Upload
gencay-dergisi
View
229
Download
4
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015 http://www.gencaydergisi.com
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 4 Sayı 36 - Ocak 2015
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
TÜRK BİRLİĞİ’NE GİDEN YOL / Nami Cem İYİGÜN
FELSEFESİZ YAŞAMAK GÖZÜ KAPALI YAŞAMAKTIR / Ezgi SÜLLÜ
KENDİMLE DERTLEŞMELERİM: OSMANLICA DERSLERİ / Alperen KIZIKLI
BAĞIMSIZ TÜRK KÜLTÜRÜNDEN TÜRKİYELİ KÜLTÜRÜNE/ M. Esad KIRAÇ
VATAN CEPHESİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME / Çağhan SARI
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERİ: 8 KASIM 2014/ Aslıhan KAYA
CHARLİE HEBDO SALDIRISININ DEĞERLENDİRMESİ / Sertaç EKEMEN
ADLAR SORUNU / Dilek AKILLIOĞLU
İHMALE UĞRAMIŞ BİR MEVZU/ Aslıhan KAYA
GENCAY
1
TÜRK BİRLİĞİ’NE GİDEN YOL Nami Cem İYİGÜN
1989 senesi insanlığın ortak mukadderatı
bakımından hayati bir dönemeç olmuş, o
seneden itibaren birbirinden cesaret alan
halklar devrim üstüne devrim yaparak
totaliter sosyalist düzenleri yıkmayı
başarmışlardır.(1) Sovyetler ve
uydularında esaret altında yaşayan yüz
milyon Türk’ün sayısal açıdan büyük
çoğunluğu bağımsızlığına kavuşunca,
önceden daha ziyade Türkçü-Turancı
çevrelerin kullandığı “Türk Dünyası”
kavramı da romantik bir söylem olmaktan
çıkıp siyasi bir realite halini almıştır.
Günümüzde Türk Dünyası yedi bağımsız
devlet, on dört federe/özerk cumhuriyet
ve çok sayıda kültürel topluluk olarak
temsil edilmektedir. Bağımsız Türk
devletleri Azerbaycan, Kazakistan,
Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Türkiye ve
Türkmenistan’dan meydana gelmekte,
muhtar devlet statüsündeki Altay,
Başkurdistan, Çuvaşistan, Hakasya,
Tataristan, Tuva ve Yakutistan Rusya
Federasyonu bünyesinde yer almaktadır.
Yine Rusya Federasyonu’na dâhil olan
diğer hükümran cumhuriyetler içerisine
Karaçaylar (Karaçay-Çerkezya
Cumhuriyeti), Balkarlar (Kabardino-
Balkarya Cumhuriyeti) ve Kumuklar ile
Nogaylar (Dağıstan Cumhuriyeti)
girmektedir. Özbekistan’da Karakalpaklar
(Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti),
Azerbaycan’da Nahçıvan Azerileri
(Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti) ve
Moldova’da Gagavuz Türkleri (Gagavuz
Yeri Özerk Bölgesi) kendi
cumhuriyetlerine sahiptirler. Çin Halk
Cumhuriyeti’ne bağlı Sincan Uygur (Doğu
Türkistan) Özerk Bölgesi’nde de otuz
milyona yakın Uygur, bir milyonu aşkın
Kazak, iki yüz bin kadar Kırgız ve otuz
binden fazla Özbek Türkü yaşamaktadır.
Belli ülkelerin belli bölgelerinde
yoğunlaşmış olmalarından ötürü geleceğe
dair potansiyel taşımakla birlikte Kırım
Tatarları, Şorlar, Çulımlar, Karaimler,
Afganistan Hazaraları, İran Türkleri, Irak
Türkmenleri ve daha pek çok Türk
topluluğunun ise hâlihazırda birer devleti
bulunmamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler’den
ayrılarak bağımsızlığını elde eden diğer
Türk cumhuriyetleri arasındaki ilk resmi
temaslar hemen bu cumhuriyetlerin
bağımsızlıklarını ilan etmesiyle kurulmuş
ve hatta 1991 yılında peş peşe gelen
bağımsızlık ilanlarını ilk tanıyan devlet
Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Türkiye ile
diğer Türk cumhuriyetleri arasında
yıllarca farklı bloklarda konumlanmış
olmanın verdiği hasret ve geleceğe dair
hayallerin verdiği heyecanın da itici
etkisiyle hızlı yakınlaşmalar yaşanmış(2),
1992 yılından itibaren Türk
cumhuriyetleri cumhurbaşkanlarını bir
araya getiren Türk zirveleri düzenlenmeye
başlamıştır. Söz konusu zirveler birtakım
kırılma ve tıkanmalara rağmen 2009 yılına
kadar düzenlenmeye devam ettikten sonra
Türk cumhuriyetleri arasındaki
entegrasyon sürecinin yeni bir sayfasına
geçilecek ve 2009 yılında Nahçıvan’da
imzalanan anlaşmayla birlikte Türk
GENCAY
2
zirvelerinin yerini daha kurumsal bir yapı
olan Türk Konseyi alacaktır.
Birinci Durak: Türk Zirveleri
1992’den 2009’a değin belli aralıklarla
gerçekleştirilen “Türk Dili Konuşan
Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi (kısaca
Türk Zirvesi)”, altı Türk cumhuriyetinin
devlet başkanları ve üst düzey yetkililerini
bir araya getirmenin yanı sıra Türk
ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkileri
geliştirerek müşterek kalkınmayı ve Türk
Dünyası’nın sorunlarına çözüm üretmeyi
de amaçlamıştır. Zirvelerin ilki 30-31 Ekim
1992 tarihinde Ankara’da
gerçekleştirilmiş, zirveye Türkiye
Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal,
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın Ebulfez
Elçibey, Kazakistan Cumhurbaşkanı Sayın
Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan
Cumhurbaşkanı Sayın Askar Akayev,
Özbekistan Cumhurbaşkanı Sayın İslam
Kerimov ve Türkmenistan Cumhurbaşkanı
Sayın Saparmurat Niyazov iştirak
etmişlerdir. Ne var ki Türkçe konuşan
ülkeler arasındaki ilişkilerin gelişmeye
yatkınlığı ve kaydedilen ilerlemeler, zıt
yöndeki bazı etkileri de harekete
geçirmiştir. Bakü’de yapılması planlanan
ikinci zirve, Sovyetler Birliği yerine ikame
edilen ve Rusya’nın güdümünde olan
“Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)”nun
zirvesinin aynı günlere denk getirilmesi
yüzünden daha sonra İstanbul’da
yapılabilmiştir. Üçüncüsü 1995 yılında
Bişkek’te ve dördüncüsü 1996 yılında
Taşkent’te yapılan zirvelerin beşincisi
1998 yılında Astana’da, altıncısı 2000
yılında Bakü’de, yedincisi 2001 yılında
İstanbul’da ve sekizincisi 2006 yılında
Anltalya’da yapılmıştır. Taşkent’te yapılan
dördüncü zirveye kadar “Türk Zirvesi”
olarak adlandırılan toplantıların adı önce
“Türk Cumhuriyetleri Devlet Başkanları
Zirvesi”ne ve beşinci zirvenin ardından
“Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet
Başkanları Zirvesi”ne dönüştürülmüştür.
Bakü’deki altıncı zirvede bazı kırılma ve
tıkanmalar hissedilmeye başlamış, Türkiye
ile olumsuz ilişkileri dolayısıyla
Özbekistan ve ilan ettiği tarafsızlık statüsü
dolayısıyla Türkmenistan bu tarihten
itibaren zirveye karşı soğuk tutum
sergilemişlerdir. 2000 yılına kadarki tüm
zirvelerde altı ülkeden de devlet
başkanları düzeyinde katılım gerçekleşmiş
olduğu halde 2000 yılında Bakü’de
düzenlenen altıncı zirvede Özbekistan ve
Türkmenistan meclis başkanları
tarafından temsil edilmiştir. 2001 yılında
düzenlenen yedinci zirveye Özbekistan
meclis başkanı ile katılmış, diğer ülkeler
devlet başkanları ile temsil edilmiştir.
2006 yılında düzenlenen sekizinci zirvede
Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve
Türkiye devlet başkanı düzeyinde temsil
edilmiş, Türkmenistan büyükelçi
göndermiş ve Özbekistan zirveye
katılmamıştır. Fakat Azerbaycan,
Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye diğer
Türk ülkeleri katılmasa bile zirvelerin
dörtlü devam edeceğini belirtmişler ve
“Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter
Asamblesi (TÜRKPA)” adı altında yeni bir
oluşum içine de girmişlerdir.
GENCAY
3
Ekim 2009’da Nahçıvan’da yapılan zirveye
Özbekistan hariç diğer Türk
cumhuriyetlerinin hepsi katılmış,
Türkmenistan da yüksek düzeyde temsil
edilmiştir. Zirve kapsamında Azerbaycan,
Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye
arasında imzalanan Nahçıvan
Anlaşması’yla on yedi yıllık geçmişe sahip
Türk zirveleri kurumsal bir yapı
kazanarak yerini “Türk Dili Konuşan
Ülkeler İşbirliği Konseyi (kısaca Türk
Konseyi/Türk Keneşi)”ne bırakmış ve
daimi bir sekreteryaya kavuşulmuştur.(3)
İkinci Durak: Türk Konseyi
Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet
Başkanları Zirveleri süreci sonunda ortaya
çıkan ortak siyasi iradenin bir ürünü olan
“Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği
Konseyi (Türk Konseyi/Türk Keneşi)”,
Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve
Türkiye arasında çok yönlü işbirliğini
teşvik etmek amacıyla 3 Ekim 2009’da
Nahçıvan’daki Türk Zirvesi sırasında
imzalanan Nahçıvan Anlaşması ile
kurulmuştur. Özbekistan ve Türkmenistan
henüz konseye katılmamış olsalar da,
konseyin potansiyel üyeleri olarak telakki
edilmektedirler ve önümüzdeki dönemde
konsey içerisindeki yerlerini almaları
beklenmektedir.
İşleyiş tarzı itibarıyla Avrupa Konseyi,
İslam İşbirliği Teşkilatı veya Arap Ligi’ne
benzetilebilecek Türk Konseyi’nin daimi
sekretaryası İstanbul’da olup, bağlı
kuruluşlarından “Türk Dili Konuşan
Ülkeler Parlamenter Asamblesi
(TÜRKPA)”nin merkezi Bakü’de ve
“Uluslararası Türk Akademisi (İTA)”nin
merkezi Astana’dadır. Türk kültürüne
yirmi iki yıllık bir hizmet geçmişi bulunan
“Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı
(TÜRKSOY)” da konseye bağlanmıştır ve
merkezi Ankara’dadır. Ülke devlet
başkanları yılda bir kez resmi, bir kez
gayriresmi olarak çeşitli şehirlerde
toplanmakta, ayrıca üye ülkelerin meclis
başkanları, dışişleri bakanları ve
bürokratları da yıl içerisinde düzenli
toplantılar tertiplemektedir. Eylül 2010 ile
Eylül 2014 arasında Türk Konseyi Genel
Sekreterliği görevi Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı Emekli Büyükelçi Sayın Halil
Akıncı tarafından yürütülmüş, 5 Haziran
2014 tarihinde Bodrum’da düzenlenen
Türk Konseyi dördüncü zirvesinde
Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve
Türkiye devlet başkanları tarafından genel
sekreterlik görevine üç yıl süre ile
Azerbaycanlı Diplomat Sayın Ramil
Hasanov getirilmiştir.
Türk Konseyi’nin ilk zirve toplantısı 20-21
Ekim 2011 tarihlerinde “Ekonomik ve
Ticari İşbirliği” özel gündemiyle
Kazakistan’ın en büyük kenti Almatı’da
yapılmıştır. Bu zirve toplantısında 2009’da
Nahçıvan’daki Türk zirvesi sırasında
imzalanan ve konseyin kurucu anlaşması
GENCAY
4
sayılan Nahçıvan Anlaşması’nın
imzalandığı gün olan 3 Ekim gününün her
yıl “Türk Dünyası Günü” olarak
kutlanmasına ilişkin karar alınması dikkat
çekmiştir. Türk Konseyi’nin ikinci zirvesi,
22-23 Ağustos 2012 tarihlerinde “Eğitim,
Bilim ve Kültürel İşbirliği” temasıyla
Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te
gerçekleştirilmiştir. Bişkek’teki zirve
kapsamında yapılan ikinci Türk Konseyi
Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Türk
Konseyi’nin resmi bayrağı kabul edilip
göndere çekilmiş ve aynı bayrağın dört
üye ülkenin resmi kurumlarında
kullanılmaya başlanacağı bildirilmiştir.
Bayrak dört üye ülkeye ait semboller
içermekte, rengini Kazakistan
bayrağından, ortasındaki güneş
sembolünü Kırgızistan bayrağından, hilali
Türkiye bayrağından ve sekiz köşeli yıldızı
Azerbaycan bayrağından almaktadır.
“Ulaştırma Alanında İşbirliği” temalı
üçüncü zirve toplantısı 15-16 Ağustos
2013 tarihinde Azerbaycan’ın Gebele
kentinde düzenlenirken, “Turizm Alanında
İşbirliği” temalı dördüncü zirve toplantısı
4-5 Haziran 2014 tarihlerinde Türkiye’nin
ev sahipliğinde Bodrum’da düzenlenmiş
ve KKTC’nin de gözlemci üye sıfatıyla yer
aldığı son zirvenin en önemli yanlarından
biri Türkmenistan Cumhurbaşkanı Sayın
Gurbanguli Berdimuhammedov’un zirveye
iştiraki olmuştur.
Türk Konseyi henüz Türk Dünyası’nın
köklü sorunlarına yönelik siyasi-ekonomik
yaptırım gücü bulunan bir yapı durumuna
erişmemiş ise de, üye ülke halklarının
entegrasyonu ve müşterek kalkınmasına
katkı yapacak somut projeler üreten bir
cazibe merkezi haline gelme yolunda emin
adımlarla ilerlemektedir. Her yıl bir başka
Türk kentinin Türk Dünyası Kültür
Başkenti seçilerek o kentte yıl boyu çeşitli
kültürel organizyonların
gerçekleştirilmesi, Eurovision’a alternatif
Türkvizyon Şarkı Yarışması’nın iki senedir
başarıyla gerçekleştiriliyor olması, bir nevi
Türk Dünyası Olimpiyatları olan Türk
Üniversiteleri Arası Spor Oyunları’nın
düzenlenmeye başlaması, Türk Dili
Konuşan Ülkeler Yazarlar Birliği benzeri
kuruluşların ardı ardına faaliyete
sokulması, üye ülkelerin ortak mirası olan
Türk tarihi, destanları ve zengin mutfağın
korunması amacıyla UNESCO Somut
Olmayan Kültürel Miras Listesi’ndeki Dede
Korkut, yurt çadırı, dombıra, dolma
başlıklarına ortak adaylık başvuruları
yapılması ve Türk cumhuriyetlerinde
sekizinci sınıf öğrencilerine okutulacak
olan ortak tarih ders kitabının yazımının
bitirilip 2016-2017 eğitim-öğretim yılında
müfredatlara dahil edileceğinin
açıklanması Türk Dünyası açısından
mutluluk verici gelişmeler olarak öne
çıkmaktadır.(4) Türk Konseyi ve konseye
bağlı alt kuruluşların yakın gelecekte
hayata geçirmeyi planladığı projeler
arasında ortak televizyon, ortak diaspora,
ortak yazı dili, Türk cumhuriyetleri
arasında vize uygulamasını ortadan
kaldırarak serbest dolaşım imkanının
GENCAY
5
getirilmesi ve gümrük birliğinin tesisi gibi
daha somut projeler de mevcut
bulunmaktadır.
Son Durak: Türk Birliği
Türk cumhuriyetlerini bir araya gelmeye
zorlayan, iç dinamik diye
nitelendirilebilecek tarihi, coğrafi ve
demografik unsurlara ek olarak dış
dinamik diye nitelendirilebilecek
uluslararası ekonomik düzen ve
küreselleşme olgusu gibi unsurlar
vardır.(5) Türk coğrafyasına bakıldığında
bu topraklar üzerinde yaşayan halkların
farklı devletlerin vatandaşı dahi olsalar
birbirleriyle kader bağına sahip oldukları
açıkça görülmektedir. Türk halklarının
yaşadığı topraklar Avrupa’da Adriyatik
kıyılarından başlayarak doğuya doğru Çin
Seddi’ne kadar (Balkanlar, Trakya,
Anadolu, Kırım, Kafkasya, Kuzeybatı İran,
Volga boyları, Orta Asya, Kuzey Afganistan,
Doğu Türkistan, Altay, Yakutistan) uzanan
kuşak boyunca kesintisiz bir kemer
oluşturmakta ve Türk Dünyası’nın tarihi
coğrafyasının birliğine işaret etmektedir.
Bahsedilen derecede bir birlik ve bütünlük
arz eden, üstüne üstlük aynı soydan inen
ve aynı dili konuşan toplulukların bir
araya gelmeleri her şeyden önce tarihi
coğrafyanın gereği olmaktadır.(6) Öte
yandan Türk cumhuriyetlerinin ekonomik
sistemleri, pazar sorunları, üretim ve
tüketim şartları, sermayeye ve yeni
teknolojilere ihtiyaçları ve küreselleşen
dünya ekonomisiyle bütünleşerek rekabet
güçlerini arttırma arzuları da kendi
aralarında entegrasyonu hem zorunlu
kılmakta, hem kolaylaştırmaktadır.(7)
Türk cumhuriyetleri arasındaki
entegrasyon süreci kültürel, ekonomik ve
siyasi olmak üzere üç aşamalı bir süreçtir.
Kültürel entegrasyon dil ve kültürdeki
farklılıkları en aza indirip ortaklık şuurunu
kuvvetlendirecek kültürel projeleri hayata
geçirerek sağlanır ve 1992’den 2009’a dek
gerçekleştirilen Türk zirveleri ile 2009’da
meydana getirilen Türk Konseyi’nin
öncelikli amacı bu olmuştur. Ekonomik
entegrasyon gümrük birliğinden
başlayarak ortak para birimine
geçilmesine kadar uzanan tam ekonomik
işbirliğinin sağlanmasını ifade etmekte ve
Türk Konseyi’nin önümüzdeki yıllarda
yoğunlaşacağı alanı göstermektedir.
Ekonomik entegrasyonu, ekonomik
birlikteliği de güçlendirici bir faktör olarak
siyasi kurumlaşma takip edecek ve son
kertede ilgili devletlerin ortak iradeleri
sonucu tam bir siyasi birlik oluşturmak
için çaba harcamaya başlanacaktır. Şu anki
sayıları yedi olan bağımsız Türk
devletlerinin sınırları ve kimliklerinden
taviz vermeksizin, egemen eşitlik ve
gönüllülük ilkesi çerçevesinde uyumlu
hale gelmeleri, diğer deyişle kendi
aralarında kültürel, ekonomik ve siyasi
entegrasyonu temin etmeleri ile birlikte
dünya sahnesinde belirecek olan şey ise
“Adalar Denizi’nden Altayların ötesine
kadar” Türk Birliği olacaktır.
KAYNAKÇA
(1)Karatay (O.), “Türkerin Kökeni”, Kripto Yayınları,
2011.
(2) Akdiş (M.), “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile
Ekonomik, Sosyal, Kültürel İlişkiler-Bölgeye Yabancı
İlgisi ve Beklentiler, Dış Ticaret Dergisi 4. Sayı, 1999.
(3) Türk Konseyi Resmi Web Sitesi için Bkz: “
http://www.turkkon.org “.
(4) Zorlu (K.), “Türk Keneşi’ni Duydunuz mu?”, Yeniçağ
Gazetesi, 29.11.2014.
(5) Beydullayev (G.) – Kurubaş (E.), “Türk
Cumhuriyetlerinin Entegrasyonu: Fırsatlar, Sorunlar ve
Çözüm Önerileri”, SDÜ-İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Dergisi 1. Sayı, 2002.
(6) Beydullayev – Kurubaş, a.g.e.
(7) Beydullayev – Kurubaş, a.g.e.
GENCAY
6
FELSEFESİZ YAŞAMAK GÖZÜ KAPALI
YAŞAMAKTIR Ezgi SÜLLÜ
“...bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini
tanıdım âdemoğlu kimin nesiymiş
ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş
kişiyi...”
İsmet ÖZEL
Felsefe nedir ve niçin gereklidir?
Felsefenin tanımı üzerinde bir uzlaşma
yoktur. Filozof sayısı kadar felsefe tanımı
vardır, diyebiliriz. Ama genel itibariyle
felsefe, insanın merak etme ve anlama
çabalarının bir ürünüdür. Felsefenin çıkış
noktası doğmaları, kör inançları ve
otoriteleri sorgulamaktır. Felsefe, aklı ve
var olan gerçekliği doğrulara
yönlendirerek aklı olması gereken ideal
konumuna oturtma çabasının bir
etkinliğidir, denilebilir. Bir kişi eğer bu
düşünceyi taşıyarak felsefeyle uğraşıyorsa
filozoftur; yoksa başka amaçlar için
felsefeyle uğraşıyorsa Platon’un da
söylemiyle “evcil hayvan avcısı” sofistten
başka bir şey değildir.
Felsefeyle uğraşmanın bir değeri var
mıdır; felsefe niçin gereklidir sorusu bile
felsefenin içindedir. Bireysel olarak
“benim hayat felsefem…” diye başlayan
cümlelere tanık olmak mümkündür.
Felsefe bir anlamda insana ve yaşama dair
genellemeler yapmaksa, herkes kendi
koşulları içerisinde bilinçli ya da bilinçsiz
olarak felsefenin alanına girmektedir. Şu
bir gerçektir ki; insan yalnızca öğrenmek
ve felsefe yapmak için yaşamaz, tersine
yaşamak için felsefe yapmak zorundadır,
farkında olmasa da. Aksi takdirde varlığını
duymadan geçirilecek bir hayatın
öneminden söz edilebilir mi? Evet,
Sokrates haklıdır: “Sorgulanmamış bir
hayat yaşamaya değmez.” Bu bağlamda
felsefe gereklidir çünkü var oluşumuzun
anlamıyla ilgili temel soruları ele alır.
İnsanlar hakikatin peşinde sürekli yeni
arayışlar içine girmişler, kendilerine ve
yaşama anlam vermeye çalışmışlar ve var
olma nedenlerini sorgulamışlardır. Ama
hiçbir zaman ellerindeki mevcut bilgiyle
yetinmemişler; yeni arayışlara ve
sorgulamalara yönelmişlerdir. İlkçağ
felsefecileri, aydınlanmacılar, varoluşçular,
mistikler hepsi de insana ulaşmak için
farklı yollar önermişlerdir. Yollar her ne
kadar farklı olsa da varılacak nokta insan
olmuştur. Aynı gök kubbenin altında farklı
ırmaktan su içseler de insan denen o derin
denize ulaşmaya çalışmışlardır. Bütün bu
çaba aslında basit gibi görünen şu soruya
cevap içindir: “Ben kimim?” Bunun yanı
sıra çoğumuz hayatımızın akışı içinde
birtakım temel felsefi sorular sorarız
farkında olmasak da; “Var oluşumun
sebebi nedir?” , “Tanrının varlığının bir
delili var mıdır?”, “Hayatımızın temel
gayesi nedir?”, “ İnsan kararlarında özgür
müdür?”, “Bir şeyi doğru ya da yanlış kılan
GENCAY
7
şey nedir?”, “İnsan kaderini değiştirebilir
mi?”, “Varlığın ana maddesi nedir?” vb.
Felsefeyle uğraşan insanların çoğu bu tür
soruları ele alıp incelemenin büyük bir
önem arz ettiğine inanırlar. Hayatımızın
temel kabullerini sorgulamadan sıradan
bir varoluşu devam ettirmek araba
sürmeye benzer Nigel Warbunton’a göre.
“Şimdiye kadar hep yeterince iyi bir
biçimde çalışmış oldukları için, arabanızın
frenlerine, direksiyon ve motoruna
güvenmekte haklı olabilirsiniz, ama bu
güvende bütünüyle haklı olmayabilirsiniz
de. Fren pedalları hatalı olabilir ve sizin
onlara en fazla ihtiyaç duyduğunuz bir
anda iflâs edebilirler. Aynı şekilde,
hayatınızı kendilerine dayandırdığınız
ilkeler de bütünüyle sağlam olabilir, fakat
siz bundan, onları incelemiş oluncaya dek,
emin olmayabilirsiniz. Dahası, hayatınızı
dayandırdığınız kabullerin sağlamlığından
ciddî ciddî şüphelenmeseniz bile, düşünce
gücünüzü hayata geçirmemekle yaşamınızı
fakirleştiriyor olabilirsiniz.”(1)
Felsefe, olayların bütün yönleriyle
incelenmesini temel kabul olarak görür.
Bu nedenle ön yargıların etkisiyle felsefe
yapılmaz. Ön yargılar insana doğruyu
değil, doğru düşüncelere kişiyi kapatmış
olur. Felsefi söylemler demokrasi
kültürünün bir topluma yerleşmesinde en
önemli araçlardır. Çünkü her felsefi
söylem tek bir şeyin benimsetilmesinden
öte öncelikle farklılıkların olabileceğinin
benimsetilmesini sağlar. Bu da bireyin ön
yargısız olmasına ve kendi düşüncelerini
savunmasına katkıda bulunur. Kişi
önyargılarını yıkıp Platon’un mağara
benzetmesinde olduğu gibi cesaret edip
ışığa yönelmelidir. İnsanın zincirlerinden
kurtulup gerçeği görmesinde ona en
büyük yardım felsefeden gelecektir.
Hayatın her döneminde insan için sorunlar
farklıdır. Bu farklılaşmaya karşın insanda
değişmeyen anlama ve kavrama
ihtiyacıdır. Aristoteles ünlü yapıtı
“Metafizik”te “Bütün insanlar doğal olarak
bilmek isterler.” der.(2) Bilimler bu
ihtiyacı parçalı biçimde de karşılar. İnsan
bütünü görme merakını ancak felsefeyle
giderebilir. Hayatın ürettiği her soruna
karşı insan felsefe sayesinde yeni anlamlar
ve cevaplar üreterek karşılık verir. Bu
anlamda felsefenin gerekliliğini Andre
Comte - Sponville şöyle açıklar: “Biyoloji
hiçbir zaman bir biyoloğa nasıl yaşamak
gerektiğini anlatmayacaktır. Yaşamanın
gerekli olup olmadığını, hatta biyoloji
yapmanın gerekip gerekmediğini
söylemeyecektir. Sosyal bilimler, ne
insanlığın ne de beşeri bilimlerin
değerinin ne olduğunu söylemeyecektir.
İşte bunun için felsefe yapmak
gerekmektedir.” (3)
Felsefe bir ‘yol haritası’na benzetilebilir.
Wittgenstein’e göre insan, bir kavanozun
GENCAY
8
içine kapatılmış sinek gibidir ve dışarı
çıkmak ister. Fakat bunu nasıl
başaracağını bilemez. İşte felsefenin amacı
sineğe (insana) kavanozun dışına nasıl
çıkacağını göstermektir.
“İnsan, kendi hayatını inceleme
kabiliyetidir. Bu olmaksızın o, hiçtir.
Felsefe, insanı insan yapan ve bir hiç
olmaktan kurtaran araştırma, soruşturma
ruhunun, anlamlandırma, yorumlama ve
değerlendirme etkinliğinin, önemli sorular
sorma ve olanlara ciddi olarak cevaplar
arama özelliğinin, erdemli olma ve mutlu
yaşama talebinin, kısaca bilgeliğe ulaşma
özleminin en hakiki ve belki tek
ifadesidir.” der Prof. Dr. Ahmet Arslan.(4)
Felsefe, yaşamın anlamı ve amacıyla
ilgilenirken insanın sadece geçmişini değil,
geleceğe dönük planlarını da anlamamıza
yardımcı olur. Örneğin felsefi sistemler, bir
toplumun geleceğini oluşturan eğitimin
yapılandırılmasında önemli bir çerçeve
sunmaktadır. Eğitimin hangi amaçlara
yönelik olduğu, hangi konuların değer
taşıdığı, hangi yöntem ve materyallerin
kullanılması gerektiği gibi kararların
alınmasında felsefi yönelimler etkili
olmaktadır.
Felsefe, filozofların bir araya gelerek
kendilerini mutlu etmek için
oluşturdukları bir etkinlik değildir.
Filozofların bir araya gelerek laf ebeliği
yaptıkları bir uğraş hiç değildir. Hiçbir
filozof sözünü kurarken “beni kimse
anlamasın, anlayamasın!” diye düşünmez.
Aslında felsefe, insanı, evreni, toplumsal
ilişkilerde ortaya çıkan sorunları akla ve
mantığa dayalı olarak açıklamaya çalışır ve
yaşamlarımızı analiz etmemiz için araçlar
sunar. Bu bağlamda felsefe insana
yaşamda gidilmesi gereken yeni yolları,
bağlanılması gereken yeni değerleri
öğretir. Descartes’in de söylemiyle
“Felsefesiz yaşamak gözü kapalı
yaşamaktır.”
GENCAY
9
KENDİMLE DERTLEŞMELERİM:
OSMANLICA DERSLERİ Alperen KIZIKLI
Birkaç ay önce “Kendimle
Dertleşmelerim: Mecburi Hizmet” adlı
kendimle yaptığım söyleyişim gayet
olumlu dönüşler aldı. Hal böyle olunca ben
de bu türdeki yazılarıma devam etme
kararı aldım.
Şimdi okuyacağınız, bu mülakat ise son
zamanlarda sıkça tartışılan Osmanlıca
derslerinin mahiyetine ve bu derslerin
neden verilmek istendiğine dair sorulara
cevap vermektedir. Yine ben sordum ben
cevapladım. Kendim pişirdim kendim
yedim. Sizlere de ikram edeyim. Keyifli
okumalar dilerim.
1- Osmanlıca derslerinin getirilecek
olmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce
Osmanlı hayranlığından ötürü mü bu
dersler okutulacak?
Bir kere Osmanlıca demeyi doğru
bulmuyorum. Osmanlı dönemi Türkçesi
diyebiliriz, daha da kısaltıp Osmanlı
Türkçesi deyip kavramı daha net bir
şekilde ortaya koyabiliriz. Amerika’yı
yeniden keşfetmiyoruz nihayetinde. Yeni
bir dil de icat edilmiş değil. (Yazı
bütününde Osmanlıca tabiriyle anlatılmak
istenen Osmanlı Türkçesi olacaktır.)
Osmanlıca derslerini tamamen faydacı
siyaset anlayışının ürünü olarak
görüyorum. Faydacılık tabi burada halka
faydalı manasında kullanılmıyor. Oy
potansiyeli olan bir konu olarak
görüyorum ve halkın hamasi duygularını
okşayan bir adım olarak görüyorum.
Osmanlıca bilmek herkesin vazifesi olmalı
mıdır ayrıca! Hayran olunacak başka işler
yapmış medeniyetlerimiz de var.
Hangisine döneceğiz peki? Hepsine hayran
olsak olmaz mı?
Osmanlıca gibi bir dil var mı ki bunun için
özellikle okullara ders konulacak
şaşıyorum. Osmanlıca, bence Türk dilinin
bir dönem yaşamış olduğu bir trafik
kazasının neticesidir. Arapça ve Farsça
tarafından ezilmenin doğurduğu bir
Türkçemsi…
2- Devlet yetkililerinin Türkçe’nin
bilim ve felsefe dili olmadığına dair
cümlelerini işitmişsinizdir. Sizce de
öyle midir?
Osmanlıca derslerinin neden gündeme
getirildiğini izah etmek için konuşmalar
yapılmış bence. Bir gecede cahil kaldık,
cümlesi de hiç şaşırtılmadan kullanılmış o
konuşmalarda.
GENCAY
10
Öncelikle Osmanlı bilimini hangi dille
yapmış bir bakmak lazım. Osmanlı’nın ilk
zamanlarında tercih edilen dil gayet sizin
bizim anlayabildiğimiz sadelikte bir
Türkçe iken, yükselme döneminde
Osmanlıca diyebileceğimiz, azıcık Farsça,
azıcık Arapça terkiplerin alıntılandığı,
harekelerle anlamları değişen harflerden
oluşan alfabenin tercih edildiği, böylelikle
ilmin elit zümre tarafından
yönlendirilebildiği bir dil, bir Türkçemsi
ortada.
Ben de un, su, fıstık, sadeyağı, yumurta ve
biraz şekerden baklava yapamamaktayım.
Elimde gerekli malzeme olsa dahi bu
konuda ehil değilim.
Türkçe ile bilim de yapılır, felsefe de…
Yeter ki yapmak istenilsin; devlet
yetkililerimiz ve yükseköğrenim
kurumlarımız ehil insanlarımıza her
koşulda destek olsun.
3- Osmanlıca sizce bilim ve felsefe dili
olabilir mi? Türkçe bilim ve felsefe dili
olamıyorsa Osmanlıca bunu
başarabilecek mi?
Özellikle devletleşmenin en yüksek olduğu
ve haliyle sistemli eğitimin mevcut
bulunduğu zamanlarda dahi Osmanlıca
pek yaygın kılınamamış. Bir zümre dili
olarak kalmış maalesef. Ayrıca bilim
tarihini 1500’lü yıllarla başlatırsak ki bu
Osmanlı’nın gerileme dönemine tekabül
ediyor, Osmanlı’nın hâkim güç olmadığı
dönemlerde Osmanlıcanın bilim dili
olmasını da bekleyemeyiz.
Osmanlıcayı geçelim Türkçe bile mevcut
durumda yaygın kullanılan bilim dili
olamayacaktır. Kolonicilik yapmadığımız
için egemen kılamadığımız dilimizi
konuşan nüfus dünyada bellidir. 1 milyar
Hintli,1,5 milyar Çin'i saymıyorum bile, iyi
derecede İngilizce konuşuyorken 300
milyon kişinin konuştuğu bir dil olan
Türkçe ile dünyada hiç bir alanda yaygın
egemen dil olamazsınız. Fakat Türkçe ile
Türkiye’de pekâlâ bilim yaparsınız.
Yaptığınız şeyleri de gerekli dillere çevirip
literatüre kazandırabilirsiniz.
İngilizce sanırım dünyada kıyamet kopana
dek ortak bilim ve literatür dili olarak
kalacak. Tren kaçırıldı bir kere.
4- Osmanlı’da bilim dili neydi peki?
Darülfünunlarda dersler hangi dillerde
veriliyordu?
Osmanlı son dönemlerinde ve özellikle
Fransız koloniciliğinin dünyada önde
olduğu yıllarda ise darülfünunlarda
Fransızca öğretildiğini, Fransızca yazıp
çizemeyen idarecinin önemli işlere
gelemediğini görüyoruz. O zamanın
İngilizcesi Fransızcaymış yani. Atatürk de
Fransızca biliyor mesela…
Teknik konularda ise Alman dilinin
üstünlüğü o yıllarda da belirgin.
GENCAY
11
5- Türkçe sizce kıymetsizleştiriliyor
mu? Türkçe’den vazgeçebilir miyiz?
Bir devlet başkanı kendi dilini yetersiz
görüyor ve üstelik küçümseyebiliyorsa
ortada ciddi bir kimlik sorunu vardır.
Kendini kifayetsiz görme,
manasızlaştırmadan başka bir şey
yapmamaktadır yani.
Almanya’ya giderseniz, müze yapılmış
Nazi kamplarını görmek isterseniz şu
şekilde hazırlanmış tabelaları görürsünüz:
Büyük harflerle müzeyi, kampı tanıtan
Almanca bir metin ve neredeyse karınca
duası diyebileceğimiz boyutlarda yazılmış
İngilizce tanıtım metni.
Türkiye’de ise tanıtım metninin Türkçe ve
İngilizce aynı büyüklükte harflerle
yazılıyor. Tabelada bazen en üstte İngilizce
metin, en alta ise Türkçe metin yer alıyor.
Sorunuza soruyla cevap vereyim. Sorunun
içinden cevabı siz anlayın. Doğu ile
Batı'nın ortak tarih bilinci, ortak ülküsü ve
ortak yaşama arzusu bu kadar azaldığı
dönemde Türkçe’den de vazgeçersek
elimizde ne kalacak? Kooperatife daireye
girelim derken eldeki müstakil evden
olmaya cidden ihtiyacımız var mıdır?
6- Son olarak, Osmanlı ile günümüz
Türkiye’sinde benzer gördüğünüz
olaylar nelerdir? Benzer görüyorsanız
Türkiye, Osmanlı’nın hangi dönemini
yaşıyor.
Osmanlı Devleti yıkılma döneminde
gücünü hem kendi halkına göstermek hem
de biz hala büyük devletiz algısını
güçlendirmek için Dolmabahçe Sarayı'nı
tonlarca mermer ve altın işlemelerle,
hatlarla süsleterek yaptırmış. Üstelik bu
sarayın inşaatı için hazinede yeterli para
yokken İngiltere'den de epeyce bir borç
almış. Padişahın vekâlet yeri artık bu saray
olacaktı. Fakat inşaat bitiminin üzerinden
bir asır dahi geçmeden Osmanlı gibi bir
dev tarih sahnesine veda etti
Şimdilerde bence tarih bir kez daha
tekerrür ediyor. Türkiye'nin dış borcunun
rekor seviyeye geldiği, cari açığının alıp
başını gittiği bir dönemde binlerce odadan
menkul şatafatlı bir bina cumhurbaşkanın
vekâlet yeri olarak inşa edildi.
Bu yüzden Sultan Abdulmecid dönemi ve
AKP'nin icraatleri bence birbirine çok
benziyor. Hatırlarsanız Sultan Abdülmecid
için mecliste 150. Ölüm yıl dönümüne
istinaden bir kabul töreni de verilmişti.
Sanırım Osmanlı padişahlarından en çok
Sultan Abdülmecid seviliyor.
Ne diyelim… İnşallah sonumuz Osmanlı
gibi olmaz.
GENCAY
12
BAĞIMSIZ TÜRK KÜLTÜRÜNDEN
EMPERYALİST TÜRKİYELİ
KÜLTÜRÜNE Mahmut Esad KIRAÇ
Öncelikle Türk’ü kısaca tanımlayalım. Türk
kelimesinin birçok anlamı ve açıklaması
vardır. Sözlük anlamı ‘’güçlü ve kuvvetli’’
olan Türk kelimesinin benim tabirimce
anlamı: Irk fark etmeksizin Turanı
kendisine ülkü edinen ve bu ülkü uğrunda
yılmadan çalışarak gönül rahatlığıyla ‘’Ne
mutlu Türküm diyene’’ diyebilen herkes
Türk’tür yani, bir milleti temsil etmekle
birlikte aynı zamanda hissiyat meselesidir.
Kültür ise Ziya Gökalp’e göre “Hem usulle
yapılamayan hem de taklitle başka
milletlerden alınamayan duygulardır.”
Erol Güngör ise kültürü “Bir inançlar,
bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür yani,
maddi değildir.” diyerek açıklamıştır.
Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe
sahip olan pek az millet gösterilebilir. Bu
kadar uzun bir macerası olan bir millet
hala yaşadığına ve 100 yıl öncesine kadar
dünyanın en büyük imparatorluğunu
yaşattığına göre her şeyden önce eşi az
görülür bir hayat gücüne ve kültürüne haiz
demektir. Zaten Türk kültürü kadar
gelişmiş ve yayılmış başka bir kültür de
yoktur. Batı ile bizim kadar uzun ve çetin
mücadelelere girdiği halde bizim kadar
ona mukavemet etmiş olan ve bu
mukavemeti devam ettiren bir başka
millet gösterilemez. Bu direnmenin
sebebini Türk milletinin yüksek ve köklü
bir kültüre sahip oluşu, hatta beşeri ve
ahlaki kıymetler bakımından batı
medeniyetine üstün oluşu ile izah
edebiliriz.
TBMM hükümeti devrinde hükümetin
bütün sahalarda olduğu gibi kültürde de
politikasının mihrakı milliyetçilikti. Rıza
Nur’un Maarif vekili, Ziya Gökalp’in Telif
ve Tercüme dairesi başkanı olmaları
kültür politikasında Türkçülük ve Batıcılık
noktalarına ağırlık vermeye başladı.
Başbuğ Atatürk Türkler’in Batı medeniyeti
içinde bağımsız bir hüviyet taşımalarını,
hatta çağdaş medeniyetin üstüne
çıkmalarını ön görüyor ve Batılılaşmayı
GENCAY
13
milliyetçilikten ayırmıyordu. 1950
seçimlerinden yani, demokrasinin
girişinden sonra ise inkılapçı
hükümetlerin milli kültüre karşı Batı
kültürü politikası inkılapçı karakterini
kaybetmiştir. Devlet 1950’den sonra
kültür işlerini bırakmamakla birlikte,
bunlardaki tekelini kaldırmış, kültürle
uğraşanlara gerekli hürriyeti vermekle
yetinmiştir.
Demokrat Parti’nin 27 Mayıs hareketi
sonucu iktidardan düşürülmesi CHP’nin
kültür politikasını yeniden ön plana
geçirdi ancak koalisyon ortağı olundu. Bu
arada askeri idarenin ilk aylarında ‘’Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün’’
kurulması ve yaptığı ilmi çalışmalar için
devletten bir müddet destek görmesi
büyük bir adım oldu. Koalisyonlar
arasındaki siyasi çalkantılar devletin
kültür işleri üzerinde durmasına engel
oluyordu. 1965’ten sonra ise tutarlı ve
devamlı kültür faaliyetine girişildi.
1965-71 arasında Türkiye’nin resmi kültür
politikası şu esaslardan oluşmaktaydı:
1- Türkler Batı medeniyetine girme
yolundan ayrılmayacak. Ancak Batılılaşma
hareketimiz hiçbir zaman milli bir hüviyet
taşımamıza engel olmayacaktır.
2- Bu milli hüviyet milli tarihin
mahsulüdür. Milli birliğin ve
dayanışmanın kuvvetlendirilmesi her
şeyden önce bu ortak geçmişin eksiksiz
devam etmesi ve yeni nesillere
aktarılmasına bağlıdır.
3- Milli şuur, milli kültür eserlerinin
tanıtılması yolu ile verilmelidir. Türk
Milleti’nin yaratmış olduğu kültür
eserlerini bugünkü nesle onların
anlayabileceği bir şekilde sunmaktır.
4- Bir taraftan Türk kültürünün kaynak
eserlerini yayınlarken bir taraftan da
Batı’nın modernleşmemize yardımcı
olacak temel ilim ve eserlerini Türk
okuyucusuna sunmak gerekir.
5- Kitaplar ‘’Yaşayan Türkçe’’ ile kaleme
alınacak. Türkçenin gramer yapısı
bozulmayacak. Devlet kar gayesi
gütmeyecek eserler asgari fiyatla
okuyucuya intikal ettirilecektir.
Yukarıdaki maddelerden de anlaşılacağı
gibi kültür politikamız Cumhuriyetten
itibaren milliyetçi ve Batıcı kimliğini uzun
süre muhafaza etmiştir.
Günümüze yaklaştıkça ne bu
politikalardan ne de Türk kültüründen
eser kalmadığını görmekteyiz.
Milliyetçilikten tamamen kendini
soyutlayan, batıcılığın ise muasır
medeniyet seviyesine çıkarılmayarak
taklitten öteye gidilmediği Türkiye’de
Türk kelimesinin ırkçı diye
nitelendirilerek yerine ‘’Türkiyeli’’
kavramının uydurulması aynı zamanda
kültürel ve tarihsel ihanettir.
Pekâlâ, nedir Türkiyelilik kavramı?
Türkiyelilik kavramı kısaca Türkiye’de
yaşayan Türk Milletini etnik temelde
GENCAY
14
ayırmak için üretilmiş bir kavramdır. Bu
kavram tamamen emperyalist güçlerin bizi
bölmesi için uydurulmuştur, çünkü birçok
farklı etnik kimliği bünyesinde
barındırarak ortak bir kültür yaratan Türk
milletini Türkiyeli olarak bölmek aynı
zamanda Türk kültürünü ve bunun
sonucunda da Türk devletini parçalamanın
birinci hususudur. Peki, halk bu
kavramlar karşısında neden susmakta ve
ayrışmaya neden göz yummaktadır? İşte
buradan bağımsız Türk kültürünün
devşirildiğini ve uyutulduğunu
anlamaktayız.
Bilindiği gibi, modern ilmi düşüncenin
başladığı yıllara kadar bütün batı
düşüncesi ve kısmen İslam dünyasındaki
ilim ve felsefe Aristo’ya dayanıyordu; bir
meseleyi Aristo ne şekilde anlatmışsa
doğrusu o sayılır, Aristo’nun bahsetmediği
meselelerin gerçekte de yok olduğuna
inanılırdı. Bir atın kaç dişi olduğu
sorulunca Aristo’nun kitapları karıştırılır,
hiç kimse bahçedeki atın dişlerine
bakmayı düşünmezdi. İşte günümüzde
Türkiye’de de Türk kültürüne yabancı
kalarak emperyalist Türkiyeli dayatmasına
susan kimseler gerçeklerden uzak olan,
doğruyu araştırmayarak her söyleneni
doğru kabul eden kimselerdir. Tanrı
bizleri günümüzün Aristocularından
korusun.
GENCAY
15
VATAN CEPHESİ HAKKINDA BİR
DEĞERLENDİRME Çağhan SARI
12 Ekim 1958 tarihinde Türk siyasi
yaşamında ayrışmanın bir başka boyutuna
varıldı. O tarihte Manisa'da DP İl
kongresinde konuşan Başbakan Adnan
Menderes, 1957 seçimlerinde seçim
kanununu değiştirerek birleşmesini
engellediği muhalefet birliğine karşı şimdi
de vatandaşları bir çatı altına çağırıyordu.
Bu çatıya verilen ad ise çok dikkat
çekicidir. Menderes, Vatan Cephesi adını
uygun görüyordu.
1957 seçimleri öncesi muhalefet partileri,
CHP, Hürriyet Partisi ve Cumhuriyetçi
Millet Partisi blok halinde seçimlere
katılmayı planlamış ancak bu plan
çıkarılan bir seçim kanunu ile
engellenmişti. 1957 seçimlerine tek tek
katılmalarına rağmen DP %47de kalmış,
muhalefetin oylarının toplamı iktidarı
geçince birlikte hareket etme eğilimleri
seçim sonrasında da devam etmişti. Güç
Birliği Ocakları adını verdikleri bir
yapılanma hareket edeceklerdi.
DP ise ekonomik göstergelerin kötüye
gittiği bir süreçte ekseriyetçi temsil
sistemi sayesinde muhalefetten az oy
almasına rağmen daha önceki
çoğunluğuna yakın bir çoğunlukla meclise
dönüyordu. İktidar yıpranması söz
konusu idi. Bunlarla beraber devalüasyon
kararını da almak zorunda kalması
iktidara yönelik eleştirileri arttıran
unsurlar arasındaydı. Muhalefetin birlikte
hareket etmesi üzerine partiye dinamizm
kazandırmak, 1950 sonrası zorlaştırılan
üye kaydını tekrar yaygınlaştırmak, kitle
desteği sağlamak için bir kampanya
başlatma kararını alan Menderes, kararını
Manisa'da açıkladı. Söylemlerinin sertliği
ile beraber kendi oluşumuna Vatan
Cephesi, muhalefete ise Ehl-i Salip ( Haçlı )
hareketi demesi gerginliğin durmadan
artacağını gösteriyordu.
Kısa zamanda mantar gibi birçok yerde
açılan Vatan Cephesi şubeleri için üye
kayıtları şaibeleri beraberinde getiriyordu.
Devlet memurlarının dernek üyeliğinin
yolunun açılması ile üyelik baskılarının
yapıldığı iddialar dillendirilmeye başladı.
Ocak şubelerinin açılışında örtülü
ödeneğin yanı sıra belediye bütçelerinin
de kullanıldığı, iş adamlarına üyelik için
baskı yapıldığı, zorla bağış toplanıldığı ve
bu bağışların başka isimlerin
(muhalefetten) üyelik transferinde
kullanıldığı iddiaları, Akis ve Kim
dergilerinde günlerce yazılıp çizildi. Üye
olanların her akşam radyodan listeler
halinde adının okunması ise insanlarda
GENCAY
16
öyle bıkkınlık verdi ki Radyo
Dinlemeyenler Cemiyeti kuruldu. Bu radyo
yayınlarındaki okunan listelerde reşit
olmayan çocuklarla artık hayatta olmayan
isimlerin okunduğu iddiaları daha sonra
Yassıada mahkemelerinde de ele alınan
meselelerden oldu.
Adnan Menderes'in Vatan Cephesi
oluşumu kısa zamanda suni adımlarla
şişirilirken akıbet hiç te amaçlanan desteği
sağlamadı. Öncelikle üyelikler baskı rüşvet
karşılıklı menfaat minvalinde olduğu
ortaya çıktıkça DP içinde de Vatan
Cephesi'ne karşı tavır alan bir grup oluştu.
Bu grup Vatan Cephesi'ne üye olanları da
bu cephe mekanizmasını da eleştiriyordu.
Üniversitelere de olumlu tesiri olmadı.
Muhalefetin taarruz, iktidarın ise cephe
kelimeleri ile siyaset yapmasının
toplumsal kutuplaşmanın boyutları
hakkında vereceği görüntü maalesef
karanlıktır.
Vatan Cephesi oluşumundan sonra
muhalefet iktidar ilişkileri her geçen gün
artan gerginlikle devam etti. Sadece bir ara
Menderes'in Londra uçak kazası ülkedeki
siyasi tansiyonu düşürse de Topkapı, Uşak,
Kayser-İnhisar olayları ve nihayet
Tahkikat Komisyonu, 27 Mayıs'a uzanan
yoldaki kalp sekteleri idi.
Peki Vatan Cephesi öncesinde cephe
kelimesi ile siyasi oluşumda söz edildi mi?
Bu sorunun cevabı evet. İkinci meşrutiyet
döneminde Hüseyin Cahit Yalçın bir
makalesinde bir vatan cephesi
kurulmasından söz ediyor. Ancak o dönem
bahsettiği Vatan cephesi ikinci
meşrutiyetin oturması için söz konusu
olabilecek bir oluşumdur. Menderes
dönemindeki vatan cephesinden sonra ise
Milliyetçi Cephe hükümetleri, 1990ların
başındaki koalisyonlara karşı hem
iktidarın hem muhalefetin cephe isimleri
altında birleşmeleri düşünülecek olursa,
Vatan Cephesi oluşumu kendinden sonraki
ayrışmalara da ilham kaynağı olmuştur.
Tabi her şey olup biterken Vatan
Cephesinin sonu nasıl oldu? 27 Mayıs
sonrası kurulan Yassıada mahkemelerinde
Vatan Cephesi davası açıldıktan kısa bir
süre sonra bunun ayrı bir dava dosyası
olarak sürdürülmesinden vazgeçildi.
Yüksek Adalet Divanı aldığı kararla Vatan
Cephesi davasını Anayasayı ihlal davası ile
birleştirdi. Anayasayı ihlal davası da
malumdur idam cezalarının verildiği dava
idi.
Toplum gerginliğini arttıran, ayrışmayı
körükleyen, siyaset tansiyonunu yükselten
bir yapı olan Vatan Cephesi hakkında Doç.
Dr. Hakkı Uyar ve Dr. Yasemin Doğaner'in
çalışmaları bulunmaktadır. Vatan Cephesi
insanların siyaset kültürüne mevzileştirme
hareketi mi getirmiştir yoksa birden çok
hesabın kesiştiği bir oluşum mu olmuştur
bu sorunun cevabı teferruatlara
girilmeden yanıtlanamaz. Ancak şu
ortadadır ki Vatan Cephesi, uzun süre
hükümet olan bir tek başına iktidarın
bütünleyici değil ayrıştırıcı bir adımıdır.
GENCAY
17
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK
SEMİNERİ 8 Kasım 2014
Konu: Kişilik Analizi ve Farkındalık
Hoca: Kazım Kökçü
Derleyen: Aslıhan Kaya
Kazım Kökçü Kimdir?
1944 yılında Adana’da doğdu. İlk, Orta ve
Lise öğrenimini Tarsus’ta yaptı. 1970
yılında İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesinden mezun oldu. H.Ö Sabancı
Holding’de çeşitli görevler yapmıştır.
Önemli İnsan kaynakları Müdürlüğü
görevlerinde bulunmuştur. Emekli
olduktan sonra da Hacettepe Üniversitesi,
Atılım Üniversitesi gibi çeşitli kurumlarda
konferanslar vermeye devam etmiştir.
Kişilik Analizi ve Farkındalık
Hayatın içinde hepimizin rolleri vardır.
Kimi arkadaş, kimi gözetmen, kimi
avukattır. Bu rolleri iyi tanımalıyız. “Ya
olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi
ol” deyişinden bu konuda yararlanmak
mümkündür. Öyle ki hayatın içinde
hepimizin bir rolü, o rolden çıktıktan
sonra yaşadığı gerçekleri vardır. Hangisi
rol, hangisi gerçek bu iyi analiz etmelidir.
Rolümüzü ve gerçeğimizi tespit ederken
“Biz bu muyuz? Biz kimiz?” diye
kendimize sormalıyız.
“Bir kurumda mecliste görev ve
misyonumuz nedir?” dâhil olduğumuz
göreve ne kadar uygunuz? Bu görevde ne
kadar yararlı olabiliriz? Bu soruları
kendimize sormadan kendimizi tahlil
etmeden kendi rolümüzü belirlemek
sağlıklı olmayacaktır.
Örneğin komedi filminde komediye uygun
yüzü gülen birinin oynaması gerekir. Dram
filminde komedi oyuncusu oynatmak
oyuncunun rolüyle ilgili sıkıntı yaratırken,
filmin etkileyiciliğini de azaltacaktır.
Hayat da böyledir. Kişinin oynadığı role
uygun bir profili olması gereklidir. Rol ile
asıl kişilik çakıştığında ciddi sorunlar
oluşur. Rolün etkisinden çıkmamama, role
kendini kaptırma ve kişilik-rol karmaşası
bunlardandır.
Roller maskelerdir. Mesai zamanı memur,
çalışan maskenizi takarsınız, iş çıkışı
çıkarırsınız. İşlerimiz, görevlerimiz,
GENCAY
18
sorumluluklarımız bizim rollerimizdir.
Rolde kullanılan maskeler kişiliğimiz
olmamalıdır. Taktığımız maskeler bizi
göstermez. Onlar sadece rollerdir ve geçici
olmalıdır. Bizim aynamız kişiliğimizdir.
Bu hususlara ek olarak ismin
unvanlaştırılmaması, unvanında
isimleştirilmemesi gerekliliği göze çarpar.
Oynananı rol ile kişiliğinin ayrı ayrı
tanınması zaruridir. Örneğin rolü
doktorluk olan komşunuzun kapısını
çaldığınızda karısının size vereceği
“Doktor Bey evde yok” cevabı bu durumun
apaçık örneğidir ve bir sorun teşkil eder.
Doktorluk sadece roldür ve rol olarak
kalmalıdır. Kişilik ise Ahmet, Mehmet
Bey’dir.
Kurumlar işe alırken adayların kişilik
özelliklerini iyi analiz etmek zorundadır.
Örneğin İçe dönük insanları insan
kaynaklarında görevlendirmek sıkıntı
yaratacaktır. Kişi sıkıntı çekecektir. Aynı
şekilde dışa dönük birini muhasebeci
yapmak, onu saatlerce tek bırakmak, kendi
dünyasına kapanmasını istemek kişinin
özellikleriyle çelişeceğinden hem sorunlar
olacak hem verim düşecektir. Bu nedenle
işe alırken kişilik analizi yapılması çok
önemlidir. Baskınlık, dışa dönüklük,
düzenlilik sabır ve resmiyet gibi ölçütler
göze alınmalıdır. Şirketlerin geleceği
bunlara bağlanır.
Başarı için ilk şart kişinin kendini
tanımasıdır. Kendini tanıyıp “Ben kimim?”
diye soran kişi ardından çevresini
tanımaya girişir. Öyle ki kişilik 10-11
yaşına kadar oluşur. Bu nedenle kişilik
analizlerinde kullanılması gereken
teknikler ve değerlendirmeler kişinin ana
diline bakılarak, aldığı eğitime, yetiştiği
kültür ve bağlı olduğu gelenekler
bağlamında ele alınmalıdır. Örneğin 30
yaşında, ana dili ile son 10 yıldır kullandığı
dilin farklı olduğu bir bireyin kişiliğini ele
alırken yapılması gereken o kişinin ana
diline eğilmek ve tespitlere o bağlamda
devam etmektir. Çünkü kişilik oluşurken
kullanılan dil ana dildir ve kişilik bu ana
dilde, bu ana dilin geleneklerinde oluşmuş
olduğundan şu an kullanılan dille yapılan
analizler sağlıklı sonuçlar vermeyecektir.
Davranışların tespit edilmesinin ardından
o davranışa uygun bir çalışma ortamı
sunulmalıdır. İnsanların kişiliklerini
değiştirmek zordur ve bunun yapılması
doğru olmayabilir. Kişinin özellikleriyle
oynamaya çalışmak yerine amaca ulaşmak
için yapılması gereken kişinin özelliklerine
uygun bir çalışma ortamı sağlanmasıdır.
Kişiye ihtiyaçları verilmeli, kişi tatmin
edilmelidir ki verim sağlansın. Örneğin
GENCAY
19
itaatkâr, riske girmeyen birine kişisel
rekabetten uzak ortam lazımken;
rekabetçi birini rekabet ortamına sokmak
gerekir verim için. Gergin, huzursuz biri
çeşitlilik ve tekrardan kaçınma gibi
ihtiyaçlar duyar ve bu ortam kişiye
sağlandığı müddetçe amaca yaklaşılır.
Çalışkan, dikkatli birine kesin, açık ve net
bilgi verilmeli, hatasız iş çıkarabilmesi
adına takdir edilme ihtiyacı
karşılanmalıdır.
Potansiyelsiz insan olması mümkün
değildir. Her bireyin potansiyeli vardır.
Önemli olan farkındalıktır. Kişi kendini iyi
analiz etmeli, yeteneklerinin farında
varmalı ve o yolda yürümelidir.
Üstün başarı için ayırt edici özellikler:
-Müşteri odaklı
-Başarma arzusu
-Etki ve tesir
-Ekip çalışması ve işbirliği
-Bilgi edinme
Söylendiği gibi bunlar gereken temel
özelliklerin yanında ayırt edici özellikledir.
Başarılı olabilmek sorgulamaktan geçer.
“Niçin?” sorusu kilit sorusudur. Sadece
kötü şeyler değil iyiler de sorgulanmalıdır.
Gerçekleşen iyi olaylara da “Niçin?”
sorusunu yöneltmek verim sağlar.
Sonuç olarak kendi kişiliğimizi ve
rollerimizi daha sonra başka insanların
kişiliklerini ve maske takarak edindiği
özellikleri iyi tanımalı ve ayırt
edebilmeliyiz. Tekrar ettiğimiz gibi bunun
yolu insanın kendisinden geçer, bundan
dolayı kim olduğumuzu bilmemiz hem
çevre hem de kendimizi tanımamız
başarıya ve kişiliğimize hayatımızda yer
açmalıyız. Bunun içinde tüm bu karmaşık
yapıyı ve özellikleri öncelikle bilmemiz ve
öğrenmemiz gerekir.
GENCAY
20
GENCAY
21
CHARLİE HEBDO SALDIRISININ
KOMPLOCU VE BİLİMSEL YÖNÜYLE
DEĞERLENDİRMESİ Sertaç EKEMEN
Yükselen İslam düşmanlığının temel
nedenlerinden birincisi, gettolarda
yaşayan göçmenlerin artık merkezlere
inmeleridir. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci
yarısında ilgili ülkelere yerleşip, içlerine
kapanık olan Müslüman toplumun bu
yüzyılda entegrasyonu tamamlaması ve
buna bağlı olarak bölgenin kültürünü
değiştirmesidir. Güçlü doğulu kültürel
yapı, zaman içerisinde kendini Avrupai
yaşama adapte ederken dejenere
sürecinden geçmemektedir. Bu
dejenerasyonun koruyuculuğu ise dindir.
Bir milletin ve kültürün asimilasyonunu
engelleyen en büyük olgu, din olgusudur.
Bugün Selefiye hareketin Batı gizli
servisleri tarafından desteklenmesinin
yegane temeli budur. Çünkü Selefiye akımı
daha da otantik bir İslami anlayışı diğer
mezhepler nazarında aşırıya götürürken,
var olan toplumsal normlar ile alakalı
olarak en az uyuma geçen akımdır. Bu
yüzden El Kaide’den IŞİD’e kadar
örgütlenen grupların hemen hepsi selefiye
hareketini benimsemiştir. Keza Müslüman
Kardeşler gurubundan kopmaların bir
nedeni bu olup, batı dünyasının gizli
servislerinin ilgisini çekmektedir.
Charlie Hebdo’nun hedef seçilmesinin ve
aşırı sağ akıma değil de sol bir yapıya
hedef alınması Avrupa toplumunun
kurucu unsuru olan Hint- Avrupa ırkının
hemen her kesiminden tepki toplamak
amacıyla yapılmış olmasıdır. Çünkü bahsi
geçen dergide, her ne kadar İslam
düşmanlığı yapılsa bile aynı düşmanlığı
Vatikan ve Fransız devlet zihniyetine de
yapılmaktadır. Bu oluşumun hedef olması
GENCAY
22
İslami kültürden gelen insanları
müttefiksiz bırakma amacıdır.
Aşırı sağ yapılacak bir yabancı
karşıtlığından çok aşırı sol eğilime yapılan
bu düşmanlık, aynı zamanda Fransız
toplumu üzerinde ve diğer Avrupa
toplumu nazarında aşırı sağ ve sol
içerisinde bir ittifak doğmasına neden
olabilir. Mitterand sonrasında Le Pen ile
Jacques Chirac arasında devam eden
cumhurbaşkanlığı iktidar yarışının galiba
olan Chirac ikinci turda rakibini sol
desteğin oyları ilke kazanmıştı. Nedeni ise
Fransız solcuların seçimde her ne kadar
Hristiyan muhafazakar bir partiden gelse
de Chirac’ı Faşist Le Pen’e karşı
desteklemesinden kaynaklıdır. Ancak bu
olgu Fransız kültürünü koruyabilmek
adına solcuların fikir değiştirmesine ve
İslamcı tehlikeye karşı cumhurbaşkanlığı
gibi seçimlerde faşizan tutum
takınmalarına neden olacaktır. Bu
konjonktürün ortaya çıkma ihtimalinin
nedeni ise, Sosyalist François Hollande’ın
mücadele içerisinde yenilmiş bir duruma
gelmesidir. Amerikan siyasi Hareketinin
Sovyetlerden sonra kendine yarattığı
yapay İslamcı düşman algısının
paralelinde “Hantington/Medeniyetler
çatışması gibi ” Saldırıların El Kaide ve
İslamcı bağlantısı ve kullanılan yöntemler
itibari ile Şaibeli olmaktadır, çünkü saldırı
alışılagelmiş olan terör eylemlerinin, vur
kaç taktiğinin aksine bir gizli servis
operasyonunu andırmaktadır.
Meseleyi komplocu düşünce tarzını
bırakıp Sosyolojik bir akabinde ele almak
gerekirse, etki tepki durumu akıllara
gelmektedir. Örneğin Yılbaşına kadar
sürmüş olan PEGİDA organizasyonlarına
bir tepki sonucu olarak bu saldırılar
doğmuş olabilir. Bu raddede işin
“komplocu gizli servis” boyutunu koruyup
meseleyi bu hali ile de ele almak
gerekmektedir. Ancak neden pegida
hareketi veyahut Le Pen hareketi ya da
NSU ya hedef alınmadığı düşünülecek
olursa olası bir reel savaşım “iç savaşa
benzer sokak çatışmaları” öncesi tarafların
ilk etapta birbirilerine göz dağı verme
sürecinde olduklarını söylemek mümkün,
bu haliyle İslamlaşmaya karşı çıkan
Avrupa inisiyatifi ile varlık-şeref
mücadelesine girmiş olan İslami
Hareketin, lokal boyutta dolaylı ve
dolaysız mücadelelerine şahit olmaktayız.
GENCAY
23
Meseleyi Türkiye boyutundan ele alan Neo
Marksistler ise olayın bir ifade sorunu
olduğunu söylemekten ileriye
gidememektedir. Bunun sebebi ise
sosyolojik kimlik siyasetini halen
içselleştirememiş olmalarıdır. Avrupa’nın
realitesini oluşturan İslamcı göçmenler
hali hazırda girişmiş oldukları kimlik
siyasetini görmezden gelen bu gruplar,
Hrant Dink cinayetini de bir kimlik
siyasetinin parçası olarak görmeyi
reddetmiştir. Ermeni ulusal kimliğinin
tıpkı yunan ulusal kimliğinin inşasında
olduğu gibi bir Türk karşıtlığı ve soykırım
teması temelinde inşa olduğunu
unutmamak gerekir.
Özetle Siyasal İslami kimlik bu saldırılar ve
gelecek olası saldırılar ışığında kendini
reel şiddet yoluyla kabul ettirmeye
çalışacağı anlaşılmaktadır. Bu olgu
Almanya dışındaki Irkçı hareketi de reakte
edeceği ve bir takım sokak olaylarını
tetikleyecektir. Bunun yanında Rus
Faşistlerinin, Sibirya’daki Türk Halklarına
karşı tepkilerine de sebep olabilecektir.
Geçtiğimiz yüzyıl sınıf siyasetini Keynezci
ekonomik politikaları ile sosyal hareketler
ve bilhassa Marksist muhalefeti
engellemeye başaran Avrupa, ortaya çıkan
bu kimlik siyaseti anomisini, nasıl bir
yöntemle ortadan kaldıracağı bu saldırı
sonucunda merak konusu olmaya
başlamıştır.
GENCAY
24
ADLAR SORUNU Dilek AKILLIOĞLU
Maddesel ya da düşünce dünyasında insan
var olduğundan beri adlar vardır. Adlar
sorunu, konusu çocukta ise iç-dış
ikilemesinin zorluklarını içermeye
başladığında dikkat çekici olmuştur.
Çocuğun düşünme eylemi konuşmasıyla
gözlenmeye başlanmış, adların çocuklara
ne anlattığı tartışılmaya açık bir konu
haline gelmiştir.
Ad nesnelerin özüdür. Çocukta ‘ad’
kavramı açık bir biçimde bellidir;
“çağırmak için çağırmaya yarar.” İfadesini
taşır. Sözcük kelimesi için soyut dönem
gerekirken adlar çocuklar için nettir. 5-6
yaşındaki bir çocuk adları, nesnelerin
özelliği gibi görür. Ad olmadığında eşyalar,
nesneler, varlıklar var olmazdı fikrindedir.
Yani “Senin adın ne?” “Adın nereden
ortaya çıktı?” “Güneşin adı nereden ortaya
çıktı?” Gibi sorular karşısında (özellikle 6
yaşında olanların) güneşin var olduğundan
beri nesnesine uygun olacak şekilde
adlandırıldığını söyleyeceğini görürüz.
Adların nesnelerden kaynaklandığını,
sebep olduğunu belirtir, düşünürler. İsim
onlara göre nesnenin içindedir. Var olmayı
bir nevi adlarla ilişkilendirirler. En
azından 11 yaşına kadar devam eden
düşünce budur. Varlık ve adları
ayıramama ile ilgili Dr. Navilla’nin,
Piaget’in eserinde geçen aktarmış olduğu
gözlem ilginçtir; “Baba, Allah var mı? Diye
sorar küçük kız. Babası bundan pek emin
olmadığını söyler. O zaman küçük kız, şu
karşılığı vermiştir; ‘Olması gerekir, çünkü
adı var!’
5-6 yaşlarındaki çocuklar eşyaların ya da
tanrının adını sadece onlara bakarak
öğrendiğimizi söylerler. Adının ’ay’
olduğunu anlayabilmek için Ay’ı görmemiz
yeterlidir. Nesnesiyle ismi birlikte
doğmuştur. Adı varsa nesnesi de aynı
şekilde vardır. İsimlerin insanlarla ya da
tanrı ile alakası yoktur. Var oluşlarında ad
hep vardır. Tanrının işin içine girdiği yaş
7-8 yaş civarıdır. Bu yaş civarı daha erken
ise büyük ihtimal ile bir öğretme durumu
söz konusudur. Anne-baba veya üçüncü
şahıs Allah kaynağını çocuğa aşılamış
demektir. Bir çocuğu karşınıza alıp (5-6
yaşındaki) güneşin adının güneş olduğunu
nasıl anlaşılmıştır diye sorduğumuzda
çoğu onu gördüğümüzü, gördüğümüz için
adının güneş olduğunu söyleyecektir.
Piaget yaptığı gözlem ve söyleşilerde bunu
görmüştür. Bu sebeple çocukları bu konu
üzerinden üç düzeye ayırmıştır; 1. ve 2.
Düzeylerde çocuk ismin nesneden
GENCAY
25
geldiğini veya tanrıdan oluştuğunu söyler.
Çocuğun adın nerede sorusuna ‘kafamızda’
cevabını vermesi Piaget’in belirlediği
dönemlere göre 3. Düzeydir.
Nominal gerçeklikte birinci düzeyde(5-
6yaşında) olan bir çocuğun
canlandırmacılık unsurunu taşıdığına
dikkat çekilebilir. Durumlardan elde
edeceğimiz sonuçlarda sesler-adlar,
nesneleri bir görmekte, nesnenin ismini,
var olduğundan beri içinde taşıdığını
varsayıyor olması, onun adları-nesneleri
canlandırdığını bize kanıtlayabilir. Bunu
anlamak içinde eşyalar adlarının
bilincinde mi diye yöneltilen sorularda
değişken yanıtlar vermişlerdir. Ek
hatırlatma olarak bireysel farklılıklar
mutlaka ki değişkenliği gerektirir. Biz yaş
dönemlerinin çerçeve özelliklerini
incelediğimizde yukarıdaki gibi tema
çıkarabiliriz.
Canlandırmacılık ile ilgili dikkat çekici bir
ayrıntıda çocukların Piaget’in
deneylerinde ad üzerine sorularda adların
değişip değişmeyeceği fikrinde canlı
olanların isimleri değişebilirken
nesnelerin adlarının değişemeyeceğidir.
Güneş’e ay, Ay’a güneş denilmez. Ama
insan isimleri vs değişebilir mantığıdır.
Nesne ile düşünceyi karıştırma durumu,
adlar düşünceden çıkarken 5-6 yaşındaki
çocuk bunun adları vermenin nesne ile
alakalı olduğunu varsaymasıdır. Böyle
düşünür. Düşüncelerini nesnelere bağlar.
Adların karakterindeki keyifliği çocuklar
11 yaşında anca kavrayabilmektedirler.
3. Düzeydekilerin güneşin- ayın adı nerede
sorusunda ‘kafasında’, ayrı bir dünyada
gibi cevaplar verirler. Bu bize şunu
göstermektedir. Çocuk 10-11 yaşına
geldiğinde güneşin düşünen-canlı bir
varlık olduğunu hala varsayıyor olabilir.
Bu bakımdan İkinci düzey biraz denge
görevi üstlenmektedir. Çocuk birinci de
tamamen nesneye bağlıdır. İkinci düzeyde
tanrı kavramıyla birlikte yaratma ve
sonradan isim verme gün yüzüne çıkmaya
başlar. Nihayetinde de bu ikinci düzeydeki
karışıklık-denge sağlama işinden sonra
adlar kafada sesle birleştirilir. Adın
seslerle oluştuğunu öğrenmeye
başlamasına karşın inancından da pek
vazgeçmez istemez. Aslında bu inanç bir
anlamda biz büyükler tarafından kabul
edilebilir. Çünkü sesler, adlar karşıya
ulaşmak için havanın içinden geçerler.
Çocuklar pek de haksız değillerdir. İkinci
düzey birinci düzeyin mantıken fazlasıyla
ilerlediğini bize göstermektedir. Yine
ikinci düzeyde de görüldüğü gibi ad
nesneden geçer. Hiçbir şekilde doğrudan
doğruya ‘düşünceden gelmezler. Düşünce
gibi soyut bir durum ikinci düzeyin sonuna
doğru hatta üçüncü düzey bittikten sonra
genel kabul haline gelir.
GENCAY
26
Bununla ilgili bir deneyde çocuğa güneşin
adını düşündüğünde güneş nerede oluyor
diye sorulmuştur. Çocuk bir yerde diye
cevap vermiştir. Bunun üzerine kafada mı
diye sorulunca hayır demiştir. Bu hayır
yanıtının nedeni irdelendiğinde çocuğun
düşündüğümüz için kafada değil dediğini
göreceğiz. Düşünce ile nesne
karıştırılmıştır yani. Bu tarz soru ya da
gözlemlerde 5-7 yaşı arasındaki
çocukların yüzde olarak çoğu dirençli
cevaplar vermektedir. Fakat onun
kafasının karıştığı yerleri yakaladığınızda
bilincine girebilirsiniz. Dönemimin ne gibi
kabuller veyahut karşı çıktıkları olduğunu
anlarsınız. Soruların artmasıyla kafası
karışan ve şiddetlenen çocuk kurtarıcı
inanmadığı yanıtlarda söyleyebilir.
Söyleyecektir. Çocuğa isimle ve ismin
kökeni ile ilgili soruları çetrefilli şekilde
sormaya koyulursak her ne olursa olsun
belli süreden sonra çatışma yaşadıklarını
kanıtlayacak yanıtlar vereceklerdir. Çünkü
yanıtları öğrenme değil sadece maddesel
görmedir. Bir nesne konusunda
bildiklerini çizerler, gördüklerini değil. Bu
durumlar çocuğa özgü düşüncenin bazı
taraflarını bize gösterir. Yani çocuğa göre
güneşin adı ‘kendiliğinden’ ortaya
çıkmıştır. Eşya özelliğini hep taşır
fikrindedir.
Bizim için hedef, çocuk tasarımının yerli
yerinde olmasını sağlamak olmalıdır.
Yukarıdan çıkardığımız sonuç, çocuğun
düşüncesinin tam karakterin oluştuğu
çağda maddesel olduğunu,
sosyalleşmesine, dış dünyayı nüfuz
etmesine bağlı olarak değiştiğini kanıtlar.
Nesne ve isim ilişkisini incelemek çocuğun
bu kabule nasıl vardığını anlamak ve
bağlantıları nasıl ayırdığını gözlemlemek,
sonuçlar çıkarmak bakımından faydalıdır.
Aslında herkesin kendi gibi düşündüğüne
inanan bir varlıktır çocuk. Bu sebeple
durup dururken düşüncelerini söylemez.
Adları maddeden ayırmaya başlaması
düşünceyi madde dışı kavram olarak
algılaması demektir. O yavaş yavaş
geçirdiği dönemdeki varsayımlarının
farkına vararak aşar. Ona soru sorulması
gerekir ki denge- karmaşa çağından ileriye
iz sürsün. Tek bir kabul aşılanmasın.
GENCAY
27
İHMALE UĞRAMIŞ BİR MEVZU Aslıhan KAYA
Yunan ve Latin mitolojilerinin moda
olduğu ve hatta fakültelerde zorla
öğretildiği şu günlerde Türk mitolojisinin
varlığını unutmamak gerekir. Türk
kültürünün fakir olduğunu iddia edenlere
bunun yanlış olduğunun gösterilmesi
gerekirken, tembel zihniyetler tarafından
kendi haline bırakılmış Türk kültürünü
hak ettiği değere kavuşturmak için
yapılması gereken, Türk mitolojisinin gün
yüzüne çıkarılması ve halkça tutulmasının
(popülaritesinin) artırılmasıdır. Bu amaçla
ele alınmış olan bu yazı şahsi
yönelimlerimi ve gelecek planlarımı açık
ederken kendime meslektaş aradığımın da
bir beyannamesi niteliğindedir.
Konuya mitolojinin kısa bir tarifini
yaparak başlamak doğru olacaktır. Aslında
mitoloji sözü belirli bir kavime ait
efsaneleri inceleyen bir ilim dalı olarak
nitelendirilmişse de günümüzde bu tanım
“diğer kavimlerin de efsane ve inançlarıyla
karşılaştırılmalı olarak incelenmesi”
ibaresiyle uzatılmıştır. Eski Yunanlılar
masala mit derlerdi. Mitoloji buradan
çıkmıştır. Fakat mitoloji bir kavme ait tek
bir efsane ya da masalı değil; bütün efsane
ve inanışları ele alarak sonuca varmak
isteyen bir ilimdir. Bunu yaparken başka
kavimlerin efsane ve inanışlarıyla da
karşılaştırmalar yapar.
Türkler ve mitolojileri konusunda ise
yanılgıların sebeplerinden biri
“Savaşçılık“ olgusudur. Öyle ki Türk
milletinin başarılarını yalnızca kılıcının
kuvvetine bağlamak doğru değildir. Her
Türk ailesinde tamamen gerçekliğe uzanan
geniş bir tabiat bilgisi vardır. Çünkü
Türkler tabiat içinde doğmuş, tabiat içinde
yaşamış ve tabiatı yenmeye çalışmışlardır.
Bunun için de bilgileri gerçektir ve gerçeğe
dayanıyordur. Tabiat düzenine göre bir
mantık vardır ve hisleri, düşüncesi tabiata
dayanıyordur ve bundan dolayı da tam
anlamıyla gerçektir. Yine gerçek yönleriyle
tanıdığı tabiat olaylarına bir kişilik verip
onlarla beraber yaşamayı da ihmal
etmeyen Türklerde hayaller ve hisler
madde ile birleşiyor ve böylece de bir
mitoloji doğuyordu
Türk mitolojisi Türk kültürünün meydana
gelişinin temel nedenidir. Bir başka
ifadeyle; eğer bugün yüzlerce yıllık
zamandan sonra dahi ve Saka elinden
Türkmeneli’ne Kosova’dan Balkanlı Türk
topluluklarına kadar uzanan son derece
geniş bir coğrafyada mekân ayrılıklarına
rağmen 200 milyonu aşkın bir insan
topluluğu kendilerini Türk üst kimliği ile
ifade ediyor ve yaratıp yaşattıklarını “Türk
Dünyası” olarak adlandırılıyorsa bu en
azında 10.000 yıllık bir geçmişten gelen
Türk mitolojisinin bir sonucudur.
Türk mitolojisi Türk millet şuurunun bir
aynası gibidir. Aynı zamanda mitoloji bir
milletin fikir ve düşünce tarihidir. Mitoloji
zafer ve acıların hatıra defteri gibidir.
Mitolojide tarih yoktur. Kahramanlar
mukaddesliğe ve yarı tanrılığa
bürünmüşlerdir. Onlar da yaşamışlardır.
Ama ne zaman? “Oğuz Han gibi beş bin
sene önce mi? Önemli olan budur: bir
GENCAY
28
milletin beş bin senelik tarihine inanması
ve sahip çıkması. Türk mitolojisi Türk
ailesi Türk cemiyet düzeni ile Türk
Ahlak ve adetlerinin bir aynası gibidir.
Türk mitolojisi diğer Dünya
mitolojilerinde olduğu gibi ölü fikir ve
düşüncelerden meydana gelmemiştir.
Türk mitolojisi bir hayat yoludur.
Cemiyeti düzenleyen ve güden, canlı
düşüncelerin bir toplamıdır.
“Yakın zamanda yapılan araştırmalar
gösteriyor ki; biz Türkler hangi dine
girersek girelim bizi biz kılan ve bize Türk
kimliğini veren temel unsur olan mitolojik
dünya görüşümüzü tamamen
reddetmediğimiz gibi onu yeni girdiğimiz
dinlerin yok edici tesirinden de korumuş
ve bu sayede de devletimizin olmadığı
veya devletimizin kabul edilen dinlerin
son derece ağır tesirleri altında bulunduğu
durumlarda da özümüzü milliyetimizi ve
kendimizi ifade ettiğimiz dilimizi ve
dolayısıyla Türklüğümüzü koruyabilmişiz.
“ [Çobanoğlu; 2005]
Bu bağlamda mitoloji unsurları arasında
en önemlilerin varlıklar kişilikler
olduklarını varsayarak bahsolunması
gereken konuların Türk mitolojik
varlıklarının önde gelenleri olmaları
gerektiğini düşündüm. Türkler ‘in
mitolojisinin tahlili yapılırken onun diğer
mitoloji sistemlerinden ayırmamak
gerekiyor. Çünkü her ne kadar farklılıklar
olsa da benzerlikler de azımsanamayacak
kadar çok. Başka halkların dini mitoloji
sisteminde olduğu gibi Türk Mitolojisinde
de Tanrılar düşüncesi hâkim.
Türk mitolojisinde gökyüzü 17 kattır ve en
üstte Kayra(KARA) Han oturur ve
dünyanın talihini belirler. Kimi kaynaklara
göre gökyüzünün 17. katında kimine göre
ise 17 yolun kesiştiği yerde yaşar. Diğer
tanrılar ondan yaranmıştır ve Kayra
Han’ın diktiği dokuz dallı “Uluğ Kayın”
ağacı yerle göğü birbirine bağlar. Dokuz
ırkın atalarının bu ağaçtan türediğine
inanılır.
Bir diğer kaynağa göre Şamanizm dünya
görüşüyle yaşayan Altay Türklerinin
mitolojik inançlarında “Kaargan” (Kağır
gan) adındaki varlık Ülgen’le Erlik
arasında Tanrı’nın müjdeciliğini yapar.
Kışı gökyüzünde, yazı yeryüzünde geçirir.
Değişik renklerde yıldırımlar çaktırır.
Yıldırımlar kimin kafasına düşerse o kişi
şaman olur. Yine Altay Türklerinin
GENCAY
29
“Tengri Kayrakan” dedikleri varlık ulu
Tanrıdır ve Yaratılış destanında “Tanrı
Karahan” denilen yaratıcı Tanrı’nın
kendisi olabilir. Dualarda izine rastlanılan
motiflerdendir: “ Tanrı’mın kayını!.. Gök
Börü erenim Kayra Han!.. Boz kurdum!..”
Ağayar Mehmedoğlu’ na göre Kara
Han’dan türeyen 3 Tanrıdan biri de
“Ülgen’dir. Gökyüzün 16.katında altın
tahtta oturur. İki oğlu vardır. Birincisinin
adı “Mayene”dir. İkincisi ise insanların
koruyucusudur. Onların her ikisi de
gökyüzünün 3.katında otururlar.
Celal Beydili’ye göre ise Ülgen en ulu
ruhlardandır ve ışıklı ruhların lideridir.
Altay şamanları bilincin kavrayamadığı
kadar yüksekte olan ulu Tanrı’ya kıyasla,
Ülgen’i bir alt basamakta duran ve
algılanabilir bir varlık olarak görürler ki
dualarında bile adı yer ve su ruhlarından
sonra anılır. Bu bakımdan, Eski Türklerde
Tanrı’nın yerini Ülgen’in tuttuğuna dair bir
inanış yanlıştır. Altaylar “Ayaz Kaan”
olarak adlandırdıkları Ülgen’i bazen üç
başlıklı bazense aksakallı bir ihtiyar olarak
tasvir ederler. Başka bir metinde ise
dünyayı kaplayan sel baskınında iman
getirerek kurtulan 7 kardeşten biridir.
Moğol ve Türk halkları için ortak mitolojik
inanışın izlerini taşıyan bu motif, yer
kültünün gerçek göstergesi olan dağa
tapınma ile alakalıdır ve eski Türklerde
“dağ” yaşamın güç kaynağı ve merkezidir.
Ülgen o dağın içinde Altın sarayının altın
tahtında oturur. Türklere ateşi getirdiği
inanışı yaygındır. Türkologların birçoğu
O’nun Eski Türk inanışının bir ürünü
olmayıp, daha sonraları Buryat
mitolojisinden alındığını söyler. Bunun
nedeni Eski Türk yazılı metinlerinde
adının geçmeyişidir ve doğrulanmış
fikirlerdendir.
Türk mitolojisinin bir diğer önemli unsuru
Erlik Han’dır. Altay mitolojisinde sıklıkla
rastladığımız motiflerdendir. İlk insan
olarak bilinen, başlarda Ülgen’in dostu,
kardeşi hatta direk Ülgen’den yarandığı
söylenen Erlik aynı anda ilk şaman
sayılmaktaydı. İyi başlangıcı temsil eden
Ülgen’in yanında “kötü başlangıcı” temsil
ederdi. Göklerde yaşarken yere daha
sonraları da yeraltına gönderildiği
yorumları yapılmıştır.
GENCAY
30
“Erlik” Buryatça’da “kan içen” anlamına
gelir. Sözlüklerde bazen adına “yeraltı
saltanatının hâkimi” anlamıyla, bazen de
“Yerlik Ayna” adıyla rastlanan bu varlık
Sümer’deki “Yereşkigal” a karşılık geldiği
söylenir. Yereşkigal yeraltı dünyasının
ağasıdır. Sarı Uygurlarda da “Erlik-Yerlik”
adı genelde ölü saltanatı, hayat
değiştirenlerin yurdu anlamına gelir.
Ölülerin kaldıkları yerin ağasıdır; Hades
gibi…
İnanışa göre Ölüm Meleği, Cehennem
Ruhu, yer altı saltanatı hakimi Erlik Han
yeraltı dünyasındaki ırmağın kenarında,
yüksek bir dağın eteğinde, kırk köşeli taş
bir evde yaşar. Bazen bir ihtiyar
görünümünde tasarlanır. Çelik mızrak
şeklinde bir tılsımı olduğuna inanılır ve bu
mızrak herhangi bir ölümlünün eline
geçerse o insan bu tılsım yardımıyla tüm
düşmanlarının üstesinden gelebilir. Göz
kapakları bir karış, yüzü kan gibi kırmızı,
saçları dimdiktir. Bazı efsanelere göre
elinde yeşil demirden bir kılıç ve insan
kemiklerinden yapılma bir asa taşır. Bir
şey içmek için insan kafatası kullanır.
Bedenini baştan aşağıya yılanlar sarmıştır.
Bir yerden başka bir yere giderken domuz
boynuzlu öküzünü binek olarak kullanır.
Buyruğunda “Kara Nine” denen kötü
ruhlar yaşar. Altaylara göre, en büyük
felaketler en ağır hastalıklar onun adıyla
başlar. Hatta Erlik hakkın düşünen ve
konuşan kimselere saracağına inanılır. Bu
nedenle Erlik’e dair bir put olmadığı gibi
onun görünüşünü tasvir etmek de yasaktı.
Bir diğer önemli unsur Umay (Umay
Ana)dır. Artım kavramıyla ilgili bir ruh
daha doğrusu evliya olarak nitelendirilen
Umay’a Türk halklarında Humay olarak
rastlanır. Geleneksel olarak “ilahe”
denmişse de “Ana” “Evliya” “Melek” diye
adlandırılması doğru görülmüştür. Tanrıça
sayılması ise ölçütler bakımından sadece
belirli koşullarda mümkün olabilir. Sibirya
ve merkezi Asya Türklerinin bazı
Arkeolojik ve Etnografik bazı
materyallerinden anlaşıldığı üzere Umay
Ana hem beyaz saçlı ve beyaz giyimli
olarak insanbiçimci görüntü sergiler hem
kuş kılığında hem de bu iki varlığın
birleşiminden oluşan “Kanatlı Kadın”
(Melek) görüntüsünü verir. Altay Türkleri
onu göklerden gökkuşağı boyunca yere
inen ve elindeki yay ile çocukları koruyan
güzel yüzlü bir kadın olarak düşünürler.
Bir diğer adı “Ayıısıt”dır ve bu kelime
çocukların koruyucu ruhu olarak bilinen
çocuğa can veren ve yeni doğum yapmış
kadının yardımına gelen kadın
anlamlarında kullanılır.
Azerbaycan’daki “Humay kayası” bu
inanışın izlerini taşır. Efsaneye göre
Humay adındaki kısır bir kadın başını bu
kayaya koyarak uyur ve ondan sonra
çocuğu olur. Bu inanış hala yaşamaktadır.
GENCAY
31
Aynı zamanda Kırgızların gözünde Umay
bütün kadınların piri tüm el işlerinin
koruyucusu sayılırdı. Öyle ki Kırgız
kadınları bir el işine başlayacaklarında
“Benim elim değil Umay ananın elidir.”
Diyerek başlarlar. Umay adında bir
süsüleme motifleri bile vardır. Hayırsever
ruh olan Umay’ın Altay Türklerindeki
insanbiçimci görüntüsü eskiden düğünlere
gidildiği zaman takılan kolyelerin üzerini
de süslemiştir.
Osmanlı Türkleri zamanında da devlet
kuşunun adı “Hümay kuşu”dur. Osmanlı
Tarihinden bilinen “Hümayun” da Umay
ile alakalıdır çünkü egemenliğin gökten
geldiğine ve tanrı vergisi olduğuna dair
eski inanışların izlerini taşır.
Bizim biraz uzunca da olsa birkaç
cümleyle ifade ettiğimiz bu gerçekler Türk
Mitolojisinin bir girişidir. Dahası Türk
mitolojisi meselesi açıkça görülüyor ki bir
ulus olarak yeryüzünde vücut bulma yer
tutma ve var olma mücadelesinden başka
bir şey değildir. Hem de Atatürk’ün
“kendimiz olarak ve kendimiz kalarak
aydınlaşma çağdaşlaşma ve insanlık
ufkundan bir güneş gibi doğarak
yarının dünyasını aydınlatma” hedefini
gösterdiği Türk ulusunun hiçbir zaman
vazgeçemeyeceği temel bir kaynak olarak
karşımızda durmaktadır.
Böylesi zengin bir kültürünün
çocuklarıyken bu kültür ve mitolojiden
bihaber yaşıyor olmamız nedendir?
Zeus’un kılıcı deyince 5 yaşındaki
çocuktan dahi aldığımız onaylama sesini
Bay Ülgen dediğimizde aklıselim, yaşı
yerinde insanlardan neden alamıyoruz? Bu
konuyu başlık yaparak yayınlanan kitap
sayısı sadece üç de ondan. Türk
mitolojisine dair kurduğumuz iri iri
cümlelere rağmen kitap çapında sadece üç
çalışma… Rahmetli Bahaeddin Ögel ve
Murat Uraz’ın çalışmalarına son yıllarda
Yaşar Çoruhlu da katıldı; o kadar. Bu
zamana kadar aksatılmış bu büyük görev
acaba bizim toplumumuzun hayatında
nelere mal oldu? Yozlaşmışlığımız biraz da
buradan kaynaklanmış olabilir mi?
Bu ihmal ve kendi kültürümüze olan
ilgisizliğimiz affedilemez ama zamanının
geçtiğine inanıp da her şeyi bırakalım mı?
Hayır, mitoloji bir milletin düşüncesidir.
Türk mitolojisi çok zengindir çeşitlidir ve
kaynakları çok eskilere dayanır. Zararın
neresinden dönülürse kardır anlayışıyla
yüz yılların ihmalini kısa sürede
kapatabiliriz.
KAYNAKÇA
-ÖGEL Bahaeddin, “Türk Mitolojisi”, Milli Eğitim
Basım Evi, Birinci Baskı, İstanbul, 1971
- BEYDİLİ Celal, “ Türk Mitolojisi Ansiklopedik
Sözlük”, Yurt Kitap-Yayın,Ankara, 2005
-ŞÜKÜROV Ağayar Metmetoğlu, “ Türk Mitolojisi”,
Uluslararası Dördüncü Türk Kültürü Kongresi
Bildirileri, Syf 487-493, AKM Yayınları,
Ankara,2000
-URAZ Murat, “Türk Mitolojisi”, Hera Yayınları,
İstanbul, 2001
GENCAY
32
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
millikanal.com