Upload
setherial
View
589
Download
14
Embed Size (px)
Citation preview
BĐRĐ�CĐ DÜ�YA HARBĐ�DE
TEŞKĐLAT-I MAHSUSA
ve
HAYBER'de TÜRK CE�GĐ
Cemal Kutay
ERCA� Matbaası, Đstanbul, 1962.
KĐTABI� ĐÇĐ�DEKĐ ÇERÇEVELĐ, MÜSTAKĐL BAHĐSLER:
Elinizdeki kitabı tamamladığınız zaman, mevzu ile yakından alâkalı, fakat bu hacim içine
sığdırmaya imkân olmayan bahisler hatırlatılmadan, aydınlık fikre varabilmenin
imkânsızlığını takdir edeceksiniz. Bu sebeple, kitabın içinde ve asıl mevzu devam ederken
araya konulmuş çerçeveli fıkralar göreceksiniz. Bunları lütfen metinden ayrı okuyunuz.
Türkiye Đstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi'mizin muhterem okurları için bu tarzımız
malûmdur. Bu cildleri okumamış olan muhterem okurlarım için, çerçeveli fıkralara dair bu
izahı zarurî addettim.
TARĐH KONUŞUYOR serisinin, iki ay sonra alacağınız ikinci ve müteakip olanlarında da
aynı tarza devam edeceğiz. Böylelikle, eserin ana fikri ve ana hâdiseler üzerinde daha
aydınlık neticeler için, sizleri yormamış ve mevzu ile yakından ilgili olup da, mazinin
nisyan perdesine bürünmüş hâdiselerin hatırlanmasında da hizmet etmiş olacağımı
sanıyorum.
Saygı ile arz ederim.
C. Kutay.
Elinizdeki Kitab
Elinizdeki kitabın kısaca taşıdığı isim (Birinci Dünya Harbinde Teşkilât-ı Mahsusa ve
Hayber'de Türk Cengi’dir. Bu ismin, ilk ânda kitabın mevzuu üzerinde açık ve aydınlık
fikir veremediğini itiraf edeyim. Çok düşündüm, fakat, şu mütevazı hacmin ancak 320
sahifesine sığdırılmıya çabalanmış o koskoca konu ve azametli hâdiseler için daha tatmin
edici, adı bulamadım.
Çünkü mevzuumuz, Đmparatorluğumuzun son asrı içinde, hâdiselere doğrudan doğruya
veya dolaylı olarak tesir etmiş (gizli) bir teşkilâtın ve ona azamet vermiş şahsiyetlerin, en
çetin sahalar üzerindeki didinmelerini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bilhassa, 1912 ile
1918 arasındaki altı yıl, biz Batı Türklerinin kurduğu en yüce devlet olan Osmanlı
Đmparatorluğunun son kritik yılları olarak, bin bir hâdiseyi, bir tek gün ve hattâ saate
sığdıracak kadar yüklüdür. Acaba Osmanlı Devleti, sadece bu son altı, hatta; Đkinci
Meşrutiyetin ilânı tarihi olan 1908 esas olarak alınırsa on yıl içinde mi çöküp gitmiştir?
Hayır!,. Bir kısım politikacıların, kendi şahıs ve zümre görüşleri adına yaptıkları ısrarlara
rağmen asla!... Bu büyük devlet, ne bir siyasî, ne bir askerî hezimetler ve gerilemeler
neticesinde çökmemiştir: Bunlar, görünür de olan sebeblerdir: Bizim Đmparatorluğumuzun
asıl felâketi, temsil ettiğimiz yaşama sisteminin ve safında olduğumuz medeniyet
nizamının çöküşü idi. Kısaca Buhar Devri dediğimiz yeniçağla, O'nun fikri düzenine ve
hürriyetler sistemine ayak uyduramadık, aşırı merkeziyetçilik içinde, imtiyazlı zümre ve
sınıfların boğuşmasını, halk adına yapılmış hareketler sandık, devirlerin tercüme
kanunlarla temsil edileceğine inandık... Aynı ölçüler içinde 1962 Cumhuriyet Türkiyesinin
acılarını, aynı mihenk taşına vurunuz: Siz, sanırmısınız ki, bizim bugünkü dertlerimiz
sadece rejim buhranı adı verilen politika kavgalarıdır?... Asla!... Biz, tarihimizin ve
coğrafyamızın, bize emrettiği yeri alamamış, ona erişememiş olmanın ıstırabı içindeyiz:
Nasıl ki, matbaayı Batı'dan 217 yıl sonra nimet sayabilmişsek, bugün, televizyon'un Arab
Yarımadasında çöl'e çıktığı şu günlerde, bizim asıl acımız, Atom devrine, dedelerimizin
Buhar Devrine uzak oldukları kadar uzak olmamız ve çağın şartları karşısında iki büklüm
kaldığımız mahrumiyet çukurumuzdur. Biz, bizi bu çukurdan kurtaracak cesur
vatanseverlik hamlelerini ihanet saymanın kısa vâde hastalığı feveranları içinde bocalayıp
duruyoruz: Üçüncü Selim'in tek tâbirle Nizam-ı Cedid dediği «YENĐ DEVĐR» e karşı
ayaklanan Köse Musa'nın Yeniçeri kafası, Fetva verecek yeni Topal Ataullâh'lar bulma şer
verasetine tesahüb ettikçe, ne Amerikan unundan ekmek yuğurmanın hicabı, ne de hayâl
hak ve hürriyetler için Belediye Hudutlarına çekilme irticai son bulacaktır. Ve torunlara
kalacak bu kötü mirâs'ın zaman zaman hortlayışı ile dünya yeni devirlere erişmişken,
onları vatanı için de düşünenleri, Tevfik Fikret'in hayâl ettiği:
Zahmetin, himmetin ve fazlın için
Koyar elbet vatan, bu hasta nine
Bir sıcak buse, terli nâsiyene
kadirşinaslığı yerine, yağlı kemendler, inkârlar, veya tahrif edilmiş hâdiselerle tarihin
hükmünü şaşırtma gayretleri bekliyecektir.
Elinizdeki kitabı takdim satırlarında bu yürekler acısı kadere neşter vurmaya ne lüzum
vardı demeyiniz: Çünkü elinizdeki kitabın mevzuu da, tahammül edilememiş büyük
ülkülerin, hüzünle kapanmış sahifelerinden birisinin ibretli hikâyesidir...
Teşkilât-ı Mahsusa'nın neden ve hangi duygularla doğduğunu, devrini kapatalı yarım asra
yakın olmasına rağmen bilmiyoruz... Peygamberimizden 1285 sene sonra, yine o tarihî
Hayber'de, Kırk Türk çocuğunun -masal değil!.. - yirmi bin düşman, hem de çoğu dini bir
düşman karşısında nasıl bir şehamet yarattığını da bilmiyoruz. Bunların ikisi de, kendi saha
ve mevzularında, devre ışık olma hareketi değil midir? Çünkü bir milletin hayatında, örnek
tutulma sevivesi sadece bir tek mevzuda olmaz: Maddî manevî kudretler birbirlerini
tamamlar ve ortaya imrenilecek varlıklar çıkar.
Gerileme, korkaklığın altıncı hissi'dir: Bu his, her türlü kahramanlıkların önüne çıkar:
Büyük Kafa'ya tahammül edemez. Cesur Yüreğe düşman olur, kendi küçük ve kifayetsiz
bedbahtlığının üstüne çıkan her türlü normal-üstü himmetin affetmez düşmanıdır:
Anlatılmamış, unutturulmaya çalışılmış, inkâr edilmiş, meçhullere sürükletilmiş bütün
gerçek hâdiselere yapılan kasıdda, fasik-i mahrum'un bu aşağılık duygusunun ufuneti tüter.
Gerçek tarihin ve gerçek tarihçinin vazifesi ise, hakikatlerin üzerindeki şal'ı kaldırabilme
cehdidir: En meraklı romanlara mevzu olacak vak'aların, bir hayâl değil, gizlenmiş,
bilmediğimiz öz tarihimizin bakir safhasından bir tutamını önümüze iten mevzu!...
Kendi sahasında, böyle bir meçhul’ün üzerindeki örtüyü, elinizdeki sahifeler içinde
beraberce kaldırmaya çabalıyacağız.
Tanrı yardımcımız olsun...
Cemal KUTAY
Eylül, 1962
Moda, Đstanbul.
TEŞKĐLAT-I MAHSUSA VE HAYBER'DE TÜRK CE�GĐ
Đstanbul'un soğuk ve puslu günlerinden biriydi: Tarih, 23 şubat 1914... Vakit akşam... Bir
kaç zamandır, bugünkü Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi o tarihî Bab-ı Seraskeri
binasına yerleşmiş olan Harbiye Nezaretinin üst kat cepheye bakan geniş nazır odasında,
geç saatlere kadar ışıklar sönmemektedir: O günlerden tarih sahnesinden çekilinciye kadar,
Đmparatorluğumuzun kaderine hâkim isimlerin başında gelen genç Harbiye Nazırı Mirliva
Enver Paşa çalışıyor, durmadan çalışıyor... Çünkü memleket, gerçekten büyük dertler ve
meselelerle karşı karşıyadır. Balkan Harbinin o feci neticeleriyle, bütün Rumeli elimizden
çıkmıştır. Edirne'nin hudutlarımız içinde kalabilmesi de, ferdî cesaret ve fedakârlıklarla,
tali ve kaderin pek müstesna lûtuflarından olmuştur. Yoksa Kâmil Paşa hükümeti, Đngiliz
Kabinesinin ısrarlı telkinleri ve Rus baskısının zoruyla, Osmanlı devletinin ikinci
payitahtını da Bulgarlara terk eden protokolü imzalamıştır bile... Nihayet, Balkanlı
müttefikler arasında çıkan anlaşmazlık, Sırp ve Yunan ordularının Bulgaristana taarruzu ile
ortaya çıkan fırsattan faydalanmasını bilen bir avuç ümidini kaybetmemiş genç kadronun
ileri fırlayışı ile Edirne, hemen hemen, Bab-ı Âlinin rızası dışında ele geçirilmiştir. Hattâ
daha da ileri gidilmiş, Garbî Trakya'da dünya yüzündeki ilk «TÜRK CUMHURĐYETĐ» de
kurulmuştur (1).
(1) — Balkan Harbinin bozgun facialarını takib eden ve Edirnenin kurtulmasını temin ettikten sonra, dünya yüzünde ilk. Türk Cumhuriyeti olarak kurulan Garbî Trakya Hükümeti yakın tarihimizin en dikkate değer hadisesidir ve çeşitli siyasî sebeblerle, kuruluş ve çöküşüne ait gerçekler bugüne kadar ifşa edilmemiştir. Teşkilât-ı Mahsusa'nın eseri olan bu bakir ve ibretli hâdise, TARĐH KO4UŞUYOR serimizin dördüncü kitabı olarak aralık 1962 de – Đnşallah huzurunuzda olacaktır.
Kâmil Paşanın sukutu, Mahmut Şevket Paşanın iktidara gelişi, Mebusan Meclisinde
şiddetli ve tehlikeli politika kavgalarının sonundaki askerî idare, nihayet Mahmut Şevket
Paşanın şehadeti, Said Halim Paşanın sadrıâzamlığı, Enver Bey'in bir emrivaki ile Harbiye
Nezaretine gelişi, Đttihad ve Terakki Fırkasının vatanın kaderine kayıtsız şartsız hâkim
oluşu... Đşte, 1913 sonunda, vatanın içinde bulunduğu şartların bir kaç cümle ile hülâsası
budur.
Enver Paşa, Ordu'nun politikanın dışında ve hattâ «üstünde» kalması fikrindedir. Bu kanaat
ve inancını, Balkan Harbi sırasında siyasetin her sahasına el atarak vatanın o güzelim
köşelerini elden çıkartmış ve tarihimize misli görülmemiş acı mağlûbiyetlerin kara
sahifelerini getirmiş olan hâdiselerin tekrarını tamamen önlemek kararındadır. Askerlik
mesleği, tekniğin dünya yüzüne getirdiği icablarla bambaşka çığıra girmiştir: Sultan
Hamid'in idare-i maslahatçı politikası ile, kadrolara doldurulmuş olan alavlı, yâni
neferlikten yetişme zabitlerin tasfiyesine başlanılmıştır. Yaşları çok ilerlemiş ve savaş
bilgilerine ait devirler kapanmış olan eski kumandanlar yerine, gene kurmayların
getirilmesine hızla devam edilmektedir. Balkan Harbi içinde uğranılan malzeme ve silâh
kayıblarının telâfisine çalışılıyor. Bütçe acıktır. Dış istikrazlar çok güçleşmiştir. Hükümet,
haricî borçların kendisini değil faizini bile ödeyemiyor. Maaşlar, ancak Düyun-u Umumiye
idaresinden kısa vâdelerle alınan borçlarla ödenebilmektedir. Öte yandan, asıl büyük
tehlike olarak, Đmparatorluğu terkib eden ekalliyetler arasında baş göstermiş bulunan
ayrılık hareketleridir: Đngiliz - Fransız - Rus hattâ Đtalyan ve Alman politikasının tahrik
ettiği bu iftirak hareketleri, Avrupa karaşındaki topraklarımızın elden çıkmasına rağmen,
hâlâ, dünyanın en geniş ülkeli devleti olan imparatorluğumuzu, uzak, çok uzak hudutlarda
büyük kuvvetler bulundurmaya mecbur ediyor. Dinî inançları ne olursa olsun, Türk
olmayan ırklar ve milletlerin ısrarla takib ettikleri müstakilleşme hareketi, Bâb-ı Âli'yi,
muhtelif ve bünye itibariyle birbirinden çok farklı siyaset takibine mecbur etmektedir:
Bütün Dünya Müslümanlarını bir araya getirerek, Đstanbuldaki makam-ı hilâfetin çevresine
toplamak idealini güden Đttihad-ı Đslâm hareketi... Türk Ana-Vatanına yönelmiş olan Pan-
Türkizm (Turancılık) cereyanı... Din ve milliyeti ne olursa olsun, o ânda Đmparatorluk
hudutları içinde yaşıyan bütün unsurların birliğinden doğan Đttihad-ı Anasır siyaseti...
Bütün bu çeşitli ve birbirlerinin temamen zıddı olan siyasî cereyanların mihrakı ise, yine
ORDU'-dur: Çünkü, Hiristiyanlar hariç olarak, Osmanlı Đmparatorluğunun bütün diğer
unsurları, Ordu'nun tabii kadrosunu teşkil ediyor. Tatbikatta bu gerçek böyle midir? Elbette
değildir. Çünkü yıllardır, daha önce Balkanlarda ve Arnavudlukda olduğu gibi, şimdi de
Arab Yarım Adasının hemen hemen her köşesinde Türk Kanı dökülüyor: Bu çatırdıyan,
temeli çürümüş, maddî manevî bağları kopmuş uçsuz bucaksız topraklar üzerinde nazarî
bayrağın dalgalandığı vatanda, mülkî hâkimiyetin bedeli, oluk gibi dökülen Türk Kanı'dır.
SO� BĐR TECRÜBE YAPALIM…
23 Şubat 1914 akşamı, Harbiye Nezaretindeki geniş makam odasında, karşısındaki iri
yapılı, devrin modası Enverî bıyıklı, ve Harbiye Nazırının karşısında bir âmir - memur
vaziyetinde değil de, iki samîmi dost gibi rahatça oturmuş., onu dinliyen genç adama,
Enver Paşa, yukarıdaki acı tablonun son safhalarını anlatmaktadır. Bütün anlatılanlar,
muhatabında hiç bir hayret ve hattâ üzüntü intibaı yaratmıyor: Çünkü, Harbiye Nazırının
misafiri, bütün bu hâdiselerin içindedir ve anlatılanlardan bir çoklarını, Harbiye Nazırından
daha yakından bilmektedir. Çünkü O, Enver Paşaya, gizli istihbarat servisleri tarafından
verilen bilgilerin içinde yaşamaktadır. Vatanın umumî manzarası üzerindeki izahlarını
tamamlayan Harbiye Nazırı, muhatabına kararını bildiriyor:
«— Şimdi Eşref Bey... Siz, Teşkilât-ı Mahsusanızla, bu muhataralı haleti mümkün olduğu
kadar tabiîliğe irca için cesaretli bir kaç tecrübe daha yapacaksınız. Hükümetin arz ettiği
şeklî insicama rağmen, Nazırların şahsî mizaçları ve hattâ siyasî kanaatleri dolayısiyle
cezrî tedbirlerin çok güç olduğunu takdir edersiniz. Dünyanın, büyük ve haricinde hiç bir
devlet ve ülkeyi bırakacağı şüpheli bir umumî harbin arifesinde olduğu muhakkaktır. Bizi
kat'iyyen rahat bırakmayacaklardır: Đngilizler ve Fransızların Rusyaya yardım için
Boğazların serbestisini istiyecekleri muhakkaktır. Đstanbula bir kere Rus askeri girdi mi,
onları payitahtımızdan bir daha çıkarabilmenin gayri mümkün olduğu da muhakkaktır.
Böyle bir felâket, maazallah, devletin ebedî izmihlalidir. Hariciyemizin, Đngilizler ve
Fransızlarla müsavî şartlar içinde yapmak istediği ittifak teşebbüsleri, maalesef akîm
kalmaktadır. Almanyanın başında olduğu merkezî devletler grubu ile bir ittifak akdetmek
ihtimâlimiz içinde de, devleti ve vatanı müdafaa için, bütün Đslâm âlemi ve Türk âlemi ile
yakından münasebetler tesis etmiye, aradaki ihtilâfları bertaraf etmiye ve onları fikren ve
bedenen kendi safımıza davet ve temsil etmiye mecburuz. Đşte Sizden talebim, hiç vakit
kaybetmeden, idareniz altındaki Teşkilât-ı Mahsusa kadrosunu bu mühim memleket
hizmetini başaracak seviye ve kudrete çıkarmaktır. Bunun için ben Harbiye Nazırı olarak
elimden gelen herşeyi yapmıya amadeyim. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da,
yine şahsen benimle temas edeceksiniz. Harbiye Nezaretine verilmiş olan Tahsisat-ı
Mesture'den istediğiniz gibi istifade edebilirsiniz. Ben kaniimki, Sizin bilhassa şahsen çok
iyi bildiğiniz, vaktiyle Hürriyet mücadelesine oradan başladığınız Arabistan'la, Cezair,
Fas, Tunus, Trablus-Garb, Mısır, Hindistan, Cava, Đran, Afganistan, Büyük Asya
Türkistanında girişilecek teşkilâtlı ve şuurlu bir propaganda ve onu takiben de gizli
teşkilât ile, mukadder olan Cihan Harbinin önüne daha hazırlıklı çıkabiliriz.
Düşmanlarımızın bize taarruz yolunda duyacakları endişenin çapını, bizim bu
hazırlığımızın ciddiyeti ve muvaffakiyeti teşkil edecektir. Meselenin ehemmiyetini izah
edebildim zannediyorum.»
Harbiye Nazırının, mutadı dışında olarak konuştukça ve tasavvurlarını açığa vurdukça
heyecanlandığını gören ve kendisini mutlak sükûnetle dinliyen Teşkilât-ı Mahsusa Reisi
mütalâasını bir kaç cümleye sıkıştırdı:
«— Paşam... Đçinde bulunduğumuz vaziyet malûm... Siz, bugün şeklen bizim
vatandaşlarımız ve tebeamız olanlardan başlıyarak, aramızda kan, tarih, dil, din, anane
münasebetleri olan ve dünyanın bin bir kösesine dağılmış yüz milyonlarca insanla
aramızdaki hudut ayrılıklarına, muhtelif güçlüklere rağmen, mukadderat birliğinin
tecrübesini yapmak istiyorsunuz. Bunu da, devletin bekası ve yaklaşmış olan umumî harb
içinden zaferle çıkabilmenin esas şartlarından kabul ediyorsunuz. Ben de tamamen aynı
fikirdeyim. Müsaade buyurunuz: En kısa zamanda ihzari plânlarımı ikmâl edeyim,
tasvibinize arz edeyim. Allah utandırmasın.»
HAZIRLA�A� BÜYÜK PLÂ�
Teşkilât-ı Mahsusa Reisi, Harbiye Nazırıyla beraber çıkmış ve Enver Paşanın yeni
taşındığı Kuruçeşme sahilhanesine beraber gitmişlerdi. Đkisi arasında, en çetin imtihanları
geçirmiş olan yakınlık ve itimad, Harbiye Nazırının tasavvur ettiği «çâre» yi bulabilecek
şahsiyetin, karşısındaki adamın ferdî cesaret ve tecrübesinde toplandığının söz götürmez
delili idi. Eşref Bey diyor ki:
«— Enver Paşanın Ordu mevzuları dışındaki hâdiselerle alâkadar olduğuna, Đttihad ve
Terakki içindeki iktidar kavgalarına karıştığına ve kendisi için, hususî «klik» iler teşkil
ettiğine dair daha çok düşmanca duygularla atılan fikirler tamamen yanlış ve haksızdır.
Enver Paşa, rahatça iddia edebilirim ki, Sadrâzamlardan ve Hariciye Nazırlarından daha
büyük basiretle, dünyanın büyük bir harbe sürüklendiğini görmüş ve Osmanlı devletinin bu
harbin dışında kalabilmesinin kendi irade ve arzusunun üstünde ve haricinde, adetâ bir
emrivaki olduğunu kavramıştı. Bu sebeble, devlete felâket getirecek oldu bittilerden
mümkün olduğu kadar kurtulmak, bilhassa orduyu hazırlamak istiyordu. Hükümetin haricî
istihbaratı hemen hemen yok gibi idi. Hariciyenin birçok ve en ehemmiyetli servislerinde,
yine Türk olmayan unsurlar çalışıyordu. Daha sonraki hâdisat, bunlar arasında nice nice
hainler ve satılmışlar olduğunu ortaya koymuştu.
BĐR DOSTLUĞU� TEMELĐ
Teşkilât-ı Mahsusa, doğrudan doğruya Başkumandanlığa bağlı «gizli çalışan bir devlet
müessesesi» idi. Öylece ki, O'nun varlığı, bir çok nazırlarca da meçhuldü. �itekim
harbden sonra, Said Halim ve Talât Paşa kabinelerini divan-ı âli (yüce divan) a sevk
etmek için kurulan «Meclis Tahkikat Komisyonu» önünde bu iki kabineye mensup
birçok nazırlar (yâni bugünkü tâbiri ile vekiller) Teşkilât-ı Mahsusayı bilmediklerini,
sadece, Harbiye �azırı Enver Paşanın şahsına bağlı ve devlete mutlak itimat edilen bazı
«şahsiyetler» in mahrem askerî faaliyetlerinden haberdar olduklarını söylemişlerdir.
Hakikat de gerçekten bu idi...
«Teşkilât-ı Mahsusa», Sultan Hamid istibdadını yıkan Jön-Türk hareketinin, Kuşçubaşı
Oğulları'nın idare ettiği Hicaz ayaklanmasını, ferdî ve şahsî hareket olmaktan
çıkartarak, bütün münevver ve vatansever Ordu kadrosuna mal etmek dirayetini ve
tavsiyesini gösteren rahmetli veteriner albay Rasim Beyin delaletiyle, Erkânı Harb
Kadrosu içine yayılıp benimsenmesinden doğan «ihtilâl hareketi» idi. Enver Paşa,
Harbiye �azırı ve Başkumandan olarak, Osmanlı Đmparatorluğunun müdafaasında baş
rolü ve mevkii alınca, kendisinin de vaktiyle içinde bulunduğu bu hareketi ihya etmek
kadirşinaslığını gösterdi: Devlet, aynı devletti.. Vakıa rejim'in ismi değişmişti amma, bu
devletin, içerde de, dışarıda da, dostları ve düşmanları aynı idi. Bu sebeble, Teşkilât-ı
Mahsusa, vatanı görünür görünmez dertlere karşı, birbirine inanmış insanların teşkil
edecekleri müdafaa hattı olarak teşkilâtlandı, zamana uygun hüviyet aldı, vazife gördü.
Enver Paşayı, Balkan Harbinin felâketlerini takip eden günler içinde ve cihanın yeni bir
savaşa hazırlandığı devrenin arifesinde Harbiye �azırlığı makamına getiren hâdiseler
«normal» sayılamazdı: Enver Paşa, iki rütbe birden terfi etmiş, kaymakamlık (yarbaylık)
dan Mirliva (Tümgeneral) olmuş, ve otuz beş yaşında iken Đmparatorluğun bu en büyük
askerî makamını elde etmişti. Enver Beyi, bir «vatan endişesi» duygusunun telkin ettiği
hizmet olarak, hattâ arzusu dışında, bu makama sevkeden «eski dostlar»ın başında da
Eşref Bey vardı... Kendilerine, Đslâm tarihinin ilk devresinde, Peygamberimizin etrafında
toplandıkları için, cennet vâadedilen on idealist mücadeleciye izafetle «aşere-i
mübeşşere» denilen on arkadaşdan ikisi, Eşref Bey ve rahmetli Dr. �azım, Enver Beye
kendisi için verilen «Harbiye �azırlığı kararı» nı bildirmiye gittikleri zaman, bir
apandisit ameliyatını yeni geçirmiş ve Beşiktaşdaki evinde istirahat halinde olan ikinci
meşrutiyetin genç ihtilâlcisi, arkadaşlarını dinlemiş, mucip sebepleri tasvib etmiş, fakat,
şu şartı ileri sürmüştü:
«— Ben Harbiye �azırı olduktan sonra, bu makamın icablarını tereddütsüz yerine
getirirken, benden, hiç bir istisnaî muamele istemiyeceğinize söz vereceksiniz. Ordunun
disiplin ruhu ne halde görüyorsunuz. En şiddetli tedbirleri alırken belki muhatablarım
sizler olabilirsiniz. O takdirde beni vefasızlıkla ittiham etmiyeceksiniz. Tam bir itaat
ruhu, tam bir feragat, tam bir nizâm hayatı... Đttihad ve Terakki Fırkasını olduğu gibi,
siz eski arkadaşlarımı da, hiç bir suretle işlerime müdahale ettiremem. Asla iltimas ve
tâviz veremem. Dün ve bugün yapılmış olan hizmetler, birer vazife olarak ifa edilmiştir,
bunlar açık bono değildir. Bunu bilmelisiniz ve bana söz vermelisiniz.»
Bu söz verilmiş ve Enver Paşa, böylece Harbiye �azırı ve Başkumandan olmuştu.
Sadece, Padişahın Başkumandanlığı, bir «unvan» meselesi olduğundan «vekil» tâbirini
kullanmıştı.
Enver Paşa, Harbiye �azırlığı devresi içinde, arkadaşlarından bu aldığı söz'ün dikkatle
ve istisnasız tatbikini istedi, fakat, ne samimiyetinden, ne de tevazuundan hiç bir şey
kaybetmedi.
Teşkilât-ı Mahsusa'nın ikinci teşkilâtlanma devresinde Eşref Bey yaralı idi. Enver Paşa,
bu eski dostundan, Teşkilât-ı Mahsusayı yeni şekilde tanzim ve başına geçmesini
istedikten sonra, Ege bölgesine teftiş ve tensik seyahatine çıkmıştı. Bütün kolorduların
başına genç erkânı harbler getiriliyor. Balkan Harbinin maddî mânevi felâketinden
ordu kurtarılmıya çalışılıyordu. Đzmir'den Eşref Beye klişesi aşağıda olan mektubu
gönderdi:
Bu mektubu beraber okuyalım:
«Eşref
Kâğıdını aldım. Yaralarınızın geçtiğine memnun oldum. Büsbütün geçer de yine
gelirsin, görüşürüz. �iyaziden ne haber? Bana kalırsa işi çabuklâştırsanız fena olmaz.
Dediğin mushafı almadım. Kardeşinin ve senin gözlerinden öperim.»
E�VER,
Bu samimiyet böylece devam etti... Fakat genç Harbiye �azırı ve Başkumandan,
samimiyetini nüfuz gösterisi ve iltimas tecellisi halinde kullanmak istiyenlere de asla
müsamaha etmedi.
Bu mevzuda şu misal, cidden ibret vericidir: Devrin Adliye �azırı Đbrahim Bey, oğlu
Adnan Beyin askerlik hizmeti içinde Đstanbul'da bırakılmasını rica eden bir mektubunu
Enver Paşaya gönderiyor. Enver Paşa, mektubu okuduktan sonra altına el yazısıyla
aynen şu cümleleri yazıyor:
«— Vatanın her köşesinin müdafaası aynı derecede mukaddestir. Askerlik hizmetleri
nazarında bütün evlâd-ı vatan, şehzadegân dahil, müsavidir. Bir Adliye �azırının bu
hakikati müdrik olmaması, şayanı teessüftür. Ben bu makamda iken, hiç bir istisnaî
muamele olmıyacaktır.»
Ve, dahası var: Bu mektub, altındaki meşruhat ile birlikte, yirmi dört saat, Harbiye
�ezaretinin ilân tahtasında asılı kalıyor...
Đbrahim Beyin, Talât Paşaya tezallümü ve: «— Rezil oldum...» demesi üzerine,
Enver'in cevabı şu oluyor:
«— Kanun rezil olacağına bizler rezil olmamıya çalışalım!..»
Bu seneler içinde Teşkilât-ı Mahsusanın, münhasıran gizili istihbarat ile değil, hariçte ve
hattâ Osmanlı devletinin hudutları içinde kalan, fakat merkeze bağlılık ve sadakatleri
daima şüphe uyandırmış bulunan ve Türklerden gayrı ırk ve milletlerin ekseriyeti teşkil
ettikleri yerlerde aldığı tedbirlerle, hükümetin görünürdeki kuvvetlerinin ve asayiş
teşkilâtının kat'iyyen başaramıyacağı hizmetleri görmüş olduğu muhakkaktır. Bunlar,
cidden «gizli» tutulduğu için, kabine azasının bile meçhulü idiler. Hattâ çok iyi hatırlarım.
Bir gün Talât Paşa, yarı şaka, yarı ciddî:
«— Eşref Beyefendi... Sizin hükümet teşkilâtından bize anlatabileceğiniz haberler yok
mu?» demişti. Bunu da, diğerlerinin duymaması için yavaşça kulağıma söylemişti. O
tarihte Dahiliye Nazırı ve iktidarda olan siyasî Fırkanın tabiî reisi sayılan bir zatın dahi,
böylecesine sitem mevzuu yapacak kadar «mahrem» addedilen çalışmaları nelerdi?
Şimdi, tarih önünde bu sualin cevabını vereyim: Büyük bir plân hazırlamıştık.. Bu plân,
Osmanlı devletinin asırların yükü ve mirası olarak omuzlarında taşıdığı mazi miraslarının
zararım asgarî hadde indirecek tedbirleri ihtiva ediyordu. Bugün düşündüğüm zaman,
benim de aşırı cesaretli bulduğum bu plân neydi? Şimdi tarih huzurunda, hazırlıklarımızı,
çoğu nazariyede kalmıyarak uğrunda kan dökülmüş, emek verilmiş ve tatbikat safhasına
girerek, başka menbalara ve kaynaklara bağışlanılmış olan mücadele ve didinmelerimizi,
meçhullerden çıkarmadan evvel, TEŞKĐLÂT-I MAHSUSA ne idi, onu anlatmak icab
eder.»
SULTA� HAMĐD'in E� KUVVETLĐ ZAMA�I�DA YAPILMIŞ
BĐR BAŞ KALDIRMA�I� Đ�A�ILMAZ �ETĐCELERĐ:
Eşref Bey «Teşkilât-ı Mahsusa» yi şöyle anlatır; «— Sultan Hamid'in son seneleri, bir
vehim ve vesvese tufanıdır. Babam Kuşcubaşı Mustafa Nuri Bey böyle bir vehim uğruna
Hicaza sürüldüğü zaman, ben ve kardeşim Selim Sami de, babamızla birlikte Hicaz'a
yollandık. Sürgün yerimizin evvelâ Yemen olması, Padişahın gazabının azametini
anlatıyordu.
Hicazda sürgün iken, Mekke'den firar; ederek Hindistana geçerken yakalanmıştım. Cihad
kalesinde parangaya vuruldum. Vali Ahmet Ratip Paşa tarafından istintak edildim.
Aramızda ağır bir münakaşa cereyan etti: «— Zulüm payidar olmaz. Çökeceksiniz..»
dedim. Taif'te Hürriyet Babası Mithat Paşanın şehid edildiği kale odasının karşısına
tıkıldım. Yedi ay burada işkence gördüm. Gençtim, mütehammildim. Buradan Medineye
kal'abend olarak nakledildim. Bab-ül-Arab ailesinden Şeyh Şehabî'yi, milletimi tahkir
ettiği için yaraladım. Muhafız Şakir Paşa tarafından iç kalede, Orta-Çağ'dan kalma bir
işkence şekli olan tomruğa çakıldım. Güya, Tanzimat Fermanıyla lâğvedilmiş olan bu feci
tazyikler, bende şu inancı yarattı: «— Abdülhamid idaresi, şeklî olan kuvvet ve satvetine
rağmen, ancak bu ferdî zulümlerle payidar olacak kadar köhneleşmiştir. Onların bu
tazyikleri, yıkılmakta olan saltanat bünyâdlarına olan güvensizliklerinin alâmetidir. Firar
edeceğim ve mücadeleye girişeceğim. Harbiyedeki arkadaşlarım arasında, vatanperver
olanların hapsi, artık vatanın bu şahsî ve keyfî istibdad sisteminden kurtulması için
canlarını vermiye amadedir. Bir ön hareket bekleniyor.»
Ve, hemşehrim olan muhafızlıktaki mülâzım Tahir Bey vasıtasıyla, kardeşim Selim Sami
ile irtibat temin ederek kaçmıya muvaffak oldum. Ubeyt Ofî ve Ferec Đbn-i Mısrî'lerle ilk
çete harblerine başladık. Bizim mücadelemiz, bütün memlekette derin akisler yaptı. O
zamana kadar «karşı konulmaz» bir varlık sayılan Sultan Hamid idaresinin çürüklüğü
ortaya çıkıyordu. Sami'nin, Đzmir ve Đstanbulda gizli teşkilât kurması için Şam'da olan
kolağası Mustafa Kemal Bey (Atatürk) sahte bir nüfus kâğıdı temin etti. Ben, Hicaz'da
mücadeleme devam ettim: Muhafız Şakir Paşanın oğlu, yâverân-ı hazret-i şehrivâriden
Mustafa Vasıf Beyi, üç tabur arasından dağa kaldırdım. Meşhur Lavrens. bu hâdise için
hatıratının «fikrin yedi kolonu» kısmında söyle der: «— Bu müthiş haydut, muhafız
paşanın oğlunu üç tabur askerin arasından, bir kartal hışmıyla alın, atının terkesine atarak
kaçırmıştır.» Padişahın, Mekke şerifine, hilâfet makamının hediyesi olarak gönderdiği
sürre-i hümâyunu vurarak, asayişin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu, ve artık çökmüş
bir nizamın hiç bir maddî manevî varlığına itimadın akıl ve iz'an icabı olamıyacağmı isbat
ettim. Đmparatorluğumuzun her tarafındaki, genç erkânı harb zabit arkadaşlarımla
muhabere halinde idim. Teşkilât-ı Mahsusa'nın ilk temeli, bir Hürriyet Kadrosu halinde bu
suretle hazırlanmıştır. Yoksa bu isim, bir dimağın, masa başında tercih ettiği lâfzî varlık
değildir. Đbni Reşit ve Emir Abdülâziz gibi, Necid'in amâkında, mahallî otoritelerin de
üzerinde derin tesirler yapan mücadelemizin, artık vatanın diğer kısımlarına da teşmili
günü geldiğinden, Kıbrıs'a, oradan Paris'e geçerek Jön Türklerle temas ettim., Bu sırada
kardeşim Selim Sami, Đzmir ve havalisindeki Đttihad ve Terâkki teşkilâtını kurmuştu. Ben,
Paris'ten, Karadağa gelerek Makedonyaya geçmiş, buradaki faaliyetin genişlemesine
çalışıyordum. Yılları ve güç inanılır hâdise ve maceraları ihtiva eden bu mücadele devresi,
şu kanaati ortaya koymuştu: «— Sultan Hamid'in ferdî ve zümrevî istibdadının tarih
devresi tamamlanmıştır. Bu idare, şuurlu ve kuvvetli bir baskı ile yıkılabilir.» Nitekim
böyle de oldu ve tarihlerimizin ĐKĐNCĐ MEŞRUTĐYET adını verdikleri bu neticede, 1904
de başlamış olan mücadelemizin ve bu mücadelenin daha sonra sembolleşmiş adı olarak
benimsediğimiz Teşkilât-ı Mahsusa'nın hissesi cidden büyüktür.>
ĐKĐ�CĐ SAFHA:
TRABLUS-GARB MÜDAFAASI ve TEŞKĐLÂTI MAHSUSA
Bizim memleketimizin garib bir kaderi vardır: Müsbet ve iyi olan varlıkların, daha sonra,
lâübalî ve gayrı lâyık hâdiselerin revaç ve itibarı için insafsızca kullanılması... Nitekim,
Đkinci Meşrutiyetin elde edilişinde, birbirine inanmış bir avuç insanın müşterek emeği
olarak adlandırılan Teşkilâtı Mahsusa, ikinci vatanseverlik örneğini de Trablus-Garb
müdafaasında verdikten sonra böyle bir istismar safhası geçirdi: Meşrutiyetin ilânı ile
beraber, hazırlanmış ve teşkilâtlanmış olan düşmanlıkların mucizevî tedbirlerle yerlerini
hakkımızda hayırlı ve müsbet neticelere bırakacağını sananlar çok çabuk hayal kırıklığına
uğradılar: Yunanistan Girid'i ilhak etti, Avusturya-Macaris-tan Bosna-Hersek'i ilhak etti,
Đtalya da Osmanlı Đmparatorluğunun mirasından gecikmiş olmanın hırsı ile Trablus-Garb'e
saldırdı...
Trablus-Garb müdafaası. Devletin karar ve eseri değildi: Đkinci Meşrutiyeti ilânda asıl
himmeti göstermiş olanların, bir vatan parçasını savaşsız ve hacalet içinde terk etmemek
haysiyet şahlanmaları idi. Teşkilât-ı Mahsusa kadrosu, Trablus-Garb savaşında,
Gerillâcılıkda (muntazam ve tatminkâr kuvvetlerin mahrumiyeti halinde çete ve cephe ön
ve arkası harelerinde) ne mükemmel neticeler alınabileceğini isbat etti. Ben, daha 1904 de,
ancak beş on arkadaşımla Ahmet Ratib ve Şakir Paşaları, Padişaha her ân telgraf basında
«— Đmdad!..» feryadına mâruz bırakan mücadelemi yaparken, Sadık El-Müevvet Paşanın
karargâh kumandanı olan arkadaşım Rasim Bey (Đzmir suikasdı sırasında Maarif nazırı
Şükrü Beyle beraber asılan Miralay Rasim Bey bu zattır.) gizlice yanıma gelmiş:
«— Eşref... Cürümlerin en büyüğü olan huruc-u ales-Sultan ile ittiham ediliyorsun. Bu
yolda da muvaffakiyetle yürüyorsun. Bu mücadeleni şahsî bir hareket olmaktan çıkar.
Hükümetin idaresinin zulüm ve facialara sebeb olan istibdadının seyyiatı olarak ilân et.
Hattâ, şimdilik Padişahın şahsını da muhterem tut.. Öyle bir hava yarat ki, senin bu
uğraşmalarının, sadece ve münhasıran, fena idarecilere karşı ayaklanma olduğu kanaati
uyansın. Kendini de tek başına gösterme. Bir Teşkilâta bağlı olduğun zehabını yarat.
Çünkü bizim memleketin haleti ruhiyesi bunu icab ettirir. Bak, Buraya her sene Hac
dolayisiyle Đslâm âleminin her bucağından on binlerce insan geliyor, Bunların gittikleri
yerde, duyacaklarını ve kendilerine telkin edilenleri anlatacaklarını düşün. Dünyada
propaganda kadar kuvvetli bir silâh yoktur. Đnsanların ruhu, tahakkukuna hasret duydukları
hâdiselere bağlanmıya mütemayildir.» demişti. Filhakika bu telkin, muhitimden evvel
benim maneviyatım üzerinde derin tesir yapmış, yaptığım işin ferdî olmadığına bütün
samimiyetimle inanmıştım. Trablus Garb'de de, böyle düşünen bir avuç insandık Bizi
birbirimize bağlıyan öyle kuvvetli ruhî sebebler vardı ki, bunları, resmî bir teşkilâtın ve
hattâ nizamın sınırları içine sığdırmak asla mümkün değildi. Aramıza yeni katılanlar, çok
kısa zamanda, aynı manevî havanın tesiri içine giriyorlardı.
ÜÇÜ�CÜ SAFHA:
BALKA� HARBĐ BOZGU�U ve TEŞKĐLÂTI MAHSUSA�I� ĐSTĐSMARI
Biz, Trablus-Garb'de, Enver, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Nuri (rahmetli Conker), Đbrahim
Süreyya (rahmetli Kocaeli mebusu Đbrahim Süreyya Yiğit), Ali (Rahmetli Nafia Vekili Ali
Çetinkaya), Fuad (Fuad Bulca. Zannedersem o günlerden hayatta sadece ikimiz kaldık.),
Mümtaz (Daha sonra Enver Paşanın yaveri), Süleyman Askerî ve bugün himmetleri tarihin
vefasına tevdi edilmiş bir avuç mücahitle bu vatan köşesini Đtalyanlara karşı müdafaa
ederken, Balkan Harbi patladı. Şöyle düşündük: «— Düşman bizim kalbimize saldırıyor.
Burası, bedenimizden bir parçadır. Evvelâ kalbimizi korumalıyız. Bütün Rumelinin kaybı
ve Đstanbul'un elden giderek, maazallah, devletin sukutu tehlikesi vardır. Akim ve
vatanperverliğin yolu, evvelâ kalbimizi tehlikeden kurtarmıya çalışmaktır.»
Hemen şunu söyliyeyim: Biz bu karara vardığımız ânda, Đtalyanlar, Trablus Garb'i ele
geçirebilme yolunda hiç de ümitli vaziyette değildiler: Onlar, sahillere mevzi aldırdıkları
donanmalarının himayesinde, ne kadar ilerlemek mümkünse o kadar ilerliyebiliyorlardı.
Đçerlerde hiç bir muvaffakiyet elde edemiyorlardı. Bizim Teşkilât-ı Mahsusa ruhu, öylesine
inkişaf kaydetmiye başlamıştı ki, Fas'dan, Cezair'den, Tunus'dan, Đngilizlerin tazyiklerine
rağmen Mısır'dan, Fransızların şiddetli müdahalelerine rağmen bütün bizim o tarihî Garb
Ocakları'ndan yardımlar alıyorduk. Emin olunuz, Hindistan ve Cava Müslümanları
arasında bile kaynaşma başlamıştı. Evet, belki bunlar, münferid hâdiselerdi. Fakat, bir
halâs yolu arayan milyonlarca kalbin ve dimağın hasretle beklediği kurtuluşun ışığı gibi
benimsenerek, durmadan inkişaf ediyordu. Bütün bu olup bitenler, daha sonra, Birinci
Cihan Harbi içinde asıl faaliyetini gösterecek olan ve bugün de, Türkiye Cumhuriyetinin
haricî siyasetini idare edenlerin dikkat ve hassasiyetlerinden kaçmaması şart olan Teşkilât-ı
Mahsusa tecrübesinin istinad ettiği temelin kuvvet ve kudretine inandırıcı şahit olarak
önümüzde kalacaktır.
Evvelâ Enver gitti... Bu gelişler ve gidişlerin ne zor şartlar içinde olduğunu, bugünkü nesle
anlatabilmek de zordur: Kılık kıyafet, ad unvan değiştirerek, bazen kaçak gemi tayfaları,
bazen çöl ortalarında Bedevilerin vicdanına dehalet etmiş çaresizler olarak yollara
düşüyorduk. Vatanperverliğin, diplomatik pasaportlara bağlanmadığı o buhran günlerinin
istirablarını bugünkü nesle anlatmak çok güç, hattâ imkânsızdır: Ortada, misâl olacak
şahsiyet ve hâdiseler kalmadığı için...
Ne ise... Çünkü bu hizmetlerin hiç birisini, ne şöhret, ne mevki, ne servet, ne ikbal ve
iktidar için değil varlığına inandığımız aziz ve mübarek bir vatan için yapıyorduk. Enver,
Đstanbula geldiği zaman, felâket kapımızı çalmıştı: Düşman, Đstanbul önlerine kadar
dayanmıştı. O, ne beklenilmiyen bozgundu Yarab-bü... Ecdadın, oluk gibi kan dökerek,
sehametler ve zaferler sonunda millî hudutlara kattığı vatan diyarlarını, köhnemiş bir eski
evin harabesini terkedercesine fütursuz ve kolay elden çıkarmıştık. Ordu, üç senedir vatanı
yiyip bitiren politika kavgalarının içine düşmüştü. Balkan Harbi faciasının içyüzü henüz
yazılmamıştır: Eğer bu himmet, bugün de esirgenmemiş olsa. Türk Ordusunun kalbinde
vatan muhabbeti olan hiç bir muhterem mensubu, siyaset adı altında binbir rezaletin irtikâb
edildiği o ufunetin içine girmez ve kendisini ondan münezzeh tutar: Đttihad ve Terâkki
sempatizanı olan zabitler, Hürriyet ve Đtilâf taraftarı olan zabitlerin kalpaklarının şekli bile
«başka» idi. Şekle kadar inen bu ayrılık, ruhta ve mefkurede nasıl derin çukurlar açmazdı..
Đşte Rumeli, bu çukurların içinde, yok yere kaynayıp gitmiştir.
Enver'den «— Bütün kadro ile, en serî vasıta ile hemen dönünüz..» haberi geldiği zaman,
Edirne düşmüştü, ve Bulgar kuvvetleri Çatalca önlerinde idi. Đstanbul'a harab ve bitkin
eriştiğimiz zaman, bütün bu dertlerin üstünde, bizim Teşkilât-ı Mahsusa adının feci
istismarına da şahit olduk: Hapisanelerdeki mahkûmlar, katiller, sabıkalılar, şerirler
salıverilmiş ve Tahtakale Hanlarındaki Türk tebeası olmıyan, askerlikten hiç anlamıyanlar
da, zorla katılarak, bunlardan tahminen beş bin kişilik bir kuvvet, Halil Beyle (daha sonra
Paşa ve Enver'in amcası), Yakub Cemil'in kumandasında Kalikratya-Silivri çevresinde ve
Çatalca hattının sol cenahını teşkil eden mahallere sevk edilmişlerdi. Đstanbul halkı başta
olarak, bütün vatan «Müdafaa-ı Milliyye Cemiyeti» adıyla bir de şekle bağlanan bu
başıbozuklar için, yüz binlerce altun hibe etmiş, ve bir millî ordu'nun kuruluşu ümidine
düşürülmüştü.
Đstanbula gelişimizle beraber, o tarihte Onuncu Kolordu Erkânı Harbiye Reisi olan Enver,
Başkumandanlığı adetâ münavebe ile alan Nâzım ve Đzzet Paşaların arasında, genç
Erkânıharblerin uğradığı zorlukları yenmek için uğraşıyor ve daimî ric'at halinde olan
Ordunun boşluğunu doldurmak ümidiyle derlenmiş olan «milis» lerin tam bir disiplin
altına alınmazsa, fayda yerine büyük zararlar getireceğini müdrik kumandan olarak, Ordu
karargâhını ikaz etmiş bulunuyordu, Đstanbula geldiğim zaman, Nâzım Paşanın beni
arattığını haber verdiler. Paşa, o unutulmaz ve meşhur babacanlığını kaybetmiş, derin bir
melal içinde ve memleketin uğradığı felâketler karsısında çökmüş bir ruhî ezginlikte idi.
Trablus-Garb'deki mücadeleye ait kısa görüşmeden sonra derhal mevzua girdi ve Payitahtı
müdafaa ümid ve maksadıyla toplanılmış olan «milis» lerden acı acı şikâyet etti. Çok dertli
idim:
«—Paşam... Evvelâ bunlara «Teşkilât-ı Mahsusa kıt'aları» denilmekle büyük ve tarihin
kolaylıkla affetmiyeceği hata işlenilmiştir. Hiç bir millî his, tanzim edilmedikçe ondan
müsbet netice beklenemez. Sizin tecrübeniz ve dirayetiniz, bu hakikati teslime kifayet eder.
Halkın, ekmeğinden ve dişinden tırnağından keserek müdafaa-ı milliye cemiyeti için
verdiği yüz binlerce altını, bu başıboş ve serseri güruhuna, bir de Teşkilât-ı Mahsusanın
şerefli ve vatanperver ismini vererek mahvetmiye kimsenin hakkı yoktur.
Evet., Vatan muhatarada iken, her tip insandan istifade düşünülebilir. Fakat ne yapılmak
istenmesi malûm olmak kaydü şartı ile... Şimdi bu güruh, karşımızdaki Bulgar ordusu
kadar memleket için tehlikelidir, ve bu tehlikeden vatanı bir ân önce kurtarmak icab eder.»
Nâzım Paşa, baş işaretleriyle beni devamlı olarak tasdik ediyordu:
«— Bakınız Eşref Bey, kardeşim. Rum köylerine saldırmışlar, birçok rezalet çıkarmışlar.
Burada sefirler, Đstanbul'u donanmalarına işgal ettirmezlerse bir katliâmın çıkacağı tehdidi
ile bizi, Edirneyi de feda ederek mütarekeye zorlarken, onlara koz veren bu tecavüze ne
demeli? Rica ederim, ayağının tozu ile şu derdden vatanı kurtar. Kardeşin Sami Bey ve
Sen, bu çeteciliği temsil eden insanlarsınız. Siz iyisini yaptınız, biz burada kötüsünü
tecrübe ettik. Fakat Makedonya dağlarından önce, Arab çöllerinden bu iş, sizlerin eliyle
Osmanlı ordusuna intikal etti. Biraz da tarihî mes'uliyet omuzlarınızda... Bütün selâhiyeti
olduğu gibi devrediyorum. Enver Bey de bana, bu rezaleti ancak sizlerin tasfiye
edebileceğinizi kat'iyyetle ifade ederek kanaatimi takviye etti. Şu dakikadan itibaren bu
vebal, maddî manevî mes'uliyetleriyle üzerinizdedir.»
Benim için hâdisenin manevî cephesi, müessisi olmakla daima şeref duyacağım Teşkilât-ı
Mahsusa'nın adını, bu ayak hareketinden kurtarmaktı. O günlerde Selim Sami Đzmir'de,
hükümetin masum insanlara karşı ıslâh etmek istemediği bir haksızlığın uyandırdığı
küskünlük ile hâdiselerin uzağında ve adetâ ferdî isyan halinde idi. Enver'in rica ve delâleti
ile Đstanbula geldi, hemen Çatalcaya hareket ederek, buraya serpiştirilmiş olan ve Osmanlı
Đmparatorluğunun ırk, din, fikir, karakter, gaye, ahlâk, hattâ renk ve çehre bakımından tam
bir «halita» sını teşkil eden ve sayıları bizim işi ele aldığımız ânda beş bini aşan kalabalığı,
derhal tensike başladık, sabıkalıları ve ıslâh edilemiyecek olanları «amele taburları»
halinde askerî yolların inşasına memur ettik, başlarına eli kamçılı çavuşlar koyduk,
içlerinde tertemiz hislerle vatan müdafaasına koşmuş olan merd delikanlıları ayırdık,
bunları, kendi öz ve hâlis kuvvetlerimizle takviye ettik, bu arada bir çok hâdiseler, hattâ
ayaklanmalar oldu. Zamanında, şiddetin, mülâyemetten daha çok hayırlı olduğu
tecrübemizle, muhatablarımızın vasıflarına uygun tedbirler alarak, çok kısa zamanda,
vaziyeti normale irca ettik: Mücahidler Fırkası adını verdiğimiz bu teşkilâtı, Umum Çeteler
Kumandanlığı gibi, onları manen tatmin edecek bir unvana bağladık. Ki, Teşkilât-ı
Mahsusa'ya lâyık bir hüviyet alan bu kadro ile hem Edirneyi kurtardık, hem Garbî Trakya
Türk Cumhuriyeti'ni kurduk. Böylelikle, Müdafaa-ı Milliyye Cemiyeti de, memleketin
şiddetle muhtaç olduğu deniz kuvvetlerini halkın hamiyyeti ile temin etmek gayesiyle
Osmanlı Donanma Cemiyeti ve harbde cidden hayırlı hizmetlerin sahibi olan Hilâl-i
Ahmer (bugünkü ismiyle Kızılay) a devredildi.
Böylelikle, Balkan Harbi'nin acı günlerinde denenmek istenmiş olan «milis kuvvetleri»nin
iyi tanzim edilememesinden doğan ve Teşkilât-ı Mahsusa'nın manevî şahsiyetine mal
edilmek istenen bir hareket de, vatanın hayrına istikamet alarak vazifesini başarmış oldu.
Bu, Teşkilât-ı Mahsusa'nın hayatında ÜÇÜNCÜ SAFHA'dır.»
DÖRDÜ�CÜ SAFHA:
ĐKĐ�CĐ TEŞKĐLÂTI MAHSUSA ve
ĐMPARATORLUĞU� KADERĐ ÜZERĐ�DEKĐ BÜYÜK ROLÜ
Balkan Harbinin bitimi ve bütün Rumelinin elimizden çıkışı ile Birinci Dünya Harbine
girişimiz arasındaki iki sene, Đmparatorluğumuzun en buhranlı yıllarıdır...
Mahmut Şevket Paşanın şehadeti, Said Halim Paşanın sadrıazamlığı, Enver Beyin,
Osmanlı Ordusunun kurtuluş ümidi olarak, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosuna dahil genç
erkânı harblerin tazyiki ve cesur hareketleriyle Harbiye Nazırı oluşu, Enver'in bu makama
geçişi ile giriştiği kökden ıslâhat hareketi ve artık bir emrivaki olduğu anlaşılan harbe
hazırlanış, bu iki yılın yüklü bilânçosudur.
Bu hâdiseler içinde Teşkilât-ı Mahsusa'ya yepyeni bir çehre vermek icab ediyordu. Bu
çehre'nin, devletin içinde bulunduğu bünye zorluklarına karşı millî mevcudiyeti muhafaza
yolunda dayanaklardan birisi olması şarttı. Bu idrâkin şerefinin şehid Enver Paşaya ait
olduğunu burada ifadeyi vecibe addederim. Şimdi bu meçhul safhayı, şahsî sır olmaktan
çıkararak, tarihin sinesine tevdi ediyorum. Şöyle ki:
Tafsilâtı, daha sonraki müstakil bir kitabda görüleceği üzere, Bulgarları Edirneden atmış,
ilerlemiş, Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi'ni kurmuştuk. Bir gaflet ve korku uğruna
maalesef harcanmış olan bu devletin terki hüsranı içinde Đstanbula döndüğümüz zaman,
beraberimizde, Bulgarlardan aldığımız muazzam sayılacak ganimetler vardı. Bunlar, aynen
ve kısmen de nakde tahvil edilerek devlet hazinesine intikal etti. Bâ irade-i seniyye ve
hükümetin kararı ile bana ve kardeşim rahmetli Selim Sami'ye verilenleri, olduğu gibi,
Teşkilât-ı Mahsusa emrine hasretmiye kararlı idik. Enver Paşa da, Harbiye Nezareti mestur
tahsisatından elli bin altun ayırmıştı. Bu miktar, bugünkü rayiçle beş milyon lirayı
buluyordu. Đlk nüve bu oldu. Balkan sulhu imzalanmış, acı şartlar içinde de olsa memlekete
nisbî sükûn gelmişti Đzmir'e giderek bir müddet dinlenmek ihtiyacında idim. Arabistanda,
Makedonyada, Trablus-Garb'de, Edirne ve Garbî Trakya muharebelerinde aldığım
yaralarla vücûdum bitkindi. Selim Sami, Edirne savaşlarında yaralanmış, Haydarpaşa
Hastahanesinde sathî bir tedaviden sonra kuvvetlerinin basma dönmiye mecbur kalmıştı.
Garbî Trakya harblerinin en esaslı zafer unsuru olduğu bir tarih hakikati olan merhum ile
birlikte, veda için ziyaretine gittiğimiz Harbiye Nazırını, Teşkilât-ı Mahsusa'nın yeni
veçhesi üzerinde hazırlıklı bulduk. Bu, öylecesine bir hazırlık idi ki, hiç bir şahsî sebeble
geciktirilmesi imkânı olmıyan devletin istikbaline ve varlığına ait temel hazırlıklar arasına
girebilecek kıymette idi. Bu sebeble huzur-u kalble diyorumki, Teşkilât-ı Mahsusanın asıl
vazifesini ifa ettiği bu safhanın fikrî inşası şerefi, Enver Paşaya aittir.
HAYÂLLERĐ� HUDUDU
Teşkilât-ı Mahsusa, bir taraftan en sert hakikatler için de iken, Öte yandan da, o
günlerin edebî cereyanı olan fecr-i âti hayâl âleminin enginliklerini hatırlatacak «engin
ufuklar» içinde yüzüyordu!.
�eler düşünülmemişti: Đstidadlı Türk gençleri, Batı Medeniyet merkezlerine
gönderilecek, buralarda okuyacaklar, her sahada bilgi sahibi olacaklar ve
imparatorluğun o uçsuz bucaksız geniş ülkelerine yayılacaklar, hem Türkçülük
cereyanının bayraktarlığını yapacaklar, hem de o ülkeleri Batı Medeniyetinin seviyesine
yükselteceklerdi. Bunun için de, Teşkilât-ı Mahsusa kurucuları, devletten yardım
beklemiyorlardı: Devrin en açık fikirli, münevver, Đslâm dininin ilme ve zamana intibak
kabiliyet ve kudretini kavramış olan muhterem bilgini Şeyhülislâm ve Evkaf �azırı
Hayri Efendi, Ebül'ilâ Kâmil, Ali Vasfi Efendilere teşkil ettirdiği bir komisyon-u mahsus
marifetiyle, evkaf-ı mülhakadan, «ilim ve irfan tedrisine meşrut vakıflar»ı ayırtmış,
bunların mukaatâalanın bütçeden tefrik ettirerek «Ecnebi memleketlere tahsile gidecek
olanlar» adıyla bir fasılda toplamıştı. Bu fasıl için, teberru da kabul edilecekti. Teşkilât-ı
Mahsusanın kurucuları, memleket zenginlerine bu yolda misal olabilme ümidiyle, kendi
şahsî imkânlarım da vakfetmişler, bu arada, Garbî Trakya Hükümetinin kuruluşu ve
Edirne'nin kurtuluşu yolundaki hizmetleri dolayısiyle, Eşref ve Selim Sami Beylere,
ganimet mallarından Hükümet kararıyla verilmiş olan nakdî ve aynî mevcudları da, iki
kardeş bu uğurda tamamen tahsis etmişlerdi.
Seçilen memleketler Đngiltere, Fransa, Đsviçre, Almanya, Đtalya, Belçika idi... Her
bakımdan ileri bir diyar olan Belçika, Osmanlı devleti üzerinde miras dâva ve iddiasında
olmıyan bir «küçük memleket» olarak tercih edilmişti, ilk kafile Belçika'ya
gönderilmişti. Eşref Bey de, gençlerin buraya gönderilmesinden kısa zaman sonra,
onlara haber vermeden ve Đsviçre'de Zürihte gizli bir toplantı yapan Hind Đstiklâl
Komitesinin içtimalarında bulunduktan sonra, Liyej'e gelmiş, talebelerin durumunu
tetkik etmişti. Bu mevzuda, kardeşi Selim Sami'ye yazdığı mektubu, dudaklarımızda
masum bir tebessümle okuyabiliriz:
Eşref Bey mektubunda şöyle diyor:
«— Sami Liyej'e geldim. Đbrahim, Medih, �eş'et, Faik, Sadi Beyleri gördüm. Halid Bey
Aet'tedir. Aet, buraya dört saattir. Onu göremedim. Yarın Londra'ya geçiyorum.
Çocuklar burada perişan haldedirler. Ben tahkik eyledim. Başka talebelere sordum.
Burada insan okumak şartiyle 150 frankla geçinemez. Ayda seksen frank pansiyon, 45
frank oturulabilir bir oda, 8 frank çamaşır, 50 frank hoca parası. Yalnız masarifat-ı
mecburiye budur. Halbuki sene nihayetinde her imtihana girdikçe yirmi frank ders
parası... Bu parayı veremiyen imtihana giremez. Bunlar tütün içer, traş olur, şu ve bu
gönderdiğiniz para yetişmez. Her halde iki yüz frank gönderiniz. Çocuklar derse
çalışabilsinler. Ders okurken borçlu kapıya dayanacak diyerek ürkmesinler. Her halde
iki yüz frank gönderiniz.»
Ve, tabiî iki yüzer frank gönderilmiye başlanılıyor.. «Çocuklar», harbin ilânına kadar
rahatça okuyorlar, döndükten sonra da, hepsinden, memleket gereği gibi istifade ediyor.
Bugün hayatta olan ikisi, iki müessesenin başındadır...
Ah idealizm buhranı!.. �e geldiyse, senin yokluğundan başımıza geldi... Bol bol,
ruhlarımızı doldurduğun zaman da, tecrübesizlik ve bilgisizlik, o en büyük hastalığımız
olan kısa vâde iptilâsı, günlük neticeler uğruna basit tedbirlerle hâdiseleri pamuk
ipliğine bağlama itiyatlarımız, senden gereği gibi faydalanmamızı önledi...
Teşkilât-ı Mahsusa'nın kurucuları, insan yetiştirme için, kendi öz kaynaklarını seferber
edecek kadar Garb'ın ilmine ve irfanına, tekniğine ve metoduna sahip kalifiye vatandaş
hasreti içinde idiler. Onlar bu ihtiyacı, koskoca bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için
duydular. Üzerlerine aldıkları dâvayı başarabilmek için de, cesaretle atıldılar, ne
nakidlerini, ne vakidlerini, hattâ icab ettirdiği zaman canlarını esirgemediler...
Bu arada, masum hayâllere kapılmadılar da değil!..
Çatırdamakta olan, temeli sarsıntılar geçiren bir devleti ayakta tutabilmek için, teferruat
gibi görünen mevzularla da uğraştılar. Fakat ne yaparsınız ki, her sahada kapıyı çalan
ihtiyaçların tazyiki, onlarda, bir tasnif yapabilme kudreti bile bırakmamıştı.
Manevî mirasları da meydanda... Hâlâ ders alacağımız nice nice bakir himmetler var!..
Harbiye Nazırı, aynı zamanda, Ordularımızın fiilen Başkumandanı idi. Kanunu Esasiye
göre bu vazife, Devletin cismanî ve dinî reisi olan Padişaha aitti. Padişah da, bu vazife ve
selâhiyetini, lâyık gördüğü bir zatın vekâletine tevdi edebilirdi. Naciye Sultanla evlenerek,
Damad'lar arasına girmiş olan Enver Paşanın, fiilen ordunun Başkumandanı olması, bir
irade-i seniyyeye lüzum kalmadan tatbikatta tahakkuk etmiş fiilî hâdise idi. Nitekim,
seferberlik ilânı ile beraber, Padişah Beşinci Sultan Mehmet Reşâd'ın bu husustaki iradesi
de ilân edilmişti. Böylelikle, harbden çok evvel, Başkumandanlık selâhiyet ve vazifelerini,
Harbiye Nazırlığı ile telif etmiş olan Enver Paşa, Đttihad ve Terakki'nin Fırka Diktatoryası
devri'nin Mebusan ve Ayan Meclislerine getirdiği sükûn içinde, o koskoca imparatorluğun
hemen hemen hakikî hâkimi olmuştu. Sivil hayatta Talât Paşa, askerî sahada Cemal Paşa
daima O'nun arkasından geliyorlardı. Bu neticede, Enver'in şahsiyetini ve hayatını, tam bir
feragat ve vazifeperverlik içinde işine vermiş olmasının da büyük tesiri olduğu
muhakkaktır.
Konuşmalarımızın bir kaç gün sürdüğünü hatırlarım: Neticede şöyle bir hakikatle karşı
karşıya idik: Teşkilât-ı Mahsusa, vermeyi kararlaştırdığımız yeni çehre ile, Osmanlı
Devletinin iç ve dış emniyetinin temel müessesesi oluyor ve daha çok genç Harbiye
Nazırının kafasında yaşıyan emellerin bir tatbikat kadrosu haline geliyordu. Bu emeller
neydi? Enver Paşa, Osmanlı devletinin bekası ve kurtuluşu için, o günkü imparatorluğu
terkib eden ve Türkden gayrı unsurların da, bir ve tek gaye uğrunda toplanmalarının ifadesi
olan Đttihadı Anasır (devletin hudutları içinde yaşıyan muhtelif unsurların birliği) ni
tahakkuk ettirmiye çalışan Haricî ve Dahilî siyasete müzahir olmakla beraber, sömürgeleri
üzerinde büyük Đslâm topluluklarının yaşadığı Đngiltere ve Fransa'yı, Osmanlı devletine
karşı düşmanca hareketlerden ve bilhassa Rusya ile ittifakdan alıkoymak için, aynı
zamanda Müslümanların en büyük dinî ve manevî makamı olan Hilâfet'in nüfuzundan da
istifade ederek Đttihad-ı Đslâm hareketini gerçekleştirmek, fakat bu arada asıl büyük gaye ve
temel mefkuresi olan Rus çarlığının yıkılarak, istiklâl ve hürriyetlerine kavuşacak Orta-
Asya, yâni Ana-Vatan Türklüğü ile maddî manevî bağları birer devlet hakikati haline
getirilmiş Pan-Türkizm (yâni Turan'm coğrafî sınırları içindeki bütün dünya Türklüğünün
birliği) ni hakikatleştirmek gibi, ilk bakışta birbirinden tamamen ayrı gözüken, fakat
aslında üçüncü ve asıl emel için vasıta ve köprü olan ilk ikisini de benimsemiş intibaını
veren siyaseti tercih ediyor, bu emelinin tahakkuku için de, şahsen makamına bağlı gizli
bir «TEŞKĐLÂT» kuruyordu. Đşte, Teşkilât-ı Mahsusa'nın ikinci ve asıl bünyesi budur.
Teşkilât-ı Mahsusa bu hüviyeti ile devletin bütün istihbarat menbalarını ele alıyor,
memleketin içinde ve dışında teşkilât kuruyor, gayenin tahakkukuna engel olacak şahıs ve
müesseselerle, hattâ yabancı devletlerin asıl siyasetlerine girmiş varlıklarla mücadele
ediyor, düşman memleketlerde isyanlar ve ihtilâller hazırlıyor, çok geniş bir propaganda
faaliyetine girişiyor, bunun için de hususî kadrosu, hattâ kıyafeti, kasası, şifresi olan devlet
içinde bu devletin bekası için normal üstü vazifeleri üzerine almış hükmî şahsiyet
oluyordu. Đngiliz Đntellicens Servis'inin, devlet içinde malûm hüviyeti dışında, hattâ bazı
nazırların bile asıl faaliyetini bilemiyecekleri kadar «hususî» çalışan bu teşkilât, Birinci
Dünya Harbi'nin devam ettiği müddet içinde, Đttihad-ı Anasır, Đttihad-ı Đslâm, Pan Türkizm
gibi, devletin dahilî ve haricî siyasetlerinin tatbikat safhasında en mühim ve aynı zamanda
tehlikeli işleri başardı. Sadece haber alma ve mukabil ihtilâller, propaganda faaliyeti
tanzim etmekle kalmadı: Gerillâ savaşlarında hizmetler gördü, Mısır'i ele geçirmek için
girişilen Kanal Seferi'nin en tehlikeli safhalarını, Osmanlı devletinin yaşaması için baş
koymuş ve ekseriyeti çok genç yaşta olan idealist vatan evlâtlarıyla başarmıya çalıştı.
Birinci Dünya Harbinden sonra, galib devletlerin kurmuş oldukları ve kısaca adına (Versay
Nizamı) denilen sulh şartları içinde ebedî müstemleke haline getirilmiş Đslâm ülkelerinin
millî kurtuluş hareketlerini idare edenlerin başında, Teşkilât-ı Mahsusa'nın yetiştirdiği
şahsiyetler vardı: Fas, Tunus, Hindistan, Pakistan ve hattâ Cezair'de, vatanlarını yabancı
esaretinden kurtarmak için baş kaldırmış olanların ailelerinin büyük kısmı, bir nesil evvel,
Teşkilât-ı Mahsusa kadrosunda hizmet etmiş olanların çocukları veya kendileri idiler.
ŞEKLĐ KURTARMAK ĐÇĐ�:
Teşkilât-ı Mahsusa'nın bu ikinci devre faaliyeti sırasında, ifa ettiği hizmetlerin
mahremiyetine ve gizliliğine rağmen, Teşkilâta meşruiyyet verecek tedbirler de ihmâl
edilmedi: Teşkilât'ın «millî gaye ve mefkureleri ve devlet bünyesinde fikir, vahdet ve
insicamını teminle vazifeli olarak kurulduğuna dair...» Đrade-i seniyye çıktı. Kasden
muğlâk bir ifade ile yazılan bu irade'nin mevcudiyeti bilinmesine rağmen, müterakede,
Said Halim ve Talât Paşa kabinelerinin harb suçlusu olarak divanı-ı âliye sevkleri
tahkikatını yapan Mebusan Meclisi Tahkikat Encümeninde, mes'ul vazife ifa etmiş
nazırlara, müstakil bir sual olarak soruldu ve bir çokları da: «— Bilmiyoruz..» cevabını
verdiler. Sadece, sadrıazam Said Halim Paşa büyük bir kat'iyyet ve cesaretle:
«— Đrade-i Seniyye muktezası kurulmuş resmî teşekküldür. Kendisine mevdu ve devletin
hayatî mevcudiyeti ile alâkalı vezaifi ifa etmiştir.» cevabını vermiştir.
Fakat bu irade-i seniyye, yâni kuruluşa ait Padişahın fermanı, münhasıran şekli kurtarmak
için alınmış tedbirdi. Asıl faaliyet, daima mahrem kalmıştır.
Teşkilât-ı Mahsusa'nın gayelerini şöylece hülâsa edeceğim: Siyasî, Askerî, Millî, Dinî,
Đstiklâl ve Hürriyet, Beşerî, Medenî, Birlik, Đçtimaî ve iktisadî yardımlaşma.
Siyasî gaye, müstemlekeciliğe karşı mağdur ve mazlum dünyanın bir manevî bayrak ve
mefkure altında müşterek bereket şuuruna sahih olması idi. Bu mağdur ve madara
milletlerin ekseriyetini de, dünya yüzündeki 400 milyon Müslüman teşkil ediyordu. Bu
rakam hakikati sebebiyle, Teşkilât-ı Mahsusanın siyasi gayesi, mensub olduğumuz manevi
cephenin safında toplanmış olan yüz milyonlarca insana, şerefli ve izzeti nefislerine sahih
olarak yaşamanın temel siyasi fikirlerini aşılamaktı.
Askeri gaye'ye gelince: Balkan Harbinin ağır ve acı kayıblarına rağmen, Osmanlı devleti,
yine de dünyanın en geniş topraklarına sahih bir imparatorluktu. Bu imparatorluk üzerinde,
muhtemel harb hâlinde müdafaa şartlarının en elverişli sistemini tesbit edecek kadromuz
da vardı. Bunlar, Başkumandanlık makamına bağlı idiler. Enver Paşa, bilhassa bu noktada
da hassasiyet göstermiştir: Ordu'da, Alaylı - Mektepli ayrılması henüz yeni bitmişti, fakat
alaylılık ve genç erkânı harblere karşı olan garib çekimserlik devam ediyordu. Bilhassa
uşak yerlerde, müteassıb ve aşın muhafazakâr muhitlerde, sakalı beyazlaşmamış olan
binbaşılara bile «tecrübesiz çocuklar» nazariyle bakılıyordu. Kolorduların Erkânıharb
riyasetlerinin genç Erkânıharblere verilmesinin, Saray içinde bile ne kadar dedikodulara ve
karşı koymalara sebeb olduğunu içimizde hâlâ hatırlıyanlar vardır zannederim... Bu
sebeble, Teşkilât-ı Mahsusa'ya mensub genç erkânı-harbler, yaklaşmakta olduğunu
anlamak için dahî olmıya lüzum olmıyan harbin stratejisi üzerinde tetkikler yapıyorlar ve
bilhassa mahallî halkın psikolojisini, temayüllerini, askerî kabiliyet ve kudretini tesbit
ederek Harbiye Nazırına bildiriyorlardı.
Millî gaye'miz ise, Türklük mefkuresine bağlı olarak, her mahallin kendi adat ve şartlarına
uygun idare tarzını, mücadelelere imkân bırakmadan tesbit edebilmekti. Meclis-i Mebusan
müzakerelerini takib eden Enver'in, daha biz Trablus-Garb harbinde iken sohbetlerimiz
sırasında, şöyle dediğini hatırlarım: «— Bu Meclis'in manzarasına bakıp da, vahdet-i
milliyyenin menbaı olması lâzım gelen bu zevatın fikir ve kanaatlerinde intibak aramak
mümkün mü? Biz burada su kısa zaman içinde samimî ve feragatkâr hareketimizle, dilleri
bile bizden olmıyan bu halkın ne kadar muhabbetini kazandık, görüyorsunuz. Halk,
samîmiyet ve fedakârlık ister. Halkın nazariyelerle alakası yoktur. Bizim idarecilerimizin
en büyük hatası siyasetten ve devlet, varlığından uzak tutulmuş halkın, hiç bir seyin
farkında olmadıkını zannetmeleridir. Halk, o kadar çok iğfal edilmiştir ki bir vaadin
samimiyetine inanmak için, onu ileri sürenlerin işin başında, kendisine her itibarla numune
olmasını görmek ister. Biz bugün, şu çadırlarda, bu basit ve güç hayat şartı içinde olmasak,
Berka urbanını istiklâl mefkuresine nasıl inandırabiliriz? Fakat onlar, görüyorlar ki ön safta
bizzat silâh kullanıyoruz, ateşin içindeyiz. Her sahada bu böyle... Halk, Meşrutiyeti, asla
ifşa edilmemiş şahsî ihtirasların feveranı olarak görürse, mebusunun tuttuğu bu yolda o da
gider ve Meclisi Mebusan ve Ayân'daki ihtilâfları, kendi kasaba ve mahallesinde de tatbik
etmiye kalkar. Asıl mesele, bir millî mefkure verebilmektir.»
Teşkilât-ı Mahsusa, beyanname ve propaganda faaliyetinde, kadrosunda topladığı ilim ve
fikir adamlarının konuşma ve telkinlerinde bu noktaya çok dikkat etmiştir.
Dinî Gaye'ye gelince: Đttihad ve Terakki Đktidarları, Türk halkının dindarlığı ve
muhafazakârlığı nisbetinde, idaresi altındaki muhtelif millet ve ırkların dinî ekseriyetinin
Müslümanlıkta toplandığı hakikatini elbet unutamazlardı. Bu hakikati görmemek, büyük
hata olurdu. Đmparatorluğun sınırları içinde yaşıyan halkın yüzde seksenini aşan miktarı,
Müslüman'dı. Vakia bu müslümanlar arasında mezhep mücadeleleri bazen bir başka dinin
ayrılığından daha vahim haller doğurmuyor delildi... Đşte teşkilât-ı mahsusa'nın manevî
birliği temin için faaliyet göstermesi sebeblerinden birisi de bu idi. Biz, risalelerimizde,
devrin en tanınmış ve fikirlerine itimad edilen ilim adamlarına ve din büyüklerine
yaptırdığımız musahabe ve vaazlerde müslümanlığın vahdeti üzerinde duruyor, bütün
dünya Müslümanlarının kardeş olduklarını, esas vahdaniyet imânına sahib bütün Đslâm
camiasının müşterek bir kuvvet teşkil ettiğini anlatmıya gayret ediyorduk. Bunun, ne kadar
ehemmiyetli ve hattâ hayatî bir siyasî zaruret olduğunu, komşu Arab devletlerinin
radyolarını bir ân, dinlerseniz, bugün de tasdik edersiniz. Bilhassa, Arablarda ve diğer
Müslüman devletlerinde istiklâl hareketi namı altında, ecnebî tahrikâtıyla ve hattâ dinî
esaslar ele alınarak aleyhimize yapılmış olan iftiraları, elbette mukabelesiz bırakamazdık.
Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendileriyle mücadele ederek, bir çoklarını tasfiye ettiği, aslında
Hıristiyan ve bilhassa Đngiliz olan Misyonerlerin sahte şeyhlik kisvesi altındaki faaliyeti,
akıllara hayret verir. Zannediyorum ki, Afrika'nın ücra muhitlerinde bu faaliyet, hâlâ
devam etmektedir.
Đstiklâl ve Hürriyet Gaye'mizi, dinî ve siyasî vahdetin etrafında, mahallî muhtariyetler
halinde telkin ediyorduk. Bu, daha çok Enver Paşanın şahsî fikri idi. Đttihad ve Terakki
erkânı arasında, müfrit merkeziyetçiliğin taraftarları çok olmakla beraber, rahmetli Enver
Paşa, daha çok müsamahakâr düşünürdü. Çok zaman şöyle derdi: «— Askerî ve fikrî birlik
kâfidir. Şu Yemen'in fecaatine bakınız. Oluk gibi kan dökülüyor. Mesele, hudutların
muhafazası olduğuna ve birçok imtiyazlarla oradakilere asıl Türk halkından fazla
imtiyazlar tanındığına göre, neden onları da devletin vahdetini muhafaza mükellefiyetine
iştirak ettirmemelidir?».
Böyle bir fikrin imparatorluğumuz dahilindeki kavimler için ne kadar lüzumlu olduğunu,
onların bugünkü manzarası isbat etmez mi?
Beşerî, Medenî ve Đktisadî vahdet gayesi'ne gelince .. Diyebilirim ki bu sonuncu fikir ve
prensibler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosu içindeki ilim ve fikir adamlarımızın, uzun
tetkikler sonunda ve o zamana kadar devam ede gelmiş muhtelif görüşlerin mezcinden
meydana çıkmış yollardı. Teşkilât-ı Mahsusa'nın vatanın muhtelif yerlerine tertip ettirdiği
ve kıymetli ilim ve fikir adamlarının bulunduğu «irşâd heyetleri» nin yaymak istedikleri
fikirler, emin olalım ki, siyasî olmaktan çok insanî ve medenî idi. Đkinci meşrutiyeti yapan
insanlar, rejimin isminin değişmiş olmasıyla hiç bir neticenin müsbete dönemiyeceğini çok
çabuk anlamışlardı. Đmparatorlukta kat'-iyyen vahdet yoktu. Đftirak mikrobları bünyeyi
sarmıştı. Memleketin iktisadî hayatı temamen Gayri-Türk unsurların elinde idi. Vakia
bugünkü nesillere bu hakikatleri anlatmanın güçlüğünü bilmiyor değilim. Fakat Mebusan
Meclisine dahi sokulmasına tehlike olan milli meselelerimiz vardı. Meselâ öyle Rum
mebusları vardı ki, Meclis kürsüsünden: «— Benim babam Osmanlı vatanı ise, Anam
Yunan vatanıdır.» diyordu. Atina Üniversitesinde Kadîm Yunan Tarihi profesörlüğü yapan
bir Osmanlı Âyân Âzası (senatör) vardı ki, telif ettiği eserde, bütün Ege havalisini,
Yunanistanın hayat sahası olarak gösteriyordu. Böyle bir keşmekeş içinde, hakikî millî
gayeleri, bazı nazırlardan bile saklı tutacak millî bir teşkilâtın mevcudiyetinin ne kadar
hayatî olduğunu izah için başka misale lüzum var mıdır?
BĐR IRK, DĐ� ve MEFKURE HALĐTASI:
Şimdi sizlere, Harbiye Nazırı ve Başkumandanı böylece en yakın, en emin, en sadık ve
fedakâr ellerde, neden gizli bir teşkilât kurulması gerektiğine inandıran sebebler üzerinde
duracağım... Bu sebebleri bir tek cümleye sığıştırmak mümkündür:
Osmanlı Devleti, ırk, din, mefkure kıstasları bakımından bir «halita» idi!... Fetihlerle geçen
şan ve şeref asırlarını bozgunlar takib ettikçe, bu halitayı birbirine kemendlemiş gözüken
bağların ne kadar zayıf ve çürük olduğu anlaşılmıştı. Adi ve ırkı aynı olan milletlerde bile,
birlik ve beraberlik yoktu. Arab Yarım Adasını, karış karış gezmiş, buralarda savaşmış,
çeşitli cereyanların içine kaîılmış, bizim Orta Asya Türk lehçesiyle Anadolu lehçesinden
çok, pek çok farklı olan çeşitli telâffuzlarını öğrenmiş ve Teşkilât-ı Mahsusa ferdiyetinin
büyük kısmını, imparatorluğumuzun bu kaynıyan mısıtakasında geçirmiş bir insan olarak
diyeceğim ki, bugün, Arabistandaki ihtilâfları ve gizli-açık devam eden rekabetleri açıkça
ortaya koyabilme fırsat ve imkânı olsa, ortada, Arab Kavmi kalmaz!
Hazret-i Peygamber zamanında, hattâ daha evvelki günlerde bile Arab vahdeti olmamıştır.
Ancak mevziî emaretler olabilmiştir. Emevî, Abbasî devletlerini bile Arablardan gayri
unsurlar kurmuştur. Abbasî saltanatı, büyük kuvveti ile Türk unsurunun tesis ve hayatını
temin ettiği saltanattı.
Bugün Yemende hâkim olan Zeydîlik, kendisini Müslümanlığın Đmamı tanır ve
kendisinden daha üstün manevî kuvvet bilmez... Bunun yanı başında Suudî hükümeti
vardır. Bunlar, Zeydîliğin tam rakibi ve düşmanıdırlar. Zeydîler, Alevidirler. Suudiler ise
Hazret-i Ali'yi değil, Hazret-i Muhammed'i bile nübüvvetini devam halinde Peygamber
olarak telâkki etmezler. Vehabîlik adını almış olan bu hareketin, Hicaz'ı elinde tuttuğu
müddetçe; Haccın dahi farz olmadığı Üçüncü Sultan Selim ve Đkinci Sultan Mahmut devri
uleması tarafından ileri sürülmüş, üzerlerine asker sevkedilmiş, Mısır'daki Kavalalı
Mehmet Ali sülalesinin yardımı ile Vehabiler tepelenmiş, ileri gelenleri Đstanbulla
muhakeme edilerek şeriatın fetvası ile başları kesilmiştir. Bugünkü ibn-ı Suud'lar, işte bu
sülaledir. Teşkilât-ı Mahsusa namına, Đbn-i Suud ile temasta olan bizzat bendim. Kendisi
daha o zaman, El-imam unvanını kullanıyordu. Vehabîiik, merkadleri ve mezar
ziyaretlerini bile men'etmişti. Mekkeyi bir deia istilâ ederek tahrib edenler de bunlardı.
Uleması, Hazret-i Muhammed için:
«— Resuldür... Gelmiş, vazifesini görmüş, gitmiştir. Abdüh-u ve Resulehu ifadesi ile de
kendisi dahi bu hakikati teyit etmektedir. Kur'anın ana hükümlerinden gerisi bâtıldır. Onun
da sahih olanlarını kabul ederiz.» diyorlardı. Vehabîler, kendilerinden gayrılarını «Müşrik»
telâkki ederler ve bunların katlini cevaz görürler. Çok müteassıbtırlar. Suudî Hanedanı
elinde bu mezheb, Yemen ve diğer Arab beldelerinin elde edilmesi için bir silâh olarak
kullanılır.
Suudî'lerin yanı başında Ürdün var... Milyonlarca kilometre toprakları ve bilhassa zengin
petrol servetini Suudi'lere kaptırmış olan bu küçük hükümetçik, Haşimî aile irtibatı ve
Peygamberimize olan kur-Myyet iddiası ile Đngilterenin himayesinde yaşamaktadır.
Memlekete asıl hâkim olan Türkmen ve Çerkeş aşiretleridir.
Filistinliler, sadece dillerinin Arabca olduğu iddiasındadırlar: Onlar, kadîm Finikelilerin
manevî vârisi ve Finike medeniyetinin mirasını temsil ettikleri kanaatindedirler. Bu inanç
onlara, daha Sultan Đkinci Mahmut zamanında yayılmıya başlamış olan ve Katolik - Lâtin
misyonerliğinin öncü kültür müesseseleri bulunan Cizvit mekteplerinin telkinleri sonunda
doğan müfrit milliyetçilik duygularıdır. Çok iyi hatırlarım: Âliyye Divan-ı Harbi tarafından
ihanet suçuyla ölüme mahkûm edilen Refik Rızzık Sellûm adlı genç Lübnanlı şair,
müdafaası sırasında, 1869 da Pariste basılmış olan ve aralarında. Finike mitolojisinde
kullanılan kelimeleri de ihtiva eden bir «Yarınki Lübnan» şiirini, o günkü dile çevirmiş
olmakla iktifa ettiğini söylemişti. Đşte, bizim «Devlet-i ebed müddet» dediğimiz Osmanlı
Đmparatorluğumuzun ülkeleri üzerinde, böylecesine, mazisi pek de yeni olmıyan çeşidli
ihtirasların kaynaştığı yerler vardı. Lübnanlılar bugün de eski Finike'nin ihyâsı
yolundadırlar: «— Biz, Mesihî, yâni Hıristiyan bir milletiz. Dilimizin Arabça olması, bir
coğrafî zaruret tezahürüdür. Bu, mazimizin ihyâsına mâni değildir.» ideali,
münevverlerinin kafasındadır. EMBÂ adını alan mukaddes Baş Kahinleri, yakın
zamanlarda Vatikan'a davet edilerek Papa tarafından kabul edildi. Bugün Lübnan'da,
Finikecilik siyasî cereyanı devam etmektedir. Geçen sene idam edilen Torna adlı genç de,
bu cereyanın içinde olmayı hayatiyle ödemişti. Lübnanda bir de Dürziler ve Sultan-El-
Atraş meselesi vardır ki, taa Sultan Mecid zamanındanberi Mesele-i Cebeliyye adı altında
devleti meşgul etmiştir.
KARŞIDAKĐLERĐ� KA�AATĐ...
Teşkilât-ı Mahsusa, daha ilk günlerdeki faaliyetiyle, Bilhassa Đngiliz siyasetçilerini
yakından meşgul etti, ve Osmanlı ülkesinin dört bucağına yayılmış olan Đngiliz
istihbarat teşkilâtı, Osmanlı devletini alâkadar eden hayatî mevzuları, devletin bünyesine
girmiş gayr-ı Türk unsurların tazyik ve tesirinden kurtararak «millî bir siyaset» takib
etmek istiyen bu müessesenin faaliyet ve şahsiyetlerini adım adım takibe başladı...
Bu tarihte dört büyük devlet, Osmanlı ülkeleri üzerinde, Şark Meselesini kendi lehlerine
halletmek dâvasında ve derdinde idiler: Đngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya...
Orta - Şark'da en büyük çatışma, Đngiltere, Fransa ve Almanya arasında idi: Cezair,
Tunus, Fas, Suriye ve Lübnan'da, Fransız kültürü daha hâkim vaziyette bulunuyordu.
Mısır ve Hicazda ise, Đngiliz siyaset ve iktisadî kudreti üstün görünüyordu. Đngilizler,
Fransızlar; kendi sahalarından tamamen sürüb atmak için, Fas sarayına, klişesini yan
tarafta gördüğümüz ve kendisine Kaid Betin adı verilen Kurmay Binbaşı Henri Belton'u
gönderdiler. Bu tarihlerde, Fransız idaresi altındaki Fas'da, saray kavgaları devam
ediyordu. Kaid Betin, Fas tahtında oturan Mevlay Abdülâzizin rakibi olan Mevlay
Hafid'in maiyetine girdi, kısa zamanda onun kuvvetlerini eline aldı, bir hükümet darbesi
ile Abdülâziz'i hal'ederek, yerine Mevlay Hafid'in çıkmasını temin etti. Fas'da,
böylelikle Đngilizler, Fransızları ürküten ve kendileriyle, bilhassa Hicaz ve Mısır çevresi,
Sudan ve Habeşistan üzerinde serbesti imkânı veren bir anlaşmaya girmiye zorladılar,
bunda da muvaffak oldular...
Fakat bu sırada, bizim Teşkilâtı Mahsusa da, Fas, Tunus, Cezair ile alâkadar olmıya
başlamış, bizim eski Garb Ocakları adım verdiğimiz dünkü ülkelerimize, çoğu erkânı
harb olan zabitlerle, askerî doktor ve veterinerler göndermişti. Bazıları, şeklen, belirli
zaman için angaje edilen, çoğu mükemmel ihdas edilmiş «ailevî sebepler» le giden bu
gençler, yerli halkın en samimî ve sıcak alâkası ile karşılanmıştı. Bu alâka ve netice,
Fransızlarla beraber Đngilizleri de kuşkulandırmış ve Bâb-ı Âli'yi tazyik ederek, bu Türk
zabitlerinin geri çekilmesi taleb edilmiş, hattâ bir müddet için, istisnasız bütün Osmanlı
tebeasının Tunus, Fas ve Cezair'e gitmesinin vize edilmemesi için Osmanlı ülkesindeki
Fransız konsoloshanelerine tebligat yapılmıştı.
Gidenler arasında, daha sonra tıb âlemimizde ismi tekrim ve şükranla anılan Süleyman
�uman Paşa da vardı. Harb içinde, Şehbal'de çıkan bir hâtırasında, şöyle diyordu: «—
Üzerindeki ecnebî tazyiklere ve kendisinin Başkumandanı olan Kaid Betin'in tesirlerine
rağmen, gerek Emîr, ve gerek bilhassa maiyetindekiler, bize karşı çok iltifatkâr ve
teveceühkâr idiler. Halkın muhabbet ve alâkasına ise hudud yoktu. Biz de vazifemizi
şevkle yapıyorduk. Fakat etrafımızı ecnebî amaline hizmet ettiği aşikâr olan casuslar
sarmışlardı. Kısa zaman sonra vazifelerimizi yapamaz hale getirilmiştik. �ihayet bir
gün, memleketi derhal terketmemiz bildirildi. Bu tebliğden sonra, mahallî müstemleke
idarecilerinden başka kimseyi göremedik ve bir zamanlar üzerinde bayrağımızın
dalgalandığı bu kardeş topraklardan hüsran ve nevmidî ile ayrıldık.»
Bugün, Fas da, Tunus da, Cezair de hür ve müstakil birer ülkedir...
Şimdi kendi kendimize soralım: Đmparatorluğumuzun o buhranlı günlerinde ve buralar
birer «müstemleke» iken gösterdiğimiz alâkayı, bugün, müstakil devletlerine sahip, eski
topraklarımıza karşı gösteriyor muyuz?
Bu suale vicdan huzuru içinde «EVET...» cevabını verebilir miyiz?
Gelelim Suriyeye... Üç gün vahdet içinde yaşıyamadı. Bize bütün istihbarat, birbirine
düşman ve rakib olan ailelerden geliyordu. Đhbarlar, çok zaman, kendi aralarında idi. Bu
neden böyledir? Biz Türkler, en düşkün zamanlarımızda bile ve siyaset ayrılıkları, parti
kavgaları vicdanlarımızı zorlamadığı müddetçe, politikanın çukuruna hiç bir zaman inmiye
tenezzül etmemiş âlî ve büyük kalbli bir milletizdir. Fetih ettiğimiz yerlerdeki insanların ne
ferdî, ne cem'î Đtikad ve ananelerine dokunmamışızdır. Zulmettiğimize ait iddialaı şeni
birer iftiradır. Bizim, Afrikanın ortasında, zencilere tanıdığımız, Yemen çöllerinde
Bedevilere mubah gördüğümüz hakları, bugünkü Amerika, kendi öz varlığı içinde her
sahada «şahsiyet» çıkarmış olan siyah derililere daha tanımamıştır... Biz, kıptilere, yâni
halk arasında çingene adını verdiğimiz cemaate bile, kendi hususî yaşayış ve inançlarının
bütün serbestliklerini hiç bir telkin ve müdahalede bulunmadan bahsetmiştedir: Buna
mukabil, Boer'lerle siyahîlerin, Melezler'le iki nesil öncesi Avrupalı olanların, her sahada
devrin medeniyet eserlerine kavuşmuş Cenub Afrika Birliğindeki kanlı kavgaları ve ırk
taassubu meydandadır. Bugün dünya, biz Batı Türklerinin kurduğu en büyük devletlerden
birisi olan Osmanlı Đmparatorluğunun, Arab Yarım Adasında, Balkanlarda, Sudan kadar
Afrika topraklarında nasıl bir sulh ve emniyet unsuru olduğunu anladı amma, bunu ne itiraf
ederler, ne de meselâ bugün cihanı dertlendiren Rus belâsımn sncak Türk gücü ile
durabilmiş asırların hâtırasını tâziyeye yanaşırlar. Biz bu bakımdan cidden talihsiz bir
milletizdir.
Ne ise... Mevzua dönelim: Teşkilât-ı Mahsusa, Suriyede de, Osmanlı vahdetini temin
edecek fikrî ve siyasî tedbirleri alırken, vaziyet, bugünkünün, aynı idi. Haleb, o tarihte
daha çok TÜRKtü... Zaten Lozan sulh muahedesinde, Irak'da bırakılan Kerkük Türklerinin,
Halebdeki Türk ekseriyetinin nasıl ihmâl edildiği ve gözden ırak tutulduğu, benim nâçiz
idrâkimin almadığı bir gaflettir. Ki, bugün acısını çekiyoruz.
Irak'ı hatırlayalım: Bir Türk zabiti olan ve Teşkilât-ı Mahsusa'nm ihanetinden dolayı idama
mahkûm ettiği, sonra bize yaptığı «gizli» hizmetler dolayısiyle hayatını bağışladığımız
merhum Nuri Said'in, Şerif Hüseyin oğullarından daha akıllı çıkarak, vaktiyle bizim
Harbiye'den yetişmiş ve içlerinde Türk kanı taşıyan zabitlerle hayatını bir müddet devam
ettirdiği Bağdad hükümetinin dörtte üçü, bugün Arabdan başka kavimlerle çevrilidir.
Musul ve bilhassa Kerkük Türk'tür. Kürd Barzanîler, bugün Irak'ı hâlâ meşgul eden bir
çıban başıdır. (Not: Burada bu KÜRT tâbiri üzerinde durmak isterim. Teşkilât-ı
Mahsusamız, bu mevzuu ele almış, ve indî iddia olarak değil, ilmî ve etnik hakikat olarak,
KÜRT adı verilen bu topluluğun, Fars hâkimiyeti devresinde dilini kaybetmiş aslı Türk
halk olduğuna dair değerli vesikalar ve deliller bulunmuştu. Van havalisi, Urartu
Türklerinin medeniyet merkezi idi. Orada tetkikler yapan bir Alman müsteşrikinin büyük
değer verilen vesika ve fotoğraflarının Münih'te tabedilmek üzere Türk Ocaklarından
mütehassıs bir heyetin Almanya'ya gönderildiğini hatırlarım. Bunlar, istikbâlimiz için
mühim meselelerdir. Günlük siyaset kavgalarından başımızı kaldırıp da, yarınımız için de
hayatiyetini muhafaza eden bu bakir mevzuları ele alsak ne iyi olur.)
Basra körfezi ile Maskat imareti, iki ayrı dinî mezheb ve görüşün mücadelesine sahnedir:
Đbn-i Türkîler Haricî ve Ali düşmanıdırlar... Şiîler de aksine... Burası, göçebe halkın
cevelângâhıdır. Şehirleri ticaret merkezi halindedir.
Engin bir çöl olan Hıdr-ı Mut'a gelelim: Sadece dilleri Arabca'dır. Hindlilerle Arablar
arasında, ikiye bölünmüş manevî hayatın sâlikleridir.
Türkiye'mizin bir kaza veya kasabası kadar ehemmiyeti olmayan Kuveyt'in o yıllarda adı
bile geçmiyordu. Bugün kendisini, dünyanın en zengin beldelerinden birisi haline getiren
petrol serveti henüz meçhuldü. Nüfusu ancak 200 bin civarında idi ve aile rekabeti halinde
olan Şeyh'ler, imaret için Türk makamlarından istiane ederlerdi.
MÜCADELE, BĐZĐM MĐRASIMIZI� ÜZERĐ�EYDĐ...
Birinci Dünya Harbinin asıl hedefinin, Osmanlı Đmparatorluğunun mirası üzerinde vukua
geldiği, artık söylenebilir...
Đngilizlerin Hind yolunu emniyet altında tutmak için, gün geçtikçe kuvvetlenen ve
dünyanın en muazzam ve mükemmel kara ordusuna sahih olan Almanya ile Rusyayı
birbirine ezdirerek, Osmanlı ülkeleri içinde «Şark'a doğru = Drach nach Osten» siyaseti
takib eden, ve Anadolu - Bağdad demiryolunu da bu gaye ile döşiyen Almanyayı
durdurmak için, Rusya'ya, Đstanbul'u ve Boğazları verdiğine ait otantik, inandırıcı,
münakaşa kabul etmiyen vesikalar, artık, bütün dünya hariciyelerinin arşivindedir.
Đngiltere, petrol devrinin başlaması hakikati karşısında, Arab Yarım Adasının fiilî hâkimi
olmak dâvasında idi. Kanada'yı kaybeden Fransızlar ise, Suriye ve Lübnan'ı, kültür
hâkimiyetleri altına almış olarak, burada yerleşmek kararında idiler. Đtalyanlar, Trablus-
Garble iktifa etmiyorlar, Anadolu'nun Akdeniz kıyılarını nüfuz sahası olarak taleb
ediyorlardı. Muhtevası, ancak millî mücadelemizin sonunda açiklanan Sen-Jan-O-Morven
andlaşması, bu hakikati açıkça ortaya koyar: Đngiliz - Fransız - Rus diplomasisi, Đtalya'yı,
Almanya'nın müttefikliğinden ancak, Türk Akdeniz sahillerini Đtalyanlara peşkeş çekerek
ayırabilmişti. Yunan Megalo-Đdea'sı ve Avasofya'yı salib'e iade etmek mefkuresi malûmdu.
(Not : Bu ideal olduğu gibi yerinde durmaktadır!). Ruslar ise, Deli Petro'nun vasiyetini
tahakkuk ettirmek dâvasından bir ân uzak değillerdi (Not : Bugün de aynı mefkure için
Türkiyeyi içerden vurmıya çalışmaktadırlar. Komünizm tahriklerine dikkat, çok dikkat.)
Almanya ise, Osmanlı ülkeleri üzerinde iktisadî hegemonya'nm, sınaî ihracatı için tek
mesned olacağını biliyor ve kendisine tâbi bir Osmanlı devletinin devamını menfaatlerine
daha uygun buluyordu. Birinci Dünya Harbinin, bu dış tesirlerinin nasıl bizim üzerimizde
toplandığını şu kısa ve basit izah bile ortaya koymaya yeter... Hakikat böyle olunca,
Osmanlı devletinin harbin dışında kalabileceği iddiasının ne boş hayâl ve harbe girişimizin
Şark'ın Napolyon'u olmak sevdasında olan Enver Pasanm bir ihtiras kasırgası sonu olduğu
yolundaki görüşün de iftira olmasa bile gafletin bizzat kendisi olduğu tezahür eder.. Kaldı
ki, devletimizin Đngiltere ve Fransa ile bir ittifakı nasıl ısrarla aradığını da ve Ruslara karşı
verilmiş Boğazlar ve Đstanbul taahhüdü karşısında nasıl red veya kuru vaade bağlanmak
istendiğim de, ileride anlatacağım.
ĐÇ YÜZÜ BUGÜ� DE MEÇHUL OLA� BÜYÜK HAZIRLIK:
Enver Paşa ile konuşmamızdan sonra, Teşkilât-ı Mahsusa'nın faaliyetini, üç esas üzerinde
taksife karar verdik:
1)— Harb çıkar ve biz de harbe müdahale edersek, Halife'ııin, bütün dünya
Müslümanlarının manevî lideri olmasından istifadeye çalışarak, düşmanlarımıza karşı dinî
cihad ilân edecektik. Ben, Arab Yarım Adasını çok iyi bilen insan olarak, burada değil,
fakat Cezair, Fas, Tunus, Trablus, Afrika içleri, Hindistan, Orta-Asya'da bu hareketin
müsbet tesirleri olacağına kani idim. Nitekim bu sahalarda yapabildiğimiz nisbette müsbet
neticeler aldık.
2)— Orta-Asya, yâni Türk Ana-Vatanı üzerinde, Rus çarlığını zedeliyecek hareketlere
girişecektik. Bunda ne ölçüde muvaffak olduğumuzu, BEŞ TÜRKLER macerası kâfi
surette isbat eder... O kadar ki, Osmanlı Đmparatorluğu harbten mağlûb olarak çıktığı
zaman, Enver Paşa kendisine bir cidal sahası aradığı ânda, macera olarak değil, hayatını
verdiği ve şehid olacak kadar ruhuna ve benliğine hâkim mefkurenin Yeni Turan olması,
ümid bağlanılan dâvanın asalet ve ulviyetinin kanla tarsîn edilmiş âbidesi değil midir?
3)— Osmanlı Đmparatorluğunu teşkil eden Gayri Türk ve Gayr-i Müslim unsurları, iki ayrı
grupta mütalâa ederek, bunların, iftirakçı hareketlerine mâni olmak, millî vahdet ve
bilhassa müdafaa stratejisi namına tedbirler almak. Ki, daha sonra maalesef, bu meşru
hareketimizi, bir zulüm ve tedib şekli olarak göstermek istiyen politikacılar çıkmış, tehcir
ve imha tedbirlerine başvurulduğu iddia edilmiş, hakikatler tahrif edilmiş, hattâ bu yüzden,
Mütareke içinde Nemrud Mustafa divan-ı harbi, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal ve Nusret
Beyleri, birer cinayet tezahürü haiinde haksız yere idam etmiş, aleyhimize bilhassa
Amerika ve Đngilterede iftira ve bühtan dolu neşriyata sebebiyet verilmişti. Aslında ise
hâdise, hain, nankör, asırlarca ekmeğini saadet ve huzurla yediği, müreffeh yaşadığı, hiç
bir dinî ve ırkî sebeblerle baskıya uğramıyan, tam bir mezheb ve imân serbestliğine sahib,
hattâ bir ferdin vatanına karşı en mukaddes borcu olan askerlik hizmetinden, dolayısiyle
kan vergisinden muaf tutulmuş milyonlarca Gayri Müslim ve Türk'ün, o buhran ve ölüm -
kalım günlerinde bizi arkamızdan hançerlemek denaet ve alçaklığına karşı, devletin en
meşru müdafaa tedbiri olarak bunları, vatanın iç taraflarına sevketmek, amele taburları
teşkil etmek tedbirinden ibaretti. Bu arada, bazı fevrî hâdiselerin olduğu muhakkaktır ve
hakikattir. Fakat, bunların asıl müsebbibi kimlerdi? Size, burada bir hakikati ifşa edeyim:
Bütün Ege mıntakasındaki demiryol istasyonlarının binaları altındaki Rum bakkalların
hepsinin Yunan casusu olduğunu tesbit etmiştik. Merkezi Sisam - Sakız - Midilli olan üç
Yunan kolordusunun bütün efradını, bizim topraklarımızda yaşıyan Rumlar teşkil
edivordu. Bunlar, on sekiz yaşına geldikleri zaman, Adalara gidiyorlar, talim görüyorlar,
kıt'aları tesbit ediliyor, sonra yine topraklarımıza dönüyorlar ve bir harb halinde, ordumuzu
içerden vurmak için hazırlanmış bulunuyorlardı. Bütün Rum ve Ermeni kiliseleri birer
silâh deposu halinde idi. Bütün papazlar, birer eşkiya çetesi reisi idiler. O tarihte bizim
mübarek hocalarımız da, bugün olduğu gibi, cennet - cehennem münakaşaları ile Türk
halkının kafasını, dünya ve vatan hakikatlerinin fersah fersah, devir devir gerisinde tutmak
için, iç-dış düşmanların bilir bilmez yardımcıları idiler!... Eğer Teşkilât-ı Mahsusa'nın plân
ve hazırlıkları neticesinde, Ege mıntakasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve
kümelenmiş olan 1.150.000 Rum - Ermeni nüfus, daha harbin başlamasından kısa zaman
evvel ve harbin ilk aylarında, içeri alınmamış olsa idi, Çanakkale müdafaasının bile
mümkün olamıyacağı, gün gibi aşikâr idi. 1919 on beş mayısında Đzmir'in Yunanlılar
tarafından işgalinin nasıl beklenilmez ve umulmaz menfi neticelerle tezahür ettiği
düşünülürse, bütün bu faciaların iç yüzünün araştırılması şart olur, ve, 1914 başında
aldığımız tedbirlerin vatanın selâmet ve emniyeti bakımından nasıl kaçınılmaz vazife
olduğu da meydana çıkar. Bunlar, Türkiyemizin yarınki emniyetinin de temel
meseleleridir.
Đşte, başlıca şu üç esas noktada topladığımız plânımızın tatbiki için hemen faaliyete
geçmiştik. Karşılaştığımız dertler sonsuzdu: Bunların başında, Hariciye Nezaretinde, hâlâ
en mühim mevkileri işgal eden Türk olmıyan unsurlar vardı. Hattâ, bizzat Hariciye
Nazırlarının Türk olması da, ancak 1913 senesi sonunda mümkün olabilmişti!
GÖRÜ�ÜRDE VE GÖRÜ�MEZDE OLA� TEŞKĐLÂT-I MAHSUSA:
Böylecesine ve hükümetin ancak bir, nihayet iki nazırından gayrısından meçhul olan,
Mebusan ve Ayan Meclisleri âzalarının malûmatı dışında, büyük bir hayatî dâvayı üzerine
alan Teşkilât-ı Mahsusa'yı, omuzlarına yüklediği vazifenin selâmetle yürüyebilmesi için
«iç revizyon» a tâbi tutmak gerekiyordu: Đrade-i seniyye ile, yâni, «resmen» kurulmuş olan
müessesenin başına, Süleyman Askerî merhum'u getirdik. Ben ve kardeşim Selim Sami,
plânın iki ana kolu üzerinde çalışacaktık: Ben, Arab Yarım Adasını üzerime alıyordum,
Selim Sami Beş Türkler'in başında Ana-Vatana gidiyordu. Ege havalisindeki «temizleme»
işini de, Ordu olarak Pertev Paşanın (sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan
Dördüncü Kolordunun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli general Cafer
Tayyar Eğilmez), mülkî âmir olarak Đzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), Đttihad ve Terakki
Fırkası namına da mes'ul murahhas Mahmut Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl Bayar)
ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezaretinin ve
Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.
Teşkilâtı Mahsusa'nın bu ikinci kadrosu, yâni, asıl büyük ve şümullü vazifesi olan kısmı,
vazifesini misal olmaya değer süratle başarma yoluna girdi: Mısır'ı fiilen idaresine almış
olan Đngilizlere karşı, bu stratejik mıntakada yıkıcı ve yıpratıcı bir teşkilât kurduk, bunun
başına ismini daima şükranla andığım Abdülâziz Çâviş gibi, bütün Đslâm âleminin hürmet
ettiği bir şahsiyeti getirdik. Bu teşkilât, Mısır'da Hizbi Vatanî adı ile daha sonra Đngilizlere
karşı istiklâl mücadelesi yapan ve Sadi Zalûl Paşanın liderliği ile siyaset sahnesine çıkan
millî hareketin temeli oldu.
Hindistandaki gizli teşkilâtımız, daha büyük muvaffakiyetler kaydetti: Din farkı
olmaksızın, Müslüman - Budist - Brahman topluluklarını Müstakil Hindistan ideali etrafına
toplayan teşebbüsümüze, Mahatma Gandhi, Mevlana Mehmet Ali, Said Han, Mevlana
Mahmut Hüseyin,-Ali Şevket, Muhammed Ali Cinnah, şair Đkbal, Nehru gibi mücahitler
toplandı. Bu teşkilâtın kuvvet ve kudreti, Đngilizlerin o kadar sıkı takiplerine rağmen Selim
Sami ve arkadaşlarının Himalayaları aşarak Pamir yaylasından Türkeline, ancak bu
teşkilâtın gayret ve fedakârlığı ile geçmesiyle de kendisini gösterdi.
Trablus-Garb'de, zaten mücadelemizin taptaze havası vardı: Orada kalmış olan eski
arkadaşlarımızın himmeti ile, hiç bir zaman sağlamca tutunamamış olan Đtalyan idaresine
karşı ayaklanmalar, umumî harbin ilânından önce başladı. Şunu da kaydedeyim: Trablus-
Garb'de, öyle muvaffakiyetli neticeler aldık ki, harb içinde buraya gönderilen Sultan
Beşinci Murad'ın torunu ve Selâhattin Efendinin oğlu şehzade Osman Fuad Efendinin
hükümdarlığı ile, bir Türk Devletinin kurulması bile gün meselesi olmuştu. Mustafa Kemal
Paşa (muhterem Atatürk) daha çok sonra ve millî mücadelemizin başlarında, bir gün
Ânkarada bu meseleyi bahis mevzuu etmiş ve bunun pekâlâ mümkün olduğunu,
Vahidüddin'in Đngilizlerin tazyiki ile Osman Fuad Efendiyi getirtmemiş olsa idi, oradaki
mahallî müstakil hükümeti», bugünkü Libya Cumhuriyetine benzer şekilde ve harbin
hitamında revaçta olan Vilson Prensibleri icabı olarak kurulabileceğini söylemişti. Ben de
tamamen aynı fikirdeyim.
Cczair, Fas, Tunus şubelerimiz de, Fransız müstemleke idaresinin şiddet tedbirlerine
rağmen umduğumuzdan kısa kaman içinde inkişaf etti. Bugünkü Türk neslinin şu hakikati
bilmesini isterim: Tunus, Fas, Cezair, Trablus-Garb bugün müstakil birer devlettirler. Emin
olalım ki, onlara bu istiklâl fikrinin ilk kadrosunu, Teşkılât-ı Mahsusa hediye etmiştir: Biz,
zamanlardır uyuşmuş ve sömürge olmayı bir emrivaki olarak benimsemiş olan ruhlara
hürriyet ve mücadele aşkını telkin ettik. Mücadelenin yollarını gösterdik, hattâ Gerilla'ların
nasıl yapılacağını, sabotajları, obstrüksiyonların icrasını, yer altı faaliyetinin örneklerini
gösterdik. Bu ruh, Anadolunun başardığı Millî Mücadele ile, bir büyük beratını daha
kazandığı zaman, dünya üzerinde millî kurtuluşlar devri açıldı. Onun içindir ki, meselâ
bugün Atatürk'ün dâvası ve adı, 1918 Versay dikta nizamını kırmış olan genç devletlerin
kalbinde, Türkiyenin kalbinde olduğu kadar mukaddestir, böyle olması lâzımdır.'
Đslâm vahdeti fikrini, millî ve mahallî hürriyetler ve müsavat şartları ile taşıyan müstakil
devletler fikri ile muvaffakiyetle mezcetmemiz dolayısiyle, Şeyh Salih El-Şerif Tunusî, Ali
Başhampa gibi şahsiyetler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendi memleketlerinde mümessilliğini
aldılar. Cihad-ı Mukaddes beyannameleri, binbir vasıta ve imkân ile Afrikanın en ücra
köşelerine kadar dağıtıldı. Almanyada her lehçe ve dilde milyonlarca basılan bu
beyannameler, hususî tayyarelerle dünyanın her tarafına dağıtıldı, hattâ denizaltılardan bir
kısmı, taa Fildişi, Zanzibar, Tanganika, Altın sahillerine kadar bu beyannameleri
götürdüler. Sudan'da Đngilizlere karşı isyanlar, Hartum ihtilâli, bir fikir ve dâva yolunda
vaktiyle cihazlanılmamış olmasına, Mekke şerifi Hüseyin'in habaset ve ihanetine Đngiliz
Đntellicens Servisinin ve Fransanın N. M. S. M. (dünya üzerinde millî ve askerî müdafaa
servisi) nin dağıttığı milyonlarca altının cazibesine kapılanların kasıdlarına rağmen, bütün
Đslâm alemindeki kıpırdanışlar, düşmanlarımızın büyük kuvvetlerini buralarda topladı, ve
meselâ, Enver Paşanın daha sonra şahsen ele aldığı Türk Ana-Vatan mücadelesi, Bolşevik
- Menşevik kavgasının bir daha ele geçmez fırsatı içinde Đngilterenin o günkü kin ve kuşku
siyasetine kurban edilmemiş, Türk milli kuvvetleri Hindistan ve Afganistan yolundan
sadece malzeme yardımı görebilmiş olsalardı, emin olalım ki, bugünkü Kızıl Çarlık, belki
o zaman yıkılmış olacak ve Rusya, kendi hudutları içinde müstakil yaşıyan, fakat dünya
sulh ve huzurunu daima tehdid eden bir esaret ve zulüm sisteminin mümessili olabilme
haline gelmiyecekti.»
BĐRĐ�CĐ DÜ�YA HARBĐ �ASIL BAŞLADI, HARBE �ASIL GĐRDĐK?
Teşkilât-ı Mahsusa'nın nasıl ve neden kurulduğunu, onun hakikî kurucusunun hatıratından
öğrenmiş bulunuyoruz.
Şimdi, yine bu safha kadar meçhul diğer bir hâdise üzerinde duracağız ve Yavuz Sultan
Selimden 399 sene sonra Nil kıyılarına ikinci defa akan Türk kuvvetlerinin macerasını,
Hazret-i Peygamber'den 1285 sene sonra da, Hayber önlerinde, yirmi beş bin düşmanın
karşısında, kırk kişi, evet, kırk kişi olarak eriyen Türk şehametinin destanlaşmış
macerasının bakir taraflarını huzurunuza çıkarmadan önce, Birinci Dünya Harbinin
başlaması ve Đmparatorluğumuzun bu harbe girişine ait inanılmıya değer bir izahı
dinliyeceğiz...
Şöyle ki: Harb bitmiş, 1918 de ordularımız silâhlarını bırakmış, Mondros mütarekesi
imzalanmıştır... Đttihad ve Terakki dağılmış, yerine, çoğu eski Đttihadçılardan mürekkeb
Teceddüd fırkası kurulmuştur. Müşir Đzzet Paşa sadrıâzamdır: Mebusan Meclisi, 5
teşrinisani (kasım) 1918 den 21 kânunuevvel (aralık) 1918 tarihine, yâni, Padişah Altıncı
Mehmed Vahidüddin'in iradesiyle feshine kadar, Harb mes'ullerini araştırmış, memleket
dışına çıkmış olan Enver, Talât, Cemal Paşalarla, dinlenilmesine lüzum görülmiyen
Şeyhülislâm Hayri ve Musa Kâzım Efendilerden gayri, Said Halim ve Talât Paşa
kabinelerinde nazırlık yapmış olan bütün devlet büyüklerinin ifadesi alınmıştır. Bunun için
Mebusan Meclisinde, kur'a ile ve Beşinci Şube adıyla bir encümen teşkil edilmiştir. Bu
encümen aşağıdaki mebuslardan kurulmuştu: Reis; Kütahya mebusu Abdullah Azmi
Efendi (Birinci Büyük Millet Meclisinde Eskişehir mebusu ve Şer'iyye Vekili), Kâtib
Ertuğrul «Bilecik» mebusu, Şemsettin Bey (merhum Başvekil Şemsettin Günaltay),
Azalar: Karesi «Balıkesir» mebusu Hüseyin Kadri Bey, Hudeyde mebusu Hasan Rıza
Paşa, Saruhan «Manisa» mebusu Mustafa Fevzi Efendi (Birinci Büyük Millet Meclisinde
Şer'iyye Vekili), Saruhan «Manisa» mebusu Mustafa Đbrahim Bey, Basra mebusu Hilmi
Bey, Divaniye mebusu Halid Bey, Bursa mebusu Rıza Bey, Kudüs mebusu Ragıb Nişaşibi
Bey, Kütahya mebusu Sadık Bey, Asîr mebusu Seyyit Ali Haydar Bey, Ankara mebusu
Şeyh Tayyıb Efendi, Karahisar mebusu Kâmil Efendi, Muş mebusu Đlyas Sami Efendi,
Bolu mebusu Necati Bey, Maraş mebusu Agob Hırlakyan Efendi, Đstanbul mebusu Viktor
Bey, Afyonkarahisar mebusu Salim Bey, Erzurum mebusu Hüseyin Tosun Bey,
Tekfurdağı «Tekirdağı» mebusu Harun Hilmi Efendilerden ibaretti.
Said Halim ve Talât Paşa kabinelerinin. Divan-ı Âli (yüce divan) a verilmeleri hakkındaki
takriri, Divaniye mebusu Fuad Bey vermişti. ON maddeden ibaret olan takririn hülâsası
şuydu:
1— Sebebsiz ve vakitsiz harbe girmek,
2— Harbin hakikî sebepleri hakkında Meclise doğru olmıyan beyanlarda bulunmak,
3— Seferberlikten sonra ve harbin ilânından evvel, Đtilâf devletleri tarafından yapılmış
olan şerefli ve faydalı teklifleri reddetmek ve Almanyadan hiç bir taahhüd alınmadan harbe
sürüklenmiş olmak,
4— Harbi dirayetsiz ve bilgisiz ellere tevdi ederek mecnuııâne hareketlerle milletin hayatî
varlıklarını mahvetmek,
5— Đnsanlık haklarına ve Kanun-u esasiye aykırı kararnamelerle memleketi bir facia
sahnesine çevirmiş olmak,
6— Harbin seyrinden ve kayıplardan milleti vaktiyle haberdar etmemek,
7— Bilhassa Rusyanın çöküşünden sonra mün-ferid sulh tekliflerini reddederek bugünkü
elîm vaziyetin doğmasına sebeb olmak,
8— Harbin zorlukları karşısında halkın ihtiyaçlarını karşılama tedbirleri yerine şahsî
servetlere ve haksız iktisablara sebeb olmak, ihtikâr ve suiistimallerle memleketin
iktisadiyatını batırmak,
9— Hiç bir lüzum ve kanuna dayanmadan askerî ve siyasî sansürler ihdasiyle matbuat
hürriyetini ihlâl etmek, yurda yabancı basını sokmamak,
10 — Memleket içinde idarî hercümerç yaratarak, hürriyet, can, mal ve ırza musallat bir
takım çetelere müzaheret ederek yapılan facialara iştirak etmek.
Harbin başlamasından önceden, harbin sonuna kadar iktidarda kalan Said Halim ve Talât
Paşa kabineleri için ağır ittihamları ihtiva eden bu divan-ı âli'ye sevk takririne ait ifadeler,
birçok gerçekleri ortaya koyuyordu. En uzun ifade, harbin ilânından sonra Maliye
Vekâletinden istifa eden, sonra yine bu vazifeye ısrarla getirilen Selanik mebusu Cavid
Bey (Đstiklâl Mahkemesi kararıyla idam edilen) tarafından verilmişti. Cavid Bey, harbin
aleyhinde idi... O günkü ifadelerinden senelerce sonra, TANĐN gazetesinde çıkan
hâtıralarında ise, yeni eline geçmiş ve mevcudiyetinden haberdar olduğu Rus çarlığına ait
resmî vesikaların ışığı altında kanaatini değiştirdiğini ve harbin Osmanlı devleti için bir
emrivaki olduğunu söyledi.
RAHAT KALABĐLMEK ĐÇĐ� DĐDĐ�MELER:
Tahkikat Encümeni, eski maliye nazırı Cavid Bey’e, ilk olarak «sebebsiz ve vakitsiz niçin
harbe girildiğini» sordu. Cavit Bey, bu suale doğrudan doğruya cevab vermeden evvel,
daha şehid Mahmut Şevket Paşanın Sadrıâzamlığı zamanında, Avrupa devletleriyle aradaki
anlaşmazlıkları hallederek rahat kalabilmek için nasıl didinildiğini uzun uzun anlattı: Eski
sadrıâzam Đbrahim Hakkı Paşanın Londra'ya, kendisinin Paris'e giderek, iki büyük Batı
Demokrasisi ile bir buçuk seneyi bulan görüşmeler yaptıklarını, kendisinin Fransa ile bütün
meseleleri neticelendirdiğini, Hakkı Paşanın da bir kaç ufak mevzu dışında, Đngiltere ile
anlaştığını, Đtalyanlarla Uşi anlaşmasının imzalandığını, fakat Rusyanın daima müşkilât
çıkardığını, Bulgarların ittifak muahedesini reddettiklerini, bu redde Rusya'nın tesiri
olduğunu, Yunanlılarla bir ittifak için Almanyanın delâlet ettiğini, fakat bunun da harbin
ilânına kadar gerçekleşemediğini izah ettikten sonra, demişti ki:
«— Đşte Avrupada umumî harb başladığı vakit, devletimizin vaziyeti bu merkezdeydi ve o
zaman mevkii iktidardaki hükümet âzası arasında şu Yunan ittifakından maada ittifak
namına hiç bir şey mevzuu-bahs olmamıştı.
Hattâ böyle bir mesele o vakit mevzuu bahsolma-dığı gibi Avusturya veliahtının katli
üzerine Avusturya - Macaristan hükümetinin Sırbistan hükümetine nota verdiği 10
Temmuz 1330 (1914) tarihinden bizim Almanya ile ittifak muahedenamemizin imza günü
olan 20 Temmuz 1914 tarihine kadar kabinede ne resmî, ne de gayri resmî olarak Almanya
ile ittifak akdedileceğine dair hiç bir müzakere cereyan etmemiş, hiç bir kelime teati
olunmamıştır.
Avusturya hükümetinin 10 Temmuzda Sırbistan hükümetine verdiği notaya Sırbistan
hükümeti malûm olan cevabı 12 Temmuzda vermiş ve ayni günde Avusturya - Macaristan
sefiri Belgrad'dan ayrılmıştı. Bundan sonra ahval yekdiğerini takip etti, muhtelif
memleketlerde seferberlikler ilân edildi. Bilhassa şu noktaya nazarı dikkatinizi celbederim
ki, 1914 Temmuzunun on dokuzuncu günü akşamı saat yediyi on geçerek, Almanya sefiri
(Petersburg) ta Rusya hükümetine tebliğ ettiği notada, Almanyanın kendisini Rusya ile
harp halinde addettiğini bildirmişti.
Đşte bizimle Almanya hükümeti arasında akdolu-nan ittifak muahedenamesi de bugünün
ferdasında yani Temmuzun yirminci günü, Almanya Rusya ile harp nalinde olduğunu ilân
ettikten sonra akit ve imza olunmuştu. Ben Temmuzun on dokuzuncu cumartesi günü
maliye nezaretinde fevkalâde meşgul bulunuyordum: Çünkü o günü bir çok malî
müesseseler direktörleri ve tacirler maliye nezaretine müracaatla (moratoryom) ilânı
arzusunu izhar etmişlerdi. Hatınnızdadır ki o zaman piyasadaki korku ve endişe dolayısiyle
böyle bir tedbiri hemen almaya lüzum vardı.
Eğer iyi hatırlıyorsam (moratoryom) ilânı hakkındaki kanun lâyihasını imza ettirmek için
Sait Halim Paşanın Yeniköydeki sahilhanesine gitmiştim. Orada masanın başında yazı
yazan Sait Halim Paşayı bir odada ve Almanya sefarethanesi tercümanı Mösyö (Veber) i
de diğer bir odada gördüm ve ben de bu iki oda arasındaki salonda oturdum. Bir müddet
sonra yanıma Talât Bey geldi. Mösyö Veber'in orada bulunması nazarı dikkatimi
celbettiğinden Talât Beye «Ne var?» dedim...
Talât Bey de cevaben: «Bir şey yok!» dedi.. Fakat ben sualimi tekrar ettim ve: «bana bir
şey var gibi geliyor; sakın Almanya ile ittifak akdetmiyesiniz!» dedim. Talât Bey: «Bir şey
söyliyemem,» dedi. Evvelden hiç bir hissim olmadığı halde Mösyö Veber'in orada
olduğunu ve Sait Halim Paşanın yazı yazmakla meşgul bulunduğunu ve Enver Paşa ile
Talât ve Halil Beylerin de yalıda bulunduklarını görünce, bende anî bir endişe uyanmıştı.
Bundan sonra Enver Paşa ile Halil Hey de içeriye girdiler... Bir müddet sonra Sait Halim
Paşa yazdığını bir zarfa koyarak Mösyö Veber'e verdi, gönderdi. Tercüman gittikten sonra
biz de Sadrıâzam Paşanın yanma girdik ve Sait Halim Paşanın okuduğu şeyleri dinledik.
Buna arkadaşlarım itiraz etmediler, benden bu husustaki fikrimi sordular. Ben de okunan
şeyin bende büyük bir hayret tevlit ettiğini ve böyle mühim bir mesele hakkında derhal
cevap vermek ve revimi bildirmek mevkiinde olmadığımı, yapılan şeyden hiç memnun
olmadığımı ima eder bir lisanla söyledim... Bu esnada arkadaşlarımızdan biri bana hitap
ederek: Eğer harpten evvel böyle bir ittifak teklif edilseydi kabul etmekte tereddüt eder
miydin? Ve mademki o zaman tereddüt etmivecektin o halde şimdi bunu kabul etmekte
beis yoktur.» dedi. Ben de buna cevaben, harpten evvelki zamanla sonraki zaman arasında
pek ziyade fark olduğunu ve Harbi Umumîden evvel dahi böyle bir teklif olmuş olsa biri
yalnız Almanya hükümetine rantedecek bir muahedeyi çok düşünmeksizin kabul
etmiyeceğimi söyledim ve okunan şeyin kat'iyyen imzalanmış bir muahede olduğunu
zannetmiyordum olsa olsa müzakere edilecek bir lâyihadır, diyordum; başka suretle
farzetmeğe de imkân voktu. Maatteessüf bunun muhteviyatından size simdi
bahsedemiyeceğim: çünkü hükümetin bu anlaşmayı heyetinize verip vermiyeceğini
bilmiyorum. Eğer hükümet, muahedenameyi verecek olursa rica ederim, beni o zaman
tekrar çağırınız ki ben de muahedename okunduğu vakit bende hâsıl olan hissi izah
edeyim. Aynı günde meclisin tatiline dair teklif olunan padişahın fermanında, Avusturya
ve Sırbistan arasında çıkan harbin bir şekli umumî almış olması tatil sebepleri arasında
gösteriliyordu... O akşam Talât Bey geldi. Birlikte Enver Paşaya ve sonra Sait Halim
Paşaya gitmeyi teklif etti. Ben o vakit Cağaloğlunda oturuyordum; teklifi kabul ettim. Ve
otomobille o vakitler Ferit Paşa konağında oturan Enver Paşaya gittik.
�ETĐCELERDE� SO�RA VĐCDA�LARI� HÜKMÜ...
Eşref Bey anlatıyor:
«— Malta adasındaki esaret hayatımızın günlerimi, eski dostlar, hemen hemen
tamamen benim «salon»umda geçirirdik: Buradaki SALO� tâbirine hayret etmeyiniz:
Burası, kışlanın en geniş odalarından birisi idi. Đngiliz kıymet ölçülerinin bir tecellisi
olarak, hususî müsaade ile tefriş ettirebilmiştim. Harb içinde işgal ettiğimiz mevkilerle
mütenasip esaret muamelesi teamülü olarak da, itiyat ve hususî yaşama tarzınım
icablarmı yerine getirebilme hakkına sahihtim. Bu sebeple, bütün kadîm dostlar, benim
«salon» da toplanır, dertleşirdik.
Daimî misafirlerim arasında sadrıâzam Sait Halim Paşa başta gelirdi. Hususî mevkii
vardı. Çok konuşmaz, dinlerdi. Fevkalâde nâzik, halûk, terbiyeli, malûmatlı, âlim,
münşî, edîb, dünya görüşü olan bir insandı. Bu müşfik ve karıncayı incitmekten çekinen
insanın. Ermeni tehciriyle alâkadar ve mücrim olarak şehid edilmesi, misilsiz bir cinayet
ve haksızlıktır. Hadiselerin iç yüzünde vazife almış bir insan olarak, bu iftirayı şiddetle
reddederim.
Bir gün, Said Halim Paşa ile —çok ender tesadüflerden olarak.:.— başbaşa kalmıştık.
Paşanın elinde, fransızca bir kitab vardı: Fransız Hariciyesinin, Rusyadaki Bolşevik
ihtilâli dolayısiyle neşredilmiş siyasî vesikalara cevabını teşkil eden meşhur mavi kitabdı
bu... Paşa, bazı satırların altını kurşun kalemle çizmiş, yine Fransızca haşiyeler yazmıştı.
Hariciye �azırı ve Sadrıâzam iken, devletlere verilecek notaların metnini doğrudan
doğruya Fransızca hazırlıyacak kadar bu lisana hâkimdi.
Kitaba göz gezdirirken, zaman zaman başını sallıyordu. Birden söze başladı:
«— Eşref Beyefendi... Bir siyasî hatamı tashih etmeden ölürsem vicdan azabı
çekeceğim: Şu elimdeki kitabda benim, Enver Paşanın Alman Harb Gemilerini
Karadenize çıkarmasına muvafakat etmek suretiyle harbi, Rus tecavüzü ile emrivaki
haline getirmesinden sonra istifa ettiğimi ve harbe asla taraftar olmadığımı kaydediyor.
Doğrudur.. Fakat, şimdi samimiyetle itiraf ediyorum ki ben yanlış görmüş, yanlış
düşünmüşüm: Şimdi, neşredilen şu Rus vesikalarından serahatle anlaşılıyor ki, Đngiltere
ve Fransa, Boğazlar ve Đstanbul'u Rusyaya terketmeyi taahhüt etmişlerdir ve eğer Enver
Paşa, Alman ittifakını bir ân evvel tahakkuk ettirerek Boğaz tahkimatını ve daha
açıkçası her cephede harbi mümkün kılacak esliha, para ve malzemeyi temin edememiş
olsa imiş, aniden istilâmız kat'î ve kararlı imiş. Yine yıkılacakmışız.. Fakat, hem tarihe
leke olacak feci bir basiretsizlik ve gaflet numunesi vererek, hem de, istiklâl için
mücadele ruhunu tamamen kaybetmiş olarak...
Kabine içinde çoğumuz, ben dahil, bu tehlikeyi görmemişiz. Enver Paşa'nın da bunu,
muayyen bir yerden haber alarak öğrendiği kanaatinde değilim. Fakat insanların, şahsî
işlerinde olduğu gibi memleket meselelerinde de kendilerine mahsus sistem ve telâkkileri
vardır. Karar mevkiinde olan insanlar, memleketleri için bir neticeye varırken, emin
olunuz, daha çok şahsî insiyak ve itiyatlarıyla hareket ediyorlar. Bilhassa, riyazi
mesnedlerden mahrum oldukları mevzularda... Đşte Enver Paşa da, devletimiz için
harbin bir emrivaki olduğunu ancak böyle bir hisle kavrıyarak, onun icablarma, kıymeti
namütenahi olan bizim tereddüd günlerimizde başlamış olabilir. Zannediyorum ki tarih
istikbalde böyle yazacaktır.
Enver Paşa, benim, Alman harb gemileri Goben ve Breşlav'ın Karadenize çıkarak Rus
limanlarım bombardıman etmeleri ve Rusların bunu vesile addederek harb ilân etmeleri
üzerine, hayatımda bir daha tekerrür etmemiş tehevvür ve asabiyetle istifaya kat'î
kararımı Talât Paşa'dan öğrenerek hemen yalıma gelmişti. �ezaketsizlik olmasa,
kendisiyle görüşmiyecek kadar hiddetli ve münkesir idim. Bana, doğru yolda olduğuna
inanmış insanların huzur ve samimiyeti içinde vaziyeti izah etti, istifamda ısrarın,
memleket dahilinde ve haricin yaratacağı derin aksül'amelleri anlattı. Şöyle dediğini
hatırlarım:
«— Eğer bir gün Osmanlı devletinin sebebsiz ve sırf bir macera aramak şevki ve şahsî
hırslar dolayısiyle bu harbe girdiği anlaşılırsa, bunun bütün maddî manevî mes'uliyetini
şahsen omuzlarıma almıya amadeyim. Fakat, bunun kaçınılmaz netice olduğu ve en
hafif ve bâdiresiz atlatılmasının da, bize silâh, malzeme ve para verecek bir müttefiki,
yıkılmadan ve ezilmeden temin etmemizle mümkün olabileceğini takdir etmiyor
musunuz? Ordumuz silâhsızdır, biliyorsunuz.. Hazinemiz tamtakırdır biliyorsunuz...
Memur maaşlarını bile, Düyun-u Umumiyeden aldığımız kısa vâdeii borçlarla
verebiliyoruz biliyorsunuz, ingiltere ve Fransa ile ittifak için az mı gayret sarfedildi?
Bizzat zat-ı devletiniz de bu teşebbüslerden duyduğunuz inkisarı defalarca tekrar ettiniz.
Ben, bir asker ve erkânıharb olarak, devletimizin anî bir tecavüz halinde, Balkan Harbi
faciasına rahmet okutacak faciaya mâruz kalacağını bilmenin endişesi içinde, ehven-i
şerri terviçte nefsimi mecbur ve memleketim namına mahkûm addettim. Böyle şartlar
içinde makam-ı sadareti terke irfanınız, vicdanınız, vatanperverliğiniz müsaade edemez
Paşa Hazretleri...»
Benim istifamın, senelerden sonra hangi şartlar altında vukua geldiğini hatırlarsınız.
Bu çekilmenin ilki ile alâkası da yoktur. Şimdi, artık herşey önümüzdedir. Mehmet
Akif'in, kurtla merkeb hikâyesini bilirsiniz. Hakîm şair Sadi'den o mükemmel kafiye
üstadlığı ile dilimize aktardığı ibret tablosu, eğer Enver Paşanın cezri kararı ve hareketi
olmasa idi başımıza gelecekti, ve Türkler, Balkan Harbinin sukutu ve izmihlali
ruhlarında iken, böyle bir ikincisine mâruz kalsa idiler, emin olunuz, hür ve müstakil
olmanın şuurunu kaybederler, maazallah, tarih devamınca da böyle bir hisse sahib
olamaz idiler. Milletlerin hayatında asıl facia, birbirini takip eden mağlûbiyet
zilletlerinin manevî inhidamlarıdır. Bundan korunmak lâzımdır. Umumî Harb, en menfî
şerait içinde dahi, Türk Milletinin hayatiyetini, kahramanlığım, civanmertliğini,
fedakârlık ve izzetinefis sahibliğini dünya muvacehesinde isbat etti. Evet, çok kurban
verdik, toprak kaybettik.. Fakat bunları, üstelik hacalet içinde kaybımız mukaddermis.
Bunu, işte şimdi elimizde olan ecnebi vesikalar isbat ediyor. Ben, fazileti, hataların
itirafı meziyetinde ariyan bir insanım. Bu sebeple de, vaktiyle itiraz ettiğim bir hâdisede
haksız düşünmüş olduğumu bugün söyliyememenin isdirabı içindeyim.»
Đşte, Enver Paşa için yapılan en büyük ittiham, en selâhiyetli makam sahibi tarafından
neticeler alındıktan sonra izahı... Evet, neticeler alındıktan sonra!.. Rusyada, Bolşevik
ihtilâli olub, Çarlığa ait vesikaların neşrinden sonra meydana çıkan hakikat bu idi: Biz,
harbe girmemiş olsaydık, Rusya, Đstanbul'a da, Boğazlara da hâkim olacak ve bir millî
mücadele imkânı bile bulamıyacaktık. Anlaşılıyor mu?..»
Anlaşılamıyor muhterem Eşref Beyefendi... Anlaşılamıyor!.. Çünkü, şahsî hırslar ve
isnadlar, şehidlerin kam ile yuğurulmuş hakikatler üzerine bile iftira atmıya kararlı
olduktan sonra, Said Halim Paşanın, yâni, hâdisenin asıl sahibinin şehadeti bile
isnadların önünde erir, gider...
BELĐRE� TEHLĐKELER:
Otomobilde giderken Talât Beye birçok şey söyledim ve yapmak üzere oldukları işin
memleket için vahim olduğundan ve memleketin âtisinden korkmakta olduğumdan ve
Rusya bize hücum ettiği takdirde mahv ve harap olacağımızdan, Almanyanın galebesini
kat'iyyen muhakkak görmediğimden ve Ruslar galip geldikleri takdirde bizim için dünya
haritasından silinmekten başka bir şey olmayacağından ve bitaraf kaldığımız takdirde
Almanlar galip gelseler bile bize bir fenalık yapamıyacaklarından ve böyle ağır,
mes'uliyetli bir vazifeyi yüklenemiyeceğimden bahsettim.
Talât Bey, Enver Paşanın konağına gelinceye kadar sözlerimi dinledi ve hiç bir şey
söylemedi, yalnız otomobilden ineceğimiz dakikada: «Mukadderat...» dedi.
Ben bunun üzerine: «Muahede imza edildi mi?..» dedim. Talât Bey de: «Evet!» dedi ve
bundan sonra anladım ki Sait Halim Paşanın bize okuduğu kâğıt imza etmiş olduğu
muahedenâme imiş!...
Halbuki ben onu arzettiğim gibi zihnimde, nihayet bir proje olarak telâkki ediyor ve kat'î
bir muahede olacağını hatırıma getirmiyordum. Enver Paşanın konağında da ayni sözler
konuşuldu ve sonra hep beraber Sait Halim Paşanın yalısına gittik... Orada ben çok söz
söylemedim. Fakat Talât Bey, itirazatımın hepsini tekrarladı ve Sait Halim Paşa da:
«Muahedede mevcut olmıyan şeyleri ben ilâve ettiririm, onları bana bırakınız...» dedi.
Đki gün sonra, yani temmuzun yirmi ikinci salı günü tekrar sadrâzam paşanın nezdinde
içtima olundu ve bu içtimada bilhassa bir noktai nazar tekarrür etti ki buna bilhassa nazarı
dikkatinizi celbederim:
«Bulgaristan hareket etmezden ve Romanya bî¬taraflığı temin olunmazdan evvel Türkiye
kat'iyyen harbe girmiyecektir.» Bu içtimada Enver Paşa da hazırdı ve bu karara kimse
itiraz etmedi. Sonra muahedename tadilâtına ait bazı cihetler görüşüldü. Bu müzakere
esnasında gördüm ki muahedenameyi imza edenler devleti harbe girmeğe mecbur
addetmiyorlardı.
Aradan bir iki gün geçti. Bu esnada biz bir Alman gemisinin (Đstanbula) gelmekte
olduğuna dair hiç bir haber almamıştık. Halbuki Rusların Türkiye ile muharebeye
tekaddüm eden vekayie dair neşrettikleri kitabdan 11 numaralı ve Sazanof imzalı telgrafı
okuyorum:
«(Goben) ve (Breslav) m Mataban burnunu geçip Çanakkaleye doğru teveccüh ettikleri
bildiriliyor. Bu gemiîerin Çanakkaleden geçmelerine müsaade etmekle kendisine terettüp
edecek mes'uliyet hakkında Fransa ve Đngiliz sefirleriyle birlikte Babıâli nezdinde gayet
ciddî teşebbüsatta bulununuz ve bu müsaadatın inkıtaı münasebet ile neticelenmemesi için
gemilerin ya Çanakkaleyi terketmesi veya silâhlarının alınması hususunda ısrar ediniz.»
Ben temmuzun 28 inci pazartesi akşamı geceleyin Sait Halim Paşanın Yeniköydeki
sahilhanesine gitmiştim; (Goben ve Breslav) ın Çanakkale boğazından geçmiş olduklarını
ilk defa olarak orada haber aldım; bu haber bende büyük bir hayret tevlit etti; çünkü hiç bir
ecnebi gemisinin Çanakkaleden mukavemete uğramaksızın geçmesine imkân yoktu,
binaenaleyh mademki orada bulunan kumandanlar bu gemilerin geçmesine müsaade
etmişlerdi; o halde kendilerinin de bu hususta bir emir ve müsaade almış oldukları iktiza
ederdi.
Tabiîdir ki, Sait Halim Paşa Rusya sefirine verdiği söze muhalif olarak boğazlara gemilerin
müruru için emir verdirmemişti. O gece sabahın saat üçüne kadar Sait Halim Paşanın
yalısında kaldık. Ve «Gemilerin ya silâhları teslim etmesi veyahut hemen çıkıp gitmesi
lâzımdır» dedik. Bunun üzerine sadrâzam paşa Almanya sefiri baron «Vangenhaym» i
davet etti ve baron davete icabet ettiği cihetle Sait Halim Paşayla ayrı bir odada görüştü.
Sait Halim Paşanın bilâhare bize naklettiğine göre sefir fevkalâde tehevvür etmiş ve Alman
zırhlılarının teslimi silâh etmiyeceklerini ve çünkü gemiler bizim talebimiz üzerine gelmiş
olduklarını söylemiş. Sait Halim Paşanın -kendi hatırında mıdır, değil midir, bilmem- bize
aynen baron Vangenhaym'dan naklen söylediği sözler bundan ibaretti. Sefir o sözleri
söyledikten sonra daha ileri giderek tehdit etmiş ve hattâ böyle hareket edecek olursak
Ruslarla birleşip Türkiyenin taksimine gideceklerini de ilâve eylemiş...
Sait Halim Paşa sefirle vukubulan mülakatta meseleyi halle muvaffak olamayınca Talât ve
Halil Beyler diğer odada bulunan sefiri görnıiye gittiler ve ondan evvel biz de böyle
müşkül bir mevkiden kurtulmak üzere gemilerin satın alınmasını düşündüğümüz için sefire
böyle bir teklif dermeyan ettiler. Baron Vangenhaym meseleyi imparatora yazmaksızın
gemilerin satılamıyacağını söylediği cihetle biz de meselenin daha fazla uzatılmıya
tahammülü olmadığını dikkate alarak imparatorun cevabını beklemeksizin mezkûr
gemilerin satın alındığını gazetelerle ilân etmiye karar verdik ve gazetelere tebligat yaptık;
bu suretle ertesi günü mesele gazetelerde ilân edildi. Bundan maksat da Almanları
emrivaki karşısında bulundurmak ve onların gemiler üzerindeki hakkı mülkiyetlerini
almaktı. Bu husustaki müzakere Almanlarla üç gün devam etti ve neticede Almanlar
gemilerin Osmanlı bayrağı çekmelerine muvafakat eylediler ve fakat mürettebat
meselesinin halline yanaşmadılar, bununla beraber, bizim tarafımızdan gazetelerle vâki
olan ilâna da itiraz etmediler.
HARBĐ� BÜYÜK SEBEBĐ: GOBE� (YAVUZ)
Bizim bu harbe girmemizin en büyük sebeb ve âmili, bu gemilerin buraya gelmesidir, ve
bundan kat'iyyen şüphem yoktur. Eğer bu zırhlılar gelmemiş olsaydı bizde hiçbir esasa
istinat etmiyen o lüzumsuz celâdet ve şecaat olmıyacak ve harbe girmemize sebeb olan
daha birçok ahvale meydan verilmiyecekti. Eir ay kadar mütemadiyen bu gemi mürettebatı
meselesi çalkalandı durdu, itilâf sefirleri daima müracaat ediyorlardı. Bizim tarafımızdan
da bir şey yapılmıyordu. Eylülün 7 inci günü gene Sait Halim Paşanın yalısında bir içtima
vukubuldu ve bu içtim ada gelen garb gemilerinin Alman amirali Şosonun vaziyeti tetkik
edildi. Çünkü amiral yalnız Alman karargâhı umumîsinin emrini dinliyordu ve bizim
zırbhlar üzerindeki bavrağımız süsten başka bir sey değildi; idare, emir ve kumanda
Almanların elindevdi.
Böyle bir vaziyetteyken Enver Paşa donanmanın Karadenize çıkmasını teklif etti. Bunun
üzerine biz başka bir devlet zabitan ve efradı tarafından idare edilen donanmanın
Karadenize çıkması bîtaraflığı bozucu bir hareket olacağını ve şayet her nasıl olursa olsun
amiralden bir hareket gelirse onun mes'uüyeti-ne bizim tahammül etmekliğimiz lâzım
geleceğini söyledik; Enver Paşa da amiralin Rus donanmasına tesadüf etse dahi tecavüz
etmiyeceğine dair namusu askerîsi üzerine söz verdiğini söyledi, ben de Enver Paşaya karşı
«Ayni amiralin askerliğe girdiği zaman imparatorun ve imparatorluğunun menafiini ihlâl
etmiyeceğine yemin ettiğini söyledim ve «bu yeminle taarruz edince amiralin imparatora
verdiği yeminin Enver Paşaya ettiği yeminden mücerrah olacağını» ilâve ettim, hattâ daha
ileriye giderek Enver Paşaya aynen şu sözleri söyledim: «Amiral Soşon, donanma ile
Karadenize çıkar ve Rus donanmasını ve sefaini tica-riyesini veyahut Rus limanlarından
birini topa tutarsa bunun mes'uliyetini biz kat'iyyen deruhte edemeyiz. Almanyanın
maksadı bizi bir an evvel harbe sürüklemektir. Buna karşı kendimizi muhafaza hakkımız
ve vazifemizdir; Enver Paşa da «Şayet amiral gemilerini alıp çıkarsa biz ne yapabiliriz?»
dedi.
Gemilerin Karadenize çıkmaması heyeti vekilece karara alındığı halde eylülün sekizinci
günü o zaman burada bulunan ve veda etmek üzere nezdime gelen Bulgar ricali
siyasiyesinden M. Genadiyef ile sefir M. Toşefden Goben ve Breslav'ın Karadenize
çıktıkları haberini aldım ve bunun üzerine hemen istifanamemi yazdım; sonra donanmaya
müteallik bir iş için beni görmek istemiş olan bahriye nazırı Cemal Paşanın yanına
girdiğim vakit, bizim donanmamızı da Karadenize beraberce çıkmıya davet eden amiral
Şoşon'un enirine karşı gemilerin çıkmaması için telefonla emir verdiğini gördüm. Biraz
sonra Goben'in tekrar avdet ettiği haberi geldi. Bunun üzerine ben de istifanamemi
vermedim. Eylülün on dördüncü günü Enver Paşa, Rus donanmasının Karadenizde
dolaştığını söyledi. Ve «Bizim donanmanın Karadenize çıkması lâzımdır» diye ikinci bir
teklifte bulundu; biz bu teklifi de reddettik ve Talât Bey dahi dahil olduğu halde hepimiz:
«Amiral Şosonun vaziyeti taayyün etmeden donanmanın Karadenize çıkmasına kat'iyyen
muvafakat edilemez», dedik. Bundan üç gün evvel de amiral Soşon'un doğrudan doğruya
Alman karargâhı umumîsi emrine tâbi olduğunu Cemal Paşaya söylediğini, Cemal Paşa
bize nakletmişti.
ÇA�AKKALE BOĞAZI �ASIL KAPA�DI?
Artık tarafsızlığımızı bozacak hâdiseler birbirini takib ediyordu. Bunların çoğu Harbiye
Nezaretinin emriyle yapılıyordu. Ben bunların hepsini o zaman sık sık ziyaretime gelen
Fransız sefirinden haber alıyordum. Eylülün on dördüncü günü mühim bir hâdise oldu:
«Çanakkale» boğazından çıkan bir torpitomuza Đngiliz kumandanı, boğazdan çıkacak
Osmanlı sancağını hâmil her gemiye ateş edeceklerini tebliğ eylemiş!. Esasen bize defaatle
tebligatta bulunmuşlar ve: «Alman zabitan ve efradı donanmanızda bulunduğu müddetçe
donanmanızı bitaraf donanma telâkki etmiyeceğiz.» demişlerdi. Đngiliz kumandanının
torpitomuz kumandanına vâki olan bu tebliğine Boğaz kumandanı muttali olunca o
kumandan Osmanlı mı, Alman mı, bilmiyorum, torpilleri dökerek Boğazı kapadı Bilâhare
işittiğimize nazaran, Boğaz kumandanı, Boğazları ahvali fevkalâde zuhurunda kapamak
hususunda kendisine bahşedilen salâhiyete istinaden bunu yapmıştı.
Đtilâf sefirleri, Boğazın kapanışından dolayı şikâyet ettiler; fakat bunu da bir mesele haline
koymadılar. Hattâ Đngilizlerin neşrettikleri mavi kitapta 23 eylül tarihli ve 108 numaralı
telgrafnamede yazılı olduğu üzere, Đngiltere sefiri Sir Malen, hariciye nâzırı Sir Edvar
Greye, Çanakkale'nin kapalı kalmasının kendileri için pek ehemmiyetli olmadığından
bahsediyor ve bunun mes'uliyetini de Almanlarda buluyor.
Bundan sonra Rusya hududuna heyetler gönderildi ve Mısır hududunda tahşidatta
bulunuldu. Bunların hepsi için gerek Rusya, gerek Đngiltere sefiri müracaat ettiler; fakat bu
müracaatların hiçbiri netice vermedi. Đngiltere sefiri 16 eylül tarihinde Mısır hududunda
yapılan hazırlık hakkında muhtelif mahallerden aldığı raporlara istinaden sadrazam
[paşanın dikkatini çekti. Ve buna dair verdiği notanın bir suretini ayrıca bana gönderdi.
Bittabi dosyalarda da göreceksiniz ki daha muhtelif tarihlerde bîtaraflığı muhil her
hareketimizi ya şifahen veya tahriren hükümete ihtar ettiler; fakat bunların hiçbirini
vesiletin harp addedecek kadar ileri götürmediler.
Şimdi yirmi temmuz tarihinden itibaren Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan'la olan
münasebatımızı arzedeceğim: O zaman burada bulunan Bulgar sefiri Mösyö Toşef, harbin
şiddetle aleyhtarıydı. Gerek Türkiye, gerek Bulgaristanın harbe girmeleri, her ikisi için
vahim neticeler tevlit edeceğini söylüyordu. Sonra ağustosun birinci günü Talât ve Halil
Beylerle Enver Paşa, Alman sefirini gördüler ve Bulgarlar yürümez ve Romenler hakkında
emniyet hâsıl olmazsa bizim için harbe girmek mümkün olmadığını söylediler. Çünkü
Almanlar her vakit «Harbe giriniz» diye teklif ediyorlardı. Esasen Almanlar hiçbir zaman
şu veya bu suretle tazyikten hâli kalmıyorlardı. Ayni günün akşamı sadrazam Sait Halim
Paşanın yalısında içtima ettik. Arkadaşlardan bazısı Bulgar sefirinin, hükümetinin efkârına
tamamen tercüman olmadığını söylediler. Bunun üzerine Bulgar hükümetinin başka suretle
düşünmekte olduğunu zannettiklerinden Talât ve Halil Beylerin Sofya'ya gitmelerine karar
verildi.
Ayni günlerde de Atina'daki sefirimizden bir telgraf gelmişti. Bu telgrafda, Yunanlılarla
aramızdaki meselelerin halli için bir murahhas gönderilecek olursa Mösyö Politis'in -ki o
zaman umuru siyasiye müdürü idi, şimdi Yunan hariciye nazırıdır- Bükreş'e gideceği ve
hattâ Talât Bey bizzat gidecek olursa Mösyö Đstrayt'ın da belki gelebileceği bildiriliyor ve
adaların idaresine dair bazı teklifler ileri sürülüyordu. Đşte bu teklif dairesinde, mümkün
olduğu takdirde Yunanistan hükümeti ile anlaşmak için her halde Bükreş'e gidilmesi ve
Bulgaristandja da Romenlerin bîtaraflığı sureti kafiyede temin edilmek şartiyle bir an evvel
hareketlerine gayret olunması ve bu esasat dairesinde bir muahede yapılması kararlaştı.
Bundan sonra Talât ve Halil Beyler, verilen karar mucibince, Sofya'ya gittiler ve
Bulgarlarla hiçbir taahhüdü muhtevi olmıyan bir itilâfnâme yaptılar.
Romenlerin kat'iyyen tahrirî bir şey vermiye yanaşmadıklarını ağustosun on birinci günü
aksamı haber aldık. Hattâ o zaman sadrâzam Sait Halim Paşa da bizim için harbin
fenalığına tamamen kani olduğunu ve Romenlerle anlaşmak istemediğini ve Rusyaya karşı
sureti kat'îyede ilânıharp etmiyeceğini söyledi.
ĐBRAHĐM HAKKI PAŞA�I� RAPORU
Klişesini arka sahifede gördüğümüz Đbrahim Hakkı Paşa, Đkinci Meşrutiyet devrimizin
en bedbaht ve talihsiz sadnâzamlarındandı: Kendisi Hukuk Fakültesinde ve Mülkiyede
Profesördü. Politikaya, ilim kürsüsünden gelmişti. Roma'da sefirimiz iken Đtalya,
Trablus - Garb'ı istilâya hazırlanmış, Hakkı Paşa bu hazırlığı tesbit edememiş,
sadnâzamlık gibi memleketin en büyük icraî makamına, yâni, bugünkü mukabili ile
Başbakanlığa gelince patlıyan Trablus-Garb harbi, muhalefeti sadrıâzamın şahsı
aleyhine ayaklandırmış, Hakkı Paşa istifa ederek yerine Said Paşa sadrıazam olmuş,
kendisi de Londra'ya sefir tâyin edilmişti. Hakkı Paşa bu vazifede, Birinci Dünya
Harbinin ilânına kadar kaldı...
Đbrahim Hakkı Paşanın, belki muvaffak bir Başvekil olmıyan şahsiyeti yanında, kıymetli
bir ilim adamı hüviyeti, Đngilterenin Osmanlı devleti üzerindeki siyasetine ait
raporlarında göze çarpar.. Hakkı Paşa, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kuruluşundan haberdar
değildi. Teşkilât-ı Mahsusa'nın Đngiltere'nin sömürge imparatorluğunda yaşıyan yüz
milyonlarca Müslüman üzerinde giriştiği «Ittihad-ı islâm» propagandasının tesiri, kısa
zamanda Đngiltere Hariciyesini ciddî şekilde meşgul eden başlıca «dış mesele» olmuştu.
Garib bir ruh haleti içinde idik: Böylecesine devletin temel politikalarından birisini
teşkil edegelen faaliyet üzerinde, bir yıl önce sadrıazam olan Londra sefirinin haberi
yoktu!
Fakat Đbrahim Hakkı Paşanın Teşkilât-ı Mahsusa'nın faaliyeti üzerinde, Hariciyeye
gönderdiği «resmî rapor» un dışında, o tarihte Dahiliye �azırı olan Talât Paşaya yazdığı
hususî bir mektub vardır ki, dikkate değer... Talât Paşa, bu mektubu Eşref Beye okumuş,
kendisini tanıyanları bağlıyan o babacan tavrıyla demişti ki:
«— Sizin bu işleri bazı nazırlar bilmez, sefirler bilmez, devlet teşkilâtı bilmez, hattâ
fırkanın merkez-i umumîsi bilmez. Amma Đngilizler bilhassa Hindistan'da giriştiğiniz
faaliyetten fena halde kuşkulanmışlar. Şu sırada ittifak müzakereleri, istikraz
konuşmaları oluyor. Biraz gevşek tutsanız da şu işleri iyi kötü bir neticelendirsek...»
Eşref Bey aksi kanaatte olduğunu söylemişti:
«— Bu istikraz işinin de, ittifak işinin de istediğimiz gibi neticelenmesi için, Đngilterenin
icabında huzurunu kaçıracağımıza inanması lâzım... Bir vehim bile olsa, eğer
Londradaki patronlar, dünyanın dört bucağına yayılmış milyonlarca köle'lerinin bizim,
dürtmelerimizle kendilerine baş kaldıracaklarım bilseler, bizim de kolaylıkla
sığabileceğimiz koltuklarının bir ucuna ilişmemize göz yumarlar.. Ah, keşke onlara
böyle bir korku aşılıyabilsek!..»
Sonra, dünyanın dört tarafında, girişilen propaganda faaliyeti ve hazırlıklar üzerinde
Talât Paşaya izahat vermişti. Paşa bunları dikkatle dinledikten sonra içini çekmiş:
«— Bizim kurtuluşumuz zaten mucizeye kaldı. Sen de bir mucize peşindesin. �e
diyeyim, Allah ya seninkilerden, ya bizimkilerden birisini ihsan buyursun, âmin...»
demişti.
Doğrusu da bu idi: Đmparatorluğumuzun kurtuluşu, gerçekten bir MUCĐZE bekliyordu.
Bu MUCĐZE, ancak Türk Millî Mücadelesiyle tahakkuk edecek, fakat ne yazık ve ne
kadar yazık ki, bu tarihî şahlanış da —işte bugünkü hâlimiz meydanda...— yarım ve
aksak kalacaktı...
Ağustosun yirminci günü Talât Bey Bükreş'ten avdet etti ve Romenlerin harbe yürümeğe
kat'iyyen niyetleri olmadığını ve Bulgarların talep edilen bîtaraflığı teminatını
vermediklerini ve bir ittifak yapmak bittabi gayri mümkün olduğunu beyan etti. Yunanlılar
da Sırplarla müttefik olduklarından Bulgarlar Sırbistan aleyhine yürüyecek olursa,
kendilerinin de Bulgarlara karşı harekete mecbur olacaklarını söylemişlerdi.
Bu suretle takip olunan Balkan siyaseti iflâs etmişti ve bir iki gün sonra da Bükreş'te
kalmış olan Halil Beye avdet emri verildi.
Almanlar gene her şeye rağmen harekete gelmemiz için ısrar ediyorlardı. Ve ben buna
karşı kendi hesabıma bütün kuvvetimle mukabil tazyiki yapıyordum.»
�AZIRLAR HARBĐ� ĐLÂ�I�I �ASIL ÖĞRE�DĐLER?
Mebusan Meclisi Tahkikat heyeti önünde, eski maliye nazırı Cavid Bey, kabinede, harb
aleyhtarı nazırların olduğunu, fakat buna mukabil bilhassa bazı askerî şeflerin Almanya ile
birlikte derhal harbe girmezsek, sulh masasında kayıplara uğrıyacağımıza inandıklarını,
Đstanbul'un Rusyaya terkedilmesinin, bütün vatanseverleri heyecan ve asabiyete
sürüklediğini ve Alman ittifakı esasının bu hakikate dayandığını, fakat bu arada Đngiltere
ve Fransa ile müzakerelerin devam ettiğini, kapitülâsyonların şartsız ilgasının ancak
Almanya tarafından benimsendiğini, Đngilterenin Osmanlı ülkesinin tamamiyetini teahhüd
eden teklifinin Rusya tarafından «tahriren» tekrarlanmasına muvafakat edilmemesinin,
harbi isteyenlere büyük bir «koz» ve «imkân» verdiğini izah etti. Harbin ilânını nasıl
öğrendiklerini de şöyle anlattı:
«— Teşrinievvelin «ekimin» on altıncı perşembe günü de maliye müşaviri Đngiliz Sir
Kravfort nezarette sabahleyin beni gördü ve tarafımızdan Mısır hududuna tecavüz
edilmekte olduğu cihetle Đngiltere sefirinin bütün ingiliz tebaasına hazır olmaları için emir
vermiş olduğunu söyledi. Tabiî böyle bir şeyden hiç haberim yoktu. Bu hususta malûmat
almak için sadrazam paşayı ve Talât Beyi aradım, fakat bulamadım. Nihayet adliye
nezaretinde Đbrahim Beyi buldum.
Đbrahim Bey de, vâki olan sualime karşı, kendisinin bundan haberdar olmadığını ve fakat
daha mühim bir mesele için sadrazam paşayı görmekliğimin lâzım olduğunu söyledi.
Esasen ayni zamanda sadrazam paşa da beni davet etti. Bunun üzerine Bâb-ı âliye gittim,
sadrazam paşanın nezdinde Enver Paşa, Đbrahim Bey vardı. Sait Halim Paşa, Rus
donanmasının bizim donanmamızın manevralarını ihlâl ettiğine ve donanmamıza tecavüz
eylediğine ve bu sebeble harb başlamış olduğu la dair bir telgrafname okudu ve fikrimi
sordu, ben de bu işin böyle olacağını evvelce söylediğimden bu hususta ilâve edecek bir
fikrim olmadığını beyan ettim; biraz sonra Cemal Paşayla Talât Bey de geldiler; fakat
onlar benden evvel, Enver Paşa vasıtasiyle, vak'adan telefonla haberdar olmuşlardı
zannındayım. Sonra Odesa'nm bombardıman edildiğine dair gayri resmî bir telgraf okundu;
fakat bunun için aslı yoktur; dediler. Sadrazam Paşa cereyan eden ahvalden kendisinin
haberdar edilmediğini söyliyerek bu vak'anın önceden hazırlanmış olduğu zehabında
bulunduğunu anlatmak istedi veyahut bana öyle geldi. Çünkü «Ahvalden ben haberdar
edilmiyorum» dediği için «Bunlar biliniyordu da bana söylenmedi» mânası çıkarılabilir.
Kendisinin şimdiye kadar sürüklenmiş olduğundan ve fakat tefrika husule getirmemek için
her şeyi kabul ettiğinden, maamafih, badema, böyle yapmıyacağından, arzu ederlerse harp
taraftarlarının memleketin mukadderatını ellerine almalarından ve kendisinin
harbetmiyeceğinden bahseyledi. Bunun üzerine Enver Paşa da meseleden haberdar
olmadığını ve şimdiye kadar kendiliğinden bir şey yapmamış olduğunu söyledi. Gece
evime gelir gelmez, Fransa sefiri ya kendisinin gelmesi veyahut benim sefarethaneye
gitmekliğim için telefon etti. Bunun üzerine Fransa sefarethanesine gittim. Sefir,
Odesa'daki Đngiliz konsolosundan gelen bir telgrafnameyle Odesa'nın topa tutulduğundan
haberdar olduklarını ve henüz Rusya sefirine bu bapta talimat gelmemiş ise de bu talimatın
artık pasaportlarını talep etmekten ibaret olacağını söyledi ve kendilerinin harbetmemek
için her şeyi yaptıklarını ve fakat Almanların teşvikiyle bu akibeti aramış olduğumuzu
ilâve etti; ben de kendisine: «Sulhu korumaya çalışıyoruz» diye gene teminat verdim.
Ertesi günü gene bayramdı, elbette tahattur edersiniz; saray-ı hümayunda muayede resmi
vardı. Fakat Sait Halim Paşa iğbirarından dolayı muayede resmine gelmemişti.
O gün sarayda Nafia Nazırı Mahmut Paşanın talebi üzerine, sadrazam Sait Halim Paşanın
yalısında öğleden sonra içtimaa karar verildiği cihetle, Sait Halim Paşanın yalısına gittim
ve o içtimada Maarif Nazırı Şükrü Beyden maada hepimiz hazır bulunuyorduk. Gerek
Mahmut Paşa, gerek Süleyman Elbüstanî ve Öskan Efendiler, gerek ben harbin kat'iyyen
aleyhinde olduğumuzu ve bu harbe iştirak etmek istemediğimizi söyledik. Fakat vâki olan
tecavüzün Ruslar tarafından yapıldığına ve bizim harp istemediğimize dair bir nota
yazılmasına karar verdiler. Bunun üzerine ben kendilerine, bu yapacağımız şeyin kâfi
olmadığını söyledim. Ve: Eğer sulh istiyorsanız bunun «Radikal» olma şartı vardı.
«Ya o, veya harp...» dedim. Biz, sadrazam paşanın yalısında iken Rusya sefiri
pasaportlarını istemiye gelmişti. Benim şartım, burada bulunan Alman kara ve deniz ıslâh
heyetlerinin ve Alman mürettebat ve zabitlerinin gitmesiydi. Sait Halim Paşanın yalısında
Rusya sefiri ile birkaç dakika görüştüm. Sefir, neticeden pek meyus idi ve harbi artık
kaçınılmaz gördüğünü söyledi; ben de kendisine şimdiye kadar çalıştığım gibi tekrar
bîtaraflıkta devam için çalışacağımı ve son kuvvetim bitince istifa edeceğimi söyledim.
Gene pasaportlarını almak üzere gelmiş olan Đngiliz sefiri de müteessir görünüyordu.
Đngiliz sefiri ekimin on altıncı günü, yani vak'anın daha duyulmadığı günde, sadrazam
paşayı görmiye gelmiş ve sadrazam paşanın hal ve mevkie hâkim olmadığını ve kabinede
ihtilâf mevcut bulunduğu herkesçe malûm olduğunu ve eğer harbiye nazırı Mısır aleyhine
sevkiyat yapmıya kalkacak olursa kendisine bunu men'e muktedir olamıyacağmı söylemiş.
Sadrazam Paşa da buna cevaben: «Askerî fırka, hükümetin muvafakati olmadan bir şey
yapamaz!» demiş. Bunun üzerine Đngiliz sefiri sözlerine devam etmiş ve o halde Alman
askerî heyetinin gönderilerek hükümetin kuvvetini göstermesi icap ettiğini, yoksa mutlaka
zuhur edecek bir hâdise üzerine pasaportlarını istemiye mecbur olacağını söylemiş.
Ben o gün, sadrazam paşanın yalısında aktedilen resmî içtimadan sonra Sait Halim Paşa ile
görüştüm ve kendisine evvel ve âhır söylemiş olduğum veçhile harbe taraftar
olmadığımdan dolayı kendileri sadarette kalacak olsalar bile kabineden çekileceğimi tekrar
ettim.
Bu esnada orada hazır bulunan Đbrahim Bey dahi kendisinin de harp aleyhtarı olduğunu
söylemekten geri durmadı.
O akşam tekrar sadrazam paşanın yalısında içtima edileceğini Talât Bey bana haber verdi.
Ben de kendisine artık bu içtimalardan hiçbir fayda beklemediğimi ve beni kendi
fikirlerine getirmek ne kadar gayri mümkünse onların da benim fikrimi kabulleri o kadar
imkânsız olduğunu ve tecavüzün Ruslar tarafından vâki olduğu bence bir yalandan başka
bir şey olmadığını söyledim. Maamafih ısrarı üzerine tekrar o gece sadrazam paşanın
yalısına gittim. Bu içtimada şeyhülislâm efendiyle nafia, posta ve telgraf, ticaret ve ziraat
nazırları hazır değildi.
Sadrazam Paşa içtimain mukaddemesinde gayet iyi tarzda konuştu, kendisinin harp
taraftarı olmadığını ve bunu ötedenberi söylediğini, devletin siyasetini istediği gibi idare
edemediğini, gemilerin Karadenize çıkmasına şiddetle muhalifken amiralin namusu
üzerine ve Alman sefirinin de, eğer amiral, Karadenize çıkmasına şiddetle muhalifken
amiralin Đstanbulda iki gün bile kalmıyacağına dair verdiği söz üzerine, buna muvafakat
ettiğini ve nihayet bu vak'a karşısında kaldığımızı ve fakat ne Mısırda, ne de Kafkasyada
gözü olmadığını ve esasen bizim bunları idareye ehil olmadığımızı söyledi ve hattâ
muahedeyi bu maksatla aktetmemiş olduğundan ve Almanların bile bizim bu kadar yakın
bir zamanda harbe gireceğimizi beklemediklerinden bahsetti. Ben de muahedenamenin
imza ve aktinden beri yaptıkları teşebbüsatın aleyhinde olduğumu ve daima hükümette
kalmakla yalnız başıma men edemiyeceğime emin olduğum harbi hiç olmazsa tehir etmek
maksat ve siyasetini takip eylediğimi ve hattâ buna da kısmen muvaffak olduğum
kanaatinde bulunduğumu bugün harbi menetmek için Almanya iîe aktedilen muahedeyi
yırtmak lâzım geliyorsa bunda zerre kadar tereddüt etmiyeceğimi ve memleketin
menfaatini yalnız bunda gördüğümü, bunun aksine karar verirlerse istifa edip çekileceğimi
tekrar ettim ve müttefiklerine muahedelerle bağlı olan Almanya ve Đtalyanın hâlâ harbe
girmemiş olduklarını ve evvelce elimizdeki muahedenamenin bizi harbe sürükliyeceğini
ben söylerken bazılarımızın bu muahedeyle harbe girmiye mecbur olmadığımız fikrini
dermeyan etmiş olduklarını ve şimdi ise bunun aksi bir fikri kabul etmelerine hayret
ettiğimi uzun uzadıya söyledim.
Bundan sonra ekimin yirminci günü Bâbıâlide meclis toplandı. Ben o gün rahatsızlığımı
vesile ederek meclisi vükelâya gitmedim; işte o gün Mahmut Paşayla Oskan ve Süleyman
Elbüstanî Efendiler istifalarını verdiler. O akşam bazı arkadaşlarım evime gelerek istifa
etmekten sarfınazar etmekliğimi rica ettiler. Ben de kendilerine cevaben üç aydanberi
yapılan şeylerin hiç birinde iştirakim olmadığını ve içtihadımın müdafaa edileceği böyle
bir vak'a bir kabinenin değil, bir milletin hayatında, kırk - elli senede bir kere tesadüf
edilebileceğini ve binaenaleyh benden içtihadımı feda etmek gibi bir fedakârlık talep
edilemiyeceğini ve bu teşebbüsü kim vücuda getirmiş ve körüklemişse onların islere
devam etmelerini söyledim ve her türlü menafii harpsiz temin ve tedarik etmek imkânı
mevcutken bunun yok edildiğini ve binaenaleyh mağlûp olursak perişan, galip gelirsek
Almanyanın esiri olacağımızı ve ben böyle bir kanaatte bulunuyorkeıı artık benden kabine
dahilinde müzaheret istemenin büyük bir haksızlık olduğunu ilâveten beyan eyledim.
Bunun üzerine arkadaşlar sadrazam paşanın da benim fikrimde olduğu halde kendini ikna
etmiş olduklarından bahsettikleri cihetle ben de: «O da sadrazam paşanın bileceği iştir»
dedim.
Đki gün zarfında birçok müracaatlar vukubuldu, hepsini reddettim. En nihayet Talât Bey
tarafından vukubulan bir müracaat üzerine de benim için kat'iyyen başka bir şey yapmak
imkânı mevcut olmadığı cihetle istifamın ilâa edilmesini rica ettim.
Đşte harbin sureti zuhuru ve tarzı cereyanı hakkında benim bildiklerim bunlardan ibarettir.
Ben üç av zarfında memleketi haroten kurtarmak, vahut harbi tehir eylemek için vicdanım
ne emretti ise onu yaptım; fakat nihavet bir gün geldi ki benim için artık bir şey yapmak
imkânı yoktu. Kabineden çekilmekten başka...»
ĐKĐ SE�E SO�RA DEĞĐŞE� KA�AAT:
Cavit Beyin, Harb Mes'ullerini divan-ı âliye sevk etmek için tahkikat yapan Meclis-i
Mebusan Encümeni önündeki bu izahlarından iki sene sonra hazırladığı ve 1947de,
TANĐN gazetesinde neşredilen hâtıraları arasında büyük tezad vardır: 1918 de, harbe
sebebsiz ve vakitsiz girdiğimizi söyliyen Cavid Bey, 1920 de, Bolşeviklerin Çar devrine ait
neşrettikleri resmî vesikaların ortaya koyduğu kesin gerçeğe dayanarak der ki:
«— Harbin dışında kalmanın irademiz dışında ve üstünde bir hâdise olduğunu o zaman
bilmemize imkân yoktu. Harbin, Osmanlı devleti için gayri kaabili içtinab mukadderat
tezahürü olmasından sonra hatıra gelebilecek tek şey, muharebeye ne zaman başlanılmış
olması keyfiyetidir. Bunun da geçecek zamanın lehimize olduğunu isbat edecek yeni bir
vesikaya sahib değiliz. Kısacası diyeceğim şu ki, milletlerin de ferdlerin hayatında olduğu
gibi, mantık ve tedbir ile değişmiyecek kaderleri vardır.»
Nitekim Cavid Bey, 1920 de kaydettiği bu hakikati, dört sene sonra, Ankara Đstiklâl
Mahkemesinin kararıyla, idam sehpasına götürülürken, şahsî hayatında da hazin ve son
isbat olarak teyit etti... O gün bugün, neşredilen bütün milletler arası vesikalar ve resmî
metinler, Osmanlı Đmparatorluğunun harbin dışında kalabilmesi iradesinin kudreti dışında
olduğunu gösteriyor. Aynı kaynaklar, zayıf ve hazırlıksız, bilhassa mirası üzerinde büyük
hırsların ayaklandığı bu devletin aranılan ve özlenilen bir müttefik olmadığını da isbat
etmektedir. Jön-Türkler, ilk günlerde Đngiltere ve Fransanın ittifakını aramışlardır. Eşref
Bey hatıratında, Hicaz isyanına tekaddüm eden günlerden birinde, Cemal Paşanın
kendisine şunları söylediğini kaydeder:
«— Fransız donanmasının manevralarında bulunmak üzere 1914 başında yaptığım
seyahatin asıl gayesi, Fransa ve dolayısiyle Đngiltere ile bir ittifakın imkânlarını
araştırmaktı. Bu maksatla her çâreye başvurdum. Paris makamları, evvelâ çok çekingen
davrandılar. Daha sonra şartlarımızı öğrenmek istediler. Bu şartlar, asla kabul
pdilemiyecek gibi değildi. Ümitle ve sabırla bekledim. Paris muhiti beni, samimî bir
Fransız dostu addediyordu. Hakikaten de öyle idim. Fakat, Rusyanın Boğazlar ve Đstanbul
üzerinde ısrar etmesi, Almanya'ya karşı da Rusyanın Đngiltere ve Fransa için ihmâl edilmez
müttefik olması, bizi kendi hâlimize bıraktı. Harbe hazırlıksız ve dahilî ve haricî
vaziyetimizin ıslaha muhtaç olduğunu biliyorlardı. Biz Đtilâf Devletleri için ağır bir yüktük.
Belki hakikat de öyle idi amma, emrivakiler karşısında memleketimizi müdafaa yolunda
dertlerimize az çok çaresâz olacak bir müttefik arayıp bulacaktık. Nitekim öyle oldu.»
TEŞKĐLÂTI MAHSUSA�I� GĐZLĐ - AÇIK MÜCADELELERĐ:
Harb içine -sebeblerin tahlili ayrı bir mevzu...- sürüklenmemizden sonra Teşkilât-ı
Mahsusa, muharebenin zaferle bitmesi için gizli - açık büyük bir mücadeleye giriyor.
Teşkilât, yine Başkumandanın şahsına bağlı olarak çalışmaktadır.
Memleketin tanınmış fikir adamları da artık, Teşkilâtın safındadırlar: Bu safa, yurt dışında
kalmış fakat hürriyet ve istiklâllerini Osmanlı devletinin zaferine bağlamış ülkelerin
şahsiyetleri de iltihak ediyorlar. Alman Hariciyesinin üzerinde ısrarla durduğu Đttihad-ı
Đslâm hareketini, Teşkilât-ı Mahsusa idare etmektedir. Ünlü Müslüman şahsiyeti Şeyh
Salih Şerif Tunusî ile Đstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif, Almanyaya gitmişler, Đngiliz ve
Fransız ordusunda dövüşen Müslüman askerleri uyarmıya çalışmışlardı. Alman uçaklarının
düşman safına attıkları ihtilâl beyannameleri, bu askerler içinde Đttihad-ı Đslâm hareketine
katılmış olanlar vasıtasiyle yapılan propagandalar, hattâ ilk defa bu münasebetle mevzi
tutmuş ordular arasında kudretli megafonlarla okunan beyannameler, Almanya ve
müttefiklerinin eline geçen Afrika ve Akdeniz kıyısı Müslüman ülkelerinde hiç de
küçümsenmiyecek tesirler yaratmıştı. Meşhur Lavrens hatıratında bu propagandanın
ehemmiyetini ve ruhî tesirlerini Alman makamları kadar Osmanlı makamlarının kavramış
olmaları halinde, Hicaz ve Necid'de Hilâfet makamına karşı isyanların ve Osmanlı
Ordusunu arkadan vuran ihanet hareketlerinin asla mümkün olamıyacağını kaydeder.
Bu arada, Đngiliz - Fransız gizli istihbarat teşkilâtı da elbet de boş durmuyordu. Bilhassa,
Arab Yarım Adasına altun akıyordu. Fransa ve Đngiltere, Arabistanı tam bir vuzuh ile, iki
ayrı nüfuz mmtakasına ayırmışlardı: Đngilizler, Mekke Şerifi Hüseyin Paşa ile senelerdir
gizli temas halinde idiler. Sultan Ha-mid'in, yirmi sene âyân âzalığı vererek büyük bir
dirayetle Đstanbulda tuttuğu ve aralarındaki aile ihtilâflarından meharetle istifade ederek
birleşmelerine mâni olduğu Haşimîler, Đkinci Meşrutiyetin getirdiği şeklî haklardan
faydalanarak, ayrılış emellerini gerçekleştirecek ciddî hazırlıklara başlamışlardı. Suriye ve
Lübnan eşrafı ve münevverleri, Fransız kültür müesseselerinin tesirinde olarak, Parise
ümid bağlamış durumda idiler. Hazırlıklar, Birinci Dünya Harbinin arifesinde, hükümet
için de meçhul değildi. Eşref Bey hatıratında diyor ki:
«— Arabların gizli emelleriyle mücadele edebilmek, Osmanlı Đmparatorluğu içindeki bir
başka gayri müslim ırkın vahdeti bozucu faaliyetiyle mücadeleye hic benzemezdi.
Mebusan ve Âvan Meclisinde, Arab iftirak hareketine taraftar olduğu bizce malûm olan ve
nezaretlerde de en mühim mevkileri işgal eden sahsivetler mevcuttu. Ordunun içinde de
vaziyet avnı idi. Bu sebeple, bir ihanet hareketinin mevcudiyetini sarahatle isbat edecek
kat'î ve her türlü şüpheyi reddedecek vesikalara ihtiyaç vardı. Đşin en hazin tarafı da,
Dördüncü Ordu Kumandanı ve Suriye Umumî Valisi olan Cemal Paşanın, Mekke Şerifi
Hüseyin Paşa ile oğullarından aldığı sadakat teminat ve yeminini kâfi görmesi idi. Halbuki,
bilhassa Şam Fransız konsolosluğunda hazırlanmakta olan ihaneti açıkça ortaya koyacak
vesikaların mevcut olduğunu daha harbin başlamasından evvel biliyorduk. Fransa ile
münasebetlerimizin kesilmesinden ve bu vesikaların milletlerarası hukuk kaidelerine göre,
emniyet ve huzur içinde memleketimizden götürülmesinden önce, cüretkârâne bir hareketle
elde edilmesi ve devlet arşivine intikal etmesi gerekiyordu. Nitekim, tafsilâtını ve rol
oynamış şahıslarını bugün de ifşada fayda görmediğim bir plânla, fakat mutlak
muvaffakiyetle tatbik edilen bir plânla, bütün bu ihanet vesikalarını ele geçirdik. Ki,
bunlar, devletin varlığına karşı fiilî isyan başladığı zaman emniyet ve adalet makamlarının
dayandığı mesnedler oldu.»
EŞREF BEY SĐ�A YARIMADASI�DA:
Teşkilât-ı Mahsusa reisi Eşref Bey, 1914 senesi haziranında, Türk Ana Vatanı Orta-
Asya'da Ruslar aleyhine ihtilâl çıkarmak ve Türk Birliği için teşkilât yapmak gayesiyle,
kardeşi Selim Sami'nin reisliğindeki meşhur BEŞ TURKLER'i Hindistana kadar ilettikten
sonra Đngilizlerin devamlı ve ısrarlı takiplerinden, evvelâ Maskat Đmamı Đbn-i Türkî'nin
yanına giderek bir müddet saklanıyor ve daha sonra, Mekke Şerifi Hüseyin'in tertib
ettirdiği bir çok suikasdlardan kurtularak Cidde'den Râbû'ya geliyor. Oranın Şeyhül-
meşâyih'i Hüseyin ibn-i Beyrîk, Eşref Beyin 1903 -1907 yıllarında Abdülhamid idaresine
karşı isyanında, kendisiyle dostluk yaptığı kadîm ahbabıdır. Şeyhül-Meşâyih'in himmeti ile
yolunu çevirmiş Şerif Hüseyin'in kuvvetlerinden sıyrılarak Medineye geliyor. Enver
Paşanın, Beş Türkler hareketinin fikriyatçısı olarak akibetlerini ne kadar merakla takib
ettiğini bildiğinden, neticeleri Başkumandana anlatıyor. Bu tarihte Osmanlı devleti harbin
içindedir ve en büyük mücadelelerin Arab Yarım Adasında cereyan edeceğinde de, askerî
müşahitler müttefiktirler. Başkumandan Enver Paşa, bütün Arab diyarını çok yakından
bilen ve 1908 Đkinci Meşrutiyetini temin eden ayaklanmaları burada temsil etmiş olan
Teşkilât-ı Mahsusa reisinden, son vaziyeti tetkik ederek Đstanbula gelmesini ve «— Çok
mühim ve hayatî kararların arifesinde olduğumuzu...» bildiriyor. Devletimiz, fiilen silâhlı
bîtaraflığını ilân etmiş olmasına rağmen, resmen harbin içinde değildir ve Istanbulda kesif
bir siyasî faaliyet vardır. Artık, vatanın mukadderatını elinde tutan günlerin yaklaştığını
görebilenler, ellerinden gelen hazırlığı yapmanın memleket endişesi içindedirler.
«MÜHÜRCÜ» RĐZELĐ HASA� HĐLMĐ EFE�DĐ!
Teşkilât-ı Mahsusa'nın her sahada kendi «adam» ları vardı. Bunlardan birisi de,
klişesini karşı sahifede gördüğümüz Rizeli Hasan Hilmi Efendi idi. Bu zat «mühürcü»
idi. Ressam ve sanatkârdı. Mükemmel hat-tat'tı. Döküm işlerinde de mahirdi. Teşkilât-ı
Mahsusa, muhtelif îslâm ve Ecnebi lisanlarındaki mühür, afiş, beyanname, risalelerini
bu zata yazdırır, aynı zamanda Litografya mütehassısı olan Hasan Hilmi Efendi bunları
«LĐTO» yâni taş basması makineleri için hazırlar, Askerî matbaa tarafından Teşkilât-ı
Mahsusa emrine tahsis edilen lito makinelerinde basılırdı.
Teşkilât-ı Mahsusa'nın, Đttihad-ı Đslâm ve Pan-Türkizm (yâni bugünkü yanlış ve haksız
ifadesi ile Turancılık) hareketleri için hazırlattığı propaganda, telkin, afiş ve
broşürlerinin bir kısmı da Almanya'da basılmıştı. Hasan Hilmi Efendi, yaşının
ileriligine rağmen, Almanya'ya gitmiş, Stutgard'da basılmasına nezaret etmişti. Hasan
Hilmi Efendinin hazırladığı hamasî tablolar Feld Mareşal Hindenburg'un dikkatini
çekmiş, bunları hazırlıyamn Almanya'da olduğunu öğrenince kendisini görmek
istemişti. Almanyanın ünlü Mareşali, Hasan Hilmi Efendiye çok iltifat etmiş,
kendisinden bir arzusu olup olmadığını sormuştu. Hasan Hilmi Efendinin babası 1827 -
1828 Türk -Rus harbinde, ağabeyisi de 1876 -1877 Türk - Rus harbinde şehid
olmuşlardı. Mareşal Hindenburg da, sanatkârın Kafkasya için hazırladığı ve temsilî bir
resmin altındaki: Kafkasya dağlarında çiçekler açar, Altın gümüş olmuş sırmalar saçar.
Bozulmuş Moskoflar yel gibi kaçar, Kader böyle imiş heybetli ana, Canım feda olsun
öksüz vatana... mısralarını kudretle tanzir eden çizgileri dikkatini çektiği için kendisiyle
tanışmak arzusunu izhar etmişti. Alman Başkumandanının bir arzusu olup olmadığı
sualine, Hasan Hilmi Efendi:
«— Moskof esareti altındaki ırkdaş ve dindaşlarımın elbirliğiyle kurtarılmasını isterim.
Dünyada başka bir emelim yoktur...» cevabını vermişti. Mareşal Hindenburg, daha
sonra, Mazorya bataklıklarında ve Tanenberg'de milyonluk Rus ordularını imha ve esir
ederek, Hasan Hilmi Efendinin bu arzusunu kendi adına gerçekleştirmişti amma, ne
yazık ki, kader bize gülmemişti.
Hasan Hilmi Efendi, daha sonra, Maveray-ı Kafkas ordumuzun Đran'ı aşarak Ana-
Vatana girmek istiyen kıtalarında bulunmuş, Teşkilât-ı Mahsusa da, Afgan hükümetinin
talebi üzerine kendisini Kabil'e göndermiş, Hasan Hilmi Efendi Habib-ullah Han'ın
emirliğinde, Afganistan pullarıyla gümüş paralarını imâl etmiş, Kabil'de damga
matbaasını ve darphaneyi kurmuş, sonra vatana dönmüştü. Klişede Hasan Hilmi
Efendi'yi Afganistan için yaptığı pullar, altın ve gümüş paraların fotoğrafları arasında
görüyoruz.
Teşkilât-ı Mahsusa, her sahada Türklüğü takdim ve temsil edebilecek bütün kuvvetleri
ve şahsiyetleri çatısı altına toplama bahsinde gerçekten değerli bir «millî ocak»tı..
Şimdi Eşref Beyi dinliyelim:
«— Bütün Hicaz ve Suriye kaynaşıyordu. Đkinci Meşrutiyetin ilânından çok evvel başlamış
olan Arab iftirak hareketi, Đkinci Meşrutiyetle beraber şeklen giren hürriyet ve siyasî
hakların menfi gayeler için kullanılmasından doğan muzır ve nankör teşviklerle,
mevcudiyeti zaten sarsıntı geçiren devletimiz için felâket olabilme ihtimalini karşımıza
çıkarmıştı. Fransız ve Đngiliz, hattâ Rus propagandasının alıp yürüdüğü, Đtalyanların bile
Trablus-Garb'ı ellerine geçirmelerinden sonra Mısır'a nüfus teksif ederek istikbâle ait
projelerin gerçekleşmesi peşinde olduğu bu karmakarışık diyarda, en zayıf ve çaresiz
vaziyettel olan da, bu toprakların güya hâkimi olan bizlerdik.
Daha o günden Şerif Hüseyin ve evlâtlarının isyana hazırlandıklarına kani idim. Bu
maksadını muhatabından saklamakta mahir, harîs, menfaat ve paradan, şöhret ve ikbâlden
başka hiç bir şey düşünmiyen ikiyüzlü insan, birçok hâdiselerde gizli maksadının farkında
olmamın şahsıma karşı onda yarattığı kin ve hınç ile beni adım adım takib ettiriyordu.
Şerafet Fermanlarının ve kendisine tevcih edilmiş imtiyazların hakkı olarak, dilediklerini
tevkif ettirmek ve çöl kanunlarına göre ortadan yokettirmek, onun için basit âsâyiş
vak'aları idi. Đngiliz altınları su gibi akıyordu. Mekke çevresine Şerif tarafından suçları
affedilmiş azılı katiller dolmuştu. Niyetim, Akabeye ve oradan Sina Yarım Adasına
geçmekti. Esaslı Đngiliz hazırlığı bu havalide idi. El Bili ve Đnn-i Rifâde'lerle Akabe
havalisinde temasa geçtim. Bu eski ve sâdık arkadaşlarımın yardımı ile tamamen tenha ve
güç aşılır bir yoldan Sina Yarım Adasına girdim. Sina'da daha çok Mısırlı olan kuvvetler,
Đngiliz zabitlerinin emrü kumandasında hazırlık yapmakta idiler. Kanal-havalisinde Đngiliz
kuvvetleri stratejik mevkileri tutmuşlardı. Sudan'dan devamlı olarak yeni kuvvetler
geliyordu. Đntellicens Servis'in mükemmel Arabça bilen, Đslâm adlı sahte Şeyhleri,
Bedeviler arasına yayılmışlar, bıkıp usanmadan propaganda yapıyorlardı. Mısır'ın kaderi,
Şimalî Suriyeye yakından bağlı idi. Mısır'ın fethi üzerine girişilecek bir Türk-Alman
hareketinin cereyan sahası üzerinde, Đngilizler devamlı şekilde ihtiyat tedbirleri alıyorlardı.
Eski dostların vefakâr alâkalariyle Sina mıntakasında sekiz gün tetkikler yaptım ve yine bir
Arab şeyhi kıyafetinde evvelâ Beyrut'a, oradan da bir Đtalyan vapuru ile Mersin'e geldim ve
derhal Đstanbula hareket ettim.
MÜTTEFĐKSĐZ KALMIŞTIK:
Đstanbula geldiğim ânda, Enver Paşayı Haydarpaşa sevkiyat amirliğinden telefonla aradım.
Başkumandan hemen, Kuruçeşmedeki sahilhanesine gelmemi söyledi. BEŞ TÜRKLER'le
olan maceralı seyahati alâka ile dinledi ve bana, başlarında kardeşim Selim Sami'nin
bulunduğu mücahitlerin sıhhatte olarak Doğu Türkeli'nin merkezi Kâşgar'da
bulunduklarını, Almanyanın Pekin sefaretinden Berlin'e gelen bir haberden anlaşıldığına
göre de, faaliyete geçtiklerinin öğrenildiğini müjdeledi. Ben de kendisine Arab Yarım
Adasındaki vaziyet üzerinde uzun izahlarda bulundum. Enver Paşa, önündeki bloknota not
alıyor, bilhassa Mısır'ın fethini temin edecek hareket üzerinde alâka ile duruyordu. Dedi ki:
«— Eşref... Fransız ve Đngilizlerle ittifak için yaptığımız bütün teşebbüsler maalesef
müsbet netice vermedi. Ruslara Boğazların ve Đstanbul'un Đngiltere ve Fransa tarafından
terkedildiği artık bizce malûm. Önümüzde bir tek müttefik kalıyor: Almanya. Birçok
arkadaşlar, Almanya ile ittifak akdetmemize mümanaat ediyorlar. Evet... Đngilterenin
denizlere hâkim olduğunu ve bizim gibi yarımada olan bir memleketin de denizlere hâkim
bir devlete karşı gayrimüsait donanma ile mücadelesinin ne kadar zor olduğunu bilmiyor
değilim. Fakat bilinmiyen bir şey var ki, o da Rusyanın Karadenizden, Đngiltere ve
Fransanın da Çanakkaleden anî olarak baskın şeklinde yapacakları taarruzun bizi tam gafil
avlıyarak Đstanbul ve Boğazların kaybına sebep olacağıdır. Elimizde ne silâh, ne
mühimmat, hazinede ne de para var. Silâhlı bîtaraflığımızın çok süreceğini
zannetmiyorum. Bizi kat'iyyen rahat ve kendi halimize bırakmıyacaklar. Hangi şekilde
olursa olsun harbe müdahale edersek Mısır üzerine yapacağımız muvaffakiyetli bir
hareket, bizi kendi safına alması için Đngiltere üzerinde en kuvvetli tazyik olabileceği gibi,
bizzarur, Almanya ile müttefik olarak harbe girersek bu sahada göstereceğimiz
muvaffakiyet de, müttefikimiz nezdinde itibarımızı artırır ve harbin neticesine müessir
olur. Bunun için de şimdiden hazırlık yapmalıyız. Fakat bunu, nasıl Balkan Harbini takib
eden o felâket günleri içinde gayr-i mes'ul olarak, yâni hükümetin resmî emirleri dışında
yaptıysak yine öyle yapacağız. Hatırlarsın ki bizim o hareketimiz ve mücadelemiz, hem
Edirneyi kazandırmış, hem de Garbî Trakya hükümetini kurmamızı mümkün kılmıştı. Ben,
zaman kazanmak için yaverim Mümtaz Beyle Sapancalı Hakkı ve Hüsrev Sami Beyleri
seni beklemek üzere Şam'a gönderdim. Yanlarında mühim miktarda para da var. Urban,
Bedeviler, Dürziler ve birbi rine hasım kabail arasında yapacağın ve hepsini gayemize
bağlı kuvvet haline getireceğin plânını istediğin gibi tatbik et. Sadece ve münhasıran
benimle muhabere edeceksin. Başkumandanlığın şifresini kullanırsın. Bu hazırlık ve
faaliyetimiz, tamamen mahrem kalacak. Süleyman Askerî'ye Đstanbulda yapılacak işlerini
havale ederek süratle, himmetini bekliyen bu çetin hizmetin başına dönebilirmisin?»
BĐRĐ�CĐ DÜ�YA HARBĐ�Đ� ĐLK OSMA�LI SĐLÂHI�I BĐZ PATLATTIK:
Enver Paşa'dan şahsen dinlediklerim, daha sonra ortaya atılan ve üzerinde hâlâ ısrar edilen
bazı şayiaların ne kadar mesnedsiz olduğunu da isbat eder: Başkumandanın, sırf şahsî
sebepler ve tercih dolayısiyle Almanlarla ittifakı emrivaki haline getirdiği doğru değildir.
Đngiltere ve Fransa ile ittifak akdetmek, yâni, onları Ruslara tâviz vermekten alıkoyarak
müstakil kalabilmek mümkün olamamıştır. Đngiltere ve Fransa, Alman kara kuvvetlerinin
kudretini bildiklerinden, dört milyonluk kara ordusunu rahatça çıkarabilecek Rusyayı kendi
saflarında görebilmek için Boğazları ve Đstanbul'u, Rus Çarına feda kat'î kararında idiler.
Böylelikle, bizim kendi müttefikleri olmamız ihtimali ortadan kalktığı gibi, silâhlı
tarafsızlığımız da gayrimümkün oluyordu: Çünkü, Rusyaya malzeme ve erzak şevki için,
en kısa ve emin yol, Boğazlardan geçiyordu. Boğazları da, Alman malzemesi olmadan
müdafaa etmemiz nasıl mümkündü? Hazinemiz bomboştu. Đngiltere, milletin parası ile
kurulmuş Donanma Cemiyetinin, halkın bağışı ile biriken altunlarını peşin aldığı Fatih,
Sultan Osman, Reşadiye dritnotlarına haksız yere el koymuştu. Bu şüpheli tavır,
Đngilterenin bizi müttefiki olarak göremiyeceğinin tipik delili idi. Ben fiilen Arabistanda,
Đngilterenin sırf bize karşı ve bizden başkasına mantıkan imkân olmıyan hazırlığını
gördükten sonra Londranın bu mevzuda çok kararlı olduğunu anlamıştım. Nitekim, şahsen
bana karşı emsalsiz bir nezaket gösteren Đngilizler de, Malta'da esaretim sırasında
sohbetlerde bu kanaatimi takviye etmişlerdi.
Ertesi günü, yine mütenekkiren hareket ederek Şam'a geldim. Yollar, kaçınılmaz bir
seferberliğin, havası içinde idi. Askeriyye umumî hayata el koymuştu. Bilhassa Suriye ve
Fiüstinde gergin bir hava vardı. Aleyhimize cereyanlar almış yürümüştü. Mısır'ı merkez
yapan Arab Đhtilâl Hareketi, açık kapı halindeki çölden, Đngiliz altunlanyla basılmış
milyonlarca çeşitli propaganda risalelerini, Suriye ve Filetinin en ücra köşelerine kadar
sokuyorlar, fikirleri zehirliyorlardı.
Çok eski ve samimî bir arkadaşım olan Başkumandanlık yaveri Mümtaz Beyi, El'ariş
hududu üzerinde, derliyebildiği 1500 kişilik bir Bedevi kuvvetiyle beni bekler buldum.
Hüsrev Sami ve Sapancalı Hakkı Beyler, Beyrut'ta ve Şam'da, Teşkilât-ı Mahsusa'nın
kadrolarına alınabilecek kimseleri tesbit ile meşgul idiler. Bu ihzari çalışmaları
süratlendirecek tedbirleri aldıktan sonra El ariş'e hareket ettiğim gün, bir kaza neticesinde
başımdan ağırca yaralandım. Fakat, harb fiilen patlamadan evvel, gayr-i mes'ul kuvvetler
olarak başaracağımız hizmetler olduğu için zaman kaybetmeden işe giriştik: Kanala doğru,
iki bini bulan kuvvetle yaptığımız taarruzda çok ümidli neticeler aldık, bir çok esir ele
geçirdik. Bunlardan aldığımız haberler, Đngilizlerin henüz Hindistan ve Sudan'dan takviye
kuvvetlerini kâfi derecede kıyılarla yerleştiremedikleri merkezinde idi. Hareketimiz,
Đngilizleri telâşa düşürdü. Henüz Harb ilân edilmediği, daha açık tâbirle harbe biz fiilen
müdahale etmediğimiz için Đstanbuldan ayrılmamış olan Đngiliz sefiri, Bab'ı Âliye şiddetli
bir ültimatom vermişti. Hariciyemiz Balkan Harbindeki taktiğini kullandı: Bunun gayr-i
mes'ul ve hükümeti ilzam etmesine maddeten imkân olmıvan asî şahıslar tarafından «iki
taraf beynindeki dostluğu ve meveddeti ihlâl, için yapıldığını..» bildirdi.
Mümtaz Beyin kuvvetlerini Mısır'ın El'ariş kasabası istikametinde bıraktım ve seçkin
çetecilerimden teşkil ettiğim grublarla Sina Yarımadasının Kal'atül -Nahl, Süveyş-Ayn-ı
Musa ve daha sonra da Tur-u Sina (meşhur Sina dağı) eteklerine kadar varan akınlarıma
başladım. Şimdi bir hakikati itiraf edeyim... Napolyon «— Harbde zaferin dörtte üçü, bir
cesur kararın ardı sıra gelir.» demiştir: Eğer biz de, o keşif taarruzları günlerimizde, daha
sonra taarruz ve müdafaa harblerine iştirak ettirdiğimiz kuvvetlerin yüzde yirmisini bile
bulmıyacak mütevazı kadro ile anî taarruza geçmiş olsaydık, emin olunuz, Mısır fethedilir,
harbin kaderi olmasa bile imparatorluğumuzun mukadderatı değişir, Đngilizler bize karşı
daha bambaşka bir siyaset takib eder, ve belki Mısır'ın hükümranlığı üzerindeki politika
müzakere ile harb içinde Rus taleblerine sed çekerler ve silâhlı tarafsızlığımız mümkün
olabilirdi. Fakat, Mısır'ın fethi harb plânımızın temel meselelerinden sayıldığı günlerde
Đngilizlerin Nil kıyılarında çekilmesi ve aşılması zor kuvvetleri birikmiş, her türlü tahkimat
yapılmıştı. Nitekim, Filistin'in elden çıkmasına ve bütün Arab Yarım Adasının kaybına
sebeb olan Allenbi taarruzlarının esas nüvesini, bu hazırlıklara zaman ve imkân bulmaları
teşkil etti.
Akınlarımızda, ilk Osmanlı silâhını biz patlatmıştık... Alman Harb gemileri Goben (ki,
meşhur Yavuz) ve Breslav (Midilli) nin limanlarımıza sığınmasıyla bir emrivaki olarak
harbe girmemizden iki ay kadar önce, Birinci Dünya Harbi içinde ilk patlıyan Osmanlı
silâhı bizzat kendi hükümetimizin ilânı ile, gayr-ı mes'-ul eşhasın keyfî hareketi olarak
tarihe geçti!...
ABBAS HĐLMĐ PAŞA - CEMAL PAŞA MÜCADELESĐ:
Şimdi, hiç bir yerde resmî ve hususî olarak tarihe intikâl ettirilmemiş ve iç sebebi hâlâ da
meçhul olan bir hâdiseyi burada açıklıyacağım. Bu hâdise aynı zamanda, o buhran
günlerinde şahsiyetler arasındaki çekişmeler ve makam kavgalarının da tipik
tezahürlerinden birisidir.
Hâdise şöyle olmuştur: El'ariş'e geldiğim zaman «— Eline vâsıl olmasına kadar takib
edecektir. Bir dakika tehiri mucib-i mes'uliyettir.» kaydını taşıyan Başkumandanlığın bir
telgrafını alıyorum. Telgrafın meali şudur: «— Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa, bugünden
itibaren Mısır fevkalâde kumandanı olarak vazife almıştır. Harekâtınızın Mısır ve civarı ile
alâkalı mevzularında ve yine mümasil siyasî faaliyetinizde müşarünileyh ile temasta
bulunmanız ehemmiyetle bildirilir.»
Başkumandanlığın bu emrini takib eden bir kaç saat içinde de «Mısır Fevkalâde
Kumandanı Abbas Hilmi» imzasını taşıyan ikinci bir telgraf geliyor:
«— El'ariş'te size iltihak etmek üzere mutemedlerimden yüzbaşı Fehmi ile Hafız Osman
Efendi, karargâhlık kadrosundan bir kısım ile yoldadırlar. Đnşallah yakında sizlerle elele
vererek aziz vatanımız Mısır kıt'asının istihlâsında beraber bulunacağız. Şahsiyetiniz, bu
mes'ut neticenin tahakkuku için en kuvvetli teminattır. Bu şerefli günün tahassürü içinde
bütün mücahid arkadaşlarınıza selâm ve muvaffakiyet temennilerimi delâletinizle ibkağ
ederim, efendim.
MISIR Fevkalâde Kumandanı
Abbas Hilmi
Bu telgrafı aldığımdan üç gün sonra yüzbaşı Fehmi Beyle Hafız Osman Efendi ve maiyeti
geldiler. Hidive ait büyük ve çok süslü, tezyinatı göz kamaştıran bir çadır getirdiler. Çöl'ün
basitliği ve derbederliği ile bu muhteşem çadır ne garib bir tezad teşkil ediyordu!...
Hidiv'den bir de hususî kaydiyle mektub aldım: Mısırlı doktorların, mühendislerin,
Avrupanın muhtelif merkezlerinde ve Đstanbulda okuyan Mısırlı gençlerin karargâha
yakında iltihak edecekleri bildiriliyordu. Nitekim iki gün sonra, Mısır karargâhını teşkil
edecek kadrodan ilk şahsiyetler gelmiye başladı. Ben, bu tedbiri çok tabiî telâkki edip,
Teşkilât-ı Mahsusanın asıl kendi faaliyeti ile meşgulken, Adana'dan, Cemal Paşadan şu
mealde bir telgraf gelmez mi?
«— Bahriye Nazırlığı vazifeme ilâveten, Dördüncü Ordu ve Mısır cephesi fevkalâde
kumandanlığı vazifesini de deruhte ederek geliyorum. Siyasî faaliyetinizin haricinde,
mmtakam dahilindeki askerî çalışmalarıma yardımcı olacak malûmatı ve kıymetli
muavenetinizi rica ederim. Bütün mücahid arkadaşlarınızla gözlerinizden öper,
muvaffakiyet temennilerimi ve muhabbetlerimi teyit ederim.»
Đş, cidden arap saçına dönmüştü: îstanbulda «bir şeyler» cerevan ettiğine hiç şüphe yoktu.
Simdi, Mısır cephesi fevkalâde kumandanı kimdi? Hidiv Abbas Hilmi Paşa mı, yoksa
Cemal Paşa mı? Faaliyetimizin sekte vermeden devamı için mühim olan bu sualin en
doğru cevabını verecek olan Başkumandandı. Enver Paşaya, hususî şifremizle bir telgraf
çektim ve vaziyetin izahını rica ettim. Sövle bir cevap geldi:
«— Bazı fevkalâde ahval dolayısiyle Hidiv Abbas Hilmi Paşa yerine Bahriye Nazırı Cemal
Paşa Dördüncü Ordu Kumandanlığına tayin edilmiştir. Müşarünileyhim mıntıkası
dahilinde Filistin - Sina cephesi de vardır. Siyasî faaliyetiniz haricinde, askerî ihtiyaç ve
mesainizi müşarünileyhle müştereken tesbit ve idadeniz rica olunur.»
Hidiv Abbas Hilmi Paşanın on beş gün kadar süren (nazarî) Mısır cephesi kumandanlığının
asıl sebebinin «siyasî» olduğunu daha sonra öğrendim. Fakat, o tarihte Sadrıâzam olan yine
Mısırlı Prens Said Halim Paşanın, Abbas Hilmi Paşa ile olan ve Mısır Hanedan âzası
arasında gizli açık ilk günden beri devam eden rekabet ve çekememezlikler dolayısiyle bir
hâdise çıkmaması için bu tâyin, münasib şekilde iptal edilmişti. Cemal Paşa -ki, iki Cemal
Paşa vardır: Birincisi Büyük Cemal Paşa olan Bahriye Nâzırı ve Dördüncü Ordu
Kumandanı Ahmed Cemal Paşa, diğeri «Küçük» veya Mersinli lâkabı ile anılan Cemal
Paşadır, mağrur, şekilperest, biraz da haşin ve aşırı sert bir kumandandı. Siyasî ve manevî
sahada hataları olduğu söylenebilir. Müfrit merkeziyetçi idi. Osmanlı devletinin o
karmakarışık unsurları içinde, vahdetin muhafaza edileceğine samimiyetle kani idi. Şam'a
gelmesini takib eden günler içinde, bir çok defa kendisine, Suriye, Hicaz, Necid, Filistin,
Lübnan, Yemen ve kısacası bütün Arab ülkelerinin kaynaşmakta olduğunu, Süveyş üzerine
yapılacak bir hareketin artık «Baskın» dan ileri gidemiyeceğini, çünkü Mısır'ın hemen
hemen her tarafına yerleştirilmiş mutemed ajanlarımızdan gelen haberlerin. Süveyş
kıyılarına Yeni Zelanda, Hindistan, Avustralya ve hattâ bizzat Đngiltereden taze ve mühim
kuvvetler sevkedildiğini, ağır cantaki Đngiliz harb gemilerinin Kartal'a yerleştirildiklerini
ve Mısır'da, bilhassa gençlik arasında ne kadar tesirli propaganda yapmış olsak da, Mısır'ın
tam manasıyla diktatörü haline gelmiş olan Sör Con Maksvel'in bir iç ayaklanma
ihtimaline karşı bütün tedbirleri almış bulunduğunu izah ettim.»
YOKSULLUKLAR ĐÇĐ�DE SÜVEYŞ'E TAARRUZ:
Eşref Bey hatıratına şöyle devam eder: «— Cemal Paşa ile aramızda daha ilk günde esaslı
fikir ayrılıkları belirmişti. Paşa, çöl'e hemen hemen ilk defa geliyordu. Çok kısa sürmüş
olan Bağdad valiliğinde tanıdığını zannettiği iklimin burası ile alâkası yoktu. Kum deryası
içinde yapılacak bir seferin başarısızlığı halinde, Đslâm âlemi içinde yaratacağı nevmîdiyi
kendisine anlattım, Teşkilât-ı Mahsusanın Mısır ve çevresinde telkin ettiği manevî
fikirlerin ve kurtuluş hareketlerinin uzun vadeli olduğunu, bir Türk bozgununun tevlid
edeceği zararın maddî olmaktan fazla, kudsîliğine inandırılmış fikirlerin iflâsı olabileceğini
söyledim. Cemal Paşa, bütün bu noktalarda benimle aynı düşündüğünü teyit etti, fakat
Süveyş üzerine bir inişin «şart» olduğunu, hattâ kendisinin bunun için geldiği cevabını
verdi. Bu cevabın tarih huzurundaki değerini ve nasıl bir mazeret olacağını münakaşa
edecek değilim. Söyliyeceğim şudur ki, Cemal Paşa, vazife gördüğü müddet içinde devlet
otoritesinin devamını zaferlerde aradı, bu zaferlerin de ancak tam bir disiplin hayatı içinde
temin edileceğine samimiyetine kani idi. Arab ayrılış hareketlerini bu, inancı dolâyısiyledir
ki, şiddetle bastırma yolunu tuttu. Müsamaha tanımadı. Halbuki bütün bu hava ve
mesnedlerin yaratılış ve olusu, bizden çok eski idi. Cizvit müesseseleri, Đngiliz
propagandası ve altınları, menfaatini her duygunun üzerinde tutmıya alışmış bu diyarda,
yapacağını zaten yapmıştı. Geriye, daha iyi hâtıralarla ayrılmak kalıyordu. Maalesef onu da
yapamadık.
BĐR MEKTUP VE BĐR HAKĐKAT
Mısır'ın «Đkinci Fethi» adını alan «Kanal Seferi» kimin eseri idi? Harbden sonraki
vesikalar ve tetkikler, iki ayrı mes'ul göstermektedir: Teşkilât-ı Mahsusa ve şahsen Eşref
Bey... Mareşal Falkenhayn ve şahsen Cemal Paşa...
Klişesi karşı sahifede olan ve Kudüs'teki ordu karargâhının bulunduğu Grand �ew
Hotel'den Cemal Paşanın Eşref Beye gönderdiği bir mektub, bu sualin cevabını,, tarihin
huzuruna en sarih şekilde ortaya koymaktadır. Cemal Paşanın el yazısı ile göndermiş
olduğu bu mektubu okuyalım:
«— Benim kahraman Eşrefim;
Raif Hüsnü Beyle (1) gönderdiğin mektubu aldım. �oksanlarımızın ikmali için vaktiyle
Şam'a yetişemediğime müteessif oktum. Duçar olduğunuzu beyan ettiğiniz bazı nahoş
muamelât canımı sıktı ise de her halde böyle şeylere aldırış etmemenizi ve elde
edeceğimiz azîm muvaffakiyetin vâadettiği hazz-ı nâ mütenahi-i vicdanî karşısında her
türlü muamelâtın hoş görülmesi lâzım gelecegini unutmamanızı suret-i mahsusada rica
ederim. Maiyetinizde bulunan ve mavzer ve martini ile müsellâh yüz elli neferlik
kuvvetle kanal'a gayrı melhuz ve zayıf noktalarından tecavüz etmek hakkındaki fikrinizi
tasvib ederim. Fakat bu babdaki umumî tecavüz emrini bilâhare vereceğim. �eşet Bey
kumandasında teşekkül etmiş olan yüz elli neferlik Trablus-Garb'li gönüllü
müfrezesinin kumandanız altına gönderilmesini emrettim. Bunlar da iltihak edince her
halde kendinizi...»
(1) Raif Hüsnü Bey, Teşkilât-ı Mahsusa'mn Hukuk Müşaviri idi. Eşref Beyin çok itimad
ettiği bir zattı. Eşref Bey, hatıratında bu değerli hukukçudan sitayişle bahseder.
Cemal Paşanm bu el yazılı mektubu şu cümlelerle devam ediyor:
«— ... Kanal'ı geçmek üzere taarruz-u ciddî icrasına tevessül ettikten sonra maiyetinizde
bulunanların kâffe-siyle beraber ya kamilen ölmek veyahut kanalın öte tarafına mutlaka
geçmek mecburiyetinde olduğunuzu maiyetinizdekilere güzelce anlatınız. Süngüleriniz
bir kerre ingiliz bağrına teveccüh etti mi, mutlaka geri çekilmemeli ve kanal mutlaka
geçilmelidir. Kanal'ı geçtikten sonra artık başka bir şeyle meşgul olmıyarak doğruca
Zekayik istikametinde yürüyeceksiniz. Bütün Mısır dahilinde dehşet saçmak, Mısırlıları
cebren Đngilizler aleyhine ayaklandırmak vazifeniz icabmdandır. Zekayik önündeki
büyük köprüyü tahrib ettik mi yolumuz açılır. Suret-i mahsusada gözlerini öperim
kahraman Eşrefim.
28 Kânunuevvel 330 (914)
Kudüsten: Dördüncü Ordu Kumandanı ve
Bahriye �azırı Ahmet Cemal
�eticeler malûm...
Eşref Bey, Teşkilât-ı Mahsusa'nın gönüllü kıt'alanyla, daha Đngilizler Đsmailiye ve
Kanal'ın tekmil çevresinde hazırlık yapmadan anî baskınla netice almak, teşebbüs
başarısızlığa uğrarsa neticeyi gayr-ı mes'ul kuvvetlerin; ferdî hareketi olarak hükümetin
benimsememesi fikrinde idi. Hâdiseler de isbat etti ve bilhassa, Kolonel Didiş ve Sör Con
Maksvel'in vesikalarından da anlaşılacağı üzere, Eşref Beyin plânını hazırladığı zaman,
Süveyş üzerinde Đngiltere'nin hiçbir hazırlığı yoktu. Mısır'da ise, Hukuk Fakültesinin
başında olduğu Cami-ül Ezher talebelerinin isyanları başlamış, halkın hoşnudsuzluğu
en ağır devreye erişmiş, Mısır Đstiklâl Partisi Lideri Saad Zâlul Paşanın verdiği
teminatla bilhassa aşağı Mısır'da halkın millî bir ihtilâle iştiraki ümidleri son mertebeye
yükseltilmişti. Đttihad-ı Đslâm fikrinin manevî mürevviçleri, Mısır efkârı üzerinde kesif
propagandaya da girişmişlerdi. Đngiliz makamlarının Kanal macerasından sonra
topladığı silâhlar, henüz halkın elinde idi.
Bu fırsatların hiçbirinden faydalanamadı ve Đngilizler, yekûnu tam teşekküllü dört
tümeni bulan takviye kuvvetlerini Kanal çevresine yerleştirdikten sonra Cemal Paşanın
kifayetsiz kuvvetlerle taarruzu başladı. Eşref Bey hatıratında şöyle der:
«— Bütün felâketimiz, ÇÖL denen ve kendisine mahsus hayat nizamı içinde olan âlemin
hususiyetlerini dikkate almıyarak, masa başında kararlar üzerinde ısrardan vukua
gelmiştir. Hattâ Şerif Hüseyin ve oğullarının isyanının da bizi gafil avlamasının hakikî
sebebi budur. ÇÖL, nizam ve plâna ait birçok hususları, kendi engin bünyesinde eriten
apayrı bir varlıktır. Đngilizlerin muvaffakiyetinin asıl sebebi de, bu âlemin içine
girebilme azmini ve basiretini yarım asır evvelinden göstererek «MĐSYO�ER» veya
«MÜSTEŞRĐK» adı altında, şeklen çoğu ismini ve dinini değiştirmiş ajanlarla çöl'ü
fiilen işgal etmiş olmalarıdır. �e yazık ki, bu topraklarda bizler, asırlarca hükümran
devlet olarak bulunmamıza rağmen, göremediğimiz gerçeklerin kurbanı olduk...»
Đskenderun körfezi, düşman donanmasının devamlı tazyiki ve ateşi altında idi. Bize
malzeme getirecek yegâne yol da buradan geçiyordu. Bağdad yolunun bazı bölümleri,
henüz tamamlanmamıştı. Đskenderun sahil yolunun düşman donanması tarafından tahrib
edilmesi, memleket içinden yapılan sevkiyatın geliş mahallerine göre ordu taksimatının
yapılmasına sebep oldu. Teşkilât-ı Mahsusa kuvvetlerinin iaşesini de sekizinci kolorduya
bağladık. Erzakımız deve sırtında on beş konak ileride olan Mâandan geliyor. Her deveye
ancak 250 kilo yük yükletiliyor. On beş günlük mesafe içinde getiren bunun üç kilosunu
kendisi yiyor. Dönüş için de o kadar lâzım... Kaputsuzluktan askerler gündüzleri kırkın
üstünde, geceleri sıfırın; altında olan hararet farkının, Bahr-i Âhmer (Kızıldeniz) in
rutubetli ve berbat havasının tesiriyle geceleri nemli çölde titreşirler, gündüzleri ter
dökerler... Su yok, sebze yok, iskorpit başlamış, kumların ağızdan ister istemez mideye
dolmasından sancılar almış yürümüş... Gelen çuvalları köşelerden kol yeri ve ortasından
kafa geçecek yerler açarak kaput yerine askere giydirmiye başladım. Yoksulluk
memleketin içinde olduğundan daha feci şartlar altında cephelerde idi. Tarihlerimizin
kısaca «Mısır'ın ikinci fethi teşebbüsü» diye adlandırdıkları hareket, işte bu menfi şartlar
içinde başladı.»
Đ�GĐLĐZ KAY�AKLARI�I� A�LATTIKLARI:
Eşref Beyin notlarında böyle menfi şartlar altında başladığı kaydedilen Süveyş'e iniş veya
«Mısır'ın ikinci fethi» Türk hareketi için, Đngiliz kaynakları, Birinci Dünya Harbinin bitimi
ile neşredilen «HARBĐN ĐNGĐLĐZ KAYNAKLARINA GÖRE ĐZAHI VE RESMÎ
VESĐKALAR» adlı eserin Mısır Seferleri bölümünde, o tarihte Osmanlı ülkesinde şiddetle
yürürlükte olan sansür dolayısiyle neşredilmemiş ve bizim için çok acı olan hakikatler
vardır. Đngilizler, Süveyş üzerine yapılacak bir askerî hareket için Teşkilât-ı Mahsusa'nın
yaptırdığı hazırlığı kat'iyyen farkedemediklerini itiraf ederek şöyle demektedirler:
BAZI SAYFALAR EKSĐK
MEHMED AKĐF, ŞEYH SALĐH ŞERĐF TU�USÎLERLE
HĐCAZ ve �ECĐD ÇÖLLERĐ�DE:
Benim verdiğim izahatın ortaya koyduğu acı gerçekleri, Başkumandan Enver Paşa kabul
etmiyor değil... Fakat, ah bu kör olası iktidarların izzet ve makam rekabetleri var ya, işte
Cemal Paşa ile aralarında ilk günden beri devam eden bu duygu ile, bana hak vermekle
beraber, Cemal Paşa, gaflet ve safdillik yolunda yine de serbest kalıyor... Enver Paşaya son
olarak şu teklifi yapıyorum:
«— Benim şahsî kanaatim, herşeyin daha kaybolmadığı merkezindedir. Şerif Hüseyin
Paşa, oğullarıyla beraber yakında isyan edecektir. Fırsat kollamaktadır. Bu ayaklanmanın
tarihini de, Đngiliz makamları tesbit edeceklerdir. Çünkü kendisi, Đngilterenin başlıyacağı
askerî harekâtın bir faslının muvaffakiyetle neticelenmesi vazifesiyle karşı karşıyadır.
Teşkilât-ı Mahsusanın dosyalarında, oğullarının harbin başlamasından çok evvel,
Mısır'daki Đngiliz selâhiyettar şahsiyetleriyle yaptıkları anlaşmalara dair inanılacak izahat
vardır. Benim için dâva, Mekke Emîri-nin isyanı sırasında, onun tesir ve nüfuzu dışında
kalabilecek mıntakaların şimdilik bîtaraflığını temin etmektir. Müsaade ederseniz, telkin ve
irşad bahsinde selâhiyet ve kıymetlerine bütün Đslâm âleminin itimad ettiği şahsiyetlerden
mütevazı bir heyet teşkil ederek Necid ve Hicaz mıntakalarına gitmek arzusundayım.
Onlar, telkinleriyle ve irşadlarıyla meşgul olurlarken, ben de, asıl vazifemin nasıl
başarılabileceğini tetkik etmiş olacağım. Çünkü Paşam, emin olunuz, bir gün gelecek siz
de bana hak vereceksiniz ve bugünden tavsiye ettiğim tedbirleri alacaksınız, hattâ bunu
yine benden istiyeceksiniz amma, korkarım ki iş işten geçecektir.»
Başkumandan, kendisine hâs olan sükûn ve itidal içinde sözlerimi nihayete kadar dinledi.
Esas tavsiyem şu idi: Arabistana, büyük çapta, muntazam kuvvetler sevketmek büyük hatâ
oluyordu. Türk yavruları, gündüz cehennem sıcağı, gece rutubet ve soğuk nem tufanı
altında, kırk derece sühunet farkı gösteren bu alışamadıkları, alışamıyacakları iklimde boş
yere ölüyorlardı. Netice de millî haysiyeti kırıcı oluyordu. Halbuki, ÇÖL'ün ananesi,
ÇETE HARPLERĐ idi... Urban ve kabileler, zaten asırlardır Gazve dedikleri çatışmalar
içinde idiler. Yol yok, erzak, yok, mühimmat yok... Uçsuz bucaksız sahalarda, sadik
hecinsüvâr alaylar, tankların ve tayyarelerin bile başaramadıklarını muvaffakiyetle
yapabilirlerdi. Benim, daha 1915 de ısrarla teklif ettiğim bu tarz, şu atom devrinde bile,
ÇÖL savaşının temel anahtarıdır, Başkumandana, bir muamma olan Arab inançlarını,
kabile kavgalarını, Şeyhler ve Eşraf arasındaki rekabet kavgalarını kısaca izah ettim.
Meharetle idare edilen, basit menfaatlerin tatmini ile devam ettirilebilen bir idare tarzının,
bu engin kumluklarda sükûn ve asayişin temeli olabileceğini anlattım. Görüyordum ki,
Enver Paşa, Cemal Paşanın mes'uliyeti şahsen omuzlarına alarak yürüttüğü siyasetin tam
tersine olan benim yolumu -kalben benimsemiş olduğunu serahatle görmeme rağmen
açıkça tatbik edecek mevkide de değildir. Nitekim, benim bu izahlarımdan sonra, hiç de
daha evvelinden kararlı ve hattâ arzulu olmadığı halde, kalktı Dördüncü Ordu mıntıkasına,
yâni Arabistana gitti, cepheyi dolaştı ve hâdiseleri yerinde gördü. Cemal Paşa ile bu
tarihten sonraki karşılaşmalarimızdaki vaziyetinden anladım ki, Başkumandan beni haklı
bulmuştur ve Dördüncü Ordu kumandanını ikaz etmiştir. Ne yazık ki, hâdiselerin seyri
esaslı değişiklik göstermedi. Ben, Đstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif ve Đslâm dünyasının en
muhterem simalarından Şeyh Salih Şerif Tunusî, Başkumandanlık yaveri kaymakam
Mümtaz Beylerle, Teşkilâtı Mahsusa kadrosundan seçtiğim güzide yirmi beş kişilik zabit
ve efraddan müteşekkil küçücük bir heyetle Đstanbuldan ayrıldığım zaman, Çanakkale
muharebeleri en şiddetli safhası içinde idi. Kalblerimizde Ana Yurdun istikbâli endişesi ile
Şam'a vardığımızda, mutemed adamlarımızdan, Mekke Şerifinin mel'anetini icra için
durmadan hazırlandığını ve zehirli havanın bütün Arab ülkesini kaplamakta olduğunu
gördüm. Kararım, evvelâ Hicaz-ı dolaşmak, oradan Đbn-i Reşît ve Đbn-i Suud'a,
Arabistanın bu en kudretli iki reisine, Hedayay-ı Seniyye ve selâm-ı se-lâmet eneâm-ı
Şâhâne ve mahzuziyet-i Hilâfetpenâhi (Padişah ve Halifenin hediyeleriyle selâmlarını)
takdim etmekti.
Cemal Paşa ile görüşmemizde, kendisinin bana kırgın olduğunu derhal anladım. Bir vatan
dâvasının telâkki tarzı üzerinde ayrılıkların şahsî iğbirarla vesile olamıyacağı kanaatiyle,
son aldığım malûmatı arzettim. Bir müddet düşündü, sonra dedi ki:
«— Ben bunlardan, Kur'an, namus, şeref sözü aldım. Ortada, bu ahidlerini ihlâl edecek bir
halleri de gözükmüyor. Hakikat bu iken şu nâzik vaziyette, kendilerini dilgîr ve tedirgin
edemem. Fakat bütün ihtiyat tedbirleri de alınmıştır. Buna da emin olunuz...»
Paşanın emriyle kafilemiz, tahsis edilen hususî vagonlarla Medineye gelmiş,
konakladığımız Dârüs-sürûr'un iki yüz metre ilerisinde Mekke Şerifi Hüseyin Paşa'nın
oğullarının ikametgâhlarına yaklaşmamak emnivet tedbirlerini almamıza rağmen. Şerif
Zadeler, etraftan topladıkları Bedevilerle aleyhimize tezahürata kalkışmışlardı.
Hazırlıklarının asıl gayesini bilmemin ve hükümeti, bilhassa Başkumandanı devamlı ikaz
etmemin bir hiddet ve kin tezahürü olan bu basitçe komployu hemen durdurmuş ve
yanımdaki tecrübeli, cesur, yiğit arkadaşlarımla lâyıkı gibi mukabelede bulunmuştum.
FĐT�E, BĐR GECE ĐÇĐ�DE SÖ�EBĐLĐRDĐ:
Heyetimizin Hicazdan bir ân evvel ayrılıp Necid'e kendi mıntıkası dışına çıkmasını isteven
Cemal Paşa, benden. Şerifin okullarına nezaket ziyareti yapmamı ısrarla rica etmişti.
Medine muhafızı Basri Paşa da bu arzını teyit etti. Bu merd ve vatanperver kumandanla
hâdiseleri başbaşa görüştük. O da, Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın isyana hazırlandığı
kanaatinde idi. Medinede Gördüklerim ve Mekkedeki emin adamlarımızdan aldığım
haberleri, ben orada iken, mutemed bir «saî» vasıtasiyle Mısır'daki Teşkilâtımıza mensub
ki, bu zat daha sonra Mısır'da Başvekillik makamına kadar yükselmiş, tanınmış bir
şahsiyettir ..- bir istiklâlciden aldığımız haber, Đngilizlerin Şerif üzerindeki tazyiklerini ve
tahriklerini arttırdığını, Kahirede cereyan eden müzakerelerin tam bir anlaşma ile
neticelendiğini bildiriyordu.
Mısır'dan aldığımız bu mevsuk haberler üzerine, Başkumandanlığın zatî şifresi ile Enver
Paşaya ve arkadaşlarımdan Necid yolunda bir ân ayrılıp Cemal Paşaya şahsen son
müracaatımı yaptım. Bir de teklifde bulundum, dedim ki:
«— Paşam... Bu adam bizim en nâzik zamanımızda isyan edecek, ordumuzu kahbece
arkadan vuracaktır. On sekiz senedir, hayatımın büyük kısmı bu çöllerde geçti. Hâdiseleri
ve hakikatleri bilebildiğimi iddia edebilirim. Üstelik, senelerdir ifa ettiğim vazifenin
verdiği bilgiler ve neticeleri mümkün mertebe doğru istihraca yarıyan melekem var. Şu son
seyahatimde kanaatlerim büsbütün kuvvet buldu. Müsaade ediniz: Elimdeki küçük kuvvet,
baskınlarda ve çete harbi erinde öyle bir tecrübe ve kudrete şahittir ki. Mekke şerifinin iki
oğlu Faysal ve Ali'yi, oldukları verde kıstırırım, hiç bir hâdiseye meydan vermeden hazır
tutulan kanalı bir vagona yerleştirerek meselâ Adana'ya aldırtırım. Tensib edilecek yerde
huzur ve rahat içinde, harbin neticesine kadar mecburî ikamete tâbi tutulurlar. Şerif
Hüseyin de. Padişahımızın iradesiyle azledilir, yerine mutemed ve devlete hain olmıyan bir
zat getirilir. Emin olunuz, fitne bir ânda bertaraf edilmiş olur. Bu cesaretli hamle, daima
kuvvete boyun eğme ananesine şahin olan urban ve bedevîler içerisinde istediğimiz itaat
havasını yaratır. Simdi, durmadan Medinedeki kuvvetlerimizi takviye ediyoruz. Buna
ihtiyaç da kalmaz. Ben de, ingilizlerle arasının açılması her zaman mümkün olan îbn-î
Suud'un, îbn-i Reşitle olan ihtilâfını halletmeyi, üzerime alırım. O zaman, Suriyenin taşkın
ve müfrit infiradcıları kalır ki, bunlar da, Arabistandaki bu vahdeti asla bozamazlar. Fakat
asıl çıbanın başı, cesaretli bir çıkış ve tedbirle ezilmelidir. Mes'uliyeti şahsen üzerime
alırım. Muvaffak olamazsam, gayri mes'ul ve ferdî bir hâdise hüviyeti vermek için emin
olunuz, hemen intihar ederim. Bunu rahatça yapabileceğimi zannederim bilirsiniz.
Bilivorum ki, bu mevzu üzerinde sizinle ilk ândan beri ihtilâf halindeyiz. Şahsınıza olan
hürmetimi bilmem tevide lüzum var mı? Fakat, kanaatlerime de hayatım pahasına riayetkar
olduğum malûmunuzdur. Emin olunuz, bu mevzuu zatıâ-linizle bir daha görüsmiyeceğim
ve muvafakat etmezseniz yarın buradan ayrılıp beni bekliyen arkadaşlarıma mülâki olarak
Đbn-i Resid ve Đbn-i Suud'un yanına gideceğim, hediye ve selâm-ı şâhânevi iblağ ederek,
hiç olmazsa onların isyan ve ihanetine mâni olmaya çalışacağım. Oradan da îstanbula
geçeceğim. Şahsî kanaatlerim ve mes'uliyet duygum artık benim olup biteceklerini gün
gibi gördüğüm bu mevzu ile daha fazla meşgul olmaya müsaid değildir. Simdi sizden kat'î
kararınızı beklivorum. Bu kararı da, lütfen Basri Paşa vasıtasiyle tebliğ buyurursunuz.»
ŞERĐF ALĐ HEYETĐMĐZĐ DAVET EDĐYOR:
Bu görüşmeden sonra, beni Darüs-Sürûr'da bekliyen arkadaşlarıma iltihak ettim. Aynı gün,
Medine muhafızı Basri Paşa ziyaretime geldi. Cemal Paşanın kararını bildirdi: Bu karar
menfi idi... öylece ki, Hicazda bir isyan çıkarsa, buna ancak benim faaliyetim ve hareketim
sebeb olabilirdi! Cemal Paşa, şahsımdan ve düşüncelerimden endişede olan Mekke
şerifinin fevrî bir hareketine sebebiyet vermemenin, memleketin içinde bulunduğu müşkil
şartların icabı olduğunu da ilâve ediyordu.
Artık, vaziyet aydınlanmıştı: Tarih, kimin mes'ul alacağım tâyin edecekti. O gün, yeis ve
keder içinde dahi, hadisatm beni tekzib etmesine dua ettiğimi çok iyi hatırlarım. Kâşki, ben
yanılmış olsaydım ve Anadolu yavruları, hırsla gözü dönmüş bir hainin iğfal ettiği din
kardeşlerinin arkalarından hançerlemelerine hedef olmasa idiler...
Aynı akşam, Şerifin iki oğlu Faysal ve Ali tarafından heyetimiz yemeğe davet edildi.
Gitmemezlik edemezdik... Sahte bir iltifatın ve tumturaklı sözlerin yumuşatmak istediği bir
kaç saat içinde, hiç bir ciddî mevzua dokunmamıya gayret ettim. Yemeğin sonuna doğru,
Şerifin en çok sevdiği ve bu işlerde elebaşı rolü oynıyan oğlu Ali (Son Kral) benden hediye
olacak bir silâh istedi. Garbî Trakya Hükümetini kurduğumuz zaman, ganimetlerden
Meclis-i Mebusan ve Âyan kararı ile bize ihdâ edilen Bulgar maniherlermden bir tane
verdim. Gönderdiği teşekkür mektubunun aslı bu hâtıraların içindedir.
Serîf Zadelere, bizî davet etmelerinin, Basrî Paşa delaletiyle Cemal Paşa tarafından telkin
edilmiş olduğu anlaşılıyordu. Artık, burada yapılacak hiç bir memleket hizmeti kalmamıştı.
Ertesi sabah Necid'in kızgın çöllerine dalarak, Đbn-i Resid ve Đbn-i Suud'u böyle bir ihanet
hareketinden elimizden geldiği kadar alıkoymanın vazifeline koşacaktık. Hem de muvaffak
olacaktık... Üstelik, heyetimizde olan şair Mehmet Akif, Türk edebiyatına «Safahat» ın en
güzel safhalarından birisini kazandıracaktı.
Kendisine veda ettiğim sırada, bugün hâtırasını minnetle andığım kahraman asker ve
dirayetli kumandan Basri Paşaya dedim ki:
«— Paşam... Emin olunuz bu mel'un yakında isyan edecektir. Đğfallerine devam ederek
Cemal Paşadan silâh ve malzeme alabilir. Buna, elinizden geldiği kadar mâni olmıya
çalışınız. Çünkü bu silâhlarımız, en buhranlı günlerde bizlerin göğsüne karşı
kullanılacaktır.»
Cemal Paşa hatıratında, Faysal'ın benim hareketimden sonra ısrarla istediği 1500 mavzerle
lüzumlu malzeme ve parayı, son ânda vâki bir hâdise dolayısıyle vermekten vazgeçtiğini
kaydetmektedir. Bu ksrşı koyma Basri Paşadan gelmiştir. Basri Paşa eğer Faysala istediği
silâh ve malzeme verilecek olursa, istifa edeceğini ve bunun avakibinin manevî
mesuliyetini alamıyacağını cesaretle söylemiş, Medine müdafii Fahri Paşa da kendisini
teyit etmiş ve Faysal, bu silâh, malzeme ve cephaneyi alamayınca. Đngiltereden aldığı
muazzam yekûnlar tutan altınlara ilâveten istediği silâh ve malzemevi de temin ederek
ayaklanmıştır. Zaten Đngilizler için mühim olan kendilerinden bu silâhların Hicaz âsilerine
intikal etmemesi değildi: Bizim aslında pek mütevazı ve yetersiz olan silâhlarımızdan bir
kısmının böylelikle elimizden çıkması idî. Hain, bu son ihanet safhasında muvaffak
olamadı.
ACI HAKĐKAT: HĐCAZ ŞERĐFĐ ĐSYA�I BAŞLIYOR!
Ibn-i Reşit ve Đbn-i Suud nezidlerindeki sefaret ve irşad vazifemizi, 108 günde
tamamlıyarak, yanımda memleketin iki mübarek din ve edebiyat şöhreti, Şeyh Salih Şerif
Tunusî ve şair Mehmet Akif, heyetimizle Đstanbula döndüğümüz gün, hâdisat, ne yazık ki -
evet, hâlâ ne yazık ki diyorum...- bana hak verdi: Hicaz'da isyan başlamıştı. Zamanlardır
gizli ve sinsi hazırlanan Mekke Şerifi Hüseyin, oğullarıyla birlikte asırlarca nimetini
yediği, hürmet ve riayet gördüğü vatanına-ki, o vatan Osmanlı Türk saltanatı idi...- en
nâzik ve buhranlı gününde baş kaldırmış, ordumuzu arkadan vurmıya başlamıştı. Sina ve
Filistin cephelerinde ingiliz taarruzu ihanetin gölgesinde gelişiyordu.
ÇÖL'DE, MEVLEVĐ GÖ�ÜLLÜ ALAYI
Yukarıdaki klişeye lütfen dikkat ediniz: Bu pek net olmıyan resim, Birinci Dünya
Harbinde, Teşkilât-ı Mahsusa'nm mânevi varlıklardan faydalanmak için nasıl
çırpındığının tipik hâtıralarından birisidir: Resimdekiler, Mevlevi Tarikatine mensub
dedelerdir: önlerinde neyleri, kudumları ile, Türk musikisinin o en mutena ve ruhu
vecde getiren nağmeleri içinde âyine mi gidiyorlar?
Hayır!.. Kızgın çöllerde harbe!.. Hem de, bu çöl'lerin sakinleri olan din kardeşlerimizi,
devletimizin aleyhine bir isyanı önlemenin telkinlerini yapmıya...
O zamanki tabiriyle «Mücahidin-i Mevleviye alayı» veya «Mücahidin-i Kadiriyye
Taburu» veya «Mücahid-i �akşiyye Kıt'aları» nın teşkili ile, on dört cephede savaşan
ordunun maneviyatını yüksek tutmak, kendi tarikatlerinin âlem ve işaretleri içinde
cephenin ön saflarından, ücra köy köşelerine kadar dağılan bu «din kadrosu» nun
harbin kudsiyeti ve Halife'nin ilân ettiği Cihad-ı Mukad des'in mânasını izah hareketi,
Teşkilât-ı Mahsusa'nın «Đttihad-ı îslâm = Dünya Müslümanlarının bir ülküde
birleşmesi» hareketinin fiilî tezahürü idi: Padişah Beşinci Sultan Mehmet Reşad, şahsen
Mevlevi idi. Hattâ, Sultan Hamid taraftarları, kendisinin dünya işleriyle alâkadar
olmadığını ve Enver Paşanın nüfuzu altında olduğunu mi¬zah yoluyla ifade için,
Padişahın Çanakkale zaferi dolayısiyle yazdığı:
Savlet etmişti Çanakkalaya bahr-ü berden
Ehl-i îslâmm iki hasm-ı kavîsi birden
şiirini, şu kıt'a ile «tahmis» etmişlerdi:
Haberim yoktu olub bitmiş olan işlerden,
Mesneviler okuyordum oturup ezberden
Bir de baktım ki haber geldi bizim Enverden
Savlet etmişti Çanakkalaya bahr-ü berden
Ehl-i îslâmm iki hasm-ı kavîsi birden...
Sultan Reşad'a, başta Mevleviler olarak tarikat ehillerinin harbe, kendilerine mahsus
kisvelerle iştirak edecekleri haber verildiği zaman o kadar memnun olmuştu ki, Enver
Paşayı huzuruna kabul etmiş, izahat almıştı. Daha sonra, Mücahidin-i Mevleviye
alayı'nın kumandanı olan Veled Çelebi Efendiyi ve Muavini Yenikapr Mevlevihanesi
Şeyhi Abdülbakî Efendiyi davet etmiş, kendisi de Mevlevi tarikatının sadık ve bu mevzu
üzerinde bilgili hadimi olarak, ceb-i hümâyundan ihsanda bulunmuş, sıkıntı
çekmemeleri için Başkumandan sıfatiyle, vekili olan Enver Paşaya hususî irade-i
şahanesini tebliğ ettirmişti. Lütfi Simavî Bey merhum, bu hâdiseyi şöyle anlatır:
«— Şevketmeâb bana, Tarikat mensuplarının harbe hususî üniformaları ile ve müstakil
alaylar halinde iştirakleri hakkında ne düşündüğümü sordular. Daha evvelden, bu
mevzu üzerindeki hazırlıkları biliyordum. Başkumandanlığın şahıs ve makamına bağlı,
ve adetâ devlet içinde devlet olan Teşkilât-ı Mahsusa'nın böyle bir tedbire tevessül
ettiğini duymuştum. Bence bu tedbir, fiilî olmaktan fazla manevî tesir yapabilirdi. Bizzat
Şevketmeâb Efendimiz de, Mevlevi tarikatının sadık ve fedakâr bir hâdimi idiler. Veled
Çelebi Efendiyi, Abdülhalim Çelebi Efendiyi bir kaç defa, hususî davetlerle şerefmüsûle
lâ¬yık görmüşlerdi. Suallerine cevab olarak:
«— Efendimiz... Ehl-i tslâm, umumiyetle tasavvuf ve ibadet-i şer-i şerif üzere izah ve
itmam eden tarikat mensublarıdır. Onların, âlem-i Đslâmın Halifesi olan zat-ı
akdeslerinin ilân buyurdukları cihad-ı mukaddes fetvasına tebaiyyet etmeleri tabiîdir.
Bizim teşkil edeceğimiz Tarikat alaylarının bütün Đslâm dünyası üzerinde mânevi
tesirleri olacağına kaniim.»
Cevabım mahzuziyet-i şahanelerini mucib oldu. Samimiyetle: «— Đnşaallah..» dedi.»
Cemal Paşa da hatıratında, kendisini karargâhında ziyaret etmiş olan Mevlevî Gönüllü
alayı kumandanı Veled Çelebi Efendinin, harbin nihayetine kadar, maiyetindeki tarikat
ehli ile ve bir çok zahmetlere katlanarak, Arap Halkını tenvir ve irşat ettiğini ve mukabil
propagandaya karşı muvaffakiyetli bir cephe kurduklarını şükranla kaydeder.
�eyimiz var, neyimiz yoksa ortaya koymuştuk... Fakat bu mevcudlar, artık devrini
tamamlamış büyük bir imparatorluğu ayakta tutacak kudrette değildi. Karşı tarafta
birleşmiş olanlar, bu zaafımızı iyi biliyorlardı: Hindistan'da yaşıyan yüz milyona yakın
Müslümanın en aşağı dörtte biri Mevlevî idi.. Fakat bunlar arasında, Çanakkale'de,
Đngilizlerle birlikte Mehmetçiğe karşı dövüşenler vardı.. O Mehmetçik ki, adı ve sanıyla,
mukarr-ı hilâfet-i uzmâ ve fahr-ü devlet-i dîn olan Đstanbul'u müdafaa ediyordu.
ÇÖL'ün kızgın kumlarında, hakikati anlatabilmek için senelerini harcıyanlar, elbette bu
acı neticeyi önlemek için himmet ettiler ve tarihin ağır hükmü, onlar için değil, asırlarca
nimetini gördükleri, en rahat ve huzurlu hayatı yaşadıkları Türklüğe, en buhranlı
gününde arkadan saldıranlar içindir...
Enver Paşa çok müteessirdi. Ona da sitemde haklı idim. Bu ahlâk ve vicdan vazifemi,
şahsına çok hürmet ettiğim ve faziletlerine inandığım Başkumandanın önünde de tam bir
rahatlık ve cesaretle yerine getirdiğime tarihi işhad ederim. Beni, mutlak bir sükûnla
dinledi. Bana Basri Paşa'dan şahsına mahsus olarak aldığı yakın tarihli bir mektubu okudu.
Bu mektubunda Basri Paşa, kendisine tanıttığım Benî Oof kabilesinin meşayihinden iki
zatın isyan hareketine dair verdiği haberleri bildiriyor ve benimle olan son konuşmasını ve
ikazlarımı hülâsa ediyordu.
Gelen haberler çok feci idi: Şerif Hüseyin Paşanın oğullarının kaçış şekli, Cemal Paşa için
bir izzeti nefis yarası olmıya değerdi... Đki Şerif Zade, Kanal üzerine diye Medineden
ayrılmışlar, seksen kilometre ilerideki Cüdeyde Boğazında babalarının Đngiliz altını ile
derleyip toparladığı Bedevilere ve Mekkeli kuvvetlere iltihak edivermişlerdi. Şerifin
neşrettiği beyanname ise, Cemal Paşanın şahsına ağır hücumlarla dolu idi... Aliyye divan-ı
harbinin idama mahkûm ettiği Suriyeli ayrılış hareketleri ileri gelenlerinin akibetinden
Cemal Paşa şahsen mes'ul gösteriliyordu. Şerif Hüseyin, ayaklanmanın ne hilâfet
makamına, ne devlet-i Osmaniyeye karşı olmadığını tasrih ediyor, sadece ve münhasıran
Đttihad ve Terakki (komitesi) ne karşı meşru müdafaada olduğunu bildiriyor ve bu
«komite» nin erkânının ahidlerini nakzettiğini ileri sürüyordu. Beyannamede, Cemal
Paşanın bana defalarca:
«Kur'ana, dinlerine, şereflerine yemin ettiler. Hânis olurlarsa dünyanın en denî insanları
olarak ilânlarını istediler. Bunu vesikalarla tevsik ettiler...» vaadlerinden hiç
bahsetmiyordu!
Đsyan, Mısır'dan Teşkilât-ı Mahsusaya gelen haberlerin bildirdiği günde ve Avf kabilesi
meşâyihinin bizzat bana söylediği mahalde ve tarihte başlamıştı, Basri Paşaya da aynı
haberler teyit edilmişti. Bunun neresi sürprizdi? Evet... Galibiyet de, mağlûbiyet de harbin
cilvelerindendi. Elbette bir taraf yenilecek, bir taraf yenecekti. Fakat, böylecesine gaflete
kapılıp aldanmak çok ağırdı: Arab çöllerinin acısını değil, orada, bakımsızlıktan,
iskorpitten dişleri dökülerek, kızgın çöllerde binbir meşakkat ve istirab içinde ölüme
sürüklenmiş on binlerce Türk'ün acısını ve hicranını duymamak mümkün mü idi? Cemal
Paşa hatıratında, Anadolunun millî vahdetinin memleketi kurtaracağından ümidle
bahseder... Berlin'de, mütarekenin ilk yılında basılan bu hâtıralar şüphesiz ki bir
müdafaadır. Fakat bu hâtıralarda gönül isterdi ki, bütün Türk Ordusu ricalinin bir çöl
emîrine -ne kadar bed ahlâk sahibi, ikiyüzlü, yalancı, menfaatperest, nankör ve bu yolda
meharet sahibi olursa olsun...-bütün Türk makamlarının bir çöl adamına aklanmış
olmasının mukadder akibet olmadığına dair serahat olsun... Beşerî hisler, selâhiyet
sahiplerini kendilerini tarihin hükmünde, ağır mes'uliyetlerin ve gafletlerin sahibi olarak
görmesine mâni ise de, bu gafleti bütün bir kadronun müşterek vebali sayılmasına yol
açmak, kimsenin hakkı da değildir.
SUKUTLAR BĐRBĐRĐ�Đ TAKĐB EDĐYORDU:
Medine, sadece bir avuç piyadenin müdafaasında, idi. Basri Paşaya yardımcı kuvvetle
gönderilen Fahri Paşa, kiyasetti bir kararla şehrin mukaddes mahallerini çevresine alan bir
müdafaa hattı kurdu. Peygamberimizin, üzerlerine gelen Müşriklere -ki, bu gelenler de,
intisab iddialarına rağmen Đslâmiyet dâvasına ve Đttihad-ı Đslâm hareketine o zamanın
müşrikleri kadar fenalık yapmışlardır..;- karşı mukaddes beldeyi nasıl hendeklerle
çevirerek müdafaa etmişse, Fahri Paşa da, elindeki askerî kuvveti şehri çepeçevre savunan
seyyar ordugâh hâline koydu. Fakat, çok şerefli bir müdafaadan sonra, maalesef teslim
olmaya mahkûmdu. Çünkü, sabit ordular ve kuvvetlerin çöl'de amelî hiç bir devamlı zaferi
olamazdı. Üzerine bastığınız toprağın bile yerinde kalmadığı ülkelerde, mevzî harblerinin
ancak, iaşesi ve ihtiyaç tekmilleri kendi içinden temin edilebilecek çaptaki «ünite» lerde
değer taşırdı. Arab ülkesinde ise böyle şehirler neredeydi?
Mekke'de sukut daha anî oldu: Mekke'de, şehir içi sayılan ve etrafı tepeciklerle çevrili,
müdafaaya hiç elverişli olmayan kışlamız, bir gün evvele kadar -hiç bir şeyden habersiz,
berdevam sarılıyor ve Derviş Bey (Rahmetli Derviş Paşa) kısa bir müdafaadan sonra teslim
olmıya mecbur kalıyor. Uğruna asırlardır oluk gibi kan döktüğümüz Müslümanlığın
manevî merkezinde, bir ihanetin Türklüğe reva gördüğü muamele de çok acı oluyor. Fakat
ne kadar ibret vericidir ki, bu ihaneti yapanların hiç birisini Allah af-fetmemiştir: Ya hasis
ve hırsla yuğurulmuş emellerine kavuşamadan bitkin ve ümidsiz Öldüler, yahut kendi öz
ırklarının ayaklanmasiyle kılıç darbeleri altında can verip parçalandılar, yahut
beklenilmedik «kaza» lara kurban oldular... Şerifin asî sülâlesi içinde, izzet ve ikbâl ile,
hürmet görerek ve arkasından göz yaşı dökülerek hiç biri yatağında rahat ölmedi.
Cidde'de Hüseyin Hüsnü Bey (Rahmetli General Hüseyin Hüsnü Kılkış) Đngiliz toplarına
ve âsîlerin tazyikine elinden gelen mukavemeti gösterdikten sonra Galib Paşa için de
(rahmetli General Galib Yener) ayni akibet gelip çatıyor... Böylelikle sukutlar, teslimler
birbirini kovalıyor ve bu teslim olan din kardeşlerine, Şerifin nankör idaresi, insanlıkla asla
alâkası olmıyan fena muamelelerde bulunuyor. Öyle ki, bazı yerlerde Đngilizler
müdahaleye mecbur kalıyorlar.
BAŞKUMA�DA�A VERĐLE� ĐTTĐHAM RAPORU:
Bütün bu hazin hâdiseleri öğrendikçe, haklı bir asabiyetin ve kırgınlık duygusunun içinde,
Başkumandan Enver Paşanın «Şahsına» bir rapor vermeyi, devam etmekte olan gafleti
mümkün olduğu kadar şahsiyat yapmadan tenkid etmeyi ve asla kaderi böyle olmaması
gereken vatanımın acı günlerine tahammül edememenin istirabı ile -samimî arzediyo-
rum...- ücra bir Afrika köşesine çekilmeyi tasarlamıştım. Çünkü bu olup bitenlerin çoğu,
Türk milleti için mukadder değildi. Başımıza gelenlerin büyük kısmı, gafletlerimizin,
hatalarımızın ve bu hatalarda ısrarların, şahsî rekabetlerin meyvesi idi. Ne oluyorsa da
bahtsız vatana ve masum millete oluyordu.
Evvelâ içimdeki hicranı, vatanperverlik ve mertlik duygularına adım kadar inandığım
Başkumandan Enver Paşaya hususî bir mektub-rapor halinde bildirmeye karar verdim. Hiç
bir zaman, ehl-i kalem olmak iddiasında da değildim ve değilim. Hayatı, on altısından
itibaren çeşitli maceralar içinde geçmiş, daha Harbiyede talebe iken hürriyet ve hak
hareketlerine katılmış, sürülmüş, kovalanmış, ortaçağ zulmü olan tomruklara vurulmuş,
zindanlara atılmış, yaşaması doğuca lutf-u rabbani olan ve taşıdığı rütbe ve unvanları,
hizmetlerinin karşılığında hususî karar ve kanunlarla almış bir mücadeleciden edîbâne
beklemiye kimsenin hakkı da yoktur zannederim.
Benim Enver Paşaya gönderdiğim mektub, rahmetli hakkında yanlış bir kanaatin da belki
tashihine medar olacaktır: Evet... Enver, tam bir prensib adamı idi. Asla laubali değildi.
Hususî hayatı çok muntazamdı. Vazife sırasmda aşırı ciddî ve vakurdu. Fakat bazılarının
iddiası gibi, kendi fikirlerine aykırı görüşlere karşı da müsamahasız ve müstebit de değildi.
Bir suretini aşağıya aldığım mektubum -ki, Hayber'de Türk Çengine imkân veren hâdise de
bu mektubdur...- sanırım ki, bilhassa bir ölüm-kalım içinde her Başkumandana
gönderilemez:
Enver Paşa Hazretlerine
Muhterem Paşam,
Burada arzedeceğim hakikatleri, hiç bir şahsî hisse bağlamıyacağınıza olan itimad ve hattâ
imân derecesindeki itikadımın verdiği cesaretle huzurunuza çıkarıyorum. Şifası
bulunamıyacağma kani olacak kadar bedbin ve mükedderim. Gerek şifahen, gerek tahriren
takdim ettiğim raporlar ve verdiğim izahat dikkate alınmadığı için, bugün Hicaz ve Suriye,
keşmekeş içindedir. Bu felâketli hâlin, kısa zamanda Arabistanın diğer mıntakalarına da
sirayet edeceğine asla şüphem yoktur.
Çünkü ilk ândanberi Arabistanda, ne hâkimiyetimizi, ne de muhabbetimizi devam ettirecek
bir siyaset takib edilememiştir. Bu meydanda askerî büyük hatâlar işlenmiştir. Hatalar,
şahsî olduğu zaman, bunun vebalinin hatâ eshabına icabında canıyla tediyesi suretiyle
tazmini mümkün olabilir. Fakat bu hatalar, mülk-ü milleti muzmahil ve perişan ettiği, nâ
hak yere evlâd-ı vatanın kanını döktürdüğü ve ülkeler kaybettirdiği zaman, vebalinin şahsî
mikyaslar içinde izahı mümkün olamaz. Arabistanm çöllerinde can veren Türk
yavrularının kanında böyle bir ukubetin hatâ ve gaflet payı vardır.
Teşkilât-ı Mahsusa, makamınıza bağlı olarak vazifesini bu hatâ ve gafletlerden Hükümet
ve Orduyu masun tutacak nisbet ve kudrette ifa etmiştir: Bendeniz, Hicaz'da devleti çok
müşkül vaziyete sokacak bir isyanın hazırlandığını hâdisenin patlak vermesinden asgarî bir
sene evvel ısrarla haber verdim. Makam-ı âlilerine takdim edilmiş ve anahtarı
Başkumandanlık makamında olan şifrelerle raporlar dosyalarda mevcuttur. Bunlardan bir
kısmının Dördüncü Ordu Kumandanlığına intikal ettirildiğini bizzat Cemal Paşa Hazretleri
bana ifade buyurmuşlardır. Bu suretle tatbik edilmesi şayanı tavsiye olan plânın mes'ul
zevat ve makamat indinde meçhul kalmış olması ihtimali varit değildir. Bu plân basitti,
fakat bize asgarî külfetle azamî menfaat ve huzur temin ediyordu. Muhterem Paşam... Zat-ı
âlinizin fiilî Başkumandanlığını yaptığı Trablus-Garb harbinde bizim kuvvetlerimiz
kimlerdi? Bunları nasıl temin etmiştik? Cok uzak mazi değildir: Kaç kere sizinle, yevmiye
iki kuruş gümüş akçaya, ayda üç gümüş Mecidiye yâni günümüzün parası ile bir Banknot
kâğıt liraya, yemesi, içmesi, yatması bu paranın içinde olan mücahitlerin toplanabilmiş
olmasını hayretle, fakat gözlerimiz yaşararak görmüş, bu basit ve mütevazi tediyelerin
temin ettiği kuvvetlerin, ücretli askerler gibi değil, tam birer nizamî kuvvet mensubu gibi
şevkle muharebe etmelerinin maddî ve ruhî sebeplerini araştırmıştık. Trablus-Garb'de-
Đtalyanları, gemilerinin atış sahası dışına çıkmamaya mecbur ve mahkûm eden
muvaffakiyetlerimizin asıl sebebi, bu Arab mücahitlerinin safımızda bedenî ve kalbî rabıta
ile bize iltihakı değil mi idi? Çöllerde, muntazam ve muazzam, teçhizatı kolaylıkla
nakledilmez ağır hareketli kuvvetlerin netice almasının çok güç olduğunu, Đtalyanların her
şeye sahib kuvvetleri karşısında bizim seyyar müfrezeciklerimiz isbat etmemiş mi idi ve
eğer Balkan Harbi çıkmamış, biz, vatanın asıl felâketinin imdadına koşmamış olsaydık,
istirham ederim, söyleyiniz efendim, Đtalyanlar Trablus-Garb'i işgal edebilirler mi idi?
Müsbet tecrübelerden istifade, akim ve mantığın icabıdır: Hicaz'ın, Suriyenin, Necid'in,
teferruatta kalan farklarla, Trablus-Garb'den hiç farkı yoktu: Hicaz Şerifine ve o çevredeki
Bedevilere hiç bağlı olmıyan ve bilâkis anane ve Metlerce birbirinin zıddı bulunan Huteym
ve Şerarat ve emsali Bedevilerden 3- 5 bin kişi arası, Hecinlere sahib, seçkin bir seyyar
kuvvet, başlarına geçecek kudretli zabitlerin kumandasında mitralyöz takımları ve deve
üzerinde nakledilecek küçük dağ toplarıyla takviye edildi mi, bütün Hicaz ve Necid
çöllerine hâkimsiniz demektir... Bugünün teşkilâtı, bunu âmirdir. Yoksa, iklimine alışık
olmadığı, bulsa dahi sularını içtiği zaman hastalanması mukadder, üzerinde ağırlık
taşımıya mecbur, muhitin asırların tecrübesi ile teessüs etmiş hayat şartlarına yabancı Türk
piyadesinin Arab şibih-cezîresinde zafer kazanacağını umm|ak ve beklemek, Đstanbulun
masa başı erkânıharb kararlarının icabı idi. Hecinsüvâr, yâni, at yerine seçilmiş Hecin
develerine binen, elbise, çadır, yatak istemiyen, dinî ve ananevi rabıta ile her halde
Đngilizlerden pek çok bize bağlı olmaları akıl ve mantık icabı olan bu Bedevilerden, bizim
yerimize, yabancı bir din ve ırkın sâliki olan Đngilizler, aynen bu şekilde istifade etmişler,
aleyhimize ayaklandırmışlardır. Biz ise, Trablus-Garb'deki yakın misâle rağmen, aklın ve
hikmetin yolu yerine tors bir sistem ve tarz takib ederek onbinlerce yavrumuzun kanını
akıttık ve üstelik kendimizden bir parça olduğu hayâline kapıldığımız o toprakları da dahilî
ihanetler ve haricî ihtiraslar yüzünden kaybettik.
ESKĐ BĐR HÂTIRA:
Bu Bedevilerin her biner kişilik grubuna, çete harblerinde mahir ve hususî surette
yetiştirilmiş zabitler ve efraddan mürekkeb birer bölük miktarında Türk askerinin verilmesi
ve emrü kumandanın bunlarda olması tedbiri kâfi idi. Bir Bedevî hecin süvari, onbeş
günlük yiyeceğini devesinin heybelerinde taşıyabilir. Harb ilminin ancak iklim şartlarına,
tabiata, ora halkının yaşama icablarına göre tanzimi icap edeceği hakikatini hatırlatmaktan
teeddüb ederim. Fakat bu münasebetle eski bir hâtıramı arzedeyim: Devrinin en muktedir
kumandanlarından olduğu malûm olan Mahmut Muhtar Paşa Đzmir valisi iken, Almanya ve
Fransada ikmâl-i ihtisas etmiş olan Erkân-ı Harb Miralayı Selâhattin Beyi makamına davet
ediyor. Çakırcah'nın dağları tuttuğu ve muhit için bir beliyye olduğu günlerdeyiz. Đstanbul
şakinin derdesti için Mahmut Muhtar Paşayı durmadan tazyik ediyor. Vali Paşa, Erkân-ı
Harb Miralayı Selâhattin Beye diyor ki:
«— Beyefendi... Jandarmalarımız bu işi tek başlarına başaramayacakları anlaşılıyor.
Nizamî kuvvetlerimizden tefrik edilmiş müfrezelerin bu habisi derdest etmeleri için nasıl
bir tarzı hareketi tercih etmeleri fikrindesiniz?»
«— Đtimad buyurunuz Paşa Hazretleri.. Bu hususta hiç bir fikrim yoktur. Zât-ı Devletlerine
faydalı bir plân arzedebilme imkânına maalesef sahib değilim.»
Vali Mahmut Muhtar Paşa, Miralay Selâhattin Beyin bu cevabına hayret ediyor:
«— Neden efendim? Siz kıymetli bir erkân-ı harb miralayısınız. Bu da bir tenkil
hareketidir. Nasıl fikriniz bulunmaz?»
«— Efendim... Ben ne mekteb-i harbiyede, ne de erkân-ı harb devresinde ve Avrupadaki
ihtisas mesaim sırasında eşkiya takibine ait bir metod ve sistem üzerinde meşgul olmadım.
Bendeniz, karşımdaki düşmanla cephe harbi yaparım. Plânım muvaffak olursa zafer
kazanırım. Olmazsa, mümkün olduğu kadar az zayiatla ve muntazam şekilde ric'ate
çalışırım. Bu hususu da tesadüflere bırakmam. Taarruzumun muvaffakiyeti halinde de
nerelerde tutunabileceğimi bilirim. Fakat dağlarda çakal avı için nasıl bir plân tatbiki de,
çete harbi de, ayri ihtisas mevzuudur. Bu mevzuu selâhiyetle bilenler ve askerlik hayatında
bu sahayı ihtisas haline getirenler, hem hedefine vâsıl olur, hem de yollarda eşkiyahk
yapmaz, köylüye bâr olmaz, muntazam bir askerî kuvvetin takib ve ilha kolu halinde
hareket eder. Harekâtın yapıldığı sahada halk da kendilerine zahîr olur, devletin şerefi de
pâyimâl olmaz. Zatı devletlerine bu sahada bilgi ve ihtisas sahibi bir zabit arkadaşımı
takdime müsaade ediniz. Kendisi hâlen başka bir yerde vazifelidir, emrederseniz gelsin,
takdim edeyim...» demiş ve Çakırcalı'nm takibine memur edilmiştim. Neticeyi de
biliyorsunuz...
Şimdi aziz paşam... Bu hakikatlere rağmen, neden hatada ısrar edilmiştir? Bunun vebalini
bu masum memleketin ve çöl sıcağında iki saat harb edemiyen, kumlar üzerine baygın
düşen, o iklimi hayatında görmemiş, bünyesi asla mütehammil olmıyan, fakat kendi şartları
içinde Çanakkale harikaları yaratan yavrularımızın, muntazam ordu nizamı karşısında
imişlercesine feda edilmesinin muhasebesini bir gün tarih elbette yapacaktır. Bu elemli
hakikat, yüreğimi yakmaktadır.
ĐHA�ET RÜZGÂRLARI
Teşkilât-ı Mahsusa'nın vazifelerinden birisi de, Osmanlı Đmparatorluğunu teşkil eden
çeşidli ırk ve din mensubu cemaatlerin ihanet'ini önlemekti.. Çünkü, bu ihanet
hazırlıklarının belirtileri, Đkinci Meşrutiyetten çok evvelinden başlamıştı: Rum, Ermeni,
Musevî gibi din ayrılıkları içindeki topluluklardan, din birliğinin şeklî mevcudiyetine
rağmen, Türk'den gayrı olanlar, Türk'e karşı ayaklanma hazırlığı içinde idiler. Teşkilât-
ı Mahsusa'nın, imparatorluğun içinde ve dışındaki teşkilâtı, bu hazırlığın vehametini
gösteren otantik vesikalarla doluydu.
«CĐHA� SAVAŞI�DA TÜRK HARBĐ» adlı üç cildlik mükemmel ve güzel eserin sahibi
olan Fransız tarihçisi Larşer, Osmanlı devletini en güç duruma sokan sebeblerin
başında, bu «iç unsurlar» ın ihanetini gösterir. Birbirinden nisbeten farklı olmakla
beraber, Türk milletinin bu hususta en talihsiz memleket olduğunu kaydederek der ki:
«— Müttefikimiz Đngiltere Cenub Afrikasmda cereyan etmiş o kanlı Boer harbine ve iki
kavmin arasında yerleşmiş olan kine rağmen, A�ZAK (Avustralya - Yeni Zelanda
kıt'aları) na iltihak etmiş Cenub Afrika gönüllülerinden bile yardım görmüştür. Bizim,
yabancı Lejyonlarımızda, sayısız Afrikalı Müslüman vardı. Hind Đslâmları, Đngiliz
saflarında sadıkane çalıştılar. Fakat Türkler, istisnasız bütün tebealarmdan, hattâ en
sessiz ve iddiasız gözüken Musevîlerden bile vefasızlık gördüler.»
Karşı sahifede gördüğümüz klişe, Filistin'de kurulması için Beynelmilel Yahudilik
hareketinin, On Dokuzuncu Yüz yılın başından beri çalışan Enternasyonal Siyonist
Komitesinin neşrettiği «Benî Đsrail ve Arz-ı Mev'ut» adlı propaganda albümünden bir
sahifedir: Davud, Ester'e, milletinin kurtuluşu sinirini taşıyan efsanevî asayı veriyor!..
Bu, kimin nereden kurtuluşu içindir? Osmanlı idaresinde Yahudiler, en geniş ırk ve din
hürriyetlerine sahip idiler. Đkinci Sultan Bayazıt zamanında, ispanya'da, Engizisyon
devrinin en feci ve ağır zulümlerine mâruz kalarak ve dünyanın hiçbir ülkesi kendilerini
kabul etmezken, Osmanlı Türklerinin âlicenab ve müsamahakâr lûtuflarıyla, hattâ
Đspanya'ya gönderilen gemilerimize binerek topraklarımıza iltica hakkı ve anane, din,
ırk, dil hürriyetleri içinde mutlak emniyetle yaşama imkânı tanınmış olan tsrail evlâtları,
kısa zamanda imparatorluğun iktisadî kaynaklarını ele geçirmişler, üstelik askerlik
hizmeti görmiyerek, yâni, kan vergisi de vermiyerek çoğalmışlar, o geniş ülkelerin her
tarafında yaşama ve yerleşme haklarını ırklarına hâs basiret ve zekâ ile kullanarak
bellibaşlı ticaret merkezlerinde kümelenmişler, imparatorluğun çöküş ve malî buhran
zamanlarında, devlete yüksek faizlerle para vermişler, Yeniçeri ve Sipahi isyanlarının
başlıca sebebleri arasına girmişler, Saray'a Valde Sultanlığa kadar yükselen Yahudi
güzelleri sokmuşlar, hattâ Sadrıâzamhk makamına erişmiş ve şeklen Müslüman olmuş
mensublarını devlet içine yerleştirmişlerdi. Bütün bu imkânlara mazhariyet içinde
olmalarına rağmen. Birinci Dünya Harbinde menfi hareketlere başvuran iç unsurlar
arasında, Teşkilât-ı Mahsusa Yahudi ayrılma hareketleriyle de mücadele etmiye mecbur
kalmıştı: Aliyye Divan-ı Harbinde mahkûm olanlar arasında Yahudiler de vardı.
Rahmetli general Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, Filistin cephesinin macerasını anlatan
ve harbin ikinci senesinde, Mısır'ın fethi, Đngilizlerin Sina cephesinde atılması ve
Filistin'in elde tutulması vazifesiyle kurulan YILDIRIM ORDULAR GRUBU na ait
mücadele ve hâdiseleri derliyen eserinde, Yahudilerin faaliyeti için şöyle der:
«— Ordu karargâhımız Kudüs'te iken bize en hararetli şekilde dostluk ve merbutiyet
tezahürleri gösteren Museviler, ric'atımız başlama emareleri görülünce sabotajlara
giriştiler. Elde ettiğimiz ve Ordu Merkezine kadar getirilmiş mukabil haber alma
teşkilâtımızın tesbit ettiği vesaik, bu bahiste bizi acı hayal sukutlarına uğrattı. Alman
Mareşali Falkenhayn bile bu vefasızlık ve ihanet karşısında hayretini saklamadı.
Yahudiliğin müfekkiresine asırlarca hâkim olmuş Benî Đsrail Devletini yeniden ihya için
en müsaid zamanın, Osmanlı ordularının ric'atı zamanına rastlaması elbette tesadüf
değildi...»
Elbette tesadüf değildi...
Hangi irtidad, hangi kitle vefasızlığı veya arkadan hançerleme tesadüftür? Hepsinin
zamanlara hükmetmiş, nesilleri kucaklamış fikriyatı vardır: Aşı, kafalardan bedenlere
iner, insaf ve iz'an kanunlarını yıkarak boy atar.
Yeter ki ihanet rüzgârları fırtına halinde esmiye görsün!..
Büyük fırsatlar kaçırılmıştır. Bunların yerine geleceğine kani değilim Zât-ı Devletlerinin
şahsına ne kadar derin hürmet ve muhabbetle bağlı olduğumu bilirsiniz. En çetin
tecrübelerden geçmiş olan bu me-veddet duygusu dahi, yarın, Tarih önünde beni haksız bir
mahkûmiyete sevketmemelidir. Bu sebeble, zaten yorgun ve bitkin olduğumdan, yaralı
vücudumu dinlendirmek ve artık bugüne kadar ifâ ettiğim vatan hizmetlerinin bergüzâr
hâtıratıyla ömrümün mütebaki kısmını imrar etmek üzere ailemle terk-i diyar edecek kadar
mustaribim. Cenab-ı Hak bu aziz vatanı korusun...»
E�VER PAŞA ĐLE KARŞI KARŞIYA:
Bu acı mektubun gitmesinden bir gün sonra, Beşiktaş Karakol kumandanı Giritli Mithat
Bey beni, Đzmir'e hareket hazırlıkları yapmak üzere olduğum akraba evinde buluyor ve
derhal Başkumandanın Kuruçeşmedeki yalısına ertesi sabah çok erken saatlerde götürme
emrini aldığını bildiriyor.
Enver Paşa, muntazaman sabah namazı kılardık Harbin en buhranlı ve kendisinin
cephelerde olduğu günlerde bile bu manevî vazifesini terketmemiştir, Đtiyadını bildiğim
için sabah erkenden Kuruçeşmeye gittim. Yaverler odasında bir kanapenin üzerinde,
üzerinde resmî Baş Yaver üniforması Kâzım Bey (Sayın Orgeneral Kâzım Orbay) yarı
uyukluyordu. Önünde, cephelerden gelmiş bir sürü çözülmüş şifreler, onların üzerinde
notlar vardı. Kucaklaştık: «— Sabaha kadar çalıştık. Kendisi namazda... Sizi Kırmızı
köşkde bekliyor...» dedi. Bir Harem Ağası'nın delaletiyle, yalının Boğaza bakan sırtındaki
küçük köşk'e gittim.
Manzara suydu Hatırlarım: Ortada, iki kişilik kahvaltı hazırlanmıştı. Masanın Paşanın
oturacağı yerin yan tarafında da benim mektubum, bazı satırların altı kırmızı kalemle
çizilmiş olarak duruyordu.
O, koskoca imparatorluğun kaderine hâkim Başkumandan, ben, O'na bağlı Teşkilât-ı
Mahsusanın reisi olarak değil, birbirine inanmış ve birbiri için can ve makam verebilir iki
kadîm dost olarak kucaklaştık. Yanmış, habeşleşmiş derime, başımın hâlâ geçmemiş yara
izine, yüzümün yorgun hatlarına dikkat ve muhabbetle baktı. Gözleri nemlendi:
«— Eşref... Çok yoruldun... Çok emek verdin...» dedi... Boğazımda, hayatımda pek ender
olarak bir düğüm, bir acı şehkası toplandı: «— Neye yaradı, işte vatanın bir kısmı elden
gidiyor. Yarınımız ne olacak?..» diyemedim. Fakat içimden geçeni anladı zannederim. Çok
hassas, içli, duygulu bir insandı. Kahvaltı sırasında afakî mevzulardan bahsettik. Gözleri
zaman zaman mektuba kayıyordu. Birden sordu:
«— Eşref... Bütün ümidler söndü mü? Arabistanı Şerif isyanından kurtarmak için senin şu
mektubda tekrarladığın ve doğruluğuna tamamen inandığım fikirlerini tatbik için herşey
kayboldu mu? Hiç ümid yok mu?»
Bir çocuk kadar masum ve vereceğim cevapta saadet veya keder bulacak gibi heyecanla
yüzüme bakıyordu. O ânda, bütün kırgınlıklarımı unuttum. Bu vatan, ne onundu, ne
benim... Her karışını oluk gibi ecdad kanı sulamıştı. Bir ân durdum, bütün Arabistan o
engin çölleri, vahaları, şehirleri, kabîleleri, sekenesi ile gözlerimin önünden geçit resmi
yaptı... ve evet, Yemen'de karar kıldı: Oradan, işe yeniden başlama tecrübesi yapabilirdik.
YILLAR SO�RASI�I� HAKĐKATĐ:
O ândan, gecenin geç saatlerine kadar, Başkumandanlığa, diğer işlerini geri bıraktıran ve
harita üzerinde muayyen «hareket mihrakları» nı tesbite kadar teferruata girmiş «Son Ümid
Plânı» nın tafsilâtı ile zamanınızı almak istemem. Netice kısaca şuydu:
1) Yollar kapalı... Fakat yanımda seçkin bir küçük kuvvetle Yemen'e gideceğim.
2) Đmam Yahya'ya Hicaz üzerinde bazı vaidlerde bulunarak ve hükümet namına tâviz
vererek Bedevilerden gönüllü kıt'aları teşkil edeceğim. Đmam Yahya, devletimizle yaptığı
muahedeye sadık kaldı.
Ahmet Đzzet Paşa bu cephede kendisini mükemmel idare etmektedir. Ali Said Paşanın
Aden cephesini de Đmam Yahya kendi kuvvetleriyle takviye ediyor. Ona emniyetim vardır.
Bedevilerinin aylıkla, askerlik bilgilerini arttırmasına mümanaat etmez. Beş bin kişilik bir
kuvvetle Vâdi-i Necran üzerinden Mekkeye akın yapacağım.
3) Asî Şerif Hüseyin Paşanın emrindeki kuvvetler, tamamen göçebedir. Bu kuvvetler,
kendi sahalarından uzaklaşmışlardır. Bedevi, tehlikeyi gördüğü zaman, derhal kendi
muhitine dönmek ister. Şerif Hüseyin'in nüfuz sahası, Cidde ve Yanbuğ gibi sahil
şehirlerde, Đngiliz donanmasının ateş sahası içindeki yerlerdir. Ki, Đngiliz siyaseti
malûmdur: Şerifin kuvvetlerinin dağıldığını görünce, yardımı derhal keser.
4) Đbn-i Suud'la Đbn-i Reşid arasındaki ihtilâf, delâletimizle ve kendilerine istikbâle muzâf
olarak yapılacak vaadlerle muvakkaten de olsa durdurulabilir. Yemenden temin edilen
kuvvetler, bu havaliden de iltihaklarını teahhüd edebileceğim kuvvetlerle birlikte ve
Hicaz'ın engin varlığına tesahüb hırsında olan Suudilerin müzaheretiyle Şerifin zaten
derme çatma olan kuvvetlerini dağıtır. Bu neticede, kendilerinin menfaatlerinin
bulunduğunun Đmam Yahya ve Đbn-i Suud tarafından anlaşılması lâzımdır. Bunun için
hükümet kendilerine mahrem teminat verecektir.
5) Yemene gidebilme için, siyasî bir vazife ile Bahr-i Ahmer (Kızıl Deniz) i geçmiye
gayret edecektim. Bunu mümkün görmezsem, Medine'den Yemene kadar çöl'den, bazen
âsî Şerifin emrinde, bazen Đbn-i Suud'un idaresindeki Bedeviler, bazen de hem Đbn-i Reşit
ve hem Đbn-i Suud'a âsî kabileler arasından geçerek, dövüşerek, çok zaman gece
yürüyüşleri yaparak, mümkün olan süratle Yemen'e erişeceğim, Đmam Yahya ile mutabık
kalacağım, Ahmet Đzzet ve Ali Said Paşalarla temas edeceğim ve derhal fiilî harekete
başlıyacağım.
6) Çünkü, aradan geçen bir yıl içinde, Hicazda vaziyet her gün aleyhimize dönmektedir:
Medineyi kahramanca müdafaa eden Fahri Paşanın her tarafla muvasalası kesilmiştir.
Hecinsüvarlarla âsî Şerif Hüseyin'in Cüdeyde ve Râbi'deki fesad ocaklarına taarruz ederek
dağıtacağım, Yanbûğ'dan çıkartarak asıl maksadları olan Akabe üzerine vararak, Maan'da
Şam demiryolunu kesmelerine mâni olacağım ve Medinedeki muhasara altındaki
kuvvetlerimizi kurtaracağım.
7) Yemen'in Sâade ve Vadi-i Necran Arablarının Yemen hududunda toplanmalarına Đmam
Yahya'yı razı edeceğim. Şerif Hüseyin tarafından devletimize olan sadakatlerinden dolayı
zincirlere vurularak hapsedilen El-Bîşe'lilerle takviye edilecek bu kuvvetlere, bize daima
yakın olan Benî Huteym Bedevilerini de katarak netice almıya çalışacağım.
8) Hecinsüvâr alaylarımız şimdilik beşer yüz kişi olacaktır. Hepsine birer cebel bataryası
verilecektir. Birer bölük mitralyöz ve bombacı Türk kuvveti ilâve edilecektir. Hecinsüvâr
alaylarına, Dağıstanlı Atıf Bey ve emsali gibi, bu sahada yetişmiş zabitler kumanda
edecektir.
9) Trablus-Garbde tecrübe ettiğimiz üzere, ganimetlerin kendilerine ait olacağını ilân
ederek, menfaata dayanan bir isyanı, aynı yoldan tenkili tecrübe edeceğiz.
SO� TECRÜBE ÜZERĐ�DE ÜMĐDLER:
Bu zor ve çetin bir teşebbüstü, Başkumandana dedim ki:
«— Paşam... Cemal Paşa tehlike içindedir, ingilizlerin umumî taarruzu pek yakındır
kanaatindeyim. Sina cephesinde günde iki kilometre demiryolu yapıyorlar. Biz,
Hecinsüvârları bir ân evvel teşkil ve netice almıya mecbur ve mahkûmuz. Bu kuvvetlerin
erzaklarını Samdaki askerî birliklerimiz gibi, Maan, Tebûk, Medayin Salih, Hatt-ı Hediyye
gibi merkezlerimizden temin ederiz. Bu Bedeviler, onbeş günlük erzaklarını develerine
yükliyebilirler. Kavrulmuş un ve biraz hurma gıdalarıdır. Bu kuvvetleri, Şerifin Đngiliz
alımlarıyla doyurduğu kabilelerin ailelerinin bulunduğu sahaya yürüttüğümüz zaman,
çoluk çocuklarını hasım kabilelerden kurtarmak için yerlerini terkedeceklerdir. Bu, geç
kalmış bir tabiî hizmetin, şimdi en çetin şartlar altında tekrarıdır. Biz bu tedbiri vaktiyle,
daha çok evvel, bu hainler ayaklanmadan önce yapacaktık. Size bir hâtıramı arzedeyim:
Şair Mehmet Akif ve Şeyh Salih Şerif Tunusî ile son Necid seyahatimizde Đbn-i Müşeylih
gibi Urbanın büyükleri yanıma geldiler. Arkadaşlarımın yanında bana dediler ki:
«— Ya Eşref!... Sen bizim kadîm dostumuzsun. Bana vaktiyle silâhsız iken mavzer verdin.
Beni Şama kadar götürüp Cemal Paşa ile tanıştırdın. O da bana elli altunla hil'at ve kılıç
verdi. Nankörlük edemem... Fakat âmmeten vukua gelecek bir Arab isyanında bî taraf da
kalamam. Şerif Hüseyin ve taraftarları bizi, hükümete karşı hazırlamaktadırlar. Altın
yağdırıyorlar. Deniz ellerinde... Erzakımız ancak deniz yolundan gelmede... Siz, tek
demiryolu ile değil bizi, kendi askerinizi bile beslemekten âcizsiniz. Neden Biîr
Dervişlerde, Gaîr boğazlarında ileri karakollar kurarak siperlerde yatıyorsunuz? Sen, ya
Eşref!... Sen bilmez misin ki, bu topraklarda şehir harbi, siper harbi olmaz... Burada her
şey hecinlerin üzerindedir. Kimin ki hecin devesi üzerine meharetle binen ve bir orada, bir
burada, çöl'ün her istenilen yerinde bulunabilecek süvarileri varsa zafer onundur. Yoksa,
şehirlerin içindeki kışlarlarda müdafaaya çekilmiş olanların değil!... Yalnız sana vecih
verdim, dostumsun. Đşte geldim, hakikati söylüyorum. Böyle giderseniz Şerifin isyanı sizi
devirir. Vakit geçmeden onu, bizim hecinsüvârlarla tenkil ediniz, tepeleyiniz. Bir Arab
isyanı hazırlanıyor ki, buna katılnııyanın bu toprakta yaşamıya yüzü olmıyacak... Siz de
uyuyun bakalım!...»
Ben Paşam, bütün bunları Cemal Paşaya anlattım, o bana, Şerif Zadelerin namus
yemininden bahsetti, vehmime verdi. Şimdi çok geç kaldık. Bu sebeble ki, o günlerde
Hicazda yapacaklarımızı, şimdi taa Yemenlerde yapmıya çalışacağız. Bu da son
tecrübedir.»
Daha sonra, bu işin malî portresini çizmiye çalıştık: On bin kişilik bir hecinsüvâr
kuvvetiyle işe başlıyacaktık. Ayda altışar altun (o vakitler iki kâğıt lira bir altındı)
hesabiyle altmış bin altın lâzımdı. Paşa, elindeki kalemle basit bir hesab yaptı:
«— Medinedeki fırkanın yarı masrafı... Mutabıkız Eşref Bey... Silâh nerede bulacaksınız?»
«— Yemenden... Orada depolarda eski Hanri martini, Yemenli âsî kuvvetlerden vaktiyle
müsadere edilmiş binlerce Gıra tüfeği, Đngiliz martinleri doludur. Yalnız sizden ricam, Đbn-
i Suud'a teminat verilmesidir. Bunu da hükümet dikkatle ve Đbn-i Reşidi kuşkulandırmadan
yapsın.»
«— Đbn-i Suud'a vezaret rütbesi verildi. Şifremiz de elinde... Đngilizlerle arası açık. Ondan
istifade etmesini Siz hepimizden iyi bilirsiniz. Size, şimdilik 300.000 altın verelim. Đsmail
Hakkı Paşadan alınız. Hunun 150.000 lirasını Yemen ordusuna bırakınız. Mütebakisiyle de
işinizi yürütmiye çalışınız. Size, Hudeyde'de bitaraf bir devlete mensub iki isim vereceğim.
Bunları, Sizden başka istisnasız kimse bilmiyecektir. Onların vasıtasiyle, Đsviçre kanaliyle
sizden haber alırız. Allah muvaffak etsin, Eşref Bey... Đnşallah emeklerin ve himmetin, bir
görüş hatâsına kurban edilen fırsatları telâfi etmiş olur.»
Ayrılırken beni kucakladı... Đkimiz de, bu karşılaşmanın son olduğunu kalbimizin sesiyle
hissediyor, gibi idik. Enver Paşayı hiç bir zaman bu kadar heyecanlı görmemiştim. Ondaki
bu his, bana da sirayet, etmişti. Sarıldık ve öpüştük. Gözlerinin nemli olduğunu, izahı
imkânsız bir elemle gördüm. Benim de gözlerim yaşarmıştı. Ne kadar hazindir ki, bu yiğit,
kahraman, vatanperver, Balkan Harbi bozgununda manen ve maddeten sarsıntılar içinde
politikaya karışmak felâketine düşmüş ordudan, üç yıl içinde, dokuz cephede ceddine hâs
ve tarihine yakışır harikalar yaratmış disiplin ve nizam ordusunu kurma yolunda herkesten
çok emeği olan, kusurları içinde şahsi çukurları asla bulunmıyan temiz insanı, dünya
gözüyle bir daha göremiyeceğimi o ânda nereden bilebilirdim?
Kuruçeşmedeki yalıdan ayrılırken, çeşitli hislerin tesiri altında idim: Yeni bir macera daha
başlıyordu... Bir hatânın ve gaflet dolu görüşün kaybettirdiği bir daha dönmez fırsatların
arkasından koşacaktım. Yorgundum... Trablus-Garb harbinden beri, yâni, altı yıldır bir ay
bile ailemin yanında kalmamış, dinlenmemiştim. BEŞ TÜRKLER'i Hindistan'a ileten
heyecanlı yolculuğu neler takib etmemişti? Kaç kere yaralanmış, ölümle yüz yüze
gelmiştim. Asıl yorgunluğum, kararmıya başlıyan harbin kaderinde idi. Memleket
mustaribdi. Başkalarına gördürülecek hizmetleri, daima, Anadolu yavrularına yüklüyor,
onların alın terini ve kanını istiyorduk. Đstanbulda, harbin felâketleri içinde refah
bulabilmiş türedi bir sınıf, halkın seîaletiyle alay ediyor gibiydi. Çeşitli adlarla, Uncular,
Bulgurcular, Fasulyacılar, Vagon simsarları, her devirde olduğu gibi iktidarların haysiyet
ve varlığını emen muhtekirler türemişti. Halbuki vatan, büyük badirelerin ta eşiğinde idi.
Şimdi yine Yemen'e kadar uzanacaktım: Bu, Hicaz kıt'asının Yavuz Sultan Selim'in Mısır
seferiyle bize kazandırdığı mukaddes ülkelerin mukadderatı üzerinde son bir ümit olarak
beliriyordu. Başkumandan Enver Paşa ile verdiğimiz kararın iaşe ve para mevzularını
konuşmak üzere iaşe nâzın Đsmail Hakkı Paşanın makamına giderken, bu yolculuğun Türk
tarifine yeni bir şehamet destanı ekliyeceğini ve bir avuç Türk yavrusunun,
Peygamberimizden 1285 sene sonra, Hayber'de, âsî ve nankör bir tebaa ile, müstevli
düşmana karşı inandığı dâva uğruna eriyeceğini nasıl düşünebilirdim?
PEYGAMBERĐMĐZDE� 1285 SE�E SO�RA
HAYBER'DE TÜRK CE�GĐ.
Üzerime aldığım vazife, cidden çetindi: Yemen yolu denizde kapalı idi. Đngiliz donanması
kuş uçurtmuyordu. Yine, Medine üzerinden ve asî Şerif Hüseyin kuvvetlerini yararak
gidecektim. Üç yüz bin altını almak ve iaşe meselelerini görüşmek üzere ziyaretine
gittiğim Đaşe Nazırı Đsmail Hakkı Paşa pek meşguldü.
Topal Đsmail Hakkı olarak anılan bu eski dostumun şahsiyeti üzerinde biraz durmak
isterim: Ne kadar zamandır bilemem, fakat bizim, bilhassa hükümet ve siyaset hayatımızda
teşekkül etmiş, oradan da vatandaşlarm hafızasına intikal eden umumî bir illetimiz var:
Đstirabların hakikî sebeblerini aramak ihtiyacını duymadan, menfi hâdiseleri şahısların
omuzuna yükletmek ve bir mücrim bulabilmenin rahatlığı içinde avunmak!.. Birinci Dünya
Harbinin de umumî efkâra yanlış ve hattâ haksız intikal ettirilmiş sebebler ve ölçülerle, biz,
geçim ve iaşe sıkıntısından tek suçlu olarak Đsmail Hakkı Paşayı karşımızda görüyorduk.
Süpürge tohumunun, çavdar ve bakla ununun, şeker ve petrol darlığının biricik mes'ulü
olarak ileri sürülen bu zat, aslında, dünyanın hayat-memat, yâni ölüm-kalım savaşına
tutuştuğu devrede, memleketinin yetersiz imkânlarını elinden geldiği kadar muvazeneli
tutmıya ahdetmiş kederli ve çaresiz bir insan hüviyetinde idi. Ne yapabilirdi? Elbette
Ordunun ihtiyacını önde tutmak zorundaydı. Kim derseki Đttihad ve Terakki devrinde
nüfuz suiistimali olmamıştır, asla inanmayınız.. Bu memlekette, her devirde, her zaman,
imtiyazlılar, korunanlar, himaye görenler oldu ve oluyor. Bu gidişle olacaktır da... Bir
iktidar «kanun ve müsavat üstü nimetler nasibesi» telâkki edildikçe, o iktidarın çevresine
toplanmış olanlardan südü bozukların, muhtekirlerin, suiistimallerin en kötüsü olan nüfuz
karaborsacılarının halkm meşru haklarını kemirdiklerine şâhid olmakda devam edeceğiz...
Đttihad ve Terakkide de, uncu, bulgurcu, makarnacı, mercimekçi, nohutçu gibi unvanlarla
anlılanlar, yeni çıkan PALAS lâfını bu zarurî maddelerin arkasına ekliyenler, o zamanın
tek nakil vasıtası olan demiryolunun güzergâhı üzerinde birer nimet haline gelen vagon
ticaretini elinde tutanlar, elbette vardı...
KAYSER VĐLHELM'Đ� MERAKI
Alman Đmparatoru Đkinci Vilhelm ile Enver Paşa arasında şahsî ve pek yakın bir dostluk
olduğu muhakkaktı. Kayser Vilhelm, Almanya harbden mağlûb çıkarak tâç ve tahtını
terkederek, Hoianda Kraliçesi Vühelmina'nm devamlı misafiri sıfatiyle Dom şatosunda,
1946 ya kadar yaşadığı yıllar içinde, kendisini ziyarete gelen tarihçi ve gazetecilere
hâtıralarını anlatırken, Enver Paşa için takdirkâr, iyi hisler dolu duygularını anlattı.
«Drang nah Osten = Şark'a Doğru» politikası, Almanya'daki en hareketli devresini,
Đkinci Vilhelm zamanında bulmuştu. Alman Đmparatoru, Dünya politikasında hâkim rol
oynamak hırsı ve kararı ile Osmanlı devletine karşı zaman zaman samimî ve koruyucu,
zaman zaman karşı ve sert politika takib etmiş, Đkinci Sultan Hamid zamanında da
Đstanbul'a gelmiş, Kudüs'ü ziyaret hâdisesi de, siyasî ihtilâflara sebep olmuş, bilhassa
Anadolu -Bağdad demiryolunun Almanya tarafından inşası, Osmanlı ülkeleri üzerinde
Đngiliz - Rus rekabetini bir birleşme haline sokmuş ve Şark Meselesi bambaşka bir
safhaya girmişti.
Eşref Bey, Hayber'de Türk Cengine yol açan son Yemen seyahatine ait mevzuları, Enver
Paşa ile görüşürken, imparatorluğumuzun son Başkumandanı, sözü bir vesile ile
Arabistan hâdiselerine getirmiş ve Eşref Beye şunları söylemişti:
«— Alman imparatoru Vilhelm son ziyaretinde, benden, Arabistan işlerini ve bilhassa,
Arabistan'da yaşıyan muhtelif kabile ve kavimleri yakından bilen, bunların âdet ve
hissiyatına vâkıf, hususî yaşayışlarını, sevgilerini, kinlerini, maddî mânevi
hususiyetlerini izah edebilecek bir TÜRK ŞAHSĐYETĐ istedi. Bu talebinin de aramızda
kalmasını ilâve etti. Kanaatına göre, Alman Hariciyesinde bu mevzuda yetiştirilmiş
birçok şahsiyet olmakla beraber, hiç birisi kendisini tatmin etmiyormuş. Đmparator, bu
arzusunu suitefsir etmemeni için de izahat verdi, dedi ki:
«— Harbin neticesinde dünyada teşekkül edecek hâkim kuvvetin Arabistanla çok
yakından alâkası olacağı muhakkaktır. Makam-ı Hilâfetin Müslümanlar üzerinde
büyük bir mânevi nüfuz ve tesiri olabilir. Đngiliz siyaseti, uzun zamandır bu tesiri
azaltmak için gayret sarfetmiş ve itiraf etmelidir kî, muvaffak da olmuştur. Görülüyor ki
harbin neticesi Avrupa topraklarında olduğu kadar Şark'da alınacaktır. Ben bu mevzu
ile şahsen daha yakından meşgul olmak ve bana bu hususta yardımcı olacak, Arab
kavimlerinijı yaşayışını, âdetlerini selâhiyetle anlatacak, vereceğim kararları tatbik
edebilecek bir şahsiyet arıyorum. Kudüs seyahatimde de tesbit ettiğim üzere, Arab Milleti
diye tarif ve tasnif edilebilecek bir topluluk yoktur. Çok meraklı ve beşeriyet namına
ibretli olan, muhakkak ki geçmiş zamanlarda kaybolmuş medeniyetlere sahne olmanın
irsi hususiyetleri için tetkik ve teteb-bua değer hâtırat ve asara sahib bu topraklar ve
üzerinde yaşıyan insanları öğrenmek için de şahsen büyük bir arzu duyuyorum. Bana
böyle bir şahsiyet tavsiye ve temin etmezmisiniz?»
Ben de kendisine sizden bahsettim, ve meşguliyetiniz bittiği ânda, Berlin'e seyahatiniz
için ricada bulunacağımı söyledim. Biliyorsunuz ki, Almanya ile kader iştiraki
halindeyiz. Sizin Kayser Vilhelm'in bu kadar mühim bir mevzu ve saha üzerinde şahsî
müşaviri olmanızdan memleket için büyük istifadeler temin edilebilir.»
Eşref Bey, hatıratında, Arab Yarım Adasında «müsteşrik, misyoner, eski eserler
mütehassısı, muhtelif ilim şubelerinde müdekkik» olarak dolaşan ve aşağı yukarı her
millete ait şahsiyetlerin, aslında, memleketleri hesabına bu bilinmemiş ve altında petrol
hazineleri saklı yerlerde birer «ajan» olduğunu kaydeder ve der ki:
«— Bu netice sadece siyasî hâdiselerin ve tedbirlerin icabı değildir. Arabistan, hakikaten
tetkike değer, her kısmı ayrı hususiyetler ihtiva eden, üzerinde yaşattığı insanların maddî
manevî hiçbir iştiraki almadığı halde aynı millet ismiyle yâdedilen, bazı kısımlarında
sadakatin, vefanın, sözün, şerefin —ki, bu kısımlarda daha çok Bedeviler meskûndur ve
Çöl'ün enginliğine gömülmüş vahalardır..— hâkim olduğu, bazı kısımlarında ise bu
değerlerin hiçbir mâna ifade etmediği, bazı mıntakalarmda da, münhasıran ananelerin
hükümran bulunduğu garabetler, tezadlar, hususiyetler beldesidir. Biz asırlarca
buralara şeklen sahib olmuşuz, fakat derinlemesine bir tetkik yapmak ve ona göre idare
etmek hatırımızdan geçmemiş... Bilhassa Sultan Hamid'in uyuşturucu, idare-i mas-
lahatçı siyaseti ile de kendilerine, o tarihe kadar akıllarına gelmemiş meziyetler,
unvanlar, şerafetler in'am ve ihsan etmişiz. Bizim masa başı idaremiz de, ÇÖL'ün hiç
bir hususiyetine vâkıf olmak arzu ve zaruretini duymadığı için, nizamî hükümler içinde
hayalâta dalıp o engin beldeleri Türk kanıyla yok yere sulayarak, yine yok yere
terketmişiz. �e kadar acıdır ki, idare edenlerimiz arasında hiç kimse, şu Alman
imparatorunun duyduğu meraka bile sahib olamamış...»
Ve aradan zamanlar, devirler geçti: Bugün, hudutlarımızın iki kara, bir deniz bölgesi
Arab ülkeleriyle çevrili... Bunca hâdiseden sonra, acaba bugün de Teşkllât-ı Mahsusa
Reisinin bu gerçekler dolu tenkidine rahatça cevap verecek durumdamıyız? �e gezer!...
Şair ne güzel söylemiş:
Havay-ı aşk eser serde
Efendim nerde ben nerd'e!..
Bunlar içinde, bugünkü partilerin genel idare kurulu anlamına gelen, fakat hepsinden çok
devlete iştirak etmiş olan Merkez-i Umumîdeki kodamanların yakınları, ahbabları, dostları
mevcuttu. Bu, Enver veya Talât Paşaların, şahsen ne kadar namuslu olduklarına halel
getiremiyecek bir vakia ise, onların iktidarında da, bu memlekette hırsızlık olmadığı
iddiasını ileri sürmiye asla hak kazandıramaz. Bütün bu hakikatlerin mevzuumuzla alâkası
olmadığı da sanılmamalıdır. Bir adama, resmî makamı ve vazifesi ne olursa olsun, 300,000
altın verip -Bu günün parası ile kırk milyon lira... Evet, kırk milyon lira!...- onu çölün
enginliklerinde bir temel dâvanın halline gönderen zihniyetin, kırk milyon nüfusu ve iki
milyon kare kilometre genişliği aşan o koskoca imparatorlukta imkânları tam bir adalet ve
hak ölçüsü içinde taksim edebilme iddiasında olması elbette hatıra gelemezdi. Đsmail Hakkı
Paşa, memleketi terkettikten sonra Almanya'da, dostu olan bir Alman'ın yardımıyla orta
halliden daha çok aşağı seviyede yaşıyabildi. Kendisine yardım eden de, Birinci Dünya
Harbinde Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisimiz olan Alman Bronzar Paşa (Obergeneral
Bronzart Von Şiliffin) idi. 1922 de Berlinde buluştuğumuz zaman, üzerindeki elbisenin
kolları yamalıydı. Nerede memleket dışına kaçırdığı söylenen milyonlar?... Vatana
döndükten sonra da, bekâr ve kimsesiz olduğu için, ölüsünün kadirbilir bir Musevî
vatandaş tarafından kaldırıldığını duydum. Ah şu bizim gerçek mes'ulleri arama zahmetine
katlanmadan hemen hüküm verme peşinliğimiz ah... Bu yüzden, birçok hizmet arzuları
kuruyor, sahneye çıkmaya cesaret bulamıyor. Ne ise... Biz, mevzuumuza dönelim:
Đsmail Hakkı Paşa, Başkumandanın emrini almıştı. Akşam evine davet etti. Gittim. Bu
ahşab evin mefruşatı, eski bir koltuk takımı ile hem yemek yenen, hem üzerinde çalıştığı
bir masa ve bir kendisine, bir de pek sık olan samimî dostlarına ait, gıcırdıyan teker
karyolalı üç odadan ibaretti. Tahta bacağını çıkarıp koltuk değnekleriyle köşe minderindeki
babacan hâli hâlâ gözlerimin önündedir. Evvelâ uzun uzun Arap Yarım Adasının iaşe
zorluklarından ve memleketin yetmiyen mahsulünün yarattığı açlık tehlikesinden bahsetti.
Suiistimal ve ihtikârdan acı acı şikâyet etti. Kırık bacaklarım işaret etti:
«— Hangi fâni şevkime?... Eşref Bey, emin olunuz şu ânda bu memlekette benim kadar
istirab çeken bir insan yoktur. Allaha karşı vicdanım rahattır. Biliyorum ki, bu dertli işe
gizli açık bir sürü tâlib var. Kimseyi ittiham etmek istemem. Fakat diyebilirim ki
birçoğunun bu makamın güçlükleri arasında nimet hesapları da vardır. Bu sebeple, sırf
milletimi ve memleketimi düşündüğüm için bırakamıyorum. Söylenenleri de duymuyor
değilim. Ziyanı yok... Allah büyüktür. Tarih bir gün hakikati yazacaktır.»
ŞERĐF MÜZEYGĐR'LĐ HAREKET KADROSU:
Yemekten sonra, seferin hareket plânı üzerinde uzun uzun konuştuk. Đsmail Hakkı Paşa,
daha evvel Yemende vazife görmüştü. Bana Yemende tanıdığı mahallî liderler hakkında
izahat verdi. Đstanbula o tarihte, Yemen Đmamı Yahya'nın mümessili olan Şerif Müzeygır'ı
buldurdu. San'alı Ahmed Mücahid isimli Kabile şeyhini de çağırttı. Yemenin Hacce ve
Hucur mimtakalarının şeyhlerinden olan El Müzeygır, Sultan Hamid zamanında bize karşı
isyan etmiş, üzerine gönderilen bir taburu bozmuş, daha sonra bir fırkamızın devamlı takibi
sonunda ele geçmiş, Rodos kalesine hapsedilmiş, sonra affa mazhar olmuş, Bursada emlâk
verilmiş, evlenmiş, Đstanbulda kalmıştı. Ciddi, sadık, fedakâr bir insandı. San'alı Ahmed
Mücahid de aynı meziyetlere sahipti. Đkisi ile de görüştüm. Benimle beraber sefere iştiraki
memnuniyetle kabul ettiler. Onlar da, Yemen'den temin edilecek kuvvetlerle, asî Şerif
Hüseyin ve oğullarının Hicazı kuvvetlerinin vurulabileceği kanaatinde idiler. Plânların
teferruatını yolda hazırlamayı kararlaştırdık.
Enver Paşa, bir gün önce hareketimizi istiyordu. Vakit geçirmemek icab ediyordu. Hicaz
isyanı, bütün Arab Yarım Adasını sarmıştı. Đsmail Hakkı Paşa ile sevkiyat'a giderek,
Hüseyin Hâki Beyi ziyaret ettik. Đsmi unutulmaması icab eden bu mükemmel teşkilâtçı ve
idareci arkadaşımızın himmetiyle, istediğim mitralyöz bölüğünü hemen teşkil ettim.
Kararım şu idi: Üç yüz bin altını, teşkil ettiğim makineli tüfek takımının himayesinde
Halebe doğru yola çıkartacak, ben de, asıl kuvvetimi teşkil etmek üzere, Đzmir'e gidecek,
orada, vaktiyle Garbî Trakya harekâtına iştirak etmiş, Balkan Harbinin diğer safhjalarında
bulunmuş, Trablus Garb harbinde Gerilla savaşlarında tecrübe sahibi eski çete efradından
güzidelerini toplıyarak, Salihli'deki çiftliğimde bir müddet talim ve terbiyeden sonra
hemen hareket edecektim.
Ertesi gün, Harbiye Nezareti Hazinesinden üç yüz küsur bin altını terazilerle tartarak aldık.
Cephane sandıklarına ve destere taşları arasına torbalar içine yerleştirdik. Üzerine de: «—
Dikkat!... infilâk edici maddedir.» etiketlerini her tarafına yapıştırdık. Đsmail Hakkı Paşa,
bu muazzam servetin emniyetle gitmesi hususundaki hassasiyetimi görünce, bana, en emin
ve mutemed adamı olan ve ordunun ileri saflarına milyonları götürmiye memur Yusuf
isimli genç ve bedenen de, ahlaken olduğu kadar kuvvetli mülâzım-ı evveli (üst teğmeni)
verdi. Makineli tüfek zabit ve efradım çok seçkin askerlerdi. Beraberce iki gün kaldık.
Onlara takib edecekleri yolu en ince teferruatına kadar izah ettim. Hazineyi de
beraberlerine alarak Afyonkarahisarına trenle hareket edecekler, vereceğim talimata orada
intizar edeceklerdi. Afyona hareket eden ön kadro şöyleydi: Afyonlu mülâzım Ethem
Efendi (Makineli tüfek kumandanı), Bursalı Hüsnü Çavuş (kumandan muavini), Đstanbul
Kadıköyünden çeteci Çamur Đzzet (nişancı onbaşısı), Sinoblu Mustafa, Akşehirli Lâtif oğlu
Đsmail, Vizeli Kortez Mustafa da efradı teşkil ediyordu. Hazineyi Yusuf E fendi, Pozantıya
kadar bu müfrezenin himayesinde götürecekti.
KADRO TAMAMLA�IYOR:
Yanıma Şerif Müzeygır ve San'alı Ahmed Mücahid'i alarak Đzmir'e, oradan Salihli'ye
çiftliğime geldim. Kararım, Çöl'de çete harbi yapabilecek tecrübeye sahib seçkin
mücadelecileri bir araya toplamaktı. Teşkilât-ı Mahsusanın bu mevzuda sıkıntı
çektirmiyecek elemanları vardı. Giritli Necati Beyi, Đstanbula göndererek eski Đzmir Liman
Reisi Hüseyin Beyde bulunan çok süratli ve fırtınalara mukavemetli Đngiliz deniz muşunu
satın alarak arkamdan Medineye yetiştirmekle vazifelendirdim. Niyetim, vaziyeti müsaid
bulursam Kızıl Deniz (Bahr-i Ahmer) den elde edeceğim bir Arab zanboğ'una
(yelkenlisine) koyarak, evvelce de Hudeyde'ye kadar denizden yaptığımız gizli seferi
tekrarlamaktı.
Kadrom, kısa zamanda tamamlanmıştı: Şeyh Şerif Müzeygır ve San'alı Ahmed Müeahid,
Kozluklu yüzbaşı Mehmet Asumha, Teşkilât-ı Mahsusadan yüzbaşı Giritli Đsmail Bey,
Mülâzım Behçet Efendi, Çallı Hüseyin Bey, Cihangirli Arab Abidin, Üsküdarlı Đbrahim
Çavuş, Giritli Hüseyin Hulki Bey, ünlü çetecilerden Mamaka Mustafa, Arnavud Celâl,
Rıfat Çavuşdan mürekkebdi. Bunlar, Teşkilât-ı Mahsusanm en güç vazifelerini cesaret ve
şerefle başarmış kahraman arkadaşlar, kanlarını vatan için akıtmaktan zerrece fütur
getirmiyen tecrübeli mücadelecilerdi.
Deniz yolculuğu icab ettiği zaman, kullanılmak üzere hazırlanmasını istediğim motoru,
Beşiktaşlı Lala Mehmet Beyzade Kemal Bey, Bahriyenin meşhur motorcu çarkçıbaşısı
Yüzbaşı Ali Efendiye söktürerek ambalajını yaptırmıştı. Enver Paşaya, motoru arkamızdan
mutemed bir zatla göndermesini şifre ile rica ettim. Kolağası Mudanyalı Âsim Beyin
memur edildiği cevabı geldi, ben de, kadromla birlikte Đzmir'den Afyona hareket ettim.
HALEB ĐSTASYO�U�DA CEMAL PAŞA ve BĐR HÂDĐSE:
Beraberimdeki arkadaşları, Hazine ile beraber Afyondan Pozantıya gönderdim. Kendim
Đstanbuldan yola çıkarılacağı bildirilen motörü beklemeyi tercih ettim. Gayem, en yakın
yol olan denizden Kızıl Denizi aşarak Đmam Yahya ile buluşmaktı. Fakat, motorun gelmesi
gecikince, Pozantıda beni bekleyen arkadaşlarıma iltihak ettim ve emrimize tahsis edilen
otolarla, Tarsus - Osmaniye - Katma'dan geçerek Halebe geldik. Kendimi, girişeceğim
büyük teşebbüsde, tamamen serbest ve sanki, bir müddet alenî vazife görmekte olduğum
intibaını vermek istediğimden, Baron Oteline indim, arkadaşlarımı da, dikkati çekmemeleri
için şehrin muhtelif yerlerindeki askerî misafirhanelere yerleştirdim. Vali, Cemal Paşanın
ertesi günü Haleb'e geleceğini söyledi. Hazinemiz, tehlikesizce ve salimen Şam'a erişmişti.
Suriyeyi çok karışık ve umumî efkârı galeyan halinde bulmuştum. Neden böyle idi? Neden
içinde olduğumuz badirenin icabı olarak daha müsamahalı ve geniş düşünceli değildik? Bu
şiddet politikasının tamamen aleyhinde idim. Enver Paşa da ayni fikirde idi. Fakat, Cemal
Paşaya karşı bu fikirlerini, bir hükümet kararı halinde tebliğ ve telkin etmekten de
çekiniyordu. Đttihad ve Terakki'nia «ekanim-i selâse» si denilen Enver, Talât, Cemal
Paşaların arasında derin fikir ayrılıkları olduğunda şüphe yoktu. Harbin ikinci senesinde,
ÜÇ PAŞA arasında, bir çeşid, nüfuz ve kudret taksimi yapılmış gibi idi. Suriye, tamamen
Cemal Paşanın nüfuzu altındaydı. Paşa, Dördüncü Ordu Kumandanlığı, Suriye Umumî
Valiliği ile beraber, Bahriye Nazırlığını da muhafaza ediyordu. Zaten, donanmamızın açık
deniz değeri kalmamış gibi idi. Kıyılarımızı Alman denizaltıları koruyordu, Yavuz ve
Midilli gibi, harbe girmemize şeklî sebeb olan iki gemiden Midilli batmış, Yavuz iki defa
yaralanmıştı. Onu da, gözümüz gibi saklıyorduk. Bahriyemizin vazifesi, o cefakeş Şirket-i
Hayriyenin emektar küçük gemileriyle kısa seferler yapmak, iç denizlerimizde asker ve
mühimmat taşımıya hasredilmiş idi. Seyrisefain ve Şirket-i Hayriyenin bu mütevazı
imkânları içinde, elimizdeki bir kaç eskimiş harb gemisi ve tonajları, karşımızdakilerin dev
dritnot ve kruvazörleri yanında hazin olan hücumbotlar ve torpitolar ile mayinlenmiş
Çanakkaleden dışarı çıkamıyorduk. Cemal Paşa, lâfzî bir makam olarak kalan Bahriye
Nazırlığını muhafaza etmekle beraber, bütün dikkat ve vaktim, Suriye ve Hicaz'a
toplamıştı. Oradaki debdebeli hayatı ise, tenkidlere yol açıyordu.
Sabahın erken saatlerinde Haleb istasyonu, asker ve sivil erkân, eşraf, halk, mekteplilerle
dolmuştu. Kimse, trenin geleceği saati bilmiyordu. Hava çok sıcaktı. Vali Bekir Sami Bey,
Kumandan erkânı harb Yakub Şevki Paşa ile beraber istasyon binasında idik. Saatler
geçiyor, tren gözükmüyordu. Valiye dedim ki:
«— Bekir Sami Bey... Şu güneşin altında, askerleri, hele şu masum yavrucukları saatlerce
bekletmek doğru mudur? Paşa, bir iki istasyon yaklaşınca haber verilse daha iyi olmaz mı?
Böylelikle istikbâle gelenler bezmemiş olurlar.»
Vali, benim bu dostça ikazıma biraz hayret eder gibi tavır takındı. Şevki Paşa ise, sükut
ediyor, önüne bakıyordu. Bekir Sami Bey, bir müddet tereddüd ettikten sonra şu cevabı
verdi:
«— Vallahi efendim, Paşanın geliş gidiş saatlerinin gizli tutulması âdeti takib ediliyor.
Ancak geleceği günü biliyoruz. Saat kasden, belki emniyet tedbiri olarak mektum
tutuluyor. Biz de, mecburî olarak, tazim vazifemizi ifa için günün ilk saatlerinde istasyona
toplanmış oluyoruz.»
Bu cevab beni tatmin etmemişti. Bilhassa mektep çocuklarının hali perişandı. Đçlerinden
birisi o sırada baygınlık geçirmez mi? Bulunduğumuz güneşten mahfuz binanın
penceresinden manzarayı görünce dayanamadım:
«— Canım Bekir Sami Bey... Maarif erkânına emir veriniz de, bu masum çocukları hiç
olmazsa gölgeye çeksinler. Sıra ile dökülecekler. Bizim Suriyemizin Sultanının teşrif
saatleri malûm değilse bunun cezasını evlâtlarımıza mı çektirelim? Meçhul muadeleler
halli ile meşgulüz...» dedim. Bu sözlerden de, hiç bir kasdım yoktu. Vali, derhal emir
verdi, çocuklar gölgeliğe götürüldüler, bir saat kadar sonra da, tren gözüktü. Đleri gözcüler
flamalarla işaret verdiler. Cemal Paşa, büyük bir nezaketle istikbâle gelenlerin ellerini
sıkıyordu. Vali ile Şevki Paşanın arasında idim. Geldiğimden haberdar edilmiş hâli vardı.
Sarılarak müsafaha ettik:
«— Đkindi çayına karargâha beklerim.» dedi. Karargâh da, benim kaldığım Baron otelinde
idi. Öğle yemeğini, Şevki Paşa ile beraber yedik. Đkindi saatlerinde, Ordu Karargâhı haline
konulmuş olan alt kattaki yaver odasında, beni karşılayan Bahriyeli yaver Nusret Bey: «—
Sizi bekliyor...» dedi ve kapıyı açtı. Cemal Paşa, ayakta ve pencerenin yanındaydı. Yine
sarılıştık. Fakat hâlinde, sabahkinden farklı bir garabet ve çekingenlik vardı. Đstırabını bir
gülümsemeye sarma gayreti ile:
«— Nasıl Eşref çiğim... Suriye Sultanlığı bana yakışmıyor mu?» dedi. Evvelâ, bu
cümleden bir şey anlamadım... Fakat bir ânda, istasyonda, mektep çocuklarını saatlerce
güneş altında bekletmenin verdiği üzüntü ile kullandığım cümlelerin, Cemal Paşaya nasıl
bir kötü maksadla ve jurnacılık ruhu ile iletildiğini kavradım. Benim, Enver Paşa ile olan
rabıtam malûmdu. Onun yanındaki mevkiim de... Enverle Cemal arasındaki hâdiseler de
malûmdu. Abbas Hilmi Paşanın, vaktiyle, Dördüncü Ordu Kumandanlığını bilen tek insan
da bendim. Onun bu makama gelmeden ayrılmasının sebeplerini de... Çok müteessir
oldum. Vatan elden gidiyordu ve biz, ne küçük ve basit şahsî dertler, meseleler, kaprisler
ve rekabet duyguları içinde idik... Sükûnetle dedim ki:
«— Size olan sevgimi bilirsiniz. Bu sözleri, istasyonda bilhassa mektep yavrucuklarının
saatlerce güneş altında bekletilmelerinin üzüntüsü ile söylemiştim. Mal bulmuş mağribî
gibi yetiştirmişler... Söyliyen kim? Ben, yâni sizin böylecesine yakın dostunuz olan Eşref...
Söylenen kim? Siz... Yâni, Dördüncü Ordu Kumandanı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa...
Vali de, Şevki Paşa da yanımda idiler. Şimdi bakınız Paşa Hazretleri... Bizler, her şeyi bu
jurnalcılığa başvuranları tepelediğimiz, onlara iltifat ettiğimiz için kaybediyoruz. Ben, bu
saltanatlı gidiş ve gelişlerin hikmetini kavramıyan bir mücadele ve hareket adamıyım.
Şimdi benim bu sözlerimden böylecesine mânâ çıkaranlar, en küçük ikazları sizlere nasıl
aksettiriyorlar, onu düşünüyorum...»
Cemal Paşa, beni sükûnetle dinledi. Elimden tutarak, bir kanapeye iliştik. Dedi ki:
«— Eşrefçiğim... Benim Sultanvârî geliş gidişlerim, halkın indinde hükümet itibar ve
azametini temsil edebilmeyi şekle bağlamak istediğimdendir. Halkın hükmü gözündedir.
Halk, hükümetin satvetini gözlerinin ibresinde takib eder. Yoksa ben saltanat budalası
değilim...»
BĐR GĐZLĐ ĐHTĐLÂL OCAĞI�I� TARĐHĐ�DE� SAFHALAR
Teşkilât-ı Mahsusa, kuruluşundan dağılışına kadar «gizli» bir müessese olarak çalıştı:
Kurucusu Eşref Beyin kafasında, Sultan Hamid istibdadına karşı ferdî mücadele
başlarken, yürüdüğü yolun sonunda imparatorluğun kaderine istikamet verebilmiş bir
«ihtilâl» hattâ «inkılâb» müessesesini kurabilmenin hayâli dahi yoktu. Kendisi, büyük
bir samimiyetle bu hakikati itiraf eder: «— Ben, der, �ecid ve Hicaz çöllerine, genç bir
zabit olarak sürüldüm. Memleketin içinde çalkandığı haksızlıklar, istibdad tecellileri,
bilhassa jurnalciliğin aile harîmine kadar girmesi, devletin varlığına musallat olan iç ve
dış düşmanlar, genç ruhumda, haksızlıklarla mücadele aşkını uyandırdı. Siz, hiç
kabahatiniz olmadan, ortaçağ işkence vasıtalarının en fecii olan, hattâ Engizisyon
devrinde bile rastlanmıyan tomruğa çakılma zulmüne uğradınız rnı? Ben, zindanlarda
aylarca inletildim. Kabahatim neydi, bilmiyorum... Bildiğim tek şey, memleketi saran
haksızlıkların infiali ve isyan duygusu idi... Taif'de, o muhterem Hürriyet Babası Mithat
Paşa'nm şehid edildiği odanın karşısına, ibret olsun diye kapatıldım, Taif zindanlarında
zulme uğradım. Gençtim, mukavimdim, yılmadım, fırsat yarattım, kaçtım, benim gibi
mağdur olanları topladım, mücadeleye başladım, şeklen ne kadar kuvvetli gözükürse
gözüksün, her istibdad mekanizması gibi. Sultan Hamid'in idaresi de çürümüştü. Bana
bu sâlîdde olan zulmün yıkılabilmesi için bir Teşkilât kurmak fikri, Veteriner Miralay
Dr. Rasim merhumdan geldi:
«— Sen, nasıl büyük bir işin içindesin, farkında değilsin: Ordu'nun bilhassa
Erkânıharb sınıflarında kaynaşma var. Herkes dertli ve mustarib... Ferdî iş olmaz.
Teşkilât yap. Mücadelene bütün vatanperverleri davet et. Tarih önünde. Dünyanın her
mütemeddin yerinde, ihtilâlleri ve inkılâbları münevver sınıflar yapar, halkın şuuruna
mal eder. Bak, Şam'da, Haleb'de, Beyrut'ta, Đzmir'de, Selanik'te, Manastır'da,
Kosova'da mürettep kolordulara dağılmış sayısız genç zabit, vilâyet ve sancak
merkezlerinde birçok münevver genç memur var, doktor var, hukukçu var... Hepsi, bir
örnek, arkasından gidilecek numune bekliyorlar. Sen, etrafına topladığm bir avuç
insanla, Hicaz'da Sultan Hamid idaresiyle oynayıp duruyorsun. Bu, bütün memlekete
malûm olursa, her tarafta mümasil hâdiseler başlar ve vatanın muhtelif yerlerinde
başlıya» parıltılar, günün birinde istibdadı yıkan ışık! olur, bunu ne sen, ne ben
kestirebiliriz.. Fakat insanların asıl vazifesi, ellerinde olanı memleketlerine
vakfetmektir... �eticeler, o memleketin umumî varlığı, vatanperverliği, feragat ve fazilet
duygularıyla alâkadardır. Đnce noktalar, teferruat düşünüldü mü ümitsizlikler başlar,
hesabîlik, büyük neticeleri çelmeler... Haydi bakalım.. Sahneye çık!..»
Teşkilât-ı Mahsusa, Hicaz ve Suriye'de, Sultan Hamid idaresinin dayandığı temellerin
çürüklüğünü, Kuşcubaşı Oğullarının ferdî mücadelesiyle ve «zabıta vak'ası» hudutlarını
aşıp bir «millî ayaklanma» mahiyetini alan hüviyete bürününce, vatanın her tarafındaki
münevver kadro ümitlerini bu mücadeleye bağladı: Bu sırada, Avrupa'da olanlar,
muhtelif telkin vasıtaları ile halkı uyarmaya çalışıyorlardı. Memleket içinde üç büyük
merkezde bu «gizli teşkilât» süratle gelişti: Şam, Đzmir ve Selanik... O günlerde, Şam'a
sürülmüş olan kolağası Mustafa Kemal, Eşref Beyin kardeşi Selim Sami'ye sahte bir
nüfus kâğıdı temin ediyor ve bütün demiryolu ve kara yollarını tarassuda alan, seyahat
için «mürur tezkeresi» yâni «seyahat edebilme vesikası» istiyen ve vatanın en ücra
köşelerine kadar yayılmış Hafiye teşkilâtından kurtulabilmek için, bir de «sahte vesika»
temin ediyordu... Teşkilât-ı Mahsusa'mn ilk günlerde bile, gözden ırak olabilmek ve
«tanınmamak» gayretini görüyoruz: Đzmir ve Đstanbul gizli seyahatleri, ibretli
maceralara mevzu olan Selim Sami'nin bu yolculuğu hangi kıyafetle yaptığını da, karşı
sahifedeki klişede görüyoruz.
Teşkilât-ı Mahsusa, Eşref Beyin Avrupa'ya kaçmasından ve Paris'te toplanmış olan
Đttihad ve Terakki'nin ilk kurucuları ile temasa geçerek, teşkilâtı Rumelinde genişletme
ve kurma hareketine girişmesinden sonra, Karbonari ihtilâl hüviyetine, bir de siyasî
çehre verdi.
Meşrutiyetin ilânı ile Teşkilât-ı Mahsusa'yı, o patırdı ve keşmekeş içinde, vazifesini
bitirmiş olmanın unutkanlığı ile görüyoruz!
Fakat Đtalyanların Trablus-Garb'e yaptıkları ihraç ile sona eren tatlı rüyalar devrinden
sonra, Teşkilât-ı Mahsusa, kendi kadrosu içindeki Ordu mensupları ile, Trablus-Garb
müdafaasını başaran fiilî aksiyon hareketidir: Balkan Harbi faciasından sonra ise, o
başarılı mücadele günlerini Đstanbul'u dolduran mekansız muhacirler, Haliç
sandalcıları, Galata hammallarından derlenmiş başıbozuk topluluğu ile ihya hareketi,
elbette, müsbet netice vermiyor: Çatalca hattına sevkedilmiş olan bu kuvvetler,
Kumburgaz, Yalos, Şahtros köylerinde, yerli gayrı-Türk ve gayrı-müslim tebeaya
saldırıyor. Bunun üzerine Enver Paşa (daha o zaman kaymakam Enver Bey) �azım
Paşayı ikaz ederek, bu kuvvetlerin tensikine Eşref Beyi memur ettiriyor, Keçe Bekir Sıtkı
isyanını bastıran Eşref Bey, bu derme çatma kuvvetleri, nizam altına alıyor: Selim Sami,
Süleyman Askerî ve ordudan seçilmiş, daha sonra kolordu ve ordu kumandanlıklarına
kadar yükselmiş değerli genç zabitlerin himmetiyle, nizam altına alınan bu kuvvetlerle,
Edirne'nin kurtuluşunda büyük ve asıl hizmetler yapıyor, ve Balkan Harbi faciası içinde
tek gönül açıcı hâdise olan Garbî Trakya, Bulgarlardan kurtarılarak burada bir Türk
Hükümeti kuruluyor: Hem de, Teşkilât ve hüviyet bakımından tam bir CUMHURĐYET
olan hükümet!..
Bu başarı ile Teşkilât-ı Mahsusa'nın, imparatorluğun o karmakarışık hüviyeti içinde,
ittihad-ı anasır fikrini kadrosunda temsil eden fiilî varlık olması fikri hatıra geliyor... Bu
fikrin temeli de, Enver Paşanın, Harbiye �azırı olmasıdır.. Paşa, resmî ve hususî
hayatının en yakın arkadaşları olan Eşref ve Selim Sami kardeşlere, bu fikrini bir
«vatan vazifesi» halinde telkin ediyor: Artık Teşkilât-ı Mahsusa'nın hem kadrosu, hem
gayesi vardır... O kadar ki, Balkan Harbini takib edsn devre içinde Ordu resmen terhis
edilmişse de, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosunda vazifeli olanlar, memleket menfaatleri
icabettirdiği ânda derhal harekete geçebilecek hazırlık içindedirler.. Birçok temel
meseleler ve fikirler, bu kadro tarafından ele alınıyor: Türk Ana-Vatanmda Moskoflara
karşı bir ayaklanma hazırlığını BEŞ TÜRKLERe verme hâdisesi, Đslâm âleminin her
tarafında gizli ihtilâl ve millî kurtuluş hareketleri teşkilâtı kuruluyor. Teşkilât-ı Mahsusa
bu devresinde, devletin bünyesinde gizli bir müessesedir. Fakat, irade-i seniyye ile
kurulmuş resmî, nizamî, kanunî bir varlıktır. Eşref Bey, BEŞ TÜRKLERĐ Hindistan
yoluyla Ana-Vatana iletmek için yola çıkınca, yerini, Süleyman Askerî'ye bırakıyor.
Onlar yolda iken Birinci Dünya Harbi patlamış ve devletimiz de harbe girmiştir: Eşref
Bey, Enver Paşadan aldığı hususî talimat üzerine Hicaz'a geçiyor, orada teşkilâta
başlıyor. Süleyman Askerî de Bağdad cephesinde Osmancık taburunun (ki, bu kuvvetler
de, Teşkilât-ı Mahsusa'ya tâbi idi) başına geçiyor, Teşkilât-ı Mahsusa'yı bizzat Enver
Paşa idare ediyor, irtibat âmiri olarak da, Kırkayak Hüsamettin Bey vazifeleniyor.
Bağdad'a askerî vali ve kumandan olan Süleyman Askerî, Şu-ayyibe muharebesinde
yaralanıyor ve intihar ediyor. Eşref Beyin Birinci Dünya Harbi içindeki hayatının bir
kısmı, ve kendisini yaralı esir olarak Malta'ya sürükliyen
Teşkilât-ı Mahsusa, tarihî gerçeklerin doğurduğu millî bir müessese idi: Daha sonra
istiklâline kavuşan Müslüman memleketlerine (Mısır, Tunus, Fas, Cezair, Pakistan gibi)
Hürriyet fikri ve bu fikrin hayâl olmakdan kurtulması yolları, Teşkilât-ı Mahsusa'nın
himmeti olarak meydana geldi: Bu ülkelerde, daha sonra müsbet neticeyi alanlar veya
onların bir nesil önündekilerin büyük çoğunluğu, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosunda
vazifeli idiler.
Acaba bizim, bugün için, sulhçü, insaniyete; hürriyetçi ve millî istiklâlci inançlar ve
gayeler bakımından dünyaya anlatacağımız hakikatler yok mudur? Bir zamanlar,
dünyaya hükmetmiş en büyük bir imparatorluğun manevî vârisi ve cihan içinde
müstakil son Türk devleti oiarak, dünya yüzündeki seksen milyonu aşan ırkdaşımıza ve
dört yüz milyona yükselmiş dindaşımıza, fikrî, harsı, içtimaî hiçbir bağlantımız
kalmamış mıdır?
Ve, bu bağlantılar için lâyık bir müessesenin faaliyeti, dünya muvazenesindeki
kuvvetimiz için şart değil midir?
Đşte bir sürü sual ki, cevap verebilmek için, evvelâ, Parti kavgaları ile birbirimizin
yakasındaki ellerimizi çekip, şakağımıza koymak ve düşünmemizle mümkün... Fakat
nerede o mes'ut gün?...
Kendisine hakkında böyle bir fikir beslemediğimi temin ettim. Fakat, Cemal Paşanın ruh
haleti, memleketin içinde bulunduğu şartları ve onu idare edenlerin buluttan nem kapma
psikolojilerini çok güzel gösteriyordu. Halbuki memleketin şartları, onu idare edenlerin
evvelâ kendi hareket ve niyetlerinin Mlisiyetine, sonra da birbirlerine tam bir güven
hissiyle bağlanmalarını ieab ettiriyordu. Gerek Đstanbulda, gerek büyük merkezlerde bu
temel duygunun zayıfladığını hüzünle müşahede ediyordum. Cemal Pasa, mevzuu
değiştirdi. Đstanbul havadisleri sordu. Duyduklarım ve bildiklerim, neş'e ve ümid verici
değildi. Bilhassa, Đmam Yahya'nın nezdindeki yeni teşebbüsüm, kendisinin o güne kadar
takib ettiği siyasetle tam bir irtibatı ve intibakı da yoktu. Buna rağmen,
Başkumandanlıktan, hareket ve faaliyetim için şifre ile talimat almış olduğunu
bildiğimden, teferruata girmeden düşüncelerimi anlattım. Arabistan siyaseti üzerinde, o
güne kadar, aramızdaki görüş ayrılıklarında ben haklı çıkmıştım. Hiç itiraz etmedi.
Muvaffakiyetim için elinden gelen bütün yardımları yapmıya hazır olduğunu söyledi.
Cidden samimî idi. Teşekkür ettim. Cemal Paşada da, hâdiselerin beklenildiğinden başka
tarzda inkişafından ve tecellisinden doğan dertlilik ve asabiyet vardı. Bu sırada yaver,
Lübnandan beklenen bir heyetin geldiğini haber verdi. Fırsattan istifade ederek müsaade
istedim ve Cemal Paşadan ayrıldım... O ânda nereden bilirdim ki kendisiyle, yakın ve uzak
mazide, iki fânî arasında teessüs edilecek en yakın dostluk ve ideal münasebetler kurmuş
olduğumuz Ahmet Cemal Paşa ile vatan dâvalarını bir daha böylecesine
görüşemiyecektim...
MEDĐ�EDE FAHRĐ PAŞA�I� KARARGÂHI�DA:
Yanımdaki arkadaşlarla beraber Haleb'de daha fazla kalmıyarak Şam'a hareket ettik.
Yollar, fevkalâde zamanların hercümerci içinde idi. Şam'da, eski karargâhım olan
Damaskos Palas'a yerleştim. Artık kararımı vermiştim: Yemen'e karadan gidecektim...
Deniz yolu, benim için daha kısa olmakla beraber, Kızıl Deniz'e çıkabilmenin imkânını
bulamıyordum. Şam, Đngiliz ve Şerif Hüseyin'in casusları ile dolu idi. Burada, içten içe
devam eden bir de Đngiliz - Fransız rekabeti vardı. Damaskos Palas'ta, bir Fransız casusu
olduğu pek de belli olmıyan ve Đsviçre gibi tarafsız bir memleketin pasaportuna taşıyan
güzel ve zengin bir kadınla, yine aynı vasıfta iki «akraba yiğen» hareketlerimi çeşitli
vesileler bularak adım adım takib ediyorlardı. Mevzu müsaid olsa, bir ajan'ın, adına
çalıştığı devlet için bir şeyler öğrenebilme bahasına ne çârelere başvurduğunu anlatmam,
hayalî polisiye ve casusluk romanlarının içinde bulunabileceklerden pek, pek çok
meraklılarının, o günlerde Đmparatorluğumuzun dört bucağını sardığını anlatmıya yeter...
Der'a'da bulunan bazı Dürzü kabilelerin isyanı ile karakollarımıza taarruz etmeleri Şam'da
günün meselesi halinde idi. Vali Tahsin Bey (daha sonra Cumhuriyet devrinde Üçüncü
Umumî müfettiş olan merhum Tahsin Uzer) bu âsilerin tenkili için benden yardım taleb
etti. Đzmir'den hareketim sırasında, Yemen'deki teşebbüslerim muvaffak olursa, cephe
gerisi savaşları için adreslerini tesbit ettiğim Teşkilât-ı Mahsusa'nın, Ordunun dört bir
kıtasına yayılmış olan tecrübeli çetecilerinden bir kısmının mes'ul kumandanlarına
müracaat ederek hemen Şam'a gönderilmelerini taleb ettim. Bu arada, Garbî Trakya
Hükûmet-i muvakkatesinin kuruluşunda büyük fedakârlıkları olan ve hâlen Şam'ın
Kunaytıra kazasında bulunan Eyyub Berzenc'i süratle gelen efradın başına geçirttim.
Bizzat Valinin de iştirak ettiği tenkil harekâtı kısa zamanda en müsbet neticelerini verdi.
Tahsin Beyi isyanın bastırılmasında, Teşkilât-ı Mahsusa kuvvetlerinin hizmetini, hem
Dördüncü Ordu Kumandanlığına, hem de Sadrıâzam ve Başkumandanlığa bildirmiş. Bana
da, ayrıca teşekkür ederek, efradın nakdî mükâfatla taltifinin mümkün olup olmadığını
sordu. Mâni oldum.,. Bütün endişem, yapılan vatan mücadelesinin bir menfaat havası
alması faciası idi. Fakat kendilerine, birer nişan verilmesi ve künyelerine terfileri için
mesned olmasına muvafakat ettim.
Bu günlerde, âdeta bir meydan okuma mânası taşıyan şayanı dikkat bir hâdise vukua geldi:
12 lik Zays dürbinim, kılıfından çalındı ve içine tehdid mektupları konuldu!... Bu basit ve
garib hırsızlık ve tehdid, faaliyetimin düşmanlar tarafından takib edilmekte olduğu
şüphesini bende kanaat haline getirdi. Đhtiyatlı olabilmem de ne yazık ki mümkün değildi:
Güya kendi memleketimizde, vatanımızın bir parçasında idik!
Artık Medine'ye doğru hareket etmek ve oradan da çok iyi bildiğim Büyük Çöl'ü aşarak
Yemen'e erişmek kararında idim... Fakat hareket plânımı istisnasız kimse bilmiyordu.
Şeklen Medineye, aziz ve muhterem dostum Fahri Paşaya nezaket ziyareti yapacaktım.
Yanımda, mitralyöz takımım ve hazinem olduğu halde yola çıktım. Odunla işliyen tren bizi
ancak altı günde Medineye eriştirebildi. Hareketimizden evvel hastalanan San'alı Ahmed
Mücahid'i Der'a Hastahanesine yatırmıştık. Bu talihsiz adamcağızı, iyileşmesinden sonra
bize iltihak için yolda iken bileti olmaması bahanesiyle tevkif etmişler! Elinde, her türlü
yardımı görmesi için Harbiye Nâzırı müsteşarı Mahmut Kâmil Paşanın bir de tavsiye
mektubu bulunmasına rağmen, başına gelenler, nasıl bir hava içinde mücadele ettiğimizi
anlatan ibretli bir hâdisedir. Kendisinin kurtarılışı ancak benim vak'adan haberdar olarak
yaptığım şiddetli bir tazyikten sonra mümkün olabildi!
Medineye gelişimizle beraber beni istasyonda, Fahri Paşa namına yaveri karşıladı. Paşa
Matman. Gazal boğazında müdafaa hazırlıkları ile meşgul idi. Beni beklediğini
bildiriyordu. Çok sevdiğim ve saydığım bu eski dostun ziyaretine gittim. Yanımda Şerif
Müzeygır de vardı. Bir gece misafiri oldum. Fahri Paşanın mevkii ve vaziyeti gün geçtikçe
güçleşiyordu. Müsbet ve tatminkâr bir siyaset de takib edilmiyordu. Ahamede kabilesinden
Hudeyka oğullarını, Paşanın yanında kalmakta olan Fıkra'lılardan öğrenmek istedim.
Hepsinin Cüdeyde boğazında mevzi tutmuş olan asî Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ın yanına
gittiklerini söylediler. Fahri Paşaya, Arab Bedevilerinin mizaçları ve ananeleri üzerinde
izahat verdim, bazı tavsiyelerde bulundum. Bu tavsiye ettiğim tedbirleri bizzat almak ve
tatbik etmek üzere Paşa ile tam mutabakat halinde idik ki, Toros menzil
kumandanlığından, beklediğim deniz motörüne ait on ikinci kolordu şifresiyle şu telgraf
geldi:
«— Sual buyurulan mühimmat ve vasıtalar 10 eylül 1332 (1916) tarihinde, Necati Bey'in
emanetinde olarak Şam'a sevkolunmuştur. Arzolunur.»
Yârabbi... Bu ne ihmâldi!... Ortada, Başkumandanın şahsen, bütün menzillere verdiği kat'î
emirler vardı. Buna rağmen, beklediğim vasıtalar, kırk sekiz gündür «yollarda» idi.
Nihayet 27 eylül 1332 (1916) da mücahid Đsmail ve Kemal Beylerden şu telgraf geldi:
«— Bugün, Kemal Beyle bütün beklediklerimiz geldi. Benzin ve gazlar akıyor. Tenekeler
yolda delindi. Emrinize muntazırız...»
Ben, Medinedeyim; delmen tenekeler Şam'da!... Ne emir verebilirdim? Fahri Paşa ile
içinde bulunduğumuz vaziyetin fecaatini içimiz yanarak konuştuk. Kırtasiyecilik, bizi
sulhte de, harbde de mahvediyordu: Yemen'e, Kızıl Denizi aşarak gitmek kararında idim.
Sahilde, zanbuğ (Arab yelkenlisi) bile hazırlatmıştım. Fakat gelmesine bunca ümid
bağladığım motor ve vasıtalar, işte bir buçuk aydır yollarda sürükleniyordu. Derhal
hareketlerini emrettim. Fakat müfreze kumandanı Rıfat Beyden aldığım telgraf, beni hiddet
ve istirabdan deli etti:
«— Eşyanın sevki için ancak bir vagon alabildim. Bir buçuk vagon daha lâzımdır. Hat
komiserliği ve merkez kumandanlığına müracaatım üzerine ancak dört gün sonra bir vagon
daha verebileceklerini söylediler. Eşyanın mütebakisini burada emin bir makama bırakarak
efrad ile hareketim veya vagonları beklemem hususunda emirlerinize muntazırım.»
ŞĐMDĐ DE SAHĐL YOLU:
Şahsî imzamla ve «BĐR DAKĐKA TEHĐRĐ MUCĐB-Đ ĐDAMDIR» kaydı ile ve başta hat
komiserliği, Şam merkez kumandanlığı olarak çektiğim çok şiddetli telgraf üzerine «gayet
müstaceldir» kaydiyle nihayet aylardır beklediğim neticeye dair «müjde» gelebildi:
«— Benzin, motor, gaz, cephane, tüfek, erzaklar ve bilhassa beklediğiniz emanet ve saire
mükemmeldir. Vagonlarla Şam'dan 4 teşrinievvel 1332 (1916) hareket ettim. Müfreze ile
Ebû Naam'de kalmak üzere emrinizi aldım. Motor ve levazımat da beraber mi kalacak,
yoksa Medineye mi gelecek? Deve semerlerini emirle Şam'da terkettim. Ester ve develeri
teç-hizatıyla beraber Medine-i Münevvereden almak üzere zata mahsus telgrafla Bahriye
Nazırı Paşa Hazretlerinden emir aldım. Herhalde ben yalnız olarak Medineye kadar
geleceğim. Bu bapta emirlerinize, Ebû Nam'da muntazırım.»
Đstirabım cidden büyüktü: Đzmir sabık liman reisinden şahsî paramla satın aldığım bu
fevkalâde süratli Đngiliz motörü ile, Kızıl Denizi rahatça aşabilecek idim. Çünkü on beş
gün evveline kadar, Kızıl Denizin bir çok kısımları, âsî Şerif Kuvvetlerinin eline
geçmemişti. Benim buralarda çok yakın dostlarım, güvendiğim insanlar vardı Fakat biz,
kırtasî muameleler yüzünden bu altından değerli günleri kaybetmiştik... Şimdi, motor
hazırdı, zanbuğ (arab yelkenlisi) Kızıl Deniz açıklarında beni bekliyordu... Fakat, fakat ne
yazık, artık «Bizim» diyebileceğimiz sahil yoktu: Çünkü, Bahr-i Ahmer (Kızıl Deniz) in
bütün kıyıları, hain ve âsî Şerif Hüseyin'in, daha doğrusu Đngilizlerin kontrolü altında idi.
O güzelim fırsatı da kaçırmıştık: Hem de, başımıza bir çok dertlerin gelmesinin başlıca
sebebi olan lâubalilikler, kırtasiyecilikler, gafletler uğruna...
ÇÖLÜ AŞMAK KARARI�DA ĐDĐM:
Benim için yapacak bir tek şey vardı: Çöl'ü aşmak!.. Vakia çöl, geçilebilecek olan bütün
kesimlerde âsî Şerif Hüseyin ve oğullarının kuvvetlerinin tam bir kontrolü altında idi.
Fakat ben görüyordum ki, Hicaz isyanını durdurabilmek ve bastırmak için tek çare. Yemen
Đmamı Yahya ile bu çevredeki Bedevî kabilelerini âsîlerin üzerine sevketmek ve onlara,
bizzat kendi silâh ve usulleriyle mukabele etmektir. Çölün coğrafî, tabiî, ananevi icabı bu
idi: Çöl hayatı, nizam ve disiplini reddeden ve ancak kendi hususî şartlarına intibak
edildiği zaman, cevab verebilen bambaşka âlemdi... Bu gerçeğin anlaşılmamış veya
anlaşılmak istenmemiş olmasıdır ki, asırlardır, oluk gibi Türk kanının boşuna harcandığı
bu riya, menfaat, hodbinlik dolu diyarda, hakikî bir Türk hâkimiyetinin kurulmasına mâni
olmuştu. Đşte, o günlerden zamanımıza kadar geçen vak'alar hep aynı hakikati isbat etmiyor
mu? Şerif Hüseyin'in ve oğullarının akibeti ne oldu? Bu aile uğruna ve onun gösterdiği
yolda, asırlarca ekmeğini yedikleri, nimetini gördükleri, ihtiram ve saygının en üstün
seviyesine çıkartıldıkları halde, Türk milletine ve devletine karşı isyan etmiş olan bu halk,
sırası geldi, Şerif ailesinin ferdlerini suikasıdlar, isyanlar, ihtilâller ile parçalamadı mı?
Şimdi onlara mensub olarak, sadece bir Ürdün'de yapmacık bir devlet var... Onun da
akibeti belli değil. O da, çevresindeki Çerkeş lejiyonunun kudretiyle ayakta durabiliyor...
Đngiltere, Arab Yarım Adasına bu hakikatleri bilmenin saadet ve kolaylığı ile girdiği içindir
ki, bizim gafletimizi göstermedi, istenmediğini hissettiği zaman, iktisadî menfaatlerini
sağlama bağlıyarak elini çekti, gitti: Harcadığı paranın, döktüğü kanın binlerce misli petrol
servetini garantiye bağladıktan sonra... Biz ise, toprağın altındaki nimetin gafili olarak,
toprak üstündeki kum'un ve bu kum kadar seyyal ve akıcı hayâlâtın arkasından koştuk: Öz
vatanı bıraktık, oralarda didindik durduk...
Ben şuna kani idim: Hicaz isyanının alevlendiği şu sıralarda, eğer bu isyan bastırılmıyacak
veya hiç olmazsa, belirli ve mahdud bir sahaya sıkıştırılmıyıcak olursa, Đngiliz taarruzu
ergeç başlıyacaktı. Đngilizler, Filistin cephesinde ve Sina bölümünde, bu neticeye intizar
ediyorlardı: Patlattıkları iç ihanetin kendi hesablarma müsbet neticelerinin elde
edilmesine.... Bunu da önliyecek tek tedbir, Çöl halkını birbiri üzerinde hesaplaşmaya
sevketmekti... Çöl öylecesine menfaat kavgalarının devam ettiği bir yer idi ki, bu
kavgaların istikametini tâyin edebilmiş olanlar için, kendilerinin hususî emek
harcamalarına lüzum yoktu. Ne yazık ki, asırlardır bu meçhuller beldelerinin anahtarları
elinde olan bizler için malûmlar, meçhullerin yanında pek zavallı bir tutamak değersiz bilgi
idi.
Çöl'ü aşmak... Bu, söylenildiği kadar basit ve kolay değildi: Medine, şimalden ve garbden
muhasara altında idi. Fahri Paşa, mâhirâne bir manevra ile, düşmanın muhasara hattını
şehrin yakınından Bir'ul derviş, Gair ve Müceyz'e kadar atmıya muvaffak olmuştu. Fakat
zaman geçtikçe urban, Hanelik üzerinden şehre yanaşmıya muvaffak oluyor ve vaziyet her
ân daha da fenalaşıyordu. Kumandan Paşanın ellindeki kuvvet ise, hiç bir mukabil harekete
imkan vermiyordu.
Demiryolundan kâfi derecede istifade edilemiyordu. Lokomotifleri işletecek kömür ve
odun da, erzak kıtlığı başlamıştı. Hükümet, halk arasında hoşnutsuzluğu önlemek
gayesiyle, Şamdan üç kuruşa aldığı buğdayı Medinede bir kuruşa sattırıyor, askerin
erzakından keserek yerli halkı tatmin yoluna gidiyorsa da bedeviler, gelen kervanları
soymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlardı.
Kuvvetlerime, şehir civarında devamlı talimler yaptırıyordum... Böylelikle, benim de
şehrin müdafaasına iştirak ettiğim zannmı uyandırmaya çalışırken, bu manevralar, şehri
kuşatmış olan âsî kuvvetlerin de maneviyatını kırıyordu.
ĐKĐ KAFĐLE HALĐ�DE HAREKET:
Mevcut kuvvetlerimi iki kafile halinde hareket ettirmeyi muvafık gördüm: Tecrübelerim, o
engin çöllerde, bir müsademe olduğu zaman yardımcı kuvvetler arasında kolaylıkla
girebilecek Bedevilerin, bizi birbirimizden ayırarak zayıf düşürmelerine mâni olmak idi.
Birinci kafilemi, Yemenli Şeyh Müzeygır'ın kumandasına vermiştim. San'alı Ahmet
Mücahid Efendi ve yüzbaşı Rıfat Bey, birinci müfrezede vazifeli idiler. Hazinemizi, Đsmail
Hakkı Paşanın mutemedi olarak bana tavsiye ettiği mülâzım Yusuf Efendi ile, emirberim
zenci Musa'nın kumandasındaki muhafızlar taşıyacaklardı. Hacı Ali Mığrıbî isimli, sadık
ve fedakâr Yemenli mücahidi de, hazine bir tehlikeye maruz kalırsa, çok iyi tanıdığı bu
havaliye gömmesi için onların emrine bıraktım.
Bu arada, garib bir hâdise vukua geldi: Hareketimden bir kaç gün evvel, mavzerlerimizin
miktarını, yolda bize iltihakı mümkün ve muhtemel olanları da derpiş ederek, artırmak
istemiştim. Medineden bana birçok iltihaklar da olmuştu. Mavzer sayımızı artırmak için
müracaat ettiğim Ordu Kumandanı Cemal Paşa namına, menzil müfettişliğinden, mavzer
tahsis edilemiyecegine, diğer ihtiyaçlarımızı temin için emir alındığına dair garib bir haber
geldi. Bunun üzerine, eski dostluklara istinad ederek civardan silâh ihtiyacını tamamiyle
karşıladım. Yanımda olmasını çok istediğim ve vaktiyle Đbn-i Reşid'i ziyarete giderken
bize yol göstermiş olan Huteym kabilesinden Abud Đbn-i Đsa da gelince, Allahın lütuf ve
inayetine sığınarak yola çıktık.
Đkinci ve asıl kafileye şahsen kumanda ediyordum: Mitralyöz müfrezesi, hecinsüvarlar,
Teşkilât-ı Mahsusanın kahramanları bu kafilenin içinde idi... Miktar itibariyle çok azdık.
Birinci kafilemiz otuz beş, ikinci kafilemiz yetmiş altı kişi idik. Bunların büyük kısmı,
elbetteki muharib de değildi. Fiilen savaşa girecek olan kadromuz artık kırk kişi idik. Belki
tarihin garib bir intibaki veya tekerrürü, Selim Sami de, Garbi Trakyayı bize kazandıran
Habibçe savaşını kırk fedaî ile yapmıştı. Ben de, Trablus Garb'de Đtalyanların ilk esir
alayının sancağını, yine kırk mücahid ile almıştım. Bir silâhlı çatışma olursa, asıl
kuvvetimi kırk rakamı üzerinde bulunca, ferahlık ve teselli duydum. Đnsan ruhu, bazen ve
bilhassa güç ânlarda, en masam hâdiselerden ümid aramaya ne kadar muhtaçtır.
Kafilemizin bir de imamı vard?: Medineli Hasan Efendi Zeytuni... Bir ölüm-kalım yoluna
çıkıyorduk. Bu temiz yürekli, hakikî Müslüman âlimi, mukaddes ve şerefli bir vazife
yolunda olduğumuzu anlamış olmanın inancı ile bize iltihak etmişti. Ne çare ki kader,
Çöl'ün ortasında bizi ancak dört yaralı ile kalarak erittiği zaman, Allaha son nefeslerimi
verirken dini telkinlerimizi, kendi vicdanımızla yapmamızı mukadder kılmıştı. Fakat, onun
da adını burada minnetle anarım.
Hazineyi birinci kafile ile göndermemin sebebi, bu kafileye riyaset eden Şeyh Şerif,
Mehmet Muzeygır'ın aslen Yemenin tanınmış bir şahsiyeti ve yanındakilerin hepsinin
Yemenli olması dolayısiyle, Urban tarafından çevirilirlerse, memleketlerine giden yolcular
olarak telâkki edileceği idi. Yüzbaşı Rıfat Bey de, Şerif Muzeygır'ın kayınbiraderi olacaktı.
Yusuf Bey ise, Yemende olan akrabalarını görmiye giden bir yolcu idi. Nitekim birinci
kafilemiz, ilk günlerde, hiç sıkıntı çekmeden yol aldı ve Yemen'deki kuvvetlerimiz için
hayatî değeri olan hazineyi, inanılmaz sadakat duygusiyle yerine eriştirebildi. Onlar için
düşündüğüm müsbet ve hayırlı ihtimalin tahakkuk etmiş olduğunu, aradan çok zaman
geçtikten sonra öğrendiğim an derin bir haz duydum ve kendi başımıza gelenlerin acısının
tesellisini bu muvaffakiyette aradım,
Fahri ve Basri Paşalar, daha sonra da bizzat Cemal Paşa, âsî Şerif kuvvetlerinin büyük
kafileler halinde ve içlerinde Đngiliz, Mısır, Tunuslu zabitler otorak yola çıktıklarını ve bu
sebeble, bütün Medine'nin etrafının (kuşatılmakta olduğunu, böylece on binlerce düşmanın
çevrelediği bir muhasara hattını yarmanın imkânsızlığını düşünerek yola çıkmamayı,
Hazineyi birinci kafile ile göndermiş olmamı kâfi bir muvaffakiyet sayarak geri dönmemi
bildiriyorlardı.? Bir-i Osman mevkiinde karargâhımı kurdum. Vaziyeti, iki gün ve gece,
sadece kendi mantık ve vicdanımla muhakeme ettim: Đlk kafilem, muvaffakiyetle yoluna
devam ediyordu. Eğer ben de aynı saadete ve talihin lûtfuna mazhar olabilseydim, Hicaz
isyanını beklemediği bir ânda bastırmak gibi, memleketime emsalsiz bir hizmete imkân
bulacaktım. Bu gaye, uğrunda ölmeye değecek kadar mukaddesti. Birinci kafileyi yola
çıkardıktan sonra geri dönmek, izzet-i nefsime ağır geliyordu. Karar verdim: Bütün
ağırlıklarımızı, Menzil müfettişliğine teslim ettik... En kısa yoldan, fakat en tehlikeli
yoldan mümkün olan süratle giderek Yemen'e ulaşmak için ahdettik. Arkadaşlarıma
vaziyeti açıkça anlattım:
«— Đstiyen geri dönebilir. Emin olunuz, asla müteessir olmam. Sağ salim dönebilmemiz
ancak Cenab-ı Hakkın lûtfu ilâhisi ile mümkündür. Buraya kadar en zor şartlar altında
vazife gördünüz. Sizlere teşekkür ederim. Benim şahsî kararım sizi bana iştirake mecbur
edemez. Bakınız, işte, Başkumandanlıktan da, Ordu Kumandanlığından da, geri
dönmemizi tavsiye eden tebliğler var. Gelen bütün haberler, etrafımızın gittikçe daralan bir
çenberle kuşatıldığını gösteriyor. Sizi, kendi vicdanınızla başbaşa bırakmadan, ölümün
içine sürüklemenin manevî mes'uliyetini omuzlarıma alamam. Hepinizi evlerinizde
bekleyen sevdikleriniz vardır. Düşününüz, kararınızı bana yarın sabah veriniz. Tekrar
ediyorum ki, kararınız dönmek de olsa, kalbimde en ufak kırgınlık olmıyacaktır. Buna
emin olunuz...» dedim.
TARĐHÎ HAYBER SIRTLARI�DA GARĐB RÜYALAR:
Ertesi sabah, bütün arkadaşlarım namına yanıma gelen üç kişi, sonuna kadar devama
kararlı olduklarını bildirdiler: O anda da Fahri Paşadan gelen hususî bir haber, Şerif
Hüseyin Paşanın oğlu Emîr Abdullah'ın asgarî yirmi bin kişilik bir kuvvetle yolumuz
üzerine doğru sarkmakta olduğunu bildiriyor, Hazineyi taşıyan birinci kafilenin
«mukadderatına terkedilerek geri dönmenin kâr-ı akıl ve basiret» icabı olduğu
tekrarlanıyordu. Yanıma gelen üç kişilik heyete, daha kararlarını bana bildirmelerinden
önce dedim ki:
«— Vaziyet değişti... Bakınız, Emir Abdullah, yirmi bin kişilik bir kuvvetle üzerimize
doğru gelmektedir. Bu güruh arasından biz kırk kişinin çıkıp çenberi yarabilmesi, ancak
mucizedir. Sizin kararınızın ne olduğunu bilmiyorum. Fakat bu gelen haberi de, bütün silâh
arkadaşlarımıza tebliğ ediniz, vaziyeti yeniden müşavere ediniz ve lütfen sonra bana
geliniz.»
Gelenler arasında bulunan mülâzım Behçet Bey şu cevabı verdi:
«— Beyefendi... Boşuna vakit geçiriyoruz. Biz sizi çok iyi tanırız. Sizin de bizi tanıdığınızı
zannederiz. Ben, emirleriniz üzerine bütün arkadaşları toplayıp Fahri Paşa Hazretlerinin
gönderdiği haberi kendilerine yüksek sesle okuyacağım. Fakat verilmiş olan namus
sözümüzün hayat endişesiyle değişeceğini asla zannetmiyorum. Bize yarım saat müsaade
ediniz.»
Evet... Yarım saat bile dolmadan dönen aynı heyet bana, bütün arkadaşlarının SONUNA
KADAR YOLA DEVAM kararını bildirdiler. Gözlerim yaşarmıştı... Yarabbi!.. Bu ne
kahraman, ne ulu bir milletti. O ânda, aziz arkadaşım, Necid çöllerinde yoldaşım, bu kızgın
kumlar arasında, gafillere doğruyu ve hakkı telkin için bir riyazet ehli sükûn ve sabrı içinde
aylarca yol almış olan o emsalsiz edib ve şair Mehmet Akif'in Allaha seslenişini duyar gibi
oldum
Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı,
Mahşerde mi bîçarelerin yoksa felahı? Nur istiyoruz...
Sen bize yangın veriyorsun,
Evet... O, «beş on sersem» ne yazık ki, bu asîl ve büyük vedianın şeklen muhafızları
olması lâzım gelenlerdi: Đhanet, Türklüğün dört yanını sarmıştı... Şerif Abdullahın, bir kaç
gün sonra, yaralar ve istirablar içinde yüjzüne haykırdığım gibi, bu adamlar şerif değil, şenî
idiler: Hain, nankör, harîs idiler... En buhranlı ve nâzik zamanımızda bizi arkadan
vurmuşlardı ve bu darbe, meselâ hürriyet ve istiklâl gibi azîm ve mukaddes gayeler için de
değildi: Menfaat içindi... Fânî hırslar ve saadetler içindi.
Şimdi kol nizamında yolda idik. Ebû Nâme'den bizi uğurlryan Aü Nasır Efendi, Şerif
Hüseyin kuvvetlerinin oğlunun kumandasında olarak şarkdan şimale doğru aktığını, bu
yolun da bizi ister istemez kendi kuşağı içine alacağını, çünkü gelenlerin en aşağı yirmi bin
kişi olduklarını ve son sistem Đngiliz silâhlarına sahih bilhassa hecinsüvâr alaylarının
mükemmel olduğunu söyledi. Son defa kucaklaşırken gözleri nemli idi:
«— Eğer gücümün yeteceğini bilsem, seni yolundan çevirirdim. Vallahil azîm ölüme
gidiyorsun. Peygamberimiz harb hud'adır demişti. Gel sen de bir gün ileri atılmak üzere
geri dön...»
Şu cevabı verdim:
«— Yâ Ali Nasır... Üzerimize gelenler bizi neden vurmak istiyorlar? Đngilizler namına
değil mi? Vaktiyle, bin iki yüz seksen beş sene evvel, Peygamberimiz Efendimiz burada,
ilây-ı kelimetullâh için nasıl dövüştü ise, biz de, onun mukaddes emanetini, sahte ve
riyakâr müddeilerinin elinden kurtarmak için burada kanlarımızı dökeceğiz. Emir Abdullah
yirmi bin ile geliyormuş. Kâşki seksen bin hecinsüvar ile gelse... Ben bu nankörlere,
Türklüğün şehameti yolunda bir ders vereceğim. Arkadaşlarımın hepsine, ayrı ayrı geri
dönmelerini rica ettim. Emin ol, ben iki arkadaşımla, bu çemberi daha kolay yararım. Đki,
nihayet üç kişinin muhasarayı yarması başkadır, kırk kişinin başka... Fakat ne yapayım ki,
onların izzet-i nefsi de asgarî benimkisi kadar mukaddes... Ne yapabilirim? Bir kere ok
yaydan çıktı: Duanı eksik etme!»
HAYBER'e doğru vadiler arasında ilerlemiye başladık. O gün akşama kadar yürüdük.
Mızrâa namındaki vadiden develerin geçmesi için müsaid yol yoktu. Bir gün burada
kalarak, kendimize bir yol açtık. Efrad eşyalarını sırtında taşıyor ve develeri iplerle
bağlıyarak bir taraftan çekiyor, bir taraftan arkalarından itiyorduk. Arabistanda, pek nâdir
rastlanan bu sarp mmtakanm aşılmasından sonra, Hayber düzlüğü başlıyordu. Çok
yorgunduk. Hayber'in ardındaki sırtları bize panorama gibi seyrettiren bu vadinin mürtefî
yerinde karargâhı kurdurarak geceleme emrini verdim. Nöbetçiler ikişer saat fasıla ile
nöbet tutarlarken, diğerleri yorgunluktan bîtab uyuyorlardı.
Ortalığın ağarmasına tahminen iki saat kala fena bir rüya gördüm... Rüya adamı değilsem
de, zamanın ve mevkiin icabı bana tesir eden bu acı bir daha uyutmadı. Ses çıkarmamıya
çalışarak nöbetçilerden en yakın olanının yanına gittim ve nöbeti bana bırakıp uyumasını
söyledim. Benim uyandığımı gören nöbetçilerden çerkes Rıfat Çavuşla, azaldı
kölelerimden Mübarek yanıma yaklaştılar:
«— Beyim... Size bir çay pişirelim mi?» Suyumuz çok azdı. O gün askere, konserve
verecektik. Makinelileri de temizliyecek ve geceleyin, belki bir daha durmamak üzere yola
çıkacaktık. Gün ağarmıştı. Makinelilerin temizlenmesine nezaret etmek üzere tepeye doğru
çıkarken Hecinsüvar kumandanı Giritli Đsmail Efendi, melûl bir tavırla yanıma yaklaştı:
«— Beyefendi... Bir şey söyliyeceğim amma, darılmayınız: Ben bu gece, bir rüya gördüm.
Bilirsiniz ki benim babam şehiddir. Bana, kendisine kavuşacağımı söyledi. Vasiyetin varsa
yap, dedi. Çocuklarım evvel Allah sonra sana emanet...»
Kendisini teselli ettim, şakalaştım:
«— Yemende benim tanıdığım bir tâbirci vardır. Sabret... Rüyalarını orada tâbir ettiririz,»
dedim. Ya o da beni saatlerdir tesiri altında bulunduran rüyamı bilse idi?
GALĐB'LE MAĞLUB'U� DĐL KAVGASI
Yaralı Eşref Bey, Emîr Abdullah'ın karargâhına getirildiği zaman, bu geniş çadır, Uçan
Şeyh adını verdikleri Teşkilât-ı Mahsusa Reisini görmek istiyen meraklılarla dolu idi.
Eşref Beyin kırk cengâverinden yaralı olarak ele geçen Mamaka Mustafa'yı sorguya
çeken Tunuslu Fransız Binbaşısı Sidi Raho, Emîr Abdullah'ın huzurunda Mustafa'dan
Eşref Beyin ölüler arasında bulunmadığını, kaçıp kaçmadığını sormuş, Mustafa da:
«— Kaçmaz.. Kaçmamıştır. Eğer ölüler arasında değilse sağdır, aranırsa bulunur.»
demişti. Bunun üzerine Emir Abdullah, savaş yerinin baştan sonuna kadar taranmasını,
her tarafa hecinsüvarlar gönderilmesini ve Eşref Bey hayatta ise, kılına dokunulmıyarak
kendisine getirilmesini emretmişti.
Şimdi Eşref Beyi dinliyelim:
«— Geceyi, şehidler arasında geçirmiştik. Sabah ışıkları arasında, başlarında Mısırlı
binbaşı Abdülhamid ve Tunuslu Müslüman Fransız Binbaşısı Sidi Raho olan tahminen
yirmi kişilik kadar bir grubun, ismimi yüksek sesle haykırarak beni aradıklarım
duydum. Onlar bana yaklaştıkça, harbin acısı ve güya din kardeşi olan bu insanların
kahraman arkadaşlarıma reva gördükleri zulümle hiddet kesilmiştim. Yaralarımın
dayanılmaz acısını unutmuş gibiydim. Asabi bir buhran içinde tabancama sarıldım.
Ancak iki dizimin üzerine kalkabiliyordum. Benim bu vaziyetimi gören Mısırlı binbaşı
Abdülhamid —elindeki tabancayı da üzerime çevirme ihtiyatını bırakmadan— olduğu
yerden haykırdı.
«— Cit-ü zâlim ve tircâ salim» (yâni zâlim geldin salim döneceksin..)
Bu, Arabların harb ve kavgalarda, fenalık yapmama vaadi mânasına gelen bir atasözü
idi. �e münasebet?.. Biz, asla zâlim gelmemiştik, ve onların bizi salim bırakacaklarına
da asla itimadım yoktu. Elimdeki tabancamı hâlâ bırakmadığımı gören Mısırlı Binbaşı
beni temin etmiye devam etti: «— Allah amânâllah ve ahde Resulü min tarafillâh
Celâlettin Melik = Emir size, Allah ve Resulü namına âmân veriyor. Hayatınıza ahdimiz
var, dokunmıyacağız.»
Şu cevabı verdim:
«— Bunca fecaatten sonra bu ahde ne lüzum vardı? Etrafımızdaki manzaraya bakınız...
Eğer, Emir'in yanına kadar bana bir tek sual sorar ve izzetinefsimi rencide edecek bir
tek söz söylerseniz, emin olunuz, iki taraftan birisi ölür.»
Beraberimde nişancı onbaşısı yaralı izzet olduğu halde ve sadece onun koluna
dayanarak Emir Abdullah'ın karargâhı olan muhteşem çadıra girdik. Abdullah, beni
nezaketle karşıladı. Ayakta idi, yaralarımla alâkadar oldu. Bu sun'î nüvâziş, bana, o
ândaki ruh haletim içinde çok dokundu. Belki kabalık yaptım, fakat nefsime hâkim
olamadım:
«— Allah hakkı için sizler, Şerif değilsiniz. Şeni adamlarsınız, bu memlekete hiyanet
ettiniz...» dedim. Abdullah bir ân sarsıldı, fakat derhal nefsine hâkim oldu:
«— Ve lâ teslevû lisâneküm, ya Hazret-il Bey... = Lisanınızı kirletmeyiniz Beyefendi...»
cevabını verdi.
Ve çadırı terk etti...
Fakat asî şerif Hüseyin Paşanın oğlu Emir Abdullah, Eşref Beyin bu çıkışını
unutmamıştır. Ertesi günü, ziyaretine geliyor, hatırını soruyor ve bir sırasını getirerek
diyor ki:
«— Ya Eşref Bey!.. Burası Arab diyarıdır, buradan ne istiyorsunuz? Burada ne
arıyorsunuz?»
Teşkilât-ı Mahsusa Reisi, taşı gediğine koymak fırsatını bulmuştur. Arabça ve yüksek
sesle cevap veriyor... öyle ki, çadırı dolduran şürefâ ve şeyhler, hayretle irkiliyorlar:
«— Emir Hazretleri... Siz, Đstanbul'da, Boğaziçi'nde, lalanızla Yeniköy kıyılarında
izmarit balığı avlarken, ben, Arab Diyarı dediğiniz bu yerleri, muhtemel bir düşmandan
muhafaza için yine deve üstünde idim. Sizin de mevcudiyeti ile iftihar ettiğiniz
devletimizin bekası için buralarda at oynatıyordum. îşte, etrafınızdaki meşayihi de şahit
olarak gösteririm. Benim devletimin bu topraklarda hakkı daha kadîmdir. Siz, sonradan
çıktınız. Fıkıh, bilirsiniz ki, Đslâmiyetin mantık kaidelerini izah eder ve bu fıkıh
kaidelerine göre de, kadîm, yâni daha eski olanın hakkı, yeni olanın hakkından
üstündür. O halde sizin sorduğunuz suali benim size sormam icab eder, ey Melik!..»
Abdullah, bu cevab üzerine mevzuu değiştirmiye mecbur kalıyor, asabına hâkim oluyor
ve diyor ki:
«— Evet... Dedikleriniz doğrudur. Hattâ o kadar ki, yanınızdaki bir avuç insanla, bu
çölü aşıp gitmiye kalkışmanız da, buraların her köşesini bizlerden iyi bildiğinize
delildir...»
Yan sahifede, o meşhur ve unutulmaz HAYBER CE�GĐ'nin cereyan ettiği sahanın
klişesini görüyoruz... Bu klişenin orijinali, Đngilizlerin hazırladığı bir filmden alınmış
fotoğraftır... Đngilizler, Hayber'le öylesine alâkadar oldular ki, savaşın cereyan ettiği yeri
filme aldılar. Çünkü netice böylecesine «harikulade» idi... Ve öyle sanıyoruz ki,
Đngilizlerin bu hassasiyeti olmasa idi, biz bugün sizlere elinizdeki kitapçıkta,
HAYBER'DE TÜRK CE�GĐ'nin cereyan ettiği «Cembele» mevkiinin klişesini vermek
hazzından ve imkânından mahrum kalacaktık..
�e hazin ve ne ibret verici netice!
Biraz ilerlemiştim ki, cidden bir kahraman olan Kunaytıralı çerkez Eyub Berzenç, iri ve
arslan yapılı heybetiyle önüme çıktı, her zamanki âdeti gibi elimi öptü, benimle beraber
tepeye doğru yürürken yavaş bir sesle dedi ki:
«— Beyim... Ben bu gece bir rüya gördüm. Şu ân gibi... Büyük bir harbe gireceğiz. Ben,
şehid olacağım. Sen yaşıyacaksm. Çünkü son nefesimi verirken iki oğlumun da ellerinden
tutub sâna teslim ettiğimi gördüm. Sen onları aldın ve benden uzaklaştırdın. Beni de, nur
yüzlü bir insan kucakladı, tüy gibi hafiftim. Gökyüzüne doğru yükseldim. Benim rüyalarım
tecrübelidir. Ben şehid olacağım. Evlâtlarım sana emanet...» dedi. Bu, binbir tehlikeden
gözü yılmadan çıkmış, Teşkilât-ı Mahsusa'nın en güvendiği Gerillacısının rüyası da ne
oluyordu? Kendisi ile şakalaştım... Fakat o da, bendeki teessürü hissetmiş ve bu duyguya
hürmet etmek istermişçesine yanımdan ayrıldı. Evet... Hem Đsmail, hem Eyub Berzenç,
ikisi de ertesi günkü HAYBERDEKĐ TÜRK CENGĐ’nin mübarek şehidleri arasında yer
alacaklardı... Arkalarında; şeref ve yiğitlikten örülü bir destan bırakarak... Kırk kişinin
yirmi bin kişi ile beş buçuk saat dövüşmesi ve kendisinden sekiz misli fazlasını yere
serdikten sonra erimesinin destanını Çöl'ün bağrına yazarak...
Üçüncü garabet, makinelileri temizlemeye nezaret ettikten sonra tepeden aşağı inerken
vukua geldi: Kılavuzlarımızdan Guneyzeli Bedevi nisbeten gölgelik bir yere çömelmiş,
kumlar üzerinde bir şeyler çiziyordu:
«— Orada ne yapıyorsun?» diye sordum. Kafasını kaldırdı, bana dikkatle ve dalgın baktı:
«— Efendinâ'... Ya Hazret-i Bey... Ben buradan tallah bir adını ileri gitmem.» dedi.
Hayretle sordum:
«— Neden gitmezsin? Hasta mısın?»
Önündeki kum yığını üzerindeki işaretleri gösterdi. Damarları fırlamış, aşırı esmer eli
titriyordu:
«— Etraf ölüm dolu... Azrail yolları kesmiş. Benim remil atmam şaşmaz. Tehlikenin
üzerine gitmek olmaz. Onlar üzerimize geliyorlar. Ya Hazret-i Bey... Rica ederim, geri
dönelim.»
Asabım gerilmişti... Bu konuşulanlar duyulursa, kuvve-i mâneviye namına bir şey
kalmıyacaktı. Kılavuzu tersledim:
«— Seni şimdi zaten geri çeviriyorum. Yüreği bozulmuş insanın bizim aramızda işi yok.
Allanın dediği olur. Ben böyle remil ile harb edenlerden değilim. Yallah... Hiç arkana
bakmadan ve kimse ile konuşmadan şimdi, derhal geri dön... Kimse ile konuştuğunu
duyarsam seni kurşuna dizerim.»
Bedevi acır gibi bana baktı, başını salladı, hiç bir sev demedi. Hecinine atladı ve benim
kendisini gözlerimle takib ettiğime de dikkat ederek, tepenin tenhâ olan sağ kanadına
doğru hecinini sürdü, ardında kum izlerinden beyaz bir yol bırakarak kayboldu. Benim
rüyam, Giritli Đsmail Efendinin, Eyub Berzenç'in rüyaları... Guneyzeli Bedevi'nin Arablar
arasında doğruluğuna inanılan kum'u konuşturması... Hepsi, büyük bir tehlikenin
üzerimize doğru geldiğini anlatmak istiyordu. Fakat neden şaşmalı idik? Biz, tehlikeyi
biliyor ve onun üzerine gidiyorduk: Kader böyle emrediyordu, şeref ve haysiyet
duygularımız, izzet-i nefsimiz, vatan muhabbeti bunu emrediyordu...
DÜ�YA Đ�SA� KESĐLMĐŞ ÜZERĐMĐZE GELĐYOR!...
Yola çıktık. Önde giden Çallı Hüseyin Beyin piştarlarına yetiştim. Bulunduğumuz yer,
Huteym ve Guneyze kabilelerinin daimî vuruştukları arızalı saha idi. Đlerimizde dar bir
boğaz vardı. Burayı aştıktan sonra nisbeten selâmete çıkacaktık. Đki tarafa, itimat ettiğim
gözcüler koymuştum. En arkada, yüzbaşı Çerkeş Mehmet Bey vardı. Atımı istettim. Cins
hayvan dinlenmiş, yaklaşan kıyametin altıncı hissi ile dizginleri serbest bırakmam için asîl
başını asabî hareketlerle mütemadiyen oynatıyordu. Kafile, tam hareket nizamı içinde idi.
Dar boğazı aşmak ve son tümseği çıkmak üzere iken en önde giden bedevi Abûd,
birdenbire durdu, eliyle ufku seyretti, anlıyamadığım ulumaya benzer sesler çıkararak,
Hecinin başını bana çevirerek koşturmaya başladı. Yanıma yaklaştığı zaman nefes nefese
idi:
«— Ya Hazret-i Bey... Bütün dünya insan kesilmiş, üzerimize geliyor... Ben şimdiye kadar
böyle kafile görmedim.»
Soğukkanlılığımı muhafaza ederek sert bir sesle sordum:
«— Kaç kişi varlar? Nedir telâşın?»
«— Zülcerrat... Ya Bey... Zülcerrat (Çekirge sürüsü gibi... Çekirge sürüsü gibi...)
Hemen geriye haber göndererek, makineli tüfek müfrezesi ile beraber bütün
hecinsüvârların mümkün olan süratle bana iltihak etmelerini bildirdim. Derhal, Abûd'un
kafileyi gördüğü tümseğe doğru hayvanımı dörtnala sürdüm: Gördüğüm manzara şuydu:
Arkası gözükmiyecek kadar uzun bir Urban kolu, bizim yürüyüşümüze amud olarak
cenubdan şimale doğru gidiyorlardı. Lakayt ve serbest hallerinden, karşılarında,
kendileriyle çarpışabilecek bir kuvvete rastlamak ihtimalini hatırlarına getirmedikleri
anlaşılıyordu. Aramızdaki mesafe tahminen bir buçuk kilometre kadardı. Kimlerdi?
Serahatle tâyin etmiyor, daha doğrusu edemiyordum: Eğer, Şerif kuvvetlerinin Medineye
yaklaşmakta olduğunu duyan, bu sebeble de yerlerini terk edip daha emin mahallere
çekilen bedeviler ise, mesele yoktu. Fakat eğer bunlar, Fahri Paşanın haber verdiği Şerif
Abdullahın kuvvetleri ise, vaziyetimiz cidden çetindi.
Bu sırada, bütün kuvvetlerim çevreme toplanmıştı: Yanaşık nizamını bırakıp, kuvvetlerimi
bir müdafaa için arazinin verdiği azamî imkân içinde taksim ettim:
1) Eyub Berzenç kuvveti: 10 nefer. Sağ yan ilerimizdeki 800 metre mesafedeki tepeye,
2) Çallı Ali Bey zade Hüseyin Bey kuvveti: 10 nefer. Sol gerimizdeki 400 metre
mesafedeki tepeye.
3) Makineli tüfek. Tepede ateşe hazır vaziyette.
4) Kafile. (Develer ve saire) Tarassud mevkii gerisindeki 150 metre mesafedeki toprak
yığını arkasında.
Bu rakamlar, sizlere elbette inanılmaz gözükür... Evet... Biz, hepsi hepsi kırk kişi idik.
Savaş kabiliyet ve kudreti olan kırk kişi... Geri kalan otuz küsur insan, deveciler,
nakliyeciler ve bize yol gösteren keşşaflardı. Ki, onlara zaten, kendi hemcinsleriyle
yapacağımız bir mücadelede ne ölçüde itimad edebilirdik?
Kuvvetlerime, asla ateş etmemelerini kat'iyyetle emrettim. Bulunduğumuz vaziyet,
karşımızdakilerin yürüyüş istikametlerine muvazi idi. Onları, üzerimize çekecek bir hâdise
olmazsa, geceyi bulabilirdik. Karşımızda, kumun ortasında bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla
cenuba doğru akan insan sürüsünün ortasında, büyük, kırmızı renkli bir sancak görünce,
hakikati bir ânda kavradım: Karşımızdakiler, devletine isyan etmiş âsî Şerif Hüseyin
Paşanın askerleri idi... Bunlar, âsî Mekke Emîrinin oğlu Abdullah'ın kumandasında
Medineyi kuşatmıya gelen süvariler ve hecinsüvarlarla takviye edilmiş Hicaz ordusu idi.
Arab Yarım Adasının bu kısmında, bayrak sahibi üç reis vardı: Đbn-i Reşid, Đbn-i Suud ve
Mekke Şerifi Hüseyin Paşa... Đbn-i Reşid kuvvetlerinin hareket halinde olmadıklarını çok
iyi biliyordum ve bizimle dosttu. Đbn-i Suud kuvvetleri ise bu mıntıkaya o şartlar içinde
gelemezdi. O halde bunlar, muhakkak Şerif Hüseyin Paşanın oğlunun kumandasında Fahri
Paşayı kuşatmak üzere gönderdiği kuvvetlerdi. Ki, miktarının asgarî yirmi bin kişi
olduğunu, Mekkedeki istihbaratımız ısrarla bildirmişti.
Onlar bizi görmüşler miydi? Çok nâzik ve buhranlı vaziyetimizi istikametlendirecek olan
bu sualin cevabını, uzun yürüyüş kolundan ayrılan ve miktarlarını asgarî iki bin olarak
tahmin ettiğim hecinsüvar grubunun üzerimize yürümiye başlamasiyle hâdiseler vermiş
oldu. Onları takiben de, bir bölük kadar Arab atlısı, Çallı Hüseyin Beyin muhafaza ettiği
cenhe üzerine dört nala akına başladı... O ânda, safımızdaki bazı bedevilerin
kaybolduklarını gördüm ve kendilerine savaşın sonuna kadar rastlıyamadım. Bu, çöl'de
beklenilmiven ve benim yabancısı olduğum bir hâdise de değildi.
HAYBERDE TÜRK CE�GĐ:
(Tarih 30 Kânunuevvel 1332, 12 Ocak 1917,
sabah saat 9 dan saat 17 ye kadar olan kanlı safha)
Hecinsüvarların, yedi yüz metre kadar yanımıza sokulmalarına imkân bıraktırdım. Bu
müddet içinde Çallı Hüseyin Bey de, on neferlik mütevazı kuvvetine mevzi aldırmıştı.
Umumî bir emirle, bir taraftan makineli tüfeğimiz, diğer taraftan mevzideki efrad isabetli
ateşle ilerliyen bedeviler arasında panik yaratmıştı. Makas tarzı ateşimiz, onlara,
karşılarında büyük bir kuvvet bulunduğu intibaını verdi. Çallı Hüseyin Beyin efradı
arasındaki Giritli Hüseyin Hulki isimli cesur genç, tepenin kenarına kadar sokulmuş
süvarilerin üzerine şemsiyeli bir el bombası fırlattı. Piyade ateşi ile birlikte büyük bir
gürültü ile patlıyan bu bomba. Bedevilere, karşılarındakilerde top bulunduğu zehabını
vermişti. Halbuki, Şerifin ordusunda cebel topları vardı... Fakat öyle bir ruh haleti içinde
idiler ki, bu dar boğazda, bin iki yüz seksen beş sene evvel, Hazret-i Alilerin şirke ve küfre
karşı savaştığı bu tarihî topraklarda, karşılarına çıkan kuvvetin neyi temsil ettiğini
bilememeleri, maneviyatları üzerinde derin tesir yapmıştı. Bu cahil, fakat ümmîliği içinde
ırkına hâs zekâ ve basireti olan halk, hücum ettiği insanların kendi din ve haysiyetini
asırlarca beş kıt'ada şerefle müdafaa etmiş ve yine asırlarca kendilerine Beylik, Efendilik
yapmış ulu bir milletin ferdleri olduğunu ruhen ve manen hissediyordu. Ne kadar garibtir
ki ben, Türk'e karşı mücadele eden düşmanlar arasında, böyle bir mazi hesabı olanların
hemen hepsinde, bu tip hicab duygusuna rastladım...
Şimdi, önümüzdeki düşman -ki bu din kardeşlerimize düşman demek bana burada da ağır
geliyor... Fakat ne yapalım ki bizim için o sırada en büyük düşman onlardı ve bu neticeyi
kendileri ısrarla istiyorlardı...- bozgun halinde ric'at ediyordu. Muharebe sahası Arab
ölüleriyle doluydu. Hakikaten gafil avlanmışlardı Çapraz ateşimiz onlara, çok kısa
zamanda ağır kayıblar verdirmişti. Bizim ise, bu birinci safhada kayıbımız çok hafifti.
Bedevilerin muharebe tarzını bildiğim için, şimdi, bizim gayrıkâfî ve yetersiz kuvvetimizi,
onların, geniş bir ihata ile kuşatacaklarını anlıyordum. Nitekim süvarilerine ve
hecinsüvarlarına geniş bir çark yaptırmıya başladılar. Bedevilerin çıkardığı baykuşa
benziyen sesler, güneşin yükselmekte ve sıcaklığını artırmakta olduğu şu saatlerde çölde
derin akisler yapıyordu. Çok, pek çok ileride Hayber'in sırtlarını görüyorduk. Eğer
boğazdan kurtulabilmiş olsaydık, bu engin saha içinde iyi bir setirle bizi görmeleri belki
mümkün olamıyacaktı. Bu kısa fasıladan istifade ederek mütevazı müfrezeme, yeni bir
müdafaa hattı bulmak zorunda idim.
Evvelâ, ağırlık kolunu merak ediyordum". Onlar geride ve birinci grubla Yemene
gönderdiğim hazinenin bakiyyesi de onlarla beraber idi. Parayı, boğazın münasib bir yerine
gömülmesi emrini verdim. Aynı zamanda yaverim olan ağırlık kolu kumandanı yüzbaşı
Mehmet Bey, bu ihtiyat tedbirini kısa zamanda yerine getirdi ve parayı boğazın sonradan
bulunması için işaretlenmiş bir yerine gömdürdü. Bu sırada, karşıdan piyade ateşi de
başlamıştı. Ağırlıklarımızı Bedevilerden ihtimamla saklamak lâzımdı. Çünkü bu adamlar,
harb ganimetleri ve hattâ ölülerin üzerlerindeki elbiseler bile soyana ait olduğu için,
yaralıları da öldürürler, üzerlerindeki çamaşırları bile utanmadan alırlardı. Ağırlık
kafilesini, dar boğazın son kısmına taşıttım ve develeri de yere çöktürdüm. Etrafında da,
daima karşı tarafa geçmesi beklenebilen Bedevî muhafızlarımız vardı. Mehmet Beye
dedim ki: «— Ben ateşin ön hattına gidiyorum. Belki geri dönmem. Siz, geceyi bekler ve
bir çâresini bulup ric'at etmiye çalışırsınız.»
Yaverim, kederle başını salladı:
«— Đmkân yok efendim, çünkü boğazın bu kısmı sarp kayalıktır. Tek başına bir insanın
bile aşması mümkün değildir. Hele ağırlıklar asla nakledilemez. Biz de sizinle gelelim ve
müşterek kadere iştirak edelim.»
Bu yiğit arkadaşımı kucakladım ve yerinden ayrılmamasını, Allanın inayetinden ümid
kesilmiyeceğini söyliyerek, makineli tüfeği yeni mevzie sokturdum. Bu sırada,
süvarileriyle kâfi bir ihata yaptığına kani olan Şerifin kuvvetleri, hecinsüvâr ve süvarileri
ile olduğu kadar piyadesi ile yanımıza sokulmuştu. Mevziimizi terk etmekte olduğumuzu
gördüklerinden, ellerindeki bol Đngiliz malzemesini cömertçe harcıyorlardı. Yeni müdafaa
hatlarımıza çekilmemiz sırasında makineli tüfeğe cephane taşıyan Medineli Mebrûk ile
diğer iki arkadaşı şehid düşmüş ve tüfek kumandan muavini Hüsnü Çavuşla Sinoplu
Mustafa ve Tatar Lâtif yaralanmışlardı. Çallı Hüseyin Beyle, Eyub Berzençin mevzilerine
de düşman iyice yanaşmıştı. Bizimkiler; içlerinde verdikleri şehid ve yaralılara rağmen bir
adım gerilemiyorlardı. Bedevilerin, yaralı arkadaşlarının elbiselerini soymak için insafsızca
öldüreceklerini bildiklerinden, düşman ateşi altında, yaralı arkadaşlarını omuzlarına alarak
yeni mevzilerimize doğru koşuyorlardı. Bu sırada isabet alıp düşenler de vardi.
ŞEHZADELER VE SAVAŞ CEPHELERĐ
Osmanlı şehzadelerinin savaş cephesinde vazife almaları fikri, Teşkilât-ı Mahsusa'dan
gelmişti. Eşref Bey hatıratında diyor ki:
«— Osmanlı Hanedanı, devletin ilk kuruluş asırlarında, Padişahların vs Sancak Beyi
şehzadelerinin orduların başlarında gösterdikleri kahramanlıklara, mahir birer
kumandan olarak yarattıkları zaferlere imkân vermişti. Kafes arkasına tıkılma devri
daha sonra başlamış, Tanzimattan sonra da, şehzadeler, çok zaman tamamlanamamış
tahsillerle, sefahat hayatına dalmışlar, avareliğe vurmuşlardı. Balkan Harbinde, Yunan,
Bulgar, Sırp Prenslerinin harbin ön safında nasıl vuruştuklarını gözlerimle görmüştüm.
Trablus-Garb'de de, karşımıza çıkan Đtalyan ordusunun başında, Savua Hanedanına
mensup kimseler vardı. Bizimkilerin halk indindeki itibarı da gün geçtikçe düşüyordu.
Bazılarının kötü huyları, çoğu aslında meziyetlere sahip olan Osmanlı Hanedanının
milletin nazarındaki kıymetini zedelemekte idi. Üstelik bir de ortada, Cihad-ı Mukaddes
Fermanı vardı: Bütün Đslâm âleminin en büyük dinî şahsiyeti olan Halife Beşinci
Sultan Mehmet Reşat, Cihad-ı Mukaddes Beyannamesi ile bütün, dünya
Müslümanlannı, Đtilâf devletlerine karşı savaşa davet etmişti. Bu, elbetteki, daha çok
manevî bir tesir yolu idi. Fakat, samimiyetle itiraf edeyim ki, cihad'ın lâyıkiyle izah
edilebildiği her yerde, muvaffakiyetli neticeler alındı. Hattâ Fransızların, Almanların
karşısına getirdikleri Afrikalı Lejiyon Etranjeler, kendi dilleriyle tekrarlanan bu
beyannamelerin sesine bağlı kalarak ilticalara başlamışlar, bu sığınma hareketi
umumileşince de, Fransız Başkumandanlığı Müslüman askerleri geri hizmetlerine
almıştı.
Osmanlı şehzadeleri, izafî rütbelerle orduya alınmışlar, hemen hemen her cepheye
gitmişlerdi. Basiretli kumandanlar, bunlardan askerin ve halkın maneviyatını
kuvvetlendirmek için istifade de etmişlerdi. Đçlerinde, meselâ Osman Fuad Efendi gibi
Trablus-Garb tahtı da teklif edilecek kadar liyakat gösterenler vardı. Sultan Beşinci
Murad'ın torunu olan bu münevver ve meziyet, cesaret, ahlâk sahibi şehzade,
bulunduğu muhitte cidden sevilmiş, Beşinci Sultan Reşad'ın halefi Altıncı Mehmet
Vahidüd'din'in Đngilizlerin tazyiki ile kendisini Trablus cephesinden geri çağırtacak
kadar endişe uyandırmış, ve Sünnüsî erkânı bırakmak istememişlerdi. Fakat bütün bu
hareketler, elbetteki çok geç kalmış tedbirlerdi.»
Ferdlerin de cemiyet içinde, devrini tamamladıkları devreler vardır. Bütün dâva, bu
devreyi bilebilmektedir. Eşref Beyin de hatıratında işaret ettiği gibi, Osmanlı Hanedanı,
başında bulundukları ülkenin dünyanın değişen temel şartlarına ayak uydurmasına göz
kapamışlardı. Bu gaflet, başında bulundukları o koskoca imparatorluğun, kendileriyle
beraber çöküşünün asıl sebebidir.
Ve bu hakikat, sadece Hanedanlar için değildir. Rejimler için de aynıdır. Son elli
senemiz, bu gerçeğin en tipik misallerine sahip değil midir?
Düşmanın süvarisi, makineli tüfek ateşimizin durmasından istifade ederek, Çallı Hüseyin
Beyle bizim aramıza girmiye muvaffak olmuştu. Bu, çok tehlikeli idi... Bunu sezen
Hüseyin Beyle, onun mütekabil hattını tutan Eyub Berzenç'in, yanındaki bir avuç
kahramanı süngü hücumuna kaldırdıklarını heyecanla gördüm... Süngülerin, güneşin
ışığında parıldadığını gören bizim merkezdeki grubumuz da, bu yiğit arkadaşlarına şevkle
katılınca, ağırlıkları bekliyen Mehmet Yüzbaşının yanındaki dört mücahidden gayrisi,
süngü ve hançerlerle: «— Allah... Allah...» kükremeleri içinde, müstevli bir düşmana
uşaklık mertebesine düşmüş olan bu güya din kardeşlerimiz üzerine saldırdılar... Bu «—
Allah... Allah.. » seslerinden, onların yüzüne vurulmuş manevî bir şamar olduğuna şüphe
mi vardı? Đşte, kırk kişi ile sadece iki bin hecinsüvâr ve bini aşan süvari ile bir okadar
piyadesini ön safa sokmuş, ardında da on binden fazla ihtiyat kuvvetini bekleten Şerif
Hüseyin Paşanın âsî kuvvetleri arasındaki Hayber Çenginin en kanlı, en sert safhası burada
başladı.;; Kendilerinin de açıkça itirâf ettikleri üzere, Türk süngüsü önünde bu sürü, çil
yavrusu gibi bir anda dağılıverdi... Ve, önümüz boşalıyordu âmma bizde de, insan takatinin
çoktan üstüne çıkmış olan mücâdele kudreti her ân tükeniyordu... Kollar yörulmuş, yedi
saattir devâm eden kanlı ve çetin bir didişme ile susuzluktan dudaklarımız kurumuş,
kanımız damarlarımızda çekilmiye başlamıştı... Emîr Abdullah, gerileyen, ölen, yaralanan
her bir kişi yerine on kişiyi ileri sürüyordu. Patlayan binlerce serseri mermi, içinde
dövüştüğümüz dar boğaza, teksif edildiğinden, hain ve bedbaht isabetlerle kahraman
arkadaşlarımızı bir bir düşürüyordu.
Bir ân geldi ki, Eyub Berzenç ile Çallı Hüseyin Beylerin tuttukları iki cenahımızdan ateş
çok yavaşladı, sonra kesilir gibi oldu... Bu sırada, tüylerim ürpererek, Bedevi naraları
duyuyordum. Bunlar, bana meçhul değildi. Bunlar, karşısındakini öldürenin attığı sayha
idi... Đki cenahımızın sukutu üzerine düşman merkezi teşkil eden ve hepsi hepsi sekize
inen, bizim grub üzerine saldırmıya başladı. Artık, tuttuğumuz saf diye bir şey kalmamıştı:
Teker teker savaşıyorduk. Bir ân geldi ki, çevremde ancak dört kişinin kaldığını gördüm.
Đki yara almışım, farkında değildim. Yanımda bir ses: «— Efendim... Yaralanmışsınız,
Bacaklarınızdan kan akıyor...» dedi. Bu, Đzzet’ti. Elimle, karşı sırtı işaret ettim: «— Sağ
kalanlarınız oraya seslen...» dedim. Đzzetin gür sesi, sahayı çınlattı. Bu sese tek tük, fakat
bitkin cevaplar gelmiye başladı... Arkadaşlarımın seslerini duymak, birbirimize şevk ve
gayret vermişti. Bu sırada, bütün hayatımda unutamıyacağım bir hâdise oldu: Đşaret ettiğim
sırta doğru, canımızı dişimize takıp ilerlerken, Yüzbaşı Đsmail ile karşılaştım: Elinde
hançeri, etrafını saran Bedevi güruhuna saldırıyordu. Beni görünce, dehşetli bir nâra
fırlattı. Bu ses, elindeki hançerden çok çevresini saranları ürküttü. Bir sıçrayışta yanıma
geldi. Neden tek koluyla savaştığını o zaman anladım: Bir eliyle dökülmekte olan
barsaklarını toplamıştı... Midesinden derin bir yara almıştı. Emin olunuz gülüyordu: «—
Vazifemi yaptım mı? Söyle kumandanım... Đsmail kendisinden beklediğini gösterdi mi?
Çocuklarım evvel Allah sana emanet... Allahaısmarladık.. Hakkınızı helâl edin!...» ve, bir
çam yarması gibi devrildi. Toprağı bol olsun...
ALTI�A HÜCUM ve U�UTULA� HARP:
Bu göz yaşartıcı hailenin dehşeti içinde iken, Đzzet'in feryadını duydum: «— Hazineyi
buldular, yağma ediyorlar...»
Đzzet'in hazine dediği, Yüzbaşı Mehmet Beyin içinde bulunduğumuz boğazın dar yerine
gömdüğü altınlardı.
Bir ânda etrafımızı saran kudurmuş kalabalık, boğazın bu dar yerine doğru kaydı...
Bedevilerin mizacını iyi bilen insan olarak, altınlar bitinceye kadar ve en kuvvetlilerin,
zayıfları öldürerek elde ettiği altını ilk ele geçirenden alıncaya kadar rahat bırakılacağımızı
biliyordum. Nitekim öyle oldu... Ulumaya benziyen haykırışlar içinde, yüzler, binlerce
Bedevinin toprağı eşelediklerini gördüm... Daha sonra öğrendim ki, paranın yerini, bizim
Mekkeli muhafızlardan birisi haber vermişti. Hayatta kalanlarımız, bu yağmacılar üzerine
şiddetli bir ateş açtık. Aldıran kimdi?... Altına hücum, gözlerini döndürmüştü, ölüler üst
üste yığılıyor, onları itiyorlar, kama, hançer, tırnaklarla toprağı eşeliyorlar, avuçlarını
dolduran kaçmıya çabalıyor, daha kuvvetlisi onu yere yıkıyor, mukavemet görürse
hançerliyor, boğusuyor, bir tek hedef güdüyordu: Atlını elde etmek!... Bedevi, harbi de,
insanlığı da unutmuştu.
Bir destan da. Üsküdarlı Đbrahim'in elinden çöllere vazıldı: Bu yiğit ve kahraman genç,
üzerine saldıranlardan öldürdüklerini, sun'î bir siper haline koymuştu... Biz, son bir mevzi
bulabilme ümidiyle, hazineyi yağma edenlerin bu ânından istifade ederek hedef
addettiğimiz tepeye doğru sürünürken, bu manzaraya rastladık: Đbrahim. itimad ediniz, en
aşağı yirmi düşman ölüsünü bir sun'î kale haline getirerek içeri girmiş, dört tarafını
saranlara buradan ateş ediyordu Nihayet, yılan gibi yanına sokulmıva muvaffak olan bir
habisin cenbiyye darbesi ile başı vücudünden ayrıldı... Sağ yandaki Eyüb Berzenc takımı
tamamen erimişti. Rengi Bedevilere benzediği için farkedilmiyerek öldürülmiyen azadlı
kölelerimden Muharib isimli sadık Arab, yanıma kadar gelmeyi başarmış, bitkin bir sesle:
«— Ya Bey... Bizimkilerden kimse kalmadı. Hepsi şehid... Ben de onların aralarına
karışarak kurtuldum.» dedi. Yanımda, mülâzım Ethem Bey. Yüzbaşı Mehmet Bey, Đzzet ve
yaralı dört kahramanım daha vardı. Son bir teşebbüs yapmak ve hiç olmazsa arkamızı
ileride, iki saate yakın zamandır en şiddetli safhasını geçiren harb esnasında hedef
addettiğim tepeye dayıyarak, son nefesimizi orada vermek azminde idim. Bunu,
arkadaşlarıma söyledim. Hep beraber oraya doğru atıldık... Ethem Beyin elinde, makineli
tüfek, de vardı. Birden sıçradık... Koşar adımlarla tepeye doğru gitmiye başladık ki, bir
kurşun, Ethem Beyi yere yıktı... Kahraman çocuk, derinden bir «Allah...» diyebildi. Tüfeği
elinden kaptım. Ne göreyim? Sehpası olmadığı gibi, cephaneleri de yoktu. Son müdafaa
ümidi de kayboluyordu.
Hazinenin paylaşılması bittiğinden, bu azgınlar topluluğu, şimdi, hayatta olanları öldürerek
soymak, ölüleri de çırılçıplak bırakmak derdinde idi. Gözlerim kararmıştı. Boğazın bitim
noktasına kadar sürüklenmiştik. Düşman, ancak münferid gördüğü askerlerimize
saldırabiliyordu. Bir anda husyelerimde derin bir acı duydum. Bir kurşun yarası aldığım
anlaşılıyordu. "Istırab ile yere yuvarlandım. Böbreklerimden gelen "feci bir sancı beni
kıvrandırıyordu. Bir müddet baygın yerde yatmışım. Son bir iradî kuvvetle kendimi
toparlamak istedim ve kalçamdan gelen ağrının, kurşunun burada kalmasından ileri
geldiğini anladım. Sürüklenerek tepeye doğru tırmanmıya başladım. Bütün arzum, o ânda
vuruşarak ölmekti. Bunca mücadeleden sonra, şehid olmak mertebesine erişmeyi, bir hak,
bir gaye olarak görüyordum. Akşam güneşinin grubuna ancak yarım saat kadar bir zaman
kalmıştı. Çöl, bu ânın haşmeti altında yine muhteşemdi, fakat gece yıldızlar,
Peygamberimizden beri bu toprakların şahid olmadıkları bir şehamet ve kahramanlık
tablosunun kanlı, fakat izzeti nefis ve haysiyet sahibi bir milletin çocuklarının
yaratabileceği şeref tablosunun üzerine doğacaktı.
Çıkabildiğim tepenin arkasında, hiç bir hareket yoktu. Oraya kendimi koyuverdim. Bu,
elbetteki normal iniş değil, yuvarlanıştı.. Çektiğim istirabdan bayılmamak için, insan üstü
takat sarfettiğimi hissediyordum. Birden, nerden çıktı kendisi de pek farkında olmadığını,
söylemişti, nişancı onbaşısı Đzzet’in, elinde tabanca olduğu halde bana doğru koşarak
geldiğini gördüm. Ah, böyle ânlarda güvenilir bir dost yüzü görebilmek!.. O, ne baha
biçilmez saadetti: «— Đzzet, dedim, yaralıyım. Fakat ziyan yok. Şu karşı sırtı tutabilirsek,
gece karanlığında kurtuluşun çaresini ararız. Olmazsa, orada vuruşarak ölürüz. Gayret!..»
Bu sırada, yüksek sesle, ismimin haykırıldığını duyuyordum.. Bu haykırmalar bana,
karşımıza çıkan kuvvetlerin «tesadüf» olmadığını, beni aradıklarını ve belki de,
hareketimin gayesini bildiklerini, beni takib ettiklerini bir ânda anlatıverdi.. «— Ya Eşraf..
Ya Eşraf... Teslim ol.. Senin üzerine ahid ve âmân vardır (Aleyke ahd-ullah ve
amanullah..)»
BĐR ISIRAB GECESĐ VE ĐLK ESARET GÜ�Ü:
Đzzet ile kendimizi, tabiî bir siper teşkil eden kum yığını arkasına atabilmiştik. Gece
bastırmadan hayatta kalan son birkaç kişiyi de ele geçirme azminde olan düşmanın ateşi
durmadan devam ediyordu. Tahminen iki yüz metre ilerimizde, iki tarafı mahfuz olan bir
çukur vardı. Kendimizi orada daha emniyette hissedecektik. Bu duygu ve karar da bizim
için ayrı uğursuzluk oldu: Oraya doğru bir kaç adım atmıştık ki, daha sonra, Mekke'nin
Vadi-i Limmûn şeyhlerinden Şerif Fevzan ve arkadaşları olduğunu öğrendiğim kimselerin
attıkları kurşunlardan birisi kasığımın altından girerek beni yere yıktı. Son dakikalarımın
geldiğini hissettim: «— Đzzet, oğlum.. Beni dinle. Ben bu gece ölürsem, sen, sürünerek
gündüz bulunduğumuz; karargâhı bulmıya gayret edersin. Ebu Naim istikametinden
ayrılma. Doğruca Cemal Paşaya gider, hâdiseyi anlatırsın. Bu, Eşref Beyin şifahî
raporudur, dersin.»
Aileme, son bir kaç veda cümlesi yazmak istiyordum. Cebimde Jurnal ve Emir defterim
vardı, fakat kalemim düşmüştü. Đzzet'te de yoktu. Çölde hemen her tarafta olan sullem adlı
dikenlerden Đzzet'e toplattım. Onun ışıkları arasında, pıhtılaşmış olan kanımla bir kaç
cümlecik yazarak Đzzet'e teslim ettim:
«— Bunu Medine Kumandanı Fahri Paşaya verirsin. O, aileme gönderir.» dedim.
Yorgunluk, istirabımı bile unutturmuştu: Kırk kişi ile daha sonra Đngiliz kaynaklarının
yirmi bin kendilerinin utanarak on beş bin dedikleri, fakat resmî raporlarda yirmi beş bini
mütecaviz olarak kaydedilen Hicaz ordusunun savaşı, on bir buçuk saat sürmüştü. Bu
inanılmaz mücadelenin safhaları ile bitkin gözlerime uyku girmiyordu. Gecenin zulmeti
arasında, arkadaşlarımın, benim yiğit ve kahraman mücahitlerime ait olduğu Türkçe
kelimelerden anlaşılan iniltiler ve istimdadlar, yüreğimi parçalıyordu. «— Bir parça su yok
mu?» niyazı, damarlarımda pıhtılaşmıya haşladığını hissettiğim kanımı iştirandan
kurutuyordu. Yarası nisbeten hafif olan Đzzet iniltiye benzer bir sesle mırıldandı:
«— Efendim... Demin atladığımız taşlık dibinde ağırlığın su tulumu olduğunu görmüştüm.
Ah bir kap olsa da biraz getirebilsem...»
Đçim kavruluyordu. Zaruretler, insan müfekkiresini nasıl yaratıcı yapar?.. Mırıldandım:
«— Ayağımdaki bağlı Đngiliz botunu çek çıkar, onunla getir. Fakaf çok sarsma, çünkü akan
kan hâlâ durmadı.,.»,
Bir müddet sonra Đzzel'in, ağırlık içinde talandan kurtulmuş deve derisi tulumdan,
yarısından çoğu sızarak getirdiği suya dudaklarımı dokundurmadan, itirazına pek de imkân
bırakmadığım şekilde emrettim:
«— Yaralıları dolaş.. Hayatta olanlara su ver. Su ve kuvvetin kalırsa son olarak bana
getir.»
Đzzet, bana su getirebildi mi, hatırlamıyorum: Bayılmışım...
Gözlerimi, birisinin omuzumdan, sarsmasıyla açtım. Sabah oluyordu. Çölün gündüz yanan
sıcaklığı, yerini, gecenin serinliğine terketmiş ve bu Hayber cenginden yaralı çıkabilmiş
dört Türk'ü kurtarmıştı. Gözlerimi açtım. Üzerime eğilen Bedevi başları, dikkatle beni
süzüyordu. Tanımışlardı... Can ve bilhassa hasyiyet havliyle, o bitab vücudümüze rağmen
müdafaaya kalkıştığımızı görünce bağırıştılar:
«— Aleyk-i emaaullah ve ahd-i şerif-i yesellümü-ke aleyki Emir Abdullah ciet-ü zâlim ve
tereü-ü salim = Allahın üzerine ve Şerif namına sana ahit veriyoruz ve Emir Abdullah
tarafından sana selâm getiriyoruz. Sen bu memlekete zâlim geldin, salim gideceksin...»
Kendilerine, Emîr Abdullahın yanına gidinceye kadar, en ufak hakarette
bulunmıyacaklarına söz vermelerini istedim: «— Fî veçhinâ = Yüzümüzdesin...» cevabını
verdiler. Bu tâbirler, Arnavudlar'ın BESA'sı gibi, inanılır teahhüd idi. Şeyh Fevzan'm
kardeşi yanıma yaklaştı.. Arab âdetinee tazim ve selâm verdi, mukabele ettim. Đzzet de
yanımda idi. Şeyh Feyzan'ın ve adamlarının yardımını reddettim. Onunla birbirimize
dayanarak ayağa kalktık. Tepenin üzerine geldiğimiz zaman, Emîr Abdullah'ın gönderdiği
köle, bir kırba su getirmişti. Bir gece evvel «— Su... Allah rızası için bir yudum su...» diye
inliyen kahramanlarımı hatırlıyarak gözlerim yaşardı. Şeyh Feyzan'ın biraderine döndüm:
«— Allah ve Peygamber sevgisi, insanlık şerefi için, şu mübarek yaralılar içinde hayatta
olanlar varsa, onlara bu suyu veriniz, kurtarmıya çalışınız... Onlar, hizmetleriyle insana
şeref verirler...» dedim. Beni temin etti:
«— Sizi aramak için her tarafı dolaştık. Emin olunuz, yaralı iki kişi bulduk, onları tedavi
ettik. Diğerleri şehid.,. »
Demek ki, bu mârekeden ancak, dört yaralı ile çıkabilmiştik: Benim kahraman
arkadaşlarım, yarattıkları destanı kanlarıyla ebedîleştirmişler di. Gelen sudan bir miktar
içtik, mütebakisi ile kanlı yüzümüzü yıkadık, biraz ferahlamıştım. Dağdan iniyorduk.
Yolda, üzerleri çırıl çıplak soyulmuş şehidlerimize rastlıyorduk. Đlk gördüğüm, Yüzbaşı
Giritli Đsmail Beyin mübarek naaşı idi. Soyguncular, bu yiğiti anadan doğma bırakmışlardı.
Đzzete emrettim:
«— Başındaki kefiyyeyi çıkar, avret mahalline ört...»
EMĐR ABDULLAH ĐLE KARŞI KARŞIYA:
Biraz ilerleyince, arkalarında boş beş, altı hecin olan bir mekkâre koluna rastladık. Bunları,
binmemiz ve karargâhına hecinsüvâr gelmemiz için Emir Abdullah göndermişti. Gelenler,
Emir'in selâmlarını ve beni beklemekte olduğunu tebliğ ettiler. Yaralarım, deveye
binmemde çok zorluk ve acı veriyordu. Biraz daha ilerlediğimiz zaman, ilk savaşı
verdiğimiz hâkim tepeye gelmiştik. Burada, bir ân durdum ve çevreyi seyrettim. Şeyh
Fevzan'ın biraderi yaklaştı:
«— Bir şey mi emrediyorsunuz?»
«— Arkadaşlarıma son vazifemi yapacağım» dedim, ve gözlerimden yaşlar boşanarak,
onların da duyacakları yüksek sesle hitab ettim:
«— Sizler, Türklüğe hâs kahramanlıkla dövüştünüz. Bire binle mücadele ettiniz.
Kahramanlık ve şecaat dersi verdiniz. Destanınız mübarek olsun... Allahın rahmeti de,
milletin minneti de sizin üzerinizedir...»
Garibi şu idi ki, ben şehld arkadaşlarıma fatiha okurken bu facianın müsebbibi ve mes'ülü
olan Bedeviler de ellerini açıp duaya iştirak ediyorlardı. Đçlerinden bir ihtiyar devemin
önüne geçti:
«— Yâ Paşa... Müstahak-ın elf fâtihâ alâ cemaatin = Ya Paşa... Senîn cemaatin bin fatihaya
lâyıktır.»
Şeyh Fevzan'ın biraderi ihtiyar Bedeviyi tasdik etti:
«— Hakkullâh küllühüm sebbâğ = Allah hakkı için hepsi arslandı.»
Evet... Benim yiğit arkadaşlarım birer arslandı. Fakat onlara böylecesine, bire karşı binle
çıkarak kıyanlar neydi?
Bir müddet sonra, Emir Abdullah'ın karargâhına gelmiştik. Çadır'ın önü mahşer gibi idi. O
bitkin hâlimle birçoklarını tanıdığımı hatırlıyorum. Bunlar, yolumu kesiyorlar, kendilerinin
veya babalarının bana verdikleri isimle hatırımı soruvorlar: «— Ehlen yâ Seyh-it Tüvûr —
Safa geldin kuşların şeyhi...» diyorlardı. Kollarıma girerek güçlükle deveden indirdiler ve
Emir Abdullah'ın karargâh olarak kullandığı muhteşem çadıra soktular. Gözlerim
yorgunluk ve kan kaybından kararıyordu. Çevremi çok ivi farkedemiyordum. Emir
Abdullah'ın etrafında, Đngiliz, Fransız, Mısır zabitleri vardı. Emir Abdullah, büyük bir
tevazu ile ayağa kalktı, bana doğru ilerledi, elimi tuttu:
«— Safa geldiniz...» dedi. Kendisine teşekkür ettim Ayakta duramıyacağımı
hissediyordum. Emir de bitik vaziyetimi görmüştü:
«— Đstirahat ediniz, oturunuz, hatta uzanınız.. » dedi. Kendisine yine teşekkür ettim, ve
«— Rica ederim, yaralı arkadaşlarımın araştırılması için emir veriniz. Şehidleri de
mücadele ve şahsiyetlerine lâyık şekilde gömdürünüz..» dedim. Beni temin etti:
«— Emin olunuz, bütün harb sahasını araştırdım. Altı saat böyle harbeden insanların
miktarının hiç olmazsa birkaç bin olacağını tahmin etmiştim. Demek ki, diğer
kuvvetleriniz, muhasara sahasını yardılar.» dedi. Kendisine sadece kırk muharib
olduğumuz cevabını verdiğim zaman, yüksek sesle:
«— Vallahil azîm bunu söyliyen Eşref Bey olmasa inanmakta mazurum,» dedi. Bu, ne bir
iltifattı ne bir teselli... Hakikati itiraf dan çekinmiyen bir düşmana söylettirilmiş gerçekti.
Fakat garib bir ruh haleti ile şu tarizden de kendisini alamadı:
«— Demek Arab ülkesinin bu kadar harîmine kadar da giriyorsunuz. Buralarda ne
arıyorsunuz, Ya Eşref Bey?»
Yattığım yerden şu cevabı verdim:
«— Muhasarada olan dindaş ve ırkdaşlarıma yardım götürüyordum. Bir fitneyi de
bastırmak ve devletimi onun muhatara ve şerrinden masun bulundurmak azminde idim.
Hükümetimden de böyle emir almıştım.»
«— Sizi buralara Đttihad ve Terakki gönderiyor. Siz onun rüesası arasındasınız.»
«— Đttihad ve Terakki, milletin reyi ile iş başına gelmiş siyasî bir fırkadır. Benim siyasetle
bir alâkam yoktur. Ben, resmî ve meşru hükümete mensub ve emrindeyim. Vicdan ve
akĐımın gösterdiği yolda cesaretle yürürüm. Şu etrafınızdaki yaşlı şürefâ ve meşayih,
benim yirmi sene evvel de, buralarda hak ve hürriyet için at koşturduğumu bilirler.»
HAYBER'� KAHRAMA�LARI DܪMA�LAR VE D�YA...
Hayber'de, Kırk Türk'ün, Hicaz, Tunus, Mısır, Suriye’den firari Arablarla, Đngiliz,
Fransız ve Türkiye'den kaçak zabitler kumandasındaki YĐRMĐ BĐ�Đ AŞKI� kuvvetle
dövüştüğü ve eridiği CEMBELE mevkiinin Eşref Beyin bizzat çizdiği krokisi, aşağıdadır.
Eşref Bey, bu krokinin üzerine şu cümleleri kaydetmiştir:
«— Medine-i Münevvere civarında Hayber'in Cembele mevkiinde, Şerifin Şark
ordusuyla çarpıştığımız arazinin krokisidir.»
Eşref Bey, krokisinde, iki tarafın kuvvetini şöyle tesbit ediyor:
TÜRK KUVVETLERĐ: 1 kumandan, 4 zabit, 1 mitralyöz kumandam, 20 Hecinsüvar
kafile muhafızı, 15 bombacı piyade, 3 emir atlısı, 5 makineli tüfek efradi, 20 Silâhsız
deveci, 2 silâhsız çadırcı, 2 silâhsız aşçı.
- DÜŞMA� KUVVETLERĐ: Kumandan Şerif zade Emir Abdullah, 3 top, 4 mitralyöz,
2009 hecinsüvar, 8000 piyade ve develi, 2000 yük ve Zahire devesi, 2 bölük süvari, 3000
Muteyir, 2500 Uteybe, 3000 Benî Harb Ofi, 1500 Behî Harb Salimi, 4000 muhtelif
bedeviler, Mısırlılar ve saire... Cem'ari yirmi beş bin kişi olduğu Hicaz'ın resmî
tebliğinden anlaşılmıştır. Top ve mitralyözleri Mısırlı zabit ve efrad kullanmakta idiler.»
* * *
Asî Hicaz'ın bu savaşta «Şark Ordusu» na kumanda eden ve daha sonra Ürdün Kralı
olarak memleketimize sık sık gelip, bir tebeası tarafından öldürülen Emir Abdullah,
1945 senesinde Kudüs'te Arabca basılan ve Đngilizceye çevrilen «Müzakerat-ı Abdullah
Đbn-i Hüseyin» isimli hatıratında, HAYBER'den ve Eşref Beyden iki sahifelik bölüm
halinde bahseder. Der ki:
«— Đstihbaratımız, îmam Yahya nezdinde nüfuz ve dostluğu kadîm olan Eşref (Paşa)
nın Yemen'e giderek buradan temin edeceği kuvvetler ve yine kendisinin şahsî dostu
olan Bedevî ümera ve şürefâsını da yanına alarak kuvvetlerimizi ve mülkümüzü arkadan
vurmak hazırlığında olduğu idi. Müttefikimiz Đngilizler bu haber üzerine, Bahr-i
Ahmer'in bütün sahillerini abluka ettiler. Fakat Eşrefin Medine'nin pek yakınındaki çöl
mıntıkasını aşarak Yemen'e gideceğini kat'iyyen ümid etmiyorduk. Çünkü bu hareket,
büyük tehlikeyi doğrudan doğruya göze almaktı. Türk kumandam, başka çâre
kalmayınca bu tehlikeli maceraya atılmakta tereddüd göstermedi. Bizim kendisiyle
karşılaşmamız, doğrudan doğruya onlar için aksi bir tesadüf olmuştur: Yanlarındaki
Bedevilerden birisi haber vermişti. Gelen habere itimad etmedim. Arazinin hâkim bir
mevkiinde olan Türkler, teslim teklifimizi reddederek ilk ateşi açtılar. Bulundukları yer,
kuvvetlerimizi görmiye müsaid olduğu için bu asîm kuvvete karşı, nihayet elli kişi ile
mücadeleye gireceklerini tahmin etmediğimizden, kuvvetlerinin arkası var zannederek,
geniş bir ihata yapılmasını, Tunuslu Sidi Raho ve Mısırlı Abdülhamid Binbaşılara
emrettim. Türk kuvvetleri, üzerlerine ilk gelen süvarilerimizle hecinsüvarlarımızı geri
atmıya ve ağır telefat verdirmiye muvaffak oldular. Muharebe, beş buçuk saat fasılasız
ve sabaha kadar da fasılalı olarak sürdü. Bu küçük Türk müfrezesinden Sâdece dört
kişi, ağır yaralı olarak esir edildi. Diğerleri tamamen şehid oldular. Eşref Beyle babamın
ve biraderlerimin kadîm muarefesi vardı. Kendisinin ele geçmesi halinde teslimini,
müttefikimiz Đngiliz makamları da taleb ediyorlardı. Pederim Şerif Hüseyin Paşa da,
Eşref Bey esir edilirse, kendisine gönderilmesini istiyordu. Karargâhımda kabul ve
tedavi ettirdim. Konuşmamız sırasında bana, Eğer imam Yahya nezdine gidebilmiş
olsaydı, kuvvetlerimizi arkadan tenkil ederek faaliyetimizi bertaraf edeceğini ümid
ettiğini söyledi.»
* * *
Đngiliz - Fransız tebliğleri ise, Yemen'e para ve malzeme götüren ve Đmam Yahya ile
müştereken yeni bir hareket hazırlığında olan bir Türk kuvvetinin Hayber civarında,
müttefikleri Hicaz kuvvetleriyle yaptığı şiddetli bir müsademeden sonra imha edildiğini
bildirmişti. Đngiliz resmî organı TAYMĐS'in, Mısır'daki harb muhabiri ise, şu dikkate
değer malûmatı veriyordu:
«— Başlarında, Türk Đntellices Servis'inin Reisi bulunan ve Arabistan'da «Şeyh-it-tüyûr
= Uçan Şeyh» olarak anılan Kolonel Eşrefin bulunduğu bir Türk kuvveti, Aden'deki
mahsur Türk kuvvetlerine para ve malzeme götürmek ve Yemen Đmamı Yahya ile
mutabık kalarak Hicaz kuvvetlerimizi arkadan vurmak hazırlığı yapmak üzere, cür'etkâr
bir sıyrılışla çöl'ü aşmak hazırlığında iken, Hayber'in Cembele mevkiinde, müttefikimiz
Hicaz'ın Emir Abdullah kumandasındaki Hicaz Şark Ordusuyla karşılaşmıştır. Teslim
teklifini reddeden Türkler ilk ateşi açmışlar ve bir de mukabil hücuma geçerek akşama
kadar harb etmişlerdir. Türklerin kuvveti çok cüz'î olduğundan boşalttıkları yerler,
müttefiklerimiz Hicaz kuvvetleri tarafından işgal edilmiş ve Türk müfrezesi, aralarında
kumandanları da olarak dördü ağır yaralı esir, diğerleri imha edilmişlerdir. Üzerlerinde
birkaç kurşun ve hançer yarası olmıyan Türk ölüsüne rastlanmamıştır. Kolonel Eşrefin
ele geçmesi, Arabistanda Türk propaganda ve gizli faaliyetinin nihayeti olarak tavsif
edilmektedir.»
Meşhur Đngiliz Casus'u Lavrens ise hatıratında. Eşref Beye ayırdığı uzun bölümde,
Hayber'den de bahseder, ve bu teşebbüsün: «— ... Vaktiyle, Hicaz Valisi ve
Abdülhamid'in en sevgili Paşası'nın oğlunu, iki tabur arasından tutup dağa kaldıran bu
haydut'un en cüretkâr hareketi, Hicaz kuvvetlerinin içinden sıyrılarak çöl'ü en
muhataralı yerinden aşarak Yemen'e gitmek teşebbüsü idi. Eşref, kendisi için aksi bir
tesadüfle ve ihbar üzerine Şerif Abdullah kuvvetleriyle çarpışmıştır. Türkler, teslimi
âdetleri üzerine reddetmişler ve şeker erir gibi erimişlerdir. Eşrefin plânı, Hicaz'da,
Filistin zaferimize imkân veren isyanı bastıracak son Osmanlı tedbir teşebbüsü idi.
Filhakika imam Yahya kendisinin dostu idi ve Đbn-i Reşidde yakın münasebeti vardı. O
sırada Đbn-i Suud da bize karşı hasmûne vaziyet takınmış olduğundan ve Mekke ile
Medine'yi ele geçirmek istediğinden Türk plânının muvaffakiyet ihtimali kuvvetli idi.»
�e yazık ki, muvaffakiyet ihtimalleri çok zaman karşımızdakiler tarafından tasdik edilen
bu «plânlar» peşimizi bırakmıyan insafsız bir kaderin elinde en bahtsız neticeler oldu...
Emir Abdullah, cevabımdaki ağır mânayı elbette kavramıştı: «— Biz Osmanlı devlet-i
meşruasına değil, Đttihad ve Terakkiye karşı ilânı harbettik..» dedikten sonra, mevzuu
değiştirdi:
«— Şark urbanından kimleri tanırsınız?» Bazı isimler saydım. Gülerek şu cevabı verdi:
«— Emin olunuz, ben bu kadarını tanımıyorum..» Bu sırada, doktor Đsa Efendi gelmiş,
yaralarımı sarıyor, temizliyordu. Emir, yağ ve bal getirilmesini emretti. Üzerimdeki elbise
parça parça idi. Bütün eşyamız talan edilmişti. Tunuslu binbaşı Sidi Raho, bana bir bornoz
ikram etti. Maiyetime Mısırlı yüzbaşı Fuad ve düşman ordusunun mitralyöz
mülâzımlarından yine Mısırlı Mahmut Besim Efendi tâyin edildi. Uteybe kabilesinden elli
kadar hecinsüvârân muhafızım idiler. Kafileye, bizzat Emir Abdullah kumanda ediyordu.
Nereye gidiyorduk? Bilmiyordum. Yaralarım feci idi. Bacağım kütük gibi şişmişti. Doktor
Đsa Efendinin elinde, sadece iki matara tendürdiyot vardı. O kadar!.. Bu halde, günlerce
yürümek icab ettiğini öğrenince, hayatımdan ümid kestim. Đstirabım, tahammül
edilemiyecek katlar feci idi. Bütün vücudumun, yaranın ufunetinden doğan donma içinde
hareketten sakıt kaldığını hissediyordum. Emir Abdullah, yolda bir kaç defa yanıma geldi,
hatırımı» sordu, ve yola devama mecbur olduklarını mazeret makamında söyledi. Gece
yürüyüşleri öylecesine dayanılmaz hâl almıştı ki, haysiyetim müsaade etmiş olsaydı, kaç
defa kendirdi baş aşağı atarak ölümü düşündüm. Emir Abdullah ziyaretlerinden birisinde:
«— Eşref Bey yanımda misafirdir. Hayattadır.» cümlelerini, demiryolu üzerindeki
direklerden bir kaçına çivilendiğini, bunun Fahri Paşaya iletileceğini ve ailemin de
haberdar edileceğini söylemesi üzerine, Medine Muhafızı Fahri Paşaya bir tezkere ile
vaziyetimi bildirmeme müsaade etmelerini istedim ve şu kısa mesajı gönderdim:
Medine'de Fahri Paşa Hazretlerine
Kırk nefer ve altı küçük zabitten mürekkeb müsellâh kuvvetimle otuz bir kânunuevvelde,
Hayber'in Cembele mevkiinde Emir Abdullah'ın kuvvetleriyle ettiğim müsademede
kuvvetim tamamen şehid düştü. Ben, dört arkadaşımla mecruhen hasım eline geçtim. Đyi
muamele görmekteyiz. Vaziyeti resmî makamlara ve münasib surette Đzmirdeki aileme
bildirmenizi rica ederim.
3 Kânunusâni 1332 (17 Ocak 1917)
Yolda Emir Abdullah ile zaman zaman sohbet ediyorduk. Kendisinde, meşru
gösterilmesine çalışılan, fakat vicdan azabı ve mantık huzursuzluğunu gideremediği bir
mahcubiyet vardı. Dedi ki:
«— Eşref Beyefendi... Bizim kuvvetlerimizin çokluğunu biliyordunuz. Bu, teçhizattı tam
kuvvete karşı kırk neferle harbi kabul etmenizin ve ilk ateşi açmanın mânası var mıydı?
Buna neden lüzum gördünüz?
«— Ben, dedim, muayyen bir vazife ile mükelleftim. Bunu ifa borcumdu. Arkadaşlarım da
üzerlerine aldıkları vazifenin ehemmiyet ve kudsiyetini müdrik idiler. Biz sizinle
müsademeyi kabul etmeseydik, netice yine vazifemizi yapmamışlık olacaktı, fakat
hacaletle ve mücadeleyi kabul etmemiş olmanın maddî manevî mes'uliyetini de
omuzlarımıza almış olarak... Şimdi ben de size müsaadenizle bir sual sorayım: Biz sizden
yolumuza devam için müsaade istemiş olsaydık verecek miydiniz? Elbette hayır!,. Biz,
devletimizin bize verdiği bir resmî vazifeyi ifaya saî idik. Eh. Harbde mağlûbiyetler de,
galibiyetler de vardır, ve zat-ı asilâneleri de bilirsiniz ki, şerefli galibiyetler kadar şerefli
mağlûbiyetler de vardır. Kuvvetler arasındaki müsavatsızlıktan dolayı kader size teveccüh
etti. Geride kalen, bu dövüşün sebebidir. Onu da, tarih halletsin ve hükmünü mücrimin
aleyhine versin...»
Emir Abdullah bu sözlerim üzerine sustu ve bana, bir başka fasılda izah ettiğim üzere,
Ordularının Başkumandanlığım teklif etti: «— Ceddim namına yemin ediyorum. Biz,
Đslâmiyetin mücadelesini yapıyoruz. Siz de Müslümansınız.» dedi. Kendisine, benim
devletimin, Müslümanlığın şeref ve haysiyetini ilâ etmek için, evlâtlarının aziz kanını
asırlardır cömertçe harcıyan ve dünya yüzünde en büyük Đslâm Đmparatorlukları kurmuş,
Medeniyetler tesis etmiş millet olduğunu söyliyerek, ölümün eşiğinde olmamın böyle bir
teklifi kabul etmem için asla mesned olamıyacağını hatırlattım. Gözlerim teessürümden
yaşarmıştı. Emir Abdullah, aldığı cevablardan sanırım ki, mevcud hicabım duyarak, süratle
yanımdan uzaklaştı. Bir daha da bu «ihanet teklifi» ortaya çıkmadı.
ŞEHĐTLERĐ� ME�KIBELERĐ:
Kendim de -dahil olarak dört yaralı arkadaşımı tedavi ve bilhassa gerekli ameliyat ve
cerrahî müdahalenin yapılması için selâhiyettar bir operatöre ihtiyaç vardı. Fahri Paşaya
haber göndererek Ordu Baş Operatörü Rasih Beyin gönderilmesine müsaade edilmesini
istedim. Emir Abdullah bir müddet düşünmüş, yakında sıhhî tesisatı tam bir beldeye vasıl
olacağımızdan buna lüzum olmadığını söylemişti, ve bir Bedevi Hekimi göndermiş.
Elindeki nesci gayri malûm ilâçları kullanmak istemedim. Benim ve arkadaşlarımın
yaraları, esaslı bir tedavi görmediği için kangren olma istidadını gösteriyordu. Bu aralık,
Emir Abdullah ordusunun süvari kumandanı olan Taif Emiri Şerif Şakir geldi. Gençlik
devresini yakından tanıdığım bu Kabile Reisi, samimî olduğuna inandığım teessür ve
hürmet içinde şu teklifte bulundu:
«— Ya Hazreti Bey... Size yapacağım tedavi iyi netice vermezse, babamla olan
uhuvvetiniz müteessir olsun... Bu, bedevilerin mücerreb tedavi usulüdür. Müsaade ediniz
de tatbik edelim: Zemine bir çukur kazacağız, bunun civarında da yakılacak bir ateşte, iri
taş parçalarını iyice kızdıracağız. Yaranın ağzı çukura gelmek üzere size vaziyet vereceğiz.
Üstünüze de battaniye örteceğiz. Bir Arab meşîahı ile de, hava ile olan irtibatını keseceğiz.
Battaniyenin altından girecek bir el bu kızgın taşların üzerine su dökecek. Kızgın taşa
dökülen bu suyun yapacağı şiddetli ve kesif buharla, yara evvelâ yumuşayacak, sonra
patlıyarak cerahati akacak ve siz rahatlıyacaksınız. Böylelikle de zehirlenmeye mâni
olacağız.»
Çölde geçen hayat devrem içinde, asırların tecrübesi olan birçok tedavi ve şifa usullerinin
değerini öğrenmiş bulunuyordum. Kabul ettim. Đlk zamanlarda çok güç ve ıstırab verici
olan bu tedavi ile, bir müddet sonra rahatladım ve Şerif Şakir'in söylediği gibi, kan ve
cerahat dolu olan ufunet, şiddetli buharın tesiriyle pişen ve patlıyan mecralardan akmıya
başladı. Bir müddet sonra kendimden geçerek, rahat bir uykuya dalmışım. Hayatımda, bu
derece derin ve şifa veren bir uyku hatırlamıyorum. Aynı tedavi, arkadaşlarıma da tatbik
edildi, onlar da aynı şifaya kavuştular.
Vadi-i Đslih'de altı gün kaldık. Akşamları, yattığım çadırda, Uteybe, Benî Harfe ve
Nüvâmese kabilelerinin şeyhleri ve reisleri toplanmışlar, yaptığımız harbin tahlilini
yapıyorlardı. Benim tecessüsümün gün geçtikçe artmasına sebep olan hâdiseleri, bizzat
kendilerinden dinledim: Kuvvetimiz, karşısındakilerin kendilerinden yüzlerce nisbetini
dahi aşacak kadar çokluk olmalarına rağmen, nasıl olmuştu da, ya topluca teslim olmamış,
tek veya ferd halinde hiç bir iltica vukua gelmemişti? Benî Ömer'in Şeyh'i şu menkibeyi
anlattı:
«— Arkadaşlarınızdan sarı bıyıklı, uzun boylu bir genç, benim başlarında bulunduğum
tahminen elli kişi tarafından kuşatılmıştı. Dört taraftan saldırışımız neticesinde üç, dört
cenbiyye (hançerle kılıç arası bir Arab silâhı) yedi. Bağırsakları dışarı fırlamıştı. Bir eliyle
çıkan bağırsaklarını tutuyor, diğer eliyle tabancasını büyük bir isabetle sağa sola ateş
ediyordu. Sarışın olan bu delikanlıyı Alman zannettik. Kendi aramızda: «— Vay mel'un
kâfir.. Ne de cesur bir âdem.» dedik. O, can havliyle, belindeki bombayı da çekip yine
meharetle üzerimize fırlattı. Artık takati kalmamıştı. Arkasından kopan yaylım ateşle yere
yıkılınca, gür bir sesle kelime-i şahadet getirdi ve bize fasih bir Arabça ile «— Hainler...
Devlet âsileri...» diye haykırarak son nefesini verdi. Đşte o zaman kendisinin bir Müslüman
olduğunu anladık.»
Tariflerine göre bu, sağ kanadımızı emrindeki on nefercikle müdafaa eden kahraman
Eyyub Berzenç idi. Utebey'den bir Reis, matarası üzerinde «Celâl» adının yazılı olduğu bir
Türk'ü, yedi kişiyi tepeledikten sonra yaralı yere düştüğü zaman nasıl hançerlediğini
iftiharla anlatınca dayanamadım:
«— Yere düşen bir din kardeşinizi, böyle kahraman bir insanı nasıl hançerlediniz? O, ırkı,
kanı, milliyeti, dini her şeyi sizden başka birisi dahi olsa, daima bahsettiğiniz Bedevi
ananaleri ve mertliği, böyle bir taarruzu size men'ettirmesi icab etmez mi idi? Ben sizi,
sizin kadar bilirim: Bir deve için en yakın arkadaşınızın kanına girersiniz. Ne imiş? Bu
«Harfe» imiş, bu Şemmî imiş, bu Huteym imiş, bu Muteyr imiş... Rica ederim, kırk kişinin
yirmi bin kişiye karşı yarattığı bu kahramanlık destanını, sizlerin hiç bir izahı ve tefsiri
kıymetten sukut ettiremez, ancak ona daha mutena bir mahiyet verir.»
Bu cevabımı Emir Abdullah'a da anlatmış olacaklar ki, ertesi günü bana, Bedevilerin
mübalâğa ve iftihar iptilâlarını hatırlatarak: «— Yâni Eşref Beyefendi... Türklerin ellerinde
hasımları nisbetinde malzeme olduğu ve başlarında da liyakatli kumandanlar bulunduğu
zaman, onlarla hiç bir milletin mücadele edemiyeceğini Ben de Sizin kadar bilmez miyim?
Fakat biz, bir içtihad mücadelesi yapıyoruz. Rica ederim, bizi yanlış anlamayınız...» dedi.
Münakaşanın ne faidesi vardı? Yollar, öylecesine birbirinden ayrılmıştı ki, bu ayrılış, belki
tarihin seyrini değiştirecekti. Đkimiz de sustuk...
MISIR YOLLARI�DA OLMA�I� KISA SÜRE� HAYALĐ:
Yaralarımızın, devamlı ve ihtimamlı bir alâka ve sıhhî müdahale olmazsa, geçemiyeceği
anlaşılmıştı. Vakia on iki gün öncesi gibi değildik. Fakat âkibetimizi tâyin için, sıhhî
durumumuzun elverişli hale gelmesinin beklenildiği de anlaşılıyordu. Bence bugüne kadar
hakikî sebebi meçhul olan kararı, bana bizzat Emir Abdullah bildirdi:
«— Eşref Bey.. Sizi Mısır'a göndereceğiz. Galib Paşa'ya olduğu gibi (Mekkede Şerif
Hüseyin'e esir olan rahmetli korgenal Galib Yener) Size de, Hilvan'da bir köşk tahsis
edilecektir. Harbin nihayetine kadar orada kalırsınız. Haysiyet ve mevkiine lâyık bir
muamele göreceğinize emin olunuz.»
Bu kararın, Đngilizlerin muvafakati olmadan verilmesine imkân olamıyacağını da
biliyordum Daha o tarihte de, Şerif Hüseyin ve ailesinin bütün hareketi, mukadderatlarında
olduğu gibi, Đngilizlere sımsıkı bağlı idi.
Yanımdaki Beş bin altın, tamamen yağma edilmişti. On paramız yoktu. Bana, Mekke'den
beklediği paranın henüz gelmediğini ide mazeret makamında tasrih ederek, vekilharcı ile
beş yüz altın gönderdi. Paramı, bu adamlar almışlardı. Çaresiz, fakat ancak bilâhare iade
edilmek üzere kabul ettim. Bütün şeklî nezakete rağmen, kaçmamam için de, çok ciddî
tedbirler alınmıştı. Ne kadar garibtir ki, ben, bana gösterilmiş olan itimadı kötüye kullanıp
asla firarı düşünmezken, çok eskiden halefim (ahret kardeşim) olan Şeyh……….. in,
yakındaki hiymegâhına gelmem için tertibat aldırdığını bildirdiler. Teşekkürle reddettim.
Emir Abdullah, hareketimden önce bana şu «tavsiye mektubunu» da verdi:
«— Đngiltere hükümeti muazzamasının büyük memurlarından her kim ki, bu vesikayı Eşref
Beyin yedinde gördükte kendisine yapılacak ihtiramın fevkalâdeliği bizi memnun edeceği
malûm olmalıdır. Mısır'a vasıl oldukta, şeref ve haysiyetine lâyık bir köşkde misafir
ettirilecek ve Hilvan'daki ikametinin bütün masarifatı Celâlet-ül Mülk-ül Hicaz'a ait
olacaktır. Bu husus, Wilson Paşaya da yazılmıştır. Her hususta riayetkar olunması bilhassa
rica olunur.»
Emir Abdullah
Hecinlere binerken ikindi olmuştu. Uğurlama merasimimizde, sanki birer esir değil, aynı
dâvanın ve gayenin müşterek insanları idik... Yola çıkarken, bu topraklarda hâkim ve
hükümran millet ferdi olarak son yolculuğumu yaptığımı hissediyordum. Acaba daha
müsbet ve ferahlatıcı neticeler almak mümkün değil mi idi? Ülkeler fethetmek, mücerred
kaldığı zaman bir manâ ifade etmiyordu: Đşte, bizi yüzyıllar boyunca alkışlamış, yüceltmiş
olan bu insanlar, en buhranlı zamanımızda: «— Bu topraklarda işiniz ne?» diyorlardı.
Đkindi olmuştu. Mevsim ÇÖL'ün en mutedil zamanı olan Kânunusâni (Ocak) idi. Đkindiden
sonra serinlik başlardı. Yaralı arkadaşlarım, yük develeri üzerine yatırılmış variyette idiler.
ÇÖL'e ve yaraya mütehammil ve alışkın olan vücudum, onlara göre daha kısa zamanda
kendisini toplamıştı.
15 Kânunusani 1332 (28 Ocak 1917) sabahı Yanbuğ'a vardık. Halk, yollara dökülmüştü.
Hayberdeki destan buralara kadar yayılmıştı. Yanbuğ'da kaymakamlık yapan Şerifin
mutemedi Abdülkadir Efendi bizi nezaketle karşıladı. Bir ev hazırlatmıştı. Yollarda halk,
kimisi müteessir ve hürmetkar, kimisi mütecaviz ve haşin nazarlarla bizi süzüyordu.
Đçlerinden bir grub ısrarla bizi takib etti: «— Ehlen ve şehlen ya kuşların şeyhi!..
Kanadlarmı kim kırdı?» nakaratını eve gireceğimiz âna kadar haykırdılar. Şeyh Mansur,
Mısırlı yüzbaşı Fuad Bey ve Kaymakam bunları dağıtmak istedi. Mâni oldum Fuad Bey
dayanamadı:
«— Allah bu milletin belâsını versin..» dedi. Kendisine yavaşça:
«— Ettiğinizi çekiyor, ektiğinizi biçiyorsunuz..» dedim.
KĐMDĐR BU EŞREF?
Eşref Bey, bütün bu maceraların üzerinden seneler ve devirler geçmiş olmasına rağmen
çöl'le olan alâkasını kesemedi... Bu ilgi, ömrü boyunca devam etti... Karşıdaki sahifede
kendisini, 1945 senesinde, Semâlut'ta, Asvan'dan şimale doğru bir buçuk aylık «deve
yolculuğu»nda görüyoruz... Hecininin adı «Seyyar» yâni «gezgin» idi... Tıpkı sahibi
gibi!..
Eşref Beyin Hayber'de yaralı olarak esir edilmesi, bütün Arabistanda derin akisler
yapmıştı. Mekke'nin Cürule kışlasına nasıl getirilmiş olduğu elinizdeki kitabın içindedir.
Şerif Hüseyin'in, kendisine karşı nasıl bir kin beslediği de, yine Mekke'ye getirilinceye
kadar gösterilen hiddet ve zulüm tecellilerinde kâfi vuzuhla görülüyor...
Mekke'deki Cürûle kışlasına hapsedildiğinin ertesi günü, Mekke Şerifinin resmî gazetesi
olan El Kıble'nin başmuharriri olan Muhittin El Hatib isimli bir zat gelip Eşref Beyi
ziyaret etti. Bu ziyaretçinin neden geldiğini ilk ânda kavrıyamıyan Teşkilât-ı Mahsusa
Reisi, karşısında münevver bir kalem sahibi görmenin manevî rahatlığı içinde,
muhatabına, sitem etti:
«—- Biz harbettık... Ben, kırk kişi idim. Sizlerinki yirmi beş bin... Bu rakam, resmî
tebliğinizin kaydettiği miktardır. Arkadaşlarım, Türklüğe hâs mertlikle dövüştüler.
Đçlerinde yara almıyan yoktu. Öldürdüklerinizden asgarî on misli şehid verdiniz. Din
kardeşliği gibi bizim kıymet verdiğimiz rabıtanın kimin tarafından ve nasıl maksadlarla
ihlâl edildiğini tarih yazacaktır. Bu ayrı bir bahis... Fakat, Seyyidinâ Melik'e lütfen
söyleyiniz: Bize hiçbir veçhile hakaret edemez, ettiremez. Öldürtmek elindedir, işkence
yaptırmak da elindedir, fakat hakaret etmek ve ettirmek elinde değildir.»
Eşref Beyin muhatabı Muhittin El Hatib —ki, hâlen hayattadır ve Kahıre'de
oturmaktadır...— bu haklı tehevvür karşısında başını eğmiş, hak vermiş, muhatabını
teselli etmişti. Bu teselliye ne lüzum vardı? Çünkü sevgi ve muhabbet teminatım bizzat
Şerif Hüseyin vermemiş miydi? Eşref Bey hatıratında der ki:
«Hayatımda Şerif Hüseyin kadar ikiyüzlü bir insan az görmüşümdür. Cezayir
meşayihinden ve Tunuslu Müslüman ümerasından bulunan bir heyet huzurunda beni
oğullarından asla ayırmadığını anlatmak için:
«— Ali, Abdullah, Faysal, Zeyd nasıl birer evlâdım iseler sen de bunlar gibi —
mensubiyet iddia ettiği ehli abayı kastederek— öz evlâdımsın» demişti. Fakat, ertesi gün,
kasden elime tutuşturulan şahsî gazetesi El Kıble'de Muhittin El Hatib imzasıyla
aleyhime lanetler yağdırılıyordu.»
Klişesini yan tarafta gördüğümüz bu yazının bir kısmında, Eşref Bey için «Lavrens-i
Türkî = Türk Lavren-si» tâbiri kullanılıyor, Mısır'ın ikinci fethinin O'nun kafasından
çıktığı. Urban arasında kendisine «Şeyh-it-tüyûr = Uçan Şeyh» denildiği, Arabistanın
dört tarafında isminin ve faaliyetinin bilindiği kaydedildikten sonra: «— Enver
Paşanın sağ, Cemal Paşanın sol kolu olan ve «kolonel» izafî rütbesine rağmen,
Türklerin bütün esas siyaset meselelerinde söz sahibi olan bu adam, Arab topraklarının
baş belasıdır. Arablığı müteessir eden bütün hâdiselerde onun parmağı vardır. Onun
elimize geçmiş olması, bundan sonra Arab topraklarının daha rahat günler göreceğinin
en emin delillerinden birisidir. Yanındakileri mahvederek bu müthiş adamı zararsız hale
getiren şark ordumuza minnetimiz ebedî ve nâ mütenâhidir.» deniliyordu.
Fakat El Kıble gazetesinin Eşref Bey hakkındaki hükmü doğru çıkmadı: El Kıble'nin
sahibi olan Şerif Hüseyin, dört oğlu, nesebi, soyu, sopu bu mukaddes toprakları terke
mecbur kaldılar: Aile ferdlerinden bazıları orada hacaletle öldürüldü, yerlerde
sürütüldü. Fakat Eşref Beyin at oynattığı bu topraklarda hâlâ itibarı var: Türklüğün
itibarı...
Yanbuğ'a geldiğimizin ikinci günü, Medine muharebelerinde pusuya düşürülerek esir
edilen Đzzet Bey isimli bir yüzbaşımız ile, on beş neferimizi yaralı, sefil ve adetâ çırıl
çıplak vaziyette Yanbuğ'a getirttiler. Bu bedbaht millettaşlarımızı bir bodruma atmışlardı.
Hemen müdahale ettim, evimize getirttim. Onlardan Medine savaşlarının cereyan tarzını
öğrendim. Tahmin ettiğim gibi, kahraman Fahri Paşanın mukavemeti, gün geçtikçe
azalıyordu. Fakat en büyük sürpriz bizi burada bekliyordu: Emir Abdullah bana, Mısır'a
gönderildiğimizi söylemiş, verdiği mektubda da bunu teyit etmişti. Daha sonra ne oldu
bilmiyorum: Yanbuğ kaymakamı Abdülkadir'e gelen bir telsiz emrinde, Đngiliz Krovazörü
Nors Burgeyıfin beni almak üzere yolda olduğu, buradan Cidde'ye, oradan da Mekke'ye
gönderilmemin kararlaştırıldığı tebliğ edilmişti. Daha sonra, Mısırlı Yüzbaşı Fuad Beyin
bana anlattığına göre, kaymakama gelen ikinci «şahsî ve mahrem» emir, bizzat Şerif
Hüseyin Paşanın imzasını taşıyor: «— Müttefikimiz Đngiltere devlet-i fahîmesinin ısrarla
takib ettiği Eşref Beyin kendilerine teslimi mukarrer olduğundan, vaktiyle Medine Taif
kalesinde yaptığı gibi firarına mâni olmak için tedabir-i ciddiye alınması, muhitte dostları
ve kadîm halifleri olduğundan daimî tarassud ve murakabe altında bulundurulması»
emrediliyordu...
Beklenilen Đngiliz muavin kruvazörü o akşam geldi ve biz, 20 Ocak 1917 de hareket
ederek ertesi sabah Rabuğ limanına geldik.
ESĐR DOSTLAR ARASI�DA:
Rabuğ'da Şerif Hüseyin'in askerî karargâhı vardı…
Osmanlı devletine sadakat yemini etmiş, bizim Kuleli ve Harbiyede okumuş, aralarında
Erkânıharb sınıfına da geçmiş takat sonra ihaneti tercih etmiş nice «eski dostlar» burada
idi: Bugün de, Mısır'da en nafiz şahsiyet olan çok eski arkadaşım, Trablus-Garb harbinde
bizimle beraber aynı safta çarpışan Aziz Ali Bey (Bugünkü unvanı ile Azîz Ali Alî-Mısrî),
PAŞA ünvanıyla, umum kumandan ve Hicaz Harbiye Nazırı idi. Erkânı Harbiye Riyasetini
de, daha sonraki feci âkibeti hatırlarda olan Irak krallığının son Başvekili olan Nuri Said
ifa ediyordu. Karargâh, aslı Arab olan ve Osmanlı devletinin bu buhranlı günlerinde,
ekmeğini yedikleri, kültür ve ilimlerini sayesinde elde ettikleri, muhakkak ki, bu vatanın
asıl sahibi Türklerden daha çok iltifat ve itibar gören, buna rağmen ihaneti «Müstakil
Arabistan» şeklî gayesinin kılıfına saran zabitlerle dolu idi. Çoğu ile şahsen muarefemiz
vardı. Karargâhın Đngiliz irtibat kumandanlığını bir Kurmay Albay idare ediyordu.
Beni ilk karşılıyan, Aziz Ali oldu: O da, ben de, bugün karşılıklı iki «düşman» olmanın
tezadını unutmuştuk. Aziz Ali'nin hayatında şahsen mühim bir dostluk vazifesi ifa etmiş,
bizim divan-ı harb onu idama mahkûm ettiği zaman, Enver Paşa üzerinde bütün nüfuzumu
kullanarak, aff-ı şahaneye mazhar olmasında temel müessir olmuştum. Beni, böylecesine
maddeten ve manen yaralı görünce gözyaşlarını zapt edemedi. Đngiliz Miralayının beni
hayretle karışık nazarlarla uzun uzun tetkik eden tecessüsünden kurtulduktan sonra başbaşa
kaldığımız zaman dedi ki:
«— Eşref Bey. . Aziz kardeşim... Felek bizi ne hâle getirdi, görüyor musun? Fakat emin ol,
kalbim yine Türk muhabbeti, Türk sevgisi ve Türk saadet rüyalarıyla dolu. Ben
Rumelinde, Dernede ne isem, şimdi de aynı insanım. Size, günün birinde Türk tarihine
intikal etmesi için bir çok hakikatleri anlatmak isterim. Vicdanım ancak böylelikle rahat
bulacak. Mekke'ye gitmeden bir kaç gün bende misafir olursunuz.»
Karargâhın resmî muşu ile sahile çıktık. Ben burada bir esir mi idim? Hâdiseler, ne
muazzam tezadlarla birbirini kovalıyordu. Cihan yıkılıyor ve onun yerine yepyeni bir
nizam doğuyordu. Biz, bu badirenin içinden nasıl çıkabilecektik?
O geceyi, Aziz Beyle beraber geçirdik. Ondan dinlediklerimi, şu ânda dahi ifşa etmek
selâhiyetini kendimde görmüyorum... Duyduğuma göre hatıralarını hazırlamakta imiş.
Cenab-ı Hakdan dilerim ki, ben hayatta iken bu «Hatırat» neşredilsin, ve ben, kendisinden
dinlediklerimle yazdıklarını mukayese imkânını bulabileyim.
ŞERĐF HÜSEYĐ� PAŞA�I� Đ�TĐKAMI;
Ben Rabuğ'da şimdi Hicaz kuvvetleri Başkumandanı ve Harbiye Nazırı olan Aziz Ali
Beyin bir kaç gün misafiri olmayı beklerken, gece sabaha karşı bizzat Şerif Hüseyin'den
gelen bir telsiz telgrafla «— Eşref Beyin Rabuğ'da bırakılmıyarak, derhal Mekkeye sevk
edilmek üzere aynı vapurla Ciddeye hareketi...» emrediliyordu. Aziz Ali'nin bu emirle,
kalbinde kolay kolay şifa bulamıyacak bir haysiyet yarasının açıldığına kaniim. Nitekim
kısa zaman sonra, Hicaz'daki ihtiras politikaları, bütün Arablığın ve hatta Müslümanlığın
başına dertler getirmiş olan Şerif Hüseyin'den en nâzik zamanında ayrılarak intikamını
almış oldu.
Sessiz sedasız bir ayrılışdan yedi saat sonra Cidde önlerine geldik. Yolda, Đngiliz kaptan ve
mürettebatından nazikâne muamele görmüştük. Cidde limanında ve gümrük önünde, halk
yığın yığındı. Burada da Yanbuğ'da olduğu gibi: «— Ey kuşların şeyhi... Senin kanadını
kimler kırdı?» nakaratı yükseliyordu. Şuna dikkat etmiştim ki, bu feryâd edenler, sadece
bir tarafa toplanmışlardı. Karşılarındakiler ise, sessiz ve vakur, hattâ teessürleri yüzlerinin
hatlarından anlaşılacak kadar ciddî ve sakin idiler. Çıkacağımız rıhtımın kenarında, garta
adını verdikleri yeni jandarmalar merasim duruşu yapmışlardı. Rıhtıma çıktık. Bana, bir
hayvan tahsis etmişlerdi. Yaralı olan yüzbaşı Đzzet ve Mülâzım Ethem Efendilerle, hepsi de
yaralı olan dört neferim beni takib ediyorlardı.
Çarşıyı geçtik. Ahîdi, atlarıyla, katırlanyla ve yaya olarak bizi takib ediyorlardı. Doğruca
Cidde'de Naib-il Mülk'ün vazifesini gören Şerif Muhsin'in evine geldik. Üst katta bir oda
ayrıldı. Çıplak olan arkadaşlarıma, bir Musevî hazır elbiseciden giyecek aldırdım. Ben,
Şerifin hediye ettiği maşlahla, bir Arab Şeyhi kılığında idim.
Şerif Muhsin, bizi daha sonra makamında kabul etmiş ve konuşmıya başlamıştı ki, telefon
çaldı. Şerif Muhsin: «— Naantı ya SeyyidinâL» hitabıyla konuşmıya başlayıp: «- Alâ re'si
= Başım üstüne» tekrîm cümlesiyle kapayınca karşısındakinin Şerif Hüseyin, yâni, Hicazın
asî emîri olduğunu anladım.
Telefon muhaberesi bittiği zaman. Şerif Muhsin'in hareketinde telâşlı ve endişeli haller
sezinledim Nihayet, Mekke Emîr'inin kararını bana tebliğ etti Bu karar, bir esir olan benim
için elbette «emir» sayılıyordu:
«— Seyyidinâ Hazretleri size selâm ve hatırınızı istifsar ediyorlar. Aldığım emre göre
hemen hareket edeceksiniz, sabahleyin Mekke'ye varmış olacaksınız.»
Ne diyebilirdim? Şerif Muhsin, bir ân evvel yola çıkmamız için telâş içinde idi!.. Đnsanların
uful eden kudretler karşısında gösterdikleri bu vefasızlık duygusunun tipik ve yeni bir
tecellisi içinde idim. Ruhumda derin bir ezginlik vardı. Cidde şehrinin şarkından ve Bab-ül
Mekke'den yola çıktık. Yarım saat, ilerdeki «Merkeb Durağı» ndan çok süratli giden
merkeblere bindirilerek sabaha kadar yol aldık,
Peygamberimizîn Đslâmiyet için yaptığı büyük ve şerefli mücadeleyi evvelâ reddeden, daha
sonra Hakkın gelerek, Batıl'ı yıktığı bu mukaddes şehrin kapılarında, bizi teslim almıya
gelen Hicaz'ın resmî kuvvetleriyle karşılaştık ve ikinci hayal kırıklığına da burada
uğradım: Karşımda, Harbiye'den sınıf arkadaşım Bağdadlı Rauf vardı!.. Şerifin Baş Yaveri
imiş!.. Hicabını, sahte bir samimiyetle örtmiye çalışıyordu:
«— Safa geldiniz Beyefendi... Yaveri olduğum Celâlet-ül Melîk'in selâmlarını tefhimle
mübahiyim. Size bir ester tahsis buyurdular...»
Hayret etmiştim: Riyakârlığı, zulmü, vahşeti bence malûm olan bu asî'nin şahsıma ve
faaliyetime ne kadar düşman olduğunu biliyordum. Bu gösteriş muhabbeti nereden
geliyordu? Hazırlanan tablonun iç yüzü hemen anlaşılıverdi: Hicaz'ın bu türedi kıt'aları,
süngü takıp çevremi sardılar. Yaralı arkadaşlarımı benden ayırmak istedikleri zaman,
onlar, kahramanca karşı koydular: «— Öldürünüz, fakat yaralı kumandanımızı yalnız
bırakmayız..» dediler. Ben de şiddetle müdahale ettim. Nihayet hep beraber, Mekke'nin,
Muallâ cihetinden Mecrâre'den Kasaphaneler arasına doğru yürümiye başladık: Derhal
anladım: Asî Şerif, mağlublarını teşhir etmek istiyordu.. Kendi hıyanetinin gözler önünde
belirtilmiş tablosu olarak!..
Daha sonra dinledim: Bizden bir hafta evvel esir olan ordumuzun telsiz telgraf mütehassısı,
erkânıharb kaymakamı Zeki Beyle, Taif muhasarasında görülmemiş bir kahramanlık
göstermiş olan binbaşı Süleyman Beyi, yine buradan geçirtmişler ve halka tahkir
ettirmişlerdi. Çocukları: «— Yâ nasranî! .», yâni «GÂVUR» diye bağırtarak, taş attırarak
haysiyetlerini, güya pâyimal ettirmişlerdi. Şerifin yaveri olma zilletine düşen bizim
devletimizin yeminli zabiti Rauf, ortadan kaybolmuştu. Yine, eskiden tanıdığım bir
başkası, küstah tavrıyla yanıma yaklaştı. (Not: Bu adamın kim olduğunu burada
kaydetmiyeceğim.. Yalnız, şu kadarını söyliyeyim ki, bizim o meşhur haricî politikamızın
icabı, izzet ve ikbal içinde daha sonra Ankara'ya davet edilmiş ve Çankaya ve
Dolmabahçe'ye girerken, kendisiyle aynı sırada okuduğu arkadaşlarına, bu haine, resm-i
tazim ifa ettirilmiştir. Fakat, Allahın adaleti bu gafleti hoş görmemiş, Türk'e ihanet eden bu
denîlerin hepsi, bizzat kendi tebeaları ve ırkdaşları tarafından, hakaretle parçalanmışlar,
zilletle ölmüşlerdir...) Bana hitapla dedi ki:
«— Seyyidinânm emirleridir: Abanızı vereceksiniz...»
Bu, bana Tunuslu binbaşı Sidi Raho'nun verdiği aba (meşlah) di. Kaplı, yırtık, et ve kemik
ezintileriyle pıhtılaşmış elbisemi kapatıyordu. Ya,. Demek beni bu sefil kıyafetle de teşhir
etmek istiyorlardı. Sükûnla ve hiç itiraz etmeden abamı çıkardım, uzattım:
«— Seyyidinâya (yâni asî Şerife..) selâm söyleyiniz: Beni kanlı kıyafetimle teşhir etmesi
kendisine şeref vermez. Fakat, vatanım ve devletim uğruna döktüğüm kan, benim
şerefimdir.»
Gözlerim yaşarmıştı. Şimdi fok tiyatro sahnesi karşısında idik: Henüz diziye girmiye
alışmamış olan bu acemi çöl çocukları, tebessüm telkin eden bir şaşkınlık içinde, süngü
takmışlar, Mısır'dan kiralanmış mızıkanın çaldığı garip havadan sonra, düne kadar Osmanlı
tâcidârının şerefine bağıran: «— Padişahım çok yaşa..» yerine, «— Fal'iş-i yâ Melik —
Yaşa ya melik» avâzeleri arasında bizi seyre başlamışlardı. Bize, Ali ve Süleyman Beylere
yaptıkları hakareti yapmamışlar, daha doğrusu yapamamışlardı. Çünkü, daha sonra
öğrendim ki, hâdiseyi haber alan Đngilizler, Şerife tebligat yaparak, askerî esirlere asla
hakaret edilmemesini bildirmişlerdi. Çünkü onların, başta Çanakkale ve Kut-ül-Emmâre'de
esir edilen kuvvetleri, Osmanlı ülkesinde hürmet ve insanlık görüyorlardı.
Şimdi, Mekke'nin çok iyi tanıdığım Cürûle kışlasına gelmiştik. Burada da kendisini,
Đstanbul, Fatihli bildiğimiz yüzbaşı Amir isimli eski çehreye rastladım: O da ihanet çukuru
içinde idi: «— Sen de Arab dâvasının adamısın? Haydi onlar birer sebep "Buldular, Sen,
Đstanbul çocuğu, sen ihanetine ne kuyruk takabildin?» diye sordum. Sırıtarak eliyle para
işareti verdi: «— Ayda elli altın..» dedi,. Böyle bir hayâsızlık deryası içinde idik.
HĐCAZ KRALI OLA� ASÎ ŞERÎF'LE KARŞI KARSIYA:
Akşama doğru, mabut Yaver Bey yine geldi,. Halinde bir değişiklik vardı:
«— Seyyidinâ selâmlarını teyit ediyor. Sizin abanızın altında muharebede harab olmuş
elbiseleriniz olduğu tahmin edilmiyordu. Resmî üniformanız olduğu zannediliyor ve
halkımıza sizin Eşref Bey olduğunuzu isbat etmek istiyorduk. Şahsiyetiniz ve burada ki
şöhretiniz bizi böyle bir tedbir almıya sevkettiğinden dolayı mazur göreceğiniz ümit
edilmektedir. Đstediğiniz gibi giyinebilirsiniz. Arzu ettiğiniz libas, Seyyidinâ namına size
temin edilecektir.»
Daha sonra benden ayrı bulunan esir arkadaşlarımı yanıma gönderdiler ve aslen Gelibolu
musevîlerinden olub, on altı yaşında Đslâmiyeti kabul etmiş ve eczacılık tahsil ederek
mülâzım rütbesiyle ordumuza iltihak etmiş, Taif'de esir düştükten sonra, yeni kurulan bu
devletin hudutları içinde ve onların emrinde kalmayı, kazanç bakımından mükemmel
bulduğundan kendisine teklif edilen vazifeyi kabul eden Hidayet Efendi isimli eczacı,
elinde ilâç kutuları olduğu halde yanımıza geldi ve Đstanbul Türkçesiyle macerasını
anlattıktan sonra, yaralarımıza baktı. Giderken de, Kışlanın kumandanlığını ifa eden Şeyh
Mahmut isimli kimseyi eliyle işaret ederek: «— Eşref Beyefendi.. Şu adamı görüyor
musunuz, bu, Şerif Hazretlerinin buradaki Fehim Paşasıdır. Casusun büyüğüdür. Aman
beni sizinle görüşürken görmesin. Bütün duvarların arkasından konuştuklarınız
dinlenmektedir. Dikkat ediniz..» dedi.
A�LAŞMAZLIĞI� GERÇEK SEBEPLERĐ...
Eşref Bey, ilk günden beri, ÇÖL'de, ne nizamî kuvvetlerin çarpışmasını istiyordu, ne de
Arabistan'da zarurî askerî mülâhazalar dışında büyük imâr hareketlerini... Bu fikrini,
Cemal Paşa Bağdad Valisi iken giriştiği imâr hareketleri dolayısiyle de açıklamıştı.
Cemal Paşanın hatıratında, gerek Bağdad Valisi iken, gerek Suriye ve Lübnan, hattâ
bütün Arab Yarım Adasının kaderi elinde iken, bu topraklan, en aşağı Đstanbul kadar
vatan için mukaddes ve ayrılmaz bütün saymasının «bir çoklarınca» hoş
karşılanmadığını kaydetmesi de, faaliyetinin meşruiyyetini isbata çalışan bir müdafaa
duygusu olsa gerekti. Cemal Paşa bu faaliyetini bilhassa Arab ülkelerine yaymayı,
müsbet telkinlerin temeli sayıyordu. Arka sahifedeki Bağdad demiryolunun, Bağdad
kısmında ilk kazmayı vururken alınmış resmi, bütün Arab gazetelerinde çıkmıştı.
Eşref Bey ise, bu toprakların bizim kalabilmesi için tedbirlerin daha başka olması
fikrinde idi. Hatıratında der ki:
«— Arabistan'ı, bu yerlerin ve halkının hususiyetlerini maalesef öğrenmeden ve
öğrenmek istemeden idare etmişiz. Öyle ki, gafletimiz, oraları terk ederken de devam
ediyordu, onlarla münasebetlerimizin şekli ve mahiyeti bakımından bugün de devam
ediyor...
Arablar, bizim bildiğimiz mânada bir tek millet değildir: Onların bir kısmını mes'ut eden
tedbirler, diğer bir kısmına felâket getirir: Şehirli Arabla Bedevi Arab arasında, aynı
millet ferdlerinin varlığına sığamıyan derin farklar vardır. Biz, Türkler, ancak, çok
kuvvetli oldukça bu geniş topraklarda yaşıyan muhtelif ırk ve milletler üzerinde nâzım
vazifesi görebiliriz ve ancak bu yolda sevilir, sayılırız...»
Cemal Paşa, bütün ümidler iflâs etmiş, bozgunlar ve yıkıntılar arasında Đstanbul'a
dönerken, vagonunun pencereleri sımsıkı kapalı idi... Dökülen milyonlar, Türk
çocuklarının kanı, boşuna harcanan himmetler, hepsi, tam bir inkâr ve isyan halindeki
ÇÖL'de kalmıştı.
Cemal Paşa da bu hakikati anladı... Fakat çok geç!... Hatıratının 1922 de basılan ilk
tab'ının 212 inci sahife-sinde şöyle der: «— Đnşallah Türkler, Mustafa Kemal Paşanın
idaresi altında tevessül ettikleri son hareket-i milliyeleri sayesinde kendi memleketlerini,
azametli Đstanbulları ve güzel Đzmirleriyle beraber kurtaracaklar ve bu hudud-u tabiyye
dahilinde milletlerinin refahım, memleketlerinin ümranım temin eden tedbirleri
alacaklardır.»
Fakat bu temenniyi insanın, kendi kudreti içinde olduğu zaman neden yapmamış
olduğunu sormak da Tarih'in hakkıdır. Hem de en tabiî ve zarurî hakkı...
Geceyi, sivrisinek ve çeşitli haşerelere karşı müdafaasız olarak sabaha kadar perişan
vaziyette geçirdik. Yüzümüz gözümüz şiş içinde idi. Sabah namazından sonra, Hicaz
hükümetinin resmî gazetesi olan El Kıble'nin Başmuharriri meşhur Muhittin El-Hatib (1)
ziyaretime geldi ve benimle uzun bir görüşme yaptı, teselli etti, islâm Birliği dâvasının
kudsiyetinden bahsetti, Ne kadar garip, hattâ hazin ki, ertesi gün elime sıkıştırılan El Kıble
gazetesinde, aynı zat, aleyhime ateş püskürüyor: «— Arablığı, Türklük emrinde bir esaret
zinciri haline getirmiye çalışan gizli Teşkilâtın Lideri ve Çöl'de «Uçan Kuşların Şeyhi»
adıyla şöhret yapmış olan Eşrefin ele geçmesi, bizim dâvamızın zaferi için aşılmış büyük
bir merhaledir..» diyordu. Anlaşılan ziyareti de, yazdığı da kendisine evvelden verilmiş
direktifin mahsulü idi. Fakat ben, bu zihniyete ve halka, öylecesine intibak etmiştim ki,
artık hiçbir hâdise, üzerimde hayâl kırıklığı yaratmıyordu.
(1) Bu zat, hâlen hayattadır ve Mısır'da, meşhur Ei Ehram gazetesinin de başmuharriri idi. Türk - Arab münasebetlerinin son elli senesi mevzuunu, bir tetkik eseri olarak ele alan dostum Amerikalı müverrih ve müsteşrik Mr. Philip H. Stoddard, elinizdeki kitabın yazıldığı ağustos 1962 de, kendisini Kahire'de ziyaret etmiş ve hatıratını almıştır. Muhittin El-Hatib, Eşref Beyden, Amerikalı tarihçiye: «— Arab dâvası ve âlemi üzerinde en geniş bilgi ve tecrübeye sahib Türk şahsiyeti...» olarak bahsetmiş ve Teşkilât-ı Mahsusa ile Đttihad-ı Đslâm hareketi üzerinde geniş bilgi vermiştir. Bu anlatılanlar da. Eşref Beyin hatıratına aynen intibak etmekte ve yapılmış olan mücadelenin çetinliğini ortaya koymaktadır. Görülüyor ki, kapanmış bir mazi telâkki edilmekle beraber, Türk - Arap münasebetlerinin esas mihverini yine aynı temel hâdiseler teşkil ve bundan sonraki istikametleri de, aynı unsurlar tesbit etmektedir. Mısır, Hicaz, Suriye, Lübnan arşivleri de, Teşki!ât-ı Mahsusanın giriştiği îttihad-ı Đslâm hareketine dair bakir vesikalarla doludur. C, K,
Gün geçtikçe, bize yapılan muamele düzeliyordu. Hindu bir terzi, kendi ölçüleri ve zevki
içinde bize yeni elbiseler dikmişti. Kendisine taş taşıtılmış ve çeşitli hakaretlere mâruz
bırakılmış olan Kaymakam Ali Beyi de ısrarla davet ve taleb ederek yanımıza getirtmiştim.
Esaret hayatımızın Mekke'de geçen ilk perşensi, yâni haftası idi ki, kışla kumandanı
Gaysûnî Efendi odama geldî:
«— Cenab-ı Melîk'in selâm-ı selâmet encamını tebliğ ederim: Yarınki cuma günü
Beytullâh-ı mübarekedeki mahfil-i melûkânede kaymakam Ali Beyle zat-ı âlilerini kabul
buyuracaklardır.»
Ertesi sabah, Hindli terzinin bize diktiği elbiselerle garib bir kılık içinde, binlerce halkın
mütecessis nazırları arasında, Beytullahın Hamidiye kışlasına bakan kütüphaneye girdik.
Bir müddet burada istirahat ettik. Namaz vakti geldi. Nihayet, kendisine Hicaz Kralı
unvanı verilen bizim dünkü Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın tebliğ edilen iradesiyle
huzuruna kabul edildik. Bize iltifat etti. Ali Bey, elini öptü. Bana, cesaret edemediği için
olacak, elini uzatmadı. Ben de böyle bir arzuyu ne ruhen, ne şeklen hissetmedim...
Yeni Hicaz Kralı, baş seccadenin sağ önünde idi. Yanında Şeyhülislâmı vardı. Onları,
vezirleri takip ediyordu. Bana, kimbilir yaptıklarına nedamet duygusu mu, yoksa
Đngilizlerin ikazı mı, sağ yanında yer ayrılmıştı. Namaz bu saf üzerinde kılındı. Hutbeye
çıkan imamın duada, Padişahımızın ismini anıp anmıyacağımı merak ediyordum: Hem
Beşinci Sultan Mehmet Reşadın, hem de kendisinin ismi zikredildi.
Namaz bitmişti... Anlaşılan aldıkları emirle, vezirleri ve diğer maiyet erkânı, Kralı yalnız
bırakmışlardı. Kendi makamı, bir tahtı andıracak kadar heybetli ve yüksekçe idi.
Karşısında iki koltuk vardı. Bana ve Ali Beye yer gösterdi. Ali Beye yaptıkları ezâ ve
cefânın şayia olduğu intibaını vermek istedikleri anlaşılıyordu. Çok iyi tanıdığını ve bana
Cezair ulemâ ve meşayihinin, Hind Đslâm büyüklerinin huzurunda: «— Nasıl ki Ali, Zeyd,
Faysal, Abdullah benim evlâtlarım iseler, sen de Aba'mın altındasın ve öz evlâtlarımdan
farkın yoktur. Muhabbetim senin üzerinedir...» diyecek kadar uhuvvet ve sevgi göstermiş
olan bu zat, şimdi yüzüme bakmıyor, daha doğrusu bakamıyordu!., O, meşhur sözünü
hatırlamış olmalı ki, iltifat cümlesinin içine yine onu sıkıştırdı:
«— Siz benim evlâtlarımsınız. Biz, sebep olanlarla harb ediyoruz. Hak ve hakikati
anlamak ve tefrik etmek, bugün için mümkün olamıyacaktır. Ancak bu mes'eleyi
mahkeme-i kübrâ halledecektir.»
Dayanamadım:
«— Tarih de bir mahkeme-i kübrâdır. Cenab-ı Hakkın insanlara bahşettiği lûtf-u ilâhisi
olan aklın ve mantığın terazisidir. Allah, Đslâm milletleri arasına giren nifak ve ayrılığın
müsebbib ve mücrimlerini tel'inden halâs etmesin..» dedim. Yeni Kral, sükûnetle: «—
Doğrudur efendim..» dedi, Arabça:
«— Tavaf etmek ister misiniz?» sualini sordu. Ben, bu vazife-i mukaddeseyi birçok defalar
ifa etmiş olmakla beraber, yine büyük bir zevk-i manevî duyacağımı, arkadaşlarımın da
minnettar kalacağını Arabça olarak bildirdim. Bunun üzerine, bir ân düşündü: «— Yalnız,
dedi, tavaf esnasında bazı münasebetsizlikler ve size karşı hürmetsizlikler olabilir. Ben ise
bunu istemem. Bu sebeple, inşallah bir akşam ezanından sonra bu farizayı ifa ederseniz
daha iyi olur.»
Hayır. Yeni Kral, doğru söylemiyordu: Para ve makam hırslısı bir avuç adamla, aldatılmış
ve iğfal edilmiş olanlar dışındaki büyük kalabalık, asırlarca kendilerini her türlü
tehlikelerden korumuş, mukaddes ülkelerin sakinleri olarak onlara itibar ve hürmet
göstermiş olan Türklerin muhibbi, hürmetkarı, müttefiki idiler.
MEKKE'DE� MISIR YOLLARI�A:
Günler geçtikçe, Mekke'deki hayatımız normalleşiyor ve ilk günlerde gösterilen
düşmanlık tecellilerinden kurtuluyorduk. Nihayet, Mısır'a hareket edeceğimiz tebliğ edildi.
Okumamıza müsaade edilen El Kıble ve diğer gazeteler, Đngilizlerin, Arab Yarım Adasının
çeşidli yerlerinde ele geçmiş esirlerden istediklerini, himayeleri altında bulundurdukları
Hicaz devletinden taleb ettiğini ve bunların Mısır'da bir kamp veya kışlada
toplattırılacağım haber veriyordu. Hareket günümüz olarak da, 31 Kânunusani 1332 (13
şubat 1917) cuma tesbit edilmişti. Bu tarihten iki gün önce, Mahmut Gaysımî Efendi
gelerek, yeni Kral'ın bize hediye ettiği 120 altını getirdi. Bu paraya esirlerin maaşı
denilmesi, hakkımızdaki muamelenin artık tamamen tâyin ve tesbit edildiğini anlatıyordu.
Mekke'den ayrılmamız, oraya gelmemiz kadar halkın tecessüs ve merak tezahürleri
arasında oldu: Eski Şerif, yeni Kral Hüseyin Paşa, yaver ve mabeyncilerini bizi teşyie
göndermişti. Cidde'ye kadar esaslı bir vak'a olmadan geldik. Yolda, bir Bedevi taarruzuna
uğradık. Fakat bunun tertipli olduğu, bizim muhafızların bağırmalarıyla ateşin kesilmesinin
birbirini hemen takib etmesiyle anlaşılıverdi!.. Kaçmamıza mâni olmak için tertip edildiği
anlaşılan bu acemice oyunu, tebessümle karşıladık.
Cidde'de, yine, Şerif Muhsin'in evine misafir edildik. Burada, kendisine Vilson Paşa
denilen ve Mısır'la Arab Yarım Adası üzerinde Đngiliz askerî kumandanlığını temsil eden
General Wilson'un mümessili, kolonel (miralay) Vatson'la aramızda sert bir hadise cereyan
etti: Bana, Medine'yi müdafaa eden askerimizin miktarını sormak gibi, güç inanılır bir
lâubalilik gösteren bu adama: «— Ben yaralı bir esirim, öldürülebilirim. Fakat casusluk
yapabileceğim intibaını size hangi hâdise ilham etti? Ayıbtır..» dedim. Adam, bu cevaba
kadar beni ayakta tutmuş, kendisi oturduğu mükellef maroken masanın başında ayaklarını
havaya kaldırmış, ağzında pipo ile bir azamet heykeli manzarası almıştı. Dayanamadım,
devam ettim:
«— Bizim tarihimizde sizin asla kendinizin olmıyân bu zaferlerden daha pek çok
şereflilerinin destanları, boyunuzu aşar. Fakat bizim tarihimizde galib kumandanlar,
vazifelerini kanları bahasına ifa etmiye çalışmış şerefli mağlûblara böyle muamele eden
kumandanları kaydetmez. Çünkü bu haller bir zaferin bütün şerefini sıfıra indirir, yok eder.
Siz, bana sorduğunuz suali, bu topraklarda altın karşılığı Satın aldığınız vicdanlara
sorunuz!..»
Kumandanın arkasında duran Mısırlı yüzbaşı Fuad Efendi, bu cevabım karşısında
dayanamadı:
<<— Ebyaz aleyküm ya Eşref Bey» (yüzün ak olsun ya Eşref Bey) dedi. ingiliz ordusunda
pek nâdir görüldüğünü kaydetmeyi bir hakikat tecellisi saydığım bu garib adam, bu
cevabım karşısında sustu ve kısaca: «— Yanlış anladınız. Sizin bildiklerinizi öğrenmem
vazifemdir.» dedi.
18 Şubat 1917 de, Cidde önlerinde demirliyen Hardinç adlı Đngiliz muavin kruvazörüne
getirildik. Kölonel Vatson'dân direktif aldığı anlaşılan gemi kaptanı, bizi, ayrı ayrı
kamaralara kapatarak adetâ gemi mahbesine soktu. Dar kamaranın kapısı ancak,
fotoğrafımızı çekmek için açılıyordu. Bir gece için Rabuğ'a geldik. Burada, Lama adlı
yolcu gemisine aktarma edildik. Đşte burada, faaliyet ve şahsiyetlerini yakından bildiğim,
Müslüman adlı, fesli, Arabçanın her lehçesini kendi öz insanları gibi konuşan Đngiliz
întellicens Servis'inin nâmdar şahsiyetlerinden birisiyle resmî ve meşru ismi bizzat
Đngilterenin Haşmetli Đmparatoru tarafından dahi meçhul şeklî unvanı Şeyh Matem olan ve
ârşiv'de kendisine kısaca Mr. L; W. denilen şahsiyet tarafından karşılandım. Bana, Bedevî
Urbanlarının mübalâğalı tavrı ve şivesi ile iltifat etti:
«— Şükût-u Billâh ya Şeyh t hâvfetek fî dünya» (Sus.. Ya Şeyh.. Billahi dünyayı
korkuttun...)
Ve, hemen ciddileşti: Kendisinin, Mısır Ordusunda çalışan «Sivil bir Đngiliz» olduğunu
söylemek faziletini (!) gösterdi. Sohbete başladık... Gemideki hayatımız, sıkı bir kontrol
altında idi. Đntellieens Servis'in Ajanı, yarı şaka, yarı ciddî:
«— Valinin oğlunu dağa kaldırdıktan sonra, Đbn-i Reşid ile Gazvelerin sonundaki Hind
okyanusundaki dört millik deniz firarîliği bizim arşivde yoktur. Bu rekora sahib olan Sizi
nasıl yalnız bırakabiliriz? Belki yeniden tecrübe edersiniz!..» diyordu. Đşte, bu hava içinde
Süveyş'e geldik. Bizi, bir Đngiliz Yüzbaşısı teslim aldı. Kapıları kapanmış, pencereleri
dışarısının görülmemesi için perdeleri dikkatle çekilmiş vagonların içinde ve hangi
istasyondan binerek, nereye gönderildiğimizi bilmeden bir tren seyahati başladı. Süngülü
nöbetçiler, oturtulduğumuz tahta sıraların öylece yakınında idiler ki, adetâ diz dize
gidiyorduk. Böyle bir «muhafaza» ya neden lüzum hissediyorlardı, benim için halâ
meçhuldür!
Trenimiz kısa bir müddet sonra durdu. Uzun katardan, ilk bakışta kömür ameleleri
zannettiğim bir kalabalık indi. Meğer bunlar, bizimle beraber aynı vapurda, fakat makine
dairesinin altındaki kömürlüklere hapsedilen Medine kahramanlarından esir düşen talihsiz
Mehmetçiklermiş... Aralarında zabitlerimiz de vardı. Beni tanıdılar. Çevrelerindeki
süngülü Đngiliz ve Mısır muhafızlarını yararak yanıma kadar sokuldular. Gözleri yaşlı idi.
Kendilerini teselli ettim: «— Sizler, nâsıl harb meydanlarında Türklüğün şehamet ve
faziletini isbat etti iseniz şimdi de, asla lâyık olmadığınız muamelelere karşı vekar ve
sükûnunuzu muhafaza ederek aynı yolda olduğunuzu göstereceksiniz. Bu da, muharebe
meydanındaki kadar şerefli vazifedir. Türklüğün hasleti budur.» dedim. Hepsi, gönülden
tasdik ettiler.
Epeyce yürüdük... Kumsal bir araziyi geçip, tahminen yüz metre genişlik ve elli metre
uzunlukta, etrafı tel örgülü açık hava hapishanesine konulduk. Sadece benim için bir çadır
yapmışlardı. Arkadaşlarım açıkta idi. Hiç kimseye danışmadan, bu çadırı kendi elimle
sökmiye başladığımı görünce, bir Đngiliz Binbaşısı ilerideki binadan çıkarak süratli
adımlarla yaklaştı ve fasih arabça ile bana ne yaptığımı sordu. Kendisine: «—
Arkadaşlarımla aynı şartlara ulaşıyorum... Đngiltere devlet-i muazzamasının insaniyet ve
üserâya muamele tarzı hakkında aramızda fikir ayrılığı olmasını istemem..» dedim.
Cümlenin ağırlığını hissetti mi, bilmiyorum, fakat kısa zaman sonra, birbirimizle
konuşmamak üzere hepimize çadırlar verildi. Burada, hâlâ şifa bulmamış yaralarımıza çok
iyi bakıldığını kaydetmekle, kadirşinaslık vazifemi yerine getirmek isterim. Bir Đngiliz
operatörü, benim yaralarımı dikkatle tetkik ettikten sonra: «— Nasıl kangren olub
ölmediniz?» diye sormuştu. Kendisine: «— Sizi hayrette bırakabilmek için....» cevabını
verdiğim zaman, ırkına hâs o müthiş soğukluğuna rağmen tebessüm etti.
Yedi gün burada, kızgın çöl güneşi altında kaldık. Đhtiyaçlarımızı, kendi ölçüleri içinde
temin ediyorlardı. Para ile her şey hallediliyordu: Nöbetçiler, altınları gördükleri zaman,
Đngiliz ordusuna ait hususî pazardan bütün istediklerimizi temin ediyorlardı.
Sekizinci gün Süveyş'den Kahireye doğru hareket ettik. Trende, her birimizin rütbe ve
mevkiine uygun yerler ayrılmıştı. Trenimizin son vagonlarında, koyun gibi üst üste
yığılmış Mısırlı'lar vardı. Bunlar, istiklâl mücadelesi hareketine katılmış olan aydın
gençlerdi. Đngilizlerin Mısır'ın Đstiklâl hareketine karşı gösterdikleri şiddet, bu vatansever
gençlerin varlığı üzerinde menfi tesir ve neticelerini göstermişti.
Kahire'de bizi Kasr-ül Nil kışlasına götürmüşlerdi. Yolda toplanan kesif bir kalabalık bizi
dikkat ve tecessüsle seyrediyorlardı. Kimisinin bakışlarında derin bir acı, pek mahdud
olanlarında da kaynağı izah edilmez sevinç vardı. Đçlerinden bir ihtiyar, dayanamadı: «—
Fere-üllâh-ül karîb..» diye haykırdı. Gözlerim yaşardı.
Kasr-ül Nîl kışlasının ikinci katında bize üç oda ayırmışlardı: Ortadaki büyük oda benimdi.
Sağımda kaymakam Ali Beyle Đsmail ve Ethem Beyler, solumda da, diğer zabitler vardı.
Odalarımıza en basit ihtiyaçları bile karşılıyacak eşya konulmamıştı. Büyük kapı demirini
kâfi görmediği için bir ân ayrılmıyan süngülü muhafızların nöbet beklediği bu yer,
doğrudan doğruya askerî bir hapishane idi. Yirminci yüz yılda, dünyayı idare iddiasında
olan bir memleketin, devletinin ve milletinin kendisine emniyet ettiği vazifeyi kanı
bahasına ifâ etmekten gayrı suçu olmıyan ve gıyabında en büyük takdirleri esirgemedikleri
insanlara karşı haşîn muamelelerinin sebebi neydi? Tuvalete bile, dört süngülü arasında
çıkıyorduk. Burada kaydetmek garib olacaktır amma, üzerimizdeki kontrolün ağırlığını
belirtmek için söyliyeyim ki, tuvaletde kapının açık olmasını ısrarla istediler. Ne
görgümüzün, ne de ananelerimizin böyle bir sekle asla müsaid olmadığım, nöbetçilerin
üzerine kapıyı kilitliyerek isbat ve kışla kumandanı Kolonel Nikolay'a tahriren şikâtten
sonra «tuvalet kapısını kapamak» müsaadesini alabildik!
BĐR TEKLĐF VE GÖZYAŞI...
"Tarihe seslenebilme imkânına sahib insanların en bahtiyarları, söylediklerinin
muhasebesi hayatlarında yapılabilmiş olanlardır: Son senelerdeki dinlenme çağının bir
klişesini karşı tarafta gördüğümüz muhterem Eşref Sencer Kuşcubaşı, bu bahtiyar
şahsiyetlerden birisidir: Bütün söylediklerine «Hayır... Böyle değildi...» diyebilecek
olanlara cevab verebilme kudret ve imkânı elinde olduğu için!..
Ve kendisinin «Tarihe Benden Haberler» adını verdiği hatıratı arasında, gözyaşı tâbiri
pek ender geçer. Bunlardan birisi, kendisine, bir başkumandanlık karşılığı ihanet teklif
edildiği gün olmuştur.
Dinliyelim:
«— Hayber'de ağır yaralı olarak esir edildikten sonra Şerif Abdullah'ın kuvvetleri beni
Đngilizlere teslim etmek üzere Yanbuğ limanına doğru götürüyorlardı. �ereye gittiğimizi
bilmiyordum. Yaralarımın Đstırabı devam ediyordu. Hiçbir ciddi tedavi yaptırmamak
gibi, basit ve in¬saf ile bağdaşmaz zulüm tarzı ile çileli yolculuğum sırasında ve kıyıya
yaklaşırken, Emir Abdullah yanıma geldi. Daha evvelinden emir vermiş olmalı ki, yalnız
bırakılmıştık. Hâlinden kendisi için mühim bir şey söylemek kararında olduğunu
anlatan heyecanlı tavrı vardı. Kafilenin istirahat zamanı idi. Yanıma oturdu.
Duyulmasından endişe ettiği anlaşılan yavaş bir sesle dedi ki:
«— Celâl-ül Melik Hazretlerinden (yâni babası Mekke Şerifi Hüseyin Paşadan) bir
telgrafı lâ silk (yâni telsiz telgraf) aldım. Bunda, aramızda daha evvelinden mutabık
kaldığımız bir hususun size teklif ve tebliğ edilmesi emrediliyor. Ya Hazret-i Bey... Siz,
bu toprakların iyi tanıdığı insansınız. Bizden birisi olunuz. Sizin, başında bulunduğunuz
Teşkilât-ı Mahsusa, bir Đslâm teşkilâtıdır. Enver Paşa da bu teşkilâtın
müessislerindendir. Bizim, asıl bünyesi Đttihad-ı Đslâm olan bu teşkilâta muhalif vaziyet
almamız mümkün müdür? Bizim mücadelemiz şer'i şerif tanımaz, nizam bilmez Đttihad
ve Terakki Rüesası iledir. Makam-ı Hilâfete de hürmetkarız. Size, Celâl-ül Melik
Hazretlerini temsilen ve kendi nâmlarına şunu teklif ediyorum: Görüyorsunuz ki, bütün
Arabistan birleşiyor, ittihad ediyor, bunun başına liyakatli bir Başkumandan lâzım. Size,
kayd-i hayat şartıyla Başkumandanlık teklif ediyoruz. Türkiye'deki emlâk ve akarınızı
da, fazlasıyla telâfi edeceğiz ve istediğiniz kadar tahsisat vereceğiz. Bu teklifime müsbet
cevap verdiğiniz takdirde, Celâl-ül Melik Hazretlerinin yol istikametimizi de tebdili irade
edeceklerini ümid ederim.»
Yol istikametinin tebdili... Yâni, Eşref Bey Đngilizlere teslim edilmiyecek, veya, bizzat
onların tasvibi ile bu makama gelecek... Ki, 1945 de Kudüs'te Arabca basılan ve ingilizce
tercümesi yapılmış olan Abdullah'ın hatıratına göre ikinci ihtimalin hakikat olduğu
anlaşılıyor: Yâni, Eşref Beye yapılan ihanet teklifi, iki tarafın da bilgisi içindedir...
Eşref Bey diyor ki:
«— Emir Abdullah'ın ihanet teklifini, sonuna kadar, nefsime güç hâkim olarak
dinliyebildim. Kırk kahraman ile yirmi beş bin kişilik kuvvetiyle savaştığımız,
memleketimin en nâzik ve buhranlı devrinde bizi arkadan vuran, şehid ve yaralılarımıza
asla insanî hislerle muamele etmiyen, şefkat ve mürüvvet göstermiyen ve Türk millet ve
devletinin nimetiyle perverde olmuş bu insanlar, artık ihaneti bir «lütuf» sayacak kadar
kaderimizin menfî ve yarınımızın karanlık olduğuna, bizlerin de maddî manevî sukut
içinde yüzdüğümüze inanıyorlardı. Yaralarımın verdiği güç dayanılır Đstıraba rağmen
doğruldum:
«— Yazıklar olsun Abdullah Bey, yazıklar olsun, dedim. Ben size, hangi hareketimle
bana böyle bir ihaneti teklif etme cesaretini verdim? Siz beni Cafer Askerî veya �uri
Said mi zannettiniz? Bir kaç soysuzun ihaneti, size bütün Türklerin aynı redaet ve
alçaklık yolunda gidecekleri ümidini mi verdi? Bir namuslu kızı baştan çıkarmakla,
namuslu bir askere vatanına ihanet teklif etmek arasında, ikincisinin daha fecî
olduğunu bilmiyecek kadar çocuk ve cahil değilsiniz. Anıma hainlerle sadıkların
encamını, Allah ve Tarih tâyin eder. Sizleri bu iki büyük kudrete havale ediyorum...»
Emir Abdullah kıpkırmızı oldu, hiçbir şey söylemedi, hemen yanımdan uzaklaştı, kafileyi
orada terk etti ve Malta'ya sürülünceye kadar bir daha kendisini görmedim. Fakat onun
yanımdan ayrıldığı ândan itibaren göz-yaşlarımı da tutamadım. Demek artık aramızda,
bir ihaneti açıkça teklif edilecek kadar sukut etmişler vardı.»
Şimdi Eşref Beyin «Allaha ve Tarihe» havale ettiği bu ihanet kadrosunun âkibetini
hatırlamakta elbette fayda vardır: Đbret dolu bir fayda...
�uri Said'in kayınbiraderi olan Cafer Askerî, son Irak ihtilâlinde uçağa binip,
vatanından kaçarken yakalandı, parçalandı... Bizzat �uri Said ise, aynı fecî dramın
ikinci hallevî şahsı oldu... Ve, Abdullah ise, kendi tebeasının kurşunu altında can verdi...
O akşam, adını o yıllarda Mısır'ın çeşitli esir kamplarındaki binlerce esirin unutamıyacağı
mağrur ve haşin üsera umum kumandanı Kaymakam Mr. Simsim'le teşerrüf ettik. Bana ilk
olarak, ne hakla gördüğüm muameleden dolayı umum kumandana şikâyet ettiğimi sordu.
Aramızda, çok sert bir münakaşa cereyan etti. Kendisine, Taif ve Mekke zindanlarını
tanıdığımı, ayağıma prangalar vurulduğunu, tomruğa çakıldığımı, ve hiç birisinin bana hak
mefhumunu kaybettirmediğini, ne şahsımdan, ne de Đngiltere devletinden bir lütuf
beklemediğimi, taleblerimin ancak, hâkimiyetini teminle müftehir oldukları beşerî
kanunların icabları olduğunu, nitekim kendi esirlerinin bizim memleketimizde, bu insanî
kanun ve tedbirlerden bol bol faydalandıklarını anlattım. Bu mağrur adam, sükûnetle şu
mukabelede bulundu:
«— Osmanlı devletindeki Đngiliz ve Dominyonlar esirlerine ne yapılıyorsa, size de o
yapılıyor.»
«— Hayır Mr. Simsim.. Bizim ikram edecek Viskimiz yoktur, fakat sizin esirlerinize köylü
kadınlarımız, bugünkü harb şartları içinde güç buldukları ayranlarını seve seve ikram
ettiler. Biz, her şeyimizi kaybedebiliriz, fakat misafirperverliğimizi ve şerefimizi asla!..»
Asabım çok bozulmuştu. Bunu anlıyan muhatabım, mevzuu değiştirdi:
«— Sizin gibi, bizim arşivlerimizde de bir insan takatına sığabilecek her türlü tehlikeli
macerayı yarattığı kaydedilen bir mücadele şahsiyetinin, böyle basit hâdiselerle müteessir
olmasını doğrusu kavrayamadım. Mamafih rahatınızı temin etmeleri için alâkalıları ikaz
edeceğim.»
Bu üzücü ziyaretler, birbirini takib ediyordu: Ertesi günü, sivil bir zat geldi. Arkasında, iki
tercümanla, diğer iki kişi vardı. Mevzu, Đbn-i Reşit, Đbn-i Suud ve Mısır'daki Teşkilât-ı
Mahsusa faaliyeti idi. Bir ara, Ermeni tehciri, Enver Paşanın yaveri Mümtaz Beyin
Mısır'da bir hemşiresi olub olmadığı, Kudüs'teki Siyonist Teşkilâtının çalışmalarının
tarafımızdan nasıl telakki edildiği üzerinde durdular. Kendilerine, sarih cevablar verdim.
Bu arada. Ermeni tehciri üzeninde verdiğim izahatı alâka ile dinlediler ve Osmanlı
ülkesinde Türk, Gayri Türk, Müslim, Gayri Müslim bütün tebaanın müsavat ve hürriyet
hakları, bilhassa kan vergisi vermiyen, yâni asker olmıyan, iktisadî ve sınaî bütün
faaliyetleri uhdelerinde toplamış olan bu insanların refah ve emniyetinin dünyanın hiç bir
tarafında emsali olmadığını, buna mukabil, vefasızlık, nankörlük ve ihanet hareketlerinin
nasıl ve nereden başladığını, devletin gösterdiği müsamahaya rağmen nasıl feci ve menfi
neticeler verdiğini misalleriyle anlattım. Sanırım ki, biraz fazla heyecanlanmıştım.
MEŞHUR DĐDĐS VE DEĞĐŞE� HADĐSELER:
Sorgu sualin ardı arkası gelmiyordu: Bir çokları, ellerinde muayyen suallerle geliyorlar,
bunların cevaplarını aldıktan sonra, vazifelerini tamamlamış insanların edâ ve huzuruyla
çıkıp gidiyorlardı.
Aradan bir kaç gün geçmişti ki, aralarında Kolonel Sinişim de bulunan altı kişilik bir heyet
pek fakirane döşenmiş odama geldi. Üzerindeki üniformasından, erkânıharb binbaşısı
olduğu anlaşılmasına rağmen, Simsim'm önünde yürüyen ve heyetin diğer azasının
kendisine fevkalâde hürmet ettiği genç bir zat, çok güzel bir Türkçe ile ve az Đngiliz'de
görülen samimî tebessümle hitab etti:
«— Merhaba Eşref Beyefendi... Hoş geldiniz.» Burada öyle şeyler görmüştüm ve
Đngilterenin kurma ve yürütme dâvasında olduğu cihan imparatorluğu için Öyle
hazırlıklarını biliyordum ki, bu genç adamın, tam bir Đstanbul Türkçesi ile bana hitab
etmesini asla yadırgamadım. Aynı samimiyetle cevab verdim. Aramızda senelerce dostluk
varmışcasına bir muhavere başladı. Benim hayat safhalarımdan öyle hâdiselerden - yine
gülerek.. Ki, çoğu gülünecek gibi şeyler değildi... - bahsediyordu ki, şahsiyeti ve kimliği
üzerinde gerçekten tereddüde, fakat daha çok meraka düşmüştüm. Nihayet, Đstanbulda,
Đkinci Meşrutiyetin başında Jandarma tensikatında Đngiliz «mütehassısı» olarak
bulunduğunu söyleyince, sükunetle elimi uzattım... Bilmeceyi halletmiştim:
«— Teşerrüf ettim, Mr. Didiş...»
Evet!.. Bu, Đngilterenin Orta-Şark'daki en benâm şahsiyeti olan, bazen Nazır selâhiyetinde,
bazen general kudretinde, bazen basit bir memur veya iş adamı hüviyetinde gözüken, fakat,
bilhassa Mısır mevzularında ve umumiyetle Arab meselelerinde Büyük Britanyanın temel
direği olan politika şahsiyeti idi.
Kendisiyle, kısa zamanda anlaşabilecek bir kimsenin karşısında idim. Nitekim de öyle
oldu. Hatıralarımız arasında, Sultan Hamid idaresine karşı yaptığımız Hürriyet
mücadelesinde, Ege'deki bir müsadememizden de bahsetti:
«— Fakat, dedi, o tarihte ben sizin Jandarma kuvvetlerinizin ıslâhına memur bir Osmanlı
zabiti idim, şimdi ise, hâdiseler bizi iki düşman olarak karşı karşıya getirdi.»
Mr. Didis'den bütün merak ettiğim mevzuları öğrenmiştim: Bana, samimiyetle ve
çekinmeden cevab veriyordu... Evvelâ, daha üç hafta kadar burada, yâni Kasr-ül Nîl
kışlasında kalacaktım, sonra da, diğer arkadaşlarım gibi Seyyid Beşîr esir karargâhına
Sevkedilmiyecektim: Londra, benim Arab Yârım Adâsının hiç bir tarafında
bulundurulmamı istemiyordu; Beni, Malta Adasına göndereceklerdi. Harbin nihayetine
kadar orada kalacaktım. O ândan itibaren de, benî dertlendiren takyitlerden ve aşırı
muhafaza tedbirlerinden kurtuluyordum. Mr. Didiş, bû tedbirlerin benim mazideki
hayatımın karşı tarafa telkin ettiği vazife olduğunu kaydederek dedi ki:
«— Sizi, bizden habersiz ve teşyie imkân vermiyecek bir seyahatin sıkıntılarına maruz
bırakmak istemiyoruz!..»
Bu nazikâne cümlelerin asıl mânası, kaçmama karşı tedbirler alındığını bildirmekti. Hâlâ
kanıyan ve istirab veren yaralarımı gösterdim:
«— Bunlar bana artık yerinde otur diyorlar... Ben de, onların sözünü dinlemiye
mecburum...»
Mr. Didiş güldü;
«— Taif'den kendi arzunuzla ve devletinizin kanunlarına sormadan ayrıldığınız zaman
yaralarınızın daha ağır olduğunu her halde unuttunuz!..»
Đyi ve mükemmel bir Đngiliz dost bulduğuma kani idim. Bu kanaatimi halâ muhafaza
ediyorum: Đngilizlerin, bir nefret veya muhabbet için hislerini değil, akıllarını kullandıkları
zaman, netice müsbet olursa, bu dostluğu devam için ellerinden geleni yapacakları
söylenebilir. Nitekim, Türkiyedeki şahsî ve fikrî dostlukları veya nefretleri de, bu ölçüye
bağlıdır.
Nitekim, Mr. Didis'in ayrılmasından yarım saat sonra odaya giren kışla kumandanı Kolonel
Nikolay, iki muhafıza verdiği ve çoğu Türkçe ve Arabça olan birçok kitab ve
mecmualardan başka, bir de katalok getirmişti ki, geniş bir odanın tefrişine ait resimleri
ihtiva eden bü kâtâlokdan, istediklerimi seçebilecektim!.. Bu da, bir Đngiliz garabeti idi...
Artık çevremdeki kontrol da, hemen, hemen kalkmıştı. Bahçeye de inebiliyor, dost
çehrelerle görüşebiliyor, hatta yeni dostluklar kuruyordum. Aileme, istediğim mektubları
yazmama müsaade edilmişti. Kolonel Nikolay, bunların zarfını kapatabileceğimi de
söyledi. Teşekkür ettim ve bence Vatanıma iletilmesinde mahzur göremediğim bazı
hakikatlerin, kendilerince mahrem tutulması icab edebileceğini, bu sebeble bir kere gözden
geçirmelerinin muvafık olacağı cevabını verdim. Bu tipik Đngiliz, dudaklarında ilk defa
müşahede ettiğim tebessümü ile teşhisini koydu:
«—: Mr. DĐdis'in Siz Türkler üzerinde büyük bilgisi ve kanaat isabeti var...» dedi.
KASR-ÜL �ĐL KIŞLASI�DA SO� GÜ�LER:
Ben, Mr. Didis'in haberi üzerine, Malta Adasına naklimi beklediğim günler içinde Kasr-ül
Nîl kışlasında bir «sürpriz» oldu: Neden tevkif edildiğini, benimle beraber Maltaya sevk
edildiği güne kadar bilmiyen ve aslen Diyarbekirli olub, Hidiv ailesine mensub bir
Prensesle evlenerek Mısır'a yerleşen, Ata Hüsnü Bey'i, odama «misafir mahbus» olarak
getirdiler: Bu, cidden malûmatlı, nâzik, faziletli cefa arkadaşı ile çok çabuk kaynaştık.
Benim, yaralı olarak ele geçmiş olmamdan bütün Mısır gazeteleri uzun uzadıya
bahsettikleri için gıyabî «dost» idik!.. Mısır hâdiseleri üzerinde kendisinden merak ettiğim
bütün hususları öğrendim: Teşkilât-ı Mahsusa'nın Mısır Đstiklâl Hareketini, benim dahi
tahminimden daha büyük başarı ile hazırlamış olduğunu, Ata Hüsnü Beyin yüzüme zaman
zaman hayret dolu nazarlarla bakıb:
«— Acaba Eşref Beyefendi, bütün bu hâdisatın hariçte bir muharrik, müşevvik ve
mürettibi var mıdır?»
Sualleri açıkça gösteriyordu: Bilhassa, Mısır'ın münevver gençliği üzerindeki
çalışmalarımız, mükemmel neticeler vermişti.
Kolonel Nikolay da artık Maltâya sevkedileceğimizi saklamıyor ve istediğimiz hazırlıkları
yapmamıza müsaade ediyordu. Bu hususta, Ata Hüsnü Beyin vekilharcı Kayser Kerem
Efendiden çok istifade ettik. Tek üzüntüm, ne kadar da mütevazi olsa, bilhassa sahamda
memleketime faydalı olacağım bu buhran günlerinde esaret devresinin başlaması idi. Biz,
Kasr-ül Nîl'den Maltaya sevk edilirken, Malta'dan da Kasr-ül Nîl'e siyasî mahbuslar
geliyordu. Bunlar arasında, Malta Adasının Đngiliz hâkimiyetinden kurtarılarak müstakil
olmasına çalışan hürriyetçiler de vardı. Ki, bunların arasında Ada'nın en tanınmış fikir
adamı ve gazetecisi olduğunu daha sonra Malta'da öğrendiğim Dumek de bulunuyordu.
Đngilizlerin bu zata fena kızmış olduklarını, kendisini en basit ihtiyaçlardan bile mahrum
bırakmalarından anlamıştım. Hindli bir Müslüman nöbetçi vasıtasıyla, kendisine sigara,
çamaşır, yiyecek, hatta para gönderdim. Hediyelerin benim tarafımdan olduğunu öğrenince
almış, ve:
«— Biz Türkleri Đngilizlerden iyi tanırız... Aldım, kabul ettim.» demiş.
Đngilizler, Arab Yarım Adasının dışında da ele geçirdikleri ve şahsiyetlerine değer
verdikleri esirleri, Mısır'da Kasr-ül Nîl'de neden topluyorlardı? Mısır istiklâlcilerine karşı
hâkimiyetlerinin ve kendi arzu ve gayelerine aykırı yol takib edenlerin akibetini göstermek
için mi, yoksa bütün «gayrı memnun» ları bir araya toplıyarak, keder ve nefreti sadece bir
kışla duvarlarının arasına sıkıştırmak için mi, hâlâ bilmiyorum...
MALTA YOLU�DA:
Buraya, yâni Kasr-ül Nîl kışlasına gelişimin 49 uncu günü idi ki, ertesi sabah Malta'ya
hareket edeceğim tebliğ edildi Ata Hüsnü Bey de benimle beraber geliyordu. Hidiv
ailesinin bu kibar damadına, konağına giderek hazırlanması için dahi müsaade edilmişti.
Kahire'den bu seferki ayrılışım, gelişim gibi külfetli değildi: Fakat, Malta'ya
gönderileceğimizin haber alınması üzerine istasyon- yine dolmuştu. Uğurlamıya gelenler
arasında, bilhassa gençler dikkati çekiyordu. Süngülüler arasından geçerek, yanımızda
refakatimize memur Đngiliz yüzbaşısı Mr. Oglinle birinci mevki kompartımana girerken,
genç ve hayat dolu bir hançerenin sert sesi, istasyonu inletti:
«— Yaşasın Türkiye!..»
Yanımdaki Đngilizler bu dileği duymamış gibi, sessiz ve sakin idiler, daha doğrusu böyle
görünmiye gayret ediyorlardı. Fakat, her sömürge idaresinde, sömürgeciden daha zâlim
uşaklar vardır: Nitekim, üzerlerinde Mısır polisi üniforması olan birkaç kişinin, sesin
geldiği tarafa doğru koştuğu, orada itişler kakışlar başladığını gördüm: Bu sırada da,
kompartıman pencerelerinin perdeleri sımsıkı kapatılmıştı. Đskenderiye'ye kadar hâdisesiz
geldik. Limanda, Hidivyal Layn Şirketinin meşhur Abbasiye vapuru bizi bekliyordu.
Evvelâ, ikinci kata ve Ata Hüsnü Beyle karşılıklı iki kamaraya misafir edildik. Umandan
çıkıncıya kadar, güverteye çıkmamaklığımız tembih edildi. Vapur, ağır bir tempo ile limanı
terketti.. Bir müddet sonra salona davet edildik. - Burada, bir Đngiliz miralayın riyasetinde
Mısır'dan Malta'ya giden Đngiliz askerî heyeti vardı. Bizi, nezaketle karşıladılar.
BĐZ VE O�LAR
Hayber'de, TÜRK CE�GĐ'nin destanını, ancak birkaç çizgisi ve hâdisesi ile öğrenmiş
bulunuyoruz...
Resmî Harb Tebliğlerimiz, bu Türk Mucizesinden ne şekilde bahsetmişlerdir? Hâdise
ancak, Đngiliz ve Hicaz Tebliğlerinden ögrenilebilmişti... Đngilizler, asi Şerifin
kuvvetlerine, artık, «müttefiklerimiz» diyorlardı!.. Đngiliz resmî tebliği de şu idi:
«— Müttefikimiz Hicaz kuvvetleri, Medine civarında ve Hayber'in Cembele mevkiinde,
Yemen'deki Türk kuvvetlerine para götüren ve oradaki kuvvetleri, Hicaz harlı sahasına
sokmakla vazifeli, kolonel Eşref Mustafa kumandasındaki bir Türk müfrezesiyle
karşılaşmışlardır. Arazinin hâkim mevkiinde mevzi tutan Türkler, teslim teklifini
reddetmişler ve kırk Türkle yirmi beş bini bulan Hicaz kuvvetleri arasında, beş buçuk
saat devam eden bir çarpışma olmuştur. Đlk ateşi Türkler açmış ve mücadelenin bir
safhasında Türkler mukabil hücuma da geçmişlerdir. Dört taraftan sarılan Türk
müfrezesi, tamamen erimiş ve içlerinde kumandanları da bulunan dördü ağır yaralı
olanından gayrisi imha edilmiştir.
Đttihad'-ı Đslâm hareketinin de başında bulunan Eşref Mustafa'nın, Yemen'e, Đmam
Yahya nezdine Padişahın hususî tavsiyelerini de götürdüğü ve kendisinin daha evvel
aynı yoldan sevk ettiği birinci kafilesinin Yemen'e muvasalat ettiği de öğrenilmiştir.»
Đngilizler, Hayber'in filmini almışlardı... Arkadaki sahife, bu filmden bir sahnedir...
Daha sonra, Hayber'dekl Türk Cengi üzerinde, Đngiliz ve Arab kaynakları, savaşın
safhalarını az çok sadakatle belirten yazılar neşrettiler. Bu devre içinde, hâdisata adı ve
şahsiyeti karışmış olanlar da, hâtıralarında Türk Mucizesinin üzerinde durmak
kadirşinaslığını esirgemediler.
Enver Paşa, Mısır Amerikan Konsolosluğunun delaletiyle hâdiseyi ve Eşref Beyin ağır
yaralı olarak Đngilizlere teslim edildiğini haber alınca, şahsen harekete geldi ve bu
destanın hayatta kalabilmiş dört yaralısına, gösterdikleri kahramanlıkla mütenasip
muamele yapılmasını istedi. Eşref Beyin Malta'ya gönderilmesinden sonra da alâkası
devam etti. Fakat, samimiyetle itiraf etmek lâzımdır ki, Đngiliz makamları, bizim öz
hükümetimizden fazla hassasiyet gösterdiler. Çünkü onlar, ortaya konulmuş neticenin
sadece bir milletin değil, insanlık camiasına bağlı bir millet ferdlerinin, gösterebileceği
yiğitlik ölçülerinin icabında kendileri için de ders ve intibah olduğunu biliyorlardı.
Ve, günümüzde HAYBER'DE TÜRK CE�GĐ için bildiklerimizi, işte bu alâka ve
hassasiyete borçluyuz...
Vapurumuzun etrafında, iki Đngiliz torpidosu nöbet tutuyor, gemiyi Alman Denizaltılarının
muhtemel taarruzuna karşı siyanete çalışıyordu. Đngiliz miralayı bir aralık:
«— Alman denizaltılarının bir hücumu ya beklenir, ya beklenmez: Çünkü Sizin bu gemide
olduğunuzu düşmanlarımızın öğrenmiş olması mümkündür. Eğer, Sizin firar arzunuzu
bilmiş olsalar belki gemiyi batırırlar, çünkü Sizin bir defa böylece kaçtığınız arşivinizde
kayıtlıdır. Lütfen şu maceranızı anlatır mısınız?» dedi. Ben de; işi latifeye dökerek:
«— O zaman balıklarla yarış ederdim. Şimdi bu yorgun ve yaralı vücudla kendi rekoruma
hiyanet etmek istemem...» dedim. Fakat, işin ciddî tarafı olarak, torpitolar gemimizin
etrafında zikzak yapıyorlardı.
18 Nisan 1917 günü, gemimiz Malta limanına girdi. Öğle yemeğini gemide yedik, Đngiliz
askerî heyeti bize veda ederek ayrılmasından kısa zaman sonra, Malta esir kamplarının
irtibat zabiti Binbaşı Solter gelerek bizi aldı, Salifo-i Ahmer - Kızıl Haç'a ait bir kapalı
otomobille, Vardalâ Barraks kışlasına getirdi.
Hayatımda yeni bir devir başlıyordu: Kısaca «Malta Esareti» olarak adlandırdığım bu
devre, üç yıl, üç ay yedi gün sürecekti. Kederli mi idim? Evet!. Fakat aradan kırk beş yıl
geçtikten sonra da, yine aynı samimiyetle söyliyeceğim ki, kederim, şahsım için değildi:
Vatanım içindi... Buhran içinde, bir ölüm-kalım mücadelesi yapan bu aziz vatanın, Garb
Türklerinin kurduğu son muhteşem imparatorluğun bu didinmelerinde, ne kadar mütevazı
ve iddiasız da olsa, hizmetlerimin yarıda kalması kederimin kaynağı idi.
Beni, kışla kumandanına teslim için, Malta şövalyelerinden kalıp, çevresinde ecdadın kanlı
fetih cenkleri yaptığı tarihî şatonun geniş bekleme salonuna sokan Mr. Oglin'den göz
pınarlarımda biriken yaş damlalarını görmemesi için başımı öne eğdim.
Fakat içimde, bu hale düşmemek için elinden geleni yapmış insanların huzuru vardı. Hepsi,
o gün de, bugün de, bu mübarek vatana ana südü kadar helâldi...»
SO�