96

Bizim Külliye 39. sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizim Külliye 39. sayı

Citation preview

Page 1: Bizim Külliye 39. sayı
Page 2: Bizim Külliye 39. sayı

Muhterem Okurlar,

Dergimizin dosya konusu “tarih ve edebiyat”. Tarih ve edebiyat milletlerin varlık belirleyicileri, süreklilik

unsurları. Tarihi edebiyata, edebiyatı tarihe tercih etme gibi bir lüksümüz yok. Ancak edebiyat kefesinin yere daha yakın durdu-ğunu söylemeden de geçemeyeceğiz.

Mustafa Miyasoğlu, tarihin bir edebiyat türü sayıldığı ve tarih kitaplarının da teşbih ve istiare gibi edebî sanatlardan yararla-narak okuyucusunu etkilemeye çalıştığı dönemlerden geçtiğimi-zi belirtirken, Hasan Akçay için tarih ve edebiyat, farklı alanlar gibi görünse de aslında iç içe geçmiş iki türdür.

Yahya Akengin, tarihi anlamlı kılanın, tarihteki olaylara kılık kıyafet giydirenin yine edebiyat ürünleri olduğu üzerinde duru-yor.

Metin Önal Mengüşoğlu, “Tarih ilmini ilimler sınıfından say-mayanlara dikkatimizi çekerek; bu ikinci kanaati besleyen, des-tekleyen bir hayli delil temin etmek mümkündür.” diyor. Mahir Adıbeş, edebiyat, tarihin konuşan dili, tespitiyle âdeta, dilsiz bir tarihin neye yarayacağını, bizlere soruyor.

İnci Enginün ve Ataol Behramoğlu, kendileriyle yapılan ko-nuşmada zamanın kesintisizliğine işaret ederek tarihi bütünsel bir akış olarak algılıyorlar.

Emrah Gürsu, Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinden hareketle: ‘tarihin, şiirin anakronistik boyutunda güçlenmiş ve geçmişten geleceğe akan bir zamandır’ tezini savunuyor. Mehmet Nuri Eminler, ‘tarih ve moral değerlerimize temayül etmemizin dina-miği’ olan bir şiire, Yahya Kemal’in ‘İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar’ şiirine odaklanıyor.

Şinasi Gülaçtı, zalim ve mazlumların mücadelesi bir tarihe vurgu yaparken “Zulmün bayrağını dalgalandıran Tanrı’nın rüzgârı değil, olsa olsa iblisin nefesidir.” diyor.

Ayrıca İsmail Çetişli, Rıfat Araz, Beyhan Kanter, Ahmet Ulu-dağ, Lütfü Parlak, Ünal Taşkın, Özcan Bayrak, İbrahim Çapan ve Suat Bulut’un düşünce kapılarımızı aralayacak yazılarının dikkatleri çekeceğini umuyoruz.

39. sayımızda tarih-edebiyat ilişkisi üzerine düşünülmesi ve söylenilmesi gerekeni yerimizin darlığından söyleyemediğimiz için, 40’ıncı sayımızda da aynı konuyu sürdüreceğimizin bilin-mesini isteriz.

Sağlıcakla kalın.Nazım Payam

Page 3: Bizim Külliye 39. sayı

NAZIM PAYAM

"... âb-ı hayatın kaynağı edebiyattadır. Edebiyat, fertlere her an, her saat, her türden tehlikeye karşı uyanıklık halidir. En sağlıklı seferberlik; insanı, insanlığı göz ardı etmeden edebiyatla yapılan seferberliktir. Bu, savaş karşıtı direncin de bir beyannamesi."

“Sosyal hayatımızı düzenle-yen tarih mi, edebiyat mı?” so-rusunu cevaplandırmak zorunda kalsaydım galiba çaresizliğin verdiği hırstan çatlardım. İkiz çocuklarından birini yaşatmak için ötekini yok saymak çokları

gibi benim de harcım değil. Okumaya başla-dığımdan bu yana tarihe merakım dozunu ar-tırarak devam ediyor. Edebiyata meylimden mahrum kaldıklarımı saymakla bitiremem.

Sancılı merak ve meyil mahrumiyetine rağmen bu ikizlerle baş başa kalmanın huzu-runu kolay kolay bir başka şeylere değişmem. Bunlar benim maşukum. Kâğıt, kalem arasına sıkışmış maşuklarımı açmaya göreyim; onla-rın büyüleyici güzelliklerinden karamsarlığı-mıza ne dersler ne hayaller çıkarırım.

Edebiyatın, sanatın işlediği her konuyu tarihin bir parçası; tarihte yaşanılmış her olguyu edebiyatın, sanatın konusu olmaya

Sevgileri yarınlara bıraktınızÇekingen, tutuk, saygılı.

Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı.Behçet Necatigil

3ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 4: Bizim Külliye 39. sayı

namzet bilirim. Okuduğum edebî türün konusu tarihimizden bir yapraksa zevkten esrik olmam kaçınılmaz.

Tarih bilimi ve edebiyat yalnız beni mi etki-ler, yalnız benim milletimin mi aynasıdır? Ar-nold Toynbee “Tarih Bilinci”nde bunu daha ve-ciz genelliyor: “Tarih merakı sadece entelektüel bir alıştırma değildir; aynı zamanda duygusal bir yaşantıdır; bunda payı olan duygulardan biri de huşu duygusudur.” İşte bu “huşu duygusu”yla, tarihin içini dolduranı merak etmekten kendini alıkoyamıyor insan. Ve ikizlerin esenliği için usulca sanata, edebiyata doğru kayıyor.

Bir milletin binlerce, on binlerce yıla uzanan derinliğinin kanıtı; bugünlere kadar bırakmış ol-dukları edebî eserleri, sanatlarıdır. Sanata, edebi-yata yeterince değer veremeyen, vermeyenlerin ise geçmişteki varlıklarına şüphe ile bakılmakta, isimleri akraba kabul edilen toplumlara iliştirile-rek geçiştirilmekte. Lakin tarih, mağlup milletle-rin eser sahibi sanatçı evlatlarını bir gün savaşı kazanacak kahraman gibi anar, atalarını dirilte-cek anıları yüreğinde saklar.

Ölçülü dil, muhteva, estetik bütünlüğü ile in-san enginliğini somutlaştıran edebiyat, kanımca tarihten evladır, sosyal hayatımıza daha fazla tesir edendir. Tarih, bir millet, bir devlet var ol-dukça kayda geçecektir. Oysa âb-ı hayatın kay-nağı edebiyattadır. Edebiyat, fertlere her an, her saat, her türden tehlikeye karşı uyanıklık halidir. En sağlıklı seferberlik; insanı, insanlığı göz ardı etmeden edebiyatla yapılan seferberliktir. Bu, sa-vaş karşıtı direncin de bir beyannamesi.

Tanpınar, “Atatürk” isimli makalesinde; kah-ramanların gerçek yüzleri ancak sanatta görülür, tezini savunur. Çok zaman tarihi yönlendiren milletlerin ortak arzusu bir kişiyle tecelli eder. O kişinin hayalleri, hakikati, ataklığı, cesare-ti, bütün bir milletin gerçekleştirmek istediğine kâfidir. Böyleleri, meraklar, takvimler, arzular gibi edebiyattan beslenir; ortak hafızanın, ortak arzunun ameli, dahası lideri olurlar. Onların bi-

yografileri, anıları “yurtta sulh cihanda sulh” nö-betlerini sürdürür.

Alman sosyolog Georg Sımmel “Tarih Felse-fesinin Problemleri” adlı eserinin ilk bölümüne şu görüşüyle girer: “ Siyasal ve toplumsal, eko-nomik ve dinî, hukuki ve teknik bütün dış olay-lar eğer ruhsal hareketlerden kaynaklanmamış ve ruhsal hareketlere sebep olmamış olsalardı bizim için ne ilginç ne de anlaşılır olurlardı.”

Devletler de insanlar gibi önce ihtiyaçları doğrultusunda arzu eder, sonra arzusunu gerçek-leştirme yolunda biçimlenir. Devletin bütün un-surları, şartları, yasaları ve gelenek disiplini ede-biyatın filizlendirdiği ortak hedefler neticesidir. Tarih, bu neticeleri bir şekilde yaşayan ve tanık olanların ifadesidir.

Sımmel, eserinin ikinci paragrafında; “…tarih eğer bir kukla oyunu olmayacaksa, ruhsal olay-ların tarihidir” yargısını ileri sürer. Ferdi, yalnız neticelere ve kronolojik tasnife itmek, böyle bir tablodan geleceğin yol haritasını çıkarmaya ko-yulmak, gerçekten tarihi “bir kukla oyunu” yap-maz mı? Türküsüyle, roman, hikâye, piyesiyle, yargılarıyla tarihî olayları millet hafızasında ya-şatan edebiyat, milletin kaderini de belirler.

İnsan, tasarılarıyla, yanılgılarıyla, yenilgi-leriyle, tecrübesiyle, sevdalarıyla, en evveli de sevdalarına teslimiyetiyle insandır. Bütün bunla-rı dile getiren ve bazen bir cümlesiyle bazen bir metniyle insanın içinde bulunduğu durumu, ni-yeti tescilleyen edebiyattır. “Ruhsal hareket”leri görmezden gelerek, insana bir iki nicelikle he-defler göstermek onu alelade bir derekeye indir-mez mi?

Elbette tarih, sonuç ve kronolojiden ibaret değildir. Ama edebiyattan, sanattan ve bunların sorgusundan mahrum tarih, meçhul geleceği ne derece ışıklandırabilir? Veya Mehmet Niyazi’nin şu tespitini hangi tarih kitabından okuyabiliriz: “Bir milletin ölüsü, bir toprağı vatan yapmaya yetseydi, Yemen’in Türk vatanı olduğundan kim şüphe edebilirdi?” ■

4ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 5: Bizim Külliye 39. sayı

Roman kavramı, anlatı türlerinden biri olmak bakımından, tarih duygusuyla birlikte ele

alınmak durumundadır. Yaşanan sahneleri ve olayla-rı canlandıran tiyatro ile şairin ferdî duygusunu ifade eden lirik şiir dışında, edebî türlerin pek çoğu anlatı karakteri taşır ve daha yazılırken mazi duygusu verir. Bu bakımdan, Aydınlanma Çağı ile birlikte bilimsel çalışmalarla sanat çalışmaları dil ve teknik olarak bir-birinden ayrılıncaya kadar, tarih de bir yazılı edebiyat türü sayılır ve romanla çok iç içe görülürdü. Kısaca, geçmişte yaşamış insanlar ile olmuş hâdiselerin anlatı-mına tarih; olabilecek hâdiselerle hayalî kişilerin anla-tımına da roman denmesi daha yaygındı. Elbette ikisi de edebî sayılırdı.

Tarihî roman kavramı, bu türlerin dil ve anlatım olarak kesin bir ayrıma tabi tutulduğu bir dönemden sonra söz konusu olur. Tarih, bizde de edebiyattan çok bilimin ilgi alanına girdiği ve belgelerin rasyo-nel çerçevede değerlendirilen bir çalışma alanı olarak edebiyattan ayrıldığı zaman bu kavram ortaya çıkar. Böylece, tarihî olaylarla kişilerin ve mekânların aslına uygunluğu tarihî roman için asgari şart olarak görülür; tarihî dönemlerin fert ve toplumdaki yansımalarını an-latabilmek için, belgelerde bulunan boşlukları roman-cının muhayyilesinden doldurmasına razı olunur. Bu özellikleri taşımayan ve tarihî gerçekliği önemseme-den keyfi bir tarzda tarihten söz eden romanlara fantezi gözüyle bakılır.

MUSTAFA MİYASOĞLU

Tarihin edebî bir tür olması, tarihçinin dili ve dünya görüşü, hatta hayata bakışıyla da ilgilidir. Bir sanatçının tavrıyla, kitaplarından zengin olmayı düşünenlerin yazdıkları arasında elbette pek çok farklılıklar olacaktır. O yüzden de “Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar önemlidir!” denmiştir.

5ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 6: Bizim Külliye 39. sayı

Tarih de bir edebî türTarihin bir edebiyat türü sayıldığı ve tarih ki-

taplarının da teşbih ve istiare gibi edebî sanatlardan yararlanarak okuyucusunu etkilemeye çalıştığı dö-nemlerde, tarih kitaplarıyla tarihî roman arasında ciddi bir ayrımın olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Çünkü edebiyat türleri arasında geçişlilik her za-man görülür. Tiyatroda anlatıcı, romanda diyalog, tarihi anlatan metinlerde de kişiler ve olaylarla ilgi-li psikolojik tahlillerle sosyolojik açılımlara rastla-mak mümkün. O yüzden, tarih ile roman; biyografi ve hatırat türleri birbiriyle akraba gibidir. Bu türler de artık bilimsel tarihin kaynakları arasında sayı-lır.

Homeros’un destanları ile Heredot’un tarihi kadar Eflatun’un Sokrates’le çevresinin konuş-malarını anlatan diyalogları bile roman türünün hazırlayıcıları olarak görülmüştür. Çünkü İlyada Truva Savaşı’nı anlatırken sosyal ve tarihî roman gibi yazılmış ve bu türlerin ilk örneği olarak gö-rülmüştür. Bu destanda Truva o kadar gerçekçi bir tarzda anlatılmış ki, Schileman adlı Alman arkeo-log bu şehrin harabelerini destana bakarak ortaya çıkarmıştır. Sokrates kadar çağının yaşayışı için de Eflatun’un yazdıkları en canlı belgeler sayılır. Bu yüzden felsefeciler “Romancımız Eflatun” diye anmaktadır.

Anabasis / Onbinlerin Dönüşü adlı eserin ya-zarı Ksenophon’u “savaş muhabiri” olarak nite-lendirenler olduğu gibi, yanında savaşa katıldığı Kyros’un hayatını anlatan kitabına da “biyografik roman” diyenler var. Eflatun’dan sonra Ksenophon da Sokrates’in Savunmasını ve Şölen’i yazar...

Bunlar gösteriyor ki, Rönesans ve Aydınlanma Çağı ile birlikte bugünkü formunu kazanan tarihî romanın unsurları, nitelikleri belirlenmiş edebî bir tür olarak ortaya çıkmadan önce de insanı toplum içinde anlatan ve tarihilik duygusu veren bütün an-latı metinlerinde vardı. O yüzden de Cervantes’in kahramanı Don Kişot, tarih boyunca yazılmış bü-tün önemli şövalye romanlarını okuyarak tarihî bir görev yapar: Böylece, artık insanlar sanal bir dün-yayı ortaya koyan şövalye romanlarına inanmaz olur. Buna rağmen romantik Walter Scott, Ivanho ve Arslan Yürekli Richard’ı yazarak şövalyeliğin yüce değerlerini savunur.

Öte yandan, Balzac Paris’i, Dickens Londra’yı

anlatırken Fransız İhtilâli’nin toplumdaki tarihî etkilerine tanıklık ederler. Savaş ve Barış’ta Tolstoy’un kahramanı Piyer, Napolyon ile kendi kaderinin Moskova’da değişeceğine kesinlikle ina-nır ve Kutsal Kitap’ta buna ait deliller bulur.

Tarihin edebî bir tür olması, tarihçinin dili ve dünya görüşü, hatta hayata bakışıyla da ilgilidir. Bir sanatçının tavrıyla, kitaplarından zengin olma-yı düşünenlerin yazdıkları arasında elbette pek çok farklılıklar olacaktır. O yüzden de “Tarih, tarihçi-lere bırakılmayacak kadar önemlidir!” denmiştir.

Tarih ve kültür mirasıİki dünya savaşını anlatan pek çok batılı roman-

cı, aynı zamanda sanatçının çağına tanıklık ettiğine de inanır. Böylece, romanla tarihin kesiştiği nokta yeniden ortaya çıkar. O yüzden, roman türü bizde gelişmeden önce, Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi ile Âşıkpaşazâde ve Naima gibi pek çok Osmanlı tarihçisinin eserleri roman gibi okunur ve Osman-lılık düşüncesi devlet adamlarıyla aydınlar arasın-da ortak bir şuur olur. Bu anlayışın Osmanlının son yıllarına kadar devam ettiğini görüyoruz.

İlk romanlarımızdan biri olan Namık Kemal’in Cezmi, 17. yüzyıla götürerek Türk-İran savaşları sırasında yaşamış bir sipahinin macerasını anla-tır. Osmanlı Tarihi yazarı olan Namık Kemal’in Selâhaddin Eyyübi, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim gibi tarihî şahsiyetleri ele alan mo-nografileri de tarihten ibret alan yeni kahramanlara özlemini ortaya koyması bakımından önemlidir.

Ahmet Mithat Efendi’nin, Dağarcık’taki yazı-larından başlayarak son eserlerine kadar yaşadığı günlere de tarih düşüren bir yanı vardır. Jön Türk adlı romanı bunlardan biridir. Ahmet Metin ve Şir-zat ise, tarih içinde bir yolculuk gibidir. Süleyman Muslî adlı romanıyla, 13. yüzyıldaki Orta Doğu coğrafyasının yaşadığı acıları bir macera çevresin-de anlatırken, aşk ve fedakârlık duygularıyla Hris-tiyanların İslam dünyasına saldırılarının gerisinde-ki zihniyeti de ortaya koyar. Haçlı Seferleri sırasın-da İstanbul’u işgal eden Latinlerin 50 yıl boyunca şehri nasıl yağmaladığını, Musullu Süleyman’ın maceralarıyla okumanın ayrı bir tadı olduğu mu-hakkaktır. Ahmet Mithat Efendi, bundan başka piyesleri ve öteki romanlarıyla da tarih ve kültür mirasını sahiplenir, Osmanlı coğrafyasının tarihini de anlatır.

6ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 7: Bizim Külliye 39. sayı

Mizancı Murat Beyin tarihçiliği sonraki yıllar-da Reşat Ekrem ve Cemal Kutay eliyle sürdürülür.

Servet-i Fünun döneminde romancılarımız da pek çok aydınımızın benimsediği pozitivist dünya görüşünün tabii bir sonucu olarak batılılaşmayı he-def edinmiş, tarih şuurundan kopmuşlardır. Halit Ziya ile Mehmet Rauf’un romanlarında din ve ta-rih şuuruna rastlanmadığı gibi, anlatılan insanlar-da bu toplumun millî değerlerine ait hiçbir unsurun dikkate değer bir tarzda ortaya konmadığı görülür.

Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Mü-tareke ve Millî Mücadele dönemi boyunca yaşa-nanlar, aydınlarımızın dünyaya bakışlarını alt üst eder. Birçok yazarın tarih şuuru olmadan direnişçi saflarına geçtiği ve milliyetçi olduğu söylenebilir. Cumhuriyet dönemi de başlangıçta tarih şuuruna yabancıdır. Yirminci yüzyılın başlarında, önce kendine göre bir sosyete oluşturma, ardından da-ğılan devletin topraklarını koruma, sonra da yeni insan tipi yetiştirme gayretleri yüzünden, romanın çok önemli malzemesi olan tarih ihmal edilmiş, hatta bazen tarihî miras tamamen yok sayılmıştır. Bunun sonucunda, tek boyutlu romanlar, köy rö-portajları ve ideolojik kurgular roman adıyla ya-yınlanmıştır.

Bu arada, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece, Halide Edib’in Vurun Kahpeye ve Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanları, yakın tarihin “sarıklı mücahitleri”ni “vatan haini” ilan etme görevini üstlenirler.

Bu dönemde, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’tan sonra Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomo-re, Ankara, Bir Sürgün ve Panorama gibi roman-larıyla 20. yüzyılın ilk yarısına ait kroniği ortaya koyarken Cumhuriyet döneminin benimsediği po-zitivist dünya görüşünü de sergiler. Abdülaziz dö-nemine ait bir aşk hikâyesi olan Hep O Şarkı ise nostaljik tatlar içerir. Fakat tarihimiz onu ilgilen-dirmez.

Her dönemde tarihî olayları macera romanları için sadece malzeme gibi gören ve günümüzü de-ğerlendirmek için tarihin ışık tutmasını isteyen ya-zarlar da vardır. Fakat bunların eserleri pek dikkati çekmez. Ahmet Refik, M. Turhan Tan ve Abdullah Ziya Kozanoğlu gibi popüler romancılar bir yana bırakılırsa, 1960’tan önceki dönemde tarihe roman-cı tavrıyla yaklaşan ve edebî çevrelerde yazdıkları ilgi gören romancılarımız çok azdı. Birer romanıy-la Mithat Cemal Kuntay (Üç İstanbul), Nahit Sırrı

Örik (Sultan Hamid Düşerken) ve Safiye Erol (Ci-ğerdelen) bunlar arasında dikkate değer isimlerdir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem Abdülhamid dönemini tasarlayarak, hem de Mütareke ve İstiklâl Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı yıllarını yaşayıp çevresini gözleyerek yazdığı romanlar çok önemli.

Tarihten yola çıkan romancılarNamık Kemal ile Ahmet Mithat Efendi’den

sonra tarihten yola çıkarak yaşadığı döneme ışık tutan romancı edebiyatımızda epeyce bir zaman görülmedi. Yaşadığı ve gözlediği dönemin ilgi çekici olaylarını ve kişilerini bir roman kurgusu içinde anlatan Mithat Cemal Kuntay ile Nahit Sırrı Örik’ten sonra Yakup Kadri ve A. H. Tanpınar’la Kemal Tahir ve Tarık Buğra’nın yakın tarihi konu edinen dönem romanları 1970’ten sonra dikkati çekmeye başlar.

A. H. Tanpınar’ın ölümünden on yıl sonra kitap-laşabilen Mahur Beste adlı ilk romanı, Abdülhamid döneminde yaşamış Behçet Efendi ile çevresini an-latırken, tarihî değerlerimizden yeni bir insan tipi için ipuçları arama çabasını ortaya koymaktadır. Sahnenin Dışındakiler (tefrikası 1950) adlı ikinci romanı, Mahur Beste’nin Millî Mücadele yılların-daki devamıdır ve İstanbul halkının çoğunu “sah-nenin dışında” bularak yakın tarihe ışık tutar. Hu-zur adlı romanı, bir aşk hikâyesinin çevresinde II. Dünya Savaşı yıllarındaki aydınlarımızın huzur-suzluğunu ele alır. Bu üçlemeden sonraki Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bütün tespitlerini alegorik bir hikâyeye yüklemesi ve açıkça söyleyemediklerini sembollerle ifade etme çabasını yansıtması bakı-mından önemlidir. Yarım kalan Aydaki Kadın ise, çok partili hayatın eleştirisi gibidir. Kısacası Tan-pınar, yaşadığımız hayatı değerlendirmek ve ken-dimize özgü bir hayat kurabilmek için tarihi yeni baştan gözden geçirmeyi deneyen romancı tavrı ortaya koyar. Ondaki tarih şuuru, kültür ve mede-niyet değerleriyle birlikte gelişmektedir. Böylece, onda yaşadığı dönemin yanlışlıkların önceki yüz-yılda arayan bir romancı dikkatinin tarihe yöneli-şini görüyoruz.

1960 sonrasına gelinceye kadar, romanımızda tarih şuuru Tanpınar dışında pek az bir romancıda görülür. Millî Mücadele bile resmî ideoloji gözüyle ve tek yanlı bir tarzda ele alınır. İlk kez Tarık Buğ-ra, Küçük Ağa’da bu resmî ideoloji gözlüğünü bıra-

7ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 8: Bizim Külliye 39. sayı

karak olayları oluş tarzı ve kendi mantığı içinde ele almaya çalışır. Farklı tarih görüşüyle dikkati çeken Tarık Buğra, Küçük Ağa adlı romanıyla başladığı sanatçının çağına tanıklığını Firavun İmanı, Yağ-mur Beklerken, Dönemeçte eserleriyle sürdürür, kendine özgü bir tarih şuuru ortaya koyar. Kemal Tahir, Esir Şehir dizisiyle yakın tarihin romanını yazarken, Devlet Ana romanı ile Osmanlı tarihine yönelir. Bu iki romancının Osmanlıyı konu alan ro-manları, ortaya koydukları tarih tezleri kadar bize özgü roman dilleriyle de tartışmaya yol açtı.

Daha sonra Mustafa Necati Sepetçioğlu, Erol Toy, Yavuz Bahadıroğlu, Mehmed Niyazi, Ahmet Altan ve Orhan Pamuk gibi popüler tarihî roman yazarlarının tarihe ve romana bakışları başlı başına bir çalışmanın konusu olacak kadar hem birbirin-den farklı hem de önceki örneklere oldukça uzak-tır.

Tarihçilerle romancıların dostluğuTarihçilerle romancıların ortak görüşleri oldu-

ğu, bazı romancıların tarihçiler kadar yakın ve uzak tarih konusunda araştırmalar yaparak roman yaz-dıklarını biliyoruz. Bazı tarihçilerin tarihî olaylara bakış tarzını tarih konusunda ikna edici argüman-lara sahip sanatçılarla romancıların belirlediği de görülüyor. Bu konuda bazı örnekler üzerinde ufuk açıcı ve önemli yanlarıyla durmak istiyorum...

Namık Kemal ile Mizancı Murat Bey’in, hem romancı ve hem de tarihçi olarak İslâm ve Osmanlı tarih dönemlerinin değerlendirilmesinde yönlen-dirici etkisi olduğu görülmektedir. Daha sonra bu türden misyon sahibi yazarlar arasında Ahmet Mit-hat Efendi’nin önemli bir fonksiyon ifa ettiği söy-lenebilir. Bu misyon, Cemal Kutay, Niyazi Ahmet Banoğlu ve Yılmaz Öztuna gibi popüler tarihçile-rinkinden çok farklı, edebî bir dille gerçekleştirili-yordu. Çünkü cumhuriyet döneminde resmî tarih görüşüyle romanlar yazan Yakup Kadri, Reşat Nuri ve Halide Edip üçlüsünün yakın tarih konusunda gerçekleri nasıl çarpıttıkları, İstiklâl Savaşı’ndaki “sarıklı mücahitleri” düşmanla işbirlikçilere dö-nüştürmeye çalıştıkları açıkça ortada.

Bunların karşısında, resmî ideolojiye bağlı ta-rihçiliği ilk kez eleştiren Necip Fazıl çizgisinde görüşler geliştiren Mustafa Müftüoğlu ve Kadir Mısıroğlu’nun uzun süre gerçek bir tarih arayışı içinde oldukları görüldü. Necip Fazıl’ın Namık Ke-

mal monografisiyle girdiği tarih araştırması, yalnız bu şahsiyetle sınırlı kalmayan meraklara yol açtı ve onun çağdaşları arasında farklı bazı tarihî tezler geliştirmesine imkân verdi. Osmanlının kuruluşu, gelişip duraklaması ile Tanzimat’tan sonraki ge-lişmeleri, özellikle de Sultan İkinci Abdülhamid ve Sultan Vahidüddin ile ilgili monografi kitapları çok farklı bir tarih anlayışı ortaya koydu. Bunlarla Necip Fazıl, Osmanlı sultanlarına bakış ve yakla-şımları etkilediği gibi, Tarih Boyunca Büyük Maz-lumlar ve Son Devrin Din Mazlumları gibi eserle-riyle de büyük ilgi uyandırdı, her kesimden insanın tarihe bakışta resmî ideolojiden kurtulmasına yol açmış oldu.

Necip Fazıl’la onun tezlerini benimseyen, ya-zarlara paralel olarak, iki büyük romancımızın tavrı gerçekten dikkate değer: Roman dünyaları içinde farklı tarih anlayışlarıyla eser veren Tarık Buğra ile Kemal Tahir… Yakın tarihle Osmanlı üzerinde kafa yoran Tarık Buğra ile Kemal Tahir’in kaynakları farklı. İlki Necip Fazıl’ın teziyle halkın gönlündeki kahramanları öne çıkarırken, ikinci-si İdris Küçükömer ve Mustafa Akdağ gibi bilim adamlarından destek alarak resmî anlayış dışında eser verdi.

Öte yandan, Marmara Kıraathanesi’ndeki soh-betleriyle meraklılarının zihninde büyük iz bıra-kan Ziya Nur’un Osmanlı belgelerine dayalı tarih çalışmaları bunlardan büsbütün farklı zeminde ge-lişti ve etkisi de bizim nesil üzerinde hayli köklü oldu. Çünkü tavrı ideolojik değil, muhabbetli bir sohbetti... Muhatabına göre, aktüel siyasî mesele-lerle ilgili başlayan sohbet, felsefi ve tasavvufi bo-yut da kazanırdı. Çok sonra yayınlanan Osmanlı Tarihi adlı eseri de çok büyük alâka gördü.

Pek çok tarihçi ile romancının birbirini etkiledi-ği gibi, Ziya Nur da bu kahvehanenin müdavimleri olan Mehmed Niyazi ile beni etkiledi. Hatta yıllar-ca sonra romanda tarih ve tarihî roman konularını onun ortaya koyduğu perspektifle değerlendirmeye çalıştım. İlber Ortaylı gibi bir tarihî olayı hem için-den hem de pek çok yönüyle ele alırdı. Bunun doğ-ru bir tavır olduğuna inanıyorum. Hatta yakın tarih için vukuflu olmak da yetmeyebilir. Tarihe roma-nesk bir gözle bakan Reşat Ekrem Koçu ve Cemal Kutay gibi yaklaşmıyordu elbette. Popüler tarih ya-zarlığının Yılmaz Öztuna ile geldiği yer ortada.

Ziya Nur, Tarık Buğra ve Kemal Tahir gibi tari-

8ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 9: Bizim Külliye 39. sayı

himize resmî ideoloji dışından, tarihimizin verileri ışığında bakmaya çalışanlara özel bir önem verirdi. Onları has romancılar olarak görürdü. Klasiklerin önemli bir kısmını okuduğu, herkesin okuması ge-rektiğine inandığı konuşmalarından anlaşılıyordu. Yoksa 27 Mayıs’tan sonraki hengâmeli dönemde böylesine sağlıklı düşünmek mümkün olmazdı.

27 Mayıs’tan sonraki süreçte darbelerin birbiri peşinden gelmesi, aslında romana malzeme oldu.

Romancıların tarih yorumuRomancıya sanatçı olarak bakmaya çalıştığımız

için, onların amaçlarına uygun olarak hem tarihî olguları ve belgeleri hem de içinde yaşadıkları top-lumu ve dünyayı istedikleri gibi yorumlamalarına hak vermeye yatkınız. O yüzden de kendi dünya görüşlerine ve romanda vermek istedikleri mesaja uygun değişiklikleri tabii görürüz. Ama bunun da makul bir sınırı, kabul edilebilir yorum farkı ol-malıdır. Öte yandan tarihçiye bilim adamı gözüyle bakmaya çalıştığımız için, tarihî olgularla belge-leri değiştirmelerine hak vermez, bunu bilim na-musuna sığdıramayız. Fakat bazı tarihçilerin tarihî olgularla belgelere yaklaşımı öylesine politik ve ideolojik ki, estetik değerlere bağlı bir romancıda görülmeyecek yorum keyfiliği sergileyerek herkesi şaşırtırlar. Siyasilerin veya partizanların, benimse-dikleri siyasi görüş için yaptıkları çarpıtma gayreti aslında gayet alışıldık bir durum, ama buna bilim adamlarının da katılması esef verici.

Tarihî olgularla belgeleri çarpıtarak keyfi yo-rumlar sergileyen romancı ile siyasi bir sonuç he-defleyen tarihçinin tavrını topluma ve insanlığa karşı sorumsuz bir art niyetlilikten başka türlü açıklamanın imkânı yoktur. Bu da elbette hak ve hakikat duygusu taşımamakla ilgilidir.

Bunun örnekleri bütün dünyada var. Fakat bize özgü bir hastalık hâlinde son yüzyılda oldukça çok sayıda görülmüştür. Özellikle Cumhuriyetle birlik-te resmî ideoloji oluşturan sistem, her dönemde bu ideolojinin sözcülerini bulmayı bilmiştir.

Olgularla belgeleri çarpıtanlarBizde roman türüyle yaşıttır tarihî roman kav-

ramı. Namık Kemal’in Cezmi adlı romanıyla başla-yan tarihî roman türü, Ahmet Mithat ile imparator-luk coğrafyasını tanıtmaya yönelir. Cumhuriyetten sonra da resmî ideoloji ekseninde yeni ve sanal bir

dünya ortaya konarak toplum mühendisliği yapılır. Öte yandan, tarihi öğretmek maksadıyla da pek çok popüler roman yazılır, çok para kazanılır.

Bizde tarihî roman yazanların iki amacı oldu-ğunu söyleyebiliriz: Birincisi romancının belli bir ideoloji, dünya görüşü adına ortaya koyması; ikin-cisi de herhangi bir dünya görüşü kaygısı taşımak-sızın postmodern bir anlayışla tarihî olguları ve belgeleri bir şov malzemesi gibi kullanması…

İlk kez Tanpınar’ın romanlarıyla günümüz me-seleleri tarihte tartışılır. Sultan İkinci Abdülhamit döneminden çok partili hayatın eleştirisi niteliğin-deki son romanına kadar çağına tanık olur Tanpı-nar.

Bu romanlara ne kadar tarihî roman denebile-ceği tartışmalıdır. Çünkü tarihî roman, tarih bilimi gibi bitmiş, etkileri ve sonuçları artık herkes tara-fından kabul edilmiş, bir bakıma da kapanmış bir tarih dönemini olgular ve belgeler çerçevesinde, bilinen ve bilinmeyen kişilerle anlatan edebî bir eserdir. Bu bakımdan, tartışmaları bitmemiş yakın tarihi bir çeşit hatırat, otobiyografi veya savunma-saldırı tarzında ele alan ve romancıların tezlerine malzeme yapan eserlere tarihî roman demek de kavram açısından oldukça sakıncalıdır. Pek çok ideolojik grup, tarihî romanlarla da toplum mühen-disliği yapmıştır.

Şiirinde kendine özgü bir ses yakalayan, ama estetik anlayışını metafizik bir temele oturtamayan Attila İlhan’ın romanlarında da sığ bir politik tavır sergilediğini görüyoruz. Rusların Birinci Dünya Savaşı’nda bize saldırdıklarını görmezden gelerek, Gazi ile Lenin arasında hayalî dostluklar kuran ve Millî Mücadele’de Sovyet desteği olduğunu savu-nan Attila İlhan’ın romanları, özenti diliyle olduğu kadar tartışmalı mesajlarıyla da gerçeklik duygusu veremez.

Postmodern tavırlarla tarihe ve topluma yakla-şan Orhan Pamuk ile Ahmet Altan gibi yazarların ciddi bir dünya görüşleri ve sorumluluk duygu-ları olduğu söylenemez; tarih onlar için bir sirk âdeta…

Elbette romanın gerçekliği ile tarihin gerçekli-ğinin bire bir örtüşmesini beklememek gerekir. Fa-kat estetik kaygılarla bazı ayrıntılar dışında tarihin keyfi şekilde değiştirilmesi makul görülemez...

Evet, “Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar önemlidir!” Fakat romancılara da bırakılamaz…■

9ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 10: Bizim Külliye 39. sayı

Bir okur olarak edebiyat ve tarih ilişkisini en fazla tarihî romanlarda hissetmiş, birbirine

benzer olayları ve savaşları kronolojik sıra ve kuru bir dille anlatan tarih kitaplarının o donukluğunu an-cak okuduğum edebî eserlerle eritmişimdir.

Meselâ, bu anlamda en son okuduğum romanlar M. Necati Sepetçioğlu’nun “Çanakkale” romanı ve M. Niyazi Özdemir’in “Yemen, Ah Yemen” isimli romanıdır. Bu iki roman hiçbir tarih kitabının tesir edemeyeceği kadar ruhuma ve beynime nüfuz et-miş, Çanakkale ve Yemen’i bütün benliğimle yaşa-mama vesile olmuştur. Artık, Çanakkale ve Yemen kelimelerinin geçtiği her yerde mutlaka bu romanlar anılacaktır. Tarihimizin o çok trajik ama bir o kadar da şerefli ve destansı sayfaları bu gibi eserlerimizle hafızalara kazınacaktır.

Edebiyatımıza konu olmuş tarihteki diğer sosyal olaylar için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Ta-rık Buğra’nın “Osmancık”ı, “Küçük Ağa”sı; Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sı, “Yorgun Savaşçı”sı bizim Osmanlının ve Cumhuriyetimizin kuruluş hikâyeleri değil mi?

Edebiyat - tarih ilişkisini biraz daha derinleştir-diğimizde meselenin başka boyutları da karşımıza

Tarihin bir gayesi geçmişte vukua gelmiş olayları objektif bir şekilde insanlığın nazarına sunarak onlardan ders alınmasını sağlamak, böylece milletlerin aynı hataları yapmasına mani olmaktır. Tarih bir bakıma millet tecrübesinin hafızasıdır.

İHSAN YAŞA

10ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 11: Bizim Külliye 39. sayı

çıkar. Tarihin herhangi bir döneminde meydana ge-tirilmiş bir eser (edebiyat, musiki, mimarî…) o dö-nemin genel anlayışını, tasavvurlarını, kültürünü, düşüncesini ve ruhi teheyyüçlerini (duygusal heye-can ve coşkular), hatta önemli olaylarını az veya çok yansıtır. Bu husus, tarihçiler için pekâlâ önemli bir malzeme olarak değerlendirilebilir.

Shakspeare’siz bir İngiliz, Sadi Şiraz’sız bir Acem tarihini yazmak mümkün mü? Dede Korkut, Kaşgarlı Mahmut, Yunus Emre, Mimar Sinan ve Itri’nin dâhil edilmediği bir Türk tarih anlayışı ola-bilir mi? Daha yakına bakalım; Mehmet Akif’siz İs-tiklal mücadelesi düşünülebilir mi? Toplumlar, ken-di kahramanlarının yanına şairlerini, nasirlerini ve diğer sanatkârlarını oturtarak ve bunlarla bir bütün olarak bakarlar kendi tarihlerine. Onlar için edipleri vatanı kurtaranlar kadar kıymeti haizdir.

Edebî güzelliklerden anlayan ve onları içinde ya-şatan bir insanın hayata ve olaylara bakışı ile bunlar-dan mahrum bir insanın bakışı arasında elbet de bir fark olacaktır. Kendi milletinin duygu bekçisi olan sanatkârlar ayrıca mensuplarına yorum zenginliği de getirir. Tek başına bu özellik bile tarihçileri etkileme ve yönlendirme işlevine sahiptir.

Tarih yapan bir devlet adamı, sanatın her çeşidiy-le, bilhassa edebiyatla ilgilenmesi ayrı bir kazançtır. Sultanlarımızın, devlet ricalimizin sanatla iştigalleri

bizim o hükmettiğimiz kudretli dönemlerin bir işa-reti olmakla kalmayıp yöneticilerimizin halka yakın duruşunun da bir göstergesidir. Çünkü sanat, insanı ve insana ait olanı anlatır. Toplumun hiçbir ferdi ede-biyata veya genel manada sanata karşı lâkayt değil-dir. Az veya çok her kademede, her meslekten insan sanatla şu veya bu şekilde ilgilenmekte ve kendini doyuracak arayışını sürdürmektedir. Edebiyat bu arayışı kolaylaştırıcı unsurdur. Tarihin içinden edebi-yatı ve diğer sanat unsurlarını çıkardığımızda geriye kalan antlaşmalar yığını ve olaylar zinciridir.

Edebiyat ile tarihin gayesine baktığımızda da il-ginç benzerlikler ve örtüşmeler görürüz.

Tarihin bir gayesi geçmişte vukua gelmiş olayları objektif bir şekilde insanlığın nazarına sunarak on-lardan ders alınmasını sağlamak, böylece milletlerin aynı hataları yapmasına mani olmaktır. Tarih bir ba-kıma millet tecrübesinin hafızasıdır. Tarih sayesinde milletler geleceğini tayin eder ve duruşlarını belirler, edebiyat da bu sürece katkıda bulunur.

Edebiyat yalnızca sanat kaygısını ön planda tut-maz, toplumun aynası olma özelliğiyle birlikte insanı olgunlaştır. İnsanda geleceğe ait duyguları depreş-tirmekle yetinmez, geçmişe doğru yeni bir tecessüs oluşturur. Böylece tarih ve edebiyat bir birliktelik içerisinde milletlerin dünü ile yarınları arasında bir köprü kurar.■

11ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 12: Bizim Külliye 39. sayı

Her ne kadar bir ilim dalı olarak okuyor ol-sak da tarih ilmini, ilimler sınıfından say-

mayanlar da vardır. Dikkatli bir bakışla bu ikinci kanaati besleyen, destekleyen bir hayli delil temin etmek mümkündür. Bir kere tarihi aktaranlar umu-miyetle devrin siyasileri tarafından vazifelendirilen kimselerdir. İkincisi aktarılan hadiselerin müşahidi nihayet nisyan ile malul bir veya birkaç insan ha-fızasıdır. Ayrıca eşya ve hâdiselerin, mekân ve za-manın bizatihi kendileri bize matematik kesinlikte bir veçhe göstermezler. Hülasa içerisinde beşerî unsurun müdahalesi bulunan her bilgi, belli bir ih-tiyatla karşılanmalıdır. “Tarih, vesika demektir.” sözü kulağa hoş gelebilir. Ancak vesika dediğimiz nesnenin de üzerine insan eli değdiği düşünülür-se, pekâlâ üretilebilir bir şey olduğu ortaya çıkar. Ancak tarih, mademki şüpheli bir bilgi sahasıdır, öyleyse ona ihtiyacımız yoktur, denilemez. Bu ba-kımdan hemen bütün gayretlerinde insanoğlu her türlü ihtimali hesaba katmalı, asla ihtiyatı elden bı-rakmamalıdır.

Ali Şeraiti, İnsanın Dört Zindanı adlı eserinde bu zindanlardan birisi olarak ‘tarih’ unsurunu boş yere zikretmemiştir. Tarih, sahiden kimi zaman insanlar için bir göz aydınlığı olurken, çoğu kere maalesef insanda kalıcı bir körlük yaratmıştır. Ma-lik bin Nebi’nin Müslüman cemiyetler hakkında

METİN ÖNAL MENGÜŞOĞLU

"...kurucu irade ile yıkılmaya şahit olan iradeyi karşılaştırdığında daima ecdat’tan yana tavır koyan bir dava adamıdır. İslam milletinin, bu arada Türk kavminin yeryüzü medeniyetine neler kattığının farkındadır. Ve asla bu katkıları görmezden gelen kimileri gibi bir tarih inkârcısı olmamıştır. "

12ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 13: Bizim Külliye 39. sayı

mühim bir ikazı vardır. Hatırımda kaldığı kadarıyla mealen şöyleydi:

Batılılar, biz doğu Müslüman cemiyetlerini hep atalarıyla iftihar etme istikametinde kışkırtırlar. Bunu bizim geçmişimizi sevdikleri için yapmazlar. İsterler ki biz hiçbir zaman bugüne gelmeyelim; bu-günü konuşup değerlendirmeyelim. Sürekli zihnen ve ruhen geçmişte kalalım. Zira bugünün yegâne hâkimi kendileridir.

Bu hususta Kur’an-ı Kerim’e bakan Mehmet Âkif’in bize hatırlattığı işaretler vardır. Âkif şöyle söyler:

Getirin Mağrib-i Aksâ’daki bir Müslüman’ıBir de Çin sûrunun altında uzanmış yatanıDinleyin her birinin ruhunu: mutlak gelecek“Böyle gördük dedemizden” sesi titrek titrek “Böyle gördük dedemizden” sözü dinen mer-

dud”.Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim, atalarının dini

üzere davranan gelenekçi cemiyetleri Âkif’in ik-tibas ettiği sözlerle kınamaktadır. Allah’ın dini ile ataların dini arasında bir çatışma çıktığında sığını-lacak limanın tarih değil, Allah olması gerektiğinin münakaşasına bile bilmem lüzum var mıdır?

Mehmet Âkif’in yukarıdaki tespitlerine bakarak onun bütün tarihimiz hususunda benzer düşünce-ler taşıdığını zannetmek büyük bir aldanıştır. Tam aksine o, Müslümanların tarihini bir bütün olarak mütalaa eder. Ve mesela der ki:

Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyâma Rücu’ etmeliler Müslümanlar sadr-ı İslam’a. Zamanın kahredici selleri önünde yok olup git-

mek istemiyorlarsa, Müslümanlar Allah Elçisi’nin ilk mesajını ilettiği model devire dönmelilerdir, de-mektedir. Âkif’in nazarında Osmanlı Hilafeti bütün dünya Müslümanlarının tabii temsil makamıdır. Kendisi Arnavut kökenli bir Müslüman olmasına rağmen, Balkan Harbi esnasında Osmanlıya baş kaldıran Arnavutlara bakın nasıl haykırıyor:

Hani milliyetin İslam idi, kavmiyet neSarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetineArnavutluk ne demek, var mı Şeriatta yeriKüfr olur başka değil kavmini sürmek ileriArab’ın Türk’e; Lâz’ın Çerkez’e, yahut Kürd’eAcem’in Çin’liye rüçhanı mı varmış? Nerde!Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne ge-

zer!Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.

Şark âleminin mevcut hayatına yönelttiği sıkı ve acımasız tenkitlerine bakarak Âkif’in bütün ta-rihimizi bu pencereden gördüğünü söylemek insaf-la bağdaşmaz. Evet, o devrin şartları nazarı itibara alındığında, tenkitlerindeki kıyıcılığın aşırılığı gör-mezden gelinemez. Ancak ona hak vermemek ko-lay değildir. Müslüman âleminin topyekûn bugün-kü hâline bakıldığında pek bir ilerleme kaydedildi-ği söylenemez. Âkif’in dilinde ecdad’ın son derece muteber bir yeri vardır. Her fırsatta Osmanlının bu yeni ve çökmeye yüz tutmuş ahalisine geçmişten örnekler vererek ibretlik sahneler sunar. Eski-yeni mukayesesine dair şu ifadelerdeki manidar hatırlat-mayı okuyalım:

O Buhârâ! O mübârek, o muazzam toprak!Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!İbn-i Sinâ’ları yüzlerce doğurmuş iklimTek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin, ne akîm.O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bileÖyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:Ay tutulmuş “Kovalım şeytanı kalkın” diyerek,Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek.Mehmet Âkif, kurucu irade ile yıkılmaya şahit

olan iradeyi karşılaştırdığında daima ecdat’tan yana tavır koyan bir dava adamıdır. İslam milletinin, bu arada Türk kavminin yeryüzü medeniyetine neler kattığının farkındadır. Ve asla bu katkıları görmez-den gelen kimileri gibi bir tarih inkârcısı olmamış-tır. Aksine tarihe ve medeniyete müspet katkıların-dan ötürü geçmişe olan minnet borcunu hiç ihmal etmemiştir. Bu konuda birçok misal verilebilir. Bir tanesini kaydedelim:

Kış uykusunda mı geçti ömrü ecdadın?Hayır! O nesl-i necibin, o şanlı evladınDamarlarında şehamet yüzerdi kan yerineYüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.! Bir başka örnekte ise şöyle haykırır: Ecdadını zannetme asırlarca uyurduNerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Mehmet Âkif şark âleminin bozulmuşluğunu

tarihî manada ciddi bir itikadi sapmaya bağlamak-tadır. Hususiyle İmam Gazali sonrasında yaygın-laşan inanç ve akide bu âlemi asli kaynağından koparmıştır ona göre. En çok da kader ve tevekkül bahislerindeki yanlış anlayış cemiyetin ataletini ar-dından da zilletini doğurmuştur. Bu yanlış telakki-nin yarattığı tembellik ve miskinlik üzerinde fazla-sıyla duran Âkif, muhtelif vesilelerle, bu telakkiye

13ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 14: Bizim Külliye 39. sayı

işaret etmiş ve tenkitler yöneltmiştir. Birçok örnek-ten birini zikredelim:

“Yarın” nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağı-na.

Yıkılsa arş-ı hükumet, tıkılsa kabre vatan, Vazifesinde değil; çünkü “hepsi Allah’tan! Tabiatıyla hatırlanacağı gibi bu hepsi Allah’tan

ifadesi asırlardan beridir bütün Müslüman âleminin maalesef fikrisabiti hâlini almıştır. Yanlışları, eksik-leri, kötülükleri, tembellik ve miskinlikleri üzerin-den atmak isteyen herkes, onu ya Allah’a, ya feleğe yahut da şeytana havale ederek kendisini kurtarma-nın peşine düşmektedir. Fertler böylece şahsi ku-surlarından kurtulduklarını zannetmektedirler. İşte bu telakkiyi doğuran, İmam Gazali sonrası artık fikren ve ilmen düşüşe geçen Müslüman âleminin çoğunluğunda yaygın bir şekilde yaşanan itikat kri-zidir. Âkif’in bu hususu dillendirdiği mısralardan ufak bir kısmını hatırlayalım:

Dikkat et: 1000 senesinden beri, a’sabı harâb, Yatıyor koskoca bir âlem-i iman, bîtâb. Pıhtı hâlinde yürekler, cevelansız kanlar; Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar! Buradaki tarihî dilim olan 1000 rakamının Ga-

zali sonrasını işaret ettiğini söylemeye bilmem ih-tiyaç var mı?

Elbette bu durum, Âkif’in Gazali gibi bir büyük âlimi yok saydığı, tenkide tabi tuttuğu manasına gelmez. Tam aksine Gazali sonrasında onun takip-çilerine dönük bir tenkittir. Gazali’yi izleyenlerin işledikleri yüzünden o meşhur âlimi suçlamaz. Hat-ta bakınız bir şiirinde onu hangi makamda zikredi-yor:

Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürü-dü.

Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüştü?İbn-i Sina niye yok? Nerde Gazali görelim?Hani Seyyid gibi Razi gibi üç beş âlim?Görüldüğü gibi Âkif yeni nesillerin Gazali’leri

kopyalamak, taklit etmek yerine, kendi medresele-rini kurmalarından yanadır. Malumdur ki Gazali, Müslüman âleminin son telifçi müderrislerinden birisidir. Onun kurduğu medreselerin şöhreti ve tesiri bugün bile sürmektedir. İşte tam bu noktada Âkif, eskilerin eserlerini şerh eden, onlara haşiyeler düşen yeni nesle kendi eserini yaratması yönünde ikazlarda bulunmaktadır. İşte yukarıdaki mısraların devamı:

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâİhtiyacatını kabil mi telafi? Asla.Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamıAsrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.Mehmet Âkif’in, kimilerince makbul görülen

kimilerince de tenkide tabi tutulan birkaç yönü var-dır. Malumdur ki O saltanata karşı çıkmış, istibdadı lanetlemiştir. Ayrıca yeni rejimin beğenmediği tu-tumlarının karşısında durmasını bilmiştir. Ayrıca O şark-garp çatışması hususunda garbın ilmini, fennini, tekniğini alıp ahlakına karşı durmayı teklif etmiştir. Bugünden bakarak, o günlerin şartlarını hesaba katmadan bir sıhhatli bir karar vermek ne ölçüde mümkündür? O, neticede bir büyük şairdir. Sosyolog, iktisatçı yahut toplum mühendisi değil-dir. Kendisinden bekleneni ziyadesiyle yerine ge-tirmiş bir ahlak ve karakter modelidir. Söyledikle-rini evvela kendi hayatında yaşanır kılmıştır. Evet, şöyle söylemektedir:

Marifetten de cüda şark, faziletten de.Ama aynı mısraların hemen arkasından yürek-

lere su serpen şu mısralar geliyor: İki üç balta ayırmaz bizi mazimizdeni.Ağacın kökleri mademki derindir cidden,Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne za-

rar?Yukarıda her ne kadar Âkif’in bir toplum mü-

hendisi olmadığını söylediysek de, onun dillerden düşmeyen, insanların her vesileyle hatırlayıp yâd ettikleri öyle mısraları vardır ki ibretle okunur. Camilerimizde vaaz ve hutbelerin neredeyse tama-mında hocalar onun mısralarına müracaat etmek-ten geri durmazlar. Ve zaten Âkif de birçok şiirini camilerdeki vaazlarda dile getirmiş yahut kürsüler-deki ilhamlar üzerine söylemiştir. Mevzu tarih ol-duğunda ise onun bize emanet bıraktığı Kıssadan Hisse başlıklı kıta anılmadan bu yazı eksik kalırdı. Malumdur ki “tarih tekerrürden ibarettir.” şeklin-de veciz bir sözümüz vardır. İnsanoğlunun hususiy-le de savaşları, anlaşmazlıkları hatırlandığında, bu sözü daha ziyade zikrederiz. Ve bununla hayıflanır dururuz. Âkif bu hususta da bize bir ibret dersi ver-mektedir. Sözü onunla bitirelim:

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?‘Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar;Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?■

14ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 15: Bizim Külliye 39. sayı

ÜNAL TAŞKIN

Tarihin kebikeçsiz sayfaları arasında herhangi bir kura-la bağlı olmaksızın, göze çarpan şey, sanat ile saltanat

arasındaki girift ilişkidir. Birbirini var etme duygusu bu iki kavram arasında derin bağlara götürür bizi. Kültür ve medeni-yetin üst seviyede yaşandığı toplumlar, kendi medenî çıkarları doğrultusunda sürekli sanatı kullanırken, sanat da bu kültrürel ihtişamı desteklemekten geri durmamıştır. Max Weber’de bu yapının varlığına değinmiştir. Gerek Doğu, gerek Batı dün-yasında bu ilişkiyi gözlemleyebiliriz. Doğu’nun bezm-i şahi veya bezm-i sultani’lerine, Batı müzikli toplantılarla, operetler ile nazire yapar. “Saltanatlar sanat aracılığıyla kendilerini son-raki kuşaklara anlatmayı hedeflerken; sanat da hem çağında hem de sonraki devirlerde kalıcılığını saltanat ile sağlamıştır”. Osmanlı hanedanı, sanat ve sanatçıyı koruyup kollamakta di-ğer hanedanlar arasından sıyrılır. Zira otuz altı padişahın yirmi ikisi şairdir.

Kanuni’nin “Padişahlığımın birkaç yerinden pek haz duy-muşumdur. Bunlardan biri de Bakî gibi tab’ı temiz bir insanı bulup, çıkarıp itibar eylediğimdir” sözü Osmanlı sultanlarının şiire bakış açısını özetler niteliktedir. Montesquieu’nun ifade-siyle, hayal kurma kudretleri ateşli olan şarklılar için nadir mahlûklar olmayan şairler de sultanlarına iltifattan geri dur-mazlar. Hatta en güzel sözcükleri onlar için devşirir, başkalaş-tırırlar. Öyle ki;

Muhabbet ehli bu canı o yara saklarlarŞu meyvedir ki anı şehriyara saklarlar

dizeleri sultana yol haritasını verir. Eski bir söz vardır: kelâmu’l-mülûk mülûku’l-kelâm yani

kelâmu’l-mülûk mülûku’l-kelâm yani sultanların sözü, sözlerin sultanıdır. Bundan mülhem tarihimizde birçok sultan savaş meydanından önce gönül meydanında şiir savaşları vermiştir. Zira büyüklük kendini her alanda itibar edilir güç ile beslemektedir

15ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 16: Bizim Külliye 39. sayı

sultanların sözü, sözlerin sultanıdır. Bundan mülhem tarihimizde birçok sultan savaş meydanından önce gönül meydanında şiir savaşları vermiştir. Zira bü-yüklük kendini her alanda itibar edilir güç ile besle-mektedir. Sözün gücü, sultanın sözündedir. Yıldırım Bayezid ile Timur kelamlarını konuşturduktan sonra, dünya bir kötürüm ile topalın mücadelesine tanıklık eder. Savaş sözleri keser.

Tarihimizin cevval hükümdarı Yavuz, Şah İsmail’le öncelikle şiirleşir. Son dizeler savaş mey-danında yazılacaktır. Yavuz’un deyişiyle, dünya bir hükümdara çok, iki hükümdara azdır.

Osmanlı tarihinin hazin sayfalarından birkaçı da sultanların yazgılarıyla şekillenir. Sultan Cem ile ağa-beyi II. Bayezid arasındaki taht kavgası, Danimarka tahtı için amcasıyla mücadele eden Shakespeare’in Hamlet’ine benzemez mi? Olay örgüsü birebir uy-masa da Hamlet devşirilseydi ancak Cem olurdu. İki kardeş, birbirlerini yazdıkları şiirler ile meramlarını anlatmaya çalışırlar. Hamlet’teki entrika bu hikâyede yoktur ama şiirsellik kayda değerdir.

Sultanların ihtiraslarının kurbanı olmaları ve piş-manlık yazıları yazmaları bile sözün gücüyle aşındırır tarih yapraklarını. Kanuni’nin oğlu Bayezid, babasına isyan edip, İran Şahı’na sığındığında, babasının kendi hayatı üzerindeki tasarrufunu öğrenerek;

Ey serâser âleme Sultan Süleyman’ım babaTende cânım, cânımın içinde cânânım babaBayezid’ine kıyar mısın benim cânım babaBîgünâhım hak bilir devletlü sultânım baba

diye yazar. Kanunî’nin bu dizelere cevabı aynı üslûpla ve aynı ustalıkla olmuştur:

Ey demâdem mazhar-ı tuğyân u isyânım oğulTakmayan boynuna her giz tavk-ı fermânım oğulBen kıyar mıydım sana ey Bayezid Han’ım oğulBîgünâhım deme bari tevbe kıl cânım oğul

Tarih yapraklarında sadece sultanların hazin hikâyeleri yoktur. Fuzulî gibi bir zekânın yalnızlığı da kapımızı çalar. İki ayrı sultanın arasında kalan Fuzulî, ikisine de yaranamaz. Dersaadetin gönlünü çalar ama Meksika sınırını geçemez.

Uzun sözün kısası, sanat saltanatın sağduyusudur. Saltanat onu yeri geldiğinde dinler, anlamaya çalışır. Tabi şartlar elverdiğince…■

Ey benim canımdan aziz evladım,Adınla toprağa kök saldı adım.Budur senin için Hak’tan muradım:

Yüreğinin ateşinde pişesin,İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Gül Resul’ün olsun daim önünde,Burma bıyık alperenler yanında…Hak yolda yürü ki vuslat gününde,

Sevgi üzre nice çağlar aşasın,İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Düşmanı dostunla sakın bir tutma,Keskin kılıcını kında unutma,İçindeki cengâveri uyutma;

“Allah Allah!” nidasıyla coşasın,İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Fikirde, zikirde birlik isteriz,Hilalin altında dirlik isteriz,Sevmeyiz hileyi, erlik isteriz;

Yiğitlikte yerden göğe taşasın,İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Kâinatın en şerefli varlığı,Sensin milletimin bahtiyarlığı,Rabbim göstermesin sana darlığı;

Devletinle sonsuzluğa koşasın,İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

*Şeyh Edebâli’nin Osman Gazi’ye vasiyeti

İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN*

YUSUF DURSUN

16ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 17: Bizim Külliye 39. sayı

Ay ninnisi şarkını usulca söyle Bekletme ıslak sesini şehirler uyanacakGülü demleyen son yaz, cumbalı evGiderken geride bir tambur taksimi Bir de kırılan zaman kalacak

Aşktan kısa vakitler söylerdi gözlerinTahammül meclisinde sesinleydi yaşamak“Sen sevgili” diye bitmeyen hançerenden Sokaklara dökülürdük yaramaz telaşlarla Yaramaz telaşlardan saçlarımızda ak

Gün pembesi sarı sayfalarda iç çekişler Kırık bir telde, zülfün nağme dağıtırHaz çiçeği göğsünde deniz soluğuVe rüzgârında eğlenen baharGeride geceyi yüklenen hasret bolluğu

Temmuzlar eğleşince masum ikindilerde Mızrap tele değince kaç deniz vurulurduHangi uzun gölge çalardı sesiniMuhayyer kalırdı insan hasreteSenden sorulurdu aşkın şehir yetimi

Zülfün gülünü çoğaltmaz o bahçeGamzen için sazendeler besteye gelmezHanendeler gider seninle suskun ve misafirDivanlarda şuh kahkahanla geçen ilkyaz Ve saba gülüşlerin bu çağı bilmez

ÖMER KAZAZOĞLU

HANENDE NİHÂL

17ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 18: Bizim Külliye 39. sayı

İlkokulda bize okutulan tarih kitaplarında, konu-lar arasına serpiştirilmiş ’’okuma’’ parçaları yer

alırdı. Bunlar edebiyatçı yazarların eserlerinden alın-mış bölümlerdi. Muhakkak ki o kitapta işlenmiş tarih konularıyla da ilgili olurdu. Ben tarihi işte o okuma parçalarından dolayı sevmeye başlamıştım. O yüzden tarihle edebiyatı birbirinden bağımsız olarak düşüne-mem.

Tarih edebiyat ilişkilerine çok yönlü bakmak mümkündür. Çünkü zaten bu ilişkiler çok yönlüdür. Konusu tarih olan şiirler, romanlar, hikâyeler bu iliş-kinin sadece bir yönüdür. Konuları tarih olmayan nice edebiyat ürünleri de vardır ki onlar okuyucusuna dolaylı da olsa bir tarih arkaplanını, tarih iklimini su-narlar. Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını düşünelim. Yirminci yüzyılın başındaki toplum yapı-mızdan, düşünce hayatımızdan, eğitime bakış açımız-dan zengin kesitler buluruz. Çelişkileri, çatışmaları, idealizmi, yabancılaşmaları görürüz. Kısacası bir dev-re tutulan aynada tarihimizin bir dönem panoramasını yaşarız. Bu tür edebi eserler sayesindedir ki bir dönem hakkında fikir yürütme, kanaat edinme şansını yaka-larız. Eğer edebiyatın tutmuş olduğu böylesi aynalar olmasa idi, biz tarih kitaplarında yer alan Tanzimat sonrası eğitim hamlelerini bilgi olarak aktarmakla ye-tinse idik, o dönemi özümsemekte zorlanabilirdik, do-layısıyla da ilgi alanımızın dışına kayabilirdi. Dönem romanlarının tarihle içiçeliği bakımından “Çalıkuşu” gibi daha nice örnekler sıralamak mümkündür. Gü-nümüz insanını ve toplumunu ele alan nice romanın da gelecek kuşaklar için bir tarih ikliminin kaynağı

olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tarih kitapları bizi bilgilendirmek için yazılır, edebi eserler ise yazılanla-rı bize yaşatır.

Tarihi anlamlı kılan, tarihteki olaylara kılık kıya-fet giydiren de yine edebiyat ürünleridir. Bu yönde bir örnek olarak da Shakspeare’in “Jül Sezar” ını söyle-yebiliriz. Hatırlayalım, Roma ve Sezar denilince akla gelen ilk söz “Sen de mi Brütüs…” tür. Öğreniyoruz ki, evet Sezar’ın Brütüs isimli kendine ihanet eden bir evlatlığı vardır. Ama Sezar’ın “Sen de mi Brütüs…” diye bir söz ettiğinin tarihi bir belgesi yoktur. Oysa bu söz yüzyıllardan beri aynen söylenmiş gibi bilinir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Roma tarihi ile ilgili kitap-larda da yer alır. Fakat son dört yüz yıldan beri, yani Shakspeare’den bu yana vardır. Bu söz yazarın “Jül Sezar” trajedisi ile birlikte var olmuş ve tarih kanıtla-rının önüne geçmiştir. Yani bir yazar Roma’nın trajik bir olayını öyle okumuş, öyle yansıtmıştır ve bu ede-biyatçı okuması, tarihin önüne geçmiştir.

Tuna Nehri tarihimizde çok önemli bir yer tutar. Tuna boyları Osmanlı’nın şahdamarları gibidir. Tarih bize bu mekânlarda cereyan eden önemli olayları nak-leder. Fakat bu nakillere ruh veren de Tuna’nın edebi-yatımızdaki yansımalarıdır. İşte Yahya Kemal’in bir beyti bize bir Tuna Tarihi’nin iklimini yaşatır:

“Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: ilerle!Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kaafilelerle…”Tarih ırmağının aktığı yatağı gözümüzde canlan-

dıran yine edebiyattır. Tarihten beslenmeyen yazarın eserleri biraz çorak olur. Edebiyattan nasipsiz tarihçi-lik ise biraz yavan kalır. ■

YAHYA AKENGİN

18ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 19: Bizim Külliye 39. sayı

tarihî malzemenin edebîyatta ele alınıp işlenmesi, yeniden yorumlanması bir ihtiyaçtan doğmuştur. Şiir, roman, hikâye, tiyatro… bütün türlerde yazarlar önlerinde duran bu geniş malzemeyi yeniden kurmak, yorumlamak için kullanırlar.

Tarih ve edebiyat… Biri diğerinden farklı alanlar gibi görünse de aslında

ikisi iç içe geçmiş türlerdir. Denizlerle ırmak-lar gibi. Biraz önce ırmak diye isimlendirdi-ğimiz su kütlesi, bir müddet sonra deniz veya göl olarak yeni bir anlam kazanacaktır. Bugün kaleme alınan edebî eserler, yarın birer tarih olacak; dünün tarihi bugünün edebî eseri hüvi-yetine bürünecektir.

Edebî eser deyince, uyandırdığı estetik duygularla okuyucunun rûhunu ve gönlünü ka-natlandıran, renklendiren eser olarak anlaşılır olsa da, şiirden denemeye; romandan tiyatroya kadar her eser çağının bir aynası, her yazar da çağının bir tanığıdır. Dolayısıyla yazar ve ese-ri öncelikle yaşadığı ân’ı bir ayna özelliği ile istikbale “tanık” olarak yansıtmaktadır.

İlk yazılı eserlerden günümüze kadar bu böyle devam etmiştir. Göktürk Âbideleri tarihî olduğu kadar, edebî eserlerdir de. Aynı zaman-da kültürün, geleneğin, inancın… Kısaca yaşa-nılan dönemin her haliyle istikbalden seyredi-len aynası. Aynı şekilde bugünün her bir edebî eseri yarının tarihî vesikaları özelliğine sahip olacaktır.

HASAN AKÇAY

19ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 20: Bizim Külliye 39. sayı

Günümüz öyküsü, romanı, şiiri, tiyatrosu içinde bilinçli olarak “tarih”e yer verilmese de, birçok özelliği ile, yarın yaşayacak olanlar sözü edilen türlerden bugünün tarihinden de haberdar olacaklardır. Kutadgu Bilig öncelikle bir edebî eserdir, fakat biz aynı eserde o dönemin idaresi, yaşam tarzı, gelenek vb. özelliklerini de görebi-liyoruz. Edebî eserlerin bir anlamda sürekliliği de bu bilince bağlıdır. Yazar, yaşadığı dönemin tanıklığının, yarınlara bir ayna olma özelliği taşı-dığının bilincinde olmazsa, eserinin kalıcılığın-dan söz etmek mümkün değildir.

Bütün bu söylenilenlerin yanında bir de ilha-mını tarihten alan yazar ve şairler vardır. Onlar; birer edebiyatçı hüviyeti taşımakla birlikte, en-gin bir tarih bilgisiyle de donanmış kişilerdir. Herkeste var olması gereken tarih şuuru, yani bir geçmişimizin olduğu ve bir süreğin devamı oldu-ğumuzu bilme ve geçmişi en güzel şekilde anla-ma bilinci, edebiyatla tarihî mecz etmiş olanlar-da daha fazladır. Bir anlamda bu şuuru yitirmiş olanların edebî eserlerde de başarısız ve yarınsız oldukları, dayanaklarının olmadığı bir gerçektir.

Edebî eserler, tarihin önüne geçerek onu olay-ların tarihî olmaktan kurtarır. Bununla birlikte beslendiği kaynak tarihî gerçekliktir. Yazar sır-tını tarih malzemesine dayayarak eserini oluştu-rur. Tarih bilimiyle uğraşanlardan farklı olarak, konuyu yeniden inşa eder, tarihin daha iyi anla-şılmasına, tarihin bir bilinç olarak geniş kitlelere ulaşmasına vesile olur.

Edebî eserden beklenen tarihin yerine geçmek değildir. Yazar, tarihî gerçekliğe bağlı fakat ondan farklı bir şekilde yansıtır tarihi. Yazarın şahsiliği, olaylara bakışı, algılayışı söz konusudur. Ancak bunu yaparken de yazarın, tarihî gerçekleri tahrif ve inkâr etmemesi gerekir. Yazarın yapması ge-reken tarihî yorumlamak, canlandırmak, tarihçi-nin sorumluluk alanı içindeki bir takım boşlukla-rı, hayal dünyası ile doldurmak tamamlamaktır. Yazar; tarihî, olayların tespiti olmaktan uzaklaş-tırarak, özellikle esere ilave edilen insan öğesi ve onun dünyasında var olan hisler dünyası ile renklendirilerek, tarihî, olayların tarihî olmaktan sıyırıp tarihî, insanın tarihî haline getirmektir. Bu anlamda N. Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Türk-lerin İslamiyet’ten önceki dönemini ve sonraki dönemlerini anlatan şiirleri önemlidir.

Bilim olarak tarihîn soğukluğu, şiire malze-me olduğunda daha bir yakın ve sıcak durmakta, daha sevimli ve anlaşılır hale gelmekte, bu yolla da geniş kitlelere mal olmaktadır. Hangi türde olursa olsun tarihî konuları işleyen eserlerdeki en önemli amaç, millî şuuru uyandırmak ve canlı tutmaktır. Dolayısıyla edebîyat da gerçeğin, dil ile yeniden inşa yolu olduğuna göre yazara-şaire düşen görev okuyucuyu bilgilendirmekten ziya-de, tarihî sevdirmek ve özellikle genç nesillerde bir tarih şuuru uyandırmaktır.

Yazar, tarihi yorumlamada edebiyatı bir araç olarak kullanır. Amaç, tarihi millî kültür unsuru olarak nesilden nesile aktarmak, toplum hayatın-daki değerlerin telkini ve tenkidini yapmaktır. İlhamını tarihten alan eserler, geçmişte destan-ların yüklendiği rolü modern hayatta yerine ge-tirir. Özellikle tarihî romanlar masal, efsane gibi anlatı türlerinin günümüzde en yakın devam et-tiricileri olarak kabul edilir. Tarihî anlamada, ta-rihe ilgi duymada romanların üstlendiği görevin önemi tartışılmaz.

Sonuç olarak, tarihî malzemenin edebîyatta ele alınıp işlenmesi, yeniden yorumlanması bir ihtiyaçtan doğmuştur. Şiir, roman, hikâye, tiyat-ro… bütün türlerde yazarlar önlerinde duran bu geniş malzemeyi yeniden kurmak, yorumlamak için kullanırlar. Bu şekilde tarihî olayları daha yakından seyretmek, tarihî şahsiyetleri sadece olaylar içindeki tutum ve davranışlarıyla değil, insani yönleriyle, duygularıyla da tanıyarak fark-lı bir bakış kazanmak-kazandırmaktır.

Tarih sadece bilim olarak karşımızda kalsay-dı, Osmanlı’yı tam olarak anlayamadığımız, öğ-renemediğimiz gibi, Millî Mücadele’yi de Küçü Ağa, Yaban, Yorgun Savaşçı, Vurun Kahpeye vb. eserler olmasaydı anlamamış; Çanakkale Zafe-rini Âkif olmasaydı gerektiği gibi hissedemeye-cek, “duyamamış” olacaktık. Tarihi vak’aları ve şahsiyetleri her ne kadar bilgi olarak öğrenebil-memiz mümkün olsa da; kimi zaman gözlerimiz-de iki damla yaş olan, kimi zaman yüreğimize ışıktan kanatlar takan, kimi zaman bizi sevince, kimi zaman da hüzünlere boğan o rûhu asla bula-mayacak, o duyguyu yaşayamayacaktık. Öyleyse son söz olarak, tarih, bilim olarak geçmişin bede-ni; edebiyat ise o bedenin her dem diri rûhudur, diyebiliriz.■

20ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 21: Bizim Külliye 39. sayı

Tanzimat’ın getirdiği yenileşme hareketlerinden biri de “kadın inkılâbı”dır. Bu dönemde, aydınların kadın sorunu üzerine eğilerek

kadınların toplumsal yapı içindeki konumlanışlarını tartışmaları, kadınların sosyal yaşam içinde etkin bir şekilde görünür olmalarına zemin hazırlamış-tır. 19. asırda Osmanlı İmparatorluğunda, edebiyat alanında az da olsa kadın şairler yer almaktadır. Genellikle aristokrat ailelerde yetişen bu kadın şairlerin eserlerinde, Divan Edebiyatı geleneğinin izleri görül-mektedir. Ancak Tanzimat’ın getirdiği en büyük yeniliklerden olan ga-zete kültürünün yaygınlaşmaya başlamasıyla kadın yazarlar, şiir dışın-da bir alanda kendilerini ifade edebilme imkânı bulmuşlardır. Kadın yazarların basın hayatı içinde görünmeye başlamalarının elbette bir alt yapısı söz konusudur. Bunda Tanzimat’ın erkek aydın-larının kadınları destekleyici bir görev üstlenmelerinin etkisi göz ardı edilemez. Nitekim Ahmet Mithat Efendi, bu noktada hem yazıları hem de görüşleri ile “basın hayatındaki kadın hareketi”nin en büyük savunucularındandır. Ahmet Mithat Efendi’nin bu desteğinin yanı sıra pek çok aydının gazete ve dergilere kadın imzasıyla yazılar yazmaları da halkı kadın yazarların varlığına alıştırmaya yönelik bir tutu-mun yansımasıdır.

Osmanlı basın tarihinde kadınların varlığı, özel-likle kadınlara yönelik süreli yayınların çıkma-sıyla belirginlik kazanır. Kendilerini “toplum-sal cinsiyet” ayrımı yapan erkeklere karşı sa-vunmak ve kamusal alanda görünürlük kazan-mak isteyen Osmanlı Türk aydın kadınları, öncelikle bu dergilerde, bir var oluş mücadelesi içine girerler. Bu anlamda ilk olarak, kadınların var oluş mücadelesini destekleyen erkek aydınların kadınlara yönelik gazete ve dergi çıkardıkları ve bu

BEYHAN KANTER

tır. 19. asırda Osmanlı İmparatorluğunda, edebiyat alanında az da olsa kadın şairler yer almaktadır. Genellikle aristokrat ailelerde yetişen bu kadın şairlerin eserlerinde, Divan Edebiyatı geleneğinin izlerimektedir. Ancak Tanzimat’ın getirdiği en büyük yeniliklerden olan ga-zete kültürünün yaygınlaşmaya başlamasıyla kadın yazarlar, şiir dışın-da bir alanda kendilerini ifade edebilme imkânı bulmuşlardır. Kadın yazarların basın hayatı içinde görünmeye başlamalarının elbette bir alt yapısı söz konusudur. Bunda Tanzimat’ın erkek aydın-larının kadınları destekleyici bir görev üstlenmelerinin etkisigöz ardı edilemez. Nitekim Ahmet Mithat Efendi, bu noktada hem yazıları hem de görüşleri ile “basın hayatındaki kadın hareketi”nin en büyük savunucularındandır. Ahmet Mithat Efendi’nin bu desteğinin yanı sıra pek çok aydının gazete ve dergilere kadın imzasıyla yazılar yazmaları da halkı kadın yazarların varlığına alıştırmaya yönelik bir tutu-

Osmanlı basın tarihinde kadınların varlığı, özel-likle kadınlara yönelik süreli yayınların çıkma-sıyla belirginlik kazanır. Kendilerini “toplum-sal cinsiyet” ayrımı yapan erkeklere karşı sa-vunmak ve kamusal alanda görünürlük kazan-mak isteyen Osmanlı Türk aydın kadınları, öncelikle bu dergilerde, bir var oluş mücadelesi içine girerler. Bu anlamda ilk olarak, kadınların var oluş mücadelesini destekleyen erkek aydınların kadınlara yönelik gazete ve dergi çıkardıkları ve bu

sosyal yaşam içinde etkin bir şekilde görünür olmalarına zemin hazırlamış-tır. 19. asırda Osmanlı İmparatorluğunda, edebiyat alanında az da olsa tır. 19. asırda Osmanlı İmparatorluğunda, edebiyat alanında az da olsa kadın şairler yer almaktadır. Genellikle aristokrat ailelerde yetişen bu kadın şairlerin eserlerinde, Divan Edebiyatı geleneğinin izleri görül-mektedir. Ancak Tanzimat’ın getirdiği en büyük yeniliklerden olan ga-zete kültürünün yaygınlaşmaya başlamasıyla kadın yazarlar, şiir dışın-da bir alanda kendilerini ifade edebilme imkânı bulmuşlardır. Kadın yazarların basın hayatı içinde görünmeye başlamalarının elbette bir alt yapısı söz konusudur. Bunda Tanzimat’ın erkek aydın-larının kadınları destekleyici bir görev üstlenmelerinin etkisigöz ardı edilemez. Nitekim Ahmet Mithat Efendi, bu noktada hem yazıları hem de görüşleri ile “basın hayatındaki kadın hareketi”nin en büyük savunucularındandır. Ahmet Mithat Efendi’nin bu desteğinin yanı sıra pek çok aydının gazete ve dergilere kadın imzasıyla yazılar yazmaları da halkı kadın yazarların varlığına alıştırmaya yönelik bir tutu-

Osmanlı basın tarihinde kadınların varlığı, özel-

mak isteyen Osmanlı Türk aydın kadınları, öncelikle bu dergilerde, bir var oluş mücadelesi içine girerler. Bu anlamda ilk olarak, kadınların var oluş mücadelesini destekleyen erkek aydınların kadınlara yönelik gazete ve dergi çıkardıkları ve bu

21ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 22: Bizim Külliye 39. sayı

yayınlarda da kadın imzasıyla yazılar yazdıkla-rı görülür. Tanzimat sonrasında yayın hayatına başlayan kadın dergilerinde genel olarak kadın-ların toplumsal statülerinin ne olduğu sorunu ele alınırken kadınların kendilerini ifade etmeleri için de uygun zemin hazırlanmıştır. Özellikle bu dergilere gönderilen kadın mektupları bu anlam-da dikkat çekicidir.

Kadınlar için yayınlanan süreli yayınlar içinde Şükufezar, “sahibi kadın olan ve yazı kad-rosunu tümüyle kadınların oluşturduğu ilk kadın dergisi”(Çakır, 1996:26)dir. Şükufezar’ın yazar-ları, kadınların varlığını sadece aydın kesime değil bütün halk kitlesine duyurmak amacıyla yayın hayatına başladıklarını daha ilk sayıda be-lirtme gereği duymuşlardır. Nitekim bu derginin açtığı yolda, daha sonra pek çok kadın dergisi-nin Osmanlı basın hayatında birer birer yer edin-meye başladığı görülür. Kimlik arayışı içindeki Osmanlı Türk kadınının bu atılımı ile “kadınlık bilinci” uyanan kadın kitlesinin de bu dergilere yazılarıyla destek vermeleri, kadın hareketinde-ki ciddiyeti göstermesi bakımından dikkat çeki-cidir. Zira daha sonra “Mürüvvet” gazetesinin haftalık eki olarak çıkan “Mürüvvet Dergisi”nin (Aşa,1989:63) yazar kadrosunun büyük bir ço-ğunluğu erkekler olduğu hâlde, dergide yer alan konuların kadınlara yönelik yazılardan oluşması da kadınlar için yapılan yayınların gördüğü de-ğeri yansıtmaktadır.

Osmanlı basın tarihinde, kadınlara yönelik yayın yapan en uzun süreli kadın dergisi ise “Hanımlara Mahsus Gazete”dir. “1895-1908 yıl-ları arasında 13 yıl toplam 604 sayı olarak çıkan en uzun süreli kadın dergisi”(Çakır,1996:27) olan bu derginin yazarlarının büyük çoğunlu-ğu, Osmanlı basın hayatına damgasını vurmuş aydın kadınlardır. Derginin yayın amacının ka-dınların sesi olmak ve kadınların her türlü so-runlarına eğilmek olduğu belirtilir. Hanımlara Mahsus Gazete’de genel olarak geleneksel çiz-giden uzaklaşmayan “ılımlı bir feminist” anlayış görülür. Dinden ve gelenekten kopmamaya özen gösteren bu derginin yazarları, böylelikle sadece aydın kesimin değil aynı zamanda geniş bir halk kesiminin de desteğini almayı başarmışlardır.

Bu dergide makalelerini yayınlayan Fatma Aliye Hanım, Osmanlı basın tarihinin

en büyük kadın simalarından biridir. Zira o, hem makaleleri hem romanları hem de felsefe ve tarih alanındaki eserleriyle, bilinçlenen Os-manlı -Türk kadının ilk öncüsü durumundadır. Fatma Aliye Hanım’ın pek çok alanda eser ver-mesi dışında, kadınların sorunları üzerine yö-nelirken sergilediği tutum da bunda etkilidir. Nitekim basın hayatının bir başka önemli ya-zarlarından olan ve Fatma Aliye Hanım’ın kız kardeşi Emine Semiye’nin görüşlerinde daha sert ve daha feminist bir özellik görülür. Fatma Aliye gibi öncelikle kadınların eğitilmesi konu-sunda ısrarla duran Emine Semiye, sadece ba-sın hayatında değil siyaset hayatında da aktiftir. Makalelerinde, yaşanılan dünya içinde çevreye ve olup bitenlere kayıtsız kalmanın doğuracağı olumsuz neticelerden bahsederken kız kardeşi Fatma Aliye Hanım’ın İslam geleneği içinde ka-dın olgusunu ele almasına karşın Emine Semiye Hanım, dinî olgularla ve geleneksel anlayışla kadın haklarına yaklaşmaz. Bu yönüyle ailesi ile farklı bir fikrî zeminde olduğunu yansıtır. Fatma Aliye Hanım’ın eserlerinde İslam tari-hindeki kadınlardan örnekler vermesine karşın Emine Semiye’nin “Batıcılık” anlayışından kop-mamaya çalıştığı görülür. Onun bu yaklaşımın-da, bir süre etkin görev aldığı İttihat ve Terakki Partisi’nin etkisi sezilmektedir.

Kadın dergilerinde, genel olarak geleneksel bir çizgi görülmesine karşın özellikle “Batıcı-lık” görüşünü savunan bazı aydın yazarlar, Os-manlı toplumu içinde kadınların geleneğin da-yatmaları yüzünden kimliksizleştirildiği ve de-ğersizleştirildiği düşüncesini savunurlar. Ancak Tanzimat’ın ilk dönemlerinde kadın yazarlar, bu görüşlere çok fazla itibar etmemişlerdir. Nite-kim Emine Semiye’nin de yazılarını yayınladığı İnci dergisi, kadın hakları ve kadınların sosyal yaşam içindeki konumlandırılmaları noktasında kadın ve erkek yazarların yazdığı yazılarla, ka-dınları teşvik edici bir rol üstlenirken daha çok kadınların aile içindeki durumlarından bahsede-rek siyasi noktalardan kaçınır.

Osmanlı basın hayatında aktif olarak görülen bir başka kadın yazar, Nigâr Bint-i Osman’dır. Nigâr Hanım, “Demet”, “Kadın”, “Hanımlar Âlemi”,”Nilüfer”, “Kadın” ve Selanik’te çıkan “Mütalaa” gibi kadınlara yönelik süreli yayın-

22ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 23: Bizim Külliye 39. sayı

lar dışında, Servet-i Fünun, “Malumat” gibi gazete ve dergilerde de makalelerini yayınlar. Nigâr Hanım, “Hayatımın Hikâyesi” adlı ese-rinde kadın-erkek eşitliğini kabul etmediğini; kadınların güzel bir eğitim almaları gerektiğini, devlet adamlarının asıl görevlerinin kadınla-rın eğitilmesini sağlamak olduğunu belirterek kadınların toplumsal yaşam içinde etkin bir konumda bulunmalarının toplumsal yaşamın medenileşmesi için küçümsenmemesi gereken bir olgu olduğunu vurgular. “1914’de hafta-lık olarak çıkarılan”(Aşa,1989:645) “Hanımlar Âlemi” dergisinde, Nigâr Hanım, “Feminizm Nedir?”konulu ankete cevaben yazdığı mektup-ta, kendisinin feminizm anlayışında, kadın ve erkek arasında tam bir eşitlik olmadığını, zira kadın ve erkeğin yaratılış itibari ile bile birbi-rinden çok farklı olduklarını belirterek kadın hakları konusundaki tutumunu net bir biçimde açıklar.(Hanımlar Âlemi, 1914:sayı:1). Nigâr Hanım “ özellikle bir süre için başyazarlığını da yaptığı Hanımlara Mahsus Gazete etrafında edebî hayatının renkli ve zengin bir dönemini geçirdi”(Bekiroğlu, 2007:84). Hanımlara Mah-sus Gazete’de çıkan makalelerinde de kadınla-rın eğitiminin toplumsal yaşamın geleceği için önemini açıklama gereği duyması, onun eğitim ve kadınların bilinçlenmeleri konusundaki has-sasiyetini göstermektedir.

Nigâr Hanım’ın da yazar kadrosunda bu-lunduğu Celal Sahir tarafından çıkarılan ve II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayınlanmış ilk kadın mecmuası (Aşa,1989:248) olan “Demet” dergisinin kadın dergiciliğinde özel bir yeri söz konusudur. “Kadınlar siyasal konularla ilk kez Demet’le tanışmış, dergide yer alan siyasi ma-kaleler okurlar tarafından ilgi görmüştür.”(Çakır,1996:s.33)

Bu dönemde basın hayatının göze çarpan ka-dın yazarlarından Şükûfe Nihal de makalelerin-de kadınların okutulması ve kadınlar için eğitim kurumlarının açılmasını isterken, erkeklerden bencil davranmamalarını ve kadınlara okul açıl-ması için destek olmalarını talep ederek bu an-lamda birlik oluşturulması yönünde görüşler ile-ri sürer. Toplumsal değişim süreci içinde “yeni kadın” tipini hem eserleri hem de sosyal faali-yetleri ile örneklendiren Şükûfe Nihal, etkin ve

faal bir kadın kimliği ile karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, o da kendisinden önceki kadın ön-cüler gibi yazdıkları ve yaptıkları ile Osmanlı feminizminin ve kadın hareketlerinin hazırlayı-cılarındandır. Nezihe Muhiddin tarafından yayın hayatına kazandırılan “Kadın Yolu Dergisi”nde yazdığı yazılarında da kadın hakları ve kadınları sosyal hayata teşvik edici bir yol izleyerek kitle-sel kadın hareketlerinin öncülüğünde aktif bir rol oynamıştır.

İnas Darülfünun’undan mezun olan Şükûfe Ni-hal, idealist çizgisinden taviz vermeden kadınların toplumsal yapı içindeki gelişim süreçlerinde aktif bir birey olarak yer alır. Şükûfe Nihal’in Mehmet Rauf’un çıkardığı “Mehasin” adlı kadın dergisin-de yayınlanan “İnas Mektepleri Hakkında” baş-lıklı yazısında, kız okullarında yapılması gereken yeniliklerle ilgili görüşlerini açıkça belirtmesinin Emine Semiye Hanım’ın yazdığı bir yazı ile takdir edilmesi, kadın yazarların birbirlerini destekledik-lerini ve birbirlerinin yazılarından ve faaliyetle-rinden haberdar olduklarını gösterir. Bu anlamda farklı bakış açıları ile yollarına devam etseler de Tanzimat ve ondan sonra Cumhuriyet’in ilk yılla-rına kadar basın hayatında yer alan kadın öncüle-rin hak mücadeleleri, bir örgütlenmenin ve birlikte hareket etmelerinin bir sonucudur.

Makaleleri, “Bilgi Yurdu Işığı”, “Türk Kadını”, “Firuze”, “Kadın Yolu/Türk Kadın Yolu” dergile-rinde yayınlanan Şükûfe Nihal, haftalık edebî bir kadın dergisi olarak yayınlanan “Süs” dergisinde yer alan “Fırkamızın Mefkûresi” başlıklı yazısın-da, Kadın Halk Fırkasının fikirlerini ve programını açıklayarak kadınların her alanda görünür kılınma-larının şart ve gerekli olduğunu ifade eder. Yazı-larında, kadınların bilinçlenmelerinin Türk kadın tarihinin değişimi ve yenileşmesi açısından gerek-liliği üzerinde fikirlerini açıkça ve gür bir sesle ifa-de etmekten kaçınmaz.

Yenileşme döneminin basın kültüründe yazı-larıyla yer alan bir diğer önemli şahsiyeti Mak-bule Leman’dır. Bir dönem “Hanımlara Mahsus Gazete”de başyazarlık yapan Makbule Leman Hanım, yazılarında evlilik ve kadınların eğitimi, çocuk bakımı, annelik, gibi konular üzerinde du-rurken, geleneğe ve dine dayalı bir yaşam tarzın-dan da uzaklaşmamak gerektiği fikrini savunur. II. Abdülhamit döneminde, makalelerinden dolayı

23ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 24: Bizim Külliye 39. sayı

“şefkat nişanı” ile ödüllendirilen Makbule Leman, kadınların eğitilmesi noktasında fikrî alanda mü-cadele vermiş yenilikçi ve aynı zamanda gelenek-ten kopmamış bir Osmanlı aydınıdır. Makaleleri, “Hanımlara Mahsus Gazete”, “Hazine-i Evrak”, “Hazine-i Fünun” gibi süreli yayınlarda çıkmıştır.

Bu dönemde kadınların hürriyetleri için müca-dele veren Nezihe Muhiddin, Türk kadınının her alanda görünür olmasını arzulamış ve bunun mü-cadelesini vermiştir. Nezihe Muhiddin, geleneksel anlayışa zaman zaman ters düşen görüşler ileri sü-rer ve geleneği yargılayıcı ifadeler kullanmaktan çekinmeyerek, kadınların sadece kamusal alanda değil siyasal alanda da varlıkların göstermeleri ge-rektiğine inanır. 1923’te onun başkanlığında “Ka-dınlar Fırkası” kurulur. “Süs” dergisinde “Partinin kuruluş gerekçesi, hükümete verilen beyannamede özetle şöyle açıklanmıştır: “Kadın ülkenin her ye-rinde yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik sorun-ların içinde olmasına ve bu sorunlardan etkilen-mesine karşın, bu alanlarda gözle görülür biçimde çalışamamaktadır. Amaç yer yer ortaya çıkan ka-dın varlığını ve kişiliğinin kitlevi bir şekle dönüştürülmesidir.”(Çakır,1996:75) Nezihe Muhiddin, “Kadın Yolu” dergisinde, kadınların siyasi hayata katılmaları ve seçim hakkı elde etmeleri gerektiği-ni ısrarla savunmuştur.

Kadınların oluşturdukları bu hareketlilik süre-cinde bir başka öncü kadın olan Ulviye Mevlan, radikal görüşleriyle siyasi ve ideolojik yönü daha ağır basan biridir. Onun bu radikal görüşleri kadın hareketlerinde bir değişim ve keskinlik oluşturma sürecini hızlandırır. Ulviye Mevlan, yazılarında ve faaliyetlerinde de görüşlerindeki radikalliği her fırsatta ifade etmekten kaçınmaz. Çıkarmış oldu-ğu “Kadınlar Dünyası” dergisi ile ılımlı bir kadın hareketinin yerini daha keskin çizgilerle hak arayı-şında olan bir anlayış almıştır. Bu anlamda Ulviye Mevlan, Osmanlı basın hayatındaki varlığı ile ka-dınlık bilincini uyandırırken batıyı takip etmiştir.

“Kadınlar Dünyası” dergisinin bir önemli özel-liği de haklarını savunmak için bütün kadınları birleşmeye ve örgütlenmeye çağırmasıdır. Kadın-ların ekonomik özgürlüklerini kazanmalarının teş-vik edildiği bu dergide, kadınlara yapabilecekleri mesleklerle ilgili bilgi verilmekte ve kadınlar yön-lendirilmektedir.

“Kadınlar Dünyası” zaman zaman aşırılığa

kaçan feminist söylemler neticesinde tepki topla-mıştır. Dergide yazıları yer alan yazar Mükerrem Belkıs ise feminizmi şöyle açıklayarak tepkilere yönelik cevap vermektedir: “Feminizm ahlakı yı-kan, aileyi yıkan bir cereyan değildir. Saadeti mah-veden bir cereyan değildir. Bilakis feminizm ahlak esaslarına ibtina ederek(dayanarak) daha iyi bir saadetin idrakini temin eden bir yoldur. Feminizm haksızlığı, biçareliği ve müsavatsızlığı kaldırarak yerine ahlakın, vicdanın muhakemesiyle vücuda getirilecek yeni ve insani bir teşkilat tesis etmek emelindedir(Doğan, 2003:12). Mükerrem Belkıs, feminizm anlayışını açıklayarak kadınlarla bire bir ilişkiye girer ve onlara yol gösterir. O, bütün kadınları birlik içinde inkılâp yapmaya çağırırken ancak cesur bir kitlenin sesi olabilmiştir. Bunun nedeni ise görüşlerindeki keskinliktir.

Osmanlı basın tarihinde var oluş mücadelesi veren Osmanlı Türk kadınları, makaleleri ile Os-manlı İmparatorluğunun son dönemi içinde kadı-nın konumuna netlik kazandırma çabası içinde ol-muşlardır. Bu anlamda Tanzimat’la birlikte gelişen basın kültürü ile kendilerini ifade eden Osmanlı aydınları, kadınlarla birlikte bir mücadeleyi baş-latmış ve basın hayatı içinde kadınların etkin bir rol almalarını desteklemişlerdir. Kadınların basın hayatındaki bu etkinlikleri ile ortaya çıkan “yeni kadın tipi” toplumun yadsıyamayacağı bir gerçek-lik oluşturmuştur.■

KAYNAKLARAşa, Emel(1989) 1928’e Kadar Türk Kadın Mec-

muaları, Yayınlanmamış Yük. Lis. Tezi, İstanbul Ü.Türk Dili ve Edebiyatı Böl.

Bekiroğlu, Nazan(2007) Nigâr Hanım, İslam Ans., Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul.

Çakır, Serpil (1996) Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., İstanbul.

Doğan, İsmail(2003) Bizde Kadın, Millî Eğitim Ba-kanlığı Yay., İstanbul.

Fatma Aliye (1309) Nisvan-ı İslam, İstanbul.Nigâr Bint-i Osman (1959) Hayatımın Hikâyesi,

Ekin Basımevi. İstanbul.Nigâr Bint-i Osman(1914) Feminizm Nedir? Ha-

nımlar Âlemi, 1914: S. 1, s.2.Şükûfe Nihal (1339) Fırkamızın Mefkûresi. Süs. S.

3, s. 3-4.Zihnioğlu, Yaprak (2003) Kadınsız İnkılâp, Metis

Yay., İstanbul.

24ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 25: Bizim Külliye 39. sayı

Bir taşralı olarak İstanbul’la alakalı ilk intiba-ım, yazının başlığımda tırnak içinde geçen

ifadenin bulunduğu muhteşem hatıra. Ondan önce de babamın – Allah sağlıklı, uzun ve hayırlı ömürler ver-sin- askerlik yıllarının cereyan ettiği “suyu allı pullu” olan güzide şehirle alakalı pare pare anlattıkları.

Sinema ya da TV’den takip ettiğim “belgesel” ve filmlerden ise – eskilerin tabiriyle- “sarf-ı nazar” edi-yorum. “Asitane” ile ilgili intibalarım, sadece med-ya ile sınırlı kalsaydı, ruhumdaki “ allı pullu” hisler, belki de zaman ilerledikçe kesafeti artan bir karanlığa dönerdi belki de.

Ortaöğretimin lise kısmındayken öğrenciliğin te-neffüs zamanlarında, yani Yaz tatillerinde, ailemin davetiyle Almanya’ya gitme maceralarımın dışında, İstanbul’la alakalı ilk köklü tedai hamlesinin kaynağı ise Yahya Kemal Beyatlı.

Bugün gibi hatırımda. Lise 2 sıralarındayız ve yıl 1977. O “civcivli” günlerin merkezinde kültürle ne kadar uğraşılabiliyorsa, “talebe”lik seviyesinde – ki hadis bu, talebeliğin mezara kadar olduğu ve olması gerektiğini buyuruyor- karınca kararınca didinip dur-madayız. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenimiz de, şu anda avukatlık yapan - Allah uzun ve hayırlı ömürler nasip etsin- “Birecik Tarihi”, “ Uygurca Tezkiretü’l-Evliya Tercümesi “ Yazarı, şiirlerini “Nale”de topla-yan şair Verdi Kankılıç. Galiba mayısın ilk günleri, bunu hocamızın “ İstanbul fethine daha yirmi gün var ama…” deyişinden hatırlıyorum.

Mevzuumuz “İstanbul’un Fethini Gören Üskü-dar.” Sonraki İstanbul Edebiyat’a girmemin de, ede-biyatçı olmamın da, tarih ve moral değerlerimize te-mayül etmemizin de dinamiği işte bu şiir:

İstanbul’un Fethini Gören ÜsküdarÜsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri! Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.

Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğü-nü?

Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!” Elli üç gün en mehâbetli temâşâ idi o! Sanki halkın uyanık gördüğü rü’yâ idi o! Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatırâdan; Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan; Canlanır levhası hâlâ beşer ettikçe hayâl; O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl. Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha Şanlı nâmıyle ‘Büyük Top’ denilen ejderha. Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece, Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Halic’e; Son günün cengi olurken ne şafakmış o şafak,

MEHMET NURİ EMİNLER

25ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 26: Bizim Külliye 39. sayı

Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak, Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu; Saklamış durmuş asırlarca hayâlinde bunu.

Muhterem Ömer Faruk Akün hocamızın anlattı-ğına göre – Allah rahmet etsin-, Yahya Kemal bu şiiri Paris’ten dönüşünde yazmıştır. Bilhassa orada Şair Baudlaere’nin tesiriyle coğrafyaya bağlı tarih anlayı-şına sahip olmuş, Felsefeci Albert Sorel’in tesiriyle de tarihe milli kültürün ve sanatın kaynağı olarak baka-bilmiştir.

“Üsküdar, bir ulu rüyayı görenler şehri”dir ve daha İstanbul “İslambol” olmamışken, mescitlerinde namaz kılınmakta, minarelerinde ezanlar okunmakta-dır. Bu “ayrıcalığından” dolayı, “her şehri onu gıpta ile hatırlar.” Hepsi de “Hangi şehir görmüş onun gör-düğünü? Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!” diye sorar hâl lisanlarıyla. Elli üç gün süren o “me-habetli temaşa” halkın uyanık gördüğü rüya gibiy-di. Şimdi “o büyük hatıradan” beş yüz sene geçmiş olmasına rağmen, elli üç gün boyunca o hengâme görülmüştür:

Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha gürleyen Şahi topları, - şanlı namıyla ‘Büyük Top’ denilen ejderha- , surlarda “mukaddes” gedikler açmaktadır. Karadan sevk edilen yüz gemi Haliç’e geçmiştir. Üsküdar son günün cengi olurken tepelerden bakarak gözleri dolmuştur. Çünkü henüz melaikeyi hoşnut edecek amelleri yapacak olanlardan önce “İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu” görmüştür. Bu şahane tabloyu “asırlarca hayalinde saklamış”tır.

Yahya Kemal’in: “Üsküdar, bir ulu rü’yayı gören-ler şehri! / Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri. /Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü? /Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!” mısrala-rını her okuduğumda, Üsküdar Sahili’ni ne zaman ha-tırlasam bu mısralar ruhumda canlanır da hem büyük fethi hem de bu güzel şiiri yeniden yaşarım.

Fatih, İstanbul’u akan suları tersine çevirerek fet-hetti. Onun yaptığı bu fetih sayesinde İstanbul, altı asırdır Müslüman Türk’ün zevkiyle yoğrulmuştur. Ancak bir de İstanbul’un ruhunu ve zevkini fethedip bunu şiirleriyle gönüllere duyurmuş “İstanbul’un gü-zelliklerinin fatihi” şairimiz var ki sadece Üsküdar’a bakışı bile onun İstanbul’u ne kadar kavradığını bize anlatır.

Yahya Kemal’e gelene kadar birçok şair İstanbul’a

şiirler yazmıştır. Ancak hiçbiri İstanbul’un güzelliğini, manasını, onun fetihten bu yana gelen tarihî misyonu-nu ruhlarımıza Yahya Kemal’in duyurduğu keyfiyette duyuramamıştır.

İlk yayımlanan şiirinin, hiç görmediği İstanbul’u “tasvir eden” “Hâtıra” isimli ve “mübtedi gençlerin pek bilmediği muzâri vezni ile yazılmış bir manzu-me olduğunu” belirten Yahya Kemal, bu ilk ürününün İstanbul’da yayımlanan Terakki mecmuasında çıktı-ğını bildirmektedir. İstanbul’a geldikten sonra Tevfik Fikret’in, Cenap Şahabettin’in şiirlerini tanıyan Yahya Kemal, Servet-i Fünun şiirinin etkilerini taşıyan genç-lik şiirlerini Agâh Kemal imzasıyla İrtika, Mâlumat dergilerinde yayımlamıştır.

Bu yıllarda, akrabalarından Abdurrahmanpaşaza-de İbrahim Bey’in evinde Hacı Arif Bey yönetiminde yapılan icra fasıllarını izleyerek Türk müziğini yakın-dan tanımış, klasik bestecilerimizi derinden anlayıp sevmiştir.

Paris’te bulunduğu yıllarda Fransız sembolistle-rinin eserlerine yakınlık duyan Yahya Kemal, şunları yazmaktadır:

“Gerçi Hugo’yu iyi anlıyordum, gerçi Gautier’yi ve De Banville’i iyi anlıyordum, gerçi Baudelaire ve Verlaine’i sıtmalı bir ibtilâ ile seviyordum, gerçi şahsî şairliğin en son numuneleri olan Maeterlinck, Verha-eren gibi şiirleri yakından biliyordum, lâkin zevkim, bütün bu şairlere nisbetle çok geri sayılan Jose Maria de Heredia’nın şiiri üzerinde durmuştu”. (Yahya Ke-mal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yahya Kemal, Heredia aracılığıyla, daha sonra-ki yıllarda şiir anlayışını kökten değiştirmesine yol açacak Latin ve Yunan şiirini tanımış, Heredia’nın Sonnet’lerinde “şiirin esas madenine eliyle dokun-duğu” duygusuna kapılmıştır. Paris’te Yahya Kemal’i derinden etkileyen ve tarih görüşünün oluşmasını sağ-layan ikinci kişilik Albert Sorel olmuştur.

Yahya Kemal’in bu hâlini hatırlatan bir kültür ada-mımız, “Mademki Avrupa üflüyor, şimdiye kadar da bu üflemeyle hareket ettik. Bari biz oralara açılalım da, Yahya Kemal’in kendine dönmesi gibi nice in-sanları aslına çevirelim.” diyerek mühim bir gerçeğe parmak basıyordu.

Haksız da değil hani? Bu değişim olmasay-dı, biz Süleymaniye’nin “kuru” binasına bakacak, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nın taşıdığı ma-naları hissetmeden, bir turistin yabancılığında hissiz seyredecektik onu.■

26ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 27: Bizim Külliye 39. sayı

GirişTarih ilminin insanlığın yazıyı bulunmasıy-

la başladığı, klasik bir argüman olup doğruluğu tartışılmaz bir tespittir. Gerçekten de yazının bu-lunmasının olayları ve olguları kayda geçirme ba-kımından bir zaruret olduğu ve bu “kayda geçme” süreciyle geçmiş olayların günümüze taşınabilirli-ğinin sağlandığını biliyoruz.

Ancak tarihi sadece olayların ve olguların sıra-lanması olarak algıladığımızda, tarihin bir bilim dalı olarak, insanlık bakımından bir faydasının olamayacağı da bir başka tartışılmaz gerçeklik-tir. Bu sebeple tarih ilminin epistemik karakteri, muhteva itibariyle pek çok bilim dalını ihata edi-yor olması, belki tarihin öğrenilmesini (olay ve olguların sırlanması bakımından) mümkün kılsa da esas amaç olan tarihin anlaşılmasını oldukça zorlaştırmaktadır.

Bu değerlendirme sebebiyle tarihin “öğrenil-mesi” ve “anlaşılması” olarak iki ayrı yaklaşımın var olduğunu ve bunların her ikisinin de birbirin-den farklı ancak her ikisinin de gerekli olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Fakat tarihin kendisin-

Tarihin öğrenilmesinin gerekli ama yeterli olmadığını biliyoruz. Ancak anlama ve bu sürecin devamı olan anlamlandırmanın, tarih ilminin asıl gayesi olması gerektiği ve tarihi anlamlandırmanın da subjektif niteliği de unutulmamalıdır.

“Manasına nüfuz edilmediği, tarihî hâdiselerin se-bepleri anlaşılmadan kaldığı takdirde tarih hu-susunda âlim ile cahil müsavidir. “ İbn Haldun

“Manasına nüfuz edilmediği, tarihî hâdiselerin se-bepleri anlaşılmadan kaldığı takdirde tarih hu-

T A R İ H İ A N L A M A K

SUAT BULUT

27ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 28: Bizim Külliye 39. sayı

den beklenen faydayı sağlayabilmesinin mutlaka tarihin “anlaşılması” pratiği ile mümkün olacağı açıktır.

Genel okuyucu kitlesi bakımından, gözlem-lendiğinde tarih temalı kitapların her zaman diğer konulara nazaran daha fazla ilgi gördüğü ve “tüke-tildiği” söylenebilir. Buna ilaveten bu kategorideki kitaplarında çoğunluğunun “tarihî romanlar” oldu-ğunu söylemek de mümkündür.

Konu Türk edebiyatı bakımından incelendi-ğinde, “tarihî roman geleneğimizin” istisnaları olmakla beraber esasen masal veya hikâye tarzı bir anlatım formu ile “vakanüvislik” geleneğinin hâkim olduğu ekol arasına sıkışıp kaldığını gör-mekteyiz. Bu sebeple ülkemizde “tarihî roman yazıcılığının” pek az örneğini görebilmekteyiz. Bu durumun temel sebebinin, tarih bilimi ile şu ya da bu şekilde uğraşan akademisyen, yazar-çizer veya aydın grubunun geneline hâkim olan tarihe yaklaşımdaki eksik ve aynı zamanda metodolojik bakımdan çoğunlukla yanlış perspektiften kay-naklanmaktadır.

Toplumsal kolektif şuurun bir parçası olan tarih şuurunun Türk toplumunda istenen seviyede olma-dığı malumdur. Tarihin bir bilim olarak “ objektif-liğinin” Türkiye genelinde fazlaca abartılması ve ciddiye alınması bu duruma sebep olmaktadır.

Tarih anlatımında, tarihçilerin kuru ve sıkıcı an-latımı, açıklayıcı anlatım ve anlamlandırma gele-neğinden uzak “ objektivite fetişizmi” ile yukarıda bahsi geçen, “masal – hikâye” ve “vakanüvislik” arasına sıkışan tarihçiliğimiz maalesef, toplumsal bir şuur oluşturabilecek birikim ve literatürü oluş-turabilmiş değildir.

İstisnaları olmakla beraber, toplumsal anlamda tarih öğrenmede, kısmi başarılarımız olsa da tarihi –öğrenmne değil – anlama ve anlamlandırma ça-balarımızın zayıflığı ortadadır. Tarihin öğrenilme-sinin gerekli ama yeterli olmadığını biliyoruz. An-cak anlama ve bu sürecin devamı olan anlamlan-dırmanın, tarih ilminin asıl gayesi olması gerektiği ve tarihi anlamlandırmanın da subjektif niteliği de

unutulmamalıdır.

Epistemolojik bakımdan tarihTarihin bir bilim olarak, “Pozitivist Bilim Te-

orisi” bakımından bilim olup olmadığı, hâlâ tar-tışma konusudur. Genel pozitif bilimler bakımında olmazsa olmaz şartlardan kriterlerden olan “göz-lem ve deney”in tarih bilimi bakımından uygu-lanamıyor olması, epistemolojik bakımdan tarihi tartışmalı kılmaktadır.

Gerçekten de tarihî olaylar bakımından deneyin ve bunu yanı sıra gözlemin -sosyolojik gözlemle karıştırılmaması gerekmektedir- mümkün olmayı-şı, tarihin pozitif bilimler kategorisindeki yerinin ne olacağı ve ne olması gerektiği problemini sürek-li güncel kılmaktadır. Buna rağmen tarihin insanlık tarihi boyunca felsefe ile birlikte insanoğlunun ilk bilimsel uğraşları arasında yer aldığı kuşkusuzdur. Hatta tarih bir yönüyle felsefeden de öncedir.

Yazıyı bulan insanın ilk yaptığı şeyin, kendi yapıp ettiklerini ve çevresinde olanları kayda geç-mek olduğu tarihsel bir bilgidir. İnsanoğlunun bu çabasının bilimsel olmaktan ziyade ontolojik bazı gerekçeleri vardır. İlk elde söylenebilecek olan ise insanın kendisini sınırlayan temelde iki ontolojik sınırı yani zaman ve mekan kaydını ya da enge-lini aşması çabasının verdiği bir saikle veya daha sarih bir ifadeyle zaman galip gelmek isteğinin bir sonucudur.

İnsanlığın medeniyet bakımında gelişimine paralel ( her ne kadar tarihselci bir yaklaşım olsa da genel anlamda medeniyetin veya insanlığın doğrusal bir ilerleme kaydettiği söylenebilir.) tarih dışında diğer sosyal ilimlerin ( felsefe ,sosyoloji, edebiyat ( şiir, roman.. ) v.s.) tarih biliminde süreç içinde ayrılarak bağımsızlaştığını bilim tarihinde görmek mümkündür.

Orta Çağın sonlarına doğru, modernleşmenin başlangıcına ve paradigmasına paralel, bilimlerin yavaş yavaş ayrışmaya başladığı tarihin içinden, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve ilahiyat gibi fark-lılaşarak ve ayrışarak müstakil disiplinler hâline

28ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 29: Bizim Külliye 39. sayı

geldiğini görüyoruz. Bu ayrışma süreci sonunda tarih de bir bilim

olarak oldukça soyutlanmış ve uzunca bir süre sa-dece tarihî olayların kaydedildiği kısır bir faaliyet olarak, “vakanüvislik geleneği” içinde sıkışıp kal-mıştır. Söz konusu bu sıkışıklık aydınlanma süre-ciyle paralel değişik çabaların varlığını doğurmuş ve tarihin öğrenilmesi, anlaşılması ve anlamlandı-rılması bakımından oldukça farklı ekollerin doğ-masına sebep olmuştur.

Elbette ki bundan önceki dönemlerde de tari-hin anlaşılması bağlamında istinai bazı gayretle-rin – İbn Haldun gibi – varlığını biliyoruz. Ancak sistematik ve yoğun çalışmaların modernleşmeye paralel başladığı da açıktır. Bu çalışmalar zaman içinde disiplinler arası yaklaşımların gerekliliğini doğurmuş ve bu çerçevede, edebiyatın, psikoloji-nin, felsefenin ve özellikle sosyolojinin desteğinin ortaya çıktığı bir döneme girilmiştir.

Tarihin yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız epistemik yönü elbette ki etimolojik yönün bilin-mesiyle daha da anlaşılır olacaktır. Tarihin bu yön-lerinin çok kapsamlı çalışmalar gerektirdiği herke-sin malumudur. Ancak kısaca değinmek gerekirse tarih kelimesinin doğu ve batı dillerinde farklı anlamlar taşımasının iki kültür dünyasının farklı “sosyolojik ön kültüre” sahip olmalarından kay-naklandığı söylenebilir.

Tarih, doğu dillerinde, tarih “zaman kavramı-na” ağırlıklı olarak vurgu yapılırken, batı dille-rinde ise olayların olguları tek tek incelenmesi an-lamı ağırlıktadır. Bu yönüyle doğuda tarihe bakış açısında “bütüncül” bir yaklaşım varken, batıda ise parçalı, zaman ve olgular arasındaki irtibatla-rı problematik olarak gündeme getiren bir nitelik taşır. Bu yönüyle tarih felsefesi bakımından doğu mantalitesindeki yaklaşımın daha elverişli olduğu söylenebilir.

Tarihin metodolojik anlamda kısaca değinmeye çalıştığımız bu yönü bir tarafa, tarihin anlaşılması problematikinin çok değişik yaklaşımlarla çözül-meye çalışıldığını ve bu yaklaşımlarda da oldukça

başarılı sonuçlar alındığı sabittir.

Tarih ve empati Tarihin anlaşılmasının disiplinler arası bir ça-

lışmayı gerekli kıldığı ve bu metodoloji ile müm-kün olduğu tartışmasızdır. Bu sebeple oldukça değişik nitelikli “anlama” çaba ve metotlarının varlığı ile beraber, tarihin anlaşılmasında, tarih-çi bilim adamlarının yapmakta oldukları bilimsel çalışmaların dışında, herhangi bir akademik for-masyon gerektirmeden genel okuyucunun dahi rahatlıkla uygulayabileceği popüler bir “anlama çabasından” tarihin empatik yaklaşımla okunma-sından, oldukça büyük fayda sağlanacağını söyle-mek mümkündür.

Bilindiği gibi, psikolojik muhtevalı bir kavram olan “empati” nin en genel ve anlaşılır tanımı” bir başkasının yerine kendisini koyabilme, karşısında-kinin bakış açısından olaylara bakabilme yetene-ği” olarak ifade edilebilir. Bu tanımda empatiden bir yetenek olarak bahsedilmesinin elbette ki özel bir anlamı vardır ve bu özel anlam “empati yapma-nın” sanılanın aksine oldukça ciddi motivasyon gerektiren bir zihinsel ve ruhsal tutum alınması-nın zor olması niteliğine vurgu yapılmasıdır.

Bu yaklaşım çerçevesinde, tarihin anlaşılma-sında “Biz tarih okurken, Greklilerin, Romalıla-rın, Türklerin, rahip ve kral ya da celladın yerine koymalıyız ve bu tasavvurları kendi gizli tecrübe-miz içindeki realiteye bağlamalıyız. Aksi takdirde, hiçbir şey öğrenmeyecek ve hatırlamayacağız.” ( Tarih Felsefesi Yazıları, Şahin Uçar)

Bu alıntıda tarihe “empatik yaklaşımın gerek-liliği en yetkili ağızdan ifade edilmektedir. İşte empatinin bu yönüyle sağlanabilmesinin en etkili aracının ve en sağlıklı zeminin de edebî eserler olduğu tartışmasızdır. Tarihin anlaşılabilirliğinin edebî eserler sayesinde, imkân dâhilinde olabile-ceği ve bu empati sürecinin bilimsel nitelikli tarihî eserlerden ziyade edebî ürünlerle sağlanabileceği kuşkusuzdur.

Çünkü “Geçmişe nüfuz edebilmek için tarihsel

29ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 30: Bizim Külliye 39. sayı

kaynaklar yegâne aracımız değil, aynı zamanda da yolumuzda engeldir. (…) tarihçi toplumun kendi kendisini tanımasına gerçek anlamda katkıda bu-lunabilmek için toplumun tümüne yönelmelidir.” (Aaron Guryeviç)

Toplumun tümüne yönelmesi gereken tarihçi-nin bu amaç doğrultusunda edebiyatın yardımından başka yapabileceği hiçbir şey yoktur. “Gerçi tarih-sel olayların ve kazanımların sosyal, ideolojik ve ekonomik ilintileri anlamlıdır. Ancak bunlar insanı içten harekete geçiren ve motive eden bir anlayış – Guryeviç buna mantalite diyor—temelinde araş-tırılmadığı takdirde tarih bilimi temelinde yapılan çözümlemelerin sonuçları tarihin kendisinden çok bu çözümlemeyi yapan hakkında bilgi verir. (Em-patinin Yitimi, Arno Gruen, s. 266-277)

İşte tarih konulu edebî eserler, bu imkânı oku-yucuya fazlasıyla tanıyan bir nitelikte oldukları zaman ve empati sürecinin de sadece bilimsel ni-telikli eserlerden ziyade edebî nitelikli çalışmalar bakımından mümkün olabileceğinden “tarihin an-laşılabilirliği” problematikinde edebiyata oldukça ciddi bir misyon yüklenmiş olmaktadır. Bu sebeple tarih – edebiyat ilişkisinin tarihin İbn Haldun’un ifade ettiği manada, sosyolojik eksenli sebep- so-nuç ilişkileri ve olay ya da olguların “arkasındaki gerçek sebepler” in bilinip anlaşılmasının edebi-yatla mümkün olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur.

Söz konusu sürece genel olarak bakıldığında herhangi bir tarihî olayı anlatan edebî bir eserin (roman, şiir vs. ) okunması sırasında okuyucunun birikim ve kapasitesine göre anlatıma konu olayın geçtiği mekânlar, olayın aktörleri olan kişileri zih-ninde canlandırması, imkânları tasavvur etmesi, yine söz konusu olayın oluş ve meydana gelişin-deki sosyolojik ve psikolojik süreçler – edebî ese-rin kalitesine göre—değerlendirilecek ve empatik yaklaşımla olay bir nevi zihinde yeniden ancak ol-dukça özgün bir tarzda canlandırılacaktır.

Böylesine yoğun bir zihni ve psikolojik faaliyet sonucunda elbette ki olayın aklıda kalıcılığı azami

derece sağlanacağı gibi esas sebeplere de nüfuz edilmiş olacaktır. Üstelik bu birikim sadece bilim-sel nitelik taşıyan çalışmaların sağladığı birikim-den daha fazla olacaktır. Bilimsel çalışmalar olma-dan da böylesine romanları yazılmasının mümkün olamayacağını ifade etmek gerekir.

Ancak tek başına edebiyatın ve gerekse müsta-kil bir disiplin olarak tarihin söz konusu bu kar-şılıklı ilişkilerinin sağlıklı ve beklenen amacı ger-çekleştirebilmelerinin olmazsa olmaz şartı hem edebiyatın hem de tarihin sosyolojiden beslenme-lerinin ve özellikle sosyolojik bakış açısını sürekli canlı tutmalardır.

Sonuç

Tarihin “geçmiş zaman masalları” niteliğin-de sıyrılıp bugüne bir katkı sağlamasının ya da bir başka ifadeyle anlamlandırılmasının – ki tari-hi genel anlamda öğrenmiş olmanın son aşama-sının ve amacının “anlamlandırılması “olduğu unutulmamalıdır—bu zeminde mümkün olduğu görülmektedir.

Tarihin anlamlandırılması yani güncellenerek bugüne taşınması bir süreç olarak; tarihi öğrenme -tarih araştırmaları, belgelerin toplanması ve arke-olojik çalışmalar- tarihi anlama -yani sebep- so-nuç ilişkilerini çözmek olayların arakasında sebep-leri anlamak ve empatik okumalar- ve sonuçta da anlamlandırılması ya da güncellenmesi - söz konu-su bilginin yani öğrenme ve anlamanın getirdiği müktesebatı kullanılır ve işe yarar hâle getirip de-ğerlendirmek ) ile süreç toplamda kolektif şuurun önemli bir unsuru olan tarih şuuruna dönüşecektir. İşte bu nokta tarih ilminden beklenen faydanın so-mutlaştığı nihai aşama olacaktır.

Pozitif bilim anlamında bilim olup olmadığı hâlâ tartışılan ve günümüzde pek çok sosyal bilimi içinde çıkaran tarihin objektifliği ve bu objektivi-tenin ne kadarının gerekli olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak kesin olan bir şey var ki o da, Cemil Meriç’in ifadesiyle tarihin düpedüz bir ide-oloji olduğudur. ■

30ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 31: Bizim Külliye 39. sayı

Deniz tarafından esen sert bir rüzgâr Beykoz sırtlarında insanların yüzünde bir kamçı gibi şaklıyor adeta evlerine girmeleri için zorluyordu. Boğaza yakın lüks bir restorandın he-

men hemen tamamı Beyzade holding tarafından kapatılmıştı. Personeline yılbaşı yemeği verip hoşça vakit geçirmelerini sağlamak amacıyla üç gün önceden yer ayırtmışlardı. Davetlilerin birço-ğu masada yerlerini almış, kendi aralarında konuşuyorlardı. Holdingin Genel Müdürü Macit Bey sekreteriyle bir şeyler konuşuyordu. Hemen yanı başındaki Genel Müdür yardımcısı Mükrimin Bey de ne konuştuklarını anlayabilmek amacıyla onlara daha çok yaklaşmaya çalışıyordu. Macit beyin karısı Süslü Pembe Müdür eşleriyle birlikte yan tarafta otururken, yan gözle de kocasını izliyordu. Herkes yemeğe başlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Genel Müdür “büyük patron gel-meden yemeğe başlanmayacak demişti” Onun için garsonlar servise bile başlamamışlardı.

Bir ara Macit Bey tuvalete gitmek için ayağa kalktı. Rahat hareket edebilmek içinde ceketini çıkarıp oturduğu sandalyenin arkasına asmak istedi fakat küçük bir aksilikle ceket elinden kayıver-di. Mahcubiyetini gizlemek için kimseye fark ettirmeden aceleyle yere düşen ceketini alıp tekrar sandalyenin arkasına asıverdi. Ancak bu esnada ceketin cebinden kayan cüzdanını fark etmemişti bile. Macit beyin her hareketini takip eden Mükrimin Bey yerdeki cüzdanı hemen gördü. Eğilip sessizce yerden aldı. Tekrar ceketin cebine koyacakken, cüzdanın arasındaki piyango biletini gör-dü. Kimseye fark ettirmeden bileti çekip aldı. Tam biletti. “Demek Macit Bey milli piyango ile de ilgileniyor” diye söylendi içinden. Yan gözle sekretere baktı, hiç bir şeyin farkında değildi. Kalemini çıkarıp kendi kendine gülümseyerek numarayı bir kenara kaydetti. Sonra bileti cüzdana koyup Macit beyin cebine yerleştirdi.

Az sonra Macit Bey gelip yerine oturdu. Saatine baktı. Büyük patron Haşim Beyzade şimdi-ye gelmiş olmalıydı. Acıkan personel garnitür ve salatalardan atıştırmak zorunda kalıyordu. Hep böyle yapardı Haşim Bey. Hiçbir randevusuna zamanında gelmez, sürekli kendisini zor durumda bırakırdı.

Gözü restorandın kapısında takılı bekliyordu ki, Haşim bey hanımıyla birlikte içeri girdi. Palto-

Büyük ikramiyeÜMİT FEHMİ SORGUNLU

31ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 32: Bizim Külliye 39. sayı

sunu vestiyere bıraktıktan sonra gülümseyerek masaya doğru yürüdü. Müdürlerle el sıkışıp Macit beyin yanına oturdu. Bir iki fısıltılı konuşmadan sonra Macit Bey şef garsona servisin başlaması için işaret verdi. Bu arada Genel Müdür Yardımcısı Mükrimin Bey lavaboya gitmek için izin iste-di. Lavaboya geçerken de kimseye görünmeden şef garsonu buldu. Aralarında bir şeyler konuşup gülüştüler. Masaya geldiğinde çorbalar dağıtılıyordu. Gülümseyerek yerine oturdu. Hoparlörlerden hafif bir müzik sesi geliyordu. Hanımlarla birlikte gülüşerek eğlenen karısının kendisiyle pek ilgi-lenmediğini görünce Muhasebe bölümüne yeni giren genç kızı aradı gözleriyle. O genç, güzel ve cilveli kızı kendisine sekreter olarak almayı düşünüyordu. Kumral saçları ela gözleriyle aklından hiç çıkmıyordu. Olur olmaz şeyler bahane edip sürekli muhasebe bölümüne geçer olmuştu. Her gidişinde de kendisine gülümseyip cilve yapan bu kız, istediği türden sekreterlik yapabilirdi ona. Karşı masada kendisine bakarken gördü onu. Göz göze geldiler. Kız her zamanki gibi cilveli bakış-larıyla gülümsedi. Ela gözleri yüreğine sımsıcak duygular saldı. Mükrimin Beyin içinde bir şeyler kımıldamaya başladı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde herkesin karnı doymuş, sigaralar yakılmış, gelen çay ve kahveler yudumlanıyordu. Garson kızlardan biri elinde bir kâğıt ve mikrofonla birlikte salona seslendi.

- Diğerli müşterilerimiz biraz önce Milli Piyango çekilişleri tamamlandı. Buna göre en büyük ikramiye tam bilete isabet etmiştir. Müsaade ederseniz sizlere Büyük ikramiye çıkan ve sahibini yeni yılın büyük zengini yapacak olan numarayı okumak istiyorum.

Bütün gözler bir anda garson kıza çevrilmişti. Genç kız bunun farkındaydı. Sesini biraz daha yükselterek tane tane numarayı okumaya başladı.

Müşterilerin kimisi elinde biletle numarayı takip ediyor, kimisi de sadece dinliyordu. Mükrimin Bey ise pür dikkat Macit Beyin hareketlerini takip ediyordu. Macit Bey önce durgunlaştı. Sonra sarardı, kızardı ve sekreterine baktı uzun uzun. Sekreteri Meral de ondan farklı değildi. Yüzü bir tuhaf olmuş, ağlamakla gülmek arası bir hâl almıştı. Mükrimin Beyse onların halini gördükçe kıs kıs gülüyordu. İçinden de “inşallah bu şakama fazla kızmaz” diye geçiriyordu.

Numarayı dinleyen Süslü Pembe bir anda kahkaha atarak sessizliği bozdu. - Aaa! Ayol bu bizim biletin numarası, öyle değil mi Macit?Büyük patron Haşim Bey şaşkınlığını gizlemeden Macit Beye baktı. - Doğru mu bu Macit? Eğer öyleyse bir gecede benim seviyeme geldin demektir. Macit Bey sağına soluna baktı, sonrada sekreteriyle göz göze geldi. Hafifçe gülümsedi. Sağ

elini sekreterine uzattı, birlikte el ele ayağa kalktılar. Sesinde yılların özlemini saklayan ve bunu açıklamanın verdiği heyecan vardı.

- Evet dedi. İşittikleriniz doğru. Bilet bana ait ve bu geceden itibaren müthiş zenginim. Çok yakında da sekreterim Meral’le birlikte Avrupa’ya uçuyoruz. Bu hiçbir işten anlamayan, sonradan görme patrondan da, sürekli beni takip edip açığımı bulmaya çalışan şehvet budalası yardımcım-dan da ve en önemlisi her gün dırdırlarıyla kafamı şişiren geveze karımdan da kur-tu-lu-yorum. ■

32ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 33: Bizim Külliye 39. sayı

Dışarısı sarı sıcak olduğu halde baktım yorgan döşek yatıyor hayta. İçim acıdı. Kalk dedim. Ses vermedi. Dün akşam halı saha maçına gitmiş. İkinci devrenin ortalarına doğru kalbi sıkışıp yere yığılmış. Ağzından kuduruk salyalar akmış habire. Tutup acile götürmüşler palas pandıras. Kontrol sonrası bir ağrı kesici iğne vurduktan sonra bir şeyin yok deyip evine yollamış doktor…

Tek tüfek Numan, içeri girmesiyle yatıvermiş dangadak. Öğleüzeri Onat aradı. “Abi acil gel” derken pek telaşlıydı sesi. Ne oluyor demeye kalmadan kapadı cebi…

Yatıyordum o sıra. Kalktığım gibi gittim yanına. Sallanıyor biteviye yatak. Zangır zangır titri-yor olmalı. Bu havada, bu kavurucu sıcakta, bu titremeler hiç de hayra alamet değil ya!..

-Numan, hastaneye gidelim!-Gece geç saatlere kadar ordaydık zaten, diyor Onat. İşaret parmağımı, uçuk dudaklarıma götürüp susmasını söylüyorum. Tahlilleri uzatıyor. İdrar,

kan, gayta, şeker… Hepsi de normal seyrinde…-O halde bu titreme de neyin nesi oluyor?Kafasını iki yana sallayıp; “yok bir şeyciği” diyor. Doktora göre normalmiş…Başındaki yorganı çekip gözlerine bakıyorum. Çukurları mosmor, ışığı fersiz… Tümüyle çeki-

yorum bu kez. Kıllı, cılız elleri iki bacağının arasında; hantal gövdesi iki büklüm… Konuşmak ister gibi açılıyor yarık dudakları… Ne ki ses vermiyor… Eğiliyorum enikonu, belki

bir şeyler duyabilirim ümidiyle… Birbirine çarpan dişlerinden başka bir şey duyulmuyor. -Örtelim abi üstünü.Mahallenin gedikli çocuğu Onat’a bakıyorum. Kaygılı gözleri, Numan’da…-İlaç milaç yazmadı mı doktor?Tahliller yaptırdığını ve sadece iğne vurdurduğunu söylüyor…İçimden sahibi meçhul bir ses; “kötü şeyler olacak” diyor… Mutfağa geçiyorum keyifsiz bir halde. Canım epey sıkkın, ocakta su ısıtırken Onat’ın endişeli

sesi, kulağımı yırtıyor:-Yetiş abi, yetiişş! Suya ocakta bırakıp derhal giriyorum içeri… Numan, doğrulmaya çalışıyor. Sırtını tutup destek

oluyorum. Şimdi oturur vaziyette. Onat’a dönüyorum:-Noldu?-Kalkmak istedi.-İyi de niye bağırdın?-Ağzından kan geldi abi…

Diş kirasıOSMAN KOCA

33ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 34: Bizim Külliye 39. sayı

Yastığın üzerinde ruj lekesi gibi koyu kırmızı iki kesik çizgi… -Kalk gidiyoruz, dedim sert bir dille…İtiraz etmesine fırsat vermeden Onat’a kollarına girmesini söyledim. Kofti, çarpık elleriyle cep-

lerini çıkartıp para yok demsin mi! İfrit kesildim dangadak… Ateşine bakayım için derece aradım odada ama nafile!

Ellerimle yokladım bunun üzerine… Alnı felaket sıcaktı… Hemen leğeni ve bezleri alıp suy-la doldurdum… Koltuk altlarıyla kasıklarına ve dizleriyle ayaklarına sulu bezle tampon yaptım. Titremeleri daha da artınca ne yapacağımı bilemedim. İrkildim birden. Onat’a tampona devam etmesini salık verip fırladım sokağa…

Az geçti, taksiyle döndüm. Bir yandan, Numan’ı sırtlarken; diğer yandan Onat’a ses ettim; “Hadi gidiyoruz!”

Gittik. Kâğıthane Devlet Hastanesi’nin aciline geldiğimizde kusmaya başladı Numan… Apar topar yatırdılar sedyeye. İçeri aldılar. Birazdan beyaz önlüklü biri girdi odaya. Bizi dışarıda tuttu-lar…

Dakikalar geçmek bilmiyordu. Onat’la bahçeye çıkıp tel kafesle örtülü pencereden Numan’ı görelim istedik ve fakat beyhude yere çabaladık durduk.

Çaresiz dönüp bir banka oturduk. Elini cebine götürdü Onat. Hastane bahçesinde olduğumuzu söyleyip duvardaki dumansız hava sahasını gösterince, keyifsiz bir yüz ifadesiyle çıkardığı ellerini alışkanlık dürtüsü içinde ağzına götürerek:

-Abi sence nolacak!-Ne, nolacak?-Numan diyorum…-Kötüye bir şey olmaz…Yaptığım esprinin ne kadar bayat kaçtığını ben de biliyorum. Can sıkıntısı benimkisi…Severim Numan’ı… Sokak içinde salaş bir büfem var. Konu komşuya hizmet ediyoruz kendi

çapımızda. Bi şey kazandığımız yok aslında. Numan’ı göz kulak olsun için yanıma aldım. Öğleye kadar yatar, geç kalınmış kahvaltımı güneş tepedeyken yapar, ardından büfeye uğrar, fazla değil iki üç saat durduktan sonra eve gider, akşamüzeri tekrar döner, alışkanlıktan olsa gerek yatsı okun-duktan sonra kepenkleri birlikte indirip ayrı yollardan çekip giderdik… Dürüst, emektar, hakşinas, özverili oğlan… Tam bir yıldır beraberiz. Bir kez olsun rastlamadığım yamuğuna…

-Hadi abi kalkalım artık!Güzel bir düşten vakitsiz uyanmanın kekremsiliği içinde kalkıyorum banktan. İçeri girmemizle,

dışarı çıkması bir oluyor doktorun. Daracık koridorda karşılaşıyoruz:-Tahlilleri temiz…Yine de ferahlayan içime galebe çalıyor merakım:-Titremeleri?Normaldir deyince, az önceki yürek acım büsbütün diniyor…Salaşa girdiğimizde anahtarları Onat’a uzatıyorum:-Dükkânı aç sen, birkaç saate gelirim.Taşsa da iyi, buhar olmuş ocakta su… Kesif bir yanık kokusu… Demliğin dibi kapkara… Numan, şimdi iyice… -Açsındır, sana bir şeyler hazırlayayım…Hayır, anlamında başını sallayıp açık ağzını işaret ediyor…Bakıyorum… Damağının sol tarafındaki yer yer yarıkların arasından koca bir dişin ucu görünüyor.Anlıyorum…Bunca ateş, titreme, kan kesikleri…Meğer bizim hayta, yirmilik diş çıkarıyormuş… ■

34ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 35: Bizim Külliye 39. sayı

Önce şiir vardı…Şiirin aynasında da tarih…Tarihin gözlerinde şiir vardı…Şiirin yüreğinde tarih…Şairler, tarihin damarlarına mısralar döşedi-

ler. Tarihe şiir yazmak suçtu… Tren rayları, şiir tadında ritim tuttu. Ütopik sevgililer sızdı deniz mavisi mürekkeplerden; ama tarihe şiir yazmak suçtu…

Sevgilerin en mukaddeslerindendir bayrak sevgisi. Gölgesinin gölgesinde huzur bulduğu-muz; Türklüğün sembolü, bağımsızlığımızın te-minatı.

Bayrak hiçbir şairin kaleminde Arif Nihat Asya’nınki kadar derin, bu kadar güzel, bu kadar kuvvetli bir şekilde hissedilemez… Mavi sema-nın nazar boncuğu olan bayrağı nasıl selâmlar, bayrak şairimiz:

“ Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtü-

sü.Işık ışık dalga dalga bayrağım,

İBRAHİM ÇAPAN

Bizim tarihimiz, destanlar yazdıran tarihtir. Atalarımız üç kıtaya yayılıp dördüncüsüne harita hazırlarken; kıtaları nal sesleriyle çınlatmış, medeniyetin ışığı olmuş, adaletin ve faziletin filizlerini atmış hür toprakların yüreklerine.

35ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 36: Bizim Külliye 39. sayı

Senin destanını okudum, senin destanını ya-zacağım.”

Arif Nihat Asya, “ kanları bayrağa renk, can-ları vatan olanları ” destanlaştırmak için göndere çekti ay ve yıldızı.

Anadolu türküleri, Anadolu masalları, Anado-lu efsaneleri hep onun adıyla başlar, “Anadolu ” nun adıyla başlar. Bir Anadolu efsanesi, “Ana-dolu ” isminin kullanımını şöyle tanıtır : “Türk Sultan asker toplar, sefere çıkar; dağ taş, dere tepe aşarlar. Ağustos güneşi, dudakları çatlatır, asker su diye kıvranmaya başlar. İşte bu sırada, ta karşıki tepelerden omzunda ayran baklacı, ak saçlı bir nine görünür. Yanık dudakların tek umu-du oluğun başına üşüşürler. Manga manga, bölük bölük ellerindeki bakır mataraları doldururlar.

Doldur oğlum!Dolu ana…Doldur yiğitlerim!Ana dolu…İhtiyar anne “doldur!” dedikçe askerler “ana

dolu!” diyerek, buz gibi ayranla bağırlarını se-rinletirler. Öyle ki bir bakraç ayran koca bir or-dunun susuzluğunu giderir.

O günedek “ Belde-i Rûm ” olan bu mukad-des toprakların adı da “Anadolu” olur.”

Anadolu, Hayati Vasfi’nin mısralarında nasıl dile gelir:

“ Kaldır Yavuzları, Alparslanları,Dök ortaya sakladığın kanları.Boğ, bu kanda, bütün kalpazanları,Dile gel hey Anadolu’m dile gel!... ” Biz padişahından çobanına kadar şair ruhlu

bir milletin yadigârlarıyız. Sultan II. Selîm, sa-rışınlığı münasebetiyle “ Sarı Selim ” olarak da tarihe geçer. Türk edebiyat tarihine ise:

“ Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzânBeni bir gözleri âhûya zebûn etti felek”Mısraların şairi “ Sarı, Selim, Selimî, Tâlibî ”

mahlaslarıyla geçer.Sultan Alparslan ise Anadolu’nun üç büyük

kumandanlarından ilkidir. Sultan Alparslan, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadolu’da ilk Müslüman Türk Devleti’ni kurandır.

Hayati Vasfi, şiir ile tarihi ne kadar mükem-

mel bir şekilde analiz etmiştir. Türküler… Türkülerimiz… Türküler bizim

kültür coğrafyamızın iğneli oylarıdır. Buram buram Anadolu kokar türkülerimiz. Biz kokar türkülerimiz. Bestelenmiş özlemlerimizdir… Aşlarımızıdır… Tarihimizdir… Talihimizdir… Ayrılığımızdır… Bekleyişimizdir… Türküler ki kültür hazinemizin atar damarıdır. Bizi, bize an-latan, bizi doyuran, hayatımızı renklendirendir. Türkü sözleri ki şiirdir. Biz; ölüme, şahadet şer-betini içmeye bile şiirlerle gideriz:

“ Çanakkale içinde aynalı çarşıAnne ben gidiyorum düşmana karşıÇanakkale içinde sıra sıra serviler Binbaşılar oturmuş asker öğütler ” Bu türkü… Çanakkale Türküsü… Her saza

sığmaz. Anadolu insanı, türküleşsin diye yüreğini or-

taya koyup; Çanakkale’de şehit olan Mehmed’in yaralarına merhem olabilmek için şiirlere keli-meler giydirdiler.

Bizim tarihimiz, destanlar yazdıran tarihtir. Atalarımız üç kıtaya yayılıp dördüncüsüne harita hazırlarken; kıtaları nal sesleriyle çınlatmış, me-deniyetin ışığı olmuş, adaletin ve faziletin filizle-rini atmış hür toprakların yüreklerine. Atalarımız; dünyanın güneşi, karanlık gecelerin dolunayı, çelik bilekli, demir yürekli atalarımız. Tarihe ruh veren atalarımız. Atalarımızın tarihe ruh veren her güzelliği mehter marşlarımıza konaklamış-tır. Güftekârı meçhul olan; sofyan vuruşlu, segâh makamında Cemal Cümbüş tarafından bestele-nen “ Zafer Marşı ” daha sonra hafızalarımızda “ Tarihi Çevir ” şeklinde iz bırakmıştır:

“Tarihi çevir nal sesi, kısrak sesi bunları, Delmiş Roma’nın kalbini mızrak gibi Hun-

lar, Köktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler, Türk’ün yüce tarihine bin bir zafer ekler.”Tarih sahnesine çıktığımızdan beri toprağı-

mızı koruma mecburiyeti hissetmişizdir. Huzur içinde yaşamışızdır üzerinde. Atalarımızın mu-kaddes kanlarıyla paklanan bu topraklar emanet-tir bize. İç ve dış düşmanlara karşı bu toprakları korumak namus borcumuzdur.

36ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 37: Bizim Külliye 39. sayı

Türk Kurtuluş Savaşı yalnız bizim değil mazlum milletlerin de makûs talihini değiştir-miştir. Dünyaya bağımsızlık sevdası aşılamıştır. Millîliğimiz, evrenselleşmiştir Türk Kurtuluş Savaşı ile.

Millî şairimiz Mehmet Emin Yurdakul, 1923 tarihli “Zafer” isimli şiirinde, Türk Kurtuluş Savaşı’nın millîliğini, evrenselliğe nasıl taşımış-tır bakınız:

“ Bu parlak yıldızın menfâlarından,Paryalar, Fellâhlar selâmlıyorlar;İrlanda, Sumatra Adaları’ndan,Beyazlar, siyahlar selâmlıyorlar.”Mehmet Emin Yurdakul, bu mısraları; Türk

tarihinin, Anadolu toprağına sadakatle bağlılığı-nı göstermiştir.

Ve bir bahar mevsiminde bir akşam vaktine tarih düşüyordu Çanakkale…

Marmara’ya dümen kırıyordu sürekli hürriyet rüzgârı… Her fırtına sessizliğini yaşamıyordu Çanakkale… Yorgunluğunu Çanakkale’ye his-settirmiyordu hürriyet rüzgârı.

Ve hürriyet güneşi ağlıyordu hürriyeti için.Ve Çanakkale hüzünleniyordu…Tarih, deniz mavisinin gardiyanı olmuştu.

Nöbet tutuyordu tarih, tarih sahnesinde. Çanakkale, Marmara’nın karanlığından diri-

liyordu.Tarihin hafızasından bir Çanakkale rüzgârı

esiyor. Ve Hürriyetin yüreğinde bilinmeyen ba-harlar tomurcuklanıyordu.

Ve bir bahar mevsiminde bir akşam vaktine tarih düşüyordu Çanakkale…

Mehmet Âkif, Dedem Korkud olmuş, isim koymuştu kınalı kuzuları. Asım’ın nesli… Asım’ın neslini kurban etmişti İsmail misali Çanakale’ye. Asım’ın nesli ile çıkılmıştı hürri-yet yolculuğuna. Asım’ın nesli ki ateşle, barutla karındaş olmuşlardı. Yağmur niyetine yağarken mermiler, dualarla yıkanıyordu Çanakkale:

“ Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, ya Râb ne güneşler batı-

yor.” Mehmet Âkif, kınalı kuzuları Asım’ın nesli-

nin dönmeyeceğini biliyordu. Onlar, tarihi altın

harflerle Çanakkale’de yazdılar. Ey Mehmet Âkif’in kınalı kuzuları Asım’ın

nesli! Siz, altı delik postallarınızla uçmağa yükselirken emin olun ki Anadolu, Çanakkale Türküsü’nü ezberletecektir mavi kanatlı turna-lara.

Ey Çanakkale’nin ürkek martıları!... Adınız kınalı kuzu oldu…Adınız Asım oldu…Adınız Mehmet oldu…Adınız şehit oldu…Var olduğumuz müddetçe yüreklerimizde ya-

şayacaksınızTorunlarınız sizin ruhunuzu yaşat-maya yeminli.

Türk tarihinin, ortak kültür değerlerinden birisi de millî heyecanı dile getiren eserlerdir. Millî şiirlerimizde; yoluna can, uğruna baş koy-duğumuz cennet vatanımız, Türk İstiklâl Savaşı yıllarında çektiği sancılar tanıtılır. Bu tanıtımın gayesi gelecek nesle: “Ecdadımızın kanlarıyla sulanmış olan bu vatanın kadrini biliniz. Ona sahip çıkınız ve ona koruyunuz.” mesajı verilir. Onun içindir ki Türkçenin mukaddes kitabı Or-hun Abideleri “Ey Türk titre ve kendine dön!...”, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ise “Muhtaç oldu-ğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Ne mutlu Türküm diyene!” diye tamamlanır. Her iki ifade arasında zerre kadar mesaj farkı yoktur.

Türkçenin ses mimarlarından Necmeddin Ha-lil Onan ise gelecek nesle şöyle seslenir:

“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”………………..İstiklâl uğrunda, namûs yolunda, Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.”

Necmeddin Halil Onan, vatanın sadece bir toprak parçası olmadığını hatırlatmıştır gelecek nesle.

Yıl 1914…Türkün ateşle imtihan edildiği Birinci Cihan

Harbi cehennemi.

37ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 38: Bizim Külliye 39. sayı

Tarihi sorgulamak değildir işimiz. Şanlı Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan “ Sarı-kamış Kuşatma Harekâtı ”nda muvaffakiyet elde edilememiştir. Mehmetçik, yazlık kıyafetlerle en ağır kış şartlarında verilen emre “hayır” de-memiştir. Burada dikkate değer en önemli nokta Mehmetçiğin sergilemiş olduğu itaatkâr tavrıdır.

En zor şartlarda dahi bütün badireleri aşmaya muktedir olan Mehmetçiğin vatan savunması için gösterdiği kudret ve azim, insanın kanını dondu-ran cesaretinin örneği sergileniyor bu savaşta.

Doksan bin yiğit hafızalara derin çizgilerle kazınmış. Anadolu insanının yüreğini sızlatmış ve gönüllerde taht kurmuştur.

Doksan bin fidan, bağımsızlığımızın sembolü olan bayrağımızın yılmaz bekçileri.

Doksan bin fidan, vatanı için gözünü kırpma-dan çarpışan, âdeta ölüme koşan kahraman sa-vaşçılar.

Doksan bin fidan, şahadete adım adım yürü-yen Alperenler.

Ey beyaz ölüme direnen kar çiçekleri, Alpe-renler !...

Ne gözlerinizde ne de yüreğinizde kaygı ta-şıdınız. Buz kesmiş parmaklarınız. Bedeninizi, Allahuekber Dağları’na emanet ederken donan bedeninize soğuk aldırış bile etmedi.

Beyaz ölüme direnen kar çiçekleri, Alperen-ler; Özhan Eren’in kaleminde nasıl ısınmıştır:

“Sarıkamış üstünde karKar altında Mehmed’im yatarGülüm donmuş kara dönmüş,Gören sanmış yârini sarar

Kimi Yemen, kimi HarputÜzerinde ince çaputAvut yiğit gönlün avutYâr sarmazsa Mevlâm sarar”

Ruhunuz şad olsun, doksan bin beyaz ölüme direnen kar çiçekleri…

Yıl 1919…Mayısın on dokuzu. Bir güneş gibi Sam-

sun semalarında doğup, asırların mirasçısı olan Türk’ün bahtsız talihini değiştirecek, son bağım-

sız Türk devletini tarih sahnesinden silme politi-kası güden emperyalizmin gölgesi olan sürülere Türk’ün gücünü gösteren Anadolu’nun üçüncü fatihi, 1922’de Sakarya Meydan Muharebesi’nde Anadolu’daki Türk devletini müstevli devletlerin işgalinden kurtaran Türk’ün atası Mustafa Ke-mal Atatürk, şairin kaleminde şaha kalkar. Cahit Külebi, epik şiirin farklı bir penceresidir. Yapay destanımızın mimarlarındandır. “Atatürk Kurtu-luş Savaşı’nda” isimli eseri “Atatürk’e Birlikte Savaşanlara ve Çocuklarına” yahut “ Atatürk Oratoryosu ” ismiyle milletimizin yüreğine taht kurmuştur. Eser, ünlü bestekârlarımızdan Nevit Kodallı tarafından bestelenmiştir. Cahit Külebi, Atatürk’e nasıl seslenir.

“Davullar, zurnalar döğende,Biz seni hatırlarız!

Binip trene gezende,Biz seni hatırlarız! Önce adını öğrenir çocuklarımız,Eli kalem tutup yazanda. Binler yaşa, yurdumuza hizmeti büyük,Kemal Paşa! Ölümsüz insan! Şanlı Atatürk! Dünü vardı Türk tarihinin…Bugünü var Türk tarihinin…Yarını olacak Türk tarihinin…

Yahya kemal Beyatlı der ki : “Biz ölüleriyle yaşayan bir milletiz.” Şehitlerimiz, tarihimizin teminatıdır.

Önce şiir vardı…Şiirin aynasında da tarih…Tarihin gözlerinde şiir vardı…Şiirin yüreğinde tarih…

Şairler, tarihin damarlarına mısralar döşedi-ler. Suçtu şiir yazmak tarihe. Tren rayları, şiir tadında ritim tuttu. Ütopik sevgililer sızdı deniz mavisi mürekkeplerden; ama tarihe şiir yazmak suçtu… Suçtu şiir yazmak tarihe. ■

38ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 39: Bizim Külliye 39. sayı

Yahya Kemal “kökü mâzide olan âtiyiz” derken gelecek nesillerin emaneti olan bugünlere ne şekilde bakılacağı-

nı da özetlemiştir. Toz, duman, kavga, gürültü, savaş, katliam ve de sanki bunlar yokmuş gibi öte yandaki kutlamalar, sevinçler, eğlenceler içerisinde, bugünü bugünkü veriler (yönlendirilmiş, karartılmış veya değiştirilmiş de olabilirler) ve sıcak duygular-la anlamak imkânsız olmasa bile çok büyük meleke ister. Aci-ziyetini göstermek için delile ihtiyaç duyulmayan insanoğlunun duygu ve menfaatlerinden sıyrılarak böyle bir meleke gösterme-sini beklememek lazımdır. Ama yazar ve şairler diğer sanat er-babı gibi kurmaca içerisinde, tarihe, gelecekte kullanılabilecek, bir not düşebilir. Bugünü anlamak için, bizden öncekilerin bize bıraktıkları eserleri dikkatle okumalıyız. Kurmaca içerisine yer-leştirilmiş hakikatler bazen olay örgüsü içerisinde gizli bir şekilde benzetmeler, göndermeler hâlinde, bazen de bir kahramanın veya anlatıcının dilinden açık bir şekilde bulunabilir. Günün dağdağası içinde dikkati bile çekmeyecek satırlar, yarınki nesle yol gösterici olabilir.

Burada bahsedilen yazarın kendinden önceki tarihlerde ol-muş olayları kullanması değil, doğrudan hâdiselerin sıcaklığı devam ederken veya akabinde yazıya dökmesidir. Cengiz Ayt-matov hikâye ve romanlarında Kırgız halkının 20’nci yüzyılda yaşadıklarını anlatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarının cephe gerisinde yaşananlar, bir kurtuluş gibi görülen komünizm, komü-nizmin getirdiği olumsuzluklar, kapitalizme geçme çabaları ve doğurduğu kötü sonuçlar gibi yazarın yaşadığı yıllara ışık tutacak birçok hususu eserlerinden çıkarabiliriz. Mahir Adıbeş’in Eylül-

AHMET ULUDAĞ

Transval, bugünkü Güney Afrika Cumhuriyetinin kuzeyi. Bugün coğrafi bir terim olarak kullanılıyor; bir zamanlar uranyum ve altın gibi madenleriyle ünlü bağımsız yerli toprağıymış… Haydi, kelimeleri azıcık değiştirin, petrol deyin meselâ, Irak deyin…

39ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 40: Bizim Külliye 39. sayı

de Soldu Bu Çiçekler gibi Türkiye’nin bilhassa 1970 ve 1980’lerde yaşadıklarının ortaya konulduğu eserler, ya-rın, hem o günleri yaşayanlara hem de müteakip nesille-re neler yaşandığını sebepleriyle beraber gösterecektir.

Ömer Seyfettin’in yirminci yüzyılın başındaki Trablusgarp’ın kaybedilişini, Balkan bozgununu sebep-leriyle birlikte irdeleyen ve yapılan zulümleri gösteren Primo Türk Çocuğu adlı eserini bu bağlamda ele almak istiyorum.

Eserin başında Selânik’te Bir Akşam’ı ve bu akşa-mın içinde eserin kahramanı Kenan’ı anlatırken kullan-dığı cümlelerde batının Türkiye’ye ve Türklere bakışını gösteriyor: “…medenî ve necip Garbın Vahşî Türkiye’ye bir hediyesi olan bu kibar ve mümtaz orospuların arsız kahkahalarını işitmiyordu.” “Ecnebi ve Levanten mah-fillerinde, taassup ve hayvanlık denilen Türklükten nef-retiyle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe olan garazıyla, Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu.” Avrupalının bugününü anlayabilmek için dününü iyi anlamak lazım-dır. Ömer Seyfettin’in satırlarından dünü okumaya de-vam edelim:

“Milyonlarca adamı insan yerine saymıyorlar, onla-ra hayvanlardan daha aşağı muamele ediyorlardı. Ken-di memleketlerinde yalancıktan, gülünç insaniyetler gös-teren, şefkat pazarları, şefkat müesseseleri tesis; hattâ hayvanları himaye cemiyetleri teşkil eden bu dolandı-rıcı, alçak Avrupalılar; zavallı Çin ahalisinin sıhhat ve âfiyetini, neslinin istikbalini muhafaza için afyonu mene-dince, birden kuduruyorlar, bütün alacaklarını meydana çıkarıyor: «Ticaretimize ziyan gelir!» diye bu talihsiz hükümeti sıkıştırıyor, korkutuyorlar, tekrar afyona mü-saade ettiriyorlardı... Ticaretlerini üç yüz milyon insanın sıhhat ve âfiyetinden, istikbalinden daha kıymetli görü-yorlar, üç yüz milyon Çinliye memleketlerindeki köpekler kadar ehemmiyet vermiyorlardı. İngiltere, Hindistan’ın kanını emiyor, bütün hazinelerini Avrupa’ya taşıyor, iki yüz doksan beş milyon insanı hizmetçi hayvanlar, yani at ve eşek gi bi, her haktan mahrum, kendi hesabına çalıştı-rıyor; Rusya, Türk yurdunu akla gelmez gaddarlıklarla çiğ niyor; İngiltere ile, üç bin senedir yaşayan kadim bir milleti, viran olan İran’ı haritadan silmek, yeryüzün den kaldırmak için ittifak ediyorlardı... Türkiye’nin taksi-mi de muhakkaktı! Çünkü Asya yağmasına onu engel görüyorlardı. Evvelâ onu zayıf bırakmak, mahvetmek lâzımdı.”

Şu cümle hiç de yabancı gelmiyor: “Zavallı

Transval’in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın ma-denlerinin bol bulunması!..” Transval, bugünkü Güney Afrika Cumhuriyetinin kuzeyi. Bugün coğrafi bir terim olarak kullanılıyor; bir zamanlar uranyum ve altın gibi madenleriyle ünlü bağımsız yerli toprağıymış… Hay-di, kelimeleri azıcık değiştirin, petrol deyin meselâ, Irak deyin…

Kenan’ı yıllarca öne çıkaran, onun önünü açan hu-suslar “Ne anane, ne mazi, ne vatan, ne kavmiyet tanır-dı.” cümlesinde ortaya konulmaktadır. Devamında “Ne olduğunu vuzuhla bilmediği bir gaye, «fazilet ve insani-yet» fikri, muayyen ve sabit mânâsı olmayan bu umumî ve müphem iki kelime bütün mantıklara, bütün muakale-lere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı vahşî bir din gibi, dimağını dumura uğratmış, ruhunu katletmiş, onu müteharrik ve yaşar bir ceset halinde bı-rakmıştı.” Kenan’ın fikrî yapısını daha da açmaktadır. Burada Ömer Seyfettin’in “fazilet ve insaniyet” fikirleri-ne karşı olduğu gibi bir mana çıkarmak isteyenler olabi-lir. Bu insafla bağdaşmaz. Ömer Seyfettin Kenan’ın bir din gibi savunduğu fikirlerin içinin doldurulmadığını, boş bir slogan olduğunu ifade etmektedir. Kenan, ma-son locasına üyedir, ama milletin menfaatlerinin, diğer ülkelerdeki mason biraderlerinden önce gelebileceğini ta Trablusgarp’a İtalyanlar hücum edinceye kadar dü-şünememiştir; ancak yeni yeni sorgulamaya başlamıştır: “İtalya vekili Gioletti, hariciye nazırı San Julianos da, “Avrupa’da hükümet adamlarının çoğu gibi, mason değil midirler?.. Şöhreti gran-metrleri, mason hü-kümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleriyle «Yalnız insaniyet, başka bir şey yok!» diyen far-masonluk şimdi neredeydi?...” Şu hayal kırık-lığına bakınız: “Yirminci asrın orta yerinde, fertlerin, ce-miyetlerin, devletlerin ve milletlerin hakları tamamıyla taayyün etmiş ümit olunurken bu korsan hücumu bekle-nir miydi?” diyor, Kenan… “Avrupalıların âdetlerine; ananelerine, terbiyelerine, muaşeretlerine, cemiyetleri-ne tapmıyor muydu? Ecnebi lerden aldığı ehemmiyetsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirir di?..” Ah, bu son cümle… hâlâ ne kadar tanıdık hâlâ ne kadar canlı …

Kenan ve Grazia (Levanten patronunun kızı) birbi-rini sevmektedirler. İş evlenmeye gelince “Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hâsılı bir Türk’e nasıl kız verilirdi?” Ama onun da çaresi vardı.

“Grazia tehalükle:“—Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla

40ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 41: Bizim Külliye 39. sayı

bir Türk olamaz... -diye cevap vermişti.“Sonra uzun uzadıya hasbihal ettiler. Mösyö Vitalis,

kızına tarihten, ensâbiyât ilminden bahis açtı; Bizans İmparatorluğu’nu zapteden Türkler ancak bir avuçtu... Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum’du. Fakat zorla dinleri tebdil edilmişti. Evet, Kenan da bir Rum çocuğuydu. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra, hiç şüphesiz, Ru meli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum, eski dinlerine dönecek, Hıristiyan olacaklardı... Mösyö Vita-lis böyle anlatıyor, bütün Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir famil ya olmadığını ve hatta bunu, aklı eren malûmatlı Türklerin de itiraf ettiklerini ilâve ediyor. Grazia şaşı yor ve seviniyordu. Kenan tekrar davet edil-di. Bu müsahabeler yanında açıldı. Tarihleriyle, eserle-riyle, ananeleriyle, kahramanlıklarıyla şöhret kazanan, daha Abbasîler zamanında Garba üşüşmeye başlayan mil yonlarca Türk’ü, Karamanlıları, Selçukileri, Akko-yunluları, Karakeçilileri unutarak, Osman haneda nının zuhurundan birkaç sene evvel Rumeli’ye, Vardar vadi-sine geçen bahadır Türklerin vücudunu in kâr ederek, o da, Türkiye’de bir Türk bulunmadığını tasdik etti.

“Baba kız hayalleriyle Kenan’ı Rum olarak kabul ettikten sonra, izdivacı o kadar imkânsız görmediler.” Bu çözüm de bugünlerde kulaklara yabancı gelmiyordur mutlaka…

Şu işe bakın, ülkeyi yönetenlerin haberi olmayan hususları yabancı elçiliklerin en alt kademedeki adam-larına kadar biliyorlar: “Grazia bu sabah tercüman ile konuşmuştu. Hiç kimsenin bilme diği, gazetelerin yazma-dığı havadisleri öğrenmişti. Ecnebi siyasî memurlar her şeyi biliyorlardı. Yalnız Türklerin bir şeyden haberleri yoktu. Tercüman sır olarak söylemişti; bu sene içinde Şark Meselesi’nin en mühim noktaları hallolunacaktı.” Müteakiben, yabancı devletlerin Türkiye’deki gruplar üzerinden siyaset yapmalarının ve iç çekişmelerim ipuç-larını anlatıyor Ömer Seyfettin.

Buraya kadar yaptığımız alıntılar Primo Türk Çocuğu’nun ilk bölümünden, “Nasıl Doğdu”dan yapıldı. Bu kısım 1911’de yayınlanmış ve Trablusgarp’a İtalyan-ların saldırdığı dönem. Bundan sonra yazar Primo’nun ikinci bölümünü “Nasıl Öldü” başlığıyla 1914’te yayın-lıyor. Balkan faciasını yaşamıştır Türkiye…

Ömer Seyfettin önce imparatorluğun diğer unsurla-rında ortaya çıkan milliyetçilik akımlarından ve Türk-lerin bunda geri kaldığından bahsediyor. Bunda da Tanzimat’ın getirdiklerini hatalı buluyor:

“Sonra Tanzimat işi bozmuş. Ah bu Tanzimat... Bu, işte asıl felâketimizin başlangıcıdır.

“Primo:“—Acayip, bu Tanzimat ne? diye sordu.

”Babası daha mufassal anlatmağa başladı:“—Türklüğümüzü bütün unuttuğumuz tarih.”Yazar, Balkan faciasının sebeplerini iyi tahlil etmişti.

Bunda subayları suçlu görüyordu. Bu konuda Primo ile Kenan arasında geçen bazı diyaloglara bakılabilir:

“Primo hâlâ anlayamıyordu:“—Tuhaf şey! Babacığım, bu Türk zabitleri Türk ol-

duklarını bilmiyorlar ha?...“—Bilmiyorlar, düşmanları kardeş sanıyorlar.

Türk’ten başka olan düşman milletlerini, Türk’ü mah-vetmeğe çalıştığını onların, kör gözleri göremiyor.

“—Peki... Zabitler öyle... Ya askerlerimiz? Ana-dolulu Türk askerlerimiz?

“Onlar bir vücuttur... Kafa olmayınca ne yapar lar? Zabitleri Türklüklerine düşman olduktan sonra, zabitleri kendilerini mahvetmeğe çalıştıktan sonra? onlar ne ya-pacaklar?...”

Savaş esnasında ve savaş sonrasında yılgın askerle-rin durumuna sık sık değinilmektedir:

“... Diyorlardı ki, muharebeyi bırakan, Selânik’e kaçıyormuş! Primo geziyordu. Kahveleri, hanları, dükkânları hep askerle doldurmuş görüyordu. Mademki muharebe oluyordu, bu kadar askerin bayram günüymüş gibi böyle sokaklarda gezmesinde ne mânâ vardı?”

“Her şey, her yer değişmişti. Ah, de ğişmeyen yalnız bizim zabitlerdi. Askerliğini, topları nı, tüfeklerini, vatan-larını, ırzlarını, mallarını düşma na verdikten sonra kur-tardıkları pis ve kıymetsiz canlarını eğlendiriyorlar, yine eskisi gibi parlak kı lıçlarını yerlere sürterek muzaffer düşman askerleri nin arasında, erkeklerin önünden ge-çen bir kız tavrıyla utanmadan geziniyorlar. Gazinolar-da bacak ba cak üstüne atıp narin kadınlar gibi nazik ve beyaz el leriyle taranmış saçlarını, yukarıya kaldırılmış bıyık larını düzeltiyorlardı. Evet, yalnız bunlar değişme-mişlerdi; sanki onlarca bir şey olmamış, sanki Selanik alınmamış, sanki muhacirlerin anlattıkları kanlı kat-liâmlar vuku bulmamıştı. Onlar yine arabalara bini yor, şantözlerle konuşuyor, hâlâ birbirleriyle politika ya dair münakaşalar arasında, Yunan askerlerinin içinde nasıl utanmadan yaşayabiliyorlar?”

“Evde babasına sordu:“—Anladık, Selanik zaptolundu. Fakat bu zabit leri

niçin tutuyorlar, süs diye mi?

41ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 42: Bizim Külliye 39. sayı

“Babası başını salladı:“—Heyhat yavrum -dedi-, onları tutan yok, ken-

dileri duruyorlar.“Primo gözünü açtı:“—Kendileri mi duruyorlar?“— Evet, kendileri.“—Nasıl? Onlar esir değil mi?“—Hayır yavrum. Yunan ordusunun kumanda nı

Prens Kostantin onlara «Anadolu’ya, İstanbul’a gi-debilirsiniz,» demiş.

“—Ey, niçin gitmiyorlar?...“—Niçin gitmeyecekler... Bulgarlar Çatalca’ya

da yanmışlar. İstanbul’a yahut İzmir’e giderlerse tek-rar muharebeye gönderilmek ihtimalleri var. Onun için vakit geçirmeyi tercih ediyorlar.”

İnsanlarda da bir yılgınlık bir korku olduğunu an-lıyoruz. Muhacerat yormuştur, bıktırmıştır insanları ve her savaşın sonu da bir muhacerattır. Türklüğünün bilincine yeni varan çocuk Primo ise ancak heyecan-larıyla hareket etmektedir. Belki bu heyecan Primo yerine ülkenin kaderinde söz sahibi olan büyüklerde olsaydı:

“Aşçı Emine Hanıma muharebe olacağı nı ve Türklerin nasıl yine yeniden memleketler zaptedece-ğini anlatmağa başladı. Fakat bu kadın kendisi gi bi sevinmiyor; kim olduklarını göstermelerini istemez miydi? Sordu;

“—Niçin muharebe istemiyorsun?“—Ah yavrum, o kadar «Ümmet-i Muhammed»e

yazık değil mi?“—Ne demek?“—Yine o kadar muhacirlik olacak, çoluk çocuk

meydanda kalacak.” Ve ileriki satırlarda bu gerçek-leşir de… Silâh atılmadan teslim edilen Selânik hâlâ muhacirler için bir sığınaktır ama tutuklamalar, esir almalar orada da başlamıştır.

Görüldüğü gibi, belki de olayların sıcaklığı için de söylenemeyecek birçok husus hikâye içerisinde dile getirilmiştir. Bugün bu hikâyeyi okuyarak dünü öğren-miş oluyoruz. Bugünümüzü, dünyada ve Türkiye’de olup bitenleri, bu ve benzeri hikâyeleri okuduktan sonra düşünmekte, değerlendirmekte fayda olacağı kanaatindeyim. Ömer Seyfettin tarihe bir not düşmüş-tür, kendi gününe de rehber olmaya çalışmıştır. Maa-lesef “ibret alınmayan tarih” tekerrür etmeye devam etmektedir.■

Sana bir sır vereceğimYağmur yağacak gece Islanacak kül bebeklerim…

Sürüyle kuş havalanacak Göğü ağrıtacak bu zamansız istilaTelaş dökülecek arza…

Sen, canımda kalacaksın yaralı kuşAlev delisi kanatlarınla, Buz tutmuş kanınla…

Kalbime dolan sevda seninDuyulmaz olacak ansızın sesinKırlangıç uçtu diyeceğim…

Yürüyecek üzerime bir yaz hikâyesiKalacak göğsümde türkünSana bir sır vereceğim…

SERDAR ARSLAN

GÖĞSÜMDE KIRLANGIÇ TÜRKÜSÜ

42ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 43: Bizim Külliye 39. sayı

Ömer’in yüzünde ölümü gördümHer şeyi hiçleyen derin bir kuyuAnkebut sabrıyla bir kefen ördümYenmek için içimdeki korkuyu

Ömer’in hasreti sâkin bir mekânÜrkütmeyen bir diyârın arzusuNasıl sükûn bulmuş o delişmen kanYorulup durulmuş, kök söktüren su

Ömer Ömer değil, Ömer ben olduKendimi seyrettim o uçurumdaNe olduysa eşya uyurken olduArtık şebnem açmaz bu kızgın kumda

Ömer bir mağara, Ömer bir çığlıkYankısı dolanır körpe yüzlerdeBüyük endişeyi gizleyen sığlıkHikâyemiz mahzun kalır cüzlerde

Ömer kalbi kırık bir yılkı atıHülyâsını, rüyâsını yel almışÖmer ki, sırtında taşır sıratıYaşamaktan, var olmaktan usanmış

Ömer’in ışığı söndü sönecekHüzünlü bir ilticâdır son satırÖmer bir kuşlukta yine dönecek“Güneş yalnız dirileri ısıtır!”

Ömer’in elinde sırlı bir aynaAynada yılların puslu sûretiEsenlik ol âteş, su artık kaynaÖmer şimdi terke hazır gurbeti!

OLCAY YAZICI

ÖMER'İN YÜZÜNDEÖLÜMÜ GÖRDÜM

43ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 44: Bizim Külliye 39. sayı

Takdimİnci Enginün, 06 Ağustos 1940 yılında İstanbul’da

doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunudur (1963). Bitirdiği fakülte-ye aynı yıl asistan olarak girdi. 1984’te profesör oldu ve aynı yıl Marmara Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi’ne geçti. 1997’de emekliye ayrıldı. Bu iki üniversiteden başka Columbia University, New York, USA 1979-1980, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı (1982-1984), Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi 1986, Ulu-dağ Üniversitesi 1996-1998’de ders verdi. Boğaziçi Üni-versitesi (1996’dan beri) ve Marmara Üniversitesi’nde lisansüstü dersler vermektedir. ARIT Türk Amerikan İlmî Araştırmalar Derneği, Türk Dil Kurumu Bilim Kurulu asli üyesi, İlesam, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği, Türk Kültürünü Araştırma Derneği üyesi olan İnci Engi-nün, 1988-1993 arası UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Yönetim Kurulu üyeliğinde bulunmuştur. Makaleleri Hi-sar, Türk Kültürü, Tarih, Millî Kültür, Hareket, Türkiyat Mecmuası gibi dergilerde yayımlanmıştır. İngilizceden çeviri makale ve kitapları da vardır. “Günlüklerin Işığın-da Tanpınar’la Başbaşa” adlı eser, geçen yılın en çarpıcı kitaplarından biri olarak Dergah Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

Her konu gibi, tarih de edebiyatın malzemesi olarak yazarların hem kişilikleri hem

de kültürleri dolayısıyla farklı açılardan yorumlanabilir. En kötüsü, kısa vadeli yarar

umuduyla, propaganda amacıyla yazılanlardır.

P R O F . D R . İ N C İ E N G İ N Ü Nile tarih ve edebiyat üzerine

TANER NAMLI

Her konu gibi, tarih de edebiyatın malzemesi

yorumlanabilir. En kötüsü, kısa vadeli yarar umuduyla, propaganda amacıyla yazılanlardır.

“Tarih”i, konu itibariyle edebiyatın temel kaynaklarından biri kabul edersek “tarih”in edebiyata kaynaklık etmesi ve edebiyatı beslemesi üzerine nasıl bir yo-rumlama getirebilirsiniz?

Edebiyatın konusu hayattır. Sadece bu-günün hayatı değil, dünün, yarının haya-tı da edebiyatçıların konularındandır. Bir yazar açısından bu zaman dilimlerinden herhangi birini seçmek, konusu, amacı açısından tabii bir durumdur. Fakat nasıl ki insanlar kendi geçmişlerini, âdeta mu-sallat bir hayal gibi sık sık hatırlarlarsa, ta-rihlerini de hatırlarlar. Bugünün meselele-rini dünde veya yarında canlandırma çok yaygındır. Tarih çok eski devirlerden beri sanatçıların ortak malzemesidir. Destan-lar, efsaneler, meddah ve halk hikâyeleri vasıtasıyla milletin geçmiş varlığını nesil-den nesile aktarmıştır. İnsan bunlara bak-tığı zaman geçmiş günlerde dinleyicilerin çok daha anlayışlı olduklarını anlıyor. Gü-nümüzde yazılan tarihî romanlarda hemen tarihî gerçekliğe uygunluk arandığı hâlde,

44ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 45: Bizim Külliye 39. sayı

söz konusu halk edebiyatı ürünlerinde hiç de böyle bir zorlama yoktur.

Tarihe bazı dönemlerde daha büyük ilgi du-yulur. Bizde özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra tarihî eserler moda olmuş, tarihin değişik dö-nemleri devrin ve yazarların görüş açılarına göre seçilmiştir. Sürekli savaşların yaşandığı günlerde, mustarip insanların tarihteki olaylar-dan ibret ve güç almak istemeleri hiç de şaşır-tıcı değildir.

Her konu gibi, tarih de edebiyatın malze-mesi olarak yazarların hem kişilikleri hem de kültürleri dolayısıyla farklı açılardan yorumla-nabilir. En kötüsü, kısa vadeli yarar umuduy-la, propaganda amacıyla yazılanlardır. Fakat tarihin propaganda amacıyla kullanılması bü-tün dünya edebiyatında bol bol görülür. Tarih-edebiyat ilişkisi millî bilincin kazanılması açı-sından da önemlidir.

Batı edebiyatının dar anlamda Batı roma-nının tarihî veriyi işlemesi ile Türk edebiya-tının işlemesi arasında, genel hatlarıyla bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? Farklı yaklaşımlardan söz edebilir miyiz? Edebiya-tımızda, hamaset kanalıyla tarihî birikimin işlenmesinin çok yaygın olduğunu görüyoruz. Bu yoldan da bir işleme biçimini nasıl değer-lendiriyorsunuz?

Bu soruya herhâlde cevap veremem. Batı romanı dediğimiz alan çok zengindir, birçok ülkenin edebiyatını içine alır. İngiliz romanın-da Walter Scott’un İngiliz efsanelerini dirilten tarihî romanları bütün dünyaya da bu alan-da örnek olmuştur. Bu eserler hâlâ okunduğu gibi, onlara dayanılarak yapılan filimler de bu-lunmaktadır ve sadece İngilizlere değil bütün dünyaya da İngilizlerin eski tarihleri fonunda, İngilizlerin beşeri sergüzeştleri de tanıtılmak-tadır.

Klasik edebiyatlar zaten tarihe dayanırdı. Fransız klasiklerinden Racine sadece Grek ve Latin tarihinde kalmamış, döneminin büyük devleti Osmanlı Devleti’nden bir konuya seçe-rek Bayazıt adlı oyununu yazmıştır. Romantik-lerin tarihe bakışları daha farklıdır. Onlar millî tarihlerine dönmüşler, destanlarından başlaya-

rak hepsini ihya etmişlerdir. Millî bilinçlenme-de bu tür eserlerin gücü kesindir.

Bizde, halk hikâyecileri ve meddahların ge-leneğinden sonra Namık Kemal Cezmi ile bu alanda bir örnek vermiştir. Ahmet Midhat Efen-di ise tarihin çeşitli dönemlerine gitmiş, Tan-zimat günlerinin meselelerini tarih havasında anlatmıştır. Ancak onun kitapları arasında Ye-niçerilerin sebep oldukları kötülüklerle ilgili romanları dikkat çekicidir, bunlar bir anlam-da Tanzimat’ın başlangıcı olan Yeniçeriliğin ilgasını savunmaktadır. Romanda olmasa da tiyatro ve şiirde Tanzimat döneminde yazarla-rı, Endülüs tarihiyle ilgilenmişlerdir. Bunda bir çeşit savunma amacı bulunduğu gibi, estetik bir sebep de vardır. Abdülhak Hâmit, konusunu Endülüs tarihinden alan oyunlarında, gününün meselelerini tarihe taşımıştır.

II. Meşrutiyet’te tarihî romanlar artar, Os-manlı Devleti’nin kuruluş yılları özlemle ha-tırlanır. Osmanlı tarihinden devlet otoritesinin zayıfladığı, karmaşanın ve yolsuzlukların alıp yürüdüğü Kösem Sultan dönemi işlenir. Orta Asya tarihi, İslamiyetin ilk dönemine duyulan ilgi de yine II. Meşrutiyet’teki fikirler dolayı-sıyladır. Okuyucuya tarih havasında güncel meselelerle ilgili mesajlar vermek de amaçlar arasındadır.

Mütareke döneminde biraz da Nedim Divanı’nın basılması, Yahya Kemal’in dikkati Lâle Devrine karşı yazarlarda, özellikle şair-lerde büyük ilgi uyandırmıştır. Yahya Kemal’in Eski Şiirin Rüzgârıyla başlığı altında yazdığı şiirler de gençleri teşvik etmiştir. Faruk Nafiz başta olmak üzere bütün gençler Sadabat şiir-leri yazmışlar, Nedim’i yüceltmişlerdir. Bunda biraz da gençlerin Osmanlı Devleti’nin barış, aşk ve eğlence dönemine sığınmak isteyişleri rol oynamıştır denebilir.

Tarihî birikimin, estetize edilerek algılan-masında Yahya Kemal çok ayrı bir yerde du-ruyor. Onun, düzyazıları ve şiirleriyle, tarihe bakışımıza kazandırdığı perspektifler hakkın-da ne düşünüyorsunuz?

Yahya Kemal tarih konusuna çok önem verir. Edebiyatta anlatılanla yazarın arasına koyması

45ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 46: Bizim Külliye 39. sayı

gereken bir mesafe vardır. Bu estetik mesafeyi Yahya Kemal tarihte bulmuştur. Öyle ki Millî Mücadele heyecanıyla yazdığı şiirlerin konu-larını tarihten almıştır. Birçok aşk şiirinde de Lale Devrini hayal etmektedir.

Yahya Kemal çizgisinde yürümeye devam edersek, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tarihe ba-kışını da yorumlamamız gerekir. Özellikle Beş Şehir’i... Tanpınar’ın, tarihsel birikimimizi değerlendirme şekli nasıl olmuştur?

Tanpınar da belki Yahya Kemal’in etkisiyle tarihe büyük ilgi duyar. Eserini de o tarihî de-kora yerleştirir. Günlüklerinde Avrupa tarihiy-le ilgili eserler okuduğunu yazmaktadır ki bu çok ilginçtir. Tarihin yorumlanmasında geniş bir bakış önemlidir. Yahya Kemal gibi Tanpınar da başka ülkelerin tarihlerini okurken, kendi tarihleri ve insanları üzerinde de düşünmüştür.

Beş Şehir’de çok açık belirttiğinden şehirle-ri anlatan bu kitabında tarih bilgisi ağır basar. Tanpınar bu bilgiyi, şehrin tarihî kalıntıların-dan hareketle verir. Bir mimari eser, onu, şeh-rin yaşayışına, idarecilerine götürür. Bir mil-letin kültürünü yaratan her unsuru yansıtmaya çalışır.

Ancak onun bütün romanlarında tarihî dekor mevcuttur. Huzur’da bile kahramanları tarihî semtleri, mekânları gezerler. Aydınlar arasında geçen bu kitapta aydınlar, nice meseleyi tarihî bilgilerin ışığında tartışır, yorumlarlar. Bir top-lum için geçmişin önemi büyüktür, fakat bugü-nü bastırıp öldürmemesi şartıyla. Tanpınar’ın bütün eserlerinde tarih ile bugün iç içedir. Tıpkı şehirlerimiz gibi.

Merhum Mehmet Kaplan Hoca da, bir bilim adamı olarak bu iki ismin fikir kanalını kendi sahasında devam ettirmiştir. Kaplan Hoca’nın en yakınındaki kişilerden ve öğrencilerinden biri olarak, onun tarih-edebiyat ilişkisine ba-kışını değerlendirebilir misiniz?

Biz merhum hocamızın öğrencileri, hepi-miz tarihe karşı ilgi duymuşuzdur. O da elbette her aydın gibi, tarihin yarını aydınlatacak bin bir örnekle dolu olduğunu bilirdi. Fakat onun tarihi devam ettirmek gibi bir amacı yoktu. Tanpınar’ın Huzur’da geçen o anlamlı cümle-siyle “Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” Mehmet Kaplan için de önemlidir. Değişmeyi reddederek tarihe bağlanmak, can-lılığı, hayatı öldürücü bir güç taşır. Değişmenin içinde devam edenler vardır. Tanpınar da bütün eserlerinde bunu işlemiştir. İşte burada usta yazarla, usta olmayan ayırımı ortaya çıkıyor. Ustalarda farkına varmak güçtür, usta olma-yanlarda ise ben tarihten söz ediyorum feryadı duyulur.

1960'lı yıllarda Turan Oflazoğlu, konusunu Osmanlı tarihinden alan oyunlar yazmaya baş-ladığında, bu oyunların büyüsüne kapılmıştım. Merhum hocamız da onları çok beğenmişti. IV. Murat’ın başarısı ne yazık ki Oflazoğlu’nun öteki eserlerini gölgeledi. Hâlbuki o arka arka-ya yazdığı eserlerle sadece Osmanlı hükümdar-larının değil, Korkut Ata’dan başlayarak sanat-çıları da anlatmıştır. Tragedya türünü kullanan yazar, Osmanlı tarihine çok farklı bir açıdan bakmıştır.

Saygıdeğer Hocam, sohbetiniz için teşek-kür ediyoruz.■

Tarihin yorumlanmasında geniş bir bakış önemlidir. Yahya Kemal gibi

Tanpınar da başka ülkelerin tarihlerini okurken, kendi tarihleri ve insanları

üzerinde de düşünmüştür.

46ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 47: Bizim Külliye 39. sayı

Hep taze kalan bir şiiriniz var. İlk yazdık-larınızdan son yazdıklarınıza dil ve içerik sa-deliğini önceliyorsunuz gibi geliyor. Zahmet-ten uzak, alabildiğine bir yalınlık… Tazeliğin sebebi de bu anlaşılırlık olmalı. Yanılıyor muyuz? Şiirden beklediğiniz bunlar mı?

“Anlaşılırlık” ve “tazelik” her zaman aynı şey olmayabilir. Hatta kolay anlaşılan şeyin kolayca da eskiyip bayatlayacağını söylemek belki daha doğru olur. Şiirlerimde, saptadığı-nız gibi kolayca eskimeyen bir yan varsa, bu hep kendim kalmaya çalıştığım için olmalı. Başka bir deyişle, modalara özenmedim. Mo-dalar geçiyor. Hakiki, samimi, kişisel, özgün olan kalıyor. “Zahmet” kavramını da açmamız gerekebilir. Okurun belki fazla zihinsel çaba göstermeye gereksinim kalmadan algıladığı sonuç, çoğu kez uzun ve zahmetli çabaların ürünüdür. Fakat bu çaba ille de tek bir şiirin biçimsel örgüsü konusunda olmayabilir. Şair, bence, bütünüyle şiire çalışan kişidir. Hayata ve şiire…

Şiirinizin en karakteristik tarafl arından biri: Gerçeklik... Şiirlerinizdeki bu “gerçek-lik” meselesinin altını çizebilir miyiz biraz?

Evet. Yukarıda kullandığım “hakikilik” ten söz ediyorsunuz. Bu kavramı da “kendi olmak”

TakdimAtaol Behramoğlu, 1942 yılında Çatalca’da doğdu. DTCF Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirmiştir Moskova Üniversitesi’nde Rus Dili ve Edebiyatı üzerinde çalışmıştır. Sorbonne Üniver-sitesi Centre de Poetique Comparee Bölümüne devam etmiş, “Diplôme d’etudes approfondies” derecesi almıştır. Paris’te ressam Yüksel Aslan’la birlikte kurduğu ve Fransızca olarak yayımlanan Türk edebiyatı dergisi Anka’yı (30 sayı, 1986-97) yönetmiştir. Anka yabancı dilde yayınlanan, Türk edebiyatını tanıtan nitelikli ve kapsamlı ilk dergi olma özelliğini taşır. 1960 sonrası kendine bir yön tayin etmeye çabalayan top-lumcu şiir anlayışının öncü isimlerinden biridir. İsmet Özel ve Murat Belge ile birlikte Halkın Dostları dergisini, kardeşi Nihat Behram’la birlikte Militan dergisini çıkarmıştır. Pendik Belediyesi’nde kültür danışmanı (1989-93), daha sonra Simavi Yayınları’nda editör (1990-94) olarak çalışmıştır. 1995’te se-çildiği Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanlığını 1999’a kadar iki dönem sürdürmüştür. 1981 yılında Asya-Afrika Yazar-lar Birliği Lotus Ödülü’ne layık görülmüş, yine PEN Yazarlar Derneği Dünya Şiir Büyük Ödülü Mart 2003 tarihinde tarafına verilmiştir. Şair, hâlen İÜEF Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak görev yapmaktadır. Eserlerinden bazıları; Mustafa Suphi Destanı, Toplu Şiirler I / Bir Gün Mutlaka, Toplu Şiirler II / Yaşadıklarımdan Öğrendi-ğim Bir Şey Var, Toplu Şiirler III / Kızıma Mektuplar, Sevgilim-sin, İki Kişiliktir, Yeni Aşka Gazel, Yaşayan Bir Şiir, Nazım’a Bir Güz Çelengi, Şiirin Dili-Anadil, Başka Gökler Altında, Yiğitler Yiğidi ve Uçan At Masalı, Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolo-jisi, Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi, Kardeş Türküler, Aziz Nesin’le Anılar

Ben de donmuş bir şeyin hayat olduğuna inanmıyorum. Tarih diyorsunuz. Öyle bir şey yok. Yaşanmış şimdiler var. Tarihi ben böyle algılıyorum. Yerli ya da yabancı, geçmişteki

bütün şairleri, yazarları, sanatçıları akrabam olarak duyumsuyorum. İç seslerini işitmeye

çalışıyorum.

A T A O L B E H R A M O Ğ L Uile tarih ve edebiyat üzerine

TANER NAMLI

47ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 48: Bizim Külliye 39. sayı

kavramıyla açıklayabileceğimizi düşünüyorum. Bu “kendi olmak”, bireysellik, bireycilik filan de-ğil. Belki tam tersine, kendini çoğu kez nesnel bir olgu olarak algılayıp duyumsamak. Zaten esasen de böyledir. “Sen ne imiş, ben ne imiş” ölümsüz dizesinde anlamını bulan şey. O zaman hakiki bir şeyi yakalayabiliyorsunuz. Saf, kendi olan hakika-ti. Galiba şairden çok felsefeci gibi konuştum.

Çağdaşlarınızdan sizi ayıran önemli özellik-lerinizden biri de şiir üzerine yazmanız. “Şiirin Dili-Anadil”, “Yaşayan Bir Şiir” gibi şiiri konu edinen çeşitli kitaplarınız var. Şiir üzerine yaz-mamayı bir bakıma şiir üzerine düşünmemek de sayabilir miyiz günümüzde?

Tanınız bence yerli yerinde. Oysa şiir üzerine yazmak-düşünmek, şiire çalışmak kadar zevkli ve yaratıcı bir iştir. Şiir üstüne yazılmış incelikli değerlendirmeleri okurken, şiirden aldığım lezze-ti duyarım. Bu tür yazılar sizi şairin dünyasını ve üslubunu keşfetmeye götürür. Şiir üstüne yazmak, şiiri keşfe çıkmaktır. Bu işin üstesinden gelmek, doğal olarak, ciddi bilgi birikimi de gerektirir.

“Yaşadığımız toplumun şiirle olan ilişkisi” ve “yazılan şiirin yaşadığımız toplumla ilişkisi” üzerine ne söyleyebilirsiniz? Şimdiden bahsedi-yorum… Bir başka deyişle yaşadığı toplumun şiirini yazabiliyor mu Türk şairi? Nasıl bir şair figürü ile karşı karşıyayız?

Bana göre, çok az istisna dışında, günümüz Türk şairi ne toplumuna ne hayata ve kendi haya-tına ve ne de dile gerçek anlamıyla dokunabiliyor. İnsan ve hayat (ve kendi hayatı) arasındaki temas-sızlık, birey ve başka bireyler ve toplum arasındaki kopukluk, günümüz dünyasının ve kendi ülkemi-zin bir gerçeği. Bu durumun ülkemiz bakımından kökleri, benim algılayışımla, 1970’lerdedir. “Ku-şatmada” bu algılayışın sonucu olan bir tepki şii-ridir. “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” bir başka açıdan aynı şeydir. Yine o dönemin ürü-

nü “İşte Bir Şiir”de bu yabancılaşma algısı -Batı-dan yürütülmemiş, kitabi olmayan, kişisel bir kav-rayış ve duygulanım olarak- açıkça dile getirilmiş-tir. Bizdeki şiir eleştirisi dün olduğu gibi bugün de bunları algılayıp irdelemekten çok uzaktır. Zaten başka türlü bir şey beklemek de, sözünü ettiğimiz durumun sonucu olarak, gereksizdir.

Hilmi Yavuz, bir süre önce yayınladığı bir ga-zete yazısında, Camus’un “şiir elleri kirli olduğu için sofraya alınmayan yaşlı amcaya benzemeye başladı artık…” sözüne yer vermişti. Ve Türk şiir geleneğini dünya şiiri ile birlikte tehlike içinde gördüğünü ifade etmişti. Sizin bu konudaki dü-şünceleriniz nelerdir?

Hilmi beğenmiş, ama ben benzetmeyi pek de parlak bulmadım. Şiir hiçbir zaman yaşlı bir amca olmadı, olamaz, doğasına aykırıdır. Zaten sofrada ne yeri ne de bu konuda bir talebi vardır. Yanılmı-yorsam “Yaşayan Bir Şiir” adlı kitabımdaki “Şiirin Yoksulluğu ve Zaferi” adlı bir yazıda bu konuya değinmiştim. Öte yandan, tüketim toplumu ahla-kının ve daha da doğrusu tecim olgusunun her ala-nı kaplayışının, şiirle okuru arasında engel oluş-turduğu bir gerçek. Sofrayı bilmem, ama kitapevi vitrinlerinde şiir kitaplarına artık yer yoktur.

Toplumcu şiirin izini sürebiliyor musunuz mevcut sanat ortamında? Bir kuşağın yol çizen şairlerinden biri olarak toplumcu şiirin kabuk değiştirdiğini söyleyebilir miyiz?

2007’de ve geçen yıl toplam üç yeni şiir kitabım yayınlandı. “İki Ağıt”, “Okyanusla İlk Karşılaş-ma” ve “Hayata Uzun Veda”, “İki Ağıt” toplumcu şiir tanımına girer. Öteki iki kitaba dar anlamıy-la toplumcu denemez. Fakat örneğin “İki Ağıt”ta “Şili’ye Şiirler” bölümünde, bireysel yaşamdan çizgiler vardır. Hatta bu bölümde “ağıt” kavramı-na getirmek istediğim yorumun ne kadar bireysel ne kadar toplumcu olduğu tartışılabilir. Yine, son derece bireysel bir şiirler toplamı olan “Hayata

Bana göre, çok az istisna dışında, günümüz Türk şairi ne toplumuna ne hayata ve kendi hayatına ve ne de dile gerçek anlamıyla dokunabiliyor. İnsan ve hayat (ve kendi hayatı) arasındaki temassızlık, birey ve başka bireyler ve toplum arasındaki kopukluk, günümüz dünyasının ve kendi ülkemizin bir gerçeği.

48ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 49: Bizim Külliye 39. sayı

Uzun Veda”da “yaşadığım dünya adaletsizdi” diye başlayan bölüme herhâlde bireysel dene-mez. Toplantılarda yeri geldiğinde, toplum-culuğun çalışılması gereken bir şey olduğunu söylüyorum. İnsan olarak eğilimimiz galiba bireyselliğedir. Toplumculuk, bir üst insan olma aşamasıdır. Neruda’nın, Nazım’ın, daha öncelerde Mayakovski’nin büyük epopeleri, Brecht’in şiiri bunun örneklerindendir. Top-lumcu şiiri bugün ne durumda? Parlak bir durumda olduğu söylenemez. Bu eleştiriyi kendime de yöneltiyorum. Gerçi, kendi payı-ma, eskisinden daha az toplumcu değilim. Ne yazık ki yeterince de toplumcu değilim. Oysa köşe yazılarımda toplumsal sorunların tam ortasındayım! Burada, sadece şiirin özgül doğasıyla açıklanamayacak bir sorun olduğu-nu düşünüyorum.

Türk şiirinin, “tarih”le bağlantısı üzeri-ne de birkaç şey sormak istiyorum. Tarihten bir şair yahut bir romancı nasıl bir dayanak sağlayabilir yazdıklarına? Yani “tarih”, bize ne sağlayabilir edebiyatta?

Ben hayatı dün, bugün, yarın diye ayırma-yı pek anlamıyorum. Onu bütünsel bir akış olarak algılıyorum. Bu anlamda da bugünü, tarihleşmekte olan şimdi, tarihi bugüne açı-lan dün olarak görüyorum. Birlikte geleceğe akıyorlar. T.S.Eliot’un gelenekle ilgili, bence çok önemli ve o belki böyle tanımlayama-yacak bile olsa “diyalektik materyalist” bir düşüncesi var. Diyor ki, “Şimdide yapılan, geçmişteki taşları da yerinden oynatıp oran-larını değiştirir.” Yaklaşık olarak böyle bir şey. Ben de donmuş bir şeyin hayat olduğuna inanmıyorum. Tarih diyorsunuz. Öyle bir şey yok. Yaşanmış şimdiler var. Tarihi ben böyle algılıyorum. Yerli ya da yabancı, geçmişteki bütün şairleri, yazarları, sanatçıları akrabam olarak duyumsuyorum. İç seslerini işitmeye çalışıyorum.

Tarih, toplumcu şiiri nasıl besler? Homeros, Vergilus, Dante bana bir geniş

solukluluk duygusu kazandırmıştır. Yunus yalınlık, Fuzuli incelik, Karacaoğlan kır çi-çeği renkliliğidir. Toplumcu şiir bütün bun-lardan beslenir…

Sohbetiniz için teşekkür ederim.■

bana bir türkü söylehasret hüzün gam üstüneneşeyi hiç tanımadımhicran veda yol üstüne bana sevgiliyi anlatcefa sitem naz üstünevefayı hiç tanımadımhançer zülüf söz üstüne beni muma fitil eylesevda gönül dost üstüneateşimi leylî yaksınsıla gurbet yâr üstüne sen yine bir türkü söyledağlar mızrap saz üstüneusandım ben yaşamaktanarsız sabahlar üstüne son bir türkü daha söyleömür ecel can üstünetoprağımı gülüm koysun öldüğümde ten üstüne

KALENDER YILDIZ

SON TÜRKÜ

49ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 50: Bizim Külliye 39. sayı

Bilinmez göklerde, bir Yeşil Nur’du..Bizim Eva Hanım… Dünya’ya, tuhafBir beyaz güvercin şeklinde indi…

Karanlık dehlizler… bir derya çamur…İçinden geçse de… bir bilinmez sırKanat suya değer… sular ıslanır.

O latif kanatlar, kar beyaz tüylerFezada aktıkça bir ışık gibi…Değdi Sultanlar’ın gönül busesi

Bizim Eva Hanım, aslına döndüBir Yeşil Nur oldu… kesildi, sesi. Lakin nur kalemi, gönül avazıFezada seyreder… ebede kadar

“Zerreler akıyorken, zamanın yalağındaBir sır var, bu âlemde; zerrelerce bir sır var!...Hayattan kelebekler uçar, ölüm bağındaBir sır var bu kalemde, çizgilerce bir sır var!...”

Ey yeşil kubbeler, bir yeşil rüyaBahşeden, toprağa basan gönüle…Konya!.. n’olur Güvercin’i incitme…Bir nazenin… bir Yeşil Nur… Gül Eva!

KONYA’YA KONAN GÜVERCİN

AHMET TEVFİK OZAN

Eva De Vitray Meyerovitch’e

50ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 51: Bizim Külliye 39. sayı

Tarihi tarihçi yazar, yazar ve şair ise tarihe ruh verir. Yazarın veya şairin tarihî resmî

gerçekler ve realist gerekçelerle verme derdi yok-tur. Romanın fiktif âleminde, şiirin muhayyile ikli-minde tarih, kırılgan çizgisinden kayarak esnek bir yapıya bürünür ve üzerine yazarın ve şairin biçtiği gömleği giyer. Böylece tuğlalarını kralların ördü-ğü duvarları, yazarlar ve şairler boyar. Tek bir kere yaşanmış olan tarih, romanda veya şiirde yeniden yaşanarak tarihî olaylar ve kahramanlar geçmişin hapishanesinden çıkarak Edward Hallet Carr’ın dediği gibi “bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog”[1] kurar. Tarihî olaylar objektif, tarihî olay-ların anlatılması sübjektif bir yapıdadır. Bu nedenle şairden de tarihi realistlik beklenmez.

Anakronizm “kronoloji hatası, özellikle de ki-şilerin, olayların ve geleneklerin birbiriyle ilişkili olarak, yanlış kronolojik zamanlara yerleştirilme-sidir.” Anakronizm ana(geri), khronos(zaman) söz-

1. Edward Hallet Carr, Tarih Nedir, İletişim Yay, s.37

EMRAH GÜRSU

cüklerinden oluşmuştur. Bilerek veya bilmeyerek yapılan tarih yanılgısının iki kaynağı vardır:

1. Tarihsel bilgi yetersizliği2. Tarihsel bağlantı ile anlatılanı güçlendirmeAnakronizm ile tarihin sesi çağlar arasında yan-

kılanmaya başlar. Bir çağda anılan ve bir başka çağa yerleştirilen homo-historical (tarih insanı), ta-rihsel olmaktan çok zamansal bir kavrama dönüşür. Kendi bağlarını koruyan ve onu aşmaya çalışarak geçmiş ve günümüzle bağ kurar ve evrensel düzeye ulaşır.

Tarih, şiirin anakronistik boyutunda güçlenmiş ve geçmişten geleceğe akan bir zaman olmuştur. Böylece tarih, rakamların merkezinde dönen, yel-kovan ve akrebin değişmez yolundan şiirin mülhem ve hayalî boyutunda yeniden yaratılmış olur. Tarih, anakronizm ile kronolojik ve siyasi kimliğinden sıyrılarak “zaman” kavramına dönüşür. Ve şiirin soyut dünyasında somut bir imge yaratır. Şair, ta-rihin tozlu perdesini aralar, sahneye alkış tutan ise

51ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 52: Bizim Külliye 39. sayı

şiirdeki kelimelerdir.Melih Cevdet Anday, özellikle “garip” kimliği

ile tarihî milliyetçi bir tavırdan öte birleştirici bir kavram olarak ele almış ve şiirlerinde tarihsel bo-yutta özneler ve olaylar arasında ilişki kurmuştur. “Atatürk’ün Bir Saati Vardı” şiirinde Atatürk’e ait olan atın Etilerden beri yaşadığını söyleyerek atı zamanlar arası yolculuktan geçirerek yurdun köklü geçmişi üzerine vurgu yapılır.

“Atatürk’ün bir atı vardıEtilerden beri yaşardı.” “Atatürk’ün bir sözü vardı” dizeleriyle başla-

yan şiir “Atatürk’ün bir saati vardı/Durmadı” dize-leriyle biter. Şiir Atatürk’e methiye gibidir. Amaç Atatürk’ü “söz, at, resim, saat” imgeleriyle donata-rak yüceltmektir. “At” ise ölümsüzlük suyu içerek, tarih sahnesinden çıkmış ve Atatürk’ün atı olmuş-tur. “Etilerden beri yaşayan ve Atatürk’e gelinceye değin devam eden bir düşün evrenini, araya zaman kategorileri koyarak bölümlemek istemeyen An-day, insanın tinsel varoluş sürecini de böylesine bir zaman anlayışı içine yerleştirmek ister. Mitolojik kaynaklara yönelirken yabanıl-uygar karşıtlığını irdeleyen Anday, bu karşıtlığı verirken geçmişten geleceğe bir çizgi hâlinde devam eden insan serü-venini sorgular.”[2]

Görüldüğü gibi “at” motifi kullanılarak fiziksel zaman tipolojik zamana dönüşür. Anday, “Etiler” zamanına döner ve retrospektif (geriye dönük) za-manı yakalayarak perspektif(ileriye dönük) zamana taşır. “Antropolojinin zamanlaştırmasına yol açan şey insan kültürlerinin mekân, insanlığın mekân içindeki dağılımına anlam kazandıran şey doğal-laştırılmış- mekânlaştırılmış zamandır.”[3]

“Atların ruhu vardı Troya önlerinde …Diomedes Tros atlarını koştu arabasına…Agemenon’un kısrağı Aithe’yi, kendi atı

Podargos’u…Sonra Köroğlu kalktı koştu Kır At’ı

2. Mitat Durmuş, Melih Cevdet Anday’ın Şiirlerinde Bireysel Öznenin Belleksel Varoluşu Bağlamında Zaman İzleği, Türkoloji Dergisi, C.XIV, S.2, Ankara 2003, s.165–1803. Johannes Fabian, Zaman ve Öteki-Antropoloji Nesnesi Nasıl Oluşur-, Bilim ve Sanat Yay, s.48

…Sonra göründü Muhammed’in damadı Ali’yeBenzer iyi huylu düldül, edep yeri kapalı…Başını yana eğen İskender’in Bukephalos’u …Elcid’in Babeica’sı, derken Rocinante çıktı…Kanatlı Pegasos! Gençliğim benim oğlum!

“Troya Önünde Atlar” şiirinde Anday, özellik-le 1.koşu bölümünde anakronizmi kullanarak tarih sahnesinden ayıkladığı kahramanların atlarını aynı zaman düzleminde buluşturarak, Truva Savaşının yaşandığı mekâna, Troya önlerine, götürerek tari-hi mekânlaştırmıştır ve zaman sekanslarını aşarak kronolojik olaylar ilintilemesi yapmıştır. “At” im-gesi, kahramanın sonsuz yolculuğunda, yanındaki tek varlık olması bakımından önemlidir. Tarihin çizgisel değişimi geçmiş- bugün- gelecek kavram-larının sentezi olan “zaman” hâlini alır. “Tarih, fiilî olarak insan bilimlerinin ne içinde ne de yanında yere sahiptir. Onlarla garip, belirsiz, silinmez ve ortak bir mekânda olabilecek bir komşuluk ilişki-sinden daha temel bir ilişki sürmektedir.”[4]

İskender’in Bukephalos’u, Hz. Ali’nin Düldül’ü, Don Kişot’un Rocinante’si, Zeus’un Kanatlı Pegasus’u ve Troya atları zaman boşlukla-rından akarak tarih sahnesine oturtulmuştur. Böy-lece anlatılmak istenen imaj, tarihsel çizgide güç kazanarak “poem spermaticus” (gebe bırakan şiir) hâlini alır ve böylece tarihin doğurduğu olay, ge-leceğin çocuğu olan olgu hâline dönüşerek gerçek değerini kazanır. “Zaman sonsuz (ebedî) bir dönüş olarak”[5] şairi, tarihler arasında zaman seyyahı ola-rak yansıtır.

“Historik bilginin salt akıl bilgisi olmayacağını ve tarihsel olayları teorik akla uygun bir rasyonalite ile aramak, kör bir determinizmden başka bir şey değildir.”[6] Çünkü tarihin gerçekliği bile, tarih ya-zıcının gerçekliği ölçüsündedir. Tarih gerçekliğinin öneminden ziyade, tarih gerekliliğinin nasıl olduğu daha önemlidir. ■

4. Mıchel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, İmge Yay, s.4745. Mircea Eliade, Ebedi Dönüş Mitosu, İmge Yay, s.376. Özlem Doğan, Tarih Felsefesi, İnkılâp Yay, s.221

52ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 53: Bizim Külliye 39. sayı

B izde tarih yazımı şu son döneme kadar pek tartışılmazdı. Tarihten söz açan

yazarların âdeta dokunulmazlığı vardı. Tarih yazanların toplum hayatındaki saygınlıkları-nı da hatırlatmak isterim.

Çocukluğumda Gülbahar Sultan, Küçük Mustafa Kemal, Estergon Kalesi gibi kitapla-rını okuduğum Enver Behnan Şapolyo’yu an-nemin babamın ahbaplarının evinde görmüş-tüm, altmışlarında bir adam, hiç de büyüklük taslamıyor ama, hem ev sahipleri hem annem babam telâş içinde...

Öyle sanıyorum ki, tarih, ürküntüyle ka-rışık bir huşu yaratıyor. Romandan, öyküden, şiirden habersiz nice insan tanıdım ki, tarih kitaplarına, yarı fantezi tarihî romanlara gö-nülden bağlıydılar. Bu seçim, tercih, galiba günümüzde sürüyor.

Ben de tarihe kapılıp gitmeyi çok severim. Yine çocukluğumun en güzel romanlarından biriydi Balaban, Reşat Ekrem Koçu’nun ese-ri olduğunu ise yıllar sonra öğrenecektim. Balaban’ın serüven çizgisine kapılıp gitmiş-

SELİM İLERİ

* 18 Ocak 2009 tarihli Zaman gazetesinden iktibastır.

Hangisiydi acaba III. Murad? Sazende ve hanendelerin kendisi için hazırladıkları eserler demetini dinleyen, zarif tavırlı kişi mi; padişahlığın sağladığı buyurganlıkla, yorumcuları hiçe sayarak, adam yerine koymayarak, gönlünden geçirdiği şarkıları emreden kişi mi?

53ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 54: Bizim Külliye 39. sayı

tim ama, tarihî dönem de iz bırakmıştı. Bir ara Safiye Sultan sahneye çıkıyor, roman yıl-dızlanıyordu.

Dönem III. Mehmed’in mi saltanatıydı, III. Murad’ın mı? Hatırlayamıyorum. İlkinin olsa bile, III. Murad’ı Safiye Sultan unutmuş ola-maz.

Hangisinindi; iki padişahın saltanatlarını karıştırdığım gibi, Reşat Ekrem’in Topkapı Sarayı’nı mı yoksa Osmanlı Padişahları’nı mı daha önce kaleme getirdiğini de çözemiyo-rum. Çünkü bilgi kaynaklarında çelişik yayın tarihleri karşıma çıkıyor.

Koçu, Topkapı Sarayı’nda, “III. Murad saz-dan sözden anlayan adamdı. Fakat meclisin-deki sazende ve hanendelere müdahale etmez, ‘Şunu çalın, şunu söyleyin’ diye emretmezdi. Kendisini ölüm döşeğine yatıracak hastalığı-nın başlangıcında bir gün yine İncili Köşk’e inmiş ve saz takımından ‘Bîmarım ey ecel bu gece bekle canım al’ şarkısını istemiştir” der.

Osmanlı Padişahları’nda durum ve tutum değişmiştir:

“III. Murad 1595 yılı Ocak ayının başın-da hastalandı. Bir gün İncili Köşk’e gitmişti. Mutadı üzere hanendeler, sazendeler, köçek oğlanları toplanmıştı. Okunacak, çalınacak şeyleri daima kendisi emrederdi. ‘Bîmarım ey ecel bu gece bekle canım al’ şarkısını istedi.”

Hangisiydi acaba III. Murad? Sazende ve hanendelerin kendisi için hazırladıkları eser-ler demetini dinleyen, zarif tavırlı kişi mi; padişahlığın sağladığı buyurganlıkla, yorum-cuları hiçe sayarak, adam yerine koymayarak, gönlünden geçirdiği şarkıları emreden kişi mi?

Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi’nde, “III. Murad Han, 15/16 Ocak 1595 gecesi, mesa-ne hastalığından Topkapı Sarayı’nda öldü. 48 yaşını 6 ay, 13 gün geçiyordu. Hükümdarlık müddeti 20 yıl, 1 ay, 2 gündür” diye yazmış.

Öztuna, III. Murad’ın Osmanoğulları’nın “en bilginlerinden” biri olduğunu belirtmiş.

Padişah iyi bir şairmiş, tasavvuf üze-rine bir eser yazmış. 1949 tarihli Osmanlı Padişahları’nda Vasfi Mahir Kocatürk, III. Murad’ın bütün zamanını işrete, eğlenceye harcadığını söylüyor.

Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları’nda, III. Murad’ın mesane hastalığına açıklık geti-riyor:

“Hekimler ilk tanıyı soğuk algınlığı ola-rak koydular ve kış soğuklarının artmasıyla hastalığın da tehlike göstereceğinden kaygı-landılar.

Hastalık ilerleyince mesanede taş olduğu saptandı. İstanbul’daki elçiler kendi hükü-metlerine padişahın böbrek taşı ve tümörden rahatsız olduğunu, hekimlerin uygulamak is-tedikleri tedavileri kabul etmediğini, buz te-davisini tercih ettiğini, bu yüzden de soğuk aldığını yazmışlardı.”

İsmail Hami Danişmend ise, ünlü krono-lojisinde, “Ölüm hastalığının perşembe günü başlamış olduğundan bahsedildiğine göre, dört gün sürmüş olması lâzım gelir. Hastalı-ğın mahiyeti de kadın iptilâsından mütevellit ‘illet-i mesane’ şeklinde tarif edilmektedir” diye yazar.

Danişmend, okul kitaplarımızın yere göğe sığdıramadığı Sokullu konusunda ikirciklidir. III. Murad’ın ölüm hastalığına yol açan ka-dına doymazlığında bile Sokullu’nun rolünü ölçüp biçer:

“Sultan Murad’ın cülûsuna kadar III. Mehmed’in anası olan meşhur Safiye Sultan’la kanaat ettiği halde, tahta çıktıktan sonra Sokullu’nun karısı olan kız kardeşi Esma Han Sultan’ın ‘peri cemal cariyeler’ takdim etmek suretiyle kocasının mevkiini tahkime kalkış-masından dolayı baştan çıkmış ve sefahat de-recelerini bulan bir kadın iptilasına uğramış olduğundan bahsedilir! Herhalde Sokullu’nun Harem entrikalarıyla padişahı ifsat etmiş ol-duğu muhakkaktır.”

Tekrar Reşat Ekrem Koçu’ya dönersek; Koçu, İncili Köşk’ü yaşatan bir yazısında, daha trajik bir ölümü yeğler: III. Murad, kendi sini selâmlamak isteyen iki kadırganın top ateşi, köşkün camlarını kırınca, öleceğini hissetmiş. Tuz buz olan camlar gibi, ten kafe-sinin de artık harap olduğu kanısına varmış. Eceli çağıran şarkıyı işte o an istemiş.

III. Murad için bir ‘roman’ yazsaydım, bu son ölümü tercih ederdim. Neyse ki ‘tarih’ yazmıyorum.■

54ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 55: Bizim Külliye 39. sayı

Sayın Genel Yayın Yönetmenimiz, “Şinasi Bey, önümüzdeki sayıyı ‘tarih ve edebiyat’a ayırdık. Okur-larımız sizin engin ve zengin okumalarınızdan istifa-de etsinler.” dediğinde öyle bir havalandım ki… An-cak bu sözü bıyık altı bir gülümsemenin süslediğini görünce yere çakıldım. Yardımıma koşacak bir Sanço da bulunmadığından bedenimin S.O.S.’ine ruhum “Kendi imkânlarınla kurtul!” diye haykırınca devletlü bir suret ve suratla doğrulurken renk vermemeye çalı-şarak “Elbette!” diyebildim.

Yahu ben, tarihle ilgili ne yazıp çizebilirim? Gerçi lisede en yüksek notu tarihten alırdım. Çün-

kü Abdullah Ziya Kozanoğlu’nu, Oğuz Özdeş’i, Fe-ridun Fazıl Tülbentçi’yi okumuş, Amerikan tarihini Teksas, Tommmiks gibi İtalyan ressamlarının kale-minden takip etmiş bir adamız.

Ama şimdilerde biraz şair geçiniyoruz. Divan ede-biyatçıları gibi kolay(!) bir iş de tutmuyoruz ki gülden bülbülden dem urup yazıyı kotaralım.

Eski edebiyatçılarımız lütfen alınganlık göster-mesinler:

Tabiat yalnız bir gül ile bir de bülbül yetiştirmedi ya! Bu kadar güzel eserleri var. Niçin biraz da on-lardan bahsetmiyorlar. Bereket versin gül ile bülbülü bulabilmişler, yoksa söyleyecek şey bulamayacak-

larmış… üç bin beyitten bin beyti güllü bülbüllüdür. Kalan iki bin beyitten birçoğuna da Leyla-Mecnun, Ferhat-Şirin, Vâmık-Azrâ, Şemi-Pervâne …gibi şey-ler çift çift yerleştirilmiştir.[1]

Tarihten ne anladığımı- sanki benim ne anladığım çok çok önemliymiş gibi- üç boyutlu bir cümleye sığ-dırmak lazım gelirse, tarih dinî geçmişin, millî geçmi-şin, proleter geçmişin adıdır.

Tarih, siyahın, beyazın, sarı ve kızıl benizlinin geçmişidir.

Tarih zaman zaman tekerrürdür, desek şiddete ma-ruz kalır mıyız!

“Tarih kendini tekrarlar mı?” sorusu, “Tarih, geç-mişte kendini ara sıra tekrarlamış mıdır?” sorusuyla aynı şeyleri mi araştırmak istiyor. “Tarih kendini tek-rarlar mı” Batıda onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıl-larda bu soru akademik bir tartışma hâlini aldı[2]

Mehmet Âkif merhum ne kadar haklı?!‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret

alınsaydı, tekerrür mü ederdi?Toynbee ile Âkif bir anlamda örtüşüyorlar:

1. Muallim Naci, Seçmeler, hzl. Seyit Ali Kahraman, Morpa Yay. İst.1992, s. 344.2. A. Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, Yeryüzü Yay., İst. 1980, s.9.

ŞİNASİ GÜLAÇTI

Tarih Nagazaki’dir, Hiroşima’dır, Gazze’dir. Bana göre insanoğlunun bir zulüm bir de mazlum tarihi vardır. Zul-mün bayrağını dalgalandıran Tanrı’nın rüzgârı değil, olsa olsa iblisin nefesidir.

55ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 56: Bizim Külliye 39. sayı

“Artık geçmişin yazıtlarını bir ders almak için araştırmaktayız.”[3]

Yıllar önce sol bir ağızdan duyduğum şu sözü bu-raya almakta yarar var mı?

“Tarih yinelenmez, yenilenir.”Tarih tekerrür etmiyorsa, dünya, ismiyle müsem-

ma iki savaşla karşılaşır mıydı! Hoş geldin determinizm...Dünya’nın dönmesi, gece ile gündüzün, baharla

güzün devri gibi bir tekrar yaşanıyor demek ki…Tarih Nagazaki’dir, Hiroşima’dır, Gazze’dir.Bana göre insanoğlunun bir zulüm bir de mazlum

tarihi vardır.Zulmün bayrağını dalgalandıran Tanrı’nın rüzgârı

değil, olsa olsa iblisin nefesidir. Dünyada iyi insanların bulunmadığı hiçbir yer

yoktur. Bizi korkutan kötü insanların çoğalması değil, iyi insanların azalmasıdır.

Tarih, medenileşmektir.Bir yerinden alıntıladığımız kadarıyla bugüne ka-

dar yirmi medeniyetten on dokuzu yıkılmıştır. Tarih belki de yıkılan medeniyetler mezarlığıdır.Tarih çoğu zaman da terakkidir.Mesela, insanların dört ayaktan iki ayağa, eğik

omurgadan dik omurgaya geçişi bir terakkidir ve bu nesli devam ettirenler de herkesten mutludur.

Terakkidir, çünkü ateş bulunmuş, birbirimizi çiğ çiğ yemekten kurtulmuşuz; teker bulunmuş, sürük-lenmekten kurtulmuşuz; gemi bulunmuş, batmaktan; tayyare bulunmuş, uçmaktan kurtulmuşuz; kalem ve defter bulunmuş sözlü sataşmaktan kurtulmuşuz.

Edebiyat bu noktada devreye girmeli; dünyanın neresinde olursa olsun zulüm bayrağının gölgesinde titreyen bir çocuğun elini avucuna alıp hohlayabili-yor, kanını onun damarına yetiştirebiliyorsa şairdir, hikâyecidir, romancıdır. Onun hissettiklerini duyura-bildiği nispette müzisyen; gözlerindeki korkuyu yan-sıttığı nispette ressamdır, heykeltıraştır.

İnsanlık tarihi hep utanan yüzümüz, unutan yanı-mız olarak kalmaya devam mı edecek?

Geleceği yaşamadım ki bu soruya evet ya da hayır diyeyim.

Bu iç karartıcı ağız ve lafları bir kenara bırakalım da o engin ve zengin okumalarımıza geçelim(!)

Konuklarımız yine sanat, edebiyat ve her zaman olduğu gibi siyaset adamlarımız olacak.

Niçin mi?

3. _____________, age, s.33.

Sanatçıların, edebiyatçıların eserleri, iş adamları-nın, askerlerin ve devlet adamlarının yaptıklarından daha uzun ömürlü oluyor, yine şair ve düşünürler ta-rihçilerden daha uzun bir süre hatırlanıyormuş.[4]

13.1.1 4x400 EngelliBaşlık sizi yanıltmasın.Bu, Melih Cevdet Anday'a ait bir şiirin başlığı ve

devamı da şöyle:Birinci Osman/Birinci Orhan/Birinci Murat/İkin-

ci Osman/Üçüncü Orhan/Dördüncü Ahmet/Beşinci Mehmet/Üçüncü Osman/Altıncı Mehmet/Dördüncü Osman/Yedinci Mehmet/İkinci Osman/Üçüncü Ah-met/Haydi Mehmet/Mehmet Birinci

İşte bir şairin tarihe bakışı… Demek ki tarih sul-tanlar silsilesinden ibaret. Biri gidip biri geliyor. Bi-rinci olan Mehmet kim? Halkın gerçek efendisi mi? Bizim nüfus kaydımızda Mehmet erkek isimlerin bi-rincisi, Fatıma da kadın isimlerin.

13.1.2 Tarih-i CevdetMelih Cevdet, Tarih Okurken başlığı altında şu

müthiş mısraları da sıralamış ve bizce şöyle demek istemiştir: Saraydakiler, yani yönetenler hiçbir şey, yönetenler her şey. Yönetenler, kim için vardır? Yö-netilenler için…

Mabeyin feriği sait Paşa’nınSarayı korumak işiBir sarraf Zarifî Bey bir de Çıplak MustafaEtti mi üç kişi

Kim ola Sarraf ZarifîAdı üstünde sarrafŞıkır şıkır altun saymak işiYa kim ola Çıplak MustafaO da şehrin delisiO da şehrin fakiriBiri korur biri sayar biri…Tarih böyle bir şey olsa. Yöneten yönetir, onu birileri korur. Beri tarafta

zengin mal ve mülkünü saymakla meşguldür. Çıplak Mustafa kim? Mehmet kimse o da odur. Halk tipidir. Çıplak Mustafa da delilik yapar… Bekri Mustafa’nın sırdaşıdır belki de.

4. __________, age. s.9.

56ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 57: Bizim Külliye 39. sayı

13.2.1 Cemal Süreya’nın tarihiKendileri , İkinci Yenicilerdendir, Üçüncü Yenici-

leri Allah nasip eyleye…Sevda Sözleri’[5]nin bir bölümünü de Kısa Türkiye

Tarihi’ne ayırmış.

Kısa Türkiye Tarihi II[6]

Üç anayasa/Ortasında büyüdün:Biri akasya / Biri gül / Biri zakkum

Bir mısra da biz ekleyelim:“Biri saksıda”

Kısa Türkiye Tarihi III[7]

Türkiye’nin adı soyadı yasasından beriAtatürk adındansoyutlanamadı:

1930’lu yıllarda Etitürkiye; 1940’lı yıllardaAtetürkiye;……1980’li yıllardaAdıtürkiye

Muhterem ve müteveffa şair “Obatürkiye”

deseydi neler olurdu acaba?Ey milletim, Etileri Türkleştirdin, Sümerleri Türk-

leştirdin, Frigleri Türkleştirdin, hızını alamadın Barak Obama’yı bile Türkleştirdin (gazeteler’den), tuttun Aurelio’yu Mehmetleştir’din…

Aydınların özür kuyruğunda…

13.3.1 Tanrı, Hrant Dinkdaş’ın toprağını bol eylesin

Dergimizin bu sayısına yetiştirmemiz gereken yazı için sağı solu karıştırıp kurcalarken elimiz bir ki-taba uzandı…

Ece Temelkuran kaleme almış “Ağrı’nın Derinliği”ni[8].

5. Cemal Süreya, Sevda Sözleri, YKY İst. 1995.6. ___________, age. s.220.7. __________, age. s.221.8. Ece Temelkuran, Ağrı’nın Derinliği, Everest Yay. İst. 2008.

Ermenilerle yapılan röportajlar dikkatimizi çe-kiyor. Bir an boş bulunup “Vay be! Ermeniler bizi ne kadar çok seviyorlarmış da biz farkında değilmi-şiz…” diyesiniz geliyor. Şehit elçilerimizin kemikleri sızım sızım sızlamıştır.

İşte size iki alıntının ilki:Sorsak da sormasak da… “Yok zaten Talat Paşa Yahudi idi, biz bilirdik…”“Türkler böyle soykırım yapmazlardı. Jön Türkle-

rin hepsi Yahudi idi. Onlar bozdu Türklerin Ermeniler ile arasını.”[9]

Halk tabiriyle ‘Moskoflar’, Bitlis’i işgallerinde bölge halkını yol üstündeki Hüsrevpaşa Hanı’na so-karak kimin zulmünden korumaya çalıştı Sayın Bay Arşak Sarkisyan?... Yahudilerin mi?...

13.3.2 Dâhili ve haricî aydınlarımızHaygaram adlı Ermeninin sözlerinden:“Türklerden acılarının tanınmasını, tarihin kabul

edilmesini beklemeyen bir tek Ermeni bulamazsınız… Dünyada bulamazsınız. Ama Türkler bu ihtiyacımızı ‘milliyetçilik’ olarak göstermeye çalışıyor, toprak is-tediğimizi, bu yüzden soykırım konusunda sert politi-kalar ürettiğimizi düşünüyor…”[10]

Ama merak buyurmayın Sayın Haygaram, Erme-niler adına Türklerden özür dileyen tek bir ırktaşınız çıkmadı ama bizden bir çırpıda özürcü 228 vatan ev-ladı çıkıverdi.

Ara Not: “Memleketin dâhili ve haricî aydınları gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilir-ler.”

Kitabı yazan Ece Hanımefendi- Ece adı bizi Ece Ayhan’daki gibi yanıltmıyorsa- bu 228 vatan evladı arasında yer alıyor. Ermenilerle yaptığı konuşma ve görüşmeler kendisini çok ama çok etkilemiş olsa ge-rek.

Yakın zamanda yaşanılan Hrant Dink olayı da milletimizin yüzlerce evladını sizin gibi etkilemişti. Öyle ki hepimiz bir gecede Dinkleşiverdik.

Tanrı toprağını bol eylesin.Benim TDK’ye naçizane bir önerim var:Şu -daş, -taş ekinin kullanım alanını bir teklifle

sınırlandırsın. Niye mi?Irktaş, meslektaş, soydaş, vatandaş, yoldaş, yurt-

taş, dahası dindaş, daha dahası Dinkdaş derken Allah başımıza başka -taş düşürmeye…■

9. _____________, age. s.86.10. _____________, age. s. 88.

57ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 58: Bizim Külliye 39. sayı

Ölüm; ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (a.s.)’den bu yana, insanoğlunu

duygulandıran, düşündüren, meşgul eden, onu sü-rekli tefekküre ve tezekküre zorlayan kaçınılmaz bir hakikattir. İnsanın, bizzat idrak ettiği ve ya-şadığı bu varlık âleminin ötesinde farklı ve ebedî bir âlemin mevcudiyetini bilmesi, buna inanması ve bunu derinden hissetmesi, onu ifadesi zor olan bir duyarlılığın ve derinlik psikolojisinin içine çekmiş, bir kısım olayları metafizik zaviyeden ele alıp değerlendirmesine mecbur kılmıştır.

Hayatın kaçınılmaz, değişmez ve anlaşılması zor olan hakikatlerinden birisi olan ölüm; İlâhî bir değer olarak insanla ve insanlıkla daima iç içe, en eski ve en yeni duygulardan, en diri ve en köklü düşünce ve inanıştan birisi olmuş, Türk kültür ve edebiyatında dolayısıyla dinî tasavvufi Türk şii-rinde de derin tesirler bırakmıştır.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de “Biz Allah’a aitiz ve yine O’na döneceğiz”[1] ayeti, ölüm denilen hakikatin insanoğlu için bir yok oluş değil bilâkis âlemlerin yaratıcısı olan Allah’a dönüş olduğunu işaret ederken, “Her nefis ölümü

1 ) Bakara:2/156.

"Türk şiirinde; bazen bediî tefekkür unsurları içinde mecazlara, mazmunlara bürünmüş ifadelerle, bazen de gerçek şekliyle terennüm edilerek sürekli biçimde işlenen ölüm, sebep sonuç ilişkisi içinde hayatın manasını ele alır..."

RIFAT ARAZ

58ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 59: Bizim Külliye 39. sayı

tadacaktır.”[2] ayetiyle de bütün canlılar için ölümün kaçınılmaz olduğu kesin bir ifadeyle bildirilmiştir.

Dünyanın faniliği, gurbet, hasret, aşk, sevgi, sevda, muhabbet gibi temaların yanında “ölüm” duygu ve telakkisinin de başarıyla işlendiği dinî tasavvufi Türk şiirinde; bazen bediî tefekkür un-surları içinde mecazlara, mazmunlara bürünmüş ifadelerle, bazen de gerçek şekliyle terennüm edilerek sürekli biçimde işlenen ölüm, sebep sonuç ilişkisi içinde hayatın manasını ele alır; insanın mahiyetini ifade ederek, dünyanın fani-liğini, ebedî olan bir âleme hazırlık mekânı, bir geçiş yeri olduğunu kuvvetle hissettirir.

Tasavvufi duyuş ve düşünüşte amaç haki-ki ve ebedî sevgili olan Allah’a dönmek, O’na kavuşmaktır. Bundan ötürü de Hakk’a yürüyüş, sevgiliye vuslat olan ölüm; kulun Mevlâ’sına kavuşması, O’nun ilâhî varlığında sükun bulma-sı ve O’nda huzura kavuşmasıdır.

Tasavvufi anlayışta; henüz hayatta iken dün-yadan çekilmek, nefsin heva ve heveslerinden kaçmak, sosyal istek ve ihtiyaçlardan bir bakı-ma el etek çekmek, diğer bir ifadeyle ölmeden önce ölmek gibi bir dünya görüşü de söz konu-sudur. Tasavvuf yolunda çok önemli addedilen böyle bir manevi makama erişmek, son derece sıkı bir nefis tezkiyesini, ahlaki disiplin içinde geçirilen çileli ve meşakkatli bir hayatı gerekli kılar. Bu anlayıştan ötürüdür ki Türk edebiya-tının ilk mutasavvıflarından olan aynı zamanda Pirî-i Türkistan lakabıyla da anılan Hoca Ahmet Yesevî; Peygamberimiz Hz. Muhammet (a.s) altmış üç yaşında vefat ettiğinden kendisi de bu yaşa geldiğinde tekkesinin avlusunda kazdırdığı bir kuyuya inmiş, rivayete göre vefatına kadar bu çilehanede nefsiyle baş başa kalmış, zamanı-nı tefekkürle, ibadet ve riyazetle meşgul ederek geçirmiştir. Nitekim “ölmeden önce ölün” hük-münde olan bu çile hayatını:

“Altmış üçte nidâ kildi kul yirge kirHem cânıng min cânânıng min cânıngnı bir Hû şemşirir kolga alıp nefsingni kırBir ü Var’ım didarıngnı körer min mü” [3]

2. ) Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57.3. ) “Altmış üçte nida geldi bu kul yere gir

Hikmeti ve;

“Eyâ dostlar kulak salıng aydugumgâ Ne sebebdin altmış üçte kirdim yirge” [4]

Hikmetindeki ifadesiyle tafsilatlı olarak or-taya koyar. Bu manevi hâl, bir bakıma yine Yesevî’nin hikmetinde geçen: “Ölmes burun can bilmekni derdin tarttım.” (Ölmeden önce can vermenin derdini çektim.) [5] ifadesiyle izah edilmektedir.

Tasavvuftaki bu anlayıştan ötürüdür ki bü-yük mutasavvıflarımızdan olan Mevlanâ, ölümü “şeb-i arus” yani düğün gecesi, diğer bir ifadey-le vuslat anı olarak nitelendirir. Mensup olduğu dünya görüşünü, sevgi, muhabbet ve aşk duygu-larını ölüm olgusundan hareketle ebedî vuslata bağlar.

Türk kültür ve edebiyatını, dolayısıyla da Türk şiirini gerek dünya görüşüyle gerekse dü-şünce ve inanç yaklaşımlarıyla uzun süre derin-den etkileyen, bu tesirini günümüze kadar da devam ettiren Bizim Yunus, bir kısım şiirlerinde kişiyi ürperten soğuk mezar tasvirleri yapmasına rağmen, ölümü ebedî âleme açılan bir kapı ola-rak telakki eder. Aynı zamanda tasavvuf cereya-nının Anadolu’da yerleşmesine ve yayılmasına da vesile olan bu gönül şairi, bu iç âlem fatihi, ölüm duyarlılığı içinde terennüm ettiği;

“Ten fanidir can ölmez, çün gitti geri gel-mez.

Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” [6]

yahut da;

“Ol iki cihan güneşi zâhir dünyasın degşür-

Hem canınım, cananınım, canını verHû kılıcını ele alıp nefsini kır!Bir ve Var’ım didarını görür müyüm!” Bkz.

Prof. Dr. Kemal Eraslan, Ahmed-i Yesevi, Divan-ı Hikmetten Seçmeler, K ve T.B.Ank.1983, s.21,98-99.

4. )“Eyâ dostlar kulak verin dediğimeNe sebepten altmış üçte girdim yere” Bkz.Prof. Dr. Kemal Eraslan, “ age”, s. 64, 65. 5. ) Prof. Dr. Kemal Eraslan, “age”, s. 21, 99.6. ) A. Kabaklı, Yunus Emre, Toker Yay. İst. 1972, 198

59ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 60: Bizim Külliye 39. sayı

şahitlik edecektir.”; “Derilerine, ‘Niçin aleyhi-mize şahitlik ettiniz?’ derler. Onlar da ‘Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler.”; “Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve de-rilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden sakın-mıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” İlâhî hükmünün gözlerden ve gönüllerden uzak tutulmamasının gerekliliğine inanıyoruz.

14. Asrın mutasavvıf şairlerinden olup Garibnâme adlı eseriyle şöhret bulan, şiirlerinde Mevlanâ ve Yunus’un tesiri açık bir şekilde belli olan Âşıkpaşa;

Bahtludur şol kişi kim dünyada iyi bir eserÖlmedi diri durur ab-ı hayat içmiş gibi[10]

diyerek, dünyada ölmeden önce hayırlı bir eser bırakan kişinin bahtlı olduğuna işaret ederek, böyle bir kişinin ölümsüzlük suyu içmiş gibi ebedî olduğunu söyler. Bu mısralarda ölüm duy-gusu, bir takım sebeplerin yerine getirilmesi şar-tıyla ölümsüzlüğe büründürülmüştür.

15.Asır tasavvuf şiirinde,Yunus’un takipçi-lerinden olan mutasavvıf şairlerimizden Kemal Ümmî’;

Bayramıdur ölüm güni gerçek aşıklarunK’anlar canını ma’şuka kurban alur gider[11]

mısralarında terennüm edilen “ölüm günü”, âşıkların bayramı şeklinde tanımlanmıştır. Şi-irlerinde Âşık mahlasını kullanarak ibadet, ah-lak ve muamelata dair bilgiler veren İbrahim Tennurî;

Gerek ağlat gerek güldürGerek dirgür gerek öldürBu Âşık hem sana kuldurKahrın da hoş lütfun da hoş[12]

söyleyişinde, tam bir gönül teslimiyeti içinde,

10. ) Ahmet Sezgin-Cengiz Yalçın, Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ünlem Yayınları, İstanbul 1993, sh. 23.11. ) Ahmet Sezgin-Cengiz Yalçın, age..s.20.12. ) Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara 2006, 3. Baskı, sh.424

diCâhil anı öldi sanur ol hod ölmez ölür

değül”[7]

şeklindeki içli ve derin ifadelerinde de işaret ettiği gibi ölüm; canın geriye bir daha dönüşü olmayan gidişi, ebedî bir âleme geçişidir. Bu âlemde “tenin fanî”, canın ise “canlar ölesi de-ğil” söyleyişiyle ölümsüz olduğunu vurgulayan Yunus, ölüm tasavvurunu sonsuzluk anlayışı ile bütünleştirir. Ölümü canın bir nevi “cihanı de-ğiştirme geçidi” yahut “ebediyet âlemine açılan bir kapısı” olarak nitelendirmek suretiyle ölüm korkusunu aşar. Nitekim

“Ko ölüm endîşesin âşık ölmez bâkidürÖlüm âşıkun nesi çün nûr-ı ilâhîdür”.[8]

mısralarında âşıklar için ölüm endişesi duymağa gerek olmadığını, âşıkların baki olduğunu söyle-yen Yunus, bunun hikmetini âşığı Allah’ın, “ilâhî nuru” oluşuna bağlar. Yüce kitabımız Kur’ân- ı Kerim’de üç farklı ayette aynı ifadeyle tekrar edilen: “Her nefis ölümü tadacaktır.” İlâhî hük-mü, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi her canlı-nın ölümlü olduğunu kesin bir çizgiyle ortaya koyar[9]. Ancak, “tenin fâni” oluşu noktasına ihtiyatla yaklaşmak gerekir diye düşünüyorum. Zira, Fussuîlet Suresi 20-22. ayetlerde: “Niha-yet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine

7. ) F. K.Tİimurtaş, Yunus Emre Divanı, Tercüman 1001 Temel Eser 1 , s.99.8. ) F. K.Timurtaş, “age.”, s.99.9. ) Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57.

60ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 61: Bizim Külliye 39. sayı

Allah’a (cc) tevekkül ederek, O’ndan gelen ve gelebilecek olan her türlü acıyı, sevinci, hayatı, ölümü, kahrı ve lütfu hoş karşılar. Bu mısralarda Allah’ın: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”[13] ilâhî hükmünün bir gereği olarak, hayatın hemen her safhasında idrak edilmesi ve yerine getirilmesi gerekli olan “tevhit, takva ve kulluk” ameliyesinin önemi vurgulanmıştır.

16. Asrın belli başlı mutasavvıflarından olup aynı zamanda Celvetiye tarikatının da kurucusu olan Aziz Mahmud Hüdâyî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından sistemleştirilen ve birçok ta-savvuf şairi tarafından da benimsenen “vahdet-i vücûd” nazariyesine bağlı bir dünya görüşüyle, sade ve hikemî mahiyette terennüm ettiği şiirle-rinde, ölüm duygusuna da geniş yer ayırır.[14]

Dünyanın gelip geçiciliğini;

Yalancı dünyaya aldanma yahuBu dernek dağılır divan eğlenmezİki kapılı bir viranedir buBundan konan göçer mihman eğlenmez

ifadeleriyle anlatan, bu itibarla da dünyayı iki kapılı bir viraneden ibaret sayan; bu yalancı mekânda doğum ve ölümle ilgili düzenlenen her türlü törenin de geçici olduğunu addeden Hüdâyî, ölümün vuslat için bir “göç” olduğunu; bazen de;

Ömür tamam olup defter dürülürSırat köprüsü ve mizan kurulurHakk’ın dergâhına kullar derilir

13. ) Zâriyât:52/56.14. ) Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, “ age.”, s..433.

Buyruğu tutulur ferman eğlenmez[15]

diyerek ölümü; ömrün tamamlanma, defterlerin dürülme, Sırat köprüsünün ve mizanın kurulma vakti şeklinde telakki eder. Hattâ Hüdâyî’nin;

Bir âşık irişse sanaOl îd-i ekberdür anaBudur murâd önden sonaRabbüm meded Mevlâm meded[16]

yakarışlarıyla ölümü, Allah’a erişme/kavuşma vesilesi; bu kavuşmayı ise âşık için bir “büyük bayram” olarak tasavvur ettiğini de görüyoruz. Mutasavvıflar için asıl murat; dünyada nefsin arzu ve heveslerini yerine getirmek, eşya ile meşgul olmak, maddi âleme ehemmiyet vermek değil, her türlü heva ve hevesten sıyrılıp, her iki âlemin eşsiz, benzersiz ve mutlak sahibi olan Allah’ı (cc) bilmek, bu yolda olmak ve O’na erişmektir.

Hüdâyî ile aynı asrı idrak eden, Türk edebi-yatının en lirik, en derin, en içli aşk ve ızdırap şairlerinden biri olarak telakki edilen Fuzulî, Hz. Peygamber (as) için yazdığı meşhur “Su Kaside-si” başlıklı şiirinde;

Dest-bûsı ârzusiyle ger ölürsem dostlarKûze eylen toprağum sunun anunla yâre

su[17]

15. ) Ahmet Sezgin-Cengiz Yalçın. “ age.”, s. 53,54.16. ) Azîz Mahmud Hüdayi, Divân, İstanbul, h.1287.17. ) Adem Çalışkan, Fuzûlî’nin Su Kasidesi ve Şerhi,

Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.99.; M.Orhan Soysal, Edebî San’atlar ve Tanınması, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2005,s.135.

Ezelde tayin edilmiş bir vaktin sonunu, ebedî hayata doğuş vaktinin ise başlangıcını belirleyen ölüm hâdisesiyle insan; aşk denilen o ince ve estetik duyarlılıkla, muhabbet denilen o derin iştiyakla gelmiş bulunduğu bu vatandan asıl vatanına döner.

61ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 62: Bizim Külliye 39. sayı

diyerek seslerden oluşturduğu deruni bir ahenk-le, insan bedeninin esasını, asıl nüvesini teşkil eden, aynı zamanda tevazuunun da sembolü olan toprağı, o mezar toprağını vasıta kılarak hayat-ta iken ulaşamadığı, dokunamadığı sevgiliye bu şekilde dokunmayı arzular.

Nefsinin arzu ve ihtiraslarına kendisini kap-tırarak bazen dalgınlık, bazen ilgisizlik, bazen de günlük meşgalelerin hengâmesi içinde ortaya çıkan sorumsuzluk sebebiyle asıl mahiyetini ve varoluş gayesini unutan, bu itibarla da hayatın asıl manasına ehemmiyet vermeyen insana, bu gaflet hâlini ölüm denilen hakikat kuvvetle his-settirir. İnsanın, kendisini dış âleme bağlayan bu ihtiraslarından kurtarması ancak, iç âlemine dönmesi ve kendi benliğini aşması ile mümkün-dür. Bundan ötürüdür ki;

Gelün ey ehl-i hakîkat çıhalum dünyadanGayri yerler gezelüm özge safâlar göre-

lüm[18]

gibi içli ve lirik söyleyişlerinde hayatın çilele-rinden, acı ve ıstıraplarından bunalan, dermanı-nı ancak kendi derdinde arayan Fuzûlî, hakikat ehlini bu âlemden çok daha farklı olan bir âleme davet eder. Fuzûlî’nin, mekân adı vermeden be-lirttiği gezilecek ve safalı yaşanacak farklı yer-lerden kastı, kendi varlığını “aşma duygusu” ndan başka bir şey değildir. “Gayri yerler geze-lüm özge safâlar görelüm” diyerek ölüm kavra-mının adını belirtmeden ölümün, insanoğlu için dünyadan kurtulma nedeni, farklı bir âlemde di-riliş vesilesi olduğuna işaret eden Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn Mesnevisinden aldığımız;

Gül derdi hadika-i emeldenMey içti sürahi-i ecelden[19]

mısralarında da yine aynı iç sıkıntısıyla, aynı manevi hâl içinde ölümü; “emel bahçesinden gül dermek;” “ecel sürahisinden mey içmek” şeklin-de telakki eder.

18.asırda Bursalı İsmâil Hakkı;

18 ) Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Dergâh yayınları,İstanbul 1975, s.311.19 ) Ahmet Sezgin- Cengiz Yalçın, age., s.61.

Diriga ah bağrın paresi kan oldu derdinleÖlürsem yoluna can fedadır ya Resûlallah[20]

diyerek ölümü, bir bakıma canın sevgili yolunda feda edilmesi şeklinde tasavvur eder.

Edebiyatımızın İslami duyarlılıkla yazan güçlü şairi Mehmet Âkif, “Çanakkale Şehitleri-ne” adlı şiirinde;

“Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor; Bir Hilâl uğruna Yâ Râb, ne güneşler

batıyor!”[21]

Bir hilal uğruna nice güneşlerin batması, do-layısıyla da kararan dünyanın İslamın sembolü olan hilalin nuru ile aydınlanması tahayyülünde, tabiatın tabii seyrinden yararlanır. Âkif, İslamın sembolü “hilal” uğrunda, her birisini birer güneş mesabesinde gördüğü Mehmetçiklere ve onların şahadetlerine işaret ediyor. Güneşin batması ne-ticesinde havanın kararması ve gökyüzünde hi-lalin bir nur gibi görünmesi hâdisesi, normal bir tabiat seyri olup, bu mısralarda güneş ve hilal gibi somut gök cisimlerine soyut manevi anlam-lar yüklenerek ölüm duygusu şahadet kavramı içerisinde ebedî bir aydınlık olarak yüceltilmiş-tir. Güneşin batması, hilâlin görünmesi nasıl ki anlık bir hâdise ise ölüm denilen hakikat de yine insanı nerede, ne zaman ve ne şekilde yakalaya-cağı belli olmayan anlık bir hâdisedir. Âkif;

“Ey şehit oğlu şehit isteme benden makberSana aguşunu açmış duruyor peygamber”

şeklindeki teessür, tebşir ve ebedîlik çağrışım-larında, Allah (cc) yolunda ölen “şehit oğlu şehit” için Hz. Peygamberin, sevgi, şefkat ve muhabbet kucağını bir sığınma mekânı olarak gösterir. Allah (cc) şehitler için: “Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) ‘Ölüler’ demeyin. Bi-lakis onlar diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız.”[22] Buyururken diğer bir ayette yine benzer hükümlerle: “ Allah yolunda öldü-rülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diri-

20 ) Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, age., s.493.21 ) Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, (hzl. Ömer Rıza Doğrul) İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul, 1974, s.426.22 ) Bakara: 2/154.

62ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 63: Bizim Külliye 39. sayı

dirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şe-hit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulun-madığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.”[23] buyurarak şehitlere üstün bir ilâhî paye ver-diğini müjdelemektedir ki, bugün Gazze’de, Çeçenistan’da, Kerkük’te, Karabağ’da, Afganis-tan ve Pakistan’da yapılan soy kırımlarda ölen masum halk, inşallah Allah’ın bu müjdesine mazhar olmuş bahtiyarlardır.

Arif Nihat Asya “Ecel” başlıklı şiirinde;

“Dünyadan uzak, başka bir iklime gider;Der; “Geldim ben…” kendini takdime gi-

der…Ey hatıralar, beklemez Azrail’i o…Vaktiyse eğer, ruhunu teslime gider.”[24]

diyerek ölümü, Azrail adlı ölüm meleğini bekle-meden, dünyadan uzakta başka bir iklime gidiş, kendisini o ezelî ve ebedî olan sevgiliye takdim olarak nitelendirirken;

Necip Fazıl da;

“Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun.Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun.”[25]

ifadeleriyle ölümü, büyük ödüller verilen bir haber, dosta ulaştırılan önemli bir müjde olarak addeder. Ölümün de bir ölümünün olduğuna işa-ret eden şair, ölümü de öldüren, bu suretle de insana vuslatı bahşeden Rabbe baş eğer, secde eder.

Azerbaycan edebiyatında olduğu gibi bü-tün Türk-İslam dünyasının edebiyatında da bilinen Bahtiyar Vahabzade, anasının ölümü üzerine söylediği: “Bugün Yeddin Oldu” baş-lıklı şiirinin;

“Yuhun (uykun) şirin olsun’ deyirdin mene,‘Yuhun şirin olsun’ deyim mi sene?

mısralarında şair; annesinin, canından bir par-

23 ) Âl-i İmrân: 3/169,170.24 ) Ahmet Sezgin- Cengiz Yalçın, age.,s.128.25 ) -----------------------------------,age.,s.293.

ça olan yavrusunu tatlı uykularla büyütmek için ninnilerin o sade, samimi ve içli yakarış-larında düştüğü ruh haline, bu sefer de anne-sinin ölümüyle birlikte kendisinin düştüğünü terennüm ederken bizi “uyku” ve “ölüm” ben-zetmesiyle derin bir tefekkür dünyasının içi-ne çeker. Şair, birisi içinde yaşadığımız fâni âlemi, diğeri ancak bu âlemde kazandıkları-mızla kazanacağımız ebedî âlemi çağrıştıran bu ifadeleriyle, Zümer Suresinin 42.ayetinde geçen: “Allah, öleceklerin ölümü zamanında, ölmeyeceklerin de uykularında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerin (rûhunu) alıkor. Diğerlerini (uykudakileri) bir müdde-te (ecelleri gelinceye) kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda düşünen kimseler için kesin ib-retler vardır.[26] ilâhî hükmüne telmih yaparak ‘ölüm’ü bir bakıma kıyamete kadar süren bir “uyku” biçiminde tasavvur eder. [27]

Erdem Bayazıt’ın, “Ölüm Risalesi’nden” başlıklı şiirinden aldığımız;

Sevgililer ölürBir hicret olur ölümBir sıla[28]

bölümünde ölüm, bazen ‘hicret’ bazen de ‘sıla’dır.

Günümüz şairlerinden Muhsin İlyas Suba-şı;

Bir mezar gezdim,Üstü de altı gibi ölü.Bir mezar gezdim,Ölüler çiçeklere gömülü[29]

şeklindeki ifadelerinde ölümü, önce yok oluş çizgisinde, hayatı sadece maddeden ibaret sa-yanların, bu hayatın dışında farklı ve ebedî bir hayatın varlığına inanmayan materyalistlerin

26 ) Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, (hzl. Dr. Ali Özek Başkanlığındaki İlmi Heyet) Medine Münevvere, 1407-1987, s. 462.

27 ) Dr. Rıfat Araz, Şiir İncelemeleri, Alp Yayınları, Ankara 2005, s.174.; Bizim Külliye Üç Aylık Kültür ve Sanat Dergisi, Elazığ 2000, Yıl:2, Sayı: 5, Sh.59-66.;

28 ) Ahmet Sezgin- Cengiz Yalçın, age.,s..218.29 ) -----------------------------------,age.,s.229

63ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 64: Bizim Külliye 39. sayı

akıbetiyle tanımlar; bilahare hakikatten haber-dar olanların hâllerine işaret etmek suretiyle ölümün, bir yok oluş değil bir diriliş olduğu inancından hareketle bize Hz. Peygamberin: “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe, ce-hennem çukurlarından bir çukurdur” hadisini hatırlatır.

Rıfat Araz’ın “Güldür Ölüm” başlıklı şii-rinden aldığımız;

“Bir umuttur arş burcunda;Her soluğun, baş ucunda!..İhrâm giymiş nûr içinde;Hâlden doğan hâldir ölüm!..

Ömür işler ölüm bilen;Ölüm arar ömür bulan!..Her bir nefsi sorup gelen;Gündür, aydır, yıldır ölüm!..[30]

dörtlüklerinde ölüm hâlindeki kişinin, maddi ve manevi yapısıyla aldığı ve alacağı durumu ile görünen görünmeyen ahvali, soyut bazı mecaz ve mazmunlarla tasvir edilirken; ölüm, her bir nefsi soran gün, ay ve yıl; hâlden do-ğan bir hâl olarak tasavvur edilmiştir. Bura-da şair;”Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetine de telmih yapmak suretiyle ölümün; salikler, salihler, âşıklar için ilm-i ezelde tayin edilen sınırlı bir ömrün, arş burcundan ebedî âleme açılan bir umut kapısı olduğunu söyler.

Ahmet Tevfik Ozan “Ölüm” başlıklı şiirin-de;

Gelse bir rüya gibi, o mukaddes akibet;Katlansa dağlar ipek, nurlu yorganlar ka-

darSessizce dalga dalga; ne çile, ne hareket!..Yalnız nur-u Muhammed (sav)saadet ve hu-

zur var!..[31]

Bir rüya gibi gelmesini arzuladığı ölüm de-nilen o mukaddes ve mukadder akıbeti, insa-na ebedî saadet ve huzur verecek olan “Nur-u Muhammed” (sav) iklime girme, o saadet ve

30 ) Yüzakı Aylık Edebiyat Kültür Sanat, Tarih ve Toplum Dergisi, İstanbul 2007, Yıl:3, sayı:31, s.47.31 ) Ahmet Sezgin- Cengiz Yalçın, age.,s.303.

huzura yetişme vakti olarak görür.Nazım Payam’ın “Dünya Güle Ayna” adlı

şiirinde geçen;

Süvariler geçiyorGül renkli aşk süvarilerinEllerinde mushaflarGeçiyorlar coğrafyamdanAy kuşanmış kuşların kanat sesleriBir efsane zuhuru olan benSeslerini duyuyorumBen yokumNiye yokum

ifadelerinde, şairin coğrafyasından geçen “El-lerinde mushaflar (olan) gül renkli aşk süvari-leri” ile “Ay kuşanmış kuşların kanat sesleri” ifadeleri, bende ahlaki efsanelere, hikmet ve ibret dolu nice destanlara bürünmüş Türk-İslam coğrafyasında Allah için, Allah yolunda takatin yettiği yere kadar yürümekte olan haki-kat ehli ile bu yolda ömrünü verip maksuduna ermiş olan ervahı çağrıştırmakta ve bu yoldaki ölümün güzelliğini duyurmaktadır.[32]

Başlangıçtan bu yana dinî - tasavvufi Türk şiirinden seçerek aldığımız bütün bu şiir mah-sullerinde görüleceği gibi, idrak edilen hâl ile arzu ve ümit edilen ebed arasında bir “kapı”, bir “geçit yeri” olarak nitelendirilen; salikin bir bakıma “bedenini aşma”sı biçiminde ta-savvur edilen ölüm; bazen fâni âlemden ebedî olan âleme “göç”, bazen bir hâlden başka bir hâle “hicret”; bazı hâllerde ise “düğün gece-si” veya “bayram günü” şeklinde telakki edil-miştir. Ezelde tayin edilmiş bir vaktin sonunu, ebedî hayata doğuş vaktinin ise başlangıcını belirleyen ölüm hâdisesiyle insan; aşk denilen o ince ve estetik duyarlılıkla, muhabbet deni-len o derin iştiyakla gelmiş bulunduğu bu va-tandan asıl vatanına döner. O’ndan geldik dönüş yine O’nadır.■

32. ) Dr. Rıfat Araz, Şiir İncelemesi, Alp Yayınevi, Ankara 2005, s.346,347.

64ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 65: Bizim Külliye 39. sayı

NECATİ KANTER

Fehmi Baba

O bir divanedir. Divanelerin bir başka yönü de ibnü’l-vakt oluşlarıdır. Onlar için gelecek ve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar. Yaratıcı ile bir ve beraberdirler.

Aralarında rint olanları da vardır.

Fehmi BabaFehmi Baba

Asayı, abayı, takvaya sattımKöhnemiş külahı başımdan attım

Mest olup helâlı harama kattımCefadan kurtulup sefaya düştüm O.R. M..

Harput’ta doğdu. Hacı Halim Efendigillerdendir.Kazezoğlu Kahraman’la birçok tatlı hatıra ve fıkrası

olan Fehmi Baba, yoksul bir insan olmasına rağmen, di-lenmezdi. Ancak ona yardım etmeyi seven insanların gö-züne görünür, para verenlere de “eyvallah” derdi.

Ak sakallı, gök gözlü, buğday tenli, tombul, sevim-li bir ihtiyardı. Şalvarlıydı. Bere gibi sipersiz lacivert bir şapka giyerdi. Onu ilk defa görenler hayretten küçük dil-lerini yutmuş gibi durup uzun uzun yüzüne bakar, sonra da “la havle.. ” çekip devam ederlerdi yollarına. “Yahu bu adamın ne halt karıştırdığını kendi gözlerimle görme-seydim kesinlikle inanmazdım. Hem de yedi yolun orta-sında…”

Üç kafadar. Üçü de şişeciydi. Zil zurna gezerlerdi. Fehmi Baba, Kezeroş, Hıllıke.İyi söylerdi Kezeroş… Harput havalarının bütün ma-

kamlarına aşinaydı. Gençliğinde onsuz düğün savılmazdı. Çok severdi bağrıyanık deyişleri.

Yar yâd oldum, yâd oldum,Yüzün gördüm şad oldum.

65ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 66: Bizim Külliye 39. sayı

Geçtim kapun önündenYıkıldım berbad oldum.

Hıllıke darbukacıydı. Eh!... O da kendi çapında bir sanatçı sayılırdı. Fehmi Baba’nın bu tarakta pek bezi yoktu; lakin genellikle beraber takılırlardı.

Sabahın ilk ışıklarıyla Bit Meydanı’nda buluşur-lardı. Arkadaşları bir iki saat piyasa yaptıktan sonra topladıkları nevale ve şişelerini de alıp yeniden Fehmi Baba’nın yanına gelirlerdi. İstasyondaki köprünün al-tından geçerler, Azgın Çay’ın kıyısından bir saat ka-dar yürüdükten sonra dilleri bir karış dışarıda yorgun itler gibi burunlarını yerlere sürüp, meşhur Şorşor’un üstündeki soğuk suyun kenarındaki ağaç altlarına ya da avuç içi kadar bir gölgeye yerleşirlerdi. Çilingir sofralarını kurar, akşamın geç saatlerine kadar kafa çekerlerdi. Ağızlarından akan salyalara, yüzlerine ko-nan sineklere aldırış etmeden sızıp kalırlardı sabahlara kadar. Artık evlerine ne zaman, saat kaçta, kaç günde varırlardı orasını ancak Allah bilir!

Nedense ömrünün son yıllarında onlardan ayrıldı Fehmi Baba. Aslında o dilenmekten de hoşlanmazdı. Yalnız gezmeye başladı. Tenha ve harabeleri mekân tuttu. İçiyordu. Ne geçerse eline… Kolonya, İspir-to…

Ne gelecek, ne de geçmiş ilgilendirirdi onu. Anı yaşardı. Tabiri caizse o tam bir rintti.

“Dün geçmiş, yarını bilmem, bu günü yaşarım… Dem bu demdir, dem bu dem.”

Öyle derdi Fehmi Baba.

Bu hayatta yok vefaHer günü derd ü cefaEy müştak-ı safaÖmrünü etme heba

Dem bu demdir, dem bu dem!Dem bu demdir dem bu dem!

Namaza, niyaza, takvaya, zühte, tövbeye karşı kayıtsız, ancak riyanın düşmanıydı. Daha doğrusu o öyle derdi. Tabi ki klasik divane tanımının da dışın-daydı.

Hani “Delinin divaneliği sözlerinden belli olur derler.” ya…

Bu adam ne deli ne de divane!

Onun meşhur sözlerindendir.

“Değirmen gitmiş sen de gelmiş hâlâ şakşakıyı arıyorsun!..”

“Saçından sakalından da mı utanmıyorsun? Bırak şu zıkkımı. Baba!... Tövbe et!” diyenlere:

“Dünya gamı zehirdir, şarap benim ilacım.” “Hiç nefis yok mu sende?” diyenlere, uzun uzun

bakar, şarap dolu ince belli çay bardağından bir yu-dum alır, kesik kesik öksürürdü. Sonra da alaycı ba-kışlarla karşısındaki kişileri birer birer süzer:

“Nefsim it’imdir... Bir tekme de siz vursanız ne çıkar…”

Kaldığı yerden devam eder, sonra da bir taşa çalar, paramparça ederdi şişeyi de kadehi de.

“İşte nefsim!...” “Ha taşı vurmuşsun şişeye, ha şişeyi taşa!...” Gözlerini sabit bir noktaya diker, artık konuşmaz-

dı kimse ile kolay kolay.

Aslında Fehmi Baba’nın medrese öğrenimi gör-düğü, kısa bir süre imamlık yaptığı da söyleniyordu. Hocasının kızını, yani sevdiğini alamayınca hayata küstüğünü ve babadan kalan servetinin tamamını kısa bir sürede satıp savıp içkiye yatırdığını rivayet eden-ler de az değildi.

“İstekle değil içtiğimiz bade velâkinDert ateşini zehr ile söndürmek içindirMey, neşeye de keyfe de mahsus değildir.Erbabı gamı belki de tez söndürmek içindir” Hiç evlenmemişti.“Havayı seviiym!..” Aynı sözü tekrarlayıp dururdu. Ellerini ovuşturur:“Ohhh! Ne güzel!.. Havayı seviiym, hele bu ha-

vayı!”Yanından geçenler mırıldanırlardı kendi araların-

da:“Seninki girmiş yine havaya!...”“Hem de nasıl!”“Yoksa Havva’yı mı?” diyenlere: “Senin ananın adı Havva mı oğlum?” !..Uyanığın biri uzaktan seslenirdi. “Eee, hepimizin anası Havva değil mi baba?”“Amma benim adım Fehmi!...”!...

Rüviyeti Baba’nın da samimi arkadaşıdır Fehmi Baba. Bir gün arkadaşı Rüviyeti’nin sarhoş olup sa-rarması üzerine;

66ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 67: Bizim Külliye 39. sayı

N’oldu beyime n’oldu /Sarardı benzi solduBeyim sarhoş olalı /Bu eller viran oldu

demesi, yanlarında olan arkadaşlarını güldürmüştü.Evi sırtındaydı. Hemen hemen tanımayan, bilmeyen yoktu. Her-

kesçe kanıksanmış, hatta sallana sallana şehrin en kalabalık caddesinde dolaşması kimseyi şaşırtmaz, kimseyi de ilgilendirmez olmuştu. Dönüp bakmazlar-dı bile.

Rüviyeti Baba düğünü derneği kaçırmasa da, Feh-mi Baba pek gitmezdi eğlencelere. Onun tek eğlence-si içkiydi. Tabi buna eğlence denirse!...

Ucuz olduğundan mı, hoşuna gittiğinden mi bi-linmez, mezesi Ağın leblebisi, tütünü “Bitlis,” içkisi “Derdalan” şarabıydı.

Şişeler dolusu çekip şarabıKalmadı kıl kadar gönül azabı

Kapadım o kara kaplı kitabıElfazı bıraktım manaya düştüm

Fehmi Baba kış yaz demez, ne soğuk ne sıcak ne de kar çamur dinlerdi. Bir köşede, bir duvar dibinde ya da bir ağaç gölgesinde sızar, sokaklarda sabahlar-dı.

Onun en ilginç yanı ise cuma akşamları, kandil geceleri ve dinî bayramlarda kesinlikle ağzına içki sürmemesiydi. Cuma namazlarını kaçırmaz, ara sıra vakit namazlarını da camide kılardı. Hele ramazan aylarında beş vakit namazını mutlaka camide kılardı. Bazı akşamlar tekkelerde zikir halkalarına girdiği de söylenirdi. Onu dergâhların önünde gören bir yaban-cı, gider bu mübarek adamın eline sarılır, öper, ondan hayır dualarda bulunmasını dilerdi. Tabi, bu hâdisenin tanığı olanların da tebessümlerinden ya da bıyık altı gülüşlerinden başka bir şey gelmezdi ellerinden.

Devrin uleması ve hoca efendilerinin de ona karşı hoşgörü ile bakması, onun daha rahat hareket etmesi-ne neden olmuş, hatta halkta gizli bir saygı uyandır-mış, ona bazı kerametler atfedenler bile olmuştu.

Nakşî şeyhlerinden Musa Kâzım Efendi, mem-leketin zenginine, fakirine âlim ve ulemasına olduğu gibi, sarhoşuna berduşuna da çok sıcak yaklaşırdı. Bazen onlarla sohbet bile ederdi. Bir gün bir mevlitten gelirken karşı kaldırımda elinde Derdalan şarabı; yal-

palayarak yürüyen Fehmi Baba’yı görünce yanındaki arkadaşını bırakıp bir süre onunla konuştuktan sonra yine arkadaşının yanına döner. Kâzım Efendi’nin bu hareketine anlam veremeyen adamın sitemli bakışına hedef olunca tebessüm eder.

“Baba bunlar hoştur, hoş!... İş ki biz hoş olalım.” der.

Bu hâdise, “Mehmet Akif ve Safahat” adlı kitapta okuduğum ilginç bir yazıyı hatırlattı bana.

/Şefik anlatıyor.Mütareke zamanında idi... Bir gün ‘Sebilürreşad’ idarehanesinde Üstad’la

oturuyorduk. Neyzen Teyfik çıkageldi. Üst baş peri-şan!...

Selam vererek içeri girdi. Şöyle bir tarafa yıkıldı. Sarhoştu. Hem de zil zurna!Bir yudum bile içecek hâli kalmamıştı. Uzun bir sessizliğin ardından Ney’ini alarak Üs-

tadın oturduğu koltuğun önünde dizleri dibine oturdu, üflemeye başladı.

O halde muhrik bir taksim yaptı.Baktık, Üstadın gözlerinden sessiz sesiz yaşlar dö-

külüyordu. Neyzen bunu görünce neyi bıraktı. Üstadın boynuna sarıldı. Sakalından, yanaklarından öpmeye başladı. Öptü, öptü…

Biz bu manzara karşısında mebhut kaldık. Üstad neye ağladı? Ney’in hazin sesine mi? Neyzenin bu hâline mi?

Artık ne bizim sormamıza lüzum vardı, ne de söy-lenmesine!/

Sıcak ve nemli bir ağustos gecesi Musa Kâzım Efendi, Saray Camii imamı olan ulemadan, Hacı Tev-fik Efendi ile birlikte Vali Fahri Bey Caddesi’nden kendi evlerine doğru giderlerken yıkık bir duvarın dibinde uzanmış, elinde şarap şişesi, ufak ufak demle-nen Fehmi Baba’ya doğru yürür. Cebinden para çıka-rır, gülümser, biraz sohbet eder, hatta şakalaşır; parayı avucuna sıkıştırıp devam eder yoluna.

Arkadaşı, “ caiz mi?” diye sorduğunda; “Biz verelim… Biz verelim baba!... hoştur bun-

lar!...” İşte ne olduysa o gün oldu Fehmi Baba’ya. O git-

tikten sonra uzun uzun bakar Kâzım Efendi’nin ardın-dan. Elini terleyen alnında gezdirir, gözleri bulutlanır, dolukur, hüzünlenir, ağlayacak gibi olur. Rivayet olu-nur ki bu hâdiseden sonra Fehmi Baba bir daha ağzına içki sürmez. ■

67ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 68: Bizim Külliye 39. sayı

Öğretmenevinin salonundan tar sesi geliyordu. Yürüsem, ana caddeye çıksam, uğultular içinde kaybola-caktı bu ses. Dalları, dar sokağa sarkan salkımsöğüdün altında durdum. Bu ses, tüm seslere hükmetti

biraz sonra ve bütün sesleri bir bir sildi sokaktan. Önümde uçsuz bucaksız bir düzlük uzandı ve sisler, dumanlar içinde kayboldu şehir.

Kim bilir hangi aşık yüreğinin yanık nağmelerini dökmüş bu tara. Bir yürek sızlamasıydı bu ses. Öylesine yanık, içli, öylesine bezgin, dertli… bu ses, dinledikçe kendine doğru çekti beni. Dar sokaktan geriye döndüm. O ahenkli ses, ılık bir rüzgâr gibi tüm bedenimi yalayıp geçti. Lodos değmiş kara döndüm, eridim. Sonra ateşler, alevler, korlar döküldü üstüme. Sesin geldiği yere doğru telaşlı adımlarla yürüdüm. Geç kalsam bu ses bitecek, kaybolacak, eriyecekti. Dumanlar çekilecek, şekilsiz binalar yığılacaktı önüme.

Şah perdede titreyen bir mızrap, yürek zarında inleyen bir sese dönüşüyordu. Bu ses, birden bire yayladan inen bir sel gibi coşup doldu içime. Sonra, tara eşlik eden bir ses kolumdan tutup kendine çekti beni.

Tar, ağır, hüzne batmış bir parçayı terennüm ediyordu. Yaklaştım. Salonun kapısına vardığımda, tara eşlik eden bir ses, aynı hüznü söze dökmeye başladı. Tar, o sözlerin her bir hecesine eşlik ediyordu: “Dost baaağııın-daaa açılııııp gülleeer…”

Tar sustu. Salondan taşan yüksek ritimli bir nağara sesi, akordeonun ince, kıvrak sesine karıştı. O hüzünlü ses de coşkun bir aşk nağmesi olup, bir çağrıya dönüştü: “Mehribanım, Mehribaaaan gel oynaaa gül oynaaa. Gööözel oğlan, gözel gıııız çal oyna…”

Ve bütün sesler sustu. Bir anlık sükût kapladı salonu. Sonra, sitem dolu bir ses yankılandı.“Olmur, e! Olmur! Olmuuuur!” Ay Özge! Bes sen neynirsen? Oyuna hardan girirsen? Yanlış olub ahı…

Tamer! Hemişe sene demirem? Niye gızın gabağına varanda kollarını aşağı salırsan? Budu, bak, belece yapa-caksan..”

Kapıyı usulca açıp içeri süzüldüm. Salondaki gençler pür dikkat sitem eden sesin sahibini dinliyordu. Ufa-cık boylu bu adam… Sesi öyle buyurucu ki, birden “sen ne geziyorsun burada, çık dışarı” dese, itiraz etmeden çıkacaktım. Salondaki o hüzün de o coşku da yoktu. Bütün ekibin gözleri ondaydı. Sessizce çalgıcıların yanına iliştim. Akordeon çalan adam ayakta, akordeon da boynundaydı. Nağaracı, nağarasını kucağına almış bekliyor-du. Tar, onların yanındaki sandalyenin üstündeydi. Gövdesi işlemeli bu tar az önceki seslerin sahibi olmalıydı, garip mahzun yatıyordu sandalyenin üstünde. Galiba o ufak boylu adam çalıyordu bu tarı? Ya o, hüzünle dolup sonra taşan o ses? Akordeoncu ve nağaracı da bu ufacık adamın söylediklerini can kulağıyla dinliyorlardı. O, gah kızlar gibi salınıyor, gah erkekler gibi süzülüyordu. Herkesi uyarıp neler yapmaları gerektiğini anlatıyordu

Başlarına siyah kalpaklar giymiş, deri çizmeleri diz kapaklarına kadar çıkan ve belleri hançerli delikanlılar, rengarenk ipekli şallar içinde, gözleri sürmeli, ceylan gibi güzel genç kızlar… hepsi bu adamın etrafında halka olmuştu. Boylanıp bu adama baktım. Üzerinde uzunca bir ceket vardı. Ceket adamın üstünde palto gibi duru-

Karabağ kaçkınları

İMDAT AVŞAR

68ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 69: Bizim Külliye 39. sayı

yordu. Ceketinin kollarını, bileklerinden geriye doğru katlamıştı ama ceketin kolları hala uzundu. Kollarını aşağı indirdiğinde elleri kayboluyor, bu uzun ceket onun küçük kollarını yutuyordu. Sağ yanağında derince yara izleri vardı. Belki bu yüzden hafifçe uzattığı sakallarını kesmemişti. Sağ gözü, diğer gözünden epeyce iri gözüküyor-du, sanki biraz dışarı doğru fırlamıştı. Beyaz saçlarını geriye doğru taramış ve ikide bir elinin saçına götürüp alnından arkaya doğru saçlarını sıvazlıyordu. Yüksek sesle bir şeyler anlatırken ağzının sol yanında altın bir diş parlıyordu. Bu altın diş, neredeyse siyahlaşmış, seyrek, dokunsan düşecekmiş gibi duran diğer dişlerinin arasında çok garip duruyordu. Yüzündeki ve alnındaki çizgiler, adamın bu dünyayı kaç yıldır adımladığından haber veriyordu.

“Yahşı? İndi baştan” dedi, yüksek sesle. Oturuşumu değiştirdim. Sanki bana da bir şeyler söylemişti bu adam. Sanki ben de bir şeyler yapacaktım…

Kızları ve erkekleri tek tek sahneye dizdi. Arkasına bakarak hızlı hızlı gelip tarı eline aldı ve oturdu. Sağa sola bir daha baktı, birden gözlerini bana dikti, bakışlarını üstümde gezdirdi. Sonra dönüp nağaracıya başıyla işaret etti.“Haydi” dedi ve tarı göğsüne bastırdı. Herkes hazırdı, ben de… Adamın küçük elleri, tarın tellerinde dolaşmaya başladı. Yine o ağır hüzünlü parçaya terennüm etmeye başladılar. Adama daha yakından baktım. Bir gözü görmüyordu. Yakından, yara izlerinin çok derin olduğunu fark ettim.

Sahnede ipekli giysiler içindeki kızlar, sahnenin ortasında, bir kızı daire içine almışlardı. Erkekler de onların çevresindeydi. Müzik başladı ve kızlar, duru bir suda, kamışların arasında salınan sunalar gibi adeta kayarak kenara çekildiler. Ortada ince, zarif, dal boylu bir kız kaldı. Birden, onun etrafında dönmeye başlayan oğlan, yalvarırcasına hareketler yaptı. Bir şahin gibi kollarını iki yana salıp kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, mavi ipekler içinde bir gök kumru, bir güvercindi. Öyle bir nazlanıyordu ki, erkek oyuncu, etrafına bakıp ellerini iki yana açıyor, bir çare arıyor, ara sıra ellerini yukarı kaldırıp tanrıya yalvarıyordu. Kız, başından salınan tülün bir kenarı ile ağzını kapattı, eliyle oğlana “git” işareti yapıyordu. Oğlan hızlı hareketlerle kızdan uzaklaştı, hayali bir aynaya bakıp süslendi, saçını başını düzeltti ve çevik hareketlerle yeniden kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, duvağını açtı, güldü. O anda birden tarın hüzünlü sesi kayboldu, müzik coştu. O küçük adamın sesi, yine davetkâr idi. “Mehribanım Mehribaaaan, gel oynaaaa, çal oyna. Gözel oğlan gözel kıııız çal oyna…”

Sahnede bir toy başladı. Oğlan ve kız sanki birlikte toya gelenleri selamlıyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, sahnenin dört yanından rengârenk aktılar, aktılar, aktılar…

Tarı bıraktı ufak boylu adam. Sahneye geldi. “Besdi, yahşı,” dedi, “Yahşı…belece e.”Gençler, dışarı çıkarken tanımadığım biri girdi içeri. Cebinden üç tane onluk çıkardı çalgıcılara dağıttı. Tar-

cı:“Uşak hestedi,” dedi. Derman alıp aparacağam, iki lire daha ver. Öbür hefte eksik verersen.”“İki lira daha vermedi adam…”

***

Sabah erkenden kapı zili çaldı. Hanım, mutfaktan bağırdı. “Kapıya baaak!” Kalktım, aceleyle kapıya da-yandım, açtım. Yaşlı bir kadın, yanında da 10 yaşlarında bir kız çocuğu… Kız -anası mı, ninesi mi,- kadının eteğinden sıkıca yapışmıştı. Kız, yüzünü kadının eteğine gömdü. Uzunca bir beliği, beliğinin ucunda da rengi belirsiz bir kurdela… Kadın, buğulanan gözlerini kaçırdı benden. Gözlerinde anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Yazmasının ucunu eliyle gözlerine götürdü. İnce, esmer, zayıf elini uzattı, boğulan bir sesle:

“Oğul” dedi, “oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle.”Bu sözler, bir bıçak gibi oturdu içime. Kanım içime aktı…“İçeri gelseydin teyze,” dedim, “gel, çocuk da ısınsın biraz.”“Yok balam,” dedi. “Çok sağol, gedek..”Apartman boşluğunun yarım aydınlığında, bir gölge gibi geriye döndü kadın. Kız da onun eteğine bağlıymış

gibi, savrulan etekle birlikte dönüverdi. Kızın yüzünü hiç göremedim. Bir bahaneyle bu kızın gözlerini göreyim istedim, ardından çağırdım.

“Küçük kız, adın ne senin?”

69ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 70: Bizim Külliye 39. sayı

Kız dönüp bakmadı, kadının eteğine iyice sokuldu. Kadın birkaç basamak aşağıdan başını çevirdi:“Pünhane, balam,” dedi, “Pünhane…”Günlerce, gecelerce onu düşündüm, geceler boyu konuştum bu kızla:“Pünhane! Gözlerin ne renkti senin? Ve ellerin, ellerin…? O küçücük ayaklarınla mı kaçtın kurşunların

önünden? O küçük adımlarınla mı aştın dağları? Üşümedin mi Pünhane? Üşümedin mi? Bombaların, güllelerin sesini duydu mu kulakların? Ya gözlerin, gözlerin ne renk Pünhane? Akan kanı gördün mü o gözlerin? Duvarla-rın dibinde ağlayıp kaldın mı hiç? O zaman kaç yaşındaydın Pünhane? Çizgi oynarken mi, tek ayağının üstünde sekerken mi düştü bombalar? Arkadaşların öldü hiç Pünhane? Kana battı mı oyuncakların?

Gece, sulu sepken bir kar yağıyordu. Pencereden dışarı bakıyordum. Şimşekler çaktı ardı ardına. Ortalık aydınlandı biden ve tekrar zifiri bir karanlığa gömüldü. O ışıkla birlikte bir kız gelip karşımda durdu. Uzun beliği vardı, beliğinin ucunda da bir kurdele. Yaklaştıkça kayboldu yüzü. Islanmıştı. Uzansam kızın ellerinden tutacaktım. Uzattım ellerimi ama elleri yoktu kızın. Kaşları, gözleri, ağzı burnu, yanakları yok…bir belik ve bir kurdeleden ibaretti bu kız. Yüzünün yerinde bir ışık parladı, beyaz bir ışık. Ve o belik de kurdele de eridi bu ışığın içinde. Kızın ardından, esmer, zayıf, bir el uzandı sonra. O el, uzadı, uzadı, camın önüne kadar geldi. O kadının eliydi. O esmer, kara kuru elden kan akmaya başladı. Sonra bu elin arkasında bir kadın silueti belirdi. Yüzü yoktu kadının ama sesi bir çığlıktı.

“Oğul” dedi, “oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle.”

***

Sabah işe giderken apartmanın aksakalı Kalbayı kesti yolumu. “Hoca” dedi, “ Apartmanın kapıcısı çıkıp gidip işinin dalınca, daha gelmeyecek, cavan bir uşak tapmışam,

indice gelecek. Sen de bir danış, apartmanın yöneticisi sensen de hoca.. heberin yokdu? Dünen men yandırmı-şam kazanı..”

“Gelsin Kelbayı, gelsin görelim,” dedim.Apartmanı, güya Kelbayı ile ben yönetiyorduk. Ben hesap işlerine bakardım o da odun kömür, temizlik,

tamirat… Her ay bir bağırtı çökerdi bizim apartmana. Asansör bozulur, sular kesilir, elektrik tesisatı yanar, yakıt donar, kanalizasyon tıkanır, kapıcı parası ödenmez…

“Temeli bozuk bu binanın” dedi, Kelbayı, “bu sakkalımdan utanıram, yoksa bunların hamını vereceksen gılıcın gabağına…”

“Bu kışı da atlatsaydık,” dedim, “ ilk işim, başka bir yere taşınamak olacak…”Biz Kelbayı ile konuşurken, ince, kara kuru bir genç oğlan yaklaştı. “Sabahınız heyr...”“Uşak geldi hocam, bu uşak” dedi Kelbayı.Gelen, on beş on altı yaşlarında bir delikanlıydı. Sabahın seherinde gelip dikilmişti kapıya. Gözlerinden

uyku akıyordu. İkide bir esneyip gözüme bakıyordu. Birden kömür torbaları bindi sırtıma. Koca kovayla, ka-zan dairesinden kül çıkarırken dizlerimin dermanı kesildi. Yığıldım kaldım basamaklarda. Kazanı yakarken boğuldum isten, dumandan… dünyanın her halini görmüş koca Salman Dayı, dayanamamıştı bu apartmanın kahrına. Üstelik her iş gelirdi elinden. Elektriği, suyu, kazanı kendisi tamir ederdi… bu çocuk daha yeni yetme bir delikanlı, nasıl yapacaktı?

“Yapabilir misin?”Çocuktan önce Kelbayı cevap verdi.“Beli, cavan uşakdı de, nece yapamaz, men bunun yaşın olardım, taşı sıksam un eyliyirdim eh.”“Yaparım abi” dedi çocuk, bundan gabak başka bir yerde işlemişem.”Bodruma indik. Her taraf is pis…kömür kokusu, nem kokusu… köşede kapıcıların kaldığı derme çatma

bir kulübe…çürümüş, su sızdıran borular, birbirine eklenmiş, nerden gelip nereye gittiği belli olmayan elektrik kabloları… bir köşeye yığılmış büyük kömür torbaları, iri odun kütükleri…Kelbayı’nın cavan dediği çocuğa sordum.

“Adın ne”

70ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 71: Bizim Külliye 39. sayı

“Seyfettin.”“Seyfettin, sabah saat altıda kazanı yakacaksın, odun kömür burada…”“Tamam” “Saat yedide sıcak suyu vereceksin, su vanaları burada…”“Tamam abi.”“Yapacaksın, edeceksin, gideceksin, geleceksin, tutacaksın, atacaksın, yatacaksın, kalkacaksın… tamam

mı?…”“Tamam abi, tamam abi….”Seyfettin kalacağı yeri düzenlemeye koyuldu. Salman dayıdan kalma eski bir yorgan, tahta bir sedir, bir

küçük tüp, iki bardak, isli bir tencere… İnsanı boğan, ezen, acı acı kokan bodrum katından yukarı çıktım, derin bir nefes aldım, Kelbayı’ya “Allahaısmarladık” deyip işyerine doğru yürüdüm.

***Akşama doğru, evden aradılar. “Çok soğuk, kaloriferler yanmıyor, elektrikler de yok, nerdesin?”Hava kararıyordu, kaloriferler yanmış olmalıydı. Acaba Seyfettin, daha ilk günden çekip gitmiş miydi? Aca-

ba çocuk… Arabaya binip eve geldim. Apartmanın girişinde Hacı Sevim teyze karşıladı beni, şikayetlendi. “Ay oğul, donduk ahı? Niye yanmır bu kaloriferler?“Bakarız Sevim teyze, yakarız şimdi, aşağı bir bakayım…”Bodrum’a doğru birkaç basamak indim, yoğun bir küf kokusu vurdu yüzüme. Kapıyı iteledim, gıcırdayarak

açıldı. İçerisi zifiri karanlık. Bir iki basamak daha indim. Bağırdım.“Seyfettin! Seyfettin!”Ses yok. İçerde hiçbir şey çalışmıyor. Ne hidrofor sesi, ne su sesi. Seyfettin çekip gitmiş, haklı çocuk “ dedi

içimden. Geri dönüp el fenerini aldım ve tekrar aşağı indim.“Seyfettin! Seyfettin!Kalorifer kazanına doğru birkaç adım attım. Kazan yanmıyor. Önüne odun ve kömür yığılmıştı. Birden yan

tarafımdan can havliyle çağıran, yalvaran, boğuk bir ses geldi. Ürperdim.“Abiii!”Feneri o yana tuttum. Karanlıkta parlayan iki göz. Boylu boyunca serilmiş çocuk. Sol elini ileri uzatmış,

yardım diliyor. Güçlükle “Abiii” dedi tekrar. Yerde yatıyordu Seyfettin. Sürünerek epeyce gelmiş, takati bitince de öylece kalmıştı elektrik panosunun dibinde. Seyfettin’in az ilerisinde yılan gibi kıvrılmış bir elektrik kablosu duruyordu. Seyfettin’i kucakladım, cılız bedeni, yarı canlı, iki büklüm sallandı omzumda. Eli yüzü, üstü başı kömür karasıydı. Sırtıma attım çocuğu, iki ellerinden tuttum. Sağ kolunda garip bir soğukluk vardı, konuşamı-yor, inliyordu: “Abiiii!”

Sevim Teyze: “Ay guzum buna ne olup, e? diye dizlerine vurarak geldi. Bir çuval gibi yığıldı arabaya, başını tutamıyordu, koltuğa devrildi Seyfettin. Sevim teyze:

“Cavan uşakdı, ay Allah sene tapşırmışam,” diye dualar döktü arkamızdan.Nereliydi? Hangi tipi savurmuştu buralara? Nerden gelip nereye gidiyordu? Kimin nesiydi çocuk? Cavan

mıydı, çocuk muydu? Anası babası kimdi? Şimdi arabanın arkasında can çekişen bu yeni yetme, Allahım! yaşa-yacak mı? İkide bir dönüp arkaya bakıyordu. İki kilometrelik yol uzadıkça uzadı.

Hastaneye ne zaman vardım? Seyfettin’i nasıl kucaklayıp yatırdım? Serumu kim taktı? Bilmiyorum… Biraz sonra solunum cihazına da bağladılar Seyfettin’i. Gözlerini açtı bir ara uzaklara daldı önce, sonra, sonra usulca kapandı gözleri.

Ayakkabılarının biri siyah, biri kahverengiydi, hastanede fark ettim. Ceketini çıkardılar, içinden bez bir cüz-dan düştü. Cüzdanın içinden bir resim ve bir kaç kağıt parçası düştü yere. Seyfettin’e benzeyen bir gencin hafif-çe gülümseyen siyah beyaz fotoğrafı. Uzaklara bakıyordu fotoğraftaki genç. Çok uzaklara... Cüzdanı, resmi ve üstünde adresler, numaralar yazılı kağıtları topladım…

Neden sonra kendine geldi Seyfettin. Sağ eline baktı, sağ ayağına… gözleri yaşardı, sessizce ağladı. Sağ yanı tutmuyordu fark etti bunu.

“Düzelecekmiş, doktor öyle söyledi” dedim, “korkma.”

71ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 72: Bizim Külliye 39. sayı

“Abiii,” dedi, “babama heber vere-sin…”

“Nerde baban?”“Turak Merketin gabağında, yaşıl bi-

nadı, zerzemide galır.”Gözleri tekrar kapadı. Odadan çık-

tım. Söylediği adresi düşünüyordum. Ara-baya doğru yürüdüm. Arkamdan bir ses:

“Beyefendi bunun masrafları…? Kay-detmemiz gerekiyor, adı soyadı ne bu-nun?”

Kendi adımı söyledim. Bir serum pa-rasıydı hayat. Tutmayan kol, bacak, bir muayene pahası. Kimliğimi uzattım, “sen kaydet, ben geliyorum” dedim.

Seyfettin’in tarif ettiği yere geldim. Sırtımda kara haberin tonlarca ağır yükü. Ne diyecektim? “Seyfettin’ elektrik çarp-tı, felç oldu!” Nasıl diyecektim? Ben nesi oluyordum bu insanların? Az sonra kapısı-nı çalacağım insanlar kimlerdi…? Bodrum kata indim. Üstten sızan sular duvarlarda kireçlemiş, beton duvarlar yer yer beyaz-lamıştı. Tahta kapının aralığından cılız bir ışık sızıyordu. Elim zile varmadı. Birkaç kez elimi uzatıp vazgeçtim. Acaba geri dönse miydim? Ya çocuk uyanmazsa? Sonra tüm cesaretimi toplayıp zile bastım.

Küçük bir kız açtı kapıyı. Karşıdaki odanın kapısı da açıktı ve odanın yarısı gö-rünüyordu. Kız gözlerime baktı. Ve birden kayboldu kızın gözleri. Eli, ayağı, yüzü, tüm bedeni kayboldu. Kapıda kızın beliği ve kurdelesi kaldı. Ardından bir kadın çıkıp geldi. Esmer zayıf bir kadın. Elleri tanıdık-tı kadının. Bana baktı ve esmer, zayıf elleri iki yanına düştü birden. Küçük kız geriye dönüp yüzünü korkuyla gömdü bu kadının eteğine. Birer suçlu gibiydik. Kadın da ko-nuşamadı ben de. Odanın karşı duvarına ilişti gözüm. Duvarda, gövdesi işlemeli bir tar asılıydı. Tarın yanında, siyah beyaz bir fotoğraf… Seyfettin’in cüzdanındaki fo-toğraf! Az sonra, o ufak boylu, yüzünün bir yanı yaralı, tar çalan adam çıktı odadan ve bir çocuk ağladı akasından…

“Seyfettin” dedim, Seyfettin…”Kadın iki elini havaya açıp bağırdı:“Seyfettin! Seyfettin…!”■

Vâkıf olsam ben de sırr-ı hilkate Erenler bağından gül derebilsem Alev alsam yansam nâr-ı hasrete Sevdâ yangınından kül derebilsem Dolaşsam derbeder dergâh u dergâh Tutsa ellerimden bir pir-i âgâh Kalmazdı kederim olurdum iflah Bezm-i mârifetten yol derebilsem Derler ki tahammül gerektir hâre Gönül sabretmeli yansa da nâre Bir seher erkenden girip gülzâre Bülbül-i şeydâdan dil derebilsem Mecal kalmaz imiş pervânelerde Derman biter imiş divânelerde Ağlayı ağlayı meyhânelerde Sarâb-ı emelden fal derebilsem Gelmişim bu dehre çile çekmeye Hicrân tarlasına hüsrân ekmeye Şu fâni âlemde derdim dökmeye Ben de bir münâsip kul derebilsem Kimse eremedi şir-i nihad’e Kendi lâubâli tavrı âzâde Mürşid-i kâmile olsam âmâde Hikmet çiçeğinden bal derebilsem

VÂKIF OLSAM (nefes)

NİHAT KAÇOĞLU

72ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 73: Bizim Külliye 39. sayı

Başımdan bin bir arzû estirir rüzgârUçar durmaz gönül tüydür yel üstündeKalem oynar çalar cümbüş derinlerdenCoşar âhenk kayar mısrâ dil üstünde

Götür rüzgâr götür benden bu sevdâyıGelin dostlar kurun meclîs-i şeydâyıUnutmak istiyor Mecnûn da Leylâ’yıBu akşam oynasın mızrap tel üstünde

Her ân ahvâl perîşân kûşemiz izbeÜmit vermiş yalan gözler birer darbeKim etmiş böyle içten bedduâ kalbeBu kalp yansın duman tütsün kül üstünde

Hatâ ettin be gönlüm nârı nûr sandınVefâsız yâri gördün yâr olur sandınO cânândan güzel hiç yok mudur sandınYalan dünyâda el vardır el üstünde

Gönül gel Hakk’a dön bu dertten evlâdırHüner-mend âşıkın cânânı MevlâdırBir ân Allâh demek bin kere Leylâ’dırNeden âh eylesin Mecnûn çöl üstünde

ÖMER DEMİRBAĞ

MURABBÂ

73ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 74: Bizim Külliye 39. sayı

MAHİR ADIBEŞ

Edebiyatın tarihle sıkı bir ilişkisi vardır. Taş-lara kazılmış yazı ve resimler, heykeller, ha-

tıratlar, dil araştırmaları geçmişle ilgili birçok bilgi verir. Ali Çolak, sözlük okuma yolculuğunu “Keli-meleri seviniz, nihayetinde sizi onlarla tanırlar.” diye sebebe bağlayarak bitirirken, Hilmi Yavuz’un, “Dile, düşünceye, belleğe, yere, mekâna, aidiyete dair olan düşüncelerimin, tümüyle, modernleşme ile ilişkili bir sistematiğe dayandığı söylenebilir.” sözleriyle tarihe köprü kurduğunu görüyoruz. A.Turan Alkan, “Kır-mızı kiremitli müstakil evimiz!” yazısıyla kültürü-müzün geçmişine yolculuk yapıyor. Böylece hayatı-mızın geçmişle anlam kazandığını görüyoruz.

Bir toplumun dili, o toplumun yaşantı biçimiyle bağlantılı olarak oluşur, gelişir ve değişir. Dil, top-lum neyi, nasıl yazıyor; neyi, nasıl konuşuyor ve nasıl düşünüyorsa, ona bağlı olarak biçimlenir. Bu sebeple, bugün dilimizde hepimizi rahatsız eden o acımasız yozlaşmayı konuşur ve tartışırken, aslında bütün toplum hayatımızı irdelediğimizi bilmeliyiz.

Tarih, takvimin yapraklarını ne kadar çok geriye çevirirsek o kadar anlam kazanır ve tarih olur. Anlamı o gün için olanlarla önemlidir. Sonrasına da bilgi olarak uzanır. Zaman geçmişte bir yerlerdedir

74ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 75: Bizim Külliye 39. sayı

İnsanın düşünceleri biraz da tarihine bağlı şekil-lenir. Bu yüzden tarihte olan şeyler dilin değişme-sine, gelişmesine fayda sağlar. Dil insanın kimli-ğidir, tarih de insanın geçmişini anlatan bir ilim olduğu için dili etkiler. Tarih, edebiyat üzerinde de önemli bir etkiye sahiptir. Edebiyat, duygu ve dü-şünce dilinin yazıya aktarılmış hâlidir. Dil tarihten etkilendiğinden edebiyatta dolaylı olarak tarihten etkilenir.

Edebiyat, tarih ilişkisini ele aldığımız zaman göreceğiz ki ikisi de Âdem peygambere dayanır! Yani kökü cennetten gelmedir. Âdem Baba’nın, Havva Ana’ya söylediği edepli güzel sözler, Hav-va Ana’nın cilveleri, nazları belki edebiyatın baş-langıcıdır. İşin içinde şeytan var mı, derseniz, ta-bii ki var, hiç onsuz olur mu derim. O da bu işi kışkırtanlardan! İnsanı cennetten sürdürmek için ne oyunlar oynamış o kıskanç yaratık. Şeytan kö-tülük yapmayı sever, aşk güzelliklerini anlatır. Bu sahnede bu tip oyunlar gelip geçer. Aşkta şeytan rol oynayamasa da dünyadaki bütün kötülükler-de o vardır. Kabil’in büyük aşkı, sonunda kardeşi Habil’i öldürmesiyle sonlanır. Aşka ilk defa kan burada bulaşır. Geriye kalan pişmanlık, üzüntü ve ağıt… Böylece edebiyatın başlangıcı insanla baş-layan hikâyelerle, tarih ise insanın var olmasıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bunlardan anlaşıldığı üze-re önce edebiyat vardı tarih ise sonradan yazıldı.

Tarih, takvimin yapraklarını ne kadar çok geri-ye çevirirsek o kadar anlam kazanır ve tarih olur. Anlamı o gün için olanlarla önemlidir. Sonrasına da bilgi olarak uzanır. Zaman geçmişte bir yerler-dedir. Problem çıkınca, üzülünce, sevinince ya da iş düşünce gündeme gelir. Yani zamandan geriye bir iz düşümü söz konusudur.

Her şehir kitabı günün belgesidir; her gezi ya-zısı tarihî bir tespittir; her türkü tarihe iz düşer; hikâye, roman tarihî bir vesikadır. Tarih bazen ozanların dillerinde bazen sazın tellerinde bazen de anaların ninnilerinde, şarkıların sözlerinde, kız-ların manilerinde, gençlerin askerlik hatıralarında, şiirlerin mısralarında yer alır. Edebiyat, tarihteki

toplumun sosyal boyutlarını, harsını enine boyu-na işler. Çoğu zaman, tarihi edebiyattan çıkarma-ya çalışırız. Yontma taşlarda, türkülerde bulmaya çalışırız medeniyet tarihimizi. “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?” derken gurbet yıllarını, “Şu Yemen elleri ne de yamandır” derken savaş yıl-larını, “Kara tren gelmez m’ola?” derken ayrılık yıllarını, “Seneler seneler ille bu sene” derken seferberlik yıllarını, Cerrahpaşa’yı dinlerken de hastaneler gelir aklımıza. Bunların hepsini araş-tırırsak o günün sosyal yapısını, o günün tarihini incelemiş oluruz. O sesler bizi edebiyat vasıtasıyla tarihe bağlayan bağlardır.

Edebiyat, tarihten faydalanmak zorundadır her ne kadar günümüzü yazsa da. Zaman, mekân ta-rihte değişmeyen dönüşümlerdir. Olaylar ise insan hayatındaki benzerlikler. Yani sorular cevaplan-madıkça insanların karşısına çıkacaktır. Edebî ya-zılarda geçmişteki sorulara cevap ararız. Bu yüz-den de tarih yeniden yaşanmaya devam edecektir. Her şeye rağmen edebiyat da tarih kadar gerçektir, geçmişten izler taşır. İşte bu yüzden diyoruz ki edebiyat, tarihin içindedir. Gününde yazılmasına rağmen zaman eskiyince o da tarih olmaktadır.

Edebiyat tarihi, medeniyet tarihinin en önemli kısmıdır. Bir milletin uzun asırlar esnasında geçir-diği fikrî ve hissî gelişmeyi belirten bütün kalem ürünlerini inceleme ile onun manevi hayatını, ger-çekte olduğu gibi tasvire çalışır.

Bir milletin edebiyatı, millî ruhu ve millî haya-tı göstermek için en samimi bir ayna sayılabilir. “Bir millet, hayatı nasıl görüyor? Nasıl düşünü-yor? Nasıl hissediyor?” Biz, bunu en doğru ve en canlı olarak o milletin fikir ve kalem ürünlerinde bulabiliriz.

Edebiyat, toplumun bir kurumu olmasından dolayı, kendisini meydana getiren toplumun diğer kurumlarıyla bağlı ve onlarla ahenklidir. Hakika-ten, bir milletin coğrafi çevresiyle, sonra iktisadi, dinî, hukuki, ahlâkî, bedii, siyasi hayatıyla edebi-yatı arasındaki bağlantılar çok açıktır.

Geçmiş zamanlara ait bir edebî eseri layıkıyla

75ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 76: Bizim Külliye 39. sayı

ve tarihî manasıyla anlamak için, önce o devrin genel hayatını, yaşayış ve düşünüş tarzlarını, o devir insanlarının hayat ve evren hakkında neler bildiklerini öğrenmemiz gerekir. Demek oluyor ki edebiyat tarihi, bir milletin coğrafi çevresini, din, hukuk, ahlâk, iktisat, güzel sanatlar gibi kurum-larını ve siyasi hayatını genel yapısıyla gösteren medeniyet tarihinin ya da genel ve yaygın anla-mıyla “tarih”in çerçevesi içinde incelenmelidir. Filoloji yani “Lisaniyat” ve tarih üzerine dayan-madan edebiyat tarihi meydana getirilemez.

Bir “şaheser”i incelemedeki amacımız, o mil-letin edebî gelişmesini gereği gibi ve doğru olarak anlamak içindir. Çünkü bir “şaheser”, neticede mutlaka “toplumsal bir ülkünün ifadesidir.”

Dâhiler, mensup oldukları toplumun bugünkü veya gelecekteki bir ülküsünü başarıyla temsil eden insanlar olmak bakımındandır ki edebiyat ta-rihinde başlıca hedef olurlar (Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü)

Eğer medeniyetlerden yola çıkarsak olayları bir bütün olarak ele almak gerekir. Gününde olan-lar (yazı, resim, oyma, taş, heykel, dil…) kültürün oluşumunda yer alır. Bunlar ileride yazılacak tarih için alınan notlardır. Yıllar sonra tarih yazılırken bu sayfalar açılır. Tarih insanın geçmişini kültürel ekonomik ve sanat alanındaki gelişme ve değiş-meleri yer ve zaman göstererek inceleyen bilim dalıdır. Mümkün olduğu kadar belgelere dayanır. Edebiyat tarihi aynı incelemeyi edebiyat eserle-rini esas alarak yapar. İkisi arasında önemli ben-zerlikler vardır. Mesela, Orhun Abideleri ve Dede Korkut hikâyeleri hem edebiyat tarihi hem de tarih bakımından vazgeçilmez belgelerdir.

Edebî bir eser, konusunu tarihi bir olaydan ala-bilir. Mesela, Tarık Buğra’nın “Osmancık” isim-li romanında Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in hayatı anlatılmaktadır. M. Necati Sepetçioğlu’nun tarihi roman serisi Selçuklu ve Osmanlı devletlerini anlatır. Neticede edebi bir eserdir ve tarih biliminden faydalanmıştır. Tarihi gerçekleri ortaya çıkarırken edebi eserlerden de

faydalanılabilir. Mesela, Oğuzlar’ın yaşantılarını ve kültürlerini konu eden tarihi bir araştırma yap-mak istersek kaynak olarak destanlardan faydala-nabiliriz. Destanlar bilindiği gibi edebi türlerdir. Bu örneklerden de anlayacağınız üzere tarih ile edebiyat birbirine yardımcı olan bilim dallarıdır.

Tarih yoruma çok fazla yer vermemesine rağ-men edebiyat yorum içerir. Belki aralarında ki fark budur. Tarihsiz edebiyat olmaz. Edebiyat köklerle var olmuş, kökler de büyük edebiyatlar yazılmış-tır. Büyük medeniyetlerde sanatçılar kalıcı eser-ler verebilirler. “Duygu” insanın yaratılışında var olan meziyettir. Bazı toplumlarda çok gelişmiş, bazı toplumlarda ise hayat tarzına bağlı olarak yıpranmalara uğramış olabilir. Duygu ve düşünce edebiyatta çok verimli eserler üretmesine rağmen tarihe karıştığı anda sapmalar meydana gelebilir. Edebiyat gönül kapımız aşk ister, tarih ise yazıl-mak için sabır ister. Tarihçi ve edebiyat tarihçisi tarafsızdır. Belgelere dayanarak inceleme yapar ve neticeler çıkartır.

Edebiyat, zamanın imbikleşerek ortaya çık-ması, ruh yapımızın tezahürü, insanlığın muhab-bet toplantısıdır. İnsanlık, edebiyatla geçmişini sesli düşünebilme sanatıdır. Edebiyat sayesinde medeniyetler yok olmaktan kurtarılarak tarihi miras olarak yaşatılacaktır. Bu miras, hayata gü-zel bakmanın, güzel düşünmenin penceresidir. Düşünüyorum da belki de edebiyat tarihin harcı, gelişmişliğin göstergesi, varım demenin temelidir. Edebiyat, dil demektir, dil ise kimliktir, var olmak için gerisi boş söz…

Tarih tıpkı antikalar gibi kıymetlidir. Edebiya-tın tarihi de yapılır, bu da tarihin içinde bir yer-lerdedir. Aslında edebiyat zamanında yapılır onun için tarihe küçük notlar düşer. Tarih, zamanında yapılan edebiyattan, sanattan, mimariden velev ki kültürden faydalanılarak yazılır. Tarihi, edebiyat yazmaz, tarihî taşların, kalıntıların, zamanın diliy-le edebiyat anlatır.

Sonuç olarak edebiyat, tarihin konuşan dili-dir…■

76ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 77: Bizim Külliye 39. sayı

A-Edebiyat ve İnsanİnsan aciz bir varlık olduğundan dünyaya ağlaya-

rak gelir. Ancak zaman içinde gözyaşlarının işe ya-ramadığını anlayınca gücünü toplayarak tabiat şart-larıyla mücadeleye başlar. Dolayısıyla bu olumsuz-lukların üstesinden gelebilmek için gitgide aklını ve geçmişin tecrübesini kullanmak zorunda kalır. Çünkü bu kavgada bazı başarıları olsa da kendini sıkıntıdan kurtaramaz. Hâl böyle olunca etrafını sadece gözle-riyle değil düşünce ve duygularıyla görmenin peşine düşer. Sonunda bakışla aklı yaklaştırıp bilgiye, düşün-ce ile duyguları yaklaştırıp sanat ve edebiyata ulaşır. Neticede bilgiyle bağ kuran edebiyat, kendi devrinin duygusal haritası oluverir. İşte ilk dönemlerdeki sav-lar, sagular, koşuklar ve destanlar… Bizim bu harita üzerinde tarihle buluşma noktalarımız olur.

Kişi doğarken Allah’ın kendisine verdiği kabili-yetleri dışında dinî, millî, edebî… hiçbir şeyi berabe-rinde getirmez. Bunları, içinde bulunduğu toplumdan alır. Böylece öğrenilenler; ferdin kanına, ruhuna işler ve onun hayat tarzını etkisine alıp ruhunu terbiye eder. Dolayısıyla birey, millî değerlerine uyumu nispetinde bir kişiliğe sahip olmuş olur.

B-Edebiyatın tarihle ilgisiYaratıcının tanışmak için yeryüzüne gönderdiği

kabileler, bir araya gelerek; gelenek, görenek, âdet, anane, düşünce, sanat, edebiyat… gibi değerler ne-ticesinde tarih sahnesinde önemli bir noktaya kavuş-muş olurlar. Çünkü bir araya gelen her topluluğa veya her kalabalığa millet denmediği, sosyolojik bir ger-

çektir. Öyleyse millet; ne ırkî ne kavmî ne coğrafi ne siyasi ne idari bir zümredir. O; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bir topluluktur.[1] Böylece terbiye anlamı-na gelen edebiyatın insanla yakın alakası nedeniyle milletin teşekkülünde önemli bir merhale olduğu an-laşılır.

Dünya kurulalıdan beri akıl, kaba kuvvetle sürekli çatışmıştır. Dolayısıyla kuvvetlilerle akıllılar, bir tür-lü dost olmamış hatta güçlü insanlar, yarı tanrılaşarak efsane kahramanlara dönüşmüşlerdir. Onlara bir şey söylemek vatana ihanetten daha ağır suç sayılmıştır. Bu durum karşısında eğitim sistemleri de zaman za-man çaresiz kalmış ve tarih fanusu içine ahlak yerleş-tirilerek bu sıkıntı giderilmek istenmiştir.

İşte böylesi bir ortamda tarihe yön vermek için; edebiyat ve sanat çalışmaları başlamış, yerine ve du-ruma göre; hitabet, şiir, masal, efsane, hikâye… orta-ya çıkmıştır. Gene bu doğrultuda “müşahede ve tahki-kata istinat eden yazı[2]” olarak bilinen roman; şahıs-lara, eşyalara ve hislere kazandırdığı tasvirlerle vücut bulmuştur. Bu yolla müşahhaslaşan duyguları ele alan yazar; ete kemiğe büründürdüğü tarihî olayları insan-ların önüne bırakmıştır. Eğer okuyucu da kahramanın çehresine bakıp onun ruhunu okuma yeteneğine sa-hipse tarihin sesi, fısıltı hâlinde kişinin kulağına ulaş-mış ve böylece tarihle edebiyat buluşmuş olur.

1. Ziya Gökalp2. Tahir ül Mevlevî

LÜTFİ PARLAK

77ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 78: Bizim Külliye 39. sayı

C-Tarihe en yakın edebî türTarihle en fazla ilgisi olan edebiyat türünün tarihî

roman olduğunu bildiğimiz için biraz gerekçeler üze-rinde durmak istiyoruz. Çünkü tarih okumanın zor-luğunu; onun sertliğinden ve kuruluğundan kaynak-landığını düşünüyoruz. İşte bu sebeplerle öğrenim çağındaki gençlerin geçmişleriyle ilgilenmekten kaç-mamaları için bu türe ağırlık verildiğine inanıyoruz. Böylece hem bu olumsuzluğu ortadan kaldırıp kişinin düşünme imkânına kavuşacağını hem okuyucuda de-ğişik ruh hâlleri uyandırıp geçmişe yöneleceğini umu-yoruz. Baş eğdiren kuvvet karşısında titreyen insanın aradığı yumuşaklığı bu yolla temin edeceğini ya da üstesinden gelemeyeceği olaylar karşısında daha metin olma içgüdüsü kazanacağını bekliyoruz.

Bahsi geçen ilgiyi kurmak için ben de ciğerimizi dağlayacak kadar güçlü bir ağıt, gönüllerimizi yakacak kadar içli bir destan olan ve dilimizde hazin bir türkü oluşturan Yemen’i; kardeş kavgalarıyla bölünme nok-tasına gelen toplumuzu uyandırmak için Behramoğlu Balak’ı; her türlü entrikanın içine dahi bir çıkışın olabi-leceğini anlatmak için Genç Osman’ı romanlaştırdım. Şimdi de bölücülerin oyununu bozmak için Telaki Taşı romanı üzerinde çalışıyorum.

Tarihçiler, büyük olmanın faturasını; Anadolu fi-danlarının kanını cephelerde sebil ederek ödediğimizi yazarken diğer yandan da çağı değiştirecek kahraman-lar yetiştirdiğimizi belgelemişlerdir. Hani Çanakkale’de araç lastiği almaya giden er Muzaffer’in parası olmadı-ğı için gayrimüslim tüccara verdiği sahte senette; “Bu senedin bedeli, Çanakkale’de şehitlerimizin kanıyla ödenecektir.” diye yazmıştı ya. Edebiyatçılar da o ruhu; destanlarımızla, türkülerimizle, hikâyelerimizle, romanlarımızla olgunlaştırmaya çalışmışladır. Dola-yısıyla insanının içine işleyen her olay, sanatın içinde yerini alarak tarihle edebiyatın kardeş olduğunu ortaya koymuştur.

“İnsan için sanat, bir tür millî donanımdır. Bu do-nanımda; his vardır, fikir vardır, bundan öte ‘ortak ruh’ vardır.”[3] İşte bu ortak ruh, tarihle edebiyatın ortak ürünüdür. Ancak zaman zaman bu ortak ruh sekteye uğrayabilir veya milletimiz dağılma sürecine sokulabi-lir. Bu durumda hastalığı bildiğimiz için Türk milletinin tarihini ve tarihî değerlerini maziden öğrenip atiye taşı-mak, millî duyguları ihtiva eden ortak paydaya dayalı mühim hâdiseleri ve şahsiyetleri edebiyata aksettirmek gerekir. Çünkü ortak maksadın gerçekleşmesi için or-tak gayrete ihtiyaç vardır.

3. Nazım Payam

Genellikle muhatabı ıslah etmek[4] için yazılan ro-man, Türk toplulukları arasında önce şifahi anlatışlarla başlamış sonra din ve kahramanlık destanlarıyla, men-kıbe ve efsanelerle gelişmiştir.[5] Bu durumda; vukuata zemin-i cereyan eden yerlerde ahalinin suret-i maişet ve meşguliyeti hakkında kâfi derecede malumat bula-cak[6] bir nitelik kazanmıştır.

Bu sebeple; “Güzeran etmemişse bile güzeranı imkân dâhilinde olan bir vakayı ahlak, âdet ve hissi-yat, ihtimalata müteallik her türlü tafsilatıyla beraber tasvir etmeye[7] çalışılarak gelecekle ilgili tedbirlerin alınmasına yardımcı olmak istiyoruz. Tarihin sıkıcılığı-nı kolaylaştırmak için; teşhis, teşbih, tasvir gibi teknik-lerden yararlanarak tarihle edebiyatın kardeş olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Hem boş geçirilen zamanı doldurmak hem de meraklı vakaları anlatıp sebeplerini araştırmak[8] suretiyle eserlere canlılık kazandırıyoruz.

Her şeyden önce şunu bilmek lazım ki tarihî ro-man, yaşanandan daha gerçektir. Çünkü fert, bu vesile ile toplumun bir parçası ve olayların bizzat kahramanı olur. İnsani ilişkileri anlatırken farkında olmadan tarihî çizgilere ve tarihî renklere ulaşır. Dolayısıyla toplumu ilgilendiren meselelerin çarpıcı özelliklerini, kelimele-re dökerek yeni bir açıdan ele alıp okuyucuya sunar. Neticede yaşamakla yaşanılanı seyretmenin farkını sergiler.

Böylesi önemli bir konuyu ele alırken dil hususun-da çok hassas olmak lazım gelir. “Ben Türkçenin ezeli bir aşığıyım.”[9] veya “Lisan öyle taş kovuğunda yeti-şen incir ağacı gibi kendi kendine kemal bulmaz”.[10] demek gerekir. Çünkü lisan olmadan insan, insan ol-madan eser ortaya çıkmaz.

D-Maksat:Edebiyatın tarihle yakınlaşmasındaki maksat; ta-

arruzlarla, tecavüzlerle; isyanlarla gölgede bırakılma-ya çalışılan millet hayatını savunacak mekanizmaları oluşturmak ve dolayısıyla kayıranları, saldıranlar kar-şısında güçlü kılmaktır. Çünkü fert; içinde bulunduğu cemiyetin inancıyla, sanatıyla, hukuk ve âdetleriyle yetiştiği için ruhu o muhitten almış olduğu değerler-den kolay kolay kopamaz. Yani toplum, her ne kadar soyut bir kavram gibi görünse de somut; kendi gele-ceğini hazırlayacak kadar canlı bir varlıktır. ■

4. Son Pişmanlık Mukaddimesi5. Nihat Sami Banarlı6. Karabibik Önsöz7. Namık Kemal8. Nihat Sami9. Halit Ziya10. Namık Kemal

78ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 79: Bizim Külliye 39. sayı

İnsanın geçmişini ve toplumların birbirleriyle olan ilişkilerini kültürel, ekonomik ve sosyal

yaşam özellikleri bakımından ele alan; ele aldığı unsurları yer, zaman ve mekân belirterek belgeler ışığında inceleyen bilim dalına tarih diyoruz. Tari-hin inceleme alanı ve tarihî süreçte gelişen olaylar, her zaman edebiyatın ilgisini çekmiştir. Yazarlar, tarihî olayları eserlerinin merkezine yerleştirerek, konu yarattığı gibi değerlendirmiş de olmaktadır-lar. Tarih ve edebiyat bu anlamda bir bütündür. Bu bütünlük, her iki bilimin de merkezinde insan ve olay olmasından gelmektedir. Bu nedenle tarihî olayların ortaya çıkarılması ve değerlendirilmesi noktasında edebiyat ve tarih birbirine muhtaçtır. Edebiyat ve tarihin merkezinde insanın oluşu, bu iki bilimi birçok noktada birleştirir ve toplumdan kaynağını alan edebiyat, tekrar topluma yansımış olur.

Tiyatro yazarlığımızın önemli kalemlerimiz-den Haldun Taner, eserleriyle kendini edebiyat dünyamızda ölümsüzleştirmiştir. Toplumun ya-şamını ve bu yaşam sürecindeki olumsuzlukları eserlerinde işleyen Haldun Taner, tarihsel olaylara duyarsız kalmamıştır. Örneğin, tarihsel bir olayı ele alıp yaşanılan zamanla ustaca birleştirmiş ve

eserinin merkezine yerleştirmiştir. Tarih ve edebi-yat ilişkisi içerisinde, yazarın ele alacağımız “Lüt-fen Dokunmayın” adlı tiyatrosu, tarih ile zamanın, edebiyat alanındaki yansımasına en güzel örneği teşkil eder. Onun en ilginç oyunlarından biri olan “Lütfen Dokunmayın”, 1960 yılında kaleme alın-mıştır. Bu oyun, Osmanlı tarihinde gizemi yüzyıl-lardır devam eden “Baltacı-Katerina” olayını iş-lemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde yaşanan bu olay, 1711 yılında yapılan Prut Savaşı sırasında yaşanmıştır. Yazar, bu konu üzerine doktora çalışması yapan Sevgi adlı şahsı dinleyici konumunda sergileyerek, bu konu üze-rinde Nesip, Ekmel ve Oktay adındaki şahısların fikirlerini nakletmesiyle oluşturur. Yazar, bu olaya farklı bakış açıları verirken, sahne içerisinde tab-lolar hâlinde olaylar canlandırılmıştır. Yorumlar-daki farklılıklar, tabloların oluşmasını zaruri hâle getirmiştir. Bu farklı yorumlar, aynı oyuncuların birden fazla tabloda farklı rollerde yer almasını ge-rektirmiştir.

Yazarın iki perdeden oluşan bu tiyatro eseri, Topkapı Sarayı’nda yer alan müze kısmında geçer. Yazar, ilk bölümünde olayların akışını sağlayacak olan karakterleri müzede bir araya getirir. Sevgi,

ÖZCAN BAYRAK

79ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 80: Bizim Külliye 39. sayı

Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde yapılan “Prut Seferi” konulu doktora çalışması hakkında bilgi toplayıp araştırma yapmaktadır. Oktay, adlı kişi ise turist rehberi olarak çalışmakta ve bir grup turiste müzeyi gezdirmektedir. Nesip, adındaki kişi Sevgi’nin babasının arkadaşıdır. Ne-sip Bey, tarihî bilgisi nedeniyle Sevgi’ye yardım etmektedir. Ekmel Bey ise hariciye emeklisi ve Sevgi’nin teyzesinin eski kocasıdır. Eserin gelişim süreci Nesip, Oktay ve Ekmel Bey’in “Baltacı-Katerina” olayı üzerine yorumlarıyla gelişir. Yazar bu şahısları öne çıkararak, olay hakkında farklı üç yorum oluşturur. Oluşan bu yorumlar, şahısların kişilikleriyle de paralellik sergilemektedir.

Nesip Bey, konuyla ilgili yorumlarına geçme-den önce kendi görüşlerini ispat ettirecek birkaç tane tarihî kitabı yanına alır. Bunlardan en önem-lisi kendi atası olan “Cevdet Tarihi”dir. Nesip Bey, Prut Savaşı hakkındaki görüşlerini bu kitaptan ha-reketle anlatır. Nesip Bey’e göre Baltacı Mehmet Paşa, konumunu hiç hak etmeyen, maddi yönleri ağır basan, rüşvet yiyen, kadın düşkünü hergele-nin biridir. Prut Seferi’nin sonuçsuz kalmasında-ki en önemli etken olarak Baltacı Mehmet Paşa’yı gösterir. Nesip Bey’e göre kaynak olarak ele aldığı tarih kitabından hareketle Baltacı Mehmet Paşa, Rus tarafının önerdiği rüşveti almış ve Katerina ile geçirdiği bir gecelik aşk neticesinde barış yolunu seçmiştir.

“Prut zaferi bu uğursuz, bu ne idüğü belirsiz, hatta damarlarında belki gavur kanı bile bulunan bu imansız vezirinnaşerifin, bu şehvetperest serse-rinin hiç layık olmadığı, başkalarının hazırlop yu-murta misali soyup önüne kotardığı bir bulunmaz fırsatı tarihi bir eşsiz lütfü ilahi olmuştur.” (Taner, 1991:126 )

Bu yorum karşısında Sevgi, Nesip Bey’in olaya önyargıyla baktığını ve Baltacı Mehmet Paşa’nın bu kadar kötü olamayacağını belirtir. Nesip Bey, görüşlerini ispatlamak için yavaşça Sevgi’ye yana-şır ve olayın nasıl geliştiğini anlatır. Bu bölümden sonra farklı bir tabloya geçilerek olay canlandırı-lır. Osmanlı çadırında tarihsel bir atmosferde can-landırılan olaylar, uzun konuşmalar neticesinde Nesip Bey’in anlattığı gibi sonuçlanır. Bu anlatış esnasında Nesip Bey’in, Sevgi’ye ilgiyle bakma-sı, “Baltacı-Katerina” olayını düşünce dünyasın-da canlandırarak, cinsellik noktasında değerlen-

dirmesini işaret eder. Nesip Bey, bu konuşmaları yaparken Ekmel Bey’in geldiğini fark etmemiştir. Ekmel Bey, bu anlatımda eksik ve yanlışların ol-duğunu belirtir. Oyunda bu bölümünden itibaren ikinci bir yoruma geçilir. Ekmel Bey, ilk olarak Baltacı Mehmet Paşa hakkındaki görüşlerini be-lirtir.

“Baltacı sadece müdebbir bir vezirdi. Situti on-lardan en büyük avantajlar çıkarmasını bilen tam manasıyla konsekan bir devlet adamı. Bu itibarla sizin tefsirinizi tek taraflı ve tabiri mazur görün, biraz vülger buluyorum. Bir kere Prut müsalaha-sından önceki günlerde manzara hiç de sizin anlat-tığınız gibi değildir.” (Taner, 1991:139 )

Ekmel Bey’in bu görüşünü dile getirmesinden sonra Kantemir Osmanlı Tarihi’ni kaynak göstere-rek olayları yorumlar. Bu andan itibaren Baltacı-Katerina olayına yeni ve farklı bir yorum getirilir. Bu yorum önceki tabloda olduğu gibi canlandırı-lır.

Bu tablo içerisinde Baltacı Mehmet Paşa’nın ileriyi gören akıllı bir asker oluşu ve devlet adam-lığı ön plana çıkarılır. Baltacı Mehmet Paşa, uzun bir savaş neticesinde yorgun düşen askerleri tekrar savaşa sokmanın, Osmanlı açısından iyi sonuçlar doğurmayacağını görerek; gönderilen elçilerle ba-rış şartlarının Osmanlı açısından yararlı olacağı-nı düşünmüş ve barış yapmıştır. Ancak bu olay içerisinde Katerina ile yakın ilişkiye girmeyerek bir Osmanlı askerine yakışacak şekilde davranmış olarak sahnelenir. Ekmel Bey’in bu yorumu kendi kişiliğinde yer alan titizlik ve kadınlar konusun-daki düşüncelerine uygundur. Ekmel Bey’in bu anlatımı karşısında savunduğu tezin çürütülmesi-ni kabullenemeyen Nesip Bey, karşı atağa geçer. İkili arasında konu üzerine bir tartışma başlar. Bu tartışma Oktay’ın turistleri sahneye ikinci defa ge-tirmesine kadar sürer.

Bu tablodan sonra başlayan, oyunun ikinci per-desinde, başka bir gün içerisinde olaya Oktay ta-rafından farklı bir yorum getirilir. Oktay bu konu üzerine yaptığı yorumu Baltacı Mehmet Paşa’nın ölümünden çocuklarına yazdığı bir mektubu kay-nak göstererek yapar. Baltacı Mehmet Paşa’nın in-sancıl ve barışçı kişiliğini ön plana çıkararak olayı anlatır. Oktay, yaptığı işi sevmeyen yıldızlara âşık bir karaktere sahiptir. Bu özelliği yaptığı yorum-da etkili olmuştur. Baltacı-Katerina görüşmesinde

80ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 81: Bizim Külliye 39. sayı

herhangi bir cinsel olayın yaşanmadığını, insan-ların kişisel çıkarlar için öldürülmemesi gerektiği fikrinde karar kıldıklarından dolayı antlaşma im-zalanmıştır. Oktay’ın ileri sürdüğü bu görüş daha sonra yeni bir tablo hâlinde canlandırılır. Sonraki süreçte III. Ahmet ile Baltacı arasındaki konuş-malar eser içerisinde verilir. Oktay’ın bu anlatımı esnasında Sevgi ile arasında yakınlaşma başlar. Bu arada Nesip ve Ekmel içeri girerler. Oktay ile Sevgi’nin sarılmış hâllerine şahit olunca tepkileri-ni gösterirler. Bu olayla oyunun son aşamasına ge-linir. Yazar, oyuncuların tarihe ve tarihsel olaylara bakış açılarından hareketle; Oktay’ın tarihçilere bakışını ön plana çıkarır.

“Tarihçi dediğiniz kim? Sizin, benim gibi etten, kemikten bir insan. Yani taraf tutan, olayları ken-di vücut yapısının, yetişmesinin, şartlanmaların, komplekslerinin, kin, sevgi ve kuyruk acılarının prizmasından gören bir hasta yaratık” (Taner, 1991:187 )

Toparlayacak olursak “Lütfen Dokunmayın” adlı tiyatro eseri, iki sahneden ve iki sahne içeri-sinde yer alan on iki tablodan oluşmaktadır. Oyu-nun akışı içerisinde merkeze yerleştirilen “Baltacı-Katerina” olayı birinci tabloda tanıtılan üç şahsın (Nesip, Ekmel, Oktay) bakış açısıyla verilir. Olaya birbirinden farklı olan bu bakış açıları verilirken, bu tarihî olay sahne içerisinde her bakış açısına göre canlandırılır. Bu sahneleniş anında aynı ak-törler farklı yorumlara göre oyunu canlandırır. Nesip, Ekmel, Oktay adlı şahısların olay hakkında yaptıkları yorumlar, farklı üç tablo ile verilir. Bu tablolar tarihi bir şekilde canlandırılırken; olaya yapılan yorumlar da şahısların kendi kişilik ve ka-rakterlerinin etkili olduğu görülmektedir. Tablo-lardan biri sadece “Prut Seferi” sonunda antlaşma imzalayan Baltacı ile III. Ahmet arasında geçen tarihsel konuşmalardan oluşur.

Oyunda içinde bulunulan zamanın temsilcile-ri olarak “Nesip, Ekmel, Oktay, Sevgi, kütüphane müdürü, müze memuru, müze bekçisi, iki turist” olmakla birlikte, tarihî kişiler de yer almaktadır. Oyun içerisinde “Katrin, III. Ahmet, İtalyan kız, kral, Şafirof, daüssaade ağası, yeniçeri” gibi isim-lerle tarihî karakterler de görülmektedir.

Tarihî bir olayın ele alındığı oyunda mekân olaya bağlantılı olarak verilir. “Topkapı Sarayı müzesi, silah dairesi. Sağda solda vitrinler. Du-

varda kılıç, kalkan, tüfek, mızraklar ve tarihî bir mekândır.” (Taner, 1991:117 ) İkinci mekân olarak Baltacı Mehmet Paşa’nın çadırıdır.

Eser içerisinde yer alan tarihsel ifadeler ve alın-tılar projeksiyonla sahneye yansıtılır:

“İstanbul’da bulunan erbabı devlet ve muk-ribanı saltanat düşman ordusu bütün bütün imha olunabilecek surete gelmiş iken rusyalıdan rüş-vet alarak sulha rıza verdi deyu azline say eyle-diler. Tarihi Cevdet, cildi evvel, sayfa 50” (taner, 1991:126 )

“osmanlı orduğahında uğuldayan vaveylalar-dan dolayı baltacı bu teklifi memnuniyetle kabul etti. Çünkü harpten hayli kırılmış yılmış olan ye-niçerilerin düşman siperlerine titreyerek bakıyor-lardı. Kantemir, Osmanlı Tarihi, Cilt III, Sayfa 59” (taner, 1991:139)

Yazar, “Lütfen Dokunmayın” adlı tiyatro ese-rinde, tarihî bir olaya farklı bakış açılarıyla yak-laşarak üç kuşağın tarihsel olaylara bakışını da ön plana çıkarmıştır. Yazarın şahıslardan hareketle oluşturduğu yorumlar neticesinde varılacak nokta; tarih süreci içerisinde tarihî kaleme alan şahısla-rın da bir insan olduğunu ve tarihî olayları kaleme alırken, kişisel yorumların olabileceğini ve yanlış-ların yapılabileceğini vurgulamaya çalışılmıştır. Bu bakış acısından hareketle aynı olay, farklı üç kuşağın anlatımıyla ve farklı üç kaynak gösterile-rek sahnelenmiştir. Oyun içerisindeki ilk yorumda Baltacı Mehmet Paşa düzenbaz, kadın düşkünü ve aşağılık bir adam olarak tanıtılır. İkinci yorumda tam bir devlet adamı, mükemmel bir insan olarak sahnelenir. Üçüncü yorumda duygusal olmakla be-raber içerisinde kin, nefret ve hırs gibi duygular olmayan bir insan olarak gösterilir. Yapılan bu yo-rumlar farklı kaynaklarla doğrulanır.

Netice itibariyle, tarihi yazıya aktaranlarında hata yapabileceği, işine duygularını katabileceğini hatırlatmak ister Haldun Taner. Yazar, oyunun so-nunda bu düşüncesini Oktay’ın şu söylemiyle dile getirir.

“Baltacı üzerine hiçbir şey bilmiyoruz. Tek bildiğimiz şu: O, yıldızları çok severdi.” (Taner, 1991:188 )■___________________________

* Taner, Haldun , (1991). ... Ve Değirmen Dö-nerdi – Lütfen Dokunmayın, Bilgi Yayınevi Anka-ra.

81ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 82: Bizim Külliye 39. sayı

I- Yanık bir türkü söyle Sevdalı bir şiir okuSıladan bir mektup yaz da“Kalbinden bir haber ver”

Yusufçuk kuşlarıyla haber salHüznünle yaşıt bir lale büyütSağanak yağmurlara dokun da“Kalbinden bir haber vear”

Suçlu da olsam aç kapınıİhanet kokan esvaplarını soyunÇocuklaşıp olan biteni söyle de“Kalbinden bir haber ver”

RECEP YILMAZ

“KALBİNDEN HABER VER”

Yalnızlığını kıyıya vurUzat elini denizler ötesineSır dolu sandığı açık bırak da“Kalbinden bir haber ver”

II- Zaman hüznü demler ben beklerimGitsen bile ardın sıra emeklerimGüzel düşüncelerle dolu dileklerim“Kalbinden bir haber ver”

Alışkın değil gidişlere kahve gözlerinDeğiştiremez yazılan yazıyı sözlerinMehtaba yönelse de ayak izlerin“Kalbinden bir haber ver”

İşte ölüyorumKocamışlığınızınVe geçmişteki çöplüğünüzün bilgisinde Siyasi kimliğinizin buyurduğu yerde Filistin’de

Bu en güzel bombalar mevsiminde Adım suya sabuna dokunmamakKronolojik öz maskelerin yıkıldığıIrsi kavgaların arşivinde Filistin’de

Filistin FilistinYalnızlığı deniz kuşuBombalar ne kadar ümit aşılayabilir bizeBombalar ki hiçbir kavmin rengini değiştiremezBombalar ki senin gardiyanların Senin öz geçmişinVe seni sevmenin kefareti

İşte ölüyorumEy yalnızlığın deniz kuşuEy kin dolu pazıların ülkesi

FİLİSTİN

AHMET AYDOĞDU

82ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 83: Bizim Külliye 39. sayı

h z l . k e m a l b a t m a z

Olaylar ilk insanın dilinde destan olurken bu yolun destandan tarihe, tarihten stratejiye uzana-cak yükselen ve çoğalan edebiyatın çocuklarının yolu olacağını kim tahmin edebilirdi ki! Yaşadık-larını kutsayarak yücelten, yücelttiklerini hafızası bilen, hafızasını da gönlünün isteği ile donatan ak-lıyla sistemli hâle getiren bir yol…

Geçmişi okuma sanatı; tarih…Edebiyat biraz şaşaalı olur, gösterişi pek sever.Tarih biraz tutucudur ama kibirlidir de. Bilimin

soğukkanlılığı vardır. İnandıklarını söyler; bazen hoşlanmadığı durumları farklı ele ama alışkanlığı vardır.

Edebiyatın sözüne pek güven olmaz ama eğ-lendirir insanı, dinlemekten kendini alamaz insan. Dilden dile aktarılır, dili her dilde tatlıdır. Bu se-beple insanlığın malı olur bazen.

Tarih “objektifim” der, millî kıyafetlerini giyinir sebeplerden hareketle sonuçlar ortaya koyar.

Edebiyat sübjektiftir millî kıyafetlerle oluşturu-lur ama beynelmilel bir çıplaklıkla okur onu insan-lık.

Tarihin ne zaman tarih olacağı kesindir su gö-türmez. Her 'an' tarih olur, an be an. Edebiyatın yapraklarına hangi anın, ne zaman, nasıl, nerede düşüleceği edebiyatçının keyfine, gönül telinin tit-retilmesine ya da hayallerine bağlıdır. Ayrıca ede-biyatçı zamanın sahibiymiş gibi yaşanacaklara da

işaret eder. Üzerine vazife olmayan işlerle uğraşır. Fennin araçlarını kullanır, yaramaz bir çocuk gibi bu araçlarla kendi istediği sonuçlara ulaşır. Sizi gö-türeceği yere ikna ede ede götürür. Uysal bir koyun gibi kendi ayağınızla gidersiniz onun peşinden.

Ya tarih öyle mi.. Gitmek istemezsiniz peşinden. Bağıra çağıra götürür, rakamları kakar başınıza sürekli peşinizden takip eder sizi. Arkanıza bakma-nızı ister ama ileri gitmenizi söyler, anlayanlarımı-za.

Bizdeki tarih ve edebiyat böyledir işte. Geleceği planlama ve stratejiye kadar varır mı

tarih? Şimdiye hangi mesafeden bakarsam tarih olur acaba? İşte bu da Batılı tarih…

Milletler hayata nasıl bakarsa tarihe de aynı çizgiden bakar. Ondan övünülecek ya da karala-yacak bir şey çıkarmak için bakanlar aradıklarını bulurlar.

Tarihten geleceği çıkarmaya çalışan milletler de, görüldüğü gibi geleceği çıkarırlar. Sebep ve so-nuçlardan stratejiler geliştirirler.

Tarih, geleceğe tarih gözüyle bakarak atacağı adımı doğru atma sanatına, strateji geliştirmeye döndü. Edebiyat da buna bağlı olarak tarihin farklı bir sesi ve rengi olmak yerine kendi rengi, kendi sesi olarak- tarihe strateji geliştirme noktasında- bir kaynak teşkil etmeye başladı.

Bilindiği üzere edebiyat ile tarihi bir araya ge-

83ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 84: Bizim Külliye 39. sayı

tiren ve geliştiren zemin millettir. Milletler mede-niyet yolunda katettiği mesafe ile de tarihe damga-larını vururlar. Milletler tarihin kendilerine biçtiği rolü önce giyinip bezenirler, sonra da sahneye ko-yup oynarlar.

Tarih ile edebiyat arasındaki ilişkiyi ifade ede-bilmek için ayrı bir disiplin bile oluşturulmuş: Ede-biyat Tarihi. Biz de edebiyat tarihinin dışında neler söylenebilir diye düşündük ve “Edebiyat ve Tarih” ilintisini sorduk okuyucularımıza.

Edebiyatın tarih sütunlarıEdebiyatın varlığı tarihle çok yakından ilgilidir.

Zira her edebî mahsulü ortaya koyan kişi belirli ta-rihlerde yaşadığına göre, o eserin o tarihler arasın-da ortaya konduğu daha baştan belirlenebilir. Eğer eserin sahibi biliniyorsa, o eserin ortaya çıktığı ta-rih de aşağı yukarı tespit edilir.

Tarihin de edebiyatın da ortasında insan vardır. Her ikisi de insansız olamıyor.

Geçmişten bu yana edebî mahsullerimizden Orhun Abideleri de dâhil olmak üzere Divan şiiri, mesnevi, roman ve hikâyelerimiz ile Cumhuriyet dönemi ve sonrası şiirlerimizin hepsi olmamak-la beraber birçoğu dikkatle incelenirse; belli bir mekâna işaret eden kelimelerin yanında belli bir tarihe vurgu yapan ve o tarihî veya tarih dilimini hatırlatan bariz ifadelere ulaşmamız mümkün ola-bildiği gibi, bazen de karine yoluyla o tarihleri çı-karabiliyoruz.

Nedimi’in o güzel şiirlerinde mekânı tespit edi-yoruz, ancak tarihi onun yaşadığı döneme atfede-rek bir tarih kavramı yakalıyoruz. İslami konular ile tarihî konuları işleyen mesnevilerde de kahra-manların yaşadığı dönemi hikâyenin içinden çıka-rabileceğimiz bir iki kelimeden, tarihî bağlantıyı kurup zamanı tahmin edebiliyoruz.

Bu bakımdan edebî mahsuller tarihî sütunlara oturmadan ayakta kalamıyorlar. Zaten birçok eser tarihle iç içe olmadığından ve onlarla tarihî bağlan-tı kurulmadığı için unutulmuş gitmişlerdir.

M. Naci ONUR

Perde arkasında kalanlar…Aslında tarih ile roman iç içe olmuştur. Tarihe

not düşülen satır başları, kimi zaman ifade edile-meyebilir. Yani yalın anlatılmaz, işte o an araya ya-zarlar girer. Perde arkasında kalanlar, anlatılama-

yan yazarın kalemiyle dile gelir.Yazar, tarihi yeniden yaşayarak okuyucusuna

aktarır. Kendisini, anlattığı tarihin bir tanığı olarak görür. Yaptığı araştırmaları, incelediği konuları bir düzen içinde kahramanlarıyla okuyuculara yalın bir şekilde, sıkmadan aktarır.

Yıllardır panel ve konferanslarla bilim adam-ları insanlara tarihi aktarırlar. Bu tür toplantıların baş konukları öğrencilerdir. Öğrenciler, zorlama ile o koltuklarda otururlar ve anlatılanları anlamaya, yarı uykulu bir şekilde anlamaya, çalışırlar. Konuş-malardan sonra “Ne anladın?” diye sorsanız, hep olumsuz cevap alırsınız. Bilimsel anlatımlar insan-ları sıkar. Burada romanlar araya girer. İnsanları sıkmadan kelimelerin ahengiyle, tatlı bir anlatımla tarihi günümüze taşır.

Süper güç diye adlandırılan birçok büyük dev-let, edebiyatı ve görsel sanatı (sinema) kullanarak, başta kendi tarihi olmak üzere propagandalarını da yaparlar. Yeni nesil, başta çizgi film olmak üzere sinema ve roman sayesinde tarihle yüzleşirler.

Son yıllarda haklı olduğumuz bazı konularda, her ne kadar bilimsel toplantılar düzenlense de haklılığımızı ispatlamanın zorluğunu yaşamakta-yız. Sözde Ermeni soykırımında bile haksız kal-mışız ki bugünlerde nedense bizler özür diliyoruz. Tarihimizi “Ahçik” gibi romanlarla dile getirirsek, kimseden özür dilemeyiz.

Yücel ÇAKMAK

Evrimleşen kelimeEvrimleşen kelime dili ve taşıdığı anlamı de-

ğiştirir, genişletir. Oluşan terminolojiyle birlikte insan, hem geçmişini hem de geleceğini okur. Bu okumanın doğurduğu sanattır. Akışın içindeki ede-biyat sadece olayları ve toplumun içinde bulundu-ğu sosyo-ekonomik yapıyı yahut inançları ve daha birçok ipucunu bize aktarmakla kalmaz şekil verir, hedef belirler. Her kelimenin anlamı zaman içeri-sinde evrimleşir. Kelimenin bize aktardığı edebi-yat, zamanın anlamlarını da kuşatma imkânı verir. Böylece kelimenin serüvenini ve devinimini vaka-lardan önceliklidir.

Aydın KARABULUT

Tarih edebiyatın başrol oyuncuları...Edebiyat, ifade etme ve anlatım sanatıdır. Söz-

cükler edebiyatın kalıplarıdır. O kalıplar birleşir,

84ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 85: Bizim Külliye 39. sayı

cümle olur. Cümleler de duygu ve düşüncelerin ruh bulmuş, ayağa kalkmış hâli olarak önümüze serilir. Edebiyat muhataplarıyla buluşurken sade-ce duygu ve düşünceleri ifade etmez. O duygu ve düşünceleri oluşturan ortamlar, tarihle edebiyatı buluşturur. İşte bu noktada tarih, edebiyatın başrol oyuncularından biridir.

Büyük kalemler yaşadıkları devrin tarihini, sosyal olaylarını etkilendikleri oranda eserlerine yansıtırlar. Sanatçılar bazen toplumdan soyut yaşı-yor gibi görünseler de onlar toplumun bir parçası olarak yine o toplumdan ilham alırlar. Eserlerine yansıttıkları olaylar o gün için güncel görünse bile, zaman o güncel olayları “tarihî” niteliğe taşır. Eski Türk edebiyatında özellikle destanlarda anlatılan olaylar o dönem tarihi hakkında önemli bilgiler ve-riyor. Ayrıca değişik dönemlerde çoğu şiir, roman ve hikâye yazarlarının yaşadığı devirlerdeki olayla-rı işlemesi, edebiyatın tarih bilimine bir katkısıdır.

İnsanlık var oldukça edebiyat var olacak; bu sa-natın içinde tarih de kendine yer bulacaktır. Bu ger-çekten hareketle edebiyatı tarihten ayırmak; tarihi, edebiyat sanatının bir oyuncusu olmaktan uzak görmek mümkün olmasa gerek.

Fethi ÖZDENKİki ayrılmaz dost

Tarih ve edebiyat yazıyla başlayan birliktelikle-rini bugüne kadar sürdüren iki ayrılmaz dost. Geç-mişin tüm yaşanmışlıklarını geleceğe aktarma işini üzerine alan tarihin metinlerinde her zaman başvu-rulmasa da edebî bir anlatım hep var olmuştur. Ya-şanılan olayları sadece bir kronoloji yığını olmak-tan kurtarmak için de edebî bir dil, edebiyatın farklı sanatsal anlatımları hep kullanılmıştır. Edebiyatçı için de, tarih sanatı için vazgeçilmez bir kaynaktır. İnsan ve toplum yaşamı için yaşanmışlıkları konu alan anlatımlarda geçmiş ve gelecek arasında me-kik dokuyan sanatçı için bu alanlarda çalışmak çok zevkli olsa gerek…

Edebiyat ve tarih ilintisini toplumsal gelişme-lere bağlı olarak gelişen bilimsel çeşitlilik için-de aramak gerekir diye düşünürüm. Bu çeşitlilik içinde değişik bilim dalları arasında ilişkilerin de aynı oranda geliştiği günümüz dünyasında tarih- edebiyat ilişkisini irdelemek gerekir. Söz konusu edebiyat olunca tarih, pedagoji, felsefe, estetik ve sosyoloji üretilen edebî yapıtların çalışma alanları olarak görülebilir. Bu bakış aynı zamanda edebiya-

tın toplumsal bir işlevi olduğunu gösterir. Bu işlev toplumsal olduğundan politiktir de. Bundan ötürü edebî bir metin politik ilişkilerle birlikte değerlen-dirilir. İncelenen metin politik olmasa bile bunu ele almak, incelemek ve yorumlamaya çalışmak, poli-tik bir tavır içine girmek demektir.

Tarih bilgisinin ilintisi ise edebî metinlerin hangi toplumsal koşullar içinde oluştuğunu, bu koşulların bireysel gerçekleştirmeyi ne kadar etki-lediğini sorgulamayla başlar. Eleştirici okuma, bir anlamda bir yorum yöntemidir. Böyle bir yöntem, her şeyden önce, eserin doğduğu zamandaki işlevi-ni bilmek ister, yazarın amacını öğrenmeye çalışır. Edebî metin geçmiş zamanla ilgiliyse, onun bugün zamandaki “güncelliği”ni kavramaya çalışır. Bunu yaparken (şimdiki zamanla ilgili sağlıklı bir bilinç düzeyinden hareket ettiğini varsayarsak) metnin, doğduğu zamanın hangi nesnel gerçekliğini yan-sıttığına ve bunların şimdiki zamana kadarki tarihî gelişimi içinde hangi değişikliklere uğradığını, ne-denleriyle birlikte ortaya koymak ister. Bu tarihî bakış, toplumsal süreçleri tanımak ve toplumsal hayatın yasalarını bulmak amacını taşır. Çünkü bu-radaki amaç metin okurunun kendi gerçek durumu-nun tahlilini yapma ve geleceği kurma konusunda yetenekli kılınmasıdır.

Mustafa BALABAN

Zaman sadece dili değiştirirAynı kaynaktan kol kola, sarmaş dolaş akarak

çağlayanlar oluşturan iki kardeş alan edebiyat ve tarih. Böyle bir tarihî akışta tersine atılan kulaç, bizi M.Ö. 3500 yılında Sümerlerin buluşuyla tarih ve edebiyat için karanlık dönemler yerini yazının süslediği, yol gösterdiği, tat bıraktığı devirlere gö-türür. Tarih kendini anlatmada acze düşer, ancak edebiyata ilham verir. Yapısına tuğla örer, sofrasına malzeme serer. Tarihin konusu her şey olabilir ama tarih için esas olan insandır. Velhasılı insanlığın ta-rihidir. Tarih her zaman, edebiyatın bir adım önün-dedir ve edebiyatı doğrudan ya da dolaylı olarak etkiler.

Bugün de olaylar kabuk değiştirerek özünü kay-betmeden tarihî seyrine devam etmektedir. Edebi-yatında konusu da tarihin konusu gibi insandır. Za-man sadece dili değiştirir.

Fatih YÜKSEL

85ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 86: Bizim Külliye 39. sayı

Kim inkâr edebilir kiKalemin gücünü, işteAteşi suya vermişDenize giriyor kelime.[1]

Kendisini Sonrası Güldür Açar ve Ben Kendimi Dağ Bilirdim isimli kitaplarındaki şiirleriyle; dolayı-sıyla şair kimliğiyle tanıdığımız Nazım Payam (1955), bu defa Şehrin Eylül Tarafı[2] isimli kitabında topladı-ğı “deneme”leriyle; dolayısıyla denemeci kimliğiyle okuyucu karşısına çıktı. Yazarın “şehrine” ithaf ettiği ve “içinde yaşadığı ve içinde yaşayan şehrin kültür ve sanat hayatından kesitler” sunduğunu belirttiği kita-bında toplam 26 deneme mevcut.

Şehrin Eylül Tarafı’ndaki denemeler, -yazarın “şehir” vurgusundaki gerçeğe rağmen- üç ana konu etrafında kaleme alınmış. Bunlar; Elazığ-Harput çer-çevesinde “şehir”, Nazım Payam çerçevesinde “ben” ve bazı genel konular (şiir meclisleri, şiirimizde tabi-at, okumak-yazmak, taşra dergileri) çerçevesinde de kültür ve sanat. Bize göre Şehrin Eylül Tarafı’ndaki denemelerin en önemli yanı, doğrudan doğruya veya dolaylı biçimde yazarın kendisini iki temel yönüyle anlatmış olması; insan ve şair olarak Nazım Payam.

* Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Ed. Fak. Öğretim Üyesi1. Nazım Payam, “Şiir Yazmak”, Sonrası Güldür Açar, Tesfa Yayıncılık, Elazığ, 1994, s.5.2. Nazım Payam, Şehrin Eylül Tarafı, Sütun Yay., İstanbul, 2008, 118 s. (Yazıdaki tüm nesir alıntıları bu baskıdandır.)

Onun yazma sürecindeki bir başka cebelleşme konusu da, kendinden önce yazanların “çığlıkları”dır. Kendisinin söyleyecekleriyle “uyum” içinde, düşüncelerinin “biraz daha filizlenip boy vermesini” kolaylaştıracak ve geçmiş ile bugün arasında köprü kurulmasına hizmet edecek olan metinlerden alıntılar yapmaktan çekinmez.

İSMAİL ÇETİŞLİ*

86ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 87: Bizim Külliye 39. sayı

Hemen belirtelim ki, kalem sahibinin kendisini konu edinmesinde, “ben”in dar kalıplarına hap-sedilmiş bir “bencillik” söz konusu değil. Zira Payam kendini, milletinin uzun tarihi içinde var olan şehri ve bu şehrin; dolayısıyla milletin kültür değerleri ile içinde idrak ediyor. Belirtilmesi gere-ken bir başka husus; Payam’ın sadece söyledikle-riyle değil, kalemi ve yüreğiyle de kendini ortaya koymuş olması. Ayrıca Nazım Payam, kaleminin hangi “tür”de işleyeceğini bilen; yazma serü-veninde temel ilke edindiği belirttiği “bir patika açma mecburiyeti, bir iz bırakma arzusu”nu fazla-sıyla yerine getirmiş bir sanatkâr. Ona göre, “Eli kalem tutanlar, her türün meydanında at oynata-maz. Yularından tutup götürmeyle at oynattığını sananlar aldanır. Yazar, hangi edebî türde daha verimli olabileceğini bilmeli.” (s.57) Bunun için Şehrin Eylül Tarafı’ndaki denemeler, samimî ve sıcak üslûbu, yer yer şiire yaklaşan âhenkli edâsı ve berrak Türkçesiyle, okuyucuyu cezbediyor. Sanki bir bardak su gibi elinizden bırakmadan bir nefeste okuyuveriyorsunuz kitabı.

***Nazım Payam şehirli bir ailenin çocuğu, ama

şehrin “eylül tarafı”na mensup bir ailenin. Yani şehrin “Kolay para kazanmaktan, sanattan, zevk-ten, yaşadıklarımızın inceliklerini yakalamaktan uzak, sarı solgun tarafında”n. (s.32) O, yaşadığı şehri “yokluk”la anlatan, dili “yedeğindeki yok-lukla” dönen, “evi sığınak, kıyafeti örtünmeden ibaret” olan, “susmak bilmeyen yoksulluk”a veya “nasırlaşan fukaralık”a karşı hep “sabır ve şükür” büyüten, “her şeyin masrafsız olanı”nı seven bir baba; bütün dünyası ve şehri, öksüz ve yetim bü-yüdüğü dayısının evinden sonra geldiği kocasının evinden ibaret olarak tanıyan bir anne; simit ve şeker satıcılığı, sakalık, arabacılık, faytonculuk gibi pek çok işe girip çıkmasına rağmen hiçbir işte dikiş tutturamayınca hayata ve şehre küsen bir ağabey; köy ile şehir arasında bir yerlerde kalan üçü kendisinden küçük, biri ise büyük dört kız kardeşten oluşan bir ailenin çocuğu. Kısacası onun, şehrin hep eylül tarafında yaşadığı çocuk yıllarındaki hayatı, “fukaralık ile terin çarçabuk kaynaştığı boğaz tokluğuna yaşanan” bir olgudan ibaret.

Annemin bir elleri varYağmur içmiş toprakYumuşak mı yumuşakAnnemin ellerindeEkinler boy salacak[3]

Nazım Payam’a “şehirli olma zevki aşıla-yan, şehir gerçeklerine yönlendiren şehrengiz yazarları”dır. (s.33) Bunların başında da Beş Şehir’iyle bir şehrin hikâyesinin nasıl yazılaca-ğını dosta düşmana göstermiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Altıncı Şehir’iyle Ahmet Turan Alkan gelir. Buna “yaşadığı şehre yakışan dostları”nı da ilâve etmek gerekir.

Ailesinde ve çevresinde pek “okur” olmayan taşra çocuğu Payam, kitaplarla “dostluk kurmak-ta” hiç zorluk çekmez. Söz konusu dostluğun ilk adımında, “üç-beş kuruş harçlıkla” kiralanan “ya-bancı çizgi hikâyeler” vardır. Bir sonraki adım-da Ferhat ile Şirin, Köroğlu, Battal Gazi ve Er-genekon gibi “tahkiyeli eserlerimiz”e yönelir ve onlara hayranlık duyar. “Geçmişin hafızası” bu eserlerden sadeliğimizi, hedeflerimizi, inançla-rımızı, “kendimizi bilen bir millet olduğumuzu; insanımızın samimiyetini, sabrını, cesaretini, fedakârlıklarını, kadınlarımızın gökten inmiş gibi kıymeti haiz olduklarını” (s.12) öğrenir. Bu adımda onu en çok etkileyen Dede Korkut Hikâyeleri’dir. Onun kahramanlarıyla “birinci dereceden akraba-lık kurmak”tan derin bir lezzet alan Payam, böy-lece içine düştüğü “duygu ve fikir karmaşasından sıyrılıp” huzuru yakalar ve “ait olduğu yeri” bul-maya başlar.

Göz açıp dağ görmüşümGöz yumar dağ bilirimErciyes, Ağrı, TorosKaşgar dağlarıyla anılır soyumYıldız bana yakışır, hilâl banaDuman kalkmaz başımdanBen kendimi dağ bilirim.[4]

Payam’ın okumalarındaki üçüncü adım, bi-

3. Nazım Payam, “Kalp Büyümesi”, Sonrası Güldür Açar, s.70.4. Nazım Payam, “Ben Kendimi Dağ Bilirim”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, Batı Yayın-Dağıtım, Elazığ, 2004, s.15.

87ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 88: Bizim Külliye 39. sayı

yografi , otobiyografi ve fi kir kitapla-rıdır. “Şiir yazmak, şiiri kavramak” için çıkılan bu yolda şiirin yeri henüz “ders kitapları”ndaki metinlerle sınır-lıdır. Payam, her nedense bu safhada şiir kitapları ve edebiyat dergilerine para vermeyi, yaşayan şairlerle tanış-mayı akıl edemez. “Şiir yazmaya yel-tenen, şiir yazmak için okuyan ben, o yıllar şiir kitaplarına hiç para verme-miştim. Ödünç denilen bir şey vardı, onu da kullanmamıştım. Zaten güçlü şairlerle iletişim kurmak aklımdan dahi geçmezdi. Okuduğum şiirlerin şairlerini -ne-dense- hep ölmüşlerdir, diye düşünürdüm.” (s.13) Bu sebeple onun gerçek manada şiirle tanışması, bahtsız ve yalnız bir şair olan Süleyman Bektaş’ı tanıması ile başlar.

“İnsanlar da kitaplar gibidir. Birini tanırsın hayatın değişir. Duruşu, fi kirleri, sesinin sıcaklı-ğı bağlar kendine seni, kopamazsın. Ondan ayrı geçen saatler gurbete düşmüş saatlerdir. (…) Şük-redersin tanıştığın güne. Minnet duyarsın tanıştı-ranlara. Onu sever, hayranlık beslersin.” (s.24)

Süleyman Bektaş’ı Ali Öztürk, Bestami Yaz-gan ve Fırat Şiir Akşamları veya Hazar Şiir Ak-şamları vesilesiyle tanıdığı Bahaeddin Karakoç, Ali Akbaş, Yahya Akengin ve daha niceleri takip eder. Payam, “şiirde kelime seçiciliğini, konuyu tüllendirmeyi, sese akışa uygun biçim vermeyi” (s.14) söz konusu tanışmalar sonucu adı geçen şairlerden öğrenmiştir. Bunun için “öz şairle bir saatlik muhabbet, bir yıllık okumaya denk”tir ona göre.

Denemelere yansıyan gerçek, son derece na-zik, mülayim, hoşgörülü, sabırlı ve dost canlısı bir sohbet adamı olan Nazım Payam’ın fi krî, siyasî ve edebî sahalardaki birikimlerinin, önemli ölçüde çeşitli mekânlarda hayat bulan sohbet meclislerin-den beslenip şekillendiğidir. “Tartışmam gereken konuları uluorta gündeme getirmem. Sohbetine müptelâ olduğumun konusuna da zemin hazırlar, masa üstündeki çerçöpü kaldırırım. Konu, uğraşı-mın dışındaysa mesafeli durur, çok zaman bir iki soruyla katılır, çoğunlukla dinlemekle yetinirim. Konuya göre adam, adamına göre konu seçimine genelde dikkat ederim. (…) Konuşup tartışılacak kişinin tabiatına, bilgisine ayrı bir dikkat gösteri-

rim.” (s.27)Payam’ın şairliğe uzanan hayat yo-

lundaki önemli dönemeçlerden birisi, öğretmen olarak atandığı Saruhanlı’nın bir köyünde Halil’i tanıyıp onunla dost olmasıdır. Yedi-sekiz yaşlarında anadan doğma kör, yetim ve “esmer tenli” zayıf bir çocuk olan Halil, in-san coğrafyasının acılarla yoğrulmuş örneklerinden birisidir. Payam, aradan geçen uzun bir zaman; daha doğru bir ifadeyle “uzun bir doluş”tan sonra, bir gece evinin penceresinden Bingöl’ün

karlı tepelerini seyrederken Halil’i hatırlar ve “Yıldızlar Üşümesin” isimli şiirini yazar. Bir ar-kadaşının alıp Gül Çocuk dergisine gönderdiği şiir ona, Cahit Zarifoğlu Şiir Yarışması’nda ikincilik kazandırır.

Pencereyi açık tutYıldızlar üşümesinBulutlanırken göğümBir köz olup konsunlarŞu sönük gözlerime Yıldızlar ağlamasın[5]

“Yıldızlar Üşümesin”i farklı dergilerde (Çınar, Nilüfer, Erciyes, Güneysu, Berceste, Kültür Dün-yası, Ardıç, Bizim Külliye, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Harput Çırası) yayımlanan diğer şiirleri takip eder. Ardından da 1994’te ilk şiir kitabı olan Son-rası Güldür Açar basılır.

***Nazım Payam için sanat, edebiyat ve şiir, hem

beşerî hem de millî bir değerdir. Sanat, edebiyat ve şiir, kalabalıkları “güruh” olmaktan kurta-rıp “toplumsallaşma sürecine ivme kazandırır”, “insanî değerleri tazeler”, insanlar arası “saygı ve muhabbeti öne çıkarır.” Çünkü “Yazarlar, merakı meziyet yapan erdem manifaturacılarıdır. Duygu-lar, düşünceler, her alıcıya uygun his ve fi kir kı-lıfı onların tezgâhında dokunur. Hayatlar ve ha-yaller yazarların teşhir salonlarında cem edilir.” (s.100)

5. Nazım Payam, “Yıldızlar Üşümesin”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, s.53.

dahi geçmezdi. Okuduğum şiirlerin şairlerini -ne-

rim.

lundaki önemli dönemeçlerden birisi, öğretmen olarak atandığı Saruhanlı’nın bir köyünde Halil’i tanıyıp onunla dost olmasıdır. Yedi-sekiz yaşlarında anadan doğma kör, yetim ve “esmer tenli” zayıf bir çocuk olan Halil, in-san coğrafyasının acılarla yoğrulmuş örneklerinden birisidir. Payam, aradan geçen uzun bir zaman; daha doğru bir ifadeyle “gece evinin penceresinden Bingöl’ün

karlı tepelerini seyrederken Halil’i hatırlar ve

88ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 89: Bizim Külliye 39. sayı

Yüzünü ışığa çevirIşığaŞavkı vursun sesineSesin şafağaSöyle türkünü[6]

“Sözün mühürdarı” olarak nitelenebilecek olan

sanatkârların yetişmeleri ve yetiştirilmeleri elbet-te zordur; böyle bir başarı her millete ve her şehre nasip olmaz. “Sözün mühürdarını ve mensuplarını yetiştirmek, istenilen kıvama getirmek her millete, her il’e nasip olmaz. Öyle birden bire olacak iş değil. Asırları asırlara katlayan sancılar, sancıla-rı dört iklim imbiğinden geçiren rüzgâr ister. Dağı eritmek, taşı yontmak, bulutu kıvamında bulmak; ilahî emir alacak duruluk, aldığını uygulayacak erenlik ister. En evveli de ‘üç zamanlı’ hayatta belirlenmiş hedefe atları kanatlı süvari ister, yiğit ister. Yol düşleri şerbetli her yiğidin yanı başında mavi ışık taşıyan sevgili ister.” (s.75-76)

Nazım Payam, şiir ve şiiri konusunda son de-rece hassastır. Bu konuda sık sık kendini ve ken-disi gibi şairliğe soyunanları sorguya çeker; hatta zaman zaman sert eleştirilerde bulunur. “Şairleri, kelime çengileri, abartı çığırtkanları, iç çelişkile-ri kaşıyıp kanatmakta usta büyücüler, genç kalma hastalığına tutulmuş boyalı şablon ‘olgun’lar, ‘sit alanı’ olduğuna inanan yapay aşk kulları, zevk narkozunu fesatça harcayanlar güruhuna benze-tirim. Bu iç hesaplaşmam, şiirle doldurduğum yıl-ları boşaltır, rahatlatır beni.” (s.52) Onun şiirde en çok önemsediği husus, “samimiyet”tir. Bunun için söyledikleri “saman alevi de olsa”, inanarak söyler.

Gecede arasızKendini acılara yediren benBenden bana yürüyeni kim bilirYorumladığım rüyadır şiir[7]

Payam’a göre şair, şiire giden yolda “ân”ın duygusal patlamalarının tuzağına dikkat etmeli ve kendisine bir Molla Kasım edinmelidir. Çünkü ân, şairin geçiş noktasıdır. Bunun için şair ân’ın,

6. Nazım Payam, “Sonrası Güldür Açar”, Sonrası Güldür Açar, s.31.7. Nazım Payam, “Şiir ve Ben”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, s.10.

öncesinin ve sonrasının yolcusu olmalıdır. “Yakın-larımın hastalığı esnasında şiirin duygusal şidde-tinden ürkerim. Damıta damıta yönlendirmesine katlanamam. Yalayıp geçmez, çöreklenir kelimeler yüreğime. Kelebek kanadıyla taşınan duygu tozlu kelimelerin alt, üst, yan anlamları yumuşatmaya başlar beni, zayıf tarafımdan yakalar, gerçeğim-den saptırırlar.” (s.50)

Bir şiirinde şairi “sevda sırrı/Kalp sözlüğü biliriz.”[8] demesine rağmen Payam’a göre şiiri sadece “insan ömrünün Lâle Devri”ne hasretmek veya bu çerçeve içine hapsetmek mümkün değil-dir. Gerektiğinde hastasına sevdiklerine bağlılık ve yaşama sevinci verebilecek bir şiir arayışı için-de olan Payam’a göre “Şiire en çok yakışan (..) hüzündür. Hüzünden başka hiçbir don, şiiri zevk ve belagat vitrininde tutamaz.” (s.50) Ancak bu hüzün “günün kelime hovardaları”nda olduğu gibi “ithal” değil, yerli ve millî olmadır. Zira “Türk zevki, beşerî aşkta, otantik hüzün tecrübelerinden hoşlanır.” (s.50) Bir sonraki adım, otantik hüznün ifadesinde kullanılan söz sanatlarının “yalın ve nesneli” olmasıdır. “Şiirde abartısız nesne, bağ-bozumu şırasında tat verir.” (s.51)

Bu bağlamda Payam, kumaşı Hint tezgâhında dokunmuş, nakışları Fars nakkaşlarınca işlenmiş, kesimi Paris provası sonrası gerçekleştirilmiş siyah şiirden; vatandaşlarını ikinci şahıs gören, sürekli ödül nöbeti tutan şairlerden ve şiir bürokratların-dan hoşlanmaz. “Ciddiyeti zaafa düşüren şiirin, ikinci şahsı olmak istemem. Vatandaşlarını ikinci şahıs gören şairlerden de olmak istemem. Bu şa-irler, diplomasi yönleri ağırlıklı şiir bürokratları-dırlar. Onlar ABD’nin, AB’nin, tangoyla karıştığı küresel mizahı gözyaşlarıyla dillendirir ama küre-selliği hayatlarına bir kalıp olarak kullanmaktan çekinmezler. Araya sıkıştırdıkları ‘Hümanizma çok yaşa” temennisi de cabası… Bundandır ki şiir bürokratlarının hüznü benim hüznüme benzemez. Onların şiir kumaşı Hint tezgâhında dokunmuş, nakışları Fars nakkaşlarınca işlenmiş, kesimi Pa-ris provası sonrası gerçekleştirilmiş, okudukça insanımızı yoran, siyah şiirdir. Yazdıklarıyla ödül nöbetindedirler hep. Sonrası ödülsüzlüğe örtülü, örtüsüz isyanlar.” (s.51)

8. Nazım Payam, “Biz Sözle İkiz Kardeşiz”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, s.20.

89ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 90: Bizim Külliye 39. sayı

Gençlere teselli ver, şâirÇocuklara bayramlık şiirKatar katar sevgimiz olsunMısralarında dosta dair.[9]

Nazım Payam “Benim Alıntılarım” başlıklı denemesinde şiir yazma sürecine dair pek çok sırrını bizimle paylaşır. O bu süreçte tam bir sessizlik ve vecd hâli ister. Aksi bir hâl, düşün-celerin dağılması kadar sanatta çok önemse-diği samimiyetini yok edecek; yerini salt akıl ve onun “yaranma duygusu”nu alacaktır. Ya-zarken “tecrübe ve hisleri”ne dayanan Payam, elinden geldiğince bağnazlıklarını törpülemeye çalışır; ancak bu mutlak “objektiflik” anlamına gelmez. Onun yazma sürecindeki bir başka ce-belleşme konusu da, kendinden önce yazanların “çığlıkları”dır. Kendisinin söyleyecekleriyle “uyum” içinde, düşüncelerinin “biraz daha filiz-lenip boy vermesini” kolaylaştıracak ve geçmiş ile bugün arasında köprü kurulmasına hizmet edecek olan metinlerden alıntılar yapmaktan çekinmez. Bu bağlamda o, Şeyh Gâlip’in de-diği gibi, “çaldımsa mîri malı çaldım” demeyi yeğler ve “her yazının bir başka yazının adresi olduğu”nu söyleyenlere hak verir.

“Biri, kapımı çalacak olsa dağılırım. Hane halkı, bu dağılmanın nelere sebep olacağını bildiğinden temkinlidir. Onlar, duymak isteme-diğim gürültülerin kalemimi körelteceğini bilir; bütün bağlantılarını koparır, bir başıma bıra-kırlar beni.

Yazmaya yeltendiğimde bir kez düzenim bo-zulmaya görsün, dağılan düşüncelerimin ardı sıra giden, içtenliğimdir. İçtenlik gidince onun yerini dolduran akıl, her şeye uyum sağlayan yaranma duygusu gelir. Salt akıl, somut ayrılık-ları dayattığından, asıl anlatacağım karşısında donakalırım.

Yazarlar için objektif olmak bir mecburiyet olsa da ben bu konuda biraz sıkıntılıyım. Yazar-ken elimden geldiğince bağnazlımı törpülemeye ve tarafsız olmaya çalışırım; ama tarafsız ola-cağım diye kendimi bir kenara itemem. Her ka-lem sahibinin önceliği yazarak durulmak değil mi? Bardağımı taşıran damlaları anlatmaya-

9. Nazım Payam, “Arzu”, Sonrası Güldür Açar, s.63.

caksam sıkıntılarımdan, donukluğumdan nasıl kurtulurum.

Yazdıklarıma yön veren içtenliğimin oluşu-munu sağlayan tecrübe ve hislerimdir. Yalnız, yazarken bütün arınmışlığıma rağmen benden evvel kalemi ele almışların o sürgit çığlıkların-dan kolay kolay kurtulamam. Evvel söylenmiş-lerle âdeta/ soluksuz cebelleşir, kendimi kurta-racak bir yol arar, sonuçta onları da tecrübeme dâhil eder, bir iki cümleye teslimiyeti yeğlerim.” (s.107-108)

El çekti duygularİçimdeki mevsimdenKafeslendi güvercinler bir birAk köpüklere karıştıKıyıya vurup giden şiir.[10]

Nazım Payam, ister şiirin biricik vasıtası, is-terse millî bir değer olarak dil veya Türkçe hu-susunda son derece hassastır. Özellikle 1960’tan sonra merkez ve taşra dergilerinin ideolojik yaklaşımı ve duyarsız aydınlar yüzünden dil bilincimizin zayıflaması, dilin alanının daral-masından üzüntü duyar. İnsanımızı “bir Yunus güzelliğiyle, bir Kaşgarlı titizliğiyle, bir Nevâî inceliğiyle, bir Yesevî inancıyla” buluşturama-mış olmamıza hayıflanır. Bir şiirinde dili için;

Kınalı elde testiDudaklarda izdivaçDuamız kadar nisanAğza tat, ruha azıkUykulara salınanÖzlemin gül yumağıUmudun ak pürçeğiDingin, diri, uyanıkTürkümüz söylendikçeDüşlerimizin adı[11]

diyen Payam’ın “vatan”ı Türkçemizdir. ■

10. Nazım Payam, “Kasım Günlüğü”, Sonrası Güldür Açar, s.60.11. Nazım Payam, “Türkçem Benim Vatanım”, Ben Kendimi Dağ Bilirim, s.11.

90ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 91: Bizim Külliye 39. sayı

Akif, kendimizi tanıdıkça kendisini tanıdı-ğımız ya da kendisini tanıdıkça kendimizi

anladığımız müthiş bir akıl ve ruh adamı…Akif, yaşarken aydın bir insan olmanın sorum-

luluğunu kaybettikleriyle taşıyacak kadar özverili bir vatanperver, öbür dünyaya göçtükten sonra da yazdıkları ile çağları aydınlatmayı başarabilecek kadar aydın ve akılcı, bağımsızlığımızın zamanı kaplayan sesi olacak kadar gür ve diri bir ses, yeni cumhuriyetimizin âkif ve samimî bir değeridir.

Her an “İstiklâl Marşı Şairi" diyerek andığımız Akif, “Korkma!” ünlemi ile başlayan marşımızda yiğit ve savaşçı bir millete seslenen sağduyumuz. Hile ve yalanın şeytanı bile şaşırtacak kadar diri ve karanlık olduğu bir insanlık çağının uyanık insanı. Korkulacak olanın nerede olduğunu kestirebilmiş bir sezgi insanı. Ve bir uyarıcı... Bağımsızlığımızın teminatı olan insanımızın sonsuz güvenci içinde ömrünü tamamlamış bir sabır abidesi. “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” ifadesi ile geleceği planlayan ve yaşadığı toplumu tanıyan bir sosyolog.

“Tüten ocak” iki kişi ve çocuklardan oluşan ço-ğalıp yeniden millet olan bir destana göndermede bulunur. O, tarihini; destan döneminden vakanüvis-liğe oradan tarih yazarlığına ve strateji uzmanlığına varana kadar bilir ve planlar. Bilmek ve planlamak gerektiğine inanır.

NAMIK YUSUF

Akif hayatında öncelikleri olan ve bu öncelikler içinde kendisi en sonda olan az bulunur insanlar-dan.

Bir neyin yanık sesi, bir güreşçinin peşrevi Akif’in zevki olurken bir veteriner hekimin karışık hayvan anatomilerini bilmesi ise vatanın ihtiyacını karşılamaya yöneliktir.

Akif, başı bulutların arasında kaybolmuş karlı bir dağ, etekleri envai türlü çiçekle ve otla örtülü uzun ve zorlu bir yolculuğun zirvesi… Aşağıdan bakıldığında yukarısı görünmeyen ancak ilim, çaba ve sezgi ile zirvesindeki ışığa ulaşabileceğiniz bir gökyüzü zirvesi, yukarıdan bakıldığında aşağısı görünmeyen ancak cesaret ve sabır ile nice hayatı içinde barındırdığını ve bu hayatlarla var olduğunu görebileceğiniz bir alçak gönüllü derviş… Gövdesi bir kültürü besleyecek cevher zenginliğini barındı-ran kutlu bir dağ gövdesi… Akif’in şiiri ise coşkun, bulanık bazen duru akan, bazen dağları yırtan su-yunun miilletinin dili… Bir dağın duman, rüzgâr ve sudan oluşan dili…

Akif’in yaşantısı ve Safahat’ı irdelendiğinde onun toplumu inşa etmeyi hesap eden mühendis bir şair olduğunu görürsünüz. Şiirlerini yazarken yaptığı hesabın ve gayretin kat kat fazlasını insan-ları için göstermiş, onları dimağında yeniden inşa ederek 'safalar' halinde “Küfe”, “Mahalle Kahve-si”, “Bülbül”, “Çanakkale Şehitlerine” gibi şaheser

91ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 92: Bizim Külliye 39. sayı

yapıtlarla dilimizi donatarak unutulmaz bir kalıba dökmüştür. Bu durum bazen bir sezgi adamını, bir sosyologu, bir bilgeyi bazen de bir destan şairini çıkarır karşınıza. Akif şiirleriyle rolden role girer. Türk tarihi ona nasıl bir rol biçerse o da bu rolü kendi akışıyla akıtır yatağına.

Şimdi Akif’i yeterince tanımak için hangi yö-nünü ele almak gerek şair yönünü mü, marş yazan Akif’i mi, insan Akif’i mi yoksa Müslüman Akif’i mi? Hangisini? Hangilerini?

Bir konuşmanın ardındanGeçtiğimiz günlerde (9 Ocak 2009 tarihinde)

dergimiz Bizim Külliye ve İzzetpaşa Vakfı’nın organize ettiği Mehmet Akif konulu konuşmaya konuk olan Mengüşoğlu’nun ifadesiyle Akif’i ta-nıyalım:

“Akif’in üç kimliği çok önemlidir: Birincisi İnsan Mehmet Akif, ikincisi Şair Mehmet Akif ve üçüncüsü Müslüman Akif’tir.”

Mehmet Akif’i belli bir düzeyde tanımanın en önemli üç bakış açısı bunlar olsa gerek.

Mengüşoğlu, İnsan Akif’i anlatırken onun doğduğu evde Kuran okunması ile başlıyor söze. Doğduğu evde Kuran okunması onun insan Akif ve Müslüman Akif kişiliklerini anlamada oldukça manidardır. Yaşadığı mekânın insanlarını ve kültü-rünü çok iyi tanır. "Seyfi Baba" şiiri buna en güzel örnektir. İnsanının hallerini ifade etmede, dramla-rı dil kabına silinmemek üzere nakşetmede insan Akif’in büyük etkisi vardır şüphesiz.

Akif de herkes gibi Osmanlı’nın içinde bulun-duğu buhranı önemsemekte ve çareler aramaktadır. Bu çareler içinde İttihat ve Terakki de yer alır. Ama yine Akif, İttihat ve Terakki’ye yemin edilmeden girilemeyen İttihat ve Terakki'ye kendi İnsan Akif yaklaşımı içerisinde, yemin etmemek koşulu ile gi-rer.

Mithat Cemal, zengin insanın onun yanına zen-ginliğinden soyunmadan giremeyeceğini söyler. Eniştesinin evinde gördüğü şekerden dolayı enişte-siyle bir daha görüşmez. Çünkü çıplaklığı üzerine giyinmiş bir milletin şekere verecek parası yoktur.

Şair Akif’i anlatmadan önce Müslüman Akif’i anlatmak istiyorum. Çünkü Şair Akif’te bu iki in-sanın dili ile karşılaşırız.

Kötü ahlaka, hurafeciliğe, uydurma hadislere sığınanlara ve en çok da dini, ölüler dinine çevi-

renlere büyük öfke duyar. Bunları "Mahalle Kahve-si" ve diğer şiirlerinde dile getirir. Akif, dine akılcı yaklaşır. İnsanların statüler ile birbirinden ayrılma-sına karşıdır.

Mengüşoğlu’nun deyimiyle “O şark toplumu-nu hayata bağlayacak aşıyı bulmuş, kâinattaki ve Kuran’daki ilahî vahiyi okumayı bilmiştir. Amen-tüsünü dahi sorgulayabilecek kadar akılcıdır…” geleneksel hale gelmiş hiçbir inanç onun hayatında yer almaz.

Şair Akif’te ise yaşadıklarının, gördüklerinin, ihtiyaçların ve inancının hitabı yer alır. O, hatiptir ve daima hitap eder. Kime nasıl hitap etmesi gere-kiyorsa öyle hitap eder. Çünkü ona göre şiirin onda biri ilham, onda dokuzu ise alın teridir. Bu anlamda o bir şiir işçisidir.

KonuşmaOrganizasyonda yer alan Bizim Külliye Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, konuşma-sında; dergilerin yazar ve okuru buluşturma işlevi üzerinde durduktan sonra tertip edilen konuşmanın bu rol dâhilinde aydın kişileri halkla buluşturmak olduğunu dile getirdi.

Sonraki konuşmacı İzzetpaşa Vakfı Genel Sek-reteri Yard. Doç. Dr. M. Naci Onur, vakfın kuruluşu ve çalışmaları hakkında dinleyicileri bilgilendirerek kendilerini destekleyen nezih kitleyi hassasiyetle-rinden ötürü tebrik etti ve kürsüyü asıl konuşmacı hemşerimiz Metin Önal Mengüşoğlu’na bıraktı.

Mengüşoğlu, söze Filistin’de yaşanan insanlık dramını telin ederek başladı ve Harput’u, doğduğu yeri yad ederek dinleyicilerin gönül telini titretip Harput nağmelerine daldırdı. Sonra da Akif’e sıra geldi. Akif’i anlattığı bölüm akıcı ve Akif’in dilin-ce anlatılan bir Akif’ti. Güzel Türkçesiyle anlattığı Akif konuşması genç dinleyicilerimizden aldığım tepkilere bakılırsa oldukça anlamlı ve etkili bir ko-nuşma olmuştu.

Bizim için anlamlı ve etkili olan konuşma ise siz okuyucularımızın da çok iyi tahmin edebileceği gibi sonrasında Bizim Külliye Dergisinde çayımı-zı yudumlarken misafirlerimizin can kulağı ile bir konuşup birbirlerini iki dinledikleri bölüm idi. İşte asıl Akif’i, şaşkınlığı, Filistin’i, Harput’u ve diğer düşündüklerinizi orada konuştuk. Siz okuyucuları-mıza ise ancak yukarıdaki bölümü armağan edebil-dik.■

92ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 93: Bizim Külliye 39. sayı

İçinde bulunduğum sıkıntılı anlar-da eğer elimi uzatabileceğim iyi bir kitap varsa başucumda ve başlayabili-yorsam okumaya, bütün dertlerimden uzaklaşıp kendimi içinde kaybedebile-ceğim yepyeni bir dünya açılır önüme. Hikâyesi olan insanları sevmişimdir, hele bir de söyleyişleri güzelse… Mahir Adıbeş’in “Taş Ustaları” adlı kitabı işte böyle bir zaman dili-minde bana kapılarını açtı.

“Taş Ustaları”, unutulmaya yüz tutan bir gele-neğe yazılmış ağıt niteliğinde. Çoğu zaman etrafı-mızda olan fakat bakıp da göremediğimiz; görüp hissedemediğimiz cansız varlıkların hikâyesi bu eserle okuyucuya hatırlatılmakta.

Bir kale duvarında yüzlerce yıl varlığını koru-yan taş kütlelerin hikâyelerini hep merak etmişim-dir. Onu olduğu yere yerleştiren bir ustanın var-lığını; o ustanın bir hikâyesi olduğunu zihnimde tahayyül eder kendimce çıkarımlarda bulunurdum. Mahir Adıbeş bu güzel eserle yıllardır zihnimde

da eğer elimi uzatabileceğim iyi bir

yorsam okumaya, bütün dertlerimden

ceğim yepyeni bir dünya açılır önüme. Hikâyesi olan insanları sevmişimdir,

varlığını koruyan bu muhayyileye ter-cüman olup yazıya dökmüş; taşları, taşlardan hareketle insanı anlatmasını bilmiş bir yazar.

İlk sayfasından hareketle okuyu-cuyu kendi iç dünyasına çeken, insa-nın doğayla olan mücadelesini yahut

mücadeleden ziyade yaratılan bütün canlı cansız varlıklarla hemhal olma sürecini kitabına nakşet-miş. Bu bir mücadele değil elbette, çünkü taşa ve-rilen her şekil insan ruhuna çizilen bir desen, onu güzelleştiren bir eylem olarak vücut bulmuş.

Modern dünyanın betonarme yapısı içerisinde var olmayan ruhsal iklim ancak eski dönem cami-lerinde, kümbetlerinde, kervansaraylarında insanla taşın münasebetiyle karşımıza çıkmakta, öylesi ya-pılar içerisinde insan kendi özünü aslolan mutlak varlığın içinde idrak edebilmekte. Zaten Türk in-sanı taş ustalığını daha çok bu amaç doğrultusunda kullanmayı tercih etmiş, Batı kültürünün aksine ilahlık kavgasına girmeden yok olmaya daha me-

AHMET FARUK GÜLER

Ruha şekil veren "Taş Ustaları"

93ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 94: Bizim Külliye 39. sayı

yilli ahşapta aramış kendini. Batılılaşmayla birlik-te hayatımıza giren modern mimari taşı ruhsuzlaş-tırarak betonu keşfetmiş ve bugün hiçbir estetiğe sahip olmayan gulyabani gibi şekilsiz binaları mo-dernleşme diye önümüze sermiş. Bu noktada Ma-hir Adıbeş devreye girerek unutulan bir geleneği ve bu geleneğin kültür dünyamızdaki yansımaları-nın önemini güzel bir eserle okuyucularla paylaş-ma yoluna gitmiş.

Yazar, iç dünyasında birbiriyle örüntülü birden çok hikâyeyi anlatırken aslında her biri bağımsız olan bu küçük hikâyeler arasında geçiş noktala-rında bazı küçük kusurlar sergileyebiliyor. Bir hikâyenin sonunu beklerken bir başka hikâye başlı-yor ve eserin sonuna kadar bu hikâyelerin birleşme

noktasını merakla bekliyor okuyucu. Yazar, babası taş ustası olan bir çocuğun ruhi büyüme sürecini taşlarla olan iletişimiyle birlikte anlatıyor olması bu durumu bir nebze de olsa açıklıyor aslında.

Bazen yazar, betimlemelere başvururken kuru bilgi aktarımına başlıyor ki bu durum eserin akışı-nı bozabiliyor. Eserin bütününe baktığımızda usta kalem Mahir Adıbeş bahsettiğimiz bu hususların da üstesinden başarıyla gelebilmiş ve ortaya oku-yucuların zevkle okuyabilecekleri bir eser vücuda gelmiş.

Mahir Adıbeş, “Taş Ustaları”, Sütun Yayınla-rı, İstanbul-2008

Eğitime Adanmış Hayatlar Her insanın hayatında derin izler bırakmış, ona

yol göstermiş bir öğretmen vardır.Mustafa ÖZ-ÇELİK bu iyi düşünülmüş eserinde bunu araştırıp okuyucuya sunmuştur.Ahmet HAŞİM den Yahya KEMAL e, TANPINAR dan Mehmet KAPLAN a kadar öğrencilerinde büyük etkiler bırakmış ulu çınarların gölgelerini görüyoruz bu eserde. Onlar her ne kadar dünyamızdan göçüp gitmiş olsa da izleri silinmemiş, öğrencilerinin zihninde, şahsiye-

tinde yaşamaya devam eden öğretmenlerdir. Onlar bizim öğretmenlerimiz.

Mustafa Özçelik, Eğitime Adanmış Hayatlar, Odunpazarı Belediyesi Kültür Yayınları, Eskişehir 2009.

Süveyda Üzerinde yaşadığım dünyada her kıvılcım bir

harf, her şekil bir sembol…Etrafımda yüzüyor ka-lemimin avları…Bana da onları yakalamak düşü-

hzl. AHMET AYDOĞDU

94ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 95: Bizim Külliye 39. sayı

yor…Böyle diyor Sergül VURAL.Binlerce yıllık şiir geleneğimizden kopmadan,

son derece akıcı bir dil ve kendine özgü bir üslupla sesini bize duyuruyor.şimdiden şunu Söyleyebili-riz ki gümrah bir kaynaktan geliyor bu şiirler.Gele-cekte de nice iyi eserler bekliyoruz Sergül VURAL dan.

Sergül Vural,Süveyda,Laçin Yayınları,Şiir, Kayseri 2009.Kayseri 2009.

Tarihten Gelen SesÖykülerinde ana izlek olarak dini unsurları ve

dinselliği ön plana çıkaran yazar, konuyu anlatır-ken bireyin duygularından ziyade olaylar karşısın-daki tutumunu yansıtmaktadır.

Ahlaki değerlerin göz ardı edilmesi ve yapay ilişkilerin içtenliğin yerini alması, aile kurumunun yok oluşuna zemin hazırlamıştır. Ümit Fehmi Sor-gunlunun öyküleri bu anlamda ötekileşerek ben-liğini yitiren bireyin açmazlarını göz önüne koy-maktadır.

Ümit Fehmi Sorgunlu, Tarihten Gelen Ses, Ro-mantik Kitap, Hikaye,İstanbul 2009.

Geleneğin İzindeŞair, kendine özgü bir üslupla mistik şiirin izini

sürmektedir bu eserinde. Ölümden sonrasına bir kapı aralamıştır. Dünya hayatının boşluğu, cennete duyulan özlem, Allah düşüncesi, nefsani duygular-dan arınma gibi izlekler kullanılmıştır. Bu dünya-daki hayatın bir sorgusu yapılmıştır. Yer yer büyük şahsiyetlere ve peygamberlere göndermelerle dolu, gelenekten kopmayan bir eser geleneğin izinde.

Bekir Oğuzbaşaran, Rubaiyyat-ı Oğuz, Gelene-ğin İzinde, Laçin Yayınları, Şiir , Kayseri 2009.

Sadaka TaşlarıOsmanlının; kültür, tefekkür ve medeniyet ta-

rihine kazandırdığı yeni yöntem, vasıta, kurum ve kuruluşlar tanıtılmaktadır.özellikle sadaka taşlarıy-la sosyal dayanışmanın ulaştığı zirve, göz kamaştı-rıcı boyutlarıyla dile getirilmektedir. Çoğumuzun anlamını bile bilmediği, önünden geçip de farkına varamadığı sadaka taşları, Osmanlı Medeniyetinde ihtiyaç sahiplerine yardım amacıyla içine çeşitli para ve değerli diğer yardımların konulduğu çeşitli şekil ve biçimlerdeki taşlardır.

Sadaka taşları, duvar içinde açılmış bir oyuk şeklinde ya da yerden bir buçuk metre yükseklikte duvarda çıkıntı şeklinde farklı çap, ebat, şekil ve türde bulunan,silindirik, çoğu antik mermer sütun-lardır.

Sadaka veren kişi bu taşlar sayesinde kime sa-daka verdiğini de bilmediği için, böylece sadakası-na kibir ve riyanın karışmasını da önlemiştir.

Bu eser, sadaka taşlarına ait bir çok fotoğraf-la da içerik yönünden daha da zenginleştirilmiştir .Medeniyetimize ait zenginliklerle dolu eşsiz bir yapıt Sadaka Taşları.

Nidayi Sevim, Medeniyetimizde Toplum-sal Dayanışma ve Sadaka Taşları, Kitap Dostu Yayınları,n İstanbul 2009.

95ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8

Page 96: Bizim Külliye 39. sayı

96ey lü l -ek im-kas ım

2 0 0 8