36

pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

  • Upload
    others

  • View
    1

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde
Page 2: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

pecy

a

Page 3: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

A K İ S Haftalık Aktüalite Mecmuası

Yıl: 3, Cilt: IX, Sayı: 155 Rüzgârlı Sok. Ovehan

Kat: 3 Daire: 7 P. K. 582 — Ankara 18992 (Yazı işleri) 15221 (İdare)

Fiatı 60 Kuruş *

Müessisi:

Metin TOKER *

Neşriyat Müşaviri: Yusuf Ziya ADEMHAN

* İmtiyaz Sahibi ve yazı işlerini fiilen

idare eden Mes'ul Müdür:

Tarık HALULU *

Umumi Neşriyat Müdürü:

HAMDİ AVCIOGLU *

Teknik Sekreter : M. Nevzat ÜNLÜ

* Karikatür :

TURHAN *

Fotoğraf :

Hüseyin EZER Osman ÖZCAN

ASSOCIATED PRESS TÜRK HABERLER AJANSI

* Klişe :

Desen Klişe ATÖLYESİ *

Müessese Müdürü :

Mübin TOKER *

Abone Şartları : 3 ayl ık (12 nüsha) : 6 l ira 6 ayl ık (25 nüsha) : 12 l i ra 1 senelik (52 n ü s h a ) : 24 lira

* İlân Şartları :

8 r e n k l i a r k a k a p a k ( T a m S a y f a : 350 Lira

K a p a k i ç i 8 0 0 l i r a , m e t i n s a y f a l a r ı S a n t i m i 4 l i r a .

* Dizildiği ve Basıldığı Yer :

R ü z g a r l ı M a t b a a — A N K A R A

T e l : 1 5 2 2 1

B a s ı l d ı ğ ı t a r i h : 2 5 . 4 . 1 9 5 7

K a p a k r e s m i m i z i

Richard Nîxon A f r i k a f â t i h i

Kendi Aramızda Kıbrıs hakkında

K ıbrıs meselesindeki son gelişme­ler karşısındaki resmi görüşümü-

zün açıklanmasını beklerken, aklımıza acaba hükümetimiz İngilterenin yeni bir 180 derecelik dönüş yapmasını mı bekliyor gibi bir sual takıldı. Bermu­da konferansından hemen sonra Ame­rikanın Bağdat Paktına daha faal ola­rak katılma kararı alması ve bunu Ma-karios'un serbest bırakılmasının takip etmesi bu islerin Bermudada kararlaş­tırıldığı intibaını uyandırıyor. Ama ne olursa olsun bu büyük müttefiklerimiz-den tamamiyle müstakil,, bir milli poli­tika takibiyle Kıbrıs mevzuundaki son derece haklı durumumuzu bütün dün­yaya kabul ettirmemiz mümkündür.

T. Tekinalp - İstanbul

*

K ıbrısta birçok masum insanın ka­nına girmiş olan tedhişçilerin hâ­

misi siyasi papaz Makarios'un İngiliz. ler tarafından serbest bırakılması, müt­tefiklerimizle olan münasebetlerimizde ihtiyat payına daha geniş yer ayrılması lüzumunu göstermiştir. Dâvalarımızda herkesten çok kendimize inanmanın gerektiğini ve hakların verilmeyip an­cak alındığını unutmamalıyız. Şimdi Kıbrıs dâvasında takip edeceğimiz a-zimli yol, bütün dünyaya Türkün o yılmaz karakterini bir daha ispat etme­ye vesile olabilir.

G. Cingisiz - Ankara

Demokras i h a k k ı n d a

G eçenlerde Cihad Bahan, yeni ka­nunların garip tatbikatına do­

kundu. Başyazar bir kanunun iki ayrı vatandaşa değişik şekilde tatbik 'edil­mesi karşısında duyduğu hayreti ifa­de ediyordu. Şimdi bir de aşağıdaki resme bakiniz: İnönü İlkokulu, Erzin-

canın ana caddesi üzerindedir ve tabe­lâsı Erzincan'a yeni gelenleri hayret içe­risinde bırakmaktadır. Fotoğraf, D.P. icraatı cümlesinden olan bir tatbikattan -yaşıyan kisilerin isimlerinin cadde. okul v.s. gibi tesislere verilememesi-bir hayli sonra, 1957 Nisanında çekil­miştir.

Şimdi ister misiniz, Burhan Belge gene "Hem sonra neyin hürriyeti?" "di-ye celallensin! "İşte isimlerine artık okulları bile var. Eğer bu memlekette

demokrasi olmasaydı, bu okul buluna­bilir miydi? Daha nasıl demokrasi is. tiyorlar?"

A. Nail - Erzincan

*

1 53 sayılı AKİS'teki "Şeyhin Kera­meti" başlıklı fıkrayı dikkat ve ib­

retle okudum. Zafer yazarına göre, me­ğer Türk isçisi "demokrasi isteriz" slo-' ganını ciddiye almıyormuş! Eyvah.. De­mek bunca emeklere yazık, oldu, öyle mi? Buna inanırsak inkilâpların yara. tıcısı büyük Atatürkün ve koruyucula­rından biri olan Şehit Kubilayın hatı­rasının önüne yüzümüz kızarmadan nasıl çıkabiliriz?

T. Özdemir - Giresun

* Ç alışma Bakanı M. Tarhan, Elazığ

D.P. kongresinde köylünün yük-selen refah seviyesinden bahsederken, artık köylerde Yeni Harman ve Hususi Kokulu sigara içildiğinden bahsetti. Ben bir köy çocuğuyum ama, henüz köylerde böyle pahalı sigara içene rast­lamadım. Çalışma Bakanı bu sözleriyle her halde 1950'den önceki "Sigarayı 5 kurusa içireceğiz'' sözünün 1957 şart­larına uygun yeni tarzını ortaya at­mak istiyordu. .

Ali Çapacı 4 Elâzığ

* S. on sayılarınızda yeni bir terane-

tutturdunuz, gidiyorsunuz: İkti­dar dış politika meselelerinde muhale-fetle istişarelerde bulunmalıymış!..

Biz biz, siz de sis' olmakta devam et­tikçe bundan bir fayda hasıl olacağına, kuzum, sis sahiden inanıyor musunuz?

B. Tatlıcıoğlu - İzmir

Cezayir hakkında

P aris Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörlerinden Maurice Douver-

ger, Fransanın Cezayirdeki baskı reji­mini telin ettikten sonra, gençliği bu baskı rejimine karşı cephe almağa ça­ğırıyor. Prof. Douverger', savaşı, işgal yıllarını, kurtuluşu yaşamıyan bu gençlerin, Dreyfus meselesi zamanın­da Zola'nın gençliğe söylediği su sözler üzerinde durmasını istiyor:

"Gençlik, gençlik. Diktatörlük zama­nında dünyaya gelmedin, her sabah göğsünde bir çizmenin ağirlığıyla u-yanmanın ne demek olduğunu bile­mezsin, diktatörün kılıcından, namus­suz yargıçların baskısından kurtulmak için dövüşmedin. Babalarına teşekkür et ve yalanı alkışlamak, zorbalarla bir­lik olmak, softaların dar görüşünü ve fırsatçıların açgözlülüğünü benimsemek sucunu isleme. Dlktatorya artık can çekişiyor. Gençlik, gençlik, her zaman adaletten yana ol. Menfaat ve şahıs çe­kişmelerimizin dışında kalan, henüz hiç bir karanlık ise karışmıyan, bütün İyi niyet ve saflığınla, hiç çekinme­den konuşabilecek durumda olan sen de ağzını açmazsan, adaletin yerini bul. masını kim istiyecek?"

Şerefeddin Elçi - Ankara

3

pecy

a

Page 4: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

Y U R T T A O L U P B İ T E N L E R

Millet Kaçınılmaz bir vazife

Son günlerde vatan sathında üzün-tülü veya sevinçli, ehemmiyetli

veya ehemmiyetsiz bir yığın hadise cereyan etti. Endişe uyandırıcı kum fırtınalarını bereketli ve güleryüzlü bahar yağmurları kovaladı. Kuraklık kabusu ile kararan zihinler serin ba­har yağmurlarıyla yıkanırken bu de­fa da Kıbrıslı tedhişçilerin elebaşısı olduğundan şüphe edilmeyen Makari-osun Harriman tarafından New Yor-ka daveti haklı ve çok yaygın, bir in­fiale yol açtı.

23 Nisan Millî Hakimiyet bayramı radyolarda okunan sayısız teessüf telgrafları arasında karşılandı. Bir ölüm kalım savaşını başarıyla sena erdirip hür ve müstakil bir millet o-larak yasamak hakkını kazanmamı­zın, iftihar verici inkılâplarımızın başlangıcı olan bu mutlu günün u-yandırdığı sevinç bile düşüncelerde­ki bulutları dağıtmadı. Zira Temyiz Mahkemesi hâkimlerinden ikisinin ''görülen lüzum üzerine", yani sebeb gösterilmeksizin, emekliye sevkedil-meleri B.M.M. nin kuruluşundan 37, Cumhuriyetin ilânından 34 ve çok partili hayata geçişimizden 11 yıl sonra dahi müstakil adalet ve temi­natlı hâkim meselelerini henüz kö­künden halledemediğimizi ortaya ko­yuyordu. Halbuki "hâkimlerin azledı-lememesi" prensibi demokratik rejim­lerin kilit taşıydı. İnsan haktan be­yannamelerinin yazılı anayasaların en eskilerinde bile bu kaideye rast­lamamak imkânsızdı.

Şimdi bu sebeble, bütün gözler D.P. grubu milletvekillerine çevriliyordu. Milletçe çekilen ve D.P. grubunda bulunanların birçoğu tarafından da hissedildiği ' muhakkak olan bu ıstı­rabın dindirilmesi için Büyük Meclis­ten başka ilticagâh yoktu ve olamaz­dı.

İlk defa Cemil Sait Barlas tarafın­dan Sonhavadis gazetesinde çıkan bir başyazıyla ortaya atılan bu tekis in D. P' ye mensup milletvekilleri tarafın­dan dikkata alınması ümidini paylaş-mıyacak kimse düşünülemezdi. "Temi­natlı hâkim"e dayanan "müstakil mahkeme 0 müessesesini gerçekleşti­renleri gelecek nesillerin minnetle yad edecekleri şüphesizdi.

Adalet Görülmeyen lüzum

Adalet Bakanı geçen hafta Emekli­lik Kanununun meşhur 39 uncu

maddesinin b fıkrasının kendisine verdiği yetkiyi kullanarak aralarında bir Temyiz Ceza Dairesi Başkanı, bir Temyiz üyesi ve bir de Ağır Ceza Mahkemesi (Başkanı bulunan 10 hâ-kimi "görülen lüzum üzerine'' emek-liye şevketti.

Cemal Köseoğlu Otuz hizmet yılından sonra

Adalet Bakanı Hüseyin Avni Gök-türkün bugün tatbik ettiği Emekli-lik Kanununun mezkûr maddesini, Menderes IV. Kabinesinde vazife ka­bul ettiği ilk günlerde tenkit ettiği, doğru bulmadığı ve tadili yoluna gi­dileceğini de vaad ettiği henüz ha­tırlardaydı. Hatta Menderes IV. Ka-

Necmettin Arvas Vicdanı rahat

binesinin programında bu yolda ya­pılmış sarih bir taahhüd de mevcut­tu.

Fakat kanun halen yürürlükte ol­duğu için, tatbiki de elbetti huku­ken caiz haldeydi. Adalet Bakanının hâkimleri "görülen lüzum Üzerine" e-mekliye sevketmesi de şüphesiz, ka­nunî tasarruflar cümlesindendi. Ama ne var ki, Adalet Bakanının bizzat tenkit ettiği bir kânun maddesini tatbik mevkiine koyarak, bilhassa yüksek dereceli Temyiz Mahkemesi başkan ve üyelerini sebeb zikretmek-sizin meslekten uzaklaştırması hâ­kim teminatından çok sık bahsedil-meye başlanan şu günlerde en fazla dikkate değer bir hâdiseydi.

Adalet Bakanının emekliye sevket-tiği yüksek dereceli hâkimlerden biri Temyiz Dördüncü Ceza Dairesi Baş­kanı Cemal Köseoğlu idi. Köseoğlu -nun Adliyeye intisap etmesinin 30 se­nelik bir mazisi vardı. Hâkimlik mesleğinin kademelerini derece dere­ce yükselmişti. İki seneden beri Tem­yiz Ceza Dairesinin Başkanlığını ya­pıyordu. Birçok basın dâvalarına ba­kan Cemal Köseoğlu, en son İstanbul Toplu Basın Mahkemesinin gizli ge­çen duruşmalar sonunda Bedii Faik hakkında ittihaz etmiş olduğu bir ka­rarı incelemiş ve bozma kararı ver­mişti.

Geçen haftanın sonunda Cumartesi günü dairesinde dosyalar arasında çalışırken kendisine "görülen lüzum üzerine" emekliye sevkedildiği bildi­rilmişti. Cemal Köseoğlu "böyle bir tasarrufa neden lüzum görüldüğünü" anlamamıştı. Henüz çalışabilecek durumdayken çok sevdiği mesleğin­den ayrılmak kendisiniçok üzmüştü. "Hiç bir idari veya kazai mercie mü­racaat imkânının olmaması da ayrı bir üzüntü" doğuruyordu. "Zira bu şekilde emekliye sevkedilmek tabia-tiyle zihinlerde şüphe yaratacak" idi. Halbuki Cemal Köseoğlunun elinde savunma imkânı bile yoktu.

Kuyruktan emekliliğe

E mekliliğe sevkedilen Temyiz üye­sinin adı Necmettin Arvas idi.

Necmettin Arvasın emekliye ayrıldı­ğını öğrenmesi, epeyce "eğlenceli'' ol­muştu. Beş çocuk babası olan Tem­yiz Beşinci Ceza Dairesi üyesi bir ka­sap dükkânı önünde et almak için kuyrukta sıra beklerken, mübaşiri ge­lip kendisini bulmuş ve bir sarı zarf uzatmıştı. Necmettin Arvas, bir ta­raftan et almak için sıra beklerken, bir taraftan da zarfı açmış ve "gö­rülen lüzum üzerine" emekliye sev-kedildiğini öğrenmişti.

Necmettin Arvas da niçin emekli­ye ayrıldığını anlıyamamıştı. Ama tıpkı Cemal Köseoğlu gibi o da vic-danen müsterih'ti .

Garip bir makale

Ankarada bu hâdiseler olup! biteri ken Istanbulda da Birinci Ağır Ce-

AKİS, 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 5: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

YURTTA OLUP BİTENLER

za Mahkemesi Başkanı Nef i Demirli-oğlu,"görülen lüzum Üzerine" emekli-ye sevkedildiğini öğreniyordu. Aynı gün Yeni Sabah'ta hukukî cephesi vazifelilerin elbette dikkatindan kaç-mıyacak olan bir başmakale neşredi­liyordu. Makaleye mevzu olarak Nef' i Demirlioğlunun başkanı bulunduğu Bi-rinci Ağır Ceza mahkemesinin Ruben Asa hakkında verdiği 300 bin lira ke­faletle tahliye edilmesi kararıydı. Ye­ni Sabah, bu kefaletle tahliye kararı­nı ele alıyor ve bu noktadan hareket­le hakimlere tanınan geniş takdir hakkından ve hâkim teminatından şikâyet ediyordu. Makale cidden ü-züntü uyandırıcıydı.

Bütün bu hâdiseler, şimdiye kadar görülmeyen -veya öyle davranılan-bir lüzumu ortaya koyuyordu: Mah­kemelerin istiklâli ve hâkim temina­tı mevzuunu, iyi niyetle ve yeni baş­tan ele almak..

Zira müstakil adalet, yalnız demok-ratik rejimin değil, insanca yaşama­nın ve tebaa değil vatandaş olmanın ilk şartıdır. Teminatlı ve müstakil hâkimlerin bulunmadığı bir memle­kette yalnız hürriyet ideali yok ol­makla kalmaz, cemiyet hayatının te­melini teşkil eden bütün kıymetler yok olur veya tehlikeye düşer. Gü-nün Şartları içinde kendilerini kuvvet­li veya "gözde" hissedenlerin bile em­niyeti müstakil adalete bağlıdır. Müs­takil adalet yoksa en kuvvetlinin duy-duğu emniyet hissi bile pek aldatıcı bir histir.

Kıbrıs "Harriman meselesi"

G ecen hafta bir "Patrikhane me-selesi"ne dönen Kıbrıs işi, bu

haftanın başında da, bütün gazeteler­de ve radyoda bir "Harriman mese­lesi" olup çıkmıştı.

New York eyaleti valisi Averell Harriman, meşhur siyasî papazı New York'a çağırıyordu. Seyaha­tin yapılıp yapılmıyacağı henüz meç­huldü. Fakat "kurt siyaset adamı" Harriman, davetinin Türkiyede uyan-dıracağı tepkileri i unutmuşa benzi­yordu. Nitekim Amerikalıların pek sevdiği demokratik metodlara uy-gun olarak. Türkiyenin dört bir ta­rafından New York'a protesto tel­grafları yağmaya başladı. Telgrafla­rın bir suretinin de Ankara Radyosu­na gönderilmesi unutulmuyordu.

New York'un Demokrat valisi yı­ğın halinde protesto veya tasvip tel­grafları almaya alışkındı. Bu, Ame­rikada olağan bir sevdi. Meselâ Kral Suud aleyhinde nutuklar veren New York şehri Belediye Başkanı Wag-ner de birçok Amerikalıdan tenkit mektupları almıştı. Fakat Harriman, ihtimal ilk defa, bu kadar, şiddetli bir dille yazılmış protestolar alıyor-d u . N e w York eyaletinin bir sözcüsü, gönderilen telgraflar hakkında hiç

AKİS, 27 NİSAN 1957 5

'bir şey söylememeyi tercih etmişti. Bu telgraflar Amerikada neşredile­cek olursa, aslında yerden göğe ka­dar haklı olmamıza rağmen u-yandıracağı intihanın lehimize ol­maması ihtimali kuvvetliydi. Har-riman'ın daveti yalnız Türkiyede infial uyandırmamıştı. İngiltere de New York valisinin teşebbüsün­den pek hoşlanmışa benzemiyor-du. Bilhassa Muhafazakâr Partinin müfrit unsurları öfke içindeydiler. Paul Williams, "Kıbrıs, henüz bir A-merikan müstemlekesi değildir" di­yordu.

Esasen Hârriman'ın siyasi bir gaf olduğunda zerre kadar şüphe ca­iz olmayan davet teşebbüsü, Kıbrıs meselesinin halliyle yakından veya u-zaktan ilgili değildi. Asıl mühim me­sele Türkiyenin Kıbrıs meselesine ha­yatî ehemmiyet verdiğinin, Türkiye

Lennox - Boyd ve Menderes Taksim fikri doğuyor

için tatminkâr görünmeyen bir hal çaresinin vahim neticeler doğurabi-

ileceğinin Amerikan Dış İşleri Bakan-lığına anlatılmasıydı. Hâdiseler, Cumhuriyet Hükümetinin geçmişte Amerikanın Kıbrıs Siyasetini dikkat­le takip etmediğini gösteriyordu.

Bu haftanın basında Pazartesi ge­cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata­cak bir iki. kelime elde etmek için 3P-atlarca boş yere beklediler. Senelik tatilini tamamlıyarak Türkiyeye dö­nen Amerikan Büyük Elcisi Fletcher "VVarren'in İstanbula koltuğunun al­tında hususî bir mesajla uçaktan ine­ceği tahmin ediliyordu. Böyle bir me­saj getirmediğini kat'i bir dille söy­leyen Büyük Elçi, gazetecileri suku­tu hayale uğrattı. Fakat Büyük El­

ci bazı gönüllere su serpmekten de geri kalmadı: Harriman'ın hareketi­nin Amerikan dış siyasetiyle uzaktan yakından bir münasebeti olamıyaca-ğını belirtti.

Ekselans Warren'in beyanatındaki bir cümleye gazetecilerin bilhassa zi-hinleri takıldı. Büyük Elci, "Ameri­kanın görüşlerinde bir değişiklik Ol­madığım" söylüyordu. Bu söz nasıl tefsir edilmeliydi ? Meşhur papazin serbest bırakıldığı günden beri, Cum-

huriyet Hükümetinin Amerika nez-dinde yaptığı teşebbüsler, State De-partment'ın görüşlerinde hiç bir de­ğişiklik yapmamış mıydı? Esasen Amerikanın Kıbrıs meselesi karşı* sındaki vasiyeti neydi? Bu sualleri Amerikan Büyük Elçisinin cevaplan­dırmasını beklemek beyhudeydi, Bu-nunla beraber sırf hâdiselere baka­rak," Amerikanın Kıbrıs siyaseti hak­kında bazı fikirler edinmek kabildi.

Amerikanın Kıbrıs politikası

Amerikanın Kıbrısla alâkadar ol­masının -stratejik sebeblerle- baş­

langıcı İkinci Dünya Harbinden, son­raya rastlıyordu. Yeşil Ada, Altıncı Amerikalı filosu için mükemmel bir üs olabilirdi. Atlantik Paktının imza­lanması Amerikaya, Napoli ve Giritte üsler sağlamıştı. Buna rağmen Ame­rikanın Kıbrısa alâkası gene de azal­mış değildi. Şimdi Amerika ve İngil­tere arasında Orta Doğu hakimiye­tini ele geçirme mücadelesinin sessiz­ce, fakat hararetle devam ettiği gün­lere dönelim: İngiltere, İran Ve Mı­sırda ciddî güçlüklerle karşı karşıya­dır. Amerika ise "müstemlekeci" İn-giltereye karşı milliyetçilik hareket­lerini desteklemektedir. Yunanistan-da 1947 sonundan itibaren ananevi İngiliz dostluğu, yerini Amerikaya terketmektedir.

O sıralarda yabancı basında çıkan yazılar, Amerikanın açıkça "Enosis"i desteklediğini gösteriyordu. Ameri­ka bu yardıma karşılık olarak, Kıb-rısta kendisine "üs verilmesini şart ko-şuyordu.Yunanistan üs vermeye ra­zı olduğu takdirde, Amerika "Eno-sis"in gerçekleşmesine yardım ede­cekti. Bu sırada Cumhuriyet Hüküme-ti ise, Türk-Yunan dostluğuna güve­nerek ve ihtimal bu dostluğu zedele­memek endişesiyle "Kıbrıs diye bir mesele yoktur" tezinde ısrar ediyor­du!

1952 Şubatında, İran ve Mısır buh­ranları had safhaya girdiği sıralarda, yetkili Amerikan kaynakları, Birle­şik Devletlerin B 36 ağır bombar­dıman uçakları için Kıbrısta bir hava üssü tesis etmeyi düşündü­ğünü bildiriyordu. Hatta bu husus-ta (Londra ile temaslar yapılıyor-du. Diğer taraftan Amerika Ati-nadaki faaliyetine de hız vermişti. Kıbrıstaki sendikaların komünist nü-fuzu altına düşmesini önlemek ve ko­münistlere karşı hür bir sendika teş-kil etmek için, Amerikan İş Federas­yonu Adada bir hayli dolar harcamış-

pecy

a

Page 6: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

YURTTA OLUP BİTENLER

tı. Gene yabancı basın, bu gaye için Enosis"e her yıl 300 bin dolar verildi­ğini yazmaktadır. Gene aynı tarihlerde. Amerikan tabiyetindeki meşhur At-henagoras. Fener Patrikhanesine dö­nüyordu. Tesadüfün garip bir tecelli-Si, gene o sıralarda iki yıllık bir A-merika seyahatinden dönen Makari-os, Kıbrısta "Enosis" hareketinin li­derliğine ele alıyordu!

Bu durum 1953'e kadar böylece devam etti. Fakat 1953 Şubatında İngiliz-Amerikan mücadelesi birden­bire sona erdi. İranda Musaddık'ın sonu gelmişti. Süveyş Kanalı mesele­si, Amerikanın gerek İngiltere, gerek Mısır üzerine yaptığı tazyikler saye­sinde hal yoluna girmişti. Bu değişik-lik yeni Dış İşleri Bakanı Dulles'ın yeni politikasının neticesiydi. Dıılles, Orta Doğuda İngiltereyle rekabet ye­rine anlaşmayı tercih etmişti. Kanal bölgesinden askerlerini çeken İngil-terenin Kıbrıs üssünü muhafazasını, Amerika mecburen kabul ediyordu. Bu sebeble Amerika 1953'ten sonra ''Enosis '' i desteklemekten vazgeçti. Bilakis Yunanistanın miliyetçi tema-yüllerini frenlemek için Atina üzerin­de tazyikler yapmaya başladı. Bu sı­ralarda Türkiyenin bir sualine cevap veren o zamanın Dış İşleri Bakanı MacMillan "İngilterenin Adadaki ha­kimiyetini devam ettireceğini"' söylü­yordu. Sir VVinston Churchill de Dış İşleri Bakanının sözlerini teyid edi­yordu: "Majestelerinin hükümeti, A-da üzerindeki bir hakimiyet değişik­liğini kat'iyen düşünmemektedir".

İngiltereden Kıbrısı terketmeyece-ğıne dair bu garantiyi alan Cumhuri­yet Hükümeti bu tarihlerde Adada statükonun muhafazası lehinde vazi­yet alıyordu.. Eğer İngilizler Adayı

Averel Harriman Çam devirme rekoru

KIBRIS DAVASI VE K ıbrıs dâvasının beynelmilel siya­

set sahasında almış olduğu va­siyet karşısında her Türkün yüre­ğinden yaralı bulunduğunda zerre­ce şüphe yoktur. Bilhassa son İki haftadan beri bütün yurtta hüküm süren, derin bir esef ve onun ka-dar kuvvetli bir infialdir. Yunanis­tan ve İngiltereden sonra memle­ketimizde kendisine karşı hakika­ten büyük bir sevgi, yürekten dost­luk beslenilen Amerikanın da milli arzularımızı hiçe sayarak fiilen aleyhte tavır takınması hayal kı-rıklığını arttıran belli başlı amil olmuştur. Haklı dâvamıza gösteri­len bu anlayışsızlığın sebeb olduğu ve olacağı hissi kırgınlığı mütte­fiklerimizin hesap etmeleri lâzım­dır. Kırgınlık zaman saman çok sert, hatta tasvibi caiz sayılmaya­cak kaba kelimeler şeklinde teza­hür ederse, bilhassa Amerikalıla­rın bunu milletçe duyulan esefe at­fetmeleri icap eder. Rüzgâr ekenin yağmur biçtiği, karşılığı her lisanda olan bir sözdür.

Fakat Kıbrıs dâvasının bugünkü halinden dolayı bütün kabahati başkalarının anlayışsızlığında, ka­sıtlı tutumlarında aramak yapılma­sı lâzımgelen en son harekettir. Bu yola sapmak, bulunması şart olan hal çaresini uzaklaştırmaktan başka işe yaramaz. Kıbrıs politi­kamızın, işin tâ başından beri ha­talı olduğu öylesine aşikâr, yaptı­ğımız strateji ve taktik hataları e kadar büyüktür ki bunları hesaba katmaksızın bizi anlamayanlara kızmak asla fayda vermiyecektir. Dâvamızı anlatamadığımız daha acı, ama mutlaka daha doğru bir itiraftır..

Cumhuriyet hükümetleri 1923' den bu yana tarihte yer alacak iki büyük, siyasi zafer kazanmışlardır. Bunların biri Halayın sadece poli­tik yollardan Fransanın elinden çe­kip alınarak anavatana ilhakı, di-ğeri de gene sadece politik yollar-dan Türkiyenin İkinci Dünya Har­binin kan, gözyaşı ve hara harabesinden uzak tutulmasıdır. Her iki halde de beynelmilel siyaset sahasındaki vasiyetimizin bugünküyle kıyas kabul etmiyecek kadar az avantaj­lı olduğu bir hakikattir. Bugünkü konjonktür Türkiyeyi Doğu ile Ba­tının birleştiği yerde Batı için elzem bir kale haline sokmuştur: Kore meselesinde takındığımız uyanık ve basiretli tutum Türk Ordusunun ehemmiyetini herkese göstermiş­tir; komünizme karşı en ufak tavi­zi vermiyecek bir millet olmamız biri emniyet uyandıran dost hali­ne getirmiştir. Yalnız Amerika için değil İngiltere için de son derece

ehemmiyetli bir müttefik sayıldı­ğımız muhakkaktır. O halde; avan­tajsız şartlar altında Hatay dâva­sını ve harpten uzak kalma başarı­sını kazanmışken Cumhuriyet tari-tilmizin en avantajlı bir devresinde Kıbrıs işi niçin aleyhimizde geliş­miştir ve aleyhimizde gelişmekte­dir?

Bunun birinci sebebi Hatay da-vasında ve İkinci Dünya Harbi Sı­rasında hâdiselere, hâdiseleri ya-ratan faktörlere, nihayet karşı ta­raflara son derece doğru teşhisler koyduğumuz halde buğun böyle bir melekeden mahrum olmamızdır. Siyasette başarının en mühim un-suru, teşhiste yanılmamaktır. Ha­riciyemiz Kıbrıs diye bir meselenin mevcudiyetini senelerce inatla İn­kâr etmiş, Yunanlılar tarafından atlatılmıştır. Yunanistan bugün meyvalarını topladığı fideleri di­kerken Türkiye hareketsiz kalmış, 1950-1953 yılları romantik, fakat alâyişli, mizanseni bol bir "Yunan dostluğu" büyüsü içinde geçirilmiş tir. Hariciyemiz o ataletile bugün­kü durumun başlıca mesulü ol­muştur. Atı alan Üsküdarı geçtik­ten, dünya umumi efkârı Yunan te­zine sempatik hale geldikten sonra, Kıbrıs meselesinde bir de Türkiye­nin bulunduğu hakikati pes perde­den söylenilmeye başlanmıştı. Ha­riciyemiz yanlış teşhisi sadece Yu-nanistana koymamıştır. İngiltere ve Amerikanın tutumları hususun­daki tahminler de daima hatalı çık­mış, bu iki memlekette umumi ef­kârın hayati ehemmiyeti hiçe sa­yılmak istenmiştir.. Hariciyemiz nasıl iktisadi sahada "borçlan borçlanabildiğin kadar, bize muh­taç olan zengin dostlar öder" for­mülü tavsiyesiyle bugünkü sıkın-tılı, ıstıraplı,' durumun müsebbibi olmuşsa. Kıbrıs dâvasında da "İn­giltere ye Amerika Adayı vermez" teranesiyle yanlış politika gütmüş­tür. Hakikatler belirmeye başlayın-ca ise, tenakuzları tenakuzlar ta­kip etmiştir. Netice meydandadır.

Bu neticeyi doğuran ikinci bir sebeb İktidarın kendini ve Türk umumi efkârını bir takım hayali zaferlerle oyalamayı tercih etmiş olmasıdır. Basının vazifesini yap-mamış bulunması da hakikatlerin daima başka türlü aksettirilmesi-ni kolaylaştırmıştır. Ta meşhur Londra Konferansından bert gaze-telerimizde "Yunan tezi perişan ol­du" manşetinden geçilmemiş, İngil­terenin, Amerikanın Türk tezini des­tekledikleri mütemadiyen ilan o-

lunmuştur. Zafer çelenkleri yurt dışına çıkan her. temsilcimizin ha-

6 AKİS , 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 7: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

BİZ HEPİMİZİN gına geçirilmiş, yanlış teşhisi yan­lış aksettirmeler takip etmiştir. İki nutukla dâvaların halledilebile­ceği inancı yayılmak istenmiş, böy­le bir nutku "Yunanistanda panik", «İngilterede korku", "Amerikada

dehşet" gibi güvercinli ajansların haberleri takip etmiştir. İngiltere Taksimi tünelin ucunda bir ihtimal olarak işaret ederken, sanki Tak­sim oldu bitti gibi gösterilmiş, Bir­leşmiş Milletlerin, muğlak kararı Türk zaferi olarak İlân edilmiş, A-merikadan fatih edaları ile dönül­müş, parlak beyanatlar yapılmış, daha fenası bu yanlış haberler ü-zerine politika bina edilmiş; İkaz­lara, vaziyetin böyle olmadığını söyliyenlere kulaklar tıkalı kal­mıştır. Yunanistanı bilmek lâzımdı, İngiltereyi tanımak lâzımdı, Ame-rikadan koku almak şarttı. Halbu­ki hakikat hiç te görülmiyecek gi-bi değildi ve bunu söylemeye cesa­ret edenler pek âlâ söylemişlerdi. Evvelâ Adada, Adadaki hâdiselerin Türk pertavsızından geçirilerek dünyaya aksettirilmesiyle kazanıla­cak başarı, her şeyden çok bunlar yapılmadığı için gün geçtikçe sa­hillerimizden uzaklaşmıştır. Biz Hatayı başka türlü mü anavatana kazandırmıştık? Kıbrısta, hak ba­kımından Hatayda olduğumuzdan daha az kuvvetli değildik.

Hiç olmazsa mesele vuzuh ka­zandığında Kıbrısı Türkiyede iktida­rın ve muhalefetin müşterek meselesi 'haline getirebilirdik. Halbuki İktidar bu mevzuda Muhalefet liderleriyle aynı masa başında oturmaktan hile kaçınmış, bu mevzuda inanılmaz bir inat göstermiştir. Hatta Kıbrıslı Türk liderlerin bile -ki onlar da yüksek çapta olmadıklarını belli etmişlerdir- Muhalefetle teması mümkün kılınmamıştır. Yunanis-tanda İktidar ve Muhalefet bir de-mokraside olduğu şekilde Kıbrıs deyince müttehit bir manzara gös­terip beynelmilel siyaset sahasına çıkarken biz bir türlü Mecliste tem-sil edilen partilerin başkanlarını fikir mübadelesi yaparken göreme-mişizdir. Bu yapılabilseydi, belki Cumhurivet Hükümeti hâdiselere daha doğru teşhis koyma imkânını kazanacaktı.

*

Bunlarla acı hakikatlar olduğun­da hiç kimse gibi biz de müte­

reddit deliliz. Ama işin ta başından beri hâdiselere Türk basınının bü­yük ekseriyetinden ve zaman za-man Cumhuriyet hükümetinden de­ğişik teşhis koyan AKİS'in milletçe üzüntü duyduğumuz şu anda yeni­den -bizim kanaatimizce- yanlışlık-

AKİS , 27 NİSAN 1957

GÜNAHI lar yapılması ihtimali karşısında bu acı hakikatları söylemek cesaretini göstermemesi sadece AKİS hüviye-tine değil, aynı zamanda vatanımı-zın yüksek menfaatlerine hıyanet olurdu

Şu anda bize lâzım olan büyük bir soğukkanlılık ve ondan da ileri bir realizmdir. Basınımızda çıkan bazı tahrikkâr yazıları tasvip et­meye imkan yoktur. Kılıcı çekip yürümek teraneleri ancak kitleleri zararlı yollara sürükler. Bu bakım­dan Cumhuriyet Hükümetinin ta­kındığı tavrı uygun bulmamak im­kânsızdır. Şunu kafamıza koyma­lıyız ki İngiltere ve Fransa gibi İki büyük devletin "Süveyş seferi" akıbetinin cereyan ettiği bir devir­de Kıbrıs isi mutlaka ve mutlaka masa başında halledilecek; başka yola sapan, dünya efkârını kendi aleyhine çevirmekten başka netice alamıyacaktır. Bu, Yunanistan için olduğu gibi Türkiye için de böyle­dir. Üstelik jeopolitik durumumu­zun bizi maceralara heveslendiremi-yeceği muhakkaktır.

Politika sahasında ise her şey he­nüz kaybolmuş değildir. Yapılacak 1 numaralı iş Çankayada Devlet Başkanının huzurunda Mecliste temsil edilen partiler liderlerinin derhal bir araya gelmeleri ve Tür-kiyenin tutumunu, kararını ilân et­meleridir. Böyle bir hareket İktida­rı ancak ve ancak büyültecektir. İ-kincisi, Amerikanın tutumundaki hatayı ve bizim azmimizi Amerika-ya, Harrimana galiz kelimelerle küfretmek suretiyle değil, ağırbaşlı ama kat'i bir lisanla Amerika Devletinin mümessillerine anlat­maktır. Amerika umumî efkârı­nı kazanma yarışında Yunanlılar­dan' pek peride bulunduğumuza göre, günün meselesi Amerika hü­kümetini basirete davet etmek­tir. Bunların ise, imkânlarımız he­saplanarak, doğru teşhis konula­rak yapılması şarttır. Türkiyenin malik bulunduğu avantajlar, Kıb-rısı ürküttüğümüz akıbetten kurta­rabilecek kadar kuvvetlidir. Mesele bunları gerektiği gibi kullanmak­tır.

Henüz herşeyin kaybedilmemiş bulunması hakikati kafalarımızda yer bulursa, komplekslerimizden kurtulur, hatalarımızda ısrar et­mezsek ve politikada hislerimiz­den tecrit edilmiş olarak düşünme-yi bilirsek, varsın Atina Makariosu Olimpustan gelen Jüpiter gibi kar­şılasın. Adadaki haklarımızın zer­resine ne bugün, ne de yarın halel gelir.

AKİS

YURTTA OLUP BİTENLER

Fletcher Warren "Değişen bir şey yok!"

terkederlerse, Kıbrıs Türkiyenin ola­caktı.

Amerika, İngiltereye verdiği sözü Bermuda konferansına kadar tuttu. Kıbrıs meselesini Birleşmiş Milletlere getiren Yunanistanı desteklemedi. Radcliffe Anayasasının kabul etme­si için Yunanistan üzerinde tazyikler­de bulundu. Yunan basınında Ameri­ka aleyhinde neşriyatın başlaması da bu tazyiklerin neticesiydi. Atinada nötralist temayüller baş gösteriyor­du. Bu sırada Yunanistanı ziyaret e-den Sovyet Dış İşleri Bakanı Şepilof, Atinada hararetle karşılandı. Balkan Paktının iki üyesi olan Yunanistan ve Yugoslavya arasında dostluk bağ­ları da bu sırada çok kuvvet kazandı. Amerikada, Ruslarla yeniden arası düzelen Yugoslavyanın tekrar komü­nist blokuna dönmesinden endişe edi­liyordu. Amerika Yunanistanın nöt-ralizme düşmesinden de ciddi olarak endişeye başlamıştı. Batıya taraftar Karamanlis hükümetini tutmak ge­rektiğini düşünüyordu. Karamanlis düşerse, yerini daha müfrit biri ala­caktı. Bu sebeble, Amerikayı ziyare­tinde Karamanlis Başkan Eisenho-wer tarafından gayet samimî bir şe­kilde karşılandı.

Süveyş seferinden sonra

T alihsiz Süveyş Seferi,, Orta Do­ğudaki dununu değiştirmedeydi; A-

meri'ka, itidal tavsiye etmesine rağ-men İngiltereyi desteklemeye muhte­melen devam edecekti. Fakat Süveyş seferi Orta Dokudaki durumu değiş-tirmişti. Resmî nutuklarda ne söyle­nirse söylensin, bu bölgedeki İngiliz nüfuzu sona eriyordu. Amerika, Ei-

pecy

a

Page 8: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

YURTTA OLUP BİTENLER

senhower doktriniyle İngilterenin ye­rini alıyordu. Kıbrıstaki hakimiyetini devam ettirmek artık İngiltere için hayati değildi. Bermuda'da İngilte­re ve Amerikanın yeni durum muva­cehesinde Kıbrıs görüşlerini müştere-ken tadil ettikleri muhakkaktı. Yu-nanistanı tatrnin. etmek için artık stratejik mülâhazalar bir mâni teşkil etmiyordu, Meşhur siyasî papazın serbest bırakılması, Ada meselesinin halli yolunda atılmış ilk adımdı,

Cumhuriyet Hükümeti, durum bu hale gelmezden önce, Lennox-Boyd'-un bir beyanatından mülhem olarak Kibrisin taksimi tezini kabul ediyor­du. İngiliz Müstemlekeler Bakanı i-çin Taksim, "nihaî bir hal çaresi'' idi. Yani İngiltere, diğer bütün yol­lar denendikten sonra, Taksimi son çare olarak düşünüyordu. Hâdiseler, İngilterenin son çareye baş vurmaz­dan önce, diğer hal çarelerini dene­yeceğini gösteriyordu. Nitekim İn­giltere son zamanlarda Taksimden hiç bahsetmez olmuştu. Cumhuriyet Hükümeti, Taksim fikrine sarılmak­la muhtemelen acele etmiş ve manev­ra kabiliyetini zayıflatmıştı.

Adada durum

Siyasî Papaz Atinada Londra yol­culuğu için hazırlıklarını yapar­

ken, İngiliz Savunma Bakam Dun-can Sandys de Kıbrısa geliyordu. Se­yahatin sebebi açıklanmamıştı. Chur-chill'in damadı Adada son derece giz­li tutulan temaslarda bulunmuştu. Lefkoşe mahreçli haberlerde Sa­vunma Bakanının Kıbrıslı Rumları muhtariyet fikrini kabule yanaştır­maya çalıştığını gösteriyordu. Self-Determination prensibinin tatbikine şimdilik durum müsait değildi. Sa­vunma Bakam bunun birkaç yıl sonra mümkün olabileceğim söylü­yordu. Lefkeşeden gelen bu haberle­rin sıhhati şüpheyle karşılanmalıy­dı, Ama İngilterenin Kıbrısı Yunanlı­lara verme vaadları yeni değildi. Da-ha 1878'de General Wolseley, Osman-lı İmparatorluğundan Adayı teslim almaya geldiği zaman kendisini kar­şılamaya gelen Patrik "İngiltere. Kibrisin Yunanistana ilhakına yar­dım etmek için buraya geldi" diyor­du. O zamanın Başbakanı Gladstone da Patrikten farklı konuşmuyordu: "Kıbrıslılar Yunanlı kardeşleriyle bir­leşmeyi son derece arzu etmektedir­ler. İngilterenin Kıbrıslıların vatan­perverliğine silâhla mukabele etmi-yeceği muhakkaktır".

İngilterenin vaadları bu müstemle-keci edebiyatından da ibaret değildi. Birinci Dünya Harbinde de İngiltere Yunanistanı harbe girmeye ikna için gene Kıbrısı peşkeş çekmişti. Joseph Ğhamberlain, Ramsay Macdonald gi­bi devlet adamlarının da Yunan tezi­ne taraftar oldukları biliniyordu. Bu düşüncelerin izlerine bugün bile İn­giliz halk efkârında rastlamak müm­kündü. Nitekim geçen hafta İstan-bulda, geçen İşçi Partisinin Dış İşleri sözcüsü Beyan da nezaket icabı son

Patrik Athenagoras New York'tan İstanbula

derece kapalı ve ihtiyatlı konuşması­na rağmen milletlerin kendi kendim idaresinden bahsetmişti.

Ama bu madalyonun sadece bir yü­züydü. Öteki yüzde Adada yaşıyan 120 Un Türkün ve bütün Türkiyenin son derece haklı, fakat dünya efkâ­rına mal' edilemiyen düşünceleri var­dı.

Kıbrıs meselesindeki son dolayısıy­la, Adalı Türkler ciddî endişeler için­deydiler. Düne kadar İngiliz makam­ları Kıbrıslı Türklerle sıkı işbirliği yapıyordu. Adaya girip çıkanları gö­zetleyen. Türk gümrükçülerdi. Bir­çok mühim idarî mevkileri Türkler işgal ediyordu. Polis vazifesini Türk­ler yapıyordu. Ama birdenbire Ada­daki İngiliz askerleri Rumlarla sar­maş dolaş olmuşlar, çetecilerin tes­lim olmamasına rağmen Türk polis­lerin ellerindeki silâhlar geri alınmış­tı. 23 Nisan Milli Hakimiyet bayra­mını kutluyan gençlerin elinden Po­lis Müdürü Türk bayrağım almaya kalkışmıştı. Düne kadar güvercinler ve Yunanlı çetecilerle savaşta "bü­yük muvaffakiyetler" gösteren Ma­reşal Harding'in de durumu değişi­vermişti. Meşhur papazın serbest bı­rakılmasına şiddetle muhalefet etti­ği söylenen Mareşalin halen, Londra konuşmalarına katılacak bir Türk temsilcisi aramakla meşgul bulundu­ğundan bahsediliyordu!

Makarios'un "sâdık" dostu İngiliz milletvekili Noel Baker'in verdiği be­yanat da pek yürek ferahlatıcı değil­di. Harding 127 komünisti serbest bı­rakmıştı; diğer taraftan emniyet ted-birlerini gevşetiyordu. Harding'e gö-re İngilterenin meşhur siyasî papazı serbest bırakmasının sebebi şuydu:

Böylece Kıbrıslı Yunanlılar, İn­gilterenin bu sefer hakikaten anlaş­maya hazır olduğu hususunda ikna e-dileceklerdi.

Ama Kıbrıslı» Türklerin endişesi de bu anlaşmaydı. Adadaki huzursuz­luk ve üzüntü gittikçe artıyordu. A* dadaki Türklerin gözleri Ankaraya çevrilmişti.

Sessizliğin arkası

F akat Cumhuriyet Hükümeti sus­makta devam ediyordu. Makari­

os'un serbest bırakılmasından sonra Başbakan Menderes, tek bir beyanat­ta bulunmuştu. Bunda da Kıbrıs mev­zuuna temas etmemiş, Yunan hükü­metinin cidden çok garip ve uygun­suz hareket tarzına dikkati çekmekle iktifa etmişti. Yunan Hükümetinin Makarios'a tertiplediği karşılama töreni hakikaten gülünçtü; hakika­ten milletlerarası usullere aykırıydı.

D I Ş

AKİS, 17 NİSAN 1957

Fransız ihtilâlinin tarihi tetkik edil-diği vakit, tek bir şahsın çeyrek

asırdan fazla müddet haricî siyasete hâkim olduğu görülür. İhtilâlin baş­langıcından Restorasyona kadar, Fransa müteaddit defalar rejim de­ğiştirmiştir. Her rejim değişikliği, sa­yısız insanların mevkilerinden ayrıl­malarına, hapse atılmalarına ve hat­tâ giyotine gönderilmelerine sebebi-yet vermiştir. F a k a t , dahili mesele­lerin, idarî ve içtimaî müesseseleri köklerinden söken fırtınalara sahne olduğu devirlerde, Talleyrand, Fran­sız hariciyesinin dizginlerini elinde tutmuştur. Onun şahsiyet ve nüfuzu, Napolyon harplerinden mağlûp çık­masına rağmen, Fransanın büyük devletler camiasında yerini muhafa­za etmesine âmil olmuştur.

Metternich de, aynı asırda, bünyesi tedricen zayıflayan Avusturya - Ma­caristan İmparatorluğunun mukad­deratına istikamet vermiş bir devlet adamıdır. Avusturya - Macaristan or­dularının Napolyon karşısında Viya-naya kadar gerilediği günlerden XIX. Asır ortalarına kadar, Metternich, Avrupa meseleleri üzerinde söz sahi­bi sayılı şahsiyetler arasında mevki almıştır. Onun siyasetten çekilmesi, büyük bir İmparatorluğun kuvvetler muvazenesinde oynadığı rolü ehem­miyetten düşürmüştür.

Kraliçe Viktoria'nın hayata gözle­rini kapadığı gün, saray bahçesinde iki devlet adamı arasında dikkata şa­yan bir muhavere cereyan ediyordu. Bu iki şahıstan biri, Muhafazakâr Part i lideri Lord Salisbury idi. Salis-bury, muhatabına Victoria devrinin hususiyetlerini anlatıyordu. Kraliçe­nin y a r ı m asrı 'tecavüz eden saltana­ta esnasında, İngiltere dünyanın en büyük, kuvvetli ileri ve müreffeh

8

pecy

a

Page 9: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

Başbakan, İngiltereye ufak bir ta­rizde bulunmayı da ihmal etmemişti: İngiltere Makarios'u salmakla hata etmişti.

Başbakan buna rağmen İngilterey-le olan münasebetlerimizin son derece dostane olduğunu da sözlerine ilâve ediyordu. Dostane olmıyan münase­betlerimiz Yunanistanla aramızda-kilerdi.. Kasım Gülekin bahsettiği "Atatürk-Venizelos" havasından çok, ama çok uzaktaydık. Bu haftanın ba­şında Atinadaki Büyük Elçimiz Set-tar İlkselle konuşan Dış İşleri Bakanı Averof, hükümetinin Türkiye ila olan münasebetlerindeki muhtemel deği­şikliklerden söz açtı. Hariciyemiz de iki memleket arasındaki münasebet­lerin gözden geçirilmeye muhtaç bu­lunduğunu ihsas ediyordu. Durumun şimdiye kadar erişilmemiş derecede gergin bulunduğu muhakkaktı.

Milletin gözü, hükümete çevrikti.

Mecliste temsil edilen bütün siyasi partilerin liderleriyle yapılacak te­maslardan sonra ilân edilecek ener­jik bir hareket tarzı, bütün gönüller re ferahlık ve güven getirecekti.

Bu iş için, henüz geç kalınmış de­ğildi.

C. H. P. Seçimler yaklaşırken

Bu haftanın başında, kapısının ü-zerindeki afişlerde ''meşhur dan­

söz" Siham Muhammed' in şark dans­ları yaptığı ilâh edilen Samanpaza-rındaki Esenpark gazinosunda C.H.-P. Ankara İl teşkilâtı bir "iç mesele­si" ni halletmek üzere toplandı ve et­rafında çok .gürültü, koparılan bu mesele üzerinde iki grup hesaaplaştı''

Esenparktaki toplantı, olağanüstü Ankara İl Kongresiydi. Asıl kongre

YURTTA OLUP BİTENLER

geçen yılın son ayında yapılmış, fa­kat bu kongrenin seçtiği idare heye­ti C.H,P. nin bazı çevrelerinde jyi karşılanmadığı için, az sonra, tüzük hükümleri zorlanarak kongrenin tek­rarlanmasını temin maksadıyla bir grup faaliyete geçmişti.' Kongrenin tekrarım isteyenlerin ellerinde, cidden kuvvetli bir usul manivelası mevcut­tu: 18 Aralık 1956'da toplanan C.H.P. Ankara İl Kongresine katılan dele­gelerin sayısı, teşkilâta kayıtlı üye­lere nisbetle çok, ama çok fazlaydı. Üye defterlerindeki' intizamsızlık ve­ya daha başka sebeblerle, İl kong­resinin fazla sayıda delegenin iştira-kıyla yapılması, tüzük hükümlerine göre, Kongrenin kararlarını ve İdare Heyeti seçimlerini hükümsüz kılıyor­du. Son aylarda sık sık bahsedilen "C.H.P. nin Ankara İl teşkilatındaki huzursuzluk" işte bundan ibaretti.

Tüzüğü rafa kaldırmaktansa, An-

P O L İ T İ K A Y A DAİR....

İmparatorluğu haline gelmişti. Salis-bury'ye göre. Büyük Britanyanın o parlak devirde diğer memleketlere nazaran her bakımdan üstün mevkie geçmesi kadar tabiî bir şey olamazdı, "çünkü Victoria'nın uzun süren sal­tanatı boyunca İngiltere adalarından birkaç hakiki büyük devlet adamı çıkmıştı".

Memleketlerinin harici siyasetleri­ne şahsî gayretleriyle kıymetli hiz­metler ifa eden ' hükümet ricaline Türkiyede de rastlamak kabildir. Ge-çen asırda, bu kategoriye giren siya­sî şahsiyetlerden biri, Âli Paşa idi. Birgün Bismark'a satmak üzere Âli Paşanın terekesinden olduğu söyle­nen bir hokka takımı getirirler. Bis-mark hokka takımını düşünceli bir tavırla elinde, bir müddet evirip çe­virir. Prusyalı prensin yakınları, ü-zerinde mürekkep lekeleri olan bu es­ki yazı takımına niçin bu kadar e-hemmiyet verdiğini kendisinden so­rarlar.Bismark cevaben der ki: "Ali Paşanın koskoca şark meselesini bu hokkanın neresine, sığdırdığını me­rak ettim".

Türkiyenin haricî, siyasette kazan­dığı son zafer, Hatay meselesidir. Ha­tay ihtilâfının had safhasına eriştiği ve harp iktimallerinden bahsedildiği günlerde, Pariste bulunan bir yaban­cı gazeteci şunları söylemişti: "Bu memleketin nüfûsu Türkiyenin iki mislinden fazladı, Fransız ordusu, son harpte asrın en büyük askeri muvaffakiyetini elde etmiştir. Fran-sanın sinai kuvveti ve mali takati, birçok memleketlerden üstündür. Fransız hariciyesi de, İskenderun ve Antakyayı size, b a k m a m a ğ a karar­lı gözüküyor. Fakat ben Atatürk'ün sonunu hesaplamadan hiç bir teşeb­büse girişmiyeceğini biliyorum. Öy-

le zannediyorum ki, herşeye rağ­men, Hatayı anavatan topraklarına kazanacaksınız!''

Zekâları, görüşleri, bilgileri ve ve hesaplı hareketleri ile en tehlike­li ihtilâfları kan dökmeden diploma­tik zaferlerle neticelendirebilmenin tılsımına sahip olan devlet adamla­rım yetiştirebilmek, milletler için en büyük mazhariyettir. Devlet ada­mı, hâdiseler karşısında insiyatifi el­den kaçırdığı ve emri vakilere boyun eğdiği takdirde, takip ettiği haricî siyâsetin sönük kalması gayrı kabili içtinaptır. Fevri; hareket eden re fa­aliyet göstermek hevesiyle yanlış adımlar atan iktidar sahiplerinin memleketlerine verdikleri zararlar ise saymakla bitmiyecek kadar çok­tur.

Mutlakiyet ve istibdat rejimlerin­de, harici siyasetin akıbeti, iktidar sahiplerinin adam seçme ve millet­lerarası meseleleri anlama kabili­yetlerine bağlı kalmaktadır. Uzağı görebilen ve hâdiselerin mânasını kavrayabilen şefler, icabında kendi siyasî mezheplerini benimsiyen eh­liyetlerin de yardımlarım istemek­te tereddüd etmemektedirler. Na-polyon'un Hariciye nazırlığına, Tai-leyrand'ı tâyin etmesi, bu hususta misal gösterilebilir. Napolyon'dan birbuçuk aşır sonra Avrupada ikin-ci defa olarak "yeni nizam" kurma-ğa kalkışan diğer bir devlet reisinin işe, tam aksini yaptığı malûmdur. Bir onbaşı kafasile dünya haritası­na şekil vermek istediği söylenen Hitler, parti taassubunun tesiri al­tında gözleri kolaylıkla kararabilen bir adamdı. Napolyon'un yaptığı gi­bi, Hariciye nezaretine müstakil şahsiyetli ehliyetler aramağı hatı­rından bile geçirmesine ihtimal yok-

Feridun ERGİN

tu. Bir kapris neticesinde Hariciye nazırlığına bir şarap tacirini getir­mesi, hiç şüphesiz, Almanyanın a-leyhine olmuştur.

Demokrasilerde de, haricî siyase­tin ehliyetli şahsiyetler tarafından idare edilmesi her zaman mümkün olamamaktadır. Hayatta, insanların yüksek mevkilere geçebilmelerini kolaylaştıran vasıflarla bu mevki­lerde muvaffakiyetle hizmet etme­lerini sağlayan hasletler aynı değil­dir. Bir şâhıs siyaset hayatında yük­selebilmek için mahallî denemeler­den ve seçimlerden muzaffer çık­mak, parlamento manevralarında maharet göstermek, kongrelerde ek­seriyet toplamak, kulislerde tertip­lerini muvaffakiyetle tatbik etmek, muhtelif Usullerle rakiplerinden kur­tulmak ve liderlerin "nabzına göre şerbet vermek" mecburiyetindedir fakat siyasetin kademelerini adım adım çıkarak yüksek mevkilere u-laşanlar, çok defa diplomasi veya iktisat sahasında kendi kapasiteleri­ni asan meselelerle karşılaşmakta­dırlar.

Partilerde, kuvvet ve kudret, o-cak kademesinde cereyan eden si­yasî muameleleri idare hususunda ihtisas kazanmış ellere mevdu bu­lunabilir. Kalabalık kadrolara sa­hip siyasî teşekküller dâhi, harici siyasette şartların.- icap ettirdiği va­sıflara sahip elemanları kendi bün­yelerinden çıkartamıyabilirler. Böy-le vaziyetlerde, haricî siyasetin ileri-si, liderlerin haleti ruhiyesine tâbi kalmaktadır. Adanı seçerken mem­leket menfaatlerini particilik taas­subundan üstün tutmasını bilen ve bilmeyen liderler arasındaki farka göre, harici (Siyasetin neticeleri tarih­te iftiharla veya üzüntü ile, anılmak-tadır.

AKİS , 27 NİSAN 1957 9

pecy

a

Page 10: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

YURTTA OLUP BİTENLER

ve ehemmiyet sırasıyla Genel Sekrete­rin konuşmasında yer alıyordu. Ama her şeye rağmen Kasım Gülekin ko­nuşması, üzerinde durulacak ehemmi­yetteydi. Gülek: "Seçim Kanununda değişiklik yapılmadan, radyodan isti­fade edilmeden, toplantıları meneden kanunlar yürürlükten kaldırılmadan ve Basın lâyıkiyle vazifesini başara-madan hür bir seçim asla yapılamaz. Bu ise, Türkiyenin dışarda itibarını kaybetmesi demektir ki, buna kimse­nin gönlü razı olmaz. Gerekli deği­şikliklerin yapılması, iktidarın en ö-nemli borçlarından biridir.,." diyordu.

İ s t a n b u l

Esenparktaki C. H. P. İl kongresinde dinleyiciler Hariçten şarkı istemek zabıta emriyle yasak!.

kara teşkilâtında şifaya kavuşturu­cu bir ameliyata girişmenin daha doğru olacağını isabetle kestiren Part i Meclisi, son toplantısında bu meseleyi de ele almış ve Cahid Za-mangil tarafından kurulan bir müte­şebbis heyeti en kısa zamanda Anka­ra İl kongresini tekrar toplamakla vazifelendirmişti. Müteşebbis heyet defterleri incelemiş ve kongrenin üye sayısına göre değil de her 10 ocak için bir delege hesabıyla gönderilecek delegelerden teşekkülünü uygun gör­müştü. Bu sebeble Pazartesi günü E-senpark gazinosundaki olağanüstü kongrede delegeden çok, dinleyici vardı. Ama anlaşıldı ki 237 delege ile gürültülü bir kongre yapmak pek âlâ mümkündü. Olağanüstü kongre­ye, ismi ile mütenasip hazırlıklarla gelen iki grubun da dağarcıkları bir hayli doluydu. İki taraf ta dağarcık­larına doldurdukları ithamları karşı tarafa savurmak için bol bol vakit ve mekân buldular. Neticede secimler, itiraz edilen kongrede seçilen ve bi­lâhare Genel İdare Kurulu tarafından işten el çektirilen eski İdare heyeti­nin tekrar vazifeye getirildiğini gös­terdi.İbrahim Saffet Omay, birkaç haftalık bir .' hasretten sonra sevgili "İl başkam" ünvanına yeniden kavu­şuyordu.

Ama Esenparktaki kongrenin en alâka çekici adamı C.H.P. Genel Sek­reteri oldu. Kasım Gülek'in "oruçlu" olduğu hazır bulunanlar tarafından biliniyordu. Bilmiyenler de Genel Sekreterin basili sıralarında oturan ve sigara içen aşina gazetecilere, si­garalarım söndürmeleri' için' yaptığı dostça işmarlarla durumu öğrendiler.

Y a s a k b ö l g e

I lık bahar günlerine vardığımız ve yazın pek yakın olduğu şu gün­

lerde, İmar hamlesinin toz toprağın­dan kurtulmak için Küçüksuya gidip hem Boğazın sularını seyretmeyi, hem de temiz kır havası almayı hayal eden İstanbullular mevcutsa, onlara haber verelim ki boş yere hayal kurmasın­lar. Zira İstanbul Belediyesinin bir "rica''sı üzerine Denizcilik Bankası­nın Şehir Hatları İşletmesi, geçen se­ne 70 bin lira sarfıyla inşa ettirilen Küçüksu iskelesine Boğaz vapurları­nın uğramasını yasak etti. Üskü-darla Beykoz arasında işleyen otobüs­ler da artık Küçüksuya uğramadan geçiyorlar. Ama her şeye rağmen hu­susî otomobile sahip olan bahtiyarlar ile, taksi ile Küçüksuya gidecek kadar paralılar ve tabanlarına güvenen kah­ramanlar İstanbulun bu çok 'şirin ve tarihî mesire yerine gidebilecekler, bol gölgeli ağaçların, güzel manzara­lı Boğazın tadını çıkarabilecekler. A-ma bunlar da Boğazın serin sularına dalmanın zevkinden mahrum kala-

Küçüksu kasrının görünüşü Vapur dumanı dokunuyor

10 AKİS , 27 NİSAN 1957

Fakat gazeteciler daha çok Genel Sekreterin orucuyla değil, olağanüs-tü kongrede yapacağı konuşmayla il-gileniyorlardı. Nihayet Kasım Gülek de hemen üzerinde "Zabıta emri ile hariçten şarkı istenmesi yasakt ır" lâvhası asılı bulunan kürsüye çıktı. Genel Sekreter mutadı veçhile "her şey den "bir parça" bahsetti.De-mokrasi, seçim mücadelesi, köylerde, açılacak kampanya, Basın, emekliye sevkedilen hâkimler meselesi ve işçi sendikaları birliklerinin durumu boy

pecy

a

Page 11: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

Geçen Perşembe günü Ankara Adliyesinin koridorları Basına ve hürriyetlere alâka

caklardır. Zira Küçüksu plajı geçen yıldan beri Amerikalılar tarafından kiralanarak hususi bir klüp haline getirilmiş bulunuyor.

Küçüksu seferlerinin kaldırılması -nın sebebine gelince, bu, kırk yıl dü­şünülse gene bulunamazdı: Şehir hat­ları vapurlarının bacalarından savur­dukları kurumlar, kıymetli yabancı misafirlerimizin İkametine tahsis edi­len tarihî Küçüksu kasrının duvarla­rını is içinde bırakıyordu! Eee, bu ka­dar kuvvetli bir sebeb karşısında va­pur seferlerinin kaldırılmasına da ses çıkarılamazdı ya...

Vapur seferlerinin kaldırılmasın-. dan en çok üzüntü duyanlar ve güç­

lükle karşılaşanlar Küçüksuyun hay-ranları değil, sakinleri oldu. Geçen lerde Küçüksu civarında oturan 40 bin İstanbullu adına vapur seferleri­nin tekrar başlatılması için Başbaka­na, Ulaştırma Bakanına, İstanbul Va­lisine ve Denizcilik Bankasına tel­graflar çekildi. Şimdi 40 bin kadar İs­tanbullu bu telgrafların cevabını, ya­ni severlerinin tekrar başlamasını bekliyor. İktidara geçişlerinin ilk yıllarında

milli sarayları halka açık tutacağını ilan eden D.P. ileri gelenleri şimdi, hu saraylardan birinin yanından geçil­mesine bile mani olunması karsısın­da elbette bir şeyler yapacaklardı.

Basın Alâka uyandıran dâva

G eçen hafta Perşembe günü, An­kara Adliyesinde isi olanlar, ko­

ridorların daha öğleden üniversiteli­ler tarafından doldurulduğunu görün­ce o gün Toplu Basın Mahkemesinde gene bir AKİS dâvasına bakılacağı­nı ve halen cezaevinde bulunan Me­tili Tokerin de duruşmada hazır bu­lunacağını anladılar. AKİS dâvaları­nın umumi efkâr tarafından nasıl bü­yük bir alâkayla takip edildiğini göz­leriyle görmek isteyenlerin geçen Perşembe Ankara Adliyesine uğrayıp koridorlara şöyle bir göz atmaları faydasız değildi. Basın hürriyetinden ve hâkim teminatından çok sık bah­sedilen şu günlerde, davacılarının a-rasında bizzat Başbakan Adnan Men­deresin de yer aldığı bir basın dâvası, elbette son derece dikkati çekici ola­caktı.

Ama geçen Perşembe, daha öğle saatlarından itibaren Adliye koridor-lannı dolduran ve çoğu üniversiteliler olan meraklılar, o gün bakılan basın dâvalarını takip etmek imkânını bu­lamadılar. Zira savcılık duruşmanın sükûnet içinde cereyan etmesini temin için gereken tertibatı almakta gecik­memişti. Dinleyicilerin kalabalıklığı sebebiyle duruşmaya İkinci Ağır Ce­za Mahkemesi salonunda bakılacağı ilân edilince, kalabalık Ağır Caza sa­lamına aktı. Bu sırada Adliyeye cel-bedilen sivil ve resmi polislerle polis görevlisi jandarmalardan mürekkep emniyet kuvvetleri, basın dâvalarına

AKİS , 27 NİSAN 1957

bakılan Üçüncü Asliye Ceza Mahke­mesi önünde aşılması imkânsız bir kordon kurdular. Mahkeme salonuna sadece gazeteciler girebildi; Bir de Adliyeye o gün ilk defa kocasının du­ruşmasını takip için gelen Özden To-ker..

Jandarma refakatinde mahkemeye getirilen Metin Toker salona girip

YURTTA OLUP BİTENLER

sanık sandalyesine oturduğu zaman, havaya hâkim olan tenhalık ve ses­sizlikti. Az sonra müdahil avukatı meşhur Prof. Bülent Nuri Esen ve Tü-kerin avukatları Prof. Turhan Feyzi-oğlu ile Doçent Muammer Aksoy da yerlerini aldılar, duruşma başladı.

Bu defaki celse çok kısa sürdü ve duruşma 16 Mayıs Perşembe gününe talik edildi. AKİS'in -ve tabiî Metin Tokerin o gün iki dâvası daha var­dı; onlar da bazı müzekkerelerin ce­vabının gelmesine intizaren talik edil-diler.

Salonun dışında kalan 500'den faz­la dinleyici içerde olup bitenleri duya­bilmek için âdeta kulak kesilmişti. Bu sebeple koridorlarda da salonun sessizliği hüküm yürütmeye başla­mıştı. İşin tuhafı salonda bulunanlar da dışarda olup bitenleri merak edi­yorlardı. Zira emniyet barajının öte­sinde kalarak duruşmayı takip edemi-yenler, ümidi kesip koridorlardan ay­rılmış değillerdi. Dâvaya karşı duyu­lan alâka öylesine büyüktü. Bu alâ­kanın sebepleri biraz araştırılıp, bi­raz altı eşelenecek olursa görülecek olan neticelerden geleceğimiz ve de­mokrasimiz hakkında İnşirah duy­mamak imkânsızdı. Genç aydınlar kendileri gibi düşünenlerin, kendile­rine bu şekilde düşünme yolunda ör­nek teşkil edenlerin akıbetlerine ken­di akıbetleriymiş gibi alâka gösteri-yorlardı. Çok sevdikleri kürsülerinden ayrılan ilim adamları, günlerinin bir kısmını ailelerinden ayrı geçirmek zorunda kalan kalem sahipleri dönüp arkalarına baktıklarında, yarın ken­dileri gibi hareket etmekte zerre kir dar tereddüt göstermiyecek yüzlerce, binlerce gencin mevcudiyetini görü­yorlardı. Bu bile az şey değildi.

Metin Toker Kesilen, sadece saçıdır

11

pecy

a

Page 12: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

A K İ S M E C M U A S I YAZI

İ Ş L E R İ M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü N E

M ecmuanızın 11.4.1957 tarihli 153 üncü sayısında "kimse tarafın­

dan asla yenilemiyecek olanlar" baş-lığı altında neşrettiğiniz polemik ya­zı cemiyetimiz mensuplarını son dere «e Üzdüğü gibi, cemiyetimizin mâ­nevi şahsiyetini de rencide eder ma­hiyette görüldüğünden aşağıdaki hususların açıklanmasına zaruret hasıl olmuştur.

Adı geçen yazıda Uludağ'ın Millî Park haline getirilmesi hadisesi do-layısıyle Başvekile çekilen teşekkür telgrafı, bir istihfaf mevzuu olarak ele alınmıştır. Önce, kısaca bu mev­zua temas etmek isteriz.

Uludağ'ın Millî Park haline geti­rilmesi mevzuu, hayatiyeti siyasî bir zümrenin görüşünü yaymıya ve politika kavgalarına bağlı, satışını bu kabil polemik yazılarla idame ettirmeyi meslek edinmiş "Akis Mecmuası" için hiç bir manâ ifade etmez veya etmiyebilir.

Burada Bursanın turizm ve iklim dâvasından, Uludağ'ın Milli Park haline getirilmesinin uzun zaman-danberi yapılan mücadelesinden ve bu mücadelede Bursa gazetecileri olarak tükettiğimiz mürekkep ve sarfettiğimiz emekten bahsetmek te Akis'e verilmesi lâzım gelen ceva­bı teşkil etmiyecektir. Bunu iyi bi­liyoruz,

EMNİYET SANDIĞI 1957 Yılı

Tasarruf Hesapları İkramiyeleri

Çiftehavuzlar da

APARTMAN DAİRELERİ

Bahçelievler'de

A R S A L A R

Zengin PARA İKRAMİYELERİ

1 kişiye 120.000 Liralık

A YLIK GELİR ikramiyesi

ÖĞRENCİ Hesaplarına

35.000 Liralık

TAHSİL ikramiyeleri

olarak en az

500.000 Liradır.

2 Milyon Liralık Mesken Edinme Kredileri

( İpotek Karşılığı)

Bu memlekette bütün siyasi mü­cadelelerin dışında ve en az onlar kadar önemli bir çok meselelerin mevcudiyetini kabul etmemek, ge­rek ormancılık ve gerek' turistik fonksiyonları içinde Uludağ'ın, ya­rım milyonluk bir vilâyet için taşı­dığı ehemmiyeti hiçe saymak duru­munda, olan ve politika kavgaların­dan başka hertürlü hâdiseye kulak­larını tıkamış insanlara, Uludağ'ın ve. eteklerinde bulunan bu şehrin istikbali ve bekası ile ilgili bir da­vanın mevcudiyetini kabul ettirme-ye kalkışmak son derece safdillik

Malûm polemiklerinizi bir kah­raman edası ile tekrar edebilmek için, her sayısında nasıl bir mem­leket meselesini veya masum bir teşekkülü âlet edinmekte iseniz, bu defa da kendinize "alet" olanak Bursa Gazeteciler Cemiyetini seç­miş bulunuyorsunuz. F a k a t aslında bu yazıdaki "Bütün gazeteci cemi­yetleri gibi, Bursa Gazeteciler Ce-miyeti'nin de azalarına şunu veya bunu temin etmek gayreti çalışma-lara hâkimdi" cümlesi ile istihzaya ve iştişkale kalkıştığınız, bütün ga­zeteciler ve gazeteci cemiyetleri-dir.

Biz, bazı politikacıların ve bazı gazetecilerin hapishane hücrelerin­den gülünç ve yaldızlı kelimelerle dolu telgraflar alıp verdikleri devir­de, içinde yaşadığımız büyük bir şehrin hayatî dâvasının hallin­den doğan memnuniyetimizi millî iradenin iş başına getirdiği bir hü­kümetin başkanına çektiğimiz tel­grafla ifade ettik. Bu mu suç?..

Hemen şunu da ilâve edelim ki; bizim elbette, bugünkü Basın Ka-nunu'nun bazı maddeleri ve tatbi­katı hakkında bir takım fikirleri­miz ve kanaatlerimiz mevcuttur. Fakat hoşnutsuzluğumuz, daha zi­yade cevaplandırmak istediğimiz malûm yazınızı klişeleri ile süsle­diğiniz (!) zevatı birer kahraman mevkiine getirmek imkanını size temin etmiş olmasından dolayıdır.

Evet, memleket basınının bugün­kü manzarası cidden hazindir. Zi­ra sizin gibi, şeref ve haysiyetler­le oynamak, iftira ve isnatlarla do­lu bir mücadelenin içinde bulun­mak, birtakım insanlar nazarında kahramanlık mertebesine ulaşmak demektir.

Biz, şehrimizin hayatiyeti ila il­gili bir davanın hallinden duyduğu­muz memnuniyeti, hükümet başka­nına bir teşekkürle bildirirken hiç bir siyasî endişenin, bir menfaat duygusunun ve oportunist zihniye­tin tesiri altında değildik. Fakat her iyi ve samimî hâdiseden, men­sup olduğunuz siyasi zümre lehine polemikler çıkaran sizler, bize ve bütün Türk basınına isnat etmek istediğiniz zavallı " düşüncelerin ta içinde bulunuyorsunuz.

Yazınızın bir yerinde "Türkiye-

nin pek çok yerine gidiniz, orada gazeteden ve gazetecilikten bahse­diniz, size hükümet başkanına te­şekkür telgrafı çektiği için ismi radyoda okunan zattan değil, Hüse­yin Cahit Yalçın'dan ve Metin To-ker'den söz açılacaktır" deyişiniz pek garip. Türk basınını takip eden milyonlarca okuyucunun, sızın bu kuru iddianıza iştirak ettiğini ileri sürmeniz de vahi bir hükümden i-barettir.

O kongrede, isimleri radyoda o-kunsun diye teşekkür telgrafı çek­tiğini iddia ettiğiniz arkadaşlar, şöhret budalası olsalardı pek âlâ, onların kalemlerinden kendilerini cezaevine götürecek bir takım ya­zılar çıkabilirdi. Çünkü, sizce ikti­dara hiçbir sebep ve bahane ile, hiçbir münasebetle teşekkür edile­mez. O'na ancak hücum edilir, o ancak yerilir, karalanır ve bastırı­lır. Bir şâhıs veya bir teşekkül, ik­tidardan gelen bir hareketi öğmüş. bir teşekkürde bulunmuşsa, bu mutlaka bir menfaat' içindir., mut­laka "şunu veya bunu temin et­mek" gayretine matuf bir hareket­tir ve madem ki Uluğdağ'ın Millî Park haline getirilmesi mevzuunda Bursa Gazeteciler Cemiyeti Başve­kile teşekkür telgrafı çekmiştir, o halde bu işin içinde de bir iş var­dır.

Biz, hiçbir siyasî veçhesi bulurun;--yan bir cemiyetin idare heyeti olarak konuşmak durumundayız. Eğer siz­ler gibi. sadece bir derginin mesuli­yeti içinde konuşmak rahatlığında olsaydık, hak ettiğiniz cevâbı daha iyi almış olurdunuz. ' Saygılarımız­la....

Gazeteciler Cemiyeti İdare Heyeti

Kemal TAHİR

E S İ R Ş E H R İ N İ N S A N L A R I

Roman Esir Şehrin İnsanları, dün­

yanın en büyük zaferlerinden birini kazanmış, en kudretli si­lâhlara sahip Kuvvetlerin karşı­sına çıplak elleri, keskin zekâ­ları, kederli ve kızgın yürekle-riyle çıktılar.'

Sırası gelince ölmesini bil­dikleri için yenmesini de bildi­ler.

20 forma: 4 Lira

Martı Yayınları. Nuruosmaniye No: 90. İstanbul Matbaası-İs­tanbul Tel : 22 85 87

12 AKİS , 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 13: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

D Ü N Y A D A O L U P B İ T E N L E R

Afrika Yeni bir keşif

A frika, birçok Amerikalının zihnin­de, vahşi hayvan avcılarının, kâ­

şiflerin Ve heyecan verici film yapan­ların ziyaret ettiği, uzak ve esraren­giz bir kıt'adır".

Amerikanın Cumhurbaşkanı yar­dımcısı Nixon, son Afrika seyahati­nin dönüşünde hazırladığı raporda, bu büyük kıt' adan işte bu tâbirlerle bah­sediyordu. Nixon'un raporu Ameri-kada , Avrupada ve Afrikada büyük bir alâka uyandırdı. Birleşik Devlet­ler, İspanyolların beş asır önce A-merikayı keşfettikleri gibi, yeni bir kıt'a buluyordu. Büyük bir istikbal vaadeden bu stratejik bölgeye du­yulan alâka birdenbire artıyordu. Afrika hakkında yazılan kitaplar, mecmualarda neşredilen incelemeler birdenbire çoğalmıştı. Büyük Ameri­kan gazeteleri "siyah kıt'a"ya bir muhabir ordusu göndermişlerdi.. Ni-xon'un raporundaki tavsiyeye uyula­rak, yakında Amerikanın Afrikadaki diplomatik personelinin sayısı da bü­yük ölçüde arttırılacaktı. Alâkanın sebebi

B andung Konferansında toplanan Asya ve Afrika memleketlerinin

biti sürü heyecanlı sözlerine ve aldık­ları kararlara Amerika pek o kadar aldırış etmemişti. İstiklâllerine yeni kavuşan bu memleketler çok şeyler söylüyorlardı; bir sürü arzuları mev­cuttu. Fakat bütün bu memleketler az: gelişmiş memleketlerdi; yani ik­tisadî bakımdan "sıfır" dılar. Bir sü-rü "sıfır"ın yekûnunun gene ''sıfır" edeceği pek basit bir riyazi vakıaydı. Eğer Birleşmiş Milletlerde Asya ve Afrika grubunun Kuvveti bilfiil gö-zükmesiydi; bu memleketler kayıtsız şartsız Nasırı desteklemeselerdi ve Asyada komünizmin nüfuzu gün geç­tikce artmasıydı, Amerika ihtimal bu "sıfır"lann yekûnuna başını çevirip bakmamaya devam edecekti. Bu ba­kımdan talihsiz Süveyş Seferi, Ame­rika için bir dönüm noktası oldu. En sâdık dostu Fransa ve İngilterenin Başbakanlarını kabulü reddeden Ei-senhower, Nehru'yu görülmemiş bir şekilde karşıladı. Dünyanın en ileri demokrasisi, Şarklı sultan Suud'un önünde eğildi. Nixon, Fas, Sudan, Gana, Liberya. Habeşiştan, Libya ve Tunus başşehirlerinde dolaşıyordu. E-ğer bu "uzak ve esrarengiz kıt'a"yı tanımaz, meselelerini anlayışla kar­şılamazsa Amerikanın istikbali tehli­kedeydi.

Raporun niçin neşredildiğini açık­layan Beyaz Sarayın basın sözcüsü James Hagerty de şöyle diyordu: "Gaye, Amerikanın Afrika politikası­na Başkan Eisenhower'in ne kadar e-hemmiyet yerdiğini göstermektir. Başkanın, Nixon'un vardığı neticele­ri kabul edeceğini düşünmek için her sebep mevcuttur". Fakat buna rağmen

AKİS, 27 NİSAN 1957

Habib Burgiba Fes içindeki Batılı kafa

Nixon'un raporunun tamamı neşre­dilmiş değildi. "Başkana hususî tavsiyeler" kısmı gizli tutulmuştu. Bu gizli kısmın mevcudiyeti, raporun kıymetini oldukça azaltıyordu: Fa-

kat gene de neşredilen kısımlarda son derece alaka çekici noktalara rastla­mak kabildi:

"Gezdiğim yerlerde Amerikanın prestiji dünyanın her yerindekinden yüksektir. Başkan Eisenhower'den hür dünyanın müsellem lideri olarak hürmetle bahsedilmektedir. Bu mem­leketlerde projelerimiz ve siyasetimiz hakkında son derece samimi ve ce­saret verici bir anlayış mevcuttur. Bu eşsiz prestijin muhafazası, istik­lâllerine ve millî hakimiyetlerine say­gı göstereceğimizi ve kendimizi ikti­sadî gelişmelerine hasredeceğimizi bu memleketlere anlatmaya devam ede­bilmemize bağlıdır. Afrika, bu üç noktaya hemen hemen dinî bir hisle bağlıdır.".

Nixon, Amerikaya, nötralist bile ol­salar bu memleketlerin istiklâllerine ve millî hâkimiyetlerine son derece hürmet etmek zarureti üzerinde bil­hassa ısrar ediyordu. Amerikan yar-dımının, herrhangi bir emperyalizm şüphesi uyandırmamasına son derece dikkat edilmeliydi.Bu memleketler için dolar, yeni kazanılmış istiklâlden daha mühim değildi. Bu yeni sevgili uğrunda, iktisadî güçlüklere göğüs germek genç Afrikaya vız geliyordu. Nkrumahı'ın ve Burgiba'nın Amerikan yardımına metelik vermez tarzda ko­nuşmaları, doların sihrine iman" et­miş Cumhurbaşkanı yardımcısını doğ­rusu biraz şaşırtmıştı. Çin'de işlenen hatalara yemden bağlanmamalıydı. Çan-Kay-Şek'e bağlanmak yüzünden Çin'in kızılların eline düşmesi, Ame-rikada hâlâ' unutulamıyan bir mese­leydi. Yeni Dış İşleri Bakanı yardım­cısı Herter'in sık sık "Aman, Çin mi-salini unutmayalım" dediği biliniyor­du.

Afrika memleketleri madem ki milletlerarası teşekküllerin yardımı­nı veya hususi sermayenin yatırımla-rını istiyorlardı, Amerika, hükümet-ten hükümete yardımdan vazgeçmeli, hususî yatırımları teşvik etmeliydi. Emperyalizm şüphesi, böylece önlen­meliydi. Nixon'un raporunda, söyle hiç umulmayan bir cümle de vardı. "Satın alınmış devlet şefleri koalis­yonuyla tezat teşkil eden sefil halk ligleri" yaratmak hatasına düşmeme-liyiz...

Hakikaten Amerika, bu hataları mazide müteaddit defa işlemişti. Orta Amerika memleketlerinde bunun bir sürü misali vardı. Çan-Kay-Şek'e yardım, gene böyle bir hata idi. Kral Suud'a cömertce ödenen dolarları da başka türlü izah etmek imkânsızdı. Bununla beraber Amerika, kendini değil halkını düşünen hükümetlere yardım zaruretini anlamaya başlı­yordu. Nehru, Nkrumah ve Burgiba gibi liderlere gösterilen alâka, bunun ifadesiydi.

Canlandırılacak Nil

Nil nehrinin insan hakimiyeti alti-na alınması gene böyle bir düşün-

13

Kwame Nkrumah Saygı değer düşmanı

pecy

a

Page 14: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

DÜNYADA OLUP BİTENLER

senin eseri olacaktı. Tarihi Nil, Cum-lıurbaşkanı yardımcısı Nixon'u Afri­ka! seyahati boyunca uzun uzun meg-gul etti. Nil, birçok memleketler için hayati ehemmiyette milletlerarası bir

suydu. Nilden daha iyi faydalanma maksadıylâ herhangi bir memleketin girişeceği teşebbüsler, diğerlerine mutlaka zarar verecekti. Bu sebeble Nil'in kontrolü Nil'den faydalanan bütün memleketlerin tasvibi ve işti-rakiyle yapılmalıydı.

Amerika Nil ile daha önceden de ilgilenmişti. Asuvan Barajı inşasını neredeyse kabulleniyordu. Fakat sat­rancı pek seven ve bu oyunda bir hay­li Usta olan Dulles'ın üstadane bir hamlesi - Time, bu hamleyi pek ma-nirane bulmuştu sayesinde son

Hakikada bu büyük barajın insasın-

J. Foster Dulles Önce düşünce, sonra hamle

dan vazgeçilmişti. Dış siyaset bahsin-de dâhiyane fikirlerden mahrum ol-mayan Dulles, şantajı pek seven Ka-hireli Albaya böylece Rus teklifleri-nin sadece blöften ibaret bulunduğu-

nu göstermek istiyordu. Ruslar değil barajı inşa etmek, Mısıra büyük öl-çüde yardımda bulunacak durumda bile değildiler. Bu cesaretli bir. o-yundu.. Kurbanları ise, talihsiz Sü-

veyş Seferinin kahramanları Fransa ve İngiltere oldu. Sir Anthony Eden'-

in siyasî hayatı yıkılmış, Kahireli Diktatörün durumu ise sağlamlaşmış-

tı. İhtimal pek yakında tekrar Ame-

rikanın yeni Nil projesinden bahsedil-meye başlanacaktı. Nixon, Nil proje-sini iyice benimsemiş bulunuyordu.

Diğer Afrika liderlerinin de Nasırın dümen suyuna girmesini beklemeden

Kapaktaki devlet adamı

Richard Nixon A lmanyanın ihtiyar Şansölyesi

Adenauer İle Krutçef arasında, bundan iki yıl kadar önce Kremli-nin muhteşem bir salonunda şöyle bir konuşma geçiyordu:

A — Amerikalılara itimatsızlık göstermenizi bir türlü anlamı­yorum; Eisenhovver'i gördünüz; o-nun nasıl bir adam olduğunu ar­tık biliyorsunuz.

K — Fakat bizi endişeye düşü­ren Eisenhovwer değil.. Şu Nixon'a itimat edemiyoruz.

A — Pek güzel ama, Nixon sa-dece Cumhurbaşkanı yardımcısıdır, Cumhurbaşkanı değildir.

K — Evet, Truman da bir za­manlar öyleydi, sonra Cumhurbaş­kanı oldu.

Truman'ın Cumhurbaşkanı ol­ması için Roosevvelt'in ölmesi lâ­zım gelmişti. Fakat Nixon, bir kaç aya kadar belki de Amerikanın fi­ilen Cumhurbaşkanı olacaktır. Washington çevrelerinin kanaati budur. Zira Başkan Eisenhovver, Kongre nezdinde Anayasanın de­ğiştirilmesi hususunda bir teşeb­büste bulunmuştur. Herhangi bir "mâni" vukuunda, selâhiyetlerinin Başkan Yardımcısına devrini talep etmektedir.

Esasen Eisenhovver, yardımcısını an'anenin hilâfına hiç bir zaman gölgede tutmamıştır. Başkan yar­dımcısı Truman, günün birinde kendisini Amerikanın başında bul­duğu zaman, memleketinin atom bombasını imale muvaffak ol­duğunu bile bilmiyordu. Başkan Yardımcılığı Roosevvelt ve mazide­ki diğer Cumhurbaşkanları için Biç bir işe yaramayan, gösterme­lik bir mevki idi. Eisenhovver selef­leri gibi düşünmüyordu. Madeni ki böyle bir mevki vardı, bu mevkide oturan adam bir işe yaramalıydı. Bundan başka Nixon. Eisenhovver için kabinesinin "en değerli adamı" idi. Böyle bir kimsenin tam maaş­la tekaüt edilmesine gönlü razı ol-muyordu. Bu sebeble 1952'den beri Nixon, kabine ve Millî Güvenlik Konseyi toplantılarına katılıyordu. Ni\on. Asya ve Afrika memleket­lerini Eisenhovver'in temsilcisi ola­rak dolaşmış, dünya meselelerine vukuf keşbetmişti. 1952 secim mü-cedelesindeki kavgacı, çığırtkan, şirret, belden aşağıya vurmaktan

çekinmeyen, mutaassıp politikacı artık geride kalmıştı. 1956 seçim-lerinde Nixon, mücadelesini bir Cumhurbaşkanına yaraşan ağır başlıkla yapmıştı. Siyasi muarız­ları bile bugün Nixon'un tehlikeli bir rakip birinci sınıf bir devlet adamı olduğunu hususi konuşmala­rında itiraf etmektedirler. Cumhu­riyetçi Parti ileri gelenlerinden ço­ğu 44 yaşındaki Başkan Yardımcı-smın, 1960 seçimlerinde İyi bir Başkan adayı olacağını düşünmek­tedirler.

Takdirkârlarının günden güne çoğalmasına rağmen, Nlxon bugün Amerikanın üzerinde en cok müna-kaşa edilen politikacısıdır. 1956 Başkan seçimlerinde Demokrat Partinin en büyük silâhı, "Elsenho vver'e rey vermek, Nixon'u seçmek demektir" parolasıydı. Gene ve muhteris Nixon'un hasta Ike'ın ye­rine geçivermesinden korkuluyor­du. Muhalefet Nlxon'u siyasi İhti­rasları uğruna her şeyi göze ata­bilecek tehlikeli bir demagog ola­rak göstermeye çalışıyordu. Avru­palıların da Nlxon'a hiç sempatile­ri yoktu. Onlar için Nixon, tecrit-çi ve müfrit Cumhuriyetçilerin a-damıydı. Nlxon harp demekti. Hat­ta kendi partisi içinde bile Nixon'-un düşmanları eksik değildi. Ni-xon'un seçim bölgesi olan Califor-nia'nın iki ileri gelen şahsiyeti Goodvvin J. Knight ve Senatör Knovvland, Başkan Yardımcısını sevmiyenler arasındaydı. 1956 se­çimlerinin arifesinde Stassen, Ni-xon'a karsı açıkca cephe almış ye­rine Herter'i seçtimeye çalışmıştı. Bu kimseler, Avukat Nixon'un 1952 den önceki demagrjik faaliyetini unutanvyanlardı. Fakat Ameri­kalılar, iki çocuğu ve güzel olduğu-ğu kadar siyasi zekâya da sahip bulunduğuna gösteren sevimli ka-rısıyla Cumhurbaşkanı Yardımcısı­nı gün geçtikçe daha as yadırgı­yorlar.

Nixon'un adınn siyasi hayatta duyulmaya başlanması 1947 yılına rastlıyordu. Gene siyaset adamı, komünist tehlikesine karsı Türkiye ve Yunanistana yardım edilmesi tezini hararetle savunuyordu. Nite­kim bir iki ay kadar sonra Tru­mankomünizme "dur" emrini ve-ren meşhur doktrinini ilân etti.

önce, Amerika mukabilinde hiç bir şey talep etmeden Afrikanın iktisadi kalkınmasına girişmeliydi. Afrika mücadelesi

Nasırın. "Büyük Afrika" ideali pe-sinde koştuğu malumdu. Bu ihti­

ras, Orta Doğu memleketlerinin sı­

nırlarını aşıyordu. Daha doğrusu Na­sırın Orta Doğusu -tıpkı Eisenhower doktrini çim - coğrafyacıların Orta Doğu anlayışından farklıydı. Sudanı, Habeşistanı, Kuzey ve Doğu Afrika-yı da içine alıyordu. Sudan ve Habe-şiştanda Nâsırcılar faaliyettey-

AKİS, 27 NİSAN 1957 14

pecy

a

Page 15: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

DÜNYADA OLUP BİTENLER

diler. Kahire hâlâ Kuzey Afrikalıla­rın baş karargâhı idi..

Ama Afrikayı ele geçirmeye çalı­şan, sadece Nasır değildi. Rusya da ciddî şekilde Afrikayla alâkalanıyor­du. Başkan yardımcısı Nixon, Sudan­da bunun canlı ve tatsız bir misaliy­le bizzat karşılaşmıştı. Sudanlı ko­münistler Nixon'u "U. S. Go home" gibi misafirperverlikle gayri ka­bili telif âvazelerle karşılamışlardı. Bununla beraber gerek Nasırın, gerek Sovyet Rusyanım Afrika mem­leketlerindeki nüfuzu halen çok za­yıftı. Habeşistan ve Libya gibi A-merikalılardan fazla Amerika taraf­t a n memleketler bir tarafa bırakılır­sa. Habib Burgiba. Muhammed V. ve Nkrumah gibi hakikaten halkı tem­sil eden liderler ne komünizme, ne de Nasıra karşı en ufak bir sempati bes­lemiyorlardı. Nasırın takip ettiği sis­tematik Batı düşmanlığının, sosyal ve iktisadî gerileme pahasına yapıla­bileceğini düşünüyorlardı. Bu liderler tapındıkları istiklâlin de tek başına bir şey ifade etmiyeceğini de biliyor­lardı. İktisadî ve sosyal esarete kar­sı da mücadele zarureti vardı. Müs­temleke olmaktan kurtulan memleke­tin bir diktatörün müstemlekesi hali­ne gelmesine müsaade edilmemeliydi. Ancak o zamandır ki istiklâl kelime­sinin ifade ettiği mâna dört başı ma­mur olabilirdi. Ancak o zamandır ki istiklâl bir hayal değil, elle tutulan gözle görülen bir realite haline gele­bilirdi. Bu gayeye erişmek için de Ba­tının yardımına ihtiyaç vardı. Yeter ki yardım kayıtsız şartsız yapılsın.. Esasen Tunuslu, Faslı ve Ganalı li­derler Batı kültürüyle yetişmişlerdi. Düşünüş ve görüş tarzları Nasırdan çok bir Fransıza, bir İngilize yakın­dı. Fransızlara karşı döğüşen bir Faslı talebe bu hakikati gayet iyi ifa­de ediyordu: "Fransadan nasıl nefret edebilirim; zira ben Fransanın bir mahsulüyüm". İngilizlere karşı mü­cadele eden, hapislere giren Nkrumah bugün İngilterenin güvenebileceği en İyi dostlarından biri değil miydi? Fransanın elinden çekmediği kalmı-yan Habib Burgiba'yı bir Fransız entelektüelinden ayırmaya imkân var ıhıydı ? Modern Fası temsil eden Prens Mulay Hasan, bu hakikati nük­teli bir şekilde ifade ediyordu: "İs-lâmda iki kadın almak caizdir; o hal­de Mâ hem Batıyla hem İslâm ale­miyle evleniyoruz"...

Batı ve Doğu arasında köprü rolü oynamak, hu iki ayrı dünyayı birleş­tirmek Kuzey Afrikalı liderlerin rü­yasıydı. Bilhassa Tunus topraklarını kendisi için çok ufak bulan Habib Burgiba bir Kuzey Afrika Federas­yonu hülyasından vazgeçemiyordu. Cezayir harbine bir son verilse, bu hülya belki de hakikat oluverecekti. Nixon, Burgiba ile görüşmelerinden çok müsbet bir intiba ile ayrılmıştı. Burgibanın Cezayir ve Fransa ara­sında arabuluculuk teklifini Amerika destekliyordu.' Tunusun ve Fasın

AKİS 27 NİSAN 1957

Tarihi Nil Siyah kıt'anın can damarı

İstiklâlinden sonra, diğer Afrika müstemlekelerinde liberal bir siya­set takip eden Fransanın, Cezayir hakkında da daha makul hareket e-deceği ümidini Burgiba henüz kay­betmemişti. Batıya taraftar Kuzey Afrika Federasyonu, Nasırın ihti­raslarına set çekecek, demokrat ve modem bir teşekkül olacaktı. Bur­gibanın teşebbüsleri 6 Avrupa mem­leketinin büyük "Avrupa-Afrika" projesini de kolaylaştıracaktı. Nası­ra ve komünizme karşı, şeyhlere ve Cadillac'larının sayısını arttırmak­tan başka bir düşüncesi olmıyan sul­tanlara dayanmaktansa Burgiba, Muhammed V. ve Nkrumah gibi li­derleri tutmak herhalde daha uzun görüşlü bir siyasetti. Çok şükür, bu hakikatları görmeye başlayanların sayısı Amerikada da git gide artı­yordu. Bu memleketler belki Ameri­kanın her isteğine "lebbeyk" demiye-ceklerdi. Amerikanın dostu Can-Kay-Şek, Sygman Rhee, Kral Suud gibi baştan tırnağa kadar silahlan­mayı belki de arzu etmiyeceklerdi. Fakat karşılığında hiç bir taahhüt al­tına girmeden, Amerikan yardımını kabule hazırdılar. Bu memleketler­de sarfedilecek olan Amerikalı vergi mükelleflerinin dolarları herhalde sokağa atılmış olmıyacaktı. Bu ha­kikatleri unutmadığı takdirde Ame­

rikanın Afrikanın gönlünü fethetme-si kabildi. Şimdilik ufukta tek bi| kara nokta vardı: Afrikalılar asır larca evvel esir tacirlerinin Ameri kaya götürüp sattıkları renk arka dağlarına reva görülen muamelesi bir türlü anlamıyorlardı. Demokrat Amerika, nasıl oluyordu da 15 mil-yon zenciye parya muamelesi y a p | yordu? Nasıl oluyordu da dünyanın en mütevazi insanları olan Ameri kalılar, zencilerle aynı otobüste d turmayı, çocuklarını aynı mekteple re göndermeyi reddedebiliyorlardı Nasıl oluyordu da bir beyaz kadını lâf attı diye, derisi siyah olmakta başka bir suçu bulunmayan 16 yaşın daki bir çocuğu işkencelerle öldürül yorlardı?

Vakıa okumuş Afrikalılar, Ameri-kalılarm mühim bir kısmının bu gö-rüşleri paylaşmadığım biliyorlardı. Amerikan hükümeti de, Cenupluları darkafalılıklarını yenmeye uğrasıyor-du. Ama ne var ki Amerikanın siya-si sistemi daha enerjik davranmayı müsaade etmiyordu. Esasen temel me-sele zihniyetleri değiştirmekti. Zihni-yetler ise dünden bugüne, hemencecik değişmiyordu. Fakat Nixon, Afrika dan zenci meselesinin mutlaka halle] dilmesi lüzumuna kani olarak dön-müştü. Eisenhower'e tavsiyelerindi bu müşahedesini olduğu gibi akset-tirmişti.

İşte Amerikanın yeni keşfettiği siyah kıt'a ve siyah kıt'anın mesele leri bunlardı. Anlayışlı ve cömert hareket edilirse, Avrupadan üç defa büyük bakir Afrika Batının dostu olabilirdi.

Orta Doğu Az gitti, uz gitti...

Amerikanın yeni kazanılmış, bü-yük dostu Suud, geçen hafta bir

Amerikan gemisinin Akabe körfezin den geçerek İsraile petrol götürmesi dolayısiyle ateş püskürüyordu. Do tu Amerikanın bu hareketini şiddet-le protesto etmek kararındaydı. Dah-ran'daki üssüne Yahudi aslından A-merikan askerlerini göndermemeyi bile kabul eden Birleşik Amerika nasıl olur da bir Arap denizi olan A kabe'den geçer, Arapların düşman-larına petrol götürürdü ? Astığı as-tık kestiği kestik olan Haşmetlü, Su-ud için, koskoca Birleşik Devletleri tüccar vatandaşlarına söz geçiremi yeceğini bildirmesi kabule şayan bi mazeret olamazdı. Amerikan hükü-meti dikkat etmeliydi. Suud, yeni dostu için az mı fedakârlıklara kat-lanıyordu? "İngilterenin uğruna tam 8 defa evlenmek zorunda kalan Henry VIII. bile, Kral Suud kadar fedakârlığa katlanmış değildi.5 milyon dolarcık ve üç, beş sahan Cadillac karşılığında Amerikay Dahran askeri üssünü beş yıl müd-detle kiralamayı kabul etmişti., A-merikanın bu üs için yanıp tutuştu-ğunu, kapı dışarı edilmemek için ke-

pecy

a

Page 16: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

DÜNYADA OLUP BİTENLER

senin ağzım çok daha cömertçe aç­maya hazır olduğunu sanki Suud bil-miyor muydu? Bundan başka yeni dostunu memnun etmek için Suud, ''dünya ve ahret" düşmanı Haşimîlere güler yüz göstermeyi kabul etmişti. Nasırla ipleri gevşetmişti. Kral Hü-seyinin ve Kral Faysalın sabırla sırt­larını sıvazlıyordu. Vefalı dost Suud, daha da ileri gitmişti: Vaktiyle har-camakla bitiremediği, dolarlarını Su-riye, Mısır ve diğer Batı düşmanı A-rap gazetelerini finanse etmeye sar-fediyordu. Baş mukâfatı kazanmaya hevesli bir sürü milliyetçi Arap ga-zetesi, Batı aleyhinde en düşmanca yazıyı neşretmek için yarış ediyor-lardı. Ürdüne, Sur iyeye,Iraka gön­derilen siyasî tahrikçilerin mütevazı faturalarını ödeyen de gene Suud idi. Serac ve Ebunevvar, Suudun do-larlarıyla adam olmuşlardı. Vefalı Suud şimdi karşı tarafın, yani Se-

raçların, Ebunevvar'ların , Nabulsi-lerin düşmanlarının, finansmanıyla

meşgul oluyordu. Doğrusu Kral Su-ud'un Amerika için katlandığı feda-kârlıklar ödenecek gibi değildi! Bir-kaç güne kadar Ürdün ve Irak» ''teftiş''e gidecekti. Bütün bunlara karşılık Amerika, şu dokuz köyden koğulmuş yahudilerin Orta Doğudan

da kağulmasını kabul e t m e l i . 19u-udun at oynattığı meydanlarda Ya-hudilerin yeri yoktu. Bazı Amerikalı siyaset adamları, büyük dostlarının hatırı bu ufak fedakârlığı yapa­caklardı. Fakat Amerikan parlamen-tosuna ve Amerikan halkına bu ufak fedakârlığı hangi külahın altında saklıyarak kabul ettirebilirlerdi? Da­ha evvel Dulles, İsraile karşı iktisa­dî müeyyideler tatbik etmeyi düşün­müş; fakat Amerikan basını ile Se-

Nablusi ve Kral Hüseyin Bu başlardan biri fazla

16

natodaki Demokrat ve Cumhuriyetçi Parti liderlerini kargısında bulunca derhal çok süratli bir manevrayla tornistan etmeye mecbur kalmıştı. A-merikanın İsraile karşı cephe alma­sına imkân yoktu. Ama İsrail aleyhi­ne dönmedikçe de Arap memleketle­riyle -dolar münasebetleri hariç , cid­di olarak anlaşmak mümkün görün­müyordu. İşte 6 aydan beri az gidil­miş, uz gidilmiş ve sonunda bir arpa boyu. olsun yol alınmamıştı. Akabe meselesi olduğu gibi ortada duruyor­du. Gazze bu defa Mısır askerleri ta­rafından işgal edilmişti. İsrail ve A-rap memleketleri arasındaki hudut kavgaları yeniden kızışıyordu. Sü­veyş kanalı bahsinde Nasır, en ufak bir tavize yanaşmıyordu. Amerika Güvenlik Konseyine başvurmaktan bile vazgeçmişti. Nasırı dolarla yola getirmeye çalışıyordu. İsrailin, Sü­veyş Kanalına bir tecrübe gemisi göndermek fikrini şimdilik tehir et-tirmeye muvaffak olmuştu. Fakat Ne\vsweek mecmuası, İsrail - Mısır harbinin, yeni, yıldan önce tekrar baş-lıyacağını yazmak cüretini gösteri­yordu'. İsrail ergeç Kanaldan zorla geçmeyi deneyecek, Mısır mukabele edecekti. Netice, yeni bir harpti. Şimdiden İsrail Fransadan, Mısır da Rusyadan silâh tedarikiyle uğraşı­yordu.

Amman'daki oyun

Ürdünde, Kral Hüseyinin cüretkâr hareketi beklenen neticeyi vereme­

mişti. Bir türlü hükümet kurulama­mış, genç Kral sonunda Nablusî'yi ye­niden kabineye çağırmak, onun siyase­tini kabul etmek zorunda kalmıştı. Sabık Genel Kurmay Başkam Ebu­nevvar da partiyi kaybetmiş sayıl­mazdı. Yeni Kurmay Başkanı Ali Heyarî, iki gün içinde istifasını ver­mişti. Orduda ve halk arasında yeni karışıklıkların çıkması ve yem kabi­nenin de düşmesi mümkündü.

Genç kralın tahtı hâlâ sallanıyordu. Suriyede de durum pek farklı

değildi. Kopan mücadeleye rağmen partiyi Nasırcıların mı, yoksa Nasır aleyhtarlarının, mı kazandığı iyice anlaşılamamıştı. Ürdün, Suriye ve Mı-sırın Eisenhower doktrini karşısın­da ne durum takınacakları da henüz kat'iyetle bilinmiyordu. Suriye, Rich-ards'ı kabul edeceğini açıklamıştı. Fakat bu kadarı, Suriyenin doktrini kabul edeceğine hükmetmek için kâfi değildi. Doktrinin düşmanlarından Nablusî de, geçen hafta Mısır kabul ederse Ürdünün de Richards'ı davet edeceğini açıkladı. Ama Mısırda he­nüz ses sada yoktu. Bu memleketle­rin Eisenhower doktrinini kabul et­seler bile, nötralist siyâsetlerinden vazgeçmeleri beklenemezdi.

Her şeyden mühimi, İsrail-Arap ihtilâfı halledilmedikçe Orta Doğu­daki huzursuzluğun sürüp gideceği her gün daha iyi anlaşılıyordu. A-merika şimdiye kadar bu yolda hiç bir müsbet teşebbüste bulunmamıştı. Amerikanın eski Hindistân Elçisi

Haşmetlû Kral Suud Fedakâr dost

Choster Bowles, Washington P o s t t a yayınlanan bir makalesinde, Ameri­kanın "Çöl şeyhlerinin ve Ortaçağ sultanlarının muvakkaten gösterdi­ği iyi niyetlerden daha sağlam te­mellere dayanan uzun vadeli bir Orta Doğu siyasetinin mevcut «olmadığını" soruyordu.

Silâhsızlanma Âlimlerin korkusu

NATO kuvvetlerinin eski başko­mutanı General Gruenther'in gö­

rüştüğü siyaset adamlarına tekrarla­maktan zevk duyduğu bir söz de şuy­du: "Dünyada amatörlerin profesyo­nellere tercih edilmesi gereken iki meslek vardır: Strateji ve fuhuş..."

Bu sözdeki hakikat payı düşünüle-dursun, profesyonel siyaset adamı Fe­deral Almanya Şansölyesi Adenauer, amatörlerin siyaset yapmasına ta­hammülü olmadığını ortaya koydu. Geçen hafta atom silâhlarına karşı cephe alan 18 Alman atom âlîmi ta­rafından neşredilen beyanname, ihti­yar Şansölyeyi son derece hiddet-lendirmişti: Atom' âlimleri -çizmeden yukarı çıkıyorlardı!

İçlerinden üçü Nobel mükâfatı ka­zanmış bulunan 18 Profesörün neş­rettiği beyannamede şöyle deniliyor­du: "Alman ordusunu atom silâhla­rıyla techiz etmek, bu beyanname­ye imza koyan atom âlimlerini endi­şe içinde bırakmıştır.. Kısa bir müd­det önce aramızdan bazıları endişele­rini alâkalı makamlara bildirmişti,

AKİS, 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 17: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

Madem ki şimdi mesele, halk efkarı-na sunulmuştur; bütün mütehassısla­rın vakıf olduğu, fakat halkın henüz . pek iyi bilmediği vakıalara nazarı dikkati çekmek vazifemizdir".

Bu vakıalar nelerdi ?. 1 —- Ufak çapta taktik atom silâh­

ları, Hiroşima'yı, yok eden bomba ka­dar tahrip kapasitesine sahiptir.

2 — Taktik atom silâhı, orta bü­yüklükteki bir şehri hâk ile yeksan edebilir. H bombası, Ruhr havzası bü­yüklüğündeki bir bölgeyi bir müd­det için yaşanmaz hale getirebilir.

Halkı bu tehlikeden koruyabilecek hiç bir tedbir mevcut değildir.

"Almanya gibi ufak bir memleket için, sanırız ki, en iyi korunma şekli ve dünya sulhune yapabileceğimiz en büyük hizmet, her türlü atom silâhı­na sahip olmaktan vazgeçmektir. Bu beyannameyi imzalayanlar, bir hal-ü kârda ve hiçbir şekilde atom silâhla­rının kullanılmasına ve tecrübesine iştirak etmiyeceklerdir".

Beyannamenin Almanyada büyük akisler uyandırması pek tabiî idi. Al­man halkı Einstein'an yolunu takip eden atom âlimlerinin fikirlerine son derece ehemmiyet veriyordu. Einste-in da devletin âlimi, yanlış olduğuna inandığı yallara sürüklemesine is­yan etmiş atom bombasına karşı va­ziyet almıştı. Alman âlimleri, bir harp vukuunda Almanyanın atom bombaları altında yok edilmesinden korkuyorlardı.

Atom Klübü

F ederal Almanyanın ihtiyar Şan­sölyesi, başına atom âlimleri tara­

fından açılan dertle uğraşırken, Bir-leşmiş Milletler Silâhsızlanma Kon­feransı da Londrada çalışmalarına

Conrad Adenauer Profesörlere kulak veriyor

Harold Stassen Klüpçü!..,

devam ediyordu. Amerikan delegesi Stassen, İngiltere -9 infilâk -, Rus­ya - 25 infilâk- ve Amerika -75 infi­lâk- arasında bir "Atom Klübü" ku­rulması fikrini ortaya atmıştı. Atom Klübüne başka üye alınmıyacaktı.

Almanyanın atom silâhlarına sahip olmasını içi kabul etmeyen Fransa, şimdiden bu fikri benimsemiş görü­nüyordu. Bu fikir Rus delegesi Zo-rin'in de işine gelmişe benziyordu. Rusya daha şimdiden atom silâhlan alacak NATO memleketlerinin harp halinde Rus atom.hücumlarına maruz kalacağını açıklamıştı. Eğer NATO memleketlerinde atom üsleri kurula­cak olursa, Amerika Rusyayı bomba­layabilecekti. Fakat henüz bir kıt'a-dan diğerini bombalamak mümkün ol­madığı için, Rusya Amerikayı değil, Ancak Avrupa memleketlerini atom silâhlarının tehdidi altında tutabile­cekti.

Japonya, Norveç, Danimarka Rus tehdidini ciddiye almışlardı: Toprak­ları üzerinde atom bombası depoları­nın tesis olunmasını kabul etmiyor­lardı. Amerikaya da esasen İngilte­re, İzlanda, Gröenland ve Fasta mev­cut atom Üsleri kâfi geliyordu. Müt­tefiklerine vereceğini ilân ettiği atom obüslerinin menzili 50 kilometreyi aş­mıyordu. Sadece Matador, 800 kilo­metrelik bir menzile sahipti. Ama Matador da düşürülmesi, çok kolay bir silâhtı. Amerika şimdilik daha ileri gitmek istemiyordu. Atom Klübü fikri muhtemelen müsbet neticeler verecekti. Ama görünürde henüz a-tom silâhları imalinin durdurulması ümidi yoktu. Stassen, 1959 Martın­dan itibaren atom silâhları imalinin durdurulmasını da teklif etmişti. Rus-

DÜNYADA OLUP BİTENLER

lar ise atom tecrübelerinin derhal durdurulmasını istiyorlardı. Fakat bu arada Rusyada atom deneme­leri devam ediyordu. İngiltere de Pasifikte H bombası patlatmaya ha­zırlanıyordu.

Ölüme gönüllüler

İşçi Partisi, İngilterenin hiç değilse bir zaman için denemeleri durdur­

masını ve diğer memleketleri de ken­disi gibi davranmaya davet etmesini istiyordu. Avam Kamarası muhalefe-tin fikrine katılmamıştı. İngiltere H bombasını patlatacaktı. 1945'in kur-banı Japonya, İngiltereyi fikrinden caydırmak için beyhude gayretler sarfediyordu. Bununla beraber İngil-terede siyasî partilerin dışında da a tom silâhlarına karşı bir hareketin tohumları filiz vermeye başlamıştı. Meşhur filozof Bertrand Russel, bir Japon cemiyetinin de iştirakiyle bir "Fevkalâde Hal Komitesi" teşkil et­mişti. Bu komite İngilterenin H bom­basını patlatacağı bölgeye ölüm gö­nüllüleri gönderecekti. Gönüllülerin mevcudiyeti denemeyi güçleştirecek­ti. Robert ve Seila Steele adlı bir İngiliz çifti ve bir sürü Japon, dene­melerin önlenmesi için hayatlarını feda etmeye hazır olduklarım bildir­mişlerdi.

Diğer taraftan atom silâhlarının kullanılmasına isyan eden 18 atom filimi de Şansölye Adenauer tarafın­dan davet edilerek şu teminatı aldı­lar:

Almanya atom silâhları imal etmi-yecekti. Yani 18 âlim atom silâhları imaline davet edilmiyecekti. Bundan başka Adenauer, bütün memleketle­ri milletlerarası kontrol altında silâh­sızlanmaya davet ediyordu.

Bertrand Russel İnsaniyetin endişesi

AKİS, 27 NİSAN 1957 17

pecy

a

Page 18: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

İ K T İ S A D İ VE MALİ SAHADA

Ziraat Çölleşen ülke

T oprakların kuraklıktan yarıldığı, gözlerin sık sık ufuklarda bulut

aradığı bir günün akşamında hafif bir rüzgâr esmeğe başladı. Ankara-lılar bu rüzgârın bulut getirebilece­ğini düşünerek ümitli bir uyku uyu­dular. Uyandıklarında belki de topra­ğı ıslanmış görebileceklerdi.

Ertesi sabah rüzgâr fırtınalaşmış ama toprağın ateşini söndürecek bir damla yağmur düşmemişti. Tam ter­sine kuru, sıcak bir rüzgârın sürükle­diği toz bulutları her yanı kaplamış­tı. Saatlar ilerliyor, fırtına kuvvetle­niyor) toz taneleri daha da kesifleşi-yordu. Bir an geldi yüz metre ilerisi­ni görebilmek büyük bir mesele oldu.

da kesildi. Gökyüzü yeniden görün­dü. Gazeteler de fırtınanın sebeb ol­duğu zararları sayıp dökmeğe başla­dılar. Uçan bacalar, yıkılan duvarlar.. Fakat zararların hepsi bu cinsten Ol­saydı fırtına ucuz atlatılmış sayılabi­lirdi. Çünkü asıl zarar, Orta Anadolu-da çok geniş bir sahayı kasıp kavu­ran fırtınanın büyümekte olan ekin­lere verdiği zarardı. Zaten mahsul, kuraklık yüzünden, iyi olmıyacaktı. Normal bir ekim • yapılamamıştı. Bu toz fırtınası yaraya biber ekiyordu. Aynı hal geçen sene de başımıza gel­mişti. Nisan içindeki bir toz fırtınası hububat mahsulünün bir miktar a-zalmasına sebeb olmuştu. Bazı uz­manların kanaatına göre o fırtına ol­masaydı belki Amerikadan buğday getirtmek zorunda kalmıyacaktık.

Neticelerini en çabuk duyacağımız

Kastamonu ormanları son felâketten sonra Ümit kırıcı manzara

Halkın bir kısmı korkuya düşmüştü. Eski Ankarada oturanlar korku yü­zünden gruplar halinde toplanmışlar, kendilerini gazabından esirgemesi için Allaha yalvarıyorlardı. Daha em­niyetli binalarda oturan, daha soğuk-kanlı Ankaralılar evvelce gördükleri birkaç filmi hatırladılar: Kalabalık bir deve kervanı çölde, kum tepeleri arasında ilerlerken fırtına alâmetle­ri belirir. Develerle insanları korkunç bir telâştır alır. Deveciler develeri çöktürür, onların arkasına uzanarak kum fırtınasının geçmesini beklerler. Bazan develerin korkusu o kadar bü­yüktür ki devecilerin onları tutması­na imkân kalmaz. İşte bu sahnelerle camların arkasındaki Ankaranın gö­rünüşü arasında bir benzerlik bulmak hayal kurma kabiliyetleri en zayıf in­sanlar için bile güç iş değildi.

Ertesi gün fırtına hafifledi, sonun-

18

zarar şüphesiz mahsulün daha da a-zalmasına sebeb olacak zarardı. Fa­kat biraz daha ileriye bakacak olur­sak, o toz fırtınası bir başka bakım­dan da hepimizi koyu koyu düşündü­recek vasıftaydı. Çünkü pek büyük bir toprak kitlesi rüzgârın önünde sürüklenip gitmişti. Ne kadar ince olursa olsun, bizim için, toprak taba­kasının zayıflaması herhangi bir memlekette olabileceğinden daha teh­likeliydi. Zaten sular her yıl toprak­larımızı denize taşıyordu. İlerde, bin­lerce, milyonlarca sene sonra yeni bir jeolojik hareketle denizlerin üstü­ne çıkıncaya kadar hiç kimsenin işi­ne yaramayacak bir şekilde depo edi­liyordu. Toprak teşekkülü çok ama çok uzun zaman isteyen bir işti. Bu bakımdan eldeki toprakları titizlikle korumak zorundaydık. Hesaplamak mümkün olsaydı toz fırtınasının se-

beb olduğu toprak kaybının belki de çok büyük bir rakkama ulaştığım görerek büsbütün üzülecektik.

Toz fırtınalının üzüntüsü yağmağa başlayan yağmurlarla kaybolmaya yüz tutmuştu ki, yeni bir karahaber ortalığa yayıldı: Kastamonu orman­larında yer yer yangın çıkmıştı. Çok kuvvetli lodos fırtınası yangının hız­la yayılmasına sebeb olmuştu. Yan­gın sahası içinde birçok köy vardı. İlgililer hemen harekete geçmişler, askeri birliklerin de yardımıle yan­gın durdurulmağa çalışılmıştı. Rüz­gâr kesilip, ateş kısmen söndürüldük­ten, kısmen de çevrildikten sonra görüldü ki yanan saha aşağı yukarı 100 bin dekardı. Yüzden fazla köy evi yanmış, yüzlerce köylü evsiz barksız kalmış, bir kaç köylü yanarak ölmüş, bir hayli hayvan da telef olmuştu. Zarar milyarlarla ifade ediliyordu. Tabiatın hışmına uğramıştık. Felâ­ket felâket üstüne geliyordu.

Kastamonu Türkiyenin en zengin ormanlarınla bulunduğu bölgelerden biriydi. Gözümüz gibi korumak zo­runda olduğumuz bu ormanların sa­rara uğraması gerçekten acıydı..

Kuraklık, toz fırtınası ve orman yangım, bir zincirin üç halkası gibi birbirlerine eklendiler ve dikkati Tür­kiyenin en mühim meselelerinden bi­rine çektiler. En mühim meseleleri­mizden biri denince pek çok kimse­nin aklına orman meselesinin gelece­ği şüphesizdir.

Ormanlarımızın miktarı çoktan "gereken" seviyenin altına düşmüş­tür. Gün geçtikçe daha da düştüğü muhakkaktır. Birçok bölgelerde or­manın gerileyişi gözle takip edilebil­mektedir. 10-15 yıl önceki duruma iyi bilen bir kimse, meselâ kasabanın hemen yakınındaki kel bir tepeyi gös­tererek size o zamanlar bu tepenin ağaçlarla kaplı olduğunu söyleyebi­lir. 10-15 yıl gibi hiç, denecek kadar kısa bir zamanda ormanın böyle bir süratle kaybolması gelecek günler i-çin hepimizi düşündürmelidir. Or­man dâvası politikacılara iktidar yo­lunu açan veya kapayan bir şey gibi düşünülmekten kurtarılmadıkca or­manlarımızın kurtulması ümidi de suya düşecektir. Keçi. ateş ve balta aynı tempo ile çalışmağa devam e-derlerse çok uzun olmayan bir zaman devresi sonunda Türkiyede yaşamak çok güçleşecektir. Kerestesiz, odun­suz, kömürsüz, yağmursuz, toprak­sız, akarsuları sel, içecek suyu kıt bir ülkede yeşile hasret yaşamak is­temeyenlerin artık kaybedecekleri vakitleri yoktur.

Kristof Kolomb'a şükran

G eçen sonbaharda büyük bir buğ­day kıtlığı tehlikesi atlatmıştık.

Stoklarımız çok azalmıştı. Amerika ile bir anlaşma imzalamış, aldığımız buğdaylarla kıtlık tehlikesini savuş-turmustuk.

Yağmur durumu bu yıl da aynı im-

AKİS , 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 19: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

İKTİSADİ VE MALİ SAHADA

kândan faydalanmamızı zarurî kıla­bilir. Bu sebeble daha şimdiden bir miktar buğday alınması için anlaş­maya varılmıştır.

İmzalanan anlaşma geçen sonba­hardaki anlaşmaya ek olarak hazır­lanmıştır. Amerika, Türkiyeye 60 bin ton kadar buğday gönderecektir. Bi­lindiği gibi bu tip anlaşmalarla ge­tirttiğimiz maddelerin karşılığını do­lar olarak değil, Türk Lirası olarak ödemekteyiz. Bu imkân mevcut olma­saydı iktisadî durumumuzun bir par­ça daha kötüleşeceği muhakkaktı. Zaten fakir olan döviz kaynakları­mızdan bir kısmını buğday ithali işi­ne tahsis etmek sıkıntılarımızı yeni­den arttıracaktı. Hindistan yolunu ararken farkında olmadan Amerika kıtasını bulan Kristof Kolomb'u şük­ranla yad'etmek, galiba yerinde ola­cak...

Milli Korunma Yeni zigzaglar mı?

M illî Korunma Kânununun tatbi­katıyla alâkalı olarak Ekonomi

ve Ticaret Bakanlığına yapılan mü­racaat ve şikâyetler, geçen hafta da birbirini kovalamakta devam ediyor­du. Son olarak İzmir Manifaturacı­lar Birliği de Ticaret Bakanlığına bir rapor sunmuştu.

Raporda toptancılara tanınan kâr haddinin % 15'ten 20'ye çıkarılması ve bunun birinci ve ikinci toptancı­lar arasında yarı yarıya paylaşılma­sı isteniyordu. Birliğin istekleri ara­sında, takibata geçilen tüccarın bera­at ettiği takdirde zararının büyük ol­mamasını temin için, kapatılan ma-ğazasındaki mallara el konulmaması; İthalatçının da imalatçılar gibi top­tancılık ve perakendecilik yapabil­melerine müsaade edilmesi gibi mev­

zular da yer alıyordu. Mühim olan Birliğin istekleri değil,

Ticaret Bakanlığının kararsızlığını bir kere daha ortaya çıkarabilecek bir hâdise karşısında bulunulmasıydı. Hakikaten şimdiye kadar buna ben­zer durumlarla çok karşılaşılmıştı. Bakanlık bir karar alıyor, kısa bir za­man sonra bu kararın kaldırılacağı veya değiştirileceği haberi, alâkalı esnaf veya tüccarın birbirlerine ver­dikleri bir müjde haline geliyordu. İ-şin tuhafı bu gibi haberlerin çoğu az sonra hakikaten gerçekleşiyordu.

Vakıalara göre tedbir almanın lü­zumu ve faydası inkâr edilemezdi. Ancak unutulmamalıydı ki, hükümet vakıalara tedbirlerle hâkim olmak kararında bulunduğunu her fırsatta açıklamıştı. Kararlarını vakıalara uy­duracak olduktan sonra bu yola hiç girilmemesi belki daha iyi olurdu.

Hakikaten Millî Korunma Kanunu tatbikatının en büyük mahzurların­dan biri, hükümetin böyle bir düzen­leme faaliyetinin başarılı olamayaca-,ğı yolunda bir inancı pek çok vatan­daşa vermiş olmasıydı. Daha sıkışık bir zamanda kullanılması zarurî ve faydalı olabilecek bir silâh, böylece mekanizması sökülmüş bir hale geti­rilmişti.

Her şeye rağmen Millî Korunma Kanunundan azamî istifadeyi sağla­mak, istiyorsak, yapacağımız ilk iş ha­zırlıksız yakalanmamaktı. Hükümet uzun boylu incelemeler yaytırmalı tat bikatta karşılaşılacak müşkilleri önce­den görmeğe çalışmalı, bunları yen­meğe imkân verecek tedbirlerin neler olabileceğini kararlaştırmak, ortaya ondan sonra çıkmalıydı. Bu yapılma­dı. Bundan sonra yapılması istense bi­le artık çok geç kalınmış olmasın­dan korkulur. Zaten böyle bir yola gidileceğini gösteren hiç bir işaret yoktur. Bu bakımdan İzmir Manifa­

turacılar Birliğinin ve başka şahıs veya grupların müracaatları üzeri­ne Ticaret Bakanlığının yakında ye­ni bir zigzag yaparak Millî Korunma Kanunu tatbikatına bazı yeni deği­şiklikler getirmesi hiç de uzak bir! ihtimal değildir.

Çarşı - Pazar Et peşinde

Yakın zamanlara kadar Ankarada yer yer kuyruklara rastlanması

sık rastlanan bir hâdiseydi. Geçen hafta içinde görülen durum ise artık kuyrukların "devamlı geçici"lerden olduğunu ispat ediyordu. Hakikaten Et ve Balık Kuruntunun satış mağa­zaları Önünde hemen hergün ve he­men günün her saatında kopmak bil­meyen kuyruklar uzanıyordu. Kuyruk olağan bir şey haline gelmişti. Bir kilo et almak için saatlarca kuyrukta bekleyenlerin yorgunluk ve asap bo­zukluğu yüzünden kaç gram eridikle­ri meraka değerdi.

Et kıtlığının sebebi ne idi? Genel bir ifade ile bugünkü fiatlar üzerin­den et talebi et arzından çok fazlay­dı. Fiatlar tesbit edilmemiş olsa derhal bir yükselme görülecekti. Fi­at yükselmesi talepte nisbî bir a-zalma sağlıyacağından arz ile talep arasındaki açık kapanacak, belki de kuyruklar kopacaktı. Fakat böyle bir kopma temenni edilecek bir şey de­ğildi. Çünkü bu, geliri az sınıfların et yeme imkânlarının büsbütün azal­ması demek olurdu.

Fakat sadece fiat tesbiti ile yetin­menin imkânsızlığı da artık hergün daha iyi anlaşılıyordu. Geliri az sınıf­lar fiatı ucuz olan eti, bu defa da et bulamadıkları için, yemek imkânım kaybediyorlardı. Et gerçekten ucuzdu. Çünkü başka maddelerin fiatları etin-

Ankaranın günlük görünüşlerinden biri: Et için kuyruk "Nedir bunun çaresi?''

AKİS ,27 NİSAN 1957 19

pecy

a

Page 20: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

İKTİSADİ VE MALİ SAHADA

kine nisbetle kat kat fazla artış gös-termişlerdi. Kuru fasulyenin 100 ku­ruşun çok üzerine çıktığı bir zamanda eti bugünkü fiatı ile pahalı saymak imkânsızdı. Bu yüzdendir ki ete olan talep artmıştı. Sonra nisbeten yüksek gelirli sayılan sınıfların da ete olan talepleri artmış olmalıydı. Çünkü enf­lasyon bu sınıfların gelirlerini boyuna arttırmaktaydı.

Talep artarken arz da aynı ölçüde artmış olsaydı mesele kalmazdı. Fa­kat arz artmak şurada dursun, azalı­yordu. Bunun da sebebleri çeşitliydi.

Önce fiatların düşük seviyede ol­ması geliyordu. Bu nisbî düşüklüğün arzı teşvik edici bir tesiri olamazdı. Ya kaçakçılık yoluna gidilecek, ka­nuni fiatın üstünde değer elde e-dilmeğe çalışılacak, ya da arz kısala­

caktı. Bunların her ikisi de kendini gösteriyordu.Birçok kasap müşteri­sine eti kanunî fiattan fazlaya satı­yor, müşteri bunu teşekkürle karşılı­yordu. Anlaşılıyordu ki satanı değil alanı cezalandırmak karaborsa ile mücadelede daha faydalı bir yoldu. Bundan başka, gene fiatın içerde da­ha düşük olması yüzünden, yurt dışı­na kaçakçılık artmış olmalıydı. Ka­çırılan hayvan sayısını tam olarak bilmeğe imkân yoktu. Fakat Suriye istatistikleri ile, bizim ihracaat rak-kamlarımız karşılaştırıldığı zaman görülüyordu ki 100 binlerce koyun Suriyeye kaçırılmıştır. Böylece iç pi­

yasada arz azalıyordu. Arzı azaltan sebeblerden bir başka­

sı otlakların durumu ile alâkalıydı. Batı Anadoluda otlaksızlık yüzünden koyun mevcudu çok azalmıştı. Eski­den hayvan yetiştiricisi .olarak bili­nen birçok köyde bugün bir tek sürü yoktu. İyi, kötü ekilebilecek bütün topraklar sürülmüştü.

Sonra son yıllarda havaların ku­rak gitmesinin de şüphesiz payı var­dı. Yemsiz, samansız kışı zayiatsız geçirmek güçtü. Ulaştırma güçlükleri sakıntıyı art­

tıran bir başka sebebti. Bir bölgeden ötekine hayvan nakletmek çok zaman hayvanın ağırlığının büyük bir kısmı­nı kaybetmesi demekti. Kesilmiş hayvan nakletmeğe elverişli yete­cek kadar vasıtamız yoktu. Vasıta ol­sa depolama imkânları mahduttu.

Şöyle kabaca bir bakış bile gösteri­yordu ki et sıkıntısı kolayca gideri-lemiyecektir. Üstelik bu yıl yağışla­rın daha da az olması yüzünden önü­müzdeki yıl içinde sıkıntının büyük olması ihtimali vardır.

Fransa Krediler kısılınca

F ransa enflasyonu kontrol yolunda yeni bir adım atmış, reeskont

haddini yüzde 3 ten 4 e çıkarmıştır. Böylece İngiltere ile İtalyadaki sevi­yeye çıkılmış fakat Almanyadan aşa­ğıda kalınmıştır. Çünkü Batı Alman­ya daha ileri giderek reeskont haddi­ni yüzde 4,5 olarak tesbit etmişti.

Paul Ramadier Dikkat, Enflasyon tehlikesi!.

Fransa öteden beri enflasyon kar­şısında dununu en hassas olan mem­leket diye biliniyordu, öyle olduğu halde daha iyi durumda olan memle­ketlerin aldıkları tedbirlere ayak uy­durmaması şikâyetlere yol açıyordu. Meselâ reeskont haddi yani yüzde 3-Avrupadaki en düşük reeskont haddi idi. Harpten sonra bir aralık yüzde 4'e çıkmış, sonra gene 3'e inmişti. Bi­lindiği gibi reeskont hadlerinin arttı­rılması enflasyonu önleyici bir yol o-larak tanınmaktadır. Çünkü piyasada tedavül eden para miktarını azalta­caktır, denir. Fakat tatbikatta rees­kont haddi üzerinde oynayarak enf­lasyondu baskıyı büyük ölçüde azalt­manın mümkün olmadığı görülmek tedir.

Fransada enflasyonla mücadele et­mek maksadıyle taksitle satışlara da hafif tahditler konulmuştu.

Fakat daha tesirli olmak istemi- . yorsa devlet masraflarım azaltmak ve Cezayir hareketinin maliyetini dü­şürmek gerekirdi. Cezayir hareketi Fransaya yılda 400 milyar franktan fazlaya patlıyordu. Bu, aşağı yukarı bütçe açığının tamamı demekti.

Fransanın ilerde daha başka ted­birler almak zorunda kalacağına şüp­he yoktu. Nitekim Maliye Bakam Pa­ul Ramadier Millî Kredi Meclisi ö-nünde söylediği bir nutukta kredi kontrollarının yakın bir gelecekte ek vergilerle tamamlanması gerektiğini söylüyordu.

Hindistan Plânlı gelişme Biz, plânlama. mümkün mü, değil

mi münakaşası ile yılları harcayıp

dururken, Hindistan plânlamanın meyvalarını derlemeğe başlamıştır. Sanayileşme yolunda sağlam adım­larla ilerlemektedir.

Hindistamn ilk beş yıllık plânı 1951 de u y g u l a m a ğ a başlamıştı. O sıra­larda yiyecek durumu o kadar kötüy­dü ki, plâncılar dikkatlerini bu mese­le üzerinde toplamışlardı. Yani önce ziraat ele alınmıştı. Başarılı neticeler elde edildi ve açlık tehlikesi savuş­turuldu.

Bugün Hint hükümeti ziraat saha­sını ihmal etmiş olmamakla beraber, sanayileşme yolunda hızla ilerlemek istiyor. 1956-61 arasında uygulana­cak ikinci beş yıllık plânın ağırlık noktası sanayiin büyümesidir.

Demir-çelik sanayii ilk sırayı almış tır. Çünkü Hindistanın bu sahadaki imkânları çok geniştir. Yüksek kali­teli demir yatakları çok zengindir. Madenlerin işlenmesi kolaydır; çün­kü birçoğu hemen toprağın yüzünden­dir.

Her birinin kapasitesi bir milyon ton kadar olacak üç çelik fabrikası kurulmak üzeredir. Bugünkü çelik fabrikalarının kapasiteleri de arttırı­lacaktır. Bu işler için Alman ve İn­giliz firmaları ile işbirliği yapılmak­ta ve Ruslardan yardım alınmakta­dır.

Böylece 1956 da 1,3 milyon ton o-lan çelik istihsali 1961 de 4,3 milyon tona çıkacaktır.

Kömür sahasında da ilerleme im­kânları vardır. Nitekim kömür istih­sali 38 milyon tondan 60 milyon tona çıkarılacaktır. .

İstihsal edilen malları memleket içine dağıtmak için gerekli lokomotif ve vagonları imal etme işi de düşü­nülmüştür. Fabrikalar bütün imkân­ları ile çalışmaktadır. Bir İsviçre fir­masının monte ettiği bir vagon fabri­kası çalışmağa başlamıştır.

Çimento istihsali üç katına çıkarı­larak 13 milyon tona ulaşacak, Alü­minyum istihsali de 7 bin tondan 25 bine çıkarılacaktır.

Otomobil montaj ve parpa fabrika­larının kapasiteleri arttırılacaktır.

Tekstil sahasında da yeni yem fab­rikalar kurulacak, birçok eski fabrika modernleştirilecektir.

Ağırlık sanayie verilmiş olmakla beraber ziraat ikinci beş yıllık plânda da ihmal edilmiş değildir. Hem sula­ma hem de elektrik istihsal kapasite­sini arttıracak birçok büyük teşeb­büs yakında tamamlanacaktır. Mese­lâ tek başına Bakra-Nangal barajı 1,4 milyon hektar arazinin sulanma­sını mümkün kılacaktır.

Sulamayı sağlıyacak daha başka tedbirlerle beş yıl içinde aşağı yuka­rı 8 milyon hektar arazi verimli hale getirilecektir.

Sadece ekilen arazinin genişletilme­sine çalışılmakla kalmamakta, top­rağın verimini artt ırma yoluna da gi­dilmektedir.

Bütün bunlar hububat ve sebze is­tihsalini 15 milyon artırarak 1961 de 80 milyon tona çıkacaktır.

AKİS, 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 21: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

E Ğ İ T İ M

İlk Öğretim Hazin bir yıldönümü

G eçen haf tan ın or tas ında Çarşam­ba günü, 17 Nisan tar ih ini taşı­

y a n gazeteler i k a r ı ş t ı r a n eğitimciler, -Köy Enst i tü ler i h a k k ı n d a yazılmış bir k a ç sat ır ı boş yere a ray ın durdu-lar . B i r k a ç idealist köy öğretmeni tara f ından çıkarı lan Demet gibi meslekî m e c m u a l a r ve bir (kaç gün­lük gazete hariç, basın Köy Enst i tü- , lerinin kuru luş gününü u n u t m u ş t u . Millî E ğ i t i m Bakanlığı için esasen Köy E n s t i t ü s ü diye bir şey mevcut değildi. 1954 yılında ç ıkar ı lan bir kanunla, Köy E n s t i t ü s ü ismi t a r i h e kar ışmışt ı . Sadece Köy Enst i tüler in­den m e z u n 17 bin öğretmen, kendi­leri için büyük bir m â n a ifade eden bu g ü n ü a r a l a r ı n d a kutladı lar .

Köy Enst i tü ler i ne büyük ümitler­le k u r u l m u ş t u ! Bir ö ğ r e t m e n o gün­leri şöyle anla t ıyordu: " D a ğ l a r ı ya­rıyor, su get i r iyorduk. Taşımızı ken­dimiz ç ıkar t ıyorduk ocaklardan. Tuğ­layı kendimiz kesiyor, pişiriyorduk. M a n t a r biter gibi yükseliyordu bi­nalar . Yeşile h a s r e t bozkır toprağını yeşertiyor, verimsiz denen toprağ ı gücümüzle ver i r d u r u m a getiriyor­duk. Engel tanımıyorduk. Ellerimiz nasırl ıydı. Zaten çalışan köy çocuk­larıydık, yeni Türkiyeyi kuruyorduk. Bu inançtaydık. ."

Köy Enst i tü le r i t u t t u k l a r ı yolun doğru luğuna inanan, idealist T ü r k gençleri taraf ından, . işte bu h a v a i-çinde yarat ı ldı . Köy Enst i tü ler i ka­n u n u çıkarıldığı s ı rada Millî Eği t ini Bakanl ığı m a k a m ı n d a H a s a n Âli Yücel oturuyordu. D a h a k a n u n u n çıkt ığ ı yıl, 14 enst i tü kuruldu. 1946-da enst i tüler in sayası 21'e yükselmiş­ti , 1949'da 2839 olan köy okulu sayı­sı, 10 yıl s o n r a 7390'a çıkmıştı. 1940 da . 955.957 çocuk okula g i d i y o r d u , b u r a k k a m 1945'de 1.508.633'e yüksel­mişti . 1955 yılında i lkokul lardaki ço­cuk sayısı 1.877.145'i .bulmuştu. Di­ğer b i r deyişle 1940-1945 aras ındaki 5 yıl içinde % 50'den fazla a r t a n o-kuldaki çocuk sayısı, m ü t e a k i p 10 yıl; zarf ında Ancak %26 k a d a r yük­selmiştir. Bu r a k k a m l a r kendi kendi­ne konuşmaktad ı r . Köy Enst i tü ler i­nin oynadığı müsbet rolü gös termek için b a ş k a şahide ihtiyaç yoktur .

Bir de 1955 yılında okul çağında olup da okuyup yazma bilmeyenlerin m i k t a r ı n a b a k a l ı m :

O K U M A - Y A Z M A B İ L M E Y E N -L E R İ N % N İ S B E T L E R İ

Yaş Erkek Kız Vasati

6 7 8 9

10

11 12

İlkokul

92.4 53,6 44/1 28,5 42.1 2.1,7

33,4

94,5 65,3 68,5 43,9 60,0

44,5

56,2

93.4 59,2 51,1 35,7 50,3 33,2 43,6

çağındaki çocukların aşa-

Köy Enstitüleri Doğan AVCIOĞLU

Köy Enstitüleri meselesi, iyi ni-yetlerle ve büyük ümitlerle baş­

lanan bir teşebbüsün nasıl dejene­re olduğunu gösteren birçok misal­den biridir.

Koy Enstitüleri, İkinci Dünya Harbinin buhranlı günlerinde, kötü iktisadî şartlar altında, öğretmen ve öğrencilerin müşterek gayretle­riyle kurulmuştu.1940-1946 yılla­rı arası Enstitü Hareketinin en canlı ve verimli devresidir.

Ne yapılmak isteniyordu ? Gaye, büyük çapta bir eğitim seferberliği idi. 10-15 yıl gibi kısa bir zaman zarfında bütün köyleri bir okula v,e. Öğretmene kavuşturmak bahis mevzuu idi. Sadece öğrencileriyle meşgul, eski tip öğretmen yerine, köye rehber olacak, köyün, iktisadî ve içtimaî hayatını değiştirecek yeni bir öğretmen tipi yetiştiril­mek isteniyordu; O halde, büyük sayıda köy çocuğunu hususî bir e-ğitime tâbi tutarak köylere yolla­mak gerekti. Koy Enstitülerinin öğrencileri, öğretmenlik bilgisi dı­şında, bir sanat da öğrenerek kö­yün yolunu tuttular. Okul dışında el sanatları icra ederek, toprağı iş­liyerek köylüye örnek olmaya ça­lıştılar. Köyde başarı gösteren öğ­retmenlere yükselme şansı da ve­riliyordu. Bu öğretmenler müsaba­kayla Yüksek Köy Enstitüsüne gi­rebiliyorlardı. Beş yıl zarfında ilk öğretim seviyesindeki öğrenci sa­yısının 950 binden 1,5 milyona çık­ması, Köy Enstitüsü teşebbüsünün iyi yolda olduğunu gösteriyordu.

Fakat 1946'dan sonra işler de-ğişmeye başladı. Eğitim dâvası millî bir mesele olmaktan çıkıp siyasî hale geldi. Zira artık çok partili siyasî hayata girilmişti; Si­yaset adamları köylerde vaad ya-rışına başlamıştı. Şehirli ve köylü halk Köy Enstitülerinin mânası­nı pek iyi anlayamamıştı, Tek par-ti devrinde halkı aydınlatmak için pek gayret sarfedilmemişti. Kız-erkek çocukların bir arada okutul­masında belki biraz acele edilmiş­ti. Köylülere zorla okul yaptırmak memnuniyetsizlikler uyandırmış­tı. İdarî makamlar ve öğretmenler arasında ahenkli bir çalışma kuru-lamamıştı. Bir öğretmenin şikâye­ti üzerine, hatta valilerin durumunun sarsıldığı vaki idi. Fakat hepsinden mühimi, mo­dern bir anlayışla yeliştirilen öğret­menin, köyde karşılaşacağı muka­

vemetlere hazırlanmamasıydı. Yaş­lı köylülerin, ağaların, hocaların genç köy öğretmeninin karşısına dikileceği muhakkaktı. Bu mu-hafazakâr kuvvetlere boyun eğ­mek kadar, düşman olmak da e-rişilmek istenen gaye bakımından tehlikeliydi. Belki güç bir işti ama, muvaffak olmak için genç öğret­menin, ihtiyatlı olması gerekiyor­du. İdealist öğretmene birçok şey­ler öğretilmişti. Ama köyde karşı­laşacağı mukavemetler Ve bu mu­kavemetleri nasıl yenilebileceği hak­kında dağarcığa boş bırakılmıştı. Neticede bir çok öğretmen muha­fazakâr kuvvetlere boyun e v l i Birçoğu köy ilerigelenlerinin a-mansız düşmanı oldu.

Köy Enstitülerinin inhitat dev­ri, işte böyle başladı. Çift partili hayatla birlikte tâviz devresine gi­rilmişti. Evvelâ Köy Enstitülerinin yüksek kısmı kaldırıldı. Kız ve er­kek öğrenciler ayrıldı.. Enstitüler­de işe verilen ehemmiyet azaltıl­dı. C.H.P. nin açtığı tâviz devri, D.P. iktidarı zamanında da devam etti. Enstitülerin "iş içinde terbi-ye"ye dayanan eğitim sistemi ter-kedildi. Klasik öğretmen okulları müfredatına benzeyen bir ders programı kabul edildi. Öğretmen ve öğrencilerin çevreyle olan alâ­kaları azaltıldı. Enstitülerde istih­sal yapılmaz oldu. Öğretmenlerin hepsi başka yerlere nakledildi. 1954 te Köy Enstitüleri ismi de ortadan kaldırıldı. Eski idealizmin, heyeca­nın ve iyimserliğin yerini anla-şılmamanın ve takdir edilmemenin ıstırabı ve bedbinliği aldı.

Muvaffakiyet yolunda bir teşeb­büs, işte böylece dejenere oldu. Halk eğitiminden çok bahsedildi­ği şu günlerde değil yetişkinler, o-kul çağındaki çocukların yarısı o-kuyup yazma bilmemektedir. Nü­fusun hızla arttığı memleketimiz­de önümüzdeki... yıllarda, her sene yarım milyondan fazla çocuk okul çağına gelecektir,. Eğer Türk çocuk­larının hepsinin okula gitmesini ha­kikaten arzu ediyorsak, tek hal ça­resi. Köy Enstitülerini ilham eden fikirlere bir an önce dönmek olacak­tır. Köy Enstitüleri şu veya bu ideolojiden değil, zaruretlerden doğmuştu. Cumhuriyetin ilânın­dan 34 yıl sonra aynı zaruretler bugün kendilerini, daha da kuvvet­le hissettirmektedir. Bu zaruret­ler, ergeç aynı hal çarelerine baş­vurmamızı gerektirecektir.

ğı yukarı yarısı okuyup yazma bil­memektedir. Diğer taraftan Türkiye-de 0-9 yaş arasındaki çocukların miktarı 7 milyon 178 bini geçmekte-dir, Nüfusun % 30 unu bulan bu ço­cukları okutacak okula öğretmene

sahip miyiz? Bu rakkamlar 1946'dan beri Milli

Eğit im dâvamızdan mesul olanları itham etmektedir. Köy Enstitüleriyle açılan yolda ısrar edilseydi, durum bugün her halde çok farklı olacaktı.

AKİS ,27 NİSAN 1957 21

pecy

a

Page 22: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

Ç A L I Ş M A

Ankara işçi Sendikaları Birliğinin kapısı mühürleniyor Sendikacılığın panoraması

Sendikalar "Sabır ve metanet"

G eçen haftanın sonunda, Cumarte­si günü vakit akşama yaklaşır­

ken Emniyet Birinci Şubeye mensup sivil polisler Ankara İşçi Sendikala­rı Birliğinin Çankırı caddesindeki bir apartmanın birinci katındaki merkezinin kapısını çalıyorlardı. Ka­pıyı bizzat Birlik Başkanı İsmail Aras açtı ve misafirlerini nezaketle karşıladı. Emniyet memurları İsmail Arasa Ankara Birinci Asliye' Ceza Mahkemesinin Birliğin kapatılması hakkındaki kararım tebliğe ve tat­bike gelmişlerdi.

YENİLİK Onbeş günlük fikir ve sanat

dergisi

YILLIK ABONELERİNE 15 LİRALIK KİTAP ARMAĞAN

EDİYOR.

Sayısı 50 Krş. Yıllık abonesi 12 liradır.

Müracaat adresi : P.K. 914 - İSTANBUL

22

Mahkeme, Birliğin kuruluşunun 5018 sayılı Sendikalar Kanununun 1 ve 8 inci maddelerine uygun olma­dığını tesbit ederek kapatma kararı ittihaz etmişti. Kararda Birliğin ay­nı iş koluna mensup olmayan sendi­kalardan kurulu olmaması ve Birliğin teşekkülünde üye sendikaların Birli­ğe katılma kararım üçte iki ekseri­yet istihsal edilmemiş bulunması ka­patmaya sebeb olarak gösteriliyor­du.

Emniyet Birinci Şube memurları önce binanın balkonuna çıkarak Bir­liğin lavhasını söktüler. Sonra sıra evraka ve dolaplara geldi. Birliğin bütün muhaberatı ve defterleri top­lanıp dolaplara konuldu ve bu dolap­lar mühürlendi. Daha sonra da içer­de bulunanların hepsi dışarıya çıka­rıldı ve Ankara İşçi Sendikaları merkezinin kapısı mühürlendi. Bu suretle işçi sendikaları birliklerin­den birinin daha kapatılması işi ta­mamlanmış oluyordu.

Kapatılan Ankara İşçi Sendikala­rı Birliğine 8 sendika üye bulunuyor­du. Şimdi bu sendikalar, 5018 sayılı kanun çerçevesinde, fakat münferi­den faaliyetlerine devam edecekler­di.

Ankara İşçi Sendikaları Birliğinin kuruluşu oldukça eskiydi. 1948'de ça­lışmaya başlayan Birlik 1954 senesi­ne kadar resmî makamlardan yar-dım görerek süratle gelişmişti. Fa­kat 1954'ten sonra işçi sendikaları birlikleri ile resmî makamlar ara­sındaki "balayı" bitmiş ve sendika birlikleri gözlere eskisi . kadar şirin

görünmemeye başlamış İdi. Bilhassa Mümtaz Tarhanın Çalışma Bakanlı­ğına getirilmesinden sonra büyük zorluklarla karşı karşıya kalmışlar ve hatta bu teşekküllerin varlıkları­nı devam ettirememe ihtimalleri ciddi surette bahis mevzuu olmaya başla-mıştı. Esasen, birlik ve federasyon­ların kapatılması hareketi de bu ye­ni çalışma politikasından sonra orta­ya çıkmıştı.

' Geçen haftanın sonunda Ankara İşçi Sendikaları Birliğinin kapatıl­manı, işçi çevrelerinde ve siyasi mah­fillerde derin akisler uyandırdı. Bu mevzu ile ilgili olarak Hür. P. nin çalışma meseleleri, sözcüsü Bursa milletvekili Sabahattin Çıracıoğlu dikkata değer bir açıklamada bulun­du ve İktidarın bir taraftan sendika-, cılığın inkişafını Bağlıyacağım vaade-derken, diğer taraftan bu inkişafı adeta imkânsız hale getiren davra­nışlar karşısındaki hareketsizliğe işaret etti. Çıracıoğlu sözlerini "sen­dikacılarımıza sabır ve metanet tavsi­ye ederim" diye bitiriyordu.

Akis Mecmuası P.K.' 582, Ankara,

18 Nisan 1957 tarihli mecmuanızın 22 nci sayfasındaki "Hiltonluların

derdi" başlıklı yazı hakikate uyma­maktadır. 1 — Otelimizde işçiler ve memurlarla idare arasında huzur­suzluk yoktur, ve ne idareye ne de İstanbul Çalışma Müdürlüğüne ak­settirilmiş herhangi bir şikâyet mev­cut değildir. 2— Mustafa Çiçek'in O-telden ayrılışı, taşıdığı işçi mümessi­li sıfatı ile veya bu sıfatla girişmiş olabileceği herhangi bir teşebbüsle asla alâkadar olmayıp, hakiki sebeb-leri İstanbul İl Hakem 'Kurulundan kolayca tahkik edilebilir. 3 — Mev­cut personelin muazzam ekseriyeti* ni teşkil eden Türk işçileri aieyhine ve mahdut sayıdaki yabancı işçiler lehine tefrik yapıldığı asılsızdır. 4 — Müşterilerden tahsil edilen ser­vis yüzdesi kanunun tâyin ettiği şe­kilde ilgili personele tamamen ve muntazaman dağıtılmaktadır. 5 — Fazla mesai yapan personele kanun dairesinde hak ettikleri munzam üc­ret eksiksiz ödenmektedir. 6 — Mil­letlerarası çapta şerefli, Bir müesse­senin manevi ve t icari itibarı hak­kında sui zannı davet edecek bu gi­bi iddialarda bulunmazdan önce, me­seleyi Otelimiz, ve biç olmazsa Otel­deki işçi temsilcileri, İstanbul Çalış­ma Müdürlüğü, ve ilgili işçi sendika­ları nezdinde tahkik etmeniz icap e-derdi. 6 — Her türlü dâva hakkımız baki kalmak üzere, işbu tavzih ve tekzibimizin, mecmuanızın çıkacak ilk, sayısında aynı sayfada aynı punto ile ve "İstanbul Hilton Oteli iddiala­rımızı tashih ediyor" başlığı altında aynen neşredilmesini Basın Kanunu mucibince talep ederiz.

Mühim Manyasiğ İstanbul Hilton Oteli Müdür Muavini

AKİS , 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 23: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

K A D I N

Ev Hayal yuva!

R ebia İren, kapalı bir kapının önün­de durdu. Kendisini iki saata ya­

kın bir zamandır Ankara Kız Teknik Okulunun uzun koridorlarında ta­kip eden Amerikalı ve Türk kalaba­lık bir kadın topluluğuna dönerek: - Artık biraz dinlenelim. Her halde yoruldunuz" dedi.

Hanımlar hakikaten yorulmuşlar­dı, Bunun gibi tetkik gezintilerinde çok yüksek topuklu ayakkabı giy­mekten vazgeçmedikçe de daima yo­rulacaklardı. Fakat doğrusu bu yor­gunluğa değerdi. Çok güzel şeyler görmüşlerdi.' Enstitünün her odası bir hazineydi ve en güzeli şüphesiz ki Türk motifleri atölyesiydi. Enstitü ye Teknik Öğretmen Okulu müdürü Bayan Rebia İren misafirlere evvelâ tablo halinde muhafaza edilen bir asırlık eski Türk elişlerini göster­mişti. Cam çerçeveler içinde muha­faza edilen çevreler, kafes arkasın­da bile Türk kadınının sanata ve in-ce zevklere ne kadar ehemmiyet ver­diğini gösteriyordu. Maraşın altın simle işlenmiş elişleri ise, hakikaten göz kamaştırıyordu. Bundan sonra misafirler atölyelerde bu eski işlerin aynen yapılmakta olduğunu seyret­tiler. Eski Türk elişlerinde en çok gül, karanfil ve. lâle nazarı dikkati cel-bediyordu. Bu elişlerinin en büyük hususiyeti tersinin ve yüzünün bir oluşuydu. "Fantazi Dikiş" atölye­lerinde ise motifler modernleştiril­miş ve eski Türk kıyafetlerini tem­sil eden tablolar iğne ile, adeta çizi­lerek, yapılmıştı. Dikiş ve biçki atöl­yelerinde misafirler pembe ve eflâ­tun organza ve şifonlardan yapılmış köpük gibi gece elbiseleri seyretmiş­lerdi. Çamaşır atölyesinde ise ağır işli ince çamaşırların yanında yerli basmalardan yapılmış şirin ve ucuz gecelikler büyük sükse yapmıştı. Çi­çek atölyesi hakiki bir çiçek bahçe -siydi. Birçok hanımlar gayrihtiyari uzanmış ve çiçekleri koklamak iste­mişlerdi. 7 bebeğin büyük bir ihti­mamla bakıldığı kreş, süt ve çocuk

.' kokusu ile, birçok annelerin yüreğini kaldırmıştı.

Demek artık biraz oturup dinleni­lecekti. Rebia fren, istirahat vaadet-mişti. Anahtarı kapının deliğine sok­tu ve kapı acildi.. İşte o zaman ens­titüyü gezen Türk - Amerikan Ka­dınları Kültür Derneğine mensup hanımlar günün en güzel sürprizi ile karşılaştılar.: Burası bir istirahat o-dası değil geniş, ferah, gayet güzel şekilde döşenmiş bir ev, bir ideal apartman katıydı.. Dernek başkanı Nusret Sezel Rebia İren ile bakıştı­lar ve muzip bir eda ile gülüştüler. Hanımlar bu ideal. evde gördükleri her güzel şeye hayret nidaları kopa-rıyorlardı.

Ortada rahat koltuklar, kanape-

AKİS , 27 NİSAN 1957

Hayırlı Bir Moda Jale CANDAN

Kimimiz fazla muhafazakârız: Çocuklarımızın giyindikleri "blu-

cin"leri bir Batı taklitçiliği olarak' vasıflandırır ve yana yakıla her-şeyimizi. kaybettiğimizden şikâyet ederiz. Kimimiz hakikaten taklit­çiyiz. Filanca kitapta görüp be­ğendiğimiz penceresiz dağ evini getirip sayfiyede deniz kenarına oturturuz. Kimimiz dört elle eski­ye bağlanmak isterken, kimimiz bütün bağları koparıp dört nala kaçmak isteriz. Bu iki çeşit ifrat hep aynı kompleksten ileri gelmi­yor mu?

İşte kendi kendimizi tamamla­makla başlamalıyız. Kendi kendi­mizi tanımaya başlarsak maddî ve manevî birçok iyi ve güzel şeyleri­mizi bulup bunları muhafaza et­mek, bunları kıymetlendirmek, bunları sevmek ve sevdirmek im­kânlarını ararız. Gene kendi ken­dimizi iyi tanırsak eksikliklerimi­zi, yanlışımızı görür bunları dı­şardan aldığımız yeniliklerle telâ­fiye çalışırız.

İlimde, fende, siyasette ve bütün içtimai meselelerde elbette ki Ba­tıdan örnek alacağız. Bu sahada muhafazakârlık ancak geriliktir, taassuptur. Ama yabancıların gön­lünü çalan o tarihi misafirperverli­ğimiz, âlicenaplığımız, güleryüzlü-lüğümüz ve samimî, içten halleri­miz, Türk milletine has cevval ze­kâ, intibak kabiliyeti, hak severlik; bunlar küçümsenecek şeyler değil­dir.

Örf ve âdetlerimiz arasında iyi­lerini, batıl itikatlara dayanmı-yanları seve seve muhafaza etme­liyiz. Müslüman Ramazanda oruç tutar. Bu güzel bir dini âdettir. O-ruç iradeyi kuvvetlendirmek, ma­nevi şevler için maddî şeylerden vazgeçebilmek esası üzerine kurul­muştur. Ama oruç iyidir diye Ra­mazanda sahur vakti davul çalın­masını istemek iptidaî bir zihni­yetin mahsulüdür. Çünkü zorla herkesi uyandırmak doğru değildir ve "çalar saat" çoktan davulun ve­rini almıştır.

Çocuklarımıza "Teksas" damga-lı püsküllü kovboy pantalonları

giydirirsek onları yabancı bir rol için sahneye çıkmış ar t i s t lere ben­zetiriz. A m a yer l i ketenlerimizle yapılmış düz ve pratik "blucin"leri benimsiyebiliriz. Çünkü Amerika­lı altın arayıcılarının icat ettikle­ri bu pantalonlar ütü istemez, kir kaldırır iyice eskivinceye kadar giyilebilir, pratik ve, ekonomiktir. Bir kadın Paris modasını tatbik

edebilir. Ama güzel yerli kumaşla­rımızdan, çok güzel ve bize has hususiyetlerimizden istifade eder­se hem şahsiyetini tebarüz ettirir, hem de Türk el sanatlarını tanıt­mış, kıymetlendirmiş olur. İşte bu sahada Ankaralı hanımlar arasın­da çok hayırlı bir cereyanın mev­cut olduğunu İnsan sevinçle mü­şahede ediyor. Bugün birçokları­mız elbise yapmaya karar verdiği­miz zaman Çıkrıkçılar yokuşuna çıkıp ucuz yeril kumaşları da göz­den geçiriyor, bazan güzel bir do­kumayı, yatak çarşaflıklarını, köy­lüler için yapılmış ucuz fakat cazip ipeklileri seve seve alıyoruz. Bir­çok arkadaşlarımız da bu keşifleri­mizden istifade ediyor.. Anadolu­lum ince zevki ile hazırlanmış gü­müş kolyeler, bilezik ve küpeler de en düz bir elbiseye bazan paha bi­çilmez bir kıymet vermektedir ve en sık toplantılarda alâka topla­maktadır. Bugün Ankarada piya-saya sürülen üzeri taşla işli bakır kemerler, en şık salonlara giren bakır tepsi ve tabaklar kendimize has şeylerden ne güzel eşyalar vü­cuda getirebileceğimizin bir delili­dir.

Bundan bir kaç sene evvel bakı­rı biz yalnız mutfakta kullanırdık ve bakırcılara giderek evlerinde sehpa veya abajur yapmak üzere bakır tepsi, bakır ibrik ve güğüm arayan Amerikalılara biraz da hayretle bakardık. Halbuki bugün piyasadaki en şık tablalar, vazolar, duvar tabakları, şamdanlar döğme bakırdan yapılmıştır. Bugün bun-lara yabancılar kadar bizler de rağ-bet ediyoruz. Belki de bir moda ce­reyanıdır; ama hayırlı bir cereyan-dır.

Simdi bu modayı memleket dışı­na da götürmeğe bakalım. Ankara Kız Teknik Okulu 1958 de Brük­sel'de yapılacak olan beynelmilel bir sergi için şimdiden hazırlan­maktadır. Fakat zaman zaman açı­lacak sergiler kâfi değildir. Hal­kımızın güzel şeylerimizi benim­seyin kıymetlendirmesi, dış mem­leketlere çıkan her Türk ailesinin evinde ve kıyafetinde hususiyetle­rimizi taşıyarak göstermesi, bu­nunla iftihar etmesi lâzımdır.

Maddi ve manevi güzel şeyleri­mizi tanır ve kıymetlendirirsek dı­şardan polen şeylerin de iyisini ve bize faydalı olanını kolaylıkla de­ğerlendirebiliriz ve o zaman bun­ları taassupsuz kabul ederiz. Ken­di zenginlikleri «dan milletler için vermek kadar almak ta tabiidir.

23

pecy

a

Page 24: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

KADIN

lef, kauçuk yastıklarla tefriş edilmiş çok geniş, aydınlık, iç açıcı renkli bir salon, bir "living - room" vardı.. Tam karşıya gelen mutfak ve ye­mek odası kombinezonu ise hanım­ların bilhassa kalbini fethetmişti. Bu geniş mutfakta herşey pırıl pırıl, bembeyaz, tertemizdi ve buzdolabın­dan gazocağına, lavobaya kadar bü­tün dolaplar birbirlerini tamamlayan bir şekilde yanyana geliyor ve du­varları dolduruyordu. sabit dolap­larda bez asmak, tepsi yerleştirmek için, çöp tenekesini koymak için hu­susî bölümler vardı. Ekmek kesmek, sebze ayıklamak için ev hanımının tahtalı gözü önüne çekmesi kâfiydi. Mutfaktan yemek odasına geçiş bu iki oda arasında bölme vazifesi gö­ren yüksek bir "masa - tezgâh" ile temin edilmişti. Ev kadını bu masa­nın üzerine yerleştirebileceği tabak­larla kolayca servisini yapacaktı. Çamaşırhane ortada değildi, görün­müyordu ve onun da duvarını iki taraflı dolaplar ve gözlerle mücehhez bir gömme dolap teşkil ediyordu. Bu dolanların bir tarafında elektrik sü­pürgesi, ütü gibi evin âlet ve edeva­tı duruyordu. Diğer tarafına ev ha­mını yatak takımlarını, her türlü yük eşyasını yerleştirebilirdi. Çama­şır makinesi dolapların yanına ve ge­niş çamaşır teknelerinin bitişiğine yerleştirilmişti. Ütü masası tüy gibi h a f i m . Birçok hanımların çocuk arabası zannettikleri tekerlekli ve içi muşambalı araba ıslak çama­şırları bahçeye çıkarmak için icat edilmişti. Mandal torbası bile' vardı ve esas, ev kadınının eğilmeden iş görmesiydi. Çünkü ev islerinde bu gün dikkat edilecek en mühim şey yüksekte iş görmek ve mümkün mer­tebe az hareketle çok iş başarmaya bakmaktı. Bu arabanın vazifesini ve maksadını keşfeden bir Amerikalı hanım oldu. Teras çamaşırhanenin karşı tarafına düşüyordu. İnce de-mir sandalye ve masaları ile, renkli yastıkları ile fevkalâde cazipti.

Salonun bir tarafından yatak oda­sına geçiliyordu. Bu odada da az eş­ya, rahatlık ve gösterişten kaçma prensiplerine tamamı tamamına ri­ayet edilmişti. Çift karyolaların baş uçlarındaki kapitone kısım, püskül­lerinden tutulup çekilince bunların yastıkları muhafaza eden birer kü­çük dolap oldukları görülüyordu. Karyolalardan başka odada iki ko­modin vardı; bir de boydan boya

Y A P I - T E K N İ K

Mühendislik Dergisi'

nin 2. Sayısı da çıktı

İdare Yeri : Yenişehir Zafer

Meydanı Adil Han No. 4 - Ankara

gömme bir kocaman dolap.. Yatak odasından şirin ve gene dolaplı bir küçük odaya, oradan nefis bir ban­yoya geçiliyordu. Banyo da mutfak ve çamaşırlık gibi Amerikan malze­mesi ile nazarı dikkati celbediyor-du. Çünkü bunlar Teknik Okuluna UNESCO tarafından hediye edil­mişti. Fakat diğer tahta ve demir eş-ya, hep Ankarada Kız ve Erkek Sa­nat Okullarında yapılmıştı. Zaten ba­kır abajurlar, bakır tablalar Ameri­kan tarzı döşemesine rağmen eve derhal bir hususiyet veriyordu.

Kız Teknik Okul talebeleri bu ide­al evde tatbikî dersler görecekler ve gruplar halinde birer hafta bu evde oturarak kendi bütçeleri ile idare e-dip ev hanımlığı öğreneceklerdi.

Türk - Amerikan Kültür Derneği­ne mensup bir çok hanımlar, bu tat­bikî dersleri bu güzel evde yaşama­yı ne kadar arzu ederlerdi!. Mââma-

fih bu görülen şeylerden bazılarını ve birçoklarını eldeki imkânlar nis-betinde, evlerde tatbik etmek müm­kündü. En ufak bir mutfağın bile tanzim edilebileceği muhakkaktı. ' En mühimi, ev işini zevkli ve pratik bir şekle sokmak zihniyetini elde etmek­ti. Herşeyde olduğu gibi burada da ilk rolü oynayan şekil değil, ruhtu. Zira meselenin ruhunu kavrayan herkes aç çok birşeyler yapabilirdi..

Salonun orta masasında, büyük bir vazoda kıpkırmızı çiçekler var­dı. Bir misafir hanım sokuldu, çiçek­leri koklamak istedi.. Çiçekler kok-muyordu: Bunlar tabiat bahçesinde değil, Enstitünün çiçek atölyesinde yetişmişti.

Rebia tren çiçekleri okşar gibi tuttu:

"— Bunları bizim çocuklar yap-tılar. Renkleri kırmızıdır, sıcak

memleketlerde yetişir, çocuklar ona "Atatürk çiçekleri" diyorlar" dedi.

Sosyal Hayat İftar sofrası

G eçen haftanın sonunda Cuma günü akşamı, Amerikan Bü­

yük Elçisinin otomobili Kavaklıdere-ye doğru hızla çıktı ve Paris cadde­sinin başında durdu. Arabadan da­ima gülen yüzlü ve şık beyaz şapka­sıyla Mrs. Warren indi. Amerikanın Ankaradaki Büyük Elçisinin eşi, 4 numaralı güzel eve doğru yürüdü ve kalabalık bir hanımlar grubu tara­fından hararetle karşılandı. Paris caddesi No. 4, Hayriye Neyzinin e-viydi ve Cuma akşamı bu güzel evde Türk - Amerikan Kadınlar Kültür Derneği bir "iftar sofrası" tertip et­mişti. Davetliler, geniş salonları ça-

bucak doldurmuşlardı. Amerikalı mi-safirler Ramazan ve iftar sofraları hakkında izahat veren Refia Atasa-gunu sual yağmuruna tutuyorlardı.

Ders

R amazan, İslâm dininde mübarek bir revreydi. Çünkü Kur'anın na­

zil olduğu aydı. Ramazanda oruç tu­tan müslüman, tanyeri aydınlanma­sından güneş batıncaya kadar yemek yemez, içmez, keyif verici şey kul­lanmaz ve yapmazdı. Eskiden yapı­lan iftar âlemleri pek meşhurdu.

Oruçlu bir kimsenin orucunu zey­tinle, tuzla veya su ile bozması iyi sayılırdı. İftar sofrasında önce iftar­lık, yani kahvaltılık şeyler yenilirdi. Çeşitli peynirler, «çeşitli reçeller, su­cuk, zeytin oruçlunun sabah yemedi­ği kahvaltının yerini tutardı. Bu- şe­kilde açlıklarını bastıran oruçlular,

Göstermelik iftar sofrası Bir güne mahsus bolluk

2 4 AKİS , 2 7 N İ S A N 1 9 5 7

pecy

a

Page 25: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

KADIN

1957 modası iki bluz Anneannenizin sandığını açınız

İsterlerse bundan sonra kalkar namaz kılarlardı ve namaz bitince, çorba­dan başlıyarak tekrar sofraya otu­rurlardı. Çorbadan sonra muhakkak bir et yemeği, daha arkadan kıyma­lı soğanlı yumurta gelirdi. Güllaç, ekmek kadayifi gibi tatlılar da Ra­mazan sofrasının hu3usiyetlerinden-di.

Refıa Atasagun, Amerikalı misa­firlere güllaç pişirmeyi tarif ederken top atılmıştı ve oruçlular derhal ma­sanın etrafını sarmışlardı. Tok açın halinden anlamaz derler. Hakikaten nefis düğün çorbası, buram buram kokarak ortaya gelinceye kadar o-ruçlu olmayanlar yiyenlere uzaktan bakmakla iktifa etmişlerdi. Fakat düğün çorbası hem manzara, hem lez­zet, hem de koku bakımından cidden fevkalâdeydi. İşte ondan sonra ye­mek başladı. Kıymalı ve soğanlı yu­murtalarını bitirmeye çalışan bir A-merikalı hanım:

"— Ben hiç bu kadar yediğimi hatırlamıyorum, demişti. Hem merak ettim bu kadar yemeği bir arada na­sıl pişirirsiniz. Birkaç günlük çorba­yı yapıp buz dolabında saklıyabilir misiniz?"

Türkler gülüştüler. "— Biz yemeği sevdiğimiz için pi-

şirmesini de severiz.." Refia Atasagun sahur hakkında

misafirlere "izahat verirken Dernek Başkanı Nusret Sezel, Mrs. Warren ile iftarın tadını çıkarıyordu.. Ev sa­hibesi ise mütemadiyen dolaşıyor ve dümdüz siyah zarif elbisesi 'ile hay­ranlık topluyordu.

Günün en sükseli kimseleri bu güzel yemekleri hazırlayan yemek kolu üyeleriydi..

Moda Süslü bluzlar

B u senenin moda hususiyetleri ara­sında en çok nazarı dikkati cel-

beden bir nokta da eski zamanın çok Süslü, dantelli, ince işli bluzlarının yemden rağbet kazanmasıdır. Bu bluzları çok eskiden kadınlar elde hazırlarlardı. Tam bir kadınlık ha­vası yaratan bu hafif ve zarif kıya­

fetler senelerden beri gözden kay­bolmuştu. Çünkü hem moda daha basitleşmiş ve bluzlar daha ziyade erkek gömleği manzarası almışlardı; hem de çok ince işli, volanlı, dan­telli, mervürlü, plili ince bluzların yıkanıp ütülenmesi bir meseleydi.

Halbuki bugünkü sanayi artık ka­dının zahmetsizce ince işli bluzlar giymesini mümkün kılıyordu ve işte 1957 yaz modası devrimizin bu husu­siyetinden istifade etmişti.

Artık navlon tergal, poplon ve nay­lon dantellerden hazırlanmış ve te­ferruatlı bluzların birkaç saniyede yıkanıp kurutulması . mümkün olu­yordu. Ütü ise mevzuubahis değildi. 1057 senesinin ince bluzları adeta e-bedî bir gençliğe, tazeliğe ve temizli-ğe sahiptiler.

Memlekette henüz naylon kumaş-lar imal edilmediği ve naylon henüz bir lüks addedildiği için, Türk kadını­nın bu güzel bluzları giyemiyeceği dü­şünülebilir. Ama yapılacak şey eldeki imkânlarla yeni modaya uygun bluz­lar yaptırmaktır. Çok fazla erkekva-ri bluzların yerine daha yumuşak, daha kadınvari bluzlar giyinmek da­ima mümkündür. Mesela erkek ya-kası yerine yuvarlak bir yaka ter-cih edilebilir; gömlek arkadan düğ­melenerek önden ince uzun bir kadi­fe kurdele sallandırılabilinir. Hatta bu kurdele kravat gibi bağlanır, üze­rine taşlı bir iğne konulabilir. En sa­de bluz biraz fisto, küçük bir iş, bir demet çiçekle aranan kadınlık hava­sına sahip olabilir. Bürümcük gibi büzgülü eski birçok Türk kumaşla­rından da nefis bluzlar yapılabilir ve bu hususta anneannenin sandığı çok işe yarayabilir.

AKİS, 27 NİSAN 1957 25

pecy

a

Page 26: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

C E M İ Y E T

Türk - Irak münasebetlerinde kü­çük bir muvaffakiyetsizliğe uğ­

ranıldı. Boğaz sahilinde bir köşk sa-tın almak üzere hususi uçağı ile İs-tanbula teşrifini bildirdiğimiz Irak veliahtı Prens Abdülilah arzusunu ta­hakkuk ettiremeden gene hususî uça­ğı ile memleketimizden ayrıldı. Se-bep: Yanında iki Iraklı mimarla ev ev dolaşan sayın misafiri görünce bü­tün evsahipleri fiatları ve kiralan prens kesesinin bile güç yetiremi-yeceği irtifalara çıkarıverdiler. Hele pek uzak olmayan bir mazide 15 bin Oraya alındığı herkesçe malûm bir ar­saya tam 1 milyon istenmesi o civar-da petrol bulunduğu rivayetlerine yol

*

Bu haftanın başında, Nermin Gü­neş ile Hür. P. nin genç Kocaeli

milletvekili Turan Güneş bir erkek evlâda sahip oldular. Mesut hadise Güneş ailesini sevince boğdu ve yav­ruya Turan Güneşin pederinin ismi verildi. Genç Hurşit Güneş'e uzun ve mesut bir Ömür dileriz.

*

S iyasetleri bizimkine uymayan ya­bancı devlet adamları memleketi­

mizi ziyaret ettikleri zaman azami itibarı göstererek kendilerini müm­kün mertebe lehimize çevirmeğe Ça­lışacak yerde kaymakamlara karşı lat-mak huyumuzun yeni bir misali: Ge­lecek seçimlerde iktidarı ele alması pek muhtemel görünen İngiliz işçi Partisinin müstakbel Dış İşleri Ba­kanı Aneurin Bevan İstanbula muva­salatında Bakırköy kaymakamı tara­fımdan karşılandı. Merasim azlığına hiç aldırış etmeyen Mr. Bevan hava alanında gazetecilerle uzun uzun ve

William Holden Hediyeye karşılık: öpücük!.

neşeli neşeli konuştu. İmparatorluk-larıh sonuna gelindiğinden, ve demok-rasinin ilerleyişinden bahsederken, "Artık her yerde insanlar kendi iste­dikleri gibi idare ediliyorlar", deyin­ce, hazır bulunanlardan çoğu neden­se gülümsediler.

*

Ş ili Dış İşleri Bakanı Mır. Saint Ma-ri memleketimizden sessiz sedasız

gelip geçti. Coğrafî durumu itibâriyle Şili'nin Bağdat Paktına katılması İh­timali zayıf olduğundan bu ziyaretle kimse ilgilenmedi.

*

G eçen hafta İstanbuldan gelip ge-çen meşhur yabancılar arasında

ortalığı en fazla velveleye veren VVilliam Holden oddu. Kendisinin isim günü şerefine İpekçi ailesinin tertip­lediği kokteyl partide yakışıkla aktör bir genç kızımıza -doğum günü hedi­yesi diye bir pipo verdiği için _ öpün­ce hazır bulunan birçok hanımlar ev sahibesinden hediyelik eşya istemeğe başladılar. Bu arada bir' hanını direkt metodu tercih ederek "Birşey hediye etsem beni de öper m i ? " diye sorun­ca Mr. Holden, "Karımdan izin alma­lıyım" dedi. Aynı partiye İsrarla da­vet edilen Vali Fahrettin Kerim Gö-kay ise mevkiinin haşmeti ile müte­nasip bir cevap vererek, "Mutlaka gö-rüşmemiz isteniyorsa o bana gelsin' ' dedi.

*

M emleketimize gelen ilk Macar mülteci kafilesi içinden seçilip

Refik Koraltan'ın himayesine alınan güzel sarışın hami değiştirmek üzere: Yakında bir Türkle evleniyor.

* Vaktiyle 15 sene uğraşarak İstan-

bul için bir hususî imar planı vü-cuıda getirmiş olan Fransız mütehas-sısı Profesör Prost hükümetin dave­tiyle İstanbula geldi. Açıklandığına göre imar hareketlerini görecek ve ilgililerin izahatını dinliyecek. Şehir -lerin halen hangi umumî plâna göre " imar" olunduğunu bilmeyen İstan­bullulardan birçoğu, profesör Prost 'a verilecek izahatın mahiyetini şiddetle merak ediyorlar.

* Nasreddin Hoca fıkraları bektaşî

hikâyeleri vesaire gibi millî mi-zah branşlarımıza şimdi bir de "imar nükteleri" ilâve olundu. Bir misal: Kenar mahalleli . hanım Hiltona git­mek için kocasına yalvarıyor: "Yü­rü bey, yıkılmadan bir kere görelim!''

Ecnebi defilelere çok rağbet eden hanımlarımızın Cumartesi günü

Park Oteldeki yerli defileye de aynı rağbeti göstermelerine çok memnun olduk. Hele gözlerdeki hayranlık artık yerli malın rahatça kullanalabileceği-ne bir delildi ki bu, en mühimiydi, 70 lirayı bir metre kumaşa ödeyeceği­mize aynı parayla bütün bir kifayeti satın alma imkânlarını Türk hamamı-

26

Prof. Prost Merak uyandıran misafir

larına bahşeden Gülok memleketimiz­de bir çığır açtığı için tebrike şayan doğrusu.

* Hükümetimizin aziz misafiri Afgan

Başbakanı Ekselans Davut Han Dolmabahçede, günlerce evvel kendi­si için hazırlanan taklardan geçerek Hilton'a geldi ve otelin meşhur daire­lerinden birine yerleşti. İstanbul sos­yetesi Pazartesi gecesi Şale köşkün­de verilen daveti ballandıra ballandı­ra anlatıyor...

* Mesut izdivaçlarının senei devriye-

si münasebetiyle Sarper ailesinin verdiği 70 kişilik parti Serkledorian'ın ağır havasını bir gece için dahi olsa bir hayli hafifletti. Ev sahibesi Nilü­fer Sarper ayağındaki terlik biçimin­deki püsküllü iskarpinleriyle, Nimet Dormen meşhur zümrüt yüzüğü ile.' Tamara Nemli kuyumcuların ağzının suyunu akıtacak nefis pırlantalarıyla davetlilerin önce büyük alâkasını çek­mişken oyun masalarının kurulması üzerine bu alâkayı maalesef kaybet­tiler.

* Amer ikanın yakışıklı İstanbul Baş

Konsolosu buraya tâyin olduğu za­man vazifesinde "dedektiflik"te bu-lunduğunu muhakkak ki hiç aklına getirmemişti. Ama Yeşilköye inen bir tayyare Mr. Miner'i bu işe de koştur­du. Karaşi ile Tahran arasında tayya­reden aşağı uçan Amerikalı mühen­dis Nash'ın hangi sebeplerle aşağı uçtuğunu tetkik için kolları sıvayan Bas Konsolos Nash'e ait iki valizi biz­zat gidip araştırdıkları sonra bu genç adamın, milyoner ve müntehir olma­dığına, fakat kendi halinde bir mü-hendis olup yanlışlıkla bastığı sigor­ta düğmesinin açtığı kapaktan uçtu-ğunu tesbit etti.

AKİS , 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 27: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

Opera Umu'an ve bulunan

G eçen hafta Opera gişesinin önün-de, et, çay veya kumaş kuyruk-

larında bekleşenler kadar sabırlı, ta­kat istediklerini elde edeceklerinden

onlar kadar ümitli olmayan, daha çok talihe ve tesadüfe güvenen insanların dizildiği kuyruklar görülüyordu. Bu insanları oraya, iki ismin cazibesi çekmişti. İsimlerden biri David Oyst-rah'tı. Her uğradığı şehri çalkalan-dıran bu Sovyet kemancısının Anka­ra'da iki konser vereceğini bildiren ilân bir Ankara gazetesinde çıktığı gün, biletler tükenmişti. Konserleri Devlet Tiyatrosu düzenliyordu. Fa­kat bu müessesenin giriştiği her işte bir düzensizlik olması normaldi. O sabah bir müşteri, telefonla bilet a-yırtmak istediği zaman, "Oystrah konseri için telefonla yer ayırmıyo­ruz" cevabını almıştı. Oysa bu mü­racaatçının bir dostu, yarım saat ön­ce, aynı telefondan, kendine iki gece için de yer ayırtmıştı. Hâdisenin tef­sire ihtiyacı yoktu.

Oystrah kadar heyecan uyandıran öteki isim, hem Doğu hem Batı ya­rımkürelerinin opera göğünde yeni parlıyan bir Türk yıldızına aitti. Son aylar zarfında San Francisco ve La Scala operalarında kazandığı başarı­lar sayesinde, yurdundaki şöhreti musiki çevrelerini aşan, fotoğrafı ve yaptıkları gazetelerin baş sayfala­rında, hatta Harcıalem magazinler­de bile yer bulan.. Devlet Operası prima donna'sı Leylâ Gencer bu yıl, mensup olduğu sahnede ilk temsilini verecekti. Ankara'nın opera devam­lılarından çoğu onu iki mevsimdir dinliyememişlerdi. Leylâ Gencer'in Geçen Cumartesi akşamı "La Travi-ata"da başrolü oynıyacağı haberi, bir söylenti halinde şehre yayılmıştı. Opera idaresi, bermutad, ünlü sopra­nosunun o gece sahneye çıkacağını ilân etmemişti. Bu hususta operanın idarecilerinden biri kendisiyle konu­şan bir musikisevere "kendi sanat­kârımızı reklâm mı edeceğiz?" dedi ve "o artık sizin sanatkârınız değil-dir" cevabını aldı.

Devlet Operası, sanatkârlarının isimlerini karartmak için ne kadar gayret sarfederse etsin, sadece bir söylenti, bir temsilin biletlerinin ta­mamen satılmasına yetiyordu.

Biletler satılmıştı, pek çok müşte­ri gişeden eli boş dönmüştü ama -O-pera idaresinin daha iyi aydınlatabi­leceği bir sır- salonda gene boş yer­ler vardı. Opera gişesinin, hatırı sa­yılan dostlar için bir kaç yer muha­faza ettiği kimsenin meçhulü değil­di. Böylece o abone sistemleri, tem-sil günleri saat 18'e kadar alınma­yan biletlerin başkasına satılması usulleri, hepsi boş birer gösterişten ibaret kalıyordu.

M U S İ K İ Heyecan mı, yadırgama mı?

P erde anılıp da Violetta sahnede . görününce bütün bu telâşın, bü­

yük bir sopranoyu formunda olma­dığı bir akşamda dinlemekten başka bir şey için olmadığı anlaşıldı. Sesi donuk, bulutlu, örtülüydü. Daha ilk ölçülerde ritmi aksamağa başladı ve bütün birinci perde boyunca nadiren orkestrayla birleşti. Çok kere koşu­yordu ve şef Ferit Alnar, tempolarını bir türlü düzene sokamıyan şarkıcıya yetişmek için herhalde ter döküyor­du. İlk perdenin büyük aryasının ilk kısmında (Ah! Fors e lui) entonas-yonu o kadar düştü ki şef, bir tona yaklaşan farkı belirtmemek için or­kestrayı nerdeyse susturacaktı. "Sem pre libera" sallanan tempolar, yutu­lan koloratur pasajlar ve tutmıyan tonlar içinde geçiştirildi. Gerçi arya

Leylâ Gencer Violetta, sana ne oldu?

-ve birinci perde- bittiğinde halk, sevgili sopranosuna olan bağlılığım göstermekten geri kalmadı ama, "La Traviata"nın en zevkli kısmının bu perde olduğunu düşünenler, böyle bir icradan sonra evlerine dönmeyi tercih ediyorlardı. Ne olmuştu? Ley­lâ Gencer sahne heyecanına mı tutul­muştu? Yoksa rahatsız mıydı? Yeni Türkçe metne mi alışamamıştı? Yoksa Devlet Operası sahnesinin ga­rip akustiğini mi unutmuştu? Bu sahnenin -hele gerilerinden- orkest­ranın işitilmediği bilinirdi.

İkinci perdede durum çok az dü­zeldi. Violetta-Germont düeti, hein orkestrayı, hem bariton Fikret Kut-nay'ı müşkül durumda bırakan kaza-lara rağmen, yürüyebildi. Gencer'i bü­

yük şarkıcı yapan vasıflar hiç ol­mazsa seziliyordu. Gerçi sesi, alışı-lan rengine bir türlü kavuşamamıştı; hele alt tonları her zamankinden da-ha boş, her zamankinden daha hava-lıydı. Fakat piânisssimo'larındaki kontrol, legato hatlarındaki devam-lılık, partisinin mânaya müteallik zaafları karşısında hiçbir. tereddüde ve şüpheye düşmeden tegannisine ver-diği beşeri ifade, Gencer hayranları-nın yüzünü ağartacak vasıflardı.

Bütün temsil boyunca Leylâ Gen­cer'in göze hitap eden tarafları ağır basıyordu. Sahnede gene, hükmedi-ci şahsiyeti ve bağlayıcı güzelliği o-lan bir kadın vardı. Bir aktris, ola­rak meziyetlerine yenilerini ilâve et­mişti. Violetta gibi sathî, kategorik bir tipi derinliğine işlemeye, yaşa­yan, seven ve ölen bir kadın haline getirmeğe muvaffak olmuştu. Böyle bir oyun. kusursuz bir teganniyle bir­leştiğinde olağanüstü bir Violetta ya­ratılmış olacağına şüphe yoktu; Ley­lâ Gencer'i iyi bir gecesinde, ileriki temsillerinde seyredecek olanlar her-halde bir bahtiyarlığa erişmiş ola­caklardı. Alfredo'da Özcan Sevgen, frene fazla

yumuşak, hacmına göre az ağırlıklı se-si olan bir tenordu. Duygu ve ifadey­le söylemek istedi; fakat ant nüans değişmelerinde ifrata kaçması yüzün-den cümleleri iyi mafsallıyamıyordu. Entonasyonu da yer yer çok şüphe­liydi. Germont'da Fikret Kutnay, iyi bir akşamındaydı. Her zamanki gi­bi konuşma tonuna yakın bir sesle, dümdüz, dosdoğru bir söyleyiş verdi. Partneri de iyi akşamında olsaydı, a­lacağı netice farklı olurdu. Flora'da iri sesini idare edemiyen Mukadder Girginkoc Gaston'da daima güvenilir bir "comprimario" olan Nuri Türkan, Doktor Grenvil'de İstanbul'dan gelen ılık sesli Seyit Ahmet Yıldız, Anni-na'da bu rolün emekdarı Hikmet Se-sar vardı.

Konserler Genç Avusturyalı

Henüz otuz yaşına varmamış genç bir Avusturyalı piyanist geçen

hafta, gençlerin musiki icra etme sa­natında önceki nesillere nisbetle da­ha iyi mücehhez oldukları görüşü­nü, yeni delillerle destekledi. Reming-ton ve Vox markalar üstündeki plâk-larıyla ismini dünyaya tanıtmış olan Alexander Jenner, Opera salonundaki iki resitalinde hem fırtına gibi tekni­ğini, hem de -çaldığı musiki mizacına uygun düştüğünde- musiki şinaslık ve şairlik gücünü ortaya koydu.

Herr Jenner'in mizacına uygun mu­sikinin Liszt, Chopin ve -tek bir ör­nekle- Debussy olduğu iki konserde anlaşıldı ve ikincisinde teyit edildi. Parmaklarına ve adelelerine hâkimi-yeti ve ifadesine verebildiği çeşitlilik sayesinde Liszt'in "Sonetto 123 del Petrarca"sını, piyanonun tuşlarını bir tüyle okşarmış gibi çalıyor, Altıncı Macar Rapsodisini, dinleyicinin yüre­ğini ağzına, getiren bir vürtüoz hızı

AKİS , 27 NİSAN 1957 27

pecy

a

Page 28: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

re kudretiyle îcra ediyordu. Oto yan­dan Mozart'ın ne kadar narin bir mu­siki yazmış olduğunu biliyor, Haydn-ın klâsik biçimleri içindeki roman tism öncüsü ifadeyi seziyordu. Her iki resitali de gerçekten, sadece tek­nik hüner bakımından değil, müsiki-nin üstünde kafa yormuş bir sanat­kârın vardığı neticeleri açıklaması bakımından da, olağanüstü değer ta­şıyordu. Bazı eserlerin Herr Jenner'e sırlarını vermemiş oldukları belliy-di. Meselâ Beethoven'in "Pathetique ' sonatı ancak, kusursuz bir teknikle çalınması ve eserin maddi yapısının apaçık belirtilmesi bakımından hoşa gidebilirdi. Aynı şey, Schubert'in iki Impromptu'sünün çalınışı için de söylenebilirdi. Fakat ister Chopin'-in Nocturne'leri, La Minör Mazurka­sı, ya da meşhur Polonaise'i, ister Bartok'un Bulgar Dansları olsun, pi­yanisttik sanatına ve mesleğine şeref veren mekanik ve müzikal ehliyetin sembolü sayılabilecek bir icraya ka­vuştular.

Schumann'ın ''Carnaval"ında oldu-ğu gibi, Herr Jenner, sür'atli çalmak gerektiğinde tempolarını bilhassa hızlı alıyordu; bunu, piyanistlige ait bir maksat için yaptığı belliydi. Fa-kat "teganni edilmek" isteyen bir me-lodi yoluna çıktığında bu fırsatı da kaçırmıyordu. Alexander Jenner, bu mevsim birçok iyi piyanist dinlemiş olan Ankara musikiseverlerinin ko­lay unutamıyacağı bir icracıydı.

K İ T A P L A R SALKA VALKA

(Halldor Laxness'ln romanı. Çevi­ren : Samih Tiryakioğlu. Varlık Ya­yınları Büyük Cep Kitapları serisi 85. Ekin basımevi, İstanbul - 1957. 206 sayfa, 200 kuruş)

Halldor K. Laxness 54 yaşında, İz­landalı bir yazardır. "Saika Val­

ka" adlı romanını ise 27 yaşınday­ken 1930 yılında yazmışt ı . Bu ro­man ancak yazıldıktan bir yıl sonra basılabilmiş ve dünya edebiyatı ile ilk teması ise ancak 1939 yılında Fransızcaya çevrilip basıklıktan son­ra olmuştur. Saika Valka, her ne kadar 1939 yılında Fransızca baskı­sı yapıldıktan sonra dünya piyasa­sında bir parça alâka uyandırmış, fakat bu alaka da çabucak ; sönmüş ve unutulup gitmiştir. Ancak 1955 yılında Nobel armağanı jürisi o yıl için mükafat verecek bir roman bulmakta güçlük çekmiş ve bu arada akla gelen Saika Valka jüri üyele­rince bir itiraza uğramadan, Nobel armağanına namzet gösterilen eser­ler içinde birinci seçilmiştir. İşte bu tarihten sonradır ki Saika Valka ve onun İzlandalı yazan yeni baştan edebiyat dünyasının nazarı dikkatini çekmiş ve bu roman üzerinde yeni bir alâka uyanmıştır.

Maceraperest mizaçlı olan Holldor Laxness ilk tahsilini İzlandada yap­tıktan sonra 17 yaşında memleketin­den ayrılıp, Avrupa ve Amerikada uzun yıllar dolaşmıştır. 20 yaşınday­ken Lüksemburg'da bir manastırda bir yıl kalmış, daha sonra Londraya giderek oradaki Cizvit papazları ya­nında bir kış geçirmiş ve ilk romanı­nı da bu arada, 22 yaşındayken, yaz­mıştır. İngiİtereden Amerikaya ge­çen Laxness, Amerikada da 3 yıl ka­dar oturmuştur. Bu arada ünlü Ame­rikalı Romancı Upton Sinclair'le de tanışıp ahbaplık etmiştir. İşte Sai­ka Valka bu uzun seyahatlerden sonra kaleme alınmış bir romandır. İşin enteresan tarafı Laxness yıllar­ca yurdunun dışında kaldığı hâlde yazdığı romanlarında daima İzlanda-yı anlatmıştır. "Saika Valka"da ta-mamile İzlandada geçen bir vakanın romanıdır.

İzlandanın kuzeyinden, güneydeki rahatlık ve bolluk şehri güneşli Beyk-jayik'e gitmek üzere yola çıkan bir a-na kızın parasızlık ve hastalık yüzün­den bir fiyordun dibindeki ücra bir ba­lıkçı köyüne sığınmak zorunda kalma­ları ile başlayan roman, bu ana ile kiziri bu köyde geçildikleri acı ve tatlı maceraları hikaye eder. Orta yaşlı ve biraz hoppaca olan ana ,me-teliksiz indikleri bu balıkçı köyünde kendisine bir iş ve yatıp kalkabilecek bir yer bulabilmek içirt çeşitli kapı­ların ipini çeker. Ama bütün kapı­lar bu nereden geldikleri ve nereye gittikleri belli olmayan âna kıza kar­­ı kapanmaktadır.Uzun uğraşma-

lardan sonra nihayet çapkınca bir adam bu kimsesiz ana kıza yatıp kalkacakları bir yer bulur. Bulur a-ma anadan buna karşılık istediği ba­zı şeyler de vardır. Nitekim kısa bir zaman sonra da bu istediklerine na­il olurlar. Sigurlina ve kızı Salka Valka artık bu köye iyiden iyiye yer­leşmişlerdir. 11 - 12 yaşlarında olan Saika Valka hâlâ bu küçücük köy­den ayrılıp Güneydeki ö sıcak mem-lekete gitmek hayali peşindedir. A-ma anası yeniden böyle bir macera-ya atılmak için hiç acele etmemekte ve yerinden hoşnut görünmektedir. Bu arada da Steindor ile iyiden iyiye ahbaplığa koyulmuş ve hat ta ondan hamile bile kalmıştır. Bütün ümidi de Steindor'un kendisini almasıdır. Ama Steindor da öyle bir adamdır ki hiç bir şeye öyle uzun boylu bağ­lanıp kalmaz. Günün birinde Sigur-linayı bırakıp yabancı memleketle­re çeker gider. Sigurlina'nın Stein-dorla olan bu gayri meşru münase­beti kızı Saika Valka'yı çileden çı­karmış ve anasından iyice soğut­muştur. Bu arada Saika Valka ba­lık temizleme işlerinde çalışmakta, kendisinden bir kaç yaş büyük bir çocuktan da okuma yazma öğren­mektedir. Derken Sigurlina Stein­dor'dan olan çocuğunu doğurur. Ço­cuğu doğurur ama, bu arada da boş durmaz kendisine bir başka oynaş bulur. Bu sefer bulduğu sessiz seda­sız, kendi halinde bir adamdır ve Sigurlinayı gerçekten almak iste­mektedir. Düğün hazırlıkları başlar. Fakat tam düğünün yapılacağı gün­lerde Sigurlina'nın Steindor'dan olan çocuğu ölür, düğün geri kalır. Ara-dan bir kaç ay geçince de Steindor çıka gelir,. Ama bu sefer Steindor akıllanmış uslanmış bir adam ro-lündedir ve Sigurlina'nın kalbini yeniden kendine çeker. Bu arada Saika Valka iyiden iyiye gelişip serpilen bir genç kız olmaktadır ve Steindor'un asıl maksadı da Saika Valkayı elde etmektir. Şa­yet annesi bir gün vaktinde yetiş-mese istediğine de kavuşacaktır. Ama Sigurlina'nın çıkıp gelmesi Steindor'un plânını bozar. Bu a-rada köy ileri gelenleri de Steindor'u Singurlina ile evlenmeğe zorlamak­tadırlar. Steindor evvelâ razı olur gi-bi davranır. Ama tapı düğün günü ge-ne kaçar gider. .Sigurlina ise bundan son derece üzülür ve kendisini ka-yalardan atarak intihar eder.

Hayli sade bir mevzuu ustaca- iş­lemiş olan Halldor Laxriess, bu ro­manında İzlandayı ve İzlandalıları bütün dünyaya tanıtmağa muvaffak olmuştur. Saika Valka her bakımdan büyük bir roman sayılamaz. Ama ge­ne de dikkatle okunmağa değer bir ro­man olarak kitaplıklarda yer alabi­lir. Eserin tercümesi de temiz sayı-labilecek bir dille ve itina ile yapıl­mıştır.

AKİS, 27 NİSAN 1957 28

pecy

a

Page 29: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

T İ Y A T R O

Güner Sümer - Ozan Sungur Heveslere gölge vurmasın da...

lar şüphesiz temsillerin ilk gecelerine gitmeği âdet edinmiş seyircilerle, "münekkit geçinen" bir takım gaze­tecilerdir. Oda Tiyatrosunun minicik salonu nasıl olsa her gece doluyor ve Devlet Tiyatrosu idaresinin de bu "münekkit geçinen" birtakım ga­zetecilere hiç ihtiyacı yok! Hattâ bunlar tiyatroların hiçbirine adımla-rını dahi atmasalar Devlet Tiyatro­su İdaresinin bundan büyük bir mem­nunluk dahi duyacağı akla gelebilir. Zira temsillerinde basına yer ayır­mamakta İsrarla inat eden bir tiyatro idaresinin başka hangi düşüncenin ışığı altında dünyanın her tarafında tatbik edilen ve birzamanlar Devlet Tiyatromuzca da tatbik edilmiş olan bir, usulün, gazetecilere davetiye gönderilmesi usulünün hiçe - sayıldığı­nı kestirmek hakikaten güçtür. Yok Devlet Tiyatrosu kendi, kendine hem çalıp, hem oynamak istiyorsa buna diyecek tek söz kalmaz.

Ne var ki hergün gazetelerde "Oda Tiyatrosu, bu gece falanca piyes, bi­letleri bitmiştir'' ilânı çıkan Oda Ti-, yatrosunda dahi "münekkit geçinen­lere" günün birinde sıra gelir ve en gerilerde de olsa oyunu seyretmek imkânına kavuşulur.

"Cinayet Var"

Şimdi Oda Tiyatrosunda temsil e-dilmekte olan "Cinayet Var" i-

simli eser daha önce İstanbulun Kü­çük Sahnesinde de oynanmıştı. Hem de aynı mizansen ve aşağı yukarı ay-. nı kadro ile.. Bu da göstermektedir ki Devlet Tiyatrosu daha önce oda

Tiyatrosunda temsil edileceğini bil-dirdiği "Misafir" isimli piyesi Üçün­cü Tiyatroya aldıktan sonra bu eseri de, eserde rol alan bazı sanatkârlarla birlikte Küçük Sahneden getirtmek zorunda kalmıştır. İsminden de anla­şılacağı gibi piyes, tertiplenen ve fa­kat yanlış işlenen bir cinayet vak'ası etrafında örülmüştür.

Eski tenis yıldızlarından Tony Wendice zengin ve güzel bir kadınla evlidir. Karısının vasiyetnamesinde öldüğü zaman mirasının kocasına ka­lacağı yazılı olduğundan ve Tony "VVendice de daima kolay ve rahat yaşa mağı sevdiğinden adı geçen cinayeti tertiplemekte gecikmez. Bunun için de karısının sevgilisi ve cinayet roman ları ile televizyon piyesleri yazarı Max Halliday'in Margot'ya yani karısına gönderdiği bir aşk mektu­bunu silâh olarak kullanır. Tony cina­yeti eski bîr mektep arkadaşı olan Les gate'e işletecektir. Lesgate'in haya­tı türlü kötülüklerle geçmiştir ve her seferinde polisin gözünden kaç­masını bilmiştir. Fakat Wendice o-nun bütün yaptıklarına vakıftır. Ka­rısını öldürtmek için bu durumdan pek âlâ istifade etmesini bilir. Wen-dice'in şantajı ve verdiği para muka­bilinde Lesgate, Margot'yu Öldürme-ğe razı olur. Fakat iki adamın kur­duğu plân yanlış neticelenir. Margot cinayet anında kendisini müdafaa e-derken eline geçirdiği bir makasla Lesgate'i öldürür. Bu sefer VVendice bütün zekâsını kullanarak cinayete Margot tarafından tertiplenmiş süsü­nü vermeğe muvaffak olur. Fakat kurduğu plân gene yarım kalmış, polis müfettişi Hunbard ve seneler­den beri cinai piyesler yaza yaza ci­nayetlerin çözülmesinde kafası bir hayli meleke kesbetmiş olan Max sa­yesinde Tony Wendice'in maskesi a-şağı düşer.

Devri daim

Son zamanlarda televizyonun da tesiri altında bir takım sahne e-

serlerinin Amerikalı prodüktörler ta­rafından filme alınması moda olmuş ye "Dial M for Murder - Cinayet Var" da bu esnada filme alınmıştır. Başrollerini Ray Milland'la Grace Kelly'nin oynadığı bu filmin mizan­seninden daha önce Küçük Sahne­de, şimdi de Oda Tiyatrosunda tem­sil edilmekte olan "Cinayet Var" ın mizansenini ayırdetmeğe imkân yok­tur. Hattâ piyesin filminde kullanılan bir takım sinema imkânları bu defa da sahnede tatbik edilmiştir. Eseri Oda Tiyatrosunda sahneye Koyan A-gâh Hün piyesi elinden geldiği kadar filme benzetmeye, hattâ bizzat ken­disi bir Tony Wendice olarak Ray Milland'a benzemeye gayret etmiş­tir. Birtakım prodüktörler sahne e-serlerini perde eseri yapmağa çalışır­larken, birtakım rejisörlerin de bun­ları bu sefer perdeden sahneye nak­letmeğe çalışmaları çok tuhaf bir devri daim hikâyesidir. Bununla Agâh Hün'ün Oda Tiyatrosundaki mîzan-seninin başarısız olduğunu söylemek istemiyoruz. Fakat rejisörlerimiz

AKİS , 27 NİSAN 1957 29

Ü n i v e r s i t e l i l e r Bahar hamles i

Şu satırların yazıldığı sırada ar-tık M.T.T. Birliğinden ayrılmış

bulunan Üniversiteliler Tiyatrosu, hazırladıkları son iki piyesi tamam­ladıktan sonra biri matine, diğeri su-vare olarak iki temsil vermek üzere Kırıkkalenin yolunu tutmuş bulunu­yor. Her ne kadar gençlerin açık hava­da Amerikan bezinden kendi elleriy­le gerdikleri panoların boyanması i-şi yağmurun azizliği yüzünden ta-mamlanamamışsa da elbette Kırıkka-leye vardıkları an birer fırça alıp bu işi de bitirmişlerdir. Üniversiteliler Tiyatrosu biri Synge'den "Dereye Vu­ran Gölge" diğeri Neuveux'den "İki­li Sistem" isimli iki küçük piyesin ilk temsillerini Kırıkkalede yaptıktan sonra Ankaraya dönecek ve 3 Mayıs gecesi, her türlü imkânsızlığa rağ­men büyük bir gayret ve cesaretle meydana çıkarmağa muvaffak olduk­ları bu eserleri Üçüncü Tiyatroda An­karalı seyircilere de temsil edecek­lerdir. Üniversiteliler Tiyatrosunun Ankara Atatürk Lisesinde yaptıkları son umumi provadan da anlaşılmak­tadır ki gençler tiyatroları için dişle­rini tırnaklarına takarak çalışmak­ta ve bu işin ciddiyetten uzaklaşma­ğa katiyyen tahammülü olmadığını çoktan anlamış bulunmaktadırlar. E-serlerde rol alanlardan bilhassa Mete Polat, Erol Aksoy, Ozan Sungur, Gü­neşi Akol ve Güner Sümerin çalış­malarının yanı sura gösterdikleri ka­biliyete de bakarak seyircilerinin karşılarına cesaretle çıkmamaları i-çin hiçbir sebeb kalmamaktadır.

Oda Tiyatrosu "Biletleri bitmiştir"

B u ayın ortalarında Oda Tiyatrosu Frederick Knott'nun dilimize "Ci­

nayet Var" adıyla çevrilen bir piyesi­nin temsiline başlamış bulunuyor. Altmış küsur koltukluk Oda Tiyatro­sunun temsillerinde, ilk geceden vaz-geçilse bile istenilen herhangi bir gün için bilet bulmak her babayiğit se­yircinin harcı değildir. Hele ''Cinayet Var" gibi bu tiyatroda habersizce başlatılıveren piyesler için... Devlet Tiyatrosu abonelerine diğer sahnele­rinde yeni temsil edilecek piyeslerin falanca- gün başlıyacağını ve biletle­rini falanca güne kadar alabilecekle­rini telefonla bildirirdi. Fakat Oda Tiyatrosu 1956-57 mevsiminin abone­leri' yapıldıktan sonra kapılarım se­yircilerine açan bir tiyatro olduğu i-çin diğer tiyatrolara aboneli bulunan-ların tabiidir ki bu usulden faydalan­malarına imkân kalmıyor. Tiyatro küçük ve seyircisi de çok şükür dai-ma boldur. Bu durumdan, haksızca da olsa; en fazla şikâyetçi bulunacak-

pecy

a

Page 30: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

TİYATRO

sahneye koydukları eserlerde biraz da kendi yaratıcılıklarını ifade etse­ler herhalde Türk Tiyatrosuna daha yararlı olurlardı. Agâh Hün'ün sah-nenin üstüne açtığı küçük bir pen­cereden telefon konuşmalarını karşı -

lıklı olarak seyirciye göstermesi ken­dini filmin tesirinden kurtaramadığı-nı ifade etmektedir. Cinayet sahne-

nin ise aşağı yukarı zifirî karanlık­ta cereyan etmesi de bütün gayretle­rine rağmen sinema imkânlarına ka­vuşamadı. Bunun dışında Agâh Hün piyese, eserin alaka çekici ve sürük­leyici havasına uygun hızlı bir tem­po vermeğe muvaffak olmuştur.

Eser Oda Tiyatrosunda aşağı yu­karı Küçük Sahnedekine yakın bir kadroyla temsil edilmektedir. Tony Wendlce'de Agâh Hün, Lesgate'de Cahit Irgat eski yerlerini muhafaza etmektedirler. Aynı rolleri Küçük Şahnede uzun müddet oynamış olma­larına rağmen piyesin en başarılı sanatkârları yine de bu eserdeki rol­lerine bir hafta içinde hazırlanmak

da kalan Nihat Aybars (Hub-bard) ile Umran Uzman (Max Hal-liday) dır. Uzun zamandanberi sah­nede göremediğimiz Nihat Aybars-hem de hiç filmdeki aktöre benzeme­ğe çalışmaksızın zeki fakat o nis­pette de soğukkanlı, kurnaz bir po­lis müfettişi olmasını bilmiştir. Bütün temsil boyunca sahnedeki durumunu bir an olsun unutmayan ve bakışla­rıyla dahi her an ifade ettiği tipi oy­namaktan geri kalmayan tek sanat­kâr Nihat Aybars'tı. Onun yanı sıra Umran Uzman Max Halliday'e yakı­şır samimî, sevimli halleriyle pi­yesi desteklemiştir. Cahit Irgat iyi bir Lesgate olabilmek için sırf fi­ziğinden istifade etmiştir. Agâh Hün, Margot'yu oynayan Şükran Akın'la birlikte adetâ kendi bin­diği dalı kesmiş, vermek istediği tempoyu zaman zaman gene ken-disi aksatmıştır. Bilhassa Şükran Akın hiç bir zaman piyesteki Margot değildir. Margot canlıdır, sevimlidir ve her şeyin üstünde âşıktır. Sevgili­sinin mektubunu çaldırması onda daima gizli bir endişe yaratır. Hal-buki Şükran Akın Margot'yu son de-rece hareketsiz, durgun, kendi halin-de, içinde gizli, hiç bir endişesi yok­muş gibi düpedüz oynamaktadır. Bu sanatkârın sahnede arasıra dalma­ması ve oyununda devamlı olması da temenni edilecek bir noktadır.

Boş zamanlarında cinai romanlar okumaktan hoşlanan her seyircinin "Cinayet Var"ı beğeneceğinden şüp­he yoktur.

Şehir Tiyatrosu Dram'da "Otobüs Durağı"

W illiam Inge'nin "Otobüs Dura­ğı", Amerikanın perde ve sah-

nelerinde, Türkiyede "Çibali Kara­kolu" neden sevilmiş ve tutulmuşsa, aynı sebeblerle başarıya ulaşmıştır. Oyunun ne derinliği, ne beşeri bir

Nedret Güvenç June Allison + Debbie Reynolds =!

yönü, ne de söylemek istediği bir şeyler var. Üç perde boyunca dört otobüs yolcusunun, bir kasaba lokan­tasında geçen 2-3 saati anlatıyor. Bu dört yolcu. Amerikan halkının ta­nıyıp bildiği, seyretmekle eğleneceği tipler.. Lokanta sahibesi gelen geçen otobüs şoförleriyle odasına çekilip kocasızlığım unutan iyi kalpli bir duldur. Henüz kolej talebesi olan gencecik, saf bir genç kız da bu dul lokantacının yardımcısıdır. Tipi bü­tün şiddetiyle devam eder, rüzgâr ulurken otobüs topu topu dört yolcuy­la çıka gelir. Yolculardan biri genç, paralı, ateşi başına vurmuş, tiranlık taslayan toy bir çiftlik sahibidir. Yanında ona dadılık etmiş bir "e-mektar" var. Delikanlı bir bar yos­masını evlenmek niyetiyle yanına almıştır. Cherie saf, çabuk kanan, ve budala bir yosmacıktır. Daha ya­rı yolda genç kovboyun densizlikleri, onu bu çiftliğe kapılanmak fikrinden çoktan caydırmıştır. Fellik fellik ka­çacak delik aramaktadır. Dördüncü

H E R K E S

yolcu, küçük kızlara düşkün, sapık bir profesördür. Oyun başlıyor: Pro--fesör körpe lokantacı kıza kur yapı­yor; Kovboy Cherie'si ile didişip du­ruyor; lokanta sahibesi şoförle "hoş-ça vakit" geçiriyor. Bu arada kasa-banın "Şer i f i de arasıra zuhur edip asayişi temin ediyor. Vakit geçsin diye revüler tertipleniyor. Sonunda sa­bah oluyor. Kovboyun deli, saf askı­na nihayet cevap veren Cherie Ve nadim profesör yollarına devam edi-yorlar. "Emektar" artık yolunu ayı-rıp başka bir yöne gidiyor. Lokanta­cı kadın ışıkları söndürüyor, oyun bitiyor.

Eh, hiç de fena değil... Yani insa­nı uyutması, sıkıntıdan patlatması göz tırmalaması için hiç bir sebep yok. Fakat, yukarıda kısaca anlat­tığımız Inge'nin piyesinin aslıdır. Dram tiyatrosundaki oyun ve eşhas ise ne oldukları belirsiz, bir Ameri­kan taklitçiliği içinde tahammülfer-sa bir hale geliyor. Perihan Tedü'nün Cherie'sinde Inve'nin eserinin "hu-mor"unu teşkil eden unsurlardan, bir nebze olsun mevcut değil. Üstelik katı, takviyeli bir göğüsle, seksapel yaratmağa çalışan tam bir fahişe çizmeye uğraşmış. Kişilerden hiç bi­ri ne oynuyacağını biliyor intibaını uyandırmıvor. En iyileri Nedret Gü­venç bile sevimliliğine ve güzelliğine rağmen çocuk-genç kız rolünde A-merikalı olabilmek gayretiyle Ame­rikan filmlerindeki June Allison, Debbie Reynolds ve Jane Powel kar­ması haline gelmiş. Kovboy Bo'da Muzaffer Arslan rolüne pek uygun olabilecekken aktörlükle ölçüyü bağ-daştıramaması yüzünden bol bol pa­tırdı eden,' lüzumlu lüzumsuz bağı­ran bir tip olmuş. Bu yüzden oyunu­nu sık sık kaybediyor. Rejisör Meinecke'nin bu bir eşini daha -ba­şarması güç olan kötü sahneye ko­yusunda, her sey oyunu ' d a h a çok kötüleştirme yarışına çıkmış gibi... Tercüme "Hay"lar, "Okey''ler dolu. Lokantanın içini gösteren dekorun arka duvarı kocaman bir cam. Bu camdan da Colliers, Picture Post gi­bi Amerikan magazinlerinde sık sık rastlanan bir New England kış man­zarası görülüyor. Karlar altında kır­mızı tuğladan evler, bu magazinler-deki bir fotoğraftan projeksiyonla fon perdesine aksettirilmiş gibi du­ruyor. Oyun başlarken efekt memu­ru rüzgâr sesi veya uğultusu yerine, gürültü veya takırtısı yapıyor. Son­ra onun da cam sıkılıyor olmalı ki, he­men bu işten vazgeçiyor. Belki de uyu ya kalıyor. Kırmızı evler, beyaz karlar bu yüzden sakin ve şaşkın, afal afal bakınarak, orta yerde kalıveriyorlar. Her ne kadar müzik derleyicisinin a-dı afişde koskocaman yazılı duruyor­sa da, emektar kovboy gitarım güç İşitilir bir sesle tıngırdatıyor. Dahası var, Celâl Şahine taş çıkartan bir kovboy şarkısı "taklidi" de yapıyor. Dahası da var, Cherie -Perihan Te-dü- yerli filmlerdeki göbek oyuncu-larınınkini andıran bir kostüm içinde,

AKİS , 27 NİSAN 1957 30

pecy

a

Page 31: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

hem de masanın üzerine çıkıp "Johny is the boy for me" şarkısını söylüyor ve oynuyor!

Yok ,doğrusu hak vermek lâzım. Oyuncular şimdiye kadar gördüğü­müz bu nevi Amerikan filmlerinden neler öğrenebilirlerse hepsini Rejisör Meinecke'nin arzusuna uyarak var güçleri ile taklide çalışıyorlar.. Sa­dece Mahmut Morali bu taklide pek yanaşmamış. Sapık Profesör Dr. Lyman'ı oynamak üzere sahneye, bir Amerikalı gibi değil, Beyazıttaki Küllük kahvesinden gelir gibi rahat ve alaturka giriyor. Yalnız lokanta­cı kadında Şükriye Atav, bir Ame­rikalı Grace'dan ziyade "bir kadın" olarak kalmak ve oynamak akıllılı­ğını göstermiş. Şerif Will'i taklit e-den Neşet Berküren "Kovboy" demek-te güçlük çekiyor olmalı ki sık sık ''Kâvbay" deyip duruyor ve böy­lece hiç olmazsa 3-5 kişinin eğlen­mesine sebeb oluyor. Rejisör Meinec-ke'nin sahne tertiplerine gelince... Bütün oyuncular bazan barın kena­rına dizilip sahnenin bir yanına yığı­lıyorlar, basan ikişer ikişer başbaşa verip oraya, buraya dağılıyorlar. Bu Çiftlerden bir tanesi konuşurken di­ğerleri kımıldaşıp duruyorlar. Son­ra bir başka çift sesini yükseltince kımıldaşmak sırası ötekilere geliyor. Hülasa bir düzensizlik hüküm sürü­yor ve salonun üstüne uyku veren, sa­bır taşıran sıkıntılı bir hava çökü­yor, seyircilerin arasında Türk sah­nelerinde Amerikan piyeslerini gör­meye gelmiş Amerikalı bir tiyatro sever"Cherie bu değil; Cherie böyle olmamalıydı ki... Bunun Inge'nin o-yunu ile alâkası yok" diye yazarı sa­vunmak ihtiyacı içinde mırıldanıp duruyor..

.. Rejisör Meinecke -hiç şüphe yok-pek sevimli, pek nazik, pek savanı hürmet bir .zattır. Onun nezaketin­den. İstanbul seyircilerinin daha fazla sabrım taşırmadan memleketi­ne dönmesini beklemek yersiz olmaz. Eğer Tiyatro idaresi kendine bu yo­lu acık bıraksa muhakkak böyle ya­pacaktır. Ama Şehir Tiyatrosu ida­recilerinin ne yapıp ne edeceklerini

. kestirmek, yaptıklarından bir mâna çıkarabilmek . bilhassa bu sene im­kânsız hale gelmiştir. İhtimal bütün gayretleri "Belediyeye bağlı bir dai­re" de "Memurlar"ın gürültüsüz pa­tırtısız, tıkır tıkır çalışmalarını sağ­lamaktan ibarettir ve alkış patırdısı-nı, övgü gürültüsünü saygıdeğer bul-muyorlardır. Ama hiç olmazsa, ha­tırlamalıdırlar ki her İstanbullunun Belediyeye ve onun kurduğu mües­seselere ceplerinden verdikleri bir şey vardır. Bu gibi tesislerin bir mâ­nada hakiki sebebleri gene onlardır.. Bu sebeble verdiklerinin karşılığını istemek en tabii bir haklarıdır. Dur­madan kendileri ile alay edildiğini görmek, bir sahneye ve bir idareye münhasır olsa bile canlarım sıkar. Sabırlarım taşırır. Denilebilir ki "sa­bırları taşar da ne olur"... Doğrudur. Olsa olsa bir müddet Dram Tiyatro­su kendi oynar, kendi güler. Hani

Yorgan gitti, kavga bitti" hesabı..

S İ N E M A

Feslivaller Cannes'dan Venedik'e

Sinema mevsiminin sona ermesi yaklaşırken, milletlerarası sinema

festivalleri, için hazırlıklar da baş­lamaktadır. Bilindiği gibi her yıl fes­tival mevsimi Nisan sonundaki Can-nes festivaliyle açılır, bunu Haziran sonundaki Berlin festivali takibeder, Ağustos sonundaki Venedik festiva­liyle kapanır. Bu arada, hepsi ayrı ayrı hususiyetler taşıyan daha kü­çük çaptaki festivaller -Edinburgh. Karlovy Vary, Punta del Este v.s.-yer alır.

Savaştan önce hemen sadece Ve­nedik festivaline inhisar eden bu mil­letlerarası film yarışmaları, görüldü­ğü gibi şimdi epeyce genişlemiş, sa­vaş sonrası sinemasının belli başlı hususiyetlerinden biri olmuştur. Bun­ların faydası da yabana atılmıyacak kadar büyük ve çeşitlidir. Bu festi­valler sayesindedir ki milletlerarası pazarlarda hiç tanınmamış ülkeler, meselâ Meksika, Brezilya, Yunanis­tan, İspanya, Hindistan, Polonya, Yugoslavya kendilerini tanıtabilmek imkânını buldular. Savaştan sonra birden bire gelişen milli sinema okul­ları -İtalya, Japonya, Meksika, Çe-koslavakya- yahut savaş sonunda ye­tişen genç sinemacılar -Rene Clement, Albert Lamorisse, Norman McLaren, Sergey Samsonov, Michael Cacoyan-nis, Juan Antonio Bardem, Frances-co Maselli, Federico Fellini- çabucak kendilerini tanıtabildiler. Öte yandan, sinema endüstrileri sağlam temeller üzerine kurulmuş ülkeler için bile bu

"Cabiria'nın Geceleri' Cannes 1957

çeşit festivaller vazgeçilmez bir un­sur oldu. Herhangi bir festivalde mü­kâfat kazanmak, bir filmin ticari ba­şarısı için mühim bir avantajdı. Film ithal eden ülkeler de seçimlerini daha çok festivallerde başarı kazanan eserler arasından yapıyorlardı. Seyir-çiler ve' tenkitçiler ise, festivallere gönderilen eserlerle bir ülkenin sine-ması hakkında oldukça sağlam bir fikir edinebiliyorlardı.

Şüphesiz, bu festivallerin tamamiy-le mükemmel bir şekilde cereyan bi­tiği söylenemez. Milletlerarası,siyasî Çatışmaların festivallere aksetme;», festival komitelerinin seçimindeki an­laşmazlık, festivale katılacak filmle­rin seçilmesi, festival sonundaki mü­kâfatların dağılış şekli hemen her za­man şikâyetlere yol açmaktadır. Ge­çen yıl Venedik Festivalinde bu mah­zurları kısmen olsun önlemek için festi val nizamnamesi değiştirilmiş, festiva­lin "sinema sanatı" adına layık bir şe­kilde olmasına çalışılmıştı. Bu ara­da en önemli tedbir olarak da, festi­vale katılacak filmler bir ilk seçim­den geçirilmiş, festivale ancak belli sayıda eser -14 film- sokulmuştu. Fa­kat bazı ülkeler bu tehditten hiç de memnun olmadılar. Bunların başında Birleşik Amerika geliyordu. Ameri­ka o zamana kadar festivallere en çok sayıda film yollıyan ülkeydi;, böyle­likle festivalde kazanma şansı daha çoktu. Bundan başka, iyi filmler ya­nında bir. sürü ikinci derecede film­leri de gönderip bunlar etrafında gü­rültü, bir reklam yaratmak gayesini güdüyordu. Venedik Festival Komite­sinin film sayısını böylece tahdit et­mesi üzerine Hollywood festivale ka­tılmaktan vazgeçti. İngiltere de bu boykota iştirak etti. Hollywood'un büyük şirketlerinden yalnız 20 th Century-Fox bu boykota katılmadı. Fox'un prodüksiyonu olan, Nicholas Ray'in "Bigger than Life"ı ile, "The Associate and Aldrich" adlı şirket adına Robert Aldrich'in çevirdiği "At-tack" festivale gayrıresmî olarak katıldılar.

Fakat iki dereceli seçim usulünün de tam mükemmellikle işlediği söyle­nemezdi. İşte bir takım "arka niyet­ler" karışıyordu. Nitekim, sırf boyko­tu bozdukları için adı gecen iki Ame­rikan filmi finale kalan 14 eser ara­sında yer aldığı gibi, festivalin ter­tipleyicisi İtalyanın "Suor Letizia -Rahibe Letizia" sı da yine zorlama o-larak -zira festivalin belki de en kö­tü eseriydi- 14 film arasında yer aldı. Bununla beraber bütün bu aksaklık­lara rağmen geçen yılki Venedik fes-tivali şimdiye kadarki bu çeşit sinema yarışmalarının en kalitelisi idi.

.Cannes 1957

Venedik Festivalindeki bu tecrübe öteki festivaller üzerinde de tesi­

rini göstermekten geri kalmadı-. Ni­tekim, önümüzdeki hafta başlıyacak olan Cannes Festivalinin ıizamname-

31 AKİS , 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 32: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

SİNEMA

si de değiştirilmiş, festivale katılacak filmlerin sayısı tahdit edilmiştir. Es­kiden bu festivale her ,ülke, çevirdi­ği yüz filme karşılık bir filmle katı­lırdı, Bu yıl her ülke bir uzun bir kı­sa filme festivale katılacaktır. Ya­pılan değişikliklerden biri de, herhan­gi bir ülkenin şikâyeti üzerine başka bir ülkenin filmini festivale katılmak­tan meneden maddenin yürürlükten kaldırılmasıdır. Bu madde şimdiye kadar festivallerde çeşitli siyasî ça­tışmalara yol açmaktaydı. Nitekim son Cannes festivalinde Alman reji­sörü Helmut Kautner'in "Himmel oh-ne Strens - Yıldızsız Gök" filmi Rus aleyhtarı bulunarak festivale sokul­mamış, bunun üzerine Almanlar fes­tivalden çekilmişlerdi. Bunun gibi nazi aleyhtarı oldukları için Fransız­ların "Nuit et Brouillard - Gece ve Sis", Polonyalıların "Pod Jednym Ni-febem - Aynı Göğün Altında" filmleri festival dışı bırakılmışlardı. Finlerin "Tuntematon Sotilas - Meçhul As­ker"i Rus aleyhtarı, İngilizlerin "A Town Like Alice - Cehennem Yolu" Japon aleyhtarı bulunarak aynı akı­bete uğramıştı. Şimdi bu maddenin kaldırılmasiyle büyük bir anlaşmaz­lık mevzuu ortadan kalkmış oluyor.

Bu yıl 2 İle 17 Mayıs arasında iki hafta sürecek olan Cannes Festivali, bu yılın en iyi film, Oscar'ını kazanan ''Around the World in 80 Days - 80 Günde devriâlem"in festival dışı gös­terilmesiyle başlıyacak, Rene Clair'in son eseri "La Porte des Lilas - Ley-lâklı Liman" filminin gene festival dışı gösterilmesiyle sona erecektir. Bu yıl festivale katılmak için müra­caat eden ülkelerin sayısı 34 tür. Ko­münist Çin festivale katılmak üzere müracaat etmiş, fakat Milliyetçi Çin'­in de festivale gireceğini Öğrenince vazgeçmiştir.

Festivale katılacak uzun filmler ye­disi Fransız dördü yabancılardan meydana gelen on bir kişilik jüri ta­rafından incelenecektir. Jüri heyeti şunlardan meydana gelmektedir. Je-an Cocteau, Maurice Genevoix, Andre Maurois, Marcel Pagnol, Jules Ro-mains, Georges Huisman, Maurice Lehman, George Stevens, Dolores Del Rio, Viadimir Weck, Michael Po-wel, Kısa filmler jürisi ise beş kişi-

den meydana gelmektedir: Albert Lamorisse. Claude Aveline, Jean Vi-vie Luigi Commenchini, Vladimir Dolovnia.

Festivale katılacak filmler her ül­kenin kendi hükümeti tarafından tâ­yin edilmektedir, İtalya ile Fransada ise bu iş için ayrı bir seçim komitesi

'Kurulmuş, Bu yüzden seçim epey çe­kişmeli cereyan etmiştir. Fransa bu yılki Cannes festivaline Jules Das-

sin'in "Celui qui Doit Mourir - Ölme-si Gereken Adam"ı ile katılacaktır. Dassin, 1951 den beri Fransada çalı­şan bir Amerikan rejisörüdür ve bun­dan evvel Fransada çevirdiği "Du Ri-fifi chez les hommes" ile büyük bir başarı kazanmıştır. Yunan romancısı Nikos Kazantzakis'in eserinden adap­

te edilen "Ölmesi Gereken Adam", Os-manlı İmparatorluğu devrinde Batı Anadolu şehirlerinden birindeki Rum azınlığı arasında geçen olayı anlat­maktadır ve filmin büyük bir kısmı Girit Adasında çevrilmiştir.

İtalyaya gelince, son yılların en iyi İtalyan rejisörlerinden biri sayılan Federico Fellini'nin "Le Notte di Ca-biria - Cabiria'nın Geceleri" filmiyle festivale katılacaktır. Baş rolünü Fellini'nin karısı Giulietta Masina'nın oynadığı bu film bir sokak fahişesi­nin trajikomik hikâyesidir.'

İngiltere, Michael Anderson'un çe­virdiği "The Yangtse Incident -Yangtse Hâdisesi" adlı bir savaş fil­miyle, Amerika Stanley Donen'in son müzikli komedisi "Funny Face" ile, Almanya Gerhardt Hauptmann'ın ro­manından Wolfgang Staudte'nin a-dapte ettiği "Rose Berndt" ile festi­vale katılacaklardır.

Filmcilik "Silâhlara, Veda"

S tephen Crane'ın Amerikan edebi­yatının klâsikleri arasında sayılan

"The Red Badge of Courage" adlı e-serini 1951 yılında filme alırken reji­sör John Huston'un göz önünde bu­lundurduğu en mühim nokta romanın ruhuna sadık kalmaktı. Crane'ın ese­rinin ruhuna sadık kalmak demek, Amerikan dahilî harbinin en kanlı bir safhasında, savaş cehennemiyle ilk defa karşılaşan bir delikanlının korku, dehşet, isteri, utanç ve cesaret arasında değişen duygularını, sava­şın yıkıcı tesirlerini anlatmak de­mekti. Zira Crane'ın eseri, Tolstoy'­un "Harp ye Sulh"uyla birlikte sava-

John Huston Sütten ağzı yandı

32

şı gerçek yüzüyle aksettiren iki edebi eşer sayılmaktaydı. Huston, tanınma­mış oyuncular, dahili harp sırasında çekilen ilk fotoğrafları andıran siyah -beyaz görüntüler, sâde bir anlatım­la bu psikolojik dramı perdeye ak­settirdi. Filmin ilk kopyalarını gören meslekdaşları ve tenkitçiler eserin Hollywood'ta şimdiye kadar çevrilen savaş filmlerinin en güzellerinden bi­ri, hatta Griffith'in "The Birth of a Nation - Bir Milletin Doğuşu"yla bir­likte en iyi savaş filmi olduğunu söy­lüyorlardı. Huston, filminin dağıtım kopyaları çıkarılmasını beklemeden gönül rahatlığıyle Afrika'ya "The African Queen"i çevirmeye gitti. Fa­kat "The Red Badge of Courage -Kanlı Zafer"den memnun olmıyanlar da vardı. MGM'nin eski prodüksiyon şefi Louis B. Mayer ile yeni prodük­siyon şefi Dore Schary bunların başın­da geliyordu. Mayer'i MGM'deki tah-tından indirip yerine geçen Schary-nin emriyle "Kanlı Zafer" esaslı bir budanma ameliyesine tâbi tutuldu. Huston'un filmi tanınmaz hale gel­mişti. Filmi seyreden rejisör "bu fil-m bir daha asla görmek istemem" di­yerek Hollyvvood'tan ayrıldı; o za-mandanberi de Avrupada çalışmaya başladı.

Geçen ay, prodüktör David O. Selz-nick "A Farevvell to Arms - Silâhla­ra Veda"nın İtalyada çevrilmesi işini Huston'a bıraktığı vakit, Ernest He-mingvvay'in birçok bakımlardan Cra­ne'm romanını hatırlatan bu eserim filme almakla "Kanlı Zafer"deki dü­şüncelerini gerçekleştirmek fırsatını kazandığı için rejisör pek memnundu. Jennifer Jones, Rock Hudson, Vitto-ria de Sica ile Misurina'daki dış sah­nelere henüz başlamıştı ki, gelen bir haber Huston'un bütün memnuniyeti­ni yok etti; Selznick, kendisine ha­ber vermeden senaryoda değişiklik­ler yapmıştı. "Kanlı Zafer" deki ha­yal kırıklığına bir daha uğramak is­temeyen rejisör filmin çevrilmesinden hemen vazgeçti. Herkes Huston gibi usta bir rejisörün "Silâhlara Veda"-yı terkedişine üzülürken, ikinci bir haber üzüntü mevzuunun Hemingway üzerine çevrilmesine yol açtı, zira Selznick Huston'un yerine, Karmen'-in Aşkları" filminin rejisörü Charles Vidor'u seçmişti"!

"Beyaz Geceler''

H ollywood Cine-Citta'ya yerleşti­ğinden beri İtalya'daki film yapı­

mı başlıca iki sınıfa ayrılmak tema-yülündedir: Amerikan - İtalyan "co-produetion'.' olarak meydana getirilip milyonlarca liraya patlayan büyük bütçeli filmler: ya da rejisörlerin, o-yuncuların şuradan buradan topla­dıkları naralarla çevirdikleri dar büt­çeli, bakımsız filmler. Gecen yıl çev­rilen "War and Peace - Harp ve Sulh" ilk sınıftandı. Bu yıl, oyuncu luk, rejisörlük ve prodüktörlüğü bir arada yürüterek Jean-Paül Sartre'm "Kean" adli eserini beyaz perdeye a-dapte eden Vittorio Gassman'ın fil-

AKİS, 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 33: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

Visconti, Maria Schell İle Dört başı mamur rejisör

mi de dar bütçeli filmlerin örneğiydi. Fakat Gassman'ın rejisörlükle pro­düktörlüğü oyunculuğundan daha iyi çıkmadığı için netice başarılı değil­di. Şimdi aynı tecrübeyi yapan reji-sör Luchino Visconti'nin başarı ka­zanmaması için ise hiçbir sebeb yok­tur. Zira Visconti filmlerinin çoğunu zaten bağımsız olarak meydana getir­mişti. Rejisör olarak da savaştan sonraki İtalyan rejisörlerinin en bü­yüklerinden biriydi. 1042 yılında çe­virdiği "Ossessione - İhtiras" ile sa-vaştan sonraki İtalyan neo-realizm cereyanını baltalamış; "La Terra Tre-ma - Toprak Sarsılıyor" ile neo-rea­lizmin en büyük eserlerinden birini vermiş, "Senso - Günahkâr Gönüller" ile de neo-realizm e yeni ufuklar aç­mıştı. Şimdi, oyuncu Marcello Mast-roianni. senaryocu Suso Cecchi D'A-mico ile birlikte sermayesini koyarak çevirmeye başladığı "Le Notti Bi-anche - Beyaz Geceler" ile "Senso"-daki tecrübesini başka istikamete doğru çevirerek, Dostoyevski'nin ese­rinden yapılan bu adaptasyonda psi­kolojik, şairane bir realizmi denemek­tedir. Visconti'nin, sinema rejisörlüğü yanında tiyatro ve opera rejisörü olarak edindiği tecrübelerin de bunda büyük bir yardımı dokunacağına şüp­he yoktur. 1945 ten beri Cocteau'dan Anouilh'e, Caldwell'den VVilliams'a, Shakespeare'den Cehov'a kadar çe­şitli yazarların 25 piyesini, "La Tra-yiata", "La, Somnambule", "La Ves-tale" gibi operaları Sahneye koyan Visconti, son yıllarda İtalyan sahne hayatının en canlı hareketlerinden bi­rini temsil ediyordu. "Beyaz Geceler", Visconti'nin rejisörlüğü yanında pro­düktör olarak ta meslekdaşlarına faydalı olabilecek dersler taşımakta­dır.

AKİS, 27 NİSAN 1957

S P O R

Futbol Tehirler gelince

O rdu maçları, Millî maçlar ve ba­zı meçhul sebebler yüzünden bir

hayli tehire uğrayan lig maçlarının son programı ilân edildiğinde, futbol meraklıları "artık" müsabakaların biteceğine inanmış görünüyorlardı. Liglerin tamamlanması için sadece dört müsabaka ve altı güne ihtiyaç vardı. Program 17 Nisan çarşamba günü yapılacak Adalet—Kasımpaşa maçı ile açılıyor, 23 Nisanda oynana­cak fenerbahçe—Galatasaray karşı­laşmasıyla son buluyordu. Hava Raporları "Acık Hava" gösteriyor, Beynelminel Yugoslav Hakemi Mar-kovic maç idare etmek için bekliyor takımlar kamplarında son hazırlık­larını tamamlıyorlardı. Perşembe günü maç saatinde akın akın Mithat-paşa stadına inen meraklılar, Adalet —Kasımpaşa münakaşası yaparken hayretler içerisinde kaldılar : Günün maçı ve diğer bütün Spor temasları Valiliğin emri ile ikinci bir tebliğe kadar tehir edilmişti. Birinciden so­nuncuya kadar -üçüncü hariç-bütün takımların puan durumunda değişiklik yapabilecek son dört maç, hem de li-derin en korkulu maçları tekrar tehir ediliyordu. Bu defa sebep tamamen başkaydı. Ne Federasyonun bir Klüp­le yaptığı samimî konuşma, ne de ha­va muhalefeti tehirin sebebi değildi. Bu defa ligler hatırda hayalde olmu-yan bir sebeble tehir ediliyordu: İs-tanbul Valisi toplantıları yasak et­mişti.

Teşkilât Gazeteler harbi

M illî Futbol takımımızın Macaris­tan galibiyetinden bu yana, ga­

zetelerin spor sayfalarını en çok meşgul eden isim şüphesiz, Tek se­çici Eşfak Aykaçtır. Bazan kehane­te varan tahminleri, Bazan spor çev­relerinde ''övünme" olarak kabul e-dilen beyanatları ile ve ekseriya' kendini tenkit etmek cesaretini gös­teren spor yazarlarına hücum şekli­ni alan yazılarıyla Aykaç, Futbol Fe­derasyonunun bir bakım a en faal ü-yesi de sayılabilir. İsimleri ancak seyahatlar ve istifa haberleri ara­sında duyulan diğer Federasyon ü-yeleri, doğrusu bu durumdan pek şi­kâyetçi değiller. Çünkü Aykaç, ba­sın ve umumî efkârı ziyadesi ile meş­gul ediyor, nazarları ve hücumları üzerinde toplayarak hakiki bir pa­ratoner vazifesi görüyordu. Durumu yakından bilen bazı açıkgöz gazete­ciler, Mısır maçı arifesinde, birbirle­rinden habersiz fakat hedefi aynı olan kampanyalarına giriştikleri za­man, karşılarında, Futbol Federas­yonu veya Eşfak Aykaç yerine, İs-tanbulun çokça satın gazetelerinden

birini buldular. Durum hayli entere­sandı. Basın Eşfak Aykaçı Tek seçi­cilik resmi ünvanını kullanarak bir günlük gazeteye yazı yazmakla it­ham ediyor, Milli takımın gerek teş­kili gerekse çalıştırılması hususun­da, tek seçicinin teknik tutumunu zayıf buluyordu. Birden ve şiddetle başlayan umumi bir kampanyaya Aykaç, önceleri tek başına cevap Vermek yolunu tuttuğunda, Basiti çok çabuk" Ve görülmemiş bir harbe baş-layıverdi.Çünkü Aykaç, hadiseleri, milli maçı resmi ünvanını bir taraf­ta unutarak bir gazeteciye sevimli ve sabırlı bir hayvana verilen ismi layık görmüştü. Hem de, resmî ün­vanını kullanarak yazı yazdığı gaze­tenin sütunlarında... Artık basının Eşfaksız günü yokta. Baştan sona hatalar açıklanıyor, beyanatlarında-ki tenakuzlar tarih sırası ile basılı­yor, yanlış hareketleri doğru misal­leriyle çürütülerek, istifa etmesi is­teniyordu. Bu sert hücumların bek-lenen neticesi kısa zamanda alınmış ve Aykaç, bîr gece sempati duyduğu bir kaç gazeteye "Artık bıktım.. İs­tifa ediyorum" demişti. Basının ga­libiyeti ile kapanan ilk raundu di­ğerleri takip edecekti. Nitekim he­men ertesi gün, Tek Seçici Federas­yonun diğer üyelerinin tesiriyle buh­ranı atlatırken, istifasını da "Şimdi­lik" kaydı ile geri alınca, oyunun ye­ni aktörü açıkça sahneye çıkıyordu. Bu, Eşfakın gazetesiydi. Umum Mü­dürün son hâdiseler dolayısıyle Tek Seçiciye" verdiği ihtar cezasını, bü­yük puntolarla ele alıp işe girişen gazete, ihtarın haksızlığından başlı-

Eşfak Aykaç Dünyanın en sevimli tekseçicisi

pecy

a

Page 34: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

SPOR

Osman Kavrakoğlu idarecilik günlerinde Acaba ne zaman avdet buyrulacak ?

yarak diğer gazetelere şiddetli hü­cumlar hazırlıyor, gazetelerin hata ve şahıslarını hedef tutarak Tek Se­çicinin durumunu kurtarmağa çalı­şıyordu. Umumi efkârın meseleyi yakından takip ettiğine şüphe yoktu. Herkes aynı suali tekrarlıyordu; Kim kazanacak? Gazeteler ara­sında şiddetli bir "yeraltı" faali­yeti sürüp giderken, hakiki galibi ilan eden son gong sesi kısa zamanda duyuldu: Aykaç, pek iyi geçinemedi-ği gazetecileri topladı ve Federasyon Başkanının İspanyadan dönüşünde ' 'hakikaten" istifa edeceğini bildirdi. Bu basının bir zaferiydi ve Futbol Federasyonunun "Paratoner"i yan-mıştı.

Klüpler Fenerbahçede kaynaşma

iğlerin bitmesine üç hafta kala, spor çevrelerinin dikkatini üze­

rinde toplayan diğer hâdise, Fener­bahçe idare heyetinde cereyan etti. Klübün Umumi kaptanı Osman Kav­rakoğlu istifa etmiş ve idare heye­tinde mühim değişiklikler yapılmış­tı. Fenerbahçe ile ilgili çevrelerde sürpriz tesiri uyandırmayan bu isti­fa heberinden çok, Ertuğrul Akça-

nın ikinci başkanlığa, Niyazi Selin de Umumi kaptanlığa getirilmesi hayretle karşılanıyor, anlaşılmayan hâdiselerin cereyan ettiği söyleniyor­du. İdealistler grubunun geciktirilen bir kongreyi yapabilmek için açıkça imza topladığı bir sırada, Kavrakoğ-lunun İdare heyetim bırakması hay­li garipti. Klüp başkam Zeki Rıza,

3 4

Sporelin Ankaradaki daimi ikameti, Fenerbahçe idare Heyetini kayıtsız şartsız Osman Kavrakoğluna teslim ederken, Kavrakoğlu aniden istifa edi­yor, Kongreyi beklemek lüzumunu hissetmiyordu. Acaba Kavrakoğlu-nun selâhiyeti bir başka isme mi dev­rediliyordu. Belki de... Fakat aynı "Daimi İkamet", şimdi klübü Ertuğ-rul Akça ile Niyazi Sel ve arkadaş­larına bırakmış görünüyordu. Basın­da fazla gürültü .çıkarmadan halle­dilen bu mühim yer değiştirmelerin neticeleri merakla beklenirken, ilk işaret antrenör Szekelly'den geliyor­du. Fenerbahçenin Vefa ile yapaca­ğı hususi karşılaşmayı seyre gidenler, Antrenörün her zamanki yerinde bu­lunmadığını farkettiler. Szekelly maç­ları artık arkadaşlarından ayrı sey­rediyor ve durmadan s igara içiyor, arada bir ellerini göğe kaldırarak yüksek sesle "Olmaz... Olmaz diye haykırıyordu. Basın mensupları ar­tık anlamışlardı: Ortada bir şeyler' dönüyordu. Elbette ilk müracaat e-dilecek yer, gazetecilerin sevgili dos­tu Szekelly idi. Fakat, gazetecileri kibar Szekelly yerine, sert, aksi ve kızgın bir antrenör karşılayınca bir haber almak için Kadıköye koşanlar hayretten dona kalmışlardı. "Sir" değişmişti artık. Bu değişikliğe ma­çın haftaymında, soyunma odasında gecen Can'la ilgili bir hadisenin se-beb olduğu tahmin ediliyordu. Yeni Umumi Kaptan Niyazi Sel, a n t r e -nörle çok sert konuşmuş, selâhiyeti-nin sınırlandığını bildirmişti. Artık tam selâhiyetli ve şöhretli antrenör Szekelly yoktu. Sadece takım çalış­tıran, tertibine asla "karıştırılmadı-

ğını" söyleyen Laszlo Szekelly vardı. Antrenör hâdisesi, hâdise z i n c i r i n i n ilk halkası idi. Yenileri peşpeşe dizi­liyordu. Bir zamanlar Fenerbahçe­nin en selâhiyetli mensubu sayılan Rüştü Dağlaroğlu, Haysiyet Divanı kararıyla klüpten ihraç ediliyor, bir akşam gazetesinde idare heyetine sert hücumlarda bulunan gazeteci aza Şevket Soley ile eski idareciler­den Hayrullah Güvenir "Klübe za­rarlı hareketleri görüldüğü" iddia­sıyla haysiyet divanına sevkediliyor-lar, futbolcu Basri en mühim maç arifesinde cezalandırılıyordu. Kadı­köy, hâdiseler karşısında en şiddetli tepkiyi gösteren muhitti. Sokaklar­da taraftarlar kavgaya varan müna­kaşalara girişiyorlar, azalar klüp sicil defterleri hakkında çeşitli fi­kirler ileri sürüyor, futbolcular şam­piyonluğun son basamağında klüpte sürüp giden hâdiselerden bir mâna çıkaramıyorlar, sadece kırılan mo­ralleri ile çalışmalarına devam edi­yorlardı. Vaziyet ciddiydi. Fenerbah­çe, iç ve dış tesirlerle hayli sarsıl­mıştı. Türkiyenin en büyük klübü, idarî bir İslahata ihtiyaç gösteriyor­du. Fenerbahçenin, idari mekanizma' sındaki hatalar yüzünden lâyık oldu­ğu yerlere çıkamaması hoşnutsuzluğu artırıyor, gruplaşmalara sebep olu­yordu. Hakiki Fenerbahçeliler yont Kongreye hararetle hazırlanıyorlar: İstanbul ve Kadıköy muhalif grupla­rı görüşmeler yapıyor, sert ve kud­retli Fenerbahçeli Dr. Yavuz İsmet Uluğ muhalif gruba lider seçiliyor­du. Yapılan her hareket Fenerbahçe içindi.

P.T.

Antrenör Szekelly Bu, karşılanışı

AKİS , 27 NİSAN 1957

pecy

a

Page 35: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

pecy

a

Page 36: pecyaBu haftanın basında Pazartesi ge cesi Yeşilköy Hava Alanında topla-nan gazeteciler, Amerikanın Kıbrıs hakkındaki son görüşlerini aydınlata cak bir iki. kelime elde

pecy

a