32

Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

  • Upload
    others

  • View
    13

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde
Page 2: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

GELENEKSEL OKÇULUK VE GÜREŞ SPORUNDA AHİLİĞİN ETKİLERİ

Prof. Dr. Özbay GÜVEN

ÖZET Bu çalışmada; geleneksel okçuluk ve güreş sporuna ahiliğin etkileri incelenmiştir. Spor geleneğimiz içerisin- de Asyatik ve İslâmî unsurlar

birbirleriyle etkileşerek uzun süre birlikte yaşamıştır. Diğer sosyokültürel kurumlarla etkileşen spor da, dinî-ekonomik bir kurum olan Ahilikten bazı etkiler

almıştır. Bu fenomenler ise: Pir, hiyerarşik yapı, ritüeller, Türklük gelenekleri, İslâmî kurallar, sosyal dayanışma, spor ahlâkı prensibi ve bilgi b irikiminin

aktarılması ve sürekliliğidir. Bu fenomenler gibi Ahilik ile ilgili geleneklerin izleri Türk spor tarihinde de etkilerini göstermiştir veya en azından geleneksel okçuluk

ve güreş sporu ahilikten izler taşımıştır denebilir.

ABSTRACT

EFFECTS OF AKHISM IN TRADTİONAL SPORTS OF ARCHERY AND WRESTLİNG

In this study the effect of the quality of an Akhi on the traditional archery and wrestling was reviewed. There is an interaction between the cultural

components of the Asian an Islamic countries in our sports traditions. Sports that interacts with socio-cultural constituents also affilicted by the quality of an

Akhi. These constituents were spiritual leader, hierarchical structure, rituals, Turkish traditions Islamic rules, social cooperation, principles of ethics in sports,

transferring of the data and continuity. The impact of the quality of our Akhi on the history of the Turkish sports has become clear especially on the traditional

archery and wrestling.

Anahtar kelimeler: Ahilik, Gelenek, Ritüel, Okçuluk, Güreş.

Key words: Akhi, Tradition, Ritual, Archery, Wrestling.

GİRİŞ

Ok meydanlarının kurulmasıyla okçuluk düzenli bir örgüte ve kesin kaidelere bağlanmıştır. Ok meydanları bir vakfa bağlı oluşu, seçimle iş başına gelen

yönetici kadroları, iç tüzüğü ve sicile kayıtlı çok sayıda üyesi ile modern birer spor kurumudur. Bu bakımdan, dünya spor tarihinde ilk spor kuruluşları olarak

karşımıza çıkarlar. İlk bakışta sadece bir eğlence ve merak gibi görünen ok atışlarında, aslında belli töre ve prensiplere sıkıca bağlılıktan doğan ciddî ve disiplinli

bir hava hâkimdir. Bunda İslâmî inançların da büyük rolü olmuştur. Meydanın mescit kadar kutsal sayılması, meydana abdestsiz veya içkili olarak girilmemesi,

örgüt reisinin şeyh diye anılması, ok ve yay ‘a kutsal birer eşya diye bakılması ve atışların duâ ile başlatılıp sürdürülmesi bunu göstermektedir (1).

Kemankeşlerin/atıcıların yalnız iyi birer atıcı olması yetmezdi. Aralarında her türlü rekabetin üstünde, saygı ve sevgiye dayanan bir dostluk ve kardeşlik

havasının esmesine de dikkat edilirdi. İhtiyarlara, kıdemli atıcılara ve üstâda saygı göstermek sözlerinden çıkmamak şarttı. Atışta hileye sapanlara, yolsuzluk ve

serkeşlik edenlere fazla müsamaha gösterilmez, “Bizimle oturma!” denilerek örgütten, çıkartılırdı. Risâlelerde, ünlü okçuların biyografileri verilirken, yalnız

atıcılık gücü değil, nasıl bir kişi olduğu da belirtilir. Çoğu için sâlih , ehl-i imân, ruhu pâ k ve tarafeyni ma’mûr gibi sıfatlar kullanılmıştır(2).

Meydan odasında yapılan sohbet toplantılarının gençlerin görgü ve bilgisini arttırmak, onları saygılı, disiplinli, yardım sever kişiler kılmak gibi eğitimsel

bir fonksiyonu vardı. İhtiyar ve tecrübeli kemankeşler okçuluk anılarını anlatırlar; bunlardan ibret verici sonuçlar ve öğütler çıkartılır, gelenek ve töre lerin

devamı sağlanırdı (3).

Yemek ve sohbet toplantılarında kıdem sırasına titizlikle uyulduğu hâlde, meydanda ve atışlarda meslek ve rütbenin önemsenmediği bir eşitlik ortamı

bulunuyordu. Atışlara her meslekten insanın sosyal durumu ne olursa olsun katılabilmesi, zengin ve nüfuzlu kişilere ayrıcalık tanınmaması bunu göstermektedir.

Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın Ok Meydanı’na her gelişinde: “Vezirliğim orada kaldı, şimdi aranızdan herhangi bir kişiyim, bana öyle muamele edin” demesi,

meydanın töresini bilen bir kemankeş olmasındandı. Okçuluk risâlelerinde “Burası er meydanıdır. Burada şah ü gedâ birdir” sözü ile bu eşitlik inancı sık sık dile

getirilerek anılır (4).

Page 3: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Padişah, zengin, fakir, büyük ve küçük ayırımı yapılmadan herkes burada belirtilen kurallara uymaya, ihtiyarların yönetimine, atıcıların örf ve adetlerine

ve Kanuna (Deb-i dirin-i tirendazana) uymaya mecburdur(5). 18.-19.Yüzyıllarda, Ok Meydanı’na daha çok saraya mensub kişilerin rağbet etmesi bu eşitlik

töresini zedelemiştir. Toplumsal sınıfların birbirinden kesinlikle ayrıldığı bir devlet yönetiminde, bu ayrıca dikkat çekicid ir(6).

Spor geleneğimiz içerisinde Asyatik ve İslami unsurlar birbirleriyle etkileşerek uzun süre yaşamıştır. Diğer sosyo-kültürel kurumlarla etkileşen spor da,

dinî-ekonomik bir kurum olan ahilikten bazı etkiler almıştır. Çalışmanın amacını oluşturan bu fenomenler başlıca şu başlıklar altında toplanabilir: Pir, Hiyerarşi,

Ritüeller, Türklük gelenekleri, İslamî kurallar, Sosyal dayanışma, Spor ahlâkı prensibi ve Bilgi birikiminin aktarılması ve sürekliliği.

1- TÜRKLÜK GELENEKLERİ

Türklerin ok ve yaya verdiği önem, onun inanç dünyasını da etkilemiştir. Pagan dönemlerinden beri Türkler için ok ve yay hâkimiyet sembolüydü.

Hakan tahtında otururken elinde ok ve yay tutardı. Komutanlarını toplamak için onlara anlamı belli, değişik oklar yollardı. Çetirlerinde, damga ve sikkelerinde ok

ve yay resmi vardı(7). Okçuluktaki bu töre ve semboller, daha sonra Selçuklularda da devam etmişti. Büyük Selçuklular 1040’da Dandanakan zaferini kazanınca,

komşu ülkelere gönderdikleri fetihnâmelerin başında eski Türk hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işaretleri bulunuyordu(8), (9).

Okçuluk, Doğu menşeli ulusların hiçbirinde Türklerdeki kadar uzun süre benimsenmemiş ve Türkler kadar başarıyla devam ettirilmemiştir. Türklerin

okçuluk alanındaki başarısı, sadece atış üstünlüğünde değil, bu üstünlüğü sağlayan araçların, ok ve yayın özelliklerine ve kalitesine de dayanıyordu(10).

Türkmen boylarının etnolojisi hakkında değerli bir kaynak olan Dede Korkut Kitabı’nda Türkmen gençlerinin boş vakitlerini ok

atıştırmakla geçirdikleri, kuvvetlilik iddiasındaki yiğitlerin ok yarıştırmak yolunu seçtikleri, düğün eğlenceleri sırasında damat ve arkadaşlarının ok koşusu

düzenledikleri, evlenen bir yiğidin bir ok atıp okun düştüğü yere gerdek çadırını kurduğu ve düğün eğlentileri sırasında da damat ile arkadaşlarının ok atıştıkları

anılıyor. Eskiye uzanan bu âdetlerin, Osmanlıların ilk dönemlerinde de devam ettiği kanaatindeyiz. Uç beyliklerinin askerî gücünü Alp ya da Gazi denilen

akıncılar teşkil ediyordu. Bunlarda aranan dokuz şarttan ikisi, iyi bir ata ve iyi bir yaya sahip olmak idi. Bu akıncılar iyi ata binmek, at üstünde isabetli ok atışları

yapmak gibi, Asya’dan getirdikleri eski gelenekleri muhafaza etmekteydiler(11), (12). Alplik ve kahramanlık Türk spor geleneğinin ayrılmaz bir parçası

olmuştu.

Türk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde yeni bir boyut kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nin

sınırlarının genişlemesinde ve kazanılan yerlerin korunmasında, ordu bünyesindeki atlı ve yaya okçu birliklerinin önemli bir yeri vardı. Bu önem Yeni Çağ’da,

ateşli silâhların orduda resmen kabülüne, hatta daha sonrasına kadar devam eder. Fetihten sonra, yeni bir örgüt olarak çıkan spor okçuluğu da, başlangıçta

askerlikle yakın bir ilişki içindeydi. Ünlü okçuların pek çoğu Yeniçeri Ocağı’na mensuptu ve seferlere katılırlardı. Bunlara ok ve yay yapan sivil esnaf da, orducu

esnafı olarak, bu seferlere katılmakla ordu atölyelerinin yetersiz kalan imalâtını desteklemekle görevli idiler(13).

Osmanlı ordusunda ok ve yay kullanıldığı devirlerde, askerlerden çoğu iyi yetişmiş, usta birer kemankeştiler. Nitekim, 15-16.yüzyıllarda menzil sahibi

kemankeşlerden pek çoğunun ordu mensubu olduğu görülmektedir(14).

Kuruluşundan 17. yüzyıl başına kadar Osmanlı ordularında ok ve yay, topla birlikte , en etkili uzak mesafe silâhı olarak önemini korumuştur(15).

16.yüzyıl ortalarından itibaren ateşli silâhların gelişmesi, ok ve yayın giderek yerini tüfeğe bırakmasına sebep olmuştur. Ne var ki bu, ok ve yayın okçuluğun

Türklerin hayatından büs-bütün silindiği anlamına gelmez. Önemli bir spor dalı olarak, özellikle İstanbul’un fethinden sonra, moral değerleri ayakta tutan

kurumlardan biri olarak, varlığını ve etkinliğini 19. yüzyıl sonlarına kadar sürdürmüştür (16).

2. İSLÂMî KURALLAR

Türklerin hayatında ok ve yay sembol olarak bir değer kazanmış, İslamiyet’in kabûlünden sonra ise, buna bir de dinî anlam eklenmiştir. Türklerin okçuluk

alanındaki sürekli başarılarında okçuluğa ve ok-yaya tanınan bu kutsal anlamın büyük payı vardı(17). Halife Nâsır Lidinillah (hilafeti h.575-622/m.1180-1225),

1182’de fetâların başkanı Abdulcebbâr’ın elinden fütüvvet elbisesi giymek suretiyle, fütüvvet tasından içerek fütüvvete intisap etti. Aynı zamanda devrin büyük

sufisi Şihabeddin ebu Hafs Ömerü’s Suhreverdi’ye tasavvuf-fütüvvet ve imâmiye akidelerini birleştiren bir fütüvvet-nâme yazdırarak değişik gruplar içerisinde

yer alan fetâları tek bir merkezde topladı. Kendisini fetâların emir ve muktedâsı ilân etti. 1183’te komşu Müslüman devletlerine kendi adına fütüvvet libası

Page 4: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

giymeleri, şed kuşanmaları, şerbet içmeleri ve ok atmaları hususunda emirler gönderdi. Birçok hükümdar bu çağrıya uydu. Nitekim bu çağrıya uyanların biri de

Anadolu Selçuklu Hükümdarı Izzeddin Keykavus idi(18).

İslâmî devirde, ok ve yaya dinî bir nitelik eklenmiştir. 14.yüzyıldan bu yana kaleme alınan okçuluk risâlelerinin pek çoğunda anılan ve Taberî’ye

atfolunan rivayete göre; ekinlerini yiyen kuşları öldürsün diye Allah, Adem’e Cebrâil eliyle ok ve yay yollamıştır. Bunların ne olduklarını soran Adem’e

Cebrâil, yayı gösterip: “Bu Allah’ın kuvvetidir”, oku gösterip “Bu Allah’ın şiddetidir” demiş ve ona nasıl atacağını öğretmiştir. Bu inanca göre, ok ve yay

cennetten çıkmıştır. Onları Allah yollamıştır. Dolayısıyla kutsal nesnelerdir. Allah’ın Cebrâil eliyle Adem’e yolladığı bu silâh, Peygamberimiz Hz.Muhammed’in

ümmetine bıraktığı kutsal bir emanet olarak sayılmıştır. Bu konuda bir de âyet vardır: “Attığın zaman (okunu) sen atmadın, Allah atmıştır.” Ok ve yayın kutsallığı

yanında, okçuluk da Allah ve din yolunda yapılan savaşlardaki önemi sebebiyle sünnet, hatta farz-ı kifâye sayılmıştır. (19),(20).

Enfal Sûresi’ndeki: “Cenkden evvel, düşmanınız kâfirlere karşı kuvvetinizi toplayıp hazır edin.”, anlamındaki âyetin de okçulukla ilgili olduğu

kabul ediliyor(21),(22). Ukbe bin Amirü’l-Cehdî’nin rivayetine göre; Hz. Muhammed bir hutbesinde bu âyeti açıklarken burada geçen kuvvetin, ok atmak

kuvveti demek olduğunu üç kere üst üste tekrarlamıştır. Ok ve yayın dini önemi ile ok atmanın fazilet ve sevabına dair 40 kadar hadis vardır. Gerek bu hadislere

ve açıklamalara, gerekse okçuluğun sevab ve fazileti ile ilgili başka meselelere, okçuluk risâlelerinin hemen hemen hepsinde geniş yer verildiği görülmektedir.

Hatta yalnız bu konudaki hadisleri bir araya toplayan Hadis-i Erbaîn kitaplarına da rastlanılmaktadır(23),(24).

Okçuluk Konusundaki Bazı Hadisler

“Çocuklarınıza Kur’an okumayı, ok atmayı ve yüzmeyi öğretiniz”. “Çocuklarınıza ve kullarınıza ok atmayı ve ata binmeyi öğretin. Size derim ki, ok atmak

ata binmekten de hayırlıdır”. “Bir ok sayesinde üç kişi cennete girer: oku yapan, sunan ve atan”. “Bir kişi gaza niyyetine düşmana ok atsa, düşmanı vursa da

vurmasa da kendisine bir kul azâd etmek sevâbı yazılır.” “Ok atmak nâfile ibâdetten daha hayırlıdır.” “Ok atılan yer ile okun düştüğü yer arasındaki uzaklık kadar

size cennetden bahçeler vâdedildi.” “Şu üç mecliste melekler sizinle beraber olurlar: biri ok atışmak, biri pehlivanlık etmek ve biri helâliyle sevişmek.” “Ok

atmayı öğrenen, sonra da özürsüz terk eden bizden değildir”. “Sıkıntısı olan kişi ok ve yay edinse sıkıntısı zâil olur.” “Ok atışmak ve at yarıştırmak dışında bütün

oyunlar kumardır ve haramdır.” Hz. Muhammed ashâbıyla giderlerken yol kenarında ok atışan kimseler görür ama selâm vermeden geçer. Sebebini

sorduklarında: “Çünkü onlar şimdi ibâdetdedirler” cevabını verir (25).

Uhud Gazası’nda, Hz.Muhammed, yanında ok atmakta olan Sa’d ibn ebû Vakkas’a ok verirken, başarısı karşısında heyecanlanıp: “At yâ Sa’d, anam

babam sana feda olsun!” demişti. O gün binden fazla isabetli ok atan Sa’d ibn ebû Vakkas devrinin en usta okçusu idi. Bu yüzden kemankeşlerin piri sayılmış,

pirlik kuşağını kendisine bizzat Hz. Muhammed’in kuşattığına inanılmıştır(26), (27).

Bu hadis ve rivayetlere dayanılarak, daha önce de açıklandığı gibi ok atmak sünnet sayılmıştır. Hz.Muhammed’in yukarıda anılan âyet tefsîrine

bakılarak farz-ı kifâye sayıldığı olmuştur(28). Bundan dolayı abdestsiz bir şekilde yayın kabzasına yapışılmaz ve ok atılmazdı. Ok atışlarına besmele ve selât ü

selâm ile başlanırdı.

Ok koşuları düzenlemek, eski Türk ve Arap dünyasında yaygın bir âdetti. İslâm inancına göre, ok yarıştırmak haram sayılmayan birkaç oyundan biriydi.

Okçuluğa hem bir ibadet hem de savaş hazırlığı gözüyle bakılırdı. Harp okçuluğu yanında, bir savaş hazırlığı sayılarak spor okçuluğuna da aynı kutsal önemin

tanındığı görülmektedir. Nitekim menzil okçuluğu gibi, koşu okçuluğu da sünnetti. Gerek menzil gerek koşu atışlarında oklar hep Yâ Hak! nidasıyla gaza

niyyetine atılırdı. Savaş okçuluğu terk edildikten sonra, spor okçuluğunun öncelikle manevî bir disiplin sayılıp, yüzyıllar boyu sürdürülmesinde bu dini inanç

önemli rol oynamıştır. Yine bu inanca dayanılarak ok meydanlarına, cennetden bir köşe diye bakılmış, sınırına tecavüz edilmesine, sarhoş, abdestsiz ve papuçla

girilmesine izin verilmemiş, yetkili kişisine şeyh denilmiş, cihat, yağmur ve âfet duâlarında hep bu meydanlarda toplanılmıştır(29), (30).

Fütüvvetcilik örgütü XI.yüzyılda Türk ve İslam devletlerinin yönetimi altındaki şehirlerde, özellikle asker ve güvenlik güçlerinin yetersiz bulunduğu

yerlerde ve zamanlarda, kaliteleri bir takım askerî ve sportif geleneklerle canlı tutulmuş çevresel ve kaçınılmaz bir milis gücünü temsil ediyorlardı ki, böyle

durumlarda, başkaları olsun olmasın şehir yöneticileri, sayı çoklukları ve güçlükleri dolayısıyla bunlara dayanıyorlardı. Silah bilgisi ve sporunu elde etmek için şu

üç koşul gerekli idi:1. Ahi görmek, 2.Şeyh görmek 3.Genci yani bir kişiyi eğitmiş ve yetiştirmiş olmak. Demek ki talim ve terbiye yeteneğine haiz olmayanlar

silahlı bölüğe alınmıyorlardı. Yurt savunmasında gençlere savaşçılık eğitimi, savaş araçlarını kullanma yeteneği öğretiliyordu. Diğer taraftan iç güvenliğin

Page 5: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

sağlanması için de, doğruluk, ahlâklılık, haksızlıklara, zorbalıklara karşı gelmek, adaletin sağlanmasının yurttaşın genel görevi olduğu düşüncesinin zihinlere

yerleştirilmesi de gerekiyordu. Ahi örgütü her şehir ve kasabada bağımsız olarak kurulmuş olup, komşu şehir ve kasabalarla ilişkileri, ortak ilkeleri ve törenleri

vardı. Askerî ve sportif çalışmalar nişancılık, binicilik ve millî oyunlarla sürdürülüyordu (31).

Yayın Dînî Anlamı

Şekil 1

Yayın çeşitli kısımları arasında kabzanın ayrıca dinî bir anlamı ve önemi vardır. İcazet verilirken kabza töreni yapılması ve kabza alırken talibin yayın

kabzasını nazikçe tutup öpmesi bundandır. Muhiddîn Arabî ve diğer mutasavvıflar bu öneme işaret etmişlerdir. Yine fütüvvette şed kuşanma şekli yedi çeşittir

ki, bunlardan bir tanesi de Kavsi şed’dir. Yayın üst kolu ulvîliği, alt kolu ise sufiliği temsil eder. Bu ikilik çelik adı verilen bir kemik veya fildişi parçasında

birleştiği için çelik vahdet sembolüdür. Yayın iki başı vardır. İkibaş Hz.Imam Hasan ve Hüseyin’e, kabzası Hz. Muhammed’e, iki bağrı Hz. Ali ve Fatıma’ya

işarettir. Kemankeşler bu remzlerle özdeşleşerek: “Ilahi, bizi bunlarla haşr kıl, ok gibi kavsden toğrı atıldum, toğrı menzile varam inşallah dimek olur” derlerdi.

Kutsallığı sebebiyle, kemankeşler atıştan önce ve sonra da yaylarının kabzasını öperlerdi (32),(33).

Din Adamları ve Ahiler Ok Atıp Taş Dikiyor

Eskisaray İmamı Mehmed Efendi, atıcılığının yanında aynı zamanda, tarz-ı has oklarıyla tanınmış bir ustaydı. 1665’te ölümüne kadar bir süre Şeyhü’l-

Meydanlık görevinde de bulunmuştur. Yıldız havasıyla atılan Uşşâkî (Hacı Ismail) Menzili’nde 971 geze ok atıp taş diktirmiştir. Ayrıca şeyhliği sırasında Yıldız-

Poyrazı ile 743 geze ok atarak İmam Menzilini açıp taş dikmiştir(34),(35).

Fatih devrinde Ahî diye anılan kemankeş, Ok meydanı’nın en eski kemankeşlerindendir. Kendi adıyla anılan Ahî (Parpol) Menzili’ni Yıldız Poyrazı ile

açmıştır. Bir sebeple katlolunmuş olup, Ok Meydanı’nda kabri vardır(36), (37), (38), (39), (40). Ahi Menzili’nin olması, ahilerin o tarihlerde Ok Meydanı’nda da

temerküz ettiklerini sahih bir şekilde göstermektedir.

Ok Yarışmaları Kumar Hâline Getirilmiyor

Türkler okçuluk ve güreşteki eski Türk geleneklerini sürdürdüler. Ancak, Müslümanlığın kuralları gereğince, ödül koyarak yapılan oyun ve spor

yarışmalarına Osmanlı uleması da bazı kısıtlamalar getirdiği için, menzil yarışmaları o kurallara uyularak yapılırdı. Hatta bazı sporlar konusunda fetva bile

verilmiştir (41).

Okçuluk yarışmalarında, yarışmanın kumar hâlini almamasına özen gösterilirdi. Ikili yarışmalarda, kumar sayılmasın diye, araya üçüncü bir kişi katılırdı.

Yarışmayı üçüncü kişi kazanırsa ödülü almaz; atış tekrarlanırdı. Iki atıcı, söz gelişi yirmişer ok atmayı, beş oku hedefe isabet ettirenin ödülü almasını şart

koşabilirler. Bir atıcı öbür atıcıya: “on ok at, bu yarışmada fazlasını vurursan sana bir altın vereyim.” derdi (42).

Kırkpınar Güreşlerinin Dînî İşlevi

Kırkpınar güreşlerinde de merasimler içerisinde dinî törenlere yer verilmektedir. İslâm dinine bağlı üyelerine, İslam dininin tüm dinlerden üstün

olduğunu bilinçlendirme işlevi sergilenmektedir. Güreşler, özellikle Cuma günü başlatılır. Ve başlamadan önce dinî törenler yapılır. Bu törende; Pehlivanlar

Mezarlığı’nda merhum pehlivanlar (Adalı Halil ,Kara Emin) ziyaret edilir. Kırkpınar’da gelmiş geçmiş tüm pehlivanların ruhları için hatim indirilir, mevlit okutulur

ve topluca Cuma namazı kılınır. O gün Cuma namazının hutbesinde din adamları pehlivanlık ve Kırkpınar güreşleri üzerine konuşmalar yaparlar, dualar okurlar.

Daha sonra güreşler başlatılır(43).

Güreşlerin içerisinde de İslâmiyetle ilgili kutsal isimler ve kurallar uygulanır. Dinî göndermeler içten gelen her türlü düşüncenin gücünü ortadan kaldırır

ve pehlivanları öfkeden, kural dışı davranışlardan arındırır. Türklüğün ve İslâmiyetin ahlâkî değerlerine sahip olan pehlivanlar; dinî olgunluğun sembolü olmanın

ötesinde, bahadırlık faziletlerinin de sembolüdür. Güreşçilerin pirlerinin gücü, pehlivanlarda toplanmıştır.

Page 6: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Peygamberimiz Hz. Muhammet bir Hadis-i Şerifinde: “Asıl pehlivan güreşte karşısındakini yenen değil, asıl pehlivan öfkelendiği zaman, gazaplandığı

zaman, sinirlendiği zaman, sinirini yenebilen, gazabına sahip olabilen, öfkesini yenerek bir zarar etmeden savabilendir.” buyuruyor.

Güreşlerin yönetiminden baş yetkili ve sorumlu kişi Ağa’dır. Güreşlerin sunuculuk görevini ve dualarını yapan kişi de cazgır’dır. Cazgır , dua okuyarak,

hamasi konuşmalar yaparak, pehlivanları salavatlar. Bu duada genelde şiir gibi dizeler içerisinde, yiğitlikten, kahramanlıktan bahsedilir. Cazgır duasını

okuduktan sonra salavat getirilir. Pehlivanlar bu esnada el tutuşurlar ki, bu tutuş la fütüvvetteki Bey’at a gönderme yapılmaktadır. Pehlivanlar cazgırı can kulağı

ile dinlerler. Cazgır çıkış vermeden çıkamazlar. Pehlivanlar güreşe Besmele ve Salât ü Selâm ile başlarlar.

3. PİR

Pir fütüvvette “bir işi ilk defa işleyen kişi” demektir. Bu itibarla her iş kolunun bir pir-i vardır. Okçuluk ve güreşte de pir, İslamiyet’ten önce ilk işleyen

peygamber ile, İslâmiyet’ten sonra o işi işleyen ki bunlar da kemer-beste sahabeleridir. Okçuluk ve güreşte de sporcular kendilerini birincilere nisbet

edemezler. Zira son Peygamber Hz. Muhammed’le birlikte dinde olduğu gibi hirfette de bu peygamberlerin hükümleri ortadan kalkmıştır. Bu itibarla hirfet ehli,

bu sporları İslam’da kim işledi ise ona tâbi olmaktadırlar(44).

Güreşçilerin Piri

Türkler Müslüman olduktan sonra, Araplar’ın bazı geleneklerinden de etkilendiler. Özellikle Osmanlılar yaptıkları her san’at koluna Hazreti Muhammed

zamanında yaşamış ve o işi yapmış “kemer-beste” veya “miyan-beste” olan kişilerden birini pir olarak seçtiler (45), (46) .

Bir sanatı evvel işleyen kişiyle müridi Hakk’a ulaştıran kişiye pir denildiği yukarıda açıklanmıştı(47). Pehlivanların pir-i; Hz. Mahmud Pir-i Yâr-ı Veli’dir.

Tanzimat’tan sonra da Hz.Hamza olarak bilinmektedir. Güreşçiler fütüvvet geleneğinde menşe’lerini Hz.Adem’e bağlarlar. Hz. Adem’in Kuds-i Mübarek

Ovası’nda çift sürerken Cebrâil(a.s.) ile güreş yapmalarıdır(48). Pehlivanların İslamiyet’ten önceki pir-leri peygamberlik düzeyinde Hz. Adem’dir. Ahilikte her

sanat ve meslek, bir İslam büyüğünü, azizini, velisini kendilerine pir ve üstad tanır. İslamiyetten sonra ise, tespit edilen en eski cazgır dualarını incelediğimizde

konu daha iyi anlaşılacaktır. Evliya Çelebi’nin Enderun’da bulunurken (Mart 1636-Şubat 1640), Sultan Dördüncü Murad ile Melek Ahmed Paşa, Deli Sarı Hüseyin

Paşa, Hattat Hasan Paşa ve Dişlek Süleyman Pehlivanlar güreşirken okuduğu duada güreşçilerin pir-i olarak şöyle deniliyor(49):

Pirimiz Hazret-i Mahmud Pir-i Yâr-ı Veli aşkına

Dest ber dest,

Kafa ber kafa,

Sine ber sine sine muhabbet,

Alî şîr-i Yezdan Veli aşkına

Allah onara...

Hazret-i Mahmud, Hz.Muhammed’in adlarından biridir. Şeyh Galip şöyle diyor:

Sen Ahmed-ü Mahmûd-u Muhammed’sin efendim.

Haktan bize sultân-i müeyyidsin efendim(50).

Yine bir Harp Gülbank’ında (Savaş Mehter duasında)’ da şöyle deniliyor(51),(52):

Page 7: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Allah Allah celilüc cebbar

Mu’ini settar halikıl leyli, ven nehar

Lâyezal, zülcelâl, birdir tanrı, anın birliğine

Resûl-i enbiya peygamberimiz,

Cenâb-ı, Ahmed-i, Mahmûd-i, Muhammed Mustafa.

Hazret-i Mahmud Pir-i Yâr-ı denirken şunları açıklamak gerekir: Çâr-Pir; dört pir demektir; Fütüvvet geleneğinin nispet ettiği dört büyük peygambere

verilen addır. Bu peygamberler; Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. Ibrahim ve Hz. Muhammed’ir. Güreşçilerin piri peygamberler düzeyinde Hz. Adem ve Hz.

Mahmud/Muhammed’dir. Çâr-yâr; dört dost demektir ki bu dostlar: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, ve Hz. Ali vasıtasıyla günümüze kadar gelmiştir(53) .

Evliya Çelebi’nin okuduğu duada: Pirimiz Hazret-i Mahmud Pir Yâr-ı Veli denildikten sonra, duanın alt dizelerinde Alî şîr-i Yezdan Veli aşkına deniliyor. Güreşçiler

Gaziler vasıtasıyla Hz. Ali’ye bağlıdırlar(Gazilerin Pir-i Hasan Kaddah Bebe, Hz.Ali ona el vermiş) (54). Yine bu konuyla ilgili olarak: “Cenk hiyle ile olur. Vuruşmak,

güreşmek ile olur. Evvel güreş dutan Dâvûd peygamberdür, Tâlût ile güreşdi. Sultan-ı Enbiyâ, Ebû Cehil’le güreşdi, Ebû Cehil’i yüz üzerine yıkdı. Bedr güni Ali ve

Hamza ve Ubeydetü’l- Hârit kafirler ile güreşdiler(55).

Hz. Hamza’nın da (Tanzimat’tan sonra) peygamberlerden sonra güreşçilerin piri olduğu vurgulanır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in amcası Hz.

Hamza’nın pehlivanlıkları İslam âleminde olduğu gibi, Türk halkının muhayyilesinde geniş bir yer tutmaktadır. Hz. Hamza’nın kahramanlıkları, pehlivanlığı,

cesareti, dürüstlüğü gibi hasletleri, pehlivanların benliklerinde kendini bulmuştur(56).

Çok meşhur olan pehlivanların, güreşi bıraktıktan sonra kispetlerini Mekke’ye götürüp veya gidemeyecek durumda ise birisiyle gönderip orada,

Şam Kapısı’nın duvarına astırırlardı. Bu davranış eski bir gelenektir. III.Sultan Selim veya II.Mahmud zamanında yaşadığı sanılan Bergama’nın Göçbeyli

Köyü’nden Çoban Veli Pehlivan da(d.1790?-1800? Göçbeyli-ö.?) Hacca gitmiş ve kispetini Mekke’de Şam Kapısına asmış. Güreş dualarında: “Şam Kapısı’na

kispet asan Hacı Pehlivan’a dahi kalmadı bu dünya, pehlivan..” diye dua edilirmiş. Pehlivanlar, bundan sonra güreşi bırakarak, bir daha güreş yapmazlardı.

Birçok pehlivan Hacca gidip döndükten sonra güreşi bırakmış ve yapmamıştır. Ancak, bu geleneği kanaatimizce sadece Filiz Nurullah bozmuştur(57).

Zembilcilerin Piri

Güreşçiler kispetlerini zembil içinde taşırlar. Zembilcilerin pir-i de zembil örüp emeği ile geçinen Hz. Süleyman’dır(58).

Okçuların ve Yaycıların Piri

Hz. İsmail oku icad ettiğinden okçuların piri olarak bilinir. Hz. İbrahim’de yaycıların piridir. Ok ve yay düzenlerin piri ise Ebu Muhammed Imranu’l-

Kavvâs’dur. Bunun vasıtasıyla Hz. Ali’ye nispetleri vardır (59) .

Atıcıların/Kemankeşlerin Piri

Atıcıların piri Sa’d bin Ebû Vakkâs’tır. Silsileleri bunun vasıtasıyla Selman’a ondan Hz. Ali’ye çıkar. “Uhud Gazası’nda (Resûl’ün) mübarek dişin şehid

itdüklerinde Hazret’ün ağzı burnı kan oldı ve mübarek başını yardılar. Yüzi gözi kan olup Ashab, Resûlullah Hazretlerin bilmeyüp, sınup gitdiler. Hazret’ün

yanında iki kimse kaldı. Biri Katâde idi ve biri Sa’d bin Ebû Vakkas idi. Kubûrı tolı ok idi. Hazret’ün öninde diz çöküp her bir okla bir kâfir depelerdi. Hazret varur,

okunı divşürürdi. Ve Sa’d’a virürdi. Ve dirdi kim: At okı ya Sa’d ki atam ve anam sana kurban olsun,” dirdi. Hazret-i Resûl, Sa’ddan gayrıya bu sözi

dimemişdür”(60).

4. HİYERARŞİ

Page 8: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Pehlivan tekkelerinde üçlü bir hiyerarşik yapı vardı. Bunlar; çırak, miyander ve mürşid’dir. Tablo 1’de pehlivan tekkelerindeki hiyerarşik yapı

görülmektedir. Kemankeşlerin idmanlara teşviki, motive edilmesi, yapılan egzersizlerin ve davranışların kontrol altına alınması tecrübeli ustalar tarafından

yapılırdı. Bir basamaktan diğerine geçişte; performans, liyakat ve icâzet olmak üzere üç esasa uyulurdu. Bulunduğu statüde gerekli performansı, hizmeti yerine

getiren ve sporculuğunun şartlarına haiz olan sporcu bir üst statüye icâzetle yükseliyordu. Ahilik, sporda yükselmenin hiyeraşik bir yapı oluşturmasında etkili

olmuştur.

Tablo.1 Pehlivan Tekkelerindeki Hiyerarşik Yapı

Pehlivan Tekkelerindeki Hiyerarşi Ahilikteki Hiyerarşi 1. Acemî/Çıraklık 1. Yiğitlik/Şakird/Talebe 2. Kalfalık/Miyander /Yol Kardeşi 2. Ahilik 3. Üstad/Usta/Şeyh/Mürşid/Yol Ata 3. Şeyh/Üstad/Nakib/Yol Ata

Tabloda görüldüğü gibi, pehlivan tekkeleri ve ahilikte yükselme birinci basamaktan itibaren sırayla olmaktadır(61). Güreşte yükselmenin de kendi

içerisinde birtakım hiyerarşik boyları vardır. Bu boylar:Deste, Orta(Küçük Orta, Büyük Orta), Baş Altı ve Baş’tır. Okçuluk ve güreşte, sınıflamaya/kategorilere

göre yükselmenin hiyerarşik boyutu Tablo. 2’de görülmektedir.

Tablo.2 Okçuluk ve Güreş Branşlarında Sınıflamaya/Kategoriye Göre

Yükselmenin Hiyerarşisi.

Güreşte Okçulukta

1. Pehlivan Adayı (Çırak) 1. Şakird/Kabza Tâlibi

2. Deste 2. Küçük Kabza Almak

3. Küçük Orta 3. Büyük Kabza Almak/Kolçak Takmak

4. Büyük Orta 4.Doküzyüzcüler Koşusu/Orta Koşu/ Menzil Sahibi Olmak

5. Baş Altı 5. Binciler Koşusu/Baş Koşu

6. Baş 6. Binyüzcüler Koşusu/En Büyük Koşu

Ok Meydanı’nın Yönetimi ve Sorumlulukları

Ok Meydanı’nın yönetiminden birinci derecede sorumlu olan en yetkili kişi Meydan Şeyhi’dir. Ok Meydanı’nı yönetir ve o meydanın residir (Reis-i

Tîrendâzan). Burası aslında kemankeşlerin sohbet ettikleri, yemek yedikleri bir spor kulübüydü. Bu makam için değişik unvânlar da kullanılırdı. Bunlar kısaca

şöyledir: Şeyhü’l-Meydan , Şeyhü’r-Ramiyân , Şeyhü’l Rumât ,Şeyhü’l-Kemankeşân, Şeyh ve Reisü’l-Tîrendâzân, Okçular Şeyhi, Atıcılar Şeyhi gibi. Meydan şeyhini

kemankeşler kendi aralarında seçerlerdi. Ancak, okçu ve yaycıların bu makamı zorla ele geçirmeleri üzerine, izn-i hümâyunla tâyinler de yapılmıştır Bu sebeple

Kâtib Abdullah Efendi Okçular Sicili’nde kendisi için Reis-i Tîrendâzan-ı Rikâb-ı Hümâyûn unvânını kullanır. Bunun nedeni; meydan şeyh’i hatt-ı hümâyûnla

atanmaya başlanınca, padişahın hizmetinde olunduğunu belirtmek üzere bu unvan kullanılmasıdır(62).

Meydan toplantılarında kıdem ve protokol sırası gözetilerek oturtulurdu. Buna “yollu yolunca oturmak” denirdi. Meydan töresince, şeyhten sonra

pirler/ihtiyarlar ve menzil sahibi kemankeşler gelirdi. Sohbet ve yemek sırasında bunlar şeyhin sağ yanında otururlardı. Bu bakımdan meydan şeyhlerinin menzil

sahibi yaşlı kemankeşler arasından seçilmesi âdetti. Seçimde o kişinin şahsiyeti de dikkate alınıyordu. 19.yüzyıl başlarında menzil sahipleri azaldığından, bu şart

aranmaz olmuş, saygı değer ve sözü geçer bir kişi olması yeterli görülmüştür (63), (64).

Page 9: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Tekke ve meydan, şeyhin başkanlığında bir heyet tarafından yönetilirdi. Şeyhin sağında eskilik sırasına göre; sağdan birinci Şeyhü’l-Menâzil fi’l-Meydân

(Menziller Şeyhi, sağdan ikinci, Şeyh-i Mütevelli’i Akça’yı Vakf’ı Nukud denilen vakfın mütevellisi, onun altında Vâcibü’r- Riâye-i Meydan /Menzil

Sahibleri denilen ihtiyarlar otururdu. Şeyh bunlardan seçilirdi. Kabza alan kemankeşler(tâlib-i menziller) kıdem sırası (dümende oturmak) ile solda otururlar,

menzil alınca, sağda dümene geçerlerdi(65).

Ok Meydanı’nın Diğer Görevlileri

Meydan Amiri/Meydan Kadısı/Nâib: Hukukî anlaşmazlıklar konusunda söz sahibi ve Galata Kadısı’nın vekilidir(66) .

Şeyü’l-Menâzil fi’l-Meydan/Menzil Şeyhi: Meydan şeyhinden ayrı bir unvân olup, sadece menzil atışlarıyla ilgilenmektedir(67.

Meydan Nakîbi/Vekilharç : Meydan Şeyhinin yardımcısı(68).

Yazıcı-yı Meydan: Ok Meydanı yazıcısı, kâtibi(69)..

Tekke-nişîn: Devamlı Tekke’de kalır; bina ve eşyaların muhafazasından sorumludur. Şeyhin ve mütevellinin yardımcısıdır(70).

Meydan İmamı ve Hatîbi: Toplu ibadetleri ve atışlar sırasındaki duâları yönetir. Meydan duacıları onun emrindedirler(71).

Duâcı-yı Meydan: Meydan Duâcısı(72).

Korucubaşı: Meydanın güvenliğinden birinci derecede sorumlu kıdemli korucu(73).

Korucular: Yeniçeri Ağası’na bağlı olup, Onun tarafından atanır. Meydanın güvenlik işlerinden sorumludurlar. Yaz kış hergün meydanda bulunur,

meydan vakfından para alırlardı(74).

Rikâb-ı Hümâyûn Atıcıbaşısı/Okçubaşısı: Padişahın hizmetinde olan okçuların başı.(75).

Sicilli Kemankeş/Icâzetli Kemankeş: Gereken şartları yerine getirip, üstadından kabza ve icâzet almış, Okçular Sicili’ne kayıt olunmuş kemankeş(76).

Havacıbaşı: Meydan havacılarının en kıdemlisi(77)..

Havacıyı Meydan: Meydan Havacısı, Havacı. Havacılar: Şahitlerle birlikte, atış sırasında “hava yeri”nde durarak okun düştüğü yeri ve rekorları, ayak

yerinde duranlara bildiren/ haber veren güvenilir kişiler(78).

Ahçı: Meydan kadrosundandır(79).

Hizmetkâr: Meydan kadrosundandır(80).

Meydan Ehli: Meydan toplantılarında ve atışlarda bulunmağa hak kazanmış kişilerdir: Bunlar:Meydan Görevlileri, İhtiyârlar, Kemankeşler, Yaycı ve

Okçu Ustaları, Meydan Müdâvimleridir(81).

Ihtiyârân-ı Meydan/Meydan Uluları/Meydan Ihtiyârları: Okçulukla ilgisini sürdüren yaşlı ve saygıdeğer kemankeşlerdir. Meydan âdabını korumak

konusunda söz sahibiydiler(82).

Meydan piri: Ok Meydanı’nın en yaşlı kişisi. Meydanın pir-i pîşkademi(83).

Page 10: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

5. RİTÜELLER

Güreşteki Ritüeller/Törenler

Er meydanı, Ok meydanı, Cirit meydanı ve diğer spor meydanları; yiğitliğin, cesaretin, dürüstlüğün, yardımseverliğin, mertliğin ve cömertliğin

gösterildiği meydanlardır. Bu açıdan örnek davranışlara sahip sporcular, kin ve nefret duygularından , kötü huylardan uzak ve spor ahlâkının yarışı

içerisindedirler.

Güreşte de fütüvvetin remizleri görülmektedir. Şed, üç kez bağlanır. Kispete de üç düğüm atılır. Birinci düğüm; Ahde vefa kılmak Allah için, ikinci

düğüm; Bey’ate vefa kılmak Hz. Muhammed için, üçüncü düğüm;Vasiyeti şereftir(buna Mühr-i şed denir) Hz.Ali için(84).

Kispetin kemerin içerisinden geçen ipi, düğüm atıldıktan sonra sağa uzatılırsa; Hz.Hasan’a; sola uzatılırsa; Hz. Hüseyin’e işarettir. İpin sol ucu diğerine

nazaran biraz uzunca bırakılır. Bu Hüseyin evladının galipliğine işarettir. Bazılarınca sağ üstada, sol yol ataya işarettir. Şed’in uçları da aynı şekilde uzatıl ır(85).

Paça bent üç kat sarılır: Bu şeriat, tarikat ve hakikate işarettir: Şeriatte üstüvar ol, tarikatte paydar ol, hakikatden haberdar ol(28). Ayağa sarılan bu

paça-bent/pâ-bend, şed’din mukabilidir. Şed’din yedi adı vardır. Bunlardan birisi de Miyân-bend’dir. Paça bent’in bağlanmasının manası; vefa ve teslîmdir.

Paça’ların da bağlanmasıyla harama karşı bir sed çekilmiş olur. Cebrail (s.s.) Nuh Peygamber’in ayağını ve Ibrahim Peygamber de İsmail Peygamber’in ayağını

bağlamışlardı(86).

Güreşlerin giriş ve çıkışları arasındaki merasimlerde dinî ritüelleri görmek mümkündür. Yağlı güreşte göbek-diz altı arası kispetle örtülüdür. Kispet bu

yasak bölgeyi örterek haramı önler. Kispet edebin sembolü olan bir işlevi de yerine getirmektedir(87). Kispet sağ yana alınarak, sağ tarafta taşınır(88).

Pehlivanlar kullandıkları kispet, paça-bent ve edavata, zembile, güreştikleri çayıra ayrı ayrı hürmet gösterirler. Kispeti taşıdıkları zembilin üzerine

kimseyi oturtmazlar. Unvanını kazandığı kıyafete saygı gösterirler. Kispetiyle birçok meydanda şeref kazanmıştır. Bu bağlamda kispetinin de şerefini korur ve

zedelenmesine müsaade etmez. Pehlivanlıkta, kispet te en az pehlivan kadar önemlidir. Onunla vücudunun uyum sağlaması gerekir. Güreşi bıraktıkları zaman

bile bu saygılarını devam ettirirler. Kispetlerini evlerinde misafir odalarının duvarına asarak muhafaza ederler.

Kispetin siyah renkli yapılmasının da bir anlamı vardır. Kispetin siyah olmasının nedeni; Fütüvvet-nâmelerde Yaratılış Efsanelerinde yer verildiği gibi,

gökten inen elbiseler anlatılırken; “Adem oğlanınca beş dürlü ton endi: Evvel Adem’e ak endi. Mûsa’ya saru endi. Isâ’ya gök endi. Nûh’a yeşil endi. Ali’ye sihay

endi.” denmektedir. Hz. Muhammed , Hz. Ali’ye şed kuşatır ve icazet verir. Hz. Ali’de, Hz. Muhammed’den aldığı icazetle bu mahalde on yedi kişinin/kemer-

bestenin belini kuşatıp icazet verir. Bunlar da sehabelerden diğerlerinin bellerini kuşatır(89).

Güreşçiler abdestsiz güreşe çıkmazlar, pirlerini anmadıkça vazifelerini bitirmiş saymazlar. Kispeti iki rekat namaz kıldıktan sonra, yere diz çöküp şu

duayı okuyarak: “Ya kâyimen alâ nefsin bimâ kesebet râhiynetûn” giyerler. Kıbleye doğru kispetinin ön kasnağını öperek başına korlar. Önce sağ ayağını, sonra

da sol ayağını geçirerek giyer. Kispeti çıkarırken de önce sol ayağını, sonra da sağ ayağını çıkararak kispetinin kasnağını öperler. Kispet giyilirken ve çıkarılırken

uzuvlar gösterilmez. Ustasını yense dahi elini öpme, usta çırak ilişkilerinin saygı kurallarındandır. Kendini üstün görme yoktur. Bu törenler daha güreşe yeni

başlarken bütün pehlivanlar tarafından öğrenilirdi(90), (91).

Bir pehlivanın, güreşe başlamadan önce meydana girdiği zaman, sağ eli ile üç defa toprağı öpmesi farzdır. Teyemmüm gibi bu ritüeli yaparlar. Pir’inin

ayağını öpmüş gibi vazifeyi yerine getirir. Aynı işlemi güreşten çıkarken de yapar. Bu ritüel ahilikte de şu şekildedir: Şeyhin huzuruna varılınca üç defa destur

diyerek içeri girilir.

Pehlivanlar güreşe başlamadan önce el tutuşurlar. Rakibin kispetinin ön kasnağının üstüne değecek şekilde sağ eli ile rakibinin sağ elini tutar. Diğer sol

elini de rakibinin sol eli ile tutmak suretiyle kispet sığanır. Cazgır isimlerini okuduktan sonra pehlivanlar hürmet ifadesi olarak önce sağ ayağını ileri atar ve başını

eğerek önce sağ eliyle sağ tarafını, sonra sol tarafındaki seyricileri selamlar. Seyirciyi selamladıktan sonra arkasını dönmeden geri geri gelir ve tekrar rakibi ile el

tutuşur(92).

Page 11: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Pehlivanlar peşrev yaparken topluca kıbleye, pirlerinin kabrine doğru önce sağ ayaklarını ileri atarak giderler ve bir mesafeden sonra dururlar. Sonra

tekrar geri geri üç adım gelerek dururlar. Sol dizi çökerek sağ dizi dik tutarak temenna ederler. Birinci adımı Allah adına, ikinci adımı Cebrail adına ve üçüncü

adımı da Hz.Muhammed adına atarlar(93).

Peşrev bittikten sonra, alanda dolaşmaya başlayan güreşçilerden birisi elini kispetine vurarak hasmına işaret verir. Bu sesi duyan diğer güreşçi ona

doğru gelir ve karşılaştıklarında el sıkışırlar. Sonra ters yönde yürümeye başlayınca ellerini ağızlarına ve alınına götürerek selâm verirler. Kısa bir süre

dolandıktan sonra, yine kispetlerine ellerini vurarak yürüyüp karşılaşınca iç tarafta kalan sağ ayaklarını yan yana getirip paçalarının şirazelerini sağ elleri ile

yoklar . Bu bir nevi ahilikte şeddin sığanmasıdır. Şiraze yoklamasından sonra çiftler ayrılarak, diğer yapılması gereken hareketleri yaparak güreşe başlarlar

(94),(95).

Eski pehlivanlar normal yaşantıdaki kyafetlerinde bellerine yünden yapılmış bir kuşak/şed bağlarlardı. Bunlara ait bir çok fotoğraf mevcuttur.

Okçuluktaki /Ritüeller: Yen giymek, Küçük Kabza ve Büyük Kabza Almak

Ok Meydanı’nda bütün törenler gibi, Kabza alma töreni de belli usûllere göre yapılırdı. Kıdeme, merâtib silsilesine göre herkesin yerini almasına çok

dikkat edilir, her şeyin yolunca olmasına çalışılırdı.

Okçuların kendi branşlarında yükseldiklerini başkalarına göstermek için, kabza sınavları yapılmaktaydı. Ahîlikte de bir kademden diğerine geçişte

küçük bir numunesi mahiyetinde bir merasim yapılmaktadır. Bu merasimde hizmete ait Emanet’in teslimi yapılır. Okçulukta da bir üstaddan Küçük ve Büyük

kabza alarak menzil atmamış atıcıya, hiçbir meydanda menzil attırılmazdı. Atıcılıkta kabza almak/icazet almak sadece bir başlangıçtır. Okçunun hayatında bir

dönüm noktasıdır. Okçuluğa heves eden, bir süre sıkı çalışan sağlıklı her kişi bunu başarabilirdi. Asıl bundan sonrası, okçulukta rekor kırıp menzil alabilecek

seviyeye ulaşmak önemliydi. Yine de, menzil sahibi olmak, kemankeşlikte başarının tek ölçüsü sayılamazdı. Binci, hatta Binyüzcü kemankeşliğe kadar yükseldiği

hâlde menzil olamamış pek çok usta okçu vardı(96), (97).

Küçük Kabza Alma Töreni

Atıcı olmak isteyen kişi bulunduğu şehirde Atıcılar Tekkesi var ise, tekkeye giderek dileğini meydan ihtiyarlarına bildirip, kendisine bir üstad verilmesini

ister. Meydan ihtiyarları o kişinin kötü bir şöhreti olup olmadığını araştırıp, ahlâken atıcılığa lâyık görürlerse, menzil alıp sicile yazılmış usta atıcılardan birini ona

üstad olarak verir. Eğer o şehirde yalnız ok meydanı varsa, meydana bakmakla görevlendirilmiş ihtiyarlara bu dileğini bildirir veya üstad bir kemankeşle kendisi

anlaşarak ona şakird olur(98).

Bu şekilde bir üstad kemankeşe şakird olan kişiye, üstadı şu şekilde kabza verir: Şakird (çırak) üstadının önünde diz çökerek durur. Üstadı sol eliyle bir

yayı kabzası altından tutarak şu konuşmayı yapar: “-Bismillâh ve âli berekâtü Resûlu’llâh. Kabza Cebrâil Aleyhi’s-selâm hu süphane ve Taliâlinin emr-i şerifleriyle

cennetten çıkıp ibtida oku Peygamber Aleyhi’s-selâm’a getirdi. Sonra Hazret-i Sultan Enbiya-ı Sallâ’llahu ve sellem’in izn-i , şerifiyle Sa’d bin Ebû Vakkas

raziyallâhü anh pir’imiz olub kabzayı eshâb-ı güzine verildi. Ondan biribirlerine emanet edilerek üstadım bana verdi. Ben de emaneti sana teslim eyledim. Fi

sebilillâh niyet edüp ok at gaza ile ve talib olan kabza aşıkına bu minval üzere hayır ve dua ile teslim eyle” diyerek kabzayı sol eliyle şakirdinin sol eline teslim

eder ve sağ elindeki bir oku veya gezi şakirdin sağ eline verip usulünce çektirerek kabza almış olunur. O günden sonra bu şakirde Kabza Talibi denilir. Padişah’ın

kabza alması da usûlu dairesinde olmaktadır(99),(100).

Bu suretle Küçük Kabza alan şakird üstadından atıcılığın tekniğini, nasıl idman yapılacağını ve bir atıcıda bulunması gereken ahlâki özellikleri öğrenmeye

başlar. Büyük Kabza alıncaya kadar onunla çalışır. Tâlibin eline hemen sert menzil yayı verilmez, yumuşak yaylar ile başlanıp zamanla yayın kuvveti arttırılır.

Daha sonra, okçunun ömrü boyunca bıkmadan sürdüreceği idman devresi başlar. Vücudunu atışta hazır tutabilmek için, her gün bir miktar idman yapması

gereklidir. Hiç olmazsa her sabah, teberrüken 66 defa kepâde yayı çekmelidir. Henüz kepâde idmanı devresinde bulunan acemi okçuya da Kepâdekeş denirdi.

Bu konuda okçular arasında bir atasözü çok tekrarlanırdı: “Sen oku bir gün bırakırsan, o seni on gün bırakır.” Bu süre içinde Küşekçe yayı ile Hava-gezi’ni torbaya

atarak idman yapar. Ustası bu idmanları yeterli görünce, ok meydanına giderek Puta ve Menzil atışlarına da çalışır(101), (102).

Page 12: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Büyük Kabza Alma Töreni

Kendisine Küçük Kabza veren üstadıyla ok atmayı meşk eden atıcı, Heki okuyla 800 geze, Yeksüvar okuyla 850 geze ve Pişrev okuyla da 900 (594m)

geze atabilecek duruma gelince, üstadının da iznini alarak meydan ihtiyarlarına gidip: “-Ihtiyarlar, duanız ve izniniz ile Müsahık isem 900 gez menzile talibim..”

der. Ihtiyarlar atıcının hangi menzilde duracağını, yayının ağırlığının o menzilde atmaya uygun olup olmadığını, okçusunun ve yaycısının kimler olduğunu

öğrendikten sonra, başka bir engel de bulunmuyorsa atışa müsaade ederler(103).

Menzil atmaya izin alan atıcının Ayak Yeri’nde iki, Hava Yeri’nde de üç olmak üzere, beş tanık bulundurması gerektiği için, bunları da hazırladıktan

sonra, elverişli bir havada üstadını, yaycısını, okçusunu, tanıklarını, bütün tekke personelini ve o gün meydanda bulunan kemankeşler ile varsa konukları

beraberine alarak şeyhin huzurunda toplanmak üzere meydana Meydan Sofası’na gelir. (104).

Şeyhin durduğu yere yakın yapılmış olan ehram’a talib oturtulur. Tekkenin vekilharcı, tören başlayınca talibi oturduğu ehramdan kaldırıp şeyhin önüne

getirir. Şeyh talibe:

“Ayağa durdum ve mahallinden aşırı ok attım, menzil bozdum diye dava edersin. Ayak şahitlerin var mı?” diye sorar. Atıcı/Talip temenna ederek,

“Var”. diye karşılık verince, vekilharç, iki “Ayak taşı” şahidini şeyhin önüne getirir. Onlar da tanıklık yapınca, şeyh bu sefer tanıklık yapacak

kemankeşlere:

“Bu talibi kabza, ayağını ayak yerine düz bastı mı?” der. Tanıklar da:

“Bastı”, karşılığını verince,

“Destar bozulduğunu gördünüz mü?”

“Gördük.”

“Böyle tanık mısınız?”

“Tanığız” diye karşılık verirler. Vekilharç daha sonra iki havacıyı çağırıp şeyhin önüne götürür. Şeyh onlara da:

“Mahallinden aşırı okunu kondurduk ve destar bozduk.”

“Böyle tanık mısınız?”

“Tanığız” diye karşılık verirler.

Şahitlerin bu şekilde tanıklık etmesiyle 900 gezden yukarı ok attığı belirlenince, kabza alacak atıcı şeyhin önünde yere diz çöker. Kabza kısmı yukarıya,

çilesi yere gelecek şekilde önüne bir yay konulur. Talip, sağ elini yayın kabzasına koyup kaldırarak parmaklarının içe gelen kısmını öper.

Başka bir el öpme şekli de şöyledir: Diğer işlemler aynen yapıldıktan sonra, sol elinin parmak uçlarını kabzanın üzerine koyup, sağ elini de bu sol elinin

üstüne (avuç içi avuç içine gelecek şekilde) koyarak iki eliyle yayı havaya kaldırır ve sol elinin üstünü öper. Sonra ayağa kalkıp şeyhin elini öpünce şeyh:

“Götürün üstadı kabza versin.”, der.

Vekilharç atıcıyı üstadının önüne götürür. Talip üstadının önünde diz çöküp elini öpünce üstadı, çırağının sol kulağını sağ eliyle tutarak öğüt verir ve şu

duayı okur:

Page 13: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

“Bismillahirrahmanirrahim Allahümme salli alâ seyyidinâ ve Nebiyyina Muhammedin ve âli nur-ı Muhammed Mustafa. Allahümme salli alâ seyyidina

Muhammed ve âli Haticetü’l kubra ve Fatımatü’l Zehra ve Imam Hasanü’l razi ve imamü’l Hüseyin el mazlumü’l şehid düşen Kerbelâ ve Imam Zeynelabidin,

Muhammed el Bakır ve Imam Cafer el Sadık ve Imam Musa el Kâzım ve Imam Muhammedü’l Şafi ve Imam Hasanül askeri ve Imam Muhammed el Mehdi

sahibü’l zaman ve kutbü’l devranü’l kayim el rıdvan Allahu Teâlâ aleyhim ecmain ve cümle bu tarıkda gelmiş ve geçmiş ehl-i kabza perverleri ihtiyarları ruhu

içün ve mevcud olanların ervahı içün ve cümle şehidlerin ve gazilerin ruhu içün ve rical-i gayib içün ve düşmanların kahrı içün fatiha Ruy-i pak Resûlüllah’a

salavat”(105), (106).

Bu duayı huşu içinde dinleyen talip, dua bittikten sonra ayağa kalkarak tekrar üstadının elini öper. Daha sonra orada bulunan bütün kemankeşlerin de

elini öptükten sonra şeyh ile bitişik odaya girerler. Burada şeyh ona Kemankeş sırrını söyler ve Büyük Kabza Alma töreni de bu şekilde tamamlanmış olur(107).

Okçuluk risâlelerinde, olur olmaz kişinin eline düşer diye, kemankeşlik sırrı açıklanmaz. Bu sır şöyledir: “Yayın kabzasına abdestsiz yapışmaya, onu nâehle,

serkeşe teslîm ve tâlim etmeye ve eti yenmez kuşa ve sâir hayvana bilâ özür atmaya, gözü görmediği mahalle atmaya, atışa Besmele ve Salât ü Selâm ile

başlana.” Fütüvvet, içine kapalı ve yarı gizli bir teşkilâttı. Taliplere aktarılan bazı öğütlerin, teşkilât dışı kişilerce duyulması ve bilinmesi istenmezdi. Kabza alma

töreninde, üstâdın tâlibin kulağına fısıldadığı kemankeşlik sırrı da bu çeşit öğütlerdendir(108).

Meydan şeyhinden bu şekilde izin alan atıcının, en kısa zamanda taşını dikmesi kendisi için hayırlı olur. Çünkü hemen dikmezse hastalık, ölüm, görevle

başka yere gitme gibi nedenlerle belki sonradan dikmeye imkân bulamaz. Böylece hem emeği boşa gitmiş ve hem de o menzilin baş taş’ı dikilmemiş olurdu.

Kemankeş Mustafa bu konuda atıcılara şu öğüdü veriyor. “Şimdi ey kabza aşığı, malum olaki yarım gez okun baş taştan ziyade düştüyse cehd edüp hemen taş

dikesin. Nice kimselere rast gelindi ki, bir zaman buraya dek ok atub taş dikmeyi ihmal eylemiş idi. Daha ziyade atayım, o zaman dikeyim derken bir bahane

ortaya çıkıp ya sefere veya hastalık gibi. Bu arada nice müddet geçti idmanı elden gitti. Tekrar ol idmanı elde edemedi. Halbuki o zaman taşını dikmiş olsaydı,

şimdi akranı arasında adın anılır eserin yaşamış olur ve taşını görenler falan kimsenin nişanıdır diye ruhuna rahmet okuyup dua ve hayır ile adın anılmış

olurdu.”(109).

O günden sonra kemankeş sırrını alan atıcının adı, tekkenin Okçular Sicili defterine yazılır. Atıcının “defterli” olması demek, kemankeş olması/Ah-ı

kabza demektir. Koluna Kolçak takabilir padişahlar huzurunda atış yapmaya hak kazanmış olurdu. Padişahların da kabza alma törenleri bu şekilde olurdu. Yalnız

Padişahlar el öpmeyeceği için, Büyük oda (Meydan Sofası) da özel surette bir yer hazırlanır, padişah buraya oturarak töreni seyreder. Yerine de vekil ettiği kimse

kabza alırdı. Kemankeş sırrını da şeyh efendi padişahın yanına giderek söylerdi.(110), (111).

16. yüzyılın sonlarına kadar, kabza törenlerinde, üstâd tâlibin sol koluna iğreti yen veya kolçak takardı. Kolçak : Kabza verirken üstadın talib in sol

bileğine taktığı meşin bağdır. Bilek siperinin kullanılmadığı dönemde, sol bileği ok çarpmasından korumak için kolçak kullanılırdı. Kolçak takmak, kökleri ahîliğe

ve fütüvvet inancına kadar giden eski bir töredir. Bu âdet fütüvvete göre Hz. Hüseyin’den kalmadır. Ok atarken koluna çarpardı. Bunu gören Ebû Vakkas, “Bir

yen olsa iyi olur” dedi ve bunu yaptırdı. Hem ona, hem kendi koluna takdı. Buna iğreti yen de denir . Üstaddan büyük kabza almak demektir (112), (113).

Pir tutmak, yen(kolçak) giymek ve şed kuşanmak gibi âdetler, eski fütüvvet inancının Ok Meydanı törenlerinde devam ettiğini göstermektedir.

Gençlerden kurulan ve tarihi 12. Yüzyıldan daha önceye uzanan Fütüvvet yolu ve teşkilâtı, Ahîlik adı ile 14. ve 15.yüzyıllarda Anadolu’da da devam etmiştir.

14.yüzyılda Anadolu’yu gezen Ibn-i Batu’da, birçok illerde rastladığı bu teşkilâtı uzun boylu anlatır. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda bu teşkilâtın rolü

olduğu, Sultan I. Osman’ın ve Ankara’yı Ahîlerden teslim alan (1361) Sultan I. Murad’ın bu teşkilâta girdikleri bilinmektedir (114).

Bir ahlâk ve dayanışma yolu olan Fütüvvet’e girebilmek için, tâlibin şeyhü’l-fütüvve’den şed kuşanması ve kendi mesleği ile ilgili sembolik bir nesneyi

alıp öpmesi gerekirdi. Bunun için düzenlenen törenin, kabza alma töreni ile yakın benzerlikler taşıdığı görülmektedir. Duâlar hemen hemen aynıdır. Vekilharç

görevindeki nakîb, tâlibe burada da refaket etmekte, şeyh tâlibin mesleği ile ilgili nesneyi verirken ve nasihât ederken aynı sembolik davranışlarda

bulunmaktadır(115).

Kabza talibi abdest alarak hangi menzilde alacak ise, o menzilin “Ayak taşı”na “Bismillâhirrahma-nirrahim” diyerek basar. Havacılar hava yerine

giderler. Ayak yeri’nde bulunacak tanıklardan birisi kabza talibinin sağında, diğeri solunda durur. Atıcı kurulmuş yayı yaycısından ve oku da okçusundan alıp

tekrar “Bismilla-hirrahmanirrahim” diyerek yayını çeker ve “Ya Hakk” sedasıyla okunu atar. Atılan ok yukarıda da belirtildiği gibi, pişrev ise 900 gezden,

Yeksüvar ise 850 gezden ve haki ise 800 gezden aşağı düşmemesi gerekir(116).

Page 14: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Kurallara göre atmış ve gereken menzilden ileri oku düşmüş ise, havacılar sarıklarını havaya atarak işaret verirler. Buna “Destar bozdu” denilir. Atıcı

Ayak taşı’na da doğru basmış ise, hep beraber okun düştüğü yere giderler.

Ok Atışlarındaki Ritüeller/Törenler

Menzil atma durumuna gelen bir atıcı, hangi menzilde ok atmak ve taş dikmek istediğini, meydan ihtiyarlarına giderek: “Dileğimiz hikmetiniz ile ok

atmaktır. Filân menzilde ok atmamama ne dersiniz? İzniniz var mı? diye sorar. İhtiyarlar durumu inceleyip istediği menzilde ok atmasına izin verir veya başka

tavsiyelerde bulunur (117).

Kanunnâme-i Rımat’a göre, üç boyda menzil yarışması yapılıyordu. Bu üç boyun isimleri ve katılacak olanlarda aranılan şartlar şöyleydi(118).

Aşağı Koşu:Bu boya 900 geze kadar atabilenler ve ihtiyarlar katılır. En yaşlı atıcının çektiği bir yay ile bütün atıcılar beşer ezmayiş oku atarlar. Beşer ok

atılmasnın nedeni; İslamın şartının beş olması, beş büyük peygamberin (Hz. Nuh, Hz. Ibrahim, Hz. Musa, Hz. Isa, ve Hz. Muhammed) olması (119) ve günde beş

vakit namaz kılınması gibi İslam geleneğinde yer alan değerlerden kaynaklanmaktadır.

Doküzyüzcüler koşusu: Bu boya Orta koşu da denilir. 900 gez ve yukarısına atanların koşusudur. Yedi’şer heki oku atarlar. Yarışma eğer padişahın

huzurunda yapılıyorsa pişrev oku atılır. Yedi ok atılmasının nedeni; yedi yıldızda, yedi gökden, yedi yerden, yedi azadan, Kâbe’nin yedi kez tavafından, Safâ ile

Merve arasında yedi kez seyirtmeken ve İsmail’in şeytana yedi taş atmasından ve İslamda mistik hiyerarşi’nin yedi dereceli olmasındandır(120),(121).

Binciler koşusu: Bu boya Baş koşusu da denilir. 1000 gez ve yukarı atanların koşusudur. Dokuz’ar pişrev oku atarlar.

Binyüzcüler koşusu: Bu boy, en büyük koşudur. 1100 gez ve yukarı atanların koşusudur. 11’er

pişrev oku atarlar.

Atışlar genelde ikindi namazını kıldıktan sonra duâ ve senâ ile başlardı. Atışın yapılacağı ayak yeri’nde iki ve okun düşeceği hava yeri’nde de meydan

ihtiyarlarından üç şahit (birisi baş taş’ın sağında, biri solunda ve üçüncüsü de ilerisinde durarak oku gözetlerler.), okçusu yaycısı ve o menzilde daha önce taş

dikmiş bir atıcı yerini alırdı. Duâcı ortaya çıkar, gerekli duâları okur ve salâvat ederler, oradakiler de Amin derlerdi. Sonra menzil tâliblerinden en kıdemlisi kalkıp

ayak yerine gelir. Atıcı oradaki cümle kemankeşlerden icâzet ve himmet talep ederek: “Safâ nazarınız bizimle olsun. İzniniz olursa gaza niyyetine ok atıp menzil

almak dilerim” der. Etrafında bulunanlar kendisine: “Nola, koluna kuvvet pehlivan / kuvvet birle küşâd olsun.” diye cevab verince atışlar başlardı.

Kemankeş/atıcı Bismillah diyerek şu duayı okur: “Billahi tevekkeltü alellahi velâ ahede sivâhü” ve “Niyyet-i gazâ! Ya Hakk! nidasıyla okunu atar. Her kemankeş,

sırasıyla, kararlaştırılan sayıda ok atardı. Bu sayının üç, beş, yedi, dokuz veya on bir olması gerekirdi. Bu tür atışlarda 900’cüler beş, 1000’ciler yedi ve 1100’cüler

de 11’er ok atarlardı (122), (123), (124).

Kurallara göre atmış ve gereken menzilden ileri oku düşmüş ise, havacılar sarıklarını-dülbentlerini havada sallayarak, atarak işaret verirler. Buna,

Destar bozdu denilir. Destar bozulunca , baş taş geçilmiş sayılırdı. Atıcı Ayak taşına da doğru basmış ise, ayak yerinde bulunanlar hep beraber okun düştüğü

yere gidilir. Ok salkı düşmemiş ise geçerli sayılarak, Alin-i erkân ile saplandığı yerden törenle meydan ihtiyarlarından birisi veya atıcının yakını tarafından,

çıkarılır (125).

Okun Yerden Çıkarılma Töreni

Atılan ok bir rekor kırmışsa, üstatlar kavlince şast ve kabzadan geçmiş ise; okun yanında toplananların hepsi birden yüksek sesle, Allah’ın azametini

ululamak için:“Allâhu Ekber, Allâhu Ekber, Lâ ilâhe illâllah” diye tekbir getirirler. Fütüvvet geleneğinde çâr-pir (Adem, Nuh, Ibrahim, Hz. Muhammed

Peygamberler)’e atfedilirken, çâr-tekbîr ise (Rıza, Fenâ, Safâ, Vefâ)’ya tekabül eder. Atıcının üstadı veya orada bulunan meydan ihtiyarlarından birisi,

Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in, sahabelerine ve Sa’d bin Ebu Vakkas hazretlerinin ruhları ile, ok meydanlarından yetişip de ölmüş bütün

atıcıların ruhları için dua ile salat (Fatiha-i şerif ve üç ihlâs-ı şerif okunur) ve selâm edilerek hediye edilir. Daha sonra üç defa tekbir alınarak “Allâhü ekber, lâ

ilâhe illâllahü vallahü ekber, Allâhü ekber ve lillâhil hamd” diyerek, oku yapan usta, yoksa atıcı tarafından ok yerinden çıkarılır. Çıkarılan ok atıcısına

Page 15: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

verilir. Bulunanlar birbirleriyle kucaklaşır (musafaha) yaparlar. Düştüğü yer belli olsun diye oraya bir işaret/nişan konulur veya taş yığılır. Rekorun baş taşın kaç

gez ileri düştüğü ölçülüp hep birlikte meydan şeyhinin yanına gidilerek durum anlatılır ve atıcı taşının dikilmesi için izin ister. Tekkede yapılacak izin verme

töreni için bir gün beklenir. O gün, menzili bozarak sicile yazılmağa ve Kemankeş unvânını almaya hak kazanan atıcı, masrafı kendisi tarafından yapılarak

tekkede öğlenleyin, kabza töreninin şükranesi için bir ziyafet verir/sofra çekilir. Fütüvvette de “şükrane sofrası”nı bir makamdan diğerine yükselen fütüvvet ehli

çektiğinden, kabza almadaki ziyafet fütüvvetteki ziyafetle birbirlerini bütünlemektedirler. Ziyafete bütün atıcıları ve kendisine maddî ve manevî yardımda

bulunan devlet büyüklerini davet eder. Meydanda yemek yenilirken Sahib-i menzil olanların eskisi, yenisinden önce olmak suretiyle Şeyhin sağ tarafına ve Talib-

i menzil ile Müstehak-ı menzil olan atıcılarda, Şeyhin sol tarafına eskisi yenisinden önce olmak üzere (eskilik derecelerine göre/yollu yolunca) oturur. Atıcılar

Kanunnamesi’nin 9’uncu bölümü Tekke’nin Taâmiyyesi Beyanındadır başlığıyla, tekkede Pazertesi ve Perşembe günleri atıcılara verilen yemekteki sofra düzeni

anlatılırken bu hiyerarşiye yer verilmiştir. Yemekten sonra da Hamd edilir. Şeyh sofra duası yaptırır ve sonra Büyük Kabza Alma töreni yapılır. (126),(127).

Bir törende birden fazla tâlibe kabza verildiği de olurdu. Bunun nedeni, talibe fazla masraf yüklememek içindir. Kabza alan tâlibin ziyâfet çekmesi, hiç

olmazsa bir koyun pişirtip dağıtması gerekirdi. Bu yüzden kabza töreni, yüksek rütbeli veya zengin bir kişinin verdiği ziyafete rastlatılırdı. Ayrıca, Sultanların,

vezirlerin veya saray erkânının kabza alma, yahut taş diktirme ziyafetlerinde, birçok tâlibin kabza aldığı bilinmektedir. Bu sayı bâzen 50’yi bulmaktadır(128).

Menzil alan kemankeş, bir yandan taşçıya menzil taşını yaptırırken, diğer yandan ziyâfet hazırlıklarıyla uğraşırdı. Ziyafetle taş diktirmek âdetti. Menzil

taşı diktirecek talib, Şeyhi, ihtiyârları, üstadı ve itibarlı kemankeşleri kendi dâvet eder, diğerlerini havacılara ve dümende ki iki tâlibe davet ettirirdi. Ziyafet,

rekor sahibinin maddî imkânları ölçüsünde tutulurdu. Masraf, 17.yüzyıl başında yaklaşık 1000 akçeyi buluyordu. Bazen okçuluğa meraklı padişah, vezir veya

paşalar da masrafı üzerine alırdı. O zaman ziyafete, kabza törenleri ve ok koşuları da eklenir, büyük bir şenlik havası verilirdi. Ziyâfette herkes “yerli yerince”

oturur, sonunda meydan şeyhine, üstada, vekilharca, yaycı ve okçuya, havacılara ve şahitlik yapacak kişilere hediyeler dağıtılırdı. Sonra birlikte menzil yerine

gidilir; kemankeşler çepeçevre, sağda menzil sahibleri solda talibler otururlar; Şeyhin sorgusuyla menzil taşı diktirme merâsimine geçilirdi(129).

Menzil Taşı Dikme Töreni

Okun düştüğü yer daha önce işaret edilen yerde toplandıktan sonra, Şeyh: “Bu menzili sen mi attın ?” diye sorar. Kemankeş: “Allah’ın izniyle ben

attım.” derdi. Bunun üzerine önceki menzilin sâhibi veya oradaki birkaç kemankeş usülen (eğer bir hatâ varsa gerçekten) itiraz ederlerdi. O zaman, çağrılan iki

ayak ve iki hava şâhidi dinlenirdi. Ayak şahidleri: “Oku yolunca attı, sarık bozulduğun gördük.”, hava şahidleri ise: “oku buraya düştü, konduğunu gördük.”

derlerdi. İtirazcılar bu defa şahidler için şehadet isterlerdi. Orada hazır bulunanlar, dört şahidin de sözlerinin doğruluğuna ve garazsız kişiler olduğuna şahitlik

ederlerdi. Sonra dualar okunur, bir ihtiyâr kalkıp okun düştüğü çakıl yığılı yer çevresine bir daire çizer, burası kazılır, tekbîrlerle taş diktirilir ve bir Fatiha ile tören

son bulurdu(130).

6- SOSYAL DAYANIŞMA-Sporculara Maddî ve Manevî Desteğin Sağlanması

Kabza alma ve taş dikme törenlerine pek çok kişi davet edilerek, ziyafet verilirdi. Bu nedenle bazı atıcı pehlivanlar masrafı karşılayamadıkları için taş

dikememişlerdir(131).

Bazı atıcılar yoksul olup taşını yaptıramaz, yemek ve hediyelerin parasını verecek güçte olmadıkları için, bazıları da atışın arkasından savaşa veya

görevde başka yere gitmeleri nedeniyle bir kısmı da çeşitli nedenlerden ötürü taşını dikemez veya dikemez. Böyle durumlarda okun düştüğü yere çevreden

toplama taşlar yığılır. atıcılar bu taş yığınına cift derler. Menzil taşı sonradan dikilmemiş bile olsa, kemankeşin adı ve yaptığı menzilin uzaklığı Sicil Defter’ine

yazıldığı için bilinirdi(132).

Taş dikemeden ölen, savaşa veya bir memuriyetle İstanbul dışına gönderilen kemankeşlerin taşı, arkadaşları tarafından diktiri lirdi(teberrüken taş

diktirmek). Bu bir meydan töresi ve kemankeşler arasında bir borç sayılırdı. Yine ziyafet çekmeğe gücü yetmeyen kemankeşlerin masrafını aralarında bölüşür,

mahzûn etmezlerdi(133).

Page 16: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Ahîliği ve atıcılığı ayakta tutan bu davranışlara ait birkaç örnek: Yeniçeri Ocağı’ndan Okçu Hüseyin(15.yüzyıl sonu-16.yüzyıl ilk çeyreği), Kıble-Lodosu ile

atılan Zihgirci (Baş Taşlar) Menzili’nde 1043.5 gezlik bir rekor kırmışsa da taşını dikemeden sefere katılmıştır. I.Viyana Kuşatması’nda (1529) şehit düşmüş, daha

sonra kemankeşler teberrüken taşını dikmişlerdir(134), (135), (136), (137), (138).

Vezîr Semiz Ali Paşa’nın kullarından kemankeş Lenduhâ Cafer(15.yüzyılı sonu-16.yüzyıl ilk yarısı), zamanının en ünlü kemankeşlerinden biriydi. Ok

Meydanı’nda, üçü 1200 gezden aşırı dört menzili vardı. Top Yeri (Hasan Taşı) Menzili’nde Yıldız havası ile okunu 1195.5 geze düşürmüştür. Taşını dikmeye ömrü

vefa etmeyip öldüğü için, daha sonra kemankeş arkadaşları taşını dikmiştir(139), (140), (141), (142), (143).

Cebeci Deli Hasan(16.yüzyılı ikinci yarısı-17.yüzyıl başı), Budin Seferi sırasındaki yararlıkları sebebiyle cebeciler kethüdası olmuş, daha sonra Peşte

Kalesi’nin düşmesi ile 1602’de esir kalmıştı. Kabzadaşlarının topladığı fidye akçesiyle serbest bırakılmıştır (144), (145), (146), (147), (148).

Sultan II. Mahmud, 1250(1834-1835) yılı bir meydan günü lodos ile atılan Küçük Yeksüvar (Salâ) Menzili’nde, Nazîfi Mustafa Ağa’nın 1072 gezlik

yerinden 103 gez aşırı atarak, 1175 geze okunu düşürüp rekor kırmıştı. Ancak, Sultan II. Mahmut, Mustafa Ağa’nın devlete büyük hizmetleri olup vazife başında

ölmesi sebebiyle, hürmeten taşını diktirmemiş, orada hazır bulunan merhumun yaşlı oğlu Binci Osman Bey’e; “Eseri pederini sana bahşettim!” diye iltifat

etmiştir(149).

Okçular /Tîrendâzan /Kemankeşler Tekkesi Vakfı’nın Kurumlaştırılması

Vakıf

İstanbul Ok Meydanı Vakfı, fetihten hemen sonra, Fatih Sultan Mehmed’in emri ile kurulmuş ilk vakıftır. Bu konudaki fermanlarda kuruluş gayesi,

“gazilerin ve halkın ok atması ve toplu hâlde dua etmesi için...” diye açıklanmaktadır(150). Ok Meydanı’nda aynı zamanda bir dua yeri olması ise, okçuluk

sporunun dinî yanına dikkatimizi çekmektedir(151),(152).

Istanbul, Bursa ve Edirne gibi ilk Osmanlı merkezlerinde böyle meydanlar bulunmaktaydı. İstanbul Ok Meydanı’nın 50 menzili vardı. Osmanlı

kentlerinde, 38 ayrı meydanda 107 ok menzili bulunmaktaydı. Fakat bunların birer vakıf kurumu olduklarına dair bir kayda rastlanmamaktadır. Şu hâlde,

tahminimize göre, Osmanlılarda okçuluk sporu ilk defa bir vakıf tesisine bağlı olarak İstanbul’da karşımıza çıkmaktadır(153). Titizlikle yönetilen bir vakıf

kurumuna bağlı, örgütlü ve disiplinli bir okçuluk sporuna öteki Doğu ve İslam ülkelerinde rastlanmamaktadır(154).

Vakfın Gelirleri

Ok Meydanı Vakfı’nın nakit gelirinden, menkul ve gayrımenkul mallarının korunmasından sorumlu kimseye; Mütevellî/Şeyh-i Mütevellî-i Akçe-i Vakf-ı

Nukûd denirdi(155). Vakfın gelir ve gider hesabını 1682 yılında Atıcılar Sicili’ nin tutulmaya başlamasından sonra, Şeyh Ahmed efendi tutuyordu(156).

Vaktiyle İstanbul Ok Meydanı’nda Sorkun (Sivrikoz) Çardağı diye bilinen üstü kapalı bir yer vardı. Bosna Valisi Vezir Iskender Paşa, Ok Meydanı’na

bitişik Sivrikoz Bahçesi’ni satın almış ve bir köşk yaptırmıştı. Kemankeşlerin barındığı çardağı, köşkünün haremine bakıyor diye yıktırınca, atıcılar açıkta kaldılar,

ama ses etmediler. Birkaç çadır kurup, orada barındılar. Bir zaman sonra, Sultan II. Bâyezîd’in Amasya’da şehzade iken okçuluk hocası olan Usta Bâyezîd’in oğlu

İran’dan konuk olarak gelmişti. Babasının selâmlarını ve hediyelerini Padişah’a sundu. II. Bâyezîd de kemankeşlerden misafirini Ok Meydanı’nda ağırlamalarını

istedi. Ok Meydanı’na çadırlar kurularak ziyafet düzenlendi. Bahçesinde oturan İskender Paşa’ya da saygı gereği iki sofra yemek gönderdiler. Bu davranış

Paşa’ya pek dokundu, çardağı yıktırdığına pişman oldu. 911(1505) yılında mescit ve tekkeyi yaptırarak vakfa bağlattı (157), (158).

IV. Mehmed devrine kadar, meydan günleri yapılan harcamaların nereden karşılandığı bilinmiyor. 1003 (1595) tarihli bir fermanda Ok Meydanı

Tekkesi’nin onarımı için, “Yeniçeri taifesinin hayrata sarf için tâyin eyledikleri sülüs mallarından” para alınması emrediliyor. Gündelik masrafların ise daha çok,

bol geliri olan meydan müdavimlerinden karşılandığı anlaşılmaktadır(159), (160).

Page 17: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

1639 yılında, Sultan IV. Murad’ın emriyle, Silahdar Mustafa Paşa’nın nezaretinde tekke onarıldı ve genişletildi. 1232 okka ağırlığında bakır kap kacak

vakf edildi. Mescid ve odalara hasır döşendi. Bakım için tahsisat bağlandı (161), (162).

Uşşakîzâde Hamza Çelebi(17.yüzyıl), halktan atıcı olup da Ok Meydanı’na ilk vakıf tayin eden kişi olarak, meydan dualarında hayırla anılırdı. Yılda 200

kuruş olan vakfın; yarısı tekke masrafları, diğer yarısı atıcılara yemek ve çekilecek ziyafetler içindi(163), (164).

Dârüssaade Ağası Evkaf Nazırı Yusuf Ağa (17. yüzyıl ikinci yarısı), 1102 (1690-1691) yılında Medîne’de Haremeyn-i Şerîfeyn olmuştu. Hayırsever bir

kişiydi. Üsküdar Atîk Vâlide Camii ve İmâreti vakfından yevmî 20 akçe ve Eminönü Yeni Vâlide Camii vakfından yevmî 20 akçe Ok Meydanı Tekkesi’ne taamiyye

bağlatmıştır. Yusuf Ağa, sonradan Divan’a arz gönderip, müceddeden berât-ı şerif istemiştir. Bu konudaki 16 Şevval 1093 (1682) tarihli iki fermanda bu konular

yazılıdır(Belge:1). Bu iki ferman daha sonra 2 Muharrem 1099 (1687), 26 Ramazan 1102 (1691), 22 Cemaziyülâhır 1106 (1695), 10 Rebiülahır 1115 (1703)

(Belge0:2) ve 28 Sefer 1168 (1754) tarihlerinde istek üzerine yenilenmiştir. Bu tarihten sonra taamiyye kesildiği anlaşılıyor. Yusuf Ağa, Yıldız Poyrazı ile 840 geze

ok atarak kendi adıyla anılan Yusuf Ağa Menzili’ni açmış, Tekke’ye taamiyye bağlattığı için, bu mesâfeye ana taşı diktirmesine izin verilmiştir. Menzilde yalnız

Dârüssaade ağalarının atması şartını koymuştur(165).

Sultan III. Ahmed’e aid 1127 (1715) tarihli bir ferman, bu tarihten önce Tekke’nin onarıldığını, daha sonra gerekecek tamirler için İstanbul Gümrüğü

Mukataası malından elli akça yıllık bağlandığını göstermektedir. 1720’de Ok Meydanı’nda yapılan sünnet düğününde, Atıcılar Tekkesi hanım seyircilere tahsis

olunmuştu(166), (167).

Sultan I. Mahmud devrinde (1730-1754) tekkeye yeni bir taamiyye bağlanıyor: Darüssaade Ağası ve Haremeyn Evkaf Nazırı Hacı Beşir Ağa Divan’a arz

gönderip, Ok Meydanı Tekkesi’nde sakin olanların taamiyyeleri azaldığı için, Eyüb’deki Dershâne ve Mederesenin evkafı 20 akçe bağlanmasına izin ve ferman

çıkartıyor. 8 Rebiülevvel 1150 (1737) tarihli ferman, 28 Safer 1168 (1754)’de Sultan III. Osman tarafından yenileniyor (168) .

Ayrıca, tîrendazlar “Divân-ı Hümâyûna arzuhal sunup Ok Meydanı’nda vâki Atıcılar Tekkesinin taamiyyesi kalîl olub ianete muhtaç olmağla düşen

mahlulden takas şartıyla Filibe Nezareti’nden almak üzere yevmî bir şinik pirinç verilmesine” ferman çıkartıyorlar. 19 Cemaziyülâhır 1153 tarihli fermana, yine

aynı tarihte, bu pirinci her yıl Filibe’ye gidip almak zor olduğundan, ocaklık pirinci ile birlikte getirtilerek Kiler-i Amirei’den verilmesi yolunda bir ferman

eklenmişti Bu iki ferman da, 28 Safer 1168 (1754), Receb 1176 (1763) (Belge:3) ve 18 Rebiülevvel 1219 (1804) tarihlerinde yenilenmiştir(169).

Bunların bir kısmı kesilirken, “Zümre-i Rumat Şeyhi Seyyid Fethizâde Seyyid Elhac Mustafa, Edirne mukataası malından mutasarrıf olduğu yevmi 20

akçesi tamamen Hazinede kalmış olup, mukabelesinde takas şartıyla 20 akça daha zam olunarak Duhan Gümrüğünden sade yağ bahası 40 akçeye iblağı...”

konusunda bir arzuhal sunarak Sefer 1198 (1787) tarihli ferman çıkartılıyor(170).

3 Receb 1233 (1818) tarihli birinci fermanda, Ok Meydanı’nda kâin Kemankeşin Tekkesinin ez seri nev ihyâsıyla... Tekke-i mezbûreye Matbah-ı Amirem

tarafından tayin edilmiş olan senevî seksen kile pirincin üzerine yirmi kile dahi zam ve ilave ile yüz kileye iblağ ve beher meydan günlerinde tabhı mûtâd olan

taam lâzimesiyçüm ibtidâ-i rûz-ı Hızır’dan rûz-ı Kasım duhûlüne kadar ikiyüzkırk kıyye rugân-ı sâdenin dahi Matbah-ı Amirem tarafından tahsîsi...”

emrolunmaktadır(Belge:4),(171).

6 Receb 1233 (1818) tarihli ikinci ferman, “Müceddeden ihyâ olunmuş bulunan Ok Meydanı Tekkesi’nde rûz-ı Hızır’dan rûz-ı Kasım’a değin hasbü’l-

mutâd Perşembe ve Pazartesi günlerinde tabh ve ihrâç olunan sofralar içün beher atış günlerinde Tersâne-i Amirem Kalyonları furunundan ita olunmak üzere

seksener aded man-ı azîz tâyin ve tahsîsi...” yolundadır(Belge5),(172).

3 Receb 1233 (1818) tarihli üçüncü ferman ise, “Ok Meydanı’nda Kâin Kemankeşân Tekkesi’nin... tâyînâtı olmadığına binâen bu senelere göre kaide-i

remiyân üzre vâki kırk nöbet atış günlerinde onbeşer vakıyye itibariyle rûz-ı Hızır’dan rûz-ı Kasım’a kadar Kassabân-ı hassam tarafından... altıyüz vakıyye lâhm-ı

ganem tahsîsi” hakkındadır(Belge:6),(173).

Bu tarihten sonra, Tekke hizmetlerinin maaşlarını alamadıkları konusundaki iki arzuhal ve cevaplarından başka resmî bir belgeye rastlanmamaktadır.

1307 tarihli, Bekçi Kâmil ve Havacı Ahmed Cemal mühürlü arzuhalde, Ok Meydanı Dergahı’nın tamiratı yüzünden kapalı olması bahanesiyle 1306 yılından beri

Page 18: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

60 ve 40 kuruş olan maaşlarını alamadıkları bildiriliyor. Evkaf Nezareti durumu inceletip, 17 Şubat 1281 tarihinden beri Sultan II.Mahmud vakfından Tekke’nin

şeyhine aylık 550 ve hademelerine 1020 kuruş ödendiği anlaşılmış, ödenmesinin devamına karar vermiştir. Ikinci arzuhal yine bu konu ile ilgili bir itirazdır(174).

İstanbul Ok Meydanı’nda biri ünlü Helvacı karlığı olmak üzere beş karlık vardı. Kar satışından Tekke’ye gelir sağlanırdı. Helvacı Karlığı adını, Kanunî

devrinde burada tezgâh kuran, pamuk ekmeği ve helvası kemankeşlerce çok sevilen bir helvadan alıyordu(175).

Ok Meydanı Tekkesi’nde her Pazertesi ve Perşembe günleri atıcılara yemek çıkardı. Bu yemek 7 sofra ve 7 çeşit çıkarılır ve gideri tekkenin vakfından

karşılanırdı. Sultan III.Selim zamanına kadar bu miktar üzerinden yapılıyordu. Sultan III.Selim padişah olur olmaz atıcılığa başlayıp tekkeyle ilgilenince, atış

yapanlar çoğaldı ve 7 sofra yetişmez oldu. Bu nedenle babası Sultan III.Mustafa’nın vakfından senede 1000 kuruş verilmek üzere sofra adedini 10’a

çıkarttı(176),(177).

Ok Meydanı’nın son devrinde meydan günlerinde 11 sofra ve 7-8 çeşit yemek çıkartılıyordu. Ayazma ve Havuz Başı mesîresi şeyh tarafından icara

verildi. Bâyezîd’de Okçular Çarşısı’ndaki 97 nolu dükkanın icarı da şeyh tarafından alınıyordu. Tekke hademesi aylıkları ise 59 kuruştu(178).

Ok Meydanı tekkesinden okçulara gıda yardımı da yapılıyordu . Bu konuda Okçu Köse şöyle diyor: “Bundan 10 sene evveline kadar tekkeden 60 kuruş

ve bir miktar yağ, prinç verirlerdi. Onları da kestiler. Bir müddet ağızcılıkla geçindim. Şimdi bu kulübede çile dolduruyorum ve emr-i Hakk’ı bekliyorum.” (179).

Okçu ve Yaycı Esnafı

Yeniçağ’da Osmanlı toplum düzeninde örgütlenmenin genişlediği ve yeni kurumların ortaya çıktığı görülür. Bir örgüte bağlı spor okçuluğu da bu yeni

kurumlardan biri, kuruluş ve özelliği bakımından bizce en ilgi çekici olanıdır(180).

Osmanlı toplumu belirli ve birbirinden kesin olarak ayrılmış sınıflardan ve bu sınıflara bağlı kurumlardan meydana geliyordu. İlmiyye sınıfı, asker

sınıfından, esnaf ve tüccar sınıfı öncekilerden farklı yetki ve sorumluluğa sahipti. Şenlik ve sefer alaylarında bu ayrıma titizlikle uyulduğu görülür. Bunlara ait

kurumlardan sadece o sınıfa giren kişiler yararlanabilirdi. Yalnız bir kurum bu kuralın dışında kalmaktadır: Okçuluk. Değişik sınıftan kişiler, hiçbir ayrıcalık

gözetilmeden, eşit şartlarla bu kurumda bir araya gelebiliyordu. Bilindiği üzere, feodal toplum düzenlerinde bu çok ender görülen bir şeydir(181).

Esnaf ve zenaatkâr zümresi, Osmanlı düzeninde, sağlam ve köklü bir teşkilâtı olan güçlü bir sınıftır. Gerek kuruluşunda, gerekse güçlü ve disiplinli bir

teşkilat haline gelişinde Fütüvvet tarîkinin ve bunun Anadolu’daki devamı olan Ahiliğin önemli bir rolü vardır. Bu rolü, teşkilatın kuruluş ve yönetim biçiminde,

unvânlarda olduğu kadar, inanç ve töreye bağlılık, meslekî doğruluk, çalışma disiplini, karşılıklı saygı, maddî ve manevî dayanışma gibi konularda da açıkça

görülmektedir (182), (183), (184).

Okçu Esnafı

Osmanlı esnaf teşkilâtı içinde, yaycı ve okçular ayrı ayrı loncalar hâlinde ve kendilerine ait çarşılarda toplanırlardı. Okçu dükkânları, Bâyezîd Camii

yanındaki Okçularbaşı Yolu üzerinde, yaycı dükkânları, Vezneciler’de Kuyucu Murad Paşa Türbesi bitişiğinde idi. Sultan II.Mahmud’a ait tuğralı ve 6 Zilhicce

1230(1815) tarihli bir emirnâmeden öğrenildiğine göre, Bâyezîd Camii kurbünde fatih zamanından beri yarısı yaycı, yarısı okçu esnafına ait 27 dükkân vardı. Bu

gediklerden 6 tanesi Dâye Hâtun, 21 tanesi Ayasofya-i Kebîr Vakfı’na bağlıydı. Gediklerin başka esnafa devri yasaktı (185).

Diğer esnaf zümreleri gibi, yaycı ve okçular da kanun ve törenlere sıkıca bağlı, ayrı birer lonca , yine belirli sayıda dükkân vardır. Yaycı ve okçu

dükkânları hem imalat, hem satış yeri idi. Bu dükkanların yeri ve işletme hakkı (gedik) sınırlandırılmış olduğundan, her isteyen kişi, dilediği yerde dükkân

açamazdı. Her lonca, mensublarının kendi aralarından seçtiği bir heyet tarafından yönetilirdi. Bu bağlamda her esnaf loncası, kendi işini kendisi yürüten ve

denetleyen bağımsız birer kuruluşdu(186). Yay yapıp satan esnafa da, Keman fürûşân denirdi(187).

Okçu ve yaycı esnafının başlıca müşterisi kemankeşler olduğundan, onlarla sıkı ilişki içinde bulunurlar, meydan günlerinde Ok Meydanı’na giderek,

sattıkları yaylara ve oklara gereken düzen ve timarı verir, küçük tamirleri yaparlardı. Ok ve yay satışı da çoğunlukla bu sırada olurdu. Bâzı okçu ve yaycı ustaları,

Page 19: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

tanınmış bir kemankeşin hizmetine girer, yalnızca onun için ok ve yay yapar, idman ve atışlarında hep yanında bulunurlardı. Rekor kırıldığında, okçu ve yaycıya

da ödül verilirdi. Bir örnek:Tozkoparan Iskender, Edirne’deki Deve Kemâl Menzili’nde aşırı atıp rekor kırdığı için, Sultan II. Bâyezîd 11 Cemâziyülevvel 916 (1510)

tarihinde Tozkoparan’a bir câme benek ve 3000 akçe, yaycısı Içkoz Ahmed’e ve okçusu Bahtiyarzade Hacı Hasan Çelebi’ye 500’er akçe ihsan etmişti (188),(189).

Okçu ve yaycı esnafı, her zaman ilişki hâlinde bulundukları kişilere satış yaptıkları ve düşük kalite hiçbir şekilde hoş karşılanmadığı için titiz çalışmak, iyi

iş çıkartmak zorundaydılar. Atışlar sırasında okçu ve yaycılar da hazır bulunduğundan, kusurları hemen yüzlerine vurulurdu. Bu açıdan okçu ve yaycı esnafı

mesleklerine/sanatına, işine önem verirlerdi. Okçuluk ve yaycılıkta, kişi bu sanatı bu işin ustasından/şeyhinden bey’at etmeden, icazet almadan kendi kendine

işleyemezdi. Eğer işlerse, onun bu sanattan elde ettiği her şey haram olur inacı hirfetin esaslarındandı. Bu açıdan, hirfet’in(iş) fütüvvetteki yerini yaycılık ve

okçuluk mesleğinde de görmek mümkündür. Konulan narh üstünde yüksek fiyatla yay ve ok sipariş eden kemankeşler de vardı. Eski okçu ustalarından kalan

oklara bir altına kadar ödendiği olurdu. Büyük kemankeşlerin özel yaycı ve okçuları bulunurdu; bunlar başkası için ok ve yay yapamazlardı. Hizmetinde

çalıştıkları kemankeşin vücut ölçüsünü, atış üslûbunu dikkate alarak ok ve yay yaparlar, atışlar sırasında timarını yapıp hazır ederlerdi. Yayların baş tarafına usta

adı ve yapım tarihi yazılırdı. Bu yaycının kalite üstünlüğü konusunda hem iddia hem de sorumluluk sâhibi olduğunu göstermektedir(190), (191).

Okçu ve yaycı esnafının, askerî imalâthaneler ve orduyla da bazı ilişkileri vardı. Ordu ihtiyacını karşılayan silah imalathanelerine zaman zaman, sivil

esnaftan geçici veya sürekli olarak san’at birle okçu ve yaycı ustalar alınır ve üç ayda bir maaş ödenirdi.(192), (193).

Orducu Esnafı

Ordu için gerekli olan ok ve yay, esas itibarıyla resmî imalathanelerde üretiliyor, yetmediği takdirde piyasadan temin ediliyordu. Ayrıca Kanun

gereğince, bir kısım esnaf kuruluşları, bu arada okçu ve yaycı loncaları, sefer sırasında orducu esnafı vermek zorundaydılar. Orducular sefere katılarak, ordu

ihtiyaçlarının karşılanmasında ve gerekli onarımların yapılmasında orduya yardımcı olurlardı. Esnafla ordu arasındaki ilişki, ordunun büyümesi ve ihtiyaçlarının

alabildiğince artması nedeniyle 16.Yüzyıl ortalarında kurulmuştur(194).

Yaycı ve okçu esnafının yardımcısına ve okçuluğa yeni başlayana şakird denirdi (195). İstanbul’da 45 kadar talimhane bulunyordu. Talimhane esnafı

buralardan aldıkları ücretle geçimlerini sağlıyorlardı(196).

Sultan III Murad devrinde, 1582 yılında At Meydanı’nda düzenlenen ve geceli gündüzlü 57 gün süren sünnet düğününde, yaycı ve okçu esnafı da esnaf

loncaları arasında şenliğe ve geçit törenlerine iştirak etmiştir(197), (198).

Sultan Ahmed’in dört oğlunun sünneti dolayısıyla, 1720 yılında yapılan düğün için, Ok Meydanı tahsis olunmuştur. Düğünün 14. günü esnaf alayının

geçidinde, Meydan kendilerinin olduğu için, geçite kemankeşler, okçular ve yaycılarla başlanıldı(199), (200).

Sultan IV. Murad devrindeki büyük esnaf alayının geçişinde; önde şeyhleri olmak üzere, okçu ve yaycı esnafı, atlar üzerine kurdukları küçük dükkanlara

ok ve yaylarını dizerek, unsurlar ve ihtiyar atlı, şakirdler yaya olarak geçmişlerdir. Tirendaz ve kemankeşler ise, şimşir kütüklere nişan atarak, havaya attıkları

okları düşerken yakalayarak ve buna benzer hünerler göstererek geçmişlerdir (201), (202).

7- SPOR AHLÂKI PRENSİBİ

Okçuluk ve güreşte sosyal düzeni ayakta tutan birtakım prensipler vardır. Allah’ın övdüğü ahlâk, peygamberlikle birlikte “Ben güzel ahlâkı tamamlamak

üzere geldim” diyen Hz.Muhammed’de tamamlanmış ve kemâle ermiştir. Buna göre İslam güzel ahlâktır. Fütüvveti besleyen ve fütüvvet ehlinin şiârı da bu

ahlâktır. Bu itibarla Fütüvveti Ahlâktan, ahlâkı ise İslâm’dan ayrı düşünmek imkânsızdır. “Ahi kuruluşu” ahlâk kurallarını, daha önce hemen hemen bütün İslam

ülkelerinde bilinen “fütüvvetname”llerden almaktadır. Fütüvvet ehlinde bulunması gereken ahlâki şartları sporcularda da görmek mümkündür(203),(204).

Bunlardan biri haya ve edeptir. Biri fıtrî haya ki, insanların yanında kapanması gerekli yerlerin kapatılması, gösterilmemesi demektir. Pehlivan bunu kispetle

yerine getiriyor. İkinci haya ise;dinî haya olup, insanın kendisini her an Yaratıcı’nın huzurunda hissetmesi ve yaptığı, yapacağı fiilden utanmasıdır. Bu haya

Hz.Osman hayasıdır(205).

Page 20: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Atıcılar Kanunu ( Kanunnâme-i rımat) yapılmadan önce, atıcıların kendilerine özel töre ve kuralları bulunuyordu. Her türlü atışlar, yarışmalar, yemek

yeme, tekkede oturma sırası, kabza alma, konuşma, selâmlaşma bu töre ve kurallara uyularak yapılıyordu. Ancak yazılı bir kanunları yoktu. Buna rağmen

yüzyıllardan beri uygulana gelen âdet-i kadimeler kanun diye adlandırılmıştı. Atıcılar arasındaki anlaşmazlıklar yine atıcılar arasından yetişmiş saygı değer bilgili

kişilerce çözülebiliyordu. Atıcılar arasındaki anlaşmazlıkları padişah da kadılar da törelere ve âdet-i kadimelere saygılı oldukları için, çözmeye yetkili değillerdi.

1640-1682 yılları arasında Ok Meydanı ve Tekkesi yönetimi yaycı ve okçu esnafının eline geçti. Halbuki onların yay ve ok yapmaktan başka atıcılıkla hiçb ir

bilgileri olmadığı hâlde, meydanda kabza verme, taş dikme, menzil ve puta yarışmaları hep onların izniyle yapılır olmuştu. Atıcılığın ehli olmadıkları hâlde kendi

yandaşlarını meydan ihtiyarı yaptılar. Ok ve yaycı esnafı Kemankeş Mustafa’nın yakındığı ve açıklandığı gibi rüşvetle taş diktirmeğe kadar varan usulsüzlükler

yapmaktan çekinmediler. Atıcılar bu durumun düzeltilmesi için devlet büyüklerine müracaat ederek, bir çare bulunmasını istediler. Bunun üzerine Sadrazam

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, senelerden beri süre gelen atıcı-yaycı ve okçu anlaşmazlığına bir son vermek ve atıcıları, yaycılarla okçuların elinden kurtarya

karar verdi. Bunun için bir kanun yapılmasını İstanbul Efendisi (Kadısı) ile Yeniçeri Ağası Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa’dan istedi. O yılın (1682) Ağustos ayında,

bizzat atıcılık yapmış 40 kişilik bir kurul (Şûra) toplanarak, atıcılar kanunu kanunname-i rımat’ı hazırladı. 1682 yılında Atıcılar kanunu yapıldıktan sonra da çoğu

töre ve kurallar değişmedi. Çünkü, Atıcılar Kanunu özellikle yaycı ve okçu esnafını meydandan uzaklaştırmak amacıyla yapıldığı için, meydanın ve

tekkenin içindeki davranışları kapsıyordu. Osmanlı Devleti’nin bütün ok meydanlarında, bu yasa uygulanıyor, yasaya aykırı hareket eden lerin menzilleri kabul

edilmiyordu. Bu yasadan sonra atıcılığa yararlı olacak bir kural (âdet-i müstahsen) olur ve Sicil Defteri’nde ismi yazılı bütün atıcı pehlivanlar ile Meydan

İhtiyarları tarafından uygun görülürse onların da bu kitaba eklenmesi kararlaştırılır (206).

Atıcı pehlivan atış yapacağı yere vardığı zaman, kendisinden eski pehlivan da bulunuyorsa ondan evvel atmayıp

eskililiğe/tecrübeliliğe/kıdemliliğe saygı gösterilirdi. Bir atıcı ok atarken arkasından diğer bir pehlivan (başka Ayak yeri’nden) ok atmazdı(207).

Atıcılar, menzil sahibi olan (taş dikmiş) veya Müstehak-ı menzil bulunan (900 geze ok atmış ama menzil taşı dikememiş) atıcıların bilgilisi ve yaşlısı

içinden seçilmiş Şeyhü’l Meydan ve diğer ihtiyarlara her zaman saygılı olmak ve onların yapacağı tören (Ayin) ve âdetlere uyarlardı(208).

Ok Meydanı’nda meydan âdâbı na (usûl, töre ve davranışlar) herkesin titizlikle uyması gerekirdi. Fütüvvete mugayyir bir hâl bulunana Yolsuz denir.

Yolsuzun şer’, kanun ve fütüvvet yolu ile edeplenmesi gerekir. Fütüvvetten düşüren amellere yer verilmezdi. Yolsuzluk ve saygısızlık yapan kimseler, “Bizimle

oturma!” denilerek azarlanır ve pişman olup özür dileyinceye kadar meydana alınmazlardı. Okçuluk geleneğindeki bu durum fütüvette de vardı (209), (210).

Ok Meydanı’nda sözü dinlenmesi, saygıda kusur edilmemesi gereken kişiler, bütün meydan ihtiyarları ve üstâdlar “vâcibü’r riâye-i meydan” unvanıyla

anılırdı. Rikâb-ı Hümâyun Atıcıbaşısı ile okçubaşısı da böyle kimselerdi(211).

Menzil atılacağı zaman, meydan ihtiyarlarından izin alındıktan sonra menzil atılır ve bir menzilin Ayak-yeri’nde durup idman (meşk) için ok

atılmazdı(212).

8- BİLGİ BİRİKİMİNİN AKTARILMASI, SÜREKLİLİK

Okçuluk ve güreş geleneğinin devam ettirilmiş olmasında, bu sporlara ait bilgi birikiminin aktarılması ve sürekliliği de etkili olmuştur. Okçuluk

risalelerinde, yeni başlayanlara , muhakkak iyi bir üstattan ders almaları öğütlenmektedir(213). Eski sporcular, başarılı bir ok atışı için öncelikle şu üç şeyi gerekli

görmüşlerdir: Usta atıcı, iyi yay ve iyi ok (214).

Kabza talibinin önce bir üstadı razı edip(üstat edinmek/üstat tutunmak) kendisine bir üstâd edinmesi, onun nezaretinde gerekli eğitimi görmesi, atış

usüllerini kaidelere uygun olarak öğrenmesi, idmana ara vermemesi ve onun elinden kabza /icazet alması gerekirdi. Kabza alıp sicilli kemankeş olmak demek

icazetli kemankeş demekti. artık bu unvandan sonra Tekke’de yemek yiyebilirdi. Talib ayrıca kendisine, ookçuluk ve meydan töresini öğrenmek üzere tecrübeli

taliblerden veya kabza sahibi kemankeşlerden birini yol kardeşi kıdemli arkadaş olarak seçer, ondan tekke ve meydan törelerini öğrenirdi. Talibin yol kardeşi

tutma, ondan edeb ve erkânı öğrenme töresi de ahilik ile benzerlik göstermektedir. Bu gerek okçuluk sporunda ve gerekse Ok Meydanı’nda düzenelenen

törenlerde, titizlikle uygulanmağa çalışılan yerleşmiş ve katılaşmış bazı davranışlar dikkati çekmektedir. Bunların kökleri, fütüvvet inanaçlarında kendini

göstermektedir (215), (216), (217), (218). Okçulukta sağını ve solunu öğrenmek; bu mesleğin sıkıntılarını çekip usta kemankeş olmaya; şast ve kabzadan

geçmek denirdi (219).

Page 21: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Türkler, geçmişte dünyanın en güçlü pehlivanları ve en iyi atıcılarını yetiştirmiş ise bunun başlıca nedeni, o çağın bilimsel kurallarıyla eğitim ve öğretim

veren, her birisi kendi düzeyinnde birer spor okulu diyebileceğimiz, Enderun, Tekke ve Talimhaneler açılmış olması ve spor meydanlarının tesis edilmesidir. Bu

okullardaki ve meydanlardaki üstatlar, kendi branşında, o spor dalının tekniğini en iyi şekilde öğretebilecek bilgili, tecrübeli ve ahlâkî yönden olabilecek yaşlı

sporculardan seçilirdi. Hiçbir zamanda “Tozkoparan İskender, sen cihan şampiyonusun gel Atıcılar Tekkesi’ne veya Yeniçeri Talimhanesi’ne şeyh ol” gibi kanuna,

kurala aykırı hareket eden Osmanlı padişahı da asla görülmemiştir. Çünkü onlar da o spor okullarında ve spor meydanlarında eğitim gördükleri için, sporun

kurallarının neler olduğunu biliyorlardı(220). “Her gün meydanda 300 kez sabah, 300 kez ikindiden sonra ve 300 kez de akşama yakın atasın. Bir ay böylece

idman idesin ve bir gün ara vermiyesin... Bu şekilde idman yapıp anlatılan kurallara uymazsan, Zaloğlu Rüstem olsan başarılı olamazsın. Çünkü mezil kuvvet (zor)

ile atılmaz, teknik(san’at) ile atılır”(221).

Rekorların erişilmesi imkânsız sporcuları yetiştiren üstatların, en önem verdikleri konunun idman olduğunu, çağımıza kadar gelen kitaplardan

anlıyoruz. Onlara göre: “Sen idmanı bir gün bırakırsan, idman seni yirmi gün bırakır.” Bu sözle, başarıya ulaşmak için hiç aksatmadan idman yapmak şarttır. Eğer

bir gün idman yapılmazsa, eski durumuna gelebilmesi için yirmi gün çalışması gerektiği anlatılmak isteniyor. İdmana bu kadar önem veren Osmanlı atıcılarının

çalışma düzenleri ve aldıkları başarılı sonuçlar günümüzün sporcularına da ışık tutacak bilgi birikimine sahiptir(222).

SONUÇ

Türklük gelenekleri, İslamî kurallar, pir, hiyerarşi, ritüeller, sosyal dayanışma, spor ahlâkı prensibi ve bilgi birikiminin aktarılması ve sürekllilik

boyutunda incelendiğinde sonuç olarak şunları vurgulamak gerekir: Güreş ve okçuluk Türklerin sosyal yaşantısında önemli yeri olan sporlardandır. İslamiyet’in

kabülünden sonra ok ve yaya dinî anlam eklenmiş olup, sünnet hatta farz-ı kifâye sayılmıştır. Halife Nâsır Lidinillah’ın 1183’te gönderdiği emirlerde ok atmaya

da yer verilmiştir. Ahîlik örgütü yurt savunmasında askerî ve sportif gelenekleri canlı tutmuştur. Silâh bilgisi ve sporunu elde etmek için, ahî görmek, şeyh

görmek ve bir genci eğitip yetiştirmek gerekiyordu. Ahîliğin etkisiyle yay dinî anlamlarla sembolleştirilmiş, din adamları ve ahiler ok meydanlarında ok atıp

menzil taşı dikmişlerdir ki bu menzillerden birisinin adı Ahî Menzili’dir.

Güreşlerde dinî törenlere yer verilmekte, Ahîlikteki gibi bazı ritüeller uygulanmaktadır. Güreşe giriş ve çıkışlarda, pehlivanların davranışlarında kendini

gösteren özelliklerin birçoğu ahilikte bütünleşmektedir. Ahîlikteki pir, güreş ve okçulukta da vardır. Güreşçilerin piri, Hz. Mahmud Pir-i Yâr-ı Veli; ok atıcılarının

piri, Sa’d-ı bin Ebû vakkas, ok yapanların piri, Hz. İsmail, yay yapanların piri, Hz. İbrahim, ok ve yay düzenlerin piri, Ebu Muhammed İmanu’l-Kavvâs’dır.

Ahîlikteki ritüeller güreş ve okçuluk sporunda da vardır. Sporcular abdestsiz kispet giymezler, yay’ı tut- mazlar ve meydana girmezler. Ok atışlarına ve

güreşe besmele ile başlanır. Kispetin bazı ritüelleri içermekte, ahilikte şeddin sığandığı gibi kispetde sığanmaktadır.

Ahilikte olduğu gibi pehlivan tekkelerinde de üçlü hiyerarşik yapı vardır. Bunlar: çırak, miyander ve şeyh’tir. Okçulukta bir basamaktan diğerine geçişte;

performans, liyakat ve icazet olmak üzere üç esasa uyulmaktadır. Ok meydanının yönetiminde birinci derecede sorumlu olan yetkili kişi Meydan Şeyhi’dir.

Meydan toplantılarında kıdem ve protokol sırası gözetilerek oturulurdu. Okçuların kendi branşlarında yükseldiklerini başkalarına göstermek için Küçük ve Büyük

Kabza sınavları yapılmaktadır. Bu merasimler ile hizmete ait Emanet’in teslimi yapılır. Meydan Şeyhi’nden Kemankeşlik Sırrı’nı alan atıcının adı Okçular Sicili’ne

yazılır. Atıcının Defterli olması demek, kemankeş olması/Ah-ı kabza demektir. Bu unvanı alan atıcı koluna Kolçak takabilir. Padişah huzurunda atış yapmaya hak

kazanmış olur.

Ahîlikte olduğu gibi, okçuluk ve güreşte de sporculara maddî ve manevî desteğin sağlandığı bir sosyal dayanışma mevcuttur. Okçuluğu ve güreşi ayakta

tutan bu davranışlara ait pek çok örnek mevcuttur. Gazilerin ve halkın ok atması için Okçular/Tirendâzlar Tekkesi Vakfı kurulmuştur. Vakfın nakit gelirinden,

menkul ve gayrımenkul mallarının korunmasından sorumlu kimseye Şeyh-i Mütevellî Akçe-i Vakf-ı Nukûd denirdi.

Okçu ve yaycı esnafı ayrı ayrı loncalar hâlinde ve kendilerine ait çarşılarda toplanırlardı. Bazı okçu ve yaycı ustaları, tanınmış kemankeşlerin hizmetine

girerlerdi. Okçuluk ve yaycılıkta kişi bu sanatı bu işin ustasından/şeyhinden bey’at ederek, icazet alarak işlerdi.

Page 22: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

Okçuluk ve güreşte düzeni ayakta tutan birtakım ahlâki prensipler vardı. Atıcılar Kanunu (Kanunnâme-i Rımat), Ok Meydanı’nın ve tekkesinin içindeki

davranışları kapsıyordu. Atış yapılırken eskiliğe/ tecrübeliliğe/ kıdemliliğe saygı gösterilirdi. Ok Meydanı’nda “meydan âdâbı”na (usûl, töre ve davranışlar)

herkesin titizlikle uyması gerekirdi.

BELGELER

1-6 belge buraya girecek.

KAYNAKLAR

1. Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Atatürk Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını: 182, Ankara, 1999, s.35.

2. Yücel,a.g.e.,s.35.

3. Yücel,a.g.e.,s.35-36.

4. Yücel,a.g.e.,s.36,103.

5. Atıf Kahraman, Osmanlı Devleti’nde Spor, Kültür Bakanlığı Yayınları:1697, Başvuru Kitapları

Dizisi: 27, Ankara, 1995, s.437.

6. Yücel,a.g.e.,s.36.

7. Yücel,a.g.e.,s.4.

8. Yücel,a.g.e.,s.14.

9. Osman Turan,, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Ankara, 1965, s.62,78.

10. Yücel,a.g.e.,s.7.

11. Yücel,a.g.e.,s.19-20,117.

12. Dedem Korkudun Kitabı, Hazırlayan:Orhan Şaik Gökyay, Istanbul, 1973, s..36-37,40,50-51.

13. Yücel,a.g.e.,s.22.

14. Yücel,a.g.e.,s.158.

15. Yücel,a.g.e.,s.6.

16. Yücel,a.g.e.,s.7.

17. Yücel,a.g.e.,s.28.

Page 23: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

18. Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-Nâmeler Üzerine Bir Inceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları:

2109, Başvuru Kitapları Dizisi:55, Ankara, 1998, s.9.

19. Yücel,a.g.e.,s.4,14.

20. Kur’an -ı Kerim VIII, 17.

21. Yücel,a.g.e.,s.28.

22. Kur’an-ı Kerim,VIII,60.

23. Yücel,a.g.e.,s.28.

24. Abdullah b.Mehmed, Fezâil-i Kemân (Hâdîs-i Erbaîn), TSM Kütüphanesi. E.H.1418.

Bkz. Okçuzâde Mehmed Efendi, Ayât-ı Erbaîn ve Hadis-i Erbaîn, İstanbul,1311.

25. Yücel,a.g.e.,s.29.

26. Yücel,a.g.e.,s.29.

27. Evliya Çelebi, Seyahatnâme, Cilt.I, s.581.

28. Yücel,a.g.e.,s.29.

29. Yücel,a.g.e.,s.29-30.

30. Mehmed Vâhid Paşa, Seyyîd, Minhâcü’r Rumât, Istanbul Üniversitesi Kütüphanesi, T.Y. 1655, v..22a.

31. Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII.Dizi-Sayı.104, Ankara,

1989, s.6,124,184.

32. Yücel,a.g.e.,s.261.

33. Torun,a.g.e.,s.96.

34. Yücel, a.g.e., a.g.e.,s.302.

36. Yücel,a.g.e., s.130,162.

37. Kâtip Abdullah Efendi, Tezkîretür-Rumât, Topkapı Sarayı Kütüphanesi, s.v.3a-b, 4a-b, 36a, 39b, 40b.

38. Halil Hasîb, Seyyîd, Tuhfetü’l Hasîb, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazîne 627, v.19a,22a.

39. Mustafa Kâni, Telhîs-i Resâilü’r-Rumât, Istanbul (Matbaa-i Amire), 1263 (1847), s.255-257.

Page 24: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

40. Sultan Mahmud’u Sânî Zamanındaki Kemankeşler, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, T.Y. 2694, v.20a,

21b.

41. Kahraman,1995,a.g.e.,s.418.

42. Yücel,a.g.e.,s.49.

43. Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, Geliştirilmiş Ikinci Baskı, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, No:44, Ankara, 1999, s.73 .

44. Torun, a.g.e., s.119.

45. Atıf Kahraman, Cumhuriyete Kadar Türk Güreşi, Cilt:1, Kültür Bakanlığı Yayınları:1028, Kültür

Eserleri Dizisi:133, Ankara, 1989,s.35.

46. Torun,a.g.e.,s.78-79.

47. Torun,a.g.e.,s.81.

48. Torun, a.g.e.,s.134.

49. Kahraman,1989,a.g.e.,s.77-78.

50. Meydan Larousse Büyük Lûgat ve Ansiklopedi, (Sabah Gazetesi Armağanı), Cilt:13, s.26.

51. Turgut K. Tüfekçibaşı, Doğanay Mehter, Mehter Yayınları:1, Bursa, 1965, s.42.

52. Mehter Bandosu, Mehter Konseri (Dua/Gülbank), Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı, KB

91.34. ü.790.

53. Torun,a.g.e.,s.73.

54. Torun,a.g.e.,s.134.

55. Torun,a.g.e.,s.133.

56. Lütfi Sezen, Halk Edebiyatında Hamzanâmeler, Kültür Bakanlığı:1287, Gençlik ve Halk Kitapları:59, Ankara, 1991, s.VI, VII.

57. Kahraman, 1989, a.g.e., s.99,119,120.

58. Torun, a.g.e., s.64.

59. Torun,a.g.e.,s.63,152-153,286.

60. Torun,a.g.e.,s.60.

Page 25: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

61. Güven,a.g.e.,s.75.

62. Yücel,a.g.e.,s.8,420,422.

63. Yücel,a.g.e.,s.89,430.

64. Kâtip Abdullah Efendi,a.g.e.,v.19b-20a.

65. Yücel,a.g.e.,s.98,398.

66. Yücel,a.g.e.,s.411.

67. Yücel,a.g.e.,s.410.

68. Yücel,a.g.e.,s.412.

69. Yücel,a.g.e.,s.98.

70. Yücel ,a.g.e.,s.98.

71. Yücel,a.g.e.,s.98.

72. Yücel,a.g.e.,s.398.

73. Yücel,a.g.e.,s.408.

74. Yücel,a.g.e.,s.407.

75. Yücel,a.g.e.,s.420.

76. Yücel,a.g.e.,s.421.

77. Yücel,a.g.e.,s.401.

78. Yücel,a.g.e.,401.

79. Yücel,a.g.e.,s.98.

80. Yücel,a.g.e.,s.98.

81. Yücel,a.g.e.,s.411.

82. Yücel,a.g.e.,s.412.

83. Yücel,a.g.e.,s.413.

84. Torun,a.g.e.,s.87,92-93,180.

Page 26: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

85. Torun,a.g.e.,s.97.

86. Torun,a.g.e.,s.80,92,178.

87. Güven,a.g.e.,s.74.

88. Torun,a.g.e.,s.245.

89. Torun,a.g.e.,s.15, 475, 477.

90. Güven,a.g.e.,s.74-75.

91. Torun,a.g.e.,s.215-216, 245-246.

92. Torun,a.g.e.,s97,.247.

93. Torun,a.g.e.,s.181.

94. Kahraman,1989,a.g.e.,s.91.

95. Torun,a.g.e.,s.97.

96. Yücel,a.g.e.,s.158,387.

97. Torun,a.g.e.,s.183.

98. Kahraman,1995,a.g.e.,s.387.

99. Yücel,a.g.e.,s.97.

100. Kahraman,1995,a.g.e.,s.387.

101. Kahraman,1995,a.g.e.,s.388.

102. Yücel,a.g.e.,s.100,406.

103. Kahraman,1995,a.g.e.,s.388.

104. Kahraman,1995,a.g.e.,s.389.

105. Kahraman,1995,a.g.e.,s.390-391.

106. Yücel,a.g.e.,s.102.

107. Kahraman,1995,a.g.e.,s.391.

108. Yücel,a.g.e.,s.102-103.

Page 27: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

109. Kahraman,1995,a.g.e.,s.415.

110. Kahraman,1995,a.g.e.,s.389-391.

111. Yücel,a.g.e.,s.99.

112. Yücel,a.g.e.,s.102, 403, 407.

113. Mustafa Kâni,a.g.e.,s.50-51.

114. Yücel,a.g.e.,s.103.

115. Yücel,a.g.e.,s.103.

116. Kahraman,1995,a.g.e.,s.389.

117. Kahraman,1995,a.g.e.,s.408.

118. Kahraman,1995,a.g.e.,s.418.

119. Torun,a.g.e.,s.93.

120. Torun,a.g.e.,s.93.

121 Annemarıe Schımmel, Sayıların Gizemi, Kabalcı Yayınları, Istanbul, 1998, s.161.

122. Yücel,a.g.e.,s.111.

123. Kahraman,1995,a.g.e.,s.66,258,410,413-414.

124. Torun,a.g.e.,s.219.

125. Kahraman,1995,a.g.e.,s.389-414.

126. Kahraman, 1995,a.g.e.,s.258-259,386,389,414,429,436-437.

127. Yücel,a.g.e.,s.193-194, 219.

128. Yücel,a.g.e.,s.103-104.

129. Yücel,a.g.e.,s.112-113.

130. Yücel,a.g.e.,s.115.

131. Kahraman,1995,a.g.e.,s.438.

132. Yücel,a.g.e.,s.415.

Page 28: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

133. Yücel,a.g.e.,s.112-113,425.

134. Yücel,a.g.e., s.187.

135. Halil Hasîb,a.g.e.,v.13a.

136. Kâtip Abdullah Efendi,a.g.e.,v.29b-29a,55b.

137. Mustafa Kâni,a.g.e.,s.238.

138. Sultan Mahmud’u Sâni Zamanındaki Kemankeşler,a.g.e.,v.14b.

139. Yücel,a.g.e.,s.177.

140. Halil Hasîb, a.g.e., v.10b, 12b,13b-14a,17b.

141. Kâtip Abdullah Efendi, a.g.e.,v24a-b,27b-28b,29ab,34b.

142. Mustafa Kâni, a.g.e., s.234, 245, 253,263.

143. Sultan Mahmud’u Sâni Zamanındaki Kemankeşler,a.g.e.,v.12a,13b,15a,17b.

144. Yücel,a.g.e.,s.183.

145. Halil Hasîb,a.g.e.,v.16b.

146. Kâtip Abdullah Efendi,a.g.e.,s.v33a.

147. Mustafa Kâni,a.g.e.,s.254.

148. Sultan Mahmud’u Sânî Zamanındaki Kemankeşler, a.g.e.,v.17a.

149. Yücel,a.g.e.,s.205.

150. Halim Bâki Kunter, “Fatih’in Istanbul’da Ilk Eseri”, Ülkü, Yeni Seri, Cilt:III, Sayı:25, 1942, s.7.

151. Yücel,a.g.e.,s.68.

152 Halim Bâki Kunter, “Atıcılar Kanunnâmesi”, Tarih Vesikaları, C.II, Sayı:10,1942, s.253-274..

153. Yücel,a.g.e.,s.58,68.

154. Yücel,a.g.e.,s.55,57.

155. Yücel,a.g.e.,s.413.

156. Kahraman,1995,a.g.e.,s.429.

Page 29: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

157. Yücel,a.g.e.,s.78,85.

158. Tayyib Gökbilgin,XV.XVI. Asırlarda Edirne ve Paşa Livâsı, Istanbul, 1952, s.432.

159. Yücel,a.g.e.,s.85.

160. İsmail Fazıl Ayanoğlu, Ok Meydanı ve Okçuluk Tarihi, Istanbul, 1974, s.39.

161. Yücel,a.g.e.,s.80.

162. Evliya Çelebi,a.g.e.,s.421.

163. Yücel,a.g.e.,s.85,183.

164. Kahraman,1995,a.g.e.,s.305.

165. Yücel,a.g.e.,s.85-86,238.

166. Yücel,a.g.e.,s.80.

167. Sûrnâme-i Vehbî, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, III.Ahmed 3593, v..8a, 10b, 12b, 145a.

168. Yücel,a.g.e.,s.86.

169. Yücel,a.g.e.,s.86-87.

170. Yücel,a.g.e.,s.87.

171. Yücel,a.g.e.,s.87.

172. Yücel,a.g.e.,s.87.

173. Yücel,a.g.e.,s.87.

174. Yücel,a.g.e.,s.s.88.

175. Yücel,a.g.e.,s.83.

176. Kahraman,1995,a.g.e.,s.437.

177. Yücel,a.g.e.,s.87.

178. Yücel,a..g.e.,s.178.

179. Kahraman,1995,a.g.e.,s.371.

180. Yücel,a.g.e.,s.22.

Page 30: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

181. Yücel,a.g.e.,s.22.

182. Yücel,a.g.e.,s.317.

183. A. Gölpınarlı, “Islam ve Türk Illerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları,” Istanbul Üniversitesi Iktisat Fakültesi Mecmuası, C.II (1949-1950), Sayı:1-4, s.353-

354.

184. Osman Ergin, Mecelle-i Umûr-u Belediye, C.I (Tarih-î Teşkilât-ı Belediye), Istanbul, 1338(1922), s.479- 768.

185. Yücel,a.g.e.,s.241,317.

186. Yücel,a.g.e.,s.317.

187. Yücel,a.g.e.,s.406.

188. Yücel,a.g.e.,s.318.

189. Defter-i Müsveddât-ı In’amât ve Tasaddukât ve Teşrifât ve Irsaliyyât, Istanbul Belediye Kütüphanesi, M.

Cevdet, No.0.71,s. 395.

190. Yücel,a.g.e.,s.240-242.

191. Torun,a.g.e.,s.113,115.

192. Yücel,a.g.e.,s.318.

193. Defter-i Müsveddât-ı In’amât ve Tasaddukât ve Teşrifât ve Irsaliyyât, a.g.e., s.178, 316, 370, 423.

194. Yücel,a.g.e.,s.25-26,319.

195. Yücel,a.g.e.,s.422.

196. Yücel,a.g.e.,s.45.

197. Yücel,a.g.e.,s.54.

198. III. Murad Sûrnâmesi, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazine 1344, v.106a, 146a.

199. Yücel,a.g.e.,s.55.

200. Sûrnâme-i Vehbî,a.g.e.,v.127a.

201. Yücel,a.g.e.,s.55.

202. Evliya Çelebi,a.g.e.,s.579-581.

Page 31: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde

203. Torun,a.g.e.,s.423.

204. Çağatay,a.g.e.,s.XI.

205. Torun,a.g.e.,s.424.

206. Kahraman,1995,a.g.e.,s.419-420-421,426,435.

207. Kahraman,1995,a.g.e.,s.435-436.

208. Kahraman,1995,a.g.e.,s.435.

209. Yücel,a.g.e.,s.411.

210. Torun,a.g.e.,s.110-201.

211. Yücel,a.g.e.,s. 427.

212. Kahraman,1995,a.g.e.,s.436.

213. Yücel,a.g.e.,s.99.

214. Yücel,a.g.e.,s.274.

215. Yücel,a.g.e.,s.99,103,426,429.

216. Ergin,a.g.e.,s.479-768.

217. Gölpınarlı,a.g.m.,s.353-354.

218. F. Taeschner, “İslam Orta Çağında Fütüvvet Teşkilatı”, Istanbul Üniversitesi Iktisat Mecmuası, C.15, Ekim 1953-Temmuz 1954, No:1-4, s.31-32.

219. Yücel,a.g.e.,s.423.

220. Kahraman,1995,a.g.e.,s.392.

221. Kahraman,1995,a.g.e.,s.408.

222. Kahraman,1995,a.g.e.,s.392.

DİPNOTLAR

13-15 Ekim 1999 tarihleri arasında Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü tarafından Kırşehir’de

düzenlenen II.Uluslar Arası Ahilik Kültürü Sempozyumu’nda bildiri olarak sunulmuştur.

Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu Öğretim Üyesi

Page 32: Bunlarda - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D01093/2003_27/2003_27_OZBAYG.pdfTürk okçuluğu, İstanbul’un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti’nin belli başlı illerinde