bilim dalındaki projelere, spor başarılarına dergide yer verilmiştir. Dergide çeşitli etkinliklerle ilgili yazıların yanında, fotoğraflar da bulunmaktadır.

    Bu dergi, âdeta okulumuzun tarih kitabıdır. Dr. Binnaz Ege - Dr. Rıdvan Ege Anadolu Lisesi’nin mazisi, “Yansıma”nın sayfalarında saklıdır. Ayrıca dergide dönemin popüler şarkıla-rının sözlerine de yer verilerek derginin öğrenciler açısından daha güzel ve eğlenceli olması sağlanmıştır. Okulumuzun yeni dergisi “ege’den” de olduğu gibi mezunlarımızın başarıları, ka-zandıkları üniversiteler ve bölümler “Yansıma” dergisinde de duyurularak göz önüne serilmiştir. Okulumuzca hemen her yıl düzenlenen ve artık bir BREGEAL klasiği olan şiir dinletisi ve tiyatro gösterilerinin o zamanlarda da büyük ilgi odağı olduğu-nu yine “Yansıma”nın sayfalarından öğrenmekteyiz.

    Güncel kültür, sanat, edebiyat, müzik ve bilim teknik gibi alanlar da “Yansıma” dergisinde ihmal edilmemiş; ilgi çe-kici pek çok yazı okurla buluşmuştur. Okulumuzun geçmişte Avrupa Birliği projeleri (Commenius) kapsamında Almanya ve Bulgaristan ile öğrenci değişikliği yaptığını, bu projede yer alan öğrencilerin hem karşılıklı kültür alışverişinde bulunduk-larını hem de yeni arkadaşlıklar edindiklerini “Yansıma”dan öğrenmek, doğrusu oldukça şaşırtıcıydı. Bu dergide yer alan diğer ilgi çekici bir yazı ise okulumuzun Tiyatro ve Felsefe

    Kulübü’nün düzenlediği “At” isimli oyunla ilgiliydi. Yazıda bu oyunun öğrencilere hem gezi hem de etkinlik şansı verdiği be-lirtilmiştir. Hazır sanattan söz etmişken “Yansıma” dergisinde film ve kitap önerilerinin, eleştirilerinin olduğu bir köşe olduğu-nu söylemeden geçmeyelim.

    Yeni dergimiz “ege’den” ekibi adına, dergicilik yolun-da bize verdikleri ilham ve okulumuza kattıkları için “Yansıma” dergisine emeği geçen bütün öğretmen, öğrenci ve idarecile-re sonsuz teşekkür ediyoruz.

    Dr. Binnaz Ege - Dr. Rıdvan Ege Anadolu Lisesi Dergi Geleneği

    “Yansıma”dan “ege’den”e

  • çankaya

    www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 11

  • 12 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Hikâyeler Dinle oğlum! Bu hikâye ince uzun…

    Masal değil, gerçek değil; hepsi hüzün

    Yüreğimden yüreğine bir yol çizdim,

    Gelsin sesim:

    I

    Uzun ince bir hikâye bu

    Yağmurlu bir nisan günü başlayan…

    Nisan ki hayatın gülen yüzü kimi zaman

    Kimi zaman sebepsizce ağlatan

    Takvimin en kırılgan yaprağı oldum;

    Hep bir yağmur damlası bekler gözlerimin kıyısında

    On yaşımda otuz oldum, otuzumda on yaşımda…

    II

    Uzun ince bir hikâye bu

    İnceldiği yerden kopmasın diye düğümlediğim…

    Düğümlediğim anılar çerçevelerden el sallar

    El sallar kırmızı rugan pabuçlar

    Başucumda nöbet tutar bayramlık hayallerim

    Hayallerde kalır sıcak yuvalar…

    III

    Uzun ince bir hikâye bu

    Sonu başından belli…

    Hep bir ağlamak şarkısı söyler;

    Ninni nedir bilmeyen yorgun anneler

    Anneler ki gözleri iğne oyası

    Parmaklarında renk renk iplikler

    Göğe uzanmış ellerinin kınalı ayası…

    IV

    Uzun ince bir hikâye bu…

    Mutluluk için ilmek attığım,

    Yarısı sökülmüş, örme bir hayat…

    Elbiselerim benden on beş yaş büyük

    On beş yaş büyüğüm yaşıtlarımdan

    Hiç korkmadım aşı olmaktan

    Ölümü tadınca bütün acılar hafif…

    Yüreğim mutluluktan dul kaldı!

    V

    Uzun ince bir hikâye bu…

    Kökleri susuz kalmış yürek ağacımın

    Ama yaprakları ıslanmış durmadan

    Durmadan başında kavak yelleri esmiş

    Kavaklarda yuva yapmış karakargalar

    Kargalar güpegündüz pembe hayallerime dalar;

    Ciğerlerimi oyar, yüreğimi oyar…

  • www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 13

    VI

    Uzun ince bir hikâye bu…

    Yolumuz Ankara’da kesişince

    Şiir dolu mektuplar aldım

    Sevdalarla yamandı yaralarım…

    “Seninki yine coştu!

    Bir oda dolusu papatyayı nereye koyayım?”

    Evim papatyalarla doldu ama

    Gökkuşağına giden yolu bir türlü bulamadım.

    VII

    Uzun ince bir hikâye bu…

    Yüreğim, yüreğini gördü sevdi

    -Herkesin prensi kendine güzel-

    “Sevdiceğim!” dedi;

    “Sadece sana şiir sözlerim,

    Sadece sana anlasana…

    Şu göğsümü yarsalar,

    Yarsalar da seni içime koysalar…

    Anladın mı? İşte böyle benim sevdam!

    Yüreğime öyle saplandın, çıkaramam!

    Elini elime ver,

    Gökkuşağını biz çizelim, gel!”

    Saçlarıma “yıldızlardan taç” gönderdi.

    Sonrası mı? Sonrası yeni bir hikâyeydi.

    Dinle oğlum! Bu hikâye ince uzun…

    Masal değil, gerçek değil; hepsi hüzün

    Dilerim ki ömür boyu mutluluktan gülsün yüzün,

    Servi boylu, gül yüzlüsü olsun eşin

    Yarım kalmış hikâyemi bitiresin.

  • çankaya

    14 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Güneş ışığı camdan kırılıp odama giriyordu. Odamın içindeki toz zerrecikleri oyun oynayan çocuklar gibi birbirle-rini kovalıyordu. Artık uyanma vaktim gelmişti. Her zamanki gibi erkenden yatağımdan kalktım, yavaş ve mutlu bir şekilde attığım her adımda yer gıcırdıyor ve ortamın sessizliğini bana hatırlatıyordu. Aslında hep böyle değildi bu ev; o eski koltuk-lara oturduğunuzda hatta eve attığınız ilk adımda evdeki şen kahkahaları duyardınız. Belki duygusuz insandan sevmesini beklemek gibidir; bu evde yemek yememiş, yatmamış, cam kırmamış insanlardan bu dediklerimi anlamasını beklemek ama inanın babam ölmeden önce bu dediklerim gerçekti.

    Bu anıların beni üzmesine izin vermedim. Kapımı açıp duvarın yanındaki sepetten sıcacık simidimi ve sütümü aldım masamı hazırlayıp gazetemi okudum. O ana kadar yaptığım en tatlı kahvaltılarımdandı bu. Biraz dağınığımdır; tabakları oldu-ğu gibi bıraktım ve kapıya doğru koştum. Neden bilmem ama acelem varmış gibi hissettim; o an günüm değerliydi, harca-mamalıydım. Çalışma masamdan dosyalarımı aldım. Kapımızın yanındaki koltuğa oturup beyaz bağcıklı kırmızı ve siyah de-senli ayakkabımı giydim. Kahverengi uzun paltomu da üstüme aldığım gibi çıktım. Kapıyı kapıyordum ki bitiremediğim simidim gelmişti aklıma. Bu tattan kuşlar da faydalansa fena mı olurdu? Kapı kapanırken tuttum ve ayakkabılarımla eve girdim, koşup masamın üstündeki simidi ve suyu bir poşetin içine koydum. Evi kirletmemek için ayaklarımın üstünde zıplıyordum, annem olsa çıldırırdı sanırım, kanguru gibi zıplayarak on adımlık yolu üç adımda gittim ve kapıyı kapadım, merdivenleri bir bir indim.

    Kapıdan çıkıp İstanbul’un dar ama kendi içinde yaşan-mışlığı olan sokaklarından geçtim. Çok insan yoktu belki ama alıştığım içindir sokaklar bana dolu geliyordu. Son sokağı da geçtim ve sislerle korunmuş köprüyü gördüm. Güneş sisin ar-kasından parlıyordu gözüme. Benim gibi günlerinden zarar et-mek istemeyen insanlar denizden çocuklarını kaçırıyorlardı. Bir-birlerine nasıl balık tutulacağını öğretmeyi deniyor ve birbirlerini küçümsüyorlardı. Aslında kıskançlık gibi dursa da eğlendikleri belliydi. Birbirlerine yardım ediyorlar ve hayatları hakkında ko-nuşuyorlardı. Adamların mutluluğu bana da bulaşmıştı.

    Deniz kenarındaki yolumdan, çocukluğumdan beri her gün yürüdüğüm yoldan mutlu mutlu yürüyordum. Yoldan geçen eski yılların yorgunu, geçerken tekerleklerinden gelen sesleri duyduğunuz bir otobüs, gece yağan yağmurun biriktirdiği suyu üstüme sıçratmıştı ama yaşımla tecrübelenmiş reflekslerimle

    Pencere

  • çankaya

    www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 15

    bedenim benden önce davranıp geriye kaykıldı. Dudaklarım yavaşça kıvrıldı, hemen elimdeki dosyalara baktım, ıslak de-ğillerdi ve hala temiz gözüküyorlardı. İçime bir rahatlık çöktü. Kendimi durdurdum ve sakinleştim; bu dosyaları iş yerime gö-türmem gerekiyordu. Arabamla gitmediğime pişman olacak mıydım acaba? Otobüsün içindeki insanlara baktım. Kimisi işe, kimisi okula gidiyordu. Cama yaslanıp yanağının izi çıkanlar bile vardı. Çok şanslıydım çünkü kendi işimin patronuydum. Ama çocukluğumdan belliymiş böyle olacağı… Annem hep öyle anlatırdı anılarda… Hep benim istediğim olurmuş. Bir ke-

    resinde parka gitmek istemişim ama annem çıkarmamış; tamı tamına üç gün boyunca kapının önünde oturmuşum ve çıkar-mak zorunda kalmışlar. Bunları düşünürkenki gülümsemem an-nemin o anki duygusu kadar ilginçtir sanırım.

    Sis yavaş yavaş dağılmaya başlamış, güneş artık gök-yüzündeki tahtına oturmuştu ama sıcaklığını hissedemiyordum yeterince. Paltomu üstümden çeken, denizi dürtülmüş kedi gibi yapıp betona hırçınca çarpan ve yaprakları nerdeyse kalmamış ama direnen ağaçlardaki son yaprakları da düşürmeye çalışan şiddetli bir rüzgâr vardı. Ne diyebilirim ki doğa adeta kendi or-kestrasını kurmuştu.

    “İnsanların günlük hayatları, klasik yaşamları bu or-kestrayı fark etmelerine izin mi vermiyor yoksa onları sağır mı yapıyor?” diye düşündüm. Bu içinden çıkılmaz fikrim beni yolumun uzun bir kısmında oyaladı. Rüzgâr artık dinmişti ve güneş yakmaya başlamıştı. Susamıştım, poşetimden suyu-mu çıkarıp içtim. Bu sırada bitiremediğim simidi de almıştım elime. Ufaladığım simidi denize tohum atıyor gibi savurdum. Attığım ilk an pusuda bekleyen avcılar gibi bir iki tane kuş atıldı simit parçalarının üstüne. Ardından daha fazlası da geldi. Tam bir kargaşaydı ama izlemesi zevk veriyordu, beni gülümsetiyordu. Artık deniz manzaralı yolcuğumun sonuna gelmiştim.

    Güzel görünüşlü pahalı evlerden dönüp İstanbul’un eski mahallelerine doğru yürümeye devam ettim. Şatafatlı, deniz manzaralı, geniş bahçeli yalılardan sonra tek katlı minik pencereleri olan kenar mahalle evleri vardı şimdi karşımda. So-kakta futbol oynayan çocuklar bu mahallenin neşe kaynağıydı. Bana doğru gelen bir topu dayanamayıp tuttum ve “pantolo-num veya ayakkabılarım” diye düşünmeden vurmayı denedim. Top evlerden birinin bahçesine gitti. Evin penceresinden yaşlı bir kadın, biraz kekemeyi andıran bir sesle bağırdı, “Bir daha olmasın, yoksa var ya!” Çocukların bana sinirli bakışlar atacak-larını sandım ama onun yerine aralarında kıkırdaşıyorlardı. Ara-larından biri gidip topu aldı ve oynamaya devam ettiler. Ben de yeterince çocuk olduğumu fark edip tekrar orta yaşlı bir adam oldum. Sahaları çok büyük ve dardı, karşı kaleye depar atan çocuklardan biri durup bana döndü ve “Korkma amca, Lütfiye Teyze hep böyledir. Her gün top kaçırırız bahçesine ve hep aynı şeyleri söyler ama bir şey yapmaz. Bu topu da bize o verdi zaten, neden olduğunu anlamam ama…” dedi. Arka-daşlarının “Hadisene Faruk!” sözlerinden heyecanlanıp topun nerede olduğunu bile bilmeden koşmaya başladı. Çocukların benimle dalga geçecek bir durumları kalmamıştı. Artık hayat mücadelesi veriyorcasına oynuyorlardı. Ben de onları rahatsız etmeden bir kez daha Lütfiye Teyze’ye dikkatlice baktım. Beyaz kısa saçlı kadın, yaşlıydı; gri elbisesinin üstüne pembemsi bir hırka giymiş, yüzü yaşlılığını belli eden detaylarla dolmuştu ve şimdi evinin yerle neredeyse bitişik balkonunda çocukları izle-yip örgü örüyordu. Hani şu hikâyelerde anlatılan “büyükanne” olurdu ya aynen oydu işte Lütfiye Teyze. Bu haliyle masum ve yardımsever duruyordu. O da baktığımı anladığı içindir sanırım, bana bakıp güldü ve örgüsünü örüp çocuklara çemkirmeye devam etti.

  • çankaya

    16 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Kafamı çevirip devam ettim uzakta biri evinin demirden ve paslanmış kapısını hızlıca çarptı çıkan ses sokakta yankılandı. Sonra yolun ortasındaki sepeti tekmelemeye başladı. Çocuktu, bu sepeti düşmanıymış gibi tekmeliyor, bağırıyor ve ayağını ça-resizce yere vurup akan yaşlarını eski, yırtık gömleğine siliyordu. Çocuğa doğru ilerlerken ona doğru koşan kadının elbisesindeki yamaların çocuğun pantolonundakiyle aynı olduğunu fark ettim. Kadının alnındaki çizgiler gece sayabildiğim yıldızlardan çoktu. Belliydi çocuğun babası olmadığı yoksa olur muydu kadının her bir kırışığında bir dünya dert? Ben dalmış olayları kurgulamayı denerken kadının da en az oğlu kadar bağırıp onu durdurmayı denediğini gördüm. Bir eliyle çocuğu itip çekiştiriyordu uzaklaş-tırmak için ama çocuk durmuyor, eğilmiş, kadının kolları arasın-dan ayakları bir havada bir yerde sepeti tekmelemeyi deniyordu. Hareketlenen İstanbul, sanki arka plandaymış gibi yankılanıyor-du kulağımda. Attığım adımların farkına ancak kadının dedikle-rini duyabilecek kadar yaklaştığımda vardım. Çocuk amacına ulaşmış zaten bıraksa on güne eskilikten dökülecek sepeti pa-ramparça etmişti. Üzgün kadının yırtılan elbisesinden gözüken dizleri yere değmiş, gözyaşları betonu deliyordu sanki… Ağla-maklı boğuk bir sesle oğlunun kırdığı sepetin parçalarını çaresiz-ce toplayıp düzeltmeyi denerken oğluna sitem ediyordu:

    __ Baban bu sepetle bize 8 yıl baktı Hasan!

    Kadının sözleri kulağımda yankılanırken yoluma devam ettim. Yol yine deniz kenarından geçiyordu ama artık dalgala-rın sesi benim için anlamsızdı. Sanki yaprakların hepsi de bir anda dökülmüş hışırdayacak yaprak kalmamış gibi hissediyor-dum. Acaba Hasan ve annesi nasıl devam edeceklerdi, nasıl sürdüreceklerdi kalan hayatlarını? Artık sıcak simidim aynı tadı verecek miydi? Tozlar birbirini kovalayacak, döşemenin gıcırtısı anılarımı canlandıracak mıydı?

    *****Aradan bir ay geçmişti ama anılarım hala canlanıyor,

    hala sorguluyordum o günkü olayları…

    Öğlen olmak üzereydi, bense hala yataktaydım. Ken-dimi halsiz hissediyordum. Çalışmamla çalışmamam arasında fark olmadığını düşündüm bir an. O günü kendime tatil ettim. Evde ayaklarımı pofuduk koltuğuma uzatıp sırtımı da pence-reden güneş ışığının girdiği kısma vererek kitap okumaya ve çayımı yudumlamaya başladım. Işık bazen salonun ortasındaki lambadan yansıyıp kitabımdaki cümleleri belirtiyordu. Bir cüm-le vardı ışığın üstünde yoğunlaştığı: “Nerelerde yoksak oralarda iyi değil miyiz?” “Ben her yerde varım o zaman?” diye düşü-nerek cümlenin içinde kaybolurken telefon çaldı. Zır zır ötüyor, titrediğinde masayı da oynatıyordu. Ayaklarımı koltuğumdan kaldırıp yere koydum ve kendimi itip kalktım. Telefonu birazcık uykulu bir sesle açtım. Arayan kardeşimdi:

    __Abi, senden bir şey isteyebilir miyim?

    __Tabi ki…

    __Bizim çocuk, bir saate çıkacak da… Almaya gideme-yeceğim, toplantı koydu patron. Rica etsem Alperen’i okulun-dan alabilir misin?

    __Hemen çıkıyorum.

    Sonrasında kardeşimin dediğini dinlemeden kapattım telefonu. Bunu sonradan fark ettim ama artık iş işten geçmişti. Hemen hazırlandım ve kapıyı çarpıp çıktım. Çok heyecanlıydım yeğenimi çok uzun süredir görmüyordum. Geç kalmak isteme-diğim için yürümekten vazgeçip otobüse bindim.

    Okulun önüne gelmemle birlikte zil çaldı. Çocuklar karın-ca sürüsü gibi çıkmaya başladı. Kalabalık dağılmaya başlarken ödevlerinden rahatsız olup homurdananlar, sevmedikleri hocala-rın arkasından dedikodu yapan ve bunu yaparken arkasında ho-caları olduğunu fark edip kaçan çocuklar, her biri bir sürü farklı renkte şarkılar söylüyordu adeta… Biraz olsun gülümsetebilmişti bu beni. Elimden iki kez çekti. İrkilip arkama döndüğümde minik bacaklarıyla bana zıplamayı deneyen ve “Dayıcığım!” diyen yeğe-nimi gördüm. Okulun önünden evime doğru yürümeye başladık.

    Eve doğru yürürken mutlu gözükmeye çalıştım, espriler yap-mayı denedim. Bizim sokağa geldiğimizde yeğenim, “Dayı, bu çocuk neden ağlıyor, yırtık kıyafetlerle niye dışarıda?” diye sordu. Çocuğun yanına yaklaştıkça tanıdık gelmeye başladı. Bu durum yeğenime hiç mantıklı gelmemişti, ben de açıklayacak kadar cesur değildim belki de… Sessiz kaldım o da başka soru sormadı. O, rüzgârca parçalan-mak üzere olan sepete çemkiren çocuktu: Hasan’dı.

    Eve girdik. Yeğenimle hiçbir şey olmamışçasına oyun-lar oynadım, onun anlattıklarını ilgiyle dinledim. iki saat sonra kardeşim geldi, teşekkür edip Alperen’i aldı, gittiler ve ben yine yalnızlığımla baş başa kaldım. O gün, kalan zamanda hiç ko-nuşmadan kendi köşeme çekilip koltuğuma oturdum; artık gı-cırdamayan koltuğuma... Bütün gece düşündüm düşündüm…

    *****Güneş utangaçtı ama kendini göstermeye başlamıştı

    artık. Mutluluk evime bir pencere açmıştım ama minik değildi pencerem; Hasan’ın annesinin derdi kadar büyüktü ve havayı çocuklar belirliyordu artık. Yedi renkli gökkuşağı bunca siyah fır-tınayı bastıramazdı ki… İç çekip dedim ki camdaki silik yansıma-ma bakarak, “Bırakalım çocuklar gökkuşağı olsun. Tek bir çocuk bile mutsuzken biz sadece şemsiyemizi açabiliriz.” Üç parma-ğımın izi çıkmıştı kafamda. Eski gözlüğümü gözümden yavaşça çıkardım ve masaya bıraktım. Minik not defterimi de yanına koy-dum ve yatağıma gittim sessiz koridorumdan geçerek.

    Artık en iyi dostum geceler, sırdaşımsa not defterim olmuştu.

    *Bu hikâye, Mehmet Akif ERSOY’un “KÜFE” adlı manzum

    hikâyesinden esinlenilerek yazılmıştır.

  • www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 17

    Bir ağaçla dost olmak,Geçtiğim yolların fotoğrafını çekmek gözümdeBir yemeğin tadında yaşanmış duyguları anımsamakKışları yola erken çıkıp karla baş başa kalmakGökyüzünü inceleyip, bugün yağmur yağar mı diye düşünmekYağmur yağdığında dışarı çıkmayı istemekKendimi çikolatalarla mutlu etmekDinlediğim her bir şarkıda başka yere yolculuk etmek Saçma sapan şeyler düşünmekBazen öylesine bir kitaba dalmak Ya da bir düşünceye delice kapılmak Okuduğum bir şiirin, hiç beklemezken, beni anlatması Çiçeklerle konuşmak, eşyalara hatır sormakHerkese, her şeye şiir yazmak…

    Bunlar, beni ben yapan şeyler, Hayatımdaki küçük bilmeceler.Oysa benim hayatımda da vardır,Henüz bitmemiş şiirler.

    Yanlışın var küçük beyBizim aşkımız suskunluklarda bitecekBiterse…Tartışmalarla değilEski aşklardan değilÖnce biz öleceğiz kendi içimizdeGücümüz tükenecekSohbet dahi edemeyeceğizNe hal soracağız birbirimizeNe de hatır…Sessizliğin birinde tükeneceğiz…Küsmeden gideceğiz birbirimizdenVeda olmayacak meselaKimseler özenmeyecekBizden sonra aşkaSessizliğin birinde biteceğizKimseler duymadanBirbirimize öleceğiz.

  • 18 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Aşkı anlatmaya kelimeler ye-ter mi bilmiyorum açıkçası. Kelimeler yetse dahi onu anlatabilecek cümle-ler kurabilecek kabiliyeti kendimde görmediğimi bilmenizi isterim. İnsanların aşk diye tabir ettikleri bu üç harfli duygu; anlatılmaz, yaşanır demeyeceğim size.

    Her duygunun bir manası olduğu gibi onu açıklayan na-dir de olsa kelimeler olduğuna inananlardanım. Birçok filmde gördüğümüz, şarkılarda dinlediğimiz ve hüzünlü bir şey oldu-ğuna inandığımız, her insanın hatta ünlü yazarlarımızdan Attila İlhan’ın dahi ”Bekleme yapmayın! Aşk’ını alan acı’ya doğru iler-lesin.” diyerek tanımladığı bu duygu, gerçekten acı çektirir mi in-sana? Bu soruya “Hayır, aşk asla acı çektirmez, yakmaz kimsenin canını, masum bir duygudur o.” diye cevap versem; insanların vereceği en basit tepki “Nereden bileceksin, sen hiç âşık oldun mu ki böyle bilmiş bilmiş konuşabiliyorsun?” olacaktır, eminim. Bi-liyorum işte... Yaşım 16 olabilir, size göre hayatımın baharında bir yerlerde olabilirim ama biliyorum, hissediyorum, yaşıyorum.

    Bir insan âşık olduğunu nasıl anlar, ne hisseder, ne düşü-nür, ne yiyip içer, ne yapar sizce? Acı çekmeden önce bu soru-lara cevap verebilmeli âşık insan. Düşünmeden, anında içinden geçenlerle cevaplandırabilmeli bu basit soruları. Filmlerde veya dizilerdeki gibi önceden planlanmış duygusal cümlelere gerek yok. Âşıksan ezbere de gerek duymazsın, duymamalısın da za-ten. İçinden ne geliyorsa söyleyebilmelisin. Bu sorulara içimden geldiği gibi, düşünmeden, tasarlamadan, herhangi bir düzene sokmadan cevap vereyim mi? “İlk kez âşık olduğunda nasıl an-ladın âşık olduğunu?” Bu sorunun cevabı sorduğum diğer soru-larda saklı aslında. Tek tek cevap verip kafa ütülemektense bir iki cümlede anlatmak en doğru seçim sanki…

    Âşık olduğumu anlamam, onunla bir akşam vakti Kızılay Metrosu’nun çıkışında karşılaşmamız ve ardından verdiği se-lamla başladı. Onu görmek ilk başlarda sadece hoşuma gider-ken o andan itibaren benim için bir ihtiyaç haline gelmişti. Onu gördüğümde kalbimin deli gibi atmasıyla başlayan değişimler, okula koşarak gitmelerim ve o, servisine binmeden de okulun bahçesinden çıkmayışımla devam ediyordu. Tüm şarkılarda

    onu hatırlayıp, tüm filmlerde onu görmek, isminin geçti-ği yerlerde dahi kendimden geçmek... Neyin belirtisiydi

    bunlar? Başlarda çözememiştim fakat sonraları onu görmediğim her an hele de hafta sonları onu çok özle-

    diğimi ve içimdeki boşluğun hiç bir türlü dolmadığını, hayattan zevk alamamaya başladığımı fark ettim. Daha çok okumaya, daha çok yazıp çizmeye başladım. İçimde engel olamadığım bir duygu seli varmış gibi geliyordu fakat acı çekmiyordum. Aksine mutluydum çünkü âşık olduğumu hissetmeye başlamıştım.

    Eskiden sorsalar aşk nedir bilmezdim, gereksiz bir duy-gu gibi gelirdi. Etrafımdaki insanların aşk deyince sadece acı çektiklerini anlatmaları bende kötü izlenimlere sebep olmuştu. Kendi kendime “Hiç kimse mi mutlu olamıyor âşık olunca?” diye düşünerek uykumu kaçırdığım geceler olmadı değil. Aşkı tatmak, hissetmek, birisine kendinden çok değer vermek, o ağladığında üzülmek, tek bir tebessümüyle mutlu olmak, özlemek, sevmek... Bunları yaşayan bir insan neden acı çeker anlamış değilim. O insanı elde edemediği için acı çekiyorsa “bencillik”, onun baş-kasıyla mutlu olmasına katlanamıyorsa “kıskançlık” veya “hırs”tır duydukları; ”AŞK” değil... Gerçek aşkın temelinde fedakârlık ve ümit vardır, acı değil. Onun mutluluğu için ondan vazgeçebiliyor-san ya da aşkına karşılık bulamasan da ümidini yitirmiyorsan ve yine de her şeye rağmen mutlu olabiliyorsan, bence gerçek aşkı acı çekenden daha iyi biliyorsun. Bu yüzden ben, aşk deyince acı değil; heyecan duyuyorum. Gözyaşı dökmek yerine, ufaktan tebessüm ediyorum...

    Aşkı herkes yorumlamış şu zamana kadar. Ben de ken-dimce, içimden geldiği şekilde yazdım bir şeyler. Kendimden örnek verdim çünkü ben aşkı kendimde hissettim. Bir başkasının aşkını yazacak kadar usta bir yazar değilim. Ne kadar uğraşır-sam uğraşayım, başkasının aşkını cümleye dökecek kadar iyi olamam. Herkesin aşkı değerlidir. Başkalarının bu denli değerli duygularını yazmak ustalık ister, kelimelere hâkim olmak gerekir, ben yapamam. Kelimelere hâkim olursam düşünürüm, düşünür-sem yazamam en azından bu konuda...

  • www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 19

    Gözlerine âşık olduğu, saçlarını sallarken kalbine ağrılar so-kanı; onun hem cenneti hem cehennemi; Mehlika Sultan’ı onun. Hani derler ya şu dünyada yoktur mutluluk. İşte bu o hikâyedir. Yedi gencin asla ulaşamayacakları tebessümün saklı olduğu kuyuyu bulurken çek-tikleri acının yazısıdır bu yazı ve her hikâyede olduğu gibi gönüllere taht kurmuş bir güzelle başlar: Mehlika Sultan’la…

    İlk gördüğü günü düşündü kuyunun yanındaki adam. Yüz hatlarından yılların onu nasıl eskittiği belliydi. Ama o gül yüzlüsünü düşününce gerginlik değil de saf mutluluk okundu gözlerinde. Gençti o zamanlar, bilmezdi ki susuzluğun bu kadar zor olduğunu, açlığınsa kıvrandırdığını. Ancak rüzgârda uçuşan yapraklarla konuşmayı, kitap-lar arasında gezinmeyi, bir de sonsuz mutluluk getirecek prensesini aramayı bilirdi. Oysa bazen sonsuzluk beraberinde acıyı da getirirdi. Öyle de oldu. Gülerken o yedi arkadaş, zaman dondu bir an onlar için.

    Zümrüt gözlü sevdalarını buldular. Peri kızını ilk o zaman gördüler. Yat-tığı yerden mırıldandı adam: “Ah! Hiç gözükmeseydin ya peri kızı… “

    Gençlikti ve bilmezlerdi ki yorulmanın ne demek olduğunu. Kı-zın babası, “Bana ab-ı hayatı bulun. Size kızımı vereyim.” dediğinde de bilemedi ve yola çıktı yedi genç. Acaba ab-ı hayatın var olmadığını bilseler de çıkar mıydılar ki? Ama çıktılar işte sonu olmayan uçsuz bu-caksız yollara. Ufuklar yürüdükçe arttı. Yemeklerse o kadar azaldı. El-dekiler bitti, sonra kayıplar başladı. İlk en büyük gitmişti. Arkadaşların en büyüğü, en tecrübelisi... Giderken bir yüzük vermişti küçüklerine. “Sevdasını bulanın olsun bu yüzük.” demişti ve gitmişti. Bilinmeyen diyarlara. Tek tek düştü sonra herkes. Yıllar geçerken hayatlar da bitti. Biri hayvanların bile geçmediği bir yol kenarında, diğeri bulut süzül-meyen çölün gölge olmayan kumunda... Sona kalan oydu işte. Bu ku-yuya rastlamıştı altı dostunun da onu terk ettiği zamanda.

    Çıkrığı olmayan kuyunun yanında oturuyordu şimdi. Son ne-fesini vermeye hazırlanırken çıkartıp attı yüzüğü. Ya sevdasını bulanın olsun diye ya da bu kara sevdalı yedi genci unutturmamak için. Sonra kapattı gözlerini gençliğinden eser kalmamış adam ama nedense gü-lümsüyordu sonsuzluğa giderken.

    * Bu yazı, Yahya Kemal BEYATLI’nın “MEHLİKA SULTAN” adlı manzu-

    mesinden esinlenilerek yazılmıştır.

    YÜZSÜZUzun bir koridorun ardındaEtrafımda nahoş kahkahalar…Kendi maskesi ardına saklanıp ağlayanlar…Ruhu eriyen, maskesi gülen, sesi kahkahalı birkaç insan…Rujlarının ardına saklanmış kirli dudaklarda kazınamayan isimler…Makyaj ustaları kapatamamışlar mı yaralarını fondötenle?Ağlamanı engelleyememiş çoğu zaman, lensler.Yüzünden düşürdüğün masken, kimliğin değil!İçindeki ruh, sıfatınla bir değil.Sesin, haritanı seriyor.

    Birkaç asır önce sen de gülmüştün oysa içten…İnsanlar kulise çevirdi benliğini.Yüzüne değen ilk fırça darbesiyle yitirmişsin kalbini.Sen benliğini kaybettikçeSarıldım ben, kendi benliğime.Aya vuran gölgelere inat, güneşe sığındım hep.Maskemden sıyrılmıştım tüm hevesimle;“Farklısın!” diye haykırdı bir ses,Maskenden yankılanan bir fısıltıyla eş.Duy sesimi!

  • çankaya

    20 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Kitap okumayı her zaman çok seven bir çocuk oldum. Ciddi anlamda okumaya başladığım ilk kitaplar dinozorlar, bilgisayarlar, mikroplar vb. şeyler hakkında bilgi veren çocuk kitaplarıydı. Daha sonra kitap oku-ma macerama polisiye kitaplar ile devam ettim. Aslın-da polisiyenin pek bana göre olmadığını anlamam 4-5 polisiye kitabını yarım bırakınca oldu. Bu arada polisi-yeyle birlikte hayaletler, yürüyen iskeletler gibi konuları olan fantastik çocuk kitapları da okuyordum. 6. sınıfta romantik kitaplar ile haşır neşir olsam da bir süre sonra bundan da sıkıldım. Son bir iki yıldır ise dram, fantastik, bilim kurgu, romantik romanlar ile birlikte denemeler de okumaya başladım. Şimdilik gerçekten hoşuma giden kitaplar buldum gibi gözüküyor.

    Kitap okumayı seviyorum çünkü büyülü olduk-larına inanıyorum. Harflerin kelimeleri, kelimelerin cüm-leleri, cümlelerin de inanılmaz bir bütün oluşturuşu çok ilgi çekici değil mi? Yazılan cümlelerin insanlar üzerinde farklı farklı etkiler yaratmasını seviyorum. Her kitap zih-ninize bir şeylerin kazınmasını sağlıyor. Ayrıca okuduğu-nuz her kitapta asla gidemeyeceğiniz dünyalara gidiyor ve asla gerçek olmayacak olayları yaşıyorsunuz. Yazarın kendi dünyasına girme fırsatı elde ediyorsunuz aslında. Yazarlar büyük bir lütuf yaparak zihinlerinin kapılarını okuyuculara açıyorlar.

    Eğer gerçekten iyi bir yazarsanız, ölümsüz olabileceğinizi düşünüyorum. Öldükten yıllar sonra bile insanlar kitaplarınızı okuyor ve hala bir şeyler hissedi-yorlarsa bu sizi ölümsüz kılmaz mı? Yıllar önce insanla-rın hissetmiş olduğu şeyler, düşündükleri fikirler ancak yazı sayesinde kalıcı olabiliyor. Öldükten belki de asırlar sonra dünyayı değiştirme fikri bence mucizevî… İşte bu yüzden yazar olmak istiyorum.

    Bunların dışında okudukça gelişirsiniz. Olay-lara farklı açılardan bakabilir, farklı düşünebilirsiniz. Bazı şeylerin farkına varırsınız. Bütün bu yazdıklarım-dan önce, kitaplar hayalci insanların gerçek dünyadan kaçma şeklidir. Neşelenmek istediğinizde kitaplara sığı-nırsınız. Hayal ürünü hayatlarda yaşayarak mutlu olur-sunuz. İşte bu yüzden kitaplar büyülüdür. Bambaşka gezegenlerden gelmişlerdir.

    Okumak güzel şey... Okuyun.

    Geçenlerde yaşadığım bir olayı sizlere aktar-mak istiyorum. Anlatacaklarım tamamen gerçek!

    Bilgisayarım bozulunca bilgisayarı tamirciye götürmek için babamla arabamıza bindik. Mahallenin iç kısımlarına doğru yol almaya başladık. Babam sola bakınırken, ben de sağ tarafta bir bilgisayar tamircisi arıyordum.

    Türkiye’de yabancı dille yazılmış tabelala-rı kanıksadık fakat böylesini ilk kez görüyordum: “The Berberim Shop” evet, doğru duydunuz! “The Berberim Shop”tu, berber dükkânının adı. Tamamen yabancı keli-melerden oluşsa bu kadar dikkatimi çekmezdi belki ama zaten Türkçe olan ve anlamını birebir temsil eden “ber-berim” kelimesini İngilizce kelimelerin arasına yerleştir-menin ne lüzumu var? “Berber Dükkânı”, “Berber” ya da farklı olsun istiyorsan “Berberim” yazsan ne değişirdi ki?

    Çok önceden Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir kita-bında okumuştum. Bir röportaj hazırlamışlardı. Yaban-cı kelime içeren tabelaların yazılı olduğu dükkânlara girip, dükkân sahiplerine neden böyle bir tabela ve isim kullandıklarını soruyorlardı. Çoğu esnaf yabancı isimlerin daha ilgi çekici olmasından ve çevrelerindeki dükkânların da yabancı isim kullanmasından ötürü ol-duğunu söylüyordu. Birçoğu bu tabelalarda yazdıkları

    kelimelerin anlamını bile bilmiyordu. Ne yazık! Bizim halkımız taklidi sever, pek de üretme yanlısı değilizdir. İş para ya da rant sağlamaya gelince güzelim Türkçe-mizi bırakıp yabancı kelimelere yönelebiliyoruz. Şunu da ekleyeyim, turistlerin yoğun olduğu bölgelerde Türkçe tabelayı geçtim, Türkçeye ait herhangi bir sözcüğe rast-layamazsınız. Tamam, belki turiste hitap etsin diye böyle isim koyuyor olabilirsiniz fakat ülkemiz bu tabelalarla Türkiye gibi değil; bir Almanya, bir İngiltere gibi duruyor.

    Türkiye’nin okuma-yazma oranı isterseniz %99 olursa olsun, değerlerimizin bana göre en kıymetlisi olan dilimizi koruyamadıktan, benimseyemedikten, kullana-madıktan sonra “Ne önemi var 16 sene okumanın?” diye de sormuyor değilim.

    Deneme

  • www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 21

    Av tüfeğimi yavaşça kaldırdım. Hızlı hareketlerim biraz ilerdeki fundalıklarda tüneyen keklikleri korkutabilirdi ki bu hiç de işime gelmezdi. Parmaklarımı usulca dolaştırdım tüfeğimin üzerinde. Bu sorumluluk kokan baba yadigârına aşina olan el-lerim bilinçsizce dengeledi tüfeği. Az mı karnımızı doyurmuş-tu yılların emektarı şu sedefli tüfek? Sedefin soğukluğunu his-seden parmaklarım bana babamın parmaklarını hatırlattı hiç acımadan. Ölü vücudunun, buz kesen parmaklarını... Çok da öncelerde yaşanmamış olan bu ölüm anını hatırlamanın verdi-ği acıyla titredi ellerim, salladı tüfek. Bir tek benim anlayabi-leceğim, yalnız kendimin fark edebileceği içten bir titremeydi bu. Çıkmaza sürüklendiğimi anlayınca yavaşça gözlerimi ka-pattım. Bu sefer de babamın cesedi başında o kapalı göz-lerini açması için yalvarırkenki çaresiz çığlıklarımı hatırladım. Onun ölü bedenini artık uyanması için sarsmamı hatırlamamla aynı şeyi kendimde de uygulamaya karar verdim. Kendi ken-dime yarattığım bu kâbustan sarsılarak uyanmaya çalıştım. Bu korkunç anıların kafamı sallamamla beni rahat bırakaca-ğı düşüncesine sıkıca tutunarak, şiddetli bir sağ sol hareketi yaptım başımla.

    Çocuklarımın bir gece daha olsun tok uyuyacaklarını ümit etmek kendime getirmişti beni. Acaba babam da bu tü-fekle avladığı hayvanları açlık kokan soframızda bize sunma-dan önce kendinde yeterli gücü böyle mi buluyordu? Beni ve kardeşlerimi düşünmek mi güçlendirirdi onu? Sorumun ceva-bını asla öğrenemeyecek olmanın verdiği huzursuzlukla derin bir soluk koyuverdim.

    Etrafa dikkatle bakan gözlerim görüş alanıma yeni bir kınalı kekliğin girdiğini anında fark etmişti. Diğerlerine göre oldukça irice, erkek bir keklikti bu. Parmaklarımı pervasızca namlunun üzerine yerleştirdim. Kendime düşünecek vakit tanımdan hızlı bir nefes doldurdum ciğerlerime. Dağların te-miz, güç veren, engin havasını benimseyen ciğerlerim hafifçe şişerek yukarıya kalktı. Göğsüme dayanan tüfeğim şişen ci-

    ğerlerim dolayısıyla birkaç santim yükselmişti. Son anlarını yaşayan kınalı kekliğe tekrar baktım. He-deflerimi hep tam göğüslerinden vururdum. İçimde bunca yıldan sonra hala ıskalamamı isteyen tarafı sert bir azarla susturdum. Tanrı şans dağıtırken ye-terince ıskalamıştı beni.

    Çocuklarımın leziz keklik etini yerlerkenki fotoğraflarını hayal eden beynim parmaklarımla sessiz bir anlaşma imzala-mıştı. Tuttuğum nefesim eşliğinde çektim tetiği. Havada gür bir ses yankılandı. Ölümcül kurşunumun tok sesi... Vurduğum keklik dağlık alandan çarpa çarpa fundalıklara doğru düşer-ken, fundalıktaki keklikler sesten korkup çoktan uçuşmaya başlamışlardı. Uçuşan keklikleri izlerken tutuğum nefesimi bı-rakıverdim. Öldürmek asla kolay olmayacaktı.

    Kendime döndüğümde tüm bedenim kasılmıştı. Yüz hatlarım ise oldukça gergindi. Haberim bile olmadan çattı-ğım kaşlarımı gevşettim. Stresten terleyen ellerim ise sedef-li emektar tüfeğimi ıslatmıştı. Acelesiz ve dengeden yoksun adımlarla kınalı kekliğin leşine doğru yürüdüm. Attığım her adımda hissettiğim hüzün havaya karışmışçasına nefes alma-mı zorlaştırıyordu. Canını bir kurşunla alıverdiğim tüm hayvan-ların kalp atışları benim kalp ritmime eklenmişçesine dörtnala koşuyordu nabzım.

    Fundalıklardaki leşi anında bulan gözlerim yıllanmış tecrübemin göstergesiydi.

    Kekliğe doğru eğildim ve incitmekten korkarcasına kavradım onu. Tüm dünyası olan gri gövdesi, avuçlarımın içe-risinde minicik ve savunmasız kalmıştı şimdi. Kırmızı halkalar-la çevrili parlak gözleri hala açıktı. Bu donuk, amaçsız ve ölü bakan gözler yine babamı hatırlattı bana. Huzursuzluğum elle tutulacak kadar yoğunlaşmıştı şimdi. Daha fazla görmek iste-medim bu gözleri ve hızlı hareketlerle çuvalıma tıktım kekliği.

    Aklıma minik kızlarımı getirdim. Bu akşam da doya-caklarını bilmek tepemdeki kasvet bulutlarını dağıtabilen tek şeydi. Sonunda kuruyan ellerimi havaya açtım ve Tanrı’ya teşekkür ettim. Yüzümde bir tebessümün yeşerdiğini hisse-derek tüfeğimi tek omzuma kaldırdım. Tüfeğim ise köprücük kemiğimden destek alarak kendi yerini çoktan bulmuştu.

  • Birazdan o ıssız, beyaz odada olacağım. Bilincim yerin-de olmayacak, duymayacağım arkamda kopan çığlıkları, his-setmeyeceğim her parçamdan kopan ruhumu. Bilemeyeceğim tutunup tutunamayacağımı, annemin ağlamalarını, ablamın koş-turmalarını, arkadaşlarımın vurdumduymazlığını belki de baba-mın ifadesizliğini. Bilemeyeceğim tutunamazsam olacakları, ne zaman unutulacağımı, bir kişinin olsun kalbinde iz bırakamadığı-mı. Belki de böyle daha iyi olur. Öylece çekip giderim bu hayat-tan, kurtaracak kimse olmadan, ağır ağır çekilir ruhum, yavaşça uzanırım sonsuza.

    Buraya nasıl geldim? Daha birkaç ay önce arkadaşımın doğum gününü planlamıyor muydum? Ah tabi ya, her şey o gün başlamıştı. Bütün gün güzel bir hediye bulabilmek için dolaş-mıştık ama nafile saatler sonra elimizde koca bir hiçlik vardı. Son umut bir mağazaya girmiştik. Oldukça küçük bir yerdi. Ancak tam da aradığımız şeyleri satıyordu. Mağazanın sahibi çok şirin yaşlıca bir kadındı. Ona Yağmur için düşündüğümüz hediyeyi anlattığımızda biraz beklememizi isteyerek içeri gitti. Beş dakika sonra geldiğinde elinde gerçek papatyalarla süslü çok hoş bir kolye tutuyordu. Bu tam da aradığımız hediyeydi. Hem papat-yanın gerçekliğini hem Yağmur’un saflığını hem de dostluğumu-zun sonsuzluğunu anlatıyordu. Tam kolyeyi almak için kadına uzandığım anda ancak belimdeki tüm kemiklerimin aynı anda kırılmasıyla oluşabileceğini düşündüğüm bir acı hissettim. Öyle bir acıydı ki annesinin koynundan bir yavruyu ayırmak gibi, kı-şın ayazında sokakta kalmış bir kedi gibi, bir ceylanın gelen oku hissedip o yöne dönmesi ve tam kalbinden vurulması gibi, kırık camlar üstünde dans etmek, bir bahar sabahında apansız kana bulanmak gibiydi. Öylesine ani, öylesine beklenmedik, öylesine merhametsizdi. Sanki zaman durmuş, tüm hayatım ağzımdan kaçan çığlıkta toplanmıştı. O an kalbim sanki belimde atıyor, acıyı her hücreme pompalıyordu. Yavaşça gözlerimin karadığı-nı hatırlıyorum. Uyandığımda ilaç kokulu beyaz bir odadaydım. Aklım parmağımdaki şeyin kalp atışlarımı takip edebilmek için takıldığını bilecek kadar berrak, neler olduğunu anlayamayacak kadar da bulanıktı. Birkaç dakika beyaz tavana bakarak ne ol-muş olabileceğini düşündüm. Belimde hala ben buradayım der-cesine tenimi delip geçen bir ağrı vardı. Bir süre daha aynı po-zisyonda kalsam da boğazımdaki kuruluk beni rahat bırakmadı ve komodinin üzerindeki bardağa uzanmaya çalışmam belki de en büyük hatam oldu. Belimde yeniden o uğursuz, kanımı bile alevler içinde bırakan acıyı hissettim.

    Acı hissedilmeyi talep ederdi ve ben onu iliklerime kadar buyur etmiştim. Atamadığım çığlıktan dolayı sıkılan elim parma-ğımdaki aygıtın çıkmasını ve aynı dakika içinde telaşlı bir dok-torun odaya girmesini beraberinde getirdi. Olanları o doktordan öğrenmiştim. Bir hastalığım vardı. Bu zamana kadar kendini belli etmese de onunla en acı şekilde tanışmıştım: Skolyoz. Omurga-mı anbean rüzgârın bir kamışı eğmesi gibi eğen, belki de ma-cera adına tüm hayallerimi sömüren hastalığım. Oysa ben gece gündüz demeden dağları tepeleri aşmamış, korkusuzca dik ya-maçlarda koşturmamış, daha hayallerime ulaşamamıştım. Bu düşünceler içinde kaybolurken doktordan hemen fizik tedaviye başlamam gerektiğini, skolyozun ilerlemesi durumunda yürümek-te dahi zorlanır hale geleceğimi öğrendim. Fizik tedavinin yanında

    22 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

  • www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 23

    en azından haftada bir gün yüzmem gerektiğini de öğrenmiştim. Bütün bunlar işe yaramazsa ameliyat kaçınılmaz olacaktı. Bu beni büyük bir dehşete düşürmüştü çünkü omurga ameliyatlarının her zaman zorlayıcı olduğunu, başarısızlık riskinin çok olduğunu ve hastayı ölüme bile götürebildiğini biliyordum. Bunları uzaktan duy-mak, görmek o kadar kolay o kadar rahattı ki insan kendi başına gelmeden nasıl bir şey olduğunu anlayamıyordu.

    Aradan iki ay geçtiğinde tedavim hala devam ediyordu. Ben de bu süreçte yüzmemi iyice geliştirmiş, içimdeki korku-yu ailem ve arkadaşlarımın desteğiyle yok etmeye çalışmıştım. Doktor kontrolüne gittiğim gün tüm çabalarıma, tüm uğraşlarıma rağmen hastalığımın üst omurlarıma doğru yayıldığını öğrendim. Bunun bende yarattığı yıkımı ancak ben bilebilir yalnızca tek başıma atlatabilirdim fakat yaratılışımda var olan karamsarlığım buna engel oluyor, beni dipsiz bir kuyuda gittikçe daha da derine çekiyordu. Daha sonrasında olaylar benim kontrolümden çıkmış gibiydi. Sanki olayların merkezinde değil dışındaydım ve öylece izliyordum. Bir hafta içinde alelacele yapılan testler, çekilen to-mografiler sonucu en geç bir ay içinde ameliyat olmam gerektiği ortaya çıktı. Bense bu kaçınılmaz sonu erteleyebileceğim kadar ertelemenin aynı zamanda da insanlardan uzaklaşarak arkamda birer enkaz bırakmamanın derdindeydim. Belki aptalcaydı ama bu da benim onları kendi acımdan koruma yolumdu.

    İlk işim Yağmur için alacağımız ancak o kara günde unuttu-ğumuz kolyeyi almak oldu. Ancak bu sefer amacım onu arkadaşla-rımdan koptuktan sonra da saklamak ve her gördüğümde geçmi-şimi hatırlamaktı. Belki bir ay sonra onlardan çok uzakta olacaktım ama yine de o kolye her zaman bende kalıp bana onları hatırla-

    tacaktı. Bunu hallettikten sonra yavaş yavaş çevremden, arkadaş-larımdan kendimi soyutladım ve onlarla arama duvarlar örmeye çalıştım. Başardığımdaysa ameliyatıma yalnızca üç gün vardı ve bunu ailemden başka hiç kimse bilmiyordu. Hastaneye yatırıldım. Neden üç gün erken yatırıldığımı bilsem de kabullenmek istemiyor-dum. Ameliyat gününe kadar hastanenin her noktasında saatlerimi geçirdim, her köşeye kendimden birer iz bıraktım. Böylece insanlar beni unutsa da bu hastane, bu duvarlar, bu banklar, bu çiçekler, bu koku evren var oldukça izlerimi taşıyacak beni daima hatırlayacaktı.

    O ay boyunca kolyemi hiç çıkarmamış, elimi üzerinden çok nadir çekmiştim çünkü o kolye arkadaşlarımdan bana kalan son şey, son destek noktamdı. Kolyedeki papatyalar benim için bir zamanlar dostluğumuzun gerçekliğini anlatsa da şu an ölü-mün gerçekliğini yansıtıyordu. Ertesi gün gireceğim ameliyattan çıkabileceğimin hiçbir kanıtı, elle tutulur bir güvencesi yoktu. Ha-yatım tamamen doktorlarımın elinde, kaderimin önderliğindeydi. Bunu biliyordum ama kendimi ne kadar hazırlamaya çalışırsam çalışayım aksi bir durumda öylece göçüp gitmeye hazır değil-dim. Bu sabah yani ameliyat olacağım günün sabahı erkenden uyandım. Sonuçta son günüm olabilecek bir günü uyuyarak ge-çiremezdim. Ameliyatım öğlen başlayacaktı. O halde güzel bir kahvaltı ve biraz müzik bana iyi gelebilirdi. Bu sabahki planlarım gayet iyi gitmiş, muhtemel son sabahımı keyifli geçirmiştim.

    Ve şu an, korkuyorum... O kasvetli beyazlıkta kaybola-bilirim. Arkamda herkesi bırakıp çekip gidebilirim. Belki de bu düşüncemin aksine birkaç saat sonra anneme kavuşabilirim, bilemiyorum. Ama artık düşüncelerimi rafa kaldırıp, hiçbir söz veremeden ameliyathaneye; sonuma, sonsuzluğuma gidiyorum.

    Bak, dışarıda yine yağmur var,İçimde bir his...Her yağmurda sevincinden yerinde duramayan bu çocukBu sefer hüzün çöktürüyordu yüreğine.Yağmurun altında yüreğinin yıkandığına inanırkenBu sefer kaçıyordu yağmurdan, kirli kalmayı dilercesineKarışmak isterken kalabalığa, sıradanlığa…Aklında tek bir düşünce;Onlar gibi olursam daha mı az acıyacak yüreğimDaha mı az yanacak?Peki, o zaman çocuk kendi olarak kalabilecek miydi?Hani herkes bıkmadan, usanmadanAcılarınla büyüyeceksin diyordu yaBüyümek güzel bir şey miydi?Ya daBüyümeyi kim istiyordu ki?Hayat dışarıda akıp giderkenİçinde kıyametleri yaşıyordu.

    Onu çocuk yapan saflığını, güzelliğini kaybettiğini bilmedenKin tutmayı öğreniyor, öğretiliyordu.O acılarının bitmesi için kendi olmaktan vazgeçmişti belkiAma her yutkunduğunda boğazında hissettiği o yumru onu bırakmak istemiyordu:“Sakın kendinden vazgeçme!” diyor,Onu hayat için ikna ediyordu.Yaşamın kirli kalarak geçmeyeceğini fark etti çocuk.Ve içindeki sesi dinledi.Ya yağmurlar olacaktı yüreğini yıkayanYa da mezarının üzerine dökülen sular.

  • çankaya

    24 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Öncelikle, Nazım üstadın dediği gibi: “Herkese selam, sana hasret…”

    Şimdi hiçbir zaman okuyamayacağın bir mektup yazıyorum sana. Sana duyduğum özle-mi anlatmamın başka bir yolu yok çünkü. Keşke senin ayrılık anı, notalara döktüğün yaz öykünün bana hissettirdiklerini benim kelimelerimde gö-rebilseydin. Ne çok isterdim bunu.

    Rahatsındır umarım, hırçın denizin kara toprakları üşütmüyordur seni. Sahiplenildiğin topraklar altında, Karadeniz’in kollarında hu-zurlusundur. Bilsen ki ne çok özlendin. Bilsen ki sesin buram buram tütüyor sevdalarda, ayrılık-larda. En çok da ayrılık şarkılarında…

    Bazen çok yanlış bir zamanda doğdu-ğumu düşünüyorum. Tam senin doğduğun za-manlarda, belki biraz sonra doğmalıymışım ben; yetmişlerde veyahut seksenlerin başında. Tanı-malıymışım seni ilk gençlik yıllarımda, sana duy-duğum özlemi anlatmak için mektuba gerek kal-mamalıymış, ulaşabilmeliymişim kolayca. Ben seni çok küçükken tanıdım güzel adam ama o yıllar gidişinin hazırlığıymış meğer. Ben bileme-dim, çok küçüktüm ama iyiler çabuk gidermiş ve sen çok erken gittin. Çok yanlış zamanda doğ-muşum ben.

    Ama şarkılarını tanıdım, şarkılarınla tanı-dım seni. Karadeniz’i senin sayende sevdim. Şimdi ne kadar üzgün Karadeniz sensiz, bir bil-sen…

    Kim bilir ne kadar zor gelmiştir sana hırçın limanlarını bırakıp gidiyor olmak Karadeniz’in, bir daha hiç dönmemecesine; doğduğun, var olduğun, uğrunda savaşlar verdiğin ve seni her

    adımında kendine çeken topraklardan ayrılmak, üstündeyken altına girmek, kim bilir ne kadar zor gelmiştir… Şarkılarında anlattığın gibi hep, düş-lemişsindir bu kenti. Bu kent de seni çok düşlü-yor, Karadeniz de seni çok özlüyor, biz de seni çok özlüyoruz.

    Sesini duymak, müziğinle var olduğunu bilmenin huzurunu veriyor bana ve bu biraz ol-sun dindiriyor özlemimi. Her “şarkılarla geçtim aranızdan” deyişinde “iyi ki” diyorum, “iyi ki geç-tin aramızdan”. Ölerek ölümsüzleştin sen, ara-mızdan geçişinle yüreğimize dokundun.

    İşte “Ayrılık Şarkısı”nı her dinlediğimde böyle hissediyorum ben kumral çocuk; hep ay-rılışın geliyor aklıma aramızdan, hep içimde bir hüzün… Verilmesi beklenen, sırada bekleyen o kadar çok isim varken şarkılarına, “Ayrılık” çok erkendi, çok zamansızdı. Keşke gitmeseydin.

    Şimdi 33 yaşında, kalbi biyolojik olarak atmayan bir adamın kalbinin içindekileri, kendi kalbimde hissederek yazıyorum ben tüm bunla-rı. Artvin’de toprağın altında uzanan bir bedene olan hasretimi, özlemimi yazıyorum.

    Çok fiyakalı bir hastalığa uğramana rağ-men her zaman gülen gözlerin, “Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik, teşek-kürler dünya.” diyen güzel yüreğin her zaman bizimle, benimle olacak. Mücadeleci ruhun ve insanlığa verilebilecek en güzel cevabı şarkılar-la veren güzel sesin de…

    Çok ama çok özlendin. Nur içinde yat.Hasretle, Şair Ceketli Çocuk, özlemle…

    Sena ADLIM

    Ayrılık Şarkısı

    Ardımda bırakıp gül çağrısınıAyrılık anı bu sisli şarkıyıIrmaklar gibi akıp uzun uzunTerk ediyorum bu kentiAhh, ölüler gibi

    Şarkılar bir çığlığa sığınmaksaŞimdi, sonsuz bir yangın gibiSevmesem öyle kolay çekip gitmek;Yaralı bir kuş gibi

    Kumral bir çocuğun yaz öyküsü buŞarkılarla geçtim aranızdanYalnızlar gibi susup uzun uzunDüşlüyorum bu kentiAhh, bir aşk gibi

    Şarkılar bir çığlığa sığınmaksaŞimdi, sonsuz bir yangın gibiSevmesem öyle kolay çekip gitmek;Yaralı bir kuş gibi Düşlüyorum bu kentiSon bir aşk gibi

    Kazım Koyuncu

    11 Dil ve Anlatım Dersi Performans Çalışmaları KONU: Dinlediği bir müzik eserinden ilhamla özel mektup yazma

  • www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 25

    ABD’li besteci ve piyanist George Gershwin, Broadway müzikalleri ve Klasik Batı müziği orkestraları için eserler yazdı. Bazı şarkıları popülarite kazandı. Birçok bestesi televizyonda ve çeşitli filmlerde kullanıldı; bunlardan bazıları caz standarttı haline geldi. John Coltrane, Frank Sinatra, Billie Holiday, Miles Davis ve Herbie Hancock gibi birçok müzisyen parçalarını ses-lendirdi.

    “Rhapsody in Blue” Gershwin tarafından bestelenmiş çok ünlü bir eserdir. İlk defa New York’ta 1924 yılında solo piyano-da Gershwin olmak üzere Paul Whiteman ve orkestrası tarafından seslendirilen eserin Ferde Grofe tarafından orkestrasyonu ya-pılmış versiyonu, en popüler Amerikan konser eserlerinden birisi olmuştur. Eser yazıldığı yıl 84 defa seslendirilmiştir. Gershwin, bu eserinin Amerika’nın ruhunu anlattığını söylese de eser daha çok New York kentinin bir müzikal portresi olarak düşünülür.

    ***

    Trendeki yerini aldı. Paul Whiteman’ın, caz orkestrası için kendisinden yazmasını istediği eseri düşünüyordu. Kalkış sa-atinin gelmesiyle trenin tiz sesi istasyona hâkim oldu. Tak taka tak taka tak… Gershwin’e ilham işte böyle geldi. Zihnindekileri kâğıda geçirirken notalar onun için bir araç oldu. Ortaya çıkanın ismini kız kardeşi Ira koydu. “Rhapsody in Blue” böyle doğdu. Ünlenmeden önceki hikâyesi işte buydu.

    Dil ve anlatım dersi performans ödevimi yapmak için bir modern dönem klasik müzik eseri olan Rhapsody in Blue’yu defalarca dinledim. Neden bir şarkı değil de bir klasik müzik eseri seçtiğimi sorarsanız; bir şarkıyı hissedebilirim fakat bir klasik eseri düşünürüm aynı zamanda. Amacının “düşündürmek” olduğunu düşündüğüm bu ödevi yaparken de bundan ötürü klasik bir eser seçtim. Özel mektup şeklinde yazmamız gereken metin havada kalmasın diye de arkadaşımın önceki mektubunda bana önerdiği besteyi dinlemiş, merakına cevaben de fikirlerimi bu mektupta yazmışım gibi bir kurgu oluşturdum. Yirmi defa dinledim belki de besteyi. Düşüncelerimi kâğıda döktüm.

    Beğenilmesi dileğiyle…

    11 Dil ve Anlatım Dersi Performans Çalışmaları KONU: Dinlediği bir müzik eserinden ilhamla özel mektup yazma

    “Rhapsody In Blue” Gershwin

  • 26 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Pek bir hüzünlü fırtınalar kopuyor fakat bunlar benim için bir anlam ifade etmiyor şarkımı söylerken. Ben doğayım, hüzünler ise beni katleden insanların eseri. Fakat bu hüzünleri ben hissetmiyorum; hüzünleri, onları yaratan insanlar hissediyorlar iliklerine kadar. Çünkü ben doğayım, onlar yaşasa da ölse de buradayım. Pek bir hüzünlü fır-tınalar kopuyor fakat bunlar benim için bir anlam ifade etmiyor ilhamını insanlardan alan şarkımı mırıldanırken.

    Acı çeken sesimi onlara duyurmalıyım. Acı çekmesem de bir şekilde acı çeker gibi oynamalıyım. O vicdanlı insanlar belki bu şekil-de anlarlar, bensiz yaşayamayacaklarını bana ise zarar verdiklerini. Kendi sonlarını hazırlıyorlar. Bunun olmasını istemiyorum çünkü onlar da benim bir parçamdı bir zamanlar. İlk çığlığımı attım, bu katliamla-rın durmayacağını anladığımda. “Üçüncü sol”den “beşinci do”ya. Bu geniş aralıkta attığım çığlığı duyamazlar mı? Sesime ses katamazlar mı? Ben doğayım; sesim çok çıkmaz anlamayana, anlayana ise yeni ufuklar açar. Neyse ki anlayışlı insanlar hala bu dünyada.

    Zaman çok hızlı geçiyor. İnsan icatları uzayı dolduruyor. Ah sevgili zaman, taşıyamayacağın kadar fazla yük yüklüyorlar sana. Ama lütfen, taşımayı bırakma. İnsanların vaktini doldurma. Bak sesim yankı-lanmaya başladı, beni duyan bir sürü insan var. Onlar da şarkıma ortak oluyorlar. Sen akmaya devam et, durma, elbet düzlüğe varacaksın.

    ***

    İnsanların kuralları, doğanın kurallarından farklıdır. Doğa dü-

    zenini birleştirerek kurarken, insanlar düzeni kurmada yıkımı da kul-

    lanırlar. Silahlar, savaşlar, yalanlar, cinayetler, kıskançlık, kin… İşte

    insanların sahip olduğu bu yıkıcı kuvvet yüzünden zavallı doğanın

    iyimser düşünceleri sonuçsuz kalacaktır.

    Zaman geri dönüşü olmayan bu yolda durmadan akacak, in-

    sanlar ise ancak çok büyük fedakârlıklarla ölümden kurtulacaklardır.

    Doğasız kalan son insan da insani hırslarından ve kurallarından vaz-

    geçtiğinde, yıkımı bırakarak doğasını tekrar oluşturduğunda zaman

    insanlık için akmaya devam edecektir. Doğa tekrar çığlık atana kadar

    insanların güneşi hiç batmayacaktır.

    Zaman zaten durmazdı. En büyük felaketler karşısında dur-

    sa, yine de yoluna devam ederdi. Doğa, insanların sonunun zaman

    yüzünden geleceğine inansa da buna sebep olacak olan kendisiydi.

    İnsanların sonu yapacakları bir şey kalmadığı için değil - zamanın dur-

    ması- kullanacakları malzemeler bittiği için gelebilirdi - doğasız kalan

    insan-. Zamanla güçsüzleşen, tükenen fakat buna aldırış etmeyen

    doğanın insanların kurtuluşuna inancı tamdı. Yeter ki azıcık daha za-

    man geçsin, sesi iyice güçlenecek ve insanlar tekrar onun bir parçası

    olacaktı.

    ***

    Bana yazdığın mektup elime henüz ulaştı. Önerdiğin besteyi dinledim. Her ne kadar bir caz orkestrası için bestelenmiş, her ne kadar Gershwin, “Rhapsody in Blue” adlı bu bestesinin ilhamını bir tren yolculuğunda, trenin çıkardığı seslerden almış olsa da bende tamamen farklı duygular uyandırıyor kullanılan notalar.

    Rhapsody in Blue’yu defalarca dinledim. Yirmi defa belki… Bu bir şarkı değil elbette, fakat bir şarkı olsaydı az sonra yazacaklarımın çeyreğini yazamazdım. Bir şarkı için benim yazabileceklerim sınırlı. Fakat klasik müzik öyle mi? Bir hikâye, bir roman gibidir klasik eser, karmaşık giriş, gelişme ve sonuç bölümleri vardır. İnce ince motiflerle işlenir değişken tema, beklemediğiniz yerde ölür, beklemediğiniz yerde dirilir. Evet, bir şarkıyı hissedebilirim fakat bir klasik eseri düşünürüm aynı zamanda. Dinledim, hissettim ve düşündüm. İşte bu da sözleri!

    06.12.2014 ANKARA

    11 Dil ve Anlatım Dersi Performans Çalışmaları KONU: Dinlediği bir müzik eserinden ilhamla özel mektup yazma

  • www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr / 2015 / 27

    İnsanlar açlıktan ölüyorlardı. Hüzünle onlara baktım. Artık metal yığınlarından başka bir şey sağlayamıyordum onlara. Ellerinde arabalardan, evlerden, silahlardan bolca vardı. Fakat hiç yiyecekleri yoktu. Suları kirlenmişti. Bir zamanlar yaşam saçan bünyem artık ölüm saçıyordu. Buna neden hâkim olamıyordum? Hastalıklar her yerdeydi. Ölümler her yerdeydi. Ah zaman! Bunu neden yaptın? Neden insanları yüzüstü bıraktın? Neden beni kurtaracakları kadar taşımadın onları? Her geçen gün yüzlercesi ölüyor ve toprağa karışıyor. Belki de, belki de böylesi daha iyi. Sonuçta yine benim parçam olacaklar. Ve zaman, sen aktıkça kendimi toparlayacak ve yeni yaşamlar oluşturacağım.

    ***Doğa huzurlu düşüncelerle uykuya daldı. Topraklar çatladı,

    sular kurudu. İnsanları bu kadar kolay unuttu. Dünya üzerindeki can-lılar tek tek öldü. İnsanların sayısı azaldıkça zaman yavaşladı, üzerin-deki yüklerden kurtuldu. Her şey o kadar düzenliydi ki, o kadar sessiz ve huzurlu… İnsanlar yapmaları gereken fedakârlıkları yapabildiler mi inan hiç bilmiyorum. Tek bildiğim hayallerin, düşüncelerin, icatların, seslerin yok olmasıyla evrenin insanların bildiği/etki ettiği bölümüne büyük bir huzurun yayıldığı. İnsanlar bir yerlerde yaşıyor olabilirlerdi fakat artık yıkımdan arınmışlardı. İnsani hırslar ve kurallar artık zihinler-de yer kaplamıyordu. Doğa uyuyor, zaman hafif bir şekilde akıyordu. Sorular, çelişkiler, anlaşmazlıklar yoktu. İnsanlık daha önce olmadığı kadar rahattı. Huzur tüm evrene yayıldı…

    ***Büyük ihtimalle Gershwin Boston’a giden trende bunları dü-

    şünmüyordu. Belki de notalar sadece trenin seslerini betimliyordur. Fakat insan ürünü olan her şey insandan bir parça taşımaz mı? Bu, biz dinleyicilere insanla ilgili her şeyi çağrıştıramaz mı? Sence de dü-şüncelerimiz, kaderimizin yansımaları değil mi? Bu sorular gibi düşün-mek de canımızı acıtır kimi zaman, orası kesin. Dolayısıyla bazı şeyleri akışına bırakmak gerekir. Ama yine de, ben de sana Rachmaninov’un “İkinci Piyano Konçertosu”nu öneriyorum. Böylesine derin bir eserden neler çıkaracaksın kim bilir. Lütfen bana düşüncelerini yaz değerli ar-kadaşım. Kendine iyi bak.

    Sevgilerimle…

    Arda GÜLTAN

  • 28 / 2015 / www.drbinnazridvanegeal.meb.k12.tr

    Sevgili Arkadaşım Nihan,“Arkadaş” demek ne derece doğru oldu sana seslenirken bilemiyorum ama o kelimenin yerine, seneler önce başka bir

    kelime kullanabilmek içi nelerimi vermezdim biliyorsun. “Sevgili Nihan” da diyebilirdim aslında ama “Bazen düşünceler eksik,

    bazen cümleler noksan.” Kimin sözü hatırlatmama gerek yok herhalde.Bugün senin su döküp de bozduğun sonra benim bin bir uğraşla tamir ettiğim döküntü radyoda ikimizin de çok iyi

    bildiği bir ezgi vardı. Bu satırları da o ezginin hatırına yazıyorum ya da senin hatırına…Hatırla, 27 Kasım gününü hatırla… Lisedeydik. Hocanın masasına yakın olan rengi bozarmış, eğik kaloriferin üzerine

    oturmuş şarkı dinliyordum. Yanıma geldin bana ne dinlediğimi sord