163
BĐRĐCĐ DÜYA HARBĐDE TEŞKĐLAT-I MAHSUSA ve HAYBER'de TÜRK CEGĐ Cemal Kutay ERCA Matbaası, Đstanbul, 1962.

Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

BĐRĐ�CĐ DÜ�YA HARBĐ�DE

TEŞKĐLAT-I MAHSUSA

ve

HAYBER'de TÜRK CE�GĐ

Cemal Kutay

ERCA� Matbaası, Đstanbul, 1962.

Page 2: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

KĐTABI� ĐÇĐ�DEKĐ ÇERÇEVELĐ, MÜSTAKĐL BAHĐSLER:

Elinizdeki kitabı tamamladığınız zaman, mevzu ile yakından alâkalı, fakat bu hacim içine

sığdırmaya imkân olmayan bahisler hatırlatılmadan, aydınlık fikre varabilmenin

imkânsızlığını takdir edeceksiniz. Bu sebeple, kitabın içinde ve asıl mevzu devam ederken

araya konulmuş çerçeveli fıkralar göreceksiniz. Bunları lütfen metinden ayrı okuyunuz.

Türkiye Đstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi'mizin muhterem okurları için bu tarzımız

malûmdur. Bu cildleri okumamış olan muhterem okurlarım için, çerçeveli fıkralara dair bu

izahı zarurî addettim.

TARĐH KONUŞUYOR serisinin, iki ay sonra alacağınız ikinci ve müteakip olanlarında da

aynı tarza devam edeceğiz. Böylelikle, eserin ana fikri ve ana hâdiseler üzerinde daha

aydınlık neticeler için, sizleri yormamış ve mevzu ile yakından ilgili olup da, mazinin

nisyan perdesine bürünmüş hâdiselerin hatırlanmasında da hizmet etmiş olacağımı

sanıyorum.

Saygı ile arz ederim.

C. Kutay.

Elinizdeki Kitab

Elinizdeki kitabın kısaca taşıdığı isim (Birinci Dünya Harbinde Teşkilât-ı Mahsusa ve

Hayber'de Türk Cengi’dir. Bu ismin, ilk ânda kitabın mevzuu üzerinde açık ve aydınlık

fikir veremediğini itiraf edeyim. Çok düşündüm, fakat, şu mütevazı hacmin ancak 320

sahifesine sığdırılmıya çabalanmış o koskoca konu ve azametli hâdiseler için daha tatmin

edici, adı bulamadım.

Çünkü mevzuumuz, Đmparatorluğumuzun son asrı içinde, hâdiselere doğrudan doğruya

veya dolaylı olarak tesir etmiş (gizli) bir teşkilâtın ve ona azamet vermiş şahsiyetlerin, en

çetin sahalar üzerindeki didinmelerini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bilhassa, 1912 ile

1918 arasındaki altı yıl, biz Batı Türklerinin kurduğu en yüce devlet olan Osmanlı

Đmparatorluğunun son kritik yılları olarak, bin bir hâdiseyi, bir tek gün ve hattâ saate

sığdıracak kadar yüklüdür. Acaba Osmanlı Devleti, sadece bu son altı, hatta; Đkinci

Meşrutiyetin ilânı tarihi olan 1908 esas olarak alınırsa on yıl içinde mi çöküp gitmiştir?

Hayır!,. Bir kısım politikacıların, kendi şahıs ve zümre görüşleri adına yaptıkları ısrarlara

Page 3: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

rağmen asla!... Bu büyük devlet, ne bir siyasî, ne bir askerî hezimetler ve gerilemeler

neticesinde çökmemiştir: Bunlar, görünür de olan sebeblerdir: Bizim Đmparatorluğumuzun

asıl felâketi, temsil ettiğimiz yaşama sisteminin ve safında olduğumuz medeniyet

nizamının çöküşü idi. Kısaca Buhar Devri dediğimiz yeniçağla, O'nun fikri düzenine ve

hürriyetler sistemine ayak uyduramadık, aşırı merkeziyetçilik içinde, imtiyazlı zümre ve

sınıfların boğuşmasını, halk adına yapılmış hareketler sandık, devirlerin tercüme

kanunlarla temsil edileceğine inandık... Aynı ölçüler içinde 1962 Cumhuriyet Türkiyesinin

acılarını, aynı mihenk taşına vurunuz: Siz, sanırmısınız ki, bizim bugünkü dertlerimiz

sadece rejim buhranı adı verilen politika kavgalarıdır?... Asla!... Biz, tarihimizin ve

coğrafyamızın, bize emrettiği yeri alamamış, ona erişememiş olmanın ıstırabı içindeyiz:

Nasıl ki, matbaayı Batı'dan 217 yıl sonra nimet sayabilmişsek, bugün, televizyon'un Arab

Yarımadasında çöl'e çıktığı şu günlerde, bizim asıl acımız, Atom devrine, dedelerimizin

Buhar Devrine uzak oldukları kadar uzak olmamız ve çağın şartları karşısında iki büklüm

kaldığımız mahrumiyet çukurumuzdur. Biz, bizi bu çukurdan kurtaracak cesur

vatanseverlik hamlelerini ihanet saymanın kısa vâde hastalığı feveranları içinde bocalayıp

duruyoruz: Üçüncü Selim'in tek tâbirle Nizam-ı Cedid dediği «YENĐ DEVĐR» e karşı

ayaklanan Köse Musa'nın Yeniçeri kafası, Fetva verecek yeni Topal Ataullâh'lar bulma şer

verasetine tesahüb ettikçe, ne Amerikan unundan ekmek yuğurmanın hicabı, ne de hayâl

hak ve hürriyetler için Belediye Hudutlarına çekilme irticai son bulacaktır. Ve torunlara

kalacak bu kötü mirâs'ın zaman zaman hortlayışı ile dünya yeni devirlere erişmişken,

onları vatanı için de düşünenleri, Tevfik Fikret'in hayâl ettiği:

Zahmetin, himmetin ve fazlın için

Koyar elbet vatan, bu hasta nine

Bir sıcak buse, terli nâsiyene

kadirşinaslığı yerine, yağlı kemendler, inkârlar, veya tahrif edilmiş hâdiselerle tarihin

hükmünü şaşırtma gayretleri bekliyecektir.

Elinizdeki kitabı takdim satırlarında bu yürekler acısı kadere neşter vurmaya ne lüzum

vardı demeyiniz: Çünkü elinizdeki kitabın mevzuu da, tahammül edilememiş büyük

ülkülerin, hüzünle kapanmış sahifelerinden birisinin ibretli hikâyesidir...

Teşkilât-ı Mahsusa'nın neden ve hangi duygularla doğduğunu, devrini kapatalı yarım asra

yakın olmasına rağmen bilmiyoruz... Peygamberimizden 1285 sene sonra, yine o tarihî

Page 4: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Hayber'de, Kırk Türk çocuğunun -masal değil!.. - yirmi bin düşman, hem de çoğu dini bir

düşman karşısında nasıl bir şehamet yarattığını da bilmiyoruz. Bunların ikisi de, kendi saha

ve mevzularında, devre ışık olma hareketi değil midir? Çünkü bir milletin hayatında, örnek

tutulma sevivesi sadece bir tek mevzuda olmaz: Maddî manevî kudretler birbirlerini

tamamlar ve ortaya imrenilecek varlıklar çıkar.

Gerileme, korkaklığın altıncı hissi'dir: Bu his, her türlü kahramanlıkların önüne çıkar:

Büyük Kafa'ya tahammül edemez. Cesur Yüreğe düşman olur, kendi küçük ve kifayetsiz

bedbahtlığının üstüne çıkan her türlü normal-üstü himmetin affetmez düşmanıdır:

Anlatılmamış, unutturulmaya çalışılmış, inkâr edilmiş, meçhullere sürükletilmiş bütün

gerçek hâdiselere yapılan kasıdda, fasik-i mahrum'un bu aşağılık duygusunun ufuneti tüter.

Gerçek tarihin ve gerçek tarihçinin vazifesi ise, hakikatlerin üzerindeki şal'ı kaldırabilme

cehdidir: En meraklı romanlara mevzu olacak vak'aların, bir hayâl değil, gizlenmiş,

bilmediğimiz öz tarihimizin bakir safhasından bir tutamını önümüze iten mevzu!...

Kendi sahasında, böyle bir meçhul’ün üzerindeki örtüyü, elinizdeki sahifeler içinde

beraberce kaldırmaya çabalıyacağız.

Tanrı yardımcımız olsun...

Cemal KUTAY

Eylül, 1962

Moda, Đstanbul.

TEŞKĐLAT-I MAHSUSA VE HAYBER'DE TÜRK CE�GĐ

Đstanbul'un soğuk ve puslu günlerinden biriydi: Tarih, 23 şubat 1914... Vakit akşam... Bir

kaç zamandır, bugünkü Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi o tarihî Bab-ı Seraskeri

binasına yerleşmiş olan Harbiye Nezaretinin üst kat cepheye bakan geniş nazır odasında,

geç saatlere kadar ışıklar sönmemektedir: O günlerden tarih sahnesinden çekilinciye kadar,

Đmparatorluğumuzun kaderine hâkim isimlerin başında gelen genç Harbiye Nazırı Mirliva

Enver Paşa çalışıyor, durmadan çalışıyor... Çünkü memleket, gerçekten büyük dertler ve

Page 5: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

meselelerle karşı karşıyadır. Balkan Harbinin o feci neticeleriyle, bütün Rumeli elimizden

çıkmıştır. Edirne'nin hudutlarımız içinde kalabilmesi de, ferdî cesaret ve fedakârlıklarla,

tali ve kaderin pek müstesna lûtuflarından olmuştur. Yoksa Kâmil Paşa hükümeti, Đngiliz

Kabinesinin ısrarlı telkinleri ve Rus baskısının zoruyla, Osmanlı devletinin ikinci

payitahtını da Bulgarlara terk eden protokolü imzalamıştır bile... Nihayet, Balkanlı

müttefikler arasında çıkan anlaşmazlık, Sırp ve Yunan ordularının Bulgaristana taarruzu ile

ortaya çıkan fırsattan faydalanmasını bilen bir avuç ümidini kaybetmemiş genç kadronun

ileri fırlayışı ile Edirne, hemen hemen, Bab-ı Âlinin rızası dışında ele geçirilmiştir. Hattâ

daha da ileri gidilmiş, Garbî Trakya'da dünya yüzündeki ilk «TÜRK CUMHURĐYETĐ» de

kurulmuştur (1).

(1) — Balkan Harbinin bozgun facialarını takib eden ve Edirnenin kurtulmasını temin ettikten sonra, dünya yüzünde ilk. Türk Cumhuriyeti olarak kurulan Garbî Trakya Hükümeti yakın tarihimizin en dikkate değer hadisesidir ve çeşitli siyasî sebeblerle, kuruluş ve çöküşüne ait gerçekler bugüne kadar ifşa edilmemiştir. Teşkilât-ı Mahsusa'nın eseri olan bu bakir ve ibretli hâdise, TARĐH KO4UŞUYOR serimizin dördüncü kitabı olarak aralık 1962 de – Đnşallah huzurunuzda olacaktır.

Kâmil Paşanın sukutu, Mahmut Şevket Paşanın iktidara gelişi, Mebusan Meclisinde

şiddetli ve tehlikeli politika kavgalarının sonundaki askerî idare, nihayet Mahmut Şevket

Paşanın şehadeti, Said Halim Paşanın sadrıâzamlığı, Enver Bey'in bir emrivaki ile Harbiye

Nezaretine gelişi, Đttihad ve Terakki Fırkasının vatanın kaderine kayıtsız şartsız hâkim

oluşu... Đşte, 1913 sonunda, vatanın içinde bulunduğu şartların bir kaç cümle ile hülâsası

budur.

Enver Paşa, Ordu'nun politikanın dışında ve hattâ «üstünde» kalması fikrindedir. Bu kanaat

ve inancını, Balkan Harbi sırasında siyasetin her sahasına el atarak vatanın o güzelim

köşelerini elden çıkartmış ve tarihimize misli görülmemiş acı mağlûbiyetlerin kara

sahifelerini getirmiş olan hâdiselerin tekrarını tamamen önlemek kararındadır. Askerlik

mesleği, tekniğin dünya yüzüne getirdiği icablarla bambaşka çığıra girmiştir: Sultan

Hamid'in idare-i maslahatçı politikası ile, kadrolara doldurulmuş olan alavlı, yâni

neferlikten yetişme zabitlerin tasfiyesine başlanılmıştır. Yaşları çok ilerlemiş ve savaş

bilgilerine ait devirler kapanmış olan eski kumandanlar yerine, gene kurmayların

getirilmesine hızla devam edilmektedir. Balkan Harbi içinde uğranılan malzeme ve silâh

kayıblarının telâfisine çalışılıyor. Bütçe acıktır. Dış istikrazlar çok güçleşmiştir. Hükümet,

haricî borçların kendisini değil faizini bile ödeyemiyor. Maaşlar, ancak Düyun-u Umumiye

Page 6: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

idaresinden kısa vâdelerle alınan borçlarla ödenebilmektedir. Öte yandan, asıl büyük

tehlike olarak, Đmparatorluğu terkib eden ekalliyetler arasında baş göstermiş bulunan

ayrılık hareketleridir: Đngiliz - Fransız - Rus hattâ Đtalyan ve Alman politikasının tahrik

ettiği bu iftirak hareketleri, Avrupa karaşındaki topraklarımızın elden çıkmasına rağmen,

hâlâ, dünyanın en geniş ülkeli devleti olan imparatorluğumuzu, uzak, çok uzak hudutlarda

büyük kuvvetler bulundurmaya mecbur ediyor. Dinî inançları ne olursa olsun, Türk

olmayan ırklar ve milletlerin ısrarla takib ettikleri müstakilleşme hareketi, Bâb-ı Âli'yi,

muhtelif ve bünye itibariyle birbirinden çok farklı siyaset takibine mecbur etmektedir:

Bütün Dünya Müslümanlarını bir araya getirerek, Đstanbuldaki makam-ı hilâfetin çevresine

toplamak idealini güden Đttihad-ı Đslâm hareketi... Türk Ana-Vatanına yönelmiş olan Pan-

Türkizm (Turancılık) cereyanı... Din ve milliyeti ne olursa olsun, o ânda Đmparatorluk

hudutları içinde yaşıyan bütün unsurların birliğinden doğan Đttihad-ı Anasır siyaseti...

Bütün bu çeşitli ve birbirlerinin temamen zıddı olan siyasî cereyanların mihrakı ise, yine

ORDU'-dur: Çünkü, Hiristiyanlar hariç olarak, Osmanlı Đmparatorluğunun bütün diğer

unsurları, Ordu'nun tabii kadrosunu teşkil ediyor. Tatbikatta bu gerçek böyle midir? Elbette

değildir. Çünkü yıllardır, daha önce Balkanlarda ve Arnavudlukda olduğu gibi, şimdi de

Arab Yarım Adasının hemen hemen her köşesinde Türk Kanı dökülüyor: Bu çatırdıyan,

temeli çürümüş, maddî manevî bağları kopmuş uçsuz bucaksız topraklar üzerinde nazarî

bayrağın dalgalandığı vatanda, mülkî hâkimiyetin bedeli, oluk gibi dökülen Türk Kanı'dır.

SO� BĐR TECRÜBE YAPALIM…

23 Şubat 1914 akşamı, Harbiye Nezaretindeki geniş makam odasında, karşısındaki iri

yapılı, devrin modası Enverî bıyıklı, ve Harbiye Nazırının karşısında bir âmir - memur

vaziyetinde değil de, iki samîmi dost gibi rahatça oturmuş., onu dinliyen genç adama,

Enver Paşa, yukarıdaki acı tablonun son safhalarını anlatmaktadır. Bütün anlatılanlar,

muhatabında hiç bir hayret ve hattâ üzüntü intibaı yaratmıyor: Çünkü, Harbiye Nazırının

misafiri, bütün bu hâdiselerin içindedir ve anlatılanlardan bir çoklarını, Harbiye Nazırından

daha yakından bilmektedir. Çünkü O, Enver Paşaya, gizli istihbarat servisleri tarafından

verilen bilgilerin içinde yaşamaktadır. Vatanın umumî manzarası üzerindeki izahlarını

tamamlayan Harbiye Nazırı, muhatabına kararını bildiriyor:

Page 7: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Şimdi Eşref Bey... Siz, Teşkilât-ı Mahsusanızla, bu muhataralı haleti mümkün olduğu

kadar tabiîliğe irca için cesaretli bir kaç tecrübe daha yapacaksınız. Hükümetin arz ettiği

şeklî insicama rağmen, Nazırların şahsî mizaçları ve hattâ siyasî kanaatleri dolayısiyle

cezrî tedbirlerin çok güç olduğunu takdir edersiniz. Dünyanın, büyük ve haricinde hiç bir

devlet ve ülkeyi bırakacağı şüpheli bir umumî harbin arifesinde olduğu muhakkaktır. Bizi

kat'iyyen rahat bırakmayacaklardır: Đngilizler ve Fransızların Rusyaya yardım için

Boğazların serbestisini istiyecekleri muhakkaktır. Đstanbula bir kere Rus askeri girdi mi,

onları payitahtımızdan bir daha çıkarabilmenin gayri mümkün olduğu da muhakkaktır.

Böyle bir felâket, maazallah, devletin ebedî izmihlalidir. Hariciyemizin, Đngilizler ve

Fransızlarla müsavî şartlar içinde yapmak istediği ittifak teşebbüsleri, maalesef akîm

kalmaktadır. Almanyanın başında olduğu merkezî devletler grubu ile bir ittifak akdetmek

ihtimâlimiz içinde de, devleti ve vatanı müdafaa için, bütün Đslâm âlemi ve Türk âlemi ile

yakından münasebetler tesis etmiye, aradaki ihtilâfları bertaraf etmiye ve onları fikren ve

bedenen kendi safımıza davet ve temsil etmiye mecburuz. Đşte Sizden talebim, hiç vakit

kaybetmeden, idareniz altındaki Teşkilât-ı Mahsusa kadrosunu bu mühim memleket

hizmetini başaracak seviye ve kudrete çıkarmaktır. Bunun için ben Harbiye Nazırı olarak

elimden gelen herşeyi yapmıya amadeyim. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da,

yine şahsen benimle temas edeceksiniz. Harbiye Nezaretine verilmiş olan Tahsisat-ı

Mesture'den istediğiniz gibi istifade edebilirsiniz. Ben kaniimki, Sizin bilhassa şahsen çok

iyi bildiğiniz, vaktiyle Hürriyet mücadelesine oradan başladığınız Arabistan'la, Cezair,

Fas, Tunus, Trablus-Garb, Mısır, Hindistan, Cava, Đran, Afganistan, Büyük Asya

Türkistanında girişilecek teşkilâtlı ve şuurlu bir propaganda ve onu takiben de gizli

teşkilât ile, mukadder olan Cihan Harbinin önüne daha hazırlıklı çıkabiliriz.

Düşmanlarımızın bize taarruz yolunda duyacakları endişenin çapını, bizim bu

hazırlığımızın ciddiyeti ve muvaffakiyeti teşkil edecektir. Meselenin ehemmiyetini izah

edebildim zannediyorum.»

Harbiye Nazırının, mutadı dışında olarak konuştukça ve tasavvurlarını açığa vurdukça

heyecanlandığını gören ve kendisini mutlak sükûnetle dinliyen Teşkilât-ı Mahsusa Reisi

mütalâasını bir kaç cümleye sıkıştırdı:

«— Paşam... Đçinde bulunduğumuz vaziyet malûm... Siz, bugün şeklen bizim

vatandaşlarımız ve tebeamız olanlardan başlıyarak, aramızda kan, tarih, dil, din, anane

münasebetleri olan ve dünyanın bin bir kösesine dağılmış yüz milyonlarca insanla

Page 8: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

aramızdaki hudut ayrılıklarına, muhtelif güçlüklere rağmen, mukadderat birliğinin

tecrübesini yapmak istiyorsunuz. Bunu da, devletin bekası ve yaklaşmış olan umumî harb

içinden zaferle çıkabilmenin esas şartlarından kabul ediyorsunuz. Ben de tamamen aynı

fikirdeyim. Müsaade buyurunuz: En kısa zamanda ihzari plânlarımı ikmâl edeyim,

tasvibinize arz edeyim. Allah utandırmasın.»

HAZIRLA�A� BÜYÜK PLÂ�

Teşkilât-ı Mahsusa Reisi, Harbiye Nazırıyla beraber çıkmış ve Enver Paşanın yeni

taşındığı Kuruçeşme sahilhanesine beraber gitmişlerdi. Đkisi arasında, en çetin imtihanları

geçirmiş olan yakınlık ve itimad, Harbiye Nazırının tasavvur ettiği «çâre» yi bulabilecek

şahsiyetin, karşısındaki adamın ferdî cesaret ve tecrübesinde toplandığının söz götürmez

delili idi. Eşref Bey diyor ki:

«— Enver Paşanın Ordu mevzuları dışındaki hâdiselerle alâkadar olduğuna, Đttihad ve

Terakki içindeki iktidar kavgalarına karıştığına ve kendisi için, hususî «klik» iler teşkil

ettiğine dair daha çok düşmanca duygularla atılan fikirler tamamen yanlış ve haksızdır.

Enver Paşa, rahatça iddia edebilirim ki, Sadrâzamlardan ve Hariciye Nazırlarından daha

büyük basiretle, dünyanın büyük bir harbe sürüklendiğini görmüş ve Osmanlı devletinin bu

harbin dışında kalabilmesinin kendi irade ve arzusunun üstünde ve haricinde, adetâ bir

emrivaki olduğunu kavramıştı. Bu sebeble, devlete felâket getirecek oldu bittilerden

mümkün olduğu kadar kurtulmak, bilhassa orduyu hazırlamak istiyordu. Hükümetin haricî

istihbaratı hemen hemen yok gibi idi. Hariciyenin birçok ve en ehemmiyetli servislerinde,

yine Türk olmayan unsurlar çalışıyordu. Daha sonraki hâdisat, bunlar arasında nice nice

hainler ve satılmışlar olduğunu ortaya koymuştu.

BĐR DOSTLUĞU� TEMELĐ

Teşkilât-ı Mahsusa, doğrudan doğruya Başkumandanlığa bağlı «gizli çalışan bir devlet

müessesesi» idi. Öylece ki, O'nun varlığı, bir çok nazırlarca da meçhuldü. �itekim

harbden sonra, Said Halim ve Talât Paşa kabinelerini divan-ı âli (yüce divan) a sevk

etmek için kurulan «Meclis Tahkikat Komisyonu» önünde bu iki kabineye mensup

Page 9: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

birçok nazırlar (yâni bugünkü tâbiri ile vekiller) Teşkilât-ı Mahsusayı bilmediklerini,

sadece, Harbiye �azırı Enver Paşanın şahsına bağlı ve devlete mutlak itimat edilen bazı

«şahsiyetler» in mahrem askerî faaliyetlerinden haberdar olduklarını söylemişlerdir.

Hakikat de gerçekten bu idi...

«Teşkilât-ı Mahsusa», Sultan Hamid istibdadını yıkan Jön-Türk hareketinin, Kuşçubaşı

Oğulları'nın idare ettiği Hicaz ayaklanmasını, ferdî ve şahsî hareket olmaktan

çıkartarak, bütün münevver ve vatansever Ordu kadrosuna mal etmek dirayetini ve

tavsiyesini gösteren rahmetli veteriner albay Rasim Beyin delaletiyle, Erkânı Harb

Kadrosu içine yayılıp benimsenmesinden doğan «ihtilâl hareketi» idi. Enver Paşa,

Harbiye �azırı ve Başkumandan olarak, Osmanlı Đmparatorluğunun müdafaasında baş

rolü ve mevkii alınca, kendisinin de vaktiyle içinde bulunduğu bu hareketi ihya etmek

kadirşinaslığını gösterdi: Devlet, aynı devletti.. Vakıa rejim'in ismi değişmişti amma, bu

devletin, içerde de, dışarıda da, dostları ve düşmanları aynı idi. Bu sebeble, Teşkilât-ı

Mahsusa, vatanı görünür görünmez dertlere karşı, birbirine inanmış insanların teşkil

edecekleri müdafaa hattı olarak teşkilâtlandı, zamana uygun hüviyet aldı, vazife gördü.

Enver Paşayı, Balkan Harbinin felâketlerini takip eden günler içinde ve cihanın yeni bir

savaşa hazırlandığı devrenin arifesinde Harbiye �azırlığı makamına getiren hâdiseler

«normal» sayılamazdı: Enver Paşa, iki rütbe birden terfi etmiş, kaymakamlık (yarbaylık)

dan Mirliva (Tümgeneral) olmuş, ve otuz beş yaşında iken Đmparatorluğun bu en büyük

askerî makamını elde etmişti. Enver Beyi, bir «vatan endişesi» duygusunun telkin ettiği

hizmet olarak, hattâ arzusu dışında, bu makama sevkeden «eski dostlar»ın başında da

Eşref Bey vardı... Kendilerine, Đslâm tarihinin ilk devresinde, Peygamberimizin etrafında

toplandıkları için, cennet vâadedilen on idealist mücadeleciye izafetle «aşere-i

mübeşşere» denilen on arkadaşdan ikisi, Eşref Bey ve rahmetli Dr. �azım, Enver Beye

kendisi için verilen «Harbiye �azırlığı kararı» nı bildirmiye gittikleri zaman, bir

apandisit ameliyatını yeni geçirmiş ve Beşiktaşdaki evinde istirahat halinde olan ikinci

meşrutiyetin genç ihtilâlcisi, arkadaşlarını dinlemiş, mucip sebepleri tasvib etmiş, fakat,

şu şartı ileri sürmüştü:

«— Ben Harbiye �azırı olduktan sonra, bu makamın icablarını tereddütsüz yerine

getirirken, benden, hiç bir istisnaî muamele istemiyeceğinize söz vereceksiniz. Ordunun

disiplin ruhu ne halde görüyorsunuz. En şiddetli tedbirleri alırken belki muhatablarım

Page 10: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

sizler olabilirsiniz. O takdirde beni vefasızlıkla ittiham etmiyeceksiniz. Tam bir itaat

ruhu, tam bir feragat, tam bir nizâm hayatı... Đttihad ve Terakki Fırkasını olduğu gibi,

siz eski arkadaşlarımı da, hiç bir suretle işlerime müdahale ettiremem. Asla iltimas ve

tâviz veremem. Dün ve bugün yapılmış olan hizmetler, birer vazife olarak ifa edilmiştir,

bunlar açık bono değildir. Bunu bilmelisiniz ve bana söz vermelisiniz.»

Bu söz verilmiş ve Enver Paşa, böylece Harbiye �azırı ve Başkumandan olmuştu.

Sadece, Padişahın Başkumandanlığı, bir «unvan» meselesi olduğundan «vekil» tâbirini

kullanmıştı.

Enver Paşa, Harbiye �azırlığı devresi içinde, arkadaşlarından bu aldığı söz'ün dikkatle

ve istisnasız tatbikini istedi, fakat, ne samimiyetinden, ne de tevazuundan hiç bir şey

kaybetmedi.

Teşkilât-ı Mahsusa'nın ikinci teşkilâtlanma devresinde Eşref Bey yaralı idi. Enver Paşa,

bu eski dostundan, Teşkilât-ı Mahsusayı yeni şekilde tanzim ve başına geçmesini

istedikten sonra, Ege bölgesine teftiş ve tensik seyahatine çıkmıştı. Bütün kolorduların

başına genç erkânı harbler getiriliyor. Balkan Harbinin maddî mânevi felâketinden

ordu kurtarılmıya çalışılıyordu. Đzmir'den Eşref Beye klişesi aşağıda olan mektubu

gönderdi:

Bu mektubu beraber okuyalım:

«Eşref

Kâğıdını aldım. Yaralarınızın geçtiğine memnun oldum. Büsbütün geçer de yine

gelirsin, görüşürüz. �iyaziden ne haber? Bana kalırsa işi çabuklâştırsanız fena olmaz.

Dediğin mushafı almadım. Kardeşinin ve senin gözlerinden öperim.»

E�VER,

Bu samimiyet böylece devam etti... Fakat genç Harbiye �azırı ve Başkumandan,

samimiyetini nüfuz gösterisi ve iltimas tecellisi halinde kullanmak istiyenlere de asla

müsamaha etmedi.

Bu mevzuda şu misal, cidden ibret vericidir: Devrin Adliye �azırı Đbrahim Bey, oğlu

Adnan Beyin askerlik hizmeti içinde Đstanbul'da bırakılmasını rica eden bir mektubunu

Enver Paşaya gönderiyor. Enver Paşa, mektubu okuduktan sonra altına el yazısıyla

aynen şu cümleleri yazıyor:

Page 11: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Vatanın her köşesinin müdafaası aynı derecede mukaddestir. Askerlik hizmetleri

nazarında bütün evlâd-ı vatan, şehzadegân dahil, müsavidir. Bir Adliye �azırının bu

hakikati müdrik olmaması, şayanı teessüftür. Ben bu makamda iken, hiç bir istisnaî

muamele olmıyacaktır.»

Ve, dahası var: Bu mektub, altındaki meşruhat ile birlikte, yirmi dört saat, Harbiye

�ezaretinin ilân tahtasında asılı kalıyor...

Đbrahim Beyin, Talât Paşaya tezallümü ve: «— Rezil oldum...» demesi üzerine,

Enver'in cevabı şu oluyor:

«— Kanun rezil olacağına bizler rezil olmamıya çalışalım!..»

Bu seneler içinde Teşkilât-ı Mahsusanın, münhasıran gizili istihbarat ile değil, hariçte ve

hattâ Osmanlı devletinin hudutları içinde kalan, fakat merkeze bağlılık ve sadakatleri

daima şüphe uyandırmış bulunan ve Türklerden gayrı ırk ve milletlerin ekseriyeti teşkil

ettikleri yerlerde aldığı tedbirlerle, hükümetin görünürdeki kuvvetlerinin ve asayiş

teşkilâtının kat'iyyen başaramıyacağı hizmetleri görmüş olduğu muhakkaktır. Bunlar,

cidden «gizli» tutulduğu için, kabine azasının bile meçhulü idiler. Hattâ çok iyi hatırlarım.

Bir gün Talât Paşa, yarı şaka, yarı ciddî:

«— Eşref Beyefendi... Sizin hükümet teşkilâtından bize anlatabileceğiniz haberler yok

mu?» demişti. Bunu da, diğerlerinin duymaması için yavaşça kulağıma söylemişti. O

tarihte Dahiliye Nazırı ve iktidarda olan siyasî Fırkanın tabiî reisi sayılan bir zatın dahi,

böylecesine sitem mevzuu yapacak kadar «mahrem» addedilen çalışmaları nelerdi?

Şimdi, tarih önünde bu sualin cevabını vereyim: Büyük bir plân hazırlamıştık.. Bu plân,

Osmanlı devletinin asırların yükü ve mirası olarak omuzlarında taşıdığı mazi miraslarının

zararım asgarî hadde indirecek tedbirleri ihtiva ediyordu. Bugün düşündüğüm zaman,

benim de aşırı cesaretli bulduğum bu plân neydi? Şimdi tarih huzurunda, hazırlıklarımızı,

çoğu nazariyede kalmıyarak uğrunda kan dökülmüş, emek verilmiş ve tatbikat safhasına

girerek, başka menbalara ve kaynaklara bağışlanılmış olan mücadele ve didinmelerimizi,

meçhullerden çıkarmadan evvel, TEŞKĐLÂT-I MAHSUSA ne idi, onu anlatmak icab

eder.»

Page 12: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

SULTA� HAMĐD'in E� KUVVETLĐ ZAMA�I�DA YAPILMIŞ

BĐR BAŞ KALDIRMA�I� Đ�A�ILMAZ �ETĐCELERĐ:

Eşref Bey «Teşkilât-ı Mahsusa» yi şöyle anlatır; «— Sultan Hamid'in son seneleri, bir

vehim ve vesvese tufanıdır. Babam Kuşcubaşı Mustafa Nuri Bey böyle bir vehim uğruna

Hicaza sürüldüğü zaman, ben ve kardeşim Selim Sami de, babamızla birlikte Hicaz'a

yollandık. Sürgün yerimizin evvelâ Yemen olması, Padişahın gazabının azametini

anlatıyordu.

Hicazda sürgün iken, Mekke'den firar; ederek Hindistana geçerken yakalanmıştım. Cihad

kalesinde parangaya vuruldum. Vali Ahmet Ratip Paşa tarafından istintak edildim.

Aramızda ağır bir münakaşa cereyan etti: «— Zulüm payidar olmaz. Çökeceksiniz..»

dedim. Taif'te Hürriyet Babası Mithat Paşanın şehid edildiği kale odasının karşısına

tıkıldım. Yedi ay burada işkence gördüm. Gençtim, mütehammildim. Buradan Medineye

kal'abend olarak nakledildim. Bab-ül-Arab ailesinden Şeyh Şehabî'yi, milletimi tahkir

ettiği için yaraladım. Muhafız Şakir Paşa tarafından iç kalede, Orta-Çağ'dan kalma bir

işkence şekli olan tomruğa çakıldım. Güya, Tanzimat Fermanıyla lâğvedilmiş olan bu feci

tazyikler, bende şu inancı yarattı: «— Abdülhamid idaresi, şeklî olan kuvvet ve satvetine

rağmen, ancak bu ferdî zulümlerle payidar olacak kadar köhneleşmiştir. Onların bu

tazyikleri, yıkılmakta olan saltanat bünyâdlarına olan güvensizliklerinin alâmetidir. Firar

edeceğim ve mücadeleye girişeceğim. Harbiyedeki arkadaşlarım arasında, vatanperver

olanların hapsi, artık vatanın bu şahsî ve keyfî istibdad sisteminden kurtulması için

canlarını vermiye amadedir. Bir ön hareket bekleniyor.»

Ve, hemşehrim olan muhafızlıktaki mülâzım Tahir Bey vasıtasıyla, kardeşim Selim Sami

ile irtibat temin ederek kaçmıya muvaffak oldum. Ubeyt Ofî ve Ferec Đbn-i Mısrî'lerle ilk

çete harblerine başladık. Bizim mücadelemiz, bütün memlekette derin akisler yaptı. O

zamana kadar «karşı konulmaz» bir varlık sayılan Sultan Hamid idaresinin çürüklüğü

ortaya çıkıyordu. Sami'nin, Đzmir ve Đstanbulda gizli teşkilât kurması için Şam'da olan

kolağası Mustafa Kemal Bey (Atatürk) sahte bir nüfus kâğıdı temin etti. Ben, Hicaz'da

mücadeleme devam ettim: Muhafız Şakir Paşanın oğlu, yâverân-ı hazret-i şehrivâriden

Mustafa Vasıf Beyi, üç tabur arasından dağa kaldırdım. Meşhur Lavrens. bu hâdise için

hatıratının «fikrin yedi kolonu» kısmında söyle der: «— Bu müthiş haydut, muhafız

Page 13: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

paşanın oğlunu üç tabur askerin arasından, bir kartal hışmıyla alın, atının terkesine atarak

kaçırmıştır.» Padişahın, Mekke şerifine, hilâfet makamının hediyesi olarak gönderdiği

sürre-i hümâyunu vurarak, asayişin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu, ve artık çökmüş

bir nizamın hiç bir maddî manevî varlığına itimadın akıl ve iz'an icabı olamıyacağmı isbat

ettim. Đmparatorluğumuzun her tarafındaki, genç erkânı harb zabit arkadaşlarımla

muhabere halinde idim. Teşkilât-ı Mahsusa'nın ilk temeli, bir Hürriyet Kadrosu halinde bu

suretle hazırlanmıştır. Yoksa bu isim, bir dimağın, masa başında tercih ettiği lâfzî varlık

değildir. Đbni Reşit ve Emir Abdülâziz gibi, Necid'in amâkında, mahallî otoritelerin de

üzerinde derin tesirler yapan mücadelemizin, artık vatanın diğer kısımlarına da teşmili

günü geldiğinden, Kıbrıs'a, oradan Paris'e geçerek Jön Türklerle temas ettim., Bu sırada

kardeşim Selim Sami, Đzmir ve havalisindeki Đttihad ve Terâkki teşkilâtını kurmuştu. Ben,

Paris'ten, Karadağa gelerek Makedonyaya geçmiş, buradaki faaliyetin genişlemesine

çalışıyordum. Yılları ve güç inanılır hâdise ve maceraları ihtiva eden bu mücadele devresi,

şu kanaati ortaya koymuştu: «— Sultan Hamid'in ferdî ve zümrevî istibdadının tarih

devresi tamamlanmıştır. Bu idare, şuurlu ve kuvvetli bir baskı ile yıkılabilir.» Nitekim

böyle de oldu ve tarihlerimizin ĐKĐNCĐ MEŞRUTĐYET adını verdikleri bu neticede, 1904

de başlamış olan mücadelemizin ve bu mücadelenin daha sonra sembolleşmiş adı olarak

benimsediğimiz Teşkilât-ı Mahsusa'nın hissesi cidden büyüktür.>

ĐKĐ�CĐ SAFHA:

TRABLUS-GARB MÜDAFAASI ve TEŞKĐLÂTI MAHSUSA

Bizim memleketimizin garib bir kaderi vardır: Müsbet ve iyi olan varlıkların, daha sonra,

lâübalî ve gayrı lâyık hâdiselerin revaç ve itibarı için insafsızca kullanılması... Nitekim,

Đkinci Meşrutiyetin elde edilişinde, birbirine inanmış bir avuç insanın müşterek emeği

olarak adlandırılan Teşkilâtı Mahsusa, ikinci vatanseverlik örneğini de Trablus-Garb

müdafaasında verdikten sonra böyle bir istismar safhası geçirdi: Meşrutiyetin ilânı ile

beraber, hazırlanmış ve teşkilâtlanmış olan düşmanlıkların mucizevî tedbirlerle yerlerini

hakkımızda hayırlı ve müsbet neticelere bırakacağını sananlar çok çabuk hayal kırıklığına

uğradılar: Yunanistan Girid'i ilhak etti, Avusturya-Macaris-tan Bosna-Hersek'i ilhak etti,

Page 14: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Đtalya da Osmanlı Đmparatorluğunun mirasından gecikmiş olmanın hırsı ile Trablus-Garb'e

saldırdı...

Trablus-Garb müdafaası. Devletin karar ve eseri değildi: Đkinci Meşrutiyeti ilânda asıl

himmeti göstermiş olanların, bir vatan parçasını savaşsız ve hacalet içinde terk etmemek

haysiyet şahlanmaları idi. Teşkilât-ı Mahsusa kadrosu, Trablus-Garb savaşında,

Gerillâcılıkda (muntazam ve tatminkâr kuvvetlerin mahrumiyeti halinde çete ve cephe ön

ve arkası harelerinde) ne mükemmel neticeler alınabileceğini isbat etti. Ben, daha 1904 de,

ancak beş on arkadaşımla Ahmet Ratib ve Şakir Paşaları, Padişaha her ân telgraf basında

«— Đmdad!..» feryadına mâruz bırakan mücadelemi yaparken, Sadık El-Müevvet Paşanın

karargâh kumandanı olan arkadaşım Rasim Bey (Đzmir suikasdı sırasında Maarif nazırı

Şükrü Beyle beraber asılan Miralay Rasim Bey bu zattır.) gizlice yanıma gelmiş:

«— Eşref... Cürümlerin en büyüğü olan huruc-u ales-Sultan ile ittiham ediliyorsun. Bu

yolda da muvaffakiyetle yürüyorsun. Bu mücadeleni şahsî bir hareket olmaktan çıkar.

Hükümetin idaresinin zulüm ve facialara sebeb olan istibdadının seyyiatı olarak ilân et.

Hattâ, şimdilik Padişahın şahsını da muhterem tut.. Öyle bir hava yarat ki, senin bu

uğraşmalarının, sadece ve münhasıran, fena idarecilere karşı ayaklanma olduğu kanaati

uyansın. Kendini de tek başına gösterme. Bir Teşkilâta bağlı olduğun zehabını yarat.

Çünkü bizim memleketin haleti ruhiyesi bunu icab ettirir. Bak, Buraya her sene Hac

dolayisiyle Đslâm âleminin her bucağından on binlerce insan geliyor, Bunların gittikleri

yerde, duyacaklarını ve kendilerine telkin edilenleri anlatacaklarını düşün. Dünyada

propaganda kadar kuvvetli bir silâh yoktur. Đnsanların ruhu, tahakkukuna hasret duydukları

hâdiselere bağlanmıya mütemayildir.» demişti. Filhakika bu telkin, muhitimden evvel

benim maneviyatım üzerinde derin tesir yapmış, yaptığım işin ferdî olmadığına bütün

samimiyetimle inanmıştım. Trablus Garb'de de, böyle düşünen bir avuç insandık Bizi

birbirimize bağlıyan öyle kuvvetli ruhî sebebler vardı ki, bunları, resmî bir teşkilâtın ve

hattâ nizamın sınırları içine sığdırmak asla mümkün değildi. Aramıza yeni katılanlar, çok

kısa zamanda, aynı manevî havanın tesiri içine giriyorlardı.

ÜÇÜ�CÜ SAFHA:

BALKA� HARBĐ BOZGU�U ve TEŞKĐLÂTI MAHSUSA�I� ĐSTĐSMARI

Page 15: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Biz, Trablus-Garb'de, Enver, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Nuri (rahmetli Conker), Đbrahim

Süreyya (rahmetli Kocaeli mebusu Đbrahim Süreyya Yiğit), Ali (Rahmetli Nafia Vekili Ali

Çetinkaya), Fuad (Fuad Bulca. Zannedersem o günlerden hayatta sadece ikimiz kaldık.),

Mümtaz (Daha sonra Enver Paşanın yaveri), Süleyman Askerî ve bugün himmetleri tarihin

vefasına tevdi edilmiş bir avuç mücahitle bu vatan köşesini Đtalyanlara karşı müdafaa

ederken, Balkan Harbi patladı. Şöyle düşündük: «— Düşman bizim kalbimize saldırıyor.

Burası, bedenimizden bir parçadır. Evvelâ kalbimizi korumalıyız. Bütün Rumelinin kaybı

ve Đstanbul'un elden giderek, maazallah, devletin sukutu tehlikesi vardır. Akim ve

vatanperverliğin yolu, evvelâ kalbimizi tehlikeden kurtarmıya çalışmaktır.»

Hemen şunu söyliyeyim: Biz bu karara vardığımız ânda, Đtalyanlar, Trablus Garb'i ele

geçirebilme yolunda hiç de ümitli vaziyette değildiler: Onlar, sahillere mevzi aldırdıkları

donanmalarının himayesinde, ne kadar ilerlemek mümkünse o kadar ilerliyebiliyorlardı.

Đçerlerde hiç bir muvaffakiyet elde edemiyorlardı. Bizim Teşkilât-ı Mahsusa ruhu, öylesine

inkişaf kaydetmiye başlamıştı ki, Fas'dan, Cezair'den, Tunus'dan, Đngilizlerin tazyiklerine

rağmen Mısır'dan, Fransızların şiddetli müdahalelerine rağmen bütün bizim o tarihî Garb

Ocakları'ndan yardımlar alıyorduk. Emin olunuz, Hindistan ve Cava Müslümanları

arasında bile kaynaşma başlamıştı. Evet, belki bunlar, münferid hâdiselerdi. Fakat, bir

halâs yolu arayan milyonlarca kalbin ve dimağın hasretle beklediği kurtuluşun ışığı gibi

benimsenerek, durmadan inkişaf ediyordu. Bütün bu olup bitenler, daha sonra, Birinci

Cihan Harbi içinde asıl faaliyetini gösterecek olan ve bugün de, Türkiye Cumhuriyetinin

haricî siyasetini idare edenlerin dikkat ve hassasiyetlerinden kaçmaması şart olan Teşkilât-ı

Mahsusa tecrübesinin istinad ettiği temelin kuvvet ve kudretine inandırıcı şahit olarak

önümüzde kalacaktır.

Evvelâ Enver gitti... Bu gelişler ve gidişlerin ne zor şartlar içinde olduğunu, bugünkü nesle

anlatabilmek de zordur: Kılık kıyafet, ad unvan değiştirerek, bazen kaçak gemi tayfaları,

bazen çöl ortalarında Bedevilerin vicdanına dehalet etmiş çaresizler olarak yollara

düşüyorduk. Vatanperverliğin, diplomatik pasaportlara bağlanmadığı o buhran günlerinin

istirablarını bugünkü nesle anlatmak çok güç, hattâ imkânsızdır: Ortada, misâl olacak

şahsiyet ve hâdiseler kalmadığı için...

Ne ise... Çünkü bu hizmetlerin hiç birisini, ne şöhret, ne mevki, ne servet, ne ikbal ve

iktidar için değil varlığına inandığımız aziz ve mübarek bir vatan için yapıyorduk. Enver,

Page 16: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Đstanbula geldiği zaman, felâket kapımızı çalmıştı: Düşman, Đstanbul önlerine kadar

dayanmıştı. O, ne beklenilmiyen bozgundu Yarab-bü... Ecdadın, oluk gibi kan dökerek,

sehametler ve zaferler sonunda millî hudutlara kattığı vatan diyarlarını, köhnemiş bir eski

evin harabesini terkedercesine fütursuz ve kolay elden çıkarmıştık. Ordu, üç senedir vatanı

yiyip bitiren politika kavgalarının içine düşmüştü. Balkan Harbi faciasının içyüzü henüz

yazılmamıştır: Eğer bu himmet, bugün de esirgenmemiş olsa. Türk Ordusunun kalbinde

vatan muhabbeti olan hiç bir muhterem mensubu, siyaset adı altında binbir rezaletin irtikâb

edildiği o ufunetin içine girmez ve kendisini ondan münezzeh tutar: Đttihad ve Terâkki

sempatizanı olan zabitler, Hürriyet ve Đtilâf taraftarı olan zabitlerin kalpaklarının şekli bile

«başka» idi. Şekle kadar inen bu ayrılık, ruhta ve mefkurede nasıl derin çukurlar açmazdı..

Đşte Rumeli, bu çukurların içinde, yok yere kaynayıp gitmiştir.

Enver'den «— Bütün kadro ile, en serî vasıta ile hemen dönünüz..» haberi geldiği zaman,

Edirne düşmüştü, ve Bulgar kuvvetleri Çatalca önlerinde idi. Đstanbul'a harab ve bitkin

eriştiğimiz zaman, bütün bu dertlerin üstünde, bizim Teşkilât-ı Mahsusa adının feci

istismarına da şahit olduk: Hapisanelerdeki mahkûmlar, katiller, sabıkalılar, şerirler

salıverilmiş ve Tahtakale Hanlarındaki Türk tebeası olmıyan, askerlikten hiç anlamıyanlar

da, zorla katılarak, bunlardan tahminen beş bin kişilik bir kuvvet, Halil Beyle (daha sonra

Paşa ve Enver'in amcası), Yakub Cemil'in kumandasında Kalikratya-Silivri çevresinde ve

Çatalca hattının sol cenahını teşkil eden mahallere sevk edilmişlerdi. Đstanbul halkı başta

olarak, bütün vatan «Müdafaa-ı Milliyye Cemiyeti» adıyla bir de şekle bağlanan bu

başıbozuklar için, yüz binlerce altun hibe etmiş, ve bir millî ordu'nun kuruluşu ümidine

düşürülmüştü.

Đstanbula gelişimizle beraber, o tarihte Onuncu Kolordu Erkânı Harbiye Reisi olan Enver,

Başkumandanlığı adetâ münavebe ile alan Nâzım ve Đzzet Paşaların arasında, genç

Erkânıharblerin uğradığı zorlukları yenmek için uğraşıyor ve daimî ric'at halinde olan

Ordunun boşluğunu doldurmak ümidiyle derlenmiş olan «milis» lerin tam bir disiplin

altına alınmazsa, fayda yerine büyük zararlar getireceğini müdrik kumandan olarak, Ordu

karargâhını ikaz etmiş bulunuyordu, Đstanbula geldiğim zaman, Nâzım Paşanın beni

arattığını haber verdiler. Paşa, o unutulmaz ve meşhur babacanlığını kaybetmiş, derin bir

melal içinde ve memleketin uğradığı felâketler karsısında çökmüş bir ruhî ezginlikte idi.

Trablus-Garb'deki mücadeleye ait kısa görüşmeden sonra derhal mevzua girdi ve Payitahtı

Page 17: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

müdafaa ümid ve maksadıyla toplanılmış olan «milis» lerden acı acı şikâyet etti. Çok dertli

idim:

«—Paşam... Evvelâ bunlara «Teşkilât-ı Mahsusa kıt'aları» denilmekle büyük ve tarihin

kolaylıkla affetmiyeceği hata işlenilmiştir. Hiç bir millî his, tanzim edilmedikçe ondan

müsbet netice beklenemez. Sizin tecrübeniz ve dirayetiniz, bu hakikati teslime kifayet eder.

Halkın, ekmeğinden ve dişinden tırnağından keserek müdafaa-ı milliye cemiyeti için

verdiği yüz binlerce altını, bu başıboş ve serseri güruhuna, bir de Teşkilât-ı Mahsusanın

şerefli ve vatanperver ismini vererek mahvetmiye kimsenin hakkı yoktur.

Evet., Vatan muhatarada iken, her tip insandan istifade düşünülebilir. Fakat ne yapılmak

istenmesi malûm olmak kaydü şartı ile... Şimdi bu güruh, karşımızdaki Bulgar ordusu

kadar memleket için tehlikelidir, ve bu tehlikeden vatanı bir ân önce kurtarmak icab eder.»

Nâzım Paşa, baş işaretleriyle beni devamlı olarak tasdik ediyordu:

«— Bakınız Eşref Bey, kardeşim. Rum köylerine saldırmışlar, birçok rezalet çıkarmışlar.

Burada sefirler, Đstanbul'u donanmalarına işgal ettirmezlerse bir katliâmın çıkacağı tehdidi

ile bizi, Edirneyi de feda ederek mütarekeye zorlarken, onlara koz veren bu tecavüze ne

demeli? Rica ederim, ayağının tozu ile şu derdden vatanı kurtar. Kardeşin Sami Bey ve

Sen, bu çeteciliği temsil eden insanlarsınız. Siz iyisini yaptınız, biz burada kötüsünü

tecrübe ettik. Fakat Makedonya dağlarından önce, Arab çöllerinden bu iş, sizlerin eliyle

Osmanlı ordusuna intikal etti. Biraz da tarihî mes'uliyet omuzlarınızda... Bütün selâhiyeti

olduğu gibi devrediyorum. Enver Bey de bana, bu rezaleti ancak sizlerin tasfiye

edebileceğinizi kat'iyyetle ifade ederek kanaatimi takviye etti. Şu dakikadan itibaren bu

vebal, maddî manevî mes'uliyetleriyle üzerinizdedir.»

Benim için hâdisenin manevî cephesi, müessisi olmakla daima şeref duyacağım Teşkilât-ı

Mahsusa'nın adını, bu ayak hareketinden kurtarmaktı. O günlerde Selim Sami Đzmir'de,

hükümetin masum insanlara karşı ıslâh etmek istemediği bir haksızlığın uyandırdığı

küskünlük ile hâdiselerin uzağında ve adetâ ferdî isyan halinde idi. Enver'in rica ve delâleti

ile Đstanbula geldi, hemen Çatalcaya hareket ederek, buraya serpiştirilmiş olan ve Osmanlı

Đmparatorluğunun ırk, din, fikir, karakter, gaye, ahlâk, hattâ renk ve çehre bakımından tam

bir «halita» sını teşkil eden ve sayıları bizim işi ele aldığımız ânda beş bini aşan kalabalığı,

derhal tensike başladık, sabıkalıları ve ıslâh edilemiyecek olanları «amele taburları»

halinde askerî yolların inşasına memur ettik, başlarına eli kamçılı çavuşlar koyduk,

Page 18: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

içlerinde tertemiz hislerle vatan müdafaasına koşmuş olan merd delikanlıları ayırdık,

bunları, kendi öz ve hâlis kuvvetlerimizle takviye ettik, bu arada bir çok hâdiseler, hattâ

ayaklanmalar oldu. Zamanında, şiddetin, mülâyemetten daha çok hayırlı olduğu

tecrübemizle, muhatablarımızın vasıflarına uygun tedbirler alarak, çok kısa zamanda,

vaziyeti normale irca ettik: Mücahidler Fırkası adını verdiğimiz bu teşkilâtı, Umum Çeteler

Kumandanlığı gibi, onları manen tatmin edecek bir unvana bağladık. Ki, Teşkilât-ı

Mahsusa'ya lâyık bir hüviyet alan bu kadro ile hem Edirneyi kurtardık, hem Garbî Trakya

Türk Cumhuriyeti'ni kurduk. Böylelikle, Müdafaa-ı Milliyye Cemiyeti de, memleketin

şiddetle muhtaç olduğu deniz kuvvetlerini halkın hamiyyeti ile temin etmek gayesiyle

Osmanlı Donanma Cemiyeti ve harbde cidden hayırlı hizmetlerin sahibi olan Hilâl-i

Ahmer (bugünkü ismiyle Kızılay) a devredildi.

Böylelikle, Balkan Harbi'nin acı günlerinde denenmek istenmiş olan «milis kuvvetleri»nin

iyi tanzim edilememesinden doğan ve Teşkilât-ı Mahsusa'nın manevî şahsiyetine mal

edilmek istenen bir hareket de, vatanın hayrına istikamet alarak vazifesini başarmış oldu.

Bu, Teşkilât-ı Mahsusa'nın hayatında ÜÇÜNCÜ SAFHA'dır.»

DÖRDÜ�CÜ SAFHA:

ĐKĐ�CĐ TEŞKĐLÂTI MAHSUSA ve

ĐMPARATORLUĞU� KADERĐ ÜZERĐ�DEKĐ BÜYÜK ROLÜ

Balkan Harbinin bitimi ve bütün Rumelinin elimizden çıkışı ile Birinci Dünya Harbine

girişimiz arasındaki iki sene, Đmparatorluğumuzun en buhranlı yıllarıdır...

Mahmut Şevket Paşanın şehadeti, Said Halim Paşanın sadrıazamlığı, Enver Beyin,

Osmanlı Ordusunun kurtuluş ümidi olarak, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosuna dahil genç

erkânı harblerin tazyiki ve cesur hareketleriyle Harbiye Nazırı oluşu, Enver'in bu makama

geçişi ile giriştiği kökden ıslâhat hareketi ve artık bir emrivaki olduğu anlaşılan harbe

hazırlanış, bu iki yılın yüklü bilânçosudur.

Bu hâdiseler içinde Teşkilât-ı Mahsusa'ya yepyeni bir çehre vermek icab ediyordu. Bu

çehre'nin, devletin içinde bulunduğu bünye zorluklarına karşı millî mevcudiyeti muhafaza

yolunda dayanaklardan birisi olması şarttı. Bu idrâkin şerefinin şehid Enver Paşaya ait

Page 19: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

olduğunu burada ifadeyi vecibe addederim. Şimdi bu meçhul safhayı, şahsî sır olmaktan

çıkararak, tarihin sinesine tevdi ediyorum. Şöyle ki:

Tafsilâtı, daha sonraki müstakil bir kitabda görüleceği üzere, Bulgarları Edirneden atmış,

ilerlemiş, Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi'ni kurmuştuk. Bir gaflet ve korku uğruna

maalesef harcanmış olan bu devletin terki hüsranı içinde Đstanbula döndüğümüz zaman,

beraberimizde, Bulgarlardan aldığımız muazzam sayılacak ganimetler vardı. Bunlar, aynen

ve kısmen de nakde tahvil edilerek devlet hazinesine intikal etti. Bâ irade-i seniyye ve

hükümetin kararı ile bana ve kardeşim rahmetli Selim Sami'ye verilenleri, olduğu gibi,

Teşkilât-ı Mahsusa emrine hasretmiye kararlı idik. Enver Paşa da, Harbiye Nezareti mestur

tahsisatından elli bin altun ayırmıştı. Bu miktar, bugünkü rayiçle beş milyon lirayı

buluyordu. Đlk nüve bu oldu. Balkan sulhu imzalanmış, acı şartlar içinde de olsa memlekete

nisbî sükûn gelmişti Đzmir'e giderek bir müddet dinlenmek ihtiyacında idim. Arabistanda,

Makedonyada, Trablus-Garb'de, Edirne ve Garbî Trakya muharebelerinde aldığım

yaralarla vücûdum bitkindi. Selim Sami, Edirne savaşlarında yaralanmış, Haydarpaşa

Hastahanesinde sathî bir tedaviden sonra kuvvetlerinin basma dönmiye mecbur kalmıştı.

Garbî Trakya harblerinin en esaslı zafer unsuru olduğu bir tarih hakikati olan merhum ile

birlikte, veda için ziyaretine gittiğimiz Harbiye Nazırını, Teşkilât-ı Mahsusa'nın yeni

veçhesi üzerinde hazırlıklı bulduk. Bu, öylecesine bir hazırlık idi ki, hiç bir şahsî sebeble

geciktirilmesi imkânı olmıyan devletin istikbaline ve varlığına ait temel hazırlıklar arasına

girebilecek kıymette idi. Bu sebeble huzur-u kalble diyorumki, Teşkilât-ı Mahsusanın asıl

vazifesini ifa ettiği bu safhanın fikrî inşası şerefi, Enver Paşaya aittir.

HAYÂLLERĐ� HUDUDU

Teşkilât-ı Mahsusa, bir taraftan en sert hakikatler için de iken, Öte yandan da, o

günlerin edebî cereyanı olan fecr-i âti hayâl âleminin enginliklerini hatırlatacak «engin

ufuklar» içinde yüzüyordu!.

�eler düşünülmemişti: Đstidadlı Türk gençleri, Batı Medeniyet merkezlerine

gönderilecek, buralarda okuyacaklar, her sahada bilgi sahibi olacaklar ve

imparatorluğun o uçsuz bucaksız geniş ülkelerine yayılacaklar, hem Türkçülük

cereyanının bayraktarlığını yapacaklar, hem de o ülkeleri Batı Medeniyetinin seviyesine

yükselteceklerdi. Bunun için de, Teşkilât-ı Mahsusa kurucuları, devletten yardım

Page 20: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

beklemiyorlardı: Devrin en açık fikirli, münevver, Đslâm dininin ilme ve zamana intibak

kabiliyet ve kudretini kavramış olan muhterem bilgini Şeyhülislâm ve Evkaf �azırı

Hayri Efendi, Ebül'ilâ Kâmil, Ali Vasfi Efendilere teşkil ettirdiği bir komisyon-u mahsus

marifetiyle, evkaf-ı mülhakadan, «ilim ve irfan tedrisine meşrut vakıflar»ı ayırtmış,

bunların mukaatâalanın bütçeden tefrik ettirerek «Ecnebi memleketlere tahsile gidecek

olanlar» adıyla bir fasılda toplamıştı. Bu fasıl için, teberru da kabul edilecekti. Teşkilât-ı

Mahsusanın kurucuları, memleket zenginlerine bu yolda misal olabilme ümidiyle, kendi

şahsî imkânlarım da vakfetmişler, bu arada, Garbî Trakya Hükümetinin kuruluşu ve

Edirne'nin kurtuluşu yolundaki hizmetleri dolayısiyle, Eşref ve Selim Sami Beylere,

ganimet mallarından Hükümet kararıyla verilmiş olan nakdî ve aynî mevcudları da, iki

kardeş bu uğurda tamamen tahsis etmişlerdi.

Seçilen memleketler Đngiltere, Fransa, Đsviçre, Almanya, Đtalya, Belçika idi... Her

bakımdan ileri bir diyar olan Belçika, Osmanlı devleti üzerinde miras dâva ve iddiasında

olmıyan bir «küçük memleket» olarak tercih edilmişti, ilk kafile Belçika'ya

gönderilmişti. Eşref Bey de, gençlerin buraya gönderilmesinden kısa zaman sonra,

onlara haber vermeden ve Đsviçre'de Zürihte gizli bir toplantı yapan Hind Đstiklâl

Komitesinin içtimalarında bulunduktan sonra, Liyej'e gelmiş, talebelerin durumunu

tetkik etmişti. Bu mevzuda, kardeşi Selim Sami'ye yazdığı mektubu, dudaklarımızda

masum bir tebessümle okuyabiliriz:

Eşref Bey mektubunda şöyle diyor:

«— Sami Liyej'e geldim. Đbrahim, Medih, �eş'et, Faik, Sadi Beyleri gördüm. Halid Bey

Aet'tedir. Aet, buraya dört saattir. Onu göremedim. Yarın Londra'ya geçiyorum.

Çocuklar burada perişan haldedirler. Ben tahkik eyledim. Başka talebelere sordum.

Burada insan okumak şartiyle 150 frankla geçinemez. Ayda seksen frank pansiyon, 45

frank oturulabilir bir oda, 8 frank çamaşır, 50 frank hoca parası. Yalnız masarifat-ı

mecburiye budur. Halbuki sene nihayetinde her imtihana girdikçe yirmi frank ders

parası... Bu parayı veremiyen imtihana giremez. Bunlar tütün içer, traş olur, şu ve bu

gönderdiğiniz para yetişmez. Her halde iki yüz frank gönderiniz. Çocuklar derse

çalışabilsinler. Ders okurken borçlu kapıya dayanacak diyerek ürkmesinler. Her halde

iki yüz frank gönderiniz.»

Page 21: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Ve, tabiî iki yüzer frank gönderilmiye başlanılıyor.. «Çocuklar», harbin ilânına kadar

rahatça okuyorlar, döndükten sonra da, hepsinden, memleket gereği gibi istifade ediyor.

Bugün hayatta olan ikisi, iki müessesenin başındadır...

Ah idealizm buhranı!.. �e geldiyse, senin yokluğundan başımıza geldi... Bol bol,

ruhlarımızı doldurduğun zaman da, tecrübesizlik ve bilgisizlik, o en büyük hastalığımız

olan kısa vâde iptilâsı, günlük neticeler uğruna basit tedbirlerle hâdiseleri pamuk

ipliğine bağlama itiyatlarımız, senden gereği gibi faydalanmamızı önledi...

Teşkilât-ı Mahsusa'nın kurucuları, insan yetiştirme için, kendi öz kaynaklarını seferber

edecek kadar Garb'ın ilmine ve irfanına, tekniğine ve metoduna sahip kalifiye vatandaş

hasreti içinde idiler. Onlar bu ihtiyacı, koskoca bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için

duydular. Üzerlerine aldıkları dâvayı başarabilmek için de, cesaretle atıldılar, ne

nakidlerini, ne vakidlerini, hattâ icab ettirdiği zaman canlarını esirgemediler...

Bu arada, masum hayâllere kapılmadılar da değil!..

Çatırdamakta olan, temeli sarsıntılar geçiren bir devleti ayakta tutabilmek için, teferruat

gibi görünen mevzularla da uğraştılar. Fakat ne yaparsınız ki, her sahada kapıyı çalan

ihtiyaçların tazyiki, onlarda, bir tasnif yapabilme kudreti bile bırakmamıştı.

Manevî mirasları da meydanda... Hâlâ ders alacağımız nice nice bakir himmetler var!..

Harbiye Nazırı, aynı zamanda, Ordularımızın fiilen Başkumandanı idi. Kanunu Esasiye

göre bu vazife, Devletin cismanî ve dinî reisi olan Padişaha aitti. Padişah da, bu vazife ve

selâhiyetini, lâyık gördüğü bir zatın vekâletine tevdi edebilirdi. Naciye Sultanla evlenerek,

Damad'lar arasına girmiş olan Enver Paşanın, fiilen ordunun Başkumandanı olması, bir

irade-i seniyyeye lüzum kalmadan tatbikatta tahakkuk etmiş fiilî hâdise idi. Nitekim,

seferberlik ilânı ile beraber, Padişah Beşinci Sultan Mehmet Reşâd'ın bu husustaki iradesi

de ilân edilmişti. Böylelikle, harbden çok evvel, Başkumandanlık selâhiyet ve vazifelerini,

Harbiye Nazırlığı ile telif etmiş olan Enver Paşa, Đttihad ve Terakki'nin Fırka Diktatoryası

devri'nin Mebusan ve Ayan Meclislerine getirdiği sükûn içinde, o koskoca imparatorluğun

hemen hemen hakikî hâkimi olmuştu. Sivil hayatta Talât Paşa, askerî sahada Cemal Paşa

daima O'nun arkasından geliyorlardı. Bu neticede, Enver'in şahsiyetini ve hayatını, tam bir

Page 22: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

feragat ve vazifeperverlik içinde işine vermiş olmasının da büyük tesiri olduğu

muhakkaktır.

Konuşmalarımızın bir kaç gün sürdüğünü hatırlarım: Neticede şöyle bir hakikatle karşı

karşıya idik: Teşkilât-ı Mahsusa, vermeyi kararlaştırdığımız yeni çehre ile, Osmanlı

Devletinin iç ve dış emniyetinin temel müessesesi oluyor ve daha çok genç Harbiye

Nazırının kafasında yaşıyan emellerin bir tatbikat kadrosu haline geliyordu. Bu emeller

neydi? Enver Paşa, Osmanlı devletinin bekası ve kurtuluşu için, o günkü imparatorluğu

terkib eden ve Türkden gayrı unsurların da, bir ve tek gaye uğrunda toplanmalarının ifadesi

olan Đttihadı Anasır (devletin hudutları içinde yaşıyan muhtelif unsurların birliği) ni

tahakkuk ettirmiye çalışan Haricî ve Dahilî siyasete müzahir olmakla beraber, sömürgeleri

üzerinde büyük Đslâm topluluklarının yaşadığı Đngiltere ve Fransa'yı, Osmanlı devletine

karşı düşmanca hareketlerden ve bilhassa Rusya ile ittifakdan alıkoymak için, aynı

zamanda Müslümanların en büyük dinî ve manevî makamı olan Hilâfet'in nüfuzundan da

istifade ederek Đttihad-ı Đslâm hareketini gerçekleştirmek, fakat bu arada asıl büyük gaye ve

temel mefkuresi olan Rus çarlığının yıkılarak, istiklâl ve hürriyetlerine kavuşacak Orta-

Asya, yâni Ana-Vatan Türklüğü ile maddî manevî bağları birer devlet hakikati haline

getirilmiş Pan-Türkizm (yâni Turan'm coğrafî sınırları içindeki bütün dünya Türklüğünün

birliği) ni hakikatleştirmek gibi, ilk bakışta birbirinden tamamen ayrı gözüken, fakat

aslında üçüncü ve asıl emel için vasıta ve köprü olan ilk ikisini de benimsemiş intibaını

veren siyaseti tercih ediyor, bu emelinin tahakkuku için de, şahsen makamına bağlı gizli

bir «TEŞKĐLÂT» kuruyordu. Đşte, Teşkilât-ı Mahsusa'nın ikinci ve asıl bünyesi budur.

Teşkilât-ı Mahsusa bu hüviyeti ile devletin bütün istihbarat menbalarını ele alıyor,

memleketin içinde ve dışında teşkilât kuruyor, gayenin tahakkukuna engel olacak şahıs ve

müesseselerle, hattâ yabancı devletlerin asıl siyasetlerine girmiş varlıklarla mücadele

ediyor, düşman memleketlerde isyanlar ve ihtilâller hazırlıyor, çok geniş bir propaganda

faaliyetine girişiyor, bunun için de hususî kadrosu, hattâ kıyafeti, kasası, şifresi olan devlet

içinde bu devletin bekası için normal üstü vazifeleri üzerine almış hükmî şahsiyet

oluyordu. Đngiliz Đntellicens Servis'inin, devlet içinde malûm hüviyeti dışında, hattâ bazı

nazırların bile asıl faaliyetini bilemiyecekleri kadar «hususî» çalışan bu teşkilât, Birinci

Dünya Harbi'nin devam ettiği müddet içinde, Đttihad-ı Anasır, Đttihad-ı Đslâm, Pan Türkizm

gibi, devletin dahilî ve haricî siyasetlerinin tatbikat safhasında en mühim ve aynı zamanda

tehlikeli işleri başardı. Sadece haber alma ve mukabil ihtilâller, propaganda faaliyeti

Page 23: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

tanzim etmekle kalmadı: Gerillâ savaşlarında hizmetler gördü, Mısır'i ele geçirmek için

girişilen Kanal Seferi'nin en tehlikeli safhalarını, Osmanlı devletinin yaşaması için baş

koymuş ve ekseriyeti çok genç yaşta olan idealist vatan evlâtlarıyla başarmıya çalıştı.

Birinci Dünya Harbinden sonra, galib devletlerin kurmuş oldukları ve kısaca adına (Versay

Nizamı) denilen sulh şartları içinde ebedî müstemleke haline getirilmiş Đslâm ülkelerinin

millî kurtuluş hareketlerini idare edenlerin başında, Teşkilât-ı Mahsusa'nın yetiştirdiği

şahsiyetler vardı: Fas, Tunus, Hindistan, Pakistan ve hattâ Cezair'de, vatanlarını yabancı

esaretinden kurtarmak için baş kaldırmış olanların ailelerinin büyük kısmı, bir nesil evvel,

Teşkilât-ı Mahsusa kadrosunda hizmet etmiş olanların çocukları veya kendileri idiler.

ŞEKLĐ KURTARMAK ĐÇĐ�:

Teşkilât-ı Mahsusa'nın bu ikinci devre faaliyeti sırasında, ifa ettiği hizmetlerin

mahremiyetine ve gizliliğine rağmen, Teşkilâta meşruiyyet verecek tedbirler de ihmâl

edilmedi: Teşkilât'ın «millî gaye ve mefkureleri ve devlet bünyesinde fikir, vahdet ve

insicamını teminle vazifeli olarak kurulduğuna dair...» Đrade-i seniyye çıktı. Kasden

muğlâk bir ifade ile yazılan bu irade'nin mevcudiyeti bilinmesine rağmen, müterakede,

Said Halim ve Talât Paşa kabinelerinin harb suçlusu olarak divanı-ı âliye sevkleri

tahkikatını yapan Mebusan Meclisi Tahkikat Encümeninde, mes'ul vazife ifa etmiş

nazırlara, müstakil bir sual olarak soruldu ve bir çokları da: «— Bilmiyoruz..» cevabını

verdiler. Sadece, sadrıazam Said Halim Paşa büyük bir kat'iyyet ve cesaretle:

«— Đrade-i Seniyye muktezası kurulmuş resmî teşekküldür. Kendisine mevdu ve devletin

hayatî mevcudiyeti ile alâkalı vezaifi ifa etmiştir.» cevabını vermiştir.

Fakat bu irade-i seniyye, yâni kuruluşa ait Padişahın fermanı, münhasıran şekli kurtarmak

için alınmış tedbirdi. Asıl faaliyet, daima mahrem kalmıştır.

Teşkilât-ı Mahsusa'nın gayelerini şöylece hülâsa edeceğim: Siyasî, Askerî, Millî, Dinî,

Đstiklâl ve Hürriyet, Beşerî, Medenî, Birlik, Đçtimaî ve iktisadî yardımlaşma.

Siyasî gaye, müstemlekeciliğe karşı mağdur ve mazlum dünyanın bir manevî bayrak ve

mefkure altında müşterek bereket şuuruna sahih olması idi. Bu mağdur ve madara

milletlerin ekseriyetini de, dünya yüzündeki 400 milyon Müslüman teşkil ediyordu. Bu

Page 24: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

rakam hakikati sebebiyle, Teşkilât-ı Mahsusanın siyasi gayesi, mensub olduğumuz manevi

cephenin safında toplanmış olan yüz milyonlarca insana, şerefli ve izzeti nefislerine sahih

olarak yaşamanın temel siyasi fikirlerini aşılamaktı.

Askeri gaye'ye gelince: Balkan Harbinin ağır ve acı kayıblarına rağmen, Osmanlı devleti,

yine de dünyanın en geniş topraklarına sahih bir imparatorluktu. Bu imparatorluk üzerinde,

muhtemel harb hâlinde müdafaa şartlarının en elverişli sistemini tesbit edecek kadromuz

da vardı. Bunlar, Başkumandanlık makamına bağlı idiler. Enver Paşa, bilhassa bu noktada

da hassasiyet göstermiştir: Ordu'da, Alaylı - Mektepli ayrılması henüz yeni bitmişti, fakat

alaylılık ve genç erkânı harblere karşı olan garib çekimserlik devam ediyordu. Bilhassa

uşak yerlerde, müteassıb ve aşın muhafazakâr muhitlerde, sakalı beyazlaşmamış olan

binbaşılara bile «tecrübesiz çocuklar» nazariyle bakılıyordu. Kolorduların Erkânıharb

riyasetlerinin genç Erkânıharblere verilmesinin, Saray içinde bile ne kadar dedikodulara ve

karşı koymalara sebeb olduğunu içimizde hâlâ hatırlıyanlar vardır zannederim... Bu

sebeble, Teşkilât-ı Mahsusa'ya mensub genç erkânı-harbler, yaklaşmakta olduğunu

anlamak için dahî olmıya lüzum olmıyan harbin stratejisi üzerinde tetkikler yapıyorlar ve

bilhassa mahallî halkın psikolojisini, temayüllerini, askerî kabiliyet ve kudretini tesbit

ederek Harbiye Nazırına bildiriyorlardı.

Millî gaye'miz ise, Türklük mefkuresine bağlı olarak, her mahallin kendi adat ve şartlarına

uygun idare tarzını, mücadelelere imkân bırakmadan tesbit edebilmekti. Meclis-i Mebusan

müzakerelerini takib eden Enver'in, daha biz Trablus-Garb harbinde iken sohbetlerimiz

sırasında, şöyle dediğini hatırlarım: «— Bu Meclis'in manzarasına bakıp da, vahdet-i

milliyyenin menbaı olması lâzım gelen bu zevatın fikir ve kanaatlerinde intibak aramak

mümkün mü? Biz burada su kısa zaman içinde samimî ve feragatkâr hareketimizle, dilleri

bile bizden olmıyan bu halkın ne kadar muhabbetini kazandık, görüyorsunuz. Halk,

samîmiyet ve fedakârlık ister. Halkın nazariyelerle alakası yoktur. Bizim idarecilerimizin

en büyük hatası siyasetten ve devlet, varlığından uzak tutulmuş halkın, hiç bir seyin

farkında olmadıkını zannetmeleridir. Halk, o kadar çok iğfal edilmiştir ki bir vaadin

samimiyetine inanmak için, onu ileri sürenlerin işin başında, kendisine her itibarla numune

olmasını görmek ister. Biz bugün, şu çadırlarda, bu basit ve güç hayat şartı içinde olmasak,

Berka urbanını istiklâl mefkuresine nasıl inandırabiliriz? Fakat onlar, görüyorlar ki ön safta

bizzat silâh kullanıyoruz, ateşin içindeyiz. Her sahada bu böyle... Halk, Meşrutiyeti, asla

ifşa edilmemiş şahsî ihtirasların feveranı olarak görürse, mebusunun tuttuğu bu yolda o da

Page 25: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

gider ve Meclisi Mebusan ve Ayân'daki ihtilâfları, kendi kasaba ve mahallesinde de tatbik

etmiye kalkar. Asıl mesele, bir millî mefkure verebilmektir.»

Teşkilât-ı Mahsusa, beyanname ve propaganda faaliyetinde, kadrosunda topladığı ilim ve

fikir adamlarının konuşma ve telkinlerinde bu noktaya çok dikkat etmiştir.

Dinî Gaye'ye gelince: Đttihad ve Terakki Đktidarları, Türk halkının dindarlığı ve

muhafazakârlığı nisbetinde, idaresi altındaki muhtelif millet ve ırkların dinî ekseriyetinin

Müslümanlıkta toplandığı hakikatini elbet unutamazlardı. Bu hakikati görmemek, büyük

hata olurdu. Đmparatorluğun sınırları içinde yaşıyan halkın yüzde seksenini aşan miktarı,

Müslüman'dı. Vakia bu müslümanlar arasında mezhep mücadeleleri bazen bir başka dinin

ayrılığından daha vahim haller doğurmuyor delildi... Đşte teşkilât-ı mahsusa'nın manevî

birliği temin için faaliyet göstermesi sebeblerinden birisi de bu idi. Biz, risalelerimizde,

devrin en tanınmış ve fikirlerine itimad edilen ilim adamlarına ve din büyüklerine

yaptırdığımız musahabe ve vaazlerde müslümanlığın vahdeti üzerinde duruyor, bütün

dünya Müslümanlarının kardeş olduklarını, esas vahdaniyet imânına sahib bütün Đslâm

camiasının müşterek bir kuvvet teşkil ettiğini anlatmıya gayret ediyorduk. Bunun, ne kadar

ehemmiyetli ve hattâ hayatî bir siyasî zaruret olduğunu, komşu Arab devletlerinin

radyolarını bir ân, dinlerseniz, bugün de tasdik edersiniz. Bilhassa, Arablarda ve diğer

Müslüman devletlerinde istiklâl hareketi namı altında, ecnebî tahrikâtıyla ve hattâ dinî

esaslar ele alınarak aleyhimize yapılmış olan iftiraları, elbette mukabelesiz bırakamazdık.

Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendileriyle mücadele ederek, bir çoklarını tasfiye ettiği, aslında

Hıristiyan ve bilhassa Đngiliz olan Misyonerlerin sahte şeyhlik kisvesi altındaki faaliyeti,

akıllara hayret verir. Zannediyorum ki, Afrika'nın ücra muhitlerinde bu faaliyet, hâlâ

devam etmektedir.

Đstiklâl ve Hürriyet Gaye'mizi, dinî ve siyasî vahdetin etrafında, mahallî muhtariyetler

halinde telkin ediyorduk. Bu, daha çok Enver Paşanın şahsî fikri idi. Đttihad ve Terakki

erkânı arasında, müfrit merkeziyetçiliğin taraftarları çok olmakla beraber, rahmetli Enver

Paşa, daha çok müsamahakâr düşünürdü. Çok zaman şöyle derdi: «— Askerî ve fikrî birlik

kâfidir. Şu Yemen'in fecaatine bakınız. Oluk gibi kan dökülüyor. Mesele, hudutların

muhafazası olduğuna ve birçok imtiyazlarla oradakilere asıl Türk halkından fazla

imtiyazlar tanındığına göre, neden onları da devletin vahdetini muhafaza mükellefiyetine

iştirak ettirmemelidir?».

Page 26: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Böyle bir fikrin imparatorluğumuz dahilindeki kavimler için ne kadar lüzumlu olduğunu,

onların bugünkü manzarası isbat etmez mi?

Beşerî, Medenî ve Đktisadî vahdet gayesi'ne gelince .. Diyebilirim ki bu sonuncu fikir ve

prensibler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosu içindeki ilim ve fikir adamlarımızın, uzun

tetkikler sonunda ve o zamana kadar devam ede gelmiş muhtelif görüşlerin mezcinden

meydana çıkmış yollardı. Teşkilât-ı Mahsusa'nın vatanın muhtelif yerlerine tertip ettirdiği

ve kıymetli ilim ve fikir adamlarının bulunduğu «irşâd heyetleri» nin yaymak istedikleri

fikirler, emin olalım ki, siyasî olmaktan çok insanî ve medenî idi. Đkinci meşrutiyeti yapan

insanlar, rejimin isminin değişmiş olmasıyla hiç bir neticenin müsbete dönemiyeceğini çok

çabuk anlamışlardı. Đmparatorlukta kat'-iyyen vahdet yoktu. Đftirak mikrobları bünyeyi

sarmıştı. Memleketin iktisadî hayatı temamen Gayri-Türk unsurların elinde idi. Vakia

bugünkü nesillere bu hakikatleri anlatmanın güçlüğünü bilmiyor değilim. Fakat Mebusan

Meclisine dahi sokulmasına tehlike olan milli meselelerimiz vardı. Meselâ öyle Rum

mebusları vardı ki, Meclis kürsüsünden: «— Benim babam Osmanlı vatanı ise, Anam

Yunan vatanıdır.» diyordu. Atina Üniversitesinde Kadîm Yunan Tarihi profesörlüğü yapan

bir Osmanlı Âyân Âzası (senatör) vardı ki, telif ettiği eserde, bütün Ege havalisini,

Yunanistanın hayat sahası olarak gösteriyordu. Böyle bir keşmekeş içinde, hakikî millî

gayeleri, bazı nazırlardan bile saklı tutacak millî bir teşkilâtın mevcudiyetinin ne kadar

hayatî olduğunu izah için başka misale lüzum var mıdır?

BĐR IRK, DĐ� ve MEFKURE HALĐTASI:

Şimdi sizlere, Harbiye Nazırı ve Başkumandanı böylece en yakın, en emin, en sadık ve

fedakâr ellerde, neden gizli bir teşkilât kurulması gerektiğine inandıran sebebler üzerinde

duracağım... Bu sebebleri bir tek cümleye sığıştırmak mümkündür:

Osmanlı Devleti, ırk, din, mefkure kıstasları bakımından bir «halita» idi!... Fetihlerle geçen

şan ve şeref asırlarını bozgunlar takib ettikçe, bu halitayı birbirine kemendlemiş gözüken

bağların ne kadar zayıf ve çürük olduğu anlaşılmıştı. Adi ve ırkı aynı olan milletlerde bile,

birlik ve beraberlik yoktu. Arab Yarım Adasını, karış karış gezmiş, buralarda savaşmış,

çeşitli cereyanların içine kaîılmış, bizim Orta Asya Türk lehçesiyle Anadolu lehçesinden

çok, pek çok farklı olan çeşitli telâffuzlarını öğrenmiş ve Teşkilât-ı Mahsusa ferdiyetinin

Page 27: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

büyük kısmını, imparatorluğumuzun bu kaynıyan mısıtakasında geçirmiş bir insan olarak

diyeceğim ki, bugün, Arabistandaki ihtilâfları ve gizli-açık devam eden rekabetleri açıkça

ortaya koyabilme fırsat ve imkânı olsa, ortada, Arab Kavmi kalmaz!

Hazret-i Peygamber zamanında, hattâ daha evvelki günlerde bile Arab vahdeti olmamıştır.

Ancak mevziî emaretler olabilmiştir. Emevî, Abbasî devletlerini bile Arablardan gayri

unsurlar kurmuştur. Abbasî saltanatı, büyük kuvveti ile Türk unsurunun tesis ve hayatını

temin ettiği saltanattı.

Bugün Yemende hâkim olan Zeydîlik, kendisini Müslümanlığın Đmamı tanır ve

kendisinden daha üstün manevî kuvvet bilmez... Bunun yanı başında Suudî hükümeti

vardır. Bunlar, Zeydîliğin tam rakibi ve düşmanıdırlar. Zeydîler, Alevidirler. Suudiler ise

Hazret-i Ali'yi değil, Hazret-i Muhammed'i bile nübüvvetini devam halinde Peygamber

olarak telâkki etmezler. Vehabîlik adını almış olan bu hareketin, Hicaz'ı elinde tuttuğu

müddetçe; Haccın dahi farz olmadığı Üçüncü Sultan Selim ve Đkinci Sultan Mahmut devri

uleması tarafından ileri sürülmüş, üzerlerine asker sevkedilmiş, Mısır'daki Kavalalı

Mehmet Ali sülalesinin yardımı ile Vehabiler tepelenmiş, ileri gelenleri Đstanbulla

muhakeme edilerek şeriatın fetvası ile başları kesilmiştir. Bugünkü ibn-ı Suud'lar, işte bu

sülaledir. Teşkilât-ı Mahsusa namına, Đbn-i Suud ile temasta olan bizzat bendim. Kendisi

daha o zaman, El-imam unvanını kullanıyordu. Vehabîiik, merkadleri ve mezar

ziyaretlerini bile men'etmişti. Mekkeyi bir deia istilâ ederek tahrib edenler de bunlardı.

Uleması, Hazret-i Muhammed için:

«— Resuldür... Gelmiş, vazifesini görmüş, gitmiştir. Abdüh-u ve Resulehu ifadesi ile de

kendisi dahi bu hakikati teyit etmektedir. Kur'anın ana hükümlerinden gerisi bâtıldır. Onun

da sahih olanlarını kabul ederiz.» diyorlardı. Vehabîler, kendilerinden gayrılarını «Müşrik»

telâkki ederler ve bunların katlini cevaz görürler. Çok müteassıbtırlar. Suudî Hanedanı

elinde bu mezheb, Yemen ve diğer Arab beldelerinin elde edilmesi için bir silâh olarak

kullanılır.

Suudî'lerin yanı başında Ürdün var... Milyonlarca kilometre toprakları ve bilhassa zengin

petrol servetini Suudi'lere kaptırmış olan bu küçük hükümetçik, Haşimî aile irtibatı ve

Peygamberimize olan kur-Myyet iddiası ile Đngilterenin himayesinde yaşamaktadır.

Memlekete asıl hâkim olan Türkmen ve Çerkeş aşiretleridir.

Page 28: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Filistinliler, sadece dillerinin Arabca olduğu iddiasındadırlar: Onlar, kadîm Finikelilerin

manevî vârisi ve Finike medeniyetinin mirasını temsil ettikleri kanaatindedirler. Bu inanç

onlara, daha Sultan Đkinci Mahmut zamanında yayılmıya başlamış olan ve Katolik - Lâtin

misyonerliğinin öncü kültür müesseseleri bulunan Cizvit mekteplerinin telkinleri sonunda

doğan müfrit milliyetçilik duygularıdır. Çok iyi hatırlarım: Âliyye Divan-ı Harbi tarafından

ihanet suçuyla ölüme mahkûm edilen Refik Rızzık Sellûm adlı genç Lübnanlı şair,

müdafaası sırasında, 1869 da Pariste basılmış olan ve aralarında. Finike mitolojisinde

kullanılan kelimeleri de ihtiva eden bir «Yarınki Lübnan» şiirini, o günkü dile çevirmiş

olmakla iktifa ettiğini söylemişti. Đşte, bizim «Devlet-i ebed müddet» dediğimiz Osmanlı

Đmparatorluğumuzun ülkeleri üzerinde, böylecesine, mazisi pek de yeni olmıyan çeşidli

ihtirasların kaynaştığı yerler vardı. Lübnanlılar bugün de eski Finike'nin ihyâsı

yolundadırlar: «— Biz, Mesihî, yâni Hıristiyan bir milletiz. Dilimizin Arabça olması, bir

coğrafî zaruret tezahürüdür. Bu, mazimizin ihyâsına mâni değildir.» ideali,

münevverlerinin kafasındadır. EMBÂ adını alan mukaddes Baş Kahinleri, yakın

zamanlarda Vatikan'a davet edilerek Papa tarafından kabul edildi. Bugün Lübnan'da,

Finikecilik siyasî cereyanı devam etmektedir. Geçen sene idam edilen Torna adlı genç de,

bu cereyanın içinde olmayı hayatiyle ödemişti. Lübnanda bir de Dürziler ve Sultan-El-

Atraş meselesi vardır ki, taa Sultan Mecid zamanındanberi Mesele-i Cebeliyye adı altında

devleti meşgul etmiştir.

KARŞIDAKĐLERĐ� KA�AATĐ...

Teşkilât-ı Mahsusa, daha ilk günlerdeki faaliyetiyle, Bilhassa Đngiliz siyasetçilerini

yakından meşgul etti, ve Osmanlı ülkesinin dört bucağına yayılmış olan Đngiliz

istihbarat teşkilâtı, Osmanlı devletini alâkadar eden hayatî mevzuları, devletin bünyesine

girmiş gayr-ı Türk unsurların tazyik ve tesirinden kurtararak «millî bir siyaset» takib

etmek istiyen bu müessesenin faaliyet ve şahsiyetlerini adım adım takibe başladı...

Bu tarihte dört büyük devlet, Osmanlı ülkeleri üzerinde, Şark Meselesini kendi lehlerine

halletmek dâvasında ve derdinde idiler: Đngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya...

Orta - Şark'da en büyük çatışma, Đngiltere, Fransa ve Almanya arasında idi: Cezair,

Tunus, Fas, Suriye ve Lübnan'da, Fransız kültürü daha hâkim vaziyette bulunuyordu.

Mısır ve Hicazda ise, Đngiliz siyaset ve iktisadî kudreti üstün görünüyordu. Đngilizler,

Page 29: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Fransızlar; kendi sahalarından tamamen sürüb atmak için, Fas sarayına, klişesini yan

tarafta gördüğümüz ve kendisine Kaid Betin adı verilen Kurmay Binbaşı Henri Belton'u

gönderdiler. Bu tarihlerde, Fransız idaresi altındaki Fas'da, saray kavgaları devam

ediyordu. Kaid Betin, Fas tahtında oturan Mevlay Abdülâzizin rakibi olan Mevlay

Hafid'in maiyetine girdi, kısa zamanda onun kuvvetlerini eline aldı, bir hükümet darbesi

ile Abdülâziz'i hal'ederek, yerine Mevlay Hafid'in çıkmasını temin etti. Fas'da,

böylelikle Đngilizler, Fransızları ürküten ve kendileriyle, bilhassa Hicaz ve Mısır çevresi,

Sudan ve Habeşistan üzerinde serbesti imkânı veren bir anlaşmaya girmiye zorladılar,

bunda da muvaffak oldular...

Fakat bu sırada, bizim Teşkilâtı Mahsusa da, Fas, Tunus, Cezair ile alâkadar olmıya

başlamış, bizim eski Garb Ocakları adım verdiğimiz dünkü ülkelerimize, çoğu erkânı

harb olan zabitlerle, askerî doktor ve veterinerler göndermişti. Bazıları, şeklen, belirli

zaman için angaje edilen, çoğu mükemmel ihdas edilmiş «ailevî sebepler» le giden bu

gençler, yerli halkın en samimî ve sıcak alâkası ile karşılanmıştı. Bu alâka ve netice,

Fransızlarla beraber Đngilizleri de kuşkulandırmış ve Bâb-ı Âli'yi tazyik ederek, bu Türk

zabitlerinin geri çekilmesi taleb edilmiş, hattâ bir müddet için, istisnasız bütün Osmanlı

tebeasının Tunus, Fas ve Cezair'e gitmesinin vize edilmemesi için Osmanlı ülkesindeki

Fransız konsoloshanelerine tebligat yapılmıştı.

Gidenler arasında, daha sonra tıb âlemimizde ismi tekrim ve şükranla anılan Süleyman

�uman Paşa da vardı. Harb içinde, Şehbal'de çıkan bir hâtırasında, şöyle diyordu: «—

Üzerindeki ecnebî tazyiklere ve kendisinin Başkumandanı olan Kaid Betin'in tesirlerine

rağmen, gerek Emîr, ve gerek bilhassa maiyetindekiler, bize karşı çok iltifatkâr ve

teveceühkâr idiler. Halkın muhabbet ve alâkasına ise hudud yoktu. Biz de vazifemizi

şevkle yapıyorduk. Fakat etrafımızı ecnebî amaline hizmet ettiği aşikâr olan casuslar

sarmışlardı. Kısa zaman sonra vazifelerimizi yapamaz hale getirilmiştik. �ihayet bir

gün, memleketi derhal terketmemiz bildirildi. Bu tebliğden sonra, mahallî müstemleke

idarecilerinden başka kimseyi göremedik ve bir zamanlar üzerinde bayrağımızın

dalgalandığı bu kardeş topraklardan hüsran ve nevmidî ile ayrıldık.»

Bugün, Fas da, Tunus da, Cezair de hür ve müstakil birer ülkedir...

Page 30: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Şimdi kendi kendimize soralım: Đmparatorluğumuzun o buhranlı günlerinde ve buralar

birer «müstemleke» iken gösterdiğimiz alâkayı, bugün, müstakil devletlerine sahip, eski

topraklarımıza karşı gösteriyor muyuz?

Bu suale vicdan huzuru içinde «EVET...» cevabını verebilir miyiz?

Gelelim Suriyeye... Üç gün vahdet içinde yaşıyamadı. Bize bütün istihbarat, birbirine

düşman ve rakib olan ailelerden geliyordu. Đhbarlar, çok zaman, kendi aralarında idi. Bu

neden böyledir? Biz Türkler, en düşkün zamanlarımızda bile ve siyaset ayrılıkları, parti

kavgaları vicdanlarımızı zorlamadığı müddetçe, politikanın çukuruna hiç bir zaman inmiye

tenezzül etmemiş âlî ve büyük kalbli bir milletizdir. Fetih ettiğimiz yerlerdeki insanların ne

ferdî, ne cem'î Đtikad ve ananelerine dokunmamışızdır. Zulmettiğimize ait iddialaı şeni

birer iftiradır. Bizim, Afrikanın ortasında, zencilere tanıdığımız, Yemen çöllerinde

Bedevilere mubah gördüğümüz hakları, bugünkü Amerika, kendi öz varlığı içinde her

sahada «şahsiyet» çıkarmış olan siyah derililere daha tanımamıştır... Biz, kıptilere, yâni

halk arasında çingene adını verdiğimiz cemaate bile, kendi hususî yaşayış ve inançlarının

bütün serbestliklerini hiç bir telkin ve müdahalede bulunmadan bahsetmiştedir: Buna

mukabil, Boer'lerle siyahîlerin, Melezler'le iki nesil öncesi Avrupalı olanların, her sahada

devrin medeniyet eserlerine kavuşmuş Cenub Afrika Birliğindeki kanlı kavgaları ve ırk

taassubu meydandadır. Bugün dünya, biz Batı Türklerinin kurduğu en büyük devletlerden

birisi olan Osmanlı Đmparatorluğunun, Arab Yarım Adasında, Balkanlarda, Sudan kadar

Afrika topraklarında nasıl bir sulh ve emniyet unsuru olduğunu anladı amma, bunu ne itiraf

ederler, ne de meselâ bugün cihanı dertlendiren Rus belâsımn sncak Türk gücü ile

durabilmiş asırların hâtırasını tâziyeye yanaşırlar. Biz bu bakımdan cidden talihsiz bir

milletizdir.

Ne ise... Mevzua dönelim: Teşkilât-ı Mahsusa, Suriyede de, Osmanlı vahdetini temin

edecek fikrî ve siyasî tedbirleri alırken, vaziyet, bugünkünün, aynı idi. Haleb, o tarihte

daha çok TÜRKtü... Zaten Lozan sulh muahedesinde, Irak'da bırakılan Kerkük Türklerinin,

Halebdeki Türk ekseriyetinin nasıl ihmâl edildiği ve gözden ırak tutulduğu, benim nâçiz

idrâkimin almadığı bir gaflettir. Ki, bugün acısını çekiyoruz.

Irak'ı hatırlayalım: Bir Türk zabiti olan ve Teşkilât-ı Mahsusa'nm ihanetinden dolayı idama

mahkûm ettiği, sonra bize yaptığı «gizli» hizmetler dolayısiyle hayatını bağışladığımız

Page 31: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

merhum Nuri Said'in, Şerif Hüseyin oğullarından daha akıllı çıkarak, vaktiyle bizim

Harbiye'den yetişmiş ve içlerinde Türk kanı taşıyan zabitlerle hayatını bir müddet devam

ettirdiği Bağdad hükümetinin dörtte üçü, bugün Arabdan başka kavimlerle çevrilidir.

Musul ve bilhassa Kerkük Türk'tür. Kürd Barzanîler, bugün Irak'ı hâlâ meşgul eden bir

çıban başıdır. (Not: Burada bu KÜRT tâbiri üzerinde durmak isterim. Teşkilât-ı

Mahsusamız, bu mevzuu ele almış, ve indî iddia olarak değil, ilmî ve etnik hakikat olarak,

KÜRT adı verilen bu topluluğun, Fars hâkimiyeti devresinde dilini kaybetmiş aslı Türk

halk olduğuna dair değerli vesikalar ve deliller bulunmuştu. Van havalisi, Urartu

Türklerinin medeniyet merkezi idi. Orada tetkikler yapan bir Alman müsteşrikinin büyük

değer verilen vesika ve fotoğraflarının Münih'te tabedilmek üzere Türk Ocaklarından

mütehassıs bir heyetin Almanya'ya gönderildiğini hatırlarım. Bunlar, istikbâlimiz için

mühim meselelerdir. Günlük siyaset kavgalarından başımızı kaldırıp da, yarınımız için de

hayatiyetini muhafaza eden bu bakir mevzuları ele alsak ne iyi olur.)

Basra körfezi ile Maskat imareti, iki ayrı dinî mezheb ve görüşün mücadelesine sahnedir:

Đbn-i Türkîler Haricî ve Ali düşmanıdırlar... Şiîler de aksine... Burası, göçebe halkın

cevelângâhıdır. Şehirleri ticaret merkezi halindedir.

Engin bir çöl olan Hıdr-ı Mut'a gelelim: Sadece dilleri Arabca'dır. Hindlilerle Arablar

arasında, ikiye bölünmüş manevî hayatın sâlikleridir.

Türkiye'mizin bir kaza veya kasabası kadar ehemmiyeti olmayan Kuveyt'in o yıllarda adı

bile geçmiyordu. Bugün kendisini, dünyanın en zengin beldelerinden birisi haline getiren

petrol serveti henüz meçhuldü. Nüfusu ancak 200 bin civarında idi ve aile rekabeti halinde

olan Şeyh'ler, imaret için Türk makamlarından istiane ederlerdi.

MÜCADELE, BĐZĐM MĐRASIMIZI� ÜZERĐ�EYDĐ...

Birinci Dünya Harbinin asıl hedefinin, Osmanlı Đmparatorluğunun mirası üzerinde vukua

geldiği, artık söylenebilir...

Đngilizlerin Hind yolunu emniyet altında tutmak için, gün geçtikçe kuvvetlenen ve

dünyanın en muazzam ve mükemmel kara ordusuna sahih olan Almanya ile Rusyayı

birbirine ezdirerek, Osmanlı ülkeleri içinde «Şark'a doğru = Drach nach Osten» siyaseti

Page 32: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

takib eden, ve Anadolu - Bağdad demiryolunu da bu gaye ile döşiyen Almanyayı

durdurmak için, Rusya'ya, Đstanbul'u ve Boğazları verdiğine ait otantik, inandırıcı,

münakaşa kabul etmiyen vesikalar, artık, bütün dünya hariciyelerinin arşivindedir.

Đngiltere, petrol devrinin başlaması hakikati karşısında, Arab Yarım Adasının fiilî hâkimi

olmak dâvasında idi. Kanada'yı kaybeden Fransızlar ise, Suriye ve Lübnan'ı, kültür

hâkimiyetleri altına almış olarak, burada yerleşmek kararında idiler. Đtalyanlar, Trablus-

Garble iktifa etmiyorlar, Anadolu'nun Akdeniz kıyılarını nüfuz sahası olarak taleb

ediyorlardı. Muhtevası, ancak millî mücadelemizin sonunda açiklanan Sen-Jan-O-Morven

andlaşması, bu hakikati açıkça ortaya koyar: Đngiliz - Fransız - Rus diplomasisi, Đtalya'yı,

Almanya'nın müttefikliğinden ancak, Türk Akdeniz sahillerini Đtalyanlara peşkeş çekerek

ayırabilmişti. Yunan Megalo-Đdea'sı ve Avasofya'yı salib'e iade etmek mefkuresi malûmdu.

(Not : Bu ideal olduğu gibi yerinde durmaktadır!). Ruslar ise, Deli Petro'nun vasiyetini

tahakkuk ettirmek dâvasından bir ân uzak değillerdi (Not : Bugün de aynı mefkure için

Türkiyeyi içerden vurmıya çalışmaktadırlar. Komünizm tahriklerine dikkat, çok dikkat.)

Almanya ise, Osmanlı ülkeleri üzerinde iktisadî hegemonya'nm, sınaî ihracatı için tek

mesned olacağını biliyor ve kendisine tâbi bir Osmanlı devletinin devamını menfaatlerine

daha uygun buluyordu. Birinci Dünya Harbinin, bu dış tesirlerinin nasıl bizim üzerimizde

toplandığını şu kısa ve basit izah bile ortaya koymaya yeter... Hakikat böyle olunca,

Osmanlı devletinin harbin dışında kalabileceği iddiasının ne boş hayâl ve harbe girişimizin

Şark'ın Napolyon'u olmak sevdasında olan Enver Pasanm bir ihtiras kasırgası sonu olduğu

yolundaki görüşün de iftira olmasa bile gafletin bizzat kendisi olduğu tezahür eder.. Kaldı

ki, devletimizin Đngiltere ve Fransa ile bir ittifakı nasıl ısrarla aradığını da ve Ruslara karşı

verilmiş Boğazlar ve Đstanbul taahhüdü karşısında nasıl red veya kuru vaade bağlanmak

istendiğim de, ileride anlatacağım.

ĐÇ YÜZÜ BUGÜ� DE MEÇHUL OLA� BÜYÜK HAZIRLIK:

Enver Paşa ile konuşmamızdan sonra, Teşkilât-ı Mahsusa'nın faaliyetini, üç esas üzerinde

taksife karar verdik:

1)— Harb çıkar ve biz de harbe müdahale edersek, Halife'ııin, bütün dünya

Müslümanlarının manevî lideri olmasından istifadeye çalışarak, düşmanlarımıza karşı dinî

Page 33: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

cihad ilân edecektik. Ben, Arab Yarım Adasını çok iyi bilen insan olarak, burada değil,

fakat Cezair, Fas, Tunus, Trablus, Afrika içleri, Hindistan, Orta-Asya'da bu hareketin

müsbet tesirleri olacağına kani idim. Nitekim bu sahalarda yapabildiğimiz nisbette müsbet

neticeler aldık.

2)— Orta-Asya, yâni Türk Ana-Vatanı üzerinde, Rus çarlığını zedeliyecek hareketlere

girişecektik. Bunda ne ölçüde muvaffak olduğumuzu, BEŞ TÜRKLER macerası kâfi

surette isbat eder... O kadar ki, Osmanlı Đmparatorluğu harbten mağlûb olarak çıktığı

zaman, Enver Paşa kendisine bir cidal sahası aradığı ânda, macera olarak değil, hayatını

verdiği ve şehid olacak kadar ruhuna ve benliğine hâkim mefkurenin Yeni Turan olması,

ümid bağlanılan dâvanın asalet ve ulviyetinin kanla tarsîn edilmiş âbidesi değil midir?

3)— Osmanlı Đmparatorluğunu teşkil eden Gayri Türk ve Gayr-i Müslim unsurları, iki ayrı

grupta mütalâa ederek, bunların, iftirakçı hareketlerine mâni olmak, millî vahdet ve

bilhassa müdafaa stratejisi namına tedbirler almak. Ki, daha sonra maalesef, bu meşru

hareketimizi, bir zulüm ve tedib şekli olarak göstermek istiyen politikacılar çıkmış, tehcir

ve imha tedbirlerine başvurulduğu iddia edilmiş, hakikatler tahrif edilmiş, hattâ bu yüzden,

Mütareke içinde Nemrud Mustafa divan-ı harbi, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal ve Nusret

Beyleri, birer cinayet tezahürü haiinde haksız yere idam etmiş, aleyhimize bilhassa

Amerika ve Đngilterede iftira ve bühtan dolu neşriyata sebebiyet verilmişti. Aslında ise

hâdise, hain, nankör, asırlarca ekmeğini saadet ve huzurla yediği, müreffeh yaşadığı, hiç

bir dinî ve ırkî sebeblerle baskıya uğramıyan, tam bir mezheb ve imân serbestliğine sahib,

hattâ bir ferdin vatanına karşı en mukaddes borcu olan askerlik hizmetinden, dolayısiyle

kan vergisinden muaf tutulmuş milyonlarca Gayri Müslim ve Türk'ün, o buhran ve ölüm -

kalım günlerinde bizi arkamızdan hançerlemek denaet ve alçaklığına karşı, devletin en

meşru müdafaa tedbiri olarak bunları, vatanın iç taraflarına sevketmek, amele taburları

teşkil etmek tedbirinden ibaretti. Bu arada, bazı fevrî hâdiselerin olduğu muhakkaktır ve

hakikattir. Fakat, bunların asıl müsebbibi kimlerdi? Size, burada bir hakikati ifşa edeyim:

Bütün Ege mıntakasındaki demiryol istasyonlarının binaları altındaki Rum bakkalların

hepsinin Yunan casusu olduğunu tesbit etmiştik. Merkezi Sisam - Sakız - Midilli olan üç

Yunan kolordusunun bütün efradını, bizim topraklarımızda yaşıyan Rumlar teşkil

edivordu. Bunlar, on sekiz yaşına geldikleri zaman, Adalara gidiyorlar, talim görüyorlar,

kıt'aları tesbit ediliyor, sonra yine topraklarımıza dönüyorlar ve bir harb halinde, ordumuzu

içerden vurmak için hazırlanmış bulunuyorlardı. Bütün Rum ve Ermeni kiliseleri birer

Page 34: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

silâh deposu halinde idi. Bütün papazlar, birer eşkiya çetesi reisi idiler. O tarihte bizim

mübarek hocalarımız da, bugün olduğu gibi, cennet - cehennem münakaşaları ile Türk

halkının kafasını, dünya ve vatan hakikatlerinin fersah fersah, devir devir gerisinde tutmak

için, iç-dış düşmanların bilir bilmez yardımcıları idiler!... Eğer Teşkilât-ı Mahsusa'nın plân

ve hazırlıkları neticesinde, Ege mıntakasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve

kümelenmiş olan 1.150.000 Rum - Ermeni nüfus, daha harbin başlamasından kısa zaman

evvel ve harbin ilk aylarında, içeri alınmamış olsa idi, Çanakkale müdafaasının bile

mümkün olamıyacağı, gün gibi aşikâr idi. 1919 on beş mayısında Đzmir'in Yunanlılar

tarafından işgalinin nasıl beklenilmez ve umulmaz menfi neticelerle tezahür ettiği

düşünülürse, bütün bu faciaların iç yüzünün araştırılması şart olur, ve, 1914 başında

aldığımız tedbirlerin vatanın selâmet ve emniyeti bakımından nasıl kaçınılmaz vazife

olduğu da meydana çıkar. Bunlar, Türkiyemizin yarınki emniyetinin de temel

meseleleridir.

Đşte, başlıca şu üç esas noktada topladığımız plânımızın tatbiki için hemen faaliyete

geçmiştik. Karşılaştığımız dertler sonsuzdu: Bunların başında, Hariciye Nezaretinde, hâlâ

en mühim mevkileri işgal eden Türk olmıyan unsurlar vardı. Hattâ, bizzat Hariciye

Nazırlarının Türk olması da, ancak 1913 senesi sonunda mümkün olabilmişti!

GÖRÜ�ÜRDE VE GÖRÜ�MEZDE OLA� TEŞKĐLÂT-I MAHSUSA:

Böylecesine ve hükümetin ancak bir, nihayet iki nazırından gayrısından meçhul olan,

Mebusan ve Ayan Meclisleri âzalarının malûmatı dışında, büyük bir hayatî dâvayı üzerine

alan Teşkilât-ı Mahsusa'yı, omuzlarına yüklediği vazifenin selâmetle yürüyebilmesi için

«iç revizyon» a tâbi tutmak gerekiyordu: Đrade-i seniyye ile, yâni, «resmen» kurulmuş olan

müessesenin başına, Süleyman Askerî merhum'u getirdik. Ben ve kardeşim Selim Sami,

plânın iki ana kolu üzerinde çalışacaktık: Ben, Arab Yarım Adasını üzerime alıyordum,

Selim Sami Beş Türkler'in başında Ana-Vatana gidiyordu. Ege havalisindeki «temizleme»

işini de, Ordu olarak Pertev Paşanın (sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan

Dördüncü Kolordunun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli general Cafer

Tayyar Eğilmez), mülkî âmir olarak Đzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), Đttihad ve Terakki

Fırkası namına da mes'ul murahhas Mahmut Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl Bayar)

Page 35: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezaretinin ve

Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.

Teşkilâtı Mahsusa'nın bu ikinci kadrosu, yâni, asıl büyük ve şümullü vazifesi olan kısmı,

vazifesini misal olmaya değer süratle başarma yoluna girdi: Mısır'ı fiilen idaresine almış

olan Đngilizlere karşı, bu stratejik mıntakada yıkıcı ve yıpratıcı bir teşkilât kurduk, bunun

başına ismini daima şükranla andığım Abdülâziz Çâviş gibi, bütün Đslâm âleminin hürmet

ettiği bir şahsiyeti getirdik. Bu teşkilât, Mısır'da Hizbi Vatanî adı ile daha sonra Đngilizlere

karşı istiklâl mücadelesi yapan ve Sadi Zalûl Paşanın liderliği ile siyaset sahnesine çıkan

millî hareketin temeli oldu.

Hindistandaki gizli teşkilâtımız, daha büyük muvaffakiyetler kaydetti: Din farkı

olmaksızın, Müslüman - Budist - Brahman topluluklarını Müstakil Hindistan ideali etrafına

toplayan teşebbüsümüze, Mahatma Gandhi, Mevlana Mehmet Ali, Said Han, Mevlana

Mahmut Hüseyin,-Ali Şevket, Muhammed Ali Cinnah, şair Đkbal, Nehru gibi mücahitler

toplandı. Bu teşkilâtın kuvvet ve kudreti, Đngilizlerin o kadar sıkı takiplerine rağmen Selim

Sami ve arkadaşlarının Himalayaları aşarak Pamir yaylasından Türkeline, ancak bu

teşkilâtın gayret ve fedakârlığı ile geçmesiyle de kendisini gösterdi.

Trablus-Garb'de, zaten mücadelemizin taptaze havası vardı: Orada kalmış olan eski

arkadaşlarımızın himmeti ile, hiç bir zaman sağlamca tutunamamış olan Đtalyan idaresine

karşı ayaklanmalar, umumî harbin ilânından önce başladı. Şunu da kaydedeyim: Trablus-

Garb'de, öyle muvaffakiyetli neticeler aldık ki, harb içinde buraya gönderilen Sultan

Beşinci Murad'ın torunu ve Selâhattin Efendinin oğlu şehzade Osman Fuad Efendinin

hükümdarlığı ile, bir Türk Devletinin kurulması bile gün meselesi olmuştu. Mustafa Kemal

Paşa (muhterem Atatürk) daha çok sonra ve millî mücadelemizin başlarında, bir gün

Ânkarada bu meseleyi bahis mevzuu etmiş ve bunun pekâlâ mümkün olduğunu,

Vahidüddin'in Đngilizlerin tazyiki ile Osman Fuad Efendiyi getirtmemiş olsa idi, oradaki

mahallî müstakil hükümeti», bugünkü Libya Cumhuriyetine benzer şekilde ve harbin

hitamında revaçta olan Vilson Prensibleri icabı olarak kurulabileceğini söylemişti. Ben de

tamamen aynı fikirdeyim.

Cczair, Fas, Tunus şubelerimiz de, Fransız müstemleke idaresinin şiddet tedbirlerine

rağmen umduğumuzdan kısa kaman içinde inkişaf etti. Bugünkü Türk neslinin şu hakikati

bilmesini isterim: Tunus, Fas, Cezair, Trablus-Garb bugün müstakil birer devlettirler. Emin

Page 36: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

olalım ki, onlara bu istiklâl fikrinin ilk kadrosunu, Teşkılât-ı Mahsusa hediye etmiştir: Biz,

zamanlardır uyuşmuş ve sömürge olmayı bir emrivaki olarak benimsemiş olan ruhlara

hürriyet ve mücadele aşkını telkin ettik. Mücadelenin yollarını gösterdik, hattâ Gerilla'ların

nasıl yapılacağını, sabotajları, obstrüksiyonların icrasını, yer altı faaliyetinin örneklerini

gösterdik. Bu ruh, Anadolunun başardığı Millî Mücadele ile, bir büyük beratını daha

kazandığı zaman, dünya üzerinde millî kurtuluşlar devri açıldı. Onun içindir ki, meselâ

bugün Atatürk'ün dâvası ve adı, 1918 Versay dikta nizamını kırmış olan genç devletlerin

kalbinde, Türkiyenin kalbinde olduğu kadar mukaddestir, böyle olması lâzımdır.'

Đslâm vahdeti fikrini, millî ve mahallî hürriyetler ve müsavat şartları ile taşıyan müstakil

devletler fikri ile muvaffakiyetle mezcetmemiz dolayısiyle, Şeyh Salih El-Şerif Tunusî, Ali

Başhampa gibi şahsiyetler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendi memleketlerinde mümessilliğini

aldılar. Cihad-ı Mukaddes beyannameleri, binbir vasıta ve imkân ile Afrikanın en ücra

köşelerine kadar dağıtıldı. Almanyada her lehçe ve dilde milyonlarca basılan bu

beyannameler, hususî tayyarelerle dünyanın her tarafına dağıtıldı, hattâ denizaltılardan bir

kısmı, taa Fildişi, Zanzibar, Tanganika, Altın sahillerine kadar bu beyannameleri

götürdüler. Sudan'da Đngilizlere karşı isyanlar, Hartum ihtilâli, bir fikir ve dâva yolunda

vaktiyle cihazlanılmamış olmasına, Mekke şerifi Hüseyin'in habaset ve ihanetine Đngiliz

Đntellicens Servisinin ve Fransanın N. M. S. M. (dünya üzerinde millî ve askerî müdafaa

servisi) nin dağıttığı milyonlarca altının cazibesine kapılanların kasıdlarına rağmen, bütün

Đslâm alemindeki kıpırdanışlar, düşmanlarımızın büyük kuvvetlerini buralarda topladı, ve

meselâ, Enver Paşanın daha sonra şahsen ele aldığı Türk Ana-Vatan mücadelesi, Bolşevik

- Menşevik kavgasının bir daha ele geçmez fırsatı içinde Đngilterenin o günkü kin ve kuşku

siyasetine kurban edilmemiş, Türk milli kuvvetleri Hindistan ve Afganistan yolundan

sadece malzeme yardımı görebilmiş olsalardı, emin olalım ki, bugünkü Kızıl Çarlık, belki

o zaman yıkılmış olacak ve Rusya, kendi hudutları içinde müstakil yaşıyan, fakat dünya

sulh ve huzurunu daima tehdid eden bir esaret ve zulüm sisteminin mümessili olabilme

haline gelmiyecekti.»

BĐRĐ�CĐ DÜ�YA HARBĐ �ASIL BAŞLADI, HARBE �ASIL GĐRDĐK?

Page 37: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Teşkilât-ı Mahsusa'nın nasıl ve neden kurulduğunu, onun hakikî kurucusunun hatıratından

öğrenmiş bulunuyoruz.

Şimdi, yine bu safha kadar meçhul diğer bir hâdise üzerinde duracağız ve Yavuz Sultan

Selimden 399 sene sonra Nil kıyılarına ikinci defa akan Türk kuvvetlerinin macerasını,

Hazret-i Peygamber'den 1285 sene sonra da, Hayber önlerinde, yirmi beş bin düşmanın

karşısında, kırk kişi, evet, kırk kişi olarak eriyen Türk şehametinin destanlaşmış

macerasının bakir taraflarını huzurunuza çıkarmadan önce, Birinci Dünya Harbinin

başlaması ve Đmparatorluğumuzun bu harbe girişine ait inanılmıya değer bir izahı

dinliyeceğiz...

Şöyle ki: Harb bitmiş, 1918 de ordularımız silâhlarını bırakmış, Mondros mütarekesi

imzalanmıştır... Đttihad ve Terakki dağılmış, yerine, çoğu eski Đttihadçılardan mürekkeb

Teceddüd fırkası kurulmuştur. Müşir Đzzet Paşa sadrıâzamdır: Mebusan Meclisi, 5

teşrinisani (kasım) 1918 den 21 kânunuevvel (aralık) 1918 tarihine, yâni, Padişah Altıncı

Mehmed Vahidüddin'in iradesiyle feshine kadar, Harb mes'ullerini araştırmış, memleket

dışına çıkmış olan Enver, Talât, Cemal Paşalarla, dinlenilmesine lüzum görülmiyen

Şeyhülislâm Hayri ve Musa Kâzım Efendilerden gayri, Said Halim ve Talât Paşa

kabinelerinde nazırlık yapmış olan bütün devlet büyüklerinin ifadesi alınmıştır. Bunun için

Mebusan Meclisinde, kur'a ile ve Beşinci Şube adıyla bir encümen teşkil edilmiştir. Bu

encümen aşağıdaki mebuslardan kurulmuştu: Reis; Kütahya mebusu Abdullah Azmi

Efendi (Birinci Büyük Millet Meclisinde Eskişehir mebusu ve Şer'iyye Vekili), Kâtib

Ertuğrul «Bilecik» mebusu, Şemsettin Bey (merhum Başvekil Şemsettin Günaltay),

Azalar: Karesi «Balıkesir» mebusu Hüseyin Kadri Bey, Hudeyde mebusu Hasan Rıza

Paşa, Saruhan «Manisa» mebusu Mustafa Fevzi Efendi (Birinci Büyük Millet Meclisinde

Şer'iyye Vekili), Saruhan «Manisa» mebusu Mustafa Đbrahim Bey, Basra mebusu Hilmi

Bey, Divaniye mebusu Halid Bey, Bursa mebusu Rıza Bey, Kudüs mebusu Ragıb Nişaşibi

Bey, Kütahya mebusu Sadık Bey, Asîr mebusu Seyyit Ali Haydar Bey, Ankara mebusu

Şeyh Tayyıb Efendi, Karahisar mebusu Kâmil Efendi, Muş mebusu Đlyas Sami Efendi,

Bolu mebusu Necati Bey, Maraş mebusu Agob Hırlakyan Efendi, Đstanbul mebusu Viktor

Bey, Afyonkarahisar mebusu Salim Bey, Erzurum mebusu Hüseyin Tosun Bey,

Tekfurdağı «Tekirdağı» mebusu Harun Hilmi Efendilerden ibaretti.

Page 38: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Said Halim ve Talât Paşa kabinelerinin. Divan-ı Âli (yüce divan) a verilmeleri hakkındaki

takriri, Divaniye mebusu Fuad Bey vermişti. ON maddeden ibaret olan takririn hülâsası

şuydu:

1— Sebebsiz ve vakitsiz harbe girmek,

2— Harbin hakikî sebepleri hakkında Meclise doğru olmıyan beyanlarda bulunmak,

3— Seferberlikten sonra ve harbin ilânından evvel, Đtilâf devletleri tarafından yapılmış

olan şerefli ve faydalı teklifleri reddetmek ve Almanyadan hiç bir taahhüd alınmadan harbe

sürüklenmiş olmak,

4— Harbi dirayetsiz ve bilgisiz ellere tevdi ederek mecnuııâne hareketlerle milletin hayatî

varlıklarını mahvetmek,

5— Đnsanlık haklarına ve Kanun-u esasiye aykırı kararnamelerle memleketi bir facia

sahnesine çevirmiş olmak,

6— Harbin seyrinden ve kayıplardan milleti vaktiyle haberdar etmemek,

7— Bilhassa Rusyanın çöküşünden sonra mün-ferid sulh tekliflerini reddederek bugünkü

elîm vaziyetin doğmasına sebeb olmak,

8— Harbin zorlukları karşısında halkın ihtiyaçlarını karşılama tedbirleri yerine şahsî

servetlere ve haksız iktisablara sebeb olmak, ihtikâr ve suiistimallerle memleketin

iktisadiyatını batırmak,

9— Hiç bir lüzum ve kanuna dayanmadan askerî ve siyasî sansürler ihdasiyle matbuat

hürriyetini ihlâl etmek, yurda yabancı basını sokmamak,

10 — Memleket içinde idarî hercümerç yaratarak, hürriyet, can, mal ve ırza musallat bir

takım çetelere müzaheret ederek yapılan facialara iştirak etmek.

Harbin başlamasından önceden, harbin sonuna kadar iktidarda kalan Said Halim ve Talât

Paşa kabineleri için ağır ittihamları ihtiva eden bu divan-ı âli'ye sevk takririne ait ifadeler,

birçok gerçekleri ortaya koyuyordu. En uzun ifade, harbin ilânından sonra Maliye

Vekâletinden istifa eden, sonra yine bu vazifeye ısrarla getirilen Selanik mebusu Cavid

Bey (Đstiklâl Mahkemesi kararıyla idam edilen) tarafından verilmişti. Cavid Bey, harbin

aleyhinde idi... O günkü ifadelerinden senelerce sonra, TANĐN gazetesinde çıkan

hâtıralarında ise, yeni eline geçmiş ve mevcudiyetinden haberdar olduğu Rus çarlığına ait

Page 39: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

resmî vesikaların ışığı altında kanaatini değiştirdiğini ve harbin Osmanlı devleti için bir

emrivaki olduğunu söyledi.

RAHAT KALABĐLMEK ĐÇĐ� DĐDĐ�MELER:

Tahkikat Encümeni, eski maliye nazırı Cavid Bey’e, ilk olarak «sebebsiz ve vakitsiz niçin

harbe girildiğini» sordu. Cavit Bey, bu suale doğrudan doğruya cevab vermeden evvel,

daha şehid Mahmut Şevket Paşanın Sadrıâzamlığı zamanında, Avrupa devletleriyle aradaki

anlaşmazlıkları hallederek rahat kalabilmek için nasıl didinildiğini uzun uzun anlattı: Eski

sadrıâzam Đbrahim Hakkı Paşanın Londra'ya, kendisinin Paris'e giderek, iki büyük Batı

Demokrasisi ile bir buçuk seneyi bulan görüşmeler yaptıklarını, kendisinin Fransa ile bütün

meseleleri neticelendirdiğini, Hakkı Paşanın da bir kaç ufak mevzu dışında, Đngiltere ile

anlaştığını, Đtalyanlarla Uşi anlaşmasının imzalandığını, fakat Rusyanın daima müşkilât

çıkardığını, Bulgarların ittifak muahedesini reddettiklerini, bu redde Rusya'nın tesiri

olduğunu, Yunanlılarla bir ittifak için Almanyanın delâlet ettiğini, fakat bunun da harbin

ilânına kadar gerçekleşemediğini izah ettikten sonra, demişti ki:

«— Đşte Avrupada umumî harb başladığı vakit, devletimizin vaziyeti bu merkezdeydi ve o

zaman mevkii iktidardaki hükümet âzası arasında şu Yunan ittifakından maada ittifak

namına hiç bir şey mevzuu-bahs olmamıştı.

Hattâ böyle bir mesele o vakit mevzuu bahsolma-dığı gibi Avusturya veliahtının katli

üzerine Avusturya - Macaristan hükümetinin Sırbistan hükümetine nota verdiği 10

Temmuz 1330 (1914) tarihinden bizim Almanya ile ittifak muahedenamemizin imza günü

olan 20 Temmuz 1914 tarihine kadar kabinede ne resmî, ne de gayri resmî olarak Almanya

ile ittifak akdedileceğine dair hiç bir müzakere cereyan etmemiş, hiç bir kelime teati

olunmamıştır.

Avusturya hükümetinin 10 Temmuzda Sırbistan hükümetine verdiği notaya Sırbistan

hükümeti malûm olan cevabı 12 Temmuzda vermiş ve ayni günde Avusturya - Macaristan

sefiri Belgrad'dan ayrılmıştı. Bundan sonra ahval yekdiğerini takip etti, muhtelif

memleketlerde seferberlikler ilân edildi. Bilhassa şu noktaya nazarı dikkatinizi celbederim

ki, 1914 Temmuzunun on dokuzuncu günü akşamı saat yediyi on geçerek, Almanya sefiri

Page 40: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

(Petersburg) ta Rusya hükümetine tebliğ ettiği notada, Almanyanın kendisini Rusya ile

harp halinde addettiğini bildirmişti.

Đşte bizimle Almanya hükümeti arasında akdolu-nan ittifak muahedenamesi de bugünün

ferdasında yani Temmuzun yirminci günü, Almanya Rusya ile harp nalinde olduğunu ilân

ettikten sonra akit ve imza olunmuştu. Ben Temmuzun on dokuzuncu cumartesi günü

maliye nezaretinde fevkalâde meşgul bulunuyordum: Çünkü o günü bir çok malî

müesseseler direktörleri ve tacirler maliye nezaretine müracaatla (moratoryom) ilânı

arzusunu izhar etmişlerdi. Hatınnızdadır ki o zaman piyasadaki korku ve endişe dolayısiyle

böyle bir tedbiri hemen almaya lüzum vardı.

Eğer iyi hatırlıyorsam (moratoryom) ilânı hakkındaki kanun lâyihasını imza ettirmek için

Sait Halim Paşanın Yeniköydeki sahilhanesine gitmiştim. Orada masanın başında yazı

yazan Sait Halim Paşayı bir odada ve Almanya sefarethanesi tercümanı Mösyö (Veber) i

de diğer bir odada gördüm ve ben de bu iki oda arasındaki salonda oturdum. Bir müddet

sonra yanıma Talât Bey geldi. Mösyö Veber'in orada bulunması nazarı dikkatimi

celbettiğinden Talât Beye «Ne var?» dedim...

Talât Bey de cevaben: «Bir şey yok!» dedi.. Fakat ben sualimi tekrar ettim ve: «bana bir

şey var gibi geliyor; sakın Almanya ile ittifak akdetmiyesiniz!» dedim. Talât Bey: «Bir şey

söyliyemem,» dedi. Evvelden hiç bir hissim olmadığı halde Mösyö Veber'in orada

olduğunu ve Sait Halim Paşanın yazı yazmakla meşgul bulunduğunu ve Enver Paşa ile

Talât ve Halil Beylerin de yalıda bulunduklarını görünce, bende anî bir endişe uyanmıştı.

Bundan sonra Enver Paşa ile Halil Hey de içeriye girdiler... Bir müddet sonra Sait Halim

Paşa yazdığını bir zarfa koyarak Mösyö Veber'e verdi, gönderdi. Tercüman gittikten sonra

biz de Sadrıâzam Paşanın yanma girdik ve Sait Halim Paşanın okuduğu şeyleri dinledik.

Buna arkadaşlarım itiraz etmediler, benden bu husustaki fikrimi sordular. Ben de okunan

şeyin bende büyük bir hayret tevlit ettiğini ve böyle mühim bir mesele hakkında derhal

cevap vermek ve revimi bildirmek mevkiinde olmadığımı, yapılan şeyden hiç memnun

olmadığımı ima eder bir lisanla söyledim... Bu esnada arkadaşlarımızdan biri bana hitap

ederek: Eğer harpten evvel böyle bir ittifak teklif edilseydi kabul etmekte tereddüt eder

miydin? Ve mademki o zaman tereddüt etmivecektin o halde şimdi bunu kabul etmekte

beis yoktur.» dedi. Ben de buna cevaben, harpten evvelki zamanla sonraki zaman arasında

pek ziyade fark olduğunu ve Harbi Umumîden evvel dahi böyle bir teklif olmuş olsa biri

Page 41: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

yalnız Almanya hükümetine rantedecek bir muahedeyi çok düşünmeksizin kabul

etmiyeceğimi söyledim ve okunan şeyin kat'iyyen imzalanmış bir muahede olduğunu

zannetmiyordum olsa olsa müzakere edilecek bir lâyihadır, diyordum; başka suretle

farzetmeğe de imkân voktu. Maatteessüf bunun muhteviyatından size simdi

bahsedemiyeceğim: çünkü hükümetin bu anlaşmayı heyetinize verip vermiyeceğini

bilmiyorum. Eğer hükümet, muahedenameyi verecek olursa rica ederim, beni o zaman

tekrar çağırınız ki ben de muahedename okunduğu vakit bende hâsıl olan hissi izah

edeyim. Aynı günde meclisin tatiline dair teklif olunan padişahın fermanında, Avusturya

ve Sırbistan arasında çıkan harbin bir şekli umumî almış olması tatil sebepleri arasında

gösteriliyordu... O akşam Talât Bey geldi. Birlikte Enver Paşaya ve sonra Sait Halim

Paşaya gitmeyi teklif etti. Ben o vakit Cağaloğlunda oturuyordum; teklifi kabul ettim. Ve

otomobille o vakitler Ferit Paşa konağında oturan Enver Paşaya gittik.

�ETĐCELERDE� SO�RA VĐCDA�LARI� HÜKMÜ...

Eşref Bey anlatıyor:

«— Malta adasındaki esaret hayatımızın günlerimi, eski dostlar, hemen hemen

tamamen benim «salon»umda geçirirdik: Buradaki SALO� tâbirine hayret etmeyiniz:

Burası, kışlanın en geniş odalarından birisi idi. Đngiliz kıymet ölçülerinin bir tecellisi

olarak, hususî müsaade ile tefriş ettirebilmiştim. Harb içinde işgal ettiğimiz mevkilerle

mütenasip esaret muamelesi teamülü olarak da, itiyat ve hususî yaşama tarzınım

icablarmı yerine getirebilme hakkına sahihtim. Bu sebeple, bütün kadîm dostlar, benim

«salon» da toplanır, dertleşirdik.

Daimî misafirlerim arasında sadrıâzam Sait Halim Paşa başta gelirdi. Hususî mevkii

vardı. Çok konuşmaz, dinlerdi. Fevkalâde nâzik, halûk, terbiyeli, malûmatlı, âlim,

münşî, edîb, dünya görüşü olan bir insandı. Bu müşfik ve karıncayı incitmekten çekinen

insanın. Ermeni tehciriyle alâkadar ve mücrim olarak şehid edilmesi, misilsiz bir cinayet

ve haksızlıktır. Hadiselerin iç yüzünde vazife almış bir insan olarak, bu iftirayı şiddetle

reddederim.

Bir gün, Said Halim Paşa ile —çok ender tesadüflerden olarak.:.— başbaşa kalmıştık.

Paşanın elinde, fransızca bir kitab vardı: Fransız Hariciyesinin, Rusyadaki Bolşevik

ihtilâli dolayısiyle neşredilmiş siyasî vesikalara cevabını teşkil eden meşhur mavi kitabdı

Page 42: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

bu... Paşa, bazı satırların altını kurşun kalemle çizmiş, yine Fransızca haşiyeler yazmıştı.

Hariciye �azırı ve Sadrıâzam iken, devletlere verilecek notaların metnini doğrudan

doğruya Fransızca hazırlıyacak kadar bu lisana hâkimdi.

Kitaba göz gezdirirken, zaman zaman başını sallıyordu. Birden söze başladı:

«— Eşref Beyefendi... Bir siyasî hatamı tashih etmeden ölürsem vicdan azabı

çekeceğim: Şu elimdeki kitabda benim, Enver Paşanın Alman Harb Gemilerini

Karadenize çıkarmasına muvafakat etmek suretiyle harbi, Rus tecavüzü ile emrivaki

haline getirmesinden sonra istifa ettiğimi ve harbe asla taraftar olmadığımı kaydediyor.

Doğrudur.. Fakat, şimdi samimiyetle itiraf ediyorum ki ben yanlış görmüş, yanlış

düşünmüşüm: Şimdi, neşredilen şu Rus vesikalarından serahatle anlaşılıyor ki, Đngiltere

ve Fransa, Boğazlar ve Đstanbul'u Rusyaya terketmeyi taahhüt etmişlerdir ve eğer Enver

Paşa, Alman ittifakını bir ân evvel tahakkuk ettirerek Boğaz tahkimatını ve daha

açıkçası her cephede harbi mümkün kılacak esliha, para ve malzemeyi temin edememiş

olsa imiş, aniden istilâmız kat'î ve kararlı imiş. Yine yıkılacakmışız.. Fakat, hem tarihe

leke olacak feci bir basiretsizlik ve gaflet numunesi vererek, hem de, istiklâl için

mücadele ruhunu tamamen kaybetmiş olarak...

Kabine içinde çoğumuz, ben dahil, bu tehlikeyi görmemişiz. Enver Paşa'nın da bunu,

muayyen bir yerden haber alarak öğrendiği kanaatinde değilim. Fakat insanların, şahsî

işlerinde olduğu gibi memleket meselelerinde de kendilerine mahsus sistem ve telâkkileri

vardır. Karar mevkiinde olan insanlar, memleketleri için bir neticeye varırken, emin

olunuz, daha çok şahsî insiyak ve itiyatlarıyla hareket ediyorlar. Bilhassa, riyazi

mesnedlerden mahrum oldukları mevzularda... Đşte Enver Paşa da, devletimiz için

harbin bir emrivaki olduğunu ancak böyle bir hisle kavrıyarak, onun icablarma, kıymeti

namütenahi olan bizim tereddüd günlerimizde başlamış olabilir. Zannediyorum ki tarih

istikbalde böyle yazacaktır.

Enver Paşa, benim, Alman harb gemileri Goben ve Breşlav'ın Karadenize çıkarak Rus

limanlarım bombardıman etmeleri ve Rusların bunu vesile addederek harb ilân etmeleri

üzerine, hayatımda bir daha tekerrür etmemiş tehevvür ve asabiyetle istifaya kat'î

kararımı Talât Paşa'dan öğrenerek hemen yalıma gelmişti. �ezaketsizlik olmasa,

kendisiyle görüşmiyecek kadar hiddetli ve münkesir idim. Bana, doğru yolda olduğuna

inanmış insanların huzur ve samimiyeti içinde vaziyeti izah etti, istifamda ısrarın,

Page 43: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

memleket dahilinde ve haricin yaratacağı derin aksül'amelleri anlattı. Şöyle dediğini

hatırlarım:

«— Eğer bir gün Osmanlı devletinin sebebsiz ve sırf bir macera aramak şevki ve şahsî

hırslar dolayısiyle bu harbe girdiği anlaşılırsa, bunun bütün maddî manevî mes'uliyetini

şahsen omuzlarıma almıya amadeyim. Fakat, bunun kaçınılmaz netice olduğu ve en

hafif ve bâdiresiz atlatılmasının da, bize silâh, malzeme ve para verecek bir müttefiki,

yıkılmadan ve ezilmeden temin etmemizle mümkün olabileceğini takdir etmiyor

musunuz? Ordumuz silâhsızdır, biliyorsunuz.. Hazinemiz tamtakırdır biliyorsunuz...

Memur maaşlarını bile, Düyun-u Umumiyeden aldığımız kısa vâdeii borçlarla

verebiliyoruz biliyorsunuz, ingiltere ve Fransa ile ittifak için az mı gayret sarfedildi?

Bizzat zat-ı devletiniz de bu teşebbüslerden duyduğunuz inkisarı defalarca tekrar ettiniz.

Ben, bir asker ve erkânıharb olarak, devletimizin anî bir tecavüz halinde, Balkan Harbi

faciasına rahmet okutacak faciaya mâruz kalacağını bilmenin endişesi içinde, ehven-i

şerri terviçte nefsimi mecbur ve memleketim namına mahkûm addettim. Böyle şartlar

içinde makam-ı sadareti terke irfanınız, vicdanınız, vatanperverliğiniz müsaade edemez

Paşa Hazretleri...»

Benim istifamın, senelerden sonra hangi şartlar altında vukua geldiğini hatırlarsınız.

Bu çekilmenin ilki ile alâkası da yoktur. Şimdi, artık herşey önümüzdedir. Mehmet

Akif'in, kurtla merkeb hikâyesini bilirsiniz. Hakîm şair Sadi'den o mükemmel kafiye

üstadlığı ile dilimize aktardığı ibret tablosu, eğer Enver Paşanın cezri kararı ve hareketi

olmasa idi başımıza gelecekti, ve Türkler, Balkan Harbinin sukutu ve izmihlali

ruhlarında iken, böyle bir ikincisine mâruz kalsa idiler, emin olunuz, hür ve müstakil

olmanın şuurunu kaybederler, maazallah, tarih devamınca da böyle bir hisse sahib

olamaz idiler. Milletlerin hayatında asıl facia, birbirini takip eden mağlûbiyet

zilletlerinin manevî inhidamlarıdır. Bundan korunmak lâzımdır. Umumî Harb, en menfî

şerait içinde dahi, Türk Milletinin hayatiyetini, kahramanlığım, civanmertliğini,

fedakârlık ve izzetinefis sahibliğini dünya muvacehesinde isbat etti. Evet, çok kurban

verdik, toprak kaybettik.. Fakat bunları, üstelik hacalet içinde kaybımız mukaddermis.

Bunu, işte şimdi elimizde olan ecnebi vesikalar isbat ediyor. Ben, fazileti, hataların

itirafı meziyetinde ariyan bir insanım. Bu sebeple de, vaktiyle itiraz ettiğim bir hâdisede

haksız düşünmüş olduğumu bugün söyliyememenin isdirabı içindeyim.»

Page 44: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Đşte, Enver Paşa için yapılan en büyük ittiham, en selâhiyetli makam sahibi tarafından

neticeler alındıktan sonra izahı... Evet, neticeler alındıktan sonra!.. Rusyada, Bolşevik

ihtilâli olub, Çarlığa ait vesikaların neşrinden sonra meydana çıkan hakikat bu idi: Biz,

harbe girmemiş olsaydık, Rusya, Đstanbul'a da, Boğazlara da hâkim olacak ve bir millî

mücadele imkânı bile bulamıyacaktık. Anlaşılıyor mu?..»

Anlaşılamıyor muhterem Eşref Beyefendi... Anlaşılamıyor!.. Çünkü, şahsî hırslar ve

isnadlar, şehidlerin kam ile yuğurulmuş hakikatler üzerine bile iftira atmıya kararlı

olduktan sonra, Said Halim Paşanın, yâni, hâdisenin asıl sahibinin şehadeti bile

isnadların önünde erir, gider...

BELĐRE� TEHLĐKELER:

Otomobilde giderken Talât Beye birçok şey söyledim ve yapmak üzere oldukları işin

memleket için vahim olduğundan ve memleketin âtisinden korkmakta olduğumdan ve

Rusya bize hücum ettiği takdirde mahv ve harap olacağımızdan, Almanyanın galebesini

kat'iyyen muhakkak görmediğimden ve Ruslar galip geldikleri takdirde bizim için dünya

haritasından silinmekten başka bir şey olmayacağından ve bitaraf kaldığımız takdirde

Almanlar galip gelseler bile bize bir fenalık yapamıyacaklarından ve böyle ağır,

mes'uliyetli bir vazifeyi yüklenemiyeceğimden bahsettim.

Talât Bey, Enver Paşanın konağına gelinceye kadar sözlerimi dinledi ve hiç bir şey

söylemedi, yalnız otomobilden ineceğimiz dakikada: «Mukadderat...» dedi.

Ben bunun üzerine: «Muahede imza edildi mi?..» dedim. Talât Bey de: «Evet!» dedi ve

bundan sonra anladım ki Sait Halim Paşanın bize okuduğu kâğıt imza etmiş olduğu

muahedenâme imiş!...

Halbuki ben onu arzettiğim gibi zihnimde, nihayet bir proje olarak telâkki ediyor ve kat'î

bir muahede olacağını hatırıma getirmiyordum. Enver Paşanın konağında da ayni sözler

konuşuldu ve sonra hep beraber Sait Halim Paşanın yalısına gittik... Orada ben çok söz

söylemedim. Fakat Talât Bey, itirazatımın hepsini tekrarladı ve Sait Halim Paşa da:

«Muahedede mevcut olmıyan şeyleri ben ilâve ettiririm, onları bana bırakınız...» dedi.

Page 45: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Đki gün sonra, yani temmuzun yirmi ikinci salı günü tekrar sadrâzam paşanın nezdinde

içtima olundu ve bu içtimada bilhassa bir noktai nazar tekarrür etti ki buna bilhassa nazarı

dikkatinizi celbederim:

«Bulgaristan hareket etmezden ve Romanya bî¬taraflığı temin olunmazdan evvel Türkiye

kat'iyyen harbe girmiyecektir.» Bu içtimada Enver Paşa da hazırdı ve bu karara kimse

itiraz etmedi. Sonra muahedename tadilâtına ait bazı cihetler görüşüldü. Bu müzakere

esnasında gördüm ki muahedenameyi imza edenler devleti harbe girmeğe mecbur

addetmiyorlardı.

Aradan bir iki gün geçti. Bu esnada biz bir Alman gemisinin (Đstanbula) gelmekte

olduğuna dair hiç bir haber almamıştık. Halbuki Rusların Türkiye ile muharebeye

tekaddüm eden vekayie dair neşrettikleri kitabdan 11 numaralı ve Sazanof imzalı telgrafı

okuyorum:

«(Goben) ve (Breslav) m Mataban burnunu geçip Çanakkaleye doğru teveccüh ettikleri

bildiriliyor. Bu gemiîerin Çanakkaleden geçmelerine müsaade etmekle kendisine terettüp

edecek mes'uliyet hakkında Fransa ve Đngiliz sefirleriyle birlikte Babıâli nezdinde gayet

ciddî teşebbüsatta bulununuz ve bu müsaadatın inkıtaı münasebet ile neticelenmemesi için

gemilerin ya Çanakkaleyi terketmesi veya silâhlarının alınması hususunda ısrar ediniz.»

Ben temmuzun 28 inci pazartesi akşamı geceleyin Sait Halim Paşanın Yeniköydeki

sahilhanesine gitmiştim; (Goben ve Breslav) ın Çanakkale boğazından geçmiş olduklarını

ilk defa olarak orada haber aldım; bu haber bende büyük bir hayret tevlit etti; çünkü hiç bir

ecnebi gemisinin Çanakkaleden mukavemete uğramaksızın geçmesine imkân yoktu,

binaenaleyh mademki orada bulunan kumandanlar bu gemilerin geçmesine müsaade

etmişlerdi; o halde kendilerinin de bu hususta bir emir ve müsaade almış oldukları iktiza

ederdi.

Tabiîdir ki, Sait Halim Paşa Rusya sefirine verdiği söze muhalif olarak boğazlara gemilerin

müruru için emir verdirmemişti. O gece sabahın saat üçüne kadar Sait Halim Paşanın

yalısında kaldık. Ve «Gemilerin ya silâhları teslim etmesi veyahut hemen çıkıp gitmesi

lâzımdır» dedik. Bunun üzerine sadrâzam paşa Almanya sefiri baron «Vangenhaym» i

davet etti ve baron davete icabet ettiği cihetle Sait Halim Paşayla ayrı bir odada görüştü.

Sait Halim Paşanın bilâhare bize naklettiğine göre sefir fevkalâde tehevvür etmiş ve Alman

zırhlılarının teslimi silâh etmiyeceklerini ve çünkü gemiler bizim talebimiz üzerine gelmiş

Page 46: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

olduklarını söylemiş. Sait Halim Paşanın -kendi hatırında mıdır, değil midir, bilmem- bize

aynen baron Vangenhaym'dan naklen söylediği sözler bundan ibaretti. Sefir o sözleri

söyledikten sonra daha ileri giderek tehdit etmiş ve hattâ böyle hareket edecek olursak

Ruslarla birleşip Türkiyenin taksimine gideceklerini de ilâve eylemiş...

Sait Halim Paşa sefirle vukubulan mülakatta meseleyi halle muvaffak olamayınca Talât ve

Halil Beyler diğer odada bulunan sefiri görnıiye gittiler ve ondan evvel biz de böyle

müşkül bir mevkiden kurtulmak üzere gemilerin satın alınmasını düşündüğümüz için sefire

böyle bir teklif dermeyan ettiler. Baron Vangenhaym meseleyi imparatora yazmaksızın

gemilerin satılamıyacağını söylediği cihetle biz de meselenin daha fazla uzatılmıya

tahammülü olmadığını dikkate alarak imparatorun cevabını beklemeksizin mezkûr

gemilerin satın alındığını gazetelerle ilân etmiye karar verdik ve gazetelere tebligat yaptık;

bu suretle ertesi günü mesele gazetelerde ilân edildi. Bundan maksat da Almanları

emrivaki karşısında bulundurmak ve onların gemiler üzerindeki hakkı mülkiyetlerini

almaktı. Bu husustaki müzakere Almanlarla üç gün devam etti ve neticede Almanlar

gemilerin Osmanlı bayrağı çekmelerine muvafakat eylediler ve fakat mürettebat

meselesinin halline yanaşmadılar, bununla beraber, bizim tarafımızdan gazetelerle vâki

olan ilâna da itiraz etmediler.

HARBĐ� BÜYÜK SEBEBĐ: GOBE� (YAVUZ)

Bizim bu harbe girmemizin en büyük sebeb ve âmili, bu gemilerin buraya gelmesidir, ve

bundan kat'iyyen şüphem yoktur. Eğer bu zırhlılar gelmemiş olsaydı bizde hiçbir esasa

istinat etmiyen o lüzumsuz celâdet ve şecaat olmıyacak ve harbe girmemize sebeb olan

daha birçok ahvale meydan verilmiyecekti. Eir ay kadar mütemadiyen bu gemi mürettebatı

meselesi çalkalandı durdu, itilâf sefirleri daima müracaat ediyorlardı. Bizim tarafımızdan

da bir şey yapılmıyordu. Eylülün 7 inci günü gene Sait Halim Paşanın yalısında bir içtima

vukubuldu ve bu içtim ada gelen garb gemilerinin Alman amirali Şosonun vaziyeti tetkik

edildi. Çünkü amiral yalnız Alman karargâhı umumîsinin emrini dinliyordu ve bizim

zırbhlar üzerindeki bavrağımız süsten başka bir sey değildi; idare, emir ve kumanda

Almanların elindevdi.

Page 47: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Böyle bir vaziyetteyken Enver Paşa donanmanın Karadenize çıkmasını teklif etti. Bunun

üzerine biz başka bir devlet zabitan ve efradı tarafından idare edilen donanmanın

Karadenize çıkması bîtaraflığı bozucu bir hareket olacağını ve şayet her nasıl olursa olsun

amiralden bir hareket gelirse onun mes'uüyeti-ne bizim tahammül etmekliğimiz lâzım

geleceğini söyledik; Enver Paşa da amiralin Rus donanmasına tesadüf etse dahi tecavüz

etmiyeceğine dair namusu askerîsi üzerine söz verdiğini söyledi, ben de Enver Paşaya karşı

«Ayni amiralin askerliğe girdiği zaman imparatorun ve imparatorluğunun menafiini ihlâl

etmiyeceğine yemin ettiğini söyledim ve «bu yeminle taarruz edince amiralin imparatora

verdiği yeminin Enver Paşaya ettiği yeminden mücerrah olacağını» ilâve ettim, hattâ daha

ileriye giderek Enver Paşaya aynen şu sözleri söyledim: «Amiral Soşon, donanma ile

Karadenize çıkar ve Rus donanmasını ve sefaini tica-riyesini veyahut Rus limanlarından

birini topa tutarsa bunun mes'uliyetini biz kat'iyyen deruhte edemeyiz. Almanyanın

maksadı bizi bir an evvel harbe sürüklemektir. Buna karşı kendimizi muhafaza hakkımız

ve vazifemizdir; Enver Paşa da «Şayet amiral gemilerini alıp çıkarsa biz ne yapabiliriz?»

dedi.

Gemilerin Karadenize çıkmaması heyeti vekilece karara alındığı halde eylülün sekizinci

günü o zaman burada bulunan ve veda etmek üzere nezdime gelen Bulgar ricali

siyasiyesinden M. Genadiyef ile sefir M. Toşefden Goben ve Breslav'ın Karadenize

çıktıkları haberini aldım ve bunun üzerine hemen istifanamemi yazdım; sonra donanmaya

müteallik bir iş için beni görmek istemiş olan bahriye nazırı Cemal Paşanın yanına

girdiğim vakit, bizim donanmamızı da Karadenize beraberce çıkmıya davet eden amiral

Şoşon'un enirine karşı gemilerin çıkmaması için telefonla emir verdiğini gördüm. Biraz

sonra Goben'in tekrar avdet ettiği haberi geldi. Bunun üzerine ben de istifanamemi

vermedim. Eylülün on dördüncü günü Enver Paşa, Rus donanmasının Karadenizde

dolaştığını söyledi. Ve «Bizim donanmanın Karadenize çıkması lâzımdır» diye ikinci bir

teklifte bulundu; biz bu teklifi de reddettik ve Talât Bey dahi dahil olduğu halde hepimiz:

«Amiral Şosonun vaziyeti taayyün etmeden donanmanın Karadenize çıkmasına kat'iyyen

muvafakat edilemez», dedik. Bundan üç gün evvel de amiral Soşon'un doğrudan doğruya

Alman karargâhı umumîsi emrine tâbi olduğunu Cemal Paşaya söylediğini, Cemal Paşa

bize nakletmişti.

Page 48: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

ÇA�AKKALE BOĞAZI �ASIL KAPA�DI?

Artık tarafsızlığımızı bozacak hâdiseler birbirini takib ediyordu. Bunların çoğu Harbiye

Nezaretinin emriyle yapılıyordu. Ben bunların hepsini o zaman sık sık ziyaretime gelen

Fransız sefirinden haber alıyordum. Eylülün on dördüncü günü mühim bir hâdise oldu:

«Çanakkale» boğazından çıkan bir torpitomuza Đngiliz kumandanı, boğazdan çıkacak

Osmanlı sancağını hâmil her gemiye ateş edeceklerini tebliğ eylemiş!. Esasen bize defaatle

tebligatta bulunmuşlar ve: «Alman zabitan ve efradı donanmanızda bulunduğu müddetçe

donanmanızı bitaraf donanma telâkki etmiyeceğiz.» demişlerdi. Đngiliz kumandanının

torpitomuz kumandanına vâki olan bu tebliğine Boğaz kumandanı muttali olunca o

kumandan Osmanlı mı, Alman mı, bilmiyorum, torpilleri dökerek Boğazı kapadı Bilâhare

işittiğimize nazaran, Boğaz kumandanı, Boğazları ahvali fevkalâde zuhurunda kapamak

hususunda kendisine bahşedilen salâhiyete istinaden bunu yapmıştı.

Đtilâf sefirleri, Boğazın kapanışından dolayı şikâyet ettiler; fakat bunu da bir mesele haline

koymadılar. Hattâ Đngilizlerin neşrettikleri mavi kitapta 23 eylül tarihli ve 108 numaralı

telgrafnamede yazılı olduğu üzere, Đngiltere sefiri Sir Malen, hariciye nâzırı Sir Edvar

Greye, Çanakkale'nin kapalı kalmasının kendileri için pek ehemmiyetli olmadığından

bahsediyor ve bunun mes'uliyetini de Almanlarda buluyor.

Bundan sonra Rusya hududuna heyetler gönderildi ve Mısır hududunda tahşidatta

bulunuldu. Bunların hepsi için gerek Rusya, gerek Đngiltere sefiri müracaat ettiler; fakat bu

müracaatların hiçbiri netice vermedi. Đngiltere sefiri 16 eylül tarihinde Mısır hududunda

yapılan hazırlık hakkında muhtelif mahallerden aldığı raporlara istinaden sadrazam

[paşanın dikkatini çekti. Ve buna dair verdiği notanın bir suretini ayrıca bana gönderdi.

Bittabi dosyalarda da göreceksiniz ki daha muhtelif tarihlerde bîtaraflığı muhil her

hareketimizi ya şifahen veya tahriren hükümete ihtar ettiler; fakat bunların hiçbirini

vesiletin harp addedecek kadar ileri götürmediler.

Şimdi yirmi temmuz tarihinden itibaren Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan'la olan

münasebatımızı arzedeceğim: O zaman burada bulunan Bulgar sefiri Mösyö Toşef, harbin

şiddetle aleyhtarıydı. Gerek Türkiye, gerek Bulgaristanın harbe girmeleri, her ikisi için

vahim neticeler tevlit edeceğini söylüyordu. Sonra ağustosun birinci günü Talât ve Halil

Beylerle Enver Paşa, Alman sefirini gördüler ve Bulgarlar yürümez ve Romenler hakkında

Page 49: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

emniyet hâsıl olmazsa bizim için harbe girmek mümkün olmadığını söylediler. Çünkü

Almanlar her vakit «Harbe giriniz» diye teklif ediyorlardı. Esasen Almanlar hiçbir zaman

şu veya bu suretle tazyikten hâli kalmıyorlardı. Ayni günün akşamı sadrazam Sait Halim

Paşanın yalısında içtima ettik. Arkadaşlardan bazısı Bulgar sefirinin, hükümetinin efkârına

tamamen tercüman olmadığını söylediler. Bunun üzerine Bulgar hükümetinin başka suretle

düşünmekte olduğunu zannettiklerinden Talât ve Halil Beylerin Sofya'ya gitmelerine karar

verildi.

Ayni günlerde de Atina'daki sefirimizden bir telgraf gelmişti. Bu telgrafda, Yunanlılarla

aramızdaki meselelerin halli için bir murahhas gönderilecek olursa Mösyö Politis'in -ki o

zaman umuru siyasiye müdürü idi, şimdi Yunan hariciye nazırıdır- Bükreş'e gideceği ve

hattâ Talât Bey bizzat gidecek olursa Mösyö Đstrayt'ın da belki gelebileceği bildiriliyor ve

adaların idaresine dair bazı teklifler ileri sürülüyordu. Đşte bu teklif dairesinde, mümkün

olduğu takdirde Yunanistan hükümeti ile anlaşmak için her halde Bükreş'e gidilmesi ve

Bulgaristandja da Romenlerin bîtaraflığı sureti kafiyede temin edilmek şartiyle bir an evvel

hareketlerine gayret olunması ve bu esasat dairesinde bir muahede yapılması kararlaştı.

Bundan sonra Talât ve Halil Beyler, verilen karar mucibince, Sofya'ya gittiler ve

Bulgarlarla hiçbir taahhüdü muhtevi olmıyan bir itilâfnâme yaptılar.

Romenlerin kat'iyyen tahrirî bir şey vermiye yanaşmadıklarını ağustosun on birinci günü

aksamı haber aldık. Hattâ o zaman sadrâzam Sait Halim Paşa da bizim için harbin

fenalığına tamamen kani olduğunu ve Romenlerle anlaşmak istemediğini ve Rusyaya karşı

sureti kat'îyede ilânıharp etmiyeceğini söyledi.

ĐBRAHĐM HAKKI PAŞA�I� RAPORU

Klişesini arka sahifede gördüğümüz Đbrahim Hakkı Paşa, Đkinci Meşrutiyet devrimizin

en bedbaht ve talihsiz sadnâzamlarındandı: Kendisi Hukuk Fakültesinde ve Mülkiyede

Profesördü. Politikaya, ilim kürsüsünden gelmişti. Roma'da sefirimiz iken Đtalya,

Trablus - Garb'ı istilâya hazırlanmış, Hakkı Paşa bu hazırlığı tesbit edememiş,

sadnâzamlık gibi memleketin en büyük icraî makamına, yâni, bugünkü mukabili ile

Başbakanlığa gelince patlıyan Trablus-Garb harbi, muhalefeti sadrıâzamın şahsı

aleyhine ayaklandırmış, Hakkı Paşa istifa ederek yerine Said Paşa sadrıazam olmuş,

Page 50: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

kendisi de Londra'ya sefir tâyin edilmişti. Hakkı Paşa bu vazifede, Birinci Dünya

Harbinin ilânına kadar kaldı...

Đbrahim Hakkı Paşanın, belki muvaffak bir Başvekil olmıyan şahsiyeti yanında, kıymetli

bir ilim adamı hüviyeti, Đngilterenin Osmanlı devleti üzerindeki siyasetine ait

raporlarında göze çarpar.. Hakkı Paşa, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kuruluşundan haberdar

değildi. Teşkilât-ı Mahsusa'nın Đngiltere'nin sömürge imparatorluğunda yaşıyan yüz

milyonlarca Müslüman üzerinde giriştiği «Ittihad-ı islâm» propagandasının tesiri, kısa

zamanda Đngiltere Hariciyesini ciddî şekilde meşgul eden başlıca «dış mesele» olmuştu.

Garib bir ruh haleti içinde idik: Böylecesine devletin temel politikalarından birisini

teşkil edegelen faaliyet üzerinde, bir yıl önce sadrıazam olan Londra sefirinin haberi

yoktu!

Fakat Đbrahim Hakkı Paşanın Teşkilât-ı Mahsusa'nın faaliyeti üzerinde, Hariciyeye

gönderdiği «resmî rapor» un dışında, o tarihte Dahiliye �azırı olan Talât Paşaya yazdığı

hususî bir mektub vardır ki, dikkate değer... Talât Paşa, bu mektubu Eşref Beye okumuş,

kendisini tanıyanları bağlıyan o babacan tavrıyla demişti ki:

«— Sizin bu işleri bazı nazırlar bilmez, sefirler bilmez, devlet teşkilâtı bilmez, hattâ

fırkanın merkez-i umumîsi bilmez. Amma Đngilizler bilhassa Hindistan'da giriştiğiniz

faaliyetten fena halde kuşkulanmışlar. Şu sırada ittifak müzakereleri, istikraz

konuşmaları oluyor. Biraz gevşek tutsanız da şu işleri iyi kötü bir neticelendirsek...»

Eşref Bey aksi kanaatte olduğunu söylemişti:

«— Bu istikraz işinin de, ittifak işinin de istediğimiz gibi neticelenmesi için, Đngilterenin

icabında huzurunu kaçıracağımıza inanması lâzım... Bir vehim bile olsa, eğer

Londradaki patronlar, dünyanın dört bucağına yayılmış milyonlarca köle'lerinin bizim,

dürtmelerimizle kendilerine baş kaldıracaklarım bilseler, bizim de kolaylıkla

sığabileceğimiz koltuklarının bir ucuna ilişmemize göz yumarlar.. Ah, keşke onlara

böyle bir korku aşılıyabilsek!..»

Sonra, dünyanın dört tarafında, girişilen propaganda faaliyeti ve hazırlıklar üzerinde

Talât Paşaya izahat vermişti. Paşa bunları dikkatle dinledikten sonra içini çekmiş:

Page 51: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Bizim kurtuluşumuz zaten mucizeye kaldı. Sen de bir mucize peşindesin. �e

diyeyim, Allah ya seninkilerden, ya bizimkilerden birisini ihsan buyursun, âmin...»

demişti.

Doğrusu da bu idi: Đmparatorluğumuzun kurtuluşu, gerçekten bir MUCĐZE bekliyordu.

Bu MUCĐZE, ancak Türk Millî Mücadelesiyle tahakkuk edecek, fakat ne yazık ve ne

kadar yazık ki, bu tarihî şahlanış da —işte bugünkü hâlimiz meydanda...— yarım ve

aksak kalacaktı...

Ağustosun yirminci günü Talât Bey Bükreş'ten avdet etti ve Romenlerin harbe yürümeğe

kat'iyyen niyetleri olmadığını ve Bulgarların talep edilen bîtaraflığı teminatını

vermediklerini ve bir ittifak yapmak bittabi gayri mümkün olduğunu beyan etti. Yunanlılar

da Sırplarla müttefik olduklarından Bulgarlar Sırbistan aleyhine yürüyecek olursa,

kendilerinin de Bulgarlara karşı harekete mecbur olacaklarını söylemişlerdi.

Bu suretle takip olunan Balkan siyaseti iflâs etmişti ve bir iki gün sonra da Bükreş'te

kalmış olan Halil Beye avdet emri verildi.

Almanlar gene her şeye rağmen harekete gelmemiz için ısrar ediyorlardı. Ve ben buna

karşı kendi hesabıma bütün kuvvetimle mukabil tazyiki yapıyordum.»

�AZIRLAR HARBĐ� ĐLÂ�I�I �ASIL ÖĞRE�DĐLER?

Mebusan Meclisi Tahkikat heyeti önünde, eski maliye nazırı Cavid Bey, kabinede, harb

aleyhtarı nazırların olduğunu, fakat buna mukabil bilhassa bazı askerî şeflerin Almanya ile

birlikte derhal harbe girmezsek, sulh masasında kayıplara uğrıyacağımıza inandıklarını,

Đstanbul'un Rusyaya terkedilmesinin, bütün vatanseverleri heyecan ve asabiyete

sürüklediğini ve Alman ittifakı esasının bu hakikate dayandığını, fakat bu arada Đngiltere

ve Fransa ile müzakerelerin devam ettiğini, kapitülâsyonların şartsız ilgasının ancak

Almanya tarafından benimsendiğini, Đngilterenin Osmanlı ülkesinin tamamiyetini teahhüd

eden teklifinin Rusya tarafından «tahriren» tekrarlanmasına muvafakat edilmemesinin,

harbi isteyenlere büyük bir «koz» ve «imkân» verdiğini izah etti. Harbin ilânını nasıl

öğrendiklerini de şöyle anlattı:

Page 52: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Teşrinievvelin «ekimin» on altıncı perşembe günü de maliye müşaviri Đngiliz Sir

Kravfort nezarette sabahleyin beni gördü ve tarafımızdan Mısır hududuna tecavüz

edilmekte olduğu cihetle Đngiltere sefirinin bütün ingiliz tebaasına hazır olmaları için emir

vermiş olduğunu söyledi. Tabiî böyle bir şeyden hiç haberim yoktu. Bu hususta malûmat

almak için sadrazam paşayı ve Talât Beyi aradım, fakat bulamadım. Nihayet adliye

nezaretinde Đbrahim Beyi buldum.

Đbrahim Bey de, vâki olan sualime karşı, kendisinin bundan haberdar olmadığını ve fakat

daha mühim bir mesele için sadrazam paşayı görmekliğimin lâzım olduğunu söyledi.

Esasen ayni zamanda sadrazam paşa da beni davet etti. Bunun üzerine Bâb-ı âliye gittim,

sadrazam paşanın nezdinde Enver Paşa, Đbrahim Bey vardı. Sait Halim Paşa, Rus

donanmasının bizim donanmamızın manevralarını ihlâl ettiğine ve donanmamıza tecavüz

eylediğine ve bu sebeble harb başlamış olduğu la dair bir telgrafname okudu ve fikrimi

sordu, ben de bu işin böyle olacağını evvelce söylediğimden bu hususta ilâve edecek bir

fikrim olmadığını beyan ettim; biraz sonra Cemal Paşayla Talât Bey de geldiler; fakat

onlar benden evvel, Enver Paşa vasıtasiyle, vak'adan telefonla haberdar olmuşlardı

zannındayım. Sonra Odesa'nm bombardıman edildiğine dair gayri resmî bir telgraf okundu;

fakat bunun için aslı yoktur; dediler. Sadrazam Paşa cereyan eden ahvalden kendisinin

haberdar edilmediğini söyliyerek bu vak'anın önceden hazırlanmış olduğu zehabında

bulunduğunu anlatmak istedi veyahut bana öyle geldi. Çünkü «Ahvalden ben haberdar

edilmiyorum» dediği için «Bunlar biliniyordu da bana söylenmedi» mânası çıkarılabilir.

Kendisinin şimdiye kadar sürüklenmiş olduğundan ve fakat tefrika husule getirmemek için

her şeyi kabul ettiğinden, maamafih, badema, böyle yapmıyacağından, arzu ederlerse harp

taraftarlarının memleketin mukadderatını ellerine almalarından ve kendisinin

harbetmiyeceğinden bahseyledi. Bunun üzerine Enver Paşa da meseleden haberdar

olmadığını ve şimdiye kadar kendiliğinden bir şey yapmamış olduğunu söyledi. Gece

evime gelir gelmez, Fransa sefiri ya kendisinin gelmesi veyahut benim sefarethaneye

gitmekliğim için telefon etti. Bunun üzerine Fransa sefarethanesine gittim. Sefir,

Odesa'daki Đngiliz konsolosundan gelen bir telgrafnameyle Odesa'nın topa tutulduğundan

haberdar olduklarını ve henüz Rusya sefirine bu bapta talimat gelmemiş ise de bu talimatın

artık pasaportlarını talep etmekten ibaret olacağını söyledi ve kendilerinin harbetmemek

için her şeyi yaptıklarını ve fakat Almanların teşvikiyle bu akibeti aramış olduğumuzu

ilâve etti; ben de kendisine: «Sulhu korumaya çalışıyoruz» diye gene teminat verdim.

Page 53: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Ertesi günü gene bayramdı, elbette tahattur edersiniz; saray-ı hümayunda muayede resmi

vardı. Fakat Sait Halim Paşa iğbirarından dolayı muayede resmine gelmemişti.

O gün sarayda Nafia Nazırı Mahmut Paşanın talebi üzerine, sadrazam Sait Halim Paşanın

yalısında öğleden sonra içtimaa karar verildiği cihetle, Sait Halim Paşanın yalısına gittim

ve o içtimada Maarif Nazırı Şükrü Beyden maada hepimiz hazır bulunuyorduk. Gerek

Mahmut Paşa, gerek Süleyman Elbüstanî ve Öskan Efendiler, gerek ben harbin kat'iyyen

aleyhinde olduğumuzu ve bu harbe iştirak etmek istemediğimizi söyledik. Fakat vâki olan

tecavüzün Ruslar tarafından yapıldığına ve bizim harp istemediğimize dair bir nota

yazılmasına karar verdiler. Bunun üzerine ben kendilerine, bu yapacağımız şeyin kâfi

olmadığını söyledim. Ve: Eğer sulh istiyorsanız bunun «Radikal» olma şartı vardı.

«Ya o, veya harp...» dedim. Biz, sadrazam paşanın yalısında iken Rusya sefiri

pasaportlarını istemiye gelmişti. Benim şartım, burada bulunan Alman kara ve deniz ıslâh

heyetlerinin ve Alman mürettebat ve zabitlerinin gitmesiydi. Sait Halim Paşanın yalısında

Rusya sefiri ile birkaç dakika görüştüm. Sefir, neticeden pek meyus idi ve harbi artık

kaçınılmaz gördüğünü söyledi; ben de kendisine şimdiye kadar çalıştığım gibi tekrar

bîtaraflıkta devam için çalışacağımı ve son kuvvetim bitince istifa edeceğimi söyledim.

Gene pasaportlarını almak üzere gelmiş olan Đngiliz sefiri de müteessir görünüyordu.

Đngiliz sefiri ekimin on altıncı günü, yani vak'anın daha duyulmadığı günde, sadrazam

paşayı görmiye gelmiş ve sadrazam paşanın hal ve mevkie hâkim olmadığını ve kabinede

ihtilâf mevcut bulunduğu herkesçe malûm olduğunu ve eğer harbiye nazırı Mısır aleyhine

sevkiyat yapmıya kalkacak olursa kendisine bunu men'e muktedir olamıyacağmı söylemiş.

Sadrazam Paşa da buna cevaben: «Askerî fırka, hükümetin muvafakati olmadan bir şey

yapamaz!» demiş. Bunun üzerine Đngiliz sefiri sözlerine devam etmiş ve o halde Alman

askerî heyetinin gönderilerek hükümetin kuvvetini göstermesi icap ettiğini, yoksa mutlaka

zuhur edecek bir hâdise üzerine pasaportlarını istemiye mecbur olacağını söylemiş.

Ben o gün, sadrazam paşanın yalısında aktedilen resmî içtimadan sonra Sait Halim Paşa ile

görüştüm ve kendisine evvel ve âhır söylemiş olduğum veçhile harbe taraftar

olmadığımdan dolayı kendileri sadarette kalacak olsalar bile kabineden çekileceğimi tekrar

ettim.

Bu esnada orada hazır bulunan Đbrahim Bey dahi kendisinin de harp aleyhtarı olduğunu

söylemekten geri durmadı.

Page 54: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

O akşam tekrar sadrazam paşanın yalısında içtima edileceğini Talât Bey bana haber verdi.

Ben de kendisine artık bu içtimalardan hiçbir fayda beklemediğimi ve beni kendi

fikirlerine getirmek ne kadar gayri mümkünse onların da benim fikrimi kabulleri o kadar

imkânsız olduğunu ve tecavüzün Ruslar tarafından vâki olduğu bence bir yalandan başka

bir şey olmadığını söyledim. Maamafih ısrarı üzerine tekrar o gece sadrazam paşanın

yalısına gittim. Bu içtimada şeyhülislâm efendiyle nafia, posta ve telgraf, ticaret ve ziraat

nazırları hazır değildi.

Sadrazam Paşa içtimain mukaddemesinde gayet iyi tarzda konuştu, kendisinin harp

taraftarı olmadığını ve bunu ötedenberi söylediğini, devletin siyasetini istediği gibi idare

edemediğini, gemilerin Karadenize çıkmasına şiddetle muhalifken amiralin namusu

üzerine ve Alman sefirinin de, eğer amiral, Karadenize çıkmasına şiddetle muhalifken

amiralin Đstanbulda iki gün bile kalmıyacağına dair verdiği söz üzerine, buna muvafakat

ettiğini ve nihayet bu vak'a karşısında kaldığımızı ve fakat ne Mısırda, ne de Kafkasyada

gözü olmadığını ve esasen bizim bunları idareye ehil olmadığımızı söyledi ve hattâ

muahedeyi bu maksatla aktetmemiş olduğundan ve Almanların bile bizim bu kadar yakın

bir zamanda harbe gireceğimizi beklemediklerinden bahsetti. Ben de muahedenamenin

imza ve aktinden beri yaptıkları teşebbüsatın aleyhinde olduğumu ve daima hükümette

kalmakla yalnız başıma men edemiyeceğime emin olduğum harbi hiç olmazsa tehir etmek

maksat ve siyasetini takip eylediğimi ve hattâ buna da kısmen muvaffak olduğum

kanaatinde bulunduğumu bugün harbi menetmek için Almanya iîe aktedilen muahedeyi

yırtmak lâzım geliyorsa bunda zerre kadar tereddüt etmiyeceğimi ve memleketin

menfaatini yalnız bunda gördüğümü, bunun aksine karar verirlerse istifa edip çekileceğimi

tekrar ettim ve müttefiklerine muahedelerle bağlı olan Almanya ve Đtalyanın hâlâ harbe

girmemiş olduklarını ve evvelce elimizdeki muahedenamenin bizi harbe sürükliyeceğini

ben söylerken bazılarımızın bu muahedeyle harbe girmiye mecbur olmadığımız fikrini

dermeyan etmiş olduklarını ve şimdi ise bunun aksi bir fikri kabul etmelerine hayret

ettiğimi uzun uzadıya söyledim.

Bundan sonra ekimin yirminci günü Bâbıâlide meclis toplandı. Ben o gün rahatsızlığımı

vesile ederek meclisi vükelâya gitmedim; işte o gün Mahmut Paşayla Oskan ve Süleyman

Elbüstanî Efendiler istifalarını verdiler. O akşam bazı arkadaşlarım evime gelerek istifa

etmekten sarfınazar etmekliğimi rica ettiler. Ben de kendilerine cevaben üç aydanberi

yapılan şeylerin hiç birinde iştirakim olmadığını ve içtihadımın müdafaa edileceği böyle

Page 55: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

bir vak'a bir kabinenin değil, bir milletin hayatında, kırk - elli senede bir kere tesadüf

edilebileceğini ve binaenaleyh benden içtihadımı feda etmek gibi bir fedakârlık talep

edilemiyeceğini ve bu teşebbüsü kim vücuda getirmiş ve körüklemişse onların islere

devam etmelerini söyledim ve her türlü menafii harpsiz temin ve tedarik etmek imkânı

mevcutken bunun yok edildiğini ve binaenaleyh mağlûp olursak perişan, galip gelirsek

Almanyanın esiri olacağımızı ve ben böyle bir kanaatte bulunuyorkeıı artık benden kabine

dahilinde müzaheret istemenin büyük bir haksızlık olduğunu ilâveten beyan eyledim.

Bunun üzerine arkadaşlar sadrazam paşanın da benim fikrimde olduğu halde kendini ikna

etmiş olduklarından bahsettikleri cihetle ben de: «O da sadrazam paşanın bileceği iştir»

dedim.

Đki gün zarfında birçok müracaatlar vukubuldu, hepsini reddettim. En nihayet Talât Bey

tarafından vukubulan bir müracaat üzerine de benim için kat'iyyen başka bir şey yapmak

imkânı mevcut olmadığı cihetle istifamın ilâa edilmesini rica ettim.

Đşte harbin sureti zuhuru ve tarzı cereyanı hakkında benim bildiklerim bunlardan ibarettir.

Ben üç av zarfında memleketi haroten kurtarmak, vahut harbi tehir eylemek için vicdanım

ne emretti ise onu yaptım; fakat nihavet bir gün geldi ki benim için artık bir şey yapmak

imkânı yoktu. Kabineden çekilmekten başka...»

ĐKĐ SE�E SO�RA DEĞĐŞE� KA�AAT:

Cavit Beyin, Harb Mes'ullerini divan-ı âliye sevk etmek için tahkikat yapan Meclis-i

Mebusan Encümeni önündeki bu izahlarından iki sene sonra hazırladığı ve 1947de,

TANĐN gazetesinde neşredilen hâtıraları arasında büyük tezad vardır: 1918 de, harbe

sebebsiz ve vakitsiz girdiğimizi söyliyen Cavid Bey, 1920 de, Bolşeviklerin Çar devrine ait

neşrettikleri resmî vesikaların ortaya koyduğu kesin gerçeğe dayanarak der ki:

«— Harbin dışında kalmanın irademiz dışında ve üstünde bir hâdise olduğunu o zaman

bilmemize imkân yoktu. Harbin, Osmanlı devleti için gayri kaabili içtinab mukadderat

tezahürü olmasından sonra hatıra gelebilecek tek şey, muharebeye ne zaman başlanılmış

olması keyfiyetidir. Bunun da geçecek zamanın lehimize olduğunu isbat edecek yeni bir

Page 56: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

vesikaya sahib değiliz. Kısacası diyeceğim şu ki, milletlerin de ferdlerin hayatında olduğu

gibi, mantık ve tedbir ile değişmiyecek kaderleri vardır.»

Nitekim Cavid Bey, 1920 de kaydettiği bu hakikati, dört sene sonra, Ankara Đstiklâl

Mahkemesinin kararıyla, idam sehpasına götürülürken, şahsî hayatında da hazin ve son

isbat olarak teyit etti... O gün bugün, neşredilen bütün milletler arası vesikalar ve resmî

metinler, Osmanlı Đmparatorluğunun harbin dışında kalabilmesi iradesinin kudreti dışında

olduğunu gösteriyor. Aynı kaynaklar, zayıf ve hazırlıksız, bilhassa mirası üzerinde büyük

hırsların ayaklandığı bu devletin aranılan ve özlenilen bir müttefik olmadığını da isbat

etmektedir. Jön-Türkler, ilk günlerde Đngiltere ve Fransanın ittifakını aramışlardır. Eşref

Bey hatıratında, Hicaz isyanına tekaddüm eden günlerden birinde, Cemal Paşanın

kendisine şunları söylediğini kaydeder:

«— Fransız donanmasının manevralarında bulunmak üzere 1914 başında yaptığım

seyahatin asıl gayesi, Fransa ve dolayısiyle Đngiltere ile bir ittifakın imkânlarını

araştırmaktı. Bu maksatla her çâreye başvurdum. Paris makamları, evvelâ çok çekingen

davrandılar. Daha sonra şartlarımızı öğrenmek istediler. Bu şartlar, asla kabul

pdilemiyecek gibi değildi. Ümitle ve sabırla bekledim. Paris muhiti beni, samimî bir

Fransız dostu addediyordu. Hakikaten de öyle idim. Fakat, Rusyanın Boğazlar ve Đstanbul

üzerinde ısrar etmesi, Almanya'ya karşı da Rusyanın Đngiltere ve Fransa için ihmâl edilmez

müttefik olması, bizi kendi hâlimize bıraktı. Harbe hazırlıksız ve dahilî ve haricî

vaziyetimizin ıslaha muhtaç olduğunu biliyorlardı. Biz Đtilâf Devletleri için ağır bir yüktük.

Belki hakikat de öyle idi amma, emrivakiler karşısında memleketimizi müdafaa yolunda

dertlerimize az çok çaresâz olacak bir müttefik arayıp bulacaktık. Nitekim öyle oldu.»

TEŞKĐLÂTI MAHSUSA�I� GĐZLĐ - AÇIK MÜCADELELERĐ:

Harb içine -sebeblerin tahlili ayrı bir mevzu...- sürüklenmemizden sonra Teşkilât-ı

Mahsusa, muharebenin zaferle bitmesi için gizli - açık büyük bir mücadeleye giriyor.

Teşkilât, yine Başkumandanın şahsına bağlı olarak çalışmaktadır.

Memleketin tanınmış fikir adamları da artık, Teşkilâtın safındadırlar: Bu safa, yurt dışında

kalmış fakat hürriyet ve istiklâllerini Osmanlı devletinin zaferine bağlamış ülkelerin

Page 57: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

şahsiyetleri de iltihak ediyorlar. Alman Hariciyesinin üzerinde ısrarla durduğu Đttihad-ı

Đslâm hareketini, Teşkilât-ı Mahsusa idare etmektedir. Ünlü Müslüman şahsiyeti Şeyh

Salih Şerif Tunusî ile Đstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif, Almanyaya gitmişler, Đngiliz ve

Fransız ordusunda dövüşen Müslüman askerleri uyarmıya çalışmışlardı. Alman uçaklarının

düşman safına attıkları ihtilâl beyannameleri, bu askerler içinde Đttihad-ı Đslâm hareketine

katılmış olanlar vasıtasiyle yapılan propagandalar, hattâ ilk defa bu münasebetle mevzi

tutmuş ordular arasında kudretli megafonlarla okunan beyannameler, Almanya ve

müttefiklerinin eline geçen Afrika ve Akdeniz kıyısı Müslüman ülkelerinde hiç de

küçümsenmiyecek tesirler yaratmıştı. Meşhur Lavrens hatıratında bu propagandanın

ehemmiyetini ve ruhî tesirlerini Alman makamları kadar Osmanlı makamlarının kavramış

olmaları halinde, Hicaz ve Necid'de Hilâfet makamına karşı isyanların ve Osmanlı

Ordusunu arkadan vuran ihanet hareketlerinin asla mümkün olamıyacağını kaydeder.

Bu arada, Đngiliz - Fransız gizli istihbarat teşkilâtı da elbet de boş durmuyordu. Bilhassa,

Arab Yarım Adasına altun akıyordu. Fransa ve Đngiltere, Arabistanı tam bir vuzuh ile, iki

ayrı nüfuz mmtakasına ayırmışlardı: Đngilizler, Mekke Şerifi Hüseyin Paşa ile senelerdir

gizli temas halinde idiler. Sultan Ha-mid'in, yirmi sene âyân âzalığı vererek büyük bir

dirayetle Đstanbulda tuttuğu ve aralarındaki aile ihtilâflarından meharetle istifade ederek

birleşmelerine mâni olduğu Haşimîler, Đkinci Meşrutiyetin getirdiği şeklî haklardan

faydalanarak, ayrılış emellerini gerçekleştirecek ciddî hazırlıklara başlamışlardı. Suriye ve

Lübnan eşrafı ve münevverleri, Fransız kültür müesseselerinin tesirinde olarak, Parise

ümid bağlamış durumda idiler. Hazırlıklar, Birinci Dünya Harbinin arifesinde, hükümet

için de meçhul değildi. Eşref Bey hatıratında diyor ki:

«— Arabların gizli emelleriyle mücadele edebilmek, Osmanlı Đmparatorluğu içindeki bir

başka gayri müslim ırkın vahdeti bozucu faaliyetiyle mücadeleye hic benzemezdi.

Mebusan ve Âvan Meclisinde, Arab iftirak hareketine taraftar olduğu bizce malûm olan ve

nezaretlerde de en mühim mevkileri işgal eden sahsivetler mevcuttu. Ordunun içinde de

vaziyet avnı idi. Bu sebeple, bir ihanet hareketinin mevcudiyetini sarahatle isbat edecek

kat'î ve her türlü şüpheyi reddedecek vesikalara ihtiyaç vardı. Đşin en hazin tarafı da,

Dördüncü Ordu Kumandanı ve Suriye Umumî Valisi olan Cemal Paşanın, Mekke Şerifi

Hüseyin Paşa ile oğullarından aldığı sadakat teminat ve yeminini kâfi görmesi idi. Halbuki,

bilhassa Şam Fransız konsolosluğunda hazırlanmakta olan ihaneti açıkça ortaya koyacak

vesikaların mevcut olduğunu daha harbin başlamasından evvel biliyorduk. Fransa ile

Page 58: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

münasebetlerimizin kesilmesinden ve bu vesikaların milletlerarası hukuk kaidelerine göre,

emniyet ve huzur içinde memleketimizden götürülmesinden önce, cüretkârâne bir hareketle

elde edilmesi ve devlet arşivine intikal etmesi gerekiyordu. Nitekim, tafsilâtını ve rol

oynamış şahıslarını bugün de ifşada fayda görmediğim bir plânla, fakat mutlak

muvaffakiyetle tatbik edilen bir plânla, bütün bu ihanet vesikalarını ele geçirdik. Ki,

bunlar, devletin varlığına karşı fiilî isyan başladığı zaman emniyet ve adalet makamlarının

dayandığı mesnedler oldu.»

EŞREF BEY SĐ�A YARIMADASI�DA:

Teşkilât-ı Mahsusa reisi Eşref Bey, 1914 senesi haziranında, Türk Ana Vatanı Orta-

Asya'da Ruslar aleyhine ihtilâl çıkarmak ve Türk Birliği için teşkilât yapmak gayesiyle,

kardeşi Selim Sami'nin reisliğindeki meşhur BEŞ TURKLER'i Hindistana kadar ilettikten

sonra Đngilizlerin devamlı ve ısrarlı takiplerinden, evvelâ Maskat Đmamı Đbn-i Türkî'nin

yanına giderek bir müddet saklanıyor ve daha sonra, Mekke Şerifi Hüseyin'in tertib

ettirdiği bir çok suikasdlardan kurtularak Cidde'den Râbû'ya geliyor. Oranın Şeyhül-

meşâyih'i Hüseyin ibn-i Beyrîk, Eşref Beyin 1903 -1907 yıllarında Abdülhamid idaresine

karşı isyanında, kendisiyle dostluk yaptığı kadîm ahbabıdır. Şeyhül-Meşâyih'in himmeti ile

yolunu çevirmiş Şerif Hüseyin'in kuvvetlerinden sıyrılarak Medineye geliyor. Enver

Paşanın, Beş Türkler hareketinin fikriyatçısı olarak akibetlerini ne kadar merakla takib

ettiğini bildiğinden, neticeleri Başkumandana anlatıyor. Bu tarihte Osmanlı devleti harbin

içindedir ve en büyük mücadelelerin Arab Yarım Adasında cereyan edeceğinde de, askerî

müşahitler müttefiktirler. Başkumandan Enver Paşa, bütün Arab diyarını çok yakından

bilen ve 1908 Đkinci Meşrutiyetini temin eden ayaklanmaları burada temsil etmiş olan

Teşkilât-ı Mahsusa reisinden, son vaziyeti tetkik ederek Đstanbula gelmesini ve «— Çok

mühim ve hayatî kararların arifesinde olduğumuzu...» bildiriyor. Devletimiz, fiilen silâhlı

bîtaraflığını ilân etmiş olmasına rağmen, resmen harbin içinde değildir ve Istanbulda kesif

bir siyasî faaliyet vardır. Artık, vatanın mukadderatını elinde tutan günlerin yaklaştığını

görebilenler, ellerinden gelen hazırlığı yapmanın memleket endişesi içindedirler.

«MÜHÜRCÜ» RĐZELĐ HASA� HĐLMĐ EFE�DĐ!

Page 59: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Teşkilât-ı Mahsusa'nın her sahada kendi «adam» ları vardı. Bunlardan birisi de,

klişesini karşı sahifede gördüğümüz Rizeli Hasan Hilmi Efendi idi. Bu zat «mühürcü»

idi. Ressam ve sanatkârdı. Mükemmel hat-tat'tı. Döküm işlerinde de mahirdi. Teşkilât-ı

Mahsusa, muhtelif îslâm ve Ecnebi lisanlarındaki mühür, afiş, beyanname, risalelerini

bu zata yazdırır, aynı zamanda Litografya mütehassısı olan Hasan Hilmi Efendi bunları

«LĐTO» yâni taş basması makineleri için hazırlar, Askerî matbaa tarafından Teşkilât-ı

Mahsusa emrine tahsis edilen lito makinelerinde basılırdı.

Teşkilât-ı Mahsusa'nın, Đttihad-ı Đslâm ve Pan-Türkizm (yâni bugünkü yanlış ve haksız

ifadesi ile Turancılık) hareketleri için hazırlattığı propaganda, telkin, afiş ve

broşürlerinin bir kısmı da Almanya'da basılmıştı. Hasan Hilmi Efendi, yaşının

ileriligine rağmen, Almanya'ya gitmiş, Stutgard'da basılmasına nezaret etmişti. Hasan

Hilmi Efendinin hazırladığı hamasî tablolar Feld Mareşal Hindenburg'un dikkatini

çekmiş, bunları hazırlıyamn Almanya'da olduğunu öğrenince kendisini görmek

istemişti. Almanyanın ünlü Mareşali, Hasan Hilmi Efendiye çok iltifat etmiş,

kendisinden bir arzusu olup olmadığını sormuştu. Hasan Hilmi Efendinin babası 1827 -

1828 Türk -Rus harbinde, ağabeyisi de 1876 -1877 Türk - Rus harbinde şehid

olmuşlardı. Mareşal Hindenburg da, sanatkârın Kafkasya için hazırladığı ve temsilî bir

resmin altındaki: Kafkasya dağlarında çiçekler açar, Altın gümüş olmuş sırmalar saçar.

Bozulmuş Moskoflar yel gibi kaçar, Kader böyle imiş heybetli ana, Canım feda olsun

öksüz vatana... mısralarını kudretle tanzir eden çizgileri dikkatini çektiği için kendisiyle

tanışmak arzusunu izhar etmişti. Alman Başkumandanının bir arzusu olup olmadığı

sualine, Hasan Hilmi Efendi:

«— Moskof esareti altındaki ırkdaş ve dindaşlarımın elbirliğiyle kurtarılmasını isterim.

Dünyada başka bir emelim yoktur...» cevabını vermişti. Mareşal Hindenburg, daha

sonra, Mazorya bataklıklarında ve Tanenberg'de milyonluk Rus ordularını imha ve esir

ederek, Hasan Hilmi Efendinin bu arzusunu kendi adına gerçekleştirmişti amma, ne

yazık ki, kader bize gülmemişti.

Hasan Hilmi Efendi, daha sonra, Maveray-ı Kafkas ordumuzun Đran'ı aşarak Ana-

Vatana girmek istiyen kıtalarında bulunmuş, Teşkilât-ı Mahsusa da, Afgan hükümetinin

talebi üzerine kendisini Kabil'e göndermiş, Hasan Hilmi Efendi Habib-ullah Han'ın

emirliğinde, Afganistan pullarıyla gümüş paralarını imâl etmiş, Kabil'de damga

Page 60: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

matbaasını ve darphaneyi kurmuş, sonra vatana dönmüştü. Klişede Hasan Hilmi

Efendi'yi Afganistan için yaptığı pullar, altın ve gümüş paraların fotoğrafları arasında

görüyoruz.

Teşkilât-ı Mahsusa, her sahada Türklüğü takdim ve temsil edebilecek bütün kuvvetleri

ve şahsiyetleri çatısı altına toplama bahsinde gerçekten değerli bir «millî ocak»tı..

Şimdi Eşref Beyi dinliyelim:

«— Bütün Hicaz ve Suriye kaynaşıyordu. Đkinci Meşrutiyetin ilânından çok evvel başlamış

olan Arab iftirak hareketi, Đkinci Meşrutiyetle beraber şeklen giren hürriyet ve siyasî

hakların menfi gayeler için kullanılmasından doğan muzır ve nankör teşviklerle,

mevcudiyeti zaten sarsıntı geçiren devletimiz için felâket olabilme ihtimalini karşımıza

çıkarmıştı. Fransız ve Đngiliz, hattâ Rus propagandasının alıp yürüdüğü, Đtalyanların bile

Trablus-Garb'ı ellerine geçirmelerinden sonra Mısır'a nüfus teksif ederek istikbâle ait

projelerin gerçekleşmesi peşinde olduğu bu karmakarışık diyarda, en zayıf ve çaresiz

vaziyettel olan da, bu toprakların güya hâkimi olan bizlerdik.

Daha o günden Şerif Hüseyin ve evlâtlarının isyana hazırlandıklarına kani idim. Bu

maksadını muhatabından saklamakta mahir, harîs, menfaat ve paradan, şöhret ve ikbâlden

başka hiç bir şey düşünmiyen ikiyüzlü insan, birçok hâdiselerde gizli maksadının farkında

olmamın şahsıma karşı onda yarattığı kin ve hınç ile beni adım adım takib ettiriyordu.

Şerafet Fermanlarının ve kendisine tevcih edilmiş imtiyazların hakkı olarak, dilediklerini

tevkif ettirmek ve çöl kanunlarına göre ortadan yokettirmek, onun için basit âsâyiş

vak'aları idi. Đngiliz altınları su gibi akıyordu. Mekke çevresine Şerif tarafından suçları

affedilmiş azılı katiller dolmuştu. Niyetim, Akabeye ve oradan Sina Yarım Adasına

geçmekti. Esaslı Đngiliz hazırlığı bu havalide idi. El Bili ve Đnn-i Rifâde'lerle Akabe

havalisinde temasa geçtim. Bu eski ve sâdık arkadaşlarımın yardımı ile tamamen tenha ve

güç aşılır bir yoldan Sina Yarım Adasına girdim. Sina'da daha çok Mısırlı olan kuvvetler,

Đngiliz zabitlerinin emrü kumandasında hazırlık yapmakta idiler. Kanal-havalisinde Đngiliz

kuvvetleri stratejik mevkileri tutmuşlardı. Sudan'dan devamlı olarak yeni kuvvetler

geliyordu. Đntellicens Servis'in mükemmel Arabça bilen, Đslâm adlı sahte Şeyhleri,

Bedeviler arasına yayılmışlar, bıkıp usanmadan propaganda yapıyorlardı. Mısır'ın kaderi,

Şimalî Suriyeye yakından bağlı idi. Mısır'ın fethi üzerine girişilecek bir Türk-Alman

Page 61: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

hareketinin cereyan sahası üzerinde, Đngilizler devamlı şekilde ihtiyat tedbirleri alıyorlardı.

Eski dostların vefakâr alâkalariyle Sina mıntakasında sekiz gün tetkikler yaptım ve yine bir

Arab şeyhi kıyafetinde evvelâ Beyrut'a, oradan da bir Đtalyan vapuru ile Mersin'e geldim ve

derhal Đstanbula hareket ettim.

MÜTTEFĐKSĐZ KALMIŞTIK:

Đstanbula geldiğim ânda, Enver Paşayı Haydarpaşa sevkiyat amirliğinden telefonla aradım.

Başkumandan hemen, Kuruçeşmedeki sahilhanesine gelmemi söyledi. BEŞ TÜRKLER'le

olan maceralı seyahati alâka ile dinledi ve bana, başlarında kardeşim Selim Sami'nin

bulunduğu mücahitlerin sıhhatte olarak Doğu Türkeli'nin merkezi Kâşgar'da

bulunduklarını, Almanyanın Pekin sefaretinden Berlin'e gelen bir haberden anlaşıldığına

göre de, faaliyete geçtiklerinin öğrenildiğini müjdeledi. Ben de kendisine Arab Yarım

Adasındaki vaziyet üzerinde uzun izahlarda bulundum. Enver Paşa, önündeki bloknota not

alıyor, bilhassa Mısır'ın fethini temin edecek hareket üzerinde alâka ile duruyordu. Dedi ki:

«— Eşref... Fransız ve Đngilizlerle ittifak için yaptığımız bütün teşebbüsler maalesef

müsbet netice vermedi. Ruslara Boğazların ve Đstanbul'un Đngiltere ve Fransa tarafından

terkedildiği artık bizce malûm. Önümüzde bir tek müttefik kalıyor: Almanya. Birçok

arkadaşlar, Almanya ile ittifak akdetmemize mümanaat ediyorlar. Evet... Đngilterenin

denizlere hâkim olduğunu ve bizim gibi yarımada olan bir memleketin de denizlere hâkim

bir devlete karşı gayrimüsait donanma ile mücadelesinin ne kadar zor olduğunu bilmiyor

değilim. Fakat bilinmiyen bir şey var ki, o da Rusyanın Karadenizden, Đngiltere ve

Fransanın da Çanakkaleden anî olarak baskın şeklinde yapacakları taarruzun bizi tam gafil

avlıyarak Đstanbul ve Boğazların kaybına sebep olacağıdır. Elimizde ne silâh, ne

mühimmat, hazinede ne de para var. Silâhlı bîtaraflığımızın çok süreceğini

zannetmiyorum. Bizi kat'iyyen rahat ve kendi halimize bırakmıyacaklar. Hangi şekilde

olursa olsun harbe müdahale edersek Mısır üzerine yapacağımız muvaffakiyetli bir

hareket, bizi kendi safına alması için Đngiltere üzerinde en kuvvetli tazyik olabileceği gibi,

bizzarur, Almanya ile müttefik olarak harbe girersek bu sahada göstereceğimiz

muvaffakiyet de, müttefikimiz nezdinde itibarımızı artırır ve harbin neticesine müessir

olur. Bunun için de şimdiden hazırlık yapmalıyız. Fakat bunu, nasıl Balkan Harbini takib

Page 62: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

eden o felâket günleri içinde gayr-i mes'ul olarak, yâni hükümetin resmî emirleri dışında

yaptıysak yine öyle yapacağız. Hatırlarsın ki bizim o hareketimiz ve mücadelemiz, hem

Edirneyi kazandırmış, hem de Garbî Trakya hükümetini kurmamızı mümkün kılmıştı. Ben,

zaman kazanmak için yaverim Mümtaz Beyle Sapancalı Hakkı ve Hüsrev Sami Beyleri

seni beklemek üzere Şam'a gönderdim. Yanlarında mühim miktarda para da var. Urban,

Bedeviler, Dürziler ve birbi rine hasım kabail arasında yapacağın ve hepsini gayemize

bağlı kuvvet haline getireceğin plânını istediğin gibi tatbik et. Sadece ve münhasıran

benimle muhabere edeceksin. Başkumandanlığın şifresini kullanırsın. Bu hazırlık ve

faaliyetimiz, tamamen mahrem kalacak. Süleyman Askerî'ye Đstanbulda yapılacak işlerini

havale ederek süratle, himmetini bekliyen bu çetin hizmetin başına dönebilirmisin?»

BĐRĐ�CĐ DÜ�YA HARBĐ�Đ� ĐLK OSMA�LI SĐLÂHI�I BĐZ PATLATTIK:

Enver Paşa'dan şahsen dinlediklerim, daha sonra ortaya atılan ve üzerinde hâlâ ısrar edilen

bazı şayiaların ne kadar mesnedsiz olduğunu da isbat eder: Başkumandanın, sırf şahsî

sebepler ve tercih dolayısiyle Almanlarla ittifakı emrivaki haline getirdiği doğru değildir.

Đngiltere ve Fransa ile ittifak akdetmek, yâni, onları Ruslara tâviz vermekten alıkoyarak

müstakil kalabilmek mümkün olamamıştır. Đngiltere ve Fransa, Alman kara kuvvetlerinin

kudretini bildiklerinden, dört milyonluk kara ordusunu rahatça çıkarabilecek Rusyayı kendi

saflarında görebilmek için Boğazları ve Đstanbul'u, Rus Çarına feda kat'î kararında idiler.

Böylelikle, bizim kendi müttefikleri olmamız ihtimali ortadan kalktığı gibi, silâhlı

tarafsızlığımız da gayrimümkün oluyordu: Çünkü, Rusyaya malzeme ve erzak şevki için,

en kısa ve emin yol, Boğazlardan geçiyordu. Boğazları da, Alman malzemesi olmadan

müdafaa etmemiz nasıl mümkündü? Hazinemiz bomboştu. Đngiltere, milletin parası ile

kurulmuş Donanma Cemiyetinin, halkın bağışı ile biriken altunlarını peşin aldığı Fatih,

Sultan Osman, Reşadiye dritnotlarına haksız yere el koymuştu. Bu şüpheli tavır,

Đngilterenin bizi müttefiki olarak göremiyeceğinin tipik delili idi. Ben fiilen Arabistanda,

Đngilterenin sırf bize karşı ve bizden başkasına mantıkan imkân olmıyan hazırlığını

gördükten sonra Londranın bu mevzuda çok kararlı olduğunu anlamıştım. Nitekim, şahsen

bana karşı emsalsiz bir nezaket gösteren Đngilizler de, Malta'da esaretim sırasında

sohbetlerde bu kanaatimi takviye etmişlerdi.

Page 63: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Ertesi günü, yine mütenekkiren hareket ederek Şam'a geldim. Yollar, kaçınılmaz bir

seferberliğin, havası içinde idi. Askeriyye umumî hayata el koymuştu. Bilhassa Suriye ve

Fiüstinde gergin bir hava vardı. Aleyhimize cereyanlar almış yürümüştü. Mısır'ı merkez

yapan Arab Đhtilâl Hareketi, açık kapı halindeki çölden, Đngiliz altunlanyla basılmış

milyonlarca çeşitli propaganda risalelerini, Suriye ve Filetinin en ücra köşelerine kadar

sokuyorlar, fikirleri zehirliyorlardı.

Çok eski ve samimî bir arkadaşım olan Başkumandanlık yaveri Mümtaz Beyi, El'ariş

hududu üzerinde, derliyebildiği 1500 kişilik bir Bedevi kuvvetiyle beni bekler buldum.

Hüsrev Sami ve Sapancalı Hakkı Beyler, Beyrut'ta ve Şam'da, Teşkilât-ı Mahsusa'nın

kadrolarına alınabilecek kimseleri tesbit ile meşgul idiler. Bu ihzari çalışmaları

süratlendirecek tedbirleri aldıktan sonra El ariş'e hareket ettiğim gün, bir kaza neticesinde

başımdan ağırca yaralandım. Fakat, harb fiilen patlamadan evvel, gayr-i mes'ul kuvvetler

olarak başaracağımız hizmetler olduğu için zaman kaybetmeden işe giriştik: Kanala doğru,

iki bini bulan kuvvetle yaptığımız taarruzda çok ümidli neticeler aldık, bir çok esir ele

geçirdik. Bunlardan aldığımız haberler, Đngilizlerin henüz Hindistan ve Sudan'dan takviye

kuvvetlerini kâfi derecede kıyılarla yerleştiremedikleri merkezinde idi. Hareketimiz,

Đngilizleri telâşa düşürdü. Henüz Harb ilân edilmediği, daha açık tâbirle harbe biz fiilen

müdahale etmediğimiz için Đstanbuldan ayrılmamış olan Đngiliz sefiri, Bab'ı Âliye şiddetli

bir ültimatom vermişti. Hariciyemiz Balkan Harbindeki taktiğini kullandı: Bunun gayr-i

mes'ul ve hükümeti ilzam etmesine maddeten imkân olmıvan asî şahıslar tarafından «iki

taraf beynindeki dostluğu ve meveddeti ihlâl, için yapıldığını..» bildirdi.

Mümtaz Beyin kuvvetlerini Mısır'ın El'ariş kasabası istikametinde bıraktım ve seçkin

çetecilerimden teşkil ettiğim grublarla Sina Yarımadasının Kal'atül -Nahl, Süveyş-Ayn-ı

Musa ve daha sonra da Tur-u Sina (meşhur Sina dağı) eteklerine kadar varan akınlarıma

başladım. Şimdi bir hakikati itiraf edeyim... Napolyon «— Harbde zaferin dörtte üçü, bir

cesur kararın ardı sıra gelir.» demiştir: Eğer biz de, o keşif taarruzları günlerimizde, daha

sonra taarruz ve müdafaa harblerine iştirak ettirdiğimiz kuvvetlerin yüzde yirmisini bile

bulmıyacak mütevazı kadro ile anî taarruza geçmiş olsaydık, emin olunuz, Mısır fethedilir,

harbin kaderi olmasa bile imparatorluğumuzun mukadderatı değişir, Đngilizler bize karşı

daha bambaşka bir siyaset takib eder, ve belki Mısır'ın hükümranlığı üzerindeki politika

müzakere ile harb içinde Rus taleblerine sed çekerler ve silâhlı tarafsızlığımız mümkün

olabilirdi. Fakat, Mısır'ın fethi harb plânımızın temel meselelerinden sayıldığı günlerde

Page 64: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Đngilizlerin Nil kıyılarında çekilmesi ve aşılması zor kuvvetleri birikmiş, her türlü tahkimat

yapılmıştı. Nitekim, Filistin'in elden çıkmasına ve bütün Arab Yarım Adasının kaybına

sebeb olan Allenbi taarruzlarının esas nüvesini, bu hazırlıklara zaman ve imkân bulmaları

teşkil etti.

Akınlarımızda, ilk Osmanlı silâhını biz patlatmıştık... Alman Harb gemileri Goben (ki,

meşhur Yavuz) ve Breslav (Midilli) nin limanlarımıza sığınmasıyla bir emrivaki olarak

harbe girmemizden iki ay kadar önce, Birinci Dünya Harbi içinde ilk patlıyan Osmanlı

silâhı bizzat kendi hükümetimizin ilânı ile, gayr-ı mes'-ul eşhasın keyfî hareketi olarak

tarihe geçti!...

ABBAS HĐLMĐ PAŞA - CEMAL PAŞA MÜCADELESĐ:

Şimdi, hiç bir yerde resmî ve hususî olarak tarihe intikâl ettirilmemiş ve iç sebebi hâlâ da

meçhul olan bir hâdiseyi burada açıklıyacağım. Bu hâdise aynı zamanda, o buhran

günlerinde şahsiyetler arasındaki çekişmeler ve makam kavgalarının da tipik

tezahürlerinden birisidir.

Hâdise şöyle olmuştur: El'ariş'e geldiğim zaman «— Eline vâsıl olmasına kadar takib

edecektir. Bir dakika tehiri mucib-i mes'uliyettir.» kaydını taşıyan Başkumandanlığın bir

telgrafını alıyorum. Telgrafın meali şudur: «— Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa, bugünden

itibaren Mısır fevkalâde kumandanı olarak vazife almıştır. Harekâtınızın Mısır ve civarı ile

alâkalı mevzularında ve yine mümasil siyasî faaliyetinizde müşarünileyh ile temasta

bulunmanız ehemmiyetle bildirilir.»

Başkumandanlığın bu emrini takib eden bir kaç saat içinde de «Mısır Fevkalâde

Kumandanı Abbas Hilmi» imzasını taşıyan ikinci bir telgraf geliyor:

«— El'ariş'te size iltihak etmek üzere mutemedlerimden yüzbaşı Fehmi ile Hafız Osman

Efendi, karargâhlık kadrosundan bir kısım ile yoldadırlar. Đnşallah yakında sizlerle elele

vererek aziz vatanımız Mısır kıt'asının istihlâsında beraber bulunacağız. Şahsiyetiniz, bu

mes'ut neticenin tahakkuku için en kuvvetli teminattır. Bu şerefli günün tahassürü içinde

bütün mücahid arkadaşlarınıza selâm ve muvaffakiyet temennilerimi delâletinizle ibkağ

ederim, efendim.

Page 65: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

MISIR Fevkalâde Kumandanı

Abbas Hilmi

Bu telgrafı aldığımdan üç gün sonra yüzbaşı Fehmi Beyle Hafız Osman Efendi ve maiyeti

geldiler. Hidive ait büyük ve çok süslü, tezyinatı göz kamaştıran bir çadır getirdiler. Çöl'ün

basitliği ve derbederliği ile bu muhteşem çadır ne garib bir tezad teşkil ediyordu!...

Hidiv'den bir de hususî kaydiyle mektub aldım: Mısırlı doktorların, mühendislerin,

Avrupanın muhtelif merkezlerinde ve Đstanbulda okuyan Mısırlı gençlerin karargâha

yakında iltihak edecekleri bildiriliyordu. Nitekim iki gün sonra, Mısır karargâhını teşkil

edecek kadrodan ilk şahsiyetler gelmiye başladı. Ben, bu tedbiri çok tabiî telâkki edip,

Teşkilât-ı Mahsusanın asıl kendi faaliyeti ile meşgulken, Adana'dan, Cemal Paşadan şu

mealde bir telgraf gelmez mi?

«— Bahriye Nazırlığı vazifeme ilâveten, Dördüncü Ordu ve Mısır cephesi fevkalâde

kumandanlığı vazifesini de deruhte ederek geliyorum. Siyasî faaliyetinizin haricinde,

mmtakam dahilindeki askerî çalışmalarıma yardımcı olacak malûmatı ve kıymetli

muavenetinizi rica ederim. Bütün mücahid arkadaşlarınızla gözlerinizden öper,

muvaffakiyet temennilerimi ve muhabbetlerimi teyit ederim.»

Đş, cidden arap saçına dönmüştü: îstanbulda «bir şeyler» cerevan ettiğine hiç şüphe yoktu.

Simdi, Mısır cephesi fevkalâde kumandanı kimdi? Hidiv Abbas Hilmi Paşa mı, yoksa

Cemal Paşa mı? Faaliyetimizin sekte vermeden devamı için mühim olan bu sualin en

doğru cevabını verecek olan Başkumandandı. Enver Paşaya, hususî şifremizle bir telgraf

çektim ve vaziyetin izahını rica ettim. Sövle bir cevap geldi:

«— Bazı fevkalâde ahval dolayısiyle Hidiv Abbas Hilmi Paşa yerine Bahriye Nazırı Cemal

Paşa Dördüncü Ordu Kumandanlığına tayin edilmiştir. Müşarünileyhim mıntıkası

dahilinde Filistin - Sina cephesi de vardır. Siyasî faaliyetiniz haricinde, askerî ihtiyaç ve

mesainizi müşarünileyhle müştereken tesbit ve idadeniz rica olunur.»

Hidiv Abbas Hilmi Paşanın on beş gün kadar süren (nazarî) Mısır cephesi kumandanlığının

asıl sebebinin «siyasî» olduğunu daha sonra öğrendim. Fakat, o tarihte Sadrıâzam olan yine

Mısırlı Prens Said Halim Paşanın, Abbas Hilmi Paşa ile olan ve Mısır Hanedan âzası

arasında gizli açık ilk günden beri devam eden rekabet ve çekememezlikler dolayısiyle bir

Page 66: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

hâdise çıkmaması için bu tâyin, münasib şekilde iptal edilmişti. Cemal Paşa -ki, iki Cemal

Paşa vardır: Birincisi Büyük Cemal Paşa olan Bahriye Nâzırı ve Dördüncü Ordu

Kumandanı Ahmed Cemal Paşa, diğeri «Küçük» veya Mersinli lâkabı ile anılan Cemal

Paşadır, mağrur, şekilperest, biraz da haşin ve aşırı sert bir kumandandı. Siyasî ve manevî

sahada hataları olduğu söylenebilir. Müfrit merkeziyetçi idi. Osmanlı devletinin o

karmakarışık unsurları içinde, vahdetin muhafaza edileceğine samimiyetle kani idi. Şam'a

gelmesini takib eden günler içinde, bir çok defa kendisine, Suriye, Hicaz, Necid, Filistin,

Lübnan, Yemen ve kısacası bütün Arab ülkelerinin kaynaşmakta olduğunu, Süveyş üzerine

yapılacak bir hareketin artık «Baskın» dan ileri gidemiyeceğini, çünkü Mısır'ın hemen

hemen her tarafına yerleştirilmiş mutemed ajanlarımızdan gelen haberlerin. Süveyş

kıyılarına Yeni Zelanda, Hindistan, Avustralya ve hattâ bizzat Đngiltereden taze ve mühim

kuvvetler sevkedildiğini, ağır cantaki Đngiliz harb gemilerinin Kartal'a yerleştirildiklerini

ve Mısır'da, bilhassa gençlik arasında ne kadar tesirli propaganda yapmış olsak da, Mısır'ın

tam manasıyla diktatörü haline gelmiş olan Sör Con Maksvel'in bir iç ayaklanma

ihtimaline karşı bütün tedbirleri almış bulunduğunu izah ettim.»

YOKSULLUKLAR ĐÇĐ�DE SÜVEYŞ'E TAARRUZ:

Eşref Bey hatıratına şöyle devam eder: «— Cemal Paşa ile aramızda daha ilk günde esaslı

fikir ayrılıkları belirmişti. Paşa, çöl'e hemen hemen ilk defa geliyordu. Çok kısa sürmüş

olan Bağdad valiliğinde tanıdığını zannettiği iklimin burası ile alâkası yoktu. Kum deryası

içinde yapılacak bir seferin başarısızlığı halinde, Đslâm âlemi içinde yaratacağı nevmîdiyi

kendisine anlattım, Teşkilât-ı Mahsusanın Mısır ve çevresinde telkin ettiği manevî

fikirlerin ve kurtuluş hareketlerinin uzun vadeli olduğunu, bir Türk bozgununun tevlid

edeceği zararın maddî olmaktan fazla, kudsîliğine inandırılmış fikirlerin iflâsı olabileceğini

söyledim. Cemal Paşa, bütün bu noktalarda benimle aynı düşündüğünü teyit etti, fakat

Süveyş üzerine bir inişin «şart» olduğunu, hattâ kendisinin bunun için geldiği cevabını

verdi. Bu cevabın tarih huzurundaki değerini ve nasıl bir mazeret olacağını münakaşa

edecek değilim. Söyliyeceğim şudur ki, Cemal Paşa, vazife gördüğü müddet içinde devlet

otoritesinin devamını zaferlerde aradı, bu zaferlerin de ancak tam bir disiplin hayatı içinde

temin edileceğine samimiyetine kani idi. Arab ayrılış hareketlerini bu, inancı dolâyısiyledir

Page 67: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

ki, şiddetle bastırma yolunu tuttu. Müsamaha tanımadı. Halbuki bütün bu hava ve

mesnedlerin yaratılış ve olusu, bizden çok eski idi. Cizvit müesseseleri, Đngiliz

propagandası ve altınları, menfaatini her duygunun üzerinde tutmıya alışmış bu diyarda,

yapacağını zaten yapmıştı. Geriye, daha iyi hâtıralarla ayrılmak kalıyordu. Maalesef onu da

yapamadık.

BĐR MEKTUP VE BĐR HAKĐKAT

Mısır'ın «Đkinci Fethi» adını alan «Kanal Seferi» kimin eseri idi? Harbden sonraki

vesikalar ve tetkikler, iki ayrı mes'ul göstermektedir: Teşkilât-ı Mahsusa ve şahsen Eşref

Bey... Mareşal Falkenhayn ve şahsen Cemal Paşa...

Klişesi karşı sahifede olan ve Kudüs'teki ordu karargâhının bulunduğu Grand �ew

Hotel'den Cemal Paşanın Eşref Beye gönderdiği bir mektub, bu sualin cevabını,, tarihin

huzuruna en sarih şekilde ortaya koymaktadır. Cemal Paşanın el yazısı ile göndermiş

olduğu bu mektubu okuyalım:

«— Benim kahraman Eşrefim;

Raif Hüsnü Beyle (1) gönderdiğin mektubu aldım. �oksanlarımızın ikmali için vaktiyle

Şam'a yetişemediğime müteessif oktum. Duçar olduğunuzu beyan ettiğiniz bazı nahoş

muamelât canımı sıktı ise de her halde böyle şeylere aldırış etmemenizi ve elde

edeceğimiz azîm muvaffakiyetin vâadettiği hazz-ı nâ mütenahi-i vicdanî karşısında her

türlü muamelâtın hoş görülmesi lâzım gelecegini unutmamanızı suret-i mahsusada rica

ederim. Maiyetinizde bulunan ve mavzer ve martini ile müsellâh yüz elli neferlik

kuvvetle kanal'a gayrı melhuz ve zayıf noktalarından tecavüz etmek hakkındaki fikrinizi

tasvib ederim. Fakat bu babdaki umumî tecavüz emrini bilâhare vereceğim. �eşet Bey

kumandasında teşekkül etmiş olan yüz elli neferlik Trablus-Garb'li gönüllü

müfrezesinin kumandanız altına gönderilmesini emrettim. Bunlar da iltihak edince her

halde kendinizi...»

(1) Raif Hüsnü Bey, Teşkilât-ı Mahsusa'mn Hukuk Müşaviri idi. Eşref Beyin çok itimad

ettiği bir zattı. Eşref Bey, hatıratında bu değerli hukukçudan sitayişle bahseder.

Cemal Paşanm bu el yazılı mektubu şu cümlelerle devam ediyor:

Page 68: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— ... Kanal'ı geçmek üzere taarruz-u ciddî icrasına tevessül ettikten sonra maiyetinizde

bulunanların kâffe-siyle beraber ya kamilen ölmek veyahut kanalın öte tarafına mutlaka

geçmek mecburiyetinde olduğunuzu maiyetinizdekilere güzelce anlatınız. Süngüleriniz

bir kerre ingiliz bağrına teveccüh etti mi, mutlaka geri çekilmemeli ve kanal mutlaka

geçilmelidir. Kanal'ı geçtikten sonra artık başka bir şeyle meşgul olmıyarak doğruca

Zekayik istikametinde yürüyeceksiniz. Bütün Mısır dahilinde dehşet saçmak, Mısırlıları

cebren Đngilizler aleyhine ayaklandırmak vazifeniz icabmdandır. Zekayik önündeki

büyük köprüyü tahrib ettik mi yolumuz açılır. Suret-i mahsusada gözlerini öperim

kahraman Eşrefim.

28 Kânunuevvel 330 (914)

Kudüsten: Dördüncü Ordu Kumandanı ve

Bahriye �azırı Ahmet Cemal

�eticeler malûm...

Eşref Bey, Teşkilât-ı Mahsusa'nın gönüllü kıt'alanyla, daha Đngilizler Đsmailiye ve

Kanal'ın tekmil çevresinde hazırlık yapmadan anî baskınla netice almak, teşebbüs

başarısızlığa uğrarsa neticeyi gayr-ı mes'ul kuvvetlerin; ferdî hareketi olarak hükümetin

benimsememesi fikrinde idi. Hâdiseler de isbat etti ve bilhassa, Kolonel Didiş ve Sör Con

Maksvel'in vesikalarından da anlaşılacağı üzere, Eşref Beyin plânını hazırladığı zaman,

Süveyş üzerinde Đngiltere'nin hiçbir hazırlığı yoktu. Mısır'da ise, Hukuk Fakültesinin

başında olduğu Cami-ül Ezher talebelerinin isyanları başlamış, halkın hoşnudsuzluğu

en ağır devreye erişmiş, Mısır Đstiklâl Partisi Lideri Saad Zâlul Paşanın verdiği

teminatla bilhassa aşağı Mısır'da halkın millî bir ihtilâle iştiraki ümidleri son mertebeye

yükseltilmişti. Đttihad-ı Đslâm fikrinin manevî mürevviçleri, Mısır efkârı üzerinde kesif

propagandaya da girişmişlerdi. Đngiliz makamlarının Kanal macerasından sonra

topladığı silâhlar, henüz halkın elinde idi.

Bu fırsatların hiçbirinden faydalanamadı ve Đngilizler, yekûnu tam teşekküllü dört

tümeni bulan takviye kuvvetlerini Kanal çevresine yerleştirdikten sonra Cemal Paşanın

kifayetsiz kuvvetlerle taarruzu başladı. Eşref Bey hatıratında şöyle der:

Page 69: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Bütün felâketimiz, ÇÖL denen ve kendisine mahsus hayat nizamı içinde olan âlemin

hususiyetlerini dikkate almıyarak, masa başında kararlar üzerinde ısrardan vukua

gelmiştir. Hattâ Şerif Hüseyin ve oğullarının isyanının da bizi gafil avlamasının hakikî

sebebi budur. ÇÖL, nizam ve plâna ait birçok hususları, kendi engin bünyesinde eriten

apayrı bir varlıktır. Đngilizlerin muvaffakiyetinin asıl sebebi de, bu âlemin içine

girebilme azmini ve basiretini yarım asır evvelinden göstererek «MĐSYO�ER» veya

«MÜSTEŞRĐK» adı altında, şeklen çoğu ismini ve dinini değiştirmiş ajanlarla çöl'ü

fiilen işgal etmiş olmalarıdır. �e yazık ki, bu topraklarda bizler, asırlarca hükümran

devlet olarak bulunmamıza rağmen, göremediğimiz gerçeklerin kurbanı olduk...»

Đskenderun körfezi, düşman donanmasının devamlı tazyiki ve ateşi altında idi. Bize

malzeme getirecek yegâne yol da buradan geçiyordu. Bağdad yolunun bazı bölümleri,

henüz tamamlanmamıştı. Đskenderun sahil yolunun düşman donanması tarafından tahrib

edilmesi, memleket içinden yapılan sevkiyatın geliş mahallerine göre ordu taksimatının

yapılmasına sebep oldu. Teşkilât-ı Mahsusa kuvvetlerinin iaşesini de sekizinci kolorduya

bağladık. Erzakımız deve sırtında on beş konak ileride olan Mâandan geliyor. Her deveye

ancak 250 kilo yük yükletiliyor. On beş günlük mesafe içinde getiren bunun üç kilosunu

kendisi yiyor. Dönüş için de o kadar lâzım... Kaputsuzluktan askerler gündüzleri kırkın

üstünde, geceleri sıfırın; altında olan hararet farkının, Bahr-i Âhmer (Kızıldeniz) in

rutubetli ve berbat havasının tesiriyle geceleri nemli çölde titreşirler, gündüzleri ter

dökerler... Su yok, sebze yok, iskorpit başlamış, kumların ağızdan ister istemez mideye

dolmasından sancılar almış yürümüş... Gelen çuvalları köşelerden kol yeri ve ortasından

kafa geçecek yerler açarak kaput yerine askere giydirmiye başladım. Yoksulluk

memleketin içinde olduğundan daha feci şartlar altında cephelerde idi. Tarihlerimizin

kısaca «Mısır'ın ikinci fethi teşebbüsü» diye adlandırdıkları hareket, işte bu menfi şartlar

içinde başladı.»

Đ�GĐLĐZ KAY�AKLARI�I� A�LATTIKLARI:

Eşref Beyin notlarında böyle menfi şartlar altında başladığı kaydedilen Süveyş'e iniş veya

«Mısır'ın ikinci fethi» Türk hareketi için, Đngiliz kaynakları, Birinci Dünya Harbinin bitimi

Page 70: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

ile neşredilen «HARBĐN ĐNGĐLĐZ KAYNAKLARINA GÖRE ĐZAHI VE RESMÎ

VESĐKALAR» adlı eserin Mısır Seferleri bölümünde, o tarihte Osmanlı ülkesinde şiddetle

yürürlükte olan sansür dolayısiyle neşredilmemiş ve bizim için çok acı olan hakikatler

vardır. Đngilizler, Süveyş üzerine yapılacak bir askerî hareket için Teşkilât-ı Mahsusa'nın

yaptırdığı hazırlığı kat'iyyen farkedemediklerini itiraf ederek şöyle demektedirler:

BAZI SAYFALAR EKSĐK

MEHMED AKĐF, ŞEYH SALĐH ŞERĐF TU�USÎLERLE

HĐCAZ ve �ECĐD ÇÖLLERĐ�DE:

Benim verdiğim izahatın ortaya koyduğu acı gerçekleri, Başkumandan Enver Paşa kabul

etmiyor değil... Fakat, ah bu kör olası iktidarların izzet ve makam rekabetleri var ya, işte

Cemal Paşa ile aralarında ilk günden beri devam eden bu duygu ile, bana hak vermekle

beraber, Cemal Paşa, gaflet ve safdillik yolunda yine de serbest kalıyor... Enver Paşaya son

olarak şu teklifi yapıyorum:

«— Benim şahsî kanaatim, herşeyin daha kaybolmadığı merkezindedir. Şerif Hüseyin

Paşa, oğullarıyla beraber yakında isyan edecektir. Fırsat kollamaktadır. Bu ayaklanmanın

tarihini de, Đngiliz makamları tesbit edeceklerdir. Çünkü kendisi, Đngilterenin başlıyacağı

askerî harekâtın bir faslının muvaffakiyetle neticelenmesi vazifesiyle karşı karşıyadır.

Teşkilât-ı Mahsusanın dosyalarında, oğullarının harbin başlamasından çok evvel,

Mısır'daki Đngiliz selâhiyettar şahsiyetleriyle yaptıkları anlaşmalara dair inanılacak izahat

vardır. Benim için dâva, Mekke Emîri-nin isyanı sırasında, onun tesir ve nüfuzu dışında

kalabilecek mıntakaların şimdilik bîtaraflığını temin etmektir. Müsaade ederseniz, telkin ve

irşad bahsinde selâhiyet ve kıymetlerine bütün Đslâm âleminin itimad ettiği şahsiyetlerden

mütevazı bir heyet teşkil ederek Necid ve Hicaz mıntakalarına gitmek arzusundayım.

Onlar, telkinleriyle ve irşadlarıyla meşgul olurlarken, ben de, asıl vazifemin nasıl

başarılabileceğini tetkik etmiş olacağım. Çünkü Paşam, emin olunuz, bir gün gelecek siz

Page 71: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

de bana hak vereceksiniz ve bugünden tavsiye ettiğim tedbirleri alacaksınız, hattâ bunu

yine benden istiyeceksiniz amma, korkarım ki iş işten geçecektir.»

Başkumandan, kendisine hâs olan sükûn ve itidal içinde sözlerimi nihayete kadar dinledi.

Esas tavsiyem şu idi: Arabistana, büyük çapta, muntazam kuvvetler sevketmek büyük hatâ

oluyordu. Türk yavruları, gündüz cehennem sıcağı, gece rutubet ve soğuk nem tufanı

altında, kırk derece sühunet farkı gösteren bu alışamadıkları, alışamıyacakları iklimde boş

yere ölüyorlardı. Netice de millî haysiyeti kırıcı oluyordu. Halbuki, ÇÖL'ün ananesi,

ÇETE HARPLERĐ idi... Urban ve kabileler, zaten asırlardır Gazve dedikleri çatışmalar

içinde idiler. Yol yok, erzak, yok, mühimmat yok... Uçsuz bucaksız sahalarda, sadik

hecinsüvâr alaylar, tankların ve tayyarelerin bile başaramadıklarını muvaffakiyetle

yapabilirlerdi. Benim, daha 1915 de ısrarla teklif ettiğim bu tarz, şu atom devrinde bile,

ÇÖL savaşının temel anahtarıdır, Başkumandana, bir muamma olan Arab inançlarını,

kabile kavgalarını, Şeyhler ve Eşraf arasındaki rekabet kavgalarını kısaca izah ettim.

Meharetle idare edilen, basit menfaatlerin tatmini ile devam ettirilebilen bir idare tarzının,

bu engin kumluklarda sükûn ve asayişin temeli olabileceğini anlattım. Görüyordum ki,

Enver Paşa, Cemal Paşanın mes'uliyeti şahsen omuzlarına alarak yürüttüğü siyasetin tam

tersine olan benim yolumu -kalben benimsemiş olduğunu serahatle görmeme rağmen

açıkça tatbik edecek mevkide de değildir. Nitekim, benim bu izahlarımdan sonra, hiç de

daha evvelinden kararlı ve hattâ arzulu olmadığı halde, kalktı Dördüncü Ordu mıntıkasına,

yâni Arabistana gitti, cepheyi dolaştı ve hâdiseleri yerinde gördü. Cemal Paşa ile bu

tarihten sonraki karşılaşmalarimızdaki vaziyetinden anladım ki, Başkumandan beni haklı

bulmuştur ve Dördüncü Ordu kumandanını ikaz etmiştir. Ne yazık ki, hâdiselerin seyri

esaslı değişiklik göstermedi. Ben, Đstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif ve Đslâm dünyasının en

muhterem simalarından Şeyh Salih Şerif Tunusî, Başkumandanlık yaveri kaymakam

Mümtaz Beylerle, Teşkilâtı Mahsusa kadrosundan seçtiğim güzide yirmi beş kişilik zabit

ve efraddan müteşekkil küçücük bir heyetle Đstanbuldan ayrıldığım zaman, Çanakkale

muharebeleri en şiddetli safhası içinde idi. Kalblerimizde Ana Yurdun istikbâli endişesi ile

Şam'a vardığımızda, mutemed adamlarımızdan, Mekke Şerifinin mel'anetini icra için

durmadan hazırlandığını ve zehirli havanın bütün Arab ülkesini kaplamakta olduğunu

gördüm. Kararım, evvelâ Hicaz-ı dolaşmak, oradan Đbn-i Reşît ve Đbn-i Suud'a,

Arabistanın bu en kudretli iki reisine, Hedayay-ı Seniyye ve selâm-ı se-lâmet eneâm-ı

Page 72: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Şâhâne ve mahzuziyet-i Hilâfetpenâhi (Padişah ve Halifenin hediyeleriyle selâmlarını)

takdim etmekti.

Cemal Paşa ile görüşmemizde, kendisinin bana kırgın olduğunu derhal anladım. Bir vatan

dâvasının telâkki tarzı üzerinde ayrılıkların şahsî iğbirarla vesile olamıyacağı kanaatiyle,

son aldığım malûmatı arzettim. Bir müddet düşündü, sonra dedi ki:

«— Ben bunlardan, Kur'an, namus, şeref sözü aldım. Ortada, bu ahidlerini ihlâl edecek bir

halleri de gözükmüyor. Hakikat bu iken şu nâzik vaziyette, kendilerini dilgîr ve tedirgin

edemem. Fakat bütün ihtiyat tedbirleri de alınmıştır. Buna da emin olunuz...»

Paşanın emriyle kafilemiz, tahsis edilen hususî vagonlarla Medineye gelmiş,

konakladığımız Dârüs-sürûr'un iki yüz metre ilerisinde Mekke Şerifi Hüseyin Paşa'nın

oğullarının ikametgâhlarına yaklaşmamak emnivet tedbirlerini almamıza rağmen. Şerif

Zadeler, etraftan topladıkları Bedevilerle aleyhimize tezahürata kalkışmışlardı.

Hazırlıklarının asıl gayesini bilmemin ve hükümeti, bilhassa Başkumandanı devamlı ikaz

etmemin bir hiddet ve kin tezahürü olan bu basitçe komployu hemen durdurmuş ve

yanımdaki tecrübeli, cesur, yiğit arkadaşlarımla lâyıkı gibi mukabelede bulunmuştum.

FĐT�E, BĐR GECE ĐÇĐ�DE SÖ�EBĐLĐRDĐ:

Heyetimizin Hicazdan bir ân evvel ayrılıp Necid'e kendi mıntıkası dışına çıkmasını isteven

Cemal Paşa, benden. Şerifin okullarına nezaket ziyareti yapmamı ısrarla rica etmişti.

Medine muhafızı Basri Paşa da bu arzını teyit etti. Bu merd ve vatanperver kumandanla

hâdiseleri başbaşa görüştük. O da, Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın isyana hazırlandığı

kanaatinde idi. Medinede Gördüklerim ve Mekkedeki emin adamlarımızdan aldığım

haberleri, ben orada iken, mutemed bir «saî» vasıtasiyle Mısır'daki Teşkilâtımıza mensub

ki, bu zat daha sonra Mısır'da Başvekillik makamına kadar yükselmiş, tanınmış bir

şahsiyettir ..- bir istiklâlciden aldığımız haber, Đngilizlerin Şerif üzerindeki tazyiklerini ve

tahriklerini arttırdığını, Kahirede cereyan eden müzakerelerin tam bir anlaşma ile

neticelendiğini bildiriyordu.

Page 73: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Mısır'dan aldığımız bu mevsuk haberler üzerine, Başkumandanlığın zatî şifresi ile Enver

Paşaya ve arkadaşlarımdan Necid yolunda bir ân ayrılıp Cemal Paşaya şahsen son

müracaatımı yaptım. Bir de teklifde bulundum, dedim ki:

«— Paşam... Bu adam bizim en nâzik zamanımızda isyan edecek, ordumuzu kahbece

arkadan vuracaktır. On sekiz senedir, hayatımın büyük kısmı bu çöllerde geçti. Hâdiseleri

ve hakikatleri bilebildiğimi iddia edebilirim. Üstelik, senelerdir ifa ettiğim vazifenin

verdiği bilgiler ve neticeleri mümkün mertebe doğru istihraca yarıyan melekem var. Şu son

seyahatimde kanaatlerim büsbütün kuvvet buldu. Müsaade ediniz: Elimdeki küçük kuvvet,

baskınlarda ve çete harbi erinde öyle bir tecrübe ve kudrete şahittir ki. Mekke şerifinin iki

oğlu Faysal ve Ali'yi, oldukları verde kıstırırım, hiç bir hâdiseye meydan vermeden hazır

tutulan kanalı bir vagona yerleştirerek meselâ Adana'ya aldırtırım. Tensib edilecek yerde

huzur ve rahat içinde, harbin neticesine kadar mecburî ikamete tâbi tutulurlar. Şerif

Hüseyin de. Padişahımızın iradesiyle azledilir, yerine mutemed ve devlete hain olmıyan bir

zat getirilir. Emin olunuz, fitne bir ânda bertaraf edilmiş olur. Bu cesaretli hamle, daima

kuvvete boyun eğme ananesine şahin olan urban ve bedevîler içerisinde istediğimiz itaat

havasını yaratır. Simdi, durmadan Medinedeki kuvvetlerimizi takviye ediyoruz. Buna

ihtiyaç da kalmaz. Ben de, ingilizlerle arasının açılması her zaman mümkün olan îbn-î

Suud'un, îbn-i Reşitle olan ihtilâfını halletmeyi, üzerime alırım. O zaman, Suriyenin taşkın

ve müfrit infiradcıları kalır ki, bunlar da, Arabistandaki bu vahdeti asla bozamazlar. Fakat

asıl çıbanın başı, cesaretli bir çıkış ve tedbirle ezilmelidir. Mes'uliyeti şahsen üzerime

alırım. Muvaffak olamazsam, gayri mes'ul ve ferdî bir hâdise hüviyeti vermek için emin

olunuz, hemen intihar ederim. Bunu rahatça yapabileceğimi zannederim bilirsiniz.

Bilivorum ki, bu mevzu üzerinde sizinle ilk ândan beri ihtilâf halindeyiz. Şahsınıza olan

hürmetimi bilmem tevide lüzum var mı? Fakat, kanaatlerime de hayatım pahasına riayetkar

olduğum malûmunuzdur. Emin olunuz, bu mevzuu zatıâ-linizle bir daha görüsmiyeceğim

ve muvafakat etmezseniz yarın buradan ayrılıp beni bekliyen arkadaşlarıma mülâki olarak

Đbn-i Resid ve Đbn-i Suud'un yanına gideceğim, hediye ve selâm-ı şâhânevi iblağ ederek,

hiç olmazsa onların isyan ve ihanetine mâni olmaya çalışacağım. Oradan da îstanbula

geçeceğim. Şahsî kanaatlerim ve mes'uliyet duygum artık benim olup biteceklerini gün

gibi gördüğüm bu mevzu ile daha fazla meşgul olmaya müsaid değildir. Simdi sizden kat'î

kararınızı beklivorum. Bu kararı da, lütfen Basri Paşa vasıtasiyle tebliğ buyurursunuz.»

Page 74: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

ŞERĐF ALĐ HEYETĐMĐZĐ DAVET EDĐYOR:

Bu görüşmeden sonra, beni Darüs-Sürûr'da bekliyen arkadaşlarıma iltihak ettim. Aynı gün,

Medine muhafızı Basri Paşa ziyaretime geldi. Cemal Paşanın kararını bildirdi: Bu karar

menfi idi... öylece ki, Hicazda bir isyan çıkarsa, buna ancak benim faaliyetim ve hareketim

sebeb olabilirdi! Cemal Paşa, şahsımdan ve düşüncelerimden endişede olan Mekke

şerifinin fevrî bir hareketine sebebiyet vermemenin, memleketin içinde bulunduğu müşkil

şartların icabı olduğunu da ilâve ediyordu.

Artık, vaziyet aydınlanmıştı: Tarih, kimin mes'ul alacağım tâyin edecekti. O gün, yeis ve

keder içinde dahi, hadisatm beni tekzib etmesine dua ettiğimi çok iyi hatırlarım. Kâşki, ben

yanılmış olsaydım ve Anadolu yavruları, hırsla gözü dönmüş bir hainin iğfal ettiği din

kardeşlerinin arkalarından hançerlemelerine hedef olmasa idiler...

Aynı akşam, Şerifin iki oğlu Faysal ve Ali tarafından heyetimiz yemeğe davet edildi.

Gitmemezlik edemezdik... Sahte bir iltifatın ve tumturaklı sözlerin yumuşatmak istediği bir

kaç saat içinde, hiç bir ciddî mevzua dokunmamıya gayret ettim. Yemeğin sonuna doğru,

Şerifin en çok sevdiği ve bu işlerde elebaşı rolü oynıyan oğlu Ali (Son Kral) benden hediye

olacak bir silâh istedi. Garbî Trakya Hükümetini kurduğumuz zaman, ganimetlerden

Meclis-i Mebusan ve Âyan kararı ile bize ihdâ edilen Bulgar maniherlermden bir tane

verdim. Gönderdiği teşekkür mektubunun aslı bu hâtıraların içindedir.

Serîf Zadelere, bizî davet etmelerinin, Basrî Paşa delaletiyle Cemal Paşa tarafından telkin

edilmiş olduğu anlaşılıyordu. Artık, burada yapılacak hiç bir memleket hizmeti kalmamıştı.

Ertesi sabah Necid'in kızgın çöllerine dalarak, Đbn-i Resid ve Đbn-i Suud'u böyle bir ihanet

hareketinden elimizden geldiği kadar alıkoymanın vazifeline koşacaktık. Hem de muvaffak

olacaktık... Üstelik, heyetimizde olan şair Mehmet Akif, Türk edebiyatına «Safahat» ın en

güzel safhalarından birisini kazandıracaktı.

Kendisine veda ettiğim sırada, bugün hâtırasını minnetle andığım kahraman asker ve

dirayetli kumandan Basri Paşaya dedim ki:

«— Paşam... Emin olunuz bu mel'un yakında isyan edecektir. Đğfallerine devam ederek

Cemal Paşadan silâh ve malzeme alabilir. Buna, elinizden geldiği kadar mâni olmıya

Page 75: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

çalışınız. Çünkü bu silâhlarımız, en buhranlı günlerde bizlerin göğsüne karşı

kullanılacaktır.»

Cemal Paşa hatıratında, Faysal'ın benim hareketimden sonra ısrarla istediği 1500 mavzerle

lüzumlu malzeme ve parayı, son ânda vâki bir hâdise dolayısıyle vermekten vazgeçtiğini

kaydetmektedir. Bu ksrşı koyma Basri Paşadan gelmiştir. Basri Paşa eğer Faysala istediği

silâh ve malzeme verilecek olursa, istifa edeceğini ve bunun avakibinin manevî

mesuliyetini alamıyacağını cesaretle söylemiş, Medine müdafii Fahri Paşa da kendisini

teyit etmiş ve Faysal, bu silâh, malzeme ve cephaneyi alamayınca. Đngiltereden aldığı

muazzam yekûnlar tutan altınlara ilâveten istediği silâh ve malzemevi de temin ederek

ayaklanmıştır. Zaten Đngilizler için mühim olan kendilerinden bu silâhların Hicaz âsilerine

intikal etmemesi değildi: Bizim aslında pek mütevazı ve yetersiz olan silâhlarımızdan bir

kısmının böylelikle elimizden çıkması idî. Hain, bu son ihanet safhasında muvaffak

olamadı.

ACI HAKĐKAT: HĐCAZ ŞERĐFĐ ĐSYA�I BAŞLIYOR!

Ibn-i Reşit ve Đbn-i Suud nezidlerindeki sefaret ve irşad vazifemizi, 108 günde

tamamlıyarak, yanımda memleketin iki mübarek din ve edebiyat şöhreti, Şeyh Salih Şerif

Tunusî ve şair Mehmet Akif, heyetimizle Đstanbula döndüğümüz gün, hâdisat, ne yazık ki -

evet, hâlâ ne yazık ki diyorum...- bana hak verdi: Hicaz'da isyan başlamıştı. Zamanlardır

gizli ve sinsi hazırlanan Mekke Şerifi Hüseyin, oğullarıyla birlikte asırlarca nimetini

yediği, hürmet ve riayet gördüğü vatanına-ki, o vatan Osmanlı Türk saltanatı idi...- en

nâzik ve buhranlı gününde baş kaldırmış, ordumuzu arkadan vurmıya başlamıştı. Sina ve

Filistin cephelerinde ingiliz taarruzu ihanetin gölgesinde gelişiyordu.

ÇÖL'DE, MEVLEVĐ GÖ�ÜLLÜ ALAYI

Yukarıdaki klişeye lütfen dikkat ediniz: Bu pek net olmıyan resim, Birinci Dünya

Harbinde, Teşkilât-ı Mahsusa'nm mânevi varlıklardan faydalanmak için nasıl

çırpındığının tipik hâtıralarından birisidir: Resimdekiler, Mevlevi Tarikatine mensub

Page 76: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

dedelerdir: önlerinde neyleri, kudumları ile, Türk musikisinin o en mutena ve ruhu

vecde getiren nağmeleri içinde âyine mi gidiyorlar?

Hayır!.. Kızgın çöllerde harbe!.. Hem de, bu çöl'lerin sakinleri olan din kardeşlerimizi,

devletimizin aleyhine bir isyanı önlemenin telkinlerini yapmıya...

O zamanki tabiriyle «Mücahidin-i Mevleviye alayı» veya «Mücahidin-i Kadiriyye

Taburu» veya «Mücahid-i �akşiyye Kıt'aları» nın teşkili ile, on dört cephede savaşan

ordunun maneviyatını yüksek tutmak, kendi tarikatlerinin âlem ve işaretleri içinde

cephenin ön saflarından, ücra köy köşelerine kadar dağılan bu «din kadrosu» nun

harbin kudsiyeti ve Halife'nin ilân ettiği Cihad-ı Mukad des'in mânasını izah hareketi,

Teşkilât-ı Mahsusa'nın «Đttihad-ı îslâm = Dünya Müslümanlarının bir ülküde

birleşmesi» hareketinin fiilî tezahürü idi: Padişah Beşinci Sultan Mehmet Reşad, şahsen

Mevlevi idi. Hattâ, Sultan Hamid taraftarları, kendisinin dünya işleriyle alâkadar

olmadığını ve Enver Paşanın nüfuzu altında olduğunu mi¬zah yoluyla ifade için,

Padişahın Çanakkale zaferi dolayısiyle yazdığı:

Savlet etmişti Çanakkalaya bahr-ü berden

Ehl-i îslâmm iki hasm-ı kavîsi birden

şiirini, şu kıt'a ile «tahmis» etmişlerdi:

Haberim yoktu olub bitmiş olan işlerden,

Mesneviler okuyordum oturup ezberden

Bir de baktım ki haber geldi bizim Enverden

Savlet etmişti Çanakkalaya bahr-ü berden

Ehl-i îslâmm iki hasm-ı kavîsi birden...

Sultan Reşad'a, başta Mevleviler olarak tarikat ehillerinin harbe, kendilerine mahsus

kisvelerle iştirak edecekleri haber verildiği zaman o kadar memnun olmuştu ki, Enver

Paşayı huzuruna kabul etmiş, izahat almıştı. Daha sonra, Mücahidin-i Mevleviye

alayı'nın kumandanı olan Veled Çelebi Efendiyi ve Muavini Yenikapr Mevlevihanesi

Şeyhi Abdülbakî Efendiyi davet etmiş, kendisi de Mevlevi tarikatının sadık ve bu mevzu

üzerinde bilgili hadimi olarak, ceb-i hümâyundan ihsanda bulunmuş, sıkıntı

Page 77: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

çekmemeleri için Başkumandan sıfatiyle, vekili olan Enver Paşaya hususî irade-i

şahanesini tebliğ ettirmişti. Lütfi Simavî Bey merhum, bu hâdiseyi şöyle anlatır:

«— Şevketmeâb bana, Tarikat mensuplarının harbe hususî üniformaları ile ve müstakil

alaylar halinde iştirakleri hakkında ne düşündüğümü sordular. Daha evvelden, bu

mevzu üzerindeki hazırlıkları biliyordum. Başkumandanlığın şahıs ve makamına bağlı,

ve adetâ devlet içinde devlet olan Teşkilât-ı Mahsusa'nın böyle bir tedbire tevessül

ettiğini duymuştum. Bence bu tedbir, fiilî olmaktan fazla manevî tesir yapabilirdi. Bizzat

Şevketmeâb Efendimiz de, Mevlevi tarikatının sadık ve fedakâr bir hâdimi idiler. Veled

Çelebi Efendiyi, Abdülhalim Çelebi Efendiyi bir kaç defa, hususî davetlerle şerefmüsûle

lâ¬yık görmüşlerdi. Suallerine cevab olarak:

«— Efendimiz... Ehl-i tslâm, umumiyetle tasavvuf ve ibadet-i şer-i şerif üzere izah ve

itmam eden tarikat mensublarıdır. Onların, âlem-i Đslâmın Halifesi olan zat-ı

akdeslerinin ilân buyurdukları cihad-ı mukaddes fetvasına tebaiyyet etmeleri tabiîdir.

Bizim teşkil edeceğimiz Tarikat alaylarının bütün Đslâm dünyası üzerinde mânevi

tesirleri olacağına kaniim.»

Cevabım mahzuziyet-i şahanelerini mucib oldu. Samimiyetle: «— Đnşaallah..» dedi.»

Cemal Paşa da hatıratında, kendisini karargâhında ziyaret etmiş olan Mevlevî Gönüllü

alayı kumandanı Veled Çelebi Efendinin, harbin nihayetine kadar, maiyetindeki tarikat

ehli ile ve bir çok zahmetlere katlanarak, Arap Halkını tenvir ve irşat ettiğini ve mukabil

propagandaya karşı muvaffakiyetli bir cephe kurduklarını şükranla kaydeder.

�eyimiz var, neyimiz yoksa ortaya koymuştuk... Fakat bu mevcudlar, artık devrini

tamamlamış büyük bir imparatorluğu ayakta tutacak kudrette değildi. Karşı tarafta

birleşmiş olanlar, bu zaafımızı iyi biliyorlardı: Hindistan'da yaşıyan yüz milyona yakın

Müslümanın en aşağı dörtte biri Mevlevî idi.. Fakat bunlar arasında, Çanakkale'de,

Đngilizlerle birlikte Mehmetçiğe karşı dövüşenler vardı.. O Mehmetçik ki, adı ve sanıyla,

mukarr-ı hilâfet-i uzmâ ve fahr-ü devlet-i dîn olan Đstanbul'u müdafaa ediyordu.

ÇÖL'ün kızgın kumlarında, hakikati anlatabilmek için senelerini harcıyanlar, elbette bu

acı neticeyi önlemek için himmet ettiler ve tarihin ağır hükmü, onlar için değil, asırlarca

nimetini gördükleri, en rahat ve huzurlu hayatı yaşadıkları Türklüğe, en buhranlı

gününde arkadan saldıranlar içindir...

Page 78: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Enver Paşa çok müteessirdi. Ona da sitemde haklı idim. Bu ahlâk ve vicdan vazifemi,

şahsına çok hürmet ettiğim ve faziletlerine inandığım Başkumandanın önünde de tam bir

rahatlık ve cesaretle yerine getirdiğime tarihi işhad ederim. Beni, mutlak bir sükûnla

dinledi. Bana Basri Paşa'dan şahsına mahsus olarak aldığı yakın tarihli bir mektubu okudu.

Bu mektubunda Basri Paşa, kendisine tanıttığım Benî Oof kabilesinin meşayihinden iki

zatın isyan hareketine dair verdiği haberleri bildiriyor ve benimle olan son konuşmasını ve

ikazlarımı hülâsa ediyordu.

Gelen haberler çok feci idi: Şerif Hüseyin Paşanın oğullarının kaçış şekli, Cemal Paşa için

bir izzeti nefis yarası olmıya değerdi... Đki Şerif Zade, Kanal üzerine diye Medineden

ayrılmışlar, seksen kilometre ilerideki Cüdeyde Boğazında babalarının Đngiliz altını ile

derleyip toparladığı Bedevilere ve Mekkeli kuvvetlere iltihak edivermişlerdi. Şerifin

neşrettiği beyanname ise, Cemal Paşanın şahsına ağır hücumlarla dolu idi... Aliyye divan-ı

harbinin idama mahkûm ettiği Suriyeli ayrılış hareketleri ileri gelenlerinin akibetinden

Cemal Paşa şahsen mes'ul gösteriliyordu. Şerif Hüseyin, ayaklanmanın ne hilâfet

makamına, ne devlet-i Osmaniyeye karşı olmadığını tasrih ediyor, sadece ve münhasıran

Đttihad ve Terakki (komitesi) ne karşı meşru müdafaada olduğunu bildiriyor ve bu

«komite» nin erkânının ahidlerini nakzettiğini ileri sürüyordu. Beyannamede, Cemal

Paşanın bana defalarca:

«Kur'ana, dinlerine, şereflerine yemin ettiler. Hânis olurlarsa dünyanın en denî insanları

olarak ilânlarını istediler. Bunu vesikalarla tevsik ettiler...» vaadlerinden hiç

bahsetmiyordu!

Đsyan, Mısır'dan Teşkilât-ı Mahsusaya gelen haberlerin bildirdiği günde ve Avf kabilesi

meşâyihinin bizzat bana söylediği mahalde ve tarihte başlamıştı, Basri Paşaya da aynı

haberler teyit edilmişti. Bunun neresi sürprizdi? Evet... Galibiyet de, mağlûbiyet de harbin

cilvelerindendi. Elbette bir taraf yenilecek, bir taraf yenecekti. Fakat, böylecesine gaflete

kapılıp aldanmak çok ağırdı: Arab çöllerinin acısını değil, orada, bakımsızlıktan,

iskorpitten dişleri dökülerek, kızgın çöllerde binbir meşakkat ve istirab içinde ölüme

sürüklenmiş on binlerce Türk'ün acısını ve hicranını duymamak mümkün mü idi? Cemal

Paşa hatıratında, Anadolunun millî vahdetinin memleketi kurtaracağından ümidle

bahseder... Berlin'de, mütarekenin ilk yılında basılan bu hâtıralar şüphesiz ki bir

müdafaadır. Fakat bu hâtıralarda gönül isterdi ki, bütün Türk Ordusu ricalinin bir çöl

Page 79: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

emîrine -ne kadar bed ahlâk sahibi, ikiyüzlü, yalancı, menfaatperest, nankör ve bu yolda

meharet sahibi olursa olsun...-bütün Türk makamlarının bir çöl adamına aklanmış

olmasının mukadder akibet olmadığına dair serahat olsun... Beşerî hisler, selâhiyet

sahiplerini kendilerini tarihin hükmünde, ağır mes'uliyetlerin ve gafletlerin sahibi olarak

görmesine mâni ise de, bu gafleti bütün bir kadronun müşterek vebali sayılmasına yol

açmak, kimsenin hakkı da değildir.

SUKUTLAR BĐRBĐRĐ�Đ TAKĐB EDĐYORDU:

Medine, sadece bir avuç piyadenin müdafaasında, idi. Basri Paşaya yardımcı kuvvetle

gönderilen Fahri Paşa, kiyasetti bir kararla şehrin mukaddes mahallerini çevresine alan bir

müdafaa hattı kurdu. Peygamberimizin, üzerlerine gelen Müşriklere -ki, bu gelenler de,

intisab iddialarına rağmen Đslâmiyet dâvasına ve Đttihad-ı Đslâm hareketine o zamanın

müşrikleri kadar fenalık yapmışlardır..;- karşı mukaddes beldeyi nasıl hendeklerle

çevirerek müdafaa etmişse, Fahri Paşa da, elindeki askerî kuvveti şehri çepeçevre savunan

seyyar ordugâh hâline koydu. Fakat, çok şerefli bir müdafaadan sonra, maalesef teslim

olmaya mahkûmdu. Çünkü, sabit ordular ve kuvvetlerin çöl'de amelî hiç bir devamlı zaferi

olamazdı. Üzerine bastığınız toprağın bile yerinde kalmadığı ülkelerde, mevzî harblerinin

ancak, iaşesi ve ihtiyaç tekmilleri kendi içinden temin edilebilecek çaptaki «ünite» lerde

değer taşırdı. Arab ülkesinde ise böyle şehirler neredeydi?

Mekke'de sukut daha anî oldu: Mekke'de, şehir içi sayılan ve etrafı tepeciklerle çevrili,

müdafaaya hiç elverişli olmayan kışlamız, bir gün evvele kadar -hiç bir şeyden habersiz,

berdevam sarılıyor ve Derviş Bey (Rahmetli Derviş Paşa) kısa bir müdafaadan sonra teslim

olmıya mecbur kalıyor. Uğruna asırlardır oluk gibi kan döktüğümüz Müslümanlığın

manevî merkezinde, bir ihanetin Türklüğe reva gördüğü muamele de çok acı oluyor. Fakat

ne kadar ibret vericidir ki, bu ihaneti yapanların hiç birisini Allah af-fetmemiştir: Ya hasis

ve hırsla yuğurulmuş emellerine kavuşamadan bitkin ve ümidsiz Öldüler, yahut kendi öz

ırklarının ayaklanmasiyle kılıç darbeleri altında can verip parçalandılar, yahut

beklenilmedik «kaza» lara kurban oldular... Şerifin asî sülâlesi içinde, izzet ve ikbâl ile,

hürmet görerek ve arkasından göz yaşı dökülerek hiç biri yatağında rahat ölmedi.

Page 80: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Cidde'de Hüseyin Hüsnü Bey (Rahmetli General Hüseyin Hüsnü Kılkış) Đngiliz toplarına

ve âsîlerin tazyikine elinden gelen mukavemeti gösterdikten sonra Galib Paşa için de

(rahmetli General Galib Yener) ayni akibet gelip çatıyor... Böylelikle sukutlar, teslimler

birbirini kovalıyor ve bu teslim olan din kardeşlerine, Şerifin nankör idaresi, insanlıkla asla

alâkası olmıyan fena muamelelerde bulunuyor. Öyle ki, bazı yerlerde Đngilizler

müdahaleye mecbur kalıyorlar.

BAŞKUMA�DA�A VERĐLE� ĐTTĐHAM RAPORU:

Bütün bu hazin hâdiseleri öğrendikçe, haklı bir asabiyetin ve kırgınlık duygusunun içinde,

Başkumandan Enver Paşanın «Şahsına» bir rapor vermeyi, devam etmekte olan gafleti

mümkün olduğu kadar şahsiyat yapmadan tenkid etmeyi ve asla kaderi böyle olmaması

gereken vatanımın acı günlerine tahammül edememenin istirabı ile -samimî arzediyo-

rum...- ücra bir Afrika köşesine çekilmeyi tasarlamıştım. Çünkü bu olup bitenlerin çoğu,

Türk milleti için mukadder değildi. Başımıza gelenlerin büyük kısmı, gafletlerimizin,

hatalarımızın ve bu hatalarda ısrarların, şahsî rekabetlerin meyvesi idi. Ne oluyorsa da

bahtsız vatana ve masum millete oluyordu.

Evvelâ içimdeki hicranı, vatanperverlik ve mertlik duygularına adım kadar inandığım

Başkumandan Enver Paşaya hususî bir mektub-rapor halinde bildirmeye karar verdim. Hiç

bir zaman, ehl-i kalem olmak iddiasında da değildim ve değilim. Hayatı, on altısından

itibaren çeşitli maceralar içinde geçmiş, daha Harbiyede talebe iken hürriyet ve hak

hareketlerine katılmış, sürülmüş, kovalanmış, ortaçağ zulmü olan tomruklara vurulmuş,

zindanlara atılmış, yaşaması doğuca lutf-u rabbani olan ve taşıdığı rütbe ve unvanları,

hizmetlerinin karşılığında hususî karar ve kanunlarla almış bir mücadeleciden edîbâne

beklemiye kimsenin hakkı da yoktur zannederim.

Benim Enver Paşaya gönderdiğim mektub, rahmetli hakkında yanlış bir kanaatin da belki

tashihine medar olacaktır: Evet... Enver, tam bir prensib adamı idi. Asla laubali değildi.

Hususî hayatı çok muntazamdı. Vazife sırasmda aşırı ciddî ve vakurdu. Fakat bazılarının

iddiası gibi, kendi fikirlerine aykırı görüşlere karşı da müsamahasız ve müstebit de değildi.

Bir suretini aşağıya aldığım mektubum -ki, Hayber'de Türk Çengine imkân veren hâdise de

Page 81: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

bu mektubdur...- sanırım ki, bilhassa bir ölüm-kalım içinde her Başkumandana

gönderilemez:

Enver Paşa Hazretlerine

Muhterem Paşam,

Burada arzedeceğim hakikatleri, hiç bir şahsî hisse bağlamıyacağınıza olan itimad ve hattâ

imân derecesindeki itikadımın verdiği cesaretle huzurunuza çıkarıyorum. Şifası

bulunamıyacağma kani olacak kadar bedbin ve mükedderim. Gerek şifahen, gerek tahriren

takdim ettiğim raporlar ve verdiğim izahat dikkate alınmadığı için, bugün Hicaz ve Suriye,

keşmekeş içindedir. Bu felâketli hâlin, kısa zamanda Arabistanın diğer mıntakalarına da

sirayet edeceğine asla şüphem yoktur.

Çünkü ilk ândanberi Arabistanda, ne hâkimiyetimizi, ne de muhabbetimizi devam ettirecek

bir siyaset takib edilememiştir. Bu meydanda askerî büyük hatâlar işlenmiştir. Hatalar,

şahsî olduğu zaman, bunun vebalinin hatâ eshabına icabında canıyla tediyesi suretiyle

tazmini mümkün olabilir. Fakat bu hatalar, mülk-ü milleti muzmahil ve perişan ettiği, nâ

hak yere evlâd-ı vatanın kanını döktürdüğü ve ülkeler kaybettirdiği zaman, vebalinin şahsî

mikyaslar içinde izahı mümkün olamaz. Arabistanm çöllerinde can veren Türk

yavrularının kanında böyle bir ukubetin hatâ ve gaflet payı vardır.

Teşkilât-ı Mahsusa, makamınıza bağlı olarak vazifesini bu hatâ ve gafletlerden Hükümet

ve Orduyu masun tutacak nisbet ve kudrette ifa etmiştir: Bendeniz, Hicaz'da devleti çok

müşkül vaziyete sokacak bir isyanın hazırlandığını hâdisenin patlak vermesinden asgarî bir

sene evvel ısrarla haber verdim. Makam-ı âlilerine takdim edilmiş ve anahtarı

Başkumandanlık makamında olan şifrelerle raporlar dosyalarda mevcuttur. Bunlardan bir

kısmının Dördüncü Ordu Kumandanlığına intikal ettirildiğini bizzat Cemal Paşa Hazretleri

bana ifade buyurmuşlardır. Bu suretle tatbik edilmesi şayanı tavsiye olan plânın mes'ul

zevat ve makamat indinde meçhul kalmış olması ihtimali varit değildir. Bu plân basitti,

fakat bize asgarî külfetle azamî menfaat ve huzur temin ediyordu. Muhterem Paşam... Zat-ı

âlinizin fiilî Başkumandanlığını yaptığı Trablus-Garb harbinde bizim kuvvetlerimiz

kimlerdi? Bunları nasıl temin etmiştik? Cok uzak mazi değildir: Kaç kere sizinle, yevmiye

iki kuruş gümüş akçaya, ayda üç gümüş Mecidiye yâni günümüzün parası ile bir Banknot

kâğıt liraya, yemesi, içmesi, yatması bu paranın içinde olan mücahitlerin toplanabilmiş

olmasını hayretle, fakat gözlerimiz yaşararak görmüş, bu basit ve mütevazi tediyelerin

Page 82: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

temin ettiği kuvvetlerin, ücretli askerler gibi değil, tam birer nizamî kuvvet mensubu gibi

şevkle muharebe etmelerinin maddî ve ruhî sebeplerini araştırmıştık. Trablus-Garb'de-

Đtalyanları, gemilerinin atış sahası dışına çıkmamaya mecbur ve mahkûm eden

muvaffakiyetlerimizin asıl sebebi, bu Arab mücahitlerinin safımızda bedenî ve kalbî rabıta

ile bize iltihakı değil mi idi? Çöllerde, muntazam ve muazzam, teçhizatı kolaylıkla

nakledilmez ağır hareketli kuvvetlerin netice almasının çok güç olduğunu, Đtalyanların her

şeye sahib kuvvetleri karşısında bizim seyyar müfrezeciklerimiz isbat etmemiş mi idi ve

eğer Balkan Harbi çıkmamış, biz, vatanın asıl felâketinin imdadına koşmamış olsaydık,

istirham ederim, söyleyiniz efendim, Đtalyanlar Trablus-Garb'i işgal edebilirler mi idi?

Müsbet tecrübelerden istifade, akim ve mantığın icabıdır: Hicaz'ın, Suriyenin, Necid'in,

teferruatta kalan farklarla, Trablus-Garb'den hiç farkı yoktu: Hicaz Şerifine ve o çevredeki

Bedevilere hiç bağlı olmıyan ve bilâkis anane ve Metlerce birbirinin zıddı bulunan Huteym

ve Şerarat ve emsali Bedevilerden 3- 5 bin kişi arası, Hecinlere sahib, seçkin bir seyyar

kuvvet, başlarına geçecek kudretli zabitlerin kumandasında mitralyöz takımları ve deve

üzerinde nakledilecek küçük dağ toplarıyla takviye edildi mi, bütün Hicaz ve Necid

çöllerine hâkimsiniz demektir... Bugünün teşkilâtı, bunu âmirdir. Yoksa, iklimine alışık

olmadığı, bulsa dahi sularını içtiği zaman hastalanması mukadder, üzerinde ağırlık

taşımıya mecbur, muhitin asırların tecrübesi ile teessüs etmiş hayat şartlarına yabancı Türk

piyadesinin Arab şibih-cezîresinde zafer kazanacağını umm|ak ve beklemek, Đstanbulun

masa başı erkânıharb kararlarının icabı idi. Hecinsüvâr, yâni, at yerine seçilmiş Hecin

develerine binen, elbise, çadır, yatak istemiyen, dinî ve ananevi rabıta ile her halde

Đngilizlerden pek çok bize bağlı olmaları akıl ve mantık icabı olan bu Bedevilerden, bizim

yerimize, yabancı bir din ve ırkın sâliki olan Đngilizler, aynen bu şekilde istifade etmişler,

aleyhimize ayaklandırmışlardır. Biz ise, Trablus-Garb'deki yakın misâle rağmen, aklın ve

hikmetin yolu yerine tors bir sistem ve tarz takib ederek onbinlerce yavrumuzun kanını

akıttık ve üstelik kendimizden bir parça olduğu hayâline kapıldığımız o toprakları da dahilî

ihanetler ve haricî ihtiraslar yüzünden kaybettik.

ESKĐ BĐR HÂTIRA:

Page 83: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Bu Bedevilerin her biner kişilik grubuna, çete harblerinde mahir ve hususî surette

yetiştirilmiş zabitler ve efraddan mürekkeb birer bölük miktarında Türk askerinin verilmesi

ve emrü kumandanın bunlarda olması tedbiri kâfi idi. Bir Bedevî hecin süvari, onbeş

günlük yiyeceğini devesinin heybelerinde taşıyabilir. Harb ilminin ancak iklim şartlarına,

tabiata, ora halkının yaşama icablarına göre tanzimi icap edeceği hakikatini hatırlatmaktan

teeddüb ederim. Fakat bu münasebetle eski bir hâtıramı arzedeyim: Devrinin en muktedir

kumandanlarından olduğu malûm olan Mahmut Muhtar Paşa Đzmir valisi iken, Almanya ve

Fransada ikmâl-i ihtisas etmiş olan Erkân-ı Harb Miralayı Selâhattin Beyi makamına davet

ediyor. Çakırcah'nın dağları tuttuğu ve muhit için bir beliyye olduğu günlerdeyiz. Đstanbul

şakinin derdesti için Mahmut Muhtar Paşayı durmadan tazyik ediyor. Vali Paşa, Erkân-ı

Harb Miralayı Selâhattin Beye diyor ki:

«— Beyefendi... Jandarmalarımız bu işi tek başlarına başaramayacakları anlaşılıyor.

Nizamî kuvvetlerimizden tefrik edilmiş müfrezelerin bu habisi derdest etmeleri için nasıl

bir tarzı hareketi tercih etmeleri fikrindesiniz?»

«— Đtimad buyurunuz Paşa Hazretleri.. Bu hususta hiç bir fikrim yoktur. Zât-ı Devletlerine

faydalı bir plân arzedebilme imkânına maalesef sahib değilim.»

Vali Mahmut Muhtar Paşa, Miralay Selâhattin Beyin bu cevabına hayret ediyor:

«— Neden efendim? Siz kıymetli bir erkân-ı harb miralayısınız. Bu da bir tenkil

hareketidir. Nasıl fikriniz bulunmaz?»

«— Efendim... Ben ne mekteb-i harbiyede, ne de erkân-ı harb devresinde ve Avrupadaki

ihtisas mesaim sırasında eşkiya takibine ait bir metod ve sistem üzerinde meşgul olmadım.

Bendeniz, karşımdaki düşmanla cephe harbi yaparım. Plânım muvaffak olursa zafer

kazanırım. Olmazsa, mümkün olduğu kadar az zayiatla ve muntazam şekilde ric'ate

çalışırım. Bu hususu da tesadüflere bırakmam. Taarruzumun muvaffakiyeti halinde de

nerelerde tutunabileceğimi bilirim. Fakat dağlarda çakal avı için nasıl bir plân tatbiki de,

çete harbi de, ayri ihtisas mevzuudur. Bu mevzuu selâhiyetle bilenler ve askerlik hayatında

bu sahayı ihtisas haline getirenler, hem hedefine vâsıl olur, hem de yollarda eşkiyahk

yapmaz, köylüye bâr olmaz, muntazam bir askerî kuvvetin takib ve ilha kolu halinde

hareket eder. Harekâtın yapıldığı sahada halk da kendilerine zahîr olur, devletin şerefi de

pâyimâl olmaz. Zatı devletlerine bu sahada bilgi ve ihtisas sahibi bir zabit arkadaşımı

takdime müsaade ediniz. Kendisi hâlen başka bir yerde vazifelidir, emrederseniz gelsin,

Page 84: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

takdim edeyim...» demiş ve Çakırcalı'nm takibine memur edilmiştim. Neticeyi de

biliyorsunuz...

Şimdi aziz paşam... Bu hakikatlere rağmen, neden hatada ısrar edilmiştir? Bunun vebalini

bu masum memleketin ve çöl sıcağında iki saat harb edemiyen, kumlar üzerine baygın

düşen, o iklimi hayatında görmemiş, bünyesi asla mütehammil olmıyan, fakat kendi şartları

içinde Çanakkale harikaları yaratan yavrularımızın, muntazam ordu nizamı karşısında

imişlercesine feda edilmesinin muhasebesini bir gün tarih elbette yapacaktır. Bu elemli

hakikat, yüreğimi yakmaktadır.

ĐHA�ET RÜZGÂRLARI

Teşkilât-ı Mahsusa'nın vazifelerinden birisi de, Osmanlı Đmparatorluğunu teşkil eden

çeşidli ırk ve din mensubu cemaatlerin ihanet'ini önlemekti.. Çünkü, bu ihanet

hazırlıklarının belirtileri, Đkinci Meşrutiyetten çok evvelinden başlamıştı: Rum, Ermeni,

Musevî gibi din ayrılıkları içindeki topluluklardan, din birliğinin şeklî mevcudiyetine

rağmen, Türk'den gayrı olanlar, Türk'e karşı ayaklanma hazırlığı içinde idiler. Teşkilât-

ı Mahsusa'nın, imparatorluğun içinde ve dışındaki teşkilâtı, bu hazırlığın vehametini

gösteren otantik vesikalarla doluydu.

«CĐHA� SAVAŞI�DA TÜRK HARBĐ» adlı üç cildlik mükemmel ve güzel eserin sahibi

olan Fransız tarihçisi Larşer, Osmanlı devletini en güç duruma sokan sebeblerin

başında, bu «iç unsurlar» ın ihanetini gösterir. Birbirinden nisbeten farklı olmakla

beraber, Türk milletinin bu hususta en talihsiz memleket olduğunu kaydederek der ki:

«— Müttefikimiz Đngiltere Cenub Afrikasmda cereyan etmiş o kanlı Boer harbine ve iki

kavmin arasında yerleşmiş olan kine rağmen, A�ZAK (Avustralya - Yeni Zelanda

kıt'aları) na iltihak etmiş Cenub Afrika gönüllülerinden bile yardım görmüştür. Bizim,

yabancı Lejyonlarımızda, sayısız Afrikalı Müslüman vardı. Hind Đslâmları, Đngiliz

saflarında sadıkane çalıştılar. Fakat Türkler, istisnasız bütün tebealarmdan, hattâ en

sessiz ve iddiasız gözüken Musevîlerden bile vefasızlık gördüler.»

Karşı sahifede gördüğümüz klişe, Filistin'de kurulması için Beynelmilel Yahudilik

hareketinin, On Dokuzuncu Yüz yılın başından beri çalışan Enternasyonal Siyonist

Page 85: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Komitesinin neşrettiği «Benî Đsrail ve Arz-ı Mev'ut» adlı propaganda albümünden bir

sahifedir: Davud, Ester'e, milletinin kurtuluşu sinirini taşıyan efsanevî asayı veriyor!..

Bu, kimin nereden kurtuluşu içindir? Osmanlı idaresinde Yahudiler, en geniş ırk ve din

hürriyetlerine sahip idiler. Đkinci Sultan Bayazıt zamanında, ispanya'da, Engizisyon

devrinin en feci ve ağır zulümlerine mâruz kalarak ve dünyanın hiçbir ülkesi kendilerini

kabul etmezken, Osmanlı Türklerinin âlicenab ve müsamahakâr lûtuflarıyla, hattâ

Đspanya'ya gönderilen gemilerimize binerek topraklarımıza iltica hakkı ve anane, din,

ırk, dil hürriyetleri içinde mutlak emniyetle yaşama imkânı tanınmış olan tsrail evlâtları,

kısa zamanda imparatorluğun iktisadî kaynaklarını ele geçirmişler, üstelik askerlik

hizmeti görmiyerek, yâni, kan vergisi de vermiyerek çoğalmışlar, o geniş ülkelerin her

tarafında yaşama ve yerleşme haklarını ırklarına hâs basiret ve zekâ ile kullanarak

bellibaşlı ticaret merkezlerinde kümelenmişler, imparatorluğun çöküş ve malî buhran

zamanlarında, devlete yüksek faizlerle para vermişler, Yeniçeri ve Sipahi isyanlarının

başlıca sebebleri arasına girmişler, Saray'a Valde Sultanlığa kadar yükselen Yahudi

güzelleri sokmuşlar, hattâ Sadrıâzamhk makamına erişmiş ve şeklen Müslüman olmuş

mensublarını devlet içine yerleştirmişlerdi. Bütün bu imkânlara mazhariyet içinde

olmalarına rağmen. Birinci Dünya Harbinde menfi hareketlere başvuran iç unsurlar

arasında, Teşkilât-ı Mahsusa Yahudi ayrılma hareketleriyle de mücadele etmiye mecbur

kalmıştı: Aliyye Divan-ı Harbinde mahkûm olanlar arasında Yahudiler de vardı.

Rahmetli general Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, Filistin cephesinin macerasını anlatan

ve harbin ikinci senesinde, Mısır'ın fethi, Đngilizlerin Sina cephesinde atılması ve

Filistin'in elde tutulması vazifesiyle kurulan YILDIRIM ORDULAR GRUBU na ait

mücadele ve hâdiseleri derliyen eserinde, Yahudilerin faaliyeti için şöyle der:

«— Ordu karargâhımız Kudüs'te iken bize en hararetli şekilde dostluk ve merbutiyet

tezahürleri gösteren Museviler, ric'atımız başlama emareleri görülünce sabotajlara

giriştiler. Elde ettiğimiz ve Ordu Merkezine kadar getirilmiş mukabil haber alma

teşkilâtımızın tesbit ettiği vesaik, bu bahiste bizi acı hayal sukutlarına uğrattı. Alman

Mareşali Falkenhayn bile bu vefasızlık ve ihanet karşısında hayretini saklamadı.

Yahudiliğin müfekkiresine asırlarca hâkim olmuş Benî Đsrail Devletini yeniden ihya için

en müsaid zamanın, Osmanlı ordularının ric'atı zamanına rastlaması elbette tesadüf

değildi...»

Page 86: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Elbette tesadüf değildi...

Hangi irtidad, hangi kitle vefasızlığı veya arkadan hançerleme tesadüftür? Hepsinin

zamanlara hükmetmiş, nesilleri kucaklamış fikriyatı vardır: Aşı, kafalardan bedenlere

iner, insaf ve iz'an kanunlarını yıkarak boy atar.

Yeter ki ihanet rüzgârları fırtına halinde esmiye görsün!..

Büyük fırsatlar kaçırılmıştır. Bunların yerine geleceğine kani değilim Zât-ı Devletlerinin

şahsına ne kadar derin hürmet ve muhabbetle bağlı olduğumu bilirsiniz. En çetin

tecrübelerden geçmiş olan bu me-veddet duygusu dahi, yarın, Tarih önünde beni haksız bir

mahkûmiyete sevketmemelidir. Bu sebeble, zaten yorgun ve bitkin olduğumdan, yaralı

vücudumu dinlendirmek ve artık bugüne kadar ifâ ettiğim vatan hizmetlerinin bergüzâr

hâtıratıyla ömrümün mütebaki kısmını imrar etmek üzere ailemle terk-i diyar edecek kadar

mustaribim. Cenab-ı Hak bu aziz vatanı korusun...»

E�VER PAŞA ĐLE KARŞI KARŞIYA:

Bu acı mektubun gitmesinden bir gün sonra, Beşiktaş Karakol kumandanı Giritli Mithat

Bey beni, Đzmir'e hareket hazırlıkları yapmak üzere olduğum akraba evinde buluyor ve

derhal Başkumandanın Kuruçeşmedeki yalısına ertesi sabah çok erken saatlerde götürme

emrini aldığını bildiriyor.

Enver Paşa, muntazaman sabah namazı kılardık Harbin en buhranlı ve kendisinin

cephelerde olduğu günlerde bile bu manevî vazifesini terketmemiştir, Đtiyadını bildiğim

için sabah erkenden Kuruçeşmeye gittim. Yaverler odasında bir kanapenin üzerinde,

üzerinde resmî Baş Yaver üniforması Kâzım Bey (Sayın Orgeneral Kâzım Orbay) yarı

uyukluyordu. Önünde, cephelerden gelmiş bir sürü çözülmüş şifreler, onların üzerinde

notlar vardı. Kucaklaştık: «— Sabaha kadar çalıştık. Kendisi namazda... Sizi Kırmızı

köşkde bekliyor...» dedi. Bir Harem Ağası'nın delaletiyle, yalının Boğaza bakan sırtındaki

küçük köşk'e gittim.

Page 87: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Manzara suydu Hatırlarım: Ortada, iki kişilik kahvaltı hazırlanmıştı. Masanın Paşanın

oturacağı yerin yan tarafında da benim mektubum, bazı satırların altı kırmızı kalemle

çizilmiş olarak duruyordu.

O, koskoca imparatorluğun kaderine hâkim Başkumandan, ben, O'na bağlı Teşkilât-ı

Mahsusanın reisi olarak değil, birbirine inanmış ve birbiri için can ve makam verebilir iki

kadîm dost olarak kucaklaştık. Yanmış, habeşleşmiş derime, başımın hâlâ geçmemiş yara

izine, yüzümün yorgun hatlarına dikkat ve muhabbetle baktı. Gözleri nemlendi:

«— Eşref... Çok yoruldun... Çok emek verdin...» dedi... Boğazımda, hayatımda pek ender

olarak bir düğüm, bir acı şehkası toplandı: «— Neye yaradı, işte vatanın bir kısmı elden

gidiyor. Yarınımız ne olacak?..» diyemedim. Fakat içimden geçeni anladı zannederim. Çok

hassas, içli, duygulu bir insandı. Kahvaltı sırasında afakî mevzulardan bahsettik. Gözleri

zaman zaman mektuba kayıyordu. Birden sordu:

«— Eşref... Bütün ümidler söndü mü? Arabistanı Şerif isyanından kurtarmak için senin şu

mektubda tekrarladığın ve doğruluğuna tamamen inandığım fikirlerini tatbik için herşey

kayboldu mu? Hiç ümid yok mu?»

Bir çocuk kadar masum ve vereceğim cevapta saadet veya keder bulacak gibi heyecanla

yüzüme bakıyordu. O ânda, bütün kırgınlıklarımı unuttum. Bu vatan, ne onundu, ne

benim... Her karışını oluk gibi ecdad kanı sulamıştı. Bir ân durdum, bütün Arabistan o

engin çölleri, vahaları, şehirleri, kabîleleri, sekenesi ile gözlerimin önünden geçit resmi

yaptı... ve evet, Yemen'de karar kıldı: Oradan, işe yeniden başlama tecrübesi yapabilirdik.

YILLAR SO�RASI�I� HAKĐKATĐ:

O ândan, gecenin geç saatlerine kadar, Başkumandanlığa, diğer işlerini geri bıraktıran ve

harita üzerinde muayyen «hareket mihrakları» nı tesbite kadar teferruata girmiş «Son Ümid

Plânı» nın tafsilâtı ile zamanınızı almak istemem. Netice kısaca şuydu:

1) Yollar kapalı... Fakat yanımda seçkin bir küçük kuvvetle Yemen'e gideceğim.

Page 88: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

2) Đmam Yahya'ya Hicaz üzerinde bazı vaidlerde bulunarak ve hükümet namına tâviz

vererek Bedevilerden gönüllü kıt'aları teşkil edeceğim. Đmam Yahya, devletimizle yaptığı

muahedeye sadık kaldı.

Ahmet Đzzet Paşa bu cephede kendisini mükemmel idare etmektedir. Ali Said Paşanın

Aden cephesini de Đmam Yahya kendi kuvvetleriyle takviye ediyor. Ona emniyetim vardır.

Bedevilerinin aylıkla, askerlik bilgilerini arttırmasına mümanaat etmez. Beş bin kişilik bir

kuvvetle Vâdi-i Necran üzerinden Mekkeye akın yapacağım.

3) Asî Şerif Hüseyin Paşanın emrindeki kuvvetler, tamamen göçebedir. Bu kuvvetler,

kendi sahalarından uzaklaşmışlardır. Bedevi, tehlikeyi gördüğü zaman, derhal kendi

muhitine dönmek ister. Şerif Hüseyin'in nüfuz sahası, Cidde ve Yanbuğ gibi sahil

şehirlerde, Đngiliz donanmasının ateş sahası içindeki yerlerdir. Ki, Đngiliz siyaseti

malûmdur: Şerifin kuvvetlerinin dağıldığını görünce, yardımı derhal keser.

4) Đbn-i Suud'la Đbn-i Reşid arasındaki ihtilâf, delâletimizle ve kendilerine istikbâle muzâf

olarak yapılacak vaadlerle muvakkaten de olsa durdurulabilir. Yemenden temin edilen

kuvvetler, bu havaliden de iltihaklarını teahhüd edebileceğim kuvvetlerle birlikte ve

Hicaz'ın engin varlığına tesahüb hırsında olan Suudilerin müzaheretiyle Şerifin zaten

derme çatma olan kuvvetlerini dağıtır. Bu neticede, kendilerinin menfaatlerinin

bulunduğunun Đmam Yahya ve Đbn-i Suud tarafından anlaşılması lâzımdır. Bunun için

hükümet kendilerine mahrem teminat verecektir.

5) Yemene gidebilme için, siyasî bir vazife ile Bahr-i Ahmer (Kızıl Deniz) i geçmiye

gayret edecektim. Bunu mümkün görmezsem, Medine'den Yemene kadar çöl'den, bazen

âsî Şerifin emrinde, bazen Đbn-i Suud'un idaresindeki Bedeviler, bazen de hem Đbn-i Reşit

ve hem Đbn-i Suud'a âsî kabileler arasından geçerek, dövüşerek, çok zaman gece

yürüyüşleri yaparak, mümkün olan süratle Yemen'e erişeceğim, Đmam Yahya ile mutabık

kalacağım, Ahmet Đzzet ve Ali Said Paşalarla temas edeceğim ve derhal fiilî harekete

başlıyacağım.

6) Çünkü, aradan geçen bir yıl içinde, Hicazda vaziyet her gün aleyhimize dönmektedir:

Medineyi kahramanca müdafaa eden Fahri Paşanın her tarafla muvasalası kesilmiştir.

Hecinsüvarlarla âsî Şerif Hüseyin'in Cüdeyde ve Râbi'deki fesad ocaklarına taarruz ederek

dağıtacağım, Yanbûğ'dan çıkartarak asıl maksadları olan Akabe üzerine vararak, Maan'da

Page 89: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Şam demiryolunu kesmelerine mâni olacağım ve Medinedeki muhasara altındaki

kuvvetlerimizi kurtaracağım.

7) Yemen'in Sâade ve Vadi-i Necran Arablarının Yemen hududunda toplanmalarına Đmam

Yahya'yı razı edeceğim. Şerif Hüseyin tarafından devletimize olan sadakatlerinden dolayı

zincirlere vurularak hapsedilen El-Bîşe'lilerle takviye edilecek bu kuvvetlere, bize daima

yakın olan Benî Huteym Bedevilerini de katarak netice almıya çalışacağım.

8) Hecinsüvâr alaylarımız şimdilik beşer yüz kişi olacaktır. Hepsine birer cebel bataryası

verilecektir. Birer bölük mitralyöz ve bombacı Türk kuvveti ilâve edilecektir. Hecinsüvâr

alaylarına, Dağıstanlı Atıf Bey ve emsali gibi, bu sahada yetişmiş zabitler kumanda

edecektir.

9) Trablus-Garbde tecrübe ettiğimiz üzere, ganimetlerin kendilerine ait olacağını ilân

ederek, menfaata dayanan bir isyanı, aynı yoldan tenkili tecrübe edeceğiz.

SO� TECRÜBE ÜZERĐ�DE ÜMĐDLER:

Bu zor ve çetin bir teşebbüstü, Başkumandana dedim ki:

«— Paşam... Cemal Paşa tehlike içindedir, ingilizlerin umumî taarruzu pek yakındır

kanaatindeyim. Sina cephesinde günde iki kilometre demiryolu yapıyorlar. Biz,

Hecinsüvârları bir ân evvel teşkil ve netice almıya mecbur ve mahkûmuz. Bu kuvvetlerin

erzaklarını Samdaki askerî birliklerimiz gibi, Maan, Tebûk, Medayin Salih, Hatt-ı Hediyye

gibi merkezlerimizden temin ederiz. Bu Bedeviler, onbeş günlük erzaklarını develerine

yükliyebilirler. Kavrulmuş un ve biraz hurma gıdalarıdır. Bu kuvvetleri, Şerifin Đngiliz

alımlarıyla doyurduğu kabilelerin ailelerinin bulunduğu sahaya yürüttüğümüz zaman,

çoluk çocuklarını hasım kabilelerden kurtarmak için yerlerini terkedeceklerdir. Bu, geç

kalmış bir tabiî hizmetin, şimdi en çetin şartlar altında tekrarıdır. Biz bu tedbiri vaktiyle,

daha çok evvel, bu hainler ayaklanmadan önce yapacaktık. Size bir hâtıramı arzedeyim:

Şair Mehmet Akif ve Şeyh Salih Şerif Tunusî ile son Necid seyahatimizde Đbn-i Müşeylih

gibi Urbanın büyükleri yanıma geldiler. Arkadaşlarımın yanında bana dediler ki:

«— Ya Eşref!... Sen bizim kadîm dostumuzsun. Bana vaktiyle silâhsız iken mavzer verdin.

Beni Şama kadar götürüp Cemal Paşa ile tanıştırdın. O da bana elli altunla hil'at ve kılıç

Page 90: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

verdi. Nankörlük edemem... Fakat âmmeten vukua gelecek bir Arab isyanında bî taraf da

kalamam. Şerif Hüseyin ve taraftarları bizi, hükümete karşı hazırlamaktadırlar. Altın

yağdırıyorlar. Deniz ellerinde... Erzakımız ancak deniz yolundan gelmede... Siz, tek

demiryolu ile değil bizi, kendi askerinizi bile beslemekten âcizsiniz. Neden Biîr

Dervişlerde, Gaîr boğazlarında ileri karakollar kurarak siperlerde yatıyorsunuz? Sen, ya

Eşref!... Sen bilmez misin ki, bu topraklarda şehir harbi, siper harbi olmaz... Burada her

şey hecinlerin üzerindedir. Kimin ki hecin devesi üzerine meharetle binen ve bir orada, bir

burada, çöl'ün her istenilen yerinde bulunabilecek süvarileri varsa zafer onundur. Yoksa,

şehirlerin içindeki kışlarlarda müdafaaya çekilmiş olanların değil!... Yalnız sana vecih

verdim, dostumsun. Đşte geldim, hakikati söylüyorum. Böyle giderseniz Şerifin isyanı sizi

devirir. Vakit geçmeden onu, bizim hecinsüvârlarla tenkil ediniz, tepeleyiniz. Bir Arab

isyanı hazırlanıyor ki, buna katılnııyanın bu toprakta yaşamıya yüzü olmıyacak... Siz de

uyuyun bakalım!...»

Ben Paşam, bütün bunları Cemal Paşaya anlattım, o bana, Şerif Zadelerin namus

yemininden bahsetti, vehmime verdi. Şimdi çok geç kaldık. Bu sebeble ki, o günlerde

Hicazda yapacaklarımızı, şimdi taa Yemenlerde yapmıya çalışacağız. Bu da son

tecrübedir.»

Daha sonra, bu işin malî portresini çizmiye çalıştık: On bin kişilik bir hecinsüvâr

kuvvetiyle işe başlıyacaktık. Ayda altışar altun (o vakitler iki kâğıt lira bir altındı)

hesabiyle altmış bin altın lâzımdı. Paşa, elindeki kalemle basit bir hesab yaptı:

«— Medinedeki fırkanın yarı masrafı... Mutabıkız Eşref Bey... Silâh nerede bulacaksınız?»

«— Yemenden... Orada depolarda eski Hanri martini, Yemenli âsî kuvvetlerden vaktiyle

müsadere edilmiş binlerce Gıra tüfeği, Đngiliz martinleri doludur. Yalnız sizden ricam, Đbn-

i Suud'a teminat verilmesidir. Bunu da hükümet dikkatle ve Đbn-i Reşidi kuşkulandırmadan

yapsın.»

«— Đbn-i Suud'a vezaret rütbesi verildi. Şifremiz de elinde... Đngilizlerle arası açık. Ondan

istifade etmesini Siz hepimizden iyi bilirsiniz. Size, şimdilik 300.000 altın verelim. Đsmail

Hakkı Paşadan alınız. Hunun 150.000 lirasını Yemen ordusuna bırakınız. Mütebakisiyle de

işinizi yürütmiye çalışınız. Size, Hudeyde'de bitaraf bir devlete mensub iki isim vereceğim.

Bunları, Sizden başka istisnasız kimse bilmiyecektir. Onların vasıtasiyle, Đsviçre kanaliyle

Page 91: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

sizden haber alırız. Allah muvaffak etsin, Eşref Bey... Đnşallah emeklerin ve himmetin, bir

görüş hatâsına kurban edilen fırsatları telâfi etmiş olur.»

Ayrılırken beni kucakladı... Đkimiz de, bu karşılaşmanın son olduğunu kalbimizin sesiyle

hissediyor, gibi idik. Enver Paşayı hiç bir zaman bu kadar heyecanlı görmemiştim. Ondaki

bu his, bana da sirayet, etmişti. Sarıldık ve öpüştük. Gözlerinin nemli olduğunu, izahı

imkânsız bir elemle gördüm. Benim de gözlerim yaşarmıştı. Ne kadar hazindir ki, bu yiğit,

kahraman, vatanperver, Balkan Harbi bozgununda manen ve maddeten sarsıntılar içinde

politikaya karışmak felâketine düşmüş ordudan, üç yıl içinde, dokuz cephede ceddine hâs

ve tarihine yakışır harikalar yaratmış disiplin ve nizam ordusunu kurma yolunda herkesten

çok emeği olan, kusurları içinde şahsi çukurları asla bulunmıyan temiz insanı, dünya

gözüyle bir daha göremiyeceğimi o ânda nereden bilebilirdim?

Kuruçeşmedeki yalıdan ayrılırken, çeşitli hislerin tesiri altında idim: Yeni bir macera daha

başlıyordu... Bir hatânın ve gaflet dolu görüşün kaybettirdiği bir daha dönmez fırsatların

arkasından koşacaktım. Yorgundum... Trablus-Garb harbinden beri, yâni, altı yıldır bir ay

bile ailemin yanında kalmamış, dinlenmemiştim. BEŞ TÜRKLER'i Hindistan'a ileten

heyecanlı yolculuğu neler takib etmemişti? Kaç kere yaralanmış, ölümle yüz yüze

gelmiştim. Asıl yorgunluğum, kararmıya başlıyan harbin kaderinde idi. Memleket

mustaribdi. Başkalarına gördürülecek hizmetleri, daima, Anadolu yavrularına yüklüyor,

onların alın terini ve kanını istiyorduk. Đstanbulda, harbin felâketleri içinde refah

bulabilmiş türedi bir sınıf, halkın seîaletiyle alay ediyor gibiydi. Çeşitli adlarla, Uncular,

Bulgurcular, Fasulyacılar, Vagon simsarları, her devirde olduğu gibi iktidarların haysiyet

ve varlığını emen muhtekirler türemişti. Halbuki vatan, büyük badirelerin ta eşiğinde idi.

Şimdi yine Yemen'e kadar uzanacaktım: Bu, Hicaz kıt'asının Yavuz Sultan Selim'in Mısır

seferiyle bize kazandırdığı mukaddes ülkelerin mukadderatı üzerinde son bir ümit olarak

beliriyordu. Başkumandan Enver Paşa ile verdiğimiz kararın iaşe ve para mevzularını

konuşmak üzere iaşe nâzın Đsmail Hakkı Paşanın makamına giderken, bu yolculuğun Türk

tarifine yeni bir şehamet destanı ekliyeceğini ve bir avuç Türk yavrusunun,

Peygamberimizden 1285 sene sonra, Hayber'de, âsî ve nankör bir tebaa ile, müstevli

düşmana karşı inandığı dâva uğruna eriyeceğini nasıl düşünebilirdim?

PEYGAMBERĐMĐZDE� 1285 SE�E SO�RA

Page 92: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

HAYBER'DE TÜRK CE�GĐ.

Üzerime aldığım vazife, cidden çetindi: Yemen yolu denizde kapalı idi. Đngiliz donanması

kuş uçurtmuyordu. Yine, Medine üzerinden ve asî Şerif Hüseyin kuvvetlerini yararak

gidecektim. Üç yüz bin altını almak ve iaşe meselelerini görüşmek üzere ziyaretine

gittiğim Đaşe Nazırı Đsmail Hakkı Paşa pek meşguldü.

Topal Đsmail Hakkı olarak anılan bu eski dostumun şahsiyeti üzerinde biraz durmak

isterim: Ne kadar zamandır bilemem, fakat bizim, bilhassa hükümet ve siyaset hayatımızda

teşekkül etmiş, oradan da vatandaşlarm hafızasına intikal eden umumî bir illetimiz var:

Đstirabların hakikî sebeblerini aramak ihtiyacını duymadan, menfi hâdiseleri şahısların

omuzuna yükletmek ve bir mücrim bulabilmenin rahatlığı içinde avunmak!.. Birinci Dünya

Harbinin de umumî efkâra yanlış ve hattâ haksız intikal ettirilmiş sebebler ve ölçülerle, biz,

geçim ve iaşe sıkıntısından tek suçlu olarak Đsmail Hakkı Paşayı karşımızda görüyorduk.

Süpürge tohumunun, çavdar ve bakla ununun, şeker ve petrol darlığının biricik mes'ulü

olarak ileri sürülen bu zat, aslında, dünyanın hayat-memat, yâni ölüm-kalım savaşına

tutuştuğu devrede, memleketinin yetersiz imkânlarını elinden geldiği kadar muvazeneli

tutmıya ahdetmiş kederli ve çaresiz bir insan hüviyetinde idi. Ne yapabilirdi? Elbette

Ordunun ihtiyacını önde tutmak zorundaydı. Kim derseki Đttihad ve Terakki devrinde

nüfuz suiistimali olmamıştır, asla inanmayınız.. Bu memlekette, her devirde, her zaman,

imtiyazlılar, korunanlar, himaye görenler oldu ve oluyor. Bu gidişle olacaktır da... Bir

iktidar «kanun ve müsavat üstü nimetler nasibesi» telâkki edildikçe, o iktidarın çevresine

toplanmış olanlardan südü bozukların, muhtekirlerin, suiistimallerin en kötüsü olan nüfuz

karaborsacılarının halkm meşru haklarını kemirdiklerine şâhid olmakda devam edeceğiz...

Đttihad ve Terakkide de, uncu, bulgurcu, makarnacı, mercimekçi, nohutçu gibi unvanlarla

anlılanlar, yeni çıkan PALAS lâfını bu zarurî maddelerin arkasına ekliyenler, o zamanın

tek nakil vasıtası olan demiryolunun güzergâhı üzerinde birer nimet haline gelen vagon

ticaretini elinde tutanlar, elbette vardı...

KAYSER VĐLHELM'Đ� MERAKI

Alman Đmparatoru Đkinci Vilhelm ile Enver Paşa arasında şahsî ve pek yakın bir dostluk

olduğu muhakkaktı. Kayser Vilhelm, Almanya harbden mağlûb çıkarak tâç ve tahtını

Page 93: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

terkederek, Hoianda Kraliçesi Vühelmina'nm devamlı misafiri sıfatiyle Dom şatosunda,

1946 ya kadar yaşadığı yıllar içinde, kendisini ziyarete gelen tarihçi ve gazetecilere

hâtıralarını anlatırken, Enver Paşa için takdirkâr, iyi hisler dolu duygularını anlattı.

«Drang nah Osten = Şark'a Doğru» politikası, Almanya'daki en hareketli devresini,

Đkinci Vilhelm zamanında bulmuştu. Alman Đmparatoru, Dünya politikasında hâkim rol

oynamak hırsı ve kararı ile Osmanlı devletine karşı zaman zaman samimî ve koruyucu,

zaman zaman karşı ve sert politika takib etmiş, Đkinci Sultan Hamid zamanında da

Đstanbul'a gelmiş, Kudüs'ü ziyaret hâdisesi de, siyasî ihtilâflara sebep olmuş, bilhassa

Anadolu -Bağdad demiryolunun Almanya tarafından inşası, Osmanlı ülkeleri üzerinde

Đngiliz - Rus rekabetini bir birleşme haline sokmuş ve Şark Meselesi bambaşka bir

safhaya girmişti.

Eşref Bey, Hayber'de Türk Cengine yol açan son Yemen seyahatine ait mevzuları, Enver

Paşa ile görüşürken, imparatorluğumuzun son Başkumandanı, sözü bir vesile ile

Arabistan hâdiselerine getirmiş ve Eşref Beye şunları söylemişti:

«— Alman imparatoru Vilhelm son ziyaretinde, benden, Arabistan işlerini ve bilhassa,

Arabistan'da yaşıyan muhtelif kabile ve kavimleri yakından bilen, bunların âdet ve

hissiyatına vâkıf, hususî yaşayışlarını, sevgilerini, kinlerini, maddî mânevi

hususiyetlerini izah edebilecek bir TÜRK ŞAHSĐYETĐ istedi. Bu talebinin de aramızda

kalmasını ilâve etti. Kanaatına göre, Alman Hariciyesinde bu mevzuda yetiştirilmiş

birçok şahsiyet olmakla beraber, hiç birisi kendisini tatmin etmiyormuş. Đmparator, bu

arzusunu suitefsir etmemeni için de izahat verdi, dedi ki:

«— Harbin neticesinde dünyada teşekkül edecek hâkim kuvvetin Arabistanla çok

yakından alâkası olacağı muhakkaktır. Makam-ı Hilâfetin Müslümanlar üzerinde

büyük bir mânevi nüfuz ve tesiri olabilir. Đngiliz siyaseti, uzun zamandır bu tesiri

azaltmak için gayret sarfetmiş ve itiraf etmelidir kî, muvaffak da olmuştur. Görülüyor ki

harbin neticesi Avrupa topraklarında olduğu kadar Şark'da alınacaktır. Ben bu mevzu

ile şahsen daha yakından meşgul olmak ve bana bu hususta yardımcı olacak, Arab

kavimlerinijı yaşayışını, âdetlerini selâhiyetle anlatacak, vereceğim kararları tatbik

edebilecek bir şahsiyet arıyorum. Kudüs seyahatimde de tesbit ettiğim üzere, Arab Milleti

diye tarif ve tasnif edilebilecek bir topluluk yoktur. Çok meraklı ve beşeriyet namına

ibretli olan, muhakkak ki geçmiş zamanlarda kaybolmuş medeniyetlere sahne olmanın

Page 94: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

irsi hususiyetleri için tetkik ve teteb-bua değer hâtırat ve asara sahib bu topraklar ve

üzerinde yaşıyan insanları öğrenmek için de şahsen büyük bir arzu duyuyorum. Bana

böyle bir şahsiyet tavsiye ve temin etmezmisiniz?»

Ben de kendisine sizden bahsettim, ve meşguliyetiniz bittiği ânda, Berlin'e seyahatiniz

için ricada bulunacağımı söyledim. Biliyorsunuz ki, Almanya ile kader iştiraki

halindeyiz. Sizin Kayser Vilhelm'in bu kadar mühim bir mevzu ve saha üzerinde şahsî

müşaviri olmanızdan memleket için büyük istifadeler temin edilebilir.»

Eşref Bey, hatıratında, Arab Yarım Adasında «müsteşrik, misyoner, eski eserler

mütehassısı, muhtelif ilim şubelerinde müdekkik» olarak dolaşan ve aşağı yukarı her

millete ait şahsiyetlerin, aslında, memleketleri hesabına bu bilinmemiş ve altında petrol

hazineleri saklı yerlerde birer «ajan» olduğunu kaydeder ve der ki:

«— Bu netice sadece siyasî hâdiselerin ve tedbirlerin icabı değildir. Arabistan, hakikaten

tetkike değer, her kısmı ayrı hususiyetler ihtiva eden, üzerinde yaşattığı insanların maddî

manevî hiçbir iştiraki almadığı halde aynı millet ismiyle yâdedilen, bazı kısımlarında

sadakatin, vefanın, sözün, şerefin —ki, bu kısımlarda daha çok Bedeviler meskûndur ve

Çöl'ün enginliğine gömülmüş vahalardır..— hâkim olduğu, bazı kısımlarında ise bu

değerlerin hiçbir mâna ifade etmediği, bazı mıntakalarmda da, münhasıran ananelerin

hükümran bulunduğu garabetler, tezadlar, hususiyetler beldesidir. Biz asırlarca

buralara şeklen sahib olmuşuz, fakat derinlemesine bir tetkik yapmak ve ona göre idare

etmek hatırımızdan geçmemiş... Bilhassa Sultan Hamid'in uyuşturucu, idare-i mas-

lahatçı siyaseti ile de kendilerine, o tarihe kadar akıllarına gelmemiş meziyetler,

unvanlar, şerafetler in'am ve ihsan etmişiz. Bizim masa başı idaremiz de, ÇÖL'ün hiç

bir hususiyetine vâkıf olmak arzu ve zaruretini duymadığı için, nizamî hükümler içinde

hayalâta dalıp o engin beldeleri Türk kanıyla yok yere sulayarak, yine yok yere

terketmişiz. �e kadar acıdır ki, idare edenlerimiz arasında hiç kimse, şu Alman

imparatorunun duyduğu meraka bile sahib olamamış...»

Ve aradan zamanlar, devirler geçti: Bugün, hudutlarımızın iki kara, bir deniz bölgesi

Arab ülkeleriyle çevrili... Bunca hâdiseden sonra, acaba bugün de Teşkllât-ı Mahsusa

Reisinin bu gerçekler dolu tenkidine rahatça cevap verecek durumdamıyız? �e gezer!...

Şair ne güzel söylemiş:

Havay-ı aşk eser serde

Page 95: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Efendim nerde ben nerd'e!..

Bunlar içinde, bugünkü partilerin genel idare kurulu anlamına gelen, fakat hepsinden çok

devlete iştirak etmiş olan Merkez-i Umumîdeki kodamanların yakınları, ahbabları, dostları

mevcuttu. Bu, Enver veya Talât Paşaların, şahsen ne kadar namuslu olduklarına halel

getiremiyecek bir vakia ise, onların iktidarında da, bu memlekette hırsızlık olmadığı

iddiasını ileri sürmiye asla hak kazandıramaz. Bütün bu hakikatlerin mevzuumuzla alâkası

olmadığı da sanılmamalıdır. Bir adama, resmî makamı ve vazifesi ne olursa olsun, 300,000

altın verip -Bu günün parası ile kırk milyon lira... Evet, kırk milyon lira!...- onu çölün

enginliklerinde bir temel dâvanın halline gönderen zihniyetin, kırk milyon nüfusu ve iki

milyon kare kilometre genişliği aşan o koskoca imparatorlukta imkânları tam bir adalet ve

hak ölçüsü içinde taksim edebilme iddiasında olması elbette hatıra gelemezdi. Đsmail Hakkı

Paşa, memleketi terkettikten sonra Almanya'da, dostu olan bir Alman'ın yardımıyla orta

halliden daha çok aşağı seviyede yaşıyabildi. Kendisine yardım eden de, Birinci Dünya

Harbinde Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisimiz olan Alman Bronzar Paşa (Obergeneral

Bronzart Von Şiliffin) idi. 1922 de Berlinde buluştuğumuz zaman, üzerindeki elbisenin

kolları yamalıydı. Nerede memleket dışına kaçırdığı söylenen milyonlar?... Vatana

döndükten sonra da, bekâr ve kimsesiz olduğu için, ölüsünün kadirbilir bir Musevî

vatandaş tarafından kaldırıldığını duydum. Ah şu bizim gerçek mes'ulleri arama zahmetine

katlanmadan hemen hüküm verme peşinliğimiz ah... Bu yüzden, birçok hizmet arzuları

kuruyor, sahneye çıkmaya cesaret bulamıyor. Ne ise... Biz, mevzuumuza dönelim:

Đsmail Hakkı Paşa, Başkumandanın emrini almıştı. Akşam evine davet etti. Gittim. Bu

ahşab evin mefruşatı, eski bir koltuk takımı ile hem yemek yenen, hem üzerinde çalıştığı

bir masa ve bir kendisine, bir de pek sık olan samimî dostlarına ait, gıcırdıyan teker

karyolalı üç odadan ibaretti. Tahta bacağını çıkarıp koltuk değnekleriyle köşe minderindeki

babacan hâli hâlâ gözlerimin önündedir. Evvelâ uzun uzun Arap Yarım Adasının iaşe

zorluklarından ve memleketin yetmiyen mahsulünün yarattığı açlık tehlikesinden bahsetti.

Suiistimal ve ihtikârdan acı acı şikâyet etti. Kırık bacaklarım işaret etti:

«— Hangi fâni şevkime?... Eşref Bey, emin olunuz şu ânda bu memlekette benim kadar

istirab çeken bir insan yoktur. Allaha karşı vicdanım rahattır. Biliyorum ki, bu dertli işe

gizli açık bir sürü tâlib var. Kimseyi ittiham etmek istemem. Fakat diyebilirim ki

Page 96: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

birçoğunun bu makamın güçlükleri arasında nimet hesapları da vardır. Bu sebeple, sırf

milletimi ve memleketimi düşündüğüm için bırakamıyorum. Söylenenleri de duymuyor

değilim. Ziyanı yok... Allah büyüktür. Tarih bir gün hakikati yazacaktır.»

ŞERĐF MÜZEYGĐR'LĐ HAREKET KADROSU:

Yemekten sonra, seferin hareket plânı üzerinde uzun uzun konuştuk. Đsmail Hakkı Paşa,

daha evvel Yemende vazife görmüştü. Bana Yemende tanıdığı mahallî liderler hakkında

izahat verdi. Đstanbula o tarihte, Yemen Đmamı Yahya'nın mümessili olan Şerif Müzeygır'ı

buldurdu. San'alı Ahmed Mücahid isimli Kabile şeyhini de çağırttı. Yemenin Hacce ve

Hucur mimtakalarının şeyhlerinden olan El Müzeygır, Sultan Hamid zamanında bize karşı

isyan etmiş, üzerine gönderilen bir taburu bozmuş, daha sonra bir fırkamızın devamlı takibi

sonunda ele geçmiş, Rodos kalesine hapsedilmiş, sonra affa mazhar olmuş, Bursada emlâk

verilmiş, evlenmiş, Đstanbulda kalmıştı. Ciddi, sadık, fedakâr bir insandı. San'alı Ahmed

Mücahid de aynı meziyetlere sahipti. Đkisi ile de görüştüm. Benimle beraber sefere iştiraki

memnuniyetle kabul ettiler. Onlar da, Yemen'den temin edilecek kuvvetlerle, asî Şerif

Hüseyin ve oğullarının Hicazı kuvvetlerinin vurulabileceği kanaatinde idiler. Plânların

teferruatını yolda hazırlamayı kararlaştırdık.

Enver Paşa, bir gün önce hareketimizi istiyordu. Vakit geçirmemek icab ediyordu. Hicaz

isyanı, bütün Arab Yarım Adasını sarmıştı. Đsmail Hakkı Paşa ile sevkiyat'a giderek,

Hüseyin Hâki Beyi ziyaret ettik. Đsmi unutulmaması icab eden bu mükemmel teşkilâtçı ve

idareci arkadaşımızın himmetiyle, istediğim mitralyöz bölüğünü hemen teşkil ettim.

Kararım şu idi: Üç yüz bin altını, teşkil ettiğim makineli tüfek takımının himayesinde

Halebe doğru yola çıkartacak, ben de, asıl kuvvetimi teşkil etmek üzere, Đzmir'e gidecek,

orada, vaktiyle Garbî Trakya harekâtına iştirak etmiş, Balkan Harbinin diğer safhjalarında

bulunmuş, Trablus Garb harbinde Gerilla savaşlarında tecrübe sahibi eski çete efradından

güzidelerini toplıyarak, Salihli'deki çiftliğimde bir müddet talim ve terbiyeden sonra

hemen hareket edecektim.

Ertesi gün, Harbiye Nezareti Hazinesinden üç yüz küsur bin altını terazilerle tartarak aldık.

Cephane sandıklarına ve destere taşları arasına torbalar içine yerleştirdik. Üzerine de: «—

Dikkat!... infilâk edici maddedir.» etiketlerini her tarafına yapıştırdık. Đsmail Hakkı Paşa,

Page 97: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

bu muazzam servetin emniyetle gitmesi hususundaki hassasiyetimi görünce, bana, en emin

ve mutemed adamı olan ve ordunun ileri saflarına milyonları götürmiye memur Yusuf

isimli genç ve bedenen de, ahlaken olduğu kadar kuvvetli mülâzım-ı evveli (üst teğmeni)

verdi. Makineli tüfek zabit ve efradım çok seçkin askerlerdi. Beraberce iki gün kaldık.

Onlara takib edecekleri yolu en ince teferruatına kadar izah ettim. Hazineyi de

beraberlerine alarak Afyonkarahisarına trenle hareket edecekler, vereceğim talimata orada

intizar edeceklerdi. Afyona hareket eden ön kadro şöyleydi: Afyonlu mülâzım Ethem

Efendi (Makineli tüfek kumandanı), Bursalı Hüsnü Çavuş (kumandan muavini), Đstanbul

Kadıköyünden çeteci Çamur Đzzet (nişancı onbaşısı), Sinoblu Mustafa, Akşehirli Lâtif oğlu

Đsmail, Vizeli Kortez Mustafa da efradı teşkil ediyordu. Hazineyi Yusuf E fendi, Pozantıya

kadar bu müfrezenin himayesinde götürecekti.

KADRO TAMAMLA�IYOR:

Yanıma Şerif Müzeygır ve San'alı Ahmed Mücahid'i alarak Đzmir'e, oradan Salihli'ye

çiftliğime geldim. Kararım, Çöl'de çete harbi yapabilecek tecrübeye sahib seçkin

mücadelecileri bir araya toplamaktı. Teşkilât-ı Mahsusanın bu mevzuda sıkıntı

çektirmiyecek elemanları vardı. Giritli Necati Beyi, Đstanbula göndererek eski Đzmir Liman

Reisi Hüseyin Beyde bulunan çok süratli ve fırtınalara mukavemetli Đngiliz deniz muşunu

satın alarak arkamdan Medineye yetiştirmekle vazifelendirdim. Niyetim, vaziyeti müsaid

bulursam Kızıl Deniz (Bahr-i Ahmer) den elde edeceğim bir Arab zanboğ'una

(yelkenlisine) koyarak, evvelce de Hudeyde'ye kadar denizden yaptığımız gizli seferi

tekrarlamaktı.

Kadrom, kısa zamanda tamamlanmıştı: Şeyh Şerif Müzeygır ve San'alı Ahmed Müeahid,

Kozluklu yüzbaşı Mehmet Asumha, Teşkilât-ı Mahsusadan yüzbaşı Giritli Đsmail Bey,

Mülâzım Behçet Efendi, Çallı Hüseyin Bey, Cihangirli Arab Abidin, Üsküdarlı Đbrahim

Çavuş, Giritli Hüseyin Hulki Bey, ünlü çetecilerden Mamaka Mustafa, Arnavud Celâl,

Rıfat Çavuşdan mürekkebdi. Bunlar, Teşkilât-ı Mahsusanm en güç vazifelerini cesaret ve

şerefle başarmış kahraman arkadaşlar, kanlarını vatan için akıtmaktan zerrece fütur

getirmiyen tecrübeli mücadelecilerdi.

Page 98: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Deniz yolculuğu icab ettiği zaman, kullanılmak üzere hazırlanmasını istediğim motoru,

Beşiktaşlı Lala Mehmet Beyzade Kemal Bey, Bahriyenin meşhur motorcu çarkçıbaşısı

Yüzbaşı Ali Efendiye söktürerek ambalajını yaptırmıştı. Enver Paşaya, motoru arkamızdan

mutemed bir zatla göndermesini şifre ile rica ettim. Kolağası Mudanyalı Âsim Beyin

memur edildiği cevabı geldi, ben de, kadromla birlikte Đzmir'den Afyona hareket ettim.

HALEB ĐSTASYO�U�DA CEMAL PAŞA ve BĐR HÂDĐSE:

Beraberimdeki arkadaşları, Hazine ile beraber Afyondan Pozantıya gönderdim. Kendim

Đstanbuldan yola çıkarılacağı bildirilen motörü beklemeyi tercih ettim. Gayem, en yakın

yol olan denizden Kızıl Denizi aşarak Đmam Yahya ile buluşmaktı. Fakat, motorun gelmesi

gecikince, Pozantıda beni bekleyen arkadaşlarıma iltihak ettim ve emrimize tahsis edilen

otolarla, Tarsus - Osmaniye - Katma'dan geçerek Halebe geldik. Kendimi, girişeceğim

büyük teşebbüsde, tamamen serbest ve sanki, bir müddet alenî vazife görmekte olduğum

intibaını vermek istediğimden, Baron Oteline indim, arkadaşlarımı da, dikkati çekmemeleri

için şehrin muhtelif yerlerindeki askerî misafirhanelere yerleştirdim. Vali, Cemal Paşanın

ertesi günü Haleb'e geleceğini söyledi. Hazinemiz, tehlikesizce ve salimen Şam'a erişmişti.

Suriyeyi çok karışık ve umumî efkârı galeyan halinde bulmuştum. Neden böyle idi? Neden

içinde olduğumuz badirenin icabı olarak daha müsamahalı ve geniş düşünceli değildik? Bu

şiddet politikasının tamamen aleyhinde idim. Enver Paşa da ayni fikirde idi. Fakat, Cemal

Paşaya karşı bu fikirlerini, bir hükümet kararı halinde tebliğ ve telkin etmekten de

çekiniyordu. Đttihad ve Terakki'nia «ekanim-i selâse» si denilen Enver, Talât, Cemal

Paşaların arasında derin fikir ayrılıkları olduğunda şüphe yoktu. Harbin ikinci senesinde,

ÜÇ PAŞA arasında, bir çeşid, nüfuz ve kudret taksimi yapılmış gibi idi. Suriye, tamamen

Cemal Paşanın nüfuzu altındaydı. Paşa, Dördüncü Ordu Kumandanlığı, Suriye Umumî

Valiliği ile beraber, Bahriye Nazırlığını da muhafaza ediyordu. Zaten, donanmamızın açık

deniz değeri kalmamış gibi idi. Kıyılarımızı Alman denizaltıları koruyordu, Yavuz ve

Midilli gibi, harbe girmemize şeklî sebeb olan iki gemiden Midilli batmış, Yavuz iki defa

yaralanmıştı. Onu da, gözümüz gibi saklıyorduk. Bahriyemizin vazifesi, o cefakeş Şirket-i

Hayriyenin emektar küçük gemileriyle kısa seferler yapmak, iç denizlerimizde asker ve

mühimmat taşımıya hasredilmiş idi. Seyrisefain ve Şirket-i Hayriyenin bu mütevazı

Page 99: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

imkânları içinde, elimizdeki bir kaç eskimiş harb gemisi ve tonajları, karşımızdakilerin dev

dritnot ve kruvazörleri yanında hazin olan hücumbotlar ve torpitolar ile mayinlenmiş

Çanakkaleden dışarı çıkamıyorduk. Cemal Paşa, lâfzî bir makam olarak kalan Bahriye

Nazırlığını muhafaza etmekle beraber, bütün dikkat ve vaktim, Suriye ve Hicaz'a

toplamıştı. Oradaki debdebeli hayatı ise, tenkidlere yol açıyordu.

Sabahın erken saatlerinde Haleb istasyonu, asker ve sivil erkân, eşraf, halk, mekteplilerle

dolmuştu. Kimse, trenin geleceği saati bilmiyordu. Hava çok sıcaktı. Vali Bekir Sami Bey,

Kumandan erkânı harb Yakub Şevki Paşa ile beraber istasyon binasında idik. Saatler

geçiyor, tren gözükmüyordu. Valiye dedim ki:

«— Bekir Sami Bey... Şu güneşin altında, askerleri, hele şu masum yavrucukları saatlerce

bekletmek doğru mudur? Paşa, bir iki istasyon yaklaşınca haber verilse daha iyi olmaz mı?

Böylelikle istikbâle gelenler bezmemiş olurlar.»

Vali, benim bu dostça ikazıma biraz hayret eder gibi tavır takındı. Şevki Paşa ise, sükut

ediyor, önüne bakıyordu. Bekir Sami Bey, bir müddet tereddüd ettikten sonra şu cevabı

verdi:

«— Vallahi efendim, Paşanın geliş gidiş saatlerinin gizli tutulması âdeti takib ediliyor.

Ancak geleceği günü biliyoruz. Saat kasden, belki emniyet tedbiri olarak mektum

tutuluyor. Biz de, mecburî olarak, tazim vazifemizi ifa için günün ilk saatlerinde istasyona

toplanmış oluyoruz.»

Bu cevab beni tatmin etmemişti. Bilhassa mektep çocuklarının hali perişandı. Đçlerinden

birisi o sırada baygınlık geçirmez mi? Bulunduğumuz güneşten mahfuz binanın

penceresinden manzarayı görünce dayanamadım:

«— Canım Bekir Sami Bey... Maarif erkânına emir veriniz de, bu masum çocukları hiç

olmazsa gölgeye çeksinler. Sıra ile dökülecekler. Bizim Suriyemizin Sultanının teşrif

saatleri malûm değilse bunun cezasını evlâtlarımıza mı çektirelim? Meçhul muadeleler

halli ile meşgulüz...» dedim. Bu sözlerden de, hiç bir kasdım yoktu. Vali, derhal emir

verdi, çocuklar gölgeliğe götürüldüler, bir saat kadar sonra da, tren gözüktü. Đleri gözcüler

flamalarla işaret verdiler. Cemal Paşa, büyük bir nezaketle istikbâle gelenlerin ellerini

sıkıyordu. Vali ile Şevki Paşanın arasında idim. Geldiğimden haberdar edilmiş hâli vardı.

Sarılarak müsafaha ettik:

Page 100: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Đkindi çayına karargâha beklerim.» dedi. Karargâh da, benim kaldığım Baron otelinde

idi. Öğle yemeğini, Şevki Paşa ile beraber yedik. Đkindi saatlerinde, Ordu Karargâhı haline

konulmuş olan alt kattaki yaver odasında, beni karşılayan Bahriyeli yaver Nusret Bey: «—

Sizi bekliyor...» dedi ve kapıyı açtı. Cemal Paşa, ayakta ve pencerenin yanındaydı. Yine

sarılıştık. Fakat hâlinde, sabahkinden farklı bir garabet ve çekingenlik vardı. Đstırabını bir

gülümsemeye sarma gayreti ile:

«— Nasıl Eşref çiğim... Suriye Sultanlığı bana yakışmıyor mu?» dedi. Evvelâ, bu

cümleden bir şey anlamadım... Fakat bir ânda, istasyonda, mektep çocuklarını saatlerce

güneş altında bekletmenin verdiği üzüntü ile kullandığım cümlelerin, Cemal Paşaya nasıl

bir kötü maksadla ve jurnacılık ruhu ile iletildiğini kavradım. Benim, Enver Paşa ile olan

rabıtam malûmdu. Onun yanındaki mevkiim de... Enverle Cemal arasındaki hâdiseler de

malûmdu. Abbas Hilmi Paşanın, vaktiyle, Dördüncü Ordu Kumandanlığını bilen tek insan

da bendim. Onun bu makama gelmeden ayrılmasının sebeplerini de... Çok müteessir

oldum. Vatan elden gidiyordu ve biz, ne küçük ve basit şahsî dertler, meseleler, kaprisler

ve rekabet duyguları içinde idik... Sükûnetle dedim ki:

«— Size olan sevgimi bilirsiniz. Bu sözleri, istasyonda bilhassa mektep yavrucuklarının

saatlerce güneş altında bekletilmelerinin üzüntüsü ile söylemiştim. Mal bulmuş mağribî

gibi yetiştirmişler... Söyliyen kim? Ben, yâni sizin böylecesine yakın dostunuz olan Eşref...

Söylenen kim? Siz... Yâni, Dördüncü Ordu Kumandanı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa...

Vali de, Şevki Paşa da yanımda idiler. Şimdi bakınız Paşa Hazretleri... Bizler, her şeyi bu

jurnalcılığa başvuranları tepelediğimiz, onlara iltifat ettiğimiz için kaybediyoruz. Ben, bu

saltanatlı gidiş ve gelişlerin hikmetini kavramıyan bir mücadele ve hareket adamıyım.

Şimdi benim bu sözlerimden böylecesine mânâ çıkaranlar, en küçük ikazları sizlere nasıl

aksettiriyorlar, onu düşünüyorum...»

Cemal Paşa, beni sükûnetle dinledi. Elimden tutarak, bir kanapeye iliştik. Dedi ki:

«— Eşrefçiğim... Benim Sultanvârî geliş gidişlerim, halkın indinde hükümet itibar ve

azametini temsil edebilmeyi şekle bağlamak istediğimdendir. Halkın hükmü gözündedir.

Halk, hükümetin satvetini gözlerinin ibresinde takib eder. Yoksa ben saltanat budalası

değilim...»

BĐR GĐZLĐ ĐHTĐLÂL OCAĞI�I� TARĐHĐ�DE� SAFHALAR

Page 101: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Teşkilât-ı Mahsusa, kuruluşundan dağılışına kadar «gizli» bir müessese olarak çalıştı:

Kurucusu Eşref Beyin kafasında, Sultan Hamid istibdadına karşı ferdî mücadele

başlarken, yürüdüğü yolun sonunda imparatorluğun kaderine istikamet verebilmiş bir

«ihtilâl» hattâ «inkılâb» müessesesini kurabilmenin hayâli dahi yoktu. Kendisi, büyük

bir samimiyetle bu hakikati itiraf eder: «— Ben, der, �ecid ve Hicaz çöllerine, genç bir

zabit olarak sürüldüm. Memleketin içinde çalkandığı haksızlıklar, istibdad tecellileri,

bilhassa jurnalciliğin aile harîmine kadar girmesi, devletin varlığına musallat olan iç ve

dış düşmanlar, genç ruhumda, haksızlıklarla mücadele aşkını uyandırdı. Siz, hiç

kabahatiniz olmadan, ortaçağ işkence vasıtalarının en fecii olan, hattâ Engizisyon

devrinde bile rastlanmıyan tomruğa çakılma zulmüne uğradınız rnı? Ben, zindanlarda

aylarca inletildim. Kabahatim neydi, bilmiyorum... Bildiğim tek şey, memleketi saran

haksızlıkların infiali ve isyan duygusu idi... Taif'de, o muhterem Hürriyet Babası Mithat

Paşa'nm şehid edildiği odanın karşısına, ibret olsun diye kapatıldım, Taif zindanlarında

zulme uğradım. Gençtim, mukavimdim, yılmadım, fırsat yarattım, kaçtım, benim gibi

mağdur olanları topladım, mücadeleye başladım, şeklen ne kadar kuvvetli gözükürse

gözüksün, her istibdad mekanizması gibi. Sultan Hamid'in idaresi de çürümüştü. Bana

bu sâlîdde olan zulmün yıkılabilmesi için bir Teşkilât kurmak fikri, Veteriner Miralay

Dr. Rasim merhumdan geldi:

«— Sen, nasıl büyük bir işin içindesin, farkında değilsin: Ordu'nun bilhassa

Erkânıharb sınıflarında kaynaşma var. Herkes dertli ve mustarib... Ferdî iş olmaz.

Teşkilât yap. Mücadelene bütün vatanperverleri davet et. Tarih önünde. Dünyanın her

mütemeddin yerinde, ihtilâlleri ve inkılâbları münevver sınıflar yapar, halkın şuuruna

mal eder. Bak, Şam'da, Haleb'de, Beyrut'ta, Đzmir'de, Selanik'te, Manastır'da,

Kosova'da mürettep kolordulara dağılmış sayısız genç zabit, vilâyet ve sancak

merkezlerinde birçok münevver genç memur var, doktor var, hukukçu var... Hepsi, bir

örnek, arkasından gidilecek numune bekliyorlar. Sen, etrafına topladığm bir avuç

insanla, Hicaz'da Sultan Hamid idaresiyle oynayıp duruyorsun. Bu, bütün memlekete

malûm olursa, her tarafta mümasil hâdiseler başlar ve vatanın muhtelif yerlerinde

başlıya» parıltılar, günün birinde istibdadı yıkan ışık! olur, bunu ne sen, ne ben

kestirebiliriz.. Fakat insanların asıl vazifesi, ellerinde olanı memleketlerine

vakfetmektir... �eticeler, o memleketin umumî varlığı, vatanperverliği, feragat ve fazilet

Page 102: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

duygularıyla alâkadardır. Đnce noktalar, teferruat düşünüldü mü ümitsizlikler başlar,

hesabîlik, büyük neticeleri çelmeler... Haydi bakalım.. Sahneye çık!..»

Teşkilât-ı Mahsusa, Hicaz ve Suriye'de, Sultan Hamid idaresinin dayandığı temellerin

çürüklüğünü, Kuşcubaşı Oğullarının ferdî mücadelesiyle ve «zabıta vak'ası» hudutlarını

aşıp bir «millî ayaklanma» mahiyetini alan hüviyete bürününce, vatanın her tarafındaki

münevver kadro ümitlerini bu mücadeleye bağladı: Bu sırada, Avrupa'da olanlar,

muhtelif telkin vasıtaları ile halkı uyarmaya çalışıyorlardı. Memleket içinde üç büyük

merkezde bu «gizli teşkilât» süratle gelişti: Şam, Đzmir ve Selanik... O günlerde, Şam'a

sürülmüş olan kolağası Mustafa Kemal, Eşref Beyin kardeşi Selim Sami'ye sahte bir

nüfus kâğıdı temin ediyor ve bütün demiryolu ve kara yollarını tarassuda alan, seyahat

için «mürur tezkeresi» yâni «seyahat edebilme vesikası» istiyen ve vatanın en ücra

köşelerine kadar yayılmış Hafiye teşkilâtından kurtulabilmek için, bir de «sahte vesika»

temin ediyordu... Teşkilât-ı Mahsusa'mn ilk günlerde bile, gözden ırak olabilmek ve

«tanınmamak» gayretini görüyoruz: Đzmir ve Đstanbul gizli seyahatleri, ibretli

maceralara mevzu olan Selim Sami'nin bu yolculuğu hangi kıyafetle yaptığını da, karşı

sahifedeki klişede görüyoruz.

Teşkilât-ı Mahsusa, Eşref Beyin Avrupa'ya kaçmasından ve Paris'te toplanmış olan

Đttihad ve Terakki'nin ilk kurucuları ile temasa geçerek, teşkilâtı Rumelinde genişletme

ve kurma hareketine girişmesinden sonra, Karbonari ihtilâl hüviyetine, bir de siyasî

çehre verdi.

Meşrutiyetin ilânı ile Teşkilât-ı Mahsusa'yı, o patırdı ve keşmekeş içinde, vazifesini

bitirmiş olmanın unutkanlığı ile görüyoruz!

Fakat Đtalyanların Trablus-Garb'e yaptıkları ihraç ile sona eren tatlı rüyalar devrinden

sonra, Teşkilât-ı Mahsusa, kendi kadrosu içindeki Ordu mensupları ile, Trablus-Garb

müdafaasını başaran fiilî aksiyon hareketidir: Balkan Harbi faciasından sonra ise, o

başarılı mücadele günlerini Đstanbul'u dolduran mekansız muhacirler, Haliç

sandalcıları, Galata hammallarından derlenmiş başıbozuk topluluğu ile ihya hareketi,

elbette, müsbet netice vermiyor: Çatalca hattına sevkedilmiş olan bu kuvvetler,

Kumburgaz, Yalos, Şahtros köylerinde, yerli gayrı-Türk ve gayrı-müslim tebeaya

saldırıyor. Bunun üzerine Enver Paşa (daha o zaman kaymakam Enver Bey) �azım

Paşayı ikaz ederek, bu kuvvetlerin tensikine Eşref Beyi memur ettiriyor, Keçe Bekir Sıtkı

Page 103: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

isyanını bastıran Eşref Bey, bu derme çatma kuvvetleri, nizam altına alıyor: Selim Sami,

Süleyman Askerî ve ordudan seçilmiş, daha sonra kolordu ve ordu kumandanlıklarına

kadar yükselmiş değerli genç zabitlerin himmetiyle, nizam altına alınan bu kuvvetlerle,

Edirne'nin kurtuluşunda büyük ve asıl hizmetler yapıyor, ve Balkan Harbi faciası içinde

tek gönül açıcı hâdise olan Garbî Trakya, Bulgarlardan kurtarılarak burada bir Türk

Hükümeti kuruluyor: Hem de, Teşkilât ve hüviyet bakımından tam bir CUMHURĐYET

olan hükümet!..

Bu başarı ile Teşkilât-ı Mahsusa'nın, imparatorluğun o karmakarışık hüviyeti içinde,

ittihad-ı anasır fikrini kadrosunda temsil eden fiilî varlık olması fikri hatıra geliyor... Bu

fikrin temeli de, Enver Paşanın, Harbiye �azırı olmasıdır.. Paşa, resmî ve hususî

hayatının en yakın arkadaşları olan Eşref ve Selim Sami kardeşlere, bu fikrini bir

«vatan vazifesi» halinde telkin ediyor: Artık Teşkilât-ı Mahsusa'nın hem kadrosu, hem

gayesi vardır... O kadar ki, Balkan Harbini takib edsn devre içinde Ordu resmen terhis

edilmişse de, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosunda vazifeli olanlar, memleket menfaatleri

icabettirdiği ânda derhal harekete geçebilecek hazırlık içindedirler.. Birçok temel

meseleler ve fikirler, bu kadro tarafından ele alınıyor: Türk Ana-Vatanmda Moskoflara

karşı bir ayaklanma hazırlığını BEŞ TÜRKLERe verme hâdisesi, Đslâm âleminin her

tarafında gizli ihtilâl ve millî kurtuluş hareketleri teşkilâtı kuruluyor. Teşkilât-ı Mahsusa

bu devresinde, devletin bünyesinde gizli bir müessesedir. Fakat, irade-i seniyye ile

kurulmuş resmî, nizamî, kanunî bir varlıktır. Eşref Bey, BEŞ TÜRKLERĐ Hindistan

yoluyla Ana-Vatana iletmek için yola çıkınca, yerini, Süleyman Askerî'ye bırakıyor.

Onlar yolda iken Birinci Dünya Harbi patlamış ve devletimiz de harbe girmiştir: Eşref

Bey, Enver Paşadan aldığı hususî talimat üzerine Hicaz'a geçiyor, orada teşkilâta

başlıyor. Süleyman Askerî de Bağdad cephesinde Osmancık taburunun (ki, bu kuvvetler

de, Teşkilât-ı Mahsusa'ya tâbi idi) başına geçiyor, Teşkilât-ı Mahsusa'yı bizzat Enver

Paşa idare ediyor, irtibat âmiri olarak da, Kırkayak Hüsamettin Bey vazifeleniyor.

Bağdad'a askerî vali ve kumandan olan Süleyman Askerî, Şu-ayyibe muharebesinde

yaralanıyor ve intihar ediyor. Eşref Beyin Birinci Dünya Harbi içindeki hayatının bir

kısmı, ve kendisini yaralı esir olarak Malta'ya sürükliyen

Teşkilât-ı Mahsusa, tarihî gerçeklerin doğurduğu millî bir müessese idi: Daha sonra

istiklâline kavuşan Müslüman memleketlerine (Mısır, Tunus, Fas, Cezair, Pakistan gibi)

Hürriyet fikri ve bu fikrin hayâl olmakdan kurtulması yolları, Teşkilât-ı Mahsusa'nın

Page 104: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

himmeti olarak meydana geldi: Bu ülkelerde, daha sonra müsbet neticeyi alanlar veya

onların bir nesil önündekilerin büyük çoğunluğu, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosunda

vazifeli idiler.

Acaba bizim, bugün için, sulhçü, insaniyete; hürriyetçi ve millî istiklâlci inançlar ve

gayeler bakımından dünyaya anlatacağımız hakikatler yok mudur? Bir zamanlar,

dünyaya hükmetmiş en büyük bir imparatorluğun manevî vârisi ve cihan içinde

müstakil son Türk devleti oiarak, dünya yüzündeki seksen milyonu aşan ırkdaşımıza ve

dört yüz milyona yükselmiş dindaşımıza, fikrî, harsı, içtimaî hiçbir bağlantımız

kalmamış mıdır?

Ve, bu bağlantılar için lâyık bir müessesenin faaliyeti, dünya muvazenesindeki

kuvvetimiz için şart değil midir?

Đşte bir sürü sual ki, cevap verebilmek için, evvelâ, Parti kavgaları ile birbirimizin

yakasındaki ellerimizi çekip, şakağımıza koymak ve düşünmemizle mümkün... Fakat

nerede o mes'ut gün?...

Kendisine hakkında böyle bir fikir beslemediğimi temin ettim. Fakat, Cemal Paşanın ruh

haleti, memleketin içinde bulunduğu şartları ve onu idare edenlerin buluttan nem kapma

psikolojilerini çok güzel gösteriyordu. Halbuki memleketin şartları, onu idare edenlerin

evvelâ kendi hareket ve niyetlerinin Mlisiyetine, sonra da birbirlerine tam bir güven

hissiyle bağlanmalarını ieab ettiriyordu. Gerek Đstanbulda, gerek büyük merkezlerde bu

temel duygunun zayıfladığını hüzünle müşahede ediyordum. Cemal Pasa, mevzuu

değiştirdi. Đstanbul havadisleri sordu. Duyduklarım ve bildiklerim, neş'e ve ümid verici

değildi. Bilhassa, Đmam Yahya'nın nezdindeki yeni teşebbüsüm, kendisinin o güne kadar

takib ettiği siyasetle tam bir irtibatı ve intibakı da yoktu. Buna rağmen,

Başkumandanlıktan, hareket ve faaliyetim için şifre ile talimat almış olduğunu

bildiğimden, teferruata girmeden düşüncelerimi anlattım. Arabistan siyaseti üzerinde, o

güne kadar, aramızdaki görüş ayrılıklarında ben haklı çıkmıştım. Hiç itiraz etmedi.

Muvaffakiyetim için elinden gelen bütün yardımları yapmıya hazır olduğunu söyledi.

Cidden samimî idi. Teşekkür ettim. Cemal Paşada da, hâdiselerin beklenildiğinden başka

tarzda inkişafından ve tecellisinden doğan dertlilik ve asabiyet vardı. Bu sırada yaver,

Lübnandan beklenen bir heyetin geldiğini haber verdi. Fırsattan istifade ederek müsaade

Page 105: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

istedim ve Cemal Paşadan ayrıldım... O ânda nereden bilirdim ki kendisiyle, yakın ve uzak

mazide, iki fânî arasında teessüs edilecek en yakın dostluk ve ideal münasebetler kurmuş

olduğumuz Ahmet Cemal Paşa ile vatan dâvalarını bir daha böylecesine

görüşemiyecektim...

MEDĐ�EDE FAHRĐ PAŞA�I� KARARGÂHI�DA:

Yanımdaki arkadaşlarla beraber Haleb'de daha fazla kalmıyarak Şam'a hareket ettik.

Yollar, fevkalâde zamanların hercümerci içinde idi. Şam'da, eski karargâhım olan

Damaskos Palas'a yerleştim. Artık kararımı vermiştim: Yemen'e karadan gidecektim...

Deniz yolu, benim için daha kısa olmakla beraber, Kızıl Deniz'e çıkabilmenin imkânını

bulamıyordum. Şam, Đngiliz ve Şerif Hüseyin'in casusları ile dolu idi. Burada, içten içe

devam eden bir de Đngiliz - Fransız rekabeti vardı. Damaskos Palas'ta, bir Fransız casusu

olduğu pek de belli olmıyan ve Đsviçre gibi tarafsız bir memleketin pasaportuna taşıyan

güzel ve zengin bir kadınla, yine aynı vasıfta iki «akraba yiğen» hareketlerimi çeşitli

vesileler bularak adım adım takib ediyorlardı. Mevzu müsaid olsa, bir ajan'ın, adına

çalıştığı devlet için bir şeyler öğrenebilme bahasına ne çârelere başvurduğunu anlatmam,

hayalî polisiye ve casusluk romanlarının içinde bulunabileceklerden pek, pek çok

meraklılarının, o günlerde Đmparatorluğumuzun dört bucağını sardığını anlatmıya yeter...

Der'a'da bulunan bazı Dürzü kabilelerin isyanı ile karakollarımıza taarruz etmeleri Şam'da

günün meselesi halinde idi. Vali Tahsin Bey (daha sonra Cumhuriyet devrinde Üçüncü

Umumî müfettiş olan merhum Tahsin Uzer) bu âsilerin tenkili için benden yardım taleb

etti. Đzmir'den hareketim sırasında, Yemen'deki teşebbüslerim muvaffak olursa, cephe

gerisi savaşları için adreslerini tesbit ettiğim Teşkilât-ı Mahsusa'nın, Ordunun dört bir

kıtasına yayılmış olan tecrübeli çetecilerinden bir kısmının mes'ul kumandanlarına

müracaat ederek hemen Şam'a gönderilmelerini taleb ettim. Bu arada, Garbî Trakya

Hükûmet-i muvakkatesinin kuruluşunda büyük fedakârlıkları olan ve hâlen Şam'ın

Kunaytıra kazasında bulunan Eyyub Berzenc'i süratle gelen efradın başına geçirttim.

Bizzat Valinin de iştirak ettiği tenkil harekâtı kısa zamanda en müsbet neticelerini verdi.

Tahsin Beyi isyanın bastırılmasında, Teşkilât-ı Mahsusa kuvvetlerinin hizmetini, hem

Dördüncü Ordu Kumandanlığına, hem de Sadrıâzam ve Başkumandanlığa bildirmiş. Bana

Page 106: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

da, ayrıca teşekkür ederek, efradın nakdî mükâfatla taltifinin mümkün olup olmadığını

sordu. Mâni oldum.,. Bütün endişem, yapılan vatan mücadelesinin bir menfaat havası

alması faciası idi. Fakat kendilerine, birer nişan verilmesi ve künyelerine terfileri için

mesned olmasına muvafakat ettim.

Bu günlerde, âdeta bir meydan okuma mânası taşıyan şayanı dikkat bir hâdise vukua geldi:

12 lik Zays dürbinim, kılıfından çalındı ve içine tehdid mektupları konuldu!... Bu basit ve

garib hırsızlık ve tehdid, faaliyetimin düşmanlar tarafından takib edilmekte olduğu

şüphesini bende kanaat haline getirdi. Đhtiyatlı olabilmem de ne yazık ki mümkün değildi:

Güya kendi memleketimizde, vatanımızın bir parçasında idik!

Artık Medine'ye doğru hareket etmek ve oradan da çok iyi bildiğim Büyük Çöl'ü aşarak

Yemen'e erişmek kararında idim... Fakat hareket plânımı istisnasız kimse bilmiyordu.

Şeklen Medineye, aziz ve muhterem dostum Fahri Paşaya nezaket ziyareti yapacaktım.

Yanımda, mitralyöz takımım ve hazinem olduğu halde yola çıktım. Odunla işliyen tren bizi

ancak altı günde Medineye eriştirebildi. Hareketimizden evvel hastalanan San'alı Ahmed

Mücahid'i Der'a Hastahanesine yatırmıştık. Bu talihsiz adamcağızı, iyileşmesinden sonra

bize iltihak için yolda iken bileti olmaması bahanesiyle tevkif etmişler! Elinde, her türlü

yardımı görmesi için Harbiye Nâzırı müsteşarı Mahmut Kâmil Paşanın bir de tavsiye

mektubu bulunmasına rağmen, başına gelenler, nasıl bir hava içinde mücadele ettiğimizi

anlatan ibretli bir hâdisedir. Kendisinin kurtarılışı ancak benim vak'adan haberdar olarak

yaptığım şiddetli bir tazyikten sonra mümkün olabildi!

Medineye gelişimizle beraber beni istasyonda, Fahri Paşa namına yaveri karşıladı. Paşa

Matman. Gazal boğazında müdafaa hazırlıkları ile meşgul idi. Beni beklediğini

bildiriyordu. Çok sevdiğim ve saydığım bu eski dostun ziyaretine gittim. Yanımda Şerif

Müzeygır de vardı. Bir gece misafiri oldum. Fahri Paşanın mevkii ve vaziyeti gün geçtikçe

güçleşiyordu. Müsbet ve tatminkâr bir siyaset de takib edilmiyordu. Ahamede kabilesinden

Hudeyka oğullarını, Paşanın yanında kalmakta olan Fıkra'lılardan öğrenmek istedim.

Hepsinin Cüdeyde boğazında mevzi tutmuş olan asî Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ın yanına

gittiklerini söylediler. Fahri Paşaya, Arab Bedevilerinin mizaçları ve ananeleri üzerinde

izahat verdim, bazı tavsiyelerde bulundum. Bu tavsiye ettiğim tedbirleri bizzat almak ve

tatbik etmek üzere Paşa ile tam mutabakat halinde idik ki, Toros menzil

Page 107: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

kumandanlığından, beklediğim deniz motörüne ait on ikinci kolordu şifresiyle şu telgraf

geldi:

«— Sual buyurulan mühimmat ve vasıtalar 10 eylül 1332 (1916) tarihinde, Necati Bey'in

emanetinde olarak Şam'a sevkolunmuştur. Arzolunur.»

Yârabbi... Bu ne ihmâldi!... Ortada, Başkumandanın şahsen, bütün menzillere verdiği kat'î

emirler vardı. Buna rağmen, beklediğim vasıtalar, kırk sekiz gündür «yollarda» idi.

Nihayet 27 eylül 1332 (1916) da mücahid Đsmail ve Kemal Beylerden şu telgraf geldi:

«— Bugün, Kemal Beyle bütün beklediklerimiz geldi. Benzin ve gazlar akıyor. Tenekeler

yolda delindi. Emrinize muntazırız...»

Ben, Medinedeyim; delmen tenekeler Şam'da!... Ne emir verebilirdim? Fahri Paşa ile

içinde bulunduğumuz vaziyetin fecaatini içimiz yanarak konuştuk. Kırtasiyecilik, bizi

sulhte de, harbde de mahvediyordu: Yemen'e, Kızıl Denizi aşarak gitmek kararında idim.

Sahilde, zanbuğ (Arab yelkenlisi) bile hazırlatmıştım. Fakat gelmesine bunca ümid

bağladığım motor ve vasıtalar, işte bir buçuk aydır yollarda sürükleniyordu. Derhal

hareketlerini emrettim. Fakat müfreze kumandanı Rıfat Beyden aldığım telgraf, beni hiddet

ve istirabdan deli etti:

«— Eşyanın sevki için ancak bir vagon alabildim. Bir buçuk vagon daha lâzımdır. Hat

komiserliği ve merkez kumandanlığına müracaatım üzerine ancak dört gün sonra bir vagon

daha verebileceklerini söylediler. Eşyanın mütebakisini burada emin bir makama bırakarak

efrad ile hareketim veya vagonları beklemem hususunda emirlerinize muntazırım.»

ŞĐMDĐ DE SAHĐL YOLU:

Şahsî imzamla ve «BĐR DAKĐKA TEHĐRĐ MUCĐB-Đ ĐDAMDIR» kaydı ile ve başta hat

komiserliği, Şam merkez kumandanlığı olarak çektiğim çok şiddetli telgraf üzerine «gayet

müstaceldir» kaydiyle nihayet aylardır beklediğim neticeye dair «müjde» gelebildi:

«— Benzin, motor, gaz, cephane, tüfek, erzaklar ve bilhassa beklediğiniz emanet ve saire

mükemmeldir. Vagonlarla Şam'dan 4 teşrinievvel 1332 (1916) hareket ettim. Müfreze ile

Ebû Naam'de kalmak üzere emrinizi aldım. Motor ve levazımat da beraber mi kalacak,

Page 108: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

yoksa Medineye mi gelecek? Deve semerlerini emirle Şam'da terkettim. Ester ve develeri

teç-hizatıyla beraber Medine-i Münevvereden almak üzere zata mahsus telgrafla Bahriye

Nazırı Paşa Hazretlerinden emir aldım. Herhalde ben yalnız olarak Medineye kadar

geleceğim. Bu bapta emirlerinize, Ebû Nam'da muntazırım.»

Đstirabım cidden büyüktü: Đzmir sabık liman reisinden şahsî paramla satın aldığım bu

fevkalâde süratli Đngiliz motörü ile, Kızıl Denizi rahatça aşabilecek idim. Çünkü on beş

gün evveline kadar, Kızıl Denizin bir çok kısımları, âsî Şerif Kuvvetlerinin eline

geçmemişti. Benim buralarda çok yakın dostlarım, güvendiğim insanlar vardı Fakat biz,

kırtasî muameleler yüzünden bu altından değerli günleri kaybetmiştik... Şimdi, motor

hazırdı, zanbuğ (arab yelkenlisi) Kızıl Deniz açıklarında beni bekliyordu... Fakat, fakat ne

yazık, artık «Bizim» diyebileceğimiz sahil yoktu: Çünkü, Bahr-i Ahmer (Kızıl Deniz) in

bütün kıyıları, hain ve âsî Şerif Hüseyin'in, daha doğrusu Đngilizlerin kontrolü altında idi.

O güzelim fırsatı da kaçırmıştık: Hem de, başımıza bir çok dertlerin gelmesinin başlıca

sebebi olan lâubalilikler, kırtasiyecilikler, gafletler uğruna...

ÇÖLÜ AŞMAK KARARI�DA ĐDĐM:

Benim için yapacak bir tek şey vardı: Çöl'ü aşmak!.. Vakia çöl, geçilebilecek olan bütün

kesimlerde âsî Şerif Hüseyin ve oğullarının kuvvetlerinin tam bir kontrolü altında idi.

Fakat ben görüyordum ki, Hicaz isyanını durdurabilmek ve bastırmak için tek çare. Yemen

Đmamı Yahya ile bu çevredeki Bedevî kabilelerini âsîlerin üzerine sevketmek ve onlara,

bizzat kendi silâh ve usulleriyle mukabele etmektir. Çölün coğrafî, tabiî, ananevi icabı bu

idi: Çöl hayatı, nizam ve disiplini reddeden ve ancak kendi hususî şartlarına intibak

edildiği zaman, cevab verebilen bambaşka âlemdi... Bu gerçeğin anlaşılmamış veya

anlaşılmak istenmemiş olmasıdır ki, asırlardır, oluk gibi Türk kanının boşuna harcandığı

bu riya, menfaat, hodbinlik dolu diyarda, hakikî bir Türk hâkimiyetinin kurulmasına mâni

olmuştu. Đşte, o günlerden zamanımıza kadar geçen vak'alar hep aynı hakikati isbat etmiyor

mu? Şerif Hüseyin'in ve oğullarının akibeti ne oldu? Bu aile uğruna ve onun gösterdiği

yolda, asırlarca ekmeğini yedikleri, nimetini gördükleri, ihtiram ve saygının en üstün

seviyesine çıkartıldıkları halde, Türk milletine ve devletine karşı isyan etmiş olan bu halk,

sırası geldi, Şerif ailesinin ferdlerini suikasıdlar, isyanlar, ihtilâller ile parçalamadı mı?

Page 109: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Şimdi onlara mensub olarak, sadece bir Ürdün'de yapmacık bir devlet var... Onun da

akibeti belli değil. O da, çevresindeki Çerkeş lejiyonunun kudretiyle ayakta durabiliyor...

Đngiltere, Arab Yarım Adasına bu hakikatleri bilmenin saadet ve kolaylığı ile girdiği içindir

ki, bizim gafletimizi göstermedi, istenmediğini hissettiği zaman, iktisadî menfaatlerini

sağlama bağlıyarak elini çekti, gitti: Harcadığı paranın, döktüğü kanın binlerce misli petrol

servetini garantiye bağladıktan sonra... Biz ise, toprağın altındaki nimetin gafili olarak,

toprak üstündeki kum'un ve bu kum kadar seyyal ve akıcı hayâlâtın arkasından koştuk: Öz

vatanı bıraktık, oralarda didindik durduk...

Ben şuna kani idim: Hicaz isyanının alevlendiği şu sıralarda, eğer bu isyan bastırılmıyacak

veya hiç olmazsa, belirli ve mahdud bir sahaya sıkıştırılmıyıcak olursa, Đngiliz taarruzu

ergeç başlıyacaktı. Đngilizler, Filistin cephesinde ve Sina bölümünde, bu neticeye intizar

ediyorlardı: Patlattıkları iç ihanetin kendi hesablarma müsbet neticelerinin elde

edilmesine.... Bunu da önliyecek tek tedbir, Çöl halkını birbiri üzerinde hesaplaşmaya

sevketmekti... Çöl öylecesine menfaat kavgalarının devam ettiği bir yer idi ki, bu

kavgaların istikametini tâyin edebilmiş olanlar için, kendilerinin hususî emek

harcamalarına lüzum yoktu. Ne yazık ki, asırlardır bu meçhuller beldelerinin anahtarları

elinde olan bizler için malûmlar, meçhullerin yanında pek zavallı bir tutamak değersiz bilgi

idi.

Çöl'ü aşmak... Bu, söylenildiği kadar basit ve kolay değildi: Medine, şimalden ve garbden

muhasara altında idi. Fahri Paşa, mâhirâne bir manevra ile, düşmanın muhasara hattını

şehrin yakınından Bir'ul derviş, Gair ve Müceyz'e kadar atmıya muvaffak olmuştu. Fakat

zaman geçtikçe urban, Hanelik üzerinden şehre yanaşmıya muvaffak oluyor ve vaziyet her

ân daha da fenalaşıyordu. Kumandan Paşanın ellindeki kuvvet ise, hiç bir mukabil harekete

imkan vermiyordu.

Demiryolundan kâfi derecede istifade edilemiyordu. Lokomotifleri işletecek kömür ve

odun da, erzak kıtlığı başlamıştı. Hükümet, halk arasında hoşnutsuzluğu önlemek

gayesiyle, Şamdan üç kuruşa aldığı buğdayı Medinede bir kuruşa sattırıyor, askerin

erzakından keserek yerli halkı tatmin yoluna gidiyorsa da bedeviler, gelen kervanları

soymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlardı.

Page 110: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Kuvvetlerime, şehir civarında devamlı talimler yaptırıyordum... Böylelikle, benim de

şehrin müdafaasına iştirak ettiğim zannmı uyandırmaya çalışırken, bu manevralar, şehri

kuşatmış olan âsî kuvvetlerin de maneviyatını kırıyordu.

ĐKĐ KAFĐLE HALĐ�DE HAREKET:

Mevcut kuvvetlerimi iki kafile halinde hareket ettirmeyi muvafık gördüm: Tecrübelerim, o

engin çöllerde, bir müsademe olduğu zaman yardımcı kuvvetler arasında kolaylıkla

girebilecek Bedevilerin, bizi birbirimizden ayırarak zayıf düşürmelerine mâni olmak idi.

Birinci kafilemi, Yemenli Şeyh Müzeygır'ın kumandasına vermiştim. San'alı Ahmet

Mücahid Efendi ve yüzbaşı Rıfat Bey, birinci müfrezede vazifeli idiler. Hazinemizi, Đsmail

Hakkı Paşanın mutemedi olarak bana tavsiye ettiği mülâzım Yusuf Efendi ile, emirberim

zenci Musa'nın kumandasındaki muhafızlar taşıyacaklardı. Hacı Ali Mığrıbî isimli, sadık

ve fedakâr Yemenli mücahidi de, hazine bir tehlikeye maruz kalırsa, çok iyi tanıdığı bu

havaliye gömmesi için onların emrine bıraktım.

Bu arada, garib bir hâdise vukua geldi: Hareketimden bir kaç gün evvel, mavzerlerimizin

miktarını, yolda bize iltihakı mümkün ve muhtemel olanları da derpiş ederek, artırmak

istemiştim. Medineden bana birçok iltihaklar da olmuştu. Mavzer sayımızı artırmak için

müracaat ettiğim Ordu Kumandanı Cemal Paşa namına, menzil müfettişliğinden, mavzer

tahsis edilemiyecegine, diğer ihtiyaçlarımızı temin için emir alındığına dair garib bir haber

geldi. Bunun üzerine, eski dostluklara istinad ederek civardan silâh ihtiyacını tamamiyle

karşıladım. Yanımda olmasını çok istediğim ve vaktiyle Đbn-i Reşid'i ziyarete giderken

bize yol göstermiş olan Huteym kabilesinden Abud Đbn-i Đsa da gelince, Allahın lütuf ve

inayetine sığınarak yola çıktık.

Đkinci ve asıl kafileye şahsen kumanda ediyordum: Mitralyöz müfrezesi, hecinsüvarlar,

Teşkilât-ı Mahsusanın kahramanları bu kafilenin içinde idi... Miktar itibariyle çok azdık.

Birinci kafilemiz otuz beş, ikinci kafilemiz yetmiş altı kişi idik. Bunların büyük kısmı,

elbetteki muharib de değildi. Fiilen savaşa girecek olan kadromuz artık kırk kişi idik. Belki

tarihin garib bir intibaki veya tekerrürü, Selim Sami de, Garbi Trakyayı bize kazandıran

Habibçe savaşını kırk fedaî ile yapmıştı. Ben de, Trablus Garb'de Đtalyanların ilk esir

alayının sancağını, yine kırk mücahid ile almıştım. Bir silâhlı çatışma olursa, asıl

Page 111: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

kuvvetimi kırk rakamı üzerinde bulunca, ferahlık ve teselli duydum. Đnsan ruhu, bazen ve

bilhassa güç ânlarda, en masam hâdiselerden ümid aramaya ne kadar muhtaçtır.

Kafilemizin bir de imamı vard?: Medineli Hasan Efendi Zeytuni... Bir ölüm-kalım yoluna

çıkıyorduk. Bu temiz yürekli, hakikî Müslüman âlimi, mukaddes ve şerefli bir vazife

yolunda olduğumuzu anlamış olmanın inancı ile bize iltihak etmişti. Ne çare ki kader,

Çöl'ün ortasında bizi ancak dört yaralı ile kalarak erittiği zaman, Allaha son nefeslerimi

verirken dini telkinlerimizi, kendi vicdanımızla yapmamızı mukadder kılmıştı. Fakat, onun

da adını burada minnetle anarım.

Hazineyi birinci kafile ile göndermemin sebebi, bu kafileye riyaset eden Şeyh Şerif,

Mehmet Muzeygır'ın aslen Yemenin tanınmış bir şahsiyeti ve yanındakilerin hepsinin

Yemenli olması dolayısiyle, Urban tarafından çevirilirlerse, memleketlerine giden yolcular

olarak telâkki edileceği idi. Yüzbaşı Rıfat Bey de, Şerif Muzeygır'ın kayınbiraderi olacaktı.

Yusuf Bey ise, Yemende olan akrabalarını görmiye giden bir yolcu idi. Nitekim birinci

kafilemiz, ilk günlerde, hiç sıkıntı çekmeden yol aldı ve Yemen'deki kuvvetlerimiz için

hayatî değeri olan hazineyi, inanılmaz sadakat duygusiyle yerine eriştirebildi. Onlar için

düşündüğüm müsbet ve hayırlı ihtimalin tahakkuk etmiş olduğunu, aradan çok zaman

geçtikten sonra öğrendiğim an derin bir haz duydum ve kendi başımıza gelenlerin acısının

tesellisini bu muvaffakiyette aradım,

Fahri ve Basri Paşalar, daha sonra da bizzat Cemal Paşa, âsî Şerif kuvvetlerinin büyük

kafileler halinde ve içlerinde Đngiliz, Mısır, Tunuslu zabitler otorak yola çıktıklarını ve bu

sebeble, bütün Medine'nin etrafının (kuşatılmakta olduğunu, böylece on binlerce düşmanın

çevrelediği bir muhasara hattını yarmanın imkânsızlığını düşünerek yola çıkmamayı,

Hazineyi birinci kafile ile göndermiş olmamı kâfi bir muvaffakiyet sayarak geri dönmemi

bildiriyorlardı.? Bir-i Osman mevkiinde karargâhımı kurdum. Vaziyeti, iki gün ve gece,

sadece kendi mantık ve vicdanımla muhakeme ettim: Đlk kafilem, muvaffakiyetle yoluna

devam ediyordu. Eğer ben de aynı saadete ve talihin lûtfuna mazhar olabilseydim, Hicaz

isyanını beklemediği bir ânda bastırmak gibi, memleketime emsalsiz bir hizmete imkân

bulacaktım. Bu gaye, uğrunda ölmeye değecek kadar mukaddesti. Birinci kafileyi yola

çıkardıktan sonra geri dönmek, izzet-i nefsime ağır geliyordu. Karar verdim: Bütün

ağırlıklarımızı, Menzil müfettişliğine teslim ettik... En kısa yoldan, fakat en tehlikeli

Page 112: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

yoldan mümkün olan süratle giderek Yemen'e ulaşmak için ahdettik. Arkadaşlarıma

vaziyeti açıkça anlattım:

«— Đstiyen geri dönebilir. Emin olunuz, asla müteessir olmam. Sağ salim dönebilmemiz

ancak Cenab-ı Hakkın lûtfu ilâhisi ile mümkündür. Buraya kadar en zor şartlar altında

vazife gördünüz. Sizlere teşekkür ederim. Benim şahsî kararım sizi bana iştirake mecbur

edemez. Bakınız, işte, Başkumandanlıktan da, Ordu Kumandanlığından da, geri

dönmemizi tavsiye eden tebliğler var. Gelen bütün haberler, etrafımızın gittikçe daralan bir

çenberle kuşatıldığını gösteriyor. Sizi, kendi vicdanınızla başbaşa bırakmadan, ölümün

içine sürüklemenin manevî mes'uliyetini omuzlarıma alamam. Hepinizi evlerinizde

bekleyen sevdikleriniz vardır. Düşününüz, kararınızı bana yarın sabah veriniz. Tekrar

ediyorum ki, kararınız dönmek de olsa, kalbimde en ufak kırgınlık olmıyacaktır. Buna

emin olunuz...» dedim.

TARĐHÎ HAYBER SIRTLARI�DA GARĐB RÜYALAR:

Ertesi sabah, bütün arkadaşlarım namına yanıma gelen üç kişi, sonuna kadar devama

kararlı olduklarını bildirdiler: O anda da Fahri Paşadan gelen hususî bir haber, Şerif

Hüseyin Paşanın oğlu Emîr Abdullah'ın asgarî yirmi bin kişilik bir kuvvetle yolumuz

üzerine doğru sarkmakta olduğunu bildiriyor, Hazineyi taşıyan birinci kafilenin

«mukadderatına terkedilerek geri dönmenin kâr-ı akıl ve basiret» icabı olduğu

tekrarlanıyordu. Yanıma gelen üç kişilik heyete, daha kararlarını bana bildirmelerinden

önce dedim ki:

«— Vaziyet değişti... Bakınız, Emir Abdullah, yirmi bin kişilik bir kuvvetle üzerimize

doğru gelmektedir. Bu güruh arasından biz kırk kişinin çıkıp çenberi yarabilmesi, ancak

mucizedir. Sizin kararınızın ne olduğunu bilmiyorum. Fakat bu gelen haberi de, bütün silâh

arkadaşlarımıza tebliğ ediniz, vaziyeti yeniden müşavere ediniz ve lütfen sonra bana

geliniz.»

Gelenler arasında bulunan mülâzım Behçet Bey şu cevabı verdi:

«— Beyefendi... Boşuna vakit geçiriyoruz. Biz sizi çok iyi tanırız. Sizin de bizi tanıdığınızı

zannederiz. Ben, emirleriniz üzerine bütün arkadaşları toplayıp Fahri Paşa Hazretlerinin

Page 113: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

gönderdiği haberi kendilerine yüksek sesle okuyacağım. Fakat verilmiş olan namus

sözümüzün hayat endişesiyle değişeceğini asla zannetmiyorum. Bize yarım saat müsaade

ediniz.»

Evet... Yarım saat bile dolmadan dönen aynı heyet bana, bütün arkadaşlarının SONUNA

KADAR YOLA DEVAM kararını bildirdiler. Gözlerim yaşarmıştı... Yarabbi!.. Bu ne

kahraman, ne ulu bir milletti. O ânda, aziz arkadaşım, Necid çöllerinde yoldaşım, bu kızgın

kumlar arasında, gafillere doğruyu ve hakkı telkin için bir riyazet ehli sükûn ve sabrı içinde

aylarca yol almış olan o emsalsiz edib ve şair Mehmet Akif'in Allaha seslenişini duyar gibi

oldum

Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı,

Mahşerde mi bîçarelerin yoksa felahı? Nur istiyoruz...

Sen bize yangın veriyorsun,

Evet... O, «beş on sersem» ne yazık ki, bu asîl ve büyük vedianın şeklen muhafızları

olması lâzım gelenlerdi: Đhanet, Türklüğün dört yanını sarmıştı... Şerif Abdullahın, bir kaç

gün sonra, yaralar ve istirablar içinde yüjzüne haykırdığım gibi, bu adamlar şerif değil, şenî

idiler: Hain, nankör, harîs idiler... En buhranlı ve nâzik zamanımızda bizi arkadan

vurmuşlardı ve bu darbe, meselâ hürriyet ve istiklâl gibi azîm ve mukaddes gayeler için de

değildi: Menfaat içindi... Fânî hırslar ve saadetler içindi.

Şimdi kol nizamında yolda idik. Ebû Nâme'den bizi uğurlryan Aü Nasır Efendi, Şerif

Hüseyin kuvvetlerinin oğlunun kumandasında olarak şarkdan şimale doğru aktığını, bu

yolun da bizi ister istemez kendi kuşağı içine alacağını, çünkü gelenlerin en aşağı yirmi bin

kişi olduklarını ve son sistem Đngiliz silâhlarına sahih bilhassa hecinsüvâr alaylarının

mükemmel olduğunu söyledi. Son defa kucaklaşırken gözleri nemli idi:

«— Eğer gücümün yeteceğini bilsem, seni yolundan çevirirdim. Vallahil azîm ölüme

gidiyorsun. Peygamberimiz harb hud'adır demişti. Gel sen de bir gün ileri atılmak üzere

geri dön...»

Şu cevabı verdim:

«— Yâ Ali Nasır... Üzerimize gelenler bizi neden vurmak istiyorlar? Đngilizler namına

değil mi? Vaktiyle, bin iki yüz seksen beş sene evvel, Peygamberimiz Efendimiz burada,

Page 114: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

ilây-ı kelimetullâh için nasıl dövüştü ise, biz de, onun mukaddes emanetini, sahte ve

riyakâr müddeilerinin elinden kurtarmak için burada kanlarımızı dökeceğiz. Emir Abdullah

yirmi bin ile geliyormuş. Kâşki seksen bin hecinsüvar ile gelse... Ben bu nankörlere,

Türklüğün şehameti yolunda bir ders vereceğim. Arkadaşlarımın hepsine, ayrı ayrı geri

dönmelerini rica ettim. Emin ol, ben iki arkadaşımla, bu çemberi daha kolay yararım. Đki,

nihayet üç kişinin muhasarayı yarması başkadır, kırk kişinin başka... Fakat ne yapayım ki,

onların izzet-i nefsi de asgarî benimkisi kadar mukaddes... Ne yapabilirim? Bir kere ok

yaydan çıktı: Duanı eksik etme!»

HAYBER'e doğru vadiler arasında ilerlemiye başladık. O gün akşama kadar yürüdük.

Mızrâa namındaki vadiden develerin geçmesi için müsaid yol yoktu. Bir gün burada

kalarak, kendimize bir yol açtık. Efrad eşyalarını sırtında taşıyor ve develeri iplerle

bağlıyarak bir taraftan çekiyor, bir taraftan arkalarından itiyorduk. Arabistanda, pek nâdir

rastlanan bu sarp mmtakanm aşılmasından sonra, Hayber düzlüğü başlıyordu. Çok

yorgunduk. Hayber'in ardındaki sırtları bize panorama gibi seyrettiren bu vadinin mürtefî

yerinde karargâhı kurdurarak geceleme emrini verdim. Nöbetçiler ikişer saat fasıla ile

nöbet tutarlarken, diğerleri yorgunluktan bîtab uyuyorlardı.

Ortalığın ağarmasına tahminen iki saat kala fena bir rüya gördüm... Rüya adamı değilsem

de, zamanın ve mevkiin icabı bana tesir eden bu acı bir daha uyutmadı. Ses çıkarmamıya

çalışarak nöbetçilerden en yakın olanının yanına gittim ve nöbeti bana bırakıp uyumasını

söyledim. Benim uyandığımı gören nöbetçilerden çerkes Rıfat Çavuşla, azaldı

kölelerimden Mübarek yanıma yaklaştılar:

«— Beyim... Size bir çay pişirelim mi?» Suyumuz çok azdı. O gün askere, konserve

verecektik. Makinelileri de temizliyecek ve geceleyin, belki bir daha durmamak üzere yola

çıkacaktık. Gün ağarmıştı. Makinelilerin temizlenmesine nezaret etmek üzere tepeye doğru

çıkarken Hecinsüvar kumandanı Giritli Đsmail Efendi, melûl bir tavırla yanıma yaklaştı:

«— Beyefendi... Bir şey söyliyeceğim amma, darılmayınız: Ben bu gece, bir rüya gördüm.

Bilirsiniz ki benim babam şehiddir. Bana, kendisine kavuşacağımı söyledi. Vasiyetin varsa

yap, dedi. Çocuklarım evvel Allah sonra sana emanet...»

Kendisini teselli ettim, şakalaştım:

«— Yemende benim tanıdığım bir tâbirci vardır. Sabret... Rüyalarını orada tâbir ettiririz,»

dedim. Ya o da beni saatlerdir tesiri altında bulunduran rüyamı bilse idi?

Page 115: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

GALĐB'LE MAĞLUB'U� DĐL KAVGASI

Yaralı Eşref Bey, Emîr Abdullah'ın karargâhına getirildiği zaman, bu geniş çadır, Uçan

Şeyh adını verdikleri Teşkilât-ı Mahsusa Reisini görmek istiyen meraklılarla dolu idi.

Eşref Beyin kırk cengâverinden yaralı olarak ele geçen Mamaka Mustafa'yı sorguya

çeken Tunuslu Fransız Binbaşısı Sidi Raho, Emîr Abdullah'ın huzurunda Mustafa'dan

Eşref Beyin ölüler arasında bulunmadığını, kaçıp kaçmadığını sormuş, Mustafa da:

«— Kaçmaz.. Kaçmamıştır. Eğer ölüler arasında değilse sağdır, aranırsa bulunur.»

demişti. Bunun üzerine Emir Abdullah, savaş yerinin baştan sonuna kadar taranmasını,

her tarafa hecinsüvarlar gönderilmesini ve Eşref Bey hayatta ise, kılına dokunulmıyarak

kendisine getirilmesini emretmişti.

Şimdi Eşref Beyi dinliyelim:

«— Geceyi, şehidler arasında geçirmiştik. Sabah ışıkları arasında, başlarında Mısırlı

binbaşı Abdülhamid ve Tunuslu Müslüman Fransız Binbaşısı Sidi Raho olan tahminen

yirmi kişilik kadar bir grubun, ismimi yüksek sesle haykırarak beni aradıklarım

duydum. Onlar bana yaklaştıkça, harbin acısı ve güya din kardeşi olan bu insanların

kahraman arkadaşlarıma reva gördükleri zulümle hiddet kesilmiştim. Yaralarımın

dayanılmaz acısını unutmuş gibiydim. Asabi bir buhran içinde tabancama sarıldım.

Ancak iki dizimin üzerine kalkabiliyordum. Benim bu vaziyetimi gören Mısırlı binbaşı

Abdülhamid —elindeki tabancayı da üzerime çevirme ihtiyatını bırakmadan— olduğu

yerden haykırdı.

«— Cit-ü zâlim ve tircâ salim» (yâni zâlim geldin salim döneceksin..)

Bu, Arabların harb ve kavgalarda, fenalık yapmama vaadi mânasına gelen bir atasözü

idi. �e münasebet?.. Biz, asla zâlim gelmemiştik, ve onların bizi salim bırakacaklarına

da asla itimadım yoktu. Elimdeki tabancamı hâlâ bırakmadığımı gören Mısırlı Binbaşı

beni temin etmiye devam etti: «— Allah amânâllah ve ahde Resulü min tarafillâh

Celâlettin Melik = Emir size, Allah ve Resulü namına âmân veriyor. Hayatınıza ahdimiz

var, dokunmıyacağız.»

Şu cevabı verdim:

Page 116: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Bunca fecaatten sonra bu ahde ne lüzum vardı? Etrafımızdaki manzaraya bakınız...

Eğer, Emir'in yanına kadar bana bir tek sual sorar ve izzetinefsimi rencide edecek bir

tek söz söylerseniz, emin olunuz, iki taraftan birisi ölür.»

Beraberimde nişancı onbaşısı yaralı izzet olduğu halde ve sadece onun koluna

dayanarak Emir Abdullah'ın karargâhı olan muhteşem çadıra girdik. Abdullah, beni

nezaketle karşıladı. Ayakta idi, yaralarımla alâkadar oldu. Bu sun'î nüvâziş, bana, o

ândaki ruh haletim içinde çok dokundu. Belki kabalık yaptım, fakat nefsime hâkim

olamadım:

«— Allah hakkı için sizler, Şerif değilsiniz. Şeni adamlarsınız, bu memlekete hiyanet

ettiniz...» dedim. Abdullah bir ân sarsıldı, fakat derhal nefsine hâkim oldu:

«— Ve lâ teslevû lisâneküm, ya Hazret-il Bey... = Lisanınızı kirletmeyiniz Beyefendi...»

cevabını verdi.

Ve çadırı terk etti...

Fakat asî şerif Hüseyin Paşanın oğlu Emir Abdullah, Eşref Beyin bu çıkışını

unutmamıştır. Ertesi günü, ziyaretine geliyor, hatırını soruyor ve bir sırasını getirerek

diyor ki:

«— Ya Eşref Bey!.. Burası Arab diyarıdır, buradan ne istiyorsunuz? Burada ne

arıyorsunuz?»

Teşkilât-ı Mahsusa Reisi, taşı gediğine koymak fırsatını bulmuştur. Arabça ve yüksek

sesle cevap veriyor... öyle ki, çadırı dolduran şürefâ ve şeyhler, hayretle irkiliyorlar:

«— Emir Hazretleri... Siz, Đstanbul'da, Boğaziçi'nde, lalanızla Yeniköy kıyılarında

izmarit balığı avlarken, ben, Arab Diyarı dediğiniz bu yerleri, muhtemel bir düşmandan

muhafaza için yine deve üstünde idim. Sizin de mevcudiyeti ile iftihar ettiğiniz

devletimizin bekası için buralarda at oynatıyordum. îşte, etrafınızdaki meşayihi de şahit

olarak gösteririm. Benim devletimin bu topraklarda hakkı daha kadîmdir. Siz, sonradan

çıktınız. Fıkıh, bilirsiniz ki, Đslâmiyetin mantık kaidelerini izah eder ve bu fıkıh

kaidelerine göre de, kadîm, yâni daha eski olanın hakkı, yeni olanın hakkından

üstündür. O halde sizin sorduğunuz suali benim size sormam icab eder, ey Melik!..»

Abdullah, bu cevab üzerine mevzuu değiştirmiye mecbur kalıyor, asabına hâkim oluyor

ve diyor ki:

Page 117: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Evet... Dedikleriniz doğrudur. Hattâ o kadar ki, yanınızdaki bir avuç insanla, bu

çölü aşıp gitmiye kalkışmanız da, buraların her köşesini bizlerden iyi bildiğinize

delildir...»

Yan sahifede, o meşhur ve unutulmaz HAYBER CE�GĐ'nin cereyan ettiği sahanın

klişesini görüyoruz... Bu klişenin orijinali, Đngilizlerin hazırladığı bir filmden alınmış

fotoğraftır... Đngilizler, Hayber'le öylesine alâkadar oldular ki, savaşın cereyan ettiği yeri

filme aldılar. Çünkü netice böylecesine «harikulade» idi... Ve öyle sanıyoruz ki,

Đngilizlerin bu hassasiyeti olmasa idi, biz bugün sizlere elinizdeki kitapçıkta,

HAYBER'DE TÜRK CE�GĐ'nin cereyan ettiği «Cembele» mevkiinin klişesini vermek

hazzından ve imkânından mahrum kalacaktık..

�e hazin ve ne ibret verici netice!

Biraz ilerlemiştim ki, cidden bir kahraman olan Kunaytıralı çerkez Eyub Berzenç, iri ve

arslan yapılı heybetiyle önüme çıktı, her zamanki âdeti gibi elimi öptü, benimle beraber

tepeye doğru yürürken yavaş bir sesle dedi ki:

«— Beyim... Ben bu gece bir rüya gördüm. Şu ân gibi... Büyük bir harbe gireceğiz. Ben,

şehid olacağım. Sen yaşıyacaksm. Çünkü son nefesimi verirken iki oğlumun da ellerinden

tutub sâna teslim ettiğimi gördüm. Sen onları aldın ve benden uzaklaştırdın. Beni de, nur

yüzlü bir insan kucakladı, tüy gibi hafiftim. Gökyüzüne doğru yükseldim. Benim rüyalarım

tecrübelidir. Ben şehid olacağım. Evlâtlarım sana emanet...» dedi. Bu, binbir tehlikeden

gözü yılmadan çıkmış, Teşkilât-ı Mahsusa'nın en güvendiği Gerillacısının rüyası da ne

oluyordu? Kendisi ile şakalaştım... Fakat o da, bendeki teessürü hissetmiş ve bu duyguya

hürmet etmek istermişçesine yanımdan ayrıldı. Evet... Hem Đsmail, hem Eyub Berzenç,

ikisi de ertesi günkü HAYBERDEKĐ TÜRK CENGĐ’nin mübarek şehidleri arasında yer

alacaklardı... Arkalarında; şeref ve yiğitlikten örülü bir destan bırakarak... Kırk kişinin

yirmi bin kişi ile beş buçuk saat dövüşmesi ve kendisinden sekiz misli fazlasını yere

serdikten sonra erimesinin destanını Çöl'ün bağrına yazarak...

Üçüncü garabet, makinelileri temizlemeye nezaret ettikten sonra tepeden aşağı inerken

vukua geldi: Kılavuzlarımızdan Guneyzeli Bedevi nisbeten gölgelik bir yere çömelmiş,

kumlar üzerinde bir şeyler çiziyordu:

Page 118: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Orada ne yapıyorsun?» diye sordum. Kafasını kaldırdı, bana dikkatle ve dalgın baktı:

«— Efendinâ'... Ya Hazret-i Bey... Ben buradan tallah bir adını ileri gitmem.» dedi.

Hayretle sordum:

«— Neden gitmezsin? Hasta mısın?»

Önündeki kum yığını üzerindeki işaretleri gösterdi. Damarları fırlamış, aşırı esmer eli

titriyordu:

«— Etraf ölüm dolu... Azrail yolları kesmiş. Benim remil atmam şaşmaz. Tehlikenin

üzerine gitmek olmaz. Onlar üzerimize geliyorlar. Ya Hazret-i Bey... Rica ederim, geri

dönelim.»

Asabım gerilmişti... Bu konuşulanlar duyulursa, kuvve-i mâneviye namına bir şey

kalmıyacaktı. Kılavuzu tersledim:

«— Seni şimdi zaten geri çeviriyorum. Yüreği bozulmuş insanın bizim aramızda işi yok.

Allanın dediği olur. Ben böyle remil ile harb edenlerden değilim. Yallah... Hiç arkana

bakmadan ve kimse ile konuşmadan şimdi, derhal geri dön... Kimse ile konuştuğunu

duyarsam seni kurşuna dizerim.»

Bedevi acır gibi bana baktı, başını salladı, hiç bir sev demedi. Hecinine atladı ve benim

kendisini gözlerimle takib ettiğime de dikkat ederek, tepenin tenhâ olan sağ kanadına

doğru hecinini sürdü, ardında kum izlerinden beyaz bir yol bırakarak kayboldu. Benim

rüyam, Giritli Đsmail Efendinin, Eyub Berzenç'in rüyaları... Guneyzeli Bedevi'nin Arablar

arasında doğruluğuna inanılan kum'u konuşturması... Hepsi, büyük bir tehlikenin

üzerimize doğru geldiğini anlatmak istiyordu. Fakat neden şaşmalı idik? Biz, tehlikeyi

biliyor ve onun üzerine gidiyorduk: Kader böyle emrediyordu, şeref ve haysiyet

duygularımız, izzet-i nefsimiz, vatan muhabbeti bunu emrediyordu...

DÜ�YA Đ�SA� KESĐLMĐŞ ÜZERĐMĐZE GELĐYOR!...

Yola çıktık. Önde giden Çallı Hüseyin Beyin piştarlarına yetiştim. Bulunduğumuz yer,

Huteym ve Guneyze kabilelerinin daimî vuruştukları arızalı saha idi. Đlerimizde dar bir

boğaz vardı. Burayı aştıktan sonra nisbeten selâmete çıkacaktık. Đki tarafa, itimat ettiğim

Page 119: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

gözcüler koymuştum. En arkada, yüzbaşı Çerkeş Mehmet Bey vardı. Atımı istettim. Cins

hayvan dinlenmiş, yaklaşan kıyametin altıncı hissi ile dizginleri serbest bırakmam için asîl

başını asabî hareketlerle mütemadiyen oynatıyordu. Kafile, tam hareket nizamı içinde idi.

Dar boğazı aşmak ve son tümseği çıkmak üzere iken en önde giden bedevi Abûd,

birdenbire durdu, eliyle ufku seyretti, anlıyamadığım ulumaya benzer sesler çıkararak,

Hecinin başını bana çevirerek koşturmaya başladı. Yanıma yaklaştığı zaman nefes nefese

idi:

«— Ya Hazret-i Bey... Bütün dünya insan kesilmiş, üzerimize geliyor... Ben şimdiye kadar

böyle kafile görmedim.»

Soğukkanlılığımı muhafaza ederek sert bir sesle sordum:

«— Kaç kişi varlar? Nedir telâşın?»

«— Zülcerrat... Ya Bey... Zülcerrat (Çekirge sürüsü gibi... Çekirge sürüsü gibi...)

Hemen geriye haber göndererek, makineli tüfek müfrezesi ile beraber bütün

hecinsüvârların mümkün olan süratle bana iltihak etmelerini bildirdim. Derhal, Abûd'un

kafileyi gördüğü tümseğe doğru hayvanımı dörtnala sürdüm: Gördüğüm manzara şuydu:

Arkası gözükmiyecek kadar uzun bir Urban kolu, bizim yürüyüşümüze amud olarak

cenubdan şimale doğru gidiyorlardı. Lakayt ve serbest hallerinden, karşılarında,

kendileriyle çarpışabilecek bir kuvvete rastlamak ihtimalini hatırlarına getirmedikleri

anlaşılıyordu. Aramızdaki mesafe tahminen bir buçuk kilometre kadardı. Kimlerdi?

Serahatle tâyin etmiyor, daha doğrusu edemiyordum: Eğer, Şerif kuvvetlerinin Medineye

yaklaşmakta olduğunu duyan, bu sebeble de yerlerini terk edip daha emin mahallere

çekilen bedeviler ise, mesele yoktu. Fakat eğer bunlar, Fahri Paşanın haber verdiği Şerif

Abdullahın kuvvetleri ise, vaziyetimiz cidden çetindi.

Bu sırada, bütün kuvvetlerim çevreme toplanmıştı: Yanaşık nizamını bırakıp, kuvvetlerimi

bir müdafaa için arazinin verdiği azamî imkân içinde taksim ettim:

1) Eyub Berzenç kuvveti: 10 nefer. Sağ yan ilerimizdeki 800 metre mesafedeki tepeye,

2) Çallı Ali Bey zade Hüseyin Bey kuvveti: 10 nefer. Sol gerimizdeki 400 metre

mesafedeki tepeye.

3) Makineli tüfek. Tepede ateşe hazır vaziyette.

Page 120: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

4) Kafile. (Develer ve saire) Tarassud mevkii gerisindeki 150 metre mesafedeki toprak

yığını arkasında.

Bu rakamlar, sizlere elbette inanılmaz gözükür... Evet... Biz, hepsi hepsi kırk kişi idik.

Savaş kabiliyet ve kudreti olan kırk kişi... Geri kalan otuz küsur insan, deveciler,

nakliyeciler ve bize yol gösteren keşşaflardı. Ki, onlara zaten, kendi hemcinsleriyle

yapacağımız bir mücadelede ne ölçüde itimad edebilirdik?

Kuvvetlerime, asla ateş etmemelerini kat'iyyetle emrettim. Bulunduğumuz vaziyet,

karşımızdakilerin yürüyüş istikametlerine muvazi idi. Onları, üzerimize çekecek bir hâdise

olmazsa, geceyi bulabilirdik. Karşımızda, kumun ortasında bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla

cenuba doğru akan insan sürüsünün ortasında, büyük, kırmızı renkli bir sancak görünce,

hakikati bir ânda kavradım: Karşımızdakiler, devletine isyan etmiş âsî Şerif Hüseyin

Paşanın askerleri idi... Bunlar, âsî Mekke Emîrinin oğlu Abdullah'ın kumandasında

Medineyi kuşatmıya gelen süvariler ve hecinsüvarlarla takviye edilmiş Hicaz ordusu idi.

Arab Yarım Adasının bu kısmında, bayrak sahibi üç reis vardı: Đbn-i Reşid, Đbn-i Suud ve

Mekke Şerifi Hüseyin Paşa... Đbn-i Reşid kuvvetlerinin hareket halinde olmadıklarını çok

iyi biliyordum ve bizimle dosttu. Đbn-i Suud kuvvetleri ise bu mıntıkaya o şartlar içinde

gelemezdi. O halde bunlar, muhakkak Şerif Hüseyin Paşanın oğlunun kumandasında Fahri

Paşayı kuşatmak üzere gönderdiği kuvvetlerdi. Ki, miktarının asgarî yirmi bin kişi

olduğunu, Mekkedeki istihbaratımız ısrarla bildirmişti.

Onlar bizi görmüşler miydi? Çok nâzik ve buhranlı vaziyetimizi istikametlendirecek olan

bu sualin cevabını, uzun yürüyüş kolundan ayrılan ve miktarlarını asgarî iki bin olarak

tahmin ettiğim hecinsüvar grubunun üzerimize yürümiye başlamasiyle hâdiseler vermiş

oldu. Onları takiben de, bir bölük kadar Arab atlısı, Çallı Hüseyin Beyin muhafaza ettiği

cenhe üzerine dört nala akına başladı... O ânda, safımızdaki bazı bedevilerin

kaybolduklarını gördüm ve kendilerine savaşın sonuna kadar rastlıyamadım. Bu, çöl'de

beklenilmiven ve benim yabancısı olduğum bir hâdise de değildi.

HAYBERDE TÜRK CE�GĐ:

(Tarih 30 Kânunuevvel 1332, 12 Ocak 1917,

sabah saat 9 dan saat 17 ye kadar olan kanlı safha)

Page 121: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Hecinsüvarların, yedi yüz metre kadar yanımıza sokulmalarına imkân bıraktırdım. Bu

müddet içinde Çallı Hüseyin Bey de, on neferlik mütevazı kuvvetine mevzi aldırmıştı.

Umumî bir emirle, bir taraftan makineli tüfeğimiz, diğer taraftan mevzideki efrad isabetli

ateşle ilerliyen bedeviler arasında panik yaratmıştı. Makas tarzı ateşimiz, onlara,

karşılarında büyük bir kuvvet bulunduğu intibaını verdi. Çallı Hüseyin Beyin efradı

arasındaki Giritli Hüseyin Hulki isimli cesur genç, tepenin kenarına kadar sokulmuş

süvarilerin üzerine şemsiyeli bir el bombası fırlattı. Piyade ateşi ile birlikte büyük bir

gürültü ile patlıyan bu bomba. Bedevilere, karşılarındakilerde top bulunduğu zehabını

vermişti. Halbuki, Şerifin ordusunda cebel topları vardı... Fakat öyle bir ruh haleti içinde

idiler ki, bu dar boğazda, bin iki yüz seksen beş sene evvel, Hazret-i Alilerin şirke ve küfre

karşı savaştığı bu tarihî topraklarda, karşılarına çıkan kuvvetin neyi temsil ettiğini

bilememeleri, maneviyatları üzerinde derin tesir yapmıştı. Bu cahil, fakat ümmîliği içinde

ırkına hâs zekâ ve basireti olan halk, hücum ettiği insanların kendi din ve haysiyetini

asırlarca beş kıt'ada şerefle müdafaa etmiş ve yine asırlarca kendilerine Beylik, Efendilik

yapmış ulu bir milletin ferdleri olduğunu ruhen ve manen hissediyordu. Ne kadar garibtir

ki ben, Türk'e karşı mücadele eden düşmanlar arasında, böyle bir mazi hesabı olanların

hemen hepsinde, bu tip hicab duygusuna rastladım...

Şimdi, önümüzdeki düşman -ki bu din kardeşlerimize düşman demek bana burada da ağır

geliyor... Fakat ne yapalım ki bizim için o sırada en büyük düşman onlardı ve bu neticeyi

kendileri ısrarla istiyorlardı...- bozgun halinde ric'at ediyordu. Muharebe sahası Arab

ölüleriyle doluydu. Hakikaten gafil avlanmışlardı Çapraz ateşimiz onlara, çok kısa

zamanda ağır kayıblar verdirmişti. Bizim ise, bu birinci safhada kayıbımız çok hafifti.

Bedevilerin muharebe tarzını bildiğim için, şimdi, bizim gayrıkâfî ve yetersiz kuvvetimizi,

onların, geniş bir ihata ile kuşatacaklarını anlıyordum. Nitekim süvarilerine ve

hecinsüvarlarına geniş bir çark yaptırmıya başladılar. Bedevilerin çıkardığı baykuşa

benziyen sesler, güneşin yükselmekte ve sıcaklığını artırmakta olduğu şu saatlerde çölde

derin akisler yapıyordu. Çok, pek çok ileride Hayber'in sırtlarını görüyorduk. Eğer

boğazdan kurtulabilmiş olsaydık, bu engin saha içinde iyi bir setirle bizi görmeleri belki

mümkün olamıyacaktı. Bu kısa fasıladan istifade ederek mütevazı müfrezeme, yeni bir

müdafaa hattı bulmak zorunda idim.

Page 122: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Evvelâ, ağırlık kolunu merak ediyordum". Onlar geride ve birinci grubla Yemene

gönderdiğim hazinenin bakiyyesi de onlarla beraber idi. Parayı, boğazın münasib bir yerine

gömülmesi emrini verdim. Aynı zamanda yaverim olan ağırlık kolu kumandanı yüzbaşı

Mehmet Bey, bu ihtiyat tedbirini kısa zamanda yerine getirdi ve parayı boğazın sonradan

bulunması için işaretlenmiş bir yerine gömdürdü. Bu sırada, karşıdan piyade ateşi de

başlamıştı. Ağırlıklarımızı Bedevilerden ihtimamla saklamak lâzımdı. Çünkü bu adamlar,

harb ganimetleri ve hattâ ölülerin üzerlerindeki elbiseler bile soyana ait olduğu için,

yaralıları da öldürürler, üzerlerindeki çamaşırları bile utanmadan alırlardı. Ağırlık

kafilesini, dar boğazın son kısmına taşıttım ve develeri de yere çöktürdüm. Etrafında da,

daima karşı tarafa geçmesi beklenebilen Bedevî muhafızlarımız vardı. Mehmet Beye

dedim ki: «— Ben ateşin ön hattına gidiyorum. Belki geri dönmem. Siz, geceyi bekler ve

bir çâresini bulup ric'at etmiye çalışırsınız.»

Yaverim, kederle başını salladı:

«— Đmkân yok efendim, çünkü boğazın bu kısmı sarp kayalıktır. Tek başına bir insanın

bile aşması mümkün değildir. Hele ağırlıklar asla nakledilemez. Biz de sizinle gelelim ve

müşterek kadere iştirak edelim.»

Bu yiğit arkadaşımı kucakladım ve yerinden ayrılmamasını, Allanın inayetinden ümid

kesilmiyeceğini söyliyerek, makineli tüfeği yeni mevzie sokturdum. Bu sırada,

süvarileriyle kâfi bir ihata yaptığına kani olan Şerifin kuvvetleri, hecinsüvâr ve süvarileri

ile olduğu kadar piyadesi ile yanımıza sokulmuştu. Mevziimizi terk etmekte olduğumuzu

gördüklerinden, ellerindeki bol Đngiliz malzemesini cömertçe harcıyorlardı. Yeni müdafaa

hatlarımıza çekilmemiz sırasında makineli tüfeğe cephane taşıyan Medineli Mebrûk ile

diğer iki arkadaşı şehid düşmüş ve tüfek kumandan muavini Hüsnü Çavuşla Sinoplu

Mustafa ve Tatar Lâtif yaralanmışlardı. Çallı Hüseyin Beyle, Eyub Berzençin mevzilerine

de düşman iyice yanaşmıştı. Bizimkiler; içlerinde verdikleri şehid ve yaralılara rağmen bir

adım gerilemiyorlardı. Bedevilerin, yaralı arkadaşlarının elbiselerini soymak için insafsızca

öldüreceklerini bildiklerinden, düşman ateşi altında, yaralı arkadaşlarını omuzlarına alarak

yeni mevzilerimize doğru koşuyorlardı. Bu sırada isabet alıp düşenler de vardi.

ŞEHZADELER VE SAVAŞ CEPHELERĐ

Page 123: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Osmanlı şehzadelerinin savaş cephesinde vazife almaları fikri, Teşkilât-ı Mahsusa'dan

gelmişti. Eşref Bey hatıratında diyor ki:

«— Osmanlı Hanedanı, devletin ilk kuruluş asırlarında, Padişahların vs Sancak Beyi

şehzadelerinin orduların başlarında gösterdikleri kahramanlıklara, mahir birer

kumandan olarak yarattıkları zaferlere imkân vermişti. Kafes arkasına tıkılma devri

daha sonra başlamış, Tanzimattan sonra da, şehzadeler, çok zaman tamamlanamamış

tahsillerle, sefahat hayatına dalmışlar, avareliğe vurmuşlardı. Balkan Harbinde, Yunan,

Bulgar, Sırp Prenslerinin harbin ön safında nasıl vuruştuklarını gözlerimle görmüştüm.

Trablus-Garb'de de, karşımıza çıkan Đtalyan ordusunun başında, Savua Hanedanına

mensup kimseler vardı. Bizimkilerin halk indindeki itibarı da gün geçtikçe düşüyordu.

Bazılarının kötü huyları, çoğu aslında meziyetlere sahip olan Osmanlı Hanedanının

milletin nazarındaki kıymetini zedelemekte idi. Üstelik bir de ortada, Cihad-ı Mukaddes

Fermanı vardı: Bütün Đslâm âleminin en büyük dinî şahsiyeti olan Halife Beşinci

Sultan Mehmet Reşat, Cihad-ı Mukaddes Beyannamesi ile bütün, dünya

Müslümanlannı, Đtilâf devletlerine karşı savaşa davet etmişti. Bu, elbetteki, daha çok

manevî bir tesir yolu idi. Fakat, samimiyetle itiraf edeyim ki, cihad'ın lâyıkiyle izah

edilebildiği her yerde, muvaffakiyetli neticeler alındı. Hattâ Fransızların, Almanların

karşısına getirdikleri Afrikalı Lejiyon Etranjeler, kendi dilleriyle tekrarlanan bu

beyannamelerin sesine bağlı kalarak ilticalara başlamışlar, bu sığınma hareketi

umumileşince de, Fransız Başkumandanlığı Müslüman askerleri geri hizmetlerine

almıştı.

Osmanlı şehzadeleri, izafî rütbelerle orduya alınmışlar, hemen hemen her cepheye

gitmişlerdi. Basiretli kumandanlar, bunlardan askerin ve halkın maneviyatını

kuvvetlendirmek için istifade de etmişlerdi. Đçlerinde, meselâ Osman Fuad Efendi gibi

Trablus-Garb tahtı da teklif edilecek kadar liyakat gösterenler vardı. Sultan Beşinci

Murad'ın torunu olan bu münevver ve meziyet, cesaret, ahlâk sahibi şehzade,

bulunduğu muhitte cidden sevilmiş, Beşinci Sultan Reşad'ın halefi Altıncı Mehmet

Vahidüd'din'in Đngilizlerin tazyiki ile kendisini Trablus cephesinden geri çağırtacak

kadar endişe uyandırmış, ve Sünnüsî erkânı bırakmak istememişlerdi. Fakat bütün bu

hareketler, elbetteki çok geç kalmış tedbirlerdi.»

Page 124: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Ferdlerin de cemiyet içinde, devrini tamamladıkları devreler vardır. Bütün dâva, bu

devreyi bilebilmektedir. Eşref Beyin de hatıratında işaret ettiği gibi, Osmanlı Hanedanı,

başında bulundukları ülkenin dünyanın değişen temel şartlarına ayak uydurmasına göz

kapamışlardı. Bu gaflet, başında bulundukları o koskoca imparatorluğun, kendileriyle

beraber çöküşünün asıl sebebidir.

Ve bu hakikat, sadece Hanedanlar için değildir. Rejimler için de aynıdır. Son elli

senemiz, bu gerçeğin en tipik misallerine sahip değil midir?

Düşmanın süvarisi, makineli tüfek ateşimizin durmasından istifade ederek, Çallı Hüseyin

Beyle bizim aramıza girmiye muvaffak olmuştu. Bu, çok tehlikeli idi... Bunu sezen

Hüseyin Beyle, onun mütekabil hattını tutan Eyub Berzenç'in, yanındaki bir avuç

kahramanı süngü hücumuna kaldırdıklarını heyecanla gördüm... Süngülerin, güneşin

ışığında parıldadığını gören bizim merkezdeki grubumuz da, bu yiğit arkadaşlarına şevkle

katılınca, ağırlıkları bekliyen Mehmet Yüzbaşının yanındaki dört mücahidden gayrisi,

süngü ve hançerlerle: «— Allah... Allah...» kükremeleri içinde, müstevli bir düşmana

uşaklık mertebesine düşmüş olan bu güya din kardeşlerimiz üzerine saldırdılar... Bu «—

Allah... Allah.. » seslerinden, onların yüzüne vurulmuş manevî bir şamar olduğuna şüphe

mi vardı? Đşte, kırk kişi ile sadece iki bin hecinsüvâr ve bini aşan süvari ile bir okadar

piyadesini ön safa sokmuş, ardında da on binden fazla ihtiyat kuvvetini bekleten Şerif

Hüseyin Paşanın âsî kuvvetleri arasındaki Hayber Çenginin en kanlı, en sert safhası burada

başladı.;; Kendilerinin de açıkça itirâf ettikleri üzere, Türk süngüsü önünde bu sürü, çil

yavrusu gibi bir anda dağılıverdi... Ve, önümüz boşalıyordu âmma bizde de, insan takatinin

çoktan üstüne çıkmış olan mücâdele kudreti her ân tükeniyordu... Kollar yörulmuş, yedi

saattir devâm eden kanlı ve çetin bir didişme ile susuzluktan dudaklarımız kurumuş,

kanımız damarlarımızda çekilmiye başlamıştı... Emîr Abdullah, gerileyen, ölen, yaralanan

her bir kişi yerine on kişiyi ileri sürüyordu. Patlayan binlerce serseri mermi, içinde

dövüştüğümüz dar boğaza, teksif edildiğinden, hain ve bedbaht isabetlerle kahraman

arkadaşlarımızı bir bir düşürüyordu.

Bir ân geldi ki, Eyub Berzenç ile Çallı Hüseyin Beylerin tuttukları iki cenahımızdan ateş

çok yavaşladı, sonra kesilir gibi oldu... Bu sırada, tüylerim ürpererek, Bedevi naraları

duyuyordum. Bunlar, bana meçhul değildi. Bunlar, karşısındakini öldürenin attığı sayha

Page 125: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

idi... Đki cenahımızın sukutu üzerine düşman merkezi teşkil eden ve hepsi hepsi sekize

inen, bizim grub üzerine saldırmıya başladı. Artık, tuttuğumuz saf diye bir şey kalmamıştı:

Teker teker savaşıyorduk. Bir ân geldi ki, çevremde ancak dört kişinin kaldığını gördüm.

Đki yara almışım, farkında değildim. Yanımda bir ses: «— Efendim... Yaralanmışsınız,

Bacaklarınızdan kan akıyor...» dedi. Bu, Đzzet’ti. Elimle, karşı sırtı işaret ettim: «— Sağ

kalanlarınız oraya seslen...» dedim. Đzzetin gür sesi, sahayı çınlattı. Bu sese tek tük, fakat

bitkin cevaplar gelmiye başladı... Arkadaşlarımın seslerini duymak, birbirimize şevk ve

gayret vermişti. Bu sırada, bütün hayatımda unutamıyacağım bir hâdise oldu: Đşaret ettiğim

sırta doğru, canımızı dişimize takıp ilerlerken, Yüzbaşı Đsmail ile karşılaştım: Elinde

hançeri, etrafını saran Bedevi güruhuna saldırıyordu. Beni görünce, dehşetli bir nâra

fırlattı. Bu ses, elindeki hançerden çok çevresini saranları ürküttü. Bir sıçrayışta yanıma

geldi. Neden tek koluyla savaştığını o zaman anladım: Bir eliyle dökülmekte olan

barsaklarını toplamıştı... Midesinden derin bir yara almıştı. Emin olunuz gülüyordu: «—

Vazifemi yaptım mı? Söyle kumandanım... Đsmail kendisinden beklediğini gösterdi mi?

Çocuklarım evvel Allah sana emanet... Allahaısmarladık.. Hakkınızı helâl edin!...» ve, bir

çam yarması gibi devrildi. Toprağı bol olsun...

ALTI�A HÜCUM ve U�UTULA� HARP:

Bu göz yaşartıcı hailenin dehşeti içinde iken, Đzzet'in feryadını duydum: «— Hazineyi

buldular, yağma ediyorlar...»

Đzzet'in hazine dediği, Yüzbaşı Mehmet Beyin içinde bulunduğumuz boğazın dar yerine

gömdüğü altınlardı.

Bir ânda etrafımızı saran kudurmuş kalabalık, boğazın bu dar yerine doğru kaydı...

Bedevilerin mizacını iyi bilen insan olarak, altınlar bitinceye kadar ve en kuvvetlilerin,

zayıfları öldürerek elde ettiği altını ilk ele geçirenden alıncaya kadar rahat bırakılacağımızı

biliyordum. Nitekim öyle oldu... Ulumaya benziyen haykırışlar içinde, yüzler, binlerce

Bedevinin toprağı eşelediklerini gördüm... Daha sonra öğrendim ki, paranın yerini, bizim

Mekkeli muhafızlardan birisi haber vermişti. Hayatta kalanlarımız, bu yağmacılar üzerine

şiddetli bir ateş açtık. Aldıran kimdi?... Altına hücum, gözlerini döndürmüştü, ölüler üst

üste yığılıyor, onları itiyorlar, kama, hançer, tırnaklarla toprağı eşeliyorlar, avuçlarını

Page 126: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

dolduran kaçmıya çabalıyor, daha kuvvetlisi onu yere yıkıyor, mukavemet görürse

hançerliyor, boğusuyor, bir tek hedef güdüyordu: Atlını elde etmek!... Bedevi, harbi de,

insanlığı da unutmuştu.

Bir destan da. Üsküdarlı Đbrahim'in elinden çöllere vazıldı: Bu yiğit ve kahraman genç,

üzerine saldıranlardan öldürdüklerini, sun'î bir siper haline koymuştu... Biz, son bir mevzi

bulabilme ümidiyle, hazineyi yağma edenlerin bu ânından istifade ederek hedef

addettiğimiz tepeye doğru sürünürken, bu manzaraya rastladık: Đbrahim. itimad ediniz, en

aşağı yirmi düşman ölüsünü bir sun'î kale haline getirerek içeri girmiş, dört tarafını

saranlara buradan ateş ediyordu Nihayet, yılan gibi yanına sokulmıva muvaffak olan bir

habisin cenbiyye darbesi ile başı vücudünden ayrıldı... Sağ yandaki Eyüb Berzenc takımı

tamamen erimişti. Rengi Bedevilere benzediği için farkedilmiyerek öldürülmiyen azadlı

kölelerimden Muharib isimli sadık Arab, yanıma kadar gelmeyi başarmış, bitkin bir sesle:

«— Ya Bey... Bizimkilerden kimse kalmadı. Hepsi şehid... Ben de onların aralarına

karışarak kurtuldum.» dedi. Yanımda, mülâzım Ethem Bey. Yüzbaşı Mehmet Bey, Đzzet ve

yaralı dört kahramanım daha vardı. Son bir teşebbüs yapmak ve hiç olmazsa arkamızı

ileride, iki saate yakın zamandır en şiddetli safhasını geçiren harb esnasında hedef

addettiğim tepeye dayıyarak, son nefesimizi orada vermek azminde idim. Bunu,

arkadaşlarıma söyledim. Hep beraber oraya doğru atıldık... Ethem Beyin elinde, makineli

tüfek, de vardı. Birden sıçradık... Koşar adımlarla tepeye doğru gitmiye başladık ki, bir

kurşun, Ethem Beyi yere yıktı... Kahraman çocuk, derinden bir «Allah...» diyebildi. Tüfeği

elinden kaptım. Ne göreyim? Sehpası olmadığı gibi, cephaneleri de yoktu. Son müdafaa

ümidi de kayboluyordu.

Hazinenin paylaşılması bittiğinden, bu azgınlar topluluğu, şimdi, hayatta olanları öldürerek

soymak, ölüleri de çırılçıplak bırakmak derdinde idi. Gözlerim kararmıştı. Boğazın bitim

noktasına kadar sürüklenmiştik. Düşman, ancak münferid gördüğü askerlerimize

saldırabiliyordu. Bir anda husyelerimde derin bir acı duydum. Bir kurşun yarası aldığım

anlaşılıyordu. "Istırab ile yere yuvarlandım. Böbreklerimden gelen "feci bir sancı beni

kıvrandırıyordu. Bir müddet baygın yerde yatmışım. Son bir iradî kuvvetle kendimi

toparlamak istedim ve kalçamdan gelen ağrının, kurşunun burada kalmasından ileri

geldiğini anladım. Sürüklenerek tepeye doğru tırmanmıya başladım. Bütün arzum, o ânda

vuruşarak ölmekti. Bunca mücadeleden sonra, şehid olmak mertebesine erişmeyi, bir hak,

Page 127: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

bir gaye olarak görüyordum. Akşam güneşinin grubuna ancak yarım saat kadar bir zaman

kalmıştı. Çöl, bu ânın haşmeti altında yine muhteşemdi, fakat gece yıldızlar,

Peygamberimizden beri bu toprakların şahid olmadıkları bir şehamet ve kahramanlık

tablosunun kanlı, fakat izzeti nefis ve haysiyet sahibi bir milletin çocuklarının

yaratabileceği şeref tablosunun üzerine doğacaktı.

Çıkabildiğim tepenin arkasında, hiç bir hareket yoktu. Oraya kendimi koyuverdim. Bu,

elbetteki normal iniş değil, yuvarlanıştı.. Çektiğim istirabdan bayılmamak için, insan üstü

takat sarfettiğimi hissediyordum. Birden, nerden çıktı kendisi de pek farkında olmadığını,

söylemişti, nişancı onbaşısı Đzzet’in, elinde tabanca olduğu halde bana doğru koşarak

geldiğini gördüm. Ah, böyle ânlarda güvenilir bir dost yüzü görebilmek!.. O, ne baha

biçilmez saadetti: «— Đzzet, dedim, yaralıyım. Fakat ziyan yok. Şu karşı sırtı tutabilirsek,

gece karanlığında kurtuluşun çaresini ararız. Olmazsa, orada vuruşarak ölürüz. Gayret!..»

Bu sırada, yüksek sesle, ismimin haykırıldığını duyuyordum.. Bu haykırmalar bana,

karşımıza çıkan kuvvetlerin «tesadüf» olmadığını, beni aradıklarını ve belki de,

hareketimin gayesini bildiklerini, beni takib ettiklerini bir ânda anlatıverdi.. «— Ya Eşraf..

Ya Eşraf... Teslim ol.. Senin üzerine ahid ve âmân vardır (Aleyke ahd-ullah ve

amanullah..)»

BĐR ISIRAB GECESĐ VE ĐLK ESARET GÜ�Ü:

Đzzet ile kendimizi, tabiî bir siper teşkil eden kum yığını arkasına atabilmiştik. Gece

bastırmadan hayatta kalan son birkaç kişiyi de ele geçirme azminde olan düşmanın ateşi

durmadan devam ediyordu. Tahminen iki yüz metre ilerimizde, iki tarafı mahfuz olan bir

çukur vardı. Kendimizi orada daha emniyette hissedecektik. Bu duygu ve karar da bizim

için ayrı uğursuzluk oldu: Oraya doğru bir kaç adım atmıştık ki, daha sonra, Mekke'nin

Vadi-i Limmûn şeyhlerinden Şerif Fevzan ve arkadaşları olduğunu öğrendiğim kimselerin

attıkları kurşunlardan birisi kasığımın altından girerek beni yere yıktı. Son dakikalarımın

geldiğini hissettim: «— Đzzet, oğlum.. Beni dinle. Ben bu gece ölürsem, sen, sürünerek

gündüz bulunduğumuz; karargâhı bulmıya gayret edersin. Ebu Naim istikametinden

ayrılma. Doğruca Cemal Paşaya gider, hâdiseyi anlatırsın. Bu, Eşref Beyin şifahî

raporudur, dersin.»

Page 128: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Aileme, son bir kaç veda cümlesi yazmak istiyordum. Cebimde Jurnal ve Emir defterim

vardı, fakat kalemim düşmüştü. Đzzet'te de yoktu. Çölde hemen her tarafta olan sullem adlı

dikenlerden Đzzet'e toplattım. Onun ışıkları arasında, pıhtılaşmış olan kanımla bir kaç

cümlecik yazarak Đzzet'e teslim ettim:

«— Bunu Medine Kumandanı Fahri Paşaya verirsin. O, aileme gönderir.» dedim.

Yorgunluk, istirabımı bile unutturmuştu: Kırk kişi ile daha sonra Đngiliz kaynaklarının

yirmi bin kendilerinin utanarak on beş bin dedikleri, fakat resmî raporlarda yirmi beş bini

mütecaviz olarak kaydedilen Hicaz ordusunun savaşı, on bir buçuk saat sürmüştü. Bu

inanılmaz mücadelenin safhaları ile bitkin gözlerime uyku girmiyordu. Gecenin zulmeti

arasında, arkadaşlarımın, benim yiğit ve kahraman mücahitlerime ait olduğu Türkçe

kelimelerden anlaşılan iniltiler ve istimdadlar, yüreğimi parçalıyordu. «— Bir parça su yok

mu?» niyazı, damarlarımda pıhtılaşmıya haşladığını hissettiğim kanımı iştirandan

kurutuyordu. Yarası nisbeten hafif olan Đzzet iniltiye benzer bir sesle mırıldandı:

«— Efendim... Demin atladığımız taşlık dibinde ağırlığın su tulumu olduğunu görmüştüm.

Ah bir kap olsa da biraz getirebilsem...»

Đçim kavruluyordu. Zaruretler, insan müfekkiresini nasıl yaratıcı yapar?.. Mırıldandım:

«— Ayağımdaki bağlı Đngiliz botunu çek çıkar, onunla getir. Fakaf çok sarsma, çünkü akan

kan hâlâ durmadı.,.»,

Bir müddet sonra Đzzel'in, ağırlık içinde talandan kurtulmuş deve derisi tulumdan,

yarısından çoğu sızarak getirdiği suya dudaklarımı dokundurmadan, itirazına pek de imkân

bırakmadığım şekilde emrettim:

«— Yaralıları dolaş.. Hayatta olanlara su ver. Su ve kuvvetin kalırsa son olarak bana

getir.»

Đzzet, bana su getirebildi mi, hatırlamıyorum: Bayılmışım...

Gözlerimi, birisinin omuzumdan, sarsmasıyla açtım. Sabah oluyordu. Çölün gündüz yanan

sıcaklığı, yerini, gecenin serinliğine terketmiş ve bu Hayber cenginden yaralı çıkabilmiş

dört Türk'ü kurtarmıştı. Gözlerimi açtım. Üzerime eğilen Bedevi başları, dikkatle beni

süzüyordu. Tanımışlardı... Can ve bilhassa hasyiyet havliyle, o bitab vücudümüze rağmen

müdafaaya kalkıştığımızı görünce bağırıştılar:

Page 129: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Aleyk-i emaaullah ve ahd-i şerif-i yesellümü-ke aleyki Emir Abdullah ciet-ü zâlim ve

tereü-ü salim = Allahın üzerine ve Şerif namına sana ahit veriyoruz ve Emir Abdullah

tarafından sana selâm getiriyoruz. Sen bu memlekete zâlim geldin, salim gideceksin...»

Kendilerine, Emîr Abdullahın yanına gidinceye kadar, en ufak hakarette

bulunmıyacaklarına söz vermelerini istedim: «— Fî veçhinâ = Yüzümüzdesin...» cevabını

verdiler. Bu tâbirler, Arnavudlar'ın BESA'sı gibi, inanılır teahhüd idi. Şeyh Fevzan'm

kardeşi yanıma yaklaştı.. Arab âdetinee tazim ve selâm verdi, mukabele ettim. Đzzet de

yanımda idi. Şeyh Feyzan'ın ve adamlarının yardımını reddettim. Onunla birbirimize

dayanarak ayağa kalktık. Tepenin üzerine geldiğimiz zaman, Emîr Abdullah'ın gönderdiği

köle, bir kırba su getirmişti. Bir gece evvel «— Su... Allah rızası için bir yudum su...» diye

inliyen kahramanlarımı hatırlıyarak gözlerim yaşardı. Şeyh Feyzan'ın biraderine döndüm:

«— Allah ve Peygamber sevgisi, insanlık şerefi için, şu mübarek yaralılar içinde hayatta

olanlar varsa, onlara bu suyu veriniz, kurtarmıya çalışınız... Onlar, hizmetleriyle insana

şeref verirler...» dedim. Beni temin etti:

«— Sizi aramak için her tarafı dolaştık. Emin olunuz, yaralı iki kişi bulduk, onları tedavi

ettik. Diğerleri şehid.,. »

Demek ki, bu mârekeden ancak, dört yaralı ile çıkabilmiştik: Benim kahraman

arkadaşlarım, yarattıkları destanı kanlarıyla ebedîleştirmişler di. Gelen sudan bir miktar

içtik, mütebakisi ile kanlı yüzümüzü yıkadık, biraz ferahlamıştım. Dağdan iniyorduk.

Yolda, üzerleri çırıl çıplak soyulmuş şehidlerimize rastlıyorduk. Đlk gördüğüm, Yüzbaşı

Giritli Đsmail Beyin mübarek naaşı idi. Soyguncular, bu yiğiti anadan doğma bırakmışlardı.

Đzzete emrettim:

«— Başındaki kefiyyeyi çıkar, avret mahalline ört...»

EMĐR ABDULLAH ĐLE KARŞI KARŞIYA:

Biraz ilerleyince, arkalarında boş beş, altı hecin olan bir mekkâre koluna rastladık. Bunları,

binmemiz ve karargâhına hecinsüvâr gelmemiz için Emir Abdullah göndermişti. Gelenler,

Emir'in selâmlarını ve beni beklemekte olduğunu tebliğ ettiler. Yaralarım, deveye

binmemde çok zorluk ve acı veriyordu. Biraz daha ilerlediğimiz zaman, ilk savaşı

Page 130: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

verdiğimiz hâkim tepeye gelmiştik. Burada, bir ân durdum ve çevreyi seyrettim. Şeyh

Fevzan'ın biraderi yaklaştı:

«— Bir şey mi emrediyorsunuz?»

«— Arkadaşlarıma son vazifemi yapacağım» dedim, ve gözlerimden yaşlar boşanarak,

onların da duyacakları yüksek sesle hitab ettim:

«— Sizler, Türklüğe hâs kahramanlıkla dövüştünüz. Bire binle mücadele ettiniz.

Kahramanlık ve şecaat dersi verdiniz. Destanınız mübarek olsun... Allahın rahmeti de,

milletin minneti de sizin üzerinizedir...»

Garibi şu idi ki, ben şehld arkadaşlarıma fatiha okurken bu facianın müsebbibi ve mes'ülü

olan Bedeviler de ellerini açıp duaya iştirak ediyorlardı. Đçlerinden bir ihtiyar devemin

önüne geçti:

«— Yâ Paşa... Müstahak-ın elf fâtihâ alâ cemaatin = Ya Paşa... Senîn cemaatin bin fatihaya

lâyıktır.»

Şeyh Fevzan'ın biraderi ihtiyar Bedeviyi tasdik etti:

«— Hakkullâh küllühüm sebbâğ = Allah hakkı için hepsi arslandı.»

Evet... Benim yiğit arkadaşlarım birer arslandı. Fakat onlara böylecesine, bire karşı binle

çıkarak kıyanlar neydi?

Bir müddet sonra, Emir Abdullah'ın karargâhına gelmiştik. Çadır'ın önü mahşer gibi idi. O

bitkin hâlimle birçoklarını tanıdığımı hatırlıyorum. Bunlar, yolumu kesiyorlar, kendilerinin

veya babalarının bana verdikleri isimle hatırımı soruvorlar: «— Ehlen yâ Seyh-it Tüvûr —

Safa geldin kuşların şeyhi...» diyorlardı. Kollarıma girerek güçlükle deveden indirdiler ve

Emir Abdullah'ın karargâh olarak kullandığı muhteşem çadıra soktular. Gözlerim

yorgunluk ve kan kaybından kararıyordu. Çevremi çok ivi farkedemiyordum. Emir

Abdullah'ın etrafında, Đngiliz, Fransız, Mısır zabitleri vardı. Emir Abdullah, büyük bir

tevazu ile ayağa kalktı, bana doğru ilerledi, elimi tuttu:

«— Safa geldiniz...» dedi. Kendisine teşekkür ettim Ayakta duramıyacağımı

hissediyordum. Emir de bitik vaziyetimi görmüştü:

Page 131: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Đstirahat ediniz, oturunuz, hatta uzanınız.. » dedi. Kendisine yine teşekkür ettim, ve

«— Rica ederim, yaralı arkadaşlarımın araştırılması için emir veriniz. Şehidleri de

mücadele ve şahsiyetlerine lâyık şekilde gömdürünüz..» dedim. Beni temin etti:

«— Emin olunuz, bütün harb sahasını araştırdım. Altı saat böyle harbeden insanların

miktarının hiç olmazsa birkaç bin olacağını tahmin etmiştim. Demek ki, diğer

kuvvetleriniz, muhasara sahasını yardılar.» dedi. Kendisine sadece kırk muharib

olduğumuz cevabını verdiğim zaman, yüksek sesle:

«— Vallahil azîm bunu söyliyen Eşref Bey olmasa inanmakta mazurum,» dedi. Bu, ne bir

iltifattı ne bir teselli... Hakikati itiraf dan çekinmiyen bir düşmana söylettirilmiş gerçekti.

Fakat garib bir ruh haleti ile şu tarizden de kendisini alamadı:

«— Demek Arab ülkesinin bu kadar harîmine kadar da giriyorsunuz. Buralarda ne

arıyorsunuz, Ya Eşref Bey?»

Yattığım yerden şu cevabı verdim:

«— Muhasarada olan dindaş ve ırkdaşlarıma yardım götürüyordum. Bir fitneyi de

bastırmak ve devletimi onun muhatara ve şerrinden masun bulundurmak azminde idim.

Hükümetimden de böyle emir almıştım.»

«— Sizi buralara Đttihad ve Terakki gönderiyor. Siz onun rüesası arasındasınız.»

«— Đttihad ve Terakki, milletin reyi ile iş başına gelmiş siyasî bir fırkadır. Benim siyasetle

bir alâkam yoktur. Ben, resmî ve meşru hükümete mensub ve emrindeyim. Vicdan ve

akĐımın gösterdiği yolda cesaretle yürürüm. Şu etrafınızdaki yaşlı şürefâ ve meşayih,

benim yirmi sene evvel de, buralarda hak ve hürriyet için at koşturduğumu bilirler.»

HAYBER'� KAHRAMA�LARI DܪMA�LAR VE D�YA...

Hayber'de, Kırk Türk'ün, Hicaz, Tunus, Mısır, Suriye’den firari Arablarla, Đngiliz,

Fransız ve Türkiye'den kaçak zabitler kumandasındaki YĐRMĐ BĐ�Đ AŞKI� kuvvetle

dövüştüğü ve eridiği CEMBELE mevkiinin Eşref Beyin bizzat çizdiği krokisi, aşağıdadır.

Eşref Bey, bu krokinin üzerine şu cümleleri kaydetmiştir:

«— Medine-i Münevvere civarında Hayber'in Cembele mevkiinde, Şerifin Şark

ordusuyla çarpıştığımız arazinin krokisidir.»

Page 132: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Eşref Bey, krokisinde, iki tarafın kuvvetini şöyle tesbit ediyor:

TÜRK KUVVETLERĐ: 1 kumandan, 4 zabit, 1 mitralyöz kumandam, 20 Hecinsüvar

kafile muhafızı, 15 bombacı piyade, 3 emir atlısı, 5 makineli tüfek efradi, 20 Silâhsız

deveci, 2 silâhsız çadırcı, 2 silâhsız aşçı.

- DÜŞMA� KUVVETLERĐ: Kumandan Şerif zade Emir Abdullah, 3 top, 4 mitralyöz,

2009 hecinsüvar, 8000 piyade ve develi, 2000 yük ve Zahire devesi, 2 bölük süvari, 3000

Muteyir, 2500 Uteybe, 3000 Benî Harb Ofi, 1500 Behî Harb Salimi, 4000 muhtelif

bedeviler, Mısırlılar ve saire... Cem'ari yirmi beş bin kişi olduğu Hicaz'ın resmî

tebliğinden anlaşılmıştır. Top ve mitralyözleri Mısırlı zabit ve efrad kullanmakta idiler.»

* * *

Asî Hicaz'ın bu savaşta «Şark Ordusu» na kumanda eden ve daha sonra Ürdün Kralı

olarak memleketimize sık sık gelip, bir tebeası tarafından öldürülen Emir Abdullah,

1945 senesinde Kudüs'te Arabca basılan ve Đngilizceye çevrilen «Müzakerat-ı Abdullah

Đbn-i Hüseyin» isimli hatıratında, HAYBER'den ve Eşref Beyden iki sahifelik bölüm

halinde bahseder. Der ki:

«— Đstihbaratımız, îmam Yahya nezdinde nüfuz ve dostluğu kadîm olan Eşref (Paşa)

nın Yemen'e giderek buradan temin edeceği kuvvetler ve yine kendisinin şahsî dostu

olan Bedevî ümera ve şürefâsını da yanına alarak kuvvetlerimizi ve mülkümüzü arkadan

vurmak hazırlığında olduğu idi. Müttefikimiz Đngilizler bu haber üzerine, Bahr-i

Ahmer'in bütün sahillerini abluka ettiler. Fakat Eşrefin Medine'nin pek yakınındaki çöl

mıntıkasını aşarak Yemen'e gideceğini kat'iyyen ümid etmiyorduk. Çünkü bu hareket,

büyük tehlikeyi doğrudan doğruya göze almaktı. Türk kumandam, başka çâre

kalmayınca bu tehlikeli maceraya atılmakta tereddüd göstermedi. Bizim kendisiyle

karşılaşmamız, doğrudan doğruya onlar için aksi bir tesadüf olmuştur: Yanlarındaki

Bedevilerden birisi haber vermişti. Gelen habere itimad etmedim. Arazinin hâkim bir

mevkiinde olan Türkler, teslim teklifimizi reddederek ilk ateşi açtılar. Bulundukları yer,

kuvvetlerimizi görmiye müsaid olduğu için bu asîm kuvvete karşı, nihayet elli kişi ile

mücadeleye gireceklerini tahmin etmediğimizden, kuvvetlerinin arkası var zannederek,

geniş bir ihata yapılmasını, Tunuslu Sidi Raho ve Mısırlı Abdülhamid Binbaşılara

emrettim. Türk kuvvetleri, üzerlerine ilk gelen süvarilerimizle hecinsüvarlarımızı geri

atmıya ve ağır telefat verdirmiye muvaffak oldular. Muharebe, beş buçuk saat fasılasız

Page 133: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

ve sabaha kadar da fasılalı olarak sürdü. Bu küçük Türk müfrezesinden Sâdece dört

kişi, ağır yaralı olarak esir edildi. Diğerleri tamamen şehid oldular. Eşref Beyle babamın

ve biraderlerimin kadîm muarefesi vardı. Kendisinin ele geçmesi halinde teslimini,

müttefikimiz Đngiliz makamları da taleb ediyorlardı. Pederim Şerif Hüseyin Paşa da,

Eşref Bey esir edilirse, kendisine gönderilmesini istiyordu. Karargâhımda kabul ve

tedavi ettirdim. Konuşmamız sırasında bana, Eğer imam Yahya nezdine gidebilmiş

olsaydı, kuvvetlerimizi arkadan tenkil ederek faaliyetimizi bertaraf edeceğini ümid

ettiğini söyledi.»

* * *

Đngiliz - Fransız tebliğleri ise, Yemen'e para ve malzeme götüren ve Đmam Yahya ile

müştereken yeni bir hareket hazırlığında olan bir Türk kuvvetinin Hayber civarında,

müttefikleri Hicaz kuvvetleriyle yaptığı şiddetli bir müsademeden sonra imha edildiğini

bildirmişti. Đngiliz resmî organı TAYMĐS'in, Mısır'daki harb muhabiri ise, şu dikkate

değer malûmatı veriyordu:

«— Başlarında, Türk Đntellices Servis'inin Reisi bulunan ve Arabistan'da «Şeyh-it-tüyûr

= Uçan Şeyh» olarak anılan Kolonel Eşrefin bulunduğu bir Türk kuvveti, Aden'deki

mahsur Türk kuvvetlerine para ve malzeme götürmek ve Yemen Đmamı Yahya ile

mutabık kalarak Hicaz kuvvetlerimizi arkadan vurmak hazırlığı yapmak üzere, cür'etkâr

bir sıyrılışla çöl'ü aşmak hazırlığında iken, Hayber'in Cembele mevkiinde, müttefikimiz

Hicaz'ın Emir Abdullah kumandasındaki Hicaz Şark Ordusuyla karşılaşmıştır. Teslim

teklifini reddeden Türkler ilk ateşi açmışlar ve bir de mukabil hücuma geçerek akşama

kadar harb etmişlerdir. Türklerin kuvveti çok cüz'î olduğundan boşalttıkları yerler,

müttefiklerimiz Hicaz kuvvetleri tarafından işgal edilmiş ve Türk müfrezesi, aralarında

kumandanları da olarak dördü ağır yaralı esir, diğerleri imha edilmişlerdir. Üzerlerinde

birkaç kurşun ve hançer yarası olmıyan Türk ölüsüne rastlanmamıştır. Kolonel Eşrefin

ele geçmesi, Arabistanda Türk propaganda ve gizli faaliyetinin nihayeti olarak tavsif

edilmektedir.»

Meşhur Đngiliz Casus'u Lavrens ise hatıratında. Eşref Beye ayırdığı uzun bölümde,

Hayber'den de bahseder, ve bu teşebbüsün: «— ... Vaktiyle, Hicaz Valisi ve

Abdülhamid'in en sevgili Paşası'nın oğlunu, iki tabur arasından tutup dağa kaldıran bu

haydut'un en cüretkâr hareketi, Hicaz kuvvetlerinin içinden sıyrılarak çöl'ü en

Page 134: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

muhataralı yerinden aşarak Yemen'e gitmek teşebbüsü idi. Eşref, kendisi için aksi bir

tesadüfle ve ihbar üzerine Şerif Abdullah kuvvetleriyle çarpışmıştır. Türkler, teslimi

âdetleri üzerine reddetmişler ve şeker erir gibi erimişlerdir. Eşrefin plânı, Hicaz'da,

Filistin zaferimize imkân veren isyanı bastıracak son Osmanlı tedbir teşebbüsü idi.

Filhakika imam Yahya kendisinin dostu idi ve Đbn-i Reşidde yakın münasebeti vardı. O

sırada Đbn-i Suud da bize karşı hasmûne vaziyet takınmış olduğundan ve Mekke ile

Medine'yi ele geçirmek istediğinden Türk plânının muvaffakiyet ihtimali kuvvetli idi.»

�e yazık ki, muvaffakiyet ihtimalleri çok zaman karşımızdakiler tarafından tasdik edilen

bu «plânlar» peşimizi bırakmıyan insafsız bir kaderin elinde en bahtsız neticeler oldu...

Emir Abdullah, cevabımdaki ağır mânayı elbette kavramıştı: «— Biz Osmanlı devlet-i

meşruasına değil, Đttihad ve Terakkiye karşı ilânı harbettik..» dedikten sonra, mevzuu

değiştirdi:

«— Şark urbanından kimleri tanırsınız?» Bazı isimler saydım. Gülerek şu cevabı verdi:

«— Emin olunuz, ben bu kadarını tanımıyorum..» Bu sırada, doktor Đsa Efendi gelmiş,

yaralarımı sarıyor, temizliyordu. Emir, yağ ve bal getirilmesini emretti. Üzerimdeki elbise

parça parça idi. Bütün eşyamız talan edilmişti. Tunuslu binbaşı Sidi Raho, bana bir bornoz

ikram etti. Maiyetime Mısırlı yüzbaşı Fuad ve düşman ordusunun mitralyöz

mülâzımlarından yine Mısırlı Mahmut Besim Efendi tâyin edildi. Uteybe kabilesinden elli

kadar hecinsüvârân muhafızım idiler. Kafileye, bizzat Emir Abdullah kumanda ediyordu.

Nereye gidiyorduk? Bilmiyordum. Yaralarım feci idi. Bacağım kütük gibi şişmişti. Doktor

Đsa Efendinin elinde, sadece iki matara tendürdiyot vardı. O kadar!.. Bu halde, günlerce

yürümek icab ettiğini öğrenince, hayatımdan ümid kestim. Đstirabım, tahammül

edilemiyecek katlar feci idi. Bütün vücudumun, yaranın ufunetinden doğan donma içinde

hareketten sakıt kaldığını hissediyordum. Emir Abdullah, yolda bir kaç defa yanıma geldi,

hatırımı» sordu, ve yola devama mecbur olduklarını mazeret makamında söyledi. Gece

yürüyüşleri öylecesine dayanılmaz hâl almıştı ki, haysiyetim müsaade etmiş olsaydı, kaç

defa kendirdi baş aşağı atarak ölümü düşündüm. Emir Abdullah ziyaretlerinden birisinde:

«— Eşref Bey yanımda misafirdir. Hayattadır.» cümlelerini, demiryolu üzerindeki

direklerden bir kaçına çivilendiğini, bunun Fahri Paşaya iletileceğini ve ailemin de

Page 135: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

haberdar edileceğini söylemesi üzerine, Medine Muhafızı Fahri Paşaya bir tezkere ile

vaziyetimi bildirmeme müsaade etmelerini istedim ve şu kısa mesajı gönderdim:

Medine'de Fahri Paşa Hazretlerine

Kırk nefer ve altı küçük zabitten mürekkeb müsellâh kuvvetimle otuz bir kânunuevvelde,

Hayber'in Cembele mevkiinde Emir Abdullah'ın kuvvetleriyle ettiğim müsademede

kuvvetim tamamen şehid düştü. Ben, dört arkadaşımla mecruhen hasım eline geçtim. Đyi

muamele görmekteyiz. Vaziyeti resmî makamlara ve münasib surette Đzmirdeki aileme

bildirmenizi rica ederim.

3 Kânunusâni 1332 (17 Ocak 1917)

Yolda Emir Abdullah ile zaman zaman sohbet ediyorduk. Kendisinde, meşru

gösterilmesine çalışılan, fakat vicdan azabı ve mantık huzursuzluğunu gideremediği bir

mahcubiyet vardı. Dedi ki:

«— Eşref Beyefendi... Bizim kuvvetlerimizin çokluğunu biliyordunuz. Bu, teçhizattı tam

kuvvete karşı kırk neferle harbi kabul etmenizin ve ilk ateşi açmanın mânası var mıydı?

Buna neden lüzum gördünüz?

«— Ben, dedim, muayyen bir vazife ile mükelleftim. Bunu ifa borcumdu. Arkadaşlarım da

üzerlerine aldıkları vazifenin ehemmiyet ve kudsiyetini müdrik idiler. Biz sizinle

müsademeyi kabul etmeseydik, netice yine vazifemizi yapmamışlık olacaktı, fakat

hacaletle ve mücadeleyi kabul etmemiş olmanın maddî manevî mes'uliyetini de

omuzlarımıza almış olarak... Şimdi ben de size müsaadenizle bir sual sorayım: Biz sizden

yolumuza devam için müsaade istemiş olsaydık verecek miydiniz? Elbette hayır!,. Biz,

devletimizin bize verdiği bir resmî vazifeyi ifaya saî idik. Eh. Harbde mağlûbiyetler de,

galibiyetler de vardır, ve zat-ı asilâneleri de bilirsiniz ki, şerefli galibiyetler kadar şerefli

mağlûbiyetler de vardır. Kuvvetler arasındaki müsavatsızlıktan dolayı kader size teveccüh

etti. Geride kalen, bu dövüşün sebebidir. Onu da, tarih halletsin ve hükmünü mücrimin

aleyhine versin...»

Emir Abdullah bu sözlerim üzerine sustu ve bana, bir başka fasılda izah ettiğim üzere,

Ordularının Başkumandanlığım teklif etti: «— Ceddim namına yemin ediyorum. Biz,

Đslâmiyetin mücadelesini yapıyoruz. Siz de Müslümansınız.» dedi. Kendisine, benim

Page 136: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

devletimin, Müslümanlığın şeref ve haysiyetini ilâ etmek için, evlâtlarının aziz kanını

asırlardır cömertçe harcıyan ve dünya yüzünde en büyük Đslâm Đmparatorlukları kurmuş,

Medeniyetler tesis etmiş millet olduğunu söyliyerek, ölümün eşiğinde olmamın böyle bir

teklifi kabul etmem için asla mesned olamıyacağını hatırlattım. Gözlerim teessürümden

yaşarmıştı. Emir Abdullah, aldığı cevablardan sanırım ki, mevcud hicabım duyarak, süratle

yanımdan uzaklaştı. Bir daha da bu «ihanet teklifi» ortaya çıkmadı.

ŞEHĐTLERĐ� ME�KIBELERĐ:

Kendim de -dahil olarak dört yaralı arkadaşımı tedavi ve bilhassa gerekli ameliyat ve

cerrahî müdahalenin yapılması için selâhiyettar bir operatöre ihtiyaç vardı. Fahri Paşaya

haber göndererek Ordu Baş Operatörü Rasih Beyin gönderilmesine müsaade edilmesini

istedim. Emir Abdullah bir müddet düşünmüş, yakında sıhhî tesisatı tam bir beldeye vasıl

olacağımızdan buna lüzum olmadığını söylemişti, ve bir Bedevi Hekimi göndermiş.

Elindeki nesci gayri malûm ilâçları kullanmak istemedim. Benim ve arkadaşlarımın

yaraları, esaslı bir tedavi görmediği için kangren olma istidadını gösteriyordu. Bu aralık,

Emir Abdullah ordusunun süvari kumandanı olan Taif Emiri Şerif Şakir geldi. Gençlik

devresini yakından tanıdığım bu Kabile Reisi, samimî olduğuna inandığım teessür ve

hürmet içinde şu teklifte bulundu:

«— Ya Hazreti Bey... Size yapacağım tedavi iyi netice vermezse, babamla olan

uhuvvetiniz müteessir olsun... Bu, bedevilerin mücerreb tedavi usulüdür. Müsaade ediniz

de tatbik edelim: Zemine bir çukur kazacağız, bunun civarında da yakılacak bir ateşte, iri

taş parçalarını iyice kızdıracağız. Yaranın ağzı çukura gelmek üzere size vaziyet vereceğiz.

Üstünüze de battaniye örteceğiz. Bir Arab meşîahı ile de, hava ile olan irtibatını keseceğiz.

Battaniyenin altından girecek bir el bu kızgın taşların üzerine su dökecek. Kızgın taşa

dökülen bu suyun yapacağı şiddetli ve kesif buharla, yara evvelâ yumuşayacak, sonra

patlıyarak cerahati akacak ve siz rahatlıyacaksınız. Böylelikle de zehirlenmeye mâni

olacağız.»

Çölde geçen hayat devrem içinde, asırların tecrübesi olan birçok tedavi ve şifa usullerinin

değerini öğrenmiş bulunuyordum. Kabul ettim. Đlk zamanlarda çok güç ve ıstırab verici

olan bu tedavi ile, bir müddet sonra rahatladım ve Şerif Şakir'in söylediği gibi, kan ve

Page 137: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

cerahat dolu olan ufunet, şiddetli buharın tesiriyle pişen ve patlıyan mecralardan akmıya

başladı. Bir müddet sonra kendimden geçerek, rahat bir uykuya dalmışım. Hayatımda, bu

derece derin ve şifa veren bir uyku hatırlamıyorum. Aynı tedavi, arkadaşlarıma da tatbik

edildi, onlar da aynı şifaya kavuştular.

Vadi-i Đslih'de altı gün kaldık. Akşamları, yattığım çadırda, Uteybe, Benî Harfe ve

Nüvâmese kabilelerinin şeyhleri ve reisleri toplanmışlar, yaptığımız harbin tahlilini

yapıyorlardı. Benim tecessüsümün gün geçtikçe artmasına sebep olan hâdiseleri, bizzat

kendilerinden dinledim: Kuvvetimiz, karşısındakilerin kendilerinden yüzlerce nisbetini

dahi aşacak kadar çokluk olmalarına rağmen, nasıl olmuştu da, ya topluca teslim olmamış,

tek veya ferd halinde hiç bir iltica vukua gelmemişti? Benî Ömer'in Şeyh'i şu menkibeyi

anlattı:

«— Arkadaşlarınızdan sarı bıyıklı, uzun boylu bir genç, benim başlarında bulunduğum

tahminen elli kişi tarafından kuşatılmıştı. Dört taraftan saldırışımız neticesinde üç, dört

cenbiyye (hançerle kılıç arası bir Arab silâhı) yedi. Bağırsakları dışarı fırlamıştı. Bir eliyle

çıkan bağırsaklarını tutuyor, diğer eliyle tabancasını büyük bir isabetle sağa sola ateş

ediyordu. Sarışın olan bu delikanlıyı Alman zannettik. Kendi aramızda: «— Vay mel'un

kâfir.. Ne de cesur bir âdem.» dedik. O, can havliyle, belindeki bombayı da çekip yine

meharetle üzerimize fırlattı. Artık takati kalmamıştı. Arkasından kopan yaylım ateşle yere

yıkılınca, gür bir sesle kelime-i şahadet getirdi ve bize fasih bir Arabça ile «— Hainler...

Devlet âsileri...» diye haykırarak son nefesini verdi. Đşte o zaman kendisinin bir Müslüman

olduğunu anladık.»

Tariflerine göre bu, sağ kanadımızı emrindeki on nefercikle müdafaa eden kahraman

Eyyub Berzenç idi. Utebey'den bir Reis, matarası üzerinde «Celâl» adının yazılı olduğu bir

Türk'ü, yedi kişiyi tepeledikten sonra yaralı yere düştüğü zaman nasıl hançerlediğini

iftiharla anlatınca dayanamadım:

«— Yere düşen bir din kardeşinizi, böyle kahraman bir insanı nasıl hançerlediniz? O, ırkı,

kanı, milliyeti, dini her şeyi sizden başka birisi dahi olsa, daima bahsettiğiniz Bedevi

ananaleri ve mertliği, böyle bir taarruzu size men'ettirmesi icab etmez mi idi? Ben sizi,

sizin kadar bilirim: Bir deve için en yakın arkadaşınızın kanına girersiniz. Ne imiş? Bu

«Harfe» imiş, bu Şemmî imiş, bu Huteym imiş, bu Muteyr imiş... Rica ederim, kırk kişinin

Page 138: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

yirmi bin kişiye karşı yarattığı bu kahramanlık destanını, sizlerin hiç bir izahı ve tefsiri

kıymetten sukut ettiremez, ancak ona daha mutena bir mahiyet verir.»

Bu cevabımı Emir Abdullah'a da anlatmış olacaklar ki, ertesi günü bana, Bedevilerin

mübalâğa ve iftihar iptilâlarını hatırlatarak: «— Yâni Eşref Beyefendi... Türklerin ellerinde

hasımları nisbetinde malzeme olduğu ve başlarında da liyakatli kumandanlar bulunduğu

zaman, onlarla hiç bir milletin mücadele edemiyeceğini Ben de Sizin kadar bilmez miyim?

Fakat biz, bir içtihad mücadelesi yapıyoruz. Rica ederim, bizi yanlış anlamayınız...» dedi.

Münakaşanın ne faidesi vardı? Yollar, öylecesine birbirinden ayrılmıştı ki, bu ayrılış, belki

tarihin seyrini değiştirecekti. Đkimiz de sustuk...

MISIR YOLLARI�DA OLMA�I� KISA SÜRE� HAYALĐ:

Yaralarımızın, devamlı ve ihtimamlı bir alâka ve sıhhî müdahale olmazsa, geçemiyeceği

anlaşılmıştı. Vakia on iki gün öncesi gibi değildik. Fakat âkibetimizi tâyin için, sıhhî

durumumuzun elverişli hale gelmesinin beklenildiği de anlaşılıyordu. Bence bugüne kadar

hakikî sebebi meçhul olan kararı, bana bizzat Emir Abdullah bildirdi:

«— Eşref Bey.. Sizi Mısır'a göndereceğiz. Galib Paşa'ya olduğu gibi (Mekkede Şerif

Hüseyin'e esir olan rahmetli korgenal Galib Yener) Size de, Hilvan'da bir köşk tahsis

edilecektir. Harbin nihayetine kadar orada kalırsınız. Haysiyet ve mevkiine lâyık bir

muamele göreceğinize emin olunuz.»

Bu kararın, Đngilizlerin muvafakati olmadan verilmesine imkân olamıyacağını da

biliyordum Daha o tarihte de, Şerif Hüseyin ve ailesinin bütün hareketi, mukadderatlarında

olduğu gibi, Đngilizlere sımsıkı bağlı idi.

Yanımdaki Beş bin altın, tamamen yağma edilmişti. On paramız yoktu. Bana, Mekke'den

beklediği paranın henüz gelmediğini ide mazeret makamında tasrih ederek, vekilharcı ile

beş yüz altın gönderdi. Paramı, bu adamlar almışlardı. Çaresiz, fakat ancak bilâhare iade

edilmek üzere kabul ettim. Bütün şeklî nezakete rağmen, kaçmamam için de, çok ciddî

tedbirler alınmıştı. Ne kadar garibtir ki, ben, bana gösterilmiş olan itimadı kötüye kullanıp

asla firarı düşünmezken, çok eskiden halefim (ahret kardeşim) olan Şeyh……….. in,

Page 139: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

yakındaki hiymegâhına gelmem için tertibat aldırdığını bildirdiler. Teşekkürle reddettim.

Emir Abdullah, hareketimden önce bana şu «tavsiye mektubunu» da verdi:

«— Đngiltere hükümeti muazzamasının büyük memurlarından her kim ki, bu vesikayı Eşref

Beyin yedinde gördükte kendisine yapılacak ihtiramın fevkalâdeliği bizi memnun edeceği

malûm olmalıdır. Mısır'a vasıl oldukta, şeref ve haysiyetine lâyık bir köşkde misafir

ettirilecek ve Hilvan'daki ikametinin bütün masarifatı Celâlet-ül Mülk-ül Hicaz'a ait

olacaktır. Bu husus, Wilson Paşaya da yazılmıştır. Her hususta riayetkar olunması bilhassa

rica olunur.»

Emir Abdullah

Hecinlere binerken ikindi olmuştu. Uğurlama merasimimizde, sanki birer esir değil, aynı

dâvanın ve gayenin müşterek insanları idik... Yola çıkarken, bu topraklarda hâkim ve

hükümran millet ferdi olarak son yolculuğumu yaptığımı hissediyordum. Acaba daha

müsbet ve ferahlatıcı neticeler almak mümkün değil mi idi? Ülkeler fethetmek, mücerred

kaldığı zaman bir manâ ifade etmiyordu: Đşte, bizi yüzyıllar boyunca alkışlamış, yüceltmiş

olan bu insanlar, en buhranlı zamanımızda: «— Bu topraklarda işiniz ne?» diyorlardı.

Đkindi olmuştu. Mevsim ÇÖL'ün en mutedil zamanı olan Kânunusâni (Ocak) idi. Đkindiden

sonra serinlik başlardı. Yaralı arkadaşlarım, yük develeri üzerine yatırılmış variyette idiler.

ÇÖL'e ve yaraya mütehammil ve alışkın olan vücudum, onlara göre daha kısa zamanda

kendisini toplamıştı.

15 Kânunusani 1332 (28 Ocak 1917) sabahı Yanbuğ'a vardık. Halk, yollara dökülmüştü.

Hayberdeki destan buralara kadar yayılmıştı. Yanbuğ'da kaymakamlık yapan Şerifin

mutemedi Abdülkadir Efendi bizi nezaketle karşıladı. Bir ev hazırlatmıştı. Yollarda halk,

kimisi müteessir ve hürmetkar, kimisi mütecaviz ve haşin nazarlarla bizi süzüyordu.

Đçlerinden bir grub ısrarla bizi takib etti: «— Ehlen ve şehlen ya kuşların şeyhi!..

Kanadlarmı kim kırdı?» nakaratını eve gireceğimiz âna kadar haykırdılar. Şeyh Mansur,

Mısırlı yüzbaşı Fuad Bey ve Kaymakam bunları dağıtmak istedi. Mâni oldum Fuad Bey

dayanamadı:

«— Allah bu milletin belâsını versin..» dedi. Kendisine yavaşça:

«— Ettiğinizi çekiyor, ektiğinizi biçiyorsunuz..» dedim.

Page 140: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

KĐMDĐR BU EŞREF?

Eşref Bey, bütün bu maceraların üzerinden seneler ve devirler geçmiş olmasına rağmen

çöl'le olan alâkasını kesemedi... Bu ilgi, ömrü boyunca devam etti... Karşıdaki sahifede

kendisini, 1945 senesinde, Semâlut'ta, Asvan'dan şimale doğru bir buçuk aylık «deve

yolculuğu»nda görüyoruz... Hecininin adı «Seyyar» yâni «gezgin» idi... Tıpkı sahibi

gibi!..

Eşref Beyin Hayber'de yaralı olarak esir edilmesi, bütün Arabistanda derin akisler

yapmıştı. Mekke'nin Cürule kışlasına nasıl getirilmiş olduğu elinizdeki kitabın içindedir.

Şerif Hüseyin'in, kendisine karşı nasıl bir kin beslediği de, yine Mekke'ye getirilinceye

kadar gösterilen hiddet ve zulüm tecellilerinde kâfi vuzuhla görülüyor...

Mekke'deki Cürûle kışlasına hapsedildiğinin ertesi günü, Mekke Şerifinin resmî gazetesi

olan El Kıble'nin başmuharriri olan Muhittin El Hatib isimli bir zat gelip Eşref Beyi

ziyaret etti. Bu ziyaretçinin neden geldiğini ilk ânda kavrıyamıyan Teşkilât-ı Mahsusa

Reisi, karşısında münevver bir kalem sahibi görmenin manevî rahatlığı içinde,

muhatabına, sitem etti:

«—- Biz harbettık... Ben, kırk kişi idim. Sizlerinki yirmi beş bin... Bu rakam, resmî

tebliğinizin kaydettiği miktardır. Arkadaşlarım, Türklüğe hâs mertlikle dövüştüler.

Đçlerinde yara almıyan yoktu. Öldürdüklerinizden asgarî on misli şehid verdiniz. Din

kardeşliği gibi bizim kıymet verdiğimiz rabıtanın kimin tarafından ve nasıl maksadlarla

ihlâl edildiğini tarih yazacaktır. Bu ayrı bir bahis... Fakat, Seyyidinâ Melik'e lütfen

söyleyiniz: Bize hiçbir veçhile hakaret edemez, ettiremez. Öldürtmek elindedir, işkence

yaptırmak da elindedir, fakat hakaret etmek ve ettirmek elinde değildir.»

Eşref Beyin muhatabı Muhittin El Hatib —ki, hâlen hayattadır ve Kahıre'de

oturmaktadır...— bu haklı tehevvür karşısında başını eğmiş, hak vermiş, muhatabını

teselli etmişti. Bu teselliye ne lüzum vardı? Çünkü sevgi ve muhabbet teminatım bizzat

Şerif Hüseyin vermemiş miydi? Eşref Bey hatıratında der ki:

«Hayatımda Şerif Hüseyin kadar ikiyüzlü bir insan az görmüşümdür. Cezayir

meşayihinden ve Tunuslu Müslüman ümerasından bulunan bir heyet huzurunda beni

oğullarından asla ayırmadığını anlatmak için:

Page 141: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Ali, Abdullah, Faysal, Zeyd nasıl birer evlâdım iseler sen de bunlar gibi —

mensubiyet iddia ettiği ehli abayı kastederek— öz evlâdımsın» demişti. Fakat, ertesi gün,

kasden elime tutuşturulan şahsî gazetesi El Kıble'de Muhittin El Hatib imzasıyla

aleyhime lanetler yağdırılıyordu.»

Klişesini yan tarafta gördüğümüz bu yazının bir kısmında, Eşref Bey için «Lavrens-i

Türkî = Türk Lavren-si» tâbiri kullanılıyor, Mısır'ın ikinci fethinin O'nun kafasından

çıktığı. Urban arasında kendisine «Şeyh-it-tüyûr = Uçan Şeyh» denildiği, Arabistanın

dört tarafında isminin ve faaliyetinin bilindiği kaydedildikten sonra: «— Enver

Paşanın sağ, Cemal Paşanın sol kolu olan ve «kolonel» izafî rütbesine rağmen,

Türklerin bütün esas siyaset meselelerinde söz sahibi olan bu adam, Arab topraklarının

baş belasıdır. Arablığı müteessir eden bütün hâdiselerde onun parmağı vardır. Onun

elimize geçmiş olması, bundan sonra Arab topraklarının daha rahat günler göreceğinin

en emin delillerinden birisidir. Yanındakileri mahvederek bu müthiş adamı zararsız hale

getiren şark ordumuza minnetimiz ebedî ve nâ mütenâhidir.» deniliyordu.

Fakat El Kıble gazetesinin Eşref Bey hakkındaki hükmü doğru çıkmadı: El Kıble'nin

sahibi olan Şerif Hüseyin, dört oğlu, nesebi, soyu, sopu bu mukaddes toprakları terke

mecbur kaldılar: Aile ferdlerinden bazıları orada hacaletle öldürüldü, yerlerde

sürütüldü. Fakat Eşref Beyin at oynattığı bu topraklarda hâlâ itibarı var: Türklüğün

itibarı...

Yanbuğ'a geldiğimizin ikinci günü, Medine muharebelerinde pusuya düşürülerek esir

edilen Đzzet Bey isimli bir yüzbaşımız ile, on beş neferimizi yaralı, sefil ve adetâ çırıl

çıplak vaziyette Yanbuğ'a getirttiler. Bu bedbaht millettaşlarımızı bir bodruma atmışlardı.

Hemen müdahale ettim, evimize getirttim. Onlardan Medine savaşlarının cereyan tarzını

öğrendim. Tahmin ettiğim gibi, kahraman Fahri Paşanın mukavemeti, gün geçtikçe

azalıyordu. Fakat en büyük sürpriz bizi burada bekliyordu: Emir Abdullah bana, Mısır'a

gönderildiğimizi söylemiş, verdiği mektubda da bunu teyit etmişti. Daha sonra ne oldu

bilmiyorum: Yanbuğ kaymakamı Abdülkadir'e gelen bir telsiz emrinde, Đngiliz Krovazörü

Nors Burgeyıfin beni almak üzere yolda olduğu, buradan Cidde'ye, oradan da Mekke'ye

gönderilmemin kararlaştırıldığı tebliğ edilmişti. Daha sonra, Mısırlı Yüzbaşı Fuad Beyin

bana anlattığına göre, kaymakama gelen ikinci «şahsî ve mahrem» emir, bizzat Şerif

Page 142: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Hüseyin Paşanın imzasını taşıyor: «— Müttefikimiz Đngiltere devlet-i fahîmesinin ısrarla

takib ettiği Eşref Beyin kendilerine teslimi mukarrer olduğundan, vaktiyle Medine Taif

kalesinde yaptığı gibi firarına mâni olmak için tedabir-i ciddiye alınması, muhitte dostları

ve kadîm halifleri olduğundan daimî tarassud ve murakabe altında bulundurulması»

emrediliyordu...

Beklenilen Đngiliz muavin kruvazörü o akşam geldi ve biz, 20 Ocak 1917 de hareket

ederek ertesi sabah Rabuğ limanına geldik.

ESĐR DOSTLAR ARASI�DA:

Rabuğ'da Şerif Hüseyin'in askerî karargâhı vardı…

Osmanlı devletine sadakat yemini etmiş, bizim Kuleli ve Harbiyede okumuş, aralarında

Erkânıharb sınıfına da geçmiş takat sonra ihaneti tercih etmiş nice «eski dostlar» burada

idi: Bugün de, Mısır'da en nafiz şahsiyet olan çok eski arkadaşım, Trablus-Garb harbinde

bizimle beraber aynı safta çarpışan Aziz Ali Bey (Bugünkü unvanı ile Azîz Ali Alî-Mısrî),

PAŞA ünvanıyla, umum kumandan ve Hicaz Harbiye Nazırı idi. Erkânı Harbiye Riyasetini

de, daha sonraki feci âkibeti hatırlarda olan Irak krallığının son Başvekili olan Nuri Said

ifa ediyordu. Karargâh, aslı Arab olan ve Osmanlı devletinin bu buhranlı günlerinde,

ekmeğini yedikleri, kültür ve ilimlerini sayesinde elde ettikleri, muhakkak ki, bu vatanın

asıl sahibi Türklerden daha çok iltifat ve itibar gören, buna rağmen ihaneti «Müstakil

Arabistan» şeklî gayesinin kılıfına saran zabitlerle dolu idi. Çoğu ile şahsen muarefemiz

vardı. Karargâhın Đngiliz irtibat kumandanlığını bir Kurmay Albay idare ediyordu.

Beni ilk karşılıyan, Aziz Ali oldu: O da, ben de, bugün karşılıklı iki «düşman» olmanın

tezadını unutmuştuk. Aziz Ali'nin hayatında şahsen mühim bir dostluk vazifesi ifa etmiş,

bizim divan-ı harb onu idama mahkûm ettiği zaman, Enver Paşa üzerinde bütün nüfuzumu

kullanarak, aff-ı şahaneye mazhar olmasında temel müessir olmuştum. Beni, böylecesine

maddeten ve manen yaralı görünce gözyaşlarını zapt edemedi. Đngiliz Miralayının beni

hayretle karışık nazarlarla uzun uzun tetkik eden tecessüsünden kurtulduktan sonra başbaşa

kaldığımız zaman dedi ki:

Page 143: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Eşref Bey. . Aziz kardeşim... Felek bizi ne hâle getirdi, görüyor musun? Fakat emin ol,

kalbim yine Türk muhabbeti, Türk sevgisi ve Türk saadet rüyalarıyla dolu. Ben

Rumelinde, Dernede ne isem, şimdi de aynı insanım. Size, günün birinde Türk tarihine

intikal etmesi için bir çok hakikatleri anlatmak isterim. Vicdanım ancak böylelikle rahat

bulacak. Mekke'ye gitmeden bir kaç gün bende misafir olursunuz.»

Karargâhın resmî muşu ile sahile çıktık. Ben burada bir esir mi idim? Hâdiseler, ne

muazzam tezadlarla birbirini kovalıyordu. Cihan yıkılıyor ve onun yerine yepyeni bir

nizam doğuyordu. Biz, bu badirenin içinden nasıl çıkabilecektik?

O geceyi, Aziz Beyle beraber geçirdik. Ondan dinlediklerimi, şu ânda dahi ifşa etmek

selâhiyetini kendimde görmüyorum... Duyduğuma göre hatıralarını hazırlamakta imiş.

Cenab-ı Hakdan dilerim ki, ben hayatta iken bu «Hatırat» neşredilsin, ve ben, kendisinden

dinlediklerimle yazdıklarını mukayese imkânını bulabileyim.

ŞERĐF HÜSEYĐ� PAŞA�I� Đ�TĐKAMI;

Ben Rabuğ'da şimdi Hicaz kuvvetleri Başkumandanı ve Harbiye Nazırı olan Aziz Ali

Beyin bir kaç gün misafiri olmayı beklerken, gece sabaha karşı bizzat Şerif Hüseyin'den

gelen bir telsiz telgrafla «— Eşref Beyin Rabuğ'da bırakılmıyarak, derhal Mekkeye sevk

edilmek üzere aynı vapurla Ciddeye hareketi...» emrediliyordu. Aziz Ali'nin bu emirle,

kalbinde kolay kolay şifa bulamıyacak bir haysiyet yarasının açıldığına kaniim. Nitekim

kısa zaman sonra, Hicaz'daki ihtiras politikaları, bütün Arablığın ve hatta Müslümanlığın

başına dertler getirmiş olan Şerif Hüseyin'den en nâzik zamanında ayrılarak intikamını

almış oldu.

Sessiz sedasız bir ayrılışdan yedi saat sonra Cidde önlerine geldik. Yolda, Đngiliz kaptan ve

mürettebatından nazikâne muamele görmüştük. Cidde limanında ve gümrük önünde, halk

yığın yığındı. Burada da Yanbuğ'da olduğu gibi: «— Ey kuşların şeyhi... Senin kanadını

kimler kırdı?» nakaratı yükseliyordu. Şuna dikkat etmiştim ki, bu feryâd edenler, sadece

bir tarafa toplanmışlardı. Karşılarındakiler ise, sessiz ve vakur, hattâ teessürleri yüzlerinin

hatlarından anlaşılacak kadar ciddî ve sakin idiler. Çıkacağımız rıhtımın kenarında, garta

adını verdikleri yeni jandarmalar merasim duruşu yapmışlardı. Rıhtıma çıktık. Bana, bir

Page 144: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

hayvan tahsis etmişlerdi. Yaralı olan yüzbaşı Đzzet ve Mülâzım Ethem Efendilerle, hepsi de

yaralı olan dört neferim beni takib ediyorlardı.

Çarşıyı geçtik. Ahîdi, atlarıyla, katırlanyla ve yaya olarak bizi takib ediyorlardı. Doğruca

Cidde'de Naib-il Mülk'ün vazifesini gören Şerif Muhsin'in evine geldik. Üst katta bir oda

ayrıldı. Çıplak olan arkadaşlarıma, bir Musevî hazır elbiseciden giyecek aldırdım. Ben,

Şerifin hediye ettiği maşlahla, bir Arab Şeyhi kılığında idim.

Şerif Muhsin, bizi daha sonra makamında kabul etmiş ve konuşmıya başlamıştı ki, telefon

çaldı. Şerif Muhsin: «— Naantı ya SeyyidinâL» hitabıyla konuşmıya başlayıp: «- Alâ re'si

= Başım üstüne» tekrîm cümlesiyle kapayınca karşısındakinin Şerif Hüseyin, yâni, Hicazın

asî emîri olduğunu anladım.

Telefon muhaberesi bittiği zaman. Şerif Muhsin'in hareketinde telâşlı ve endişeli haller

sezinledim Nihayet, Mekke Emîr'inin kararını bana tebliğ etti Bu karar, bir esir olan benim

için elbette «emir» sayılıyordu:

«— Seyyidinâ Hazretleri size selâm ve hatırınızı istifsar ediyorlar. Aldığım emre göre

hemen hareket edeceksiniz, sabahleyin Mekke'ye varmış olacaksınız.»

Ne diyebilirdim? Şerif Muhsin, bir ân evvel yola çıkmamız için telâş içinde idi!.. Đnsanların

uful eden kudretler karşısında gösterdikleri bu vefasızlık duygusunun tipik ve yeni bir

tecellisi içinde idim. Ruhumda derin bir ezginlik vardı. Cidde şehrinin şarkından ve Bab-ül

Mekke'den yola çıktık. Yarım saat, ilerdeki «Merkeb Durağı» ndan çok süratli giden

merkeblere bindirilerek sabaha kadar yol aldık,

Peygamberimizîn Đslâmiyet için yaptığı büyük ve şerefli mücadeleyi evvelâ reddeden, daha

sonra Hakkın gelerek, Batıl'ı yıktığı bu mukaddes şehrin kapılarında, bizi teslim almıya

gelen Hicaz'ın resmî kuvvetleriyle karşılaştık ve ikinci hayal kırıklığına da burada

uğradım: Karşımda, Harbiye'den sınıf arkadaşım Bağdadlı Rauf vardı!.. Şerifin Baş Yaveri

imiş!.. Hicabını, sahte bir samimiyetle örtmiye çalışıyordu:

«— Safa geldiniz Beyefendi... Yaveri olduğum Celâlet-ül Melîk'in selâmlarını tefhimle

mübahiyim. Size bir ester tahsis buyurdular...»

Hayret etmiştim: Riyakârlığı, zulmü, vahşeti bence malûm olan bu asî'nin şahsıma ve

faaliyetime ne kadar düşman olduğunu biliyordum. Bu gösteriş muhabbeti nereden

geliyordu? Hazırlanan tablonun iç yüzü hemen anlaşılıverdi: Hicaz'ın bu türedi kıt'aları,

Page 145: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

süngü takıp çevremi sardılar. Yaralı arkadaşlarımı benden ayırmak istedikleri zaman,

onlar, kahramanca karşı koydular: «— Öldürünüz, fakat yaralı kumandanımızı yalnız

bırakmayız..» dediler. Ben de şiddetle müdahale ettim. Nihayet hep beraber, Mekke'nin,

Muallâ cihetinden Mecrâre'den Kasaphaneler arasına doğru yürümiye başladık: Derhal

anladım: Asî Şerif, mağlublarını teşhir etmek istiyordu.. Kendi hıyanetinin gözler önünde

belirtilmiş tablosu olarak!..

Daha sonra dinledim: Bizden bir hafta evvel esir olan ordumuzun telsiz telgraf mütehassısı,

erkânıharb kaymakamı Zeki Beyle, Taif muhasarasında görülmemiş bir kahramanlık

göstermiş olan binbaşı Süleyman Beyi, yine buradan geçirtmişler ve halka tahkir

ettirmişlerdi. Çocukları: «— Yâ nasranî! .», yâni «GÂVUR» diye bağırtarak, taş attırarak

haysiyetlerini, güya pâyimal ettirmişlerdi. Şerifin yaveri olma zilletine düşen bizim

devletimizin yeminli zabiti Rauf, ortadan kaybolmuştu. Yine, eskiden tanıdığım bir

başkası, küstah tavrıyla yanıma yaklaştı. (Not: Bu adamın kim olduğunu burada

kaydetmiyeceğim.. Yalnız, şu kadarını söyliyeyim ki, bizim o meşhur haricî politikamızın

icabı, izzet ve ikbal içinde daha sonra Ankara'ya davet edilmiş ve Çankaya ve

Dolmabahçe'ye girerken, kendisiyle aynı sırada okuduğu arkadaşlarına, bu haine, resm-i

tazim ifa ettirilmiştir. Fakat, Allahın adaleti bu gafleti hoş görmemiş, Türk'e ihanet eden bu

denîlerin hepsi, bizzat kendi tebeaları ve ırkdaşları tarafından, hakaretle parçalanmışlar,

zilletle ölmüşlerdir...) Bana hitapla dedi ki:

«— Seyyidinânm emirleridir: Abanızı vereceksiniz...»

Bu, bana Tunuslu binbaşı Sidi Raho'nun verdiği aba (meşlah) di. Kaplı, yırtık, et ve kemik

ezintileriyle pıhtılaşmış elbisemi kapatıyordu. Ya,. Demek beni bu sefil kıyafetle de teşhir

etmek istiyorlardı. Sükûnla ve hiç itiraz etmeden abamı çıkardım, uzattım:

«— Seyyidinâya (yâni asî Şerife..) selâm söyleyiniz: Beni kanlı kıyafetimle teşhir etmesi

kendisine şeref vermez. Fakat, vatanım ve devletim uğruna döktüğüm kan, benim

şerefimdir.»

Gözlerim yaşarmıştı. Şimdi fok tiyatro sahnesi karşısında idik: Henüz diziye girmiye

alışmamış olan bu acemi çöl çocukları, tebessüm telkin eden bir şaşkınlık içinde, süngü

takmışlar, Mısır'dan kiralanmış mızıkanın çaldığı garip havadan sonra, düne kadar Osmanlı

tâcidârının şerefine bağıran: «— Padişahım çok yaşa..» yerine, «— Fal'iş-i yâ Melik —

Yaşa ya melik» avâzeleri arasında bizi seyre başlamışlardı. Bize, Ali ve Süleyman Beylere

Page 146: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

yaptıkları hakareti yapmamışlar, daha doğrusu yapamamışlardı. Çünkü, daha sonra

öğrendim ki, hâdiseyi haber alan Đngilizler, Şerife tebligat yaparak, askerî esirlere asla

hakaret edilmemesini bildirmişlerdi. Çünkü onların, başta Çanakkale ve Kut-ül-Emmâre'de

esir edilen kuvvetleri, Osmanlı ülkesinde hürmet ve insanlık görüyorlardı.

Şimdi, Mekke'nin çok iyi tanıdığım Cürûle kışlasına gelmiştik. Burada da kendisini,

Đstanbul, Fatihli bildiğimiz yüzbaşı Amir isimli eski çehreye rastladım: O da ihanet çukuru

içinde idi: «— Sen de Arab dâvasının adamısın? Haydi onlar birer sebep "Buldular, Sen,

Đstanbul çocuğu, sen ihanetine ne kuyruk takabildin?» diye sordum. Sırıtarak eliyle para

işareti verdi: «— Ayda elli altın..» dedi,. Böyle bir hayâsızlık deryası içinde idik.

HĐCAZ KRALI OLA� ASÎ ŞERÎF'LE KARŞI KARSIYA:

Akşama doğru, mabut Yaver Bey yine geldi,. Halinde bir değişiklik vardı:

«— Seyyidinâ selâmlarını teyit ediyor. Sizin abanızın altında muharebede harab olmuş

elbiseleriniz olduğu tahmin edilmiyordu. Resmî üniformanız olduğu zannediliyor ve

halkımıza sizin Eşref Bey olduğunuzu isbat etmek istiyorduk. Şahsiyetiniz ve burada ki

şöhretiniz bizi böyle bir tedbir almıya sevkettiğinden dolayı mazur göreceğiniz ümit

edilmektedir. Đstediğiniz gibi giyinebilirsiniz. Arzu ettiğiniz libas, Seyyidinâ namına size

temin edilecektir.»

Daha sonra benden ayrı bulunan esir arkadaşlarımı yanıma gönderdiler ve aslen Gelibolu

musevîlerinden olub, on altı yaşında Đslâmiyeti kabul etmiş ve eczacılık tahsil ederek

mülâzım rütbesiyle ordumuza iltihak etmiş, Taif'de esir düştükten sonra, yeni kurulan bu

devletin hudutları içinde ve onların emrinde kalmayı, kazanç bakımından mükemmel

bulduğundan kendisine teklif edilen vazifeyi kabul eden Hidayet Efendi isimli eczacı,

elinde ilâç kutuları olduğu halde yanımıza geldi ve Đstanbul Türkçesiyle macerasını

anlattıktan sonra, yaralarımıza baktı. Giderken de, Kışlanın kumandanlığını ifa eden Şeyh

Mahmut isimli kimseyi eliyle işaret ederek: «— Eşref Beyefendi.. Şu adamı görüyor

musunuz, bu, Şerif Hazretlerinin buradaki Fehim Paşasıdır. Casusun büyüğüdür. Aman

beni sizinle görüşürken görmesin. Bütün duvarların arkasından konuştuklarınız

dinlenmektedir. Dikkat ediniz..» dedi.

Page 147: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

A�LAŞMAZLIĞI� GERÇEK SEBEPLERĐ...

Eşref Bey, ilk günden beri, ÇÖL'de, ne nizamî kuvvetlerin çarpışmasını istiyordu, ne de

Arabistan'da zarurî askerî mülâhazalar dışında büyük imâr hareketlerini... Bu fikrini,

Cemal Paşa Bağdad Valisi iken giriştiği imâr hareketleri dolayısiyle de açıklamıştı.

Cemal Paşanın hatıratında, gerek Bağdad Valisi iken, gerek Suriye ve Lübnan, hattâ

bütün Arab Yarım Adasının kaderi elinde iken, bu topraklan, en aşağı Đstanbul kadar

vatan için mukaddes ve ayrılmaz bütün saymasının «bir çoklarınca» hoş

karşılanmadığını kaydetmesi de, faaliyetinin meşruiyyetini isbata çalışan bir müdafaa

duygusu olsa gerekti. Cemal Paşa bu faaliyetini bilhassa Arab ülkelerine yaymayı,

müsbet telkinlerin temeli sayıyordu. Arka sahifedeki Bağdad demiryolunun, Bağdad

kısmında ilk kazmayı vururken alınmış resmi, bütün Arab gazetelerinde çıkmıştı.

Eşref Bey ise, bu toprakların bizim kalabilmesi için tedbirlerin daha başka olması

fikrinde idi. Hatıratında der ki:

«— Arabistan'ı, bu yerlerin ve halkının hususiyetlerini maalesef öğrenmeden ve

öğrenmek istemeden idare etmişiz. Öyle ki, gafletimiz, oraları terk ederken de devam

ediyordu, onlarla münasebetlerimizin şekli ve mahiyeti bakımından bugün de devam

ediyor...

Arablar, bizim bildiğimiz mânada bir tek millet değildir: Onların bir kısmını mes'ut eden

tedbirler, diğer bir kısmına felâket getirir: Şehirli Arabla Bedevi Arab arasında, aynı

millet ferdlerinin varlığına sığamıyan derin farklar vardır. Biz, Türkler, ancak, çok

kuvvetli oldukça bu geniş topraklarda yaşıyan muhtelif ırk ve milletler üzerinde nâzım

vazifesi görebiliriz ve ancak bu yolda sevilir, sayılırız...»

Cemal Paşa, bütün ümidler iflâs etmiş, bozgunlar ve yıkıntılar arasında Đstanbul'a

dönerken, vagonunun pencereleri sımsıkı kapalı idi... Dökülen milyonlar, Türk

çocuklarının kanı, boşuna harcanan himmetler, hepsi, tam bir inkâr ve isyan halindeki

ÇÖL'de kalmıştı.

Cemal Paşa da bu hakikati anladı... Fakat çok geç!... Hatıratının 1922 de basılan ilk

tab'ının 212 inci sahife-sinde şöyle der: «— Đnşallah Türkler, Mustafa Kemal Paşanın

idaresi altında tevessül ettikleri son hareket-i milliyeleri sayesinde kendi memleketlerini,

Page 148: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

azametli Đstanbulları ve güzel Đzmirleriyle beraber kurtaracaklar ve bu hudud-u tabiyye

dahilinde milletlerinin refahım, memleketlerinin ümranım temin eden tedbirleri

alacaklardır.»

Fakat bu temenniyi insanın, kendi kudreti içinde olduğu zaman neden yapmamış

olduğunu sormak da Tarih'in hakkıdır. Hem de en tabiî ve zarurî hakkı...

Geceyi, sivrisinek ve çeşitli haşerelere karşı müdafaasız olarak sabaha kadar perişan

vaziyette geçirdik. Yüzümüz gözümüz şiş içinde idi. Sabah namazından sonra, Hicaz

hükümetinin resmî gazetesi olan El Kıble'nin Başmuharriri meşhur Muhittin El-Hatib (1)

ziyaretime geldi ve benimle uzun bir görüşme yaptı, teselli etti, islâm Birliği dâvasının

kudsiyetinden bahsetti, Ne kadar garip, hattâ hazin ki, ertesi gün elime sıkıştırılan El Kıble

gazetesinde, aynı zat, aleyhime ateş püskürüyor: «— Arablığı, Türklük emrinde bir esaret

zinciri haline getirmiye çalışan gizli Teşkilâtın Lideri ve Çöl'de «Uçan Kuşların Şeyhi»

adıyla şöhret yapmış olan Eşrefin ele geçmesi, bizim dâvamızın zaferi için aşılmış büyük

bir merhaledir..» diyordu. Anlaşılan ziyareti de, yazdığı da kendisine evvelden verilmiş

direktifin mahsulü idi. Fakat ben, bu zihniyete ve halka, öylecesine intibak etmiştim ki,

artık hiçbir hâdise, üzerimde hayâl kırıklığı yaratmıyordu.

(1) Bu zat, hâlen hayattadır ve Mısır'da, meşhur Ei Ehram gazetesinin de başmuharriri idi. Türk - Arab münasebetlerinin son elli senesi mevzuunu, bir tetkik eseri olarak ele alan dostum Amerikalı müverrih ve müsteşrik Mr. Philip H. Stoddard, elinizdeki kitabın yazıldığı ağustos 1962 de, kendisini Kahire'de ziyaret etmiş ve hatıratını almıştır. Muhittin El-Hatib, Eşref Beyden, Amerikalı tarihçiye: «— Arab dâvası ve âlemi üzerinde en geniş bilgi ve tecrübeye sahib Türk şahsiyeti...» olarak bahsetmiş ve Teşkilât-ı Mahsusa ile Đttihad-ı Đslâm hareketi üzerinde geniş bilgi vermiştir. Bu anlatılanlar da. Eşref Beyin hatıratına aynen intibak etmekte ve yapılmış olan mücadelenin çetinliğini ortaya koymaktadır. Görülüyor ki, kapanmış bir mazi telâkki edilmekle beraber, Türk - Arap münasebetlerinin esas mihverini yine aynı temel hâdiseler teşkil ve bundan sonraki istikametleri de, aynı unsurlar tesbit etmektedir. Mısır, Hicaz, Suriye, Lübnan arşivleri de, Teşki!ât-ı Mahsusanın giriştiği îttihad-ı Đslâm hareketine dair bakir vesikalarla doludur. C, K,

Gün geçtikçe, bize yapılan muamele düzeliyordu. Hindu bir terzi, kendi ölçüleri ve zevki

içinde bize yeni elbiseler dikmişti. Kendisine taş taşıtılmış ve çeşitli hakaretlere mâruz

bırakılmış olan Kaymakam Ali Beyi de ısrarla davet ve taleb ederek yanımıza getirtmiştim.

Esaret hayatımızın Mekke'de geçen ilk perşensi, yâni haftası idi ki, kışla kumandanı

Gaysûnî Efendi odama geldî:

Page 149: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Cenab-ı Melîk'in selâm-ı selâmet encamını tebliğ ederim: Yarınki cuma günü

Beytullâh-ı mübarekedeki mahfil-i melûkânede kaymakam Ali Beyle zat-ı âlilerini kabul

buyuracaklardır.»

Ertesi sabah, Hindli terzinin bize diktiği elbiselerle garib bir kılık içinde, binlerce halkın

mütecessis nazırları arasında, Beytullahın Hamidiye kışlasına bakan kütüphaneye girdik.

Bir müddet burada istirahat ettik. Namaz vakti geldi. Nihayet, kendisine Hicaz Kralı

unvanı verilen bizim dünkü Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın tebliğ edilen iradesiyle

huzuruna kabul edildik. Bize iltifat etti. Ali Bey, elini öptü. Bana, cesaret edemediği için

olacak, elini uzatmadı. Ben de böyle bir arzuyu ne ruhen, ne şeklen hissetmedim...

Yeni Hicaz Kralı, baş seccadenin sağ önünde idi. Yanında Şeyhülislâmı vardı. Onları,

vezirleri takip ediyordu. Bana, kimbilir yaptıklarına nedamet duygusu mu, yoksa

Đngilizlerin ikazı mı, sağ yanında yer ayrılmıştı. Namaz bu saf üzerinde kılındı. Hutbeye

çıkan imamın duada, Padişahımızın ismini anıp anmıyacağımı merak ediyordum: Hem

Beşinci Sultan Mehmet Reşadın, hem de kendisinin ismi zikredildi.

Namaz bitmişti... Anlaşılan aldıkları emirle, vezirleri ve diğer maiyet erkânı, Kralı yalnız

bırakmışlardı. Kendi makamı, bir tahtı andıracak kadar heybetli ve yüksekçe idi.

Karşısında iki koltuk vardı. Bana ve Ali Beye yer gösterdi. Ali Beye yaptıkları ezâ ve

cefânın şayia olduğu intibaını vermek istedikleri anlaşılıyordu. Çok iyi tanıdığını ve bana

Cezair ulemâ ve meşayihinin, Hind Đslâm büyüklerinin huzurunda: «— Nasıl ki Ali, Zeyd,

Faysal, Abdullah benim evlâtlarım iseler, sen de Aba'mın altındasın ve öz evlâtlarımdan

farkın yoktur. Muhabbetim senin üzerinedir...» diyecek kadar uhuvvet ve sevgi göstermiş

olan bu zat, şimdi yüzüme bakmıyor, daha doğrusu bakamıyordu!., O, meşhur sözünü

hatırlamış olmalı ki, iltifat cümlesinin içine yine onu sıkıştırdı:

«— Siz benim evlâtlarımsınız. Biz, sebep olanlarla harb ediyoruz. Hak ve hakikati

anlamak ve tefrik etmek, bugün için mümkün olamıyacaktır. Ancak bu mes'eleyi

mahkeme-i kübrâ halledecektir.»

Dayanamadım:

«— Tarih de bir mahkeme-i kübrâdır. Cenab-ı Hakkın insanlara bahşettiği lûtf-u ilâhisi

olan aklın ve mantığın terazisidir. Allah, Đslâm milletleri arasına giren nifak ve ayrılığın

müsebbib ve mücrimlerini tel'inden halâs etmesin..» dedim. Yeni Kral, sükûnetle: «—

Doğrudur efendim..» dedi, Arabça:

Page 150: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Tavaf etmek ister misiniz?» sualini sordu. Ben, bu vazife-i mukaddeseyi birçok defalar

ifa etmiş olmakla beraber, yine büyük bir zevk-i manevî duyacağımı, arkadaşlarımın da

minnettar kalacağını Arabça olarak bildirdim. Bunun üzerine, bir ân düşündü: «— Yalnız,

dedi, tavaf esnasında bazı münasebetsizlikler ve size karşı hürmetsizlikler olabilir. Ben ise

bunu istemem. Bu sebeple, inşallah bir akşam ezanından sonra bu farizayı ifa ederseniz

daha iyi olur.»

Hayır. Yeni Kral, doğru söylemiyordu: Para ve makam hırslısı bir avuç adamla, aldatılmış

ve iğfal edilmiş olanlar dışındaki büyük kalabalık, asırlarca kendilerini her türlü

tehlikelerden korumuş, mukaddes ülkelerin sakinleri olarak onlara itibar ve hürmet

göstermiş olan Türklerin muhibbi, hürmetkarı, müttefiki idiler.

MEKKE'DE� MISIR YOLLARI�A:

Günler geçtikçe, Mekke'deki hayatımız normalleşiyor ve ilk günlerde gösterilen

düşmanlık tecellilerinden kurtuluyorduk. Nihayet, Mısır'a hareket edeceğimiz tebliğ edildi.

Okumamıza müsaade edilen El Kıble ve diğer gazeteler, Đngilizlerin, Arab Yarım Adasının

çeşidli yerlerinde ele geçmiş esirlerden istediklerini, himayeleri altında bulundurdukları

Hicaz devletinden taleb ettiğini ve bunların Mısır'da bir kamp veya kışlada

toplattırılacağım haber veriyordu. Hareket günümüz olarak da, 31 Kânunusani 1332 (13

şubat 1917) cuma tesbit edilmişti. Bu tarihten iki gün önce, Mahmut Gaysımî Efendi

gelerek, yeni Kral'ın bize hediye ettiği 120 altını getirdi. Bu paraya esirlerin maaşı

denilmesi, hakkımızdaki muamelenin artık tamamen tâyin ve tesbit edildiğini anlatıyordu.

Mekke'den ayrılmamız, oraya gelmemiz kadar halkın tecessüs ve merak tezahürleri

arasında oldu: Eski Şerif, yeni Kral Hüseyin Paşa, yaver ve mabeyncilerini bizi teşyie

göndermişti. Cidde'ye kadar esaslı bir vak'a olmadan geldik. Yolda, bir Bedevi taarruzuna

uğradık. Fakat bunun tertipli olduğu, bizim muhafızların bağırmalarıyla ateşin kesilmesinin

birbirini hemen takib etmesiyle anlaşılıverdi!.. Kaçmamıza mâni olmak için tertip edildiği

anlaşılan bu acemice oyunu, tebessümle karşıladık.

Cidde'de, yine, Şerif Muhsin'in evine misafir edildik. Burada, kendisine Vilson Paşa

denilen ve Mısır'la Arab Yarım Adası üzerinde Đngiliz askerî kumandanlığını temsil eden

Page 151: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

General Wilson'un mümessili, kolonel (miralay) Vatson'la aramızda sert bir hadise cereyan

etti: Bana, Medine'yi müdafaa eden askerimizin miktarını sormak gibi, güç inanılır bir

lâubalilik gösteren bu adama: «— Ben yaralı bir esirim, öldürülebilirim. Fakat casusluk

yapabileceğim intibaını size hangi hâdise ilham etti? Ayıbtır..» dedim. Adam, bu cevaba

kadar beni ayakta tutmuş, kendisi oturduğu mükellef maroken masanın başında ayaklarını

havaya kaldırmış, ağzında pipo ile bir azamet heykeli manzarası almıştı. Dayanamadım,

devam ettim:

«— Bizim tarihimizde sizin asla kendinizin olmıyân bu zaferlerden daha pek çok

şereflilerinin destanları, boyunuzu aşar. Fakat bizim tarihimizde galib kumandanlar,

vazifelerini kanları bahasına ifa etmiye çalışmış şerefli mağlûblara böyle muamele eden

kumandanları kaydetmez. Çünkü bu haller bir zaferin bütün şerefini sıfıra indirir, yok eder.

Siz, bana sorduğunuz suali, bu topraklarda altın karşılığı Satın aldığınız vicdanlara

sorunuz!..»

Kumandanın arkasında duran Mısırlı yüzbaşı Fuad Efendi, bu cevabım karşısında

dayanamadı:

<<— Ebyaz aleyküm ya Eşref Bey» (yüzün ak olsun ya Eşref Bey) dedi. ingiliz ordusunda

pek nâdir görüldüğünü kaydetmeyi bir hakikat tecellisi saydığım bu garib adam, bu

cevabım karşısında sustu ve kısaca: «— Yanlış anladınız. Sizin bildiklerinizi öğrenmem

vazifemdir.» dedi.

18 Şubat 1917 de, Cidde önlerinde demirliyen Hardinç adlı Đngiliz muavin kruvazörüne

getirildik. Kölonel Vatson'dân direktif aldığı anlaşılan gemi kaptanı, bizi, ayrı ayrı

kamaralara kapatarak adetâ gemi mahbesine soktu. Dar kamaranın kapısı ancak,

fotoğrafımızı çekmek için açılıyordu. Bir gece için Rabuğ'a geldik. Burada, Lama adlı

yolcu gemisine aktarma edildik. Đşte burada, faaliyet ve şahsiyetlerini yakından bildiğim,

Müslüman adlı, fesli, Arabçanın her lehçesini kendi öz insanları gibi konuşan Đngiliz

întellicens Servis'inin nâmdar şahsiyetlerinden birisiyle resmî ve meşru ismi bizzat

Đngilterenin Haşmetli Đmparatoru tarafından dahi meçhul şeklî unvanı Şeyh Matem olan ve

ârşiv'de kendisine kısaca Mr. L; W. denilen şahsiyet tarafından karşılandım. Bana, Bedevî

Urbanlarının mübalâğalı tavrı ve şivesi ile iltifat etti:

«— Şükût-u Billâh ya Şeyh t hâvfetek fî dünya» (Sus.. Ya Şeyh.. Billahi dünyayı

korkuttun...)

Page 152: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Ve, hemen ciddileşti: Kendisinin, Mısır Ordusunda çalışan «Sivil bir Đngiliz» olduğunu

söylemek faziletini (!) gösterdi. Sohbete başladık... Gemideki hayatımız, sıkı bir kontrol

altında idi. Đntellieens Servis'in Ajanı, yarı şaka, yarı ciddî:

«— Valinin oğlunu dağa kaldırdıktan sonra, Đbn-i Reşid ile Gazvelerin sonundaki Hind

okyanusundaki dört millik deniz firarîliği bizim arşivde yoktur. Bu rekora sahib olan Sizi

nasıl yalnız bırakabiliriz? Belki yeniden tecrübe edersiniz!..» diyordu. Đşte, bu hava içinde

Süveyş'e geldik. Bizi, bir Đngiliz Yüzbaşısı teslim aldı. Kapıları kapanmış, pencereleri

dışarısının görülmemesi için perdeleri dikkatle çekilmiş vagonların içinde ve hangi

istasyondan binerek, nereye gönderildiğimizi bilmeden bir tren seyahati başladı. Süngülü

nöbetçiler, oturtulduğumuz tahta sıraların öylece yakınında idiler ki, adetâ diz dize

gidiyorduk. Böyle bir «muhafaza» ya neden lüzum hissediyorlardı, benim için halâ

meçhuldür!

Trenimiz kısa bir müddet sonra durdu. Uzun katardan, ilk bakışta kömür ameleleri

zannettiğim bir kalabalık indi. Meğer bunlar, bizimle beraber aynı vapurda, fakat makine

dairesinin altındaki kömürlüklere hapsedilen Medine kahramanlarından esir düşen talihsiz

Mehmetçiklermiş... Aralarında zabitlerimiz de vardı. Beni tanıdılar. Çevrelerindeki

süngülü Đngiliz ve Mısır muhafızlarını yararak yanıma kadar sokuldular. Gözleri yaşlı idi.

Kendilerini teselli ettim: «— Sizler, nâsıl harb meydanlarında Türklüğün şehamet ve

faziletini isbat etti iseniz şimdi de, asla lâyık olmadığınız muamelelere karşı vekar ve

sükûnunuzu muhafaza ederek aynı yolda olduğunuzu göstereceksiniz. Bu da, muharebe

meydanındaki kadar şerefli vazifedir. Türklüğün hasleti budur.» dedim. Hepsi, gönülden

tasdik ettiler.

Epeyce yürüdük... Kumsal bir araziyi geçip, tahminen yüz metre genişlik ve elli metre

uzunlukta, etrafı tel örgülü açık hava hapishanesine konulduk. Sadece benim için bir çadır

yapmışlardı. Arkadaşlarım açıkta idi. Hiç kimseye danışmadan, bu çadırı kendi elimle

sökmiye başladığımı görünce, bir Đngiliz Binbaşısı ilerideki binadan çıkarak süratli

adımlarla yaklaştı ve fasih arabça ile bana ne yaptığımı sordu. Kendisine: «—

Arkadaşlarımla aynı şartlara ulaşıyorum... Đngiltere devlet-i muazzamasının insaniyet ve

üserâya muamele tarzı hakkında aramızda fikir ayrılığı olmasını istemem..» dedim.

Cümlenin ağırlığını hissetti mi, bilmiyorum, fakat kısa zaman sonra, birbirimizle

konuşmamak üzere hepimize çadırlar verildi. Burada, hâlâ şifa bulmamış yaralarımıza çok

Page 153: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

iyi bakıldığını kaydetmekle, kadirşinaslık vazifemi yerine getirmek isterim. Bir Đngiliz

operatörü, benim yaralarımı dikkatle tetkik ettikten sonra: «— Nasıl kangren olub

ölmediniz?» diye sormuştu. Kendisine: «— Sizi hayrette bırakabilmek için....» cevabını

verdiğim zaman, ırkına hâs o müthiş soğukluğuna rağmen tebessüm etti.

Yedi gün burada, kızgın çöl güneşi altında kaldık. Đhtiyaçlarımızı, kendi ölçüleri içinde

temin ediyorlardı. Para ile her şey hallediliyordu: Nöbetçiler, altınları gördükleri zaman,

Đngiliz ordusuna ait hususî pazardan bütün istediklerimizi temin ediyorlardı.

Sekizinci gün Süveyş'den Kahireye doğru hareket ettik. Trende, her birimizin rütbe ve

mevkiine uygun yerler ayrılmıştı. Trenimizin son vagonlarında, koyun gibi üst üste

yığılmış Mısırlı'lar vardı. Bunlar, istiklâl mücadelesi hareketine katılmış olan aydın

gençlerdi. Đngilizlerin Mısır'ın Đstiklâl hareketine karşı gösterdikleri şiddet, bu vatansever

gençlerin varlığı üzerinde menfi tesir ve neticelerini göstermişti.

Kahire'de bizi Kasr-ül Nil kışlasına götürmüşlerdi. Yolda toplanan kesif bir kalabalık bizi

dikkat ve tecessüsle seyrediyorlardı. Kimisinin bakışlarında derin bir acı, pek mahdud

olanlarında da kaynağı izah edilmez sevinç vardı. Đçlerinden bir ihtiyar, dayanamadı: «—

Fere-üllâh-ül karîb..» diye haykırdı. Gözlerim yaşardı.

Kasr-ül Nîl kışlasının ikinci katında bize üç oda ayırmışlardı: Ortadaki büyük oda benimdi.

Sağımda kaymakam Ali Beyle Đsmail ve Ethem Beyler, solumda da, diğer zabitler vardı.

Odalarımıza en basit ihtiyaçları bile karşılıyacak eşya konulmamıştı. Büyük kapı demirini

kâfi görmediği için bir ân ayrılmıyan süngülü muhafızların nöbet beklediği bu yer,

doğrudan doğruya askerî bir hapishane idi. Yirminci yüz yılda, dünyayı idare iddiasında

olan bir memleketin, devletinin ve milletinin kendisine emniyet ettiği vazifeyi kanı

bahasına ifâ etmekten gayrı suçu olmıyan ve gıyabında en büyük takdirleri esirgemedikleri

insanlara karşı haşîn muamelelerinin sebebi neydi? Tuvalete bile, dört süngülü arasında

çıkıyorduk. Burada kaydetmek garib olacaktır amma, üzerimizdeki kontrolün ağırlığını

belirtmek için söyliyeyim ki, tuvaletde kapının açık olmasını ısrarla istediler. Ne

görgümüzün, ne de ananelerimizin böyle bir sekle asla müsaid olmadığım, nöbetçilerin

üzerine kapıyı kilitliyerek isbat ve kışla kumandanı Kolonel Nikolay'a tahriren şikâtten

sonra «tuvalet kapısını kapamak» müsaadesini alabildik!

BĐR TEKLĐF VE GÖZYAŞI...

Page 154: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

"Tarihe seslenebilme imkânına sahib insanların en bahtiyarları, söylediklerinin

muhasebesi hayatlarında yapılabilmiş olanlardır: Son senelerdeki dinlenme çağının bir

klişesini karşı tarafta gördüğümüz muhterem Eşref Sencer Kuşcubaşı, bu bahtiyar

şahsiyetlerden birisidir: Bütün söylediklerine «Hayır... Böyle değildi...» diyebilecek

olanlara cevab verebilme kudret ve imkânı elinde olduğu için!..

Ve kendisinin «Tarihe Benden Haberler» adını verdiği hatıratı arasında, gözyaşı tâbiri

pek ender geçer. Bunlardan birisi, kendisine, bir başkumandanlık karşılığı ihanet teklif

edildiği gün olmuştur.

Dinliyelim:

«— Hayber'de ağır yaralı olarak esir edildikten sonra Şerif Abdullah'ın kuvvetleri beni

Đngilizlere teslim etmek üzere Yanbuğ limanına doğru götürüyorlardı. �ereye gittiğimizi

bilmiyordum. Yaralarımın Đstırabı devam ediyordu. Hiçbir ciddi tedavi yaptırmamak

gibi, basit ve in¬saf ile bağdaşmaz zulüm tarzı ile çileli yolculuğum sırasında ve kıyıya

yaklaşırken, Emir Abdullah yanıma geldi. Daha evvelinden emir vermiş olmalı ki, yalnız

bırakılmıştık. Hâlinden kendisi için mühim bir şey söylemek kararında olduğunu

anlatan heyecanlı tavrı vardı. Kafilenin istirahat zamanı idi. Yanıma oturdu.

Duyulmasından endişe ettiği anlaşılan yavaş bir sesle dedi ki:

«— Celâl-ül Melik Hazretlerinden (yâni babası Mekke Şerifi Hüseyin Paşadan) bir

telgrafı lâ silk (yâni telsiz telgraf) aldım. Bunda, aramızda daha evvelinden mutabık

kaldığımız bir hususun size teklif ve tebliğ edilmesi emrediliyor. Ya Hazret-i Bey... Siz,

bu toprakların iyi tanıdığı insansınız. Bizden birisi olunuz. Sizin, başında bulunduğunuz

Teşkilât-ı Mahsusa, bir Đslâm teşkilâtıdır. Enver Paşa da bu teşkilâtın

müessislerindendir. Bizim, asıl bünyesi Đttihad-ı Đslâm olan bu teşkilâta muhalif vaziyet

almamız mümkün müdür? Bizim mücadelemiz şer'i şerif tanımaz, nizam bilmez Đttihad

ve Terakki Rüesası iledir. Makam-ı Hilâfete de hürmetkarız. Size, Celâl-ül Melik

Hazretlerini temsilen ve kendi nâmlarına şunu teklif ediyorum: Görüyorsunuz ki, bütün

Arabistan birleşiyor, ittihad ediyor, bunun başına liyakatli bir Başkumandan lâzım. Size,

kayd-i hayat şartıyla Başkumandanlık teklif ediyoruz. Türkiye'deki emlâk ve akarınızı

da, fazlasıyla telâfi edeceğiz ve istediğiniz kadar tahsisat vereceğiz. Bu teklifime müsbet

cevap verdiğiniz takdirde, Celâl-ül Melik Hazretlerinin yol istikametimizi de tebdili irade

edeceklerini ümid ederim.»

Page 155: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Yol istikametinin tebdili... Yâni, Eşref Bey Đngilizlere teslim edilmiyecek, veya, bizzat

onların tasvibi ile bu makama gelecek... Ki, 1945 de Kudüs'te Arabca basılan ve ingilizce

tercümesi yapılmış olan Abdullah'ın hatıratına göre ikinci ihtimalin hakikat olduğu

anlaşılıyor: Yâni, Eşref Beye yapılan ihanet teklifi, iki tarafın da bilgisi içindedir...

Eşref Bey diyor ki:

«— Emir Abdullah'ın ihanet teklifini, sonuna kadar, nefsime güç hâkim olarak

dinliyebildim. Kırk kahraman ile yirmi beş bin kişilik kuvvetiyle savaştığımız,

memleketimin en nâzik ve buhranlı devrinde bizi arkadan vuran, şehid ve yaralılarımıza

asla insanî hislerle muamele etmiyen, şefkat ve mürüvvet göstermiyen ve Türk millet ve

devletinin nimetiyle perverde olmuş bu insanlar, artık ihaneti bir «lütuf» sayacak kadar

kaderimizin menfî ve yarınımızın karanlık olduğuna, bizlerin de maddî manevî sukut

içinde yüzdüğümüze inanıyorlardı. Yaralarımın verdiği güç dayanılır Đstıraba rağmen

doğruldum:

«— Yazıklar olsun Abdullah Bey, yazıklar olsun, dedim. Ben size, hangi hareketimle

bana böyle bir ihaneti teklif etme cesaretini verdim? Siz beni Cafer Askerî veya �uri

Said mi zannettiniz? Bir kaç soysuzun ihaneti, size bütün Türklerin aynı redaet ve

alçaklık yolunda gidecekleri ümidini mi verdi? Bir namuslu kızı baştan çıkarmakla,

namuslu bir askere vatanına ihanet teklif etmek arasında, ikincisinin daha fecî

olduğunu bilmiyecek kadar çocuk ve cahil değilsiniz. Anıma hainlerle sadıkların

encamını, Allah ve Tarih tâyin eder. Sizleri bu iki büyük kudrete havale ediyorum...»

Emir Abdullah kıpkırmızı oldu, hiçbir şey söylemedi, hemen yanımdan uzaklaştı, kafileyi

orada terk etti ve Malta'ya sürülünceye kadar bir daha kendisini görmedim. Fakat onun

yanımdan ayrıldığı ândan itibaren göz-yaşlarımı da tutamadım. Demek artık aramızda,

bir ihaneti açıkça teklif edilecek kadar sukut etmişler vardı.»

Şimdi Eşref Beyin «Allaha ve Tarihe» havale ettiği bu ihanet kadrosunun âkibetini

hatırlamakta elbette fayda vardır: Đbret dolu bir fayda...

�uri Said'in kayınbiraderi olan Cafer Askerî, son Irak ihtilâlinde uçağa binip,

vatanından kaçarken yakalandı, parçalandı... Bizzat �uri Said ise, aynı fecî dramın

ikinci hallevî şahsı oldu... Ve, Abdullah ise, kendi tebeasının kurşunu altında can verdi...

Page 156: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

O akşam, adını o yıllarda Mısır'ın çeşitli esir kamplarındaki binlerce esirin unutamıyacağı

mağrur ve haşin üsera umum kumandanı Kaymakam Mr. Simsim'le teşerrüf ettik. Bana ilk

olarak, ne hakla gördüğüm muameleden dolayı umum kumandana şikâyet ettiğimi sordu.

Aramızda, çok sert bir münakaşa cereyan etti. Kendisine, Taif ve Mekke zindanlarını

tanıdığımı, ayağıma prangalar vurulduğunu, tomruğa çakıldığımı, ve hiç birisinin bana hak

mefhumunu kaybettirmediğini, ne şahsımdan, ne de Đngiltere devletinden bir lütuf

beklemediğimi, taleblerimin ancak, hâkimiyetini teminle müftehir oldukları beşerî

kanunların icabları olduğunu, nitekim kendi esirlerinin bizim memleketimizde, bu insanî

kanun ve tedbirlerden bol bol faydalandıklarını anlattım. Bu mağrur adam, sükûnetle şu

mukabelede bulundu:

«— Osmanlı devletindeki Đngiliz ve Dominyonlar esirlerine ne yapılıyorsa, size de o

yapılıyor.»

«— Hayır Mr. Simsim.. Bizim ikram edecek Viskimiz yoktur, fakat sizin esirlerinize köylü

kadınlarımız, bugünkü harb şartları içinde güç buldukları ayranlarını seve seve ikram

ettiler. Biz, her şeyimizi kaybedebiliriz, fakat misafirperverliğimizi ve şerefimizi asla!..»

Asabım çok bozulmuştu. Bunu anlıyan muhatabım, mevzuu değiştirdi:

«— Sizin gibi, bizim arşivlerimizde de bir insan takatına sığabilecek her türlü tehlikeli

macerayı yarattığı kaydedilen bir mücadele şahsiyetinin, böyle basit hâdiselerle müteessir

olmasını doğrusu kavrayamadım. Mamafih rahatınızı temin etmeleri için alâkalıları ikaz

edeceğim.»

Bu üzücü ziyaretler, birbirini takib ediyordu: Ertesi günü, sivil bir zat geldi. Arkasında, iki

tercümanla, diğer iki kişi vardı. Mevzu, Đbn-i Reşit, Đbn-i Suud ve Mısır'daki Teşkilât-ı

Mahsusa faaliyeti idi. Bir ara, Ermeni tehciri, Enver Paşanın yaveri Mümtaz Beyin

Mısır'da bir hemşiresi olub olmadığı, Kudüs'teki Siyonist Teşkilâtının çalışmalarının

tarafımızdan nasıl telakki edildiği üzerinde durdular. Kendilerine, sarih cevablar verdim.

Bu arada. Ermeni tehciri üzeninde verdiğim izahatı alâka ile dinlediler ve Osmanlı

ülkesinde Türk, Gayri Türk, Müslim, Gayri Müslim bütün tebaanın müsavat ve hürriyet

hakları, bilhassa kan vergisi vermiyen, yâni asker olmıyan, iktisadî ve sınaî bütün

faaliyetleri uhdelerinde toplamış olan bu insanların refah ve emniyetinin dünyanın hiç bir

tarafında emsali olmadığını, buna mukabil, vefasızlık, nankörlük ve ihanet hareketlerinin

Page 157: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

nasıl ve nereden başladığını, devletin gösterdiği müsamahaya rağmen nasıl feci ve menfi

neticeler verdiğini misalleriyle anlattım. Sanırım ki, biraz fazla heyecanlanmıştım.

MEŞHUR DĐDĐS VE DEĞĐŞE� HADĐSELER:

Sorgu sualin ardı arkası gelmiyordu: Bir çokları, ellerinde muayyen suallerle geliyorlar,

bunların cevaplarını aldıktan sonra, vazifelerini tamamlamış insanların edâ ve huzuruyla

çıkıp gidiyorlardı.

Aradan bir kaç gün geçmişti ki, aralarında Kolonel Sinişim de bulunan altı kişilik bir heyet

pek fakirane döşenmiş odama geldi. Üzerindeki üniformasından, erkânıharb binbaşısı

olduğu anlaşılmasına rağmen, Simsim'm önünde yürüyen ve heyetin diğer azasının

kendisine fevkalâde hürmet ettiği genç bir zat, çok güzel bir Türkçe ile ve az Đngiliz'de

görülen samimî tebessümle hitab etti:

«— Merhaba Eşref Beyefendi... Hoş geldiniz.» Burada öyle şeyler görmüştüm ve

Đngilterenin kurma ve yürütme dâvasında olduğu cihan imparatorluğu için Öyle

hazırlıklarını biliyordum ki, bu genç adamın, tam bir Đstanbul Türkçesi ile bana hitab

etmesini asla yadırgamadım. Aynı samimiyetle cevab verdim. Aramızda senelerce dostluk

varmışcasına bir muhavere başladı. Benim hayat safhalarımdan öyle hâdiselerden - yine

gülerek.. Ki, çoğu gülünecek gibi şeyler değildi... - bahsediyordu ki, şahsiyeti ve kimliği

üzerinde gerçekten tereddüde, fakat daha çok meraka düşmüştüm. Nihayet, Đstanbulda,

Đkinci Meşrutiyetin başında Jandarma tensikatında Đngiliz «mütehassısı» olarak

bulunduğunu söyleyince, sükunetle elimi uzattım... Bilmeceyi halletmiştim:

«— Teşerrüf ettim, Mr. Didiş...»

Evet!.. Bu, Đngilterenin Orta-Şark'daki en benâm şahsiyeti olan, bazen Nazır selâhiyetinde,

bazen general kudretinde, bazen basit bir memur veya iş adamı hüviyetinde gözüken, fakat,

bilhassa Mısır mevzularında ve umumiyetle Arab meselelerinde Büyük Britanyanın temel

direği olan politika şahsiyeti idi.

Kendisiyle, kısa zamanda anlaşabilecek bir kimsenin karşısında idim. Nitekim de öyle

oldu. Hatıralarımız arasında, Sultan Hamid idaresine karşı yaptığımız Hürriyet

mücadelesinde, Ege'deki bir müsadememizden de bahsetti:

Page 158: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

«— Fakat, dedi, o tarihte ben sizin Jandarma kuvvetlerinizin ıslâhına memur bir Osmanlı

zabiti idim, şimdi ise, hâdiseler bizi iki düşman olarak karşı karşıya getirdi.»

Mr. Didis'den bütün merak ettiğim mevzuları öğrenmiştim: Bana, samimiyetle ve

çekinmeden cevab veriyordu... Evvelâ, daha üç hafta kadar burada, yâni Kasr-ül Nîl

kışlasında kalacaktım, sonra da, diğer arkadaşlarım gibi Seyyid Beşîr esir karargâhına

Sevkedilmiyecektim: Londra, benim Arab Yârım Adâsının hiç bir tarafında

bulundurulmamı istemiyordu; Beni, Malta Adasına göndereceklerdi. Harbin nihayetine

kadar orada kalacaktım. O ândan itibaren de, benî dertlendiren takyitlerden ve aşırı

muhafaza tedbirlerinden kurtuluyordum. Mr. Didiş, bû tedbirlerin benim mazideki

hayatımın karşı tarafa telkin ettiği vazife olduğunu kaydederek dedi ki:

«— Sizi, bizden habersiz ve teşyie imkân vermiyecek bir seyahatin sıkıntılarına maruz

bırakmak istemiyoruz!..»

Bu nazikâne cümlelerin asıl mânası, kaçmama karşı tedbirler alındığını bildirmekti. Hâlâ

kanıyan ve istirab veren yaralarımı gösterdim:

«— Bunlar bana artık yerinde otur diyorlar... Ben de, onların sözünü dinlemiye

mecburum...»

Mr. Didiş güldü;

«— Taif'den kendi arzunuzla ve devletinizin kanunlarına sormadan ayrıldığınız zaman

yaralarınızın daha ağır olduğunu her halde unuttunuz!..»

Đyi ve mükemmel bir Đngiliz dost bulduğuma kani idim. Bu kanaatimi halâ muhafaza

ediyorum: Đngilizlerin, bir nefret veya muhabbet için hislerini değil, akıllarını kullandıkları

zaman, netice müsbet olursa, bu dostluğu devam için ellerinden geleni yapacakları

söylenebilir. Nitekim, Türkiyedeki şahsî ve fikrî dostlukları veya nefretleri de, bu ölçüye

bağlıdır.

Nitekim, Mr. Didis'in ayrılmasından yarım saat sonra odaya giren kışla kumandanı Kolonel

Nikolay, iki muhafıza verdiği ve çoğu Türkçe ve Arabça olan birçok kitab ve

mecmualardan başka, bir de katalok getirmişti ki, geniş bir odanın tefrişine ait resimleri

ihtiva eden bü kâtâlokdan, istediklerimi seçebilecektim!.. Bu da, bir Đngiliz garabeti idi...

Artık çevremdeki kontrol da, hemen, hemen kalkmıştı. Bahçeye de inebiliyor, dost

çehrelerle görüşebiliyor, hatta yeni dostluklar kuruyordum. Aileme, istediğim mektubları

Page 159: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

yazmama müsaade edilmişti. Kolonel Nikolay, bunların zarfını kapatabileceğimi de

söyledi. Teşekkür ettim ve bence Vatanıma iletilmesinde mahzur göremediğim bazı

hakikatlerin, kendilerince mahrem tutulması icab edebileceğini, bu sebeble bir kere gözden

geçirmelerinin muvafık olacağı cevabını verdim. Bu tipik Đngiliz, dudaklarında ilk defa

müşahede ettiğim tebessümü ile teşhisini koydu:

«—: Mr. DĐdis'in Siz Türkler üzerinde büyük bilgisi ve kanaat isabeti var...» dedi.

KASR-ÜL �ĐL KIŞLASI�DA SO� GÜ�LER:

Ben, Mr. Didis'in haberi üzerine, Malta Adasına naklimi beklediğim günler içinde Kasr-ül

Nîl kışlasında bir «sürpriz» oldu: Neden tevkif edildiğini, benimle beraber Maltaya sevk

edildiği güne kadar bilmiyen ve aslen Diyarbekirli olub, Hidiv ailesine mensub bir

Prensesle evlenerek Mısır'a yerleşen, Ata Hüsnü Bey'i, odama «misafir mahbus» olarak

getirdiler: Bu, cidden malûmatlı, nâzik, faziletli cefa arkadaşı ile çok çabuk kaynaştık.

Benim, yaralı olarak ele geçmiş olmamdan bütün Mısır gazeteleri uzun uzadıya

bahsettikleri için gıyabî «dost» idik!.. Mısır hâdiseleri üzerinde kendisinden merak ettiğim

bütün hususları öğrendim: Teşkilât-ı Mahsusa'nın Mısır Đstiklâl Hareketini, benim dahi

tahminimden daha büyük başarı ile hazırlamış olduğunu, Ata Hüsnü Beyin yüzüme zaman

zaman hayret dolu nazarlarla bakıb:

«— Acaba Eşref Beyefendi, bütün bu hâdisatın hariçte bir muharrik, müşevvik ve

mürettibi var mıdır?»

Sualleri açıkça gösteriyordu: Bilhassa, Mısır'ın münevver gençliği üzerindeki

çalışmalarımız, mükemmel neticeler vermişti.

Kolonel Nikolay da artık Maltâya sevkedileceğimizi saklamıyor ve istediğimiz hazırlıkları

yapmamıza müsaade ediyordu. Bu hususta, Ata Hüsnü Beyin vekilharcı Kayser Kerem

Efendiden çok istifade ettik. Tek üzüntüm, ne kadar da mütevazi olsa, bilhassa sahamda

memleketime faydalı olacağım bu buhran günlerinde esaret devresinin başlaması idi. Biz,

Kasr-ül Nîl'den Maltaya sevk edilirken, Malta'dan da Kasr-ül Nîl'e siyasî mahbuslar

geliyordu. Bunlar arasında, Malta Adasının Đngiliz hâkimiyetinden kurtarılarak müstakil

olmasına çalışan hürriyetçiler de vardı. Ki, bunların arasında Ada'nın en tanınmış fikir

Page 160: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

adamı ve gazetecisi olduğunu daha sonra Malta'da öğrendiğim Dumek de bulunuyordu.

Đngilizlerin bu zata fena kızmış olduklarını, kendisini en basit ihtiyaçlardan bile mahrum

bırakmalarından anlamıştım. Hindli bir Müslüman nöbetçi vasıtasıyla, kendisine sigara,

çamaşır, yiyecek, hatta para gönderdim. Hediyelerin benim tarafımdan olduğunu öğrenince

almış, ve:

«— Biz Türkleri Đngilizlerden iyi tanırız... Aldım, kabul ettim.» demiş.

Đngilizler, Arab Yarım Adasının dışında da ele geçirdikleri ve şahsiyetlerine değer

verdikleri esirleri, Mısır'da Kasr-ül Nîl'de neden topluyorlardı? Mısır istiklâlcilerine karşı

hâkimiyetlerinin ve kendi arzu ve gayelerine aykırı yol takib edenlerin akibetini göstermek

için mi, yoksa bütün «gayrı memnun» ları bir araya toplıyarak, keder ve nefreti sadece bir

kışla duvarlarının arasına sıkıştırmak için mi, hâlâ bilmiyorum...

MALTA YOLU�DA:

Buraya, yâni Kasr-ül Nîl kışlasına gelişimin 49 uncu günü idi ki, ertesi sabah Malta'ya

hareket edeceğim tebliğ edildi Ata Hüsnü Bey de benimle beraber geliyordu. Hidiv

ailesinin bu kibar damadına, konağına giderek hazırlanması için dahi müsaade edilmişti.

Kahire'den bu seferki ayrılışım, gelişim gibi külfetli değildi: Fakat, Malta'ya

gönderileceğimizin haber alınması üzerine istasyon- yine dolmuştu. Uğurlamıya gelenler

arasında, bilhassa gençler dikkati çekiyordu. Süngülüler arasından geçerek, yanımızda

refakatimize memur Đngiliz yüzbaşısı Mr. Oglinle birinci mevki kompartımana girerken,

genç ve hayat dolu bir hançerenin sert sesi, istasyonu inletti:

«— Yaşasın Türkiye!..»

Yanımdaki Đngilizler bu dileği duymamış gibi, sessiz ve sakin idiler, daha doğrusu böyle

görünmiye gayret ediyorlardı. Fakat, her sömürge idaresinde, sömürgeciden daha zâlim

uşaklar vardır: Nitekim, üzerlerinde Mısır polisi üniforması olan birkaç kişinin, sesin

geldiği tarafa doğru koştuğu, orada itişler kakışlar başladığını gördüm: Bu sırada da,

kompartıman pencerelerinin perdeleri sımsıkı kapatılmıştı. Đskenderiye'ye kadar hâdisesiz

geldik. Limanda, Hidivyal Layn Şirketinin meşhur Abbasiye vapuru bizi bekliyordu.

Evvelâ, ikinci kata ve Ata Hüsnü Beyle karşılıklı iki kamaraya misafir edildik. Umandan

Page 161: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

çıkıncıya kadar, güverteye çıkmamaklığımız tembih edildi. Vapur, ağır bir tempo ile limanı

terketti.. Bir müddet sonra salona davet edildik. - Burada, bir Đngiliz miralayın riyasetinde

Mısır'dan Malta'ya giden Đngiliz askerî heyeti vardı. Bizi, nezaketle karşıladılar.

BĐZ VE O�LAR

Hayber'de, TÜRK CE�GĐ'nin destanını, ancak birkaç çizgisi ve hâdisesi ile öğrenmiş

bulunuyoruz...

Resmî Harb Tebliğlerimiz, bu Türk Mucizesinden ne şekilde bahsetmişlerdir? Hâdise

ancak, Đngiliz ve Hicaz Tebliğlerinden ögrenilebilmişti... Đngilizler, asi Şerifin

kuvvetlerine, artık, «müttefiklerimiz» diyorlardı!.. Đngiliz resmî tebliği de şu idi:

«— Müttefikimiz Hicaz kuvvetleri, Medine civarında ve Hayber'in Cembele mevkiinde,

Yemen'deki Türk kuvvetlerine para götüren ve oradaki kuvvetleri, Hicaz harlı sahasına

sokmakla vazifeli, kolonel Eşref Mustafa kumandasındaki bir Türk müfrezesiyle

karşılaşmışlardır. Arazinin hâkim mevkiinde mevzi tutan Türkler, teslim teklifini

reddetmişler ve kırk Türkle yirmi beş bini bulan Hicaz kuvvetleri arasında, beş buçuk

saat devam eden bir çarpışma olmuştur. Đlk ateşi Türkler açmış ve mücadelenin bir

safhasında Türkler mukabil hücuma da geçmişlerdir. Dört taraftan sarılan Türk

müfrezesi, tamamen erimiş ve içlerinde kumandanları da bulunan dördü ağır yaralı

olanından gayrisi imha edilmiştir.

Đttihad'-ı Đslâm hareketinin de başında bulunan Eşref Mustafa'nın, Yemen'e, Đmam

Yahya nezdine Padişahın hususî tavsiyelerini de götürdüğü ve kendisinin daha evvel

aynı yoldan sevk ettiği birinci kafilesinin Yemen'e muvasalat ettiği de öğrenilmiştir.»

Đngilizler, Hayber'in filmini almışlardı... Arkadaki sahife, bu filmden bir sahnedir...

Daha sonra, Hayber'dekl Türk Cengi üzerinde, Đngiliz ve Arab kaynakları, savaşın

safhalarını az çok sadakatle belirten yazılar neşrettiler. Bu devre içinde, hâdisata adı ve

şahsiyeti karışmış olanlar da, hâtıralarında Türk Mucizesinin üzerinde durmak

kadirşinaslığını esirgemediler.

Enver Paşa, Mısır Amerikan Konsolosluğunun delaletiyle hâdiseyi ve Eşref Beyin ağır

yaralı olarak Đngilizlere teslim edildiğini haber alınca, şahsen harekete geldi ve bu

destanın hayatta kalabilmiş dört yaralısına, gösterdikleri kahramanlıkla mütenasip

Page 162: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

muamele yapılmasını istedi. Eşref Beyin Malta'ya gönderilmesinden sonra da alâkası

devam etti. Fakat, samimiyetle itiraf etmek lâzımdır ki, Đngiliz makamları, bizim öz

hükümetimizden fazla hassasiyet gösterdiler. Çünkü onlar, ortaya konulmuş neticenin

sadece bir milletin değil, insanlık camiasına bağlı bir millet ferdlerinin, gösterebileceği

yiğitlik ölçülerinin icabında kendileri için de ders ve intibah olduğunu biliyorlardı.

Ve, günümüzde HAYBER'DE TÜRK CE�GĐ için bildiklerimizi, işte bu alâka ve

hassasiyete borçluyuz...

Vapurumuzun etrafında, iki Đngiliz torpidosu nöbet tutuyor, gemiyi Alman Denizaltılarının

muhtemel taarruzuna karşı siyanete çalışıyordu. Đngiliz miralayı bir aralık:

«— Alman denizaltılarının bir hücumu ya beklenir, ya beklenmez: Çünkü Sizin bu gemide

olduğunuzu düşmanlarımızın öğrenmiş olması mümkündür. Eğer, Sizin firar arzunuzu

bilmiş olsalar belki gemiyi batırırlar, çünkü Sizin bir defa böylece kaçtığınız arşivinizde

kayıtlıdır. Lütfen şu maceranızı anlatır mısınız?» dedi. Ben de; işi latifeye dökerek:

«— O zaman balıklarla yarış ederdim. Şimdi bu yorgun ve yaralı vücudla kendi rekoruma

hiyanet etmek istemem...» dedim. Fakat, işin ciddî tarafı olarak, torpitolar gemimizin

etrafında zikzak yapıyorlardı.

18 Nisan 1917 günü, gemimiz Malta limanına girdi. Öğle yemeğini gemide yedik, Đngiliz

askerî heyeti bize veda ederek ayrılmasından kısa zaman sonra, Malta esir kamplarının

irtibat zabiti Binbaşı Solter gelerek bizi aldı, Salifo-i Ahmer - Kızıl Haç'a ait bir kapalı

otomobille, Vardalâ Barraks kışlasına getirdi.

Hayatımda yeni bir devir başlıyordu: Kısaca «Malta Esareti» olarak adlandırdığım bu

devre, üç yıl, üç ay yedi gün sürecekti. Kederli mi idim? Evet!. Fakat aradan kırk beş yıl

geçtikten sonra da, yine aynı samimiyetle söyliyeceğim ki, kederim, şahsım için değildi:

Vatanım içindi... Buhran içinde, bir ölüm-kalım mücadelesi yapan bu aziz vatanın, Garb

Türklerinin kurduğu son muhteşem imparatorluğun bu didinmelerinde, ne kadar mütevazı

ve iddiasız da olsa, hizmetlerimin yarıda kalması kederimin kaynağı idi.

Beni, kışla kumandanına teslim için, Malta şövalyelerinden kalıp, çevresinde ecdadın kanlı

fetih cenkleri yaptığı tarihî şatonun geniş bekleme salonuna sokan Mr. Oglin'den göz

pınarlarımda biriken yaş damlalarını görmemesi için başımı öne eğdim.

Page 163: Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi

Fakat içimde, bu hale düşmemek için elinden geleni yapmış insanların huzuru vardı. Hepsi,

o gün de, bugün de, bu mübarek vatana ana südü kadar helâldi...»

SO�