98
Aylık Kültür ve Sanat Dergisi | Şubat 2016 | Sayı: 01 Aylık Kültür ve Sanat Dergisi | Mart 2016 | Sayı: 1 | www.avrupa-kultur.eu Paris metrosunda insanlar Çirkinliğin kültürel tarihi Frankfurt yıllarında Sümeyra Avrupa’nın temeli Anadolu Alman kabaresinde Türkiye rüzgârları

AVRUPA KULTUR 01

Embed Size (px)

DESCRIPTION

AVRUPA KÜLTÜR 1. SAYI

Citation preview

Page 1: AVRUPA KULTUR 01

Aylık Kültür ve Sanat Dergisi | Şubat 2016 | Sayı: 01Aylık Kültür ve Sanat Dergisi | Mart 2016 | Sayı: 1 | www.avrupa-kultur.eu

Paris metrosunda insanlarÇirkinliğin kültürel tarihi

Frankfurt yıllarında Sümeyra Avrupa’nın temeli Anadolu

Alman kabaresinde Türkiye rüzgârları

Page 2: AVRUPA KULTUR 01

2

İNTERNET ÜZERİNDEN SATIŞ KİTAPÇILARI VURDU Kitap mağazaları hızla küçülüyorBAHAR EŞİNSAYFA: 4

DUİSBURG’DA BİLGELİĞİN YURTLARI SERGİLENİYORİslam’ın altın çağıİLHAN AYERFederal Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’ne bağlı Duisburg kentinde, Duisburg Kültür ve Şe-hir Tarihi Müzesi’nin girişimiyle düzenlenen “İslamın Altın Çağında Bilim- ‘İlimler Yurdu” konu-lu sergi bitişe doğru yaklaşıyor. Sergiye gösterilern ilgi şaşırtıcı.

SAYFA: 8

ŞİNASİ DİKMEN’İN ALMAN KABARESİNDEKİ MACERALARI Alman mizahına Türk kalkınma yardımı “Almanların gülme biçimlerini zenginleştirdik, ona hiç şüphe yok. 1985’te ilk kez Muhsin Omur-ca ile birlikte sahneye çıktığımızda, Almanlar bu iki Türk’e gülmeye başladı. İşte biri çok entegre ol-muş, diğeri entegre olmuyor... Entegre olmayan entelektüel bir Türk’tü, entegre olan da salağın te-kiydi. Bizim orada söylemek istediğimiz şey şuydu: Kendi benliğine güveni olmayan hemen kay-bolur, kendi benliğine güveni olan da bu ülkeyi kabullenir. Dediğimiz gibi de oldu. Kendi benliği-ne güveni olan insanlar bu ülkeyi kabullendiler, ama kendileri kaybolmadı. Kendilerine güveni ol-mayanlar ise kayboldu.”

SAYFA: 12

STUTTGART’TA 12’NCİ TÜRK-ALMAN KABARE HAFTASI Gülmenin ve güldürmenin ‘Türksel’ şeyleriSAYFA: 22

MUHSİN OMURCA “DUVARA KARŞI”DAKabareden operaya IŞIN TOYMAZ Almanya’daki Türk kökenli kabare oyuncularına, stand-up ustalarına kapıyı usta oyuncu Şinasi Dik-men ile birlikte aralayan Muhsin Omurca, şimdi de seyirci karşısına opera ile çıkmaya hazırlanıyor.

SAYFA: 26

PARİS METROSUNDAN 'İNSAN MANZARALARI' M. ŞEHMUS GÜZELYazar, bilimadamı M. Şehmus Güzel, uzun yıllardır yaşadığı Paris ve onun ünlü metrosundan insan manzaralarını bire bir tanıklıklarla kağıda aktarıyor. Yazarımızın “Paris’in Nabzı Metroda Atar” başlı-

ğıyla yayına hazırladığı kitabından bölümler sunuyoruz.SAYFA: 30

İçindekiler

2 3

Federal Almanya nın Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti ne bağlı Duisburg ken-

tinde, Duisburg Kültür ve ehir Tarihi Müzesi nin giri imiyle düzenlenen İslamın Altın Çağında Bilim- İlimler

Yurdu konulu sergi biti e doğru yakla ıyor.

Frankfurt taki Arap-İslam Tarihi Ara -

tırmaları Enstitüsü nün de katkılarıyla, 9 uncu yüzyıldan 16 ncı yüzyıla kadar, Arap-Fars bilim tarihinin çalı ma obje-

leri ziyaretçilerle bulu tuğu sergide, hari-talar, resimler, elyazmaları, Abbasilerden kalma eski altın ve gümü paraların yanı sıra, yıldızların yüksekliğini ölçen aletler, deniz ve gökbilimleri ile ilgili ölçme , deneysel araç ve gereçler de yer alıyor. Burada gösterime sunulan 50 objeden 15 i orijinal parça, geri kalanlar ise kopya. Sergilenen en eski tarihi obje, bronzdan yapılmı tıp araç ve gereçleri. Sergide model olarak gözlemevi, cami, kütüphane

tasarlanmı minyatür format olarak izle-

yicilere sunulurken, İslam dü ünürlerinin hayatları ve eserleri karton kağıtların üzerine yazılarak anlatılıyor.

Küratör ve arkeolog Andrea Gropp ve oryantalist, İslam tarihçisi Aslıgül Aysel sergiyle ilgili medyaya yaptıkları açıkla-

malarda, serginin hazırlanmasının iki yıl sürdüğüne dikkat çektiler. Aslıgül Aysel, birçok insanın, bilimin temellerinin İslam kültürü üzerinden Avrupa ya geldiğini bil-mediğini, bu tür sergilerin entegrasyona büyük bir katkı sunduğunu ve kültürler arası anlayı ı peki tirdiğini vurguladı. Andrea Gropp ise, İslam dininin günümüz- de genelde olumsuz bağlantılarla kulla-

nıldığını, İslam ın bilim dü manıymı gibi görüldüğünü, oysa tam tersine, İslam kül-türünün dünyayı bir bilimsel etkinlik alanı olarak gördüğünü belirtti. Serginin kül-türel boyutu bu açıklamalarla, amacına ula mı görünüyor

Häuser derWeisheit

Wissenschaft im goldenenZeitalter des Islam

20. September 2015 – 20. März 2016

KULTUR- UND STADTHISTORISCHES MUSEUMJohannes-Corputius-Platz 1, 47051 Duisburg, Telefon 0203 283 26 40, www.stadtmuseum-duisburg.de Di bis Sa 10-17 Uhr, So 10-18 Uhr, Mo geschlossen, Sonderregelungen an Feiertagen

Des

ign:

Gitt

a.H

uels

man

n@t-

onlin

e.de F

İslam ın altın çağıDuisburg da Bilgeliğin Yurtları sergileniyor

İLHAN AYER

12 13

Yıllar içinde Frankfurt un kültür odak-larından biri haline gelen die Käs tiyat-rosunu yaratıcısı inasi Dikmen, Alman kabaresinde Türkiye kökenli, ama doğ-rudan Almanca kabare yapan ilk isimler-dendi. Bir süre önce artık kö eye çekil-diğini, dinleneceğini ve yeniden sah-neye çıkmayı dü ünmediğini açıklayan

inasi Dikmen le yılların ve yolların dökü-münü çıkardık; mizahı, Alman toplumunu ve Türkiye den gelen Yeni Almanları konu tuk.

- Frankfurt’ta açtığınız die Käs adlı tiyatro ile birlikte, bu ülke kabaresinde ina-nılmaz bir i ba ardınız. Kurulu undan bu yana geçen 20 yıla yakın zaman içinde bu kentin ve Alman kabare dünyasının tamam-layıcı bir parçasını kurumsalla tırdığınız ortaya çıktı...

İNASİ DİKMEN - Evet, böyle bir olu um Almanya da yok, aslında Almanya dı ında da yok. ABD de mesela bu tür i ler olur, azınlık çocukları yapar. Ama orada da rastlamadık. Mecburen oldu bu i burada. Yapmak zorunda kaldık…

- Alman kabare dünyasında Türkçe ve Türk mizahına açık bir talep olduğunu söyleye-meyiz. Peki, siz olmayan bir talebi, arzı-nızla, adeta zor kullanarak mı yarattınız?

İNASİ DİKMEN - Yok, zorla yarat-madık da, yaratılacak bir zaman gelmi ti aslında. Biz, Muhsin Omurca ile birlikte,

ilk kez 1985 te sahneye çıktık ve hemen kabul gördük. Ben daha önce 1983-1984 te televizyona çıkmı tım. Sahneye çıktı-ğımda, hastabakıcılıktan aldığım maa ın da iki katını almaya ba lamı tım. Tabii ilk sahne deneyimlerimdern yola çıkarak dedim ki, Allah için Alman sanatçılar biz yabancılar için iyi eyler söylüyorlar. Dieter Hildebrandt olsun, Hannelore Kaub olsun, çok iyi eyler söylüyorlardı yaban-cılar hakkında. Ama nereden biliyorlar yabancıların böyle sorunları olduğunu? ... Böyle sordum kendi kendime. Sonra Biz bunu en iyisi kendimiz anlatalım dedim. Bizi bizden daha iyi tanıyan yok. Çıkalım, biz söyleyelim dedim. Bu cesaretimde, galiba yazdığım kabare metinlerinin yarattığı etki önemli rol oynadı. Yazdık-larımı Alman mizah ve kabaresinin dev ismi Dieter Hildebrandt a ula tırmı tım. O bu metinlerimi beğendi ve bunu bana da söyledi... Güzel eyler, dü üncelerin çok garip, ben bunları hiç böyle dü ünme-mi tim falan demi ti. Onun etkisi oldu galiba, böyle ba ladık.

- Ama siz böyle bir giri imde bulunmak için davet falan almadınız... İNASİ “İKM”N - Katiyen, hiçbir Alman

sanatçı bize bir çağrı falan yapmamı tı. Sadece Dieter Hildebrandt yazdığım bazı metinleri, 1983 olmalı, okumu tur. Tele-vizyon için skeç yazmı tım. 1982 de Ame-rikalılar Ulm a u ünlü füzeleri yerle ti-

YAZDIKLARIMI ALMAN MİZAH VE KABARESİNİN DEV İSMİ DIETER HILDEBRANDT'A ULAŞTIRMIŞTIM. O BU METİNLERİMİ BEĞENDİ VE BUNU BANA DA SÖYLEDİ...

ŞİNASİ DİKMEN’İN ALMAN KABARESİNDEKİ MACERALARI

Alman mizahına Türk kalkınma

Almanların gülme biçimlerini zenginle tirdik, ona hiç üphe yok. 1985’te ilk kez Muhsin Omurca ile birlikte sahneye çıktığımızda, Almanlar bu iki Türk’e gülmeye ba ladı. İ te biri çok entegre olmu , diğeri entegre olmuyor... ”ntegre olmayan entelek-tüel bir Türk’tü, entegre olan da salağın tekiydi. Bizim orada söylemek istediğimiz ey uydu: Kendi benliğine güveni olmayan hemen kaybolur, kendi benliğine güveni olan da bu ülkeyi kabullenir. “edi-ğimiz gibi de oldu. Kendi benliğine güveni olan insanlar bu ülkeyi kabullendiler, ama kendileri kaybolmadı. Kendilerine güveni olmayanlar ise kayboldu.

yardımı

2 3

Kabareden operayaMUHSİN OMURCA DUVARA KAR I DA

IŞIN TOYMAZ

A lmanya daki Türk kökenli kabare oyuncularına, stand-up ustalarına kapıyı usta oyuncu inasi Dikmen ile birlikte aralayan Muhsin Omurca, imdi de seyirci

kar ısına opera ile çıkmaya hazırlanıyor.Muhsin i uzun yıllardır tanıyorum. Hangi oyununa gidersem

gideyim, ister Türkçe ister Almanca olsun, gülmekten kaç kere ağladığımı hatırlamıyorum.

Hayırdır!Hem de tanınmı yönetmen Fatih Akın ın 2004 yılında Berlin

Film Festivali nde Altın Ayı ödülünü kazanan Duvara Kar ı adlı ilminden operaya uyarlanan aynı isimli oyunda rol alıyor.

Pes doğrusu.

Muhsin Omurca ve dram. Birbirine çok uzak iki kelime. Üstüne bir de opera. Mutlaka yalandır, iftiradır dedik ve

Muhsin i aradık.Abi tenor musun? Yoksa Bariton mu?

diye soracağız kendisine. Opera bilgimiz de bir yere kadar. Sonra

ne sorabilirim ki?Ayrıca, u ülkede bizi katıla katıla gül-

düren ender adamlardan birini de, ope-

raya mı kaptırdık diye içten içe hayılanı-yoruz elbette bir opera tutkunu olarak!

Muhsin rolün hayırlı olsun. Operaya ba lamı sın abi? cümlesini hayal kırık-

lığı içinde kurduk, terk edilmi , ihmal edilmi komedi seyircisi gibi. Kar ıdaki ses gururla Haaa evet öyle oldu dedi.

Nasıl yani bunlar dedikodu değil mi? diye son bir umutla sordum.

Ne münasebet dedi.Opera ile ilgili tek yüksek bilgimi

konu turdum: Peki abi, tenor musun, bariton musun?

Sessizlik!Ne ilgisi var! dedi, Ben tek bir

arkı bile söylemiyorum. Oyunda anlatı-cıyım. Elimdeki metinlerin yüzde 70 i de Türkçe. Sahnenin içeriğine göre duvarlara dev karikatürler çizeceğim, bir yandan da mizahi bir ekilde seyirciyle konu a-

cağım. Oh be, dünyalar benim oldu. Tam iha-

nete uğramı kabare seyircisi triple-

rine girmeye hazırlanıyordum ki, bu söz-

leri kurtulu um oldu. Muhsin aynı bizim Muhsin.

Ama böylesini de hiç duymamı tım doğ-

rusu.Almanya da Türk rejisörün ilmi operaya

uyarlanıyor. Yakla ık 8 yıldır çe itli ehir-

lerde Türkçe ve Almanca olmak üzere sahneleniyor. imdi de Giessen ehir Tiyatrosu nda Türk kökenli bir kabare ustasının mizahi anlatımı ve dev karika-

türleriyle seyirci kar ısına çıkıyor.Yok daha neler?Pegidacılara da yazık bir nevi. Bunca

emek vermi adamlar bizi birbirimizden koparmak için, imdi çat diye sahnelerde kayna .

Alman müzisyen Ludger Vollmer in bes-

telediği, Catherine Miville nin yönetmenli-ğini üstlendiği ve 2 Nisan da prömiyerinin yapılacağı Duvara Kar ı operası için Muhsin Omurca sıkı bir kampa girmi . Sabah kalkıyor prova, ak am yatıyor prova misali.

Sanatçı olarak ya antısında da bir dönüm noktası olan Duvara Kar ı opera-

sında Muhsin sadece anlatıcı değil aynı zamanda Cahit in kankası eref i de can-

landırıyor. Stuttgart-Barselona hattındaki sohbe-

timizi merak edenler için, i te arkı söyle-

meyen opera oyuncusu Muhsin Omurca ve anlattıkları:

Alyans ve can simidi @Muhsin Omurca / omurca.de

2 3

Paris metrolarında dilenciler bile zamana uyuyorlar. Nitekim artık hiç-

biri Bir frankın var mı? diye sormuyor. Frankın pabucunun dama atıldığını, artık meydanın öroya (Euro) kaldığını çok iyi biliyorlar ve her türlü keseye hitap edecek biçimde dilencilik yelpazesini geni lettiler. Elli santim öron var mı? diye soruyorlar.

Bir öronun yarısı Fransız Frankı na çevri-lince yakla ık 3,33 franka tekabül ediyor. Geçmi le kıyaslayınca sonuç itibariyle kimin kârlı çıktığı veya çıkacağı ortada.

Bu kadar da değil: Kimi dilenci i i daha da modernle tirdi: Örneğin artık Bir telefon kartınız var mı? diyerek arzu çıta-

sına yeni boyutlar kazandıranları bile var. Hatta Bir metro biletiniz var mı? diye soranları da. Pardon, bu soruyu soran metro denetleyicisi değil, dilenci. Metroya biletle binmek için bilet dilendiği sanıl-masın sakın. Eğer herhangi bir yolcu bir metro bileti verirse, o bileti gi e önünde, belki iyatını da biraz artırarak, satı a sunacak.

RATP ile haksız rekabet (!) mi olacak ?

Evet, metro dilencileri artık eski dilen-

ciler değil. Onlar da çağda la tılar . Dilsiz dilencilerin yöntemi de ilginç:

Önce bir sayfanın dörtte birine basılı bir

© Foto: Benh Lieu Song / commons.wikimedia.org

Paris metrosundan ‘insan manzaraları’

M. ŞEHMUS GÜZEL

M. ŞEHMUS GÜZEL

UĞUR ÖNCE GENÇ BIR ÖĞRENCI, DAHA SONRA YETIŞKIN BIR INSAN OLARAK YAŞAMI BOYUNCA TANIK OLDUĞU BÜTÜN ASKERI DARBELERE KARŞI TAVIR TAKINDI.

✤Yazar, bilimadamı M. Şehmus Güzel,

uzun yıllardır yaşadığı Paris ve onun ünlü

metrosundan insan manzaralarını bire bir

tanıklıklarla kağıda aktarıyor.

Yazarımızın

“Paris’in Nabzı Metroda Atar”

başlığıyla yayına hazırladığı kitabından

bölümler sunuyoruz.

Metroda aşk ve cinsellik dilencileri

Page 3: AVRUPA KULTUR 01

3

1990 YILINDA FRANKFURT’TA ARAMIZDAN AYRILMIŞTI Sümeyra’ya 70 yaş armağanı Hasan Çakır: “Sümeyra, Ruhi Su’nun ve onun yeniden yarattığı türkülerin uluslararası müzik dün-yasındaki yerini alması gerektiğini düşünüyordu. Bu ise ancak Ruhi Su türkülerinin notaya alın-ması, ses sanatçılarının repertuarına girmesiyle mümkün olacaktı. O nedenle Frankfurt Goethe Üniversitesi’nin Müzik Bölümü’ne yazıldı.”SAYFA: 36

SINIRLARIN ÖTESİNDEKİ KÜLTÜRKatakomben-TheaterSAYFA: 40

ÇİRKİNLİĞİN KÜLTÜREL TARİHİASUMAN KIRLANGIÇÇirkin de tıpkı güzel gibi hayatımızın içinde ve her yerde; “Aman ne güzel!” dediğimiz gibi, “Aman ne çirkin!” de diyoruz. Sevmediğimiz, bizi rahatsız eden her şey çirkin. Bu şekilde ele alınca, çirkin kav-ramı oldukça banal. Oysa “çirkin” kavram olarak bundan daha fazlasını içeriyor. SAYFA: 42

DÖNER ALMANYA'YI, ALMANYA DA DÖNERİ DEĞİŞTİRDİ“Türk mucizesi” olarak da anılan dönerin Almanya’ya girip yerleşme sürecinde ciddi değişimler-den geçmesi, sokaklardan üniversite sıralarına kadar tartışılan bir konu. Anadolu kaynaklı bu yeni “fast-food”, sadece lisans düzeyindeki derslerde değil doktora programlarında da işleniyor. Bu ara-da art arda yayımlanan kitaplarda, yemekten popüler kültüre kadar çok çeşitli alanlarda dönerin Al-man toplum yaşamındaki izleri deşiliyor. SAYFA: 48

İMRAN AYATA VE BÜLENT KULLUKÇU, GEÇMİŞİN SESİNİ DERLEDİ “Buradaydılar, şarkılar söylüyorlardı!”Federal Almanya’nın uzman müzik şirketlerinden “Trikont” (www.trikont.de) bünyesinde yayımla-nan ilginç bir albüm devamını bekliyor. Ulm doğumlu ve Frankfurt Üniversitesi mezunu yazar İmran Ayata ile çalışmalarını Münih’te sürdüren Bülent Kullukçu, ortak üretimleri olan “Songs of Gastarbe-iter” (Misafi r İşçilerin Şarkıları) adlı albümde, yaklaşık 40 yıl önce Almanya’da üretilen Türkçe şarkı-lar üzerinden sesli bir tarih sondajı gerçekleştirdiler.SAYFA: 52

YAŞAR ATAN’LA AVRUPA VE ANADOLU MİTOLOJİSİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ‘Avrupa’nın temelinde Anadolu var’SAYFA: 58

ALMANYA’YA GÖÇ SERÜVENİ VE İÇİNDEKİ İNSANLAR...‘Umut Peronu’Halit Çelikbudak: “Kitaba adını veren ‘umut peronu’, Almanya’da Münih tren istasyonunda… Almanya’ya o dönemlerde misafi r işçi getiren trenlerin son durağı Münih tren istasyonundaki 11 numaralı peronmuş. Burada trenden inenler Almanya’nın dört bir yanına yine trenlerle devam eder-miş. İşte İtalyanlar bu perona ‘umut peronu’ adını vermişler. Ben de bu sıfatı kullandım.”SAYFA: 66

KARDEŞİMİZ UĞUR HÜKÜM(İstanbul 1949 – Paris 2013)Cumhuriyet’te, “Yenigün Avrupa”da, “avrupagun.eu”da ve kitapçı dağıtımı yapılan üç aylık “Kültür” dergimizde hep omuz omuza olduk. Uğur Hüküm unutulması mümkün olmayan insanlardandı. Pı-rıl pırıl zekâsını, güleryüzünü, içtenliğini ve çalışkanlığını biz nasıl unutalım?Osman Çutsay / Ömer Yaprakkıran SAYFA: 70

KÜNYE | IMPRESSUMSAYFA: 94

2 3

Ruhi Su nun en güzel kızı ve belki de tek öğrencisi Sümeyra, 5 ubat 1990 da Frankfurt ta bu dünyaya veda etmi ti. Bir kötü aka gibi aniden ba layan sürgüne fazla direnemedi. Fakat 1985 te yakalan-

dığı amansız hastalığa rağmen ayakta durabildiği sürece gurbette konserler verdi, türküler söyledi. Hep müzik için ya adı. Bu yıl mayıs ayında 70 inci doğum yılını da kutlayacağız.

Halen Frankfurt ta ya ayan e i Hasan Çakır, Sümeyra nın 70 ya ını farklı etkin-

liklerle kutlamak istediğini, ama bunun için kendi çabasının yeterli olmayacağını söylüyor. Sümeyra ile geçen yıllarını kitap-

la tırma çalı malarını da sürdüren Çakır, özellikle genç müzik insanlarımızı bir yeni yola çağırıyor, Fazıl Say ve sonraki ku ak-

ları Ruhi Su nun Sümeyra nın de e liğinde açtığı yolu tamamlamaya, hatta buradan

hareketle yeni yollar açmaya davet ediyor. Hasan Çakır, Umarım bu yıl bu doğrul-tuda atılacak yeni adımlara da sahne olur. Sümeyra nın Ruhi Su nun vasiyeti saydığı en büyük arzusu da gerçekle ir diyor.

- Sümeyra nasıl bir ok ya adı? Sonuçta hayatında belki de hiç beklemediği bir anda sürgün gerçeğiyle yüz yüze kalmı oldu? HASAN ÇAKIR - Berlin Kreuzberg

Belediyesi nin düzenlediği Nâzım Hikmet Haftası na davetli olarak gelmi ti. Davet-liler arsında Ruhi Su, Meral Taygun, Ali Ekber Çiçek de vardı. Beraber gelmi tik. Fakat 12 Eylül le birlikte DİSK Maden-İ Korosu hakkında tutuklamalar ba latıl-dığını öğrenince bir süre Berlin de kalma kararı aldı. Hatta Ruhi Su da dönsün mü dönmesin mi diye tartı tık falan, ama Ruhi Su dönmek istedi ve beraber döndük. Sümeyra Almanya da kaldı... Ben, bir yıl

Sümeyra ya 70 ya armağanı

1990 yılında Frankfurt ta aramızdan ayrılmıstı

“Sümeyra, Ruhi Su’nun ve onun yeniden yarattığı türkülerin uluslararası müzik dünyasındaki yerini alması gerektiğini düşünüyordu. Bu ise ancak Ruhi Su türkülerinin notaya alınması, ses sanatçılarının repertuarına girmesiyle mümkün olacaktı. O nedenle Frankfurt Goethe Üniversitesi’nin Müzik Bölümü’ne yazıldı.”

© Fo

to: Ö

mer

Yapr

akkı

ran

2 3

Çirkin insan, çirkin bina, çirkin ehir, çirkin oyun, çirkin politika, çirkin poli-

tikacı, çirkin sanat, çirkin yemek, çirkin koku, çirkin cadı, çirkin dev vs. vs...

Çirkin de tıpkı güzel gibi hayatımızın içinde ve her yerde; Aman ne güzel! dediğimiz gibi, Aman ne çirkin! de diyo- ruz. Sevmediğimiz, bizi rahatsız eden her ey çirkin. Bu ekilde ele alınca, çirkin

kavramı oldukça banal. Oysa çirkin kav- ram olarak bundan daha fazlasını içeriyor.

Her ne kadar güzellik, her daim aranan ve özlenen bir nitelik olsa da, son zaman-

larda çirkinlik de farklı alanlarda değer kazanan bir kavram oldu. Gretchen E. Henderson, Çirkinlik, Kültürel Bir Tarih (Ugliness, A Cultural History, Reaktion Books, London 2015) adlı bir süre önce yayımlanan kitabında, çirkinin farklı dönemlerde farklı kültürlere bağlı olarak deği en anlamını inceliyor. Yazarın amacı, çirkin ile e anlamlı kelimeleri ele alarak terimin korkunç ve ürkütücü anlamının

etimolojik kökenlerine inerken, kültürel tarih içerisinden sunduğu örnekler ile kavram hakkında okuyucuya bir çerçeve sunmak.

En basit anlamda, Antik dönemde tanımlanan çirkin ile 18 inci yüzyılda tanımlanan çirkin birbirinden farklıyken, günümüzde kullandığımız çirkin kavramı da 18 inci yüzyılda kullanılandan farklı, hatta günümüzde çirkin, pozitif çağrı-ımlar dahi içerebiliyor. Kültürel tarih

içerisinde çirkin terimi kendini dönü -

türürken, kar ıtı kabul edilen güzel ile daha farklı bir ili ki içine girerek, birbir-

lerini tamamlar hale gelmi durumdalar. Güzellik ve çirkinlik, kar ıt kavramlar olmak yerine, birbirinin çekim alanındaki iki yıldız gibi, hem birbirlerinin hem de kendi eksenlerinin etrafında dönüp duru-

yorlar. Her ikisi de diğerinin etkisi altında kendi varlığını (anlamını) ekillendiriyor.

Henderson da, Umberto Eco nun Çir-

kinlik Üzerine (On Ugliness, Rizzoli, New York 2007) ba lıklı kitabındaki gibi, güzel-liğin sıkıcı, çirkinliğin ise çok daha eğlen-

celi olduğunu belirtiyor. Güzellik hep aynı sınırlı normlar içerisinde betimlenirken, çirkin, sınırsızlığı ile oldukça yaratıcı ve sonsuz bir çe itlilik vaat ediyor; çirkin her an her yerde olabilir.

Elbette ki yazarın amacı, çirkini güzele ya da güzeli çirkine dönü türmek değil, bununla birlikte her iki terim de ne siyah ne beyaz, her ikisinin de gri alanları var. Hepimizin kabul edebileceği gibi, çirkinlik de güzellik de göreceli kavramlar, içinde ya anan döneme, kültüre, alınan eği-time ve hatta ya anmı lıklara göre deği-iklik gösterebilirler. Henderson ın amacı

bu göreliliği vurgulamak. Yazar, çirkinin sınırsızlığı içerisinde kitabının sınırlarını tekil çirkin örneklerden ba layarak, daha sonra gruplara ve oradan da duyulara doğru belirliyor. En sonunda da, kendi ve öteki arasındaki sınırları kaldıran

UĞUR ÖNCE GENÇ BIR ÖĞRENCI, DAHA SONRA YETIŞKIN BIR INSAN OLARAK YAŞAMI BOYUNCA TANIK OLDUĞU BÜTÜN ASKERI DARBELERE KARŞI TAVIR TAKINDI.

Çirkinliǧin kültürel tarihiASUMAN KIRLANGIÇ

2 3

Federal Almanya nın uzman müzik irketlerinden Trikont (www.trikont.

de) bünyesinde yayımlanan ilginç bir albüm devamını bekliyor. Ulm doğumlu ve Frankfurt Üniversitesi mezunu yazar İmran Ayata ile çalı malarını Münih te sürdüren Bülent Kullukçu, ortak üretim-leri olan Songs of Gastarbeiter (Misai r İ çilerin arkıları) adlı albümde, yakla ık 40 yıl önce Almanya da üretilen Türkçe arkılar üzerinden sesli bir tarih sondajı

gerçekle tirdiler. Genç derlemeciler, bu çalı malarıyla unutulmaya kar ı direnci gündeme getirdiklerini belirttiler. Halen halkla ili kiler alanındaki çalı malarını Berlin de sürdüren ve Bülent Kullukçu ile birlikte aralarında Frankfurt un da bulun-duğu çe itli kentlerde bu arkılarla ilgili dinletiler düzenleyen İmran Ayata, sorula-rımızı yanıtladı.

- Gerçekten önemli bir albüm çıkardınız. Ortada böyle bir ürüne talep olmamasına rağmen kendinizi buna mecbur ya da adeta görevli hissettiniz. Yola çıkarken neler dü ündünüz?

İMRAN AYATA - Bugüne kadar Talep nedir? diye dü ünerek bir i zaten yap-madım, ileride de böyle olacaktır sanırım. İkinci Dünya Sava ı sonrasındaki Almanya yı anlatmak ve anlamak için göç olgusuna daha geni yer verilmesini, siyasi ve kültürel doğru bir duru olarak görü-yorum. Nitekim Almanya da göç ve göçün getirdikleri üvey evlat konumunu a mı değil. Bizler buna kar ı tepki göstermekle yetinmemeliyiz, siyasi ve kültürel alanda üretken olmamız gerekiyor. Kaldı ki, böyle bir dinamizm var. Tiyatroda, edebiyatta ve göçmen politikalarında. Bunu yaparken eski argümanlarla boğu mak da bana pek anlamlı gelmiyor. Ben ahsen bu argü-manlarla uğra maktan artık yoruldum. Bugün Almanya da göç, hâlâ ekonomi endeksli dü ünülür. İ gücü ihtiyacını kar-ılamak için çağrılan, ekonomik krizlerde

de geri gönderilmek istenen göçmenler... Bu, tarihi bir argüman değil. Bugün mül-tecilere çalı ma hakkı tanıma tartı ma-ları, yurtdı ından kaliteli i gücünü Almanya ya davet etmek, bunun örnek-leri... Daha çok ey sayabiliriz. Kısacası:

UĞUR ÖNCE GENÇ BIR ÖĞRENCI, DAHA SONRA YETIŞKIN BIR INSAN OLARAK YAŞAMI BOYUNCA TANIK OLDUĞU BÜTÜN ASKERI DARBELERE KARŞI TAVIR TAKINDI.

“Buradaydılar, şarkılar

söylüyorlardı!”İMRAN AYATA VE BÜLENT KULLUKÇU, GEÇMIŞIN SESINI DERLEDI

2 3

YAŞAR

ATAN’LA AVRUPA, TROYA, HOMEROS VE ANADOLU MİTOLOJİSİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

YAŞAR ATAN

‘Avrupa’nın temelinde

Anadolu var’

2 3

Uğur Hüküm 1970 lerin ba ından itiba-

ren Fransa da ya adı. Co kusu, özverisi, candan ve dayanı macı dostluğu, sevecen-

liği, güleryüzlülüğü ve son derece müteva-

zı halleriyle unutulamazlar arasındaki ye-

rini çoktan aldı. Radio France Internatonale da (RFI) Gü-

zin Dino dan sonra Türkçe bölümünü yıl-larca yönetti, Güzin in bıraktığı bo luğu en iyi biçimde doldurdu.

Paris te birkaç dostuyla kurduğu Ra-

dio Soleil le insanlarımızın sesi oldu ve bil-hassa hapishanelerdeki vatanda larımızın sesini duvarların ötesine ta ıdı. Mahkum yurtta larımızın kaç tanesi Uğur sayesin-

de vatanın sesini duydu, Ruhi Su yu dinle-

di, Nâzım dan iirlerle sarsıldı, kitap edin-

di, dertlerini bir parça olsa bile unutabildi. Uğur ve çalı ma arkada ları onların her birine birer pencere açtılar. Kimi özgür-

lüğüne kavu tuktan sonra özel olarak taa Paris e kadar gelip Uğur u buldu ve elleri-ne sarıldı, kaldı.

Yeri doldurulamazlardandır Uğur Hüküm. Uğur Hüküm Cumhuriyet teki yazıla-

rıyla Fransızca bilen ama Fransız radyo ve televizyonlarını izlemeye ve Le Monde okumaya zaman ayıramayan, aralarında yakından tanıdığımız gazeteci dostlarımı-

Kardeşimiz Uğur Hüküm (İstanbul 1949 – Paris 2013)

Uğur’la uzun süre birlikte çalıştık, birlikte ürettik, ortak bir aydınlanma kavgası verdik.

Cumhuriyet’te, “Yenigün Avrupa”da, “avrupagun.eu”da ve üç aylık “Kültür” dergi-

mizde hep omuz omuza olduk. Zor zamanlardan geçerken hep yanı başımızdaydı.

Sonra birden, hiç beklemediğimiz bir anda aramızda çekilip gitti. Şaşkınlığımız

sürüyor, hâlâ inanamıyoruz bu tepeden tırnağa kültür insanının böylesine erken ve

en verimli çağında sonsuzluğa göçmesine. Ama biz yazdıkça, çizdikçe, yaşadıkça onu

hep aklımızda ve yüreğimizde taşıyacağız. Anılarıyla hayata tutunacağız. Uğur Hü-

küm unutulması mümkün olmayan insanlardandı. Pırıl pırıl zekâsını, güleryüzünü,

içtenliğini ve çalışkanlığını biz nasıl unutalım?

Osman Çutsay / Ömer Yaprakkıran

YOK. BİR GARANTİ YOK, HATTA TAM TERSİNE, BÖYLE GVE TÜRKÇEDE YATAN 7-8 MİLYON AVRUPALININ, BU DİLİ, ONUN

Yeri doldurulamaz UğurM. ŞEHMUS GÜZEL

Page 4: AVRUPA KULTUR 01

4

İNTERNET ÜZERİNDEN SATIŞ KİTAPÇILARI VURDU

Kitap mağazaları hızla küçülüyor

BAHAR EŞİN

Page 5: AVRUPA KULTUR 01

5

Münih in gözbebeği ve turistlerin vaz-

geçilmezi olan Marienplatz da bulunan Hugendubel kitabevinin, 2017 yazına kadar kapalı olacağı haberi, gündeme bomba gibi dü tü. Be kata yayılan ve toplam 3 bin 600 metrekare üzerinde konumlanmı olan bu kitabevinin aldığı onarım ve yenilenme kararının ardında çok önemli bir gerçek yatıyor. Almanya çapında toplam 90 farklı yerde kitapçı i leten Hugendubel ailesinin, tüm mağaza-

ları arasında cirosal anlamda ba ı çeken bu büyük mağazasını renove etmesindeki karar, aynı zamanda önemli bir dönü üme i aret ediyor.

Be kat üzerinde faaliyet gösteren mağazanın yapısal ve mimarı anlamda mü terilerine daha ho gözükme arzusu değil, Hugendubel ailesine bu büyük kararı aldıran. Her ne kadar, 2017 yılının yaz ayına kadar, bu lokasyondaki ciro-

larını rakiplerine kaptıracak ya da aynı lokasyonda faaliyetlerine hali hazırda devam eden diğer iki ubesine kaydı-racak olsa da, bu cirosal kayıp, Hugen-

dubel Yönetim Kurulu Ba kanı Nina Hugendubel i sarsmamı a benziyor. Firma konseptimiz, artık daha küçük

metrekareler bazında mağazacılığa daya-

nıyor. Bunun sebebi, online satı larımızın artmasından kaynaklanıyor diyerek yeni irma stratejilerinin altını çizen Hugen-

dubel, aynı zamanda, online ticaretin geli mesinin sonuçlarından birinin de en güzel örneğini sunuyor.

Bir diğer dikkat çekici nokta ise, u an 3 bin 600 metrekareye sahip olan mağa-

zanın, 2017 yılındaki açılı ı itibariyle bundan böyle sadece 1200 metrekare üze-

rinde hizmet verecek olması. Tamamıyla yenilenecek olan binada bundan böyle Hugendubel tek ba ına ana kiracı olarak

bulunmayıp, yeni markaları da kom u olarak kazanacak. Bunlardan bazıları, Telekom mağazası, bir café ve bir de 25 oda kapasiteli bir lüks otel.

DEV KİTAPÇILAR TARİH OLACAK

Benzer bir haber, 2014 yılının son-

baharında bu kez de Stuttgart semala-rından yükselmi ti. 2008 yılından beri, Stuttgart ın perakende kalbinin attığı Königsstrasse de, yakla ık 4 bin met-rekare üzerinde faaliyet gösteren Hugendubel in, 2015 yılının nisan ayında kapılarını bir daha hiç açılmamak üzere kapatacağı haberi, o dönem Stuttgartlı-ları a ırtmı tı. Nina Hugendubel, 2014 yılında, kapanan bu mağazanın yerine, 600 metrekarelik bir yeni lokasyon ara-

dıklarını açıkladığında, aslında bugünleri nelerin beklediğinin sinyallerini de ver-

mi ti: Dev kitapçılar yava yava tarihe karı acak ve yeni satı noktaları, daha mütevazı boyutlarda açılacaktı.

Kitabevleriyle ilgili bir ba ka a ırtıcı haber, Düsseldorf un en büyük kitapçısı olan Stern Verlag dan geldi. 5 bin metrekare üzerinde faaliyet gösteren ve 115 yıllık bir tarihi geçmi e sahip olan bu dev kitabevi de, 31 Mart ta kapılarını, bir daha hiç açmamak üzere kapatıyor. Stern Verlag sahibi Klaus Janssen in yap-

tığı açıklamaya göre, bu kadar büyük bir mağazada iktisadi dengeyi koruyarak faaliyete devam etmek, artık imkansız hale gelmi durumda. Düsseldorf deyince akla ilk gelen dev mağazalardan biri de böylelikle, çok yakında tarihe karı ıyor. Klaus Janssen in bu radikal kararının ardında da, aslında, Hugendubel aile-

sinin kararının ardındaki gerçek yatıyor: Online ticaret, mağazacılık sistemine darbe vuruyor.

BU TÜR KÜÇÜLME KARARLARININ ARDINDA HEP AYNI GERÇEK YATIYOR: "ONLINE TİCARET", MAĞAZACILIK SİSTEMİNE DARBE İNDİRİYOR.

Page 6: AVRUPA KULTUR 01

6

“ONLİNE TİCARETİN” ÖNLENEMEYEN YÜKSELİŞİ

GfK tarafından 2014 yılında yapılan bir ara tırmaya göre, online ticaretin ciro payı, 2020 yılına kadar oldukça artacak. GfK tüketici panelinin yapmı olduğu öngörü doğrultusunda, tüketicilerin online ticaret alı kanlıklarını aynı ekilde devam ettirmeleri durumunda, kitap sektöründe online mağazacılık önümüzdeki altı yıl içe-

risinde sekiz puan artacak ve ciro payı yüzde 39 a ula acak. Aynı öngörüye göre, satınalma alı kanlıklarının yeni jene-

rasyon içinde deği mesi ve online ticarete yeni teknolojiler ve elektronik ekipmanlar eklenmesiyle birlikte, 2020 yılında kitap-

lara harcanacak her iki avrodan birinin, internet sipari leri üzerinden harcanacağı ve kitap mağazacılığının oranının yüzde 42 lere dü eceği yönünde.

Ara tırma sonucu ortaya çıkan bir diğer gerçek de, elektronik kitap satı larının, bir önceki yıla kıyasla, toplam 22 milyon adet satı ile, yüzde 60 artı göstermesi oldu. 2012 yılında ortalamada 5,5 elekt-ronik kitap satın alınırken, 2014 yılında bu rakamın 6,4 e çıkmı olması, yani yakla ık yüzde 19 luk bir artı ya anmı olması, elektronik kitap sektörünün giderek nasıl bir ivme ile artacağı konusunda bir gös-

terge niteliği ta ıyor. GfK nın verdiği bil-giye göre, Almanların yüzde 9 luk kesimi, dijital okuma aletlerine sahipler. Bunlar arasında yüzde 43 ile Amazon Kindle ba ı çekerken, Tolino, Sony Reader ve Trekstor cihazları, Amazon u takip ediyor.

Dijital okuma kitaplarında bu artı , büyük metrekareler üzerinde faaliyet gösteren kitapçıların, bundan böyle neden mağazala-

rını küçültme, hatta kapatma yoluna gittiklerini açıklar nitelikte. Elektronik ticaretin gösterdiği artı kar ısında, büyük metrekareli kitapçılar, ne bekledikleri ciroları yapabilir ne de kira giderlerini kar ılaya-

bilir duruma geldiler. Görülen o ki, elektronik ticarette ve dijital kitaplarda her yıl daha da artacak olan ciro, büyük met-rekareli birçok kitapçı zincirinin canını yak-

maya devam edecek. Bundan böyle, küçü-

lecek, hatta tarih olacak kitapçılar gör-

meye hazırlıklı olma-

mızda fayda var.

Page 7: AVRUPA KULTUR 01

7

Adalbertstraße 310999 Berlin

Tel. 030/26 30 31 46 Fax: 030/26 30 31 47

Email:[email protected]:www.regenbogen-buch.net

Page 8: AVRUPA KULTUR 01

8

Häuser derWeisheit

Wissenschaft im goldenenZeitalter des Islam

20. September 2015 – 20. März 2016

KULTUR- UND STADTHISTORISCHES MUSEUMJohannes-Corputius-Platz 1, 47051 Duisburg, Telefon 0203 283 26 40, www.stadtmuseum-duisburg.de Di bis Sa 10-17 Uhr, So 10-18 Uhr, Mo geschlossen, Sonderregelungen an Feiertagen

Des

ign:

Gitt

a.H

uels

man

n@t-

onlin

e.de F

Page 9: AVRUPA KULTUR 01

9

Federal Almanya nın Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti ne bağlı Duisburg ken-

tinde, Duisburg Kültür ve ehir Tarihi Müzesi nin giri imiyle düzenlenen İslamın Altın Çağında Bilim- İlimler

Yurdu konulu sergi biti e doğru yakla ıyor.

Frankfurt taki Arap-İslam Tarihi Ara -

tırmaları Enstitüsü nün de katkılarıyla, 9 uncu yüzyıldan 16 ncı yüzyıla kadar, Arap-Fars bilim tarihinin çalı ma obje-

leri ziyaretçilerle bulu tuğu sergide, hari-talar, resimler, elyazmaları, Abbasilerden kalma eski altın ve gümü paraların yanı sıra, yıldızların yüksekliğini ölçen aletler, deniz ve gökbilimleri ile ilgili ölçme , deneysel araç ve gereçler de yer alıyor. Burada gösterime sunulan 50 objeden 15 i orijinal parça, geri kalanlar ise kopya. Sergilenen en eski tarihi obje, bronzdan yapılmı tıp araç ve gereçleri. Sergide model olarak gözlemevi, cami, kütüphane

tasarlanmı minyatür format olarak izle-

yicilere sunulurken, İslam dü ünürlerinin hayatları ve eserleri karton kağıtların üzerine yazılarak anlatılıyor.

Küratör ve arkeolog Andrea Gropp ve oryantalist, İslam tarihçisi Aslıgül Aysel sergiyle ilgili medyaya yaptıkları açıkla-

malarda, serginin hazırlanmasının iki yıl sürdüğüne dikkat çektiler. Aslıgül Aysel, birçok insanın, bilimin temellerinin İslam kültürü üzerinden Avrupa ya geldiğini bil-mediğini, bu tür sergilerin entegrasyona büyük bir katkı sunduğunu ve kültürler arası anlayı ı peki tirdiğini vurguladı. Andrea Gropp ise, İslam dininin günümüz- de genelde olumsuz bağlantılarla kulla-

nıldığını, İslam ın bilim dü manıymı gibi görüldüğünü, oysa tam tersine, İslam kül-türünün dünyayı bir bilimsel etkinlik alanı olarak gördüğünü belirtti. Serginin kül-türel boyutu bu açıklamalarla, amacına ula mı görünüyor

FOTOĞRAFLAR:

HTTP://MERCATOR-MUSEUM.NET

FOTO

: KSM

, SAM

MLU

NG

HLE

R-O

SBA

HR

İslam ın altın çağıDuisburg da Bilgeliğin Yurtları sergileniyor

İLHAN AYER

Page 10: AVRUPA KULTUR 01

10

ARİSTOTELES, EUKLİD VE

PTOLEMAİOS GİBİ DÜŞÜNÜRLERİN

İSLAM FİLOZOFLARINCA

YORUMLARI, YAHUDİ

FELSEFESİNİN GELİŞMESİNE DE

YARDIM ETTİ. ARAP-İSLAM DÜNYASININ

ESERLERİ AVRUPA'DA ÇIĞIR AÇTI.

“İLİMLER YURDU”

9 uncu yüzyılda Bağdat ta Abbasi Hali-fesi el- Memun tarafından İlimler Yurdu kuruldu. El-Memun ülkesinin dört bir yanından toplattığı elyazmalarını bir araya getirdi. İlimler Yurdu nda Yunan, Fars ve Hintli yazarların bilimsel yazı-ları Arapçaya çevrildi. El- Memun Bağdat ve am da rasathaneler açtı. Birçok bilim insanı İlimler Yurdu nda çalı ma fır-

satı buldu. Çevrilen eserlerin ı ığında, İlimler Yurdu ndaki dü ünürler, edindik-

leri ikirlere, bilgilere kendi gözlemlerini, deneyimlerini de ekleyerek yeni bilimsel ara tırmalara giri tiler.

Çevrilen yazılar, çe itli yollarla Avrupa ya ula tı. Özellikle, İspanya nın fethinden sonra Endülüs te Arapça eserler Latinceye çevrildi. İbn Sina, İbn Rü d, Harizmi, İbn Haldun un eserleri, batı dün-

yasına, doğabilimleri, felsefe, edebiyat, matematik, tıp, astronomi gibi alanlarda yeni bakı açıları getirdi. Aristoteles, Euklid ve Ptolemaios gibi dü ünürlerin İslam ilozolarınca yorumları, Yahudi fel-sefesinin geli imine de de yardım etti. Arap-İslam dünyasının farklı disiplinler-

deki eserleri Avrupa da adeta çığır açtı. Arapça, Farsça kaynaklı tıp, matematik, coğrafya, felsefe, astronomi, metinleriyle Avrupa Rönesansı nın temelleri atıldı. Leo-

nardo da Vinci, Johannes Kepler, Nikolaus Kopernicus ve Gerhard Mercator un, ba -

yapıtlarını Arap-Fars bilimi üzerine çalı-arak gerçekle tirdiği biliniyor. Müslü-

manların, Yahudilerin ve Hıristiyanların belli bir dönem beraber ya adığı bu coğ-

rafyada Arapça ve Farsçadan bazı söz-

cükler Avrupa dillerine girdi. Nitekim, alkol, algoritma, sihir, kiosk ve birçok yıldız isimleri bunlardan bazılarıdır. Sıfır sayısının tanınması da İslam bilgin-

lerinin çalı maları sayesinde Avrupa ya ta ınmı tı.

Bu ve benzeri birçok konuyu, ger-

çekten meraklı Avrupalı insanların gün-

demine yeniden getirmeyi hedeleyen Duisburg daki sergi, 20 Mart 2016 tari-hine kadar Kultur und Stadthistorisches Museum am Johannes Corputius Platz 1 adresinde ziyaret edilebilir.

Kimi çevrelerde İslam uygarlığının aydınlanmacı çağı olarak da nitelenen dönem çerçevesinde Avrupa Kültür e müze adına yapılan bir açıklamada, bu ser-

ginin son yılların en çok ilgi gören, en çok ziyaretçi çeken sergisi olduğuna dikkat çekildi. Özellikle çevre üniversitelerden öğrencilerin, Türk derneklerinin gruplar halinde sözü geçen dönemden kalan obje-

leri bizzat görmeye geldiği belirten müze yetkilileri, bu büyük ilginin serginin kapanı gününe kadar devam edeceği izle-

nimini de belirttiler.

Page 11: AVRUPA KULTUR 01

11

Page 12: AVRUPA KULTUR 01

12

ŞİNASİ DİKMEN’İN ALMAN KABARESİNDEKİ MACERALARI

Alman mizahına Türk kalkınma

Almanların gülme biçimlerini zenginle tirdik, ona hiç üphe yok. 1985’te ilk kez Muhsin Omurca ile birlikte sahneye çıktığımızda, Almanlar bu iki Türk’e gülmeye ba ladı. İ te biri çok entegre olmu , diğeri entegre olmuyor... ”ntegre olmayan entelek-tüel bir Türk’tü, entegre olan da salağın tekiydi. Bizim orada söylemek istediğimiz ey uydu: Kendi benliğine güveni olmayan hemen kaybolur, kendi benliğine güveni olan da bu ülkeyi kabullenir. “edi-ğimiz gibi de oldu. Kendi benliğine güveni olan insanlar bu ülkeyi kabullendiler, ama kendileri kaybolmadı. Kendilerine güveni olmayanlar ise kayboldu.

yardımı

Page 13: AVRUPA KULTUR 01

13

Yıllar içinde Frankfurt un kültür odak-larından biri haline gelen die Käs tiyat-rosunu yaratıcısı inasi Dikmen, Alman kabaresinde Türkiye kökenli, ama doğ-rudan Almanca kabare yapan ilk isimler-dendi. Bir süre önce artık kö eye çekil-diğini, dinleneceğini ve yeniden sah-neye çıkmayı dü ünmediğini açıklayan

inasi Dikmen le yılların ve yolların dökü-münü çıkardık; mizahı, Alman toplumunu ve Türkiye den gelen Yeni Almanları konu tuk.

- Frankfurt’ta açtığınız die Käs adlı tiyatro ile birlikte, bu ülke kabaresinde ina-nılmaz bir i ba ardınız. Kurulu undan bu yana geçen 20 yıla yakın zaman içinde bu kentin ve Alman kabare dünyasının tamam-layıcı bir parçasını kurumsalla tırdığınız ortaya çıktı...

İNASİ DİKMEN - Evet, böyle bir olu um Almanya da yok, aslında Almanya dı ında da yok. ABD de mesela bu tür i ler olur, azınlık çocukları yapar. Ama orada da rastlamadık. Mecburen oldu bu i burada. Yapmak zorunda kaldık…

- Alman kabare dünyasında Türkçe ve Türk mizahına açık bir talep olduğunu söyleye-meyiz. Peki, siz olmayan bir talebi, arzı-nızla, adeta zor kullanarak mı yarattınız?

İNASİ DİKMEN - Yok, zorla yarat-madık da, yaratılacak bir zaman gelmi ti aslında. Biz, Muhsin Omurca ile birlikte,

ilk kez 1985 te sahneye çıktık ve hemen kabul gördük. Ben daha önce 1983-1984 te televizyona çıkmı tım. Sahneye çıktı-ğımda, hastabakıcılıktan aldığım maa ın da iki katını almaya ba lamı tım. Tabii ilk sahne deneyimlerimdern yola çıkarak dedim ki, Allah için Alman sanatçılar biz yabancılar için iyi eyler söylüyorlar. Dieter Hildebrandt olsun, Hannelore Kaub olsun, çok iyi eyler söylüyorlardı yaban-cılar hakkında. Ama nereden biliyorlar yabancıların böyle sorunları olduğunu? ... Böyle sordum kendi kendime. Sonra Biz bunu en iyisi kendimiz anlatalım dedim. Bizi bizden daha iyi tanıyan yok. Çıkalım, biz söyleyelim dedim. Bu cesaretimde, galiba yazdığım kabare metinlerinin yarattığı etki önemli rol oynadı. Yazdık-larımı Alman mizah ve kabaresinin dev ismi Dieter Hildebrandt a ula tırmı tım. O bu metinlerimi beğendi ve bunu bana da söyledi... Güzel eyler, dü üncelerin çok garip, ben bunları hiç böyle dü ünme-mi tim falan demi ti. Onun etkisi oldu galiba, böyle ba ladık.

- Ama siz böyle bir giri imde bulunmak için davet falan almadınız... İNASİ “İKM”N - Katiyen, hiçbir Alman

sanatçı bize bir çağrı falan yapmamı tı. Sadece Dieter Hildebrandt yazdığım bazı metinleri, 1983 olmalı, okumu tur. Tele-vizyon için skeç yazmı tım. 1982 de Ame-rikalılar Ulm a u ünlü füzeleri yerle ti-

YAZDIKLARIMI ALMAN MİZAH VE KABARESİNİN DEV İSMİ DIETER HILDEBRANDT'A ULAŞTIRMIŞTIM. O BU METİNLERİMİ BEĞENDİ VE BUNU BANA DA SÖYLEDİ...

Page 14: AVRUPA KULTUR 01

14

riyorlardı. Ben Siz o füzeleri koymayın Almanya ya, onun yerine cami minaresi yapın, Ruslar minareden korkar, biz de kendimizi ülkemizde hissederiz, mina-renin gölgesinde yatarız falan demi tim. Bu metin i te çok ho una gitti Dieter Hildebrandt ın, Hiç böyle bir ey aklıma gelmemi ti dedi. Onun cesaret verme-siyle oldu yani. Bir de, biz ilk sahneye çıkı-ımızı, galayı, kendimize güvenerek değil,

galiba Dieter Hildebrandt a güvenerek yaptık. 55 dakikalık bir oyun koyduk sah-neye, sonra Dieter geldi bir buçuk saat da o oynadı bizim için. İki Türk, yani inasi Dikmen ile Muhsin Omurca, kabare yapa-cağız diye sahneye çıkıyor. O gün 10 bin bilet de satabilirdik. Yahu bunlardan birini tanıyoruz, hikayeler falan yazıyor, hastabakıcılık da yapıyor, ama bu tuhaf bir ey diyordu Ulm halkı. Tabii Dieter Hildebrandt ın gelmesinin etkisi var. Aslında bir ihtiyacı hissettiğimiz için oldu bu, yoksa Size ihtiyaç var falan denil-medi bize.

- Kolay kabul gördünüz yani... Sorun da oydu belki...

İNASİ DİKMEN - Çok kolay kabul gördük. Biz, Muhsin Omurca ile me hur olmanın kolaylığının farkına varamadık. Hiç zorluk çekmedik. Ben imdi tiyatrom

die Käs ile ya adığım zorluklara bakı-yorum da… Artık her biri çok ünlü Django Asül, Bülent Ceylan da henüz yolun ba ın-dayken bana gelip burada sahneye çık-madan önce bir zorluk ya adılar mesela. Seyirci, onlara Ben sana inandım diye kabul göstermedi, ama bize öyle dedi. Hemen kabul gördük. Galiba Muhsin le de Bu öhret yok senden kaynaklanıyor, hayır benden kaynaklanıyor kavgasına girdik biraz...

- Siz de Muhsin Omurca da Alman kabare-sinde bir yere geldiniz, gerçekten çok tanı-nıyorsunuz, hayatınızı da böyle kazanıyor-sunuz. Ama tiyatro veya kabare kuran, bunu kendi adına bir binada yapan ( die Käs) siz oldunuz..

İNASİ DİKMEN - Bir tiyatro kurmayı hep amaçladım. E im Ay e yle ilk tanı tı-ğımda da söylemi im. Ben tiyatro açmak istiyorum, seninle açalım demi im. Ger-çekten de bunu çok istiyordum. Ama Muhsin le birlikte yapamadık, anla a-madık. Kendi kendime unu söylüyordum: Benim ba arılı olmamam için bir neden yok. Çalı maktan hiç korkmam, e ek gibi çalı ırım, korkum yok, gücümün ne oldu-ğunu biliyorum. Yazdıklarımın tutuldu-ğunu biliyorum. Ba tan, bu die Käs süre-cinde de, hep sorduk kendimize: Neden

© Fo

to: y

enip

osta

.de

KENDİ BENLİĞİNE GÜVENİ OLMAYAN

HEMEN KAYBOLUR, KENDİ BENLİĞİNE

GÜVENİ OLAN DA BU ÜLKEYİ KABULLENİR.

DEDİĞİMİZ GİBİ DE

OLDU.

Page 15: AVRUPA KULTUR 01

15

ba arılı olmayalım ki? Bir tek sorun var, bizim kim olduğumuzu daha bilen yok. Öyleydi.

- Alman kabareciliğinde, Alman mizahında sanki bir Türk kalkınma yardımı var... Böyle diyebilir miyiz?

İNASİ DİKMEN - Evet, diyebiliriz. Çünkü biz Almancaya, bu dilde daha önce olmayan resimleri, deyimleri, ki i-leri, Almanların varlıklarından haberdar olmadıkları, aslında gördükleri ama var-lıklarını algılayamadıkları tipleri getiri-yoruz. unu diyoruz: Biz buradayız, beni görmemene imkan yok arkada ım! İ ine gelir veya gelmez, ama ben manav olarak buradayım, berber olarak buradayım, çöpçü veya entelektüel olarak da, kaba-reci olarak da buradayım. Ben bu ülkenin insanıyım. Böyle diyoruz. Aslında bizim bu ülkeye yaptığımız en büyük katkı, o. Was guckst du lan? diyoruz. Türkçenin Ne bakıyosun lan? deyimini Almancaya

soktuk. Böyle bir ifade daha önce yoktu ki Almancada. Dilin kalitesi, yani getirdi-ğimiz eylerin kalitesi elbette tartı ılır, ama dil sonuçta kabul edilen bir eydir. Bir ifade bir dilde kabul edildiği anda, o dilin kalitesi artmı tır. Dil dı arıdan bir eyi, gelen etkilerle ve zorla kabul-lenmez. Belli bir dili konu an insanlar, yabancı dillerden bazı ifadeleri alıyor-larsa, zenginle tirilmi bir dille kar ı kar-ıya kalırız. Almancada Latince var, Fran-

sızca var, imdilerde daha çok İngilizce var, ama kusura bakmasınlar Türkçe de var. Kebabı, lahmacunu, döneri, yoğurdu getiriyorsun... Was guckst du? demez ki Alman, ama bu ifade girmi se dile, birile-rinin bunu getirmi olması lazım...

- Almanların gülme biçimlerine müdahale mi etmi oldunuz?

İNASİ DİKMEN - Gülme biçimlerini zenginle tirdik, ona hiç üphe yok. 1985 te ilk kez Muhsin Omurca ile birlikte sah-neye çıktığımızda, Almanlar bu iki Türk e gülmeye ba ladı. İ te biri çok entegre olmu , diğeri entegre olmuyor... Entegre olmayan entelektüel bir Türk tü, entegre

olan da salağın tekiydi. Bizim orada söy-lemek istediğimiz ey uydu: Kendi ben-liğine güveni olmayan hemen kaybolur, kendi benliğine güveni olan da bu ülkeyi kabullenir. Dediğimiz gibi de oldu. Kendi benliğine güveni olan insanlar bu ülkeyi kabullendiler, ama kendileri kaybolmadı. Kendilerine güveni olmayanlar ise kay-boldu. Ne Türklükleri kaldı ne Alman ola-bildiler. Bunu getirdik. Bu arada Alman-lara belli tiplere gülme hakkını da vermi olduk.

- Ne gibi?İNASİ DİKMEN -

Yani ırkçılığın ba ka bir türü de olabilir, dedik. Ama bu ırk-çılık, bizim sahnede ırkçılık duygusunu ya attığımız eyler, içimizdeki ırkçıyı git-gide öldürüyor. Bu mesajı verdik Alman seyirciye. Sizin bir parçanızız dedik. Böyle yardım ettik, ama bu kalkınma yardımının faizlerini alamıyoruz. Bundan ikayetçiyiz.

- Kendinizi hangi noktalarda Alman kabare-cilerden daha farklı görüyorsunuz? Sonuçta “ieter Hildebrandt gibi bir dev de Alman toplumunun çocuğu... Sizin farkınız?

İNASİ DİKMEN - Biz ba ka bir dili Almanların dü ünce hayatına sokuyoruz. Bu, önce seyirciyi bir rahatsız ediyor. Çünkü, mesela Dieter Hildebrandt, o kar-ısındaki seyircinin Dieter Hildebrandt ın

bildiklerini bildiklerinden hareketle sah-neye çıkıyor. Biz ise Alman seyircinin bir ey bilmediğinden yola çıkıyoruz. Alman a Sen Türkler hakkında hiçbir bok bilmi-

yorsun, ama ben sana öğreteyim diyoruz. Çıkı noktamız bu. Böylece Alman ın Türk bilgisini tamamlıyoruz. Türkiye hakkında, buradaki insanlarımız hak-kında bilgi veriyoruz. Örneğin İslam hak-

Page 16: AVRUPA KULTUR 01

16

kında... Bir örnek vereyim... Ben, Dieter Hildebrandt, bir ba ka çok ünlü kaba-reci Urban Priol... Bizde oyunları vardı, oyundan sonra Frankfurt taki Türk lokan-tası Manolya da bulu tuk. Aramızda, bir de Urban ın yardımcısı olan Doğu Alman-yalı bir kadın vardı. İ te Urban ve Dieter ile entegrasyonu konu maya ba ladık. Ama hiç kimse bana 45 dakika enteg-rasyon hakkında ne dü ündüğümü sor-madı. Bu ikisi de Almanya nın önde gelen aydınlarıdır, malum. Olayları son derece

ele tirel ele alan, bilinçli yakla an iki insan. Ama yanla-rında oturan yaban-cıya, entegrasyonu 30 senedir oyunla-rına konu etmi bu adama, yani bana sormadan tartı-ıyorlar. Urban ın

yardımcısı o Doğu Alman kız, sonunda dayanamadı ve Yahu tam Alman

gibi davranıyor-sunuz. Bu adam entegrasyonla ilgi-leniyor, ben üç oyu-nunu seyrettim, hep entegrasyonla

uğra ıyor, tenezzül edip ona bir sormuyor-sunuz dedi.

- a ırdılar mı?İNASİ DİKMEN - Bunlar tabii hemen

Aaa, hakikaten, yahu sen ne diyorsun bu konuda inasi? demeye ba ladılar. Demek istediğim, böyle insanlar bile unutuyor bizleri. İslam hakkında mesela hiçbir ey bilmiyorlar. Benim bununla ilgili büyük iddialarım yok, ama ben sonuçta İslam kültüründen geliyorum, o kültürü, iyi ve kötü taral arını, artık neyseler, almı ım ve bir ba ka kültürün içine gelmi im. O nedenle, benim İslam kültürüm senden fazla, o halde bana sor, bana sormadan karar verme... Böyle i te... Rahmetli Dieter ile, mekânı cennet olsun , çok tar-

tı tık. Ona da Bilmiyorsun dedim, Bil-mediğin bir ey hakkında ne tartı ıyorsun; bir bil, oku. Benim Hıristiyanlık hakkında bildiklerimin yüzde 10 kadarını bile sen Müslümanlık la ilgili olarak bilmiyorsun. Ama ben Hıristiyanlık hakkında genel-geçer yargılar vermedim ki, u öyledir diye. Çünkü sen de Hıristiyan sın, pis-kopos da, sokaktaki insanlar da... Neyse böyle eyler söyledim Dieter e o ak am. Bizim getirdiğimiz farklılıklardır bunlar. Ba ka bir kültürü tanıtıyoruz aslında. Biz Türk kültüründen yeti tiğimiz için daha çok Alman kültüründe gördüğümüz garip eyleri gösteriyoruz. Kendi kültürümüz-

deki acayip yanları da Almanlara aktarı-yoruz. Böylelikle bir kültür kar ıla tırması yapıyoruz.

- Ya genç ku ak?İNASİ DİKMEN - Burada yeti en

çocuklar Türk kültürünü bizim kadar bil-miyorlar. Onlar Türk kültürünü sanki ikinci elden ya amı lar. Biz ise Alman kül-türünü ikinci elden ya adık. Bizim gençler daha çok Almanca ve Almanya yı biliyor. Ama onların getirdikleri tiplemeler kendi insanlarının tiplemeleri; Alman ve Türk tiplemeleri. O bakımdan da aramızda bir fark var.

- Galiba inasi “ikmen’i bu alanda bir tür milat olarak anacağız. Gerçi imdilerde sözünü ettiğimiz genç ku aktan bir Bülent Ceylan 50 bin seyirciyi Frankfurt Stadı’na toplayıp güldürebiliyor, ama...

İNASİ DİKMEN - Dediğim gibi, onlar Türkleri ikinci, üçüncü elden biliyor. Almanya ve Almancanın içine doğmu lar, bizlerse Almancayı sonradan öğrendik. Bu da önemli bir fark.

- İyi de, bu ku aktan biri çıkıp imdi Ben kabare, tiyatro kuracağım falan der

mi? “jango Asül, Fatih Çevikkollu, Murat Topal, Bülent Ceylan... “iyebilirler mi böyle bir ey?

İNASİ DİKMEN - Ben tiyatro açmaktan niye korkayım? Ne ister bir tiyatro? İyi bir program ister. İyi bir metin ister. Ben

Page 17: AVRUPA KULTUR 01

17

iyi yazdığımı biliyordum. Yazdıklarımın tuttuğunu biliyorum. Okuduğum zaman seyircinin dikkatini çekebildiğimi bili-yorum. Muhsin Omurca ile 80 lerin orta-sında Knobi-Bonbon u kurmadan önce kaç kez okuma yaptım... Yüzlerce oku-mada nasıl tepki aldığımı biliyorum. Beni Berlin Senatosu 1996 da resmen davet etti. Bir Alman-Türk Kabaresi (Deutsch-Türkisches Kabarett) kurmamı istediler. Devamlı Türkler oynayacaktı. Ben iste-medim onu. Bu tür bir kabare istemedi-ğimi söyledim. Ben Deutsches Kaba-rett (Alman Kabaresi) istedim, orada tüm yabancılar oynayacaktı. Ben sahne bula-mayan tüm yabancılara kapılarımı açmak istiyordum. Bu benim için aynı zamanda politik bir sorumluluktu. Ben o politik bilincin içindeyim. Arap, Yahudi, İtalyan, Türk hepsi geldiler daha sonra ve bende, die Käs de oynadılar. Kendilerini göste-

recek ba ka yerleri yoktu. Tabii biz die Käs olarak hemen referans olduk. Yani, bizde sahneye çıkan Ben die Käs de oynadım diyebiliyordu.

- İ in ba ından itibaren, Ben burayı genç arkada lara açacağım diyordunuz, hatırlı-yoruz...

İNASİ DİKMEN - Aynen öyle. Özel-likle yabancı kökenli genç çocuklara mut-laka yer açarım, onlara hep yerim vardır. Artık bir yer olmaktan çıktık, bir referans olduk; bir referans veriyorum. Elbette her iki cümle kuranı da çağırmıyorum, izliyor ve seçiyorum.

- Almanlar Türklerin hangi özelliklerine, Türkler Almanların hangi özelliklerine gülüyor? İki toplumun birbirine gülme denklemini siz içinden ya adınız. Gözlemleriniz neler?

İNASİ DİKMEN - Bir kere öyle bir ey var: Türkiye de bizi Almanca izleyen

seyirciyle buradaki Alman seyirci ara-sında korkunç bir entelektüel fark var. Türkiye dekilerin entelektüel gücü sıfıra yakın; hiçbir bilgisi yok, ama çok önyar-gısı var. Türkiye dekilerin de buradaki Türklerin de çok dü man var kafala-

rında. Çok baskı var, Allah baskı yapıyor, peygamber baskı yapıyor, Kuran, İncil baskı yapıyor... Türkiye de ise zaten her ey baskı; kafalarında insanların çok dü -

manları var. Türk seyirciye bir ey anlat-tığımızda, hele yanında Alman seyirci de varsa, kendisine saldırıldığını dü ü-nüyor hemen. Bana saldırıyor, beni rezil ediyor bunlar falan diyor. Oysa amaç o değil ki. Ben sahneye Türkleri zayıf yanla-rını getirdiğimde, amaç Almanlara Bizim sizden altta kalır bir yanımız yok. Bizim de zayıl ıklarımız var. Onlardan biri de i te bu falan diye-bilmek. Amaç, böy-lelikle bir özgürle -meyi sağlamak. Kur-tulmalarını sağ-lamak. Yoksa rezil edecek bir ey yok ortada. Zaten ente-lektüel seyirci, sah-nede söylenenlerin rezil etmek değil, ele tirmek için yapıl-dığının hemen far-kına varır. Biz seyir-ciyi kafasının için-deki dü manlardan özgürle tiriyoruz aslında. O kafasının içindeki dü mana hiç olmazsa bir sempa-tiyle bakmasını istiyorum. Hicivdeki amaç da zaten odur. Ben Cem Yılmaz gibi bir sinik değilim...

- Sinik olmak mizahı yaralıyor mu?

İNASİ DİKMEN - Evet. Ben Cem Yılmaz ın gösterilerini izledim. Hakaret ettiği insanların parasıyla geçinen biri. Ben sinik değilim. Ben insanları severek ele tiriyorum, onlara sempati duyuyorum, kendimi onların yerine koyabiliyorum. Kurbanıma, yani sahnede ele tirdiğime de empati duyuyorum. Hiçbir Alman a ya da Türk e sahnede küfretmem...

- Aziz Nesin geni mi var sizde de?İNASİ DİKMEN - Onun eğitimi var.

© Fo

to: ö

mer

yap

rakk

ıran

Page 18: AVRUPA KULTUR 01

18

Türk mizahçıların mizahçılığı sinik değildir. Kendini beğenmi , halka yuka-rıdan bakan, ba ka kimseyi beğenmeyen bir tip değiliz biz. Halkın içindeyiz, halkız. Toplumların Amerikanla tırılması bu sonuca yol açtı. Cem Yılmaz çok güzel espriler yapıyor, ama hep ba kasının sır-tından yapıyor, hep ba kasının cebinden yiyor yani. Oysa böyle bir sinizm bizim kültürümüzde yok, bize yabancı bir ey. Anadolu da yok. Yani İslam da var, ama Anadolu da yok. Almanya da ünlü kaba-reci Harald Schmidt de böyle bir siniktir mesela. Almanlar Türklerin sal ıklarına, salaklıklarına çok gülüyorlar. Ama Türk-leri tanımadıkları için ona gülüyorlar. Biz de diyoruz ki, Biz böyleyiz. Sizi de o kadar salakça seviyoruz. Aslında sevginin içinde salaklığın olduğunu da söylüyoruz. Alman böyle gülüyor, Türk de Hakikaten bu kadar salakça seviyoruz yahu diye gülüyor, yani kendi salaklığına gülüyor. Benim amacım da o zaten. Son oyunum Islam für Anfänger (Acemiler için İslam)

böyle bir ey. Eğer Alman seyircinin iste-diği İslam programını yapsaydım, ben de o 50 bin ki ilik statları doldururdum. Ben yazmadım. Bile bile yazmadım. Bir sene çalı tık, Nasıl yapalım? diye dü ündük. Dü manca davransaydık para kazanırdık, ama amaç o değil. Benim anam babam namuslu Müslümanlardı. Bu namuslu Müs-lümanların inandığı bir dinin böyle aptal yerine konulması benim ağırıma gitti doğ-rusu. Buna bir açıklık getirmek lazım. Sen aydınım diyorsan, okumu um biraz bir ey biliyorum diyorsan, senin sosyal sorumlulukların vardır. Siniklerin sosyal sorumluluğu yok.

- İnsanı sinik olmaktan toplumsal sorum-luluk duygusu mu kurtarıyor?

İNASİ DİKMEN - Ya Sosyal sorum-luluğum var dersin, o zaman İslam ı da ba ka türlü yorumlarsın ve Alman a öyle öğretirsin ya da dersin ki Evet arkada , bizde karı dövülür, bizde öyle yapılır, böyle yapılır, biz de zaten hep yağmayla geçindik. Ben bunları bilmiyor muyum? İslam hep yağmadan geçindi, Osmanlı da

öyle, kendi bir ey yaratmadığı ve yağ-madan geçindiği için çöktü. Bunları ben söyleyemez miyim? Bunları söylememek namusluluktur. Tereciye tere satılmaz. Biz buraya gelip bu toplumu İslam a kar ı daha çok kı kırtırsak, o zaman bizim aydın namusumuz falan kalmaz.

- Neden?İNASİ DİKMEN - Çünkü benim bir

görevim de dinler arasındaki, uluslar ara-sındaki barı ı sağlamak. İnsan olarak bunu yapabilmeliyim.

- Kim daha çok gülüyor? İNASİ DİKMEN - İ in garibi Alman

insanı Türklerden daha çok gülüyor. Türkler ikili sohbetlerde çok güler, ama Türkler mesela arabasıyla yola çıktığında çok saldırgan, bencil... Politikacısı, i a-damı, polisi... Git Türkiye ye, görürsün... Arabaya binen herkes yayanın üzerine üzerine sürer, en basitinden. Onun için Almanları güldürmek biraz daha kolay. Almanları güldürmek istiyorsan, onları namuslu bir ekilde ele tireceksin. O zaman gülüyorlar...

- “ieter Hildebrandt’ın hayatınızda çok önemli bir yeri olduğunu her fırsatta yinel-yorsunuz. Siz iki dilde aka yapabilen, hayatını da böyle kazanan bir insansınız. Hildebrandt’ı eğer Türkçe konu an dünyaya anlatmak gerekseydi, neleri öne çıkararak anlatırdınız onu?

İNASİ DİKMEN - Almanya da bu özel televizyonlar ba ladığında Dieter Hildebrandt a geliyorlar ve i yatını soru-yorlar. Program yapmak istiyorlar. Dieter, asronomik bir rakam söylüyor. Çok pahalı diyor televizyoncular. O da Yahu herkes satılık, benim de i yatım bu diyor. Bir defasında, konu uyorduk, bana Bir namusum var, ama ben namusumun i ya-tını bilmiyorum, onu öğrenmeye çalı ı-yorum demi ti. Yani namussuzluğa geçi için ne kadar para gerekiyor, bilmi-yorum demi ti. Özellikle imdiki Türk toplumuna Dieter Hildebrandt ın vere-ceği çok ey var: Namus. Dieter in ente-

Page 19: AVRUPA KULTUR 01

19

lektüel namusu vardı. O namus yüzünden de zaten çekmediği kalmadı. Çok çalı ı-yordu, ama en az para kazananlardan biri-siydi. Sinemaya geçmedi, bir eyler kay-bedeceğini dü ünüyordu. Dieter in kaba-resi 80 lerde bir ara Bavyera televizyonu tarafından programdan çıkarılmı tı. O yine çalı malarını sürdürdü. Sırf topluma bir eyler söyleyebilmek, topluma yan-lı larını hatırlatmak için devam etti. Bu bizim entelektüellerimizde, Aziz Nesin den sonra, pek olmadı. Aziz Bey namuslu bir insandı. Korkusuz bir insandı. Ama bir yanıyla da bir köylü kadar tutucuydu. Hep Türkiye nin kendisine çok ey verdiğini, bu borcunu geri ödemesi gerektiğini dü ü-nüyordu. Kendisine yapılanları hep namu-suzların yaptığını söyler, Bu ülke sadece o namussuzların değil derdi. Aziz Ağabey gibi insanlara ihtiyaç var bu devirde. Tür-kiye devleti, devletin kar ısında, kendisini ele tirecek bir entelektüelin yeti ip boy atmasına izin vermedi. Atatürk de Nâzım Hikmet e izin vermemi ti. Sonrakiler de hiç vermedi. Aziz Nesin bu entelektüel namusu içeri gire gire ve zorla kazandı.

- “ieter Hilderbrandt’tan bahsederken hep Aziz Nesin’i de dü ünüyorsunuz...

İNASİ DİKMEN - Evet öyle. Ayrıca Dieter bana para falan vermedi, ama maddi yardımda bulundu. öyle bulundu: Beni tanıttı, televizyondaki ünlü prog-ramı Scheibenwischer e çıkarttı. Sonra Frankfurt ta die Käs i açınca geldi, oynadı. Hatta bir oyununda sahne spotlari falan patlamı tı, buna rağmen programını aksatmadı ve sonuna kadar Ne yapalım! diye oynadı. Entelektüel namus i te. Bana ve kendine olan saygısı. Teknik aksaklıkta sadece die Käs in sahibi rezil olmuyor, sahnedeki sanatçı da rezil oluyor. Gösteri-sini tamamladı.

- Siz Türk sanatçılarla çalı madınız mı?İNASİ DİKMEN - Çok çalı madım.

Çalı mak istediklerim oldu, onlar da çok zorluk çıkardılar. Program yapamı-yoruz, çünkü kesin tarih veremiyorlar. Aziz Nesin den sonra o entelektüel namus

gitti. Özetle: Aziz Nesin i anlamak için Dieter Hildebrandt la, Dieter Hildebrandt ı anlamak için de Aziz Nesin le ilgilenmek gerekiyor.

- “ie Käs, nasıl bir ürün oldu sonuçta?İNASİ DİKMEN - Aslında bizim ürü-

nümüz olmaktan çıktı. Tıpkı çocuk gibi, zaman içinde ba kala ıyor. Çocuğun üze-rinde herkesin etkisi var, öyle. Ama die Käs in bu hale gelmesinde birçok isimsiz kahramanın da büyük payı vardır. Alman sanatçı arkada ların süreklu gelmeleri, bize onur vermeleri, tutunmamızda etkili oldu. Ve onların verdiği bu onuru biz de onur olarak gençlere iletebildik. Bize gelen çocuğa da bir o onuru veriyoruz. O da palazlanınca o onuru bize geri veriyor. Bu böyle kar ılıklı bir alı veri oldu. Bir de seyircinin katkısı büyük oldu. Mesela birçok ya lı Alman geldi, bize paraları olmadığını ama kabaremizin programla-rını gönüllü olarak dağıtabileceklerini söy-lediler. Kamil Yiğit arkada ımız inanılmaz bir destekte bulundu emeğiyle. Kamil in bir sahneye çıkıp benim yerime oynama-dığı kaldı. Ayrıca Alman sendikacılığının yakından tanıdığı Yılmaz Karahasan ın ileri ya ına rağmen kabaremizde seyirciye bira satması... Bunlar unutulacak eyler değil. Büyük yardımlar aldık, programı ben yapıyordum, ama yardım aldıkça cesa-retimiz arttı. Bir de e im Ay e. Eğer Ay e olmasaydı, o tiyatroyu çok iyi açardım, ama bir hafta sonra da kapanırdı. Bu i ekip i i. Binlerce destek oldu.

- Siz Almanyalı Türkleri de tanıyorsunuz Türkiyeli Türkleri de... Ne gibi mizahi fark-ları var?

İNASİ DİKMEN - Türkiye deki Türkler kaba mizaha, yani belden a ağıya gülü-yorlar. Türkiye dekilerin seyirci olarak bilgi birkimi yok. Buna en entelektüeller de dahil. Türkiye deki Türkler tek taral ı. Genelleme olarak söylüyorum. Bun-ların içinde bir bölümü hakikaten dün-yayı görmü , dünyaya açık insanlar ola-bilir. Ama Türkiye deki Türkleri baskıları çok, içlerindeki dü manları çok. Buradaki

Page 20: AVRUPA KULTUR 01

20

Türkler ise biraz daha serbest ya ıyorlar. Buradaki Türklerin en büyük hatası, hâlâ Türklük ten kurtulamayı ları. Dı larındaki baskıyı kullanıp Eh ben de Türk olayım bari! diyorlar. Fakat buradaki Türklerin entelektüel dünyası daha geni . Buradaki çocuklar en azından Paris e, Viyana ya, İtalya ya okuluyla bir kez gitmi tir. Türkiye de ise üniversiteyi bitiren çocuk bile Avrupa ya çıkamamı ba ka bir kültür görememi tir. Bir dü man olarak gördüğü Kürt vardır ya da Arap vardır, ba ka bir ey yoktur. İstanbul dakiler böyle, köyde-

kilerin durumu ise çok daha kötü. Tele-vizyonlar da bir ey göstermiyor. Bura-dakiler daha açık. Bir de azınlık olmanın getirdiği eyler var. Azınlık olmak insanı dünyaya daha geni cepheden baktırıyor. Birçok hümanistin, i lozofun Yahudi olması tesadüf değil. 3 bin yıldır baskı altın-daki bir toplum kendini açmak zorunda. Demokrat olalım, ezmeyelim ba kalarını

derken kendini savunmak zorunda. Çünkü ezilen kendisi olabilir. buradaki Türkler yapıyor bunu. Ama Türkiye deki Türklerin böyle bir sorunu yok. Bir kalitesi yok. Eğer bir ülkenin ba bakanı her televizyona çıkı-ında küfrederse, bağırıp çağırırsa, kimse

de buna ses çıkarmazsa.... Adamın kendi-sini geli tirme ansı kalmıyor ki...

- Peki ya Haziran İsyanı veya Gezi “ireni i denilen tepkiyi nasıl görebiliriz? 10 milyona yakın insanın sokağa çıkıp tepki vermesi...

İNASİ DİKMEN - Ha, i te Gezi de çıktı tek gururlandığımız ey. Ondan ba ka bir çıkı var mı? Yine de çok gurur verdi. Göz-lerim ya ardı.. Ben askeri veya sivil dar-beye kar ıyım, ama ba kaldırmanın da zamanı gelmi ti...

- Aziz Nesin’i yeti tiren Türkiye’den hep bir umut var mı diyorsunuz?

İNASİ DİKMEN - Evet, ama böyle der-seniz tabii sesimi kesmi oluyorsunuz...

- Son oyununuz İslam für Anfänger de nasıl tepkilerle kar ıla tınız?

İNASİ DİKMEN - Araplardan tepki aldım. Wiesbaden daki gösterimde, üni-

versite çevresinde bir davetti, oyundan sonra alkı ladılar falan. 100-120 ki ilik küçük bir salondu. Sonra Frankfurt a die Käs e telefon etmi biri, telesekretere bir not bırakmı . İ te, Sizin yaptığınız doğru değil, İslam dü manlığı yapıyor-sunuz, bunun cezasını görürsünüz falan diyor. Telefon numarasını da bırakmı . Ben bununla bir konu tum, oyuna tekrar gelmesini istedim, Gel izle, sonra oturup konu alım dedim, ama gelmedi. Ben geleyim dedim, onu da yapmadı. Sonra Hannover yakınlarında küçük bir köyde oynadım. Ai i gören iki Arap genci gös-teriyi organize eden kurulu a gidip Biz İslam a hakaret edene öyle öyle yaparız falan demi ler. Kurulu da Oyunu sahne-leyenin kendisi Müslüman, gelin ona söy-leyin söyleyeceklerinizi demi . Neyse bunlardan biri o gösteriye geldi ve oyundan sonra Karde , çok güzel, valla çok güldüm dedi.

- Bunu nasıl yorumluyorsunuz?İNASİ DİKMEN - Bunun anlamı u:

Adamların herhangi bir bilgisi yok yapı-lanlar hakkında, ama İslam falan deyince hemen olumsuz dü ünüyorlar. Bir dü -manlık gibi görüyorlar. Benim istediğim ise, bu oyunda İslam hakkında bilgi vermek. Ben de onu yapıyorum. Doğ-rudur, aklı ba ında olan insanlar bunun dinlere kar ı bir program olduğunu anla-dılar. Dinlere kar ı, ama İslam a kar ı değil. Teologlar da geldiler, Katolikler, Protestanlar... Islam für Anfänger in antiklerikal, din kar ıtı bir oyun oldu-ğunu onlar da söylediler. Evet dedim, amaç da buydu . Ama biz İslam dü man-

lığı falan görmedik de dediler. Göremez-lerdi, yoktu çünkü. Benim kabareci olarak i im, aklıma gelen bir i kri, kar ıya, seyir-ciye onu sıkmadan iletmek. Bunu nasıl ile-tebilirim? Kar ı olmak, olmamak, bunlar önemli değil. Ben kafama sınır getirirsem, bir otosansür uygularsam bir daha tek kelime bile yazamam ki... (FHF)

Page 21: AVRUPA KULTUR 01

21

www.hessen-toplum.com

Regional, Hessisch aber Türkisch

Page 22: AVRUPA KULTUR 01

22

STUTTGART’TA 12’İNCİ

TÜRK-ALMAN KABARE HAFTASI

Gülmenin ve güldürmenin TÜRKSEL eyleri

STUTTGART’TA 12’NCİ YILINA GİREN VE GELE-

NEKSELLEŞTİĞİ GÖZLENEN TÜRK-ALMAN KABARE

HAFTASI HER ZEVKE HİTAP EDEN BİR ETKİNLİĞE

DÖNÜŞMÜŞ GÖRÜNÜYOR. BU YIL 18-27 MART

TARİHLERİ ARASINDA GERÇEKLEŞTİRİLECEK OLAN

GÖSTERİLERLE İLGİLİ OLARAK, ALMAN KABARE-

SİNİN KÖLNLÜ “FENOMENİ” FATİH ÇEVİKKOLLU

BAZI AÇIKLAMALAR YAPTI. ÇEVİKKOLLU’YA GÖRE

GÜLMEK “GERGİNLİKLERİN ÇÖZÜLMESİ” ANLA-

MINA GELİYOR VE BİRÇOK KÜLTÜRÜN ELDEN

GEÇİRİLDİĞİ BU KABARE GÜNLERİNDE TAM BİR

“ÇÖZÜLÜM” HEDEFLENİYOR. GÖÇÜN TOPLUMU

NASIL DAHA İYİYE GÖTÜRDÜĞÜNE TİPİK BİR ÖRNEK

OLARAK BU KABARE HAFTASININ GÖSTERİLEBİLE-

CEĞİNİ BELİRTEN ÇEVİKKOLLU, RENİTENZ TİYAT-

ROSU SALONLARINDAKİ BU ŞENLİKTEN HERKESİN

ZEVKİNE GÖRE BİR ŞEYLER ALABİLECEK DURUMDA

OLDUĞUNU BELİRTİYOR.

Page 23: AVRUPA KULTUR 01

23

TÜRK-ALMAN KABARE HAFTASI

ÖZCAN COŞAR (18 MART 2016, CUMA 20.00)

Alman kabaresinde, genç ku ağın yeni ve iddialı isimleri arasındaki yerini kabul ettiren Özcan Co ar, kendisinin nasıl tamamen deği tiğini, mesleki ya amından örneklerle anlatacak. Co ar, barmenlikle ba layan bu ilginç ve maceralı ya amın basamaklarını, ayakları yere sağlam basan di hekimi asistanlığı, acaip havalı bir DJ, iddialı bir jimnastik hocası ve müthi bir breakdance ustası kimliğiyle nerelere geldiğini, bir sürü ödüle boğulan komedyenliğe nasıl geçi yaptığını izleyici-lerle payla acak.

AYDIN IŞIK (19 MART 2016, CUMARTESİ 20.00)

Stuttgart ta ilk kez sunulacak Mesih Gelmeden Önce ba lıklı programında, Aydın I ık, semavi dinlerin üzerinde görü birliğine vardığı bu mesihin Avrupa ya nasıl ula abileceğini, daha doğrusu bunu mümkün olup olamayacağını izleyicilerle tartı acak. Eğer Mesih, 2015 yıl önceki gibi yine Nasıra da dünyaya gelirse, valla Avrupa ya ula mak için bir vize almakta bazı güçlüklerle kar ılacaktır hatırlatma-

sında bulunan I ık, bu yolculuğun kodeste son bulabileceği uyarısında da bulunacak.

ŞEKER HASTALARI İÇİN ŞEKER BAYRAMI (20 MART 2016, PAZAR 19.00)

Sorunlu Türk-Alman bölgeleriyle ilgili ve giri niteliğinde bir ak am bu. Stuttgart ta ilk kez izleyici önüne çıkacak olan Moritz Netenjakob, Hülya Doğan-Netenjakob, Serhat Doğan ve Markus Barth, ark dünyasıyla kafa yapmaya ça- lı an iki Alman ın yüzüne Türklerin nasıl ayna tuttuğunu anlatacak. Gecede bu aynalı halin sonuçları da tartı maya açılmı olacak.

Page 24: AVRUPA KULTUR 01

24

COMEDY ORİENT EXPRESS (22 MART 2016, SALI 20.00)

Fatih Çevikkollu, Ozan Akhan ve Özcan Co ar, ark Ekspresi nin çokkültürlü ve çok gülmeceli bir versiyonunu sunacaklar. İki Kölnlü ile bir Stuttgartlı komedyen artık sıkıla sıkıla tur uya dönmü enteg-

rasyon meselesini yeniden bir elden geçi-recekler. Kabare, müzik, mizah ve oyun-

culuk el ele bir ak am ya anacak.

KERİM PAMUK (23 MART 2016, ÇARŞAMBA 20.00)

Alman kabare dünyasının deneyimli isimlerinden Kerim Pamuk, çalı ma düze-

niyle ya am düzeni arasındaki gelgitleri, bu mekanizmanın nasıl bir uygunluk nok-

tasına sahip olabileceğini sahnede dene-

yerek gösterecek.

İDİL BAYDAR (24 MART 2016, PERŞEMBE 20.00)

Son yıllarda sahnede ısrarla Almanya, Bak Mutlaka Konu mamız Lazım! diyen Alman kabaresinin Berlinli rengi İdil

Foto

: İdilbayar.de

İDİL BAYDAR

Page 25: AVRUPA KULTUR 01

25

Baydar, bütün bir ülkeyi çok ciddi sorun-

ların çözümü için konu maya davet edecek. Almanya hakkında pek endi eli olduğunu gizlemeyen Baydar, Jilet Ay e ve Gerda Grieschke tiplemeleri üzerinden hareketimizin can alıcı sorunlarını sah-

nede irdeleyecek.

MUHSİN OMURCA (25 MART 2016, CUMA 20.00)

Taksim Maksim ile ilk kez Stuttgartlı izleyenlerin önüne çıkacak olan Omurca, Almanların nasıl tam Türklerin ruh halini anlamaya ba lamı ken ülkeyi bası-veren mültecilerin a kınlığını ya adığını anlatacak. Bu göçmenlerin Almanya yı nasıl deği tirdiği örneklenecek. Birçok tanınmı Türkçe arkının Almanca ver-

siyonları da bu program sayesinde izle-

yicilerin bir kulağından girip ötekinden çıkacak, böylece sahne daha da bir enle-

necek.

Kabare haftası çerçevesinde Alman gös-

teri dünyasının bu alandaki demirba -

ları arasındaki yerini sağlamla tıran Fatih

Çevikkollu, “Emfatih” ba lıklı çalı masıyla 26 Mart ta saat 20.00 de sahne alacak.

Giri imin Türkçe sürprizini 27 Mart ta da Alpay Erdem Ben Alpay Erdem ba -

lığı altında gerçekle tirecek. Erdem, Türkçe gösterisinde, çocukluğundan, çocukluğunun ve imdinin popüler sanat-çılarından, memleket hallerinden, dün-

yanın en komik futbol takımı Ayazma dan, bisiklet turlarından, sinirli koyunlardan, ruh hastası böceklerden, kafayı kırmı köklü i letmelerden, televizyon macera-

sından, uyduruk ödül törenlerinden, kısa-

cası, hemen hemen her eyden bahse-

decek.

Stuttgart taki etkinlikle ilgili ayrıntılı bilgi www.dtf-stuttgart.de adresinden alınabiliyor.

Foto

: Fat

ihla

nd.d

eFo

to: o

mur

ca.d

e

MUHSİN OMURCA

FATİH ÇEVİKKOLLU

Page 26: AVRUPA KULTUR 01

26

Kabareden operayaMUHSİN OMURCA DUVARA KAR I DA

IŞIN TOYMAZ

A lmanya daki Türk kökenli kabare oyuncularına, stand-up ustalarına kapıyı usta oyuncu inasi Dikmen ile birlikte aralayan Muhsin Omurca, imdi de seyirci

kar ısına opera ile çıkmaya hazırlanıyor.Muhsin i uzun yıllardır tanıyorum. Hangi oyununa gidersem

gideyim, ister Türkçe ister Almanca olsun, gülmekten kaç kere ağladığımı hatırlamıyorum.

Hayırdır!Hem de tanınmı yönetmen Fatih Akın ın 2004 yılında Berlin

Film Festivali nde Altın Ayı ödülünü kazanan Duvara Kar ı adlı ilminden operaya uyarlanan aynı isimli oyunda rol alıyor.

Pes doğrusu.

Page 27: AVRUPA KULTUR 01

27

Muhsin Omurca ve dram. Birbirine çok uzak iki kelime. Üstüne bir de opera. Mutlaka yalandır, iftiradır dedik ve

Muhsin i aradık.Abi tenor musun? Yoksa Bariton mu?

diye soracağız kendisine. Opera bilgimiz de bir yere kadar. Sonra

ne sorabilirim ki?Ayrıca, u ülkede bizi katıla katıla gül-

düren ender adamlardan birini de, ope-

raya mı kaptırdık diye içten içe hayılanı-yoruz elbette bir opera tutkunu olarak!

Muhsin rolün hayırlı olsun. Operaya ba lamı sın abi? cümlesini hayal kırık-

lığı içinde kurduk, terk edilmi , ihmal edilmi komedi seyircisi gibi. Kar ıdaki ses gururla Haaa evet öyle oldu dedi.

Nasıl yani bunlar dedikodu değil mi? diye son bir umutla sordum.

Ne münasebet dedi.Opera ile ilgili tek yüksek bilgimi

konu turdum: Peki abi, tenor musun, bariton musun?

Sessizlik!Ne ilgisi var! dedi, Ben tek bir

arkı bile söylemiyorum. Oyunda anlatı-cıyım. Elimdeki metinlerin yüzde 70 i de Türkçe. Sahnenin içeriğine göre duvarlara dev karikatürler çizeceğim, bir yandan da mizahi bir ekilde seyirciyle konu a-

cağım. Oh be, dünyalar benim oldu. Tam iha-

nete uğramı kabare seyircisi triple-

rine girmeye hazırlanıyordum ki, bu söz-

leri kurtulu um oldu. Muhsin aynı bizim Muhsin.

Ama böylesini de hiç duymamı tım doğ-

rusu.Almanya da Türk rejisörün ilmi operaya

uyarlanıyor. Yakla ık 8 yıldır çe itli ehir-

lerde Türkçe ve Almanca olmak üzere sahneleniyor. imdi de Giessen ehir Tiyatrosu nda Türk kökenli bir kabare ustasının mizahi anlatımı ve dev karika-

türleriyle seyirci kar ısına çıkıyor.Yok daha neler?Pegidacılara da yazık bir nevi. Bunca

emek vermi adamlar bizi birbirimizden koparmak için, imdi çat diye sahnelerde kayna .

Alman müzisyen Ludger Vollmer in bes-

telediği, Catherine Miville nin yönetmenli-ğini üstlendiği ve 2 Nisan da prömiyerinin yapılacağı Duvara Kar ı operası için Muhsin Omurca sıkı bir kampa girmi . Sabah kalkıyor prova, ak am yatıyor prova misali.

Sanatçı olarak ya antısında da bir dönüm noktası olan Duvara Kar ı opera-

sında Muhsin sadece anlatıcı değil aynı zamanda Cahit in kankası eref i de can-

landırıyor. Stuttgart-Barselona hattındaki sohbe-

timizi merak edenler için, i te arkı söyle-

meyen opera oyuncusu Muhsin Omurca ve anlattıkları:

Alyans ve can simidi @Muhsin Omurca / omurca.de

Page 28: AVRUPA KULTUR 01

28

DİETER HİLDEBRANDT’IN DA YÖNETMENİ MİVİLLE

Ayrıca yakla ık 70 ki ilik oyuncu kad-

rosu, 30 ki ilik korosu, kostümcüsü falan. Öyle kolaylıkla sahneye konabilecek bir oyun değil. Rejisör Catherine Miville aynı zamanda beni de Alman televizyon ekran-

larına kazandıran Dieter Hildebrandt ın Scheibenwischer gösterisinin de yönet-

menliğini yapan isim. Aradan 20 sene geçti ve yine beni buldu, operaya çağırdı. Hayat bazan görünmez ağlarını böyle örüyor. Bana bunu ilk kabare oynamaya ba ladığım yıllarda söyleyecektiniz, ope-

rada anlatıcı olacağıma asla inanmazdım. Aklımın ucundan bile geçmezdi. Hayat i te.

Ayrıca Duvara Kar ı, Almanya daki Türkçe operanın olduğu ilk gösteri olarak bilinse de, kendisi aynı zamanda Giessen

ehir Tiyatrosu Genel Müdürü de olan Miville nin ikinci kez sahneye koyduğu Türkçenin de yer aldığı bir oyundur. Bundan birkaç yıl önce Türkçe pasajlar kattığı bir operayı sahneye koymu . Seyir-

cilerden genç bir Türk kızı oyun sonrası yanına yakla mı ve İlk defa muhatap alındığımı hissettiğim için geldim, çok memnun ayrılıyorum demi . Miville çok etkilenmi . Sonra da bunu sahneye koymu . Orta Hessen Türk Toplumu da çok destekliyor bu çalı mayı.

Çokkültürlü kadro, iki dilli opera Kadrosu da çok farklı. Ba rol oyun-

cusu İspanyol örneğin. Türk, Avusturyalı, Bulgar, Çinli, Vietnamlı, Latin Amerikalı, İsviçreli den olu an tamamen uluslararası bir kadro ile seyirci kar ısına çıkıyor.

Bazıları Almanca bilmeseler bile yabancı bir dili çok güzel telafuz edebi-liyorlar. Örneğin ba rol oyuncusu Dilara Bastar 3 senedir Almanya da ve Almancayı resmen sökmü . İnanılır gibi değil. Türk ve Alman Toplumu'nun birbirini anlaması, kültürlerin bir anlamda kayna ması için üretilen önemli projelerden biri bence. İki dilli Almanca ve Türkçe bir opera. Farklı kültürlerden, farklı coğrafyalardan insan-

ları gördüğünüz gibi sanat birle tiriyor.

SIKI BİR KAMPA GİRMİŞ

Operada ilk kez yer alıyorum. Daha önce Essen ve Münih Gasteig Senfoni Orkestraları ile sahne aldım. Ama orada kendi gösterimden kesitler oynamı tım. İçerik açısından hüzünlü, dramatik. Ancak bana rolü teklif ettiklerinde Kendi bölüm-

lerini istediğin gibi yorumla, istersen mizah katabilirsin dediler. Orkestra müzik çalarken sahnedeki duvarlara kari-katür çizmem isteniyor. Yani oyun her sah-

neleni inde yeniden yaratacağım. Saat tuttuk, bir karikatür 2 dakikaya yakın çiziliyor.

Sahnedeki dev duvarlara çizeceğim karikatürlerden biri öyle: Sibel kendi geleneklerine hapsolmu . Birol da sıkı mı bir hayat sürüyor. Özgürlüklerde bir sorun var yani. Özgürlüğüne kavu mak için kız evliliği can simidi gibi görüyor. Sahnede, duvara çizilmi bize yandan bakan bir balık var. Hemen yanında bir ba ka balık duruyor. Birbirlerine bakan â ık balıklar. İkisinin alnının ortasından kavisli bir çizgi geçiyor. Yani Sibel kavanozun içindeki cama alnını dayayıp Birol a bakıyor. Birol da çok daha büyük bir kavanozun içinde.

Bir diğer karikatür ise öyle: Ni an yüzüğü kutucuğu açılmı durumda. Yüzükler ise can simidi eklinde. Bize de çok benzer. Bizde de kadınlar bir akvar-

yumdan diğerine geçer.

Almanya da ilk kez Türk kökenli bir kabare oyuncusu olarak Duvara Kar ı gibi dramı anlatan bir operada karika-

türleriyle anlatıcı olarak seyirci kar ı-sına çıktığım için onur duyuyorum ama bir o kadar da heyecanlanıyorum. Benim için de çok farklı ve deği ik bir tecrübe. Karikatürlerimi hiç seyirci önünde çizme-

mi tim. Bu da çok riskli. Provalarda bunu a maya çalı ıyoruz. Üstelik opera aslında seyirci olarak ilgi alanım dı ında kalıyor. Ben tiyatrodan ho lanan bir insanım. Rep-

liklerin yüzde 70 i Türkçe olacak. Seyirci ile direkt ili ki kurabildiğim için beni bu olaya çağırdılar sanırım.

Page 29: AVRUPA KULTUR 01

29

Medeniyeti istiyorsak sanata yüklenmemiz gerekiyor.

u anda Türkiye den Yunanistana geç-

meye çalı an insanlar boğuluyor. Terör var. Sanatın gücü i te burada. Bazılarının sanatı reddetmelerinin sebebi de birle ti-rici olması. Sanat dü manlığı tam da bu noktadan kaynaklanıyor.

Bu arada orkestrada bağlama, zurna, kaval ve mey gibi Türk çalgılarının yer alması da bir operada ilk kez oluyor. Ansiklopedi gibi bir nota defteri var. Son derece büyüleyici.

Bu rolü kabul ettiğim zaman, ilmi yıllar sonra tekrar izledim. Fatih Akın öyle-

sine mükemmel bir senaryo yazmı ki, gerçekten de alkı lıyorum. Bu ba arıyı tesadüf eseri yakalamadığı belli. Böyle bir eser akıl i i. Zaten tiyatrolarda her yerde sahneleniyor. Duvara Kar ı, Almanya da tiyatro ve opera dünyasında kült haline gelmi . Kült olmak en büyük madalyadır. Her babayiğidin harcı değildir. Ben Türk seyircinin de Duvara Kar ı operasına sahip çıkacağına inanıyorum.

FARKLI BİR BOYUT

Ben Almanya da, Muhsin İspanya da, whatsapp üzerinden gerçekle tirdiğimiz görü meden, Muhsin le sohbetimizden bazı kesitleri aktardım. Merakla dinledim Muhsin i. Eminim ki, siz de ilgiyle oku-

dunuz aktardıklarını. Biz, kabare oyun-

cumuz Muhsin i opera dünyasına ödünç verdik. Opera, Muhsin Omurca ile, hem karikatürleri hem de usta anlatımı ile farklı bir boyut kazandı.

Bu dev kadrolu, dev bütçeli, çokkültürlü ve iki dilli kült oyunu Hessen Eyaleti nde Frankfurt tan Wiesbaden e kadar birçok kentten Türk ve Alman seyircinin Muhsin Omurca nın anlatımıyla izlemek için sabır-

sızlandığına inanıyorum.İ te bu nedenle, bir kez de buradan

Almanya nın prestijli ehir tiyatrolarından Giessen ehir Tiyatrosu nun operaya uyar-

ladığı Duvara Kar ı nın kadrosunu ve gös-

teri tarihlerini veriyorum.

Müzik Yönetmeni: Martin Spahr

Senaryo: Cathérine Miville

Sahne Düzenleme: Lukas Noll

Kostüm: Anika Klippstein

Koro Yönetmeni: Jan Hofmann

Koreografi: Inga Schneidt

Dramaturgi: Matthias Kaufmann

Oyuncular:

Cahit: Gabriel Urrutia

Sibel: Dilara Bastar

Yunus Güner, Sibel’in Babası: Tuncay Kurtoğlu

Dr. Schiller, Psikiyatrist: Tomi Wendt

Birsen Güner, Sibel’in Annesi: Denise Seyhan

Yılmaz Güner, Sibel’in Erkek Kardeşi: Kerem Kürkçüoğlu

Niko, Hamburg’da Barmen / Hüseyin, İstanbul’da Barmen:

Dan Chamandy

İstanbul’da Garson: Sang-Kyu Han

Selma, Sibel’in Kuzeni: Mine Yücel

Şeref, Cahit’in Arkadaşı, Anlatıcı: Muhsin Omurca

Maren, Cahit’in Sevgilisi: Inga Schneidt

Dansçılar: Abtin Afshar-Ghotlie / Dominik Blenk /

Markus Heldt / Mario Ngouen

Gösteri Tarihleri:

20.03.2016 / 11:00 / Großes Haus / Tanıtım

02.04.2016 / 19:30 / Großes Haus | Prömiyer

15.04.2016 | 19:30 / Großes Haus

28.04.2016 | 19:30 / Großes Haus

21.05.2016 | 19:30 / Großes Haus

10.06.2016 | 19:30 / Großes Haus

24.06.2016 | 19:30 / Großes Haus

09.07.2016 | 19:30 / Großes Haus

Page 30: AVRUPA KULTUR 01

30

Paris metrosundan ‘insan manzaraları’

M. ŞEHMUS GÜZEL

M. ŞEHMUS GÜZEL

Yazar, bilimadamı M. Şehmus Güzel,

uzun yıllardır yaşadığı Paris ve onun ünlü

metrosundan insan manzaralarını bire bir

tanıklıklarla kağıda aktarıyor.

Yazarımızın

“Paris’in Nabzı Metroda Atar”

başlığıyla yayına hazırladığı kitabından

bölümler sunuyoruz.

Page 31: AVRUPA KULTUR 01

31

Paris metrolarında dilenciler bile zamana uyuyorlar. Nitekim artık hiç-

biri Bir frankın var mı? diye sormuyor. Frankın pabucunun dama atıldığını, artık meydanın öroya (Euro) kaldığını çok iyi biliyorlar ve her türlü keseye hitap edecek biçimde dilencilik yelpazesini geni lettiler. Elli santim öron var mı? diye soruyorlar.

Bir öronun yarısı Fransız Frankı na çevri-lince yakla ık 3,33 franka tekabül ediyor. Geçmi le kıyaslayınca sonuç itibariyle kimin kârlı çıktığı veya çıkacağı ortada.

Bu kadar da değil: Kimi dilenci i i daha da modernle tirdi: Örneğin artık Bir telefon kartınız var mı? diyerek arzu çıta-

sına yeni boyutlar kazandıranları bile var. Hatta Bir metro biletiniz var mı? diye soranları da. Pardon, bu soruyu soran metro denetleyicisi değil, dilenci. Metroya biletle binmek için bilet dilendiği sanıl-masın sakın. Eğer herhangi bir yolcu bir metro bileti verirse, o bileti gi e önünde, belki iyatını da biraz artırarak, satı a sunacak.

RATP ile haksız rekabet (!) mi olacak ? Evet, metro dilencileri artık eski dilen-

ciler değil. Onlar da çağda la tılar . Dilsiz dilencilerin yöntemi de ilginç:

Önce bir sayfanın dörtte birine basılı bir not dağıtıyorlar bütün vagon yolcularına,

© Foto: Benh Lieu Song / commons.wikimedia.org

METRO DİLENCİLERİ ARTIK ESKİ DİLENCİLER DEĞİL, ONLAR DA "ÇAĞDAŞLAŞTILAR".

Metroda aşk ve cinsellik dilencileri

Page 32: AVRUPA KULTUR 01

32

sonra her yolcuya tek tek uğrayıp acılı gözlerle bakıyorlar, sol el açık. Neredeyse mükemmel bir Fransızcayla yazılmı ve matbaada basılmı bu notlardan birini aynen çeviriyorum:

Mülteciyim. Dört karde im var ve çalı mıyorum [ i sizim anlamında]. Ailemle geçinebilmem için yardım ediniz. Tanrı sizi ve ailenizi korusun. İyi günler diliyorum. Çok te ekkür.

Basılı metnin dibinde Çok te ekkür -den hemen önce 1 E 2 E elle yazılı, eklenmi . Borsa gibi, gününe ve saatine göre elle yazılı tutar deği ebiliyor belki.

Eskiden bir metro yolculuğunda çok istisnai olarak bir dilenciye rastlanabi-lirdi. Son yıllarda hiç öyle değil: Aynı yol-culukta iki, üç ve bazen daha fazla sayıda ki i dileniyor.

İki dilencinin aynı anda aynı vagona girip aynı anda dilenmeye ba ladığı da oluyor. O zaman kar ılıklı küfürle iyorlar, biri diğerinin dilenmesini engellemek istiyor...

Bazen bir dilenci hiçbir yolcudan ilgi görmedikten sonra iner ayak bütün yolcu-

ları kalaylıyor . Yıllarca bu tür ve benzeri manzaralara

tanık yolcular, artık bu dilencilerin dilenci olmadıklarını, bu i i bir meslek biçiminde icra ettiklerini biliyorlar, o nedenle kimse

elini cebine atmıyor. Ama yine de nut-kunda dinsel motilere, çağrı ımlara, kili-seye, Papa ya yer verenler malı götürü-

yorlar. Bir seferinde kar ımda oturan inanmı orta ya lı bir kadının böyle bir nutuktan sonra co up elini çantasına atıp yirmi öroyu harbiden verdiğini gözlerimle gördüm. İnanmı bayan, dilenen gence kilisesinin adresini de yazdırdıktan sonra çantasından çıkardığı 99 luk tesbihiyle dualara ba ladı.

Evet dilencilik bir meslek olarak yürü-

tülüyor. Bu alanda birtakım ebekelerin kimi hatları tekeline aldığı haberleri de okunuyor. Duyuluyor. Metrolar artık kilise avlularının pazar ayini sonrasındaki haline dönü üyor.

Bu arada son derece orijinal dilencilik-

lere de rastlamak mümkün. Bunlardan ikisi mutlaka ilginizi çekecektir:

17 Haziran pazar gecesi Antilles den gelme çikolata renkli bir genç Gare de l Est de metroya biner binmez aynen u nutku attı:

Evlenecek bir kadın arıyorum. 29-40 Ya ları arasında ve zengin olmalı, güzel olmalı. Ben de zenginim. İ te kol saatim: Altın. İ te cep telefonum: Son model.

Ve daha neler neler. Asık suratlı metro yolcularında bir

gülme krizi ba lamasın mı ? Gırgır amata aldı ba ını gidiyor. Delikanlının aka mı

Foto

: Clic

sour

is / c

omm

ons.w

ikim

edia

.org

Page 33: AVRUPA KULTUR 01

33

yaptığı yoksa ciddi mi olduğunu anla-

yamadım, çünkü bir durak sonra inmek zorundaydım. İndim. Fırlama delikanlı yoluna devam etti. Aradığını buldu mu? Meçhul.

Bu daha bir ey değil. Tam tarihini vererek yazıyorum: 6 Haziran 2004, saat 23.10, İkinci Dünya Sava ı nın bitimine doğru gidi in en önemli adımlarından birinin, Normandiya çıkarmasının 60 ıncı yıldönümünde, Bonne Nouvelle metro istasyonuna adımımı atar atmaz epey a ırtıcı bir olayla kar ıla tım:

Tombul, oldukça sevimli, giyim ku amı bir miktar faullü, orta ya larda, en fazla otuzbe ya ında olmalı, bir bayan, bağıra çağıra giydiriyor herkese:

İbneler, ibneler, orospu çocukları, sadece en erkeğiniz bir kadınla el ele, geri kalanlarınızın tümü ibne, hepiniz e cinsel, ibne, ibnelersiniz, orospu çocukları, ara-

nızda benimle s........ [sekiz harf yerine sekiz nokta koyuyorum çünkü aile ter-

biyem yazmama olanak vermiyor, bağı -

layın] bir herif yok mu lan ? Orospu çocuk-

ları yanıt verin. Önünüze bakıp, numara yapmayın!

Genç ve sevimli ve apaçık sarho genç kadın metro istasyona girene kadar bağırıp çağırmasını ve küfürnamesini sür-

dürdü. Metro kapıları açılınca önüne gelen vagona daldı. Créteil-Préfecture yönüne doğru yola koyuldu: Oraya varana kadar mutlaka bir meraklı bulmu tur umu-

yorum. Sonrasını izleyemedim çünkü dört durak sonra Filles du Calvaire istasyo-

nunda indim.

KISA KESILMIŞLER

Zaman(lardan): Pazar. Mevsim(lerden): Kı . Saat(lerden): On üç otuz. Mekân(lardan): Paris. Gare du Nord (Kuzey Garı) metro istas-

yonundayız. Peronda on dört-on be ya larında bir

çocuk, siyah ve kırmızı renkli ve yeni satın alındığı her açıdan belli bisikletiyle. Bisik-

letine yandan binip pozlar kesiyor. Bir-iki

numara yapıyor. Ama kimsenin oralı olduğu yok. Pazar sersemliği kol geziyor.

Perondaki koltuklar bir ki ilik: Ne eskisi gibi uzanıp yatılabilen banklar var, ne yan yana birkaç koltuk. Bir evsiz-barksız, yersiz-yurtsuz, Fransızca deyi inin (Sans Domicile Fixe) üç kelimesinin ilk harle-

rinin kısaltılmasıyla elde edilen bilme-

ceyle bir SDF , kıvrılmı bir kenara: Sağ ayağı sol ayağının üstünde, ba ı dizlerine dü tü dü ecek, uyukluyor: Hemen solunda, hani ne olur ne olmaz çalarlar malarlar diye duvara doğru sıkı tırdığı naylon çan-

tasından arap i esi görünüyor. Derisi a ınmı , paramparça ba ka bir çantada giysileri: Bütün varı yoku bu kadar. Met-roya binip yola çıkarken yeniden gözüm takılıyor ve görüyorum: Evsiz-barksız uykuya yeniliyor, ba ı dizlerinden kayıp bütün vücuduyla birlikte yüzükoyun betona dü üyor...

SDF lerin resmi sayıları meçhul. Devlet kedi gibi: Pisliğini saklamanın yollarını mutlaka buluyor. Yıllardan beri birçok SDF soğuktan ölüyor . İlgililerin gerekeni yap-

ması sonucu ölüm olayları kamuoyundan kısmen veya tamamen saklanıyor. Her ölümden sonra görevliler, yetkililer kimi önlemler alıyorlar. Örneğin kullanıl-

mayan metro istasyonlarını temizlettirip, yatakhane biçimine çevirterek SDF lerin geceyi geçirmeleri için sunuyorlar. Ama yetmiyor ki. Yeni ölümler birbirini izliyor. Ve bu her kı yineleniyor...

Metro République (Cumhuriyet) istas-

yonuna varıyor. Yolcular inip biniyorlar. Metro yeniden hareket ediyor. Bir ses, 30 larında bir genç:

İ sizim. Yoksulum. Evim yok. Barkım yok. Lütfen bir öro. Bir lokanta bileti. Kar-

nımı doyurmak için birkaç kuru . Bir otel odasında uyuyabilmem için yardımınızı bekliyorum.

Sonra koltukların arasından geçiyor, sağ elini uzatarak. Mağripli olduğunu san-

dığım bir genç birkaç kuru veriyor. Hepsi bu kadar. Sonraki durakta dilenci genç iniyor ve hemen öbür vagona atlıyor ve nutkunu yineliyor...

İki durak daha gidiyoruz. Yeni bir ses

GENÇ, SEVİMLİ VE APAÇIK SARHOŞ KADIN METRO İSTASYONA GİRENE KADAR BAĞIRIP ÇAĞIRMASINI VE KÜFÜRNAMESİNİ SÜRDÜRDÜ.

Page 34: AVRUPA KULTUR 01

34

duyuluyor, bu kez bir kadın, 20 lerinde ancak:

Sabahtan ak ama sizlerden para isten-

diğini, rahatsız edildiğinizi biliyorum. Ben de sizi rahatsız ettiğim için özür dili-yorum. Ama ben de yoksulum. Param pulum yok, evim barkım yok. Ayrıca seropozitiim. Anneyim, 25 aylık bir kız çocuğum var: Onun karnını da doyurmam gerek. Ne olur bir öro, bir metro bileti, bir lokanta bileti, bir sigara, bir sandviç, bir parça çikolata...

Genç anne küçük bir kız çocuğunun elinden tutmu , çeki tirerek dileniyor. Kız çocuğuna bakıyorum: Sanki artık bu dün-

yadan değil. Sanki bu dünya, onun dünyası değil. Genç anne ön kapıdan binmi ti, arka kapıdan iniyor: Para veren, yardım eden oldu mu?

Metro yeraltından yeryüzüne çıkıyor: Seine Nehri üstündeki köprüden geçi-yoruz. Sağ tarafımızda, çok uzaklarda tavanı, gökle bulu tu bulu acak kubbesi altınla kaplı İnvalides binası pırıl pırıl, gözlerimiz kama ıyor. Dilenci genç kadın bu manzarayı görmüyor. Onun derdi çocu-

ğunun karnını doyurmak. Austerlitz Garı solda kalırken, metro durağına varıyoruz. Pazar yorgunu vagondan birkaç ki i daha iniyor. Biz kalıyoruz: Bastille de binen sarı ın bomba, Magripli genç ve bendeniz kulunuz.

Tam o sırada ya lı bir çift biniyor. Ya lı kadın ve kocası gelip kar ıma oturu-

yorlar. Erkeğin elinde iki naylon torbada pazardan alınmı taze sebzeler. Bayan iki büklüm, ama son derece genç i i ve haki-katen harika bir at kuyruğu yapmı ki diliniz tutulur. At kuyruğunu inerlerken fark edi-yorum.

Yanıma oturur oturmaz derin felsefe yapmaya ba lıyorlar. Önce bayan ba -

lıyor: Gérard bugün biraz daha iyiydi. Sonra erkek devam ediyor ... Sonra kısa süren bir sessizlik ... Bir ara ya lı kadın,

elleriyle iki naylon torbaya hakim, Her-

halde Campo-Formio istasyonuna varı-yoruz diyor. Dosdoğru. Ba kası zaten ola-

mazdı. İstasyona varınca ya lı amca sözü yeniden alıyor, Bak gördün mü, Campo-Formio ymu gerçekten. Doğru be! Sanki bu i areti bekliyormu gibi, ya lı bayan, Haydi kalkalım , diyor, gelecek istas-

yonda ineceğiz nasıl olsa. Tedbiri elden bırakma Cabbar! diyen Yılmaz Güney gözümün önünde canlanıyor, birlikte bıyık altından gülüyoruz.

Pazar metroları yollarına devam ediyor. Bizimle veya bizsiz.

Sadece, sanki sadece yabancıları ta ıyan metrolardır pazar metroları: Yabancıları, göçmenleri, köklerinden kop-

mu ları, kökenlerinden koparılmı ları. Köklerini yitirmek üzere olanları. Yani (k)öksüzleri.

Place d İtalie de (İtalya Meydanı nda) iniyorum. Saat 14 olmadı daha... Güne soğuk.

Pazar öğleden sonrası bitmeden, saat 16.30 da, haydi eve dönmeli ve bütün bun-

ları yazmalı diyorum... Paris böyledir i te. Aynen böyle:

Korkak, umursamaz, hain, ya lı, fırlama, dilenci, bitirim, kopuk, sabahları serseri, geceleri pu t, ak am üstleri aceleci, i siz-

leriyle ihtilalci, kadınlarıyla saldırgan, sevecen, â ık, yalnız, geveze-gezegeze, seyirci ve seyirlik, uzak ve yakın. İhtilaller tanığı ba kent. İhtilallere be iklik yapan ama bir türlü ana ol(a)mayan ba kent. I ık-Kent. Seyir-Kent ve bilhassa Gösteri-Kent. Metro-Gün. Metro-Gece.

Page 35: AVRUPA KULTUR 01

35

www.issuu.com/yaprakkiran01

Çizimler | Zeichnungen

Page 36: AVRUPA KULTUR 01

36

© Fo

to: Ö

mer

Yapr

akkı

ran

| 197

7 Ff

m

Page 37: AVRUPA KULTUR 01

37

Ruhi Su nun en güzel kızı ve belki de tek öğrencisi Sümeyra, 5 ubat 1990 da Frankfurt ta bu dünyaya veda etmi ti. Bir kötü aka gibi aniden ba layan sürgüne fazla direnemedi. Fakat 1985 te yakalan-

dığı amansız hastalığa rağmen ayakta durabildiği sürece gurbette konserler verdi, türküler söyledi. Hep müzik için ya adı. Bu yıl mayıs ayında 70 inci doğum yılını da kutlayacağız.

Halen Frankfurt ta ya ayan e i Hasan Çakır, Sümeyra nın 70 ya ını farklı etkin-

liklerle kutlamak istediğini, ama bunun için kendi çabasının yeterli olmayacağını söylüyor. Sümeyra ile geçen yıllarını kitap-

la tırma çalı malarını da sürdüren Çakır, özellikle genç müzik insanlarımızı bir yeni yola çağırıyor, Fazıl Say ve sonraki ku ak-

ları Ruhi Su nun Sümeyra nın de e liğinde açtığı yolu tamamlamaya, hatta buradan

hareketle yeni yollar açmaya davet ediyor. Hasan Çakır, Umarım bu yıl bu doğrul-tuda atılacak yeni adımlara da sahne olur. Sümeyra nın Ruhi Su nun vasiyeti saydığı en büyük arzusu da gerçekle ir diyor.

- Sümeyra nasıl bir ok ya adı? Sonuçta hayatında belki de hiç beklemediği bir anda sürgün gerçeğiyle yüz yüze kalmı oldu? HASAN ÇAKIR - Berlin Kreuzberg

Belediyesi nin düzenlediği Nâzım Hikmet Haftası na davetli olarak gelmi ti. Davet-liler arsında Ruhi Su, Meral Taygun, Ali Ekber Çiçek de vardı. Beraber gelmi tik. Fakat 12 Eylül le birlikte DİSK Maden-İ Korosu hakkında tutuklamalar ba latıl-dığını öğrenince bir süre Berlin de kalma kararı aldı. Hatta Ruhi Su da dönsün mü dönmesin mi diye tartı tık falan, ama Ruhi Su dönmek istedi ve beraber döndük. Sümeyra Almanya da kaldı... Ben, bir yıl

Sümeyra ya 70 ya armağanı

1990 yılında Frankfurt ta aramızdan ayrılmı tı

“Sümeyra, Ruhi Su’nun ve onun yeniden yarattığı türkülerin uluslararası müzik dünyasındaki yerini alması gerektiğini düşünüyordu. Bu ise ancak Ruhi Su türkülerinin notaya alınması, ses sanatçılarının repertuarına girmesiyle mümkün olacaktı. O nedenle Frankfurt Goethe Üniversitesi’nin Müzik Bölümü’ne yazıldı.”

Page 38: AVRUPA KULTUR 01

38

ğinde deniyordu. Hatta bu i i bizzat yap-

mayı hedeliyordu. O nedenle Frankfurt Goethe Üniversitesi nin Müzik Bölümü ne yazıldı… Dediğim gibi, Sümeyra nın Vera Sebastian la birlikte verdiği konserlerde piyano e liğinde söylediği Ruhi Su tür-

küleri de var. Denk gelirse bunları bu yıl bir albümde derlemek istiyorum… Tabii Sümeyra nın bu i i de daha i in ba ında kesintiye uğradı.

- Hastalığı nedeniyle mi? HASAN ÇAKIR - Evet, o da bütün bu

i leri engelledi tabii… Sümeyra, Ruhi Su türkülerini dünyadaki her ses sanatçı-sının repertuarına alabileceği bir duruma getirmek istiyordu. Sözgelimi, ünlü Alman Bariton Dietrich Fischer-Dieskau tıpkı Schubert in, Mahler in Lied leri gibi, Yunus Emre- Ruhi Su, Karacaoğlan- Ruhi Su veya Nâzım Hikmet-Ruhi Su türküleri de söyleyebilmeliydi… Bunun için Ruhi Su türkülerinin her eyden önce notaya alınması gerekiyordu… Ne yazık ki bu i kesintiye uğradı. Hastalığın etkisi oldu bu kesintide tabii. Bu i için büyük zaman gerekiyordu, o geni zamana hiç sahip ola-

madı Sümeyra… Bir de konserler elbette… Sürekli konser veriyordu Sümeyra. Sen-

dikaların, barı hareketinin, siyasi parti-lerin düzenledikleri festivallere, toplan-

tılara davet ediliyordu. Bu da çok zaman alan bir i ti… En son Aschafenburg kentinde bir konser verdi, çok güzel bir konserdi…

sonra sonra yeniden Almanya ya geldim tabii...

- Anılarınızı kaleme aldığınızı, yayım-

lamak istediğinizi biliyoruz. Birinci elden sormu olalım: Müzikle ilgili neler planladı Sümeyra burada?

HASAN ÇAKIR – Çok ey… Türkü albümleri… Sümeyra nın üzerinde çalı -

tığı bir çok türkü albümü vardı... Kadınla-

rımızın Yüzleri, Allı Turnam albümleri yıl-larca süren bir ara tırma ve çalı manın ürünleriydi. Gülün Elinde, Vardar Ovası, Serçelerin Süvarisi (Suware Çucikan), Çocukların Dileği, Aptal arkı, Kıyamet, Türkülerle İnsan Hakları Bildirgesi gibi türkü albümleri üzerinde çalı ıyordu… Bu çalı malardan bir ikisini ben daha sonra yayımladım. Vardar Ovası, Gülün elinden, Suware Çuçikan (Serçelerin Süvarisi)…

Sümeyra nın mutlaka yapmak istediği i lerden biri de, Ruhi Su türkülerini nota-

lama ve uygun olanlarına piyano e liği tasarlamaktı. Bu konu üzerinde uzun uzun Ruhi Su ile telefonda konu tukla-

rını hatırlıyorum. Yani bu i Ruhi Su nun bir tür vasiyeti, verdiği bir görev gibiydi. Sümeyra ya göre, Ruhi Su nu türkü söy-

leyi i, yani tarzı, türkü söylemede gerçek anlamda bir yenilikti. Ruhi Su, türkü-

leri i liyor, birinci sınıf bir ustalıkla bir sanat eserine dönü türüyordu; evrensel klasik müziğin büyük ustaları gibi halk türkülerini i liyordu. Onların notaya dök-

tüğü i i sesiyle yapıyordu… Sümeyra için Schubert in, Schumann ın Lied leri ne ise Ruhi Su türküleri de o idi ve en önem-

lisi Türkçe söylemenin kuralları Ruhi Su nun söyleyi inden çıkacaktı… Sümeyra, Ruhi Su nun ve onun yeniden yarattığı tür-

külerin uluslararası müzik dünyasındaki yerini alması gerektiğini dü ünüyordu. Bu ise ancak Ruhi Su türkülerinin notaya alınması, ses sanatçılarının repertuarına girmesiyle mümkün olacaktı… Evet, bu i Sümeyra nın çok önem verdiği i lerden biriydi. Ömrünün son yıllarında kendini tamamen bu i e vermi ti diyebilirim. Ruhi Su türkülerini notaya alıyor ve uygun bul-duklarını piyanist Vera Sebastian e li- Hasan Çakır

Page 39: AVRUPA KULTUR 01

39

- Bir büyük i kesintiye uğradı ve Ruhi Bey’in verdiği görev ve vasiyeti yerine geti-rilemedi. Peki, bu anlamda Sümeyra bir ba arısızlık mı ya adı?

HASAN ÇAKIR – Hayır… Büyük i bitiri-lemedi, ama Sümeyra bu i i ba lattı. Yani, yapılması gereken i ortada… imdi bu i in tamamlanması, ba arılması gerekiyor…

- Ruhi Su’nun, Sümeyra dı ında bir öğrenci yeti tiremediği de söylenir. Sümeyra da Ruhi Su döneminin bir parçasıydı. Sonra-

sının değil. Zaten Ruhi Su’nun vefatından sonra 5 yıl ya adı Sümeyra. Burada da bir kesinti yok mu?

HASAN ÇAKIR – Tabii var. Ruhi Su, çorak toprakta akan bir su gibiydi. Onu anlamak ve anlatmak, aslında Türkiye aydın tarihini da anlamak ve anlatmak demekti. Ruhi Su yu dinlemek sadece aydın olmak da değil, bir halkı anlamanın yoluydu. Bu, büyük bir aydınlık yoldur. Bizim aydınımız gerçi Ruhi Su yu sevdi, tanıdı, ama onu tanıtıp ileriye ta ıya-

madı. Olmadı o i . Gerçekten de 60 larda ve 70 lerin ba ında aydın olmak Ruhi Su yu sevmek ve anlamakla e değer-

deydi… Müzik dünyamızda Ruhi Su nun ve Sümeyra nın atılımı, henüz tam bilince çıkamamı bir olumlu ba langıç olarak kalmı tır. Ruhi Su yu sevenlerin çabaları

yetmiyor… Artık galiba genç ku ak bes-

tecilerimizin, ses sanatçılarımızın, kon-

servatuarlarımızın bu i i ele alması gere-

kiyor. Sümeyra nın ba lattığı i i sür-

dürmek, tamamlamak gerekiyor. Ruhi Su türkülerini güncellemek, bu kesintiyi ortadan kaldırmak lazım… Halkı anla-

manın ve anlatmanın en doğru yoluydu Ruhi Su. imdi bir Ruhi Su rönesansının zamanıdır.

- Sümeyra istediği gibi ya adı, ama mutsuz mu öldü?

HASAN ÇAKIR – Tabii mutlak bir mut-luluk yok. Mesela güzel bir konserden sonra, tabii ki çok mutluydu. Ama sür-

günde, asıl büyük kaynaktan, yurdundan koparılmı tı. Yalnız bir ey onu teselli ediyordu: Buradaki Türkiyeli insanlar ile bulu uyordu ve konserlerine ilgi hep büyüktü. O anlamda pek de yalnız değildi. Bir toprak bulmu tu burada da. Ama ne olursa olsun, yurdundan koparılmı olmak, 12 Eylül engeliyle ya amak, çok huzursuz edici bir eydi. Küçük mutluluk anları, konserler mesela ya adı, ama yapa-

bileceklerinin hepsini yapamadı. Ba ladığı i lerin çoğu yarım kaldı… Kırmızı gül sende kaldı tamahım diyor Sümeyra nın söylediği bir türkü. (FHF)

Frauenfestival Hamburg

Page 40: AVRUPA KULTUR 01

40

SINIRLARIN ÖTESİNDEKİ KÜLTÜR

Federal Almanya her zaman ilginç

Türkî giri imlere sahne oldu. Yarım asrı a kın bir zamandır süren bu giri imlerden biri de yıllardır çalı malarını Essen de sürdüren Katakomben-Theater . Kent merkezindeki ünlü Girardet Haus da yer-le ik bu salon, uzun süredir yakla ık 1 milyon Türkiye kökenli insanın ya adığı Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde sınırlar ötesi bir kültür odağı. Katakomben, önemli olanaklara sahip sahnesinde gele-ceğe yönelik kültürler ötesi sanatsal etkin-likleriyle ilgi odağı olmayı mart ayı prog-ramında da birbirinden ilginç etkinliklerle sürdürecek.

3 Mart ta Ankara Tiyatro Fabrikası, Aziz Nesin in ünlü Toros Canavarı oyu-nunu sergileyecek. Onu 4 Mart ta Muhsin Omurca nın Taksim Maksim ba lıklı komik arkıları izleyecek. Ünlü kabareci

Omurca nın yazıp oynadığı ve arkılarını da bizzat icra ettiği bu gösteride, Atilla Elmalı ile Kazım Dervi de enstrümanla-rıyla ona e lik edecek.

5 Mart ta saat 23.00 ten sonra Esta-rabim ile samimi ve seviyeli bir ortamda eğlenceli parti gerçekle tiri-lecek. Katakomben-Theater bu gecede, Türkçe Anadolu rock ve günümüz Türkçe

pop müziğinin yanı sıra Latin, House ve Black müzik türlerinden de örnekler sunu-lacak.

12 Mart ta tango ve rembetiko gibi iki dünyaca ünlü yeraltı müziğinin ba -yapıtları sahne alacak. Kemancı Önder Baloğlu nun müzik yönetmenliğinde, Dimitrios Prandecos, Murat Sanalmı , Ahmet Bekta ve Kazım Çalı gan gibi sanatçılar e liğinde, program boyunca liman müziği örnekleri seslendirilecek.

Mart ayının en güzel süprizlerinden birini de Hollanda kökenli genç ku ak müzisyenlerimizden Karsu olu turacak. 18 Mart ta saat 20.00 de ba layacak prog-ramında Karsu, yeni albümü Colors ın tanıtımı kapsamında sahne alacak. 2012 yılında çıkardığı ilk stüdyo albümü Con-fession ile Avrupa ve Türkiye de büyük beğeni toplayan Karsu, bu kez yeni albümü Colors ile Essen ve çevresin-deki müzikseverlere yeni tınılar ta ıyacak. Türkiye kökenli Hollandalı sanatçı, çok yönlü yetenekleriyle müzikte yeni kapılar açmayı sürdürecek.

Katakomben-Theater ve içerdiği prog-ramlar hakkında ayrıntılı bilgi kurumun internetteki adresinden alınabiliyor. (katakomben-theater.de)

Page 41: AVRUPA KULTUR 01

41

www.bizimaachen.de

1 Nisan 2016‘da bir şaka yapacağız ve çıkacak olan

yeni sayımızla 3. yılımızı kutlayacağız!

Page 42: AVRUPA KULTUR 01

42

Çirkinliǧin kültürel tarihi

ASUMAN KIRLANGIÇ

Page 43: AVRUPA KULTUR 01

43

Çirkin insan, çirkin bina, çirkin ehir, çirkin oyun, çirkin politika, çirkin poli-

tikacı, çirkin sanat, çirkin yemek, çirkin koku, çirkin cadı, çirkin dev vs. vs...

Çirkin de tıpkı güzel gibi hayatımızın içinde ve her yerde; Aman ne güzel! dediğimiz gibi, Aman ne çirkin! de diyo- ruz. Sevmediğimiz, bizi rahatsız eden her ey çirkin. Bu ekilde ele alınca, çirkin

kavramı oldukça banal. Oysa çirkin kav- ram olarak bundan daha fazlasını içeriyor.

Her ne kadar güzellik, her daim aranan ve özlenen bir nitelik olsa da, son zaman-

larda çirkinlik de farklı alanlarda değer kazanan bir kavram oldu. Gretchen E. Henderson, Çirkinlik, Kültürel Bir Tarih (Ugliness, A Cultural History, Reaktion Books, London 2015) adlı bir süre önce yayımlanan kitabında, çirkinin farklı dönemlerde farklı kültürlere bağlı olarak deği en anlamını inceliyor. Yazarın amacı, çirkin ile e anlamlı kelimeleri ele alarak terimin korkunç ve ürkütücü anlamının

etimolojik kökenlerine inerken, kültürel tarih içerisinden sunduğu örnekler ile kavram hakkında okuyucuya bir çerçeve sunmak.

En basit anlamda, Antik dönemde tanımlanan çirkin ile 18 inci yüzyılda tanımlanan çirkin birbirinden farklıyken, günümüzde kullandığımız çirkin kavramı da 18 inci yüzyılda kullanılandan farklı, hatta günümüzde çirkin, pozitif çağrı-ımlar dahi içerebiliyor. Kültürel tarih

içerisinde çirkin terimi kendini dönü -

türürken, kar ıtı kabul edilen güzel ile daha farklı bir ili ki içine girerek, birbir-

lerini tamamlar hale gelmi durumdalar. Güzellik ve çirkinlik, kar ıt kavramlar olmak yerine, birbirinin çekim alanındaki iki yıldız gibi, hem birbirlerinin hem de kendi eksenlerinin etrafında dönüp duru-

yorlar. Her ikisi de diğerinin etkisi altında kendi varlığını (anlamını) ekillendiriyor.

Henderson da, Umberto Eco nun Çir-

kinlik Üzerine (On Ugliness, Rizzoli, New York 2007) ba lıklı kitabındaki gibi, güzel-liğin sıkıcı, çirkinliğin ise çok daha eğlen-

celi olduğunu belirtiyor. Güzellik hep aynı sınırlı normlar içerisinde betimlenirken, çirkin, sınırsızlığı ile oldukça yaratıcı ve sonsuz bir çe itlilik vaat ediyor; çirkin her an her yerde olabilir.

Elbette ki yazarın amacı, çirkini güzele ya da güzeli çirkine dönü türmek değil, bununla birlikte her iki terim de ne siyah ne beyaz, her ikisinin de gri alanları var. Hepimizin kabul edebileceği gibi, çirkinlik de güzellik de göreceli kavramlar, içinde ya anan döneme, kültüre, alınan eği-time ve hatta ya anmı lıklara göre deği-iklik gösterebilirler. Henderson ın amacı

bu göreliliği vurgulamak. Yazar, çirkinin sınırsızlığı içerisinde kitabının sınırlarını tekil çirkin örneklerden ba layarak, daha sonra gruplara ve oradan da duyulara doğru belirliyor. En sonunda da, kendi ve öteki arasındaki sınırları kaldıran

GÜZELLİK HER DAİM ARANAN BİR NİTELİK. AMA SON ZAMANLARDA ÇİRKİNLİK DE FARKLI ALANLARDA DEĞER KAZANAN BİR KAVRAM OLDU.

Page 44: AVRUPA KULTUR 01

44

bir inceleme sunuyor. Buradaki amaç biraz da kavramın tarihsel bir arkeolojisini yapmak.

MİTOLOJİ VE EFSANELERDE ÇİRKİN

Yazar tekil örneklerden bahsettiği kitabın ilk bölümünde, özellikle mitoloji ve efsanelerdeki insan hayvan hibritleri üze-

rinde duruyor. Mitoloji ve felsefe, çirkin için, insandan daha a ağıda olduğu var-

sayılan yaratıkların yer aldığı bir hiye-

rar i belirliyor. Gene de antik dönemde çirkinlik, kelimenin etimolojisine bakıl-dığında, iziksellikten daha çok korku ve

deh et duygularına bağlı olarak belirle-

niyor. Bununla birlikte, Antik Mısır da bu tarz insan hayvan karı ımları tanrısal olarak kabul edilirken, negatif gönderme-

lere de sahip. Ortaçağ da ise çirkinlik teması ile ilgili,

özellikle destanlarda görülen dönü üm ve metamorfoz ön plana çıkıyor. Daha sonraki dönemde i in içine ahlak giriyor, hatta öyle ki, güzellik ve çirkinlik iyi ve kötü

ahlakın vücutsal yansıması olarak kabul ediliyor. Çirkinlik ve ucubelik her daim bir arada kullanılsa da, Henderson özel-likle 18 inci yüzyılda çirkinlik ve sakatlık (deformasyon) kavramlarının birlikte kul-lanıldığını ve 19 uncu yüzyılda da çirkinlik ve anormalliğin e anlamlı hale geldiğini belirtiyor. Bu arada Viktorya döneminde, ba ta etnik olmak üzere, ender görülen farklılıkların sergilendiği ucube göste-

rilerinde ( freak shows ) bir artı gözle-

niyor. Özellikle sirk, galeri ve müzelerde sunulan gösteriler gene eski bir olguyu insan hayvan karı ımı ucubeleri, normal

insanların kar ısına getiriyor. Bir taraftan ucube olarak doğan bu

insanların kitlelere sunumu varken, diğer bir örnek günümüzden bir sanatçının ken-

disini kitleler önünde ucubele tirmesi: Fransız sanatçı ORLAN, bir dizi estetik operasyon ile yüzünü kasten çirkinle -

tirip, kendini ucubele tiriyor. Kitabın bu ilk bölümü daha çok dı görünü ile belir-

lenen çirkin üzerine, bununla birlikte kül-türel farklılıklar ve korku üzerinden belir-

lenen bir çirkinlik kavramı bu. Tabii bir de normallik olgusunun sorgulanması var; farklı olan doğrudan anormal kabul edi-liyor.

MEŞRULAŞTIRILMA MI, İTİBARSIZLAŞTIRILMA MI?

Kitabın ikinci bölümü çirkin gruplar üzerine. Buradaki örnekler daha genel. İkinci bölümün amacı kültürel pratiklerde çirkin grupları resmile tiren terimlerin incelenmesi. Yazar bu bölümde bilhassa çirkin grupların me rula tırılması ya da itibarsızla tırılması üzerinde duruyor, aslında her iki durumda da çirkine bir değer atfediliyor. Öncelikle grup tanımla-

maları ile çirkinliğin sınırlandırılması söz konusu. Yazarın ele aldığı ilk grup, cana-

varlar; aslında çirkinlik bu grup ile özde -

le mi . Özellikle farklı kültürler ya da ide-

olojiler ile çatı malar ya andığında, öteki her zaman canavarla tırılıyor. Aslında buradaki durumu tetikleyen sadece korku değil, aynı zamanda ötekine duyulan

ANTİK DÖNEMDE ÇİRKİNLİK, KELİMENİN

ETİMOLOJİSİNE BAKILDIĞINDA, FİZİKSELLİKTEN

DAHA ÇOK KORKU VE DEHŞET

DUYGULARINA BAĞLI OLARAK BELİRLENİYOR.

Page 45: AVRUPA KULTUR 01

45

merak, ilgi ve hayranlığın bir arada ken-

dini göstermesi. Öteki grubun canavar-

la tırılması içerisinde hayranlık ve merak daha baskın. Tıpkı Avrupalı gezginlerin Hint tanrılarına kar ı duydukları ilgi ve merak gibi.

Sınırlanan çirkinliğin daha sonra sömürgele tirilmesi geliyor. Farklı kül-türel özellikler ve pratikler çirkinliğin normu olarak kabul ediliyor, bu tanım korku ve güvensizlik duygusu ile alakalı. Elbetteki burada çirkin tanımı sömürge-

le tirene ait. Ardından yazar askeri çir-

kinlikten bahsediyor. Birinci Dünya Sava ı sırasında, bedensel yaralı askerler için,

ehirlerden uzakta (toplum ile mümkün olduğunca az temasta bulunulacak yer-

lerde) özel hastaneler türüyor. Hasta-

nelerin amacı bedensel deformasyona uğrayan askerlerin, dı görünü leri ile top-

lumu rahatsız etmeden varlıklarını sür-

dürmeleri ve estetik ameliyatlarla, özel-likle yüzlerinde meydana gelen deformas-

yonların mümkün olduğunca hailetil-mesi. Her ne kadar bu askerlere toplumda saygı duyuluyorsa da, rahatsız edici görünümleri yüzünden toplumdan dı lanıyorlar.

Gruplar üzerinden ele alınan çirkinde de iziksellik ve normallik tanımlamaları

SINIRLANAN ÇİRKİNLİĞİN DAHA SONRA SÖMÜRGELEŞTİRİLMESİ GELİYOR. FARKLI KÜLTÜREL ÖZELLİKLER VE PRATİKLER ÇİRKİNLİĞİN NORMU OLARAK KABUL EDİLİYOR.

ön plana çıkıyor. Normallik gene içinde ya anılan kültür ve topluluk üzerinden tanımlanıyor, normalin dı ında olan ise korku veriyor. Belki de insanın korkusu kendini ait hissettiği grubun dı ına itilmek. Bu korku ile birlikte kendi grubuna ait olmayanı dı lıyor, aforoz ediyor.

DUYULARIN KÜLTÜREL ROLÜ

Kitabın temel konusu insanın ken-

disi aslında. İlk iki bölüm insanın tutum ve yargıları ile belirlenen çirkin kavra-

mını incelerken, üçüncü bölüm insanın bedensel duyuları ile belirlenen çir-

kinliği ele alıyor. İnsan, görme, duyma, tatma, kok-

lama ve dokunma duyularıyla çirkin-

liği kendi kültürü içinde öğrenir, bu öğrenilmi likleriyle de kendi tanımla-

rını belirler. Kısa-

cası beden kendi bilgisini olu turur.

Bilgiyi olu turan ilk ve en önemli duyu görmedir, hatta görmek inan-

maktır. Fotoğraf bile iktidarını bu mit üzerinden güçlen-

dirir. Duyusal ve duygusal anlamda pek çok eyi görme duyusu belirler. Görme duyusu hem kültürel hem ki isel açıdan farklılık yaratır, kararları belirler. Çirkin görünümlü ki i, güzel görünümlü ki iden daha az itibar görür. Diğer bir duyu ise duyma: İnsan vücudu pek çok sesin ve aynı zamanda çirkin sesin de (geğirmek, kusmak, çığlık atmak, kemirmek vs.) kaynağıdır. Tuhaf bir ekilde ilk olarak rahatsız edici, kötü ve çirkin olarak nite-

lendirilen müzik türleri zamanla birer kla-

siğe dönü ebilir. Bunun en bariz örnekleri jazz ve rock and roll dur. Bu anlamda

Page 46: AVRUPA KULTUR 01

46

duyma duyusu çirkin kavramına oldukça pozitif bir alan açar. Tabii sesin kayde-

dilerek tekrar tekrar dinlenebilmesi ola-

sılığını göz ardı etmemek gerekir. Kulak sürekli duyduğu bir sese kar ı algısını deği tirebilir. Yani aynı ses bir süre sonra rahatsız edici özelliğini kaybedebilir. Aynı ey daha geçici olan koku için geçerli

değildir. Koku algı hiyerar isinde daha a ağıda

yer alan bir duyu. Vücut pek çok kötü ses ürettiği gibi, pek çok kötü koku da üre-

tiyor. 18 inci yüzyıl Fransa sında kokmak kesinlikle olumsuz bir durum değildi. Hatta doktorlar hastalarına vücutlarından çıkan kokuya göre te his koyarlardı. 1789 daki Fransız Devrimi nden sonra durum deği ti. Hijyen, modern hayatın bir olgusu haline geldi. Hatta öyle ki, koku ve tehlike e anlamlı hale geldi. Günümüzde kokuların nötr olduğu alanlar polisler tarafından daha az kontrol edilir. Çünkü koku ve güvenlik arasında bir bağlantı kurulur.

KÜLTÜRDE TAT DUYUSU

Tat duyusuna gelince, duyular ara-

sında kültüre en bağlı olan duyu tattır. Farklı kültürlerin mutfaklarında, diğer-

leri için iğrenç ya da dayanılmaz olarak nitelendirilecek pek çok yemek türü var. Ne var ki, doğal kaynakların giderek azalması durumu, günümüz toplulukla-

rında belki de gelecekteki tek besin kay-

nağının böcekler olacağı ikrini güçlendi-riyor. Diğer taraftan eğlence sektöründe Fear Factor gibi programlarla, izleyiciyi ok içinde bırakarak, iğrenme duygusunu

kullanan çirkin tatlar sermayele tiriliyor. Halbuki yediğimiz eyler aslında tamamen kültürel, kesinlikle doğal değil. Bizim için çirkin tatların belirlenmesi kesin-

likle alı kanlık. Çirkin tadın temelinde ise tamamen modern bir korku var: İnsanın tüketilebilir organik yapısı. İnsan vücu-

dunun toprak altında ya da üstünde çürü-

mesi ya da tüketilmesi, modern insanın temel korkusu.

Dokunma ise tüm duyular arasında çirkin ve suçlu olma potansiyeli en yüksek olan duyu. Duyularda da çirkinin belirlen-

mesinde korku ve kültür faktörü yeniden kendini gösteriyor.

Henderson çirkinliği ele alırken onu neredeyse sadece kültürel bazda inceliyor. Bu anlamda kitap, çirkinlik gibi kendi içinde sınırsız imkanlar sunan bir kav-

ramı inceleme konusunda zayıf gibi görün-

mekle birlikte, ki aslında öyle, yazarın sonuç bölümünde kendi eserini aynı kavram altında değerlendirmesi ve yap-

tığı özele tiri ile farklı bir boyuta giriyor. Yazar kitabına yapılabilecek bu ele tirinin tam olarak farkında, fakat o da belirtiyor ki, çirkinlik gibi geni bir kavramın her yönüyle ele alınıp incelenmesi mümkün değil. Henderson ın amacı, okuyucunun kendi çirkin kavramını mercek altına alması, hatta onu de ip altında yatan tüm yargıları yüzeye çıkarması. Bu açıdan bakıldığında Henderson, verdiği örnekler ve kurduğu bağlantılar ile amacına ula ıyor.

Çirkinlik ve güzellik, her ikisi de oldukça göreceli kavramlar, toplum ve kültür tarafından belirlenmekle birlikte, ki isel geli im ile farklıla tırılıp dönü tü-

rülebilir. Hele ki günümüzde, çirkin nere-

deyse tüm alanlarda kendine daha güçlü bir yer edinmekte, fakat bunu yaparken kendi tanımını da dönü türmekte. Çirkin güzelin yerini almıyor, ama çirkin ve güzel arasındaki ili ki dönü üyor, birbirlerini tamamlayan bir çift haline geliyor. Çirkine ait her ey güzele müdahil olurken, güzel olan her ey de çirkinin içine giriyor...

HENDERSON'UN AMACI,

OKUYUCUNUN KENDİ ÇİRKİN

KAVRAMINI MERCEK ALTINA ALMASI,

HATTA ONU DEŞİP ALTINDA YATAN TÜM

YARGILARI YÜZEYE ÇIKARMASI.

Page 48: AVRUPA KULTUR 01

48

Kitaplar ve bilimadamları yanıt arıyor

Döner Almanya’yı, Almanya da döneri değiştirdi

Page 49: AVRUPA KULTUR 01

49

Birçok çevrede “Türk mucizesi” olarak

da anılan dönerin Almanya ya girip yer-

le me sürecinde ciddi deği imlerden geç-

mesi, sokaklardan üniversite sıralarına kadar tartı ılan bir konu. Anadolu kay-

naklı bu yeni fast-food , sadece lisans düzeyindeki derslerde değil doktora prog-

ramlarında da i leniyor. Bu arada art arda yayımlanan kitaplarda, yemekten popüler kültüre kadar çok çe itli alan-

larda dönerin Alman toplum ya amındaki izleri i leniyor.

Frankfurt Goethe Üniversitesi Etno-

loji Enstitüsü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Marin Trenk, bir süre önce yayım-

ladığı Döner Hawaii – Unser globalisi-ertes Essen (Döner Hawaii – Bizim Küre-

selle mi Yemeğimiz) kitabında, ülkedeki yemek kültürüne döner etkisini tartı -

maya açan yazarlar arasında yer alıyor. Bir popüler kültür incelemesi niteliğin-

deki bu kitabında Prof. Dr. Trenk, dün-

yanın çe itli bölgelerindeki yiyeceklerin ve damak tatlarının birbirine uyum sağ-

ladığına ve böylelikle de özel bir küresel-le me ya andığına dikkat çekiyor. Federal Almanya nın birkaç on yıl içinde, dı arıdan gelen etnik grupların yiyeceklerini özem-

semi bir ülkeye dönü tüğünü savunan Alman bilimadamı, ülkedeki lezzet ter-

cihleri, damak tadı ve yeme alı kanlıkla-

rının nasıl dönü tüğünü örneklerken, bu süreçte seyahatların önemli bir payı oldu-

ğunu vurguluyor. Güney İtalya kökenli pizza ve makarna çe itleri gibi Anadolu kökenli dönerin de Almanya da kısmen farklıla tığını kaydeden Trenk, tüm dün-

yadan etnik restoranların bugün artık Alman ehirlerinin gastronomik resmini damgaladığını belirtiyor. Alman yazara göre, klasik Alman mutfağının yerinde zaten on yıllardır yeller esiyor. Ancak bu dev pazara pizza İtalya daki, döner de Türkiye deki salığını yitirerek girebiliyor.

Bölgesel kültürler ve yemekleriyle ilgili çalı malarında Almanya nın yemek konu-

sunda bir uygarlık geriliği ya adığına i aret eden Trenk, bu geriliğin yeni eği-limlerle ortadan kaldırılabildiği görü-

ünde. Özellikle İkinci Dünya Sava ı son-

rasında ve refahın yayılmaya ba ladığı 1950 lerden itibaren Almanya nın kendi mutfağından ve mirasçısı olduğu lezzet geleneğinden büyük ölçüde yüz çevirdi-ğini hatırlatan Marin Trenk, Bugün artık Alman mutfağının iyi bir öhreti yok görü ünü savunuyor.

Frankfurt-Nordend gibi, birçok yemek kültürünün neredeyse yan yana sıra-

landığı bir semtte ya adığını belirten Marin Trenk, bu yaygınlığın küresel-le me ile bağlarına dikkat çekiyor. 1945 sonrasında Federal Almanya ya gelen en önemli iki göçmen grubun Güney İtalya ile Anadolu dan kaynaklandığını kaydeden Trenk, Ancak bu grupların mutfağı ne geli kin Kuzey İtalya ehirlerinin ne de İstanbul ve Osmanlı İmparatorluğu nun iddialı yemek sanatıydı. İstisnasız hepsi basit kırsal kesim gıdalarıydı diye yazıyor. Pizza ile dönerin Almanya daki paralelliklerine de dikkat çeken Alman etnolog, İtalyan lezzet kökeninin Alman tercihleriyle kombine edilmesinden yeni bir pizza lezzeti doğduğunu, aynı eyin döner ve kebap kültürü için de söylenebi-leceğini kaydediyor. Dı arıdan gelen yiye-

ceklerin zengin Almanya da iç talebin damak tadına uydurulduğunu hatırlatan Marin Trenk, Kimse Almanya da Güney İtalya veya Anadolu daki yerel mutfakları aramasın diye yazıyor. Prof. Tren, pizza gibi dönerin de, bu uyum sürecinden geçerek Alman toplumunun temel gıdası halini alabildiğini vurguluyor.

Türklerin Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Doğu Almanya daki eyaletleri ilk döner büfeleriyle tanı tırdığını hatır-

latan Marin Trenk, dönerin büyük çıkı-ına rağmen pizza ve makarna çe itle-

rinin on yıllardır Almanya da yemek ve damak tadıyla ilgili yönelimi belirlediği görü ünde. Frankfurt ta daha 1960 yılında Bosporus am Main adlı restoranda döner servisi yapıldığına dikkat çeken Prof. Trenk gelinen noktayı ve dönerin rolünü özetlerken, Artık tatlı Alman hayatını ( La deutsche Vita ) döner kebap olmaksızın dü ünmek mümkün değil ifadesini kulla-

nıyor. (FHF)

PROF. DR. MARIN TRENK, KİTABINDA ALMANYA'NIN YEMEK KÜLTÜRÜNE "DÖNER ETKİSİNİ" TARTIŞMAYA AÇIYOR.

Page 50: AVRUPA KULTUR 01

50

Döner önce Berlinleştirildi

sonra Almanlaştırıldı

Prof. Dr. Marin Trenk

Marin Trenk’e göre, “bizim bugün bil-

diğimiz döner gözlerini Berlin’in Kreuzberg semtinde dünyaya açtı. Frankfurt’taki restorana i aret eden Trenk, bu örneklerin 1971’de dönerin

Almanlar için tamamen yeni bir ey olmadığını gösterdiğine dikkat çekiyor ve bu tarihten itibaren dönerin büfeler

halinde toplumun ilgisini toplayabildi-

ğini belirtiyor. Alman yazarın önemli bir vurgusu “önerin eti önce Ber-

linle tirildi, sonra da Almanla tırıldı. Çe itli soslar, baharatlar ve katkı mal-zemesiyle yeni bir lezzete ula ıldı. Artık Almanya’nın en sevilen ve ayaküstü yeni-

lebilen yiyeceği, dönerdir eklinde. Kita-

bında Frankfurt’un ünlü Merkez Kebap Salonu’nu da örnek olarak gösteren

Marin Trenk, Türk döner ve kebap sek-

törünün geleneksel Akdeniz mutfağı üze-

rinden bir üst a amaya, yani soylu Türk mutfağına geçi yapmaya çalı tığını de belirtiyor ve ekliyor: “Etno yiyecek,

etnik kimlik içindir. Ama bir etno yiyecek dünyası da kültürel uyumlar gerçekle -

meden dü ünülemez. Sadece ana akım ile etno arasında değil, etno ile etno ara-

sında da belli bir karı ma, iç içe geçme ve silinmeler ya anacaktır. Hatta bu süreç artan ölçüde bir kural olmaktadır.

Page 51: AVRUPA KULTUR 01

51

www.binfikir.be

Page 52: AVRUPA KULTUR 01

52

“Buradaydılar, şarkılar

söylüyorlardı!”İMRAN AYATA VE BÜLENT KULLUKÇU, GEÇMİŞİN SESİNİ DERLEDİ

Page 53: AVRUPA KULTUR 01

53

Federal Almanya nın uzman müzik irketlerinden Trikont (www.trikont.

de) bünyesinde yayımlanan ilginç bir albüm devamını bekliyor. Ulm doğumlu ve Frankfurt Üniversitesi mezunu yazar İmran Ayata ile çalı malarını Münih te sürdüren Bülent Kullukçu, ortak üretim-

leri olan Songs of Gastarbeiter (Misair İ çilerin arkıları) adlı albümde, yakla ık 40 yıl önce Almanya da üretilen Türkçe arkılar üzerinden sesli bir tarih sondajı

gerçekle tirdiler. Genç derlemeciler, bu çalı malarıyla unutulmaya kar ı direnci gündeme getirdiklerini belirttiler. Halen halkla ili kiler alanındaki çalı malarını Berlin de sürdüren ve Bülent Kullukçu ile birlikte aralarında Frankfurt un da bulun-

duğu çe itli kentlerde bu arkılarla ilgili dinletiler düzenleyen İmran Ayata, sorula-

rımızı yanıtladı.

- Gerçekten önemli bir albüm çıkardınız. Ortada böyle bir ürüne talep olmamasına rağmen kendinizi buna mecbur ya da adeta görevli hissettiniz. Yola çıkarken neler dü ündünüz?

İMRAN AYATA - Bugüne kadar Talep nedir? diye dü ünerek bir i zaten yap-

madım, ileride de böyle olacaktır sanırım. İkinci Dünya Sava ı sonrasındaki Almanya yı anlatmak ve anlamak için göç olgusuna daha geni yer verilmesini, siyasi ve kültürel doğru bir duru olarak görü-

yorum. Nitekim Almanya da göç ve göçün getirdikleri üvey evlat konumunu a mı değil. Bizler buna kar ı tepki göstermekle yetinmemeliyiz, siyasi ve kültürel alanda üretken olmamız gerekiyor. Kaldı ki, böyle bir dinamizm var. Tiyatroda, edebiyatta ve göçmen politikalarında. Bunu yaparken eski argümanlarla boğu mak da bana pek anlamlı gelmiyor. Ben ahsen bu argü-

manlarla uğra maktan artık yoruldum. Bugün Almanya da göç, hâlâ ekonomi endeksli dü ünülür. İ gücü ihtiyacını kar-

ılamak için çağrılan, ekonomik krizlerde de geri gönderilmek istenen göçmenler... Bu, tarihi bir argüman değil. Bugün mül-tecilere çalı ma hakkı tanıma tartı ma-

ları, yurtdı ından kaliteli i gücünü Almanya ya davet etmek, bunun örnek-

leri... Daha çok ey sayabiliriz. Kısacası:

SİYASİ VE KÜLTÜREL ALANDA ÜRETKEN OLMAMIZ GEREKİYOR. KALDI Kİ, BÖYLE BİR DİNAMİZM DE VAR. TİYATRODA, EDEBİYATTA VE GÖÇMEN POLİTİKALARINDA...

Page 54: AVRUPA KULTUR 01

54

Bugünü anlamak için dünü unutmamak gerekir. Zaten bu mümkün değil. Bu, kül-türel alanda da öyledir. Fatih Akın lardan, Shermin Langhof lardan, Feridun Zaimoğlu lardan önceleri de vardır. Her ey ikinci ku akla ba lamadı yani. Bu,

kimilerine demode bir yakla ım gibi gele-

bilir, önemli değil. Bütün bunlardan daha önemli ba ka bir ey var: Göçmen türkü-

leri, arkıları Almanya toplumunda bilin-

meyen, bilenler tarafından da unutulan bir kültür. Bunların kaybolmaması için, bu müziği daha geni bir kitleye tanıtmak için Bülent le yola çıktık.

- 50 yılı geride bırakan toplu göçe ve bugün bu ülkede ya ayan 3 milyon Türkçeli insana rağmen, Almanya’da, bu müzik altkültü-

rünün yerle emediğini belirtiyorsunuz. Oysa albümünüzde 1970’ler ve 1980’lerin damgasını ta ıyan bir sound var. Almanya (halk, aydınlar, siyaset sınıfı vs.) bunu sizce neden dikkate almadı?

İMRAN AYATA - Zor bir soru. Hemen belirteyim, cevaplamam yeterli olama-

yacak ve söylediklerimin daha çok birer tez olarak algılanmasını istiyorum.

Bir: Bugün olduğu gibi dün de Alman toplumunun çok meraklı ve açık olduğunu dü ünmüyorum. Bunun için de göçmen-

lerin gündelik hayatları ve kültürel pratik-

leri pek ilgi uyandırmamı tır. Göçmenlere temel yakla ım i gücü bazındadır

İki: Dikkate alınmamasının en temel nedeni, ırkçılıktır. Irkçılık sadece bir ide-

oloji değil, aynı zamanda toplumsal aygıt-larda i leyen bir mekanizma. Bu nedenle, kültür endüstrisi de onsuz dü ünülemez.

Üç: Bu ilgisizliğin bir ba ka boyutu daha var: Bu sound , Almanya daki alı-ılmı sound lardan çok farklıdır ve bu

sound un entegre edilmesinin pek kolay olmayacağı dü üncesi yaygındır. Bu sound derken dili, müziği kastediyorum. Tabii ki sadece bu değil. Türkiye nin o dönem Avrupa içinde sayılmaması,

GÖÇMEN TÜRKÜLERİ, ŞARKILARI, ALMANYA

TOPLUMUNDA BİLİNMEYEN,

BİLENLER TARAFINDAN DA UNUTULAN BİR

KÜLTÜR.

BÜLENT KULLUKÇU (solda) VE İMRAN AYATA

Page 55: AVRUPA KULTUR 01

55

Anadolu dan gelen insanların Hıristiyan olamaması da önemli. Anadolulular İtal-yanlardan, Yunanlılardan daha yabancı idiler. Onun için Schlagermusik (pop müzik) kültüründe Costa Cordalis ve Bata Ilic ler vardır, ama Türkiyeli bir isim yoktur.

- Peki bu ilgisizlikte Türkiye kökenli insan-

ların hiç mi payı yok? Herhalde zavallı mağdurlar diyemeyiz.

İMRAN AYATA - Kesinlikle öyle. Zaten topu sadece egemen topluma atmak pek gerçekçi değil. O dönemin birçok büyük ismi, çe itli nedenlerden dolayı, ki bazıla-

rına biraz önce değindim, kendi insanları içinde kalmı lardı. Hemen hemen hepsi mesela Türkçe söylüyor. Düğünlerde ve politik etkinliklerde sahne alıyorlar. Bir ekilde community müzisyenleri idiler.

Bu tabii ki, biraz da maddi ve manevi ola-

naklarla ilgili. Kolay değil o dönemler Alman toplumuna hitap etmek. Ama bunu deneyenler de var. CD mizde yer alan Ozan Ata Canani, mesela bunlardan biri. Belki daha çok zorlamamak gerekiyordu. Biz buradayız, bizim söyleyeceklerimiz

var, dinleyin diye dü ünüyorlardı. Ancak 1990 lar sonrası yeni bir duru ve özgüven sergilendi. Bu siyasi alanda Kanak Attak gibi bir örgütlenmeden Fatih Akın lara kadar uzanan geni bir hareketlenme oldu. Geçenlerde inasi Dikmen bana bir haber attı. Çok nazik bir ekilde bu CD çalı -

mamızı kutladı. Sizler bizlerden daha iyi yapıyorsunuz bu i leri. Daha cesur, daha kapsamlı diyordu. inasi Dikmen, Der Spiegel de Songs of Gastarbeiter ba lıklı bir yazı okuduktan sonra bunu yazmı tı. Çok sevindim ve duygulandım. inasi Abi hem erimdir , yani o da Ulm lüdür. Haya-

tımda ilk gittiğim kabare oyunu inasi Dikmen in 1980 lerdeki bir oyunudur. Biz bugün böyle i ler yapıyorsak, bunda

inasi Abilerin ve Metin A ık Öztürkler in çok büyük payı var. Geçmi te bu öncüler olduğu için biz bugün biziz.

Cem Karaca’nın Almanya ve Almanca müzikmacerası

- Albümde Cem Karaca’nın da bir parçası (Will-kommen) yer alıyor. 1960 ve 1970’lerde Türkçe müziğin en büyük starlarından biri olan ve 12 ”ylül sonrasında bu ülkeye sığınan Cem Karaca’nın Almanya macerasını nasıl görüyorsunuz?

İMRAN AYATA - imdi Cem Karaca çok farklı bir yerde duruyor. Bu hem kendisiyle ilgilidir hem de yap-

tığı çalı malardan dolayı öyledir. Bir kere Cem Karaca Robert Kolej’de okumu , burjuva bir aile ve çevreden gelen bir müzisyendir. Almanya’ya gelmeden önce Türkiye’de bir ekoldür. Anadolu Rock’un en önemli tem-

silcilerindendir. Anadolu türkülerini, â ık parçalarını yeni bir boyuta ta ımı , dönü mü tür. Müziğe yakla-

ımı ve anlayı ı birçok göçmen müzisyenden farklıdır. Müzik piyasa bilgisi geni tir. Almanca albüm yapmasının böyle bir boyutu da olabilir. Ama daha ağır basan, bur-

juva background udur. Kültürel anlamda, daha kolay adapte olmu tur. Almanca çok rahat söylüyor. Bana en azından öyle geliyor. Almanya’daki Türkiyeliler tara-

fından ne denli dinlenirdi, nasıl bir yere sahipti, bilmi-yorum. Ama Almanya’da tarih yazmı tır “ie Kanaken albümüyle. Alman televizyonlarına çıkan ilk Türk sanat-çılarındandır. Bunda Alman plak irketinin katkısı büyük olmu tur. Cem Karaca’yla tanı madım, onun hakkında birçok ey okudum. Naçizane dü üncelerimi ifade ede-

bilirsem: Karaca’nın Türkiyeli göçmenleri çok ciddiye aldığını zannetmiyorum. Alman kamuoyunda ba arılı olmak daha ağır basmı tır. Müziğini çok severim ama Cem Karaca bana uzaktan hep ukala ve oyunu kural-ları içinde oynayan, kendi çıkarlarını ön planda tutan bir sanatçı gibi geliyor. Toplumsal atmosfer gerektirdiği için Parka , sonra da Özalizm ... (FHF)

Page 56: AVRUPA KULTUR 01

56

- Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya gibi görece zor dilli ülkelerden gelenlerin müziği bu toplulukların kendi içinde tüke-

tildi. İtalyan, İspanyol, Fransız müziğine açık Alman kamuoyunun diğerlerine, özel-likle bize bu kapalılığı nedendir?

İMRAN AYATA - Az önce değindim gerçi, ama burada da bazı eklemeler yapmak isterim. Müziğin ba arılı olup olmamasında en önemli etken piyasadır. O yıllarda, sözünü ettiğim ilgisizlik ve ırk-

çılığın yanı sıra, Anadolu sound un ve bundan sorumlu müzisyenlerin pazarlana-

bileceği gibi bir dü ünce de yoktu. Müzik endüstrisi ise zaten bu kültürden haberdar değildi. Olsa bile, muhtemelen Alman kulaklarına diğerlerine göre çok daha yabancı geleceği dü üncesi egemendi. Zaten bütün bunlardan dolayı Türküola ve Minareci gibi irketler Almanya da ortaya çıktı, taa 1960 larda...

- Albümünüzde, rengarenk bir göçe ve onunla Alman toplumuna giri yapan renk-

lere dikkat çekme çabası var...

İMRAN AYATA - Bu çalı manın ken-

dimce en önemli boyutlarından birisi, ya amın o yıllarda çok heterojen oldu-

ğunu, yani tek tip olmadığını albümdeki parçaların belgelemesidir. Gariptir, yıl-larca Alman toplumuna makalelerde, ede-

biyat ve siyasi çalı malarda bunu anlat-maya çalı tık. Mesela Kanak Attak la çalı malarımızda özellikle gündelik hayat ve çeli kilerini önemsedik. Bu Alman top-

lumunu göç süz dü ünmek mümkün değil. Göçün kendisi de toplum gibi rengârenk. İçinde keder, hüzün, muhabbet ve sevinç var.

- Anne ve babalarınızın ku ağı, unuttu-

rulmu bir ku ak mı?

İMRAN AYATA - Benim babam 1963 te Almanya ya geldi. Bizim CD, tam 50 yıl sonra yayımlandı. Bunu isterseniz bir tesadüf olarak anlayın. Biraz öyledir. Ama aynı zamanda birinci ku ağı onurlan-

dırmak için de ufacık bir katkı, öyle bir çalı madır. Daha farklı eyler hak ettikle-

rini dü ünüyorum. Unutulmamaları için yapacağımız daha çok i var. Bu daha ba -

langıç... (FHF)✤

BABAM 1963’TE ALMANYA'YA GELDİ.

BİZİM CD 50 YIL SONRA YAYIMLANDI.

İSTERSENİZ TESADÜF OLARAK

ANLAYIN. BİRAZ ÖYLEDİR. AMA, BİRİNCİ KUŞAĞI

ONURLANDIRMAK İÇİN DE UFACIK BİR KATKIDIR.

Page 57: AVRUPA KULTUR 01

57

Avrupa’da biraydınlanmacı çıkış

Page 58: AVRUPA KULTUR 01

58

YAŞAR ATAN

‘Avruteme

Anado

Page 59: AVRUPA KULTUR 01

59

YAŞAR

ATAN’LA AVRUPA, TROYA, HOMEROS VE ANADOLU MİTOLOJİSİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

upa’nın elinde olu var’

Page 60: AVRUPA KULTUR 01

60

Çalı ma alanı Anadolu ve Akdeniz mito-

lojisi üzerine art arda kitaplar yayımlayan Ya ar Atan, Troya, Homeros ve Anadolu uygarlıkları üzerine çalı malarını sürdü-

rüyor. Akdeniz Mitologyasından Efsa-

neler ve Akdenizli Tanrılar gibi önceki kitaplarında insanlığın uygarlık yolun-

daki bin yıllardır süren o çileli yolculu-

ğunu konu edinen yazar ve çevirmen Atan, Anadolu uygarlıklarını ilerici ve barı tan yana bir bakı açısıyla yeniden kurgu-

luyor. Çalı malarını yıllardır Frankfurt yakınlarındaki evinde sürdüren Ya ar Atan a, bir süre önce çıkan Homeros un İzinde-Troya dan Sava Efsaneleri ile onun devamı niteliğindeki ve halen baskı a amasında bulunan Troya da Sava ve Barı kitaplarını sorduk. Atan, Avrupa ve mitologya (mitoloji) ili kisini de anlattı.

- Siz sık sık Batı uygarlığı denen olgunun ve bütün bilimlerin, sanatların mayası ve hamurunun mitologya olduğunu hatırlatı-yorsunuz. öyle soralım: Mitologyayla ya da Fransızların mitoloji dediği eyle, sizin tanı manız nasıl oldu?YA AR ATAN: Bu belki de bir raslantı.

Belki de mitologyanın, yani mitolojinin egemen olduğu antik bir kentte dünyaya geldiğim için böyle. Daha çocukluğumda, doğduğum antik kent Afrodisyas taki hey-

kellere bakar bakar, bir anlam vermeye çalı ırdım. Hep yabancı gezginler gelirdi oraya ve ben konu tukları eyleri anlamak isterdim. O yarı yıkılmı tapınakların ve heykellerin anlamını merak ederdim. Sonra o gezginlerin, bazı heykel parça-

larını alıp götürdüklerini de görürdüm zaman zaman!.. Bir seferinde hakim, kay-

makam amcalara anlattım ağlaya ağlaya durumu. Beni gülerek dinlediler... Bir cezası yokmu çünkü!

Yabancı dillere yöneli im de buradan kaynaklandı. Çünkü bu mermer yontuların dillendirdiği ve içerdiği mitolojiyle ilgili olarak hemen hemen hiç kaynak yoktu Türkçede... Üstelik Afrodisyas ve yöresin-

deki evlerin çoğu, o değeri parayla ölçüle-

meyen mermer heykel parçalarıyla yapıl-mı tı... O yüzden dı ülkelerdeki en ünlü

müzeleri, içim yanarak geziyorum hep. O müzeler, ülkemizden a ırılmı o paha biçilmez mermer yontularla tıka basa doluydu...

- “emek ki ba ından beri u soru kar ınızda duruyordu: Mitoloji nedir? YA AR ATAN - Evet, bizim öykü,

masal diye önemsemediğimiz, ama kendi topraklarımızın malı olan bu mitologya, yani mitoloji, Avrupa yı Avrupa yapan kül-türün temeliydi. Sümerlerden ba layan bu mitologyayı sırasıyla Grekler, Romalılar ve Rönesans la birlikte Avrupalılar benim-

sedi ve onu sanatlara, bilimlere dönü tür-

düler... O yüzden de mitologyayı bilmeden Batı kültürünü, yani edebiyatını, sanatla-

rını, felsefesini anlamak olası değildir...imdi mitolojiyi kabaca anlatabilmek

için öyle bir örnek vereceğim: Yıllar önce İstanbul da, bir yolcu gemisinde dört-be ya larında bir kız çocuğunu, geminin arkasında dönen pervanenin olu tur-

duğu köpüklere büyük bir ilgiyle bakarken gördüm... Birden, Anne! diye bağırdı çocuk. Eliyle köpükleri göstererek Bunlar ne? diye sordu. Annesi de biraz dü ün-

dükten sonra Ha, o köpükler mi?.. Balıklar çama ır yıkıyor da ondan kızım!.. dedi.

Çocuk birden gülümsemeye ba ladı mutluluktan!.. Çünkü o anda kafasını karı tıran o büyük sorusuna, bir efsane yani bir mitos aracılığıyla yanıt bulmu , rahatlamı tı...

İ te binlerce yıl önceki atalarımız da, daha bilim olu madığı için, dünyayı bu be -altı ya ındaki çocuğun gözleriyle görüyor ve onun düzeyindeki aklıyla dün-

yamızı yorumlamaya çalı ıyorlardı... Bu yüzden de anlayamadıkları doğa varlık-

larını ve doğa olaylarını tanrıla tırıyor ve canavarla tırıyorlardı. Sonra da onları çocuksu akıllarıyla bir mitos a yani bir masal a dönü türüyorlardı. Böylece insa-

noğlu, durmadan kendine sorduğu soru-

lara, ürettiği efsaneler (mitoslar) yoluyla yanıtlar arıyordu...

Bu mitos ların yani masal ların top-

lamına, mitologya ya da mitoloji diyorduk... Ve hemen söyleyelim ki, dün-

DAHA ÇOCUKLUĞUMDA,

DOĞDUĞUM ANTİK KENT

AFRODİSYAS'TAKİ HEYKELLERE

BAKAR BAKAR, BİR ANLAM

VERMEYE ÇALIŞIRDIM.

Page 61: AVRUPA KULTUR 01

61

yamızda her ülkenin bir mitolojisi vardı. İnsanların doğa olayları ve varlıkları kar-

ısında kapıldıkları korkular yüzünden ürettiği bu mitoslar, çok ürkünçtüler... Zaman içinde bazı soylu sanatçılar, o mitosları yumu atıp insancılla tırdılar. Örneğin o soylu sanatçılardan biri, dün-

yanın ve insanoğlunun olu umuyla ilgili olarak öyle bir mitos kurguladı:

Daha hiçbir eyin var olmadığı o eski zamanlarda, Kaos denen büyük bir bo luk vardı yalnızca. Bu büyük bo lukta da, zaman içinde, kocaman bir yumurta olu up olgunla tı ve bir gün ortasından çatlayıp boydan boya ikiye bölünüverdi! Yumurtanın içinde olu mu ilk tanrısal yaratık, hemen ayaklarıyla alt kabuğu a a-

ğıya doğru itti; böylece Yeryüzü (Gaya) olu tu. Elleriyle de üst kabuğu yukarı doğru itti; Gökyüzü (Uranos) olu tu...

Yumurtanın içinde olu an ve çatlamı kabukları iten bu ilk kanatlı tanrısal var-

lığın adı da, a k anlamına gelen Eros tu. Böylece iki tanrı, Yeryüzü ile Gökyüzü,

yaratıcıları olan Eros (A k) yüzünden, birbirlerine hemen deli divane vuru-

luverdiler!.. Gökyüzü, Yeryüzü ne duy-

duğu o sınırsız sevgisini kanıtlamak için, mavi giysilerini ı ıl ı ıl yıldızlarla, ayla, güne le donattı hemen... Ve mevsi-mine göre yağmur yağmur, ı ık ı ık yağdı sevgilisi olan Yeryüzü nün topraktan bedeni üstüne... Yeryüzü de, â ık olduğu Gökyüzü nün yağdırdığı o ı ık ve yağmur-

ları topraktan bedeninin bütün ehvet ve sıcaklığıyla, en güzel bitkilere, tahıl-lara, en lezzetli meyve ağaçlarına dönü -

türdü... Ve onların bu kar ılıklı sevgi-leri ve üretimleri sürerken, a k oklarının yaramaz tanrısı Eros da hep yanlarında oldu... O durmadan a k okları gönderdi iki sevgilinin yüreklerine... Bu yüzden de Yeryüzü nü ve Gökyüzü nü artık hep o Eros denen A k yönlendirmeye ba ladı...

O iki ana tanrı, yani Gökyüzü yle Yer-

yüzü, toprak bedenlerinden ölümsüz tanrı ve tanrıçaları, yarı ölümsüz çe itli kah-

ramanları yarattılar... Sonra da dünyayı yönlendirmek ve en güzele dönü türmek üzere, kendi benzerleri olacak o güzel

insanları da yaratmaya karar verdiler. Gökyüzü nün döktüğü ı ık ve yağmur sağanaklarıyla harmanlanıp döllenen Yer-

yüzü, kendi öz çocukları olacak insanları doğurdu toprak bedeninden... Ve onları kendilerinde bile olmayan bazı olağanüstü akıl ve yeteneklerle donattılar... Haliyle dünyamızı da çe it çe it güzellik ve nimet-lerle doldurdular. Sırf öz çocukları olan bu insanoğulları ne istiyorlarsa bol bol ve karde çe üretip kavgasız dövü süz bölü sünler diye. Ve gene hep aydınlıkta ve özgürce ya asınlar diye ate le, ı ıkla donattılar onları...

İ te o Yeryüzü yle Gökyüzü nün yarat-tığı ve her birinin ayrı görevleri olan tanrı ve tanrıçalardan on ikisi, bulutların üstündeki Olimpos ta oturuyordu. Zeus, Ba tanrı ydı... Ve bu tanrıların altısı kadın cinsinden tanrıçalardı: Demeter, Afrodit, Hestiya, Atena, Hera, Artemis... Kalan altısı da erkek cinsinden tanrılardı: Zeus, Hefaystos, Apollon, Ares, Hermes, Diyo-

nisos... Gene bu arada Yeryüzü yle Gökyüzü,

yarı tanrı cinsinden pek çok yaratıklar da dünyaya getirdiler; sırf çok sevdikleri insanlara gerektiğinde yardımcı olsunlar diye.....

Bu yaratımlardan sonra Yeryüzü (Gaya) ve Gökyüzü (Uranos) adlı o iki tanrı, yal-nızca sevgiye, karde liğe ve adalete dayanan bir zemberekle kurdular dünya-

mızın düzenini. Ondan sonra da kendi hal-lerinde ya ayıp gitmek üzere, imdiki yer-

lerine çekildiler sessizce... Evet, konuyu biraz daha açmak için,

soylu sanatçıların i lediği bir ba ka mitosa da değinmek istiyorum kısaca. Olimpos ta oturan Ba tanrı Zeus un kızkarde i tan-

rıça Hestiya nın sorumlu olduğu aile oca-

ğındaki ate le ısınıp birbirleriyle kay-

na an bireylerle ilgili bir mitos... Evet, tanrıça Hestiya nın aile ocaklarında yanan o dağınık ate leri, gün gelip bir tek ülke halkını ısıtıp aydınlatmakla kalma-

yacak, zaman içinde bütün dünya halkla-

rının karde çe bir arada ısındıkları tek bir ocağın ate ine dönü ecekti... İ te bu ate in gücüyle artık aralarında karde

Page 62: AVRUPA KULTUR 01

62

liriz: Batı uygarlığının mayası olan Grek mitolojisi, daha birkaç yüzyıl öncesine dek, mitolojinin kaynağı ve ba langıcı sanılı-yordu... Oysa Grekler de, Hindistan dan gelen göçmen bir halktı. M.Ö. 2000 li yıl-lardan ba layarak, Hindistan dolayla-

rındaki yurtlarından, yanlarına tanrıla-

rını, mitoslarını da alıp önlerindeki sürü-

leriyle birlikte dü e kalka, bugünkü Yuna-

nistan yörelerine ula mı lardı. Grekler dalga dalga imdiki topraklarına geldikle-

rinde, Anadolu da çok büyük uygarlıklar ve sözcüğün tam anlamıyla, uygarca ya ayan toplumlar vardı... Az önce değindiğimiz gibi, buna örnek olarak bütün görke-

miyle bize ula mı olan Mezopotamya daki Sümer uygarlığını ve onun daha sonra ula tığı toplumların yapısına göre dönü-

ümler geçirecek olan mitolojisini gös-

terebiliriz... Grekler geldikleri bu yeni ülkenin mitologyası ve uygarlığıyla içsel-le tiler. İçlerinden çıkan sanatçılar, ilo-

zolar bu mitosları i lediler ve onlara daya-

narak bilimin, felsefenin, sanatların önünü açtılar.

Geçen yüzyılda Sümer dili çözülüp çivi yazıları okununca, Avrupalıların Grek mitolojisi konusundaki kesin sandıkları birtakım savları kökten yıkıldı! Çünkü Grek mitolojisi dedikleri mitolojinin, bilim-

lerin, Mezopotamya ve çevresinde uygar-

lıklar kurmu Sümerlerden kaynaklandığı ortaya çıktı.

İ te Sümerlerden kaynaklanıp gelen Greklerin mitolojisi, daha sonra Romalı-lara geçti ve haliyle yeniden deği im ve dönü ümlere uğradı.... Ondan çok sonra-

ları da Avrupalılar, bu mitolojiyi ve onun tetiklediği kültürü alıp benimsediler... Böylece bu mitoloji, Batı uygarlığı denen olu umun mayasını ve hamurunu olu -

turdu; bütün sanat ve bilim dalları, felsefe, vs. hep bu mitolojinin yolda lığında ser-

pilip geli ti...Gene o eskiçağdaki Ayshülos, Euripides

gibi tiyatro ozanları; Ba tanrı Zeus un ve öteki tanrıların zorba ve ürkünç egemen-

liğine kar ı, o zayıf insanoğlunu seven ve onun için sava an kahramanların ve de tanrıların olduğunu, kaba ve ürkünç

mitosları insancılla tırarak anlatmaya çalı tılar. Bu bağlamda, Ba tanrı Zeus un kö e bucak sakladığı ate i çalıp insanlara ula tıran insan dostu tanrı Prometeus u i lediler örnek olarak...

Bu tiyatro oyununa göre, tanrı Pro-

meteus içine her türlü beceri, akıl ve de onu aydınlatacak ate i koyup kendi elle-

riyle çamurdan yarattığı insanoğlunun, çok mutlu bir ya am sürmesini istiyordu dünyamızda. Ne var ki insan denen böyle güçlü bir yaratığın dünyaya egemen olmasını istemeyen Ba tanrı Zeus, Prometeus un insan beynine koyduğu o kıvılcımı alıp bir kö eye sakladı... Haliyle insanoğlu da, dünyamızda körü körüne, ı ıksız ya amaya ba ladığı için, kendine yara an bir ya am süremiyor, karanlıklar içinde habire çırpınıyordu. Bu duruma çok üzülen insan dostu Prometeus, zaten kız-

dığı Ba tanrı Zeus un kö e bucak sakla-

dığı o ate i çalıp insanlara ula tırıverdi! Bu yüzden de Ba tanrı Zeus, insan dostu Prometeus u bir kayaya çivileterek ceza-

landırdı. Ne var ki Prometeus un arma-

ğanı olan o kıvılcımla ı ıklanıp aydınlanan insanoğlu, bilimlerde ilerlemeye ve bu yolla daha ilk basamakları üstünde dur-

duğu o yüksek doruklarına doğru tırman-

maya ba ladı... İ te kaba mitosları bunun gibi aydınla-

tıcı yapıtlara dönü türerek insanoğluna yepyeni ufuklar açan sanatçıların ba ında, etkinliği hiç azalmayan ve bizim Ege top-

raklarından çıkma Homeros umuz vardı...

- Troya sava ları sırasında ve sonrasında, insanların ve tanrıların harmanlandığı olayları içeren İlyada ve Odisseya destan-

ları konusunda, 45.000 (kırkbe bin) kitap yazıldığını söylediniz. Bu yapıtların evrensel ozanı Homeros kim ve neden önemli sizce? YA AR ATAN - Gerçekten de doğup

büyüdüğü Akdeniz coğrafyasındaki toprakların mitolojisini i leyen ozan-

lardan Homeros gerçeği, çok çarpıcı bir örnektir... Homeros, ya adığı toprakların iki yakasındaki karde halkların tarih ve mitoloji kaynaklı efsanelerini (mitoslarını)

Page 63: AVRUPA KULTUR 01

63

dillendiren iirleri, soyluların konakla-

rında ezbere okuyan ve bu yolla ya amını sürdüren emekçi bir ozandı...

İ.Ö. 1200 yıllarında gerçekle en Troya sava ından 500 yıl sonra doğan İzmirli Homeros un ya adığı yüzyılda, yeni yeni palazlanan Grek burjuva sınıfından biri-leri ona, u bildiğin efsaneleri yazıya dök de, yalnız soylular değil, bizler de okuyup öğrenelim dediler.

O da oturup halkın dilinde dola an Troya sava ıyla ve bu sava la harman-

lanan tanrılar ve kahramanlarla ilgili söylenceleri (mitosları) derleyip topladı; içinden kendince seçtiği Troya sava larıyla ilgili olanları iirle tirdi. Onlara büyük bir insanlık sevgisi ve ya ama sevinci yükledi. Adaletin, karde liğin güzelliği yanında, sava ların insanlıkdı ı yüzünü çıkardı ortaya. Böylece bütün insanlığın ölümsüz ba yapıtları İlyada ve Odisseya destanla-

rını olu turdu Homeros...İlyada destanı, dokuz yıl süren Troya

sava ının yalnızca bir kesitini, yarı ölümsüz Yunanistanlı komutan Ahilleus un Ba kralı Agamemnon a olan öfkesini ve bu öfkenin tetiklediği süreci dillendirir... Odisseya destanı da, Troya sava ına katılan Yunanistanlı kent krallarından Odisseus un sava sonrası ülkesine gemi-leriyle dönerken, denizlerde yıllar süren o zorlu sava ımlarını anlatır...

İlyada destanının konusu kısaca öy-

leydi: Troya kenti; Çanakkale Boğazı nın Anadolu yakasında kurulmu çok varlıklı bir krallıktı. Avrupa yakasındaki Yunan yarımadasında da Akhalar (Grekler) denen bir halk oturmaktaydı. Ve onların ya a-

dığı her kent bir krallıktı. Varsıl Troya nın hazineleri, Yunanistanlı kent krallarının ba ı olan Ba kral Agamemnon un sürekli dü lerine girmekteydi... İ te İlyada des-

tanına göre, Troyalı prens Paris, bir i gereği Yunanistan a gittiğinde, güzel-liği dillere destan Yunanistanlı Helena yla tanı tı. Ne var ki tanrıça Afrodit in, yanından hiç ayırmadığı yaramaz Eros un saldığı a k okları yüzünden güzel Helena, Yunanistanlı kent krallarından Menelaos la evli olmasına kar ın, Paris e

deli divane vuruldu ve onunla Troya sara-

yına gelin olarak geldi... Bu olayı dü le-

rinin bir gerçeğe dönü mesi olarak yorum-

ladı hemen Yunanistanlı Ba kral Aga-

memnon! Ba tanrı Zeus la üç kez konu -

tuğunu ve kendisini Helena nın namusunu temizlemekle görevlendirdiğini açıkladı halkına. Bu gerekçeye dayanaraktan top-

ladığı en seçkin ordu ve kent krallarıyla birlikte, Troya surlarına dayandı...

Ne var ki, Troya surları dokuz yıl süre-

since talancılara hiç geçit vermedi! Ve bu sava larda tanrılarla insanlar harmanlan-

dılar... Tanrılar da sava an orduların sala-

rında yer aldılar zaman zaman. Ve bu tan-

rıların bir kısmı Troyalıların, bir kısmı da Yunanlıların salarındaydı...

Surları a amayan Ba kral Agamemnon un orduları, çevre kent-lere yağma seferleri de düzenliyordu sık sık. Askerler, çevre halklardan dev-

irdikleri gerek kadın gerek ziynet cin-

sinden ganimetleri, aslan payını Ba kral Agamemnon a ayırdıktan sonra kalanını, kendi aralarında bölü üyorlardı..

Bir keresinde Ba kral Agamemnon, yarı ölümsüz ünlü komutan Ahilleus un payına dü üp sevgili edindiği güzel Briseyis i zorla alıp kendi çadırına götürdü. Bu olayı onuruna yediremeyen Ahilleus da, Ba kral a küfürler yağdırdı uzun uzun. Sonra da, Ben sırf sen hazineler, güzel kadın köleler derleyesin diye mi geldim buraya? O Troyalılar bana ne kötülük etti de onların o masum gençlerini kırıp geçi-receğim? deyip çadırına çekildi...

Troyalılar, on yıl süresince, Yunanis-

tanlı ordulara geçit vermedi. Anadolu halkları da dört bir yandan ku atma altın-

daki Troyalıların yardımına ko u tu. Sur-

ları a amayan yağmacı Akhalar, o ünlü Troya Atı nı yaptılar sonunda. Karnı seçme askerlerle dolu bu tahta atın, tanrıça Atena nın Troyalılara gönderdiği bir yengi armağanı olduğu düzmecesini yaydılar. Troyalılar da buna inanıp co kuyla, Troya Atı denen tanrı armağanı tahta atı, sur-

lardan içeri aldılar... Aynı gece tahta atın karnına saklanmı

askerler, surların kilitli kapılarını açtılar.

BÖYLECE BÜTÜN İNSANLIĞIN ÖLÜMSÜZ BAŞYAPITLARI İLYADA VE ODİSSEYA DESTANLARINI OLUŞTURDU HOMEROS... .

Page 64: AVRUPA KULTUR 01

64

Bu kapılardan giren Akhalı yağmacılar, Troya nın hazinelerini, köle olacak kızları-kadınları derleyip topladılar. Sonra da kenti, ba tan sona ate e verdiler...

Homeros, Grek olmasına kar ın, Girit uygarlığının insancıl kültürü içinde maya-

lanıp yeti mi ti. O yüzden Homeros, destan boyunca gönlünün Troyalılardan yana olduğunu ve Yunanistanlı yarıtanrı Ahilleus un değil, Troyalı komutan, ölümlü insan Hektor un hayranı olduğunu da, gıdım gıdım duyumsatıyordu...

- İlyada ve Odisseya destanları ile onların güncel anlamları ne olabilir? “aha doğrusu Troya sava larının güncel anlamı... Zaten kitabınız doğrudan bu destanlarla ilgili...YA AR ATAN - Evet, hemen u ger-

çeği anımsatmakla ba layalım: Bin yıllar süresince Homeros un anlattıklarının sadece bir masal olduğu, Troya diye bir kentin bile olmadığı sanılıyordu. 19 uncu yüzyılda Alman ara tırmacı Heinrich Schliemann ın Troya yı, İlyada destanın-

daki bilgilere dayanarak arayıp bulma-

sıyla dünya tarihi birden deği iverdi. Troya, Çanakkale ydi... Homeros un anlat-tıkları da, gerçeklere dayanıyordu. Ne var ki gerçek ki iler ve olaylar mitoslarla, onlardaki tanrılarla, kahramanlarla har-

manlanmı tı... Homeros, gerek İlyada gerek Odisseya

destanında, insanlığın elini ayağını bağ-

layan o ürkünç tanrıları, insanla tırıp insancılla tırdı... Tanrılara ve insanlara a ıladığı evrensel hümanizmayla, sanat-ları, bilimleri binyıllardan beri sürekli tetikledi. Sava ı anlatırken sava ın insan-

lıkdı ılığını ve uygarlığın en büyük engeli olduğunu, bütün ürkünçlüğüyle gözler önüne serdi... Yarattığı hümanizmayla, insanlığı altın çağına götürecek uygarlığın önünü açtı...

Ve gene çok iginçtir: Sava ları ve onun getirdiği yıkımları anlatan her iki uzun destan, barı söylemiyle biter hep... İlyada destanındaki Yunanistanlı acımasız komutan Ahilleus Troyalıların komutanı Hektor u öldürmü tü. Öldürmekle kal-

mamı , onu atlı arabasının arkasına bağ-

layıp sayısız kez Troya surlarının çev-

resinde dolandırmı tı! Bu acımasızlığa Kazdağları ından sava ı izleyen tanrılar bile isyan etmi ti...

Ama Hektor un babası Troya kralı Pri-yamos, oğlu Hektor un ölüsünü almaya git-tiğinde, Ahilleus birden deği mi , ağla-

mı tır. Bütün sava lara ilençler yağdırıp kendi elleriyle yıkadığı Hektor un ölüsünü babasına vermi tir...

Odisseya destanının sonunda da, birbi-rine hasım iki tarafın vuru ması sırasında tanrıça Atena araya girer ve Artık sıra barı ta... der... İkinci destan da böylece barı söylemiyle biter...

- Homeros’un bu evrensel iki destanını Avrupalı gençler gibi bizim gençlerin de tanıması gerektiğini savunuyorsunuz. Neden? YA AR ATAN - Az önce de biraz değin-

diğimiz gibi, Batı kültürü, bilimlerinden ve teknolojisinden tutun da bütün sanat dalları ve fesefesine kadar hep mitolog-

yadan kaynaklanmı tır. Batılılar da bu mitologyaya, Grek yani Yunan mitolog-

yası diyorlar. Hangi Batılıya sorsanız Bizim kültürümüzün kaynağı Grek mito-

logyasıdır der. Hatta çoğu hiç gocun-

madan; Bizim atalarımız Greklerdir, der. Yani kültür atalarımız anlamında... Bunu böyle söylemelerinin nedeni, bütün bu mitosların ve de Homeros un ölümsüz İlyada ile Odisseya destanlarının Grekçe olarak yazıya dökülmü olmasındandır...

Batı kentlerinin meydanlarını, tarihi yapılarını, yollarını vs. mitologya kaynaklı heykeller, yazılar süslemektedir. Onları gören bizim yurtta larımız anlamsızca bakıp geçmektedirler... Kısaca özetlersek, Batı kültürünü yani musikiyi, tiyatroyu, iiri, heykeltra lığı, felsefeyi ve de politi-

kayı anlamak için bütün bunların kaynağı ve bizim topraklarımızın ürünü olan mito-

logyayı öğrenmek zorundayız...

- Homeros un İzinde - Troya dan Sava Efsaneleri adlı bu son kitabınız neler içe-

riyor?

Page 65: AVRUPA KULTUR 01

65

YA AR ATAN - Bu konuda kısaca unu da eklemek gerekiyor: Homerosun İzinde, Troya dan Sava Efsaneleri adlı kita-

bımız, sava ın o ürkünç gerçekleriyle har-

manlanan insan ve tanrılarla ilgili 90 dola-

yında öyküden olu mu tur. Ve bu öyküler-

deki tanrıların çoğu insanla mı , insancıl-la mı tır... Kahramanlar da sava ın değil, insanla mı insanın değerini anlamı -

lardır...Kitabımızda geçen bir olayı kısaca

anımsatayım isterseniz: Gerçekten de yüreklilik yönünden birbirine denk olarak algılanan iki hasım kahraman, Troyalı Hektor la Yunanlı Büyük Ayas, teke tek vuru maya ba ladılar... Hem kılıç kılıca, hem yerden kaptıkları kaya parçala-

rını birbirlerinin üstüne fırlata fırlata, ak ama dek vuru tular! Yeni emeyince de iki hasım kahraman, el sıkı ıp birbirle-

rine armağanlar sundular. Troyalı Hektor, herkesin hayran olduğu en etkin kılı-cını, az önce kıyasıya vuru tuğu Ayas ın eline tutu tururken, İlerdeki ku aklar bizim nasıl vuru tuğumuzdan söz eder-

lerken, sonunda dost olduğumuzu da unut-masınlar! dedi ve gülümseyerek asker-

lerinin arasında sessizce yürümeye ba -

ladı... Ayas da arkasından yeti ip anasının armağanı ve yanından hiç ayırmadığı oyalı mendilini tutu turdu az önce öldüre-

siye vuru tuğu Hektor un eline! İki hasım birbirleriyle bir süre sarma ıp kucakla -

tılar!... Kısa bir süre sonra sava ın iğrenç

yüzünü gören Yunanistanlı Ayas, Hektor un armağanı o kılıcın üstüne ken-

dini atarak canına kıydı!

- Mitologyanın temelindeki bazı derin gerçeklere dikkat çekmeyi amaçladığınızı saklamıyorsunuz. Nelerdi bunlar? YA AR ATAN - Yukarıda söylediklerim

bağlamında Homeros kaynaklı bu öyküle-

rimde unları vermeye çalı tım. Bir kere, antikçağdaki tanrıların ve

egemen kralların da, sava ın ilk ba la-

rındaki bütün acımasızlıklarına kar ın, insanlarda gördükleri sevgi kar ısında yumu ayıp iyiliğe ve insancılla maya

doğru sürekli evrildiklerini göstermeye çalı tım. Örneğin demirci tanrı topal Hefaystos, demirci i liğinde kılıç-kalkan türünden silahlar dövmez oldu artık. Hatta Ba tanrı Zeus için bile yıldırımlar üretmez oldu! Böylece tanrı Hefaystos insanlara yardımcı olacak robotlar üretmeyi öğretmeye ba ladı dünya emek-

çilerine... Ayrıca mitosların gizlediği ya ama

sevincini ve onların tetiklediği hümaniz-

mayı da sürekli duyumsatmak istedim. Çünkü insanlar sevgi, karde lik ve yara-

tıcılık öğeleriyle a ılandığında, en güzel meyvelerle donatacaklardı dünyamızı. Yani uygarla acaklardı... Zaten Grekçede uygar insan demek, a ılanmı insan

anlamına geliyordu. A ılanmamı insanlar yabanıl oluyor, ürettikleri de bir i e yara-

mıyordu!..İ te 2800 yıl önce ya adığımız bu top-

raklarda doğup oranın halk destanlarıyla mayalanan Homeros adlı evrensel oza-

nımız, yarattığı iki ölümsüz destanıyla bütün dünya halklarının uygarlığa giden yolculuğunda, en güçlü bir menzil fenerine dönü mü tür...

unu da ek olarak söyleyiverelim: Homeros un İyada ve Odisseya adlı kitap-

larını o Büyük İskender, nereye gitse yanında ta ırmı . Her gün Homeros tan bir eyler okurmu ...

O yüzden, örneğin Batı ülkele-

rinde, yalnız onun hakkında 45.000 in (evet yazıyla, kırkbe binin) üze-

rinde kitap yazılmı tır!.. Ve ne yazık ki, Homeros umuz, anavatanının uzaklarında kalmı tır hep. Dolayısıyla bu ve bunu izle-

yecek kitaplarımızla, o evrensel ozanı-mızın doğup ya adığı ve öksüz bırak-

tığı topraklara yeniden dönmesi için, bir bakıma ona çağrıda bulunuyoruz...

Bir dileğim var: Umarım, bundan böyle gençlerimiz de bütün Batılı gençler gibi, bizim topraklarımızın özsuyu demek olan aynı mitoloji ve onun tetiklediği uygarlıkla içselle irler.

(FHF)

Page 66: AVRUPA KULTUR 01

66

ALMANYA’YA GÖÇ SERÜVENİ VE İÇİNDEKİ İNSANLAR...

‘Umut Peronu’Ama kitaba adını veren umut peronu ,

Almanya da Münih tren istasyonunda… Almanya ya o dönemlerde misair i çi getiren trenlerin son durağı Münih tren istasyonundaki 11 numaralı peronmu . Burada trenden inenler Almanya nın dört bir yanına yine trenlerle devam edermi . İ te İtalyanlar bu perona umut peronu adını vermi ler. Ben de bu sıfatı kullandım.

Page 67: AVRUPA KULTUR 01

67

FRANKFURT - Türkiye’den Federal

Almanya’ya göçün serüveniyle

ilgili yayın hiç olmadı değil. Oldu. Ancak, istisnalara rağmen, bu göçü ba ından itibaren bizzat ya ayan birinci ve ikinci ku ağın deneyimleri geleceğe hakkıyla aktarılmadı. Ya am ko ullarının Almanya ya giden birinci ve ardından ikinci ku ak için hiç kolay olmadığı bili-niyor. Ya ananların yayımlanmaması, Türklerde yazı alı kanlığının bulunma-

masına bağlanıyor. Bu deneyim aktarma mekanizması , imdilerde art arda yayım-

lanan anılarla hareketleniyor. Nitekim,

uzun yıllar Almanya da gazeteciliğin her kademesinde çalı an, bir dönem Hürriyet gazetesinin Avrupa baskılarını yöneten Halit Çelikbudak da Umut Peronu - Almanya ya Göç Serüveni ba lıklı son kitabında ailesinin ve kendisinin ya amını eksen alarak Almanya ya göçü anlattı. Önceki yıl Avrupa daki Türk gazetecili-ğinin tarihini Beyaz Yerler Siyah Olacak - Türk Gazeteciliğinin Avrupa Macerası ba lığıyla kitapla tıran Çelikbudak, soru-

larımızı yanıtladı.

- Sizi bu kitabı yazmaya yönelten dü ünce neydi ?

- Hürriyet in Avrupa baskıları yayın yönetmeni olarak Türkiye ile Almanya ara-

sındaki i gücü göçünün 50 nci yılı nede-

niyle bir kitap hazırlanmasını sağladım. Göçün 50 nci yılı nedeniyle gazeteden bir çağrı yaparak ailelerin göç hikâyelerini,

BEN TARİHÇİ DEĞİLİM, BU KİTAP DA BİR TARİH KİTABI DEĞİL.

Page 68: AVRUPA KULTUR 01

68

özlemlerini anlatmalarını istedik. Bun-

ları derleyip önce gazetede yayınladık. Daha sonra kitap haline getirdik. Benim ailem de yarım yüzyılı a kın bir süre önce Türkiye den Almanya ya göç etmi ti. Ben de ikinci nesil göçmenim. Beni bu kitabı yazmaya yönelten ilk dü ünce böyle doğdu.

- Kitap bir otobiyograi mi, yoksa göçün mü tarihi?- Kitabın adı her ne kadar Almanya ya

göç serüveni olsa da konusu daha geni . Ressamlar bazen yaptıkları resmin tama-

mını görmek, o ana kadar yaptıklarını değerlendirmek için tuvalden birkaç adım geri giderler… Benzer ekilde, bu kitapta ben de biraz geri giderek çerçeveyi geni -

lettim. Ailem Kırım kökenli… 1864 yılında Kırım dan yola çıkıp Romanya üzerinden Anadolu ya, Bursa ya göç ediyor. 1960 lı yıllarda da Bursa dan Almanya ya göç ediyor. Dolayısıyla yakla ık 150 yıllık bir göç hareketi… Belgeleriyle bu büyük göçü anlattım.

- Kitabınız göç tarihine not dü mek olarak kabul edilebilir mi ?- Ben tarihçi değilim. Bu kitap da bir

tarih kitabı değil. Belki tarihçilere ham malzeme kaynağı veya Fransızca deyi-miyle la petite histoire yani küçük tarih olabilir. Tarihçiler gelecekte bu ham malzemeler arasındaki bilgileri ara -

tırır, yorumlar, değerlendirebilir… Bu mal-zemeler tarihçiler için önemli birer kay-

naktır. Çünkü bu malzemelerin sahipleri olayların tanıklarıdır. Bu malzemelerin tümünün belki mutlak gerçeği yansıttığı iddia edilemez, ama bunların sayısı art-tıkça gerçeği görmek o kadar kolayla ır.

- Kitaba adını veren Umut Peronu Sirkeci garında mı?- Almanya ya göç ilk yıllarda Sirkeci

Garı ndan ba lıyor. Benim ailem de oradan

yola çıkmı . Ama kitaba adını veren Umut Peronu, Almanya da Münih tren istas-

yonunda… Almanya’ya o dönemlerde

misair i çi getiren trenlerin son durağı Münih tren istasyonundaki 11 numa-

ralı peronmu . Burada trenden inenler Almanya nın dört bir yanına yine trenlerle devam edermi . İ te İtalyanlar bu perona Umut Peronu adını vermi ler. Ben de bu

sıfatı kullandım.

- Göçün dı ında ailenizin, sizin ya adıkla-

rınız da var kitapta…- Ya adıklarımı, gözlemlerimi anlattım.

İnsanlar çoğu zaman içinde ya adıkları ortamı göremezler. Fransız yazar Guy de Maupassant, Paris te Eyfel Kulesi nin yapılmasına hep kar ı çıkmı , Bu kule Paris e hiç yakı mıyor demi . Eyfel Kulesi yapılmı . Guy de Maupassant ise Eyfel in içindeki kafeye her gün gidiyormu . Ona bu durumu sormu lar. Cevabı öyle olmu . Eyfel kulesinin görünmediği tek yer

burası! Bunun gibi, içindeyseniz göre-

meyebilirsiniz bazı ayrıntıları… Bu çoğu ki i için geçerlidir, ama uzun yıllardır yaptığım gazetecilik mesleğinin olmazsa olmazları, gözlem ve olayları irdelemedir… Gazeteciler içinde ya adıkları ortamı göz-

lerler… Bu özellikleri de çoğu zaman onları dolaylı da olsa onları modern çağın tarihçileri yapar… Bu yüzden de gazeteler için tarihin taslakları nitelemesi yapılır zaten… Ben de ailemin göç sürecine ila-

veten Almanya da ya adıklarımı, gözlemle-

rimi kitabıma yansıttım.

- Göçün geleceğini siz nasıl görüyorsunuz? - Bizim göç süreci sırayla misair i çi ,

yabancı , göçmen ve Türk kökenli Alman diye gidiyor. Dördüncü nesle gelirken gelecekte nasıl bir kimlik olacak sorusuyla kar ıla ıyoruz. Kimlik olu u-

munda ortak bir tarihsel beraberlik, din, dil, köken birliği gerekir. Elli yılı a kın sürede kolayca tanımlanamayan bu ger-

Page 69: AVRUPA KULTUR 01

69

çeğin ve bununla ilgili sürecin gelecekte de bir süre daha belirsiz olduğunu dü ü-

nüyorum. Bu sürenin ne kadar olacağı konusunda bir tahminde bulunmak kolay değil. Ancak bugünkü geli meler yeni kül-türel kimliğinin en belirleyici öğelerinden birinin İslam dini olacağını gösteriyor. Belki de Türk kökenliler bu bağlamda yeniden tanımlanacak. Dünyadaki geli -

meler de bunu gösteriyor. Bunları kita-

bımda etralı olarak anlattım.

- ”lli yılı a an göçle ilgili etkileyici tek bir cümle söylemeniz istenirse ne söylersiniz acaba ?- Tek bir cümle değil, ama iki cümle söy-

leyebilirim. 1960 lı yıllarda Almanya ya yola çıkanlar biraz çalı ıp para biriktir-

dikten sonra dönerim umudu içindeler… Türk hükümeti ise ülkedeki i sizliğin haileyeceğini ama gidenlerin kaliiye birer eleman olarak döneceklerini dü ü-

nüyor. Ama İstanbul daki Alman İrtibat Bürosu Müdürü Theodor Marquard ın 1966 yılında söylediği iki cümle beni çok etkilemi tir… Theodor Bey San-

mayın ki gidenler geri dönecekler. Bir-

YAŞADIKLARIMI ANLATTIM. İNSANLAR ÇOĞU ZAMAN İÇİNDE YAŞADIKLARI ORTAMI GÖREMEZLER..

çokları Almanya da yeni bir hayat kura-

caklar, kök salacaklar ve vatanlarını sadece misair olarak ziyaret edecekler diyor. Türkiye den Avrupa ya göç tarihinde bu kadar uzak görü lü bir söz var mıdır, bilmiyorum… Bu sözleri ilk okuduğumda etkilenmi tim, imdi de etkileniyorum…

- Kitabınızı nasıl tarif ediyorsunuz?- Göçü çokça tekrarlanıp kli e haline

gelmi olarak bir konu olarak görenler olabilir. Çoktan unutulup gitmi bir eyin tozunu alıp tekrar gündeme getirmek olarak niteleyenler de olabilir. Ama bir kez de deği ik bir gözlükle bakma-

mızın faydası var. Ben de bunu yapmaya çalı tım. Ailem ve benim ya amımın ekseninde Türkiye yi, Almanya yı anlattım. Kar ıla tığım bazı insanları anlattım. Bazıları artık hayatta olmayan insan-

ların hikayelerini hatırlamaktan dolayı hüzünlendim, yazarken gözlerim doldu, ama amacım bugünü daha çok anlamlan-

dırmak, imdiye bir değer, bir derinlik katmaktı. Latince bir söz vardır: Historia est vitae magistra ... Tarih hayatın öğretmenidir derler.

Page 70: AVRUPA KULTUR 01

70

Kardeşimiz Uğur Hüküm (İstanbul 1949 – Paris 2013)

Uğur’la uzun süre birlikte çalıştık, birlikte ürettik, ortak bir aydınlanma kavgası verdik.

Cumhuriyet’te, “Yenigün Avrupa”da, “avrupagun.eu”da ve üç aylık “Kültür” dergi-

mizde hep omuz omuza olduk. Zor zamanlardan geçerken hep yanı başımızdaydı.

Sonra birden, hiç beklemediğimiz bir anda aramızda çekilip gitti. Şaşkınlığımız

sürüyor, hâlâ inanamıyoruz bu tepeden tırnağa kültür insanının böylesine erken ve

en verimli çağında sonsuzluğa göçmesine. Ama biz yazdıkça, çizdikçe, yaşadıkça onu

hep aklımızda ve yüreğimizde taşıyacağız. Anılarıyla hayata tutunacağız. Uğur Hü-

küm unutulması mümkün olmayan insanlardandı. Pırıl pırıl zekâsını, güleryüzünü,

içtenliğini ve çalışkanlığını biz nasıl unutalım?

Osman Çutsay / Ömer Yaprakkıran

Foto: Tansu Sarıtaylı

Page 71: AVRUPA KULTUR 01

71

Uğur Hüküm 1970 lerin ba ından itiba-

ren Fransa da ya adı. Co kusu, özverisi, candan ve dayanı macı dostluğu, sevecen-

liği, güleryüzlülüğü ve son derece müteva-

zı halleriyle unutulamazlar arasındaki ye-

rini çoktan aldı. Radio France Internatonale da (RFI) Gü-

zin Dino dan sonra Türkçe bölümünü yıl-larca yönetti, Güzin in bıraktığı bo luğu en iyi biçimde doldurdu.

Paris te birkaç dostuyla kurduğu Ra-

dio Soleil le insanlarımızın sesi oldu ve bil-hassa hapishanelerdeki vatanda larımızın sesini duvarların ötesine ta ıdı. Mahkum yurtta larımızın kaç tanesi Uğur sayesin-

de vatanın sesini duydu, Ruhi Su yu dinle-

di, Nâzım dan iirlerle sarsıldı, kitap edin-

di, dertlerini bir parça olsa bile unutabildi. Uğur ve çalı ma arkada ları onların her birine birer pencere açtılar. Kimi özgür-

lüğüne kavu tuktan sonra özel olarak taa Paris e kadar gelip Uğur u buldu ve elleri-ne sarıldı, kaldı.

Yeri doldurulamazlardandır Uğur Hüküm. Uğur Hüküm Cumhuriyet teki yazıla-

rıyla Fransızca bilen ama Fransız radyo ve televizyonlarını izlemeye ve Le Monde okumaya zaman ayıramayan, aralarında yakından tanıdığımız gazeteci dostlarımı-

CANIMIZ ÇOK SIKKIN. BU ÇOK EFENDİ, HAKİKİ İSTANBUL ÇELEBİSİ VE SÜREKLİ GÜLERYÜZLÜ DOSTU UNUTMAK MÜMKÜN DEĞİL

Yeri doldurulamaz UğurM. ŞEHMUS GÜZEL

Page 72: AVRUPA KULTUR 01

72

zın da bulunduğu, birçok kadın ve erkeğin ba vuru kaynağı ve bir anlamda en güven-

dikleri referansı oldu. Cannes Film Fes-

tivali üzerine yazdıkları, caz makaleleri, Fransız siyasetine ili kin analizleri her za-

man i imize yarayacak özellikler ta ıyor. 1981 sonunda ve 1982 ba ında Yılmaz

Güney in Yol ilminin seslendirilmesi a amasında en belirleyici yardımcıların-

dan biriydi. Bunu ve daha birçok eyi hiç-

bir zaman kamuoyuna yansıtmayacak ka-

dar da arka planda kalmayı tercih etti. Uğur çok ho bir dost, çok iyi bir baba

(her birini en iyi biçimde yeti tirdiği iki çocuk sahibi) olarak aklımızda hep.

Uğur un aramızdan ayrılı ı bu son ay-

larda Paris teki yaprak dökümünün en beklenmeyeni ve aynı zamanda ölümün, bu kalle , bu hain, bu alçak beyaz giysi-linin çevremizde dola tığının en somut ispatı. Canımız çok sıkkın. Bu çok efen-

di, hakiki İstanbul Çelebisi ve sürekli gü-

leryüzlü dostu unutmak nâ–mümkün. Me-

lih A ık ın bana gönderdiği iletide belirtti-ği gibi, Anısı geride kalanlara yol gösteri-ci olsun. Kalplerde onunla ilgili güzel duy-

gular kalsın.

Uğur u en son Güzin Dino yla vedala -ma törenimiz sırasında, 5 Haziran 2013 te, önce hastanede, sonra Thiais Mezarlığı nda gördüm. Güzin i ve Abidin i en iyi tanıyanlardan biri olarak Uğur, on-

larla hep en iyi ili kileri sürdürmü Paris-

li dostlarımızdan biriydi. Güzin in yattığı mekan, ardıçku u, kırlangıç, bülbül ötü -

leri, gül ve ağaçlarla donatılmı yemye il çevresiyle aklımızda kaldı. O gün Uğur la uzun boylu konu amadık çünkü her biri-mizin etrafında dünya kadar insan var-

dı, ama en yakınını yitirmi iki karde gibi birbirimize sarıldık ve ba sağlığı diledik. Güzin ona da bana da az ablalık yapmadı hani. Arada bir sıkı ve hakiki ağız dala -

larıyla. Bu Güzin in alâmet-i fârikası veya alâmet-i harikasıydı. Alı kındık. Güzin in hele beni karde i Behlül le karı tırmasına ve benimle karde iyle çocukken yaptıkları gibi atı masına alı kındım. Dahası Güzin, Abidin in bize bıraktığı en son ve en kırıl-gan mirasıydı. Gözümüz gibi sakındık.

Uğur la daha önce, 30 Mart 2013 te, İn-

san Yılmaz Güney kitabımın Paris Kürt Enstitüsü ndeki imza ve tanıtım toplantı-sında biraraya gelmi , uzun boylu konu -

UĞUR ÖNCE GENÇ BİR ÖĞRENCİ,

DAHA SONRA YETİŞKİN BİR İNSAN

OLARAK YAŞAMI BOYUNCA TANIK OLDUĞU BÜTÜN

ASKERİ DARBELERE KARŞI TAVIR

TAKINDI.

Page 73: AVRUPA KULTUR 01

73

ma fırsatı bulmu tum. Uğur o gün katıl-masını ve Yılmaz Güney e ili kin anıları-nı bizlerle payla masını rica ettiğim üç ar-

kada tan biri olarak geldi ve kısa tanı-tım konu mamdan sonra anılarını cömert-çe sundu. İlk kez bu vesileyle 1981 sonun-

da, o günlerde Güney e yardımcı olan ve bunu herkesten gizleyen Yavuzer Çetinka-

ya aracılığıyla, Yılmaz Güney le tanı tığı-nı ve ilk görü me sonrasında Yol un ses-

lendirilmesinde çalı abilecek Paris teki Türkleri ve Kürtleri seçme i iyle görevlen-

dirilmesini ve bu i i Barbès teki küçük bir stüdyoda nasıl yaptığını anlattı. Anıları-nı anlatması için davet ettiğim Nezihe de Uğur Hüküm ün seslendirme için Kürtçe bilenleri aradığını bir Ermeni arkada ın-

dan duyduğunu ve bunun üzerine Uğur la görü meye gittiğini ve sonrasını anlattı. Uğur ve Nezihe sayesinde Güney in o sıra-

lardaki çalı ma anlarını ve yöntemini din-

ledik. Böylece o günlerde Güney in çevre-

sinde çok sınırlı ve küçücük bir takımın bulunduğunu öğrendik. Bu takımda Yavu-

zer ile Uğur yanında, Gaye Petek, Neri-man Petek, Mehmet Ulusoy, Keriman Ulu-

soy gibi isimlerin bulunduğunu da. Top-

lantı sonrasındaki sohbetimiz sırasında Uğur a bunları artık bir an önce yazması-nı ve yayınlamasını anımsattığımda, Ya-

zıyorum, dedi, bütün geçmi imi, anılarımı anlattığım bir kitapta bunları da aktara-

cağım. Bize artık bu çalı masının yayın-

lanıp meraklılarına ula tırılmasını bekle-

mek kalıyor. Uğur o günkü konu masında geçmi-

ini de kısaca özetledi: İstanbul ehir Tiyatrosu nda kadrolu oyuncu olarak ça-

lı masını, Tuncel Kurtiz le tanı ması-nı, 1969-1973 arasında ODTÜ deki öğren-

cilik dönemini, Paris e geli ini, Thomson Fabrikası ndaki i çilik hayatını ve bunun onbe yıl kadar sürü ünü, sendikacı mili-tanlığını, Fransız Komünist Partisi üyesi olmasını, gazetecilik ya amını, radyo de-

neyimlerini, yaptıklarını ve yapamadıkla-

rını da... Bunların tümünü daha kapsamlı bir biçimde anılarında bulacağımızı umu-

yorum. O gün Uğur bize yazmakta olduğu anılarının ilk versiyonundan bir dilim sun-

du desem yeridir. Hepimiz merak ve hay-

ranlıkla dinledik. Sayesinde tiyatro, sine-

ma, sanat, medya, radyo ve gazetecilik ko-

nularında dünya kadar ey öğrendik. Uğur önce genç bir öğrenci, daha sonra

yeti kin bir insan olarak ya amı boyunca tanık olduğu bütün askeri darbelere kar-

ı tavır takındı. Tavır takınmakla kalmadı, karanlığın yırtılması ve güne in doğma-

sı için kararlı, ciddi, düzenli ve sürekli bir biçimde çalı tı. Bu konuda özellikle 12 Ey-

lül 1980 darbesi öncesi ve hemen sonrasın-

da yaptıklarını Doğan Özgüden in Vatan-

sız Gazeteci üst ba lıklı anılarının Sür-

gün Yılları 1971-2011 isimli ikinci cildin-

den neredeyse günü gününe izlemek müm-

kün. Asıl dikkati çeken ve hayranlık uyan-

dıran Uğur un düzenli bir biçimde hep en tutarlı tavırları takınmı olması. Bu elbet-te ya anılanlar ya andıktan, yapılanlar ya-

pıldıktan sonra saptanabildi. Oysa o gün-

lerde tutarlı tavır takınanların nasıl kena-

ra itildiklerini bir parça biliyorduk, kala-

nını ise Doğan Özgüden in kitabından ger-

çek kahramanlarının isimleri ve yaptıkla-

rıyla öğreniyoruz. Bu konuları da Uğur la konu tuk ama maalesef zamanımız elveri -

SADECE TAVIR TAKINMAKLA KALMADI, KARANLIĞIN YIRTILMASI VE GÜNEŞİN DOĞMASI İÇİN KARARLI, CİDDİ, DÜZENLİ VE SÜREKLİ BİR BİÇİMDE ÇALIŞTI.

Page 74: AVRUPA KULTUR 01

74

li olmadığı için ayrıntılı bir biçimde derin-

le tiremedik. Özetle öyle diyelim isterse-

niz: Solda, hakiki solda, birlik arayı ı yapı-salla mı , kemikle mi bürokrasileri, ka-

arlanmı bürokratları a abilir mi? On-

ların a ılabilmeleri için ne yapılabilir? Ne yapılmalı? Sorularımızın yanıtlarını hâlâ arıyoruz. Yardımlarınızla aramayı sürdü-

receğiz. Bulana kadar. Uğur, bu güleç yüzlü, en tatsız anlar-

da bile tebessümünü ihmal etmeyen haki-ki insan, dayanı macı ve gerçek dostumuz, Gaye Petek in deyi iyle Uğurcuk , hiçbi-rimizin aklının uçundan bile geçirmeye-

ceği bir biçimde ve bir anda, 27 Haziran 2013 per embe ak amı kalp krizi geçir-

di. Gaye nin bana gönderdiği iletide aynen unlar yazılı: Dostumuz Uğur per em-

be ak amı bir kalp krizi geçirdi, ilk yar-

dım galiba geç ula tı ve u anda uyanama-

dı, galiba beyin ölüm durumunda. Bu yarın tam kesinle ecek, çok minnacık bir ümit kaldı ama mucizevi sayılacak kadar.

Uğur, Paris in 149, Rue de Sèvres ad-

resindeki Necker Hastanesi nde yoğun ba-

kım biriminde kurtarılmaya çalı ıldı. Ama bu maalesef mümkün olmadı. Uğur cuğu son kez görmek umuduyla Gaye nin iletti-ği adrese gittim. Duroc Metro istasyonun-

da iner inmez anımsadım: 1980 lerin so-

nunda Abidin le malum hastalığının de-

netimi için buraya birlikte gelmi tik. Abi-din hastalığının duyulmasını arzulama-

dığı için bu tür denetim veya doktor ziya-

retlerine ağzı mühürlü dostlarıyla gitme-

yi kural haline getirmi ti. Abidin le birlik-

te gittiğimiz ve doktor denetiminden son-

ra ev-atölyesine birlikte döndüğümüz gün-

den bu yana bu hastane daha beter bir la-

birente dönü mü . Ne iyi ki Gaye nin ver-

diği adres ayrıntılı. Gaye son birkaç yılını önce babası ve hepimizin de bir parça abe-

si Fahri Petek, sonra Güzin Dino ve bugün-

lerde de annesi Neriman Petek için hasta-

nelerde geçirdiği için hastane adreslerin-

deki ayrıntıların önemini biliyor. Evet Nec-

ker Hastanesi nde Uğur cuğumuzun yattığı yoğun bakım birimini buldum ama onu son bir kez görmem maalesef mümkün olmadı.

Kapılar ve pencereler çünkü, mecazi ma-

nada, mühürlenmi ti. E inin arzusu önün-

de dostların yapacağı tek ey peki demek-

tir. Ben de öyle yaptım. Uğur cuğu son kez göremedim. Bakın burada Fransızların yöntemini beğendiğimi söylemenin tam za-

manıdır: Ölünüz tabuta konulduktan son-

ra son bir kez görmek isteyenler için ta-

butun kapağı çok kısa bir süre için bile olsa açık bırakılır ve isteyenler gidip elve-

da der. Fena değil. Kulağımıza küpe olsun mu? Olsun.

Ne olursa olsun canım sıkkın ama üzül-müyorum çünkü biliyorum imdi çıksam, bir i e rakı ve bir parça beyaz peynir al-mak için kö edeki Bizim Bakkal a gitsem Uğur da mutlaka oradadır ve bana eh-

mus bak bu peynir yeni gelmi , daha taze, istersen bunu dene, biraz daha yağlı ama olsun daha lezzetli diyecektir. Veya bir-

kaç adım ötedeki sinemalara sokağına dal-sam Uğur elimle koymu um gibi kar ıma çıkacak, Merhaba ehmus, Cannes Film Festivali nden dün döndüm, kısa ilm ya-

rı masında birincilik alan genç yönetmen ve oyuncusu ve aynı zamanda e i bizde ka-

lıyorlar haberini verecektir. Veya bir bul-varda yürürken aniden kar ı kar ıya gele-

ceğiz, o bir basın toplantısına ko turuyor-

dur ben bilmemnereye, Tamam telefonla-

alım, görü elim, bir kahve içelim deyip ko ar adım yollanacağız. Ve nihayet za-

man, u bilinen, akan ve çağlayan zaman duracak, bir café terasında bir kahve veya bir bira içimi sohbete dalabileceğiz.

Uğur a defalarca söyledim, o çok iyi bi-liyor, Uğur la aramızda hakiki bir önsezi telefonu vardı. Evet önsezi telefonu. Kaç defa gerçekle ti: Kaç defa sokağa çıkma-

dan önce birazdan urada Uğur a rastlaya-

cağım ve Uğur bana u konuda u bilgiyi verecek diyordum ve aynen gerçekle iyor-

du. İki dost arasında bundan daha büyük, bundan daha hakiki bir duygu ve sezi bir-

liği var mı? Bilenler lütfen yazsınlar. Bizler Uğur Hüküm ü unutmayacağız.

Okuyucularının, meraklılarının da bizle-

re katıldığını duyuyor, okuyorum. Ne mut-lu Uğur a.

Ne olur yani biraz daha kalsaydı, u bir-

kaç kitabını bitirebilsey-

di. Fena mı olurdu? Ulan ölüm ne garip, ne kal-le , ne zalim bir eysin. Sen geldiğinde biz yo-

kuz. Biz varken sen yok-

sun. Bi yakalasam seni ağzını burnunu kumlara sürtmezsem bana da Er-

ganili ehmus demesin-

ler! u son yazdığım sa-

tırlara en çok Uğur gü-

lecek, biliyorum. Olsun. Ben de zaten onun için bu i i üstleniyorum. Sa-

dece onun için. ❚

Page 75: AVRUPA KULTUR 01

75

UĞUR HÜKÜM

HEP KÜLTÜR VE

SANATIN İÇİNDE OLDU,

DÜNYAYA O PENCEREDEN

BAKTI.

© Fo

tola

r: Öm

er Ya

prak

kıra

n

Page 76: AVRUPA KULTUR 01

76

Django Reinhardt yüz ya ında

Jazz ve gitar efsanesi bir ‘öteki’

UĞUR HÜKÜM

Page 77: AVRUPA KULTUR 01

77

Rivayete göre, bütün zamanların en iyi klasik İspanyol gitaristi diye bili-nen Andrés Segovia (1893-1987) 2. Dün-

ya Sava ı nı takip eden günlerden birinde, Paris te o dönemin cazibe merkezlerinden bir barda, Django Reinhardt ile kar ıla ır. Django konu masını pek sevmediğinden kısa süre sonra yanından hiç ayırmadığı gitarıyla deği ik bir hava tıngırdatır. Usta Segovia çok duygulanmı ve etkilenmi tir. Gayri ihtiyari Kimden bu parça? deyive-

rir. Django ba ını gitarından kaldırmadan, omuzlarını silkeleyerek çocuksu bir saf-lıkla, İçimden geldi, öylesine dokundum diye yanıtlar. Gözya larını tutamayan Se-

govia hayranlıkla Sen ne biçim bir yara-

tıksın böyle, dururken bile üretiyorsun? diye sorgular. Django nun cevabı gitarın-

dadır. Çalmaya devam eder...

20 nci yüzyılda özgürlük ve yaratıcılık ni anı takılacak birkaç müzisyen varsa, sanat tarihinin yaldızlı sayfalarına dâhi diye yazılacak Jazzcılar olacaksa, her-

halde Avrupa kökenlilerin ba ında, nota-partisyon okumasını bile bilmeyen çinge-

ne çocuğu, efsanevi sanatçı Django Re-

inhardt gelir. Jazz yazarı ve ara tırmacı-sı François Billard ın deyi iyle, O, halkı-nın gerçek bir kahramanıdır. Tüm baskı, kıyım, önyargı, ayrımcılık ve dı lamala-

ra kar ın halen yeryüzünün en özgür hal-kı diyebileceğimiz Çingenelere göğüsleri-ni gere gere Çingene olmaktan gurur du-

yuyorum dedirtmi , dedirtebilen bir sa-

natçıdır o. Jazz da çığır açan, Avrupa dan dünya Jazz ına tür katan tek müzisyendir o. Gitarı Jazz ın özgün ve temel enstrüma-

nı olarak dünyaya kabul ettiren besteci ve yorumcudur o. Django 2010 da 100 ya-

ına girdi. Jazz âlemi ve Fransa bu e siz evlâdını, ona hasrettiği Django Reinhardt Yılı nda saygıyla anıyor.

Bir ba ka Jazz uzmanı, Django Rein-

hardt Efsanesi (1957) isimli kitabın ya-

zarı Yves Salgues a göre, Django, Avrupa-

lı çingenelerin Fransızca konu an Ma-

nu lar kanadındandır. Annesi Négros Django yu 23 Ocak 1910 da göçer kervan-

ÇİNGENELERE GÖĞÜSLERİNİ GERE GERE “ÇİNGENE OLMAKTAN GURUR DUYUYORUM” DEDİRTEBİLEN BİR SANATÇIDIR DJANGO REİNHARDT.

Page 78: AVRUPA KULTUR 01

78

ları Fransa ya yakın Belçika nın Liberchi-es kasabasından geçerken dünyaya getir-

mi tir. Babası bilinmeyen bebek, nüfus ka-

yıtlarına Jean (Baptiste) ilk adı ve adet ol-duğu üzere annesinin soyadı Reinhardt ile geçtikten sonra göç katarları durmak bil-mez yolculuklarını sürdüreceklerdir. An-

nesi oğluna, yine çingene gelenekleri-ne uygun biçimde tek gerçek ismini taka-

caktır: Django . Django oğlan Jazz da çı-ğır açacak, Swing e Çingene-Manu sti-liyle yepyeni bir boyut, benzersiz bir ri-tim kazandıracak, ba ka türde müzikle-

rin de ufkunu geni letecek, nicelerine ön-

cülük edecektir. Örneğin, Jimi Hendrix ve Tony Iommi kurdukları gruplarına, Band Of Gypsies ve Black Sabbath adını tak-

mı larsa, B.B. King 1950 lerde yaptığı rad-

yo programlarında düzenli onun plakları-nı çalmı sa, Jef Beck En büyük o! O bir Tanrı! , diyebiliyorsa Django efsanesi ba-

sit bir pazarlama ba arısı veya keyi ter-

cih meselesi değildir. Hele de 2010 yılı içe-

risinde Django ya ili kin düzenlenen yüz-

lerce (yanlı okumadınız) konser, festival, enliği görünce onun eserini, değerini,

Jazz a, dünya müzik ve kültürüne kattıkla-

rını daha iyi kavrarız.

BANJOLU ÇOCUKTAN QHCF’İN KURUCULUĞUNA

Müzik dünyasının bir dizi ciddi kalem ve çehresine göre, gelmi geçmi en yete-

nekli, en önemli gitaristlerinden biri, hat-ta birincisi kabul edilen Django Reinhardt, kariyerine 54 kuzeninden bir tanesi olan Gabriel in çok eskidiği için bir kenar attı-ğı banjosuyla ba lar. O bozuk ve eski ale-

ti gece-gündüz çıplak parmakla ve öylesi-ne tutkuyla çalar ki, annesi oğlunun par-

maklarındaki i me ve a ırı kızarıklığı ön-

celeri dolama sanır. 10 ya ındadır, sava -

ta Kuzey Afrika ya sığınan kervan o sıra-

lar Paris in kapılarından (Porte) Choisy ye yerle mi tir.

Django nun, annesi dı ında ilk dinleyi-cisi, çingenelere okuma-yazma öğretme-

ye çalı an idealist bir ilkokul öğretme-

ni, Mösyö Guillon dur. Guillon Django ya okuma-yazma öğretemez, ama ondaki ben-

zersiz müzisyen cevherini ke fedecek ilk ki i olacaktır. 12 ya ında gelen hediye bir gitar ufaklığın hayatını deği tirecektir. Kulaktan dolma, gözden kapma edindiği bilgilerle, bazı tanınmı arkı ve melodi-lerin havalarından esinlenen kendince do-

ğaçlamalara daha o ya larında giri ir. 13 ya ında Trio Reinhardt ı kurmu , Paris in güne in yolunu gözleyen güney kapıların-

dan (Porte) d Italie de tezgâh açmı tır. Anında fark edilip Monge ve Huchet-

te sokakları gibi Paris in popüler eğlen-

ce merkezlerinde açık halk balolarına teri edecektir. Kısa sürede ödüller kazanıp ta-

nınmı Café lerde çalı maya ba layacak-

tır. Kara yağız, uzun boylu çok yakı ıklı bir delikanlı olmu tur. Giyimine ku amına çok dü kündür. 18 ya ında tutulduğu, Çin-

gene geleneği gereği kaçırdığı güzel Flo-

rine Bella ile ya amaya karar verir. Aynı yıl, 1928 de katıldığı dönemin saygın grup-

larından La Java da çalarken İngiliz or-

kestra ei Jack Hylton tarafından fark edi-lir. Kontrat imzalayıp kayıt ve konserler

DJANGO EFSANESİ BASİT BİR PAZARLAMA BAŞARISI VEYA KEYFİ TERCİH MESELESİ DEĞİLDİR.

Page 79: AVRUPA KULTUR 01

79

için Londra ya gitmeden birkaç gün önce, 26 Ekim de gece geç saatte döndüğü atlı arabasında karanlıkta mum yakmak ister-

ken çıkarttığı yangından kendisi ve karısı kılpayı kurtulacaklardır. Sol eli ve sağ ba-

cağı ağır biçimde yanan Django 18 ay has-

tanede yatacaktır. Doktorlar sanatçıya ar-

tık asla müzik yapamayacağını söylerler.

Yangın, ortak çocukları Henri Lousson nun varlığına rağmen Django ve Bella nın yollarını ayırır, ama onu gitar-

dan koparamaz. Django insanüstü nite-

lenebilecek bir gayretle çalı ır ve 6 ayda sakat sol elinde kullanabildiği iki parma-

ğıyla mucizevi bir teknik geli tirir. Bu arada i ve bağlantılarını yitirmi tir. Par-

maksızlığı bir ba ka i e de yarar. Askere alınmaz ve yeni sevgilisi Sophie Nagui-ne ile yine göç(er) yollarına dü er. Toulon civarında yazlıkta bulunan Parisli ressam bir sanatçı, Emile Savitry onu bir kır kah-

vesinde fark eder. Django koruyucu mele-

ği sayesinde Paris e döner ve annesi, kar-

de i ve e iyle Savitry nin atölyesine yerle-

ir. Kısa sürede Paris semalarında yıldız-

la ır. Onu her gören, dinleyen, cazibesine kapılır. Devrin en büyük kalem ve aydınla-

rından Jean Cocteau nun deyi iyle insan sesli gitar ın sahibi asılzade, büyük burju-

valardan, angaje kültür insanlarına, Jean Sablon gibi o yılların en ünlü arkıcıların-

dan André Gide, Jean Paulhan gibi yazar ve dü ünürlere herkesin gönlünü fetheder. Fakat hayatının kar ıla masını bir ba ka Fransız Jazz deviyle ya ayacaktır.

1934 te kemancı Stéphane Grapelli ile tanı an Django kendilerini dünya ölçeğine ta ıyacak ortaklıklarının siftahını Paris in en lüks otellerinden Hotel Claridge salo-

nunda yapacaklardı. Birkaç hafta sonra Reinhardt-Grapelli çifti Jazz ın tarihi top-

luluklarından Le Quintette du Hot Club de France/QHCF ı olu turacaklardı. İki-liye ilaveten yine gitarlarda Django nun karde i Joseph Nin-Nin Reinhardt ve Ro-

ger Chaput, kontrbasta Louis Vola yalnız-

ca tellilerle geçmi te benzeri olmayan bir

formasyonla çığır açıyorlardı. QHCF in 1935 te Salle Pleyel konser salonunda Co-

leman Hawkins ile verdiği konser onla-

rı bir anda öhretin zirvesine ta ıyacaktır. Django Manu ların kralıdır, zaferini her zaman olduğu gibi onlarla kutlar. Ancak QHCF beklenen, dilenen uyumda i leme-

mektedir. Çok zıt karakterlere sahip Djan-

go ile Stéphane konser veya kayıtların dı-ında bir araya gelmekten çekinmektedir-

ler. Reinhardt ne kadar disiplinsiz, uçarı ve müsrifse Grapelli de o denli tutumlu ve ciddidir. İlerleyen yıllarda topluluğun ba-

arısı artarken, ikilinin arası da gittikçe açılmaktadır. İkinci Dünya Sava ı nın ba-

ında çıktıkları turnelerden birinde, Lond-

ra konserinden sonra Grapelli orada kal-mağa karar verince, Django Paris e dönüp, farklı bir Quintette kuracaktır.

DEJENERE DIRENIŞÇIDEN AMERIKALI SERSERIYE

Jazz ve Swing, Naziler tarafından her ne kadar Entartete Musik/Dejenere Müzik kabul edilse de, Çingeneler imha edilmesi gereken ırk sayılsa da Django ve arkada -

ları adeta gözle görülmeyen bir koruma-

ya, dokunulmazlığa sahiptiler. (Django nun hayatının bu dilimine ili kin bir takım so-

rular dı ında, sanatçının çok zor durum-

daki ırkda larını himaye ettiği, ya attı-ğı günümüzde tescillenmi bir gerçektir. UH) Genç ve deli men Çingene , 1940 ta unutulmaz klasiklerinden Nuage ı ilk kez kaydediyor. Topluluk turneler, konserler-

le çok güzel paralar kazandığı gibi sorun-

suz, kaygısız bir ya am sürüyordu. Ta ki Almanlar ısrarla Django nun Almanya da konser vermesini isteyinceye kadar.

Bunun üzerine 15 yıldır birlikte oldu-

ğu ikinci karısı Sophie ile resmen evlenip, önce Fransa daki serbest bölgeye, oradan da gizlice İsviçre ye göçmeye karar veri-yor. Fakat sınıra yakın bir köyde önce Al-manların eline dü en Django ya büyük bir ans eseri, tam bir Jazz amatörü ve hayra-

nı olan, bölgedeki birliklerin komutanı Al-

DJANGO 6 AYDA SOL ELİNDE KULLANABİLDİĞİ İKİ PARMAĞIYLA “MUCİZEVİ” BİR TEKNİK GELİŞTİRDİ..

Page 80: AVRUPA KULTUR 01

80

man subay sahip çıkıyor. Hemen serbest bırakılan sanatçı İsviçre ye geçmeyi be-

ceremeyince Paris e dönmek zorunda ka-

lıyor. Burada Quintette ini yeniden olu tu-

ran Django bir müddet Fransa da turladık-

tan sonra, bir kadın dostunun ikir ve des-

teğiyle kendi Kabare sini kuruyor. Müt-hi bir kumar dü künü olan ki iliğin bazen tüm kazancını poker, bilardo gibi oyunlar-

da kaybettiği oluyormu .

1944 te Nazileri izleyen Amerikalılarla her anlamda daha iyi anla an Django i ga-

lin ardından turnelerine yeniden ba lıyor. Ocak 1946 da Londra ya gidip Grapelli yi arıyor. Oldukça duygusal bir bulu ma sı-rasında doğaçlama biçiminde enfes beste-

leri - hem de bildiğimiz kadarıyla millet-devlet çağında muhtemelen bir ilk, zira uzun süre Fransa da yasaklanıyor-, Fran-

sız ulusal mar ından esinlenen La Mar-

seillaise çe itlemesi ve hatta muhte em birlikteliklerinden aynı ak am Night and Day yaratılıyor. Django Paris e döndüğün-

de resme de merak sarıyor. Ba taki tered-

dütlerine rağmen keyile ilm müzikleri besteliyor. Kazandıklarını kumarhane ve batakhanelerde harcayan ki ilik tam bir sergüze t hayatı sürdürüyor. Yabancı ül-kelere düzenlenen turneler sonrası, örne-

ğin çocukluğundan beri yaptığı gibi kim-

seye haber vermeksizin ortalıktan kaybo-

luyor. 1939 da Paris te kar ıla tığı Duke Ellington ile turne/konser ve kayıtlar için ABD ye gidiyor. Ba ıbozukluk ve disiplin-

sizliği gündelik akı ı zorla tırsa da Duke e liğinde konserleri çok ba arılı geçi-yor. 24 Ocak 1947 ak amı bardağı ta ı-ran bir damla ya anıyor. Carnegie Hall da Duke Ellington ile vereceği konsere gelmi-yor. Daha doğrusu konserin sonuna doğru, gece 11de aniden peydahlanıyor. Perfor-

mansıyla ayakta alkı lanıyor, ancak kral Duke duruma feci ekilde bozuluyor. Ço-

cuksu sorumsuzluğu, bu tatlı serseriyi, dünya boks ampiyonluğu için New York ta bulunan Marcel Cerdan ın antrenmanı sı-rasında alıkoymu tur.

FRANSA’YA DÖNÜŞ

Amerika turnesinden sonra haftalarca New York Café Society Uptown gece ku-

lübünde çalan Django sonuçta Amerika da aradığı özgürce ortam ve beklediği a-

aalı ağırlamayı bulamıyor. Dil zorluğu, aile, arkada özlemleri yurt, sıla hasretiy-

le birle ince Fransa ya dönüyor. Bu ara-

da Stéphane Grapelli de Paris e dönmü -

tür. Efsanevi QHCF tekrardan birle ir. 1948 de Django öhretinin zirvesindedir. Ancak gittikçe artan umursamazlığı, önce-

likle kendine ve yakın çevresine zarar ve-

recektir. Quintette in İtalya ya yaptığı bir turnenin ardından Pigalle deki evi dahil her eyi satıp savarak, çok lüks bir Lincoln otomobil alacaktır. Ona taktığı bir römork-

la göçebe hayatına niyetlenir. Fakat daha Paris çıkı ında ba ına gelenlerden ötü-

rü, yakın banliyölerden Le Bourget de gö-

çer kampında dö eği serecektir. Müzikten soğumu , gösteri dünyasından uzakla -

mı tır. Eski dostlarından besteci, orkest-ra ei, saksofoncu André Ekyan, 1949 ba-

harında Django ile kar ıla tığında sanatçı

Page 81: AVRUPA KULTUR 01

81

tanınmaz bir vaziyettir. 39 ya ında olması-na rağmen ağzında di kalmamı , i man-

lamı , tümüyle dü kün bir haldedir.

Ekyan di lerden ba layarak dostunu to-

parlar. Bir iki café-cabaret gösterisi pek iyi geçmez. QHCF ile düzenlenen zoraki turnelerde pek ba arı sağlamaz. 1950 de Paris e gelen Benny Goodman onu onur-

landırır, konserlerine katmak ister. Gel gör ki Django daha birinci konserden önce ortadan yok olur. 1951 ubatı nda dün-

yaya dönen uslanmaz adam Club Saint-Germain verdiği konserlerde yıldızla ır. Toparlamı tır. Emile Savitry Django ye-

niden doğdu yu müjdeler. Adeta olgunla -

mı , büyümü tür. Çevresinden Manu ları-nı eksik etmese de daha derli toplu bir ha-

yata geçer. 1951 ba ında kazandığı para-

larla Paris in uzak banliyölerinden Fontai-nebleau yakınlarında Samois-sur-Seine kö-

yünde bahçeli bir ev satın alır. Günlerini Seine nehrinde balık tutarak, bilardo oy-

nayarak ve resim yaparak geçirir. Nadiren kayıt veya radyo programları için Paris e iner. Daha da nadiren konser verir. Al-bümleri ba arıdan ba arıya ko maktadır. 1953 in ilk günlerinde Django ya öylesine müthi bir talep vardır ki turnelere çıkma-

ğa ba lar. Dizzy Gillespie nin Brüksel kon-

serine yıldız konuk sıfatıyla katılır. Dün-

ya turnesi arifesinde arkada larıyla köy kahvesinde aperitif içerken aniden fenala-

ır ve dü er. Ba ı terasın betonuna çarpar. Aynı gece kaldırıldığı hastanede beyin ka-

namasından vefat eder. 15 Mayıs 1953 de hayata gözlerini yumduğunda 43 ya ında-

dır. Ailesi, Çingene geleneğince her eyini yaktığı için Django nun son döneminden, elektrikli gitarda kaydettiği besteleri da-

hil hiçbir ey kalmamı tır. Topu topu 100 kadar, o da müzisyen arkada larının gay-

retiyle toparlanmı veya kaydedilmi par-

çası bilinmektedir.

Django nun kaybı Jazz dünyasında dol-durulamaz bir bo luk yaratmı tı. Ama onun çok özgün ki iliği, Fransız ar-

kı geleneğine getirdiği tazelik, yarattığı

Swing-Manu stili dans ve harika popüler müziği Jazzseverlerin ötesinde milyonla-

ra ula mı tı. Ölümü yalnızca sanat ve mü-

zik dünyasında değil bütün Fransa da bir matem havası yaratmı tı. Son çeyrek asır-

da Django nun müziği, evrenselle en ye-

rel müzikler, özellikle de ulusal Çinge-

ne müziklerinin dünya müzik hazinesine kattıklarıyla bamba ka bir anlam ve önem kazandı.

Çolak Django ismi ve sanatı bir Mi-les, Duke, Bird, Armstrong veya Coltra-

ne kadar müziğe damgasını vurdu. Bu-

gün onun torunları sayılabilecek onlarca önemli grup, yüzlerce kanıtlanmı Jazzcı, binlerce, onbinlerce amatör müzisyen esin kaynağını onda aramakta, ondan yarar-

lanmakta, öğrenmekte, milyonlarca insan, dinleyici onunla hayal görmekte, onun mü-

ziğiyle co up keyile ona katılmakta, onun tadını çıkartmaktadırlar. Aklımıza ilk ge-

len Woody Allen in Sweet and Lowdown (1999) isimli ilmi dahil çok sayıda ilm, ki-tap, roman, resim, fotoğraf ya onu, hare-

ketli kısacık hayatını anlatmakta ya da on-

dan aldığı ilhamlarla ortaya çıkmaktadır, çıkacaktır. Kanımızca onu bu denli evren-

sel ve cazip kılan, kendine has kısalık ve sadelikte sarfettiği u iki kelimelik cüm-

lede gizlidir: Lisanım, çaldığımdır (müzi-ğimdir). ❚

“ÇOLAK DJANGO” İSMİ VE SANATI, MİLES, DUKE, BİRD, ARMSTRONG VEYA COLTRANE KADAR MÜZİĞE DAMGASINI VURDU.

Page 82: AVRUPA KULTUR 01

82

Yeri gelmi ken hatırlatalım: ”vet, artık Paris’te bir Django Reinhardt

Meydanı var. İstanbul’un önemli semtlerinden, meydanlarından birine Mustafa Kandıralı veya Barbaros ”rköse Meydanı adının verildiğini dü-

ünün. Örneğin, Tophane veya Kasımpa a niçin olmasın? Belki ba ka Ka-

sımpa alılar (!) kıskanabilirler, fakat i te Fransızlar öyle dü ünmüyor. On-

lar politikacılarından ziyade sanatçılarıyla gurur duyuyorlar. Bu vesiley-

le 8 Parmaklı Çingene nin anısına Paris’in 18. Bölgesi’nde bir mekân django lanmı oldu. 21 Ocak’ta açılan meydan, “jango ve ürekâsının

en fazla dola tığı, çaldığı (gitar) ve de göçer katarının konakladığı Paris kapılarından birinde, Porte de Clignancourt’a çok yakın bir mesafede bu-

lunuyor. Açılı törenini aralarında Kültür Bakanı Frédéric Mitterrand ve eski sosyalist ba bakanlardan Lionel Jospin’in de olduğu çok sayıda sa-

natçı ve ki ilik e liğinde Paris Belediye Ba kanı Bertrand “elanoë yaptı.“jango’nun 100’üncü yılı kutlamaları aslında yıl ba ında Alhambra (”l-

hamra) konser salonunda pek görkemli bir biçimde ba lamı tı. Bu halk çocuğunu, benzersiz sokak çalgıcısını anmaya Paris’in en sevimli ve gü-

zel, en insani boyutlu konser salonlarından Alhambra’dan ba lamaktan daha yerinde bir dü ünce olamazdı. 1933 yılında “emiryolu İ çileri ve Memurları Karde lik “erneği tarafından büro ve kültürel faaliyetler için in a edilen mekânın 60’lı yıllarda kaybolan, efsanevi müzikal ve gösteri salonu Alhambra ile hiç ili kisi yok. İsim sonradan oranın anısına veril-mi . Fakat bu mekân da tam bir ulusal varlık. 2005’te tümüyle yıkılmak-

tan kurtarılıp, Paris Belediyesi’nin mali ve siyasi desteğiyle restore edi-liyor. 2007’den beri çok sayıda büyük ismin sahneye çıktığı bu salonda, geçtiğimiz 19-30 Ocak’ta 12 gece süren Manu Geceleri düzenlendi. 4 yıldır yapılan bu geceler 2010’da tamamen “jango’ya, onun eseri ve ge-

leneğine hasredilmi ti. Büyük çoğunluğu Fransız, gerisi farklı ülkeler-

den sanatçı, bilene bilmeyene her gece “jango ya attılar, ya adılar. “jan-

go, Alhambra’da 100 ya ında her zamankinden daha zinde, popüler ola-

rak yeniden doğdu.Lyon kentinin Galler-Roma stilindeki Fourvière tiyatrolarının bazı

geceleri, 10 yıldır, özellikle yaz aylarında büyük gösterilerle enleni-yor. Cezayirli Berberi-Çingene kökenli Fransız sinemacı Tony Gatlif’in “jango’nun 100’üncü ya ına armağan ederek sahneye uyarladığı “jango “rom ba lıklı müzik-dans- arkı ve ilm alıntılı gösterisi, “jango Yılı’nın en heyecanla beklenen faaliyetlerinden biriydi. 15-17 Haziran geceleri “idier Lockwood’un eliğinde antik Fourvière tiyatrosunun sahnesini dolduran 9 usta gitarist, 2 kemancı, birer akordeon, klarinet, kontrbas, bir arkıcı ve bir dansçı orijinal bir yapımda binlerce seyirciye “jango’yu canlandırıp ya attılar.

Paris’te Django Meydanı

Page 83: AVRUPA KULTUR 01

83

Yılba ından beri “jango hakkında veya ona ithafen 30 civarında kitap yayınlandı. Catheri-ne Gravil ve Marcel Campion’un birlikte hazırladıkları 100’üncü yıl kitabı “jango Reinhardt et L’histoire de La Chope des Puces / La Chope des Puces’in Tarihi ve “jango Reinhardt (”ds. “idier Carpentier Yayınları) bunların en özgünlerden biri. ”ser 1910 yılında yani “jango ile aynı yılda doğan, önceleri Chez Marcel daha sonra La Chope des Puces adını alacak Café-Bar ın paralel ve çakı an hikayelerini anlatıyor. Bitpazarında yer alan bu mekân bugün “jango geleneğinin her gün ya ayan bulu ma merkezidir.

Jean-Baptiste Tuzet’in “jango Reinhardt et le Jazz Manouche ou le 100 ans du jazz à la fran-

çaise / “jango Reinhardt ve Manu Jazzı veya Fransız Jazzı’nın Yüzyılı (”ds. “idier Carpenti-er Yayınları), Patrick Williams’ın Les Quatre Vies Posthumes de “jango Reinhardt’ın Ölümün-

den Sonraki “ört Hayatı (”ds. Parentheses Yayınları) son aylarda yayımlanan çalı malardan iki ilginç örnek. Fransa’nın en tanınmı romanesk Jazzcı biyograileri yazarı Alain Gerber’in Insensiblement - “jango - Belli ”tmeden (”ds. Fayard Yayınları) ba lıklı kitabı ve Samois-sur-

Seine’de düzenlenen “jango Reinhardt Festivali’nin tarihini anlatan Antony Voisin ve Sébastien Vidal imzalı Minor Swing (”ds. du Layeur Yayınları) zikretmeden geçmek istemedik.

Tahmin edebileceğiniz gibi seçmece “jango toplu ve özgün baskıları, güzel baskıları, bilin-

meyenleri, ithaları, esinlenmelerı ve daha niceleri, plakçıları, büyük mağazaların özel raları-nı, vitrinlerini doldurdu. Pazar ekonomisi her keseye, her zevke hitap ettiğine inandığı zengin-

likte bir çe niyi geçmi te görülmemi bir oranda piyasaya sürdü. Teslim etmek gerekir ki, me-

raklısına sudan ucuza “jango albümleri mevcut. Su alacak dahi parası olmayana ne dersin? derseniz, bu satırların sınırında, Haklısınız! demekle yetiniriz.

20 C“’li “jangologie – Intégrale (”MI-France - 63 avro), 26 C“’li Le Manoir de ses Rêves – Cofret du centenaire 1910-2010 (Harmonia Mundi – 66 avro), 4 C“’li Trésors “jango Rein-hardt (Sony – 14 avro), 2 C“’li 100 Ans de “jango (Sony-BMG – 5 avro) ve onlarca ona ait veya ona ithaf edilmi yeni albüm. İsmi gereksiz me hur internet satıcısından hepsini daha ucuza bile bulmanız mümkün.

21’inci yüzyıl sanat ve müzikte, daha da özel olarak Jazz’da 20’nci yüzyılın zenginlik ve be-

reketliliğini yakalayabilir mi? Birçok temel müzik türü 20’nci yüzyıldan önce de vardı. Jazz yalnızca bu yüzyıla damgasını vurmakla kalmadı, farklı türlerin de öncüsü oldu, önünü açtı. Jazz’ın yaratıcısı zenciler, Afro-Amerikalılar AB“’nde nasıl öteki nin simgesi olmu larsa, bu yıl 100’üncü ya ı kutlanan e siz gitarist “jango Reinhardt da Fransa’da ve Avrupa’da öyle bir “öteki”ydi. O, içinde ya adığı dünyada farkına varmadan müziğinin ötesinde bir rol oynadı. Aynen müzik hakkında söylediği gibi: Ben müziği bilmiyorum. Ama o, müzik beni biliyor...

Django kitapları ve albümleri

Page 84: AVRUPA KULTUR 01

84

Stéphane Hessel

Sınır tanımayan bir yurtta ın bilgeliği

UĞUR HÜKÜM

“TABII KI SON DÖNEMDE KUZEY AFRIKA ÜLKELERINDE OLUP BITENLERI ILGIY-

LE IZLIYORUM. BIRAZ DELI VE IHTIRASLI OLSAM, OLAYLAR BENDEN KAYNAK-

LANDI, ‘ÖFKELENIN!’ KITAPÇIĞIMI OKUDULAR VE ‘ARAP BAHARI’NI YARATTI-

LAR, DERIM. ASLI BUNUN TAM TERSI. YANI TUNUS, MISIR, LIBYA, YEMEN GIBI

BAZI ARAP HALKLARININ ISYANLARI YAŞADIĞIMIZ DEVRI TARIHI KILDI VE KI-

TAPÇIĞIMIN TANINMASINI, CAZIBESINI KÖRÜKLEDI. IŞTE ‘ÖFKELENIN!’IN BA-

ŞARISINI HAZIRLAYAN GERÇEK TARIHI ETKEN...”

Page 85: AVRUPA KULTUR 01

85

Küçük kitapçığı kısa sürede Avrupa nın birçok dilinde, bu arada Türkçede de yayımlanan ve satı rekorları kıran Stéphane Hessel, insanlığın vahim bir noktaya geldiğini, ama her türlü zorluğun da altından kalkabilecek bir kapasiteye sahip olduğunu dü ünüyor. Avrupa aydın dünyasının bu sınırlar üstü "ihtiyar deli-kanlısı", sorularımızı yanıtladı.

- Sizi geçtiğimiz 7 ubat’ta, bağımsız internet gazeteciliğinin en ba arılı örnek-

lerinden Mediapart portalının Théatre de la Colline salonunda düzenlediği Öfkele-

nelim, “irenelim, Yaratalım! gecesinde izledim. 20 ya ında bir genç kadar dinamik, ne eli, heyecanlı ve de özellikle umut doluydunuz. Halbuki insanlık tarihinin en karanlık sayfalarını içeren 20’nci yüzyılı ve hatta oldukça umutsuz bir 21’inci yüzyıl ba langıcı ya adınız. Nasıl hâlâ insana güvenebiliyorsunuz?

STÉPHANE HESSEL - 20 nci yüzyılda büyük bir çoğunluğun ya adığı olağanüstü zor ve acılı zamanlara rağmen hissettiğim, hatta açıkçası inandığım odur ki, insa-

noğlu her türlü zorluğu çözmeye kadirdir. Bugüne kadar nasyonal sosyalizm gibi çok ağır sorunla kapı tık. Kazandık. Ba ka bir ağır sorun, Stalinizm vardı. Kazandık. Sömürgecilik ve sömürgesizle me gibi fevkalade zorlu bir süreçten geçtik. Bu devir tümüyle kapanmamı da olsa, ileriye doğru ciddi adımlar attık.

imdi çözmekten çok uzak olduğumuz bir ba ka sorunla daha kar ı kar ıyayız. Gezegenimiz, toprakla olan ili kimiz. Doğaya barbarlar gibi davrandık. Onun ihtiyaçlarını hiç göz önüne almadık, yal-nızca kendimizi dü ündük. Dolayısıyla gel-diğimiz nokta çok vahim. Fakat bugün artık bu durumun tamamen bilincindeyiz ve deği mek gerektiğini biliyoruz. Diğer-

lerine nasıl bir çözüm bulduysak veya çözüm yollarını görebiliyorsak, buna da bir çözüm bulmak zorundayız. Bu nedenle çok ilerlemi ya ıma, çok zorlu dönem-

lerden geçmi olmama rağmen, hâlâ büyük oranda insana olan güvenimi sür-

DOĞAYA BARBARLAR GİBİ DAVRANDIK. ONUN İHTİYAÇLARINI HİÇ GÖZ ÖNÜNE ALMADIK, YALNIZCA KENDİMİZİ DÜŞÜNDÜK.

dürüyorum. İnsanoğlunda, her birimizin içinde henüz kullanılmamı nice olanaklar mevcut. Çalı maya, dü ünmeye, yazmaya, hatta aramızdan bazıları sanat, edebiyat, iir yaratmaya uğra ıyor. Ancak henüz

denemediğimiz bir ey varsa o da iyilik yaratmak. İnsanın irade ve isteğinin daha güzele doğru deği meye, dünyayı iyile tir-

meye kadir olduğunu biliyorum.

- Çok iddialı bir gerçek sosyalizm serüveninin ba arısızlığı, sosyalizm rüyasının sonu mu demek? İnsanlığın vara-

bileceği en yüksek politik, ekonomik ve sosyal evre kapitalizm mi? İnsanlığı iyile tirme, mükemmelle tirmenin tek yolu kapitalizmi yontmak, zaalarını düzeltmekten mi geçiyor?

STÉPHANE HESSEL - Hayır! Tam ter-

sine! Yazdıkları u sıralar çok ihmal edilen biri var: Karl Marx. Onun çok haklı biçimde altını çizdiği bir hususa tamamen katılıyorum. Kapitalizm insanlığın, top-

lumların evriminde ancak bir a ama ola-

bilir. Kapitalizm bir dönem bazı nokta-

larda yararı dokunmu bir sistem. Fakat imdilerde büyük zararlar vermekte. Kapi-

talizm totalitarizmin tahammül edilmez bir biçimine dönü mü bulunuyor. Ba lan-

gıçta iyi eyler de yaptı. Örneğin içimiz-

Page 86: AVRUPA KULTUR 01

86

deki bazı zaaları te vik etti. Biliyorsunuz insanın sürekli daha fazla, daha fazla, hep daha fazlasını isteme, biriktirme, daha üstün, daha büyük, daha güçlü olma gibi bir iradesi var. Doğayı bencil çıkar-

larımız için kullandık. Ve sonunda dünya son yüzyılda ula tığı bütün geli kinliğine kar ın içinde olduğumuz açmaza dü tü, bloke oldu. Kapitalizmin son yıllarda tam yol duvara gittiği biliniyor. Sistem yeryü-

zünün hepimizin yurdu olmasını engel-liyor. Sorunuzun cevabını net bir biçimde vermek gerekirse, kapitalizm a ılmı tır, ula ılması gereken nokta benim sözcükle-

rimle, toplumsal demokrasidir.

TEK YOL BARIŞÇIL MÜCADELE

- İkinci “ünya Sava ı’nda Nazilere kar ı silahlı olarak direnmi bir sava çıya soru-

yorum: ayet sosyal ve ekonomik adalet-sizlik veya insanın insan üzerindeki ege-

menliği her biçimiyle dayanılmaz bir hale gelirse iddet kullanımı haklılık kazana-

bilir mi? Yoksa artık günümüzde iddetsiz, sadece barı çıl yollardan mı bir mücadele verilebilir?

STÉPHANE HESSEL - iddet anla ıla-

bilir ama haklılığı savunulamaz bir yoldur. Bir zulüm durumunda, örneğin Filistin-

lilerin İsrail baskısına kar ı veya ülkele-

rini i gal eden Almanlara kar ı Fransız-

ların kullandığı iddet kaçınılmazdır. Zira böyle yaratılmı ız. Ancak unu bilmemiz gerekir ki, bu yol asla kalıcı biçimde etkili olamaz. Güçlü zayıfa iddet uyguladığında eninde sonunda bir tepki doğacaktır. Zayıf güçlüye kar ı kullanırsa, zaten anında id-

detle tepki görecektir. Dolayısıyla denen-

mesi gereken yol müzakere, uzla ma, anlayı tır. Fakat a ırmamamız gereken husus, iddetin, ne taraftan gelirse gelsin yeniden iddete yol açacağı gerçeğidir. Ya tümüyle durdurmak zorundayız ya da iki taraf da iddetin sonuçlarına katlana-

caktır. Anı ve iir derlemelerimde dü ünce

ve sanatlarına sıkça ba vurduğum iki yazar aslında iddet açmazını, çeli ki-sini mükemmelen ifade etmi ler. Büyük

dü ünür ve eylem adamı Jean-Paul Sartre iddete, iddeti kesmenin tek aracı id-

dettir ikilemiyle yakla ırken, air Guil-laume Apollinaire iddeti enfes bir dizeyle yerine koymasını bilmi : Tek kabul edile-

bilir iddet umuttur…

- Siz tam bir örgüt adamısınız. Birle mi Milletler veya benzeri birtakım hükümetler arası ve/veya üstü uluslararası örgütlerin kapasitesine, gücüne gerçekten inanıyor musunuz? Biraz daha ileri gidecek olursak: Amnesty International, Attac, FI“H (Ulusla-

rarası İnsan Hakları Federasyonu), Human Rights Watch gibi siyasi iktidarlar ötesi sivil toplum kurulu ları dünyadaki sosyo-ekonomik ve politik deği imlerin aracı ola-

bilir mi? Bu tipte örgütlenmeler her ölçek-

teki insan topluluklarının geleceğinde belir-

leyici bir rol oynayabilir mi?STÉPHANE HESSEL - Bizim neslimizin

büyük ansı BM gibi bir örgütün doğu una tanık olmasıdır. Aslında dünya [Hessel sürekli biz deyimini kullanıyor. UH] çok uzun zamandır devletlerin bir araya gelip bulu masını, çatı maları engellemeyi deneme, müzakere, anla ma zemini sağ-

layacak bir örgüt yapılanmasını arzulu-

yordu. Bu yolda bir dizi a amadan geçtik. Örneğin 19. yüzyılın ba ında Avrupa

Page 87: AVRUPA KULTUR 01

87

Konseri (1814-15 Viyana Avrupa Kong-

resi) namıyla bilinen barı giri imi oldu. 1. Dünya Sava ı ndan sonra Milletler Cemi-yeti (Cemiyet-i Akvam) denendi. Hiçbiri ba arılı olamadı. Sonunda dönemin ABD Ba kanı Roosevelt sayesinde Birle mi Milletler (BM) kuruldu. Bu küresel örgüt bugün bünyesinde 193 devleti barındı-rıyor. İnsan hakları, barı , kalkınma, tele-

komünikasyon, eğitim, bilim-kültür, bes-

lenme gibi çok alanda bir örgüt ağı olu tu. En kısa deyi le, çok çok yararlı bir yapı doğdu.

Ba arısızlıklarla kar ıla ıldığında nereden kaynaklandığına bakıyoruz, konu-

uyoruz. Ancak en önemli kazancımız uluslararası hukuk alanında. Çok net, yalın metinler yayımladık. En azından neyin me ru olup olmadığını biliyoruz. Tek ba ına bu dahi muazzam bir avan-

tajdır. Maalesef üzülerek görüyoruz ki, devletler üzerlerine dü eni gerektiği gibi yapmıyorlar. Yurtta lar kendi hükümetle-

rine baskı olu turabilmek için aralarında örgütlenmek zorunda kalıyorlar. Neyse ki Amnesty, FIDH, Human Rights Watch gibi yararlı kurulu lar var da, onlar çok sayıda olumsuzluğa kar ı mücadele veriyorlar. Fakat bu örgütler devletlerin yerini ala-

mazlar. imdilik düzenin sorumlusu hâlâ devletlerdir. Dolayısıyla uluslararası kuru-

lu ların daha iyi çalı masını ancak yine devletler talep edebilir. Örneğin barı ın uygulanması, güvenlik, kalkınma vs…

- Böyle bir tablo içinde Avrupa Birliği’nin yeri nedir? AB bir kısım Batılı, Avrupalı eski emperyalistlerin yeni model emperyalist örgütlenme modeli midir, yoksa geleceğe yönelik yepyeni bir toplumsal ve siyasal proje midir?

STÉPHANE HESSEL - Biraz zor ve uzun oldu, ama sanırım Avrupa artık imdi anladı. Bugün AB, gezegenimizin diğer kesimleri örneğin, gittikçe ağırlık kazanan yeni geli en ülkeler gibi insanlığa özel bir katkıda bulunabilir. Avrupa nın tarihi açıdan özgün ve e siz bir deneyimi mev-

cuttur. Yüzyıllarca birbirleriyle sava mı , boğu mu milletler bir araya gelmi ler ve sorunlarını ortakla a ele almaya ba lamı -

lardır. Benim neslim için, henüz mükem-

melle mekten uzak da olsa birle mi bir Avrupa nın in ası, daha iyisi ba arıla-

mamı en önemli eserdir. Böylelikle ve öncelikle geçmi yüzyıllarda ya adığımız sayısız sürtü me ve çatı ma nedenini tas-

Page 88: AVRUPA KULTUR 01

88

iye etmi oluyoruz. Ve hemen eklemek isterim ki, AB ancak Türkiye yi bünyesine katmayı ba ardığı takdirde bence gerçek amacına ula mı olacaktır.

- Siyasi partilerin toplumları deği tirebile-

ceğine inanıyor musunuz? Bildiğim kada-

rıyla Fransız Sosyalist Partisi’nin üyesiy-

diniz veya halen üyesisiniz. Fakat 2009 AB Parlamentosu seçimlerinde Avrupa ”koloji, yani Fransız Ye iller Hareketi’nin listesinde seçimlere katıldınız. Niçin?

STÉPHANE HESSEL - Ne mutlu ki halen demokrasilerde ya ıyoruz. Demok-

rasilerin i leyi i siyasi partilerin varlı-ğına bağlıdır. Siyasi partisiz bir demokrasi tasavvur edilemez. Kendimin de olmayı hedelediğim gibi iyi bir yurtta daima bir siyasi partiye katılmalıdır. Benim tercihim hayat boyu aynı siyasi harekette kalmı tır. Partim Sosyalist Parti dir. Fakat tec-

rübe gösteriyor ki, zaman zaman deği ik durumlar çıkabilir. Örneğin Sosyalist Parti nin ba ka siyasi güçler tarafından desteklenmeye ihtiyacı vardır. Örneğin yakla ık 30 senedir yeryüzünün, doğanın önemini kavramı bulunuyoruz.

Bu nedenle Avrupa Ekoloji Grubu bana iki açıdan çok sempatik gözüktü. Çünkü bir yanda ekoloji, çevre bilim ve korunma-

sından, öte yanda da Avrupa dan söz edi-yordu. Fransızlara eksik oldukları, iler-

lemeleri gereken noktalarda hitap edi-yordu. Fransızlar gerçek geleceklerinin Avrupa da olduğunu ve de çevre bilincine sahip olmaları gerektiğini daha iyi kav-

ramalıydılar. İ te bundan ötürü doğal olarak Avrupa Ekoloji Hareketi listesine girdim. Kendimi seçilemeyecek bir sıraya koydurttum. Ancak hareketin yöneticile-

rine bir ko ulum vardı. Solun ve Sosya-

list Partisi nin dostu ve destekçisi kalacak-

lardı.

“ÖFKELENİN!”

- Gelelim kitaba. 20 ”kim 2010’da yayın-

lanan Indignez-vous/Öfkelenin! isimli kitabınız Fransa’da 2 milyondan fazla, Almanya’da 1 milyon sattı. İspanya ve

İtalya’da halen liste ba larında. 25 dile çev-

rildi. Bu ba arıyı nasıl açıklıyorsunuz?

STÉPHANE HESSEL - Teknik ve tarihi nedenlerle. Teknik, zira çalı ma 25 say-

falık küçücük bir kitap. Pratik boyutları kolay bir dağıtıma elveriyor. Ve de özel-likle 3 avro gibi çok makul bir iyatı var. Ayrıca bir hayli de provoke edici bir ba -

lığa sahip Indignez-vous/Öfkelenin! . Bu vesileyle kitabı bu iyat ve boyutta basan Editions Indigène yayınevi ve sahipleri Sylvie Crossman ve Jean-Pierre Barou ya min-

nettarlığımı ifade etmek isterim.

[Hessel’in bu

kitabın tüm gelirini insan hakları, ulusla-

rarası dayanı ma ve yardım kurulu ları gibi çe itli STK’lara bağı ladığını ekle-

meden geçmeyelim. UH]

Tarihi nedenlere gelince: Günümüzün belli ba lı toplumla-

rının kendi i leyi -

lerini sorguladık-

ları bir dönemi ya ı-yoruz. Kendimizi güven içinde hissetmi-yoruz. Eskisi gibi emin bir biçimde her ey çok iyi gidiyor, gelecek çok parlak

diyemiyoruz. Fevkalade bir Avrupa kura-

cağız, muhte em bir ABD olacak, büyük Sovyetler Birliği gerçekle ecek... gibi viz-

yonlar, hedeler koyamıyoruz. Belki im-

dilerde birazcık Çinliler bu tarz duy-

gulara sahip olabilirler. Geri kalan-

ların çoğunluğu gelecekten epeyce ku -

kulu. Çünkü geli meler dü ündüğümüz, arzuladığımız doğrultuda olmaktan çok uzak. Özellikle de Berlin Duvarı yıkıl-dıktan sonra. 1989 da artık hep beraberiz, ne mükemmel diye dü ünüyorduk... Bay Francis Fukuyama nın dediği gibi tek bir

Page 89: AVRUPA KULTUR 01

89

dünyamız olacak, sanıldı. Evdeki hesap çar ıya uymadı.

Nitekim kısa bir süre sonra, 2001de terörizm, ardından ekonomik kriz derken, i lerin yolunda yürümediğini gördük. Bir cins dü kırıklığıydı ya anan. Hal-buki ne rüyalarla yatıp kalkmı tık! Dün-

yada özgürlüğün zafer kazandığını sanı-yorduk. Bu hayal kırıklığı çevresinde öfke-

lenildi, ayaklanıldı, kitlesel protestolar yaygınla tı. Örneğin Fransa. 2007 seçim-

leri Sarkozy yi iktidara ta ıdı. Sorunlar çözülecek, Fransa çağ atlayacaktı... 3 sene sonra söylenenlerin hiç de gerçeğe uyma-

dığı ortaya çıktı. Aynı dönemde ABD de parlak bir seçimle i ba ına gelen Obama etrafında da ilginç biçimde benzeri bir süreç ya andı. İngilizcesi Time for Out-rage ba lığıyla yayınlanan kitapçığım orada da hiddetli bir kamuoyunun dikka-

tini çekti. Güzel ve sağlam görünümlü bir hükümete sahip Almanya da bile Stutt-gart olaylarının kanıtladığı bir memnuni-yetsizlik dalgası ülkeyi sardı. Muradına eremeyen dü duygusu benim kitapçığıma

hatırı sayılır bir kamu ilgisi uyandırdı. Tabii ki son dönemde Kuzey Afrika

ülkelerinde olup bitenleri ilgiyle izli-yorum. [Bay Hessel in yüzünde muzip bir ifade belirdi ve gülerek öyle konu tu: UH] Biraz deli ve ihtiraslı olsam, olaylar benden kaynaklandı, Öfkelenin! i oku-

dular ve Arap Baharı nı yarattılar, derim. [Bilge bilge gülüyor.] Aslı bunun tam tersi. Yani Tunus, Mısır, Libya, Yemen gibi bazı Arap halklarının isyanları ya adı-ğımız devri tarihi kıldı ve kitapçığımın tanınmasını ve cazibesini körükledi. İ te Öfkelenin! in ba arısını hazırlayan

gerçek tarihi etken...

- Yakla ık 7 yıl önce, 8 Mart 2004’te, yani Fransa Ulusal “ireni Komitesi’nin (U“K) ünlü Program Bildirgesi nin yayımlanı-ından tam 60 yıl sonra, o sırada hayatta

olan 12 tanınmı direni çi yolda ınızla Yükselen Adaletsizliğe Kar ı Mücadele

Çağrısı nı yayımladınız. Maalesef âkil adamları dinlemediler. Sizin sözlerinizle Bugün gittikçe artan belirli bir barbarlık,

sosyal ve ekonomik adaletsizlik -insan-

lığı- tehdit ediyor. Aradan 67 yıl geçmi olmasına rağmen günümüz Fransız sosyal devletçiliğinin temel ilkelerini belirleyen Ulusal “ireni Komitesi Programı’nın gün-

celliğini, ya anan gerici, geriletici durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

STÉPHANE HESSEL - Sanırım Ulusal Direni Komitesi Programı nın program olarak güncel olduğunu söylemek bugün için artık mümkün değildir. Çünkü 67 yılda dünya a ırı derecede deği ti. Fakat UDK yi yaratan ve programını olu turan temel insani değerler günümüzde de temel değerler olarak halen geçerli. Bu nedenle 2004 te temel değerler hakkında hükü-

metin dikkatini çekmeye çalı tık. Bu değerlerin bazıları belki bugün daha az önemli. Ama özü, yani neredeyse fa ist Vichy rejimi ve Nazi i galinden kurtulma kavgası veren yolda larımızın ihtiyaçları bugün bile haklılığını korumaktadır. İ te UDK li dostlarla bu ihtiyaçlara tercüman olabilecek iddialı birtakım öneriler hazır-

lamı tık.

GÜNÜMÜZÜN BELLİ BAŞLI TOPLUMLARININ KENDİ İŞLEYİŞLERİNİ SORGULADIKLARI BİR DÖNEMİ YAŞIYORUZ. KENDİMİZİ GÜVEN İÇİNDE HİSSETMİYORUZ.

Page 90: AVRUPA KULTUR 01

90

Önemli olan son derece özençli bir tut-kuyu canlı tutmaktır. Adil ve modern bir toplum tutkusu her devir için geçerli bir tutkudur. Bu tutku 17 ve 18 inci yüzyıl Aydınlanma Çağı nda da geçerliydi. Rous-

seau, Diderot, Voltaire ve arkada ları kadar, 19 uncu yüzyıl İngiliz dü ünür ve siyaset adamları Gladstone, Disreali dev-

rinde de tüm heyecanıyla gündemdeydi. Bu hedeler İtalyan Risorgimento (Yeniden Doğu ) hareketinin de tutkusuydu. Bu tutku dün olduğu gibi bugün de geçerlidir.

- Öfkelenin! çığlığınız, çağrınız veya belki bir Manifesto diye niteleyebileceğimiz çalı -

manız, bütün yurtta ları, bulacakları bir veya birkaç gerekçeyle ya anan haysiyet-sizliklere, çirkinliklere, haksızlıklara en azından öfke duymaya davet ediyor. Sizler için Naziler vardı, i birlikçileri, i gal vardı. Filistinliler için İsrail’in insanlık dı ı ve id-

detli politikası var. Hedeler çok netti. Fakat günümüzde ortalama bir Fransız, Alman veya Türk genci, insanı pusulayı tamamen a ırmı durumda. Anladığım kadarıyla siz

gençliğe çok güveniyorsunuz. Her boydan ve soydan uyutucu ve uyu turucunun bol olduğu günümüz tüketim toplumlarında insanlar, gençler kime ve neye kar ı, nasıl öfke duyacaklar?STÉPHANE HESSEL - Bu kitapçığın

gerçek sorunu da bu sorunuzun cevabında düğümleniyor. Kitap, durumdan, gidi-attan memnun değilim demeniz ve kız-

manız, öfkelenmeniz gerektiğini anlatıyor. Ama bir adım daha ileri gidilebilmesi için nasıl yapılması gerektiğine dair yeterli ayrıntı aktarmıyor. Kitap bir dizi konuda ciddi boyutlarda cüretkâr meydan oku-

malar içeriyor. Özellikle gençliği kar ı çık-

ması gereken konularla yüzle meye, yüz yüze gelmeye çağırıyor. Bu taleplerin var-

lığını nasıl algıladıklarını, kabul görmeyen birtakım gerçek ihtiyaçların yetersizliğini teslim edip etmediklerini anlatıyor. İ te davet, mesaj, tam bu noktaya odaklanıyor: Gençler bu durumların deği mesi için çalı maya, mücadeleye hazırlar mı?

Aslında kitapta sıralanan talepler sadece birkaç örnektir. İletilmek istenen,

insanların bizzat kendilerinin kabul edilmez buldukları noktaları öne çıkart-malarıdır. Çünkü herkesin talebi aynı olmayabilir. Ama sizler kendiniz için kabul edilemez bazı durumları yakalamı -

sanız ve bunun için direnme arzusu ta ı-yorsanız, i te o zaman gerçek bir yurtta olma yolunda ilk adımı atmı sınızdır.

Ancak daha önce belirttiklerimize rağmen öylesine iki büyük hedef var ki, her biri en azından sava , i gal, sömür-

gecilik kadar önemli ve dramatik. Bun-

ların ilki, çok yoksul-larla çok zenginler arasında büyüyen farklılıkta yatmak-

tadır. Konu hak-

kında çalı an, istis-

nasız tüm iktisatçı-ların hemikir olduğu tespit, bu farkın son 30 yılda vahim dere-

cede açıldığıdır. Üstelik yeryüzün-

deki a ırı yoksulluk ve dengesizlik bütün ülkelerde büyümek-

tedir. Hatta zengin ülkelerdeki çok derin yoksullukla, örneğin bazı banliyölerde hayatta kalma kavgası veren en yoksulla en zengin ve ölçüsüz servetler arasındaki uçurum tahammül edilmez boyutlara eri -

mi tir. Buralarda da aynı uyarıya ve/veya te vike, durumun deği mesi için mücade-

leye, sosyal deği imi vurgulayan siyasi bir partinin veya partilerin varlığına, deste-

ğine ihtiyaç vardır. İkinci hedefe gelince: Daha önce değin-

diğimiz bir husus yerkürenin bozulması. Bu noktada da davaya sahip çıkmak, angaje olmak çok önemli. Aynı karar-

lılık gerekiyor. Özellikle de, böyle gelmi böyle gider diyerek kanıksayanlara, göz korkutanlara veya farklı yıldırmalara pabuç bırakmamak zorunlu. Bu davranı -

Page 91: AVRUPA KULTUR 01

91

lara mutlaka tepki göstermeli, öfkelenip isyan etmeliyiz.

- Gerçek bir sosyal ve ekonomik demokrasi için önerileriniz nedir? STÉPHANE HESSEL - Sanırım bu

konuda öncelikle yakın dönemlerde yazılmı , kayda değer eserlere ba vur-

makta yarar var. Soruları en iyi biçimde sorup çözüm getirenlere yakından bakmak gerekiyor. Son zamanlarda sıkça yaptığım gibi en ba ta Edgar Morin ve La voie" (Yol) ba lıklı son çalı masını zik-

retmek isterim. Sonra da Peter Sloter-

dijk ve Tu dois changer ta vie" (Hayatını Deği tirmelisin), Susan George ve Leur crises, nos solutions" (Onların Krizleri, Bizim Çözümlerimiz) ba lıklı eserlerini salık veririm.

Acilen ve yoğun olarak üzerinde dü ü-

nülmesi gereken nereden ba lanacağına karar verilmesidir. Kapitalizmin kuralları yerine toplumsal ve dayanı macı bir eko-

nomi, sanayile mi bir tarım yerine aktif bir çevrecilik ve ekolojik tarım ilkeleri uygulanabilir. Aslında izlenecek yol hari-tası bir anlamda belirlenmi durumda. Eksik olan siyasi irade ve insanların, özel-likle de gençlerin cesaretsizliği ve güven yetersizliği. Henüz yeterli sayıda insan bu sorunların çözülebileceğine inanamıyor. Veyahut da birazcık zorlandılar mı cesa-

retleri kırılıveriyor. Dolayısıyla benim çağrım insanları davaya sarılmaya davet çağrısıdır. Bildiğiniz gibi Engagez-vous/Angaje Olunuz-Davaya Katılınız ikinci bir küçük kitap çıktı. İlkinin mantıki uzantısı. Bu defa, öfkelenmek yeti mez, öfkelenmek ilk adımsa, çözüme giden yol eylemden, mücadeleden geçer, diyoruz...

BUGÜNKÜ TÜRKİYE

- Günümüz Türkiyesi’ni nasıl görüyor-

sunuz?STÉPHANE HESSEL - Modern Tür-

kiye kurulduğundan beri Avrupa kıta-

sında, dünyada ilginç bir konuma sahip, özellikle de İslam dünyasında. Yüzyıl-lardır tarihi, politik, ekonomik, kültürel

ve dini anlamda çatı maların, geçi lerin, göçlerin ya andığı bir bölgede var olmu . Emevilerden, Osmanlılara uzanan zengin bir geçmi e, fevkalâde bir insan, Mustafa Kemal bir nokta koymasını bilmi tir. Ve bir imparatorluk kalıntısından bir demok-

rasi yaratmı tır. Tüm demokrasilerde olduğu gibi itiraz veya protesto edilebi-lecek çok öğe bulmak mümkündür. Fakat temeli sağlamdır. Geçmi te Türkler Bal-kanların önemli bir kısmını i gal etmi ler, sonra geri çekilmek zorunda kalmı lardır. Avrupa nın derinliklerine kadar uzanmı -

lardır...Bu ülke, bu uygarlık, bu kültür olağa-

nüstü bir çe itlilik ve zenginliğe sahiptir. Tarihinde çok farklı siyasi yönetim dene-

yimlerinden geçmi bir toplumdur. Babıali nin bugünkü ölçülerle a ırı sağcı ve tutucu siyasetlerinden, Kemal Pa a nın a ırı solcu nitelenebilecek birtakım uygulamalarına Türk tarihi gerçekte Avrupa nın da yakından tanıdığı birçok a amayla benzerlikler içerir. Dolayısıyla Türkiye nin tecrübesiyle Avrupa nın tec-

rübeleri arasında bir hayli tamamlayıcı yöneli ler mevcuttur. Söylemek istediğim özetle udur ki, Türkiye nin yeri geni le-

tilmi bir Avrupa nın içindedir.

- Üst üste gelen üç darbeyle yıpranmı , geleneksel olarak laikliğe sıkı sıkıya bağlı cumhuriyetçi ve demokratik olmaya çalı an Türkiye’de u anda İslami değerleri ön plana çıkartan, muhalefet ve ele tirel basına pek tahammül edemeyen bir ikti-darın varlığını biliyorsunuz. Siz böyle bir iktidarın yarınını nasıl görüyorsunuz, tavsiyeleriniz olabilir mi?

STÉPHANE HESSEL - Tüm söylenen-

lere rağmen, ben ahsen Türk vatanda -

larının çoğunluğunun AB ile bütünle -

mekten yana olduğuna inanıyorum. Bu süreci engelleyen birtakım etkenler mev-

cuttur. Örneğin insan hakları ihlali, dola-

yısıyla bütünle me engeli konu uluyor. Bu engelin ba ka ülkelerde ya ananlardan daha zorlu olduğunu sanmıyorum. Herkes bu konuda kalıcı ilerlemeler kaydediyor. Eminim Türkiye de bu engeli a acaktır.

FEVKALADE BİR İNSAN, MUSTAFA KEMAL, BİR İMPARATORLUK KALINTISINDAN BİR DEMOKRASİ YARATMIŞTIR.

Page 92: AVRUPA KULTUR 01

92

Benim için epeyce üzücü olan bir zorluk, Kıbrıs sorunudur. Sanırım Türkiye akıllıca bir siyaset kullanarak bu engeli kolayca a abilir. Sonuçta Kıbrıslılar pekala bir arada ya ayabilirler. Onlara bu olanak tanınmalıdır. Ba ta herkes gibi zaman zaman kendi aralarında kapı acaklardır. Ama eninde sonunda anla acak ve AB üyesi birle ik bir devlet olacaktırlar.

İç siyasete gelince. Açıkçası tavsiye-

lerde bulunabilecek derecede Türkiye yi tanımıyorum. Burada ya amadım. Birkaç defa kısa süreli fakat çok ho ziyaretlerde bulundum. İslam Türkiye de risk midir, koz mudur, bilemiyorum. ayet ba ından beri hissettiğimiz, tanıdığımız modern bir Türkiye varsa, bu Türkiye, Müslüman Akdeniz ülkelerine, İslam dünyasına ger-

çekten örnek olabilir. Türkiye nin bir yanda Filistinlilerle, öte yanda İsrailli-lerle kurduğu ayrıcalıklı bağlar son derece olumludur. Türkiye bu bölgede barı ın kurulması için bizlere yardımcı olabilir. Akıllı bir Türk hükümeti Avrupa açısından çok değerlidir. Böyle de olduklarını sanı-yorum.

İSLAM VE DEMOKRASİ

- Yaygın Batı kamuoyu genelde oldukça kolaycı bir bakı la İslam ile demokrasi arasında bir uyu mazlık olduğunu savunur. Gerçi Arap ülkelerinde son kaydedilen geli meler en ku kucuları dahi dü ün-

dürmü olsa da imdilik kesin bir olgudan konu mak zor. Sizce Müslüman toplumları demokratik bir ya amla bağda-

abilir mi?STÉPHANE HESSEL - Birincisi: İslam ın

uzun bir tarihi var. Bu geçmi te öyle bazı dönemler mevcuttur ki, bu dönemler ya anmamı olsa bugünkü Modern Dün-

yayı görebilmek bile hayal olurdu. Orta Çağ dan sonra mesajı ve katkılarıyla İslam olmasa Avrupa da günümüze geçi sağla-

namazdı, nerede olduğumuzu bilemezdik. İbn-i Sina, İbn-i Rü d gibi İslam bilginleri sayesinde Antik dü üncenin modernle -

mesi gerçekle ti. Sonra İslam dü üncesi maalesef özellikle Vahhabilik etkisinde

bir gerileme ya adı. Aynen bir zamanlar Katolik kilisesinde, örneğin engizisyonda olduğu gibi tutucu anlayı lar İslam dinini bloke etti, geli mesini durdurdu. Beni ahsen hiç bağlamasa da son yüzyıllarda

açılan Katolik kilisesi, modernle meyi, çağına uymayı ba ardı. İslam da aynı yoldan geçebilir, geçmelidir. Yoksa İslam ile demokrasi arasında a ılmaz bir çeli ki olduğuna inanmıyorum.

Kaldı ki, önümüzde bu süreci denemi , denemeye devam eden bir toplumu siz de yakından tanıyorsunuz. Türkiye bir anlamda bu a amayı, hareketi ba armı bir ülkedir. İslam ile yakın bağını sür-

düren Türkiye benim gözümde Modern İslam ın simgesidir. Gerilememek kaydıyla Türk İslamı Magrip hatta Ma rek ülkele-

rine örnek olu turabilir. İslam da modern-

le me Türkiye den ilham ve güç alabilir.

- Sizce İnsan Hakları, cumhuriyetçi değerler, özgürlük, e itlik gibi kavram ve ilkeler yalnızca Judeo-Hıristiyan kökenli toplumlara, kültürlere özgü birtakım gelenekler midir? Bu noktada İslam ile bağda mazlıktan söz etmek olası mıdır?

STÉPHANE HESSEL - Hayır! Hiç böyle dü ünmüyorum. Çünkü 1948 de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ni kaleme aldığımız yolda larımın çalı malarının gerçekten çok ba arılı olduğuna inanı-yorum. Gerek anla ma (pakt) gerek bil-dirge metinleri istisnasız herkes tara-

fından kabul edilebilir metinlerdir. Kon-

içyüsçülerden Budistlere, Katoliklerden Müslümanlara, Musevilerden Protestan-

lara herkese saygılı, herkesi birle tiren bir dil ve tanımdır.

Tanrıya hiç bir atıfta bulunulmamakta, metinde Tanrı sözcüğü kullanılmamak-

tadır. Temel kavram ve sözcükler erkek ve kadındır, insandır, ki idir. Hemen hemen her paragrafta bu sözcükler geçer. Yazı-lanlar içtenlikle arzulanan ve hedelenen insan özgürlükleridir. Nerede ya arlarsa ya asınlar, kadın veya erkek, özgür, kendi vicdan ve inançlarında serbesttirler.

Bu metni Batılı olduğu, bazı gelenek veya kültürlere uymadığı gerekçesiyle red-

Page 93: AVRUPA KULTUR 01

93

dedenler apaçık bir ikiyüzlülük yapmak-

tadırlar. Beyannamede öngörülen hakları kendi yurtta larına uygulamak istemeyen devletler kendi iktidarlarını kaybetmekten korkan yönetimlerdir, yurtta lar değil.

“ANGAJE OLUN!”

- Öfkelenin! den sonra ikinci bir kitap yayınladınız, ”ngagez Vous/Angaje Olun! Bu defaki çağrınızın, davetinizin amacı nedir?STÉPHANE HESSEL - İlkinin mantıki

devamı sayılabilecek bu ikinci kitap daha fazla ayrıntıya giriyor. Özellikle de genç-

lerin uğra ması, mücadele etmesi gereken sorunları ele alıyoruz. Örneğin ciddi bir göç sorunu vardır. Bu olguyu daha iyi anlamak ve anlatmak zorundayız.

Toplumlar niçin hareket halindeler, insan yığınları niçin dünyanın bir nok-

tasından ba ka bir noktasına göçü-

yorlar. Aslında bu daima var olmu bir olgu. Roma İmparatorluğu nda bile Bar-

barların İstilası ndan söz edilirdi. Tarih kanıtlıyor ki, istilacılar gerçekte pek o kadar da barbar değillerdi. Peki, uygarlık adına sömürgeler kurmayı nasıl açıkla-

yacaklar? Amerika yı nasıl i gal ettiler? [Gülüyor-UH] Kısacası göç hareketlilik-

leri tarihin bir parçasıdır. Sürekli var olmu tur. Yapılması gereken, konuyu akılcı ve insan haklarına saygılı bir biçimde ele almaktır. İ te pekala angaje olunabilecek , dört elle sarılanabilecek, katılınabilecek bir dava.

Bir ba ka eylem alanı adalet. İnsanoğlu için elzem olan kaynakların daha e it dağılımına olan talep. Aynı zamanda belli bir biçimde azla yetinmenin, ölçülülüğün öğrenilmesi de gerekiyor. Günümüz top-

lumlarında fazlaca sarho olduk, anormal tükettik. Onlara (insanlara) artık biraz ılımlı, sınırlı tüketmeyi öğretelim. [Burada Sobriété-Ebriété/Mutlak Perhiz- Sar-

ho luk sözcükleri, ikilemiyle oynuyor- UH] Enerji veya suyun kullanımındaki a ırılığı sınırlayalım. İ te bu ve ben-

zeri somut eylem alanları bu ikinci kitap-

çıkta yer alıyor. Özellikle gençlere yönelik

bu söyle i kitabında sorumlu dünya yurt-ta lığına yara ır mücadele araçları öne-

riyorum. Böylelikle yürümeyen i lerin üstüne gidebilirler, çevrelerini bilinçlen-

direbilirler, çözümlere katkıda bulunabi-lirler.

- Peki insanların, bireylerin uğra ıları nasıl bir kolektif, toplu mücadele zeminine oturabilir? Siyasi partiler, STK ve benzer-

leri konusunda bir tercihiniz var mı?STÉPHANE HESSEL - ahsen bu alanda

daha ziyade çoğulculuktan yanayım. Demokrasilerde, tabii ki gerçekten demok-

ratiklerse siyasi partileri kullanmak gerekir. Seçimlerde oy kullanmamak, kayıtsız kalmak ki isel planda tam bir skandaldır. İçinden veya dı ından siyasi hayata biliil katılmak zorunludur. Fakat isteyen dini bir örgütlenmeyle de angaje olabilir. Ku kusuz hangi doğrultuda çalı-acağı çok önemlidir. Niçin olmasın?

Bugün din temelinde birçok grup, kurulu , insani birtakım değerlere titizlikle sahip çıkmakta ve insan hakları ve demokrasi kavgası vermektedir.

Sendikalar aracılığıyla mücadele de çok etkili yollardan biri olabilir. Koopera-

tilere, elbette ki Amnesty International, FIDH gibi her türlü insan hakları veya dayanı ma kurulu una girilebilir. Artık çok sayıda modern ileti im aracı sayesinde son derece yaygın ve etkili toplumsal ağlar, örgütlenmeler, Attac veya dünya çapında sosyal forumlar kurulmaktadır. Sanırım dünyayı, toplumu deği tirmek için bir davaya sahip çıkmak duygusunu tatmin edecek bütün bu yollar geçerlidir. Sağlam, ciddi, herkese uygun mücadele araçları vardır.

- Yüzyılla “ans ”tmek ba lıklı anı kitabı-nızda gençlerin 1968’de ya lıların gelmi geçmi egemenliğini kırdığını yazmı tınız. Bu iyimserliğinizi bugün de sürdürüyor musunuz?

STÉPHANE HESSEL - Dilerim ki, hiçbir zaman gençlere olan inancımdan dönmem. Bu inanmak sözcüğünü de mek gerek. Bütün gençliğin enfes olduğuna ve

Page 94: AVRUPA KULTUR 01

94

her soruya doğru bir cevap bulabilece-

ğine inanacak kadar da saf değilim. Açık-

çası böylesi bir genççilik ten sakınırım. Ama bugünküler dahil bütün nesillerde ekmek yapmak için mayayı bulup hamuru karacak küçük bir azınlık çıkmı tır. İ te bu azınlığa güveniyorum. En güçlü tüketim toplumlarında gençlerin çoğun-

luğu umursamaz bile olsa, direni çi bir küçük azınlık var olmu tur. Direnmek, üretmektir. Bu gençler geleceğin tohum-

larıdır. Deği imin tomurcukları daima onlarla açacaktır.

YAŞAM BOYU YOLDAŞI ŞİİR VE KADINLAR

- Hayat boyu çok sadık, ayrılmaz bir yol-da ınız olmu : iir. Üç dilli bir iir antolo-

jiniz var, ba lığı Ah Benim Belleğim – iir, Benim Gereksinimim . Niçin iir, niçin üç dilli bir kitap?STÉPHANE HESSEL - Sadece bu üç

dili [Almanca, Fransızca ve İngilizce UH.] çok iyi bildiğim için. Mahmut Dervi in ağzından Arap iiri veya Rus airle-

rinden Rus iirini dinlemenin tadına vakıf olmu bir insanım. Ancak bu dillere tam hakim değilim. iiri anlayabilmek, airin tam tadına varabilmek için bir dili çok iyi tanımak zorunludur. Çeviriye inanmı-yorum. Muhte em çevirmenler var. Olağa-

nüstü çeviriler yapabiliyorlar. Ama air en güzelini, en âlâsını kendi dilinde veriyor. Bazen Nâzım Hikmet i dü ünüyorum. Oğlum birçok iirini ezbere biliyor. Çok iyi çevrilmi . Ama Nâzım ı kendi dilinde, Türkçe okumak ba ka bir ey. Bu nedenle yalnızca üç dile yoğunla tım. Bu kadarı bile epeyce zengin bir varlık olu turuyor. Bu engin insanlık varlığı içinde belleğime kazınanları seçtim. Zira bir iiri okuyup güzel bulabilirim. Ama belleğime girmesi için bir eylerin çarpması gerek. O anda onu ezbere bilmek isterim.

- Bu enerji ve mücadeleci gücünü hangi kaynaktan besliyorsunuz?STÉPHANE HESSEL - Kadınlar. Ba ta

annem olmak üzere kadınlar hayatımın motor gücü, enerji kaynağı olmu lardır. Onlara minnettarım.

- Bir iir alıntısıyla bitirsek...STÉPHANE HESSEL - Apollinaire

Mirabeau Köprüsü nden bir alıntı.

A k u akarsu gibi kayıp gidiyorA k gidiyorHayat nasıl yavaVe umut nasıl iddetliGelen gece saati çalıyorBen kalıyorum günler kayıp gidiyor

| Paris / 4 Nisan 2011 / Saat 17.00 - 18.30 arası |

KÜNYE | Impressum

YAYINCI | Verleger:Ali YıldırımAYPA Haber AjansıAYPA PresseagenturD-13585 Berlin Luther Platz 4.................................................Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P.):Osman Çutsay.................................................Sanat Yönetmeni | Artdirector: Ömer Yaprakkıran .................................................Yazışma Adresi:

[email protected]

avrupa

Page 95: AVRUPA KULTUR 01

95

Avrupa Kültür ile yeni bir yol açılıyor

Page 96: AVRUPA KULTUR 01

96

www.issuu.com/yaprakkiran01Çizimler | Zeichnungen

Page 97: AVRUPA KULTUR 01

97

Page 98: AVRUPA KULTUR 01

98

Adalbertstraße 310999 Berlin

Tel. 030/26 30 31 46 Fax: 030/26 30 31 47

Email:[email protected]:www.regenbogen-buch.net