75
QWERTYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQ WERTYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQW ERTYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWE RTYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWER TYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERT YUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERTY UİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERTYU İOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERTYUİ OPGÜASDFGH BÜLENT SÖNMEZ D.DR. jklsizxcvbnmöçqwertyuiopgü asdfghjklsizxcvbnmöçqwerty uiopgüasdfghjklsizxcvbnmöç qwertyuiopgüasdfghjklsizxc vbnmöçqwertyuiopgüasdfghjk AHLAK FELSEFESİ DERS NOTLARI

diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

QWERTYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQ

WERTYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQW

ERTYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWER

TYUİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERTY

UİOPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERTYUİ

OPGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERTYUİO

PGÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERTYUİOPG

ÜASDFGHJKLSİZXCVBNMÖÇQWERTYUİOPGÜ

ASDFGH

BÜLENT SÖNMEZDOÇ.DR.

jklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcv

AHLAK FELSEFESİ

DERS NOTLARI

Page 2: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Doç.Dr. Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi-Felsefe Bölümü-GİRİŞ1-Yaşadığımız Çağ Ve Ahlâk2-Çağımız Bunalım Çağı Mı? I.BölümAHLÂK VE ETİKa-Ahlâk ve Etikb-Ahlâk ÇeşitleriA-DİNDIŞI AHLÂK GÖRÜŞLERİ1-Bireyci Ahlâk Görüşleriaa-Mutluluk Ahlâkıab-Vazife Ahlâkıac-Varoluşçu(existansiyalist) Ahlâk Anlayışıad-İmmoralisme(Ahlâksızlık ahlâkı)ae-Komunizm Ahlâkıaf-Russel'in Ahlâk Ekolü2-Sosyolojik Ahlâk3-Psikolojik Ahlâk4-Biyolojik AhlâkB-DİNÎ AHLÂKLAR1-İslam Ahlâkının Özüa-Nefsin Tahkir Ve Yüceltilmesib-Kelbiyyun(Kinikler) ve Melamiyyec-Sâdî ve Bazı Mutasavvıfların Yanılgısıd-İnsan İki Ben'e mi Sahiptir?e-İçsel(derûnî) Çatışma2-Yahudi Ahlâkı3-Hristiyan AhlâkıC-AHLÂK TEORİLERİNİN AHLÂKÎ TAVRI TEMELLENDİRMELERİ1-Kosmik Temellendirme2-Dinî Temellendirme3-Antropolojik TemellendirmeD-ETİK'İN TEMEL POROBLEMLERİ1-En Yüksek İyi2-Doğru Eylem3-İstenç ÖzgürlüğüE-AHLÂK'IN KAYNAĞI KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLER VE DEĞERLENDİRİLMESİ1-Doğal Eylem ve Ahlâkî Eylem2-Ahlâk'ın Kaynağıyla İlgili Görüşlera-Şefkat Görüşüb-İrade Görüşüc-Vicdan Görüşüd-Güzellik Görüşüe-Tapınma Görüşü

2

Page 3: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

II.BölümAHLÂK FELSEFESİNİN BAZI 1-Vazife Ve Menfaat2-İstek(Niyet) Ve Eylem(Fiil)3-Zorla Alıştırma ve Terbiye4-Ahlâk ve Ratio(zihin)5-Ahlâk Ve Din6-"Kamu Yararı" Ve Ahlâk7-Tanrısız AhlâkSonuç

GİRİŞÇocukken büyüklerimiz bizi bir çok şeye teşvik ederken bir çok şeyden de men ederlerdi. İnsanoğlu hayatı boyunca daima emreden ve yasaklayan buyruklarla karşılaşmaktadır. Bu noktada iyi ve kötü, sakıncalı ya da sakıncasız gibi yargıların her toplumda -boyutları farklı da olsa- bulunduğunu söyleyebiliriz. Ahlâk iyinin ve kötünün konu edildiği bir alandır. Ahlâk felsefesi de(etik-etique) ahlâkı konu edinmektedir. Bu anlamda etik (ahlâk felsefesi) yapıp ettiklerimizin temelinde yatan unsurları ele almaktadır.Çevremizde her an iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye nitelenen bir çok yaklaşım ve eylemle karşılaşmaktayız. Kimi yaklaşım ve eylemleri iyi kimi yaklaşım ve eylemleri de kötü olarak nitelemekteyiz. İşte ahlâk felsefesi iyi ve kötü yargılarımızın temeline sarkma çabasıdır.Felsefenin hayattan kopuk bir fenomen olduğu yargısının aksine, ahlâk felsefesi çevremizde olan bitene daha sağlıklı bir açıdan bakabilme yetkinliği kazandıran bir alandır. 1-Yaşadığımız Çağ Ve Ahlâk Özellikle Aydınlanma dönemi ile birlikte tarihi evrimci yaklaşımla yorumlayan ilerlemeci (progressive) ve evrimci (evolation) anlayışların dillendirdiği "ileride daha güzel bir dünya " yaklaşımı , bilimsel gelişmelerdeki önemli sıçramalara rağmen insanların gelecekle ilgili görüşlerine iyimserlik kazandırmamıştır.Birinci ve ikinci dünya savaşları, Yahudi soykırımı, atom bombası , kitlesel katliamlar, etnik ayrımcılığın daha bir katmerli hale gelmesi, zenci zulmü, sömürgecilik vs.hep "ileride daha iyi bir dünya" sloganını boşa çıkaran faktörler olmuştur. Bilimsel sıçramalar ve teknolojik gelişim insanı daha bir kamil (olgun), mükemmel yapmamış, cinayet ve vahşet araçlarının daha da gelişmesine de imkan hazırlamıştır. Dinin yerine bilimi koyduklarını iddia edenler azalmış; mânevî alandaki boşluğa vurgu yapan söylemler gelişmiştir. 3

Page 4: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Yaşadığımız dünyada bilimsel gelişmelerin, sömürgeciliğin, köyden kente göç v.s' nin getirdiği kimi sorunlar elbette ahlâkı ve ahlâk felsefesini öne çıkaran meselelere kaynaklık etmektedir.Örneğin insanlık savaş teknolojisinin gelişmesiyle birlikte atom bombası ve nükleer savaş gerçeğiyle yüz yüze gelmiştir. Savaşta yaşlıya, kadına, çocuğa ve silahsıza dokunmama ilkesini hesaba kattığımızda savaş teknolojisinin bu denli gelişmesinin önümüze ahlâkî bir sorunu koyduğu ortadadır. En ücra köylere bile radyo ve t.v'nin girdiği düşünüldüğünde iletişim araçlarına sahip olan ve yön verenlerin kitleleri istedikleri gibi yönlendirme tavırlarının ahlâkî boyutu tartışılacaktır.Tüp bebek.,kürtaj gibi meseleler de ahlâkî açıdan bilimsel gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunlar olarak belirmektedir.Köyden kente göçün de beraberinde getirdiği kimi sorunlar örneğin zengin yoksul arasındaki derin uçurum zengin yoksul ilişkisinde ahlâkî yönü irdelememizi kaçınılmaz kılmaktadır.Bunların yanı sıra iç savaşlar, soykırım, etnik ayrımcılık gibi faktörler; insanın insana ve diğer varlıklara karşı gerçekleştirdiği suç olarak nitelenen eylemler, insanın sorumluluğu meselesini ele almak zorunda bırakmaktadır bizi.Kent yaşamında insan sayısının artışına paralel olarak insanın yalnızlaşması ve insan ilişkilerinin sıcaklığını yitirerek azalması da yine ahlâk açısından irdelenmesi gereken konulardır.Bu konular çoğaltılabilir elbette. Kısaca söylemek gerekirse bütün bu meseleleri analiz etmede ve insanın insanla, insanın çevreyle ilişkisinde yetkin bir bakışa ulaşmada ahlâk felsefesinin önemli açılımlar kazandıracağı ortadadır.Ahlâkî değerlerin rölatifliği zamana göre değişmesi gibi ahlâkı eksene alıp sorgulayan yaklaşımların da aynı çerçeve içerisinde değerlendirilmesi için ahlâk felsefesine ihtiyaç duyulacaktır. Geçmişten bugüne ahlâk meselesi genelde davet eden ve irdeleyen olarak iki yaklaşımla karşımıza çıkmaktadır. Kabul edilen ahlâkî değerlere rasyonel bir temel bularak insanları buna çağıran yaklaşımla (skolastik yaklaşım) ahlâkî değer olarak bilenen kabulleri temeline inerek sorgulayan yaklaşım elbette meseleleri farklı değerlendirecektir. Biz burada ikinci tavrı daha tutarlı ve meseleleri ele alma ve çözümlemede sahici temellere ulaşmayı sağlayıcı bir yaklaşım olarak görüyoruz.Dünyada ahlâkî değerlere bağlılığının azalmasının sırrı galiba insana öğretilen ahlâkî esasların sağlam bir irdelemeye tabi tutulmayışı, belli bir mantığı ve dayanağının olmayışı, davranışta ciddiye alınmayışı, sadece bir takım nasihat ve telkinler düzeyinde olmasından kaynaklanmaktadır kanaatindeyiz.Bugün bir çok düşünürün de altını çizdiği gibi dünyada bir bunalım olduğu gözlenmektedir. Bu bunalımı biraz da ahlâkî tavrı anlayarak aşmak mümkün olabilecektir. Peki nedir dünyada bir bunalım olduğu yargımızı besleyen faktörler.2-Çağımız Bunalım Çağı Mı?4

Page 5: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Dünyanın gidişatı konusunda bilim adamları iyimser sanatçılar kötümserdirler genelde.Jean Budrillard bir yazısında(*)özellikle Aydınlanma ile birlikte daha bir sıkı şekilde dile getirilen ileride daha iyi bir dünya sloganının insanın bilimsel gelişmelerine ivme kazandırdığı şimdilerde ise felaket tellallığının kötü gidişattan insanların kurtuluşuna vesile olacağını vurgulamaktadır. Bu yaklaşımda bile dünyanın kötüye gittiği ve genel bir bunalım olduğu yargısı egemen. Peki bunu ortaya koyan veriler neler.Kabataslak bakıldığında bunalım, kimi kere siyasi, kimi kere ekonomik, kimi kere sosyal alanda belirmektedir. Ancak bir çok düşünürün de altını çizdiği gibi bunalımın sebebi en temelde ahlâkî ve mânevî yönde bulunmaktadır. Bunalımın varlığını gösteren veriler şu şekilde ortaya konulabilir.-İntiharların artışı-Dinlenme vakitlerinin boş geçirilmesi-Ruhsal bunalımların artması-Gençlik Anarşisi-Merhametin azalması,bencilliğin artması-Açlığın artması-Çevre kirliliğiBütün bunlar bir ahlâk sorunuyla da karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır. Şimdi meseleye eğilelim. Ahlâk ve Ahlâk felsefesi arasındaki ayrımı ele alarak konuyu irdeleyebiliriz.

I BölümAHLÂK VE ETİKa-Ahlâk Ve Etik

5

Page 6: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Ahlâk hulk kelimesinin çoğuludur. Bu kelime de seciye huy, tabiat, din, insanın iç ve dış dünyalarını ifade eder. Bu kelimenin Yaratılış anlamına da geldiğini göz önüne alırsak Ahlakın aslında insanın yaratılışı olduğu çıkarımında da bulunabiliriz.Batı dillerinde ahlâk; Almanca da moral, Fransızca da morale, İngilizce de morals, Yunanca da ethik gibi kelimelerle ifade edilmiştir ki bu kelimelerin hepsi yaşama kâideleri diye tanımlayabileceğimiz bir ortak anlama sahiptir. Burada üzerinde durmamız gereken ahlâk ve ahlâkî yargıların “ne”liğidir. "Ahlâksal yargılar, bir kişinin eylemini başka kişilerin yarar ve zararını başka kişilerin ilgi ve niyetlerini gözeterek değerlendiren yargılardır. Bu tür yargıların temelinde eylemlerimizde, bizim dışımızdaki kişilerin ilgi ve niyetlerinin de gözetilmiş olduğu örneğin kendimize yararlı ama başkalarına zararlı eylemlere değil, kendi özel çıkarlarımıza karşıt olsa da başkasının yararını ön planda tutacak eylemlere yönelmek gerektiği gibi bir inanç yatar.Bu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel dönemde değişen çok, çok değişik kılıklarda kendini gösterir. Bu inanç gitgide insânî ilgiler açısından önem ve değer taşıyan öbür inançlara bir kural içinde eşlik etmeye başlar. Bu insânî inançlardan birisi veya bu inançlar içerisinden bir kaçının birleşmesiyle oluşmuş bir bireşim,tüm öbür inançların kendisine göre düzenlendiği en yüksek inanç(en yüksek iyi) haline dönüşür. İşte bir bireyin, bir halkın ,bir toplumsal sınıfın bir çağın bilinçli yaşamına egemen olan bu inanç ve tasarımlar topluluğuna ahlâk (moral, Sitte), bunların bir toplumsal olgu halinde yaşanmasına ahlâklılık(moralite; Sittlichkeit), bu inanç ve tasarımlara göre yönlenen insânî tutumlara ve bu tutumlara göre yönlendirileni eylemler hakkında verilen (doğru veya yanlış) yargılara ahlâksal (moralisch, Sittlich) diyoruz." (özlem.311) "Ortaya bir ahlâksal ilkeler kodeksi atan ve bizi bunları izlemeye davet eden bir ahlâk öğreticisinin yaptığı ile, görevi öncelikle ortaya ahlâksal değer yargıları atmak olmayan, tam tersine bu değer yargılarının yapısını çözümlemek olan bir etikçinin yaptığı arasında her zaman göze batmayan bir fark vardır." (A.J.Ayer) Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi ahlâk davet eden, etik ise çözümleyen analiz eden bir yapıya sahiptir. N.Hartmann "morallerin(ahlâkların) çokluğuna karşılık etik'in tekliğinden söz eder. Bununla kastedilen şey, bir felsefe disiplini olarak etik'in tekliğidir ve böyle bir disiplin olarak etik'in görevi herhangi türde bir "moral"(ahlâk) geliştirmek ve bu "morale" (ahlâka) uyulmasını öğütlemek değil; tersine ,ahlâksal (moralisch) bağıntıların niteliği üzerine bir genel görüş elde etmektir.Bu kuramsal etkinlik tek tek morallare değil genelgeçer etik bağıntılara yönelmek ister. Bu tutumuyla felsefî etik herşeyden önce teolojik etik'ten kesinlikle ayrılır. Gerçi teolojik etik'in ele aldığı sayısız problemler aynı zamanda felsefi etik'in de konusudur. Ama teolojik etik kaynağını felsefi etik gibi inceleme ve eleştirme 6

Page 7: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

isteğinde değil, tanrısal vahiyde bulur ve tam da bu niteliği ile felsefi etikten çok herhangi bir moral'e (ahlâka) yakın durur."(özlem,s.314)AHLÂK ÇEŞİTLERİAhlâkı teorik ve pratik ahlâk diye ikiye ayıranlar bulunmaktadır ki biz yukarıda bunu ahlâk ve etik ayrımı yaparak dile getirmeye çalıştık. Ayrıca ahlâk'ı Dini ahlâk ve dindışı ahlâk diye ayıranlar da bulunmaktadır. Böyle bir ayrımın ne ölçüde sağlıklı olduğunu ahlâk ve din arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışırken belirteceğiz. Ancak kısaca vurgulamak gerekir ki dindışı bir ahlâktan değil dindışı bir ahlâk anlayışından söz etmek daha doğru olacaktır.Geçmişten günümüze akıl yürütmeler üç şekilde kendini ortaya koymuştur. Heteronom, Otonom, Teonom. Heteronom çevre eksenli düşünme biçimi, otonom kişinin kendini eksen aldığı düşünme biçimi, teonom ise Tanrı merkezli düşünme biçimidir. İnsanlar akıl yürütürken geçmişten bugüne ya çevresel faktörleri belirleyici kabul etmişler, ya kendilerine merkeze alıp çevreyi ve Tanrısal iradeyi dışta tutarak akıl yürütmüşler, ya da sadece Tanrısal buyrukları belirleyici kabul ederek akıl yürütmüşlerdir. Şimdi ele alacağımız meseleleri bu bilgiler ışığında anlamaya çalışırsak daha sağlıklı değerlendirmeyi başarabileceğiz demektir.A- AHLÂKI DİNE BAĞLAMAYAN AHLAK GÖRÜŞLERİ:Ahlakı dine bağlamayan görüşler denildiğinde denildiğinde herhangi bir dinsel öğretinin ya da kutsal kitabın ortaya koyduğu ahlak görüşlerine dayanmayan ahlâk anlayışları anlaşılmalıdır. Ancak bu görüşlerinin hepsinin Tanrıtanımaz anlayışlar olduğu anlamına gelmemelidir. Örneğin Kant ahlakı insanın ontik yapısına uygun bir iyiye eğilim olarak ele alır. Bu ontik yapı Tanrısaldır. Kant ahlakın din için bir temel olduğunu dinin ahlak için bir temel olmadığını savunur. (Saf Aklın sınırları dahilinde Din adlı kitabına bkz.) Ahlakı dine değil dini ahlaka bağlayan Kant Tanrısal olan ile dinsel olan arasında da bir ayrımı gerekli görür.Ahlakı dine bağlamayan ahlak görüşleri..Bireyci Ahlâk görüşleri, Sosyolojik Ahlâk, Psikolojik Ahlâk, Biyolojik Ahlâk diye adlandıracağımız geniş bir yelpazeyi kapsar. Şimdi bunları inceleyelim.1-Bireyci Ahlâk görüşleriBireyci ahlâk görüşlerinin bu şekilde adlandırılması ferd'in (bireyin) ahlâkî değerlerin merkezine oturtulmasından kaynaklanmaktadır. Bu ahlâk anlayışında bireyin mutluluğu esas alınmaktadır. Bireyci ahlâk görüşleri içerisinde şu sorular etrafında şekillenen kimi ahlâk anlayışları zikredilebilir. Nedir ahlâkî olan? Davranışları ahlâkî kılan nedir? Davranışların ahlâkîliği hangi değerler çerçevesinde ortaya çıkmaktadır? Davranışların belli bir amacı var mıdır? Bu sorular çevresinde gelişen kimi bireyci ahlâk görüşleri şu şekilde ortaya çıkmaktadır.aa-Mutluluk Ahlâkı (Eudaimonisme)"Bütün insanlar mutluluğu arzu ederler" temel iddiasından yola çıkan bu anlayış insan davranışlarının son hedefinin mutluluk 7

Page 8: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

olduğunu savunur. Bütün antik çağ'ın ahlâkî anlayışı eudaimonist karakterlidir. Bu anlayışın temsilinde Demokritos önde gelmektedir. Gerek Yunan aydınlanması gerek Sokrates ve ondan sonra ortaya çıkmış felsefî okullar ahlâk konusunda hep aynı anlayışın savunucuları olmuşlardır. Gerçi XIII. y.y aydınlanmasının da benzer yaklaşımda olduğu söylenebilir. Bu yaklaşımın sahiplerince mutluluk ahlâkını tayin etmede takip edilen yol akılcı bir yoldur. Bütün insanların mutluluğu arzu edeceği savı temel savları olmakla birlikte; bu ahlâk anlayışını dillendirenler mutluluğu tarif etmede ayrılığa düşmüşlerdir. Kimilerine göre mutluluk hazza koşmak ve elemden kaçmak olarak anlaşılmış (hedonisme); kimileri tarafından ise faydalı olanı yapmaya çalışmak (utilitarizm) olarak tarif edilmiştir. Bunların temel anlayışlarının değerlendirmesini ileride yapmaya çalışacağız.Mutluluk ahlâkını savunanlar arasında Herakleitos(M.Ö.540-480), Demokritos (M.Ö.460-370), Sokrates, Platon, Aristoteles, Kynikler okulu, Kyrene okulu, Epicuros, Stoa okulu, Descartes bulunmaktadır. Ayrıca mutluluk ahlâkını kişinin menfaatine olanı yapması olarak algılayanlar arasında G.Bruno, Michel de Montaigne,F.Bacon, Hobbes, Locke, Shaftesbury, D.Hume, Bayle, Helvetius, Holbach, Jeremia Bentham, J.St.Mill, ve W.James bulunmaktadır.ab-Vazife Ahlâkı "Atinada ihtiyar bir adam tiyatroya gider.Anfide Atinalılar'ın oturduğu bölümde kimse ona yer vermez.İhtiyar adam Spartalılar'ın oturduğu bölüme geçer ve onlar kendisine oturacak yer açarlar.Atinalı seyirciler Spartalılar'ın bu davranışını takdir eder ve alkışlarlar.Atinalılar iyilik nedir bilir ama yapmak istemezler"(Çiçero)Vazife (görev) ahlâkı Yeniçağ Alman düşünürlerinden İ. Kant (1724-1804) tarafından ortaya konulan bir ahlâk anlayışıdır. Kant bu anlayışıyla mutluluk ahlâkı anlayışına karşı çıkmıştır. Kant'ın ahlâk anlayışının değerlendirmesini ileride yapmayı deneyeceğiz. Kant'ı savunduğu ahlâk felsefesine ulaştıran Pascal, Rausseau ve Hume olmuştur. Bunlar insanın "kendinden davranışını" ahlâkın temeli yapmışlardır. Buna dayanarak Kant "ne yapmalıyız?"sorusu ile yola çıkmış; bu soruyu ahlâk felsefesinin temel sorusu olarak ortaya koymuştur?Kant insanın özünde ahlâklı olmayı emreden bir yetinin (categorique imperatif=kesin buyruk) olduğunu söylemektedir. Bu kesin buyruk apriori gerçekliği olan bir akıl buyruğudur. Bu kesin buyruk özü itibarıyla iyi'dir.Kant'a göre herkesi için değişmeyen temel iyi "niyet"tir. En büyük değer de iyiyi arzu etmektir. İnsan için aslolan ise iyiyi istemektir. Ahlâkî olanı temellendiren de değeri belirleyen de niyettir. Niyet iyi ise yapılan davranış ahlâkîdir. Bu anlamda ahlâkî 8

Page 9: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

davranış sonucuna göre değerlendirilemez. Sonu ıstırap da verse ahlâkî davranış daima tercih edilmelidir. Burada Kant'ın vazife kavramının mutlaklığı ortaya çıkmaktadır.Kant'ın vazife olarak ortaya koyduğu kavramın belli başlı özellikleri şunlardır:1-Küllilik(Genellik): "Daima o şekilde davran ki eyleminde uyduğun kanunun bir genel kanun olduğunu isteyebilesin."2-Mutlakiyet: Vazife bağımlı değil özerktir. Özü itibarıyla iyiyi gerektirmektedir. Bunun yasası da; "o şekilde davran ki, gerek kendin gerekse başka bir kimsenin adına insânîyeti bir araç gibi değil bir amaç gibi kullanmalısın" 3-Muhtariyet: İnsana dışarıdan bir yasa buyurmak mümkün değildir. İnsan iç yapısı itibarıyla tamamen bağımsızdır. İnsanın uyacağı yasa kendi aklının eseridir. Ahlâkî irade her türlü sınırlamadan uzaktır. "her düşünen insanın iradesini bir güzel kanun kuran irade olarak kabul et"Bu yaklaşımıyla Kant ahlâk yasasının zaruri olduğunu ortaya koymaktadır. İnsan özgürlüğünü ise vazifeye bağlamaktadır. "Yapabilirim, öyleyse yapmalıyım" buyruğu vazifenin buyruğudur. Kanta göre özgürlük ahlâk yasasının şartıdır. Özgürlük olmasa ahlâk kanunundan söz edilemediği gibi ahlâk kanunun olmasa özgürlüğün farkına varılamaz.Kanta göre ahlâkın amacı insanın olgunluğa ermesi ve diğer insanların mutluluğunu sağlamak olmalıdır. Ahlâk mutluluğun sebebidir ancak ahlâkın gayesi hiçbir zaman mutluluk değildir. Buna rağmen mutluluğun öteki dünyada gerçekleşmesi beklenebilir. Öteki dünyadaki mutluluk için ümit beslemek ancak iyiyi sadece iyi olduğu için yapmakla mümkün olacaktır. İnsanın en büyük hedefi en yüksek iyiyi gerçekleştirmektir. Bunun da ilk adımı ahlâkî davranmaktır. Kant'a göre deney dünyası "en yüksek iyi" nin gerçekleşebileceği bir öte dünya ile tamamlanmalıdır. Çünkü Tanrı ve ölümsüzlüğün varoluşu değerlidir ve ahlâkî bakımdan gereklidir. Tanrı ve ölümsüzlüğü kabul etmek bir bilgi meselesi değil bir inanç meselesidir. Tanrı kavramı da ahlâk felsefesine ait bir kavramdır. Tanrı hakkında tam belirlenmiş bir kavrama ancak ahlâktan hareket ederek varılabilir. Böylelikle Kant'ın ahlâk anlayışı metafizikle sonuçlanmaktadır. Kant'ın bu yaklaşımlarını ileride değerlendirmeyi deneyeceğiz.ac-Varoluşçuluk (Existansiyalisme) AhlâkıYirminci yüzyılda insanlık "ileride güzel günler olacak" sloganının aksine çok büyük yıkımlar yaşadı. Geniş boyutlu savaşlar; salgın hastalıklar, kıtlıklar, açlıklar ekonomik ve siyasi çekişmeler karşısında insan teki olarak ne kadar çaresiz kaldığını hissetti. Bu kaos ortamında kaygı, tiksinti, bunaltı , hiçlik duygusu gelişti. Bunun sonucu olarak insan hayatın anlamsız ve kendisinin bir hiç olduğu sonucuna vardı. İnsan benliğini kaybetmişti ve onu araması gerekiyordu.9

Page 10: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Varoluşçuluk insanın yeniden kendine dönmesi ve kendi benliğini bulması temelinde gelişen bir felsefi anlayıştır. Varoluşçu düşünürler genelde tanrı tanımaz (ateist) ve tanrı tanır varoluşçular olarak iki kısımda değerlendirilirler. G.Marcel (1889-1973), Jaspers (1883-1969)N.Berdiatt, L.Chestov M.Buber tanrıtanır; F.Nietzche, M.Heidegger, J.Paul Sartre, A.Camus (1913-1960) tanrıtanımaz olarak bilinirler. Varoluşçular "ben" ile "varoluş" un birbirinden ayrılamaz olduğu savından yola çıkarlar. Tanrı tanıyan varoluşçulara göre insan; Tanrı ve ölümün hiçliği karşısında tir tir titreyen zavallı-yapayalnız bir varlıktır. Tanrıtanımazlara göre ise insan ölüm korkusuyla titreyen ve ne olduğunu bilmeyen bir varlıktır. İnsan sadece var olduğunu bilmektedir. Burada "ben" ile "varoluş" aynıdır.Varoluşçular genel olarak insanı bir bunaltı insanı olarak görmektedirler. Bu bunaltı insanın sorumluluğunu örtmektedir. Ancak yine de bunaltı onları faaliyetten alıkoymaz,bilakis faaliyete sevk eder. Varoluşçulara göre insan her şeyden önce hürdür ve hür olmak zorundadır. Çünkü insan kendi kendini yaratmıştır. Yeryüzünde kendisine yol gösterecek hiç kimse yoktur. İnsan yardımsızdır, desteksizdir, tek başınadır.Varoluşçulara göre genel bir ahlâk yoktur. Çünkü insana bu dünyada yol gösterecek bir işaret yoktur. Hiçbir genel ahlâk bize yapacağımız şeyi söyleyemez. Yapacağımıza ancak biz karar verebiliriz.İnsan ne iyidir ne kötüdür. İnsan kendi faziletlerini ve değerlerini kendisi meydana getirir. Kendi yaptığından da sorumludur. İnsana öğüt verecek de kendisinden başkası değildir. İnsan bu konuda mutlak bir özgürlüke sahiptir. Özgürlüki de özgürlük uğruna seçer. Özgürlük için yapılan her eylem de ahlâka uygundur.Varoluşçulara göre bir tek suç vardır o da "pişmanlık" tır. Yaptığından pişman olan kimse kendi özüne ve özerkliğine ihanet ediyor demektir. Öyleyse insanları suçlardan değil, pişmanlıklardan kurtarmak gerekir. Dünyada en kötü şey pişmanlıktır. Ahlâklı olmanın ölçüsü de suçunu açıkyüreklilikle itiraf etmektir.ad- İmmoralisme /Ahlâksızlık Ahlâkı İmmoralisme, toplumca kabul edilmiş ahlâk değerlerini değiştirmek isteyen görüşlerin genel adıdır. Bu kavram ilk defa Nietzsche (Niçe) tarafından dile getirilmiştir.Ona göre ahlâk varolan ahlâk anlayışlarından tamamen ayrı ve varolan ahlâk anlayışlarından tamamen zıt değerler üzerine kurulmalıdır. O ahlâkın ahlâkdışı değerler üzerine kurulmasını ve geçmişteki değerlerin yıkılmasını istemektedir. Onun bütün felsefesi "Üstün İnsan" görüşüne dayanır. Ona göre halkın anladığı ve kutsallaştırdığı anlamda ahlâk kuvvetli varlıkların ve aynı ruhların nefret ettiği boş bir fetiştir. Ahlâkî olaylar yoktur sadece olayların ahlâkî yorumları vardır. Ahlâk çökerten, adileştiren, çirkinleştiren, zayıflatan ve sonunda ahlâksızlaştıran bir takım değerlerdir. Ahlâk 10

Page 11: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

şekil değiştirmiş bir dinden başka bir şey değildir. Bu anlamda ahlâk diye adlandırılan tavırların birinci şartı alçaklık ve tembelliktir.Ayrıca ahlâk diye nitelenen şey ancak aşağı ruhların ve kölelerin dizginlerinden başka bir şey değildir. Halk, ahlâkı kuvvet ve güzellik içinde yaşamak isteyen kuvvetli ve güzelleri dizginlemek boyunduruk altına almak ve onların idaresine gem vurmak; felce uğratmak için icad etmiştir. Ahlâkı köleler uydurmuştur. Bu noktada ahlâk aciz sürülerin kendilerini korumak için koydukları miskinlik kuralları olmaktadır. Halbuki asil olanlar ve efendiler için hiçbir ahlâk kuralı düşünülemez. Doğru yaşamak istiyorsak kendimizi ahlâk diye nitelenen bütün kurallardan sıyırmalıyız. Bu anlamda merhamet ve eşitlik kavramları da anlamsız ve aldatıcı kavramlardır.Bu çerçevede Nietzsche'nin ahlâk anlayışı "efendi" ve "köle" ahlâkı diye ikiye ayrılır. Efendi ahlâkı çoğunluğun değil azınlığın ahlâkıdır. Bu azınlığın yani üstün insanın gelişmesi kitlelerin uşaklığına bağlıdır. Güçlü insan kendisine eşit olanları iyi, kendisine boyun eğenleri kötü sayar. Bu ahlâk,sert ve insafsızdır. İyi ve kötü değerlerinin meydana getiricisi olan üstün insan,iyiliğin ve kötülüğün ötesindedir. Onun bütün çabası, vazife fikrini gerektiren eski baskılardan insanı kurtarmak ve kişisel(şahsî) iradeyi egemen kılmaktır. Ona göre hayatın en temel kanunu doğal ayıklamadır; ilerlemenin ve gelişmenin koşulu da budur.Kölelerin ahlâkı ise çoğunluk ahlâkıdır. Bu ahlâk kötümserlik duygusu temelinde gelişmiş nefrete yaslanmaktadır. Acıma, yumuşaklık, alçakgönüllülük, ve sabırlı olmak bu ahlâkın özelliklerindendir. Ancak bu özellikler her ne kadar olumlu olarak tanımlansa da aslında hepsi de kötü ve insanı güçsüz kılan özelliklerdir. Ya da güçsüz insanların özellikleridir bu özellikler. Çünkü Niçeye göre acıyan insan gücünü yitirir. Sert ve zalim olmak gerekmektedir. Ancak sadece başkalarına değil kendimiz için de geçerlidir bu husus. Çünkü esas olan insanın gelişimidir. Artık kötülük çöküşü, iyilik gücü doğurur şeklindeki geleneksel yargının bir anlamı bulunmamaktadır. Tam tersine çöküş kötüyü, güç iyiyi yaratacaktır.Bütün insanların eşitliği diye bir şey yoktur; sadece üstün insanların eşitliğinden söz edilebilir. Beşer üstü olarak ortaya konulan ahlâk da sadece bu insanlar içindir. Nietzsche’nin ahlâkı üstün insanlara; aristokratlara bir methiyedir. O dine (hıristiyan teolojisi) ve ahlâk esaslarını savunan bütün ahlâk anlayışlarına karşı çıkmıştır. Görüşleri arasındaki çelişkileri de "en bilge kişinin çelişkileri en zengin kişi" olduğunu söyleyerek savunmaya çalışmıştır. Niçenin din,devlet ve kadınla arasının hiç de iyi olmadığını yansıtan yaklaşımlarının titiz bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Örneğin devletin "organlaşmış ahlâksızlık" olduğu yaklaşımı devlet kurumuna toptan bir karşı oluştan mı, yoksa varolan devletin despotça uygulamalarından mı kaynaklandığı ayrıca incelenmesi gereken 11

Page 12: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

konulardır. Bu noktada bir düşünürün görüşlerini yaşadığı ortamın sosyal şartlarını dikkate almadan değerlendirmemek gerektiği de unutulmamalıdır.Niçeye göre insanları ahlâktan kurtarmak; bunun için de suç ve ceza kavramlarını bu dünyadan sürmek gerekmektedir.Ahlâk tanımayanlar arasında J.M.Guyeau, Fouillee, Sofistler, Septikler, B.de Mandeville, M.Strirner sayılabilir. Ahlâk tanımazlar kendilerine göre sahte ahlâklarla savaşırken bütün ahlâkı, yarım faziletlere hücum ederken de bütün faziletleri inkar etmişlerdir.ae-Komunizm Ahlâkı "Verem olmak üretimi düşürür" (İ.Özel) Komünizm ahlâkı toplumun evrimi ve üretim araçlarının evrimi temelinde ortaya konulan bir ahlâktır. Bu anlayışa göre toplumu değişmeye doğru götüren toplumu geliştiren her şey ahlâkîdir. Toplumun gelişmesine ve evrimine engel olan herşey de gayr-ı ahlâkîdir. Toplumun ileri gitmesi demek devrimin gerçekleşmesi demektir. Hegel'in ünlü tezinden mülhem olan komünizmin hayat anlayışı, ahlâkı da toplumsal devrim uğruna yapılan her türlü çaba olarak değerlendirmektedir. Bu meseleyi uzun, uzun anlatmak burada yapılacak iş değildir. Bu yüzden öz olarak şu ana meseleyi zikrederek geçmeyi gerekli görüyoruz. Yapılan bir iş devrimin gerçekleşmesini hızlandıracaksa ahlâkî geciktirecekse gayr-ı ahlâkîdir. Bu noktada örneğin özellikle Dînî ahlâklar için önemli bir unsur olan yoksullara yardım etmek varolan sistemin ayakta kalmasına hizmet edeceğinden devrimin gecikmesine sebep olabilir. O halde yoksullara yardım edilmemelidir şeklinde bir çıkarsamada bulunulabilir. Zaten bir zamanlar komunizmin egemen olduğu Sovyetler Birliğinde yayınlanan resmi sözlükte yoksula yardım(sadakanın) Yoksulları toplumsal direniş ve devrim bilincinden uzaklaştırmak için para babalarının uydurdukları bir tür yardım şeklinde tanımlandığı görülmüştür. Komunizm herhangi bir mutlak ahlak ilkesi kabul etmez. Engels bu konuda şöyle der:“Bu nedenle ahlak dünyasının da, tarihin ve ulusal farklılıkların üstünde bulunan sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, herhangi bir ahlak dogmatizmini bize ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez bir ahlak yasası olarak kabul ettirme yolundaki her savı yadsıyoruz. Tersine, geçmişin her ahlak teorisinin, son çözümlemede o zamanki toplumun ekonomik durumunun bir ürünü olduğunu ileri sürüyoruz. Ve nasıl toplum, şimdiye değin sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı biçimde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; bu ahlak, ya egemen sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını doğruluyor, ya da ezilen sınıf yeterince güçlü bir duruma geldiği andan başlayarak, bu egemenliğe karşı baş kaldırmayı ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil ediyordu. Gene de insan bilgisinin bütün öteki dalları için olduğu gibi, ahlak bakımından da genel olarak bir ilerleme olduğundan kuşku yok. Ama henüz sınıf ahlakını 12

Page 13: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

aşmamış bulunuyoruz. Sınıf karşıtlıklarının ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insanal bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının yalnızca yenilmekle kalmadığı ama yaşama pratiği bakımından unutulmuş da bulundukları bir toplum düzeyinde olanaklı olabilir. Şimdi, eski sınıflı toplumun bağrında, toplumsal bir devrimin öngününde, geleceğin sınıfsız toplumuna ölümsüz, zamandan ve gerçeğin dönüşümlerinden bağımsız bir ahlak kabul ettirme savında bulunan bay Dühring'in kendini beğenmişliği düşünülsün! Hatta bu gelecek toplumun yapısını, hiç değilse ana çizgileri içinde kavramış (sayfa 160) olduğu —ama bunu şimdiye değin göremedik— varsayılsa bile.”1af-Russel'in Ahlâk Ekolü "Daha fazla güce sahip olana affetme ve bağışlamayı daha fazla aşılayın"(Hz.Ali)Russel ahlâkî davranışın temelinde kişisel menfaat olduğunu savunmaktadır. "İnsan mecburî olarak menfaatini düşünen bir varlık olarak yaratılmıştır. Kendi menfaati dışında bir şeyin peşinde değildir" demektedir. Başkasına saygı ve hoşgörü/hürmet menfaatten kaynaklanır ona göre. Örneğin ben komşumun öküzüne elkoyamam. Elkoyduğum zaman o da benimkine elkoyabilir. Bu yüzden ben onun haklarına menfaatim için saygı gösteririm. Bu anlayışın en önemli açmazı da buradadır işte .Bu yaklaşım kuvvetlerin eşitliği halinde geçerli olacaktır. Ben komşumdan daha güçlüysem beni komşumun malına el koymaktan alıkoyacak nedir?Russel'in bu yaklaşımı bir değer olarak ahlâkın inkarı anlamına gelmektedir. Kutsal bilinen bir çok değeri yok saydığı yolundaki eleştirilere de muhatap olmuştur bu yüzden. Ancak Russel yaşadığı dönem içerisinde savaşlara, katliamlara, sömürüye karşı olmuş biridir. Ancak yaşadıklarıyla söyledikleri arasındaki çelişkiyi fark ettiği söylenemez. Vietnam'daki savaşa karşı çıkmasında ne tür bir menfaati olduğu sorusu ona sorulmalıydı?2-Sosyolojik AhlâkBu ahlâk anlayışının kurucusu Auguste Comte (1789-1857) bilinmektedir. Onun ahlâk anlayışına şekil veren topluma yeni bir düzen verme isteğidir. Comte insanı sosyal bir varlık olarak görür. Onun ahlâk anlayışı da "başkaları için yaşamak" şeklinde formüle edilebilir. Bu noktada ahlâkın temeli sosyolojidedir. Ahlâk ancak sosyolojinin bir dalı olabilir.Comte'a göre sosyal birimin ada damarı ailedir. Başkaları için yaşamak da öncelikle ailede başlar. Çünkü bireye bireysel içgüdüler aileye ise "sempati" içgüdüsü egemendir. Böylece sosyal birliğin ilk hazırlık tohumları ailede atılır. Burada, birey en güçlü içgüdülerine itaat ederek kendisini arar ve adeta başkalarında yaşar. Aile, en içten bir toplum bir birliktir. Tam bir hiyerarşi egemendir bu birliğe.1 Friedrich Engels Anti-Dühring Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor

13

Page 14: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Comte aile ve kadına çok büyük değer verip onları toplumun selameti için adeta kutsallaştırmaktadır. Ona göre ahlâkî hayatın temeli fedakarlıktır. İçinde bencillik duygusu bulanan hiçbir davranışta fazilet yoktur. İnsan ancak başkaları için yaşamalıdır. İnsanların en iyisi insanları sevmek şartıyla hayvanları seven kimsedir.Ona göre vazife fikri, hak fikrinden de üstündür. Herkesin bir vazifesi vardır ama doğrudan bir hakkı yoktur. Hiçbir kimsenin vazifesini yapmaktan başka hakkı yoktur. Ahlâkın görevi ise, elden geldiğince insanların ilerlemesine yardım etmektir. Ahlâklı olmak demek, her şeyden önce insanın sosyal olması demektir. Sosyal olmayan ahlâk ahlâka aykırıdır.Comte'a göre, bunalımdan, kargaşadan kurtulmak için, fetişizm, politeizm ve monoteizm dışında bir din bulmak gerektir. Bu din de topluma tapma dinidir. Bu dinin tanrısı da "insanlık"tır. Yani tapılacak büyük varlık; ulu varlık insan ırkıdır.Comte'un ortaya koyduğu bu insanlık Dini üç maddede özetlenebilir. İlke olarak Aşk, temel olarak Düzen, gaye olarak İlerleme. Bu yaklaşımın Hıristiyan teolojisinin teslis inancından izler taşıdığı görülmektedir. Onun yaklaşımlarında bu da şu şekilde ortaya konulmuştur: İnsanlık:Ulvî varlık, Feza:Büyük Çevre, Dünya:Büyük Fetiş. Bu dinin başında şaşmaz bir papaz vardır. Bu dinin koruyucu melekleri de kadınlardır.Sosyolojik ahlâkı savunanlardan biri de Emile Durkheim'dir. O da ahlâkın temelini, ahlâka yön veren emir ve otoriteyi topluma dayandırmaktadır. Ona göre ahlâkî davranış, ancak toplumun bir ürünüdür. Ahlâkın kökü doğrudan doğruya toplumda aranmalıdır. Ahlâk toplumda doğar fakat bireysel davranışta gerçekleşir. İnsan, her şeyden önce ahlâkî bir varlıktır. Ahlâkî olmayan bir kavim de düşünülemez. Gerçekte ahlâklılığımız kişiliğimize bağlıdır; fakat kişiliğimiz de toplumun eseridir. Bireysel bilinçten ayrı olarak bir de toplum bilinci vardır. Kollektif bilinç en yüksek bilinç olduğu için toplumda olup bitenleri bireylerden iyi görür. İnsan ne kadar sosyalleşirse o kadar fazla ahlâkîleşir. Ahlâklılık, bir zümreye mensup olmakla başlar. İnsan ancak toplumun olduğu yerde ahlâktan söz edebilir.Durkheim'in sosyolojik ahlâk anlayışında kimi temel kavramlar bulunmaktadır. Bunlar; Vazife, İyilik ve İrade Muhtariyeti(Özerkliği) dir. 3-Psikolojik AhlâkPsikolojik ahlâk anlayışları ahlâkî emir ve otoritenin kaynağı olarak ruhî eğilimleri gören anlayışlardır. İnsanı merkeze alan bu anlayışlar iyiyi ve ahlâkî olanı hazza, sempatiye, kendini koruma içgüdüsüne, sevme içgüdüsüne cinsellik içgüdüsüne (libido) ya da sezgiye bağlamaktadırlar. Bu anlayışların temsilcileri Aristippos, Rabelais, Mandeville, D.Hume, S.Freud, H.Bergson, A.Smith gibiler sayılabilir.4-Biyolojik Ahlâk14

Page 15: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Biyolojik ahlâkın temel dayanağı olan "hayat" terimi, organizmanın fiziksel ve kimyasal fonksiyonunu ortaya koyabildiği gibi, canlı dünyayı harekete getiren gizli dinamizmi de ifade edebilmektedir.Bilindiği gibi, insan denen varlık, beden ve şuurdan meydana gelmiş bir bütündür. İnsan,bedeniyle uzvî çevre, şuuruyla da psikolojik ve sosyal çevre ile münasebet halindedir. 19.asırda büyük bir gelişme gösteren Biyoloji, cemiyete de bazı yönlerden tesir etmiş ve buna paralel olarak da cemiyet hayatını biyolojik görüşlerle açıklamaya çalışanlar çıkmıştır. Bunarın sayıları oldukça kabarıktır. Ancak, en meşhurları Biyoorganik okul ile Darwinci okuldur. !8. asır boyunca süren hekim filozoflar geleneğinin mirasçısı Rus biyologu Metehnicof ahlâkın temelini insanın biyolojik yapısı içinde aramaktadır.Ona göre, canlılar aleminde bir ahenksizlik mevcuttur. Bunun sebebi de hastalık, ihtiyarlık ve ölümdür. İnsanlara güven verecek ve onları bu ahenksizlikten kurtaracak bilim de biyolojidir. Çünkü en güvenilir yol bilimin yoludur. İnsan tabiat kanunlarını bilmekle istediği mutluluğa ulaşabilir ve mutluluğun şartlarını hazırlayabilir. Organizmanın düzensizliğini de mümkün olduğu kadar düzeltebilir. Tekamülcü biyologlar (Lamarck, Darwin ve Spencer) a göre bütün canlılar nasıl tabiat kanunlarına tâbi iseler büyük ahlâkî vicdan da doğal bir tekamül sonuçsinde oluşur. Ahlâkî vicdan içgüdülerden meydana gelir.Ch. Darwin'e göre ahlâk ilkeleri tekamül sonuçsinde ortaya çıkar. Cemiyet halinde yaşayan hayvanlardaki sosyal güdüler insanlara da geçmektedir. Zeka ve muhakeme geliştikçe bu güdüler şuurda iyi ve kötüyü ayırma kabiliyeti meydana getirirler. Tecrübeler çoğaldıkça bilgiler artar ve ahlâk hisleri tekamül eder (gelişir).Sosyal güdülerle âdi arzular devamlı bir mücadele halindedir. Bu çatışmada sosyal güdüler galip gelirse mutluluk duyulur. İşte bunun sonucu da fazilet duygusu oluşur. Fazilet hissi ahlâkın kaynağı değil onun sonucudur. Bu noktada insanın içten gelen bir doğal itki ile ahlâkî davranışı gerçekleştirdiği söylenebilir.Darwin ahlâk görüşünde öncelikle egoizmin ortadan kaldırılması noktasına dikkat çekerek bu konuda çocukların olduğu kadar büyüklerin de eğitilmesini ister.Türkiye'de biyolojik ahlâk okulunun temsilciliğini ilk önce Âkil Muhtar Özden (1877-1949) yapmıştır. Özden'e göre bilimsel açıdan Darwin'in ahlâkı evrim ile izah etmesi doğru bir yaklaşımdır. Çünkü beynin bazı bölgeleri ahlâkî hislerin ve hükümlerin meydana gelmesinde ve bunların pratiğe aktarılmasında büyük rol oynamaktadır. İnsanları diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellik beynin tekamülüdür. Dolayısıyla ahlâkî hislerin kaynağı olan beyin tekamül edince elbette ahlâkî his ve ilkeler de tekamül edecektir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, özellikle ve öncelikle beyne tabi olmakla beraber ahlâkın oluşmasında diğer organların etkisi de 15

Page 16: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

bulunmaktadır. Ahlâkın gelişmesinde hislerin güdülerin ve zekanın rolü de büyüktür.Âkil Muhtara göre bir çok ahlâk sisteminin tuttukları yollar farklı olmasına rağmen vardıkları sonuçlar ve ahlâk ilkeleri birbirlerine çok benzemektedir. Bunun sebebi de ahlâk kaidelerinin bizzat tabiatın özünden /cevherinden kaynaklanmasıdır.B-DİNÎ AHLÂKLARDînî ahlâk görüşlerine ilahiyatçı ahlâklar da denilmiştir. Bu görüşlerin temel savı, ahlâkın tabiatüstü bir güçten; ilâhî bir buyruktan doğduğudur. Ahlâklılığın ölçüsü Tanrı'nın buyrukları; Tanırın insanlardan istedikleridir.Bu ahlâk anlayışlarına göre iyi (hayr) Tanrı'nın emrettikleri, kötü(şer) Tanrının yasakladıklarıdır. Şimdi bu görüşleri İslam'ın ahlâk görüşünden başlayarak ele alalım. Yalnız önce şunu da belirtmekte yarar bulunmaktadır.İnsan ruhunun sistemini bir teyp sistemine benzetebiliriz Öyle bir teyp düşününüz ki kendisinde yüzlerce şerit bulunsun ve her şeritte bir ses kayıtlı olsun. Her düğmeye dokunduğumuzda o şeritlerden biri dönsün ve özel bir ses işitelim. Örneğin bir düğme pop müzik; başka bir düğme size haber sunan bir spikerle karşı karşıya bırakıyor sizi. Bir başka düğme dînî bir nasihat sunuyor size. Yani bütün bunlar sizin hangi noktaya dokunacağınıza bağlı. Gerçekten insan ruhu da bu şekildedir. İnsan vücudunda değişik güçler bulunmaktadır. Bir zaman sonunda görüyorsunuz ki bir millet meydana geliyor, bu milletin tümü sanki tek bir ses gibi aynı şeyi bağırıyorlar. Bakıyorsunuz bütün hhepsinin söyledikleri ya siyasi kahramanlıklar ya da ırkçı önyargılar. Başka bir şey bulamıyorsunuz. Sanki bu insanların vücudunda sadece bu şerit ses çıkarıyor. Başka bir milleti görüyorsunuz ki onların ruhundan bir başka noktaya dokunmanız sonucunda tümü zühd (dünyayı hor görme) ve inzivâdan (içe kapanma) bahsetmektedir.. Bir başka millet başka bir şeyden dem vurmaktadır. Aynı şekilde kimi zaman bireyler için de aynı şey geçerli oluyor. Her birey başka bir şeyi hayatında öne çıkarıyor; başka başka söylemler geliştiriyor. Her ferdin vücudunda bütün olumlu ve olumsuz güçler bulunmasına rağmen bu güçlerden bir veya ikisi öne çıkarılmış ve onu seslendirmişlerdir. Sahip olduğu diğer güçler iseden ise ses çıkmamaktadır. Bu örnekten yola çıktığımızda her düşünce ekolü; her ahlâkî ekol insan ruhunun özelliklerinden birine parmak basmıştır. Şimdi, acaba bu düğmeler arasında kendisine dokunulduğunda bütün bu şeritleri döndürecek, onları harekete geçirecek ve birbirine uyumlu bir şekilde kendi işlerini yapacak bir düğme var mıdır? Bu da kendi başına bir sorudur. Bir noktaya dokunmasıyla insan vücudunun bütün güçlerini birbirine uygun olarak aşırılıklara kaçmaksızın harekete bir noktaya dokunabilen her ekol toplumsal bir ekol olarak değerlendirilebilir. 1-İslâm Ahlâkının Özü:16

Page 17: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

a-Nefs kavramı ve Nefs'in Tahkir (aşağılanması) Ve YüceltilmesiKur'ân da ve islami metinlerde içine girmediğimiz takdirde işin içinde bir zıtlığın olduğunu düşünebileceğimiz bir mantıkla karşılaşmaktayız. Ki bir yaklaşımı anlayabilmek için öncelikle o yaklaşımın dayandığı temeli bizzat kendi kavramları çerçevesinde anlamaya çalışmak durumundayız Kur'anda bazan nefs yüceltilmekte bazan da aşağılanmaktadır. Örneğin Kur'ânda "Nefsin (benliğin) hevalarıyla (temelsiz arzu ve istekleriyle) mücadele etmek gerek, nefisle savaşmak gerek, nefs, kötüyü emreder" şeklinde emirler bulunmaktadır. *-"Kim Rabb'inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden men ederse (onun için )gidilecek yer cennettir."-"Artık kim tuğyan (azgınlık) ederse ve dünya hayatını tercih ederse, onun yeri cehennemdir."Aynı şekilde Yusuf peygamberin dilinden nefsine olumsuz bakan biri olarak şöyle naklediliyor:"Ben (böyle yapmakla) nefsimi temize çıkarmak istemiyorum. Çünkü, nefs daima kötülük emredicidir."Suçlama konumunda yer aldığı bu olayla ilgisi bulunmamasına, yüzde yüz suçsuz olduğu vurgulanmasına rağmen şöyle demektedir."Ben böyle değilim." kendimi temize çıkarmak istemiyorum, çünkü nefsin insana kötülüğü emrettiğini biliyorum... O halde bu ayetlerin karşılığı Kur'anda kendisinden 'nefs' (benlik;kendi)olarak söz edilen o şeyin bir düşman gözüyle bakılması gereken ve onun insanın benliğine hegemonya kurmasına engel olunması gereken bir unsur olduğu vurgulanmaktadır.Buna karşılık Kur'ânda nefsin - ki bunun manası "kendi" dir- yüceltildiği ayetlerle de karşılaşmaktayız: " Şu, Allah'ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da ) onlara kendi nefislerini -kendilerini- unutturduğu kimseler gibi olmayın..." Eğer bu nefs yukarıda zikredilen nefs ise her zaman unutulmuşluk içinde olmasından daha iyi ne var. "De ki 'Ziyana uğrayanlar kıyamet günü kendilerini ziyana sokanlardır.."Yani anlamca şöyle denmek isteniyor: "kendilerine söyle; ziyana uğrayanlar, bir serveti kaybetmiş ve yitirmiş olan kimseler değildir. -yani bu, küçük, önemsiz bir kayıptır- . Büyük kayıp insanın kendi nefsini kaybetmesi, kendi kendisini kaybetmesidir. Egzistansiyalistlerin de vurguladığı bir husustur bu. Servet önemli bir sermaye değildir. Bir insan için alemdeki sermayelerin en büyüğü, insanın kendi nefsidir(benliğidir). Şayet bir kimse kendini kaybederse artık her neye sahip olsa sanki hiçbir şeye sahip değil gibidir. Bu konuda Kur'ânda, bir taraftan insanın kendisini unutmaması, kendisini kaybetmemesi, kendisini satmaması gerektiğini vurgulamak üzere "kendini unutmak", "kendini kaybetmek", "kendini satmak" türünden ifadeler kullanmıştır. Bu hususlar çok şiddetli bir şekilde kötülenmiş, diğer taraftan, insanın *

17

Page 18: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

kendi hevasıyla (temelsiz arzu ve istek) savaşması gerektiği, çünkü bu "benlik"in (nefs'in) kötülüğü emrettiği belirtilmiştir. Kur'ân: "Kendi hevasını ilah edineni gördün mü?" diyerek temelsiz arzu ve isteklerin tanrılaştırılabileceğini, bu yüzden bundan kaçınılması gerektiğini vurgulamıştır. Nefsin (benliğin) temelsiz arzulardan temizlenmesi noktasında çeşitli yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımlar İslam tarihinde önemli bir eğilim olarak öne çıkmış ve etkisini günümüze kadar sürdürmüştür. Kimi kere İslâmî ahlâk olarak da öne sürülen bu yaklaşımlara yakından bakalım. Bu yaklaşımlar dünyadan yüz çevirmeyi ve nefislerini aşağılayıp horlamayı bir ahlâk anlayışı olarak benimsemişlerdir. b-Kelbiyyun (Kinikler) Ve Melâmiyye Eski Yunanda kendilerine "kelbiye"denilen bir gurup vardı. Bunlar, ahlâkta zelillik ve aşağılanmayı tavsiye etmekteydiler, insan kendini aşağıladıkça bunların görüşüne göre daha ahlâklı sayılırdı. Kelbiyye'lerin dışında da dünyada bu tür kimselere rastlamak mümkündü. Tasavvufi* (sûfi) ahlâkta da bu tür yaklaşımlar fazla olmasa da vardır. Çünkü bunlar, İslâmi ahlâktan etkilenmişler ve nefsin izzet, üstünlük ve yardımları konusunda da çok konuşmuşlardır. Bazen tasavvufî ahlâkta bu İslâmî tabirlerin zıddı görülmektedir. Bir dönem aslında kendilerine 'melamatiler' veya 'melamiyye' denilen tasavvufçu bir gurup ortaya çıktı. Melâmilerin tutum ve hareketi şuydu: "Nefs-i emmareyi"** zelil etmek için elimizden geldiğince kendimizi halkın karşısında fakirleştirmeliyiz, küçük düşürmeliyiz. (Bugün kendilerine 'miskin dervişler' denilen kimseler de bu ismi o zamandan almış olabilirler.) Kimse bize bir değer vermesin, görünüşte (gerçekte) nefsin üstünlük ve izzetini kaybedelim. Nefsin üstünlüğünü kaybettiğimiz oranda iyi ve uyumlu olabilir;kötülüklerden ancak bu şekilde sıyrılabiliriz." c-Sâ'di Ve Bazı Mutasavvufların Yanılgısı Sâ'di; çok faydalı nasihatler söylemiş olmasına rağmen -ki bunları İslâm kaynaklarından elde etmiştir- sözlerinde bu tür şeylere de rastlanır. Ben, ayaklar altında bir karıncayım, Halkın sokmaktan dolayı inledikleri bir arı değilim. Burada Sâ'di şunu söylemektedir: Ben insanların el ve ayakları altında ezilen, parçalanan bir karınca olmakla ve halkın benim onları sokmam sonuçsinde inledikleri ve sızladıkları bir arı olmamakla iftihar ediyorum. Aslında bu doğru bir düşünce değildir, insan dilinin söyleyeceği şu olmalıdır.* Tasavvuf: İslam dünyasında insanın içsel temizliğini öne çıkaran ve toplumsal yaşama müdahale etmeyi sakıncalı gören bir eğilim ve ekole verilen ad.**Nefs-i Emmare:İslam inancına göre insandaki içsel bir derecedir. Nefsi emmare Nefsi Levvame;,Nefsi mütmainne olarak sıralanan bu içsel derecelendirmede en aşağı basamakta nefs-i emmare yer almaktadır.Nefs-i ammare kişinin tamamen arzularının kontrolü altında bulunma durumudur. Nefs-i Levvame yanlışlıklar karşısında bilincin kısmen uyanık olup yaptığı yanlışlıklardan dolayı kendini kontrol etme ve kendini kınama aşamasıdır.Nefs-i mutmainne ise kişinin hataları hata olarak bilip yapmadığı bir üst mertebedir. Bu mertebede insan artık kemale ermiştir..

18

Page 19: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Ne insanların ayakları altında ezilen bir karıncayımNe de insanların sokmamdan dolayı inledikleri bir arıyım Yoksa insanın şu karınca olması ya da arı olması kesin bir emir midir? Ne karınca ol, ne de arı. Daha sonra şöyle söylemektedir:Halkı incitecek bu güce sahip olmadığımdan dolayıBu nimetin şükrünü nasıl eda edeyim. Yani "benim kimseyi incitecek gücüm olmadığı için Allah'a şükrediyorum!"diyor. Oysa incitmeye gücünün olmaması bir maharet değildir. Asıl maharet ;güce sahip olup da incitmemendir. Güce sahip da kimseyi incitmemekten dolayı Bu nimetin şükrünü nasıl elde edeyim demek gerekir. Çünkü ahlâkî tavır yapamamakta değil yapmamaktadır. Bu tür görüşler, bazı melametiye ve tasavvufçu hareketlerin ahlâkındaki aşırılığa kaymış noktalardır. Bu aşırılıklara kimi temel tasavvuf kaynaklarında da rastlanmaktadır. Örneğin Kuşeyri Risalesinde şöyle bir olay aktarılmaktadır. "...Nakledildiğine göre, çok iyi tanınan falan derviş şöyle demiştir: "Ben üç zamanda, başka zamanlardan daha çok sevinmişimdir: Bunlardan biri; bir gün mescitlerin birinde çok hasta bir durumdaydım (Bu tür kişilerin kimseleri de yoktu, genellikle gezgin kimselerdi.) mescitte uyuyordum, şiddetli hararet ve rahatsızlıktan dolayı hareket etmeğe gücüm yoktu. Mescidin hizmetçisi geldi ve mescitte uyuyan herkesi uyandırıp kaldırdı. Yanıma gelip ayaklarıyla vurarak "kalk!" dedi. Fakat benim kalkmaya gücüm yoktu. Birkaç defa bu tekmelemeyi tekrarladıktan sonra ben yine kalkmayınca, geldi ayaklarımdan tutup çekerek beni sokağa fırlattı. Onun nazarında o kadar alçaldım ki bu olay, bana ölü bir leşin çekilip oraya götürülüp atılması gibi geldi. Nefsim kırıldığı için bu olaya çok sevindim. Başka bir zaman da, kış mevsimiydi. Postumla dolaşıyordum. Onda o kadar bit gördüm ki bu postun yünü mü daha çok yoksa bitleri mi, anlayamadım. Bu da kendi nefsimi kırdığımdan dolayı çok sevindiğim anlardan biriydi. Diğeri de, bir zaman gemiye binmiştim. Cambaz ve oyuncu adamın biri oradakileri eğlendirmek için oyunlar yapıyordu. Oradakilerin tümünü kendi etrafında toplamış onlara efsane anlatıyordu. Bir ara şöyle dedi: 'Evet, bir zamanlar kafirlerle savaşa çıkmıştık. Günün birindi birini esir aldım.' O esiri nasıl götürdüğünü göstermek istedi. Etrafına bakındı, benden daha elsiz, ayaksız, çapulsuz ve şahsiyetsiz birini görmedi, derhal yanıma geldi, sakalımdan tutarak beni öne doğru çekerek,'işte esiri böyle götürdüm.' dedi. Oradakiler de kahkaha atarak benim durumuma güldüler. İşte ben bu durumuma çok sevindim"*** Bu meselenin İslâmın özünden kaynaklanmadığını iddia edenler bulunmaktadır. "İhtiyaçlarınızı isteyin, fakat nefsin üstünlük *** Kuşeyri Abdulkerim, hazırlayan ve çeviren; Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi, İst.1991

19

Page 20: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

ve izzetini kaybetmeyin." yolundaki telkin İslam dinine göre peygamberin telkinidir. Yani ihtiyaçlarınızı açıklayacağınız zaman belirli bir yere kadar gidin. Şayet şahsiyetiniz rencide olacaksa orada durun. İhtiyaç içinde, fakat şahsiyetli bir şekilde durmak, şahsiyetsiz bir şekilde o ihtiyacın karşılanmasından daha iyidir. Bu hususu ünlü İslam büyüklerinden Hz. Ali de vurgulamıştır. Ona göre benliğin üstünlüğü; "Ölüm korkusuyla alçalmamak, azla yetinmek ve elini hiç kimsenin önüne uzatmamaktır." Ayrıca Hz. Hüseyine atfedilen "şereflice ölmek alçaklık içinde yaşamaktan daha iyidir" sözü de bu bağlamda aynı noktanın altını çizmektedir. Buradan yola çıkarak nefsin kontrol altına alınması gerektiği vurgulanmaktadır. Nefsi kontrol altına alacak olan da kişinin kendisidir. O halde kişi ile nefsi arasında bir mücadele söz konusudur. Burada insanda iki ben'in olup olmadığı sorunu çıkmaktadır karşımıza. Evet acaba insan iki ben'e mi sahiptir. İnsanda çatışan iki ben mi vardır? Şimdi bu soruyu yine İslam'ın kendi kaynaklarına dayanarak açıklamaya çalışalım.d-İnsan İki Ben'e mi Sahiptir?Acaba insan iki nefse mi yani iki benliğe mi sahiptir? Bir benliği yok etmekle görevli ve diğer benliği muhterem, yüce ve saygın saymakla ve onu aziz, üstün göstermekle görevli iki "benlik" sahibi midir? Eğer bu şekilde olursa o halde Psikolojinin "Şahsiyetin artışı" dediği şeyi gerçek olarak kabul etmeliyiz, yani herkesin gerçekte iki "benlik", iki "ben",iki "şahıs" olduğunu kabul etmeliyiz. Varsayımın biri şudur: İnsanda iki şahıs mevcuttur, iki "ben" mevcuttur, birbirine karşı olan iki benlik mevcuttur; bu ikiliden birini zayıf düşürmek ve öldürmek,diğerini de muhterem saymak gerekir. Acaba mesele böyle midir? Diğer varsayım da şudur: İnsan iki "benlik" e sahiptir fakat iki asli benlik manasında değil, iki"ben" yan yanadır, belki de bir "gerçek benlik" ve bir de "benlik ötesi" olan ama insanın bu "benlik ötesi"ni "benlik" olarak düşündüğü bir zanna dayalı benlik" vardır. Böyle bir şey olur mu? "Evet, olur" demektedirler. "Ben"le kavgalı olmak gerekir dedikleri o "ben" hayali ve zanna dayalı olan "ben"dir. Sen o olduğunu düşündüğün, fakat o olmadığın şeydir. Gerçek ve asli "ben" in insanda perdelerin arkasından çıkıp görünmesi için zanna dayalı ve hayali "ben"i öldürmek gerekir. Acaba bu şekilde midir? Hayır. Bunu başka bir ifadeyle de söyleyebiliriz: Bir ben, asli bir "ben" dir, diğer "ben" de asli olmayan (fer'î) ve kısmî "ben"'dir.Heidegger, bu konu üzerinde çok durmuştur: İnsan iki "ben" e sahiptir; Ferdî, şahsî, cüz'i ben ve küllî ben. Yani örneğin ben bir "ben" sahibim ki o "ben" le bu fert ve bu şahsım, ve siz bir "ben" e sahipsiniz ki o "ben" le, o özel yapınızla ve örneğin babanızın ve annenizin kim olduğu, yapıları, durumları ve vasıflarının ne olduğunu belirleyen o özelliklerle o fert ve şahsınız "ben" i. Bütün insanların iç dünyasında varolan diğer bir "ben" dir. İnsani "ben"de "külli ben" , yani şahsi ve ferdî olmayan, "ben" dir. Yani örneğin bende şu anda 20

Page 21: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

iki "ben" mevcuttur Bir "ben"örneğin B'nin oğlu A olan ben, diğer"ben" bende varolan insandır. Başka kişiler de aynı bu şekildedirler. Bu da bir varsayımdır. Kur'ân 'ın Bir "Ben" le savaşmak gerekir, diğer "ben" ise üstün kılmak, saygınlaştırmak ve yüceltmek gerekir."diye buyurduğunu söylemiştik. İşte bu "ben" in yüceltilmesiyledir ki yüceltici ahlâkın tümü insanda meydana gelir ve aşağılayıcı ahlâkın tümü insandan uzaklaşır, eğer bu "ben" büyüklük bulursa, kendi şahsiyetini yeniden elde eder ve insanda meydana gelir, artık insana doğruluğu bırakıp yalanın peşinden gitmesine, izzeti bırakıp zillete boyun eğme peşinde gitmesini, konuşmasında iffeti bırakıp gıybet etmenin peşinden gitmesine ve bunun gibi şeylere izin vermez. Şimdi, acaba bu "ben" küllî ve insanî olan "ben" midir yoksa başka bir şey mi? Bu soru; iki "ben" in ne olduğu ve nasıl olduğuna yönelik yaptığımız açıklama ve izahlardır. Şimdi meseleye biraz daha yakından bakalım. İslamî açıdan insan diğer bütün hayvanlar gibi bir hayvan durumunda görünüyorsa da aynı zamanda Kur'ân'ın ifadesiyle onda ilahi ruhtan bir nefes vardır, insan vücudunda ilahi melekûtden bir parça ve melekûtî bir nur vardır. Bir insanın gerçek "ben" i o "ben" dir. İnsan hayvani "ben" e de sahiptir.,fakat hayvani "ben" insanda küçücük bir "ben" dir, asli ve gerçek"ben" değildir. İnsandaki asli "ben" insanın sahip olduğu o melekuti "ben" dir. Yani bir hayvanda o hayvanın gerçek ve hakiki !Ben" ini teşkil eden şey insanda küçük ve asalak "ben dir. Ben yerim, içerim, yatarım, hatta yürürüm,bunların tümü bir "ben" e bağlıdır, ama bunlar, bu "ben" in alt dereceleridir. İşte şu "ben" : Ben yerim, içerim, susarım, acıkırım, vb. Ama aynı zamanda ben düşünürüm Allah'ı düşünürüm, başkalarını kendime tercih etmeyi severim sözümde dururum vs. Bunların tümü bir "ben" dir. Ama bu "ben" in dereceleri vardır. "Ben" in o çok yüce sözleri söylediği yer, konuşmakta olan insan "ben inin üst derecesidir ve hayvani meselelerin konuşulduğu yer, onun alt dereceleridir. e-Derunî (içsel) çatışma:İnsanın özelliklerinden biriside şudur: Onun "ben " leri arasında bazen çatışma ve kargaşa baş gösterir. Bu çatışma, bazen akıl ve nefsin çatışması olarak veya örneğin ahlâkî irade ile nefsanî heva arasındaki çatışma olarak ifade edilir. Her halükarda böyle bir çatışma insanda vardır hayvanda derunî çatışma bu anlamda yoktur. Şu tecrübe herkeste az veya çok vardır, kimisinde daha az kimisinde daha çok; İnsan, tabiî eğiliminin tersine bir iş yapmayı da kararlaştırır. Yani başka bir yöne isteklidir, ama bu isteğinin zıddını yapmayı kararlaştırır. Çok basit bir örnek verelim: Doktor, insana rejim yapmasını söyler onu bazı gıda ve meyveleri yemekten men eder veya belirli bir miktardan daha fazlasını yemesinin zararlı olduğunu söyler. Örneğin "sizde şeker hastalığı var, falan şeyleri yeme" der. İnsan bunu uygulamaya karar verir. Fakat istek ve eğilim buna direnebilir. Sofranın başında nefsânî istek, çaba göstermeye başlar. İnsanın men edildiği bu yemekleri yemek ister. Bazen insan kendi isteğine başkaldırabilir. Yani ahlâkî iradesi(aklı) nefsine üstün 21

Page 22: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

gelir. Her ne kadar gönlü istiyorsa da buna kulak vermez. Bazen da aksi gerçekleşir. İsteği akli iradesine üstün gelir. İnsanın davranışlarında daima bu iki durum öne çıkmaktadır. Bir örnek daha vererek konunun anlaşılmasını pekiştirmeye çalışalım. İnsan sabah erkenden kalkmayı tasarlar ve bunu ciddi olarak da yapmaya karar verir. Fakat bir gece uyanıp sıcak yatağından kalkmak istediğinde ahlâkî iradesi ona "hareket et" der. Ama arzu ve isteği "çıkma!" der. Bazen insan hareket eder ve isteğinin tersi olan işi yapar. Bazen da isteğine göre hareket eder. Bu çatışmaların hayvanlara mevcut olduğuna dair bir bulgu yoktur. Hayvan o istekleri ile hayvandır. İsteğin hükmettiği her yolu hayvan gerçekleştirir. Hayvanlarda isteklerin tersini yapmayı emredecek bir emredicinin varlığı hakkında bir bulgu bulunmamaktadır.Bu noktada varmak isteğimiz sonucun ne olduğuna gelelim. Psikologların söylediklerini hesaba katarsak insanda bulunan içsel çatışma ne ile, ne arasındadır? BU çatışma insanın kendisindedir. Yani kendi kendisiyle çatışmaktadır insan. İnsanın kendi dışında değildir bu çatışma. İnsanın kendisinde birbiriyle çatışan iki güç vardır. Biri bir yemeği yemesini emrederken diğeri yememesini emreder. Biri sabah erken kalkmasını söylerken diğeri kalkmamasını söyler. v.s... Fakat asıl mesele şudur: İnsanın tabii isteği onun ahlâkî isteğine galip gelince; yani yapmaması gereken şeyi yapınca insanı çoklukla utangaçlık ve yenilgi hali kuşatır. Kendi kendine "ben yenildim" der. Tıpkı başka bir pehlivanla güreşmesi için er meydanına gönderilip de yenilen bir pehlivan gibi yenilgi hisseder. Bunun tersi olursa yani ahlâkî irade tabii istek üzerine galip gelirse zafer kazandığını ve mutlu olduğunu hisseder. Bunu hissetmeyen insanı düşünmek olası mıdır? f-Gerçek "Ben" ve "Ben Ötesi" Olan "Ben"Bu durum nedir o zaman? Her iki halde de insan kendine yenilmiş ya da kendine galip gelmiştir. Bu durum insanın kendinde olup bittiğine göre bundan dolayı ne yenilgi ne de zafer hissetmelidir. O halde aslî "ben" ( gerçek "ben" , kesin "ben" ) aklın emri altında olan o ahlâkî irade olduğu sonucu çıkmaktadır."Ben", karar veren bir makamdır, akıl ve idraktır, bunları anlayan bir makamdır. Fakat tabiî emirleri bana veren makam ise tanınmayan, başka bir makamdır. O halde nefisle savaşmak gerektiğine göre, hangi nefisle savaşmak gerekir? "Ben" le savaşmak gerekir, hangi "ben" le savaşmak gerekir? Hangi "ben" i kendi başına bırakmamak gerekir? O aynı "ben" dir, gerçekte "ben" değil de "ben olmayan" hayvanî "ben" dir. Yani insanın içindeki tüm savaş ve çatışmalar; ahlâkî ve gayr-ı ahlâkî açıdan insanın kendi ruhunun içinde varolan çatışmalar, gerçekte "ben" in "ben" le çatışmasıdır. Hayvani isteklerin üstün olduğu, mutlak hükmetme olgusunun onlara bağlı olduğu ve akıl, irade ve fıtratın üstünün örtülü olduğu, şehvet ve kızgınlıkların at koşturduğu yer, yani hayvanların sahip olduğu garazın bulunduğu yerde, insanın aslî "ben "i mağlup olmuş, unutulmuş, kaybolmuştur 22

Page 23: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

ve gidip onu bulmak gerekir. Kuran-ı Kerim’e göre vücudunda hayvanî duygulardan başka bir şeyin hükmetme yetkisine sahip olmadığı o insan gerçekte hakiki benliğini, "gerçek ben" ini kaybetmiştir .Kur'ân da bu meselenin şu şekilde ifade edildiği belirtilmektedir. " De ki: ziyana uğrayanlar, kendilerini kaybeden kimselerdir..." (Zümer Suresi, ayet 15 ) "Şu, Allah' ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da) onlara kendi nefislerini unutturduğu kinseler gibi olmayın." (Haşr suresi, ayet 19)g-Kendini Hatırlama ( Kendini Bulma):Yukarıda açıkladığımız durum,Kur'ân da "Kendini unutma " olarak açıklanmaktadır. Bunun karşısında "kendini hatırlama" vardır. Kendini hatırlama ise "Allah'ı hatırlama "dır. Yani Kur'ân ın mantığında bu ikisi birbirinden ayrı değildir .Allah'ı hatırlamak, kendini hatırlamakta da vardır. Bu, ibadetin gerçeğini bulmak ve "ben" i bulmak gerçeğidir. Fakat bu "hayvani ben" değil, aksine o "hakiki ben" , yani "melekutî ben" dir. İnsanın kendini bulması, ibadet ve Allah' ı hatırlamadadır. Bu durumu İslâm büyüklerinden Ali bin Ebu Talip şu şekilde belirtmiştir. " Bir şeylerini kaybettiklerinde elleri ayaklarına dolanmış bir vaziyette kaybettikleri şeyi arayıp da kendilerini "nefislerini" kaybettiklerinde bunu aramaya koyulmayan insanlara şaşarım." Yani bu ifadelerde küçük bir eşyasını kaybeden bir kişinin hemen onu bulmaya çalışması ancak kendisini arama; kendini bulma konusunda lakayt kalmasının şaşılacak bir husus olduğu vurgulanmaktadır.Mevlana kendini aşma; arzularını kontrol etme noktasında başarısız olan kimseye "ey savaşta kendini kaybetmiş kişi" diye hitab etmekte ve insandaki istek ve arzuların yabancı olduğunu vurgulayarak "sen başkalarını kendinden ayırmıyorsun" demektedir. Yine Mevlâna; Bir an tek başına kalırsan sen halktan Boğazına kadar gam ve üzüntü içinde kalırsındiyerek sanki kişiyi bir sınava çağırmaktadır. Şayet insan birkaç gün tek başına kaldığında bu durum kişiye üzüntü veriyorsa kişi kendini kaybetmiştir ve kendini başka insanlarda aramaktadır. Eğer kişi gerçek "ben" ini bulmuş olsaydı yalnızlık ona hiçbir üzüntü vermeyecekti. İslâmi açıdan, insanın "gerçek ben" i herkeste bulunan o ilahi nefestir ve insanın ahlâkî duygusu bu "ben"den kaynaklanmaktadır. İslam bilginlerinin vurguladıklarına göre eğer böyle bir "ben" (ki o balçık değildir. Aksine ilahî ruhtur ve tabiat ve madde aleminden daha yüksek olan alemdendir.) insanda olmasaydı ve eğer insanın gerek "ben' i ve "gerçek benlik" i o olmasaydı, bedenî istek ve menfaatlerle şekillenmeyen bu ahlâkî duyguların hiçbiri insanda varolmazdı. Ancak kimi Batılı düşünürler insanda melekutî ruhun varlığını kabul etmek istememekle birlikte (elbette hepsi böyle değildir. onların arasında da "ruhçu" çoktur.) İnsanda onun maddî 23

Page 24: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

yapısıyla şekillenmeyen, insanın maddî yapısının tersi istekler ve arzular olduğunu görmektedirler. Şu çok açık ve nettir: Her zaman insan ruhu, insanlığın mânevîyatı için bir kapı olmuştur. Aslında buradan "ben mânevî bir hakikatim, ben ebedi olmaya layığım, sözü "ben"in ölümsüz bir gerçek olduğumu ve ölümle "ben" in işinin son bulmadığını vurgulamaktadır şeklinde anlamak gerekmektedir. Diğer taraftan insanda iki çeşit eğilimin varolduğunu, tabiî ve maddî eğilimler ile mânevî eğilimlerin yani maddî hesaplarla şekillenmeyen hesapların varolduğunu, inkar etmek mümkün gözükmemektedir. William James büyük bir filozoftur. Özellikle de "Din ve Ruh" adlı kitabı sonsuz derecede güzeldir. Bu kitabında şöyle söylemektedir. "İnsanda maddî hesaplarla şekillenmeyen bir takım istekler vardır. Maddî istekler bizi madde dünyasına bağlar, öyle olmalıdır. Bunlar, biz ve madde dünyası arasındaki kanallardır. Örneğin eğer bizde açlık güdüsü varsa, bu biz ve tabiat arasında bir irtibat kanalıdır. Çünkü eğer bu güdü olmasaydı biz yemeğin peşinden gitmezdik. Daha sonra şöyle devam etmektedir :Biz de, bizi doğaya bağlayan içgüdüler mevcuttur. İşte bu, içgüdüler maddî doğamızda şekillenmez ve bizi başka bir aleme bağlarlar. Biz,vücudumuzdan tabiat aleminden başka bir aleme giden yol ve delillere sahibiz insan kendi tabii güdüleriyle, tabiatıyla uyuşan birtakım ihtiyaçları reva görmekte ve madde ötesi güdülerle, -William James'in ifadesiyle- insanın maddî doğasının ötesinde olan ve onun maddî olmayan gerçekleriyle uyuşan birtakım başka ihtiyaçları kaldırmaktadır, başka bir ifadesiyle, bu güdüler, insanda varolan birtakım mânevî ihtiyaçları bertaraf etmek için insanı maddî doğasının ötesine bağlamaktadır. Bu söz, dengeli bir sözdür, fakat bunu kabul etmeyenler şöyle demektedirler: İnsan iki şeye, ya faydaya ya da değere taliptir. Maddî güdülere fayda, mânevî güdülere ise, değer denilir. Bunlar ismin değişmesiyle gerçeğin değişebileceğini düşünmektedirler. "İnsan bazen faydanın peşinden gider, bezen de değerin peşinden gider." demektedirler. "Değer nedir?" diye sorduğumuzda şunu söylemektedirler: Değer, insanın durumuna bir faydası olmayan, insanın derDini gidermeyen, insanın hiçbir ihtiyacını ortadan kaldırmayan, mantıkla da şekillenmeyen, mantığın zıddı, özetle mantık dışı olan fakat içinde güzeli de taşıyan, örneğin cömertlik gibi özellikleri taşıyan bir şeydir. Demek ki insanın cömertlik yapması mantıkî değildir. Mantıkî olan insanın kendi menfaati peşinden gitmesidir. İnsan aklı da aynısını söylemektedir; menfaatin peşinden gitmek gerekir demektedir. Fakat bir taraftan da insanda şu tür güdülerin de olduğunu inkar edemez. Fedakarlık güdüsü, başkasını tercih güdüsü, adalet güdüsü, özgürlük güdüsü, insaf güdüsü, yumuşak huyluluk güdüsü, tahammül etme güdüsü... zira bunların çoğu aslında insanın maddî menfaatiyle şekillenmez . O halde "değer" nedir? Değer, kıymet demektir. Kıymet kendi başına bir şey değildir. İnsan herhangi bir şey için değer ve kıymeti 24

Page 25: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

söz konusu eder. O şey nedir? Bir şey, insan gerçeğiyle irtibatlı olmadıkça insan onun için değer biçemez.2-YAHUDİ AHLÂKIBilindiği gibi Yahudilik, ilahi bir dindir. Hz. Musa’nın yaydığı bu din, Yahudi milletine izafeten “Yahudilik” diye de adlandırılmıştır.Yahudilerle ilgili bilgileri, onların nasıl bir millet olduğunu, en açık şekilde Kitab-ı Mukaddes be Kuran-ı Kerim’de görmek mümkündür. Ancak Yahudi ahlâkını, bizzat o milletin Dini ve bu Dinin dayanağı olan “Ahd-i Atik (Tevrat)” den ve onun yorumu olan eserlerden vermek daha doğru olacaktır. Burada öncelikle kısaca İsrail Devleti’nin kurulmasını ve ahlâkî durumunu belirtmekte de fayda vardır. Daha sonra ise, “On Emir” doğrultusunda diğer ahlâkî değerleri gözden geçirmeye çalışacağız.İsrail Devleti Davut’la kurulup, Davut’la bozulmaya başlamıştı. Salomon zamanında devletin zenginliğine rağmen huzursuzluk artmış, Salomon’un ölümüyle devlet parçalanmış ve İsrail Oğulları birbirine düşmüşlerdi. İsrail Devleti, “İsrailiyye” ve “Yahudiyye” diye ikiye bölünmüş, bu bölünmeden sonra, Yahudiler ahlâksızlıkta çok ileri gitmiş, oğlancılık (livata) almış yürümüş, Yahova’nın evi (Süleyman Mabedi) oğlan kerhanesi haline gelmişti.1İsrail Oğullarının bütün bu ahlâksızlıklarına rağmen, Rab “Yahova” kavmini bırakmamıştır. Sonuç olarak, Tanrı Yahova İsrail Oğullarına vermiş olduğu vaadini gerçekleştirecek ve dünya saltanatını onlara sağlayacaktır.2 Yine Yahova, diğer milletlerden İsrail’in intikamını alacak, İsrail’i soyanlar soyulacak, sıkıştıranlar sıkıştırılacak ve yok edileceklerdir.3 Öyle bir gün gelecek ki Yahudilerin oğulları ve kızları peygamberlik edecekler.4 İnsanları idare ve onlara hükmedecekler. Din ve milliyet ayrılıkları ortadan kalkacak, bütün insanlar yalnız “insanlık” adı altında birleşecekler. Bu birliği de Yahudilerin erkekleri ve kadınları idare edecekler ve her biri bir peygamber gibi olacaklar. Yahudi Dininin, bütün insanları Yahudileştirerek “insanlık” adı altında birleştirme ideali, zaman zaman, bazı filozoflarca da benimsenmiş ve bir “Dünya Milletleri Birliği (Birleşmiş Milletler)” fikri teklif edilmiştir.İsrail Oğullarının Tanrısı Yahova, yine bütün insanlardan memleketini bölüşmeleri, milleti için kura atmaları, fahişenin ücreti olarak bir erkek çocuk vermeleri, içki içmeleri için şarap bedeli olarak bir kız satmalarının hesabını soracağını ve bunların intikamını alacağını vaad etmektedir.5 Kutsal Kitaba göre, milletler dinlerini, dillerini, milliyetlerini, düşüncelerini bırakacaklar; silahlarını ziraat aleti yapacaklar, harbi unutacaklar, Yahudilere işçi ve köle olacaklardır. Yahudiler de, bu kalabalığa başkanlık ve peygamberlik edecekler, devlet ve saltanat sahibi olarak yaşayacaklar ve dünya da, 1 -Kitab-ı Mukaddes(Eski ve Yeni Ahit)Krallar,14/24,15/12; II.Krallar,23/7,İst.19692 -Kur'ânda da İsrailoğullarının kendi dönemlerinde diğer milletlere üstün kılındığından sözedilmektedir.Bkz.Bakara(2)47,122; Casiye(45),163 -bkz.Yoel, 3/2-214 -bkz.Yoel, 2/285 -Yoel,3/3; 6-7

25

Page 26: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

ilk günahtan önceki cennet haline gelecek.... Milletler kılıçlarını saban demiri yaparken, Yahudiler de saban demirini kılıç yapacaklardır.6 Tabii ki sonuçde, kendilerine itaat etmeyen ve Yahova kanunlarına karşı gelenleri yok edecekler veya zorla itaata zorlayacaklardır.Yukarıda belirtildiği gibi, Tanrı Yahova’nın âdeta her şeyin hesabını sorma tavrı, Onu intikamcı ve kindar bir Tanrı haline getirmektedir.İsrail Oğulları Kenan ülkesine ilk geldikleri zaman, önceleri buradakilerin yapmış olduğu ahlâksızlıklardan utanç duymaktaydılar. Çünkü burada, ana-babaya itaat edilmiyor, çocuklar kurban ediliyor; her yanda hayasızlık ve cinsel sapıklık hüküm sürüyordu. İsraillilerde bir çok yönden onlara benziyor ve hayli de onlarla ortak yönleri vardı. Kur’ân’da onların zulümlerinden7,hilekârlıklarından8,günahkârlıklarından,tahripkarlığından,9dönekliğinden 10,azgınlık ve ihtiraslarından11, kin ve fesatlarından12, günaha girme, düşmanlık etme ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarından13 vb. den bahsedilmektedir. Yine Kur’ân: “Yahudiler nerede bulunursa (bulunsunlar) boyunlarına zillet ve horluk takılmıştır...”14 ve “...oldukları yerde başıboş, şaşkın şaşkın dolaşacaklardır.”15: ama, tiynetleri gereği “...biz onların arasına Kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık bıraktık... Daima yeryüzünde fesat için koşarlar...”16 diyerek onların yaptıklarını olumsuz bir boyutta ortaya koymaktadır. Kutsal Kitaplar birer tarihi vesika olarak değerlendirildiğinde belli toplumsal gurupların hayata baktıkları açıyı ortaya koyacak kimi ipuçlarını da barındırdıkları görülmektedir. Yukarıdaki değerlendirmeleri bu çerçevede algılamak meseleleri anlamada önemli getiriler sağlayacaktır.3-HIRİSTİYAN AHLÂKIİlâhî bir din olan Hıristiyanlıktaki ahlâk, tabiat üstü (surnaturel) bir özellik taşımaktadır. Bu ahlâkın ilkeleri tamamen mistik bir “SIR” a dayanmaktadır. İnsan, ahlâkî davranışı akılla izah ettiği, yahutta iyi bulduğu için değil,, imanla kabul ettiği, inancı tarafından zorlandığı için yapmaktadır.Diğer iki ilahi dinde olduğu gibi, Hıristiyanlıkta da Tanrı ahlâkın ilkesidir. Tanrı olan Baba ancak insanın kalbinde sükun bulmaktadır. Öyleyse insan, Tanrının nazargâhı ve ikametgahı olan kalbi daima temiz tutmalı, Tanrı gibi temiz ve mükemmel olmaya 6 -Yoel 3/9-137 -Cum'a(62),5-6;A'raf(7),162; Al-i İmran(3),21,112,1818 -Al-i İmran(3), 239 -Maide(5),13,26;Bakara(2),75,95,17410 -Maide(5)13,4311 -Casiye(45),27;Maide(5)64;Yunus(10)93; Bakar(2),60.12 -Maide(5) 6413 -Maide(5),6214 -Al-i İmran(3),11215 -Maide(5),2616 -Maide(5) 64

26

Page 27: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

çalışmalıdır. Böyle bir temizliği gerçekleştirebilmek için ise İncil’de şu tavsiyede bulunuluyor: “Tanrı’yı bütün kalbinle, bütün kuvvetinle, bütün düşüncenle seveceksin.” “En büyük ve birinci emir budur.”17Hz.İsa ümmetine, bütün insanlara, sonsuz bir şefkat, merhamet ve sevgi göstermelerini telkin etmektedir. Canlarına kasteden düşmanlarına bile, kin ve nefret göstermemelerini, kötülüklere iyilikle karşılık vermelerini tavsiye etmektedir. Görüldüğü gibi Hz. İsa’nın kendisini takip edenlere aşılamak istediği ahlâkın temelini iman, ümid ve sevgi meydana getirmektedir. bunlardan en büyüğü de sevgi’dir.18a-Hıristiyanlıkta Sevgi, Şefkat ve Merhamet:Hıristiyanlık, sevgi ve merhametin her çeşidini benimsemiş ve makul saymıştır.Hıristiyanlık, Allah sevgisinin yanına bir de komşu sevgisini ilave etmiştir. İncil’e göre, “bütün şeriat ve peygamberler bu iki emre bağlıdır.”19 “Bundan daha büyük başka buyruklar yoktur.”20 Hıristiyanların nebisi İsa bütün insanlara şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: “Size birbirinizi sevin diye, yeni bir emir veriyorum; sizi sevdiğim gibi, siz de birbirinizi seviniz. Eğer birbirinize sevginiz olursa, benim şakirtlerim olduğunuzu bütün insanlar bununla bilecektir.”21 İncil’de: “Siz hep kardeşsiniz,”22 “Babanız da birdir, Semâvî Babadır.”23 denilmektedir.Hıristiyanlığın ahlâk ilkesi sayılan Rab Hz. İsa, aynı zamanda sevgi ve merhamet ilkesidir de. Bu, merhamet ilkesi Rab, hiçbir zaman intikam alınmamasını, iyi ve kötü herkese iyilik yapılmasını, merhametli olunmasını ve cömert davranılmasını emretmektedir.24 Hatta “Bir yanağına vurana öbürünü de uzat, senin obanı olandan gömleğini de esirgeme”25 diyerek mutlak bir teslimiyet istemektedir. Sadece bununla da yetinilmiyor: “düşmanın sevilmesi, nefret edenlere iyilik edilmesi, lânet edenlere hayır dua edilmesi ve hakaret edenler için de dua edilmesi istenmektedir.”26 Çünkü insanın kendisinin bağışlanması, bağışlamasına bağlanmıştır. “İnsanların size ne yapmasını istiyorsanız, sizde onlara öyle yapın.”27 Eğer “İnsanların suçunu bağışlamazsanız, Semavi Babanız da sizi bağışlamaz.”28Görüldüğü gibi sevgi, Hıristiyan ahlâkında en büyük kanundur. Aslına bakılırsa, gerçektende sevgi çok büyük bir değerdir. Ama insanın düşmanını sevmesi, kendisine lanet yağdırana dua etmesi ve 17 -Tesniye,6/4-5; Matta,22/37; Markos,12/3018 -Bilgi için bkz. I. Korintoslulara Mektup, 13/2,1319 -Matta, 22/37-40; Markos,12/29-31; Lûka,10/2720-Markos, 12/3221 -Yuhanna, 13/34-3522 -Matta, 23/823 -Matta, 23/924 -Yuhanna,15/12-14; Lûka,6/3625 -Lûka, 6/29-30; Matta 5/43-4726 -Lûka,6/27-2827 Lûka,6/3128 -Matta,6/14-15

27

Page 28: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

hakaret edene iyilik etmesi insanın yapısına zor gelmektedir. Gerçi böylesine kötü ve ters davranış içinde bulunanlara iyi davranmak çok büyük bir ahlâkî olgunluktur; ancak insanın şahsiyetini koruması, ruh sağlığını muhafaza etmesi de ahlâkî bir vazifedir. Hele, bir yanağına vurana öbürünü uzatmak F. Nietzsche’nin dediği gibi, olsa, olsa bir köle ahlâkının ilkesi olabilir. Hıristiyan ahlâkının böyle bir tutum içine girmesinin altında, uzun süre takibata uğraması, devamlı gizlenmek zorunda kalması, ilk dönemlerinde, daha ziyade köleler ve zayıflar arasında yayılmaya başlaması gibi sebepler zikredilebilir. Böyle bir durum, Yahudilik ve İslam’ın da ilk yayılma dönemlerinde söz konusu olmuştur. Yalnız bu iki din mensuplarının böylesine bir teslimiyet içine girmeleri söz konusu olmamıştır. Hele Yahudilik ve Yahudiler kendileri dışında herkesi köle kabul etme tavırlarını değiştirmeden sürdürmektedirler. Bunları ortaya koyduktan sonra ahlâkî tavrın temellendirilmesi noktasındaki görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz.C-AHLÂK TEORİLERİNİN AHLÂKÎ TAVRI TEMELLENDİRMELERİ1-Kosmik Temellendirme:Bu temellendirmeye göre iyi bir yaşam kosmik düzenle uyum içinde bir yaşamdır(özlem.s.342) Bu anlayış doğadan yola çıkmakta ve insanı da doğaya benzetmektedir. Özellikle Uzakdoğu ruhbanlığı bu temellendirmeyi esas almaktadır. Bu yaklaşıma göre insan mikrokosmostur. O büyük evrenin hem unsurlarını hem de şekillerini barındırmaktadır.2-Dînî Temellendirme:Bu temellendirmede ahlâkî tavır; "Tanrının istenci ile uyum içinde olmak" olarak anlaşılmaktadır. Bu yaklaşım da Tanrıdan yola çıkmaktadır.3-Antropolojik Temellendirme:Antropolojik temellendirmede, doğal ve doğal olmayan olarak iki ayrı yaklaşım bulunmaktadır. Doğal olan yaklaşıma göre insanın zaten doğal olarak uğrunda çaba harcamaya değer bir iyiye ulaşmaya gayret ettiği kabul edilir.Antropolojik temellendirmenin içinde yer alan doğal olmayan yaklaşıma göre insanlara ne doğadan ne de Tanrıdan gelmiş bir yasa tipi üzerinde durulur. Buna moral yasa denir. Buna göre doğa yasaları heteronomdur. Ancak iyiyi ve kötüyü insanın kendi kendisine koyacağı bir moral yasa belirler. Bu bağımsız bir "etik" anlayışıdır. Doğa yasalarının aksine moral yasa otonom bir yasadır. Bu yasa akıl varlığı insana ait bir yasadır.Yukarıda belirtildiği gibi doğal temellendirmede etik çaba "en yüksek iyi"ye yönelir. Doğal olmayan temellendirmede etik çaba bir ödevi yerine getirmeye yönelir. En yüksek iyi'den kalkılıp insânî eylemin son hedefinin mutluluk olduğu söylenirse karşımıza eudaimonizm çıkar. Grek ahlâkını yansıtan eudaimonia "iyi bir tanrının salık verdiği"; yönlendirdiği şeydir. Ayrıca bu içkin bir uyum ile yetkinliğe ulaşma 28

Page 29: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

çabası olarak görülebilir. Mutluluk duygusal ya da ruhsal haz olarak konuldu mu karşımıza çıkan şey hedonizm'dir (hedone=haz). Hedonizme göre haz insânî olan her şeyin motifi ve amacıdır. İşte bu yüzden ahlâksal eylemin de motifi ve amacıdır. Bu noktada Bentham: "Doğa insanlığı acı ve haz adlı iki despot efendinin boyunduruğu altına sokmuştur. Bu efendiler yaptığımız,söylediğimiz düşündüğümüz her şeye egemendirler. Onların boyunduruğundan kurtulmak için yapılan her deneme sadece bu boyunduruğu bize göstermeye ve onu doğrulamaya hizmet eder. Bu despotların karşısında yapılacak tek şey ne yapmamız gerektiğini saptamaktır." demektedir. Buradan hareket eden Bentham "mümkün tüm koşullar altında mümkün olduğu kadar çok mutlu olma"nın, ister bireysel, ister toplumsal açıdan olsun, ister devlet adamı isterse yasa koyucu açısından olsun insan eylemlerinin amacı olması gerektiği sonucuna varır. Böylece o bireysel ve toplumsal bir hedonizm temellendirmekle kalmaz; Anglosakson kültür çevresinde egemen olmuş olan utilitarizmi de kurmuş olur. Bu yararcı çıkış noktasının dayandığı ilke tüm mümkün eylemler arasında doğru olan eylemlerin bizzat ya da bir olasılık olarak en yüksek ölçüde mutluluğa(dışsal ya da içsel) götüren eylemler olduğna dayanır. Bentham bu mutluluk ya da haz durumunun niceliksel olarak hesaplanabileceğine ve buna uygun olarak fantastik bir mutluluk çizelgesin çıkarılabileceğine inanıyordu. J.S. Mill değer yargılarının niteliksel özelliğine dikkat çekmişti.Bu noktada utilitarist etik bir başarı etik'i olurken Kant'ın etiği bir düşünce etik'i olur. Bentham için milyonlarını bir hastahaneye bağışlayan bir insanın eylemi doğurduğu toplumsal sonuç bakımından "iyi"dir. Kant için ise bu eylem ancak vergi indiriminden yararlanmak için değil de bir ödev sevgisi içinde yapılmışsa iyi olarak adlandırılabilir. Kant böylece bütün haz, mutluluk ve yarar motiflerini heteronom şeyler olarak etik dışına atmış olur. Bu konuyu ileride açmaya çalışacağız.D-ETİK'İN TEMEL PROBLEMLERİAntikçağdan beri ortaya atılmış etik kuramlarının tümüne birden bakıldığında etik'in üç temel problem çevresinde dolandığı görülür.1-En Yüksek İyi problemi 2-Doğru Eylem problemi 3İstenç Özgürlüğü problemi. Şimdi bunları inceleyelim.1-En Yüksek İyi:İnsan yaşamının anlam ve değeri, herhangi bir yüksek amaca ulaşma çabasında ortaya çıkar. Ahlâkî açıdan bakıldığında bu yüksek amaç "en yüksek iyi"dir. En yüksek iyi hedefi ve herkesi bağlayan bir en yüksek iyi, etik alanında bütün tarih boyunca aranmıştır. Bu en yüksek iyi kimi kere kendini tanrıya adama, kimi kere doğa ile uyum içinde olma, kimilerine göre kendi kendine yeterli olma, kimilerine göre acıdan kaçıp hazza koşma olarak anlaşılmıştır. Bu anlayışlar yüzeyde birbirleriyle bağdaşmaz gibi görünseler de buluştukları ortak nokta, en yüksek iyi 'ye inanılmasıdır. Bu anlayışın temelinde 29

Page 30: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

de insanın en yüksek ve en değerli şeye doğru çaba göstermesi gerektiği dürtüsü vardır.2- Doğru Eylem: Etik'in temel problemlerinden doğru eylem konusunda çok çeşitli yorumlar vardır. Bu yorumlardan bazıları ahlâksal buyruk ve taleplerin niteliği sorununu, bazıları, ahlâksal bakımdan doğru eylemin niteliği(mahiyeti) sorununu, bazıları da ahlâksal değer yargılarının niteliği sorununu öne çıkarmaktadır. Ağırlık hangi sorunda olursa olsun bu üç sonun birbirleriyle sıkı sıkıya bağlıdır. Şimdi bunları ele alalıma-Ahlâksal buyruk ve taleplerin niteliği sorunu:Bu konuda değişik yaklaşımlar bulunmaktadır. Şimdi bunları inceleyelim.1-Ahlâksal buyruk ve taleplerin yaşanmasında ahlâksal değerlerin sezgisel bilgisi rol oynamaktadır. Bu değerler yaşadığımız dünyanın bir parçasıdır. İnsanlar bu değerlerin bilgisine sahip olsalar da olmasalar da bu değerler belirleyiciliklerini devam edeceklerdir.2- Dünyanın böyle değerlerle bezenmiş olduğuna asla inanılmamalıdır. Ahlâksal değerler tamamen insanın kendisinin ürünüdür; kendisinden çıkmaktadır. vs.b-Ahlâksal bakımdan doğru eylemin niteliği sorunu.Bu konuda da çok değişik yaklaşımlar bulunmaktır. Kimileri ahlâksal eylemlerin doğruluğunun özel sebeplere bağlı olduğunu, kimileri insanın psikolojik yönden rahatlatan eylemler olmasına bağlı olduğunu, kimileri de eylemin belli ahlâksal ilkeye bağlılığıyla ilgili olduğunu söyler. Bunları ileride incelemeye çalışacağız.c-Ahlâksal değer yargılarının niteliği sorunu.Bunlara karşı temel problem ahlâksal değer yargılarının niteliğini araştırmak olarak ele alınabilir. Bazı kuramlar böyle yargılar içinde ahlâksal değer niteliklerinin bilgisinin dile getirildiğini savunurlar. Bu nitelikler kendi başına şeyler olarak görülür. Bazıları ise ahlâksal değer yargılarına sadece bir amaç gözeterek yapılan eylemlerin yararlılığını dile getiren ifadeler olarak bakarlar. Daha başkaları ise değer yargılarının bireyin psişik yapısından kaynaklanan şeyler olduklarını söylerler. Ahlâksal değerler bağlamında vicdan problemi de etik problematiğin çok tartışılan bir konusunu oluşturur. Yukarıdaki temel yorumlara uygun olarak vicdan ya apriori değer bilinci ya bize ödevler koyan aklımızın son başvuracağı yer , ya eğitimin ya da toplumsal gelişmenin bir ürünü olarak görünür. Teolojik etikte ise vicdan Tanrının içimizdeki sesidir.3-İstenç Özgürlüğü:Etik kuramların açıklamaya veya doğrulamaya çalıştıkları ahlâksal yaşama ait tüm fenomenleri,örneğin ahlâksal ilişki fenomenlerini, doğruluğu veya yanlışlığı,vicdanı, değer verme veya değer verilmeme duygusunu,tüm önyargıları, eğilimleri,tüm pişmanlık ve suçluluk duygularını bir an için anlamdan yoksun şeyler 30

Page 31: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

olarak görmek mümkündür. Tüm bu fenomenlerin temelinde bir inancın yattığını, bu nedenle ahlâksal eylemlerin aslında eylemde bulunan kişinin özgür kararına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Buna inanılırsa eylemde bulunan kişinin isterse başka biçimde eyleyeceği sonucuna varılabilir. İşte istenç özgürlüğü adı altında ifade edilen şey bu inançtır.E- AHLÂK'IN KAYNAĞI KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLER VE DEĞERLENDİRİLMESİAhlâk meselesi felsefî konuların en karmaşık olanıdır. Ahlâkî olan nedir? Ahlâkın meseleleri nelerdir? Şimdi öncelikle tabiî fiil(eylem) ile ahlâkî fiîl arasındaki farkı ortaya koymaya çalışacak; sonra da ahlâkın kaynağı ile ilgili görüşleri irdelemeyi deneyeceğiz. 1-Tabiî Fiil Ahlâkî FiilAhlâkî davranış ile tabiî davranışı birbirinden ayıran faktör ahlâkî davranışın övülen ve beğenilen bir davranış olmasıdır. Örneğin yemek, yemek tabiî bir davranış olarak değerlendirilirken, yemeği yoksullarla paylaşmak ahlâkî bir davranış olmaktadır.Ahlâkî davranışın tabii davranıştan farkı insanın iç dünyasında bir değere sahip olmasıdır. Bu değer, maddî bir değer değildir. Örneğin başkaları için kendini feda eden bir insanın davranışı, genelde bütün toplumlarca değerli bulunmaktadır. Burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır o da bu değerlerin nasıl ifade edileceğidir. Bu konuda gerek Doğuda gerekse Batıda çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Şimdi bunları inceleyelim. 2-Ahlâkın Kaynağıyla İlgili Görüşlera-Şefkat Görüşü:Bu yaklaşıma göre ahlâk kişinin kendisi dışındaki insanlara fayda ve lezzet sağlamasıdır. Bu çerçevede ahlâklı insan kendisinin dışına çıkmış; kendisini aşmış insandır. Genelde kimi dinsel anlayışların bu tarz bir ahlâk anlayışını öne çıkardıklarını görmekteyiz.* Kısacası bu görüşe göre ahlâk iyilik yapmak, sevgi beslemek, başkalarını sevmek anlamındadır.Bu görüşün eleştirisia-Her sevgi ahlâkî bir temele yaslanmaz: İnsanın çaba göstermeden elde ettiği duyguları ahlâk kapsamında ele almak yanıltıcı olur. Anne babanın çocuğuna duyduğu sevgi ,akrabalık vatandaşlık milliyet sevgisi çaba göstererek elde edilmiş sevgiler değildir. Bir annenin çocuğunu sevmesi övülecek bir tutumdur ancak ahlâkî bir yön taşımaz. Bu sevgi yaradılıştan gelen bir sevgidir. Eğer bu sevgi olmasaydı anne çocuğuna bakmaz; hizmet etmezdi. Bu sevgi komşunun çocuğuna duyulan sevgiden farklı bir sevgidir. b-Ahlâk Başkasını Sevmekle Sınırlı Değildir:Ahlâkı sadece başkalarını sevmekle sınırlamak yanlıştır. Cömertlik, adil olmak, zulme karşı çıkmak gibi tutumlar da ahlâkî tutumlardır.

31

Page 32: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

c- "İnsan severlik" ifadesi ne ölçüde doğru?:İnsan severlik ifadesi açıklamaya çokça ihtiyaç duyan bir ifadedir. İnsanı sevmek diğer varlıkları sevmeyi kapsamakta mıdır? BU kavramı kullananlar diğer varlıkları sevmemeyi mi kastetmektedirler? Elbette ki hayır. Ancak insan severlik ifadesinin tek başına yeterli olmadığına inanmaktayız. Burada ayrıca insan kavramını da irdelememiz gerekmektedir. İnsan derken insânî değerlere sahip olan varlıktan bahsediyoruz. İnsan severlik kavramı insânî değerlere sahip olmayanları sevip sevmemeyi net olarak ortaya koymadığından kullanışlı bir kavram olarak durmamaktadır. Bir çok vahşete imza atan insan kılıklı varlıklarla dolu bir dünyada yaşıyoruz oysa. Burada insanlık değerleri var mıdır?Varsa bunlar nelerdir? gibi sorular da ayrıca izah edilmeyi beklemektedir. Bunları ileride ele almaya çalışacağız.b-İrâde GörüşüAhlâk konusunda önemli görüşlerden birisi de ahlâkın iradeye bağlı davranış olduğu görüşüdür. bu görüşe göre insanı hayvandan ayıran ana unsur iradedir. hayvanlarda sadece arzu vardır. İnsanda hem arzu hem irade vardır. insan yemeye içmeye ve karşı cinse arzuludur. Ancak çoğu zaman insan arzularını gemlemekte; arzularını gerçekleştirmemektedir. Örneğin midesinde rahatsızlık olan bir insan bazı yiyecekleri çok sevmesine rağmen kendisini rahatsız edeceğini düşünerek (irade) yememektedir.İradeci görüşe göre iradeli hareket etmek aklın dediği şekilde hareket etmektir. İnsanın zaafı arzularının iradeye galip gelmesidir ohalde ahlâkî davranış iradeli davranış; akıllıca olan davranıştır. Burada sorulması gereken önemli bir soru iradeli davranışın ölçüsünün ne olduğu sorusudur. c- Vicdan Görüşü Bu görüş, ne sevgiyi, ne de akıl ve iradeyi ahlâk için belirleyici kabul eder. Onlara göre ahlâkî davranış, vicdani ilhanlardan ibaret olan davranışlardır. Vicdan, insan içinde akıl ve sevginin dışında, şöyle yap ya da böyle yapma diyen bir güçtür. Akıl etki altında kalabilir. Ama vicdan etki altında kalmaz. Doğal davranış, vicdanla alakalı değildir. Vicdancı görüş; vicdanın ilahi bir bağış olduğunu savunur. Burada, vicdan konusunda bir çok değişik görüşleri uzun uzun zikretmeyi gerekli görmüyoruz. Ancak anlaşılsın diye şu tanımlamaları da zikretmekte yarar görüyoruz. “ Tanrı tarafından doğruluk ve eğriliği ayırt etsin diye insanın içine ekilmiş bir akıl yargısı (Thomas), Tanrısal istencin organı (Rothe), Moral aklın kategorisi (Kant), Biçim eğleyici ve değer koyucu doğamızın sesi (Th. Lipps), Bir görevi yerine getirmekten doğan acı duygusu (J. S. Mill)” olarak tanımlanmıştır. Tüm bunların üstüne Nietsche vicdanı, büyük babamızın ensesinde topladığı saç örgüsü yani onun kafasının içindeki göreneksel şeyler olarak tanımlayıp, onunla alay eder ve hemen ardından vahşi hayvanlardaki suçsuzluk duygusuna övgüler düzer. 32

Page 33: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Son olarak psikoanalizciler potansiyel bir hastalık gözüyle bakarlar ve onun içimize sinmiş bir baba sesi; toplumun içimize yerleştirdiği bir espiyon olduğunu söylerler.” (Etik, Heinemann Frantz'dan, çev. Doğan Özlem, Günümüz Felsefe Disiplinleri, s.346-347, İst. 90)Kim ne derse desin vicdan “ Bizim sonnut bir durum karşısında içimizde bize nasıl olmamız gerektiğini durmadan telkin eden bir üst ben ile, nasıl olduğumuzu bize bildiren ben arasında oluşan bir ikili dil vardır...” (a.g.e,s.347) Vicdan Yaşamımızın çalkantıları içinde bize yolumuzu bulma olanağı veren bir ahlâksal pusula gibidir... Biz melek olma ile vahşi hayvan olma arasındaki bir ara basamakta yaşarız ve her zaman hayvani yönümüzün ektilerine açığızdır. Vicdan işte bizi burada uyarır, üstteki motifleri alttakilere, görevimizi içgüdülerimize feda etmemizi, örneğin para karşılığı yalancı tanıklık yapmamızı öğütler. (a.g.e,s.348) Tüm bunlardan çıkarılacak ortak sonuç; insanda emredici ve alıkyucu bir içsel yargı mercii olduğudur. Kant’ın Yaklaşımı : Kant’ın felsefesinde ahlâkî fiil; vicdanın yap dediği insanın da niçin ve nasıl diye sormadan, sırf vicdanın emirlerine uymak için yaptığı davranışlardır. Kant’ın görüşü mezar taşına da yazılan meşhur sözünde ortaya konulmuştur. “İnsanı hayrete düşüren ve insanın hayretini arttıran iki şey vardır: birisi başımızın üstünde yer alan yıldızlarla dolu gökyüzü, diğeri de iç dünyamızda yer alan vicdandır.” Bu yaklaşıma göre insanın cömertliği, bağışlanması, sözünde durması gibi hususlar vicdanın buyruğu ile olmaktadır. Teorik ve Pratik Akıl Kant’ın bütün felsefesi, teorik ve pratik aklı birbirinden ayırmak üzerinedir. Teorik akıl; varolan şeylerin kavranması pratik aklı da yapılması gereken şeylerin kavranmasıdır. Kant’a göre insan zihninde duyulardan önce kimi kategoriler bulunmaktadır. İşte doğruyu söyle, yalan söyleme emri doğuştan gelen, insanın duyu ve tecrübelerine bağlı olamayan emirlerdir. Bunların gerekçesi yoktur. Yani vicdan pragmatik gerekçelere dayanmamaktadır. Vicdani davranışları aklen izah etmek mümkün değildir. Örneğin bir insana ileride bana fayda temin edeceğini düşünerek; bu yolda akıl yürüterek yardım ediyorsak burada ahlâkî bir tavırdan söz edilemez. Vicdan “ senin menfaatine aykırı da olsa doğruyu söyle, senin menfaatine uygun da olsa yalan söyleme” der. Bu konuyu ileride açmaya çalışacağız. Vicdan azabı “Vicdan azabı” yapılan bir yanlış’ın akabinde ortaya çıkan işsel bir pişmanlıktır. İnsan duygusal olarak yaşadığı olayların etkisinde kalmaktadır. Bu etki anında yaptığı eylemleri bu etkiden kurtulduğunda ölçüp 33

Page 34: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

tartmakta ve yaptığının yanlışlığını anlamışsa pişmanlık duymaktadır. Kimi katillerin Cinayeti işlerken içki içerek yada uyuşturucu kullanarak işlediği belirtilmektedir ki bu da kendinden ve vicdanından uzaklaşma çabası olarak değerlendirilmelidir. Bizim burada asıl sormak istediğimiz şey şudur: Acaba bu pişmanlık duygusu, bu kendini kınama nereden gelmektedir? Kant’a göre bu deneyle edilmeyen bir içsel durumdur. Mutlaktır herkes için aynı derecede doğrudur. Vicdan azabında bir mecburiyet, bir zorlama söz konusu değildir. İnsan bedenen belli şeylere zorlansa da vicdanen daima özgürdür. Vicdanı ve yüreği esir etmek mümkün değildir. Deliren kimi insanların aşırı vicdan azabı sebebiyle delirdikleri belirtilmektedir ki bu da konuyu anlamaya yardım edecek önemli bir veridir. Vicdanın kısımları Vicdan ilim, ahlâk, güzellik ve tapınma vicdanı diye kısımlara ayıranlar bulunmaktadır. İlim vicdanı : her insanda hakikati arama tutkusu vardır. Ama kimileri zamanla çeşitli sebeplerle bundan uzaklaşmaktadırlar. Ahlâkî vicdan : İnsanın iyiyi yapmaya eğilim göstermesidir. Güzellik vicdanı : Güzeli arama ve tanıma vicdanıdır. Tapınma vicdanı : İnsanın yaradılışında belki bir güce tapınma eğiliminin olduğunu söyleyenlerin esas aldığı anlayış. Kimileri ilmi, kimileri ahlâkî, kimileri güzellik ve kimileri de tapınma vicdanını vicdana temel saymışlardır. Kant ahlâkî vicdanı esas almıştır. Bizde burada bu vicdandan söz etmeye çalışmaktayız. Ahlâkî vicdanın boyutları nelerdir? Şimdi bunu incelemeye çalışalım. Olgunluk Ve Mutluluk Kant’a göre olgunluk (Kemal) ile mutluluk (Saadet) ayrı ayrı konulardır. Ahlâkî vicdan fiziki bir lezzetin ötesinde şeylere işaret eder. Bu anlamda yapılan eylemin sonuçları değil vicdanın emri önemlidir. Yani insan için ucunda zarar olan bir davranış bile olsa vicdanın buyruklarına uyması, mutluluğunu feda etmesi anlamına gelecektir. (Kant’a göre) gerek psisik (ruhsal) gerek bedensel olarak insana eziyet ve sıkıntı veren şeyde mutluluk olmaz. O halde mutluluk kendisinde eziyet ve sıkıntı olmayan şeylerdir. O halde mutluluk, olgunluktan farklıdır! Belki, doğru davranmak bize eziyet verecek ve menfaatimizi zedeleyecektir ancak Kemal (olgunluk) de buradadır. Kimilere doğru davranarak mutlu olamayız belki ama bu bizim kemalimizi yani yücelik ve olgunluğumuzu gösterecektir. Bununla Kant ahlâkın mutlulukla değil, olgunlukla ilgisi olduğunu söylemektedir. Acaba Mutluluk Olgunluktan Ayrı mıdır? Özellikle İslam filozofları (İ. Sina) kemalin de bir tür mutluluk olduğunu mutlulukla olgunluğun birbirinden asla ayrılmayacağını vurgulamışlardı. 34

Page 35: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

İnsanın ucunda eziyet de olsa doğru davranması bir olgunluktur ancak bu olgunluk elbette içsel anlamda mutlu kılacaktır kişiyi. Yani olgunluk mutluluğu beraberinde taşımaktadır. İyilik yapan bir insan fiziksel açıdan zarar bile görse içsel açıdan mânevî bir lezzet duyabilecektir. Aslında Kant’da bu iki şeyi çok kesin çizgilerle ayırmamaktadır. Zannederiz onun söylediği mutluluk hissi bir mutluluktur. Doğru Ve Yanlış Eylemde Vicdan’ın Yeri“Bunu mu yapayım yoksa onu mu yapayım diyen kim? işte özgürlüğün delili” Mevlâna İnsanın özgürlüğüne en önemli delil Kant’a göre insanın vicdanıdır. İnsan ne kadar yanlış yaparsa yapsın daima doğruyu över ve doğru bilinmeye özen gösterir. Ne kadar zulüm yapsa da kendisine adaletli davranılmasını ister. İşte bu insanın için de evrensel bir yasa olduğunu gösterir. “ Kendine davranılmasını istediğin gibi başkasına davran” şeklinde özetlenebilir bu yaklaşım. Bu Görüşün Eleştirisi : a-Felsefenin hafife alınması : Bu görüşte nazari akıl hafife alınmıştır.Doğru davranışın nazari akıl yoluyla değil vicdan yoluyla ispatlanabileceğini söylemek çok üstünkörü bir değerlendirmedir. Kuşkusuz ahlâkî tutum nazari akılla ispat edilebilir b-Mutluluk ve olgunluk Farklı mıdır? Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi bu ikisini birbirinden ayırmak pek de mümkün değildir. İnsan bazen vicdana itaat ettiği zaman acı duyacağı ve buna katlanması halinde bunun mutluluk değil olgunluk (kemal) sayılacağı iddiası tutarlı görünmemektedir. Çünkü bu görüşe göre insan vicdanına uygun davranmadığı zaman da acı duyacak (vicdan azabı)tır. Hem uyduğu hem uymadığı zaman acı duygulanacaksa vicdanen huzur duymak ve ruhsal rahatlık hissetmek nasıl izah edilecektir. Lezzetler İ. Sina’nın da belirttiği gibi hissi ve gayrı hissi lezzetlet olarak iki kısımda değerlendirilir. Lezzeti sadece fiziksel lezzet olarak algılamak yanlıştır. Herkes tarafından takdir edilip sevilmek kahraman bilinmek gibi istekler karşılık bulduğunda insan fiziksel olarak ne kadar acı çekerse çeksin, içsel anlamda belli bir mutluluk ve huzur getirmektedir. Her olgunluk (Kemal) bie lezzeti taşımaktadır. c- Vicdan Hükümlerinin hepsi mutlak değildir? İnsanda değişmeyen kimi mutlak değerler vardır. Örneğin, adalet gibi. “ Adalet iyi zulüm kötüdür” yargısı mutlak bir yargıdır. Ama “ doğru söylemek iyidir” yargısı için aynı şeyi söyleyemeyiz. Örneğin; zalim biri tarafından öldürülmek üzere aranan bir mahkumun yerini bize sorsalar yalan söylememek adına onun yerini söylememiz gerekmez. Bu yüzden vicdanımızın “daima doğruyu söylemelisin” şeklindeki yargısını mutlak olarak kabullenemeyiz. Çünkü burada maslahat girmiştir. 35

Page 36: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Yalnız maslahat gereği yalan ile menfaat elde etmek için söylenen yalan farklı değerlendirilmelidir. Maslahat için söylenen yalan bir doğruyu gerçekleştirmek içindir. Hakikate uygun davranmak adına söylenmektedir. Oysa kişisel çıkar elde etmek için söylenen yalan ahlâk dışı ve hakikat dışıdır. d- Güzellik Görüşü İlkçağlarda güzel ve çirkin, iyi ve kötü kavramları aynı kategoride değerlendiriliyordu. Bir şeye iyi denildiği zaman güzel denilmiş oluyordu. Bu görüşe göre ahlâk da güzellik kategorisindedir. Güzellik hissinin insana yerleştirilmesi ile insanın ahlâklı olacağı yaklaşımını ortaya koyan bu görüş; güzel şeyleri kavrayanın kötü şeyleri yapmayacağı anlayışına yaslanır. Yani bu görüşe göre kişinin yalan söylemesi, doğrunun güzelliğini anlamamasındandır. İhanet etmesinin sebebi emaneti korumanın güzelliğini anlamamasındandır. Burada şu sorular çıkıyor karşımıza. Güzellik nedir? Güzellik tarif edilebilir mi? Güzelliğin özellikleri nelerdir? Aslında güzelliğin tarifi pek de mümkün görünmemektedir. Kimileri (Platon) “ bütün olan parçaların birbirine uygunluğu” şeklinde tarif etmiştir, ancak bu uygunluğun ne olduğu sorusu yine cevapsız kalacaktır. O halde bizim her şeyi tanımlama diye bir zorunluluğumuz bulunmamaktadır. Tabiatta da tarif edemeyeceğimiz bir çok şey vardır. İnsan yer çekimini, suyun kaldırma kuvvetini de tarif edemez, ancak bunlar vardır. Güzellik de vardır fakat onu tanımlamak mümkün görünmemektedir. Güzellik İzafi Midir (Görece/Relative) Güzellik kişiden kişiye değişir mi? Yani bir şey bizatihi mi güzeldir, yoksa benim ona bakışım mı onu güzel kılmaktadır? Halk arasında “ Gönül sevdiği güzel” diye bir söz vardır. Acaba böyle midir? Bu noktada güzelliğin aşkı doğurduğunu söyleyenler olduğu gibi, aşkın güzelliği doğurduğunu söyleyenler de vardır ki ikinci yaklaşım güzelliği tümüyle ortadan kaldırdığı için oldukça aşırı bir görüştür. Güzellik Aşk Ve Hareket Güzelliğin çekiciliği vardır. Güzelliğin olduğu yerde aşk, aşın olduğu yerde de hareket vardır. Güzellik Cinsel İlgiye Mahsus Mudur? Güzellik cinselliğe mahsus değildir. Tabiat güzelliği, tatma ve koklama güzelliği gibi güzellikler de vardır. e-Tapınma Görüşü : İnsanın ahlâkî davranışlarının temelinde tapınma (kulluk) olduğunu savunan yaklaşımdır. Bu kulluk bilinçli yada bilinçsiz yapılmaktadır. Allah’ı tanısa da tanımasa da yaptığı ahlâkî davranışları kulluk olarak değerlendirilmektedir. Burada acaba kulluk bilinmeden yapılabilir mi? Sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu 36

Page 37: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

görüşe göre, insanda iki tür şuur (bilinç) vardır. Görünen bilinç ve görünmeyen bilinç, insanın içinde çoğu zaman farkında olmadığı bilgiler gizlidir. Bu anlamda insan, zaman içerisinde kendi iç dünyasını tanımaktadır. Bazı davranışların yanlışlığını çoğu zaman benliğindeki o gizli bilinci ile idrak eder. İşte tapınma nazariyesine göre bir insan, yaratılış itibariyle kulluk etmeye eğilimlidir. Ahlâkî davranışları da insan, ister bilsin ister bilmesin kulluk kapsamındadır. Örneğin; Adaleti istemek bir içsel yönelimdir ve her insanda ortak arzudur. Adaletli davranmak da bir tür kulluk etmektir. Bu görüşe göre ahlâkî davranışlar Allah’ın istediği davranışlardır. Ve Allah’ı hesaba katmadığımızda hiçbir ahlâkî davranışı izah etmemiz mümkün olmayacaktır. Bu meseleyi ileriki bölümlerde daha ayrıntılı bir biçimde irdelemeye çalışacağızIIAHLÂK FELSEFESİNDE BAZI TEMEL UNSURLAR

1-Vazife ve menfaat “Tuzağa saçtığın yem, cömertlik değildir.”Mevlâna Vazife ve menfaat insanın kökeni hakkındaki iki ayrı yaklaşıma tekabül eden iki ayrı kavramdır. Vazife ahlâkın menfaat ise siyasetin ana kavramıdır. Ahlâkî davranış her zaman fonksiyonel ve rasyonel olarak değerlendirilemez. Sonuçsuz hareketlere anlam katan ahlâktır. Boğulmak üzere olan bir insanı kurtarmak için suya atlayan ancak kurtarmayı başaramayan insanın davranışını anlamlı kılan ahlâktır. Adalet için savaşıp da mağlup olan insanların çabalarının övülmesi ve değer verilmesi ahlâkın fonksiyonel olmadığının bir delilidir. Adalet uğruna; başkalarının mutluluğu için kendi hayatını hiçe sayan kahramanların davranışlarını akılla ve bilimle izah etmek elbette mümkün değildir. Bu çabalarda menfaat söz konusu değildir. Bu davranışların büyüklüğü faydalı olmasında ve akıllıca olmasında değildir. O halde bu davranışlara anlam ve değer veren nedir? Bunun ileride irdeleyeceğiz. İnsan ahlâkî noktada hiçbir zaman tarafsız değildir. O daima doğruluk ve hakikatten yanadır. En gaddar insan bile olsa zulüm ve işkenceyi kötülemektedir. Sahte bile olsa ahlâkî tavrın tarafındadır insanlar. Bir çok despot kendini haklı kılacak dayanaklar aramıştır. Ahlâkî tavır bir vazifedir. Hakikat uğruna ortaya konan bir vazifedir. Bunun menfaatle hiçbir alakası bulunmamaktadır. Zaten belli bir dünyevi karşılık bekleyerek ortaya koyduğum hareketin ahlâkî olması mümkün değildir. 2-İstek(Niyet) Ve Eylem (Fiil) “Cehennemde ne masum mağdurlar, ne de masum mahkumlar vardır” (J.P.Sartre)

37

Page 38: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Burada niyet ile eylem (davranış/ fiil) sorunu ortaya çıkmaktadır. Doğada yani dış dünyamızda bir çok şey objektif olarak varolmaktadır. Dünya dönüyor, yağmur yağıyor. Bizim isteğimiz dışında gelişiyor bir çok şey. Bir çok şeyi istemesek bile değiştirmeye güç yetiremeyiz. Ancak bir de iç dünyamız bulunmaktadır ki burada hiçbir şey objektif olarak mevcut değildir. Burada özgürlük vardır. Zenginde olsak fakirde olsak, sakat yada sağlam, hasta yada sağlıklı olsak iç dünyamızda tam bir fırsat eşitliği bulunmaktadır. Herkes iyilik yapamaz ancak herkes iyilik isteyebilir. İstek ve eylem arasındaki bu karşıtlık aslında insan ile dünya arasındaki karşıtlığın bir tezahürü olsa gerektir. İçimizdeki istek hiçbir zaman gerçekleşmese bile, iç dünyamızda gerçekleşmiştir.Ancak istemediğimiz bir eylem dışımızda gerçekleşse bile içimizle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Eylemleri niyetlere göre değerlendirmekle; elde edilen sonuçlara göre değerlendirmek farklıdır. İlki her dinin insan eylemlerini değerlendirmede ana ölçüttür. Diğeri ise siyasetin ana ölçütüdür. Birinde dünyanın inkarı, öbüründe insanın inkarı söz konusudur. İnsan yapıp ettikleri değil arzuladığı, istediği şeydir. Geulinex’in belirttiği gibi insanın hakiki yapısı idrak ve iradeden ibarettir. Bilincimizin dışında faaliyetimiz yoktur. Ahlâka uygunluk doğru hareketle değil doğru niyettedir. Hume ise şöyle demektedir; “Bir hareketin yalnız başına ahlâkî değeri yoktur. Bir kişinin ahlâkî tavırlarını anlamak için onun içsel durumuna bakmanız gerekir. Fakat bunu doğrudan doğruya yapmadığımızdan, dikkatimizi yaptıklarına yöneltiriz. Bunlar da yalnız dahili istekle ve dolayısıyla ahlâkî değerlendirmeyle ilgili işaretlerdir ve böyle kalırlar.” (David Hume, Teatise on Human Nature) İstek (niyet) hürdür, eylem ise çoğu kere sınır, kanun ve şartlara bağlıdır. İstek tamamen bize ait bir şey; uygulamada ise Yabancı ve rasgele bir şey vardır. Ahlâk istektir hareket (eylem) değil. Böyle olmasaydı bir hadım’ın iffetli, mide hastasının da tokgözlü olduğunu kabul etmek gerekecektir. Ahlâkî eylem yapamamak değil, yapmamaktır. O halde zorla yapılan eylemlerin ahlâkîliği meselesine biraz daha eğilmemiz gerekmektedir. 3-Zorla Alıştırma Ve Terbiye Eski kitaplarda en fazla hayret uyandıran şey, insanların ahlâken yeniden doğuşlarıyla ilgili hikayelerdir. Açıklanması mümkün olmayan bir içsel devinim ile büyük “günahkar” ve zalimler beklenmedik bir anda yumuşak huylu münzeviler ve adalet örnekleri olmuşlardır. Bunlar her zaman ani hadiseler olmuşlardır. Herhangi bir yeniden terbiye, bir süreç, bir etkilenme meselesi yok burada. Ruhun derinliklerinde bir hadise; gücüyle insanı özünde değiştiren, 38

Page 39: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

tamamen dahili bir enerji; bununla beraber varolan bir tecrübe söz konusudur.” İnsanın özü herhangi bir dış etki, şartların değişmesi, zorla alıştırma, kanun, kaba kuvvet gibi unsurlarla “ıslah” edilemez. Belki bunlarla sadece davranışları değişebilir. Örneğin askerler de çok yoğun talimlerle askerlerin zorluklara dayanması, becerilerinin arttırılması, çeviklik v.s. geliştirilebilir ancak şeref, haysiyet, heyecan duyma ve kahramanlık duyguları geliştirilemez. Çünkü bunlar insanın içsel yapısıyla alakalı özelliklerdir. “ Zorla alıştırma insana karşı çaresizdir; çünkü insanın ruhu vardır.” Çok defa görülmüştür ki bir inancı veya davranışı kanunlar, terör, baskı ve zulüm sayesinde empoze etmek (benimsetmek) mümkün değildir.” Pedagoglar çocuklardan ısrarla belli şeyleri isteminin onları tam ters istikamette davranışlara iteceğini vurgulamışlardır. Bunun böyle olması, insanın özgürlük hissiyle donatılmış olduğuna bir delildir. Bu sebeple her gerçek terbiye özü itibariyle kendinden bir terbiyedir. Ve zorla terbiyenin inkarıdır. Hakiki terbiyenin gayesi; insanı doğrudan doğruya değiştirmek değil, ruhi güzellikleri açığa çıkarmaktır. Bu noktada alıştırma ile ayrılmaktadır. En derin duygularımızı harekete geçirmeyen sathi her eğitim terbiye değil, alıştırmadır. Zira terbiye de kişisel bir iştirak, kişisel bir gayret vardır. Terbiye insanın ruhu üzerine sevgi, örnek, bağışlamak ve hatta cezalar sayesinde icra edilen içsel bir faaliyeti harekete geçiren ince bir tesirdir. Zorla alıştırma ise, özü itibariyle hayvani olduğundan insanın belirli bir biçimde davranmaya sözde “doğru davranmaya” sevk veya mecbur edilmesine dönük bir önlem ve hareket tarzları sistemidir. Terbiye insan için, zorla alıştırma ise hayvan içindir. Bireyciler insanı yürüdüğü yoldan geri dönmesine, dahili dirilişine, pozitivistler ise yeniden terbiyesine, davranışının değişmesine inanırlar. Zorla alıştırma ile ancak korkudan veya alışkanlıktan dolayı – saygıdan değil- kanunlara riayet eden vatandaşlar yetiştirilebilir. Onların iç hayatı ölmüş, his kaynakları tamamen kurumuş olabilir. Fakat buna rağmen kanunları ihlal etmezler. Çünkü öyle alıştırılmışlardır. Sözüm ona doğru dürüst, ahlâken ise bomboş vatandaşlar ile özünde iyi ve asil, fakat suç işlemiş olanlar hakkındaki hikayeler edebiyatın bitmez tükenmez konularıdır. İnsanın içsel enginliği hemen hemen sonsuzdur. İnsan en iğrenç cinayetleri gerçekleştirdiği gibi, en ulvi fedakarlıkları da gerçekleştirebilir. İnsanın büyüklüğü iyiyi istemekte değil, seçim yapma imkanındandır. Bu seçim yapma imkanını sınırlayan her şey gerçekten insanı alçaltmış olur.isteğimizin dışında iyi mevcut değildir ve zorla oluşturulamaz. İyinin şartı özgürlüktür; kaba kuvvetle özgürlük bir arada olmaz. Zorla alıştırma “doğru davranma” empoze ettiğinde bile özü itibariyle gayri ahlâkî e gayrı insânîdir.39

Page 40: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

4- Ahlâk Ve Ratio(zihin) “Maddenin özü ağırlık, ruhun özü özgürlüktür”Hegel Özgürlük zihin dışı bir kategoridir aslında. Zihnin fonksiyonu ise her şeyde tabiat, mekanizmayı hesabı keşfetmekten ibarettir. Ahlâk aklın ürünü değildir, ilke olarak da tatbikat olarak da. Zihin yalnız şeyler arasındaki ilişkileri tetkik ve tespit edebilir. Bir şeyin ahlâkî açıdan iyi olmayışı bilimsel olarak izah edilemez. Güzel yada güzel olmayanı ispat etmenin mümkün olmadığı gibi. Fransız ihtilalinin üç parolası “eşitlik – özgürlük – kardeşlik” in bilimsel açıdan ispat edilmesi mümkün değildir. Bilim belki bu üç ilkeye karşı kolektif bir eşitsizlik, mutlak sosyal disiplin ve anonimliği savunacaktır. Özgürlüğümüz hakkında kuşku duymayız. Ama bunu tarif de edemeyiz. Hepimiz kabul ederiz ki kasıt taşımaksızın yapılan yanlışlıktan dolayı kişiyi sorumlu tutmamak gerekir. Ancak bunu bilimsel açıdan izaha kalkışmak pek de kolay gözükmemektedir. Aklın ahlâkla ilişkisi hakkında Hume “ akıl tümüyle şeyler arasındaki ilişkileri keşfetmekten başka bir şey yapmaya muktedir değildir. Değer yargısına yepyeni bir unsur eklendiğinde, eylemde mevcut olmayan bu unsur ancak hissiyatın üretim gücü ile açıklanabilir.” Hutcheson ise şöyle diyor: “Yemek zevkine nazaran sanat veya ilimden zevk uymanın yüksek kıymeti bize vasıtasız açık olduğu gibi, ahlâken iyi bir şeyi de bütün diğer gördüklerimizden vasıtasız olarak ayırabiliriz.”1 Ona göre ahlâkî meseleleri ayırt edebilmek için zeka ve eğitim şart değildir. İlim Ve İlim Adamı Veya Kant’ın İki Tenkidi Hem salt hem pratik akıl vardır.“İlim adamının dediği, düşündüğü, inandığı her şey mutlaka ilim olması şart değildir. İlim adamının dünya hakkındaki genel intibaının ancak bir kısmı ilimdir. Bu kısım aklımızın kritik eden, karşılaştıran ve düzenleyen fonksiyonun bir sonuçsidir. Bu işleri yaparken aklımı, tabiat üstü izahlar gerektiren her şeyi reddeder ve sadece doğal sebep ve sonuçler zincirine ve mümkünse deney ve incelemeye dayananını kabul eder. Çok titizce gerçekleştirilen bu ayıklamadan sonra ne kalırsa işte ilim odur. Fakat bu metot yüzünden ilim her zaman elinde sadece doğayı bulur. Başka her şey kaçar veya kaybolur. İlmin hudutları işte buradadır. İlim genellikle bu hudutlarda durur. İlim adamı ise, insan olduğundan yoluna devam eder. Oppenheimer’in atom bombasının yapılışı sırasında hint felsefesine ihtiyacı yoktu. Belki bombanın kullanılışı ortaya çıkardığı problemlerle ilgili olarak bu felsefeye ihtiyaç duyabilirdi. Fakat hayatının sonuna doğru atom ilmini bırakarak kendini tamamen hint felsefesine adamıştı. Einstein’ de ise Dostoyevski’nin eserleriyle ve özellikle Karamozov Kardeşlerle canlı bir şekilde ilgileniyordu. Bu 1 -Hutcheson,System of Moral Philosophy,c.I,Bölüm.VI.

40

Page 41: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

büyük yazarın eserinin kütle ile enerji arasındaki münasebet, ışık hızı ve bunun gibi konularla hiçbir ilgisi yoktu. Einstein İvan Karamazov’un ahlâk problemleriyle ilim adamı sıfatıyla değil, düşünür olarak veya sanatkar olarak (bir ölçüde herkes sanatkardır) ilgileniyordu. İlim aramak ve ilim sahibi olmak arasında fark vardır. Birisinin maksadı dünyayı kavramak, öbürününki ise dünyadan istifade etmektir. Bu itibarla ilim, bir ilim adamı için başka bütün insanlariçin başka bir şeydir. Burada düşünce ile hayat arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Kant’ın iki tenkidi bu noktada önemlidir. Bilindiği gibi ikinci tenkitte Kant, Allah, ölümsüzlük ve özgürlükle ilgili bulunan ve ilk tenkidinde yıkmış olduğu Dînî fikirleri yeniden ortaya koyuyor. “Salt Aklın Tenkidi” nde konuşan mantıkçı; ilim adamı Kant, “Pratik Allah Tenkidi”nde konuşan ise insan ve filozof Kant’tır. Birinci tenkit her aklın ve her mantığın kaçınılmaz çıkarımlarını, ikincisi ise hayatın hissiyatını, tecrübelerini ve ümitlerini göstermektedir. Birincisi hakikatin tahlil, objektivizasyon ve atomizasyonun sonuçsi; öbürü ise bir bütün olarak şahit olunan ve yaşanan dünyanın bütün problemlerine cevap olarak ruhun içinde oluşan şuur ve kesinliğin meyvesidir. 5- Ahlâk Ve DinDemek ki ahlâk, devamlı olarak, ancak dine istinat edebilir. Ne var ki, ahlâk ve din aynı şey değildir. İlke olarak ahlâk, din olmadan var olmaz. Tatbikat olarak, ferdi davranış olarak ise, ahlâk, doğrudan doğruya dindarlığa bağlı değildir. Onları birbirine bağlıyan şey ortak delildir: daha üstün başka dünya...... “Başka” olmasına göre bu dünya dînîdir; “daha üstün” olmasına göre ahlâkîdir. Bu münasebet din ile ahlâk arasında hem karşılıklı bağımlılık hem de bağımsızlık sebebidir. Otomatik, matematik, mantıki olmayan, pratik bir nevi dahili tutarlılık mevcuttur, burada. Bazı sapmalar mümkündür, fakat bu tutarlılık er geç tekrar meydana gelir: ateizm eninde sonunda ahlâkı inkar eder. Öbür tarafta ise her geçek ahlâkî diriliş, Dînî bir yenilenmeyle başlar. Ahlâk, isteklere ve davranış kaidelerine tahvil edilmiş dindir, veya başka bir ifadeyle, insanın istekli davranışı veya Allah’ın varlığı gerçeğine uygun bir şekilde diğer insanlara karşı tavrıdır. Çünkü vazifemi bütün güçlük ve tehlikelere rağmen yapmam icap ediyorsa (ki buna menfaat gözeten davranıştan farklı olarak ahlâk deriz) böyle bir istek, ancak, bu dünyayı ve bu tek dünya ve tek hayat görmemek haklı gösterilebilir. İşte bu husus ahlâk ve dinin müşterek hareket noktasını teşkil etmektedir.Ahlâk yasaktan doğmuştur ve bugüne kadar yasak olarak kalmıştır. Yasak ise dinîdir, hem mahiyeti hem de menşei itibarıyla. “Allah’ın on emri”nden sekizi yasaklardır. Ahlâk denilen şey daima insan tabiatının hayvani iç güdülerine karşı sınırlandırıcı ve men edici ilkedir. Burada Hıristiyan ahlâkı, tek değilse de, en ünlü ve en açık olarak gösterilebilir. 41

Page 42: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Eski dinlerin tarihi, bize bazen manasız görünen, çeşitli yasaklara ilişkin örneklerle doludur. Mamafih, ahlâk bakımından, manasız yasak yoktur. Tabii, bir yasağın akla uygun bir manası da olabilir, ama faydalı olmak hiçbir zaman esas gayesi değildir. Binaenaleyh, ahlâk stoacıların sık, sık tarif ettikleri gibi “tabiatla ahenk içinde hayat” değildir. Eğer “tabiat”ı hakiki manada alırsak, ahlâkın tabiata karşı bir hayat olduğunu söylemek daha uygun olur. Ahlâk da, insan gibi akıldışı, gayri tabii, tabiat üstüdür. Tabii insan ve tabii ahlâk mevcut değildir. Tabiatın sınırları içinde olan insan, insan değildir; olsa, olsa akılla mücehhez hayvandır. Tabiatın sınırları içindeki ahlâk da ahlâk değil; hodbinliğin, akli ve aydın hodbinliğin bir şeklidir.2 Darwinci “yaşam kavgası”nda ahlâk bakımından en iyi olanlar değil; en kuvvetli, çevreye en iyi intibak galip gelirler. Biyolojik ilerleme insani haysiyete ve (insan haysiyeti eğer ahlâkın kaynaklarından-sa) ahlâka götürmez. Darwinci insan biyolojik gelişmenin en yüksek derecesine ulaşabilir, insanüstü olabilir, fakat insan vasfından ve hatta insan haysiyetinden mahrum kalır. Çünkü bunu ona ancak Allah verebilmektedir. Sosyal ilerleme de, biyolojik ilerlemenin uzantısı olarak, ahlâkla aynı münasebet içindedir. İngiliz ahlâk bilimcisi Mandeville’e göre umumiyetle günah olarak vasıflandırılan vasıtalar toplumun ilerlemesini en kuvvetli bir şekilde teşvik eder. Zira “insanın gelişmesini en fazla teşvik eden hususlar ihtiyaçlarını arttıranlardır”. Veya daha açık olarak: “dünyanın ahlâkî ve fiziki belası denilen şey, bizi sosyal varlık kılan başlıca muharriktir.3 Evvela biyolojik ve sonra teknik alanda gerçekleştirilen bütün ilerleme faaliyetleri varlığını tabii ayıklanmada, güçsüzlerin güçlüler tarafından kenara itilmesinde ve hatta imha edilmesinde buluyorsa, o zaman ahlâkın, ilerleme sağlayıcı bu esas noktaya muhalefette bulunması zaruridir. Ahlâk her zaman güçsüzlerin himaye edilmesini, merhameti, az olanların yaşatılmasını istemiştir. Bu noktada ahlâk ve tabiat birbirinin karısında yer almış bulunmaktadır ve gerçekten de bu her zaman böyle idi. “Vicdandan, merhametten, bağışlamadan, insanların bu dahili zalimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı altına alınız, cesetleri üzerinden yukarıya tırmanınız...” (Nietzsche). Ahlâktan ayrılış apaşikardır burada “Güçsüzleri yok edin “ ve “Güçsüzleri koruyun” birbirine zıt iki taleptir. Biyolojikle mânevî, zoolojikle insani, tabiatla kültür, ilimle din işte burada birbirinden ayrılmaktadır. 2 “Tabiat” kelimesinin 52 manada kullanıldığı iddia edilmiştir. Bu araştırmamızda “tabiat” insanın özünün dışında cümle hakikatı, dolayısıyla insanı da, dünyaya ait tarafıyla, yani bedenini, arzularını, içgüdülerini, zekasını ifade etmekledir.3 -Mandeville, Research on The Essence of Societhy. İngiliz düşünürü T. Buckle, ahlâk kaidelerinin statik olmasından hareket ederek, ahlâkın beşeriyetin ilerlemesini yavaşlattığını iddia etmiştir. İlerleme; hareket ve değişimdir; ahlâk ise, statiktir (Henry Thmas Buckle, History of Civilisation in England). Bununla “Şer, dünyanın gelişmesini hareket ettiren kuvvetin tecelli ettiği şekildir” diye Hegel’in fikrini kşl.

42

Page 43: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Biyolojik kanunların insan toplumuna tatbikini tutarlı bir şekilde ve sonuna kadar müdafaa eden yegane düşünür Nietzsche olmuştur.3a Sonuç: sevgi ve bağışlamanın reddedilmesi, zulüm ve nefretin haklı kılınması. Nietzsche için Hıristiyanlık ve bilhassa Hıristiyan ahlâkı “yükselmekte olan beşeriyetin kuvvetli vücuduna herhangi bir devrede zerk edilen zehirlerin en müthişidir”. Platon “phaedo”da otantik bir ahlâk anlayışını tutarlı bir şekilde izah etmiştir: alelade kahramanlık bir nevi korkaklıktan başka bir şey değildir. Alelade itidal ancak zevk içinde yaşamak için gizli arzudur. Bu tür fazilet sadece ticaret işi, faziletin gölgesi, kölelerin faziletidir. Hakikaten ahlâklı bir kişinin ancak bir tek isteği vardır: bedenden uzak, sırf mânevîliğe yakın olmak. Beden ruhun mezarıdır. Ruh dünyada asla gayesine ulaşmaz; hakiki marifet ancak ölümden sonra olur. Onun için ahlâklı bir kişi ölümden korkmaz. Felsefe ile uğraşmak ve hakiki manada yaşamak ölüme hazırlanmak demektir. Şer dünyaya hakim kuvvettir, ahlâk ise insanın tabii imkanı değildir ve akıl üzerine kurulamaz. Böyle olan ahlâk, doğruluğunu ispat edecek akli delile kavuşmamıştır ve tabii buna imkan da yoktur. Platon antropolojik delilleri kullanmaktansa metafizik delillere sığınmağa mecburdu ve bu suretle de teoloji kaçınılmazdır. Bilindiği gibi Platon varolmadan önceki varlıktan bahseder. Buna göre, her bilgi sadece hatırlamadır. Bu ve buna benzer öğretinin tamamlayıcı kısmı veya zaruri şartı ölümsüzlüğe inançtır.4 Platon’un ahlâk üzerindeki düşünmesi onu doğrudan doğruya Dînî bir tutuma götürüyordu.5 Bu istikametteki düşünme antikçağın diğer iki büyük ahlâk bilimcisi olan Epiktet ve Seneka’yı muayyen bir dine Hıristiyanlığa doğru yöneltmişti. Epiktet’in gizli Hıristiyan olduğuna dair hayli ikna edici deliller mevcuttur. Seneka’nın ise Aziz Paul’le mektuplaştığı bilinmektedir. (Aziz Yeronim “ De Viris İllutribus” adlı yazısında Seneka’yı kiliseye bağlı yazarlar listesine sokmuştur.)Hıristiyanlık, yüksek din (religion) ve yüksek ahlâk arasında mükemmel bir ahenk, kuvvetli karşılıklı bağlar ve hemen, hemen tam bir birliğin bulunduğunu gösteren büyük bir örnek teşkil etmektedir. Tamamen Hıristiyani mevzulardan ilham almış olan Rönesans sanatı, yüksek sanatın de bunlara katıldığına dair örnek olabilir. Tarih açısından bakıldığında, ahlâk düşüncesi, en eski sırf “insani” düşüncelerden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ona mukaddem olan sadece ilahi varlık hakkındaki düşünceleridir ki, o da insan kadar eskidir. Bu iki fikir tarih boyunca ta günümüze kadar birbirine en sıkı şekilde bağlı kalmıştır. Ahlâk tarihinde hemen, hemen hiçbir ciddi ahlâk bilimcisi yoktur ki dinle ilgili tutumunu, ya 3a -Eğer Nietzsche Darwinizmin felsefi devamı ise, o zaman Hitler ve onun nasyonalizmi her iki doktrinin siyasi türevleridirler.

4 -Büyük İslam düşünürü İbn Rüşd (Averroes) bu mesele ile doğrudan doğruya ilgilenmiştir. Evrensel Dînîn esas muhtevasının ahlâk olduğu kanaati bilinmektedir. 5 -Pierre Abelard (XI.-XII. asır) Platon’u Hıristiyan saymıştır.

43

Page 44: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

ahlâk prensibinin tesisinde dinin vazgeçilmez olduğunu ikna edici bir şekilde ispat etmekle yahut aynı gayretle bunun tam tersini göstermekle ortaya koymuş olmasın. Ahlâk tarihi tümüyle Dînî ve ahlâkî düşüncelerin birbiriyle sıkı bir şekilde bağlanmanın hikayesidir. Sözkonusu olan meselede istatistiği bir delil olarak telakki etmediğimiz halde, dindar ahlâk bilimcilerinin apaçık ağır bastıkları, dinsizlerin ise hemen, hemen tamamen bir istisna teşkil ettikleri kolayca tespit edilebilir. Fransa, İngiltere, Amerika, Almanya ve İtalya’da 19. ve 20. yüzyıllarda laik denilen ve ahlâkın dinden bağımsız olduğu fikrini vurgulayan ahlâkî hareketler (anglo-sakson dünyasında, societies for Ethical Culture, Settlements, Ethical Societies gibi adlar altında bilinmektedir) ahlâk sahasında her düşünme veya dine yaklaşmaya meyl ettiğini göstermiştir. İncelemekte olduğumuz konu için pratik ahlâk tarihinde bu devre son derece büyük öneme sahiptir. Fransa’da din dersleri yerine sözde ahlâk dersleri konulan devlet okullarında ders kitapları, Hıristiyan okullarında kullanılan ilmihallerin şemasına göre düzenlenmişti. Bu fikirlerin gelişmesini, tezatlar dolu seyrini, din ile ilim arasında devamlı olan tereddüdünü burada maalesef anlatma imkanı yoktur. Fakat böyle olmakla beraber, dine karşı bağımsız pozisyonu muhafaza etmek üzere devamlı uğraşmaları ve aynı zamanda bunun farkına varmadan keza devamlı olan dine yaklaşmaları tespit edilebilir. Bu iki tezahür, incelediğimiz konu için son derece manalıdır. Buna göre samimi bir dindar, fakat ahlâksız bir kişiyi; ve tersine, samimi bir ahlâk sahibi fakat dinsiz birini düşünmek mümkündür. Din, bilgi ve tasdik; ahlâk ise bu bilgi ile ahenk içinde bulunan tatbikat, hayat demektir. Her yerde olduğu gibi bilgi ve tatbikat arasınsa ayrılık ve tutarsızlık olabilir. Din, nasıl düşünmeli ve inanmalıyız; ahlâk ise neye meyletmeli, nasıl yaşamalı, nasıl hareket etmeliyiz sorusuna cevap teşkil etmektedir. Öbür dünya hakkındaki haber her zaman geniş, sonsuz olan bu vizyon la ahenk içinde yaşama talebini de ihtiva eder fakat bu talep, vizyonun kendisi değildir. Hz. İsa’nın ahlâkı gibi yüce bir ahlâk aynı şekilde kuvvetli ve açık Dînî bir şuurun doğrudan doğruya bir sonuçsidir. Fakat engizisyoncunun da dini, paradoksal görünmesine rağmen, samimi idi. “İman edin ve iyi amellerde bulunun”*6-“Kamu Yararı” Ve AhlâkAhlâkı inkar etmenin bir şekli daha vardır. Bu da akli denilen inkardır. Bu inkar vazife –menfaat ikiliğin kaldırılmasıyla, ahlâkın, * –Kur'ân-ı Kerimde farklı bir şekilde ele alınmaktadır. Kur'ânda sık, sık tekrarlanan (en az elli defa ) bu talep, insanların tatbikatta birbirinden ayırmak istedikleri şeylerin beraber olması gerektiğini vurguluyor. Bu ayet, din (iman edin) ile ahlâk (iyi amellerde bulunun) arasını ayırmakla birlikte aynı zamanda bunların beraber olmasını istemektedir. Fakat Kur'ân-ı Kerim ters taraftan da bir bağ kurarak Dînîn ahlâkta kuvvetli yönlendirme bulabileceğine de vurgu yapıyor. Örneğin “Sevdiğiniz şeylerden infak etmeden(karşılıksız vermeden) iman etmiş olmazsınız.” Yani imana gel ki iyi insan olasın denmiyor. Tam tersine; iyi insan ol ki iman etmiş olasın. "Nasıl imana geleyim, imanımı nasıl kuvvetlendireyim" sorusuna cevap şudur; "iyilik yap; Allah’ı düşünerek bulmaktansa, iyilik yapmakla bulmak daha kolaydır." İşte kutsal kitaplar dan Kur'ânı Kerim de mesele bu şekilde yaklaşıyor.-

44

Page 45: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

yararlı (veya hoş) şeyleri yapılmasına indirgenmesiyle, tek kelime ile ahlâkın bağımsız pozisyonunun bertaraf edilmesiyle olur. Aristoteles’ten Russell’e kadar bütün ahlâk tarihi boyunca takip edebileceğimiz bu temayülü Batının ilk büyük materyalist yazarlarından olan Dietrich von Holbach en açık bir şekilde izah etmiştir. “İnsan hareketlerinin tek muharriki menfaattir” şeklindeki meşhur parolayı ortaya attıktan sonra şöyle bir şema arz ediliyor: “İnsanın nesneler hakkında asıl olan hissiyat ve intibalarından bazıları hoştur, bazıları ise ona acı getirir; bazılarını tasvip edip devam etmelerini veya tekrarlanmalarını arzu eder, diğerlerini tasvip etmeyip mümkün olduğu kadar onlardan kaçınır. Başka bir ifade ile hissiyat ve intibalardan bazılarını ve onlara sebep olan objeleri sever, bazılarından ve onlara sebep olan objelerden nefret eder. İnsan toplum içinde yaşadığından, kendisine benzer ve kendi gibi hassas kişilerle sarılmış bulunmaktadır. Onların hepsi memnun olmak ve acıdan kaçmak isterler. Memnuniyetlerini mucip her şeye “iyi”, acıya sebep olan her şeye ise “kötü” derler. Devamlı olarak fayda temin eden her şeyi fazilet, diğer insanların hareketlerinde bulunan ve kendilerine zarar veren her şeyi kusur olarak vasıflandırmaktadırlar...” Holbach’a göre “vicdan hareketlerimizi hem cinslerimiz ve dolayısıyla kendimiz üzerinde tesir yapabileceği şuurdur...” Vicdan azabı ise “hareketlerimizin, çevreimizin kin ve nefretini üzerimize çekebileceğini düşünerek hissettiğimiz korkudur.” (Holbach, “Systememe de la Nature”) Yararcılık ahlâkın ideoloğu olan Jeremy Bentham da bu hususta aynı şekilde açık ve mantıkidir: “insanlık tabiat tarafından iki hükümdarın hakimiyeti altına sokulmuştur: acı ve zevk. Bizim ne yapacağımızı ancak onlar göstermektedir.” (Jeremy Bentha m, “Ahlâk Ve Yasama İlkeleri”)Helvetius’a göre insan eğer muayyen bir şekilde hareket etmekle memnun olacağına veya acısını azaltacağına inanmazsa, davranışında daima asgari mukavemet yolunu takip eder ve hiçbir şey yapmaz. Su yukarıya akamadığı gibi, insan da tabiatının bu kanununa karşı hareket edemez.Bu açıdan bakıldığı zaman ahlâk, tümüyle sadece ince hodbinlikten, ferdin iyi anlaşılan menfaatinden başka bir şey değildir. Tabii zevk isteğinin ahlâkî isteğe dönüştürülmesi yolunda aklın aracılığına başvuruluyor. İnsanın idrak kabiliyeti ve hafızası, ona yalnız şimdiki hali değil, mazi ve istikbali de görmek ve hareketlerinde yalnız şimdiki menfaati değil, umumi saadet sonuçsini de göz önünde tutmak imkanını veriyor. Bu sayede insan, acı ve zevk hislerini -yani biyolojik, zoolojik, “Darwinci“ gerçekleri- iyi ve kötülük mefhumları olarak geliştiriyor. Böylece iyi ile kötü bir idrak kuvveti, bir refleksiyon, bir hesabın katılmasıyla büyütülen zevk ve acıdan başka bir şey olmuyor. Binaenaleyh yararcılık ahlâkı tamamen tabiat ve dünyevi çerçeve içinde kalmakta ve hiçbir zaman hakiki manada ahlâk olmak üzere menfaatin sınırlarından dışarı taşmamaktadır.45

Page 46: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

Yukarıda zikredilen materyalist görüşler insanların ahlâk hakkında hemen, hemen tüm tecrübesine zıttır. İnsanlar bilakis en çok, züht, bekarlık, maddî fedakarlıklar, oruç, feragat ve inzibatın her türlüsü, ilke ve başkalarının menfaati uğruna yapılan fedakarlıklar gibi haddizatında hoş olmayan şeyleri ahlâk olarak vasıflandırmışlardır. Yararcılık ahlâkı medeni insanın ahlâk anlayışına olduğu gibi iptidai insan bir sürü yasak, tabu, mahrumiyet, mükellefiyet icat etmiştir. Bu hareketlerin faydalı, akla ve maksat da uygun herhangi bir manası ne kadar eksikse, yararlılık dışı mahiyeti de o kadar aşikardır. Ahlâk alışılmış manada “yararlı” değildir. “Önce kadınlar ve çocuklar!” veya: “Önce yararılar ve yaşlılar!” kaidesi sosyal açıdan faydalıdır denilebilir mi? Haksızlık veya yalanın faydalı olduğu birçok durumu pekala tasavvur edebiliriz. Mesela; Dînî, siyasi, ırki ve milli müsamaha, hiçbir zaman “menfaat icabı” olarak gösterilmeyip, ancak ilke olarak, insaniyet namına, yani “gayesiz maksada uygun” bir sebepten olur. Yaşlılarla güçsüzlerin himayesi, veya arızası olanlarla, tedavisi mümkün olmayan hastaların bakımı yararlı değildir. Ahlâk, yararlılık ölçülerine tabi tutulamaz. Ahlâklı davranış bazen faydalı da olur, fakat bir hareket veya davranışın ahlâka uygun olarak gösterilmesi, insan tatbikatının herhangi bir devresinde faydalı görülmüş olmasıyla asla açıklanamaz. Aralarında ancak nadiren ve tesadüfen uygun olur. 6Dürüstlük ve menfaatin bir arada bulunduğuna, dürüstlüğün “en iyi siyaset” olduğuna dair optimist inancın safdil ve hatta zararlı olduğu meydana çıkmıştır. İnsanlar durmadan bunun tam tersine kanaat getirdiklerinden bu inanç mahzurlu görülmektedir. İnsanları bu yararlılık fikrinin tahakkümünden kurtarmak gerekir. Hakiki manada doğru dürüst insan, ancak fedakarlığa gerçekçi bir gözle bakan ve icabında menfaatine bakmadan prensibe sadık kalandır. Fazilet eğer maddî fayda celp edici olsaydı, zeki hilekarlar birer fazilet örneği olmakta acele edeceklerdi. Fakat bildiğimiz gibi böyle bir şey olmuyor.Kriminologların tecrübeleri ibret verici ve acıdır. Şikago polisinin yayınladığı bir raporda 1951 senesinde Şikago’da kaydedilen hırsızlık ve ev soygunu faillerinin % 90’dan yakalanamamışlardır. Kifover anketi de göstermiştir ki, Amerika’da caniler yüz milyonlarca dolar gasp edip gasbettiklerini çok defa rahat, rahat kullanırlar. “Suç işlemeğe değer” diye suç uzmanları hükme varıyor ve şunları ilave ediyorlar: “bilhassa suçu şahsen işlemeyenlere (burada suçları organize eden mafya, gangster şebekeleri gibi teşkilatlar kastedilmektedir)” Bir Amerikan kriminologu, “Öyle görünüyor ki bir öldürme olayı ne kadar fazla fayda temin ederse failin yakalanıp cezalandırılması için de o kadar 6 -Bu durum halkın dilinde herkesçe bilinen şu ibarede ifadesini bulmuştur: “dürüst ve deli iki kardeştir.” Ahlâkı yararlılık dışı bir şey olarak telakki ettiği halde, halkın hikmeti dünyanın hiçbir yerinde şerefsizlik ve namussuzluğu telkin etmez. Bu gerçek çok anlamlıdır

46

Page 47: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

az ihtimal vardır” diye tespitte bulunuyor. Şimdi kanunların himayesi altında işlenen, porno edebiyatı, porno filmleri, cinayet romanları gibi suçların getirdiği karlarla ilgili olarak ne diyelim? Bir porno filminin prodüksiyonu normal bir film prodüksiyonundan on misli daha ucuz, ondan elde edilen karlar ise öbüründen on misli daha fazladır. (1976’da Paris’te yapılan bir ankete göre) İnsanları eğlendirmek yolunda suçlardan istifade etmek büyük ve çok karlı bir iştir (kumarhaneler, genelevler gibi). Öbür tarafta ise, genelllikle kanunlar bakımından herhangi bir riski yoktur. Tecavüzü harpler, istilalar, azınlıkların takibata uğratılması gibi toplu cinayetler ayrı bir bölüm teşkil etmektedir. Meksika kızıl derililerinin imhasının İspanyalılara veya Kuzey Amerika’da yerli halkın sistematik bir şekilde yok edilmesinin oralarda yerleşen beyazlara yahut da ezilen milletlerin sömürülüp talan edilmesinin bütün kolonici devletlere kar getirmediği söylenebilir mi? Sözün kısası, suçun kar getirdiğine hüküm verilebilir, tabii, Tanrı yok ise.Yararcılık ahlâkını sırf akıl üzerine kurmak mümkündür; fakat feragat, fedakarlık ahlâkını, hakiki ahlâkı sırf akla istinat ettirmek imkansızdır. “Nikomakhos Ahlâkı”ndaki yaklaşımları sebebiyle Aristoteles’e yöneltilen önemli eleştiriler vardır. Eleştirenlere göre Aristoteles diğergamlığı hodbinliğe dayandırıyor (çünkü “diğergamlık kendi şahsiyetimizden başlar” –Aristoteles) ve bundan sonra şunları ilave ediyor: “...ahlâklı bir kişi dostları ve vatanı uğruna bir çok şey yapacaktır: para ve mal feda edecek, sırası gelmişken ite kaka ilerlemeyecek, mevkii ve şerefi seve, seve başkalarına bırakıp, icap ederse başkaları ve vatanı için hayatını feda edecektir.” Bu tutumlar açık bir biçimde uyumlu değildir ve aynı kaynaktan gelmez. Çelişkiyi bir çokları fark etmişlerdir. Schleiermacher, Aristoteles’in, akla istinat eden ahlâkî hodbinlik prensibinden kahramanlık bile istidlal etmekle apaçık tutarsız olduğunu kaydediyor. Çünkü “böyle hükümler bu ilkeden katiyetle çıkarılamaz.” diyor. “biz kahramanca davranmada da hodbinlik sahası dışına çıkmıyoruz, zira başkaları uğruna ölenler bile büyük ve güzel olanı sadece kendileri için seçerler” –Aristoteles’in bu sözlerinde hodbinlik mefhumunun, caiz olmayan bir şekilde normal insanların şuurundaki manasının dışına, daha doğrusu bu mefhumun bir inkarını teşkil eden bir şeye, yani hodbin olmamağa, fedakarlığa kadar genişletildiği aşikardır. Çocuk kurtarmak üzere yanan eve giren kimsenin hodbinlik saikiyle veya kendi menfaatine hareket ediyor olduğu söylenebilir mi? Evet, hususi bir manada denilebilir, tabiî, eğer vazife anlayışı icabı, iyilik adına hareket etmek herkesin ve hatta kendini feda edenin de en yüksek menfaati ise. Böyle hususi bir halde fedakarlık ve menfaat değil, mutlak manada, ahlâkî menfaat sözkonusudur. Alelade menfaat ile –tabir caizse- ahlâkî menfaat arasında ayrım yapmak için, sınırlanmış olan bu dünya ile öbür, edebi dünya arasında ayrım yapmak şarttır. Ancak öbür dünyanın mevcudiyeti şartıyla fedakarlıktan kendi 47

Page 48: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

menfaatine bir hareket olarak bahsedilebilir. Bu olmadan aşılması mümkün olmayan bir sınır vardır, o da hayattır.Hakiki ahlâkı şahsi menfaate aykırı hareket etmek, aynı zamanda şahsi menfaatten bağımsız hareket etmek olarak tarif ediyoruz. Ne var ki, burada görünüşteki büyük benzerliğe rağmen, özünde bambaşka bir fenomen bulunan bir durum vardır: o da sosyal diye nitelenen davranış. Burada insanı harekete geçiren doğrudan doğruya şahsi menfaat değil, toplum menfaatidir. Fakat hemen göreceğimiz gibi toplum menfaati yine şahsi menfaat, vasıtalı şahsi menfaattir. Sosyal davranış, ihtiyaçların teminine dönük bilinen uğraştır. Fakat daha geniş ve toplum esası üzerinde. Toplum bütün bireysel menfaatlerin bir ifadesi veya toplamı oluyor. Bireysel ihtiyaçlar artık daha tesirli bir şekilde temin edilebilir. Bu yeni durumda toplum mensuplarına vazifeler düşmektedir ve bu tabir bize ahlâkî vazifeleri hatırlatmaktadır. Bireysel menfaati ortaya çıkarmaya dönük eylemler şimdi toplum aracılığıyla vazife ve sosyal yükümlülükler olarak ifade edilmektedir. Bunların bazen bireysel menfaatle bir nispetsizlik içinde olduğu (mütenasip olmayan fedakârlıkların istenilmesi gibi ) ve hatta toplum üyelerinin bireysel arzu ve isteklerinin tersine olabildiği, ferdin o anda menfaat için uğraşmayıp yüce bir şey, yüksek bir ilke uğruna çaba gösterdiği şeklinde hayaller yaratılmaktadır. Esasen toplum ( kolektif ) bireysel menfaatlerin özel bir tatmin şeklidir. Bu şekil içinde muhteva aynı kalır; değişen sadece, esas gaye olan bireysel menfaati daha müessir olarak temin etmek maksadıyla dış şartların tesir altına alınmasıdır. Umumi menfaat denilen şey eninde sonunda bireysel menfaatten başka bir şey değildir. Öbürü gibi aynı şekilde hodbin ve gayrı ahlâkîdir. Uzun vadeli olarak hesaplanan, büyük sayıların hesabıyla teminat altına alınan, tahmini hesaplarda görülen hataların risklerine karşı sigorta edilen, aynı gruba mensup başka çok sayıda insanların bireysel menfaatle ilgili çabalarıyla desteklenen, lüzumsuz kayıplara ve güçlerin karşılıklı çatışmalarına maruz kalmayan bir menfaattir bu. Zekâ vasıtasıyla ( gönül veya ruh vasıtasıyla değil ) burada yeni bir faaliyet (kolektif faaliyet) şekli ortaya çıkmaktadır. Bu kolektif faaliyetin, hesap yanlış değilse, yani muhtemel hesap hataları veya sosyal faaliyeti tarif ede kimselerin suistimalleri olmazsa kolektif toplum üyelerinin büyük ekseriyetinin “en büyük bireysel menfaatinin” gerçekleşmesineuna vesile teşkil etmesi gerekir. (“Greatest Happiness Principle” )7İnsan hayatında zekâ vasıtasıyla ancak noksan olarak temin edilen şey, hayvanlar aleninde insiyak sayesinde mükemmelen temin edilmektedir. Karınca ile arıların veya sürü halinde hareket eden hayvanların sosyal davranışı buna örnektir. Hayvanlarda sosyal davranışın örnekleri –ki çok göz alıcıdır- burada hakiki manada ahlâkî davranışın söz konusu olmadığını göstermektedir. Fark, esasla ilgilidir. Sosyal davranış menfaat için bir davranıştır; ahlâkî davranış ise menfaate karşıdır; özellikle menfaatle ilgisi yoktur. Biri hodbinlik 7 - Bu meşhur formül İngiliz materyalist yazarı J.Bentham’a aittir.

48

Page 49: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

adına, öteki vazife adına yapılan davranıştır. İlk zikredilen faydaya, hesaba, hikmete, disipline, akla dayanıyor; öbürü ise, ancak ve ancak Allah’ın adına gerçekleştiriliyor.Bu ayrımı kolaylaştıran başka bir gerçek daha vardır. Ahlâkî davranış daimâ bireysel olgunluğa dayanır ve iyilik, hakikat ve adalet idealleriyle ahenk içindedir. Kollektif davranış, disiplin esası üzerindedir ve cinayet mahiyetli de olabilir. Çoğu defa ise gayrı ahlâkî veya ahlâkdışıdır.8 Genel menfaat hiçbir zaman tüm insanlığın menfaati olmayıp, sınırlı, içine kapanmış, siyasi, milli bir sınıfa veya bu gruba ait olan bir topluluğun menfaatidir. Tolstoy “devletin rezaleti”nden, veya “genel menfaat rezaleti”nden söz ediyor.9 Bir grubun veya milletin genel menfaati başka bir grubun veya milletin mensuplarının sömürülmesi, köleleştirilmesi ve hatta imha edilmesini icap ettirebilir. Yeniçağın milli devletler tarihi ve bilhassa emperyalizm tarihi, genel denilen menfaatin apaçık bir cinayet mahiyetini alabildiğine dair örneklerle doludur. “Genel menfaat” veya “gaye” mantığının insanları trajedik akıbetli umumi şaşırtma ve kandırmaya götürebildiğini gösteren bir örneği de yakın tarih veriyor. Komünist manifestosu ilk önce proleterlerin, burjuva aldatmacası diye ahlâkı ret ettiklerini ilan etmişti. İkinci Enternasyonal ise, hakkaniyet prensibini kabul, “gaye vasıtayı takdis eder” parolasını ise reddettiğini belirtmek suretiyle, bu tutumu biraz değiştirdi. Fakat Lenin ancak proletaryanın zaferine katkıda bulunan şey ahlâkîdir diye tekrar manifestonun pozisyonuna döndü ve bununla ahlâkı kökünden inkar edip yeniden gayeyi kıstas olarak ortaya koydu. Lenin’in bu kaidesini tatbik eden Stalin, proletaryanın zaferi için şunları yapmanın lüzumlu ve dolayısıyla da ahlâkî olduğu kanaatine vardı: temerküz kampları kurmak, devlet ve polis mekanizmalarını o zamana kadar görülmemiş ölçüde kuvvetlendirmek, en yüksek idarecilerden başlayarak mahalli idarecilere kadar iktidarın herhangi bir şekilde tenkit edilmesini önlemek ve idarecilerin yanılmazlığı hakkındaki kanaati devam ettirmek, lider kültünü kurmak ve lidere yanılmazlık ve müstesna basiret özelliklerini atfetmek, herhangi bir direnişi önlemek üzere devamlı korku havasını muhafaza etmek, istenmeyen kişi, grup veya milletlerin topluca tasfiyesini sık sık gerçekleştirmek, yüksek maaş ve diğer imtiyazlarla orduyu, polisi, siyasi mekanizmayı ve aydınlardan mûtî (uyumlu) olanları elde etmek, hakim sınıfın iâşesi için özel depolar kurmak, halk kitlelerinin tam manasıyla istismarını temin etmek, bütün enformasyon vasıtaları, basın, radyo ve televizyonu, özgürlük ve katılımcılıktan, hümanizmden, refahdan, parlak bir gelecekten, lider ve yöneticilerin faziletlerinden durmadan bahsetsinler diye, tekel altına almak, başka milletleri “serbest ifade 8 -Ahlâk üzerine her incelemede Leibniz’in ünlü formülü vazgeçilmez bir unsurdur: “İnsanın tekâmülüne yönelen bir faaliyet ahlâken iyidir.” Tekamüle doğru bir çabanın yararlılıkla bir alakası yoktur insan ruhunun özüne istinat etmektedir.Tolstoy, Hıristiyan öğretisi, S.619 - Tolstoy, Hıristiyan öğretisi, S.61

49

Page 50: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

edilen iradelerine uygun olarak” istilâ altında tutmak vs. vs. Bütün bunların “proletaryanın zaferi” için yapıldığını söylemek ve bunu durmadan tekrarlamak gerekiyordu ki, sadece meşru olmayıp, ahlâka da uygun düşsün. 9 Dînî ahlâk şerre (kötlüğe) karşı koymamak prensibini ortaya atarken (bu ilke açık olarak veya zımnen dînî esasa dayanan bütün ahlâklarda vardır) Yararcılık ahlâkı buna ters bir ilke ilan ediyor. O da karşılılık prensibidir. Yararcılar açıkça “ahlâkın buyruklarına kimsenin uymadığı bir zamanda buna uyacak herhangi bir kimse akla ters olarak hareket etmiş olur” demektedirler. Yararcılıkçı açısından gayet tutarlı bir istidlaldır bu. Fakat bu gerçek, yararcılık ahlâkının hakiki ahlâk olmadığını, daha ziyade siyasetin gereçlerinden biri olduğunu göstermektedir. Zira ahlâkî davranışta cari ilke olarak karşılıklığı koymak, ahlâka ancak nispi bir değer vermektir ve ahlâkın şartsız olarak bağlayıcı kuvvetinin dayandığı ilkeden onu ayırmak demektir.Yararcılık ahlâkı İngiliz edebiyatında “moral of consequences” olarak da adlandırılmıştı. Bu itibarla kaide olarak (hadiselerin normal seyrine göre) sonuçleri iyi veya kötü olan şeyler ahlâkî veya gayrı ahlâkîdir. Fakat gördüğünüz gibi hakiki ahlâk, sonuçlerle hiç ilgilenmez ve bu tutum çok defa davranışın harici bir ifadesi olan fiilin kendisinin inkarına kadar gider. Hakiki ahlâk eninde sonunda yalnız niyetleri, maksatları sorar. İnsandan istenen sadece gayret ve çabadır ve olayın ahlâkî yönü burada biter. Sonuç ise Allah’ın elindedir. 7-Tanrısız AhlâkBöyle olmakla beraber uygulamada çok defa Dînî öğretilere ilgisiz kişilerde ve hatta ateist insanlarda ahlâka uygun hal ve hareketler görülür. Zahiri, sözlü tercihlerle fiili davranış arasında çoğu defa esaslı bir ahenksizlik bulunur.... Öte yandan da o kadar çok kişi vardır ki, kendilerini tam manasıyla dindar telakki ettikleri ve hatta din öğrettikleri halde, davranışlarına bakılırsa, ahlâk bakımından katılaşmış birer materyalist bazı kişilerde tatbikatta her türlü fedakârlığa katılmağa ve başka insanlar uğrunda çalışmağa hazırdırlar. En aydın ve en dürüst düşünürlerin bile aklını karıştıran garip insani komedi burada başlıyor ve inkişaf ediyor. İnançlarımızla davranışlarımız arasında otomatizm yoktur. Davranışlarımız, ahlâkımız, şuurlu bir tercihin veya hayat felsefesinin bir fonksiyonu değildir; felsefi veya siyasi tercihlerin bir 9 -Sovyet vatandaşları için yazılan bir elkitabında işçi sınıfına sadakat’ın en yüksek vazife olduğunu okuyoruz. Bu “en yüksek vazife” buna göre ahlâken değil, siyasetten tayin edilmiş bulunuyor. Fakat bir iktidar kendi kendini işçi sınıfının menfaatlerinin temsilcisi veya ifadesi ilan ederse, o zaman bu iktidara sadakatın her vatandaşın en yüksek vazifesi olduğu kolayca anlaşılır. Stalin’in suistimalleri işte böyle başlamış ve böyle devam etmişti. Veya, yakın zamanlardan buna benzer bir misal: Macaristan’da orta okullar için marksist ahlâkı diye bir ders kitabında (1978 için), çocuk herhangi bir bahaneyle annesini öldüremez, “meğer ki annesi sınıfın haini olsun” denilmekteydi. Ders kitabının ortaya çıkması şiddetli tartışmalara yol açmış ve sonuçde resmi makamlar kitabın geri çekileceğini açıklamağa mecbur olmuşlardır.

50

Page 51: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

eseri olmaktan çok çocukluktaki terbiyenin ve kabul edilmiş anlayışların bir sonuçsidir. Bir kimse eğer daha çocukken, aile içinde, büyüklerini saymaya, söz tutmaya, insanlar arasında fark gözetmemeye, hemcinslerini sevmeye ve onlara yardım etmeye, yalan söylememeye, ikiyüzlülükten nefret etmeye, sade ve gururlu olmaya alışmışsa, o zaman bunlar, sonraki siyasi tercihi ve zahiren kabul edilen felsefesi ne olursa olsun, esas itibarıyla bireyselyetinin özellikleri olarak kalacaktır. Onun bu ahlâkı dindir; kendi dini değilse bile ona aktarılmış olan dindir. Terbiye esasen dînî bazı anlayışları iletmeyi becermiş, fakat bu ahlâkın esası olan dini aktarmaya veya yeter derecede kuvvetlendirmeğe muvaffak olmamıştır. Dinin terk edilmesinden ahlâkın terk edilmesine geçiş için ancak bir tek adıma ihtiyaç vardır. Bazı kişiler bu adımı hiç gir zaman atmazlar. Hayatlarındaki tenakuz bundadır. İşte bu gerçektir ki, incelemeyi güçleştiren iki şeyin ortaya çıkmasına imkan verir: ahlâklı ateistlerle, ahlâksız dindarlar.Tanrısız ahlâk meselesi, büyük ihtimalle ebediyen tatbikatta incelenmesi mümkün olmayan veya herhangi bir tarihi tecrübeye dayanmayan nazari bir tartışma mevzuu olarak kalacaktır. Çünkü tarih boyunca tamamen dindışı bir tek toplum bilinmediği gibi, benzeri durumla ilgili tecrübemiz de yoktur. Kuşakları resmen kabul edilmiş ateist ideolojiye dayanarak, dine karşı tamamen ilgisiz ve hatta nefret içinde eğitilen toplumlar bile, dindışı ahlâk var mı veya sırf ateist kültür ve ateist toplum mümkün mü sorusuna itimada şayan bir cevap olamazlar. Böyle toplumlarda, bütün çabalara ve kendi etrafında ördükleri duvarlara rağmen, mekan ve zamanın dışında kalamazlar. Sayısız şekilde yansıyan mazi, tümüyle ve keza isteyerek veya kendiliğinden tesir icra eden dünyanın öbür kısmı, burada da varlığını sürdürmeğe devam etmektedir. Açıkça biliniyor ki, mensupları din bakımından tam bir bilgisizlik içinde büyümüş olan bir toplumun davranış kaideleri, hukuku, insanlar arası münasebetleri ve sosyal düzeni, tanıdığımız ve kendini dine bağlı telakki eden memleketlerde ve keza kendini genellikle ateist anlayışının kuvvetli etkisi altında bilen öbür bölgelerde rastlamakta olduğumuz her şeyden, göze çarpacak kadar, farklı olacaktı. 10 Birçok dinsiz, gerçek manada ateist bir toplumun ideallerini veya hukukunu öğrenseydi yahut tutarlı bir ateist dünyasının manzarasıyla aniden karşı karşıya gelseydi, herhalde çok şaşıracaktı.Ahlâklı ateist olabilir, ama ahlâklı ateizm olmaz. Dindışı insanın ahlâklı olmasının kaynağı da dindir. Ancak geçmişteki eski bir dindir bu. Ve insanın ondan haberi bile yoktur. Bu din çevre, aile, edebiyat, film ve mimarinin içinden sayısız şekilde tesir icra etmeye ve ısınmaya devam etmektedir. Güneşin çoktan battığı yerde de gecenin bütün sıcaklığı yine güneştendir. Ocakta ateşin sönmüş olmasına 10 -Dil bile, insanlar arası münasebetlerin sadece fonksiyona indirgenmesiyle şimdiki lugatın yüzde birine indirgenebilirdi. Lisanın böyle fakirleştirilmesine daha şimdiden teknik ve sosyal ilimler sahalarında kullanılmakta olan sözde ihtisaslaşmış (veya fonksiyonel) dilde müşahede edilmektedir. Lisanın fikirleşmesi şehirleşme ile veya lisanın devamlı yenilenme ve zenginleşme kaynağı olan köyün yok edilmesiyle de ilgilidir. Ne var ki bunların hepsi karşılıklı olarak birbirine bağlı tezahürlerdir.

51

Page 52: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

rağmen oda sıcak olmağa devam eder. Kömürün “bodrumda güneş” olması gibi ahlâk da, zeval bulmuş din, dine borçlu olduğumuz dünya vizyonundan ileri gelen davranış tarzıdır. Ancak ve ancak geçmiş asırların mânevî mirasının tamamen imha veya bertaraf edilmesi suretiyle bir neslin ateist olarak eğitilmesi için psikolojik şartlar gerçekleştirilebilir. İnsanlık yirmi bin sene aralıksız Dinin tesiri altında yaşamıştır ve dolayısıyla din; ahlâk, kanunlar, anlayış ve hatta lisan dahil olmak üzere, hayatın bütün tezahürlerine girmiş bulunmaktadır. Bu itibarla burada şu soruyu sormak yerinde olur: Bütün bu geçmişe rağmen yeryüzünde bugünkü şartlar altında tamamen ateist bir nesil yetiştirmek mümkün mü acaba? Böyle bir teşebbüsün tam bir psikolojik tecrit içinde yapılması icap ederdi. Kitabı Mukaddes’i veya Kur'ân-ı Kerim’i bir tarafa bırakalım, böyle bir nesli herhangi bir sanat eseri görmek, herhangi bir senfoni dinlemek, Sofokles’ten başlayarak Beckett’e kadar herhangi bir dram seyretmek imkanından mahrum bırakmak lazım olacaktı; insanlığın şimdiye kadar meydana getirdiği önemli bütün mimari yapıları ve hemen, hemen bütün büyük edebi eseri bu nesilden uzak tutmak gerekecekti ve bu insanlar kültürün meyveleri veya ifadesi olarak vasıflandırdığımız hemen, hemen her şey hakkında tam bir bilgisizlik içinde olacaklardı. Shakespeare’in “Hamlet”inden ölüm üzerine bir monologu dinlemek yahut Michelangelo’nun fresklerinden birine bakmak veyahut kanunsuz suç olmaz “nullum erimen...” prensibini öğrenmek bile, insanın dine doğru “sapmak” istidadı yüzünden, söz konusu neslin mânevî gözleri önünde ateist kâinattan bambaşka bir kâinatın teşekkül etmesine yol açabilirdi (halbuki ilimle ilgili durum böyle değildir. Müstakbel ateistlerin, matematik ve teknik bilgileri edinmelerinden ve belki de tashih edilmiş ve kısaltılmış bir sosyoloji ve siyasi ekonomiyi öğrenmelerinden doğabilecek herhangi bir tehlike baş göstermeyecekti ). Çin “Kültür İhtilali”nin gaye ve sonuçleri hakkında hüküm vermek için zaman erken olmakla beraber, hiç şüphe yok ki, resmi felsefe ve ideolojiye o kadar zıt olan geçmişin mânevî mirasını yok etmek, ihtilali yapanların gayelerinden biri idi.11 “Kültür İhtilali” fikri bile siyasi veya sosyal ihtilalden farklı olarak asıl problemin anlaşıldığını göstermektedir. Bu problem, ateizmin lafta, satıhta kalmasıdır. Halkın hikmetinin, kanunlarının, sanatının, edebiyatının ve sairesinin ihtiva ettiği kültür ananesi sessiz ve göze batmaz bir din vasıtasıyla ışıklar saçmaya devam ettiği müddetçe tutarlı bir ateist sistemi gerçekleştirmek mümkün değildir. Marks’ın hangi mânevî ve entelektüel kaynaklardan ilham aldığı da kat’i olarak bilinmemektedir, ancak hümanist terbiye ve edebiyatın tesirleri ilk eserlerinde kuvvetli bir şekilde hissedilmektedir.12 Onun 11 - Bilindiği gibi bu ihtilalin yasakladığı eserler arasında Tolstoy, Shakespeare ve Beethoven’in eserleri de bulunmaktadır ve bu tamamen mantıki bir şeydir.12 -Marks’ın kendisi Aeschylos, Shakespeare ve Goethe’nin en sevdiği şairler olduklarını söylüyordu. Aeschylos’u her sene Yunanca olarak, Homer ve Ovid’i de ezberden okumuş. Marksizmin Rousseau’cu kaynakları (mesela, sosyal eşitsizlik ve mülkiyetin menşei hakkındaki fikirler) bu öğretide keza keşf edilebilir.

52

Page 53: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

yabancılaşma (alienation) teorisi hemen, hemen tamamen ahlâka uygun, hümanist bir teoridir ve materyalist bit düşünürden beklenemezdi. Ve öyle görünüyor ki Marks’ın kendisi zamanla gençliğindeki “sapmaları”nı giderek fark ediyordu. Eleştirmenler tarafından adlandırıldığı gibi, “genç Marks” ile “olgun Marks” arasındaki fark, apaçık göze çarpar. Bu olgunlaşma gerçekten idealizm (esas itibarıyla Dînî-ahlâkî) yükünden kurtulma süreci ve materyalist dünya görüşünün giderek daha tutarlı bir şekilde tatbik edilmesi mahiyetinde olmuştur. Özellikle 19.y.yılda pozitivist yaklaşımla yetişen kuşak, resmen dindışı ve hatta ateist olduysa da , din bakımından bilgisizlik içinde değil, dine karşı polemik havası içinde büyümüştür. Hz. İsa’nın sevgi, kardeşlik ve eşitlik öğretisini kabul etmediği halde, onu tamamen red de edememiştir. Bilakis, bu ilkeleri garip bir aldanma içinde ilim adına muhafaza etmiştir. Bu itibarla ateist kültürü mümkün göstermek için bugünkü nesli delil olarak ileri sürmek doğru değildir. Haddizatinde bu kültürde onun hamili olan kuşakta olduğu gibi, din ve büyük ahlâkî ilkelerin devamlı ve fakat farkına varılmayan, ama daha az hakiki olmayan tesiri altında gelişmektedir. Doğrusu, yeni kuşağın sadece ideolojisi yenidir; terbiyesi ise ahlâkî anlayışlardır. Yeni olan sadece plandır. Tatbikatta her sistem dayandığı fikir ve bildirilere benzemekten daha ziyade onun tatbikatçısı olan kişilere benzer. İnsanın özünün (ideolojisi veya siyasi tercihi değil) kendi ahlâkı olduğunu kabul edersek o zaman diyebiliriz ki bugünkü dünyaya şekil veren yeni fikirlerle, eski insanlardır. Bunlar, idealizm ve fedakârlığı kat’i surette inkar eden fikirlerin tatbikatına idealizm ve fedakârlığı sokuyorlar. Onun için, bugün Çin ve Rusya’da “mânevî münebbihler”(mânevî uyarıcılar) denilen ve maddî olanların yerine geçen ve çalışmayı teşvik eden tedbirleri, halk kitlelerinde kök salmış Dînî hissiyatın bilinçli veya bilinçsiz bir istismarı olarak görenler haklıdırlar. Yoksa, maddî teşvik tedbirlerinin terk edilmesinin ve mânevî olanların kabulünün ateizm açısından ne manası olabilir? Gayet tabii, Dînî gayeleri idealizmle, maddî olanları ise hesaba, menfaate uygun olarak gerçekleştiririz. Başka her türlü tutum tutarsızlık demektir. Dindışı ahlâk meselesi dinin Allah adına insandan istediği şeyin insan adına talep edilip edilemediği şeklinde de ortaya konulabilir. Materyalistler ahlâkı tesis etmeğe çalıştıkları zaman isteyerek bu formülle başvururlar. Fakat bunu yapmakla esas itibarıyla tutarsızlık veya unutkanlığın apaçık bir örneğini göstermektedirler. Doğru davranışın saiklerinden bahsettiklerinde onlar Allah korkusu ve Allah’a karşı mesuliyetin yerine vicdanı, insanın iyiye karşı sevgisini “şuur içinde ve korkusuz” teklif ediyorlar. Bununla ilgili ateist bir ahlâk bilimcisi şöyle diyor: “Ben hatta iddia edebiliyorum ki insanın ve insan ahlâkının yücelmesi ateizmdir. Eğer ben, kendim, içimde hür bir varlık olarak ve hiç kimsenin emrine tabii olmadan dahili bir ses duyuyorsam ve bu ses 53

Page 54: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

bana, hırsızlık etme veya öldürme diyorsa ve ben sosyal olsun, ilahi olsun, herhangi bir “mutlak”a dayanmadan buna riayet ediyorsam, o zaman ben bunu insanın bir alçalması olarak görmem...” (Ateistlerle teologların Mayıs 1971’de Belgrad’da düzenlenen bir diyalogu sırasında Prof. Vuk Paviçeviç’in sözleri). Şimdi “durumu bile, bile kavramları karıştıran acaba kimdir?” diye sorabiliriz. Şuur ve vicdan ne zaman gözle görünen dünyanın bir parçası olmuştur? Allah yerine insanın ikame edilmek istenmesi bir nevi lüzumsuz; fuzuli ifade değil mi? İnsanlığa inanç, dinin daha aşağı bir şekli değildir de nedir? Materyalistlerin Allah’ın yerine “insan adına” ahlâkî davranışa müracaat etmeleri, Marks tarafından “insanın soyut insanlığıyla ilgili ümidin salt Dînî hayalden daha küçük bir hayal olmadığı” iddiasının öne sürülmüş olması karşısında daha da garip olmuyor mu? Ve eğer bu iki fenomen arasında karşılıklı bağımlılık ve irtibatın tanınması söz konusu ise, o zaman Marks tamamen haklı idi (Allah yoksa, insan da yoktur, diyen ünlü formüle göre). Bilimsel sosyalizmin ahlâkla hiçbir ilgisi yoktur diyen Lenin’in iddiası ile işçiler ahlâkı reddediyorlar diyen Manifesto’nun tutumu bilinmektedir. Komünizm tarihi gelişmenin zarureti içinden ortaya çıkar; ahlâkî veya insani sebeplerden değil. Marksizmin klasik eserlerinde, marksist tatbikatçıların bugün hergünkü tüketim için yazdıklarından farklı olarak, sömürmenin toplumda insanlar arası münasebetlerdeki tabii kanunun gücüyle câri olduğu ve her insanın imkan bulduğu müddetçe, yani önleninceye kadar, sömüreceği açıkça belirtildiğine göre, demek ki, vicdan, başkasını düşünme, saygı, itibar, fıtrî hümanizm gibi şeylere burada yer yoktur. Yeri olsaydı Marksizmin bazı esas görüşlerinden şüpheye düşülürdü. Sömürü, objektif ilişkiler değiştirilinceye kadar var olur. Bu, insanların ne iradesine ne de ahlâkî veya benzeri enfüsi değerlerine (terbiye, karakter, felsefe gibi) ve ne de onların karşılıklı münasebetlerine (ailevi, milli vs.) bağlı değildir. Marks’ın “Kapital”da (Çalışma günü bölümünde) verdiği çeşitli örnekler arasında çocukların “aç anneleri tarafından” istismar edilmesinden bahsetmesi ve bunu önlemek üzere toplumun müdahalesini istemesi, yani tipik olmayan bu örneği ileri sürmesi kasten olsa gerek. Bu yaklaşımla Marks, insan toplumunda sömürü kanununun mutlak suretteki müessiriyetine dikkati çekmek istemektedir. Bu durumda bazı marksistlerin, gözlerimizin önünde, insana ve soyut insanlığa işaret ederek sözde laik ahlâk tesis etmeğe çalışmaları gariptir.13 Marks; insan, hümanizm, vicdan gibi şeylere başvurmanın dinle başa baş giden bir idealizm teşkil ettiğini devamlı vurgulamıştır. Bu noktada Marks’a katılabiliriz. Fakat, öyle görünüyor ki, bugünkü 13 -“Kendi şuur ve vicdanını içine bakmak esasına dayanan” bir ahlâk hakkında Engeks de daha iyi düşünmüyor: “Esasen her sınıf ve hatta her mesleğin kendi ahlâkı vardır, ve o da , mümkün olunca, cezalandırılmadan ihlal edilir; bütün insanları birleştirmesi icap eden sevgi ise harp, çatışma, aile ihtilafları, boşanmalar ve bazılarının başkaları tarafından mümkün olduğu kadar fazla istismar edilmesinde tecelli etmektedir.” (Engels, “Ludwig Feuerbach ve Alman klasik felsefesinin sonu”).

54

Page 55: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

marksistler, pratik sebeplerden dolayı, bu hususta Marks’la hemfikir değillerdir. Çünkü bunlar, ondan farklı olarak, hayatın ortaya çıkardığı ve tamamen tatbikatla ilgili bazı problemlere cevap vermeğe mecbur oluyorlar. Çalışma masasından veya İngiliz Kütüphanesinden “ahlâk diye bir şey yoktur” demek, Marks için kolaydı. Ama Marks’ın fikirlerini tatbik etmeğe ve buna uygun bir toplum meydana getirmeğe teşebbüs edenler, asıl materyalist anlayışa göre tutarlı olan bu fikri aynı kolaylıkla açıklayamıyorlar. Böyle bir toplum meydana getirmek ve daha ziyade onu muhafaza etmek üzere onlar çok defa insanlardan, herhangi bir peygamberin din adına istediğinden çok daha büyük bir idealizm ve fedakârlık istemektedirler. Bu yüzden bazen öyle bir duruma düşüyorlar ki, gayet sarih marksist talepleri bile adetâ “unutuyorlar”. Yani, bir ateist (materyalist) in ahlâk ve insanlık istemesi, bunu savunmaya kalkışması ve bu görüşünü geliştirmesinin mümkün olup olmaması mesele değildir. Mesele, onun, bütün bunları materyalizmin sınırları içerisinde kalmak suretiyle yapıp yapamamasıdır. Epikür’ün felsefesi ile ilgili ünlü ihtilaf, materyalizm ile ahlâk arasındaki uyumun uzun ömürlü olmadığını ve olamayacağını gösteriyor. Bu meşhur Yunan filozofu (Milattan evvel 341-270) dünyayı açıklamaya dair görüşlerinde materyalist olmasına rağmen, ahlâk bakımından kararsızdı. Mutluluğun zevkte olduğunu öğretirken zevkin “ataraksi”de, bir nevi ruhi huzurda aranmasını tavsiye ediyor; kendisi de mânevî zevklere hissi zevklerden daha fazla kıymet veriyordu. Hal böyleyken çok geçmeden talebeleri, bu tutarsızlığı bertaraf edip ahlâk anlayışını eudaemonistik (uhrevi saadet felsefesi) raylara oturttular ve dolayısıyla Epikürizm, bugün gayet mantıki bir şekilde hayat ideali olarak duyusal zevkin müteradifi olmuştur. “Kâinat ve dünyadaki tezahürlerin tüm çeşitliliği, sırf madde parçacıklarının boş uzaydaki mekanik hareketinin bir ürünüdür” diyen Epikür’ün materyalist öğretisi ile eudaemonizm arasında mantıki bir bağ veya iç uyum mevcuttur. Öbür taraftan onun materyalist öğretisi ile huzur veya mânevî değerlerin üstünlüğü arasında böyle bir uyum yoktur. Binaenaleyh, "Epikür’ün talebeleri üstatlarının öğretisini tahrif ettiler (bozdular;aslını değiştirdiler)" şeklindeki iddianın aslı esası yoktur. Gerçekten onlar, sadece, bunları birbirine uydurdular. Materyalizmin ahlâkı inkar etmesi, kaçınılmazdı. İncelememizin sonunda iki sonuca varılabilir: birincisi, din olmadan, ilke ve fikir olarak ahlâk olamaz; uygulamada ise, “ahlâklılık” mümkündür. Ne var ki, bu pratik ahlâklılık adalet gibidir ve hareket gücünü veren kaynaktan ne kadar uzaklaşırsa kendisi de o kadar güçsüz kalır. İkincisi, ateizm esası üzerine herhangi bir ahlâk düzeni kurulamaz; fakat ateizm, ahlâklılığı ve bilhassa onun daha basit bir şekli olan sosyal disiplini doğrudan doğruya bertaraf etmez. Bilakis, tatbikata konulup da, toplum teşkil etme teşebbüsüne geçtiği zaman, mevcut sosyal ahlâk biçimlerini mümkün olduğu kadar muhafaza etmeyi faydalı görür. Zamanımızın sosyalist 55

Page 56: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

devletlerindeki tatbikat bu gerçeği teyit etmektedir. Mamafih, bir gün ahlâklılık prensibinden şüphe edilmeğe başlanırsa, onu korumak üzere ateizmin elinde hiçbir vasıtanın bulunmadığı gerçeği de ortadadır. Sırf pragmatist, egoist, gayrı ahlâkî veya ahlâkdışı taleplerin hücumu karşısında ateizm tamamen güçsüzdür. Böyle isteklere ancak kuvvetle karşı koyabilir, fikirle değil. Öldürücü kuvvete sahip bir mantığa karşı ne yapılabilir? Eğer sadece bugün yaşıyorsam ve yarın ölüp de unutulmuş olacaksam ve imkan da varsa, niye kendi istediğim gibi ve mükellefiyetsiz yaşamıyayım? Pornografi, “yeni ahlâk” denilen cinsel özgürlük veya cinsel mesuliyetsizlik dalgası, sosyalist ülkelerin sınırlarında zorla, sansürle, yani sun’i olarak durdurulmaktadır. Herhangi bir ahlâk düzeni bu dalgaya karşı koymuyor. Eğer buna karşı fikirle mücadele olursa, bu fikirler birer tutarsızlık örneği olur ve bu, ancak açık ve serbest tenkidin bulunmasıyla sürdürülebilir. Bunlar esas itibarıyla insanların şuurunda hâlâ mevcut olan ve iktidar tarafından vazgeçilmez diye devam ettirilen eski ahlâk ölçüleridir. Haddizatında miras olarak kalmış bu ahlâk düzeni veya ahlâkî düşünme tarzı resmi felsefeyle tenakuz içinde bulunmaktadır ve mantık açısından da sistemin içinde yeri olmamak gerekir. SONUÇ Bu çalışmada ahlakla ilgili genel bir bakışaçısı yakalamayı denedik. Bilindiği gibi ahlak meselesi felsefenin en önemli meselelerinin başında gelmektedir. İlkçağlardan bugüne "iyi yaşama", "en yüksek iyiyi gerçekleştirme" insanın en temel arzusu olmuştur. Bu arzu ahlak ile somutlaşmış ve ortaya çıkmıştır.Ahlâk meselesini ele alırken bütüncül bakmaya ve objektif olmaya özen gösterdik. Bu çalışma şimdilik bir derleme olarak değerlendirilmelidir. Katkılarınızla daha özgün bir çalışmayı gerçekleştirmeyi umuyor;başarılar diliyorum. *Okuma ParçasıSpinoza'dan"Us doğaya aykırı hiçbirşey konutlamadığı için, bu yüzden herkesin kendini sevmesini, kendi yararını, ona gerçekten yararlı olanı aramasını, insanı daha büyük eksiksizliğe gerçekten götüren herşeyi istemesini, ve saltık olarak herkesin elinden geldiğince varlığını korumaya çabalamasını konutlar. Bu tıpkı bütünün parçasından büyük olması gibi zorunlu olarak doğrudur. Yine, erdem kendi öz doğamızın yasalarına göre davranmaktan başka birşey olmadığı için, ve hiç kimse kendi öz doğasının yasalarına göre olmanın dışında varlığını korumaya çabalamadığı için, bundan ilk olarak şu çıkar ki, erdemin temeli kendi varlığını koruma çabasıdır, ve mutluluk insanın kendi varlığını sakınabilmesinden oluşur. İkinci olarak şu çıkar ki, erdem kendi uğruna istenmelidir, ve uğruna çabalanması gereken daha eşsiz ya da bize daha yararlı başka hiçbir şey yoktur... Öyleyse hiçbirşey insana insandan daha yararlı değildir; yineliyorum: insanların varlıklarının sakınımı için daha eşsizini

56

Page 57: diyarbakirfelsefeokulu.files.wordpress.com · Web viewBu inanç bireylerde, topluluklarda, töreler, kurallar, buyruklar talepler,haklar ve ödevler konumu içinde, hemen her tarihsel

isteyemeyecekleri biricik şey herkesin herkesle tüm anlık ve tüm bedenlerin bir bakıma tek bir anlık ve tek bir beden oluşturacağı bir yolda anlaşması, herkesin aynı zamanda elinden geldiğince varlığının sakınımı için çabalaması, ve herkesin aynı zamanda herkesin ortak yararını aramasıdır; bundan şu çıkar ki, Us tarafından yönetilen insanlar, başka bir deyişle, Usun kılavuzluğu altında kendilerine yararlı olanı arayan insanlar kendileri için geri kalan insanlar için istemedikleri hiçbirşeyi istemezler, ve dolayısıyla doğrudurlar, bağlılık gösterirler, ve onurludurlar." (Törebilim.Ç.Aziz Yardımlı,idea y.)

57