36

Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 4 Sayı 36 - Ocak 2015

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

TÜRK BİRLİĞİ’NE GİDEN YOL / Nami Cem İYİGÜN

FELSEFESİZ YAŞAMAK GÖZÜ KAPALI YAŞAMAKTIR / Ezgi SÜLLÜ

KENDİMLE DERTLEŞMELERİM: OSMANLICA DERSLERİ / Alperen KIZIKLI

BAĞIMSIZ TÜRK KÜLTÜRÜNDEN TÜRKİYELİ KÜLTÜRÜNE/ M. Esad KIRAÇ

VATAN CEPHESİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME / Çağhan SARI

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERİ: 8 KASIM 2014/ Aslıhan KAYA

CHARLİE HEBDO SALDIRISININ DEĞERLENDİRMESİ / Sertaç EKEMEN

ADLAR SORUNU / Dilek AKILLIOĞLU

İHMALE UĞRAMIŞ BİR MEVZU/ Aslıhan KAYA

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

1

TÜRK BİRLİĞİ’NE GİDEN YOL Nami Cem İYİGÜN

1989 senesi insanlığın ortak mukadderatı

bakımından hayati bir dönemeç olmuş, o

seneden itibaren birbirinden cesaret alan

halklar devrim üstüne devrim yaparak

totaliter sosyalist düzenleri yıkmayı

başarmışlardır.(1) Sovyetler ve

uydularında esaret altında yaşayan yüz

milyon Türk’ün sayısal açıdan büyük

çoğunluğu bağımsızlığına kavuşunca,

önceden daha ziyade Türkçü-Turancı

çevrelerin kullandığı “Türk Dünyası”

kavramı da romantik bir söylem olmaktan

çıkıp siyasi bir realite halini almıştır.

Günümüzde Türk Dünyası yedi bağımsız

devlet, on dört federe/özerk cumhuriyet

ve çok sayıda kültürel topluluk olarak

temsil edilmektedir. Bağımsız Türk

devletleri Azerbaycan, Kazakistan,

Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Türkiye ve

Türkmenistan’dan meydana gelmekte,

muhtar devlet statüsündeki Altay,

Başkurdistan, Çuvaşistan, Hakasya,

Tataristan, Tuva ve Yakutistan Rusya

Federasyonu bünyesinde yer almaktadır.

Yine Rusya Federasyonu’na dâhil olan

diğer hükümran cumhuriyetler içerisine

Karaçaylar (Karaçay-Çerkezya

Cumhuriyeti), Balkarlar (Kabardino-

Balkarya Cumhuriyeti) ve Kumuklar ile

Nogaylar (Dağıstan Cumhuriyeti)

girmektedir. Özbekistan’da Karakalpaklar

(Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti),

Azerbaycan’da Nahçıvan Azerileri

(Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti) ve

Moldova’da Gagavuz Türkleri (Gagavuz

Yeri Özerk Bölgesi) kendi

cumhuriyetlerine sahiptirler. Çin Halk

Cumhuriyeti’ne bağlı Sincan Uygur (Doğu

Türkistan) Özerk Bölgesi’nde de otuz

milyona yakın Uygur, bir milyonu aşkın

Kazak, iki yüz bin kadar Kırgız ve otuz

binden fazla Özbek Türkü yaşamaktadır.

Belli ülkelerin belli bölgelerinde

yoğunlaşmış olmalarından ötürü geleceğe

dair potansiyel taşımakla birlikte Kırım

Tatarları, Şorlar, Çulımlar, Karaimler,

Afganistan Hazaraları, İran Türkleri, Irak

Türkmenleri ve daha pek çok Türk

topluluğunun ise hâlihazırda birer devleti

bulunmamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler’den

ayrılarak bağımsızlığını elde eden diğer

Türk cumhuriyetleri arasındaki ilk resmi

temaslar hemen bu cumhuriyetlerin

bağımsızlıklarını ilan etmesiyle kurulmuş

ve hatta 1991 yılında peş peşe gelen

bağımsızlık ilanlarını ilk tanıyan devlet

Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Türkiye ile

diğer Türk cumhuriyetleri arasında

yıllarca farklı bloklarda konumlanmış

olmanın verdiği hasret ve geleceğe dair

hayallerin verdiği heyecanın da itici

etkisiyle hızlı yakınlaşmalar yaşanmış(2),

1992 yılından itibaren Türk

cumhuriyetleri cumhurbaşkanlarını bir

araya getiren Türk zirveleri düzenlenmeye

başlamıştır. Söz konusu zirveler birtakım

kırılma ve tıkanmalara rağmen 2009 yılına

kadar düzenlenmeye devam ettikten sonra

Türk cumhuriyetleri arasındaki

entegrasyon sürecinin yeni bir sayfasına

geçilecek ve 2009 yılında Nahçıvan’da

imzalanan anlaşmayla birlikte Türk

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

2

zirvelerinin yerini daha kurumsal bir yapı

olan Türk Konseyi alacaktır.

Birinci Durak: Türk Zirveleri

1992’den 2009’a değin belli aralıklarla

gerçekleştirilen “Türk Dili Konuşan

Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi (kısaca

Türk Zirvesi)”, altı Türk cumhuriyetinin

devlet başkanları ve üst düzey yetkililerini

bir araya getirmenin yanı sıra Türk

ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkileri

geliştirerek müşterek kalkınmayı ve Türk

Dünyası’nın sorunlarına çözüm üretmeyi

de amaçlamıştır. Zirvelerin ilki 30-31 Ekim

1992 tarihinde Ankara’da

gerçekleştirilmiş, zirveye Türkiye

Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal,

Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın Ebulfez

Elçibey, Kazakistan Cumhurbaşkanı Sayın

Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan

Cumhurbaşkanı Sayın Askar Akayev,

Özbekistan Cumhurbaşkanı Sayın İslam

Kerimov ve Türkmenistan Cumhurbaşkanı

Sayın Saparmurat Niyazov iştirak

etmişlerdir. Ne var ki Türkçe konuşan

ülkeler arasındaki ilişkilerin gelişmeye

yatkınlığı ve kaydedilen ilerlemeler, zıt

yöndeki bazı etkileri de harekete

geçirmiştir. Bakü’de yapılması planlanan

ikinci zirve, Sovyetler Birliği yerine ikame

edilen ve Rusya’nın güdümünde olan

“Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)”nun

zirvesinin aynı günlere denk getirilmesi

yüzünden daha sonra İstanbul’da

yapılabilmiştir. Üçüncüsü 1995 yılında

Bişkek’te ve dördüncüsü 1996 yılında

Taşkent’te yapılan zirvelerin beşincisi

1998 yılında Astana’da, altıncısı 2000

yılında Bakü’de, yedincisi 2001 yılında

İstanbul’da ve sekizincisi 2006 yılında

Anltalya’da yapılmıştır. Taşkent’te yapılan

dördüncü zirveye kadar “Türk Zirvesi”

olarak adlandırılan toplantıların adı önce

“Türk Cumhuriyetleri Devlet Başkanları

Zirvesi”ne ve beşinci zirvenin ardından

“Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet

Başkanları Zirvesi”ne dönüştürülmüştür.

Bakü’deki altıncı zirvede bazı kırılma ve

tıkanmalar hissedilmeye başlamış, Türkiye

ile olumsuz ilişkileri dolayısıyla

Özbekistan ve ilan ettiği tarafsızlık statüsü

dolayısıyla Türkmenistan bu tarihten

itibaren zirveye karşı soğuk tutum

sergilemişlerdir. 2000 yılına kadarki tüm

zirvelerde altı ülkeden de devlet

başkanları düzeyinde katılım gerçekleşmiş

olduğu halde 2000 yılında Bakü’de

düzenlenen altıncı zirvede Özbekistan ve

Türkmenistan meclis başkanları

tarafından temsil edilmiştir. 2001 yılında

düzenlenen yedinci zirveye Özbekistan

meclis başkanı ile katılmış, diğer ülkeler

devlet başkanları ile temsil edilmiştir.

2006 yılında düzenlenen sekizinci zirvede

Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve

Türkiye devlet başkanı düzeyinde temsil

edilmiş, Türkmenistan büyükelçi

göndermiş ve Özbekistan zirveye

katılmamıştır. Fakat Azerbaycan,

Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye diğer

Türk ülkeleri katılmasa bile zirvelerin

dörtlü devam edeceğini belirtmişler ve

“Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter

Asamblesi (TÜRKPA)” adı altında yeni bir

oluşum içine de girmişlerdir.

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

3

Ekim 2009’da Nahçıvan’da yapılan zirveye

Özbekistan hariç diğer Türk

cumhuriyetlerinin hepsi katılmış,

Türkmenistan da yüksek düzeyde temsil

edilmiştir. Zirve kapsamında Azerbaycan,

Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye

arasında imzalanan Nahçıvan

Anlaşması’yla on yedi yıllık geçmişe sahip

Türk zirveleri kurumsal bir yapı

kazanarak yerini “Türk Dili Konuşan

Ülkeler İşbirliği Konseyi (kısaca Türk

Konseyi/Türk Keneşi)”ne bırakmış ve

daimi bir sekreteryaya kavuşulmuştur.(3)

İkinci Durak: Türk Konseyi

Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet

Başkanları Zirveleri süreci sonunda ortaya

çıkan ortak siyasi iradenin bir ürünü olan

“Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği

Konseyi (Türk Konseyi/Türk Keneşi)”,

Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve

Türkiye arasında çok yönlü işbirliğini

teşvik etmek amacıyla 3 Ekim 2009’da

Nahçıvan’daki Türk Zirvesi sırasında

imzalanan Nahçıvan Anlaşması ile

kurulmuştur. Özbekistan ve Türkmenistan

henüz konseye katılmamış olsalar da,

konseyin potansiyel üyeleri olarak telakki

edilmektedirler ve önümüzdeki dönemde

konsey içerisindeki yerlerini almaları

beklenmektedir.

İşleyiş tarzı itibarıyla Avrupa Konseyi,

İslam İşbirliği Teşkilatı veya Arap Ligi’ne

benzetilebilecek Türk Konseyi’nin daimi

sekretaryası İstanbul’da olup, bağlı

kuruluşlarından “Türk Dili Konuşan

Ülkeler Parlamenter Asamblesi

(TÜRKPA)”nin merkezi Bakü’de ve

“Uluslararası Türk Akademisi (İTA)”nin

merkezi Astana’dadır. Türk kültürüne

yirmi iki yıllık bir hizmet geçmişi bulunan

“Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı

(TÜRKSOY)” da konseye bağlanmıştır ve

merkezi Ankara’dadır. Ülke devlet

başkanları yılda bir kez resmi, bir kez

gayriresmi olarak çeşitli şehirlerde

toplanmakta, ayrıca üye ülkelerin meclis

başkanları, dışişleri bakanları ve

bürokratları da yıl içerisinde düzenli

toplantılar tertiplemektedir. Eylül 2010 ile

Eylül 2014 arasında Türk Konseyi Genel

Sekreterliği görevi Türkiye Cumhuriyeti

vatandaşı Emekli Büyükelçi Sayın Halil

Akıncı tarafından yürütülmüş, 5 Haziran

2014 tarihinde Bodrum’da düzenlenen

Türk Konseyi dördüncü zirvesinde

Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve

Türkiye devlet başkanları tarafından genel

sekreterlik görevine üç yıl süre ile

Azerbaycanlı Diplomat Sayın Ramil

Hasanov getirilmiştir.

Türk Konseyi’nin ilk zirve toplantısı 20-21

Ekim 2011 tarihlerinde “Ekonomik ve

Ticari İşbirliği” özel gündemiyle

Kazakistan’ın en büyük kenti Almatı’da

yapılmıştır. Bu zirve toplantısında 2009’da

Nahçıvan’daki Türk zirvesi sırasında

imzalanan ve konseyin kurucu anlaşması

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

4

sayılan Nahçıvan Anlaşması’nın

imzalandığı gün olan 3 Ekim gününün her

yıl “Türk Dünyası Günü” olarak

kutlanmasına ilişkin karar alınması dikkat

çekmiştir. Türk Konseyi’nin ikinci zirvesi,

22-23 Ağustos 2012 tarihlerinde “Eğitim,

Bilim ve Kültürel İşbirliği” temasıyla

Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te

gerçekleştirilmiştir. Bişkek’teki zirve

kapsamında yapılan ikinci Türk Konseyi

Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Türk

Konseyi’nin resmi bayrağı kabul edilip

göndere çekilmiş ve aynı bayrağın dört

üye ülkenin resmi kurumlarında

kullanılmaya başlanacağı bildirilmiştir.

Bayrak dört üye ülkeye ait semboller

içermekte, rengini Kazakistan

bayrağından, ortasındaki güneş

sembolünü Kırgızistan bayrağından, hilali

Türkiye bayrağından ve sekiz köşeli yıldızı

Azerbaycan bayrağından almaktadır.

“Ulaştırma Alanında İşbirliği” temalı

üçüncü zirve toplantısı 15-16 Ağustos

2013 tarihinde Azerbaycan’ın Gebele

kentinde düzenlenirken, “Turizm Alanında

İşbirliği” temalı dördüncü zirve toplantısı

4-5 Haziran 2014 tarihlerinde Türkiye’nin

ev sahipliğinde Bodrum’da düzenlenmiş

ve KKTC’nin de gözlemci üye sıfatıyla yer

aldığı son zirvenin en önemli yanlarından

biri Türkmenistan Cumhurbaşkanı Sayın

Gurbanguli Berdimuhammedov’un zirveye

iştiraki olmuştur.

Türk Konseyi henüz Türk Dünyası’nın

köklü sorunlarına yönelik siyasi-ekonomik

yaptırım gücü bulunan bir yapı durumuna

erişmemiş ise de, üye ülke halklarının

entegrasyonu ve müşterek kalkınmasına

katkı yapacak somut projeler üreten bir

cazibe merkezi haline gelme yolunda emin

adımlarla ilerlemektedir. Her yıl bir başka

Türk kentinin Türk Dünyası Kültür

Başkenti seçilerek o kentte yıl boyu çeşitli

kültürel organizyonların

gerçekleştirilmesi, Eurovision’a alternatif

Türkvizyon Şarkı Yarışması’nın iki senedir

başarıyla gerçekleştiriliyor olması, bir nevi

Türk Dünyası Olimpiyatları olan Türk

Üniversiteleri Arası Spor Oyunları’nın

düzenlenmeye başlaması, Türk Dili

Konuşan Ülkeler Yazarlar Birliği benzeri

kuruluşların ardı ardına faaliyete

sokulması, üye ülkelerin ortak mirası olan

Türk tarihi, destanları ve zengin mutfağın

korunması amacıyla UNESCO Somut

Olmayan Kültürel Miras Listesi’ndeki Dede

Korkut, yurt çadırı, dombıra, dolma

başlıklarına ortak adaylık başvuruları

yapılması ve Türk cumhuriyetlerinde

sekizinci sınıf öğrencilerine okutulacak

olan ortak tarih ders kitabının yazımının

bitirilip 2016-2017 eğitim-öğretim yılında

müfredatlara dahil edileceğinin

açıklanması Türk Dünyası açısından

mutluluk verici gelişmeler olarak öne

çıkmaktadır.(4) Türk Konseyi ve konseye

bağlı alt kuruluşların yakın gelecekte

hayata geçirmeyi planladığı projeler

arasında ortak televizyon, ortak diaspora,

ortak yazı dili, Türk cumhuriyetleri

arasında vize uygulamasını ortadan

kaldırarak serbest dolaşım imkanının

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

5

getirilmesi ve gümrük birliğinin tesisi gibi

daha somut projeler de mevcut

bulunmaktadır.

Son Durak: Türk Birliği

Türk cumhuriyetlerini bir araya gelmeye

zorlayan, iç dinamik diye

nitelendirilebilecek tarihi, coğrafi ve

demografik unsurlara ek olarak dış

dinamik diye nitelendirilebilecek

uluslararası ekonomik düzen ve

küreselleşme olgusu gibi unsurlar

vardır.(5) Türk coğrafyasına bakıldığında

bu topraklar üzerinde yaşayan halkların

farklı devletlerin vatandaşı dahi olsalar

birbirleriyle kader bağına sahip oldukları

açıkça görülmektedir. Türk halklarının

yaşadığı topraklar Avrupa’da Adriyatik

kıyılarından başlayarak doğuya doğru Çin

Seddi’ne kadar (Balkanlar, Trakya,

Anadolu, Kırım, Kafkasya, Kuzeybatı İran,

Volga boyları, Orta Asya, Kuzey Afganistan,

Doğu Türkistan, Altay, Yakutistan) uzanan

kuşak boyunca kesintisiz bir kemer

oluşturmakta ve Türk Dünyası’nın tarihi

coğrafyasının birliğine işaret etmektedir.

Bahsedilen derecede bir birlik ve bütünlük

arz eden, üstüne üstlük aynı soydan inen

ve aynı dili konuşan toplulukların bir

araya gelmeleri her şeyden önce tarihi

coğrafyanın gereği olmaktadır.(6) Öte

yandan Türk cumhuriyetlerinin ekonomik

sistemleri, pazar sorunları, üretim ve

tüketim şartları, sermayeye ve yeni

teknolojilere ihtiyaçları ve küreselleşen

dünya ekonomisiyle bütünleşerek rekabet

güçlerini arttırma arzuları da kendi

aralarında entegrasyonu hem zorunlu

kılmakta, hem kolaylaştırmaktadır.(7)

Türk cumhuriyetleri arasındaki

entegrasyon süreci kültürel, ekonomik ve

siyasi olmak üzere üç aşamalı bir süreçtir.

Kültürel entegrasyon dil ve kültürdeki

farklılıkları en aza indirip ortaklık şuurunu

kuvvetlendirecek kültürel projeleri hayata

geçirerek sağlanır ve 1992’den 2009’a dek

gerçekleştirilen Türk zirveleri ile 2009’da

meydana getirilen Türk Konseyi’nin

öncelikli amacı bu olmuştur. Ekonomik

entegrasyon gümrük birliğinden

başlayarak ortak para birimine

geçilmesine kadar uzanan tam ekonomik

işbirliğinin sağlanmasını ifade etmekte ve

Türk Konseyi’nin önümüzdeki yıllarda

yoğunlaşacağı alanı göstermektedir.

Ekonomik entegrasyonu, ekonomik

birlikteliği de güçlendirici bir faktör olarak

siyasi kurumlaşma takip edecek ve son

kertede ilgili devletlerin ortak iradeleri

sonucu tam bir siyasi birlik oluşturmak

için çaba harcamaya başlanacaktır. Şu anki

sayıları yedi olan bağımsız Türk

devletlerinin sınırları ve kimliklerinden

taviz vermeksizin, egemen eşitlik ve

gönüllülük ilkesi çerçevesinde uyumlu

hale gelmeleri, diğer deyişle kendi

aralarında kültürel, ekonomik ve siyasi

entegrasyonu temin etmeleri ile birlikte

dünya sahnesinde belirecek olan şey ise

“Adalar Denizi’nden Altayların ötesine

kadar” Türk Birliği olacaktır.

KAYNAKÇA

(1)Karatay (O.), “Türkerin Kökeni”, Kripto Yayınları,

2011.

(2) Akdiş (M.), “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile

Ekonomik, Sosyal, Kültürel İlişkiler-Bölgeye Yabancı

İlgisi ve Beklentiler, Dış Ticaret Dergisi 4. Sayı, 1999.

(3) Türk Konseyi Resmi Web Sitesi için Bkz: “

http://www.turkkon.org “.

(4) Zorlu (K.), “Türk Keneşi’ni Duydunuz mu?”, Yeniçağ

Gazetesi, 29.11.2014.

(5) Beydullayev (G.) – Kurubaş (E.), “Türk

Cumhuriyetlerinin Entegrasyonu: Fırsatlar, Sorunlar ve

Çözüm Önerileri”, SDÜ-İktisadi ve İdari Bilimler

Fakültesi Dergisi 1. Sayı, 2002.

(6) Beydullayev – Kurubaş, a.g.e.

(7) Beydullayev – Kurubaş, a.g.e.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

6

FELSEFESİZ YAŞAMAK GÖZÜ KAPALI

YAŞAMAKTIR Ezgi SÜLLÜ

“...bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak

bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini

tanıdım âdemoğlu kimin nesiymiş

ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş

kişiyi...”

İsmet ÖZEL

Felsefe nedir ve niçin gereklidir?

Felsefenin tanımı üzerinde bir uzlaşma

yoktur. Filozof sayısı kadar felsefe tanımı

vardır, diyebiliriz. Ama genel itibariyle

felsefe, insanın merak etme ve anlama

çabalarının bir ürünüdür. Felsefenin çıkış

noktası doğmaları, kör inançları ve

otoriteleri sorgulamaktır. Felsefe, aklı ve

var olan gerçekliği doğrulara

yönlendirerek aklı olması gereken ideal

konumuna oturtma çabasının bir

etkinliğidir, denilebilir. Bir kişi eğer bu

düşünceyi taşıyarak felsefeyle uğraşıyorsa

filozoftur; yoksa başka amaçlar için

felsefeyle uğraşıyorsa Platon’un da

söylemiyle “evcil hayvan avcısı” sofistten

başka bir şey değildir.

Felsefeyle uğraşmanın bir değeri var

mıdır; felsefe niçin gereklidir sorusu bile

felsefenin içindedir. Bireysel olarak

“benim hayat felsefem…” diye başlayan

cümlelere tanık olmak mümkündür.

Felsefe bir anlamda insana ve yaşama dair

genellemeler yapmaksa, herkes kendi

koşulları içerisinde bilinçli ya da bilinçsiz

olarak felsefenin alanına girmektedir. Şu

bir gerçektir ki; insan yalnızca öğrenmek

ve felsefe yapmak için yaşamaz, tersine

yaşamak için felsefe yapmak zorundadır,

farkında olmasa da. Aksi takdirde varlığını

duymadan geçirilecek bir hayatın

öneminden söz edilebilir mi? Evet,

Sokrates haklıdır: “Sorgulanmamış bir

hayat yaşamaya değmez.” Bu bağlamda

felsefe gereklidir çünkü var oluşumuzun

anlamıyla ilgili temel soruları ele alır.

İnsanlar hakikatin peşinde sürekli yeni

arayışlar içine girmişler, kendilerine ve

yaşama anlam vermeye çalışmışlar ve var

olma nedenlerini sorgulamışlardır. Ama

hiçbir zaman ellerindeki mevcut bilgiyle

yetinmemişler; yeni arayışlara ve

sorgulamalara yönelmişlerdir. İlkçağ

felsefecileri, aydınlanmacılar, varoluşçular,

mistikler hepsi de insana ulaşmak için

farklı yollar önermişlerdir. Yollar her ne

kadar farklı olsa da varılacak nokta insan

olmuştur. Aynı gök kubbenin altında farklı

ırmaktan su içseler de insan denen o derin

denize ulaşmaya çalışmışlardır. Bütün bu

çaba aslında basit gibi görünen şu soruya

cevap içindir: “Ben kimim?” Bunun yanı

sıra çoğumuz hayatımızın akışı içinde

birtakım temel felsefi sorular sorarız

farkında olmasak da; “Var oluşumun

sebebi nedir?” , “Tanrının varlığının bir

delili var mıdır?”, “Hayatımızın temel

gayesi nedir?”, “ İnsan kararlarında özgür

müdür?”, “Bir şeyi doğru ya da yanlış kılan

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

7

şey nedir?”, “İnsan kaderini değiştirebilir

mi?”, “Varlığın ana maddesi nedir?” vb.

Felsefeyle uğraşan insanların çoğu bu tür

soruları ele alıp incelemenin büyük bir

önem arz ettiğine inanırlar. Hayatımızın

temel kabullerini sorgulamadan sıradan

bir varoluşu devam ettirmek araba

sürmeye benzer Nigel Warbunton’a göre.

“Şimdiye kadar hep yeterince iyi bir

biçimde çalışmış oldukları için, arabanızın

frenlerine, direksiyon ve motoruna

güvenmekte haklı olabilirsiniz, ama bu

güvende bütünüyle haklı olmayabilirsiniz

de. Fren pedalları hatalı olabilir ve sizin

onlara en fazla ihtiyaç duyduğunuz bir

anda iflâs edebilirler. Aynı şekilde,

hayatınızı kendilerine dayandırdığınız

ilkeler de bütünüyle sağlam olabilir, fakat

siz bundan, onları incelemiş oluncaya dek,

emin olmayabilirsiniz. Dahası, hayatınızı

dayandırdığınız kabullerin sağlamlığından

ciddî ciddî şüphelenmeseniz bile, düşünce

gücünüzü hayata geçirmemekle yaşamınızı

fakirleştiriyor olabilirsiniz.”(1)

Felsefe, olayların bütün yönleriyle

incelenmesini temel kabul olarak görür.

Bu nedenle ön yargıların etkisiyle felsefe

yapılmaz. Ön yargılar insana doğruyu

değil, doğru düşüncelere kişiyi kapatmış

olur. Felsefi söylemler demokrasi

kültürünün bir topluma yerleşmesinde en

önemli araçlardır. Çünkü her felsefi

söylem tek bir şeyin benimsetilmesinden

öte öncelikle farklılıkların olabileceğinin

benimsetilmesini sağlar. Bu da bireyin ön

yargısız olmasına ve kendi düşüncelerini

savunmasına katkıda bulunur. Kişi

önyargılarını yıkıp Platon’un mağara

benzetmesinde olduğu gibi cesaret edip

ışığa yönelmelidir. İnsanın zincirlerinden

kurtulup gerçeği görmesinde ona en

büyük yardım felsefeden gelecektir.

Hayatın her döneminde insan için sorunlar

farklıdır. Bu farklılaşmaya karşın insanda

değişmeyen anlama ve kavrama

ihtiyacıdır. Aristoteles ünlü yapıtı

“Metafizik”te “Bütün insanlar doğal olarak

bilmek isterler.” der.(2) Bilimler bu

ihtiyacı parçalı biçimde de karşılar. İnsan

bütünü görme merakını ancak felsefeyle

giderebilir. Hayatın ürettiği her soruna

karşı insan felsefe sayesinde yeni anlamlar

ve cevaplar üreterek karşılık verir. Bu

anlamda felsefenin gerekliliğini Andre

Comte - Sponville şöyle açıklar: “Biyoloji

hiçbir zaman bir biyoloğa nasıl yaşamak

gerektiğini anlatmayacaktır. Yaşamanın

gerekli olup olmadığını, hatta biyoloji

yapmanın gerekip gerekmediğini

söylemeyecektir. Sosyal bilimler, ne

insanlığın ne de beşeri bilimlerin

değerinin ne olduğunu söylemeyecektir.

İşte bunun için felsefe yapmak

gerekmektedir.” (3)

Felsefe bir ‘yol haritası’na benzetilebilir.

Wittgenstein’e göre insan, bir kavanozun

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

8

içine kapatılmış sinek gibidir ve dışarı

çıkmak ister. Fakat bunu nasıl

başaracağını bilemez. İşte felsefenin amacı

sineğe (insana) kavanozun dışına nasıl

çıkacağını göstermektir.

“İnsan, kendi hayatını inceleme

kabiliyetidir. Bu olmaksızın o, hiçtir.

Felsefe, insanı insan yapan ve bir hiç

olmaktan kurtaran araştırma, soruşturma

ruhunun, anlamlandırma, yorumlama ve

değerlendirme etkinliğinin, önemli sorular

sorma ve olanlara ciddi olarak cevaplar

arama özelliğinin, erdemli olma ve mutlu

yaşama talebinin, kısaca bilgeliğe ulaşma

özleminin en hakiki ve belki tek

ifadesidir.” der Prof. Dr. Ahmet Arslan.(4)

Felsefe, yaşamın anlamı ve amacıyla

ilgilenirken insanın sadece geçmişini değil,

geleceğe dönük planlarını da anlamamıza

yardımcı olur. Örneğin felsefi sistemler, bir

toplumun geleceğini oluşturan eğitimin

yapılandırılmasında önemli bir çerçeve

sunmaktadır. Eğitimin hangi amaçlara

yönelik olduğu, hangi konuların değer

taşıdığı, hangi yöntem ve materyallerin

kullanılması gerektiği gibi kararların

alınmasında felsefi yönelimler etkili

olmaktadır.

Felsefe, filozofların bir araya gelerek

kendilerini mutlu etmek için

oluşturdukları bir etkinlik değildir.

Filozofların bir araya gelerek laf ebeliği

yaptıkları bir uğraş hiç değildir. Hiçbir

filozof sözünü kurarken “beni kimse

anlamasın, anlayamasın!” diye düşünmez.

Aslında felsefe, insanı, evreni, toplumsal

ilişkilerde ortaya çıkan sorunları akla ve

mantığa dayalı olarak açıklamaya çalışır ve

yaşamlarımızı analiz etmemiz için araçlar

sunar. Bu bağlamda felsefe insana

yaşamda gidilmesi gereken yeni yolları,

bağlanılması gereken yeni değerleri

öğretir. Descartes’in de söylemiyle

“Felsefesiz yaşamak gözü kapalı

yaşamaktır.”

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

9

KENDİMLE DERTLEŞMELERİM:

OSMANLICA DERSLERİ Alperen KIZIKLI

Birkaç ay önce “Kendimle

Dertleşmelerim: Mecburi Hizmet” adlı

kendimle yaptığım söyleyişim gayet

olumlu dönüşler aldı. Hal böyle olunca ben

de bu türdeki yazılarıma devam etme

kararı aldım.

Şimdi okuyacağınız, bu mülakat ise son

zamanlarda sıkça tartışılan Osmanlıca

derslerinin mahiyetine ve bu derslerin

neden verilmek istendiğine dair sorulara

cevap vermektedir. Yine ben sordum ben

cevapladım. Kendim pişirdim kendim

yedim. Sizlere de ikram edeyim. Keyifli

okumalar dilerim.

1- Osmanlıca derslerinin getirilecek

olmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce

Osmanlı hayranlığından ötürü mü bu

dersler okutulacak?

Bir kere Osmanlıca demeyi doğru

bulmuyorum. Osmanlı dönemi Türkçesi

diyebiliriz, daha da kısaltıp Osmanlı

Türkçesi deyip kavramı daha net bir

şekilde ortaya koyabiliriz. Amerika’yı

yeniden keşfetmiyoruz nihayetinde. Yeni

bir dil de icat edilmiş değil. (Yazı

bütününde Osmanlıca tabiriyle anlatılmak

istenen Osmanlı Türkçesi olacaktır.)

Osmanlıca derslerini tamamen faydacı

siyaset anlayışının ürünü olarak

görüyorum. Faydacılık tabi burada halka

faydalı manasında kullanılmıyor. Oy

potansiyeli olan bir konu olarak

görüyorum ve halkın hamasi duygularını

okşayan bir adım olarak görüyorum.

Osmanlıca bilmek herkesin vazifesi olmalı

mıdır ayrıca! Hayran olunacak başka işler

yapmış medeniyetlerimiz de var.

Hangisine döneceğiz peki? Hepsine hayran

olsak olmaz mı?

Osmanlıca gibi bir dil var mı ki bunun için

özellikle okullara ders konulacak

şaşıyorum. Osmanlıca, bence Türk dilinin

bir dönem yaşamış olduğu bir trafik

kazasının neticesidir. Arapça ve Farsça

tarafından ezilmenin doğurduğu bir

Türkçemsi…

2- Devlet yetkililerinin Türkçe’nin

bilim ve felsefe dili olmadığına dair

cümlelerini işitmişsinizdir. Sizce de

öyle midir?

Osmanlıca derslerinin neden gündeme

getirildiğini izah etmek için konuşmalar

yapılmış bence. Bir gecede cahil kaldık,

cümlesi de hiç şaşırtılmadan kullanılmış o

konuşmalarda.

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

10

Öncelikle Osmanlı bilimini hangi dille

yapmış bir bakmak lazım. Osmanlı’nın ilk

zamanlarında tercih edilen dil gayet sizin

bizim anlayabildiğimiz sadelikte bir

Türkçe iken, yükselme döneminde

Osmanlıca diyebileceğimiz, azıcık Farsça,

azıcık Arapça terkiplerin alıntılandığı,

harekelerle anlamları değişen harflerden

oluşan alfabenin tercih edildiği, böylelikle

ilmin elit zümre tarafından

yönlendirilebildiği bir dil, bir Türkçemsi

ortada.

Ben de un, su, fıstık, sadeyağı, yumurta ve

biraz şekerden baklava yapamamaktayım.

Elimde gerekli malzeme olsa dahi bu

konuda ehil değilim.

Türkçe ile bilim de yapılır, felsefe de…

Yeter ki yapmak istenilsin; devlet

yetkililerimiz ve yükseköğrenim

kurumlarımız ehil insanlarımıza her

koşulda destek olsun.

3- Osmanlıca sizce bilim ve felsefe dili

olabilir mi? Türkçe bilim ve felsefe dili

olamıyorsa Osmanlıca bunu

başarabilecek mi?

Özellikle devletleşmenin en yüksek olduğu

ve haliyle sistemli eğitimin mevcut

bulunduğu zamanlarda dahi Osmanlıca

pek yaygın kılınamamış. Bir zümre dili

olarak kalmış maalesef. Ayrıca bilim

tarihini 1500’lü yıllarla başlatırsak ki bu

Osmanlı’nın gerileme dönemine tekabül

ediyor, Osmanlı’nın hâkim güç olmadığı

dönemlerde Osmanlıcanın bilim dili

olmasını da bekleyemeyiz.

Osmanlıcayı geçelim Türkçe bile mevcut

durumda yaygın kullanılan bilim dili

olamayacaktır. Kolonicilik yapmadığımız

için egemen kılamadığımız dilimizi

konuşan nüfus dünyada bellidir. 1 milyar

Hintli,1,5 milyar Çin'i saymıyorum bile, iyi

derecede İngilizce konuşuyorken 300

milyon kişinin konuştuğu bir dil olan

Türkçe ile dünyada hiç bir alanda yaygın

egemen dil olamazsınız. Fakat Türkçe ile

Türkiye’de pekâlâ bilim yaparsınız.

Yaptığınız şeyleri de gerekli dillere çevirip

literatüre kazandırabilirsiniz.

İngilizce sanırım dünyada kıyamet kopana

dek ortak bilim ve literatür dili olarak

kalacak. Tren kaçırıldı bir kere.

4- Osmanlı’da bilim dili neydi peki?

Darülfünunlarda dersler hangi dillerde

veriliyordu?

Osmanlı son dönemlerinde ve özellikle

Fransız koloniciliğinin dünyada önde

olduğu yıllarda ise darülfünunlarda

Fransızca öğretildiğini, Fransızca yazıp

çizemeyen idarecinin önemli işlere

gelemediğini görüyoruz. O zamanın

İngilizcesi Fransızcaymış yani. Atatürk de

Fransızca biliyor mesela…

Teknik konularda ise Alman dilinin

üstünlüğü o yıllarda da belirgin.

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

11

5- Türkçe sizce kıymetsizleştiriliyor

mu? Türkçe’den vazgeçebilir miyiz?

Bir devlet başkanı kendi dilini yetersiz

görüyor ve üstelik küçümseyebiliyorsa

ortada ciddi bir kimlik sorunu vardır.

Kendini kifayetsiz görme,

manasızlaştırmadan başka bir şey

yapmamaktadır yani.

Almanya’ya giderseniz, müze yapılmış

Nazi kamplarını görmek isterseniz şu

şekilde hazırlanmış tabelaları görürsünüz:

Büyük harflerle müzeyi, kampı tanıtan

Almanca bir metin ve neredeyse karınca

duası diyebileceğimiz boyutlarda yazılmış

İngilizce tanıtım metni.

Türkiye’de ise tanıtım metninin Türkçe ve

İngilizce aynı büyüklükte harflerle

yazılıyor. Tabelada bazen en üstte İngilizce

metin, en alta ise Türkçe metin yer alıyor.

Sorunuza soruyla cevap vereyim. Sorunun

içinden cevabı siz anlayın. Doğu ile

Batı'nın ortak tarih bilinci, ortak ülküsü ve

ortak yaşama arzusu bu kadar azaldığı

dönemde Türkçe’den de vazgeçersek

elimizde ne kalacak? Kooperatife daireye

girelim derken eldeki müstakil evden

olmaya cidden ihtiyacımız var mıdır?

6- Son olarak, Osmanlı ile günümüz

Türkiye’sinde benzer gördüğünüz

olaylar nelerdir? Benzer görüyorsanız

Türkiye, Osmanlı’nın hangi dönemini

yaşıyor.

Osmanlı Devleti yıkılma döneminde

gücünü hem kendi halkına göstermek hem

de biz hala büyük devletiz algısını

güçlendirmek için Dolmabahçe Sarayı'nı

tonlarca mermer ve altın işlemelerle,

hatlarla süsleterek yaptırmış. Üstelik bu

sarayın inşaatı için hazinede yeterli para

yokken İngiltere'den de epeyce bir borç

almış. Padişahın vekâlet yeri artık bu saray

olacaktı. Fakat inşaat bitiminin üzerinden

bir asır dahi geçmeden Osmanlı gibi bir

dev tarih sahnesine veda etti

Şimdilerde bence tarih bir kez daha

tekerrür ediyor. Türkiye'nin dış borcunun

rekor seviyeye geldiği, cari açığının alıp

başını gittiği bir dönemde binlerce odadan

menkul şatafatlı bir bina cumhurbaşkanın

vekâlet yeri olarak inşa edildi.

Bu yüzden Sultan Abdulmecid dönemi ve

AKP'nin icraatleri bence birbirine çok

benziyor. Hatırlarsanız Sultan Abdülmecid

için mecliste 150. Ölüm yıl dönümüne

istinaden bir kabul töreni de verilmişti.

Sanırım Osmanlı padişahlarından en çok

Sultan Abdülmecid seviliyor.

Ne diyelim… İnşallah sonumuz Osmanlı

gibi olmaz.

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

12

BAĞIMSIZ TÜRK KÜLTÜRÜNDEN

EMPERYALİST TÜRKİYELİ

KÜLTÜRÜNE Mahmut Esad KIRAÇ

Öncelikle Türk’ü kısaca tanımlayalım. Türk

kelimesinin birçok anlamı ve açıklaması

vardır. Sözlük anlamı ‘’güçlü ve kuvvetli’’

olan Türk kelimesinin benim tabirimce

anlamı: Irk fark etmeksizin Turanı

kendisine ülkü edinen ve bu ülkü uğrunda

yılmadan çalışarak gönül rahatlığıyla ‘’Ne

mutlu Türküm diyene’’ diyebilen herkes

Türk’tür yani, bir milleti temsil etmekle

birlikte aynı zamanda hissiyat meselesidir.

Kültür ise Ziya Gökalp’e göre “Hem usulle

yapılamayan hem de taklitle başka

milletlerden alınamayan duygulardır.”

Erol Güngör ise kültürü “Bir inançlar,

bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür yani,

maddi değildir.” diyerek açıklamıştır.

Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe

sahip olan pek az millet gösterilebilir. Bu

kadar uzun bir macerası olan bir millet

hala yaşadığına ve 100 yıl öncesine kadar

dünyanın en büyük imparatorluğunu

yaşattığına göre her şeyden önce eşi az

görülür bir hayat gücüne ve kültürüne haiz

demektir. Zaten Türk kültürü kadar

gelişmiş ve yayılmış başka bir kültür de

yoktur. Batı ile bizim kadar uzun ve çetin

mücadelelere girdiği halde bizim kadar

ona mukavemet etmiş olan ve bu

mukavemeti devam ettiren bir başka

millet gösterilemez. Bu direnmenin

sebebini Türk milletinin yüksek ve köklü

bir kültüre sahip oluşu, hatta beşeri ve

ahlaki kıymetler bakımından batı

medeniyetine üstün oluşu ile izah

edebiliriz.

TBMM hükümeti devrinde hükümetin

bütün sahalarda olduğu gibi kültürde de

politikasının mihrakı milliyetçilikti. Rıza

Nur’un Maarif vekili, Ziya Gökalp’in Telif

ve Tercüme dairesi başkanı olmaları

kültür politikasında Türkçülük ve Batıcılık

noktalarına ağırlık vermeye başladı.

Başbuğ Atatürk Türkler’in Batı medeniyeti

içinde bağımsız bir hüviyet taşımalarını,

hatta çağdaş medeniyetin üstüne

çıkmalarını ön görüyor ve Batılılaşmayı

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

13

milliyetçilikten ayırmıyordu. 1950

seçimlerinden yani, demokrasinin

girişinden sonra ise inkılapçı

hükümetlerin milli kültüre karşı Batı

kültürü politikası inkılapçı karakterini

kaybetmiştir. Devlet 1950’den sonra

kültür işlerini bırakmamakla birlikte,

bunlardaki tekelini kaldırmış, kültürle

uğraşanlara gerekli hürriyeti vermekle

yetinmiştir.

Demokrat Parti’nin 27 Mayıs hareketi

sonucu iktidardan düşürülmesi CHP’nin

kültür politikasını yeniden ön plana

geçirdi ancak koalisyon ortağı olundu. Bu

arada askeri idarenin ilk aylarında ‘’Türk

Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün’’

kurulması ve yaptığı ilmi çalışmalar için

devletten bir müddet destek görmesi

büyük bir adım oldu. Koalisyonlar

arasındaki siyasi çalkantılar devletin

kültür işleri üzerinde durmasına engel

oluyordu. 1965’ten sonra ise tutarlı ve

devamlı kültür faaliyetine girişildi.

1965-71 arasında Türkiye’nin resmi kültür

politikası şu esaslardan oluşmaktaydı:

1- Türkler Batı medeniyetine girme

yolundan ayrılmayacak. Ancak Batılılaşma

hareketimiz hiçbir zaman milli bir hüviyet

taşımamıza engel olmayacaktır.

2- Bu milli hüviyet milli tarihin

mahsulüdür. Milli birliğin ve

dayanışmanın kuvvetlendirilmesi her

şeyden önce bu ortak geçmişin eksiksiz

devam etmesi ve yeni nesillere

aktarılmasına bağlıdır.

3- Milli şuur, milli kültür eserlerinin

tanıtılması yolu ile verilmelidir. Türk

Milleti’nin yaratmış olduğu kültür

eserlerini bugünkü nesle onların

anlayabileceği bir şekilde sunmaktır.

4- Bir taraftan Türk kültürünün kaynak

eserlerini yayınlarken bir taraftan da

Batı’nın modernleşmemize yardımcı

olacak temel ilim ve eserlerini Türk

okuyucusuna sunmak gerekir.

5- Kitaplar ‘’Yaşayan Türkçe’’ ile kaleme

alınacak. Türkçenin gramer yapısı

bozulmayacak. Devlet kar gayesi

gütmeyecek eserler asgari fiyatla

okuyucuya intikal ettirilecektir.

Yukarıdaki maddelerden de anlaşılacağı

gibi kültür politikamız Cumhuriyetten

itibaren milliyetçi ve Batıcı kimliğini uzun

süre muhafaza etmiştir.

Günümüze yaklaştıkça ne bu

politikalardan ne de Türk kültüründen

eser kalmadığını görmekteyiz.

Milliyetçilikten tamamen kendini

soyutlayan, batıcılığın ise muasır

medeniyet seviyesine çıkarılmayarak

taklitten öteye gidilmediği Türkiye’de

Türk kelimesinin ırkçı diye

nitelendirilerek yerine ‘’Türkiyeli’’

kavramının uydurulması aynı zamanda

kültürel ve tarihsel ihanettir.

Pekâlâ, nedir Türkiyelilik kavramı?

Türkiyelilik kavramı kısaca Türkiye’de

yaşayan Türk Milletini etnik temelde

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

14

ayırmak için üretilmiş bir kavramdır. Bu

kavram tamamen emperyalist güçlerin bizi

bölmesi için uydurulmuştur, çünkü birçok

farklı etnik kimliği bünyesinde

barındırarak ortak bir kültür yaratan Türk

milletini Türkiyeli olarak bölmek aynı

zamanda Türk kültürünü ve bunun

sonucunda da Türk devletini parçalamanın

birinci hususudur. Peki, halk bu

kavramlar karşısında neden susmakta ve

ayrışmaya neden göz yummaktadır? İşte

buradan bağımsız Türk kültürünün

devşirildiğini ve uyutulduğunu

anlamaktayız.

Bilindiği gibi, modern ilmi düşüncenin

başladığı yıllara kadar bütün batı

düşüncesi ve kısmen İslam dünyasındaki

ilim ve felsefe Aristo’ya dayanıyordu; bir

meseleyi Aristo ne şekilde anlatmışsa

doğrusu o sayılır, Aristo’nun bahsetmediği

meselelerin gerçekte de yok olduğuna

inanılırdı. Bir atın kaç dişi olduğu

sorulunca Aristo’nun kitapları karıştırılır,

hiç kimse bahçedeki atın dişlerine

bakmayı düşünmezdi. İşte günümüzde

Türkiye’de de Türk kültürüne yabancı

kalarak emperyalist Türkiyeli dayatmasına

susan kimseler gerçeklerden uzak olan,

doğruyu araştırmayarak her söyleneni

doğru kabul eden kimselerdir. Tanrı

bizleri günümüzün Aristocularından

korusun.

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

15

VATAN CEPHESİ HAKKINDA BİR

DEĞERLENDİRME Çağhan SARI

12 Ekim 1958 tarihinde Türk siyasi

yaşamında ayrışmanın bir başka boyutuna

varıldı. O tarihte Manisa'da DP İl

kongresinde konuşan Başbakan Adnan

Menderes, 1957 seçimlerinde seçim

kanununu değiştirerek birleşmesini

engellediği muhalefet birliğine karşı şimdi

de vatandaşları bir çatı altına çağırıyordu.

Bu çatıya verilen ad ise çok dikkat

çekicidir. Menderes, Vatan Cephesi adını

uygun görüyordu.

1957 seçimleri öncesi muhalefet partileri,

CHP, Hürriyet Partisi ve Cumhuriyetçi

Millet Partisi blok halinde seçimlere

katılmayı planlamış ancak bu plan

çıkarılan bir seçim kanunu ile

engellenmişti. 1957 seçimlerine tek tek

katılmalarına rağmen DP %47de kalmış,

muhalefetin oylarının toplamı iktidarı

geçince birlikte hareket etme eğilimleri

seçim sonrasında da devam etmişti. Güç

Birliği Ocakları adını verdikleri bir

yapılanma hareket edeceklerdi.

DP ise ekonomik göstergelerin kötüye

gittiği bir süreçte ekseriyetçi temsil

sistemi sayesinde muhalefetten az oy

almasına rağmen daha önceki

çoğunluğuna yakın bir çoğunlukla meclise

dönüyordu. İktidar yıpranması söz

konusu idi. Bunlarla beraber devalüasyon

kararını da almak zorunda kalması

iktidara yönelik eleştirileri arttıran

unsurlar arasındaydı. Muhalefetin birlikte

hareket etmesi üzerine partiye dinamizm

kazandırmak, 1950 sonrası zorlaştırılan

üye kaydını tekrar yaygınlaştırmak, kitle

desteği sağlamak için bir kampanya

başlatma kararını alan Menderes, kararını

Manisa'da açıkladı. Söylemlerinin sertliği

ile beraber kendi oluşumuna Vatan

Cephesi, muhalefete ise Ehl-i Salip ( Haçlı )

hareketi demesi gerginliğin durmadan

artacağını gösteriyordu.

Kısa zamanda mantar gibi birçok yerde

açılan Vatan Cephesi şubeleri için üye

kayıtları şaibeleri beraberinde getiriyordu.

Devlet memurlarının dernek üyeliğinin

yolunun açılması ile üyelik baskılarının

yapıldığı iddialar dillendirilmeye başladı.

Ocak şubelerinin açılışında örtülü

ödeneğin yanı sıra belediye bütçelerinin

de kullanıldığı, iş adamlarına üyelik için

baskı yapıldığı, zorla bağış toplanıldığı ve

bu bağışların başka isimlerin

(muhalefetten) üyelik transferinde

kullanıldığı iddiaları, Akis ve Kim

dergilerinde günlerce yazılıp çizildi. Üye

olanların her akşam radyodan listeler

halinde adının okunması ise insanlarda

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

16

öyle bıkkınlık verdi ki Radyo

Dinlemeyenler Cemiyeti kuruldu. Bu radyo

yayınlarındaki okunan listelerde reşit

olmayan çocuklarla artık hayatta olmayan

isimlerin okunduğu iddiaları daha sonra

Yassıada mahkemelerinde de ele alınan

meselelerden oldu.

Adnan Menderes'in Vatan Cephesi

oluşumu kısa zamanda suni adımlarla

şişirilirken akıbet hiç te amaçlanan desteği

sağlamadı. Öncelikle üyelikler baskı rüşvet

karşılıklı menfaat minvalinde olduğu

ortaya çıktıkça DP içinde de Vatan

Cephesi'ne karşı tavır alan bir grup oluştu.

Bu grup Vatan Cephesi'ne üye olanları da

bu cephe mekanizmasını da eleştiriyordu.

Üniversitelere de olumlu tesiri olmadı.

Muhalefetin taarruz, iktidarın ise cephe

kelimeleri ile siyaset yapmasının

toplumsal kutuplaşmanın boyutları

hakkında vereceği görüntü maalesef

karanlıktır.

Vatan Cephesi oluşumundan sonra

muhalefet iktidar ilişkileri her geçen gün

artan gerginlikle devam etti. Sadece bir ara

Menderes'in Londra uçak kazası ülkedeki

siyasi tansiyonu düşürse de Topkapı, Uşak,

Kayser-İnhisar olayları ve nihayet

Tahkikat Komisyonu, 27 Mayıs'a uzanan

yoldaki kalp sekteleri idi.

Peki Vatan Cephesi öncesinde cephe

kelimesi ile siyasi oluşumda söz edildi mi?

Bu sorunun cevabı evet. İkinci meşrutiyet

döneminde Hüseyin Cahit Yalçın bir

makalesinde bir vatan cephesi

kurulmasından söz ediyor. Ancak o dönem

bahsettiği Vatan cephesi ikinci

meşrutiyetin oturması için söz konusu

olabilecek bir oluşumdur. Menderes

dönemindeki vatan cephesinden sonra ise

Milliyetçi Cephe hükümetleri, 1990ların

başındaki koalisyonlara karşı hem

iktidarın hem muhalefetin cephe isimleri

altında birleşmeleri düşünülecek olursa,

Vatan Cephesi oluşumu kendinden sonraki

ayrışmalara da ilham kaynağı olmuştur.

Tabi her şey olup biterken Vatan

Cephesinin sonu nasıl oldu? 27 Mayıs

sonrası kurulan Yassıada mahkemelerinde

Vatan Cephesi davası açıldıktan kısa bir

süre sonra bunun ayrı bir dava dosyası

olarak sürdürülmesinden vazgeçildi.

Yüksek Adalet Divanı aldığı kararla Vatan

Cephesi davasını Anayasayı ihlal davası ile

birleştirdi. Anayasayı ihlal davası da

malumdur idam cezalarının verildiği dava

idi.

Toplum gerginliğini arttıran, ayrışmayı

körükleyen, siyaset tansiyonunu yükselten

bir yapı olan Vatan Cephesi hakkında Doç.

Dr. Hakkı Uyar ve Dr. Yasemin Doğaner'in

çalışmaları bulunmaktadır. Vatan Cephesi

insanların siyaset kültürüne mevzileştirme

hareketi mi getirmiştir yoksa birden çok

hesabın kesiştiği bir oluşum mu olmuştur

bu sorunun cevabı teferruatlara

girilmeden yanıtlanamaz. Ancak şu

ortadadır ki Vatan Cephesi, uzun süre

hükümet olan bir tek başına iktidarın

bütünleyici değil ayrıştırıcı bir adımıdır.

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

17

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK

SEMİNERİ 8 Kasım 2014

Konu: Kişilik Analizi ve Farkındalık

Hoca: Kazım Kökçü

Derleyen: Aslıhan Kaya

Kazım Kökçü Kimdir?

1944 yılında Adana’da doğdu. İlk, Orta ve

Lise öğrenimini Tarsus’ta yaptı. 1970

yılında İstanbul Üniversitesi İktisat

Fakültesinden mezun oldu. H.Ö Sabancı

Holding’de çeşitli görevler yapmıştır.

Önemli İnsan kaynakları Müdürlüğü

görevlerinde bulunmuştur. Emekli

olduktan sonra da Hacettepe Üniversitesi,

Atılım Üniversitesi gibi çeşitli kurumlarda

konferanslar vermeye devam etmiştir.

Kişilik Analizi ve Farkındalık

Hayatın içinde hepimizin rolleri vardır.

Kimi arkadaş, kimi gözetmen, kimi

avukattır. Bu rolleri iyi tanımalıyız. “Ya

olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi

ol” deyişinden bu konuda yararlanmak

mümkündür. Öyle ki hayatın içinde

hepimizin bir rolü, o rolden çıktıktan

sonra yaşadığı gerçekleri vardır. Hangisi

rol, hangisi gerçek bu iyi analiz etmelidir.

Rolümüzü ve gerçeğimizi tespit ederken

“Biz bu muyuz? Biz kimiz?” diye

kendimize sormalıyız.

“Bir kurumda mecliste görev ve

misyonumuz nedir?” dâhil olduğumuz

göreve ne kadar uygunuz? Bu görevde ne

kadar yararlı olabiliriz? Bu soruları

kendimize sormadan kendimizi tahlil

etmeden kendi rolümüzü belirlemek

sağlıklı olmayacaktır.

Örneğin komedi filminde komediye uygun

yüzü gülen birinin oynaması gerekir. Dram

filminde komedi oyuncusu oynatmak

oyuncunun rolüyle ilgili sıkıntı yaratırken,

filmin etkileyiciliğini de azaltacaktır.

Hayat da böyledir. Kişinin oynadığı role

uygun bir profili olması gereklidir. Rol ile

asıl kişilik çakıştığında ciddi sorunlar

oluşur. Rolün etkisinden çıkmamama, role

kendini kaptırma ve kişilik-rol karmaşası

bunlardandır.

Roller maskelerdir. Mesai zamanı memur,

çalışan maskenizi takarsınız, iş çıkışı

çıkarırsınız. İşlerimiz, görevlerimiz,

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

18

sorumluluklarımız bizim rollerimizdir.

Rolde kullanılan maskeler kişiliğimiz

olmamalıdır. Taktığımız maskeler bizi

göstermez. Onlar sadece rollerdir ve geçici

olmalıdır. Bizim aynamız kişiliğimizdir.

Bu hususlara ek olarak ismin

unvanlaştırılmaması, unvanında

isimleştirilmemesi gerekliliği göze çarpar.

Oynananı rol ile kişiliğinin ayrı ayrı

tanınması zaruridir. Örneğin rolü

doktorluk olan komşunuzun kapısını

çaldığınızda karısının size vereceği

“Doktor Bey evde yok” cevabı bu durumun

apaçık örneğidir ve bir sorun teşkil eder.

Doktorluk sadece roldür ve rol olarak

kalmalıdır. Kişilik ise Ahmet, Mehmet

Bey’dir.

Kurumlar işe alırken adayların kişilik

özelliklerini iyi analiz etmek zorundadır.

Örneğin İçe dönük insanları insan

kaynaklarında görevlendirmek sıkıntı

yaratacaktır. Kişi sıkıntı çekecektir. Aynı

şekilde dışa dönük birini muhasebeci

yapmak, onu saatlerce tek bırakmak, kendi

dünyasına kapanmasını istemek kişinin

özellikleriyle çelişeceğinden hem sorunlar

olacak hem verim düşecektir. Bu nedenle

işe alırken kişilik analizi yapılması çok

önemlidir. Baskınlık, dışa dönüklük,

düzenlilik sabır ve resmiyet gibi ölçütler

göze alınmalıdır. Şirketlerin geleceği

bunlara bağlanır.

Başarı için ilk şart kişinin kendini

tanımasıdır. Kendini tanıyıp “Ben kimim?”

diye soran kişi ardından çevresini

tanımaya girişir. Öyle ki kişilik 10-11

yaşına kadar oluşur. Bu nedenle kişilik

analizlerinde kullanılması gereken

teknikler ve değerlendirmeler kişinin ana

diline bakılarak, aldığı eğitime, yetiştiği

kültür ve bağlı olduğu gelenekler

bağlamında ele alınmalıdır. Örneğin 30

yaşında, ana dili ile son 10 yıldır kullandığı

dilin farklı olduğu bir bireyin kişiliğini ele

alırken yapılması gereken o kişinin ana

diline eğilmek ve tespitlere o bağlamda

devam etmektir. Çünkü kişilik oluşurken

kullanılan dil ana dildir ve kişilik bu ana

dilde, bu ana dilin geleneklerinde oluşmuş

olduğundan şu an kullanılan dille yapılan

analizler sağlıklı sonuçlar vermeyecektir.

Davranışların tespit edilmesinin ardından

o davranışa uygun bir çalışma ortamı

sunulmalıdır. İnsanların kişiliklerini

değiştirmek zordur ve bunun yapılması

doğru olmayabilir. Kişinin özellikleriyle

oynamaya çalışmak yerine amaca ulaşmak

için yapılması gereken kişinin özelliklerine

uygun bir çalışma ortamı sağlanmasıdır.

Kişiye ihtiyaçları verilmeli, kişi tatmin

edilmelidir ki verim sağlansın. Örneğin

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

19

itaatkâr, riske girmeyen birine kişisel

rekabetten uzak ortam lazımken;

rekabetçi birini rekabet ortamına sokmak

gerekir verim için. Gergin, huzursuz biri

çeşitlilik ve tekrardan kaçınma gibi

ihtiyaçlar duyar ve bu ortam kişiye

sağlandığı müddetçe amaca yaklaşılır.

Çalışkan, dikkatli birine kesin, açık ve net

bilgi verilmeli, hatasız iş çıkarabilmesi

adına takdir edilme ihtiyacı

karşılanmalıdır.

Potansiyelsiz insan olması mümkün

değildir. Her bireyin potansiyeli vardır.

Önemli olan farkındalıktır. Kişi kendini iyi

analiz etmeli, yeteneklerinin farında

varmalı ve o yolda yürümelidir.

Üstün başarı için ayırt edici özellikler:

-Müşteri odaklı

-Başarma arzusu

-Etki ve tesir

-Ekip çalışması ve işbirliği

-Bilgi edinme

Söylendiği gibi bunlar gereken temel

özelliklerin yanında ayırt edici özellikledir.

Başarılı olabilmek sorgulamaktan geçer.

“Niçin?” sorusu kilit sorusudur. Sadece

kötü şeyler değil iyiler de sorgulanmalıdır.

Gerçekleşen iyi olaylara da “Niçin?”

sorusunu yöneltmek verim sağlar.

Sonuç olarak kendi kişiliğimizi ve

rollerimizi daha sonra başka insanların

kişiliklerini ve maske takarak edindiği

özellikleri iyi tanımalı ve ayırt

edebilmeliyiz. Tekrar ettiğimiz gibi bunun

yolu insanın kendisinden geçer, bundan

dolayı kim olduğumuzu bilmemiz hem

çevre hem de kendimizi tanımamız

başarıya ve kişiliğimize hayatımızda yer

açmalıyız. Bunun içinde tüm bu karmaşık

yapıyı ve özellikleri öncelikle bilmemiz ve

öğrenmemiz gerekir.

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

20

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

21

CHARLİE HEBDO SALDIRISININ

KOMPLOCU VE BİLİMSEL YÖNÜYLE

DEĞERLENDİRMESİ Sertaç EKEMEN

Yükselen İslam düşmanlığının temel

nedenlerinden birincisi, gettolarda

yaşayan göçmenlerin artık merkezlere

inmeleridir. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci

yarısında ilgili ülkelere yerleşip, içlerine

kapanık olan Müslüman toplumun bu

yüzyılda entegrasyonu tamamlaması ve

buna bağlı olarak bölgenin kültürünü

değiştirmesidir. Güçlü doğulu kültürel

yapı, zaman içerisinde kendini Avrupai

yaşama adapte ederken dejenere

sürecinden geçmemektedir. Bu

dejenerasyonun koruyuculuğu ise dindir.

Bir milletin ve kültürün asimilasyonunu

engelleyen en büyük olgu, din olgusudur.

Bugün Selefiye hareketin Batı gizli

servisleri tarafından desteklenmesinin

yegane temeli budur. Çünkü Selefiye akımı

daha da otantik bir İslami anlayışı diğer

mezhepler nazarında aşırıya götürürken,

var olan toplumsal normlar ile alakalı

olarak en az uyuma geçen akımdır. Bu

yüzden El Kaide’den IŞİD’e kadar

örgütlenen grupların hemen hepsi selefiye

hareketini benimsemiştir. Keza Müslüman

Kardeşler gurubundan kopmaların bir

nedeni bu olup, batı dünyasının gizli

servislerinin ilgisini çekmektedir.

Charlie Hebdo’nun hedef seçilmesinin ve

aşırı sağ akıma değil de sol bir yapıya

hedef alınması Avrupa toplumunun

kurucu unsuru olan Hint- Avrupa ırkının

hemen her kesiminden tepki toplamak

amacıyla yapılmış olmasıdır. Çünkü bahsi

geçen dergide, her ne kadar İslam

düşmanlığı yapılsa bile aynı düşmanlığı

Vatikan ve Fransız devlet zihniyetine de

yapılmaktadır. Bu oluşumun hedef olması

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

22

İslami kültürden gelen insanları

müttefiksiz bırakma amacıdır.

Aşırı sağ yapılacak bir yabancı

karşıtlığından çok aşırı sol eğilime yapılan

bu düşmanlık, aynı zamanda Fransız

toplumu üzerinde ve diğer Avrupa

toplumu nazarında aşırı sağ ve sol

içerisinde bir ittifak doğmasına neden

olabilir. Mitterand sonrasında Le Pen ile

Jacques Chirac arasında devam eden

cumhurbaşkanlığı iktidar yarışının galiba

olan Chirac ikinci turda rakibini sol

desteğin oyları ilke kazanmıştı. Nedeni ise

Fransız solcuların seçimde her ne kadar

Hristiyan muhafazakar bir partiden gelse

de Chirac’ı Faşist Le Pen’e karşı

desteklemesinden kaynaklıdır. Ancak bu

olgu Fransız kültürünü koruyabilmek

adına solcuların fikir değiştirmesine ve

İslamcı tehlikeye karşı cumhurbaşkanlığı

gibi seçimlerde faşizan tutum

takınmalarına neden olacaktır. Bu

konjonktürün ortaya çıkma ihtimalinin

nedeni ise, Sosyalist François Hollande’ın

mücadele içerisinde yenilmiş bir duruma

gelmesidir. Amerikan siyasi Hareketinin

Sovyetlerden sonra kendine yarattığı

yapay İslamcı düşman algısının

paralelinde “Hantington/Medeniyetler

çatışması gibi ” Saldırıların El Kaide ve

İslamcı bağlantısı ve kullanılan yöntemler

itibari ile Şaibeli olmaktadır, çünkü saldırı

alışılagelmiş olan terör eylemlerinin, vur

kaç taktiğinin aksine bir gizli servis

operasyonunu andırmaktadır.

Meseleyi komplocu düşünce tarzını

bırakıp Sosyolojik bir akabinde ele almak

gerekirse, etki tepki durumu akıllara

gelmektedir. Örneğin Yılbaşına kadar

sürmüş olan PEGİDA organizasyonlarına

bir tepki sonucu olarak bu saldırılar

doğmuş olabilir. Bu raddede işin

“komplocu gizli servis” boyutunu koruyup

meseleyi bu hali ile de ele almak

gerekmektedir. Ancak neden pegida

hareketi veyahut Le Pen hareketi ya da

NSU ya hedef alınmadığı düşünülecek

olursa olası bir reel savaşım “iç savaşa

benzer sokak çatışmaları” öncesi tarafların

ilk etapta birbirilerine göz dağı verme

sürecinde olduklarını söylemek mümkün,

bu haliyle İslamlaşmaya karşı çıkan

Avrupa inisiyatifi ile varlık-şeref

mücadelesine girmiş olan İslami

Hareketin, lokal boyutta dolaylı ve

dolaysız mücadelelerine şahit olmaktayız.

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

23

Meseleyi Türkiye boyutundan ele alan Neo

Marksistler ise olayın bir ifade sorunu

olduğunu söylemekten ileriye

gidememektedir. Bunun sebebi ise

sosyolojik kimlik siyasetini halen

içselleştirememiş olmalarıdır. Avrupa’nın

realitesini oluşturan İslamcı göçmenler

hali hazırda girişmiş oldukları kimlik

siyasetini görmezden gelen bu gruplar,

Hrant Dink cinayetini de bir kimlik

siyasetinin parçası olarak görmeyi

reddetmiştir. Ermeni ulusal kimliğinin

tıpkı yunan ulusal kimliğinin inşasında

olduğu gibi bir Türk karşıtlığı ve soykırım

teması temelinde inşa olduğunu

unutmamak gerekir.

Özetle Siyasal İslami kimlik bu saldırılar ve

gelecek olası saldırılar ışığında kendini

reel şiddet yoluyla kabul ettirmeye

çalışacağı anlaşılmaktadır. Bu olgu

Almanya dışındaki Irkçı hareketi de reakte

edeceği ve bir takım sokak olaylarını

tetikleyecektir. Bunun yanında Rus

Faşistlerinin, Sibirya’daki Türk Halklarına

karşı tepkilerine de sebep olabilecektir.

Geçtiğimiz yüzyıl sınıf siyasetini Keynezci

ekonomik politikaları ile sosyal hareketler

ve bilhassa Marksist muhalefeti

engellemeye başaran Avrupa, ortaya çıkan

bu kimlik siyaseti anomisini, nasıl bir

yöntemle ortadan kaldıracağı bu saldırı

sonucunda merak konusu olmaya

başlamıştır.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

24

ADLAR SORUNU Dilek AKILLIOĞLU

Maddesel ya da düşünce dünyasında insan

var olduğundan beri adlar vardır. Adlar

sorunu, konusu çocukta ise iç-dış

ikilemesinin zorluklarını içermeye

başladığında dikkat çekici olmuştur.

Çocuğun düşünme eylemi konuşmasıyla

gözlenmeye başlanmış, adların çocuklara

ne anlattığı tartışılmaya açık bir konu

haline gelmiştir.

Ad nesnelerin özüdür. Çocukta ‘ad’

kavramı açık bir biçimde bellidir;

“çağırmak için çağırmaya yarar.” İfadesini

taşır. Sözcük kelimesi için soyut dönem

gerekirken adlar çocuklar için nettir. 5-6

yaşındaki bir çocuk adları, nesnelerin

özelliği gibi görür. Ad olmadığında eşyalar,

nesneler, varlıklar var olmazdı fikrindedir.

Yani “Senin adın ne?” “Adın nereden

ortaya çıktı?” “Güneşin adı nereden ortaya

çıktı?” Gibi sorular karşısında (özellikle 6

yaşında olanların) güneşin var olduğundan

beri nesnesine uygun olacak şekilde

adlandırıldığını söyleyeceğini görürüz.

Adların nesnelerden kaynaklandığını,

sebep olduğunu belirtir, düşünürler. İsim

onlara göre nesnenin içindedir. Var olmayı

bir nevi adlarla ilişkilendirirler. En

azından 11 yaşına kadar devam eden

düşünce budur. Varlık ve adları

ayıramama ile ilgili Dr. Navilla’nin,

Piaget’in eserinde geçen aktarmış olduğu

gözlem ilginçtir; “Baba, Allah var mı? Diye

sorar küçük kız. Babası bundan pek emin

olmadığını söyler. O zaman küçük kız, şu

karşılığı vermiştir; ‘Olması gerekir, çünkü

adı var!’

5-6 yaşlarındaki çocuklar eşyaların ya da

tanrının adını sadece onlara bakarak

öğrendiğimizi söylerler. Adının ’ay’

olduğunu anlayabilmek için Ay’ı görmemiz

yeterlidir. Nesnesiyle ismi birlikte

doğmuştur. Adı varsa nesnesi de aynı

şekilde vardır. İsimlerin insanlarla ya da

tanrı ile alakası yoktur. Var oluşlarında ad

hep vardır. Tanrının işin içine girdiği yaş

7-8 yaş civarıdır. Bu yaş civarı daha erken

ise büyük ihtimal ile bir öğretme durumu

söz konusudur. Anne-baba veya üçüncü

şahıs Allah kaynağını çocuğa aşılamış

demektir. Bir çocuğu karşınıza alıp (5-6

yaşındaki) güneşin adının güneş olduğunu

nasıl anlaşılmıştır diye sorduğumuzda

çoğu onu gördüğümüzü, gördüğümüz için

adının güneş olduğunu söyleyecektir.

Piaget yaptığı gözlem ve söyleşilerde bunu

görmüştür. Bu sebeple çocukları bu konu

üzerinden üç düzeye ayırmıştır; 1. ve 2.

Düzeylerde çocuk ismin nesneden

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

25

geldiğini veya tanrıdan oluştuğunu söyler.

Çocuğun adın nerede sorusuna ‘kafamızda’

cevabını vermesi Piaget’in belirlediği

dönemlere göre 3. Düzeydir.

Nominal gerçeklikte birinci düzeyde(5-

6yaşında) olan bir çocuğun

canlandırmacılık unsurunu taşıdığına

dikkat çekilebilir. Durumlardan elde

edeceğimiz sonuçlarda sesler-adlar,

nesneleri bir görmekte, nesnenin ismini,

var olduğundan beri içinde taşıdığını

varsayıyor olması, onun adları-nesneleri

canlandırdığını bize kanıtlayabilir. Bunu

anlamak içinde eşyalar adlarının

bilincinde mi diye yöneltilen sorularda

değişken yanıtlar vermişlerdir. Ek

hatırlatma olarak bireysel farklılıklar

mutlaka ki değişkenliği gerektirir. Biz yaş

dönemlerinin çerçeve özelliklerini

incelediğimizde yukarıdaki gibi tema

çıkarabiliriz.

Canlandırmacılık ile ilgili dikkat çekici bir

ayrıntıda çocukların Piaget’in

deneylerinde ad üzerine sorularda adların

değişip değişmeyeceği fikrinde canlı

olanların isimleri değişebilirken

nesnelerin adlarının değişemeyeceğidir.

Güneş’e ay, Ay’a güneş denilmez. Ama

insan isimleri vs değişebilir mantığıdır.

Nesne ile düşünceyi karıştırma durumu,

adlar düşünceden çıkarken 5-6 yaşındaki

çocuk bunun adları vermenin nesne ile

alakalı olduğunu varsaymasıdır. Böyle

düşünür. Düşüncelerini nesnelere bağlar.

Adların karakterindeki keyifliği çocuklar

11 yaşında anca kavrayabilmektedirler.

3. Düzeydekilerin güneşin- ayın adı nerede

sorusunda ‘kafasında’, ayrı bir dünyada

gibi cevaplar verirler. Bu bize şunu

göstermektedir. Çocuk 10-11 yaşına

geldiğinde güneşin düşünen-canlı bir

varlık olduğunu hala varsayıyor olabilir.

Bu bakımdan İkinci düzey biraz denge

görevi üstlenmektedir. Çocuk birinci de

tamamen nesneye bağlıdır. İkinci düzeyde

tanrı kavramıyla birlikte yaratma ve

sonradan isim verme gün yüzüne çıkmaya

başlar. Nihayetinde de bu ikinci düzeydeki

karışıklık-denge sağlama işinden sonra

adlar kafada sesle birleştirilir. Adın

seslerle oluştuğunu öğrenmeye

başlamasına karşın inancından da pek

vazgeçmez istemez. Aslında bu inanç bir

anlamda biz büyükler tarafından kabul

edilebilir. Çünkü sesler, adlar karşıya

ulaşmak için havanın içinden geçerler.

Çocuklar pek de haksız değillerdir. İkinci

düzey birinci düzeyin mantıken fazlasıyla

ilerlediğini bize göstermektedir. Yine

ikinci düzeyde de görüldüğü gibi ad

nesneden geçer. Hiçbir şekilde doğrudan

doğruya ‘düşünceden gelmezler. Düşünce

gibi soyut bir durum ikinci düzeyin sonuna

doğru hatta üçüncü düzey bittikten sonra

genel kabul haline gelir.

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

26

Bununla ilgili bir deneyde çocuğa güneşin

adını düşündüğünde güneş nerede oluyor

diye sorulmuştur. Çocuk bir yerde diye

cevap vermiştir. Bunun üzerine kafada mı

diye sorulunca hayır demiştir. Bu hayır

yanıtının nedeni irdelendiğinde çocuğun

düşündüğümüz için kafada değil dediğini

göreceğiz. Düşünce ile nesne

karıştırılmıştır yani. Bu tarz soru ya da

gözlemlerde 5-7 yaşı arasındaki

çocukların yüzde olarak çoğu dirençli

cevaplar vermektedir. Fakat onun

kafasının karıştığı yerleri yakaladığınızda

bilincine girebilirsiniz. Dönemimin ne gibi

kabuller veyahut karşı çıktıkları olduğunu

anlarsınız. Soruların artmasıyla kafası

karışan ve şiddetlenen çocuk kurtarıcı

inanmadığı yanıtlarda söyleyebilir.

Söyleyecektir. Çocuğa isimle ve ismin

kökeni ile ilgili soruları çetrefilli şekilde

sormaya koyulursak her ne olursa olsun

belli süreden sonra çatışma yaşadıklarını

kanıtlayacak yanıtlar vereceklerdir. Çünkü

yanıtları öğrenme değil sadece maddesel

görmedir. Bir nesne konusunda

bildiklerini çizerler, gördüklerini değil. Bu

durumlar çocuğa özgü düşüncenin bazı

taraflarını bize gösterir. Yani çocuğa göre

güneşin adı ‘kendiliğinden’ ortaya

çıkmıştır. Eşya özelliğini hep taşır

fikrindedir.

Bizim için hedef, çocuk tasarımının yerli

yerinde olmasını sağlamak olmalıdır.

Yukarıdan çıkardığımız sonuç, çocuğun

düşüncesinin tam karakterin oluştuğu

çağda maddesel olduğunu,

sosyalleşmesine, dış dünyayı nüfuz

etmesine bağlı olarak değiştiğini kanıtlar.

Nesne ve isim ilişkisini incelemek çocuğun

bu kabule nasıl vardığını anlamak ve

bağlantıları nasıl ayırdığını gözlemlemek,

sonuçlar çıkarmak bakımından faydalıdır.

Aslında herkesin kendi gibi düşündüğüne

inanan bir varlıktır çocuk. Bu sebeple

durup dururken düşüncelerini söylemez.

Adları maddeden ayırmaya başlaması

düşünceyi madde dışı kavram olarak

algılaması demektir. O yavaş yavaş

geçirdiği dönemdeki varsayımlarının

farkına vararak aşar. Ona soru sorulması

gerekir ki denge- karmaşa çağından ileriye

iz sürsün. Tek bir kabul aşılanmasın.

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

27

İHMALE UĞRAMIŞ BİR MEVZU Aslıhan KAYA

Yunan ve Latin mitolojilerinin moda

olduğu ve hatta fakültelerde zorla

öğretildiği şu günlerde Türk mitolojisinin

varlığını unutmamak gerekir. Türk

kültürünün fakir olduğunu iddia edenlere

bunun yanlış olduğunun gösterilmesi

gerekirken, tembel zihniyetler tarafından

kendi haline bırakılmış Türk kültürünü

hak ettiği değere kavuşturmak için

yapılması gereken, Türk mitolojisinin gün

yüzüne çıkarılması ve halkça tutulmasının

(popülaritesinin) artırılmasıdır. Bu amaçla

ele alınmış olan bu yazı şahsi

yönelimlerimi ve gelecek planlarımı açık

ederken kendime meslektaş aradığımın da

bir beyannamesi niteliğindedir.

Konuya mitolojinin kısa bir tarifini

yaparak başlamak doğru olacaktır. Aslında

mitoloji sözü belirli bir kavime ait

efsaneleri inceleyen bir ilim dalı olarak

nitelendirilmişse de günümüzde bu tanım

“diğer kavimlerin de efsane ve inançlarıyla

karşılaştırılmalı olarak incelenmesi”

ibaresiyle uzatılmıştır. Eski Yunanlılar

masala mit derlerdi. Mitoloji buradan

çıkmıştır. Fakat mitoloji bir kavme ait tek

bir efsane ya da masalı değil; bütün efsane

ve inanışları ele alarak sonuca varmak

isteyen bir ilimdir. Bunu yaparken başka

kavimlerin efsane ve inanışlarıyla da

karşılaştırmalar yapar.

Türkler ve mitolojileri konusunda ise

yanılgıların sebeplerinden biri

“Savaşçılık“ olgusudur. Öyle ki Türk

milletinin başarılarını yalnızca kılıcının

kuvvetine bağlamak doğru değildir. Her

Türk ailesinde tamamen gerçekliğe uzanan

geniş bir tabiat bilgisi vardır. Çünkü

Türkler tabiat içinde doğmuş, tabiat içinde

yaşamış ve tabiatı yenmeye çalışmışlardır.

Bunun için de bilgileri gerçektir ve gerçeğe

dayanıyordur. Tabiat düzenine göre bir

mantık vardır ve hisleri, düşüncesi tabiata

dayanıyordur ve bundan dolayı da tam

anlamıyla gerçektir. Yine gerçek yönleriyle

tanıdığı tabiat olaylarına bir kişilik verip

onlarla beraber yaşamayı da ihmal

etmeyen Türklerde hayaller ve hisler

madde ile birleşiyor ve böylece de bir

mitoloji doğuyordu

Türk mitolojisi Türk kültürünün meydana

gelişinin temel nedenidir. Bir başka

ifadeyle; eğer bugün yüzlerce yıllık

zamandan sonra dahi ve Saka elinden

Türkmeneli’ne Kosova’dan Balkanlı Türk

topluluklarına kadar uzanan son derece

geniş bir coğrafyada mekân ayrılıklarına

rağmen 200 milyonu aşkın bir insan

topluluğu kendilerini Türk üst kimliği ile

ifade ediyor ve yaratıp yaşattıklarını “Türk

Dünyası” olarak adlandırılıyorsa bu en

azında 10.000 yıllık bir geçmişten gelen

Türk mitolojisinin bir sonucudur.

Türk mitolojisi Türk millet şuurunun bir

aynası gibidir. Aynı zamanda mitoloji bir

milletin fikir ve düşünce tarihidir. Mitoloji

zafer ve acıların hatıra defteri gibidir.

Mitolojide tarih yoktur. Kahramanlar

mukaddesliğe ve yarı tanrılığa

bürünmüşlerdir. Onlar da yaşamışlardır.

Ama ne zaman? “Oğuz Han gibi beş bin

sene önce mi? Önemli olan budur: bir

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

28

milletin beş bin senelik tarihine inanması

ve sahip çıkması. Türk mitolojisi Türk

ailesi Türk cemiyet düzeni ile Türk

Ahlak ve adetlerinin bir aynası gibidir.

Türk mitolojisi diğer Dünya

mitolojilerinde olduğu gibi ölü fikir ve

düşüncelerden meydana gelmemiştir.

Türk mitolojisi bir hayat yoludur.

Cemiyeti düzenleyen ve güden, canlı

düşüncelerin bir toplamıdır.

“Yakın zamanda yapılan araştırmalar

gösteriyor ki; biz Türkler hangi dine

girersek girelim bizi biz kılan ve bize Türk

kimliğini veren temel unsur olan mitolojik

dünya görüşümüzü tamamen

reddetmediğimiz gibi onu yeni girdiğimiz

dinlerin yok edici tesirinden de korumuş

ve bu sayede de devletimizin olmadığı

veya devletimizin kabul edilen dinlerin

son derece ağır tesirleri altında bulunduğu

durumlarda da özümüzü milliyetimizi ve

kendimizi ifade ettiğimiz dilimizi ve

dolayısıyla Türklüğümüzü koruyabilmişiz.

“ [Çobanoğlu; 2005]

Bu bağlamda mitoloji unsurları arasında

en önemlilerin varlıklar kişilikler

olduklarını varsayarak bahsolunması

gereken konuların Türk mitolojik

varlıklarının önde gelenleri olmaları

gerektiğini düşündüm. Türkler ‘in

mitolojisinin tahlili yapılırken onun diğer

mitoloji sistemlerinden ayırmamak

gerekiyor. Çünkü her ne kadar farklılıklar

olsa da benzerlikler de azımsanamayacak

kadar çok. Başka halkların dini mitoloji

sisteminde olduğu gibi Türk Mitolojisinde

de Tanrılar düşüncesi hâkim.

Türk mitolojisinde gökyüzü 17 kattır ve en

üstte Kayra(KARA) Han oturur ve

dünyanın talihini belirler. Kimi kaynaklara

göre gökyüzünün 17. katında kimine göre

ise 17 yolun kesiştiği yerde yaşar. Diğer

tanrılar ondan yaranmıştır ve Kayra

Han’ın diktiği dokuz dallı “Uluğ Kayın”

ağacı yerle göğü birbirine bağlar. Dokuz

ırkın atalarının bu ağaçtan türediğine

inanılır.

Bir diğer kaynağa göre Şamanizm dünya

görüşüyle yaşayan Altay Türklerinin

mitolojik inançlarında “Kaargan” (Kağır

gan) adındaki varlık Ülgen’le Erlik

arasında Tanrı’nın müjdeciliğini yapar.

Kışı gökyüzünde, yazı yeryüzünde geçirir.

Değişik renklerde yıldırımlar çaktırır.

Yıldırımlar kimin kafasına düşerse o kişi

şaman olur. Yine Altay Türklerinin

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

29

“Tengri Kayrakan” dedikleri varlık ulu

Tanrıdır ve Yaratılış destanında “Tanrı

Karahan” denilen yaratıcı Tanrı’nın

kendisi olabilir. Dualarda izine rastlanılan

motiflerdendir: “ Tanrı’mın kayını!.. Gök

Börü erenim Kayra Han!.. Boz kurdum!..”

Ağayar Mehmedoğlu’ na göre Kara

Han’dan türeyen 3 Tanrıdan biri de

“Ülgen’dir. Gökyüzün 16.katında altın

tahtta oturur. İki oğlu vardır. Birincisinin

adı “Mayene”dir. İkincisi ise insanların

koruyucusudur. Onların her ikisi de

gökyüzünün 3.katında otururlar.

Celal Beydili’ye göre ise Ülgen en ulu

ruhlardandır ve ışıklı ruhların lideridir.

Altay şamanları bilincin kavrayamadığı

kadar yüksekte olan ulu Tanrı’ya kıyasla,

Ülgen’i bir alt basamakta duran ve

algılanabilir bir varlık olarak görürler ki

dualarında bile adı yer ve su ruhlarından

sonra anılır. Bu bakımdan, Eski Türklerde

Tanrı’nın yerini Ülgen’in tuttuğuna dair bir

inanış yanlıştır. Altaylar “Ayaz Kaan”

olarak adlandırdıkları Ülgen’i bazen üç

başlıklı bazense aksakallı bir ihtiyar olarak

tasvir ederler. Başka bir metinde ise

dünyayı kaplayan sel baskınında iman

getirerek kurtulan 7 kardeşten biridir.

Moğol ve Türk halkları için ortak mitolojik

inanışın izlerini taşıyan bu motif, yer

kültünün gerçek göstergesi olan dağa

tapınma ile alakalıdır ve eski Türklerde

“dağ” yaşamın güç kaynağı ve merkezidir.

Ülgen o dağın içinde Altın sarayının altın

tahtında oturur. Türklere ateşi getirdiği

inanışı yaygındır. Türkologların birçoğu

O’nun Eski Türk inanışının bir ürünü

olmayıp, daha sonraları Buryat

mitolojisinden alındığını söyler. Bunun

nedeni Eski Türk yazılı metinlerinde

adının geçmeyişidir ve doğrulanmış

fikirlerdendir.

Türk mitolojisinin bir diğer önemli unsuru

Erlik Han’dır. Altay mitolojisinde sıklıkla

rastladığımız motiflerdendir. İlk insan

olarak bilinen, başlarda Ülgen’in dostu,

kardeşi hatta direk Ülgen’den yarandığı

söylenen Erlik aynı anda ilk şaman

sayılmaktaydı. İyi başlangıcı temsil eden

Ülgen’in yanında “kötü başlangıcı” temsil

ederdi. Göklerde yaşarken yere daha

sonraları da yeraltına gönderildiği

yorumları yapılmıştır.

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

30

“Erlik” Buryatça’da “kan içen” anlamına

gelir. Sözlüklerde bazen adına “yeraltı

saltanatının hâkimi” anlamıyla, bazen de

“Yerlik Ayna” adıyla rastlanan bu varlık

Sümer’deki “Yereşkigal” a karşılık geldiği

söylenir. Yereşkigal yeraltı dünyasının

ağasıdır. Sarı Uygurlarda da “Erlik-Yerlik”

adı genelde ölü saltanatı, hayat

değiştirenlerin yurdu anlamına gelir.

Ölülerin kaldıkları yerin ağasıdır; Hades

gibi…

İnanışa göre Ölüm Meleği, Cehennem

Ruhu, yer altı saltanatı hakimi Erlik Han

yeraltı dünyasındaki ırmağın kenarında,

yüksek bir dağın eteğinde, kırk köşeli taş

bir evde yaşar. Bazen bir ihtiyar

görünümünde tasarlanır. Çelik mızrak

şeklinde bir tılsımı olduğuna inanılır ve bu

mızrak herhangi bir ölümlünün eline

geçerse o insan bu tılsım yardımıyla tüm

düşmanlarının üstesinden gelebilir. Göz

kapakları bir karış, yüzü kan gibi kırmızı,

saçları dimdiktir. Bazı efsanelere göre

elinde yeşil demirden bir kılıç ve insan

kemiklerinden yapılma bir asa taşır. Bir

şey içmek için insan kafatası kullanır.

Bedenini baştan aşağıya yılanlar sarmıştır.

Bir yerden başka bir yere giderken domuz

boynuzlu öküzünü binek olarak kullanır.

Buyruğunda “Kara Nine” denen kötü

ruhlar yaşar. Altaylara göre, en büyük

felaketler en ağır hastalıklar onun adıyla

başlar. Hatta Erlik hakkın düşünen ve

konuşan kimselere saracağına inanılır. Bu

nedenle Erlik’e dair bir put olmadığı gibi

onun görünüşünü tasvir etmek de yasaktı.

Bir diğer önemli unsur Umay (Umay

Ana)dır. Artım kavramıyla ilgili bir ruh

daha doğrusu evliya olarak nitelendirilen

Umay’a Türk halklarında Humay olarak

rastlanır. Geleneksel olarak “ilahe”

denmişse de “Ana” “Evliya” “Melek” diye

adlandırılması doğru görülmüştür. Tanrıça

sayılması ise ölçütler bakımından sadece

belirli koşullarda mümkün olabilir. Sibirya

ve merkezi Asya Türklerinin bazı

Arkeolojik ve Etnografik bazı

materyallerinden anlaşıldığı üzere Umay

Ana hem beyaz saçlı ve beyaz giyimli

olarak insanbiçimci görüntü sergiler hem

kuş kılığında hem de bu iki varlığın

birleşiminden oluşan “Kanatlı Kadın”

(Melek) görüntüsünü verir. Altay Türkleri

onu göklerden gökkuşağı boyunca yere

inen ve elindeki yay ile çocukları koruyan

güzel yüzlü bir kadın olarak düşünürler.

Bir diğer adı “Ayıısıt”dır ve bu kelime

çocukların koruyucu ruhu olarak bilinen

çocuğa can veren ve yeni doğum yapmış

kadının yardımına gelen kadın

anlamlarında kullanılır.

Azerbaycan’daki “Humay kayası” bu

inanışın izlerini taşır. Efsaneye göre

Humay adındaki kısır bir kadın başını bu

kayaya koyarak uyur ve ondan sonra

çocuğu olur. Bu inanış hala yaşamaktadır.

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

31

Aynı zamanda Kırgızların gözünde Umay

bütün kadınların piri tüm el işlerinin

koruyucusu sayılırdı. Öyle ki Kırgız

kadınları bir el işine başlayacaklarında

“Benim elim değil Umay ananın elidir.”

Diyerek başlarlar. Umay adında bir

süsüleme motifleri bile vardır. Hayırsever

ruh olan Umay’ın Altay Türklerindeki

insanbiçimci görüntüsü eskiden düğünlere

gidildiği zaman takılan kolyelerin üzerini

de süslemiştir.

Osmanlı Türkleri zamanında da devlet

kuşunun adı “Hümay kuşu”dur. Osmanlı

Tarihinden bilinen “Hümayun” da Umay

ile alakalıdır çünkü egemenliğin gökten

geldiğine ve tanrı vergisi olduğuna dair

eski inanışların izlerini taşır.

Bizim biraz uzunca da olsa birkaç

cümleyle ifade ettiğimiz bu gerçekler Türk

Mitolojisinin bir girişidir. Dahası Türk

mitolojisi meselesi açıkça görülüyor ki bir

ulus olarak yeryüzünde vücut bulma yer

tutma ve var olma mücadelesinden başka

bir şey değildir. Hem de Atatürk’ün

“kendimiz olarak ve kendimiz kalarak

aydınlaşma çağdaşlaşma ve insanlık

ufkundan bir güneş gibi doğarak

yarının dünyasını aydınlatma” hedefini

gösterdiği Türk ulusunun hiçbir zaman

vazgeçemeyeceği temel bir kaynak olarak

karşımızda durmaktadır.

Böylesi zengin bir kültürünün

çocuklarıyken bu kültür ve mitolojiden

bihaber yaşıyor olmamız nedendir?

Zeus’un kılıcı deyince 5 yaşındaki

çocuktan dahi aldığımız onaylama sesini

Bay Ülgen dediğimizde aklıselim, yaşı

yerinde insanlardan neden alamıyoruz? Bu

konuyu başlık yaparak yayınlanan kitap

sayısı sadece üç de ondan. Türk

mitolojisine dair kurduğumuz iri iri

cümlelere rağmen kitap çapında sadece üç

çalışma… Rahmetli Bahaeddin Ögel ve

Murat Uraz’ın çalışmalarına son yıllarda

Yaşar Çoruhlu da katıldı; o kadar. Bu

zamana kadar aksatılmış bu büyük görev

acaba bizim toplumumuzun hayatında

nelere mal oldu? Yozlaşmışlığımız biraz da

buradan kaynaklanmış olabilir mi?

Bu ihmal ve kendi kültürümüze olan

ilgisizliğimiz affedilemez ama zamanının

geçtiğine inanıp da her şeyi bırakalım mı?

Hayır, mitoloji bir milletin düşüncesidir.

Türk mitolojisi çok zengindir çeşitlidir ve

kaynakları çok eskilere dayanır. Zararın

neresinden dönülürse kardır anlayışıyla

yüz yılların ihmalini kısa sürede

kapatabiliriz.

KAYNAKÇA

-ÖGEL Bahaeddin, “Türk Mitolojisi”, Milli Eğitim

Basım Evi, Birinci Baskı, İstanbul, 1971

- BEYDİLİ Celal, “ Türk Mitolojisi Ansiklopedik

Sözlük”, Yurt Kitap-Yayın,Ankara, 2005

-ŞÜKÜROV Ağayar Metmetoğlu, “ Türk Mitolojisi”,

Uluslararası Dördüncü Türk Kültürü Kongresi

Bildirileri, Syf 487-493, AKM Yayınları,

Ankara,2000

-URAZ Murat, “Türk Mitolojisi”, Hera Yayınları,

İstanbul, 2001

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

32

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 36 - Ocak 2015

GENCAY

millikanal.com