Upload
others
View
9
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
•
ŞEKiL v • •
DEGIŞTIRME
Küresel ve Bireysel Dönüşüm için Teknikler
J ohn Perkins
Türkçesi: Özcan Bayrak
9Kuraldışı
© KURALDIŞI YAYINCILIK
John Perkins Şekil Değiştirme Shapeshifting Türkçesi: Özcan Bayrak
Yayın Yönetmeni: Nil Gün
ISBN 978-975-275-142-2 Ekim 2009, İstanbul
Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla © 1997, John Perkins Yayıncının yazılı izni olmadan herhangi bir alıntı yapılamaz
Yayın Koordinatörü: Gülşen Ülker Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Ebru Öner
Kitap Matbaası 'nda basılmıştır
Kuraldışı Yayıncılık Fener Kalamış Cad. No: 93n 34726 Kadıköy-İstanbul Tel: 0216 449 98 05 pbx Faks: 0216 348 00 69 [email protected] www .kuraldisi.com
Dağıtım Alemdar Mah. Çatal Çeşme Sok. No:JO Kaı:2 Fırat Han Cağaloğlu-İstanbul Tel: 0212 513 81 57 Faks: 0212 51l62 52 İnternet Satış: www.kuraldisi.net
İÇİNDEKİLER
Giriş .................... .................................................... . . ........... . . . . . . . 9
1 . KISIM YUKARIDAN BAKIŞ
1 Mayaların Bakışı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 5
2 Amazon'da B ir Şirket Yöneticis i . . ........................ . . ........... 2 1
3 Enerjinin Maddesi .............................................. . .. ............. 29
4 Bedevi Çölü ve Kumların Verdiği Ders ............ ....... . . ... ..... 39
5 Kurumsal ve Bireysel Şekil Değiştirme ............................ .48
6 Bugimanlarla Şekil Değiştirme .......................................... 58
7 Esrimenin Doğası ve Hayallere Karşı Fanteziler . ........ ...... 65
8 Bir Kelle Avcısından ve Andlı B ir Şifacıdan Alınan Dersler . . . . . . . . ........................................... ......... . . . . . . . . 76
9 Kamu Hizmetleri Endüstrisini Dönüştürmek . . . . . . . . . . . . ......... 86
10 Geçiş ............................. .............. .................. . ............ ....... 96
2. KISIM İÇERİDEN BAKIŞ
1 1 Bir Amazon Şamanı Kayboluyor . . ... ................................ 109
12 "Öteki" Olmak ...................... . .............. . ......... .................. 1 1 7
1 3 Ölümcül Bir Virüsü Dönüştürmek ....... ........................ .... 1 37
14 Enerji Küreleri ......................... ................. .................... . . . 145
15 Yerli Büyükleri Konuşuyor ............... ............................... 158
1 6 Zaman ve Mekanda Şekil Değiştirme . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 70
Sonsöz .................................................................................... 1 8 1
Teşekkür ...... . . . . . . . .......... . . . . . . . . . . . . . . ............................................ 193
Hayal Değişimi Koalisyonu Hakkında Not .. . . ...... ...... . . . ........ 1 95
Muazzam bir güç hissettim. İnsanın savaştan usanmasına, teslim olmak istemesine neden olan bir güç illüzyonu değildi artık bu. Astrain tekrar fısıldadı bana . . . Dünyayla karşı karşıya kaldığımda daima bana karşı kullanılanlarla aynı silahları kullanmam gerektiğini söyledi. B ir köpekle ancak köpeğe dönüşerek yüzleşebileceğimi.
Paulo Coelho Hac
·İnsan kurallara sığmaz!
Son kırk beş gününde, en büyük coşkunun
birliğimizi hissetmeyle ilgili bir şey olduğunu bize öğreten ve
tüm acrlarına rağmen bana hu kitabın hazırlanmasında
rehberlik eden anneme ...
İnsan kurallara sığmaz!
GiRiŞ
ÜÇÜNCÜ KİTABIMIN YAYINLANMASINDAN kısa bir süre sonra Miami'deki 1 995 Uluslararası Kadınlar Konferansı 'nda konuşmam istendi. Davet edilen beş yazardan dördü erkekti. Benim konu başlığım, yerli kadın şamanların dünyanın geleceğine olan muhtemel etkileriydi . Uluslararası Kadınlar Konferansı 'ndaki beş konuşmacının dördünün erkek olmasında bir dengesizlik var gibiydi. Kürsüdeki zamanımın bir kısmını bir kadına vermeye karar verdim.
Henüz on iki yaşında olmasına rağmen kızım Jessica'nın bu zamanı gayet iyi kullanacağına inanıyordum. Yerlileri ilk kez sekiz aylıkken ziyaret etmişti. Nakış işlemeli eteklerini kuşaklarına sıkıştırıp dizlerine kadar girdikleri gölde elbise yıkayan bir grup Maya kadını Jessica'yı elden ele gezdirirken, henüz bir yaşını doldurmamış bir bebeğin nasıl bu kadar büyük olabildiğine hayret etmişlerdi. Şaşkınlıklarını izleyişimizi karım Winifred hala anlatır. Jessica daha sonra And dağlarında Quechua şamanlarıyla eğitim yaptı, Guatemala'nın dağlık arazilerinde bir ateş seremonisinde inisiye edildi ve Amazon'un derinliklerinde yaşayan bir kelle avcıları klanını ziyaret eden ilk yabancı grubun üyelerinden biriydi.
"Söylemek istediğim üç şey var" dedi Jessica Miami'deki dinleyicilerine. "Birincisi, dünyamızı yıkımın eşiğine getirecek derecede bir kirlenmenin neticesinde benim kuşağımın tarihteki diğer tüm insanlardan daha ağır bir yükün altına girdiğini hissediyorum. İkincisi, bu durumu değiştirmek için geri dönüşüm ve diğer geçici
9
çevresel önemlerden çok daha fazlası gerekiyor. Ve üçüncü olarak da, biz kadınların bunda büyük bir rol oynaması gerekiyor. Biz besleyenleriz. Her şeyin ötesinde, dünyayı onurlandınnak ve hep birlikte sürdürülebilir yaşam biçimlerine yönelmek için kendimizi dönüştünnemiz gerekiyor."
Tüm dinleyiciler gibi ben de çok etkilenmiştim. Fakat diğerlerinden farklı olarak ben, Jessica 'nın samimi bakış açısının ve tutkulu isteğinin kaynağının, onun genç hayatını çok etkilemiş olan "şekil değiştiriciler" olduğunu biliyordum.
Biz insanlar tarih boyunca hem bireysel hem de kitlesel olarak şekil değiştinneyi, kendimizi dönüştünnenin en etkili yollarından biri olarak gördük. Bir Lakota Sioux savaşçısı, daha iyi bir avcı olabilmek, ailesine yiyecek, giysi, yakacak ve yay kirişi sağlayan hayvanın ruhunu onurlandırmak için bufalo şekline girerdi. Büyük kabileler algılarını ve yaşam biçimlerini köklü bir şekilde değiştirerek kendilerini buzullara, sellere ve diğer çevresel değişikliklere uyarlamışlardır.
Modern kültürler bunları bırakıp insanın çevresini kontrol edebileceği düşüncesini benimsemiştir. Avın yerini sanayileşmiş çiftlikler, mezbahalar ve entegre et tesisleri almıştır. Taşan nehre göre kendimizi ayarlamaya çalışmak yerine su setleri kuruyoruz. Hem bireyler hem de topluluklar, genellikle "çevre" veya "doğa" dediğimiz şeyden ayrıymış gibi yaşıyor.
Ama şimdi, yeni bir milenyumun başında türlü krizlerle karşılaşıyoruz. Kirlenmiş hava ve suyumuzun, fakirlikle mücadeledeki yetersizliğimizin, şiddete, intihara, uyuşturuculara ve diğer yıkıcı davranışlara artan eğilimimizin acı bir şekilde farkında olarak, şimdi bizi neyin beklediğini merak ediyoruz . . .
Ama durun! Geçmiş için yas tutup gelecek için endişelenme zamanı değil. Son yıllarda artan farkındalıkların ve geliştirilen teknolojilerin sunduğu tüm olağanüstü olasılıklara kapılarımızı açma zamanı. İyimserlik zamanı.
Tarihte fiziğin mucizelerini kullanan, merkezi ısıtmalı ve havalandırmalı evlerde yaşayan, Ay 'a seyahat eden ve televizyondan her şeyi izleyen ilk insanlarız. Neye sahip olduğumuzu ve neyin eksik olduğunu biliyoruz. Doğrudan deneyimlerimize dayalı ola-
1 0
rak, gelişimin getirdikleri ve götürdükleriyle ilgili bilinçli tercihler yapabilecek ilk insanlarız. Ekonomik genişlemenin meyvelerinin buna her zaman değmediğini öğrendik. Daha önce bu gezegenin hiçbir vatandaşı, elektrik (ve sera gazı) üreten santrallerin, bizleri birleştiren (ve bir zamanlar kutsal olan toprağımızı yok eden) otoyolların, süpermarket ve alışveriş merkezlerinin raflarında inanılmaz bir çeşitlilik sağlayan (ve nehirlerimizi ve bedenlerimizi zehirleyen) kimyasalların faydalarını (ve maliyetlerini) değerlendirebilecek bir konumda olmamıştı.
Bizim için bu günler umut ve iyimserlik zamanı çünkü kendimiz ve evimizle ilişkimiz hakkında çok şey öğrendik. Neil Armstrong'un Ay'daki ayak izi "insanlık için büyük bir adım"ın sembolü olabilir ama oraya ulaşmamız binlerce yıl aldı ve bu süreçte evrenin efendileri olmadığımızı anladık. O ayak izi unutulmaz bir sembol olmakla birlikte, asıl adım ruhumuzun derinliklerinde atıldı. O adımı attığımızda kendimizi değiştirmemiz için de bize olağanüstü fırsat sunan yeni bir boyuta girdik.
Bu kitap tüm biçimleriyle değişim -şekil değiştirme- üzerinedir. l . Kısım' da farklı şekil değiştirme türlerini, her birini gerçek
leştirmenin tekniklerini ve bu değişimlerin nasıl meydana geldiğiyle ilgili teorileri öğreneceksiniz. Hepimizin hücresel bir seviyede şekil değiştirme, kendimizi jaguarlara, çalılara veya ilişkide bulunduğumuz başka bir forma dönüştürme yeteneğimizin olduğunu keşfedeceksiniz. Aynca hepimiz varlığımızın en çok saygı gösterdiğimiz ve ön plana çıkarmak istediğimiz haline doğru ilerleyebilir, böylece davranışlarımızda, algılarımızda, refahımızda, sağlığımızda, görünüşümüzde ve kişisel ilişkilerimizde köklü değişimler gerçekleştirebiliriz.
2. Kısım, benimle birlikte Amazon yağmur ormanlarında seyahat eden grupların başından geçen önemli olaylan, 1 . Kısım'da anlatılan çeşitli şekil değiştirme türlerinin her birini kapsayan deneyimleri anlatmaktadır. Köklü bedensel ve zihinsel değişimler geçiren ABD' li saygın tıp doktorları ve bilimcilerle tanışacaksınız. Ve Jessica'nın Miami konuşmasında ifade ettiği türde derin bir dönüşüm meydana getiren bir kurumu tanıyacaksınız.
1 1
1 . ve 2. Kısım' da, şekil değiştirici haline gelmenizi sağlayacak teknikleri göreceksiniz; tek yapmanız gereken Viejo Itza ve diğer şekil değiştiricilerin önerilerine kulak vermek.
Bu kitapta bir dizi hikaye anlatılmaktadır ve hepsi gerçektir. Benim için hikaye anlatıcılığı yazmanın en kolay yoludur. Ve hikaye anlatımı, şekil değiştirici geleneğinin bir parçasıdır.
1 2
1. KISIM
YUKARIDAN
BAKIŞ
İnsan kurallara sığmaz!
1 . B Ö L Ü M
MAYALARIN BAKIŞI
BüYÜK TAŞ PİRAMİT tıpkı bir volkanın sabah göğünde yükselmesi gibi orman örtüsünden yukarı tırmanıyordu. Çok uzun bir süre varlığını koruyacak şekilde yapılmış bir anıt olarak, onu yok etmek için Meksika Körfezi 'nden kasırgalar gönderen tanrılara, yüzyıllardır ondan bir şeyler koparan, tüm yeşim taşlarını, altınlarını çalıp sadece kayaları bırakan hırsızlara, yüksek duvarlarında ve tepesindeki oyma figürde kök salan bitkilere yenilmemişti.
Piramit manzaranın doğal bir parçası, ormanın akrabası gibiydi ama insanlar tarafından planlanmış, her taşı insan elleri tarafından yerleştirilmişti. Daha önce tamamen bakir bir orman durumunda olan Yukatan'ı bereketli tanın arazileriyle, muhteşem şehirlerle ve mimari başyapıtlarla dolu bir bölgeye dönüştüren bir sihirbazlar medeniyetinin yaratımıydı .
Mayalar bataklıkları kuruttular. Bataklıklarda bir zamanlar timsahların hüküm sürdüğü yerlerde insan kültürünün yayılmasını sağlayan devasa ada platformlar inşa ettiler. Bugün bizim kullanmakta olduğumuzdan daha doğru olan bir takvim geliştirdiler, kendi yazı dillerini yarattılar, Akropolis 'te bulunabilecek benzerleri kadar zarif tapınaklar, güzellik ve görkemde Mısır'ın en iyilerini aratmayacak piramitler inşa ettiler.
1 5
Bu sihirbazlar daha sonra arkeologları, filozofları, antropologları ve şairleri daima şaşkınlığa sürüklemiş olan en gizemli şeyi yaptılar.
Bu inanılmaz bir dönüşüm başarısıydı. Sihirli değneğini sallayarak annesinin rahmindeki yuvaya dönen yaşlı bir büyücü gibi, bu kültür, bataklıklardan yükselmek için çağlar boyunca uğraşan bu insan medeniyeti, kendini atalarının zamanına geri götürmüştür. Mayalar şehirlerinden ayrılmış, anıtsal piramitlerini, muhteşem resimlerle dolu kitaplarını, sofistike takvimlerini ve mimari sırlarını cangılın insafına terk edip ormanlarına dönmüşlerdir.
"İnsanlar bu dünya üzerinde ne kadar zamandır yürüyor?" diye sordu Viejo Itza bana. Arkamızdaki ağaçların karanlık duvarı ile önümüzdeki piramidin gölgesi arasında bir köprü kuran güneşlik alanda, tanrıların, insanların ve zamanın testlerinden geçmiş bu büyük taş anıtın zirvesindeki sabah ışığındaydı gözlerimiz.
Viejo İspanyolca'da "yaşlı" anlamına geliyor. Itza ise Mayaca bir isim. İlk kez yirmi yıl önce hayatıma giren rehberimin adıydı bu. Şimdi farkına varıyorum da ilk tanıştığımızda o kadar yaşlı değildi ve ona takılan ad aslında bir şifacı-filozof, öğretmen ve Şaman 'a verilen bir saygı unvanıydı. Belki aynı zamanda Maya mizahını yansıtıyordu; Viejo yürüyebilmek için eğri büğrü bir bastondan yardım alıyordu.
Yıllar içinde görünüşü fazla değişmemişti. Ağarma işaretleri veren saçları halil arkadan küçük bir atkuyruğuyla bağlıydı. Çikolata gözlerinin yanlarındaki tebessüm çizgileri hariç, yüzünde hiç kırışıklık yoktu. Gözlerinin hep hayat tutkusuyla parladığını çok iyi hatırlıyorum; sevgiye, hikaye anlatımına, hayvanlara, ormanlara ve insanlara duyulan bir tutku. Aynı sandaletleri giyiyordu veya en azından stili aynıydı. Tıpkı yerel bir bitkinin beyazımsı liflerinden yapılmış, ona bol gelen pantolonu ve gömleği gibi. Omzundan sarkan örme çantayı o yirmi yıl boyunca taşımış olduğuna yemin edebilirdim.
Sorusunu düşünmem gerekiyordu. Yanıtı okumuş olduğumu biliyordum ama iş sayılara geldiğinde unutkanlaşma gibi kötü bir özel liğim var. Boğumlu bastonunun ucunu önümüze çıkan bir yaprağa sürdü. "Bir milyon yıl mı?" diye tahminimi söyledim.
16
"Fena değil" diyerek gülümsedi, kolları ve bastonu yukarı ve ileriyi gösterene kadar doğruldu. Bulunduğum yerden bakınca, kolları piramidi içine alıyordu. Birkaç adım atarak piramidin gölgesine geçti, ben de onu izledim. Gölgenin serinliğine şükran duyuyordum. "Aslında rakamların bir önemi yok" diye devam etti. "Pek çok felaket atlattık. Efsanelere göre biz insanlar beşinci yaratımdayız, daha önce dört yıkım gördük." Durdu. Hava durgundu, sanki doğa da dinlemek için durmuştu. "Her defasında bizi çukurdan çıkaran, senin 'kahin' olarak da düşünebileceğin şekil değiştiriciydi."
Viejo Itza basamağın dibine kadar yürüdü ve tırmanmaya başladı. Bacağıyla ilgili hikayeyi hatırladım.
Gençliğinde arkeolojik bir araştırmada bir kazıcı ekiple birlikte çalışmak üzere işe alınmış. Bir akşam bir iş arkadaşının piramitlerden birinin tepesine kadar yarışma teklifini kabul etmiş. Çılgınca koşarlarken kayıp düşmüş. Onu bulduklarında öldüğünü düşünmüşler. Mayalı bir şifacı onu hayata döndürmüş. O olaydan sonra Viejo Itza artık farklı biri haline gelmiş. Okumayı öğrenmiş, o şifacının çırağı olmuş ve ruhlarla sohbet etmeye başlamışlar. Ona "bilge kişi" anlamında "Sabio" diye hitap etmişler ama adının önüne Viejo'yu koymuşlar.
Güvenilmez kayalar üzerinde tırmanarak onu izliyordum. Bazıları bıçak gibi sivri ve keskindi, bazıları ise dokunur dokunmaz parçalanıp dökülüyordu. Piramidin beni kendinden uzak tutmak için bunları bilinçli olarak yaptığını düşünüyordum. Başta bu fikri gülünç, basit bir paranoya olarak gördüm. Ama daha önce kolaylıkla çıktığım zamanlan hatırlayınca merak etmeye başladım. Bir şey farklıydı. Bazen yeni seviyelere ulaşabilmemiz için kaderimizin önümüze çıkardığı zorluklara dayanmamız gerektiğini düşünerek kendimi teselli etmeye çalıştım. Viejo ltza'nın düşüşü onun hayatını dönüştürmemiş miydi? Bu beni ürpertti ve o katmanlı duvarları daha dikkatli bir şekilde tırmanabilmek için kendimi yavaşlamaya zorladım.
Bir kuş-insan gibi olan bu adama yetişmeye çalışmaktan vazgeçtim. Yaşına ve yaralı bacağına rağmen zahmetsizce tırmanıyordu. Bir ara onu incelemek için durdum. Yılan gibi sürünüyordu sanki ve tüm vücudu kayayla birleşmişti. Bu eski piramitte evin-
1 7
"Burada otur" dedi yanımdaki düz çıkıntıya elini koyarak. "Yaklaştık sayılır. Biraz dinlenelim."
Oturdum. Gözlerimi onun, kayanın ve bana nerede olduğumu hatırlatmayacak şeylerin üzerinde tutmaya dikkat ediyordum. "Tekniğin harika" dedim.
Kendi kendine güldü. "Teknik hiçbir şey" dedi yavaşça. "İşin sırrı ruh. Ne zaman bir şey varlığımızı tehdit etse kahinin insanlanmızı kurtardığından bahsetmiştim az önce, hatırlıyor musun?"
"Şekil değiştirici. Hatırlıyorum." "Bu piramit mükemmel bir sembol." Etrafına baktı beni de ay
nı şeyi yapmaya davet ederek. Baktım ama yalnızca yakındaki şeylere odaklandım. "Atalarım kendi kendini yok eden bir medeniyet yaratmıştı. Muhteşem piramitler. Muhteşem sanat eserleri. Hayatı hiç olmadığı kadar uzatan ilaçlar. Zavallı arazinin kapasitesi zorlandı. Nüfus kendi kendini sona getirmek üzereydi. Tüm o zenginliğin insanlann ruhuna yaptıklanndan bahsetmiyorum bile. Maddi her şeyleri vardı ama dünyanın kendisiyle bağlantılarını yitirmişlerdi; Ruhla. Bilgeler bunu gördü. İnsanlara daha tatmin edici ve derin bir yaşama yönelmeyi öğrettiler."
Ayağa kalktı, bastonunun ucunu taşa bastırarak etrafımda bir daire çizdi. "Tırmanmaya devam ederken ruhunun piramidin ruhuyla birleştiğini hisset."
Sonra gitti. Kelimeleri bilincime sızarken bir an yalnız kaldım. Ayağa kalkarken yukarıdan tekrar sesi geldi. Şahinle ilgili bir şey söylüyordu. Göğe baktım. Mavi bir deniz gibiydi, bulutlar gözden kaybolmuştu. Bir kuş aradım ama herhangi bir yerde herhangi bir hareket yoktu.
"Şahin ol" kelimelerini duydum. Azmimi arttırarak gözlerimi sonsuzluk gibi görünen göğün muhteşem enginliğinde tutmaya zorladım. Bir ayağımı kaldırıp bir yere dayadım. Kayanın sağlamlığını hissettim. Aynı şeyi diğer ayağımla da yaptım. Kollarımı göğe kaldırdım. Önümdeki kaya tabakasına baktım. "Bir kerede bir adım" dedim kendi kendime. Şahini düşündüm. Dünyanın üzerinde uçarken piramide, ona tırmanan iki adama baktığımı hayal ettim. Başımdaki güneş ışınını hissettim. Hedefime yakın olduğumu biliyordum.
1 9
Sonunda tepeye ulaştığımda terden sırılsıklamdım. Kendimi son çıkıntıdan yukarı çekip zirvedeki dar tabakanın üzerine serildim. Güneş henüz yükselmemişti ama sıcaklığı yoğun bir şekilde hissediliyordu. Gözlerimi kıstım ve direnip durduğum şeyi yapmalarına izin verdim; aşağı bakmak. Çok aşağıda, geniş yeşil cangıl bir papağanın kanatları gibi yayılıyordu. Görüntü dönmeye başladı. Gözlerimi tekrar Viejo Itza'nın taştan bir jaguar heykeli üzerine tünediği yere çevirene kadar fena şekilde başım dönmüştü.
"Atalarımızın zamanındaki görünümünü koruyor" dedi gülümseyerek. Viejo'da tek bir damla ter yoktu.
Onun ayaklarının olduğu yere doğru kaydım ve vücudumu bir gölge şeridine sıkıştırarak oyma heykele yaslandım. Viejo'nun ellerinin omuzlarıma dokunduğunu hissettim. Elleri sırtıma doğru kaydı. Kaslarıma masaj yapan parmakları genç bir savaşçınınkiler gibi güçlüydü.
"Ama dünya o zamankiyle aynı değil ." Ufukta güneşin altındaki bir noktayı işaret etti. "Şehir. Binlerce insan. Arabalar ve fabrikalar. Zehirli hava." Parmağı, dünyanın sının gibi görünen ince yeşil çizgi üzerinde hareket etti. "Ve orada, zehirli nehir. Bir felaket zamanına girdik. Diğer dört zamanda olduğu gibi türümüz tekrar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya."
Aklıma başka bir cangıl , başka bir adam, yıllar önce hayatımı değiştiren bir an geldi.
"Eğer hayatta kalmaya devam etmek istiyorsak bizi çukurdan çıkarabilecek olanları dinlememiz gerekiyor."
"Şekil değiştiriciler" demişti yıllar önce cangılda hiç beklemediğim bir şekilde karşılaştığım o adam. İlk kez duyduğumda bir şirket yöneticisinin ve dünyevi bir adamın ağzından çıkan bu kelime beni şok etmişti.
20
2 . B Ö L Ü M
AMAZON'DA BİR ŞİRKET YÖNETİCİSİ
KNUT THORSEN' le ilk kez 1968 'de Amazon cangılında karşılaştım. O sırada ikimizin de orada olması şaşırtıcı bir tesadüf gibi görünüyordu. Yemyeşil yağmur ormanı içinde olmasına rağmen Sucua'da çamurun yavan kahverengiliği hakimdi.
Sucua 'nın iki meşhur caddesi vardı ve ikisi de Katolik kilisesine çıkıyordu. Bu caddeler evlerle ve sabun, şeker ve şişeli içecekler satan tiendalarla çevriliydi. Elle yontulmuş dikey levhalardan yapılma tiendalar boyasızdı. Üzerlerinde yalnızca benek benek yosunlar ve her yerde rastlanan kahverengi çamur vardı. Caddelerin kenarlannda ayak sürüyerek yürüyen insanlar mestizolardı; Kuzey Amerika keşif efsanelerinin ilham verdiği bir gelecek peşinde And dağlarından göç etmiş Kızılderili ve İspanyolların fakir torunları. Tüm hayallerine rağmen buldukları şey daha da fazla fakirlikti. Ağaçlan kestikten sonra tanın toprağının erozyona uğradığını ve çamurdan dolayı hiçbir ekin ekemediklerini gördüler. Misyon için çalışarak veya petrol, maun ağaçlan ve altını yağmalamak için gelen yabancılara hizmet ederek hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Yeterince para biriktirebildiklerinde bir tienda açıyorlardı.
2 1
Bazen ziyaretçi lerin gözüne ormanda yaşayan, savaştaki vahşilikleriyle ve kelle avcılıklarıyla tanınan Shuar kabilesine mensup bir kadın veya adam çarpardı . Mestizolardan hemen ayırt edilebiliyorlardı. Sadece kaslı bedenleri, Asyatik kökenli olabilecek yuvarlak yüzleri, burunlarına yakılmış kabile dövmeleri, alın üzerinde düz kesimli siyah saçları, tüylü kolye ve kollukları, orman kedileri gibi yumuşak, gururlu yürüyüşleri yüzünden değil. Sadece ziyaretçileri tatmin edecek kadar giysi giyme geleneklerinden de değil. Shuarları Sucua'daki diğer tüm insanlardan ayıran asıl özellik temizlikleriydi. Çamurlu lastik çizmeler ve kirli pantolonlar giymiyorlardı. Çıplak ayaklan ve bacakları, erkeklerin peştamalları ve kadınların etekleri lekesizdi.
O günlerde Sucua kolay ulaşılabilen bir yer değildi. Cuenca ·dan kalkan bir uçakta yer ayırtmanız gerekiyordu. İspanyol kolonisi olan bu şehir And dağlarında, yaklaşık iki bin beş yüz metre yükseklikte bir vadide bulunuyordu. Son İnka Kralı Atahualpa'nın doğduğu eski bir kale üzerinde kurulmuştu. Sucua ve Cuenca birbirinden yüksek bir dağ dizisiyle ayrılıyordu. İkinci Dünya Savaşı 'nda kullanılmış olan DC3 'ün bu zirveler üzerinden uçabileceğine güvenilmiyordu. Uçak bunun yerine dağlardaki bir vadi boyunca kıvrımlar yaparak ilerleyen bir nehri izliyordu. Pilotlar "kronometreli jokeyler" olarak biliniyordu çünkü radarları olmadığı için gösterge paneline yapıştırılmış bir kronometreye güveniyorlardı. Havalandıktan yirmi saniye sonra on derece sağa, elli iki saniye sonra da yedi derece sola dönmeleri gerekiyordu. Pilotlardan biri bana, "En açık günlerde bile daima saati kullanman gerekiyor. Buranın havası aynı Shuarların ruh halleri gibi değişken!" demişti.
Knut Thorsen'le karşılaştığım gün Sucua'da yalnızca bir ziyaretçiydim. Cangılın içlerinde yerleşmiş olduğumuz yerden izinle gelen bir Barış Gücü gönüllüsüydüm. Görev yerimle karşılaştırıldığında bir metropolis gibi görünen yerde bir Cumartesi gecesi geçimıek için gelmiştim.
Sucua'nın tiendalarından bazıları bira satıyordu. Biranızı alıp papazın haftadan haftaya eski bir mazotlu jeneratörü çalıştırarak Hollywood filmleri oynattığı kilise okuluna götürebiliyordunuz.
22
Jeneratörün gürültüsü oyuncuların seslerini bastınyordu. Doğumumdan önceki zamanlarda müttefik kuvvetlerin Normandiya çıkarması öncesinde İngiltere sahillerinde beklerken vakit geçirmek için izlediği, yüzlerce yerinden kopmuş ve tekrar yapıştınlmış siyah-beyaz filmler de vardı izlediklerimiz arasında. Ama bunların hiçbir önemi yoktu. Önemli olan o paçavra ekrandaki görüntülerin sizi çamurdan uzaklaştırmasıydı. Nerede olduğunuzu unutabiliyordunuz.
Sonra papaz kararan ekranın önüne geçip hepimize bir sonraki sabah ayinine katılmamızı tembihliyordu.
Neyse ki bu fırsatı kaçırdım. Pazar sabahı uçak pistine gittim. Orada çok ilginç bir manzarayla karşılaştım: Sundurmanın gölgesinde dolmakalem gibi dik bir şekilde durmakta olan, uçağın inmesinin beklendiği çamurlu zemini izleyen, gri takım elbiseli bir gringo. Ona yaklaşırken bu görüntünün Sucua için bir ilk olduğunu düşündüm. Sonra bu kişinin filmi izlemeye neden gelmediğini merak ettim.
Geride durup onu izledim. Siyah ayakkabıları çamurla kaplanmış, pantolonunda da çamur lekeleri vardı. Temiz bir sakal tıraşı, kısa kesimli bir saçı vardı. Duruş şeklini de göz önünde bulundurarak bir ordu mensubu olduğunu düşündüm. Kollan göğsü üzerinde sıkıca kenetliydi. Hava pistinin öbür yanındaki yağmur ormanına dosdoğru bir şekilde baktı. Belki de mestizoları izliyordu; üç tanesi çamurda öküzleri götürüyordu. Hayvanları inen uçakların meydana getirdiği izlerin yanındaki kazıklara bağladılar. Onların ötesinde, cangılın kenarında dolanan bir Shuar ailesi vardı; bir adam, karısı ve en küçükleri kadının göğsüne yaslanmış üç küçük çocuk.
Yaklaşırken gringo hareket etmedi. "Günaydın" dedim İngilizce olarak.
Vurulmuş gibi arkasını döndü. Sonra beni görünce yüzü bir gülümsemeyle ışıldadı. "Günaydın gerçekten !" Elini uzattı. Gözleri parlak maviydi. "İngilizce konuşuyorsun. Ne kadar harika! Adım Knut Thorsen." Konuşmasındaki hafif aksandan bir İskandinav olduğunu düşündüm.
Kendimi tanıttım. Benimle karşılaşmaktan duyduğu ferahlamayı gizlemek için hiçbir şey yapmadı. "Tanrım, kayboldum. Bil-
23
diğim birazcık İspanyolcayla yolumu bulurum sanıyordum. Ama pek işe yaramış görünmüyor." Etrafa baktı. "Burada . . . " Durdu, doğrudan gözlerime baktı. "Bir Barış Gücü gönüllüsü. Ne kadar güzel ! Karşılaşmış olmamız benim için ne büyük, ne iyi bir şans. Uzun zamandır mı buradasın?"
Dört aydır Ekvator'da görevli olduğumu anlattım. "Ama burada değil. B iraz daha içeride."
"Cangılın içinde mi?" İnanmamış gibi kafasını salladı. "Shu-arlarla mı?"
·'Evet. Shuarlar var." "Peki, doğru mu? Gerçekten kelle avcıları mı?" Geleneksel olarak Shuarların hala zaman zaman bazı ritüeller
için düşmanlarının kafalarını kopardığını ama geleneklerinin hızla değişmekte olduğunu anlattım. Kendi merakıma dayanamayarak soruverdim: "Takım elbiseli bir adamın Sucua'da ne işi var?"
Sıkılgan bir şekilde ceketine ve pantolonuna baktı. Kravat takmadığını fark ettim. Açık mavi gömleğinin yakası açıktı. Hemen yanında siyah derili, küçük, zarif ve sade bir valiz vardı . "Ah, bu elbise! Kendimi aptal gibi hissediyorum." Elini birkaç kez ceketinin üzerinde fırça gibi salladı. "Ama açıkçası tek elbisem bu. Çantamda ceket için yer de yok, o yüzden giymem gerekiyor." Bunu söylerken ceketi yavaşça çıkardı. "Bu sıcakta sanırım taşısam daha iyi olur. Karımın buna karşı çıkmasına, bir yerde unutacağım diye uyarmasına rağmen hem de." Ceketini kolunda dikkatle katlarken durdu. "Neden mi buradayım? Dünya Bankası için fizibilite çalışmaları yapan bir danışmanlık firmasında çalışıyorum. Paute Nehri 'nde potansiyel bir hidroelektrik santrali alanına bakıyordum."
"Paute mi?" '·Evet. Biliyorum, buraya pek yakın değil ama aynı su toplama
havzası. Masraflarım için makul bir yolculuk. Ayrıca . . . " diye gülümsedi, " . . . bir Amazon kasabasını ziyaret etmek istiyordum. Shuarlan görmek istediğim için." Cangılın kenarındaki ailenin olduğu yere doğru salladı başını.
Sıcak beni iyice etkilemeye başlamıştı ve dün gece bol miktarda bira içtiğimden beri daha tek fincan kahve içmemiştim. Sundur-
24
manın arkasındaki birkaç bakımsız masaya doğru ilerledim. "Adam şimdi bize oradan birer kahve getirir. Bir fincan iyi gelir."
Endişeli bir yüzle uçak pistine baktı. "Uçak her an gelebilecek durumda değil mi?"
Ona kronometreden ve değişken hava koşullarından bahsettim. "Bir keresinde bir hafta beklemek zorunda kalmıştım."
Yüzü şimdi bir mahkumunki gibiydi. "Cuenca'da bu uçuşun her gün yapıldığını söylemişlerdi."
"Havanın müsaade etmesine bağlı ." Gözleri göğe döndü. "Elbette. Geç olsun güç olmasın." Sonra
döndü ve masalardan birine gittik. Sonraki iki saat boyunca kendimizden, geçmişimizden ve mes
leğimizden bahsettik. Norveçliydi. Mühendislik ve işletme dereceleri aldığı Massachussetts Teknoloji Enstitüsü 'ne gidebilmek için İkinci Dünya Savaşı 'ndan hemen sonra ABD'ye taşınmıştı. Boston merkezli prestijli bir danışmanlık firmasına girmiş, şirket ortağı olmuş ve şimdi de başkan yardımcısıydı.
"Hayatımdaki tüm iyi şeylere rağmen . . . " diye itiraf etti, "hiç düşünmeden seninle yer değiştirmeyi isterdim."
"Neden?" "Gençsin, hızlı bir değişimin meydana geleceği büyüleyici bir
dünyada olgunlaşıyorsun. Türümüzün hayatta kalması senin ve çağdaşlarının vereceği kararlara bağlı olabilir." Gözleri sundurma, hava pisti ve benim aramda dolaşıp duruyordu. "Shuarlar gibi kültürlerden doğrudan bir şeyler öğrenmek gibi az bulunur bir fırsat yakalamışsın."
Bu bana garip geldi. Barış Gücü 'ndeki öğretmenlerim hep bizim Shuarlara bir şeyler öğretebileceğimizden bahsediyorlardı, asla tersi değil. Ondan bunu açıklamasını isteyemeden başka bir şey haykırdım.
"Uçak geliyor." Yüzü neşeyle doldu . Sandalyeden fırlayıp keyifle bağırabi
leceğini düşündüm. Sonra, sundurmadaki diğer herkes gibi dinlemeye konsantre oldu. Hemen sonra bana doğru eğildi, ağzı neredeyse kulağıma değecekti. "Hiçbir şey duymuyorum" diye fısıldadı.
25
"Shuarlar her zaman uçağın sesini hepimizden önce duyar." "İlginç" dedi. "Doktorlar bunun hakkında ne derdi acaba, me
rak ediyorum." İçeceklerimizi ödedi ve aceleyle sundurmadan ayrıldık. Parlak güneş ışığına çıkmamızla birlikte korkunç bir böğürtü yükseldi. Öküzlerden biri yere yığıldı. Öküzün üzerine çullanan mestizonun kolu kalkıp inerken elindeki bıçak parlıyordu.
"Neler oluyor böyle?" diye sordu Knut. "Hayvanları öldürüyorlar." Prosedürü anlattım. Önce uçağın
ineceğinden emin olana kadar bekliyorlardı. Sucua'da soğutma diye bir şey olmadığı için, hayvanları erken kesen çiftçi epeyce para kaybediyordu; belki de bir yıl içinde göreceği tek nakit parayı. Adamlar ağırlığı azaltmak için şimdi öküzlerin kafalarını ve toynaklarını kesmek için çılgınca uğraşıyordu.
"Aman tanrım .. . " Dikkatle izliyordu. "Uçağı beklediklerini an-lamıştım ama bu . . . " Omuzlarını silkti. "Barbarca görünüyor ama sanırım bu sadece benim bakış açım. Peki, gökyüzünü bulutlar kaplarsa ne olur?"
"İndikten sonra uçağın tekrar ayrılması gerekiyor. Pilot kendi kazancı açısından bu çiftçileri hayal kırıklığına uğratmaktansa fırtınalar ve dağlar karşısında şansını denemeyi tercih ediyor."
"Peki ya biz?" "Eğer havayı sevmediysen burada kalabilirsin." Göğe baktı. Durduğumuz yerin batısındaki dağların üzerinden
siyah bir bulut geçiyordu. Bulutun sağ tarafında gümüş bir nokta göründü ve bize yöneldi. "İşlerimizi hızlandırmak için elimizden geleni yapalım."
Çamurda ilerledik. İniş alanındaki izlere yaklaşırken hayvanların kanlarından dolayı nemli toprağın koyu kırmızıya büründüğü bir bölgeye girdik. Mestizolar birbirlerine bağırıyorlardı. Hava kan ve dışkı kokuyordu. Geçmiş deneyimlerimden biliyordu!fl ki cangıl üzeıinden yaklaşmakta olan uçağa odaklanmam en iyisiydi. Fakat Knut'un hala mestizoları izlemekte olduğunun farkındaydım.
Eski DC3 uçağı sarsıntıyla sert zemine temas etti. Bizim olduğumuz yere ulaştığında tekrar hava pistine yönelecek şekilde yavaşça döndü. Pervanelerin yarattığı hava akımı bizi neredeyse yere yıkacaktı. Uçak durur durmaz adamlar uçağa koşuşturdular.
26
Kapılar açıldı. Şişkin çuval bezinden torbalar dışarı fırlatıldı. Ahşap sandıklar aşağı indirildi ve hızla oluşan bir insan kuyruğuyla sundurmaya taşındı.
Bizim yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Sadece bekledik ve izledik. Sonra Knut'un söylediklerini hatırladım. Ona döndüm. "Az önce Shuarlardan bir şeyler öğrenmekten söz etmiştin; az bulunur bir fırsata sahip olduğumdan. Bundan neyi kastettin?"
Derin mavi gözlerini gözlerime çevirerek bir an düşündü. "Dünyamız daha önce hiç görülmemiş şekilde değişiyor." Dört adamın iki ağır demir sandalyeyi hızla uçağa taşıyışını izlemek için durdu.
"Sandalyeler bizim için" diye açıklama yaptım. Diğer adamlar öküzlerin kanlı parçalarını kapıdan geçirmeye çalışıyorlardı.
Siyah bir böcek gibi pantolonuna yapışmış olan bir çamur parçasını eğilip bir fiskeyle temizledi. "Bizim kültürümüzde, biz endüstriyel insanlar çok garip bazı şeyler yapıyoruz." Dönüp bana baktı. "Ben bir mühendisim ve bir hidroelektrik santrali kurmak için buradayım. Ama ben bile görebiliyorum ki dünyanın geri kalanı bizim izlediğimiz yolu izleyemez. Kaç tane nehre bent çekebiliriz? Kaç tane araba üretebiliriz? Kaç ormanı kesip otoyol yapabiliriz? Kaç insan benimki gibi evlerde yaşayabilir? Bunun sonsuza kadar gidebileceğini düşünmek aptalca. Bizim yaşama biçimimiz mantıksız ve sürdürülemez. Ümit senin gibi genç insanlarda. Ama okuduğunuz üniversitelerden öğrenemezsiniz bunu. Hepsi geçmişin fikirlerine bağlı. Başka bir yere bakmanız gerekiyor. Shuarlar gibi halklara."
Söyledikleri beni gafil avlamıştı. Bu sözler benim gibi işletme fakültesinden yeni mezun olmuş biri için radikaldi. Kongre'nin bana kelle avcılarından ders alayım diye para vermediğinden emindim.
"Kolay olmayacak" diye devam etti. "Hiç şekil değiştiren, gizemli teknikler kullanarak kendilerini ağaçlara veya hayvanlara dönüştüren adamları duymuş muydun? Şekil değiştiriciler. Shuar arkadaşlarına sor, anlatsınlar. Tüm o teknikler kültürünüzü, kültürümüzü değiştirmek için tek çözüm yolunu sunuyor olabilir."
Bir adam bize doğru koştu. "Sinyorlar, çantalarınızı alın. Ayrılma zamanı! Hemen kalkıyoruz."
27
Hızla uçağa yöneldik . Uçağa çıkmamıza yardımcı olmak için kapının altına bir tabure konmuştu. İçeride kokpitin arkasına bırakılan iki demir sandalyeyi bulmamıza yetecek kadar ışık vardı yalnızca. Zemin tamamen kanla kaplıydı . Yerleştikten sonra Thorsen elini sandalyelerimiz arasındaki boşluktan uzatıp koluma dokundu; "Şirketler dünyası değiştirilmesi kolay bir dünya değil. Onunla doğrudan savaşmanın anlamı yok. En iyisi ona sızmak."
Motorlar çalıştı. Pencerelerden ormanın geçişini izledim. Havalandık ve dağlara yöneldik.
28
3 . B Ö L Ü M
ENERJİNİN MADDESİ
BACAGIMDAN BİR SİNEGİ UZAKLAŞTIRDIM. Piramitten uzaklaşıp cangılın üzerinde büyük bir daire çizdi ve döndü. Tekrar uzaklaştırdım.
"Gölgeyi seviyor" diyerek düşünceye daldı Viejo Itza. "Güneşe geçebilirsin."
Üzerimdeki taş jaguarın üstünde oturuyordu. Oraya tünemiş altındaki dünyayı izleyen bir şahini düşündürüyordu bana. Yaşadığı o korkunç düşme olayından sonra o piramide o kadar kolay bir şekilde tırmanıp zirvesinde o kadar rahat bir şekilde oturması çok şaşırtıcı görünüyordu. Çoğu insan duygusal olarak hayat boyunca yaralı kalır, yükseklikten sonsuza kadar korkardı.
"Şekil değiştirici tam olarak ne demek?" diye sordum. Yalnızca gülümsedi. "Biliyorum" diyerek ben de gülümsedim. "Şamanlarla yaşa
dım ve eğitim aldım. Ama bunu senden duymak istiyorum. Daha önce şekil değiştiricinin şamanla veya kahinle aynı olduğunu söylemiştin . . . "
Derin bir iç geçirdi. "Tam olarak söylediğim gibi değil. Şekil değiştiriciye bu isimleri verebilirsin. Ama tüm şamanlar ya da kahinler şekil değiştirici değildir."
29
Sinek dizime kondu. Onu görmezden gelmeye çalıştım. "Şekil değiştiriciler şamandır. Ama bazı şamanlar şekil değiştirici değildir. O halde şekil değiştirici şamanın veya kahinin bir altkümesi."
Eğri büğrü bastonunu hızlı hareketlerle kayaya sürttü. "Kelimeler. Tanımlanamayacak bir şeyi tanımlamaya çalışan kelimeler."
Sessizlik içinde oturduk. Sorularımı manasız bulduğunu biliyordum. Keşke sormamış olsaydım. "Sonuçta ben bir yazarım" dedim kendimi savunmak için. "Benim kullandığım araç kelimedir."
Kendi kendine güldü. "Şuraya bak" dedi sonunda ormanı işaret ederek. "Bana ne gördüğünü söyle."
Parmağını izleyerek ağaç tepelerine baktım. "Cangıl . Ağaç yaprakları ."
"Daha yakından bak. Orada. Şu kahverengi nokta." Bakmamı istediği yere baktığımdan emin olmak için dizleri
min üstünde yükseldim. Bu zor bir hareketti. Kafamı kaldırır kaldırmaz güneş gözlerime çarptı. Aşağıdaki ormanın yeşil genişliği kayboldu, ışıkla birleşti, güneşe akan büyük bir ırmağa dönüştü.
"Şimdi." Sesi beni teskin etti. "Tam şuraya bak." Ona doğru eğildim ve kolundan aşağı baktım. Aşağıdaki ara
ziyi istediğim herhangi bir şeye çevirebileceğim bir güce sahipmişim gibi çok garip bir his duydum. "Cangıl" diye yanıt verdim yüksek sesle.
"Evet. Şimdi odaklan." İşaret parmağının ucunda ufuktan ufka uzanan yağmur ormanının yeşil örtüsü vardı. Sonra başka bir şeyi fark ettim. Tam işaret ettiği yerde çok küçük, kahverengi, belirsiz bir nokta. Gözlerimi kıstım ve dikkatlice inceledim.
"Ölü bir ağaç. Veya dal." "Peki şuradaki?" Parmağı bir ağacın tepesine yakın parlak kır
mızı bir daireye yöneldi. "Bir çiçek, muhtemelen bir bromeliad." "Şu?" Parmak, sineğin konduğu dizimden bir metre yukarıda
ki ince bir dal parçasının üzerindeydi. "Bir dal parçası." "Aha" dedi. "Benim tanımlayamadığım şeyi deneyimlemiş
oldun. Üç şekil deği_ştirici; bir Maya evinin çatısı, bir papağan ve bir böcek."
30
O bu isimleri söylerken ben yeniden baktım. Kahverengi bulanıklık bana aynen daha önce göründüğü gibi, ölü yapraklar gibi görünmeye devam ediyordu. Kırmızı nokta kaybolmuştu. Dal parçası ise kanatlarını açıp uçtu.
"Şekil değiştiriciler . . . " diye devam etti, " . . . pek çok şekle girer. Çevreleriyle harmanlanırlar. Zaman içinde değişime neden olabilirler."
Brezilyalı filozof Paulo Coelho'nun bir kitabı olan Hac 'dan bir bölüm geldi aklıma. "Bir keresinde şeytanı yenmesi gereken bir adamla ilgili bir hikaye okumuştum" dedim Viejo ltza'ya. "Rakibi vahşi bir köpek şekline girmiş."
"Evet, evet !" Sesi heyecanla çınladı. "Şeytan şekil değiştirmede uzmandır."
"Bu adam, kahraman, hikayenin yazarı, Astrain adlı bir ruh rehberinin onun da kendisini bir köpeğe dönüştürmesi gerektiğini söylediğini duymuş. Rakiplerimize, bize karşı kullanılanla aynı silahlarla yanıt vermemiz gerektiğini söylemiş."
"Aynen öyle! Peki, o ne yapmış?" Durup düşünmem gerekti. "Sanırım söyleneni yapmış. Evet,
şimdi hatırladım. Köpeğe dişleri ve tırnaklarıyla saldırmış. Köpeğin yapmasından korktuğu şeyi yapıp boğazına saldırmış. O kadar saldırganlaşmış ki, oradan geçen bir çobanı korkutmuş. Ama köpeği yenmiş."
"Elbette, şekil değiştirme sanatını öğrendiğin zaman. Köpek olmuş, şeytan olmuş ve onu onun oyunuyla yenmiş." Dönüp ağaçların üzerine baktı. "Orada her zaman oluyor. Değişimin araçlarından biri. En güçlü, kesinlikle en etkili araçlarından biri. Şekil değiştirme yoluyla meydana gelen değişim güçlüdür."
Tekrar ayaklarının dibine oturarak omuzlarımı taş jaguara yasladım. Gölge uzamıştı. Tüm bedenimi gölgede tutmakta biraz zorlanı yordum. Taş bile sıcaktı . Kendimi taşın ısısını alan bir kertenkele gibi hissettim. Hac'daki o bölümün beni ne kadar etkilemiş olduğunu hatırladım. Bu yaklaşımları kendi hayatımda uyguladığım, ateşe ateşle karşılık verdiğim zamanları düşündüm. Ama bunun şekil değiştirme olduğunu düşünmemiştim.
3 1
"Biz insanların beşinci yaratımda bulunduğumuzu söylemiştim." Viejo Itza'nın öncekinden daha kısık gelen sesi beni ürküttü. Ama ona baktığımda hiçbir değişiklik görmedim. "Bir keresinde suyla mahvolduk. Kutsal Kitap'ta anlatıldığı gibi. Maya efsanelerinin siz Hıristiyanların inandığı şeylerle pek çok benzerliği vardır. Ama şekil değiştiriciler bizi o felaketten kurtardı . Kutsal Kitap'ta anlatıldığı şekliyle Nuh yüzen bir ada yaptı ve hayatta kalmaları için her türün bir çiftini kurtardı."
Ona Buzul Çağı 'nda insanlığın büyük bir donmuş su seli felaketinden kurtulmayı başardığının bilim tarafından doğrulandığını anlattım.
"Bir de atalarımızın buzla savaşmaya çalıştığını düşün! Sopalarla ve taş baltalarla saldırdığını. Veya Nuh'un bir gemi yerine suyolları yaptığını düşün!"
O zamanın sopalarının, baltalarının ve suyollarının, günümüzde bilimin iklim değişikliklerine yanıt verme şekliyle eşdeğer olduğunu düşündüm. Bunu ona söyledim.
"Evet" diye onayladı başını üzgünce sallayarak. "Günümüzde liderleriniz gerçek güçle olan temaslarını yitirdiler. Sadece fiziksel dünya bakımından düşünüyorlar."
B ilim ve ticaretin odağı olan fiziksel veya materyal gerçekliğe paralel olarak mevcut olduğu şamanlar tarafından tanımlanan gerçeklikleri kastettiğini anladım. "Dünya onu nasıl hayal ediyorsan öyledir" dedim, son kitabımın adını söyleyerek.
"Gerçekten öyle. Öyle çünkü şekil değiştirme hayalden doğar" dedi . "Seni bambaşka bir aleme götürebilir."
Beni And dağlarında ve Amazon' da aldığım derslerin ötesine götürmeyi önermekte olduğunu hissettim. Daha açık olmasını istedim.
"Hayalin öneminden bahsettiğin zaman mutlak bir şekilde haklısın. Hayal her şeydir. Hem hayal, hem de rüya. Kim olduğumuz ve nereye gitmek istediğimizle ilgili vizyonlarımız. İster kabul edelim ister etmeyelim, bu hayatımızın her yönünü etkiliyor. Bunu bir kez anladığında, etrafa enerji yaymaya başlayacak bir konuma gelirsin. Şekil değiştirme işte o zaman olmaya başlar."
Hayalin hayatlarımızın çeşitli yönlerini etkileme gücü konusunda neyi kastettiğini biliyordum: Sağlık, kariyer, refah, diğer-
32
leriyle ilişkiler. Kitabımın konusu buydu. Ama şekil değiştirme kısmını bilmiyordum. "Viejo Itza, şekil değiştiriciler gerçekten fiziksel şekillerini değiştirebiliyor mu?"
"Elbette." "Bir hayvan veya bitki şeklini alabiliyorlar mı gerçekten?" "Bunu her zaman yapıyorlar." Sessizce güldü. "Buna kendin
de şahit oldun." Elbette, haklıydı. Amazon avcılarının ağaçlara dönüştüğünü,
görünmez olduklarını, ormana karıştıklarını görmüştüm. And şamanlarının kayalıklarda gözden kaybolup birkaç saniye sonra otuz metre aşağıda ortaya çıkmalarını izlemiştim. Birlikte bir ateşin başında oturduğum yaşlı bir Shuar kalkıp gölgeliklere doğru yürümüş, birden bir jaguar haline gelerek ormana fırlamıştı. Ama tüm bu deneyimlere her zaman mantıksal bir açıklama getirmiştim. Belki hipnoz ve bazen de özellikle Shuarlarda yaygın olan ayahuska bitkisi gibi bilinci etkileyen maddelerin tesiriyle yapılan etkileyici numaralar, muhteşem aldatmacalar, olağanüstü disiplin ve yetenek şovları gibi görerek bunları Houdini 'nin başarılarına benzetmiştim.
"İşte yanıldığın yer de o" dedi Viejo Itza düşüncelerimi okumuş gibi. "Ve eğer onların sadece bir şeyin görüntüsüne girdiklerini sanıyorsan yine yanılıyorsun."
"Öyleyse nedir peki?" "O şey oluyorlar."
Babacan bir şekilde gülümsedi bana. "Bunu nasıl yaptıklarını çok iyi biliyorsun. Aslında o diğer şeyler de olmuyorlar çünkü baştan beri o diğer şeyler. Onlar ve o şeyler aynı."
Beni biraz utandıran bu tartışmanın aynı zamanda canımı sıkmaya başladığını hissettim. Birkaç yıldır diğer her şeyle empatik birliğimizi kabul etmenin önemini vurgulayan dersler ve seminerler veriyordum. Tam "new age" türü bir kavramdı. Entelektüel olarak bana anlamlı geliyordu ama şimdi bu kavramı bir bitkinin veya hayvanın fiziksel özelliklerini alma bağlamında düşününce, kendimi şüpheciyi oynarken bulmuştum. Tanık olduğum onca şeye rağmen kendimi aynı evi paylaştığım kedi veya evin önündeki meşe ağacı olurken hayal edemiyordum. Ona bunu açıkladım. Yalnızca güldü.
33
"O zaman olmaz. Yapabilmek için hayal edebilmen gerekir." Bana uzunca baktı. "Bunun bir tür hile olduğunu sanıyorsun. Ama seni temin ederim ki bunu hayal edebileceksin. Ve o zaman bunu yapabilecek duruma geleceksin."
Ben söylediği şeyin anlamını düşünürken ikimiz de sessizdik. Bu konular hakkında pek çok kez düşünmüştüm. Vardığım sonuç, kendimiz, sosyal ve kültürel kurumlarımız hakkındaki algılarımızı değiştirme yoluyla hayat tarzımızı da değiştirebileceğimiz yönündeydi. Başkalarında en çok onurlandırdığımız ve kendi yaşamlarımızda vurgulamak istediğimiz yönleri ortaya çıkarmak veya "paradigma değişimi" denen şeyi yaratmak için kullanıldığında, şekil değiştirmenin çok somut uygulamaları vardı. Bu sadece benim için değil, aynı zamanda seminerlerime katılanlar için de tamamen anlamlıydı. Birlikte seminer verdiğim çeşitli yazarlar, modem insanların fiziksel olarak şekil değiştirme ihtiyacının ötesinde bir gelişim gösterdiğini, eski ve "ilkel" halkların bu tür yetenekleri olabileceğini ama teknolojik insanların artık bunlara ihtiyaç duymadığını ileri sürüyor. Bu tür yetenekleri hayat tarzımıza ve kurumlarımıza uygulamamız gerektiğini söylüyorlar. "Dünya hayal ettiğin gibidir" tanımı, biz insanların yaşama şeklimiz üzerinde kontrole sahip olduğumuz anlamına geliyordu. Buna göre, bireysel arzularımızı ve toplumsal önyargılanmızı değiştirerek kişisel yaşamlarımızı ve topluluklarımızı da değiştirebilirdik. Fakat Viejo Itza'dan duymakta olduğum şey daha da devrimseldi.
"Sonuçta tamamen bir enerji meselesi" dedi, düşüncelerimi keserek. "Görüyorsun ya, modem insanlar genellikle kurumlar bazında düşünüyor. Enerjinizi okullarınızın, şirketlerinizin veya siyasi partilerinizin yönetimini değiştirmeye harcıyorsunuz. Ve iş ırmakları, dağları, bitkileri ve hayvanları değiştirmeye geldiğinde, dünyanın parçalarını yakıta çeviren makineler kullanarak ve ortaya çıkan enerjiyi teknolojik bir sopa gibi kullanarak o canlıları bastırıyorsunuz. Ama eski insanlar ve şekil değiştiriciler enerjiye daha basit bir perspektiften bakar. Bilirler ki ateş yakmak için bir kibrit fabrikası kurmana gerek yoktur. Ateş om1anın içindedir ve tüm yapman gereken, iki çubuğu şekil değiştirerek ateşe dönüşene kadar birbirine sürtmektir."
34
Ayalarını birleştirip nazikçe birbirine sürttü. "Enerji. Enerji her şeydir. Biz enerjiyiz. Dünya, şuradaki ağaçlar, bu piramit." Ellerini ayırdı ve kafasından yukarı kaldırdı. "Evren. Enerji. Evrendeki her şey. Eski insanlar fiziksel çevrelerine çok daha yakındı. Bir ABD vatandaşı kendisiyle sosyal bir bağlantı arasında, sevgilisiyle, ailesiyle, kulübüyle arasında yoğun bir ilişki olduğunun farkında olmasına rağmen, aynı şeyin kendisiyle fiziksel çevre arasındaki bağlantı için de geçerli olduğunu anlayamıyor. Eski insanlar bu ilişkinin çok iyi farkındaydı." Durdu. Ben sessiz kalınca devam etti. "Karınla, kızınla olan ilişkine veya sahip olduğun bir şirketin gidişatına etki edebileceğini düşünüyorsun. Bu sayede edebiliyorsun. Şekil değiştirici fiziksel dünyayla arasındaki ilişkiye etki edebileceğine inanır. O sayede etki eder. Her iki durumda da esas olan enerjidir."
"Ve inanç." "Ve inanç. Ve bir şey daha. Niyet. Karınla ilişkini etkileme ni
yetin olmalı. Şekil değiştirici de öyle." Boğazını temizledi. "Terimi genel anlamda kullanıyorum çünkü gerçekten ikisi de şekil değiştirmedir. Her şeyin enerji olduğunu anlarsak, niyetin önemini de kolayca anlarız. Niyetin olmazsa enerjiyi nasıl etkileyebilirsin?"
Bunu biraz düşünmem gerekiyordu. "Bana öyle geliyor ki etkileyebilirim de."
"Evet. Ama felaketimsi sonuçlar ihtimaliyle birlikte." Fikirleri bana anlamlı geliyordu ama gerçekten bir meşe ağa
cına dönüşme yeteneğim konusunda şüphelerim devam ediyordu. Düşünmek için daha fazla vaktim olana kadar bu konuyu bir kenara koymaya karar verdim. Buz çağlarından, sellerden, baltalardan ve su yollarından bahsetmiş olduğumuzu hatırlatarak gelecek bağlamında bunun ne gibi bir anlamı olduğunu sordum.
"Evet . . ." dedi yavaşça. "Şimdi sana bir soru. Şu anda türümü-zün varlığını koruması karşısındaki en büyük tehdit nedir?"
"Biz kendimiz." "Buzul Çağı değil yani?" "Yeni bir buzul çağına neden olabiliriz." "Kim?" "Biz insanlar."
35
"Biz Mayalar mı? Amazon'daki arkadaşların mı?" Güldüm. "Hayır, elbette değil." "Kim öyleyse?" "Benim insanlarım. Biz Batılılar." Ama bunun doğru olmadı
ğını biliyordum. "Kuzeydekiler. ABD, Avrupa, Asya'nın bazı parçaları."
"Anlıyorum. Peki, Brezilya, Arjantin ve Venezüella'daki tüm fabrikalar da buna dahil değil mi?"
"Onlar da." "İnsanlığın varlığını sürdürmesi karşısındaki en büyük tehdit
'biz kendimiziz' derken tam olarak neyi kastediyorsun?" Daha önce bunu epeyce düşünmüştüm. Düşüncelerimi düzen
lemeye, ona ifade etmek istediğim şeyi aktarabilecek kelimeleri seçmeye çalıştım. "Komşularımızdan daha fazla üretip daha fazla tüketerek kendimizi mutlu edebileceğimiz kavramı, doğayı kontrol etme, her yerden yollar ve kaldırımlar geçirme . . . Tüm bunlar kendi kendinin sonunu getiriyor. Söylemek istediğimi biliyorsun, maddi zenginlik, ticari anlayış, ekonomimizin temeli haline gelen kapitalizm."
"Peki, bu kimin kavramı?" "Çok eskilere gidiyor. Yunanlılara ve Romalılara. Hatta sanı
rım daha da öncesine: Persler, Çinliler, Mısırlılar. Yüzyıllar sonra Aydınlanma Çağı dediğimiz dönemin filozofları geldi. Ve Adam Smith, Keynes gibi ekonomiciler. . ."
"Peki, bugün? Türümüzün varlığını kim tehdit ediyor?" Durdum ve derin bir nefes aldım. Cangılın karşısında daha önce
işaret ettiği yere baktım; arabaları, fabrikaları ve zehirli nehriyle şehir. Knut Thorsen ' in söylediklerini hatırladım. Soluk mavi göğe baktığımda takım elbiseli hayalet adamların ağaçlardan yukarı yükselen görüntülerini görebiliyordum. "Yatırımcılar. Politikacılar. Şirket yöneticileri. Reklfım ajansları. Televizyonlar. Firmalar."
"Aha! O halde bunlara dönüşmelisin ! " Güçlü bir hayal kırıklığı duydum. "Bu kurumsal bir şey, fizik
sel değil." "Jaguar olmamayı mı kastediyorsun?" "Evet.'"
36
Güldü. "Eğer istediğin şey oysa kendini bir jaguara dönüştürmeni sağlayabiliriz. Ama toplulukların, kültürlerin, türümüzün varlığını sürdürmesinde şekil değiştiricinin rolünden bahsediyoruz. Tehdidi kendin tanımladın."
Haklı olduğunu kabul ettiğimde bir kez daha hayal kırıklığımı yansıtmış olmalıyım.
"Üzülme" dedi güvenle, "ikisini de yapabiliriz." Sonra durup yavaşça etrafa baktı, dikkati ayaklarımızın yakınlarına odaklanmıştı.
Gözlerim piramidin tepesini, Viejo'nun tünediği Jaguarın bulunduğu tabakada onun gözlerini izledi. Kendimi dev bir kedi gibi düşünmeye çalıştım ama zihnimde modem bir şehrin merkezindeki cam bir gökdeleni gördüm. Gökdelenden çıkan büyük bir buz tabakası tüm şehri ve yolları kaplayıp bir çöle kadar uzanıyordu. Zihnimde gördüğüm şehri tamdım ve Viejo'ya döndüm. "Her şeyin başladığı o eski yerlerde çalışmıştım."
Eğilip bir taş aldı. Taşı elinde çevirip büyük bir ilgiyle inceliyor gibi göründü ve sonra da onu bana verdi.
Güneşten dolayı sıcaktı ama başka dikkatimi çeken bir özelliği yoktu. Bir kızılgerdan yumurtası büyüklüğünde, kabaca dikdörtgen şeklinde ve hafif kırmızımsı renkteydi. Bir ucu yuvarlak, diğer tarafı ise sanki daha büyük bir kayadan koparılmış gibi çentikliydi.
"Bunu karnına daya" dedi. Gömleğimi kaldırdım ve taşı kamıma bastırdım. Sıcaklığı iyi
bir his verdi. "Göbek deliğine." Yuvarlak ucu göbek deliğime oturuncaya kadar taşı karnımda
yuvarladım. Hemen annemin görüntüsü geldi aklıma. "Gözlerini kapat. Kalbinle hisset." Annemin genç yüzü bana gülümsedi. Altı ay önce ben Yuka
tan 'a gitmek üzere ayrılmadan, hastanede felçli halde yaklaşık iki ay geçirdikten sonra seksen beş yaşında ölmüştü. Daha önce denemiştim ama benim heyecanlı öğretmenim olduğu günlerdeki bir görüntüsünü ilk kez yeniden gözümde canlandırabiliyordum. Çok mutlu görünüyordu. Dikkatim annemin ellerine yöneldi. Tıpkı benim gibi o da bir taş tutuyordu.
37
Yıllar boyunca birlikte çalıştığım ve bana sık sık her insanın ve her şeyin birbirine bağlı olduğunu, taşın ruhuyla dağın ruhunun benim ruhumla ayrılmaz bir şekilde birleşik halde olduğunu söyleyen pek çok yerli insanın seslerini duydum.
"O taş . . . " dedi Viejo, " . . . senin şekil değiştirmedeki anahtarın olacak."
Gözlerimi açtım. Ağzımdan pek çok söz döküldü. Yakın zamanda New York City'de verdiğim bir konferansın bir kısmını tekrarladım. O konferansta, vücudumuzdaki atomların geçmişinin Büyük Patlama'ya, dünyanın yaratıldığı yaklaşık on beş milyar yıl öncesine kadar uzandığı ve hiçbir atomun tek bir vücutta bir yıldan fazla kalmadığı bilgisini aktarmıştım. Sözlerimi, "Hepimiz gerçekten biriz" diyerek bitirdim. "Ve pek çok hayata katılıyoruz."
Bana delici bir bakış attı . '"Eski yerlerde' , 'her şeyin başladığı yerlerde' çalıştığını söylemiştin. Anlat lütfen."
38
4 . B Ö L Ü M
BEDEVİ ÇÖLÜ VE K UMLARIN VERDİGİ DERS
KNUT THORSEN Ekvator'a gittikten sonra onunla iletişimim devam etti. Barış Gücü 'ndeki görevim sona erdiğinde beni bir iş görüşmesi için Boston'a davet etti. Amazon'dan ayrıldım ve idari müşavir oldum.
İlk görevim gereği İran'a gittim. Tahran, kalkınma uzmanları ve şehir planlayıcılarının merkezi haline gelmişti. l 970'lerin başlarıydı. Ülke Şah tarafından yönetiliyordu. Şah ve danışmanları İran ' ı İsa'dan üç yüz yıl önce Darius ve Büyük İskender'in zamanlarındaki gibi tekrar bir dünya gücü haline getirmeye kararlıydı. Geniş petrol rezervleri bu mucizeyi finanse edebilecek gibi görünüyordu.
Dünyanın her yerinden çeşitli bilimlerin parlak zekaları ve ünlü isimleri Tahran 'a akın etti. Ağaçlarla çevrili caddelerdeki kafelerden çöl sınırındaki açık pazarlara kadar Paris ' tekilerle yarışacak şehir heyecanla titriyordu. Gökdelenler, müzeler ve saraylar arasında, hayatları ortaçağ serflerininkine benzeyen korkunç yoksunluk bölgeleri de vardı ama bir kuşak sonra bu tür tüm kötü görüntülerin sona ereceği hissi, umudu hakimdi.
39
yazılmış notta bir restoranda Yamin ' le buluşmaya davet ediliyordum. Bu gizemli kişilikle buluşma fikrinin cazibesine direnemedim ama bundan kimseye söz etmedim. Bindiğim taksi beni şatafatlı Kuzey Tepesi semtinde özel bir malikane gibi görünümündeki binayı çevreleyen yüksek bir duvarın kapısına getirdi. Kapı açıldığında, altın şekillerle süslenmiş uzun, siyah, güzel bir elbise giyen göz alıcı bir İranlı kadın beni selamladı. "Amerikalı konuğumuz" dedi eğilerek, "Hoş geldiniz. Lütfen beni izleyin."
İçeri girdiğimde dış duvarın tahmin ettiğim gibi olmadığını büyük bir şaşkınlıkla fark ettim. Bir avlu yerine, alçak bir tavandan sarkıtılmış birkaç gaz lambasıyla aydınlatılan karanlık bir koridordan geçtik. Koridorun sonunda ağır, ahşap bir kapı vardı. Eliyle işaret ederek kapıya yaklaşmamı istedi ve kapıyı açtı. İçerideki görüntü nefesimi kesti. Bir elmasın içi gibi göz kamaştırıcı bir odaydı. Parlaklık gözümü aldı. Gözlerim alıştığında, bu parlaklığı meydana getiren şeyin sedeflerle ve yer yer mavi, yeşil veya kırmızı taşlarla bezenmiş duvarlar olduğunu anladım. Oda süslü bronz şamdanlara yerleştirilmiş beyaz mumlarla aydınlatılıyordu. Sekiz veya on kadar masa vardı. Tıpkı duvarlar gibi her biri mücevherlerle, sedeflerle ve kristallerle bezenmişti. Ve masaların yarısı doluydu.
Özel tasarımlı lacivert bir elbise giyen, uzun boylu, koyu renk saçlı bir adamla el sıkıştığımı fark ettiğim sırada şaşkınlığımı henüz kontrol altına alamamıştım. Bıyığı ve gülümseyişi, çocukluğumda popüler olan, ismini hatırlayamadığım neşeli bir aktörü hatırlattı bana. "Ben Yamin. Sizinle tanışmak harika Bay Perkins" dedi, çok hoş bir şekilde. "Teşekkür ederim. Yoğun programınızı yanda keserek davetimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Hakkınızda çok şey duydum." Aksanı, İngiltere İngilizcesi ile Farsça'nın bir karışımıydı. Oturduktan sonra beni nereden tanıdığını sordum ve "Tüm bu işlerde çok küçük bir oyuncuyum" diye ekledim.
Başını salladı. "Ah, hayır Bay Perkins. Çok mütevazısınız. Gençsiniz ve Şah'ın Ağustos 'ta oluşturduğu danışmanlar grubunda yer alan az sayıda kişiden birisiniz. Sanırım henüz tam olarak işadamlığına soyunmuş biri değilsiniz. Belki de konumunuzun ve ülkenizin gücünü küçümsüyorsunuz."
42
Kendimi tuhaf ve tedirgin hissettim. Neticede Barış Gücü'ne Vietnam'a gitmemek için katılmıştım ve "Ağustos grubu" içinde bulunmam ise Sucua - Ekvator' daki tesadüfi bir tanışmaya dayalıydı. Mütevazı olmamın nedenleri vardı ve zekam veya etki gücüm konusunda hayal görmüyordum. Konumumun "gücü" konusunda neyi kastettiğini sormayı başardım.
"Tahminime göre çok iyi biliyorsunuz ki devletlerimiz (sizinki ve benimki) bu ülkeyi geri dönüşsüz bir şekilde değiştirmeye çalışıyor. Sizin devletiniz hem incelikli, hem de hiç incelikli olmayan şekillerde inanılmaz bir güç kullanıyor.
Tereddüt etti. "Kumun renginin, bakanın nerede durduğuna bağlı olduğuna dair bir deyişimiz vardır. Ülkenizin, benim kültürümü sizinkine benzer bir kültüre dönüştürmek istemesi için kendince nedenleri olduğundan eminim." Uzun bir iç çekti. "Çöl bir sembol. Çölün yeşile çevrilmesinin tarımdan çok daha fazla anlamı var."
"Yani itiraz ettiğiniz şey Çiçeklenen ÇölProjesi mi?" Nazikçe ve biraz da istihzalı bir şekilde gülümsedi. "Dediğim
gibi çöl bir sembol . Sözünüzü kestiğim için bağışlayın ama neticede bir yemek için buluştuk." Kafasını eğerek ünüyle çelişir görünen çok nazik bir saygı ifadesinde bulundu. "İzninizle her ikimiz adına bir seçimde bulunacağım. Size gerçek Pers mutfağını sunmaktan onur duyarım." Garsona işaret etti. Siparişi verdikten sonra bana döndü. "Affınıza sığınarak size bir soru sormak istiyorum Bay Perkins. Kendi ülkenizin yerlilerini, Kızılderilileri yok eden şey neydi?"
"Pek çok şey: Beyaz adamın hırsı, coğrafi olarak genişleme kararlılığımız, üstün silahlar . . . "
"Evet. Doğru. Hepsi. Ama hepsi sonuçta doğanın yok edilmesine gelmiyor mu? Ormanlar yok olduğunda, Bufalolar öldürüldüğünde, kabileler kendi topraklarından çıkarılıp belirli noktalara yerleştirildiklerinde Kızılderililerin kültürlerinin temeli de çökmüş olmadı mı? Görüyorsunuz ya, aynı şey burası için de geçerli . Çöl bizim doğamız. Çiçeklenen Çöl Projesi bizim tüm hayatımızın dokusunu tehdit ediyor. Bunun olmasına nasıl izin verebiliriz?"
"Ama bu fikir sizin insanlarınızdan geldi."
43
Dişleri bembeyaz parladı. "Ah, evet. Kralımız Darius 'un ve İskender'in soyundan geldiğini iddia ediyor. Bu bir saçmalık elbette. Gerçek şu ki ataları Bedevi 'ydi. Tören çadırı güzel bir örnek. Çok açıklayıcı. Şah'ın farkına vardığından çok daha fazla şey a�latıyor. Bedevi '}erden gelen bir adam neden çölü yok etmek istesin ki? Tahta çıkan, Şah'ların Şah 'ı, kralların kralı olduğunu iddia eden bir adam?" Durdu ve garsonun masada doldurduğu şarap kadehine dokundu. "Benim insanlarım çölün bir parçası. Şah 'ın baskıyla yönetmeye çalıştığı bu insanlar çölün sadece bir parçası da değil, ken
disi." Şarap kadehini kaldırarak devam etti. "Sizi selamlıyorum Bay Perkins. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olduğunuzdan eminim; cesur olmayan birini uzak tutabilecek şeyler. Burada bulunmanızdan onur duyuyorum. Cesaretinize içiyorum." Bardağı yavaşça dudaklarına götürdü ve büyük bir lezzet duyduğu belli olan uzun bir yudum aldı. "Gerçek Pers şarabı. Bence muhteşem! Şimdi size küçük bir hikaye anlatmak istiyorum. Bu bencilce düşkünlüğümü bağışlamanızı dilerim."
"Buraya gelme nedenim bu. İran' ın diğer yüzünü görmek, notunuzda belirttiğiniz gibi ."
"Çok doğru." Gözleri tüm odayı dolanır gibi oldu, sonra duvarların birinin ortasındaki belirli bir noktaya odaklandı ama dönüp orayı incelediğimde, bu olağanüstü odanın her santiminden daha dikkat çekici olan bir şey göremedim.
"Daha on yaşında bile değildim. Doğumumdan beri her yıl olduğu gibi, bir haftalığına çöle giden aileme eşlik ediyordum. Ama bu sefer babam bana çok özel bir şey göstermeye söz verdi. Çölün bir sımnı öğrenmek için yeterince büyümüş olduğumu söyledi.
"Bir sabah erkenden, güneş doğmadan önce babamla birlikte çadırdan uzaklaştık. Çölde saatlerce yürüdük. Sıcaklığın dayanılmaz hale geldiği ve yorgunluktan öleceğimi düşündüğüm bir anda küçük bir vahaya vardık. Kumdan çıkıyor gibiydi. Bir cennet hayali şaşkın gözlerimin önünde gerçek oluyordu. Çöldeki küçük bir hurma ağacı kümesi arasında bir Bedevi ailesi yaşıyordu. Çadırları bizimkinden farklıydı. Daha basitti ve üstü siyah bir gölgelikle kaplıydı. Babamı tanıyorlardı, bizi sevinçle karşıladılar. Öğleden sonrasının büyük bölümü boyunca çadırlarında uyudum.
45
durumdaydım. Sonra aklıma bir şey geldi: Allah ' a yalvardım. Cevap vermeyince solucan gibi kumun içine girdim. Sıcaklığı garip bir şekilde rahatlatıcıydı. Sonunda ayağa kalktım ve orada öylece durdum. Tek başıma. İçimi bir sakinlik kapladı . Çöl sessizleşti, rüzgar durdu. Belki de Allah sonunda beni duymuştu. İlk uyandığımda keçi derisi su kaplarından biri yanımdaydı sanki diye hatırladım. Ayak izlerimi geri doğru takip ettim. Sabırsızlığa kapılıp koşmaya başladım. Rüzgar izlerimi silmişti. Yatakları görme ümidiyle ufku taradım . . . ama kumdan başka hiçbir şey yoktu.
"Ümitsiz bir şekilde koşuşturmaya devam ettim. Boğazım yanıyordu. Sersemlemeye başladım. Daha fazla dayanamadım. Yere yığıldım. Gözlerimi yeniden açana kadar orada ne kadar kaldığımı bilmiyorum. O anda izlerimi gördüm. Kendi izlerim! Ayak izlerimi bulmuştum. Yeniden enerji dolduğumu hissettim. İzlerin beni bir dairede dolandırdığını anlayıncaya kadar devam ettim. Çılgına dönmüştüm. Çığlık sesleri duydum ama kendi sesim olduğunu de hemen anladım. Oturdum.
"Kumlar etrafımda uçuşuyordu. Kumları düşündüm, hücrelerime, aklıma, hayallerime girmelerine izin verdim. Uyku bastırdı. Gözlerimi kapattım, korkuyu bıraktım, kendimi çöle açtım.
"O anda bir ses duydum. 'Çöl onu bir kez kabul ettiğinde müşfiktir' dedi ses. 'Onun bir parçası olduğunu öğrendiğinde . ' Bu sesi Allah 'ın sesi olarak kabul ettim. 'Asla acımasız değildir ama ona direndiğin zaman öyle görünebilir. '
"Gözlerimi açtım. Bedevi adam tepemde duruyordu." Yamin kadehini tokuşturmak için kaldırdı. Ben de kaldırdım. Kadehler masanın ortasında çınladı. "Beni babama geri götürdü." Gülümsedi. "Vaha bir saatten az bir mesafedeydi."
"Tüm o süre boyunca Bedevi neredeymiş?" "Yatağının içinde. Kumlarla kaplanmış olarak. Aslında ora
daymış. Yanımdan hiç ayrılmamış." "Tam bir inisiyasyon." "Evet. Hiçbir zaman unutmayacağım bir deneyim. Hayatımı
değiştiren bir ders." "Öyle bir öğretmenin olduğu için şanslısın." Konuşmadan önce uzunca durdu. "Bu kum dersini alsaydı Şah
nasıl olurdu hep merak ederim."
47
5 . B Ö L Ü M
K URU MSAL VE BİREYSEL ŞEKİL DEGİŞTİR ME
"ŞAH ' A NE owu?" diye sordu Viejo Itza hikayemi anlatmayı bitirdiğimde.
"Devrildi. ABD'de bize söylendiğine göre, Ayetullah Humeyni isimli bir fanatiğin yönettiği bir köktenci İslam hareketi tarafından tahttan indirilmiş. Ama aslında bundan çok daha büyük bir şey. Yamin'in tahmin ettiği gibi. Dev bir dip akıntısı. Bedeviler. Sıradan İranlılar. Şah kısa bir süre sonra öldü, ülkesi olmayan yalnız, acılı bir adam olarak."
"Şah Yamin ' in aldığı eğitimden geçseydi her şey ne kadar farklı olurdu." Viejo ltza 'nm sesi düşünceli, neredeyse üzgün geliyordu. "Kumların verdiği ders ! " Ayaklarına bakıyordu, yüzü gölgeler içindeydi, o yüzden ifadesini okuyamadım. "Çok öğretici bir ders . . . " Altındaki taş jaguara dokundu. "Burada, Maya'da olan şeyler de çok farklı değildi."
Açıklamasını istedim. Güneşin giderek yükseldiği cangıla baktı. Üzerimizde birkaç
bulut vardı, bir bebek arabasının üzerindeki güneşlik gibi. "Hikayeyi biliyorsun. İspanyollar gelmeden önce bu arazi ışıl ışıl renk-
48
lere bezenmiş muhteşem yapılarla kaplıydı. Bu kalıntılar o günlerdeki zenginliğin yalnızca iskeleti. Ama o yapılar o zaman bile insanları içten kemiren bir çöküşün dışsal simgeleriydi. İspanyollar geldiğinde muhteşem şehirler çoktan terk edilmiş, tekrar cangılın bir parçası olmuşlardı . Maya insanları hala buradaydılar, tıpkı bugün olduğu gibi ama ormanın derinliklerinde yaşıyorlardı." Bir yeri işaret etti. "Tıpkı şuradaki, ölü bir dala benzettiğin ev gibi. Şehirler terk edilmişti."
Kalktı ve ellerini yanlara açıp altındaki ve etrafındaki araziyi kapsayacak şekilde bir dairede yavaşça dönmeye başladı. "Şekil değiştiriciler rahatsızlığı anladı, insanların doğaya hakim olma çabasını sürdürmeleri ve maddi hırslara teslim olmaları durumunda meydana gelecek felaketi önceden gördüler. Bu yüzden insanları şehirlerden çıkarıp tekrar cangıla yönlendirdiler." Gözleri benim gözlerimle birleşti. "Antropologların ve tarihçilerin pek çok teorileri var; yıkıcı savaşlar, kıtlık, sel, kuraklık . . . ama tüm bunlar yalnızca semptomlardı."
"Ozon tabakasındaki delik, eriyen buzullar gibi günümüzün iklimsel değişimlerine benzer şeyler . . . "
"Aynen öyle. Semptomlar. Mayalar için asıl sorun, rahatsızlığın nedeni kültüreldi. Veya belki felsefi demek daha doğru olur." Tekrar oturdu. "Liderler insanların dünyanın kendisi olduğu gerçeğini göremiyorlardı. Doğadan ayn değiliz. Biz ve o biriz. Maya rahipleri ve krallar bunu unutmuştu. Egoları büyümüştü. Büyük piramitlerin tepesinde oturan, aşağıya yıldırımlar gönderebilen, arazileri kurutabilen, kendilerine devasa anıtlar yapabilen, doğaya hak.im olabilen tanrılar olduklarına inandılar. Hırsları saplantı haline gelmişti ."
"Şah 'ınki gibi." "Çiçeklenen Çöl Projesi. Kaç insan aynı hatayı yapacak?"
A vuçlannı açtı. Bir yakarış hareketi. "Bilim insanlarınıza bak . . . Hiç öğrenmeyecekler mi? Endüstriyelleşmeyle ilişkili kirl ilik. Ozon azalması ve diğer sorunların teknolojiyle çözülebileceğini iddia ederken, tarihin mesajını anlamıyorlar mı? Binlerce yıldır çölde yaşayan ama onu hiç 'fethetmeye' çalışmamış olan Bedevileri dinlemeyi neden reddediyorlar? Bu bilim insanları, Maya-
49
!ar şekil değiştiricileri izleyip ormana döner dönmez sorunlarının bittiğini görmüyorlar mı? Artık savaşlar bitmişti. Sellerin ve kuraklıkların devam edip etmediğini bilmiyoruz. Bildiğimiz şey, tekrar çevrelerinin bir parçası olmaya adandıklarında rahatsızlıklarının sona erdiğidir."
Aklıma bir fikir geldi. "Amerikan Devrimi, demokrasi, bir şekil değiştirmeydi."
Bana baktı. "Bunu biraz açıklayabilir misin?" Ona bir özet sundum. Önce Avrupa' da gelişen politik sistem
leri tanımladım; feodalizm, aristokrasiler, monarşiler. Bunları diğer herkesi yöneten bir avuç insana dayalı sistemler olarak tanımladım. Çoğunluğun çok az hakkı vardı; kötü muamele görüyor, kullanılıyor, hizmete zorlanıyorlardı. Sonunda usandılar. Felaket işaretleri ve kehanetleri vardı. Sürekli sorunlar meydana geldi ama bu askerlerin halledebileceği bir şey değildi. Çoğunluk her zaman kaybediyor, itaate mecbur bırakılıyor, aristokrasinin istediği şeyi yapmaya devam ediyorlardı. Şehirler büyüdü ve insanlar doğaya giderek yabancılaştı. Salgın hastalıklar, vebalar, yıkımlar, açlık vardı. Bu arada yönetici elit zenginliğini giderek arttırıyordu. Onlar ve rahipleri "seçilmiş" olduklarını iddia ediyor, yalnızca kendilerinin Tanrı 'yla doğrudan temasları olduğunu söylüyorlardı. Sonra istisnai bir şey oldu. Viejo'nun gözlerine dosdoğru baktım. "Kolomb."
"Sizin için istisnai belki." "Her hikayenin iki yönü vardır. Her zorlu durumda bir kaçış
kapısı açılır. Bizim hikayemizdeki kaçış kapısı, atalarımın 'Yeni Dünya' dediği şeydi." Viejo kendi kendine güldü. Eski Dünya'nın Amerika'ya göç edenlere sistemlerini nasıl dayattığını anlatarak devam ettim. Ama okyanusa meydan okuyan bu insanlar ebeveynlerinden farklıydı . Farklı bir hayal görüyorlardı. Ve yeni bir soyla karşılaştılar; onlara doğada nasıl yaşanacağını gösteren orman insanları. Böylece eski efendilerine direnç gösterdiler. İsyan ettiler. Savaşlar yoluyla Kızılderililer'den doğayla nasıl uyum kazanılacağını öğrendiler. İngiliz birlikleri parlak kırmızı ceketleriyle askeri düzende ve güpegündüz düzgün sıralar halinde yürürken koloni askerleri sade ve çevrelerinin rengindeki güderi
50
giysiler içinde, ağaçların ve taş çitlerin arkasında saklanıyordu. Doğadan ayırt edilmez hale gelip kendilerini gizliyorlardı.
Viejo beni hevesli bir şekilde dinliyordu. Devam ettim. "Koloniciler alternatif bir devlet türü geliştirdi. Model olarak ise Kızılderililer' den, özellikle beş ve daha sonra altı kabileyi kapsayan bir halk olan lroquoislerden esinlendiler. ABD'nin Benjamin Franklin, Thomas Jefferson, George Washington, Thomas Paine gibi Kurucu Babalar ' ının pek çoğu, yerli topluluklarının yaşam şekillerini daha iyi anlamak için onları ziyaret etti. Çalışmalarına dayalı olarak, tüm dünya tarafından kopyalanan bir devlet türüne ulaştılar."
"Iroquouislerle ilgili kısmı hiç duymamıştım." "Evet ama Kurucu Babalar bir şeyi ihmal etti. Iroquoisler ara
sında kabile şeflerini seçen bir kadınlar konseyi vardı. Yani temel olarak gemiyi yönetecek olan kaptan kadınlar tarafından seçiliyordu. Eğer geminin gidişini, rotasını beğenmezlerse kaptanı değiştiriyorlardı. Bizim Kurucu Babalarımız kadınlan yönetime dahil etmedi. Bu yüzyıla kadar, yani Anayasa'nın yazılmasından yüz yıldan uzun bir süre sonrasına kadar kadınların oy kullanmasına bile izin vermediler."
"İnsanlık tarihindeki en önemli -en yıkıcı- şekil değiştirme." "Oy kullanma mı?" Güldü. "Elbette hayır. Dişiden uzaklaşma. Biliyorsun, bu dün
ya temelde dişil. Hayatta kalmamızı sağlayan şey bu. 'En uygun olanın hayatta kalması ' değil; bu bir erkek kavramı. Hayatta kalış, besleme, sevme, destekleme ile yani dişil özelliklerle ilgilidir. Bunlar olmasaydı ne olurduk? Erken tarihimiz baskın olarak bu özellikleri destekleyen özellikteydi. Tıpkı Iroquoislerinizde olduğu gibi, tüm önemli meselelerde kadınlar karar verirdi. Benim kültürüm tanrıçaya tapardı, tıpkı birkaç bin yıl öncesine kadar dünya üzerindeki, Dünya Ana üzerindeki tüm kültürlerin yaptığı gibi. Sonra büyük ve korkunç bir şekil değiştirme meydana geldi ."
"Bunu daha önce hiç böyle görmemiştim." "Başka nasıl görebilirsin ki? Bu tipik bir reaksiyondu sanının.
Tipik insan, tipik erkek reaksiyonu. Ego bilgeliğin önüne geçti . Beni her zaman çok şaşırtmış olan şey ise bunun pek çok yerde
5 1
eşzamanlı olarak gerçekleşmiş olması. Ben bir Maya ve Katolik olarak yetiştirildim. O günlerde burada, Yukatan'da Katolik olmamak, -bu doktrinin eğitimini almamak imkansızdı. Çok küçük bir yaşta, çok uzun bir zaman önce başlamış olan o korkunç dönüşümün etkisinin büyüklüğü ve bu buradaki, Avrupa'daki, Ortadoğu'daki ve Andlar'daki gelişim benzerliği çok dikkatimi çekti. Daima ruhsal olarak sağlıklı insan grupları vardı. Çoğu zaman cangılların ve ormanların derinliklerinde yaşıyorlardı. Bu kültürlerde yönetim kadınlardaydı ama erkek kültürler gelip egemen oldu."
"Buna şekil değiştirme mi diyorsun?" "Çok büyük bir şekil değiştirme, neredeyse evrensel. Ve daha
önce meydana gelenlerle karşılaştırıldığında, nihai olarak kendi kendini yok edici bir şekil değiştirme. Sezonluk olarak kurulan ve çocukların kahkahalarıyla çınlayan muhteşem yerel pazarlar, günümüzün erkek egemen ekonomilerine yol açan büyük ticari firmalar haline geldi . Bu, eğitimde, siyasette, dinde ve neredeyse tüm kurumlarda meydana geldi. Kirlenme erkekliğin, gelişmenin bir erdemi, simgesi haline geldi. Para ve bir şeyler biriktirme saplantısı kutsallaştı. Tüm bunların geçmişi o şekil değiştirmeye kadar uzanıyor."
"Peki İsa?" "Büyük bir şaman, bir şekil değiştirici ." "Peki, nasıl başarısız oldu?" "Başarısız mı !" Kafasını geri atıp güldü. "Başarısız olmadı. Der
simizi almamız gerektiğini ve bunun ancak deneyim yoluyla mümkün olduğunu görebiliyordu. Gerçekte neyi istediğimizi anlamak için tüm bu lüks, tüm bu materyalizm, bu ekonomik gelişimin acısını çekmemiz gerekiyordu. Ve İsa kalplerimizde hala yanmakta olan ateşi yaktı. Ne engizisyonlar, savaşlar, kıtlıklar, ne de papaların fermanları bu ateşi söndürebildi." Göğsüne dokundu. "O ateş burada, içimde. Ve orada, içinde. Hepimiz zaman zaman onu hissederiz. Orada olduğunu biliyoruz. Bizi ayakta tutan şey bu. Tekrar şekil değiştireceğiz. Hatta bana öyle görünüyor ki, senin ülken geçmişinizdeki devriminiz sırasında buna benzer bir şey yaptı."
"Benim ülkem o eski erkek egemen şekli değiştirme konusunda nadir bir fırsat yakalamıştı ." Bu düşünce beni heyecanlandır-
52
dı, sonra da sıkıntıya soktu. "Eğer o koloniciler Iroquoisleri gerçekten dinlemiş olsalardı bugün dünyaya çok daha farklı bir örnek sunuyor olurduk."
Bir süre sessizce oturduk. Sonunda Viejo Itza boğazını temizleyerek devam etti. "Şimdi ülkenle ilgili çok daha iyi bir kavrayışa sahibim. Sizin sisteminizin çerçevesi, doğayla birliklerini hissetmiş olan yerli insanlardan geldi. Temeller araziye yakın olma, Güneş'e, Ay'a, Dünya'ya ve tüm çevreye tapmaya dayalıydı. Ama artık her gün doğadan biraz daha uzaklaşıyorsunuz. İki yüzyıldır böyle bir eğilim var. İsa 'dan önce başlayan o eski kalıbı devam ettiren bir eğilim. Bunu tersine çevirme şansınız vardı. Ama çevirmediniz."
"Belki bunu şimdi yapabiliriz." "Elbette. Eğer doğru koşullar sağlanırsa. Ama biraz Yamin'e
geri dönelim." "Tabii ." "Ona eşlik eden Bedevi adam hakkındaki hislerin nedir? Ger
çek bir şekil değiştirici miydi acaba?" Hemen "Evet" demek istedim çünkü bunun her şeyi basitleş
tireceğini biliyordum. Ama gerçek şuydu ki, Yamin'den hikayeyi dinlediğimde, çölde Yamin'e eşlik eden adamın iyi bir kamuflaj ustası olduğunu düşünmüştüm. Kumlarla kaplanan bir battaniyenin altında gizlenerek tamamen görünmez olmuştu. Bunu : iejo Itza'ya söyledim.
"Yamin sana öyle mi söyledi?" "Kullandığı kelimeleri tam olarak hatırladığımdan emin değilim." "Ona atfettiğin kelimeleri aynen hatırlıyorum. 'Adam çölün
kendisiydi . ' Yamin'in böyle dediğini söylemiştin." "Sanırım söylediği şey aşağı yukarı buydu." "Ve bunun birebir doğru olabileceğini düşünüyorum." "Yani o adamın gerçek bir şekil değiştirici olduğunu, yaptığı
şeyin yalnızca bir battaniyenin altında saklanmaktan ibaret olmadığını mı düşünüyorsun?"
"Yatağını kullandığından veya yatağının kumla kaplandığından şüphe duymuyorum. Peki, ne kadar süre boyunca orada kaldı sence?"
53
Hafızamı taradım. "Emin olamıyorum. En azından bütün sabah. Belki daha uzun." Y amin yere çöktükten sonra gözlerini açınca güneşin doğrudan tepesinde olduğuna dair bir şey söylememiş miydi? "Bilmiyorum" dedim sonunda. "Kesinlikle uzun bir süre."
"Boğucu çöl sıcağında, bir battaniyenin altında yarım gün veya daha uzun, hatta birkaç saat bile durmak ister miydin?"
"Pek istemezdim. Neredeyse imkansız gibi görünüyor. Ama bir Bedevi için . . . "
"Onlar farkl ı mı?" "Çölde nasıl yaşanacağını biliyorlar sanırım." "'Nasıl mesela?" "Nasıl hayatta kalınacağını, nasıl uyum sağlanacağını . . . " Bu
beni durdurdu. "Ne söylemek istediğini anladım. Yani onun gerçekten şekil değiştirdiğini, çöl olduğunu mu söylüyorsun?"
"Bunu söyleyen Yamin." "Belki de öyledir." Sonra başka bir düşünce geldi aklıma.
"Eğer gerçekten bunu yaptıysa, ne zaman tekrar insan haline döneceğini nasıl biliyordu? Hatta dönebileceğini nasıl biliyordu?"
"Ah . . . kritik soru. Sizin gibi insanların şekil değiştirmesini engelleyen soru, dostum."
"Nasıl yani? Daha önce bunu yapmayı öğreneceğime söz vermiştin."
"Afedersin. 'Şimdiye kadar' demeliydim." "Teşekkür ederim. Ama bunun bir inanç ve niyet meselesi ol
duğunu söylemiştin sanırım." "Doğru." Durdu. "Şekil değiştirmeyi düşünürken herhangi bir
korku duyuyor musun?" "Evet. Bunu yapamayacağım korkusu." "Ondan başka?" "Eğer bunu yaparsam, bu halime dönemeyeceğim veya dön-
mek istemeyeceğim korkusu." "Dehşete düşürücü bir korku." "Kesinlikle." "O korku, insanların bunu yapmasını engelleyen en büyük
faktör." "Bunu nasıl yenebilirim?"
54
Derin bir iç çekti. "Bir şekilde dönüşüp o korkuyu bırakman gerekiyor. Ama bu dönüşüm, kültürel, kurumsal dönüşümlerden biri. O yüzden de o kadar zor veya korkutucu olmayabilir. Şekil değiştireceğin şeyle zaten aynı olduğunu, ayrılığın yalnızca bir illüzyon olduğunu kabul etmen gerekir. Aynca bir hiyerarşi olmadığını, bir insan olarak varlığının evrim tablosunda bir ağaç veya jaguar olarak varlığından daha üstte olmadığına inanmalısın."
"Bizim toplumumuz için zor bir düşünce." "Lise biyolojisi kesinlikle insanları şekil değiştirmeye hazırla
mıyor. Ama buna şu şekilde bak: Eğer bir ağacın daha düşük seviyeli olduğuna inanırsan, bir ağaç olarak kalma korkunu nasıl yenebilirsin? Ve . . . " Eğildi, yüzü benimkine yaklaştı. "Şekil değiştiricilerin değiştikleri bir şey olarak kalmaları az rastlanan bir şey değildir." Gözlerime dikkatle, gözlerini kırpmadan baktı. "Pek çoğu hiç dönmez. Dönmemeyi seçerler."
"Aman tanrım! " "Bu seni korkutuyor mu?" Doğruldu. "Ama neden? Eğer bir
ağaç olmanın bir insan olmak kadar, hatta ondan daha iyi olduğunu kabul edemiyorsan, şekil değiştirme hakkında bir daha hiç düşünmesen belki de daha iyi olur. Kişisel özellikler ve kurumsal şekil değiştirme hariç. Bunlar hücresel şekil değiştirme değil ."
"Bazılarına çekici gelen de bu sanırım. Artık fiziksel olarak şekil değiştirmediğimizi çünkü artık bunun ötesine geçtiğimizi söyleyenlerin bunu tersten düşünmesi gerekiyor. .. Bu bir kaçış."
"Buna şu şekilde de bakılabilir: Eğer ona inanıyorlarsa, o zaman herhangi hücresel, fiziksel şekil değiştirme yapmamaları gerekir ki muhtemelen yapamazlar da ama eğer yapabil selerdi, başlarını gerçekten büyük bir derde sokarlardı ! Kurumsal şeylere yapışmaları daha iyi. Knut Thorsen'in onlarla ilgili tespiti çok doğru. Anahtar, toplumların hayallerini şekillendirenleri dönüştürmek."
"Şirketler." Elimi işaret etti. "Taşa bak." Taşı güneşe tuttum. Kırmızımsı rengi daha parlaklaşmış gö
rünüyordu. Kaldırıp yüzüme yaklaştırdım ve yanağıma değdirdiğimde sıcaklığını hissettim.
55
"Onun hakkında düşün" dedi sessizce. "Onun içine gir. Aynı zamanda onu kalbinde hisset. Neyin şekil değiştirmesini istiyorsun? Unutma, şekil değiştirme enerjiyle, ruhla ilgilidir. Sorular sor. Her zaman sorular sor."
Gözlerimi kapattım. Taşın görüntüsü hala zihnimdeydi. Bilincimin odaklandığını, sanki taşa doğru akmakta olduğunu hissettim. Huzurlu bir histi ve aynı zamanda bir dönüşümün gerçekleşmekte olduğunun farkındaydım. Yaptığım şeyin tamamen benim için, tamamen kendime doğru bir an olduğu, en kutsal ve gizli benliğimin derinliklerini araştırabileceğim bir an olduğu düşüncesi belirdi.
"Kristal bir mağarayı andıran parıltılar." Bu kelimelerin Viejo Itza'nın kelimeleri mi olduğu yoksa benim hayal gücümden mi geldiğinden emin değildim. Önemi yoktu. Taş sanki açılmıştı. İçi çok parlak, olağanüstü, kristal bir mağaraydı.
"Neyin şekil değiştirmesi gerekiyor?" diye sordum. İnsanlardan oluşan uzun bir çizgi gördüm, her boydan ve her
ırktan insanların oluşturduğu sonsuz bir yılan. Giderek büyüdü ve beni yiyecekmiş gibi hissettim. Onun üzerinde ise su, erimiş metaller. yiyecek ve havadan oluşan başka bir çizgi vardı. Bu çizgi giderek küçülüyordu. "Artan nüfus ve azalan kaynaklar felaket demek" dedi bir ses veya bir düşünce. "Bu hayat şekli değişmeli."
Birden bir grup adam çıktı ortaya. Takım elbiseli ve kravatlı bu adamlar uzun, maundan bir toplantı masasında oturuyordu. Arka planda beyaz cüppeli Bilim insanları test tüpleriyle uğraşıyordu. Maun masanın başındaki adam ayağa kalktı. "Baylar, insanlık için dev bir adım . . . " Sesi tüm odada gürledi. "Bu şirket, bilimi kullanmada dünya lideri. Ve yılın son çeyreğinde karların rekor bir düzeye çıktığını bildirmekten mutluluk duyuyorum. Parlak bilim adamlarımız . . . " arkasındaki beyaz cüppeli adanılan işaret etti, " . . . bir mucize gerçekleştirdi. Böylece şirketin değeri de tavan yaptı! "
Gözlerimi açtığımda Viejo Itza bana bakıyordu. Deneyimlediğim şeyin beni Knut Thorsen' le yaşadığım başka
bir olaya götürdüğünü söyledim. Ujung Pandang'a ikinci ziyaretim sırasında olmuştu. Bu liman kenti, Bomeo ile Yeni Gine arasındaki Baharat Adalan 'ndan biri olan, korsanlar ve hazinelerle ilgili renkli bir geçmişe sahip Sulawesi Adası 'ndaydı. Kolomb'un
56
tesadüf eseri Amerika'yı keşfettiği sırada aradığı , hazine efsanelerine konu olmuş Sulawesi, modem ABD firmalarının kalelerinden çok uzakta, tam anlamıyla dünyanın öbür tarafındadır. Oraya yaptığım ikinci yolculuk sırasında hala dünyanın en gizemli yerlerinden biriydi. Okyanus uskunalanna sahip, genellikle de bunları ticaret gemilerine yanaşıp yağmalamak için kullanan Bugi kabilesine mensup insanların kaldığı adaydı. Benim varmamdan sadece bir ay önce, bir Çin şilebi ve yirmi kişilik tayfası Bomeo sahili açıklarında kaybolmuştu. Endonezya'daki kimsenin o şilebin kaderiyle ilgili bir şüphesi yoktu!
O ziyaret sırasında dikkatimi çeken şey, U jung Pandang' a gizli bir toplantı için gelmiş şirket yöneticilerinin görüntüsüydü. O özel iş liderleri grubuna danışmanlık yapmak üzere tutulmuş yüksek kazançlı bir yönetici olan Knut, sohbetlerimizin birinde bana hiç aklımdan çıkmayan bir soru sormuştu. "B.urada gerçek korsanlar kim?" Bu soru o zaman beni çok şaşırtmış, hatta şoka uğratmıştı ama zaman içinde soruyu da ve anlamlarını da unutmuştum. Şu ana kadar.
57
6 . B Ö L Ü M
BU GİMANLARLA ŞEKİL D E GİŞTİRME
y AZILI TARİHİN ÖNCESİNDEN BERİ Sulawesi sahillerinde yaşayan Bugiler dünyadaki en kana susamış korsanlar olarak bilinir. İlk baharat tüccarlarını o kadar korkutmuşlardı ki, Avrupahlann sözlüğüne "Bugiman" diye yeni bir kelime eklenmişti.
Bugiler hala çok büyük siyah yelkenleri olan büyük ahşap uskunalar kullanır. Prahus denen bu gemiler, ağaç, asma ve reçine gibi tamamen doğal maddelerden yapılır; Toraja Taglia ve diğer vahşi ve bağımsız kabilelerin yaşadığı, adanın reniş ve gizemli iç kesimlerindeki dağlara uzanan ormanlardan elde edilen maddeler. Prahulann motoru, navigasyon ekipmanlan veya herhangi türde modern bir teknolojisi yoktur ama büyük mesafeleri aşar, hatta bazen denizcilerin dünyadaki en tehlikeli sulardan biri olarak bildiği Hint Okyanusu'nu kat ederler. Bugi denizcileri hala Sir Francis Drake ' in onlardan kaçtığı zamanki gibi görünüyor. Batik sarongları. parlak renkli sarıkları, süslü küpeleri vardır. Bellerindeki kırmızı kuşaklarından uzun, kavisli palaları sarkar.
Sulawesi 'ye ilk ziyaretimde Buli adlı saygın, yaşlı bir prahu ustası Bugi 'yle arkadaş olmuştum. Uzun, düz, beyaz saçlı Buli
58
kamburlaşmış ve dişsizdi. Yaşını bana hiç söylemedi. Ustalığını ona geleneksel becerileri öğreten ünlü bir gemi yapımcısı olan dedesinden almıştı. "Her prahunun bir hayali vardır" diye anlattı Buli. "Bu hayal gemi inşa edilmeden önce mevcuttur. Dedem bana işime başlamadan önce prahunun hayaline nasıl gireceğimi gösterdi. Prahunun nereleri dolaşacağını, hangi fırtınalarla karşılaşacağını görürüm. Bu bana işime nasıl odaklanmam gerektiğini, prahunun hangi parçalarının özel dikkat gerektirdiğini gösterir. Gemilerimizdeki her şey doğrudan doğadan gelir. Hiçbir metal veya plastik kullanmayız. Prahunun hayalini , gelecekteki yolculuklarını anladığım zaman doğayı ziyaret ederim, ihtiyaç duyduğum bitkilerin hayallerine girerim ve özel olarak bu gemi için en uygun olanları seçerim."
Buli'nin dedesi İkinci Dünya Savaşı sırasında Endonezya'yı işgal eden Japonlar tarafından öldürülmüştü ama ailenin yaptığı işler o kadar ünlüymüş ki, Buli 1 960'larda okyanuslarda seyahat edecek yatlar üretmede bir gemi şirketine yardım etmek üzere Tayvan'a davet edilmiş. Ondan fiberglas kullanmasını ve kalıplardan dökülecek standart bir gemi tasarlamasını istemişler. O da öyle bir gemi yapmayı "şeytana tapma" olarak tanımlayıp reddetmiş. "Benim prahularımdaki her şey doğadan gelir" dedi.
Bul i bana prahularıyla yapılan, bazıları Madagaskar ve Doğu Afrika'ya kadar uzanan yolculuklara dair hikayeler anlattı. Dümencinin bir kuşun ruhuna girdiğini, sonra geminin üstüne çıkıp hedefine kadar olan yolu uçtuğunu, yıldızların konumuna, denizdeki akıma ve rüzgarlara baktığını anlattı. Dümenci sonunda dönünce de bu bilgiler geminin rotasını belirlemede kullanılmış.
Ujung Pandang'a bu ikinci seyahatimde patronum bana eşlik etti. İlkinden çok daha önemli, bir şirket yöneticisinin de bulunmasını gerektiren bir yolculuktu.
Knut Thorsen' le birlikte onun otel odasının penceresindeydik ve l imanın canlanışını seyrediyorduk. Aşağıda, Felemenkler, Portekizliler, İngilizler ve Bugiler arasındaki büyük savaşlara sahne olmuş eski taş istihkamlarının kalıntıları vardı. Paslanmış toplar, dökülen duvarlara kök salmış palmiye ağaçları altında sessizce duruyordu. Geçmiş savaşların hayaletleri olan bu ka-
59
lıntılar, bugünün çocuklarının oyun alanıydı. Hareketsiz topların ötesinde, demir atmış bir prahunun direklerindeki siyah yelkenler yukarı çekil iyordu.
"Amerikan şirketlerinin, oradaki adamların güçlerini asla küçümseme." Knut kafasını Sulawesi'deki vaktimizin çoğunu geçirdiğimiz konferans odasının yönüne çevirmişti. Endonezya'nın çokuluslu şirketleri çekmesine yardımcı olmak için yardımımıza başvurulmuştu. Hassas bir işti çünkü İkinci Dünya Savaşı 'ndan sonra bu ülke kanlı savaştan büyük zarar görmüş bir yer olarak ünlenmişti. Felemenklerin ülkeden kovulmuş olması bir yana, Endonezyalı lar korkunç bir iç savaş geçirmişti. Doğru düzgün bir araştırma yoktu ama üç yüz bin ile bir milyon arasında insan öldürülmüştü. Diğer taraftan Endonezya'nın emek gücü havuzu geniş ve ucuzdu. Uzaklığı nedeniyle Sulawesi, uluslararası şirketlerle toplantılarımız için seçilen yerdi. Endonezyalılar için bile sapa olan bu adada, yöneticiler dünya basınının avcı gözlerinden korunduklarını düşünüyordu.
"Toplantıda petrol şirketi başkanının söylediklerini duydun mu?" diye sordu Knut. "Öyle bir adamı sakın küçümseme." Pencereden prahuda yelkenleri kaldıran adamlara bakarak derin bir iç çekti. "O denizcilerle bizim dinlediğimiz şu insanlar arasındaki farka bak! Ujung Pandang'da Wall Street'ten alabildiğine uzaktayız ama bir ABD petrol şirketi başkanının tüm Endonezyalıların geleceğini nasıl yönettiğini anlatmasını dinledik!"
Toplantıda hiçbir Endonezyalı olmamasına rağmen yöneticinin konuşması bana göre de son derece yakışıksızdı.
"Ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim" diye devam etti Knut. "Anlaşmada benim de payım var. Ama burada gördüğümüz şey hırs, kibir ve bencillik! Gelecek nesillere saygısızlık ! Kişisel ve kurumsal açgözlülüklerini haklı göstermek için Uluslararası Para Fonu istatistiklerini nasıl kullandıklarına bakar mısın?" Prahuyu işaret etti. "Şu adamlara korsan diyoruz! Peki, asıl korsanlar kim? Bu şirket yöneticilerinin bazılarının yanında Cengiz Han amatör kalır! "
Prahunun yelkenleri birden rüzgarla şişti. Üzerinden yosun parçaları dökülen bir çapa sudan yükseldi ve güverteye alındı. Bü-
60
yük uskuna harekete geçiri ldi, rüzgara döndü ve açık okyanusa doğru manevralarına başladı.
Knut bana döndü. "Sembolizma." Bir elini omzuma koydu. Çok savunmazsız görünüyordu, kendisi gibi değildi. "O prahu çevreye hiçbir zarar vermiyor." Kelimeleri yavaş yavaş çıkıyordu. Eli omzumda, tekrar uskunayı izlemeye döndü. "Ne denize petrol sızdırır, ne duman çıkarır, ne de gürültü yapar." Durdu. Parmaklarını saçlarından geçirdi. "Dev bir tankerle karşılaştır."
"Dikkatli ol" diyerek güldüm. "Neredeyse bir radikal gibi konuşuyorsun."
Bakışı ciddiydi. "Biliyorsun ben Cumhuriyetçi, muhafazakar bir işadamıyım. Ama konu bu değil. Çocuklarım var. Torunlarım olmasını umuyorum. İlerleme adına dünyayı parçalamaya devam edemeyiz. Özellikle de bunun bize hiçbir şey kazandırmadığını görürken." Ellerini bir araya getirdi, ileri doğru uzattı, sonra yanlara açarak Ujung Pandang limanının panoramasını içine aldı . "Dünya Bankası'nın kişi başına düşen gelir istatistiklerine göre bunlar fakir insanlar. Ama sence bizim insanlarımızdan daha az mı mutlular? Çocuklarının uyuşturucu bağımlısı, alkolik olma, intihar etme ihtimali o petrol şirketi başkanınınkiler kadar yüksek mi sence? Veya benim veya senin çocuklarınınki kadar?"
B üyük prahu rüzgara göre yönünü ayarlıyordu. Devasa siyah yelkenleri bir an için gevşedi, sallandı ve sonra tekrar şişti . Sarıklı adamlar güvertede koşturuyor, ipleri çekiyordu.
"Hayır" diyerek kabul ettim. "Onların çocukları muhtemelen dünyayı bizim çocuklarımızın çoğundan daha parlak bir ışık içinde görüyor."
"Bazen düşünüyorum da keşke yöneticilerimiz Bugiler gibi insanlarla vakit geçirmeyi de kapsayan bir eğitim programına girmek zorunda olsa. Belki o zaman kazan dairesindeki petrolle değil de, yelkenlerdeki rüzgarla uğraşırlardı ." Knut gözlerini l imandan ayırmıyordu. "Petrolün Endonezya'ya kardan ziyade zarar getireceğini biliyor muydun?"
Şok olmuştum. "Bunun böyle olduğunu defalarca gördüm" diyerek sımnı pay
laştı. "Sadece petrol değil, ihraç edilmek için üretilen tüm doğal
6 1
kaynaklar: Altın, gümüş, fildişi, maun, elmas, petrol. . . Ah, ulusal istatistiklere baktığında belki kişi başına düşen gelirde bir artış görebilirsin. 'Belki ' diyorum çünkü bunun tersinin olduğunu, dış borcun arttığını da görebilirsin. Devlet gerekli altyapıyı oluşturmak için dışarıdan büyük bir borç alabilir. Muhtemelen şirketlerden vergi adına fazla bir şey alamaz. Şirketlerin genellikle belirli bir karlılık seviyesine ulaşana kadar vergi muafiyeti sağlayan imtiyazlı ortakları vardır. O ortakların hesap uzmanları ise o karlılık seviyesine hiç ulaşılamamasını sağlar, en azından devletin gördüğü kayıtlarda. Her durumda, ulusal gelir artsa bile, tüm para bir avuç dolusu zengin aileye gider. Onlar da parayı kendi ülkelerinden çıkararak ABD veya İsveç bankalarına yatını. Ortalama Endonezyalı (veya Liberyalı veya Nijeryalı veya herhangi biri) battıkça batar. Enflasyon reel ücretleri sürekli aşağı çeker. Geleneksel kültürler yıkılır. Aile değerleri ... her şey düşüşe geçer." Silkinir gibi oldu. Gözlerini prahudan ayırdı. Bana baktı. İçe dönük bir şekilde gülümsedi.
"Kültürler arasındaki bu farklılıklar beni çok şaşırtıyor" dedi. "Bugiler, seninle karşılaşmamıza vesile olan Shuarlar ve bizim kültürümüz. Tarihte ilk defa dünyaya gerçekten hükmeden tek bir kültür var. Bizim Batı dediğimiz şey sadece batıda değil. Her yerde. Sadece New York'ta, Londra'da, Roma'da değil. Tüm dünyayı kapladı: Sidney, Tokyo, Beijing, Katmandu. Hatta burada. Endonezya'nın nüfusunun büyük bir bölümü ve Cakarta gibi büyük şehirler bunun bir parçası. Çok uzak olmasına ve pek büyük bir şehir olmamasına rağmen burası bile kaçınılmaz bir şekilde Batı 'ya bağlı. Burada, Ujung Pandang - Sulawesi 'deyiz ve dünyanın en güçlü şirket liderlerinden bazılarıyla toplantı yapıyoruz." Sesini alçalttı. "Soyguncu baronlar demek daha doğru olur." Tekrar pencereye döndü. Ufukta başka bir prahu göründü. Rüzgarı arkasına almış, yelkenleri her iki tarafta bir kuzgunun kanatları gibi açılmış doğrudan bize doğru geliyordu. "Ve bunun yanında bir de Bugiler, Shuarlar ve diğer tüm o küçük gruplar, gerçekten değerli olana değer veren kültürler var. Onlar anlıyorlar . . . " Sesi giderek azaldı.
Pencereden bakarak orada öylece durduk. Söyleyecek bir şey düşünemiyordum.
62
"Dünyaya tek başına hükmeden bir kültürümüz var" diye devam etti iç içerek. "Peki, bu kültürü kim yönetiyor? Gelecek nesiller tarafından hatırlanmak için büyük anıtlar bırakmaya kararlı bir firavun mu? Yoksa büyük büyük torunlarını demokrasiye götürecek bir felsefe yaratan bir Thomas Jefferson mı? Ya da hatta imparatorluğu uzun vadede ayakta tutmaya adanmış Atahualpa gibi bir savaşçı rahip mi? Hayır. Bu kültür, yani seninki ve benimki, burunlarından ötesini, üç ay sonrasını göremeyen, her kararları güçlerini arttırma saplantısıyla verilen şirket yöneticilerinden oluşan küçük bir çevre tarafından yönetiliyor. Onların yüksek rahipleri hesap uzmanlarıdır, bakanları avukatlardır. Tanrıları yatırım bankalarıdır. Onların mitleri üç ayda bir çıkarılan raporlardır. Onların geride bıraktığı miras büyük piramitler, parlak fikirler veya gelecek nesiller için refah değildir. Harabeye çevri lmiş bir dünyadır: çöplükler, yanan ırmaklar ve nükleer atıklar !"
Söyleyecek söz bulamıyordum, afallamıştım. Bu adam dünyaca tanınmış bir danışmandı. Eleştirdiği insanlardan bolluk içinde yaşayacak paralar kazanmıştı. Yine de onu her zaman bir parça başına buyruk biri olarak tanımıştım. Onun konumundaki başka kaç kişi birkaç Shuar görmek için kanlı hayvan parçalarıyla dolu bir DC3 'te uçardı? Ama şimdi duyduğum şeyler başına buyruk birinin sözlerinin de ötesinde görünüyordu.
"Böyle bir grup için çalışmaya nasıl devam edebilirsin?" Düşünceler içinde kaybolmuş görünüyordu. Az önce ufukta gö
rünen ikinci prahu hızla yaklaşıyordu. Rüzgara karşı açık okyanusa doğru ilerlemeye devam eden ilk prahuya nerdeyse ulaşmıştı.
"Ümidim var" dedi Knut, parmağıyla pencerenin camındaki görünmeyen bir şeklin üzerinden geçerek. "İyimserim. Her eylem bir düşünceyle başlar. Her toplumsal hareket bir fikir birliğiyle başlar. Bugün olduğumuz yere insanlarla birlikte geldik. Sahip olduğumuz bu algı, bu mevcut paradigma, senin ve benim gibi insanlardan geldi. Doğal bir miras değil. Geri alınmaz değil."
Baktığımız yerden, siyah kanatlı iki uskuna bir hizadaymış gibi görünüyor, çarpışacakları izlenimi veriyordu.
63
"Bu yöneticiler bu fikirlerle doğmadı. Analarının karnından böyle tamahkar, gözlerinde dolar işaretiyle çıkmadılar. Hırsın doğal bir içgüdü olduğunu düşünmüyorum. Bunu öğrendiler."
Prahulardan biri diğerinin arkasında kayboldu. "Öğrenilen bir şey bırakılabilir de. En azından sonraki nesil ta
rafından. Ve şirketlerin doğası gereği kötü olduklarını düşünmeme neden olacak bir şey göremiyorum. Çok zarif bir şekilde tasarlanmış bir kurum gibi görünüyor. Bazen son derece etkili ve zarif."
Gözden kaybolan gemi tekrar ortaya çıktığında, ikisi de adeta birbirlerini selamlar gibi dümen kırdı.
"Şirketler bir araç" dedi. "Çok güçlü bir araç. Bizi yok da edebilir, kurtuluşumuz da olabilir."
Yollarına devam ettiler; biri limana girdi, diğeri daha uzak bir limana yol almaya devam etti.
"İyimser olmamın nedeni bu."
64
7 . B Ö L Ü M
ESRİMENİN DOGASI V E
HAYALLERE KARŞI FANTEZİLER
"Kuş OLUP UÇAN DÜMENCİLER, kullandıkları maddeyle bir olan gemi yapımcıları . . . Tüm hayatın boyunca şekil değiştiricilerle flört etmişsin gibi görünüyor." Viejo Itza'nın elleri taş jaguarın kenarındaydı. "Knut şaşırtıcı biri. ' Şirketler bizi yok da edebilir, kurtuluşumuz da olabilir."
Ayağa kalktı. Gerindi. "Güneş yakıcı hale gelmeye başladı." Jaguara nazikçe dokundu, ona uzunca bir baktı, sonra da dönüp piramidin basamaklarından inmeye başladı. Daha önce olduğu gibi bana yine bir yılanı hatırlattı. Taşlardan kayarak iniş şeklinin, dikey ve dökülen bir duvardan aşağı iniş için en güvenli ve etkili yol olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. "Shuarlardan kendini ağaçlara ve hayvanlara dönüştürme tekniklerini öğrenmeni söyleyen adam değil miydi o?"
"Evet. Onunla ilk kez Amazon 'da, Sucua uçak pistinde karşılaşmıştım." Üstten üçüncü basamakta, piramidin gölgesinde oturdu. Bu manalı bir duruştu.
65
Bir şey düşündüğünü çok iyi biliyordum. "Ve hayır, öğrenmedim. Shuarlardan o teknikleri öğrenmedim. İşletme fakültesinden yeni mezun olmuş biri olarak, Barış Gücü günlerimde bunu yapabilecek durumda değildim."
Anladığını işaret etti başını sallayarak. "Şekil değiştirme gibi şeyler insanda zaman içinde gelişir. Ama söylesene, patronun Knut sence ne yapmak istiyordu? O sabah Endonezya'da neye varmaya çalışıyordu?"
Ancak biraz süre geçtikten sonra aklıma bir yanıt geldi. "O günden sonra sık sık şirketlerin gücünden bahsetti. Bir keresinde, itiraz edebilecek olsak da kapitalizmin daha epeyce süre hakim olacağını söyledi. Bunu 'kullanmamı' önerdi. Şirketler dünyasından mümkün olduğunca çok şey öğrenmeye teşvik etti beni. Bu sistemde mutlak manada bir kötülük olmadığını, her şirketin kendi hayali olduğunu ve bir tür kolektif hayalin ortaya çıktığını söyledi."
"Hayal mi? O kelimeyi mi kullandı? Ne kadar ilginç ! Peki, o kolektif hayali tanımladı mı?"
Knut Thorsen'in "rekabetçi tüketim" dediği bir şeyden sıkça bahsettiğini anlattım. Bununla ilgili bir kitap önermişti ama aradan geçen sürede kitabın adını unuttum. Hepimizi tüketim için daha sıkı rekabet etmeye kışkırtan bir amigo grubu olarak tanımlardı şirket yöneticilerini. Gözümde, bir futbol sahasında seyircilere el sallayan ponponlu, takım elbiseli bir adamlar grubu canlanıyordu. Oyuncular ise abiyeli ve smokinliydi. Ne zaman birlikte bir alışveriş merkezine gitsek, oraya "oyun" derdi. Alışveriş yapan birini işaret eder, "İşte başarılı bir oyuncu; iyi bir oyun çıkarır. Şirket amigoları hepimizi bu oyun sahasına sürerek elimizden geldiğince çok ıvır zıvır toplamaya teşvik ediyor. Kale direğinden en dolu alışveriş arabasını geçiren şampiyon oluyor" derdi.
"Senin Knut tam bir şekil değiştiriciymiş anladığım kadarıyla" dedi Viejo Itza sözümü bitirince. "Veya en azından süreci çok iyi anlıyor." Ellerini gölgeden güneşe uzattı. "Hayale yaptığı atıftan çok etkilendim. O ana kadar onu keskin bir gözlemci veya belki derin sezgili bir filozof olarak görüyordum. Ama hayalle ilgili söylediği şey, onunla ilgili algımı değiştirdi. Kastettiğim şeyi anlıyorsun, değil mi?"
66
Başımla onayladım. Ondan bununla ilgili daha fazla şey duymak istiyordum. "Hayaller ile şekil değiştirme arasındaki ilişki hakkında biraz daha konuşabilir miyiz?"
Ellerini tekrar gölgeye çekti ve sinen güneşi koklar gibi göründü. "Bariz olan bir şey var. Şekil değiştirmedeki ilk adım, hayalin önemini anlamaktır. Şekil değiştirici hayallerini ve fantezilerini tanımalı ve bunları birbirinden ayırabilmelidir. Bu, niyetin bir parçası. Bu ikisini ayırana kadar niyetimizin ne olduğunu anlayamayız." Bana dikkatli bir şekilde baktı. "Anlayabiliyor musun?"
"Evet. Niyeti tespit etmek için ikisini birbirinden ayırabilmek. Sonra da hayali gerçeğe çevirmek. Seminerlerimde öğrettiğim şey bu."
"Fanteziler hakkında ne düşünüyorsun?" Ona son kitabımı yazarken Quechua, Shuar, Cavalı ve Tibet
li öğretmenlerden öğrendiğim en önemli şeylerden birini söyledim: Fantezilerden keyif alınmalıdır çünkü fantezilerin gördüğü temel bazı işlevler vardır. Onları onurlandırmanın ama onlara somutlaşacak enerjiyi vermemenin önemini kavramıştım. "Fark bu" diye ekledim. "Hayaller gerçeğe dönüştürmek istediğimiz şeylerdir. Fanteziler ise değildir. Sorun şu ki, çoğu zaman bunları birbirinden ayırmada zorluk yaşıyoruz."
"Niyet karışıyor. Böylece fanteziler gerçekleşiyor." "Ve kendimizi bir belanın içinde buluyoruz." "Tüm olanların niye olduğunu merak ederek." "Basit gerçek şu ki, ona meydana gelme enerjisini biz vermi
şizdir çünkü o fantezilerin hayallerimiz olduğunu düşünmüşüzdür." Bu, aklıma merak ettiğim bir soruyu getirdi. "Viejo Itza, şekil değiştirmenin tamamen enerjiyle ilgili bir şey olduğunu söylemiştin. Peki ya ruh? Ruhun bunuııla ilgisi nedir?"
"Ruh enerjidir." "Öyle mi?" "Enerji her şeydir." "Yani insanlar ruhları gördüklerini söylediklerinde, gördükle
ri şey enerji." "Doğal olarak." Bu da başka bir soruyu gündeme getirdi. "Peki ya auralar?"
67
"Onlar da." Gözlerime baktı. "Bu da bizi tekrar şekil değiştirmeye getiriyor. Bir auranın, yani enerji bedeninin bir başka auraya doğru kayarak onunla birleşmesine izin verme olayı."
Bu çok heyecan vericiydi. "Şekil değiştirme bu mu?" Baş hareketiyle doğruladı. Anlayışımda büyük bir i lerleme kaydettiğimi hissettim. "Bu kadar basit yani ! " Hemen sonuca atlamamam gerektiğini ima eder şekilde gülümsedi. "Eğer bir ağaca dönüşmek istiyorsam, tüm yapmam gereken auramın bir ağacın aurasına gitmesine izin vermek . . . "
''Buna 'aura' demeyelim çünkü o sadece bir tezahür. Burada enerjiden bahsediyoruz. Isı dalgalan gördüğün zaman aslında enerjinin kendisine bakmıyorsun; çünkü iki enerji bedeni birleşmemiştir. Ama birleştikleri zaman auralar bir olur."
"Tamam. Tüm yapmam gereken, enerji bedenimin ağacın enerji bedenine girmesine izin vermek."
"Eğer yapmak istediğin şey buysa, önce bir ağacın enerji bedenini derinlemesine biliyor olman gerekir elbette. Şekil değiştiriciler öncelikle üstün birer gözlemcidir."
"Modern insanlar için bu biraz zor, değil mi?" "Günümüzde dünya genelindeki insanların çoğuna gözlem hak
kında pek bir şey öğretilmediği doğru, özellikle de insanın şekil değiştirmek isteyeceği türde şeyler hakkında. İlginç değil mi? Neye şekil değiştirmek isteyeceğini düşün. Bunun modem teknolojiyle, değer vermemiz gerektiği söylenen şeylerle ilişkisi nedir?" Durdu. "Her durumda, gözlem sadece bir eğitim meselesidir." Derinden bir kahkaha attı.
Şimdi düşünceler ve sorular çok hızlı geliyordu. "Eğer yapmak istediğin şey buysa, dedin. Başka nasıl olabilir ki?"
"Reenkamasyon dediğiniz şey." "Evet, geçmiş hayatlar. Ama öbür şekilde yapmak istediğimi
düşün. Görmediğim halde bir jaguara dönüşebilir miyim? Dönüşmek istediğim şeye fiziksel olarak yakın olmam mı gerekir?"
"Eğer jaguarın enerji yapısını iyi biliyorsan gerekli değil. Bu, enerjinin birebir anlamda başka bir varlığın içine girmesi gibi değildir. Enerji alanının, dönüşmek istediği varlığın özelliklerini alması gerekir. Ama unutma, ' başka' kavramı aldatıcıdır çünkü
68
daha önce de konuştuğumuz gibi, her şeyle aynı şeysin. Her şey enerji . Enerjinin akışkan bazı özellikleri vardır."
"Titreşimler." "Dilediğin gibi tanımlayabilirsin. Kelimeler önemli değil." Galaksiler arası yolculukların füze tipi araçlarla veya Yıldız Sa-
vaşları gemileriyle değil, enerji transferleri yoluyla gerçekleştirilmesi gerekeceğini okuduğumu hatırladım bir yerlerde. Hollywood bir yana dursun, herhangi mekanik veya fiziksel bir şey fazla yavaş kalırdı. Ona bu teoriden bahsettim. Başını sallayıp gülümseyerek onayladı. "UFO'lar . . . " dedim, " . . . enerji tezahürleri ."
"Sence Maya piramitleri nasıl yapıldı?" Dönüp bu yerin ihtişamına baktım. Bu piramitlerin, Mısır'da
ki piramitlerin, büyük İnka kalelerinin, Pers tapınaklarının, Paskalya Adası 'nın, Nazca çizgilerinin ve diğer eski yapıların gizemlerini çözmek için parlak zekalar tarafından harcanan emeği düşündüm ve eğer enerji transferinin, şekil değiştirmenin sırları gerçekten anlaşılırsa, tüm bu yapıların sırlarının da kolayca çözülebileceğini anladım. Bu akla durgunluk veren bir düşünceydi. Ama kendi enerji bedenimi nasıl dönüştüreceğimi anlamaktan çok uzak olduğuma dair içimi kemiren bir his duyuyordum.
"Niyet meselesi" dedi ben sormadan. "Ve inanç." "Sadece bunlar mı?" "Gözlem. Ve korkuyu bırakmak. Daha önce konuştuğumuz
şeyler." Başka bir düşünce geldi aklıma. "Peki ya erkekler ve kadın
lar? Yani, cinsiyetimizi değiştirebilir miyiz? Bir kadına dönüşebilir miyim?"
"Daha önce kadın oldun." "Başka bir hayatta mı? Buna inanırım. Ama bu hayatta? Ka
dın olabilir miyim?" "Doğal olarak. Erkek-lik ve dişi-lik birer enerj i özelliğidir.
Hafif bir fark, hepsi bu. Şekil değiştiriciler ikisi arasında gidip gelebilirler."
"Travestiler." Durdurma şansım olmadan kelime ağzımdan fırlayıvermişti.
69
Bana ciddi bir şekilde baktı. "Bunu belirtmiş olman ilginç. Gerçekten de, şekil değiştirmeyle ilgili korkularımızın bir semptomu, eski bir kalıntısıdır. Travestiler eğer cesaret edebilirlerse ve bunu yapabileceklerine kalpten inanırlarsa gerçekten değişebilirler."
"Ve teknikleri biliyorlarsa." "Sanırım bazıları biliyor." Travestilere kutsal insanlar, büyük şamanlar olarak tapıldığı,
Endonezya'daki kabilelerden bahsettim ona. "O kabilelerin misyonerlerle teması olmuş mu?" "Pek çoğunun olmuş. Müslümanlarla, Hıristiyanlarla, Hindu-
larla, Evangelistlerle . . . " "İşte" dedi vurgulu bir şekilde. "Yani cesaretlerini kaybetmişler, öyle mi?" "Eski durumlarına dönemeyecekleri şüphesi veya bu sürecin
kötü olduğu fikrinin neden olduğu bir şey. Btinun yerine sulandırılmış bir biçime dönüyor, karşı cinsin görünüşünü, onlara özgü davranışları benimsiyorlar. Yarım kalmış değişim. Çok uzun olmayan bir süre önce gerçek bir şey yapmışlar. Şimdi ise bir zamanlar atalarının sahip olduğu güçlerin toplumsal hafızası nedeniyle onlara saygı duyuluyor."
"Biraz önce şekil değiştirmenin bir enerji bedeninden bir diğerine geçilmesi, ikisinin birleştirilmesi meselesi olduğunu söylemiştin. Akla hemen seks geliyor."
"En saf şekliyle seks şekil değiştirici için kapılan açar. Bize esrimeyle ilgili şeyler öğretir. Esrime, evrenle birliğimizi deneyimlediğimizde ve tüm bencilce hislerimizi bıraktığımızda gelir."
Bu bana bir çiftin yatmak için ormandaki bir kulübeye girdiği ve kameranın da okyanusun üzerindeki gün batımına veya plaja vuran dalgalara çevrildiği eski film sahnelerini hatırlattı. O sahneden bahsettim. "O eski film yapımcıları bunu sanki esrimenin bireysel tatminden daha fazla bir şey olduğunu bilerek yapmış."
"Şekil değiştirici orgazmın coşkusunun bir giriş kapısı olduğunu bilir. Pek çok geleneksel kültürün seksi törenselleştirmesinin ve orgazmı teşvik etmesinin nedeni budur. Ama dikkat ·et, cinsel ilişki ile orgazm arasında bir aynın yaparlar. Seks bebek yapmak içindir. Seksin coşkusunun paylaşılması için cinsel ilişkide bulunman gerekmez."
70
Pek çok And ve Amazon kültürlerinde insanların topluca seks yapmak üzere belirli geceleri olduğunu belirttim. O gecelerde kocalar ve kadınlar yeni eşler seçmekte özgürdür. Sabah olunca hepsi ailelerine geri döner. Ona aynca benim kendi Avrupalı atalarımın benzer gelenekleri olduğunu anlattım. Bahar bayramında çiçek direği etrafında yapılan masum bir dans haline gelen Beltane, ayrıca Sadie Hawkins, her ikisi de bu tür geleneklerden geliyor.
"Bu hepimizin geçmişinde var sanırım. Birliğimizin bir onaylanması."
Bir gece Amazon'un derinliklerinde gerçekleşen bir konuşmadan bahsederek devam ettim. ABD'den sağlık alanında çalışan bir grup uzmanı, Shuar Şamanlarından ders almaları için Amazon'a getirmiştim. Grupta tıp doktorları, psikiyatristler. psikologlar, masörler ve masaj terapistleri vardı. O gece ateşin başında bir şamanın yanında oturmuş grup için tercümanlık yapıyordum. Şaman onlardan ne yaptıklarını tanımlamalarını istedi. Sohbetler sırasında psikologların terapi sırasında hastalarına dokunmadıklarını, masaj terapistlerinin ise danışmanlık yapma yetkilerinin olmadığını öğrendi. Çok şaşırtmıştı. "Peki, işinizi nasıl yapıyorsunuz?" diye sordu. Birazdan da masaj terapistlerinin, hastalarının bedenlerinin belirli bölümlerine dokunma izinlerinin olmadığını öğrendi. "Hangi bölümlerine?" diye sordu ve bilgi verildikten sonra "Aman tanrım! " diyerek gösterdi tepkisini. "Ama o bölümler dokunulması gereken en önemli kısımlar, en güçlü ruhları gevşeten, esrimeye yolculuk yapmamızı sağlayan bölümler."
"Benzer reaksiyonları Maya şamanlarından da görebilirsin . . . " dedi Viejo ltza, " . . . eğer böyle bir sohbete katılırlarsa. Sizinki gerçekten çok tuhaf bir kültür. Şifaya, genel olarak insan bedenine ve özellikle de duyusal hazlara çok ilginç bir yaklaşımınız var."
"Belki de bu kadar çok sorunumuz olmasının nedeni de budur: Tecavüz, ensest, cinsel suiistimal ve benzer şeyler . . . " Bunun hakkında biraz düşündüm. "Benim kültürümün, çok sayıda modem kültürün, eski yöntemlerden bu kadar sapmasına, berbat bir hale gelmesine neden olan şey nedir?"
Bir an derin düşüncelere dalmış göründü, sonra da bana ciddi bir şekilde baktı. "Din. Ticaret. Politika." Aşağımızdaki ormanlara göz
7 1
gezdirdi. "İnsanlar aradıkları şeyin piramit, yani tepede belirli bir adam veya adamlar grubunun oturduğu sosyal bir piramit olduğuna karar verdiklerinde, esriklikten ve şekil değiştirmeden kurtulmaları gerektiğini biliyorlardı. Çünkü amaçlarına uymuyordu. Dişi prensip, yani besleyici, coşkun tanrıça da öyle. Yaptıkları ilk şeylerden biri, özellikle bebek yapmaya yönelik olarak gerçekleştirilmediği sürece seksi yasaklamaktı. Bu birkaç şeyi sağladı. Orgazmı seksle ilişkilendirdi ve bu kapıyı şekil değiştiricinin yüzüne çarptı. Aynı zamanda kadınların yaşamlarının çoğunu hamile geçirmelerine neden oldu. Gebelik zaman ve enerji gerektirir. Kadınların sürekli çocuk doğurduğu ve bebek büyüttüğü kültürlerde, bu kadınların toplumsal liderler haline gelmeleri için fazla fırsat olmaz. Cinsel ilişkisiz orgazma yönelik yasakların uygulanması zor olduğu için, erkek liderlerin aklına yeni bir şey geldi. Seksten önce evlenmeyi şart koşan yasalar koydular. Ve monogami.
"Bu, kendilerinin de genellikle uymadıkları bir yasaydı." "Liderler ne zaman kendi koydukları yasalara uymayı gerekli
gördüler ki?" "Demek kadınlar yönetimden tamamen uzak tutuldu ve evli
lik dışı seks bir günah haline geldi." "Doğru anladın. Bu yetmezmiş gibi, kadınları kilisedeki, işte
ki, devletteki, hatta okullardaki tüm otorite konumlarından uzak cutacak yasalar kondu. Tarihsel olarak kadınlar tüm bu alanlarda yönetici olmuşlardır. Birden devre dışı bırakıldılar."
"Tüm bunları nasıl biliyorsun?" "Çok iyi öğretmenlerim var." "Ruh rehberleri." Sessizce güldü. "Her tür öğretmen. Sana yıllar önce anlattığım
şeyi hatırlarsın belki." Yamuk bastonunun ucuyla topal bacağına dokundu. "O düşme olayından sonra okula gittim. Sizinki gibi okullara. Tarih okudum." Bastonu yukarı kaldırdı. "Bu yaşlı Maya kahini çok bilgili bir adamdır!"
Kendini bu sıfatla tanımladığını ilk kez duyuyordum. "Söylediğim şey seni şaşırtmış görünüyor." "Evet, şaşırdım" dedim kekeleyerek. Ama söyleyecek başka
bir şey düşünemiyordum.
72
"Şimdi de şekil değiştirerek sessiz bir yılana dönüştün galiba?" Güldü. Gözündeki parıltıdan düşüncelerimi bildiğini çok iyi anlayabiliyordum. "Bir şey daha: O yönetici erkekler, üreme amaçlı olmayan seks dışında, kadınlar için ve esrime için çok değerli olan başka bir şeyi daha yasakladı. Bitkiler. Kadınların bahçelerinde yetiştirdikleri bitkiler. Esrikliğe, birleştirici deneyimine giden kapılan açmada kullanılan tüm bitkiler birden yasaklandı. Onlar da günah haline geldi."
Shuarlan düşündüm. "Ayahuska. Peyote." "Doğru. B irlik hissinin oluşmasına yardımcı olan, korku ve
belirsizlik duvarlarını delen tüm bitkiler. Kendi dünya görüşlerini empoze eden bir inanç sistemi kurmaları gerekiyordu. Bu da hislere veya sezgi diyebileceğimiz şeye dayalı olamazdı. Özellikle amaçlarına uyacak şekilde yaratılmış tamamen yeni bir bakış, düzenlenmiş bir algı olması gerekiyordu."
"Bilim. Akıl çağı." Gözleri gözlerime kilitlendi. Sakin görünüyorlardı ama bir
duygu titreşimi algıladım. Kısa, sert bir ses çıkardım. Kendimi birden özgürleşmiş hisset
tim. Çok uzun bir zamandır içimde bastırdığımı hissettiğim bir şeyi dışarı çıkarma ihtiyacını duyumsadım. Viejo'ya baktım. "Şimdi hayal değişimi gibi tekniklere ihtiyaç duymamızın nedeni de bu."
Elimi işaret etti. "Taş." Avucumu açtım ve taşa baktım. "Değişimin hayalini kurmadan önce, bunun bir fantezi değil
hayal olduğundan emin olman gerekir. Hayalleri gerçeklere çeviren teknikler öğrettiğini biliyorum. Bu önemli. Peki ya niyet? Hayalin, gerçekleştirmek istediğin bir şey olduğundan nasıl emin olabilirsin?"
"İnsanlara mutlak bir şekilde emin olmaları gerektiğini, kalplerinden gelmesi gerektiğini söylüyorum."
"Çok iyi. Ama şimdi başka bir yaklaşım sunayım; küçük bir şekil değiştirici numarası . Eğer benimle kısa bir yolculuk yaparsan göstereceğim. Basamağa iyice yaslan. Gözlerini kapat. Gevşe. Evet, güzel. Yerin içine doğru battığını düşün ve hisset. Ayak parmaklarınla başla. Yukarı doğru devam et; bileklerin, baldırla-
73
rın, dizlerin. Kaslarını serbest bırak, kemiklerinin ve etinin bu piramidin içine, oradan da yere inişini hisset. Tamamen gevşiyorsun. Yüzün ve başın yere giriyor. Güzel. Güzel. Şimdi önünde bir şey gör. Bu bir hayal olabilir."
Sesi yatıştırıcıydı. Hemen aklıma bir jaguara dönüşmek geldi. Bunu görmeye çalıştım.
"Üç boyutlu bir deneyim olarak bak. Ne diyordunuz buna? Hologram."
"Olmuyor." ''Ne olmuyor?" Soruya rağmen sesi hala sakindi. "Hayalim jaguara dönüşmek. Ama göremiyorum." "Belki de jaguarın enerji alanını yeterince bilmiyorsundur.
Şimdilik daha basit bir şeye odaklan. Jaguar daha sonra gelebilir. Ama şekil değiştirme iyi. Şimdi yapman gereken bunu basitleştirmek. Saf bir enerji küresi gibi."
O bunları söylerken, tanımladığı şey göründü : Yumuşak, altın renkli bir küre. Hemen hemen bir greyfurt büyüklüğünde. "Görüyorum."
"Ona her açıdan bak. Etrafında hareket et." Anlayamadığım bir şekilde kürenin rengi altın sarısından maviye döndü ve çapı benim boyuma ulaşana kadar büyüdü. "Tüm deneyimi gör, hisset."
Kendimi bu enerji küresine girerken görebiliyordum. Tüm gün boyunca giydiğim elbiselerim üzerimdeydi. Ne yürüyor ne de sıçrıyordum. Yavaşça, huzurlu bir şekilde kürenin içine doğru kayıyordum. Ama kendimin başka bir yönünün piramidin üzerinde hiila oturmakta olduğunun da farkındaydım. İkisi de bendim. Enerji küresine yaklaşırken görüntüm bulanıklaştı. Sanki onun içinde eriyordum.
"Şimdi." Viejo Itza'nın sesi monoton bir şekilde geliyordu. "Taşı gör. Evet. Taş, hayalin olabileceğini düşündüğün vizyon etrafında hareket etsin, ona nazikçe dokunsun, ona sürtünsün; hiç acele etmeden."
Taşın Viejo'nun söylediklerini yapışını izledim. Ben de mavi enerji küresinin içindeydim. Görünmüyordum, onunla birleşmiştim. Mavi enerji küresi taşın ona dokunmasından keyif alıyor gibiydi. Bu somut bir ifade şeklinde değildi, bunu hissediyordum. Coşkuyu hissettim ve bunu kürenin hissettiği duygu olarak algıladım.
74
"Taş izleme noktasına döndüğü zaman ona bunun bir hayal mi yoksa bir fantezi mi olduğunu sor."
Bunu yaptığımda hiçbir tereddüt duymadım. Yanıtı biliyordum. "Hayal" dedim.
"Tekrar burada, piramide yaslanmış olan kendini hisset. Hazır olduğunda gözlerini aç."
Şimdi güneşin altında oturmuş, gözlerimi kırpıyordum. Elim kucağımda açıktı ve taş da avucumda küçük bir kedi yavrusu gibi duruyordu. "Sihir" dediğimi duydum. Sonra başımı kaldırıp Viejo Itza'ya baktım.
Başıyla salladı. "Öyle tanımlayabilirsin. Ama buna devam etmeden önce, kullandığın hayal-değişimi tekniklerine dönelim. Bunları Shuarlardan, Quechualardan, Cavalılardan ve Tibetlilerden öğrendiğini söylemiştin. Özellikle bir işadamı için ne kombinasyon ama! Bu teknikleri nasıl öğrendin?
"İlk ders berbattı." Bunu hatırlayınca kendi kendime güldüm ama o zaman fazlasıyla ciddiydi. "Tam bir ıstırap. İşletme fakültesinden yeni mezun olmuştum. Hayata atılmaya hazır genç bir adamdım. Ve birden kendimi ölümle burun buruna buldum."
75
8 . B Ö L Ü M
BiR KELLE AVCISINDAN VE ANDLI BiR ŞiFACIDAN
ALINAN D ERSLER
ÖLÜYORDUM. Komşu bir klanla savaşan Shuarlarla birlikte yaşadığım dünyanın en büyük yağmur ormanının derinliklerinde kendimi tamamen yalnız, terk edilmiş hissediyordum. Kramplardan mahvolmuş, beş günde 1 6 kilo kaybetmiştim. Elbiselerim paçavraya dönmüştü. Barakamdan birkaç adım ötedeki orman tuvaletine zorlukla yürüyebiliyordum. En yakın tıp doktoruna iki günlük yürüyüş ve uzun bir otobüs yolculuğu mesafesindeydim. Sağlıklı bir insan için iki gün olan yürüme mesafesi benim için tabiiki bu imkansızdı .
Önce kendimi bunun yakında geçecek bir sindirim bozukluğu vakası olduğuna ikna etmiştim. Sonra grip olduğumu düşündüm. Ama şimdi, altıncı günümde, bunun başka bir şey olduğunu biliyordum. En kötü korkularımın gerçekleştiğini biliyordum. Hayatım boyunca sağlığıma dikkat etmem gerektiği konusunda uyarılmıştım. Ailem ve gittiğim okullar, iyi hijyen ve diyetin önemini beynime kazımıştı. Ama ben Shuarlar gibi yaşamayı seçmiş-
76
O gece oğlunun ve karısının da yardımıyla beni evlerine taşıdı lar. 9 metreye 1 5 metre, oval şekilli tipik bir Shuar eviydi. Duvarları içerdekilerin etraflarını görmelerini sağlayan ama dışarıdakilerin içeriyi görmelerini önleyen (savaşçı yapılarının bir yansıması), dik yerleştirilmiş odunlardan yapılmıştı ve çatısı da incelikli şekilde örülmüş palmiye yapraklanndandı. Sertleştirilmiş toprak olan zemin her gün birkaç kez süpürülerek temizleniyordu. Beni evin ortasında ateşin yanındaki ahşap bir oturma sırasının üzerine yatırdılar. Yaşlı kadın, oğlu, gelini ve bebekleri birlikte evin bir köşesine çekildiler.
Yaşlı adam yanımdaki bir tabureye oturdu. Peştamal giyiyordu. Sarı ve kızıl tukan tüylerinden yapılmış bir kafa bandı vardı. Yüzü yılana benzeyen parlak kırmızı çizgilerle boyalıydı. Bana çok uzun gelen bir süre boyunca çok sessiz durdu. Sonra kansı başka bir tabure getirip onun yanında oturdu. Nazik, fısıltılı seslerle konuştular. Kadın ateşe doğru eğildi ve su kabağından yapılmış bir kasedeki sıvıyı, ceviz kabuğundan oyulmuş gibi görünen minik bir bardağa boşaltmasını izledim. Adam bardağı aldı, ona doğru melodik bir şekilde birkaç söz söyledi ve sıvıyı bir yudumda içti.
Bunun ardından ikisi de bir süre sessiz kaldı ve sonra adam şarkı söylemeye başladı. Yaşlı adamın sesi şimdiye kadar duyduğum hiçbir insanın sesine benzemiyordu. Sadece gücü değil , melodisi de çok farklıydı. Çok yüksek, kulak delici notalarla başlıyordu. Ses yavaşça bizimkinden farklı bir nota dizisiyle alçalıyor, derin uğultularla sona eriyordu. Sonra baştan başlıyordu. Zayıf durumuma rağmen bunu heyecan verici buluyordum. Korkutucu ama bir şekilde i lham vericiydi. Günlüğümde bunu tanımlamak için kullanabileceğim kelimeleri düşünüyordum. Ardıç kuşunun sesiyle başlayan, alçalarak bir ırmağın uğultusuna dönüşen ve güçlü bir hayvanın homurtusuyla sonlanan bir ses diyebilirim.
Adam birden durdu. İkisi birden ateşe doğru eğildiler. Bu sefer kadın su kabağındaki sıvıyı dökerken minik bardağı yaşlı adam tuttu. Bardağa tekrar, bu kez daha yumuşak bir şekilde melodik sözler söyledi. Doğruldu ve bana doğru eğildi.
"İç bunu" dedi bardağı uzatarak. Baktım. Titreşen ışıkta minik bardağın turuncu renkli, koyu kıvamlı bir sıvıyla dolu olduğunu gördüm. "Şimdi. Bir kerede."
78
Tadı kötüydü. Çocukken verdikleri öksürük şurubundan daha kötü. Neredeyse öğürecektim.
Reaksiyonum ikisinin de kahkahalarla gülmesine neden oldu. "Güzel" dedi adam. "Şimdi anakondayla birlikte yolculuğa çık. Hastalığına neden olan hayale git ve onu değiştir. Yanında olacağım."
Oda sessizdi. Biri ateşteki kütükleri çekerek ateşi donuk bir kor haline getirdi. Gece karanlıktı. Dışarıda cangıl kıpırdanmaya başladı. Cangılın seslerinin farkına vardım; böcekler, ağaç kurbağaları ve uzaktaki bir jaguarın sesi.
Yaşlı adam şarkısına yeniden başladı. Sesinin içime girdiğini hissettim. Beni doldurdu. Bunu bedenimde büyüyen ve gözeneklerimden odaya yayılan dev bir turuncu asma olarak gördüm. Yaşlı kadını kapladı. Kabuklu dokunaçlarıyla kadını kavradı, onu çatıdan geçirip altın renkli aya götürdü. Kadının uzaktan gelen sesini duydum. "Tsanki - ha asta !" gibi bir şey söylüyordu.
60'ların sonlarında Boston'da yaşamış bir işletme mezunu olan ve hayatında hiç esrarlı sigara bile içmemiş olan ben, o anda halüsinasyon gördüğümün farkındalığıyla güldüm. Shuarlar tarafından en büyük öğretmenleri olarak kabul edilen, onlara Etsaa, yani Güneş tarafından gönderilmiş bir hediye olduğuna inandıkları ayahuska iksirini içtiğimi artık biliyordum. Kahkahamın ormanda yankılanışını duydum ve günlerdir ilk kez gülmüş olduğumu fark etmenin keyfiyle doldum.
Yaşlı adamın ağzını karnımda hissettim. Biri gömleğimi kaldırmıştı. Çıplak karnımı emiyor ve emdiğini sesli bir şekilde tükürüyordu. İzlemek için doğruldum. Ağzından kurtçuklar boşalıyordu. Ağzındakileri boşalttığı yere baktım. Kurtlarla doluydu.
Kusma hissi bastırınca kendimi zorlayıp ayağa kalktım ve yalpalayarak kapıya gittim. Feci şekilde terliyordum ve mide bulantısıyla harap olmuştum. Dizlerimin üzerine düşüp kustum. Ağzımdan nehirler dolusu turuncu sıvı aktı. Miktar beni şaşkınlığa uğratmıştı. Günlerdir hiçbir şey yememiş olduğumu hatırladım. Hiçbir şeyin olmadığı yerden nasıl bu kadar şey boşalabilirdi? Sonra ne kustuğumu gördüm.
Turuncu birikintide binlerce, milyonlarca kurtçuk hareket ediyordu. Bu görüntü beni büyülemişti. Bir yerlerden gelen ses beni
79
"Hayır" diye bağırdım ve anakondadan kaçmaya çalıştım. Takılıp düştüm.
B ir kol yerde doğrulmama yardım etti. Yaşlı adamdı. "Hayali değiştir" dedi.
Hemen orman zemini açıldı ve yerden bir nehir fışkırdı. Nehre sırtüstü uzandım. Onun temizleyici gücünü hissettim. Amipleri, parazitleri alıp götürdüğünden, iyileşmeye başladığımdan hiçbir şüphem yoktu. Nehir etrafımdan, üzerimden ve içimden geçerken şırıltılar çıkarıyordu. Şırıldama bir şarkı haline geldi. Şarkı kelimelere, büyükannemin sesine dönüştü.
"Hepimizin biraz toz yutması lazım" dedi. "Bu kadar titiz olma Johnny. Mikroplar öldürmez, algılar öldürür." Onun bana verdiği dersi unutmuştum. "Bilimin yanlış gerçekleri" dediği şeyle dalga geçen tek kişi oydu.
Sesi ırmağın sesinde soldu. "Dünya iyileştirir" dedi nehir bana. "Ondan korkma. Ona dön."
Yaşlı adam tekrar eve girmeme yardım etti. Derin bir şekilde uyudum.
Ertesi sabah tamamen iyileşmiştim.
Birkaç ay sonra Maria Quischpe adlı eski bir arkadaşımı ziyaret etmek için And dağlarındaydım. Maria, güney Kolombiya'dan Ekvator, Peru, Bolivya ve kuzey Şili 'ye uzanan Quechua dil grubunda bulunan yerli halkların birine mensuptu. Bir zamanlar çok sayıda bağımsız kabileler halindeyken, İnka İmparatorluğu yönetimi altında birleşmişlerdi. Günümüzde dil ortaklığına ek olarak. pek çok ortak ruhsal inançları da vardır.
Kristal berraklığında bir gölün yanındaki büyük kayalar üzerinde oturduk. Ekvatorun birkaç yüz kilometre güneyinde, tepesi karla kaplı bir volkanlar dizisi üzerinde yer alan bu suyun pürüzsüz yüzeyini izliyorduk. Maria Quischpe her zaman olduğu gibi zarif çiçek nakışlarıyla süslenmiş beyaz bir bluz, ayak bileklerine uzanan, lacivert renkli düz bir etek ve açık topuklu bir sandalet giyiyordu. Saçı arkadan topuzluydu. Yüzü oldukça bronzlaşmış ve kırış kırıştı. Pek çok And yerlisi gibi onun da muhteşem bir mizah duygusu vardı. Onun için çoğu şey kutsaldı ama hemen hiç-
8 1
bir şey çok ciddi değildi. Dışarı yaydığı belirli bir his vardı, en iyi şekilde tek kelimeyle tanımlanabilecek bir tür enerji : Neşe. Uçarı bir kadın değildi. Aksine onu oldukça derin ve bilge biri olarak görüyordum. Ama bilgeliğini gözlerinin parıltısında, sesinde ve vücudunun hareketlerinde ifade bulan bir hafiflikle dengeliyordu. Maria Shuarlar içindeki hastalanma ve iyileşme hikayemden pek etkilenmedi. "Elbette iyileştin. Şamanın tüm yapması gereken, hayalini değiştirmeni sağlamaktı. Shuarlar bu süreci kolaylaştırmak için çeşitli güçlü bitkiler kullanır. Bu konuda ünlüdürler. Ama bitkiler mutlaka gerekli değildir. Ben seni hiçbir bitki kullanmadan da iyileştirebilirdim."
"Bunu nasıl yapardın?" ''Tıpkı Shuarlar gibi biz de biliriz ki hayal her şeydir. Nasıl
yaşadığımız, nasıl hayal kurduğumuza bağlıdır. Refah, sağlık, iş ve aşkta başarı . . . hepsini kontrol eden şey hayallerimizdir. Senin hayalin hastalıkla ilgiliydi. Shuarlann hayatını yaşamanın, onların yemeklerini yemenin, ıslanmanın, ebeveynlerinin kullanmayı öğrettiği sabunlan kullanmamanın, tüm bu şeylerin seni hasta edeceğine inanıyordun. Her chicha içişinde o kurtçukların, yani parazitlerin ve amiplerin midene girdiğini gördün."
Haklı olduğunu kabul ettim. "O şekilde düşünmeye koşullandırılmıştım. Ve gerçekten öyle düşünüyordum."
"Hastalığı hayal ettin. Böylece hastalık geldi. BU!JU herkes tahmin edebilirdi. Ama . . . " Bir elini kaldırdı. "Bu tür hastalıkları tedavi etmek kolaydır. Tüm yapman gereken o hayali değiştirmektir. Benim insanlarım davul kullanır. Seni içsel bir rehbere götürürdük ve o da seni anakondayla yaptığına benzer bir yolculuğa çıkarırdı. Kurtçukları görür ve onlardan arınırdın. Tıpkı Shuarlannki gibi. Ama sana bitki vermezdik."
"Bu tür bitkilere karşı mısınız?" "Hayır. Faydalan var. Ama dezavantajları da var." "Ne gibi?" "Dezavantajları mı? Mesela ya bitki mevcut değilse? Ayahus
ka burada, Andların yüksek bölgelerinde yetişmez. Eğer o bitkileri kullanmak istersek onları ta cangıldan bulup getirmemiz gerekir. Ve mesele şu ki, o bitkiler gerekli değil. Bitki enerjisi,
82
bitki ruhu harikadır ama ayahuska gibi bitkiler genellikle kolay bulunmaz. O yüzden neden onlara güvenelim ki?"
"Sen de beni iyileştirebilir miydin?" "Elbette." Güldü. "Ama aslında iyileştiren ben olmazdım. Tıp
kı senin tedavindeki mutlak iyileştiricinin o yaşlı Shuar olmadığı gibi. Tüm şifalar Büyük Yaratıcı 'dan ve Pachamama'nın, yani Tabiat Ana'nın güçlerinden gelir." Elini tekrar kaldırdı. "Tek ihtiyaç duyacağım şey senin buna izin vermen ve hayalinin ne olduğunu görünce onu bırakmaya söz vermen olurdu." Başını kaldırdı ve sanki auramı okurmuş gibi beni inceledi. "Şu anda iyisin. Ama hepimiz içsel rehberleri kullanabiliriz. Bir içsel rehberi tanımak ister misin? Her zaman seninle olacak bir tanesini?"
Hemen kabul ettim ama biraz beklemem gerektiğini söyledi. Güneş karla kaplı dorukların ardında batarken, birlikte sırtüstü uzandık. Bedenimin sağ tarafı onun bedeninin sol tarafına değdi. "Rehberlerimin biriyle küçük bir yolculuk yapacağım. Senin rehberlerinden biriyle buluşacağız. Bu bir hayvan, bir bitki veya bir insan olabilir. Ve rehberini seninle bu dünyada temas kurmaya davet edeceğiz. Onu buraya getireceğim ve kalbine üfleyeceğim. Bunu yapışımı hissedeceksin. Sonra da rehberinin kendini evinde hissetmesine yardımcı olmak için başının üstüne dengeleyici enerji üfleyeceğim."
Söylediği şeyleri aynen yaptı. Kalbime üflediği zaman güçlü bir dişi varlığı hissettim. Yaşlı bir kadının görüntüsü belirdi . Maria doğrulmama yardımcı oldu ve nazikçe kafamın tepesine de üfledi. Sonra da benim için getirdiği kadın şamanı betimledi. Rehberimi tanımak için her gün biraz zaman harcamam gerektiğini söyledi. "Sana hayalin gücü hakkında bir şeyler öğretecek" dedi göz kırparak.
O rehberle ve daha sonraki yıllar içinde gelen diğer rehberlerle çalıştım. Ekvator'da Barış Gücü'nde yaklaşık üç yıl geçirdim, sonra Boston'a taşındım ve Knut Thorsen için çalışmaya gittim. Maria Quischpe'nin ve Shuarlann öğretmiş olduğu şeyleri uygulamaya devam ettim. Bu, gizli hayatım olarak düşündüğüm şeyin bir parçasıydı; eğer patronlarım veya müşterilerim bunu öğrenirse, kariyerimin mahvolacağından emindim. Aynca kariyer tarafı-
83
mın egemenliğine girdiğim ve teknikleri uygulayamadığını zamanlarda büyük şüphe anlan deneyimledim.
Büyüleyici yıllardı. Tüm dünyada, tüm kıtalarda seyahatlerde bulundum. İyi para kazanıyor, iyi yaşıyordum. Güzel kadınlar, hızlı arabalar, iyi şarap . . . Hepsinin keyfini çıkarıyordum. İşim gereği gittiğim ülkelerdeki Şamani kültürler arasında tatiller yapmayı bile başarıyordum ve böylece Şamanizm ilgim ve bilgim de artıyordu, en azından entelektüel olarak.
Sonra bir şey oldu. Knut için çalışmaya başlamamdan beş yıl sonra yavaş yavaş gelişen bir şey sanırım. Ruh hallerimin giderek daha sık bir şekilde değişmeye başladığının farkına vardım. Bazen derin depresyonlar geçiriyordum. Tanımlayamayacağım bir kızgınlık ve bir hayal kırıklığı duygusu düzenli ziyaretçilerim haline gelmişti. Rehberlerime yolculuk yaptığımda, benim ve personelimin tavsiye ettiği veya geliştirilmesine yardım ettiği pek çok projenin uzun vadeli sonuçları hakkında giderek endişe duymaya başladığımı gördüm. Hidroelektrik güç santralleri, yağmur ormanlarından geçen otoyollar ve çöllerden geçen petrol boru hatları ülkelerin gayrisafi milli hasılalarını arttırıyor olabilirdi ama aynı zamanda çevreye ve geleneksel kültürlere çok zarar veriyordu. Rehberlerim karanlık ruh hallerimin kaynağıyla yüzleşmeme yardım edene kadar, rasyonel tarafım bu sezginin bilinçaltıma fısıldadığı mesaja direnç gösterdi.
Birlikte çalışmamızın altıncı yılında Knut emekli olarak Norveç' teki bir çiftliğe çekildi. Şirketimize kar getiren projeleri her zaman desteklemiş olmasına rağmen, daima ruhsal sağlığın sesi olmuştu. Çok çeşitli deneyimleri ve karmaşık duyarlılıkları vardı. Bir taraftan Büyük Bunalım yıllarında büyümüş ve İkinci Dünya Savaşı'nda savaşmış biri olarak ekonomik gelişme ve maddi refahın savunucusuyken, diğer taraftan da yerli insanların koşullarına duyarlı biri olarak, şirketlerin aşın güçlenmesine ve hassas doğal ortamların kontrolsüz bir şekilde yok edilmesine karşıydı. Onun ikilemlerini paylaşmadığımın, onun geçmişinin sunduğu mazeretlere sahip olmadığımın farkına vardım. Knut'un ilerleme ve refah olarak gördüğü şeyi ben şirketlerin ve onların açgözlü yöneticilerinin insanlığı ve tüm doğayı yağmalamak için kullandıkları bir mazeret
84
olarak görüyordum. Bana göre yağmur ormanlarının, Andların, çöllerin ve de rehberlerimin duymazdan gelinmeye devam edilmesi vicdanıma karşı yapılan bir saldın, ruhuma karşı işlenen bir suçtu.
Bir gece Batı Cava'nın dağlarındaki küçük bir kasabada, eski efsanelere ait karakterleri, özellikle Mahabbarata ve Ramayana'yı temsil eden kuklalarla yapılan geleneksel gölge oyunu olan sokak wayangını seyrediyordum. Hava menekşe sigaralarının aromasıyla doluydu. Kalabalık seyirciler arasındaki en uzun kişi ve tek yabancıydım. Yerel Cavalı insanlar bana çok nazik davranıyor, fıstık soslu ızgara et dilimleri ve çay sunuyorlardı. Kukla ustalarının yeteneğinden çok gurur duyuyor gibiydiler. Bazıları bozuk bir İngi� Iizce konuşabiliyordu. Etrafımda duruyor, giriş seviyesindeki Endonezya dili pratiğimi geliştirmemi teşvik ediyor ve kuklalarının şovunu anlamama yardımcı oluyorlardı. Biri bu oyunun özellikle son derece metafizik olduğunu, evreni ve evrenin içindeki bireyler olarak rollerimizi anlamaya yönelik bir çaba olduğunu anlattı.
Bir ara genç bir adam omzuma dokundu. Utangaç tavırlı olmasına rağmen, Felemenk aksanlı bir İngilizceyle ve bir wayang hayranının güveniyle konuştu: "Ya kuklayı seyredersin ya da gölgesini. Eğer kukladan gölgeye veya tersine geçersen, sağ sol olur ve sol da sağ olur. Dünya kendini ters çevirir. Her şey seyircinin bakışındadır. Her şey bir bakış açısı, bir algı meselesidir; tıpkı hayat gibi ."
Bu sözlerden çok etkilendim. Sanki kuklalardan biri sahneyle aramdaki insanların kafaları üzerinden sıçrayarak gelip bana bir tokat atmıştı. Algı . . . Bakış açısı . . . İşte buydu ! Tüm farkı yaratan şey algıydı ! Bana ekonomiyi kavrayışta belirli bir bakış açısı, iş
letme fakültesi bakış açısı öğretilmişti. O gece geçmiş eğitimimle ilgili derin bir farkındalık edindim. O eğitimin bana hırslı , bencil bir perspektif verdiğini ve işletme fakültesi algısının çok az sayıda insanı çok sayıda insanın sırtından zengin eden bir algı olduğunu anladım. Ayrıca kalbimin derinliklerinde bunun karanlık, sürdürülemez ve haksız bir algı olduğunu ve insanlığın böylesine sahte bir rüyayı sürdürenlere artık boyun eğemeyeceğini anladım. Yatağıma bir rahatlamışlık hissiyle uzandım. Uykuya dalmadan önce wayanga ve bu yeni bakış açısının kapılarını açan genç adama sessizce teşekkür ettim.
85
9 . B Ö L Ü M
KAMU HİZMETLERİ ENDÜSTRİSİNİ
DÖNÜŞTÜRMEK
"PEKİ, NE YAPTIN?" diye sordu Viejo Itza. "Zor bir durumdu. Işığı görmüştüm ama o hayattan çıkmak
kolay olmayacaktı. Tüm o para, göz kamaştırıcı kadınlar . . . Okyanus aşırı seyahatler için bir yatım bile vardı. İşler! Önümde inanılmaz bir gelecek vardı."
"Mutlu muydun?" "En kritik noktaya temas ettin. Gizli hayatımı sürdüğüm za
manların dışında aslında berbat durumdaydım." "Ah . . . " Döndü ve orman örtüsünün hemen üzerinde, ufukta
ortaya çıkan bir bulutu işaret etti. "Enerji yapılarını öğrendiğin gizli hayatın şuradaki o küçük bulut gibi."
Bulutu seyrettim ve şamanı kültürlerde geçirdiğim zamanların hayatımdaki en faydalı zamanlar olduğunu onayladım.
"Peki ya rehberlerinle yaptığın çalışmalar?" diye sordu. "Onları ve şamanı kültürleri hemen hemen aynı şey olarak gö
rüyorum."
86
"Öyle mi?" Yaptığım psiko-navigasyonel çalışma ile şamanların "gerçek
dünyasında" geçirdiğim zamanı bazen birbirinden ayırt edemediğimi anlattım. Sanının onun kastettiği şey de buydu. Her şey enerjiydi. Belirli bir seviyede hiçbir fark kalmıyordu. Bir kültür olarak biz bir fark tanımlamıştık ama Cava 'daki o genç adamın dediği gibi, bu yalnızca bir algı, bir perspektif meselesiydi. Başını sallayarak düşüncemi onaylaması beni şaşırtmadı.
"Peki, işin?" "Bıraktım. Onuncu yılımda." "Rehberlerinin tavsiyelerini mi izledin? İşini bıraktıktan sonra?" "Birden gelirimin kesildiğini fark ettim. Korkmuştum." İçimi kemiren bir endişe bu konuya devam etmemi engelliyor-
du. Bu konuda yeterince dürüst olmadığımı fark ettim. Aylar boyunca hayatımı değiştirme hakkında düşünüyordum zaten. İstifa etmeden önce kendime özel bir danışmanlık işi kurarak bir hazırlık yapmış olduğumu ona itiraf ettim.
Sessizlik oldu. Gözlerimi buluttan alıp cangılda gezdirdim. Bu yeni işin ne olduğunu soracağının sıkıntılı bir şekilde farkındaydım ve bunu ona söyleme konusunda çok isteksizdim.
"Başka bir gizli hayat mı?" diye sordu sonunda. "Hayır, gizli deği l . . . Biraz utanç verici ." "Tamam. Bana söylemen gerekmiyor." "Ama bir yanım da söylemek istiyor." Büyük bir kuş tepemiz
de daireler çizdi. "Bu bir tür şahin mi?" "Evet" dedi gözlerini benden ayırmadan. "Seabrook nükleer güç santraline onay almak için Kamu Hiz
metleri Komisyonu'yla görüşmeler yapan bir New Hampshire şirketinde bilirkişi oldum."
"Öyle mi?" "Yaptığım iş, genel olarak nükleer enerjinin ve özel olarak da
Seabrook'daki nükleer enerji potansiyelinin, rüzgar, güneş ve kojenerasyon gibi alternatif teknolojilerden daha üstün olduğunu kanıtlamaktı."
"Ko- ne?"
87
"Jenerasyon. Kojenerasyon." Kojenerasyonun enerjiden iki kez, en azından iki amaçla yararlanma yollarından biri olduğunu söyleyerek açıkladım. Örneğin, bir endüstri kendi enerji ihtiyacını karşılamak için küçük bir enerji santrali kurabilir ama o santralin ürettiği enerjinin tümüne ihtiyacı olmayabilir. O yüzden fazla enerjiyi yerel bir kamu hizmeti şirketine satabilir. "O günlerde büyük enerji firmaları o tür şeyler yapmıyordu."
"Eminim bu onlara tehdit edici gelmiştir." ''Var güçleriyle buna karşı savaştılar. Benim gibi danışmanla
rı kendi yanlarına almak için iyi paralar verdiler." Alternatif teknolojilerin lehindeki savları çürütmek için mev
cut tüm bilgi kaynaklarını okumuştum. Yemin edip bilirkişi sandalyesine oturarak nükleer enerjinin faydalarından bahsedip durdum. Rakiplerim Duyarlı Bilim Adamları Birliği ve şirketin New Hampshire sahiline kurmak istediği dev tesise karşı çıkan tüm çevre gruplarıydı. Bu konudaki büyük tartışmaların, nükleer enerjinin ve nükleer atıkların olumsuzluklarıyla ilgili kanıtların farkındaydım. Kalbimde ben de bu tesisin yapılmasının korkunç bir şekilde yıkıcı olacağını ve işlemeye başlar başlamaz yüzlerce kilometre dahilindeki tüm canlıları tehdit edeceğini biliyordum.
"Bu işe neden devam ettin?" "Para ve güvenlik sunuyordu." Durdum ve derin bir nefes ala
rak büyük bir rahatlık hissettim. "Bir şekilde kimliğimi işimle özdeşleştirmiştim. Danışmanlık şirketinden ayrılır ayrılmaz kendimi yeniden tanımlamam gerekiyordu. İş olmazsa, profesyonel bir konumum olmazsa kimliğimi kaybedecektim."
"Buna inanıyor musun?" Bunu düşünmem gerekiyordu. "O zaman buna kesinlikle ina-
nıyordum. Şu anda inandığımı sanmıyorum." "Enerji" dedi. "İnançlar enerjidir. Algılar da öyle." "Bir saniye! Bunu anladığımdan emin değilim." "Ya ne? Düşünceler nedir?" Sorduğu sorular bana psiko-navigasyon seminerlerimde so
rulan soruları hatırlattı . Maria Quischpe'nin bana yaşlı kadın rehber-ruhu üflediğinde yaptığı şeyle ilgili teknikler öğretiyordum. Katılımcılar bunu birbirlerine yapıyorlardı. Sonra biri bu deneyi-
88
min gerçek olup olmadığını merak ediyordu. "Bunun sadece bir hayal olmadığını nasıl bilebilirim?" Ben de yanıt olarak kendi sorumu soruyordum. "Hayal nedir? İçeriden, bir ruhtan, Tanrı 'dan gelen ses değil mi?"
"Söylemek istediğini anlıyorum" diye kabul ettim. "Her şey enerji ."
"Ve yapmaya çalıştığın şey, kim olduğunla ilgili yeni bir algıya, yeni bir enerji alanına dönüşmekti."
"Sanırım . . . " Bunun şekil değiştirmek olarak, bir bitkiye veya hayvana dö
nüşmekle gerçekten aynı şey olup olmadığından emin değildim. "Elbette öyle" diye yanıtladı sorumu kelimelere dökmeden.
"En temel seviyede her ikisi de enerji bedenindeki bir dönüşümdür. Biri düşünce seviyesinde ortaya çıkar. Sonra tavırlara yansır ve sonunda kişinin karakterini, eylemlerini ve görünüşü dahil her şeyini değiştirir. Diğeri ise hemen hemen anlık bir şekilde fiziksel seviyede ortaya çıkar, kişinin görünüşünü, alışkanlıklarını, hatta cinsiyetini ve türünü tamamen değiştirir. Fakat her iki durumda da değişim bir düşünce, hayal, niyet ile başlamak zorundadır. Biliyorsun, önce yapabileceğimizi algılamadan hiçbir şeyi yapamayız." Eğilip sağ eliyle bir taşa dokundu.
"Önce gözümde canlandırmadan bu taşa dokunamazdım. Eylemin olabilmesi için düşüncenin zihnime girmesi gerekir. Önce hayalimin, niyetimin olması gerekir. Bunu yapabileceğime inanmalıyım. Bu dünyada, sırf diğerlerinden farklı şeyler algıladıkları için ' deli ' diye tanımlanan insanlar var. Bazı insanlar sırf bazı şeyleri yapabileceklerine inanmadıkları için fiziksel olarak engellidir."
Elini kaldırdı. "Eğer ben bu taşa dokunabileceğime inanmazsam, o zaman bu fiziksel olarak imkansız hale gelir."
Tüm spor örneklerini, yapabileceklerini bildikleri için rekorlar kıran atletleri düşündüm. Koreli dövüş sanatları eğitmenim Lee Usta, kalın bir beton tabakası önünde, eline o betonu kırma gücünü veren şeyin kaslarının gücü değil, zihni olduğunu anlatırken geldi aklıma. Fiziksel görünen ama aslında algılarımızla, neyin
89
mümkün olduğuyla ilgili düşüncelerimizle meydana gelen engelleri aşan başarılı yöneticiler, politikacılar, müzisyenler ve diğerleri için de aynı şeyin geçerli olduğunu düşündüm.
"Ama tekrar sana dönelim dostum. Nükleer güç santrali hikayeni anlatmaya devam et lütfen."
Viejo Itza'ya nasıl günler boyunca Kamu Hizmetleri Komisyonu önünde bilirkişi sandalyesinde oturup çeşitli çevre örgütlerini temsil eden avukatların sorularını yanıtladığımı anlattım. Oturumların odağındaki şey Seabrook ya da o kamu hizmeti şirketi değil de benmişim gibi hissediyordum. Akşam oteldeki odama çekiliyor, duvarın önündeki klasörlere sıkıştırılmış teknik raporların iilemine giriyordum. Kuşatma altındaydım. Az yiyor, çok az uyuyordum. İfade vermediğim zamanlarda ya bir sonraki ifadem için sıkı bir şekilde hazırlanıyor ya şirket yetkilileri ve avukatlarıyla strateji görüşmeleri yapıyor ya da oturumların yapıldığı salonda oturup rakiplerimden birini dinliyordum. Rakip bilirkişi bizim avukatlarımızdan biri tarafından saldın altında olduğu zaman, karşı tarafı suçlamak üzere yeni sorular üretmem isteniyordu. Saptırıcı veya rakibimin yanıtlayamayacağını bildiğim sorular oluşturmaktan belirli bir haz alıyordum. Bazen rakibin zayıf noktasını keşfetmeyi başarıyordum ve bunu kullanarak yaptığım saldın rakibin ego merkezinin o kadar derinlerine işliyordu ki, rakibim tanık sandalyesinde, siyah cüppeli yetkililer önünde çılgına dönüyordu. Bilirkişilerin yaptığı en önemli şeylerden biri karakter suikastıdır. Eğer bir tanığı daha sinir çöküntüsüne uğratmayı başarabilirseniz, rakibin teknik savını çürütmekten çok daha fazlasını başarabiliyordunuz. Kamu Hizmetleri Komisyonu yetkilileri ne mühendis, ne de ekonomisttir. Ya insanlar tarafından seçilirler ya da vali tarafından atanırlar. Bu kişiler her durumda siyasetçidir. Savunma konumundaki kişinin uzman olduğu ve uzmanlığına güvendiği algısı, bilimsel gerçeklerden daha etkili oluyordu.
"Kendine inanması." "Kesinlikle." "Şekil değiştirici, enerjiyi hareket ettirici." Haklı olduğunu kabul ettim ama o zamanlar bu şekilde düşün
memiştim. "Sanırım şu anda çok daha iyi bir bilirkişi olurdum." "Lütfen hikayene devam et John. Çok ilgimi çekti ."
90
"Ne yazık ki daha fazla okudukça, argümanlarımm geçerliliği konusunda daha fazla şüpheye kapılmaya başladım." Literatürün değişmeye başlamış olduğunu anlattım. Pek çok alternatif enerji türlerinin teknolojik olarak nükleer enerjiden daha üstün ve daha ekonomik olduğunu gösteren kanıtlar artıyordu. Aynca denge, nükleer enerjinin güvenli olduğu yönündeki eski teoriden giderek uzaklaşıyordu. Güvenlik sistemlerinin geçerliliği, operatörlerin eğitimi, yüksek insan hatası ihtimalleri, donanımın yıpranmışlığı, nükleer atıklardan zararsızca kurtulmadaki yetersizlikler hakkında ciddi sorular soruluyordu. "Savunduğum, yemin ederek savunmak için para kazandığım şeyden giderek kendim de çok rahatsız olmaya başladım."
Soluğumu düzenlemek için durdum. Göz göze geldik. Hiçbir şey söylemedi. "Zor bir durumdu. Çok zor." Bana hissettiği sempati gözlerinden okunuyordu. "Bir gün son noktaya geldim."
Şubat'ın son günlerinden biriydi. Yerler daha yeni yağmış karlarla kaplıydı. Uykusuz geçirilmiş bir gecenin sabahıydı ama önceki gecelerden farklı olarak hiçbir kitap veya rapor okumadığım bir gece. Bunun yerine bütün geceyi pencerede, sokak lambasının etrafından süzülen karlan izleyerek geçirmiştim. New Hampshire ormanlarındaki çocukluğumu düşündüm. Adaletsiz yetkililer tarafından yapılan baskılara karşı mücadele etmiş iki uzak akrabamız olan Ethan Allen ve Tam Paine ile ilgili olarak annemin bana anlattığı hikayeleri hatırladım. Amazon' daki, Andlar' daki arkadaşlarımı, Knut 'u, yüklü bir teklife rağmen fiberglas yatlar tasarlamayı reddeden Bugi gemi yapımcısı arkadaşım Buli 'yi hatırladım. Penceremin önünde durarak hayal kurdum.
Gün doğmadan önce bir kafeye gittim ve gerçek New Hampshire akça ağaç şerbetli, buharı üzerinde bir tabak krep sipariş ettim. Bu her zaman sevmiş olduğum bir kahvaltı, aylardır tatmadığım bir zevkti. Bilirkişi olarak çevreyi gözden çıkarmış olmam sanki akça ağaçlardan biri üzerime düşmüş gibi beni sürekli eziyordu. Kafeden çıkıp kendimi kiralık aracımın koltuğuna bıraktığımda bir tür baş dönmesi yaşadım. Gözlerimi kapattım. Maria Quischpe'nin bana üflediği yaşlı kadın göründü. Birden her şey berraklaştı.
9 1
Dava başlamadan önce enerji şirketinin genel müdür yardımcısını ve baş avukatını karşıma alıp artık onlar için çalışamayacağımı söyledim. Tabii şok oldular. Tüm iyi niyetimle, artık Seabrook nükleer santralini savunamayacağımı söyledim. Yemin altında yalan söylememi bekleyip beklemediklerini sordum. Bir bilirkişi olarak "ortadan kaybolma" isteğimi kabul etmelerini takdir ettim. "Şimdi ne yapacaksın?" diye sordular. Hiç düşünmeden yanıt verdim: "Kojenerasyon geliştirmek için bir şirket kuracağım."
Viejo Itza 'ya döndüm. "Bu fikir o kadar çabuk geldi. Yaşlı kadından."
"Sonra ne oldu?" "Şirketi kurdum. Beklediğimden çok daha zor bir iş olduğunu
anladım. Sonraki dokuz yıl boyunca çektiğim baş ağrısını önceden tahmin edebilseydim, o işe asla başlamazdım. O endüstri daha başlangıç aşamasındaydı. İşin yapılabilmesini mümkün kılan yasalar ancak o yıl, 1 982 'de çıktı. Aslında o yasa da, kendileri için tehdit oluşturduğu için kamu hizmetleri endüstrisi tarafından karşı çıkılan 1978 tarihli bir yasaydı. 1 982 'de yasa Anayasa Mahkemesi tarafından tekrar yürürlüğe kondu."
"Ne şekil değiştirmeymiş ama! " "Öyleydi sanırım. Kurumsal şekil değiştirme." "Ve kişisel. Eminim sen de değişmişsindir. Görünüş olarak bile." Haklıydı. Farklı bir insan olmuştum. Yönetici olarak her za-
man yetkin ve güvenliydim. Ama şimdi muhafazakar mühendislik mesleğine ve Wall Street 'e dayalı olan bir işe aktif bir şekilde Şamanizm' i katıyordum. Tüm planlamalarımızda, tüm çalışmamızda psiko-navigasyon vardı. Tüm önemli kararlar öncesinde ruh rehberlerine danışıldı. Lacivert takım elbisemle, etrafımdaki iki düzine avukat ve yatının bankacısıyla birlikte toplantı masasına otururken rehberlerime kısa bir yolculuk yapardım. Yerli öğretmenlerim gibi ustalaşmıştım. Toplantı odasından başka bir yerde bulunduğuma dair hiçbir belirti göstermeksizin bunu yapabiliyordum. Ama bana yakın olan insanlar bunu biliyordu ve bu kulaktan kulağa yayıldı.
İş dünyasına Şamanizm' i getirmeye ek olarak, başka şekillerde de değiştim. Kişisel yaşamımda büyük bir dönüşüm oldu. Wi-
92
nifred ile tanıştım ve ona çok derinden aşık oldum. Evlendik ve ben, çocuk sahibi olmaya ne vakti, ne de isteği olacağına yemin etmiş olan ben, kendimi bir kocaya, sonra da bir babaya dönüşmüş olarak buldum. Aile hay.ıtı, hayatımın en heyecan verici ve ödüllendirici maceralarından biri oldu.
Şirketim güçlendi. ABD'de bizimle aynı projeler üzerinde çalışan seksen dört bağımsız enerji şirketinden yalnızca yedi tanesi başarılı oldu. Diğerleri iflas etti. O yedi şirketten diğer altısı, büyük mühendislik ve inşaat şirketlerine satıldı. Yalnızca benim şirketim bu işi bağımsız olarak gerçekleştirdi. Aynı zamanda yeni, ekolojik olarak faydalı teknolojilerin mümkün ve finanse edilebilir olduğunu kanıtlayarak model görevi gören enerji projeleri geliştirme politikasına sahip tek şirketti. Şirketimin para kazandığını görmek istiyordum ama bu birincil hedefim değildi.
Şirket kendini kanıtlar kanıtlamaz daha fazla ilerlemek için bir şeyler yapma karan aldım. Kamu Hizmetleri Komisyonu oturum salonundan yürüyerek çıktığım o karlı sabahtan beri neredeyse on yıl geçmişti. Kasım 1 990'da sattığımda, şirket çok etkileyici bir grafiğe sahipti ve nükleer rakiplerin her zaman bildiği şeyi, yani kojenerasyonun nükleer güçten daha üstün, daha güvenli ve daha ekonomik olduğunu kanıtlamış bir şirketti. Yenilikçi, çevreyle dost enerji projeleri geliştirmede lider konumdaydık. Projelerimizden biri endüstriyi endişeye sokmuştu. Bu proje, atık kömür yakan ve hidroponik bir serayı ısıtmada soğutma sisteminden yararlanan ( l 986'da) 55 dolarlık bir enerji santraliydi. En önemlisi de, "kullanılmaz" denen tonlarca tehlikeli kömür tozunu herhangi bir asit yağmuru üretmeden elektriğe çeviren, yani o uzun New Harnpshire geceleri boyunca okuduğum tüm kitapların imkansız dediği şeyi başaran devrimsel bir kazan etrafında tasarlanmıştı. Bu proje ABD Temsilciler Meclisi tarafından, Amerikan dehası ve girişimciliğinin bir örneği olarak Kongre Kayıtlan 'na geçirilmişti.
"Bana radikal gözüyle bakıyorlardı . Eski arkadaşlarım tarafından tehdit ediliyor, eski müşterilerim olan kamu hizmeti firmaları tarafından mahkemeye veril iyordum. Sonunda bütün savaşları kazandık. Artık kojenerasyon tüm dünyada fırtına gibi yayılıyor. Ve o devrimci kazan da artık ' standart' olarak ve
93
asit yağmuru kirlenmesini ortadan kaldırmaya yönelik dev bir adım olarak kabul ediliyor."
"Çok etkileyici" dedi. "Peki, kendini bir şekil değiştirici olarak görmedin mi?"
"Bunu hiç bu şekilde düşünmemiştim sanırım." "Çok miktarda enerjiyi hareket ettirdiğin kesin." Güldü. "Pek
çok şekilde." "Galiba ben şekil değiştiricileri hep kendilerini jaguara dönüş
türen insanlar olarak düşündüm." "Dönüşülebilecek formlardan biri ." "Bunu şimdi anlıyorum." Aklımdaki şeyi söylemem gerektiği
ni biliyordum. "Hala o formu, jaguar olmayı denemek istiyorum." "Dönüşmek istediğin şeyin bir enerji küresi olduğunu sanı
yordum." "Başlangıç için iyi olur. Ama gerçekten jaguar olmayı dene
yimlemek istiyorum." "Deneyimleyeceksin. Bu arada, şirketinde ve kendinde başar
dığın şeyin bir şekil değiştirme olduğunu anlaman önemli. Büyük bir şekil değiştirme."
Bana uzunca bir süre baktı, sonra sanki paylaşmaya pek istekli olmadığı bir sırrı varmış gibi gülümsedi. Gözleri yavaşça gözlerimden başımın üzerine doğru yükseldi. "İnanabiliyor musun, öğleni geride bırakalı epeyce olmuş."
"Bugün burada pek çok önemli şey konuştuk. Pek çok şeyi an-lamama yardım ettin. Teşekkür ederim."
"Bir şey değil . İsteğini güçlendirdim." "Doğru." Ağır bir şekilde doğruldu ve gerindi. "Bu kayalar çok sertleşebi
liyor." Tekrar taş jaguarın olduğu üst basamaklara çıktı. Jaguarın pençesinin yanında bıraktığı örme omuz çantasını alıp yanıma döndü.
"Aç mısın dostum?" diye sorup oturdu. Çantayı karıştırdı, bir su kabağı ve ince bir sarmaşıkla bağlanmış, muz yapraklarından yapılma bir paket çıkardı. Kabağı tuttu. Güzel, koyu kahverengi bir kabaklı ve cilalanmış bir heykel gibi duruyordu. Tepesini çıkardı. "Seksle ilgili sohbetimizi hatırlıyor musun? Seksin şekil değiştirici için kapıları nasıl açtığını, bencilce hislerimizi bırakıp
94
evrenle birliğimizi hissettiğimizde duyduğumuz esrik birliği nasıl öğrettiğini? Bu kabak iyi bir simge. İnsanlar kabak gibidir; içerdeki iyi taraflara ulaşmak için tepemizi açmamız gerekir. Seks (ve ayahuska gibi öğretmen bitkiler) kendimizi açmamıza yardım edebilir. Bazen."
Kabağı bana verdi. Kaldırıp dudaklarıma götürdüm. İçindeki sıvı bana biraz Shuarların chichasını hatırlattı. Kesinlikle sertti. Sonra muz yaprağından yapılma paketi açtı. İçinde üst üste konmuş tortillalar vardı. Sessizlik içinde yedik.
"Shuarlar ve Quechualardaki hayal deneyimlerini anlattın. Bir de Cava ve Tibet' ten bahsettin. Orada neler yaşadın?"
95
1 0 . B Ö L Ü M
GEÇİŞ
ENDONEZYA ' DA ARABAYLA Batı Cava dağlarına doğru ilerliyorduk. Şoför-tercümanım Enerji Bakanlığı 'nda çalışıyordu. Halkından ve memleketinden duyduğu gurur belli oluyordu. Dağlarda yükseklere çıktıkça heyecanı da artıyordu. "Burayı tanrılar yarattı. . . " dedi, " . . . yani biz ölümlüler burada cennetin nasıl olduğunu görebiliyoruz."
Çıplak ayaklı oğlanların meydan okuyarak cipimizi oyunlarına davet eder gibi top oynadığı küçük bir köye vardık. Fotoğraf çekmek için pencereden dışarı eğildiğimde çocuklardan biri topu eline aldı, diğer elini de beline koyarak ağır aksanlı bir İngilizce ile bağırdı: "Benim adım John Wayne."
Onların yanından ayrıldıktan sonra şoföre, çocukların zayıf ve fakir göründüklerini söyledim.
"Ben Cavalıyım" dedi göğsünü kabartarak. "Buraya yakın bir yerde büyüdüm, tıpkı onlar gibi. O çocukların parası olmayabilir ama fakir değiller. Bunu biliyorum." Bir an sessiz kaldı ve sürmeye devam etti. "Zenginlik algımızla ilgili bir şey." Eliyle ön camı sildi. "Tüm bunlara sahip olan biri nasıl fakir olabilir?" Bana doğru baktı. "Biz Cavalılar, algıların oynayabileceği oyunların çok iyi farkındayız."
96
kültürlerde bile sonuçta her birimizin şekil değiştirdiği düşüncesi çok ilgimi çekmişti. Buna inanmasan bile, reenkamasyon yanlış bir inanç dahi olsa, her insan şekil değiştiriyordu. İnsanın ölünce tamamen dönüştüğünü hangi rasyonel insan inkar edebilirdi? Bedenin başka bir şeye dönüştüğünü kabul etmek, ruhsallığa inanmayı gerektirmiyordu. Shakespeare' in oyununda, Hamlet'in Yorick' in kafatasına bakıp bir insanın ölmesi, gömülmesi, toprağa ve kurtçuklara dönüşmesi hakkında felsefe yaptığı sahne, bir materyalistin (veya bir bilim insanının) bakış açısını oldukça doğru bir şekilde özetliyordu. Bu inkar edilmez bir şekil değiştirmeyi de tanımlıyordu. İnanalım ya da inanmayalım, her birimizin şekil değiştirdiği kavramının gücü ile bir kez daha sarsıldım.
Bunu şoförümle tartıştım. Gömleğinin cebinden bir kalem çıkardı ve yanımdaki koltuğa bıraktı. "Ne oldu?" diye sordu . Yanıtımı beklemeden kendisi cevapladı : "Yerçekimi kalemin düşmesine neden oldu. Doğru mu? Elbette doğru. Bunu hepimiz biliyoruz. Dünyadaki tüm eğitimli, mantıklı insanlar bunu kabul eder, değil mi? Peki ya biri bu düşünceye katılmazsa? Ya yer çekimini hiç duymamış insanlar varsa? Ya mağara adamları zamanında yaşıyor olsaydık? Veya hiç insan olmasaydı, sadece hayvanlar olsaydı? Kalemim veya bir ağaç dal ı aynı şekilde düşecekti . Bu kavram biri tarafından anlaşılsın veya anlaşılmasın, çekim onun düşmesine neden olacaktı. Aynı şey şekil değiştirme için de geçerlidir. Bu oluyor. B unu hepimiz yapıyoruz. Çok, pek çok kez. Eğer reenkamasyona inanıyorsan, bunu her yaşamda en az bir kere yapıyoruz."
Kısa bir süre sonra Bandung şehrine vardık. Şoförüm bizi doğruca önümüzdeki üç ayı geçireceğim resmi konuk evine götürdü. Hollanda kolonisi döneminde inşa edilen konuk evinin geniş sundurması çay tarlalarına bakıyordu. Bu tarlalar tepelere ve biz vardığımızda yavaşça akşamın mor gölgelerine bezenen dağ eteklerine uzanıyordu.
Yaşlı bir adam hızlıca merdivenlerden indi . Bol pantolonunun paçaları sandaletleri üzerinde sallanıyordu. Eski Cava mitolojisinin kahraman-tanrılarıyla bezenmiş batik gömleği canlı renklere sahipti.
99
Yaşlı adam yaklaşırken şoförüm "Tam bir şekil değiştirici" dedi düşünceli bir şekilde.
Cipten indim, kotumdaki yolculuk tozlarını silkeledim ve elimi uzattım. Sıkılgan bir şekilde sırıttı. İki elinin parmaklarını kalbi üzerinde birbirlerine dokundurarak eğildi. "Ben Toyup" dedi gürültülü sesiyle.
Toyup ve ben birlikte çok vakit geçirdik. Bana çok şey öğretti ve bunların bir kısmını The Stress-Free Hahit (Stressiz Alışkanlık) adlı ilk kitabımda anlattım. Gerçekten bir şekil değiştiriciydi ama bunu biraz farklı bir şekilde söylüyordu. "Ol" derdi dişsiz bir sırıtışla. "Her zaman ol. Asla olmak için çalışma. İstediğin her şey ola
hili rsin ama olmak için çalışmaktan uzak dur. Sadece olmak istediğini olmayı hatırla."
Bunu başta oldukça kafa karıştırıcı buldum ama bunu söylemeye ısrarla ve sabırla devam etti. Birkaç kez bana aynı hikayenin farklı versiyonlarını anlattı. The Stress-Free Hahit adlı kitabımda mevcut olan O-Nami (Büyük Dalgalar) isimli bu hikaye, pek çok insana bana yazma ilhamı verdi . Hikayeyi burada tekrarlıyorum.
O-Nami çok üstün bir güce ve dövüş bilgisine sahip tanınmış bir güreşçiydi. Baş başa dövliştüğünde herkesi, hatta eğitmenini bile yenebiliyordu. Ama halk önündeki dövüşlerde durum farkl ıydı . Kendinin farkına varıyordu ve şüphe duymaya başlıyordu. Aptalca hatalar yapıyordu ve çoğu zaman kendinden daha az yetenekli güreşçi lere yenil iyordu.
Bir gece usta bir eğitmen onu ziyaret etti. Bu usta en zeki ustalardan biri olarak bi l iniyordu. "O-Nami . . . " dedi, " . . . sen 'Büyük Dalgalar' sın. Buna inanmal ısın. Bu ol. Odana giı. Gece boyunca uyanık kal ve büyük dalgaları düşün. Olduğun şeye inan. Sen önüne gelen her şeyi yıkan dev dalgalarsın."
O-Nami odasına çekildi . Gece boyunca meditasyon yaptı. Önce yalnızca dalgaları düşündü. Başka v izyonlar araya girdi ama O-Nami onları düşünmeyi bıraktı. Gece ilerlerken yavaş yavaş dalgalar hakim olmaya başladı. Odayı doldurdu, onun etrafını sardı. O-Nami 'nin odasına doğan güneş gürleyen bir dalgalar seliydi.
O günden sonra kimse 0-Nam i ' y i yenemedi .
1 00
"O halde sen bir dansçısın." Kızdan bir gösteri yapmasını istemiş. Sonra da ona bunun hayatı boyunca gördüğü en güzel dans pe�ormansı olduğunu söylemiş. Tekrarlamış: "Sen bir dansçısın."
"Ama hiç dans yapmak için tutulmadım." "Ne olmuş? Aptal bir işverenin henüz sana iş vermemiş olma
sı bunu değiştirmez. Eğer yarın sana iş verilecek olsaydı, bugün olduğundan daha iyi bir dansçı mı olacaktın?" Kız başını yanlara sallamış. "Evet. Aynı olacaktın: Muhteşem bir dansçı. Sen dansçısın. Dansçı ol."
Bir hafta içinde kız Cakarta'daki en önemli dans şirketi tarafından işe alınmış.
B ir öğleden sonranın ilerleyen saatlerinde Toyup onunla konuk evinden uzak olmayan bir ağaçlıkta buluşmamı istedi. "Bana yarım saat ver" dedi. "Sonra da kütükten yapılma oturağın olduğu yere gel. Sana bir şey göstereceğim."
Yarım saatin geçmesini hevesle bekledim. Bu sırada Hermann Hesse'nin Siddharta' sını okuyordum. Kitaba konsantre olmakta çok zorlanıyordum. Önemli bir şeyin olmak üzere olduğunu hissediyordum.
Sonunda vakit geldi. Kendimi tutamıyordum. Ağaçlığa neredeyse koşarak gittim. Oraya vardığımda sabırsızlığımı anlamaması için ağır bir yürüyüşe geçip Toyup'un olağan tarzını taklit etmeye çalıştım. Kütük oturağın üzerine çıkıp etrafa baktım ama Toyup ortalıkta görünmüyordu. Hayal kırıklığına uğramıştım ama birkaç dakika beklemeye karar verdim. Oturağa oturdum.
Bir süre sonra uyku bastırdı. Oturağa uzandım ve gözlerimi kapattım. Rüzgann hışırdattığı yapraklar beni iyice gevşetiyordu. Uykuya dalmış olmalıyım. Sonra bir şey yanağıma dokundu. Doğruldum ve baktım. Oturağımın arkasında neredeyse ölmüş görünen, kısa, yapraksız bir çalı vardı. Çalının dallarından birinin bana sürtünmüş olabileceğini düşündüm. Tekrar uzandım ve uykuya dalmak üzereydim ki dalın başımın tepesine dokunduğunu hissettim. Onu tuttum. Bir el ! Doğruldum ve Toyup'u gördüm. Oturağın arkasında çömeldiği yerde kendini o çalıdan yaşlı bir Cavalı adama, kendisine dönüştürdü. Gözlerime inanamadım. Çırılçıplaktı.
1 02
Ayağa sıçrayıp yanında durdum. "Bunu nasıl yaptın?" Ağır bir şekilde diğer bir ağaca yürüdü ve ağacın köklerinin al
tındaki bir oyuktan küçük bir çanta çıkardı. Gömleğini, pantolonunu ve sandaletlerini çıkarıp giydi. Sonra yanıma döndü. "Neyi nasıl yaptım?"
"Biliyorsun. Çalıya dönüştün." Bana çok yakın durdu, doğrudan gözlerimin içine baktı. Bu
daha önce çok nadir yaptığı bir şeydi. "Hiçbir şey öğrenmedin mi?" diye sordu ve sesinde gerçek bir hayal kırıklığı algıladım. "O
çalıya dönüşmedim. Tıpkı şimdi de bu yaşlı Cavalı adama dönüşmediğim gibi.
Bu beni durdurdu. "Sen sensin. Az önce ise çalıydın." Gülümsedi. "Doğru." "Ama nasıl?" "Tıpkı senin burada, önümde gördüğüm sen olman gibi." Şimdi başka bir soru içimi kemiriyordu. Ona sormaya isteksiz-
dim ama sormam gerektiğini biliyordum. "Neden elbiselerini çıkardın?"
"Renklerin kendi başlarına titreşen enerjileri var gibi görünüyor" dedi yavaşça. "Belirli bir rengi olan şeyler giyerken başka renkte bir şey olmakta zorlanıyorum."
Birlikte oturağa oturduk. "Sanının O-Nami bu renk şeyini yen-di. Ben henüz o kapıyı açmadım."
Olma konusunda aptalca sorular sorduğum ve söylediği şeyi anlamadığım için özür diledim.
"Bu şeyler zaman alıyor" dedi yumuşak bir şekilde. "Sabırlı ol. Yaptığım şeyi senin de yapmak istediğini biliyorum ve yapacağını da biliyorum·. Ama henüz hazır değilsin." Gözleri derin bir şefkat yayıyordu. "Deneyimlediğin şey için şükran duy."
Döndüm ve ona sarıldım. Kendimi tutamıyordum. "Ben algıladığım şeyim" dedim. Kontrol edilemez bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağladım.
"Toyup beni Marina Bellazzi isimli genç, güzel bir İtalyan bayanla tanıştırdı" dedim Viejo Itza'ya. "Asya' da seyahat ediyordu."
Viejo Itza bir tortillayı çiğneyip mayalı içecekle midesine indirirken ona Marina'yla nasıl arkadaş olduğumuzu, sonunda bir
1 03
grup İtalyan ve Kuzey Amerikalıyı Shuarlara nasıl götürdüğümüzü anlattım. Marina, Tibet'teki deneyimleri tablolarını derinden etkilemiş yetenekli bir ressamdı. Himalayalar'da yaşamış, hayatının büyük bir bölümünü Tibet geleneklerini, törenlerini ve şifa tekniklerini öğrenmeye adamıştı. Ustaları Tibetli şamanlardı. Bana onlardan öğrendiği bir hayal değiştirme tekniğini öğretmişti. Sekiz aşamalı bu yöntemi Viejo Itza'yla paylaştım:
"Önce bir hayal seçiyorsun. Ruhunun derinliklerinden geldiğini bildiğin, gerçekleşmesini istediğin bir hayal . Bunu yaparken bana öğrettiğin yolculuktan, yani hayalleri fantezilerden ayırmak için taşı kullanma tekniğinden yararlanılabilir. . .
"İkinci adımda kapalı gözlerle çok karanlık bir yer, bir boşluk görüyorsun. Bir siyahlıkla çevrili gümüş bir yıldız görünüyor. Hayalini o yıldıza gönderiyorsun. Yıldızın hayali özümsemesini izliyorsun . . .
"Üçüncü adımda hayal gücünle yıldızı alnına getiriyorsun, üçüncü gözüne, yani iki gözünün arasının hafifçe yukarısından geçmesine izin veriyorsun . . .
"Dördüncü adımda kafanın içini kristal veya aynalardan oluşan bir küre olarak görüyorsun. Hayal ve yıldız bu muhteşem yerde yansıyor ve güçleniyor . . .
"Beşinci adımda hayalin ve yıldızın üç kez patlamasını izliyorsun. Her defasında yok olmak yerine iyice enerji kazanıyor. Zihninle iyice bütünleşiyorlar . . .
"Altıncı adımda kalbine düşmelerine izin veriyorsun. Kalbini de hayalinin ve yıldızın güçlendiği, kristalle kaplı bir yer olarak görüyorsun . . .
"Yedinci adımda hayalinin ve yıldızın üç kez patlamasını izliyorsun. Her patlamayla bu hayali gerçekleştirmeye adanmışlığını onaylıyorsun. Kalbinin enerjisini , kalp, hayal ve yıldız arasında meydana gelen birleşmenin enerjisini hissediyorsun . . .
"Sekizinci adımda tekrar başına yükselmelerine, üçüncü gözünden çıkarak tekrar siyahlığa gitmelerine izin veriyorsun."
Yukarı baktığımda Viejo Itza'yı gözleri kapalı yakaladım. Yavaşça gözlerini açtı. "Güçlü bir imgelemeymiş" dedi.
1 04
Marina bu egzersizi haftada en az üç kere, istenirse daha fazla tekrarlamanın önemini vurgulamıştı.
Bu tekniği seminerlerimde kullanmak üzere hangi şekillerde adapte ettiğimi anlattım. "Katılımcılara, 'Hayalinizin bu olağan realitede gerçekleşmesini istediğiniz için süreci bir adım ileriye götürmeniz gerekiyor. Hayalinizin somutlaşmasına doğrudan yardımcı olan bir şey yaparak her gün hayalinize enerji kazandırın. Mektuplar yazın, politikacıları arayın. Bir şey yapın. Hayalinize ses verin. Onunla konuşun. Onu dile getirin' diyorum"
"Kelimeler" dedi sesi dilinde yuvarlayarak. "Her kültür, hayali, sözlü olarak ifade etmenin veya onu sembolik bir şekilde ortaya koymanın önemini kabul eder."
Katıldım. "Hayalini diğerlerine ifade etmenin büyük bir gücü olduğu evrensel olarak kabul edilen bir şey. Benimki gibi modem endüstriyel-teknolojik toplumlar hariç belki."
Uzunca bir süre konuşmadan bana baktı. Gözleri sanki beni sadece incelemiyor, aynı zamanda tutuyor, kaplıyordu. Sonsuzluk gibi görünen bir süreden sonra gözlerini kırptı. "Sıra sende" dedi.
"Sıra bende mi?" "Ormanın derinlerindeki Shuar arkadaşlarına dön." Gülümse-
di. "Diğerlerini yanına al. Hayalin ve sözün gücünü paylaş. Enerji oluştur. Çok önemli bir ana girdin: geçiş. Bunu harcama. İnançlı ol. Tüm biçimleriyle şekil değiştirmeyi öğren."
1 05
İnsan kurallara sığmaz!
2 . KISIM
1
i Ç ERİDEN
BAKIŞ
İnsan kurallara sığmaz!
1 1 . B Ö L Ü M
BiR AMAZON ŞAMANI KAYBOLUYOR
AMAZON YAÖMUR ORMANININ derinliklerinde geceye yıldızlar hakimdi. Şamanın evinin kapısından dışarı çıktığımda, minik ışık küreleri etrafımı kapladı. Her yerdeydiler. Sadece yukarıda, göklerde değil, aynı zamanda ayağımın altında. Hareketsiz bir şekilde durup cangıldaki sesleri dinledim, ışıldayan baleyi izledim.
Şamanın evinin etrafındaki küçük açık alanın ötesinde, ağaçların arasında dans eden milyonlarca minik meleği andıran parlak ışıklar ağaçların siluetlerini ortaya çıkarıyordu. Şekil değiştirme için mükemmel bir gece gibi görünüyordu . Yıldızların ve ateş böceklerinin birleştiği, insanların, bitkilerin, hayvanların, taşların, hayallerin ve kabusların bir olduğu, atom altı parçacıkların evreni içine aldığı bir gece. Şamanlarla çalışma yapabilmeleri için Ekvator'a getirmiş olduğum bir grup Kuzey Amerikalı bilim insanı, psikolog ve doktorla birlikte paylaştığım bir geceydi.
Tohumu Viejo Itza ekmişti. Onun önerilerini izlemeye, tohumun etrafında küçük toprak kümeleri oluşturmaya ve tohumu sulamaya kendimi adadıktan sonra, gerisi şaşırtıcı bir kolaylıkla geldi. Kitaplarım ve seminerlerim nedeniyle pek çok insan şaman
109
kültürleriyle olan çalışmalarıma ilgi göstermişti. Raul ve Jaime adlı Ekvatorlu iki arkadaşımla bir işbirliği oluşturdum ve "hayalini değiştirmek" isteyen insanların Shuarları ziyaret edebileceğini duyurdum. B irlikte küçük Kuzey Amerikalı ve Avrupalı grupları Andlar'ın tepelerine ve cangılların derinliklerine götürdük. Bu işe "Hayal Değişimi Maceraları : Öz-Farkındalık Yoluyla Dünyaya Hizmet" adını verdik. Tohum filizlendi .
İ lk birkaç geziden sonra Jaime, ortak bir dil ve kozmolojiye sahip olmalarına rağmen Shuarların geleneksel düşmanları olan komşu kabile Achuarlara yardımcı olmaya adadı kendini. Achuarların misyonerler tarafından ziyaret edilmesi çok yakın bir geçmişte başlamıştı ve Jaime'nin onlarla çalışmasının faydalı olacağını hepimiz kabul ettik. Jaime Achuarların kuzeylilere sürdürülebilir, dünyayı onurlandıran yaşam biçimlerini öğretebilecekleri ekoloj ik bir konuk evi yapmada onlara yardım etme olasılığını değerlendirecekti. Shuar bölgesine yapılan gezileri giderek Raul ve bana bıraktı .
O gece ikimiz on dört kişilik bir grubu, yıllardır tanıdığım Kitiar isimli yaşlı bir Shuar şamanım ziyarete götürmüştük. Biz "medenilerin" okuma yazma bilmeyen, küçük bir cangıl kabilesi diliyle konuşan ve çok derin fikirler aktaran bir adamın etrafına dizilip daha önce hiç hayal etmediği şeyler yaşadığı bir geceydi.
"İnsanlarınızın değişmesi gerekiyor" dedi bize. "Sizin dünyaya bakış şekliniz devam edemez. Ama liderler sizsiniz. Bütün dünya sizin yolunuzu izliyor. Sizin, hepinizin, insanlarınızı her şeyi yiyip bitiren açgözlü bir canavardan, saygıyı, sevgiyi öğrenen bir varlığa dönüştürmek için çalışmanız gerekiyor." Beni süzdü. "Şekil değiştirme hakkında sorular sordun. Sana bir şekil değiştirmeyi bizzat göstereceğim. Yarasa olup uçup gitme vaktim geldi." O kadar güçlü bir şekilde gülmeye başladı ki, boğulacağından korktum. Durduğu zaman gruptaki herkesi içine alacak şekilde kollarını açtı. "Ben, yarasa, uçup gideceğim. Ama sizin insanlarınızı değiştirmeniz gerekiyor. Gelip insanlarımdan bir şeyler öğrenmeleri için daha fazla insanınızı getirin. Sonra onların gidip bunu diğerlerine öğretmelerine yardım edin."
1 ı o
lar benim kendimi ateş püskürten büyük bir volkana dönüştürdüğümü görecek. Dağın tepesi patlayacak. Ateşli bir ırmak çıkıp volkanın yamaçlarından aşağı inecek, iyileştirilen kişiye akacak. Bu ırmağın oluşturacağı girdaplar hastalığa neden olan kötü ruhları çekip çıkaracak. O kötü ruhlar tsentsak şeklini alacak; ok atan borularımızda kullandığımıza benzer görünmez oklar. Benim, bu taburede oturan yaşlı adamın bu zehirli okları ağzımla çıkardığımı göreceksiniz ve nehrin hastayı temizlediğini bileceksiniz."
Pek çok kişi şifa istedi. Kitiar tek tek her birinin, oturduğu taburenin önündeki bir oturağa uzanmalarını istedi. Şarkısının ritimleriyle uyumlu bir şekilde onları dallarla nazik bir şekilde fırçalamaya ve Üzerlerine alkol serpmeye başladı. Sonra fırçalama biraz daha sertleşti, şarkının sesi yükseldi. Ateşteki közlerin hafif parıltısı dışında oda karanlıktı. Söylediklerini tercüme edebilmek ve zaman zaman herhangi bir şekilde herhangi bir şeyde ona yardımcı olabilmek için mümkün olduğu kadar yakınına oturdum. Çok yakın durmama rağmen onu göremiyordum. Duyabiliyor ve varlığını hissedebiliyordum ama hatlarını ayırt edemiyordum. Çoğu durumda hastanın sorun yaşadığı beden bölgesini emip bir şeyler çıkarıyor ve bunları ağzından boşaltıyordu. Şifaların çoğunun çok güçlü olduğunu algıladım ve bu hissim hastaların reaksiyonlarıyla da doğrulandı. Çok sayıda kişi epeyce yoğun duygular yaşadı. Yıllardır migren sıkıntısı yaşayan bir kadın Kitiar onun başını emerken başında inanılmaz bir rahatlama hissettiğini söyledi. "Sanki biri oyuncak sürpriz kutusunun kapağını açtı ve içerideki o korkunç şeytan fırlayıp gitti ! "
Şifa isteyen herkesin işi bittiğinde, bu sefer ahşap sıraya ben uzandım. Kitiar bedenimi taradı. "Ne istediğini biliyorum" dedi ve güldü. "Ama hatırla, bu tehlikeli. Eğer ölüme inanıyorsan, eğer tehlikeye inanıyorsan!" Sonra etrafıma bir alkol buharı üfledi ve dallarla çalışmaya başladı. Şarkı söyleyişi beni kendimden uzaklaştırdı. Başka görüntülere dönüşen geometrik imgeler, birleşerek çiçeklere ve hayvanlara dönüşen kalıplar görmeye başladım. Üşüdüğümü hissettim ve rutubetli ve soğuk bir mağaraya götürüldüğümü algıladım. Birden tiz bir çığlık, sonra da bir kanat çırpış sesi duydum ve üzerime doğru bir rüzgar estiğini hissettim. Gözlerimin kapalı olduğunun farkına vardım. Açtığımda, üzerimde uçan dev bir yarasa
1 1 2
gördüm. Gözleri beni izliyordu ve çırptığı kanatlan bana doğru rüzgar estiriyordu. Çığlık attım. Yarasa uçup gitti.
Sonra Kitiar doğrulmama yardımcı oldu. "Ben sadece yaşlı bir şamanım" dedi. "Ama sana korkman gereken bir şey olmadığını söyleyebilirim. Eğer şekil değiştirmek istiyorsan cesur olmalısın. Kendine sor: Korktuğum şey nedir?"
"Tehlikeli olduğunu söylemiştin." "Eğer tehlikeye inanıyorsan . . . O inancı bırakmalısın." "Tehlike yok mu?" "Buna nasıl baktığına bağlı, değil mi? Bu her durumda siz
gringolann en büyük sorunu. Risklerden sakınmayı bir saplantı haline getiriyorsunuz. İnsanlarını buraya her getirişinde bunu görüyorum. Hep tehlikeleri soruyorlar; yılanlan, timsahlan, örümcekleri, jaguarları. Biz Shuarlar ölümü başka bir dünyaya doğumumuz olarak saygıyla karşılarız."
"Katılıyorum, prensip olarak. Sıkıntı çektiğim şey bu aslında." "Şekil değiştirmekte korktuğun şey nedir?" "Dönemeyeceğim korkusu" deyiverdim. "Peki, bunun nesi kötü?" Bir yudum trago aldı ve şişeyi bana
verdi. "Sana göstereceğim" dedi. "Benim vaktim geldi, biliyorsun. Tüm bu çalışmayı sana ve diğerlerine bırakmam gerekiyor."
"Ne söylüyorsun?" Aynlmaktan bahsedişi beni endişeye düşürdü. Bir yarasa olacağını söylemişti. Söylediklerinden şüphe duymayacağım kadar çok şeye şahit olmuştum. Peki, ama ayrılmaktan kastettiği şey neydi?
"Göreceksin. Hatta gördün bile. Sana son dersim cesaretle ilgili . Korkmamalısın. Risk almaktan korkma."
Üç ay sonra yağmur ormanına başka bir Kuzey Amerikalı grubu getirdim. Kitiar gecelerimizi geçirdiğimiz ve özel bir seremoni düzenlediğimiz yere geleceğini söylemişti. Raul ve ben grubu hazırladık. Herkes son büyük geleneksel Shuar şamanlarından biriyle çalışma fırsatından dolayı çok heyecanlıydı. Ben de çok heyecanlıydım. Kitiar'la paylaşacağım ve sormayı umduğum çok şey vardı. Ateşi yaktık, bazı insanlann getirdiği mumları ve hediyeleri çıkardık. Bekledik.
1 1 3
"Mafiana*" diyerek espri yaptı biri hep birlikte alevleri izlerken. "Kelime yeni bir anlam kazanıyor, değil mi?"
Bir diğerinden yeni bir espri geldi: "Belki de şamanlar 'paralel' dünyalardan ve 'olağandışı' gerçekliklerden bahsederken aslında kastettikleri şey budur."
Birlikte yaşadığımız Shuar ailesi bizim için şarkılar söyledi ve manyok bitkisinden yapılan chichanın nasıl hazırlandığını gösterdi. Shuar diyetinin ve ritüellerinin çok önemli bir parçası olan bu bitki kutsal kabul edilir. Bu birayı yalnızca kadınların hazırlamasına izin veriliyor.
Büyük toprak bir fıçı önünde oturdular, patates püresi kıvamına gelene kadar kaynatılmış olan parçalanmış kökleri parmaklarıyla alıp ağızlarında çiğnediler ve sıvının gece boyunca mayalanacağı fıçının içine tükürdüler.
"Shuarlar için . . . " dedim, " . . . chicha patates, ekmek ve pirinç gibidir. Onların temel nişasta ve karbonhidrat kaynağı ."
Bunu karşılıklı kısa espriler izledi. Mizahtan memnun olmuştum. Daha önce gruba şamanların yaptıkları işi kutsal olarak görmelerine rağmen kendilerini ve hayatlarını asla fazla ciddiye almadıklarını söylemiştim. Oyuncu taraf, neşeli çocuk ve ciddi yetişkini dengede tutuyor.
Gece geç saatlere kadar sabırla bekledik. Aşçımız Lucho bir gitar getirip bizim için çaldı. Onun müziğini daha önce çok duymuştum ama bu sefer farklıydı : Hüzünlü şarkılar seçti; ihanet ve ölüm şarkıları. havayı iyice ağırlaştıran melankolik bir müzik.
Birden ince bir çığlık duydum. Yukarı bakar bakmaz büyük bir yarasının kapıdan girdiğini, Lucho'nun başının üzerinden çatı kirişine uçtuğunu gördüm. Etrafa baktım. Gruptaki diğerleri heyecanlı bir şekilde parmaklarıyla yarasayı gösteriyordu. Herkes yarasayı görmüştü. Shuar ailesi bir panik yaşadı. Çocuklar tencerelerin üstüne vurmaya, kadınlar bağırmaya başladı. Yarası aşağı indi, selamlar gibi üzerimizde bir kez daire çizdi ve girdiği kapıdan çıktı.
* İspanyolcada "yarın" anlamında, aynı zamanda argo olarak "ne acelesi var" gibi bir anlamda kullanılan kelime-ç.n.
1 14
Shuarlar kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başladı. Endişelenmiş görünüyorlardı. Grubumuz Shuar ailesinin gelen yarasayla ilgili ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu.
"Biri öldü" dedi ailenin başı Tantar. "Ruhu yarasaya geçti. Hoşça kalın demeye geldi."
İçime bir şey oturdu. Ama bunu söylemedim.
Sonraki sabahın erken saatlerinde kahvaltıyı hazırlarken Kitiar' ın oğlu Kutsa çıkageldi. Yorulmuştu, bir tabureye çöktü. "Kitiar gitti" dedi. Grup onun etrafına toplandı.
"Nereye gitti?" diye sordu Raul. "Kayboldu. Yok oldu." Shuar ailesi ona bir kase chicha getir-
di . Kutsa chichayı hızla bitirdi. Sonra bize inanılmaz bir hikaye anlattı.
Yaklaşık bir ay önce üç Shuar şamanı ve Kutsa'nın "gringo misyoner" dediği biri Kitiar ' ı kara büyü yapmakla suçlamış. Bu Shuar kültüründe korkunç bir suçlamadır. "Sanıyorum . . . " dedi Kutsa, " . . . bu Şirket'in işi . Ondan nefret ediyorlardı ." Tercüme ederken "Şirket"in ağaç kesen ve petrol arayan yabancı girişimcileri tanımlayan bir kelime olduğunu açıkladım. Yerli topluluklarının bazıları onları büyük bir düşman, bazıları ise müttefik olarak görüyordu. Kutsa 'ya göre Kitiar ' ın itibarını sarsmak için haince bir kampanya düzenlemişler. Sonunda üç şaman, yargılanması için Kitiar ' ın karşılarına çıkmasını i stemiş. Söylentiye göre niyetleri onu topluluktan aforoz edip evini yakmakmış.
Kutsa Kitiar ' ın bundan hiçbir korku duymadığını vurguladı. Bu bana Kitiar ' ın son şifamda bana verdiği mesajı anımsattı . Ama Kitiar bu girişimlerin neticeleri konusunda derin bir düşünceye dalmış. Oğluna şöyle demiş : "Ben dürüst bir insanım. Benim güçlerim şifa içindir, kötülük için deği l. Şirket 'le mücadele ettiğim ve ormanları koruduğum için beni yok etmek isteyen insanlar var. Bu insanlar kötü. Onlara boyun eğemem. Benim için gitme vakti."
Kutsa geceyi babasının evinde geçirmiş. Ertesi gün romatizma sıkıntısı olan yaşlı bir kadına bitkisel ilaç hazırlamak için birlik-
1 1 5
te çalışmışlar. Öğleden sonra Kitiar su kabağını chichayla doldurmuş, ok üfleme borusunu ve okluğunu omzug.a asmış. Oğluna dönmüş. "John'a bu gece Şaman Kitiar'ı görerfıeyeceği için üzgün olduğumu söyle. Ama beni görecek." Evinden uzaklaşmış. Kutsa onun, "Cesur ol" dediğini duymuş.
"Sanki birden eriyip ormana karıştı ." Kutsa etrafında ona bakan yüzlere baktı. Gülümsedi. "Ağaçlarına."
1 1 6
1 2 . B Ö L Ü M
" ÖTEKİ" OLMAK
KiTiAR 'IN KAYBOLMASI beni derinden üzdü. Onu sık sık düşündüm. Bir keresinde rüyamda bana seyahatlerimize katılan kişilerin sorumluluklarını ciddiye alıp almadıklarından emin olmamı söyledi. Seyahatlerimize "Hayal Değişimi Maceraları: Öz-Farkındalık Yol uy la Dünyaya Hizmet" adını verdiğimizi hatırlattı . "İnsanları buralara getiren şeyin sadece öz-farkındalık olmadığından emin olmalısın. Dünyaya hizmet etmeye adanmaları gerekiyor. Hayallerini bitkilerin tanrıçası Nunqui 'yi ve suların ruhu Tsunqui 'yi onurlandıran hayallere dönüştürmeye adanmaları gerekiyor."
Ondan sonra insanlara yolculuklardan bahsederken bu gezilerin yıkıcı yönlerini vurgulamaya dikkat ettim. Konferanslarda ve seminerlerde yağmur ormanı ekolojisinin hassasiyetini anlattım. "Yağmur ormanına giren herkes onu incitiyor" dedim. "Shuarların aklının karışmasına neden oluyoruz. Varlığımız onların ailelerinin, özellikle gençlerinin yaşamı üzerinde baskı yapıyor ve geleneksel yaşam biçimlerinin devamlılığıyla ilgili sorunlar yaratıyor." Yerli insanlara okumayı öğrendikleri zaman sözlü geleneklerini ezberlemeleri gerekmeyeceğini, kitapların uzun vadeli bir kayıt imkanı sunduğunu, bitkilerle ilgili birincil elden bilgile-
ı 17
ri önemsemelerinin de gerekli olmadığını öğretmeye çalışan misyonerlerin olumsuz etkilerinden bahsettim.
Ama her zaman şunu da ekledim; yaşlıların sahip olduğu bilgiye ve şamanların şifa yeteneklerine samimi bir saygı gösterdiğimizde, onların güçlerinin artmasına yardımcı oluyoruz. "Genç Shuarlar bizim şamanların dizleri dibinde oturduğumuzu, hikayelerini dinlediğimizi ve tıp doktorlarımızın gelip onlardan şifa hakkında yeni şeyler öğrendiğini gördüklerinde, bu onlara çok şey anlatıyor."
Bu konuşmalarımı ekonomist geçmişime kadar uzanan kişisel felsefemi özetleyerek bitiriyordum: "Bu bir fayda-maliyet meselesi. Eğer ABD'ye dönerken insanlarımızın hayalini değiştirmeye, yağmur ormanlarını mahveden materyalizmi, özellikle de petrol, kereste ve et tüketimini azaltmaya adanmış olursak, o zaman bundan sağlayacağımız fayda, ziyaretimizin maliyetinden çok daha büyük olacaktır."
Seminerlerimde şekil değiştirme kavramını da ele almaya başladım. Katılımcılara Toyup 'un yaptığı gibi çalıya dönüşmeyi öğretemeyeceğimi biliyordum. Bunu kendim de yapamamıştım. Ayrıca bunu yapabilmek, pek çok kişinin hazır olduğundan şüphe duyduğum felsefi bir değişiklik gerektiriyordu; bir çalının bir insanla aynı olduğunun, türler arasında bir hiyerarşinin olmadığının, dolayısıyla da geri dönme korkusu duymaya da gerek olmadığının kabul edilmesi . . . En azından katılımcıları bu ihtimalleri düşünmeye teşvik edebiliyordum. Fiziksel, hücresel dönüşüm fikrinden ve algılarımızın, hayat tarzımızın ve kurumlarımızın şekil değiştirmesinin faydalarından bahsedebiliyordum. Konuşmalara ek olarak, pek çok katılımcının şekil değiştirmeye odaklanmasına yardımcı olan yedi egzersiz -psiko-navigasyonel yolculukbaşlatmıştım.
Bunlardan ilkini Raul ' la birlikte Ekvator'da bir gruba eşlik ederken öğrenmiştim. Geceyi Andlar'da, üç bin metrenin üzerinde bir yükseklikte, İyarina adlı bir Quechua kadın şamanın yanında geçirmiştik. Sabah erkenden, daha hava karanlıkken, bizi soğuk dağ havasında insanlarının kutsal pınarına götürdü. Gün ağarmaya, volkan tepelerinde parlak turuncu ve sarı renkli bir çi-
l 1 8
çek gibi açmaya başladığında, Pachamama'dan fışkırıp bir akıntıya dönüşen, Amazon'un yamaçlarından inip sonunda Atlantik Okyanusu'na ulaşan nehri izledik.
"Birazdan . . . " dedi İyarina, yumuşaklığına rağmen dağlardan yankılanır gibi gelen sesiyle, " .. .İnti 'yi, güneşi selamlayacağız. Bu pınarın adı Pocvio Juanita. Onun dişi ruhu, güneşin erkek ruhuyla birleşecek. Birleşmelerini ve size dönüşmelerini hissedin. İçinizde birlikte akan kuvvetli erkek ve dişi güçlerin, ateşle su arasında meydana gelen dengelenmenin farkına varın." Gülümsedi. "Ayaklarınızın altındaki toprağı ve Pachamama'nın üzerinize ve etrafınıza üflediği nefes olan havayı hissedin. Bu, dört elementin bir şekil değiştirmesidir. Hepsi içinizde birleşiyor." Döndü, gözleri hepimizi gezdi . "İçimizde. Hepimiz biriz."
Pınardan doğuya dönüp kollarını güneşe doğru yükselttiğinde biz de onun yaptığını yaptık. Güneş, su altında tutulup birden bırakılmış bir top gibi, buzla kaplı zirvenin tepesinde ortaya çıkıp gözlerimizi kamaştırdı.
İyarina bir adımını ileri atıp diğer bacağının dizini hemen hemen yere değecek kadar indirdi. Eşzamanlı olarak ellerini başına, gövdesine ve yere doğru indirdi. Güneşin enerjisini içine çeker gibi görünen zarif bir hareketti. Güneşin Quechua dilindeki adını ellerini güneşe doğru uzatmaya başladığı andan, geri çekip başına, gövdesine ve yere indirene kadar uzatarak söyleyen sesi, Andlann havasında berrak bir şekilde yankılandı: "İiiiinnnnnnn-ti." Süssüz, sade ama güçlü bu dans ve şarkıya bizi de davet etti. Sert zemin üzerinde bu hareketi yaparken dengemizi korumaya çalışarak izledik onu. Bu duayı üç kez tekrarladık. Sonra onu takip ederek doğrulduk ve yavaşça dönerek güneşin arkamızı da yıkamasına izin verdik.
Pınara odaklanmamızı istedi ve bu sefer suyun gücünü getirmek üzere süreci tekrarladık. Suyun ardından toprak ve havayla devam etti.
Saatin erken oluşuna, rakımın yüksekliğine ve gece çok geç uyumuş olmamıza rağmen, bu deneyim kendimi (ve eminim diğerlerini) enerjik ve dengelenmiş hissettirdi . Dört elementin farkındaydım. Sanki içimde son derece yüksek ama rahatlatıcı bir güce dönüşmüşlerdi; tüm gün boyunca süren bir his.
1 1 9
İyarina daha sonra bunu kendi evlerimizde de yapabileceğimizi anlattı. Şehirde bir apartman dairesinde oturuyor olsanız bile, dedi, pınar yerine bir bardak su kullanabilir, güneşi göremiyor olsanız bile doğuya dönebi lirsiniz. "Zeminde de olsanız, onuncu katta da olsanız, hava her zaman etrafınızda, toprak da ayaklarınızın altındadır. Eğer daha kolay geliyorsa İngilizce isimler kullanın. Önemli olan ruh ve niyetinizdir. Siz hava, su, toprak ve ateş, erkek ve dişiniz. Hepsinin gücü olun yani dengelenmiş ruh."
Seminerlerimde bunu anlatırken Viejo Itza'nın bana öğrettiği taşa yolculuğu hatırladım. Bu da ikinci şekil değiştirme egzersizini oluşturdu. Katılımcıları öğle molaları sırasında bir taş bulmaya teşvik ediyordum. Onlara Viejo Itza'nın bana gösterdiği tekniği, nasıl taşın içine bir psiko-yolculuk yapacaklarını, bireysel veya toplumsal hayatlarında değiştirmeye ihtiyaç duydukları bir şeyi onda nasıl göreceklerini anlatıyordum. Öğretmenimin sözlerini tekrarlıyordum. "Taşın içine girin ve taşın kalbinize girdiğini hissedin. Şekil değiştirme enerjiyle, ruhla ilgilidir. Eğer anlamadığınız bir şey varsa soru sorun. Değiştirilmeye ihtiyaç duyan şeyi bulun."
Quechua dilinde "kutsal nesne" anlamında huaca denen bu taşlar aynı zamanda psiko-navigasyonel bir araç, bir tür ruh rehberi haline geldi. Katılımcılar, bu taşların güçlerini kullanabilmek için bunları fiziksel anlamda yanlarında taşımak zorunda olmadıklarını öğrendiler. Huacalar içselleştirildi ve yardım için her zaman çağrılabilir hale geldi.
Üçüncü egzersiz Paulo Coelho'nun Hac' ındaki bir hikayeden esinlenildi. Coelho'nun şeytanla mücadele edebilmek için bir köpeğe dönüştüğü hikayeden. Ama bu egzersiz, aslında biz olan bitki ruhuna bir yolculuktu. Katılımcılara genellikle pek çoğumuzun geçmiş hayatlarımızda bitki olduğumuzu söylüyordum. Toyup bu inanca sahipti ve bu egzersiz onun yaptığı bir egzersize benziyordu. İçteki bitki olmayla ilgiliydi. Herhangi bir yerde, iç mekanlarda bile yapılabilirdi ama dışarıda, bir orman veya parkta yapıldığında daha güçlü olabilirdi.
"Gözleriniz kapalı bir şekilde diz çökerek başlayın" diyordum katılımcılara. "Dizleriniz ve bacağınızın dizden aşağıdaki kısmı
1 20
yerde. Bedeniniz aşağıya eğilerek bir top haline geliyor. Alnınız dizlerinizde, kollarınız bacaklarınızın yanında, parmaklarınız kapalı. Tohumun gücünü, açılıp bitki olma arzusunu hissedin. B ir aura gibi etrafınızı saran enerjiyi gözünüzde canlandırın. Tohumların betonda bile filizlerini açma güçlerini hatırlayın. B u enerj�yi nasıl kullanmak istediğinizi, kendinizde en çok güçlendirmek, olgun bir bitki olarak büyütmek, çiçek açtırmak istediğiniz yönlerinizi görmek için derinliklerinize bakın. Yavaşça parmaklarınızı açın, başınızı kaldırın. B itkinin canlanmaya başlamasını, tohumdan filizlenmesini hissedin. Eğilimlerinizin gerektirdiği gibi hareket edin, bitkinin ruhunu hissetmeye devam edip sonunda doğrulun ve kollarınızı açın. Gözleriniz hala kapalı olarak etrafınızda ne olduğuna bakın; diğer bitkiler, belki hayvanlar. Sesleri dinleyin, bir bitki olmanın duyumlarını deneyimleyin, o dünyanın bilgeliğini kazanın. Yükselin ve en çok onurlandırdığınız, varlığın deneyimlemek istediniz, ortaya çıkmasını istediğiniz yönlerini kendinize çekin."
Önceki iki egzersizde başladıkları çalışmayı tamamlamalarına yardımcı olması için dördüncü bir egzersizden yararlanmalarını tavsiye ediyordum. Marina'nın öğrettiği Tibet yıldızı tekniğini anlattım. Sekiz aşamayı, her gün eylemde bulunmanın, niyeti ve adanmışlığı sözlü olarak ifade etmenin önemini vurguladım. 2. 3 . ve 4 . yolculuklar bir arada, dönüştürülmeye ihtiyaç duyan şeyleri tanımlamak ve dönüşümü başlatmak için bir sistem sağlıyordu.
Beşinci egzersiz insanların kendilerinde artık ihtiyaç veya arzu duymadıkları yönlerini bırakmalarına yardımcı olmayı hedefl iyordu. Diğerleri "bir şeylere girmenin" önemi üzerinde odaklanırken, bu egzersiz "bir şeylerden çıkma" ile ilgiliydi. Guatemala dağlarında yaşayan Mayaların geleneksel ateş seremonilerinden modellenmişti.
Her katılımcıya dallardan, çiçeklerden, yapraklardan, otlardan ve doğadaki diğer yanabilen maddelerden bir bebek yapması söyleniyordu. Bu bebek onu yapan kişiyi temsil ediyordu ama mutlaka bir insan veya geleneksel bir oyuncak bebek görünümünde olması gerekmiyordu. Bebek haline getirilmeden önce, kullanılan maddelerden izin isteniyordu. Yapan kişi, bebeği yaparken
1 2 1
ona kurtulmak istediği bir şeyin ruhunu üflüyordu. Yani hayatının, kişiliğinin ve davranışlarının değiştirmek istediği bir yönünü bebeğe dönüştürüyordu. Bu korku gibi bir duyguyla, aşk ilişkisiyle, bağımlılıkla, işle veya fiziksel bir rahatsızlıkla, kısacası kendimizi rahatsız hissettiğimiz herhangi bir şeyle ilgili olabilirdi. Katılımcı daha sonra bir süre bebekle birlikte meditasyon yapıyor, salıverilecek özelliğin ruhunu veya enerjisini ona göndermeye devam ediyordu. Sonra şarkıların söylendiği ve İyarina'nın egzersizinde olduğu gibi kendimizi elementlerle yıkama etkinliklerinin olduğu bir ateş seremonisi düzenliyorduk. Sonunda her katılımcı bebeğini ateşe sunuyordu. Ateş bebeği tutuşturuyor, rahatsızlığı alıp Pachamama yoluyla onu dönüştürüyordu. Bu egzersiz bireyler ve küçük gruplar tarafından, mumlar veya metal bir tavadaki alkol ateşi kullanılarak da yapılabilirdi.
Bu seminerleri yaparken kendimin hiçbir zaman fiziksel anlamda, hücresel bir seviyede şekil değiştirmediğimin oldukça farkındaydım. Viejo Itza ve Kitiar ' ın beni buna ellerinden geldiği kadar iyi bir şekilde hazırladıklarını, şimdi bu konuda kendi başıma bir girişimde bulunup bulunmamanın bana bağlı olduğunu hissediyordum. Bunun yapılabildiğine inanıyordum ve gördüklerimden şüphem yoktu. Temel teoriyi ve bunun bir teknikten de ziyade bir davranış olduğunu anlamıştım. İşin sırrı beyinde değil kalpteydi. Gereken şey algısal bir sıçrama, çok basit bir hayal değişimiydi. Bunun için önemli bir engeli aşmam, korkularımı bırakmam gerektiğini biliyordum.
Güney Amerika yolculukları şekil değiştirmenin inanılmaz güçlerini sürekli doğrulayarak faydasını gösteriyordu. Benimle Ekvator'a yolculuk yapan insanların çoğunun çeşitli sorunları, rahatsızlıkları giderilmişti . Bir açıklama için baskı yapıldığında şamanlar rahatsızlıkları yok etmekten ziyade, rahatsızlığın enerjisini hastaya faydalı olacak bir forma dönüştürmekten bahsediyordu. Aslında enerjiden de ziyade titreşim veya hava gibi kelimeler kullanıyorlardı.
İnsanların kanserleri , migrenleri, ciddi sırt sorunları, kronik yorgunluk sendromları , kolitleri, diz ve bilek yaralan, kısırlıkları, görme sorunları iyileştirilmiş, sigara, alkol, yemek ve seks gi-
1 22
bi çeşitli bağımlılıkları, ebeveynler, sevgililer, eşler ve çocuklarla olan ilişki lere dayalı çeşitli duygusal sorunları, özgüven, kariyer ve refahla ilgili sorunları çözülmüştü. Tıp doktorları ve psikiyatristler dahil diğer grup üyeleri tarafından bu iyileşmelere şahitlik edilmişti. Bu şifalar ABD'de yayınlanan çeşitli televizyon programlarına konu olmuştu. Paramount Pictures tarafından üretilen Shaman Healers (Şaman Şifacılar) adlı bir programda, Seattle'daki evinden ayrılmadan önce yumurtalığında tümör teşhis edilmiş olan, bir Quechua şamanı tarafından iyileştirilen ve evine döndüğünde doktoru tarafından "açıklanamaz bir şekilde tedavi edildiği" açıklanan bir kadının hikayesi yer alıyordu.
Şaman şifalarından sonra çeşitli insanlar dikkate değer hücresel değişiklikler geçirdi. Bunun örneklerinden biri, başvurduğu çok sayıda tıp doktorundan ve diğer tıp uzmanlarından hiçbir çözüm bulamadan on yıl boyunca kronik yorgunluk sendromu yaşamış bir kadındır. Bir Shuar şamanı tarafından tedavi edilmesinden hemen sonra yolculuk sırasında kadının görünümünde önemli bir değişiklik fark ettik. Çok daha "hafif' ve mutlu görünüyordu. Üzerinden büyük bir yük kaldırı lmış gibi , "yüzlerce kat daha iyi" hissettiğini söylüyordu. Birkaç gün sonra evine uçtu. Uçaktan indiği zaman kocası ve oğlu onu beklemekteydi. Kadın onlara doğru yürümesine rağmen onu tanıyamadılar. Doğrudan önlerinde durdu ama konuşmaya başlayana kadar onu çıkan yolcular arasında aramaya devam ettiler. Deneyimlediği bu derin şifa, onu kocası ve oğluyla birlikte Ekvator'a birkaç yolculuk daha yapmaya sevk etti.
Diğer bir örnek Joyce adlı psikoterapisttir. Joyce bana, "Bu yolculuğa katılmamın nedeni alternatif tedavilere olan ilgim ama Şamanizm hakkında çok az şey biliyorum. Ruhsal bir danışman bana bir şamandan bir enerji transferi alacağımı ve bunun hayatımı değiştireceğini söyledi." Sürekli yüksek kilolu olmaktan ve yorgunluktan sıkıntı çeken Joyce pek çok farklı diyeti denemiş ama sonuç alamamıştı. Bir Quechua şamanım Andlardaki evinde ziyaret ettiğimizde, Joyce o şamanın hayatını değiştirecek kişi olduğunu bildiğini söyledi. Onun tedavisi sırasında şaman bir mum üzerinden alkol püskürterek onu bir ateş topu ile çevreledi.
1 23
Ertesi sabah kahvaltıya gittiğimde grubun onun etrafında toplanmış olduğunu gördüm. Hem daha mutlu görünüyordu, hem de duygusal anlamda hafiflemişti. Joyce 'u yıllardır tanıyan bir doktor "Buna inanabiliyor musun!" diyerek ifade etti hayretini. "Ne kadar neşe saçtığına bak. Yeni bir insan gibi görünüyor! Bunu iş arkadaşlarıma anlatmak için sabırsızlanıyorum."
Duygu ve davranışlarındaki çok belirgin değişime rağmen Joyce 'un bedeni hala aşın kiloluydu. B ir gün sonra yağmur ormanına vardığımızda, bu onun için ciddi sorunlar yarattı. Termal şelalelere giden uzun ve zorlu yol atletler için bile kolay değildir. Zorunlu değil de tercihe bağlı olmasına rağmen denemek için kararlıydı. Bu tür bir faaliyet için kondisyonu yoktu ama kahramansı iradesi ve yeni ulaştığı güven duygusu ona ihtiyaç duyduğu desteği sağladı. Bunlar ve ayrıca arkadaşlarının teşviki dayanmasını ve mesafeyi tamamlamasını sağladı.
Volkan şelalelerinin buhar yayan sularında yıkanan Joyce bana döndü. "Kendimi mutlak bir şekilde dönüşmüş hissediyorum" dedi gözleri parlayarak. Bunun ardından söylediği şey ise beni şoke etti. "Bundan sonraki yolculuklarda liderlik yapmak için beni bir aday olarak düşünür müsün?"
ABD'ye dönmemizden birkaç ay sonra Joyce diyet yapmadan ve herhangi bilinçli bir çaba göstermeden otuz kilo verdi. Enerji seviyesi üssel olarak artmıştı. Bitmek bilmez şevkiyle diğerlerine ilham veren, Ekvator'a yaptığı ilk yolculuğunun birinci yılı içinde biri benimle, biri de kendi başına olmak üzere iki gruba liderlik yapan harika bir gezi lideri oldu. Seminerlerimizin pek çoğunda, Joyce' un katıldığı o ilk geziyle ilgili bir saatlik özel bir televizyon programı izlettiriyoruz. Ekrandaki görüntüsünün hemen yanında Joyce'un kendisine bakan bazı izleyiciler, onun ekrandakiyle aynı kişi olduğuna inanmakta zorluk çekiyor. Bir gün, o ilk geziden yaklaşık bir yıl sonra bana şu e-maili gönderdi:
Sana hücresel değişimimden bahsetmeyi unuttum. Ekvator'dan döndükten iki ay sonra sırıımda kurdeşen oluşmaya başlamıştı . Bu tuhaftı çünkü derinin altındaydı. Derim dökülmüyordu ama kızarıp kaşınıyordu. Hiçbir merhem fayda sağlamadı. Sonunda
1 24
doktor kan analizi yaptı ve kurdeşeni geçiren bir reçete çıkardı.
Hatırladığım kadarıyla kan analizi, bedenimin hücre ve kan mik
tarına tepki gösterdiğine işaret ediyordu. Kan hücreleri iltihap
lanmıştı. Hücreler sanki bir enfeksiyon varmış gibi tepki
gösteriyordu ama doktor çok şaşkındı çünkü enfeksiyon yoktu.
Bunu vaskiiler bir reaksiyon olarak tanımladı. Hücrelerin bir şe
ye reaksiyon gösterdiğinden emindi ama bunun ne olduğu konu
sunda hiçbir fikri yoktu. Bense kurdeşenin bedenimde meydana
gelen değişime bir reaksiyon olduğunu biliyordum. Bundan hiç
şüphem olmamıştı. Doktor daha önce böyle bir duruma hiç rast
lamadığını, bunun çok tuhaf olduğunu söyledi.
Ekvator'daki bu deneyimler beni iki psiko-navigasyonel egzersize daha başlamaya sevk etti. İkisi de gücü neredeyse tüm Şaman kültürlerinde kabul edilen ama bizim kültürümüzde genellikle korkutucu, hatta şeytani çağrışımları olan bir hayvan olan yılanla ilişkili. Bu yolculukları kişisel olarak o kadar güçlendirici buldum ki, bunları seminerlerime dahil etmeye karar verdim.
Bunların ilkinde insanlardan yılana bir yolculuk yapmasını istiyordum. Bu aşamaya gelene kadar katılımcılar Maria Quischpe tarafından bana üflenen yaşlı kadın gibi bir ruh rehberi veya Viejo Itza'nın taşına benzer bir huaca edinmiş oluyorlardı. Bunlardan birini veya her ikisini yanlarına almaları isteniyordu. Katılımcılara verilen tek talimat yılanı tanımaları, onu mümkün olduğu kadar çok duyu ile deneyimlemeleriydi. Her bireyin yolculuğu kendine özgüydü. Bazıları yılanın görünüşünü ve alışkanlıklarını inceliyordu; bazıları onun doğumunu izliyor (bir yumurtadan veya doğrudan annesinden), gelişimini takip ediyor ve kabuğunu çıkarmasına tanıklık ediyordu; bazıları yılanın enerji alanlarına odaklanıyordu; bazıları yılana karşı tutumlarının nasıl geliştiğini ve bunun yaşamlarını nasıl etkilediğini anlamaya çalışıyordu.
Sonraki egzersiz doğrudan fiziksel bir şekil değiştirmenin önünü açabilecek türdendi . Katılımcılara yılan olmalarını söylüyordum. Pek çok Amazon kültürü tarafından kutsal kabul edilen anakonda hakkında hikayeler paylaşıyorduk. Mısır, Kelt, Tantra ve diğer geleneklerdeki yılan sembolizmasını tartışıyorduk. Şekil değiştirme öğrencisinin buna genellikle yılan olarak ve eski
1 25
derilerini çıkararak başladıklarını belirtiyordum. Bu teknik yazılı insanlık tarihi boyunca uygulanmıştır. Katılımcıları bu eski gelenekle bağlantılarını hissetmeye teşvik ediyordum. Korkuları geride bırakma, okulların beynimize kazıdığı hiyerarşik kavramları unutma vaktiydi. Birincil öğretmenlerden biri olan yılan o kadar güçlüydü ki, esrimeye kapalı olan belli başlı tüm dinler onu tehdit edici olarak algılamıştı. Bu yolculuğun tüm bu zayıflatıcı önyargılardan kurtulma fırsatı sağladığını söylüyordum. "Bırakın yılan yönetimi ele geçirsin! Kendinizi onun gizemine açın ! Yerde usulca sürünün, kıvrılın, tıslayın . . . "
Sayısız seminer katılımcısı bu yedi yolculuğun, şekil değiştirme kavramına ilham verici ve aydınlatıcı bir giriş sağladığını söyledi. Yılanın gücünü vurgulayan son iki egzersiz, hücresel şekil değiştirmeye giriş için bir format sunmaktadır. Yılanlardan hep korkmuş olan bir kadın, "Artık yılanın en eski mağara resimleri zamanından beri ruhumuzun derinliklerinde neden böylesine önemli bir rol aldığını anlıyorum. Yılana, yani kendime sonsuza kadar şükran borçluyum" diyerek ifade etti itirafını.
Bir adam hislerini şu soruyla özetledi : "Herhangi bir tarihçi yılanın Kelt Şamanlarının -druidlerin- simgesi olduğunu ve Piskopos Patrick ' in (daha sonraki adıyla Aziz Patrick) ancak onları uzaklaştırdıktan sonra İrlanda' da Katolik Kilisesi 'nin otoritesini sağlayabildiğini öğrense şaşırır mı acaba?"
Winifred'e yakın bir zamanda büyük annesinden kalmış olan eski, kanatlı bir koltuk vardı. Epeyce dolgun olan kolçaklannın her birinin üzerinde kalkana benzer büyük bir yanın daire bulunan cinsten. Bu koltukların bu şekilde tasarlanmasının amacının, koltukta oturan kişiyi kış cereyanından korumak olduğunu öğrenmiştim. Tamamen beyaz ve son derece konforluydu. Bu koltuğu çok seviyordum ve evde olduğum her akşam onda oturuyordum. Winifred bir iş yolculuğunun verdiği yorgunlukla bir gece yatağa erken gitti. Koltuğa oturup biramı yudumlamaya ve Kitiar şarkılarından hazırladığım kaseti dinlemeye başladım. Bu koltuk ile aramda geçmiş bir hayattan kalma bir ilişki olduğuna, bu koltuğun o yaşamda benim müttefikim olduğuna, beni koruduğuna dair garip bir his duydum.
1 26
Bu olaydan sonra günde en az iki kez o koltuğa oturup meditasyon yaptım. Koltukla ilişkili görünenler dışında tüm duygu ve düşünceleri bırakmaya çalıştım. Aynca, bu koltuğa dönüşme arzumun bir hayal mi yoksa bir fantezi mi olduğuna karar vermek için hayal değişimi tekniğini uyguladım. Yanıt netti : Bu bir hayaldi. Bu beni ikinci adıma götürdü. Marina'nın öğrettiği Tibet yıldızı tekniğini uyguladım. Koltuk olma hayalimi yıldıza gönderdim ve her ikisini başımın ve kalbimin içine getirdim.
Jessica beni saklambaç oyununa çağırdığında bu uygulamaları yaklaşık iki aydır sürdürüyordum. Babamın bir yılbaşında bize komiklik olsun diye hediye ettiği oyuncak ok tabancalarıyla donanarak oyuna biraz drama havası katmaya karar verdik. Oyunda yaklaşık yanın saat geçmişti ve fena şekilde yeniliyordum. Kendimi rezil olmuş gibi hissediyordum ve bir kez olsun kazanmayı çok istiyordum. Jessica saymak için yatak odasına gitti. Ben oturma odasına koştum ve panik içinde saklanacak bir yer aradım. Koltuk oradaydı. Beni çekti. Bunu yapabileceğimden emindim. Elbiselerime bakınca Toyup'un renklerle ilgili gözlemini hatırladım; haki bir şort ve kırmızı bir tişört giyiyordum. Hemen elbise dolabımı açıp beyaz bornozumu aldım. Ok tabancamı dolabın raflarından birine koydum. Koltuğa geçtim, bornozu üzerime örttüm ve enerjimin koltuğun enerjisiyle birleştiğini, onun benim varlığımın başka bir yönü olduğunu hissetmeye odaklandım. Derisini çıkaran yılana hızlı bir yolculuk yaparak korkularımı bıraktım.
Çok kısa bir süre sonra Jessica'nın adımlarını duydum. Mutfaktan dikkatli bir şekilde yaklaşıyordu. Oturma odasına girdiğini gördüm. Gözlerimi kapattım ve koltuk olmama izin verdim. Uzaktan gelen bir yankı gibi Jessica'nın bana doğru yürüdüğünü duydum. Nefesimi tuttum. Sanki hemen önümdeymiş gibi onun nefesini duyabiliyordum. Benden yalnızca birkaç adım uzaklıkta olduğunu, muhtemelen bana, yani koltuğa baktığını biliyordum.
Sonra gitti. Gittiğini biliyordum ve gözlerimi açtığımda holden sinsice yatak odamıza girmek üzere olduğunu gördüm. Babası olup onunla birlikte gülmeyi çok istedim.
Yaklaşık bir iki dakika sonra geri döndü. Beni görünce sıçradı, okunu koyup beni vurdu. "Yakaladım" dedi bir zafer eda-
1 27
sıyla. Kafasını yana eğdi . "Neden orada oturuyorsun? Biraz önce neredeydin?"
"Tam buradaydım, koltukta." "Hayır!" Silahını tekrar doldurup ayaklarıma nişan aldı. "Ba
na doğruyu söyle." "Yemin ederim, buradaydım, koltukta." "Yalancı ! Az önce tam şu anda durduğum yerdeydim ve kol
tuğun altına ve arkasına baktım. Koltuğun yakınında değildin." "Yakınında değil, buradaydım. Koltukta." "Bunu yutacağımı mı sanıyorsun? O aptal bornozla mı kamuf
le oldun? Öyleyse şimdi seni nasıl buldum?" Ona olanı anlattım. Elbette şekil değiştirme Jessica için yeni
bir kavram değildi. Ağzı açık kaldı. Bana baktı. "Ciddi misin? Ciddisin değil mi?"
O deneyim hepimiz için bir şoktu. Bunu bir de Winifred'le tekrarlamaya çalıştım ama kendimin bilincinde ve endişeliydim. İşe yaramadı . Açıklayamadığımız diğer pek çok şey gibi bu da sohbet konularımızdan, hatta neredeyse zihnimizden tamamen çıktı . Ama kesinlikle bir kapıyı açmıştı.
Saklambaç macerasından kısa bir süre sonra üçümüz birlikte Raul, karısı Elsa ve kızları Lourdes ile birlikte Ekvator'a seyahat ettik. Ziyaretimizin sondan bir önceki gününde Winifred, benim ilk öğretmenlerimden biri olan Manco adlı bir Quechua şamanından şifa aldı. Şifa çalışmasından sonra Manco ertesi gün havaalanına giderken pazara uğramamızı ve eve götürmek üzere Winifred için bazı bitkiler satın almamızı önerdi. Bu bitkiler Manco'nun Winifred için şifaya yardımcı olacağına güvence verdiği bir çayın hazırlanmasında kullanılacaktı. B itki listesi uzundu ve bu listeyi pazardaki tanınmış bir bitki uzmanı olan belirli bir kadına vermemizi söylemişti.
Kadının bizim için bir araya getirip bir gazeteye sardığı bitkilerin hacmine şaşırdık. Üç veya dört düzine uzun saplı gül demeti kadardı.
"Bunları havaalanı güvenliğinden nasıl geçireceğiz?" diye sordu Winifred arabayla havaalanına doğru giderken. "Bunlar canlı
1 28
bitkiler." O zaman Ekvator'da, Quito'daki biniş kapısında tüm bagajların ABD'de eğitilmiş güvenlik görevlileri tarafından arandığı bir gümrük programı uygulanıyordu. Kontrol edilecek bagajlar hassas makinelerden geçiri liyordu. ABD'ye canlı bitki getirilmesine karşı kesin yasaklar uygulanıyordu. Bu sistemin birkaç avantajı vardı. Öncelikle Miami 'de vakit kazandırıyordu. İkinci olarak ise, eğer bitkiler Ekvator yasalarına göre yasalsa ve bunları gizlemeye yönelik herhangi bir çaba gösterilmemişse, o zaman bu bitkilere yalnızca el konuyordu ve yasa ihlal edilmemiş oluyordu. Bitkilerin ABD'ye getirilmesi ise yasaların ihlal edilmiş olması anlamına geliyordu.
Cezai yaptırıma maruz kalma olasılığından sakınmak için bitkileri saklamamaya, Winifred ' in çantasında bırakmaya karar verdik. Güvenlikten geçmeye hazırlanırken Jessica çantanın içine elini uzattı, demete dokundu ve "Gazete ol" dedi.
American Airlines kapısına girişi engelleyen uzun bir masanın arkasında duran iki üniformalı asker, bagajlardaki her şeyi titiz bir şekilde araştırıyordu.
Önce Jessica geçti. Askerlerden biri Jessica'nın fotoğraf makinesini çıkardı ve açmasını işaret etti. Neyse ki makineyi X-ray cihazına göndermeden önce içindeki filmi çıkarmıştı. Asker makinenin içine baktı, düğmesine birkaç kez bastı ve sonra ciddi bir tavırla başını sallayıp makineyi iade etti. Bu arada öbürü Jessica'nın çantasındaki diğer şeyleri çıkarıyordu: Bir kazak, arkadaşları için satın aldığı dört küçük Otavalo duvar kilimi, bir saç fırçası , günlük, kalem, hesap makinesi, cüzdan ve kozmetik çantası. Son ikisi askeri durdurdu. Önce birini, sonra diğerini açmasını söyledi. Cüzdanındaki her resmi inceledi, tüm krem ve rujların kapağını açtırdı . Pudra kutusunun kapağını açan asker pudra pedini parmağıyla kaldırıp minik talk tozu kümelerinin havalanmasına neden oldu. Aynanın arkasını tırnaklayarak açılıp açılmadığına baktı.
Bu basit bir kontrol veya sıradan bir arama değildi. Bu adamlar ya çok önemli bir şeyle birlikte Ekvator' dan kaçmaya çalışan biri konusunda uyarılmışlardı ya da görünmeyen bir üstlerini etkilemeye çalışıyorlardı. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim.
1 29
Jessica kontrol noktasından geçti. Winifred' i ileri doğru dürttüm. Kendim geçip onu orada yal
nız bırakmak istemiyordum. Masaya ilerlerken içimi bir endişe kapladı. Askerlerin onu bitki demeti dolayısıyla sorgulayacağından şüphem yoktu. Yaptığımız şeyin yasallığı hakkındaki tüm güvenimi birden yitirdim. O şaman "ilaçlan" çeşitlemesine kim bilir nasıl tepki göstereceklerdi.
Askerlerden ilki elini kumaş çantanın içine daldırdı. Açık mavi bir kazak çıkardı, içine baktı, tatmin olup kazağı Winifred'e uzattı. Sonra diğer nesneleri masaya yaymaya başladı. Yavaşça ve bana acı veren bir şekilde geliyorlardı. Jessica'nın taşıdıklannın hemen hemen aynısıydı: Bir kitap, cüzdan, kozmetik çantası, saç fırçası, kalemler, hesap makinesi . Çantayı iyice aralayıp içine baktı. Yüzünü kötü bir gülümseme kapladı. Bu, iki askerin herhangi birinde tanık olduğum ilk duygu ifadesiydi . Elini çantaya soktu. Nefesimi tuttum ve biniş kapısında durmuş bizi izleyen Jessica 'ya baktım. O da tüm bedeniyle gerilim içindeydi. Asker arkadaşına bir şey mırıldandı ve çantadan bir şey çıkardı: Bir Cos
mopolitan dergisi ! İkisi birden kapaktaki seyrek giyimli mankene alık alık baktı. Asker sonra masanın üzerindeki her şeyi çantaya geri tıkmaya başladı. Çantayı Winifred'e verip ilerlemesini işaret etti. Kontrolden geçmişti. Güvendeydik.
Arama formalitelerinden kendim geçerken başım dönüyordu. Aklım o bitki demetindeydi. Nereye gitmişlerdi?
Sonunda güvenlik araması bitti. Kontrol noktasından geçtim. Jessica ve Winifred' in içeride oturduklarını ve yaşadıkları rahatlamayı zorlukla kontrol edebildiklerini gördüm. "İşte burada" dedi Winifred sorduğum soru üzerine çantasını işaret ederek. "Hep göz önündeydi . İçerideki en büyük şeydi. Nasıl görmediklerini anlayamıyorum. Sanki o sırada oıtadan kayboldu."
"Şekil değiştirip dergi oldu" diye düzeltti Jessica.
Birkaç ay sonra, beniml.e ve şamanlarla birlikte on gün geçirmiş olan on altı insanla birlikte ülkeden aynlırken, aynı Quito havaalanında buldum kendimi. Bazıları Shuarlardan satın aldı.klan nıızraklar taşıyordu.
1 30
Shuarlar mızraklarını son derece sert olan chonta ağacından yaptıkları için, uçlarına taş veya metal başlıklar takmazlar. Bunun yerine, mızrağın ucunu bir hayvanın veya düşmanın en sert derisini bile delebilecek güçte bir uç olarak yontarlar. Bu ucun şekli ve sapın uzunluğu, mızrağın kullanım amacını da büyük ölçüde ifade eder. Uzun, dar kafalı mızraklar balık avı için tasarlanır. Kalın olanlar ise karasal hayvan avları içindir. Küçük kafalı ve yılan desenleriyle kaplı olanlar törensel amaçlıdır. İnsan öldürme amaçlı savaş mızrakları ise elmas şekilli, sivri uçlu kafalara sahiptir.
O gün ben de bir mızrak taşıyordum. Şamanların biri bunu (özel bir hediye olarak) benim için yapmıştı ve bu mızrağın amacının "ormanları mahveden şeytani savaşçıları yok etmek" olduğunu söylemişti. Bu niyet açık bir şekilde simgeseldi. Petrol şirketlerinin ve dünyayı onurlandırmayan diğer kuruluşların yöneticilerin ruhlarına yönelik bir referanstı; onları fiziksel olarak öldürmeye yönelik değildi. Yine de gerçek bir savaş silahıydı . Diğer tüm savaş mızrakları gibi yaklaşık bir buçuk metre uzunluğundaki bu sağlam ve basit mızrak fırlatmak için değil, doğrudan batırmaya yönelik olarak tasarlanmıştı. Kan-kırmızı tukan tüyleriyle süslenmişti ve elmas şekilli başlığı ölümcül bir şekilde sivriltilmişti. Bu taşıdığım şeyin bir silah olduğuna ve binmek üzere olduğumuz Boeing 757 'nin kabinde bir yeri olmadığına şüphe yoktu.
Önceki gece grup üyelerinden bazıları, mızraklarını uçağa sokup sokamayacakları konusunda bahse girmişti. Bunları gizlemenin yollarını bulmak için çok uğraşmışlardı. B ir adam mızrağının kafasını ıslak kağıt mendillerle kaplayıp onun da üzerine kırmızı bir bandana taktı ve "baston gibi" dedi. Bir kadın kendi mızrağına bir örme kilim taktı ve sarılmış bir bayrak görüntüsü verdi. Biri dün geceyi geçirdiğimiz yerin dışındaki bir çöp yığınında plastik bir hortum parçası buldu ve ince balık mızrağını onun içine geçirmeyi başardı.
Havaalanına giden otobüste mikrofonu aldım. Mızrağımı kaldırıp onu bir bastona dönüştürerek uçağa sokacağımı söyledim. Bana bunu yaptıran şey neydi bilmiyorum. Winifred 'in bitkileriyle yaşadığımız diğer başarının anısı belki ama bunu yapabile-
1 3 1
ceğim konusunda büyük bir güven hissettim. Anonsum art arda kahkahalara neden oldu. Sorulan çeşitli sorulara yanıt olarak açık bir şekilde bunun bir şaka olmadığını, mızrağı gizleyecek hiçbir şeyim olmadığını söyledim. "Şekil değiştirici için gerçek bir test" diye böbürlendim belki biraz aşın bir gösterişle.
Şimdi bir kez daha Quito havaalanında, masanın arkasında aynı veya aynı gibi görünen iki askerle karşı karşıyaydım. Alışkanlığım olduğu üzere tüm grubu kendimden önce geçirdim. Sahiplerine Miami 'de teslim alabilecekleri yönünde güvence verilerek mızraklara tek tek el kondu.
Masaya geçtim. Askerler sırt çantamı iyice eşeledi, içindekileri darmadağın etti. Sonra da geçmeme izin verdiler. Elimde mızrakla biniş bölümüne girerken arkadaşlarım bana hayretler içinde baktı.
"Uçuş görevlileri seni yakalar" dedi dalga geçerek, "bayrağına" el konan kadın.
Otuz dakika sonra uçağa binenleri ve yanlarında taşıdıkları şeylerin büyüklüğünü kontrol eden kadının ve sonra üç uçuş görevlisinin yanından daha sorunsuz olarak geçerken hiç şaşkın değildim. Görevlilerden biri doğrudan mızrağıma baktı. Sonra gözlerini kaldırıp genişçe gülümsedi. "Chimborazo Dağı 'na mı tırmandınız?"
Sıradan bir tavırla başımı sallayarak hızla koridorda yoluma devam ettim.
Yıllarca en iyi bazı Quechua şamanlarına öğretmenlik yapmış olan Manco, Andlar' ın yükseklerindeki ruhları terk etmeye hiç isteği olmadığını söyleyerek ABD'ye gelme davetlerimizi hep reddetmişti. Manco'nun yanında yıllarca çalışmıştım. Yakın bir zamanda Jessica'ya dersler vermeye başlamıştı. Jessica'yla çalışmak onun üzerinde güçlü bir etki yapmıştı. Hatta ABD'ye gelme konusundaki fikrini değiştirmişe benziyordu. Önce Şamanizm'in dünyayı onurlandıran felsefesinin Kuzey Amerika'nın genç insanlarına götürülmesinin öneminden bahsetmişti. Bu sorumluluğu bana vermişti . Sonra Güney-Kuzey arasında kurulabilecek güçlü köprü hakkında düşünmeye başladı. Jessica'ya Beşinci Pachacuti'de Kondor ile Kartal ' ın birleşmesiyle ilgili efsaneler anlattı.
1 32
Bir gün dünyanın en yüksek aktif volkanı Cotopaxi 'nin karla kaplı zirvesinin eteklerinde otururken, Manco bir gülümsemeyle bana döndü. "Deneyim her şeydir" dedi. "Kartal 'ın diyarını deneyimlemeye ihtiyacım var."
Jessica onun ziyareti için pek çok hazırlık yaptı . Huacaları, çiçekleri yerleştirdi, Mancho 'ya vermek üzere odanın etrafına saksılar içinde bitkiler ekti ve onu evinde hissettirmek için duvarlara Quechua kilimleri astı. Winifred evimizin zaten Andlar' dan ve Amazon 'dan bol miktarda hatıra ile (Quechua halıları ve çömlekleri, Mama Kil ya ve İnti 'nin gümüş ve altın resimleri, Shuar dans kemerleri, kolyeleri ve mızrakları, Achuar ok üfleme boruları) ve ayrıca tüm dünyadaki çeşitli Şaman kültürlerine ait çok sayıda sanat eserleriyle dolu olduğunu hatırlattı. Fakat bu Jessica'yı hiç durdurmadı . "Odasının özel olması gerekiyor" dedi. Onun için evimizin yanındaki yaşlı meşe ağacının yapraklarından çay bile hazırladı. Bu beni şaşırttı çünkü enerji ve şifa gücü almak için o ağaçla sıkça çalışıyor olmama rağmen, ondan çay yapıldığını daha önce hiç görmemiştim. Jessica'ya bunu nereden öğrendiğini sorduğumda, bunun bir "sezgi" olduğunu söyledi.
Bu Manco'nun ABD'ye ilk ziyaretiydi ama Miami 'nin asfaltları, trafiği, kirliliği ve gürültülü karmaşası onu etkilemiş gibi görünmüyordu. B ir gökdelene doğru yürüdü, ona nazikçe dokundu ve "Güzel bir ruh, çok dişil, Cotopaxi gibi" dedi. Tüm yapıyı özümsedi ve onunla birlik duygusu kurdu. Coşkusunun sadece Ekvator'da bulunmaya bağlı olmadığını gördüğümüze çok sevindik.
Manco'nun evimizde geçirdiği ilk tam gün şifalara adandı . Onun geleceğini birkaç yakın arkadaşa haber vermiştim. Haber hızla yayılmıştı . O gün, çok iyi bildiği teknikleri kullanarak yirmi yedi şifa uygulaması yaptı. Andlar'da Winifred için yaptığı gibi, çok sayıda kişiye aynca bitki çaylan ve banyoları önerdi. Şifa uygulamaları tamamlandığı zaman, ona insanlara tavsiye ettiği bitkilerin çoğunun Andlar'a özgü olduğunu ve Florida'da bulunmadığını söyledim. Şifa çalışmalarına bir gün ara vermemiz gerektiğini söyledi.
1 33
Sabah erken, Jessica okula gitmeden önce Manca onunla birlikte bahçemizde küçük bir tur attı. Winifred, Jessica ve ben bitki lere çok düşkünüzdür. Florida bahçelerinde yaygın olan portakal, greyfurt, incir, begonvil, mango ve avokadoya ek olarak, komşularımız tarafından oldukça egzotik bulunan pek çok başka bitkilerimiz de vardır. Bunlar arasında tatula, ayahuska, saat çiçeği, frangipani, maun, gardenya, San Pedro, hurma ağacı ve nadir bir gyger ağacı bulunuyor.
Manca benim hiç fark etmemiş olduğum çeşitleri de keşfetti. Çoğu Florida 'lının aksine biz hiç suni gübre, böcek ilacı veya su (yağmur haricinde) kullanmayız. Evimizi satın aldığımızda, karmaşık bir yeraltı sulama sistemimiz olduğunu da öğrendik ama hiç açmadık. Sonuç olarak golf sahasına özgü çimler öldü ve yerini sıradan bir çim örtüsü kapladı. Manca bu "düşük seviyeli" çimler arasında, aşina olduğu muhteşem bazı bitkiler buldu. Fakat o sabah rastladığı bitkilerin çoğunu daha önce hiç görmemişti.
"Şimdi . . . " dedi Jessica'ya, " ... bitkilerle nasıl konuşacağını öğreneceksin. İlk adım: Onlar olmalısın."
Manca günün kalanını farklı bitkilere psiko-yolculuklar yaparak geçirdi . Jessica okula gittikten sona ona eşlik ettim. Onun veya Jessica'nın herhangi önemli bir şey öğrenip öğrenmediğini sordum.
"Çok şey" dedi. Jessica'nın hazırladığı meşe yaprağı çayının çay olarak değil , özellikle diğer bitkilerin meydana getirdiği deri kızarıklıklarına karşı iyi bir merhem olarak kullanılabileceğini anlattı. "Jessica ve ben bunu birlikte bulduk."
Bunu nasıl başardıklarını sordum. "Bu küçük çiçeğin önünde otur" dedi, mavi gündüzsefasını
işaret ederek. "Ruhun onun ruhuyla birleşsin. Enerji alanlarınızı birleştirin."
"Bu bir çeşit şekil değiştirme değil mi?" "Evet, eğer giydiğimiz insan zırhını çıkarabilirsek. Tüm yap
man gereken bitkiye bir yolculuk yapmak, o olmak ve onun sırlarını öğrenmek."
Söylediklerini yapmaya çalıştım ama zorlandım. Zihnim araya giriyordu. Bu küçük çiçeğin, öğrencilik yıllarımda çok popü-
1 34
lerleşen güçlü bir halüsinojen olan LSD yapımında kullanılanlara benzer bazı içeriklere sahip olduğunu biliyordum. Bu kadarcık kitap bilgisi, Manco'nun o anda yaptığı yolculuğu yapmamı engelledi. Sürekli olarak Manco'nun bu bitkiyle ilgili ne keşfedeceğini merak eder halde buldum kendimi.
"Vau ! " dedi sonunda. "Bu kadar küçük bir çiçek için çok güçlü. Hayal kurmak için uygun bir bitki ." Onu şefkatle okşadı. "Sizin nasıl kullanabileceğinizden henüz emin değilim" dedi bana bakarak. "Harika bir bitki, saygıyı hak eden bir bitki. Bunu birisine tavsiye etmeden önce onunla biraz daha vakit geçirmem gerekiyor."
Öğlen yemeğinden sonra bazı telefon görüşmeleri yapmak ve çeşitli iş konularını halletmek için ofisime dönmem gerekiyordu. Manco bitkilerle olan çalışmasına devam etti. Öğleden sonranın ortalarında bir mola vermeye karar verdim.
Evin etrafında dolaşarak onu aradım ama yoktu. İçeri girdim, adını haykırdım, tuvaleti kontrol ettim, evin etrafını tekrar dolaştım, mütevazı evimizin her tarafını tekrar gözden geçirdim. Manco yoktu. Sokakta yürümeye karar vermiş olduğunu düşünerek ofisime döndüm ve çalışmaya devam ettim.
Ama beni rahatsız eden bir şey vardı. Küçük bir sokakta yaşıyorduk. Yürüme yeri olarak Manco'nun çok fazla seçeneği yoktu. Onu daha iyi bir şekilde aramaya karar verdim. Garaj çıkışından başladım. Bir hareket dikkatimi çekti. Onu solumda yakaladım. Evimizin bir köşesinde bulunan uzun hurma ağacının arka tarafından yere iniyordu. Oraya koştum, onu orada bulduğum için rahatladım ve nereye kaybolduğunu sordum.
"Buradaydım" dedi gülümseyerek. "İmkansız !" Son on beş dakikada o ağacın etrafından üç kez
geçmiştim. "Tam buradaydım" diye ısrar etti. "Hep bu ağacın civarın
daydım." Kahkahamı tutamadım. "Zırhını çıkarmışsın demek ki ." Ellerini dizlerine vurarak çocuksu bir şekilde gülmeye başla
dı. Sonunda tekrar kontrolünü sağladı, gözündeki yaşlan sildi ve gözlerime baktı . "Zırhımı çıkardım."
1 35
O gün akşam yemeğinde Winifred Jessica'nın bitkilerle ilgili hikayelerini ve Manco'nun altı yeni çay ve beş banyo bitkisi keşfetmiş olduğuna dair haberlerini dinledi. Sonra kendisinin de bir hikayesi olduğunu söyledi. Onunla çalışan bir mühendisin, İngiltere'de organik ilaçlar geliştiren küçük bir firmaya yatırımda bulunduğunu anlattı. "Bugün iyi haberler içeren bir faks aldı. Şirket zehirli sarmaşığa karşı etkisi kanıtlanmış yeni bir organik merhem pazarlıyormuş ." Sandalyesinde pencereye doğru döndü. "Merhemin temel maddesi ise şuradaki ağacın kabuğu: Meşe."
1 36
1 3 . B Ö L Ü M
. .
ÜLÜ MCÜL BiR VİRÜSÜ DÖNÜŞTÜRMEK
ŞAMAN KiTİAR KAYBOLMADAN ÖNCE insanlarımızı değiştirmemizi söylemişti. Shuarlardan bir şeyler öğrenmeleri için daha fazla insanı oraya getirmemiz gerektiğini ve gidip öğrendiklerini Kuzeydekilere öğretmeleri için onlara yardım etmemiz gerektiğini anlatmıştı . Aynca, o zaman söylediği şeyin tam anlamını kavrayamamış olsak da, bu dünyadan ayrılışını da öngörmüştü. Tam kehanetindeki gibi ayrıldı; kendini bir yarasaya dönüştürdü ve uçup gitti.
Kitiar gitmiş olduğu için Raul ve ben onun isteklerini onurlandırma konusunda derin bir sorumluluk hissediyorduk. İkimiz için de büyük bir öğretmen, bir usta olmuştu. Aynı zamanda bir baba ve bir kardeş gibiydi. Son talimatlarını yerine getirmeyi ona karşı bir borcumuz olarak bilmek yanında, onun her şeyi bizim kavrayışımızın çok ötesinde bir şekilde anladığını da biliyorduk. Bizi motive eden başka bir şey daha vardı ve aramızda hiç konuşmamış olmamıza rağmen Raul 'un bunu en az benim kadar güçlü bir şekilde hissettiğinden eminim. İsteklerini yerine getirmememiz durumunda onun lanetine maruz kalabileceğimizden korkuyorduk. Bu
1 37
rasyonel bir bakış açısı değildi ama deneyimlediğimiz şeyler, onun bir şaman ve bir şekil değiştirici olarak sahip olduğu güçler konusunda zihinlerimizde hiçbir kuşku bırakmamıştı.
Üç yıllık bir süreç boyunca, toplam 230 kişi olmak üzere, on altı farklı grubu Andlara ve Amazon'a getirdik. Bunlar yalnızca önderlik ettiğimiz insanlar için değil, bizim için de çok aydınlatıcı deneyimlerdi. (Bu deneyimlerin pek çoğu, The World Is As
You Dream it (Dünya Onu Hayal Ettiğin Gibidir) adlı kitabımda anlatılmaktadır. Bu süre boyunca Andlardaki ve Amazon'daki şamanlarla bireysel olarak da çalıştım. Şekil değiştirmenin giderek hayatımın bir parçası haline geldiğini hissediyordum. Bazen acaba fazla mı ileri gittim diye düşünüyordum. Akıl sağlığımı ve gerçekliğin farklı seviyelerini birbirinden ayırt edebilme yeteneğimi yitiriyor olabileceğimden korktuğum zamanlar olmuştu.
Kolejdeki oda arkadaşımın kansı ve aynı zamanda yakın bir arkadaşım olan Saralı 1 994 yılında birden gizemli ve ölümcül bir virüse yakalanmıştı. Bu onun için de, bizim için de tam bir şok olmuştu. Kocası William bir öğleden sonra Palın Beach'teki hukuk bürosunda masasının başında otururken, tanımadığı bir kalp uzmanından bir telefon aldı. Bu kardiyolog Sarah 'nın,_ onu rutin bir şekilde fiziksel olarak muayene eden aile doktoru tarafından acil bir şekilde hastaneye getirildiğini bildirmişti. Acil müdahale odasında Saralı 'nın göğüs kafesinin enfeksiyöz bir sıvı ile dolu olduğu tespit edilmişti. Radyologlar röntgende onun kalbini ve ciğerlerini dahi göremiyordu.
Saralı yoğun ve zorlu muayenelere tabii tutuldu. Testler o sıvıya neden olan şeyin, bilinen bir tedavisi olmayan nadir bir virüs olduğunu gösterdi. Hastane on gün sonra ellerinden başka hiçbir şey gelmeyeceğini söyleyerek Sarah'yı hiçbir iyileşme ümidi olmadan eve gönderdi. Tıp bilimi hiçbir çözüm sunamamıştı. Şükran gününün hemen öncesinde doktorlar William' ı onun ve on yaşındaki kızının (Jessica'nın en iyi arkadaşı) yılbaşını muhtemelen yalnız geçirecekleri konusunda uyardılar.
Bir mühendislik şirketinde otuz altı yaşında bir yönetici olan Saralı kocasının Şamanizm'e olan ilgisini hiçbir zaman paylaşmamıştı. Genellikle kadınları bu alanda erkeklerden daha heves-
1 3 8
li bulmuşumdur. Seminer ve seyahat katılımcılarımın yüzde 60-70' i kadınlardan oluşur. Ama William gruplarımdan birine katılıp Ekvator'a yolculuk ederken, Sarah kariyeriyle ve kızıyla ilgilenmek için evde kalmıştı. Şimdi ise o virüsün William tarafından oralardan taşınıp taşınmadığını merak ediyordu. Doktorlar bunun ihtimalinin çok düşük olduğunu, yetişkinlerin hemen hiçbir zaman bu tür virüsleri kendilerinde ortaya çıkmadan taşımadıklarını söylediler. Aynca William' ın dönüşü ile onun hastalığı arasında bir yıl geçmişti. Bu hastalığın hiçbir açıklaması yoktu.
Bir gece Winifred ile Jessica uyurken dışarı çıktım. Hava açıktı ve yıldızlar parlaktı. Havada akşam yağan yağmurun nemi ve bana Amazon'u hatırlatan ıslak yaprak kokusu vardı. Kitiar'la geçirdiğim o geceyi düşündüm. Ateşin önünde taburesine oturmuş beni inançlı ve cesur olmaya teşvik edişini görebiliyordum sanki. Şimdi burada benimle birlikte olmasını istiyordum. Yukarı baktığımda bir yıldız dikkatimi çekti. Diğerlerinden daha büyük görünüyordu. Ona bakarken renginin mavimsileştiğini şaşkınlık içinde gördüm. Birden göz kırpar gibi yanıp söndü sanki. Önce kendim göz kırptığımı düşündüm; yıldız tekrar göz kırpana kadar. Gözlerimi kısarak baktım, konumumu değiştirdim. Yıldızın hiç göz kırpmadığını, önünden bir şeyin geçtiğini anladım. Harekete odaklandım. Tekrar geldi. Yıldız sanki kanatların arkasında kalıyordu. İnanılmazdı. Bu bir yarasaydı! Üç yıl önce taşındığımızdan beri evimizin olduğu yerden gördüğüm ilk yarasa!
Gözlerime inanamıyordum, işte oradaydı. Gözlerimi ayarladığımda, yarasanın arka bahçemizdeki yaşlı bir ağaca doğru gidip etrafında daireler çizişini izledim. Bundan çok etkilenmiş, hayretler içinde kalmış ve biraz da korkmuştum. Ellerimi kalbimin üzerine getirdim ve eğilerek yarasaya selam verdim. Bunu düşünmeden yaptım. "Kitiar" dedim.
Ertesi sabah Sarah aradı ve konuşmak için evine gelip gelemeyeceğimi sordu. Gittiğimde yatağında yaslanmış oturuyordu. Solgun ve narin görünüyordu, neredeyse çocuk gibi. Bir huzur aurası yayıyor gibi görünüyordu. Onu bu şekilde görünce aklıma Viejo Itza'yla enerji bedenleri ve auralar hakkında yaptığımız konuşmalar geldi. Yanına oturdum, William'ın hazırladığı kahveyi
1 39
yudumlamaya başladım. Sarah onu iyileştirmek için Şamanizm 'i kullanıp kullanamayacağımı sordu. Bu isteği beni çok şaşırttı. Bunu denemeyi kesinlikle reddedemezdim. Kitiar ve diğer Shuar şamanlarından öğrendiğim tekniklerle Andlar'ın yükseklerindeki Quechua şamanlarından öğrendiklerimi birleştirerek bir şifa uygulaması yapmayı kabul ettim.
Yıllar boyunca tüm öğretmenlerim, şifa verenin biz insanlar olmadığım vurgulamıştı. Kendi kelimeleriyle hepsinin bana söylediği şey şuydu: "Tüm şifa Pachamama'dan, Tabiat Ana'dan, Evren Ana'dan gelir. Ben yalnızca bir kanalım. Eğer Pachamama'mn hayaline ulaşırsak hepimiz bu yeteneğe sahip oluruz. Hastanın gerçek arzularına açık ol ve bırak gerisini evren halletsin." Endonezya, Mısır, İran, İtalya, Tayland, Meksika, Panama, Brezilya, Guatemala, Peru, Bolivya, Ekvator ve Kuzey Amerika'daki şamanlardan farklı dillerde ve çeşitli ritüeller yoluyla aynı şeyi duymuş, aynı mesajı almıştım. Aynca hasta ile doğanın güçleri arasındaki bağlantı kurulduğu sürece, seremonilerin, tekniklerin ayrıntılarının bir önemi olmadığı da söylenmişti.
Sarah yatağına uzandığında ona ne istediğini sordum. "Yaşamak" dedi. "Ailemle ve bu güzel dünyayla daha fazla
vakit geçirmek." Elimden geldiği kadar dikkatli ve nazik bir şekilde, belki de
gitme vaktinin gelmiş olabileceğini söyledim. Yumuşak bir şekilde gülümsedi ama ciddi bir şekilde konuştu. "Buna inanmıyorum. Yapmam gereken şeyler olduğunu biliyorum."
Duymam gereken şey buydu. Sırtüstü uzanmasını, tüm bedenini gevşetmesini, Viejo ltza'nın bana gösterdiği gibi toprağa doğru battığını hissetmesini söyledim. Dışarı çıktım ve üç ağaçtan küçük dallar kopardım: Maun, meşe ve boru çiçeği ağacı.
İçeri dönünce Sarah 'nın yatağının yanına bir mum, bir kase su ve suyun içine de Viejo Itza'nın bana verdiği küçük taşı koydum ve yaprakları bedeni üzerinde sallayarak dört elementi onun bedenine yaklaştırdım. Yapraklan Kitiar ' ın şarkısındaki ritimle hareket ettirdim. Sanki yanımda oturuyormuş gibi şarkısını net bir şekilde duyabiliyordum. Sarah 'ya derin bir şefkat, kocasına ve kızına da sevgi duydum. Kitiar, Viejo ltza ve diğer birkaç şamanı
140
yardıma çağırdım. Pachamama'dan Sarah için ne gerekiyorsa yapmasını istedim. Aramızda bir birleşme hissettim.
Tüm düşünceleri ve duyguları bıraktım, kendimi gelecek şeye açtım.
Küçük bir küre göründü. Misket büyüklüğündeki bu küre, Sarah 'nın kalbinin yakınında bir tür ışık hologramı olarak ortaya çıktı. Düşüncelerim araya girerek bunun yalnızca benim hayalim olduğunu söyledi. Hemen bu düşünceyi uzaklaştırdım ve gözlemci konumuma geri döndüm. Küre büyüyerek bir pinpon topu büyüklüğüne ulaştı ve rengi mavileşti. Somut bir cisim gibi değildi, daha akışkan görünüyordu ve titreşiyor gibiydi. Sarah 'nın göğüs kafesi etrafında yavaşça hareket etti. Kürenin bir şey aradığını hissettim. Ayrıca o küreye girmeye çalışmam gerektiğini hissettim ama bir şey bana dikkatli olmamı, bu arzuya direrunem gerektiğini söylüyordu. Yaprakları vücudu üzerinde daha güçlü bir şekilde sallamaya başladım. Bunu yapar yapmaz kürenin rengi siyaha yakın koyu mavi haline geldi ve küreden benim ritimlerimle uyumlu şekilde dalgalanan iki dal çıktı.
Dalları uzadı, düzleşti ve kanat haline geldi . Kürenin kendisi de yarasa şeklini aldı. Kanatlarının hareketi, daha önce yıldızın önüne geçeninki gibiydi. Harekete geçti, Sarah 'nın gövdesinde dolaştı. Onun hayatını tehdit eden sıvıyı emdiğini anladım. Bu da yine bana sezgisel bir biliş, doğru olduğunu bildiğimiz ama nasıl bildiğimizi anlamadığımız bir düşünce şeklinde geldi. Sonra yarasa vücuttan yükseldi, hemen yanımdan geçerek arkamdaki açık pencereye yöneldi. Pencerenin dış eşiğine kondu, silkinme hareketleri yaptı. Sarah 'nın vücudundan emdiği sıvıları boşalttığını hemen anladım.
Yarasa bu süreci altı kez tekrarladı. Bir noktada kendimi aptal gibi hissetmeye başladım. Tüm bunları hayal ettiğimden, fantezimde canlandırdığımdan şüphelend�m. Sarah'nın ne düşündüğünü merak ediyordum. Sonra kendi kendime bunun olmasına izin vermemem, inancımı kaybetmemem gerektiğini, bunun bir şifa olasılığını yok edeceğini söyledim. Ama buna engel olamadım, rasyonel benliğim araya sıçradı. Durdum, Sarah 'ya yakından baktım. Gözleri kapalıydı. Uyuyor gibi görünüyordu. Yere oturdum ve
1 4 1
değişen tutumumun, hatta eylemlerimin yarasayı hiç etkilemediğini görerek şok oldum. İyileştirme devam etti. Bu bana büyük bir ilham verdi ve inanılmaz derecede rahatlattı.
Sonra hiçbir uyarı vermeksizin yarasa tekrar küre haline gel-di. Rengi açıldı, giderek küçüldü ve sonunda kayboldu.
"Vau !" dedi Sarah hayretler içinde. Yatakta doğruldu. Adeta ışık saçıyordu. "Kendimi daha hafif hissediyorum! Ne yaptın?"
"Hiçbir şey" diye itiraf ettim. Ona yarasaya dönüşen küreyi anlattım. Hatırlayabildiğim kadar çok ayrıntıyı söyleyerek Kitiar ve yarasayla i lgili hikayeyi anlattım. "Tüm yaptığım izlemekti." Aklını kaçırmanın sınırına dayanmış olabileceğimi düşündüğümü itiraf ederek bitirdim sözlerimi.
"Bir ay önce olsa ben de aynı şeyi düşünürdüm" dedi. "Ama şimdi daha iyi olduğumu biliyorum."
Ertesi gün radyolog durumu doğruladı. Sıvının belirgin bir bölümü yok olmuştu. Çok şaşırmıştı. O ve kardiyolog omuzlarını kaldırdı. "Bazen böyle şeyler oluyor" dedi kardiyolog William 'a. "Bedenin enfeksiyonlarla savaşma yetenekleri bizi çok şaşırtıyor. Bir hafta içinde nasıl olacağına bakalım."
Bir günlük dinlenme payı bırakarak süreci üç kez daha tekrarladık. Hepsi ilk şifa çalışmasının bir kopyasıydı. Sarah ertesi haftaya kadar başka bir röntgen çektirmemesine rağmen, iyileşmesinin tamamlandığından emindi. William belki de ümidini çok arttırmaya cesaret edemediği için daha şüpheciydi.
Karar gününde güneş tüm parıltısını gösteriyordu. Sabah kahvesinde onlara eşlik ettim, sonra William onu hastaneye götürdü.
Sonuçlar şok ediciydi. Sıvı tamamen yok olmuştu. Doktorlar şaşkınlık içindeydi. Sarah iki hafta içinde tamamen iyileşti. Doktorların kafası o kadar karışıktı ve kendilerinden o kadar şüpheye düşmüşlerdi ki, ünlü Mayo Clinic ' in onu muayene edebilmesi için Palın Beach -Aorida'dan Rochester- Minnesota'ya gitmesini tavsiye ettiler.
Yılbaşından beş gün önce Mayo Clinic 'teki yetkililer Sarah'nın eski röntgen ve diğer test kayıtlarını incelediler, kendi incelemelerini yaptılar ve açıklanamayan bir iyileşmenin meydana gelmiş olduğunu, yani bir "mucizenin" gerçekleşmiş olduğunu
1 42
doğruladılar. Bu bilgi, Palın Beach Gardens Hastanesi ve Mayo Clinic ' in resmi defterlerine kaydedildi.
Yılbaşından yaklaşık bir ay sonra yayıncı arkadaşım Ehud Sperling beni aradı. Şirketi The Stress-Free Habit adlı ilk kitabımı yayınladıktan sonra birlikte Shuarların bölgesine kısa bir ziyarette bulunmuştuk. Oraya tekrar gidip gidemeyeceğimizi soruyordu. "Bu sefer..." dedi, " .. . bana anlattığın o yaşlı kelle avcısını ziyaret edelim."
"Yaşayan tüm Shuarlar arasında en çok düşman öldüren mi?" "Aynen öyle. Otuz üç demiştin sanırım." "Tampur. Evet, bana söyledikleri buydu. Onunla şahsen hiç
tanışmadım." "Artık tanışma vakti." Bir bekleyiş oldu. "Peki, Achuarlar?
Onlara da gidebilir miyiz?" "Gidebileceğimizden eminim. Jaime orada. Ama zor olur. Ve
tehlikeli ." "Ne kadar tehlikeli?" Ona Kitiar'ın kaybolma hikliyesini özetledim. "Kafa avcıları
nın en ünlüsüyle mi tanışmak istiyorsun?" Tüm benzerliklerine ve ortak geleneklerine rağmen, Achuarlann Shuarlann baş düşmanı olduğunu hatırlattım. "Yaşayan herhangi başka bir insandan daha fazla sayıda Achuar' ı öldürmüş bir adamı ziyaret etmek, onunla birkaç gece geçirmek ve sonra da onun yeminli düşmanlarının bölgesine girmek mi istiyorsun?"
"Kelle avcılığının bitmiş olduğunu sanıyordum." "Tamamen değil." Bundan yalnızca üç ay önce cangıldaki bir
patikada iki başsız Shuar cesedinin bulunduğunu anlattım. Bu olay iki klan arasındaki eski bir kan davasının yaralarını tekrar deşmişti.
"Ama Tampur bu olaya karışmış olmak için fazla yaşlı değil mi?" "Doksanına yaklaştığını söylüyorlar. Ve bir büyücü olarak
güçlerinin bir fenomen olduğunu!" "Kara büyü mü?" "Öyle duydum . . . " "Senin gibi bir yazar böyle bir fırsatı nasıl kaçırır? Onunla şim
di tanışmazsan bir daha böyle bir şansı yakalayamayabilirsin ! "
143
Arkadaşım belki daha çok yayıncı rolüyle beni bu işe ikna etmek için epeyce çaba harcadı. Ertesi sabah Ekvator'a telefon açtım. B ir hafta içinde yolculuk için gerekli hazırlıklar yapıldı. Raul, Ehud ve ben Tampur'u ziyaret etmek için cangılın derinliklerine uçacaktık. Tayu isimli genç bir Shuar kadını bizimle birlikte gelecek, bir rehber, tercüman ve en önemlisi de bir pasaport olarak işlev görecekti. Yanımızda bir Shuar'ın bulunmasına ihtiyacımız vardı ve bir kadın Shuar, bir erkek Shuar kadar düşmanlık uyandırmazdı. Tayu'yu iyi tanıyordum. Annesi tarafından bir bitki şifacısı olarak eğitilmiş, aynı zamanda Quito'da Katolik Üniversitesi 'ne gitmiş genç, güzel bir kadındı. Bu seçimden memnundum ve onun da bize eşlik etmeyi kabul etmesinden dolayı şükran duymuştum. Raul, Tampur'u zi
yaret etme fırsatının Tayu 'yu son derece heyecanlandırdığını çünkü Tampur'un onun yıllardır görmediği bir "dedesi" olduğunu söyledi. Onun hikayelerini ve şarkılarını kaydetmek için yanımızda bir kayıt cihazı götürmemizi istedi.
Haberleri vermek için Ehud'u aradığımda "Senden çok öndeyim . . . " dedi, " . . . sadece bu yolculuk için bir dijital kayıt cihazı aldım; çok küçük ve kaliteli. Güzel bir şifacı Shuar kadını ve Tampur . . . Tam bir macera olacak sanırım!"
144
1 4 . B Ö L Ü M
ENERJİ K ÜRELERİ
TEK MOTORLU CESSNA 'MIZ kesintisiz yağmur ormanı üzerinde, hafif bir yağmur altında yaklaşık yanın saat uçtu. Ben önde pilotun yanına oturdum. Ehud ile Tayu arkamdaydı. Raul ise sırt çantalarımız ve uyku tulumlanmızla birlikte en arka koltuğa sıkışmıştı .
Etrafımızda ilerleyen bulutlar bazen bizi tamamen sarıyordu. Bulutların arasından aşağıyı görebildiğimde farklı bir şey dikkatimi çekti. Bunun hayal gücümün bir oyunu olmuş olabileceğini söyledim kendime. Bu durum tanışmaya gittiğimiz adamın ünüyle veya buranın yabancılar tarafından nadiren ulaşılmış bir yer olmasının, tarih öncesi çağlardan kalma ormanın ruhuna girmiş olmamızın farkındalığıyla ilgili olabilirdi. Bu algıların kaynağını tespit etmek zordu ama benim gördüğüm kadarıyla orman örtüsünün tepesi yapraklardan ziyade eterik, sisli, hatta dumanlı görünüyordu. Gerçek değilmiş, titreşiyormuş gibi görünüyordu. Saçları birbirine karışmış eski kahinleri düşündüren, diğerlerinden daha yükseğe tırmanan bazı ağaçlar netleşip bulanıklaşıyor, kurumuş kollan uzanıp narin uçağımızı tutacakmış gibi görünüyordu.
Ama kendimi tehlike altında hissetmiyordum. Odysseus ile Sirenler arasında olduğu gibi kendimi ayartılıyor gibi hissediyor-
1 45
dum: Uçaktan atlamak istiyordum sanki. Bu düşüncemin farkına vannca bu bana tuhaf geldi. Odysseus 'un kendini geminin ana direğine bağlatması gibi ben de bu cazibeye direnmek için kendimi koltuğa mı bağlamalıydım acaba? Sonra emniyet kemeriyle bunu zaten yapmış olduğumu fark ettim.
Birkaç kez arkaya döndüm. Tayu ile Ehud'un sohbet ediyordu. Tayu İngilizce konuşamadığını iddia etse de, oldukça iyi anlıyordu.
Bulutlardan güneş ışığına çıktık. Bildiğim bir sonraki şey, Tampur'un olduğu Shuar bölgesindeki bir uçuş pistine indiğimizdi.
Uçaktan inerken güneşin sıcaklığını hissettim. Sıcaklık beni neredeyse yere yığacak gibi oldu. Açık alandan etrafa baktım. Pistin kenanndaki ağaçlar çok büyüktü ve daha önce gördüğüm tüm ağaçlardan uzundu. Bir büyücünün mağarasını koruyan yaratıklar gibi, çamurlu pistte devasa gölgeler meydana getiriyorlardı.
Tayu bizi pistin yanındaki bir sundurmaya götürdü. Birkaç kabak dolusu chicha taşıyan üç Shuar kadını geldi. Ne olduğunu anlayamadan bir kaseyi kabul etmiştim ve içindekini içmek zorunda hissettim.
Üç kadın ürünlerinin popülerliğini göstermeye kararlıydı. Bizi sürekli olarak biraz daha içmeye zorluyorlardı. Tampur'un kızları veya gelinleri olduklarını bildiğimiz için hiçbirimiz itiraz edecek durumda değildik. Chichaların hepsi olağandışı derecede sertti. Bir kaseyi indirip geri verdiğim sırada ormana bakıyordum. Ağaçların arasında bir hareket fark ettim, tamamen gölgeden ibaretti. Bunun chichanın etkisi olabileceğini düşündüm ama aynı şeyi Tayu'nun da gördüğünü fark ettim.
"Tampur" dedi dingin bir sesle. Kalktı ve bir adama dönüşen gölgeye doğru yürümeye başladı. Tarnpur'un bir asırdır yaşadığı söyleniyordu. Yaklaştığını gördüğüm kişiden ziyade buruş buruş olmuş, çökmüş birini bekliyordum. Bodur ve koca göbekli bu Amazon yerlisi, yaralı bir eski savaşçıdan ziyade Buda'ya benziyordu.
Tampur Tayu'yu gördüğüne çok sevindi. Onu kendi kızı gibi selamladı. Hikayelerini dinleyeceğimiz bir gece geçirmek için tüm bu yolu gelmiş olmamızdan duyduğu büyük mutluluğu ifade etti. Bizi piste yaklaşık yarım saat mesafedeki evine davet etti. Sadece fiziği değil, diğer özellikleri de beni çok etkiledi. Cangıl-
1 46
da yürürken bana bir jaguarı hatırlatıyordu. İhtiyaç duyulmayan hiçbir kas oynatılmıyordu. Herhangi belirli bir şeye dikkat yöneltmeksizin her şeyin farkında gibiydi. Gördüğü her şeyi değerlendiren ve bir bakışta anlayan bir adamın gözlerine sahipti. Ne kadar yaşlı olursa olsun, bir kavgada benim tarafımda olmasını isteyeceğimden şüphe etmediğim biriydi.
O gece Tampur'un evinde ateşin etrafına oturduk. Ehud dijital kayıt cihazını getirmişti ve Tampur ona hikayelerini kaydetme izni verdi. Biri kaydetmeyecek olursa, Shuar tarihinin önemli bir kısmının onunla birlikte yok olacağını söyledi. Ehud yaşlı savaşçının torunlarının oğullarından birinin yardımıyla Tampur'un önüne bir çubuk çakarak mikrofonu o çubuğa astı. Mikrofona şüpheli bir şekilde bakan Tampur sanki vuracakmış gibi palasını kaldırdı, sonra da katıla katıla güldü.
Tampur mikrofona net bir şekilde konuşurken Tayu İspanyolca'ya çevirdi, Raul ve ben de Ehud ve kaset için bunu İngilizce olarak özetledik. Tampur yaşını bilmediğini itiraf etti ama Tayu onun deneyimlerine dayalı olarak seksen ile doksan yaş arasında olduğunu tahmin etti. Bize Shuar ailelerini birbirine düşüren iç savaşları ve Shuarlann baş düşmanları Achuarlara karşı birleştiği büyük savaşları anlattı. Sadece kendisi otuzdan fazla savaşçıyı öldürmüştü. Ona bu müstesna cesareti neye bağladığını sordum.
"Kesinlikle gücüme deği l ! " dedi gülerek. Ayağa kalktı ve yavaşça döndü. "Her zaman benden çok daha akıllı ve güçlü olanlar vardı. Benim sahip olduğum şey ise inançtı."
Tampur'un karısı bana bir chicha kabağı verdi. "Kazanacağınıza mı?" diye sordum, soğuk içeceği yudumlarken.
"Hayır. Yaptığım şeyin yapmak için doğduğum şey olduğuna." Gözleri bizi tek tek gezdi, her birimizde bir anlığına durarak. "Kaybetmek kazanmak kadar iyidir. Tek önemli soru şudur: Niyet ettiğim yolda ilerleme gösteriyor muyum? Bugün hayatta olmamın nedeni diğerlerinden daha fazla yaşamayı istemem veya mızrak kullanmada benden önce ölmüş olanlardan daha iyi olmam değil, burada sizinle birlikte şu küçük makineye konuşmamın benim kaderim olmasıdır." Palasını kaldırdı ve herhangi birimiz bir tepki göstereme-
1 47
"Dinlerim" dedi Tampur, çukurlaştırdığı avucunu kulağına götürerek. "Kalbin evrenin parçasıdır. Eğer kalbini dinlersen, Evrenin Sesi 'ni duyarsın. Buna Evrenin Sesi veya Ruhun Sesi diyoruz. B izimle her zaman konuşur. Tek yapmamız gereken dinlemektir." Bana döndü. "Ne duyuyorsun?"
Herkes sessizdi. Raul chicha kabağını dudaklarının hemen altında dengeli bir şekilde tutuyordu. Yalnızca ateşi ve etrafımızı saran ormandaki hayatın seslerini duyabiliyordum. Sonra, bize "düşünce" olduğu öğretilen ama aslında bir tür ses olan bir şey duydum. "Bana bunu yeterince yapmadığım, yani dinlemediğim söylendi. Ve bu gece burada büyük bir bilgeliğin anlatıldığı ."
"Gördün mü?" dedi Tampur dizini tokatlayarak. "Evrenin Sesi büyük bilgeliği her an anlatır. Tek yapman gereken dinlemektir. Kalbin her zaman dinliyor. Ellerini kalbinin üzerinde üst üste koymak hatırlamana yardımcı olabilir." Ellerini yavaşça kaldırdı ve kalbinin üzerinde çapraz bir şekilde üst üste koydu. "Bunu zaman zaman yap." Durup dinlemeye başlarken her birimiz de aynı şeyi yaptık. "Görüyor musun?" dedi Tampur ateşe doğru eğilerek. Dişsiz sırıtışı geceyi aydınlattı.
Bize Ruhun Sesi hakkında bir şarkı söyledi. Tahu şarkının sözlerini tercüme etmekte zorlandı ama bize şarkının, insanların bitkilerle ve evrenle birleşmesine yardım eden, Ruhun Şarabı olan ayahuskayı onurlandırdığını söyledi. "Ayahuska . . . " diye çevirdi, . . . . . ölmemizi ve yeniden doğmamızı sağlıyor. Bu süreçte Evrenin Sesi 'ni açık bir şekilde duyuyoruz ama bundan da önemlisi, ayahuska kullanalım ya da kullanmayalım, Ses ' i her zaman duyabilmemiz için kulaklarımızı açıyor."
Piramide çıktığımız o gün Viejo Itza'yla olan sohbetlerimizi hatırladım (aradan sanki bir ömür geçmiş gibi geldi) ve bitkilerin bizi açması, korku gibi engelleri kaldırması hakkındaki sözlerini. Doğrudan şekil değiştirme konusuna girmemeye, Tampur'un inançları üzerinde odaklanmaya, inançlarının Viejo Itza'nın inançlarıyla benzerliğini veya farklılığını keşfetmeye karar verdim. "İyileştirme güçleri, ev , kayık ve alet yapımındaki faydaları dışında ağaçlara bir önem veriyor musunuz?"
1 50
Gözlerimin sürekli Tayu'ya kaydığını fark ettim. Tampur'un yanında sessiz bir şekilde oturmuştu. Ateşin ışığında kibar, huzurlu, ışıl ışıl görünüyordu. Ona karşı hislerimin, ormana, bir günbatımına veya bir şelaleye karşı duyduğum hislerden farklı olmadığını düşündüm. Bir seviyede ruhlarımız birleşmişti. Bu cazibenin aynı zamanda cinsel olduğunu fark eder etmez aniden bir suçluluk saplandı içime.
Tampur birden konuşmayı kesti. Bana baktı. Sonra da Tayu 'ya. Ona döndü. "Savaş hakkında bu kadarı yeterli. Sevgiden bahsedelim." Tayu onun sözlerini tercüme ederken bana baktı. Yoksa bana baktığını hayal mi etmiştim? Yılda birkaç kez düzenlenen bir Shuar töreninden bahsederken Tampur'un kadim sesi heyecanlı bir keyifle inceliyordu. Törende erkekler ve kadınlar evin zıt yönlerinde sıraya diziliyordu. Erkekler davul çalarken kadınlar da kalçalarına asılı olan, boncuklar ve kabuklar bağlanmış dans kemerlerini sallayarak ritim tutuyorlardı . Sıralar birbirine doğru ve sonra da uzağa doğru hareket ediyordu. İnsanlar konum değiştiriyordu. Gece ilerlerken aralarında başkalarıyla evli kişilerin de olabildiği çiftler oluşuyor ve birlikte olmak için ormanda kayboluyorlardı . Sabahleyin karılar ve kocalar tekrar birleşiyordu. Gece kabul ediliyor, her şey affediliyordu.
"Harika bir gelenek" diye yorumladı Tampur sözlerini bitirdiğinde. "Pek çok sorunu oluşmadan önce çözüyor."
Sonunda, gece yarısından epeyce sonra hepimiz yatağa gittik. Tulumumu Ehud 'unki ile Raul 'unki arasına koymaya dikkat ettim. Tayu ateşin diğer tarafına uzandı.
Çok yorgun olmama rağmen uyuyamadım. Tayu 'nun Tampur 'un yanında, ateşin ışığındaki görüntüsü aklımdaydı. Kalkıp önümde dans etti. Geleneksel dans kemerini giyiyordu. Boncuklar ve kabuklar kalçalarıyla birlikte sallanıyordu. Sonra solmaya başladı. Sert ve erkeksi bir ses duydum. Tayu'nun görüntüsü, televizyon kameraları önünde duran siyah giysil i bir adamın görüntüsüne dönüştü. "Şehvetten sakınmak için . . . " dedi, " . . . başka biri de orada bulunmadan asla bir kadınla birlikte bir arabaya binmem. Asla. Sekreterimle bile. Bir kadınla asla baş başa yemek yemem." Sesi hatırladım ama kimin sesi olduğunu çıkaramadım.
1 52
Doğruldum. Ateş parlak bir şekilde yanıyordu. Etrafa baktım. Herkes uyuyor gibiydi. Tayu 'nun kalkmasını, bana dönüp konuşmasını diledim. Sesini duymayı çok istiyordum. Sonra hatırladım. O erkek sesini tekrar duydum ama bu sefer yüzüyle birlikte. Billy Graham. Ulusal bir televizyonda onunla Jim Bakker hakkında konuşuluyordu. Muhabir Peder Graham'a kendisini şehvete karşı nasıl koruduğunu sormuştu.
Görüntüyü tanımış olmanın rahatlığıyla uzandım. Ateşin parıltısı üstteki saman örtüsünden yansıyordu. Belki de Billy Graham haklıydı; belki de bunu doğrudan bana söylüyordu. Şehvet uyandıran durumlardan sakın. Tayu 'nun karşı tarafında uyuyor olmaktan dolayı kendimi kutladım. Gözlerimi kapattım.
Sonra Tayu'nun yüzünün üzerimde havada durduğunu gördüm. Nazik ifadesi durumu yeniden düşünmeme neden oldu. Ondan sakınıyor olmaktan dolayı kendimi neden kutlayacaktım ki? Muhteşem bir insan, güçlü bir öğretmen, bir kardeşti. Gösterdiğim reaksiyonun sebebi başka bir his, sinsi bir his, yani suçluluktu. Graham'ın sözleri, insanları kontrol etmek için suçluluğu kullanan manipülatif bir kültürün aracı olarak vurmuştu beni. Bir kadınla asla yalnız kalmam! Böyle bir şeyi nasıl söyleyebiliyordu? Bu tıpkı bilimin türleri ayırması, iş dünyasının doğayı hayatımızdan ayırması gibi insanları, cinsiyetleri birbirinden ayıran bir tutumdu. Kendimizi bu şekilde birbirimizden ayırmaya daha ne kadar devam edebilirdik? Bu şekilde hayatta kalmaya daha ne kadar devam edebilirdik?
Sonra Havva ile yılanın hikayesi geldi aklıma. Kötü kadın, kötü doğa. Bu fikirler nereden geliyor? Kültürümüzün içinde bu engelleri diken, doğayı bastıran ve en besleyici özelliklerimizi onurlandırmamızı yasaklayan şey nedir?
Uyumaya ihtiyacım olduğunu, bu soruların o gece yanıtlanmayacağını fark ederek düşüncelerimi değişmeye, yavaşlamaya, sorgulamayı bırakmaya zorladım. Uyumayı kolaylaştırıcı bir görüntü aradım ve Tampur'un sevgi, kutlama, bir paylaşım gecesi için bir araya gelen erkekler ve kadınlarla ilgili hikayesine döndüm. Gözümün önünden pek çok görüntü geçti. Fantomlar gibi ormanda ortaya çıkıyorlardı; esrik bir ritüel için sıraya dizilmiş
1 5 3
tüm yaşlardan Shuar insanları. Kendi yüzümü hem erkek hem kadın, her iki taraftaki dansçılar arasında gördüğüme pek şaşırmadım. Kendimi huzurlu ve hoşnut hissettim.
Uykuya daldım. Ateşin sesinin, etrafımı saran ormanların, Tampur'un ve ailesinin, Tayu 'nun, gecenin farkındaydım . . . ama tamamen uykudaydım. Sanki uyanıklıkla uyku arasındaki sınırlar kalkmıştı.
Bir noktada kendimi tamamen uyanık, doğrulmuş olarak buldum. Bir çekim hissettim. Sanki cangıl beni çağırıyordu. Ateşin közlerine bakınca birkaç saat uyumuş olduğumu anladım. Tayu 'ya baktım. Hiçbir hareket yoktu. Uzandım, uyku tulumuma derin bir şekilde yerleştim ve kendime bunun yalnızca kendi hayal gücüm olduğunu söyledim. Sonra Ruhun Sesi 'ni, Evrenin Sesi 'ni hatırladım. Aklıma şu soru geldi: Hayal gücü nedir? Ses
anlamında kullandığımız bir kelime mi? Uyku tulumumdan zorlukla sıyrılarak ayağa kalktım. Ateşte
ki közler dışında oda karanlıktı. Bir köpek başını kaldırıp bana doğru inledi. Sonra uykusuna döndü. Diğer her şey sessizdi.
Dışarı çıktım. Gökyüzü yıldızlarla parlıyordu. Ağaçlar arasında bir ateş böceğinin ışığı göz kırpıyordu. El fenerimi almayı unutmuş olduğumu fark ettim. El feneri için geri dönüp köpeğin diğerlerini uyandırmasına neden olma riskine girmek istemiyordum. Yolun nasıl uzandığını bildiğimi düşündüm ve zaten yıldızlar cangıl örtüsünün siluetini görmemi sağlıyordu. Yavaşça gecenin içine yürüdüm. Tanımlayamadığım bir güç tarafından çekildiğimi hissediyordum. Ellerimi kalbimin üzerinde üst üste koydum. Doğru yolda olduğumu biliyordum.
Cangıl gecesinin sesleri hatırladığımdan daha yüksek gibiydi. Sanki Ses ' in korosuydu. Her bir sesi çıkaran bedenleri hayal etmeye çalıştım. Zihnimde kurbağalar, çeşitli boy ve şekillerde böcekler, çobanaldatanlar ve baykuşlar, küçük bir oselo ve büyük bir kedinin parlayan gözlerini gördüm. Biraz yavaşladım ama ormanın içine doğru ilerlemeye devam ettim.
Birden ağaçlar ayrıldı, kendimi bir açıklıkta buldum. Çok üşüdüm. Orman örtüsünün üzerinde mavi bir ışık parladı. Sonra tekrar. Sonra ormandan yükseldi. Maya piramidinde Viejo Itza'yla birlik-
1 54
te yaptığım o yolculukta gördüğüme benzeyen, titreşen mavi bir ışık küresiydi. Ağaç tepelerinin hemen üzerindeydi. Sonra başka bir ışık göründü. Bu tamamen havanın içinden çıkmış gibiydi. İkisi yan yana geldi. Dev enerji küreleri olarak yaklaştılar bana ve sonra birden kalın ağaç duvarlarının arkasında kayboldular.
Döneceklerini umarak orada uzun bir süre bekledim. Aynı zamanda endişeyle titriyordum. Bedenim birden enerjiyle dolmuş sonra birden tüm enerjisini yitirmişti. Viejo ltza'yla birlikte Maya piramidine çıktığımız günkü deneyimlerimi canlı bir şekilde hatırladım. Altın renginden maviye dönen, greyfurt büyüklüğünden benim boyuma ulaşan küreyle birleşmiştim. Viejo Itza bir tür araç olarak bana verdiği taşı nasıl kullanacağımı anlatmıştı. Taşın enerji küresi etrafında dolaşmasına ve ona dokunmasına izin vermemi söylemişti ve sonunda, şimdi Ruhumun Sesi olduğunu bildiğim şey, enerji küresine dönüşme arzumla ilgili soruma bunun bir fantezi değil, bir hayal olduğu yanıtını vermişti. Bu deneyim o hayalin gerçekleşmesi gibiydi. Zihnim bana ışıklara doğru koşmamı söyledi ama bir şey beni tuttu. Gitmiş olduklarını biliyordum. Aynca onları tekrar deneyimleyeceğimden emindim. Sonunda dönüp hızlı bir şekilde Tampur'un evine yönelmeye başladım. Mavi kürelerin yönüne son bir kez daha baktım. Hiçbir iz yoktu.
Hiçbir şey değişmemişti. İçeri girerken köpek başını kaldırdı, arkadaşça bir tanıma işareti olarak kuyruğunu salladı. Tekrar tulumuma gidip bir süre parlayan közleri izledim.
O gece daha sonra bir rüya gördüm. Ya da rüya olduğunu sanıyordum çünkü ertesi gün Raul 'a anlattığımda bunun rüyadan fazlası olabileceğini söyledi. Gökte yavaşça kayıyordum. Parıldayan mavi bir ışıkla çevriliydim ve aşağıdaki bir çöle bakıyordum. Kumda hayvanlarla birlikte i lerleyen adamlar vardı. Zaman zaman aralarından biri yukarı bakıp beni işaret ediyordu. Beni izliyorlardı. Kendimi sıcak, coşkulu hissediyordum. Bunun günlerdir devam ettiğinin farkındaydım. Aşağıda bir kasaba gördüm. Hemen dışında bir yerde küçük bir mağara vardı. Onun üzerinde durdum. Mağaranın içindeki bir ışık, bir grup insanı, hayvanı ve yeni doğmuş bir çocuğu aydınlatıyordu. Beni takip eden adamlar mağaraya girdi. Gökte yükselerek geniş araziyi, kasabayı ve ma-
1 5 5
ğarayı görebileceğim bir konuma çıktım. Çocuğun uyuduğu yerden altın bir ışık çemberi yayılıyordu.
Kahkaha sesleriyle uyandım. Her yer karanlıktı. Gözlerimi alıştırınca ateşin közleri yakınında ağır ağır ilerleyen şekiller gördüm. B iri kütükleri karıştırdı, hava üfledi ve ateş canlandı. Bir kuşlar korosu şarkı söyledi ve gece puslu bir ışıkla sabaha dönüştü. Kahkaha sesi giderek güçlendi. Kalktım. Tüm Shuar ailesi oradaydı: Bebekler, çocuklar, yetişkinler ve hatta Tampur. Çocuklar birbirleriyle itişiyor ve maymun olabileceğini düşündüğüm küçü� bir hayvanla oynuyorlardı.
Raul yanımda doğruldu. "Çocuk olmayı hiç bırakmıyorlar" dedi. "Bir keresinde yaşlı bir Shuar bana akşamın yaşlı insanların tarih ve gelenekleri öğretme vakti olduğunu, sabahın ise çocukların oyunlar öğretme vakti olduğunu söylemişti."
Uyku tulumlarımızı sardık ve Jaime'nin bizi beklediği Kapawi 'ye doğru yola çıkmak üzere hazırlandık. Raul ve Tayu kahvaltıyı hazırlarken ben kendimi Tampur'la ve onun bir torununun Shuar dili yanında İspanyolca da bilen yeni yetme çocuğuyla birlikte buldum. Birlikte evin dışına çıktık. Tampur'a gökteki mavi kürelerden bahsetme fırsatı buldum.
Dinlerken başını öne arkaya sallıyor, keyifle sırıtıyordu. Sözlerimi bitirdiğimde, tercüme gerektirmeyen tek bir kelime söyledi: Kitiar.
"Kitiar mı?" diye sordum şaşırmış bir şekilde. "O Kitiar mıydı?" Başını heyecanlı bir şekilde salladı. "Kitiar." "Onlar dünya dışı varlıklar değil miydi yani? Başka bir geze
genden veya başka bir yıldızdan?" "Evet. evet" dedi. "Kitiar." Ellerini başının üzerinde salladı.
"Başka gezegenler. Cangıl ruhları. Kitiar." Eliyle sırtıma hafifçe vurdu.
Sonra aklıma bir şey geldi . Bir soru. "Kitiar'ın arkadaşım olduğunu biliyor muydun?" Başını sallayarak onayladı. "Nasıl?"
Önceki gece mavi kürelerin gökte bulunduğu yönü işaret etti. "Hepimiz biriz" dedi. Ona yarasayla ilgili deneyimi anlattım. Kitiar ' ın bunu nasıl öngördüğünü, bana şifa verirken o yarasayı gör-
1 56
düğümü ve Kitiar'ın kaybolduğu gece de o yarasanın göründüğünü anlattım. "Evet" dedi bilinçli bir şekilde. "Kitiar yarasa oldu. Şimdi de mavi küreler. Ne olursa o." Durup tekrar sırtıma dokundu. "Bu kadar çok düşünme." Elleri kalbime gitti.
Orada bir süre durduk. Uyanan cangılın sesleri havayı doldurdu. Ağaç tepelerine bakarak sükunetle konuştu. "Biz yaşlı Shuarlar ağaç ve hayvan olabiliriz. Ne zaman şiddetli bir fırtına çıksa, katılaşmış yaşlı bir ağaç gibi dimdik durmak yerine, palmiye gibi eğilmemiz gerekir. Şamanlar şekil değiştirir ve bunu düşmanlarına karşı kullanır." Bana döndü. "Enerji küresi olmayı öğren. Öğretmenin Kitiar gibi."
1 57
1 5 . B Ö L Ü M
YERLİ BÜYÜKLERİ KONUŞ UYOR
KAHVALTI SIRASINDA Raul ve Ehud'a mavi küreleri anlattım. Raul çok heyecanlandı. "Jaime birkaç hafta önce onları Kapawi 'de görmüş. Yani bu gece olacağımız yerde."
İnanamıyordum. "Aynısını mı? Emin misin?" "Öyle sanırım. Ama birkaç saat sonra onunla birlikte olaca
ğız. Sana kendisi anlatabilir." Sanki Jaime'nin gördüğü şey, benim gördüklerimin sadece hayal gücümün ürünü olmadığının bir kanıtıymış gibi kendimi rahatlamış, aklanmış hissettim.
Ev sahiplerimize teşekkür ettik ve çantalarımızı uçak pistine taşıdık. Nefes almakta zorlanıyorduk. Hava anormal derecede ısınmıştı bile. Tüm malzemelerimizi önceki gün chicha içtiğimiz sundurmanın altına yığdık.
Gölgede oturdum. Zihnim dün gecenin anılarıyla doluydu. Ormandan bir grup çocuk fırladı ve bize doğru koşmaya başladı.
"Uçağı duydular" dedi Raul, şaşkınlığını ifade eder şekilde başını yanlara sallayarak. "Kulaklarımı ne kadar zorlarsam zorlayayım uçağı hep benden önce duyuyorlar."
1 58
Uçak burada olduğumuzdan emin olmak için önce bir daire çizdi, teker izleriyle dolu piste doğru alçaldı ve gövdesindeki her bir perçini parçalayacakmış gibi görünen bir temasla piste girdi. Çantalarımızı sıcaktan kurumuş pistte sürükleyerek uçağa yükledik. Ama pilot motoru çalıştırma düğmesine bastığında motor çalışmadı. Tekrar tekrar denedi ama hiçbir şey olmadı.
"Akü !" dedi koltuğunun yan tarafına bir yumruk indirerek. Sonra kapısını iterek açtı, koltuğunun altındaki bir kutuyu karıştırdı ve derin bir şekilde gülümsedi. "Şükürler olsun Yüce Tannın" dedi gözleri parlayarak. "Yüce Bakire bizimle birlikte. Halat burada!" Bir yatı rıhtıma bağlamada kullanılan türde, kalın, uzun bir halat çıkardı. "Herkes dışarı. Onu sıçratarak çalıştıracağız."
Halatı pervane miline dolamaya başlayana kadar şaka yapıyor olduğunu düşündüm. Ehud kamerasını çıkarıp bunu filme aldı.
Pilot hepimizi uçağa dik bir açıyla sıraya koydu; çekimine devam etmek için pilottan sözsüz bir izin alan Ehud hariç herkes. Halatı sıkı bir şekilde tuttuk. Tıpkı küçük bir çocukken bir New Hampshire gölünde eski bir takma motoru çalıştırır gibi, şimdi hep birlikte bir uçak motorunu çalıştırmak üzereydik: Motor volanını bir halatla çevirerek! Akıl almaz görünüyordu.
Halata asıldık. Tüm ağırlığımızı verince milin dönmeye başladığını hayretle gördük. Başlangıçta çok yavaş olsa da, sonunda milin ataletini kırdık. Sonra halat omuzlarımızda uçaktan hızla uzaklaştık ve motor çalışmaya başlarkenki patlamayı duyduk. Bir yandan nefes almaya çalışırken, bir yandan da pervaneden gözümüze yansıyan güneş ışığını izledik.
Sonunda havalandığımızda kendimi akıl sağlığımı sorgularken buldum. Neden bu kötürüm uçakla havalanmıştım? Ya şimdi motor durmaya karar verseydi?
Sonra birden bir sakinleşme hissettim. Ağaç tepelerine bakarken ormanın kadim ihtişamıyla büyülendim. Ağaçların en eskileri yüzlerce yıldır oradaydı. Çocukken büyükannemin bana The
Ta/es of King Arthur and His Court (Kral Arthur ve Sarayının Hikayeleri) adlı kitaptan okuduğu hikayeler geldi aklıma. Baba tarafımda birkaç nesil boyunca okunmuş olduğu için sayfaları aşınmış bu büyük, eski kitapta muhteşem renkli resimler de var-
1 59
dı. Sanki kitap kucağımda açıkmış gibi, Sir Galahad ' ın olağanüstü bir savaş atı üzerinde büyülü bir ormandan geçiş sahnelerinden birini hatırladım. Güneş ışığı ağaçların arasından iniyordu. O da atı da kırmızı örtüler içindeydi. Etrafını çevreleyen puslu mavi ışığın şiddetiyle parlıyor gibi görünen bir görüntüye bakıyordu. Bu Kutsal Kase'ydi. Bu resim bende tam bir huşu uyandırıyordu ve görmek için tekrar tekrar kitabı açıp inceliyordum. Ağaçların üzerinde havada olan Kase'de beni çağıran bir şey vardı. Sanki o ve ben ilişkiliydik. Muhtemelen çocukluğuma uzanan, belki de büyükannemin sesine eşlik etmiş olan bir düşünceye döndüm. Düşünceden de ziyade bir histi. Zihnin değil kalbin bir yaratımıydı ve tüm hayatın kutsal bir arayış olduğunu söylüyordu. Tıpkı çocukluğumda tanıdığım Yuvarlak Masa şövalyeleri gibi, kutsal bir şeyi aradığım büyük bir maceranın içindeydim.
"O mavi küreleri sen de mi gördün?" diye sordu Jaime, Kapawi 'ye vardıktan sonra. Onları bir başkasının daha gördüğünü öğrenmekten dolayı en az benim kadar rahatlamış olduğunu hissettim.
Deneyimi benimkine benziyordu. Küreler ona havadan oldukça yaklaşmış, sonra da birden kaybolmuşlardı. Deneyiminin ardından çok güçlü rüyalar görmüş ama uyanınca bunların hiçbir ayrıntısını hatırlayamamıştı.
Konuşmamız bazı bağırmalarla kesildi. Bir grup Achuar erkeği ve kadını Tayu 'nun etrafını sardı. B ir kovanı savunan kızgın arılar gibiydiler.
Çemberin kenarına koştuk. İki adam Tayu'ya çok yakın duruyordu. Biri onu itti. Jaime müdahale etti. Bir kolunu onun omuzlarına doladı ve elini havaya kaldırıp bağırarak bir şey söyledi. Sonra aniden Tayu 'yu iten adama döndü ve onunla konuştu.
Achuarlar geri çekildi. Diğer adam kalabalığa küçük bir konuşma yaptı. Jaime onlara kollarını salladı. Onlar gelene kadar sessiz kalmış olan daha yaşlı bir adam konuştu. Erkekler ve kadınlar ayrıştı ama çok uzağa gitmediler.
Yaşlı adam katı bir sesle Jaime'ye bir şey söyledi. Achuar diliyle konuşuyordu. Jaime Tayu'yu iten adama döndü. Uzakta du-
1 60
ruyordu ve pişman bir hali vardı. Jaime'nin sesi yatıştırıcıydı. Tayu'yu itmiş olan birden gülümsedi ve Jaime'nin yanına gelerek yaşlının söylediklerini İspanyolca'ya çevirdi. "O kız bir Shuar, düşmanımız. Eğer o uçağa binip insanlarının yanına dönmezse onu öldürürüz."
Raul Tayu 'ya yaklaştı. Onun tercümanımız olduğunu belirterek kalması gerektiğini söyledi.
"Ben İspanyolca biliyorum. Sizin için tercümanlık yaparım" diye ısrar etti Achuarlardan olan adam. "O kız Tampur'un yanından geldi. Babamı öldüren adamın yanından." Adam göğsünü yumrukladı. "Burada canlı bir şekilde kalamaz."
Jaime Tayu 'yu, Raul ' u ve beni yanına aldı. "Sen benim kardeşimsin" dedi Tayu 'ya. "Ama ne yazık ki gitmen gerektiğini düşünüyorum. Eğer kalırsan hayatın tehlikeye girecek. Buralarda tuhaf şeyler oluyor. Bu insanlar çok korkmuş durumda."
Tayu'nun ayrılması beni boş, üzüntülü bir his içinde bıraktı. Uçağın ağaçların üzerinden kayboluşunu izledim ve Tayu'nun ne düşündüğünü merak ettim. Dengeyi düşündüm. Kadınsız erkeklerdik. İlişki içinde olduğumuz kadınlar yoktu. Etrafımız Achuar kadınlarıyla dolu olmasına rağmen kendimi onlara yakın hissetmiyordum. Bana düşman gibi görünüyorlardı, Neticede Tampur'un yanından daha yeni gelmiştim! Kadınsız erkekler, der şamanlar ya savaştadırlar ya da dengesizdirler.
Jaime'yle birlikte uçak pistinden uzaklaşıp cangıla girdik. Hepimiz karamsar bir ruh hali içindeydik. Raul ve Ehud Latin Amerika tarihi ve kilisenin oynadığı rolle ilgili bir sohbete başladı. Hem Tayu'yu düşünmeyi bırakabilmek adına, hem de merak ettiğim için Jaime'ye Achuarların neden korktuklarını sordum.
"Ekvator ile Peru arasında petrolle ilgili bir savaş olduğuna dair sürekli bir söylenti var John. İnsanlar sınır boyunca sürekli olarak silah sesleri duyuyor. Bir de . . . " Durdu ve gözlerime baktı. "Uzun zamandır arkadaşız. Bunu seni incitmek için değil sadece görüşümü bilmen için söylüyorum. Senin insanların Achuarlar üzerinde korkunç baskı yapıyor."
1 6 1
"Benim insanlarım" dediklerinin kim olduğunu ve ne tür baskılardan bahsettiğini sordum.
Elini geniş bir şekilde omzuma koydu. "Senin insanların, gringolar. Achuarlara ormanlarını kesip yok etmeleri için baskı yapıyorlar. Buranın kuzeyindeki petrol şirketleri Waorani, Cofan ve Secoya'yı yok etti. Ormanlara onarılmaz zararlar verdiler, binlerce hektar alanı napalmlarla bombaladılar, nehirleri kirlettiler ve daha önce bilinmeyen salgın hastalıklara neden oldular. Achuarlar tüm bunların olduğunu gördü." Dönüp bana sarıldı. Ayrıldığımız zaman gözlerime baktı. "Elbette senin onlardan biri olmadığını biliyorum. Bunu biliyorum."
"Teşekkür ederim" dedim gülümsemeye çalışarak. Yürümeye devam ettik. Bir süre sonra konuşmaya devam etti .
"Achuarlar topraktan geçimini sağlamakta büyük zorluk çekiyor. Shuarlar gibi onların nüfusları da çok arttı. Her taraflarında ormanlar kesiliyor. Çok ciddi bir sorunla karşı karşıyalar. Bir hayat biçimi olarak avcılık ve toplayıcılık bitmiş durumda. Petrol ve altın şirketleri için, maun ve diğer değerli ağaçlar için yollar açmaya zorlanacaklarını ve şantaja maruz kalacaklaruu biliyorlar. Paraya ihtiyaçları var. Gelmeni istememin nedenlerinden biri onların sorunlarını dinlemendir. Belki onlara yardım edecek bir yol bulursun."
Bir açıklığa vardık. "Achuarlar . . . " diye devam etti Jaime, " . . . sadaka istemiyorlar. Kendi paylarına düşeni yapmak istiyorlar. Diğer insanlara öğretecek pek çok şeyleri olduğunu düşünüyorlar."
Güneş ışığında yürürken küçük bir göle vardık. Achuar erkeklerinden oluşan gruplar kıyıda delikler kazıyor ve bu deliklere büyük direkler yerleştiriyorlardı. "Buna ben de inanıyorum" dedi Jaime. "Bitkiler, ruhsallık, dünyayı ve birbirini sevmek hakkında çok bilgililer. Tüm bunlar yeni bir tür okul için birer temel belki de. Bizim insanlarımıza bizim hakkımızda bir şeyler öğretecekleri okullar." Delikleri işaret etti. "Bu loca tamamlandığı zaman Kuzey Amerikalılar ve Avrupalılar için çok konforlu olacak. İyi yiyecek, güvenli içme suyu. Ama aynı zamanda Achuarlara ait olacak. Yabancıların kendilerini güvende hissedecekleri, aynı zamanda yağmur ormanıyla birlik içinde yaşayacakları bir yer olacak."
1 62
Jaime Ekvatorlu işadamlannın bu bina için bir milyon dolar yatırımda bulunduğunu söyledi. "Bunu iyi niyetle ve sadece onlara söylenenlere dayalı olarak yaptılar. Çoğu hiç burada bulunmadı." İç çekti. "Belki de hiç gelmeyecekler." Ellerini bir daire içinde sallayarak adamların çalıştığı alanı gösterdi. "Mimari ve materyaller tamamen Achuarlara özgü. Tek bir çivi bile kullanılmadı. Ben sadece gringolann buraya gelmesi durumunda isteyecekleri bazı şeyleri anlamalarına yardımcı oluyorum. Tüm işçiler Achuar. Loca onlara ait. Yatırımcılar yalnızca kiralıyor ve on beş yıl boyunca kullanma hakkı elde ediyor."
"Ama beklentileri var." "Yatırımcıların mı? Aa ... elbette. İyi bir gelir bekliyorlar. Ama
aynı zamanda bunun sağladığı ümit için girdiler bu işe. Sonuçta gelir elde etmenin daha güvenli yolları var." Durdu. "Ben inançlıyım" dedi biraz durduktan sonra. "Dünyayı değiştirmek için hayali değiştirmemiz gerekiyor. İnançlı olmamız gerekiyor."
"Jaime" dedim sonunda. "Benden beklediğin şey nedir? Bu insanlara nasıl yardımcı olabilirim?"
Gülümsedi. "Yalnızca dinle. Ve izle. Gözlerini, kulaklarını, tüm duyularını aç. Ve öğrendiğin şeyleri hatırla. Bi leceksin."
"Bu kadar mı?" diye sordum gülerek. Bana baktı. "Tüm isteyebileceğim bu." Sessizlik içinde yürüdük. Bir sebeple Bhagavad Gita'dan bir
bölüm geldi aklıma. Kendini her şeyde ve her şeyi kendinde gö
ren kişi bilgelik içinde yaşar. Ben' in ve benim' in ego kafesinden
çıkabilen kişi sonsuza dek özgürdür. Bunu Jaime 'ye tekrarladım. Saygıyla başını salladı. "Bilgelik dolu bir kitap." Tampur'un Dört Kutsal Kardeş ile ilgili konuşmasını özetle
dim. "Bhagavad Gita hepimizin içinde bulunan ve hepimize aynı şeyi söyleyen bir sesten bahseder: İstediğimiz şey para, şöhret veya mal değil , huzurlu bir dünya, sevgiyle dolu kalpler, havanın ve suyun temiz, çevrenin sağlıklı olduğu bir dünyadır. Kendimizdeki istenmeyen alışkanlıkları ve kendimizle, çevreyle ve komşularımızla huzur içinde yaşamamızı engelleyen negatif düşüncelerimizden arınmak isteriz."
1 63
Öğleden sonrasını civarda ve cangılda gezinerek geçirdik. Sonra, günbatımından hemen önce, Pastaza Nehri 'nin kollarından birinde bir kayığa binip Amazon'uiı tatlı su yunuslarının avlanmak ve oynamak için sıkça geldiği bir yere gittik. Yunusları arayarak ve bekleyerek belki yanın saat gezindik. O gün hiç biri ortaya çıkmadı. "Oluyor" diyerek açıkladı Jaime, "Doğanın bir parçası . Bazen geliyorlar, bazen de gelmiyorlar. Kafes veya çit koymayacağız. Ziyaretçilerimizin yabani yaşamı görebilmesi için, bunun turistler kadar hayvanların da hayalinin bir parçası olması gerekir."
İki gün sonra, toplumları ile ilgili kararlar alan bir grup Achuar büyüğü ile akşam yemeği yemeye davet edildik. Bizim varmamızdan itibaren toplanmaya başladıkları, birkaçının bizimle buluşmak için uzun mesafeleri kat ettiği söylendi.
Öğleden sonranın ilerleyen saatlerinde dördümüze topluluk toplantı odasına kadar refakat edildi. Duvarların önünde tümü yaşlı belki iki düzine adam oturuyordu. Tercümanımız bizi gezdirerek her birine tanıttı. Sonra bize de tabure verildi.
Yaşlılardan bazıları ayakta ve bize doğru dönerek selamlama konuşması yaptı. Tanışma ve kullanılan dil resmiydi. Jaime söz aldı ve bizi tanıttı. Raul ' un, inşa ettikleri locanın finansmanı için düzenlenmiş olan ekoturizm işinde onun partneri olduğunu, benim, mesajı pek çok dilde pek çok ülkeye yayılan bir yazar olduğumu ve Ehud'un da kitapları pek çok kıtada milyonlarca insan üzerinde etki yapan bir yayımcı olduğunu anlattı .
Her birimizin başının tepesine dokundu. "Yardımlarını sunmak ve bilgeliğinize başvurmak için geliyorlar."
Sonra toplantı genel konuşmaya açıldı. Chicha kaseleriyle kadınlar girdi. Atmosfer daha az resmi hale geldi.
Yaşlılardan pek çoğu doğrudan bize yönelik olarak konuştu. Önceki formalitelere rağmen, kalplerini bize açmadaki istekliliklerinden çok etkilendim. Hemen hepsi insanlarının karşılaştığı ikilemi ifade etmek istiyordu. Hikayeleri Jaime'nin anlattığı gibiydi. Son on yıl boyunca daha öncekilere hiç benzemeyen değişimler yaşıyorlardı. Dini ve tıbbi misyonlar önce pek çok hizmet getiriyor gibi görünmesine rağmen, şimdi bunların herhangi bir yararının olup olmadığından şüphe ediliyordu.
1 64
"Daha fazla bebeğimiz yaşıyor" dedi yaşlı bir savaşçı. "Daha çoğumuz daha uzun yaşıyor. Ama şimdi açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Ailelerimizi avlanarak besleyemiyoruz. Çok fazla insan, çok az av hayvanı var. Dizlerimizin üstüne çöküp dilenmemiz gerekiyor." Meydan okurcasına etrafa baktı . "Achuarlar böyle yaşamaz. Beyaz adam bizi kölesi yaptı. Bizi silahlarla değil, kitaplarla ve ilaçlarla vurdu."
B ir diğeri, bir grup Achuar' ın Andlar'dan gelen kolonicilere verilen topraklardaki haklarını devletten talep etmek üzere yürüyerek cangılı kat edip Andlara, oradan da Quito'ya kadar gittiklerini anlattı. Kendilerine eşlik eden diğer yerli insanlar, üniversite öğrencileri ve yandaşlarla birlikte, Başkan onların durumunu öğrenene kadar şehir meydanına kamp kurmuşlardı. Devlet yaklaşık dört bin kilometre karelik bir alanı Achuarlara tahsis edince azimlerinin ödüllendirildiğini düşünmüşlerdi. "Gönderdiklerimiz süslü kağıtlarla dönünce kutlamalar yaptık. Aylar sonra ise eğer büyük şirketler arazimizde petrol veya altın bulursa, hakkımızın geçersiz olduğu söylendi . Eğer isterlerse burayı yok edebilirler. Tıpkı Kuzey 'de Waorani ve Cofan'da olduğu gibi ."
Beyaz adamların hem kültür genelinde, hem de bireylerde yarattığı sorunlar anlatıldıkça onlar için büyük üzüntü duydum. "Silahlar ve radyolar sunulan gençlerimize ne söyleyelim?" diye sordu biri. "Sizlerin sahip olduğu şeylere sahip olmamaları gerektiğini mi? Peki tüm bunlar ne için veriliyor? Hediye gibi görünüyorlar ama kalbimizde biliyoruz ki yabancılar bir karşılık beklemeden bu tür hediyeler vermez."
O oturunca bir diğeri kalktı. Ayakta durabilmek için uzun bir sopa kullanan, zayıf düşmüş bir yaşlı. "Hediye verenler kısa bir süre sonra dönüp şuradaki yaşlı bir ağacı, sonra da şuradakini kesmek için izin istiyor. Gençlerimiz daha fazla hediye istiyor ve alınca da onların isteklerini kabul ediyor. 'Eski bir ağaç nedir ki?' diye soruyorlar. 'Modernleşmemiz gerek' diyorlar. 'Bebeklerimizin aşılanmaya ihtiyacı var. Cangılın artık sunmadığı besine ihtiyaçları var. ' Bu gençlere ne cevap verelim?"
Tüm yapabildiğimiz dinlemek ve sözleri bitince acılarını duyduğumuzu, kalbimizin kan ağladığını söylemekti. "Yalnızca Ac-
1 65
huarlar için değil" diye ekledim. "Aynı zamanda Waorani, Cofan ve Shuarlar için. Hem dostlarınız hem de düşmanlarınız için aynı hisleri duyuyoruz. Ve benim kendi insanlarım, beyaz adam, bana göre dünyadaki en mutsuz kültürlerden biri. Uçuruma doğru giden bir yolda ilerliyoruz ve diğer herkesi de yanımızda götürüyoruz. Sadece insanlar da değil, aynı zamanda pek çok diğer tür. Bu tam bir trajedi ."
Ehud tüm dünyadaki insanların benzer sorunlarla mücadele ettiğini vurguladı. Avustralya Aborjinlerinin, Bomeo 'daki Dyakların ve Tibetlilerin durumunu anlattı. Ve onlara Achuarlann sesinin duyulacağı güvencesini verdi.
Onların bizim yardımımıza ihtiyacı olduğu kadar bizim de onların yardımına ihtiyacımız olduğunu söyledim. "İnsanlarımın kutsal şeyleri sevmeyi öğrenmesi gerekiyor." Partnerlik fikrinden bahsettim, bunu yardım, bilgi, şefkat ve enerjinin çift yönlü olarak taşındığı bir köprü olarak tanımladım. Bir düşünce aklıma çakıldı. "Bu kadar çok yıkıma neden olanların, yani benim insanlarımın kolektif hayalini değiştirmenin bir yolunu bulmamız gerekiyor." ABD'ye dönünce onlarla birlikte çalışmak üzere yeni bir partnerlik organizasyonu oluşturmaya çalışacağıma söz verdim. "Başarılı olacağıma söz veremem. Yalnızca bunu deneyeceğime söz veriyorum."
Sonra aklıma bir düşünce daha geldi. Doğrudan o uzun sopalı yaşlı adama baktım. "Yaşlı ağaçları kesmeme kararı aldıkları zaman gençlerinize hediyeler veya para vermenin bir yolunu bulmada bana yardımcı olun."
Yavaşça, ağır bir şekilde bastonuna yaslanarak bir kez daha ayağa kalktı. Gözlerime baktı. "Bu ormanlar bize ait değil. Hiç kimseye değil, tüm insanlığa aitler. Başını eğip bastonuna baktı. "Onları pek çok şey için kullanıyoruz." Bastonu iki eliyle kavradı. "Her zaman izinlerini isteyerek. Her ağacı onurlandırıyor, onlara saygımızı sunuyoruz. Ormanların bizden çok daha yaşlı olduğunu ve hepimizden daha fazla yaşayacaklarını biliyoruz. İnsanlarınız bencilce ve saygısız bir biçimde onları keserek tüm insanların bu muhteşem Dünya Ana'dan ayrılmalarına neden olabilir. Ama ormanlar yaşayacaktır. Onları tamamen yok edemeyeceksiniz." Durup etrafa baktı. "İnsanlarımıza ağaçlan kesmemeleri için bir şeyler ver-
1 66
menin yollarını bulmada size yardımcı olmamızı istiyorsunuz. Bunun söz konusu bile olamayacağını söylememiz gerekiyor. Kuzey'de de bu ağaçlar olmadan yaşayamayacağınızı biliyorsunuz. Soluyacak havanız, içecek suyunuz, hayatınız olmaz. Ama gelip ağaçlan kesebilmek için insanlanmıza tomarlarla para sunanlar sizin insanlannız. Ne için? Bilmiyoruz. Bazen insanlannız ağaçları nehirlerden taşıyor. Bazen ağaçlan yakıp göklere ulaşan devasa binalar yapıyorsunuz ve bunlann uzun iğnelerini toprağın derinliklerine batırarak Dünya Ana'nın kara kanını döküyorsunuz. Neden? Kim bilir? Biz yaşlılar bu insanlannızın kötü, kara büyücüler olduğunu biliyoruz. Şimdi sen buradasın. Arkadaşımız Jaime senin bir dost olduğunu söylüyor. Ona inanıyoruz. Ama kendilerinin de sahibi olmadığı ağaçlan kara büyücülerinize satmamaları için gençlerimize para vermede size nasıl yardımcı olabileceğimizi mi soruyorsunuz?" Tekrar taburesine oturdu.
Sonraki birkaç gün boyunca ormanlarda dolaştık, nehirlerde kısa kano yolculukları yaptık, Achuarlar, onların bitkiler ve hayvanlar hakkındaki bilgileri ve dünyayı algılama biçimleriyle i lgili olarak elimizden geldiği kadar çok şey öğrendik. Büyüleyici bir deneyimdi ama kayıtlı tüm tarihin öncesine uzanan bir geleneğin son anını paylaşıyor olabileceğimiz şüphesi içindeydim. Bu insanların hayatlarına girmiş olmaktan onur duyuyordum ama yakında, kendi kültürümde öylesine kendini mahvedici etkiler yaratan materyalizme maruz kalacakları düşüncesi beni çok üzüyordu.
Derken bir sabah Kapawi 'den ayrılma vakti geldi. Çantalarımızı nehre taşıyıp on beş metreden uzun, büyük bir oyma kanoya yükledik. Evi nehir yoluyla birkaç saat mesafede olan, yabancılar tarafından nadiren ziyaret edilen bir topluluğun üyesi bir Achuar şamanım ziyaret etmek için yola çıktık. Karşılaşacağımız insanların pek çoğunun hayatlarında hiç beyaz bir insan görmemiş oldukları konusunda uyarıldık. B ize nasıl reaksiyon gösterecekleri bilinmiyordu.
Nehirdeki yolculuğumuza başladığımızda kanoda belki otuz yolcu ve sepetler dolusu eşya vardı. İlerledikçe, ormana giren kü-
1 67
çük suyollarında inen kişiler oldu. Hepsi Jaime 'nin bölgesinde çalışıyordu. Gerekli malzemeleri getirmek ve ailelerinin işlerine yardım etmek için periyodik olarak evlerine dönüyorlardı. Sonunda çoğu Kapawi 'ye geri dönecekti.
Nehirde ilerledikçe etrafımızdaki insanların giderek daha fazla sıkıntı işaretleri gösterdiklerini fark ettim. Başlangıçta Jaime, Ehud, Raul ve beni görür görmez kaçmaya başlayanlar yalnızca çocuklardı . Sonra yaşlı insanlar da aynı tepkiyi göstermeye başladı. Belirli bir noktayı geçtikten sonra ise herkes bizden saklanmaya başladı. Jaime'ye bunu sorduğumda, görüntümüzün daha önce hiç beyaz insan görmemiş olanları korkuttuğunu söyledi. "Achuarları yiyen dev beyaz yamyamlarla, yani 'Evialar' la ilgili bir efsaneleri vardır. En cesur savaşçıları bile onlar karşısında güçsüz kalmış. Evialar sonunda güneş tanrısı Etsaa tarafından yok edilmiş. Ama şimdi insanlar bizi görünce bazı Eviaların haia yaşıyor olabileceğini düşünmüş olmalı ."
Dördümüzün de Achuarlardan epeyce uzun olduğumuzu fark ettim. Achuar erkeklerinin boy ortalaması yaklaşık 1 .65- 1 .70'di sanırım. Yanıtı belli soruyu sormak istememe rağmen sessizliğimi sürdürdüm: Efsanelerinde tarif edilen, yalnızca ormanlarını ve kültürlerini değil, bütün bir tür olarak varlıklarını da tehlikeye sokan yamyamlar gerçekten de biz değil miydik?
Gördüğüm en olağanüstü yağmur ormanlarından birinin içinde yaptığımız inanılmaz bir yolculuktu. Çoğunlukla kuş olmak üzere, tehlike altındaki türler l istesinde bulunan pek çok canlıya rastladık. Hava genellikle kelebeklerle doluydu. Güneş ve yağmur birbirini izledikçe, çok sayıda gökkuşağının oluşup kaybolmasına tanık olduk. Sudan ve cangıldan bize bakan gözler vardı.
Şamanın evine günbatımından hemen önce vardık. Kıyıda, nehre yukarıdan bakan bir yere kurulmuştu. Geleneksel oval şekilli ev büyük ve heybetliydi. Gördüğüm en görkemli yerli eviydi. Otuz metre uzunluğunda olduğunu tahmin ettiğimiz bu evin incelikli bir şekilde örülmüş çatısı, orta kısmında yaklaşık üç-dört kat yükseliyordu. Biz yaklaştıkça çocuklar dağılıp ormana kaçtı.
Şaman Tsunkanka beklediğimden gençti; kırklı yaşların başlarında olmalıydı. Otoritesi şüpheye yer bırakmıyordu. Elimizi sıkmaya
1 68
gelirken insanlann çoğunluğu ondan uzaklaşıyordu. Gücünü, aruta
mını, yani savaşçılaıı diğerlerinden ayıran ruhu hissedebiliyorduk. Karşımızda ne insan ne de ruhsal düşmanlarla savaşmaktan korkan biri vardı. Gözleri deliciydi. İspanyolca bilmiyordu ama iletişim kurmakta zorluk çekmeyeceğimizi biliyordum.
Akşam seremonisi için evine birkaç düzine insan davet edildi. Sanırım bizim korkunç Evialar olmadığımız kulaktan kulağa yayılmıştı . Ya da belki Tsunkanka'nın dev beyaz yamyamları yok edişini izlemeye gelmişlerdi. Dışanda güneş ufukta oyalanıyordu ama içerisi karanlıktı . Konuk alanı olarak ayrılan bir duvarın önünde uyku tulumlanmızı serdik. Achuarların, özellikle de çocukların bizi dikkatli bir şekilde incelediklerini hissedebiliyordum. Bazıları bize dokunmak için sokulup hızla kaçıyordu.
Şaman büyük evinin ortasında bir taburenin üzerine oturdu. Cayır cayır yanan ateşin önünde, görünmez bir rüzgar tarafından dokunuluyormuş gibi bir o yana, bir bu yana sallanıyordu. Sonra bu hareketi birden durdu. Her şey sessizleşti. Çocuklar bile durdu. Tuhaftı. Hiçbir işarette bulunulmamıştı ama her şey durmuştu. Kimsenin ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.
Tsunkanka bizi çağırdı. Beni işareti etti, sonra da ateşin yanındaki bir tabureyi . Oturdum. Alevlerin ışığında, elinde Viejo Itza'nın bana verdiği taşı hatırlatan küçük bir taşı görebiliyordum. Ona nefesini üfledi ve yumuşak bir şekilde şarkı söylemeye başladı. Sonra taşı bana verdi. İngilizce olarak taştan, Yukatan'daki piramitte gözümde canlandırdığım ve Tampur'un yanında kaldığım gece gördüklerime benzer bir enerji küresine dönüşmeme yardımcı olmasını istedim. Taşı ona geri verdim. Anlamış gibi ağır bir şekilde başını salladı.
Taşı küçük bir kabak kasesinin içine bıraktı ve tekrar hafif bir şekilde şarkı söyledi. Sesler derin ve gırtlaksıydı. Yarı homurtu yan mırıltı şeklindeki bu sesler bana bir jaguarın çiftleşmesini hatırlattı. Kaseyi her iki eliyle tutup kalbine kaldırdı. Şarkı bir an daha yüksek bir sese çıkıp sonra durdu. Kaseyi bana verdi.
Koyu renkli sıvıyı içtim. Taş dişlerime çarptı. Taşı ağzımda tuttum ve pürüzsüz yüzeyine dilimle dokundum.
1 69
1 6 . B Ö L Ü M
ZAMAN VE MEKANDA ŞEKİL DEÖİŞ TİRME
DIŞARIDA GEZİNDİM . Gece olağandışı derecede karanlıktı. Gökte tek bir yıldız bile görünmüyordu.
Hafif bir ayahuska içmiş olduğumu biliyordum. Tadı Shuarlarla birlikte birkaç kez içtiğim ayahuskanın tadından farklıydı. O kadar acı veya güçlü değildi. Güçlü dozlarda genelde olduğu gibi bir kusma olmayacağından emindim.
Raul yanıma geldi. "Farklı" dedi. Cangılın önündeki karanlık ağaç kitlesinin kenarında sessizce
duruyorduk. Evin içinde Tsunkanka şarkı söylemeye başladı. Sonra bir yılan tıslaması duydum. Geri sıçradım ama o sesin Raul 'un nefes çekişinden kaynaklandığını fark ettim. Göğü işaret etti.
Parmağını takip edince bir yıldız gördüm. Çok büyüktü ve görünen tek yıldızdı. Çok etkileyiciydi. Raul ' un kolunu omuzlarımda hissettim. Yıldızın ışığı değişiyordu: Yeşil, mavi, kırmızı.
"İnanılmaz!" dedi Raul omuzlanmı sıkarak. Yıldız bize doğru hareket ediyor gibiydi.
Orada onu uzun süre izledik. "Sanki konuşuyor" dedi Raul sonunda. "Onu bir yüz gibi görüyorum." Biraz sonra yıldızın gördü-
1 70
ğüm o mavi kürelere benzeyip benzemediğini sordu. Görünüşünün benzemediğini söyledim. Zamanın ve her şeyin dışındaydım. Parıldamaya devam eden yıldızı gözlüyordum sadece. Yıldız tekrar bize yaklaşmış gibi göründü, sonra yine uzaklaşarak tüm sihrini kaybetti ve geceyi aydınlatan milyonlarca parlak noktadan biri haline geldi.
Ehud evden çıkarak yanımıza geldi. Üçümüz gecenin içinde ayakta duruyorduk. "Muhteşem bir şarkıydı" dedi Ehud. Tsunkanka'nın o anda sessiz olması dikkatimi çekti.
"Sanırım şaman mola verdi" diyerek gözlemini paylaştı. Nehir kıyısında yürümeyi teklif etti. Jaime'nin uyuduğunu söyledi.
İçimden eve dönmek geldi. Ehud 'un nehir kenarında yürüme teklifini geri çevirdim ama bensiz de olsa gitmelerinde ısrar ettim. "Hiçbirimizin bakıma ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum. O ayahuska yalnızca yanın kase chicha kadar güçlüydü." Hepimiz güldük.
Onlar gittikten sonra evin dışındaki küçük açık alanda yalnız kaldım. Ağaçların tepesine baktım. Y ıldızlann aydınlattığı gökteki siluetleri, saçları kabarık dev kafaların görünümünü aldı . Belki de yüzyıllar önce mavi küreler içinde gelmişlerdir buraya diye düşündüm hafif bir gülüşle. Tsunkanka şarkısına tekrar başlayınca ağaçlar sanki onun adına benimle konuşuyor gibiydi. Sana yardım etmek için buradayız diyorlardı sanki. Enerjiye veya öğüde
ihtiyacın olduğunda bize gel.
Kitiar'ın ağaç ruhlarından bahsedişini hatırladım. Pleiades'ten geldiklerine dair bir şey söylememiş miydi? Tampur'un Kitiar' ı anlatışını düşündüm: "Diğer gezegenler. Cangıl ruhları. Kitiar" demişti. Deneyimlemekte olduğum hisler bana bir ayahuska yolculuğunu düşündürdü ama ayahuska aldığım diğer zamanlardakine hiç benzemeyen bir şekilde fiziksel varlığımın hayli farkındaydım.
Dönüp eve girdim. Ateş sönüp bir köz yığınına dönmüştü. Kapıda durdum, gözümü alıştırdım. Bana yöneldiğini algıladığım bir hareket hissetmeye başladım. Közlerin yanmakta olduğu yerden birkaç metre uzaktaki ağır bir dalga, yükselip alçalan bir kol gibiydi.
Tsunkanka hala taburesinde oturuyordu. Yüzü gölgede olmasına rağmen gülümsemekte olduğunu biliyordum. "Uzan" der gibiydi, sesini kullanmadan.
1 7 1
Birkaç adım atınca Tsunkanka'nın önünde serili hasırı gördüm. Sert toprağın üzerindeki hasıra sırt üstü uzandım. Toprağın enerjisinin içime aktığını hissedebiliyor gibiydim. Tsunkanka tekrar hafif bir şekilde şarkı söylemeye başladı.
Sıcak bir esinti geçti üzerimden. İyice gevşemiştim. Bir huzur duygusu ile kaplandım. Bir elini gözlerimin üzerine koydu. Söylediği şarkıdan bazı sözler duyuyordum. "Ataların şamandı. Herkes bir Şaman kültüründen gelir" diyordu sözler, bunları duyduğumda durumun anlamsızlığının farkında olmama rağmen. Sözler İngilizceydi çünkü. Ama ister Tsunkanka'dan ister başka bir yerden geliyor olsunlar, bunları duyduğumu inkar edemiyordum. Bu sözleri düşündüm. Tarihimizde yeteri kadar eskiye gidersek hepimizin Şaman kültürlerinden geldiği kesinlikle doğruydu. Kökenlerimizin nereye vardığının bir önemi yok. Afrika, Asya, Avrupa, Orta Doğu . . . Hepimizin soyunda şamanlar mevcut. Şamanlar genlerimizin, DNA'mızın, hücresel yapımızın bir parçası.
Bu durum kafamda bazı sorular uyandırdı. Bunu sormam gerektiğini biliyordum ama tereddütteydim çünkü bu adamla İngilizce veya İspanyolca konuşma düşüncesi bana sıkıntı veriyordu. Sonra Kitiar'la geçirdiğim bir geceyi hatırladım. Tek başıma yaptığımı sandığım inanılmaz bir psiko-navigasyonel yolculuktu ama sabah onun tüm o süreç boyunca benimle birlikte olduğunu öğrenmiştim. Tuhaf, hatta inanılmazdı. Ama Kitiar'ın birlikte yaptığımız yolculukla ilgili anlattıkları aklımda hiçbir şüphe bırakmamıştı. The World Is As You Dream it adlı kitabımda bu olaydan bahsettikten sonra Tibet ve Endonezya'daki şamanlarla çalışmış olan başka insanların da buna benzer ortak yolculuklar deneyimlediklerine dair mektuplar aldım. Eğer o olduysa, her şey mümkündü. Tsunkanka'nın ellerini göz kapaklarımda hissettim ve sormaya karar verdim.
"Hepimiz Şaman kültürlerinden geldik. Peki, ne oldu? O hayalden neden vazgeçtik? Bu dünyayı onurlandırıcı yaşam tarzını neden şu anda türümüzü yok etmekte olan ticari anlayış ve materyalizmle değiştirdik?"
Dudaklarının kulağıma dokunduğunu hissettim. Şarkısını doğrudan bana söylüyordu. Ses yapraklardaki rüzgar gibiydi. Elleri-
1 72
ni gözlerime bastırdığında mavi kürelerden birini gördüm. Üzerimde duruyordu.
Kürenin varlığı beni şoke etmişti. Ama sanki onu bekliyormuşum, bu anın geleceğini biliyormuşum, bir parçam buna niyet etmiş gibi, bir şekilde beklenen bir şeydi aynı zamanda. Hayretler içindeydim ama deneyimlemekte olduğum şeyi kabul ediyordum. Tanımlanamaz dalgalar halinde üzerimden geçen bir duygu seli içindeydim. Tüm bunların, özellikle de hislerimin tanımların ötesinde olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Neyin mümkün olduğuyla ilgili olarak bana şimdiye kadar öğretilenler yanında bu o kadar olağandışı bir olaydı ki, hala bunu kelimelerle ifade etmekte zorluk çekiyorum.
Bu boyutta zekamın çok berrak olduğu, hissettiğim tüm yoğun duygulara rağmen ne olduğumu ve rolümün ne olduğunu kesin bir şekilde bildiğim bir seviyeye ulaştım. Kürenin içine girmem gerektiğini anladım. Kürenin enerjisinin beni davet edercesine titreşmekte olduğunu görebiliyordum. Büyük bir huzur içindeydim. Güçle dolu olduğumu, enerjimin izlemekte olduğum enerji alanıyla tamamen aynı şey olduğunu da biliyordum. Derin bir nefes verdiğimi, kendimi o gerçekliğe bıraktığımı hatırlıyorum.
Bunun ardından ben de havadaydım. Havada çaba harcamaksızın hareket ediyordum. Evin içinde dolaştım, kapıya yöneldim ve karanlık orman örtüsünün üzerine çıktım.
Bu anı hiçbir zaman açıklayamayacak olmakla birlikte, bunun kesinlikle gerçek olduğunu düşündüm. O gün daha önce yaptığımız kano yolculuğu kadar canlıydı. Bu, bir rüyada olmanın ve rüya olduğunun farkında olmanın zıddıydı. Bu bana fiziksel bir şekilde, hücresel bir düzeyde oluyordu. Rüya veya halüsinasyon görmediğimin, hayal kurmadığımın mutlaka bir şekilde farkındaydım ve bunu bilmeme rağmen kimseyi bunun olduğuna ikna edemeyebileceğimin de farkındaydım. Şekil değiştirmiş, bir enerji küresine dönüşmüştüm. En basit şekilde dönüşmüştüm. Bedenim bir başka şeyin bedeniyle birleşmişti. İnanılmaz bir şekilde bu duyum tamamen doğal görünüyordu.
Küre (yani ben) etrafa güçlü bir ışık yayıyordu. Aşağıdaki orman aydınlandı . Bunu dikkatli bir şekilde inceledim. Ağaçları tek
1 73
tek seçebiliyordum. Çalıların altında hızla ilerleyen bir gece kemirgenini takip ettim. Sonra bir an için her şey sanki bir videonun ileri sarılması gibi bir anda bulanıklaştı. Yine ani bir şekilde normale döndü. Aşağı baktım, bir ırmağa yaklaştım ve bir hareketi tespit ettim. Kıyıda bir grup asker vardı. Zırhlı olduklarını görünce şaşırdım. Eski tip miğferleri, göğüslükleri ve kalkanları vardı. Yüzleri Asyatik tipteydi. Koyu renkle boyalı metalleri ve tüylü miğferleri içinde tamamen uyumsuz görünüyorlardı. Birden kan dondurucu çığlıklar attılar, kılıçlarını savurdular, nehir kıyısındaki bir mağaraya saldırdılar. Daha iyi bir bakış açısına geçmek için alçaldım. Kısa bir aradan sonra tekrar ortaya çıktılar. Korku içindeki kadınları ve çocukları mağaranın karanlık ağzından çekerek çıkardılar. Zırhlarında kan vardı. Liderleri şahlanmış, ateş püskürten bir ejderha amblemli bir sancak açtı. Ellerini ağzının hizasında büküp bağırdı : "İmparator adına sizi medenileştiriyoruz."
Sonra çok garip bir şey oldu. Kafasını kaldırıp bana baktı. Ağzı açılıverdi. Yalpalayıp dizleri üzerine düştü. Ama hızla toparlandı ve adamlarını tutsaklarıyla birlikte hızla tekrar mağaraya soktu. Onları içeri yönlendirirken gizlice bana bakışlar atıyordu.
Anladım ki insanlar tarafından görülebilen bir tür tanımlanamayan uçan cisme dönüşmekle kalmamış, aynı zamanda kendimi başka bir zamana götürmüştüm.
Görüşüm tekrar bulandı. Görüşümü tekrar kazandığımda devasa, dairesel bir taş yapının üzerindeydim. Açık olan tepesinden içeri baktım ve neşeli seyircilerle dolu bir tribün gördüm. Ortada bir saha vardı. Futbol stadyumuna benziyordu. Bir grup kadın ve çocuk oıtaya getirildi. Üç adam onlardan uzaklaşarak açık alanın bir ucundaki büyük bir ahşap kapıya gitti. Gözleri kapıya sabitlenmiş olan üç adam savaşmaya hazırlanan birer savaşçı gibi çömelmişti. Niyetlerinin kadınlan ve çocukları kapının arkasındaki korkunç bir tehl ikeye karşı korumak olduğunu anladım. O küçük gruptaki insanların korkusunu hissedebiliyordum. Hem bu savaşçılar hem de seyirciler o kadar yoğun bir şekilde bu olanlara odaklanmıştı ki kimse beni görmüyordu. Birden seyirciler ayağa fırladı. Kapılar açıldı. Dört aslan arenaya girdi ve üç adama saldırdı. "Barbarları medenileştirin ! " diye bağırıyordu kalabalık hep birlikte.
1 74
Olacağını bildiğim vahşeti görmek istemediğim için hızlı bir şekilde yukarı doğru uzaklaştım. Arena iyice aşağıda kaldı ve sonunda sadece bir nokta haline geldi.
Bunun ardından olaylar birbirini izledi. Hızlı bir şekilde geliyorlardı ama her biri mutlak bir şekilde gerçekti. Bunları sözlerle tam olarak anlatabilmem imkansız olduğu için, son sahneye, yani asıl sorumu yanıtlayan on üç kadının bulunduğu sahneye bir çerçeve sağlayacak biçimde bunlardan yalnızca birkaçını özetlemekle yetineceğim. Şunu söylemeliyim ki, tüm yolculuğum boyunca zihnimde gerçek hayatın içindeki canlı, fiziksel varlıkları gözlemekte olduğumdan asla bir şüphem yoktu.
Kendimi kalabalık bir pazara tepeden bakarken buldum. Pazara develer ve atlardan oluşan uzun bir kervan girdi. Çok uzaklardaki kültürlerden satın alınmış veya el koyulmuş egzotik mallara bakabilmek için her taraftan insanlar koşarak pazara geldi. İlerledim. Yakındaki bir limanda bazı gemiler insanlardan oluşan kargolarını boşaltıyordu. Daha iyi görebilmek için alçaldım. Paçavralar içindeki erkekler, kadınlar ve çocuklardan oluşan bir dizi insan ahşap bir rıhtıma çıkıyordu. Periyodik olarak çıplak sırtlarını kamçılayan deri önlüklü adamlar tarafından dürtülüyorlardı. Birbirlerine zincirlerle bağlanmış bu insanlar işkence görmüş, aşağılanmış, umutsuz, yaşama iradelerini yitirmiş insanlardı . Havaya ümitsizlik sesleri ve dışkı kokusu yayılıyordu.
Eski dünyada yolculuğuma devam ederken, erkeklerin diğer erkekleri, kadınlan ve çocukları egemenlikleri altına aldıkları pek çok manzara izledim. Her durumda kontrolü elinde tutanlar tarih kitaplarında en gelişmiş olarak tanımlanan kültürlerdendi. Tanıklık ettiğim her şey büyüleyiciydi ama bir süre sonra kan pıhtılarından midem bulanmaya başladı. B ir noktada artık kusacağımdan emin olmuştum.
Kendimi hemen modern zamanlarda, farklı türde korku sahnelerini gözlemlerken buldum: Toprağa açılmış deliklerde cılızlaşmış insanlar değerli taş ve mineraller arıyor, devasa fabrikalar atmosfere kir saçıyor, çocuklar ağır işlerde, kadınlar montaj hatlarında çalışıyor, bazıları da gettoların sokak köşelerinde bedenlerini satıyordu. Katedraller kadar büyük mağazaları dolduran
175
müşteriler alışveriş yapmaktan keyif almıyordu. Kabalık şehirlerde tepelerde oluşmuş fakir mahaller vardı. Açık lağımların yanında karton kutular içinde yaşayan aileler ve okyanus kıyısında çok yükseklere inşa edilmiş göz kamaştırıcı evler vardı. Bazen izlediğim insanlar da beni görüyordu. Fakat genelde fazlasıyla meşgullerdi. Beni fark edenler, onları tehdit edecek hiçbir şey yapmamama rağmen, şok ve korkuyla tepki veriyorlardı.
Sonra yeşil tepelerden geçtim. Güneş parlıyor, çimler rüzgarda salınıyordu. Havadaki tazeliği koklayabiliyordum. Burada, deneyimlediğim diğer yerlerden tamamen farklı hisler içindeydim. Bir tepenin üzerine geldim ve aşağıda bir grup insanın toplandığı küçük bir vadi gördüm. Grubun tümü siyah giysili kadınlardan oluşuyordu. 1 800' Ierin sonlarında bir fotoğraf için poz veren resmi bir grup gibi duruyorlardı.
Daha yakından bakmak için alçaldım. Bütün kadınların elinde uzun, sivri uçlu tohum ekim çubukları vardı. Ölü bitkiler ve grotesk köklerle dolu bir bahçedeydiler. Yeşilliklerin bol olduğu bir yerde bu görüntü çok dikkat çekiciydi.
Kadınlardan biri yukarı baktı ve beni işaret etti. Hepsi beni gördü ve sanki gelişimi bekliyorlarmış gibi gülümsediler. Diğerlerinin aksine korkmuş görünmüyorlardı. Beni ilk gören onlara katılmam için çağırdı. Bir daire oluşturdular ve yavaşça dairenin ortasına indim. Tatlı bitkilerinki gibi bir kokuları vardı.
"Sorun neydi?" diye sordu ilki. "Kültürünüzün, Şamani, dünyayı onurlandıran yaşayışı neden terk ettiğiyle ilgiliydi sorun . . . Hatırlıyor musun?" Başını yukarı aşağı salladı. "Elbette hatırlıyorsun. Yanıt hakimiyet fikriyle ilgili . Ama kullanılan kelime hakimiyet değildi. Bunun yerine kullandıkları kelimeler . . . "
On iki kadın da ona katılıp tiz bir koro halinde: "İlerleme, gelişim, medeniyet."
"Görüyorsun ya, zenginler hep daha fazla zengin olmak, güç-lerini arttırmak istedi."
Yine koro: "Kontrolü ele geçirmek." "İnsanlık tarihi ... Merkezileşmeye doğru büyük hamleler." Koro: "Gelişmiş devletler, kültür, yüksek yaşam standartları." "Teknoloji."
1 76
"Kontrol." Tek başına konuşan yavaş bir şekilde bir dairede döndü. "Sen sor
dun, biz de açıklamak için buradayız. Ama zaten gördün. En azından yeteri kadarını gördün. 'Gelişmiş, medenileşmiş toplumların' yükselişi ile doğaya yakınlığı ve bağımlılığı vurgulayan, esrimeyi teşvik eden Şamani kültürlerin yıkılışı arasında doğrudan bir ilişki var."
"Esrime !" Kadınlar tahrik edici bakışlar attı, vücutlarıyla şehvani hareketler yaptı, dört beş tanesi göğüslerini tuttu.
"Esrime hepimizin arzuladığı şey. Tüm her şeyle birliğimizi hissettiğimiz zamanki yüksek tutkuların doğal hali. Ama diğerlerine egemen olanlar esrimeden nefret eder. Tutkuda kızgınlık ve isyan da vardır. Bu onların uyguladığı kontrolü tehdit eder. Bunları benimseyen şamanları gözden düşürürler. Sonra dinden tanrıçayı, kadınlardan rahibeyi uzaklaştırmaya çalışırlar. Kadın esriktir. Bunun yerine koyunlarına bir şeylere sahip olmayla gelen mutluluğu öğretirler ve cennetin kocaman bir mağaza olduğunu. ' İlkellik istemiyoruz! ' diye bağırırlar. 'Doğayı kontrol altına al !"
"Doğayı kontrol altına al, doğayı kontrol altına al" diye haykırdı kadınlar alaycı şarkılarında. "Şamanları öldür. Oooo . . . Kutsal ormanları çitlerin arkasına hapset ve esrik kadınları da bekaret kemerlerine." Kahkahalara boğuldular.
"Sorunun yanıtı için insanları iki temel kültür tipinden geliyor olarak düşün: İnançsız egemenlikçiler ve inançlı şekil değiştiriciler. İlki, dünyaya bakması için daha yüksek bir güce güvenilemeyeceğini düşünür. Eylemlerine korku, güvensizlik ve kaderlerini kendilerinin kalıba dökmesi gerektiği inancı rehberlik eder. İnsanları, her şeye hükmeden bir insanla noktalanan bir evrim sürecinin zirvesinde görürler. Erkek ve insan olmayan hiçbir şeye güvenilmez. Mutluluğa maddesel tüketimle ulaşılır. Onlar, yani tepedekiler, koyunlarının iştahlarını kabartırlar. Onların dünya görüşüne uymayan herkesin ' ikna edilmesi ' , 'medenileştirilmesi ' ya da yok edilmesi gerekir. İnançlı şekil değiştiriciler ise her şeyin, insanların anlamayabileceği ama bütünün hayrına olarak kabul edebileceği biçimlerde meydana gelmesine neden olan daha yüksek bir güce inanır. Eylemlerine rehberlik eden şey güvendir. Onların düşünce tarzına göre insanlar birliğin bir parçasıdır;
177
taşlardan, bitkilerden, hayvanlardan, yıldızlardan ne daha iyi, ne daha kötü, ne daha yüksek, ne de daha alçaktır. Evrim piramidi diye bir şey yoktur. Onlar Yaratıcı 'yla iletişim kurmanın bir yolu olarak hayalin gücüne inanır. Değişiklik meydana getirmek için tek yapmamız gerekenin hayallerimizi değiştinnek olduğunu söylerler. Yaratıcı maddi ihtiyaçları karşıladığı için, mutluluk bağlılığımızı, coşkumuzu hissetme meselesidir. Onlar yaşar ve yaşatır, kendi değerlerini başka her şeye dayatmaz."
"Yaşamak ve yaşatmak." "Ticari düşünüş inançsız kontrolcülerin bir yaşayış şekli hali
ne geldi. Hatta tek yaşayış şekli oldu ve diğer tüm dinlerin yerini aldı. Onlara daha fazla kontrol sağladı ."
"Doğru!" Bana sevecen bir şekilde gülümsedi. "Anlıyorsun. İyi bir so
ruydu. Artık sorun yanıtlandığına göre çalışman gereken diğer dünyana dönebilirsin."
Onların oluşturduğu daireden yükselmeye başlamıştım ki elini kaldırarak beni durdurdu.
"Bir şey daha. Bunu da öğrenmiş olduğunu umuyorum. Sorun veya durum ne kadar gülünç görünürse görünsün soru sormaktan asla korkma." El salladı.
Yavaşça yükseldim. On üç kadın beni izledi. Bir tapınağın önündeymişler gibi sessizce duruyorlardı. Bahçelerindeki bitkilerden bazılarının yaprak ve çiçek açmış olduğunu gördüm. Gece yasemininin güçlü kokusu geldi.
Sonra her şey karardı . Yanağımda bir esinti ve boynumda tüylü bir dokunuş hisset
tim. Elimi kaldırıp ona dokundum. Parmaklarım kadifemsi bir dalı kavradı. Dalı önüme çekerken yaseminin kokusunu duydum.
Gece öncekinden daha karanlıktı. Parıldayan yıldızın olduğu yerde yalnızca siyahlık vardı. Sol tarafımda titreşen bir ışık vardı ve bunun, Tsukanka'nın evindeki ateşin, evin duvarlarını oluşturan direkler arasındaki boşluktan sızan ışığı olduğunu biliyordum. Yere indim ama bacaklarım vücudumu taşımadı, çöktüm. Dikkatli bir şekilde dizlerimin üzerinde doğruldum, yasemini kokladım ve ayağa kalktım.
1 78
Yavaşça eve doğru yürümeye başladım. Tsukanka ateşin yanında durmuş bana gülümsüyordu. Dönü
şümü beklediği izlenimini edindim. Birkaç adam ve kadın ateşin etrafındaki taburelerde oturuyordu. Tsukanka'nın yanına gittim. Başıyla selamladı. Genelde ciddi olan yüzünde bir gülümseme vardı. Kollarını ileri uzattı, havada büyük bir daire, bir küre çizdi ve sonra da beni işaret etti. Yakınında oturanlar onunla birlikte katıla katıla güldüler.
Tsukanka birkaç adım ileri çıktı ve kollarıma dokundu. Kısa bir an birbirimizin gözlerinin içine baktık. Sonra onun gözleri uyku tulumumu serdiğim yere döndü. Eğilerek onu selamladım ve tulumuma gittim. Yatağıma girerken Ehud'un bir tarafımda, Ra-
. ul 'un ise diğer tarafımda mışıl mışıl uyumakta olduklarını şaşırarak gördüm.
1 79
İnsan kurallara sığmaz!
SON SÖZ
UREV-EV-WAV-WAV "yıldızlardan gelen insanlar" anlamına geliyor. Uzak bir Amazon kabilesinin dilinde bana verdikleri isim. Kökenleri kayıp kültürlerin çanak çömlek parçalan gibi yok olmuş eski efsanelere göre, Ureu-eu-wau-waular Pleiades'in altı yıldızından bir tanesinin yörüngesinde dönen bir gezegende yaşıyormuş. Aralarındaki bir prensesin olağanüstü kehanet yetenekleri varmış. Rüyasında, Dünya isimli uzak bir gezegenin sakinlerinin çok kötü durumda olduklarını görmüş. "Kendi kendilerini yok oluşa sürüklüyorlar" diye anlatmış diğerlerine durumu. Müşfik karakterlerinden dolayı Ureu-eu-wau-waular o yolundan sapanlara bir kurtuluş mesajı götürmek için bir merhamet heyeti oluşturmuş. Seçilen elçiler, prenses dahil, saf enerji kürelerine çevrilmiş, uzayın karanlığındaki yolculuklarına başlamışlar.
Gezegenimize yaklaşırken bitkilerin, hayvanların ve oksijenin çok bol olduğu yer onları çekmiş: Amazon ormanı. Kehanet vaktine, yani mesajlarına kulak verileceği zamana kadar beklemek üzere orada insan formuna dönüşmüşler.
Esrime sanatları icra eden nazik bir halk olan Ureu-eu-wauwaular inanca ve sevgiye dayalı bir kültür geliştirmiş. Dillerindeki en çok kullanılan kelimelerden biri olan aba-a-bare onların değerlerini simgeler. Bu kelimenin çeşitli anlamları var: "Seni seviyorum", "Ormanın ruhları seni kutsasın", "Seni gördüğüme sevindim" ve "İyi ruhlar sonsuza kadar sana rehberlik etsin."
Endüstriyel kültürler Ureu-eu-wau-wauları ve ormanlarını yirminci yüzyılda keşfetti. Madenciler, keresteciler, büyük baş hay-
1 8 1
van yetiştiricileri ve makineli tüfekli askerler topraklarına üşüştü. Ureu-eu-wau-waular bu adamların kehanette söylendiği gibi yıkıcı insanlar olduklarını biliyorlardı. Mesajı dinlemeyeceklerdi ama belki de dinleyecek olanlara sahneyi hazırlamaya gelmişlerdi.
Bunlar arasında siyah cübbeli ve farklı olan bazıları vardı. Pleiades ' in dilini öğrendiler ve bir kitabı incelemeye başladılar. O kitapta anlatılan hikayelerin pek çoğu Ureu-eu-wau-waulara kendi tarihlerini hatırlatıyordu. Özellikle de Dünya'yı ziyaret edip büyük bir elçinin, İsa Mesih adlı bir şamanın gelişini bildiren yıldızla ilgili olan hikaye.
Mesih'in mesajı kendi zamanının insanları tarafından reddedil-di. Mesih aşağılandı ve öldürüldü. Tıpkı onun gibi, Ureu-eu-wau-waular da şehadetin gerekliliğini anlamıştı. Bir saplantı halinde ağaçları kesen, toprağı delen, "kendi kendilerini yok oluşa sürükleyen" insanların ellerinde sessizce acı çektiler. Ureu-eu-wauwaular da tıpkı İsa'nın taraftarları gibi işkence gördü ve katledildiler. Nüfuslarının büyük bölümü yok edildi. 1 997'de yalnızca kırk üç Ureu-eu-wau-wau yaşıyordu.
"Bir mesaj vermeye geldik" diye seslendi o kırk üç kişiden biri olan İpupiara, Washington D.C. 'de yakın zamanda gerçekleştirilen, üç yüz psikoterapistin katıldığı bir konferansta dinleyicilere. "Yeni bir milenyumun başlangıcındayız. Şimdi mesajımızı dinlemeniz gerekiyor !"
İpupiara "tatlı su yunusu" anlamına gelir. Tatlı su yunusu, Yunus Takımyıldızı 'ndan Dünya'ya, ateşli kometlerin kuyruklarından yapılan ışık lifleri içinde gelmiştir. İstediklerinde insan şekline girme yeteneğine sahip olan yunuslar birer güç hayvanı, Şamani rehberler ve şekil değiştirme öğretmenleridir.
İpupiara on sekiz yaşına geldiğinde, bir kabile yaşlısı ona beyaz adamların okuluna gitmesini söylemiştir. "Onlar hakkında bilgi edin ki hayallerini değiştirmelerine yardım edebilesin. Ormanlarımızı (ve insanlar dahil olmak üzere) sevdiğimiz türleri ancak bu şekilde kurtarabiliriz. Ancak o zaman buraya gelme nedenimiz olan şeyleri gerçekleştirebiliriz." O zamanlarda Brezilya hukukunda yerli insanlar çok az haklara sahip olduğu için, Portekizce Bemardo Peixoto adını alan İpupiara, İngilizce, İspan-
1 82
yolca ve Portekizceyi çok iyi bir şekilde öğrenip antropoloji ve biyolojide doktora yaptı.
İpupiara Peru Andlar'ından bir Quechua'yla evlendi. Çalışmaları onları Washington D.C . 'ye götürdü. "Burası. .. " dedi karısı Jenny'ye, " .. . insanlarımın mesajını vermeye başlamam gereken yer." Sonunda Beyaz Saray'da Clintonlara ve Smithsonian Enstitüsü'ne danışman olarak hizmet vermeye çağrıldı.
1 993 'te, ilk iki kitabımı okumuş olan ve Bemardo Peixoto'yu da tanıyan bir kadın beni telefonla aradı . "Kendini kaybetmiş durumda" dedi. "Lütfen ona yardım etmeye çalışın." Peixoto'yu aradığımda sesindeki üzüntüyü hissedebiliyordum. Smithsonian Enstitüsü 'nde kullandığı dile uygulanan yasaklar nedeniyle çok sinirlenmişti. "Konuşmalarımda ağaç ruhlarından, şamanlardan veya uluslararası şirketlerin neden olduğu tahribatlardan bahsetmemi istemiyorlar." Aynca Beyaz Saray'ın Ureu-eu-wau-wauların mesajını dinleme sözünü yerine getirmediğinden şikayet etti . "Hatta . . . " dedi, " . . . yerli insanlara ve çevreye olan ilgilerini yitirdiler."
Washington' a uçtum. Ellili yaşlarının ortalarında olan bir adamla buluştum. Uzun, düz, siyah saçlı, bir Amazon yerlisi olmaktan gurur duyan, kıyafetleri ve gözlüğüyle bir antropoloji doktorunu iyi yansıtan biri. İlk kez göz göze geldiğimizde eski bağların gücünü hissettik. O bağı onurlandırmak için kutsal bir Ureu-eu-wau-wau töreniyle kan kardeş olduk. İpupiara'nın sözleriyle, "Artık Kondor ile Kartal yan yana uçup birlik içinde öğretebilir"di.
Ona mesajını vermesinde yardımcı oldum, Washington'la sınırlı çevresini genişletmesini ve daha istekli olan dinleyici kitlelerine ulaşmasını teşvik ettim. Bazen ülkede birlikte seyahatlerde bulunduk, seminerler ve konferanslar verdik, radyo ve televizyon programlarında konuştuk. Birbirimize karşı sevgimiz yıllar içinde giderek arttı.
Shuarlar ve Achuarlara yaptığım geziden sonra bir tavsiye için İpupiara'ya döndüm. Tampur ve Tsukanka'ya yaptığım ziyaretleri ve enerj i küreleri içinde zamanda geriye doğru yaptığım yolculukları anlattım.
"Atalarım tarafından onurlandırılmışsın" dedi sözlerimi bitirince. "Onların şekil değiştiren ışık kanoları içinde yolculuk yap-
1 83
mışsın." Smithsonian 'ın yanındaki alışveriş merkezinde yürüyorduk. Durdu ve bana delici bir şekilde baktı. "Gördüğün şey gerçek. Şimdi harekete geçmen gerekiyor."
Washington Anıtı 'nı işaret etti. "Eğer 'yıldızlardan gelen insanlar' için yapılmış bir anıt varsa, o da budur! " Sesi ciddileşti. "Bunun Achuarların yanında olmuş olmasının bir nedeni var."
Tekrar durdu. "Onları onurlandır." Ellerini omuzlanma koydu. "Onların isteklerini yerine getirmelisin." Söyledikleri gibi yap. Onlara ve Shuarlara, ağaçları sizin insanlarınızdan koruyabilmeleri için onlara para vermenin bir yolunu bul. Bu sorumluluk bu omuzlara düşüyor." Omuzlarımı biraz daha sıkı tuttu. "Sizin insanlarınızın ürettiği arabaların ve fabrikaların karbondioksitini emecek ve gelecek nesiller için oksijen sağlayacak olan ormanların varlığını korumak sana bağlı ." Ellerini omuzlarımdan aşağı bıraktı ve nihayet gülümsedi. "Hava, su, toprak ve ateş. Buna dikkat et. Sürdürülebilir bir gelecek hayalini gerçekleştirecek yollar bul. Tampur'un Dört Kutsal Kardeş hakkında söylediklerine kulak ver. Bunun doğru olduğunu biliyorsun. Dört Kutsal Kardeş olmadan hayat devam edemez ve ormanlar olmadan Dört Kutsal Kardeş de olmaz. Yaşlılar konseyinin emrine uy. Harekete geç. Yanında olacağım."
Takip eden aylarda Andlar'da ve Amazon'da, Avrupa'da ve Kuzey Amerika'da toplantılar düzenlendi. Tüm kıtalardan insanlar davet edildi. Amaç yeni bir algılama biçimi, yeni bir paradigma, bir şekil değiştirme için bir organizasyon kurmaktı. Katılımcılar arasında yerli insanlara ek olarak, seminer ve gezilerin katılımcıları, İtalyan ressam ve Tibet Şamanizm' i öğrencisi Marina Bellazi 'nin arkadaşları ve taraftarları, doktorlar, girişimciler, avukatlar, müzisyenler, zanaatkarlar ve hayalimizi değiştirmeye adanmış diğer pek çok insan bulunuyordu.
Bunun resmi bir organizasyon olmaması gerektiğine karar verdik. İdeal olarak, ne kar amacı güden, ne de gütmeyen bir kurum olması gerekiyordu çünkü o durumda bir şekilde bazı ülkelerin hukukuna göre bazı sınırlamalarla karşı karşıya kalacaktı. Karakter olarak gerçekten evrensel, tabana yönelik, dünya çapında, herhangi siyasi, ekonomik ve dini kalıplarla sınırlanmayan, basit bir
1 84
şekilde ifade edilecek olursa sadece insanlar değil kayalar, nehirler ve dağlar dahil Pachamama'nın tüm çocukları için gelecek nesillere hizmet edecek, ortak olarak paylaşılan değerleri yansıtan bir dizi amaçla hareket edecek bir kurum olmalıydı.
Bu genel prensipler oluşturulduktan sonra amaçlan belirleme, bir isim üzerinde anlaşma ve işler bir mekanizma oluşturmaya yöneldik.
Önce amaçlar geliyordu. Şekil değiştirmeye gerçekten yardımcı olacak üç amaç üzerinde fikir birliğine ulaştık: Dünyayı onurlandırıcı değişimlerin daha çok ve daha bilinçli algılanmasına uğraşmak, ormanları korumak ve çevresel ve sosyal dengeyi, sürdürülebilir bir geleceği destekleyecek tarzda yerli kültürlerin bilgeliklerini uygulamak.
Sonra isim belirleme aşamasına geldik. Çeşitli önerileri inceledik ve Hayal Değişimi Koalisyonu (Dream Change Coalition; DCC) isminde karar kıldık.
Son olarak işlevsel yapı üzerinde beyin fırtınası yaptık. Hayal Değişimi Koalisyonu, tıpkı herhangi birinin bir demokrat, sosyalist, Hıristiyan veya Budist olabildiği gibi ait olabileceği bir felsefe veya din gibi olacaktı. "Ben Hayal Değişimi Koalisyonu'nun bir üyesiyim" demek, sadece daha önce belirtilen üç amaca olan inancı ifade edecekti.
Bir Shuar büyüğü Hayal Değişimi Koalisyonu 'nu "ormanın rüzgarıyla taşınan ve yaratıcılığını toprağa yayan tohum" olarak tanımlamıştı. Bir Quechua şamanı ise şöyle dedi: "Her şeyi dönüştürmek için tüm gereken inanç ve bir hayaldir." Onların sözleri bana seminerlerimde sıkça sorulan şu soruyu hatırlattı: "Biz burada, yani New York City'de atalarımızın yaşam tarzına dönebilir, Achuarlar gibi yaşayabilir miyiz?"
Elbette bu sorunun yanıtı, bunun gerçekçi olmadığı ama daha sürdürülebilir maddeciliği değil esrikliği ön plana çıkaran yaşam biçimlerine dönebileceğimizdir. Şimdi ilk kez bunun ötesindeki olasılıkları da görebiliyordum. Şamani kültürlerin dayandığı prensiplere gerçekten dönebileceğimizi anlamaya başladım. İnançlı şekil değiştiricilerin temel inançlarını paylaşabiliriz; her şeyin anlamayabileceğimiz ama bütünün hayrına olarak kabul edebileceğimiz nedenlerle olduğunu, evrimsel bir piramidin var olmadığını,
1 85
"diğerleriyle" gerçekten ayrılmaz şekilde bağlı olduğumuzu, tüm yönleriyle hayalin ve rüyanın kendimizden daha yüksek bir güçle doğrudan bir iletişim olduğunu, mutluluğun üretim ve tüketimle değil, yalnızca birbirimize bağlılığımızı hissetme, var olmanın coşkusunu deneyimlemeyle ilişkili olduğunu kabul edebiliriz. Bana göre bu farkındalık, modem, endüstriyel kültürleri uzun süredir baskı altında tutan engeli aşmamızı, asırlardır süren; bizi korku, belirsizlik ve kontrolü ele alma ihtiyacı gibi kelepçelerine mahkum eden sınırlamalardan arınmamızı, böylece bir şekilde kendimizi ve ilişkilerimizi yeniden tanımlamamızı sağlıyor.
Ayrıca şunun farkına vardım ki, tıpkı hayal değişiminin iki aşamada meydana gelmesinin gerekmesi gibi (Tibet yıldız yolculuğunda olduğu gibi değişimi hayal etme ve o değişimi bu gerçeklikte meydana getirme), Hayal Değişimi Koalisyonu 'nun da sadece ortak değerler ve amaçlara sahip bir insanlar topluluğundan fazlası olması gerekiyordu. Üç amacı pratik kullanıma dökecek şekillerde kendimizi organize etmemiz gerekiyordu. Ama bu farkındalık, şirket tarzında olmayan bir yapıya yönelişimizle de çelişiyor görünüyordu.
Bir gece uykuya dalarken Knut Thorsen'in görüntüsü geldi gözlerimin önüne. Otel odasındaki pencerenin önünde durmuş Ujung Padang limanına bakıyorduk. İki Bugi prahusu denizde birbirlerinin yanından geçerken gövdeleri dalgalarda birbirlerini selamlar gibi sallandı. "Şirketler bir araç" dedi Knut. "Çok güçlü bir araç. Bizi yok da edebilir, kurtuluşumuz da olabilir."
Ertesi sabah Yukatan'a gitmek üzere bir uçakta yer ayırttım.
Tıpkı bir volkanın sabah göğünde yükselişi gibi, büyük taş piramit cangıldan yukarı tırmanıyordu. Manzaranın doğal bir parçası , ormanın akrabası gibiydi. Arkamızdaki ağaçların karanlık duvarı ile önümüzdeki devasa piramidin arasındaki bir gölgede oturuyorduk Viejo Itza'yla birlikte. Ben son karşılaşmamızdan bu yana geçen yılların olaylarını, şekil değiştirmeyle ilgili maceralarımı anlatırken, Viejo Itza çok iy� bildiği, tanrıların, insanların ve zamanın testlerine dayanmış muhteşem anıtın zirvesine sabitlemişti gözlerini.
1 86
Hikayemi bitirince sessizce oturarak yorumlarını bekledim. Güneş piramidin diğer tarafında hafif soldan yükseliyordu. Güneş yavaşça ilerlerken, parçalı ve dağınık düzlüklerin kenarlarında büyüleyici ışık ve gölge şekilleri oluşturuyordu. Arada sırada bir huzmesi parlak bir taş parçasından yansıyıp bize geliyor, bir an için başka hiçbir şey göremiyordum.
"Yaptın işte" dedi sonunda. Ona baktım. "Hücresel bir seviyede şekil değiştirdin." "Evet." "İstediğin şey buydu." Kendi kendine güldü. "Daha önce bura
dayken bununla çok ciddi bir şekilde ilgileniyordun. İyi hatırlıyorum. Şekil değiştiricinin insan türünün varlığını sürdürmesindeki rolünden bahsetmiştik. Hayatımızı tehdit eden asıl şeyin iş dünyası olduğunu söylemiştin. Yani yöneticilerden, politikacılardan, reklam kurumlarından, televizyonlardan ve benzer şeylerden oluşan bir bütün. Kısacası kurumlar."
Bunu onayladım ve hala aynı şeyi düşündüğümü ekledim. "O şeyleri dönüştürmen gerektiğini söylediğimde moralin bo
zulmuştu. Bana gayet net bir şekilde, kurumsaldan ziyade fiziksel, hücresel şekil değiştirmeyle ilgilendiğini söylemiştin. Jaguar olmak istiyordun. Ama sonra bir enerji küresine razı oldun." Durdu.
"Ve bunu yaptım." "Gerçekten de yaptın. Hala bir jaguar olmak istiyor musun?" Kendi kendine gülme sırası bendeydi. "Hayır. Enerj i küresi ,
koltuk, mızrak ve bitki demeti gayet yeterliydi. Sanırım artık asıl işe, yani türümüzün ve yanımızda götürdüklerimizin hayatta kalması için çalışmaya dönme vakti. Bana her ikisini de yapabileceğimi söylemiştin. Fiziksel ve kurumsal. Kurumsal için hazırım."
Güldü. "Hafızan iyi." Bir süre düşünceler içinde kaybolmuş gibi göründü. "Koltuk olma deneyiminden herhangi bir şey öğrendin mi?"
Zaten sıkça hatırlayıp üzerinde kafa yormuş olduğum için şimdi bu soru hakkında çok düşünmem gerekmiyordu ve yanıtı bildiğimden emindim. "O deneyim en temel ve en derin seviyelerde hepimizin gerçekten bir olduğunu doğruladı. Tüm insanlara bunu
1 87
nasıl yapabilecekleri öğretilse, insanların hiyerarşiler hakkındaki tutumları çabucak değişirdi. Şekil değiştiriciler inançsız birer egemen olamazlar."
Gülümsedi ve başıyla onayladı. Sonra dikkati bir kez daha piramide yöneldi. Ben de onunla birlikte piramidi izledim. Taşlarda birbirine geçen, yükselip alçalan ışık ve gölgeleri gözledim. İzlemeye devam ettikçe ışıkla gölge arasında ayrım yapamaz hale geldim. Daha önce ışığın olduğu yerde şimdi gölge vardı. Birkaç saniye önce gölge olan yer şimdi aydınlıktı.
"O zirveye çıkıp aşağı baktığında . . . " dedi, " . . . ormanın nerede sonlanıp açıklığın nerede başladığını anlamak zorlaşır bazen. Ama burada olduğun zaman bunu anlamak çok kolaydır." Bunun üzerinde düşündüm ama herhangi bir yorumda bulunma şansı bulamadan Viejo sözüne devam etti. "Ormanları koruma amaçlı bir Hayal Değişimi Koalisyonu programından bahsettin. Bunu biraz daha anlatabilir misin?"
"Elbette. Buna POLE• adını da veriyoruz. Pollution Offset
Lease far Earth (Dünya İçin Kirliliği Dengeleme Dayanışması) kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor. Shuar büyükleriyle, Tampur'la, Achuar büyükleriyle olan konuşmalarımızdan doğdu. Yerinde duran bir ağacın kesilmiş bir ağaçtan çok daha değerli olduğu çünkü Dört Kutsal Kardeş için ağaçların zorunlu olduğu, hayatta kalabilmek için herkesin Dört Kutsal Kardeş 'e ihtiyacı olduğu fikrine dayalı. O toplantıda Achuarlar bizden ağaçları kesenleri durdurmanın yollarını bulmamızı istedi. POLE bunun neticesinde ortaya çıktı. Şahsen bunu sadece bir başlangıç, doğru yönde bir adım olarak görüyorum. Şu şekilde işliyor. .. " Karbondioksitin, iklimimizi değiştirme ve bizi kendi kirliliğimiz içinde boğma tehdidi oluşturan son derece tehlikeli bir sera gazı oluşunu açıkladım. Araba sürdüğümüzde, otobüse bindiğimizde, hatta
* Dream Change Coalition organizasyonunun POLE programında katılımcılardan bireysel bazda yıllık olarak ürettikleri karbondioksiti dengelemek üzere aylık 25 dolarlık bir ödeme alınıyor ve bu şekilde oluşturulan fon, dünyanın en büyük oksijen kaynağı olan Amazon yağmur ormanlarının korunması projelerinde kullanıl ıyor-ç.n.
1 88
fabrikalarda yapılan giysiler ve besinler satın aldığımızda karbondioksit üretiyoruz. Ortalama olarak dünyadaki her insan yılda dört ton karbondioksit yaratıyor. Daha endüstrileşmiş ülkelerde bu rakam çok daha yüksek. Sonra ağaçların fotosentez sürecinde karbondioksiti nasıl emdiğini anlattım ve bu iki faktörün, yerli insanlara para vererek ormanlarını korumalarını sağlamada nasıl bir imkan sunduğunu açıkladım. "Bir dönüm tropik ormanın emdiği karbondioksit miktarını hesaplayabiliriz. B ir enerji santrali sahibi veya araba üreticisi, tesislerinin neden olduğu kirliliği dengelemek için POLE satın alabilir. Aynı şey bireyler için de geçerli . Shuarlara, Achuarlara ve Ureu-eu-wau-waulara ödenen bu para, ağaçlarını korumalarını, ağaçlarını kereste şirketlerine, petrol sondajcılarına ya da büyük baş hayvan yetiştiricilerine satmanın cazibesine direnmelerini sağlıyor. Maliyet oldukça düşük, kar ise ölçülemeyecek kadar büyük: Temiz hava. Hayat !"
"Bu bana büyük bir şekil değiştirme gibi geldi !" "Beğendin mi?" "Elbette beğendim." B ir an düşündü. "Sadece sağladığı şey
için değil, aynı zamanda temsil ettiği şey için. Şirketlerin ancak yıkım yaratan üretim ve satışlarla var olabilecekleri düşüncesine meydan okuyor. Yerinde duran ağaçları satmak, hava satmak çok anlamlı."
"Kesinlikle." Hayvan habitatlarının, potansiyel tıbbi faydası olan bitkilerin, tohum bankalarının, erozyona açık bölgelerin, nehir havzalarının korunmasının da aynı kavrama dahil edilebileceğini belirttim. "Liste hayal gücümüzle sınırl ı ." Sonra durdum. "Ama bir sorun var."
"Nedir?" "Tüm bunları yapabilmemiz için tüzel bir yapı oluşturmaya,
yani Hayal Değişimi Koalisyonu 'nun kuruluş ilkelerine zıt bir şey yapmaya ihtiyacımız var. Burada olmamın nedenlerinden biri de bu. Tavsiyeni almak."
Bu gürültülü bir kahkahaya neden oldu. "Benim tavsiyem! Tüzel yapılar hakkında! Benim gibi yaşlı bir Maya köylüsünden mi?"
"Özüne indiğinde bu da bir şekil değiştirme meselesi aslında." "Her şey öyle, değil mi?"
1 89
"Kesinlikle." Belki on beş dakika boyunca konuşmadan durduk. Kendimi
eğlendirmek için güneş ışığının ve gölgenin piramitteki oyunlarını gözledim. Güneş zirvenin yanındaki bir düzlüğün köşesinden kendini göstermişti. Dikkatim tekrar oturduğumuz yerin yakınına çevrildi çünkü büyük bir kertenkele sürünerek bir yerlerden çıkmış, piramidin gölgesi ile ağaçların karanlık duvarı arasında oluşmaya başlayan ışık köprüsünde uzanmaya gelmişti. Hareket etmeden bize baktı. Viejo Itza'nın sözlerini bekliyordu sanki. Sonra birden gözlerini kırptı, kafasını yukarı aşağı hareket ettirdi, kuyruğunu salladı ve kaçtı .
"Tuhaf . . . " dedi, " . . . hayatımızı ne kadar da karmaşık hale getirebiliyoruz."
Neyi kastettiğini sordum. Sorumu duymazdan gelip kendi sorusunu sordu. "İnsanları Ek
vator'a geziye getirdiğinde hangi tüzel yapıyı kullanıyorsun? Ne ödüyorlar?"
Adını Keltik bilgi gemisinden alan Prydwen isimli kendi şirketim olduğunu anlattım. "Eğitime, hayali değiştirmeye adanmış bir şirket."
"Kar amaçlı bir şirket mi?" "Yasal olarak evet çünkü bu işleri basitleştiriyor. Bağış istemi
yoruz. Yolculuk ve seminerler gibi hizmetler ve ayrıca tütsü ve Shuar kolyeleri gibi birkaç ürün satıyoruz. Kar amacı gütmeyen organizasyonlar için bu durum daha karmaşık hale geliyor. Ama aslına bakarsan biz hiç kar yapmıyoruz. Tüm 'karlar ' , başka bir organizasyona yatırım olarak aktarılıyor. Kar amacı gütmeyen bir şirket olan Dream Change ine. 'e. O para, bilinçte dünyayı onurlandırıcı değişimlerin, dünyayı onurlandıran yaşam biçimlerinin ve çevre korumanın geliştirilmesine adanıyor."
"Bana iyi bir sistem gibi göründü. POLE' leri satmak için neden Prydwen'i kullanmıyorsun?"
"Çünkü Hayal Değişimi Koalisyonu'nun herhangi bir ülkenin parçası veya herhangi bir ülkenin yasalarının sınırlaması altında olmaması gerekiyor."
1 90
Bunun üzerinde düşündü. "Ben bir sorun görmüyorum" dedi derin bir düşünce içinde. "Hayal Değişimi Koalisyonu 'nun öyle olması gerekiyor. Prydwen ise tüzel bir kurum. Para Hayal Değişimi Koalisyonu'nun üç amacının gerçekleştirilmesi için Dream Chan
ge Jnc. 'e gidiyor." Durdu, yüzü aydınlandı. "Bu ideal bir yapı ! Shuar büyüklerinin anlattığı tohum gibi dünyaya yayılabilecek bir model! Arkadaşın Marina İtalya' da bir şirket kurabilir. Başka biri Endonezya'da. Ve Mısır. Hepiniz kendi ülkenizde tüzel bir kurumsunuz, vergi ödüyorsunuz, dolayısıyla sosyal hizmetlere katkıda bulunuyorsunuz ama hepiniz ortak bir hayalde birleşiyorsunuz."
"Bu dahiyane!" dedim onun şevkini yakalayarak. "POLE ve yerli sanat ürünlerini satan çok sayıda insan, nehir havzalarının ve ilaç yapımında kullanılan bitki alanlarının korunması ve henüz hayal edilmemiş sayısız fikir . . . İnsanların bireysel ve kurumsal olarak şekil değiştirerek geçimlerini sağlaması . Bazıları kar amacı güden, bazıları da gütmeyen şirketler olabilir. Hayal Değişimi Koalisyonu tüm bunları kapsayan büyük bir şemsiye, bir tür rehber ışık olur."
"Bir enerji küresi ." "Bir enerji küresi." Birden durdum. Bu beni Amazon yağmur
ormanının derinlerindeki o geceye geri götürdü. Sanki yeniden oradaydım. Mavi küreye dönüştüğümü, havalandığımı, altımdaki aydınlanmış ormanı ve bir grup askerin mağaralarına doluşmuş küçük klana saldırışını izlediğimi bütün canlılığıyla hatırladım. Ama bu kez Knut, Yamin, Toyup, Buli, Barış Gücü günlerimde hayatımı kurtarmış olan yaşlı Shuar adam ve kadın, Maria Quischpe, Kitiar ve Tayu 'nun yüzlerini görebiliyordum. Hepsi bir rüyadaki birer yüzücü gibi önümde bir araya geldi, birleşti, tekrar ayrıldı, tekrar birleşti ve sonunda yüzleri kaybolup bir enerji küresine dönüştüler.
O anda güneş piramidin zirvesinden yükseldi. Bir an için yalnız jaguarın etrafında bir hale göründü. Sonra büyük bir ışık patlamasının gelmesiyle kamaşan gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Gözlerimi açtığımda Viejo Itza ayaktaydı. Bana arkası dönük, kollarını yanlara açmış piramide bakıyordu. Açık kollarından güneşi, piramidi ve jaguarı görebiliyordum. Vücudumdaki her hücre onların sıcaklığı, gücü ve enerjisiyle doldu.
1 9 1
İnsan kurallara sığmaz!
TEŞEKKÜR
Bu KİTAPTA ANLATILAN olaylar gerçekten yaşanmıştır. İsimlerde ve bazı ayrıntılarda (insanlar, yerler ve kronolojiyle ilgili ayrıntılar) değişiklikler yapılmıştır. Bunun nedeni, önemli olduğunu düşündüğüm yerlerde mahremiyetin korunması ya da ilgili kişilerden gelen taleptir.
Pek çok insana çok şey borçluyum. Onlar olmadan bu kitap asla yazılamazdı . Özellikle de, öğretmenim olan, bana ve pek çok insana ilham vermiş olan şamanlara ve şekil değ; �tirici lere teşekkür etmek istiyorum. Hepsini burada sıralamak çılgınlık olur ama öğretileri bu kitabın konusunun ortaya çıkmasında özellikle belirleyici olan (ve metinde gerçek isimleri verilmemiş olan) birkaçını söylemek istiyorum: Maria Arcos, Juan Arcos, Charapa, Chumpi, Daniel Guachapa, Atun Juank, Jose Joaquin Pineda, Roberto Poz, Maria Juana Yamverla, Manuel Yamverla, Esteban Tamayaro, Jorge Tamayo ve Jose Tamayo, Rafael Taish, Alberto Tatzo, Amalia Tuitsa, Bosco Tuitsa, Tukupi, Tuntuam ve Abu Xerxes. Metinde isimleri verilen tüm öğretmenlere de teşekkür ediyorum. Çocuklarının geleceğini size borçlu olan bizler, sizi nasıl yeterince onurlandırabiliriz ki?
Karım ve kızım hep benimle birlikteydi ve pek çok sıkıntıyı ve coşkuyu paylaştık. Teşekkür ederim Winifred ve Jessica.
Büyük annem Nana beni bu yola, yani hem kendi içime hem de başka bölgelere yaptığım yolculuklara yönelten kişiydi. Ruhu hep yanımdaydı.
1 93
Ve sen baba, cesareti bu son yıl boyunca rehber ışık olan kişiydin. Annemin bu hayatındaki zorlu şekil değiştirişini izleme ıstırabına dayandın ve bu süreçte kendi sihirli dönüşümünü gerçekleştirdin. Tüm ömrünü öğretmenlik mesleğine adadıktan sonra, bu son yılda kendi içindeki Şaman ' ı ortaya çıkardın, en azından benim için. Teşekkür ederim.
K wan Sung ve Chu Young Lee bana zihnin madde üzerindeki egemenliğini öğretti. Hayatlarınızın tüm bu nesillere sağladığı ilham için size teşekkür ederim.
bıner Traditions yayınevindeki tüm iş arkadaşlarıma minnettarım. Şekil değiştirmeye kelimelerinizle olan adanmışlığınız bana büyük bir i lham oldu. Özellikle, bu sayfalarda anlatılan pek çok macerada bana arkadaşlık eden, danışmanlık yapan, ayrıca dört kitabımın yayıncısı olan Ehud Sperling'e teşekkür ediyorum. Ehud olmasaydı Hayal Değişimi Koalisyonu da olmazdı. Susan Davidson'a da özel bir teşekkür borçluyum. Hayatı kitabın konusunu örneklendiren bir editör bulmak her yazara nasip olmaz. Hem kelimelerle hem de dansla insanlara hayatlarını dönüştürmeyi öğreten Susan da bir tür şamanlık yapıyor.
1 94
HAY AL DEÖİŞİMİ KOALİSYONU HAKKINDA
NOT
Bu KİTAPTA ANLATILAN kurumsal şekil değiştirmenin canlı örneği olan Hayal Değişimi Koalisyonu (DCC), şamanların ilham verdiği, tabana yönelik bir harekettir. Hayal Değişimi Koalisyonu tüm dünyada pek çok kültürden insanı kapsamaktadır. Üç temel amacı şudur:
1 . Dünyayı onurlandırıcı değişimlerin daha çok ve daha bilinçli algılanmasına uğraşmak,
2. Ormanları korumak,
3. Çevresel ve sosyal dengeyi, sürdürülebilir bir geleceği destekleyecek tarzda yerli kültürlerin bilgeliklerini uygulamak.
Hayal Değişimi Koalisyonu şirketler ve kurumlar için bir model görevi görmektedir. Örneğin, yeni algılama ve sürdürülebilir çalışma şekilleri sunmakta ve insanları dünyayı onurlandırıcı yollarla hayatlarını kazanmaya teşvik etmektedir. Programları arasında konferanslar, seminerler, eğitim materyalleri, bu kitapta bahsedilen bazı şamanlara yapılan yolculuklar, POLE (Dünya İçin Kirliliği Dengeleme Dayanışması), sürdürülebilir şekillerde üre-
1 95
tilen ürünler, kabile törenleri ve bu kitap basılırken henüz hayal edilmemiş olan pek çok başka faaliyet bulunmaktadır.
Hayal Değişimi Koalisyonu hakkında daha fazla bilgi almak veya John Perkins ' le iletişim kurmak için adres:
Dream Change Coalition P.O. Box 705 Whateley, MA O 1 093 USA (4 1 3) 665-0 10 1 www .dreamchange.org
1 96