Upload
yunus-emre-bolat
View
233
Download
0
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
1
Cffffccfömnckcdcn
BU SAYIDA
İrem Erten - Karışık Dilli Eserler Meselesi ya da Olga Bolga Sorunu
Yazgül Akat - Refik Halid Karay Ve Tantuna Gitmek
Muammer Yiğit - Orhan Kemal'in Baba Evi
Özlem Selen Günaydın - Kurşunlanan Türkoloji
İhsan Bayrak - Orta Asya'dan Anadolu'ya Kadim Bir Gelenek: Göç ve Psikolojik Arka Planı
Aslıhan Şahin - Gökkuşağını Yakalamak
Yunus Emre Bolat - Mehmet Rauf'un Eylül Romanı Üzerine Bir İnceleme
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
2
Bengütaş Dergisi Yayın Kurulu
Kurucu Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ
Editör
Yunus Emre BOLAT
Editör Yardımcısı İhsan BAYRAK
Yeni Türk Dili Komisyonu
İrem ERTEN Sevgi CANOĞLU
Eski Türk Dili Komisyonu Özlem Selen GÜNAYDIN
Eski Türk Edebiyatı Komisyonu
Burcu BEKİROĞLU Muammer YİĞİT
Türk Halk Edebiyatı Komisyonu
Aslıhan ŞAHİN Yunus Emre BOLAT Alime TOPALOĞLU
Yeni Türk Edebiyatı Komisyonu
Yazgül AKAT
Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.
www.bengutas.tk
Her hakkı saklıdır.
Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın herhangi bir vasıtayla kısmen de
olsa çoğaltılamaz. Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir. Gazetede yayınlanan
yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
3
EDİTÖRDEN
Yunus Emre BOLAT
Değerli okurlarımız;
Öncelikle, Bengütaş'ın yeni yayın döneminin, hepimiz için hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ediyorum. Yeni yayıncılık ilkelerimiz, yeni yüzümüz ve yeni yayın kurulumuzla, 3. yayın dönemimizi mutlulukla açmış bulunuyoruz. İlk sayımızın çıktığı günden bu yana (15 Şubat 2014), daima hedefimizi yüksek tutarak, sizlerin karşısına kaliteli bir yayın organı çıkarmayı kendimize amaç edindik. Daha önceden sitemizde, sosyal medya hesaplarımızda, yaptığımız köklü değişimleri de sizlere duyurduk. Bengütaş eskiden bir duvar gazetesiydi ve siz değerli okurlarımıza tam 12 sayı hediye etti. Şimdi ise Bengütaş, kültür, dil ve edebiyat dergisi oldu. Sizlere akademik çalışmalar sunacak olan Bengütaş, Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde öğrenciler tarafından kurulan Türkoloji Araştırma Topluluğu'nun da yayın organı oldu. Topluluğumuzdaki öğrenciler, anabilim dallarına ayrılarak çeşitli çalışmalar yürütmeye başladı. Bu çalışmaların ilk meyvesini, ilk akademik sayımız olan 13. sayımızda görebiliyorsunuz. Çalışmalarımıza ara vermeden devam edeceğiz ve dergimizi her zaman daha ileriye taşıyacağız.
Bengütaş'ta bildiğiniz gibi akademik çalışmaların yanında, edebî ürünler de yer alıyordu. Bu edebî ürünlerin çoğu, yine öğrencilerimizin emekleriyle ortaya çıkan ürünlerdi. Bizler Bengütaş'ta artık şiir, hikâye vb. edebî ürünler yayınlamayacağımızı duyurduk; yalnız bu konuda bazı olumsuz tepkilerle karşılaştık. Şunu belirtmek isterim ki, şahsım ve Türkoloji Araştırma Topluluğu hiçbir edebî metne karşı herhangi bir şekilde karşı duruş sergilememektedir. Bizler bu yola çıkarken, bu yayın organını akademik seviyelere getirme hayaliyle çıktık, bu hayale ulaşmak için çalıştık. Yayına başladığımız ilk gün akademik bir yayın organı oluşturmak için ekip olarak kendimizi yeterli göremedik. Hocalarımızın önderliği ve yardımları sayesinde edebî metinlere ağırlık vererek bu oluşumu meydana getirdik. Daha sonra gördük ki, biz Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencileri olarak, yazma yeteneğimizin yanı sıra, aldığımız bilimsel ve akademik eğitim doğrultusunda, bilgi içeren metinler vücuda getirebilecek olgunluktayız. Öyle ki bölümümüz, yazarlık-şairlik dersi değil, Türkoloji dersi vermektedir. Bu olgunluğa erişmiş olduğumuz düşüncesiyle, bizler artık bilimsel, akademik metinler hazırlamaya karar verdik. Bu çalışmalarımızı da tüm dünyaya duyurma gayesiyle yayın hayatımıza devam ediyoruz.
Bengütaş, bölümümüzün panosunda ve internet sayfalarımızda yayınlanıyordu. Aynı şekilde yine bölümümüzde ve internette yayınlanacak. Bununla birlikte basılı bir yayın organı haline getirme düşüncemiz devam etmekte ve bu konudaki çalışmalarımız kararlılıkla sürmektedir. Hepinize, sağlık, mutluluk, huzur dolu bir yaşam ve iyi okumalar dilerim. Saygılarımla...
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
4
Bengütaş Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi
Yazım Kuralları
1. Dergiye gönderilecek olan metinlerin daha önce herhangi bir yerde sunulmamış /
yayımlanmamış olması gerekir.
2. Her yazar derginin ilgili sayısına yalnız bir metin gönderebilir.
3. Metinlerin içeriği bilimselliğe ve evrensel değerlere aykırı olmamalıdır. Dergiye
yalnızca Türk dili ve edebiyatı konulu makaleler, denemeler, araştırma yazıları, kitap
tanıtımları gönderilebilir.
4. Metinlerde "ad-soyad, üniversite ve bölüm veya kurum adı ve unvan" yer
almalıdır.
5. Metinler, bilgisayarla Word formatında, Times New Roman yazı tipiyle 12 puntoyla,
her iki yana yaslı biçimde, aralık değeri tek olarak yazılmış olmalıdır. Metinler 15
sayfayı geçmemelidir.
6. Dergiye gönderilen bildiriler üzerinde seçici kurul tarafından dilbilgisi ve yazım
kurallarına ilişkin düzenleme yapılabilir.
7. Son metin gönderme tarihinden sonra gönderilen metinler, yazarın izni
doğrultusunda diğer bir sayı için değerlendirmeye alınacaktır.
8. Metinlerinizi [email protected] adresimize göndermeniz gerekmektedir.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
5
KARIŞIK DİLLİ ESERLER YA DA
OLGA-BOLGA SORUNU
İrem ERTEN
Karışık dilli eserleri anlamak ve anlatmak için öncelikle
Eski Anadolu Türkçesinden bahsetmemiz gerekir. Karışık dilli
eserler, Eski Anadolu Türkçesi içerisinde karşımıza çıkar. Eski
Anadolu Türkçesi, X. yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan batıya
göç eden Oğuzların XVIII - XV yüzyıllarda kendi lehçelerine
dayalı olarak Anadolu ve civarında kurup geliştirdikleri edebi
yazı dilinin adıdır. Bu yazı dili, Türkoloji literatüründe “Eski
Anadolu Türkçesi”, “Eski Türkiye Türkçesi” ve “Eski
Osmanlıca” gibi adlarla anılmaktadır. Son yıllarda ise “Eski Oğuzca” terimi
önerilmektedir.
Bu dil aynı zamanda Oğuz lehçesinin ilk yazı dili olma özelliğine sahiptir. Eski
Anadolu Türkçesinin ilk yazı dili olması sebebiyle yazım, ses, yapı ve sözcüksel
özellikler bakımından varyantlı bir dil özelliği gösterir. Bu dönemde yazılmış birçok
metinde bu varyantlara rastlamak mümkündür. Bunun en önemli sebebi olarak da,
Arap alfabesinin Oğuzca sözcüklerin yazımında ilk defa kullanılıyor olması olarak
gösterilir. Bu yüzden söz konusu dönemlerde yazılmış olan metinlerde yazardan
yazara, bölgeden bölgeye, ses ve yapı değişiklikleri tespit edilmiştir. Bu görülen
farklılıklar yalnızca Türkçe kelime ve ekler için geçerli olmakla birlikte Arapça ve
Farsça kökenli sözcüklerin yazımında kaynak dillerindeki biçimlerine bağlı kalınmıştır.
Eski Anadolu Türkçesine ait eserler üç dönemde ele alınmaktadır:
Selçuklu Dönemi Türkçesi (11-13. yy) Beylikler Dönemi Türkçesi (13-15.yy) Osmanlı Türkçesine Geçiş Dönemi (15-16.yy) İşte biz, Karışık Dilli Eserler bahsine Eski Anadolu Türkçesinin Selçuklu Dönemi Türkçesi alt başlığında rastlarız. Selçuklu Dönemi eserleri XI. Yüzyılda, Oğuzların İran’da Selçuklu Devletini kurmalarından sonra yazıldığı kabul edilen Türkçe eserlerdir. Bu döneme ait elimizde fazla bir eser bulunmamaktadır. Bu eserlerden başlıcaları : Feraiz Kitabı, Behcetü’l-Hadayık, Kıssa-i Yusuf gibi eserlerdir. Selçuklu Dönemi eserleri genellikle Harezm döneminde yazılmış eserlerle İran ve Anadolu’da oluşan Oğuz Türkçesinin ortak ve karışık dil özelliklerini gösterir. Bu yüzden “Karışık Dilli Eserler” olarak adlandırılmıştır. Anadolu’ya gelmeden önce kendi lehçelerini konuşuyor olsalar bile yazı dili olarak Orta Asya’daki ortak edebi dili kullanan Oğuzlar, yerleştikleri yeni coğrafyada yazı dillerini oluştururken çeşitli aşamalardan geçmişlerdir. Bunlardan ilki, bize ulaşan en eski eserlerdeki dilde görülen ikili kullanımlardır. Yukarıda örnek olarak gösterdiğimiz eserlerin dillerinin ortak özelliği, Orta Asya edebi dilinde olmayan pek
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
6
çok Oğuzca özelliğin yazılı eserlerde kullanılmış olmasıdır. Yani, Oğuzlar kendi lehçeleri ile eserler üretmişlerdir. Ancak, bu eserlerde, Anadolu Oğuzcasında daha sonra hiç görülmeyen ve Orta Asya Türk lehçelerinin karakteristiği olan bazı özellikler de görülmektedir. Bu özelliklerden bazıları şunlardır: Kelime başında Orta Asya’daki lehçeler gibi /m-/ ünsüzlü örnekler vardır: men (ben) meniz (beniz) munca (bunca) vb.Oğuzca kelime başı /v-/ ‘li kelimeler Orta Asya’daki gibi /b/’li şekillerde karşımıza çıkar.Ol/bol kullanımı. Oğuzcada başındaki /b-/ sesi düşmüş olan fiil Orta Asya’daki gibi de kullanılmıştır. Eklerin başında bulunan /g/ sesi korunmuştur. Yalgan. (Yalan). Yükleme hali eki bazı örneklerde +nI şeklinde de görülmüştür. Canımnı, bizni. Karışık dilli eserlerle ilgili bir başka husus ise; Feraiz Kitabı, Behcetü’l-Hadayık, Kıssa-i Yusuf adlı üç eserde neden iki ayrı lehçe kullanıldığı konusudur. Bu konuda üç ayrı fikir karşımıza çıkar. İlki Reşit Rahmeti Arat, “Anadolu Yazı Dilinin Tarihi İnkışafına Dair” adlı makalesinde bildirdiği görüşlerden oluşur.İlim alanının dikkatini olga bolga dili diye adlandırılan karışık dilli eserler üzerine çekmiştir. Bunu lehçe/şive karışması olarak değerlendirir. Bu olayı sosyal bir olay olarak görür ve Hem Oğuz hem Oğuz dışı toplulukların birbirinden etkilenerek bir dil alışverişinin meydana gelmesi sonucu iki ayrı lehçenin ortaya çıktığını savunur. Böylece olga-bolga veya olgay-bolgay terimi ile adlandırılan eserlerdeki dil karışıklığının son zamanlara kadar zannedildiği şekilde yalnız zaman ve bölge ayrılıklarına göre değişen istinsah farklarından kaynaklanmadığı, asıl Oğuzcanın müstakil bir yazı dili haline gelebilmek için geçirdiği tarihi gelişme süreci ile ilgili olduğu görüşü ağırlık kazanmaya başlamıştır. İkinci görüş ise Şinasi Tekin tarafından ortaya atılır. Şinasi Tekin “1343 Tarihli Bir Eski Anadolu Türkçesi Metni ve Türk Dilinde Olga Bolga Sorunu adlı yazısında Kitabü’l Feraiz’in (Feraiz Kitabı) dilini inceleyerek vardığı sonuçları genelleştirmiş ve bu nitelikteki eserlerde görülen karışık dil yapısının Eski Anadolu Türkçesinin tarihi gelişmesi ile ilgili organik özellikler olmayıp Orta Asya ve Horasan’dan göç etmiş göçmenlerin kendi şahsi lehçe ve ağızları ile ilgili özelliklerden ibaret olduğu görüşünü savunmuştur. Yani Oğuz Türkleri siyasi sebeplerden ötürü Anadolu’ya gelince hemen eser verememişlerdir. Ortaya konan eserlerin Oğuz dışı Türkler tarafından meydana getirildiğini savunur. Oğuz dışı Türkler Anadolu’ya gelerek Eski Anadolu Türkçesini meydana getirmişlerdir. Üçüncü ve son görüş olarak: G. Doerfer, İran’ın kuzeyindeki bugünkü Horasan Türkçesi ile Karışık dilli eserler arasında ses ve şekil özellikleri bakımından dikkatli bir karşılaştırma yapmıştır. Bu konuyu aydınlatmada çözüm olarak Horasan Türkçesini gösterir. Horasan Türkçesini 10 alt başlığa ayırır. Bunlardan sekizinci başlıkta olan Özbek Oğuzcasını baz alarak karışık dilin nedenini Özbek Oğuzcasına bağlar ve Karışık dil özelliklerinin Özbek Oğuzcasında da görebildiğimizi söyler. Diğer bir mesele ise kaynak metin durumudur. XI yy ait elde yeterli eserler bulunamadığı için kesin varsayımlarda bulunamamaktadır. Türkolojide karışık dilli eserler ya da olga-bolga sorunu diye adlandırılan o dönemin eserleri, Oğuzların yeni yurtlarında kendi lehçelerine dayalı bir edebi dil geliştirirken verdiği ilk ürünlerdir. O dönemde bütün Anadolu’da Oğuzların tek bir siyasi birlik çatısında olmamaları, farklı beylik idareleri altında olduğu düşünülünce farklı Oğuz ağızlarıyla yazılı metinler oluşturulmuş olması da doğaldır.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
7
REFİK HALİD KARAY VE
TANTUNA GİTMEK
Yazgül AKAT
‘İnkılabımızı hicvetmiyor, tebarüz ettiriyor.’
-Mustafa Kemal Atatürk
Yirminci asırda Türkçe’nin en kıvrak ve maharetli kalemlerinden biri ve belki de birincisi Refik Halid Karay’dır. Abdülhamid zamanında yaşanan istibdat döneminin tanığı olmakla birlikte cumhuriyetin ilanına da şahitlik etmiştir.
Geçiş devrinde yaşanan siyasi, sosyal, ekonomik vb. birçok durumu mizahi bir dille eleştiren edebiyatçının kaleme aldığı düşünceleri, hayatının bir kısmını sürgünde geçirmesine neden olmuştur. – Sürgünleri sayesinde cepheye gitmekten ve belki de genç yaşında hayata veda etmekten kurtulmuş oluyordu.-
Elli seneyi geçen zaman esnasında en çok okunan ve hatırı sayılır okuyucu kitlesine sahip olan edebiyatçı, eserleriyle adeta devrin aynası olmuştur. Gazetelere, dergiler yazdığı mizahi yazılarından başka romanları ve tiyatro eseri de bulunmaktadır.
İttihat ve Terakki dönemi hakkında araştırma yapan bir tarihçinin temel kaynaklarından birisi en önemli kaynaklardan biri Refik Halit Karay tarafından kaleme alınan Kirpi’nin Dedikleri adlı önemli çalışmadır. Söz konusu eser bu dönem araştırmalarında anahtar bir role sahiptir. Eser bu yönüyle Meşrutiyet sonrası Türkiye’sinde yaşanan olayların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Kirpi’nin Dedikleri, Refik Halit Karay’ın Meşrutiyet sonrası parti mücadeleleri çerçevesinde yazdığı mizah yazılarını içeren mizah ve hiciv alanında en ünlü eseridir.
Yazarın II. Meşrutiyet devrinde yazın hayatına başlaması ile kısa bir sürede kendini bulduğu mizah alanında yaptığı çalışmaların bir ürünü olan bu yapıt çeşitli gazete ve dergilerde yayımladığı yazıların bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Eser, Türk edebiyatının özellikle de hiciv edebiyatının en önemli örneklerinden biridir.
Bu eser Refik Halit Karay’ın 1913 yılında Sinop’a sürgüne gönderilmesinin en büyük sebebini oluşturmaktadır. Eserde yazar özellikle II. Meşrutiyet devrinden başlamak üzere ülkeye hürriyeti getirme sevdasıyla çok sert ve kanlı politikalar güden İttihat ve
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
8
Terakki Fırkası’nı edebî kişiliği, psikolojik tahlil yeteneğiyle betimleme ve tasvirlerden yararlanarak oldukça sevimli, akıcı ve iğneleyici bir üslupla eleştirmektedir.
Bu yazılarından ötürü tam beş yıl sürgüne gönderilen Refik Halid bir yazısında;
‘’Sürgüne gönderilen çoğu kimse sürgüne dayanamamış ya çarçabuk öbür dünyayı boylamış, boylamadıysa bile yarı ölü, sönük, yılmış verimsiz kalmıştır. Bende bunların hiçbirisi olmadı. Hem dayandım hem dayattım, biraz ürktüm, epeyce tutuldum Anadolu’da geçirdiğim birinci sürgünlüğümden Memleket Hikâyeleri ile geldim. Ziya Gökalp tarafından kayırıldığımdan, ters yüzü çevrilmekten kurtuldum.’’ diyerek sürgünlerinden daha güçlü biri olarak döndüğünü belirtmiştir.
Refik Halid’in Deli isminde bir tiyatro piyesi vardır ki en az Kirpi’nin Dedikleri adlı yazıları kadar etkileyici.
Her şeyiyle geçiş devrinin bir özeti yansıması niteliğinde kaleme alınan piyes
Osmanlının son zamanlarında meydana gelen bir savaşta başından darbe alıp komaya giren bir adamın yirmi yıl sonra saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilan edildiği yeni bir dünyaya uyanmasını konu alan trajikomik bir hikayedir aslında.
Alfabe değiştirilmiş ve okur yazar olan milyonlarca kişinin bir anda nasıl gazetelere kitaplara yabancı kaldığını, tek satır yazı yazamadığını ustaca dile getiren Refik Halid ince zekasıyla Atatürk’ün dikkatini çekmiş birçok kez kendisiyle görüşmüştür
Refik Halid’i okumayanlar, tanımayanlar gerici ve Atatürk düşmanlığıyla anmaktadır. Oysa Yakup Kadri’nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları isimli kitabında Atatürk ve Refik Halid arasındaki şahit olduğu ilişkiye de değinilmiştir. Atatürk’ün yemek sohbetlerinde piyesi alıp okuması ve övmesi ayrıca dikkate değerdir.
Külliyen her şeye muhalif deniliyor Refik Halid için…
Düşüncelerinden ötürü, sürgün gezdiği için midir her şeye muhalif?
Yoksa her şeye muhalif olduğu için mi sürgün gezmektedir?
Tartışılır.
İzah olmayınca mizah olur diyenlere saygılar efendim.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
9
ORHAN KEMAL'İN BABA EVİ
Muammer YİĞİT
Başkişinin romanın sonunda babasının evine dönmesinden dolayı romana bu isim verilmiştir. Kitabın sonunda başkişinin vatanı olan Adana'ya tekrar dönmesinden dolayı bu ismin verildiğini düşünmekteyiz. Adana'dan göç eden başkişi ve ailesi sırayla birkaç yerde yaşamalarından sonra başkişinin Beyrut'u bırakarak memleketine dönmesiyle yazarın kitaba neden bu ismi verdiği açıkça görülmektedir.
Olay Adana'da başlayıp Konya, Beyrut tekrar Adana üçgeninde devam etmektedir. Kahraman henüz 5-6 yaşlarındayken babası Kurtuluş Savaşının ateşli olduğu dönemde Çanakkale'de Topçu Teğmeni görevindedir. Başkişi okumayı sevmeyen biridir. Bu yüzden babasından azar işiten ve çoğu zaman dayak yiyen ancak bunlardan bir ders çıkarmayarak hayatına aynı şekilde devam etmektedir. Savaş döneminin hafiflemesi üzerine babası memlekete geri döner. Babasının
memlekete dönmesi başkişiyi olumsuz etkilemiş derslerinin takip altına alınmasından dolayı babasından ev hapsi cezası alır ancak bunlarda faydalı olmayınca akşam tekrar dayak yer. Savaş tekrar başlar ve düşman güneyden işgali hızlandırarak kahramanın ve ailesinin zor duruma düşerek göç etmesine neden olur. Ancak bu göç hiç de kolay olmayıp karlı dağlardan geçerek Konya'ya ulaşmalarıyla son bulur. Konya'da ki evleri Alaettin Tepesi ile Ermeni Okulu arasındadır. Burada ki yaşantıları ilk başlarda zordur çünkü; burada asiler tarafından hükümete karşı ayaklanmalar çokça yaşanmaktadır. Kuvayi Milliye'nin gelmesiyle
ayaklanmalar bastırılmıştır. Daha sonra bir çiftlik evine yerleşirler. Hukukçu olan babasının Ankara'ya gitmesi üzerine kahraman burada biraz rahatlar ve derslerini artık hiç önemsememektedir. Evdecinin oğlu Hasan ve kardeşi Niyazi'yle çiftlikteki bahçelere girerek ufak tefek hırsızlıklar yapmaktadırlar. Bir gün Altev denilen depo komşular tarafından yağmalanır. Annesinin gözetiminde olan Altev bir Ermeni'ye ait olup babasına emanet edilmiştir. Annesinin ısrarlarına rağmen komşuları onu dinlemeyip Altev'i yağmalarlar.
-Ne yaptınız? dedi. Ne yaptınız? Beni mahvetmek mi istiyorsunuz?
Komşular eline ayağına düştüler:
-Hanımım, hanımım, iyi hanımım... Allah seni efendine, çocuklarına bağışlasın... Nasıl olsa gavur malı, sayende sebeplenelim, sevaptır, sana hayır dua ederiz...
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
10
Annem beyaz geceliği içinde ufalmıştı. Kaşları endişeyle çatık, bir zaman bekledi. Sonra:
-Gelin beni dinleyin, vazgeçin bu işten, dedi. Acıyın bana... Beyin çok sıkı tembihi var, birkaç güne kadar gelir, gelirse siz değil, ben mahrolurum! Dedi...
Annesinin korktuğu bir hafta sonra başına geldi. Babası durumu öğrenince annesine şiddet uygular ve boşar. İki ay sonra babaannesinin ısrarları üzerine babası annesine tekrar nikah tazeleyerek eve geri getirir.
Babasının bir fırkayla ilgilenmesi üzerine siyasi faaliyetlerden dolayı başkişi evde kendi hükümdarlığını ilan etmiş herkese söz geçirir olmuştu. Fakat bir gün babasının haberi üzerine ev ahalisine pasaport hazırlanıp derhal Beyrut'a gelmelerini istiyordu. Bu durum başkişinin canını sıkar nedeni ise hükümdarlığının son bulacak olmasıydı. Bir yolculuktan sonra nihayet Beyrut'a gelinir.
Beyrut'ta ilk başlarda hiçbir sorun yoktur. Fakat daha sonra kötü gidecek olaylar zinciri ailenin yaşantısında büyük etkide bulunacaktır. Burada bir lokanta açılır babası ve kardeşi Niyazi ile burada iş hayatına başlarlar. Aşçı olarak ise bir Türk mültecisi olan Süreyya'yı işe alırlar. Daha sonra eski paşalardan birini kızı olduğunu söyleyen hayat kadını Naciye ile tanışır. Naciye yüzünden kardeşi Niyazi ve aşçı Süreyya ile ters düşmektedir. Daha sonraları lokantanın da iflas etmesiyle birlikte ailenin sıkıntılı yaşamı hız kazanmış ve kötü gidişat ancak kahramanın ana vatanına dönmesiyle unutulmuştur. İflastan sonra babaları da kötü bir hastalık geçirerek yatalak olur. Bu durumda ailenin bütün yükü kendisi ve kardeşi Niyazi'ye düşmektedir. Ancak kahramanın sorumsuz tavırları burada da devam etmiş bir işe ayak uyduramamış kardeşi Niyazi'nin sırtından ev geçindirilmiştir. Bir gün babasının baskılarına dayanamamış ve sahile giderek balık tutmak için oltasını denize atarak beklemiş fakat hiçbir balık tutamamasına rağmen bir de yağmura yakalanmış. Oltasını denize atarak kendisini bir kahvehaneye atmış. Kahvehanenin sahibi ile kötü bir diyalogdan sonra Türk olduğu anlaşılınca ortam biraz sakinleşmiş. Tekrar oltayı attığı yere dönmüş ve beklemeye başlamış. Biraz sonra yanına bir kız gelmiş kızla tanışmışlar. Kız Ermeni olup adı Virjin'dir.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
11
Virjin ailesinin durumunu anlatıp kendisinin de çok zor durumda olduğunu belirtmiştir. Ve sonunda ağa bir balık takılır. Virjin'le beraber eve dönerken Virjin annesinin çok hasta olup ve bir şeyler yemesi gerektiğini söyleyerek balığı ondan ister. Kendisinin de zor durumda olmasına rağmen balığı Virjin'e verir. Ancak Niyazi daha önceden balığı abisinin elinde gördüğü için abisinin eve geldiğinde söylediği yalanları yüzüstüne çıkarır. Kahraman kendini okuduğu kitabın yani "İki Çocuğun Devrialemi" kitabında ki Jano kadar kuvvetli Yani kadar da cambaz olarak görmektedir. Ve sonunda babası ona bir iş bulur.
-Yarın bir tarafa ayrılma! İbrahim Efendi gelecek.-Ve ilave etti-Sana iş bulmuş!
Birden öyle sevindim ki... Sanki "Hazır ol, yarın Adana'ya gideceksin!" demişlerdi.
Nihayet sabah olmuş ve İbrahim Efendi'nin peşine takılarak yola koyulmuştu. İbrahim Efendi'nin Arap işyeri sahibi ile kısa bir görüşmesinden sonra işe alındığını anlamış gibi olmuştu. Çalıştığı işyerinde zor bir aletin başında çalışmasına rağmen buna hiç aldırış etmeden devam etmiş ama memleketine duyduğu özlem de gün geçerek daha da artmaktaydı. Bir gün işyerinde çalışırken bir Yunan göçmeni olan Eleni ile tanışır.
-Siz Ermeni misiniz?
-Hayır... Ben Türküm.
-Tüüürk?
Gözleri büyüdü ciddileşti:
-Demek Türksünüz?
-Türküm. Şaşırılacak ne var?
-Bana sizin Ermeni olduğunuzu söylemişlerdi de.
Gözlerimi önüme indirmiştim, o hala dikiliyordu. Birden göz göze geldik...
Eleni'yle tanışması onda yeni bir aşk başladığının belirtisi olmuştu. Yaşadıklarını kardeşi Niyazi'ye anlatmak istiyor sonra kardeşi Niyazi'nin babasına söylemesinde korkarak vazgeçiyordu. Bir gün yaşadıklarını Niyazi'ye anlatır...
Ve bir gün korktuğu başına gelir. Eleni ve ailesinin Lübnan hudutlarını terke mecbur edildiklerini komşularından duydu. O gece yatakta müthiş bir ağlama...
Kahraman bundan sonra hayattan iyice soğumuş hiçbir şeyi takmaz olmuş işten atılmasına bile ses çıkarmaz olmuştu. Artık yapmak istediği tek şey bir an önce buralardan kurtulup memleketi Adana'ya dönmek istiyordu. Her şeyi göze alıp bütün cesaretini toplayarak bir gün Türk konsolosluğuna başvurur. Bir gün yine ekmek almak için fırıncı Bağos'a gitmişti. Geri dönerken dayak yediği Ermeni kızı Virjin'le karşılaşır. Virjin'in yanında bir kadın vardır. Bu kadın Virjin'in ablası Şinorik'tir. Üçü yolda yan yana yürürken aralarında şu diyalog geçer:
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
12
-Demek vatanına döneceksin, dedi.
-Ne mutlu sana, ne mutlu!
Ve kesinlikle gitmelisin diyerek ona tembihte bulundu.
Daha sonra beraber onların evine giderler. Şinorik'in eve aldığı erkeklerden biri gelir. Ufak bir tartışamadan sonra adam para alarak evi terkeder. Bu durum üzerine Şinorik çocuğu daha fazla uyararak bir an önce memleketine gitmesi konusunda uyarır.
Ve bir gün babası eve gelir, annesine: "Söyle o oğlana, yarın hareket edecek..." dedi. Bu durumdan oldukça memnun olan başkişi sevincini tutamayacağından korkarak dışarı çıkar. Herkese acımasına rağmen yine de gitmekten vazgeçmedi ve gitmeye karar verdi. Gece sevincini kardeşi Niyazi'yle konuşarak heyecanını bastırmak istiyordu. Aralarında şu konuşma geçti:
-Sen olsaydın ne yapardın?
Düşündü, düşündü...
-Ben olsam, ben gitmezdim ki...
-Niye lan?
-Gitmezdim işte.
-Peki ama niye?
-Niyesi var mı yazık değil mi ona? Onun kimsesi var mı bizden başka?..
-..........?
-Cin Memet'in kardeşine senden selam söyleyeyim mi?
-Söyle...
-Başka ne yapayım senin yerine?
-Taş köprüye çık, ırmağa bak!
İçini çekti...
Nihayet ertesi gün olmuştu, gitme zamanı gelmişti. Annesiyle ve kız kardeşleriyle vedalaşıp babası önde o ve Niyazi arkada tren istasyonuna vardılar. Tren gelmiş ve gitme vakti gelmişti.
Kahraman nihayet memleketine gelmişti. İlk işi Cin Memet'in kapısına vurarak titriyordu. Kapı açıldı fakat hiç tanımadı biri vardı karşısında. Kadın böyle birisini tanımadığını söyleyerek kapıyı kapattı. Sonra yolda giderken eski bir tanıdığıyla karşılaştı. Tanıdığı onların taşındığını söyleyip durumu izah etti.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
13
Bir ay sonra babasından bir mektup alır ve ailesini göndereceğini söyler. Fakat daha sonra çok uzun bir süre ailesi gelemedi. Tekrar okula başlayıp yeni bir çevre edinmiştir. Tanıştığı ilk kişilerden biri de asıl adı İsmail olan göçmen çocuğu Yorgi'ydi. Çok kısa sürede Yorgi ile bir bağ kurmuşlardı. Daha sonraları Yorgi ve diğer çoçuklar ile bir takım kurup başka semtlere maçlara gidecek ve artık okulla tüm ilişkisini kesecektir. Yorgi mahallede bulunan hizmetçi olan çingene kızı Mendiye'yi sevmekte ancak amcasının mal varlığı için amcasının kızıyla evlenmek zorunda olduğunun da farkındadır. Ve günler böyle devam etmektedir. Bir futbol meraklısı olan şahıslardan biride Hasan Hüseyin idi. Hasan oynamayı çok fazla becermeyip genelde takımı neşelendirdiği için sürekli takımla beraber hareket halindeydi. Bir gün yine başka bir kasabaya maç yapmaya gidecekleri sırada Hasan'ın takıma alınmadığını öğrendiler ve takım kaptanına Hasan yoksa bizde yokuz diye itiraz ederler ve nihayet Hasan da takıma dahil edilir. Kamyon kiralanıp maçın yapılacağı yere gidilir. Rakip takımın kendilerine akşam yemeği verecekleri için Hasan hiç yemek yememiştir ve bütün açlığını akşama saklamıştır. Lokantada yemekleri bolca yiyen Hasan daha sonra sadece oynayan kişilere ve başkanlara yemek verildiğini duyunca şoka girer. Takım arkadaşları hep beraber ceplerinden paralarını çıkararak zor durumda kalan Hasan'ın parasını da öderler. Ve beraber gülüşerek dönerler.
Bir gün yakın kasabalardan birine maç teklifinde bulunurlar. Daha önceleri de sık sık burada maç yaptıkları için sadece bir mektupla geleceklerini bildirmek kafiydi. Mektubu postaya atsın diye Kasafan Cemal'e verildi. Maç günü kamyona binip kasabaya vardıklarında şoka girmişlerdi çünkü diğer takım başka bir maç için İzmir'e gitmişti. Başkanla görüşüp en azından bir hazırlı maçı yapmayı teklif etmiş ve kabul edilmişlerdi. Fakat bu sefer hem karınları açtı hem de kamyon geri dönmüştü. Önce bir karınlarını doyurup sonra düşünmek istediler. Karınlarını doyurduktan sonra hiçbirinin cebinde para kalmamış akşam da yürüyerek dönmek zorunda kalacaklardı. Maç bittikten sonra yola koyuldular. Zorla yürümelerine rağmen birinin söylediği şarkıya diğerleri de eşlik etmekten kendilerini alıkoyamadılar.
"Eğilmez başın gibi
Gökler bulutlu efem.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
14
Dağlar yoldaşım gibi
Sana ne mutlu efem!"
İkindi serinliğinde şehre ancak ulaşmışlardı. Tabi Yorgi, amcasından dayak yemiş babaannesi ise baş karakteri sorguya çekmişti. Daha sonra Kasafan Cemal itiraf etmişti:
-Ne yapayım sıcaktan geberiyordum, dayanamadım.
Meğer mektubu postaya atmamış, pul parasıyla ayran içmiş!
Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın yuvarlarında duydum. Ve sen benim iyi,
benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!
Kahraman anlatıcı ve gözlemci bakış açısı kullanılmıştır. Eserde çeşitli örnekler üzerinden bu durum görülmektedir. Kahraman anlatıcı ve gözlemci bakış açısı ile kurgulandırdığı Baba Evi'nde entrik kurgu, öz yaşam öyküsel karakterlidir. Olay örgüsünü geçmiş ve şimdi boyutuyla değerlendiren ve anlatan bir konuma sahiptir.
“Beş yaşımda olduğumu söylüyorlar. Çok yapraklı ağaçların bahçesinde koyu ve nemli gölgeler saldığı büyük bir konak hatırlıyorum”.
Kahraman anlatıcı, ilk cümlede geçen “söylüyorlar” ifadesiyle olayın geçtiği zamanın içinde olduğunu vurgular. İkinci cümledeki “hatırlıyorum” ifadesi ise, anlatma zamanına ait bir söylemdir. Olayları hatırlarken şimdiye, öykü zamanına taşıyan kahraman anlatıcı, iki farklı zaman dilimine ait duygu ve düşüncelerini anlatır. Birinci cümle öykü, ikinci cümle öyküleme zamanına aittir. Eserde, öykü ve öyküleme zamanına ait unsurları birlikte aktaran kahraman anlatıcı, kendi yaşadıklarını anlattığı gibi başkalarından dinlediklerini de nakleder.
“Ben doğduğum zaman, babam, Çanakkale‟de, Dardanos‟ta bataryasının başında, kumral, bıyıklı, enveriyeli bir topçu mülazimisanisiymiş. Dedem benim doğduğumu babama benim imzamla şöyle tellemiş;
Ben de dehr'in sitemin çekmeğe geldim, dehr'e
Beş aylıkmışım. Dedem kundağımı avluya çıkarmış. Gökte on beşinde, yalam yalap bir ay varmış. Bakmış bakmış, “cıss..” demişim. Evde hadise olmuş bu; cıss dedi, cıs dedi, oğlan cıs dedi ha, cıs dedi!”
Kahraman anlatıcı, öyküleme zamanından geriye dönüş tekniğiyle hatırladığı, çocukluk ve gençlik yıllarına ait olayları, çatışmaları, duyguları, mekan ve zaman düzleminde anlatırken, bireysel ben'i merkez konumundadır. Sosyal etkenler ile şekillenen ben'in değişimi ve gelişimi yansıtılırken, kahraman anlatıcının ismi belirtilmez; bu eserin öz yaşam öyküsel niteliğini vurgulamak içindir. Kahraman
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
15
anlatıcı, geçmiş hatıralar arasında gezinirken niyete bağlı olarak psikolojik bir seçim yapar.
“Bir gün babam eve neşeli geldi. Beni filan sormadı. Vara yoğa gülüyordu. Dudağında bir ıslık... Islık çalarak elbisesini değişti. Sonra hep aynı neşe içinde yemek masasına geldi, oturdu. Daha sonra da ben akla geldim. Bütün bu olanları budak deliğinden gözetlediğim hapishanemden çıkarılıp, yemek masası başındaki uzun bacaklı iskemleme oturtuldum, tabii kitabım koltuğumda.”
Kahraman anlatıcı, yaşadığı olayları o döneme ait duygu ve düşüncelerini ayrıntılı ve duygusal bir dikkatle sunar. Hem yaşanılan hem de içinde bulunulan/ öyküleme zamanının algılama ve değerlendirme düzeyine uygun bu bakış açısı öznel/ bireysel nitelikler taşır.
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik.. Tahta konakları, kurşun kubbeleri ve simsiyah selvileriyle birdenbire önümüzde yükselen bir şehre vardık. Kurtulmuştuk. Daha sonra babam da geldi. Yorgun, bilhassa uykusuzdu. Sakalı uzamıştı. İlk peşin beni aldı öptü. Evin içinde neşeye, sevince dair bir şeyler uçuştu. Sonra bir sabah uyandım ki babam gene yok. Usulcacık gitmiş. Nereye? Bilmem.. Şimdi anlıyorum ki, baba Ankara'ya gitmişti.
Alıntının ilk cümlesindeki masal söylemi ile son cümledeki “Şimdi anlıyorum ki” ifadesi, öyküleme zamanını netleştirir. Düşüncelerini ve duygularını, entrik kurgu içine yerleştiren kahraman anlatıcı, öykü zamanının hem içinde hem de dışındadır.
Orhan Kemal kaleme aldığı bu eserinde akıcı ve çok sade bir dil kullanmıştır. Orhan Kemal’in bir diyalog ustası olduğu bütün araştırmacılar tarafından kabul edilir. Fakat Orhan Kemal dilin genelinde de ustadır: Öykü ve romanlarını dil bilinci ile kaleme alır ve üslubu da kendine özgüdür.
Orhan Kemal, dili kelimeyle değil, cümleyle tanımlar. Orhan Kemal’in ölçütü ise halk ağzı ve konuşma dilidir. Halk, köken hesabı yapmadan kullanır kelimeyi; yazar da romanı halkın zorlanmadan okuyabileceği ve anlayabileceği şekilde sunmuştur.
Dili sokak için sokak gerçekliği için kullanmıştır. Orhan Kemal hayat okulunda yetiştiği için dilini de bu hayattan ve halkın günlük yaşamında kullandığı kelime cümleleri özenle seçerek esere yerleştirmiştir. Argo kelimeleri de sıkça kullanmaktan çekinmeyen yazar bunları da halkın günlük yaşantısında kullandığı argo sözcüklerle beslemiştir.
Orhan Kemal bunu gayet ustalıkla kullanmıştır. Bir kere diyalogun öyküde ve romanda hikayeyi tamamlayan yardımcı bir teknik olduğunu her zaman dikkate alır. Konuşmaları konuşanın kimliğine, kişiliğine, yöresine uygun düzenler. Bir hanım evladıyla bir bitirimi, bir köşe başı filozofuyla bir felsefe hocasını yahut bir Adanalı ile bir Arnavut'u aynı kelimelerle veya aynı cümlelerle konuşturmanın saçma olduğunun bilincinde olan bir yazardır. Dillerinde ki farkı görmelerini sağlar, yerel ağızdan, şiveden, argodan yararlanır. Hikaye bu diyaloglarla hareketlenip daha da ilgi çekici hale gelir. Okurun bu diyaloglarla romanın etkisinden uzaklaşmasını engellediğini "Baba Evi" romanında da açıkça görebilmekteyiz.
Yazar eserlerini 1939-1970 yılları arasında kaleme almıştır. Bu dönem Öz Türkçeciliğin yani kelime devrimciliğinin yaygınlıkla kullanıldığı bir dönemdir. Bu akımın dışında kalmak hele de buna karşı durmak adeta imkansızdı. Orhan Kemal'in
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
16
bu konuda açık bir ifadesi bulunmamaktadır. Şöyle ki Öz Türkçecilik kökeni Türkçe olmayan kelimelerin tasfiyesinden yanadır. Önerisi de eski metinlerden kelimeler derlemek ve Türkçe köklerden yeni kelimeler yaratmaktır. Atılan kelimeler halk ağzında kullanılıyor, onca deyimde atasözünde yaşıyormuş, çağrışımları varmış bunu hiç ama hiç dikkate almaz Orhan Kemal.
Yazarın ölçütü ise daha önce belirttiğim gibi halk ağzı ve konuşma dilidir. Bunu "Baba Evi" romanındaki kullanılan kelimeler, anlatım ve en çok da içten yapılmış diyaloglar net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yayımlanma zamanı olarak roman 1949 yılında yayımlanmıştır. Yazma zamanı hakkında herhangi bir veri yoktur. Anlatma zamanı, geriye dönüşlerin olması sebebiyle sonradan anlatmadır. Vaka zamanı kış mevsiminde başlar ve yaz mevsiminde sona erer. Kurtuluş Savaşı dönemidir ve tarihî zamandır.
Romanda zaman Kurtuluş Savaşı dönemidir. O dönemin yansımalarını ve izlerini romanda görebilmekteyiz. Savaş dönemi olması açısından fertlerin yaşadığı zorluklar, hayattaki aksamalar dile getirilmektedir. Aynı zamanda yazar, çocukluk ve gençlik döneminde yaşadığı sıkıntıları romanda gözler önüne sermektedir. Aktüel zaman bir kış ayında başlar ve uzun bir zamandan sonra yaz ayında sona ermektedir. Adana'da başlayan olaylar Beyrut'ta devam ederek tekrar Adana'da son bulur.
İlk mekân Adana'da bir çiftlik evidir. Aile burada ferah ve rahattır. Çünkü bu dönemde aile içinde ve sosyal yaşantı da herhangi bir sıkıntı ve sorun yoktur. Ailenin maddi yaşantısında ve çevresinde bir sıkıntı olmayışı yaşamlarına da tesir etmiş ve rahat bir yaşantının izleri söz konusudur.
Ancak daha sonra Konya'ya taşınmalarıyla birlikte Alaettin Tepesiyle Ermeni Okulu arasında bir yere taşınırlar. Çevrede çok fazla Ermeni şahıslarının ve unsurlarının olması nedeniyle Adana'da ki rahatlık burada yoktur. Daha sonra burada
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
17
bir çiftlik evine yerleşirler. Beyrut'a yerleşmeden önce Anadolu'da ki son yerleşim yerleridir.
Daha sonraları siyasi sebeplerden dolayı Beyrut'a yerleşirler. Beyrut'ta ilk başlarda herhangi bir sıkıntı yoktur ancak daha sonraları iflasın başlamasıyla beraber koca aile ufacık eve yerleşmek zorunda kalırlar. Burada büyük sıkıntılar geçiren başkişi ve ailesinin yaşamının devam edeceği bir fakir yerleşim yeridir. Daha sonraları başkişi Adana' ya yerleşecek fakat Adana'da eski güzelliğinden mahrumdur. Çünkü savaşın geçtiği mekânlardan biride burasıdır. Başkişi bunun farkına ancak oraya gidince anlayacaktır.
Bu mekânlar uzun süreli mekânlar olup birde bunların dışında kısa süreli ilişkilerin olduğu mekânlar vardır. Örneğin Pavli Dayının kulübesi, babaannesinin evi, Ulu Cami, Saathane, Siptilli Pazarı, Burç Meydanı, Matbaatül Haceriyye, Virjin'lerin evi deniz kenarı kahvehaneler ancak bu mekânlarda çokça olaylar yaşanmadığı için geçici mekânlar olarak nitelendirilir.
Orhan Kemal, romanında seçtiği mekânları dönemin getirdiği şartlar ve imkânlar doğrultusunda seçmiş, yine kahramanlarını bu mekânlara uygun hareket ettirmiştir ve çoğu zaman dönemin getirdiği imkânsızlıkları da bu mekânlar içinde bizlere sunmuştur. Mekânlar ve zaman doğrultusundan hareket ederek bile yazarın hakkında bir şeyler söyleme imkânı buluruz.
ROMAN KAHRAMANLARI
Romanda başkişinin adı hiç verilmemiştir. Başkişi ailesini umursamayan, vurdumduymaz, laf anlamaz, babasına karşı asi olan, ailesini yüzüstü bırakan, kendi yaşantısının rahatlığına düşkün olan bir kişidir.
Pavli Dayı: Çocukların dalga geçtiği, deliye benzer bir kişidir. Kahramanın en yakın dostu, hatta tek dostudur.
Niyazi: Başkişinin kardeşidir. Ailesine düşkün bir ideal aile çocuğu tipidir.
Seher Bacı: Romanda üzerinde çok durulmaz.
Gülizar: Aynı şekilde üzerinde çok durulmayan bir hizmetçidir.
Cin Memet: Başkişinin sıkça özlem duyduğu çocukluk arkadaşıdır.
Süreyya: Beyrut'ta lokantalarında çalışan Türk göçmenidir.
Naciye: Kendisini eski paşalardan birinin kızı olarak belirten Naciye bir fahişe tipidir.
Virjin: Ermeni kızıdır.
Şinorik: Virji'nin ablasıdır. Başkişiye memleketine dönmesi konusunda telkinlerde bulunur.
İbrahim Efendi: Başkişiye işe girmesi konusunda yardımcı olan kişidir.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
18
Ayşe: Başkişinin bacısıdır. Üzerinde çok durulmaz.
Hayrunnisa: Başkişinin kız kardeşidir. Önemsizdir.
Babası: Avukattır kendisi. Başkişinin asi çıktığı babasıdır.
Annesi: İyi huylu, klâsik Türk anne tipidir.
Eleni: Başkişiye iş yerinde yardımcı olan biridir.
Yorgi İsmail: Başkişinin Adana'ya döndüğünde tanıştığı ilk kişidir.
Aynı zamanda romanda pek önemli yeri olmayan Hasan Hüseyin, Parlak Saim, Küçük Aydın, Yirmi Altılık Memet, Doç. Ali, Kambur Recep, Arap Hasan ve Kasafan Cemal vardır.
Romanda, yanlış bazı seçimlerden dolayı bir ailenin siyasî yönden kötü duruma düşmesi sebebiyle şehir şehir dolaşarak yaşadıkları sıkıntılar anlatılmaktadır. Romanın temelinde bir babanın iktidar gücüne ters düşmesiyle başına gelebilecek sıkıntılar yer alır.
Sonuç olarak başkişi ailesinin baskılarına dayanamayıp onlardan kurtulmak ister. Ailesi bundan sonra hiç umurunda olmayıp onları terk ederek vatanı olan Adana'ya geri dönmüştür. Eserde yazar, başkişinin geri dönüşünden sonra başkişinin ailesinin akıbeti hakkında herhangi bir bilgi vermemektedir. Başkişi vatanına döndükten sonra ailesini unutarak kendi yaşantısını basit bir şekilde yönetmeye başlamıştır. Eserde yazar, başkişinin geri dönmesinden sonra aileyi unutmuş gibi durmaktadır. Oysaki eserde beğendiğim en güzel yön başkişinin ve ailesinin birlikte geçirdiği sıkıntılı günlerden kurtulma çabasıydı. Başkişinin aileyi terk etmesi üzerine olaylardan birbirinden bağımsızlaşmış ve kahramanın sade yaşantısına yönelme olmuştur. Bu sade yaşantı sadece çevresinin basit işlerle meşgul olup ve kendisine tesir ederek esere konu bile olamayacak şeylerin eserde yer bulmasına neden olmuştur. Oysaki başkişi ailesiyle beraber geri dönmüş olsa yaşanılan sıkıntılardan kurtulur, bu da eserin daha başarılı olmasında önem teşkil ederdi; fakat anlatıcı başkişiyi olayların asıl kadrosundan uzaklaştırarak basit insanlar arasına yerleştirmiş, sade sıradan bir hayat sürdüğünü okuyucuya göstermiştir.
Eserin sonunda anlatıcı kahramanın ağzından bir şeyler söyleyerek yaşamın nasıl olması gerektiğine dair vurgular yapmıştır:
Ey açlık! seni midemde, iliklerimde, kanımın yuvarlarında duydum. Ve sen, benim iyi benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedî tokluğu fethedeceksin!
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
19
AHMET BURAN VE
KURŞUNLANAN TÜRKOLOJİ
Özlem Selen GÜNAYDIN
Türkoloji camiasında eserler kadar yazarlar da büyük
önem teşkil eder. Bu sebeptendir ki girişi, sayın Prof. Dr.
Ahmet Buran’ın kim olduğunu hatırlatarak, yapmak
istiyorum.
Elazığ ilinin Keban ilçesine bağlı Aşağıçakmak
köyünde doğan Ahmet Buran, ilk tahsilini köyünde, orta okul
ve lise tahsilini ise Elazığ’da, Elazığ Orta Okulu, Atatürk Lisesi ve Elazığ Lisesi’nde
okuyarak tamamlamıştır. 1980 yılında girdiği Fırat Üniversitesi Edebiyat ( Fen-
Edebiyat) Fakültesinden 1984 yılında mezun olmuş, aynı yılın ekim ayında, Fırat
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünün açtığı yüksek lisans imtihanını kazanarak
Türk Dili Anabilim Dalında yüksek lisansa başlamıştır. Bu arada Fırat
Üniversitesi’nde Türkçe derslerini okutmak üzere üniversite senatosunca dışarıdan
ücretli öğretim elemanı olarak Türkçe Bölümünde görevlendirilmiştir.
Temmuz 1985 tarihinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde açılan Araştırma Görevliliği
sınavını kazanarak 15 Kasım 1985 tarihinde Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır.
1984 yılında başladığı yüksek lisans çalışmasını
Keban, Baskil ve Ağın Yöresi Ağızları adlı tezle, 1986
yılında başladığı doktora çalışmasını ise, Prof. Dr. Tuncer
Gülensoy’un yönetiminde hazırladığı Anadolu Ağızlarında
İsim Çekim Ekleri adlı tez ile 1989 yılında tamamlamıştır.
1990 yılı Kasım ayında Fırat Üniversitesi Fen-
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne Yrd.
Doç. Dr. olarak atanan Ahmet Buran, 15 Ekim 1992-15
Aralık 1992 tarihleri arasında Burdur ilinde vatani görevini
yapmış ve 13 Ekim 1995 tarihinde Doçent, 2001 yılında
da Profesör olmuştur.
1995-1997 Yılları arasında Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığı; 1995-2003 yılları arasında Fırat Üniversitesi Dil
Eğitim Öğretim ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü; 1997-2000 yılları arasında, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü; 2000-2003 yılları
arasında F. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü görevlerinde bulunan Prof .Dr.
Ahmet BURAN, 2003-2005 yılları arasında, Kırgızistan-Türkiye Manas
Üniversitesinde Türkoloji Bölümü Başkanı olarak görev yapmıştır.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
20
19 kitabı bulunan Prof. Dr. Ahmet BURAN, yurt içi ve yurt dışında çok sayıda
bilimsel toplantıya katılmış, bildiriler sunmuş, makaleler yayınlamıştır. Yeni Türk Dili
Anabilim dalı öğretim üyesi olan BURAN, Ağız Araştırmaları (dialektoloji), Eski
Anadolu Türkçesi ve Çağdaş Türk Lehçeleri üzerine yaptığı çalışmalarla
tanınmaktadır.
KURŞUNLANAN TÜRKOLOJİ
İlk baskısı 2007 yılında yayımlanan Kurşunlanan Türkoloji, adeta tüyler
ürperten bir kitap… Kitap okurken gözlerimizin önünden bir film şeridi geçer ya bu
kitabı okurken dehşet sahneler canlanıveriyor gözlerimizin önünde. Kitabı ele alma
öyküsünü, kitabın ön sözünde şöyle veriyor yazar: Moskova’ya bildiri sunmak için
gittiğinde orada bir kitapla karşılaşıyor, ‘’Repressirovannaya Türkologiya’’. ‘’Eserde
Sovyetler Birliği döneminde baskı ve zulüm görmüş, sürgüne uğramış, hapis ve ölüm
cezalarına çarptırılmış Türkologların hayat hikayeleri belgeleri ile anlatılmakta idi. Bu
Türkologların kimi Rus kökenli, kimi Ukrayn, kimi ise çeşitli Türk topluluklarına
mensuptu. Farklı kökenlere mensup olan bütün bu insanların ortak noktaları ise, Türk
dili, edebiyatı, tarihi, folkloru ile ilgilenmeleri, ‘Sovyet vatandaşı’ kimliğini
benimsemeyip yerel ya da ulusal kimliklerini korumak istemeleri ve Türkiye Türkleri
ile ilişkilerini korumasıydı.’’Bunlardan etkilenen Ahmet Buran, Gaspıralı’nın; ‘’ Millete
hizmet etmek istiyorsan, elinden gelen işle başla…’’ sözünden hareketle kitabı
yazmaya başlamıştır.
Kurşunlanan Türkoloji, iki bölümden oluşuyor: Korku Tüneli ve Kurşunlanan
Türkoloji. Birinci bölümde, 19. Yüzyılın ikinci yarısı ile 20. Yüzyılın ilk yarısı arasında,
yaklaşık yüz yıllık zaman dilimi içinde Türk dünyası coğrafyasında meydana gelen
sürgün, kıyım ve ölümler özetlenmiştir. İkinci bölümde ise cezalandırılan, sürgüne
gönderilen, hapsedilen ve öldürülen şair ve yazarlara yer verilmiştir. Derslerimizde de
isimleri geçen ancak geçmişlerini bilmediğimiz birçok araştırmacı ve yazarların
isimleriyle de karşılaşmak mümkün. Sözgelimi, Aleksandr Nikolayeviç Samoyloviç,
Ahmet Temir, R.Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Hüseyin Nihal Atsız, Kasım
Tınıstanov gibi… Bu insanlar sudan sebeplerle tutuklanıyor, türlü işkencelere maruz
kalıyor, kurşuna diziliyorlardı. Yapmadıkları suçlar onlara isnat ediliyor; kabul
etmedikleri takdirde tırnakları çekiliyor, tırnaklarının altına iğneler geçiriliyor, saatlerce
ayakta tutuluyor, psikolojik baskılar ve daha birçok işkence… Yıllar sonra ise
suçsuzlukları kanıtlanıyordu. Onlar hayatta iken, aileleri o kadar acı çekmişken
değil… Cengiz Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov’la ilgili böyle bir bölüm de var
ayrıca. Kitapta 78 fotoğraf ile belgeler, kişilerden bizzat aktarılmış mektuplar da yer
alıyor.
Kurşunlanan Türkoloji, geçmişin sosyal ve siyasal aynası…Ahmet Buran ön
sözde bu olayları kaleme almayarak ‘’ sorumluluğumuzu yerine getirmediğimizi
düşünmeye başladım.’’ Gibi bir ifade kullanmış. Ben de diyorum ki, biz gençler de
bunları okumayarak sorumluluğumuzu ihmal ediyoruz. Özellikle Türkoloji
öğrencilerince muhakkak okunması gerektiği fikrindeyim.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
21
ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA
KADİM BİR GELENEK: GÖÇ VE
PSİKOLOJİK ARKA PLANI
İhsan BAYRAK
Göç, bir bölgeden başka bir bölgeye hayvancılık, tarım, ticaret ya da doğal nedenlerden dolayı geçici ya da sürekli olarak yapılan bir faaliyettir.
Türkler, tarih sahnesine çıktıkları ilk andan itibaren göç olgusu ile tanışmışlardır. Gerek yaşadıkları coğrafi konum gerekse Orta Asya’nın iklim ve bitki örtüsü böyle bir zarureti doğurmuştur. Bunun yanında salgın hastalıklar, yeni yurt edinme isteği ve bağımsız yaşama arzusu da bu göçlerin nedenleri arasında gösterilebilir. İlerleyen dönemlerde Türklerin yavaş yavaş yerleşik yaşama geçmesi, kültürlerindeki göç olgusunun yok olup gittiği anlamına gelmemektedir. Yerleşik yaşama geçtikten sonra bile göçebe yaşam tarzı devam etmiş, zaman içinde yarı göçebe olarak nitelendirebileceğimiz bir yaşam tarzına dönüşmeye başlamıştır. Yarı göçebe yaşam tarzı olarak nitelendirdiğimiz yaşam tarzı ise yaz aylarında yaylalara çıkıp kış aylarında köylere ya da şehir merkezlere geri dönmektir. Bu anlayış gerek Anadolu’da gerekse Türklerin yaşadığı diğer bölgelerde varlığını sürdürmektedir. Bu gelenek şüphesiz ki Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan bir öykünün devamıdır. Göç olgusunu ele alırken mecburi göçler ya da köyden kente yapılan göçler kapsamımız dışındadır. Burada anlatmak istediğimiz göç olgusu yarı göçebe anlayış şeklinde ifade ettiğimiz göçtür. Bu göç anlayışı ise Anadolu’da Akdeniz’de Toroslarda ve Karadeniz’in özellikle Doğu Karadeniz kıyılarında yaygınlık göstermektedir. Toroslar ve göç deyince de akla ilk olarak Dadaloğlu gelmektedir. Günil Özlem Ayaydın Cebe’nin Milli Folklor dergisinde yayınlanan “İskâna Direnen Kimlik: Dadaloğlu’nun Coğrafyası” adlı makalesi bu bağlamda çok önemli bir çalışmadır. Osmanlı Döneminde gerçekleştirilen iskân politikası ile yerleşik yaşama geçirilmeye çalışılan Avşarların iskâna direnişini ele alır. Göç olgusu, bu zamana kadar genel olarak tarihi ve politik bağlam içerisinde değerlendirilmiştir. Günil Özlem’in ifadesiyle “ Oysa göçebe topluluklar için yerleşik yaşama geçmeye zorlanmak, hem sosyal ve ekonomik hem de psikolojik anlamda büyük bir değişim gerektirmektedir.” Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere göç olgusunun sosyal, ekonomik, kültürel veya başka unsurlardan ziyade insanların psikolojileri üzerindeki etkisi çok önemlidir. Bugüne kadar yapılan çalışmalarda bu etki üzerinde fazla durulmamış olması bu etkinin derecesinin düşük olduğu anlamına gelmez. Yukarıda sözü edilen makalede Günil Özlem Hanım bu etkiyi detaylıca ele almıştır. Osmanlı Döneminde iskâna zorlanan Dadaloğlu ve beraberindekiler, bu değişimin yıkıcı etkisini ruhlarında hissettikleri için direnmişlerdir. Zira “Hakkımızda
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
22
devlet vermiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir” dizeleri bu direnişin ifadesidir. Bu dizler bir başkaldırıdan ziyade kültüre bağlılık, bir yok oluşun önüne geçme isteğidir. Bu direniş, sadece tarihsel, ekonomik ve politik bir bağlamda ele alınamaz. Bu direniş özellikle psikolojik bağlamda ele alınınca daha sağlıklı olarak incelenmiş olacaktır. Yukarıda bahsettiğimiz makalede de Günil Özlem Ayaydın Cebe bu durumu psikolojik arka planı ile beraber ele almıştır. Bu şekilde ele alındığında ulaşılan sonucu ise şöyle özetleyebiliriz: Göçmek ve yaylara çıkmak, öncelikle sağlık acısından insan için gereklidir. Sararıp solan yüzler al al olmakta ve daha dinç olarak geri dönülmektedir. Sağlığa olan katkısı hem fiziksel hem de ruhsaldır. Diğer yönden ise göçmek bir bakıma bağımsızlığı ifade eder. Sürekli aynı mekanda kalarak sıkışmışlık yaşayan insan ruhu ve bedeni göçmeyi arzulamaktadır. Bu konuda bir atasözü şöyle der: “Sefa istersen kon göç, cefa istersen ek biç.” Yani bir bakıma göçmek insanlar için bir sefadır. Dadaloğlu’nun anlayışında doğa ve insan dosttur. Bu dostluk ise yaylalarda en güzel şekliyle yaşanır. Dadaloğlu’nun şiirlerinde görülen bu başkaldırının ruhsal arka planını kimlik kaybına ve benlik algısında bozulmaya direniş oluşturmaktadır. Bahsettiğimiz makalede Dadaloğlu’nun direnişini ve göç olgusunu Günil Özlem’in değerlendirmesiyle birlikte özetledik. Bu değerlendirmeden hareketle Doğu Karadeniz yöresinde göç ve yaylacılık anlayışını ele alıp değerlendireceğiz. Bunu yaparken psikolojik arka plandan hareket edeceğiz. Yaz aylarında yapılan göç ve yaylacılık genel olarak Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir. Özellikle Akdeniz’in Toros kuşağı ile Karadeniz’in Doğu Karadeniz yöresinde yaygındır. Toros kuşağındaki uzantısını Dadaloğlu örneğinde gördük. Oradan hareketle yaylacılığın etkin olarak yapıldığı Doğu Karadeniz’e uzanalım. Doğu Karadeniz’de özellikle Ordu, Giresun, Trabzon ve Rize kuşağında yaylacılık faaliyetleri yaygın olarak yapılır. Haziran ayların aylarında okulların tatil olmasıyla yaylaya çıkılır ve eylül ortalarında köylere dönülür. İstisnalar dışında gidiş ve dönüş tarihleri böyledir. Dışarıdan bakılınca sıradan ekonomik bir faaliyet olarak görülmektedir yayla göçleri. Hayvanları otlatmak, yaylalardaki çayırları biçmek için gidilir ve dönülür. Ama biraz ayrıntılı olarak bakarsak hiç de öyle değil. Çevrede yaylaya göçemeyen insanlar görünce onlardaki etkiyi hissederek böyle bir yargıya ulaşabiliriz. Belki insanların kendileri de bu yayla göçlerini sadece ekonomik birer faaliyet olarak görmektedirler. Ancak yıllardır göç yapan birisi bir yıl göç yapmasın. Onun ruhundaki bunalım da tıpkı Dadaloğlu’ndaki bunalım gibidir. Belki Dadaloğlu gibi şiirleri ile anlatamaz ama ruhunda bunu hisseder. Yüzü solgundur, neşesi yoktur, kendini bitkin hisseder. İçinde bir eksiklik daima vardır. Çocukluktan yaylaya alışıp da büyüyünce çeşitli nedenlerle yaylaya gidemeyen kişilerde de bu bunalım vardır. Bazen neden olduğunu bile anlamazlar ama eksiktirler. Bu bunalım ve eksikliğin sebebini sadece ekonomik ve sosyal nedenlerle açıklayamayız. Yayla demek doğa ile iç içe olmak demektir. Sularından içmek, çayırlarında oynamak, hayvanlarla iç içe olmaktır. Dadaloğlu şöyle der: Avşar eli yaylasına göçmedik Aşın yeyip sularını içmedik
Yaylanın suları da insanlar için vazgeçilmezdir. Yazın o sıcağında yayla suyu serinliğin ta kendisidir. Lezzetinin yanı sıra doğallığıyla da bir başkadır. Ortalama
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
23
yüksekliğin fazla oluşu ve sürekli rüzgâr alışı da insanların solgun yüzlerini al al yapmaktadır. Nitekim Dadaloğlu’nun şiirlerinde de solgun yüzlerin yaylaya çıkınca al al oluşundan bahsedilmektedir. Böyle bir doğallığın içinde uzun yıllar yaşayan insan için göç etmemek ister istemez ruhsal bir bunalım yaratır.
Yaylalar bir bakıma sosyal dayanışmayı ve kültürün gelecek nesillere aktarılmasını da sağlamaktadır. Her yıl yayla zamanları hemen hemen her yaylada kendi adıyla şenlikler düzenlenmektedir. Bu şenliklere hem komşu obalardan hem de şehirlerden ve köylerden insanlar gelmektedir. Bu sayede hem dayanışma artar hem de dışarıdan gelenler ve yaylayı ilk kez görenler bu kültürle tanışmış olur. Bu da bu kültürün gelecek nesillere aktarılmasını sağlar. Dadaloğlu, bu psikolojik etkiyi şiirleri vasıtasıyla bize hissettirmiştir. Her ne kadar Dadaloğlu kadar olmasa da Ağasarlı sanatçı Sait Uçar’ın “Yayla Çiçekleri” şarkısı da yayla hasretini anlatmaktadır.
Yayla çiçeklerini özlemedin mi dünya Senin yerine öptüm onları doya doya Yıllar geçti görmedim güzel yaylalarını Kapkara bulutların gör ağlamalarını Bekliyorum hevesle önümüzdeki yazı Güzel yaylarıyla dön yayların kızı
Dünya yalansın dünya, dünya fanisin dünya Dolmuşum acıylan 15’inde tanıştım doktor ilacıylan
Attım reçeteleri benim ilacım yaylam Yırttım reçeteleri benim ilacım yaylam Bu dizlerden de anlaşılacağı üzere yayla ve göç insanlar için ilaç kadar değerlidir. Bir bakıma onların dermanı buradadır. Bu da gösteriyor ki yayla ve göç olmaması insanlar için bir hastalığa sebep olmaktadır. Bu hastalık da hem fiziksel hem de ruhsaldır. Bunun tedavisi ise göçtür. Dadaloğlu gibi önemli bir ismin şiirlerinde ve yukarıda ele aldığımız türküde göç kavramının Türkler için ne derece önemli olduğu net şekilde görülmektedir. Burada akla gelen sorulardan bir tanesi de “Göç, neden bu kadar önemli bir etkiye bir sahiptir?” Bunun farklı cevapları olabilir. Ama burada ifade etmek istediğimiz tamamen farklıdır. Sadece bir yörede ya da belli bir kesimde olsaydı bunu farklı nedenlerle açıklayabilirdik. Ancak genel olarak Türk kültüründe göç olgusu önemli bir yere sahip. Burada Akdeniz ve Karadeniz örneklerini ele almamız diğer yörelerde göç olmadığı ya da orada yaşayanların bu kültüre sahip olmadıkları anlamına gelmez. Türk kültüründe göç olgusunun böyle yaygın oluşu ve bu derece önemli bir etkiye sahip oluşu köklü bir gelenekten geldiğinin de kanıtıdır. Bu da gösteriyor ki kadim kültürümüzde ilk zamanlardan beri göç olgusunun önemli bir yeri vardır. Bu yer, aradan yüzyıllar geçse de mekan değişse de şartlar değişse de varlığını korumaktadır. Başka şekilde bu kuvvetli etkiyi açıklamak zordur. Aslında Namık Kemal’in: ”Fıtrat değişir sanma, bu kan, yine o kandır.” sözü her şeyi kısaca özetlemektedir.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
24
GÖKKUŞAĞINI YAKALAMAK
Aslıhan ŞAHİN
Kitabı elime aldığımda ilk dikkatimi çeken kitabın
kapağı ve ismi olmuştu. "Gökkuşağını Yakalamak". Böylesine
güzel kapaklı ve güzel isimli bir kitaptan eminim ki bolca düş
ve hayal kurmamı sağlayacak cümleler çıkacaktı. Kitap
Bernie isimli bir kadının hayatını nasıl geçtiğinin
anlatılmasıyla geçiyor. Bernie babasını kaybetmiş, 5 günlük
bebeğini kaybetmiş işinden istifa etmiş ve bütün bunlar
yetmiyormuş gibi kocası tarafından da aldatılmış. Kadının
yaşadıkları herkes tarafından kabul edilemeyecek şeyler;
ancak Bernie ayakta durmayı kendine yol bilmiş. Bunun için de elinden geleni
yapıyor. Hüzün sevinç mutluluk bir arada...
Bernie'nin en yakın arkadaşı diane.
Dianenin kızı Ashley. Bernie ve Ashley çok
yakınlar. Hatta Bernie Ashleyle zaman
zaman iş birliğine giriyor Ashleyin
istediklerinin yapılması için. Bu yüzden
Diane ile arası da bozuluyor. Ashley
pskopat gibi bir kız. Sürekli fasulye yiyor
fasulye yemeyi kendine hobi sayıyor ve
kaşlarını kazıtıyor. Ayrıca bernie için
kitabın özetinde çok kilolu biriymiş gibi
bahsediliyor fakat bernie sadece 69 kg. 69
kg lık birinin kitabın özetinde yer alması
gereksiz olmuş. Benim hayalimde
canlanan bernie ise 100-120 kg birisi.
Kitabın sonlarına doğru yaklaştıkça hep bir
şey olacak diye bekledim eski kocasıyla
barışma, yeniden hamile kalma. Ancak
kitap hiç de beklediğim gibi bitmedi.
Sonunda heyecan verici bir şey olmadı.
Sanki devamı varmış gibi bir bitiş yapıyor.
Çok yarım kalmış gibi; fakat kitap baştan
sona akıcı ve sade bir dille yazılmış. Tek
solukta okumamız için cümleler özenle seçilmiş. Okurken hiç sıkılmadım. Ancak hep
bir şey bekledim önemli bir şey. Kitap baştan sona aynı çizgide devam etti. Umarım
böylesine yarım kalmış hissi uyandıran bir kitabın devamı da olur. Kitabın beni en
etkileyen cümlesi ise "hayatta gökkuşağının peşinden ya gidersin ya da gitmezsin"
ayrıca gökkuşağı ismi kitabın içinde 3-4 kez geçiyor. İsim içerik ilişkisi yönünden de
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
25
oldukça zayıf bir kitap. Şimdi de kitabın arka kapağındaki özet kısmını sizlerle
paylaşıyorum:
Siz kendi gölgenizin esiri olmuşken, başkasının hayatını nasıl
aydınlatabilirsiniz? Bir zamanlar tek derdinin fazla kiloları olduğunu düşünen
Bernadette Murphy, hayatın, yediği çikolata kadar tatlı olmadığını acı bir şekilde
anlamıştır. Babasının ani kaybıyla kendini adeta bir boşlukta bulurken, kocasının onu
terk edişiyle içten içe savaşmaktadır. En yakın arkadaşının bir bebek beklediği
gerçeği ise onu adeta karanlığa sürüklemektedir.
Aslında acıya ve kalp ağrısına hiç de
yabancı olmayan Bernadette, babasının ona
bıraktığı şifreli cümlelerden oluşan bir defterle
kendine bir yol bulmaya çalışacaktır. Çözmeye
çalıştığı her şifreli cümle, yeni bir umut kapısıdır
onun için. Ya bu umut kapısını aralarken
gökkuşağının peşinden gidecektir ya da kendi
gölgesine hapsolacaktır… Gökkuşağını
Yakalamak, kabullenişi ve hayat sağanağında
nasıl ilerleyeceğimizi trajikomik bir dille anlatan
etkileyici bir roman. Keyifli okumalar...
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
26
MEHMET RAUF'UN EYLÜL
ROMANI ÜZERİNE BİR İNCELEME
Yunus Emre BOLAT
MEHMET RAUF HAKKINDA GENEL BİLGİ
Mehmet Rauf 1875’te İstanbul Balat’ta doğdu. İlköğrenimini Balat’taki Defterdar mahalle mektebinde tamamlayan Mehmet Rauf, daha sonra Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi’nde okudu. 1893’te Mekteb-i Bahriye’yi bitirdi.
Askeri Rüştiye’de Fransızcasını, Mekteb-i Bahriye’de de İngilizcesini geliştiren Mehmet Rauf, Georges Ohnet, Octave Fleuillet, Alphonse Daudet, Emile Zola, Gustave Flaubert gibi dönemin ünlü yazarlarını eserlerini yazdıkları özgün dillerden okudu ve bu yazınsal beğenisini geliştirdi. Ancak aklı fikri edebiyattaydı Mehmet Rauf'un; daha on altı yaşında iken yazdığı "Düşmüş" adlı hikâyesi İzmir'de, Halit Ziya'nın çıkardığı "Hizmet" gazetesinde yayınlanmış, gençlik yıllarında önce Mektep dergisinde, Edebiyat-ı Cedide hareketine katılınca de Servet-i Fünun'da küçük hikâyeler, mensur şiirler, edebi makaleler yazmış, Servet-i Fünun'da tefrika edilen "Eylül" romanıyla dönemin tanınmış yazarları arasına girmişti.
Mehmet Rauf, aynı zamanda ilk ciddi edebiyat eleştirilerinin de yazarıydı. İyi yabancı dil bilen ve Aydınlanma düşüncesiyle Fransızca metinlerle tanışan Mehmet Rauf, II. Meşrutiyet'ten (1908) sonra erotik edebiyatın öncülüğünü yapmıştı. Ne var ki, "Bir Zambağın Hikâyesi" ve "Kaymak Tabağı" adlı uzun hikâyeleri nedeniyle muhafazakâr kesimlerin tepkilerini topladı. Askeri mahkemede yargılanarak ordudan atıldı. Bu arada yazdığı bazı öyküleri Halit Ziya’ya gönderdi. Halit Ziya’nın da ön ayak olmasıyla öyküleri çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı. Servet-i Fünun dergisinin çevresinde toplanarak Tanzimat yazarlarından çok farklı bir yol izleyen ve yazınımızda da Servet-i Fünun adıyla anılan akımı yaratan yazar ve şairler arasına 1896 yılında katıldı.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
27
1901’de ilk evliliğini Ayşe Sermet Hanım’la yaptı. Daha sonra Besime Hanım’la evlendi. Son evliliğini Muazzez Hanım’la yaptı. İlk evliliğinden iki, ikinci evliliğinden bir çocuğu oldu. Mehmet Rauf sürdüğü maceralı hayat sonunda 1927’de hastalanarak felç oldu.
23 Aralık 1931’de Cerrahpaşa Hastanesi’nde yoksulluk içinde hayata göllerini yummuştur.
“Aşka âşık” bir kişiliği olan yazarın bu özelliği eserlerine de yansımıştır. Yazar hemen her eserinde aşkı anlatır. Yazarın en ünlü eseri “Eylül” de bunun örneklerindendir. İlk eseri çocuk yaşta yazdığı “Gaskonya Korsanları yayımlanan ilk eseri ise, “Düşmüş” adlı hikâyesidir. Mehmet Rauf’un yazınsal başarısı insan ruhuna ait tasvirlerinin inceliğinden kaynaklanıyor. Bu anlamda, “Eylül” edebiyatımızda psikolojik analizlere yer veren ilk roman kabul edilir. Yazar en çok hikâye türünde eserler vermiştir. Dili kendisi için üstat kabul ettiği Halit Ziya Uşaklıgil’e göre daha yalındır; bununla beraber Servet-i Fünun lehçesinden örnekler de çoktur.
Fransa’daki natüralizm ve realizm akımlarından etkilenmiş olsa da romanlarındaki karakterler, hayatlar ve yaşayışlar idealize edilmiş tiplerdir. Yazarın eserlerinde mekân genellikle İstanbul köşkleridir bu yüzden. Bu nedenle yazarın realizmden uzak bir sanat anlayışı olduğu söylenebilir. Karakterler ise, alafranga tiplerdir.
Servet-i Fünun döneminin Halit Ziya’dan sonraki en önemli yazarı kabul edilen Mehmet Rauf’un roman, hikâye, makale, mensur şiir ve tiyatro türlerinde çok sayıda eseri vardır. Romanlarında genelde İstanbul ve çevresinde yaşayan seçkin ailelerin arasında geçen aşk ilişkilerini konu almıştır. Zaman zaman şiirler de yazmıştır.
MEHMET RAUF'UN ESERLERİ
Roman: Eylül, Ferda-yı Garam, Genç Kız Kalbi, Karanfil ve Yasemin, Define, Böğürtlen, Halas, Kan Damlası, Son Yıldız
Öykü: Kadın İsterse, Âşıkane, Bir Aşkın Tarihi, Son Emel, İhtizar, Pervaneler Gibi
Mensur Şiir: Siyah İnciler
Tiyatro: Sansar, Pençe, Cidal
EYLÜL ROMANI HAKKINDA GENEL BİLGİ
Mehmet Rauf'un kaleme aldığı Eylül romanı, Türk edebiyatının ilk psikolojik romanı olarak bilinmektedir. İlk en başarılısı olduğu için bu yakıştırma yapılmıştır. Eylül, 1900 yılında Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanmaya başlamış, kitap haline 1901 senesinde getirilmiştir. Eylül psikolojik bir roman olduğundan dolayı, bu türün özelliklerini taşımaktadır. Psikolojik romanların da belirgin özelliği olarak romanda kişilerin iç
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
28
dünyalarının anlatımına, olaylardan daha çok yer verilmiştir. Yaptığımız incelemelerde, örneklerle romanın psikolojik tahlillerini de ele almaya çalıştık. Romanda evli bir kadınla, onların evlerine gelip giden bir akrabasının arasında geçen yasak aşkı anlatılıyor. Kişilerin iç bunalımları, imkânsızlıkları, psikolojik durumları gerçekçi bir şekilde anlatılmış. Psikolojik romanın hemen hemen tüm özelliklerini Eylül'de bulmaktayız. Bazı kaynaklara göre bir gün Halit Ziya'nın yanına bir genç gelmiştir. Yeni evli olan bu genç, Halit Ziya'ya balayı planlarını anlatır. Mehmet Rauf da romanını yazarken bu gencin anlattıklarından yola çıkmıştır. Eylül romanında anlatıcı, geri dönüş tekniklerini hiç kullanmamış ve hatta olaylardan çok kişilerin içsel durum ve düşüncelerine yer vermiştir. Romanda üç mekân bulunur ve mekânlar hep kapalıdır: Bağ evi, konak, yalı. Necib'in, Suad'ın ve Süreyya'nın nasıl geçim sağladığı okuyuculara sunulmamıştır. EYLÜL ROMANININ İSMİ HAKKINDA Eylül romanının ismi Eylül ayından dolayı konulmuştur. Eylül, yaz mevsiminin bittiğini ve sonbaharın geldiğini haber veren bir aydır. Eylül ayında, sonbaharda bir hüzün havası hâkim olmaktadır. Sürekli bizlere hüznü yansıtır. Güzel havalarda başlayan bu yasak aşk, sonbaharın gelmesiyle sona erer. Bu yasak aşkın ve romanın bittiği ay Eylül ayıdır. Bu nedenle romanda bu isim seçilmiştir.
Romanda Eylül ayına gelindiğinde yapılan tasvirler, hüznün resmini gözler önüne getirmektedir. Sıcak ve güzel havalarda başlayan bir aşkın Eylül ayında bitmesi tesadüf değildir. Elbette anlatıcı, hüznü, yazın bitişini, karamsarlığı, aşkın sona ermesini; yaprakların döküldüğü, tabiatın rengini soldurduğu, yaz neşesinin kaybolduğu bu Eylül ayına denk getirmiştir. Roman da bu sebeple "Eylül" ismiyle okuyucularıyla buluşmuştur. "Necib, bu sessizlik arasında bir duman, bulut, su hücumunda birden kış içindeyim kuruntusu, kışa bir düşkünlük hissiyle titredi. Bu, uzun güneşli günleriyle, sıcak geceleri, göz kamaştıran çehresi, nefesi boğan sıcağıyla insanı artık bıktıran yazdan sonra, durgun ve tembelliğe eğilimli insanlığın huyuna pek uygun gelen, insanın köşe-bucağa, soba yanlarına sokulmak hissini veren soğuk, tembel kış fikri, uzun
yağmurları, siyah gökyüzü, çamurlu sokakları ile akşamlara kadar evden çıkmaktan korkutan kış fikri sarhoş etti."
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
29
Uzun yağmurlar, siyah gökyüzü, çamurlu sokaklar insanın içinde neşe, mutluluk uyandırmaz. İşte Eylül ayındaki hava, atmosfer, doğa daima hüznü anlatmakta ve anımsattırmaktadır. Ölümle biten romanın, bu mevsimde sona ermesi de ve o mevsimdeki ayın romanın ismi olarak karşımıza çıkması da tesadüf değildir. Romanın ismi, anlatıdaki kişilerden herhangi birine ait değildir. Konuyu da tam anlamıyla yansıtmaz. (Örnek: Aşk-ı Memnu) Neticede romanın ismi direkt, romanın bittiği ay olan Eylül ayından dolayı böyle seçilmiştir. EYLÜL ROMANINDA BAKIŞ AÇISI VE ANLATICI Eylül romanı, hâkim (Tanrısal-İlâhî) bakış açısı ile üçüncü tekil kişi ağzıyla anlatılmıştır. Öyküde bir rolü olup olmamasına göre anlatıcı "öykü dışı anlatıcıdır". Anlatımındaki tutarlılığına göre anlatıcımız sözlerinin birbiriyle çelişmemesinden ötürü "güvenilir anlatıcıdır." Romanda hem anlatıcının hem de karakterlerin konuşmasından ötürü "anlatma kipi" vardır. Şimdi romanın asıl metninden hareketle, bu bakış açısı ve anlatıcıyı bizlere ispatlayan örnekleri inceleyebiliriz. "Suad, kaşlarında bir endişe kıvrımı ile gözleri daha çok karararak, kaç senedir bu aynı yerde aynı hayatta şikâyet için bir hâl görülmeden geçirilmiş mutlu günleri düşünerek susuyordu; bir aralık; "Önceden hiç böyle söylemiyordun" demek istedi; fakat neye yarayacaktı? Ufak bir bahane, adi bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi? "Bari sen git, oralarda biraz kal, eğlenirsin!" diyecek oluyordu; fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki, kocasına karşı kalbindeki derin bağlılığın yönlendirmesiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun bunu fark ederek kırıldığını görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sadece dış görünüş adına uğraşılmış olacağını düşünüyordu. Çünkü asıl suçun köşkte olmadığını hissediyordu. Suç; ne suç sebebini düşününce kalbini sızlatan can sıkıntısında, ne aşkla ve bağlılıkla geçtiği halde, beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde, bu kalplerin, insan kalbinin eskimeye olan kabiliyetinde idi ve o kadın, bu acı düşünceyle başını eğip susarken, Süreyya söyleniyor, şikâyet ediyordu." Kitaptan alınan bu paragraf**, henüz kitabın girişinde dahi olsa, bizlere bakış açısı ve anlatıcı hakkında ipuçları veriyor. Anlatıcı, fiil kiplerinden de anlaşıldığı üzere, üçüncü tekil şahıstır ve kişilerin iç duygularını, hissettiklerini, düşündüklerini, kararsızlıklarını tamamen biliyor. Bunları bilmesi de anlatıcının bakış açısının hâkim (Tanrısal-İlâhî) olduğunu gözler önüne seriyor. Anlatıcı o kadar çok şeyi biliyor ki, Suad'ın neleri söylemek istediğini ve bu söylemek istediklerinden nasıl vazgeçtiğini dahi söylüyor. Eğer hâkim bakış açısı olmasaydı anlatıcı sadece Suad'ın söylediklerini bilebilirdi. Bu durumda
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
30
gözlemci olurdu. Onun söylemeyi isteyip, düşünüp ve sonradan söylemekten vazgeçtiğini bilemezdi. "Onlar konuşurken Suad düşünüyordu ki, kocası gibi kalabalığı sevmez bir adam, değil kalabalık içinde büyümüş Necib Bey bile, kendine bir eş bulursa burada kocasının cehennem dediği bu köşede yaşamaya razı idi ve Süreyya'yı böyle daima neşeli ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden arındıramamak ona büyük bir felaket gibi geliyordu. Ta en derin değerlendirmelerinde bir ateş, bir küçük korku, bu felaketin gerçekte büyümesi fikrinden doğan bir acı gittikçe kendini hissettirmeye başlıyordu. "Ne yapmalı Ya Rabbim" diyordu ve Necib onlardan bahsederken hep mutlu ve birbirlerine uyan eşler olduklarını söyledikçe Suad, ona memnun ve minnettar bir bakışla bakarak teşekkür etmek istiyordu. " Yine kitaptan aldığımız bu paragrafta bakış açıcı ve anlatıcı hakkında ipuçları bulunmaktadır. Anlatıcı, olan olaylardan ziyade, düşünceleri de okuyabilmekte, isteklerini de bizlere anlatmaktadır. Çok açık bir şekilde anlatıcı hâkim bakış açısıyla üçüncü tekil kişi ağzıyla anlatmaktadır. "Güya asıl sebep etraftakilermiş gibi davranıyordu; fakat ona ağlayarak: "Hâlbuki sade sensin Suad, sade sen... Eğer sen istesen dünyada benim için başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Ben senden başka bir şeyden korkmam; fakat sen istemiyorsun, sen kaçıyorsun. Yalnız sen değil, benden şimdi gözlerin bile kaçıyor." demek istiyordu." Romandan alınan bu kısımda "demek istiyordu" ifadesi bize birçok ipucu vermektedir. Anlatıcı eğer hâkim olmasaydı, yalnızca izlenimci olsaydı bu sözü kullanamazdı. Kişinin orada söylemek istediklerini değil, yalnızca söylediklerini bilebilirdi; ama görüldüğü gibi anlatıcı yalnızca söylenenlerden değil, söylemek istenilenlerden de haberdardır. Yukarıda verdiğimiz örneklerin sayısını çoğaltabilmek mümkündür.
EYLÜL ROMANININ OLAY ÖRGÜSÜ Romanın Olay Örgüsü Çeşidi: Romanda tek zincirli (organik bütünlük) olay örgüsü vardır. Olaylar kişilerin psikolojilerine göre vuku bulmuştur. Neden-sonuç ilişkileri vardır. Bu yöntem genelde realistlerin kullandığı bir yöntemdir. Romanın henüz başında iken ay Nisan'dır. Başlangıçta Suat ve Süreyya anlatılmaktadır. Süreyya, yazları geldikleri bu bağ evinin konumundan ve denizin olmayışından sıkılmış, bunalmıştır. Bu bağ evini hiç sevmez ve istemez; çünkü kendisi denizi çok sevmektedir. Ruhunun daha huzurlu olduğu bir mekânda yaşamak ister. Suad da eşinin bu huzursuz durumundan etkilenmektedir. Süreyya'yı mutlu görebilmek için bağ evini bırakıp gitmeyi ister. Süreyya'nın canı bu gece pek sıkılıyordu. "Adam bırak!" dedi. Sadece babasına değil, sanki tüm köye dargındı. Yazlığa çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş; fakat deniz kıyısında bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Bu durum üzerine Suad babasına bir mektup yazar. Mektubu dadısı vasıtasıyla babasına iletmiştir. Babasından alacağı parayla bir yalı kiralamayı ve
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
31
böylece Süreyya'nın mutluluğunu sağlamayı düşünür. Bu yalı kiralama mevzusunda Necib daima manevî bir destekleyici konumundadır. Suad'ın babasının para göndermesiyle tam da istedikleri gibi bir yalı kiralayıp oraya taşınırlar. Yalıyı kiralamalarında etkin rol oynayan Necib, yaklaşık on gün sonra Süreyya ile karşılaşır. Bu durumda Süreyya onu yalıya davet eder. "-Gelsen de bir görsen... Ha, gerçekten, ne zaman geleceksin? Bekleyip duruyoruz... Ah Necib, biz bağda meğer cehennemdeymişiz. Ne yer, ne yer! Ben ilk baktığımız gün bu kadar güzel bulmadımdı. Sabahları, ya akşamları... Hele öğleden sonraki güzellik... Akşamüstü Suad'la çıkıyoruz, ne görüntü, ne görüntü..."
Yalıya birçok kez gidip gelmeye başlayan Necib, Süreyya ve Suad'ın ısrarları
üzerine kalma süresini uzun tutabilmektedir. Yalıya gittiğinde Süreyya denizi çok sevdiğinden dolayı, hep çıkmak ister. Deniz Suad'ı kötü yönde etkilemektedir. Bu durumda Necib ile beraberce yalnız kalırlar. Aralarındaki en büyük bağ ise müzikle başlar. Süreyya'nın tam aksine Necib'in müziğe ilgi duyması, Suad ile aralarında bir köprü vazifesi görmektedir. Hatta Necib bir gün Suad'ın eskiyen nota sayfalarını görünce, ona yenilerini getirmeyi aklına koyar. Suad'ın piyano çalmasına hayran olur. Getirdiği notalar Suad'ı hayli sevindirir. Müzikle beraber aralarındaki bağ kuvvetlenir. "O kadar seviyorlardı ki onunla dünyayı, dünyanın her şeyini, hatta onu, Süreyya'yı unutuyorlardı." Necib normalde evlenmeye karşı olan, bayanlara güvenemeyen bir insan iken, Suad'ı gördükçe "Böyle kadınlar da var mı hala?" düşüncesine kapılmaktan kendini alıkoyamıyor ve gün geçtikçe daha çok Suad'a hayran oluyordu. Öyle ki bir gün yalının etrafında dolaşan genç ile Suad'ın arasında bir durum olduğundan dolayı -
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
32
kendisi de düşüncelerine anlam veremeyerek- korkmuştur. Nihayet ki, o gencin başka bir yalıdaki kadınla yasak aşk yaşadığını öğrenir ve içi rahatlar. Suad'a olan hayranlığı derecesini hiç düşürmeden devam eder. Tarabya'ya gidecekleri bir gün Suad, piyanonun üzerine eldivenlerini ve şemsiyesini koyar. Bu durumda Necib, eldivenlerin bir tanesini cebine koyar. Burada eşyaya bir değer yüklenmiştir. Müzik ve piyanodan sonra sembolik bir bağ olacak şekilde eldiven imgesi kullanılmıştır. Öyledir ki Necib için kutsal bir eşya haline gelmiştir. Aslında dile dökülmeyen duyguların bir eşya üzerinden anlatılmaya çalışıldığı görülmektedir.
“Necip’in nazarını cezbeden bir şey de onun elleri idi. Bu eller nerm ve rakik nescleriyle beyaz ve ince idi; altındaki maimtrak damarların müşevveş hatları insana bu nefis mahlûkun ne elden bin türlü avarız ile zayi olacak fenayap zavallı bir vücut olduğunu hiss-i elemini veriyordu.”
Suad'ın babasına haber götüren Behice, Necib'in tifoya yakalandığı haberini getirir. Süreyya ve Suad bu durumda Necib'i ziyaret ederler. Hanımefendi o sırada, Necib'in kurtulmasının ancak yastık altındaki eldivenle mümkün olacağını söylemektedir. Eldiveni gören Suad, hayliyle Necib'in kendisine karşı bir şeyler hissettiğini anlar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi eldiven aracılığıyla duygular açığa vurulur.
“...ve bu eldiven meselesi unutulduğu zaman onun yegâne malı, mal-ı kıymettarı oldu: o pür-hayat bir el, sanki Suad’ın eli gibi geliyordu ve onun eline mâlik olmak Necib’i saadetten çıldırtıyordu.”
Suad ve Süreyya, hasta olan Necib'i alarak yalıya getirmek isterler. Necib, bir gün dayanamayarak Suad'a olan aşkını ağlayarak dile getirmektedir. Bu durumda Suad da bakışları ve hareketleriyle karşılıklı bir aşkın yaşandığını belli etmiştir. Yasak aşk resmen gözlerle yaşanmaya başlamıştır bile. Yaz sezonu bitince Süreyya artık köşke dönmeleri gerektiğini vurgular; ama Suad onunla aynı fikirde değildir. Bu durumda tartışırlar ve nihayet köşke döndüklerinde Suad etrafındaki insanlara karşı daha kötümser bir bakış açısıyla bakmaya başlar. Necib köşke de gidip gelmeye devam edecektir. Necib bir süre sonra Suad'ın kendisini sevmediğini düşünmektedir. Bu durumda Suad'a yaklaşmanın yolunun, Hacer'den geçtiği kanısına varır. Dertlerle ve sıkıntılarla boğuşan Necib Beyoğlu hayatına geri döner. Bir gün sarhoş bir şekilde gelerek Suad'a olan aşkını yineler. Suad'ın ellerini tutar. Suad eldivenin diğer tekini hiç yanından ayırmamıştır. Koynundan eldiveni çıkararak Necib' verir. Necip sürekli bu eldiveni koklar. Eldivenin buradaki sembolik anlamı devam etmektedir. Romanın sonuna gelindiğinde köşkte büyük bir yangın çıkar. Bu yangında herkes dışarı çıksa da Suad içeride kalır. Necib, onu kurtarmak için alevler içine kendini atar. Süreyya "Suad, Suad" diye sürekli haykırır. En sonunda Necib ve Suad
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
33
yanarak can verirler. Aralarındaki yasak aşk gün yüzüne çıkmaz ve kötü bir damgayla kirlenmezler. "O zaman Süreyya orada içeri girmeye cesaret edemeyerek: "Suad, Suad!" diye haykırdı. Necib, kapının önüne kadar koşmuştur. Dehşetli bir ateşle boğuluyorlardı. Tekrar Necib: "Suad!" diye inledi. İkisine de bir iniltiyi işitiyormuş gibi geldi; fakat ses, tırmalayan bir çatırtıyla boğuldu. Bir fırından fışkıran alev gibi yakarak, eriterek saldıran duman içinde önce bir saniye ikisi de tereddüt ettiler. Fakat sonra Süreyya Necib'in vahşetle haykırarak içeri atıldığını gördü. "Necib!" diye koşmak istedi; fakat dehşetli bir çatırtı ile tavanın yıkılıp oda kapısının ateş içerisinde kaybolduğunu görerek deli gibi geri döndü... " EYLÜL ROMANINDAKİ KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Suad: Süreyya'nın eşidir. Romanda en çok üzerine düşülen üç kişiden birisidir.
Psikolojik durumlarına, iç bunalımlarına sık sık yer verilir. Kocası ile çok mutlu bir
evlilik sürer. Yaklaşık ben senedir evlidir. Müziği, piyano çalmayı çok sever. Eşindeki
deniz tutkusu kendisinde yoktur. Taşındıkları yalıda bir süre sonra sıkılmaya başlar.
Necib ile iyi anlaşırlar ve uzun süre vakit geçirirler. Müzik ve eldiven aralarında bir
bağ kurar. Kocasının da akrabası olan Necib'e âşık olmaktadır. Romanın sonunda
Suad, çıkan bir yangın sonucu ölür. Boyutlu bir karakterdir. Suad romanda başkişidir.
Suad, değişimi, dönüşümü, gelişimi gözler önüne serilmektedir.
Necib: Necib, Süreyya'nın halasının oğludur. Romanda en üzerine düşülen üç
kişiden birisidir. Yalıya taşınmalarında etkin rol oynamıştır ve evlerine sık sık giderek
uzun uzun vakit geçirir. Süreyya denize çıktığında Suad ile yalnız kaldığı vakitler olur.
Kendisinin iç bunalımları, düşünceleri, psikolojik durumlarına da sık sık yer verilir.
Necib, evliliğe karşı olan ve kadınlara güvenmeyen bir erkekken, Suad'a karşı içinde
bir aşk büyütür. Kendisi de Suad gibi müziği sever. Roman boyunca düşüncelerine,
gelgitlerine çok yer verilmiştir. Romanın sonunda Suad'ı kurtarmaya giderken
yangında ölür. Suad gibi boyutlu bir karakterdir.
Süreyya: Suad'la beş senedir evli olan Süreyya, bağ evinde sıkılan ve yalıya taşınmaya çok isteyen bir kişidir. Üzerine en çok düşülen üç kişiden biridir. Romanda genelde, müzikten hoşlanmaması, denizi sevmesi ile ön plandadır. Adeta Suad ile Necib arasındaki aşkın bir tamamlayıcı ögesi olarak romanda yer almıştır. Kendisi romanda norm karakterdir. Hacer: Süreyya'nın kız kardeşidir. Mutlu bir evliliği olduğu söylenemez. Biraz da kıskanç bir yapıya sahiptir. Hatta Suad ve Süreyya'nın yalıya taşınmasında bile çekememezliğini gizleyemez. Romanın başında Necib ile çok vakit geçirdiği görülür. Süreyya, onu bir baş belası, hala çocuk gibi görmektedir. Hacer'in Necib'e de ilgi duyduğunu söyleyebiliriz.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
34
Fatin: Hacer'in sevmeyerek evlendiği kocasıdır. İç güveyi olarak Hacer'in ailesiyle beraber yaşamaktadır. Hanımefendi: Süreyya'nın annesidir. Üzerinde çok fazla durulan karakterlerden değildir. Beyefendi: Süreyya'nın babasıdır. Üzerinde çok durulmaz. Evde en çok onun sözü geçer. Baskın bir yapısı ve huyu vardır. Behice Dadı: Suad'ın dadısıdır. Babasından para isteyen Suad'ın mektubunu götürmüş ve Necib'in hasta olduğu haberini vermiştir. EYLÜL ROMANINDA ZAMAN VE MEKÂN UNSURLARI Eylül romanı yaz mevsimini ve Eylül ayını kapsar. Zaman aynı yılın yazı ve Eylül ayıdır. Herhangi bir kırılma görülmemektedir. Olayların akışında normal belli bir düzen hâkimdir. Eylül ayında roman sona ermektedir. Zamanlar nedensiz seçilmemiştir. Zamanların seçiminde yeni bir aşkın doğuşu ve ölüm esas alınmıştır. Yaz mevsiminde Necib ve Suad arasındaki aşk oluşum ve gelişim dönemindedir. Bununla birlikte ikisinin de yanarak ölmesi Eylül ayında gerçekleşir. Romanın isminin de Eylül olması yukarıda bahsettiğimiz üzere bu sebepten ötürüdür. Zaman unsuru romanda bu açıdan baktığımız zaman özenle üzerinde durulmuş, romanın ismine bile yansımış bir unsurdur. Zaman vurgularıyla insanların yaşadıkları, akıbetleri paralel gitmiştir. Bu nedenle Eylül'de zaman çok önemli bir yere sahiptir. Nisan'da başlar ve sonbahar gecesinde sona erer. Olayların çok büyük kısmı yazın geçmektedir. Yayımlanma Zamanı: Eylül, 1900 yılında Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanmaya başlamış, kitap haline 1901 senesinde getirilmiştir. Yazma Zamanı: Yazar romanın sonuna Boğaziçi, Şubat-Mart 1316 (1900) şeklinde bir not düşmüştür. Anlatma Zamanı: Eylül romanında geri dönüş ve geleceğe sıçrama olmadığından eş zamanlı anlatma vardır. Vaka Zamanı: Nisan ayında başlar ve Eylül'de sonbahar mevsiminde sona ermiştir. Psikolojik zaman ve tahliller ön plandadır. Romanda mekânlar genel manada kapalı mekânlardır. Romanda mekân olarak bağ evi, köşk ve yalı verilmektedir. En çok üzerinde durulan ve olayların en çok yaşadığı mekânlar bunlardır. Beyoğlu ve adalar üzerinde çok durulmayan ve roman için çok önem taşımayan mekânlardır. Romanda asıl olayların geçtiği mekânların kapalı olması da ayrıca dikkat çekmektedir. Romandaki mekânlardan biri konaktır. olarak kullanılan bir yerdir. Çok sıkıcı olan bu evde Beyefendi, hanımefendi, Süreyya, Suat, Hacer ve Fatin yaşamaktadır. Süreyya bu evden çıkmak için imkân bulsa bir an bile düşünmeyecektir. Evde de en otoriter olan kişi beyefendi yani Süreyya'nın babasıdır. Evde sıkıntı ve bunalım hâkimdir. Kış mevsiminden dolayı çift yalıdan sonra buraya dönmüşlerdir. Beyefendi ile yaşanan sorunlar, Hacer'in imaları, yaşanan yasak aşktan ötürü konak kötü bir mekân olarak tasvir edilebilir. Konak romanda, denetim altında olma, otorite, kuşku, zoraki birlikteliğin simgesidir.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
35
Romandaki bir diğer mekân yalıdır. Yarı döşeli olan bu evde piyano da bulunmaktadır. Evde piyanonun bulunması Necib ve Suad için önemli bir unsurdur. Bu yalı kiralanmıştır ve kira bedelini Suad, dadısı aracılığıyla babasına ilettiği bir mektupla babasından elde etmiştir. Süreyya ve Suad yazı bu yalıda geçirmektedir. Necib de sık sık onlara eşlik etmiştir. Yalı, romanda özgürlüğün, serbestliğin, bireysel yaşamın simgesidir. EYLÜL ROMANINDA DİL VE ANLATIM Eylül romanının dili Halit Ziya ile karşılaştırıldığında daha sade kalmaktadır. Ayrıca günümüze aktarılan, farklı yayınevlerinin çıkardığı Eylül romanı, günümüz Türkçesine en yakın haliyle sunulmuştur. Kitabın orijinaline baktığımızda günümüz için ağırdır. Kendi dönemi içinde biraz sade sayılabilir. Herhangi bir ahenk çabasına gidildiğini fark etmedim. Anlatım mevzusunda romanın psikolojik roman olması görüşlerimizi olumsuz yapabilmektedir. Çalışmamızda defalarca da belirttiğimiz üzere psikolojik romanlarda olaylardan çok kişilerin duygu, düşünce, his, hayal ve bunalımlarına yer verilir. Olaylar hep bunların bir sonucu olarak ortaya çıkarılır. O nedenle anlatımında sıkıcı noktalar bulunmaktadır. Düşüncelerin ve psikolojik durumların fazlaca verilmesi romanın anlatımı açısından aksaklıklara neden olmaktadır. Anlatımda yazar yine yukarıda da örneğini verdiğimiz gibi bazı noktalarda sorular sorarak kendini de kısmen belli etmiştir. Genel manada kitabın orijinal metni, dönemin edebî hayatında çok ağır sayılmamakla birlikte günümüz Türkçesine göre ağırdır. Anlatımda olaylardan çok kişilerin içlerine yer verilmesi sıkıcı ve akışkanlığı engelleyen bir durum olmuştur. Dil aslında anlatımda yerinde kullanılmıştır. Yapılan betimlemeler oldukça güzeldir. Özellikle kişilerin iç düşüncelerinin anlatımında güzel teknikler kullanılmıştır. Anlatımda mantıksal dizi vardır. Olayların sebepleri verilmiştir. Tahkiyede hem anlatıcının hem de diyalogların yer almasından dolayı anlatma kipi kullanılmıştır. Eylül romanının anlatımında önemli bir tespit daha vardır. Anlatıcı bazı yerlerde varlığını hissettiriyor ve kendini belli ediyor. Sorular sorarak bazı yerlerde anlatıcının kendini belli ettiğini görebiliyoruz. "Ah, onu mutlu etmeyi ne kadar istiyordu! Hâlbuki kötü talihli etmek ve ağlamaktan, ona işkence ve yıkım vermekten başka ne yapabilecekti? Hatta şimdi bile ona acı çektirmiyor muydu? Daha dün zevk alarak onu üzmemiş miydi? Hiçbir rolü olmadığı şeylerin bile intikamını ondan almak, kendi öfkesinin cezasını ona çektirmek için kalpsizce ona işkence ederek bundan haz almamış mıydı? Ondan daha ne istiyordu? Onun gibi bir kadın bu kadar şiddet ve kuvvetle ruhunu verdikten sonra başka ne yapabilirdi? Kendi gözünde bile asıl büyüklüğünü oluşturan yeteneklerini feda etmekten başka ne yapabilirdi? Onları bile aşkına feda etse belki en önce kendi aşağılamayacak mıydı?"
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
36
EYLÜL ROMANINDA TEMA Eylül romanının tam manada teması yasak aşktır. Karı koca ve âşık üçgeni arasında gelişen olaylardan dolayı tema kendini ortaya çıkarmaktadır. Öyle ki bu yasak aşkı yaşayan Necib ve Suad, bir nevi Süreyya'dan daha ön planda bulunmaktadır. Süreyya bu durumda bir tamamlayıcı görevindedir. Yasak aşkı anlatmak için mecburiyetten konulmuş ve romanda sadece tamamlama görevini üstlenmiş bir kişi gibidir. Eylül romanında, Aşk-ı Memnu gibi yasak aşk cinsellik boyutuna geçmez ve diğer kişilerin yasak aşktan haberi olmaz. Romanda yasak aşk ana temasının yanında yanlış seçimlerden de bahsedebiliriz. Öyle ki Suad ve Süreyya'nın zevk ve isteklerinin birbirinden farklı olması, düşüncelerinin bazı noktalarda çelişmesi, ortak noktalarının sayısının kısıtlı olması yanlış seçimle yapılmış bir evliliğin göstergesidir. Bu yanlış seçimle yapılan evlilik de yasak aşkın Suad boyutunu etkilemiştir. Aynı zamanda çok üzerinde durulmasa da Fatin ve Hacer'in evlilik hayatının da pek mutlu olduğu söylenemez. Bu sebeplerden ötürüdür ki romanın yasak aşk temasının tamamlayıcısı ve altyapısında bulunan yanlış eş seçiminden de bahsetmemiz gerekmektedir.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
37
BENGÜTAŞ HAKKINDA NE
SÖYLEDİLER?
PROF. DR. MEHMET FATİH KÖKSAL
“Duvar gazetesi” ibaresi beni önce öğrencilik, sonra da ilk öğretmenlik yıllarına
götürdü… O zamanlar vardı böyle şeyler. Her cuma, gazeteye asılacak yazıların
seçimi için toplanan öğrencilerin pazartesi sabahı gazeteyi yenilerken yaşadıkları
sevinç ve telaş karışımı heyecan görülmeye değerdi. Sizin gazeteyi henüz göremedik
ama Özer Şenödeyici gibi bir hocanın nezaretinde ve sizin gibi gayretli gençlerin
omuzlarında olduğuna göre şahane bir yayın organı olacağına kuşkum yok.
Bengütaş’a adına münasip bir ömür dilerim.
PROF. DR. AHMET BİCAN ERCİLASUN
Onlar okusunlar ve yazsınlar. Bol bol okusunlar. Demin belki gençlere yönelik
tavsiyeler arasında da onu söylemem gerekirdi. Gençler iyi bir Türkçe elde etmek
istiyorlarsa; Türkçeyi gerek yazarken gerek konuşurken güzel kullanmak istiyorlarsa;
bunun ilk yolu Türkçeyi güzel kullanan eserleri, her türlü eseri, roman, deneme,
araştırma hepsini bol bol okumaktan geçer. Ne kadar çok okurlarsa o kadar iyi bir
Türkçeye sahip olurlar. O kadar fazla bilgi sahibi olurlar; aynı zamanda iyi bir
Türkçeye sahip olurlar ve okumayla beraber yavaş yavaş yazma denemeleri
yapmalarını kendilerine tavsiye ederim. İşte böyle duvar gazeteleri de zaten bunun
bir ortamıdır.
PROF. DR. CENGİZ ALYILMAZ
Ben sizi çok candan kutluyorum, candan tebrik ediyorum. "Bengü" kelimesinin
"ebedi, ölümsüz" anlamı var. Bu adı yaşatmanız bile muhteşem. Bugünlerde alıcısı
olmayan değerlere değer verdiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Çünkü siz Türk
dili-ne, tarihine, kültürüne, uygarlığına ait çok güzel şeyler yapıyorsunuz. Bu gayretin
içeri-sindesiniz. Sizi yetiştiren hocaları da candan kutluyorum. KTÜ ve Trabzon her
zaman onurlu tavrını göstermiştir. Bu milletin ger-çekten sıkıntılarını yüklenen,
sıkıntılarına katlanan, şehitler veren, şehzadeler yurdu, mert, cömert insanların çıktığı
yerdir Trabzon. Fabrikası olmayan ama adamı olan bir memlekettir Trabzon. Bana
sorduklarında, "Trabzon" dediklerinde: "Fabrikası olmayan ama adamı olan yer. "
derim Trabzon için. Böyle bir yer, fabrikası yok ama insanları memleketine, vatanına,
milletine, devletine, dinine, diyanetine bağlı insanlar. Ve buradan yetişen gençler
Türk milleti adına çok güzel şeyler yapıyorlar. Ben Karadeniz Teknik Üniversitesi'ni,
oradaki arkadaşlarınızı, Mevhibe Hanım'ı, tarihçi Mehmet Tezcan Bey'i, Bahadır
Bey'i, Kemal Üçüncü Bey'i ve burada adını sayamadığım hepsini candan kutlu-
yorum. Çok güzel şeyler yapıyorlar. Sizlere de çok teşekkür ediyorum.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
38
YRD. DOÇ. DR. DURSUN ALİ TÖKEL
Derginin adı fevkalade isabetli olmuş. Zamana, zemine düşen her söz
ebediyete, bengiliğe ısmarlanmış bir emanettir. Zaman emaneti zayi etmiyor. Küçük
veya büyük, yaygın yahut sınırlı, az veya çok demeksizin insanlık için yaptığımız her
gayret muhakkak kaydediliyor. “Mahşer gününde edip eylediklerimizi yazan kitaplar
gökten karlar gibi yağdığında bizim kitabımızı ak eyle!” diyor bir divan şairimiz.
Aslında her edebiyat bölümünün böyle bir çabası ve meyvesi olsa ne güzel olurdu.
Amma işte her hayırlı iş için delice bir fedakâr lazım. Siz bulmuşsunuz, darısı
başımıza. Eskiden söz ve öz ebediyete intikal etsin diye devasa bengütaşlar
dikiliyordu, Orhun taşları gibi. Şimdi işte, küçücük bir ekran karşısında çok daha
kalıcı, çok daha etkili, çok daha insana, zamana, mekâna uzanan bengütaşlar
dikiliyor. Sizin yaptığınız gibi. Necip Fazılın o eşsiz benzetmesinde de dediği gibi
oluklar çifttir: Birinden nur akar, diğerinden kir. Şu dünyaya bakıldığında görülecektir
ki, kir akıtan olukları beslemek için oluk oluk paralar, imkânlar akıtılır. Lâkin öbür
oluklar daima yetimdir. Onların destekçileri az, ama ruhaniyetleri yüksektir.
Kanatlarını insanlığın hayrına açanlar için yükselecekleri göğün sınırı yoktur!
Sizlere, uçsuz bucaksız semalar gibi açık bahtlar diliyorum. Ve ayrıca böylesi bir
imkân tanığınız için de kalbî teşekkürler.
PROF. DR. ALİ AKAR
Gazetenizi ilk olarak sosyal medyada, sevgili arkadaşım, dekanınız Mevhibe
Hanım’ın bir paylaşımında gördüm. Çok duygulandım. Çünkü biz 1984-1988
yıllarında Fatih Eğitim Fakültesi’nde “Gönülden Gönüle” adlı bir duvar gazetesi
çıkarırdık. Bengütaş’ı onun çocuğu, belki de torunu olarak hissettim. Trabzon’da,
Türk Dili ve Edebiyatı koridorlarında sesimizin devam ettiği duygusuna kapıldım
birden. Tabii o zaman bütün yazılarımızı A4 kâğıdını dikey olarak ikiye bölüp elle
yazardık. Kızların yazıları güzeldi, daha çok onlara yazdırırdık. Burada şiirler,
hikâyeler, karikatürler yayımlanırdı. Hatta hikâye şeklinde ilan-ı aşk metinlerini bile
yayımlamıştık! Bu gazetenin izni ile ilgili birkaç kere Dekanlıktan ikaz da almıştık.
Bu tür öğrenci dergilerini hep sevmişimdir. Çünkü bu dergilerde samimiyet var,
karşılıksız sevme var, özveri var, özgüven var, özgürlük var…
Bengütaş’ı bu yüzden aileden biri olarak görüyorum. Ömrü uzun olsun. Sizleri
ve hocalarınızı böyle bir gazeteyi yayımladığınız için yürekten kutluyorum.
PROF. DR. MEHMET AÇA
Bengütaş Duvar Gazetesi düşünen, üreten, sanat ve estetik kaygıları olan
öğrencilerin gazetesi. Öğrencilerimizi, bu çabalarından dolayı kutluyor, başarılarının
devamını diliyorum.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
39
PROF. DR. TİMUR KOCAOĞLU
Bengütaş Duvar Gazetesi'ni çıkaranlarla buna emek verenleri kutlamak
isterim. Türk kültürünün bütün alanları konusunda sanal ortamda geniş toplulukları
bilgilendirmek çok yararlı bir girişimdir. Özellikle böyle söyleşiler yoluyla bu alandaki
hoca ve araştırmacıların tanıtılmaya çalışılması da çok güzel. Sizlere başarılar
dilerim!
DOÇ. DR. ÖZER ŞENÖDEYİCİ
Dostlarım bilir, nasihat etmekten de dinlemekten de hiç hoşlanmam. Ancak
hasbıhâl mahiyetinde bazı sözler sarf edeceğim. Evvelâ Yüce Önderimiz Mustafa
Kemal Atatürk’ün dediği gibi, Türk gençlerine muhtaç oldukları kudretin asil
kanlarında mevcut olduğunu hatırlatmak isterim. O kan ki bana, Türk dili ile yazan
gençlerin yüceltilmesi gerektiğini fısıldadı. Ben de bu vesileyle Bengütaş’a vücut
verdim. Ama görevim burada bitmiyor. Benim, “Osmanlı” adını ağzından düşürmeyip
de yanından hakiki bir Osmanlı geçtiği takdirde onu tanıyamayacak olan sözde
ecdat-perestlerle karşı yürüttüğüm bir mücadele var. Diğer yanda Türk millî
hissiyatını nostaljik bir hamaset gösterisi hâline getirmeye çalışanlar söz konusu.
Ayrıca Türk kimliğine saldırmayı vazife edinenler bir başka cephe… Nusret
Allah’tandır. İnşallah yetiştirmeye çalıştığım genç nesil tüm bunlara karşı, akıl ve
mantık çerçevesinde bir tavır geliştirebilir ve benim ruhumu bu dünyadan
göçtüğümde şad edebilir.
PROF. DR. ÖZKUL ÇOBANOĞLU
Yazan bizi, fırıldak evlatları “zaman” veya “vakit öldürmeyi” maharet bilen/ zan
eden bir toplumun “öz-kulu” olmaya yazmış! “Zaman”ın ne önemi var diyebilmeyi ne
kadar isterdim! Keşke bütün harcadığım “zaman”larım bir avuç memleket evladının
adı bile “Bengütaş” gibi bir meymenet abidesi olan gazeteye mülakat vermekle
değerlenebilseydi! Ben teşekkür eder, başarılar dilerim.
PROF. DR. KEMAL ÜÇÜNCÜ
Başarılar diliyorum, çabalarınız takdir ediyorum, arayışınızı önemsiyorum.
Herkese selam ve muhabbetlerimi sunarım.
Bengütaş | Kültür Dil ve Edebiyat Dergisi | Sayı: 13 | 15 Ekim 2015
40