36

Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 4 Sayı 40 - Mayıs 2015

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

TÜRK DİLİ HANGİ DİL AİLESİNE MENSUPTUR / Nami Cem İYİGÜN

MÜZMİN MUHALİF / Ragıp REİS

BÜYÜKLER VE KÜÇÜKLER / Dilek AKILLIOĞLU

TURANSIZ TURANCILAR / Mahmut Esad KIRAÇ

KUYUDAN ADAM ÇIKARMA - İNÖNÜ BAYAR GÖRÜŞMESİ / Çağhan SARI

BİR MAYIS DEĞERLENDİRMESİ / Sertaç EKEMEN

TÜRK DÜNYASININ ENTEGRASYONUNDA DİLİN ROLÜ / Ahmet Bican ERCİLASUN

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

1

TÜRK DİLİ HANGİ DİL AİLESİNE

MENSUPTUR?

Nami Cem İYİGÜN

Tarih öncesi devirlerden beri var olan ve

ana iskeletini korumak kaydıyla 21.

yüzyıla ulaşabilen az sayıdaki dilden biri

konumunda bulunan Türkçe, uzun

geçmişte olduğu gibi günümüzde de Kuzey

Buz Denizi’nden Hindistan’a ve Çin’den

Avrupa içlerine uzanan yaklaşık on iki

milyon kilometrekarelik coğrafya

üzerindeki en geçerli dildir. Sibirya’da

orman avcılığı yapan bir Yakut ile

bozkırlarda hayvan yetiştiriciliği yapan bir

Kırgız, Altaylı bir şaman ile Azerbaycanlı

bir imam ya da milat öncesine ait bir Hun

savaşçısı ile 16. yüzyılda Avrupa’da

savaşan bir Osmanlı paşası arasında ortak

olan ve onları aynı kültürün çocukları

kılan yegâne şey Türkçe’dir.

Türkçe’nin hangi dil veya dillerle akraba

olabileceği meselesi, bilim adamlarını çok

uzun zamandır meşgul eden konulardan

bir tanesidir. Son iki yüz yıllık süreçte

Türkçe’nin hiçbir dille akrabalığı

bulunmadığı ve kendi başına bir dil ailesi

teşkil ettiği görüşünden Sümerce,

Etrüskçe, Kızılderili ve Hint-Avrupa dilleri

ile akraba olduğu ve daha da abartılı

olarak bütün dünya dillerinin Türk

dilinden köken aldığı görüşlerine

varıncaya dek pek çok farklı görüş ileri

sürülmüştür. Bunların en çok rağbet gören

ve üzerinde durulanı ise Türkçe’yi Ural-

Altay üst ailesi ve Altay alt ailesi içerisinde

sınıflandıran yaklaşım biçimi olmuştur.

Ural-Altay Dil Ailesi Teorisi

“Ural-Altay dilleri” tabiri Macarca, Fince,

Estonca, Türkçe, Moğolca, Tunguzca ve

başka birkaç dili daha içine alan dil

ailesinin genel adı olarak kullanılmaktadır.

Günümüz dilbilimcilerinin büyük

bölümünce reddedilen Ural-Altay dil

birliği görüşü, karşılaştırmalı dil

incelemelerinin gelişmeye başladığı 18.

yüzyıl ortalarında tartışmaya açılmış ve

popülaritesini bir müddet muhafaza

etmeyi başarmıştır. Sibirya bölgesinde

konuşulan Türk, Fin, Moğol ve Tunguz

lehçeleri arasında tespit ettiği zamir ve

şahıs eki benzerliklerine dayanarak Ural-

Altay dillerinin aynı ana dilden geldiği

yönünde görüş dillendiren ilk kişi İsveçli

bilimci Johan von Strahlenberg’tir.

Bölgedeki tüm halkları “Tatar” olarak

adlandıran Strahlenberg, bunları Fin-Ugor,

Türk-Tatar, Moğol-Mançu, Samoyed,

Tunguz ve Karadeniz-Hazar olmak üzere

altı bölüme ayırmıştı. Strahlenberg ve

onun fikirlerini takip eden diğer

araştırmacılara göre başlangıçta tek bir dil

olan Ural-Altayca, M.Ö. 10.000’lerde Uralca

ve Altayca olmak üzere iki farklı dile, Altay

dil birlikteliği M.Ö. 6000 civarında Türk-

Moğolca ve Tunguz-Mançuca olarak iki

dile ve nihayet Türk-Moğol ortak dili de

M.Ö. 4000’e doğru Türkçe ve Moğolca

şeklinde iki dile bölünmüş olmalı idi.

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

2

Eski araştırıcıları Ural ve Altay dillerinin

aynı ana dilden kaynaklandıkları görüşüne

iten temel benzerlikler arasında ses

uyumu, gramatikal cinsiyetin

(erillik/dişillik) mevcut olmaması, kelime

yapım ve çekimlerinin eklerle sağlanması,

isimlerin çekiminde iyelik eklerinin

kullanılışı, eylem biçimlerinin zenginliği,

öneklerin yokluğu, soneklerin varlığı, söz

diziminde tamlayanın tamlanandan önce

gelmesi, sayı sıfatlarından sonraki ad

öğesinin çokluk eki almaması,

karşılaştırmalarda üstünlük derecesinin

ayrılma durumunun “-den/-dan” eki ile

ifade edilişi, ek eylem olarak “sahip olmak”

kalıbı yerine “olmak” fiilinin kullanılması,

olumsuzluğu gösteren özel eylemlerin

bulunması, soruların ekle yapılması ve

cümle bağlayıcısı olarak eylem

biçimlerinin kullanılması gibi bir dizi

karakteristikten bahsedilebilmektedir.

Ural ve Altay dilleri arasında bazı düzenli

ses denklikleri bulunduğunu kanıtlamaya

yönelik etimoloji çalışmaları da yapılmış

ve bu dillerin sözcük haznelerinde

yüzlerce eşdeğer sözcük tespit edilmiştir.

Fakat Ural-Altay dilleri arasındaki

benzerliklerin birçok tarihi tabakası oluşu

hemen dikkati çekmektedir. Ayrıca

nesilden nesile değişmeden intikal etmesi

beklenen en temel bazı anlamlar (mesela

sayı adları ve zaman terimleri) ile yaygın

fiil, nesne ve kavramları karşılayan

sözcüklerin (almak-vermek, iyi-kötü gibi)

tam olarak ayrı oldukları da belirlenmiştir.

İşte bu sebeplerden ötürü Ural-Altay

köken birliği fikri eskiden olduğu kadar

ateşli bir biçimde savunulmamakta ve söz

konusu yakınsamanın halkların henüz

oluşum safhasındaki yahut ondan sonraki

sıkı temasları yoluyla meydana gelmiş

olabileceği düşünülmektedir. Nitekim

dillerin birbirlerine benzeme nedeninin

illa ortak bir ata dilden gelmeleri değil,

komşu bölgelerde konuşulmaları da

olabileceği ve komşu dillerin her birinin

kademeli olarak komşusuna benzediği bir

birleşme zinciri kurarak devasa

coğrafyaları kaplayan çeşitli dil grupları

meydana getirebilecekleri bilinmektedir.

Bu bağlamda tüm Ural-Altay dillerinin

hem konuşmacı sayısı ve hem de coğrafi

dağılım açısından en yaygın kolunu

oluşturan Türkçe’nin iki büyük dil öbeği

arasında bir taşıyıcı köprü vazifesi görmüş

olması ihtimal dâhilindedir.

Altay Dil Ailesi Teorisi

“Altay dilleri” tabiri yaygın görüşe göre

Türkçe, Moğolca ve Tunguzca’yı; daha az

savunulan bir diğer görüşe göre de Türkçe,

Moğolca, Tunguzca, Korece ve Japonca’yı

içine alan dil ailesinin genel adı olarak

kullanılmaktadır. Ural ve Altay dillerinin

akraba diller oldukları tezini çürütüp Altay

dillerinin ayrı bir dil grubu teşkil ettiğini

ispatlayan ünlü Finlandiyalı Türkolog

Gustav John Ramstedt’in ilham kaynağı,

19. yüzyılın önemli dilbilimcilerinden

Wilhelm Schott’un Çuvaşça konusunda

yaptığı bir araştırma olmuştur. Bilindiği

üzere iki dilin birbiriyle ilişkili olduğunu

ispatlayabilmenin yolu, her iki dilde de

kurallı olarak işleyen ses denkliklerinin

bulunmasından geçer. İşte Alman araştırıcı

Schott, Çuvaşça’nın bir Türk dili/lehçesi

olduğunu “z~r” ve ş~l” ses denkliklerini

ortaya çıkartarak ispat etmiştir. Altay dil

ailesi teorisinin kurucusu sayılan

Ramstedt ise, Schott’un ortaya koyduğu

Genel Türkçe-Çuvaşça ses denkliklerinden

yola çıkarak Moğolca ile Türkçe arasında

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

3

da aynı ses denkliklerinin mevcut

olabileceğini düşünecek ve yaptığı

tetkikler sonucu düşüncesini

kanıtlayacaktır.

Altay dillerinin yapısal manada birbirine

çok benzeyen diller oldukları ve o

bakımdan bir dil grubu oluşturdukları

görüşü genel kabul görmekle beraber, bu

dillerin aynı kökten türemiş akraba diller

oldukları ve aralarında dilbilimsel bir

genetik bulunduğu tezinin pek kabul

gördüğü söylenemez. Hatta Sir Gerard

Clauson ve Gerhard Doerfer gibi akrabalık

fikrini tümüyle reddeden bazı Avrupalı

Türkolog ve Mongolistler, Altay dilleri

arasındaki mevcut benzerliklerin 13.

yüzyıl öncesinde Türkçe’den Moğolca ve

Tunguzca’ya geçen alıntılar olduğunu

düşünürler. Diğer bir yorum, Türkçe’ye en

yakın gözüken Altay dili olan Moğolca’nın

doğrudan doğruya karma bir dil olduğu ve

Tunguzca’nın da Moğolca’dan etkilenerek

Türkçe’ye benzediği yönündedir. Karma

diller genellikle iki dilin karışmasından

oluşmakta ve başlangıç safhasında melez

olan bu diller ilk nesillerin çocuklarında

birer tabii dil halini almaktadır. Karma

dillerin iki katmanı olup, yerlilerin kadim

dili (Moğolların en eski atalarının dili) alt

katmanı ve onun üstüne gelen dil

(Türkçe’ye ait gramer unsurları, kelimeler,

ekler) üst katmanı teşkil etmektedir.

Melezlik fikrini paylaşan araştırmacılar,

Türklerle uzun süre bir arada yaşayan

Moğolların dilinin de bilinen yazılı

metinlerinden çok önce Türkçe ile

etkileşerek karma bir dil şekline

büründüğü ve tarihi metinleriyle birlikte

bugün Moğolca olarak bildiğimiz karma

dilin ortaya çıkışından çok daha önce

Moğolların atalarının Türkçe ile akraba

olmayan (büyük olasılıkla erken Kore-

Japon dili ile bağlantısı bulunan) başka bir

dil konuştuklarını savunmaktadırlar.

Hakikaten gerçek bir dil ailesinin

davranması gerekenin tam tersine Altay

dillerinin geriye doğru gidildikçe

birbirlerinden uzaklaştıkları ve günümüze

doğru gelindikçe birbirlerine yaklaştıkları

gözlenmektedir. Bu açıdan Altay dil ailesi

teorisi de tıpkı Ural-Altay dil ailesi teorisi

gibi köken birliği kanıtlanmış bir aileyi

ifade etmekten çok jeokültürel bir olguya

işaret etmekte ve tarihte birbirleriyle

ilişkide bulunmuş bir grup dil cemaati ile

ilgili çalışma hipotezi olarak öne

çıkmaktadır. Tabii her bilim dalında

olduğu gibi dilcilikte de tasnif işinin büyük

araştırma kolaylığı sağladığı göz önünde

tutulduğunda Türkçe’nin dünya dilleri

içerisinde belli bir dil ailesi altında

mütalaa edilmesi gerekecektir ve şu

durumda Altay adıyla kurgulanan dil ailesi

hala en makul seçenektir.

Altay Dillerinin En Belirgin Ortak

Özellikleri

Altay dilleri, aralarındaki önemli ses

denkliklerinin yanı sıra birçok ortak

özelliğe de sahip bulunmaktadır. Bu

dillerin hepsinde ses uyumları vardır. Bir

kelimedeki ünlüler ile kalın ve ince

varyantları da bulunan “g”,”k”,”l” gibi

sesler daima ya kalın ya da incedirler (el-

ler-im-den; kol-lar-ım-dan). Tunguz-

Mançu dillerinde kimi kalın ve ince ünlü

çiftlerinin kaynaşması sonucu kelime

köklerinde kalınlık-incelik uyumu

bozulmuş ve fakat eklerdeki uyum

korunmuştur (biya–bıyaga). Dudak uyumu

Türkçe ve Moğolca’ya mahsus olup,

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

4

sonradan gelişen bir özelliktir. Türkçe bir

kelimede dar bir ünlü kendinden önce

gelen hecedeki ünlüyle düzlük-yuvarlaklık

bakımından uyumludur (ev-in; göl-ün).

Keza Moğolca’da da geniş ünlülü bir

heceden sonra yine geniş bir ünlü

gelmektedir (ger-es; noyon-ös).

Altay dilleri bitişken/eklemeli diller

grubuna girerler. Bu dillerde yeni

kelimeler kelime köklerine ek getirmek

suretiyle türetilmekte ve birkaç ek arka

arkaya gelebilmektedir. Cümlenin öğeleri

arasındaki dilbilgisel ilişkiler de ekler

yardımıyla gösterilir (ev-in kapı-sı). Bir

ekin çoğunlukla tek bir anlamı veya işlevi

bulunur ve birleşme yerleri açıktır.

Arapça’daki gibi ek sınırlarının tespitini

zorlaştıran kaynaşmalar yoktur. Altay

dillerinde öteki eklemeli dillerden de farklı

olarak kelime önüne veya içine eklenen

önek ve içekler bulunmamakta, yalnızca

sonekler kullanılmaktadır. Sözcük

sonlarına eklerin muntazam bir dizi

halinde ilavesi ile gelişen söz üretimi,

genellikle tek heceli ve basit yapılı olan

köklerden birçok sözcük yaratılabilmesi

(göz > gözlük > gözlükçü > gözlükçülük),

başka dillere kolay kolay çevrilemeyecek

kompleks eylem sözcükleri türetilebilmesi

(düşüvereyazdım) ve tek sözcüklü

tümceler oluşturulabilmesine

(Türkleştiremediklerimizdensiniz) imkan

verir. Altay dillerinde söz dizimi, diğer

deyişle normal bir cümledeki unsurların

sıralanışı özne–nesne–yüklem şeklindedir.

Tamlamalarda tamlayan tamlanandan

önce gelir. Sıfat tamlamalarında tamlayan

ile tamlanan arasında hal, cinsiyet ve sayı

bakımından bir uyum bulunmaz. Çokluk

bildiren sayılardan sonra gelen isimler

çokluk eki almaz. Ayraç ve bağlaç

zenginliği, yan cümlelerin ana cümleye

kolay bağlanış ve ana cümleden kolay

ayrılışını sağlar. Başka bir sözcükle ilişkili

olan her sözcüğün tümce içinde söz

konusu sözcükten önce yer alması,

birbirlerine bağlı sözcük kümelerinin sıra

bakımından tek sözcük gibi ele alınması,

ad ve fiil çekimlerinin tek bir kipinin

bulunması ve dilbilgisi istisnalarına hemen

hiç rastlanmaması Altay dillerinin kuralcı

diller olduğunu kanıtlar. Listeye başka

dillerde konuşmaya başladıktan sonra ve

hatıra geldikçe yeni fikirler

karıştırılmasına yarayan birtakım cümle

içi bağlantı ekleri benzerlerinin Altay

dillerinde yer almamış olması da ilave

edilebilir ki, bu da Altay dillerinde doğru

bir cümle söyleyebilmek için konuşmadan

önce iyi düşünmek gerektiğini ihtar eden

bir tür disiplin belgesidir.

Kaynakça:

Clauson (S.G.), “The Case Against the Altaic-Theory”,

CAJ2, 1956

Doerfer (G.), “Temel Sözcükler ve Altay Dilleri

Sorunu”, TDK Belleten, 1980-1981

Ercilasun (A.B.), “Türkçenin En Eski Komşuları”, Dil-

Destan-Tarih-Edebiyat, Akçağ Yayınları, 2007

Kafesoğlu (İ.), “Türk Milli Kültürü”, Ötüken Neşriyat,

1997

Kolcu ve Diğerleri, “Türk Dili”, Umuttepe Yayınları,

2010

Ramstedt (G.J.), “Über die Zahlwörter der Altaischen

Sprachen”, 1905

Roux (J.P.), “Türklerin Tarihi-Pasifik’ten Akdeniz’e

2000 Yıl”, Kabalcı Yayınevi, 2007

Schott (W.), “Versuch Über Tatarischen Sprachen”,

1836

Strahlenberg (P.J.V.), “Das Nurd und Östliche Theil

von Europa und Asia”, 1730

Toman (H.T.), “Konuşan Türkçe”, Kent Kitap, 2010

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

5

MÜZMİN MUHALİF: OSMAN

BÖLÜKBAŞI VE BİZE ANLATTIKLARI Ragıp REİS

Türkiye’nin demokrasi macerası aşağı-

yukarı 70 yıllık bir geçmişe dayanıyor. 27

yıllık tek parti iktidarının ardından 1950

yılında ‘’Beyaz İhtilâl’’ diye adlandırılan

seçimle birlikte Demokrat Parti’nin

iktidarı devralması, demokrasi tarihimizde

bir dönüm noktası oluşturuyor ve sessiz

milyonlar ilk defa yönetimde ‘’Ben de

varım!’’ diyor. İşte yazımıza konu olan

şahsiyetin siyaset macerası da aşağı-

yukarı bu devre denk düşüyor. Kimdir

Osman Bölükbaşı? Kıymet-i harbiyesi

nedir? Evvelâ kendisinden kısaca

bahsedelim, ardından da 7 Haziran

seçimlerine kısa bir süre kala Osman

Bölükbaşı’nın bize hatırlattıklarını

anlatalım.

Osman Bölükbaşı, 1911 yılında Kayseri’nin

Mucur ilçesine bağlı Hasanlar köyünde

dünyaya geldi. Burası tipik bir Orta

Anadolu köyüydü. Babası Hacı Ahmet Ağa,

bölgede sevilen bir insandı. Mustafa Kemal

Paşa’nın Milli Mücadele hakkında halkı

aydınlatmak için her ilden çağırdığı

temsilciler arasında Kırşehir’i temsilen

bulunanlar arasındaydı. Annesini çok

küçük yaşta kaybeden Bölükbaşı, babasını

da 23 Mayıs 1950’de, Meclise girip yemin

ettiği sırada kaybetti. Babası onu önce

İstanbul’a, sonra da Fransa’ya okumaya

göndermiş, yokluğun bir hançer gibi

milletin bağrına saplandığı bir devirde

oğlundan hiçbir şeyi esirgememişti.

Bölükbaşı Fransa’da, Nancy Üniversitesi

Fen Fakültesi Matematik ve Fizik

bölümünden mezun oldu. Yurda

döndükten sonra Kandilli Rasathanesi

müdürü Fatin Gökmen’in asistanı olarak

çalışmaya başlayan Bölükbaşı’nın kaderi,

Gökmen’in onu DP’nin kurucularından

Fuad Köprülü ile tanıştırmasıyla değişti.

Gökmen’in, ‘’ağzı iyi laf yapar, işinize

yarar.’’ demesiyle Bölükbaşı, Demokrat

Parti saflarında hürriyet havariliği

görevine soyunuyordu. Adını Türk siyasi

tarihine Anadolu Fırtınası olarak

yazdıracak Osman Bölükbaşı’nın macerası

işte böyle başladı. Gerçi babası siyasete

girmesini istememiş, ona şöyle nasihat

etmişti:

‘’Bu devirde, akşam nikâhları üzerine yemin

edip söz verecek, sabah da sözlerinden

rahatça dönebilecek insanlar çoktur.

Siyaseti de böyleleri ele geçirir. Üzülür,

kırılırsın.’’

Fakat o babasının nasihatine rağmen

siyasete girecek ve 28 yıllık siyasi hayatı

sonunda babasının nasihatinin ne kadar

doğru olduğunu anlayacaktı.

Tek parti baskısının hayatın her alanında

kendisini gösterdiği bir dönemde

teşkilatlanmak elbette kolay değildi. DP,

yeni kurulan bir partiydi ve devrin iktidarı

olan CHP, devletin bütün imkânlarını

kullanmaktaydı. Sinmiş yahut sindirilmiş

halk kitlelerinin ürkekliği de DP’nin

teşkilatlanmasının önündeki engellerden

sadece biriydi. Dolayısıyla her türlü devlet

erkini kullanan ve bir nevi parti devleti

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

6

olan CHP’ye karşı teşkilatlanmak, hiç de

kolay değildi. Osman Bölükbaşı, işte tam

da demokrasimizin agulama evresinde DP

müfettişi olarak siyasete atıldı.

Eskilerin deyimiyle ‘’nev’i şahsına

münhasır’’ bir insan olan Osman

Bölükbaşı, uzun ve esprili nutukları,

kılıçtan keskin eleştirileri, bitmek

tükenmek bilmeyen enerjisiyle daha ilk

günden CHP’nin korkulu rüyası hâline

geleceğinin belirtilerini gösteriyordu.

Tokat’ta, Bartın’da, Gaziantep’te,

Kırşehir’de engellemelerle karşılaşıyor,

henüz siyaset hayatının ilk günlerinde,

Yozgat’ın Akmağdeni ilçesinde,

‘’hükümetin manevi şahsiyetine hakaret’’

suçuyla gözaltına alınıyordu. Bu, onun için

ilkti ama maalesef son değildi. İktidarı

eleştirmek, her zaman olduğu gibi yine

‘’can’’ yakıyordu. DP müfettişi sıfatıyla

başta memleketi Kırşehir olmak üzere

birçok Orta Anadolu şehrini dolaşan

Bölükbaşı, her gittiği yerde o zamana dek

alışılmamış bir üslupla nutuklar atıyor,

sert eleştirilerde bulunuyor, tek parti

baskısından bunalan halk ona büyük

teveccüh gösteriyordu. Adı, ‘’Anadolu

Fırtınası’’na çıkmıştı.

1946’daki hileli seçimlerde Yozgat’ta 93

bin oy almasına rağmen seçilememişti.

Yozgat’taki seçim kuruluna yaptığı itiraz

sırasında da hakaret ettiği gerekçesiyle

hapse konulmuştu. Demokrasi mücadelesi

daha yeni başlıyordu. Sorgun

hapishanesinden çıkışının ertesi gününde

DP’nin Ankara mitingine katılan Bölükbaşı,

konuşmasında şunları söylüyordu:

‘’Bir şeye gönülden inanıyoruz: nasıl Türk

bayrağı asırlarca devam eden saldırılara

rağmen yere düşmedi ise milletin şerefli

evlatlarının omuzlarında taşınan hürriyet

ve demokrasi bayrağı da hürriyet

düşmanlarına rağmen yere düşmeyecektir.

Mukadderse bu uğurda başlarımız düşecek

ama hürriyet bayrağı yere düşmeyecektir.

Bir gün gelecek, milletin sesine kapanan

kulaklar açılacak ve millet iradesi her şeye

hâkim olacak. İşte o zaman;

Sesimiz gür olacak

Vicdanlar hür olacak

Efendi bir olacak

O da millet olacak

Yaşasın ebedî Türk milleti! Yaşasın

demokrasi davası!’’

Bölükbaşı, siyaset hayatına DP saflarına

atılmasına rağmen bir süre sonra istifa

etmiş, arkadaşlarıyla birlikte Millet

Partisini kurmuştu. Partinin kurucuları

arasında Mareşal Fevzi Çakmak, Yusuf

Hikmet Bayur ve DP’den istifa eden

İstanbul eski il başkanı Kenan Öner de

vardı. Bunlar, DP içinde sertlik yanlısı grup

olarak görülüyorlardı. Bilhassa Osman

Bölükbaşı, İsmet İnönü için ‘’kızıl sultan’’

nitelemesini yapıyor ve gittiği her yerde

tek parti iktidarını yerden yere vuruyordu.

DP’den ayrılması dolayısıyla gelen

eleştirilere ise Kudret gazetesine verdiği

mülakatta şöyle cevap veriyordu:

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

7

‘’(…) Hareketimin bir din değiştirmek değil,

sadece arkasında namaz kılınmayacak bir

imamın bulunduğu camiyi terk ederek

başka bir camiye geçmek olduğunu

söyledim…’’

Bölükbaşı tam bir vecize fabrikasıydı.

Uzun nutuklarında vatandaşın bam teline

dokunmasını bilirdi. Günümüzde seçim

meydanlarında parti liderlerinin çoğunun

sığ, hamasî nutuklarına nispetle sert

eleştirilerini mükemmel bir belagat ve

nüktedan bir anlatımla harmanlar,

yetişmiş olduğu çevredeki âşıklık

geleneğinden inciler sunardı. ‘’Ey sapı

uzun, danesi kıt Kayserililer! Meydanda

veriminiz bol. Burada aşka gelip beni

alkışlıyorsunuz, sandık başına gidince

şeytana sarılıyorsunuz.’’ derdi. ‘’Bu millet

Bölükbaşı’nı alkışladı, İnönü’yü karşıladı,

oyları Menderes’e verdi.’’ derdi. Sözün

kısası halk, onun ağzından Ankara’daki

siyasetçilere söver, onunla verimsiz

seçmene, yani kendisine gülerdi.

Osman Bölükbaşı’nın siyaset anlayışının

en belirgin özelliği, kendini merkeze

koyan, kişisel bir siyaset olmasıydı. Ona

mahsus muhalefette programlı bir

ideolojik tema yoktu. Eleştirilerinin genel

çerçevesi hürriyet, namus, ahlak,

dürüstlük gibi konulardı. Ne yazık ki

sadece CHP’nin değil, bağrından çıktığı

DP’nin dahi gadrine uğradı. Enteresandır,

DP müfettişi iken CHP’lilerce komünist

propaganda yapmakla suçlanmış, keza DP

iktidarında da aynı suçlamaya maruz

kalmıştı. Demek ki iktidarların muhalefete

bakış açısı pek farklılık göstermiyordu.

İrticacı, komünist, darbeci, Ergenekoncu,

vatan haini… Her devirde sihirli bir kelime

ve bütün muhalifleri bu sihirli kelimeyle

birlikte alaşağı eden iktidar erki.

Osman Bölükbaşı’nın 7 Haziran seçimleri

öncesi bize anlattıklarına bakalım… Türk

tarihini irdelediğimiz zaman gördüğümüz

‘’karizmatik’’ lider anlayışı, bugün de

kitlelerin her seferinde ‘’masaya

yumruğunu vuran’’ bir lider arayışı

içerisine girmesinin tarihi bir süreklilik

arz ettiğini gösterir mi? Yoksa bu bir

anakronizm midir? Ya da memleket içinde

önemli işler yapmış liderleri-neredeyse-

kutsallaştırmak, ‘Tanrıdan kut alma’

inancının bir devamı mıdır? Bu konuda

DP’den ayrılışının ertesinde, 1947’de

Kudret gazetesinde yazdığı makalede

Osman Bölükbaşı günümüze ışık tutan bir

yaklaşım sergiliyor:

‘’(…) Zaaflarımızın başında millete hizmet

etmiş olanlara, bir davada muvaffak

olanlara tanıdığımız bir nevi ‘fetih hakkı’

gelir. Şükran duygularımıza feda ettiğimiz

murakabe ve tenkit haklarımızı

kullanmamak suretiyle şahısları gayenin

üstüne çıkarıyor, adeta Allahlaştırıyoruz.

Her hareketi alkışlanan ve üstün insan

muamelesi gören bu şahıs, kendisini her

ferdin ve milletin üstünde görmeye başlıyor.

Davanın gerçek adamları, yalnız

prensiplere ve kanaatlerine boyun eğenler,

dalkavukların tiryaki yaptıkları ikbal

sahipleri tarafından hoş görülmemeye

başlıyor. Bu suretle ‘abdestsiz camiye

girenler’ hakiki müminleri kapı dışarı

ettirmenin yolunu bulmuş oluyorlar.’’

Tarih ilginç bir alan. 10 yıl, 100 yıl, 1000

yıl evvelini okuyup dersler çıkarabilmek,

günümüzdeki olaylarla benzerlik

kurabilmek mümkün. Dün muhalefet

yaparken söylediklerini iktidar olunca

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

8

unutanları gördükçe şaşırmamak elde

değil. Bölükbaşı da Menderes hükümeti

için ‘’muhalefette iken nazlı bir kıza

benzediğini, evlendikten sonra ise gerçek

yüzünü gösterdiğini’’ söylemişti. Yine

devamla DP’nin ‘’ne tek parti zihniyetinden

vazgeçtiğini, ne de o zihniyete ait kanunları

kaldırdıklarını söylemiş, Menderes’in bugün

eğer bir şeye beyaz diyorsa, dört yıl evvel

aynı şeye beyaz dediğini’’ haykırmıştı.

Dünden bugüne bağ kurabiliyoruz değil

mi?

Türkiye’de sürekli işittiğimiz bir kavram,

‘’milli irade’’ ve sandığa saygıdır. Elbette

bunlar demokrasinin gerekleridir. Lâkin

bunlar tek başına demokrasi için yeterli

midir? Bu soru geçmişten günümüze kadar

birçok kez tartışılmıştır. Biz bu konuya

yine Osman Bölükbaşı’nın düşünceleriyle

bakalım:

‘’Sandıktan çıkmak, vatandaş oylarıyla

iktidara gelmek her şeyi yapmaya kâdirdir

anlayışı, sakat bir anlayıştır. Bu, milli irade

diktatörlüğünün özlemini ifade eder.

Çoğunluğun hiçbir kayıt tanımadan istediği

her şeyi yapabileceğini savunmak, mahkûm

edilmiş sakat bir düşüncedir. Unutulmasın

ki, çoğunluğun istibdadı, istibdatların en

korkuncudur.’’

Milli iradeyle ilgili bir başka husus da

liderlerin halkın gönlünü çelebilmek için

sürekli halkı övmesi, yüceltmesi ve onun

yanılmayacağını, gereken cevabı sandıkta

vereceğini dile getirmesidir. Halkın her

şeyin farkında olduğunu, dolayısıyla onu

aldatmanın mümkün olmadığını

belirtmek, Bölükbaşı’ya göre bir

safsatadır:

‘’Halk aldanmaz sözü bir safsatadır. Ucuz

bir halk dalkavukluğudur. Allah dışında

herkes, her fani aldanabilir. Tarihteki

büyük nedametler ve eyvahlar bunun

delilidir. Milletlerin aldatılabildiği bir

vakıadır. Ama devamlı surette aldatmak

mümkün değildir.’’

Türk siyasetinde sıkça dile getirilen

olgulardan biri de ‘’makama saygı’’dır.

Kendimi bildim bileli ara-sıra bunun

üzerine düşünürüm. Makama saygı ne

demek? Herhangi bir makamda oturan

insandan haz etmiyorsunuz ama sırf

makamı dolayısıyla ona saygı

gösteriyorsunuz. Bu düşünce bana gülünç

geliyor. Makamlar, unvanlar, koltuklar

saygıya değer değildir. Saygıya değer olan

insanlardır. Bölükbaşı’nın, ‘’Bir yerin şerefi

orada oturandan gelir, adam olan oturduğu

makamda şeref aramaz.’’ mealindeki

sözleri sanırım yeterince açıklayıcıdır.

‘’İmanım padişah, ben de onun veziriyim,

bundan büyük rütbeyi devlet bana

veremez.’’ deyişi ise günümüz

siyasetçilerine ders niteliğindedir.

Siyasilerin birbirlerinin kirli çamaşırlarını

ortaya dökmek için yoğun efor sarf ettiği,

insanların siyasetin Müslüman işi

olmadığını düşündüğü günümüzde

Bölükbaşı’nın, henüz 50 yaşında olmasına

rağmen saçlarının beyazlaması dolayısıyla,

kendisine hitaben ‘’yerini gençlere

bırakması’’ gerektiğini söyleyen Ragıp

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

9

Gümüşpala’ya verdiği cevap herkese ders

olmalıdır:

‘’Bir lider için ak saçlı olmak ayıp değil, ak

hüviyetli olmamak ayıptır; herkes bilir ki,

biz alnımızı karartmamak için saçlarımızı

ağarttık.’’

Bölükbaşı gerçekten de siyaset sahnesinde

hüviyetini karartmadı. Muarızları dahi

onun namusundan, dürüstlüğünden ödün

vermediğini dile getirmekte beis

görmediler. Ne yazık ki, ideolojisi ne

olursa olsun, Bölükbaşı gibi hürriyet,

namus, dürüstlük, adalet gibi değerleri

kendisine şiar edinen siyasetçiler çoğu

zaman ikbal hırsıyla tutuşan dalkavukların

ardında kaldılar. Türkiye’de siyasetin ne

menem bir şey olduğunu anlamak için

uzağa gitmeye gerek yok, lâkin biz

örneklerimizi yine demokrasimizin

agulama evresinden verelim. Osman

Bölükbaşı ve arkadaşları, Millet Partisi’ni

kuracakları zaman Rauf Orbay’ın da

kurucular arasında yer almasını

istemişlerdi. Rauf Orbay’a Fevzi Çakmak’ın

bu isteğini bizzat götüren Bölükbaşı’ya

Orbay’ın cevabı –zannederim- Türkiye’de

hangi koşullarda siyaset yapıldığını

anlamak için yeterlidir:

‘’Ben bir kere siyasete girdim, canımı ve

namusumu zor kurtardım. Teveccühünüze

çok teşekkür ederim ama politika mı? Allah

korusun, bir daha girmem.’’

Türkiye’de dün de, bugün de en çok

yakınılan şeylerin başında ‘’adaletsizlik’’

gelmektedir. Duvarlarında ‘’Adalet mülkün

temelidir.’’ yazan Türk mahkemeleri, her

dönem iktidarlar tarafından baskı altına

alınmaya çalışılmış, siyasi komplolara alet

edilmiştir. Ne yazık ki bu durum dün

olduğu gibi bugün de devam etmekte,

mahkemelerin önleri ‘’Adalet istiyoruz!’’

diye haykıran kitlelerle dolup taşmaktadır.

Devletin temeli olan adalet, her görüşten

insanın artık varlığına inanmamaya

başladığı bir olgu hâline gelmiştir.

Dünyada adalet bulamayacaklarına iman

etmeye başlayan insanlar, yalnızca Allah’ın

adaletine sığınmaya başlamışlardır. Bu

konuda da Menderes hükümetine

veryansın eden ve DP’nin mahkemeleri

baskı altına almaya çalıştığını söyleyen

Osman Bölükbaşı, Ziya Paşa’nın ‘’kadı ola

davacı, muhzır dahi şahid/ ol mahkemenin

hükmüne derler mi adalet’’ dizelerini

hatırlatmıştır.

Her meseleyi halkın anlayabileceği şekilde

anlatmasını bilen Osman Bölükbaşı, DP

saflarında iken CHP’yi nasıl yerden yere

vurduysa, DP’den ayrıldıktan sonra DP’yi

de yerden yere vurmuş, iki partinin de

zihniyetinin aynı olduğunu dile getirmiştir.

Merhumun oğlu Deniz Bölükbaşı, babasını

anlattığı Türk Siyasetinde Anadolu

Fırtınası Osman Bölükbaşı adlı eserde,

Bölükbaşı’nın DP-CHP benzerliği

konusunda, DP’nin muhalefette iken ‘’CHP

idaresinin köhne bir bina olduğunu, DP

iktidara gelince bu köhne binanın saray

olacağını söylediklerini, ancak iş başına

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

10

gelince o köhne binaya bir sıva, üzerine de

Amerikan yardımlarından bir cila

çektiklerini’’ yazmaktadır. Yine aynı eserde

Osman Bölükbaşı’ya atfen anlatılan bir

hikâye de dikkat çekicidir:

‘’Vaktiyle bir ağanın eski bir konağı varmış.

Hiç tamir etmez, yıkılacak diyenlere

‘duvarlar bana haber verir’ dermiş. Nihayet

bir gün konak çökmüş. Ağa, duvarlara

hitaben ‘ettiniz mi bana ettiğinizi, hani

haber verecektiniz?’ deyince, duvarlar dile

gelip ‘biz ne zaman yıkılacağımızı haber

vermek için çatlayıp ağzımızı açtıkça, sen

bir avuç çamur ile tıkadın.’ cevabını

vermişler.’’

Netice-i kelâm, Bölükbaşı’nın siyasi

macerası, Türk demokrasisinin agulama

evresinin bir romanı olabilir. ‘’Yemen

cephesinde askerliğe’’ benzettiği bu

macerasında 3 partinin genel başkanlığını

yapmış, nice vefasızlıklara göğüs germiş,

meclis kürsüsündeki sözleri nedeniyle

dokunulmazlığı kaldırılmış ve siyasi

yasaklı ilk parti genel başkanı unvanını ele

geçirmeyi başarmıştır. Henüz siyasi

hayatının başlarında demir parmaklıklarla

tanışmış, polisler kendisini almaya

geldiğinde 21 günlük olan ilk çocuğu

Ahmet Deniz’e dönerek (MHP eski genel

başkan yardımcısı Deniz Bölükbaşı),

‘’Oğlum Deniz, baban gidiyor. Belki gelmez.

Bu memleketin pisliğini su temizlemez. Bu

yüzden adını Deniz koydum. Şayet oğlum

ben dönmezsem, bu pisliği sen temizle!’’

demiştir. Yine kızı Hürriyet de Bölükbaşı

hapisteyken dünyaya gelmiş, koğuştaki

arkadaşlarına güzel haberi verirken,

‘’Hürriyet dünyaya geldi. İnşallah

Türkiye’ye de gelir.’’ demişti.

Aslında Bölükbaşı’nın siyaset macerasının

günümüze ışık tutabilecek birçok yönü

var. Mesela sırf her seçimde Osman

Bölükbaşı’nı meclise gönderdi diye

Kırşehir’in DP tarafından ilçe yapılması ve

Nevşehir isminde yeni bir vilayet

kurulması bile iktidar erklerinin ‘’yaptım

oldu!’’ anlayışının dünden bugüne devam

ettiğini gösteriyor. Konu meclise

geldiğinde Adnan Menderes’le söz

düellosuna girişen Bölükbaşı’nın ‘’Vilayeti

kaldırdınız. Bizi de kaldırın da zulmünüz

tamam olsun.’’ sözleri, belki de

çaresizliğinin dışavurumuydu. Fakat buna

rağmen Kırşehirlilerin gönlündeki Osman

Bölükbaşı sevgisi eksilmemiş, hatta

Kırşehirlilerin Başbakan Menderes’e

çektikleri telgrafta, ‘’Kırşehir’i değil ilçe,

köy haline getirseniz bile, elimizden hiçbir

şey gelmezse de Osman Bölükbaşı’nı yine

muhtar seçeriz.’’ yazmaları, Osman

Bölükbaşı’na duyulan sevginin

göstergesidir. Neyse ki Kırşehir, 3 yıl

sonra, 1957’de tekrar il statüsüne

kavuşmuş, ancak Avanos, Kozaklı ve

Hacıbektaş kazaları Nevşehir’de kalmıştır.

Bölükbaşı’nın köyü Hasanlar da Kırşehir’e

bağlanmamıştır.

Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi

hatiplerinden biri olan Osman Bölükbaşı,

hem mitinglerde hem de mecliste en uzun

süre konuşma rekorunun da sahibidir.

1967 yılında yapılan Düzce mitinginde

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

11

aralıksız 8 saat 35 dakika konuşmuştur.

İstanbul’a yük götüren bir kamyon şoförü

Düzce’de onu bir süre dinledikten sonra

İstanbul’a giderek yükünü boşaltmış,

dönüşte hâlâ kürsüde konuşmakta olan

Bölükbaşı’yı dinlemeyi sürdürmüştür.

Son söz: Genel seçimlere yaklaştıkça

siyasetçilerin halka yaranmak maksadıyla

kullandıkları argümanlar birbirine

benziyor. Bilhassa dünden bugüne ‘’din’’

konusu siyasetçilerin ağzında pelesenk

olmaya devam ediyor. Bakınız Bölükbaşı

bu konuda ne diyor: ‘’Hayatım boyunca

bütün sektörleri tetkik ettim, en kârlısının

‘din ticareti’ olduğunu gördüm.’’

Zannederim, Karl Marx’ın ‘’Din kitlelerin

afyonudur.’’ sözündeki keramet de burada

ortaya çıkıyor. Bahsedilen dinin ‘’hangi

din’’ olduğunu anlamak içinse Ali

Şeriati’nin ‘’Dine Karşı Din’’ kitabını

okumak gerek.

“Bizi halk seçti. Dolayısıyla ne istersem

yaparım.” düşüncesinde olan gerek iktidar,

gerekse muhalefet milletvekillerimize ve

vekil adaylarımıza bir Osman

Bölükbaşı’nın sözlerini hatırlatalım ve

yazımıza son verelim:

“Baş olanlar övünmesin

Ne gelirse başa gelir

Diz toprağa yaslanır da

Baş düşerse taşa gelir.”

Kendisi siyasette televizyonun kullanıldığı

döneme yetişememişti. Acaba bugün

meydanlarda olsaydı halk üzerinde nasıl

bir intiba bırakırdı? Sormadan edemedim.

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

12

BÜYÜKLER VE KÜÇÜKLER Dilek AKILLIOĞLU

Ser Felsefenin çocuklar için anlamını

aramakta iken Brigitte Labbe’nin

yukarıdaki başlıkta yazdığı kitapla

karşılaştım. “Çıtır Çıtır Felsefe” serisinin

çocukluk-yetişkinlik-yaşam le ilgili

kitaplarından olan bu eserde büyük olmak

ve küçük olmanın ne anlama geldiği

üzerinde durulmuş. Herkesin mutlaka

küçük olacağı ve belirli süre sonra da

sonsuza kadar büyük olarak kalacağı

ifadesi bana kalırsa kitaptaki en ilgi çekici

ifadedir. Kitabın içeriği, küçükken sadece

küçük olmayı hatalı anladığımız gibi

büyüyüp yetişkin olduğumuzda da

büyüklüğün anlamını saptırdığımızı

gösteriyor. Doğduğumuzda küçük

olduğumuz, küçükken söz ve eylem

haklarının sınırlılıklarını, ayrıca çizilen bu

sınırların büyüdükçe küçüklerinkine de

taştığını sunmaktadır. Küçük olmak

yaşamın bir minyatür gibi ufaltılmış haline

benzer. Bu hal küçüklük kavramının söz

sahibi olmak yerine verilmiş hakları

sadece kabul etmesi şeklinde

kanunlaşmıştır. Yazar Labbe’nin kitapta

sevdiğim ifadelerinden biri de bu konu ile

alakalı olan, ‘’küçük olanın her şeyi

kabullenmek anlamına gelmediğini

savunmasıdır. Evet, büyükler küçüklerin

güvenle büyümesini istediği için her şeyi

küçüklere göre küçük kalıplara

yerleştirmektedirler. Koyulan kısıtlamalar

gereklidir ve fakat kitapta da belirtildiği

gibi büyümek için zaman ve deneyime

ihtiyacı olan küçüklerin, kendi haklarını

sakınarak, aynı zamanda bazı karar ve

eylem anlarında desteğe ihtiyaç

duyduklarını benimseyerek büyüklüğe

hazırlanmaları gerekir. Küçükler ve

büyükler bazı kabullenmeler dışarı

çıkarıldığında hayatı aynı anda okuyabilir,

tartışabilirler. Burada farklı yürüyen

pencerelerin yerleridir. Yani normalde

bakıldığında dünya ikisi içinde aynı

düzlemde yaratılmıştır. Düzlemde

büyüklük küçüklüğün devamıdır. Büyüme

ile hala küçük olunamayacağı sonucu

ortaya çıkmaz.

İnsan küçükken küçüklüğün sonunun

gelmeyeceğini zanneder. Bu çağın çabucak

atlatılması ve gerçek dünyaya merhaba

demek ister. Çocukluk yılları yavaş

ilerleyen bir tren gibi gözükür. Büyük

olmak için çaba sarf edilir. Küçüklüğün

değil de hep büyüklüğün görevlerini

üstelenmek ister insan. Sorumluluk

almaya küçükken uğraşır. Ufacık odasında

annesinin ve babasının odasına daha çok

merak salar. Ufak kız çocuğu topuklu

ayakkabıların içine girip yürümek için

çalışır. Büyükler için yazılmış kitapları

okumaya benzer bu şey, sadece sayfalarına

bakar çocuk, biri geldiğinde ona bu kitapta

yazanları belki de yazmayanları kafasına

göre okur, aktarır. İşte hayaller ve karar

alma ifade etme kısmı o andan sonra

küçüğün değil de büyüğün elinde hayat

bulmaya başlar.

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

13

Küçük olan insan, elbette hayalleri ve

özgürlükleri hakkında büyüklerden bir

şeyler öğrenmektedir. Öğrenme

sonucunda büyümekte, büyüklüğünde rol

yaparak büyük gibi davranmaktadır. O

merak ettiği dünyada diğer büyükler gibi

olur. Eserde yetişkine mesaj da küçük

olanın yolu kendisinin çizmesine izin

vermesi gerektiğidir. Küçük hayaller onun

büyüklüğüne aktardığı bilgilerdir. Bu

bilgileri düzenlerken kimi zaman

geldiğinde kendisini koruması için

eylemde bulunabileceğini, bunu tek başına

yapabileceğini hissetmesini, ‘hayır’ veya

‘evet ‘ deme lüksünü ona bırakmanın

gerektiğini de oldukça güzel bir dile ifade

etmiştir. Buradan hareketler çağımızda

hayır ve evet deme ile ilgili kulak ardı

edemeyeceğimiz sorunların başında çocuk

istismarı, çocuk işçiler, şiddet bu ağda

devam eden gençlik sorunları, yanlış

meslek, yaşam biçimi seçimleri

gelmektedir. Eserde tamamı ile bu

sorunlar üzerine yoğunlaşmasa bile çocuk

istismarı için bir bölüm ayırmıştır.

Bölümde büyükler için el kitabı haline

gelebilecek çıkarımlara yer vermiştir.

Her gün bir yerlerde okuduğumuz,

dinlediğimiz küçük isimlerin başına gelen

büyük durumlar küçüklüğün bedeni de

dahil bütün kararlarını büyüğün verdiğini

ortaya koyan bir vaziyettir. Küçüğün

bilmediği bir dünyaya, bilmediği şekilde

sırf büyük öyle arzu etti diye adım

atmasıdır. Türkiye’de bu konuda, çocuk

istismarı ve benzeri hakkında yapılan

araştırmalar daha çok adli tıp, sosyal

pediatri, çocuk ve ergen ruh sağlığı

uzmanlarının öncülüğünde

yürütülmektedir. Çocuk istismarı Adli Tıp

Bülteni ve Çocuk Forumu dergilerinde

derleme ve vaka sunumlarıyla gündemde

tutulmaya çalışılmaktadır.(1)

Araştırmalarda bu durumun fazlalıkla aile

içinde veya yakın akraba çevresinde

gerçekleşmesi yer almaktadır. Küçüğün

dünya ile tanıştığı yer olan aileler, onları

korumak, ilgi ve ihtiyaçlarını karşılamak

yerine bunları görmemeleri ya da göz ardı

etmeleri ile gündeme gelmektedir. Kişilik

gelişim dönemlerinde sıkıntılar yaşamış,

belirli bir problemleri olan büyükleri bir

kenara bırakarak küçüklerin dünyasında

olumlu etkiler yaratmaya çalışan ve

aslında sivri hatalar yapan anne- baba

veya büyükler de maalesef yukarıda

gerçekleşen durum ve benzerlerine yol

açabilmektedirler. Endişelenmeyi

gerektiren durumda maalesef budur.

Küçüklerini, cinsel istismar; bunun

içerisine küçük yaşta evlenmeleri de

eklersek, işçilik, şiddet ile besleyenler

zaten henüz büyük olma yeteneğine

erişememiş kişilerdir. Labbe’nin de

eserinde belirtiği gibi onlar büyük olmak

eşittir güçlü olmak mantığından

ilerlemektedirler. Küçük olanın büyük olan

karşısında kararları ona bırakmasını

gerektiğini zira onun için en doğru olanın

bu olduğunu kavramasını, öğrenmesini ve

ileride de buna uygun olarak büyümesini

istemektedirler. Çocuğu kendine

benzetmeye çalışarak hareket

etmektedirler. Ama diğer yandan velilerin

çocuklarını dış dünya ile tanışmaları için

bıraktıkları sokaklarda, çocuk

parklarından onlar bilmeden de bu gibi

vakalar ortaya çıkabilmektedir. Çocuk için

burada önemli olan ne zaman hayır

diyebileceğinin zorluğudur. Zira büyükler

onlara bir şeyler söylerler ve küçükler

yaparlar, bunları birer kanun gibi kabul

etmeleri beklenir. Sorgulama yaşına

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

14

geldiğinde elbette onlarda yavaşça

dünyanın farkına varacaklardır. Fakat

zaten araştırmalarda küçüklerden

yararlanma yaşı 12’den sonra azalma

göstermektedir. Büyükler küçüğün başına

bir şey geldiğinde koşup gelmeyeceğini

bilmelidir. Onun etrafı her zaman yabancı

büyüklerle dolmaya müsaittir. Oyun

oynadıkları alanlar, kreşler, kapılarının

önleri birçok yer çocuklarının kendi gibi

oldukları yerlerdir ve en can alıcı noktaları

da zaten bu mekanlardır. Bir ebeveyn veya

büyüğün çocuk için önceden düşünmesi

gereken olaylar karşısında tepkilerinin

kendine ait olmasıdır. Fikir verirken

sadece ipuçları ile doğruyu göstermeye

dikkat etmelidir. Direk yapması gerek salt

davranışı ona dikte etmek pek de anlamlı

değildir. Tam tersi durumda akıl vermeyi

de bir kenara bırakıp aklın henüz

ermeyeceğini düşünüp hayatı onun yerine

işe edip onu içinde sadece hareket edecek

halde bırakmaktır.

Küçüklerin büyükler tarafından çizilen

kaderinden biri de işçi olmak veya büyük

tarafından fiziksel olarak zorlanıp belirli

işlerde çağı gelmeden büyük gibi

davranmasını beklemektir. Bu durumun

sebeplerini sadece aile bireylerine

yüklemek aslında hata olur. Çünkü

ekonomik vaziyetinde çocuk işçiler

üzerinde etkisi fazladır. Aile içerisinde yer

alan küçük sayısının fazla olması ondan

daha büyük yaşta olanı sorumluluk almaya

itmektedir. Sonuç olarak büyük olmayı

küçük olmadan öğrenmiş olan çocuk,

çocukluğunu hiç yaşamadan ölecektir.

Sağlıklı bir birey olmak yerine geçimini

sağlamaya çalışan belki de aynı hatalarla o

da küçükler büyütmeye devam edecektir.

Büyükler ve küçükler dünyasında

deneyimsizliğin ne demek olduğunun

farkında olan büyük, küçüğün bunun

farkında olmama halinden faydalanır.

Bunu iyi- kötü her şekilde yapar. Bazı

zamanlar bilmeden sadece işini

kolaylaştırmak için yapar. Bazen de

küçüğün tecrübe kazanacağını düşündüğü

için yapar. Kendine güvenen büyük ondan

korkan küçükten hoşlanabilmektedir.

Onun üzerinde kurduğu otorite varlığını

güçlü görmesine sebep olur. Bana kalırsa

küçük kız çocukları üzerinde uygulanan

cinsel istismarın altında da bunlar

yatmaktadır. Kendini otorite kabul eden

büyük bir beden üzerinde kurabildiği

hüküm ile tatmin olmaktadır. Oysa

küçüklerin bu gibi büyükler karşısında

kavrayışları da kendileri gibi küçüktür.

Yaptıkları hesaplar onlarınkine

benzemediğinden ötürü durumun farkında

olmadan hasta bir durum içerinde yer

alabilmektedirler. Bir çocuk kitabının

büyüklere ve küçüklere bahsettiği

uyarılardır bunlar. Hem küçüğün açık bir

şekilde okuması gerektiğini hem de

büyüğün küçük yetiştirirken hayat

kurallarının acımasız olanları da ona

göstermeleri gerektiğini söyler. Talihinin

iyi olmasını istediğiniz bir küçüğün

sebepleri özgürce görmesini

sağlamalısınız. Bugün adının küçük olduğu

bu varlık hayalleri ötesi ile büyük

olmaktadır. Ona sadece göstermeyi,

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

15

bakmayı, konuşmayı, dokunmayı, koşmayı,

okumayı sağlayın.

Büyüklerin küçüklere dünya bırakırken

bunları düşünmeleri şarttır. İyi anne veya

baba olmayı her kadın ve erkek

istemektedir. Çocuğu olduğunda onu

doğru büyük yapmak emelleridir. Fakat

esas olan büyük olmayı öncelikle

becermektir. Büyük mesajları sadece anne

veya baba olunca vermeye çalışmadan

büyük olarak küçüklere aktarılması

gerekenleri topluma kazandırmak

mühimdir. Kazanılan doğru öğretiler

sayesinde küçükler büyüyecek sağlıklı

olarak kendileri olarak bireyler ortaya

çıkacaktır.

Kaynaklar

1. Polat O. Çocuk istismarı nedir? Çocuk Forumu

1998;(ek):1-31. ,Akço S.

2. Çocuk istismarı ve ihmaline medeni ve ceza

hukukunun genel bakımı. Çocuk Forumu 1998; 1: 39-

42.

3. Polat O. Çocukta cinsel istismar. Çocuk Forumu

1999.

4. Çıtır Çıtı Felsefe 24- Büyükler ve Küçükler,

Brigitte Labbe, Çevirmen: Azade Aslan, Günışığı

yayın.

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

16

TURANSIZ TURANCILAR

Mahmut Esad KIRAÇ

Öncelikle başlıktaki sertliğin kısa bir

açıklamasını yapayım. Bu yazıda asıl amaç

günümüzdeki belli gruplara ayrılmış olan

Türk Milliyetçisi ya da Türk Milliyetçisi

geçinen gençleri ele almaktır.

Değerlendirmem de genellikle

beğenmediğim yönleri belirterek, Türk

Milliyetçiliği ve Turan gibi yüksek bir

ülküye hizmet ettiğini düşünürken,

yürüyen merdivene tersten bindiğinin

farkında olmayan, devamlı yorulan ama

ilerlemeyen, Turancı, lakin her adımda

Turandan biraz daha uzaklaşan hatta pes

eden gençlerimizden bahsedeceğim.

Turansız Turancılar dememin sebebi

kısaca budur. Bu analizlerimi aktarırken

ise Turan’ı kısaca ‘’Hissiyat, Fikriyat ve

Teşkilat’’ olmak üzere üç temele

oturtacağım. Günümüzdeki Türk

Milliyetçisi gençleri ise bu üç temel

üzerinden dört gruba ayırarak ayrı ayrı

naçizane değerlendireceğim.

Pekâlâ, bu gruplar neler?

1-Beyni Aktif Bedeni Pasif Olanlar

Türk Milliyetçisi, gençler arasında en çok

aktiflik beklenilen kesimdir. Hissiyat ve

Fikriyat açısından çok okumaları ve

eğitimlerine önem vermeleri itibariyle en

fazla yararlı olabilecek olan fakat Teşkilata

ve teşkilatlanmaya pek yanaşmayan

gruptur. Elbette fikri olarak gelişmek

önemlidir. Lakin fikir asla yetmez! Fikr-i

Takip olmadığı müddetçe yani teori,

pratiğe uygulanmadıktan sonra

anlamsızdır.

Bu kimselerle yapılan muhabbetlerde

tamamen kendini eğitime adamışlık

olduğunu fark edersiniz. Kapasite olarak,

bilgi birikimi olarak herkesi

teşkilatlandırabilecek beyne sahip olan bu

şahısların, yalnızca eğitim odaklı çalışarak

kendilerini Türk Milliyetçiliği fikrinden

soyutlaması, pasifize etmesi akıl alacak iş

değildir. Yaşamlarında 3 kişiyi bir araya

getirmezler fakat 300 Milyonluk Turan’ın

hayalini kurarlar. Bu da hayatlarındaki en

büyük çelişkidir. Ayrıca onlarla olan

muhabbetlerinizde sıkça duyulan

cümlelerden birisi ‘’Şimdilik kendimi

geliştireyim de 40-45 yaşlarımda kitap

yazarak gençlere yol gösteririm. Onlara

dava duygusu aşılarım’’ cümlesidir.

Beraber büyüdükleri nesle faydalı

olabilecekken kendi nesillerine sırt

dönerek gelecek nesil için plan kurmaları

tamamen saçmalıktır. Fakat onlara göre

Eğitim teşkilatlanmayı, teşkilatlanmak da

eğitimi engellediği için iki işi bir arada

yapamayacaklarını düşünürler. Bizlere

göre ise her Türk genci kendi devrinin

düzenleyicisi, yön vericisi olmalıdır.

Gelecek neslin ise yetiştiricisi olacağı

bilincinde kendisine hedef koymalıdır.

Kısaca bu kimselere Hissiyat ve Fikriyat

duygusuna ek olarak Teşkilat duygusu da

eklenmelidir.

2-Hiyerarşik Hırs Yüzünden

Kaybolanlar

Bir bozkurdun kendisine sınır çizdiği

kendi özgürlüğünü kısıtladığı görülmüş

şey değildir. Fakat bu başlıktaki kimseler

hiyerarşik düzen adı altında kendilerine

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

17

Turan’ı değil de bir süre sonra bir koltuğu

hedef koyuyorlar.

O koltuk zamanla bir üst sınır halini alıyor.

Başlangıçta hedefi 300 Milyon Türk’ü

birleştirmek olan bu kimse farkında

olmadan davasını değiştiriyor. Yani bizim

güzelim bozkurdumuz kendisini

zincirleyerek bir koltukla sınırlandırmaya

ne yazık ki o koltuğa razı olmaya başlıyor.

Bu kimselerdeki zayıflığın asıl sebebi ise

Hissiyat ve Fikriyattaki temel eksiklikten

kaynaklanmaktadır. Yani üç temel

yapımızdan herhangi birinin eksikliği,

görüldüğü üzere bizleri Turan’dan

uzaklaştırmaktadır.

3-Sloganistler, Şovenistler

Günümüzdeki Milliyetçi ya da milliyetçi

geçinen gençlere baktığımızda ne yazık ki

en büyük çoğunluğu bu kesim

oluşturmaktadır. Yalnızca slogan atan,

attığı sloganın anlamını dahi bilmeyen,

tamamen sürü psikolojisi ile hareket eden,

hava atmak ya da ortam görmek için yahut

kendisini dışarıda bırakmamak için çaba

gösteren kimselerdir. Öncelikle

belirtmeliyim ki bizim sloganlarımız

tuvalet kapılarına, mahalle duvarlarına

yazılacak kadar basite indirgenecek

sloganlar değildir. Her slogan tarihsel bir

derinlikten doğar. Bizim sloganlarımızın

tarihsel derinliğinde ise ülkü şehitlerimiz

bulunmaktadır! Tuvalet kapılarına slogan

yazmak yalnızca bu davaya hakarettir! Bir

sloganın tarihsel derinliğini anlayabilmek

ise yine 3 temel unsurumuzu bilmemizden

geçmektedir. ‘’Hissiyat, Fikriyat, Teşkilat’’

bize daima gerekli olan ruhu aşılayacaktır.

4-Dalkavuklar

Damarlarındaki asil kanı hissedemeyen

gençler. Birilerine dalkavukluk ve

milliyetçi rolleri yaparak kendisine yer

açmaya çalışanlardır. Bireysel muhabbette

ise size ‘’Vatanı sen mi kurtaracaksın’’

diyeceklerdir. Ellerini asla taşın altına

koymazlar. Milliyetçilikten geçinirler,

hiçbir şey bilmez ama kendilerini de söz

söylemekten alıkoymazlar. 2 numaralı

grup ile bu gruptaki kişiler yakın

akrabadırlar. İkisini ayırt eden en temel

unsur ise bunlar da teşkilatçılık da zayıftır.

Ruhları ferdiyetçi kendileri ise sözde

milliyetçidir.

Yukarıda belirttiğim dört grubu yüzeysel

şekilde ele aldım ve tamamen yaşayan

kişilerden yola çıkarak yazdım. Elbette

günümüz Türk Milliyetçileri arasında çok

değerli ve gerçekten mücadele verdiğine

inandığım kimseler de var. Fakat

belirttiğim gibi bu daha çok eleştirel bir

yazı. Amacım kendisini geliştiren ve bu

davaya gönül veren kişilere yönelik yazılar

yazmak değil, aksine belirttiğim gruptaki

kişilerin kendilerini görünmez

sanmamaları için onları devamlı uyararak

belki kendilerinde bir bilinçlenmeyi

sağlamak.

YARIN (FERDA)

- Bugünün gençlerine –

Yarınlar senin; senin bu devrim, bu yenilik…

Her şey senin değil mi zaten? Sen, ey gençlik,

Ey umudun güzel yüzü, işte karşında aynan:

Temiz ve bulutsuz, ağaran bir gök,

Titreyen kucağını açmış, bekliyor.. Koş, çabuk!

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

18

Ey hayatın gülerek doğan sabahı, işte herkesin

Gözleri sende; sen ki hayatın umudusun,

Alnında yeni bir yıldız, hayır, bir güneş…

Doğ ufuklara, önünde şu sıkıntılı geçmiş

Sönsün sonsuza değin.

Bir daha yaşanmasın o cehennem; senin bugün

Cennet kadar güzel yurdun var; şu gördüğün

Zümrüt bakışlı; inci gülüşlü kızcağız

Kimdir, bilir misin? Yurdun.. şimdi saygısız

Bir göz bu nazlı yüze -Tanrı esirgesin-

Kötü bir gözle baksa, katlanabilir misin?

İster misin, şu ak sakalın temiz, görkemli,

Onurlu alnına, bir kirli el şöyle dursun,

Hatta yabancı bir el uzansın? Şu mezarı

Bırakır mısın, taşa tutsun bir serseri?

Elbette hayır; o mezar, o onurlu alın

Kutsal birer örneğidir yurdun.. Yurt çalışkan

İnsanların omuzları üstünde yükselir.

Gençler, yurdun bütün umudu şimdi sizdedir.

Her şey sizin, yurt da sizin, şeref de sizin;

Ama unutmayın ki zaman ağır, güvenli,

Sessiz adımlarla arkamızdan gelir.

Önden koşan, ama dikkatle her izi

İncelemeye yol bulan bu şaşmaz izleyici

Paylayıp utandırırsa bizi, yazık! Demin

’’Yarınlar senin’’, dedim, beni alkışladın; hayır,

Bir şey senin değil, sana yarın emanettir;

Her şey emanettir sana, ey genç, unutma:

Senden de hesap sorar, yakınır gelecek.

Geçmişe şimdi sen ibretle bakıyorsun,

Gelecek de senden böyle kuşkulanacak.

Her organı ihtiyaç kasırgasıyla sarsılan

Bir kuşağın oğlusun; bunu arasıra anımsa.

Unutma; çağın şimşeklerin bollaştığı çağdır:

Her yıldırımda bir gece, bir gölge yıkılır,

Bir yükseliş ufku açılır, yükselir yaşamak;

Yükselmeyen düşer: ya ilerlemek, ya yıkılmak!

Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere;

Doymaz insan denilen kuş yükselmelere…

Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;

Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!

TEVFİK FİKRET

Tanrı Türkü Korusun ve Yüceltsin!

BOZKURTÇA !

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

19

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

20

KUYUDAN ADAM ÇIKARMA - İNÖNÜ

BAYAR GÖRÜŞMESİ

Çağhan SARI

Türk siyasi tarihinin iki önemli aktörü

İsmet İnönü ve Celal Bayar, birçok

husustaki farklı görüşleri neticesinde

politika hayatımızın da iki ana damarını

oluşturmuştur. Liberal, siyasetin sağ

yelpazesinde yer alan Celal Bayar ile

devletçi, ortanın solu olarak kendini

konuşlandıran İnönü arasındaki rekabet,

henüz Atatürk'ün sağlığında başlamış idi.

1937'de Atatürk ile İnönü mesai

arkadaşlıklarına Atatürk'ün tabiriyle fasıla

vermiş, ölünceye dek son Başbakanı Celal

Bayar olmuştu. Atatürk'ün vefatının

ardından İnönü Cumhurbaşkanı olunca

Bayar usulen istifasını yeni

Cumhurbaşkanına istifasını sunmuş, İnönü

tekrar Bayar'ı hükümeti kurmakla

görevlendirse de bu hükümet üç ay

sürmüştü. 1946'ya kadar Bayar parti

içinde biriken muhalefetin önderi olmuş,

DP'yi kurmuş, 14 Mayıs 1950'de DP Genel

Başkanı olarak partisini seçimlerde

iktidara taşımıştı. 10 yıl boyunca Başbakan

Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal

Bayar, muhalefet lideri İnönü arasında

ilişkiler daima gergin olmuştu. 27 Mayıs

1960 darbesinden sonra Menderes idam

edilecek, Bayar yaş haddinden dolayı idam

cezasından kurtularak müebbet hapse

mahkum olacaktı. 1961'de Türkiye'de

parlamenter hayat tekrar başladığında

Bayar Kayseri cezaevinde, İnönü ise

Başbakanlık koltuğunda idi.

Bayar'ın Kayseri cezaevindeki günleri

sürerken, DP'nin mirasçısı iddiası ile

Ekrem Alican'ın Yeni Türkiye Partisi, 27

Mayıs'tan sonra emekliye sevk edilen

emekli Org. Ragıp Gümüşpala'nın Adalet

Partisi siyaset sahnesinde idi. AP ve YTP

TBMM'de DP'liler için bir af talebinde

olsalar da bunu 25 Ekim Protokolünden

dolayı gündeme getiremiyorlardı. Ordu

hükümete tesir etme noktasında tavrını

yumuşatmadığı gibi 22 Şubat 1962'de ve

21 Mayıs 1963'de Albay Talat Aydemir iki

darbe girişiminde bulunmuştu. Şartlar

parlamenter hayata engebe yaratırken

Bayar'ın sağlık durumunun hızla

bozulduğu savıyla özel bir af çıkarılması

gündeme geldi. İktidarda CHP'nin

liderliğinde koalisyon hükümeti vardı.

Ancak Bayar serbest bırakıldığı gün onun

aleyhindekiler şiddetli nümayişler yaparak

Adalet Partisi genel merkezini bastılar.

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

21

Olaylar güçlükle yatıştırıldı ve kısa bir süre

sonra Bayar'ın sağlık durumunda bir

değişiklik bulunmadığı halde tekrar

cezaevine gönderildi.

1965 yılında Adalet Partisi iktidara

geldiğinde yine af meselesi gündeme

gelecek, Başbakan Süleyman Demirel

ordudan gelen mesajlardan ötürü affa

yönelik girişimlerde bulunmayacaktı.

1966'ta Cumhurbaşkanı seçilen Cevdet

Sunay, özel af ile Bayar'ın tahliye olmasını

sağladı. Ancak bu özel af siyasi haklarının

iadesini içermiyordu. Bu sefer de içeride

kalan diğer DP'lilerin affı ile siyasi hakların

iadesi AP'nin önünde aşılmayı bekliyordu.

Ancak Sunay Cumhurbaşkanı olduktan

sonra onun yerine Genelkurmay Başkanı

olan Cemal Tural gayet sıkı bir 27

Mayısçıydı. 27 Mayıs'ın rövanşı manasına

gelebilecek her türlü adıma sert tepki

verebilecek bir tabiatta olduğunu açıkça

sezdirmişti.

1969 hükümetin son yılıydı. Ekim ayında

seçime gidilecekti. AP meclisin son mesai

haftalarında af ve siyasi hakların iadesi

tasarını meclisin gündemine getirdi.

Getirir getirmez ordudan sesler Sunay

üzerinden iletilmeye başladı. Başbakan

Süleyman Demirel tasarıyı geri çekmenin

yollarını arıyordu. Israrcı olsa bir darbeye

maruz kalabilir, tasarıyı geri çektiğinde

tabanı ve DP'nin ileri gelenleriyle arası

açılabilirdi. Bu aşamada İnönü çok

stratejik bir hamle yaptı. Kemal Satır

aracılığıyla Bayar ile barışma kararı aldı.

Bayar'ın hatıralarına göre bu barışma

hususunda Demirel'in de adı olduğu geçer.

Ancak Demirel'in aleyhinde sonuçlar

doğurması için İnönü'nün attığı bu

hamlede Demirel adının geçmesi siyasetin

doğasına uymamaktadır.

İki büyük isim 1950 seçimlerinin yıl

dönümünde 14 Mayıs 1969 günü Bayar'ın

evinde bir araya geldi. Basın bu

buluşmanın önemini kavramış ve tafsilatlı

yayınlar yapmıştı. İnönü'nün gayesi,

Bayar'ın siyasi hakları ile diğer DPlilerin

affı neticesinde AP'yi bölmek, ordu ile

arasını bozmaktı. İnönü, damadı Metin

Toker'e ve basın mensuplarına bu girişimi

için 'kuyudan adam çıkarma' tabirini

kullanmıştı. Ancak İnönü'nün ordu yüksek

kademesi ile arası açılacak 19 Mayıs

törenlerinde komutanlar İnönü'ye

sırtlarını dönecekti. Bayar da aktif siyaset

yapacak fiziki durumda olmamasına

rağmen bu meseleyi iade-i itibar olarak

kabul etmişti. İkili samimi pozlar verdiler

ve birbirleri ile geçmişe bir sünger

çektiklerini ifade ettiler.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

22

Bu görüşmeden sonra 16 Mayıs akşamı

kuvvet komutanları Cumhurbaşkanı ile bir

toplantı yaptılar. Tasarı mecliste kabul

edilirse kesinlikle müdahale edileceği

mesajı verildi. 20 Mayıs günü erken

saatlerde Demirel'e bu mesaj iletildi ve

Demirel tasarının onaylanmamasını kendi

parti grubuna rağmen sağladı. Meclis tatile

girdi. AP bu gelişmelerden sonra epey

zamandır parti içi muhalefetin nihai

bölünmesine uğrayacak ve bünyesinden

Ferruh Bozbeyli başkanlığında

Demokratik Parti'yi çıkaracaktı. İnönü ve

Bayar bir daha tekrar yan yana gelmese

bile siyasetin makyavelist anlayışıyla mı

yoksa hakikaten uzun yıllar mücadeleden

sonra barışma hissiyatıyla mı davrandılar?

Bunu kestirebilmek için sonraki

gelişmeleri tetkik etmek gerekir.

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

23

BİR MAYIS DEĞERLENDİRMESİ

Sertaç EKEMEN

Türkiye tarihinin en büyük kırılma

noktalarından birisi 1 Mayıs 1977 Taksim

olaylarıdır. Taksim’de hayatını kaybeden

vatandaşların sayısı otuzu bulmuşken, üç

yıl sonra bu rakam günde otuz kişinin

katledilmesine varmıştı. Şartları

olgunlaşıp vadesi dolduran Evren’in, darbe

için Şartları oluşturduğu günün

başlangıcıydı.

Türkiye’de olduğu gibi Dünya dada tarih

tekerrürden ibarettir; Napolyon’un

Rusya’ya girip perişan olması ve akabinde

tarih sahnesinden silinmesi ve Hitler’in

aynı sebepten mağlup olması; bunun

yanında Hanedanlık üyelerini, dış güçler

tekrardan monarşiyi getirmesin diyerek

boğduran Fransız Devrimcilerinin izinden

giden Bolşeviklerin olası karşı devrime

önlem olarak Çar ailesini katletmesi. Bu

duruma örnektir. Siyaset bilimini komplo

teorileri üzerinden değerlendirmek, yanlış

bir tutumdur. Örneğin IŞİD Amerikan

oyunu, haçlı zihniyetinin bir parçası

söylemi işin içinden sıyrılmak için

yapılmış doğru bir tahlil değildir. Bununla

beraber bir ülkenin ya da komşu bir

ülkenin iç ilişkileri veya dış ilişkilerinde

gerçekleşen toplumsal olaylar, gerek iç

gerek ise dış dinamiklerin kontrolünde

tamamen olmadığı gibi kontrollerin

tamamının dışında da sayılmamaktadır.

1 Mayıs 1977 yıllının cereyan ettiği

Türkiye’ de Amerika’nın en uç müttefikleri

büyük çıtırtı halindeydi. Stratejik olarak

büyük önem arz eden Afganistan da Rusya

yanlısı komünist yönetim iktidara

yürürken, İran da sonu belirsiz bir devrim

sürecine evrilmekteydi. Türkiye de ise

durum, Amerika açısından oldukça vahim

bir noktadaydı. Kıbrıs sorunu ve

müdahalesi yüzünden Amerikan

ambargosu ile karşı karşıya kalan Türkiye

de dengeler değişmeye başlayabilirdi.

Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi,

Sovyetler birliği ile yakın ilişkiler kurma

eğiliminde olan Adnan Menderes, Fatin

Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi

siyasetçilerdir. Bu yüzden Türkiye de

istikrarlı ve otoriter bir rejim dışarıya

kaymamak için elzemdir.

1977 yılının sonlarına doğru bereketli

hilalin kuzeyindeki Amerikan dostluğu

yerini taze yönetimlere bırakmaya başladı.

Bu taze yönetimler alttan gelen yeni

ekonomik talepleri ve bu talepleri

karşılayamayan ülke ekonomilere karşı

birer tepkiydi. İran’daki ve Afganistan’daki

durumu göz ardı edersek eğer, 1945

yılından itibaren etkilerini gösteren, 1960

lı yıllardan itibaren anayasal olarak resmi

bir statü kazanan Keynezci ekonomik

model, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye

de de yeterli gelmemeye başlamıştı. İşçi

sınıfının var olan taleplerine karşı, küresel

ölçekli olarak bir cevap bulamayan refah

devleti, artık kendini piyasadan çekmeye,

liberal söylemleri tekrardan gün yüzüne

çıkarma yoluna gitmişti. Siyasi olarak ön

Asya da sıkışan, müttefikleri ile diplomatik

ilişkileri zayıflayan Batı dünyası, ekonomik

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

24

stratejileri ile de tam bir dar boğaza

girmişti.

Keynezci yaklaşımın en temek

prensiplerini yani çarkı döndüren işçinin

alım gücü, çarkı döndürmemeye başlaması

ile liberalizm tekrardan gündeme

gelecekti. Liberalizmi uygulamanın en

kolay yolu ise var olan işçi haklarını

kısmak ve yeni kurallar sistemi ile

keynezyan anlayışı dost ve müttefik

ülkelerden silip atmaktı. Böylece hem dost

ülke ile ekonomik olarak kan bağı bu yeni

paradigma ile güçlenecek, hem de siyasi

olarak yapı, Rus Emperyalizmine karşı

ileriki karakol tekrardan güvenceye

alınacaktı. Ne de olsa bereketli hilale yakın

yerler, her zaman önem arz etmekteydi.

Afganistan ve İran’ın Amerikan

hegemonyasından sıyrılması ile işler iyice

çığırından çıkmıştı. BAAS Rejimi ve

Türevleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu da

değer yargılarını koruması ve S.S.C.B. ye

yakın ideolojik ve pragmatik yakınlık

Bütün Asya’da sosyalizm destekli bir

yapının oluşmasına temel oluşturuyordu.

Bu sıkışıklıktan kurtulmanın anahtar yolu

ise jeopolitik açıdan en önemli ülke olan

Türkiye’deydi. Özellikle S.S.C.B. Afganistan

işgali ve İran’da anti batı bir iktidarın

kurulması, bu anahtar ülke üzerinde

merceklenmeye zorunlu kılınmıştı. 1

Mayıs 1977 ile başlayan kanlı şartların

olgunlaşma süreci 78-79 ve 80 yıllarında

ivmeli bir biçimde yeşerecekti…

Evren’in darbesinin hemen ardından

uygulanan 24 Ocak kararları yani Keynezci

ekonomik paradigmanın sona ermesi ve

neo liberalizm taze anayasa ile formel bir

yapı kazanmasına olanak tanıdır, ülkede

kurulan yeni askeri yönetişim hem batı ile

ilişkilerini düzeltti hem de siyasi olarak

kalıcı bir biçimde S.S.C.B. ye sırtını döndü.

Bu duruma örnek olarak, Yunanistan’ın

NATO nun askeri kanadından kırgın

ayrılmasına, koşulsuz onay verilmesi

örnek olarak gösterilebilir.

1 Mayıs’ta yoğun bir kan siyasetinin

Türkiye gündemine girmesinin “dış

dinamikler açısından boyutunu bu şekilde

kısaca özetlemek mümkün olacaktır.

Yazının başında da geçtiği üzere, tarihin

tekrardan yaşandığı mottosunu rehber

olarak ele alırsak. Türkiye son üç dört

yıldır kanlı bir siyasi süreçten

geçmektedir.

Gerek Uludere’deki kaçakçı ölümleri,

gerek Hatay bombalamaları gerek ise gezi

parkının ardından gelen çeşitli sol

örgütlerin eylemleri, Türkiye’de yeni

kurulacak bir yapıya geçişin sinyallerini

verdiğini, yukarıdaki anlatıma dayanarak

söylemek mümkün olacaktır.

Birincil olarak, soğuk savaş içerisinde en

büyük müttefiklerden biri olan ve onun

devamında da kullanılan Siyasal İslam

artık Batı dünyasına ağır gelmeye bir nevi

dünya ve orto dopu düzenin de bir rakip

hale gelmeye başladı. Siyasal İslam’ın

ılımlaşması Güneydoğu asya pasifikte

olduğu gibi Ortadoğu da tutmadı. Sisi’nin

İhvan’ı devirip gelmesi bu durumun en

bariz örneğidir. Burada önemli olan millet

ve jeopolitik yapı, Soğuk savaşta olduğu

gibi gene Türkiye olacaktır.

İkincil olarak ekonomik yapı, keynezci

paradigmada olduğu gibi neo liberal

paradigmanın sonunun geldiğidir. Alım

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

25

gücünün yetersizliği iler krize giren

keynezci yaklaşımın yerine doğan neo

liberal yaklaşımda bugün büyük bir işsizlik

krizine girmiştir. En sert iklimi ile yaşanan

bu neo liberal kriz artık yerini yeni bir

ekonomik anlayışa bırakması gerektiğini

göstermiştir. 2008 yılından beri krizden

kurtulamayan neo liberal ekonomiler,

bunun gerekliliğini anlamışlardır. Bu

yüzden dost ülkelere gelecek yeni

yönetimler, ortaya konulacak batı menşeili

yeni ekonomik anlayışı Türkiye üzerine

benimseteceklerdir.

1 Mayıs 1977 yılında yeni bir dönemin

başlangıç olaylarına tanıklık eden Türkiye.

Bu dönemin sonunu hazırlayan yeni

dönem olaylarına tanıklık etmektedir.

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

26

TÜRK DÜNYASININ

ENTEGRASYONUNDA DİLİN ROLÜ Ahmet Bican ERCİLASUN

Özet:

Türk Dünyası 13. yüzyıla kadar bir, 13.

yüzyıldan 20. yüzyıl baslarına kadar iki

yazı dili (edebî dil) kullandı. Batı Türkleri

13. Yy’dan sonra Osmanlı-Azerbaycan

edebî dilini, Doğu ve Kuzey Türkleri

Çağatay edebî dilini kullandılar. Bu iki

edebî dilin sairleri, birbirlerinin eserlerini

okuyup anlıyorlar ve birbirlerine nazireler

yazıyorlardı.

İsmail Gaspıralı 19. yy. sonları ile 20. yy.

baslarında çıkardığı Tercüman gazetesi ve

kurdurduğu cedit mektepleriyle İstanbul

Türkçesini bütün Türk Dünyasına yayarak

entegrasyonu sağlamaya çalıştı. Sovyet

dönemi dil politikaları ise entegrasyona zıt

yönde gelişti. Bu sebeple her Türk

topluluğunun ayrı bir edebî dili vardır.

Türk dünyasında yeni bir dil entegrasyonu

isteyenler, bugünkü gerçekliği bilmek ve

oradan hareket etmek zorundadır. Dil

entegrasyonu için iki ana yol takip

edilebilir.

1) Türk topluluklarına başka Türklerin

edebî dillerini öğretmek. Türkiye’deki

Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümleri,

Kırgızistan’daki Manas Üniversitesi ve

Kazakistan’daki Ahmet Yesevî Üniversitesi

bunu yapıyor.

2) Bugünkü edebî dillerden birini bütün

Türk dünyasında öğretmek. Çalışmada bu

iki konuda neler yapılabileceği belirtilecek

ve dil entegrasyonunun yeni bir Türk

uygarlığı Rönesans’ındaki önemi

vurgulanacaktır.

Anahtar Kelimeler: Türk Dünyası, Dil,

Entegrasyon

Giriş:

Türk dünyasında çeşitli kollar hâlinde

kullanılan ve bugün kullanıcıları

tarafından Türkçe, Tatarca, Özbekçe,

Uygurca, Kazakça, Kırgızca gibi çeşitli

adlarla adlandırılan dilin adı 19. yüzyıl

sonlarına kadar Türkçe idi. Türkçe yerine

bazen Arapçadaki –î ekiyle türetilmiş

Türkî kelimesi kullanılıyordu. Arabî,

Arapça; Farisî, Farsça demek olduğu gibi

Türkî de Türkçe demek idi. Bazen de +çe

eki yerine dil / til kelimesi kullanılıyordu:

Türk dili / Türk tili. Eski Uygur

eserlerinden başlayarak bu terimleri

görmekteyiz. Maytrısimit, Hüen-tsang

biyografisi gibi Uygur eserlerinin Tohar

veya Çin dilinden “Türk tili”ne çevrildiği

bu eserlerin kendilerinde kayıtlıdır

(Ercilasun 2007: 15-17). 1069’da Yusuf

Has Hâcib, Kutadgu Bilig’i hangi dilde

yazdığını su beyitlerle anlatıyor (Arat

1947):

“Elig sundum us men biligni tilep

Sözüg sözge tizdim sasurdum ura

Keyik tagı kördüm bu türkçe sözüg

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

27

Anı akru tuttum yakurdum ara El uzattım

iste, bilgi diledim

Sözü söze dizdim, ekledim

Geyik gibi gördüm Türkçe sözü

Onu yaklaştırıp yavaşça yakaladım”

Kaşgarlı Mahmud’un büyük sözlüğünün

adının da Dîvânü Lügati’t-Türk olduğunu

biliyoruz. 13-15. yüzyıllarda Mısır’ı idare

eden Kıpçaklar zamanında yazılmış

gramer ve sözlüklerin adlarında da hep

Türkî kelimesi vardır. Tercemân-ı Türkî ve

Arabî, Et-Tuhfetü’z-Zekiyye fi’l-Lügati’t-

Türkiyye... Sadece bir eserin adında Türk

kelimesi yanında Kıpçak kelimesi de geçer:

Kitâbü Bülgati’l-Müstak fî Lügati’t-Türk

ve’l-Kıfçak.

Ali Sir Nevayî de eserlerinde kendisinin ve

çağdaşlarının dili için hemen hemen daima

Türkçe, Türkî, Türk tili kelimelerini

kullanır. 17. yüzyılda Ebülgazi Bahadır

Han da, 19. yüzyılda Ömer Han da Türkî /

Türkî tili kelimelerini kullanmışlardır.

Osmanlı sahasında da bugüne kadar hep

Türkçe / Türkî / Türk dili kelimeleri

kullanılmıştır. Meselâ Nabî oğluna öğüt

verirken “Türkîde Nef’î ile Bâkî’ye bak”

diyerek hem 16. yüzyıldaki Bakî’nin, hem

17. yüzyıldaki Nef’î’nin, hem de kendi

oğlunun (18. yy) yazmasını düşündüğü

eserlerin dilinin adını Türkî olarak ifade

eder (Ercilasun 2007: 25).

Bu durumun az da olsa istisnaları vardır.

Bu istisnalara çoğunlukla Türk dili içindeki

farklı söyleyişleri anlatmak için

başvurulmuştur. Meselâ 10. yüzyılın

meşhur mütercimi Sıngku Seli Tutung’un

Hüen-tsang biyografisini Türk tiline

çevirdiği söylenirken aynı mütercimin

Altun Yaruk adlı eseri Türk Uygur tiline

çevirdiği belirtilmiştir. Kâsgarlı Mahmud,

devrinin edebî dili için lügati’t-Türk,

lisânü’t-Türk, yani Türk dili terimlerini

kullanırken kabilelerin konuşma dilleri

için “Oğuzların dili, Kıpçakların dili,

Arguların dili” gibi terimler kullanır.

İstisnaların çok tipik bir örneğine 15.

yüzyıl baslarında yazılmış olan El-

Kavânînü’l-Külliyye li-Zabti’l-Lügati’t-

Türkiyye (Türk Dilinin Umumî Kanunları)

adlı eserde rastlanmıştır. Bu eser, Kazak,

Kırgız, Tatar gibi Türk boylarının ataları

olan Kıpçakların idaresindeki Mısır’da

yazılmıştır. Eserin adında da görüldüğü

gibi Kıpçakların dili Türk dili olarak

adlandırılmıştır. Ancak eserin yazarı

Azerbaycan ve Anadolu’daki Türklerin

diline Türkmence diyor ve okuyucularını

söyle uyarıyor:

“Türkmence Türkçe değildir. Bundan

dolayı bazı yerlerde dikkatli olman,

sakınman ve konuşmaman için seni

uyarıyorum. Çünkü Türkmence, Türklerce

müstehcen ve onu konuşan ise hakir

sayılmaktadır.” (Toparlı vd. 1999: 7). Bu

kayda göre 15. yüzyılda Kıpçaklar kendi

dillerine Türkçe; Türkiye’dekilerin diline

ise Türkmence diyor ve Türkiye’dekilerin

dilini kaba ve aşağı buluyor. Kıpçakların

bugünkü torunları ise Türkiye’dekilerin

diline Türkçe; kendi dillerine Kazakça,

Kırgızca, Nogayca, Tatarca diyorlar.

Ali Sir Nevayî birkaç kere Çağatayca

kelimesini kullanmıştır. Ebülgazi Bahadır

Han ise Arapça ve Farsçanın çok karıştığı

ağır dil için “Çağatay Türkîsi” demiştir

(Eckmann 1996: 136). 19. yüzyılın ikinci

yarısındaki bazı aydınlar da Arapça ve

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

28

Farsça ile karışmış Türkçeye lisân-ı

Osmanî demişlerdir (Ercilasun 2007: 26-

30).

1910’larda Kazan Üniversitesinde

Katanov’un yardımcısı olarak çalışan,

1913-1914 yıllarında Türkistan’a yaptığı

ilmî seyahat sırasında Kutadgu Bilig’in

Fergana nüshası ile Petesburg’daki satır

altı Kur’an tercümesini bulan, 1917’de kısa

bir süre Başkurdistan cumhurbaşkanı olan

ve 1925 yılında Türkiye’ye gelen ünlü

tarihçi Zeki Velidi Togan 19. yüzyılda

Türkistan ve Idil-Ural’daki Türklerin dil

durumunu söyle anlatır: “On dokuzuncu

asrın ortalarına kadar Türkistan’ın her

tarafında, Batı ve Doğu Türkistan’da,

Kazak ve Kazan ülkelerinin hepsinde

umumî edebî Çağatay dili kullanılıyordu.

19. asırda Kasgar’da Khocaların ve Yakub

Begin tarihine ait yazılan eserlerle,

Khıyva’da Munis ve Âgehî gibi müelliflerin

ve Kazakistan’da Abılay ve Bükey

ordasında Cihangir Hanın yazılarında

kullanılan dil aynı dildir.” (Togan 1981:

486).

Aynı zamanda bir misyoner olan

oryantalist Ilminski, 19. yüzyılın ikinci

yarısında bir proje gelistirdi ve bu projeyi

hayata geçirdi. Ilminski’nin projesine göre

Kazan ve civarındaki Tatarlar, Kazakistan

dalalarındaki Kazaklar, Buhara ve

Semerkant medreselerinde öğrenilen

Çağataycayı anlamıyorlardı. Bu sebeple

kendi konustukları diyalekti bir edebî dil

hâline getirmeli idiler. Ilminski, özellikle

Kazan’da okuyan Tatar ve Kazak

aydınlarına bu fikirleriyle tesir etti.

Kayyum Nasirî gibi Tatar aydınları ile

Ibray Altınsarın gibi Kazak aydınları

Çağatay Türkçesi yerine kendi konusma

dillerinde eserler yazmaya başladılar. Bir

başka misyoner olan Mikola Ostroumov’un

yönetiminde Çarlık idaresi tarafından

1883-1918 yılları arasında çıkarılan

Türkistan Vilâyetinin Gazetesi’nde Sart dili

adıyla bugünkü Özbekçenin temeli atıldı.

1888-1902 yılları arasında yine Çarlık

idaresi tarafından Omsk’ta çıkarılan Dala

Vilayeti gazetesinde de bugünkü Kazak

yazı dilinin temeli atılmış oldu (Kocaoglu

1997: 16).

19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl baslarında

Ilminski’nin projesine zıt bir proje daha

vardı: İsmail Gaspıralı’nın projesi.

Gaspıralı “dilde, iste, fikirde birlik” siarını

ortaya atmıştı ve bütün Türklerin, İstanbul

ağzına dayanan ortak bir edebî dili

olmasını istiyordu. Bu ortak edebî dili

1884-1914 (1917) yılları arasında

Kırım’da çıkardığı Tercüman gazetesinde

kullanıyordu ve bu gazete, İstanbul’da da,

Kazan’da da, Kasgar’da da okunuyordu.

Rus çarlığında, 19. yüzyıl sonları ile

Mesrutiyet yıllarında Rusya Türkleri

arasında iki proje çok tartışıldı. Iliminski

ile Gaspıralı arasındaki rekabet

jurnalciliğe kadar varmış ve Ilminski, savcı

Pobedobçev’e yazdığı mektuplarda

Gaspıralı’yı, çıkardığı “yayın organlarıyla

Osmanlıcayı Türk soyundan gelen bütün

Müslümanların ortak dili yapmak”la suçlar

ve söyle devam eder: “Duyduğuma göre

Kazan’da Türkçe gazetelerin ve ayrıca ders

kitaplarının sayısı her geçen yıl

artmaktadır. Kitapların muhteviyatı

Avrupaî, dili Osmanlıcadır.” (Devlet 1988:

47). Rusya Müslümanları kongrelerinde,

ilk sınıflarda yerel lehçelerde, sonraki

sınıflarda İstanbul Türkçesinde öğretim

yapılması kararı alınmıştır. 1918’de

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

29

kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti de yazı

dili olarak İstanbul Türkçesini benimsemiş

ve ders kitaplarını İstanbul Türkçesiyle

bastırmıştır. Ancak 1925’ten sonra artık

tartışmalara ruhsat verilmemiş; Rusya

Türklerinin öz iradeleriyle karar vermeleri

engellenmiş ve edebî diller lengüistik

kurultaylarda alınan resmî kararlarla

belirlenmiştir. Örnek olarak Kırım

Tatarlarının edebî dili konusundaki

kararın ne zaman ve ne şekilde olduğunu

Garkavets’ten alıntı yaparak verelim:

“1929 senesi Avgustta Simferepol’de olgan

ekinci ilmiy lingvistik konferantsiyası...

Edebi tilning orta sive esasında kurulması

içün karar kabul etti.” (Garkavets, 1988:

6). Bir örnek de Türkmenistan dilcisi

Tecmıradov’tan verelim: “Türkmenistan

Birinci Lingvistik Gurultayının gararında

seyle diyilyer: Sözlemin mânı üçin gerek

bolan yerinde a bilen gutaryan sözlerin

yönelisi düsüm formasında ga gosulmasını

fakultativ ulanmaga yol bermeli.”

(Tecmıradov 1972: 33). Demek ki edebî

dil hangi diyalekte dayanacak, nerede

hangi ek kullanılacak... Bunlara dahi

lengüistik kurultaylarında karar

verilmiştir.

Buraya kadar kısaca tarihî farkı özetledim.

Bugünkü duruma nasıl gelindiğini Türk

dünyası aydınlarının çok iyi araştırması ve

bilmesi gerekir. Ancak tarihî olaylar ve

sebepler ne olursa olsun Türk dünyasının,

özellikle nüfusu bir milyonu geçen

boylarında çok zengin bir edebiyat

oluşmuştur. Azerbaycan, Türkmen, Özbek,

Kırgız, Kazak, Başkurt, Tatar ve Uygur

edebiyatları çok gelişmiş; kelime

hazineleri çok zenginleşmiştir. Bu

edebiyatlar ve onlarda kullanılan dil bütün

Türk dünyasının zenginliğidir. Sözsüz bu

baylığın devam etmesi gerek. Ancak Türk

dünyası arasındaki iletişim ve entegrasyon

nasıl sağlanacak? Önce bu konuda da bir

tespit yapalım.

1989 nüfus sayımına göre Sovyetler

Birliğinde Türk edebî dillerinden herhangi

birini kullananların sayısı söyle idi.

Ahıska Türkleri : 207 369

Gagavuzlar : 197 164

Azerbaycan Türkleri : 6 791 106

Türkmenler : 2 718 297

Özbekler : 16 686 240

Uygurlar : 262 199

Kazaklar : 8 137 878

Karakalpaklar : 423 436

Kırgızlar : 2 530 998

Tatarlar : 6 645 588

Baskurtlar : 1 449 462

Kırım Tatarları : 268 739

Nogaylar : 75 564

Karaçaylar : 156 140

Malkarlar : 88 771

Kumuklar : 282 178

Altaylılar : 71 317

Hakaslar : 81 428

Tuvalılar : 206 924

Çuvaslar : 1 839 228

Sahalar : 382 255

Toplam : 49 502 281

Bu rakamı yuvarlak hesapla 50 milyon

kabul edersek her yıl % 2, yani yılda bir

milyon artışla 1989’dan bugüne geçen 18

yılda 18 milyon artarak bu nüfusun 68

milyona ulaştığını söyleyebiliriz. Bunların

tamamının Rusça bildiğini düşünürsek

Türk dünyasında Rusça bilenlerin

sayısının 68 milyon olduğunu ve kendi

aralarında Rusça ile iletişim kurduklarını

söyleyebiliriz. Simdi bir de eski Sovyetler

Birliğinin dışında kalan, yani Rusça

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

30

bilmeyen Türklerin sayısına bakalım.

Aşağıdaki rakamları yaklaşık olarak ve

yuvarlak hesapla veriyorum:

Türkiye : 72 000 000

Irak : 2 500 000

Suriye : 200 000

KKTC : 200 000

Yunanistan : 150 000

Bulgaristan : 1 100 000

Makedonya : 80 000

Kosova : 25 000

Avrupa, ABD vd . : 4 500 000

Güney Azerbaycan : 25 000 000

Künbed ve Horasan (Iran) : 1 000 000

Afganistan : 2 500 000

Uygur (Çin) : 15 000 000

Kazak (Çin) : 1 000 000

Kırgız (Çin) : 150 000

Kırım Tatarı (Romanya) : 30 000

Romanya Türkleri : 40 000

Toplam : 125 475 000

Demek ki eski Sovyetler Birliği

topraklarının dışında kalan Türklerin

toplam sayısı yuvarlak olarak 125,5

milyondur ve bunlar Rusça bilmiyor. 125,5

milyona Rusça bilen 68 milyonu eklersek

Türk dünyasının bugünkü toplam nüfusu

yaklaşık olarak 193,5 milyon eder. Bu

nüfusun 125,5 milyonu, yani % 65’i Rusça

bilmiyor; 68 milyonu, yani % 35’i Rusça

biliyor. Demek ki aşağı yukarı Türk

dünyasının ancak üçte birinde Rusça ortak

iletişim dilidir. Acaba toplam nüfusun ne

kadarında Türkiye Türkçesi ortak iletişim

dili olarak kullanılabilir durumdadır?

Bunun için söyle bir hesap yapalım: Rusça

bilmeyen nüfus içinden Türkiye Türkçesini

anlayamayacak olan Çin’deki Uygurları,

Kazakları, Kırgızları; Afganistan’daki

Özbek ve Türkmenleri, İran’daki Türkmen

ve Horasanlıları; bir de Romanya’daki

Tatarları çıkaralım. 125,5 milyondan

çıkaracağımız bu nüfus yaklaşık olarak 20

milyondur. Geriye kalan 105,5 milyona 8

milyon Kuzey Azerbaycan Türk’ü ile

Ahıskalıları da eklersek 114 milyona yakın

bir sayı elde ederiz. Bu demektir ki 193,5

milyonluk toplam Türk dünyası

nüfusundan 114 milyonu, yani % 58’i için

Türkiye Türkçesi ortak iletişim dilidir.

Rusçayı ortak iletişim dili olarak

kullanabilenlerin % 35 olduğunu tekrar

hatırlayalım. Daha anlaşılır bir şekilde

ifade edersek su anda Türk dünyasının

ancak üçte biri için Rusça ortak iletişim

dilidir; Türkiye Türkçesi ise Türk

dünyasının yarıdan fazlası için ortak

iletişim dilidir. Rusçanın ortak iletişim dili

olması için geriye kalan % 65’e Rusça

öğretmek gerekiyor; hâlbuki Türkiye

Türkçesinin ortak iletişim dili olması için

%42’ye Türkiye Türkçesini öğretmek

gerekiyor. Nüfus bakımından bugünkü

durum budur. Bunun yanında bir de 15

yıldır devam eden bir proses var. Sovyetler

Birliğinden ayrılan Türk

cumhuriyetlerinde artık herkes Rusça

öğrenmiyor; yani Rusça bilenlerin oranı

günden güne azalıyor. Buna karşılık yavaş

bir şekilde yürüse de bu cumhuriyetlerde

Türkiye Türkçesi öğrenenlerin sayısı

artıyor. Türkiye-Kırgızistan Manas

Üniversitesinde, Türkiye-Kazakistan Hoca

Ahmet Yesevi Üniversitesinde, Türkiye

Milli Eğitim Bakanlığının ve bazı özel

kuruluşların Türk cumhuriyetlerinde

açtığı okullarda Türkiye Türkçesi

öğreniliyor. Türk cumhuriyetlerinden

Türkiye’ye giden öğrenciler de Türkiye

Türkçesi öğreniyorlar. Ekonomik ilişkiler

de Türkiye Türkçesine talebi artırıyor.

Siyasî ve ekonomik şartların yarın nasıl

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

31

gelişeceği bilinemez. Su andaki proses

bugünkü hızıyla devam ederse kısa

zamanda değil ama uzunca bir zaman

içinde Türkiye Türkçesini bilenlerin oranı

% 58’den % 80’lere, % 90’lara çıkabilir.

Esasen oran yükseldikçe Türkiye

Türkçesine ilginin artacağı ve oranın daha

hızlı bir şekilde yükseleceği tabiidir. Süreci

hızlandırmak için bazı tedbirler de

alınabilir. Okulların ve öğrencilerin

sayısını artırmak, Türkiye Türkçesini

öğreten kültür merkezleri açmak, Türk

dünyasına cazip gelecek televizyon

yayınları ile Türkiye Türkçesini öğretmek,

ekonomik, turistik, kültürel ve siyasî

alâkaları artırmak gibi.

Buraya kadar sayılanlar Türk

cumhuriyetlerine yönelik faaliyet ve

tedbirlerdir. Doğrudan doğruya Türkiye

kamuoyuna yönelik faaliyet ve tedbirlere

de ihtiyaç vardır. Meselâ Türkiye’deki

üniversitelerin bazılarında Çağdaş Türk

Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri

açılmıştır. Bu bölümlerde Türkmence,

Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Tatarca,

Uygurca vd. Türk lehçeleri öğretiliyor.

Ayrıca bu yazı dilleri üzerinde master ve

doktoralar yaptırtılıyor. Türkiye

kamuoyunda Türk dünyasına daha fazla

ilgi uyandırmak üzere, özellikle devlete

bağlı okul, radyo ve televizyonlarda

çalışma ve programlar yapılmalı ve

Türkiye’de yasayanların da diğer Türk

edebî dillerini öğrenmesi konusunda ilgi

uyandırmalıdır. Bu ilgiyi duyanların Türk

dünyasına yönelik faaliyetlerde bulunacağı

da muhakkaktır. Nitekim çeşitli kurslarda

Türk lehçelerinden birini öğrenenler bu

dünyaya ilgi duymakta ve oralarda is

yapmaya çalışmaktadırlar. Yapılacak bir

başka is, Türkiye Türkçesini en kolay ve

pratik şekilde öğretecek kitap ve

elektronik araçların hazırlanıp

üretilmesidir. Bu kitap ve öğretim

araçlarında lehçeler arasındaki

benzerliklere vurgu yapılarak psikolojik

bir yaklaştırma sağlandıktan sonra farklı

kelime ve gramer unsurlarına

yoğunlaşmalıdır.

Ortak bir iletişim dili, Türk dünyasının

entegrasyonunda hızlandırıcı bir itici güç

rolünü oynayacaktır. Dili öğrenenler

edebiyat ve kültür eserlerini de

okuyacaklardır. Hatta günlük gazeteleri ve

televizyonları da takip edeceklerdir.

Böylece ortak ilgi alanları gün geçtikçe

artacak ve Türk devletlerinin birçok

konuda ortak hareket etmesi arzuları

ortaya çıkacaktır. Ortak faydalar için ortak

hareket edebilen Türk devletleri dünyada

da itibar edilen küresel bir kuvvet

olabilecektir. Dilin ve edebiyatın bu

gücünü, bu potansiyelini Ali Sir Nevayî 530

yıl kadar önce fark etmiş ve bugünkü

torunlarına söyle seslenmiştir:

Türk nazmıda çü tartıp min alem

Eyledim ol memleketni yek-kalem

Türk siirinde bayrak kaldırınca ben

Eyledim o ülkeleri tek bir kalem.

KAYNAKLAR

ARAT, Resid Rahmeti (1947), Kutadgu Bilig I Metin,

İstanbul.

DEVLET, Nadir (1988), Ismail Bey Gaspıralı, Ankara.

ECKMANN, Janos (1996), Harezm, Kıpçak ve

Çağatay Türkçesi Üzerine Arastırmalar

(Haz.: Osman F. Sertkaya), Ankara.

ERCILASUN, Ahmet B. (2007), Makaleler -- Dil –

Destan – tarih – Edebiyat (Haz.:

Ekrem Arıkoglu), Ankara.

Not: Bu yazı, Gazi Üniversitesi Türkiyat Dergisi

2007 Bahar Dönemi sayısından iktibas edilmiştir.

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

32

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015

GENCAY

millikanal.com