40
YIL: 3 SAYI: 16 KASIM - ARALIK 2009 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR - ÜCRETSİZDİR Gençlik Dergisi

Bilgiyurdu KASIM - ARALIK 2009bilgiyurdu.org.tr/files/projects/8922513716.pdf3 Gündeme Bakış TÜRK MİLLETİ HABUR OLAYINI UNUTUR MU? iir İnceleme Mustafa ÖZTÜRK Türk halkı

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

YIL: 3 SAYI: 16 KASIM - ARALIK 2009 Bilgiyurdu

İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR - ÜCRETSİZDİRGençlik Dergisi

BİLGİYURDUGENÇLİK DERGİSİ

YIL: 3 SAYI: 16KASIM - ARALIK 2009İKİ AYDA BİR ÇIKAR

ÜCRETSİZDİR.

SAHİBİ:Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür

Derneği Adına Dernek BaşkanıMustafa ÖZTÜRK

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ:Mustafa İLHAN

YAZIŞMA ADRESİ:Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı

Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3 Kocasinan/KAYSERİ

TELEFON:(0352) 232 32 67

WEB:www.bilgiyurdu.org.tr

E-POSTA:[email protected]

GRAFİK TASARIM:DEĞİŞİM AJANS(0352) 336 08 48

www.degisimajans.net

BASKI:ORKA MATBAACILIK SAN. TİC.

LTD.ŞTİ.OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ

(0352) 322 17 00

Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez.

Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hu-kuki sorumluluk yazarlara aittir.

İÇİNDEKİLERMustafa ÖZTÜRKGündeme Bakış ............................................................................3

Prof.Dr. Cihan DURAİslam’da Bilimsel Devrim Neden Olmadı? .....................................5

Yrd.Doç. A. Vehbi ECERAtatürk’e Neden Karşıdırlar ..........................................................7

İsmet DEMİRBüyük Türk Bilgini Mâtürîdi ..........................................................9

Mehmet ÇAYIRDAĞAtatürk ve İslamiyet ...................................................................11

Muhsin İlyas Subaşı ile Söyleşi ....................................................13

Hasan Sami BOLAKKemiğin Hatırına Köpekleşenler ..................................................16

Zafer ÇUBUKÇUErciyes Kardelenlerinden Dağlıca Kardelenlerine .........................18

İsmail BOZKURTAtatürk, Cumhuriyet ve Öğretmen ............................................19

Yunus Emre ÖZKAN Serdengeçti ................................................................................21

Şair Rafet SERTOĞLU’nun Çığlık’ı ..............................................22

Sinan IŞILDAKTürkiye’ye Karşı Siyasi Bir Plan: Hoybun Cemiyeti ......................23

Yusuf BİLTEKİNMehmet Emin Resulzade ve Azerbaycan ....................................25

Bekir BALABANHayatı ve Şiirleri .........................................................................27

Mustafa Aykut AKŞİT“Çok Açılma; Boğulursun...!” ....................................................28

Dr. Kemal SANDIKGenetiği Değiştirilmiş Ürünler (GDO) .........................................30

İbrahim GÜNGÖRSağlıklı Çocuklar ve Gelecek Nesiller...........................................32

Osman KARABABAGBA ...........................................................................................34

Hakan BOZDOĞANAzerbaycan-Türkiye İlişkilerinde Sapmalar ..................................35

Mustafa ÖZTÜRKSamsun’a Doğru ........................................................................36

Özlem AKŞİTUyursan Ölürsün!... Uyursan Herkes Ölür! .................................38

Bilgiyurdu

www.bilgiyurdu.org.tr

3

Gündeme Bakış

TÜRK MİLLETİ HABUR OLAYINI UNUTUR MU?

Bilgiyurdu

İnce

lem

e

Mustafa ÖZTÜRK

Türk halkı karanlık kapılar ardında yapılan pazarlıkları öğrenmek istiyor. Çünkü biliyor ve inanıyor ki, ortada birtakım gizli

anlaşmalar olmazsa, ne dağdan inelerdi, ne şov yapmaya cesaret ederlerdi, ne de kendilerine özel bir “ağırlama” uygulanırdı.

Siyasi iktidar ve yandaş medya, “Habur olayı ve PKK şovu” nu gündem değiştire-rek hafızalardan silmeye çalışsa da, millî

vicdanı yaralayan söz konusu meydan okumayı unut-turmayı başaramayacaktır.

Nasıl unutulsun ki 19 Ekim 2009’da Habur adlı vatan köşesinde Türk devlet felsefine yüzde yüz aykırı, devlet olma mantığını yerle bir eden, terörle mücadele ile zerre alakası olmayan ve hukukçuları derin derin düşündürmesi gereken yanlış işler yapılmıştır:

Kandil dağı ve Mahmur kampından Habur’a ge-len 34 terör örgütü mensubu, burada, zafer kazanmış kahramanlar gibi karşılanmıştır. Üzerlerinde örgüte has gerilla kıyafetleri ve ellerinde devlet büyüklerine örgüt lideri Karayılan’ın yazdığı mektuplar…

Kolluk kuvvetlerine değil, doğrudan görevlendi-rilmiş savcılara alelacele ifade verip ayaklarına getiri-len seyyar mahkemede serbest bırakıldılar.

Pişman olduklarını hiç söylemediler ama kendile-rine “pişmanlık yasası” uygulandı.

Terör örgütü üyesi oldukları için normalde tutuk-lanmaları gerekiyordu ama salıverildiler.

İfadelerinde, ”Kürt halkı önderi Sayın Öcalan’ın çağrısına uyarak barışa katkı sağlamak üzere geldik.” demişlerdir. Bu ifadeler, salıvermeye engel olacağı için, hakim tarafından tutanaktan çıkarılmış.

Dağdan inen bu teröristlere bu ayrıcalık nedendir?Pişman olmak, devletin adaletine sığınmak gü-

zeldir. Ancak ortada pişmanlık yoktur. Dolayısıyla, ön-ceden tasarlanmış bir plan vardır. “Barış ve kardeşlik projesi” diye Türk halkı uyutulmaktadır.

Dağdan inenlerin analarının dizi dibinde otur-mak, toplum içinde insanca yaşamak gibi amaçlarının olamadığını, kendileri söylediler: “Bu gelenler teslim olmaya gelmiyor. Pişmanlıktan mişmanlıktan fayda-lanma gibi istekleri falan yok. Bunlar temsilci… Şart-ları bildirmeye geliyorlar.” Bu sözleri söyleyen DTP başkanı Ahmet TÜRK’ tür.

Dünyanın neresinde teröristlere böyle ayrıcalıklı muamele yapılmıştır? Bunları ayrıca-lıklı kılan nedir? Yasalara rağmen bu suçluları serbest bırakmanın mantıklı bir izahı var mıdır?

Türk halkı bu sorulara cevap arıyor.

Türk halkı karanlık kapılar ar-dında yapılan pazarlıkları öğrenmek istiyor. Çünkü biliyor ve inanıyor ki, ortada birtakım gizli anlaşmalar ol-mazsa, ne dağdan inelerdi, ne şov yapmaya cesaret ederlerdi, ne de ken-dilerine özel bir “ağırlama” uygula-nırdı.

4Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

Verdiklerimiz belli de ne aldık acaba?

Bir tarafta PKK bay-rakları, Apo posterleri ve silah atışlarıyla sürdürülen, her kent ve kasabadan ka-tılımlarla büyüyen bir şov ve güç gösterisi… Diğer tarafta, şehit Mehmetçikle-rin ruhuna ızdırap veren bu manzarayı hoş göstermeye çalışan iktidar ve yandaşla-rı…

Türkiye-Ermenistan maçında Kardeş Azerbay-can’ın bayrağına izin ver-meyenler, katiller güruhu-nun armalarına nasıl da ta-hammül ettiler, yazıklar olsun!

Bir yığın insan, henüz kanıtlanmamış iddialar se-bebiyle cezaevlerinde yatıyor. Onlar bu ülkenin evlat-ları değil mi?

Bebek ve Mehmetçik katili Öcalan, yıllar önce hangi amaç için Türkiye’ye teslim edildiyse, bugün de dağdan inenlerin amacı aynıdır: Kürt bölücülüğüne ivme kazandırmak, Kuzey Irak’taki bölgesel dev-leti Türkiye’ye onaylatmak ve iktidara siyasî rant sağlamak… Burada “Anaların gözyaşını dindirmek” diye bir hedef yoktur. Öcalan’ın yakalanması, terörü durdurmak şöyle dursun, nasıl azgınlaştırdıysa yine öyle olacak ve bu defa bütün Güneydoğu, bölücülerin kontrolüne terk edilecektir. Bunun altyapısı hazırlanı-yor.

İktidarın terör örgütü ve diğer siyasî bölücülere gösterdiği koruyuculuk, devletin Anayasal düzeni-ni korumakla görevli kurumların suskunluğu, başta şehit aileleri olmak üzere, milli duyarlığa sahip her Türk’ü üzmüştür. Bu yüzden, Devlete güven her gün azalmakta,Türkiye’nin geleceğiyle ilgili kaygılar art-maktadır.Öyle ki, Milli Güvenlik Kurulu’nun “terörle mücadele” sözünün dahi inandırıcılığı kalmamıştır. Çünkü her şey tersine gider olmuştur. Teröristlere ce-saret verilerek, terörün durdurulduğu nerede görül-müştür?

Siyasî iktidar, “ Çok iyi yapıyorsunuz” diyen ABD ve AB’nin değil “Çocuklarımız babasını istiyor.” diye haykıran, gördüklerine bir anlam veremeyen ve sükût-u hayale uğrayan şehit Mehmetçik eşinin sesine kulak vermeli.

Şehit annesi oğlunu istiyor.

Türk halkı her alanda adalet istiyor.

Milyonlarca genç iş istiyor.

Köylümüz alın teriyle ürettiği ürününü değerinde satmak istiyor.

Gerçek Türk aydını, yandaş ve işbirlikçi medya değil, özgür ve milli medya istiyor.

Gazilerimiz vatanın her köşesinde devletine gü-venerek onuruyla gezmek istiyor.

Ve hepimiz, memur, işçi, esnaf, köylü, sanayici, tüm Türk halkı, Atatürk’ün 86 yıl once kurduğu devle-timizi istiyoruz. Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin birtakım “açılım” ve dış kaynaklı projelerle tasfiye ediliyor ol-masına razı değiliz. Sessiz de kalmayacağız.

Temennimiz odur ki, siyasi iktidar sebep ol-duğu yanlıştan dönsün, zaman geçmeden ve ayrılık rüzgarı kasırgaya dönüşmeden “açılım” inadından vaz-geçsin. Zira iktidarın görevi, Türk halkını ayrıştırmak değil kaynaştırmak olmalı.

Ancak ne yazık ki, ortada hatadan vazgeçmek gibi bir erdemden emare yoktur. Aksine ABD planı tı-kır tıkır işlemektedir. Bölgesel Kürt yönetimini tanıma anlamına gelen ilişkilere hız verilmiştir. Bir zamanlar Türkiye’nin kırmızı çizgisi olan bağımsız Kürt devleti-ni, korkarız ki resmen ilk tanıyan da Türkiye olacaktır.Türk halkı buna alıştırılıyor, hazırlanıyor. “Açılım” ın, gözden kaçırılmaması gereken yönü de budur.

Ayrıca, “Kürt açılımı” nın Atatürk’ün 71 inci ölüm yılında TBMM’de görüşülmesi ise manidar bir anlam taşıyor.

5

İSLAM’DA BİLİMSEL DEVRİM NEDEN OLMADI?

Prof.Dr. Cihan DURA - www.cihandura.com

İnce

lem

e

Kütüphanemdeki seçme kitap-ları her gün kısım kısım göz-den geçiririm. Bir iki ayda

devreder, sonra yeniden başlarım. Çünkü bir emekliyim ben, boş vaktim o kadar çok ki.

Bugün Pervez Hoodbhoy’un “İslam ve Bilim: Bağnazlığa Karşı Akılcılığın Savaş” adlı kitabı geçti elime. Aldığım her kitabın son sayfasının en altına kırmızı kalem-le adımı yazar, alınış tarihini kaydederim, baktım: tarih 7.7.1996…, tam 13 yıl geçmiş üzerinden. Bir defa sonuna kadar okumuş-tum, çok etkilemişti beni. Bu kez tesadüfî olarak bir sayfasını açtım, şu bölüm başlığı çıktı karşıma: Bilimsel Devrim İslam’da Neden Mey-dana Gelmedi?

Gayri ihtiyari ben de mırıldandım. “Neden?”

I) Düşünmeyi tahrik etmenin, değişik teknikle-ri vardır. Bunlardan zaman zaman uygulamaya çalış-tığım, vaktiyle öğrencilerime da tavsiye ettiğim biri “aktif hayranlık” tır. “Hayret etme yetimizi” geliştiren, dolayısıyla düşünmeyi kışkırtan bu tekniği “Düşünme Araştırma Yazma” kitabımda (Ekin Kitabevi, 2005, s.9) açıklamıştım, oradan bir özet sunayım size:

Kendime bir düşünme konusunu bilinçli olarak se-çerim. Kendi kendime birtakım sorular sorarım. Oku-nacak ya da görülecek şeyi önceden tasarlar, tahmin etmeye çalışırım. Başka bir deyişle ilgimi çeken konu-yu önceden görmeye çalışırım. Konuyu hemen doğru-dan incelemem, ertelerim bu işlemi. Onu zihnimde can-landırmaya, gerçekte nasılsa o halini tahmin etmeye, düşünerek kafamda yeniden kurmaya çalışırım.

Sonra realiteye bakarım, örneğin kitabın o sayfa-larını okurum. Okudukça, kendi tasarımımı realitede (o sayfalarda) olanla karşılaştırırım. Gerçeğe uyuyor mu benim tasarımım? Uyar ya da uymaz, o kadar önemli değildir. Belki uymaması daha iyidir. Çünkü düşünme süreci asıl bu uyumsuzluklar sayesinde harekete geçer. Düşünmemi, gördüğüm o farklılıklar tetikler.

Şimdi bu tekniği yukarda sözünü ettiğim kitabın “Bilimsel Devrim İslam’da Neden Meydana Gelme-di?” bölümüne uygulayalım mı? Haydi uygulayalım.

Kendi kendime şu soruyu soruyorum: Acaba ya-

zar, Pervez Hoodbhoy, bu bölümde nelerden, hangi sebeplerden bahsetmiş olabilir? Ortaya attığı soruyu nasıl yanıtlamış olabilir? Yazar tam 20 sayfa ayırmış bu soruyu yanıtlama işine. Ben o sayfaları hemen kapatı-yorum, şimdilik okumuyorum. “Aktif hayranlık” tekni-ğini uygulayacağım ya, aynı soruya kendim cevap ver-meye çalışacak, daha sonra yanıtlarımı Hoodbhoy’un açıklamaları ile karşılaştıracağım.

II) Elimi şakağıma dayayıp düşünmeye, belleğimi yoklamaya başladım. Kısa bir süre içinde aklıma gelen altı sebebi aşağıda sunuyorum.

Bilimsel Devrim İslam’da meydana gelmedi, çün-kü:

1) Bilimsel düşünce gelişmedi, bilimsel yöntem bulunamadı.

Bence bu etmen, bilimsel yöntem eksikliği, başta gelen sebeplerdendir. Dolayısıyla bir örnek üzerinde açıklama ihtiyacı duyuyorum. Şu soruyu atalım ortaya: “Ateş yakar” diyen ne yapmıştır?

- Büyük İslam âlimi Gazali’nin yanıtı: “Ateş ya-kar” diyen kâfirlik yapmıştır.

Gazali’ye (1058-1111) göre Türk filozofları Farabi ve İbni Sina’nın kâfir olması; doğrudan doğruya, bili-me bağlı olmalarındandır. “Filozoflar” dediği iki büyük düşünürümüz bilim gereği “ateş yakar” demektedir-ler. Gazali’ye göre bunu diyen “kâfir” olur, çünkü ona göre ateşin iradesi yoktur ki yaksın; irade Allah’ındır. Allah ateşe “yak” derse ateş yakar. Nitekim Nemrut Hz. İbrahim’i ateşe attığında Allah “yakma!” demiştir ve ateş de yakmamıştır1.

6Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

- İngiliz Filozofu Bertrand Russell’ın (1872-1970) yanıtı: “Ateş yakar” diyen bilimsel metot gütmüştür.

Russell (Rasıl)’a göre bilimsel metot oldukça yalındır: Bir olgu incelenirken, incelemeyi yapan kim-senin o çeşit olguları idare eden genel yasalar keşfini sağlayacak gözlemlerde bulunması… İşte o kadar. İki basamağı vardır: birincisi, gözlem; ikincisi, bir yasaya ulaşmak. Aslına bakılacak olursa, ilk defa “ateş yakar” diyen insan, hele birkaç kez bir tarafını yakmışsa, bir bilimsel metot gütmüştür. Bu insan hem gözlem, hem de genelleştirme konaklarından geçmiştir2.

Gazali dedüktif yanılma (otoriteye başvurma) yo-luyla düşünüyor ve bir sonuca ulaşıyor. Kendisi de bü-yük bir otorite olduğundan, İslam dünyasının, bilimsel yöntemden uzaklaşmasına önemli bir katkıda bulunu-yor. Açıklamayı ânında fizikötesi güce, Allah’a bağlı-yor. Böyle olunca, toplum daha ileri bir adım atmaya gerek duymuyor, “ateş neden yakar” diye sormuyor. Çünkü cevap verilmiş, hazır… Böyle bir toplumda da tabiî asırlar boyunca bir Lavoisier, bir Pasteur, bir Eins-tein ve benzeri bilim adamları artık yetişemiyor.

Çünkü bilimsel metot daha baştan dışlanmış olu-yor.

2) “Bilimsel devrim İslam’da neden meydana gelmedi” sorusuna ikinci yanıtım şu oldu: Başlangıçta önemli ilerlemeler oldu, ancak sürdürülemedi; bunların önü kesildi, özellikle 11.yy.’dan itibaren.

3) Üçüncüsü, İslam dünyasında gerçek arayışı kök salamadı, yaygınlaşamadı. Maddî dünyanın ne olduğu-na yönelik merak eğilimi aydınlar arasında gelişemedi. Bilim deyince sadece “naklî bilimler” anlaşıldı.

4) Bu saydığım hususlarda İslam’ı anlayış şekli önemli rol oynadı; bu anlayış şuydu: Hakikat, bütün hakikat Allah’ın gönderdiği kitaptadır, hadislerdedir, başka yerde aramaya gerek yoktur. Farklı bir arayış suç ve günah sayıldı. Birey olarak insan ezildi, hâkir görüldü. İnsan bir hiçti. Her şeyi yapan, her şeyin se-bebi İlahî İrade idi. Her yetenek ve güç, olup biten her şey mutlak şekilde doğrudan doğruya o doğaüstü güce bağlandı. Olgudan, hemen, doğrudan doğruya İlahî İrade’ye sıçranarak, yaratılışta olguların birbirine bir sebep-sonuç zinciri halinde bağlanışı görülemedi. İn-sanın, İlahî İrade’yi dışlamadan, bu sebep-sonuç zinci-rini ortaya çıkarabileceği, keşfedilebileceği bilinemedi. Kader kavramı çok abartıldı.

5) Böyle bir durum İslam dünyasında tabiî yöneti-cilerin de işine geldi. Kaderci anlayışı candan teşvik et-tiler. Çünkü halkı bu sayede daha kolay yöneteceklerdi. Yüzyıllar böyle heba edildi. Hiç mi uyanışlar, uyarışlar ya da karşı çıkışlar olmadı? Oldu, ancak hepsi sindi-rildi, bastırıldı, yok edildi3. Öyle bir düzen yaratıldı ki

insanlar dinî metinler dışında, özgürce düşünemediler, araştıramadılar.

6) İslam dünyası bu halde iken ya da en azından bu şartlara doğru sürüklenirken, Batı dünyası; çirkin yönüyle Emperyalizm, sömürgecilik ve bilimsel-teknik ilerleme sayesinde gittikçe güçlendi. İslam ülkelerini zamanla nüfuzları altına aldılar, bazılarını sömürge-leştirdiler. Oralardaki bilim karşıtı yapıların sürdürül-mesini lehlerine gördüler, tabiî teşvik ettiler, despot yönetimlerle işbirliği yaptılar. Emperyalizmin bu siya-seti bugün de aynı değil midir? Boşuna mı Türkiye’de ılımlı İslam istiyorlar, boşuna mı “Laiklik o kadar da önemli değil” diyorlar!...

Elbette başka sebepleri de olabilir bilimsel devri-min İslam’da meydana gelmeyişinin; ancak asıl ama-cım düşünmeyi tahrikte “aktif hayranlık” tekniğinin uygulanışına bir örnek vermek sadece.

III) Arayışımı, düşünme sürecimi burada keserek tekrar Hoodbhoy’un kitabına dönüyor, “Bilimsel Dev-rim İslam’da Neden Meydana Gelmedi?” bölümünü baştan sona okuyup bitiriyorum. Netice olarak yazarın, soruyu yanıtlarken altı sebep üzerinde yoğunlaştığını tespit ediyorum:

-Kadercilik, teorik bilginin (soyut düşünmenin) dışlanması, reel dünyada olup bitene karşı ilgisizlik,

-Eğitimin din kaynaklı olması, laik eğitimin red-di,

-İslam’ın, bir burjuvazinin ortaya çıkmasını en-gellemesi,

-Kaynağı köylüden sağlamaya dayalı ekonominin teknik ilerleme dürtüsünü engellemesi,

-Şehirler ve esnaf loncaları gibi özerk kurumların zayıflığı,

-Siyasal ve dinsel bir merkezî otoritenin yokluğu.

Evet, yazarımız Pervez Hoodbhoy’un saydığı fak-törler bunlar…, birkaçı benim bulduklarımla benzer, ama çoğu oldukça farklı.

Ve ben bu farklı faktörler üzerinde düşünmek için dayanılmaz bir istek duyuyorum şimdi içimde…

(Endnotes)1 SadıkGöksu,“İslamDünyasındaDüşünmenin

Yasaklanması”,İnsancıl,S.225,Nisan2009,s.32.

2 Bertrand Russell, Bilimden Beklediğimiz, (Çe-viren: Avni Yakalıoğlu), Varlık Yayınları, İst., 1962, s.14.

3 Bir örnek olarak bakınız: Yaşar Nuri Öztürk,ArapçılığaKarşı İmamıAzamEbuHanife,YeniBoyut,11.B.,İst.,2009.

7

Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi - El. Mek.: [email protected]

İnce

lem

eATATÜRK’E NEDEN KARŞIDIRLAR

Toplumun birlik ve beraberliğini, daya-nışma gücünü yıpratmak isteyen dış ve iç düşmanlar o toplumun karizma-

tik (hayranlık uyandıran, etkileyici) liderlerine, kutsal duygularını besleyen değerlerine sataşırlar. Türk mil-letinin kurtarıcısı ve Türk devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de bu düşmanların hedefi haline gelmiş, resimlerini indirmeye, heykellerini kırmaya ve vecize durumunda olan sözlerini söylememeye Atatürkçü va-tansever ordusunu yıpratmaya teşebbüs etmişlerdir. Atatürk kimdir ki, bu kadar yıl sonra hâlâ O’nunla uğ-raşırlar?

Mustafa Kemal Atatürk, Müslüman Türk şehit ve gazileriyle, tüm Anadolu halkıyla el ele vererek Millî Mücadele (kurtuluş) savaşından yüz akıyla çıkmış ve milletini esir olmaktan, vatanımızı işgal edilmekten kurtarmıştır. Daha sonra çağdaş bir devlet kurmanın ilkelerini ortaya koymuş ve bu alanda uygulamalara başlamıştır. Bu ilkeler genel hatlarıyla;

a) Türk Milletinin her dönemde tam bağımsız-lığı,

b) Türk halkının huzur ve refaha sahip olması,

c) Devletin millet egemenliği esasına dayandı-rılması,

ç) Aklın ve ilmin yol göstericiliğinde Türk kül-türünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması il-keleridir.

Atatürk Türk milliyetçisidir. Türk milletinin tam bağımsızlığı ve çağdaş bir devlet düzeni içinde yaşa-

maya hak kazanarak dünya devletleri arasında onurlu bir yer almasını istemiştir. Milletine layık olan rejimin cumhuriyet yönetimi olduğunu “Türk milletinin ka-rakter ve âdetlerine en uygun olan idare cumhuri-yet idaresidir… Demokrasi prensibinin en modern ve mantıkî uygulamasını sağlayan hükümet şekli cumhuriyettir” cümleleriyle açıklar. Gene O’na göre “Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir” (Bak: Genelkurm. Başk., Atatürkçülük, I. İst. 1984, 41-45). Atatürk şeriat yönetimini, salta-nat yönetimini, diktatörlüğü, komünizmi ve benzeri yönetimleri reddetmiştir. Merhum Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun ifadesiyle Atatürk’ün anlayışı “…İs-tiklal, millî devlet, hürriyet ve demokrasi mefhum-ları temel görüş olan milliyetçilik etrafında toplan-maktadır. Buna göre her fikir, her icraat Türk mil-letinin şanla, şerefle yaşamasına, Türk’ün ilimde, sanatta yükselmesine, Türk millî kültürünün dün-ya medeniyet seviyesinin üzerine çıkarılmasına hiz-met edecektir” (İ. Kafesoğlu, “Atatürkçülükte Tarihi Gerçek”, Türk Kültürü Dergisi, Kasım 1985, S. 271, 2-5). Şunu hatırlatalım ki millet, yalnız kan bağına da-yalı kabilevi bir birlik değildir. Millet, ortak kültür değerlerinde birlik halinde olan, birlikte yaşama ideali içinde bulunan topluluktur. Cumhuriyetin ilk yıllarının din bilgini Ahmet Hamdi Akseki ise “Millet mefhumu, toplulukta içten ve özden sevişmeyi, yardım-laşmayı ve dayanışmayı ifade eder” diye yazar. Bazı-larının zannettiği veya ileri sürdüğü gibi din ve milliyet duygusu birbirine karşıt değil, birbirini tamamlayan, birbiri ile bütünleşen sosyal dinamiklerdir. Dinin kit-

Mustafa Kemal Atatürk, Müslüman Türk şehit ve gazileriyle, tüm Anadolu halkıyla el ele vererek Millî Mücadele (kurtuluş) savaşından yüz akıyla çıkmış ve milletini esir

olmaktan, vatanımızı işgal edilmekten kurtarmıştır. Daha sonra çağdaş bir devlet kurmanın ilkelerini ortaya koymuş ve bu alanda uygulamalara başlamıştır.

8Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

lelerde ahlakî değerler birliği kazandırmada etkinliği yok sayılamaz. Ancak dinin siyasallaşması, mezhep, cemaat ve tarikat taassubuna bürünmesi birleşmeyi de-ğil ayrışmayı doğurur.

Atatürk Anadolu’da farklı kimlikte grupların ol-duğunu bilmektedir ve onları da Türk kültürü ve kimli-ği altında kucaklamaktadır. Değerli Sosyolog Prof. Dr. Orhan Türkdoğan “...Her milletleşme hadisesinde bir oluşum vardır, bu da, o topluluğu meydana getiren dominant (hakim unsur) etrafında toplanmasıdır” der (O. Türkdoğan, “Niçin Milletleşme”, Türk Dün-yası Tarih Dergisi, Şubat 1995, S. 98, 18-19). Atatürk de bu sosyal gerçeğe uygun olarak farklı grupların farklılıklarına saygı gösterir, ancak bu farklılıkları ar-tırmak, üste çıkarmak, kalıplaştırmak görevini devlette görmez. Türküm veya “Ne mutlu Türküm diyene” sözleri şimdiki Anayasamızda da yer aldığı üzere (Madde/66) etnik bir içerik taşımamaktadır. Zira, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denilmektedir. Atatürk 1932 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle sesleniyordu:

“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İs-tanbullu, Trakyalı, Makedonyalı, hep bir ırkın evlatla-rı, hep aynı cevherin damarlarıdır (Atatürkçülük, I, 75)”.

Prof. Dr. Halil Cin bir makalesinde (Bak: H. Cin, “Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı”, Türk Kültürü Dergisi, Kasım 1983, S. 247, 3-11) Atatürk’ün milli-yetçilik anlayışını şöyle özetler:

“Atatürk, milleti mazî, kültür, ülkü birliğine da-yanan cemiyet olarak kabul eder. Bu sebeple milliyet-çilik anlayışını en güzel ifade eden vecizesi “Ne mutlu Türküm diyene” dir. Irkı, dini ne olursa olsun, ben Türküm diyen, Türk milletine mensup olmanın gurur ve heyecanını gönlünde taşıyan her Türk vatandaşı Türk milliyetçiliğinden nasibini almış demektir”

İşte Atamız Atatürk’ün Türk milliyetçiliğine dayalı millî (ulus) devletini yıkmak, Türk yurdunu sömürmek, Türk milletini köleleştirmek için uğraşan-lar millî birliği bozmak, devlet kurumları ve halk ara-sında düşmanlıklar yaratmak isteyenler Atatürk’ü ve

Atatürk’ün ilkelerini hafızalardan silmeyi düşünmek-tedirler. Atatürk’e karşı olanlar hilafetçiler veya teok-ratik diktatörlük taraftarları, diktatörlükle yönetilen ülke yöneticileri, menfaatleri tehlikeye düşen dış güç-ler, Siyonistler, bölücüler, milletlerarası komünistler, mezhep, cemaat ve tarikatçılar, küreselciler, emperya-list devletler… ve benzer gruplardır (Bak: A.V. Ecer, “Cumhuriyetçilik İlkesi İçin Tehlikeler ve Etkileri”, Yeni Hayat, Kasım-Aralık 2007, S. 157-158, 32-37; A.V. Ecer, “Küreselleşme ve Millî Kimlik Erozyonu”, Atatürkçe Düşünce Dergisi, Ocak-Şubat 2008, S. 53; A.V. Ecer, “Atatürksüz Türk Devleti mi?”, Milli Kül-türden Milli Birliğe, İst. 2009, 113-116). Atatürk’ün millî (ulus) devlet ve milliyetçi anlayışını yok etmek için Atatürk’ü ve onun evrensel düşüncelerini tartış-maya açanlar, demokrasi sloganıyla Türk devletini di-namitlemek isteyenlerdir. Merhum Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun yazdığı gibi: “Atatürk milliyetçiliği hakiki Türk milliyetçiliğidir, hakiki Türk milliyetçisi de gerçek Atatürkçüdür… (aynı makale)”.

Yaşlısıyla genciyle, hanımıyla erkeğiyle, hepimiz Atatürk’ü şartları içinde iyi öğrenmeli ve O’na yapılan saldırıları göğüslemeliyiz, gençlerimizi, çocuklarımızı Atatürk’ün güvenine uygun, Atatürk’ün ve ilkelerinin bekçileri olarak yetiştirmeliyiz. O, bu konuda şöyle di-yordu:

“Gençler! Cesaretimizi artıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfanla insanlık meziyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yü-celterek yaşatacak olan sizsiniz”.

9

İsmet DEMİR

İnce

lem

eBÜYÜK TÜRK BİLGİNİ MÂTÜRÎDÎ’ NİN İMAN VE AMEL

MESELELERİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERİ

Sözlükte; güven içinde bulunmak, korkusuz ol-mak anlamındaki “E.M.N” kökünden türeyen “iman”, güven duygusu içinde tasdik etmek ve

inanmak demektir. Sağlamlaştırma, kesin karar verme, tas-dik etme manasına olan ve “A.K.D.” kökünden türeyen “iti-kad” da aynı manaya kullanılmaktadır. Istılah ya da terim olarak iman: peygamberlerin “Allah’tan alıp insanlara din adına tebliğ ettikleri kesin olarak bilinen esaslara inanmak” demektir. Böyle bir imana sahip olan kişiye “mü’min” bu inancın gereğini yerine getirene de “müslim” denir.

Kur’ân’ı Kerim’in iman etmeyi ve inananların sahip olduklar sıfatları belirleyerek onlar için sıdk-ı Kalbin iman sayesinde huzura kavuşması ve her türlü şüpheden uzak ol-masından dolayı “yakın”i huzur ve güven duyma anlamında da “itmi’minan” kelimelerinin ayetlerde kullandığı görülür. Mâtürîdî “Kitâbü’t-Tevhid” adlı eserinde imanın mahiyeti hakkında der ki; iman sonradan yaratılmış, mahiyeti bilinen ve yoktan var edilmiş kişiyi Allah’in var ve birliğine, pey-gamberlerin Allah’in elçisi olduğuna inanmayı temin eden bir olgudur. Öncesiz ve sonsuz değildir. Ezeli ve ebedi olan sadece yüce Allah’tır. İman ezeli olmayıp, insanların bir fiili olduğuna en büyük delil, kişinin imanla mükellef kılınıp, terkinden nehyedilerek iman edenlerin övülmesi ve onlara büyük mükâfatları vadiyle, iman etmeyenlerin yerilip, kı-nanmasıdır.

Mâtürîdî bu ifadeleri ile imanın, in-sanlar halk edilmeden önce onlar için ezel-de takdir edilmediğini ve insanların irade-i cüziyyeleri neticesinde Cenab- ı Hak tarafın-dan sonradan yaratıldığını ifadeden sonra:

“Sizi ve yapmakta olduklarnızı Allah yarattı”1

“Her şeyi yaratan Allahtır.”2

“Onlar ağızları ile iman ettik derler, oysa kalpleri iman etmiş değildir”3

O, bu ifadeleri ile ve ayetlerden delil getirdikten sonra imanda esas olanın kalbî tasdik, dille ikrarınsa imanın esasından ol-madığını kişinin hayatı süresince mü’min muamelesi görmesi için gerekli olduğu ifadesini kullanır ve delil olmak üzere mükrehin yani dinden dönmesi hususun-da zorlanan ve canının tehlikede olduğunu hisseden bir kişi-nin dille inkarının imanını tehlikeye sokmadığına aşağıdaki ayet-i kerimeyi delil olarak gösterir:

1 Saffat 962 En’am 1023 Mâide 41

“ Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında olanın dışında, inandıktan sonra, Allah’ı inkâr eden ve gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katında büyük bir azap vardır. Bü-yük azap onlar içindir.”

Mâtürîdî bu açıklamalarından sonra imanın amelle olan ilişkisini izaha çalışır ve amelin imandan bir cüz olma-dığını ifade ederken Allah’a iman ettiğini gönülden duyan bir insanın, dîni hayatın hazzına ulaşabilmek için, inançla-rının gereği olan emir ve nehilere azamî hassasiyetin göste-rilmesinin gereğine de vurgu yapar. Böylece O, dini hayatın bütünlüğünün sağlanmasına işaret eder. Bu noktada Ehl-i Sünnet alimleri ve mezhepleri arasında her hangi bir ihti-lafın söz konusu olmadığını da yine Kitâbü’t- Tevhid’inde belirtirler. Mâtürîdî bu görüşünü biraz daha açar ve şunla-rı söyler. “Amellere inanma ayrı şey, farz olduğunu bildiği halde onu yerine getirip getirmeme ayrı şeylerdir.” ifadesini kullanır. Kuran’da yapılması ve yapılmaması kesin olarak emredilen şeyleri inkâr edenin küfre gideceğini, inandığı halde bunları yerine getirmeyenin günahkar bir mü’min ol-duğunu beyan eder. İslam’ın şartlarından olan namaz, oruç, haç ve zekat iman değil, imanın dışında birer farzdır ve bun-lar İslâmî hayatın icabı ve ilkeleridir, der.

Kur’an’nın bir çok âyetinde iman eden ve sâlih amel işleyenlerin atıf harfi “vav”la bibirinden ayrılması ve aynı

isimle biribirleri ile birleştirilmemesine, ge-rek Mâtürîdî gerekse Eş’ari dikkat çekerek ilahi kelamdaki iman ve islamın bu tür bir terkiple kullanılışını amelle imanın farklı şeyler olduğunun delili olarak ifade ederler. Şayet ameller ve iyilikler imandan sayılsay-dı, peygamberler, veliler ve hiçbir mü’minin bunları eksiksiz yerine getirmesi mümkün olmaz, dolayısı ile hiç kimsenin imanı tam olmazdı. Bilindiği gibi bir kimsenin iman sahibi olabilmesinin şartı ameller değil, Allah’ın var ve birliğini tasdiktir. Bir kişi amelindeki ihmalkârlığından dolayı imanını kaybetmez, fakat Allah’ı tasdiki kaybederse iman vasfını kaybetmiş olur. Mâtürîdî, önce imanın sonra amellerin söz konusu olması

dolayısıyla, kişi iman ettiği için amel etmek durumunda olur, yani kişi amelinden dolayı iman etme durumunda de-ğil, İman ettiği için amel etmesi gerekir.

Mâtürîdî yukardaki ifadelerinden hareketle, “mü’min-ler imanı tasdikte biri birlerine eşit, amelde farkıdırlar.” der. Zekât ve haccı örnek olarak gösterir ve ilave eder. “Şayet amel imandan bir cüz olsaydı bu takdirde bu emirleri yerine getiremeyen mü’minlerin imanında noksanlık meydana gelir ve böyle bir mü’min için tam bir imandan bahsedilemezdi.” İfadesini kullanarak, bu noktada bunların sorumlulukları bu

10Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

amellerin farziyetine inanmalarıdır, der. “Namaz dinin dire-ği”, “haya imanın yarısı” gibi bu noktada kullanılan hadisi şeriflerin ibadete itibar ve kötülüklerden uzaklaştırma adına mecazi manada kullanıldığını ifade ederler.

Ehl-i sünnet alimleri ile bu ekole bağlı olmayan ulema-nın arasında yapılan önemli tartışmalardan biri de, imanın artıp artmayacağı veya eksilip eksilmeyeceği meselesidir. Bu konuda Mâtürîdî ve Eş’ari alimleri; “iman sadece kal-bin tasdiki ile beraber dilin ikrarından ibarettir” dolayısı ile, imanda artıp eksilmenin söz olamayacağında ittifak ederler. Onlar bu hususta Kur’andan “Ey iman edenler! size ne olu-yor da ‘Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz”4ayetinde görüldüğü gibi ilahi emirleri yerine getirmeme hususunda ihmalkar olan ya da bu emir-leri icra hususunda tembellik yapan kişilere “Ey iman eden-ler” şeklinde hitap edilmiştir. Kur’an da bu mealde olan ve çokça kullanılan ayetleri delil olarak göstererek imanda ek-silme ve ziyadeleşmenin olamayacağında da ittifak ederler.

“Mü’minler, ancak Allah anıldığı zaman yürekleri tit-reyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rap’lerine dayanıp, güvenen kimselerdir”5 “ İmanlarını bir kat daha artırsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren odur”6 gibi ayetlerde zikredilen “art”ma ya da “eksilme” den anlaşılması icap eden şeyin, iman esaslarını tasdik yönüyle değil, imanın kuvvetlenmesi ve zayıflaması yönüyle anlaşılması gerekir ifadesini kullanırlar.

Mâtürîdî’nın üzerinde israrla durduğu ve Ehl-i sünnete mensup olan kişilerin bir çoğu tarafından yanlış anlaşılan, katıp ka-rıştırılan şeylerden biri de: “din ve şeriat” meselesidir. Bilindiği gibi Mâtürîdî itikâdî meselelerde İmam’ı Azam’ın görüşlerine bağlı ve onun bu görüşlerinin doğruluğunu akli ve naklî delillerle izahını yapan en bü-yük Türk âlimidir. Mâtüridi Ebu Hanife’den kendisine ulaşan din ve şeriat hususundaki görüşlerini analiz ederek bizlere önemli bil-giler sunmaktadır. O, konuya girerken önce dinin genel anlamda tanımını yapar. “Din ister hak olsun, isterse batıl olsun inan-ların inanıp iman ettiği şeylerin adıdır” der. Mâtüridi bu tanımdan hareket ederek din ve şeriat ayırımı yaparak akıl-la din ve şeriatla vahiy arasında bir irtibat kurar ve dinle akıl arasındaki irtibatı şöyle açıklar. “iman dindir. Dinler ise inanılan inançlardan başka bir şey değildir. İnançların bu-lunduğu ve varlığını devam ettirdiği yerse kalptır.”7Tasdikin baskı ve cebir altında tutulamayan mahiyeti ise, kalpte bu-lunan tarafıdır. Çünkü imanın bu noktasına herhangi bir ya-ratığın tahakkümü mümkün değildir. Geçmişte gönderilen bütün peygamberler ve nebiler İslam’ın telkin ettiği inanç esaslarını telkin ederek tek bir din üzere gelmişlerdir. Bir

4 Tevbe 38.5 Enfal 2.6 Fetih 4.7 Mâtürîdî, Kitâbüttevhid, s.492.

başka ifade ile bütün peygamberler ve nebiler Allah katında hiç değişmeyen ve mutlak din olan İslam dini üzere gönde-rilmişlerdir. Bu bakımdan mutlak yol, Allah’ın yolu, Mutlak din de Allah’ın dinidir. Böylece din birdir, şeriat ise çok ve muhteliftir. Dolayısı ile bütün peygamberler aynı dine, yani tevhid dinine mensuptur ve bütün peygamberler insanları bu dine uymaya çağırmışlar. Hâlbuki her peygamber in-sanları kendi şeriatına davet etmişlerdir. Çünkü Resüllerin şeriatı çok ve muhteliftir. Bundan dolayı Allah, Kuran’ı Kerim’inde peygamberlerine “sizin her biriniz için bir şe-riat ve bir yol tayın ettik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Allah’ın bu dini en doğru olandır ve asla değiştirilemez”.8 Bu yüzden din artıp eksilmez, tebtil, tah-vil ve tağyir de edilemezken; şeriatlar tebtil, tağyir ve nesih edilebilirler.

İtikadi hususta istisnalar hariç tutulursa çoğu mü’min-lerin taklidi bir imanla yani anne baba ve yaşadığı çevre-deki insanların telkin ettikleri inanç esaslarını ezberleye-rek ömürleri boyunca bu şekildeki bir telkinle iktifalarının kişinin dini hayatını ömürlerinin sonuna kadar muhafaza edemeyeceğini, zikzaklı bir inanç hayatı sürmelerine vesi-le olacağını ifade ederek mü’minlerdeki dînî çarpık haya-tın buradan kaynaklandığını belirtir. O, müminin bu halini kaygın bir zemin üzerinde yürüyen kişinin haline benzete-rek, kâmil bir imana sahip olmadan yani taklidi bir imandan kurtularak tahkiki, (araştırma, inceleme ve düşünceye daya-

lı) bir imana sahip olmadan nefsanî arzulara dur denilemeyeceğini sık sık vurgu yapar ve İmâm-ı Ebû Hanîfe’nin “el Âlim ve’l Müte-allim” adlı eserine atfen şöyle der:

Kişide imanın gerçekleşmesi için şüp-heden arınmış, kesin bir bilgiye (yakın bir bilgiye) sahip olması ve bu bilginin doğru-luğunda herhangi bir tereddütün söz konu-su olmaması gerekir.9Aksi takdirde kalbi ile tasdik etmediği halde iman ettiklerini ifade eden münafıklar Hz. Muhammed’in gerçek bir peygamber olduğunu bilmelerine rağmen inkârcı durumuna düşmüş olurlar. İmam-ı Azam bu konuda şu ayetleri delil olarak kul-lanır:

“Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın peygamberisin derler. Allah bilir ki elbette sen Allah’ın peygamberisin. Allah da münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolunda doğruluktan yan çizerler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür. Bunun sebebi onların önce iman edip sonra inkar etmeleridir. Bu yüzden onların kalpleri mühür-lenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar”.10 Allah bu hale dü-şen mü’minlerden hepimizi korusun.

8 Rum Suresi, 30.9 El Âlim ve’l- Müteallim. S. 11.10 Münâfikun 1-3

11

Mehmet ÇAYIRDAĞ

İnce

lem

e

ATATÜRK VE İSLAMİYET

Anadolu’nun çok büyük bir bö-lümü Hıristiyanlarca (Ermeni, Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan,

Rus) işgal edilmişken, Sevr anlaşmasının tat-bikatıyla da Müslüman-Türklerin hakimiyet-leri altında olacak, İstanbul dahil bir bölge bı-rakılmayacakken, yani yeryüzünde mûstakil bir İslâm toprağı nerde ise kalmayacakken, bir grup arkadaşı ile (bazen da tek başına kalarak) hayatını ortaya koyup İstiklal mücadelesini başlatan, neticede bir mucizeyi gerçekleştire-rek düşman dünyanın karşısında zafer kaza-nıp devlet kuran, Müslüman Türklerin Hıris-tiyanlar karşısında boyunlarını eğdirmeyerek istiklallerini ellerine veren, böylece son asırda bütün İslam aleminde ilk ve tek silahlı müca-dele ile hürriyeti kazanan bir Müslüman mil-letin liderinin inancı,menfi şahıslar veya alda-tılmışlar tarafından sık sık ortaya getirilmekte ve onun dine lakayt olduğu iddia edilmekte ve bu görüş yayılmaya çalışılmaktadır. Maksat, onunla milletin bağını çözmek, kurduğu dev-letin vidalarını gevşetmek ve neticede ülkeyi bölüp parçalayıp düşmanların savaşla başaramadıkla-rının yolunu bu iftiralarla aşmaktır. İstanbul’da milli mücadeleye karşı dini kullanan gafiller, şeriat istiyoruz diye başlayan doğudaki Şeyh Sait’in başkanlığındaki ayrılıkçı Kürt isyanı, nihayet kendi muhafazakâr ar-kadaşları tarafından kendisine karşı tertip edilen İzmir suikastı ve Menemen’de bir kısım cahilin şeriat geti-receğiz diye başlattıkları kanlı hareket O’nu bazı ted-birler almağa ve maksatlı kimseler tarafından işlerine geldiği gibi değerlendirdikleri bazı şeyler söylemeye sevk etmiştir. Ancak onun dinine kusur bulanlar, meş-hur sözde söylendiği gibi biraz insafa, dinî hassasiyete gelseler ve bir Müslüman iftira etmenin mesuliyetini biraz düşünseler. Bu şekildeki müfterilere Atatürk’ün mukaddes dinimize bağlılığını gösteren ve peygambe-rimize hürmetini ifade eden sözlerini gösterdiğinizde, “bunları ne zaman söylemiş” derler. Yani demek ister-ler ki onları Milli Mücadele sırasında veya o yıllara yakın zamanlarda sarf etmiş. Daha sonra bunları ağzı-na almamış ve başka şeyler söylemiş. Tabii bunlara ne gösterilse ikna olmaları mümkün değil. Asıl bu konuda mesuliyeti düşünerek bir insan hakkında peşin yanlış fikirli olmanın ve bunda ısrar edip, bu konuda her söy-lenene kulakları tıkamanın ve iftiralara devam etme-

nin mahşer günü verilecek bir hesabının bulunduğunu fikretmek gerekmez mi? Ben de şimdiye kadar yazılıp söylenenlere ilave olarak şimdi size Atatürk’ün inan-cına delil olacak ilk önce Sakarya zaferi neticesinde yazdığı beyannameden bir bölüm, bir de hayatının so-nuna doğru Filistin meselesi hakkında Mecliste yaptığı konuşmadan bir bölüm nakledeceğim.

Türklerin ölüm kalım mücadelesi olan, bir aya yakın süren ve Ankara’nın düşme ihtimali ortaya çıkan Sakarya savaşları sonunda zafer kazanılınca Mustafa Kemal Paşa millete bir beyanname yayınladı. Bu be-yannamenin başında savaşın hangi zorluklarla kazanıl-dığını ve önemini uzunca anlattıktan sonra son parag-rafı şöyledir:

“İstiklal mücadelemizde yüksek yardımını Türk milletinden esirgemeyen Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena etmeyi asla unutmayalım. Bizler esa-sen meşru olan davamızda inayet-i ilâhiyeden hiç-bir zaman ümidimizi kesmedik, hiçbir kimsenin hakkına tecavüz etmek istemediğimiz gibi diğerleri tarafından da hak ve istiklalimize riayet olunma-sından başka bir davamız yoktur. Milli hudutları-mız dahilinde yabancı müdahaleden âzâde olarak her medeni millet gibi hür yaşamaktan başka bir

12Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

gayesi olmayan Türk Milletinin meşru hakkı niha-yet insanlık ve medeniyet alemi tarafından teslim olunacaktır. Pek yakın olan bu mesut ana,eskisi gibi bütün millet fertlerinin âzâmi gayret ve feda-karlık göstermelerini beklerim.

Cenab-ı Hak yüksek yardımını devamlı eyle-sin, âmin.” 14 Eylül 1337(1921)

Şimdi de 1937 yılında yani ölümünden bir yıl önce Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı ko-nuşmayı nakledelim:

“Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edeme-yip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyaliz-mine esir kıldıkları çok şayan-ı teessüftür. Arapla-rın arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuz-luğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendi-mize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiği-miz için İslâmiyet’in mukaddes yerlerinin Muse-vilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girme-sine mâni olacağız. Binanaleyh şunu söylemek isti-yoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyete lakayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Peygamberin son arzusunu yâni mukaddes toprakların daima İslâm hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.

Cedlerimizin, Selâhaddin’in idaresi altın-da, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında(altında) bulunmasına müsaade etme-yeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yer-lere temellük etmek(sahip olmak) için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğinden şüphemiz yoktur.”

Kerrar Esat Atalay’a göre Atatürk’ün bu konuş-ması Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlandığı gibi Hindistan’da yayınlanan Bombay Chronick ga-zetesinin 27.08.1937 tarihli nüshasında “Filistin’e El Sürülemez, Kemal Paşa Avrupayı İhtar Ediyor” başlığı ile yayınlanmıştır.

İşte Atatürk budur. O, işte böyle Hatay’ı Fran-sızlardan almıştı. İşte O, böyle dini inançlara, milli duygulara sahipti. Avrupa’ya işte bu gözle bakıyordu. Allah gani gani rahmet eylesin, âmin.

Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

ELAZIĞ’DAN YÜKSELEN SES:

ötüken

Atsız Hocamızın yıllarca zevk ve coş-kuyla okuduğumuz ÖTÜKEN’inden sonra Elâzığ’dan yeni bir ÖTÜKEN doğdu.

Ülkü, inanç ve kararlılık dolu bu gençlik dergisini yutarcasına okuduk.

Önayak olanları, yazar gençleri ve eme-ği geçen herkesi tebrik ediyoruz.

Temennimiz, gelişerek devam etmesi ve başka kentlerimizde de benzerlerinin çı-karılmasıdır.

Melih Kunter’i unutmayan gençleri sev-giyle selamlıyoruz.

e-posta: [email protected]

13

Röpo

rtaj

Çok verimli bir yazarsınız. Roman şiir ve araştır-• ma- inceleme türünde pek çok eseriniz yayımlandı. Öğrenmek isteriz bu yazma alışkanlığını nasıl ve ne zaman kazandınız?

Mustafa bey, benim böyle bir alışkanlık kazan-mamda en büyük faktör, çocukken yazmayı ideal olarak seçmiş olmamdır: İlkokuldan sonra İmam-Hatip Okulu’nun daha orta kısmında iken, belki bir cüretti, ama buna cesaret edebildim ve bir yerel gazeteyi yayın müdürü sıfatıyla yönetmeye başla-dım: Ders aralarında gazetenin yönetim yerine gider haberlerini yazardım. Lise dönemimde, Türkiye’nin saygın dergilerinde; “İslam, Orkun, Toprak, Türk Yurdu, Hareket” gibi dergilerde yazmaya başla-dım. Yüksek tahsil dönemimde bir gazetenin so-rumlu yazı işleri müdürü olarak çalıştım. Bunlar doğal olarak insanda yazma yeteneğini geliştiriyor. Böyle bir imkânınız olunca aklınızın yettiği, top-lumla paylaşmayı arzu ettiğiniz düşünceleri hangi türde vermek daha etkili olursa o şekilde yazıya ak-tarıyorsunuz. Benim yazma alışkanlığını kazanmam böyle oldu.

“Batı Türk’ü Tanıdıkça” adlı eserinizde Türkler • ve Türkiye hakkında olumlu düşünen yazar ve bilim adamlarına yer vermişsiniz. Halbuki olumsuz düşü-nenler daha fazla. Buradaki amacınız nedir? Pek-çok Türk aydınının kafasına yer eden “batı” imajını değiştirmek mi istiyorsunuz?

Kitap dikkatli bir şekilde okunduğu zaman görülecektir ki, sizin Batı hesabına olumlu olarak gördüğünüz metinlerin çoğu, bizi hayranlık duygu-larıyla bakarken, Batılı aydının Batılıyı acımasızca eleştirisine yönelik yazılardır. Ben bu araştırmada şu gerçeği ulaştım, Batı aydını bize tavırlı değil, bize tavrı olan politikacı ve askerdir, onları da arka plan-da Kiliseler yönlendirmektedir. Sonra şunu özellikle belirteyim; ülkesini, toprağını, bayrağını seven bir Türk aydını Batı’ya nasıl bakıyorsa, ben onlardan farklı bakmıyorum. Bakınız, ben bu kitaptan bazı cümleleri size aktarayım, hem de görüşlerini naklet-tiğim Batılıların kendi yazılarından alınan cümleler-le oluşturulan yazı başlığı cümleler bunlar:

Voltaire: “Bütün tarihçilerimiz, Osmanlı İmparatorluğu’nu istibdada dayanan bir devlet ola-rak göstermekle bizi çok aldatmışlardır!” Pedro: “Türkiye’ye gidip işlerini yoluna koyamadan dö-nenler, Türklere iftira etmekten geri duramazlar!” Batrhold: “Hıristiyanlar, Selçuk Türklerini ‘Kur-tarıcı’ Sıfatıyla Karşıladılar! ”Rasonyi: “Batılı mil-letlerden daha önce Türklük, dünyamızın her çağın-da büyük rol oynamıştır!”Cahen: “Batı’da her şey birbirine karıştırılmış ve Türkler yanlış yorumlan-mıştır. bu yanlışlığı düzeltmek gerekir!” Durant: “Yaptıkları abideler, Türklerin ‘barbar’ olduğunu iddia edenleri hayal kırıklığına uğratmaya yeter!” Ricaut: “Tanrı, Türkleri, Hıristiyanların kusurları-nı cezalandırmak için yüceltip desteklemiş gibidir!” Raczynski: “Osmanlıları barbarlıkla ya da bilgi-sizlikle suçlamak, onlara karşı yaptığımız haksız-lığın en büyüğüdür!” Moltke: “Avrupa, Türkiye ile, Türkiye’nin kendi kendisiyle olduğundan daha fazla ilgilidir!” Muller: “Türkiye, onu yutmak iste-yenin boğazından geçmeyecek kadar büyük ve sert bir lokmadır!” Ramber: “Batılılar, Türkiye’ye söz dinletecek durumda bulundukça haksız imtiyazla-rını koruyacaklardır!” Coles: “Türkler, Avrupa’da son derece yüksek dinî müsamahayı temsil eder-ler!” Farrare: “Türkler, Hıristiyanlardan daha şu-urlu ve vicdanlı bir millettir!” Balıvet: “Avrupa’nın Türk’e düşmanlığı, dün olduğu gibi bugün de sabit kalmış bir söylemdir!” Dabağyan: “Dönemin batı-lı devletleri Osmanlı’yı yıkabilmek için Ermenileri kullanmışlardır!” Neave: “İslamiyet’in ve Türkle-

MUHSİN İLYAS SUBAŞI  İLE SÖYLEŞİ

Mustafa KILIÇKAYA

14Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

rin korudukları değerler, modern medeniyet adına merhametsizce kenara itildi!” Gıbbons: “Anadolu, XIII. Asırda Bizans tarafından tamamen Selçuklu-lara terk edilmiştir!” Cardını: “Avrupa ile İslam arasındaki ilişki, Hıristiyanlık ile İslam arasındaki çatışmanın yeni bir biçimidir!” Shaw: “Rusya Ve Avusturya başkenti İstanbul olan yeni bir Ortodoks devleti kurma hayalindeydi!” Mansfıeld: “Büyük devletler imparatorluğu yaşatmaya kararlı gözük-seler de, topraklarını ele geçirmekte asla duraksa-mamaktaydılar.” Fınkel: “İsli camdan bakan Batı-lılar, Osmanlı’yı dinlemeden onun niteliği hakkında varsayımlarda bulunmuşlardır!” Roux: “İki bin yıl boyunca Türklerin dehalarına pek çok tanık olduk; geçmiş geleceğin garantisiyse Türklerden çok şey beklenebilir!” Pope: “Batı’nın Türkiye’yi anlaya-maması, onu sömürgeleştirememesinden kaynakla-nıyor!” Gregoıre: “Türklerin sahip olduğu zengin-likleri ele geçirme arzusu, antlaşmaların üstüne çık-mıştı!” Mccarthy: “Osmanlı’yı yıkmanın sorum-luluğu, bunun neye mal olacağını hesaplayamayan emperyalistlere yüklenmelidir!” Garaudy: “Batı tarihte görülmüş en büyük canidir!”

Eğer bu isimlerin ve kitaplarda yer alan daha onlarca ismin kendi devletlerinin ve içinde bulun-dukları medeniyetin niyetini deşifresini okuyucuyla paylaşma da yeni bir “Batı imajı” gayreti seziliyor-sa, bana çok büyük bir haksızlık yapılıyor demek-tir. ”Batı Türk’ü Tanıdıkça”nın ve “Batı İslam’ı Tanıdıkça”nın asıl amacı Batı’nın bize ve İslam’a düşmanlığını kendi aydınının ağzıyla deşifre etmek-tir. Ha, bunun yanında, uğradığımız bir haksızlığı dile getirenlerin övgülerinden kendimizi mahrum bırakmayı, Batı’ya düşmanlığın devamı için ye-rinde görüyorsak, o başka bir mesele, ben şahsen ‘tavrımız bu olmamalıdır’, diye düşünüyorum. Ba-tılının bizdeki imajını yenileyip değiştirerek onlar adına bir hizmet benim şahsen varoluş sebebime ve yazma ideallerime tamamıyla ihanet olur. Ömrü-nü kendini ve milletini tanımayla adamış bir insan böyle şey yapabilir mi?.. İzninizle, “Batı Türk’ü Tanıdıkça”nın önsöz’ünden bazı satırları buraya alarak meseleyi biraz daha vuzuha kavuşturalım ve sizin kaygınıza daha doğru bir cevap vermiş olalım. Çünkü kitabın yazılış mantığı bu satırlarda açıkça görülmektedir:

“Artık nüfuz alanları, başkalarının sınırlarına tecavüz ederek sağlanmamaktadır. Geçmişte yaşa-nan “toprak işgali” sömürgecilik ideolojisinin bir gereğiydi. Şimdi bunun yerini “dıştan denetim” uy-

gulaması almaya başladı. Uluslararası ilişkilerdeki yarışta teknolojik üstünlüğü silahlı güce dönüştü-renlerin sömürgecilik idealleri, insanlığa çok daha masumane bir şekilde sunulmaktadır. Avrupalı, bizi atalarımızın projelerinden dolayı yargılayıp mahkûm etmek istese de, kendi kendini bile inandıracak vic-dani realiteden uzaktadır. Bu ise kendi gerçekleriyle çelişkiye düşmelerinden öte bir işe yaramayacaktır. Bize, “Batı’da ne işiniz vardı?” diyenlere, dün ol-duğu gibi, bugün de çok rahatlıkla, “Sizin Asya’da, Afrika’da ve Arap Yarımadası’ndaki işiniz neyse, bi-zimki de oydu!” diye cevap vermek, belki ithamların çelişkili kurtarıcılığından fayda beklemek gibi ola-bilir. Ama biz onların gittikleri gibi gitmedik başka ülkelere. Bunu da rahatlıkla bu ifadenin devamında şu şekilde dillendirmemiz mümkündür: “Siz yeraltı ve yer üstü kaynaklarının hepsini sömürdünüz, biz sadece hizmet götürdük. Kimsenin bir avuç yeraltı ya da yer üstü zenginliğini transfer etmedik.” Ta-bii ne onların soruları ne de bizim cevabımız ortaya kalıcı bir çözüm getirecektir. Çözüm, günümüzün insanının kendi erdemlerindedir. Bu bakımdan bir-birimizi anlamanın, geleceklerimize çok daha kalıcı emanetler bırakmak ve güven sağlamak bakımından faydalı olacaktır…”

“Batı İslâm’ı Tanıdıkça”, bizim dünyamıza olum-• lu bakması gerekiyor. Oysa İkiz Kuleler’in vurulma-sından sonra Batı, İslâm dünyasına yeni bir Haçlı seferi başlattı. O zamanki ABD Başkanı Bush, bunu açık açık söyledi.”İslâm, terrör üretiyor” diye abuk sabuk ithamlarda bulundular.Hz Peygamber’i ka-rikatürlerle karalamaya çalışıyorlar. Batıda bazı kişilerin Müslüman olması veya İslâm medeniyetini övmesi, Batı’daki önyargıların değişeceğine işaret olabilir mi?

Elbetteki değişmeyecektir. Zaten biz de değiş-meyeceğini anlattık. Onlardan yapılan nakillerde de bunları dillendirdik. Batılı aydınların çoğu or-yantalizmin tuzağından sıyrılarak, İslam’ı anlamak gerektiğini söylüyor. Batı aydını kendi toplumu için, “Batı tarihte görülmüş en büyük canidir” di-yebiliyorsa, bunun arkasından da “Kurtuluş İslam’ ı anlamak ve yaşamaktadır!” diyebiliyorsa, bunu okuyucumuza ulaştırmakta ne sakınca vardır? “Batı İslam’ı Tanıdıkça” nın önsözünde buna da özellik-le işaret ettik:

“Bunun içindir ki bu eser, bazılarının sanacağı gibi ne “bir Batı savunması”, ne de “bir Batı düş-manlığı” niyetinin ürünüdür. Bizim insanımız şunu

15Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

bilmelidir: Batı’daki genel kanaatin aksine, Batılı aydınlar arasında çok dürüst insanlar vardır ve bu eserin ilerleyen sayfalarında görüleceği gibi, olum-lu görüşlerini üstelik oldukça hacimli eserlerle orta-ya koymuşlardır. Batılılar da şunu fark etmeliler ki kendilerine bir kısım odaklar tarafından telkin edi-len olumsuz kanaatlerin aksine, dürüstçe İslam’a ve Müslüman’a bakan aydınları vardır ve onların söy-ledikleriyle bu belli odakların propagandaları ara-sında “korkunç” denecek derecede farklılıklar bu-lunmaktadır… Batılılar, başta savaşlar olmak üzere, müsteşrik ve misyoner organizasyonlarıyla, İslam’ı ve Müslümanları bir taraftan yok etmeye çabalar-ken, öbür taraftan tanıma şansını da yakalamıştır! Bu çabanın sonucu ortaya çıkan binlerce eserde ne-ler vardır? İşin doğrusu, bunu özellikle Müslüman-lar pek fazla merak etmemişlerdir. Aslında hedef-tekilerin kendilerine yönelik bu merakın önünü ve arkasını öğrenmeleri bakımından bu eserlerin, hem de tamamına yakınının mutlak surette tahlil edilerek ve eleştirel tarzda çok iyi okunup değerlendirilmesi gerekirdi...”

Artık sloganlaştırılmış bir düşmanlık anlayı-şından ziyade ne yaptıklarını, ne ettiklerini bilerek tavır adamı olmanın daha akıllıca bir yol olduğunu düşündüğüm için bu çalışmaları yaptım. Kitaplar alınıp dikkatle okunursa bu konulardaki niyet, emek ve hizmet sanırım daha iyi anlaşılacaktır!

Türkiye’de bazı sözde İslamcı yazarların ABD • ve AB sevdaları sınır tanımıyor. ABD’nin Irak ve Afganistan’da yaptıklarını hep göz ardı ediyorlar.Bir ABD projesi olan Kürt açılımına destek oluyor-lar ve Türk milli kimliğine saldırıyorlar. Bu adam-lar Akif’i bile anlamamışlar. Bu çelişkiyi nasıl izah edersiniz?

Burada iç içe iki ayrı sorunuz var: Birinci bö-lümde sorduğunuz Müslümanlara yapılanları des-tekleyenler için ‘hain’ demek de yetmez: Kur’an’ın ölçüsü açıktır: “Küfre rıza küfürdür! (Kur’an: 9/23)” Bunun izah edilecek tarafı yok. İkinci so-runuzun cevabı da bir cümleyle özetleyeyim: Böyle bir açılım sonuç vermez: Çünkü Kürtlerin arkasında duran sizin işaret ettiğiniz güçler oldukça, onların hedefi Türkiye’de huzur değil kaostur… Şunu hiç-bir zaman akıldan çıkarmamak gerekir: Bu mesele çözülse, bu defa bir başka meseleyle yine maalesef Kürtler kullanılarak Türkiye’de buhranların derin-leştirilmesine devam edilecektir!.. Türkiye, üzerin-de oynanan oyunları fark etmedikçe, çözümsüzlük

yumağı içinde kendisini eritmekten kurtulamaya-caktır!..

Tekrar baştaki soruyla ilintili olarak şunu öğren-• mek istiyorum: Şiir, roman, deneme, araştırma eser-leriniz var. Bunlardan da kısaca söz eder misiniz?

Efendim, ben kültür hayatına ilk adımı ede-biyatla attım ve bugüne kadar sekiz şiir kitabı çı-kardım: “Vuslat Türküsü, Aydınlığın Gözleri, Bu Yüreğin Ülkesinde, Sevgi Donanması, Sevdakâr, Deryadil, Bir Sır Gibi ve Aşkistan” 9.’sunu da; “Aşkistan’a Gül Seferi” adıyla düşünüyorum. Arkasından inceleme araştırma alanına yöneldim. Yaşadığım şehrin; Kayseri’nin bizim hassasiyetle-rimizle anlatımı, tanıtımı gerekiyordu, Bu kitaplarla da bunu yaptım. Sonra, romana yöneldim. Benim ilk romanım “Ahtapot” adını taşır. Sizin şu yukarı-da kaygısını duyduğunuz “Batı imajı” meselesi var ya, işte ona en uygun cevaptır: İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkabilmek için 1700’lü yıllarda yürüttükleri korkunç programın romanlaştırılmış halidir. Bu romanın senaryosu yapıldı. İFPAŞ, Mı-sırlı meşhur yönetmen Mustafa Akkad’ı İstanbul’a getirterek kendisiyle sözleşme imzaladı, ama biri-leri bu işe engel olduğu için büyük bir prodüksiyon olarak tasarlanan film maalesef gerçekleştirilemedi. Arkasından diğer romanlarım: “Güneş’e Uçan Ke-lebek, Aşkta Yanan Dede ve Ben Onurumu Çiğ-netmem”, yayımlandı. Bu romanlarda da İslam’ı doğru anlayıp kabul eden insanlarla, yanlış yorum-layıp yanlış yaşayan insanımızın çelişkilerini anlat-maya çalıştım. Sonra sizin yukarıda sözünü ettiğiniz kitaplar ve diğerleri…

Üzerinde çalıştığınız konu veya yeni kitap hazır-• lığınız var mı?

Var elbette. Yakın bir gelecekte Sinan’ı roman olarak yayımlayacağız. Bir başka şehir kitabım ola-cak. Bunların arkasından edebiyat ve kültür üzerine düşüncelerimden oluşan bir deneme kitabını tasarlı-yorum… Rabbim lütfeder ömür verirse, elim kalem tuttukça birşeyler yazmaya devam edeceğim.

Kaç kitabınız oldu?•

Sanırım 25’i buldu.

Tebrik eder ve başarılar dilerim.•

Ben de çok çok teşekkür ederim aziz dostum.

16İn

cele

me Kemiğin Hatırına Köpekleşenler

Hasan Sami BOLAK

“Kanımın hükmünü işliyorum, işime öyle geliyor” dese-ne veya Atsız’ın tabiri ile “Yufka yüreklilerle çetin yolların

aşılmayacağı”nı sonunda anladım, benden bu kadar, diye havlu attığını söyleyip, biraz “içten” davransana!

Düne kadar milliyetçi, muhafazakâr; devletinden ülkesinden, ordusundan, milli-lâik-sosyal Türkiye Cumhu-

riyeti’nden yana olduklarını bildiğim (daha doğ-rusu sandığım) öyleleri var ki, şu son dönemlerde sapır sapır dökülüyorlar.

Küreselleşme, AB’den yana olma, cemaatçi-lik, pür-liberallik uğruna, gömlek değiştirir gibi “duruş” değiştiriyorlar..

Neden?Zaman öyle istiyormuş da ondan.. Zaman

dedikleri, ABD’nin şu Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda parasız dağıtılan ceride mi, yoksa, birçok malûm odağın sığındığı tutarsız, mekansız, hayâli “Vakit” denilen kavram mı?

Ne demek; zaman öyle istiyor, zaman öyle getiriyor gerekçeleri?

“Kanımın hükmünü işliyorum, işime öyle ge-liyor” desene veya Atsız’ın tabiri ile “Yufka yü-reklilerle çetin yolların aşılmayacağı”nı sonunda anladım, benden bu kadar, diye havlu attığını söy-leyip, biraz “içten” davransana!

Dahası?“Sizin gibi enayileri şimdiye kadar kullandık;

sıra sizden sonrakilerle…” diye itirafta bulunsa-na!

“Ben akıllı, ben kurnaz, ben işini bilir biri-yim…” desene!

* * *

Dava adamı dediğin zamanla gelişir, ufkunu genişletir, çıtasını yükseltir ve bakış açısını, kararlarını daha sağ-

lam temellere oturtur; bu eşyanın tabiatı gereği-dir.. Sen mi zayıfsın, yükün mü fazla ağır geldi yoksa bizim diyarlarda bitmeyen otların, ötmeyen kuşların varlığından mı haberdarsın!

Düne kadar vatansever, milletsever, bağım-sızlıktan, milli birlikten, dirlikten yana olan bir ülkü adamının (?) bugün “zaman öyle istiyor” diye dönekliğinin izahı nedir?

Bu sorunun en kısa cevabı; zaaftır; paraya, kadına, geçici şana-şöhrete olan zayıflık, zavallı-lıktır!

İkincisi ise, kendini bir b...k zannedip, za-manla hiçbir şey olmadığını, olamadığını anlayıp, aslına rücû etmektir..

Bu bakımdan, kemiğin hatırı için köpekleşen-lere kızmak yerine, acımak daha doğru olur!

Nasıl olsa bizlerde sevmek kadar, acıma duy-gusu da bolca var!

Böyle duygulara sahip olmak da bizlerin za-afıdır zahir!

Acı olaylar görülse de yurdumdaUmudumu kesmedim insanımdan.Nice yiğitler bilirimYürekleri dağ kadar…Analar, bacılar bilirimToprakla yaşar,Elleri toprak kokar;Onlara güvenirim…

Öldü sanmayın Erzurum dadaşınıEge’de efeleri.Bir savaş olsun hele,Birleşir birden gönüllerTutuşuruz el ele.

Bırakır mı hiçVatanın semasına bir yabancı bayrağıDenizi gibi hırçın,Bir o kadar da yalçınKaradeniz uşağı?

Maraş’ımız kahraman…Antep’imiz gazi…Urfa’mız şanlı…Kanla yazdılar destanlarınıBilir misin Şahin Bey’iDuydun mu delikanlı?

Gaggoş diyarı Elaziz :Gözü pek, gönlü temiz.Balak Gazi’nin torunu…

Aydını aydınlatır,Herkes atasını tanır,Özünden yok sorunu…

Yiğitler yetiştirmiş niceBaşları dağlardan yüceEğilmezler kaba güce

Kars’ım, Ardahan’ım, Van’ımAz mı çekti Urus’tan, Ermeni’den?Yapılmadı mı yakılan şehirlerimCumhuriyet’le yeniden?

Umudumu Kesmedim İnsanımdan...

Mustafa ÖZTÜRK

Ala karlı Anadolu dağlarındaSesleri yankılanır hâlâGözü kanlı Avşar beylerinin.Öyküleri, türküleri söylenirMaraş’tan Kilis’eSivas’tan Konya’ya değin.Oğuz Ata’dan beriSürer gelir, güzelim töreleri.Dağ zirvelerince dik adamlardırKorkutur öfkeleri.Padişaha kafa tutmuş nicesi.Esarete gelmezler.Meşe ağacı gibidirlerEğilmez, bükülmezler.

Bozkurtlar misali hürdürlerToroslar’da Yörükler.Güvende onlarla vatan,Güneyi onlar bekler.

Aldatmasın seniHalkımızın sessizliği.Bıçağın kemiğe dayandığı günŞahlanır millet bütünTürk kimdir, görürsün.

Burası Türk vatanıŞehit yatağı her yer.Malazgirt, Dumlupınar,Sakarya şehitleriBu yurda bekçidirler.

Umudumu kesmedim insanımdanKendim gibi bilirim her birini,Hatta daha fazlaYürekleri kocaman…Sekiz- on soysuzu örnek vermeyin banaDeğiller ki kanımdan.Acı olaylar görülse de yurdumdaUmudum kesmedim insanımdan.

18İn

cele

me ERCİYES KARDELENLERİNDEN DAĞLICA

KARDELENLERİNEZafer ÇUBUKÇU - Türk Dili ve Ed. Öğretmeni

“Mehmetçiğe hile yapmazsak sonumuz kötü olur.” Dağlıca’nın puslu vadilerinde yan-kılandı eşkıya basının bu sözleri. Yüzlerce

eşkıya, kara bulutların çöktüğü Dağlıca vadilerinde Mehmetçiklere saldırmak için çakal gibi bekliyordu. Elleri büyük devletlerin verdiği otamatik silahlarda, vampir gözleri yolda.

Mehmetçiğe tuzak kurulmuştu. Zaten hep böyle yaparlardı, erkekçe çıkamazlardı Mehmetlerin karşısı-na. Kalleşçe tuzaklar kurar, hayasızca saldırırlardı.

Dağlıca... Üç bin metrelik Cilo dağlarının karan-lık vadilerinde kurulu kutlu köy... Ve Dağlıca Koman-do taburu... Irak sınırının sıfır noktasında kanı ve canı pahasına gece gündüz demeden yurdumuzu koruyan kutsal tabur...

Ve o gece...

Gece yarılanmış, bir sessizlik kaplamıştı Dağlıca’yı. Çavuş Selçuk uyuyamamıştı koğuşunda. Görev vakti yaklaşmıştı. Dört yaşındaki oğlu Samet’i düşündü. Oğlu Samet’i çok severdi Selçuk Çavuş; evdeşini de ... Bir de silahını... Kuşandı silahını ve çı-kıverdi koğuşundan.

Yavuz Onbaşı’yla er Zekeriya da çıkıverdiler aynı anda koğuşlarından. Üçü birden yürüdüler taburun arkasına doğru. Selçuk Çavuş’un işaretiyle durdular yüksekçe bir tepede. Çevirdi gözlerini Cilo dağlarına Selçuk Çavuş. Kara bulutlar inmişti dağın dorukları-na. Bulutlar yumak yumak üstlerine geliyordu sanki. Hayra yormazlardı memleketinde kara bulutları. Göz-leri buğulanmıştı Selçuk Çavuş’un. Bir eliyle silahını sımsıkı kavradı. Diğer eliyle Yavuz’la Zekeriya’ya kara bulutları gösterdi. “Bu, bir uğursuzluktur.” diye bağırdı.

Kara bulutlardan, uğursuzluklardan bir de kalleş-likten tiksinirdi Selçuk Çavuş. Anlamıştı bir şeyler ola-cağını sanki. “Gidelim bölük hazırdır” diyerek birlikte tabura yöneldiler. Bölük hazırdı. Her gece olduğu gibi Avaşin çayı boyunca sınır güvenliği sağlanacaktı.

Bir başkaydı bu gece Dağlıca ve dağlar.Oysa dağlar ne bilsin ki koynunda çakallar var.

Bölük, Avaşin köprüsü üzerine gelmişti ki eş-kıya basının öfkeden kudurmuş sesi Cilo dağların-da yükseldi. “Ateş!” Yüzlerce katil kustu Mehmet-lerin karşısında kinini. Tıpkı Çanakka’de saldıran

yamyamlar gibi. Dağlardan boşanıverdi mermiler. Bomba sesleri karıştı Mehmetlerin tekbir seslerine. Selçuk Çavuş’un bir sıcaklık oluştu göğsünde. Kan-dan gül oluştu temiz alnında. Umursamadı hiç. Oğlu Samet’le Evdeşi ona doğru el uzatıyorlardı. Bir elini evdeşine, ötekini de oğlu Samet’e uzattı... Öylece ka-lakaldı.

Gök renkli Avaşin çayı kan akıyordu. Dağlıca kan içindeydi. Selçuk Çavuş ve Mehmetçik el ele kol kola, omuz omuza gitmişlerdi uçmağa. Yer gök, börtü böcek dayanamadı bu acıya. Dağlar taşlar, kurtlar kuşlar kan ağlıyordu.

Gün ışırken Cilo dağları’ndan yüzünü gösterdi güneş. Işıdı Dağlıca vadileri. Işıdı Avaşin çayı kıyısın-da Mehmetçiklerin mübarek kanlari. Toprak aldı kara bağrına Mehmetlerin kanını. BİR KEZ DAHA VA-TAN OLDU DAĞLICA. Karıştı toprağa şüheda ..

Güneş batarken başladı yağmaya kar Dağlıca’ya. YAĞDI, YAĞDI... Bembeyaz oldu Cilo dağları. Bembeyaz örtünün altında şimdi Mehmetler yatar. Bu bahar Kardelen’ler açacak Dağlıca’da tıpkı Sa-rıkamış Kardelenleri gibi. Ve haykıracak dünyaya:

“EZAN SUSMAZ, BAYRAK İNMEZ”

“ŞEHİTLER ÖLMEZ, VATAN BÖLÜNMEZ.”

Şimdi anladınız mı dağlarda KARDELEN olmak niçin zordur?

19

İnce

lem

eATATÜRK, CUMHURİYET

VE ÖĞRETMEN İnce

lem

e

İsmail BOZKURT

Ağustos, eylül, ekim, kasım hareketli aylar. Bu aylarda zafer var, karar var, kayıp var. Atatürk, Cumhuriyet, öğretmen; kurucu-

sunu kaybeden Cumhuriyet, Başöğretmeninden ayrı-lan öğretmen var. Nasıl kuruldu, nasıl yetişti? Dünü hatırlayıp dünü değerlendirmek istiyorum. Muhatabım öğretmen…

Manzara şu; düşünce yanlış, idrak bozuk, algı bu-lanık, hırs önde, akıl arkada, heyecan anlık, his ölü. Günün sohbetleri; pancar, patates, dana, törpü, varsa katlanarak para eden arsa. İtibar burada görülüyor.

Umutsuzluk hat safhada. Ülkenin üzerindeki bu-lut katlanarak kararırken aynı zamanda kalınlaşıyor. Başöğretmen ve arkadaşlarının Cumhuriyeti kurar iken gösterdiği irade kimseyi ilgilendirmiyor… Her olayda pay arayıp, bana düşen nedir diyorlar. Her boşluk kıs-met kapısı gibi onlara göre. Tutmadıkları el, uzatma-dıkları kol kalmıyor. Her canlıyı bir robot, her robotu bir canlı gibi değerlendiriyorlar. İnsan hesap makinesi, hesap makinesi matematik öğretmeni zannediliyor.

Kurtuluş savaşının ortasında: “Kurtuluş sizinle-dir” diyen Başöğretmenin öğretmenleri burukluk için-de. Öğretmen adayları umutsuz. Anne-babalar çocuk-larının tayinleri için “türbe” kapılarında. Bir sürü falcı, adı isti(sahibi) bilinmeyen yerlerde ve isimde türbeler icat ediyorlar. Bir türbe enflasyonudur gidiyor. Akif”in Safahat’ında tembel tilkiye benzettiği itikâfa çekilen insan misali… “Dolaş da yırtıcı aslan kesil be hey mis-kin. Neden bir kötürüm tilki olmak istersin? Elin kolun tutuyorken çalış kazanmaya bak. Senin de artığınla ge-çinsin bir yatalak.” diyecek oldum, etrafıma baktım, bir daha irkildim. Kim neyi nasıl değerlendiriyor? Ya önem vermiyorlar ya da farkında değiller. Günümüzün yöneticileri, insan sevilir, eşya kullanılır mantığına sa-hipler mi? Buna sahip değil iseler inanın ki bir zaman sonra kendileri de dâhil olmak üzere topyekûn millet zarara uğrar.

Sayın yöneticilerin değerlendirme öncelikleri ne-lerdir? Mensubiyet mi, mesuliyet mi, mesleki donanım mı? Yoksa siyasi ideolojik menşeli birtakım vazgeçil-mezler mi? Burada her şey var da öğretmen mi yok?

Zannedenler için söylüyorum; nasıl ki tek başına kravat boş kafayı aydınlatmıyorsa, resmi günde ve gö-revi başında iken kravat takmayarak rejime baş kaldır-ma zannı da bir öncekinden farklı değildir.

Herkes konuşuyor hem de çok konuşuyor. Herkes ağlıyor, hem de çok ağlıyor. Herkes seviniyor da. Ama neden seviniyor belli değil.

TV lerdeki kur’a çekimlerinin seyrine yürek da-yanmıyor. Çocuklarından evvel anne babaların göz-yaşları ile attıkları çığlıklar mesleğe bir genç de bizden katıldı diye değil, çok şükür bizim sofradan bir kaşık daha eksildi diye atılan çığlıklardır.

Atansın da nereye atanırsa atansın. İş olsun da ne işi olursa olsun. Ücretli olsun, aylıklı olsun, sözleşme-li olsun ne olursa olsun. Ayrıca nereye olursa olsun; bunu yıllar önce bir farkla vatanseverliğin göstergesi olarak “Türk Bayrağı’nın dalgalandığı her yer birdir” diye atamada tercih yapmayı ayıp sayan milliyetçi genç öğretmen adayları düşünürdü.

Nasıl anlatayım şu durumla karşı karşıya kalan öğretmen adaylarına rahmetli Mustafa Necati’nin staj-yer öğretmenlerine ayrı ayrı mektup yazarak hatırlarını sorup varsa ihtiyaçlarını bildirmelerini istemesini…

Ben nasıl anlatayım öğretmenime, Cumhuriyetin ilk yıllarında atın en iyisine öğretmenin bindiğini, en iyi paltoyu öğretmenin giydiğini. En iyi evde öğretme-nin oturduğunu ve öğretmenin hacet kapısı olduğunu.

Bir ülke düşünün ki; her türlü yolsuz yolunu bu-lurken insan denen mümtaz varlığın yöneticisi ve eği-ticisi ikinci planda. Küçük bir umut peşinde dernekten derneğe sendikadan sendikaya savruluyor. Ne ülkü ön-dedir ne de ideal. Koltuk ve rahat vaat eden sürüklüyor kitleyi.

Normal zamanlarda kimliğinin bile tartışılaca-ğından endişe duyan cesaret yoksunu bir sürü kurum ve kuruluşlar türedi ki, demeyin gitsin. Öğretmen ve diğer kamu görevlileri yüzde iki buçuğu dörde çıkarır umudu ile bunlar arasında “ölçek başı dolduran misa-li” gidip geliyor.

Öğretmenlerimize okumaları, kendilerini geliş-tirmeleri, öğrencinin ve velinin gerisinde kalmamala-rı için her yıl belli bir bölgeyi gezmelerini, araştırma yapmalarını önereyim diyecektim. NE İLE dediklerini duyar gibi oldum.

Bir at bakıcısının aldığı ücretin yarısını bile ala-mayan meslektaşımın insan yetiştirmedeki buruk gay-retini seyreder gibiyim.

Sevgili öğretmenler, bu adı taşıdığınız müddetçe yine de toplumun sizden belli beklentileri olacaktır.

20Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

Devamlı dünle mukayese edileceksiniz. Bilginizle, bilgiyi sunuşunuzla, metodunuzla ülke meseleleri-ne bakışınızla mukayese unsuru olacaksınız. Zira siz ülkenin her şeyisiniz. Genç sizinle, bayrak sizinledir. Türkiye haritası karşınızda iken, siz ülkenin kalbinde olursunuz. Siz hastalanmayın, çok tehlikeli olur. Sakın bu bekleyişi hayal kırıklığına çevirmeyiniz. Bir ülke-nin kalbi mektep, mekteplerin kalbi de muallimlerdir. Bu söz, ünlü pedagoji uzmanı Jean Deuwiy’e aittir. Bu söz için fazla ilaveye gerek görmüyorum. Hangi akıl ülkenin, okulun, insanlığın kalbi olan öğretmenini ikinci plana atar. Burada bir yanlış yok mu? Ya ülke bir şeylerini kaybetmiş, ya da öğretmen değer erozyo-nundadır.

Değerli meslektaşlarım; geliniz şu Cumhuriye-ti kuran iradenin yolu ve metodu ne idi bir bakalım. Bu irade cepheden cepheye koştu, yedi düvelle savaş-tı, Osmanlıyı kurtaramadı ama ebedi yaşayacak Türk devletini kurdu. Mütefekkirini münevverinden çıkar-dı. Hedefi şöyle koydu: “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak.” Bu düşünce hastır, haktır, mutlaktır. Sosyolojik manada bu terkibin hiç biri, diğeri için bir nakısa değildir.

Onun içindir ki; bu düşünce kuvveden fiile geç-miştir, düşüncenin sahibi de fikir babası olarak kabul edilmiştir. Bu felsefenin bir tabanı var. Bu felsefe üze-rine söylenen her söz bir sebebe mebnidir. “NE MUT-LU TÜRK’ÜM DİYENE” derken bile, diyen ile ola-nın farkını göz önünde tutmuştur. Kavimlerin çokluğu milletin birliğine halel getirmez diyen merhum Ziya Gökalp’ın düşünceleri temel hedef olmuştur.

Sevgili meslektaşım; geliniz şu Cumhuriyetin ku-ruluş felsefesine inanan kurucu kadroyu iyi tanıyalım. Atatürk’ün Nutkunu orijinalinden okumaya çalışalım. İyi okuyalım ki hem istismarcıya hem de düşmanlık edene söyleyecek sözümüz olsun.

Yokluk içinde kurulan mekteplere bakalım, ta 1848 den beri devam eden Öğretmen Okullarına ila-veten, Köy Öğretmen Okulları, Eğitmen kursları, Köy Enstitüleri, Gazi Terbiye, Dil Tarih Coğrafya kurul-muştu. Tevhidi Tedrisatla birlikte hemen uygulama-ya konulan İmam Hatip Okulu ve İlahiyat Fakültesi kuruluş emri tatbik edilmişti. Medresenin kapanış ve modern mekteplerin kuruluşundaki sistem doğrudur. Bununla beraber Atatürk’ün vefatından sonra tevhidi tedrisat kanununun 4. maddesinin ihmali tamiri müm-kün olmayan yaralar açmıştır. Sistemi işletenlerin yan-lışı sistemin yanlışı olmamalıdır. Yani zarftan dolayı mazruf suçlanmamalıdır.

Hâlbuki değişim, yenilik istiyor iseniz gelişim şarttır. Gelişimsiz değişim, renkli bezlerden çöpe sa-rılmış bez bebeğe benzer. Bebek yapmadır, onda hayat

yoktur. Hâlbuki gelişimi durdurmak hayatı durdurmak gibidir. Belki yaşarsınız da ölülerin dünyasında yaşar-sınız.

Bu güne gelindiğinde 72 milyona varan diri nüfu-sa birçok ülke nüfusundan daha fazla ilk ve orta öğre-nimde öğrencisi bulunan,100 lerle ifade edilen üniver-site sayısıyla dinamik bir ülkenin eğitimcileri olarak sağlıklı düşünmek zorundayız.

Zoru çözelim, kolayda oyalanmayalım. Her 17 Nisan geldiğinde serzenişte bulunarak neden köy ens-titüleri kapatıldı diyenlere sebep, ihtiyaç ve gelişme-yi hatırlatalım. Kemal Tahir’in diliyle cevaplayalım: “Biri bozkırda çekirdeği çatlattı, diğeri de fidanı en yükseğe dikti.” Köy Enstitüsünden Yüksek Öğretme-ne kadar…

Günü yaşayalım, yarını planlayalım. Ünlü Sheks-pir : “Bütün dünler bugünleri aydınlatan bir fenerdir” der. Öyle ise bilimsel düşüncenin anahtarı olan aklı ön plana alalım. Bilimsel düşüncenin karşıtının kesinlikle dini düşünce olmadığını vurgularken, din diye sarıldı-ğımız, kolay bulduğumuz yanlış alışkanlıklardan da kurtulalım diyorum.

Mektebimiz, meşrebimiz ve de takıntılarımız ne olursa olsun tartışmasız evrensel kitap Kur’an-ı Kerim’in tercümesini bir defa olsun okuyalım. Okuya-lım ki soracak sorumuz, verecek cevabımız olsun.

Bitirirken şunu söylemek istiyorum ki; Atatürk’ün başlatmış olduğu muasır medeniyet düşüncesini 21. yüzyılın küreselleşen dünyasında ileriye taşımak isti-yor isek, Türk olmanın gururu her şeye kâfi diyerek “özellikle yabancı” her türlü ideolojilerden arınalım. İdraklerimizi açalım. İnsanı, çocuğu, çiçeği sevelim. Bu sevginin sahibi laik, sosyal ve demokrat öğretme-nin görevi ise bir ÜLKÜ ERİ gibi kendini nöbette his-sedip uyanık olmaktır, her türlü istismarı tespit etmek ve önlemektir.

Eğitimcilerin uyanıklığı, bilgili olmaları ve has-sasiyetlerini muhafaza etmeleridir.

Eğitimciler uyanık olmaz ise her devirde ve her dönemde dinin istismarı, Peygamber’in istismarı, Atatürk’ün istismarı, laikliğin istismarı, Cumhuriyetin istismarı ve bunların sözde kurtarıcıları çıkacaktır.

Hâlbuki dinin kurtarılmaya ihtiyacı var mıdır? Buna rağmen, Tanrı katına sefer düzenleyip, servis memurluğuna kalkışanları yine de hesap etmek duru-mundayız. Elbette ki istismarcılar devrin getirdiklerine göre çıkar sağlamaya çalışacaklardır.

Çağdaş eğitimci ise bunu aydınlatandır. Israrımız bunun içindir. Çağdaşlığın özünde; insan merkezli ve birey öncelikli ilmi düşünce vardır. Vazgeçmeyelim.

21

İnce

lem

e

Yunus Emre ÖZKAN - [email protected]

SERDENGEÇTİ

Serdengeçti 1917 yılında Antalya’da dünyaya gel-di. Doğumu 1. Dünya

Savaşı’nın sonuna denk gelen Serden-geçti, Antalya’nın köklü sülalelerinden olan Yüksel ailesindendir. Çocukluk yılları Milli Mücadelenin heyecanıyla geçen Serdengeçti ilk ve orta okulu Antalya’da okumuştur. Serdengeçti ilkokul yıllarında başlayan ve vazge-çilmez bir tutku haline gelen okuma alışkanlığı sayesinde bilgi dağarcığını sürekli zenginleş-tirmiş ve büyük bir vatan ve millet aşkına sahip olmuş-tur. Çocukluk yıllarında okuduğu Mehmet Akif, Namık Kemal ve Yunus Emre gibi sanatçılar onun Anadolu sevdasını yüreğine nakış nakış işleyen, bayrağı namus bilen, vatan toprağını kutsal sayan kişiliğinin oluşma-sında büyük pay sahibi olmuşlardır. Serdengeçti okuma alışkanlığını orta okul ve lise yıllarında da sürdürmüştür. Özellikle yabancı yazarların eserlerini dikkatlice okumuş ve tetkik etmiştir. Dünya klasiklerinin ve Rus yazarla-rının çoğunu okuyan Serdengeçti bu sayede dünyayı tanıma fırsatını bulmuştur.

Serdengeçti, ortaokul ve lise yıllarında içerisinde sürekli bir gözlem ve araştırma içerisinde olmuştur. Lise yıllarında Fikretçilere karşı giriştiği Akifçilik tartışmasıy-la ileride yaşayacağı fırtınalı fikir yıllarının temellerini de atmıştır. Lisede de oldukça başarılı bir öğrenci olan Serdengeçti son sınıfa geldiğinde çocukluğundan beri hayalini kurduğu öğretmenlik mesleği için üniversiteye kaydolmaya karar vermiştir. Serdengeçti Ankara Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi felsefe bölümünü kazandı. Ailesinden aldığı milli kültür ve terbiye ile millete, devlete ve dine düşman gördüğü her türlü düşüncenin karşısında dimdik duran Serden-geçti, üniversite yıllarında maneviyata bağlılığı, müca-dele azmi ve korkusuzluğu ile tanındı. Serdengeçti’nin üniversite yılları oldukça hareketliydi. Serdengeçti fa-kültelerinde komünizm propagandası yapan öğretim görevlilerine karşı verdiği mücadele yüzünden iki defa okuldan ihraç edildi. Fakat hayallerinden vazgeçmeyip öğrenim hakkını zor da olsa tekrar kazandı.

Serdengeçti üniversite son sınıfa öğrencisi oldu-ğunda ülkede Hüseyin Nihal Atsız ve Sabahattin Ali da-vası tartışılıyordu. Aslında bu dava Atsız ve Sabahattin Ali mücadelesi olmaktan öte Türklük ile komünizmin mücadelesiydi. Serdengeçti bu tartışmaların içerisine girip fikirlerini bağıra bağıra ifade ediyor ve Atsız’ı des-tekliyordu. 3 Mayıs 1944 Türkçülük olaylarının ikinci günü, günlerdir ülke gündemini meşgul eden dava-nın taraflarından biri olan Sabahattin Ali, üniversitede

Serdengeçti’nin karşısına çıkar. Arkadaşla-rıyla tartışan ve onlara hakaret eden Sa-bahattin Ali’nin tahriklerine dayanamayan Serdengeçti aniden yerinden fırlar ve Sa-bahattin Ali’nin suratına bir tokat patlatır. Sabahattin Ali, Serdengeçti’yi mahkeme-ye verir ve bu mahkeme sayesinde henüz öğrenci olan Serdengeçti’nin namı Türk milliyetçileri arasında duyulur. Serdengeç-ti bu dava sonucunda 12.5 liraya mahkum olur.

Atsız-Sabahattin Ali davası 9 Mayıs 1944 Salı günü sona erer. Atsız, Sabahattin Aliye hakaret ettiği gerek-çesiyle ceza alır. Ancak sonuç mahkeme kararının ak-sine tecelli eder. Atsız İstanbul’a dönmeye hazırlanır-ken Ankara’da tekrar tutuklanır. Atsız’ın ardından Türk milliyetçileri karga tulumba birer birer tutuklanır. Zaten mimlenen Serdengeçti de tutuklananlar arasındadır.Serdengeçti, üniversite öğrencilerinin Ankara caddele-rinde komünizme karşı yaptıkları yürüşü tertiplemekle suçlanmıştır. 1944 Türkçülük-Turancılık Davası’nda Hü-seyin Nihal Atsız ve Başbuğ Alpaslan Türkeş’le birlikte yargılanan Serdengeçti yaklaşık dört ay tabutlukta ka-lır. Serbest bırakılınca, yarım bırakmak zorunda kaldığı öğrenim hayatını tamamlamak ister; ancak kendisine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından izin verilmez. Bunun üzerine Hasan Ali Yücel’e, “Yük-sek Makamın Alçak Vekiline” cümlesiyle başlayan bir dilekçe yazar. Serdengeçti dilekçe nedeniyle yeni-den hapse girer.

Ömrü mahkemelerde geçen Serdengeçti hapis-ten çıktığında, birçok sayısı dönemin iktidarı tarafından toplattırılacak olan “Serdengeçti” dergisini çıkartır. Serdengeçti’nin 30 yaşında bir gençken çıkarttığı bu derginin yayın hayatı 33 sayı sürer. Dergideki yazıla-rından dolayı hakkında sayısız dava açılır. Serdengeç-ti çoğu kez “Açın kapıları Osman geliyor” diyerek hapse girer. 15 yılda toplam 33 sayı olarak çıkarttığı dergide Allah davasının, millet davasının, vatan davası-nın mücadelesini verir. Serdengeçti, 66 yıllık ömrünün 4 yılını Meclis’te, 10 yılını hapiste geçirir. 1965’te Adalet Partisi Antalya Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giren Osman Yüksel Serdengeçti, Partisine yönelttiği eleştiriler nedeniyle bir süre sonra Adalet Partisi’nden ihraç edilir. Adalet Partisi’nden ihraç edilen Osman Yüksel Serdengeçti, 1968 Nisan’ında genel baş-kanlığını Başbuğ Alparslan Türkeş’in yaptığı Cumhuri-yetçi Köylü Millet Partisi’ne geçti. Parti rozetini bizzat Başbuğ Alparslan Türkeş taktı.

Ömrünü Türk Milliyetçiliğine, Türk-İslam Ülkü-süne adayan, kalemini bu uğurda bir kılıç olarak kul-

22

lanan Osman Yüksel Serdengeçti, hayatın insanlara sunduğu nimetlerden çok yaşamın sıkıntılarına talip olmuş büyük bir dava adamıdır. Serdengeçti’nin ömrü mahkemelerde ve hapishanelerde geçmiştir. Ailesin-den aldığı sağlam terbiye ve milli kültür onda ömrü boyunca tesirini sürdürmüş ve yaşamı boyunca hep inandığı değerler uğruna canla başla mücadele ver-miştir. Serdengeçti ömrü boyunca Ziya Gökalp mil-liyetçiliği ile Mehmet Akif İslamcılığını birleştirmeye çalışmıştır. Yıllarca Türk-İslam sentezini gerçekleştir-mek için mücadele veren Serdengeçti “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız.” sö-züyle de bu yolda yürüyenlere rehber olmuştur. Fır-tınalı ve meşakkatli bir hayat yaşayan Osman Yüksel Serdengeçti 1974 yılında ölümüyle sonuçlanacak bir hastalığın pençesine düşer. Serdengeçti’ye önce par-kinson teşhisi konur, bu hastalığın üstüne bir de sa-rılık eklenir. Serdengeçti bu hastalıkların pençesinde günbe gün yıpranır. Serdengeçti çok eski ve iyi dostu olan Necip Fazıl Kısakürek’i de dünyadan koparan yıl olan 1983’te 66 yaşında hayata gözlerini yumar. Yıl-larca süren hastalık günleri 10 Kasım 1983 Perşembe günü Ankara Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde son bulur. 1983’te Hakk’a yürüyen Osman Yüksel Serdengeçti’yi ölümünün 26. yıldönümünde rahmet, minnet ve özlemle anıyoruz; ruhu şad, mekânı cen-net olsun…

Serdengeçti’nin Bakan’a yazdığı dilekçe:

Yüksek Vekaletin Alçak Vekiline

ANKARA

Ben 3 mayıs 1944 hadiselerine öncülük

yapmak gençliği kışkırtıp tahrik etmek su-

çuyla Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin felse-

fe şubesinin son sınıfının son noktasında bir

telefon emrinizle okuldan atılan ben Osman

Yüksel İstanbul’a sürülüp örfi idare komu-

tanlığının emrine teslim edildikten tabutlara

tıkılıp zincirlere vurulduktan sonra suçsuz

olduğum anlaşılmıştır. Kader beni yine sizin

karşınıza dikmiştir.

Hakkımı istiyorum efendi hakkımı ...!

Senden bahşiş istemiyorum ...! İmtihan hak-

kımı ya verirsin ya zorla alırım ... Beni tut-

tuğum yoldan Yücel değil ecel gelse döndü-

remez ..!

On kuruşluk pul ve imza

Osman Yüksel

Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

ŞAİR RAFET

SERTOĞLU’NUN ÇIĞLIK’I

Kayserili şair Rafet Sertoğlu, dergimi-ze yeni yayımladığı ÇIĞLIK adlı şiir kitabını göndermişler.

Millî dinî hassasiyet ve yüksek insan sevgisi-nin ifadesi olan şiirleri zevkle okuduk.

Türk edebiyatına kazandırdığı bu güzel eser-den dolayı, Rafet Sertoğlu’nu tebrik ederiz.

AYDIN OLMAK

Aydın kimdir? Nasıl biridir usta?Söyler misin?Onlara etmeli miyim gıpta?Dünün filozofu, bu günün aydını mı?Yoksa aydın, halkının en cahil olanı mı?Haksızlığı yazıp, dillendirmez mi?Nefreti, kini, küllenmezdirmez mi aydın?Kokteylli kabulde mi care üretirler bize?Böyle mi ses olurlar, ezilene kimsesize?Ne vakit çalışırlar, toplumun yararına?Niye çomak sokmazlar, dümencinin çarkına?Bunlar,Entel, dantel işlerle mi uğraşırlar?Ya daSuya, sabuna,dokunmadan mı yaşarlar?Yanlış mı tanımışız, acaba biz onları?Aydınlar değil miydi pes ettiren kralları?Değişen şimdi ne ki, bu hale geldi aydın?Yağdanlığı olmuşlar, acımasız zorba çarkın.Aydın olmak bu kadar kolay mıdır be usta?

23

Tari

h

Sinan IŞILDAK - [email protected]

TÜRKİYE’YE KARŞI SİYASÎ BİR PLAN:

HOYBUN CEMİYETİ

Petrolün bulunmasıyla emperyalist devlet-lerin gözü Anadolu’ya ve Ortadoğu’ya, do-layısıyla Osmanlı Devleti toprakları üzerine

çevrildi. 19. yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü savunan İngiltere, Almanların Ortadoğu’ya yönelen nüfuzunu engellemek ve petrolü elinde tutmak için başta Ermeniler olmak üzere Kürt-ler, Araplar, Nasturiler, Süryanileri kullanma yoluna gitmiştir.

1908’den sonra Osmanlı’ya karşı kurulan bazı ce-miyetler İstanbul’da ve Anadolu’nun doğusunda faa-liyetlere girişmişlerdi. Cumhuriyet Türkiyesi ise “milli devlet politikası” benimsediği için emperyalist devlet-ler, Türkiye’de etnik farklılıkları gündeme getirmeye başladılar. Önceleri Ermenilere destek veren İngiltere, Türkiye Cumhuriyet’i kurulduktan sonra siyasi Kürtçü-lüğe destek vermeye başladı. Şeyh Sait İsyanı’nda ol-duğu gibi dini içerikli de olsa Kürt isyanlarının başarılı olamadığını değerlendirdiler. Ermeni Taşnak liderleri-nin tecrübeleri ile isyana eğilimli Kürt aşiret reislerini yönlendirmenin kolay olacağını düşünerek harekete geçtiler.

1927’de İngiliz gizli servisinin faaliyetleri sonucu

aslı Ermenice olan ve “Ermeni yurdu” manasında “Hay-pun” ve Kürtçe’de “Benlik” anlamına gelen “Hoybon” un birleştirilmesiyle “Hoybun” Kürt-Ermeni Cemiyeti kurulmuş oldu. İngilizler, böylece Ermeni emellerine hizmet edecek bir teşkilat oluşturulurken, bunu siya-si Kürtçü gruplara benimsetmenin yolunu da bulmuş oldu. Buna göre “Büyük Ermenistan(!)” kurulacak ve bu devlete konfederasyon ya da federasyon şeklinde bağlı olarak Kürt yurduna yer verecekti.

1927’de Irak’ın Revadiz kentinde İngiltere’nin organizatörlüğünde Ermeni Taşnakların ve siyasi Kürt-çülerin katıldığı toplantılardan sonra 5 Ekim 1927’de Lübnan’ın Bihamdun kasabasında düzenlediği geniş kapsamlı kongrede cemiyet resmen kurulmuş oldu*. Kongrenin Fransa’nın kontrolünde Ermenilerin güçlü olduğu bir bölgede yapılması, cemiyetin İngilizlerin denetiminden Fransız kontrolüne geçtiğini göste-rir. Kongrede alınan prensip kararları şunlardır: Türk Kürdistan’ın (!)bağımsızlığı, Türkiye dışındaki hiçbir millete ve devlete düşmanca davranılmaması, İngiliz ve Fransızlar ile dostluk kurulması, Ermeni ve Kürtler arasında işbirliği yapılması, Ermenistan ve Kürdistan’ın bağımsızlıkları ve karşılıklı olarak toprak bütünlükle-rine saygı duyulması... 1928’de ise Halep’te durumu

24Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

resmileştirmişlerdir.

Yukarıda zikredilen İngiliz destekli cemiyetin faa-liyetleri sonucunda 1926-30 tarihleri arasında Ağrı İs-yanları meydana gelmiştir. Bunlardan ikisi küçük nite-likli iken, üçüncüsü şiddetli olmuştur. Bunun sebepleri ise, İran Devleti’nin tutumu, 1927’de İran’a kaçan grup-ların geri dönmesi, Ağrı’nın bağımsız Kürdistan olarak ilan edilmesi, Celali aşiret reisinin Hoybun Cemiyet’i tarafından Ağrı valisi olarak atanması ve İngiliz casusu Lawrens’in bölgedeki çalışmalarıdır. 7 Eylül’de başlayan Türk askeri harekâtı ile 14 Eylül 1930’da isyan bölgesi bu gruplardan tamamen temizlenmiştir. Bu isyanın ön-cekilerden farkı “Kürtçülük” boyutunun devreye gir-miş olmasıdır.

Hoybun Cemiyeti Ağrı İsyanı’ndan sonra büyük oranda güç kaybetmesine rağmen, İngilizlerin Musul meselesinde kullandığı yolu Fransa’nın da Hatay mese-lesini çözmek için kullanmaya çalışmış olması cemiye-tin devamını gerektirmiştir. Nitekim Suriye’de “Fukara Perver Cemiyeti” adında bir dernek kurmuşlar ve ce-miyetin topladığı yardımları Hoybun’un siyasi amaçları için kullanmışlardır.

Cermiyet 15 günde bir Kürtçe ve Fransızca olarak 1932-43 yılları arasında Hawar Dergisi’ni çıkarmıştır. İlk sayısında amaçları ve özellikleri şöyle belirtilmekte-dir**: Kürt alfabesi ve gramerinin araştırılması, Kürt-çenin menşeinin araştırılması ve bunların yayınlan-ması. Derginin Kürtlüğe ve Kürtçülüğe ilgi duyanlara açık olduğu belirtilmektedir. Derginin bütün sayılarını inceleyen Bruinessen, Hawar Dergisi’ne destek veren Hoybuncu Kürtlerin İslâm dininin halkları ezen başlıca güçlerden biri olduğunu ve Kürtlerin milli dini olarak Zerdüştlüğü mefkûreleştiren şahıslar olduğunu yazdık-larını söylemektedir.

Hoybuncular Avrupa ve ABD’de kamuoylarının desteklerini sağlayabilmek için faaliyetlerde bulun-dular. Paris’te bir büro açtılar, 1928’de ABD’de çeşitli konferanslar vererek ilk etapta yirmi bin dolar para topladılar.

Cemiyetin önceki teşkilatlardan farkı Kürt-Ermeni işbirliğine dayanmasıdır. Hoybuncu Kürtlerin “Büyük Ermenistan (!)” davasına destek verdikleri yaptıkları it-tifaklar ile açıkça görülmesine karşın, bunu Kürtlerden gizlemişler ve nüfuzlu aşiret reislerini kazanma yolu-na gitmişlerdir. Zerdüştlüğü Kürtlerin milli dini olarak kabul etmelerine karşın, yayın organları olan Hawar Dergisi’nde Kur’an-ı Kerim ayetleri ve hadisler yayınla-yarak dinî istismar yoluna gitmişlerdir.

Kürtler adına hareket ettiğini öne süren PKK te-rör örgütünün Lübnan’da 6 Nisan 1980’de düzenlediği

toplantıda alınan kararlar sonucunda ASALA, Türkiye içinde ve dışındaki Türklere karşı olumsuz faaliyetleri-ni PKK terör örgütüne bırakmıştır. PKK’nın Suriye, Irak, İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi gibi yerler-de kamplar kurarak dış devletlerce desteklenmesi, bı-rakın Zerdüştlüğü, dinî inancı bir afyon olarak görüp son yıllarda İslâmiyeti amaçları için istismar etmesi, mensupları arasında çok sayıda sünnetsiz bulunması, Hoybun’a çok benzediğinin kanıtlarıdır.

* Cemiyet’in başkanlığına C. A. Bedirhan getirildi. Hoy-bun Cemiyeti’nin başkanı W. Papazian olarak bilinme-sine rağmen, Papazian Ermeni Taşnakların olağanüstü temsilcisidir.

**Hawar Dergisi’nin ilk sayısı 15 Mayıs 1932’de çı-karılmış, ancak derginin zararlı neşriyatı nedeniyle Türkiye’ye girişi Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanmış-tır.

Kaynakça:

1. Azmi Süslü. Rum-Ermeni-Rum İşbilirliği ve Anadolu’daki Toplu Mezarlar, BELLETEN, Cilt: LVII - Sayı: 218 - Yıl: 1993 Nisan, 218. Tehcir Olayı ve Dü-şündükleri, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 28, Cilt: X, Mart 1994, http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=522

2. Mehmet Köçer, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Ağrı İsyanı, Cild 14, Sayfa 2, s.382-385

3.SarınayYusuf,HoybunCemiyetiveTürkiye’yeKarşıFaali-yetleri,AtatürkAraştırmaMerkeziDergisi,Sayı40,Cilt14,Mart1998 http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=464

4. A. Çay Her yönüyle Kürt Dosyası, Turan Kültür Vakfı Yayınları, Ankara 1996

5. H.Göktaş, Kürtler İsyan-ı tenkil, Alan Yayıncılık, Ekim 1991

25

Yusuf BİLTEKİN

İLK TÜRK CUMHURİYETİ’NİN KURUCUSU

MEHMET EMİN RESULZADE VE AZERBAYCAN

İnce

lem

e

31 Ocak 1884 tarihinde Bakü’nün Novhanı köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Hacı Molla Ali Ekber Resulzade, annesi ise Zal

kızı Ziynet Hanım’dır.Mehmet Emin Resulzade ilk siyasi faaliyetini

1904 yılında kurduğu Azerbaycanlı Genç İnkılapçılar cemiyetinde göstermiştir.

Resulzade’nin yazı hayatına geçişi 1903 yılında, Şahtahtalı Mehmet Ağa’nın Tiflis’te yayınladığı Şark-ı Rus gazetesinde Rusculuğa karşı bir yazısıyla başla-mıştır.

Mehmet Emin Bey 1905-1907 yıllarında sol ce-reyanı temsil eden Himmet, Tekâmül dergilerinin yazı işleri müdürü olmuştur.

Stoplin’in döneminde Himmet baskı görmeye başladı. Resulzade, I.M. Abilov ve D. Bünyadzade gibi yüzlerce grup üyesi İran’a sürgüne gitti.

1908-1910 yıllarında Resulzade, İran inkılabı hareketine katılmıştır. İran’da meşrutiyetin ilanı üze-rine, Tahran’da mücadelesine devam eden Resulzade, İran-ı Nev gazetesinin müdürü olmuş, İran’ın Rusya etkisinden kurtulması için sert yazılar yazmıştır. İran kabinesi üzerinde hâkim bir nüfuza sahip olan Rus el-çiliğinin isteği üzerine Resulzade, sınır dışı edilmesi

üzerine, İstanbul’a iltica etmiştir.1911 senesinde İstanbul’a gelmiş, Türk Ocağına

katılmış ve Türk Yurdu dergisinde yazılar yazmaya başlamıştır. Ünlü İslam düşünürü olan Şeyh Cemaled-din Efgani’nin Makalat-ı Cemaliyye’sinde Vahdet-i Cinsiyye felsefesini Farsçadan Türkçe’ye çevirip Türk Yurdu dergisinde yayınlamıştır.

1913 yılında Rusya’da çıkarılan genel af sayesin-de Bakü’ye dönebilmiştir. Burada Urucov kardeşlerin çıkardığı İkbal gazetesinin başyazarlığını yapmıştır.

1915 yılında Açık Söz gazetesini tesis etmiştir. “Açık Söz” ilk olarak Müslüman ve Tatar sözlerini Türk sözü ile değişmeye girişti ve millete “ Sen Türk-sün” dedi.

“Açık Söz” milleti aydınlatıyordu. Azerbaycan ve Kafkasya’nın mektepli gençleri arasında hatta Rusya darülfünunlarında okuyan talebeler içerisinde “Açık Söz”ün yaydığı milliyetçi fikir etrafında dernekler ve cemiyetler meydana geliyordu. Daha sonra bu kuruluş-lar birleşerek Müsavat Partisine dahil oldular.

1917 yılında Bakü’de toplanan Kafkasya Müslü-manları kongresinde Türk Adem-i Merkeziyet Partisi ile Müsavat Partisinin birleşmesi meselesi konuşul-muştur.

26Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

Bu iki partinin liderleri Resulzade ile Yususfbeyli Nesib Bey partilerinin birleşmesine karar vermişlerdir. Yeni kuruluş, Türk Adem-i Merkeziyet Milli Müsavat Partisi adını almıştır. Partinin genel başkanlığına Meh-met Emin Resulzade getirilmilştir.

Gürcistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine Mavera-yı Kafkasya seyminin Azerbaycanlı millet-vekilleri de kendileri hemen Azerbaycan şurasını ilan ederek başkanlığına Müsavat lideri Resulzade Meh-met Emin Bey’i seçmiştir. Bağımsızlık 28 Mayıs 1918 tarihinde ilan edildi. Bağımsızlık ilan edilir edilmez Osmanlı Devleti ile temasa geçilmiştir. Osmanlı Dev-leti Azerbaycan’a askeri yardımda bulunmayı vaad etmiştir. Azerbaycan bağımsızlığı 28 Nisan 1920 yılın-da sona ermiştir. Bakü petrollerini ele geçirmek için Moskof ordusu Azerbaycan’ı işgal etmiştir. Azerbay-can bayrağı üç renkten oluşmaktadır.Mavi: Türklüğü, kırmızı: çağdaşlığı, yeşil: İslam’ı temsil etmektedir.

Azerbaycan’ın bağımsızlığı İran’ı ve Rusya’yı tedirgin etmiştir. İran’ın tedirgin olmasının sebe-bi Azerbaycan’ın Osmanlı ile birlik olup Güney Azerbaycan’ı alır düşüncesi idi. İran’ın rahatsızlığını giderilmesi için dış yazışmalarda Kafkas Azerbaycan’ı ifadesi kullanıldı.

Rusya’nın Azerbaycan’ı işgalinin bir diğer nede-ni de Türk Birliğinden duyulan endişe olabilir.

Resulzade daha sonraları Türkiye’ye gelmiştir. Hayata gözlerini 6 Mart 1955 tarihinde yummuştur.

Kabri Cebeli Asri mezarlığındadır.Mehmet Emin Resulzade, Büyük Önder Mustafa

Kemal için şunları söylemiştir:“Ne İngiliz himayesi, ne Amerika mandası al-

tında değil, o kurtuluşu yalnız hakimiyeti milliyeye müstenid, bilakayduşart müstakil bir Türk devleti tesis etmekte görmüştü. Onun dileği : ‘Ya ölüm, Ya istik-lal‘ idi. Anadolu’ya O bu dilekle geçti, efsanevi İstik-lal Harbini başaran baş kahraman, Çanakkale zaferi üzerine, Sakarya ve Dumlupınar gibi zafer taçlarıyla bezendi. Tarihin üç büyük imparatorluğunu dizleri al-tına alarak istedikleri gibi parçalayan galipler, bir avuç Anadolu mücahitleri karşısında ricate mecbur kaldılar! “Başındaki kumandanı kaçmadıkça, Türk neferi hiç bir zaman kaçmaz” diyen büyük kumandanın sözü doğru çıktı. Ölüm beratı Sevr yırtıldı, istiklal vesikası “Lo-zan” yazıldı. Atatürk, bir milletin halâsını yalnız ken-disindeki kuvvetten beklemiştir. Bu fikir, onun gençli-ğe hitabında bilhassa belirtilmiştir. Muazzam eserinin müdafaasını emanet ettiği Türk Gençliğine “ Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diyen ATATÜRK’ün Türk köylüsü ile neferi hakkında-ki samimi fikirleri, malumdur. Ona göre, “Memleketin yegâne efendisi köylüdür!”, Ne mutlu Türküm diyene!

Bu en çok tekrarladığı bir şiardır.”

Mehmet Emin Resulzade’nin Unutulmaz Sözleri:

Milli Kültürün esasına dayanması ve milli de-mokratik Türk devletçiliği temeli üzerine kurulması itibariyle Azerbaycan, ilk Türk Devleti ve ilk Müslü-man Türk Cumhuriyetidir.Yıkıcı ve çökertici enter-nasyonalist ve kozmopolit fikirlerin önüne ancak milli bünyeyi kuvvetlendirmek ve sağlamlaştırmak suretiyle geçilebilir. Milletçilik fikri, en tabii, en medeni ve en ileri bir fikirdir. İlim ve kültürün gelişmesini ve yayıl-masını engellemek şöyle dursun, bu gelişme ve yayıl-manın en müessir ve en kuvvetli bir amilidir. Hem de insanlık kültürünün en tabii en normal inkişaf yoludur. Ey Gençlik! Senin uhdende büyük bir vazife var: Sen-den evvelki nesil yoktan bir bayrak, mukaddes bir ide-al remzi yarattı. Onu bin müşkülatla yücelterek dedi ki: Bir kere yükselen bayrak, bir daha inmez!

Elbette ki, sen onun ümidini kırmayacak, bu gün parlamento binası üzerinden Azerilerin yanık yürekle-rine inmiş bu bayrağı tekrar o bina üzerine dikecek ve bu yolda ya gazi veya şehit olacaksın!

Mehmet Emin Resulzade’nin eserleri:Azerbaycan Cumhuriyeti, Keyfiyeti Teşekkü-• lü ve Şimdiki VaziyetiAsrımızın Siyavuşu• İhtilalci Sosyalizmin İflası ve Demokrasinin • Geleceğ iMilliyet ve Bolşevizm• Rusyada Siyasi Vaziyet• İstiklal Mefkuresi ve Gençlik• Panturanizm ve Kafkasya Problemi• Ça ğdaş Azerbaycan Edebiyatı• Azerbaycan Şairi Genceli Nizami• Azerbaycan Kültür Gelenekleri• Ça ğdaş Azerbaycan Tarihi• Milli Tesanüt• Siyasi ve İlmi Makaleler•

Kaynakça

1. Sebahattin Şimşir, Mehmet emin Resulzade’nin Türkiye’deki Faaliyetleri ve Düşünceleri, TKAE, Ankara 1995.

2. Cemil Hasanlı, Azerbaycan Tarihi 1918-1920,AKD, Ankara 1998.

3. Mirza Bala Mehmedzade, Milli Azerbaycan Hareke-ti, AKD, Ankara 1991.

4. Süreyya Genceli Vataner, http://library.atilim.edu.tr/kurumsal/pdfs/080526.pdf .

5. http://www.yenidenergenekon.com/24-mehmet-emin-resulzade.

27

Bekir BALABAN

Şiir

1 Ocak1950’de Yozgat’ın Esenli kasaba-sında doğdu.İlkokulu doğduğu bu yerde okudu.Askerliğini Isparta-Egirdir Dağ

Komando Okulu ve Zincidere’de yaptı.Kayseri’ye yerleşti ve burada evlendi.

Kayseri’de çeşitli kuruluşlarda çalışırken Dedeman Ortaokulu’nun Akşam bölümüne devam etti.

Türk-İş’te çalıştı.

Şiirleri ve makaleleri Hergün, Ortadoğu, Mil-let, Yeni Düşünce, Kayseri Olay, Erciyes, Ekspres, Kayseri Meydan gibi ulusal ve yerel gazetelerde yayımlandı.

1966’dan beri şiir yazmaktadır.

2008’de “Deryaya Düşen Damla” adlı şiir kitabını yayımlayan ozan, bugünlerde ikinci kita-bını hazırlıyor.

Şiirlerinden örnekler:

MEZAR TAŞIMA

Azrail gelse de kapımı çalsaCanımı almadan arzumu sorsaEsaret altında bir tek Türk kalsaBil ki kurtarmaya mühlet isterim

Deryaya Düşen Damla’dan

YÂRİM VE BEN İsmet Demir Ağabeyime…Bağışla sevgilim sanma gidecekDemezdim kimseye ar’ımış gibiSenden başaka var mı kabul edecek?Sanki başka kapı varmış gibi

Gece gündüz hep beklerim kapınıYok olurum boş bıraksan ipimiAzaltma ne olur gönül hapımıSensiz dünya bana darmış gibi

İkrar verdim kararımdan döndüm mü?Aşkın yaktı bunca yıldır söndüm mü?Binbir türlü sevda vardı, kandım mı?Onlara kanan çok, kâr imiş gibi

Sana olan aşkım her gün artıyorHayırsız sevgili yanlış tartıyorSeni sevmek her ayıbı örtüyorDünya da terketti, yâr imiş gibi

Seni anlatmakla geçti bu hayatSensiz nefes alsam bilirim bayatİşmarın hadistir, sözlerin âyetBazen uyamadım, kör imiş gibi

Bunca sene hep yolunda ağladımÇilenle hüzünle gönül dağladımBalaban’ım sana umut bağladımGizlerim âlemden sırmış gibi

28

Mustafa Aykut AKŞİT

“ÇOK AÇILMA; BOĞULURSUN...!”

İnce

lem

e

Son dönemlerde dillere pelesenk olan şu “AÇILIM” sözcüğünün içinde ne var bir bakalım:

Önce “Kürt açılımı”, sonra “demokrasi açılımı,” en sonunda da “milli birlik açılımı” adları ile topluma deklare edilen ama gerçekte içi de dışı da kapalı bir proje…

Şimdiye kadar ortaya çıkan tek şey, AKP-DTP görüşmeleri ile PKK’nın siyasallaştırılması ve dağdan indirilip DTP’ye katılmasının sağlanması olduğu ger-çeğidir.

Konunun çerçevesini genişletelim:

Irak’ı işgal eden ABD istediğini elde edip ülke kaynaklarını ele geçirip (petrol başta olmak üzere) ga-rantiye aldıktan sonra, işbirlikçi Irak hükümetine or-dularını üç yıl içinde çekeceğini duyurmuştur. Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasını sağlamıştır. Bunu, AKP Hükümetinin verdiği tavizler sonucu başarmış-lardır. Öteden beri “Irak’ın toprak bütünlüğünden ya-nayız” savını Türkiye’ye, maalesef, yalatmışlardır.

PKK’nın kuruluş sebebi, Güney ve Doğu Anadolu’da sosyalist bir Kürdistan kurmaktı. (1972) İlk hedefleri feodal yapıyı yıkmaktı. Yöntemleri ise “silahlı mücadele”ydi. Silah için gerekli finansmanı yasadışı işler yapan kaçakçılar ve eroin tüccarlarından sağladılar. Ayrılıkçı Kürt zenginlerini vergiye bağladı-lar.

Ortadoğu petrollerinde 20’nci yüzyılın başların-dan beri gözü olan Fransa, Almanya, Hollanda, Bel-çika gibi devletlerin dikkati PKK hareketine çevrildi.Bölücü örgüte istihbarat, para, siyasi koruma ve eğitim desteği verdiler, Avrupa’da barınmalarını sağladılar. ABD’nin Mezopotamya’ya yerleşmesini istemiyorlar-dı ama engel olamadılar. NATO askeri varlığının müda-hale alanı Mastrich andlaşması ile genişletilince PKK taşeron örgüt haline getirildi. Artık İran ve Türkiye’de ihtiyaç duyuldukça saldırı emri alan, bombalama ey-lemlerinde kullanılacak bir örgüt olarak hizmet verdi-ler. APO, CIA tarafından sürüle sürüle hakimiyet ala-nından uzaklaştırılıp sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ne teslim edildi.

Türkiye’de muhafazakâr demokratlar ABD - AB desteği ile iktidara gelince; Cumhuriyet düşmanları, milli devlet kavramından nefret eden liberaller, ABD

kontrolündeki sivil toplum örgütleri harekete geçti. Ül-kemizde Cumhuriyet değerlerine, Atatürkçü ilkelere, Türk Silahlı Kuvvetlerine, adalet mekanizmasına açık-kapalı saldırılar başladı.

İçişleri Bakanlığına bağlı bir belediyenin başın-da bulunan Osman Baydemir’in öncülüğünü yaptığı ayrılıkçı Kürt aydınları, niyetlerini açıkça söyler ol-dular. Son seçimlerden sonra “Kürdistan’ın sınırları-nı çizdik”demeleri, Devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmak anlamı taşıdığı halde Türkiye Cumhuriyeti’ni korumaya yemin eden muhafazakar demokrat millet-vekillerinden tık çıkmadı. Zira, konuya milli ve siyasi açıdan değil, ekonomik çıkarlar açısından bakıyorlar-dı.

“Demokrasi” maskesi takınmış Soros besleme-leri, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Kırgızistan gibi ülkelerde renkli devrimler yapıp, hükümetleri Ameri-kalı haline getirirken, ülkemizde de bir benzeri yapıldı. Türk halkı da seyrediyordu. Yolsuzluk, yoksulluk ve Kürt açılımını perdelemek için “Ergenekon hareke-ti” başladı. Devlet, hukuk devleti olmaktan giderek uzaklaştı ve polis devletine dönüştü. Yasalarımızın te-rör örgütü saydığı PKK ile görüşmeler başladı. Hem de MİT Müsteşarı Sayın Taner tarafından sürdürülen görüşmeler… Ne yapılmak istendiğini sezen aydınlar, gazeteciler, bilim adamları Silivri’ye tıkıldı.

Dananın kuyruğu geçen ay koptu. Demokrasi ve barış sözlerinin arkasında gizlenen eylemin, Türk mil-letine hazmettire hazmettire kabul ettirilmek istenen üstü örtülü PKK affı olduğu ortaya çıktı.

Kandil’deki PKK hempalarına “uslu ve sessiz gelin” demeyi unutmuş olduklarından Türk Silah-

29Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

lı Kuvvetlerini, bir başka deyişle, Türk milletini dize getirdiklerini sanıp şamataya başlayınca, başta Sayın Başbakan olmak üzere bütün “AÇILIMCILAR” şok geçirdiler. Zira içtikleri bade ile sarhoş olup anarşist beyinleri kontrolden çıkanlar, içlerindeki gerçeği açık etmişlerdi. Meclise gelerek Cumhurbaşkanı, Başba-kan, Meclis Başkanına Karayılan’ın mektuplarını dün-ya basını önünde veremeyecek; DTP grubuna katılarak TBMM’de soyumuza sövemeyeceklerdi.

PKK bu hareketi ile; bizlerin yazıp çizip anla-tamadığımız ülkenin bölünme tehlikesi içinde olduğu gerçeğini Türk milleti yaşayıp görmüş oldu. Üç bu-çuk terörist AKP hükümetini aldatmayı başarmıştı. Kandil’deki bir zibidi, Cumhurbaşkanı’nı, Meclis Baş-kanını kendi seviyesinde sanma gafletine düşmüştü. Ya da ona bu cesaret verilmişti.

Ermeni açılımı dedikleri politik aldanmanın daha protokoller Meclis’e indirilmeden foyası çıktı. Sayın Başbakanımız “Karabağ sorunu çözülmeden pro-tokoller uygulanmaz” derken Ermenistan Devlet Başkanı “Protokoller içinde Karabağ yoktur. Zira Karabağ özerk bir devlettir” diyor. Kim kime takiy-ye uyguluyor belli değil.

Bu satırlar kaleme alındığında “AÇILIM” ile il-gili oturumda Sayın Başbakan’ın AKP Genel Başkanı sıfatı ile konuşacağı duyuruldu. O zaman soruyoruz: Hani bu bir devlet politikasıydı? İhale bir kaç bürok-rata mı kaldı?

PKK ve destekçileri karşısında AKP Hükümeti’nin uğradığı siyasi başarısızlığın iki gün sonrası yapılan kamuoyu yoklaması sonuçları Sayın Adil Gür tarafın-dan duyuruldu. AKP iki gün içinde %26 oy potansiye-

line inmişti. Şehit ve Gazi Dernekleri’nin tepkisi tüm milletten destek gördü. Esas kitleler sokağa inseydi ne yaparlardı?

Sayın Başbakan “Sıfır sorunlu ilişkiler” deyimi-ni ortaya attı. Devletler kendi menfaatlerini korurlar. Bugün olmayan çıkar çatışması ilerde bir gün ortaya çıkar. Hiç bir zaman sıfır sorunlu ilişki kurulamaz. Dolayısıyla, “sıfır sorunlu ilişkiler,” gerçekçi bir bakış açısı değildir.

Son seçimlerden sonra AKP yöneticilerine bir hal oldu. Ütopik söylemlerle gidip siyasi muhataplarının ne istediğini dinlemeden gelip basın açıklaması yapı-yorlar. Söyledikleri sözler gazete sayfalarına düşmeden karşı demeç gelip, onları yalancı durumuna düşürüyor. Sayın Başbakana bir tarihi olayı kısaca anlatalım:

Kartaca Kralı “Hanibal” güçlü bir ordu ile Roma Krallığına saldırıp yok etmeyi kafasına koyar. Ordusu-nu gemilerle Roma topraklarına çıkardıktan sonra ge-milerin yakılmasını emreder. Yanındaki akıllı general-leri “Yenilirsek yok oluruz. Gemiler olmadan ülkemize dönemeyiz” diye yalvarırlar. Gurur ve kibrinin etkisi altında olan Hanibal dediğini yaptırır.Sonunda Roma ordularına yenilen Kartacalılar canları gibi vatanlarını da kaybettiler.

Anadolu’da acemi yüzücüler “Çok açılma, boğu-lursun!” diye uyarılır. Çok açılmayın... Devletler arası ilişkilerde sizin ne hayal ettiğiniz değil, muhatapları-nızın ne istediği önemlidir. Sizden toprak istiyorlar. O topraklar milletindir. Bir zümre veya partinin değil... Yapıyorum derken yıkıyorsunuz.

Türk milletine kulak vermenizi salık veririz.

30

GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ÜRÜNLER (GDO)

Dr. Kemal SANDIK -Tarım ve Köyişleri Bakanlığı TÜGEM Eski Genel Müdürü

Sağl

ık

“Gıda Ve Yem Amaçlı Genetik Ya-pısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenme-

si, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair Yönet-melik” 26.10.2009 tarih ve 27388 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Çevre ve insan sağlığı yönünden önem-li riskler taşıdığı birçok ülkede yapılan araştır-malarla ortaya konulmuş olan GDO konusunda 2004 yılından beri “Biyogüvenlik Yasası” üzerin-de çalışmalar yürütülmekte idi. Ancak AKP Hü-kümetinin bu kanunun çıkarılmasını bekleme-den, Cartagena Protokolü’nde öngörülen ted-birlerin de gerisinde bir yaklaşımla hazırlanan bu Yönetmeliği alelacele çıkarması, bu konuda tartışmaları yeniden alevlendirmiştir.

Biyoteknoloji; Hücre, doku ve organ kül-türü, moleküler biyoloji, fizyoloji, biyokimya, mikrobiyoloji, moleküler genetik gibi doğa bi-limleri ile temel mühendislik ve bilgisayar bi-limlerinden yararlanarak, genetik ve moleküler DNA teknikleriyle bitki, canlıların genetik harita-larını çıkartmak, çoğaltmak, ıslah etmek, değiş-tirmek, geliştirmek, yeni ve az bulunan ürünleri yine canlılara (organizma, hücre ve dokulara) ürettirmek veya bunların daha fazla elde etmek için kullanılan teknolojilerin tümüdür.

Doku kültürü ve Genetik mühendisliği ol-mak üzere 2 ana kola ayrılır.

Genetik olarak değiştirilmiş ürün; ken-di türü ve diğer yakın cinsleri dışındaki bitki ve diğer canlılardan yabancı gen taşıyan ürün de-mektir. En çok üzerinde durulan ve tartışma ko-nusu olanlar ise değişik mikroorganizmalardan, bakterilerden ve hayvanlardan aktarılan genler-dir. Örneğin; bakteriden pamuğa, mısıra, doma-tese; fareden sığıra aktarılan genler.

GDO’lu ürünlerin dünyada üretim ve kabul durumu

1996 yılında Genetik Olarak Değiştirilmiş Ürünler çok az sayıda çiftçi ve ülke tarafından sadece 1.7 milyon ha alanda yetiştirilirken, 2003 yılında 68 milyon ha ve 2008 yılında 125 milyon hektar alanda bu ürünler üre-tilmiştir.

GDO’lu ürünlerin olumlu ve olumsuz yönleri

Biyoteknoloji ürünlerinin çevresel faydalar

da sağlayabileceğini savunanlara göre, artan entansif tarım ve verimlilik nedeniyle yeni alan-ların tarıma açılması önlenerek doğal hayatın ve biyolojik çeşitliliğin daralması yönünde oluşacak baskılar azalacaktır. Ayrıca, minimum toprak iş-leme uygulaması ile çevreye en uygun teknikler uygulanabilmektedir.

Bunun yanında, gerçekte bazı tereddütler ve riskler de söz konusudur. Her şeyden önce, bu ürünlerin ne kadar güvenilir olduğu, insan sağlığı, genetik yapısı ve çevre üzerindeki etki-lerini izleyecek ve değerlendirilecek kadar ye-terli zaman geçmemiştir.

GDO’lu ürünlerin Türkiye açısından

ekonomik önemi

Türkiye, ABD tohumculuk şirketleri için GDO’lu ürün ihracatında en az 1 milyar dolar-lık bir piyasadır. Türkiye, 435 bin ton ithalat ra-kamıyla ABD şirketlerinin ürettiği mısır ve soya yan ürünlerinin en önemli alıcısı durumundadır.

Dünyadaki toplam 12 bin 500 civarında-ki endemik türün 2 bin 500’ünün anavatanının Türkiye olduğunu dikkate alarak işin hem insan sağlığı yönünden, hem de çevre ve gıda güven-liği açısından ele almak faydalı olacaktır.

Çıkarılan Yönetmeliğin değerlendiril-

mesi

Madde 5/1’de; “Bu Yönetmelik hükümle-rine aykırı olan GDO’lu gıda ve yemlerin işleme ve tüketim amacıyla ithali, piyasaya sürülme-

31Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

si, tescili, ihracatı ve transit geçişleri yasaktır. Gümrük idarelerince bu Yönetmelik kapsamın-daki ürünler için GDO’ya ilişkin ek bir belge aranmaz.” denilmektedir.

Sayın Tarım Bakanı ”Bu Yönetmelikle GDO’lu ürünlerin ülkeye girişi engellenmektedir” dese dahi, bu maddenin anlamı gayet açıktır.

Bunun anlamı, “bu Yönetmeliğe uygun olmak kaydıyla GDO’lu ürünlerin ithali ser-besttir” demektir. Üstelik ek bir belge de aran-mayacağı belirtilmektedir.

Madde 5/2’de; “İthal edilen, üretilen veya dağıtımı yapılan GDO’lu gıda veya yemin çevre, insan veya hayvan sağlığı açısından olumsuzlu-ğu tespit edildiğinde, gıda veya yem işletmecisi sağlığı ve çevreyi korumak amacıyla gerekli ted-birleri almak, Bakanlığı, diğer ilgili mercileri ve tüketicileri acilen bilgilendirmek ve söz konusu gıda veya yemi, piyasadan geri çekmek zorun-dadır.” denilmektedir.

Devletin, resmi kurumları vasıtasıyla yürüt-mesi gereken denetleme görevinden vazgeçerek bu yetkiyi GDO üreticisi ve ithalatçısı firmaların inisiyatifine bırakmış olması kabul edilemez.

Hiçbir şirketin kendi GDO’lu ürünleri ile ilgili olumsuzlukları Bakanlığa bildirmesini ve tüketi-cileri uyararak bu ürünlerini geri çekmesini bek-lemek mümkün değildir. Hindistan’da GDO’lu pamuğun verimsiz ve zararlı olduğunu 19 araş-tırma söylediği halde, bu araştırmalar hiçbir fir-ma tarafından dikkate alınmamıştır.

Madde 5/3’de; “GDO lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır.” denilmek-tedir.

Çocuklar için zararlı görülen ve ülkeye girişi yasaklanan GDO’lar büyükler için zararsız mıdır? Bunların zararsızlığını nasıl kanıtlayabilirsiniz?

Madde 5/4’te; “İnsan ve hayvan tedavi-sinde kullanılan antibiyotiklere karşı direnç gen-leri içeren GDO ve ürünlerinin ithalatı ve piyasa-ya sunulması yasaktır.” denilmektedir.

Görüldüğü gibi, sadece antibiyotiğe direnç geni taşıyan GDO’lu gıdalar ile GDO’lu bebek mamalarının ülkeye girişi yasaklanmaktadır. Bu ürünlerin ülkeye giriş yapmadığının tespiti nasıl yapılacaktır? Bakanlık, denetimini yapmadığı bu ürünlerin ülkeye girip girmediğini nasıl denetle-yecektir?

Madde 5/7’de; “Gıda veya yemin % 0,5 ten fazla izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, işlenmesine, nakline, dağıtımına ve satışına izin verilmez” denilmektedir.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu madde ile, insan, hayvan ve çevre sağlığına zararlı ürünle-rin gıda ve yemlere birazcık karışmasının sakın-cası olmadığını söylemektedir.

Madde 5/8’de; “GDO’suz ürünlerin eti-ketinde ürünün GDO’suz olduğuna dair ifadeler bulunamaz.” denilmektedir.

Bu mantığa göre Tarım Bakanlığı, ürünlerin üzerindeki etiketlerine: “alkol kullanılmamıştır”, “katkı maddesi kullanılmamıştır”, “domuz eti kullanılmamıştır” yazılmasını da yasaklamalıdır.

Madde 9-l’de; “Türkiye flora ve faunası için potansiyel bir tehlike oluşturmasını engel-lemek üzere GDO’nun Türkiye’de yakın akraba ve yabanileri olan türlere ait olmadığını gösterir bilgi ve belgeler istenebilir” denilmektedir.

Bu madde, Hükümetin, GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye sokulmasının ülkenin flora ve fauna-sını yok edeceğini bile bile bunlara izin verdiğini göstermektedir.

SONUÇ

GDO’lu ürünlerin çevre ve insan sağlığı üzerindeki olumlu-olumsuz etkileri üzerindeki araştırma sonuçlarının görülmeden bu ürünleri gıda zincirine sokmanın çok ciddi riskleri olduğu görülmektedir.

GDO’lu ürünlerin insan ve hayvan sağlığına olumsuz etkileri, hayvanlar üzerinde yapılan bir-çok araştırma ile gösterilmiştir. İskoçya Rowett Enstitüsü’nden Dr. Arpad Pusztai’nin GD patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, ba-ğışıklık sistemlerinde çökme, kan yapılarında bozulma ve mide çeperlerinde kalınlaşma görül-müştür.

GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların ve ürünlerinin de GDO’lu sayılması ve dolayısıyla buna uygun etiketlenmelerine ilişkin hiçbir mad-denin Yönetmelikte yer almaması da insan sağ-lığının hiçe sayıldığının göstergelerinden biridir.

GDO’lu ürünlerin insan sağlığı üzerinde olumsuz etkilerinin olabileceği “şüphesi” dahi bu konuda çok daha dikkatli ve tedbirli olmamı-zı gerektirmelidir. İnsan sağlığını bu derece ya-kından ilgilendiren böylesine hassas bir konuda çıkarılan bu Yönetmelikte insan sağlığı ve çevre-nin gözardı edildiği görülmektedir. Yönetmeliğin, Biyogüvenlik Yasası beklenilmeden devreye so-kulması da bu Yönetmeliğin başka bir ülke veya ülkelerin menfaatine hizmet edeceği kuşkusunu yaratmaktadır.

32

SAĞLIKLI ÇOCUKLAR VE GELECEK NESİLLER

İbrahim GÜNGÖR - Uzman Psikolojik Danışman

İnce

lem

e

Çocuk sahibi olmak bütün anne baba-ların en büyük arzusudur. Bu nedenle çocuklar bir ailenin en değerli varlık-

larıdır. Bakış açımızı aileden topluma doğru değiştir-diğimizde, aslında çocukların bir toplumun da en de-ğerli varlıkları olduğunu görüyoruz. Çünkü bir ülkeyi, bir milleti oluşturan insanların hepsi önce çocuktular, daha sonra o milletin birer yetişkin üyesi oldular. Bu nedenle çocuk yetiştirmek dar bir bakış açısıyla aile-lerin sorumluluklarında ve onların görevi gibi görül-se de aslında çocuk yetiştirmek millet açısından nesil yetiştirmektir ve hem milletin hem de devletin çocuk yetirmeyle ilgili sorumlulukları vardır. Bu yazıda daha çok aile açısından meseleye bakmaya, konu üzerindeki tespitlerimizi aktarmaya çalışacağız.

Çocuk yetiştirme dendiğinde daha çok çocuğun doğumundan sonraki dönem akla gelmektedir. Yani bebeklikten genç yetişkin oluncaya kadar olan yaklaşık 20-25 yıllık dönemi kapsar. Bu rakamlar ele alınan öl-çütlere göre değişebilir ama çocuk yetiştirmenin onun maddi bakımdan bağımsız olmasıyla da ilgili olduğunu düşünürsek, bu süre makul sürelerdir. Ayrıca toplumlar endüstrileştikçe ve eğitim süreleri uzadıkça yaş daha da büyümektedir. Yani çocuk yetiştirmenin çocuğun fiziksel olarak yetişkin şekline gelmesi demek olma-

dığı ifade edilmekte-dir. Konu bebeklikten bağımsız bir genç ye-tişkin oluncaya kadar geçen süreçtir. Bu da sadece fiziksel gelişimi kapsamamaktadır.

Çocuk yetiştirme ile ilgili yanlışlıklara bakıldığında çocuk sa-hibi olan kişilerin konu hakkında yeterli bilgi-

lerinin olmadığı sıklıkla görülmektedir. Bu durum ister istemez evlilik kuru-mu üzerinde de durulması gerektiği düşüncesini do-ğuruyor. Gerek çocukların yetiştirilmesiyle ilgili ge-rekse evlilik sorunlarıyla ilgili yaşananlar insanların bu konular üzerinde eğitil-meleri gerektiğini gösteri-yor.

Günlük olaylardan yola çıkacak olursak, örneğin otomobil alırken ya da herhangi bir beyaz eşya veya elektronik bir cihaz alırken marka ve model karşılaş-tırmaları yapıyoruz. Özellikleri hakkında kafa yorarak, en iyi özellikleri bünyesinde barındıran ürünü en uy-gun fiyata almaya çalışıyoruz. Bunun için araştırıyo-ruz, tanıdıklarımızın fikirlerini alıyoruz. Bütün bunları ne için yapıyoruz? En doğru kararı vermek ve en iyisi-ne sahip olmak için. Fakat aynı konu evlilik ya da ço-cuk sahibi olma konusuna geldiğinde bu kadar hassas olmuyoruz. Toplumun tamamına genellenmesi belki mümkün değil ancak yaşanan sorunlar ve genel eğitim düzeyimiz, toplumun büyük çoğunluğu için doğru ol-duğu kanaatini uyandırmaktadır. Özelde insanların, ge-nelde toplumların eğitim düzeyleri yükseldikçe belirli yanlışlıkların azalması beklenebilir. Bu durum evlilik ve çocuk yetiştirme konusu için de geçerlidir. Ancak ister eğitimli ister eğitimsiz olsun Türk milletinin gele-ceği için öncelikle ileride anne baba olacak çocukları-mızın, gerek örgün eğitim kurumları olan okullarda ge-rekse halk eğitimi açısından diğer eğitim kurumlarında konuyla ilgili olarak eğitilmesi gerekmektedir.

Örneğin, evlilik için resmî kurumlara başvuran-lardan belirli bir saat evlilikle ilgili olarak evlilikte eş seçimi, iletişim, ev ekonomisi, hamilelik döne-

33Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

mi özellikleri, bebek bakımı, çocuk yetirme vb. gibi konularda eğitim almaları şartı getirilebilir. Hatta bu eğitim bu kuruluşlar tarafından da verilebilir. Topluma hizmet etmeyi ilke edinen sivil toplum kuruluşları da bu konuyu benimseyerek faaliyetlerinde eğitime önem vermeleri gerekmektedir. Toplumun ise konu üzerinde dikkati çekilerek hassasiyet kazandırılmalıdır. Sonuçta gelişmiş toplumlar alışkanlıkları ile değil bilgi ile ha-

reket eden toplumlar-dır. Toplumların ken-di kendisini eğitme becerisi iddiası olan toplumlar için önemli ve hayatî bir öneme sahiptir.

Özetle, evliliğe hazırlanan çiftlerin gerek örgün eğitim kurumlarında eğitim

alırken, gerekse daha sonra yetişkin hayatında evlilikle ve çocuk yetiştirme ile ilgili konularda mutlaka eği-timden geçirilmeleri gerekmektedir. Bu sayede hem evliliklerdeki sorunlar hem de çocuk yetiştirmede sık yapılan yanlışlar azaltılacaktır. Bu sayede bu milletin bazı evlatları bilgisizlikten kaynaklanan ihmallerden dolayı hasta olmayacak, yaşam kalitesi düşmeyecek, sürekli bakıma muhtaç olarak ailesine ve devletine yük olmayacaktır. Gelecek kuşaklar bilinçli anne ve babaların yetiştirdikleri çocuklar ile sağlıklı ve güçlü olacaklar. Bu sayede Türk milleti güçlü olacaktır. Çün-kü artık tehdit de tuzak da çoktur. Çevre kirliliğinden geni değiştirilmiş gıdalara kadar birçok konuda bilgili olunmadan sağlıklı bir yaşam, sağlıklı bir kuşak pek mümkün görünmemektedir.

Gelecek yazılarımızda çocuk yetiştirme ve çocuk yetiştirmede anne baba tutumları vb. gibi konularda bilgiler vermeye çalışacağımı ifade ederek saygılar, sevgiler sunuyorum.

34İn

cele

me

GBA…Osman KARABABA

Gördünüz mü son aylarda aziz vatanımıza atılan, “geni bozuk açılım” tohumunun nasıl saçaklandığını, dallanıp budaklandı-

ğını?

Nasıl aldı başını gidiyor ama?

AB Açılımı, Kürt Açılımı, Ermeni Açılımı, Kıbrıs Açılımı, Yunan Açılımı, Darbe Açılımı, Demokrasi Açı-lımı, Alevi Açılımı, Osmanlı Açılımı, İkinci Anadil Açı-lımı, Atatürk’ü Yok Etme Açılımı, Ilımlı İslam Açılımı, TSK’ yı Sindirme Açılımı…

Daha sayalım mı? “Açılım”, “açılım”ı açıyor ve her biri bin virüs saçıyor.

Dünyada her nesnenin bir geni var, bir rengi var, boyutu var, duvarı, pervazı, ezeli var. Neticede bir sınırı, bir namusu var.

O halde bu “açılımlar” neyden üretildi? Nerde mek-tebi? Nedir mezhebi, Neden bana uymuyor geni, niçin bozuk rengi? Hiç düşündünüz mü?

Var mı dünyada dengi?

Bulunmaz! Bu sadece dünyada Türkler için üretildi. Geni değiştirilmiş gıdaların dünyanın altını üstüne geçir-diği gibi bu da öyle yapacak!

Binince “deve”ye, anlarsınız bu gidiş nereye?

Bir sosyal frengi! Büyülü, gizemli, şeytan tüylü, alımlı, çalımlı, resmi korumalı… Ne “keramet” bir şey bu “yosma”?!

Sorumsuz, sorguya gelmez, hesaba çekilmez. Utan-maz. Fütursuz. Kontrolsüz…

Üreme hızı, füze… Onunla yol öğrettik hırsıza, soy-suza, yolsuza, arsıza…

Fahişe gibi… Herkese söz veriyor, göz kırpıyor… Hopluyor, zıplıyor; gün geçtikçe cerahat topluyor.

“Yosma”da kimlerin ne “âh”ı var bilir misiniz?

İşte! Ermeni Sarkisyan “açılım”la “soykırım” haltı-nı yiyor; bizden toprak istiyor!

Fener Rum Patriği, ekümenlik peşinde; bizi ABD’ye şikayete gidiyor.

Yunan, ezeli kinini güdüyor.

Genleri bozuk bu “açılımlar” ın… Herkese, her yere bulaşıyor, sanki “domuz gribi”…

Resmi şöhret!

Kırmızı halılar döşeniyor yollarına… Yeter ki ezip geçsin kırmızı çizgileri…

Her şey ona pervane, saçının teline yüz bin he-ves… Hemen herkes ondan istifade etmek sevdasında…Parmak atmak, nikahsız yatmak, sürüye katmak, üç cevi-ze satmak…

“Yosma”da kimlerin ne “âh”ı var bilir misiniz?

İhanet, dağların tepesinde…Piyonlar; zilli, zurnalı kahpelik peşinde, ağaları Türk’ün ensesinde… Beyinsiz-ler, iktidara şirin görünmek hevesinde…

“Açılımlar”da bulursunuz kişilerin huyunu. Açın yosmanın koynunu, bakın ne yılanlar çıkacak!

İşte! Afyon’da geberen Yunan keferelerini “şehit” mertebesine yücelterek “Yunan Şehitleri Anıtı” dikmek isteyen Belediye Başkanının garip ahvali …

Trabzon’da Sümela Manastırı’nı ayine açıp Pon-tus Rum’u hortlatmak isteyen vali?!

T.C. Nüfus Kütüğü’nde Kürtçe isim teranesiyle doğurduğu eniği kağıt üzerinde aslan yapmak isteyen ihanetin piyonu…

Ya, Türkiye-Ermeni maçında Bursa’da Azerbay-can bayrağının WC kutusuna atılması nasıl bir zihni-yetin oyunu?

Milli mücadelede hainlik yapanların soyu, şimdi “açılım”a sarıldı ya! “Global Sömürü” açılımla yatmış pusuya.

“Açılım” bir kalkan. Güya demokratik; lakin de-mokrasiye düşman!

Şehit yakınları ve gazilerin vatanın kalbi TBMM’de Türk bayrağıyla bulunmalarını mahzurlu gö-renlerin bilir misiniz kimler olduğunu ve kimlere çanak tuttuğunu?

Kahramanmaraş’ta stadyuma Türk bayrağının gir-mesini sakıncalı bulan ve

90 yıl önce Fransız keferesinin yapamadığını bu millete reva gören “yalakalar” kimlere sallıyor kuyruğu-nu?

Haramiler, caniler, ihanet çeteleri, bebek katilleri, eşkıyalar.. dağdan düz ovaya törenle indirildi, devlet eliy-le, davulla, zurnayla şehit mezarları çiğnetildi ya!..

Anlayabildiniz mi “açılım”ın genlerinin neyden ol-duğunu?

Rabbim ne korkunç bir rüya!

35

AZERBAYCAN -TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE SAPMALAR

Hakan BOZDOĞAN

“İki devlet tek millet” söylemiyle başlayan dok-sanlı yılların getirdiği özlenen atmosfer, son günlerde yapılan ve içeriği belirsiz açılımlara

kurban gitmiş durumdadır. Ermeni Diasporasının yönlen-dirmesi sonucu işgal edilen Dağlık Karabağ’daki işgal so-runu halledilmeden Türk-Ermeni ilişkilerinin diplomatik düzeyde asla başlamaması Türkiye açısından bir devlet politikası olarak sürdürülmekteydi. Ancak, ne tuhaftır ki AKP Hükümeti Türkiye’nin oturmuş bütün politikalarını ister Türkiye’nin menfaatine olsun, ister olmasın değiştir-meyi siyasi başarı olarak görmektedir. Bu durum, binlerce yıldır aynı geçmişe sahip bir millet, ama şimdi iki devlet yapısında kimsenin ayırmaya gücünün yetmediği ayrılık tohumlarını yeşertmektedir.

Sovyetler Birliği döneminde bile böyle bir ayrışma asla söz konusu olmamıştı. Sovyetlerin tecride dayalı ağır politikaları Azeri Türklerini hiçbir zaman Türkiye’den ko-paramamıştı.

Ancak emperyalizmin yumuşak oyunları Azeri Türk-leri ile aramıza onarılması güç yaralar açmıştır. AKP Hü-kümeti ve onun atadığı cumhurbaşkanı ikili oyunlarla nasıl Türk kamuoyunu uyutuyorlarsa Azeri Türklerini de uyu-tacaklarını zannettiler. Ancak durum hiç de onların plan-ladığı gibi yürümedi. AKP Hükümetine yaranmak isteyen Bursa valisi, Azerbaycan bayraklarının maça getirilmesini yasakladı. Kamuoyunun tepkisi karşısında geri adım ata-rak olayı FİFA’ya havale ettiler. Ve FİFA’nın emirlerini can siperane bir şekilde gerçekleştirdiler. Hatta bazı görevliler Azeri bayrağını çöpe atacak kadar işi ileri götürdüler. Bü-tün bunlar, ABD’nin talimatlarını harfiyen yerine getirmek-ten başka bir şey değildir. Çünkü Ermenistan ilişkilerinin düzeltilmesinde Türkiye’nin hiçbir menfaati bulunmamak-tadır.

ABD başkanı Obama’nın TBMM’de konuşmasının ardından meydana gelen “açılım” trafiğine Azeri Türkleri feda edilmiştir. ABD’yi ve dolayısıyla Ermenileri gücen-dirmektense Azeri Türklerini gücendirmeyi tercih eden bir Hükümet, Türkiye’nin milli menfaatlerini nasıl yerine geti-recektir? Üstelik Azerbaycan için hayati bir önem niteliğin-de olan ve Türkiye’nin de Azeri kardeşleri için yıllarca bü-tün dünyanın dayatmalarına karşı koyduğu Dağlık Karabağ konusunda Ermenistan asla geri adım atmayacağını açıkla-mışken, Hükümetin Ermenilere gösterdiği aşk derecesin-de gözü kapalı sevgiyi anlamak mümkün değildir. Basına yansıyan birkaç söylemde Ermeniler olayı hiç çekinmeden dile getirmişlerdir:

— Azerbaycan’a, Karabağ sorunu çözülmeden, Erme-nistan sınırlarını açmayacağı sözü veren Türk Hükümeti’nin ne yapacağı merak ediliyor.

— Ermeni Dışişleri Bakanı Edward Nalbantyan Reu-ters Ajansı’na verdiği röportajda, “Türkiye ile Ermenistan arasında müzakereler sonuçlanmış ve diplomatik ilişki-lerin kurulması ile sınırların açılması için protokoller imzalanmıştır. Bu protokolleri onaylayıp uygulamaya-caksak neden imzaladık? Bütün uluslararası kamuoyu bunların bir an önce uygulanmasını ve protokollerdeki ifadelere saygı gösterilmesini istiyor” dedi. Dağlık Kara-bağ sorununun Türk - Ermeni ilişkilerinden tamamen ba-ğımsız bir sorun olduğunu söyledi.

Sorumluluk protokolü uygulamayanda olur.

-Nalbantyan “Eğer bir taraf protokollerin onaylan-ması ve uygulanmasını erteleyecek, bu konuda sorun-lar çıkaracaksa ortaya çıkacak olan olumsuz sonuçların sorumluluğunu da o taraf üstlenir. Dağlık Karabağ so-rununun Türk-Ermeni ilişkilerinden bağımsız olduğu sadece Ermenistan’ın değil uluslararası toplumun da görüşüdür” ifadesini kullandı.

Bu ve benzeri açıklamalar açıkça göstermektedir ki, Türkiye’nin Ermenilerin isteklerini yerine getirmekle hiç-bir şey elde edemeyeceği açıkça ortadadır. O zaman, AKP Hükümeti ve Cumhurbaşkanının bu konuya canla başla eğilmelerinin tek bir açıklaması kalıyor; o da ABD’nin Türkiye’den yerine getirmesini istediği talimatları… Gerek Başbakanın gerekse Dışişleri Bakanının Azerbaycan gezisi sırasında yaptığı açıklamaların, Nalbantyan’ın ifadesiyle ,“İç kamuoyunu rahatlatmaya yönelik adımlar!” olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak ne ilginçtir ki, AKP hükümetinden Ermenilerin yaptıkları bu açıklamalara ne bir tepki, ne de bir yalanlama gelmiştir. O halde her şey Ermenileri istekleri doğrultusun-da süratle yerine getirtmektedir. Ortada tek bir sorun ka-lıyor; o da Türk kamuoyunun bu gelişmeleri hazmetmesi. Bu da tabiî ki AKP için hiç sorun değildir. Çünkü toplumu etkileme ve değiştirmede kullandığı tılsımı Ermenilerle ilişkileri düzelmede de kullanacaktır.

Başbakanın ifadesiyle bunu hazmettire hazmettire yerine getirecektir. Baktılar biraz tepki yükseliyor, hemen İsrail kozunu ileri sürecekler, o da tutmayınca gündeme bomba etkisi yapan raflarda bekletilen bir belgeyi sunacak-lar, o da tutmazsa Başbakanı ya da Hükümeti mağdur gös-terecek bir senaryoyu uygulamaya koyacaklardır.

“Ermeni açılımı” aslında bir denemedir. Eğer tutarsa bunun Kıbrıs ayağı vardır. Kıbrıslı Rumlar büyük bir me-rakla Ermeni açılımını beklemektedirler. Biliyorlar ki ora-da sağlanan bir başarı, kendi önlerinin de açılmasına neden olacaktır.

İnce

lem

e

36

Yıldırım Orduları Grup Kumandanı Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a geldiği gün, 61 parça savaş gemisinden müteşekkil İtilaf Devletleri

donanmasını boğazda demirlemiş gördü. İstanbul, fiilen işgal edilmişti. Tarih: 13 Kasım 1918…

16 Mayıs 1919’a kadar geçen altı aylık sürede M.Kemal Paşa’nın kafasını hep şu soru işgal etti: Ne yapılabilir? Vatanseverliğine ve kişiliğine güvendiği arkadaşlarıyla her zaman bu soruyu tartışıyordu. Sonunda, mücadeleye Anadolu’dan başlamak fikri kafasında netleşti. Bunu şu sözlerle anlatır:

“Kendi kendime şu kararı verdim: Münasip bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felâketi haber vermek.”1

Münasip fırsat bekleyen M.Kemal Paşa, İstanbul’da hiç boş durmadı, Millî Mücadele’nin stratejisini tespit etti. Türk milletini kurtarmak yolunda verdiği kararlar, kafasında bir sır olarak duruyordu. Bu sırdan parçalar, anca sırası ve yeri geldikçe açıklanacaktı.

Başta askerler olmak üzere Osmanlı Devlet adamları ve işgal kuvvetlerinin ileri gelenleriyle temaslar kuruyor, onların hedef ve politikalarını öğrenmeye çalışıyordu. Bazen de Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen insanlarla görüşüyordu. Bunlar, yüreklerinde vatan kaygısı duyan insanlardı.

M.Kemal Paşa, bölgesel kurtuluş reçetelerine itibar etmiyordu. Kendisine “Başımıza geçer misiniz?” teklifini yapan Trakya-Paşaeli Müdafaai Hukuk Teşkilâtı üyelerine şu cevabı vermişti: “Böyle parça parça çalışacağımıza, bütün memleket mukadderatını idare edecek, ele alacak bir teşekkül meydana getirip beraber çalışsak nasıl olur.”2

Mustafa Kemal Paşa, başlatacağı mücadelenin hazırlıklarını yaparken Anadolu’ya geçmesi için uygun fırsatın Nisan 1919’da ortaya çıktığını görüyoruz:

Samsun ve çevresinde Rum çeteleri faaliyetlerini artırmışlardı. Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyorlardı. Bu zulüm üzerine Türkler de, mecburen silahlanmışlar ve karşı koymak mecburiyetinde kalmışlardı. Bölgede asayiş ve huzur kalmamıştı. Bu durum, hem Osmanlı Hükümetini hem de İşgal güçlerini rahatsız ediyordu.

Osmanlı yönetimi rahatsızdı. Zira İtilaf devletleri, Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7’inci maddesine göre bölgeyi işgal edebilirlerdi. Bunun engellenmesi gerekiyordu.

İşgal kuvvetlerinin komutanları da Samsun olaylarından rahatsız idiler. Türklerin silahlandıklarını ve bir direniş

başlattıklarını düşünüyor, bu direnişin bütün Anadolu’ya yayılmasından endişe ediyorlardı.

Sonunda, sorunu halletmek üzere, ortak bir yol üzerinde anlaşmaya varıldı: Bölgeye olağanüstü yetkilerle, muktedir ve güvenilir bir komutanın gönderilmesi, tek çıkar yol olarak görüldü.

Aynı günlerde, Osmanlı Genelkurmayını meşgul eden bir başka konu da orduyu sefer halinden hazar haline getirmek amacıyla ordu komutanlıklarının yerini dolduracak müfettişlikler ihdas etme çalışmasıydı. Mondros Ateşkes Anlaşması’na göre ötede beride dağınık bulunan silah ve cephanenin toplanması, belli depolara nakledilmesi gerekiyordu. Bu konuda da İngilizlerle anlaşma sağlandı.

Sıra, Samsun bölgesinde asayişi sağlayacak, Anadolu’nun muhtelif yerlerindeki silah ve teçhizatı belirlenen depolara sevk edecek ve ortaya çıkma olasılığı bulunan millî direnişi bastıracak kişiyi belirlemeye gelmişti. Bu kişi Mustafa Kemal Paşa olabilirdi. Çok önemli bir fırsat ortaya çıkmıştı.

Çok önemli bir fırsat ortaya çıkmıştı ama Mustafa Kemal Paşa’nın bu göreve atanabilmesi için şu barajları geçmesi gerekiyordu: Genelkurmay, Harbiye Nezareti (Millî Savunma Bakanlığı), Sadrazam ve Hükümet, Padişah, İşgal kuvvetleri komutanlığı… Mustafa Kemal, bu barajların hepsini de aştı. Sebepler halk eden Allah, Türk milletinin yanındaydı.

Mustafa Kemal Paşa’nın 9’uncu Ordu Müfettişliği’ne seçilmesi, üzerinde çok durulması ve aydınlatılması gereken bir durumdur. Kafalarda hiçbir şüphenin kalmaması için, “niçin Mustafa Kemal?” sorusu yanıtlanmalıdır:

Her şeyden önce, Mustafa Kemal, çeşitli harplerde •komutan olarak göreve yapmış ve başarılı olmuş genç bir komutandır. Kendisine verilen bu görevi de en güzel şekilde yapacağından kuşku duyulmamıştır.

SAMSUN’A DOĞRUMUSTAFA KEMAL’İN ANADOLU’YA GEÇİŞİ

Tari

h

Mustafa ÖZTÜRK

37Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

M.Kemal Paşa, Osmanlı Devleti’ni savaşa sokan •ittihatçılardan biri değildir. Onlarla anlaşamamış araya hep mesafe koymuştur. Bu husus, İngilizler açısından da Osmanlı Hükümeti ve Padişah Vahidettin açısından da Mustafa Kemal lehine bir kanaat yaratmıştır.

M.Kemal Paşa, harp boyunca Alman komutanları •sevmemiş ve onlarla anlaşamamıştır.

Osmanlı Padişahı Vahidettin, Mustafa Kemal’e •güvenmektedir.

Genelkurmay’daki askerler Mustafa Kemal’i •tanımakta ve ona güvenmektedir. Belki de Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmekteki asıl maksadını bilen veya hisseden sadece onlardır.

Mustafa Kemal Paşa’nın 9’uncu Ordu Müfettişliğine •atanmasına Genelkurmay’daki silah arkadaşları dışında Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin bazı üyeleri de yardımcı olmuşlardır. Bunlar, Ali Fuat Paşa aracılığıyla tanıştığı Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey ve Bahriye Nazırı Avni Paşa’dır. Avni Paşa, Mustafa Kemal’in dostu Harbiye Nazırı Şakir Paşa’nın damadıdır. Demek ki, Mustafa Kemal, yeri ve zamanı gelince, şahsî yakınlık ve dostlukları millî çıkarlar için devreye sokmaktadır.

Şu hususu önemle ve açıkça belirtmeliyiz: Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesi olayında gönderenler ile gönderilenin amaçları bir değildir. Bunu, yukarıda açıkladık. Mustafa Kemal, NUTUK’ta şöyle der: “Bana bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler.” Hayalet Süvari’nin yazarı Ray Brock da şunları söylemektedir: “General Milne ve Sultan, Anadolu’daki direnişin tasfiyesine karar verdiler. Bir Türk subayı Anadolu’nun içlerine gönderilecek, tüm silahları teslim alacak, İttihat ve Terakki Komitesi’nin yerel toplantılarına son verecekti. Vahidettin bu iş için Kemal’i görevlendirdi.”3 Bu bilgiler doğrudur. Nitekim, Mustafa Kemal Anadolu’da millî hareket yönünde çalışmaya başlayınca, görevden azledilecek ve İstanbul’a dönmesi istenecektir.

Mustafa Kemal’in Millî Mücadele’yi başlatması için Vahidettin tarafından Anadolu’ya gönderildiği tezi doğru değildir. Yıldız Sarayı’nda 16 Mayıs 1919 tarihinde gerçekleşen görüşme, tarihî bir gerçektir. Mustafa Kemal, Samsun’a hareket edeceği gün protokol ve nezaket gereği Padişahı ziyaret etmiştir. Bu ziyarette Padişah’ın söylediği “Paşa, Paşa… Devleti kurtarabilirsin.” sözü tek başına, söz konusu tezin delili olamaz. Çünkü “devleti kurtarmak”tan Vahidettin’in anladığı başka, Mustafa Kemal’inki başkadır. Hilafet ve Saltanat ile Osmanlı hanedanının korunması dışında Padişah’ın bir beklentisi yoktur. İngilizlerin lütfuna sığınmıştır ve onları yenilemez görmektedir. Bu yüzden, İtilaf devletlerine direnmeyi zararlı saymaktadır. 30 Mart 1919’da Damat Ferit aracılığıyla İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorp’a gönderdiği tasarıda, özetle, “Osmanlı İmparatorluğunun 15 yıl müddetle İngiliz sömürgesi olması”nı istemiştir.4 Böyle bir padişah, Anadolu’da millî bir hareketinin başlamasını ister mi?

Mustafa Kemal ise, millî hâkimiyete dayanan tam bağımsız ve çağdaş bir Türkiye kurmak için yollara düşmüştür. Bu kararın dayandığı muhakeme ve mantığı şu

sözlerle anlatır: “Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemez.

Yabancı bir devletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten, bu seviyesizliğe düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Hâlbuki Türk’ün haysiyeti ve gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, mahvolsun daha iyidir!...

Öyleyse ya istiklâl, ya ölüm!”5

Mustafa Kemal Paşa, 16 Mayıs 1919 tarihinde Bandırma vapuru ile İstanbul’dan hareket eder. Bir gün önce, gemisinin batırılacağı istihbaratını aldığı için endişelidir. Kız Kulesi önlerine geldiklerinde İngilizler tarafından gemi tepeden tırnağa aranır. Gemi demir alıp ilerlerken M.Kemal güvertedeki arkadaşlarına şunları söyler:

“Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe ve silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde… Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve imanı götürüyoruz.”6

İdeal ve imanla dolu yürekler, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaştılar. Türk tarihinde yeni bir devir açılıyor, Anadolu’da destansı bir mücadele başlıyordu.

90 Yıl SonraTürkiye’nin bugünkü manzarası, 90 yıl önceki

manzaraya çok benziyor: Batılı emperyalist devletlerin Büyük Ermenistan ve

Kürdistan emelleri hortlatılmıştır. Vatan,toprağı devleti oluşturan en önemli unsur olduğu halde kapış kapış yabancılara satılmaktadır. Milli egemenlik sözde kalmıştır: Ülkede ABD ve AB’nin istekleri emir sayılıp anında yapılmaktadır.

Türk Milliyetçileri horlanırken yabancıların örgütlenmelerinin önündeki tüm engeller kaldırılmaktadır.

“Milli devlet” olarak kurulan Türkiye, Batılı devletlerin öngördüğü şekilde dönüştürülmekte, diğer biri ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti tasfiye edilmektedir. Kürt açılımı adı verilen süreç bu amaçla devreye sokulmuştur.

Ülkede halk çaresiz, ümitsiz… Türkiye, 90 yıl öncesinden çok farklı bir işgale uğramış gibidir.

Halk, zuhur edecek yeni kurtarıcısını bekliyor. Tıpkı 90 yıl önce olduğu gibi.

(Endnotes)Dipnotlar:1.SabahattinSelek,Anadoluİhtilâli,Sf:202,3.Baskı,İstanbul1962.SabahattinSelek,Anadoluİhtilâli,Sf:203,3.Baskı,İstanbul1963.RayBrock,HayaletSüvari,Sf:233,BirharfYayınları,20044.TurgutÖzakman,ŞuÇılgınTürkler,Sf=17,361.basım5.MustafaKemal,Nutuk,Sf:16-17,1000TemelEser,İstanbul19736.HulkiCevizoğlu,İşgalveDireniş,Sf:100,1.Baskı,2007

38

UYURSAN ÖLÜRSÜN !...UYURSAN HERKES ÖLÜR!

Ankara Kızılcahamam’da bir sedir ağacı…….kurumuş….bir daha yeşermeyecek…bir anıt ağaç…kuru dallarından altıbin üçyüz şehidi-

mizin künyesi sarkıyor..altıbin üçyüz şehid bir daha yeşer-meyecek….

Cumhuriyetimizin kuruluş yıldönümüne her yıl bir yenisi eklendiğinde o yıla ülke olarak nasıl girmiş olduğu-muzun bir muhasebesini yaparım. Yıldönümlerinin genel olarak amacı da budur zaten.

Gözlerinizi kapatıp, kapınıza gelmiş, dayanmış olan toplumsal huzurunuzu ve güvenliğinizi tehdit eden kem gözleri ve altınızdaki toprakları oyma amacıyla tüm vasıta-ları seferber ederek gizli bir iradeyi kararlıkla ortaya koyan köstebeklere karşı gerçek bir köstebek körlüğüyle bakarca-sına kutlama coşkusu ve sarhoşlukla anma törenleri yapmak değil, geçmişe dönerek yaşanan olaylarda hangi senaryo bu ülkede hangi amaçlarla, kimler tarafından, ne şekilde sergi-lendi bunu bugünün senaryoları ile mukayese edip,”çıkar” denen kavramın tarihin tekrar sayfaları içindeki değişen yü-zünü genç nesillerin gözleri önüne sererek onları uyarmak ve uyandırmaktır amacımız.

Cumhuriyetimizin 86.ncı yıldönümüne girdiğimiz şu soğuk sonbahar günlerinde tüm gerçekliğiyle ruhlarımızı daha da üşüten bir film yıldönümü etkinlikleri ile eşgüdümlü olarak gösterime girdi.

“NEFES” adlı bu film Ankara Kızılcaham’da anıt ağaç olarak altıbin üçyüz elli asker künyesinin sarktığı vatan uğruna şehit olmuş genç çocuklarımızın mücadele verdiği dağların çetin tabiat koşullarını ve ortamın insanı sürükle-diği psikolojik zorlukların bir tablosunu çizerek adeta artık o kadar rahat bir ağızla konuşamama biçareliğinin tam orta yerinde sizi bırakıveriyor.

Gözlerinizin önüne eteklerinde bulutların gezindiği

yüksek dağların zirvesinde bir sınır karakolu seriliyor ve sanki asırlarca sürüp gidecekmiş gibi uğultulu, fırtınalı uzun kar gecelerinin yaşandığı dev bir ıssızlık doluveriyor yüre-ğinize.

Kulaklarınızda, birlik komutanının “Uyursan ölürsün! Uyursan hepiniz ölürsünüz… bayrağa sarılmış bir tabut içerisinde ailelerinize yollarız.Anneniz ağlar,babanız tabu-tunuza sarılır…Kırkbeş saniyeliğine bir akşam haberlerinde adınız geçer, kahraman olursunuz…O kadar!..”sözleri yan-kılanıyor.

Uzaklarda adını duyduğunuz, belki bir iki kere gittiği-niz belki de hiç gitmediğiniz ancak televizyon ekranlarından kötü hava şartları yüzünden yollar kapandığı için okuluna gidemeyen çocukların veya yolda doğum yapan kadınla-rın iç burkan çileli haberlerini duyduğunuz Güneydoğu Anadolu’muzun zor coğrafyasında sınırları korumanın ne zor ve sinirsel dayanma gücünü bitirici olduğunu, asker ol-manın zorluklarını görüyorsunuz.

Onlarca mesajın ve gerçekliğin yansıtıldığı boğazını-za, birçok hüzünlü düşüncenin boğum boğum düğümlendiği “Nefes” filminde önemli bir fikre daha saplanıp kalıyorsu-nuz:

Bu uçsuz bucaksız kar kuraklığıyla örtünen dağlarda biteviye sürüp giden mücadelenin zaman içindeki boyutu… Bu bölgenin coğrafi şartları kadar kolay değişmeyen bir ka-derinin de olduğunu, tarihi belgelerde görüyorsunuz.

Bu kanlı terör olayının Güneydoğu Anadolu’da Abdul-lah Öcalan ile başlamadığını, bundan yaklaşık altmış küsur sene evvel bu bölgelerde Abdurrahman Mihi adlı bir çete-cinin gene bu bölgedeki karanlık emellere sahip bir takım güçlere hizmet için terör estirdiğini öğreniveriyorsunuz.

Yalnızca bu kadar da değil. Kaynağı, Cumhuriyet tari-hinin önde gelen isimlerinden İsmet İnönü ‘nün 1935 yılında Atatürk ‘e sunmak üzere hazırladığı Kürt raporuna dair bil-

Özlem AKŞİT

İnce

lem

e

39Bilgiyurdu Dergisi - Kasım 2009

giler olunca insan haliyle Saygı Öztürk’ün bu kitabını daha bir dikkatli okuma gereği duyuyor.

Bu kitaptaki bazı gerçeklere biraz değinelim:Yıl 1935. Misak-milli sınırları çizilmiş olmasına rağ-

men o yıllarda güneydoğu sınırlarımız yine hareketli. Se-bebi ise istenmeyen, davetsiz komşularımız Fransız ve İn-gilizler! Bölgedeki yüzyıllık iştahlarını hala kaybetmemiş olan bu milletler, bölge üzerinde devamlı sancılı olayların alt yapılarını oluşturma faaliyetlerini aralıksız sürdürmek-teler. Fransızlar Urfa, Mardin, Antep ve Maraş’ın kontrolü için Suriye’yi ellerinde bulundurmak istiyorlar.Atatürk’ün demiryolları projesi ise Fransız idaresini hayli rahatsız edi-yor. Çünkü bu illerin Diyarbakır ile demiryolları üzerinden bağlantısının sağlanması Fransız mıntıkasına irtibat yönün-den muhtaçlığı kaldıracağından Fransızlar rahatsızlar. Diğer husus ise bölgede yerleşik düzen halini almış olan kaçakçı-lık.. İskenderun’dan Cizre’ye kadar olan bölgede kaçakçılık merkezleri bulunmakta ve Fransızlar hudut ahalisine men-faat temin ederek Karadeniz sahiline dek Türk hükümetiyle mücadele edecek haydut kolları yani çeteler yetiştirmekte, kendi nüfuz bölgelerinde silahlı gezmek dahil her türlü ko-laylıkları tanımaktalar.

Tahrip olmuş illerde örneğin Kars gibi illerdeki Rus-lardan kalma şoselerde bütün muhafaza ve tamir istasyon-ları harap bir haldedir, sadece duvarları kalmış biçare halde bir manzara sergilemektedirler. Halk da kendi ürünlerini üreterek direncin bir örneğini gösterirken hükümetçe sahip-sizliğin de bir umutsuzluğunu taşımakta ve belirmekte. Bu konuda İsmet Paşa, Kars ile ilgili gözlem raporunda bunu şöyle belirtiyor;

“Kars vilayeti kadar mamur yerimiz az idi. Kars vi-layeti gibi senelerden beri sistematik bir surette fena idare edilmiş ve her bakımdan gerilemiş bir muhit görmedim. Halkın ahvali ruhiyesi er geç bu havaliyi gözümüzden çıkar-dığımız mahiyetinde olursa buna şaşmamalıyız.”

Doğu Anadolu’nun bugünkü gerçeklerini hazırlamada o günlerin bir temel harcı da yağmalamaların yapılmış ol-ması.. Erzurum-Kars tren hattında işletilmeyen demiryolla-rının, iş bilmezliğin ve aymazlığın getirdiği sıkıntıların ve ihmallerin halka getirdikleri,Murgul bakır işletmelerinin o dönemin parasıyla 22 milyon lira haracanan bu servetin yağ-malanarak bir trajediye dönüştürülmesi ve geriye tuğlaları bacaları kalan bir enkaz haline getirilmesi, Kars, Ardahan gibi bölgelerde orman tahribatı ve orman yağmacılığı rapor-da tek tek yerini almış.

“Erzincan Kürt merkezi olursa Kürdistan’ın kurulma-sından korkarım!” diyen İsmet Paşa’nın en çok canını sıkan ise dolaştığı il ve ilçelerde görevlerin daha çok vekaleten yürütülmesi olmuş. Alanında ehil adamların iş başına ge-tirlmediği pek çok vilayette acil yönetici eksikliklerinin gi-derilmesi için kanun değişikliklerini düşünen İsmet Paşa valiliklere seçilecek adamların seçilmesi ve yükseltilme-sindeki sicil düzenlemesinin önemi üzerinde de duruyor ve raporunda Diyarbakır, Van, Erzurum’un büyük medeniyet merkezleri olarak üzerinde durulmasını, Erzincan, Muş, Yeni Siirt, Urfa, Kars, Artvin özel idareleri veya belediye-lere devlet yardımı verilmesini istiyor. Van ve Erzincan ‘da acele olarak, Muş ovasında tedricen, bir de Elazığ Ovasında kuvvetli Türk kütleleri vücuda getirmenin önemi üzerinde duruyor.

İsmet Paşa’nın raporunda yer yer yapmış olduğu ikaz-lar bu yörelerin zaman içinde ayrışmacı bir yapıya doğru gidebileceğinin sinyallerini veriyor Çünkü bölgede emeli olan dış güçler bu ortamın oluşması için gerekli olan tüm boşlukları dolduracak faaliyetleri yürütmekte rahat ve hızlı hareket ediyorlar.Örneğin Şeyh Sait isyanı onlar için Kürt-lük duygusunu besleyip büyüten bir olay olarak kazanca dönüşüyor ve bu da bölgedeki o zamanlar atılan tohumlar-dan biri oluyor.

1935’li yıllarda da Güneydoğu ve Doğu Anadolu böl-geleri için bazı tedbirler öngörülmüş.Örneğin yine İsmet Pa-şanın raporuna göre Bölge çocuklarının yatılı mekteplerde Türklük duygusunu aşılayacak kabiliyette, azimli çalışkan öğretmenlerin idaresinde yetiştirilmeleri,veteriner ve ziraat-çilerin köylerde propaganda yaparak halkın devlete karşı olan bağlılığını sürdürmelerinin sağlanması, Kürt kızıyla evlenecek Türk erkeklerine bazı hakların düşünülmesi, dok-torların bölgedeki Kürt halkının ayağına kadar gidip tedavi hizmetlerini yapması, bölgede ulusal duyguları her şeyin üstünde tutacak bilgide kültürde, halkı ardından sürükleye-cek iletişim gücüne sahip idare memurlarına, milli eğitim müdürlerine ve öğretmenlere ağırlık verilmesi çözüm olarak ifade edilip teklif ediliyordu.

Bu önerilen projelerin ne denli haklı bir temele sahip olduğu bugünkü sonuçlara bakılınca görülmektedir .Öne-riler doğru ama uygulamalar son derece satıhta ve yetersiz olmuştur: Bunun en önemli sebebi de, kanımca, devletin ira-desinin tek başına etkili olacağı beklentisidir.

Oysa Cumhuriyet bir otoriteli devlet rejimi değil er-demli insanların rejimidir.Bugün Güneydoğu Anadolu’da çalışan pek çok insan bölgedeki feodal gerçekleri değiştirme yolunda çok iyi yetiştirlmiş öğretmenlerin, din adamlarının bulunmadığının altını çizmekte ve eğitim kurumlarıyla Di-yanet işleri hizmetlerinin bölgedeki önemini vurgulamakta-lar.Peki toplum nerde? Mehmetçiğimiz vazifesini yapmak için orada.Peki tüm sağduyusuyla,özverisi ve idealist duy-gularıyla yöre halkını şartlar ve durumlar ne olursa olsun ardından sürükleyebilecek kadar azimle kararlılıkla çalışa-cak ruh gücüne sahip, aymazlıkları uyuşukluğu reddeden çalışkan insanlarımız nerede?Bu ruh dirilmeyince, bu enerji ve inanç kılıçtan keskin irade ülkenin her yerinde yaşayan insanlarımızda bir sorumluluk halini almadıkça, bu sorunlar sadece devletten beklemekle hallolmayacak.

EVET CUMHURİYET ERDEMLİ İNSANLARIN REJİMİDİR. CUMHURİYET UYUMAYAN, İDEA-LİST VE DİKKATLE ÖZENLE YAŞAYAN İNSANLA-RIN REJİMİDİR.

ÇÜNKÜ BEN UYURSAM HERKES ÖLÜR, BİZ UYURSAK GELECEĞİMİZ ÖLÜR, TOPRAKLARI-MIZ ÜZERİNDEKİ YAŞAMA HAKKIMIZ ÖLÜR, BİZ UYURSAK HEPİMİZ ÖLÜRÜZ DİYEBİLENLERİN VE SIMSIKI BİR İRADEYLE BİRBİRİNE DEĞER-LERİNE VE VAZİFELERİNE SARILABİLENLERİN REJİMİDİR.

Ülkemizin diğer yarısı demek olan bu toprakların fe-odal yapısını ve karakterini değiştirmek için görevimiz bu bölgemizdeki halka doğrudan yardım ve hizmet götürebil-mektir. Kanımca gerçek açılım budur.