Upload
others
View
5
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C. FATİH SULTAN MEHMET VAKIF ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
CEBBARZÂDE MUHAMMED ÂRİF BEY ve
MİFTÂHU HAZÂİNİ RAHMÂNİYYE fî MEMLEKETİ VÜCÛDİ’L-İNSÂNİYYE
Adlı Eseri
YOUNIS AHMED ADAM YAHYA
130101033
TEZ DANIŞMANI
Prof. Dr. MUSTAFA ÇİÇEKLER
İSTANBUL 2015
T.C.
FATİH SULTAN MEHMET VAKIF ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
CEBBARZÂDE MUHAMMED ÂRİF BEY ve
MİFTÂHU HAZÂİNİ RAHMÂNİYYE fî MEMLEKETİ VÜCÛDİ’L-İNSÂNİYYE
Adlı Eseri
YOUNIS AHMED ADAM YAHYA
130101033
Enstitü Anabilim Dalı : Türk Dili ve Edebiyatı Enstitü Bilim Dalı : Eski Türk Edebiyatı
Bu tez 11/ 06/2015 tarihinde aşağıdaki jüri tarafından Oybirliği /Oyçokluğu ile kabul edilmiştir.
Prof. Dr. Mustafa ÇİÇEKLER Prof. Dr. Fatih ANDI Prof. Dr. Fahameddin BAŞAR Jüri Başkanı Jüri Üyesi Jüri Üyesi
BEYAN
Bu tezin yazılmasında bilimsel ahlâk kurallarına uyulduğunu,
başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygun olarak atıfta
bulunulduğunu, kullanılan verilerde herhangi bir tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir
kısmının bu üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez çalışması olarak
sunulmadığını beyan ederim.
Younis Ahmed Adam Yahya
24.08.2015 Ulusal Tez Merkezi | Tez Form Yazdir
https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezFormYazdir.jsp?sira=0 1/1
T.C YÜKSEKÖĞRETİM KURULU
ULUSAL TEZ MERKEZİ
TEZ VERİ GİRİŞİ VE YAYIMLAMA İZİN FORMU
Referans No 10085464
Yazar Adı / Soyadı YOUNIS AHMED ADAM YAHYA
Uyruğu / T.C.Kimlik No SUDAN / 99703354404
Telefon 5534321799
E-Posta [email protected]
Tezin Dili Türkçe
Tezin Özgün Adı CEBBARZÂDE MUHAMMED ÂRİF BEY ve MİFTÂHU HAZÂİNİ RAHMÂNİYYE fîMEMLEKETİ VÜCÛDİ'L-İNSÂNİYYE Adlı Eseri
Tezin Tercümesi Cabbârzâde Muhammed Ârif Bey and his works with the title of Mifhâhu Hazâin-iRahmâniyye Fî Memleket-i Vücûdi'l-İnsâniyye.
Konu Türk Dili ve Edebiyatı = Turkish Language and Literature
Üniversite Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi
Enstitü / Hastane Sosyal Bilimler Enstitüsü
Bölüm Türk Edebiyatı Bölümü
Anabilim Dalı Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı
Bilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı
Tez Türü Yüksek Lisans
Yılı 2015
Sayfa 104
Tez Danışmanları PROF. DR. MUSTAFA ÇİÇEKLER 38215817588
Dizin Terimleri
Önerilen Dizin Terimleri Cabbârzâde Muhammed Ârif Bey, Mifhâhu Hazâin-i Rahmâniyye Fî Memleket-iVücûdi'l-İnsâniyye, Tasavvuf, Ysusf Sünbül Sinan.
Kısıtlama Yok
Yukarıda bilgileri kayıtlı olan tezimin, bilimsel araştırma hizmetine sunulması amacı ile Yükseköğretim KuruluUlusal Tez Merkezi Veri Tabanında arşivlenmesine ve internet üzerinden tam metin erişime açılmasına izinveriyorum.
24.08.2015
İmza:.................................
iii
ÖZET
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi olarak adlandıralan 1828-1920
yılları arasında Üsküdar’da yaşayan Cebbârzâde Muhammed Ârif Bey, bu devirde
hem tasavvufî birikime son derece hâkim olmuş hem de ilmî derinliği ve
üretkenliğiyle çok sayıda eser kaleme almış bir mutasavvıftır. Bu tezin konusunu bu
büyük mutasavvıfın Mifhâhu Hazâin-i Rahmâniyye Fî Memleket-i Vücûdi’l-
İnsâniyye adlı eserinin Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine aktırılması ve
Cebbârzâde’nin diğer eserleri üzerinde yapılan çalışmaların incelenmesi
oluşturmaktadır. Bu çalışmada Mifhâhu Hazâin-i Rahmâniyye Fî Memleket-i
Vücûdi’l-İnsâniyye adlı eserle ilgili diğer çalışmalar detaylı bir şekilde incelenmiş;
bu eserin, içerdiği tasavvufî düşünceler bakımından konumu belirlenmeye
çalışılmıştır. Bu tezde incelenen eser Yusuf Sünbül Sinan Efendi’nin şiirinin şerhi
olması dolayısıyla hem Yusuf Sünbül Sinan Efendi’nin bu şiirine hem de hayatına
değinilmiştir. Çalışmanın sonunda Ârif Bey’in kütüphanelerde ulaşılan diğer
eserlerinin de tanıtımları yapılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Cabbârzâde Mehmed Ârif Bey, Mifhâhu Hazâin-i
Rahmâniyye Fî Memleket-i Vücûdi’l-İnsâniyye, Tasavvuf, Ysusf Sünbül Sinan.
iv
ABSTRACT
Cebbarzade Mehmed Arif Bey who lived in Uskudar between 1828 and 1920
which considered as the last period of Ottoman Empire, is a sufist who had been both
deepened in sufism and writer of a number of books. The present work involves the
transcription of one of his works with the title of Mifhâhu Hazâin-i Rahmâniyye Fî
Memleket-i Vücûdi’l-İnsâniyye and analysis of other works on Cebbarzade’s books.
In this work, other works on Mifhâhu Hazâin-i Rahmâniyye Fî Memleket-i Vücûdi’l-
İnsâniyye were examined in detail and the place of this work has been determined
regarding to its sufist thought. Since the analayzed work is an explanation of a poem
of Yusuf Sünbül Sinan Efendi in this research paper, his life and his poem were both
mentioned. In the end of this work, Arif Bey’s other books found in libraries have
been introduced.
Keywords: Cabbârzâde Mehmed Ârif Bey, Mifhâhu Hazâin-i Rahmâniyye Fî
Memleket-i Vücûdi’l-İnsâniyye, Sufisim, Ysusf Sünbül Sinan.
v
ÖNSÖZ
Medeniyetlerin serüvenine baktığımız zaman, gerek dil açısından
birbirlerinden istifade etmeleri gerekse kültürlerarası ilişkilerle çeşitli irtibatlar
kurarak asırlar boyunca ilerlemekte olduklarını görmekteyiz. Özellikle İslâm
Medeniyetine yönelirsek, kültürlerarası bu ilişkilerin edebiyat ve tasavvuf kollarıyla
birlikte asr-ı saadetten Emirler dönemine, Emirler döneminden Krallar ve Sultanlar
dönemine dek artarak devam ettiği görülecektir. İslâm medeniyetinde tasavvuf ve
edebiyat birbirini sürekli olarak etkilemiş ve çoğu zaman iç içe geçerek kopmaz bir
bağ oluşturmuştur. Bu kopmaz bağların en önemli unsurlarından birisi de metin şerhi
alanıdır.
Bu alanda 19. yüzyılda öne çıkan en büyük şârih ve şairlerden biri de
tezimizin konusunu oluşturan Cebbârzâde Mehmed Ârif Bey’dir.
Çalışmanın birinci bölümünü oluşturan 19. yy. Osmanlı toplumundaki siyasî-
sosyal, kültürel ve tasavvufî durum, Ârif Bey’in yaşadığı dönem ekseninde ana
hatlarıyla ele alınmıştır.
İkinci bölümünde, Ârif Bey’in hayatı, edebî şahsiyeti, tasavvufî kimliği ve
eserlerinin tanıtımı önceki çalışmalar bağlamında incelenmiştir.
Üçüncü bölümünde ise Cebbârzâde Muhammed Ârif Bey’in Miftâhu Hazâin-
i Rahmâniyye fî Memleketi Vücûdi’l-İnsâniyye adlı eserinin metni günümüz
alfabesine aktarılarak eserin ana konusunu teşkil eden Sünbül Efendi’nin hayatı ve
ilahisi hakkında bilgi verilmiş.
vi
Son olarak da şair ve şârih Cebbarzâde’nin şerh üslubu ve düşüncesi detaylı
olarak incelenmiştir.
Bu çalışma boyunca maddî ve manevî yardımlarını esirgemeyen bütün
hocalarıma, özellikle böyle önemli bir şahsiyet ve eserleri hakkında bir çalışma
yapmamı tavsiye eden, tezin yazımı süresince bilgi ve tecrübesiyle yol
göstericimolan çok kıymetli tez danışmanım Prof. Dr. Mustafa ÇİÇEKLER’e ve
dualarıyla sürekli destekte bulunan aileme can ü gönülden şükranlarımı sunuyorum.
vii
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ .......................................................................................................1
BİRİNCİ BÖLÜM
1. 19. YÜZYILIN SİYASÎ-SOSYAL ve KÜLTÜREL DURUMUN ANA HATLARI............................................................................4
1.1. XIX. Asırda Başlıca Tasavvufî Durum ve Hâdiseler...................................9
1.2. İstanbul’da Bulunan Tarîkatlar...................................................................10
1.3. İstanbul Dışında Bulunan Tarîkatlar..........................................................10
1.4. Halvetiyye Tarîkatı.....................................................................................13
1.5. Şabâniyye-Bekriyye...................................................................................13
İKİNCİ BÖLÜM
2.CEBBARZÂDE MUHAMMED ÂRİF BEY..........................................15
2.1. Hayatı.....................................................................................................15
2.1.1. Üsküdar’da bir Çapanoğlu.....................................................................16
2.2. Tasavvufî Kimliği.....................................................................................16
2.3 Edebi Şahsiyeti..........................................................................................17
2.4 Eserleri.......................................................................................................19
viii
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3. MİFTÂHU HAZÂİNİ RAHMÂNİYYE fî MEMLEKETİ
VÜCÛDİ’L-İNSÂNİYYE........................................................................................27
3.1. Sünbül Sinan Efendi..................................................................................28
3.2. Eserleri......................................................................................................29
3.3. Eser Hakkında Genel Çizgiler..................................................................30
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. METİN....................................................................................................43
SONUÇ......................................................................................................102
KAYNAKÇA ....................................................................................103
EKLER
TIPKIBASIM................................................................................................
ix
KISALTMALAR LİSTESİ
a.g.e. : Adı geçen eser
a.g.m. : Adı geçen makale
a.s. : Aleyhi’s-selam
a.s.s. : Aleyhi’s-selatü ve’s-selam
Bkz. : Bakınız
c. : Cilt
DİA. : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
Haz. : Hazırlayan
Hz. : Hazret
K.s. : kuddise sırruhu
ö. : Ölüm yılı
r.a : Radiyallahu anhu
s. : Sayfa
s.a.s. : Sallallahu aleyhi ve sellem
vr. : Varak numarası
yk. Yaprak
Yy. : Yüzyıl
1
GİRİŞ
Cebbârzâde Mehmet Ârif Bey, 1828-1920 yılları arasında Üsküdar’da
yaşamış ve bu devirde hem tasavvufî birikime son derece hâkim olmuş hem de ilmî
derinliği ve üretkenliğiyle çok sayıda eser kaleme almış bir mutasavvıftır. Eserlerin
çoğu şerh türünden olmakla beraber çok sayıda şiir içermektedir. Bu da Cebbâr-
zâdenin şârih olmasıyla birlikte bir şâir de olduğunun göstergesidir. Hele kayıp
eserlerinden sayılan Divançesi de şâirliğine bir delildir. Osmanlı’nın son
dönemindeki büyük mutusavvıflarından olan Ârif Bey’in Tasavvufî kimliği ise
Halvetî bir şeyh olan Hammâmî Muhammed Tevfîk Efendi’ye intisâb etmiştir.
Rivâyetlere göre onun asıl kemâli ise Üveysî’likle olmuştur. Bugün bu önemli
şahsiyetin unutulmuşcasına tanınmamış olması ve eserlerinin de hemen hemen
yarıdan fazla kütüphanelerde rastlanmamış olması, tez danışmanımın tavsiyesi
üzerine bu ehemiyetli zatı eserleriyle birlikte tanıtmaya gayret etmekteyiz. Ârif
Bey’in eserlerini tararken gördüğümüz kadarı ile ve yukarıda zikrettiğimize göre
şerhler ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Bu şerhlerden bir tanesi de tezimizin ana
konusunu tesşkil eden Miftahu Hazâin-i Rahmâniyye Fî Memleketi Vücûdi’l-
İnsâniyye adlı şerhidir. Tezimiz Ârif Bey ve bu şerhi ekseninde olmak suretiyle dört
bölümden ibaretttir.
Birinci bölümde, tezimizin tarihi boyutuna yer vererek, 19.Yüzyılın Siyasî-
Sosyal ve kültürel durum ana hatları ile değerlendirilmiş. Çünkü Cebbâr-zâde’nin
yaşadığı dönemin yakından tanınması bu açıdan önmenli görülmüştür. Ayrıca bu
bölümde, XIX. Asırda başlıca tasavvufî turum ve hâdiseler hakkında söz edildikten
sonra kabaca İstanbul içinde ve İstanbul dışında bulunan tarîkatlar hakkında da
bahsedilmiştir.
2
İkinci bölümde, Cebbâr-zâde Mehmed Ârif Bey’in, hayatı, kasavvufî
kimliği, edebi şahsiyeti ve ulaşılabilen bütün eserleri hakkında önceki çalışmalardan
yararlanarak söz edilmiştir. Cebbâr-zâde’nin hayatı ile ilgili en doğru ve detaylı
bilgiler kendisiyle sık sık görüştüğünü, eserlerini okuduğunu ve feyizlendiğini de
ifâde eden Hüseyin Vassaf Beyin Sefine’sinde mevcuttur. Fakat Ârif Bey’in
hayatıyla ilgili çok geniş bir bilgi bulunmamaktadır. Ve eserlerin de çoğu kayıp ve
kütüphanelerde rastlanmamaktadır. Hatta bu çaılşma esnasında bile kayıp
eserlerinden Metrûkât-ı Mukaddese-i Risâlet-i Eşyâ-yı Menkûl adlı eserini Taksim
Atatürk Kitaplığında rastlanmışız. Bu eser Efendimiz (a.s.s) hazretlerinin giymiş ve
kullanmış oldukları takkiyye, sarık, bürde(hırka), ayakkabı, kılıç, kadeh, vb.
eşyaların renklerini ve özelliklerini tanıtan bir eserdir.
Üçüncü bölümde, Miftâhu Hazâin-i Rahmaniyye Fi- Memleketi Vücûdi’l-
İnsâniyye adlı eserin asıl mevzusu olan Sünbül Sinan Efendi’nin “Gel ey sâlik diyem
bir söz ki haktır diye başlayan ilahisi tanıtıldıktan sonra Sünbül Efend’nin hayatı ve
eserleri hakkında da bahsedilmiştir. Çalışmamızın ana konusu olan Miftâhu Hazâin-i
Rahmaniyye Fi- Memleketi Vücûdi’l-İnsâniyye isimli eserin içeriği ve içerdiği
konularla ilgili detaylı bilgi verilmiş, bu eserin bulunduğu kütüphanelerdeki nüshalar
numuralarıyla tanıtılarak kapsadığı mezular ve şerhin yöntemiyle ilgili de beyit beyit
takip edilerek tahlil edilmiştir.
Çalışmamızın son bölümü olan dördüncü bölümde ise Miftâhu Hazâin-i
Rahmâniyye Fî- Memleketi Vücûdi’l-İnsâniyye’nin Osmanlı Türkçesinden günümüz
Türkçesi alfesiyle yazımı yapılmıştır. Latinzasiyon boyunca dikkat ettiğimiz bazı
imlâ hususları şöyle özetleyebiliriz; Uzun (a), (u) ve (i) sesli harflerini, uzatma işâreti
olarak kullanılan şapka (^) işâretiyle (â), (û) ve (î) olarak yazılmıştır. Eğer uzun (a)
ve (u) harfleri “kaf” ve “‘ayin” harfinden sonra gelmişse genellikle kalın ses olarak
değerlendirip (a,u,ı), ince sesler içinse (e,ü,i) şeklinde ses ve harf uyumuna göre
yazılmıştır. Farsî ve Arabî tamlamalara da son derece riayet edilmiştir.
Metin boyunca geçen âyet, hadis ve diğer Arapça ve Farsça ifâdeler şârihin
kırmızı renkle yazdığı gibi kırmızı renk olarak Arapça harflerle yazılmıştır. Bu
3
ifâdelerin bir kısmının anlamları parantez içinde verilmiştir. Bazı âyetyetlerin hangi
sûrede yer aldığı, numarası ve ayrıca âyet numarası parantez içinde verilmiştir. (Âli-
‘İmran, 3/120) gibi. Metinde geçen âyetlerin hemen hemen hiçbirine şârih tarafından
meal verilmemiştir. Bazı ayetlerin mealleri de çalışmamıza eklenmiştir. Ama
maalesef âyet, hadis ve ibârelerin çoğu ne kaynakları tesbit edilmiş ne de anlam ve
mealleri yazılmıştır. Fakat çok az olmakla beraber bazı Arapça ve Farsça ibâre ve
ifâdeler vardır ki onların da çevirisi yapılmıştır.
Metnin latinzasiyon ve transkripsiyonundan sonra tezimiz boyunca geçen
yazma ve matbu metin tıpkıbasım olarak yer almaktadır. Ardından da tezimizde
genel bir değerlendirme olarak sonuç bölümü yer almaktadır. Devamında ise
kaynakça bölümü bulunmaktadır. Böylece çalışmamız tamamlanmıştır.
4
BİRİNCİ BÖLÜM
1. 19. YÜZYILDA SİYASÎ-SOSYAL ve KÜLTÜREL DURUM
“Bir toplumda değişme başladığında bu değişim öngörülen alanlar kadar,
öngörülmeyen alanlara da sıçrar. Osmanlı toplumu belki çok köklü bir değişim
geçirmiyordu ama modernleşme toplumun her kesitine ve kurumuna sıçradı.”1
Cebbârzâde Muhammed Ârif Bey’in (1828-1920) yaşamış olduğu 19. ve 20.
yüzyıl, Osmanlı Devletinin dağılma sürecine girdiği, içte ve dışta buhranların
yaşandığı, devletin ve toplumun her alanında batılı anlamda reformların yapıldığı bir
dönemdir.
“19. yüzyıl Osmanlısı bu değişen tarz-ı hayatın, yani döneminin bilinçlice
adını da koydu: Islahat Devri, Tanzîmat, Usul-ü cedîd… Kurumlarda değişmeler,
toplumun dokusunu etkiledi. Bu bilinçli ve tümel değişiklik dönemi, birçok aydın ve
düşünürün kafasında farklı değerlendirmelere konu oldu; sömürgeleşme, kültürel
1 Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, İstanbul, 1987, s.194.
5
yozlaşma, kötü batılılaşma gibi deyimlerle açıklanan protestolar, salt bizim toplumsal
tarihimize özgü değildir.”2
İmparatorlu, Avrupa’nın özellikle teknik bakımdan ilerlediğini fark etmeye
başladıktan sonra, birtakım tedbirler alma yoluna gitti. Bu tedbirlere genel olarak
“ıslahat” adı verildi. Ancak bu “ıslahat” hareketlerinden memnun olanlar kadar,
rahatsız olanlar da bulunuyordu. Bu noktada özellikle Yeniçeri Ocağı, askeri
ıslahatlara muhalefetiyle literatüre geçmiştir. Bu ve benzeri muhalefetler ve
zorluklar, “ıslahat” hareketlerinin birçok alanda derinlik kazanamama ve taklit
seviyesinde kalma problemini doğurmuştur. Kötü taklitten hâsıl olacak basit faydalar
ise içerideki karşıtları cesaretlendirmiş, III. Selim örneğinde olduğu gibi “ıslahat”
gayretinde olan birçok yöneticinin katledilmesine neden olmuştur. III. Selim’in,
mağlubiyetle sonuçlanacak Osmanlı-Rus savaşı esnasında tahta çıkmış, şehzadelik
yıllarında edindiği tecrübeler ışığında Sadrazam Koca Yusuf Paşa’ya emir vererek,
girişeceği ıslahat hareketleri için, ulemadan ve önde gelen devlet adamlarından
lâyiha istemişti. Gayretlerin büyük bir kısmı içteki derdi tedavi hedefine yönelmesine
rağmen, bu alanda da her yeni yöneliş bir öncekini aratmaktaydı.3
Bu asırda Devletin başındaki padişah, iyi bir şair, güzel sanatlara düşkün, açık
fikirli ve son derecede yumuşak huylu olan III. Selim (1789-1807); amcasının
inkılapçı fikirlerinin takipçisi, cebri modernleşmenin âmiri II. Mahmud (1808-1839);
nahif ve narin yapılı, Tanzimat Fermanı’nı biraz da onaylamak zorunda kalan,
Batı’nın bütün kurumlarının hayranı Abdülmecid (1839-1861); güçlü kuvvetli bir
pehlivan ve ağabeyinin Batıcı tavrına karşı muhafazakâr sayılan Sultan Abdülaziz
(1861-1876); devleti koruyabilmek için seleflerinin aksine farklı yöntemler
uygulaması ile tanınan II. Abdülhamid (1876-1909)tir.4
19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ilmî ve kültürel durumunu anlayabilmek
için öncelikle dönemin eğitim kurumlarına bakmak gerekir. Ârif Bey’in ilmî
2 Ortaylı, a.g.e, s.14. 3 Mahmut Yücer, 19. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 53. 4 Bkz. Yücer, a.g.e, aynı yer.
6
kimliğinin yönünü oluşturan tasavvuf kültürü ve eğitimine olan hâkimiyetini görmek
için yaşadığı dönemin durumuna göz atmak bu açıdan yararlı olacaktır.
İmparatorluğun oldukça hareketli siyasi gelişmelerine paralel olarak eğitim
alanında da hareketli bir dönem yaşanmaktaydı. Osmanlılar ’da genel olarak eğitim,
medrese eğitimi ve medrese dışı eğitim olarak ayrılmış durumdaydı. Geleneksel
eğitim veren ve dinî ilimler öğreten medreseler, 19. yüzyılda da yaygın eğitim
kurumlarındandı. Ancak medreselerden tabii ilimler, felsefe, matematik gibi dersler
kaldırılmıştı. Bununla birlikte, 19. yüzyılın ortalarında İstanbul’da 166 faal
medresenin bulunduğu, medreselerin yaygın eğitim kurumları arasında yer aldığı
anlaşılmaktadır. Ülkenin en üstün eğitim kurumların bulunduğu, binlerce yerli ve
yabancı öğrencinin tahsil gördüğü başkent İstanbul, o dönemde de bilim ve sanat
merkezi olarak dikkat çekmiştir.5
“Son devir Osmanlı modernleşmesinin yaşandığı 19.yüzyıl, bütün Osmanlı
camiasının en hareketli, en sancılı, yorucu, uzun bir asrıdır, geleceği hazırlayan en
önemli olaylar ve kurumlar bu asrın tarihini oluşturur.”6
Bu asır dünyada da teknik, coğrafî ve en önemlisi fikrî açıdan hızlı
değişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Avrupa ülkeleri ve milletleri için yükselme,
ilerleme anlamı taşıyan bu değişmeler, Osmanlı’nın dağılma habercisiydi. Cemiyette
herhangi bir değişme meydana getirmeyen ve münferit unsurların ithal ettiği birtakım
kültürel değişikliklerinin sergilendiği, bir bakıma “serbest değişim” dönemi olarak
adlandırabileceğimiz Lâle Devri ile gaye, plan ve sistem yönünden söz konusu
birinci devreden pek farklı olmamakla birlikte, ilk şuurlu değişimin başlangıcı ve
aynı zamanda bir intikal özelliği taşıyan III. Selim dönemi geride kalmış; kültürün
hemen hemen bütünü değişikliklerinin bir mecburiyet hâline getirildiği II. Mahmud
dönemi başlamıştı.7
5 Bkz. Dursun, Yönetim – Din İlişkiler Açısından Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989, s. 400-401.
6 İlber Ortaylı, a.g.e. 7 Bkz. Yücer, a.g.e, s. 59-67.
7
Eğitim sistemini düzeltmek adına 18. yüzyılda başlatılan ıslahat hareketleri bu
yüzyılda da batılı eğitim kurumlarını egemen kılmak suretiyle devam etti. II.
Mahmut döneminde eğitim alanında reformlar yapılarak yeni okullar açılmış,
yurtdışına ilk kez öğrenci gönderilmiş, yabancı dil öğrenmeye ve tercüme
faaliyetlerine önem verilmiştir. II. Mahmut döneminde açılan okullar genellikle
yeniçerilerin yerine kurulan askerî nitelikli okullardır. Tıbhâne-i Âmire, Mekteb-i
Tıbbıyye-i Askeriyye-i Sahane, Tâlimhâne, Mekteb-i Ulûm-i Harbiyye, Mekteb-i
Maarif-i Adliyye, Mekteb-i Mülkiyye-i Sahane, Harbiyye, Tercüme Odası ve Lisan
Mektebi kurulan okullar arasındadır. Ki bu dönemdeki eğitim faaliyetleri tercüme ve
yabancı diller öğrenme felsefesiyle İmparatorluğun daha genişe bir sahaya açılma
zamanı sayılabilir8.
Ârif Bey, Mekteb-i İrfan’da tahsil hayatına başlaymış ve 19 yaşında bu
okuldan mezun olmuştur. Daha sonra Bâbıâlî ve (Bâbi-i Seraskerî) Mâliye Kalemi,
Hazîne-i Mâliye Bedelât Kalemi ve Nizâmiye Kâtipliği’nde memuriyetlerde
bulunmuş ve 1880’de (kendi isteğiyle) emekliye ayrılmıştır.9 İşte bu çalkantılı
devirde yaşayan Ârif Bey’in eğitim ve memuriyet hayatının tamamını, ilim-irfan ve
devlet hizmeti meşguliyetleriyle geçirmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Dinî eğitim veren kurumların başında ve önde gelen medreselerin idari ve
tedrisat görevlilerin sisteminde vakıf malı olarak yönetiliyordu. Yanı eğitim
kurumları adeta halkın malı ile kurulur ve halka ait hizmetler sunmaktaydı10.
Tanzimat dönemine gelindiğinde, medreselerin ve genelde İlmiye Sınıfı’nın
toplum ve yönetimdeki yerinin ve gücünün giderek zayıfladığı dikkatten kaçmaz. 19.
8 Kemal Beydilli, Mahmud II, DİA, Ankara, 2003, c. 27, s. 253-254, Ergun Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, AÜ. Basımevi, Ankara, 1988, s. 354.
9 Bkz. Osmânzâde Hüseyin Vassâf (2006). Sefîne-i Evliyâ. (haz. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz). C. 4, İstanbul: Kitabevi Yayınları, s. 212.
10 Bkz. Dursun, a.g.e, s. 410
8
yüzyılın başlarında “medrese, ne kendi kendini ıslah etmeye, ne de devlet tarafından
ıslah edilmeye rıza gösterecek zihniyete sahip değildi”.11
“XIX. yüzyıla medreseler, sıbyan mektepleri, Topkapı Sarayı’ndaki Enderun
Mektebi, yeni açılan Mühendishane-i Bahr-i Hümayun ve Mühendishane-i Berr-i
Hümayun okulları ile giren Osmanlı eğitim ve öğretim sistemi, bu asırda önemli
değişikliler ve yeniliklere sahne olmuştur”.12
“İmparatorluğun eğitim hayatında en faal unsur, Amerikan misyon
okullarıydı. ABD, Osmanlı ülkesiyle ticarî–siyasî ilişkiler içinde olmamasına
rağmen, Doğu Anadolu, Suriye, Lübnan, Mezopotamya, Orta Anadolu ve Ege’de
okullar ve yetimhaneler kurdu. 19. yüzyılın başında bazı bölgelerde ruhsatsız olarak
faaliyete geçen okul ve yetimhanelerinin sayısı 400 civarındaydı. (25). Amerikan
misyonerleri etkin bir sosyal hizmet bütününü de okullarla birlikte getirmiş; Ermeni
ve Hristiyan Arap nüfus arasında Protestanlığı yayabilmişlerdi. Osmanlı yönetiminin
eğitim ve sosyal hizmet vermediği bölgelerde Hristiyan halk henüz ulusal bir bilinç
ve eğitime geçmediğinden, misyoner eğitimi buralarda tutundu.13
Hiçbir sosyal olayı meydana geldiği ortamın diğer sosyal olaylarından ayrı
düşünmek mümkün değildir. Diğer bir ifade ile her sosyal olay, meydana geldiği
ortamın vakıalarından biridir. Dolayısıyla araştırmaya tabi tutulan olayın çevresiyle
uyum sağlaması hadiselerin bir bütün içerisinde kavranmasına bağlıdır.14
Bu döneme kadar ülkeye yeni akımlar ve motifler girmekteydi. Fakat bunlar
İslâm medeniyet ve kültürünün güçlü kanatları arasında hüviyetini kaybedip
yerlileşiyordu. Bu asırda ise medeniyetinin göstergesi sayılan yeniliklerde yerli
kültür ve medeniyet baskın olmaya başlamıştır. Ülkenin her köşesinde görülen ve
hissedilen bu etkileşim, toplumsal yapının toptan değişmesine imkân sağlıyordu.
11 Dursun, a.g.e, s. 410-11. 12 Detaylı ve geniş bilgi için bkz. Dursun, a.g.e, s. 411-22. 13 Bkz. Ortaylı, a.g.e, Hil Yayın, İstanbul, 1987, s.150. 14 Bkz. Yücer, a.g.e, s. 67.
9
Özetle; 19. yüzyılla birlikte zihniyet de değişmeye başlamış ancak bizde
yavaş ve sancılı geçen değişim dönemine mukabil Avrupa, aradaki mesafeyi gittikçe
açarak yakalanması zor bir seviyeye ulaşmayı başarmıştır. Tüm bu değişiklilerden
tasavvuf hayatının, tarikat ve tekkelerin etkilenmemesi düşünülemezdi. Asrın
başlarında edebiyat, musiki ve hat gibi estetik alanda bir cazibe ve üretim merkezi,
toplumun her seviyesindeki bireylere yol göstericilik, ihtiyaçlarına cevap kapısı,
yolda kalmışların barınağı, ilim, kültür ve medeniyet aktarım merkezi olan tekkeler,
asrın sonlarına doğru diğer resmî ve sosyal kurumlar gibi kimliklerini
koruyamayacak, çoğu değişime maruz kalacaktır.15
1.1. XIX. ASIRDA TASAVVUFUNUN GENEL DURUMU
“Bazı tarihçilere göre tarih boyunca Doğu İslam dünyasında şeriat gerçek unsur
olarak algılanmış ve tasavvuf ta yardımcı bir akım olarak sürdüregelmiştir. Tasavvuf
uzun zaman umumî bir meslek olmamıştır. Buna bağlı olarak da zaman zaman tarikat
erbabı ve şeriat uleması arasında tartışmalar zuhur etmiştir”.16 Ancak bu yargı son
asırlara gelindiğinde geçerliliğini yitirmeye başlamış, tasavvuf halkın ahlâkî yapısına
kaynaklık eden, onları kendi hâlesinde kaynaştırıp olgunlaştıran ince bir zevk,
etkileyici edep, genel bir öğreti, özellikle de büyük şehirlerde derin ve yaygın bir üst
kimlik olarak rağbet edilen neşve haline gelmiştir. Çünkü tasavvuf denilen şey
insanoğlunu yetiştirmek himmetindedir ve insanlığın ruh ve duygularını doyurup
mutluluk yaşatma derdindedir.17
Afrika kıtasında ise dinî ve içtimaı mevzuların neredeyse tamamı tasavvuf
erbabı tarafından yürütüldüğü için ulema arasında zahir ve bâtın ayrımı olmamış,
diğer mezhep ve meşreplerle uyum içerisinde devam edegelmiştir. Bizdeki son
dönem tekke yapılanması bu bölgelerde görülmediği için XII-XIII. asır
Anadolu’suna benzer bölgesel zâviyeler ve merkez âsitâne türü tasavvuf kurumları
olmuştur. Oralarda zaviye demek mektep, yetimhâne, darülaceze şefkat ve kardeşlik
15 Yücer, a.g.e, s. 67 16 Yücer, a.g.e, s.67. 17 Yücer, a.g.e, s. 68.
10
merkezi, hastane demektir. Halkın dinî ve siyasî başvuru merkezidir.18 Bu
zâviyelerde birer mektebin bulunması, ticaret, zanaat ve ziraat işlerine bakılması,
nikâh ve cenaze işlerinin görülmesi, yeminlerin dahi bir zâviye yapılması, hayat
meşgalelerinden bunalan fakir ve güçsüzlerin buralara sığınması zâviyelerin
toplumsal fonksiyonunu anlamamıza yarayan güçlü göstergelerdir. Aynı tür
benzetmeyi Uzak Doğa ve Kafkaslar için de yapabiliriz.19
Tarikatlar yönetim bakımından merkeziyetçi(İstanbul merkezine bağlı olan)
ve merkeze bağlı olmayan tarikatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci grubu, merkezi
İstanbul'da ve İstanbul dışında olanlar şeklinde ikiye ayırabiliriz: 20
1.2. İSTANBUL’DA BULUNAN TARİKATLAR
“İstanbul’da bulunan âsitâneler Halvetiyye’nin kollarına aittir. Sünbülliyye
Kocamustafa Paşa’da, Uşşakiyye Kasımpaşa’da, Cihangiriyye Cihangir’de,
Cerrâhiyye Karagümrük’te, Rûmiyye Tophane’de, Celvetiyye, Nasûhiyye ve
Raûfiyye Üsküdar’da bulunan Pîr evi vasıtasıyla tarikatlarına merkezlik etmiştir”.21
1.3. İSTANBUL DIŞINDA BULUNAN TARİKATLAR
Şemsiyye, Ahmediyye, Gülşeniyye, Sezaiyye, Şâbâniyye, Çerkeşiyye,
Geredeviyye taşra kültürünü İstanbul’a taşırken İstanbul’da kurulan Uşşakiyye,
Ramazâniyye, Sünbüliye, Sinâniyye, Cihangiriyye, Karabaşiyye, Cerrâhiyye,
Raûfiyye, Nasûhiye, Salâhiyye ve Kuşadaviyye hilâfet sistemiyle Halvetî kültürünü
Anadolu’ya yaymışlardır. Mevleviyye Konya’da, Şabâniyye Kastamonu’da,
18 Yücer, a.g.e, s.68. 19 Yücer, a.g.e, s. 68. 20 Bkz. Yücer, a.g.e, s.68.“Merkeziyetçi tarîkatlar, kurucularının manevî himmetini temsil eden belirli
bir merkez tekkeye bağlı, merkezin atama veya tensibiyle meşîhat görevinin üstenildiği kurumlardır”.
21 Yücer, a.g.e, s. 68.
11
Çerkeşiyye Çerkeş’te, Sezaiyye Edirne’de, Bayrâmiyye Ankara’da, Gülşeniyye
Edirne’de, Eşrefiyye Bursa’da, Bekkâşiyye Kırşehir’de doğmuş, örgütlenmiş,
Anadolu’nun diğer bölgelerine de buradan yayılmıştır. Atama yoluyla
gerçekleştirilen meşihat görevi, özellikle Bektaşîler ve Mevlevîler (kısmen
Cerrâhîler) için geçerli bir durumdur. Bunun en faydalı tarafı, bölgeler arası yerel
özellikte ve kültür nakli olmalarıdır. Zira tasavvufî tarîkatlar ve sufîler İslâm
medeniyetin geleneğini her gittikleri yerlerde o geleneği yaşadıkları için çok güzel
bir şekilde gösterdikleri bugüne kadar görülmektedir.22
19. yüzyılında tasavvuf hareketlerine karşı öne çıkan en büyük olayları şöyle
sıralayabiliriz;
1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine, Bektaşî tekkeleri de
kapatılmış ve şeyhliklerine Nakşî, Kâdirî ve Mevlevî halifeler tayin edilmiştir.
Böylece Nakşibendîliğin 19. yüzyılda Hâlid Bağdâdî’den sonra etkinliği artarken,
Bektaşîlik daha sırrî bir tarikat haline gelmiştir.
19. yüzyılın sonunda II. Abdülhamid Han zamanında bütün kurumlarda
olduğu gibi tekke ve dergâhların düzenlenmesi için birtakım ıslahat hareketleri
başlatılmış ve “şeyhlerin meclisi” kurulmuştur. Meclis-i meşâyih nizamnamesi ile
tekkelerin ve tekke şeyhliklerinin düzeltilmesine çalışılmıştır.
19. yüzyıl sonlarına doğru gazete ve dergi neşriyatının yaygınlaşması üzerine,
tekke çevrelerinde de birtakım neşriyat faaliyetleri olmuş; Cerîde-i Sûfiyye,
Beyânü’l-hak ve Tasavvuf gibi dergiler çıkarılmıştır.
Tarikat ve tekkelerin düzenlenmesiyle ilgili ıslahat çalışmaları, aynı yıllarda
Mısır’da da gündeme gelmiştir.
Bazı tekkeler ehil şeyh bulunamadığı için kapatılmış ve tekkeler toplumda
belli bir nüfuz kaybına uğramıştır. Bütün bunlara rağmen 19. asrın sonlarında
22 Bkz. Yücer, a.g.e, s. 67-120.
12
İstanbul’da 300’den fazla tekkenin bulunması, 300-500 bin civarındaki nüfusa oranla
büyük bir ilgi göstergesi sayılabilir.23
Afrika kıtası için 19. asır İslam tarihi, tasavvuf tarihi anlamına gelmektedir.
Yeni kurulan tarikatlar ve kollar bu asırda iki görev icra etmişlerdir. Birincisi;
sömürgecilikle birlikte kıtaya giren misyonerlik faaliyetlerini durdurmuşlar. İkincisi
ise; kurulan medrese ve zâviyelerle İslâm’ın yayılmasına önemli hizmetlerde
bulunmuşlardır.
Osmanlı toplum yapısını şu şekilde özetleyebiliriz: Osmanlı toplumu esas
itibariyle idari sınıf (yöneticiler) ve halk sınıfı (yönetilenler) olarak iki tabakadan
oluşmaktadır. Genel itibariyle yöneticiler askerlerden idi. Bu iki sınıfın en önemli
olan halk tabakası sadece din adamlarının etkileri altında bulunup onlar tarafından
yönetilen bir tabaka değil, o yönetim sistemin büyük kısmını oluşturan kesimdi. Dini
temsil eden, dinî hareketlerin başı ve etkisine sahip olan âlimler sınıfının üstünde de
güçler vardı.
İşte Cebbârzâde Mehmed Ârif Bey, yüksek derecede dinî ilimler ve tasavvufî
birikime sahip olması; mekteb-i irfân ve benzer medrese tedrisatından ders almış olsa
bile yukarıda zikrettiğimiz ve özetlediğimiz üzere, 19. yüzyılda özellikle eğitim ve
tasavvuf hareketleri sahasında ortaya çıkan hızlı değişim ve gelişimler çevresinde
yetişmiştir.
23 Bkz. H. Kâmil Yılmaz, “Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar”, 10. Baskı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2010, s. 166-168.
13
1.4. Halvetiyye Tarikatı
“Ebû Abdullâh Sirâceddîn Ömer b. Eş-Şeyh Ekmeleddîn el-Geylânî el-Lâhicî
el-Halvetî” nâmıyla mesşhûrdur ve umûm tarîk-ı Halvetiyye’nin pîr-i mükerremidir.
Künyeleri Ebû Abdullâh, lakabları Sirâceddîn, pederleri Şeyh Ekmeleddîn’dir.24
Halvetiyye tarîkatın 40 kadar ana kolu bulunmakla beraber başta Anadolu olmak
üzere Afrika, Orta ve Uzak-Doğu ve Balkanlara kadar yayılmıştır. Cebbâr-Zâde
Mehmet Ârif Bey’in mansub olmuş olduğu Şabâniyye25 tarîkatı Vassaf’ın
Sefînesinde sıralamış olduğuna binâen Halveti’nin 7. Kolu olarak geçmektedir.
1.5 Şabâniyye-Bekriyye
“Kutbüddin Mustafa el-Bekri” tarafından kurulan bu tarîkat Şabâniyye
kollarından olup Anadolu, Asya ve Afrika kıtaların farklı bölgelerine yayılan
kollarından şunları zikredebiliriz; Hifniyye (kurucusu: Muhammed b. Salim el-Hifni,
ö. 1181 /1767). Semmaniyye (kurucusu: Muhammed b. Abdülkerim es-Semman, ö.
1189/ 1776), Hifniyye'den Derdiriyye (kurucusu: Ahmed b. Muhammed ed-Derdir),
Ticaniyye (kurucusu: Seyyid Ahmed et-Ticânî). Ezheriyye (kurucusu: Ebu Abdullah
Muhammed b. Abdurrahman ez-Zevavl el-Ezher!) kolları meydana gelmiştir.
Semmaniyye'den Tayyibiyye (kurucusu: Ahmed et-Tayyib b. Beşir) ve Feyziyye
(kurucusu: Seyyid Feyzüddin Hüseyin ei-Mısrî) kolları, Derdiriyye'den Saviyye
(kurucusu: Ahmed b. Muhammed es-Sav!) doğmuştu.26
Ticâniyye tarikatının kurucusu olan, Ebu’l-Abbâs Şeyh Seyyid Ahmed b.
Muhammed et-Ticânî, seyyidü’l-ârfîn, imâmu’l-âlemîn büyük mutasavvıf
zatlarındandır. Ticâniyye tarikatı, Şa‘bâniyye-i Bekriyye tarîkatının birçok
24 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz, Kitabevi, İstanbul, 2006 c.3. s. 133.
25 Halvetiyye tarîkatının Şabâni Veli’ye (ö. 976/ 1569) nisbet edilen koludur.
26 Mustafa Tatcı, Şabâniyye, DİA, Ankara, 2010, c.38, s.211-125.
14
şu‘belerinden bir şu‘ besi olup, Cezâyir-i Fas’ta kurulmuştur.27 Ticâniyye’nin
kurucusu İlim tahsili yolculuğu sırasında Ebû Abdullâh Muhammed b. Abdurrahmân
el-Ezherî ile mülâkât eylemiş ve Halvetiyye tarikatın esrârından alacağı kadarını bu
zât-ı muhteremden almış, ayrıca Kâdiriyye ve sonra Nâsıriyye’ye intisab eyleyip,
tarîk-ı Nâsıriyye’yi Şeyh Ebû Abdullâh Seydî Muhammed b. Abdullâh et-Tizânî’den
almışlardır.28 Bundan anlaşılıyor ki Cebbâr-zâde hazretlerin mensup olmuş olduğu
Şa‘bânî tarîkatı ile Seyyid-i Ahmed et-Ticânî hazretlerin de mensup olduğu
Şa’bâniyye-i Bekriyye tarîkatlar, bunlar ikisi Halvetiyye tarîkatın kollarındandır.
Hatta Ebu’l-Abbâs Şeyh Seyyid Ahmed b. Muhammed et-Ticânî, Velî Sâlih Ebû
Abbâs Seydî Ahmet et-Tavâş’tan feyz ve kemâle nâil olarak, halvet, vahdet, zikr ve
sabr gibi sırrlarını da bu muhterem zât tarafından telkîn edilmiştir.29 Ticâniyye
tarîkatı Batı Afrika’nın önem arzeden yegâne tarikatlardan sayılır. Ayrıca Ticârî
ilişkiler Batı Afrikalı kitlelerin Kuzey Afrika kökenli tarikatları benimsemesine yol
açmıştır. Ven-nihâyet Afrika’nın hemen hemen hepsinde büyük sayıda mensupları
olan bir tarîkat olmuştur. Ticâniyye ve benzer tarîkatların 19. Ve 20. Yüzyıllarında
Anadoludan diğer memleketlere yayılmaları ve aralarındaki benzerlikler ve ilişkiler
hakkında daha detaylı bir çalışma birsonraki çalışmalarımızın konusu olacaktır. Zira
bu çalışmamızda da Anadolu ve Afrikadaki tarîkatlar arasındaki ilişki ve kökenleri
adı altında bir yazıya değinecektik. Ayrıca Kastomunu ilayetinde halen ticanî
mensupların mevcut olduğunu söyleyen Haydar Hepsev hocam bunu isarala tavsiye
etmektedirler ve kendileri bu tezin ortaya çıkmasında da büyük katkılarıyla destekte
bulunmuştur.
27 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz, Kitabevi, İstanbul, 2006 c.4,s. 207.
28 Vassâf, A.g.e, s. 208-9.
29 Vassâf, A.g.e, s. 208-9.
15
İKİNCİ BÖLÜM
2. CEBBAR-ZÂDE MEHMET 1 ÂRİF BEY
2.1. Hayatı
“Çapan-zâde, Cebbârzâde, Cabbâr-zâde” adlarıyla anılan Mehmed Ârif Bey,
Temmuz 1928’de Rumelihisarı civarındaki (Boğaziçinde) Baltalimanı’nda
doğmuştur. Babası Çapanzâde Şâkir Beydir.2 Mekteb-i İrfan’da tahsil hayatına
başlayan Ârif Bey, on dokuz yaşında bu okuldan mezun olmuştur. Daha sonra
Bâbıâlî ve (Bâbi-i Seraskerî) Mâliye Kalemi, Hazîne-i Mâliye Bedelât Kalemi ve
Nizâmiye Kâtipliği’nde memuriyetlerde bulunmuş ve 1880’de (kendi isteğiyle)
emekliye ayrılmıştır.3 33 yıl devlet hizmetinde bulunan Ârif Bey, emekli olduktan
sonra Çengelköy’deki Doktor İrfan Bey Köşkü’nü kiralayarak hayatının geri kalanını
eser telifine vermiştir.4 Cebbârzâde Ârif Bey, 15 Muharrem 1339 (Eylül 1920-23)’da
yüz yaşını geçmiş olduğu halde Çengelköyü’ndeki Bekâr Deresi’nde kendi oturduğu
evde vefat etmiş ve “masrafları ceyb-i hümâyûndan karşılanmak suretiyle” vasiyeti
üzerine Nakkâş kabristanına defnedilmiştir.5
1 İsmi Cabbârzâde veya Cebbarzâde Mehmet b. Şakir şeklinde de kaynaklarda geçmektedir. 2 Bkz. Çapanoğulları hakkında yapılmış araştırmalarda Şâkir Bey’in adına rastlanmamıştır. (Ömür
CEYLAN, 2011 S.156). 3 Vassâf, a.g.e. 4 Bkz. CEYLAN, (2011). Üsküdar’ın “Kravatlı Evliyâ”sı Cebbarzâde (Çapanzâde) Mehmet Ârif Bey
ve Nutk-ı Sünbül Sinan Şerhi. Bağ Bozumu Edebiyat Araştırmaları. İstanbul: Kesit Yayınları, 155-163.
5 Evrâk-i Havâdis’te neşredilen ölüm ilanı Sefîne-i Evliyâ’dan naklen şöyledir: “Şeyhü’l mütekâ‘idîn fuzalâ-yı benâmdan Çapanzâde Ârif Bey yüz yaşını mütecâviz olduğu hâlde Çengelköy’de
16
2.1.1. Üsküdar’da bir Çapanoğlu6
Bir asır civarında ömür sürüp yapayalnız yaşadığı bu uzun zamanın büyük
kısmını Çengelköy’deki kiralık bir dairede geçiren ve öldükten sonra da yine
Üsküdar’dan ayrılmayıp vasiyeti üzere Nakkaştepe’ye defnolunan Cabbârzade Arif
Bey de unutulmayı hak etmeyen o eski Üsküdarlılardan biridir. Adının başında
bulunan Cabbârzade künyesi, bu hazin hayat hikâyesinin aksine zengin ve hareketli
bir tarihe işaret etmektedir. “Cabbârzâdeler”, aslında “Çapanzâde” veya
“Çapanoğulları” adıyla bilinen ve bir zamanlar Bozok (Yozgat) Sancağı’nda hüküm
sürmüş olan köklü bir âyan ailesidir. Muhtemelen Mamalu Türkmenleri’nden olan
ailenin tarih sahnesinde ve vali olarak otorite sahibi olmuş bu ailenin adı, hem
İslamlaşma sürecinin hem de güce dayalı faaliyetlerinin etkisiyle XVIII. yüzyılın
başlarından beri “Cabbârzâde” olarak da anılmaktadır.
2.2. Tasavvufî Kimliği Ârif Bey’in tarikat terbiyesi, Şabânî Tarikatı büyüklerinden olan Kuşadalı
İbrahim Halvetiînin7 halifelerinden olan Hammâmî Muhammed Tevfik Efendi’ye8
Pınarderesi’nde müste’ciren sâkin olduğu hânede irtihâl-i dâr-i na‘îm eylemişdir. Merhûm-i müşârün ileyhin haber-i vefâtı mesmû‘-ı ‘âlî-i pâdişâhî buyurulması üzerine techîz ü tekfîni lutfen ceyb-i hümâyûndan fermân buyurulmuş ve vasiyeti mûcibine Nakkâş’da defnedilmişdir. Merhûm, âlim ve fâzıl bir zât olup fevka’l-‘âde kuvve-i hâfızaya mâlik idi. (Rahmetu’llâhi ‘aleyh rahmeten vâsi‘aten)” (Vassâf, s. 213).
6 Ceylan, a.g.m, 2011. s. 156. 7 “Kuşadalı İbrahim Efendi; Aydın’ın Kuşadası kasabasında 1188 (1774) yılında dünyaya gelmiştir.
Ege ve Anadolu’nun değişik yerlerinde eğitim aldıktan sonra İstanbul’a gelerek Feyziyye Medresesi’nde eğitimine devam etmiştir. Kırk yaşına yaklaştığı bir zamanda Şa’banî şeyhlerinden Beypazarlı Ali Efendi’ye intisab etmiştir. Onun halifesi olarak Mısır’da bir süre irşâd vazifesi yapmış daha sonra tekrar İstanbul’a gönderilmiştir. İlk zamanlar kendisine bir tekke yapılmış orada irşâd vazifesine devam etmiş. Daha sonra tekkesi yandıktan sonra, artık tekkelerde feyiz kalmadığını dile getirmiş ve sohbetlerle irşâdına devam etmiştir. Halveti-Şa’bânî geleneğinde özellikle rabıtayı sülûka katması ve esmâ zikrinde yaptığı değişikliklerden dolayı, Kuşadalı kolu şeklinde kendisine bir yol nisbet edilmiştir. Eser telif etmemiştir, ancak mürîdlerine yazdığı mektuplar daha sonradan toplanıp basılmıştır. İkinci defa hacca gidişinde Medine’yi ziyâretten sonra 1262 (1848) yılında yolda vefât etmiştir. (Nihat Azamat, “Kuşadalı İbrahim Efendi”, DİA, XXVI, 468-470; ayrıntılı bilgi için bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Kutsal Gönüllü Veli Kuşadalı İbrahim Halveti, Fatih Matbaası, İstanbul 1982)”.
8 “Mehmed Tevfik Bosnevî; Fatih’te Zeyrek Hamamı’nı işlettiği için Hammamî lakabıyla anılan Tevfik Efendi’nin 1220 (1805) yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Yaklaşık on tarikate
17
intisapları vardır. Gözden uzak durmayı şiâr edinmiş, mahviyet sahibi, ehl-i dil bir
zattır. Tevfîk Efendi ile olan sohbetlerini ve mülakatlarını dilinden düşürmediği,
sürekli ondan ve sohbetlerinden bahsettiği rivayet edilir. Ârif Bey’in telif ettiği
eserlerin, Şeyhi’nin kemâline mazhar olduğunun delili olduğuna Sefîne-i Evliyâ
müellifi Hüseyin Vassaf Bey şehadet etmektedir9. Cebbârzâde “Bende sırr-ı irşâd
yoktur.” diye kimseyi irşad dairesine almamış ve herkesten bir şeyler öğrenme
gayretinde bulunmuştur. Şeyh Ahmed Muhtar er-Rufâî ona, “Kravatlı Evliyâ”
lakabını takmıştır. Osmânzâde Hüseyin Vassâf, bu durumu şöyle arz eder: “Uzun
boylu, beyâz sakallı, mütenâsibü’l-endâm idi. Sokağa çıkarlarsa setre pantolon, kolalı
gömlek giyerler; temiz gezerlerdi. Hamzeviyyü’l-meşreb, sünniyyü’l-mezheb idi.
Şeyh Ahmed Muhtâr er-Rufâî, müşârünileyhe, ‘Kravatlı Evliyâ’ tesmiye eylemişti.
2.3. Edebî Şahsiyeti
Daha çok çeşitli tasavvufî şiirleri şerh etmesiyle tanınan Cebbârzâde
Muhammed Ârif Bey, aynı zamanda bir şairdir. Sefîne-i Evliyâ’da yer alan şu iki
beyti, onun şairlik kudretinin de olduğunun göstergesidir:
Dil-beste olup aşk ile baksaydı sünbüle
Bülbül koparırdı yine ol demde gulgule
Çün bâd-ı sabâ bir daha vir goncadan güle
Gül-şen görünür âteş-i aşk bülbüle10
intisabının olduğu ve birçoğundan hilâfet aldığı ifâde edilen Tevfik Efendi kendisine gelen bir hali o anki şeyhinin halledememesinden dolayı Halveti-Şa’bânî şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Efendi’ye intisab etmiş ve irşad sırrının kendisinde zuhur etmesiyle onun halifesi olmuştur. 20 yıl kadar irşâd vazifesi görmüş 1866 tarihinde vefat etmiştir. Kabri Üsküdar’da Nalçacı Halil Dergâhı’nın hazîresindedir. (Nihat Azamat, “Mehmed Tevfik Bosnevî” XXVIII, 538-539, DİA, İstanbul 2011)”.
9 Vassaf, a.g.e, IV, s.213. 10 Vassâf, a.g.e, s. 214. Sefîne-i Evliyâ’da yer alan şiirlerin dışında şu kaynaklarda da Cebbârzâde'nin
şiirlerine yer verilmiştir: İnal, 1988: 39-40; Ceylan, a.g.m, 2011:161-162.
18
Klasik Türk Edebiyatı camiasında en meşhur şârih ve şerh edilen eser ve
metinler arasında Cebbarzade Mehmed Ârif Bey'in izahu’l-meram ala viladeti
seyyidi’l-enam adını verdiği bir mevlid (Vesiletü’n-Necat), Risâle-i Gavsiyye,
Sünbül Sinan Nutku olan Miftâhu Hazâin-i Rahmâniyye Fî Memleketi Vücûdi’l-
İnsâniyye şerhleri ve diğer eserleri bulunmaktadır.11
Ârif Bey’in 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında kaleme almış
olduğu eserleri çoğunlukla tasavvufîdir. Kaynaklarda yaklaşık 17 tane olarak
gösterilen ve kendine has bir üslup ile şerh ettiği bu eserlerin 18. si, çalışmalarımız
esnasında tespit ettiğimiz, Atatürk Kitaplığı’nda Osman Ergin 1560 numarada
kayıtlı bir nüshasının bulunduğu eseridir.
Sefîne-i Evliyâ müellifine göre başlarda ilmi ve tahsili yetersiz iken Üveysîlik
neşvesiyle esrâr ilmine vâkıf olmuş, mükemmel derecede Arapça ve Farsça
öğrenmiştir. Bunu hemen hemen bütün eserlerinde görmemiz mümkündür. Özellikle
Latin harflerine çevirdiğimiz Miftâhu Hazâ’ini Rahmâniyye fî-Memleketi Vücûdi’l-
İnsâniyye12 adlı eserindeki hadis şerhleri, ayet tefsir ve açıklamaları ve bazı Farsî
sözlerinin yaptığı izahlar Arapçaya ve Farsçaya olan hâkimiyetinin takdir-i şayânıdır.
Ayrıca üzerinde çalıştığımız ve aşağıda metni verilen eserdeki ‘Mütercim’
mahlasıyla geçen iki gazel ve yine kendisine ait olan üçüncü gazelleri13 şairliğine
delildir.
Osmanlı Müellifleri’nin yazarı Bursalı Mehmet Tahir, kendi aracılığıyla
Hüdâyî Dergâhı Kütüphanesine henüz hayattayken vakfettiğini bildirmektedir.
Evinde defalarca ziyaretine gittiğini ve yazdığı tüm eserlerini inceleyerek
faydalandığını söyleyen Hüseyin Vassâf Bey ise onun için şu dizeleri kaleme
almıştır:
Ey harîm-i harem-i sırr-ı Hudâ Ârif Bey
11 Ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.e, “Şerh”, DİA, Ömür Ceylan, c.38, 2010, s.565-568. 12 Cabbârzâde Mehmet Ârif Bey’in Nutk-ı Sünbül Şerhi ismiyle geçen eserdir. 13 Miftahu Hazain-i rahmaniye fi memleketi vücudi’l-İnsaniyye, s.27-28, s. 40, s.48-49.
19
V’ey edîb-i edebistân-ı safâ Ârif Bey
Hep hakâyık ile mâli olan ol sözlerini
İşitenler mütehayyirdir eyâ Ârif Bey
Bahr-i zevk olmuş o pâkîze dilin bî-şübhe
Bâb-i medhinde ne söylense Ârif Bey
Sırr-ı tevhîde hakîkatde vusûlün zâhir
Server-i cümle-i erbâb-ı vefâ Ârif Bey
Cezbe-i aşkın ile mest oluyor Vassâf’ın
Ona imdâd-res ol lütf ile yâ Ârif Bey(Vassâf: 215)
Âttiye-i Sübhâniye (Yüce Allah’ın İhsânı) Gavsü’l-‘azam Abdülkâdir
Geylânî’nin eserini şerh ü tercüme eden Cebbârzâdeye bu eseri sâdeleştiren (Emekli
Kaymakam) Meleh YULUĞ Takdim kısmında hayat hikâyesini şöyle anlatır; Hayat
hikâyesini ve başlıca eserlerini aşağıya dercettiğimiz Âttiye-i Sübhâniye müellifi
Şâkirzâde Mehmet Ârif Beyin pâk rûhlarına Fâtihâ ithafından sonra okurlarımıza son
asır şâirlerinden olan bu yüce zâtı biraz tanıtalım. Son asır şairlerinden Mehmet Ârif
Bey, Cebbârzâdelerden Şâkir Efendinin oğludur. Şiir kudretinin yanında çok derin
bir tasavvuf bilgisine, hem de onun kaaline değil hâline vâkıf bir âriftir.14
2.4. Eserleri: 90 yılı aşkın hayatıyla, 19. yüzyılın büyük bir bölümünde ve 20. yüzyılın
başlarında hayatta olan Cabbârzâde Muhammed Ârif Bey tasavvufun temel
konularıyla ilgili ilmî derinliği olan birçok eserler vermiş bir mutasavvıftır15. Ârif
Bey’in şerh türünde kaleme aldığı eserleri şunlardır: 1) Mevlid şerhi, 2) Hâdîs-i
Erbaîn Şerhi, 3) Âttiye-i Sübhâniye Şerhi Gavs-i Geylâniyye, 4) Hazîne-i Nûr, 5)
14Melih YULUĞ, 1976:5, Âttiye-i Sübhâniye, Gavsü’l Azam Abdülkâdir Geylânî, Cebbârzâde Muhammet Ârif İbni Şâkir, İSTANBUL: Uluçınar yayınları, 4, s.5.
15 Eserleriyle ilgili detaylı bilgi için Bkz. Süleyman ÖZGÜÇ, (2013), Cabbarzâde Muhammed Ârif Bey ve “Atiyye-i Sübhâniyye”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, s. 44-63.
20
Tercüme-i Fıkh-ı Geydani, 6) Güldeste-i İsmet (Osmanlı Müellifleri), 7) Sünbül
Sinanın Manzûmesinin Şerhi, 8) Şeyh Vefâ Nutku Şerhi, 9) Tuhfe-i Şemsiye, 10)
Ahmed Bedevi Nutku Şerhi, 11) Şerhi Celb-i Sürûr, 12) Tuhfe-i Seyfiyye, 13) Zeyl-i
Vâridât, 14) Hezâin-i Envâr, 16) İslâm Tarihi.16
Genellikle şerh türünde eserler yazan Cebbârzâde’nin, kaynakların
bildirdiğine göre 17 eseri vardır.
Bu eserleri şöyle sıralamak mümkündür:
1. Fıkh-ı Keydân Tercümesi:
Lutfullah en-Nesefî el-Keydânî’nin (ö.1349), “Mukaddimetü’s-Salât” adlı
eserinin tercümesidir. Kütüphânelerimizde eserin izine rastlayamadık.
2. Atiyye-i Sübhâniyye Şerhu Gavsiyye-i Geylâniyye: Cabbârzâde Muhammed Ârif Bey tarafından Abdülkâdir Geylânî’nin Risâle-i
Gavsiyye’sine yapılmış olan bu şerhi Süleyman ÖZGÜÇ tarafından 2013 yılında
Cabbarzâde Muhammed Ârif Bey ve “Atiyye-i Sübhâniyye adlı Yüksek Lisans Tezi
olarak yayınlanmıştır. Atiyye-i Sübhâniyye eserinin yazma olarak müellif nüshasına
kütüphanelerimizde ulaşamadık. Eser, matbû olarak ise, 1304 (1887) yılında İstanbul
Karabet ve Kasbar Matbaasında 127 sayfa olarak basılmıştır. Bu matbû eser, Hacı
Selim Ağa Kütüphânesi Hüdâi Efendi 694, Süleymâniye Kütüphânesi Tahir Ağa
Tekkesi 351 numarada kayıtlıdır. Yazma olarak kütüphânelerimizde izine
rastlayamadığımız eserin diğer kütüphânelerde tespit edebildiğimiz matbû nüshaları
ise şu şekildedir: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Kütüphânesi Gnl 29369, İSAM
Kütüphanesi Gnl 40060, KÜF. 152044 ve KÜF. 152194, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Atatürk Kitaplığı Kemal Salih Sel Osmanlıca Kitapları 1344/0317.
16 YULUĞ, a.g.e, 4, s.6. 17 Bkz. ÖZGÜÇ, a.g.e.
21
3. Hazîne-i Nûr: 1328 tarihinde Kader Matbaası’nda basılan eser 27 sayfadan oluşmaktadır.
Eserin, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi Hüdaî Efendi d.no: 430 ve Süleymaniye
Kütüphanesi İzmirli İ.Hakkı d.no: 176’da kayıtlı iki nüshası vardır. Ayrıca İsam
Kütüphanesi’nde Gnl. 76119 numara ile kayıtlı bir nüshasını da tespit ettik.
Cabbârzâde Mehmed Ârif Bey, eserin başında hamd ve selâmdan sonra,
Kur’ân’ın maddî ve ma’nevî şifâ oluşunun îzâha muhtaç olmadığını söyler. Bunun
ise günden güne kararmış olan kalbe şifâ vermekle gerçekleştiğini, kalbin
temizlenmesinden sonra ise bunun hem bedende şifâ ve zindelik olarak zâhir
olacağını ve kalbin salahıyla da insânın tecelliyâta nâil olmaya iktidârının
gerçekleşeceğini ifâde eder.18
4. Celb-i Sürûr ve Selb-i Küdûr: Kasîde-i Münferice XIX. yüzyıl ve sonrasında da şerh edilmeye devam
etmiştir. Bu bağlamda Seyyid Alî Vasfî Efendi (ö.1896)19 ve Cebbârzâde Mehmed
Ârif b. Şâkir’in (ö.1920)20 de bu kasideyi şerh ettiklerini görmekteyiz). Bu eser
aslında Ebu’l-Fazl Yusuf b. Muhammed b. Yusuf et-Tevzerî’nin Kasîde-i
Münferice’sine yazılmış bir şerhtir.
Süleyman ÖZGÜÇ bu eser hakkında şöyle bilgi vermekte; “Tez
araştırmalarımız boyunca kayıp eserler arasında olduğu düşünülen bu eserin izine
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin Yazmaları
bölümünde 1525 numara ile kayıtlı olarak rastladık. Yazar ismi olarak,
Çapanzâdeler’den olan Muhammed Ârif Bey, Çapakzâde şeklinde kayıtlanmış.
Müellif hatlı bu nüshaya ulaşmamıza rağmen, nüsha 15 varaktan oluşmakta ve şerhin
tamamını içermemektedir. Son 15 varağın boş olduğu şeklinde notla beraber kayıtlı
18 Bkz. ÖZGÜÇ, a.g.e aynı yer. 19 OM’de Seyyid Alî’nin Kasîde-i Münferice’ye mufassal Türkçe bir şerh yazdığı bilgisi
verilmektedir. Bkz. OM. II. 485. 20 Bursalı’nın verdiği bilgiye göre Celb-i Sürûr ve Selb-i Küdûr diye isimlendirilen bu şerhin dili
hakkında bilgi verilmemektedir. Bkz. OM. II. 345. Eserin nüshası için bkz. Atatürk Kitaplığı Osman Ergin Yazmaları 1525.
22
olan eserin, tamamının 30 varakla sınırlı olması uzak ihtimal olarak görünmektedir.
Eser ilk 15 varaktan sonra sadece bir beytin şerhinin ikmâliyle son bulmaktadır.
Cabbârzâde Mehmed Ârif Bey’in şerh tekniğinden biliyoruz ki, üzerinde durulması
gereken yerleri genelde birkaç beyitte verip, diğer beyitlerde kısa şerhler ve imâlar
yoluyla geçebilmektedir. Böyle olmasına rağmen uzun bir kasîde olan mezkûr
kasîdenin diğer beyitlerinin kalan 15 varaklık bölümde bitirilmesi mümkün
görünmemektedir”21.
5. Kitâbu’l-Hakâyık: Tefsîr, fıkıh ve serâir-i Kur'âniyyeye dâir olan eser dört cildden
oluşmaktadır. Bununla berâber birkaç eserinin zâyi' olduğunu kendileri bizzât beyân
buyurmuşlardır.
6. Şerh-i Gül-deste-i İsmet (İsmet-i Buhârî’nin Nutku): İsmet-i22 Buhârî'nin nutkuna yazılmış bir şerhtir. Kütüphanelerimizde eserin
kaydına rastlayamadık23.
7. Şu’ûnatu Hak âlâ mâ-Cerâis-sebk: Bir İslam Tarihi kitabıdır. Beş cildden oluşmaktadır. Ârif Bey’in diğer
kitapları gibi Hüdâi Efendi Kütüphânesi’ne nakledildiği söylenmektedir. Ve nitekim
bu eser; 1335 tarihinde basılan, Rika ve müellif hattı olarak Süleymaniye
kütüphanesinde, Hüdai Efendi bölümünde 01116-01 numura ile kayıtlı bir nüshası
sadece 168 yaprağı ile mevcuttur.
21 Bkz. Özgüç, a.g.e, s. 56. 22 İsmet-i Buhârî’nin asıl adı İsmetullah olan İsmet-i Buhârî, Buhâra’da doğmuştur. Soyu Cafer b. Ebu
Tâlib’e ulaşmaktadır. Tahsîline doğduğu yer olan Buhâra’da başladı. Timur’un ölümü üzerine Semarkant’ta tahta geçen Nasîruddin Halil Sultan ile yakın dostluk kurdu ve özellikle edebiyat konusunda sultana hocalık yaptı. Daha sonra tekrar Buhara’ya dönmüş ve sakin bir hayat yaşamayı seçmiştir. 840 yılında (1436-37) vefât etmiştir. 7500 kadar beyitten oluşan tasavvufî rumuzlarla süslü bir divânı bulunmaktadır.
23 Bkz. ÖZGÜÇ, a.g.e, s. 47.
23
8. Hazâinü Envâr ve Defâinü Esrâr: Eser altı cild’den oluşmaktadır. Birinci cildin başında Cabbârzâde Ârif Bey’in
kendi yazısıyla, “terâcim-i ahvâli’s-sahâbe şerâfetini hâiz altı cildi hâvî kitabımızın
birinci cildidir” ibâresi bulunnaktadır. Sekiz yüzden fazla hâdîs-i şerîfi ve bin kadar
sahâbenin tercüme-i hâlini câmi'dir. Kitâbın ismi ve tertibi müellif tarafından açıkça
ifade edilmiştir.
Müellif nüshaları Hacı Selim Ağa Kütüphânesi Hüdai Efendi Bölümün’de
180-01,02,03,04,05 numarada kayıtlıdır. Bu kayıtlar Hadîs-i Erbaîn Şerhi başlığıyla
kaydedilmiştir. Nitekim Ârif Bey kitabın ismini zikrederken bu isimle de anmıştır.
Bütün ciltlerin başında müellifin şu notu bulunmaktadır: “Cenâb-ı Pîr Azîz Mahmûd
Hüdâî kaddesallahu âlî efendimiz hazretlerinin Üsküdar’da kâin dergâh-ı
şerîflerindeki kütüphâneye vaz’ olunmak ümniyyesiyle iş bu risâle-i âcizânem bi’t-
takdîm min gayri had vakıf kılınır.”
9. Tuhfe-i Şemsiyye: Hz. Mevlânâ'nın "Menem ma'lûl-ı bî-illet ki illet geşt peyvendem" gazelini
şerheden eserin nüshasına kütüphanelerimizde rastlayamadık.
10. Vâridât-ı Seferiyye:
Ârif Bey’in kayıp olan eserlerinden biri de bu eserdir. Tasavvuf ve hakîkate
dâir olduğu ifâde edilmiştir.
11. Tuhfe-i Seyfiyye:
Esrâr-ı hac hakkında bilgiler içerdiği söylenen bu eser de kayıp eserlerdendir.
12. İstid’â-yı Merhamet: Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bir nutkunun şerhidir. Muhammed Ârif
Bey eserin içeriği hakkında Atiyye-i Sübhâniyye’de, rûh hakkındaki bahislerin, aklî,
naklî ve şerî’ yönleriyle ele alınarak içerisinde incelendiği bir eser olduğunu
söylemektedir. Kayıp eserler arasındadır.
24
13. Zeyl-i Vâridât-ı Seferiyye: Rûh mes'elesine dâir olan eser kendi eserine yaptığı bir zeyldir. Cabbârzâde
Muhammed Ârif Bey, Atiyye-i Sübhâniyye’de bunun yazılış nedeni olarak ve
konusunu anlatma sadedinde şöyle demektedir: “Nefsin, insan vücûdunun ne
mahallinde olduğu ve ne makûle şey’den ibâret ve mütevellid olduğunu, ‘Nefsini
bilen, rabbini bilir’ hadîsi bağlamında birçok şeyhten sordum. Aldığım doğru
olmayan cevaplar beni hayrete düşürdü. Doğru cevaplar şöyle dursun, falcıların
isâbeti ölçüsünde bile cevap alamadığım oldu. Bunun üzerine nefsin mertebelerini,
hakîkatini anlatan bir eser olarak bu eseri te’lif ettim”. Nüshası kayıp eserler
arasındadır.
14. İzâhu’l-Merâm âlâ Delâlet-i Seyyidi’l-Enâm: Eser, Cabbârzâde Muhammed Ârif Bey’in, Süleyman Çelebi’nin yazmış
olduğu “Vesîletü’n-Necât” adlı manzûmesine yapmış olduğu şerhtir. Bu eser
“Mevlid” diye meşhur olmuştur. Yaklaşık 750 beyitten oluşmuş olan Mevlid’in 245
beytinin şerh edildiği metnin başlığının ma’nası şu şekildedir: “Mahlûkatın
Efendisinin Doğumundaki Merâmın Îzâhı”. Eser Hacı Selim Ağa Kütüphanesi Hüdaî
Efendi 570 numarada kayıtlıdır. Bu nüsha, eserin müellif hattıyla yazılmış tek
nüshasıdır. 94 varaktan oluşan bu nüshanın, ilk 10 varağında 3 adet takrîz son 10
varağında ise müellifin Hz. Peygamber’in (a.s) mübârek eşyâsıyla ilgili kaleme aldığı
bir risâle bulunmaktadır.
Eserin geniş bir tahlîli ve tıpkıbasımı Ozan Yılmaz tarafından hazırlanmış.
Kurtuba Kitap tarafından 2011 yılında basılmıştır24.
15. Divançe-i Eş‘âr: Cabbarzâde Ârif Bey’in bir kısmına yalnız ismen ulaşabildiğimiz 17 adet
eseri vardır. Bunlardan yalnız daha önce sözü edilen Atiyye-i Sübhâniyye şerh-i
24 Bkz. (haz. Ozan Yılmaz), Cabbarzâde Mehmed Ârif Bey, Mevlid Şerhi: Îzâhu’l-merâm Âlâ Vilâdeti Seyyidi’l-enâm Kurtuba Kitap, İstanbul: 2011.
25
Gavsiyye-i Geylâniyye ile Kur’ân-i Kerîm’in esrârına dair yazdığı Hazine-i Nûr
matbûdur.
Aralarında Dîvânçe’sinin bulunduğu diğer eserlerinden bir kısmına isehenüz
ulaşabilmiş değiliz25. İşte Cebbârzâde’nin bu Divânçe-i Eş‘âr; otuz kadar gazelin
içermekte olduğu söylenen çok önemli eserlerinden olmasına rağmen kütüphanelerde
halen bulunmamış vaziyete ve kayıp eserlerindendir.
16.Dâfiu’z-Zulem Min Kulûbü’l-Ümem:
Bu eserin tanıtımın yapan ve latin harflerine çevirerek üzerinde bir çalışmada
bulunan Ahmet AKDAĞ şöyle anlatır; Cebbârzâde’nin, Şeyh Ebu’l-Vefâ
hazretlerinin “Evvel tevhîdi zikr et sonra cürmünü fikr et / Var yoluna doğru git
dervîş olayım dersen” şeklinde başlayan şiirine yaptığı şerhtir. Bu eserin iki nüshası
tespit edilebilmiştir. Bu nüshalardan biri Süleymaniye Kütüphanesi Aziz Mahmud
Hüdâî 544 numarada kayıtlıdır (Turgut, 2009: 73). Diğer nüsha ise İstanbul
Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi T 697 numarada kayıtlı yazmanın 49a-65a
varakları arasında Dâfi’u’z-Zulem Min Kulûbü’l-Ümem adıyla yer almaktadır. Şârih,
eserine besmeleden sonra Arapça bir dua ile giriş yapmıştır. Daha sonra eserinin ilk
varağında şiirin sahibi Şeyh Ebu’l-Vefâ hazretlerinin hayatı hakkında bilgi
vermektedir. Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın şiirine şerh yazma serüvenini ise şöyle dile getirir:
“Bu zât-ı âlî-kadrin cümle-i kerâmât-ı ilmiyelerinden olarak bir kıt’a nutk-ı
kudsiyyeleri her nasılsa yed-i âcizâneme geçmiş ve her beyti bir hazîne-i hikmet ve defîne-i
marifet olduğundan bu bâbda bir tercümecik ‘min gayrı haddin’ kaleme aldım ve nâmına
Dâfi’u’-z-Zulem Min Kulûbü’l-Ümem tesmiye itdim” (vr. 50a)26.
25 CEYLAN,(2011). Üsküdar’ın “Kravatlı Evliyâ”sı Cebbarzâde (Çapanzâde) Mehmet Ârif Bey ve Nutk-ı Sünbül Sinan Şerhi, İstanbul: Kesit Yayınları, s. 614.
26 Bkz. Ahmet AKDAĞ, (2013)Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın Tasavvufî Bir Şiirine Cebbâzâde Mehmed Ârif Bey Tarafından Yapılan Şerh: Dâfi’u’z-Zulem Min Kulûbü’l-Ümem, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 2/3 2013 s. 157.
26
17. Metrûkât-ı Mukaddese-i Risâlet-i Eşyâ-yı Menkûle:
Bu eser Efendimiz (a.s.s) hazretlerinin giymiş ve kullanmış oldukları
takkiyye, sarık, bürde(hırka), ayakkabı, kılıç, kadeh, vb. eşyaların renklerini ve
özelliklerini tanıtan bir eserdir. Hamdele ve Salveleden sonra, “Hiye-i Pâk-ı
Mukaddese-i Nebeviyye ve Metrûkât-ı Celîle ve Eşyâ-yı Mütenevvi‘e Ve biz-zât
Vak‘a-yı Bedr-i Kübrâda bulunarak arz-ı cemîle-i..” ile başlayan bu eserin, Taksim
Atatürk Kitaplığı Osman Ergin 1560’da kayıtlı nüshası mevcuttur. Çalışmaımızın
ana konusu olan ve aşağıdan metni geçen eserin nüshası elde edilirken bu eserin de
izine rastlanmıştır. Cbbârzâde 10 varaktan ibâret olan bu risâle’nin sonunda “Bu
Risâle fakîr ve hakîr olan Muhammed Ârif b. Şâkir, şöhreti ise Cebbârzâde olanın
elindendir. Allah günahlarını affetsin ve ayıplarını örtsün diyerek 17/Zi’l-kaide/1327
şeklinde telif tarihini yazar. Böylece Cebbârzâde Muhammed Ârif Bey’in eser sayısı
18’e ulaşmış durumdadır.
18. Miftâhu Hazâinü Rahmaniyye fi- Memleketi Vücûdü’l-İnsâniyye
(Nutk-ı Sünbül Sinân Şerhi).
27
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3. MİFTÂHU HAZÂİNİ RAHMÂNİYYE fî MEMLEKETİ VÜCÛDİ’L İNSÂNİYYE
Cebbârzâde’nin, Yusuf Sünbül Sinan Efendi’nin “Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır *** İşitir hakkı şol kim hak-kulakdır” mısrasıyla başlayan 10 beyitli ilâhisine yaptığı bir şerhtir. Eserin müellif nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi Hüdaî Efendi 571 numarada kayıtlıdır. Aynıs Süleymaniye Kütüphanesinde de Miftahı Hazain-i Rahmaniye Fi Ardı Vücudi’l insaniye başlğıyla; müellif hattı, 1316 H., 46 yk., konu başlığı Tasavvuf olarak Hüdai Eefendi 00571 numurada kayıtlı nüshası da mevcuttur. Rik’a hatla kaleme alınan kırkaltı varaktan oluşmaktadır. Bu eseri biz Taksim Atatürk Kitaplığı Osman Ergin 1146’da kayıtlı bir nüshasından aldık. Ayrıca Milli Kütüphane Yz A 2499 numarada kayıtlı, Kamil Su tarafından bağışlandığı ifâde edilen bir nüshası daha vardır. Eserin ayrıca, Doç. Dr. Ömür Ceylan tarafından Üsküdar Sempozyumu’nda bir tanıtımı yapılmıştır.
Cebbârzâde’nin Sünbül Sinan Efendi’nin “Gel ey sâlik diyem bir söz ki
hakdır *** İşitir hakkı şol kim hak-kulakdır” diye başlayan ve 10 beyitten oluşan
ilâhisine yaptığı şerhi olarak bilinen ve aşağıda metni verilen eser, Taksim Atatürk
Kitaplığı Osman Ergin 1146’da kayıtlı(elimizdeki) nüshasında, yazmanın ilk
sayfasında Besmele ve Hamdeleden sonra şârih, şerh edeceği ilâhî’nin sahibi Sünbül
Sinan efendi’nin hayatı ve İlâhisi hakkında şöyle bilgi verir; “Hüviyyet-i zâtiyye-i
gaybiyye-i gonca gülü ve hadâ’ik-i zât ve sıfât-ı nâ-mütenâhi-i ilahî, hoş nevâî
bülbülü, a‘nî pîr hazret-i Sünbülî kuddise sırruhu El-celî efendimiz hazretlerinin
kelimât-ı kudsiyesinden zîrde mestûr nutk-ı ‘aliyyelerine nâ’iliyyetle kesb-i mesâr-ı
bî-şümâr ettim. Hakîkate şu kelimât-ı ‘aliyye sanâyi‘ şi’riyye ve fesâhat-ı beliga ve
merâtib-i insâniyyeyi pek güzel surette sarâhat ve tebyîn eylediğinden ruhâniyet-i
kudsiyye-i ‘aliyyelerine min-ğayr-i haddin müraca‘at ve feyz-i akdes’den istifadeye
dest-keşâ-yı cür’et ve bir kıt’a şerhcik kaleme alınmasına cesâret ve nâmını Miftâhu
28
Hazâ’in-i Rahmâniyye Fî Memleketi Vücûdi’l-İnsâniyye yâd ü tesmiyesiyle tahririne
bed’ ü mübâşeret ettim”27. Özellikle şerh edeceği eserin ismini vurgulamışken
kırmızı mürekkeple yazdığını görmekteyiz.
3.1. Sünbül Sinan Efendi
Yusuf Sünbül Sinan Efendi; “Sümbüliye28 şeyhleri ariflerinden 978 H. de
İstanbul’da vefat eden Şeyh Yakup Germiyaninin oğlu olup pederi irşad vazifesi ile
Yany’da bulunduğu sırada Yanya’da dünyaya gelmiştir29”. Asıl adı Yusuf bin-Ali
bin-Kaya Bey, lakabı Zeyneddin, şöhreti Sünbül Sinandır. Gerçi, varlığı İstanbulun
taşına, toprağına sinmiş, yayılmıştır ama, hayır İstanbullu değildir. Merkezefendi,
1480 yılları civarında doğmuştur30.
“II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerini
idrak eden Sünbül Efendi, Muharrem 936’da (Eylül 1529) vefat etti. Cenaze namazı
Fâtih Camii’nde Kemalpaşazâde tarafından kıldırıldı ve dergâhının hazîresine
defnedildi. Türbesi İstanbul’un en önemli ziyaretgâhlarından biridir. Ölümüne
düşürülen birçok tarihten bazıları şunlardır: “Eyledi bostân-ı zühdün sünbülü
me’vâya azm”; “Cânına Sünbül Sinân’ın Fâtiha”; “Üstâd-ı aşk.” Hüseyin Vassâf,
Şeyhülislâm Kemalpaşazâde’nin onun vefatı dolayısıyla söylediği tarih
manzumesinin çini üzerine yazdırılıp türbeye konulduğunu belirtir ve “Nûr ola
Sünbül Sinân’ın kabri hep” tarih mısraıyla biten sekiz beyitlik bu manzumeyi eserine
kaydeder (Sefîne-i Evliyâ, III, 375). Sünbül Efendi’nin vefatından sonra yerine
Merkez Efendi postnişin olmuş, Sünbül Efendi’ye nisbet edilen Sünbüliyye, Merkez
Efendi ve diğer halifeleri tarafından yaygınlaştırılmıştır. Yâkub Germiyânî, Cem Şah
27 vr. 1. 28 XVI. yy’ın sonlarında Yûsuf SİNAN Efendi (Ö.936/1529) tarafından, Cemâlîliğin bir kolu olarak
kurulan Sünbüliye, İstanbul’da yerleşlen ilk tarîkattır. Âyinlerinde Halvetî devrânı yapılmakta ancak bu tarîkata ait olarak “Sünbülî Salâtî” denilen özel besteli bir salât ilâve edilmektedir. Geniş bilgi için bkz. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. yüzyıl)
29 BURSALI Mehmet Tahir Efendi, Osmanlı Müellifleri s.228, Haz. A. FİKRİ YAVUZ VE İSMAİL ÖZEN, 1.C, İSTANBUL: MERAL YAYINEVİ.
30 ARAZ, N. (1958): s.267-268, Anadolu Evliyaları. İstanbul: Fatiş Yayınevi.
29
Efendi, Akşehirli Cemal Efendi, Maksud Dede, Kefeli Alâeddin Ali, Çavdarlı Şeyh
Ahmed Dede onun halifeleri arasında zikredilebilir”31.
3.2. Eserleri:
1. Risâletü’t-taĥķīķiyye. Sünbül Sinan bu eserinde devranın kâfir oyununa benzetilmesine, ona raks denilmesine şiddetle karşı çıkmakta, cahil ve mutaassıp kişilerin Arapça ve Türkçe risâleler kaleme alarak raksın haram olduğunu iddia etmelerinin yanlış kanaatlerinin neticesi olduğunu belirtmektedir (Süleymaniye Ktp. Esad Efendi, nr. 1761). Müellifin bu eserin birer nüshasını devrin ulemâsına gönderdiği kaydedilmektedir. 2. Risâle Der Hakk-ı Zikr ü Devrân. Bir önceki eserin Türkçe özetidir. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan bir nüshasının sonunda (TY, nr. 3868) Zenbilli Ali Efendi’nin risâlede anlatılan konuların doğruluğuna dair bir fetvası yer almaktadır. 3. Risâletü etvâri’s-seb‘a. Seyrü sülûk mertebelerinden bahseder (Süleymaniye Ktp, Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 2073/ 2). 4. Tarîkatnâme (İÜ Ktp. İbnülemin, nr. 2956). 5. Risâle fî deverâni’s-sûfiyye (Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 3602). Bursalı Mehmed Tâhir, Sünbül Sinan’ın bazı ârifâne ilâhileri bulunduğunu kaydeder. Şiirlerinden iki örnek Sefîne’de yer almaktadır (III, 376-377). “Gel ey sâlik diyem bir söz ki haktır” mısraıyla başlayan on beyitlik bir ilâhisi bestelenmiş ve tekkelerde âyin sırasında okunagelmiştir. Bu ilâhi, Cebbarzâde Ârif Bey tarafından Miftâh-ı Hısn-ı Hazâin-i Rahmâniyye adıyla şerhedilmiştir32.
Asrındaki şeyhlerin sultanı sayılan büyük mürşid Sünbül Sinan,
Kocamustafapaşa dergâhında tamam 37 yıl şeyhlik makamını işgalden sonra 936
Hicrî yılı Muharrem ayının ikinci Pazartesi günü 80 yaşında olduğu halde âlem-i
bekaya rıhlet etti33.
31 Geniş bilgi için bkz. DİA, Yücer, c.38; s.135-136, SÜNBÜL: 2010. 32 Geniş bilgi için bkz. DİA, Yücer, a.g.e. aynı yer. 33 M.Asım ÇALIKOĞLU ve Nurullah KILIÇ, 1960: s.22, Sünbül Efendi ve Merkez Efendi. İstanbul:
İsmail Akgün Matbaası.
30
3.3. Eser Hakkında Genel Çizgiler ve Şârihin tasavvufî Düşünceleri
Hidayete erdiren ancak o’dur diyerek Nutk-ı ‘aliyye-i Hazreti Pîr (k.s) yani
Sünbüliyye’nin kurucusu Yusuf Sünbül Sinan Efendi’nin(ö.1529) tasavvuf erbabına
nazireleri yazılan, bestelenen ve nihâyet Ârif Bey tarafından şerh edilmiştir. Bu
eserin adının anlamını günümüz Türkçesine birkaç ifade ile şöyle çevirebiliriz;
İnsanoğlunun vücûd bulduğu memleketindeki Rahmânî hazînelerin anahtarı. Aslında
Ârif Bey bu eseri ortaya koymuşken yaşadığı dönemindeki tasavvufî birikimini ve
tecrübesini aktarmak suretiyle aşık-ı sadık’ın olmazsa olmaz gerekçelerini izah
etmektedir.
Cabbârzâde Muhammed Ârif Bey bu manzumenin beyitlerini şerh etmeye
başlarken aynı Yunus Emre ve Mevlana hazretleri gibi insan inşası endişesi ve onun
mahiyetindeki yüce özellikleri ve mertebelerinden bahseder. Böylece 10 beyti
kaydeder ve birinci beytin şerhin başında adeta bir mükaddime sergiler ve insanın en
yüce, en mükerrem ve yaratıkların en faziletisi olduğunu dile getirerek gene
aşağıların aşağısına düşen bir mahlûk olduğunu da ifâde eder. Bu iki durumun(kemâl
ve noksanlık) arkasındaki hâkimiyet ve tedbir dahi insanın kendi elinde ve
iktidarındadır, der.
Ârif Bey şerhinde birçok kavramlar hakkında açıklamalar yapmıştır.
Bunlardan bazıları şunlardır: lâhût, ceberût, melekût, nasût, nefs, kalp, rûh, rûyet,
şuhûd, saâdet, aşk, muhabbet, nevm, gaflet, etvâr-ı seb’a, insân-ı kâmil, ehl-i beyt,
vacibü’l-vücûd, vücûd-ı mümkin, vücûd-ı mümteni’, tecellî, zâti tecelî, tevhîd-i zât,
tevhîd-i sıfat, tevhîd-i ef’al, şuhûdi salat, tevbe, mi’râç. Bu kavramların hepsinin
izinde insan-i kâmil olma himmeti söz konusu idi.
Bu şekilde şârih, şerhi yaparken her beyti ayrı ayrı şerh eder ve her beytin
cümlerini dahi tane atne izah ederek kelimelerin bu beyitlerdeki ince sırlarına dair
bilgi verir. Ayrıca harflerin bile ne anlamına geldiğini anlatır. İşte bu şerh metoduyla
çok denli bir tefsilat vermektedir, şârih. Şârihin şerh ettiği şiirin tasavvufi bir şiir
olması hasebiyle şerhin de tasavvufa dair olmasına sebep olmuştur. Şârih bu eserin
şerhinde kullandığı şerh metodunda “istidlâl” söz konusu olup çok büyük bir rol
31
oynamaktadır. Mesela şerhini güçlendirmek, kendi bilgisini ve ilmini ortaya koymak
adına irâd ettiği âyet, hadis, kudsi hadis, hikâye ve şiirler bunun takdir-i şayanıdır.
Metindeki âyet, hadis ve Arabî ibarelerin olduğu cümleleri belirlemek üzere kırmızı
mürekkepli kalemle yazmıştır. Ârif Bey yukarıda zikrettiğimiz âyetlerin sûre
isimlerini dile getirmez ama hadislerin râvi ve silsilelerini dile getirir. Ayrıca
hikâyelerin kaynaklarını ve beyitlerin de şairlerini söyler. Üstelik bazı âyet ve
hadislerin tamamını getirdikten sonra şerhin ilerleyen kısımlarda da o âyet ve
hadislerin bir parçasını söylerek tekrar izah eder. Örneğin “Oysa sizi türlü
merhalelerden geçirerek O yaratmıştır”. 71/14. (Nuh suresi. 14.ayet) bu ayetin
tefsirini şârih Arapça olarak verir ve türlü merhaleleri diye geçen ifadedeki
merhaleleri dahi Arapça olarak zikr ede ede birkaç yerde anlatır34.
Şârih, son derece edebî, sanatlı ve ağır bir dil kullanmıştır. Özellikle Arabî ile
Farsî kelime, cümle, ifâde ve tamlamalara hayli yer verilmiştir. Hele tasavvufî ifade
ve kavramların da bolca yer aldığı görülmektedir. Mesela; kerâmet, seyr ü sülûk,
sâlik, Nefs(nesfis), tevhîd, zühd, zâhid, takva, aşk, âlem-i misâl, hayâl, lâhût, ceberût,
melekût, nasût ve insan-ı kâmil, hânkâh, şarap, rüyet(görme), mürebbî, mürşid-i
kâmil, irşâd, irfân ve marifet vb. ifâdeler eserin hemen hemen her sayfasında
görülecektir.
Cebbârzâde şerhin ilk beytin ana mevzusu olarak insan hazretlerin türlerinden
bahseder. Ve nitekim insanı üç kısme ayırıyor; 1- Avâm, 2- Havâs ve 3- Ahas.
Ayrıca birinci kısımda olan Avâmı dahi üç türe taksîm edrerek, biri giriftari-yi
pençe-i hevâ, yanı(kendi nefsinin hevasına tutulmuş) ve diğeri muftahir-i sermâye-i
gınâ, yanı(Zenginlik Sermâyesine ve kârına grur duyan) ve âhiri tûl-i emel ve düçâri-
yi hayâl-i dünyadır(uzun ümit sahibi ve dünya hayalına mübtela olan). Üstelik şârih
insanın mertebeleri hakkında daha ayrıntılı bilgi verirken artık bu bölüme İRHÂSAT
ismiyle adlandırarak şöyle başlar “Ve havâs dahi kezâlik üç sınıf olduğundan;
34 S.15
32
Birincisi meczûb-ı bî-şu‘ûr ve şeref-i tekâlif-i şer‘-i münîfden dûr ve
mehcûrdur. Bu makûle meczûpten zuhûr eden halât’a irhâsât derler bunlara tâbi‘
olmak meşrep ve mesleklerine taklîd kılmak kat‘an câ’iz değildir.
İkinci derecede bulunanlar ise lezâ’iz-i nefsiyyelerinden tecerrüd ve suver-i
‘unsuriyyeleri tekellüfâtından teferrüd ederek egerçi tecelli-i hakka bir dereceye
kadar vâkıf olurlar ise de tasarrufâta ziyâde râgip bulundukları cihetle şu’nât-ı hak ve
temyîz ve farktan bî-haberdirler. Bunlardan zâhir olan ahvâle kerâmât-ı kevniyye
denilir. Onlardan da irşâd-ı sahîh olmaz. Zîra telvîn ehlidirler.
Üçüncü mertebede bulunanlar dahî şerâfet-i insâniyyeden haberdâr ve
temyîz-i merâtip edebilecek kadar seyr-i sülûkdan behredâr olup irfân fazîletini hasl
ve ehl-i temyîz zümresine dâhil olduklarından dolayı onlardan zuhûr eden hârik-i
‘âdeye kerâmât-i ‘ilmiyye ta‘bîr olunur. Bu makûlelerle ancak musâhabet câ’izdir.
Zira bunlar temkîn ve temyîz ehlirler”35.
Şarih’in her tasavvufî kavramın izah ve açıklama konusundaki çok tafsilatlı
bilgi verme titizliği ve ayrıntılara önem verme hususundaki dikkatı hemen hemen
bütün cümle, kelime ve harflerde dahi görülecektir. Ki gene insan türlerin ikinci
mertebedeki ahass mertebesini de üçe taksim edip her birinin özellikleri ve
mahiyetleriyle ilgi ayet, hadis ve alıntılar getirerek söz eder;
1- “Velilerim kubbelerimin altındadır, benden başkası onları bilemez”
2- Müferridûn ta‘bîr olunur ki “سبق المفردون”
3- Mürşidân-ı kirâm ve pîrân-i zevi’l-ihtirâm hazerâtı36.
Bundan sonra şarih asıl konuya giriş ve geçiş yapmak üzere Hazreti Pîr (k.s)
hazretlerinin kendisi mürşid-i kâmil ve mürebbî-yi mükemmel olup sâlik’e seyr’in ve
sülûk’un güzergâhını öğretmek (demek, söylemek) üzere Gel ey sâlik diyem bir söz
ki hakdır diye ilâhisini başladığını kanıtlamaktadır. Ayrıca şârih bu tarîk, sâlik ve
35 S. 3-4 36 Miftahu Hazain-i rahmaniye fi memleketi vücud’l insaniyye, s. 4.
33
sülûk’un edabını ve gerekçelerini izah ederek nefis, kalp ve ruhların da üçlü bir
tasavvufî kavram olarak el alıp nefsin mahiyeti ve (7)merteleri hakkında da bilgi
edinmekte ven-Nihâyet ârifin ne hususlara sahip olması gerektiğine dair söz
etmektedir. Böylece şârih eserin ilk 22. Sayfasına kadar mükaddime ve 1. Beytin
şerhi olmak suretiyle yazmaktadır.
İkinci beytin şerhine geçeken önceki beyitten bahseder ve bağlantı noktasını
Cenabı Pîr hazretlerin sâlikâne bir nutk’a özen göstereceklerine söz verdiklerine
binaen, işte şimdi de bu va’d yerine getirilmek üzere, Hadîs-i hakdurur hak söz
hakîkat Egerçi söyleyen dildir dudakdır buyurdular. Şârih bu beyitteki Hadîs
kelimesinin Hak kelimesiyle nitelendirdiği acaba kuran-ı kerimdeki
altıbinaltıyüzaltmışaltı ayetlerden hangisidir ki diyerek; “Biz seni sadece âlemlere bir
rahmet olarak gönderdik” ayet-i keriminin olduğunu söyler ve manası “Cenabı Allah
ile öyle bir vaktim var ki ne Allaha yakın olan bir melek ne de gönderilmiş bir
peygamberle olabilir” olan Hads-i şerifin de bu sırra mazhar oldukları zikredilir.
Bundan sonra şârih uzun bir hadisi rivayet silsilesiyle şöyle irad eder; Fusûsü’l-
Hikem şârihi Sofyevîzâde Bâlî Abdullah Efendi’nin Metâli‘u’n-Nûr adlı eseridir. Bu
hâdisi derin bir şekilde izah ettikten sonra tekrar istişhâd ve istidlâl cihetindenyani;
bir hakikatı açıklamak ve kanıtlama yönteminde âyet, hadis ve beyit şekilde üç delil
dile getirmekle ispat etmek üzere Merhum Nabî’den bir beyit getirir ve yukarıda
geçen anlamlara teyid ettiğini şöyle söyler;
Duyunca mukaddem-i teşrîfin Âdem salb-i pâkinden
Değişti habbeye bağ-ı cinânı yâ Resûlullah.
Bu beytin şerhin sonunda Mütercim mahlasıyla geçen kendin gazelini yazarak
sona vermektedir.
Beyitler arasında geçiş mevzusu bütün beyitler arasında geçerli olup birbirine
bağlama tekniğini şârih gayet açık birşekilde ele aldığı görülecektir.
Üçüncü beyit;
Şular kim geçmidi cân ü cihândan
34
Ne duydu ‘aşkî ne de duyacakdır.
Hazret-i pîr kuddise sırruhu yukarıda zikredilen iki beytlerinde açık birşekilde
işaret ettiği gibi sâlik için elde edilmiş en önemli olan asıl vazîfesini çok farklı
birşekilde ityân eyledikten sonra özellikle bu beyti ile ilâhî sözü olan isti‘dâd ve
kâbiliyet-i insâniyyeyi ifsatedip bozanların hallarına bir atifta bulunarak; Şular kim
geçmidi cân ü cihândan Ne duydu ‘aşkî ne de duyacakdır, Buyurdular. ‘Avâm halkın
en ziyâde kıymetdâr olan mâlı cânıdır. Ondan dûn bulunan eşyâsıdır. Evlâd ü ‘iyâlı
bu eşyâ cümlesine dâhildir. Onun için hazret-i pîr cânı cihân üzerine takdîm etti.
Hâlbuki bu cân hiç bir kimsene mâl olmaz. Zîrâ sâhibî pek büyüktür. Ve ‘aşk ise
hilkat-ı ‘avâlim ve mükevvinâte sermâye olan hubb-i zâtı merâtibinden bir mertebe-i
hâsdır ki neş’e-i insâniyyede zuhûr eder. İki nev‘ olup birine ‘aşk-ı mecâzî ve
diğerine hakîkî dediler diyerek aşağdaki beyti söyler;
‘Aşk dursun ko mecâzîse de sîne kede senin Âb ankûr fem içre
durarak bâde olur37.
Gene şu beyti zikreder;
‘Âşıkın âhı ‘ulû gerisi kân olmalıdır ‘Aşkî isbâte iki böyle nişân olmalıdır
Bundan sonra aşıkın hakikasını ve mâhiyetini anlamayan ve hâlâ iknâ
olmayanlar için bir hikâyesi vardır Ârif Bey’in: “Meşhûr hikâyedendir: Bir fukarâ
merkebini her nasılsa sahrâda gâ’ib etmiş. Taharrîsi zımnında fevkâlâde ikdâm
eylediyse de elde edemediğinden ziyâde endîşe içinde kalmış. Şehrin câmi‘inde vâiz
efendinin biri halka nush u pend etmekde ve cemâ‘at-i vefîre orada hâzır
bulunmakda olduğunu görmesiyle, mezkûr merkeb şu cemâ‘at elinden birisi yedine
şâyed geçmiş ise vermesi istirhâmını hâvî bir pusulacık bi’t-tanzîm kürsî üzerinde
bulunan vâ‘ize takdîm eder. Vâ‘iz varakayı okudukdan ve işe muttali‘ oldukdan
sonra sâhib-i merkebe hitâben: Evlâdım! Biraz sabret, şu va‘zımı tekmîl edeyim,
ba‘dehu senin işinde bulunayım.’ demiş. Bîçâre fukarâ bir köşede ârâm u ikâmet ve
37 Miftahu Hazain-i rahmaniye fi memleketi vücud’l insaniyye, s. 28-29.
35
vâ‘iz sözünü ikmâl ve du‘âsını itmâma himmet ederek cümleye hitâben: ‘Ey
cemâ‘at-i müslimîn! Başından aşk geçmemiş bir kimseniz var ise lutfen ayak üzre
yerinden kıyâm edip dursun.’ demiş. Bir ihtiyâr hemân harekete ibtidâr birle: ‘Ey
hoca efendi! Ben şu sinn-i şeyhûhetime kadar böyle bir şeye mübtelâ olmadım.’ diye
huzûr-ı vâ‘ize tekarrüb etmiş. Vâ‘iz ise varaka sâhibine hitâben: ‘Evlâdım! Merkebin
yuları yanında ise işte şu adamın başına hemândem tak da merkebinin göreceği
cümle işi buna gördür. Zîrâ gâ’ib olan merkebden bu adamın kat‘â farkı yokdur,
belki ondan daha a‘lâdır!’ demiş”(s. 29-30).
Dördüncü beyit;
Sorarsa hânkâh-ı ‘aşkı zâhid Makâmı ‘âlîdir ulu ocakdır.
Bu eserin tanıtımını yapan Ömür Ceylan hocamız şöyle ifade eder; Gazelin
“aşk”ı, “âşıkı ve “aşıkdan nasibi olmayanları” anlatan 3. ve 4. beyitlerinin şerhleri,
Ârif Bey’in hem üslup mükemmelliğini hem de yüksek edebî zevkini ortaya koyan
parçalardır. Aşıkın aslında zehirli bir sarmaşık türü olduğunu, pençesine düşeni
perişan eden kara sevdanın da onun için sarıldığı yeri kurutan bu sarmaşığa
benzetildiğini ve mecâzî ile hakîkî olmak üzere iki türü bulunduğunu söyleyen Ârif
Bey, mecâzî (beşerî) aşkı “üzüm suyu”na, hakîkî aşkı ise “şarab”a benzetir. Ona göre
gönüllerdeki mecâzî aşk, sabır ve metanetle bir süre sonra hakîkî aşka dönüşebilir.
şarini vermeden alıntıladığı şu beyit, isabetli seçildiği takdirde şiirin şerhte ne denli
etkili bir araç olduğunu da belgeler niteliktedir.
Şârih bu beytin şerhinde aşkın mahiyetini bilmeyen, ondan bî-haber ve
gaflette olanlar hakkında söz ederek, bunu soranlara dahi aşkın makamı ne kadar
yüce olduğunu anlatmaktadır. Ayrıca Hânkâhı şöyle anlatır; “Ma‘lûmdur ki
Nakşiyye meşâyihinin bulundukları mahalle Hânkâh ve Mevlevîyâne mevlevîhâne
diye elsine-i halkta şâî‘ olduğu gibi diger taraf-ı ‘aliyye Tekke ve Dergâh ve Zâviye
nâmıyla yâd kılınmaktadır.” (s.31).
Beşinci beyit;
Münevver olamaz zühdüyle zâhid Onun yeri karanlık bir bucakdır.
36
Önceki beytin izahında aşkı soranlar için zühd ü takva ile meşgul bulunsun
diye nasihat ve irşad etti. Amma ve lakin zâhid zühdünde kalırsa bazı nesfânî
belâlara mübtela olur ve aşkın o aydınlı derecesine varamaz ki aydın olamaz.
Buyrurur. Ondan sonra Bul‘ûm İbn Ba‘ûra ile cenâbı Mûsa (a.s) ilgili ve Fir‘ûn
kavmi hakkında çok uzun bir hikâye anlatır ve hikâyenin siyer kitaplarında mevcut
olduğuna dair bilgi vermekte.
Altıncı beyit:
Kalanlar zühd ü takvâda mükarrer Sefer ehli değildir o durakdır.
“Hazret-i pîr kuddise sırruhu buraya gelinceye kadar zâhidleri dört kısm’a
taksîm edip birincisi; cânı himyâye edenler,
Ve ikincisi; ‘aşkdan bî-haber bulunanla,
Ve ücüncüsü; tasarufâta kalanlar ahvâlini bâlâde imâ ve işâret eyledikleri gibi
şimdi de tarakkîden geri kalmış ve ‘irfândan bî-behre bulunduğu halde halka
kendisini büyük göstermek ümniyesiyle zühdü iltizâm edenmiş bir tâkım mahcûb
münzevîlerin hâl ve şânını zikr u beyân ‘atf makâle-i himmet edip;
Kalanlar zühd ü takvâda mükarrer *** Sefer ehli değildir o durakdır
buyurdular.
Çünki şerâfet-i insâniyye tahsîl etmek ‘irfâna ve ‘irfân insân-i kâmile mulâkâta
ve mulâkât musâhabet’e ve musâhabet seyr ü sülûk’a ve elbette ve merhûn olup bu
şurût-i mühimmeden ikdâm olan ‘irfân elde edilmezse bindiklerine merbût o lâ-
şarâ’it mefkûd hükmünde kalıp bi’ahire kişi zevk ve tecelliyâttan bî-behre
bulunacağından ibtidâyı emr, fark ve temyîz muktadır hâlık ve hakı ‘ârif bir insâna
mulâkât birle musâhabet farîzedendir. Binâberîn her hâl ü kârde tarakkî mâddesi
kişinin mâye-i isti‘dâd ve kâbilîyette cilve-ger olup mazhar-ı kemâl bulunanların
hâ’iz oldukları meziyyet ancak bu cihete masrûf ve ma‘tûf olduğundan bulunup
hâricinde kalanlar nice nice vehm u hayâle mübtelâ ve tarakkîden dûr ve zevkîyâtdan
mehcûr olup zühd ü takvâ belâsına uğradılar. Bu sebepten hazret-i pîr kuddise
sırruhu kalanlar zühd ü takvâda mükarrer diye sarahat ve kayd eylediler. İki mâdde
37
vardır ki cümle ‘urefâ ondan ziyâde ittikâ ederler. Ondan birisi herhangi tarîk ve
mesleklerde ise tarakkîden geri kalmamak ve digeri isti‘dâd-i zâtiyye ve
kâbilîyet-i fıtriyyesini beyhûde yere zâyi‘ etmektedir” (s.36).
Yedinci beyit;
Hümâ-yı ‘aşkı sayd etmek dilersen Dil-i virâneme gel ki yatakdır.
Şârih; Hazret-i pîr işte bu beyti ile seryân-i zâtiyye yani tevhîd-i af’âl çok
mühim bir mesele olduğunu izah etmeye gayret ettiğini söyler. Ayrıca ها إل د م حا هللا م لا إلا
هللا ل و س را şehadet ifadesini de zikreder. İşte burada tevhidin mertebelerini ve
mahiyetini birkaç hadis ile tarif ettiği görülmektedir. Herşeyde tevhid tecelli
etmemesi çok tehlikeli bir vaziyet olduğunu anlattıktan sonra Mütercim mahlasıyla
geçen şu gazelini dile getirir;
Nice demler Hûya mesken oldu gönlüm hânesi
Ol sebebden sırr-ı Lâhûtdur anın sermâyesi
Etmede zâtı tecellî sırrıma ânen-fe-ân
Gayb-ı mutlakdır bu cânım içre cân kâşânesi
Hubb imiş bildim meger tahlîk-i ‘âlemden garaz
Her şu’ûnda devr eden humhâne Hak peymânesi
Varlığımdır var eden fîrûze-i nüh tâkı kim
Yoksa nerden olur i‘mâr gönlümün vîrânesi
Câm-ı Hûdan bir kadeh nûfl eyleyen bîçâreler
Tâ ezelden tâ ebed ayılmadı mestânesi
Sırr-ı Hûyu ‘Ârif isen ey Mütercim sâkit ol
Keşf-i esrâr eyleyen Hakkın odur dîvânesi(s. 40)
Buarada şârih vahdet-i vücûdun izahını yapmış. Yani bu makama ulamış olan sûfiler, cenabı hakkın vücûd denizine daldıkları için fenâ fillah, orada denizden ve dalgadan başka birşey göremez.
38
‘Âlemin Mertebeleri
Bundan sonra şârih nâsût, misâl ve hâyâl âlemler hakkında bahseder ve rüya
mahiyetiyle ilgili de söz etmektedir. Zira malumdur vücûdun mertebeleri beştir
derler;
1. Lâhût âlemi ve gayb-ı mutlak mertebesidir.
2. Ceberût âlemidir.
3. Melekût âlemidir.
4. Nâsût âlemidir. Bu mertebeye şühûd-i mutlak, âlem-i şehâdet, âlem-i his, âlem-i anâsır ve âlem-i eflâk da denir.
5. Âlemi misâl ise ayrılma, parçalanma, ta‘mîr kabul etmeyen lafif, mürekkeb kevnî eşyadan ibârettir.
İlk üç âlemi âlemi gayb kabul edersek, dördüncü âlem de şehâdet
âlemini oluşturmaktadır.
6. Bunların hepsini kendinde toplayan “insan-ı kâmil” mertebesidir.38
“Bu takdırca hazret-i pîrin dilersen buyurdıklar zevâhir-i mukaddese-i
‘aliyye-i risâlet bildirmek dil-i vîrâneme gel tabîrleri dahi nûr-ı zâtiyye-i ilâhiyyeye
suver-i mücessemesi olan nûr-ı akdas fahri’l-mürselîni bihasebe’l-irşâd sâlik-i
sâdıka-ı rü’yet ve zevk ettirmektir. Zîrâ kişi hakîkat ve hılkatından haberdâr olmak
ve hakka ‘aleyhim bulunduğu hâlde ‘arz-ı rakiyet ve ‘ubûdiyet etmek kadar fazîlet ve
şeref olamaz. Onun için “ مون ذين ال يعل مون وال ذين يعل هل يستوي ال buyurulduğu gibi ”قل
مون “ هل الذكر إن كنتم ال تعل nass-ı kâte‘î şeref-vârid olmuştur. Bu sebepten ”فاسألوا أ
cenâbı pîr kuddise sırruhu dil-i vîrâneme gel diye sarâhat ve tebyîne buyurdular. Zira
kalb-i mukaddeseleri tecellî hâne-i zât ve sıfât ve menbağı serâ’ir-i kemâlât-i ve
bihâr-i mâlâ-nihâyet-i fuyûzâtdır”. (s. 48). Ve izahlardan tekrar Sünbül mahlasıyla
geçen şöyle bir gazel söyler;
Ey gamze söyle zahm-ı dilimden zebânım ol
38 Bkz. H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, 13. Baskı, ensar neşriyat, İstanbul, 2010, s. 290-99.
39
Ey âh sîne nusha-i şerh ve beyânım ol
Ey eşk dîde ben diyemem yâre derdimi
Revî ‘uzârım üzre dû gel tercümânım ol
Ey gonca fem şuhûdımı tasrîh idem sana
Zabt ede hep şu ‘âleme sen destanım ol
Keşf etmesün yurazimi zühhâd emân sakın
Tâ yevm-i haşre değin nükte-i dâim ol
Bir ‘ârif-i musâdif olursa eger yolun
Zevk ü şühûd mı bildir lisânım ol
Hâkı mukaddese-i pîr SÜNBÜL’e Vaz‘-ı cebîn edüp ihlâs-ı hevâtim ol(s.
48-49).
Sekizinci beyit;
Anın ‘aşkında iken gayre bakma Ki zîrâ ‘âşıkına ol kıyakdır
Şârih bu beyti izah ederken şöyle başlar; işte burada Hz. Pîr (k.s) sadık sâlik’in
nefsine hitaben Hakîk aşk olan O’nun aşkındayken başkasına bakma tehlikesinden
ikaz etmektedir. Ve bunu açıklarken gene uzun bir hikaye’nin kaynağını da
zikrederek, Hindistan bölgelerinde bir ağaçın yaprağında ve bir Çekirgenin
kanadında ها إل هللا ل و س را د م حا هللا م لا إلا ibâresinin yazılı olduğu görüldüğüne dair şöyle
anlatır; “Mevzû‘âtü’l ‘ulûm nâm kitâbın dört yüz on altıncı varakasında ve ‘ilm-i
ekâlîm(iklîmler) mebhasında gördüm...........”.(s. 49).
Ve bu beytin sonunda çok güzel bir açıklamayı şöyle söyler; “Onun için hazret-
i pîr kuddise sırruhu gayre bakma diye tebyîn ve sakın gayriyet vehmine dûçâr olma
diye tevzih (izah) ediyor. Zîrâ ersadâyi cihân olur hemîşe hüsrânda kalırsın diye
40
‘âşıkına ol kıyakdır buyurdukları işte burasıdır. Çünki cenâbı pîrin nazar-ı
kudsiyyeleri her ne mahalle isâbet etse envâr-ı celîle-i Mustefviyyeyi bi’z-zât rüy’et
ve müşâhede ederler”.(s. 51).
Dokuzuncu beyit:
Şi‘âr-ı ‘âşkı benden sorarsan Cünûn-i âh ü vâh ağlamakdır.
Şârihin bu beytin şerhindeki kendi ifadesi şöyle başlar; Cenâbı kuddise sırruhu
işbu beyti ile yalnız ‘aşkda kalıp ma‘rifetü’llah’dan bî-haber bulunanlar hâlâtini
beyân mürâd ederek
Şi‘âr-ı ‘âşıkı benden sorarsan *** Cünûn-i âh ü vâh ağlamakdır, buyurdular.
Ve sonunda şu beyitleri verir;
Âhdır gerçi dil hâne-i ‘âşıkda temel
Meclis-i mîde gelip dûkmıza verme halel
Hoşca gel git kerem et yalvarırım anca cedel
Yârı incitmemek şartıyla gelürsen ne güzel *** yoksa ... ederim sîneden ey âh seni.
Onuncu beyit ise:
Şarâb-ı ‘aşkı içmiş SÜNBÜLÜ çün Ve lâkin mest eden şol son ayakdır
Ârif Bey şerh boyunca her beytin Sünbül Efendinin kastettiği manayı
özetleyerek kendi yorumlarına geçiş yaptığı aşikardır. Bu beytin özetini şöyle yapar;
“Cenâbı pîr kuddise sırruhu işbu beyti ile ebyât-ı sâ‘ire kudsiyyelerini
neticelendirmek ve bi’z-zât mazhar oldukları iltifât-ı cihân derecât-ı celîle-i risâleti
zikr ü beyân-ı ‘atf-ı makâl-ı himmet ederek, Şarâb-ı ‘aşkı içmiş SÜNBÜLÜ çün ve
lâkin mest eden son ayakdır(ayak; kadeh demektir) buyurdular”.(s. 52). İşte bu
beyitte de şârih şarâb kelimesinin çekimini verdikten sonra gene anlamındaki
içmekten olduğunu söylemektedir. Bundan sonra ilerlerken her canlının sudan
yaratıldığına dair ayet zikretmektedir. Bu şerhi ve sonuş bölümü olarak yaklaşık 24
sayfadan oluşmaktadır. Çok sahabe-i kiramdan hakkında bahseder. Örneğin Eba
41
Eyübe’l Ensâri, Eba-zer El-Gaffari, Ayşe validemiz vb. Çok sayıda Arapça beyitler
söyler. Son olarak ise Miraç hadisesinin tamamını dile getirir ve son beyit ile birinci
beyit arasında şu harika bağlantı kurar; cenabı Pîr küddise sırruhu
Şarâb-ı ‘aşkı içmiş SÜNBÜLÜ çün Ve lâkin mest eden şol son ayakdır,
Diye sâdık aşıkını birinci beyitteki Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır
sözleriyle musâhabete(yoldaşlığa) davet ediyor, demiş. Dua ile başladığı gibi gene
hazreti Pîr’in pâh ruhlarına ve Efendimize (s.a.a), âl-i beyte, evlâd-ı Resûle, âl-i
ezvâci tahirata ve âl-i ashâbine salat ü selam getirerek şerhini tamamlar.
İnsanoğlu hazretlerinin bulunduğu yeryüzü memleketindeki Rahman olan
cenabı Allah hazretlerinin hazînelerin anahtarları anlamına gelen bu eserin ekseninde
insan inşası endişesi çok büyük rol oynakmaktadır. İnsanın mertebelerinden çok
ayrıntılı bir bilgi edindiği, tasavvufî kavram olarak seyr ü sülûk mefhumun adâbı,
hayli âyet, hadis ve hikâyelerle sehl-i mümteni bir şaheser olup fevkalade edebî ve
sanatlı bir dille izah-ı meram edildiği görülmektedir.
Bu şekil’de Şârih; Hazreti Pîr(k.s)’in ilâhisindeki bütün beyitler sanki bir
bütün olarak birbirine bağlaya bağlaya çok akıcı bir anlatım ve şerh tarzını ortaya
koymaktadır. Bütün izahlarında başında Hazreti Pîr’in bu beyitle neyi kastettiğini
söyler ve hemem hemen hepsinin manasında ve iltifatına sâlik’e nasihat ve
mihmandarlık etme çabası söz konusudur. Kullandığı dilin ağırlığı, cümlelerin,
tamlamaların uzunluğu, alıntıların bolluğu ve tam münasip yerinde bir delil olarak
kullanması oldonanımlığın bir göstergesidir. Ömür Ceylan hocamızın bu eserin
tanıtımını yaptığında bildirinin sonundaki ifâdesiyle sona vermek istiyorum;
Kaynakları ve hatta sayfa numaraları belirtilerek yapılan alıntılar, göndermeler, ravi
silsileleriyle birlikte verilecek kadar titizlik gösterilen hadis metinleri, Bal‘am İbni
Bâ‘ûr ya da Şeyh San‘ân hikâyeleri, Nef‘î’, Hâfız-ı Şiîrâzî ve daha başka şairlerden
seçilen örnek şiirlerle eser, edebî kıymeti haiz yarı bilimsel bir hüviyet arz eder.
Dolayısıyla Cabbârzâde Ârif Bey’i Cumhuriyet dönemi şerh anlayışının ilk
müjdecilerinden biri, eserlerini de şerh geleneğimizin geçiş dönemi örnekleri olarak
kabul etmek doğru olacaktır. Yaptığımız bu mütevâzî araştırma, edebiyat tarihimize
42
hayâtî katkıları bulunan bu asırlık Üsküdar zarifinin hakettiği ilgiyi görmesine vesile
olur umarız.
43
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. METİN
[1b] Miftâhu Hazâ’ini Rahmâniyye fî Memleketi Vücûdi’l-İnsâniyye
Elhamdü lillâhi Rabb’i-l‘âlemîn ve’s-selâtü ve’s-selâmü ‘alâ seyyidinâ
Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve evlâdihî ve ezvâcihî ve zürriyyâtihi ve eshâbihi’t-
tayyibîn et-tâhirîn rızvânü’llahi te‘âlâ ‘aleyhim ecmaîn. Hüviyyet-i zâtiyye-i
gaybiyye-i gonca-i küllü ve hadâik-i zât u sıfât-ı nâ-mütenâhi-yi ilahî, hoş nevâî
bülbülü, a‘nî pîr Hazret-i Sünbülî kuddise sırrahu’l-celî efendimiz hazretlerinin
kelimât-ı kudsiyyesinden zîrde mestûr nutk-ı ‘aliyyelerine nâiliyyetle kesb-i mesâr-ı
bî-şümâr etdim. Hakîkaten şu kelimât-ı ‘aliyye sanâyi-i şi’riyye ve fesâhat-ı belîga ve
merâtib-i insâniyyeyi pek güzel suretde sarâhat ve tebyîn eylediğinden, rûhâniyyet-i
kudsiyye-i ‘aliyyelerine min-ğayr-i haddin müracaat ve feyz-i akdesden istifâdeye
dest-küşâ-yı cür’et ve bir kıt’a şerhcik kaleme alınmasına cesâret ve nâmını Miftâhu
Hazâini Rahmâniyye fî Memleketi Vücûdi’l-İnsâniyye yâd ve tesmiyesiyle tahrîrine
bed’ ve mübâşeret etdim.
Leyse’l-hâdi illâ hû.
Nutk-ı ‘aliyye-i hazret-i pîr kuddise sirruhu.
Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır
44
İşîdir hakkı şol kim hak kulakdır
Hadîs-i hakdurur hak söz hakîkat
Egerçî söyleyen dildir dudakdır
[2a] Şular kim geçmedi cân ü cihândan
Ne duydu ‘aşkı ne de duyacakdır
Sorarsan hânkâh-ı ‘aşkı zâhid
Makâmı ‘âlidir ulu ocakdır
Münevver olamaz zühd-ile zâhid
Anın yeri karanlık bir bucakdır
Kalanlar zühd ve takvâda mükarrer
Sefer ehli değildir o durakdır
Hümâ-yı ‘aşkı sayd etmek dilersen
Dil-i virâneme gel ki yatakdır
Anın ‘aşkında iken gayre bakma
Ki zîrâ ‘âşıkîne ol kıyakdır
Şi‘âr-ı ‘âşıkı benden sorarsan
Cünûn-ı âh u vâh ağlamakdır
Şarâb-ı ‘aşkı içmiş Sünbülî çün
45
Velâkin mest eden şol son ayakdır
Ta‘rîf ve beyândan âzâde olduğu üzere Cenâb-ı Hakk ve tekaddes
hazretleri “– منا بني آدم nazm-ı kerîmi misdâkınca cümle mahlûkâtdan nev-i 39” ولقد كر
benî âdemi evsâf-ı mala nihâye-i faziletle tekrîm kılıp 40“ ثم أنشأناه خلقا آخر فتبارك هللا
âyet-i şerîfiyle [2b] mevcudât ve mükevvenâttan mümtâz ve ser-firâz ”أحسن الخالقين
eylediği gibi 41“ثم ردتناه أسفل السافلين” va’d-i celîli ile bilakis ne kadar nakâyisi var ise
onun cem’ ve istihsâlinde bir vüs‘at-i hâssaya neşe-i insâniyyeyi kâbil kıldı.
İşte şu iki cihet yani kemâl ve noksanlık meselesine ta‘alluk eden
muâmelâtın icrâsındaki re’y ve tedbîri yed-i iktidâr-ı ‘abde bırakdı. Benâberîn bunun
miyânesini fârik ancak bir neş’e-i mümküne-i hâssa vardır ki anıda isti‘dâd ve
kâbilliyyete havâle ederek mâye-i zâtiyyesini kemâl cihetine sarf edenler hidâyet
kazandılar ve edemeyen tâife ise ne kadar medhûl ve merdûd hâlât var ise cümlesini
irtikâb birle hüsrân ve dalâletde kaldılar.
Bu sebepden insân üç nev’e maksûmdur. Birisi avâm ve diğeri havâs ve âharı
ahass hazerâtıdır. Avâm ise üç nev’ olup biri giriftârî-yi pençe-i hevâ ve diğeri
müftahir-i sermâye-i gınâ ve âharı tûl-i emel ve düçâri-yi hayâl-i dünyadır.
İRHÂSÂT; Ve havâs dahi kezâlik üç sınıf olduğundan birincisi meczûb-
ı bî-şu‘ûr ve şeref-i tekâlif-i şer‘-i münîfden dûr ve mehcûrdur. Bu mekûle,
mecâzibden zuhûr eden halâta irhâsât derler. Bunlara tâbi‘ olmak meşreb ve
mesleklerine taklîd kılmak kat‘an câ’iz değildir.
39 [el-İsrâ, 17/70] “Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık.”
40 [el-Mü’minûn, 23/14] “Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.”
41 [et-Tin, 95/5] “Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık.”
46
İkinci derecede bulunanlar ise lezâ’iz-i nefsiyyelerinden tecerrüd ve suver-i
‘unsuriyyeleri tekellüfâtından teferrüd ederek egerçi tecellî-i Hakka bir dereceye
kadar vâkıf olurlar ise de tasarrufâta ziyâde râgıb bulundukları cihetle şu’ûnât-ı Hak
ve temyîz ve farkdan bî-haberdirler. Bunlardan zâhir olan ahvâle kerâmât-ı kevniyye
denilir. Onlardan da irşâd sahîh olmaz. Zîra telvîn ehlidirler.
Üçüncü mertebede bulunanlar dahî şerâfet-i insâniyyeden haberdâr ve
temyîz-i merâtib edebilecek kadar seyr-i sülûkdan behredâr olup irfân fazîletini hâsıl
ve ehl-i temyîz zümresine dâhil olduklarından [3a] dolayı onlardan zuhûr eden hârik-i
‘âdeye kerâmât-ı ‘ilmiyye ta‘bîr olunur. Bu mekûlelerle ancak musâhabet câ’izdir.
Zira bunlar temkîn ve temyîz ehlidirler.
Ve ahass hazerâtının ise min-‘indi’l-lâh mazhar oldukları lütf-i ilâhî ve
tecelliyyât-ı nâ-mütenâhî ta‘rîf ve tahrîrden berî bulunduğundan bu zevât-ı kirâm
hakkında şeref vârid olan eser-i celîle ve haber-i sahîha vecihle bunlar dahi üç sınıf
olub bu cümle-i cemîleden birisi “42”أوليائي تحت قبابي ل يعرفهم غيري misdâkınca ‘irfân-ı
hakîkî nâ’ilî ve bekâyi sırf hâsılıdırlar. Bu zevât-ı ‘âliyeden zuhûr eden kerâmât-ı
‘ilmiyyeye keşf-i hakîkî ta‘bîr kılındığı ve cümle keşfiyyâtı kendisi için sened-i kavî
olub âhara delîl olamaz ama bu zevâta mütâba‘at ve musâhabet sahîhdir.
Bu cümleden, derece-i sâniyyede bulunan zevât-ı kirâma dahi “müferridûn”
ta‘bîr olunur ki 43“سبق المفردون” hadîs-i şerîfi muktezâsınca bunlar mazhar-ı tâmmı
Hak ve mir’ât-ı zât-ı mutlak olub Hak onların vâlisi ve bunlar Hakkın velîsi olurlar.
Bunların isrinde bulunmak ve irâ’e eyledikleri tarîka gitmek sermâye-i necâtdır.
Lâkin irşâd me’mûriyyet-i ‘aliyyesiyle mükellef değildirler.
Ve yine bu cümle-i ‘âliyyeden olarak mertebe-i sâlisede bulunan zevât-ı
celîledir ki bunları mürşidân-ı kirâm ve pîrân-i zevi’l-ihtirâm hazerâtı diye vasf ve
42 “Velilerim kubbelerimin altındadır, benden başkası onları bilemez.” Mealindeki bu ibare bazı tasavvufi eserlerde hadîs-i kudsî olarak kabul edilir.
43 “tekleyenlen öncülük kazanmışlardır”
47
beyân eylediler. Hakîkaten bu zevât-ı sâmiye bihasebi’l verâse esrâr-i mukaddese-i
Muhammediyyeyi hâmil bulundukları ecilden sûret-i zâhirleri sıfat-ı memdûha-i
câmi‘u’l kelim ve hulâse-i mükevvinât-i ‘avâlim olub kâffe-i mevcûdâtdan muhterem
bulunmuşlardır. Onun için bunların kâlleri ‘ayn-ı Kur’ân ve hâlleri herkes için delîl-i
kavî ve sened-i burhân ve teayyünleri min-tarafi’llah lütf ve ihsandır ve cihet-i
bâtıniyyeleri ise câmi‘-i cemî‘-i esmâ ve sıfât-ı zât-ı ilâhî olduğundan [3b] asâr ve
ef‘âl ve sıfât mülâhazasıyla zât-ı mutlaka-ı ilâhiyyi bu zevât-ı ‘aliyyede müşâhere
vâki‘ olmaz. Zîra bunlarda teşbîh ve tenzîh ve takyîd olmadığı gibi nefislerince
kuyûdât dahî bulunmaz. Bunlar her ân ve zamân zât-ı mutlaka-i ilâhiyye ayna olup
cümle ‘avâlime füyûzât o vücûd-ı kudsiyyelerinden zâhir olur ve kendilerine mahsûs
etvâr ve mişvâr ve bir de sırları vardır ki ona taklîd değil, asla nisbet bile kabûl
etmez.
İşte hazret-i pîr kuddise sırruhu bu cümle-i cemîle-i celîleden bir mürşid-i
kâmil ve mürebbî-yi mükemmil olup min-‘indillah irşâda me’mûr vücûd-ı vâhid
olduklarını ‘ârifâne uşşâka beyân etmek murâd eylediler de işbu nutkları evâilinde
“Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır / İşitir hakkı şol kim hak kulakdır” diye halkı
davete havâle ve ta‘lîm ve tefhîm-i tevhîd ve irfâna ihâle eylediler.
Yani, “Ey sâlik! Me’kûlât ve meşrûbâta aldanıp da sıfat-ı hayvâniyyette ve
riyâ ile âlûde zühd ve ‘ibâdâtta ve ‘ulûm-i müktesebe-i ‘abdiyyeden ‘ibâret sûrî bir
ma‘lumâtta ve metâ‘ib-i dünyevîye kâni olarak fahr ve mübâhatta ve makâmâta
rağbet ederek cem‘iyet ve hicâb ve tasarrufâtta ve keşf ü kerâmâta meyl birle
kuyûdât ve izâfâtta kalmayınız ki vedî‘a-i kibriyâ olan kemâlât-ı bî-nihâye-i
insâniyyeyi beyhûde yere zâyî‘ etmiş olur ve şeref ü şân-ı evliyâ ve serâir-i celîle-i
enbiyâdan dûr ve mehcûr bulunur ve ma‘rifet-i hak ve halktan hâ’ib ve hâsir
olursunuz.
Ey sâlik! Gel gel bana da evliyâ ve asfiyânın vâkıf oldukları esrâr ve
tecelliyâtdan seni behredâr ve ma‘rifet-i hakk ve halkdan haberdâr edeyim de vüs‘at-i
kâbiliyye-i âdemiyye ve merâtib ü neş’e-i insâniyyenin ne derecelerde ‘âlî ve cümle
mahlûkât ve ‘avâlime olan fazîlet ve rüchâniyyeti [4a] ol vakit vicdânında zevk-i
48
külliye ile göre ve bilesin, demek isterler. Gerçi “44”الطرق الی هللا بعدد أنفاس لخالئق
denilmiş ise de buradaki enfâs, nefsin cem‘idir ve nefis “nûn” ve “fâ”nın fethi ve
“sî”nin sükûnuyle enf ve femden zuhûr eden rîhe ta‘bir kılındığı ve beher nefes
nihâyeti vesîle-i vuslat bulunduğu cihetle kişinin ‘ömrü mikdârınca kendisinden
kendisine gider bir yolu vardır.
Gerek hayır ve gerekse şer olsun işte bu yola tarîk ve yolcuya sâlik ve gidişe
sülûk dediler. Bu yolda gidenler behemehâl dâhil-i zümre-i irfân ve nâil-i tecelliyât-ı
rahmân olup sülûku hâricde taharrî ve tasavvûr edip tûl-i müddet sonraca hâsıl
olacak bir şey, yani keşf ü kerâmâttır zannedenler hüsrânda kaldılar. Çünki Cenâb-ı
Hakk her ân u zamân abdine tecellî etmekte ve ikrâm-ı ilâhî bu sûretle erzân
buyurulmaktadır.
Buna dâir tafsîlât inşâallâhu teâla âtîde gelir. Benâberîn hilkat-ı âdemiyye ve
tabakât-ı ‘arz ve merâtib-i semâ ve derecât-ı cennet ve derekât-ı cehennem cümleten
yedi aded olduğu gibi, sülûk dahi yedi mertebedir. Şu merâtib-i seb‘ayı neş’e-i
insâniyye câmi ve muhît ve daha nice nice hasâ’is-i ‘aliyyeyi hâ’izdir.
İşte bu yolda sülûk ve zevk-i tâm istihsâl etmek mutlak fem-i muhsinden
telakkî ve insân-ı kâmile mülâkat ile musâhabet ve irfân-ı hakîkîye mazhariyete
merhûndur. Zira sohbet her an için şart-ı ‘azamdır ve halvet ve mücâhede ve uzlet ise
sohbet teferruâtından olduğundan beyninde sâlik sohbetsiz uzlet sayesiyle mazhar-ı
âmal olup bakiyyesi kuyûdât cümlesinden olan nüsha ve efsunculukta kaldılar.
Hâlbuki maksad-ı aslî herkesi derece-i evvelde kendisinden haberdar olmak ba‘dehû
nâ’il-i ma‘rifet bulunmaktır.
Onun için cenâb-ı Pîr “Gel ey sâlik” diye davet eyledikleri gibi “İşitir hakkı şol
kim hak [4b] kulakdır” diyerek sohbetin ehemmiyet-i lüzûmunu açıktan açığa sarâhat
ve tenbih ettiler.
44 “Allah’a giden yollar, canlıların aldığı nefesler adedincedir.” anlamında hadistir.
49
El’âye: “ ة ه ل ا nazm-ı kerîmi muktazâsınca, sülûkda hâl ve makâm 45”ياس أال وناكا عان ال
ehli kimlerdir suâline cevâben; “ ال حاج اقيت للناس وا هيا ماوا âyet-i celîli şeref-vârid 46”ق ل
oldu. Ehille, “hilâl”den müştakdır; ma‘lûmdur ki her bir şehrin ibtidâsı hilâl olduğu
gibi intihâsı dahi yine hilâldır. Aradaki zaman ve eyyâm ise bedr olup nûr-i kamer
cümleyi pür-zîb fer ederek zülmet-i leyl zâil ve arz ü semâ rûşenlik hâsıl kılmaktadır.
İnşallahu teâlâ buna dâir tafsîlât âtîde gelir.
Çünkü makâmât cihetiyle nefs ve kalp ve rûh tâ ihfâya varınca; ve etvâr
itibâriyle emmâre ve levvâme tâ sâfiyyeye gelince; ve teceliyât hasebiyle havf ve
recâ ve kabz ve bast ve mahv u sahv, “ ر شاي ء ام zuhûr edince; ve fenâ 47”لاي سا لاكا منا ال
vechiyle fenâ fî’l fenâ ve fenâ fi’ş-şeyh ve fenâ fi’r-Resûl ve fenâ fî’llâh netice
bulunca, sülûk ba‘de’s-sülûk ...... ve sâlik için merâtip ve mevâkît üzere olduğundan
beher mertebeyi seyr ve müşâhede ve zevk etmek irfân-i hakîkî nâili ve insân-i
kâmile mülâkât ve musâhabeti şerefine kayd ve şart kılındı. “ ه قاص د السبيل عالاى اللـ 48”وا
âyet-i celîli burasını müfessir olduğu gibi, “ ائر ا جا ها من ,hitâbı dahi ifrât ve tefrîtten 49”وا
yani sırf rûhâniyye veyahûd hayvâniyyeye meyl ve rağbet birle sebîl-i necât ve
istıkâmetten adûl olunmamaya emrolundu. Zîra “ مائذ ال حاق ن ياو ز ال وا âyet-i şerîfi ile 50”وا
emr buyurulduğu gibi, “ اب تاغ باي نا ذالكا سابيال nass-ı kâtıı bu temâyüzâtı tebyîn ve tahkîk 51”وا
etti.
45 “Sana, hilal şeklinde yeni doğan ayları sorarlar.” [el-Bakara, 2/189]
46 “De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir.” [el-Bakara, 2/189]
47 “Ki bu işte senin yapacağın bir şey yoktur.” [Âl-i İmrân 3/128]
48 “Yolun doğrusu Allah'ındır.” [en-Nahl 16/9]
49 “Yolun eğrisi de vardır.” [en-Nahl 16/9]
50 “O gün tartı haktır.” [el-A’râf 7/8]
51 “ikisinin arası bir yol tut.” [el-İsrâ 17/110]
50
İşte azîzim sülûk kişinin kendisinden kendisine giden bir yol idiği sâbit ve
muhakkak [s.8]oldu mu, zîra cenâbı Pîr kuddise sırruhu şu nutk-ı aliyyeleri evâilini
sâlik kelimesiyle tezyîn edip âşık ve sâdık ve mürîd ve muhibb ve dervîş elfâzıyla
bed’ ve beyân buyurdular. Bundan anlaşılıyor ki herkes üzerine sülûk vecîhedendir.
Aizze-i kirâm hazerâtı sülûku derece-i evvelde ahlâka şart kıldıkları gibi
ahlâkı dahi iki nev‘e taksim ettiler. Birisi hamîde ve digeri zemîmedir. Binâberîn
sâlik hakka ve belki kâffe-i insâna tezhîb-i ahlâk kılmak ve halkına aşina bulmak
ferâ’iz-i umûr-i mühimmedendir.
ها مع التوحيد دخل الجنة“ الثة مائة وستين خلقا من لقيه بخلق من hâdis-i şerîfi ”إن هلل
zuhûrunda cenâbı Sıddîk-ı Ekber radiyallâhu anh ve ardâhu hazreti risâlet-i pür
saâdetten acaba bu halktan birisi bizde var mı yâ Resûlallah diye sual etmişler. Ol
vakit fahr-i enbiyâ aleyhi efdalü’t-tehâyâ efendimiz, “Yâ Ebî Bekr, birisi değil belki
cümlesi sende mevcuttur.” cevabıyla tebşîr ve tesrîr buyurdukları haber-i mütevâtir
ile sâbit ve muhakkaktır.
Bunlardan anlaşıldığına göre hazreti Sıddîk-ı Ekberin hulken tekmîl-i sülûk
eyledikleri gibi, “ kaydına nazaran dühûl-i cennete ” من لقيه بخلق منها مع التوحيد دخل الجنة
bile hulk-ı hasene şart kılındı. Bu sebepten hazreti Pîr kuddise sırruhu acilen
“gelmek” manasını mutazammın olan “Gel ey sâlik” diye buyurdukları davet
maddesi işte burasıdır.
Gerçi ahlâk hakkında nice kütüb ve resâil telif ve tasnif olunmuş ve
mekârim-i ahlâk ise ez-her cihet umûma talim ve tefhim kılınmış ise de mebâhis-i
mesrûde muhâkeme ve tedkîk edilse hulk-i hasenenin mahmûd ve makbûl ve
zemîmenin merdûd ü medhûl idiği ifâdesinden ibâret olup kişinin ahlâkı ne
mahallinde ve ne makûle şeylerde ma‘dûddur.
[s.9]Yani ahlâk denilen şey, neşe-i insâniyyenin hangi merâtip ve
makâmâtına taalluk eden hâlâtındandır. Buna dâir mesâ’il, suret-i hafâda kalıp
51
ahlâkın fürûâtından olan hüsn ve kubh bahsi, zikr ve tescîl ile kitaplar dolduruldu.
Ama hiç bir kişi hakâik-i ahlâka vâkıf olamadı.
Sad hayf ki sad hayf kişi derece-i evvelde kendi halkına aşina olmak ve
ahlâkının menşe’ ve merâtib ve mahiyetini vicdânında zevk ve rü’yet etmek
lazimedendir. Zira kütüb mütalâası ve hâriçten mülâhaza sâyesiyle bu umûr-i
muhimmeye ârif olmak mümkün olamayacağından hazreti Pîr kuddise sırruhu “Ey
sâlik gel bana da ben sana ahlâkın kâffe-i hâlâtı hakkında hak sözü söyleyeyim ve
i‘tâ-yı ma‘lûmât eyleyeyim de ol vakit sen kendi hulkuna vâkıf ol da gör ki hulk-i
hasene ne sûretle sana safâ-bahş eyler ve zemîme dahi kalb-i sâfiye ki teveccühle
küdûret ilkâ eder.”52 diye “Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır” buyurdular.
Merâtib-i sülûkdan ikincisi nefs idi “ارا nazm-ı kerîmi 53”واقاد خالاقاك م أاط وا
misdâkınca aizze-i kirâm hazerâtı bu nefse yedi tavr itibâr buyurmuşlardır. Ondan
birincisi emmâredir; Buhl ve hırs ve cehl ve kibir ve haset ve şehvet ve gazab halât-i
mezmûmesidir.
Ve ikincisi levvâmedir; lümme ve heves ve hevâ ve mekr ve ucb ve işret
sıfatlarını hâiz olduğu cihetle burada umûm halk müşterek olup kalbinde zerre kadar
hidâyet-i îmâniyyesi olnanlar emmâreden levvâmeye terakkî ederler. Bütün bütün
zülmette kalanlar hicâb-ı gûnâgûna mübtelâ olurlar meğerki nesîm-i hidâyet-i subh
isti’dâdında vezân ola.
.54 ”ياغ فر لمان ياشااء واي عاذ ب مان ياشااء “
Ve üçüncüsü mülhimedir ki ulemâ-i zâhirin nihâyet-i merâtib ve gâyet-i [s.10]
makâmâtıdır. Sehâvet ve kanâat ve ilim ve tevâzu ve tevbe ve sabr sıfatlarıyla
52 Metinde “zevkan bilirsin” ibaresi azılmış ancak üzeri çizilmiştir.
53 “Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.” [Nûh 17/14]
54 “…(Allah) dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder…” [Âl-i İmrân 3/129]
52
mevsûf olduğundan buna ilmü’l yakîn mertebesi dediler. Lakin bu fazîleti hâiz olmuş
iken kişi emmâreye kadar tenezzül edebilir. Nitekim pek çok kimesnede vâki
olmuştur. Bu sebepten burası mezâlik-i akdâmdandır diye itinâ kıldılar.
Dördüncüsü mütme’innedir; cûd ve tevekkül ve ‘akl ve tevakkur ve ‘ibâdet ve
rıza ve şükr halât-i memdûhasından ...... cihetle buna da ‘aynu’l yakîn diye vasf
kıldılar. Bu merâtipden tenezzül vâki‘ olmaz.
Beşincisi Râziyyedir; kerâmet ve zühd ve felâh ve teverru‘ ve riyâzet ve zikr ve
vefâ deyip ehlini tevkîr eylediler.
Ve Altıncısı marziyyedir; hulk ve telattuf ve takarrup ve hilm ve fikr-i safâ ve
safâ-i muhammedidir ki kâmiller ehvâlidir. Ve Yedincisi dahi Nefs-i sâfiyye ile
mevsûf olduğundan bu merâtip kâffe-i makâmâtı câmi‘ ve buna hiç bir mertebe hâ’il
ve mâni‘ olmaması hasebiyle “الحال ل يعرف بالقال” (Hâl kâl ile (sözle) tanınmaz)diye
ehil ve erbâbına fehm u idrâkını havâle kıldılar.
Bu evsâf ile müttesif olan merâtibi nefsiyye ehli, firâk-ı nâciyye’den
bulunacakları bedidâr olup yalnız emmârede kalanlar insân-i kâmile mulâkat birle
tezkiyye-i nefs edemiyerek yani tevbe rucû‘a muktadır olmaksızın kendilerinde
mevt-i ızdırârî zuhûruyla ahirete ya‘ni berâzıh-ı rûhâniyyeye nakl ve ‘azîmet ederler
ise “يوم ينفخ في الصور فتاتون افواجا” (Naba, 78/18) (Sur'a üflendiği gün, bölük bölük
Allah'a gelirsiniz) nazm-i kerîmi vecihle haşr olacakları hakkında Kâdî Beydâdının
bu ayet-i şerîfi tefsîrinde tahrîr ve beyân eyledikleri hadis-i mufassal-ı nevebî üzre
haşr olurlar;
قال النبي صلى هللا عليه وسلم )تحشر عشر أصناف من أمتي بعضهم على صورة القردة
[s.11] وههم وبعضهم عمى وبعضهم على صورة الخنازير وبعضهم منكوسون يسبحون على وج
هم يقوبعضهم صم وبكم وبعضهم يمضغون ألسنتهم فهي مدل اه رهم يسيل القيح من أفو أهل ة على صدو رهم ذ
لجيف، الجمع وبعضهم مقطعة أيديهم وأرجلهم وبعضهم مصلوبون على جزوع من النار وبعضهم أشد نتنا من ا
رهم النبي صلى هللا عليه وسلم دهم ثم فس أهل وبعضهم ملبوسون جبايا سابقات من قطران لزقة بجلو بالفنات و
المؤذين والجائرين في الحكم والمعجبين بأعمالهم والعلماء الذين خالف قولهم وفعلهم والسخت وأكلة الرباء
53
ال ء صدق رسول هللا جيرانهم والساعين بالناس الى السلطان والتابعين للشهواة والمانعين حق هللا والمتكبرين الخ
ونطق حبيب هللا.
Terecüme-i hadis-i şerîfi nebevî
Sümme feserrahum kavl-i ‘aliyyelerine cenabı risâlet pür sa‘adet
efendimiz şu hadis-i nebevîlerini bizzat tefsîr buyurdular. Şöyle ki bi’lfetât kavliyle
fitne ve temellük edenler maymun sûretinde oldukları hâlde ve harâm ehli bulunanlar
hınzîr sûretinde oldukları hâlde ve fâ’iz ve nemâ alanlar başları aşağıya yüzleri üzre
sürüldükleri hâlde ve hükmünde cûr ve izâ eden hâkimler kör ve gözsüz oldukları
hâlde ve ‘ameline ‘ucp ve mağrûr olanlar sağır ve dilsiz bulundukları hâlde ve
kavilleri ‘amellerine muhâlif hoca ve ‘âlimlerin dilleri köklerine sarkıp ağızlarından
irinler akarak dillerini çiğnedikleri hâlde ve komşularına ezâ ü cefâ edenler el ve
ayakları kat‘ olmuş bulundukları hâlde ve sultânu’l vakt’e muhâlefet ederek
‘aleyhinde nemmâm bulunanlar hakkında âteşten budaklara asıldıkları hâlde ve
şehvât’e tâbi‘ olarak hakk-ı illâhi men‘ edenler ya‘ni sudûr-i ilâhiyyeyi tecâvüz
eyleyenler [s.12]cîfeden çirkin râyiha ve fena kokularla mülevves bulundukları hâlde
ve kibir ve ‘azmet ile salınanlar kutrândan ma‘mûl derileri üzrine mulâsık ya‘ni
sarılmış cübbeleri giydikleri hâlde haşr olurlar. İşte ‘azîzim hâli böylecedir artık
neticesini sen güzelce fikr ve mulâhaza kıl buraya kadar ‘arz ü beyân eylediğim
merâtib-i nefsiyyedir. Bundan sonraki iş‘ârâtımız nefsin mâhiyetidir.
Çünkü insan neş’e-i külliye-i ruhiye yani letâfet ve nûrâniyye ve
infi‘âliyye-i mümküne ya‘ni kesâfet ve zülmâniyyeyi câmi bulunduğu gibi bir de
mâhiyeti nefsiyye’ye mâlikdir. Zîra rûh nûrâniyeti ve kuva ve ‘unsur-ı zülmâniyeti
intâc edip nefsi dahi şu iki emr-i meyânesinde isbât-ı mâhiyeti için bir mer’at-ı
mahsûs olduğundan nefsin cihet-i zülmâniyesine mâhiyeti nefsi ve merâtib-i
nûrâniyesine dahi kalptir dediler.
Binâberîn “تخلقوا بأخالق هللا” (Allahın ahlakıyla ahlaklanın) buyurulduğu
missillu “قلب المؤمن بين أصبعين من أصابع الرحمان يقلب كيف يشاء” hadis-i şerifi mısdakınca
cenâbı hak ve tekaddüs kalb’ şu iki emr-i meyânesine hâkim kıldığı hâlde halk ü icâd
54
etmiştir ki cihet-i nûriyyeden münbe‘is nûrâniyet ve kuvâ-yı ‘unsuriyye’den
mütevellid zülmâniyet-i nefsin mâhiyeti ‘ayânında zâhir olduğundan ve kalbin
şeva‘ibinden bir şube-i hâs bulunduğundan (ya‘ni sırr-ı kabz ü bast) bu kalp cemâl
veya celâl sırr-ı tecellisi ile her-ân mütecemmi‘ olmaktadır.
Ve zülmet yeni mâhiyet-i nefsiye kalbe müstevî bulundukça nûrâniyet
ya‘ni şerâfet rûh’a perde-i hafâ ve hicâpta mestûr olup kalbin mâye-i zâtiyye ve
vaziyet-i kadîmesine hülel ü ilel dârı olarak zülmet tezâyüd ve terakkı ve nûrâniyet
tenezzül ü tedenni edip şerâfet-i nûriyye’ye kalpte mefkûd hükmünü alır, bir taraftan
zülmet ve hayâli ve diğer cihetten husûle gelmez âmâl-i kalbi kuyûdât’a isâl ederek
nice nice hayâlât-ı ḫâm ile şu kalbi takallüp etmeğe başlar ve tabâyi‘-i ‘unsuriye’ye
bu tekvînât [s.13]sirâtiyle mu‘tedil bu hâne mizâç dahi bozularak nihâyet hayvâniyet
neticesi olan hevâyi nefsâniyye ve şehvâniyye’ye mübtelâ olur. İşte şu tenperverlik
arta arta ve mizâç bozula bozula kalp tahsîle-i zülmeti intâç edip ne kadar na-meşrûh
hâlât ve arayış kişi yavaş yavaş irtikâb’e cür’at ederken bütün tabâyi-i halkiyye’nin
inhırâfı ve zülmetin kalpte bekâsı sayesidir. Böyle olan kişinin ahlâk-ı hüsnesi
heman-dem zemime’ye tebdîl ve zemime suver-i mücessemesi bu hâne kibir ve ‘ucb
ve hased ve ‘uşret ve kazab ve’lhâsil ne kadar halk menhûse ve arayışına cümlesi o
kalpte te‘yîn ve zuhûr eder, işte buna Nefs-i Emmâre ve aralıkta zülmet ref‘ olur da
nûrâniyyet yüz gösterirse ona da Nefs-i Levvâme ve nûrâniyet ekseriyetle zuhûr
eylerse ona da Nefs-i Mulhime ve kalp vaziyet-i kadîmesini bulur ve hemîşe
mazhar-ı nûrâniyet ve safâ olursa Nefs-i Mutmeinne, râziye ve marziye ve firâk-ı
Muhammediyye ve meşreb-i celîle-i mukaddese-i Mustâfaviyye ile kesb-i teşerruf
ederse buna da Nefs-i Sâfiye derler.
Bu nefsin bâlâda beyân kılındığı üzere merâtip ve mâhiyeti olduğu gibi bir
de menşe’âti vardır. fakîr şu üç mesele-i mühimmenin ya‘ni ahlâk ve nesf ve rûh
hakkında zeyil-i varidât-i seferiyye nâmıyla bir risâle-i mahsûse kaleme aldım en
elzem olan nokta ve hâlatından her birerler için başka başka mebâhıs-ı kesîre serd ü
beyân ve evvel bâbde edille-i kat‘iyye irâd ü ityân ederek merâtip ve mâhiyet ve
menşe’eti yazdım. Bundan hikâye-i Attiyye-i Sübhâniye nâm matbû‘ risâlemizin
55
otuz yedinci varakasında bir mıkdârıcık serâhat ettim. Artık şimdi burada tekrâre
lüzûm yokdur. Şu merâtip ve makâmat ve hâlâti bizzât nefsinde seyr ü sülûk eden
zevk ehli ‘uşşak bilir.
Saklasam hâli velî renc-i elemdir bana kim Keşfi ise nice bin derlü
belâyı mübrem
[s.14]Hezâr görülmüştür ki tenperverliğe mübtelâlar. Ramâzân-i şerifte
birkaç sâ‘at sâ’im olarak nûrâniyet-i kalbiyye’ye muvakkaten mâlik olmasıyla câmi‘-
bi-câmi‘ cemâ‘at’e devâm ve akşamı iftâr ederek hayvâniyyet’e mürâca‘at ederse en
medhûl olan mahallerde bulunmağa ikdâm ve zülmet-i kalbiyyesini teşdîd ve
tecdîdine ibrâm eder bu tenezzülât’e esbâb-ı müstakille olan kesâfet-i kalbiyyesi ve
‘ibâdete sevk kılan letâfet fû’âdiyesidir. Zîra cenâbı hak ve tekaddüs her bir şeyin
hâlik-i hakikisi bulunduğundan şahsı mu‘ayyenin cümle derece-i isti‘dadâtına göre
tecelli etmek şân-i ulûhiyeti muktazasıdır. Binâberîn pîrân ve mürşidan hazrâtı
bulmakla ilel-i maneviyye ile malûle her hâlü-kârde çâre sâzz şifâ ü devâ oldular da
sûri ve manevî masâ’ipten kurtardılar onun için seyr ü sülûk etmek ve hemîşe sohbet
ehli ile kesb-i teşerruf eylemek farâ’iz umûr-i mühimmedendir. Bu sebepten hazreti
pîr kuddise sırruhu sâliki-i sâdıkını musâhabet’e celb ve huzûrlarına da‘vet hakkında
Gel ey sâlik dediler. Egerçi fezâ’il-i nefsiyeye nâ’il olmak ve rezâ’il halâtından
kurtulmak ârzû edersen “Ey sâlik gel bana da onun memdûh ve mekdûh bir hâne
ehvâlini birer birer sana beyân ve her bir Mu‘âmalâtını başka başka zikr ve ‘iyân
edeyim ol vakit nefsine zevken ve yakınen vâkıf ve ‘ârif ol ve rabbini bil ona göre
hareket kıl. Zîrâ kütb-i mutâla‘asıyla bu emr-i mühimme aşinâlık hâric ez tavk-i
beşerdir diye cenâbı pîr kuddise sırruhu “Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakkdır”
dedikleri işte burasıdır, “İşitir hakkı şol kim hak kulakdır” buyurdukları dahi şu
hadis-i nebevîdir çünkü rezâ’il-i nefsiyede kalanlar bilahire hecîl ve rezîl olacakları
şüphe’den biridir. Merâtib-i sülûktan üçüncü derece bu hâne kalptir. Hakikate bu
kalp mahzen-i tecelliyât-i ilâhi ve esrâr-i ‘acibiye-i nâ-mütenâhi bulunmağa ahak ve
alyakdır. Zîra bunun fevkinde heyet-i [s.15]mecmû‘a-i insâniyye de bir mevki
56
istihkâk daha halk olunmadı. Bu sebepten “kalbü’l mümini beyitüllah” “ قلب المؤمن بيت
.buyulrmuştur (Mü’minin kalbi Allahın evidir) ”هللا
ل ور الواعلم أن هللا تعالى جعل القلب على سبعة أطوارا. قال هللا تعالى ))وقد خلقكم أطوارا(( فالط
دره لإلسالم فهو ع سالم. قال هللا تعالى ))أفمن شرح هللا ل جوهر نور ا وهو مح ب هو الصدر لى نور من القل
Allah kimin gönlünü İslam'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr) (Zümer, 39/22)من ربه((.
üzerinde değil midir?).
‘âriflere m‘arifet-i hak sadren-‘an-sadr nakl olunur dedikleri işte burasıdır.
Ves’sâni; huvel’kalp ve huve ma‘deni nûr’ulimân kâl’ellahu te‘âla هو القلب و هو معدن
نور اإليمان. قال هللا تعالى
İşte onların kalbine Allah, iman) (Mücâdele, 58/22) ”كتب في قلوبهم اإليمان“
yazmış) ‘irfânın haktan bir ân içere mahcûp kalmadıkları buradandır.
Ves’sâlis; وهو معدن محبة الخلق والشفقة عليهم .(Yusuf, 12/30)شغاف
ها حبة( mürşidân (!Yusufun sevdası onun kalbine işlemiş)قال هللا تعالى )قد شغف
hazerâti anadan ve babadan bulundukları bundandır.
Ver’râbe; وهو مح ل الرؤية و المشاهدة. قال هللا تعالى الفؤاد (Necm, 53/11) ما كذب الفؤاد ما(
gördüğünü kalbi yalanlamadı) ‘âriflerin cümle keşfiyâti kat‘en (Gözleriyle)رأى(
tehalluf ve tebeddül etmez dedikleri burasıdır.
Vel’hâmis; وهو معدن المحبة الحضرةاإللهية وخاص به ة تعالى ل يسع فيه محب حيثة القلب
haysiyetü’lkalb vehuve ma‘denü’lmuhabbeti’lhazreti’l ilahiye veالخلوق أبدا وسرمدا
hâssun bihi teâla lâ yesiu fihi muhabbetu’lhulûk ebeden ve sermeden urafâyı icâd ve
i‘dâm ilmî burada ihsân buyurulur.
Ves’sâdis; وهو معد ة اإلسويداء القلب لهية ن المكاشفات الغيبية والعلوم الدينينة ومنبع الحكم
))وعلم آدم السماء (Bakar; 2/31)وخزانة اسرار الصمدية ومحل علم السماء والصفات. قال هللا تعالى
ها(( urefâyı ‘irfân-i hakîki burada ihsân‘ (.Allah Adem'e bütün isimleri, öğretti)كل
kılınır.
57
Ves’sâbe; وهو معدن ظهور تجلات اإللهية ذاتا وصفاتا وسر قوله تعالى محبة القلب
خل ))ولقد كرمنا بني آدم(( وهذه الكرامة مخصوصة بابني آدم ليس المخلوق سوى اإلنسان فيه مد
(İsra, 17/70) (Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık.)
mürşidân ve a‘izzet-i kirâm hazrâti irşâd makûrbet ‘aleyhisi burada ihsân
olunur.
[s.16] mer’ât-i insâniyye cümle )والقلب في بدن اإلنسان بمثابة العرش في عالم الصغير(
‘avâlimi muhît edeni buradandır.
neş’e-i insâniyye zât ve sıfâti )والعرش محل ظهور صفته الرحمانية في عالم الكبير(
cümle mustahak bulunduğu bundandır.
nefsin menşe’ ve merâtip ve)والعرش في بدن اإلنسان بحسب الكثافة خزينة النفس(
mâhiyeti kalp edeni bundandır. İntehâ.
ها سائر الج سد و إذا قال النبي صلى هللا عليه وسلم )إن في جسد ابن آدم لمضغة إذا صلحت صلح ب
ها سائر ا لجسد أل وهي القلب( فسدت فسد ب bu hadis-i şerîf iki ciheti müştemeldir; birisi
selâhdır; müntec-i lütf ve felâh ve digeri fesâddır; bâ‘is-i zülmet ve nedâmet.
Binâberîn bu kalbin merâtib-i hâliyesi ilâ gayri’n-nihâye işte min gayr-i haddin bu
bâbda bir mıkdârının zikr ve cur’at olunur. Şöyle ki; cenâbı hak ve tekaddüs
hazretleri bu kalbe bir safâ bahş ve ‘itâ buyurmuştur ki o sâyede hazret-i ‘ilmiye her
ân onda cilve nemâdır. Onun için طرفة العين içere seyir ve surûr ve güne gün fuyûzât
ile mesrûr olur kendisinde bir güne ruy’et hâsildir, göz ile olan müşâhede
neş’esinden azâde ve elfâz ile mütekellimdir. Hurûf ve esvât envâ‘inden istifâde
kılınan m‘ânî-i mürekkebe-i lisâniyye cinsinden varsite ve ‘ilmî ise ta‘lîm ve tefhîm
vasitasıyla olmayıp mahsûl-ı mücerrede-i ‘ilmiyesiyle pîr estedir çünki suver-i ‘alâ’ik
ve şûnât-i halâ’ikten (tevhîd ve ‘irfân sayesiyle) bi’lkülliye tathîr olmuş ve derece-i
safâ lütf hakla kendisinde bakâ bulmuştur.
Bundan daha ileri bahs ve beyân egerçi hâli ve kalem-i abîdanem müsâ‘it ise
de tatvîli bâdi olacağından bu kadarla iktifâ kılındı (العارف يكفيه اإلشارة) . Ya‘nî; ‘ârife
58
işâret kâfi gelir. Cenâbı pîr kuddise sırruhu “Gel gel bana ey sâlik...”( ل يسعني أرضي ول
esrârını hâ’iz olan ve mazhar güne gün fuyûzât bu hâne şu (سمائي وإنما يسعني قلب عبدي
lahm paresinden [s.17]‘ibâret olan kalbimden seni haberdâr ve zevk ve şevfinden
behrevâr edeyim de serâ’ir-i kalbinden sen de ona ve teveccuhla nazargâhla
olduğunu bilesin diye “Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır” buyurdukları işte
burasıdır. Dördüncü derecede sülûk mertebe-i rûhiyededir elâye ولقد خلقنا اإلنسان من(
نا المضغة عظاما اللة من طين ثم جعلناه نطفة في قرار مكين. ثم خلقنا النطفة علقة فخلقنا العلقة مضغة فخلق
م إنكم يوم ذلك لميتون ثفكسونا العظاما لحما ثم أنشأناه خلقا آخر فتبارك هللا أحسن الخالقين ثم أنكم بعد ة القيام
ayet-i celîli ile hilkat-ı hey’et-i mecmûa‘-i insâniyye birinci derecede tîn ve“ تبعثون(
ikincide nutka ve üçüncüde ‘alaka ve dördüncüde mudka ve beşincide ‘ızâm ve
altıncı lahm ve yedincide neş’et-i âhir ki kâffe-i beden tesviyye puzîr-i ‘urûk ten
olarak “فإذا سويته ونفخت فيه من روحي” nass-i kât‘î vecihle kâbil nefha-i rûh olup ve rûh
dahi şu mertebe-i hilkat-ı vucûdiyye gibi yedi mertebeye hâ’iz bulunduğudur.
Birincisine hayât-i hayvâniyye ve ikincisine rûh-i ızâfiyye ve üçüncüsüne hayât-i
sâriye ve dördüncüsüne rûh-i kesîf ve beşincisine rûh-i latîf ve altıncısına rûh-i eltaf
ve yedincisine ise rûhar’-rûh diyerek tekmîl-i merâtib-i rûhiyyeye bu yolda ‘itibâr ve
beyân ettiler. Binâberîn mürşidân ve pîrân hazrâti neşe’-i rûhiyyeden haberdâr olan
sâlikâne yedi esmâyi birer birer ıktızasına göre telkîn ve ta‘lîm ve tefhîm
buyurdukları bu sırra müsteniddir. İşte hükemâyi mütekaddimîn ve felâsife bile şu
merâtib-i rûhiyyeden öncü kabûl ve ikrâr ve DERVİNİ redd ve inkâr edip mukir
oldukları hayât-i hayvâniyye ve hayât-i [s.18]sâriye ve rûh-i ızâfiyedir ki bunlar
me’kûlât ve meşrûbât neticesinden istihsâl olunmuş bir nev-i kuvvet asâri olup bil-
cümle zi-rûhun ‘urûk ve asâbını ve emzece ve kuvâsını ez her cihet himâye ve telîf
eylediğinden hükemâ bu kuvveti mebde’-i hayât ve bundan ya‘nî me’kûlât ve
meşrûbâttan munkatı‘ olmak mutlak zi-rûh için bâ’is-i memâttır dediler. Vâkı‘an
kuvâ-i beden ve ‘urûkten bu sâyede zende ve bu mu‘âmeleden azâdeler câm merki
nûş edip merde oldular. Bu sebeptendir ki şu kuvvet demm ve bedenle yek vecûd
olması ve münâsebet-i hakîkiye peydâ zannı ve kuvvetsiz bedenin ve bedensiz
demmin bir ân kıyâmi nâ kâbil bulunması cihetle ki: bu kuvvetin sûret-i cüsmâniyesi
olan demme rûh ve bedene esbâb-i rûh nâmıyla yâd ve muhafazası vesâ’ilini fenâ-i
isbât ve işhâd birle beden ve demme hizmet lâbüd ettiğini emrinde berâhîn ve edille
59
irâd ettiler. Çünkü ‘aklın idrâk edebileceği mâdde fann-i tıp olup hâriç ez ‘ukûl zuhûr
eden funûn-i hükmiyyeye bir tâ’ife inkârına ve diğeri tabâyı‘-i halkiyye ahkâmına ve
âhiri meşî’et-i hükmiyyeye ta‘lîk edip bunlar üç firka oldular. Derece- i evvelde bu
hâne gâfile yalnız nebâtâttaki tesîrâtte kaldı. Ve ikinci râdede olanlar eşyâda tevettür-
i tabâyı‘-i hulkiyyeden nazarıyla tabi‘ate hasr kıldı. Ve üçüncü firka ise cümle
te’sîrâti meşi’et-i hulkiyyeye kayd eyledi. Derece-i evveldekiler hakimiyyûn ve
sâniler tabi‘iyyûn ve üçüncüler dahi meşşâ’iyyûn oldular. Vâkı‘an eserden mü’essire
ve mevzû‘dan sâni‘e ve halkdan hâlıka intikâl, hikmet ve istidlâl muktazası ise bu
fenden asl-i maksad hakâ’ik-i eşyâya ma‘rifet hasl ve peydâ etmektir. “ انا ما والاقاد آتاي ناا ل ق
ةا ما ayet-i şerîfi mısdakınca bu hikmet hazreti Lukmân ‘aleyhisselâm efendimize ””الحك
mevhûbun-min ‘indil’lâh buyurulan hakâ’ik-i eşyâ, ‘ilmîdir ki kâffe-i mevcûdât ve
[s.19]eşyâya esmâ’yi nâ-mütenâhîyi ilâhinin bahş ve i‘tâ eylediği fuyuzât ve teclîs
olup her birşey kendi hâl ve hılkatıyla vahdet-i zâtiyeye ibrâz edip saltanet zuhûr
hâlikiyetini (ol vâsite ile) meydana koyarak şeref ve şân-i celîle risâleti tebyîn
etmektedir. İnşallahu te‘âla buna dâ’ir mebâhis ayete gelir işte bu cümleden mü’min
ve muvehhid olanlar hikmet kazandılar ve münkirler tenezzül ederek eşyâdaki esere
aldandılar da ل شفااءا إل شفاائ ك Sırrına vâkıf olamadılar. Rûhun mesâ’il-i şer‘iyesi
bahsine gelince ‘asr-i sa‘âdet hasr-i cenâbı risâlette bir gün Ebû Cehil huzûr-ı pîr-i
nûr-i celîle-i fahri’lmurselîn dâhil olup rûhun kemmiyet ve keyfiyet ve hâlâtından
bahse girişerek hezâr kîl ü kâla ictihâd etmiş. Olvakit “ وح من أمر وح قل الر ويسألونك عن الر
ال قليلا ن العلم إ .ayeti kerîmi şerefi vârid oldu. Burada sâ’il Ebû Cehil idi ”ربي وما أوتيتم م
Zîrâ sâ’il-i mühimme-i rûhiyyeninkine ve hakâ’ik ve dakâ’ikine vâkıf ve mütteli‘
olmağa kat‘en kendisine isti‘dâd olmadığından cenâbı hak ve tekaddüs hazretleri
fahr-i ‘âlem sellalahu ‘aleyhi vesellem efendimize “وح من أمر ربي kavl-i celîli ”قل الر
ile cevâp vermelerini emr buyurdu. Burası Ebû Cehlin ‘adem-i isti‘dâd ve kâbiliyeti
müşirdir ن العلم إال قليلا -’nazm-i kerîmi dahi cenâb risâlet ‘aleyhi efdalut وما أوتيتم م
tehiyye efendimiz hazretlerini bizzât taltîfdir. Bu takdîrce ال قليلا laftz-i şerîfindekiا إ
istisnâ ‘ilimden olmayıp muhâtap ve sâ’ilden etdiğini cihetle Ebû Cehile ‘ilim-i
rûhtan verilen وح من أمر ربي وح من أمر “ kavl-i şerîfinden ‘ibâret idi. İşte قل الر قل الر
وما “ kavlinde olan hitâp Ebû Cehİlin ‘adem-i isti‘dâdını beyân eylediği gibi ”ربي
ال قليلا ن العلم إ nass-ı kâti‘yi şeref ve şân-i celîle-i risâleti kât ender kât tekrîm ve ”أوتيتم م
60
tebcîl etti. Heykel-i mecmu‘ayı âdemiyenin tekmîl-i vucûd-i hulkiye eylediğinden
sonra neftehu rûh kılındığı müslüm [s.20]olup rûh mes’ele-i mühimmesi dahi
merâtib-i insâniyye cümlesinden ........ bahsî inşallahu te‘âlâ ayete tahrîr ü beyân
edeceğim hadis-i müfessel-i nebeviden tamamıyla ma‘lûm olur.
Hazreti pîr kuddise sırruhu ey sâlik gel bana da rûhun neş’e-i külliye-i
insâniyye merâtibinden olduğunu rûhâniyet-i kudsiyem ile sana zevk ve müşâhede
ettireyim olvakit sen keyfiyet-i rûhiye ve tecelliyât-i ilâhiyyeden haberdâr ol diye gel
ey sâlik diyem bir söz ki hakdır buyurdular. Beşinci derecede sülûk serde idi Elâye
ه “ ال إل ا ام كيف يش م في األرح رك ذي يصو و ال ه ماء ه شيء في الرض وال في الس ال يخفى علي إن للا
هو erا ayet-i şerîfi vecihle cenâbı hak ve tekaddüs hazretleri sır ve aşikâreden ”إال
bir şeyi ‘alîm bizzât bulunduğu cihetle hak için sır olamayıp olsa olsa hakkın sırrı
vardır. Bu da fahr-i ‘âlem sallallahu ‘aleyhi ve sellem efendimiz hazretleriyle
hemîşe kâ’im ve dâ’im olup vucûd-i âhirin bunda kat‘en ve kâtiye-i medhali yoktur.
Bu sır istilâhât-i sûfiyyedendir vâris-i celîle-i nebevî olan mürşidân ve a‘izzet-i kirâm
hazrâtine mulâkî olanlar ve onda ifnâyi vucûd eden bazı‘ ‘aşıklar bu sırdan haberdâr
oldular da vâkıf-ı esrâr bulundular. Bu sebepten sûfî lisânında sır ve lisân-i şer‘de
hidâyet ve hükemâ ‘indinde fazîlet-i tabi‘at diyerek birer lafz ile kâle aldılar. Ma‘nen
cümlenin maksadı bir ve lafzen beklediklerine muğâyirdir. Onun için rûhtan haberdâr
olanlar sırra aşinâ bulundular a‘izzet-i kirâm zi’l-ihtirâm hazrâtı bu sırrı beşinci
derecede merâtib-i insâniyye cümlesinden ‘add ve ‘itibâr ederek buna dâ’ir olacak
mebâhisi ehlinden derig etmeyip sadren-‘an-sadr ta‘lîm ve tefhîm ve icâbine göre
kâle bile aldılar. Binâberîn hazreti [s.21]pîr kuddise sirruhu ey sâlik gel bana da bu
sırdan seni haberdâr edeyim gör ki sende hudâyi müte‘âli hazretinin nice nice garîp
esrâri vardır diye gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır buyurdular. Altıncı derecede
sülûk ihfâdadır :قال هللا تعالى بلسان حبيبه
افل حاتى أ حب ل ال عاب دي ياتاقارب إلاي بالنوا ه وابا يازا ماع ب ه الذي ياس م عا ه الذي ه فاإذاا أاح باب ت ه ك ن ت سا صارا
ا ها ه التي يام شي ب رج لا ا وا ها ه واياداه التي ياب طش ب bu hadis-i kudsî kurb-i nevâfil merâtibini ” ي ب صر ب
müş‘irdir. Bu bâbda sarâhat buyurulan fezâ’il ve kemâlât neşe-i insâniye
manzilesinde zuhûr eden fuyûzât-i ilâhiye envâ‘inden ....... cihetle hazreti pîr kuddise
61
sirruhu ey sâlik bana gel de şu kurb-i nevâfil esrâr-ı mâlâ nihâyesini birer birer sana
t’arîf ü beyân edeyim olvakit şerâfet-i âdemiye ki gör ki hak ne derecede yakındır
diye gel ey sâlik benim bir söz ki hakdır buyurdular. Yedincide sülûk dahi ihfâdadır
“ مان أاطااعاكا مان أاحابكا أحابني وا آني وا أاكا فاقاد را أاطااعاني قال هللا تعالى بلسان حبيبه: عاب دي اخرج بصفااتي مان را
ع دااكا اع دااني ومان ا bu hadis-i kudsî dahi kurb-i ferâ’iz esrârını müştemildir. “ ه ل صن ف من أا
ه م ب ع ن ة لا ياستر الرا bu hadis-i şerîf mısdakınca cennet ehlinden bir tâ’ifeyi cenâbı. ”الجان
hak ve tekaddüs bir nefiste bile muhtecip olmadı. Zîrâ bunlar nazar-i dâ’im ve lezzet-
i kadîm ile hemîşe hak nâzir dediler. Onun için “ ه الكاريم أاباداا وا ج ه م أاس ئال كا لاذةا الناظار إلاى وا الل
داا ما ا واسار ما buyuruldu. Bu nazarda te’kîd vâki‘ olduğunun hikmeti hazreti hakkın ”داائ
öyle (‘ârif) kulları vardır ki bunlar her hangi merâtip ve makâmât ve hâlâtta
bulunsalar nazar-i lezzetle nâzirdirler. Bu sebepten ‘âriflerin nefsî tesbîh ve nevmî
‘ibâdet ve ‘urfâye kat‘en gaflet yoktur. Ve lev ki nâ’im hâlinde bulunsalar ve
mahcûplar ise her ân nâ’imdirler her ne kadar yakızada olsalar bile dedikleri مناكم
هار nazm-i kerîmi sırrına müsteneddir ka‘be-i mu‘azzeme bir noktayı [s.22] بالليل والن
mu‘ayyenede vâki‘ olmuş iken kasden musallının kibleden inhirâfî mafsed-i salâtdır.
Ve harem ka‘beye duhûl edenler her hangi cihetten dilerse edâyi salât eylemesi
câ’izdir. Mazhar-ı ‘irfân ola meyânlar burasını idrâk edemeyip derlü hayâlâta sâlik
ve mezâyâya zevk edenler ma‘rifet-i hakka mâlik oldular. Onun için hazreti pîr
küddise sırrahu ey sâlik bana gel de şu kurb-i farâ’iz esrâriyle senin zâhir ve bâtını
pür nûr-i surûr edeyim olvakit merâtib-i insâniyyenin ne kadar ‘âlî ettiğini biliyorsun
diye; Gel ey sâlik diyeyim bir söz ki hakdır İşitir hakkı şol kim hak kulakdır
buyurdular.
Hadis-i hakdurur hak söz hakîkat Egerçi söyleyen dildir dudakdır
Cenâbı pîr küddise sırruhu ol ki beytinde sâlikâne bir nutk ‘inâyet
edeceklerine v‘ad buyurmuşlar idi. İşte şimdi bu beyti ile sıbkat eden v‘ad ‘aleyhleri
incâzına ‘atf-i makâl himmet ederek Hadîs-i hakdurur hak söz hakîkat Egerçi
söyleyen dildir dudakdır buyurdular. Buradaki hadîs lafzî hak kelimesiyle vasflendiği
cihetle maksad ayât-i celîle etdiğini muhakkak ise şeref vârid olan altı bin altıyüz
altmışaltı ‘aded ayet-i kerîmenin ‘aceb hangisidir hâl-i müşkilât vesîle ve ızâh
62
merâme ‘illet gâye olsun hadîs-i hak kuluna nazeren “ ” nazm-i
celîle olmaktır. Zira “ ” kavl-i şerîfi zât-i mukaddese-i celîle
muhammedilerinin ümmet-i merhûmeye rahmet-i hâssu’l hâs oldukları esrârını teblîg
ve tefhîm husûsunu âmir idi. Bu sebepten mafhar-i enbiyâ ‘aleyhi efdalu’t-tehâya
efendimiz “ لا نا ه مالك م قارب وا بي م ر ساللي ماعا هللا واق ت لا ياساعني في ” hadîs-i şerîfi buyurdular.
[s.23]Çünkü “ ”kavl-i celîli cebrâ’îl ‘aleyhisselâm vâsıtasıyla nâzil
olduğundan hazreti pîr buna işâreten hadîs-i hak diye “ هللا عا ي ما ا ل ها ن إ ” hadîs-i
nebevilerini hak söz hakîkat diye imâ ettileri. İşte şu iki emir ya‘nî hadîs-i şerîf ve
ayet-i celîle meyânesini fark ve temyîz için egerçi söyleyen dildir durakdır
kavlleriyle sarâhat buyurdular.
م ه وسل علي صلى للا ه قال : سألت رسول للا عن النصاري رضي للا يا أن جابر بن عبد للا و ر
ين كل ش ر ف بعد ه كل خي ر وخل من ثم خل ه للا هو نور نبيك يا جابر خلق ؟ فقال ه للا ل شيء خلق عن أو
العرش من ق سم ة أقسام : فخل ه أربع ة ثم جعل ه في مقام القرب اثني عشر ألف سن ام ه ق د ه أقام خلق
ب اثني ع شر ألف ابع في مقام ال ة الكرسي من قسم وأقام القسم الر ة العرش وخزن مل والكرسي من قسم و
ابع في ة من ق سم وأقام القسم الر وح من قسم والجن القلم من قسم والر ة أقسام : فخل ه أربع ة ثم جعل سن
اك با من الكاوا خالاقا القامارا وا ء وا خالاقا الشام سا من ج ز ء وا ةا من ج ز الائكا ة ، ؛ فاخالاقا الما مقام الخوف اثني عشر ألف سن
اء . فا زا ةا ااج ه أار باعا ة . ث م جاعالا ةا أال فا سانا . اث ناتاى عاش را اء جا ابعا ماقااما الرا ء الرا أاقااما ج ز ء وا اء ج ز زا الحل ما وخالاقا العاق لا من جا
ابع في امقاام الحايااء اث ناتاى عا اء الرا زا أاقااما جا اء وا زا ةا والتاو فيقا من جا ما العص اء وا زا العل ما من جا ةا أال فا ساناوا ة ث م ناظارا ش را
عش ائاةا أال ف وا ت ما ه فترشحا الن ور عاراقاا فاقاطرا ه إلاي انا . فا هللا س ب حا ة منا الن ور ةا أآلف قاط را أار باعا وا ونا أال فاا خالاقا هللا ر
احا الان بيااء. فاخالاقا هللا من أان فا وا . ث م تانافسات أار وح نابي أ و راس ول ة ر ه من ك ل قاط را انا هم ن ورا الان س ب حا الس عادااء اس بيااء وا
هادااء والم ش والك ر سى .....والش ة. فاالعار م القيااما منينا إلاى ياو طيعينا من الم ؤ [s.24] اني ونا من حا و الرا من ن ورى وا
ا من ناعيم من ن ورى وال ها ا في ما ة وا ات الساب ع من ن ورى والجان ماوا ة السا ائكا الا ة من ن ورى وما الائكا م الما س والقامار شا
اح الان بيااء والر س ل من ن ور وا اكب من ن ورى والعل م والحل م من ن ورى والتاو فيق من ن وري وأار هادااء ى والش والكاوا
اباا ه واتاعاالاى اث ناى عاش را حجا انا الح ونا من ناتاائج ن ورى. ث م جاعالا هللا س ب حا اء الرا والصا زا ه وا جا ابع فى ك ل فاأاقااما الن ورا و
ة أ فا ة والرا ما ح ة والرا ة والساعااداة والهايبا اما اب الكارا هي حجا ه وا ات ع ب ودايات هىا ماقااما ة و اب أال ف سانا م والعل م والحل حجا
ة والصاب ر والصد ق والياقي ن ، ة فالما خا والواقاار والساكي نا اب أال ف سانا جا الن ور من فاعابادا هللا ذالكا الن ور فى ك ل حجا را
اج فى اللي ل الماغ رب كاالسرا ا كاانا باي نا الماش رق وا ه ما ض فاكاانا ي ضىء من ر م ث م خالاقا الم ظ ل الح جب زاكاه هللا فى الا
ه الاى اان وشان واكاانا يان تاق هللا آداما منا ا من ه الاى شيث وا ه ث م ان تاقالا من ه الن ور فى جابي ن ض وا راكبا في هر لار ل من طاا
ه هللا تاعاالاى الاى ص ل ب عاب د هللا بن عاب د الم ط من طاي ب الاى اطاي ب حاتاى ناقالا هر وا حم الاى طاا ه الاى را من ة ث م لب وا أ م ى آمنا
63
ة للعاالامين واقاائدا الغ ر ال ما حا را اتاما الن بيين وا خا جانى الاى الد ن ياا فاجاعالانى ساي دا الم ر سالينا وا را هاكاذاا كاانا باد ء م حاجلين أاخ .
ابر . صاداقا واناطاقا رس ه وسلمول هللا خال ق نابي كا يااجا .صلى الله علي
Bu hadîs-i şerîfi Nusûsu’l-hikem şârihî sûfiyevî Bâli Abdullah Efendi
hazretlerin ebeveyn-i sâdet-i risâlet hakkında kaleme almış oldukları Matâli‘un-nûr
nâm kitâbı ‘aliyyelerinden istinsâh ettim. Şu hadîs-i nebevî dört mesâ’il-i
mühimmeye müştemeldir. Ondan birisi nûr-i zâtiyye. İkincisi tahlîk-i ‘avâlim. Ve
üçüncüsü keyfiyet-i zuhûr-i eşyâ. Dördüncüsü dahi neş’e-i merâtib-i fezâ’il-i
insâniyyedir. [s.25]Mafhar-i ‘âlem sallahu ‘aleyhi vesellem efendimiz hazretleri
“ ه م ن ن ورهخالاقا ” kavl-i ‘aliyyeleriyle mahzen-i esrâr-i nâ-mütenâhî-i nûriyye-i ilâhî
bulundukları “ ابر ه وا ن ور نابي كا ياا جا ” diye hadîs-i şerîfleri evvelinde hazreti Câbire sarâhat
buyurduktan sonra “ خالاقا باع داه ك ل ه ك ل خاي ر وا شار ث م خالاقا من ” kavl-i celîli ile o nûr mukaddese-
i Muhammedilerinden kâffe-i ‘avâlimin hilkat-pezîr hüsnü hitâm olduğunu tebyîn
eylediler.
ة “ ه في مقام القرب اثني عشر ألف سن ام ه قد ه أقام حينا خلق kavl-i şerifinden ”وا
“ ا كاانا با اج في اللي ل الم ظ لم ما الماغ رب كاالسرا ي نا الماش رق وا ” nutk-ı mukaddesesine gelinceye
kadar olan kelimât-i ‘aliyyeleriyle ‘avâlim-i ‘ulviyye ve mükevvinât-i eşyâ’nın
vücûd-i pîr cûd-i risâletten cilve-sâz zuhûr ve burûz olmakta ..... talkîn kıldılar.
“ ه ا من ه الاى شيث وا ه ث م ان تاقالا من ه الن ور فى جابي ن ض وا راكبا في ن وشانلاى اا ث م خالاقا هللا آداما منا الار ”
kavl-i şerifinden “ورحمة للعالمين” lafz-ı cilîlene münteha oluncaya değin vârid olan
kelimât-i nebeviyye ile merâtib-i hâsse’lhâs-i insâniyyeye vasf buyurdukları cihetle,
cümle enbiyâyı ‘izâm salavât ‘alâ nebiyyinâ ve ‘aleyhimusselâm efendilerimiz hazrât
‘alâ merâtibihim müşkât-i celîle-i Muhammediyyeden ez her cihet mütecemmi‘
oldukları gibi kâffe-i evliyâ ve şühedâ ve sulehâ ve mükevvinât-i eşyâ bile o nûr
‘aleyhe ihâtasında hemîşe müştehîlik olup ‘arştan ferşe ve zerreden şemse cümle
mevcûdât hakîkatu’l-hakâ’ik-i Muhammediyyeden sâyebân olmakta edüken
bildirdiler. Onun için cümle pîrân ve mürşidân ve a‘izzet-i kirâm hazrât-i fahr-i ‘âlem
efendimizin bâtın ve manevîleri mer’at-i zât-i hak ve sûver-i hulkiyye ve zevâhir-i
64
mukaddeseleri cümle ‘avâlim ve eşyâ için mübtedâ ve mecrâyı mutlaktır dediler. “
” nazm-ı kerîmi şân-i celîle-i risâletlerinden şâhid-i ‘âli’l-‘âlîdir. “ يا ل
hadis-i nebevîyyelerin min-‘indillah mazhar oldukları şerâfetin muhbir-i ”ماعا هللا واق ت
sâdıkıdır.
[s.26] “ kavl-i şerifi fezâ’il-i celîle-i
nebevîyyelerinin hâkim bi’lfiil olmak üzere şeref nâzil oldu. Cümle müfessirîn bu
ayet-i celîlenin hiccet-ül-vedâ‘ları mevsiminde nuzûl eylediğini müttefikan beyân
ettiler. Çünki “ أاي الحاق أاني فاقاد را “hadis-i şerifi buyurulduğu gibi ”مان را نا سا و ا تارا ما ونا راباك م كا تارا
ة الباد ر hâdis-i nebevîyyeleriyle cümle sahâbe-i kirâmı bu ayet nuzûldan ”القامارا في لاي لا
evvelce tebşîr buyurmuşlar idi. Binâberîn cebel-i ‘ârafât hocayı ‘âlem (s.a)
efendimizin şerâfet-i suveriyye ve maneviyyeleri suver-i mücessemesi olduğundan
cümle-i sahâbe hazrâtı o avânda ه م لابي كا لا شاريكا لاكا Allahümme lebbeyk lâ şerîka leka الل
nidâsıyla feryâd zen-tasdîk ve şükr-i mehmedet olarak vâkıf-i serâ’ir-i ‘arafât ve
vakfa-i hakîkî bulundular. Onun üzerine “ ممت عليكم نعمتي ورضيت اليوم أكملت لكم دينكم وأت va‘d-i kerîmi şeref zuhûr etti. Marzat-ı ilâhiyye ise ancak kâffe-i ”لكم السالم دينا
sahâbe-i kirâmın vâkıf serâ’ir-i vakfa-ı hakîkî bulunmalarına ve elbette ve merhûn
bulunduğu cihetle dîn-i -i Muhammedî işte bu sûretle tekmîl oldu. Ve nûr-i
mukaddese-i Muhammedî kâffe-i enbiyâyı ‘izâm efendimiz hazrâtı a‘yânına ناس ل باع د
ان واق ت من الو ,ناس ل را ه فاشاأن داوا قاات لا ماعا “ ض ث م خالاقا هللا hâdis-i nebevîyyeleriyle ” آداما منا الار
bi’lahir sarâhat buyurmuşlar idi. İşte şu nûr-i ‘aliyyedir ki cümle enbiyâ-i hazrâtı
bizzat onu rü’yet ve müşâhedesine ez cân ü dil tâlip ve râgip olup mübtelâsı
bulundukları mesâ’ip gûna güne kerdân dâde-i rızâ oldular. Bu cümle-i cemîleden
cenâbı Adem (a.s) efendimiz müstağrık olduğu ni‘am-i cennâtı terk ve fedâ ederek
‘uryân ve zâr-i güryân sâhe-i dünyaya kadem nihâde-i rağbet buyurdular.
Duyunca mukaddem-i teşrîfin Adem salb-i pâkinden
Değişti habbeye bağ-ı cinânı yâ Resûlullah.
[s.27]Nâbî merhûmun şu beyti bizim iş‘ârâtımızı te’yîd eder. Ve Nûh
necî-yu’llah efendimiz dahi dû-çârî bulundukları Tûfân belâdan vucûd bir cûd-i
65
Muhammedî sâyesiyle sâhil-i necâte çıkdı. Ve cenâbı Halîlüllah efendimizin dahi
geriftâr oldukları nâr-i nemrûd nûr-i mukaddese-i risâlet sermâyesiyle mübeddel
envâr-ı hadâ’ik-i cennet oldu. Ve Musa kelîmu’llah hazretine inzâl buyurulan kitâb-ı
müstetâpta nâm nâme-i risâlet zikr ü tescîl buyurularak şeref ve şân fahr-i ‘âlem
tekrîm ve ta‘zîm kılındı. Ve mi‘râc sa‘adet-i intâc risâlette hocayı ‘âlem efendimiz
bizzat istıkbâl etmek ve hürmet-i mahsûse ‘arz eylemek üzre cenâbı ‘İsâ semâya ref‘
buyuruldı. Kezâ ve kezâ taraf-i zî şeref hakktan ne kadar enbiyâ b‘as ve esrâ
buyurulduysa cümlesinden zuhûr eden hârik-‘âde halât-i fahri’lmürselîn efendimizin
mu‘cize-i bâhireleri asâri ....... bî-iştibahdır. Zîrâ bâlâde müfesselen tahrîr ve beyân
eylediğim hâdis-i nebeviyyeleri buna şâhid-i kâfî ve sened-i kavîdir. Onun için
cenâbı pîr kuddise sırruhu Hadis-i hak durur hak söz hakîkat **** Egerçi söyleyen
dildir dudakdır, buyurdılar.
Mahfî iken nûr-i zâtın sonra ifşâ eyledün
Sîne-i bî kîne mey ol nûrdan ığnâ eyledün
Kendi hüsnün hûblar vechinde peydâ eyleyüp
Çeşm-i ‘âşıkdan dönüp ânî temâşâ eyledün
Nûhi seylâp belâdan lütf edüp kıldün rehâ
Felek-i cismim ka‘r-i bahr-i aşka ilkâ eyledün
Gülşen ettin nâr u nemrûd Halîlullah kim
[s.28]Nâr hübbünle vucûdum yakdın ifnâ eyledün
Merhem rahminle Eyûbe şifâlar bahş edüp
Ehl-i derdin zümresinde nebî ibkâ eyledün
Kurtarüp sicn-i belâdan Yûsuf-u kan‘ânî sen
66
Eşk çeşmüm çâh gönlüm içre icrâ eyledün
Rûh-i kudsî neş’e-i Meryemden ettirdün zuhûr
Tıfl-ı gönlüm murzı‘ vaslınla ihyâ eyledün
Ey mütercim lâ mekân iyilik mekân et durma kim Feyz-i akdesden hemîn
bana tecellî eyledün
Şular kim geçmidi cân ü cihândan
Ne duydu ‘aşkî ne de duyacakdır.
Hazret-i pîr kuddise sırruhu bâlâde mezkûr iki beytlerinde işâreten ve
serâheten behr-i sâlik için elde edilmiş a‘âzım-i umûrdan olan vazîfeyi başka başka
ityân eyledikten sonra tahdîde bu beyti ile vadî‘ayi ilâhî olan isti‘dâd ve kâbiliyet-i
insâniyyeyi nâ-bimücmel sarf ü telf edenlerin halâtını zikr ü beyâna ‘atf-i makâl
himmet ederek, Şular kim geçmidi cân ü cihândan Ne duydu ‘aşkî ne de
duyacakdır, Buyurdular. ‘Avâm halkın en ziyâde kıymetdâr olan mâlı cânıdır. Ondan
dûn bulunan eşyâsıdır. Evlâd ü ‘iyâlı bu eşyâ cümlesine dâhildir. Onun için hazret-i
pîr cânı cihân üzerine takdîm etti. Hâlbuki bu cân hiç bir kimsene mâl olmaz. Zîrâ
sâhibî pek büyüktür. [s.29] Ve ‘aşk ise hilkat-ı ‘avâlim ve mükevvinâte sermâye olan
hubb-i zâtı merâtibinden bir mertebe-i hâsdır ki neş’e-i insâniyyede zuhûr eder. İki
nev‘ olup birine ‘aşk-ı mecâzî ve digerine hakîkî dediler.
‘Aşk dursun ko mecâzîse de sîne kede senin
Âb ankûr fem içre durarak bâde olur
Na‘nda sarmaşık ta‘bîr olunan bir nev‘ ağaca ‘aşk derler. Ekseriye
muntazım konak bağçalarında bulunur. Bu ağaç her hangi mahalle sarılacak olursa
orasını beheme-hâlin kurutur. Bu sebepten nâmına ‘aşk tesmiye kıldılar. ‘âşıkı cümle
ta‘allukât ve ‘alâyıktan menba‘ eyledi. Ki hikmetine mebnîdir. Buna ‘aşk-ı mecâzî
derler. Ve ‘aşk-ı hakîkîya dahi cezbe ile vasf ettiler. “ مان ح ذابااة الرا ذاب ت ه من جا hâdis-i ”جا
67
şerifi delâletiyle cümle ehli’llah kirâm hazrâtı bir sâlike cezbe zuhûr etmezse
mazhar-ı feyz olamıyacağı hakkında kat‘iyen ve müttefiken hükm etmişlerdir. Ve
cezbe ise her bir sâlike iki vecihle zâhir olur. Birisi ağlamak ve digeri irâdesizce
gölmekledir. Hele cezbesi gâlib bazı ‘âşıklara şu iki hâlât birden zuhûr eyler. Ya‘nî
bir ân içre hem güler hem ağlar. Bu sebepten hazret-i pîr kuddise sırruhu
mukaddeme-i fuyûzât ‘itibâr edip hayâlâttan kat‘-i ‘alâka edemeyenler ‘aşktan bî-
haber kalacaklarını ihtâr hakkında Şular kim geçmedi cân ü cihândan diye irşâret
buyurdılar.
‘Âşıkın âhı ‘ulû gerisi kân olmalıdır
‘Aşkî isbâte iki böyle nişân olmalıdır.
Meşhûr hikâyedendir. Bir fukara merkebini her nasılsa sahrâda gâ’ip etmiş
tahrîs hakkında fevka’lgâye ikdâm eylediyse de elde edemediğinden ziyâde endişe
içinde kalmış. Şehrin çâmii‘nde [s.30] vâ’iz efendinin biri halka nush ve pend
etmekte ve cemâ‘at-i vefîre orada hâzır bulunmakta olduğunu görmesiyle mezkûr
merkep bu cemâ‘at elinden birisi yerine şâyet geçmiş ise vermesi istirhâmini hâvî bir
bevselecik bi’t-tanzîm kursî üzerinde bulunan vâ‘ize takdîm eder. Vâ‘iz varakaya
okuduktan ve işe muttali‘ oldukdan sonra (sâhib-i merkebe hitâben) evlâdım biraz
sabr et şu va‘zımı tekmîl edeyim. Ba‘dehu senin işinde bulunayım demiş. Bîcâre
fukarâ bir köşede arâm ve ikâmet ve vâ‘iz sözünü ikmâl ve du‘asını itmâm-i himmet
ederek cümleye hitâben ey cemâ‘at-i müslimîn başından ‘aşk geçmemiş bir kimseniz
var ise lütfen ayak üzere yerinden kıyâm edip dursun demiş. Bir ihtiyâr hemen
harekete ibtidâr birle ey hoca efendi ben şu sen şeyhü hatme kadar böyle bir şeye
mübtelâ olmadım diye huzûr-ı vâ‘ize takarrup etmiş. Vâ‘iz ise varaka sâhibine
hitâben evlâdım merkebin yuları yanında ise işte şu adamın başına hemândım tâkda
merkebinin kedere hallî cümle işi buna kederdir. Zîrâ gâ’ip olan merkebden bu
adamın kat‘en farkı yoktur. Belki ondan daha ‘alâdır dediği meşhûrdur. Onun için
cenâbı pîr kuddise sirruhu Ne duydu ‘aşkî ne de duyacakdır diye sarâhat
buyurdukları işte burasıdır.
68
Sorarsa hânkâh-ı ‘aşkı zâhid
Makâmı ‘âlîdir ulu ocakdır.
Hazret-i pîr kuddise sırruhu işbu beyti ile ‘aşktan bî-haber vehm ü hayâle
uğrayan bir tâkım zâhidin fikir hâmini beyân murâd ederek sorarsan hânkâh-ı ‘aşkı
zâhid *** makâmı ‘âlîdir ulu ocakdır buyurdular. [s.31] Ma‘lûmdur ki Nakşiyye
meşâyihinin bulundukları mahalle Hânkâh ve Mevlevîyâne mevlevîhâne diye elsine-i
halkta şâî‘ olduğu gibi diger taraf-ı ‘aliyye Tekke ve Dergâh ve Zâviye nâmıyla yâd
kılınmaktadır. Hazret-i pîrin hânkâh kavline nazaren ‘aşktan bî-haber ve sülûktan
gâflete hangi tarîk ehlinden olursa olsun bir mahalde bi-sübûtetle vehm ü hayâlinde
zühd teşkîl ve tasvîr eden mahcûplardır. Çünkü ‘aşk ve cezbenin sermâye-i fuyûzât
ederken ölçü beyân eyledikleri gibi şimdi de burada makâmı ‘âlîdir diyerek te’kîd
ediyorlar. Binâberîn ey zâhid hânkâh-ı ‘aşkın ne rütbe ‘âlî ve cümle merâtipten ez
her cihet gâlî ederken benden sorarsan gözler görmeden ve kulaklar işitmeden ve
hayâl ve hatıra gelmeden nice nice şerâfet ve fezâ’ilinden sana birer birer şerh ü
beyân edeyim lakin sen sormazsın. Zîrâ merâtib-i insâniyyeden seyr ü sülûk ederek
zevken ve şuhûden ve ‘ilmen hiç birşey esnâ olmadığın ve âdemiyye neşe’sinden bir
kemâl hâsil kılmadığın cihetle hemîşe hüsrândasın her ne kadar hayâlhâne-i fikrinde
tasvîr eylediyken zühd ü takvâ ile meşgûl bulunsun. Yine berâzıh-ı rûhiyyeden
hulâsa kat‘en çâre yoktur. Benden sor da alacağın haber ve ma‘rifet sana sermâye-i
necât olsun diye sorarsan hânkâh-ı ‘aşkı zâhid makâmı ‘âlîdir ulu ocaktır,
buyurdular.
Münevver olamaz zühdüyle zâhid
Onun yeri karanlık bir bucakdır.
Hazret-i pîr kuddise sırruhu işbu beyti ile makâmat-ı sâbıkalarını tavsî‘ murâd
ederek, Münevver olamaz zühdüyle zâhid Onun yeri karanlık bir bucakdır,
Buyurdular. Egerçi takvâ ve zühd kişiye bazı‘ gûne halât bahş ve ‘itâ eder ise sıfat-ı
69
hayvâniyye ve kesâfet-i nefsiyye ve berâzıh-ı rûhiyye hemîşe bir kemâldır. Bu
sebepten hazret-i pîr; Münevver olamaz zühdüyle zâhid diye ekîden ve şedîden
beyân ve srâhat ediyorlar. Farz-ı muhâl olarak [s.32]zühd sâyesiyle zâhid bir
meziyyet kesb etse insân-i kâmile mulâkât eden ve m‘ârifden hissedâr olan ve seyr ü
sülûktan behredâr bu hâne ‘urefâ-i şerefine nâ’il olamaz. Nihâyetü’l emr bir güne
belâya mübtelâ olur. Onun için cenâbı pîr onun yeri karanlık bir bucakdır diye
kaviyyen hükm ettiler. Meşhûr vuku‘âttandır hazret-i Mûsa (s.a) efendimiz ‘asrında
Bul‘ûm İbn Ba‘ûr nâmında bir zâhid ve ‘âbid mevcûd idi. Bunun halât ve hikâyât
kütüb-i siyerde müfesselen mastûrdur. Şöyle ki bu kimsene hîn-i sibâvetinden tâ
eyyâm-ı şeyhûhatına varıncaya değin zamân içinde seccâdeden başka mekâna ayak
basmamış ve vechini kible cihetinden gayri tarafa döndürmemiş ve lisânını her ân
zikra’llahdan hâlî bırakmamış ve cümle harekât ve sekenâtını ‘ubûdiyete kayîd ve
hasr kılmış. Geceleri tâ be-sabâh kâ’im ve gündüzleri hemîşe sâ’im olup kemâl
derece perhîzede müdâvim olduğundan bunca ‘azîmet sâyesi demek olur ki
kendisinde ekseriye hârik-‘âde halât ve kerâmât zâhir olarak benî İsrâ’îl miyânesine
şeref ve şâna nâ’il bir pîr-i rûşen-i zamîr idi. Hatta kavmin sıgâr ü kibâri her ne güne
olursa olsun musâp oldukları beliyyeden veyâhûd duçâri bulundukları hastalıkdan bu
zâta ilticâ edenler mazhar-ı emniyye olmakta imişler. İşte bu aralık tâ’ife-i Ferâ‘ine
ile hazret-i Mûsa efendimiz bilenlerden tekavvun eden mu‘âmele harb ve kıtâla kadar
netîce verdiğinden Fir‘avnîler cem‘iyyet-i kesîre peydâ ve pek sâhirler celb ve
tedârikine ‘itinâ ederek bahr-i Kulzum tarafına ‘asker sevkine cur’at ve muhârebeye
cesâret etmişler ise Fir‘avn ve kavminin cenâbı Mûsa efendimiz hazretlerinden
meşhûdları olan bunca mu‘cize-i bâhire semresiyle mağlûp olacaklarına ümîd-var
olarak ziyâde endişe içinde kalmışlar. ...... ..... ki iş bu derecâte kadarca varmış
olmasıyla cümle rue’isâyı Ferâ‘ine aralarında müzâkere ve ittifâk ederek Bul‘ûm İbn
Ba‘ûra mürâca‘at ve cenâbı Mûsa aleyhine du‘aya himmet ve pençe-i [s.33]
Mûsadan kavm-i Ferâ‘ineye hulâsa ‘inâyet etmeleri hakkında kemâl-i sûz u güdâz-i
yerle recâya başlamışlar. Bul‘um İbn Ba‘ûr ise işin vehâmet-i âtiyesini fikr ve
mulâhaza edip bunların iltimâs derecelerini red ve kendi nefsini şu beliyyeden
himâyeye gayret etmiş ise de Fir‘avnîler isrâr ve Bul’um cevâp emrinde karâr kıldı.
Tekrâr kavm-ı Ferâ‘ine söze ibtidâr edip ey Bul‘um senin bâbda edeceğin du‘â
70
sâyesiyle bunca kavm-ı Ferâ‘ine tâ necât bulacağı emr-i celî iken derig himmetin
cümlemizin mahv ve helâkına sebeb-i müstakıl olacağından bi’lâhire sen ‘indellah
mes‘ûlsun ve bevâlis-i insâniyyet hilâfî ve vatan ve ma‘îyet perverlik şân ü şerefine
muğâyir ve münâfîdir diye Bul‘um İbn-i Bâ‘ûrî ıgfâl ve fikrini işgâl ve böyle bir kâr-
i mekrûha meylini istihsâl ettiler. Ma‘lumdur ki cümle enbiyâyı ‘izâm efendilerimiz
hazrâtı eyyâm-i mahsûs olan şu bir hafta içinde kendi ‘ibâdetleri için bir gün ta‘yîn
edip kâffe-i mu‘âmalâttan kat‘-i ‘alâka ederek ol günde ‘arz-ı cemîle-i rukiyetle
tezyîn câme-i ‘ubûdiyette bulundukları gibi cenâbı Mûsa efendimiz dahi yevmü’lsebt
ya‘nî Cuma-ertesi gününü nefsi nefîs kudsiyyeleri için tahsîs ve behr-i zamân
yevmü’lsebtte halvethânelerinde ‘ibâdete ikdâm etmekte idiler. İşte bu ‘âdât ا اآلنا ما واكا
kavm-i Yehûd ve benî İsrâ’îl miyânesinde mer‘îyü’l icrâ d’ab-i derinden كاانا
olduğundan ol günde benî İsrâ’îl tâ’ifesi hiç bir kâr ile istişgâl etmezler. Binâberîn
kavm-i Ferâ‘ine ‘ala rivâyete yevmü’l-sebt olan bir Cuma-ertesi müttefiken cem‘
olarak hazret-i Mûsa efendimiz halvethânelerinde tek ve tenhâ bulmak ve ziyânetlik
arzularına nâ’il olmak maksadıyla Bul‘ûm İbn-i Bâ‘ûri hayvâna bindirip
berâberlerine alarak oldukları mahalden tâkım tâkım kıyâm ve halvethâne Mûsa
cihetine ‘azîmet [s.34] ikdâm kıldılar. Hayvân Bul‘um ise biraz buyurduktan sonra
ileriye bir hatve atmak şartıyla bulunduğu mekânda kaldı. Refâkatta bu hâne kavm-i
Ferâ‘inenin kimi baş ve kimisi hayvanın yularından tutarak yürütmeğe rağbet
etmişler ise de kat‘en hareket eylemediğinden sormağa başalamışlar yine çâre
olmadı. Nihayetü’lemr hayvan lisan-i fesîhu’l beyân ile feryâd zen-figân olup ey
Bul‘um gel bu gidişten fârıg ol tevbe ve rucû‘ birle rızâyı hakkı talep kıl. Zira kahr-i
hudâya mazhar olur ve şu fazîletten dûr ve mehcûr bulunursun demiş ise, ne kavm-i
Ferâ‘ine ve ne de Bul‘umun sem‘ine vâsil olmadığından hayvanı sormaya sormaya
cümlesine gark oldukları nehrin yakına kadar geldiler. Cünki Bul‘um bu hayvana
râkiben her hangı vakit sahrâya çıksa yokuş yukarı yürürken hayvanın ön ayakları
kısa olup araka ayakları uzanır ve inişe inecek olursa araka ayakları uzanıp ön
ayakları kısalayarak düz bir mevki‘de gider gibi hey’et peydâ eder idi. Şu halât
cümle kavm-i ferâ’inenin meşhûd oldukça herkesin hüsnü i‘tikâdı tezâ‘uf etmekte ve
cenâbı hak li-hikmet-in ona lütf ve müsâde eylemekte idi. Ve’lhâsil Fir‘avn ve etbâ‘î
te‘yîn eyledikleri mekâna ‘azîmet ve vuslatle Bul’um İbn-i Bâ‘ûri bir merta‘ mahalle
71
ikâme ile kâffe-i halk emîn hevân-niyâz olmak üzere saf saf bir vaziyyette bulunarak
Bul‘um İbn-i Bâ‘ûr cenabı Mûsa efendimiz ‘aleyhine du‘aya ibtidâ edip. Yâ rabb
Mûsa ve ‘askerine lütf ve ‘inâyet-i ilahinize mazhar kıl Fir‘avn ve cünûdunu mahv
ve perişan buyur diye feryâd ü figân etmiş. Cümle müsteme‘în yekden yeger niyân
amîn hevân olmuşlar. Ve Bul‘um İbn-i Bâ‘ûrun bu duasına hiç kişi müttali‘ olmıyıp
yalnız kendisine vâkıf [s.35]olarak tahvîl-i lisân etmek üzere tekrâr du‘aya ictihâd
eylediği halde bî-ihtiyâr makâlât-i sâbıkasını ‘alenen izhâr etti. Benim cümle huzzâr
bi’lkabûl âmîn diye icâbet-i ilahî talebinde oldular. Bul‘um ibn-i Bâ‘ûr ise
lisanından bu sûretle çıkan sözüne te‘accuben tekrâr duaya ibtidâ edip evvelki
sözünü yine söyledi. Bu minvâl üzere birkaç defalar tekrîr-i makâlât etmesi cihetle
cümle halk işe sonradan aşinâ olmuşlar ise de çe-fâ’ideki icâbet-i ilâhî bu merkezde
şeref vâki‘ oldu. Bu hükm-i ilahîye Bul‘um vâkıf olduğu gibi kavmi dahi ‘ârif
oldukları cihetle ey Bul’um ne yapa buyursun diye tevbîh ve tekdîre başlamışlar. Ol
vakit Bul’um dedi ki ey kavm ben bu yolda du‘â etmeğe râzı değilim lakin
lisânımdan başka bir söz çıkmayıp tahvîl-i kelâme muktadır olamıyorum madrûm
dedi. Bunun üzerine Ferâ‘ine mazhar-i kahr-i ilâhî olup diyâr-i ‘ademe kadar gittiler.
Şimdi asıl aranacak ciheti şurasıdır ki Bul‘um İbn-i Bâ‘ûr bunca zühd ü takvâ
sâyesiyle nâ’il-i fezâ’il olmuş iken ‘irfânsızlığı hasebiyle böyle bir belâyı uğrayarak
mahv u perîşân oldu. Vâkı‘an zühd kişiye keşf ve kerâmâta isâl eder. Mâ-‘irfân
vermez ve ‘irfânsız fazîlet ehli hemîşe helâktadır. İşte Bul‘um İbn-i Bâ‘ûrada olduğu
gibi onun için cenabı pîr kuddise sırruhu Münevver olamaz zühdüyle zâhid ***
Onun yeri karanlık bir bucakdır dedikleri işte burasıdır ‘azîzim.
Kalanlar zühd ü takvâda mükarrer
Sefer ehli değildir o durakdır.
Hazret-i pîr kuddise sırruhu buraya gelinceye kadar zâhidleri dört kısm’a
taksîm edip birincisi; cânı [s.36] himyâye edenler. Ve ikincisi; ‘aşkdan bî-haber
bulunanlar. Ve ücüncüsü; tasarufâta kalanlar ahvâlini bâlâde imâ ve işâret eyledikleri
gibi şimdi de tarakkîden geri kalmış ve ‘irfândan bî-behre bulunduğu halde halka
kendisini büyük göstermek ümniyesiyle zühdü iltizâm edenmiş bir tâkım mahcûb
72
münzevîlerin hâl ve şânını zikr u beyân ‘atf makâle-i himmet edip Kalanlar zühd ü
takvâda mükarrer *** Sefer ehli değildir o durakdır buyurdular. Çünki şerâfet-i
insâniyye tahsîl etmek ‘irfâna ve ‘irfân insân-i kâmile mulâkâta ve mulâkât
musâhabet’e ve musâhabet seyr ü sülûk’a ve elbette ve merhûn olup bu şurût-i
mühimmeden ikdâm olan ‘irfân elde edilmezse bindiklerine merbût o lâ-şarâ’it
mefkûd hükmünde kalıp bi’ahire kişi zevk ve tecelliyâttan bî-behre bulunacağından
ibtidâyı emr, fark ve temyîz muktadır hâlık ve hakı ‘ârif bir insâna mulâkât birle
musâhabet farîzedendir. Binâberîn her hâl ü kârde tarakkî mâddesi kişinin mâye-i
isti‘dâd ve kâbilîyette cilve-ger olup mazhar-ı kemâl bulunanların hâ’iz oldukları
meziyyet ancak bu cihete masrûf ve ma‘tûf olduğundan bulunup hâricinde kalanlar
nice nice vehm u hayâle mübtelâ ve tarakkîden dûr ve zevkîyâtdan mehcûr olup zühd
ü takvâ belâsına uğradılar. Bu sebepten hazret-i pîr kuddise sırruhu kalanlar zühd ü
takvâda mükarrer diye sarahat ve kayd eylediler. İki mâdde vardır ki cümle ‘urefâ
ondan ziyâde ittikâ ederler. Ondan birisi herhangi tarîk ve mesleklerde ise tarakkîden
geri kalmamak ve digeri isti‘dâd-i zâtiyye ve kâbilîyet-i fıtriyyesini beyhûde yere
zâyi‘ etmektedir. Bunların vehâmet-i hâliyesi cümle belâya bâdî ve dâ‘î olup [s.37]
kişinin suverî ve manevî helâkına kadar netice verir. ‘Urefâ “ ة اإلس تع دااد نا آلا ”ع وذ كا من ضا
diye hemîşe du‘â ederler. Garîp bir hikâyedendir. Şeyh-i Sanâ‘ birgün mensûbâtıyla
bile bir mahalden murûr etmekte iken sârıkın (hırsız) birini siyâset mahallinde bir dâr
ve cenhe-i vâki‘asını varkpâreye yazıp buğazına ta‘lîk ile ‘umûm halka teşhîre ibtidâr
etmişler. ‘Azîz müşâr ileyhi hemen meslûbun yanına varıp iki ayaklarından pûs
ederek tahsîn-i havân-i ‘âferîn olmuşlar. Rıfâkında bu hâne .... Şeyhin şu
mu‘âmelâtından müşkil hâsil edip aman efendim bu kimsene sârıkdır diye ihtâr
eyledikleri hâlde bu vecihle cevâp vermişlerdir ki bende bunun sârık olduğunu
bildim. Şu mu‘âmelâtım onun kâr-i mekrûhini kabûl ve tasdîk değildir. Ancak bu
adam sanatında mâhir ve mensûp bulunduğu tarîkatta tarakkîden geri kalmamış ve bu
yollara da isti‘dâdâtını kat‘en zâyı‘ etmemiş bir merd-i kâmil ----.... tasdîkdır. Zîrâ
sârıklık tarîkat’e râgib ve tâlib olanlar beheme-hâl yâ bir dâr veyâhud katl ve ‘idâm
olacakları emr-i aşikâr olduğundan işte bu sârık tarîkinde tekmîl-i merâtib ve fazîlet
eylediğini fedâyı cân ve berader bulunmakla cümleye izhâr(etti) dedikleri meşhûrdur.
Câyi dikkat şurasıdır ki tarakkîden geri kalmış ve ma‘rifet ve fazîletten haberdâr
73
olamamış ekser kimseneler hayâlinde bir zühd tasavvur edip inzivâya iştigâl birle
halka kendisini büyük göstererek hoşça geçinmek yolunu tutmuşdur. Daha garîbî
şudur ki bizim en ‘ukalâ halkımız bu makûle mahcûb münzevîlere ‘azîmetle el ve
ayak öperek nice nice hediye ve ‘atiyyeler takdîmiyle himmet almak ümniyesinde
bulunurlar. Zehî tasavvur-i bâtıl zehî hayâl-i muhâl bazı a‘izze-i kirâm hazrâtı vardır
ki ihtiyâr inzivâ eylediler. Halbuki bu zevât-i ‘aliyyenin meşreb ve meslekleri [s.38]
başkadır. Çünkü bunlar gerek halvet ve gerekse kesrette bulunsun. Ez her cihet
tecelliyi hakka âşinâdirler. Bunlarla mahcûblar meyânesinde nisbet kabûl etmez fark-
i küllî var. Burasını temyîz pek güç olduğundan ekser halkımız şâyi şükr yerine
kullandı. Bu sebepten hazret-i pîr kuddise sırruhu sefer ehli değildir o durakdır diye
açıktan açığa sarâhat ediyorlar.
Hümâ-yı ‘aşkı sayd etmek dilersen
Dil-i virâneme gel ki yatakdır.
Hazret-i pîr işbu beyti ile seryân-i zâtiyye yani tevhîd-i af‘âl mesele-i
mühimmesini ta‘rîf ve beyân etmek cihetine sarf-i himmet edip hümâyı ‘aşkî sayd
etmek dilersen dil-i virâneme gel ki yatakdır buyurdular. Vâkı‘an şu mesâ’il hazret-i
mürşidân-i kirâm ve a‘izzet-i fihâm hazrâtı nice nice mebâhis-i kesîre serd u beyân
ve edille-i kat‘iyye ibrâz ve ityân edip zevk ehli ‘uşşâkını müstağrık bahr-i ‘irfân
ettiler. Cenabı hakk ve tekaddüs merkad-i ‘aliyyelerine tenvîr ve rûh-i küdsiyyelerin
ta‘tîr ve sıır-ı mutahharların tevkîr ettim.
“ ام الت ها الاف هاام وا الاو هاان وا ا ي تاصاور في الاذ ة عان ك ل ما هي ري د ذاات اإللا حي د تاج ibâresiyle‘ و
tevhîd-i zâtiyyeye beyân “ هللا بخ ا خاطارا بباالكا وا ف ذالكا ك ل ما الا ” kavliyle irtibât-i hulkiyyeye
‘ayân “ حايد اس قااط اإلضاافاات diye umûr-i külliyyeden ‘ibâret olan tevhîd-i af‘âl ‘ilân ”التو
ettiler. Bu ta‘rifâtin cümlesi yalnız tevhîd mesâ’ilini müş‘ir olup merâtib ve makâmât
ve zuhûr-i saltanat-i ilâhî nâ-müntenâhî olduğundan onların zikr ve beyân hakkında
başka başka yani her bir merâtib ve makâmâtın şâmil bulunduğu fezâ’ili [s.39]
kendisine mahsûs ta‘bîrât ile bindiklerinden fevk ve temyîz buyurdular. İşte bu
cümle-i cemîledendir ki cenabı hak ve tekaddüs hazretleri gayb-i heviyyete
74
ahediyyet-i mutlak-i zâtiyye-i ilâhiyesinde kendi zâtiyle nice mevcûd ise “ ا ما ن واكا اآل
elân ve kemâ kân. Yani (şimdi ve önceden de olduğu gibi) olup kendi zâtini yine ”كان
kendi zâtinde müşâheret-i külliyye-i tefâsile vecihle لا كام ب الا كاي فا وا bi-lâ keyf veilâ kem
rü’yet. Yani; (niteliksizin ve niceliksizin) etmekte ...... ecelden buna zât-i taht dediler
ki sırf heviyyet-i gaybiyye ve ahediyyet-i zâtiyyeden ‘ibâret bulunduğundan nâşi’dir.
Ve zâtdan bahs câ’iz değildir dedikleri ise bahsde harf ve kelime ve savt olmak icâp
edeceği ve zâtdta bunlar külliyyen müştehilik bulunduğu hikmetine mebnîdir. Fakat
gaybu'l gaybiyye heviyyet-i mutlaka ‘itibâriyle ta‘yîn-i evvel ve ‘âlem-i lâhût ve
esmâ ve sıfât cihetle ta‘yîn-i sânî ve ‘âlem-i ceberût diye vasf kıldılar. Ve ş’ûnât-i
mümküne ve mezâhir-i eşyâyı hulkiyyeye ‘âlem-i nâsût ve melekût ve hayâl ve misâl
ve sâ’ir on sekiz bin ve daha ziyâde buhâne ‘avâlim-i ceberût şevâ‘ibinden ‘ad
eylediler. ‘âlem-i lâhût ise harf-i hüviyyet-i gaybiyyeye nâzır ve nûrâniyyetle zâhir
olduğundan nûr-i sefîd ve nûr-i zâtiyye ve zerret-i beyzâ nâmıyla yâd ve tekrîm
edilip
“ ة الباد ر سا نا القامارا في لاي لا و ا تارا ما نا رابك م كا و ”تارا hâdis-i şerîfî mısdâkınca nûr-i kamerin
leyle-i bedirde beyâz levn ile müşâhede kılındığına teşbîh edilerek nûr-i lâhûti onunla
isbât ve işhâd ettiler. Ve nûr-i ceberût dahi siyâh nûri câmi ve kâffe-i mevcûdâtın bu
nûrdan iktibâsı envâr-i tecellî-i zuhûrî ve vücûdî etmesi cihetle bunu da sevâd-i
‘azam nâmıyla vasf edip şu iki nûrlar beyâz ve siyâh renk ile mülevven ettiğini ta‘yîn
ve tahsîs kıldılar ki birisi zâtiyye ve digeri sıfâtiyye envâridir. Sâ’ir-i renkte zuhûr
eden nûr-i rahmet hassu’l hâs-i ilâhî [s.40] envârî olduğunu müttefikan cümle
‘urefâyı kirâm sarâhat ve beyân ettiler. Hatta tarîk-i halvetiyye mürşid-i hâssu’l hâs
olan insân-i kâmil hazırâti nûr-i lâhûti zevk ve müşâhede eden ....lerin ism-i Hûyi ol
vakit talkîn ederler. Ve nûr-i ceberûttan lezzetyâb olan ‘uşşâkına dahi bey‘at ihsân
edip ism-i celâli talkîn ve tefhîm ve ‘inâyet eylerler. Yoksa gör görüne mu‘âmele
etmezler. Zîrâ ‘inde’llah mes‘ûl olurlar.
Nice demler Hûye mesken oldı gönlüm hânesi
Ol sebebden sırr-ı Lâhûtdür anın sermâyesi
75
Etme de zâtı tecellî sırrıma ânen-fe-ân
Gayb-ı mutlakdır bu cânım içre cân kâşânesi
Hubb imiş bildüm meger tahlîk-i ‘âlemden garaz
Her şu’ûnda devreden humhâne hak peymânesi
Varlıgımdan var eden firûze-i Nûh tâkı kim
Yohsa nerden olur i‘mâr gönlümün vîrânesi
Câm-ı hûdan bir kadeh nûş eyleyen bîçâreler
Tâ ezelden tâ ebed ayılmıdı mestânesi
Sırr-ı Hûyu ‘ârif isen ey Mütercim sâkit ol
Keşf-i esrâr eyleyen Hakk’ın odur divânesi.
Ve ‘âlem-i nâsût letâfeti cihetle bâtına ve kesâfeti hasebiyle zâhire yani ervâh
ve eşyâya mer’at [s.41]olduğu gibi(‘âlem-i hayâl ve misâle dahi münâsbet hissesi
vardır bu sebepten) ‘âlem-i hayâle zülmet-i zâhire ve ‘âlem-i misâle nûrâniyet-i
bâtine diye ta‘bîr kıldılar. Binâberîn ‘âlem-i misâl ol derecede vâsi‘dir ki ‘âlem-i
hayâlde muhâl olan misâlde mümkündür. Nitekim nâ’im menâminde müşâhede ve
rü’yet etmekte olduğu hârik- ‘âde halât gibi şu iki ‘avâlimi seyrde ‘umûm halk
müşterektir. Belki zî-rûh olanlar bile hissemend bulunurlar. Bu takdîrce insan
nûrâniyyet veyâhûd zülmâniyyetten mürekkep olduğundan bu ‘âleme ‘âlem-i şehâdet
(yani hayâl ve misâl) dediler. Nûr ve zülmet müşâhede kılındığından nâşîdir. Lakin
rûh ve nefis şerâfet-i insâniyyeden bir emr-i ‘azîm ve kalb onlara hâkim-i kavîm
olmasıyla her bir gâlibin yani rûh ve nefsin yendiklerine galebesi eserinden hasl-i
umûrî nâ’im menâminde rü’yet eder. Rûhun galebesi keyfîyetinden safâ kesb
eylediği gibi nefsin esârî olarak küdûret müşâhede eder. İşte bu hâlâte ‘umûm nâsı
rü’yâ ve sâlikler zuhûrât dediler. Çünki kişinin hâli ve merâtib ve makâmâtını ve
76
belki ileride dûçâr olacağını mesâ’ib ve lütf ilâhîye bile irâ’te etmekte olup bu
yüzden dolayı ekser-i halk muzdarip ve bazısı müstefîd olmaktadırlar. Şu iş‘âratımız
rü’yâ meselesi tafsîlâtını intâc eylediğinden bu bâbde bir mıkdârcık mebâhisin zikr
ve beyânını nefs-i ‘ubeydânem için vecîbe ‘ad ettim. Şöyle ki rü’yâ ki rü’yâ üç nev‘
olup birine Adgâsu Ahlâm. Diğerine Rü’yâyı Sâdıka. Ve âhirine mübeşşirât derler.
Nâ’im hâl-i yakızada iken hayâlinde bir mendîl sûretini tasvîr edip kuvve-i hâfıza ve
dımağında o sûret bulunduğu hâlde hiss müşterekse zevâliyle nevm-i nefsinde vâki‘
olsa ‘âlem-i misâlde ------- tarlasını rü’yet ve müşahede eder. Çünki kâffe-i mendîl
çoktan i‘mâl olunmakta ------ ve ‘âlem-i misâl ziyâdesiyle vâsi‘ bulunduğu cihetle
râi’nin şu meşhûdât-i bi-‘ayînhi hayâlinde mutasavvir olan [s.42]mendîlden
‘ibâretdir. İşte buna Adgâsu Ahlâm dediler ki her bir nâ’im’in hayâlindeki sûret-i
fikriyyesi olduğundan bu makûle rü’yânın tevcîh ve te’vîline lüzûm yoktur. Bu
sebepten “ اء هالاكا الف قارا الخ ليااء لا ؤ ياا وا لا الر dilenmiştir. Ve rü’yâyi sâlihe ise nübüvvet-i ”لاو
celîle asârın kırk altı cüz’ünden ve cüz’îdir. Tahdîs ve te’vîl olunmadıkça bir tâyirin
ayağında mua‘llakdtır. Tâ ki ta‘bîr ve tahdîs olunursa vâki‘ olur. Onun için ehline
veyâhûd emîn bulunduğun bir dostuna ifâde ve te’vîle muhtâc ........ haber-i sahîh ile
sâbit ve muhakkaktır. Çünki fahr-i ‘âlem (s.a) efendimiz hazretlerine ibtidâyı emirde
vahî münezzel cebil-i hirâda rü’yâyı sâdıka hâliyle tamam altı mâh içinde vakten-
min’l-evkât şeref nuzûl edip ba‘dehu sûrete çıkarak Cibrîl emîn (a.s) vâsitasıyla kırk
sene zamânda bunca ayât-i celîle taraf-i zî-şeref hakdan nâzil oldu. Şeref-vârid olan
hadîs-i şerîfde rü’yâyı sâdıka nübüvvet-i celîlenin kırk altı cüz’ünden bir cüz’vîdir.
Ta‘bîrî bu hikmete müsteniddir. Sâr’i-i enbiyâyı fihâm efendilerimiz hazrâtına bile
vah-i ilâhî rü’yâyı sâdıka sûretiyle nâzil olmak saltanat-i ilâhî ahkâm zuhûrundan idi.
Hatta Yusuf (a.s) efendimiz esrâr-i nübüvvet hâl-i menâminde rü’yet ve müşâhede
ederek
أاي ت ه م لي سااجدينا “ ال قامارا را الشم سا وا دا عاشارا كاو كابا وا أاي ت أاحا ه يا ا أابات إن ي را ”إذ قاالا ي وس ف لابي
nazm-i karîmi vecihle meşhûdâtını peder-i ‘âlî mıkdârları Yakûb (a.s) efendimize
‘arz ve teblîğ ve tahdîs ve te’vîlini mütercim bulundukları hâlde
77
واتكا فاياكيد وا لاكا كاي دا إن الشي طاانا لإل ن ساان عاد و م بين “ ؤ يااكا عالاى إخ ayet-i ”قا الا ياا ب ناي لا تاق ص ص ر
celîle ile berâderlerine keşf-i râz etmemelerini emr ve tebyîn birle tevcîhe
buyurdular. [s.43]Mübeşşirât bahsine gelince nübüvvet-i celîle âsârinden bir şey bâkî
kalmadı. İlle’l mübeşşirât kaldı kâl-i şerîfini mütezemmin olan “ م ياب قا منا الن باوة إل لا
ات hadis-i şerîfi mısdakınca mübeşşirât-i zâhir olmakta. İşte fezâ’il-i ”الم باش را
insâniyyeden ‘ale’l merâtib olduğundan ekser mü’min ve müvehhid bu sâyede pek
büyük hâlât ve makâmât’e aşinâlık peydâ ve feyz-i akdesten tecelliyât’e mazhariyetle
surûr-i lâ yuhsâ hâsil kıldılar. Hatta fahr-i enbiyâ aleyhi ekmelü’t tehâyâ efendimiz
hazretleri vaka‘-i bedir ve uhudda ekser müşrikînin ism ve resmleriyle katl ve ‘idâm
olacaklarını ve mahall-i maktallarının bile ayrı ayrı yerlerini sahâbe-i kirâm hazrâtına
te‘yîn ve beyân buyurdular. Tahsîle iş sûret buldu. Ve rü’yâyı sâdıka ise nevm
hâlinde ve şâz olmak üzere bazen yakızada vâki‘ olduğu gibi mübeşşirât-i mutlaka ve
yakıza ve uyanıklıkta zuhûr edip râi’yi gaybûbet bir hâl’e isâl eder ki mübeşşirât
âsâridir. ‘urefâ buna mukaddeme-i fenâ derler. Şu üç hâlât yani Adgâsu-Ahlâm ve
Rü’yâyı sâdıka ve Mübeşşirât miyânesi bu vecihle fark ve temyîz eylemişlerdir ki
her nâ’im hâl-i niyâminde peydâ bulunduğu anda meşhûdâtını egerçi ferâmûş ederse
Adgâsu Ahlâmdan ve meri’yât-i hatar nişâni bulunursa rü’yâyı sâdıkadan ve re’yi’l-
‘ayn meşhûdâtı mükevvinât ve eşyâda tamâmıyla zuhûr eylerse mutlak mübeşşirâttan
bulunduğu cümle ‘urefâ kaviyyen karâr ve hükm kıldılar. Bu takdırca mübeşşirât
suver-i ‘ilmiyye-i ilâhîdir. Ve rü’yâyı sâdıka ‘âlem-i hulk olan mükevvinât’e ve
Adgâsu-Ahlâm ise hiç gelmesi olmayan ve hemîşe tebeddül ve tağyîr eden şu’ûnât’e
nâzırdır. Garâib-i seyretmek etmek ve kendi ahvâl ve umûr-i âtiyeye aşinâlık peydâ
eylemek ârzusunda bulunanlar nevm-i firâşına girip [s.44]‘âlem-i misâl’e gitmedikçe
hâlât-i ‘acîbe müşâhedesine muktadir olamaz ki en ibtidâ ki ‘âlemdir, şurası câyi
dikkatdir ki bir hiss-i müşterekesini muvakkaten fedâ ederek ‘âlem-i misâl’e ‘urûc
edenler nice hâlât-i garîbe ve tecelliyât-i ‘acîbe müşâhedesine muvaffak oluyorlar.
Ya bütün bütün enâniyet ve cümle ta‘allukât-i nefsiyyesinden tecâvuz edenlerin
mazhar oldukları fuyûzâtı fikr kıldım insâf ile. Şurası hafî olmaya ki bu rü’yâ bunca
‘avâm ve halk yerinde bir sermâye-i hâs olup herkes derlü derlü vehm ve hayâl’e
mübtelâ olarak renkarenk sûret ve heyet’e ifrâg kılınması cihetle meziyyet-i zâtiyye
ve şerâfet-i asliyyesi tağyîr ederek lâ-şey menzilesinde kalmış zann olunmaktan elân
78
ve kemâ kân fazîlet fevku’l-‘âdesi yerli yerinde olduğu gibi pek büyük kemâlât-i
insâniyyedendir. Ba‘zı ‘uerfâ bu rü’yâyı Miftâhu hazâ’in-i Gaybiyye diye yâd
eylediler de ta‘bîr ve tevîli hakkında ikdâm ederek insân-i kâmil’e mürâcat ve bu
bâbde musâhabet’e giriştiler. Ziyâdesiyle fazîlet kazandılar. Hatta bir hâtûn kendi
hâdimini başını ol vakit emî- belde bu hâne zât tarafından kat‘ kılındığı rü’yâsında
müşâhede edip ve çocuktan gayr-i hic kimsenesi olmadığından ziyâde havf-i
vahşiyete düşmüş ve kendi fikrince bu rü’yâsından fevke’l-hadd vurulmuş olmasıyla
şu hâl kendisini cunûn’e isâl edecek derecât’e kadar isbâl eylemiş olduğunu mahrem
esrârından diger bir hâtûn vâkıf olduğundan hemâne refâketine alarak ol zaman
ta‘bîr-i menâm bi-hakkin ‘ârif bir insân-i kâmil’e ‘azîmetle keyfiyyet-i vâki‘asını ona
beyân eylemişler. Şöyle ki efendi hazretleri ittisâlimizdeki komşu çocuğunun başını
emrilerimiz tarafından kat‘ edildiğini geçen gece vâki‘amızda gördüm lütfen ta‘bîrini
temenni ederim demiş. Ufkan müşârun ileyh cevap olarak ey hâtûn mevt kişinin
kâffe-i zarûret-i dünyeviyyesini def‘ ve ref‘ eder. Bir hâlâttandır. O çocuğunun
muzâyaka-i âtiyyesi min-‘indillah def‘ olarak müstagrık bahr-i gınâ [s.45]olacağı
gibi mevtin vukû‘i dahi vuslat-i ilâhîye sermâye-i mahsûs olduğundan bu çocuk
madame ki emr-i cânbinden başı kat‘ eylediği cihetle az bir vakit içinde emîre vezîr
olacakdır diye ta‘bîr ve te’vîl etmiş. Tekrâr hâtûn amân efendim bu coçuk komşunun
olmayıp bizzât benim mahdûmumdur. Ben şimdi irtikâb-i kezb ettim demiş ise de
tekrâr ufkan müşârun ileyh ey hâtûn şu meşhûdâtını sen komşunun çocuğuna bahş
ettin. Ve ben de mûcib rü’yâyı ta‘bîr ve te’vîl kıldım. Artık bundan sonra rucû‘
olmaz beheme-hâl hedef isâbete bu ta‘bîr musîb oldu. Egerçi bundan sen de müstefîd
olmak emel ve ârzu edersen bu istek vuk‘ûndan evvel komşu çocuğunun vâlidesini
tebşîr ile bi’lâhire sen de hisse-yâb olursun dediği rivâyet-i sahîhedendir. Hâsil-i
kelâm ve netice-i merâm şu rü’yâyı sâdıka ve mübeşşirât ol derece ‘âlîdir ki
mukadderât-i ilâhî ‘ilmine kişiye bizzât ‘alîm etmek için bir kitâb-i celîlü’l
mustatâbdır. Ticâre ki bir tâkım tâ ehl-i mu‘îrler pençe-i zülmünde bunca re’yi mahv
ve helâk olmaktadır. Tevhîd-i zât ve keyfiyyet-i merâtib-i ‘âlem bâlâde bir mıkdârcık
bahs ve beyân kılınmış idi. İşte şimdi de tevhîd-i sıfât bahsine cür’et olunur. Şöyle ki
79
ائيل فاااحاباب ت أ ن أاع رفا فاخالاق ت الخال قا لاع رفا باني إاس را ا م خ فيا إسرائيل ك ن ت كان زا hadis-i
kudsiyyesi mısdakınca tahlîk-i ‘avâlimi mucib olan hubb-i zâtı bir sıfât-i ilâhî
‘iyânında zuhûrın’a meşî’et-i ezeliyye ta‘alluk etmesiyle ‘ilim-i irâde ve tekvîn
‘aynında kâffe-i esmâ ve sıfât nâ-mütenâhî-i ilâhîye müsâbakat ve cümlesini
[s.46]muhît ve câmi‘ bulunduğu hâlde zâhir olduğundan buna suver-i ‘ilmiyye ve
mebde-i sıfât dediler. Zira kâffe-i mevcûdât ve ‘avâlim eşyânın vücûd-i hârici ve
zuhûr pes-henüz neş’e-i hulkiyye ve suver ve heykelde mefkûd olup yalnız ‘ilimde
müfesselen mevcûd bulunduğu ecelden ‘âlem-i emr ve ta‘yîn-i evvel ve itlâk-i
zâtiyye nâmıyla vasf kıldılar.
Semî‘ ve besîr ve hâdi kezâ ve kezâ bunca esmâ-i mütezzâde bir vücûd-i
hulkiyye ve icâdiyye-i imkâniyye her birlerinin zuhûrı hikmet ve saltanat şu’ûnât
iktizâ etmekle tekrâr ‘ilm-i ilâhî meşî’et-i zâtiyyeye ve meşî’et-i irâdeye ve irâde-i
tekvîn’e ta‘alluk ederek mükevvinât ve ‘avâlim-i vücûd ve hılkat miyânesinde bu
vecihle hüveydâ olmuştur ki hazret-i hakk ve tekaddüs ‘ilm-i ezeliyyesiyle nice ‘alîm
bizzât ise öylece diledi. Ve ne vecihle irâde eylediyse hemân halk ve icâd etti de
mevcûdât ve mümkinât vucûb ‘iyânında böylece rûşen oldu. Buna da ‘âlem-i hulk ve
ta‘yîn-i sânî-i zuhûrı dediler. Zira burada hem hılkat ve vücûd ve hem de âsâr-ı esmâ
mevcûd bulunduğundan nâşîdir. Umûr-ı külliyyeden ‘ibâret olan tevhîd-i af‘âl ise iki
kısm’a maksûm olup birisi mevcûdât ve eşyânın ‘ayân-ı sâbitesindeki isti’dâdını yine
kendi ‘aynında icâd ve ‘idâm’a meşî’et-i ezeliyye ta‘alluk eylediğinden irâde-i ilâhî
tekvîn-i neş’e-i külliyyesini her bir eşyânın kâbiliyeti ‘aynında bilâ-iktisâb ‘ilminde
sâbit olduğu vecihle icrâ ve ifâ etmesi cihetle hakk’a mensûbdur. Ki hak cümle
fi‘linde bizzât muhtâr olup o iktidâr-i külliyye hemîşe hakk ile kâ’im ve dâ’imdir. Ve
digerine ise umûr-ı müktesebe-i ‘abdiyye nâmıyla yâd kıldılar ki ekl ve şürb ve nevm
ve yakıza ve seyr ve hareke ve teferru‘âtı olup ‘abdin kesbine mevkûf
bulunduğundan nâşidir. İşte şu iki emr-i miyânesini fârık bir mâdde-i mümküne
vardır ki iktisâbı olan fi‘lî, ‘abde ve gayr-i müktesebî hakk’a mensûb olmasıdır.
[s.47]Binâberîn hazret-i pîr kuddise sırruhu şu merâtibi tahkîk Hakkında hümâyı
‘aşkı kaydı ile seryân-ı zâtiyyeye dil-i vîrâneme kavlîyle irtibât-ı hulkiyyeye yıtâkdır
ta‘bîriyle umûr-i külliyyeye sayd etmek kelimesiyle umûr-i müktesebe-i ‘abdiyyeye
80
işâret ederek şu merâtib-i selâseyi talkîn ve tefhîm ve ta‘lîm etmek üzere dilersen gel
nutk-ı ‘aliyyeleriyle dahi zevk ehli sâlikini şuhûd cihetine celb ve davet himmet edip
hümâyı ‘aşkı sayd etmek dilersen dil-i vîrâneme gel ki yıtâkdır buyurdular. Gerçi
hümâ lafzı ankâ gibi lisânda mevcûd suver ve hılkatta ma‘dûm ve mefkûd bir cism-i
latîf nâmına mensûb olduğundan ‘aşkı dahi hubb-ı zâtı neticesi olup tahlîk-ı ‘avâlim
ve mükevvinât-i eşyâyı mûcib olan gönül sermâyesi bulunduğundan irtibât-ı
hulkiyyeye işâret kıldılar. Zira kalb-i muttahar ve münevverleri hazâ’in-i esrâr-ı nâ-
mütenâhî ----- hikmetine mebnîdir. Ve yıtâkdır tabîrlerinden murâd kâffe-i ‘avâlim
ve eşyâya fuyûzât eylemekte oldukları ‘ayândır. Dilersen gel ki ta’bîriyle min-
‘indi’llah irşâd’e makûr-ı ekmel vücûd olup müşkât-ı küdsiyye-i celîle-i risâletten
herkes ifâhe-i envâr-ı rahmet ve hidâyet edecelerini ‘ilândır. Şimdi asıl aranacak
cihet bu beyitlerinden Burasıdır ki ma‘rifet-i ilâhiyyenin mübtenâ-bihâsı olan fezâ’il-
i ‘âliyyeye sâlik-i sâdıkların bildirmek murâd ediyorlar. Zira bâlâde tahrîr
eylediğimiz hâdis-i nebevîde “ ه من ن وره خا لاقا ” kavl-i şerîfleri bu ciheti şi‘irdir. Çünkü
“ ن ن وره م ” kavlindeki zamîr-i zât-ı ecell-i ‘alâya râci‘ olduğundan fahr-i ‘âlem
efendimiz o nûr-ı hakîkatu’l hakâ’iki bi-hakkın [s.48]hasl bulundukları ecelden
butûn-ı mukaddese-i risâlet-i envâr-ı zâtiyye hazînesi “ خالاقا باع داه ك ل ث ه ك ل خاي ر وا م خالاقا من
”شايء kavl ‘aliyyeleri dahi ‘illet-i gâye-i ‘avâlim-i hılkat ----- şi‘ir olup imkâniyye-i
vücûdiyye ve vücûbiyyenin ahîr ve hayrı ancak vücûd pîr-i cûd ve Muhammedileri
bulunmak hasebiyle kâffe-i mevcûddât ve eşyâ andan iktibâs-ı envâr-ı hidâyet
tecelli-i zuhûrı eylediğinden havâhir-i celîle-i risâlet mebâdi’-i mükevvinât ve
‘avâlim-i defînesidir. Bu takdırca hazret-i pîrın dilersen buyurdıklar zevâhir-i
mukaddese-i ‘aliyye-i risâlet bildirmek dil-i vîrâneme gel tabîrleri dahi nûr-ı zâtiyye-
i ilâhiyyeye suver-i mücessemesi olan nûr-ı akdas fahri’l-mürselîni bihasebe’l-irşâd
sâlik-i sâdıka-ı rü’yet ve zevk ettirmektir. Zîrâ kişi hakîkat ve hılkatından haberdâr
olmak ve hakka ‘aleyhim bulunduğu hâlde ‘arz-ı rakiyet ve ‘ubûdiyet etmek kadar
fazîlet ve şeref olamaz. Onun için “ الذينا لا ياع لام ونا هال ياس تاوي الذينا ياع لام ونا وا ”ق ل
buyurulduğu gibi “ ” nass-ı kâte‘î şeref-vârid olmuştur. Bu
sebepten cenâbı pîr kuddise sırruhu dil-i vîrâneme gel diye sarâhat ve tebyîne
buyurdular. Zira kalb-i mukaddeseleri tecellî hâne-i zât ve sıfât ve menbağı serâ’ir-i
kemâlât-i ve bihâr-i mâlâ-nihâyet-i fuyûzâtdır.
81
Ey gamze söyle zahm-ı dilimden zebânım ol
Ey âh sîne nusha-i şerh ve beyânım ol
Ey eşk dîde ben diyemem yâre derdimi
Revî ‘uzârım üzre dû gel tercümânım ol
Ey gonca fem şuhûdımı tasrîh idem sana
Zabt ede hep şu ‘âleme sen destanım ol
[s.49]Keşf etmesün yurazimi zühhâd emân sakın
Tâ yevm-i haşre değin nükte-i dâim ol
Bir ‘ârif-i musâdif olursa eger yolun
Zevk ü şühûd mı bildir lisânım ol
Hâkı mukaddese-i pîr SÜNBÜL’e Vaz‘-ı cebîn edüp ihlâs-ı hevâtim ol
Anın ‘aşkda iken gayre bakma
Ki zîrâ ‘âşıkına ol kıyakdır
Cenâbı pîr kuddise sırruhu işbu beyti ile nefs-i nefîselerine hitâb edip sâlik-i
sâdıkına tenbîhe ümniyesiyle onun ‘aşkda iken gayre bakma ki zîrâ ‘âşıkına ol
kıyakdır buyurdular.
Hakîkat-i kâffe-i ‘avâlim ve eşyâ-ı mefhar-ı ‘âlem (s.a) efendimiz
hazretlerinin envâr-ı mukaddese-i zâtiyyelerinden iktibâs-ı fuyûzât ve zuhûr edip
sûret-i pezîr-i halk ve icâd olduklarını bâlâ’da mezkûr sâ’ir beytlerinde işâreten ve
serâheten beyân eyeldikleri gibi şimdi de bu beyti ile onun ‘aşkda iken gayre bakma
diye bir tâkım vehm ve hayâle dûçâr olmaktan men‘ ediyorlar. Çünki zevk ve şühûd
82
ehline ve tevhîd ve marifet eshâbına böyle bir vehme mübtelâ olmak kadar mesâ’ib
ve belâ olacağından ki zîrâ ‘âşıkına ol kıyakdır diyerek ekîden ve şedîden emr ve
tenbîh ile buralara hakîkat-ı zevk âşinâyı vahdet-i risâlet olan ‘uşşâk egerçi gayret
hayâline düşecek olurlar hüsrânda kalacakları emr-i âşikârdır. Mevzû‘âtü’l ‘ulûm
nâm kitâbın dört yüz on altıncı varakasında ve ‘ilm-i ekâlîm mebhasında gördüm.
[s.50]Musannif şöyle rivâyet eder ki bilâd-i Hindde bir nev‘ gül varmış ki her bir
varakında Muhammed Resûlullah lafz-ı şerîfi yazılmış imiş. Bu mâddeyi zehbî kitâp
mizânında rivâyet edip bunun nazîri olmak üzere İbnu’l Kavvîm tarihinde Hasan İbn-
i Hasan olarak Elhavâs Elmusabsab tercümesinde demiş ki; Ali İbn-i Abdullah
Elhâşimîye nisbeten rivâyet edip ba‘zı bilâd-i Hindde görmüş ki bir verd-i kebîr yani
büyük bir gül siyâh renkli ve gâyet hôş bu olup üzerinde hatt-ı ebyaz ile “ ل هللا ه إ ال إل
وق , ع مار الفاار مد راس ول هللا ااب و باك ر الص د يق yazılmış imiş gördüm. Bunu ben zann eyledim ”م حا
ki me‘mûldur. Bir ay tecrübe ve imtihân henüz açılmamış bir goncasını alıp açtım
onda dahi bu lafz-ı celîle mektûb buldum. Ve buna mânende belde-i mezkûrda nice
nice garîbe var idi. Ehâlisi cümle-i işcâra ‘ibâbet edip cenâbı hakkadn ez her cihet
gâfil idiler. Ve bu kavli müeyyid şeyh Yâfe‘î Rûzu’l Riyâz ismi ile müsemma olan
kitâbında bazı meşâyihden hikâye’ye dimiş ki bilâd-i Hindde bir şecere gördüm
semeresi bâdem meyvesine mânend olup iki kişri var ..... kesr olunsa bir varaka-ı
sebze peydâ olur. Üzerinde serh ile hatt-ı celî olarak “ مد راس ول هللا ل هللا م حا ه إ ”ال إل
yazılmışdır. Ehâli-i belde bununla ta‘zîm teberrük edip habs-i matar yani
yağmursuzluk bir vakitte vesîle-i istiska’ ederler idi.
Bu kıssaya ben Ebu Yakûb Sayyad’a haber verdim bana dedi ki bunu ben
emr-i ‘azîm ‘adetmezim. Zîrâ birgün ben sa‘yi mâhı maksadıyla nehre âbla .... da
şikâra meşgûl oldum, hikmet-i hudâ âlât-ı saydıma bir mâhı tesâdüf etti, dışarıya alıp
gördüm ki sağ kulağı üzerinde ““ل هللا ه إ مد راس ول هللا ““ ve sol kulağında dahi ””ال إل م حا
””
[s.51]lafz-ı şerifi mektûb idi. Ta‘zîmen bu mâhı yine deryâya ilkâ ettim dedi
ve bu kavli mü’eyid müellif(r.a) rahimehu’llah pederinden istimâ‘ eylediğini
hikâyet’e dedi ki; bir ‘itimâd eylediğime kimseneden.
83
O dahi mesûk’ul-kalim diğer bir zâttan rivâyet edip demiş ki; yine bilâd-ı
Hindde bir cerâde yani çekirge gördüm, bir cenâhında “ل هللا ه إ ve digerinde ”ال إل
مد راس ول هللا“ yazılmış idi. Buna m‘uâdil nice nice garîbe mevâdin ifâde eylediği ”م حا
sâhib tercüme rivâyet etti. Fakır dahi bi-‘ibâretihâ onları buraya yazdım.
Câyı dikkat şurasıdır ki haysu ‘aliye-i nübüvvet bilâd-ı Hind ahâlisi sam‘ine
bâlig ve reşîd olmadığından kâffe-i halk vehm u hayâle dûçâr olup derlü derlü
mezâhib-i bâtile ve ‘akâ’id-i fasideye geriftâr dâlle mevhûm ‘ibâdetine iştigâl
etmekte imişler.
Halbuki cenâbı hak ve tekaddüs hazretleri şân-ı celîle-i risâleti ‘umûm halka
‘ilân ve bir tâkım eşcâr ve evrâk ve hayvânât cenâhları üzerine bile nâm-ı
mukaddese-i Muhammediyyeyi tahrîr ederek saltanat-ı ‘aliyye-i nübüvveti izhâr ü
‘iyân eyliyor, halk bilsin veyâhûd bilmesin. Onun için hazret-i pîr kuddise sırruhu
gayre bakma diye tebyîn ve sakın gayriyet vehmine dûçâr olma diye tavzih ediyor.
Zîrâ ersadâyi cihân olur hemîşe hüsrânda kalırsın diye ‘âşıkına ol kıyakdır
buyurdukları işte burasıdır.
Çünki cenâbı pîrin nazar-ı kudsiyyeleri her ne mahalle isâbet etse envâr-ı
celîle-i Mustefviyyeyi bi’z-zât rüy’et ve müşâhede ederler.
Şi‘âr-ı ‘âşkı benden sorarsan
Cünûn-i âh ü vâh ağlamakdır.
[s.52]Cenâbı kuddise sırruhu işbu beyti ile yalnız ‘aşkda kalıp
ma‘rifetü’llah’dan bî-haber bulunanlar hâlâtini beyân mürâd ederek
Şi‘âr-ı ‘âşıkı benden sorarsan *** Cünûn-i âh ü vâh ağlamakdır, buyurdular.
Vâkı‘an öyledir ma‘rifet tedârikine tâlib ve râgib olmayarak bir tâkım ‘aşk
belâsına mübtelâlar bi’l-ahire dûçârı-ı âh ü vâh olacakları münkir değildir. Bu
sebebden cenâbı pîr şi‘âr-ı ‘âşıkı benden sorarsan diye kayd eylediler.
84
Zîrâ şi‘âr-ı tabî‘at m‘anâsınadır kişi tabî‘atı meslekine sâlik olursa hakîkat-i
cemîl ve rezîl bir hâlât’e geriftâr bulunur. Onun için cünûn-ı âh ü vâh ağlamakdır
diye sarâhat buyurdular. Tâ ki gözleri sıkıncaya kadar ağlasa fâ’ide vermez.
Âhdır gerçi dil hâne-i ‘âşıkda temel
Meclis-i mîde gelüb dûkmıza verme halel
Hoşca gel git kerem et yalvarırım anca cedel
Yârı incitmeme şartıyla gelürsen ne güzel *** yoksa ... ederim sîneden ey âh
seni.
Şarâb-ı ‘aşkı içmiş SÜNBÜLÜ çün
Ve lâkin mest eden şol son ayakdır
Cenâbı pîr kuddise sırruhu işbu beyti ile ebyât-ı sâ‘ire kudsiyyelerini
neticelendirmek ve bi’z-zât mazhar oldukları iltifât-ı cihân derecât-ı celîle-i risâleti
zikr ü beyân-ı ‘atf-ı makâl-ı himmet ederek, Şarâb-ı ‘aşkı içmiş SÜNBÜLÜ çün ve
lâkin mest eden son ayakdır buyurdular.
Ma‘lûmdur ki şarâb şürb fii‘linden me’hûzdur, mutlak içilen şey demektir.
Çünki gızâyı insâniyye [s.53]iki nev‘ olup birisi ‘ekl edilendir. Nân ve nemk ve
sâ’ire gibi bunların kendi nefsinde sıklet-i izâfiyyesi olduğundan ‘ekl ile ta‘bîr edilir.
Ve digerinin dahî kendi nefsinde letâfet-i cismiyye ve me’yeti muhakkak ----
cihetle şürbe nisbet kılınır. Şarâb ve şerûb ve şerbet misillü ve ma’kulâttan olan gıdâ
kuvâ ve ‘anâsire hidme ve meşrûbât envâ‘i rûha safâ bahş ve ‘itâ etmekte ------
münkir değildir. “ اء ك ل شايء حاي nazm-ı kerîmi mısdakınca m’â; cümle eşyâyı ”منا الما
ihyâ eylediği ecelden rûha te’sîrât-ı külliyyesi olup a‘âzim gıdâdan bulundu. Hatta
birkaç günler nân ve nemkten ‘âciz ve mahrûm kalanlar bir hayât olabiliyor. Ama o
zaman dönende susuzluğa dûçâr olanlar helâk oldukları emr-i mukarrerdir. İşte
85
şarâb’a gerek su katlamış olsun ve gerekse üzümden çıkmış hâlis bulunsun da
müehheren harâm’a hîle karışsın hürmette beraberdir. Onun için nef‘î mahrûm.
Âbsın sûrette amma âb-ı âteş yâresun
Hürmetin inkâr eden ‘âlemde hürmet bulmasun.
Dedi bu şarâbı ‘urefâ-ı tecelliyât-ı ilâhî ile te’vîl ve tahdîs ederler. Zîrâ
fuyûzât-ı ilâhî kişiyi mest ve sarhoş eylediğinden nâşidir. Hazret-i pîr kuddise sırruhu
şarâbı ‘aşk ile vasflendirirdi. Ancak maksad tecelliyât-ı nâ-mütenâhî-i ilâhidir.
Şarâb muhabbeti kâse kâse içtim. Ne şarâb noksân hâsil kıldı ve ne de ben
kandım me’âlini mutazammın olan şâ‘irin şu beyti;
ا باع دا كاأ س فما “ وايته شارب ت الح ب كاأ سا ا را ما kavliyle muhakkakdır ki ”نقصته الشارابا وا
tecelliyât-ı ilâhîye hiç bir zât kanâ‘at etmeyip her zamân mazhariyyet-i emînesinde
oldular da cân fedâ kıldılar ve ‘aşk ise tehlîk-i ‘avâlimi mûcib olan hübb-i zâtı
neticesinde ve fezâ’il-i [s.54]insâniyye neşe’-i hâssu’l-havâsından bulunduğunu
bâlâda mükerreren tahrîr ettim. Cenâbı pîr şimdi burada ‘aşkı zikr ederek mazhar
gûne gün tecelliyât-ı zât ve sıfât buyurulmuş oldukları sarâhat ediyorlar. Ve
musarra‘-ı sânide ise Velâkin mest eden şol son ayakdır diye yana yana beyân
buyurdukları ve kendilerini mest ve medhûş etmene esbâb-ı mustakıll’e olan şol son
ayak etmiş ‘aceb bu ayak nasıl ayakdır ki evsâf-ı mâ-lâ-nihâyesini zikr ü beyân birle
‘arz-i mefharet ve mübâhat etmektedirler.
Sahîh rivâyetinden cenâbı fahr-ı ‘âlem (s.a) efendimiz hazretlerinin mi‘râc-ı
‘aliyyelerinde yedinci semâya vâsil oldukları bir zamânda kadem-i s‘âdet tev’em-i
celîlelerini takbîl edercesine bir cism-i latîfin tamâsı eylediğini müşâhede etmişler.
Bunun hikmeti Cebrîl (a.s)’dan su’âl etmeleri üzerine yâ Resûlullah kadem-i
s‘âdetiniz ile kesb-i teşerruf eden ‘arşdır ibtidâyı hılkatından bu âna değin cenâbı
vâhibu’l-‘atâyadan bu şeref’e mazhar olmağa istirhâm ve niyâzmend olmakta idi. İşte
şimdi müsâde-i ilâhî erzân olduğundan takbîl-i kadem-i ‘aliyyeniz ile iktisâb-ı mesâr-
ı bişmâr etti diye cevâb vermiştir.
86
Yine bunu müe’yyid rivâyettendir fahr-ı enbiyâ-ı ‘alihi ekmelü’t-tehâyâ
behşeti teşrîflerinde bir câriye istıkbâl ederek lâzeme-i merâsim hoş âmidiyi icrâ etti.
Cenâb-ı risâlet efendimiz kendisinin kimlerden ----- su’âl etmişler Zeyd Bini
Hârisenin câriyesi bulunduğu beyân ve cennet teşrîf-i risâletleriyle pür-zîb-i zînet
olduğunu bildirirdi. Bu Zeyd Bin-i Hârise fahru’l-murselîn efendimiz hazretlerini
azâdlı kölelerindendir, bu zât ‘asr-ı s‘âdetde sekiz bolluk cunûd ve muvehidîn’e
serkede ta‘yîn olunarak bir sirriyyeye yani kücük muhârebeye sevk ve igrâm
buyurulmuş idi. [s.55]Mevcûd refâkıyetle oraya gidip harbe mübâşeret ederek
mazhar-ı galebe ve nâ’il-i ganîmet oldular. İstihsâl olunan mâl-ı ganâyimi ( ا عالاى ما
ضا هللا cüyûş-i müslimîne ‘ale’s-seviyye tevzî‘ ve teksîm eyledikleri gibi (فارا
refîklerine ‘âdilâne hüsnü mu‘amele ve idâre birle me‘iyyet perverlik şeref ve şânını
kemâl derece muhâfaza eylemiş ve cümlesini kendisinden ez her cihet hoşdil
kılmışlardır. Muahharen ‘avdetle huzûr pür nûr-ı risâlet’e dehâlet edip bakiyye-i mâl-
ı ganâ’imi cânib-i beytü’l-mâle teslîm ve esnâyı harbde vuku‘ bulan hâdisâtı fahr-i
‘âlem (s.a) efendimiz hazretlerine ‘arz ve takdîm eyledikleri sırada cenâbı risâlet
‘aleyhi ekmelüt’tehiyyet efendimiz hizmet-i mesbûkalarını takdîren ve kendilerini
taltîfen ve kalblerini te’lîfen “ة عي ه بالرا أاع دل ه وا ه بالساوي hadîs-i nebeviyyeleriyle tebşîr”اق سم
buyurmuşlar. Be‘de eyyâm müşârun ileyhi irtihâl edip kabre vaz‘ kılındığı zamân
melâ’ike-i münkereyn hazrâtı gelip su’âl etmeleri üzerine ben fahr-i ‘âlem Resûl’lul-
lah hazretinin âzadlısıyım cümle ahvâlim Resûl’l-lah şâhid ve kâffe-i husûsuma
kefîl-i vâhiddir. Beni ondan su’âl ediniz cevâbını vermesiyle münkereyn hazrâtı bu
kelimâttan birşey anlayamadıkları cihetle hazretlerine ‘avdet birle bâr-gâh-ı kibrâyı
‘arz-ı keyfiyet etmişler. O an ey münkereyn o kimsene benim habîb-i ekremim
Muhammed Mustafa hazretinin âzadlısıdır. Ben de onu âzad ettim. Sizler onu hâliyle
terk ediniz. Hitâb-ı ‘izzeti vârid olarak âzâde-i su’âl olacağı rivâyat-ı sahîhedendir.
İşte hazret-i pîrin son ayak dedikleri burasıdır. İnşallahü te‘âla buna dâ’ir ve
sâ’ir tafsîlât-i [s.56]mükemmele ayette gelecektir. Olvakit şu son ayağın derecâtı
mâlâ-nihâyesi ma‘lûm olur. Yoksa meyhâne mestânesinin ayak üzerinde desgâhtır.
Elinden bâd-i hava yarım kadeh kadar içmiş oldukları şerâptan mest ve sarhoş olmak
cihetine masrûf ve ma‘tûf değildir. ام إلاى ال ماس جد نا ال ماس جد ال حارا ى بعاب ده لاي ال م انا الذي أاس را س ب حا
87
ه وا السميع الباصير ه ه م ن آيااتناا إن ه لن ريا و لا nazm-ı kerîmi fahr-i ‘âlem (s.a) ”الاق صاى الذي بااراك ناا حا
efendimiz hazretlerinin mi‘râc mücize’tu’l-intâc celîleleri şeref vuk‘unu müşirdir.
‘urûc-i küdsiyye-i risâlet ol gecede on mertebede vâki‘ oldu. Yedisi semâvât üzere
derke şeref-vârid olan hadîs-i müfâselede her bir mahalle vurûdlerinde enbiyâyı
‘izâm efendilerimizden birer ikişer zevât-i ‘aliyye-i mukaddese ile hüsnü mulâkât ve
musâhabet buyurduklarını tasrîh etmişler.
Ve sekizincisi sidre’tu’l-münteha’ya ve dokuzuncusu müstevîye yani
“ م عا اق الا ه صاديف ال ماع في ى ااس ت بم س تاوا هار جا بي حاتى ظا را ” hadîs-i şerîfi mısdakınca kalem
‘ilânın hîn-i tahrîrinde sadâsı istimâ‘ kılındığı mekândır. Bunu müsteve tağyîr ile yâd
edip münâcât ve semâ‘-ı kelâm ve keşf-i hakîki ve müşâhedât-ı külli anda
müyesserdir dediler. Ve onuncusu kurb ve ednâdır ki “فكان قاب قوسين أو ادنا” ayet-i
celîle hakkında nüzûl etti. Sırr-ı hadîs müfessilini rivâyet eden sahâbe-i kirâmin
isimleri zîrde tahrîr kılındı. Bu cümle-i cemîledendir Enes Bin Malik bu zâtın hâli ve
şerâfeti müslüm ‘âlemdir. Mahdûmları olan Muhammed vak‘ayı kerbalâda cenabı
Hüseyin hazretiyle bulunarak ‘arz-i didâr şehâdet etti.
[s.57]Ve Ubey Bin K‘ab bu zât vahi münzil kitabında bulundu. Ve Câbir Bin
Abdullah El-Ensâri bâlâde tahrîr eylediğim hadîs-i mufassal-i nebevinin dahi
râvisidir. Cenâbı Ali ile pek çok musâhabet etmişdir. Doksan yaşını mütecâviz
bulunduğu hâlde gözlerine umyâ illeti dârı oldu. Vak‘ayi Kerbalâdan sonra Mekke-i
Mükerreme’de hazret-i Zeyn’el-Abdîn ile mulâkât edip kendisinde vedi‘a olan selâm
ü selâmet encâm-ı risâleti cenâb Zeyn’el-Abdîn ba‘de’l- teblîğ ‘âzim gülşen sarâyı
bekâ oldular. Ve Büreyde ve Semre Bin-i Cündüb bu zevât-ı ‘aliyye hizmet-i
sa‘adette müstahdem sahâbedendir. Ve İbn-i Abbâs ‘ammü’n- Nebidir. Mekke-i
Mükerreme fethinde Ebu Sufyânı islâm’a davet etmiştir. Fıkrası tafsilan siyerde
vâriddir. Şâyân mütala‘adır. Ve İbn-i Ömer ve İbn-i Mes‘ûd ve İbn-i ‘Amru bu
zevât-ı kibâr sahâbedendir. Ve Hüzîfet’ül- Yemâni bu zât ahvâl-ı ayet’e mutallık pek
çok esrârı cenâbı risâlet pür-saadetten hüsn-ü talakkı etmiş ve ekser munafıkların
isimlerine metla olmuşdur. Hatta bir cenâze vuk‘unda Hüzîfe orada olmazsa Fârûk-ı
A‘zam namazda bulunmazlar idi. Yemâme vak‘asında ‘arz-ı didâr şehâdet etti. Ve
88
sedâd Bin-i Evsi ve Suheyb-i Rûmi bu zevât cenâbı Ali ile Muahharen vak‘a-yı
Cemel ve Siffiyînde bulundular. Ve pek çok iş gördüler. Ve Ali Bin-i Ebu Tâlib
dördüncü halîfe-i ekremdir ve damad-ı peygamberidir. Şu damatlık hakkında ‘acîb
bir hâlâtın vukû‘a geldiğini ba‘zı ruvât-ı sika nakl ve hikâye etmiştir. Şöyle ki;
Habîb-i hudâ nûr-ı zât-ı kibriyâ aleyhi efdalu’t-tehâya efendimiz hazretleri cenâbı
Fâtma’nın taht-ı dâire-i teklîf-i şer‘i oldukları anda ihtâr-ı keyfiyet kılınmasını ezvâc-
ı mutahharâtına evvelce emr-i mahsûs vermişler imiş. Oradan ne kadar zaman
geçmiş ise geçsin birgün bazı sahâbe-i kirâm ile [s.58]Mescid-i sa‘adette ma‘en
bulunmakta iken müşârün ileyha hazretinin hâmil-i teklîf-i ilâhi bulundukları haberi
zât-ı celîle-i risâlet’e ‘arz ve ibrâz olunmuş. Hidâr-ı kirâm’e hitâben bizim Fâtma
hukûk-ı meşrû‘ayı ‘akd ve nikâhı himâyeye kesb-i istihkâk eylediği sâbit olduğundan
hâsriyet’e rağbet ediciler için bâb-i müsâde küşâde .... bildirmeleri üzerine cümle
m‘a’l-mahnûnin başka başka istirhâm’e cür’et eylediler.
Halbuki tâlip kesrette ve metlûp vahdette olup şefkat-ı celîle-i risâlet hiç bizi
bu şerefden me’yûs etmemek cihetine ma‘tûf olduğundan şurût-ı ‘akd ü nikâh
tarafeynin rızasına ve elbette ...... bahisle bir kere de metlûb’a murâca‘at olunmak
üzere talibân’ın nâmları bir varakaya kütb ü tahrîr ve metlûb-ı müşârün ileyha’ya
ba‘s ve tesyîr ve hangi zât’a meyl takarrur eder ise ba‘dehu ona göre icrât’e ibtidâr
kılınması taraf-ı zî-şeref-i risâletten fermân ve tedbîr buyurulmasıyla cümle-i bâlâ
rızâ esemi-yi müşârün ileyhim bir kağıd’a yazılıp sevey cenâbı Fatma’ya
gönderilmiş. Hazreti Fâtma ise varak-pâre’ye b‘ade’l-kırâe kurân-ı ‘azîmü’ş-Şânı her
kimki hâfız ise nikahım ona helâl olsun ‘ibâresini hâvi olan cevâp nâme-yi nezr-i
sa‘adet’e i‘âde ve isbâl eyledikleri cihetle hâfız olmayan zevât bu lütf’e nâ’iliyetten
bet-tabe mahrûm kalıp huffâz hazrâtı egerçi mazhar-ı emîne bulunacaklar ise de
bunlar bir kaç zevâttan ‘ibâret olduklarından rızâyı müşârün-ileyha şunlar hakkında
dahi istihsâl kılınmak için yalnız asâmi’yi huffâz bir varaka’ya tastîr ve cenâbı
Fâtma’ya derhâl tesyîr kılıdı.
Müşârün-ileyha hazrâtı işe matla‘ olmasıyla her kim ki yerden Esbah suvâr
oluncaya değin [s.59]zamân içinde bir hatm-ı şerîf kıra’at etmek şerefini hâ’iz
89
bulunursa nasîb ve makdûrum odur ‘ibâresini mütezammin verdikleri cevâp huzûr-ı
pür-nûr-ı risâlet’e takdîm olundu. Kâffe-i huffâz hazrâtı yediklerine bakarak bu
teklîfin hâric ez tevk-i beşer ettiğini imâ ve engüşt bir burhân-ı hayret durmakta
olduklarını inhâ etmekte iken cenâbı Ali’l-Murtada hemandem besmele-i şerîf’eden
bed’en birle üç ‘aded İhlâs ve ‘akebince bir Fâtiha kırâatı itmâm ve hatm-ı şerîfi
duasını fahr-ı ‘alem efendimiz’e teslîm ve takdîm etti. Cümle-i zevât .... dediler. Ama
çe fâ’ide. Vâkı‘an her kim ki üç İhlâs ve bir Fâtiha-ı şerîf kırâ’at ederse hatm edenler
şeref ve faziletini hâ’iz olmuş menzilesinde bulunacağını cenâbı Cebrîl aleyhisselâm
Sûre-i İhlâsı inzâl eylediği vakit işbu meseleyi ‘arz ve beyân etmiş. Ve cümle
sahâbe-i kirâmın bu sırr’a matla‘ ve aleyhim bulumuş oldukları kalblerin gelmemesi
ve cenâbı Ali’nin kalbinden çıkmaması mu‘cize-i bâhire risâlet envâ‘inden biridir.
Vak‘ayi nehr ve ondan ‘avdetle kûfe’ye ‘azîmet buyurdukdan sonra İbn-i Mucem
nâ-ma‘lûm biriyle nâ’il sırr-i menzil-i şehâdet oldular. Fıkrası mufasselen siyerde
vardır. Ve ‘Umer Bini’l-Hattâp ikinci halîfe-i ekremdir. Hîn-i hilâfetlerinde birgün
Medîne-i Münevvere sokağından mürûr etmekte iken Muğira Bin-i Şube’nin kölesi
olan Ebu Livâ Livâhi tesâdüf etmiş. Markûm istirhâm’a cür’et edip yâ Emir’ül-
Müminîn yevmiyye iki dirhem gümüş vermek üzere beni harca kat‘ kıldılar. Taklîlini
temenni ederim dedi. Sana‘tın nûr ey Nesrânı diye su’allerine cevaben tecûrculuk
nikâşlık ..... demesiyle senin şu san‘atına göre bu cerh çok değildir diye verdikleri
cevâb bile [s.60]şu mel‘ûnun ziyâdesiyle gazabı tahrik eylemiş. Bundan evvelce
Medine’de bir yıl değirmen a‘mâline lüzûm olup bu mel‘ûn vasıtasıyla inşâsı halîfe-
i ekrem hazretlerine ifâlde kılındığından ey Ebu Livâ Livâ bize bir yıl değirmen
buaralık lüzûmü vardır, yap emrini vermişler imiş. Ol vakit cevâb’e cür’et edip ey
halîfe sana bir değirmen yapayım ki ta rûz-ı kiyâmete kadar hândan-ı hilâfetiniz
sakfında yaşı ve metem dâneyi feşân dûrân olsun dedi. Bunun üzerine cenâbı halîfe
şu hâne gölge’nin bize sû’i-kasd ‘amelinde bulunduğunu lisânıyla izhâr ve ibrâz
ediyor buyurmuşlar idi.
Nihâyet üç gün sonra sabah namazını kıldırmakta iken yeri yerinden mecrûh
edip en ağırca yaraları koyu akında olup birkaç sâ‘at sonraca mazhar-ı şehâdet
şerâfet oldular. Tafsilat siyer’de mezkûrdur.
90
Ve Mâlik Bin-i Sa‘sa‘ bu zât cenâbı Ali ile muahharen vaka‘-i cemel’de
bulunarak Ümmü’l-Müminîn hazreti Ayşe (r.a) hakkın’a Resûl gönderilmiştir.
Cenâbı Ali’ye intisâb-ı tâmmesi bulunduğundan tarîk-ı Yektaşi’ye babaları bu zâtı
kemer beste zümresine idhâlen on iki nükeba zümresinden ti‘dâd ederler. Kütüb-i
siyer’de fıkrası mufasselen vardır. Şayân mütala‘adır.
Ve Ebu İmâme bu zât Ben-i Tay kabîlesine ahz-ı zekât hakkında mekûren
gönderildi. Pek çok iş gördü. Ve Eyübü’l-Ensâri bu zât yemen bilâdından kâne-i ‘asîr
kıtasının hâkim ve mülkü bu hâne Mülk-i Tubbe‘ nâm zât-ı ‘âli kadrin lesl-
pâkındandır. Padişah zâdedir fıkrası kütüb-i siyerde mezkûr. Fahr-ı ‘alem efendimiz
medine-i münevvere’ye hicret ve teşrîf ‘aliyeleri vukû‘nda hâne-i sa‘âdet ve mescid-
i risâlet binâ ve inşâ oluncaya değin müddet içinde hâne-i cenâb Eyübde müsâferet
buyurdular. Bu cihetle müsülmandarlık şeref-i ‘aliyyesini hâ’izdir. Hatta şâ‘irin
birisi;
Yetişmezi bu şehrin halkına şu ni‘met bâri
Resûl’u-llah müsülmandarı Ebu Eyüb’ul-Ensâri
Diye bu beyti inşâd ederek fezâil ve şerâfet müsülmandarılarını ‘umûm halka
teşhîr etmiştir. Lakin elsine-i nâsda [s.61]âlemdâr Resûl’l-lah diye şâyı‘ olmuştur.
Burası galattır. Sahîhî iş‘âr ‘asrıdır ki siyerde meşhûdumuz oldu. Ve Ebu- Habbe bu
zât hizmet-i risâlette müstahdem sahâbedendir. Ve Ebu-Zer Gafâri bu zât sulehâyı
ekâbir sahâbe-i kirâmdandır. Fahr-ı ‘âlem efendimiz yâ Ebâ Zer her ne vakit Medine
kesb ü si‘at ederse sen Şâm’a hicret et. Emr-i mâzı kendilerine vermişler idi. Vakta
ki cenâbı ‘Osmân’a radiyallahu anhu ve erdâhu efendimiz hazretlerinin zamân-ı
hilâfetlerinde bu yevm-i mev‘ûd duhûl eylediğinden Ebu- Zer Gafâri hazreti hemanı
Şâm’a hicret ve ‘azîmet eyledi.
Mu‘âviye hazretinin hükümeti vaktine musâdif olduğundan hakkında fevkü’l-
hadd hürmet ve cenâbı beytül-mâl’dan i‘âşesine himmet ve arzu eyledikleri zamân
Dârü’l Emâre’ye duhûluna hiç kimse tarafından mümâna‘at olunmamasını ‘ilân ve
91
işâ‘at etti. Bu cihetle müşârün ileyhi bi-muhâba Dârü’l Emâreye gelir. Ve dilediği
kadar Mu‘âyehazretiyle görüşür. Ve b‘azı işlerine i‘tirâzda bulunurlar idi. Hatta
Yahûdi Ebn-i Sebâ mel‘ûn birgün Ebu-Zer Gafâri’ye gelip yâ Ebâ Zer Muâviye
beytü’l Mâl-ı müslimîne mâlü’l-lah ta‘bîr edip sonradan biz de Allahın kulunuz
diyerek cümlesini kendisine mal edecektir. Haberin var mı diye bir takım söz
söylemiş de ziyâdesiyle hiddetlendirmiş imiş. Bunun üzerine hazreti Ebu-Zer pür
gazab hemeni ‘asâsını alıp Dârü’l-Emâreye girerek Mu‘âyenin yanına girmiş de
Vallahi yâ Mu‘âyeşu ‘asâ ile senin başını pâre pâre ederim sen mâl-ı müslimîni
hakka nisbet edip sonradan biz de Allahın kulunuz diyerek zabt ve temlîk edecek
imişsin. Ben ismâ‘ ettim diye şiddet ü hiddet ibrâz etti. Mu‘âviye ise haylica telâş ile
yerinden kıyâm birle ellerinden pûs ve ibrâz iltikât ile [s.62]Ebu-Zer Gafâriyi iskât
eylediği meşhûrdur. Fahr-ı ‘âlem efendimiz Ebu-Zer Gafâri hakkında ( داه ح يام شي وا
داه ح داه واي ح شار وا ح hadîs-i şerîfi buyurmuşlardır. Bâlâde mezkûr İbn-i Sebâ (وايام وت وا
yahûdi Sebiyye mezheb-i batılını ikâ‘ ve icâd eden mel‘ûndur. Şu hâneyi dîn-i millet-
i islâmiyye miyânesine pek büyük fesâd bıraktı. Birincisi tevellisi .... ve biri ....
meselesidir ki ehl-i tarîk miyânesinde bir mühim mâdde oldu. Şu mel‘ûnun icâbidir.
İkincisi hazreti Osmân (r.a) efendimizin şehâdetine, üçüncüsü Mısır ve Kûfe ve
Besre erbâb kıyâmını tehrîk’e, dördüncüsü miyâne-i islâmiyye’ye başlıca tefruka
düşürmesine sebeb-i mustakıldır. Tafsîlâtı siyerde mezkûrdur. Ve Ebu-Sa‘îd El-
Hudari bu zât vaki‘a-i Hurre-i Zehra esnâsında Medine-i münevvere cânıb-i ‘âlisinde
bulunarak fâci‘a-ı Kerbalâ’dan yedi mâh sonraca Yezîd pelîd cânıbından Medîne’ye
gelen fetne-i bagiye kâffe-i mâ mülkünü kasren ve cebren aldıktan sonra bütün bütün
lihye-i ‘aliyyelerini yolladılar. Sergüzeşten Hürre-i Zehra hâdisesi vukû‘âtında
vardır. Şayân mütala‘adır. Ve Ebu- Süfyân bu zâtın iki mahdûmi olup birisi Mu‘âye
hazretidir ve diğeri Zeyyâd Bin-i Sümeyyedir ki zamân-ı câhiliyette Tâ’if nâm
mahalle giderek orada meyhânecilik etmekte bu hâne Sümeyye nâmındaki
Câriyesinden her nasılsa kazanılmıştır. Fıkrası siyerde mezkûrdur. Bu Zeyyâd ise
cenâbı ‘Ali Mu‘âyeninde muaharen bulundu. Millet-i islâmiyye’ye pek çok iş gördü.
Ve mazhar-ı iltifât oldu. Ve Ebu Hüreyre bu zât eshâb-ı suffa’nın re’îsidr. Ekseriye
huzûr pür nûr risâlette bulunduğu ecelden pek çok hadîs-i şerîfin râvilik şerefini hâ’iz
olmuştur. Ve ‘Âyşe-i sıddîka Ümmü’l Müminîn şerfiyle kesb-i işhâr eden Sıddîk-ı
92
a‘zam efendimizin kerîme-i muhteremeleridir. Ve evrâk-ı nuvârıncı pür-zîp ve ziyâ
kılan [s.63]Ve Esmâ Bint-i Eba Beker zâti-n netâkeyn nâmıyla meşhûr olandır ki
Esmâ Bint-i Umey’in kerîme-i muhteremeleridir. Vâlideleri şu Esmâ hazretinin min
‘indillah mazhar olduğu sehâ ve şecâ‘at ve istikâmetlerinin zikr ü beyânıyla pek çok
varakpâre-i Tevârîh pür-zîb-i ziyâ olmuştur. Ve Ümm-ü Hâni hemşîre-i muhtereme
‘alidir. Şu‘ab Ebu Tâlib nâmıyla ma‘rûf olan hâneleri beyt-i muazzeme’nin şeref
hakkındadır. Mevlûdi Süleymân efendi merhûm hâne-i ‘aliyye-i Ümm-ü Hâniden
mirâc s‘aâdetin şeref-vâki‘ olduğunu kavli ihtiyâr buyurmuş oldukları şu
ifâdelerinden anlaşılıyor;
Bir duşenbe gecesi tahkîk-i haber
Leyle-i kader idi ol gece meger
Ol her cûn baht ol kaderi yüce
Ümm-ü Hâni adına vardı gece
Onda iken nâ-gihân ol yüzü ak
Cennete var dedi Cebrâ’ile hak
Bir murassa‘ tâc âl hille ve kemer
Hem dahi âl bir Burâk-ı mu‘teber
O habîbime ilet bütün âni ***** ‘Arşi seyr eylesun görsün beni
İla ahiru’l makâl.
Ve Ümm-ü Selema ezvâcı mutahharâttandır. Fahr-ı alem efendimiz hazretinin
aşcıyâşılık hizmetinde bulunurlar idi. Gâyet güzel ... şekl-i tabh eder de efendimize
‘arz ve takdîm ederler imiş. [s.64]Cenâbı risâlet pür saadet efendimiz iltifât-ı
mahsûsa olarak (ه ه، خاي ر الطاعاام لا كشا .hadîs-i şerîfini buyurmuşlardır (خاي ر النسااء عاائشا
93
Rıdvânu’llahı teâlâ ‘aleyhim ve ‘aleyhin ecmaîn. Pek çok sahâbe-i kirâmın terâcim-i
ehvâl ve nezd-i sa‘adet vefd-i risâlette hâ’iz oldukları şeref ve şân ve ibrâz buyurmuş
oldukları hizmet ve gayret ve sadâkatlarını şu’unât nâm târîh ...... yazdım artık
burada tetvîl ve .... lüzûm yokdur. Gece sohbetine musâmere ta‘bîr kılındığı gibi gece
seyrine de isra dediler. Çünki lazımu’l Hareme bu hâne misâfir gece hâneye davetle
hakkında ihtiramât-ı la’ika icrası şi‘âr-ı celîle-i misâfir-perveri ve ‘âtifet muktazâyı
‘âlisinden olduğundan cenâbı hak ve takaddüs habîb-i ekrem ve beni muhteremleri
bu hâne hocayı ‘âlem (s.a) efendimiz hazretlerini ( ذي أسرى بعبده ليال nazm-ı (سبحان ال
kerîmi vecihle kurb-ı maneviye ve hüvüyet-i gaybiyye-i ahadiyye-i zâtiyyesinden
celb ü davet birle hizâne-i serâ’ir-i nâ mütenâhi-i ilâhiyelerini biz-zât keşfe merhamet
ve kelimât-ı sübhâniyesini istima‘a küdret bahş ve ‘inâyet buyurduktan sonra
Mescid-i Harâmdan Aksa’ya Esra eylemiş oldukları haber-i sıhhat eseri fem-i celîle-i
risâletten şeref sudûr eden hadîs-i nebevî ile sâbit ve belâde isimleri tahrîr ve iş‘âr
kılınan râviyân şâhidân ‘âdilân hazrâtının şehâdet-i kâmileleriyle muhakkaktır.
Benâberîn bu mu‘cize-i ‘aliyye mü’min ve muvehidin mâyeu’l iftihâri ve şaki ve
munafıkın sermâye-i kîl ü kâlıdır. Mi‘râc hakkındaki hadîs-i mufassal-ı nebeviyenin
harfiyyen tercümesidir. Bir gece Kabetü’llahta Huteym dedikleri mevze‘de yanım
üstüne yatıp uyuyor idim. Bir kimesene geldi. Sînemi yârdı kalbimi çıkardı. Ondan
bir altın lakin gönderdiler. [s.65]İçi dolu imân idi. Ol kimsene benim kalbimi yudu
dahi imân ile doludurdu. Ondan sonra yerine koydu. Bana katırdan El-hak himârdan
yüksek bir ak burak gönderdiler. Şöyle idi ki adımını gözü gördü ki yere basar idi.
Beni ona bindirdiler. Ondan Cebrâ’il ‘aleyhisselâm beni dünya göğüne alıp gitti. Gök
kapuş açtırmak, itecek kimdir dediler, Cebrâ’ilim diye haber verdi. Yanında olan
kimdir dediler, Muhammed Mustafadır dedi. Onlar dahi Muhammed irsâl olundu mu
dediler. Cebrâ’il ne‘am dedi. Melekler hoş geldi safa geldi dediler. Ondan kapı
açıldı. Semâya dahil oldum. Onda hazreti Âdem ‘aleyhiselâm’a rastgeldim. Cebrâ’il
etti. Bu senin atan Âdemdir. Buna selâm ver dedi. Ben de selâm verdim, selâmımı
alıP merhaba yâ İbnes-Sâlih ven-Nebiyes-Sâlih diye buyurdu. Ondan bu üslûp üzere
ikinci göğe vardık. Onda Yahya ve ‘İsâ ‘aleyhimüs-selâm hazrâtına rastgeldim.
Cebrâ’il bunlar yahya ve ‘İsâdır. Bunlara selâm ver dedi ben de selâm verdim.
Selâmımı aldılar dahi merhabâ ya ahhis-Sâlih ven-Nebiyes-Sâlih diye merhaba
94
ettiler. Ondan üçüncü göğe vardık. Onda Yusuf ‘aleyhis-selâm’a rastgeldim. Kezâlik
Cebrîl bildirdi ona selâm verdim. Selâmımı aldı, onlar gibi merhaba eyledi. Ondan
dördüncü göğe vardık. İdrîs ‘aleyis-selâmı gördüm. Ona dahi selâm verdim.
Selamımı alıp merhaba eyledi. Ondan beşinci göğe vardık. Onda Hârun ‘aleyhis-
selâmı gördüm selâm verdim selâmımı alıp dahi merhaba eyledi. Ondan altıncı göğe
vardık Musa ‘aleyhis-selâmı gördüm selâm verdim selâmımı alıp merhaba eyledi.
Ondan geçip gittiğim zamân hazreti Musa ağladı. Ne için ağladığından su’âl ettiler,
etti onun için ağlarım ki bir oğlancık benden sonra ba‘s olundu. Benim ümmetimden
cennete girenlerden onun ümmetinden giren çoktur dedi. [s.66]Ondan yedinci göğe
vardık. Onda İbrâhîm ‘aleyhis-selâmı gördüm. Selâm verdim. Selâmımı alıp merhaba
eyledi. Ondan Sidretü’l müntehâya vardık, gördüm meyvesi koblara benzer. Ve
yaprağı fîl kulaklarına benzer. Cebrâ’il bu ağaç Sidretü’l müntehâdır dedi. Ve onda
dört ırmak gördüm. İkisi bâtın ırmakları cennet içindedir. Ve ol zâhir ırmakları nîl ü
furâtdır dedi. Ondan sonra Beytü’l Mamûri bana gösterdiler. Ona hergün yetmiş bin
melek duhûl eyler. Ondan sonra bana bir kâsi memlu süt ve vir kâse ..... ve bir kâse
gusül gösterdiler. Bir sütü ihtiyâr ettim. Ol vakit Cebrâ’il dedi ki ( ة التي أان تا هيا الفط را
أ مت كا ا وا ها yani sütü ihtiyâr edip aldın, sen ve ümmetin ol fıtrat üzeresiniz. Sahâbe-i (عالاي
kirâm hazrâtı bu sütü ne ile tevcih ve te’vîl buyurdunuz yâ Resûlu’llah diye
sua’llarınıa cevaben ‘ilim ile tevcih ettim buyurmuşlardır. Bu sebepten ‘ârifler her ne
vakit süt içseler veyahûd keşfiyâtlarında rüy’et itseler ( ه زد ناا من ه وا ه م باارك لاناا في (الل
kavliyle istirhâm ve du‘a ederler. Buradaki minhu zamîri mukadder olan ‘ilme
râci‘dir. Benâberîn ‘urefâ ‘ilmin ziyâde .... her ân ve zamân cenâbı vâhibu’l
‘atâyadan istid‘â ü ricâ ederler. Bundan sonra bana gecesiyle her günde elli vakit
namaz farz oldu. Ben dahi ol makamdan rucû‘ edip hazreti Musaya geldim. Ne ile
mekûr oldun diye bana su’âl eyledi. Ben dahi elli vakit namaz ile dedim. Hazreti
Musa etti senin ümmetin elli vakit namaza kâdir olamaz vallah ben senden nâsi
tecrübe ettim. Benî İsrâ’il ile hatta muhkam çalıştım. Ademoğlanın bana hâli
malûmdur. Rabbine rucû‘ eyle ümmetin için tahfîf talep kıl dedi. Ben dahi
[s.67]rucû‘ ettim. Hak tebareka ve te‘alâ hazretleri benden on vakit namazı bağışladı.
Yine Musaya geldim. Yine evvelki gibi söyledi. Yine rucû‘ edip tahfîf diledim. On
vakit daha bağışladı. Yine Musaya geldim. Hazreti Musa yine evvelki sözün mislini
95
söyledi. yine rucû‘ ettim. Hak te‘âlâ on vakit daha bağışladı. Hâsili bu üslûp üzere on
vakit namaz mekûr oldum. Yine hazreti Musaya geldim. Yine evvelki sözü söyledi.
Yine rucû‘ edip tahfîf istedim .... te‘âlâ beş vakit namaz buyurdu. Hergün beş vakit
namaz kılınmakla mekûr oldum. Yine hazreti Musa’ya döndüm ne ile mekûr oldun
diye su’âl ettiğinde beş vakit ile dedim. Etti senin ümmeti buna kâdir olmazlar. Ben
tecrübe ettim senden evvel Benî İsrâ’il arasında çok çalıştım yine rabbine rucû‘ eyle
tahfîf kıl dedi. Bunun üzerine habîb-i ekrem rabbimden talep ede ede hicâp eder
oldum. Artık rucû‘ edemezim, râzı olup teslîm ettim diye cevâp verdi. Fahr-ı ‘âlem
(s.a) buyurdular ki o mahalli geçttiğim zamân cenâbı feyyâz-ı mutlak hazretleri
cânından ( ف القالام جا ى ث م جا ا جارا ى ما را )nidâyı hâss şerefvâki oldu. Yani bundan böyle kâffe-
i mu‘âmelât rakam-zede varakpâre-i mukadderât olup kalem kurudu kâlini muşirdir.
Buraya gelinceye kadar ‘arz ü beyân eylediğim hadîs-i mufassal nebevî
meâlinden istifâde kılınan meşhûdât-ı risâlet pür sa‘adet olup bundan sonra serd ü
ityân olacak ahbâr-ı sahîhe ise ancak ( اق صاىم ام إلاى ال ماس جد ال را نا الماس جد الحا ) ayet-i
şerîfesinde olan [s.68]ila neftinuka medlûl aleyhi bu hâne gâyet isra mâdde-i
mulihhesinin suverî ve manevî keyfiyet ve kemmiyeti tavsîf ve evliyâ siyere vukû‘
bulan hâlâtını ‘iyân ve tarîfdir. Ebu Hüreyre hazreti mefhar-ı enbiyâ ‘aleyhi
ekmelü’lüt-Tehâya efendimiz melâ’ike ve ervâh-ı enbiyâ hazrâtıyla bile Beytü’l
Makdiste edâyı salat ve cenâbı hakkı takdîs buyurmuş oldukları bu hadîs-i
nebeviyyeleriyle isbât ediyor
( ان بيااء فاأاث ن وا عالاى هللاإ اح ال وا ه نااكا باار ه آ تىا أان ة وا الائكا ه صالى بباي ت ال ماق دس ماعا الما ve (ن
Abdurrahman Bin-i Hâşim hazretinin dahi ( ه م تل كا اللي لاةث ه فاأام م ب عثا آدام فامن د ون ) hadîs-i
şerîfi ile ol gece fahr-ı ‘âlem efendimiz Âdem safiyyu’llah ve onun mâ-dûni bu hâne
enbiyâyı fihâm hazrâtına imâmet buyurdukları ve hazreti İbrâhîm aleyhis-selâm
efendimizin dahi ( مد diye buyurduklarını beyân ü rivâyet eyliyor. Mevlûdi (لاقاد فاضالاك م م حا
Süleyman efendi merhûm bu kavli itiyâr edip enbiyâ ervâhına oldu. İmâm diye
sarahatları bu hadîs-i şerîfe müsteniddir. Büreyde (r.a) ‘indinden rivâyeten Buzâr
rahmetu’llahi aleyhi hazretinin nakline göre isra gecesi Cebrâ’il (a.s) Beytü’l
Makdise gelip orada bu hâne sahrayı parmağıyla dilerek Burakı oraya rabt ü bend
96
kılındığını imâm-ı Termizi dahi rivâyet ve hikâyet eyledikden sonra mescidde dâhil
olup edâyı salat buyurduklarını sarahat ediyor. Hatta melâ’ike Cebrîl (a.s)a bu
seninle gelen kimdir demişler. Muhammed Resûlu’llahdır demesiyle ona nübüvvet
geldi mi su’âllarınıa ne‘am cevâbını aldıklarından hemeni istıkbâl edip hürmet
fevku’l ‘âde ‘arz ü teşekkür mâ-lâ-nihâye ibrâz eylediler. Çünkü leyle-i Esrâ’da pek
çok umûr-ı garîbe nazar-ı kudsiyye-i risâlet ibrâz buyurulduğu ve muahharan şu
vukû‘ât sıhhat eser cümle sahâbe-i kirâm taraf-ı zî-şeref-i risâletten haber verilmiş
olduğundan hazreti pîr-kuddise sırrahu dahi. [s.69]Ve lakin mest eden şol son
ayakdır diye buyurdukları bu ciheti imâ ve belki tenbihdir. Zîra ibtidâyı hılkat-ı
‘avâlim ve mükevvinâttan evvel zamân S‘ad iktirana gelinceye kadar şu dâ’ireyi
mukaddeseye hiç bir ayak basmağa muktedir olamadı. Ve bu iltifât –ı ilâhiyeye bir
Nebî z-işân mazhar buyurlmayıp ancak bu ‘âtâfet fahr-ı ‘âlem (s.a) efendimiz
mahsûs olan ‘inâyet-i celîledendir. Hatta cümle enbiyâyı fihâm efendilerimiz hazrâtı
tebrîk-i kudûm-ı sa‘adet hakkında her birerleri başka başka ‘arz-ı cemîle mehmedet
buyurdular. İşte bu cümle-i celîleden hazreti İbrâhîm halîlu’llah (a.s) efendimiz
tahdîs-i ni‘met mulâkât hakkında ( ة ا وجعلني أم مد هلل الذي اتخذني خليال وأعطاني ملك ا عظيم ال
ا ار وجعلها علي برد ا وسالم buyurdular. Ya‘ni hamd-ı sevl vâcibu’l (.قانت ا يؤتم بي وأنقذني من الن
vücûda lâ’ikdir ki beni dost edindi ve bana mülk-i ‘azîm verdi ve beni ümmet-i kanıt;
yani mutî‘ bi-emri’llah kıldı ve beni mazhar-ı kemâlât edip cemaat-ı kesîreye imâm
eyledi ve nârı bana berd-i selâmet kıldı. Onu mut‘âkkip hazreti Musa (a.s) efendimiz
tahmidât’a ibtidâr edip “ هالك آل فرعون ونجاة بني إسرائيل ع لى ا وجعل مني تكليم مد هلل الذي كل ال
وبه يعدلون هدون بال ا ي Buyurdular. Ya‘ni hamd-i sipâs ü şükr-ü. ”.يدي وجعل من أمتي قوم
bâ-kiyâs şol zât-ı ecel-i ‘alâ’ya sezâdır ki beni kelâmiyle müşerref edip halk
miyânesinde güzîde kıldı. Ve Fir‘avnin helâkını ve Benî İsrâ’ilini necâtını benim
yed-i iktidârıma bıraktı. Ve benim üzerime Tevrâtı inzâl edip benim ümmetimden
hak ile delâlet ve ‘adâlet eyler bir kavm halk ü icâd etti. Ondan sonra Davûd (a.s)
efendimiz leb-i keşâyı senâ-ı havân olup “ [s.70] مني ا وعل مد هلل الذي جعل لي ملك ا عظيم ال
ة وفصل الخطاب كم ن والطير وأعطاني ال ر لي الجبال يسب ديد وسخ .Buyudular ”الزبور وأالن لي ال
yani ham cenâbı hakk ve tekaddüs hazretine lâ’ikdir ki bana mülk-ü ‘azîm ihsân
eyledi. Ve Zebûru bana ta‘lîm etti. Ve bana demiri yumuşatmak iktidârını bahş
97
eyledi. Ve dağları musahhar edip benim ile bile tesbîh ettirdi. Ve tuyûru bana
musahhar kılıp ve hikmet ve fasl-ı hitâp yani hak ile bâtılı fark ve temyîz etmek
küdret-i hâssu-l hâsını ihsân buyurdu. Onun üzerine hazreti Süleyman (a.s) efendimiz
ibtidâr edip “ اريب وتماثيل وجفان ر لي الشياطين يعملون ما شئت م ر لي الرياح وسخ مد هلل الذي سخ ال
ر لي جنود الشياطين والنس الطير وآتاني من كل شيء فضال وسخ مني منط كالجوابي وقدور راسيات وعل
د من بعدي وجعل ملكي ملك ا ا ال ينبغي ل المؤمنين وأتاني ملك ا عظيم والطير وفضلني على كثير من عباد
ساب buyurdular. Yani hamd-i lâ yuhsa ol vâcibu’l- ‘ataya’ya sezâdır ki " .طيب ا ليس فيه
bana rüzgarı ve duyuları musahhar etti. Ve her bir nesneden fazîlet verdi. Ve şeyâtîn
ve ins ve tuyûr ‘asakirin bana musahhar kıldı. Ve bir mülk ve saltanat ihsân eyledi ki
benden sonra hiç bir kişi ona lâ’ik olmaz ve benim saltanatımı tayyip edip hesâp ve
‘adedsiz eyledi. Bundan sonra cenâbı İsa (a.s) efendimiz hamd ü senâya ‘itinâ edip
مني الكتاب “ ه: كن فيكون وعل ه من تراب ثم قال ل ه وجعل مثلي مثل آدم خ لق مد هلل الذي جعلني كلمت ال
ا بإذن هللا وجعلني أبر من الطين كهيئة الطير فأنفخ فيه فيكون طير ة والتوراة والنجيل وجعلني أخل كم وال
ي من الشيطان الرجيم. فلم يكن للشيطان رني وأعاذني وأم ه ه ورفعني وط يي الموتى بإذن ه والبرص وأ الكم
buyudular. Yani hamd şol hak cella ve ‘alâ’ya lâ’iktir ki beni kendi ”علينا سبيل
kelimesi kıldı. Bu kelime lafzında birkaç vecih var; ondan birisi atasızca halk olunup
kün emriyle zuhûrları ve diğeri seyfu’l- Allah ve esedu’l-Allah nâmıyla yâd
kılındıkları ve ahiri ise hîn-i sebâvetlerinde [s.71]hârik-i ‘âde olarak tekellüm
buyurdukları hasâ’isi mâddesi olup atasızlık cihetiyle hazreti Adem safiyu’l-Allah
efendimiz neşe-i hulkiyelerin cihet-i müşâbehatı ve topraktan kavs sûreti tertîp
ederek nefh-i rûh buyurdukları ve görsüz ve Baras ‘illetine şifâ bahş eyledikleri ve
ihyâyı emvât’a muktedir oldukları hikmeti ise rûhu’l-Allah asârı ..... ve hazreti
zâtiyede hemîşe mahfûz olup şerâ’ir-i şeytâniyyeden ez her cihet azâde bulundukları
nişân olduğu gibi mekârim-i ahlâk ile hem-ân muttasıf bulundukları ‘ulviyye ism-i
‘aliyyesini hâ’iz olarak ‘urûc-ı kudsiyyeleri mâdde-i mulhimesidir. Çünkü fahr-ı
‘âlem (s.a.s) efendimiz ile zât-ı ‘ulyaları miyânesinde birini zi-şân ba‘s ve tesyîr
buyurulmadığı ve güzerân eden vakit ise ba‘set-i risâlet’e pekte ba‘îd olmayıp
kurbiyyet-i zaman bulunduğu ve bizzât fahr-ı ‘âlem efendimizi mi‘râcda istikbâl-ı
hizmet fevku’l-‘adesiyle mekûr-ı manevi olup sonradan yine ‘âlem-i dünya’ya
nuzûllerin ‘alâme idi. Zira ‘urûc mukâbili kâ‘idedendir. Bunun üzerine mefhar-ı
98
‘âlem (s.a.s) efendimiz hazretleri dahi min ‘indi’llah mazhar oldukları şerâfet-i
mukaddese-i celîlelerini bu vecihle beyân’a mübâşeret edip “ ة م مد هلل الذي أرسلني ر ال
ة أخرجت . وجعل أمتي خير أم ا و نذيرا وأنزل علي الفرقان فيه بيان لكل شيء اس بشير ة للن للعالمين وكاف
هم الولين واآلخرين وشرح لي صدري ووضع عني وزري ة وسط ا وجعل أمتي اس وجعل أمتي أم للن
ا م ا وخات buyurdular. Yani cenâbı hâlik bihakına takaddeset ”ورفع لي ذكري وجعلني فات
zâtihi عن الشبه والظنون hazretlerine hamd-ı mâlâ nihâye ve senâyı fevku’l gâye lâ’ik ve
sezâdir ki beni-‘âlemlere rahmet olmak üzrere irsâl edip cümle Ademiyâne beşîr ve
nezîr etti. Ve benim üzerime kurân-ı ‘azîmüş’şân ve kitab-ı celîl’ül ‘ünvân inzâl edip
her bir şeyin haberini ve fezâ’ilini onda mevcûd kıldı. Ve ümmeti ümmetü vasat yani
‘âdil ve ‘âlim ve ehl-i m‘arifet ettiği gibi ümem-i sâlifeye sâbık eyledi. Ve sadrimi
teşrîh [s.72]ve evsa‘ ederek münâcât-ı hakka ve davet-i halka ve sıfât ve zât-ı
mutlaka cümle mütehammil olmağa kâbiliyet-i ‘inâyet eyledi. Ve himl-i sakîl ve
vizr-i hatamı aff ü setr birle kâffe-i müşkilâtımı âsân kıldı. Ve nübüvvet ve gayri ile
zikrimi terfi‘ ve beni fâtih ve hâtimu’n-nebi olarak irsâl etti, buyurdular. İşte hazreti
pîr küddise sırrahu’nın şerâb-ı aşkı içmiş sünbülü çün diye mestâne buyurmuş
oldukları şu nutk-ı ‘aliyyeleriyle demek isterler ki mükevvinât ü ‘avâlim; eşyâ’nın
vücûd’a hılkat neşesinden henüz hisseyân olmuşlar iken ben femhâne-i ezeli’den
behredâr ve tecelliyât-ı nâ-mütenâhi-i muhabbet şerâbını ‘ayş ü nevş edip mest ü
serhoş bi-iktidâr idim. Hatta kurûm gayb bile ها من قاب ةا س ك رناا ب دااما ل شد بناا عالاى ذك ر الحابي ب ما
أان ي خ لاق الكاالام
Muktazasınca vücûd neşesinden hissedâr olmuşlar idi. Benim şu şerâptan
neşe-i vâr bulunuşum işitmek ve görmek ve cibilliyet gibi ile nâ’il olunmuş birşey
olmayıp bizzât mazhariyetim muktazasıdır me’âlini müş‘ir olan Ömer beni’l-Faraz
hazretinin tâ‘iyyeleri kasîdesinden şu beyti te’yîd eder
إج تالاب ج بل تيفا لا إك تسااب وا م ع ول بنااظر وا هاا لا بسا ا هاوا نلت ب
Yine ‘aziz müşârün ileyh’in nutk-ı ‘aliyyelerinden bu beyti bu ciheti
mü’eyyiddir ki ben ahbâbimi galta düşürdüm. Onların içmiş oldukları şerâplerini
benim içtiğim şerâbdır. Vehmi ile ve istihsâl eyledikleri zevk ü neşât ü surûrlarını
dahi benim mahsûl-ı zâtiyye-i zevkim neşesidir zanni ile meâlini şiir olan
99
ي في ان ت ه سر سر هم ب اب با شارا هامات ص ب حي أان ش ر شاائي بناش واتيوأو
Çünkü cenâbı pîr küddise sırrahu sâlik-i sâdıklarını fezâ’il-i kemâliyye-i
insâniyyeden zevk-yap ettirmek üzere [s.73]Şu nutkları evvelinde Gel ey sâlik
diyeyim bir söz ki hakdır diye musâhabet’e davet buyurmuşlar idi. Zira sohbet
cümle mu‘âmelâttan ekdem ve herkes üzerine bu şart emr-i ehem ettiğini bildirdiler.
Hatta kâffe-i süver-i kurâniyyeden ol şerefvârid olan ayet “ ء بإس م راب كا kavl-i celîli ”إق را
olup ‘umûm halka sohbet bu vecihle farz buyuruldu. Cenâbı Mevlana-ı Rûmi
küddise sırrahu’l-celi hazretleri dahi Mesneviler ibtidasında
Bişnev ez ney çün hikâyet mîkuned Ez cüdâyîhâ şikâyet mîkuned
Diye musâhabetin a‘âzim umûrden ettiğini sarâhat edip yedi cild olarak kitabı
mesnevîlerini şu beyitlerinin şerhi olmak üzere tahrîr ve tertip eylediler. Ve hazreti
pîr küddise sırrahu dahi bu beytinde Şerâb-ı ‘aşkı içmiş sünbülü çün diye şerâb
muhabbeti nevş eylediklerini sarâhat ettikten sonra Ve Lakin mest eden şol son
ayakdır diyerek tafsilât’a ‘atf-ı makâl ‘inâyet etti. Hakikat’e muhabbetsiz meclis ve
mahbûbsuz insi zevk ehli ‘uşşâkı mustağrık yes eylediği münkir değildir. Onun içün
hazreti pîr şerâb-ı ‘aşk’a ve ‘aşkı muhabbet’e ve muhabbeti mahbûb ile ülfet’e ve
ülfeti musâhabet’e kaydedip Şerâb-ı ‘aşkı içmiş sünbülü çün Ve lakin mest eden şol
son ayakdır dediler. Vâkı‘an ibtidâyı hılkat-ı ‘avâlim’den müntehâyı mi‘râc risâlet’e
değin bir Nebi zi-şân’ın evvel dâ’ire-i mükadese’ye ayak basmadıkları hâlde fahr-ı
enbiya ‘aleyhi ekmelü’t-tahâya efendimiz hazretinin kavm-i sa‘adet tev’am
‘aliyyeleriyle semâ ve-mâ fîhâ pür-zîb ve ziyâ oldu. İşte ‘azizim şu son [s.74]ayak
şerâfeti şevâ’ibinden olmak üzere cenâbı hak ve tekaddüsü üç ‘aded beyit halk ve
icât etti. Birisi semâdadır ona Beytü’l-Ma’mûr ve diğeri arzdadır buna da Beytü’l-
Allah ve ahiri ise suver mecmû‘a-ı insâniyyede bu hâne kalb’dir ki “قلب المؤمن بيت هللا”
meziyyetini hâ’iz bulundu. Çünkü Beytü’l Ma’mûr nazar-ı küdsiyye-i ve envâr-ı
zâtiye-i Muhammedileri şerefiyle kesb-i ‘imâr edip her an yetmiş bin melâ’ike için
metâf olduğundan nâmına Beytü’l Ma’mûr dilendi. Ve İbrâhim Halîlü’llah
aleyhisselam efendimiz ma‘rifetiyle arz’da bina olunan Beyit hakk’a nisbet kılındı.
Ve kalb-i mümin ise bizzât yed-i küdret-i ilâhi asâriyle halk olunduğu ecelden
100
hemîşe nazar-gâh ele olmak ve câmi‘ cemî‘ esmâ ve sıfât bulunmak hissesini hâmil
bulundu. Yine bu son ayak asâr-ı feyz simârindir ki bâlâda tahrîr kılındığı üzere Ebu
Hüreyre ve Abdur-rahman bin-i Hişâm hazrâtı şehâdetleriyle fahrü’l- Mürselîn
efendimiz Beytü’l Makdis’de enbiyâyı ‘izâm hazrâtına imâmet ve cümle-i ‘arz-ı
cemîle-i rukuyyet ve ‘ubûdiyet eylediler. Yine bu son ayak meziyyet hissesindendir
ki kadem-i sa‘adetle cennet pür-zîb-i zînet olup ümmet-i merhûme-i
Muhammedilerine sıddîka-ı rahmet kılındı. Yine bu son ayak tebâyih sâlime ve
kâmliyyesindendir ki kâffe-i ümeme beşîr ve nezîr ve fâtih ve hâtimü’l-Mürselîn ve
rahmetün li’l-‘âlemîn oldukları hâlde ba‘s ve esrâ buyuruldu.
Ve hocayı Hâfız Şirâzi’nin
‘Azm-i didâri to dâred cân bir leb-i âmade Bâz kerdet yapar âyed çist
fermân şoma
[s.75]Dedikleri işte burasıdır ve bunu müeyyid yine ‘azîz müşârün ileyh’in
Dilberim ‘azm-i sefer kerd hudâya yâran çe konem bâ-dil-i mecrûh ki
merhem bâ-üst
Diyerek vasf ü beyân buyurdukları işte bu son ayakdır.
Hele Feyzi Hindi’nin ise
Men berâhi mirdem gân çaktım tâ mahremest Der mekâm-ı harf mikoyem ki
dem nâ mahremest
Dedikleri burasıdır.
Ve cenâbı Mevlânayı Rûminin
Yan çekerim yan gör kim kör ki neler var buyurdukları dahi bu son ayaktır.
101
Ve’lhâsil ‘arş’den ferşe ve zerre’den şemse cümle mevcûdât ve mükevvinât
bu son ayağı şeref ve şanından haberdâr olmak üzere hem an icâd ve ‘idâm
olunmaktadır. Bu sebepden cenâbı pîr küddise sırrahu Şerâb-ı ‘aşkı içmiş sünbülü
çün Ve lakin mest eden şol son ayakdır.
Diye aşık-ısâdıkını Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır. Kavlleriyle
musâhabet’e davet ediyorlar. Cenâbı hakk sırr-ı ‘aliyyelerini tevkîr ve rûh-ı
mutahharlarını tenvîr ve meşhed-i pâklarını dahi ta‘tîr etsin ve sallalahu ‘alâ
seyyidina ve nebiyyina Muhammed ve ‘alâ âlihi ve evlâdihi ve ezvâcihi [s.76]ve
zürriyâtihi ve ashâbihi’t-tayyibîn’t-tahrîn ve sellim teslîman kesîren kesîren ilâ
yevmi’l-haşr ve’l-karâr amîn bi’hürmeti seyyidi’l mürselîn.
102
SONUÇ
Cebbârzâde Mehmed Ârif Bey’in 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın
başlarındaki şerhleri, genel itibariyle tasavvufî şiirlerdir. Ayrıca Arif Bey kendi
devrinin üretken ve dâhî şârihlerindendir.
Bu çalışmada, Cebbârzâde Mehmed Ârif Bey tarafından Hazreti Pîr Yusuf
Sünbül Sinan’ın tasavvufî bir şiirine yapılan şerhin metnine yer verilmiştir. Burada
şârih, şerh ettiği mısraların daha iyi anlaşılabilmesi için başvurduğu hikâyeler dışında
genellikle ağır bir dil kullanmıştır. Ayrıca şair ve şârih Ârif Bey eserin akıcılığını
sağlamak amacıyla yer yer hikâyelerle ve çokça da hadis ve ayetlerle anlatımı
zenginleştirmiştir. Genellikle beyti bir bütün olarak şerh etmeyi tercih eden şârih,
kimi zaman kelimeler -hatta harfler- üzerine de yoğunlaşarak birden fazla şerh
metoduna başvurmuştur. Cebbârzâde’nin bu şerhi, günümüzde giderek artmakta olan
klâsik Türk şiiri ile ilgili şerh çalışmaları için şüphesiz çok ehemmiyetli bir katkı
niteliğindedir. Üstelik şârih bu klasik metni tasavuufî bir manzume olarak şerh
ederken kendine munhasır bir şerh üslubu ile ortaya koymuş ve çok öz söz, kelime ve
cümlelerle şerh etmiştir. Bu münferi ve müfîd şerh tarzıyla 19. Yüzyılın sonlarındaki
örnek alınacak şârihlerden çok önemli bir zattır ‘Ârif Bey. Dolayısıyla bu çalışma
Klasik Türk Edebiyatı ve Tasavvuf edebiyatı için ehemiyetli bir kaynak olduğu
kanaatindeyim. Ve nitekim bu eserin şerh üsubleri ve kuralları başlık altında ele
alınması ve metnin de tamamı günümüz Türkçesine çevirilip incelenmesini tavsiye
etmekteyim. Bu sebeple bir sonraki çalışmalarımda yukarıda tavsiye ettiğim hususlar
ekseninde bir çalışma yaparak bu eserin kitap haline getirmeye düşünmekteyim.
103
KAYNAKÇA
- Haz. Ahmed Cevdet, Ş. Sami, Kâmûs-i Türkî, İkdâm Matbaası, İstanbul,
1317.
- Kemal Beydilli, Mahmud II, DİA, Ankara, 2003, c. 27, s. 253-254.
- Hür Mahmut Yücer, “SÜNBÜL”, DİA, c.38; s.135-136.
- Ömür Ceylan, DİA, (2010), “ŞERH”, c.38; s.565-568.
- M.Asım ÇALIKOĞLU ve Nurullah KILIÇ, Sünbül Efendi ve Merkez
Efendi, İsmail Akgün Matbaası, İstanbul: 1960.
- İlber Ortaylı, İmparatorlugun En Uzun Yüzyılı, Alkım Yayınevi, İstanbul,
2006.
- İlber Ortaylı, İmparatorlugun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, İstanbul, 1987.
- Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf(19. yy), insan yayınları,
İstanbul, 2003.
- Davut Dursun, Yönetim - Din İlişkiler Açısından Osmanlı Devletinde Siyaset
ve Din, işaret Yayınları, İstanbul, 1989.
- ARAZ, N. Anadolu Evliyaları, Fatiş Yayınevi, İstanbul: 1958.
- Ozan YILMAZ, Cabbarzade Mehmet Ârif Bey, Mevlid Şerhi(Îzâhü’l-Merâm
Alâ-Vilâdeti Seyyidi’l-Enâm), Kurtuba kitap, İstanbul: 2011.
- Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri. (haz. Mustafa Tatcı, Cemal
Kurnaz). 1.C, Bizim Büro Basımevi Yayın Dağıtım, Ankara: 2000.
104
- (haz. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz), Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i
Evliyâ, C. 4, Kitabevi Yayınları, İstanbul: 2006.
- H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, 10. Ve 13. Baskı,
ensar neşriyat, İstanbu: 2010.
- Rukiye AYDOĞDU, 19. yy Osmanlı Toplumunda Tasavvuf-Hadis ilişkisi
Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî Özelinde, Y.Lisans Tezi, Ankara, 2008.
- Süleyman ÖZGÜÇ, Cabbarzâde Muhammed Ârif Bey ve “Atiyye-i
Sübhâniyye”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2013.
- Ömür CEYLAN, Üsküdar’ın “Kravatlı Evliyâ”sı Cebbarzâde (Çapanzâde)
Mehmet Ârif Bey ve Nutk-ı Sünbül Sinan Şerhi. Bağ Bozumu Edebiyat
Araştırmaları, Kesit Yayınları, İstanbul: 2011. 155-163.
- Ahmet AKDAĞ, Dâfi’u’z-Zulem Min Kulûbü’l-Ümem, Uluslararası Türkçe
Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 2013, s. 152-184.
105
EKLER
TIPKIBASIM