82
GEÇ OSMANLI DÖNEMİ Çeviri Derlemesi Serap Güneş Dünyadan Çeviri | www.dunyadanceviri.wordpress.com

Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

  • Upload
    others

  • View
    15

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Geç Osmanlı Dönemi

Çeviri Derlemesi

Serap Güneş

Dünyadan Çeviri | www.dunyadanceviri.wordpress.com

Page 2: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

İçindekilerGüçler ayrılığı ve Avrupa ile İslami Ortadoğu arasındaki kurumsal ayrışmanın Ortaçağ’daki kökenleri - Eric Chaney[1].........................................................................................................3

Aykırı Adam veya Birinci Dünya Savaşı Sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nda Neden Rejim Değişikliği Olmadı? – Erik-Jan Zürcher....................................................................................13

Machiavelli’den Sultanlara: Osmanlı İmparatorluğu bağlamında iktidar ağları – Demetrios Stamatopoulos......................................................................................................26

İsa’nın Yoksul Adamları ve Onların Liderleri: Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan Ortodoks Ruhban Sınıfı Arasında Varsıllık ve Yoksulluk (18. yy.) – Dimitris Stamatopoulos...................43

2

Page 3: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Güçler ayrılığı ve Avrupa ile İslami Ortadoğu arasındaki kurumsal ayrışmanın Ortaçağ’daki kökenleri - Eric Chaney[1]Kaynak

Özet

Sürdürülebilir ekonomik büyümenin kökenlerini Avrupa’nın benzersiz kurumsal çerçevesinde gören etkili bir literatür var. Bu makalede, Avrupa’nın özgün kurumsal bağlamını daha iyi anlamayı sağlayacak kavramsal bir çerçeve önermek için, tarihsel bulguları süregiden araştırmamın çıkarımlarıyla birleştiriyorum. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü takip eden bir dizi şokun, toprak sahibi aristokrasi, ruhban sınıf ve hükümdar arasında aşamalı bir güçler ayrılığına yol açtığını gösteriyorum. Bu güçler ayrılığı ise, nihayetinde, büyümeyi artıran kurumsal yenilenmeye benzersiz şekilde olanak sağlayan bir siyasal ortam sağladı. Ortadoğu’da hükümdarlar benzer bir şoklar dizisini yaşamadılar ve köle ordularının kullanımı üzerinden, Avrupa tarzı bir güçler ayrılığının önüne geçebildiler.

1. Giriş

Sürdürülebilir ekonomik büyümenin kökenlerini Avrupa’nın benzersiz kurumsal çerçevesinde gören etkili bir literatür var. Ancak bu kurumların ortaya çıkışına katkıda bulunan olaylar ve etmenler bilimsel tartışmanın konusu olmayı sürdürüyor.

Bu makalede tarihsel bulguları süregiden araştırmanın (Blaydes ve Chaney 2011, Chaney 2011) çıkarımlarıyla birleştirerek bu tartışmaya katkıda bulunuyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi öncesi (yani 9. ve 15. yüzyıllar arası döneme odaklanıyorum) İslami Ortadoğu’daki kurumsal denklem ile karşılaştırma üzerinden Avrupa’nın parlamentoları, şehir devletlerini, seçiciler kurullarını, gayri şahsi değiş tokuşu vs. içeren özgün kurumsal bağlamının ortaya çıkışını daha iyi anlamayı sağlayacak bir tarihsel anlatı ve kavramsal çerçeve öneriyorum.[2]

Monoteist ruhban sınıfın mevcudiyetinin, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü (476) izleyen bir dizi şokla birlikte, Avrupa’da toprak sahibi aristokrasi, Kilise ve hükümdar arasında aşamalı bir güçler ayrılığına yol açtığını gösteriyorum. Bu güçler ayrılığı, nihayetinde, büyümeyi artıran kurumsal yenilenmeye benzersiz şekilde olanak sağlayan bir siyasal ortam sağladı.

Ortadoğu’da hükümdarlar benzer bir şoklar dizisi yaşamadılar ve toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkmasını önlemek için köle orduları (memlukler) ithal ederek Avrupa tarzı bir güçler ayrılığını engelleyebildiler. Hükümdar askeri güç üzerinde kontrol sürdürürken, dini önderler popüler koordinasyon ağları üzerinde bir tekel idame ettirdiler. Bu denklemde askeri liderler, ekonomik fazlanın tahsisatı üzerinde kontrol karşılığında, dini seçkinlerin sivil kurumları terkip ve kontrol etmesine izin verdiler. Netice itibariyle kurumlar, hükümdarın ve dini seçkinlerin rantlarını müştereken maksimize etmeye uygun şekilde terkip edildi. Bu

3

Page 4: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

seçkinlerin siyasal iktidarının kaynakları, uzun vadede olumsuz ekonomik etkileri olan kurumsal gelişmelere yol açtı.

Devletler içinde güçlü siyasal gruplar arasındaki rekabetin kurumsal değişimi kolaylaştırdığını öne süren bu makaledeki analiz, böylesi bir güçler ayrılığının hayırlı etkilerini açığa çıkaran yakın tarihli çalışmaları tamamlamakta (örn. Persson vd. 1997). Ek olarak analiz Avrupa devletleri arasındaki rekabetin ekonomik ilerlemeyi kolaylaştırmadaki önemini gösteren araştırmalar açısından da tamamlayıcı (örn. Mokyr 2002, s. 276).

Son olarak, bu analizi Batı’nın yükselişi üzerine diğer çalışmalara tamamlayıcı olarak gördüğümü vurgulamam önemli. İlk başta güçler ayrılığını yaşayan birçok bölge, sonunda daha az dinamik bir denkleme geri dönmüş görünüyor. Bu noktada, Atlantik keşiflerinin bazı Batı Avrupa entitelerinin evrimini olumlu etkilerken (Acemoğlu ve Robinson 2005) diğerlerini olumsuz etkilediğini (Drelichman ve Voth 2008) gösteren bulgular, Ortaçağ’ın hükümdar-kısıtlayıcı kurumlarının bazı bölgelerde diğerlerine nazaran neden kayda değer ölçüde ayakta kaldığını anlamak için esaslı öneme sahip.

2. Kurumsal Ayrışma: Avrupa ve Ortadoğu

Bilim insanları, MS 1000 yılında Ortadoğu Avrupa’dan ekonomik olarak daha gelişmiş durumdayken MS 17. yüzyılda durumun tersine döndüğü konusunda genellikle mutabıktırlar (örn. Issawi 1980). Talihteki bu dönüşün kökenlerini Ortaçağ Avrupa’sında yaşanan bir dolu kurumsal değişiklikte gören etkili bir bilimsel çizgi var. Bir dizi yayında, Avner Greif, gayri şahsi değiş tokuşu destekleyen Avrupa kurumlarının ortaya çıkışının ekonomik önemini vurguladı (bkz. Greif 2006 ve referansları). DeLong ve Shleifer (1993) ve daha yakın tarihte de van Zanden vd. (2011), hükümdar-kısıtlayıcı kurumların önemini vurguladı. Öte yandan diğer başka yazarlar da diğer kurumsal alanlardaki önemli değişimlerin altını çizdiler (örn. van Zanden 2008). Hangi kurumların Avrupa’nın büyümesinde esas uyarıcı olduğundan bağımsız olarak, Ortadoğu’nun büyümeyi artıran benzer bir kurumsal çerçeve geliştirmediği konusunda yaygın bir konsensüs var (örn. Pamuk 2004, 2007; Kuran 2011).

Bu çalışmalar Avrupa’nın erken bir tarihten itibaren geliştirdiği kurumsal avantajlara dair anlayışımıza önemli katkılar sağlamasına rağmen, bu kurumların gelişmesinin yolunu açan olaylar bilimsel tartışma konusu olmayı sürdürüyor. Bu makalede, bu kurumsal ayrışmayı daha iyi anlamayı sağlayacak bir tarihsel anlatı ve kavramsal çerçeve sunuyorum. Bunu yapmak için, Acemoğlu ve Robinson’un (2008) yaklaşımını izliyorum ve hem tarihsel bulguları hem de yakın tarihli ampirik bulguları (Blaydes ve Chaney 2011’de) yorumlamak için hem Avrupa hem de Ortadoğu’da siyasal iktidarı elinde tutan grupların eylemlerine ve yüz yüze kaldıkları kısıtlamalara odaklanıyorum. Avrupa’da ve/veya Ortadoğu’da ciddi siyasal iktidar sahibi üç gruba odaklanıyorum: hükümdar, ordu ve dini önderler.

3. Avrupa ve Ortadoğu’da “Klasik” Denklem

Avrupa’da MS 800 öncesi kurumsal denklem, Osmanlı öncesi Ortadoğu’daki ile birçok benzerliğe sahipti. İki bölgede de zor gücü üzerinde tekele sahip etkili bir monoteist ruhban sınıf ve hükümdar vardı.

Avrupa’da bu kurumsal çerçeve İmparator Konstantin’in 312’de Hıristiyanlığa geçmesi sonrası yükseldi. Bunu takiben imparator, piskoposları ve diğer üst kademe dini makamları atama yetkisini elinde tutarak Kilisenin başı haline geldi. Dikkat çekici şekilde, ilk Hıristiyan

4

Page 5: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

imparator monoteizmin halk desteğini sağlamadaki benzersiz faydasını fark etmiş görünüyor. Tek tanrıcılığın yükselişinin dini otoritelere “muazzam bir güç” sağladığını belirten bilim insanları bu çıkarımı destekleyen bulgular elde ettiler.[3]

Tek tanrıcılığın yükselişi pagan seleflerine kıyasla dini önderlere artan siyasal güç sağlamasına rağmen, İmparatorun askeri güçler üzerindeki kontrolünü sürdürmesi, “sezaropapacı” [askeri ve dinsel güçlerin birleşimi, ÇN] bir denkleme yol açtı. Bu denklemde, imparator üst kademedeki görevlileri atıyor ve bunların taleplerini, isyanı önlemek için gerektiği ölçüde yerine getiriyordu (Drake 2007, s. 414).

Dini önderler siyasal güçlerini kentsel kurumlar üzerinde kontrol sağlamak ve bunları kendi çıkarlarına göre şekillendirmek için kullanıyorlardı. Örneğin geç Roma İmparatorluğu’nda piskoposlar kentsel kurumlar üzerinde hakimiyet kurdular ve “şehirler giderek Hıristiyanlaştığından şehirlerinin sözcüleri haline geldiler ve Hıristiyan toplumun en yüksek temsilcisi ve sivil hayatın önde geleni rolleri birleşti.” Bu piskoposlardan birçoğu konumlarını varlıklarını artırmak için kullandılar (Rapp 2005, ss. 7, 211-219, 289).

Dini önderlerin siyasal gücü arttıkça, ekonomik güçleri de kıra kadar yayılmış görünüyor. Birçok kişi, mallarını müsadereden korumak veya mirasçılar arasında parçalanmasını önlemek için topraklarını dini önderlere emanet ediyordu. Genel olarak, bireyler, toprak üzerindeki mülkiyet hakkını bağışçının ve mirasçılarının getirinin bir kısmı üzerinde kontrolü (tarımsal üretimden pay almak gibi) karşılığında dini önderlere vermiş görünüyor. Dini önderlerin siyasal gücü, “bağışçının bir mülkü siyasal düşmanlarının veya aç gözlü akrabalarının elinin uzanamayacağı şekilde bir azizin manevi patronajı altına sokabilmesi, […] artık mirasçılar arasında bölünmesinin veya düşmanlar tarafından zorla el konulmasının söz konusu olmaması” anlamına geliyordu. Dini önderler bu arazilerden ciddi gelirler elde etmiş görünüyorlar. Erken Ortaçağ Fransa’sında tüm toprakların yüzde %50 kadarının bu şekilde elde tutulduğu tahmin ediliyor (Innes 2000, ss. 41-42).

İslami Ortadoğu’da benzer bir denklem İslami fetihlerin birkaç yüzyıl ertesinde ortaya çıktı. Siyasal liderler askeri destek üzerinde tekel sürdürdüler. Monoteist dini önderler ise popüler koordinasyon ağları üzerindeki kontrollerini kullanarak askeri seçkinlerden tavizler kopardılar (Lapidus 1984, ss. 190-191; Chaney 2011). Avrupa’da olduğu gibi, dini önderler şehirlerinin sözcüleri olarak ortaya çıktılar (Bulliet 1972, Lapidus 1984). Bu dini önderler aynı zamanda kentsel kurumların gelişimini de etkilediler ve mülkün koruyucusu rolleri ile gelir elde ettiler (Amin 1980, Kuran 2011).

4. Avrupa’da Askeri Şoklar ve Güçler Ayrılığı

Tarihçiler Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da sona ermesini formaliten fazla bir şey saymasa da 5. yüzyıldaki Cermen akınlarının Avrupa’daki “klasik” siyasal denklemi büyük ölçüde değiştiren bir dizi askeri şokun başlangıcı olduğu konusunda genel bir kabul vardır. Örneğin Marc Bloch (1961, s. xviii), bu denklemin ilki 5. yüzyılın Cermen akınları, ikincisi ise 7. ve 8. yüzyılların Müslüman fetihleri olmak üzere iki kapsamlı halk hareketi ile bozulduğunu belirtir.

Bilim insanları bu ve diğer şokların, askeri liderlerin hükümdar karşısında aşamalı olarak özerklik elde ettiği Karolenj kurumsal denkleminin ortaya çıkışındaki önemini vurguladılar (Pirenne 1980 [1939]; Ullman 1969, s. 111). Bu tarihsel anlatı, bu askeri şokların hükümdarın konumunu hem mali hem de askeri olarak zayıflattığını vurguluyor. Bu, başlangıçta

5

Page 6: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

hükümdarın, [hizmetlerine] karşılık olarak askeri güçlerine toprak vermesine yol açtı. Ancak bu şokların uzun süreye yayılan etkileri, askeri güçlerin merkezi otoriteden giderek artan şekilde bağımsızlaşması ve nihayetinde bağımsız bir çıkar grubu olarak ortaya çıkması anlamına geliyordu. Bu grubun ortaya çıkışı, aristokrasi, ruhban sınıf ve hükümdar arasında benzersiz bir Avrupai güçler ayrılığına yol açtı.[4] Bu tarihsel anlatıda, hükümdar toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkmasını önlemek isterdi. Ancak Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü takip eden bir dizi askeri şok bunu yapmasına engel oldu.

Blaydes ve Chaney’deki (2011) ön sonuçlar, bu tarihsel anlatıya ampirik destek sunuyor. Avrupa ve Ortadoğu’da 3000’in üzerinde hükümdarın hüküm sürelerini kullanarak 12. yüzyıl itibariyle Avrupa’daki hükümdarların Ortadoğu’daki hükümdarlardan daha uzun süre iktidarda kaldığını gösteriyorlar. Ek olarak, bu artan siyasal istikrarın hükümdar üzerindeki artan kısıtlamalarla bağlantılı olduğuna dair bulgular da sunuyorlar. Belki de paradoksal şekilde, hükümdar üzerinde daha fazla kısıtlamanın daha uzun hüküm sürmeyi ve daha fazla siyasal istikrarı mümkün kıldığını gösteriyorlar. Öte yandan Blaydes ve Chaney (2011), trend kırılma algoritmaları kullanarak bu siyasal ayrışmanın kökenini 8 ve 9. yüzyıllar arası bir noktaya yerleştiriyor. Bu yüzyıllar bazı bilim insanlarının ordunun bağımsız bir çıkar grubu olarak yükselmeye başladığını gösterdikleri döneme denk düşünüyor (Pirenne 1980 [1939]; Ullmann 1969, ss. 111-134).

5. Güçler Ayrılığının Kurumsal Etkileri

Bulgular, Ortaçağ Avrupa’sındaki kurumsal değişimlerin bu güçler ayrılığı ile bağlantılı olduğunu gösteriyor. Yakın tarihli bir makalede van Zanden (tarih yok, s. 30), bu iktidar parçalanmasının Ortaçağ kurumsal yenilenmesini kolaylaştırmada önemli bir rol oynamış olabileceğini belirtiyor. “MS 950 ile 1300 arasında ortaya çıkan iktidar boşluğunun epeyce geniş bir deneme alanı açtığını ve bunun Batı Avrupa’ya bu denli has olan bu ani ‘kurumsal araçlar dalgasının’ neden ortaya çıktığını açıklamaya yardımcı olabileceğini” vurguluyor.

Bu tarihsel kayıt, söz konusu iddialarla örtüşüyor. Bu bulgular, bağımsız bir iktidar zeminine sahip bir toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkışının, ruhban sınıfın üyeleri, aristokrasi ve hükümdar arasında rekabete ve zaman zaman da açık bir çatışmaya yol açtığını gösteriyor. Bu iktidar parçalanması, kurumsal yenilikçilerin kendi hesaplarına ulaşmak için bir grubu diğerine karşı kullanmasına olanak sağladı.

Avrupa’da kentsel kurumların evrimi bu sürecin dikkat çekici bir gösterimini sağlıyor. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü takiben, bu şehirler ağırlıklı olarak dini makamlar tarafından kontrol ediliyordu (Pirenne 1946 [1925], ss. 60-69). Ancak hükümdar toprak sahibi askerler üzerindeki kontrolünü yitirmiş olduğundan, ticaret seçkinleri soyluların, ruhban sınıfın ve hükümdarın çatışan çıkarlarını daha fazla bağımsızlık elde etmek için kullanmış görünüyorlar.

Tanınmış bir Belçikalı tarihçi olan Henri Pirenne (1946 [1925]), tüccarların (burgerler, yani kentliler) soylular, hükümdar ve kilise arasındaki çatışmaları kendi çıkarları için nasıl kullandıklarını anlatıyor. Pirenne’nin bir pasajı, piskoposların, soyluların ve hükümdarın çatışan çıkarlarının, özerk kentsel kurumların ortaya çıkışına nasıl siyasal alan yarattığını açık şekilde gösteriyor:

Piskoposlar kendi yönetimlerini kendi tebaalarının taleplerine karşı korumak ve onları otoriter, patriarkal bir rejim altında tutmak zorundaydılar […] piskoposlar, arasında

6

Page 7: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

yaşadıkları burgerlerin özerkliğinin kendilerine yaratacağı zorluklardan korkmakta haklıydılar […] Bu, yanlış anlamalara, çatışmalara ve kısa süre içinde de açık düşmanlığa neden oldu […] Soyluların tahrikte payı olduğu kesin, çünkü bu gerilim onlara episkopal egemenliği sarsma fırsatı veriyordu ve onları burgerlerle ortak bir noktada birleştiriyordu […] Burgerleri desteklemek kesinlikle monarşinin çıkarınaydı. Doğallığında, mümkün olan her durumda onlara yardım ettiler çünkü kendi lortlarına kafa tutan burgerler, nereden bakılırsa bakılsın, kraliyet ayrıcalıklarının çıkarına savaşıyordu (Pirenne 1946 [1925], ss. 173-180).

Pirenne, ruhban sınıf, soylular ve hükümdar arasındaki çıkar çatışmasının tüccarların daha fazla bağımsızlık kazanmasına yardım ettiğini gösteriyor. Bu gruplar arasındaki ittifaklar değişse de, bulgular tüccarların hükümdarla (veya yerel aristokrasi ile) kendi şehirlerinin piskoposuna karşı ittifaka girebilmesinin, özerk kentsel kurumların ortaya çıkışının anahtarı olduğunu gösteriyor (örnekler ve daha detaylı bir tartışma için bkz. Pirenne 1946 [1925], bölüm 7).

Tüccar sınıfları kentsel bağımsızlık arayışına öncülük ettiğinden, kendi çıkarlarına hizmet eden kentsel kurumlar şekillendirdiler (Pirenne 1946 [1925], ss. 169-171). Bu tüccarların yukarıda anlatılan güçler ayrılığı sayesinde sahip oldukları anormal seviyelerdeki siyasal güç, bilim insanlarının Ortaçağ kentsel kurumlarının uzun vadede ticaretin gelişimine neden anormal şekilde faydalı olduğunu bulduğunun makul bir açıklamasını sunuyor. Bu ticaret dostu kurumlar, siyasal gücü elinde tutan ve kentsel kurumsal çerçeveyi şekillendiren tüccar sınıflarına yaradı.

Harold Berman, güçler ayrılığının, Avrupa şehirlerine daha büyük özerklik sağlamanın yanı sıra, hukuk sistemi üzerindeki hayırlı etkilerini de not ediyor. Berman (1983, s. 10) soyluluk, şehirler ve ruhban sınıfı tarafından kontrol edilen bölgelerde muhtelif yargısal yetki alanlarının mevcudiyetinin bir özgürlük kaynağı sağladığını belirtiyor:

Bir serf kasaba mahkemesine koşup efendisine karşı koruma talep edebiliyordu. Bir tebaa kralın mahkemesine koşup lorduna karşı koruma isteyebiliyordu. Bir ruhban kilise mahkemesine koşup krala karşı koruma talep edebiliyordu.

Yargısal yetki alanları arasında böyle bir rekabeti cesaretlendirerek, güçler ayrılığının daha eşitlikçi bir hukuk sisteminin gelişmesine yardımcı olduğunu söylemek akla yatkın görünüyor.

Tarihsel bulgular aynı zamanda, güçler ayrılığının Katolik Kilisesi’nin kurumsal bir yapıya sahip bağımsız bir kurum olarak aşamalı olarak yükselişini sağladığını da gösteriyor. Yukarıda belirtildiği üzere, toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkışı öncesinde, dini önderler siyasal liderler tarafından atanıyor ve görevden alınıyordu. Bu “klasik” çerçevede papa, Roma dışında olup bitenler üzerinde çok az kontrolü olan prestijli bir piskopostan fazlası değildi (Tellenbach 1993, ss. 70, 304-305). Ancak toprak sahibi aristokrasinin yükselişi, dini seçkinler için hem yeni zorluklar hem de yeni fırsatlar yarattı. Bir yanda hükümdarın zayıflaması sıkça bu dini seçkinleri en önemli tarihsel korunma kaynaklarından mahrum bırakırken, diğer yanda toprak sahibi aristokrasinin yükselişi dini seçkinlere yeni bir potansiyel müttefik sağladı. Tarihsel bulgular, hem hükümdarın dini önderleri koruma kabiliyetindeki eksilmenin hem de ruhban sınıfın aristokrasi ile ittifaklar kurabilme kabiliyetinin, papanın merkezi olduğu hiyerarşik ve kurumsal bir yapının ortaya çıkışında önemli bir rol oynadığını gösteriyor (Tellenbach 1993, ss. 223, 224, 230).

7

Page 8: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Avrupa parlamentoları hükümdar, toprak sahibi aristokrasi ve dini seçkinler arasındaki güçler ayrılığından da kaynak almış olabilir. Avrupa parlamentoları konusundaki seçkin bilim insanlarından olan Otto Hintze, toprak sahibi aristokrasiye ek olarak Katolik Kilisesi’nin mevcudiyetinin Ortaçağ parlamentolarının ortaya çıkışındaki önemini vurguluyor. Parlamentoların yükselişinin ancak “Kilise kendisini koruyucu seküler iktidara patrimonyal ve feodal bağımlılıktan özgürleştirebildiğinde” gerçekleştiğini belirtmektedir (Hintze 1975, s. 317). Benzer şekilde, Tierney (1973, s. 133) parlamentoların yükselişinin kısmen “dini ve seküler şeklinde karmaşık iç bağlantılara sahip ama nihayetinde farklı amaçlara dayalı, sıkça birbiri ile çatışma halinde, her biri sürekli olarak bir diğerinin iktidarını sınırlayan iki hükümet yapısının var olmasına bağlanabileceğini” söylemektedir.

Güçler ayrılığının parlamentoların ortaya çıkışına tam olarak yol açtığı süreç daha fazla araştırma gerektiren bir alan olmayı sürdürse de parlamentoların –en azından kısmen– çıkarları çatışan gruplar arasında (hükümdar, ruhban sınıf, toprak sahibi aristokrasi ve şehirler) pazarlık için bir forum olarak ortaya çıkmış olduğu akla yatkın görünüyor. Bu noktanın altı Graves’te (2001, ss. 25-26, vurgular eklenmiştir) şöyle çizilmekte:

Ortaçağ krallarının tavsiyeye ve yardıma ihtiyaç duyduklarında, birinci zümre ruhban sınıfa ve ikinci, soylu, zümresine dönmesi doğaldı. Bunlar büyük bir yerel otoriteye sahip olan adamlardı […] Meclislerin, genellikle zengin şehir ve kasabalardan oluşan üçüncü zümreyi veya en azından bunların temsilcilerini içerecek şekilde genişletildiği de vakidir çünkü bunlar önemli ve artan bir vergi geliri kaynağı teşkil ediyorlardı.

Güçler ayrılığı öncesinde hiçbir formel pazarlık forumuna gerek yoktu çünkü ruhban sınıf ve (bağımlı bir ordunun başı konumunda olan) hükümdar kendi aralarında anlaşmaya varabiliyordu.

6. Köle Orduları: Ortadoğu’da Güçler Ayrılığının Savuşturulması

Ortadoğu’da böyle bir güçler ayrılığı gerçekleşmedi. Bunun yerine hükümdarlar köle ordularını (memlukler) toprak sahibi aristokrasinin ve Avrupa tarzı bir güçler ayrılığının ortaya çıkmasını önlemek için kullandılar (bu ordulara genel bir bakış için bkz. Crone 1999). Sonuç olarak, Ortadoğu “klasik” denklemin içinde kalmaya devam etti ve hükümdar dini önderlerle ittifakı sürdürdü. Bu iki grup, kendi çıkarlarına aykırı kurumsal yenilenmeleri engellemek için birlikte çalıştılar.

Köle ordularının İslam dünyasındaki yaygın kullanımı tarihçileri uzundur şaşırtmaktadır. Örneğin Daniel Pipes, köle ordularının kullanılmasının “İslam ile hiçbir dini, hukuki veya kurumsal bağlantısı olmadığı” gerçeğine rağmen, bu köle ordularının kullanımının “yaygın” olduğunu ve “İslamiyet dışında büyük oranda görülmediğini” belirtmektedir (Pipes 1981, s. xv). Yukarıda anlatılan Avrupa denklemi ile karşılaştırmak, İslam dünyasındaki hükümdarların, bağımsız bir toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkmasının ve bunun beraberinde getireceği, hükümdarın gücü üzerinde Avrupa tarzı kısıtlamaları alt etmek için köle orduları geliştirmiş olabileceğini gösteriyor (Blaydes ve Chaney 2011).

Mevcut bilimsel çalışmalar, İslam dünyasında köle ordularının yükselişi konusunda bu açıklama ile örtüşüyor. Önde gelen bir İslam tarihçisi olan Patricia Crone (2005, s. 88), [Abbasi hükümdarı, ÇN] el Mutasım döneminde (MS 833-842) köle ordularının ortaya çıkışını, “çoğu Türk kökenli olan azat edilmiş kölelerden, kendisini ister askeri ister sivil olsun diğer güç sahiplerinden (dini önderler gibi) bağımsız kılacağını umut ettiği bir maiyet

8

Page 9: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

oluşturarak iktidarının temellerini onarmaya” dönük bir girişim olarak görür. M.A. Cook (1976, s. 7) benzer şekilde, köle ordularının 9. yüzyılda “İslam toplumunun aristokrasi kategorisini uysallaştırma konusundaki başarısızlığına bir yanıt olarak” geliştiğini not eder.

Crone (1999, s. 326), Avrupalı hükümdarların neden İslam dünyasının yolundan gitmediğinin, 3. bölümde Avrupa’da toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkışı için verilen açıklama ile tutarlı bir açıklamasını sunar. Crone, Avrupalı hükümdarlar (örn. Şarlman) toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkmasını engellemek istese de yukarıda açıklanan bir dizi askeri ve mali şokun onları bunu yapmaktan alıkoyduğunu öne sürmektedir. Bu anlatı aynı zamanda, hükümdar üzerindeki kısıtlamalar Avrupa’da 9. yüzyıldan 15. yüzyıla dek aşamalı olarak artarken İslam dünyasında hükümdar üzerindeki kısıtlamaların aşağı yukarı sabit kaldığını gösteren Blaydes ve Chaney’in (2011) sunduğu ampirik bulgularla da tutarlıdır.

İslam dünyasındaki hükümdarların, Avrupa tarzı bir güçler ayrılığından kaçınmak için bir köle orduları sistemi geliştirdiğini iddia etmiştim. Bu açıklama tarihsel bulgularla örtüşse de diğer tek tanrılı dünya uygarlıklarının (Bizans gibi), toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkışını ve güçler ayrılığını köle orduları kullanmaksızın engellemiş olduğunu belirtmek gereklidir. Sonuç olarak, köle ordularının kullanımı toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkışını engellemeye dönük yeterli bir tedbir iken, illa ki gerekli olmuş görünmemektedir.[5]

7. Ortadoğu’da Köle Ordularının Kurumsal Etkileri

Köle ordularının kullanımı, Ortadoğu’da toprak sahibi aristokrasinin ve Avrupa tarzı bir güçler ayrılığının ortaya çıkmasına köstek oldu. Tarihsel bulgular bunun “klasik” kurumsal çerçevenin sürüp gitmesini sağladığını gösteriyor.

Yukarıda belirtildiği üzere, hükümdar ve onun memlukleri (köle orduları), toplumun gündelik işleyişini düzenleyen kurumların gelişmesini büyük oranda dini seçkinlere (ulema) bırakmış görünüyor.[6] Bu dini önderlerin en yüksek rütbelileri, askeri hükümdarlar tarafından atanıyordu ve halk üzerindeki nüfuzlarını askeri liderleri kısıtlamak için kullanmış görünüyorlar (bunu yapabilme becerileri farklılık gösterse de; bkz. Chaney 2011). Dini önderler bu (halktan alınan) siyasal nüfuzu kendi çıkarlarına hizmet eden bir kurumsal çerçeve geliştirmek için kullandılar.

Güçler ayrılığının olmayışı hem hükümdarların hem de dini önderlerin kurumsal yenilenmeye direnmeyi çıkarlarına uygun gördüğü anlamına geliyordu. Önde gelen bir Ortaçağ Mısır tarihçisi olan Ira Lapidus, askeri ve dini önderlerin, Avrupa’da gerçekleşenler gibi kurumsal değişimlere ön ayak olabilecek işçi birliklerinin ortaya çıkışını engellemek için birlikte nasıl çalıştıklarının net bir açıklamasını sunuyor:

Ortaçağ Mısır’ında hem askeri hem de dini liderler bağımsız zanaatkar ve işçi birliklerine kesin şekilde karşı çıkıyordu ve mevcutsa, kendi üyelerinin çıkarları adına siyasal eyleme ve direnişe başvurabilecek böyle eğilimleri bastırmaya yönelik güçlü bir eğilim sergiliyorlardı. Böylesi birliklerin gelişmesini engellemek ordunun doğal bir eğilimi idi. Bunlar dini önderlerin öğretilerine ve otoritesine karşı örtülü bir muhalefet yaratabileceklerinden, dini önderler de böyle birliklere karşıydılar (Lapidus 1984, ss. 103-104).

Lapidus’un analizi, bunlar kendi rant kaynaklarını tehdit edeceğinden dini ve askeri liderlerin kurumsal organizasyonların ve işçi birliklerinin ortaya çıkışına direndiklerini gösteriyor.

9

Page 10: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Avrupa’da kurumlarının yukarıda genel çerçevesi verilen tarihsel evrimi, bu analizin geçerliliğini ortaya koyuyor. Yukarıda belirtildiği üzere, Avrupa’da piskoposlar bağımsız şehirlerin ve diğer organizasyonların ortaya çıkışına direnmiş ama mali ve askeri olarak zayıflamış olan hükümdarın desteğini sağlayamamış görünüyorlar. Bunun yerine hem hükümdar hem de dini önderler sıkça toprak sahibi aristokrasi ve/veya tüccar sınıfları ile birbirlerine karşı ittifaklar kurmuş görünüyorlar. Ortadoğu’da ise tüccarlar yalnızca dini seçkinlere veya hükümdara başvurabiliyorlardı. Bu ikisinin ise statüko değişimlerini desteklemek için bir nedenleri yoktu.

Bu anlatı, İslam hukuku tarafından desteklenen kurumların birçoğunun sürerliğinin en sonunda ekonomik büyüme ile azaldığını öne süren Timur Kuran’ın (2011) çalışmalarıyla örtüşüyor. O ve başka yazarlar Ortadoğu’daki denge kurumlarının birçoğunun dini önderlerin çıkarlarına hizmet ettiğini vurguladılar (örn. Amin 1980, s. 367; Kuran 2011, s. 130). Bu, bu kurumların yavaş değiştiğini çünkü bu düzenlemelerin devamında çıkarı olan dini önderlerin iktidarı elinde tuttuğunu göstermektedir.

Ortadoğu’daki hukuki sistemin organizasyonu da bu kavramsal çerçeve ile örtüşmektedir. Bu hukuk sistemi (i) Şeriat (dini önderlerin idaresinde) ve (ii) Mezalim mahkemeleri olarak bilinegelen (ordu idaresinde) iki dala ayrılmıştır. Bireyler teoride Şeriat mahkemelerinin hükümlerini temyiz için mezalim mahkemelerine gidebilse de ikisi arasında büyük oranda bir danışıklı dövüş olduğu görülmektedir (Nielsen 1985, s. 138). Yargı kararlarının bu şekilde koordine olmasını, siyasal olarak güçlü grupların sayısının sınırlı olması da kolaylaştırıyordu.

Son olarak, güçler ayrılığının olmayışı, Ortadoğu’da dini organizasyonların durumu ve parlamentolarının ortaya çıkmayışı açısından da çıkarımlar sunuyor. Dini önderler toprak sahibi aristokrasinin üyeleri ile ittifaklar kurma kabiliyetine sahip olmadığından, Avrupa’da yaşanana benzer bağımsız ve kurumsal bir dini yapının ortaya çıkması için çok az alan vardı. Benzer şekilde, yalnızca iki pazarlık grubunun olması, bu gruplar arasında uyuşmayı görece daha sorunsuz kıldı ve parlamenter kurumlara ihtiyacı gereksiz hale getirdi.

Kısacası, İslam dünyasında toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkışının ve bununla birlikte gelecek olan güçler ayrılığının yokluğu, Ortadoğu’da “klasik” kurumsal çerçevenin devamında önemli bir rol oynamış görünüyor. Avrupa’daki deneyim, Ortadoğu toprak sahibi aristokrasinin yükselişini görmüş olsa idi, bir güçler ayrılığının ortaya çıkabileceğini gösteriyor. Bu ayrım, sonuçta, Avrupa tarzı büyümeyi artıran kurumların ortaya çıkmasını kolaylaştıracaktı.

8. Sonuç

Batı Avrupa’da toprak sahibi aristokrasinin ortaya çıkışının kurumsal yenilenmeye olanak sağlayan bir siyasal ortamın oluşmasında önemli bir rol oynadığını öne sürmek için tarihsel bulguları ve süregiden çalışmamın çıkarımlarını kullandım. Bu çıkar grubunun yükselişi, aristokrasi, hükümdar ve siyasal nüfuza sahip monoteist ruhban sınıf arasında bir güçler ayrılığına yol açtı. Bu gruplar arasındaki rekabet gruplardan birinin kurumsal yenilenmeye direnme kabiliyetini zayıflattı.

Ortadoğu’da, hükümdarlar toprak sahibi aristokrasinin yükselişine ve bununla birlikte gelecek güçler ayrılığına köle ordularının kullanımı üzerinden köstek oldular. Sonuç olarak Ortadoğu dini önderlerin popüler koordinasyon ağları üzerinde tekelini sürdürdüğünü ve hükümdarın ise askeri gücü tekeline aldığı “klasik denklemin” içinde kaldı. Bu grupların siyasal gücünün

10

Page 11: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

kaynakları, uzun vadede ekonomik durgunluğa yol açmış olan bir kurumsal çerçevenin gelişmesine ve sonrasında devamına sebep oldu.

Analiz, çıkarları çatışan siyasal güç sahibi bir seçkinler çoğulluğunun ortaya çıkışının Ortaçağ Avrupa’sının benzersiz kurumsal çerçevesinin oluşumundaki önemini göstermektedir. Bu süreci daha iyi anlayabilmek, Avrupa’nın ekonomik mucizesinin kökeninde yattığına inanılan Ortaçağ Avrupa’sındaki kurumların ortaya çıkışına dair kavrayışımızı artırmakla mümkün olacaktır.

Referanslar

Acemoglu, D. ve J. A. Robinson. 2005. “The Rise of Europe: Atlantic Trade, Institutional Change, and Economic Growth.” American Economic Review, 95(3) 546-579.

Acemoglu, D. ve J. A. Robinson 2008. “Persistence of Power, Elites and Institutions.” American Economic Review, 98(1): 267-293.

Acemoglu, D., D. Ticchi ve A. Vindigni. 2010. “A Theory of Military Dictatorships.” American Economic Journal: Macroeconomics, 2(1): 1-42.

Amin, M. 1980. Al-Awqaf wa al-Hayat al-Ijtima’iya fi Misr. Cairo: Dar al-Nahda al-`Arabiyya.

Berman, H. 1983. Law and Revolution: the Formation of the Western Legal Tradition. Cambridge: Harvard University Press.

Bisson, T.N. 1994. “The “Feudal Revolution”.” Past & Present 142: 6-42.

Blaydes, L. ve E. Chaney. 2011. “The Feudal Revolution and Europe’s Rise: Institutional Divergence in the Christian and Muslim Worlds before 1500 CE.” Mimeo.

Bloch, M. 1961. Feudal Society: the Growth of Ties of Dependence. Chicago: The University of Chicago Press.

Bulliet, R. 1972. The Patricians of Nishapur: a Study in Medieval Islamic Social History. Cambridge: Harvard University Press.

Chaney, E. 2011. “Revolt on the Nile: Economic Shocks, Religion and Political Influence.” Mimeo.

Cook, M. A. 1976. Introduction. A History of the Ottoman Empire to 1730. Editörler, V. J. Parry, H. Inalcik, A.N. Kurat ve J.S. Bromley. Cambridge: Cambridge University Press.

Crone, P. 1999. The Early Islamic World. War and Society in the Ancient and Medieval Worlds. Editörler, K. Raaflaub ve N. Rosenstein. Cambridge: Harvard University Press.

Crone, P. 2005. Medieval Islamic Political Thought. Edinburgh: Edinburgh University Press.

DeLong, J. B. ve A. Shleifer 1993. “Princes and Merchants: European City Growth before the Industrial Revolution.” Journal of Law and Economics 36(2): 671-702.

11

Page 12: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Drake, H. A. 2007. “The Church, Society and Political Power.” Constantine to c. 600. Ed. Augustine Casiday ve Frederick W. Norris. Cambridge University Press, 2007.

[1] Harvard Üniversitesi, Ekonomi Bölümü.

[2] Bu makale boyunca Avrupa’yı, Elbe’nin batısındaki Batı Avrupa’nın veya Hıristiyan Avrupa’nın kısaltması, Ortadoğu’yu ise, İslam hanedanlıklarının hakimiyeti altında oldukları sürece Arap Dünyası, İber Yarımadası, Sicilya ve Türkiye olarak kullanıyorum. Batı Avrupa kurumsal düzeninin ekonomik önemi için, diğerlerinin yanı sıra North ve Weingast (1989), DeLong ve Sheifer (1993) ve Acemoğlu ve Robinson’un (2005) geniş literatürüne bakılabilir.

[3] Bu tarihsel bulgular bu gücün kısmen dini önderlerin ayaklanmaları kışkırtabilme becerisinden geldiğini gösteriyor (Drake 2007, ss.406, 412, 414).

[4] Bu süreç, Karolenj İmparatorluğu’nun kale kumandanlıklarına (“castellanies”) parçalandığı geç 10. ve erken 11. yüzyılda gerçekleşen bir dolu siyasal değişimle zirvesine ulaşmış görünüyor (detaylı bir tartışma için bkz. Bisson 1994).

[5] Ancak, kölelerin böylesi kullanımının, hükümdar ile ordu arasındaki klasik “asıl-vekil” sorunlarına çözüm getirmiş olduğu görülüyor (bu sorunlar üzerine bir tartışma için bkz. Acemoğlu vd. 2010).

[6] Örneğin bkz. Lapidus (1984, ss.113-115)

12

Page 13: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Aykırı Adam veya Birinci Dünya Savaşı Sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nda Neden Rejim Değişikliği Olmadı? – Erik-Jan ZürcherKaynak

Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunun Avrupa’nın siyasi haritasını değiştirdiği yaygınca söylenir. Savaşın yarattığı en kapsamlı sonuç şüphesiz ki Avrupa’nın büyük kıtasal imparatorluklarının ortadan kalkmasıydı: Romanov, Habsburg, Hohenzollern ve Osmanlı imparatorlukları. Alman İmparatorluğu hariç, ki özünde Bismarck tarafından Prusya iktidarını konsolide etmek için terkip edilmiş bir yapıydı, üçü gerçek, tipik imparatorluklardı: coğrafi olarak geniş bir alana yayılmış, derin tarihsel köklere sahip hanedanlıklar tarafından yönetilen kompozit siyasal sistemler. Moskof’un hükümdarları, 1547’den beri “Tüm Rusyaların Çarı” imparatorluk unvanını taşıyorlardı. Habsburglar 1438’den 1806’ya dek Kutsal Roma İmparatorluğu’nun, sonrasında ise Avusturya’nın imparatorları oldular. İmparatorluk orijinal olarak Roman İmparatorluğu’nun devamcısı olma iddiasından kaynaklanan bir Ortaçağ Avrupa’sı geleneği olduğundan, Osmanlı devletinin ne zaman bir imparatorluğa dönüştüğünü söylemek kolay değil. Ancak 1453’te İstanbul’un fethi itibariyle, Osmanlının imparatorluk statüsü taşıdığını kesinlikle söyleyebiliriz. Fatih Sultan Mehmed’in (başka birçok unvanının yanı sıra) “Kayser-i Rum” unvanını benimsemesi, Sultan’ın Bizans imparatorlarının halefi haline geldiği mesajını verme amacını taşıyordu.[1] Başka bir deyişle, bu imparatorluklardan üçü, 350 ila 450 yıldır imparatorluk olarak mevcuttular. Alman İmparatorluğu’nun aksine, hanedana ilişkin ve dini bileşenlere sahip hegemonik bir ideoloji ile bir arada tutulan bileşimde çok dilli, çok etnisiteli ve çok dinli olmaları anlamında da gerçek imparatorluklardı.[2] Birinci Dünya Savaşı bunların tümünü değiştirdi. Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının yerini ulus devletler aldı (ulus, yeni devletin sınırlarına pek karşılık gelmese de) ve Rus İmparatorluğu’nun yerini nihayetinde teorik olarak bağımsız ulusal cumhuriyetlerin bir birliği olan Sovyetler Birliği aldı.

Ancak savaşın hemen ertesindeki döneme baktığımızda, farklı bir tablo ortaya çıkıyor: Romanov İmparatorluğu Mart 1917’de ve Habsburg ve Hohenzollern imparatorlukları on sekiz ay sonra sona ererken, Osmanlı İmparatorluğu 1922 yılına kadar mevcudiyetini sürdürdü ve ardından gelen devlet, Türkiye Cumhuriyeti, Ekim 1923’e kadar ilan edilmedi – Almanya, Avusturya, Macaristan ve Rusya’daki denklerinden beş ila altı yıl sonrasına dek. Bu nedenle, Birinci Dünya Savaşı’nın mağlup güçleri arasında savaşı sona erdiren barış antlaşmasını halefin değil de eski rejimin imzaladığı bir tek Osmanlı İmparatorluğu hükümeti oldu. Versailles, Trianon ve St. Germain imparatorluklarının halefi olan devletler tarafından imzalandı, tıpkı Almanya ve Rusya arasında Mart 1918’de savaşı bitiren Brest-Litovsk antlaşmasında olduğu gibi (en azından Rus tarafı açısından). Sèvr Antlaşması Osmanlı sultan-halifesinin elçilerince imzalandı. Formel siyasal düzenin ve imparatorluktan ulus devlete geçişin ötesine baktığımızda da Osmanlı/Türk örneğinin son derece istisnai olduğunu görürüz. Diğer örneklerin her birinde hakiki bir rejim değişikliği de söz konuydu. Yeni cumhuriyetlerde iktidarı elinde tutanlar ayırt edilebilir şekilde farklı insanlardı, farklı siyasal akımlardan geliyorlardı ve imparatorluklarınkinden farklı sosyal arka planlara sahiptiler

13

Page 14: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

(Macaristan’da kraliyetçi bir restorasyon 1919’da eski rejimden bazılarını geri getirse de). Osmanlı Anadolu’sunda yani sonrasında Türkiye Cumhuriyeti olacak alanda, böyle bir rejim değişikliği gerçekleşmedi ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yönetimde ve silahlı kuvvetlerde önde olan insanlar 1950’ye kadar iktidarda kalmaya devam ettiler.[3]

Osmanlı örneği ile diğer dördü (Rusya, Almanya, Avusturya ve Macaristan) arasındaki farkı açıklamak için, önce Birinci Dünya Savaşı sonunda bu imparatorlukların çöküşüne neden olan etmenlere bakmayı öneriyorum. Böyle bir inceleme, etmenlerin ne derece benzer veya benzemez olduğunu ortaya çıkaracaktır. Ardından aralarında bir karşılaştırma yapmak için bu ülkelerin her birinde iktidarın yeni rejimlere transfer edilişine bakacağım.

İmparatorlukların çöküşünün sebepleri

İmparatorlukların (ve Macaristan’ın durumunda kraliyetin) çöküşünün ilk sebebi olarak savaşın ve özellikle de savaştaki mağlubiyetin rolünün incelenmesi gerektiği açık. Paradoksal şekilde, her bir durumda yenilgiye stratejik dengeyi değiştirmeyi beceremeyen büyük çaplı taktik askeri başarılar sebep olmuştu.

Ortadan kalkan ilk imparatorluk Romanovlarınki oldu. Savaş yüksek can kaybı oranlarına sebep olmuş ve son derece yüksek sayıda askerin de esir düşmesine yol açmıştı. Sayının 3,3 milyon olduğu tahmin ediliyor,[4] Britanya, Fransa veya Alman ordusununkinden kat kat fazla. Rusya’nın “son eğlencesi,” Avusturya-Macaristan’a karşı ilk başta spektaküler bir zafer olan ama aynı yılın sonbaharında durma noktasına gelen 1916 yazındaki Brusilov taarruzu idi. Rusya’nın yeni müttefiki Romanya Alman güçleri tarafından o yılın sonunda yenildi ve işgal edildi. Savaşı lehte koşullarla sona erdirecek bir atılım umutları böylece altüst oldu ve moral bozukluğu çöktü.

O sıra ekonomik altüstlük çok ciddiydi. Sanayinin silah üretimi için seferber edilmesi, Rusya savaş devam ettikçe daha donanımlı hale geldiğinden kendi açısından başarılı olmuştu ama sivil sektör yaşamsal üretimden yoksun kalmıştı. İlkel durumdaki lojistikle birleştiğinde açlık 1916-17 kışında Rus kasabaları ile şehirlerini vurdu. Şubat itibariyle ekmek ayaklanmaları baş göstermişti ve başkentteki sanayi işçileri greve çıktı. Mart başı itibariyle ise Petrograd’daki devasa Putilov silah fabrikasının işçileri greve çıktılar ve hükümet çaresiz kaldı.

Savaş Avusturya ve Macaristan’da da benzer bir etki yarattı. Burada da savaşa yönelik halk desteği, zafere olan inancın yitirilmesi ve artan ekonomik altüstlüklerin bir birleşimi ile eridi. Zafer ümitlerini yükselten (ve bu anlamda Brusilov Taarruzunun Avusturya-Macaristan dengi olan) son büyük Avusturya taarruzu, İtalyan ordusunu kısa sürede çökerten 1917 Ekim-Kasım’ındaki Caporetto Muharebesiydi. Ancak taarruz, esasen Avusturya-Macaristan ordusunun lojistiği kendi hızlı ilerlemesi ile başa çıkamadığı için, Piave nehrinde bir pata kalma durumu ile sona erdi. Atılımın başarısızlığa uğraması, savaştan başarılı bir sonuç elde edileceği inancını yok etti, tam da Rusya’daki gelişmeler (Bolşevik Devrimi) İttifak Devletlerine yeni umut vermişken.

Rusya’da olduğu gibi Avusturya-Macaristan’da da gıda durumu 1916-17’de daha da ciddileşti ve büyük şehir merkezlerinde gıda ayaklanmaları baş gösterdi. Bolşevik Devrimi sanayi işçileri arasında radikal sosyalist aktivistlerin bir “ekmek ve barış” programı getirmeleri için elini güçlendirecekti. Ocak 1918’de hükümet ailelerin un tahsisatını azalttığında Budapeşte’de işçiler greve çıktılar. Bu grevler yangın gibi başkent Viyana da dahil Avusturya ve Macaristan’ın tüm şehir ve kasabalarına yayıldı. Toplamda 700.000 kadar işçi katılmıştı.

14

Page 15: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Almanya’daki gelişmeler de benzer bir seyir izledi. Ludendorff tarafından 1918 Mart’ında başlatılan büyük Kaiserschlacht taarruzu taktik bir başarı ancak stratejik bir başarısızlık oldu. Nisan sonu itibariyle bir Alman ilerlemesi şansının boş olduğu ve İtilaf Devletlerinin taarruza devam etmeye yeterli Amerikan askeri ile güçlenmesinin an meselesi olduğu net hale geldi.

Ludendorff taarruza geçtiğinde Almanya’daki gıda tedariki kısmen Britanya’nın etkili ablukası sebebiyle zaten kritik durumdaydı. Ukrayna’dan çok ihtiyaç duyulan tahıl ancak Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması’nın imzalanması sonrasında gelmeye başladı. Beslenme yetersizliği yaygın hale geliyordu (1917 sonu itibariyle 250.000 insan açlıktan ölmüştü) ve Ocak 1918 sonunda kötü yaşam koşulları Berlin’deki mühimmat ve silah fabrikalarında bir grev dalgasına yol açtı ve hızla Almanya’nın kuzeyine yayıldı. On gün önce Avusturya’da olduğu gibi, Bolşevik Devrimi’nden ilham alan radikal sosyalist aktivistler bu grevlerde kilit rol oynadılar. Ancak dört milyon kadar işçinin katıldığı bu grevler hızla ve acımasız şekilde bastırıldı. Yüz elli elebaşı kurşuna dizildi ve 50.000 işçi cepheye gönderildi.[5]

Büyük kıta imparatorluklarının her birinde iki etmen bir araya gelmişti: tıkanma noktasını aşmak ve zafere ulaşmak için topyekûn bir askeri çabanın hayal kırıklığı ile sona ermesi ve yaygın bir toplumsal huzursuzluğa sebep olan kritik bir gıda sorunu. Gıda kıtlıkları enflasyon, düşen hayat standartları ve karaborsanın ortaya çıkışından oluşan daha büyük bir tablonun parçasıydı. Rusya’nın 1917 başında, Avusturya-Macaristan’ın Ocak 1918’de ve Almanya’nın 1918 ortasında yüz yüze olduğu durum buydu.

Peki ya Osmanlı İmparatorluğu? Osmanlı Ordusu gerçek askeri başarısını Nisan 1916’da Kut-ül Amare’de 6. Britanya Hindistan’ı tümenini teslim alarak elde etmişti. 1917’de ise Mart’ta Bağdat’ın, Aralık’ta ise Kudüs’ün kaybı ile ciddi yenilgiler yaşadı. Bu kayıplar moral bozucuydu çünkü Ortadoğu’nun iki tarihi merkeziydiler ve 1916’da kutsal şehir Mekke’nin Arap asilere kaybedilmesinin hemen ertesinde geldiler. Ancak 1917 sonu itibariyle Osmanlılar Ortadoğu’da İngilizleri durdurmayı başardılar ve Bolşevik Devrimi’ni takiben de 5 Aralık 1917’de Rus ordusu Erzincan’da Osmanlılar ile ateşkes imzaladı. Osmanlı güçleri Brusilov, Caporetto veya Kaiserschlacht gibi topyekûn bir taarruza girişmek için çok zayıftı ama büyük bir karşı taarruz ciddi şekilde düşünülüyordu. Suriye’de 1917 yazında Altıncı ve yeni kurulan Yedinci Ordudan oluşan ve bir Alman tugayını da içeren yeni bir ordu grubu oluşturuldu. Almanlar tarafından “Heeresgruppe” olarak adlandırılan bu Yıldırım ordusu, İngilizleri Mezopotamya’dan püskürtmeyi ve Bağdat’ı kurtarmayı amaçlıyordu. Fakat grup Mezopotamya cephesine hareket etmeden önce Filistin’deki durum o denli tehdit edici hale geldi ki, orası yerine buraya gönderildi.[6]

Enflasyon, düşen hayat standartları ve gıda kıtlıkları 1917-1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nda da gündemdeydi. 1918 başı itibariyle fiyatlar resmi pazarda savaş öncesinin dört katıydı, karaborsada ise bundan kat kat yüksekti.[7] 1915-1916’nın büyük kıtlığı Suriye ve Filistin’i etkiledi ve hem çekirge istilasından hem de askeri hükümetin politikalarından kaynaklanıyordu.[8] İstanbul ve İzmir gibi şehirler Suriye’deki durumdan etkilenmediler ancak İtilaf Devletlerinin ablukası daha önce Ukrayna ve Romanya’dan gelen buğdaya güvenen Osmanlı şehirlerinin artık Anadolu’nun buğdayına dayanmak zorunda olduğu anlamına geliyordu. Buğday üretimi alanları ile büyük şehirler arasında ulaşım yetersizliği savaş boyunca ciddi kıtlıklara ve yüksek fiyatlara sebep oldu.

Dolayısıyla Osmanlı’nın 1917-18’deki durumu yaşam koşullarının ve gıda tedarikinin en az onlar kadar kötü olmasıyla diğer imparatorluklardakine benziyordu ve imparatorluk, askeri

15

Page 16: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

olarak hiçbir zafer olasılığı olmaksızın savunma pozisyonundaydı. Osmanlı örneğinde askeri durum savaşın gidişatını topyekûn bir taarruz ile değiştirme girişiminin önüne geçse de, böyle bir taarruz aslında planlanmış ve hazırlığı yapılmıştı.

Üç imparatorluk için son bir ortak unsur ise elbette ki nihai yenilginin kendisi. Rusya’daki yeni Bolşevik hükümeti Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması ile yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. Avusturya, Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu içinse askeri yenilgi onları sırasıyla 3 Kasım ve 30 Ekim’de ateşkesi kabul etmeye mecbur etti. Almanya 1918’in on birinci ayının on birinci gününün on birinci saatinde imzaladı ateşkesi. Her örnekte, yenilgi o denli kapsamlıydı ki galiplerin cezalandırıcı barış şartları dayatmasını mümkün kıldı.

Ancak benzerlikler burada bitiyor çünkü 1917 başında Rusya’da ve 1918 başında ve sonunda Almanya, Avusturya ve Macaristan’da olanın aksine, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaygın bir toplumsal huzursuzluk, hiçbir protesto, hiçbir grev olmadı. Bu bizi, rejim değişikliklerinin gerçek mekanizmalarını ele almaya götürüyor. Açlık, demoralizasyon ve yenilgi Avrupa’nın kıtasal imparatorluklarının sonunu getirdiyse eğer, iktidarın el değiştirmesi nasıl gerçekleşti ve bu süreç Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişmelerle nasıl karşılaştırılabilir?

Rejim değişikliği mekanizmaları

Değişim işçi ayaklanmasının doğrudan bir sonucu olarak önce Rusya’ya geldi. İşçiler Şubat’ta Petrograd’da greve çıktılar ve grevler yangın gibi yayıldı. Çar’ın hükümeti hareketi bastırmayı denediğinde bunu yapmak için Petrograd garnizonuna güvenemeyeceğini gördü. İşçileri bastırma girişimleri nedeniyle Nicholas II kalan desteğini de yitirdi ve cepheden başkente dönmeye çalışırken, 2 Mart’ta tahttan inmek zorunda bırakıldı. Önce Lvov, ardından da ılımlı sosyalist Kerenski yönetiminde iktidarı devralan geçici hükümet, devletin biçimi konusunda en başta belirsiz bir tutum aldı. Rus cumhuriyeti resmen 15 Eylül 1917’de, “Kornilov krizinin” veya General Kornilov’un St. Petersburg’da devrimi bastırma girişiminin zirve noktasında ilan edildi. Bildiğimiz üzere, kısmen Kerenski’nin Troçki’nin Kızıl Muhafızlarına dayanması nedeniyle, bu cumhuriyet kısa ömürlü olacaktı, Kerenski hükümeti Kasım’da Bolşevikler tarafından iktidardan indirildi.[9]

Savaşın sonunda, Avusturya ve Macaristan da rejim değişikliğine sahne oldu ancak çok farklı şekillerde. İmparatorluğun tüm Almanları adına konuştuğunu iddia eden bir “Alman Avusturya Devleti,” 30 Ekim 1918’de Viyana’da resmen kuruldu. 3 Kasım’da Avusturya genelkurmayı İtilaf Devletleri ile ateşkes imzaladı ve 11 Kasım’da İmparator Karl I siyasal yetkilerinden feragat ettiğini açıkladı. Karl I resmen tahttan inmeksizin önce Viyana’yı, sonra da Avusturya’yı terk etti. Açığa çıkan iktidar boşluğu dolduruldu ve sonraki gün Sosyal Demokrat lider Karl Renner Alman Avusturya Cumhuriyeti’ni ilan etti. Başlangıcından itibaren bu suni bir devletti çünkü Alman Avusturyalıların büyük çoğunluğu Almanya ile birleşme fikrinden yanaydı. Bu arzu Avusturyalıları yeni devletin isminden “Alman” kelimesini çıkarmaya zorlayan İtilaf devletlerince engellendi. Savaşın hemen ertesindeki zorlu dönemde (1919-1920), Avusturya’nın Sosyal Demokrat Partisi SPÖ, Katoliklerle birlikte çalışarak, bir derece istikrar sağlamayı başardı.[10]

Macaristan’daki gelişmeler daha dramatikti. 31 Ekim 1918’de sözde “Aster Devrimi” Macaristan’da liberaller ile demokratların bir koalisyonunu iktidara getirdi. Eski kraliyet Başbakanı Kont Tisza askerler tarafından öldürüldü ve bir liberal ve pasifist bir zengin iş adamı olan yeni Başbakan Károlyi, Macar ordusunun silahsızlandırılması ve dağıtılması ve ardından jandarma ve polisin de tasfiyesi emrini verdi. 16 Kasım’da Károlyi hükümeti hemen

16

Page 17: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

ardından Çek, Sırp ve Romanya güçlerinin saldırısına uğrayacak Macaristan Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti. Kaos sürdü ve 21 Mart’ta iktidar Béla Kun’un komünistlerinin hâkim olduğu yeni Sosyalist Parti’ye devredildi. Ağustos başına kadar sürecek ve gücünü bir silahlı fabrika işçileri milisi olan Macar Kızılordusu’ndan alan Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’ni kurdular. Ağustos’ta Cumhuriyet doğuda işgalci Romanya ordusu, batıda ise Amiral Horthy idaresindeki muhafazakârlar tarafından yıkıldı. Horthy Macaristan’ın iki savaş arası dönemdeki güçlü adamı haline gelecekti ve farazi bir Macaristan Krallığı’nın naibi olarak hükmetti.[11]

Sosyalistler Rusya, Avusturya ve Macaristan’da olduğu gibi Almanya’da da monarşiden cumhuriyete geçişte kritik bir rol oynadılar. Ordunun başı Erich Ludendorff’un ısrarı ile Almanya 8 Kasım’da ateşkes görüşmelerine başladı. Sonraki sabah Kayser, kendi hükümetinden gelen bir ültimatom üzerine sınırı geçerek Hollanda’ya kaçtı. O vakte kadar Almanya’daki eski düzen çoktan sallanmaya başlamıştı bile. Kiel deniz üssündeki denizciler, kraliyet yanlısı donanma subayları filoyu İngiliz donanması ile Almanya’nın onurunu kurtarmak amacıyla tasarlanmış son bir hesaplaşma için denize çıkarmayı planlarken isyan çıkardılar.

Takip eden hafta boyunca işçiler Berlin’de protesto gösterileri yaptılar. Spartakistler grevler organize ettiler ve Rus Sovyetleri modeline dayalı işçi ve asker konseyleri kurdular. 8 Kasım’da bağımsız bir sosyalist olan Kurt Eisner, Bavyera Cumhuriyeti’ni ilan etti. 9 Kasım’da Sosyal Demokrat Friedrich Ebert, şansölye olarak Prens Max von Baden’in yerine geçti ve Sosyal Demokrat politikacı Phillipp Scheidmann Alman cumhuriyetini ilan etti. Bu cumhuriyetin hükümeti 11 Kasım’da ateşkes anlaşmasını imzaladı. Ateşkesin sonuçlandırılmasının ardından iki ay boyunca radikal solun mu – 1917’de savaşa karşı çıkmaya başlayan Bağımsız Sosyal Demokratlar ve Spartakistler – yoksa çoğunluk Sosyal Demokratların mı kazanacağı belirsizdi ama Ocak ayında yapılan Weimar meclisi seçimleri ılımlı Sosyal Demokratlar için kesin bir zafer oldu. İki gün sonra Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Berlin’de katledildiler, tıpkı Eisner’in Münih’te bir ay sonra katledileceği gibi. Weimar Cumhuriyeti Sosyal Demokratlar ile ılımlı burjuva partileri arasında işbirliği temelinde ve ordu liderliği ile düzenin sağlanacağına ve ordunun “onurunun” korunacağına dair örtülü bir uzlaşmaya dayalı olarak sağlam şekilde kurulmuştu.[12]

Osmanlı İmparatorluğu için, Bulgar ordusunun Eylül 1918’de Makedonya’da çöküşü ve Ekim’de Megiddo muharebesindeki İngiliz atılımı nihai yenilginin sinyalini vermişti. Ülkeyi Ocak 1913 darbesinden (Bab-ı Ali Baskını) bu yana yönetmekte olan İttihat ve Terakki Komitesi’nin savaş dönemi liderleri kabineden çekildiler ve 17 Ekim’de yeni ama halen İttihatçı hakimiyetinde bir kabine göreve geldi. Bu kabine, 31 Ekim’de yürürlüğe giren Mondros ateşkes anlaşmasını imzaladı. 2 Kasım’da, Ermeni soykırımı ile doğrudan ilişkili olanlarla birlikte İttihadın savaş dönemi liderleri, bir Alman denizaltısı ile ülkeden Odessa’ya kaçtılar. 11 Kasım’da İttihatçı ağırlıklı kabine istifa etti ve yerine diplomat Ahmed Tevfik Paşa’nın idaresinde politik olarak tarafsız bir kabine geldi. İttihat karşıtı akımların bir koalisyonu olan İtilaf Hürriyet hakimiyetinde yeni bir hükümet ancak Ocak’ta kuruldu. Fakat İttihatçılar hem ordunun hem de bürokrasinin denetimini ellerinde tutmayı sürdürdüler ve Kasım’dan başlayarak konumlarını hem Trakya hem de Anadolu’da siyasi ve askeri mücadeleyi devam ettirmek için hazırlıkları başlatmak amacıyla kullandılar.[13]

İmparatorluk rejimlerinin düşüşünün sebepleri dört imparatorluk için de ortak ise, savaş sonrası dönemdeki siyasi gelişmeler bir yanda Almanya, Rusya ve Avusturya-Macaristan, öte yanda ise Osmanlı İmparatorluğu arasında bir dizi önemli farkı ortaya çıkarıyor gibi

17

Page 18: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

görünüyor. Dört örneğin tümünde imparatorluk yapısı derhal ilk aşamasında ılımlı ve radikal sosyalistler tarafından domine edilen bir cumhuriyet düzeni ile değişse de, Osmanlı İmparatorluğu’nda monarşi yerinde kaldı. Savaş dönemi liderliği, konumundan ancak aşamalı olarak tasfiye edildi ve nihayetinde yerlerini sosyalistler değil İttihat karşıtı ama saray ile yakın bağları ve çok az halk desteği olan çoğunlukla [İttihat harici] Jön Türk grupları ve bireyler aldı.

Siyasal gelişmelerdeki bu farkları açıklamak için siyasetin kendisine bakmalıyız. İlk dikkat çekici fark işçilerin kitlesel eylemlerinin rolüne ilişkin.

Grevler ve isyanlar

Rusya’da Şubat 1917’de, Almanya ve Avusturya-Macaristan’da Ocak 1918’de ve ardından Ekim 1918’de tekrar Almanya’da fabrika işçileri kitlesel protestolar yaptılar ve greve çıktılar. Bu grevler imparatorluk rejimlerinin çöküşünde ve savaş çabalarının altını oymada önemli bir rol oynadı. Almanya’da Ocak 1918’deki grev dalgasına bir milyonun üzerinde işçi katıldı ve Avusturya ve Macaristan’da da katılım çok yüksekti, 700.000 kadar işçi greve çıkmıştı. Ancak düşük sanayileşmesi ve cılız sanayi işgücü ile Osmanlı İmparatorluğu’nda bu çapta bir şey hiç gerçekleşmedi. Kolektif eyleme geçebilme kapasiteleri ile büyük şehir merkezlerindeki örgütlü sanayi işçileri rejim değişikliğinde kilit bir etmendiler ve Osmanlı İmparatorluğu’nda neredeyse hiç yoktular.

Sanayi grevlerine yakından benzeyen özel bir kitlesel protesto durumu, ittifak devletleri ve Rusya ordularının isyanları şeklinde 1917-1918’de yaşandı. İsyanlar Brusilov taarruzu sonrası 1916-1917 kışında Rus cephe hattında yaygınlaşmış görünüyor. Şubat ve Mart isyanları Petrograd garnizonuna kadar yayıldı, erler subaylarını vuruyorlardı ve Haziran 1917’deki başarısız Kerenski taarruzu başka isyanların da önünü açtı. Eylül 1917’de Fransızlar batı cephesi ardındaki La Courtine üssündeki Rusya tümeninin bir isyanını bastırdılar[14] ve Şubat 1918’de Cattaro’daki (Kotor) Avusturya donanma üssünde kırk geminin mürettebatını saran bir isyan Viyana’da paniğe neden oldu.[15] Alman donanmasının Kiel’de ve Wilhelmshaven’de Ekim 1918’deki isyanı Almanya’da imparatorluk rejiminin devrilmesini getiren yaygın huzursuzlukları tetikledi. Günler içinde denizciler Köln, Hannover ve Berlin’deki grevci işçilerle güçlerini birleştirdiler. İsyanlar ve grevler böylelikle tek bir büyük hareket haline geldi.

İlginç bir şekilde Osmanlı ordusu hiçbir büyük isyana tanık olmadı, oysa Osmanlı askerlerinin savaşmak zorunda olduğu koşullar muhtemelen tümü arasında en kötüsüydü, özellikle de kumanya konusunda. Osmanlı askerleri isyanlar şeklinde direnmediler, daha çok askerden kaçarak gösterdiler direnişlerini. Avusturya-Macaristan ve Rusya orduları ile birlikte Osmanlı ordusu çok kitlesel askerden kaçmalar ile yüz yüzeydi.[16] Avusturya-Macaristan ordusunda birçok asker kaçağı (Sırplar, Lehler, Çekler ve Rumenler) diğer tarafa geçiyordu, özellikle de Brusilov taarruzu başladıktan sonra ve dolayısıyla aslında taraf değiştirmiş oluyorlardı. Rus ve Osmanlı örneğinde ise asker kaçakları çeteler kurup savaşın son yıllarını taşrada arazi olarak veya evlerine ulaşmaya çalışarak geçirdiler. Avusturya-Macaristan ordusu da savaşın son yıllarında bu tür kaçaklarla uğraştı. Asker kaçakları en çok “Yeşil Ordu” adıyla haydut çeteleri kuran Hırvatlardı. Yeşil Orduya 50.000 kadar asker kaçağının katıldığı tahmin ediliyor[17] ama bu sayı Rus ve Osmanlı ile karşılaştığında çok küçük kalıyor. Savaşın sonunda Osmanlı ordusunda cephedeki her asker başına dört kaçak vardı; Rusya’da Haziran 1917’deki “Kerenski Taarruzunun” felaketle sonuçlanması ardından dik bir şekilde artan

18

Page 19: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

kaçaklara rağmen bu oran Rus ordusununkinden bile çok çok yüksek. Devrimden önce ayda 34.000 askerin cepheden kaçtığı tahmin ediliyor.

Siyasal sebeplerle taraf değiştiren Slav askerleri haricinde savaşın sonunda Almanya ve Avusturya-Macaristan’da daha az asker kaçağı söz konusuydu. Ancak ciddi isyanlar gerçekleşti. Rus ordusunda hem yaygın isyanlar hem de büyük çaplı askerden kaçmalar yaşandı ve Osmanlı örneğinde hiç isyan yoktu ama asker kaçaklarının sayısı çok yüksekti. Osmanlı ordusunda isyan olmamasının sebepleri üzerine yapılan spekülasyonlar ilginç ve sanayileşme azlığının bir rolü olduğuna dair değerlendirme uygun görünüyor. Sanayi işçisi arka planına sahip askerlerin sanayi ortamında grev deneyimine sahip olacağını ve dolayısıyla ordudaki taleplerini desteklemek için de “greve” gidebilecek olduklarını söylemek pek de yersiz değil. Birinci Dünya Savaşı sırasında Avusturalya kuvvetleri üzerine yapılan çalışmalar da bunu gösteriyor.[18] Bir başka gösterge ise, La Courtine isyanından çıkarılabilir. Büyük oranda işçilerden oluşan Birinci Rus Tugayı isyan ederken büyük oranda köylülerden oluşan Üçüncü Tugay isyan etmedi. Tarihsel sosyolog Charles Tilly’nin terminolojisini kullanırsak, “grev, işçi askerin repertuarının bir parçasıydı.” Köylüler ise hem Rusya’da hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda baskıya her zaman topraklarını terk ederek tepki vermişlerdi. En kötü durumda bile yaptıkları basitçe orduyu terk edip dağa çıkmak oluyordu, tıpkı daha önce çiftliklerini bırakarak yaptıkları gibi.

Milliyetçiler

Avusturya-Macaristan örneğinde (ve daha az oranda da Rusya’da), toplumsal hareketlerin yanı sıra milliyetçi hareketler imparatorluk rejimlerinin devrilmesinde kilit rol oynadılar.[19] Ekim 1918 itibariyle Hırvatlar Sırplarla kader birliğine gitmişlerdi ve 29 Ekim’de Yugoslav cumhuriyeti Zagreb’de ilan edildi. Eylül 1918’de İtilaf devletleri Masaryk’in ulusal konseyini geleceğin bağımsız Çekoslovakya’sının de facto hükümeti olarak tanıdılar. Çekoslovak Cumhuriyeti’nin kendisi 28 Ekim’de Prag’da ilan edildi. Rusya’da imparatorluktan ayrılmayı hedefleyen milliyetçi hareketler Baltık Devletleri’nde, Ukrayna’da ve Transkafkasya bölgelerinde (Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) önemli bir faktördüler. Milliyetçi ayrılıkçılığın, Avusturya-Macaristan “İkili Monarşisi” gibi etnik olarak karma olan Osmanlı İmparatorluğu’nda eşit derecede önemli rol oynamış olduğu beklenebilir ama böyle olmadı.

İki etmen burada önemli görünüyor. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en gelişmiş milliyetçi hareketler 1918’de artık bir rol oynamıyordu. Osmanlılar en aktif milliyetçi ajitasyonun hüküm sürdüğü bölge olan Makedonya’yı 1912’de zaten kaybetmişti. Yunan ve Ermeni milliyetçi hareketleri, göç ettirmeler ve Ermenilerin durumunda da kitlesel katliamlarla savaş sırasında etkili şekilde susturulmuştu. Avusturya ve Macaristan ordularının bütünsel bir parçası olan silahlı Çek, Slovak, Sloven veya Hırvat askerlerinin Osmanlı’da bir dengi yoktu. Neredeyse tüm Yunan ve Ermeni askerler, 1915 soykırımının öncesinde bile silahsız ve ağır şekilde gözetim altında tutulan amele taburlarına verilmişti.[20] Savaşın son aşamasında Yunan ve Ermeni milliyetçileri dışarıdan çok fazla yardım bekleyemiyorlardı. Yunanistan Haziran 1917’de İtilaf devletlerinin yanında savaşa girdi ve ordusu başından itibaren Bulgarlara karşı Makedonya’da yoğunlaştı. Doğuda Çar’ın ordusundaki dört Ermeni taburu, Rus ordusu 1917’de dağılmaya başladığında Ermeni gönüllü gücünün temelini oluşturuyordu ama kendi başına Osmanlı güçlerine direnmek için çok zayıftı.

Milliyetçi hareketlerin 1918’de imparatorluğun çöküşünde rol oynamasının önüne geçen ikinci etmen, en önemli Müslüman azınlıklar olan Kürtler ile Araplar arasında ayrılıkçı milliyetçiliğin gelişmemiş olmasıydı. Kürt milliyetçiliği embriyon aşamasındaydı ve

19

Page 20: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

İstanbul’daki küçük öğrenci ve aydın grupları ile sınırlıydı.[21] Arap milliyetçiliği Cemal Paşa tarafından savaş sürecince Suriye’nin kent merkezlerinde ve Filistin’de etkili bir şekilde ezilmişti. Hicaz’daki Arap devrimi bir tehdit olmaktan ziyade baş ağrısından ibaretti ve Bağdat, Şam veya Halep gibi yerlerde görece az takipçisi vardı. Asilerle işbirliği yaptıklarından şüphe edilen Suriyeli ayanlar ve aydınlar ise derdest edilip bazı durumlarda asıldılar.[22] Ateşkesin sonuçlandırılması ardından Arap milliyetçiliği Osmanlılardan ziyade İngiliz ve Fransızlar için sorun haline geldi çünkü ateşkes hattı Arap nüfusunun çok az bir kısmını Osmanlı idaresinde bırakmıştı. Kürt milletçiliği ise elbette sorun haline gelecekti ama ancak yirmilerin ortasından itibaren.

Siyasi alternatifler

Rusya, Avusturya-Macaristan ve Almanya’da, monarşinin düşüşünün eski imparatorluk merkezinde iktidarın solun sağlam siyasal örgütlerine devrine yol açması bana son derece kayda değer geliyor. Almanya’da, Çoğunluk Sosyal Demokratları 1912’de yüzde 34’ün üzerinde oyla Almanya’da en büyük parti unvanını almışlardı bile[23] ve daha radikal Bağımsız Sosyal Demokratlarla birlikte savaş sonrası geçici hükümetini Aralık 1918’e kadar domine ettiler. Ilımlı Çoğunluk Sosyal Demokratları Ocak 1919 seçimlerinden yüzde 38’e yakın oyla en büyük güç olarak çıktılar. Sosyal Demokratların 1911’den bu yana ikinci en büyük siyasi parti olduğu Alman Avusturya’da[24], Sosyal Demokrat Karl Renner ilk cumhuriyet hükümetinin başı olarak seçilirken, Macaristan’da liberal Károlyi Sosyal Demokratlar ve Komünistlerle birlikte yönetti. Rusya’nın geçici hükümeti liberallerin (Kadetlerin) ve artan şekilde de farklı sosyalist partilerin kontrolündeydi. Bolşeviklerin hâkim olduğu işçi ve asker konseyleri ile iktidarı paylaşıyordu. Yani bu örneklerin her birinde, gelişmiş bir programa ve yerleşik bir önderlik ve kadro yapısına sahip olan sosyalist veya sosyal demokrat kitle hareketleri monarşilere ve gözden düşmüş savaş zamanı rejimlerine doğrudan alternatif teşkil ediyorlardı. Bu örneklerin her birinde, her zaman sorunsuz olmasa da bu partiler ile işçi hareketleri arasında mevcut olan yakın bağlar, imparatorluk rejimlerinin sanayi eylemleri ile devrilmesini tetikledi.

Osmanlı’da durum kesinlikle bu değildi. İmparatorluğun en önemli sosyalist hareketi Ermeni Devrimci Federasyonu Daşnaktsutyun idi ama o da 1915-1916 katliamlarından kurtulamadı. 1913 öncesinde aktif olan İstanbul Yunan Sosyalist Merkezi[25], benzer şekilde susturuldu. 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Partisi çok küçüktü ve İttihatçı hükümetlerin sürekli saldırısı altındaydı. Ocak 1913 darbesi ardından parti yasaklandı ve lideri Hüseyin Hilmi Anadolu’ya sürgüne gönderildi. 1919’da geri dönen Hilmi partiyi Türk Sosyalist Partisi olarak yeniden kurdu ve İstanbul tramvay ve tersane işçileri arasında bir dizi grev örgütlemeyi başardı. Ancak parti hiçbir gerçek kitle desteğine veya istikrarlı bir örgütlenmeye sahip değildi ve başkentteki diğer sosyalist grupçuklar için de aynısı geçerliydi. Hilmi 1922’de bir faili meçhule kurban gitti.[26] Sosyalist ve sosyal demokrat akımların Osmanlı İmparatorluğu’ndaki zayıflığı esasında sanayi işgücünün azlığı ile bağlantılıydı. Sözde Osmanlı Liberalleri iktidarı etkili şekilde ele alacak bir durumda değildi. İtilaf Hürriyet, İttihada olan nefretlerinden başka çok az ortak noktası olan ve Ocak 1913’ten bu yana ülke içinde siyasi olarak aktif olmamış bireylerin ve grupların bir toplamıydı. Bir geçiş döneminin ertesinde, “Liberaller” Mart 1919’da iktidara geldiler gerçekten de ama iktidarda kalabilmek için sarayın ve İngiltere’nin desteğine muhtaçtılar. Mart 1920’den sonra resmi İngiliz işgali altında görev yaptılar. Kendi başlarına seçmen tabanları yok gibiydi ve başkent İstanbul dışında ise kesinlikle sıfırdı. Bu, Liberallerin Anadolu’dan tek bir sandalye bile kazanamadığı 1919 genel seçimlerinin sonucu ile de ortaya çıkacaktı.

20

Page 21: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Siyasal alternatiflerin yokluğunda, ülkede iktidar büyük oranda savaş yıllarının egemen koalisyonunun elinde kaldı: İttihatçı parti şefleri ile ordu subayları, Anadolu taşrasındaki merkezlerde Müslüman tüccar çıkarları ile ittifak yapmıştı. Anadolu’daki rejimin omurgasını Osmanlı imparatorluk ordusunun kalıntıları oluşturuyordu. Türk tarih yazımı savaş sonrası hareketi beş yıl sonraki cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş gibi gösterse de, rejim değişikliği bu koalisyonun gündeminde yoktu. Gerçekte mesele yeni bir devletin kuruluşu değil, eskisini mümkün olabildiğince kurtarmakla alakalıydı.

1919-1922: Osmanlı İmparatorluğu’nun savunulması

Osmanlı Anadolu’sunun herhangi bir şekilde bölünmesine karşı hem silahlı hem de siyasi direnişin hazırlıkları daha Kasım 1918’de başlamıştı ve hareket 1919-1920’de tutarlı bir direniş örgütüne dönüşmüştü. 1920 başında imparatorluğun en yüksek siyasal organı olarak Milli Meclis’in kurulmasını çevreleyen olaylar incelendiğinde, direnişin aslında eski imparatorluğu ve eski rejimi savunmaya hizmet ettiği net hale geliyor.

İtilaf devletleri Mart 1920’de İstanbul’u işgal etmeye karar verip Osmanlı temsilciler meclisinin önde gelen üyelerinden bazılarını tutukladığında, meclis tatile girdi. Hemen sonrasında, 1919’da ulusal direnişin lideri olarak ortaya çıkan Osmanlı tuğgenerali Mustafa Kemal Paşa, meclisin kalan üyelerini Ankara’ya gelip “Milli Meclis”te yer almaya davet etti. Aynı zamanda tüm Anadolu illerinden de bu meclis için temsilciler seçmeleri istendi. Müslüman olmayanların bu seçimlere sokulmaması o zaman neyin “milli” sayıldığının tanımını gösteriyor.[27] Meclis 23 Nisan Cuma günü ilk kez toplandığında, üyeler Hacı Bayram camisinde namaz için toplandılar ve ardından bir törene katıldılar. Etkinlik boyunca yalnızca Kuran değil, peygamberin sakalından bir kıl da taşındı. Bir başka dua ve kurban kesme turunun ardından, meclis binası (İttihatçıların eski kulübü) açıldı.[28] Mustafa Kemal Paşa açılış konuşmasında yeni meclisin İstanbul hükümetinin yerini almadığını ve Halife Sultan’ı esaretten kurtarmak için geçici bir tedbir olduğunu vurguladı.[29] Sonraki günkü ilk hitabında, ulusal hareketin hiçbir şekilde sultan ve halifenin hükümetine karşı isyan içinde olmadığını vurguladı.[30] Ankara’daki önderliğin kullandığı söylem ve semboller, İttihatçı önderliğin Birinci Dünya Savaşı sırasındaki söylemi ile güçlü bir devamlılık gösteriyor. İkisi de [İttihatçılar ve M. Kemal’in çizgisi], Müslümanlardan oluşan bir millet olan ve halife sultana sadakatin milleti olan Osmanlı milletini savunma amacını güdüyordu.

Mustafa Kemal Paşa daha sonra Milli Meclis’in toplanmasını bir cumhuriyet hükümetinin başlangıcı olarak gördüğünü iddia etti. Bu meseledeki şahsi görüşü ne olursa olsun, hareketin öncülerinin çoğunluğu, asker kademesinin ise tamamı için, hareketin, açıktan ne ilan ediyorsa o olduğu fazlasıyla açık görünüyor: Osmanlı Müslümanlarına Wilson’un On Dört Maddesi’nde verilen kendi kaderini tayin hakkına (“sağlam bir egemenlik”) referansla Osmanlı Anadolu’sunun parçalanmasını önlemek için bir girişim. Kurtarılacak olan devlet Osmanlı devleti idi ve Mustafa Kemal Paşa’nın onu bir cumhuriyet ile değiştirme planları olmasının bir bütün olarak harekete dair anlayışımızla bir alakası yok.[31]

İstanbul’un işgal altında olması sebebiyle Ankara’daki önderlik bir imparatorluk hükümetinin yokluğunda ülkeyi etkili bir şekilde yönetmenin yollarını bulmak zorundaydı. Milli Meclis Ocak 1921’de Teşkilatı Esasiye Kanununu çıkardığında bir idari çerçeve oluşturulmuş oldu. Bu kanun bir cumhuriyet anayasası değildi. Birinci madde açık bir şekilde egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ve Milli Meclis’in milli iradenin tek temsilcisi olduğunu belirtir. Böyle bir beyan Fransız Devrimi geleneği ile biredir uyumlu fakat tartışmalara katılan temsilciler kanunu açık bir şekilde geçici bir tedbir olarak görüyorlardı. Daha muhafazakâr

21

Page 22: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

temsilciler ise halife kurtarıldıktan sonra hilafetin kanuni konumunu yeniden kazanacağını belirten bir madde sokmayı denediler ama bu öneri Mustafa Kemal ve grubu tarafından başarıyla püskürtüldü. Ancak Mustafa Kemal’in bu maddeye karşı çıkarkenki argümanı, Ankara’daki de facto yönetimin eski imparatorluk ile devamlılığına işaret etmektedir: “Efendiler, mevzubahs olan mevaddı kanuniye vakıa mevaddı kanuniyemizin bir kısmıdır. Kanun bugün için tespit edilmek lâzım gelen bazı nikatı nazarı ve bilhassa teşkilâtı dâhiliyeye ait bazı hususatı ihtiva ediyor. Fakat bununla bütün kanunlarımızı elde mevcut olan Kanunu Esasimizi külliyen ilga etmiyoruz. ………. Hilâfet ve saltanat mahfuziyeti zaten birinci esasımızdır.”[32]

Uygulamada gidişat Ankara yönetiminin giderek artan şekilde gerçek ve ayrı bir hükümet haline gelmesi olsa da, ulusal bağımsızlık savaşı boyunca resmi pozisyon bu oldu. Milli Meclis saltanata ve hilafete sadakat ilkesini korusa da, bu kurumlar ile makamı işgal eden kişi olan Sultan Mehmet Vahdettin arasında dikkatli bir ayrım yapıldı. Vahdettin, 10 Nisan 1920’de Şeyhülislam’ın milliyetçi “asilerin” öldürülmesi fetvası sonrasında hain ilan edildi.

Teşkilatı Esasiye Kanunu bağımsızlık mücadelesinin olağanüstü koşulları altında idare için yasal bir çerçeve oluşturdu ve devletin niteliğine ilişkin tartışma ancak zaferden sonra tekrar gündemleşti. 16 Ekim 1922’de, Mustafa Kemal halife-sultanın (henüz ayrılmamış makamlar) Milli Meclis’in otoritesini kabul etmesi şartıyla hilafet makamını muhafaza etme niyetini açıkladı. 30 Ekim 1922’de temsilci Rıza Nur tarafından verilen bir önerge, Milli Meclis tarafından kabul edildi ve Osmanlı saltanatını geriye dönük olarak 16 Mart 1920’de (İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edildiği tarih) kaldırdı. Aynı meclisin 18 Kasım tarihli 313 nolu kararnamesi Mehmet Vahdettin’i görevden indirerek Halife olarak Abdülmecit’i atadı.

Türkiye Cumhuriyeti neredeyse bir yıl sonra, 29 Ekim 1923 günü ilan edildi. Bu yıl boyunca Mustafa Kemal Paşa, kurulan yeni devletin ne monarşiye ne de cumhuriyete benzediğini söyleyerek çok ihtiyatlı hareket etti. Ocak 1923’te İzmit’teki uzun basın konferansı sırasında hilafet konusundaki tartışmalarda örneğin, ana kaygısı halifenin siyasi bir rolü olmadığının altını çizmekti. Halifenin milletler üstü dini rolü ile Türk hükümetinin milli rolü arasında ayrım koymaya çalıştı.[33]

Lozan Antlaşması’nın sonuçlandırılması ve 1923 yazında ikinci Milli Meclis için yapılan sıkı kontrol altındaki seçimlerin ardından, hem halkın direniş için seferber edilmesi ihtiyacı hem de muhafazakâr veya monarşist görüşlere sahip temsilcilerin hassasiyetlerine özen gösterilmesi ihtiyacı geri plana düştü. Türkiye Cumhuriyeti, bu koşullar altında, 29 Ekim 1923’te ilan edilebildi.

Türk tarih yazımında, bağımsızlık savaşı döneminin (1919-1922) cumhuriyet tarihinin bir parçası olduğunu iddia etme yönünde tutarlılıkla sürdürülen bir çaba var: milliyetçilerin Sivas’taki ilk kongresinin (Eylül 1919), dört yıl sonra kurulan Halk Partisi’nin ilk parti kongresi olduğu ve Ocak 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununun ilk cumhuriyet anayasası olduğu iddia ediliyor. Ancak bu yorum sorunlu: Anadolu’daki direniş hareketi, Birinci Dünya Savaşı sırasında üst rütbelere gelmiş ve istisnasız neredeyse tümü 1908 meşruti devrimi öncesinden beri İttihat ve Terakki Komitesi üyesi olan Osmanlı imparatorluk ordusu tarafından örgütlendi ve kazanıldı. Bu subaylar, eski İttihatçı idareciler ve politikacılar ile, Ermeni soykırımından ve Batı Kıyısı Rumlarının kovulmasından devasa kazançlar elde etmiş olan birçok toprak sahibi ve müteşebbis tarafından desteklendiler. Bu siyasi elit 1950’ye dek iktidarda kaldı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin iki dünya savaşı arası dönemin yeni ulus devletleri

22

Page 23: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

arasında yerini en sonunda Ekim 1923’ten itibaren, diğerlerinden beş sene sonra aldığını söyleyebiliriz, ancak Alman, Avusturya, Macaristan ve Rus cumhuriyetlerinin ilanının aksine, Türkiye’de monarşinin sona ermesi bir rejim değişikliği teşkil etmiyordu. Esasında, Birinci Dünya Savaşı sırasında iktidarda olan siyasi elit bir kuşak daha iktidarda kaldı. Bu, 1920’lerin ve 1930’ların Kemalistlerinin, İttihatçılarınkinden çok daha radikal modernleşme ve sekülerleşme politikaları geliştirmediğini söylemek değil elbette. Bunu gerçekten de yaptılar. Burada vurgulamak istediğimiz, bu yeni ve cüretkâr politikaların Birinci Dünya Savaşı sırasında iktidarda olan aynı koalisyon tarafından geliştirilmiş olduğu.

Sonuç: sebepler aynı, sonuçlar ayrı

Karşılaştırmadan çıkan tablo, Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri yenilgiden, yüksek ölü sayılarından, ekonomik altüstlükten, gıda kıtlıklarından ve demoralizasyondan en az diğer büyük imparatorluklar kadar kötü etkilendiği, ancak diğer imparatorluklarda siyasal değişimi tetikleyen kilit unsurların burada mevcut olmadığı. Greve çıkacak militan işçi yoktu ve hiçbir ordu isyanı yaşanmadı. İmparatorluk içinde hiçbir etkili milliyetçi hareket ve hiçbir elle tutulur alternatif siyasi yapı yoktu. Bu koşullar, savaş zamanı liderlerinin en önde gelenleri (Enver, Talat, Cemal ve Sait Halim) artık tablonun parçası olmasa bile, savaş zamanı koalisyonunun savaş sonrasında da fiilen iktidarı elinde tutmasına imkân verdi. Monarşinin 1922’ye dek yerine kalması, hem İngilizlere hem de Türk direnişine kullanışlı bir amaç olarak hizmet etti. Temel olarak, sonuç açısından ortaya çıkan fark, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya’nın aksine, Osmanlı İmparatorluğu’nun, eski rejimi alaşağı eden toplumsal hareketleri doğurabilecek sanayi sektöründen ve eski rejim çöktükten sonra devralabilecek türde kitlesel siyasal partilerden yoksun olması gerçeğinden kaynaklanıyordu.

Dipnotlar

[1] Osmanlı imparatorluk sisteminin yakın tarihli mükemmel bir analizi için bkz. Karen Barkey, The Ottomans in Comparative Perspective, Cambridge: Cambridge UP, 2008.

[2] İmparatorluğun çok etnisiteli niteliğini çok net şekilde ortaya koyan bir çalışma için bkz. Andreas Kappeler’ın çalışması Russland als Vielvölkerstaat. Entstehung, Geschichte, Zerfall, München: Beck, 1992.

[3] Erik-Jan Zürcher, “Who were the Young Turks?” in The Young Turk Legacy and Nation Building, London: I.B. Tauris, 2010, 95-109.

[4] Niall Ferguson, The Pity of War, London: Penguin, 1999, 368-9.

[5] Stephen Bailey, “The Berlin strike of January 1918”, Central European History 13 (1980), 158-174.

[6] Ed Erickson, Ordered to Die. A History of the Ottoman Army in the First World War, Westport: Greenwood, 2001,166-173.

[7] Ahmed Emin [Yalman], Turkey in the World War, New Haven: Yale UP, 1930, 151.

[8] Linda Schilcher, “The Famine in Syria 1915 1918,” in: John Spagnola, ed, Problems of the Modern Middle East in Historical Perspective. Essays in Honour of Albert Hourani, St. Antony’s Middle East Monographs 26, Reading: Ithaca Press, 1992, 229-258.

23

Page 24: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

[9] Bu kısa özet için başvurduğum çalışma: Richard Pipes, The Russian Revolution, New York: Knopf, 1990.

[10] Bu özet için başvurduğum çalışma: Karl Stadler, The Birth of the Austrian Republic 1918-1921, Leiden: Sijthoff, 1966.

[11] Bilgiler şu çalışmaya dayanmaktadır: Rudolf F. Tökes, Béla Kun and the Hungarian Soviet Republic: the origins and role of the Communist Party of Hungary in the revolutions of 1918-1919, New York: Praeger, 1967.

[12] Bu özet için biraz partizan ama ikna edici olan şu çalışmaya başvurdum: Sebastian Haffner, Die deutsche Revolution. Wie war es wirklich? München: Kindler, 1979.

[13] Erik-Jan Zürcher, The Unionist Factor. The Role of the Committee of Union and Progress in the Turkish National Movement 1905-1926, Leiden: Brill, 1984, 68-105.

[14] http://www.marxists.org/history/etol/revhist/backiss/vol8/no2/adam.htm adresinde aksi halde pek nadir sözü edilen bu ayaklanmanın ve nasıl bastırıldığının olağandışı şekilde ayrıntılı bir anlatımı var.

[15] Paul G . Halpern, “The Cattaro Mutiny, 1918” in Bruce A. Elleman and Christopher M. Bell, ed, Naval Mutinies of the Twentieth Century. An International Perspective, London: Routledge, 2003, 54-79.

[16] Erik-Jan Zürcher, “Refusing to Serve by Other Means: Desertion in the Late Ottoman Empire” in: O.H. Çınar en Coşkun Üsterci (ed.), Conscientious Objection. Resisting Militarized Society, London: Zed, 2009, 45-52.

[17] http://en.wikipedia.org/wiki/Green_cadres

[18] Nathan Wise, “The lost labour force. Working class approaches to military service during the Great War”, Labour History 93 (2007), 161-176. Nathan Wise, “Industrial relations in the AIF during World War I”, Labour History 101 (2011), 161-176.

[19] Bkz. Aviel Roshwald, Ethnic nationalism and the fall of empires: central Europe, Russia, and the Middle East, 1914-1923, London: Routledge, 2001.

[20] Erik-Jan Zürcher, “Ottoman labour battalions in World War I,” in: Hans-Lukas Kieser and Dominik J. Schaller (ed.), Der Völkermord an den Armeniern und die Shoah. The Armenian genocide and the Shoah, Zürich: Chronos, 2002, 187-196.

[21] Robert Olson, The Emergence of Kurdish Nationalism and the Sheikh Said Rebellion, 1880-1925, Austin: University of Texas Press, 1989, 15-16.

[22] Hasan Kayalı, Arabs and Young Turks. Ottomanism, Arabism and Islamism in the Empire, 1908-1918, Berkeley: University of California Press, 1997, 192-200.

[23] http://www.dhm.de/lemo/html/kaiserreich/innenpolitik/spd2/index.htm (01.03.2012)

24

Page 25: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

[24] http://de.wikipedia.org/wiki/Sozialdemokratische_Partei_%C3%96sterreichs (01.03.2012)

[25] Panagiotis Noutsos, “The role of the Greek community in the genesis and development of the socialist movement in the Ottoman Empire, 1876-1925,”in: Mete Tunçay and Erik J. Zürcher (ed.), Socialism and Nationalism in the Ottoman Empire 1876-1923, London: British Academic Press, 1994, 77-88.

[26] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Vol. 1, Ankara (?): BDS, n.d., 89-91.

[27] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Istanbul:Türkiye, 1960, 544.

[28] Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet 1920, Ankara: Başnur, 1970, 157.

[29] Stanford J. Shaw, From Empire to Republic. The Turkish War of National Liberation 1918-1923 A Documentary Study, Vol. III Part 1, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2000, 972.

[30] Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV (1917-1938), Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1964, 303-4.

[31] Erik Jan Zürcher, “The Vocabulary of Muslim Nationalism,” International Journal of the Sociology of Language, 137 (1999), 81-92.

[32] Ergun Özbudun, 1921 Anayasası, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1992, 25.

[33] Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara: TTK, 1982, 102-104.

25

Page 26: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Machiavelli’den Sultanlara: Osmanlı İmparatorluğu bağlamında iktidar ağları – Demetrios StamatopoulosKaynak

Sosyal ağlar konsepti birkaç on yıldır özellikle kullanışlı bir teorik ve metodolojik araç teşkil etmiş durumda, özellikle de tarihe sosyolojik yaklaşımlarda. Bu makale, özel olarak Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere bir imparatorluğun çerçevesi içindeki iktidar ağları olarak adlandıracağım şeyin işlevselliğini ayırt etmeye çalışıyor. Ancak temel amacım, uluslararası çalışmalarda hem açıktan hem de örtülü olarak yürütülen iki paralel tartışmanın nasıl bir araya getirilebileceğini önermek; yani, önceki imparatorluklara ilişkin tartışmaların, epeyce yüksek sayıda ferasetli gözlemcinin “imparatorluk” olarak karakterize ettiği çağdaş bir fenomenin anlaşılması veya yorumlanması için ne kadar kullanışlı olduğunu.1

Ağların sosyal teorinin (ana olarak yapı-özne ilişkilerine dair sosyal teorinin) geleneksel sorunlarının çözümü için köşe taşı olabileceği sonucuna varmadan önce, konseptin kökenlerine bakmak gerekli. Öncelikle, ağlar konsepti politika ve bilim dünyaları arasına gerili bir ip üzerindedir ve sonuç olarak avantajlarını hükümsüz kılabilen belirli bir anlamsal içeriğe sahiptir. Bilimsel kökenlerinin izi, Harvard araştırmacılarının 1930’larda ve Manchester Okulu’nun sosyal antropologlarının ise savaş sonrası dönemde ayrıntılandırdıkları şekliyle yapısal-işlevsel yaklaşım kadar, psikolojideki Gestalt geleneğinin temsilcileri tarafından sosyometrik analizin geliştirilmesine kadar sürülebilir.2 Her halükarda, konseptin kabulü, ABD’de enformatik ve iletişim çalışmalarının çiçeklenmesi ve özellikle Palo Alto’da, birinci dereceden sibernetik okulunun gelişmesi ile bağlantılı olmuştur.3

Ancak kavram 1960’larda hızla politik jargona geçerek o dönem hiyerarşik, dikey yapıdaki parti örgütlenmesi modeline yönelik eleştirileri zenginleştirdi. Konsept, sosyal öznelerin aracısız siyasal katılımına imkân verecek yatay bir doğrudan demokratik örgütlenme formunu tanımlamak üzere kullanılıyordu. Yeni demokratik siyasal kurumların oluşturulması yönündeki normatif talepleri, sosyal bilimlerde yürütülmekte olan çağdaş araştırmalarla, yani alan konseptine dayanan hâkim bir epistemolojik paradigmanın oluşmasına katkıda bulunmuş araştırmalarla eşzamanlı birleştirme avantajına sahipti.4

Burada epistemolojik alan paradigmasının hâkim hale gelmesi ile iletişim çalışmaları veya göstergebilimin büyümesi arasındaki köklü ilişkinin analizini uzatmak mümkün değil.5 Ancak sosyal bilimlerin yenilenmesi üzerindeki etkisi, savaş sonrası ilk on yıllarda belirleyici oldu. Alan, özellikle de daha geniş disiplinler arası araştırma programları bağlamında, birçok bilim insanının ilgisinin merkez üssü haline geldi. Çok sayıda örnek var: Fernand Braudel’in erken dönem eserlerindeki coğrafi determinizminden6 başlayıp Gaston Bachelard’ın epistemolojik modeline7 ve Michel Foucault’nun “bilginin arkeolojisi”ne8 kadar gidilebilir. Genel olarak ifade edersek, modern teorik düşünce, tarihsel perspektif ile alan konsepti arasındaki ilişkiyi temel sorunu olarak aldı. Bu, öncelikli olarak, post-yapısalcılığın en önemli temsilcileri tarafından anlaşıldığı şekliyle, iktidarın kökenleri ve kullanımı meselesinin yeniden konumlandırılması gerekliliği sebebiyleydi.9

26

Page 27: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Ağlar yaklaşımı, iki büyük çağdaş teorik akımının taraftarları olan realistler ve yapısalcılar arasındaki karşıtlığın şartları temelinde, hem meşru hem de elzemdir. Birincisine göre ağlar yaklaşımına uygulamalı matematiksel ve sosyolojik modeller üzerinden yaklaşmak, iktidar ilişkilerinin içsel yapısının ve hem modern öncesi hem de modern toplumlarda liderlik elitlerinin oluşumundaki eğilimlerin araştırılmasını mümkün kılar.10 İkincisinin bakış açısından, ağlar konseptinin kullanışlılığı, karma epistemolojik nesnelerin analizlerinde gösterilebilir. Ağlar, geleneksel olarak ayırt edilebilir üç bilimsel alana nüfuz ederek, görünmez şebekeyi teşkil etmektedirler: olgular (epistemoloji), iktidar (sosyal bilimler) ve söylemler (retorik).11 Genellikle realistler konseptin dar anlamıyla kullanımına eğilimli iken, yapısalcılar bir metafor olarak kullanmaya eğilimlidir.12 Bu iki karşıt okulun, ağ analizi üzerine araştırma programlarında hem teorik hem de metodolojik olarak birleşmesinin tesadüf olmadığı iddia edilebilir. Bunun sebebi, realistlerin, teorik sonuçlar olmaksızın sosyal fenomenlerin indirgenmesini matematiğin diline dayandıramaması, dolayısıyla da anlamın üretilmesi sürecini ve pratik-iletişimsel failliği (agency) göz ardı etmesidir. Yapısalcılar, sosyal fenomenleri dil kodu formuna indirgeyerek, hakim epistemolojik paradigmaların doğruluk kriterine saldırılarını da tamamlayamamaktadırlar. Sosyal ağların gerçekliği, öznenin praksisi ile siyasal entitelerin ve güç ilişkilerinin kayıp birliğini yeniden şekillendirme en yetkin alanı teşkil etmektedir.

Metafor olarak Machiavelli: Bazı Teorik Açıklamalar

Ağların gelişimini demokratik siyasal katılımla tanımlayan uzun geleneğin mirasçıları olmalarına rağmen, Antonio Negri ve Michael Hardt, konseptin normatif-siyasal kullanımı ile bilimsel geçerliliği arasında bir ilişki kurmanın kolay olmadığını anlamış görünmezler. Bunu temel bir teorik sorun olarak ele almıyor gibidirler. Yazarların argümanının ayrıntılandırılması açısından kritik olan ağlar ya da “ağ iktidarı” ve karşılık gelen “ağ üretimi”, İmparatorluk kitabında çeşitli noktalarda beliriyor. Birinci konsept, “iktidarın, kendilerini ağlar içinde düzenleyen ve yönlendiren bir dizi iktidarlar toplamı tarafından kurulabileceğini” öne sürerek, onu (Amerika’nın kuruluşuna ve ‘kurucu babalara’ atıfla) ABD’nin kuruluşundaki belirleyici unsurlardan biri olarak tanımladıklarında yüzeye çıkıyor.13 İkinci konsept, yazarlar daha aşina oldukları bir konuyu ele aldıklarında14, esasen, 1970’lerin petrol krizleri sonrası Batı’ya hakim olan post-Fordist/post-Taylorist modellerin analizinde beliriyor.15

Negri ve Hardt’ın siyasal ve ekonomik alanın ağ örgütlenmesinin yükselişine yaptıkları vurgu tesadüf olarak görülmemelidir. Machiavelli’nin cumhuriyetçi vizyonunda yeniden formüle edildiği şekliyle16, tarihsel olarak Roma’da somutlamış emperyal modelin, üç Aristocu yönetim sisteminin (monarşi veya prenslik, aristokrasi ve demokrasi) sentezi olduğunu savunan Polybius’un Roma İmparatorluğu’nun Yükselişi’ndeki tarihsel sentezinden ilham alarak, çağdaş (kendi tabirleriyle) “kesin ülke sınırlarını tanımayan (teritoryel olma özelliğini kaybetmiş, “de-territorialized”) imparatorlukla temel denklikler bulmaya giriştiler.

Machiavelli’nin Polybius’a yönelik açıklayıcı yaklaşımının, bir devlet eğer kademeli gerilemesini engellemek istiyorsa, temel seviyede tanımları Aristo tarafından Politika’da verilen üç birincil rejimi içermesi gerektiği fikrinde bulunduğunu burada hatırlatmak yerinde olacak. Devlet (ve prensi), monarşinin tiranlığa, aristokrasinin oligarşiye ve demokrasinin ayaktakımının hükmüne bozulmasını önlemek istiyorsa, asli yönetim biçimlerinin temel ilkelerini birleşik bir konstitüsyonel temelde kaynaştırmak zorundaydı. Machiavelli’nin açıkladığı üzere:

27

Page 28: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Yukarıda sözü edilen tüm yönetim biçimleri, iyi olan üçü çok kısa sürdüklerinden, kötü olan üçü ise içsel kötülükleri yüzünden, tatmin edicilikten çok uzaktır. Bu yüzden basiretli yasa koyucular, bunların kusurlarının bilincinde olarak, bu biçimlerden herhangi birini benimsemekten kaçınır ve öyle bir yönetimin daha güçlü ve istikrarlı olacağını düşünüp yerine tümünü içereni seçerler çünkü aynı devlet prenslik, aristokrasi ve demokrasiyi içeriyorsa, her biri birbirini gözetecektir.17

Machiavelli, Lycurgus’un antik Sparta’sı bu tür bir politik sentezin ideal örneğini oluştursa da, Roma’nın monarşik, aristokratik ve demokratik yönetim karmasının emsalsiz bir model olduğunu belirtmiştir. Bu tam da Roma’nın idaresini şehir devletinin dar sınırlarına hapsetmemiş olmasından kaynaklıdır; tersine, sınırlarını genişleterek o gün bilinen dünyanın sınırları ile tanımlamıştır. Roma’nın uzun ömrünün sırrı sofistike yapısında bulunabilirse, Roma’nın toprak genişlemesi ve imparatorluğa metamorfozu da, plebler ile soylular arasındaki iç yan yana gelişlerin ve çatışmaların idaresinde bulunabilir. Bu iki süreç özünde birbiriyle tanımlanmaktadır.

Dolayısıyla, Negri ve Hardt’ın çalışmasında Machiavelli’nin yönetimsel modeli, herhangi bir modern devletle veya ulusal entite ile (Birleşik Devletler gibi) illa ki eşitlemedikleri modern imparatorluk yapısının ortaya çıkışını açıklayan bir metafor olarak işlev görür.18

Negri ve Hardt, yorumlayıcı yaklaşımlarında, ekonomik, sosyal ve kültürel sermayeyi elde tutan ayrıcalıklıların (onların deyişi ile yeni “senato” veya “parazit aristokrasi”) yanı sıra bir bütün olarak Batı dünyasının (emperyalist yapının monarşik kısmı) yönetsel/askeri üstünlüğünü belirlemede hiçbir güçlük çekmiyorlarsa,19 o zaman sosyal ve ekonomik çıkarların aracısız (dolayımsız) temsilinin gerçekleştiği alan (sistemin demokratik boyutu) incelenebilmelidir. Çağdaş parlamenter demokrasilerde siyasetin temelinin onarılmaz şekilde zarar gördüğüne inanan iki yazar, sosyal özneler tarafından (sınıf konusundaki aşırı determinizmlerine rağmen) icra edilen “demokratik” denetimin gizil bir ifadesi için teorik bir ikame olarak, (bunlar kendi bakış açılarına göre müşteri veya lobi ağlarına dönüştürecekleri ağların örgütlenmesine dahil olsalar bile) devlet adamlarının (siyasal alanı işletenlerin) buyurganlığına karşı ağları devreye sokmaktadırlar.20

Dolayısıyla yazarların “imparatorluk” kavramını bir metafor olarak kullanmalarının, katıldıkları siyasal gelenek tarafından şekillendirilmiş bir değerbilimsel prizmadan görülen ağlar yaklaşımının içerilmesini ön varsaydığı açıktır. Bu soruna ilişkin bir tavır geliştirmekten şu an için kaçınarak, bu teorik “keyfiliğin” “demokratik sosyal örgütlenme” ile ağlar arasındaki olası ilişkiye dönük bir arayışta (bu siyaset bilimcilerinin işi ve aktif yurttaşların ana sorumluluğudur), ağların emperyal alanın örgütlenmesinde oynadıkları potansiyel rolü açıklamakta olduğundan daha az kullanışlı olduğu açıktır. Sosyal ağlar, imparatorluğu kaçınılmaz şekilde karakterize eden sosyal, kültürel ve ekonomik çeşitliliğin homojenizasyonuna katkı yapabilmeleri sayesinde, bir emperyalist siyasal yapı ortaya çıkarken daha mı gerekli hale geliyor?

Buradan doğru, buradaki ana amaç, normatif-siyasal ve açıklayıcı-bilimsel şeklindeki iki analiz seviyesini birbiri ile bağlantılandırmanın bir yolunu bulmaktır. Bu amaç doğrultusunda, iki anahtar sorunun ele alınması gereklidir. Bir yanda, ağlar konseptinin kolektif sosyal entitelerin (sınıf veya sosyal grup gibi)21 geçmişini çözmede veya sosyal sistemler veya sosyal değişim analizi meselesi ile bağlantılı olarak kullanışlı olup olmadığını araştırmak gereklidir. Öte yanda ise, eski ve yeni imparatorlukların siyasal alan örgütlenmesi bağlamında “ağlar” kavramının bir çağrışımı olup olmadığını sormak önemlidir.

28

Page 29: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

İlk meselede, yani esasen ağların imparatorlukları ele alma konusundaki analitik potansiyeli konusunda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir dizi örneğe bakılacaktır. Ancak bunu yapmadan önce, teorik nitelikte bazı izahatlar vermek gereklidir.

Emperyal alan, doğası gereği ağlar cinsinden yapılandırılmıştır: değişen sınırlara sahip bir merkezden doğru gelişir. Sınır konsepti emperyalizm tarafından negatif olarak görülür: ulus devletler çağında dilimlenmiş ve seri alanı karakterize eden bir tür ‘tarafsız bölge’ye karşılık gelmez.22 Emperyal alanı ‘barbarların’ dünyasından ayıran bir ‘tarafsız bölge’ yoktur – yalnızca Büyük Surlar vardır.23

Ancak ‘barbarlar,’ otomatik olarak onun egemenliğini yok etmeksizin herhangi bir anda emperyal alanı işgal edebilirler. ‘Barbarlar’ Roma’nın veya İstanbul’un, Pekin’in veya Viyana’nın surlarına dayandığında bile söz konusu imparatorlukların çökmemesinin sebebi de budur; imparatorluklar yalnızca merkezleri çökerse çökerler. Bu durumda, çöküş bazı dış tehditlerden kaynaklandığında değil (1812’de Moskova örneği gibi), bir içsel çözünme sürecinin, imparatorluğun genişleme sürecinde kendisine kattığı devasa toprakları üzerinde istikrarı garanti etmesini imkansız kılacak şekilde, tamamlanmasına işaret ettiğinde ve meşrulaştırıcı ideolojisi artık etki altına aldığı çeşitli nüfuslara nüfuz edemediğinde mutlaktır.24

Emperyal zaman geçmişi ve geleceği hükümdarın gövdesinin mevcut boyutunda birleştirdiğinden, egemenlik esasen ‘alanlı’dır. Bu, alan tüm sosyal, kültürel ve özellikle de siyasal evrim olasılıklarını geçersizleştirerek zamanı kapsayıp yuttuğu sürece, alanın, zamanın aksine imparatorluğun yapısının ana unsuru olduğu anlamına gelir.25 Alan homojen ve kesintisiz hale gelirken, zamanın evriminin dinamikleri hükümsüz kılınmıştır.26 Bu, imparatorluğun kendisini sürekli ‘ekümenik’ olarak sunmasına imkan verir; zamanın başlangıçları ve uzağa erimleri mesihsel bir cisimleşmede, imparatorun kişiliğinde birleştiği sürece, tüm ‘ekümen’ üzerindeki egemenliğine hiçbir şey karşı gelemez.

Negri ve Hardt’ın teorik keyfiyetinin nihai sebebi budur: geçmişin ‘ekümenik’ imparatorlukları ile bugünün Modern Roma’sı tarafından empoze edilen dünya egemenliği arasındaki yüzeysel benzetmeye indirgenmemelidir. Bundan ziyade, alan-zaman ilişkisinin köklü bir re-kompozisyonuna dayanmaktadır. Aydınlanma’nın değer-taleplerinin zirveye ulaşması ile bağlantılı olan ideolojik tarihsel ilerleme formlarının geri çekilişi, zaman ufkunun alan tarafından absorbe edilmesine işaret eder veya daha ziyade, sosyal öznelerin zaman deneyimini, bir yandan tamamen ticari ilişkiler tarafından yönetilen homojenleşmiş bir küresel manzarada değiş tokuş edilebilir ve yeri doldurulabilir şekilde serpiştirilirken, içselleştirir. Zaman hususi bir deneyime dönüştürülür ve ütopyanın var olduğu alan olma işlevini yitirir: dini söylemin nihai restorasyonu bu fenomenin kanıtı olarak yorumlanmalıdır.

Tüm imparatorluklar illa ki tek tanrılı veya tek dinli olmasa da, imparatorluklar ile başlıca tek tanrılı dinler arasındaki ilişki ancak bu yolla sağlam şekilde kavranabilir. Tanrı, içsel olarak hem mekânsal hem de zamansal seviyelerde tamam olan bir sistemin yegane potansiyel dış gözlemcisidir.27 Sonuç olarak, imparatorlukları tartışırken, iktidar ağlarının bir analizi, tam da yapısal ilişkilerin mekânsal paradigmanın egemenliği temelinde oluşumu meselesini ilgilendirdiğinden, mutlaka gereklidir.

Merkez-Çevre Yapısı Üzerine

29

Page 30: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

İmparatorlukların muazzam toprakları konsolide edilmemiş ve dağınık kalamaz. Tam da bu sebeple, imparatorluklar kendilerini merkezinkine benzeyen bir iç hiyerarşi sergileyen çevresel merkezlerde yeniden üretirler. Merkez ile çevre arasındaki bu ilişki, emperyal siyasal yapının anahtar bir unsurudur.28 Buradan doğru, ağların gelişiminin yapısal bir özelliğidir.29

Bu noktada, geçmiş imparatorluklarda merkez ile çevre arasındaki ilişkinin imparatorluk konusundaki uluslararası çalışmalarda nasıl yorumlandığını not etmeye değer. Kapsamlı çalışması Revolutions, Nations, Empires’da (Devrimler, Uluslar, İmparatorluklar) Alexander Motyl, imparatorluklardan söz ederken “devletler”den ziyade “sistemler” olduklarını akılda tutmamız gerektiğini söyler. Bu sistemler büyük ölçüde bir egemen yapının, merkez-çevre yapısının işleyişi ile desteklenirler.30 Bu yapı merkez ile çevre elitleri arasındaki egemenlik-tabiiyet ilişkilerini düzenler. Motyl, tipik imparatorluklarda merkezin çevre için biricik siyasal aracı işlevini gerçekleştirdiğini ve sonuç olarak çevreler arasındaki etkileşim olasılığını dışladığını belirten Johan Galtung’un görüşlerini yeniden üretip benimsemektedir. Daha spesifik olarak Galtung şunu belirtmiştir:

Bu özel etkileşim yapısını (bir imparatorlukta merkez ile çevre arasındaki) tanımlayan dört kural vardır:

1. Merkez ile çevre arasındaki etkileşim dikeydir;2. Çevre ile çevre arasında etkileşim yoktur;3. Bu üçünün dahil olduğu çok taraflı etkileşim yoktur4. Dış dünya ile etkileşim merkezin tekelindedir ve şu iki sonucu doğurur:

1. Çevrenin diğer merkezlerle etkileşimi yoktur;2. Çevrenin yanı sıra merkezin de, diğer merkez uluslara ait çevre uluslarla

etkileşimi yoktur.31

Galtung’un tezini yorumlayan Motyl, bir imparatorluğun çevreleri arasında etkileşim olması ihtimalini yok saymaz. Ancak, merkezin böylesi bir etkileşime aracılığının, özellikle de siyasal danışmalar, askeri işbirliği ve güvenlik düzenlemeleri gibi “önemli” olduğunu değerlendirdiği biçimlerde, olmazsa olmaz olduğu fikrini reddeder.32 Bir imparatorluk, imparatorluğun kendisini geçerli olarak kabul ettiği siyasal yapılar perspektifinden incelenecekse, Galtung’a katılmamak mümkün değil (Motyl’e de). Yine de bu yaklaşım, çevrenin kendi seçtiği bir momentte merkezden kaçmayı neden başarabildiğini açıklayamıyor.

Motyl Galtung’un yapısalcı yaklaşımını sistem teorisi çerçevesine oturtarak ayrıntılandırıyor. Ancak bu yaklaşım yine de imparatorluğun öznelerinin kendi aralarında, imparatorluğu tanımlayan dikey hiyerarşik siyasal yapıların dışında ve ötesinde kurabildikleri bir dizi sosyal veya siyasal-ideolojik ilişkiyi açıklamayı başaramıyor. Ağların incelenmesi, bunların merkez tarafından meşru görülüp görülmediğinden bağımsız olarak bir dizi yatay sosyal ve siyasal örgütlenme formunu ayırt etmemize izin verdiği için konsept olarak kullanışlıdır.

Motyl’e göre, ağlar esasen kendi temel düğümlerinin imparatorluğun merkezi olduğu bir şekilde organize olmuşlardır; uzmanlığı nedeniyle, örneğin Moskova ve Saint Petersburg’un Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Çarık Rusya’sında tüm yol, demiryolu ve ulaşım ağlarının merkez üssü olduğunu gözlemlemiştir; merkez elitinin gücünün sürmesi ve genişlemesi üzerinde belirleyici etkiye sahip olmuş bir gerçek. Ancak Motyl’in genel olarak imparatorluklara dair bu zekice gözlemini (iletişim ağlarının bir merkezi düğüm-sermaye etrafında örgütlenmesi) kabul etsek de, iktidar ağlarının merkez tarafından tekelci şekilde örgütlenmediğini de vurgulamalıyız: lider bölgesel elitlerin eşit katılımı gereklidir.

30

Page 31: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Kriz zamanlarında bu ağların, önemli bir siyasal ve yapısal değişimin kaldıracı olacak şekilde merkezin kontrolünden özerk hale gelme potansiyeline sahip olmasının sebebi budur. Bunun sebebi büyük oranda sosyal gruplar veya sınıflar arasında hegemonya kaymasından yana olmalarıdır. Ancak ağlar konseptinin sınıf, sosyal grup, elit, topluluk veya sosyal mobilite gibi konseptsel araçların teorik değerinin yerini alamayacağını belirmememiz gerek. Ağlar konseptinin yapabileceği, sosyal, siyasal ve kültürel yapılara ilişkin sosyal faillerin (agent) faaliyetlerinin tarifi için potansiyel bir alan sunarak, bu konseptlerin soyut doğasına gerçek bir içerik kazandırmaktır.

Kullanışlılığı özellikle de somut bir sosyal grubun siyasal ve sosyal düzeyde hegemonya empoze etmeyi başardığı koşulların incelenmesinde gösterilebilir. Ancak ağlar, sosyal veya siyasal failleri (agent) açığa çıkarmada bir ‘mecaz-ı mürsel’ teşkil etmezler; aksine, faillerin eylemlerinin sonucudurlar. Ağ sosyal sınıfla veya elitle tanımlanamaz; daha ziyade, sosyal sınıfların, grupların ve elitlerin üyelerinin hakimiyet/egemenlik veya tabiiyet koşullarını yeniden düzenleyebildiği tercihli iletişim yollarını teşkil ederler.

Ağlar siyasal veya ideolojik bir entiteyi nihai şekilde tanımlayamazlar çünkü sosyal örgütlenmenin öğesel bir formunu temsil ederler. Daha net olarak, siyasal ile bilimsel olan arasına ince bir ip gererler çünkü ilk başta iletişimsel ilişkilerin ilkin sosyal ilişkilerden çıktığı birincil düzeyde gelişirler. Bir ağ örgütlenmesi formu, çeşitli seviyelerde ayırt edilebilir: kapitalizm öncesi toplumlardaki aileden33 ve ticari ağlardan Balkanlardaki köprü inşa eden çete ağlarına veya Mason localarına kadar. birçok örnekte, konsept söz konusu araştırmacının, faillerin eylemlerinin (faaliyetlerinin) içeriğinin tanınabilir kaldığı bir sosyal formasyon seviyesine odaklanması ile tanımlanır. Dahası, ağların analizi gözlemcinin-araştırmacının, dünyaya bakmak için, farklı yapıların ortaya çıkışını ve farklı veya yarışan çıkarları veya ‘endişeleri’ ayırt etmesine yardım edebilir.

Sosyal ağlarla ilgili literatür son yıllarda muazzam bir şekilde büyümüştür.34 Birçok çalışma kişiler arası ağların analizine odaklanırken,35 kayda değer sayıda yaklaşım da kliklerin36 ve politika ağlarının oluşumuna ilişkin sorularla uğraşmıştır.37

Belirtildiği üzere, bu makale ağlara genel olarak değil, ağların sembolik sermayenin satıcıları olmalarına imkan verecek şekilde siyasal gücün biriktiricileri olarak işlediği, siyasetin yönetilmesine dahil olan ağlar kategorisine odaklanacaktır. Sonuç olarak burada ele alınan temel sorun, ister kişiler arası, ister ailesel, isterse genel olarak çıkar ağları olsun, sosyal ağların iktidar ağlarına dönüşümü için gerekli ön koşulların tanımlanmasıdır.38

İktidar ağlarını aile ağlarından, kliklerden, siyasal partilerden ve hatta ticari ağlardan daha dar bir metodolojik anlamda ayırt etmek istiyorsak, iktidar ağlarını iyi tanımlanmış belirli koşullar altında bu sayılanların bazılarının veya tümünün birleşiminin temsil ettiğini söyleyebiliriz.39 İdeal olarak:

1. Faaliyetleri imparatorluğun iki veya daha çok çevresine uzanır. Faaliyet, iki tarafın kullandığı iktidarın orantısız olduğu tek yönlü merkez-çevre ilişkisi ile tanımlanmaz;

2. Faaliyetleri, merkezi seviyenin yanı sıra yerelde de potansiyel güç ilişkilerini yeniden organize eder;

3. Ağın genel işlevselliği açısından görece eşit iktidar merkezleri olarak örgütlenmişlerdir;

4. Hem merkezi hem de çevre elitinden üyeler içerirler ve

31

Page 32: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

5. Merkezin her zaman işleyemediği bilgileri kontrol etmek suretiyle sosyal alanın üreticileri olarak işleyebilecekleri anlamda bir ‘alan’ oluştururlar. Bir imparatorluğun teorik olarak hükmettiği alanı kontrol edememesi bu durumlarda belirgindir.

Sonuç olarak, iktidar ağları daha geniş bir sosyal ağlar kategorisi içine yerleştirilmelidir ve onlara ilişkin ana soru bir sosyal ağın iktidar ağına dönüşümünün ön koşuludur. Çevre-çevre arasında ilişki varsa, o zaman ağın karakterini belirleyen, sosyal sistemin çöküşü momentinde tercihli bir pozisyon, gelir ve kaynaklara erişim, yeni siyasal ufukların ve merkezinkilere alternatiflerin oluşturulmasına katılım gibi ek faktörleri araştırmamız gerekir. Örneğin, aynı dönemde konsept henüz Batı’da kabaca şekilleniyor olduğu için bir ulus devletin ne olduğuna dair net bir resme sahip olmayan Mora devrimcilerinin durumunda olduğu gibi, merkezle olan çatışmaları modern bir konstitüsyonel yapının yaratılmasını mümkün kılmıştır.

Genel olarak ağların sosyopolitik iktidarı ekonomik ve kültürel mirasın birikmesinden gelir. Ancak kültürel sermayenin yanı sıra ekonomik sermayenin de birikimi, ağın iç farklılaşmasını ve aile işletmesinin sınırlarının ötesine genişlemesini gerektirir. Bu genişleme, maksimum uzun vadeli finansal getiriler sağlamak amacıyla siyasal şahsiyetlerin yönlendirmesinde ya da kültürel sermayenin ayrıcalıklı hakemlerinin yönlendirmesinde gerçekleşebilir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Ortodoks Millet Örneği

Emperyal fenomen özellikle karmaşık ve kapsamlıdır, dolayısıyla temsil ettiği sosyal bileşim türü hakkında kesin sonuçlar çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Emperyal morfemlerin ezici çoğunluğu Avrupa sınırları dahilinde ortaya çıkmış ve konsolide olmuştur. Kıtasal ve denizaşırı imparatorluk, talancı ve gelişimsel imparatorluk40 ve dağınık ve teritoryel olarak bitişik imparatorluk gibi,41 tarihsel imparatorluklara yönelik kategorizasyonlara ilişkin son yıllarda formüle edilen teorik önerileri dikkate aldığımızda, soru daha da karmaşık hale gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğu genellikle yukarıdaki gruplardan ikincisine sokulmaktadır.

Osmanlı kesinlikle Roma İmparatorluğu’nun doğrudan devamı olmasa da, Batı’da Oryantalist söylemin üreticileri için yüzlerce yıl bir “Oryantal/Doğu Despotizmi” modelini temsil ettiğinden, bu konuda belirli seviyede ihtiyat gereklidir. Yine de, konstitüsyonel yapısının temel unsurlarını Polybius’cu modelininki ile ilişkilendirmek çok zordur. Karar alma sürecini merkezsizleştiren harem gibi yeni iktidar merkezleri yavaş yavaş ortaya çıksa da, imparatorluk nihayetinde sultanın otoriter hükmüne dayanmaktadır. Devletin kendisi iki de facto ‘aristokratik’ kategori (devşirme ve sipahi memurlar) arasında siyasal çatışmanın alanına dönüşse bile, imparatorluk aynı zamanda kalıtımsal bir aristokrasinin oluşmasını da mümkün kılan konstitüsyonel bir yapı da sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir başka yönü, ekilebilir arazilerde bireysel mülkiyet hakları yalnızca on dokuzuncu yüzyıl ortasında verilmiş olmasına rağmen, zaruri meşrulaştırıcı rızasını devletin küçük toprak sahiplerine sağladığı koruma üzerinden inşa etmiş olmasıdır.

Ancak, bu çelişen (Batı Kanonu bağlamında) bağlaşımların ötesinde, Osmanlı devleti çevre elitlerinin başarılı yönetimi ve kontrolü ile karakterize olmuştur.42 Charles Tilly’nin demokratik yönetimle “uyumlu” hiçbir imparatorluk olmadığını söylerken haklı olduğu kesin çünkü ilki yurttaşlık haklarının dağıtılmasını içerir. Yine de imparatorluklar bir dereceye kadar bölgesel özerkliği tanımışlardır, daha çok da, imparatorluğun kendi merkez nüfusu için tebaadan artı ürünün koparılmasında faydalı olan taşra elitleri arasında.43

32

Page 33: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Ancak bu belirli özelliklerin ötesinde, Osmanlı İmparatorluğu bir dizi ayırt edici karakteristiğe sahiptir: bir İslam İmparatorluğu özelliğini taşırken, diğer tek tanrılı dinlerden olanlar boyunduruğu altında birlikte yaşamışlardır. Elbette millet olarak bilinen bu dini topluluklar aşamalı olarak Osmanlı İmparatorluğu tarafından sosyal ve siyasal kontrolün mekanizmaları olarak tanınan kurumsal statü elde etmişlerdir. Bu toplulukların özel niteliği, çevrelerin merkezden kontrolü sürecini, bu süreç yalnızca çıkarların yönetimini, artı ürünlerin alınmasını ve kriz yönetimini değil aynı zamanda sembollerin de kontrolünü ve yönetimini ilgilendirdiğinden, daha da karmaşıklaştırmıştır.

Özellikle Balkan halklarının ulusalcı mitolojisinde, bu toplulukların sürdürdüğü özerklik derecesi abartılmıştır ve sebebi aşikardır. ‘Ulusal uyanış’ politikası, kendi lider güçleri tarafından daha önce uzun bir ‘özyönetim’ dönemi olmuş olsa daha kolay olacaktı.

Ruhban sınıfı, asiller ve tüccarlar (ve kimi zaman da düzensiz silahlı güç birlikleri), Osmanlı alanı dahilinde iktidar ilişkilerini ortak şekillendiren ana sosyal grupları oluşturmuştur. Ortodoks milletin hakim ağları esasen bu gruplar ile Osmanlı merkezi iktidarı ve Osmanlı devletinin yerel temsilcileri arasında gelişen ilişkilerle belirlenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan iki örnek vereceğim.44 İlki hakim bir sosyopolitik yapının ağlar üzerinden ortaya çıkışını ilgilendiriyor, ikincisi ise ağ örgütlenmelerinin İmparatorluğun dağılmasındaki rolünü ilgilendiriyor. Ancak devam etmeden önce, Osmanlı İmparatorluğu’nda liderlik elitlerinin oluşumuna ilişkin bazı genel karakteristikleri not etmeliyiz.

Ortodoks milletinin incelenmesi, Osmanlı devletinin kenarların siyasal-ideolojik ilişkilerin analizini ve daha özel olarak ise liderlik elitinin nasıl ortaya çıktığının değerlendirilmesini gerektirmektedir. Bu ortaya çıkış, Theda Skocpol’ün önerdiği üzere, yalnızca Büyük Güçler ve bu örnekteki İstanbul Patrikhanesi dahil bunların Osmanlı İmparatorluğu içindeki tabanları gibi, uluslararası müdahalelerin getirdiği etkilerin bir toplamı değildi.45 Aynı zamanda modern bir ulus devlette bulunanlardan farklı koşullardan da kaynaklanmıştı.46 Bu durumlarda, özellikle de yarı-çevre bölgelerde, liderlik eliti çeşitli devlet mekanizmalarına ve devletin hazinesine katılım becerisinin sonucu olarak gelişti ve siyasal şahsiyetleri kendi politikalarını benimsemeye zorlayacak bir pozisyondaydı ve dolayısıyla Skocpol’ün deyişiyle “görece özerk” bir konuma sahipti.47 İmparatorluklarda ve özellikle de Osmanlı versiyonunda, milletin liderlik eliti devlet mekanizmasının kenarlarında, emperyal siyasal personelin boğucu kontrolü altında oluştu. Milletin bu ‘çevresel’ pozisyonu, yalnızca yasal uyumunun seviyesine dayanmıyordu, aynı zamanda hem Feneryot ailelerinin hem de burjuva sınıfının en dinamik unsurlarının iktidar ve nüfuz ağları oluşturması için zorunlu bir ön gereklilikti. Büyük Güçlerin müdahalesi ciddiydi ama iç ‘filtreler’ ile, ana olarak da liderlik elitinin ve alt gruplarının kendi nüfuz ağlarını sürdürme ve genişletme ihtiyaçlarıyla sınırlıydı.

Yukarıdakilerin tümünü akılda tutarak, şimdi Mart 1821’de Mora Yarımadası’nda Yunan Devrimi’nin ilanı ile ilişkili sosyopolitik geçiş önemli sorusunu ilgilendiren ikinci örneğimizin analizine geçeceğiz.

Filiki Eterya’nın (veya Dostluk Cemiyeti) rolü ve onun en azından başlangıçta sahip olduğu teorik düşünce, Ayaklanmada etkili olmuştur. Cemiyet, ticari sermaye biriktirenler48 ve Napolyon Savaşları’nın ardından ekonomik kriz nedeniyle bir dizi sonuçla yüz yüze olanlar49 için bir kendi kendini koruma ağı olarak başlamıştır. 1818’den sonra, bir dizi seçkin aile Eterya’nın saflarına katılmış ve devrim öncesi krizin gelişimine katkıda bulunmuştur.

33

Page 34: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Deligiannes ailesi vakası, en ilginç ve not edilmeye değer örneklerden biridir. Bu ailenin meşruiyet ve iktidarının kaynağı sadece vergi toplama seviyesinde bir aracı olarak işlev görebilmesine dayanmıyordu; ailenin Mora Yarımadası’ndaki emperyal kraliyet ailesinin, özellikle de eski Sultan 3. Selim’in kızkardeşi Beyhan Sultan’ın çıkarlarını temsil etmesinden de geliyordu. Bu aile, Beyhan Sultan’ın ona ömür boyu bahşedilmiş olan malikanesini veya iltizamını oluşturan Messinya ve Karytaina bölgelerindeki bir çıkarlar koalisyonuna liderlik ediyordu. O zaman Osmanlı merkezi ile böylesine yakın bağları olan bir aileyi devrime ve silahlı mücadeleye evrilen bir yol tutmaya iten neydi?

Bu soruya cevap verirken, ‘ulusal uyanış’ bağlamında kullanılan türden yorumlayıcı modeller muhtemelen dışarda bırakılmalıdır, özellikle de ailenin 1805-1806 arasında Mora’daki Yunan savaşçılarını sindirmedeki önemli rolü düşünüldüğünde.50 Ancak ailenin büyükleri arasındaki iç gerilimlerin analizi bir çözüm sunabilir. Deligiannes ailesinin üyelerinin merkez-başkent ile ayrıcalıklı ilişkisi, en büyük rakipleri Sotirakis Lontos’un, Yanyalı (Tepedelenli) Ali Paşa tarafından kurulmuş merkezsizleşmiş (merkezden kopan) siyasal devletin örtülü desteğine sahip başka bir ağ oluşturarak bir güç dengesi aramaya itti. Bu iki potansiyel iktidar ağı arasındaki rekabet, İstanbul’daki Osmanlı siyasal personeli arasında muhalif çıkar grupları ile ayrıcalıklı ittifaklar peşinde koşan her iki klanın liderlerinin de karşılıklı imhasına neden oldu (Sotirakis Lontos 1812’de, baş müfterisi Ioannes Deligiannes ise 1816’da idam edildi). Her iki taraf için de öldürücü olan bu kan davası, Mora’daki diğer önde gelen aileler tarafından 1816’da imzalanan bir anlaşma ile ancak son bulabildi.

Ancak, hem anlaşma hem de genel olarak 1821’e giden dönem, başka bir önemli Mora Yarımadası ailesi olan Perroukas’ın önde gelen varlığı ile karakterize oluyordu. Bu ailenin Deligiannes ailesi karşısında ne gibi avantajları vardı? Tahminime göre, Perroukas ailesi, bir yandan rakipleri Deligiannes ve Lontos’un karşılıklı olarak birbirlerini zayıflatmasından faydalanırken, daha güçlü ve yaygın bir ağ kurmayı başarabilmişti. Korint, Patras ve İstanbul’da üslenmiş olan Perroukas ailesinden üç erkek kardeş, Deligiannes ailesinin boy ölçüşemeyeceği bir nüfuz ağı kurmuştu. Deligiannes ailesi yerel idareci (vali) ile ittifak yaparak ve Beyhan Sultan’ın sağladığı koruma sayesinde Sotirakis Lontos’un icabına bakmayı başarırken, liderinin 1816’da idam edilmesi ardından bile pozisyonunu ve servetini korumayı başardı. Ancak Perroukas ailesi ile yine de rekabet edemiyordu. Ancak en sonunda, Deligiannes ailesini dinamiklerini doğal olarak kontrol edemedikleri çok farklı türden bir ağ olan Eterya’ya katılmaya teşvik eden şey, Perroukas ailesinin İstanbul’da daimi bir temsilcilik (vekil) bulundurma hakkını elde etme başarısı oldu.51

Dolayısıyla, bu durumda dikey inşa olmuş ve asil Deligiannes ailesinin Osmanlı sarayına bağlılığı ile temsil edilen merkez-çevre ilişkisi, ‘yatay’ olarak (Epir-Mora) yapılandığını söyleyeceğimiz Lontos klanının ağı tarafından ciddi şekilde rahatsız ediliyordu: esasen, yarı bağımsız devleti Osmanlı çevresinin kenarlarında hüküm sürer hale gelen Ali Paşa’nın nüfuzunu Mora’ya genişletme olasılığını sunuyordu. Osmanlı devleti derhal müdahale edip ortaya çıkan ‘merkezkaç’ kuvvetlerini bastırsa da, ‘yatay’ bir ağın bu şekilde konsolidasyonu sebebiyle açığa çıkan dinamikler, asilin klanın, tüccar ağları 1815’in ekonomik krizinde bir dayanışma yapınca ortaya çıkmış olan devrimci özellikteki gizli bir ağa entegrasyonunun şartlarını yarattı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda çevre-çevre arasındaki iç ilişkilerin ilgi çekici bir başka örneği, Ortodoks Patrikhanesi’nin Tuna Beyliklerinde aşama aşama elde ettiği muazzam araziler ve Athos ve Sina Dağlarındaki iki manastır topluluğudur. Bu arazilerin veya “özel manastırların” elde edilmesi, Feneryot aileleri Eflak ve Boğdan tahtlarını işgal etmeye başlamadan önce (ki

34

Page 35: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

bu da arazi aktarımı sürecini yoğunlaştırmıştır) on yedinci yüzyılın Eflak ve Boğdan hükümdarları döneminde başlamıştı.52 Eflak ve Boğdanlıların bu arazi aktarımı politikasına başvurma sebebi, Ulah dilini konuşan nüfusların daha geniş Epir bölgesinden ve Batı Makedonya’dan İstanbul’a, Bükreş’e, Yaş’a, Köstence’ye ve Sibiu’ya büyük çaplı göçleri ile hiçbir şekilde alakasız değildi.

Epirlilerin, kilise gelirlerinin istismarından evrilen bu özel ağı örgütlemede oynadığı önemli rol, Epir ve Eflak ve Boğdan’daki manastırların büyüyen mülklerinin İstanbul Patrikhanesi’ne ve Ortodoks Doğu’nun diğer patrikhanelerine aktarılanlar olmasından bellidir. Bu, Ortodoks Patrikhanesi’nin manastırlarını destekleyenler arasındaki elite, beyliklerden akan muazzam gelirin de facto kontrolünü verdi. Bunun, Kudüs, Antakya ve İskenderiye gibi doğudaki Ortodoks patriklik seçimlerinin kontrolü anlamına geldiği de açık. Bu şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nun iki çevre bölgesini birbirine bağlayan bir göç hareketi, aşamalı olarak Ortodoks milletinin en güçlü iktidar ekseni haline dönüştü.

Devrim öncesi Mora Yarımadası ile Eflak ve Boğdan’daki manastır mülkleri vakaları, yalnızca daha geniş emperyal alan dahilinde bir ağın (birçok çevre arasında merkezin dahiliyeti ile çok yüzlü etkileşimle karakterize olan ve Galtung’un modelinde olmayan ama Motyl tarafından kısmen kabul edilen bir tür) gelişiminin öneminin mükemmel örnekleri olmakla kalmazlar. Aynı zamanda, tüccar, büyükler veya ruhban sınıfı ağlarının kendilerini özgün iktidar ağlarına nasıl dönüştürdüklerini anlamayı da sağlamaktadırlar.

Sonuç

Özgün sorumuza dönersek: yukarıdakiler temelinde, iki tartışma nasıl bağlanabilir? Ağların değerine dair açıklayıcı-bilimsel seviyedeki yanıt, onların normatif-siyasal boyutuna ilişkin kritik soruyu yanıtlamak için nasıl açıklayıcı bir yol sağlayabilir?

İktidar ağlarına dönüşmek için, göç hareketi ağlarının veya vergi gelirlerinin istismarı üzerine kurulu ağların nüfuzlarını merkez ile çevre arasındaki yukarıdan aşağıya ilişkinin ötesine genişletmeleri gerekmiştir. Merkez çıkar gruplarının ve imparatorluk merkezinden görünmeyen çevre elitlerinin çıkarlarını örgütlemeleri gerekmiştir. Bu noktada, ağların inşa aşamasındaki imparatorluk alanı dahilinde nasıl geliştirildiklerini ele almamız gerek.53

Bir anlamda, imparatorluk alanın zaman üzerindeki, kendini referans almanın (özgöndergesellik) dış referans üzerindeki hakimiyeti için bir modeldir. Gerçeklikte, bugün “imparatorluk” olarak adlandırılan şey, alan paradigmasının hakimiyetini ilgilendiren bir sürecin entegrasyonundan fazlası değildir.

Ağ teorisine ilişkin olarak, Osmanlı gibi imparatorluklarda kolektif tarihsel formasyonlara yaklaşımda değerli ve yeterli olabilecek iki temel konsept mevcuttur:

1. Ağ ile siyasal otoritenin yapıları arasındaki ilişkiyi incelemede istisnai derecede faydalı olabilecek merkezilik konsepti.54 Bu, iktidar birikimi sürecinin odak ve çevre noktalarının tanımlanmasını gerektiren, iktidarın bir ağ dahilinde bölüşümü ile ilgilidir.

2. Özellikle de bir imparatorluğun çevresinde çıkar gruplarının oluşma yollarını somutlaştırabilen klik konsepti.55 Bu, ağın üyeleri arasındaki ilişkilerin niteliğini ve özellikle de aracılar üzerinden doğrudan veya dolaylı olarak iletişim içinde olup

35

Page 36: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

olmadıkları ile ilgidir.56 Bu özellik doğal olarak bir üyenin diğerine bağımlılık derecesini belirler.57

Atıfta bulunduğumuz iki örnekte, bu grupların eyleminin ekonomik çıkarların yönetilmesi ile sınırlı olmadığı not edilmeye değerdir. Bundan ziyade, siyaset alanına girişleri, birden fazla iktidar kaynağını varsayar. Gelir kaynaklarını, merkezle ittifak ederek de savunurlar. Ek olarak, emperyal alana yayılımları, kültürel sermayeyi emperyal hakimiyetin temel karakteristiklerinin altını aşamalı olarak oymalarını sağlayacak şekilde yönetmelerine imkân verebilir. Sonuç olarak, kliklerin ve oluşturdukları çıkar ağlarının eylemi, emperyal alanın merkeziliğini altüst eden iktidar ağlarına dönüşme ihtimaline sahiptir. Ağların dinamik bir perspektifi, onların kültürel etmenle köklü bağlantısını ve ağın faillerinin (agent) faaliyetlerinin sebep olabileceği sürekli çelişkileri hesaba katmalıdır.

Geçmişteki ağların (en azından siyasal faaliyetin gelişmesinin koşullarını şekillendirmiş olanlar), toplumda halihazırda ekonomik sermayeye (tüccarlar ve büyükler örneğinde olduğu gibi) veya kültürel sermayeye (ruhban sınıfı örneğinde olduğu gibi) sahip olanların çıkarlarının örgütlenmesini konsolide ettiği ve kolaylaştırdığı görülebilmektedir. Bir emperyal toplumun sosyal ve siyasal aristokrasisinin, iktidar ağları dahilinde oluştuğu söylenebilir. Ağlar yatay, “demokratik” bir biçimde örgütlenip işleyebilse de, bu onların demokratik sosyal örgütlenmeye daima katkıda bulunduğu anlamına asla gelmez. İmparatorlukların tarihi bunu göstermiştir ve korkarım ki gelecek de bunu doğrulamaya devam edecektir.

DİPNOTLAR

1 Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Cambridge: Harvard UP, 2000.

2 John Scott, Social Network Analysis. A Handbook, London: SAGE Publications, 1991, s. 7.

3 1946-1953 arasında Josiah Macy Vakfı tarafından düzenlenen ve Norbert Wiener’in önde gelen şahsiyet olduğu sibernetik çevresinin ortaya çıkmasına yol açan yıllık konferanslar dizisi konusunda bkz. Steve J. Heims, The Cybernetics Group, Cambridge: MIT Press, 1991.

4 Bu sürecin üst noktasını temsil eden görüş, Henri Lefebvre’nin 1974 tarihli klasiği Mekânın Üretimi’dir. Bu kitap ne yazık ki, alanın her şekilde esas konseptsel odak olduğu alanların (arkeoloji, coğrafya, şehir planlaması ve mimari gibi) teorik ve metodolojik araştırmalarında olumlu bir etkiye sahip olsa da, tarihsel araştırmada öncü eğilimlerin formülasyonunda göz ardı edilebilir bir etkiye sahip olmuştur. Lefebvre, bu kitabında, kentsel alanın sanayi sonrası çağda sermaye tarafından tasfiye edilmesi ve yeniden biçimlendirilmesi sürecine kararlı bir şekilde karşı çıkarak, alan konseptinin, entelektüel ve sembolik temsillerinin ve gerçekte deneyimlendiği şekliyle alana yaklaşımların bütünlüklü bir teorik değerlendirmesine girişmiştir. Lefebvre için, değiş tokuş ve bilgi ağları, modern siyasal hegemonya yapılarıyla birlikte, tüketimci modelin tam hakimiyetinin dağıttığı sosyal alanı yeniden tesis etmenin yanı sıra alana ve zamana özneleri üzerinde yeni bir hiyerarşi empoze etmek için gelişir.

5 Bu ilişkinin bir göstergesi için, bkz. Panajotis Kondylis, Der Niedergang der bürgerlichen Denk- und Lebensform: die liberale Moderne und die massendemokratische Postmoderne, Weinheim: VCH, 1991.

6 F. Braudel, La Méditerranée et le Monde Méditerranéen a l’époque de Philippe II, Paris: A. Colin, 19662.

36

Page 37: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

7 Gaston Bachelard, La poétique de l’espace, Paris: Presses universitaires de France, 1957.

8 M. Foucault, L’archéologie du savoir, Paris: Gallimand, 1969. Bu, topolojik metaforlarla doludur.

9 Bu tartışmaya ve sosyolojik/felsefi analizler tarafından alan konsepti ile yapılmış bağlantılara (ana olarak M. Foucault, J. Habermas, M. Mann ve A. Giddens’ın çalışmaları) bir genel bakış için bkz. Cole Harris, “Power, Modernity, and Historical Geography”, Annals of the Association of American Geographers 81:4 (1991), ss. 671–683.

10 L. C. Freeman’ın önde gelen şahsiyet olduğu Social Networks’le ilişkili bilim insanları grubu, böylesi bir akademik çevrenin temsili örneğidir.

11 En karakteristik olarak, “küresel” ile “yerel” arasındaki baskın ayrımın ağlar için ara düzenlemeler şeklinde bir tanım sunduğu yorumunu yapan Fransız bilgi kuramcısı Bruno Latour’un teorik analizleri: “Les deux extrêmes, le local et le global, sont beaucoup moins intéressants que les agencements intermédiaires nommés ici réseaux”, Bruno Latour, Nous n’avons jamais été modernes: essai d’ anthropologie symétrique, Paris: La Decouverte 1997, p.166. Özellikle de yapısalcı kamp içinde sistem teorisi taraftarları (güçlü yapısalcılık) ile kültürelciler (zayıf yapısalcılık) arasındaki farklılıkları anlamak için aydınlatıcı olan, Niklas Luhmann ile N. Katherine Hayles arasındaki tartışmadır, bkz. William Rasch ve Cary Wolfe (ed.), Observing Complexity, Minneapolis: University of Minnesota Press, 2000, ss. 111–136.

12 Konseptin metaforik kullanımının Barry Wellman tarafından bir eleştirisi için bkz. Charles Whetherell, “Social Networks Analysis of Historical Communities: Some Questions from the Present for the Past”, The History of Family 1:1 (1996), ss. 97–121, özellikle de s. 98.

13 M. Hardt ve A. Negri, Empire, s. 162.

14 Özellikle de erken dönem işbirliklerinde (Labor of Dionysus: a Critique of the State-Form, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1994) ve esasen de Negri’nin 1960 ve 70’lerdeki teorik araştırmalarında görülebildiği gibi.

15 M. Hardt ve A. Negri, Empire, ss. 294–297. Bu sosyoekonomik değişimlerin kültürel sonuçları konusunda bkz. Fredric Jameson, Postmodernism, veya, The Cultural Logic of Late Capitalism, Durham: Duke UP, 1991. Post-Fordist deneylerin temel amacı şu şekilde özetlenebilir: üretim sürecinin hem mekânsal hem de zamansal olarak dağıtılması. Ücretli emeğin esnek formları bize bu dağıtmanın zamandaki bir resmini veriyorsa, mekandaki dağıtmanın resmini de fabrika ile ilişkilendirilmiş üretim biçimlerinin parçalara ayrılması, örneğin büyük üretim birimlerinin tüketimin bireycileşmesi doğrultusunda daha küçük olanlara bölünmesi verir. Hem ilki hem de ikincisi, bunlar ister üretim birimleri, ister kent merkezleri, isterse araştırma ve öğretim merkezleri olsun, dağıtılmış düğümlerin birliğini yeniden üreten ağ örgütlenmesi biçimlerinin yayılmasını (enformasyon teknolojilerinin gelişmesi burada önemli bir parametredir ama tek değildir) varsayar. Bkz. David Harvey, The Condition of Postmodernity, London: Basil Blackwell, 1989, ss. 141–197, Manuel Castells, The Rise of the Network Society, Oxford: Blackwell, 1996, s. 151–172.

16 Bkz. “Discorsi sopra la prima deca di Tito Livio,” Niccolò Machiavelli, Il Principe e altre opere politiche, introduzione di Delio Cantimori, note di Stefano Andretta, Milano: Garzanti 1989² ve bir İngilizce baskı, N. Machiavelli, The Discourses, London: Penguin, 1970.

37

Page 38: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Machiavelli’nin Polbius’un modelinin yarattığı çıkmazlardan ne şekilde kaçındığına dair, istisnai ölçüde kavrayışlı bir giriş yazısı için bkz. P. Kondyles, in Niccolò Machiavelli, Works, Athens: Kalvos, 1984 (Yunanca), vol. I, ss. 49–50.

17 N. Machiavelli, The Discourses, s. 109.

18 Her durumda, iki yazar “Polybius’çu” sentezin klasik anlamda gerçekleşmediğini gözlemlerler: “karma bir oluşum” ortaya çıkmasına rağmen, “hibrit bir oluşum” da ortaya çıkmıştır, hibritliği, esasında kesin ülke sınırlarını tanımayan egemenliğinden gelir. Ancak kesin ülke sınırlarını tanımayan egemenlik, illa ki “alansızlaşmış” demek değildir. İmparatorluk zamanın donması ve mekânsal paradigmanın hakimiyeti olmaksızın var olamaz; aksi halde bu modern fenomen “imparatorluk” sayılamaz. Bu yakın zamanda Eric Hobsbawm tarafından formüle edilmiş ve Selanik Aristo Üniversitesi tarafından onursal doktora ödülü alırken yaptığı konuşmada sunulmuş, aynı zamanda E. J. Hobsbawm’ın “İmparatorlukların Sonu” içinde ve Karen Barkey ve Mark von Hagen’in, “After Empire: Multiethnic Societies and Nation-Building. The Soviet Union and the Russian, Ottoman, and Habsburg Empires” kitabında (Boulder: Westview Press, 1997, ss. 12–16) görülebilecek bir görüştür.

19 M. Hardt ve A. Negri, Empire, s. 316.

20 Gerçekten de, yazarlar, postmodern imparatorluğun ortaya çıkışının “hükümet etmenin, ‘iyi’ formlarından ziyade üç ‘kötü’ formunun” (age, s. 316) bir sentezi olarak değerlendirilebileceğini söyleyerek, konsepti ayrıntılandırmaya geri dönüyorlar. Otoriter bir küresel baskıcı gücün tiranlığı ve girişimcilerin ve şirket güçlerinin spekülatif aristokrasisi (“demokratik denetim” görevini üstlenmesi gereken sosyal güçlerin değerli indirgemesi) yeni emperyal morfemi inşa etmiştir.

21 Stephan Fuchs’ün iddia ettiği üzere: “Networks consist of relations, not nodes,” (Ağlar ilişkilerden oluşurlar, düğümlerden değil) Against Essentialism: a Theory of Culture and Society, Cambridge: Harvard UP, 2001, s. 256.

22 Nicos Poulantzas, L’état, le pouvoir, le socialisme, Paris: PUF, 1978.

23 Burada ‘barbarlar’ ‘politik doğruculuğun’ kuralları kapsamına girmez; konsept imparatorluk ‘dışına’ yerleştirilen tüm halklara gönderme yapmaktadır ve Avrupa’nın kendi yüceliğini üzerine temellendirdiği, ‘medeni’ ile ‘medenileşmemiş’ arasındaki temel ikiliğin altını çizmektedir. Osmanlı İmparatorluğu örneğinde ise, sınırların niteliği tartışması Paul Wittek’in erken Osmanlı devletinin, İslam’a yeni dönmüş olan “kutsal savaşçıların” (gaziler) eyleminin sonucu olarak genişlemesi üzerine ünlü tezi ile bağlantılıdır. Sınırların alanı sınırlanmış ve boş değildir, aksine, belli belirsizdir ve ‘barbar’ dünyadan (Turan) gelen insan kitlelerince işgal edilmektedir. Ancak bunlar, Dar ül-Harb’a (kafirlerin “savaş dünyası”) karşı Dar ül-İslam’ı (İslam dünyasını) yayma kutsal misyonunu üstlenmişlerdir. Sonuç olarak medeni ile ‘barbar’ dünyayı yan yana koyan bu model, ayrım yapmaktadır: erken dönem Osmanlı ‘barbar’ dünyayı ‘kâfir’ dünyaya karşı döndüren ve aynı zamanda onu İslam’a döndürerek eşzamanlı olarak medenileştiren bir “ara” medeniyet örneğini temsil etmektedir. Osmanlı devletinin sınırları akışkandır çünkü imparatorluk genişlemeye devam eder.

Bu sebeple, hudutları kaynaklarda “serhad-ı mansûre” (muzaffer hudut) olarak geçmektedir, bkz. Colin Heywood, “The Frontier in Ottoman History: Old Ideas and New Myths”, Writing Ottoman History. Documents and Interpretations, Aldershot: Ashgate, 2002, s. 240.

38

Page 39: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Heywood’un Osmanlı örneğini Roma Surlarından veya Çin Seddi’nden ayırdığı kesindir. Osmanlı hududu ile Altın Ordu ve ardıllarına karşı koruma amacıyla dikilen Habsburg Militärgrenze’i ve Kazak yerleşimlerinin Polonya ve Moskova bölgeleri arasında paralellikler görse de farklar vardır: Roma ve Çin bağlamında ele aldığı hududun belirlenmesi, yalnızca hâkim emperyal ideolojinin, onların hudutları da çoğu zaman değişken ve tanımsız olmasına rağmen, ‘barbarlar’ ile karşı karşıya oluşu açısından geçerlidir. Aynı şekilde art arda gelen ‘barbar’ akınları tarafından kolayca ve daima geçilebilmektedirler. Her durumda, Osmanlı İmparatorluğu’nun “genişleme cephesinin” uzun ömrü, Karlofça Antlaşması (1699) ile sınırlanmıştır. Komşu bir imparatorluğun eş zamanlı mevcudiyetinin resmen kabulü, “gazi devleti” zihniyetinin benimsenmesini varsayan genişleme sürecine son vermiştir. Habsburglarla yapılan barış antlaşması, alanın modernitedeki kavranışıyla tutarlı bir hudut modelini sınırlamıştır. Bu kritik mesele açısından önemli bir katkı için bkz. Rifaat A. Abou-el-Haj, “The Formal Closure of the Ottoman Frontier in Europe, 1699–1703”, Journal of the American Oriental Society 89:3 (1969), ss. 467–475.

24 A. G. Hopkins, “Back to the Future: From National History to Imperial History”, Past and Present 164 (1999), ss 198–243.

25 Bu, Bizans İmparatorluğu’nda zamanın kronograflar tarafından düzenlendiği yollara referansla kolayca doğrulanabilir. Bu konuda bkz. Apostolos Karpozelos, Byzantine Historians and Chronographers, Athens 1997–2002, (Yunanca). Hardt ve Negri’ye göre, “İmparatorluk tarihsel zamanı tüketir, tarihi askıya alır ve geçmiş ve geleceği kendi etik düzeni içinde toplar. Diğer bir deyişle, İmparatorluk kendi düzenini daimî, sonsuz ve gerekli olarak sunar.” Empire, s. 11.

26 Modern devlet de kendi hakimiyet alanını dış dünyadan ayıran sınırlar çizerken onu homojenleştirir. Ancak eş zamanlı ve sistematik olarak, kendi içini sınıflandırır ve parçalar. Dolayısıyla modern devlette alan homojen hale gelir ancak sürekli hale gelmez. Modernitenin kurucu bir koşulu olarak devletin kendi topraklarına sızmasının (demir yolları ve yollar gibi iletişim ağları üzerinden) kapsamlı bir analizi için bkz. Kostas Kostis, “The Formation of the State in Greece, 1830–1914,” Faruk Birtek ve Thalia Dragonas (ed.), Citizenship and the Nation-State in Greece and Turkey, New York: Routledge, 2005, ss. 18–36, özellikle de ss. 21–22.

27 Burada Niklas Luhmann’ın skolastik ve Protestan teolojik eserler üzerine gözlemlerinden faydalanıyoruz. Bkz. Observations on Modernity, transl. William Whobrey, Stanford: Stanford UP, 1998, ss. 51–52.

28 Karşılaştırmalı bir perspektif için bkz. Karen Barkey, “Thinking about consequences of Empire”, Karen Barkey and Mark von Hagen (eds.), After Empire, op. cit., ss. 99–114.

29 S. Borgatti ve M. Everett, “Models of core/periphery structures,” Social Networks 21 (1999), ss. 375–395.

30 Alexander Motyl, Revolutions, Nations, Empires: Conceptual Limits and Theoretical Possibilities, New York: Columbia UP, 1999, s. 124.

31 Johan Galtung, “A Structural Theory of Imperialism”, Journal of Peace Research 8 (1971), ss. 81–117 (89), alıntılayan Alexander Motyl, op. cit., ss. 121–122. [Türkçesi için bkz.

39

Page 40: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

http://www.uidergisi.com.tr/wp-content/uploads/2010/09/Emperyalizmin-Yapisal-Teorisi-I.pdf]

32 Motyl, s. 122.

33 Örn. en son formülasyon için bkz. Maria-Christina Hatziioannou, Family Strategies and Commercial Competition, Athens: MIET, 2003 (Yunanca).

34 Sosyal ağların analizine teorik yaklaşımların en son incelemesi için bkz. Scott, Social Network Analysis. Ayrıca ilgi çekici bir başka teorik yaklaşım için bkz. Barry Wellman, “Network Analysis: Some Basic Principles”, Sociological Theory 1 (1983), ss. 155–200. Ağların analizini sosyal yapı konseptinin teorik temelinde kullanmaya çalışmaktadır. Bu konuda ayrıca bkz. Barry Wellman ve S. D. Berkowitz (ed.), Social Structures: A Network Approach. Cambridge: Cambridge UP, 1988.

35 Örn. bkz. J. A. Davis and S. Leinhardt, “The Structure of Positive Interpersonal Relations in Small Groups,” Joseph Berger, Morris Zelditch ve Bo Anderson (ed.), Sociological Theories in Progress, vol. 2, Boston: Houghton Mifflin, 1972.

36 Son derece ilginç bir çalışma için bkz. L. C. Freeman, “Cliques, Galois lattices, and the Structure of Human Social Groups,” Social Networks 18 (1996), ss. 173–187.

37 Elbette bu örnekte analizler, bunların tarihsel sosyal formasyonları anlamada kullanışlılığını azaltmayan çağdaş siyaset teorisinin teorik çerçevesi içinde bulunuyor. Ağ analizlerinin bu kategorisi için bkz. Mark Bevir ve R. A. W. Rhodes, “Analyzing Networks: from Typologies of Institutions to Narratives of Belief,” Επιστήμη και Κοινωνία [Science and Society] 10 (2003), pp. 21–56 (Yunanca). Bu çalışma, siyasal ağlara yönelik, gelenek, hikayeleme ve “Everyday Maker” (Gündelik/Sıradan Yapıcı) konseptlerine dayalı, yani analizi ağlar dahilinde anlamın üreticileri olarak bireylerin rolüne yerleştiren yapısalcı/anti-temelci bir bakışa sahiptir. Birçok durumda, ağlar konseptini eski kavgaların şartlarını geri dönüştürmek için kullanmaya lüzum yoktur: işlevselciler/yapısalcılar karşısında sübjektivistler veya realistler karşısında yapısalcılar. Ağlar konseptinin kullanışlı olduğu sadece gözlemci-araştırmacı bireysel aktör ile olay arasındaki kesişim noktasını (çıkar veya farklılık) teşhis edebildiği için değil, ilişkilerini mekânsal boyutu sunduğu daha geniş çerçevede yeniden inceleyebildiği için de gösterilebilir.

38 Burada Willy van Poucke tarafından üç farklı ağ çeşidi olarak önerilen ayrımı izliyoruz: duyarlılık, çıkar ve iktidar ağları. Bkz. “Network Constraints on Social Action: Preliminaries for a Network Theory”, Social Networks 2:2 (1979–1980), ss. 181–190.

39 L. C. Freeman, “Cliques”, ss.179–182.

40 A. G. Hopkins, “Back to the Future”, s. 206.

41 A. Motyl, “From Imperial Decay to Imperial Collapse: the Fall of the Soviet Empire in Comparative Perspective,” Richard J. Rudolf ve David F. Good, Nationalism and Empire: the Habsburg Empire and the Soviet Union, New York: St. Martin’s Press, 1992, ss. 15–43.

42 Molly Greene, “The Ottoman Experience”, Daedalus 134:2 (2005) ss. 88–99.

40

Page 41: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

43 Charles Tilly, “How Empires End”, in Karen Barkey ve Mark von Hagen, After Empire, ss. 1–11 (7).

44 Osmanlı İmparatorluğu’nun genel bir tarihi için, bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Çevirmen: Ruşen Sezer, Yapı Kredi Yayınları, 2016 ve Stanford Shaw ve Kural Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, 2 vols., Cambridge: Cambridge UP, 1976/1977.

45 Τheda Skocpol, States and Social Revolutions: a Comparative Analysis of France, Russia, and China, Cambridge: Cambridge UP, 1979, ss. 24–33.

46 Modern devletin çeşitli tanımları üzerine bkz. Christopher Pierson, The Modern State, London: Routledge, 1996, ss. 5–34.

47 Osmanlı devleti bağlamında “görece özerklik” sorunu üzerine bkz. John Haldon, “The Ottoman State and the Question of State Autonomy: Comparative Perspectives”, Halil Berktay ve Suraiya Faroqhi (ed.), New Aprroaches to State and Peasant in Ottoman History, London: Frank Cass, 1992, ss. 18–108. Osmanlı devletinin ilk yüzyıllarındaki niteliği ve özellikleri üzerine bkz. Cemal Kafadar, Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State, Berkeley: University of California Press, 1995.

48 Osmanlı İmparatorluğu’nda “klasik çağdaki” ticaret ağları konusunda bkz. Halil Inalcik ve Donald Quataert (ed.), An Economic and Social History of the Ottoman Empire, 1300–1914, Cambridge: Cambridge UP, 1994, ss. 179ff.

49 Bu konuda makaleler için bkz. V. Kremmydas, “The Economic Crisis in the Greek Territories at the Beginning of the 19th Century and its Influence on the Revolution of 1821,” Μnimon 6 (1976/77), ss. 16–33 (Yunanca) ve G. Hering, “On the Problem of Revolutionary Uprisings at the Beginning of the 19th Century,” Τα Ιστορικά [Ta Istorika] 13:24–25 (1990), ss. 105–120 (Yunanca). Filiki Eterya’nın örgütlenmesi ve oluşumu konusunda klasik bir çalışma için bkz. George-Demetrios Frangos, The Filike Etaireia, 1814–1821: A Social and Historical Analysis, New York: Columbia UP, 1971.

50 Bkz. John C. Alexander, Brigandage and Public Order in the Morea, 1685–1806, Athens: Paragoge, 1985.

51 D. Stamatopoulos, “Party Factions in the Pre-Revolutionary Peloponnese (1807–1816): The Role of Lala’s Turkish-Albanian as a Factor of Political Differentiation,” Istor 10 (1997), ss. 185–233 (Yunanca); A. Fotopoulos, The Notables of the Peloponnese during the Second Ottoman Occupation, 1715–1821, yayınlanmamış doktora tezi., Atina, 2001 (Yunanca).

52 D. Stamatopoulos, Reform and Secularization: Towards a Reconstruction of the History of the Ecumenical Patriarchate, Athens: Alexandreia, 2003 (Yunanca), ss. 37–38.

53 Bu konseptsel yapı, “merkezsizleşmişlik” ağların iç örgütlenmesinin temel bir karakteristiğini oluşturduğundan, sosyal ağların bir imparatorlukta örgütlenmesi için özellikle kritiktir. Bu konuda bkz. L. C. Freeman, “Centrality in Social Networks: Conceptual Clarification,” Social Networks 1 (1979), ss. 215–239; P. Bonacich, “Power and Centrality: a Family of Measures,” American Journal of Sociology 92:5 (1987), ss. 1170–1182. Ayrıca bkz. John Scott, Social Network Analysis, ss. 85–102.

41

Page 42: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

54 J. Scott, Social Network Analysis, ss. 85–102, H. Lefebvre, The Production of Space, ss. 331–334.

55 J. Scott, Social Network Analysis, ss. 117–123.

56 Age., ss. 119–120.

57 “Yerel bağımlılık” konseptinin J. Scott tarafından tanımlanması konusunda bkz. age, s. 90.

42

Page 43: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

İsa’nın Yoksul Adamları ve Onların Liderleri: Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan Ortodoks Ruhban Sınıfı Arasında Varsıllık ve Yoksulluk (18. yy.) – Dimitris StamatopoulosKaynak

Ekümenik Patrikhane’nin finansal dünyasını, on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçerken Büyük Kilise’nin belki de en büyük entelektüeli olan Manuel Gedeon’un ilginç bir anekdotu çok iyi anlatmaktadır. Anadolu taşrasında makamının giderlerini yanlış hesap eden bir piskopos, nostalji içinde eskiyi, piskopos olmadan önce bir deve sahibi olarak geçirdiği daha müreffeh günlerini hatırlamaktadır. Piskopos olmak—daha önce papaz olarak atanmıştır—için, develerinden 12’sini satmak ve gelirini Patriğe vermek zorunda kalmıştır. Ona bu seçimi yaptıran hatayı hatırlayarak, sık sık “on iki deve sattım” cümlesini tekrarlamaktadır. Bir keresinde, Büyük Perhiz sırasında bir Cuma günü, Akathist İlahisi’ni söylerken, yedinci kasidenin dördüncü troparion’u olan “Ey Tanrı-doğuran, sana hizmet edenlerin isimlerini yaşam kitabına yazması için O’na yalvar,” diyeceğine, “on iketeve” yerine “on iki deve” diyerek “Ey Tanrı-doğuran, sana hizmet edenlerin isimlerini yaşam kitabına yazması için on iki deve,” der. Piskopos olmak için ödediği bedel, gerçekten de yüksek olmuştur.

Anadolulu deve sahibi piskopos vakası, piskopos kariyerinin sunduğu varsıllaşma beklentisi ile gerçeklik arasındaki çatışmanın iyi bir örneğidir, özellikle de Anadolu gibi cemaati az olan (kalabalık olmayan) taşra illerinde. Geçim zorluğuna ilişkin benzer deneyimler, Balkan milliyetçiliği tarihindeki başka bir tanınmış piskopos olan, Vratsa Piskoposu Sophronious tarafından da kaydedilmiştir. Ancak onun kötü mali durumu büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’nun onun Piskoposluk bölgesinin sınırında art arda girdiği savaşlarla bağlantılıdır.2

Feneryotların yüzyılı olan on sekizinci yüzyıl, onlara karmaşık bir ilişkiler ağıyla bağlanmış güçlü başpiskoposlar sınıfını ön plana çıkardı. Birçok piskopos veya metropolit, bu makamlara seçilmelerini, daha güçlü şahsiyetlerin, çoğu zaman da Eflak ve Boğdan’ın yöneticilerinin ve hatta bunların, sık sık çocuklarının eski eğitmenlerinin bu pozisyonlara gelmesini teşvik eden karıları ile kızlarının müdahalesine borçluydular.3 On sekizinci yüzyıl tam da gerontizmin veya bir yaşlılar sisteminin tesis edildiği; yani başkentte ikamet eden ve Patrikhane’nin gücünü tırpanlayan İstanbul’a yakın piskoposlukların metropolitlerinden oluşan daimî bir Kutsal Meclis’in kurulduğu dönemdir. On sekizinci yüzyılın ortalarında gerontizmin ortaya çıkması ve Patrik Samuel Chatzeres’in (1763-8)4 görev süresinin ilk dönemi boyunca sürdürdüğü hakimiyet, o dönemler Büyük Kilise’yi kasıp kavuran yolsuzluğu ortadan kaldırma girişimlerinin5 yanı sıra Ekümenik Patrikhane görevlilerinin ve patrikhane iktidarının zayıflaması (özellikle de Samuel’in patrikhane mührünü, üçü daima gerontes—yaşlı—metropolitlerin kontrolünde olan dört parçaya ayırma kararı sonrasında) ile bağlantılıydı.

43

Page 44: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Önde gelen bir Feneryot ailesinin mensubu olan Samuel’in patrik olmadan çok önce daha Derkoi (Yeşilköy) piskoposluğuna seçilmesi (1746) bu geçişe işaret etmektedir: kilise hiyerarşisinde elli birinciden sekizinci sıraya yükselecek ve “gerontik” mertebesi verilecek olan piskoposluk.6 Gedeon, Samuel’in piskoposluğunun o dönemki patrik Karakalou’lu (bugünkü Yunanistan’da, çn) Callinicus eliyle yaşadığı bu hızlı yükselişi Feneryotlara verilen çok büyük bir taviz olarak değerlendirmektedir.7 Patrikhanenin idari yapısında yaşlıları desteklemek, genellikle Feneryot ailelerinin kilise işlerindeki büyüyen etkisini yansıtan bir eylem olarak değerlendiriliyordu.8 Yine de, böyle bir daimi Kutsal Meclis’in kurulmasının, Büyük Petro’nun on sekizinci yüzyıl başında Rus kilisesinde uygulamaya koyduğu benzer reformlardan etkilendiği de dışarıda bırakılamayacak ciddi bir olasılıktır. Bu hipotez doğruysa, o zaman gerontizmin tesisi, Feneryotların siyasal ve mali nüfuzuna karşı ruhban sınıfının konumunun sürekli olarak müzakere edildiği bir süreç olarak görülmelidir. Ayrıca, böyle “aristokrat” nitelikli bir “ruhban sınıfı-ruhban sınıfı dışındakiler” sisteminin empoze edilmesi, esasen taşradaki hiyerarşilere karşı, bu kez kahramanları Herakleia (günümüzde Milas sınırları içinde), Kyzikos (Erdek), Nikomedia (İzmit), Nicaea (İznik) ve Kalkedon (Kadıköy) metropolitleri olan benzer suiistimal olaylarının ortaya çıkmasına yol açmıştır (Bu çekirdeğe daha sonra Derkoi, Efes ve Kayseri (?) metropolitleri de eklenmiştir). Bunun sebebi bu metropolitlerin, eylemleri için kendi geron-eforlarına cevap veren ve daha da önemlisi her yıl gelirlerinden bir kısmını onlara ödeyen diğer tüm baş papazların efor’u veya bir tür gözetmeni haline gelmeleriydi.

Dolayısıyla, gerontizm, iktidar merkezleri ve kilise hiyerarşisinin daha alt basamaklarındakiler ile yakın ilişkiler sürdürerek İstanbul’da yaşayan üst ruhban sınıfını ayrıcalıklı metropolitler olarak diğerlerinden ayrıştırdı. Anadolu taşrasındaki piskopos örneğinde olduğu gibi bunların ikinci grubundakiler, seçilmelerinin maliyetini ya kendi cemaatlerine “gönüllü” vergiler koyarak (ki tepkileri değişiyordu) ya da kamusal, ailevi veya miras anlaşmazlıklarındaki aracı rollerini kullanarak ümitsizce geri ödemeye çalışıyorlardı.

Bu bölüm, Ekümenik Patrikhane’nin karmaşık kurumsal yeniden yapılanma sürecini, maliyesini ve ona eşlik eden iç ve dış kaymaları araştırarak analiz etmektedir. Ruhban sınıfının üst tabakasının karar alma sürecine “sızmış” olan seküler unsurlar, bu sınıfın artan mali ihtiyaçları ile birlikte, bir iç reorganizasyona neden olmuştur. Yeni iktidar yoğunlaşması, cemaatlerin üzerindeki vergi yükünü artırarak, gelir getirici sistemi etkilemiştir. Bu, “saf” kilise iktidarını ve Patrikhanenin prestijini zayıflatmış ve nihayetinde de, çeşitli milliyetçiliklerin saldırılarının yanı sıra, Tanzimat’la (1839-76) başlayarak doğrudan Osmanlı müdahalesini getirmiştir.9 Bu nedenle, mali ve idari reorganizasyon artan seküler müdahalelerle yakından ilgili olmakla kalmayıp, nihayetinde Patrikhane’nin ekümenik meşruiyetinin ve bağımsızlığının da altını oymuştur.

Fakat Patrikhane’nin kendisinin yanı sıra piskoposluk bölgelerinin de işleyişinin mali boyutunu anlamak için, önce ikincisinin geliri ve birincisinin borcu gibi bazı hayati meselelere bakalım.

Metropolit’in Varlıkları: Piskoposluk Bölgelerinin Gelir Kompozisyonu

Patrik ile yan yana yöneten “baş papazlar sınıfı” destek almalı ve geçindirilmeliydi, tıpkı köylerdeki papazlar gibi. Fakat baş papazlar veya papazlar için spesifik bir maaş skalası yoktu. Geçim, gönüllü adak ve bağışlara veya miras bırakılanlara dayanıyordu. Alexander Helladius, on sekizinci yüzyıl için de geçerli olan on yedinci yüzyıl realitesini şöyle açıklıyor:

44

Page 45: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

İstanbul Patriği, bugün kendi yetki bölgesinde 74 metropolite sahip. Bunların 30’dan fazlasının piskoposu yok. Toplam piskopos sayısı 72 veya 73. Piskopos ve metropolitlerin birlikte sayısı sadece 150. Patrik gelirini şu şekilde sağlıyor: kendi şehri olan İstanbul’dan, her düğün için bir gümüş akçe alıyor. Tasarrufundaki tüm bölgeden (İstanbul Patrikhanesi altındaki tüm piskoposluk bölgeleri) üç yılda bir her evden on iki dinar alıyor. Benzer şekilde, İstanbul’un papaz ve papaz yardımcılarından onları atadığında küçük hediyeler alıyor. Ek olarak, İstanbul’un her papazı Patriğe her yıl bir gümüş akçe veriyor. Ayrıca, varlıklı Hıristiyanlar öldüğünde, Patriklik Kilisesine ev, arazi, koyun, nakit gibi miraslar bırakıyorlar. Bunun da üzerine, patrik tarafından atanan her metropolit veya baş piskopos ona küçük bir hediye veriyor. Ayrıca, her metropolit veya piskopos patriğe kral vergisi olarak 20 veya 30 veya 25 kuruş veriyor. Patrik her yıl bu paradan 6000 kuruşu tüm baş papazlar adına sultana veriyor, böylece sultan, Yunanların dininin sonucu olarak patriğin İstanbul ve metropollerde, baş piskoposlar ile piskoposların da onun alanında var olmasına izin vermeye devam ediyor.10

Metropolitler ve piskoposlar da papazların atanmasından, katkılardan ve evliliklerden aynı gelire sahipti; papazlar her yıl kendi baş papazlarına bir altın veriyorlardı. Fakat köylerdeki papazlar ve yardımcı papazlar ciddi geçim sıkıntıları ile yüz yüzeydiler. Gedeon’a göre, Ortodoks inancının cemaati olan “İsa’nın Yoksul Adamları” tarafından destekleniyorlardı. Bazı İstanbul kiliselerinde papazlar, papaz yardımcıları, kilise korosu şefleri, zangoçlar ve gece nöbetçileri nakit para kutularından bir tür maaş çekiyorlardı. Büyük kent merkezlerinde gelir elde etmenin daha büyük fırsatları da elbette vardı.

Üst ve alt ruhban sınıf, şans geliri denilen başka gelir kaynaklarına da sahipti. Örneğin, günah çıkarılan papazlar ve ruhani danışmanlar, hizmet verdikleri dini bölgenin nüfusundan epeyce gelir kazanıyorlar ve eğer hoşgörülüyseler, göz alıcı bir servet bile biriktirebiliyorlardı. Galatas’taki Christos dini bölgesinin ruhani danışmanı olan Constantios, 1879’da ölümü üzerine, 4000 altın Osmanlı lirası veya 92.000 Fransız frangı kadar bir servet bırakmıştı! Bu büyük serveti, dini bölgesinin bir dizi geneleve yakınlığından kaynaklı görünüyor. Constantios’un ona Kutsal Komünyon hakkı veren günah çıkarma için gelen fahişelere karşı hoşgörüsü, bu büyük servetin kaynağı gibi görünüyor. Hoşgörüsü için kendisini eleştirenlere bu “zavallı yaratıkların” başka bir inancın hizmetlerini araması tehlikesinden dem vurmuş ve şöyle demiştir: “Bakkal sattığı her kilodan 5 ve 10 gram çaldığını itiraf etti ve komşularını aldatmasına rağmen onun nedamet getirmesine izin verdik. Bu zavallı kadınlar ticaret yapıyorlar. Mallarından yarım gramını bile eksiltmiyorlar. Onlara karşı sert olmamalıyız.”11

Metropolitler ve piskoposlar için bir başka şans geliri kaynağı anlaşmazlıklara aracılık etme yetileriydi. Aile veya miras hukuku meselelerini (evlilikler, boşanmalar veya vasiyetler) ilgilendiren kilise mahkemelerine başkanlık ediyorlardı.12 İmparatorluğun en uzak taşrasından İstanbul’a kadar bilgi taşıyabilen iletişim tekerleğinin de önemli dişlileriydiler ve bu bilgilerden en çok kendileri faydalanıyorlardı. İstanbul piskoposluğu ile ilgili davalar dışında, ilgili tarafların istemedi halinde (bunu yapacak mali yeterliliğe ve itibara onların sahip olduğu varsayımıyla) Patriğin bir piskoposluğun davasını bağımsız şekilde incelemesi ve birinci basamak “ruhani mahkemenin” kararını onaylayan veya bir piskoposluğu davayı yeniden görmeye zorlayan bir “temyiz mahkemesi” olarak işlev görmesi gelenekti.

Bir metropolitin veya piskoposun mali olarak ayakta kalabilmesi açısından belki de en kritik olanı vergi toplama becerileri değil, piskoposluk bölgesinin veya piskoposluğun mülklerini kendi çıkarları için kullanabilme becerisiydi. Bu, bu düzensiz gelirin her bir metropolitin geçiminin temeli haline gelecek şekilde arazi, ticari mülk veya ev yatırımı olarak kullanılıp

45

Page 46: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

kullanılamayacağı kritik sorusunu ortaya çıkarıyordu. İstanbul’un Düşüşü (1453) ardından kilise ve manastırların elinde bulunan arazilerin büyük kısmının devredilmesi, patrikleri sık sık piskoposluk bölgelerini birleştirmeye itti.13 Mesele şehirler, köyler veya piskoposluk arazileri kendi kontrolleri için rekabet içinde olan metropolitler arasında ateşli anlaşmazlıkların konusu olduğunda durum daha da kötüleşti.14

Bağış çağrıları da bir başka gelir kaynağı idi. Bir çağrının veya bağış toplamak için yapılan bir turun başarılı olması için ahalinin bağış yapabilecek durumda olması gerekiyordu.

Kurumsal Yokluk: Patrikhane’nin Borcu ve Mirasçıları

Bireysel geçim derdinin ötesinde, bir de kurumsal ayakta kalma derdi vardı. Patrikhanenin borcunun on yedinci yüzyıldan başlayarak geçirdiği evrim, son derece ilginçtir. 1640’ta, Cyril Kontaris ile Cyril Lucaris15 arasında patriklik tahtı için yaşanan mücadele, borcu tepelere çıkarmıştır. Fakat 1641’de, Epirus’tan (Yunanistan’da Epir bölgesi) Arnavut kökenli bir Eflak prensi olan Vasile Lupu (ailesi Eflak’a taşınmadan önce diğer paralı askerlerle birlikte Arbanasi’ye sığınmıştır), borcu kendi cebinden ödemiştir. Ancak borçların silinmesi, patrikhane maliyesinin sağlıklı bir şekilde idaresinin başlangıcının sinyali olmamış, bunun yerine Feneryotların, patrikhane işlerine aktif şekilde karışan ve güçlü piskoposlarla işbirliği içinde Ortak Hazine’den kazanç sağlayan yeni bir ruhban-dışı sınıfın yükselişinin zeminini örmüştür. Feneryot sınıfının oluşumu, bir anlamda, elbette cemaatin üstüne kalan bir artan borç sürecinin sonucudur. Bu borçları ödemek için, birbiri ardına patrikler yüksek faiz oranlarıyla genellikle Feneryot ailelerinden borç olmak zorunda kalmıştır. Sonra da bu borçları ödemek için cemaatlerinden yüksek vergiler alma veya philotima denilen bir ücret karşılığında metropolitlerin ve piskoposların atamalarını ve seçimlerini istismar etme yoluna gitmek zorunda kalmışlardır. Borcun sürdürülebilir olmaması sık sık patriğin tutuklanmasına yol açmıştır. Dönüm noktalarından biri, Patrik Dionysius IV Mouselimes’in Alexandros Mavrokordatos’a 100.000 kuruş (40.000 Fransız frangından fazla) ödemek zorunda kalmasıdır.16

Ama en ilginci, Yunan Devrimi’nin sonu itibariyle eski Feneryotların yerini alan aileler olan yeni Feneryotların yükselişinin de benzer bir biçimde başlamış olması gerçeğidir.17 Sultan Mahmud, Edirne Antlaşması’nın (1829) bir sonucu olarak her yıl patriğin vermesi gereken peşkeş gibi (seçilmesi üzerine patriğin ödediği meblağ) tüm zorunlu vergileri kaldırmıştır. Bu muazzam mali yükün Patrikhane’nin üzerinden kalkması da, bir ekonomik yeniden yapılandırma dönemini başlatmak yerine gerontes ve bunların ruhban-dışı sınıftan destekçileri tarafından metropolitlerin daha da fazla sömürülmesinin bahanesi olmuştur.18 Takip eden yıllar, özellikle de Patrik Constantius I’in görev dönemi (1830-4), bu sömürünün yeni seçilen papazların patriğe ve gözetmen pozisyonundaki gerontes’e philotima ödemek zorunda kaldığı seçimler ve atamalar şeklini almasına tanıklık etmiştir. Patrikhane’nin borcu bir kez daha yukarı doğru tırmanmış ve 1821’den kısa bir süre önce sadece iki milyon olan seviyesinden 1850’lerin ortalarında altı milyon kuruşa ulaşmıştır. Dolayısıyla, Patrikhane’nin borçlarının kapatıldığı bu iki durum da, esasen bu zenginliği Osmanlı siyasetindeki kilit oyuncularla tercihli ilişkiler inşa etmek için kullanan ruhban-dışı sınıftan insanların faydalandığı geniş bir yeniden servet dağıtımına neden olan bir “başlangıç birikimi” sürecini başlatmıştır. Eflak ve Boğdan’daki bağlı manastırlardan gelen yıllık ödeneklerin sömürülmesi, yeni Feneryot ailelerinin yaratılması sürecinin temel aracı olmuştur.19

Patrik Germanus IV’nin ikinci döneminde (1852-3), gerontist sistemin temellerini belirleyen bir genelge yayınlanmıştır. Genelgenin arkasında Kutsal Meclis’in gerontes’i vardır ve

46

Page 47: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

300.000 kuruş kadar olması beklenen çetrefilli bir açık sorununu çözmesi hedeflenmektedir. Papazların borçlarını ya hazineye ya da borç aldığı yere ödemesi için belirli bir süre sınırlaması getirmiştir ve Kutsal Meclis’in uyarılarına uymayanlar için iflas getirmiştir. Tedbirin amacı, seçildikten sonra borçlarını geri ödemeyi çoğunlukla ihmal eden yüksek rütbeli papazların borçları geri ödemesini hızlandırmaktı. Bu, faiz işlediğinden ve halkla ilişkiler harcamaları vs. gerçekleştiğinden, bu borçların kontrolsüz şekilde artışına neden oldu. Dolayısıyla, yüksek rütbeli bir papazın ölümü halinde, hazineye borcu varsa bunlar kaybediliyor, oysa borç özel bir şahsa ise hazine tarafından karşılanmak zorunda kalınıyordu. Bu kararı uygulamaya koyarak, Kutsal Meclis yüksek rütbeli bir papazın mali suiistimale bulaşması halinde görevden alınmasını istiyordu.20

Gerçekte, Kutsal Meclis’in teklifi, gerontist sistemin sonucu olarak biriken bu sorunlara idari bir çözüm sağlıyordu, çünkü en büyük borçlar gerontes-eforların talepleri nedeniyle gerçekleşmişti. Ancak Germanus’tan sonra gelen Anthimus VI (1853-5), Britanya elçiliği ve yeni Feneryot Stefan Vogoridi ile müttefikti. Yeni patrik, kararı uygulamamak hazinenin borçları sorununu umursamadığını gösterecek ama uygulamak da çok sayıda yüksek rütbeli papaz için haksızlık olacağından bir ikilemle yüz yüze olduğunu kesin surette belirtti.21 En sonunda, açığın gerontist sistem altında, özellikle de hiyerarşi dahilinde ayrıcalıklı bir piskoposlar kastının (ki bunların çoğunun artık hiçbir Feneryot kökeni de yoktu) oluşması üzerinden biriktiği ortada olmasına ve gerontes ve kendilerine borç verenler tarafından piskoposların çoğunluğuna yüklenen ağır finansal yüke rağmen genelge uygulanmadı.22

Kurumsal ve Kişisel Borç Kördüğümü

Dolayısıyla, Osmanlı devletinde büyük reformların müjdecisi olan on dokuzuncu yüzyıl geldiğinde, yüksek rütbeli papazların geliri (ki bu soruna gerontizmin kaldırılması meselesi de eşlik ediyordu) ve Patrikhane’nin borcu, ruhban sınıfı, ruhban-dışı sınıf ve Osmanlı hükümeti arasındaki tartışmada kritik meseleler olarak ortaya çıktılar.

Bulgar meselesi, ruhban sınıfının ödemeleri tartışmasını tetikleyen sorunlardan biriydi.23 Patrikhane’nin kendi illerindeki Bulgarca konuşan Hıristiyanlardan istihkak toplayamaması, Patrikhane’nin “Bulgar” illerine atadığı metropolitleri 18 ila 35 altın Osmanlı lirası gibi son derece cömert maaşlarla görevlendirmesine neden oldu. Aynı sebeple, Osmanlı hükümetinin üst düzey ruhbanlar için önerdiği ödeme, 1856 Islahat Fermanı’na dahil edildi (Batılı bibliyografyada daha çok Hatt-ı Hümayun olarak bilinir).24 Yine de, öneri ne gerontes ne de bunlarla ittifak içindeki ruhban-dışı sınıfın temsilcileri tarafından iyi karşılandı. Bu olumsuz tavrın en baştaki sebebi, üst düzey ruhbanlarla Osmanlı devlet aparatı arasında, birçok yeni Feneryotun hemfikir olacağı bir istihdam ilişkisi kurulması değildi. Ruhbanlar için sabit maaşlar getirilmesinin aşırı vergilendirmeyi ortadan kaldıracağına inanan Bulgar ve Yunan kırsal nüfusunun temsilcileri tarafından daha önce yapılmış önerilerle de bağlantılı değildi.25 Patrikhane içinde Osmanlı emperyal sarayının, hem kilise mülklerini hem de her türden yıllık kilise ödentilerini doğrudan kendi kontrolü altına almak için baş papazları maaşa bağlama peşinde olduğuna dair yaygın bir kanı vardı. Bu devlet girişiminin sebebi muhtemelen kapatılması gereken muazzam mali açıklardı.26

Milli Meclis (1856-60), Tanzimat’ın Rum milletinin idaresini yeniden yapılandırma ve yönetimine ruhban sınıftan olmayanları da dahil etme ilanı uyarınca Patrikhane’de toplandı. Oturumların sonucu, “Umumi Nizamname” olarak bilinegelen bir anayasa metninin oluşturulması oldu. Metin, Kutsal Kurallara aykırı olduğu gerekçesiyle ruhbanların maaşa bağlanmasını reddediyor ve “maaş” terimini “hibe” ile değiştiriyordu.

47

Page 48: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

“Maaş” kelimesini “hibe” ile değiştirmek temelde alınan meblağın niteliğini değiştirmek anlamına geliyordu: dolayısıyla, devlet hazinesinden yapılan ödeme biçiminde bir ruhban geliri yerine, artık kesin ve düzenli bir forma sahip olacak, Ortodoks nüfus üzerindeki bir vergi özelliğini koruyacaktı. Nikomedia’dan Metropolit Dinonius’a göre, “ruhban sınıfından olmayanlar”28 arasında, suiistimaller meselesini çözmeye yönelik Osmanlı sarayının da desteğini alan bir eğilim vardı. Fakat Kilise’nin, piskoposların maaşa bağlanmasını öngören Hatt-ı Hümayun’un (1856) lafzı ve ruhuna uyması için, her bir ilde ruhbanların ödeneğinin “nüfusun durumuna ve baş papazların ihtiyaçlarına göre” belirlenmesini önerdiler.29 Bu gelir yıllık olarak toplanacak ve her ilde aile sayısına göre eşit olarak paylaşılacaktı. Aynı metropolit, reformcular tarafından önerilen tedbirlerin maaşa bağlamaktan çok da farklı olmadığına ve uygulandığı takdirde, metropolitler ile cemaatleri arasındaki ilişkileri büyük oranda bozacağına inanıyordu.30 İlginç şekilde, papazlık gelirlerinin miktarı meselesine hiç değinmiyor, sadece metropolitlerin özellikle de kent merkezlerinde bunları toplama konusunda karşı karşıya kalacakları zorluklara değiniyordu.

Patriklik hibeler meselesine gelince, Milli Meclis bunları taşra illerinin ve İstanbul’un nüfuslarından toplanacak ek gelirden alınacak bir tutar şeklinde 500.000 kuruş olarak belirledi. Fakat Umumi Nizamname metni bir paradoks da içeriyor gibidir. B Maddede, Genel Meclis’in, Karma Kalıcı Milli Konsey’in tavsiyesini izleyerek, Konsey’in, yeni Kutsal Meclis’le birlikte, Epir’deki Pogoni ve Vella bölgelerindeki manastırların gelirlerini patriklik tahtına bahşetmeye karar verdiğini belirtiyor. Bu kararın, Eflak ve Boğdan’daki bağlı manastırlardan ayrılan bu iki yerdeki manastırların gelirlerini kontrol ederek Ortodoks nüfus üzerindeki vergi yükünü azaltmayı hedeflediği açık. Şubat 1859’da, Eflak ve Boğdan parlamentoları Alexandru Ioan Cuza’yı iki prensliğin başı olarak seçerek, bir Romanya devletinin kurulması için yolu etkili biçimde açtılar. Mayıs 1859’da, Cuza hükümeti, manastırların prensliklerin hazinelerine biriken borçları yüzünden o yıl manastır mülklerinin kiracılarından elde edilen gelirlere el koydu. Bu eylemin Cuza hükümetinin manastırlar meselesinde ileriki tavrının habercisi olduğu açıktı.31 Bu nedenle Milli Meclis’in patriklik tahtına Eflak ve Boğdan’daki manastır mülklerinin gelirlerini bahşetme yönündeki siyasi hamlesi Ortodoks patriklerinin bu mülkler üzerindeki haklarının tekrar teyit edilmesini amaçlıyordu.

Papazlık hibelerinin uygulanması, sonraki birkaç yılda Umumi Nizamname’nin tümünün uygulanması açısından bir sınav galine geldi. Bunun nedenleri, öncelikle Eflak ve Boğdan’daki manastırların yıllık ödeneklerine el konulması ardından (ve diğer Ortodoks patriklerin ve Sina Dağı’nın ve Athos Dağı’nın manastır topluluklarının reform çabasını desteklemeyi reddetmesi ardından) Patrikhane’nin yüz yüze kaldığı ekonomik açmazda aranmalı. İkincisi, papazlık hibesinin uygulanması, yeni sistemin ayakta kalıp kalamayacağını ve önceki gerontist eforatlar sisteminin yerini başarıyla alıp alamayacağını gösterecekti. Üçüncüsü ve en önemlisi, bu tedbirin uygulanması aslında reform hareketini Osmanlı merkezinden taşraya taşımanın bir aracı ve eşzamanlı olarak da Vilayet Yasası (1864) üzerinden uygulamaya konan yeni kilise ve idari yapının taşra nüfusları tarafından kabulünün bir göstergesi idi. Papazlık hibelerinin uygulanmasının artık taşra nüfuslarının kolektif sorumluluğu haline geldiği gerçeği, metropoliti çeşitli belediye meclislerinin ve vilayet başkentlerinde kurulan karma mahkemelerin başkanı yapan fermanın mantıksal sonucuydu. Metropolitin ildeki idari yapıdaki pozisyonunun bu güçlerin bir genişlemesi mi yoksa tırpanlanması anlamına mı geldiği, yerel güç dengesini ilgilendiren bir meseleydi.

Özcesi, papazlık hibelerinin uygulanması, bir dizi faktöre bağlıydı: metropolitlerin bunu uygulamaya istekli olup olmamaları ve esasen de, bunu nasıl yapmayı seçtikleri; Osmanlı

48

Page 49: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

idaresinin, merkezi ve bölgesel, bu çabayı destekleyip desteklemeyeceği; ve halihazırda Osmanlı idaresince uygulanan vergilere ek bir veri yükü getirdiğinden, kırsal nüfusların bu uygulamaya ayak direyip diremeyeceği. Kaçınılmaz olarak, bu, her bir papazın kendi cemaatini Bulgar milliyetçiliği birincil olarak Bulgar nüfuslarının Ekümenik Patrikhane’nin yetki alanından ayrılmasını hedeflediğinden özellikle zor olan bir dönemde ruhani olarak ne kadar harekete geçirebileceği meselesini ortaya çıkarıyordu. Ayrılık, yüksek vergiler ve papazların açgözlülüğü ve yolsuzluklarına yönelik eleştirilerle temellendiriliyordu.

Fakat papazlık hibeleri sorunu aynı zamanda Patrikhane borçları meselesiyle de bağlantılıydı. Sophronious III (1863-6) ve Gregory VI’nın (1867-71) görev dönemlerinde, Ortodoks nüfuslar Patrikhane’nin “yetimlere ve dullara” olan borçlarını ödemek için 6.000.000 kuruşluk bir katkıda bulundular. Her Ortodoks yurttaş 6 kuruş verdi. Ancak bu paraların toplanmasına, 1872’den bu yana Avrupa’dan gönderilen fonlarda yolsuzluğa bulaşmış olan bir mali komite gözetmenlik yapıyordu. Komite bu nedenle askıya alındı.32

Gerçekten de, iki mesele de—hibeler ve borç—ayrılmaz şekilde birbirine geçmişti. Hibe tedbirlerinin bir sürü ilde uygulanmaması “Milli Hazine”nin borçlarının geri ödenmesi sorunuyla bağlantılıydı. Hazinenin borcu toplamda 27.000 kese (1.350.000 kuruş) ediyordu. Patrikhane personelinin yıllık ödenekleri üzerine Umumi Nizamname’deki bir maddeye göre, “saltanat (?) hazinesi”33 olarak bilinen hazine borcu, özel bir komitenin denetimine tabi olacak ve hibelerde olduğu gibi kişi başına bölünüp geri ödenecekti.

Fakat tedbirin nihai uygulaması, bir vergi tanımından çıktı. Kutsal Meclis ile Büyük Konsey’in ortak bir toplantısında, Defter Haneyi Amire’ye dayanan nüfus defterlerine göre ödenmesi gereken miktarın şu şekilde bölüştürülmesine karar verildi: kişi başına olmak yerine, İstanbul Patrikhanesi’nin yetki alanındaki her Ortodoks imparatorluk yurttaşı için altı kuruş. Bu aile başına yükün ortalama 20 kuruştan fazla olacağı ve hibe paralarının toplanmasını daha da zorlaştıracağı anlamına geliyordu. Rum milletinin illerdeki temsilcileri—metropolitler ve yaşlılar—bu acil durum vergisinin toplanmasında işbirliği yapacak ancak nihai sorumluluk Osmanlı idaresinde olacak ve toplanan miktar Patrikhane’ye teslim edilmeden ve onun kayıtlarına girmeden önce devlet bütçesine girecekti.34 Bu karar, Osmanlı idaresinin ödenecek borç miktarının toplanmasına doğrudan müdahil olması anlamına geliyordu ve Osmanlı idaresinin kilise hibelerinin toplanmasına karışıp karışmaması gerektiği konusunda geniş bir tartışmanın başlamasına neden olacaktı.

İlk tepki gösteren Bulgar tarafı oldu. Anatolikos Tachydromos (Doğu Postası) günlük gazetesinde yayınlanan ve Anatolikos Astir (Doğu Yıldızı)35 gazetesinde tekrar basılan bir makalede, Patrikhane’nin borcunu “yeni bir vergi ile” ödeme kararı açık açık eleştirildi. Patrikhane’nin savurganlığını not eden makale, Bulgar illerinde, Patrikhane yönetimine katılmalarına izin verilmezken Patrikhane’nin borç yükünü ödemeleri istenen inananların güçlü bir muhalefeti olduğunu belirtiyordu. Yazar hem Patrikhane’ye hem de onun ruhban-dışı sınıftan idarecilerine saldırgan bir tonda şöyle diyordu: “çünkü birçok Yunan ailenin zenginliği, öldüklerinde kilise hazinesinin ve halkın sırtından elde ettikleri kazancı miras bırakan patriklerden ve piskoposlardan geliyor. Gerçekte ne olduğunu ortaya çıkarmak için yetkili insanlardan bir komisyon oluşturulsa, patrikhane borçlarını ödemek için başvurmamız gerekenler aslında bu aileler.” Makale böyle bir komisyon kurulmasını öneriyordu.

Makaleyi yorumlayan Anatolikos Astir editörü, Patrikhane’nin borcunun sadece Yunanlar değil Ortodoks inancından olan herkes için yapıldığını belirterek Milli Meclis’in kararlarını savunuyordu. Bu sebeple, diye ekliyordu, borcun ödenmesi yakın zamanda ortaya çıkan

49

Page 50: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Bulgar meselesinden ayrı ele alınmalıydı. Fakat Bulgar makalesi ile ilgili not edilmesi gereken en önemli nokta, saldırısının odağını üst kademedeki ruhbanlardan patrikhane meselelerine karışan İstanbul’un Yunan ailelerine kaydırmasıydı. Ruhbanların mali yolsuzluklarını es geçmeyen bu kayma, belirli aileler, özellikle de Edirne kökenli güçlü bir yeni Feneryot ailesi olan Karatheodores tarafından Bulgar meselesinin çözümünde benimsenen sert çizgi ile kesinlikle bağlantılıydı. Bulgar gazetesinin ruhban-dışı sınıftan olanlara karşı saldırısı, ruhban-dışı sınıf ile üst kademedeki ruhbanlar arasında hibeler meselesi ile borç geri ödeme meselesinde yüzeye vuran bir iç ayrışma yaratmayı hedefliyor görünüyor. Bulgar müdahalesi borç geri ödemesi ile doğrudan bağlantılıydı.

“Maaş,” “vergi” ve “hediye” arasında Ruhbanların Hibeleri ve Rum Milletinin Özerkliği

Sultan Abdülmecid’in kişisel hekimi ve Milli Meclis’te (1858-60) patrikhane reformunun önde gelen muhaliflerinden biri olan Stephanos Karatheodores aynı zamanda en önemli reform konusunda taviz veren kişiydi. Dolayısıyla, Sophronius’un görev döneminde, Milli Meclis tarafından belirlendiği üzere ruhbanların hibeleri için para toplamanın Osmanlı idari aparatının yardımı olmaksızın imkânsız olacağı netleşince, Karatheodores reformların odağını değiştirdi. Aşağıda, ruhban-dışı sınıf arasındaki çıkar farklılıklarını ve bunların Patrikhane’nin maliyesi üzerindeki etkilerini bağlama oturtmak için Karatheodores’in bakışının kimi önemli noktalarını vereceğim.

Osmanlı yönetiminin hibe paralarının toplanmasına müdahalesi meselesi, Patrikhane’nin para toplamakla görevli iki organı olan Kutsal Meclis ile Karma Konsey arasında anlaşmazlık konusu haline geldi. Para toplamanın zorluklarını gören Kutsal Meclis, hibeler için alınan kilise vergisini devletin imparatorluk nüfusundan topladığı sivil vergilerle birleştirmeye karar verdi. Bu, kendi toplama hakkını Osmanlı idaresine bırakmak anlamına geliyordu. Bu, hemen yazılı bir protesto (diamartyrisis) gönderen Karma Konsey’in beş üyesinden derhal tepki aldı.36 Bu tepkinin arkasında kesinlikle Karatheodores vardı, protestoyu da o yazmıştı. Yine de, Rusya ile müttefik Kudüs Patriği Cyril’in yakın dostu olan Hacı Georgios Konstantinides tarafından da imzalandığının üzerinden atlanmamalı. Diğer üç imzacı İstanbul’un daha az önemli üç yaşlısıydı. Karatheodores’in müdahalesinin siyasi amacı, Saltanat’ın hibe parası toplanmasına müdahil olmasına karşı (Patrikhane’nin borçları meselesinde olduğu gibi) bir Bulgar tepkisini engellemekti.

Yine de, yeni Feneryotların temsilcileri hem paraların toplandığı yolları hem de yüksek rütbeli papazların aldıkları ödemelerin miktarını yeniden değerlendirirken, protesto metnini imzalamayan Karma Konsey’deki güçlü bankerler için durum bu değildi.37 Bankerler için, patrikhane tarafından radikal reformlar öne sürülmesinin Veziri Azam Mehmed Emin Ali Paşa’nın onayını almış olması, onun meşruiyetini sorgulatacak ilk ciddi çabaya dahil olmaktan kaçınmaları için yeterliydi.

Karatheodores’in önerisinin teorik zemini (hibeyi maaş değil bir tür kilise vergisi olarak görüyordu) bunun, yüksek rütbeli papazlara ödemek için iki farklı ve kendi görüşüne göre çelişen para toplama yolunu birleştirmesiydi: toplanması devletin alanında olan “vergi” veya vecibe ve toplanması Kilise için gelir toplama sürecinin parçası olan “hediye” veya bağış. Karatheodores, birincisinin toplanmasının zorunlu olduğuna, ikincisinin ise niteliği gereği cemaatin papazına gönüllü bir katkısı olması gerektiğine inanıyordu. Kutsal Meclis’in hibe paralarını Ortodoks yurttaşların devlete ödemesi gereken diğer harçlarla birleştirme kararı otomatik olarak toplanmasını şiddete ve zora açık hale getirdi. En nihayetinde, Karatheodores

50

Page 51: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

için, papazların ödeneğinin toplanması ona asil bir hayat sürme imkânı vermeyi amaçlarken, devlet vergilerinin ayrılması amacı “seküler devleti güvenle muhafaza etmek” idi. Umumi Nizamname fermanlarının özünde bu vardı ve Kutsal Meclis’in kararının uygulanması kilise anayasasının ruhuna karşı olacaktı.

Başka bir belgede,38 Karatheodores, papazların ödemeleri için para toplamak amacıyla devlet aparatını kullanmanın esasen Ortodoks ruhban sınıfını maaşa bağlama önerini—Milli Meclis’in reddettiği ve onun yerine yüksek rütbeli papazların gelirine bir “hediye” kavramını uygulamayı benimsediği bir öneri—canlandırdığını not ediyordu. Karatheodores, Milli Meclis’in eski sistemden yalnızca bir tek ciddi farklılık getirdiğini savunuyordu. O da yüksek rütbeli bir papazın alacağı miktarın önceden belirlenmesi. Bu bakımdan, Sophronius’un alınan kararın özünden ayrıldığına ve papazların, özellikle de sivil bir otorite tarafından, maaşa bağlanmasını kabul ettiğine inanıyordu. Onun açısından, bu Patrikhane’nin papazlarını basit birer çalışan derekesine indirmesi anlamına geliyordu.39 Ortodoks ruhban sınıfının maaşa bağlanmasının Patrikhane ve onun dolayımıyla da Osmanlı devleti ile bir istihdam ilişkisi oluşturacağı konusunda, ana olarak gerontes’in Milli Meclis’teki “ruhban sınıfı—ruhban-dışı sınıf” kanadı tarafından kullanılan bu etkileyici argümanların, gerontes’in başta gelen rakibi olan Karatheodores tarafından benimsenmesi, anlaşmazlığın parametrelerini değiştirdi.

Reformun baş taraftarı Karatheodores’in fermanın reformcu özü ile ilişkili sebeplerle değil, Umumi Nizamname’de belirlenmiş siyasal amaçlarla ciddi bir taviz verdiği açıktı. Bulgarların ayrılıkçı eğilimleri ile başa çıkmak bunlar arasındaydı. Bu, Ortodoks milletinin Osmanlı iktidarından görece bağımsızlık pozisyonunu savunurken, reformları destekleme sürecini Bulgar meselesinin çözümüne bağlamaya devam ettiği anlamına geliyordu. Bunun aksine, Patrik Sophronius’un, Fransız yanlısı bir yeni Feneryot olan Ioannis Psycharis’in, yeniden yapılandırmanın uygulanabilir tek versiyonunun milletin Osmanlı siyasal modeline tabiiyeti olduğu şeklinde geçmişte ileri sürdüğü “siyasal çizgiye” sadık kaldığı görülüyor. Dolayısıyla, Sophronius, radikal reformcu yönelime sadık kalmak için Umumi Nizamname’nin lafzını çiğniyor görünüyorsa, Karatheodores de, Bulgar nüfusuna (esas olarak da köylülerine) homojen bir vergi yükü gelmesinden patlak verecek bir krizi dikkate alarak, millet (ve onun dolayımıyla devlet) içinde bir birliği muhafaza etme konusunda Patrikhane’nin maliyesi için olduğundan daha kaygılıydı. Onun açısından reformcu eğilim ruhban sınıfını Osmanlı devletinin çalışanı yaparak değil, nüfusun vergi yükünü azaltarak hayata geçirilebilirdi.

Tekdüze harç meselesine ilişkin olarak Karatheodores farklı bölgeler arasındaki dengesizliklerin, her ilin nüfus yoğunluğu farklı olduğu için gelir toplama açısından gerçekten de adil olmadığını kabul ediyordu. (Ölçek kişi başına 25 k’dan 10’a ve hatta yoğun nüfuslu bölgelerde 7’ye kadar düşüyordu.) İmparatorluk içindeki tüm aileler için aynı miktarı ödemenin daha iyi olacağına ama “daha acil sebeplerle reddedildiklerinden, bu yolların Millet Meclisi’nin yetkilerinin ötesinde” olduğuna inanıyordu. Yeni tedbirlerin uygulamaya konması yerine adil olmasa da mevcut sistemin muhafazasından yanaydı.

Bekleneceği üzere reform destekçilerinden “vergi” ile “hediye”yi karşı karşıya koyan argümanlara hemen yanıt geldi. Eforat sisteminin kaldırılması ilginç bir pozisyon değişimine sebep oldu: Millet Meclisi’nde reformcu ve reformcu olmayan kamplara bölünen (esas olarak manastır gelirleri meselesi nedeniyle) üst düzey papazlar, şimdi Osmanlı devletinin mali varoluşlarının temin edilmesine müdahale etmesi ihtiyacını tanıyarak kendi birliklerini “yeniden keşfederken,” reformcu görüşlerle tanınan ruhban-dışı sınıf, devlet aparatının bunları uygulamada hâkim rolünü etkili şekilde reddetti ve “muhafazakâr” pozisyonlar aldı.40

51

Page 52: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

Mantık özellikle basit ve yerindeydi: Patrikhane zaten bir ücret skalası oluşturmuş olduğundan, bunlar bir “hediye” veya “gönüllü bağış” olarak değerlendirilemezdi. Bu mantık, tam da yüksek rütbeli papazların gelirinin seviyesini sabitlemek istedikleri için, Umumi Nizamname’de kısa ve öz bir şekilde tekrarlanıyordu. Bir anlamda, Karma Konsey’in ruhban-dışı sınıftan üyelerinin, devlet bu şekilde onu toplamada bir aracılık rolü üstleneceğinden hibenin bir tür ücret biçime dönüştürülmesine karşı polemiği, Nizamname’nin bir başka temel parametresine karşı olduğu için daha başından başarısız olmaya mahkumdu: bu ücretleri sabitlemenin bir ön gerekliliği olarak devlet vergisinin parasallaştırılması. Aynı zamanda, reform destekçileri kilise vergisinin diğer devlet vergileri ile birleşmesini, Patrikhane personelinin ödemelerinin yapılmasının yanı sıra hayır ve eğitim kurumları mekanizmasının muhafaza edilmesinin tek çözümü olarak görüyorlardı.41

Sonuç

Reformcu ruhban-dışı sınıf ile muhafazakâr gerontes arasındaki bu ilginç pozisyon değiştirmenin ana sebebi Patrikhane’nin Eflak ve Boğdan’dan elde ettiği ciddi gelirin kaybı idi. Ve bu pozisyon değiştirmenin etkisi, devlet hazinelerinden veya özel mülklerden gelen tüm gizli veya açık paraların sonuç olarak bağlanmasıydı. Ancak borç ne ruhban-dışı sınıf ne de ruhban sınıfı mensupları için bir kar vasıtası olamıyordu; aksine, en nihayetinde “ekümenik” karakterini yitirmesine yol açacak şekilde, Patrikhane’yi devlet çıkarlarına ve politikalarına bağlamanın bir mekanizmasıydı.

Dolayısıyla, borcun yönetilmesi sorunu ile ilgili olarak Osmanlı dahiliyetinin sonraki yıllarda daha gözle görülür hale gelmesi garip değil. 1865’te, Patrik Sophronius, Kilise maliyesinin durumu üzerine uzunca bir rapor gönderdi.42 Patrikhane’nin, personel maaşları ve temel işletme ihtiyaçları dahil, ayda kabaca 70.000 kuruşluk işletme masrafı yaptığını iddia ediyordu. Ancak bütçesi ayda sadece 15.000-20.000 kuruş (Karma Konsey’in kilise eylemleri için aldığı alınan ücretleri kesme kararını takiben daha da azalacak bir miktar) öngörüyordu. Patrikhane Osmanlı hükümetinden 1.000.000 ve 500.000 kuruşluk iki esaslı borç zaten almıştı, personel maaşları için bir üçüncüsü de olasıydı.

Patrikhane’nin borçluluğunun sebepleri, buraya kadar tartışıldığı üzere karışık olsa da, Ekümenik Patrikhane’nin borçlarına Eflak ve Boğdan’daki manastır mülklerine 1863’te Cuza hükümeti tarafından el konmasının sonucu olarak bakmalıyız. Patrikhane maliyesi için on dokuzuncu yüzyılda dönüm noktası olacak bir yıl belirleyeceksek, bu ya 1833, yani Yunan illerindeki Ortodoks cemaatin kaybedildiği yıl, ya da 1870, yani Bulgar illerindeki Ortodoks cemaatin kaybedildiği yıl olacaktır. 1863 yılı Eflak ve Boğdan’daki ekilebilir arazilerin belki de üçte birinin kullanılmasından elde edilen ciddi gelirlerin, kaybını işaret eder. Bunun İstanbul Patrikhanesi’nin, stavropegial manastırların (Athos Dağı’ndaki dahil) ve diğer Ortodoks patrikhanelerinin geliri üzerinden doğrudan etkisi olmuştur. Ancak esasen bu, patriklerin göreve gelmesinde nüfuzu olan güçlü zümreler de kendi gelirlerini oradan elde ettiğinden, Patrikhane içindeki ruhban sınıfı ile ruhban-dışı sınıf arasındaki ilişkiyi değiştirmiştir.

Eflak ve Boğdan’dan para akışı kesildiğinde, Patrikhane yeni gelir kaynakları aramak zorunda kalmıştır. Hemen akla gelebileceği gibi yüzünü ilk döndüğü yer Yunan devleti olmamıştır—halen Osmanlı vizyonundan ilham almakta olan yönetici elitin niyetlerinin bir göstergesi. Döndüğü ilk kaynak, maliyesini uluslararası denetimin altına sokacak ciddi bir mali kriz patlak vermesine rağmen 1880 kadar geç bir tarihte bile Osmanlı devleti olmuştur. Öte yandan Patrikhane özellikle de Ioakeim III döneminde Rusya’ya doğru yüzünü dönecekti—

52

Page 53: Geç Osmanlı Dönemi - dunyadanceviri.files.wordpress.com€¦  · Web viewGeç Osmanlı Dönemi Subject: Çeviri Derlemesi Last modified by: Serap Gunes Company: Dünyadan Çeviri

1879’da Moskova’daki Aziz Sergios metokion’u onun kontrolü altına girdi; ikinci görev dönemi sırasında ise (1901-12) hem Sırp hem de Avusturya’nın finansal desteğini alacaktı. Ancak “ekümenist” Ioakeim III’ün ölümü ardından, yeni patrik ve onun büyük rakibi Germanos V, Yunan devletinden doğrudan mali yardım isteyecekti. Yunan dış politikası ile bu kaynaşma, Atina Başpiskoposu Meletios Metaxakis’in 1921’in Anadolu kampanyası ile eşzamanlı olarak Ekümenik Patrik seçilmesi ile zirveye ulaşacaktı. Ancak Yunan ordusunun yenilgisi bu döneme hızlı bir şekilde son verdi ve Patrikhane’nin Kemalist rejim altında yeni bir kurumsal ve mali gerilemesine yol açtı.

53