Upload
gencay-dergisi
View
227
Download
1
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 40 - Mayıs 2015 http://www.gencaydergisi.com
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 4 Sayı 40 - Mayıs 2015
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
TÜRK DİLİ HANGİ DİL AİLESİNE MENSUPTUR / Nami Cem İYİGÜN
MÜZMİN MUHALİF / Ragıp REİS
BÜYÜKLER VE KÜÇÜKLER / Dilek AKILLIOĞLU
TURANSIZ TURANCILAR / Mahmut Esad KIRAÇ
KUYUDAN ADAM ÇIKARMA - İNÖNÜ BAYAR GÖRÜŞMESİ / Çağhan SARI
BİR MAYIS DEĞERLENDİRMESİ / Sertaç EKEMEN
TÜRK DÜNYASININ ENTEGRASYONUNDA DİLİN ROLÜ / Ahmet Bican ERCİLASUN
GENCAY
1
TÜRK DİLİ HANGİ DİL AİLESİNE
MENSUPTUR?
Nami Cem İYİGÜN
Tarih öncesi devirlerden beri var olan ve
ana iskeletini korumak kaydıyla 21.
yüzyıla ulaşabilen az sayıdaki dilden biri
konumunda bulunan Türkçe, uzun
geçmişte olduğu gibi günümüzde de Kuzey
Buz Denizi’nden Hindistan’a ve Çin’den
Avrupa içlerine uzanan yaklaşık on iki
milyon kilometrekarelik coğrafya
üzerindeki en geçerli dildir. Sibirya’da
orman avcılığı yapan bir Yakut ile
bozkırlarda hayvan yetiştiriciliği yapan bir
Kırgız, Altaylı bir şaman ile Azerbaycanlı
bir imam ya da milat öncesine ait bir Hun
savaşçısı ile 16. yüzyılda Avrupa’da
savaşan bir Osmanlı paşası arasında ortak
olan ve onları aynı kültürün çocukları
kılan yegâne şey Türkçe’dir.
Türkçe’nin hangi dil veya dillerle akraba
olabileceği meselesi, bilim adamlarını çok
uzun zamandır meşgul eden konulardan
bir tanesidir. Son iki yüz yıllık süreçte
Türkçe’nin hiçbir dille akrabalığı
bulunmadığı ve kendi başına bir dil ailesi
teşkil ettiği görüşünden Sümerce,
Etrüskçe, Kızılderili ve Hint-Avrupa dilleri
ile akraba olduğu ve daha da abartılı
olarak bütün dünya dillerinin Türk
dilinden köken aldığı görüşlerine
varıncaya dek pek çok farklı görüş ileri
sürülmüştür. Bunların en çok rağbet gören
ve üzerinde durulanı ise Türkçe’yi Ural-
Altay üst ailesi ve Altay alt ailesi içerisinde
sınıflandıran yaklaşım biçimi olmuştur.
Ural-Altay Dil Ailesi Teorisi
“Ural-Altay dilleri” tabiri Macarca, Fince,
Estonca, Türkçe, Moğolca, Tunguzca ve
başka birkaç dili daha içine alan dil
ailesinin genel adı olarak kullanılmaktadır.
Günümüz dilbilimcilerinin büyük
bölümünce reddedilen Ural-Altay dil
birliği görüşü, karşılaştırmalı dil
incelemelerinin gelişmeye başladığı 18.
yüzyıl ortalarında tartışmaya açılmış ve
popülaritesini bir müddet muhafaza
etmeyi başarmıştır. Sibirya bölgesinde
konuşulan Türk, Fin, Moğol ve Tunguz
lehçeleri arasında tespit ettiği zamir ve
şahıs eki benzerliklerine dayanarak Ural-
Altay dillerinin aynı ana dilden geldiği
yönünde görüş dillendiren ilk kişi İsveçli
bilimci Johan von Strahlenberg’tir.
Bölgedeki tüm halkları “Tatar” olarak
adlandıran Strahlenberg, bunları Fin-Ugor,
Türk-Tatar, Moğol-Mançu, Samoyed,
Tunguz ve Karadeniz-Hazar olmak üzere
altı bölüme ayırmıştı. Strahlenberg ve
onun fikirlerini takip eden diğer
araştırmacılara göre başlangıçta tek bir dil
olan Ural-Altayca, M.Ö. 10.000’lerde Uralca
ve Altayca olmak üzere iki farklı dile, Altay
dil birlikteliği M.Ö. 6000 civarında Türk-
Moğolca ve Tunguz-Mançuca olarak iki
dile ve nihayet Türk-Moğol ortak dili de
M.Ö. 4000’e doğru Türkçe ve Moğolca
şeklinde iki dile bölünmüş olmalı idi.
GENCAY
2
Eski araştırıcıları Ural ve Altay dillerinin
aynı ana dilden kaynaklandıkları görüşüne
iten temel benzerlikler arasında ses
uyumu, gramatikal cinsiyetin
(erillik/dişillik) mevcut olmaması, kelime
yapım ve çekimlerinin eklerle sağlanması,
isimlerin çekiminde iyelik eklerinin
kullanılışı, eylem biçimlerinin zenginliği,
öneklerin yokluğu, soneklerin varlığı, söz
diziminde tamlayanın tamlanandan önce
gelmesi, sayı sıfatlarından sonraki ad
öğesinin çokluk eki almaması,
karşılaştırmalarda üstünlük derecesinin
ayrılma durumunun “-den/-dan” eki ile
ifade edilişi, ek eylem olarak “sahip olmak”
kalıbı yerine “olmak” fiilinin kullanılması,
olumsuzluğu gösteren özel eylemlerin
bulunması, soruların ekle yapılması ve
cümle bağlayıcısı olarak eylem
biçimlerinin kullanılması gibi bir dizi
karakteristikten bahsedilebilmektedir.
Ural ve Altay dilleri arasında bazı düzenli
ses denklikleri bulunduğunu kanıtlamaya
yönelik etimoloji çalışmaları da yapılmış
ve bu dillerin sözcük haznelerinde
yüzlerce eşdeğer sözcük tespit edilmiştir.
Fakat Ural-Altay dilleri arasındaki
benzerliklerin birçok tarihi tabakası oluşu
hemen dikkati çekmektedir. Ayrıca
nesilden nesile değişmeden intikal etmesi
beklenen en temel bazı anlamlar (mesela
sayı adları ve zaman terimleri) ile yaygın
fiil, nesne ve kavramları karşılayan
sözcüklerin (almak-vermek, iyi-kötü gibi)
tam olarak ayrı oldukları da belirlenmiştir.
İşte bu sebeplerden ötürü Ural-Altay
köken birliği fikri eskiden olduğu kadar
ateşli bir biçimde savunulmamakta ve söz
konusu yakınsamanın halkların henüz
oluşum safhasındaki yahut ondan sonraki
sıkı temasları yoluyla meydana gelmiş
olabileceği düşünülmektedir. Nitekim
dillerin birbirlerine benzeme nedeninin
illa ortak bir ata dilden gelmeleri değil,
komşu bölgelerde konuşulmaları da
olabileceği ve komşu dillerin her birinin
kademeli olarak komşusuna benzediği bir
birleşme zinciri kurarak devasa
coğrafyaları kaplayan çeşitli dil grupları
meydana getirebilecekleri bilinmektedir.
Bu bağlamda tüm Ural-Altay dillerinin
hem konuşmacı sayısı ve hem de coğrafi
dağılım açısından en yaygın kolunu
oluşturan Türkçe’nin iki büyük dil öbeği
arasında bir taşıyıcı köprü vazifesi görmüş
olması ihtimal dâhilindedir.
Altay Dil Ailesi Teorisi
“Altay dilleri” tabiri yaygın görüşe göre
Türkçe, Moğolca ve Tunguzca’yı; daha az
savunulan bir diğer görüşe göre de Türkçe,
Moğolca, Tunguzca, Korece ve Japonca’yı
içine alan dil ailesinin genel adı olarak
kullanılmaktadır. Ural ve Altay dillerinin
akraba diller oldukları tezini çürütüp Altay
dillerinin ayrı bir dil grubu teşkil ettiğini
ispatlayan ünlü Finlandiyalı Türkolog
Gustav John Ramstedt’in ilham kaynağı,
19. yüzyılın önemli dilbilimcilerinden
Wilhelm Schott’un Çuvaşça konusunda
yaptığı bir araştırma olmuştur. Bilindiği
üzere iki dilin birbiriyle ilişkili olduğunu
ispatlayabilmenin yolu, her iki dilde de
kurallı olarak işleyen ses denkliklerinin
bulunmasından geçer. İşte Alman araştırıcı
Schott, Çuvaşça’nın bir Türk dili/lehçesi
olduğunu “z~r” ve ş~l” ses denkliklerini
ortaya çıkartarak ispat etmiştir. Altay dil
ailesi teorisinin kurucusu sayılan
Ramstedt ise, Schott’un ortaya koyduğu
Genel Türkçe-Çuvaşça ses denkliklerinden
yola çıkarak Moğolca ile Türkçe arasında
GENCAY
3
da aynı ses denkliklerinin mevcut
olabileceğini düşünecek ve yaptığı
tetkikler sonucu düşüncesini
kanıtlayacaktır.
Altay dillerinin yapısal manada birbirine
çok benzeyen diller oldukları ve o
bakımdan bir dil grubu oluşturdukları
görüşü genel kabul görmekle beraber, bu
dillerin aynı kökten türemiş akraba diller
oldukları ve aralarında dilbilimsel bir
genetik bulunduğu tezinin pek kabul
gördüğü söylenemez. Hatta Sir Gerard
Clauson ve Gerhard Doerfer gibi akrabalık
fikrini tümüyle reddeden bazı Avrupalı
Türkolog ve Mongolistler, Altay dilleri
arasındaki mevcut benzerliklerin 13.
yüzyıl öncesinde Türkçe’den Moğolca ve
Tunguzca’ya geçen alıntılar olduğunu
düşünürler. Diğer bir yorum, Türkçe’ye en
yakın gözüken Altay dili olan Moğolca’nın
doğrudan doğruya karma bir dil olduğu ve
Tunguzca’nın da Moğolca’dan etkilenerek
Türkçe’ye benzediği yönündedir. Karma
diller genellikle iki dilin karışmasından
oluşmakta ve başlangıç safhasında melez
olan bu diller ilk nesillerin çocuklarında
birer tabii dil halini almaktadır. Karma
dillerin iki katmanı olup, yerlilerin kadim
dili (Moğolların en eski atalarının dili) alt
katmanı ve onun üstüne gelen dil
(Türkçe’ye ait gramer unsurları, kelimeler,
ekler) üst katmanı teşkil etmektedir.
Melezlik fikrini paylaşan araştırmacılar,
Türklerle uzun süre bir arada yaşayan
Moğolların dilinin de bilinen yazılı
metinlerinden çok önce Türkçe ile
etkileşerek karma bir dil şekline
büründüğü ve tarihi metinleriyle birlikte
bugün Moğolca olarak bildiğimiz karma
dilin ortaya çıkışından çok daha önce
Moğolların atalarının Türkçe ile akraba
olmayan (büyük olasılıkla erken Kore-
Japon dili ile bağlantısı bulunan) başka bir
dil konuştuklarını savunmaktadırlar.
Hakikaten gerçek bir dil ailesinin
davranması gerekenin tam tersine Altay
dillerinin geriye doğru gidildikçe
birbirlerinden uzaklaştıkları ve günümüze
doğru gelindikçe birbirlerine yaklaştıkları
gözlenmektedir. Bu açıdan Altay dil ailesi
teorisi de tıpkı Ural-Altay dil ailesi teorisi
gibi köken birliği kanıtlanmış bir aileyi
ifade etmekten çok jeokültürel bir olguya
işaret etmekte ve tarihte birbirleriyle
ilişkide bulunmuş bir grup dil cemaati ile
ilgili çalışma hipotezi olarak öne
çıkmaktadır. Tabii her bilim dalında
olduğu gibi dilcilikte de tasnif işinin büyük
araştırma kolaylığı sağladığı göz önünde
tutulduğunda Türkçe’nin dünya dilleri
içerisinde belli bir dil ailesi altında
mütalaa edilmesi gerekecektir ve şu
durumda Altay adıyla kurgulanan dil ailesi
hala en makul seçenektir.
Altay Dillerinin En Belirgin Ortak
Özellikleri
Altay dilleri, aralarındaki önemli ses
denkliklerinin yanı sıra birçok ortak
özelliğe de sahip bulunmaktadır. Bu
dillerin hepsinde ses uyumları vardır. Bir
kelimedeki ünlüler ile kalın ve ince
varyantları da bulunan “g”,”k”,”l” gibi
sesler daima ya kalın ya da incedirler (el-
ler-im-den; kol-lar-ım-dan). Tunguz-
Mançu dillerinde kimi kalın ve ince ünlü
çiftlerinin kaynaşması sonucu kelime
köklerinde kalınlık-incelik uyumu
bozulmuş ve fakat eklerdeki uyum
korunmuştur (biya–bıyaga). Dudak uyumu
Türkçe ve Moğolca’ya mahsus olup,
GENCAY
4
sonradan gelişen bir özelliktir. Türkçe bir
kelimede dar bir ünlü kendinden önce
gelen hecedeki ünlüyle düzlük-yuvarlaklık
bakımından uyumludur (ev-in; göl-ün).
Keza Moğolca’da da geniş ünlülü bir
heceden sonra yine geniş bir ünlü
gelmektedir (ger-es; noyon-ös).
Altay dilleri bitişken/eklemeli diller
grubuna girerler. Bu dillerde yeni
kelimeler kelime köklerine ek getirmek
suretiyle türetilmekte ve birkaç ek arka
arkaya gelebilmektedir. Cümlenin öğeleri
arasındaki dilbilgisel ilişkiler de ekler
yardımıyla gösterilir (ev-in kapı-sı). Bir
ekin çoğunlukla tek bir anlamı veya işlevi
bulunur ve birleşme yerleri açıktır.
Arapça’daki gibi ek sınırlarının tespitini
zorlaştıran kaynaşmalar yoktur. Altay
dillerinde öteki eklemeli dillerden de farklı
olarak kelime önüne veya içine eklenen
önek ve içekler bulunmamakta, yalnızca
sonekler kullanılmaktadır. Sözcük
sonlarına eklerin muntazam bir dizi
halinde ilavesi ile gelişen söz üretimi,
genellikle tek heceli ve basit yapılı olan
köklerden birçok sözcük yaratılabilmesi
(göz > gözlük > gözlükçü > gözlükçülük),
başka dillere kolay kolay çevrilemeyecek
kompleks eylem sözcükleri türetilebilmesi
(düşüvereyazdım) ve tek sözcüklü
tümceler oluşturulabilmesine
(Türkleştiremediklerimizdensiniz) imkan
verir. Altay dillerinde söz dizimi, diğer
deyişle normal bir cümledeki unsurların
sıralanışı özne–nesne–yüklem şeklindedir.
Tamlamalarda tamlayan tamlanandan
önce gelir. Sıfat tamlamalarında tamlayan
ile tamlanan arasında hal, cinsiyet ve sayı
bakımından bir uyum bulunmaz. Çokluk
bildiren sayılardan sonra gelen isimler
çokluk eki almaz. Ayraç ve bağlaç
zenginliği, yan cümlelerin ana cümleye
kolay bağlanış ve ana cümleden kolay
ayrılışını sağlar. Başka bir sözcükle ilişkili
olan her sözcüğün tümce içinde söz
konusu sözcükten önce yer alması,
birbirlerine bağlı sözcük kümelerinin sıra
bakımından tek sözcük gibi ele alınması,
ad ve fiil çekimlerinin tek bir kipinin
bulunması ve dilbilgisi istisnalarına hemen
hiç rastlanmaması Altay dillerinin kuralcı
diller olduğunu kanıtlar. Listeye başka
dillerde konuşmaya başladıktan sonra ve
hatıra geldikçe yeni fikirler
karıştırılmasına yarayan birtakım cümle
içi bağlantı ekleri benzerlerinin Altay
dillerinde yer almamış olması da ilave
edilebilir ki, bu da Altay dillerinde doğru
bir cümle söyleyebilmek için konuşmadan
önce iyi düşünmek gerektiğini ihtar eden
bir tür disiplin belgesidir.
Kaynakça:
Clauson (S.G.), “The Case Against the Altaic-Theory”,
CAJ2, 1956
Doerfer (G.), “Temel Sözcükler ve Altay Dilleri
Sorunu”, TDK Belleten, 1980-1981
Ercilasun (A.B.), “Türkçenin En Eski Komşuları”, Dil-
Destan-Tarih-Edebiyat, Akçağ Yayınları, 2007
Kafesoğlu (İ.), “Türk Milli Kültürü”, Ötüken Neşriyat,
1997
Kolcu ve Diğerleri, “Türk Dili”, Umuttepe Yayınları,
2010
Ramstedt (G.J.), “Über die Zahlwörter der Altaischen
Sprachen”, 1905
Roux (J.P.), “Türklerin Tarihi-Pasifik’ten Akdeniz’e
2000 Yıl”, Kabalcı Yayınevi, 2007
Schott (W.), “Versuch Über Tatarischen Sprachen”,
1836
Strahlenberg (P.J.V.), “Das Nurd und Östliche Theil
von Europa und Asia”, 1730
Toman (H.T.), “Konuşan Türkçe”, Kent Kitap, 2010
GENCAY
5
MÜZMİN MUHALİF: OSMAN
BÖLÜKBAŞI VE BİZE ANLATTIKLARI Ragıp REİS
Türkiye’nin demokrasi macerası aşağı-
yukarı 70 yıllık bir geçmişe dayanıyor. 27
yıllık tek parti iktidarının ardından 1950
yılında ‘’Beyaz İhtilâl’’ diye adlandırılan
seçimle birlikte Demokrat Parti’nin
iktidarı devralması, demokrasi tarihimizde
bir dönüm noktası oluşturuyor ve sessiz
milyonlar ilk defa yönetimde ‘’Ben de
varım!’’ diyor. İşte yazımıza konu olan
şahsiyetin siyaset macerası da aşağı-
yukarı bu devre denk düşüyor. Kimdir
Osman Bölükbaşı? Kıymet-i harbiyesi
nedir? Evvelâ kendisinden kısaca
bahsedelim, ardından da 7 Haziran
seçimlerine kısa bir süre kala Osman
Bölükbaşı’nın bize hatırlattıklarını
anlatalım.
Osman Bölükbaşı, 1911 yılında Kayseri’nin
Mucur ilçesine bağlı Hasanlar köyünde
dünyaya geldi. Burası tipik bir Orta
Anadolu köyüydü. Babası Hacı Ahmet Ağa,
bölgede sevilen bir insandı. Mustafa Kemal
Paşa’nın Milli Mücadele hakkında halkı
aydınlatmak için her ilden çağırdığı
temsilciler arasında Kırşehir’i temsilen
bulunanlar arasındaydı. Annesini çok
küçük yaşta kaybeden Bölükbaşı, babasını
da 23 Mayıs 1950’de, Meclise girip yemin
ettiği sırada kaybetti. Babası onu önce
İstanbul’a, sonra da Fransa’ya okumaya
göndermiş, yokluğun bir hançer gibi
milletin bağrına saplandığı bir devirde
oğlundan hiçbir şeyi esirgememişti.
Bölükbaşı Fransa’da, Nancy Üniversitesi
Fen Fakültesi Matematik ve Fizik
bölümünden mezun oldu. Yurda
döndükten sonra Kandilli Rasathanesi
müdürü Fatin Gökmen’in asistanı olarak
çalışmaya başlayan Bölükbaşı’nın kaderi,
Gökmen’in onu DP’nin kurucularından
Fuad Köprülü ile tanıştırmasıyla değişti.
Gökmen’in, ‘’ağzı iyi laf yapar, işinize
yarar.’’ demesiyle Bölükbaşı, Demokrat
Parti saflarında hürriyet havariliği
görevine soyunuyordu. Adını Türk siyasi
tarihine Anadolu Fırtınası olarak
yazdıracak Osman Bölükbaşı’nın macerası
işte böyle başladı. Gerçi babası siyasete
girmesini istememiş, ona şöyle nasihat
etmişti:
‘’Bu devirde, akşam nikâhları üzerine yemin
edip söz verecek, sabah da sözlerinden
rahatça dönebilecek insanlar çoktur.
Siyaseti de böyleleri ele geçirir. Üzülür,
kırılırsın.’’
Fakat o babasının nasihatine rağmen
siyasete girecek ve 28 yıllık siyasi hayatı
sonunda babasının nasihatinin ne kadar
doğru olduğunu anlayacaktı.
Tek parti baskısının hayatın her alanında
kendisini gösterdiği bir dönemde
teşkilatlanmak elbette kolay değildi. DP,
yeni kurulan bir partiydi ve devrin iktidarı
olan CHP, devletin bütün imkânlarını
kullanmaktaydı. Sinmiş yahut sindirilmiş
halk kitlelerinin ürkekliği de DP’nin
teşkilatlanmasının önündeki engellerden
sadece biriydi. Dolayısıyla her türlü devlet
erkini kullanan ve bir nevi parti devleti
GENCAY
6
olan CHP’ye karşı teşkilatlanmak, hiç de
kolay değildi. Osman Bölükbaşı, işte tam
da demokrasimizin agulama evresinde DP
müfettişi olarak siyasete atıldı.
Eskilerin deyimiyle ‘’nev’i şahsına
münhasır’’ bir insan olan Osman
Bölükbaşı, uzun ve esprili nutukları,
kılıçtan keskin eleştirileri, bitmek
tükenmek bilmeyen enerjisiyle daha ilk
günden CHP’nin korkulu rüyası hâline
geleceğinin belirtilerini gösteriyordu.
Tokat’ta, Bartın’da, Gaziantep’te,
Kırşehir’de engellemelerle karşılaşıyor,
henüz siyaset hayatının ilk günlerinde,
Yozgat’ın Akmağdeni ilçesinde,
‘’hükümetin manevi şahsiyetine hakaret’’
suçuyla gözaltına alınıyordu. Bu, onun için
ilkti ama maalesef son değildi. İktidarı
eleştirmek, her zaman olduğu gibi yine
‘’can’’ yakıyordu. DP müfettişi sıfatıyla
başta memleketi Kırşehir olmak üzere
birçok Orta Anadolu şehrini dolaşan
Bölükbaşı, her gittiği yerde o zamana dek
alışılmamış bir üslupla nutuklar atıyor,
sert eleştirilerde bulunuyor, tek parti
baskısından bunalan halk ona büyük
teveccüh gösteriyordu. Adı, ‘’Anadolu
Fırtınası’’na çıkmıştı.
1946’daki hileli seçimlerde Yozgat’ta 93
bin oy almasına rağmen seçilememişti.
Yozgat’taki seçim kuruluna yaptığı itiraz
sırasında da hakaret ettiği gerekçesiyle
hapse konulmuştu. Demokrasi mücadelesi
daha yeni başlıyordu. Sorgun
hapishanesinden çıkışının ertesi gününde
DP’nin Ankara mitingine katılan Bölükbaşı,
konuşmasında şunları söylüyordu:
‘’Bir şeye gönülden inanıyoruz: nasıl Türk
bayrağı asırlarca devam eden saldırılara
rağmen yere düşmedi ise milletin şerefli
evlatlarının omuzlarında taşınan hürriyet
ve demokrasi bayrağı da hürriyet
düşmanlarına rağmen yere düşmeyecektir.
Mukadderse bu uğurda başlarımız düşecek
ama hürriyet bayrağı yere düşmeyecektir.
Bir gün gelecek, milletin sesine kapanan
kulaklar açılacak ve millet iradesi her şeye
hâkim olacak. İşte o zaman;
Sesimiz gür olacak
Vicdanlar hür olacak
Efendi bir olacak
O da millet olacak
Yaşasın ebedî Türk milleti! Yaşasın
demokrasi davası!’’
Bölükbaşı, siyaset hayatına DP saflarına
atılmasına rağmen bir süre sonra istifa
etmiş, arkadaşlarıyla birlikte Millet
Partisini kurmuştu. Partinin kurucuları
arasında Mareşal Fevzi Çakmak, Yusuf
Hikmet Bayur ve DP’den istifa eden
İstanbul eski il başkanı Kenan Öner de
vardı. Bunlar, DP içinde sertlik yanlısı grup
olarak görülüyorlardı. Bilhassa Osman
Bölükbaşı, İsmet İnönü için ‘’kızıl sultan’’
nitelemesini yapıyor ve gittiği her yerde
tek parti iktidarını yerden yere vuruyordu.
DP’den ayrılması dolayısıyla gelen
eleştirilere ise Kudret gazetesine verdiği
mülakatta şöyle cevap veriyordu:
GENCAY
7
‘’(…) Hareketimin bir din değiştirmek değil,
sadece arkasında namaz kılınmayacak bir
imamın bulunduğu camiyi terk ederek
başka bir camiye geçmek olduğunu
söyledim…’’
Bölükbaşı tam bir vecize fabrikasıydı.
Uzun nutuklarında vatandaşın bam teline
dokunmasını bilirdi. Günümüzde seçim
meydanlarında parti liderlerinin çoğunun
sığ, hamasî nutuklarına nispetle sert
eleştirilerini mükemmel bir belagat ve
nüktedan bir anlatımla harmanlar,
yetişmiş olduğu çevredeki âşıklık
geleneğinden inciler sunardı. ‘’Ey sapı
uzun, danesi kıt Kayserililer! Meydanda
veriminiz bol. Burada aşka gelip beni
alkışlıyorsunuz, sandık başına gidince
şeytana sarılıyorsunuz.’’ derdi. ‘’Bu millet
Bölükbaşı’nı alkışladı, İnönü’yü karşıladı,
oyları Menderes’e verdi.’’ derdi. Sözün
kısası halk, onun ağzından Ankara’daki
siyasetçilere söver, onunla verimsiz
seçmene, yani kendisine gülerdi.
Osman Bölükbaşı’nın siyaset anlayışının
en belirgin özelliği, kendini merkeze
koyan, kişisel bir siyaset olmasıydı. Ona
mahsus muhalefette programlı bir
ideolojik tema yoktu. Eleştirilerinin genel
çerçevesi hürriyet, namus, ahlak,
dürüstlük gibi konulardı. Ne yazık ki
sadece CHP’nin değil, bağrından çıktığı
DP’nin dahi gadrine uğradı. Enteresandır,
DP müfettişi iken CHP’lilerce komünist
propaganda yapmakla suçlanmış, keza DP
iktidarında da aynı suçlamaya maruz
kalmıştı. Demek ki iktidarların muhalefete
bakış açısı pek farklılık göstermiyordu.
İrticacı, komünist, darbeci, Ergenekoncu,
vatan haini… Her devirde sihirli bir kelime
ve bütün muhalifleri bu sihirli kelimeyle
birlikte alaşağı eden iktidar erki.
Osman Bölükbaşı’nın 7 Haziran seçimleri
öncesi bize anlattıklarına bakalım… Türk
tarihini irdelediğimiz zaman gördüğümüz
‘’karizmatik’’ lider anlayışı, bugün de
kitlelerin her seferinde ‘’masaya
yumruğunu vuran’’ bir lider arayışı
içerisine girmesinin tarihi bir süreklilik
arz ettiğini gösterir mi? Yoksa bu bir
anakronizm midir? Ya da memleket içinde
önemli işler yapmış liderleri-neredeyse-
kutsallaştırmak, ‘Tanrıdan kut alma’
inancının bir devamı mıdır? Bu konuda
DP’den ayrılışının ertesinde, 1947’de
Kudret gazetesinde yazdığı makalede
Osman Bölükbaşı günümüze ışık tutan bir
yaklaşım sergiliyor:
‘’(…) Zaaflarımızın başında millete hizmet
etmiş olanlara, bir davada muvaffak
olanlara tanıdığımız bir nevi ‘fetih hakkı’
gelir. Şükran duygularımıza feda ettiğimiz
murakabe ve tenkit haklarımızı
kullanmamak suretiyle şahısları gayenin
üstüne çıkarıyor, adeta Allahlaştırıyoruz.
Her hareketi alkışlanan ve üstün insan
muamelesi gören bu şahıs, kendisini her
ferdin ve milletin üstünde görmeye başlıyor.
Davanın gerçek adamları, yalnız
prensiplere ve kanaatlerine boyun eğenler,
dalkavukların tiryaki yaptıkları ikbal
sahipleri tarafından hoş görülmemeye
başlıyor. Bu suretle ‘abdestsiz camiye
girenler’ hakiki müminleri kapı dışarı
ettirmenin yolunu bulmuş oluyorlar.’’
Tarih ilginç bir alan. 10 yıl, 100 yıl, 1000
yıl evvelini okuyup dersler çıkarabilmek,
günümüzdeki olaylarla benzerlik
kurabilmek mümkün. Dün muhalefet
yaparken söylediklerini iktidar olunca
GENCAY
8
unutanları gördükçe şaşırmamak elde
değil. Bölükbaşı da Menderes hükümeti
için ‘’muhalefette iken nazlı bir kıza
benzediğini, evlendikten sonra ise gerçek
yüzünü gösterdiğini’’ söylemişti. Yine
devamla DP’nin ‘’ne tek parti zihniyetinden
vazgeçtiğini, ne de o zihniyete ait kanunları
kaldırdıklarını söylemiş, Menderes’in bugün
eğer bir şeye beyaz diyorsa, dört yıl evvel
aynı şeye beyaz dediğini’’ haykırmıştı.
Dünden bugüne bağ kurabiliyoruz değil
mi?
Türkiye’de sürekli işittiğimiz bir kavram,
‘’milli irade’’ ve sandığa saygıdır. Elbette
bunlar demokrasinin gerekleridir. Lâkin
bunlar tek başına demokrasi için yeterli
midir? Bu soru geçmişten günümüze kadar
birçok kez tartışılmıştır. Biz bu konuya
yine Osman Bölükbaşı’nın düşünceleriyle
bakalım:
‘’Sandıktan çıkmak, vatandaş oylarıyla
iktidara gelmek her şeyi yapmaya kâdirdir
anlayışı, sakat bir anlayıştır. Bu, milli irade
diktatörlüğünün özlemini ifade eder.
Çoğunluğun hiçbir kayıt tanımadan istediği
her şeyi yapabileceğini savunmak, mahkûm
edilmiş sakat bir düşüncedir. Unutulmasın
ki, çoğunluğun istibdadı, istibdatların en
korkuncudur.’’
Milli iradeyle ilgili bir başka husus da
liderlerin halkın gönlünü çelebilmek için
sürekli halkı övmesi, yüceltmesi ve onun
yanılmayacağını, gereken cevabı sandıkta
vereceğini dile getirmesidir. Halkın her
şeyin farkında olduğunu, dolayısıyla onu
aldatmanın mümkün olmadığını
belirtmek, Bölükbaşı’ya göre bir
safsatadır:
‘’Halk aldanmaz sözü bir safsatadır. Ucuz
bir halk dalkavukluğudur. Allah dışında
herkes, her fani aldanabilir. Tarihteki
büyük nedametler ve eyvahlar bunun
delilidir. Milletlerin aldatılabildiği bir
vakıadır. Ama devamlı surette aldatmak
mümkün değildir.’’
Türk siyasetinde sıkça dile getirilen
olgulardan biri de ‘’makama saygı’’dır.
Kendimi bildim bileli ara-sıra bunun
üzerine düşünürüm. Makama saygı ne
demek? Herhangi bir makamda oturan
insandan haz etmiyorsunuz ama sırf
makamı dolayısıyla ona saygı
gösteriyorsunuz. Bu düşünce bana gülünç
geliyor. Makamlar, unvanlar, koltuklar
saygıya değer değildir. Saygıya değer olan
insanlardır. Bölükbaşı’nın, ‘’Bir yerin şerefi
orada oturandan gelir, adam olan oturduğu
makamda şeref aramaz.’’ mealindeki
sözleri sanırım yeterince açıklayıcıdır.
‘’İmanım padişah, ben de onun veziriyim,
bundan büyük rütbeyi devlet bana
veremez.’’ deyişi ise günümüz
siyasetçilerine ders niteliğindedir.
Siyasilerin birbirlerinin kirli çamaşırlarını
ortaya dökmek için yoğun efor sarf ettiği,
insanların siyasetin Müslüman işi
olmadığını düşündüğü günümüzde
Bölükbaşı’nın, henüz 50 yaşında olmasına
rağmen saçlarının beyazlaması dolayısıyla,
kendisine hitaben ‘’yerini gençlere
bırakması’’ gerektiğini söyleyen Ragıp
GENCAY
9
Gümüşpala’ya verdiği cevap herkese ders
olmalıdır:
‘’Bir lider için ak saçlı olmak ayıp değil, ak
hüviyetli olmamak ayıptır; herkes bilir ki,
biz alnımızı karartmamak için saçlarımızı
ağarttık.’’
Bölükbaşı gerçekten de siyaset sahnesinde
hüviyetini karartmadı. Muarızları dahi
onun namusundan, dürüstlüğünden ödün
vermediğini dile getirmekte beis
görmediler. Ne yazık ki, ideolojisi ne
olursa olsun, Bölükbaşı gibi hürriyet,
namus, dürüstlük, adalet gibi değerleri
kendisine şiar edinen siyasetçiler çoğu
zaman ikbal hırsıyla tutuşan dalkavukların
ardında kaldılar. Türkiye’de siyasetin ne
menem bir şey olduğunu anlamak için
uzağa gitmeye gerek yok, lâkin biz
örneklerimizi yine demokrasimizin
agulama evresinden verelim. Osman
Bölükbaşı ve arkadaşları, Millet Partisi’ni
kuracakları zaman Rauf Orbay’ın da
kurucular arasında yer almasını
istemişlerdi. Rauf Orbay’a Fevzi Çakmak’ın
bu isteğini bizzat götüren Bölükbaşı’ya
Orbay’ın cevabı –zannederim- Türkiye’de
hangi koşullarda siyaset yapıldığını
anlamak için yeterlidir:
‘’Ben bir kere siyasete girdim, canımı ve
namusumu zor kurtardım. Teveccühünüze
çok teşekkür ederim ama politika mı? Allah
korusun, bir daha girmem.’’
Türkiye’de dün de, bugün de en çok
yakınılan şeylerin başında ‘’adaletsizlik’’
gelmektedir. Duvarlarında ‘’Adalet mülkün
temelidir.’’ yazan Türk mahkemeleri, her
dönem iktidarlar tarafından baskı altına
alınmaya çalışılmış, siyasi komplolara alet
edilmiştir. Ne yazık ki bu durum dün
olduğu gibi bugün de devam etmekte,
mahkemelerin önleri ‘’Adalet istiyoruz!’’
diye haykıran kitlelerle dolup taşmaktadır.
Devletin temeli olan adalet, her görüşten
insanın artık varlığına inanmamaya
başladığı bir olgu hâline gelmiştir.
Dünyada adalet bulamayacaklarına iman
etmeye başlayan insanlar, yalnızca Allah’ın
adaletine sığınmaya başlamışlardır. Bu
konuda da Menderes hükümetine
veryansın eden ve DP’nin mahkemeleri
baskı altına almaya çalıştığını söyleyen
Osman Bölükbaşı, Ziya Paşa’nın ‘’kadı ola
davacı, muhzır dahi şahid/ ol mahkemenin
hükmüne derler mi adalet’’ dizelerini
hatırlatmıştır.
Her meseleyi halkın anlayabileceği şekilde
anlatmasını bilen Osman Bölükbaşı, DP
saflarında iken CHP’yi nasıl yerden yere
vurduysa, DP’den ayrıldıktan sonra DP’yi
de yerden yere vurmuş, iki partinin de
zihniyetinin aynı olduğunu dile getirmiştir.
Merhumun oğlu Deniz Bölükbaşı, babasını
anlattığı Türk Siyasetinde Anadolu
Fırtınası Osman Bölükbaşı adlı eserde,
Bölükbaşı’nın DP-CHP benzerliği
konusunda, DP’nin muhalefette iken ‘’CHP
idaresinin köhne bir bina olduğunu, DP
iktidara gelince bu köhne binanın saray
olacağını söylediklerini, ancak iş başına
GENCAY
10
gelince o köhne binaya bir sıva, üzerine de
Amerikan yardımlarından bir cila
çektiklerini’’ yazmaktadır. Yine aynı eserde
Osman Bölükbaşı’ya atfen anlatılan bir
hikâye de dikkat çekicidir:
‘’Vaktiyle bir ağanın eski bir konağı varmış.
Hiç tamir etmez, yıkılacak diyenlere
‘duvarlar bana haber verir’ dermiş. Nihayet
bir gün konak çökmüş. Ağa, duvarlara
hitaben ‘ettiniz mi bana ettiğinizi, hani
haber verecektiniz?’ deyince, duvarlar dile
gelip ‘biz ne zaman yıkılacağımızı haber
vermek için çatlayıp ağzımızı açtıkça, sen
bir avuç çamur ile tıkadın.’ cevabını
vermişler.’’
Netice-i kelâm, Bölükbaşı’nın siyasi
macerası, Türk demokrasisinin agulama
evresinin bir romanı olabilir. ‘’Yemen
cephesinde askerliğe’’ benzettiği bu
macerasında 3 partinin genel başkanlığını
yapmış, nice vefasızlıklara göğüs germiş,
meclis kürsüsündeki sözleri nedeniyle
dokunulmazlığı kaldırılmış ve siyasi
yasaklı ilk parti genel başkanı unvanını ele
geçirmeyi başarmıştır. Henüz siyasi
hayatının başlarında demir parmaklıklarla
tanışmış, polisler kendisini almaya
geldiğinde 21 günlük olan ilk çocuğu
Ahmet Deniz’e dönerek (MHP eski genel
başkan yardımcısı Deniz Bölükbaşı),
‘’Oğlum Deniz, baban gidiyor. Belki gelmez.
Bu memleketin pisliğini su temizlemez. Bu
yüzden adını Deniz koydum. Şayet oğlum
ben dönmezsem, bu pisliği sen temizle!’’
demiştir. Yine kızı Hürriyet de Bölükbaşı
hapisteyken dünyaya gelmiş, koğuştaki
arkadaşlarına güzel haberi verirken,
‘’Hürriyet dünyaya geldi. İnşallah
Türkiye’ye de gelir.’’ demişti.
Aslında Bölükbaşı’nın siyaset macerasının
günümüze ışık tutabilecek birçok yönü
var. Mesela sırf her seçimde Osman
Bölükbaşı’nı meclise gönderdi diye
Kırşehir’in DP tarafından ilçe yapılması ve
Nevşehir isminde yeni bir vilayet
kurulması bile iktidar erklerinin ‘’yaptım
oldu!’’ anlayışının dünden bugüne devam
ettiğini gösteriyor. Konu meclise
geldiğinde Adnan Menderes’le söz
düellosuna girişen Bölükbaşı’nın ‘’Vilayeti
kaldırdınız. Bizi de kaldırın da zulmünüz
tamam olsun.’’ sözleri, belki de
çaresizliğinin dışavurumuydu. Fakat buna
rağmen Kırşehirlilerin gönlündeki Osman
Bölükbaşı sevgisi eksilmemiş, hatta
Kırşehirlilerin Başbakan Menderes’e
çektikleri telgrafta, ‘’Kırşehir’i değil ilçe,
köy haline getirseniz bile, elimizden hiçbir
şey gelmezse de Osman Bölükbaşı’nı yine
muhtar seçeriz.’’ yazmaları, Osman
Bölükbaşı’na duyulan sevginin
göstergesidir. Neyse ki Kırşehir, 3 yıl
sonra, 1957’de tekrar il statüsüne
kavuşmuş, ancak Avanos, Kozaklı ve
Hacıbektaş kazaları Nevşehir’de kalmıştır.
Bölükbaşı’nın köyü Hasanlar da Kırşehir’e
bağlanmamıştır.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi
hatiplerinden biri olan Osman Bölükbaşı,
hem mitinglerde hem de mecliste en uzun
süre konuşma rekorunun da sahibidir.
1967 yılında yapılan Düzce mitinginde
GENCAY
11
aralıksız 8 saat 35 dakika konuşmuştur.
İstanbul’a yük götüren bir kamyon şoförü
Düzce’de onu bir süre dinledikten sonra
İstanbul’a giderek yükünü boşaltmış,
dönüşte hâlâ kürsüde konuşmakta olan
Bölükbaşı’yı dinlemeyi sürdürmüştür.
Son söz: Genel seçimlere yaklaştıkça
siyasetçilerin halka yaranmak maksadıyla
kullandıkları argümanlar birbirine
benziyor. Bilhassa dünden bugüne ‘’din’’
konusu siyasetçilerin ağzında pelesenk
olmaya devam ediyor. Bakınız Bölükbaşı
bu konuda ne diyor: ‘’Hayatım boyunca
bütün sektörleri tetkik ettim, en kârlısının
‘din ticareti’ olduğunu gördüm.’’
Zannederim, Karl Marx’ın ‘’Din kitlelerin
afyonudur.’’ sözündeki keramet de burada
ortaya çıkıyor. Bahsedilen dinin ‘’hangi
din’’ olduğunu anlamak içinse Ali
Şeriati’nin ‘’Dine Karşı Din’’ kitabını
okumak gerek.
“Bizi halk seçti. Dolayısıyla ne istersem
yaparım.” düşüncesinde olan gerek iktidar,
gerekse muhalefet milletvekillerimize ve
vekil adaylarımıza bir Osman
Bölükbaşı’nın sözlerini hatırlatalım ve
yazımıza son verelim:
“Baş olanlar övünmesin
Ne gelirse başa gelir
Diz toprağa yaslanır da
Baş düşerse taşa gelir.”
Kendisi siyasette televizyonun kullanıldığı
döneme yetişememişti. Acaba bugün
meydanlarda olsaydı halk üzerinde nasıl
bir intiba bırakırdı? Sormadan edemedim.
GENCAY
12
BÜYÜKLER VE KÜÇÜKLER Dilek AKILLIOĞLU
Ser Felsefenin çocuklar için anlamını
aramakta iken Brigitte Labbe’nin
yukarıdaki başlıkta yazdığı kitapla
karşılaştım. “Çıtır Çıtır Felsefe” serisinin
çocukluk-yetişkinlik-yaşam le ilgili
kitaplarından olan bu eserde büyük olmak
ve küçük olmanın ne anlama geldiği
üzerinde durulmuş. Herkesin mutlaka
küçük olacağı ve belirli süre sonra da
sonsuza kadar büyük olarak kalacağı
ifadesi bana kalırsa kitaptaki en ilgi çekici
ifadedir. Kitabın içeriği, küçükken sadece
küçük olmayı hatalı anladığımız gibi
büyüyüp yetişkin olduğumuzda da
büyüklüğün anlamını saptırdığımızı
gösteriyor. Doğduğumuzda küçük
olduğumuz, küçükken söz ve eylem
haklarının sınırlılıklarını, ayrıca çizilen bu
sınırların büyüdükçe küçüklerinkine de
taştığını sunmaktadır. Küçük olmak
yaşamın bir minyatür gibi ufaltılmış haline
benzer. Bu hal küçüklük kavramının söz
sahibi olmak yerine verilmiş hakları
sadece kabul etmesi şeklinde
kanunlaşmıştır. Yazar Labbe’nin kitapta
sevdiğim ifadelerinden biri de bu konu ile
alakalı olan, ‘’küçük olanın her şeyi
kabullenmek anlamına gelmediğini
savunmasıdır. Evet, büyükler küçüklerin
güvenle büyümesini istediği için her şeyi
küçüklere göre küçük kalıplara
yerleştirmektedirler. Koyulan kısıtlamalar
gereklidir ve fakat kitapta da belirtildiği
gibi büyümek için zaman ve deneyime
ihtiyacı olan küçüklerin, kendi haklarını
sakınarak, aynı zamanda bazı karar ve
eylem anlarında desteğe ihtiyaç
duyduklarını benimseyerek büyüklüğe
hazırlanmaları gerekir. Küçükler ve
büyükler bazı kabullenmeler dışarı
çıkarıldığında hayatı aynı anda okuyabilir,
tartışabilirler. Burada farklı yürüyen
pencerelerin yerleridir. Yani normalde
bakıldığında dünya ikisi içinde aynı
düzlemde yaratılmıştır. Düzlemde
büyüklük küçüklüğün devamıdır. Büyüme
ile hala küçük olunamayacağı sonucu
ortaya çıkmaz.
İnsan küçükken küçüklüğün sonunun
gelmeyeceğini zanneder. Bu çağın çabucak
atlatılması ve gerçek dünyaya merhaba
demek ister. Çocukluk yılları yavaş
ilerleyen bir tren gibi gözükür. Büyük
olmak için çaba sarf edilir. Küçüklüğün
değil de hep büyüklüğün görevlerini
üstelenmek ister insan. Sorumluluk
almaya küçükken uğraşır. Ufacık odasında
annesinin ve babasının odasına daha çok
merak salar. Ufak kız çocuğu topuklu
ayakkabıların içine girip yürümek için
çalışır. Büyükler için yazılmış kitapları
okumaya benzer bu şey, sadece sayfalarına
bakar çocuk, biri geldiğinde ona bu kitapta
yazanları belki de yazmayanları kafasına
göre okur, aktarır. İşte hayaller ve karar
alma ifade etme kısmı o andan sonra
küçüğün değil de büyüğün elinde hayat
bulmaya başlar.
GENCAY
13
Küçük olan insan, elbette hayalleri ve
özgürlükleri hakkında büyüklerden bir
şeyler öğrenmektedir. Öğrenme
sonucunda büyümekte, büyüklüğünde rol
yaparak büyük gibi davranmaktadır. O
merak ettiği dünyada diğer büyükler gibi
olur. Eserde yetişkine mesaj da küçük
olanın yolu kendisinin çizmesine izin
vermesi gerektiğidir. Küçük hayaller onun
büyüklüğüne aktardığı bilgilerdir. Bu
bilgileri düzenlerken kimi zaman
geldiğinde kendisini koruması için
eylemde bulunabileceğini, bunu tek başına
yapabileceğini hissetmesini, ‘hayır’ veya
‘evet ‘ deme lüksünü ona bırakmanın
gerektiğini de oldukça güzel bir dile ifade
etmiştir. Buradan hareketler çağımızda
hayır ve evet deme ile ilgili kulak ardı
edemeyeceğimiz sorunların başında çocuk
istismarı, çocuk işçiler, şiddet bu ağda
devam eden gençlik sorunları, yanlış
meslek, yaşam biçimi seçimleri
gelmektedir. Eserde tamamı ile bu
sorunlar üzerine yoğunlaşmasa bile çocuk
istismarı için bir bölüm ayırmıştır.
Bölümde büyükler için el kitabı haline
gelebilecek çıkarımlara yer vermiştir.
Her gün bir yerlerde okuduğumuz,
dinlediğimiz küçük isimlerin başına gelen
büyük durumlar küçüklüğün bedeni de
dahil bütün kararlarını büyüğün verdiğini
ortaya koyan bir vaziyettir. Küçüğün
bilmediği bir dünyaya, bilmediği şekilde
sırf büyük öyle arzu etti diye adım
atmasıdır. Türkiye’de bu konuda, çocuk
istismarı ve benzeri hakkında yapılan
araştırmalar daha çok adli tıp, sosyal
pediatri, çocuk ve ergen ruh sağlığı
uzmanlarının öncülüğünde
yürütülmektedir. Çocuk istismarı Adli Tıp
Bülteni ve Çocuk Forumu dergilerinde
derleme ve vaka sunumlarıyla gündemde
tutulmaya çalışılmaktadır.(1)
Araştırmalarda bu durumun fazlalıkla aile
içinde veya yakın akraba çevresinde
gerçekleşmesi yer almaktadır. Küçüğün
dünya ile tanıştığı yer olan aileler, onları
korumak, ilgi ve ihtiyaçlarını karşılamak
yerine bunları görmemeleri ya da göz ardı
etmeleri ile gündeme gelmektedir. Kişilik
gelişim dönemlerinde sıkıntılar yaşamış,
belirli bir problemleri olan büyükleri bir
kenara bırakarak küçüklerin dünyasında
olumlu etkiler yaratmaya çalışan ve
aslında sivri hatalar yapan anne- baba
veya büyükler de maalesef yukarıda
gerçekleşen durum ve benzerlerine yol
açabilmektedirler. Endişelenmeyi
gerektiren durumda maalesef budur.
Küçüklerini, cinsel istismar; bunun
içerisine küçük yaşta evlenmeleri de
eklersek, işçilik, şiddet ile besleyenler
zaten henüz büyük olma yeteneğine
erişememiş kişilerdir. Labbe’nin de
eserinde belirtiği gibi onlar büyük olmak
eşittir güçlü olmak mantığından
ilerlemektedirler. Küçük olanın büyük olan
karşısında kararları ona bırakmasını
gerektiğini zira onun için en doğru olanın
bu olduğunu kavramasını, öğrenmesini ve
ileride de buna uygun olarak büyümesini
istemektedirler. Çocuğu kendine
benzetmeye çalışarak hareket
etmektedirler. Ama diğer yandan velilerin
çocuklarını dış dünya ile tanışmaları için
bıraktıkları sokaklarda, çocuk
parklarından onlar bilmeden de bu gibi
vakalar ortaya çıkabilmektedir. Çocuk için
burada önemli olan ne zaman hayır
diyebileceğinin zorluğudur. Zira büyükler
onlara bir şeyler söylerler ve küçükler
yaparlar, bunları birer kanun gibi kabul
etmeleri beklenir. Sorgulama yaşına
GENCAY
14
geldiğinde elbette onlarda yavaşça
dünyanın farkına varacaklardır. Fakat
zaten araştırmalarda küçüklerden
yararlanma yaşı 12’den sonra azalma
göstermektedir. Büyükler küçüğün başına
bir şey geldiğinde koşup gelmeyeceğini
bilmelidir. Onun etrafı her zaman yabancı
büyüklerle dolmaya müsaittir. Oyun
oynadıkları alanlar, kreşler, kapılarının
önleri birçok yer çocuklarının kendi gibi
oldukları yerlerdir ve en can alıcı noktaları
da zaten bu mekanlardır. Bir ebeveyn veya
büyüğün çocuk için önceden düşünmesi
gereken olaylar karşısında tepkilerinin
kendine ait olmasıdır. Fikir verirken
sadece ipuçları ile doğruyu göstermeye
dikkat etmelidir. Direk yapması gerek salt
davranışı ona dikte etmek pek de anlamlı
değildir. Tam tersi durumda akıl vermeyi
de bir kenara bırakıp aklın henüz
ermeyeceğini düşünüp hayatı onun yerine
işe edip onu içinde sadece hareket edecek
halde bırakmaktır.
Küçüklerin büyükler tarafından çizilen
kaderinden biri de işçi olmak veya büyük
tarafından fiziksel olarak zorlanıp belirli
işlerde çağı gelmeden büyük gibi
davranmasını beklemektir. Bu durumun
sebeplerini sadece aile bireylerine
yüklemek aslında hata olur. Çünkü
ekonomik vaziyetinde çocuk işçiler
üzerinde etkisi fazladır. Aile içerisinde yer
alan küçük sayısının fazla olması ondan
daha büyük yaşta olanı sorumluluk almaya
itmektedir. Sonuç olarak büyük olmayı
küçük olmadan öğrenmiş olan çocuk,
çocukluğunu hiç yaşamadan ölecektir.
Sağlıklı bir birey olmak yerine geçimini
sağlamaya çalışan belki de aynı hatalarla o
da küçükler büyütmeye devam edecektir.
Büyükler ve küçükler dünyasında
deneyimsizliğin ne demek olduğunun
farkında olan büyük, küçüğün bunun
farkında olmama halinden faydalanır.
Bunu iyi- kötü her şekilde yapar. Bazı
zamanlar bilmeden sadece işini
kolaylaştırmak için yapar. Bazen de
küçüğün tecrübe kazanacağını düşündüğü
için yapar. Kendine güvenen büyük ondan
korkan küçükten hoşlanabilmektedir.
Onun üzerinde kurduğu otorite varlığını
güçlü görmesine sebep olur. Bana kalırsa
küçük kız çocukları üzerinde uygulanan
cinsel istismarın altında da bunlar
yatmaktadır. Kendini otorite kabul eden
büyük bir beden üzerinde kurabildiği
hüküm ile tatmin olmaktadır. Oysa
küçüklerin bu gibi büyükler karşısında
kavrayışları da kendileri gibi küçüktür.
Yaptıkları hesaplar onlarınkine
benzemediğinden ötürü durumun farkında
olmadan hasta bir durum içerinde yer
alabilmektedirler. Bir çocuk kitabının
büyüklere ve küçüklere bahsettiği
uyarılardır bunlar. Hem küçüğün açık bir
şekilde okuması gerektiğini hem de
büyüğün küçük yetiştirirken hayat
kurallarının acımasız olanları da ona
göstermeleri gerektiğini söyler. Talihinin
iyi olmasını istediğiniz bir küçüğün
sebepleri özgürce görmesini
sağlamalısınız. Bugün adının küçük olduğu
bu varlık hayalleri ötesi ile büyük
olmaktadır. Ona sadece göstermeyi,
GENCAY
15
bakmayı, konuşmayı, dokunmayı, koşmayı,
okumayı sağlayın.
Büyüklerin küçüklere dünya bırakırken
bunları düşünmeleri şarttır. İyi anne veya
baba olmayı her kadın ve erkek
istemektedir. Çocuğu olduğunda onu
doğru büyük yapmak emelleridir. Fakat
esas olan büyük olmayı öncelikle
becermektir. Büyük mesajları sadece anne
veya baba olunca vermeye çalışmadan
büyük olarak küçüklere aktarılması
gerekenleri topluma kazandırmak
mühimdir. Kazanılan doğru öğretiler
sayesinde küçükler büyüyecek sağlıklı
olarak kendileri olarak bireyler ortaya
çıkacaktır.
Kaynaklar
1. Polat O. Çocuk istismarı nedir? Çocuk Forumu
1998;(ek):1-31. ,Akço S.
2. Çocuk istismarı ve ihmaline medeni ve ceza
hukukunun genel bakımı. Çocuk Forumu 1998; 1: 39-
42.
3. Polat O. Çocukta cinsel istismar. Çocuk Forumu
1999.
4. Çıtır Çıtı Felsefe 24- Büyükler ve Küçükler,
Brigitte Labbe, Çevirmen: Azade Aslan, Günışığı
yayın.
GENCAY
16
TURANSIZ TURANCILAR
Mahmut Esad KIRAÇ
Öncelikle başlıktaki sertliğin kısa bir
açıklamasını yapayım. Bu yazıda asıl amaç
günümüzdeki belli gruplara ayrılmış olan
Türk Milliyetçisi ya da Türk Milliyetçisi
geçinen gençleri ele almaktır.
Değerlendirmem de genellikle
beğenmediğim yönleri belirterek, Türk
Milliyetçiliği ve Turan gibi yüksek bir
ülküye hizmet ettiğini düşünürken,
yürüyen merdivene tersten bindiğinin
farkında olmayan, devamlı yorulan ama
ilerlemeyen, Turancı, lakin her adımda
Turandan biraz daha uzaklaşan hatta pes
eden gençlerimizden bahsedeceğim.
Turansız Turancılar dememin sebebi
kısaca budur. Bu analizlerimi aktarırken
ise Turan’ı kısaca ‘’Hissiyat, Fikriyat ve
Teşkilat’’ olmak üzere üç temele
oturtacağım. Günümüzdeki Türk
Milliyetçisi gençleri ise bu üç temel
üzerinden dört gruba ayırarak ayrı ayrı
naçizane değerlendireceğim.
Pekâlâ, bu gruplar neler?
1-Beyni Aktif Bedeni Pasif Olanlar
Türk Milliyetçisi, gençler arasında en çok
aktiflik beklenilen kesimdir. Hissiyat ve
Fikriyat açısından çok okumaları ve
eğitimlerine önem vermeleri itibariyle en
fazla yararlı olabilecek olan fakat Teşkilata
ve teşkilatlanmaya pek yanaşmayan
gruptur. Elbette fikri olarak gelişmek
önemlidir. Lakin fikir asla yetmez! Fikr-i
Takip olmadığı müddetçe yani teori,
pratiğe uygulanmadıktan sonra
anlamsızdır.
Bu kimselerle yapılan muhabbetlerde
tamamen kendini eğitime adamışlık
olduğunu fark edersiniz. Kapasite olarak,
bilgi birikimi olarak herkesi
teşkilatlandırabilecek beyne sahip olan bu
şahısların, yalnızca eğitim odaklı çalışarak
kendilerini Türk Milliyetçiliği fikrinden
soyutlaması, pasifize etmesi akıl alacak iş
değildir. Yaşamlarında 3 kişiyi bir araya
getirmezler fakat 300 Milyonluk Turan’ın
hayalini kurarlar. Bu da hayatlarındaki en
büyük çelişkidir. Ayrıca onlarla olan
muhabbetlerinizde sıkça duyulan
cümlelerden birisi ‘’Şimdilik kendimi
geliştireyim de 40-45 yaşlarımda kitap
yazarak gençlere yol gösteririm. Onlara
dava duygusu aşılarım’’ cümlesidir.
Beraber büyüdükleri nesle faydalı
olabilecekken kendi nesillerine sırt
dönerek gelecek nesil için plan kurmaları
tamamen saçmalıktır. Fakat onlara göre
Eğitim teşkilatlanmayı, teşkilatlanmak da
eğitimi engellediği için iki işi bir arada
yapamayacaklarını düşünürler. Bizlere
göre ise her Türk genci kendi devrinin
düzenleyicisi, yön vericisi olmalıdır.
Gelecek neslin ise yetiştiricisi olacağı
bilincinde kendisine hedef koymalıdır.
Kısaca bu kimselere Hissiyat ve Fikriyat
duygusuna ek olarak Teşkilat duygusu da
eklenmelidir.
2-Hiyerarşik Hırs Yüzünden
Kaybolanlar
Bir bozkurdun kendisine sınır çizdiği
kendi özgürlüğünü kısıtladığı görülmüş
şey değildir. Fakat bu başlıktaki kimseler
hiyerarşik düzen adı altında kendilerine
GENCAY
17
Turan’ı değil de bir süre sonra bir koltuğu
hedef koyuyorlar.
O koltuk zamanla bir üst sınır halini alıyor.
Başlangıçta hedefi 300 Milyon Türk’ü
birleştirmek olan bu kimse farkında
olmadan davasını değiştiriyor. Yani bizim
güzelim bozkurdumuz kendisini
zincirleyerek bir koltukla sınırlandırmaya
ne yazık ki o koltuğa razı olmaya başlıyor.
Bu kimselerdeki zayıflığın asıl sebebi ise
Hissiyat ve Fikriyattaki temel eksiklikten
kaynaklanmaktadır. Yani üç temel
yapımızdan herhangi birinin eksikliği,
görüldüğü üzere bizleri Turan’dan
uzaklaştırmaktadır.
3-Sloganistler, Şovenistler
Günümüzdeki Milliyetçi ya da milliyetçi
geçinen gençlere baktığımızda ne yazık ki
en büyük çoğunluğu bu kesim
oluşturmaktadır. Yalnızca slogan atan,
attığı sloganın anlamını dahi bilmeyen,
tamamen sürü psikolojisi ile hareket eden,
hava atmak ya da ortam görmek için yahut
kendisini dışarıda bırakmamak için çaba
gösteren kimselerdir. Öncelikle
belirtmeliyim ki bizim sloganlarımız
tuvalet kapılarına, mahalle duvarlarına
yazılacak kadar basite indirgenecek
sloganlar değildir. Her slogan tarihsel bir
derinlikten doğar. Bizim sloganlarımızın
tarihsel derinliğinde ise ülkü şehitlerimiz
bulunmaktadır! Tuvalet kapılarına slogan
yazmak yalnızca bu davaya hakarettir! Bir
sloganın tarihsel derinliğini anlayabilmek
ise yine 3 temel unsurumuzu bilmemizden
geçmektedir. ‘’Hissiyat, Fikriyat, Teşkilat’’
bize daima gerekli olan ruhu aşılayacaktır.
4-Dalkavuklar
Damarlarındaki asil kanı hissedemeyen
gençler. Birilerine dalkavukluk ve
milliyetçi rolleri yaparak kendisine yer
açmaya çalışanlardır. Bireysel muhabbette
ise size ‘’Vatanı sen mi kurtaracaksın’’
diyeceklerdir. Ellerini asla taşın altına
koymazlar. Milliyetçilikten geçinirler,
hiçbir şey bilmez ama kendilerini de söz
söylemekten alıkoymazlar. 2 numaralı
grup ile bu gruptaki kişiler yakın
akrabadırlar. İkisini ayırt eden en temel
unsur ise bunlar da teşkilatçılık da zayıftır.
Ruhları ferdiyetçi kendileri ise sözde
milliyetçidir.
Yukarıda belirttiğim dört grubu yüzeysel
şekilde ele aldım ve tamamen yaşayan
kişilerden yola çıkarak yazdım. Elbette
günümüz Türk Milliyetçileri arasında çok
değerli ve gerçekten mücadele verdiğine
inandığım kimseler de var. Fakat
belirttiğim gibi bu daha çok eleştirel bir
yazı. Amacım kendisini geliştiren ve bu
davaya gönül veren kişilere yönelik yazılar
yazmak değil, aksine belirttiğim gruptaki
kişilerin kendilerini görünmez
sanmamaları için onları devamlı uyararak
belki kendilerinde bir bilinçlenmeyi
sağlamak.
YARIN (FERDA)
- Bugünün gençlerine –
Yarınlar senin; senin bu devrim, bu yenilik…
Her şey senin değil mi zaten? Sen, ey gençlik,
Ey umudun güzel yüzü, işte karşında aynan:
Temiz ve bulutsuz, ağaran bir gök,
Titreyen kucağını açmış, bekliyor.. Koş, çabuk!
GENCAY
18
Ey hayatın gülerek doğan sabahı, işte herkesin
Gözleri sende; sen ki hayatın umudusun,
Alnında yeni bir yıldız, hayır, bir güneş…
Doğ ufuklara, önünde şu sıkıntılı geçmiş
Sönsün sonsuza değin.
Bir daha yaşanmasın o cehennem; senin bugün
Cennet kadar güzel yurdun var; şu gördüğün
Zümrüt bakışlı; inci gülüşlü kızcağız
Kimdir, bilir misin? Yurdun.. şimdi saygısız
Bir göz bu nazlı yüze -Tanrı esirgesin-
Kötü bir gözle baksa, katlanabilir misin?
İster misin, şu ak sakalın temiz, görkemli,
Onurlu alnına, bir kirli el şöyle dursun,
Hatta yabancı bir el uzansın? Şu mezarı
Bırakır mısın, taşa tutsun bir serseri?
Elbette hayır; o mezar, o onurlu alın
Kutsal birer örneğidir yurdun.. Yurt çalışkan
İnsanların omuzları üstünde yükselir.
Gençler, yurdun bütün umudu şimdi sizdedir.
Her şey sizin, yurt da sizin, şeref de sizin;
Ama unutmayın ki zaman ağır, güvenli,
Sessiz adımlarla arkamızdan gelir.
Önden koşan, ama dikkatle her izi
İncelemeye yol bulan bu şaşmaz izleyici
Paylayıp utandırırsa bizi, yazık! Demin
’’Yarınlar senin’’, dedim, beni alkışladın; hayır,
Bir şey senin değil, sana yarın emanettir;
Her şey emanettir sana, ey genç, unutma:
Senden de hesap sorar, yakınır gelecek.
Geçmişe şimdi sen ibretle bakıyorsun,
Gelecek de senden böyle kuşkulanacak.
Her organı ihtiyaç kasırgasıyla sarsılan
Bir kuşağın oğlusun; bunu arasıra anımsa.
Unutma; çağın şimşeklerin bollaştığı çağdır:
Her yıldırımda bir gece, bir gölge yıkılır,
Bir yükseliş ufku açılır, yükselir yaşamak;
Yükselmeyen düşer: ya ilerlemek, ya yıkılmak!
Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere;
Doymaz insan denilen kuş yükselmelere…
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!
TEVFİK FİKRET
Tanrı Türkü Korusun ve Yüceltsin!
BOZKURTÇA !
GENCAY
19
GENCAY
20
KUYUDAN ADAM ÇIKARMA - İNÖNÜ
BAYAR GÖRÜŞMESİ
Çağhan SARI
Türk siyasi tarihinin iki önemli aktörü
İsmet İnönü ve Celal Bayar, birçok
husustaki farklı görüşleri neticesinde
politika hayatımızın da iki ana damarını
oluşturmuştur. Liberal, siyasetin sağ
yelpazesinde yer alan Celal Bayar ile
devletçi, ortanın solu olarak kendini
konuşlandıran İnönü arasındaki rekabet,
henüz Atatürk'ün sağlığında başlamış idi.
1937'de Atatürk ile İnönü mesai
arkadaşlıklarına Atatürk'ün tabiriyle fasıla
vermiş, ölünceye dek son Başbakanı Celal
Bayar olmuştu. Atatürk'ün vefatının
ardından İnönü Cumhurbaşkanı olunca
Bayar usulen istifasını yeni
Cumhurbaşkanına istifasını sunmuş, İnönü
tekrar Bayar'ı hükümeti kurmakla
görevlendirse de bu hükümet üç ay
sürmüştü. 1946'ya kadar Bayar parti
içinde biriken muhalefetin önderi olmuş,
DP'yi kurmuş, 14 Mayıs 1950'de DP Genel
Başkanı olarak partisini seçimlerde
iktidara taşımıştı. 10 yıl boyunca Başbakan
Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal
Bayar, muhalefet lideri İnönü arasında
ilişkiler daima gergin olmuştu. 27 Mayıs
1960 darbesinden sonra Menderes idam
edilecek, Bayar yaş haddinden dolayı idam
cezasından kurtularak müebbet hapse
mahkum olacaktı. 1961'de Türkiye'de
parlamenter hayat tekrar başladığında
Bayar Kayseri cezaevinde, İnönü ise
Başbakanlık koltuğunda idi.
Bayar'ın Kayseri cezaevindeki günleri
sürerken, DP'nin mirasçısı iddiası ile
Ekrem Alican'ın Yeni Türkiye Partisi, 27
Mayıs'tan sonra emekliye sevk edilen
emekli Org. Ragıp Gümüşpala'nın Adalet
Partisi siyaset sahnesinde idi. AP ve YTP
TBMM'de DP'liler için bir af talebinde
olsalar da bunu 25 Ekim Protokolünden
dolayı gündeme getiremiyorlardı. Ordu
hükümete tesir etme noktasında tavrını
yumuşatmadığı gibi 22 Şubat 1962'de ve
21 Mayıs 1963'de Albay Talat Aydemir iki
darbe girişiminde bulunmuştu. Şartlar
parlamenter hayata engebe yaratırken
Bayar'ın sağlık durumunun hızla
bozulduğu savıyla özel bir af çıkarılması
gündeme geldi. İktidarda CHP'nin
liderliğinde koalisyon hükümeti vardı.
Ancak Bayar serbest bırakıldığı gün onun
aleyhindekiler şiddetli nümayişler yaparak
Adalet Partisi genel merkezini bastılar.
GENCAY
21
Olaylar güçlükle yatıştırıldı ve kısa bir süre
sonra Bayar'ın sağlık durumunda bir
değişiklik bulunmadığı halde tekrar
cezaevine gönderildi.
1965 yılında Adalet Partisi iktidara
geldiğinde yine af meselesi gündeme
gelecek, Başbakan Süleyman Demirel
ordudan gelen mesajlardan ötürü affa
yönelik girişimlerde bulunmayacaktı.
1966'ta Cumhurbaşkanı seçilen Cevdet
Sunay, özel af ile Bayar'ın tahliye olmasını
sağladı. Ancak bu özel af siyasi haklarının
iadesini içermiyordu. Bu sefer de içeride
kalan diğer DP'lilerin affı ile siyasi hakların
iadesi AP'nin önünde aşılmayı bekliyordu.
Ancak Sunay Cumhurbaşkanı olduktan
sonra onun yerine Genelkurmay Başkanı
olan Cemal Tural gayet sıkı bir 27
Mayısçıydı. 27 Mayıs'ın rövanşı manasına
gelebilecek her türlü adıma sert tepki
verebilecek bir tabiatta olduğunu açıkça
sezdirmişti.
1969 hükümetin son yılıydı. Ekim ayında
seçime gidilecekti. AP meclisin son mesai
haftalarında af ve siyasi hakların iadesi
tasarını meclisin gündemine getirdi.
Getirir getirmez ordudan sesler Sunay
üzerinden iletilmeye başladı. Başbakan
Süleyman Demirel tasarıyı geri çekmenin
yollarını arıyordu. Israrcı olsa bir darbeye
maruz kalabilir, tasarıyı geri çektiğinde
tabanı ve DP'nin ileri gelenleriyle arası
açılabilirdi. Bu aşamada İnönü çok
stratejik bir hamle yaptı. Kemal Satır
aracılığıyla Bayar ile barışma kararı aldı.
Bayar'ın hatıralarına göre bu barışma
hususunda Demirel'in de adı olduğu geçer.
Ancak Demirel'in aleyhinde sonuçlar
doğurması için İnönü'nün attığı bu
hamlede Demirel adının geçmesi siyasetin
doğasına uymamaktadır.
İki büyük isim 1950 seçimlerinin yıl
dönümünde 14 Mayıs 1969 günü Bayar'ın
evinde bir araya geldi. Basın bu
buluşmanın önemini kavramış ve tafsilatlı
yayınlar yapmıştı. İnönü'nün gayesi,
Bayar'ın siyasi hakları ile diğer DPlilerin
affı neticesinde AP'yi bölmek, ordu ile
arasını bozmaktı. İnönü, damadı Metin
Toker'e ve basın mensuplarına bu girişimi
için 'kuyudan adam çıkarma' tabirini
kullanmıştı. Ancak İnönü'nün ordu yüksek
kademesi ile arası açılacak 19 Mayıs
törenlerinde komutanlar İnönü'ye
sırtlarını dönecekti. Bayar da aktif siyaset
yapacak fiziki durumda olmamasına
rağmen bu meseleyi iade-i itibar olarak
kabul etmişti. İkili samimi pozlar verdiler
ve birbirleri ile geçmişe bir sünger
çektiklerini ifade ettiler.
GENCAY
22
Bu görüşmeden sonra 16 Mayıs akşamı
kuvvet komutanları Cumhurbaşkanı ile bir
toplantı yaptılar. Tasarı mecliste kabul
edilirse kesinlikle müdahale edileceği
mesajı verildi. 20 Mayıs günü erken
saatlerde Demirel'e bu mesaj iletildi ve
Demirel tasarının onaylanmamasını kendi
parti grubuna rağmen sağladı. Meclis tatile
girdi. AP bu gelişmelerden sonra epey
zamandır parti içi muhalefetin nihai
bölünmesine uğrayacak ve bünyesinden
Ferruh Bozbeyli başkanlığında
Demokratik Parti'yi çıkaracaktı. İnönü ve
Bayar bir daha tekrar yan yana gelmese
bile siyasetin makyavelist anlayışıyla mı
yoksa hakikaten uzun yıllar mücadeleden
sonra barışma hissiyatıyla mı davrandılar?
Bunu kestirebilmek için sonraki
gelişmeleri tetkik etmek gerekir.
GENCAY
23
BİR MAYIS DEĞERLENDİRMESİ
Sertaç EKEMEN
Türkiye tarihinin en büyük kırılma
noktalarından birisi 1 Mayıs 1977 Taksim
olaylarıdır. Taksim’de hayatını kaybeden
vatandaşların sayısı otuzu bulmuşken, üç
yıl sonra bu rakam günde otuz kişinin
katledilmesine varmıştı. Şartları
olgunlaşıp vadesi dolduran Evren’in, darbe
için Şartları oluşturduğu günün
başlangıcıydı.
Türkiye’de olduğu gibi Dünya dada tarih
tekerrürden ibarettir; Napolyon’un
Rusya’ya girip perişan olması ve akabinde
tarih sahnesinden silinmesi ve Hitler’in
aynı sebepten mağlup olması; bunun
yanında Hanedanlık üyelerini, dış güçler
tekrardan monarşiyi getirmesin diyerek
boğduran Fransız Devrimcilerinin izinden
giden Bolşeviklerin olası karşı devrime
önlem olarak Çar ailesini katletmesi. Bu
duruma örnektir. Siyaset bilimini komplo
teorileri üzerinden değerlendirmek, yanlış
bir tutumdur. Örneğin IŞİD Amerikan
oyunu, haçlı zihniyetinin bir parçası
söylemi işin içinden sıyrılmak için
yapılmış doğru bir tahlil değildir. Bununla
beraber bir ülkenin ya da komşu bir
ülkenin iç ilişkileri veya dış ilişkilerinde
gerçekleşen toplumsal olaylar, gerek iç
gerek ise dış dinamiklerin kontrolünde
tamamen olmadığı gibi kontrollerin
tamamının dışında da sayılmamaktadır.
1 Mayıs 1977 yıllının cereyan ettiği
Türkiye’ de Amerika’nın en uç müttefikleri
büyük çıtırtı halindeydi. Stratejik olarak
büyük önem arz eden Afganistan da Rusya
yanlısı komünist yönetim iktidara
yürürken, İran da sonu belirsiz bir devrim
sürecine evrilmekteydi. Türkiye de ise
durum, Amerika açısından oldukça vahim
bir noktadaydı. Kıbrıs sorunu ve
müdahalesi yüzünden Amerikan
ambargosu ile karşı karşıya kalan Türkiye
de dengeler değişmeye başlayabilirdi.
Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi,
Sovyetler birliği ile yakın ilişkiler kurma
eğiliminde olan Adnan Menderes, Fatin
Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi
siyasetçilerdir. Bu yüzden Türkiye de
istikrarlı ve otoriter bir rejim dışarıya
kaymamak için elzemdir.
1977 yılının sonlarına doğru bereketli
hilalin kuzeyindeki Amerikan dostluğu
yerini taze yönetimlere bırakmaya başladı.
Bu taze yönetimler alttan gelen yeni
ekonomik talepleri ve bu talepleri
karşılayamayan ülke ekonomilere karşı
birer tepkiydi. İran’daki ve Afganistan’daki
durumu göz ardı edersek eğer, 1945
yılından itibaren etkilerini gösteren, 1960
lı yıllardan itibaren anayasal olarak resmi
bir statü kazanan Keynezci ekonomik
model, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye
de de yeterli gelmemeye başlamıştı. İşçi
sınıfının var olan taleplerine karşı, küresel
ölçekli olarak bir cevap bulamayan refah
devleti, artık kendini piyasadan çekmeye,
liberal söylemleri tekrardan gün yüzüne
çıkarma yoluna gitmişti. Siyasi olarak ön
Asya da sıkışan, müttefikleri ile diplomatik
ilişkileri zayıflayan Batı dünyası, ekonomik
GENCAY
24
stratejileri ile de tam bir dar boğaza
girmişti.
Keynezci yaklaşımın en temek
prensiplerini yani çarkı döndüren işçinin
alım gücü, çarkı döndürmemeye başlaması
ile liberalizm tekrardan gündeme
gelecekti. Liberalizmi uygulamanın en
kolay yolu ise var olan işçi haklarını
kısmak ve yeni kurallar sistemi ile
keynezyan anlayışı dost ve müttefik
ülkelerden silip atmaktı. Böylece hem dost
ülke ile ekonomik olarak kan bağı bu yeni
paradigma ile güçlenecek, hem de siyasi
olarak yapı, Rus Emperyalizmine karşı
ileriki karakol tekrardan güvenceye
alınacaktı. Ne de olsa bereketli hilale yakın
yerler, her zaman önem arz etmekteydi.
Afganistan ve İran’ın Amerikan
hegemonyasından sıyrılması ile işler iyice
çığırından çıkmıştı. BAAS Rejimi ve
Türevleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu da
değer yargılarını koruması ve S.S.C.B. ye
yakın ideolojik ve pragmatik yakınlık
Bütün Asya’da sosyalizm destekli bir
yapının oluşmasına temel oluşturuyordu.
Bu sıkışıklıktan kurtulmanın anahtar yolu
ise jeopolitik açıdan en önemli ülke olan
Türkiye’deydi. Özellikle S.S.C.B. Afganistan
işgali ve İran’da anti batı bir iktidarın
kurulması, bu anahtar ülke üzerinde
merceklenmeye zorunlu kılınmıştı. 1
Mayıs 1977 ile başlayan kanlı şartların
olgunlaşma süreci 78-79 ve 80 yıllarında
ivmeli bir biçimde yeşerecekti…
Evren’in darbesinin hemen ardından
uygulanan 24 Ocak kararları yani Keynezci
ekonomik paradigmanın sona ermesi ve
neo liberalizm taze anayasa ile formel bir
yapı kazanmasına olanak tanıdır, ülkede
kurulan yeni askeri yönetişim hem batı ile
ilişkilerini düzeltti hem de siyasi olarak
kalıcı bir biçimde S.S.C.B. ye sırtını döndü.
Bu duruma örnek olarak, Yunanistan’ın
NATO nun askeri kanadından kırgın
ayrılmasına, koşulsuz onay verilmesi
örnek olarak gösterilebilir.
1 Mayıs’ta yoğun bir kan siyasetinin
Türkiye gündemine girmesinin “dış
dinamikler açısından boyutunu bu şekilde
kısaca özetlemek mümkün olacaktır.
Yazının başında da geçtiği üzere, tarihin
tekrardan yaşandığı mottosunu rehber
olarak ele alırsak. Türkiye son üç dört
yıldır kanlı bir siyasi süreçten
geçmektedir.
Gerek Uludere’deki kaçakçı ölümleri,
gerek Hatay bombalamaları gerek ise gezi
parkının ardından gelen çeşitli sol
örgütlerin eylemleri, Türkiye’de yeni
kurulacak bir yapıya geçişin sinyallerini
verdiğini, yukarıdaki anlatıma dayanarak
söylemek mümkün olacaktır.
Birincil olarak, soğuk savaş içerisinde en
büyük müttefiklerden biri olan ve onun
devamında da kullanılan Siyasal İslam
artık Batı dünyasına ağır gelmeye bir nevi
dünya ve orto dopu düzenin de bir rakip
hale gelmeye başladı. Siyasal İslam’ın
ılımlaşması Güneydoğu asya pasifikte
olduğu gibi Ortadoğu da tutmadı. Sisi’nin
İhvan’ı devirip gelmesi bu durumun en
bariz örneğidir. Burada önemli olan millet
ve jeopolitik yapı, Soğuk savaşta olduğu
gibi gene Türkiye olacaktır.
İkincil olarak ekonomik yapı, keynezci
paradigmada olduğu gibi neo liberal
paradigmanın sonunun geldiğidir. Alım
GENCAY
25
gücünün yetersizliği iler krize giren
keynezci yaklaşımın yerine doğan neo
liberal yaklaşımda bugün büyük bir işsizlik
krizine girmiştir. En sert iklimi ile yaşanan
bu neo liberal kriz artık yerini yeni bir
ekonomik anlayışa bırakması gerektiğini
göstermiştir. 2008 yılından beri krizden
kurtulamayan neo liberal ekonomiler,
bunun gerekliliğini anlamışlardır. Bu
yüzden dost ülkelere gelecek yeni
yönetimler, ortaya konulacak batı menşeili
yeni ekonomik anlayışı Türkiye üzerine
benimseteceklerdir.
1 Mayıs 1977 yılında yeni bir dönemin
başlangıç olaylarına tanıklık eden Türkiye.
Bu dönemin sonunu hazırlayan yeni
dönem olaylarına tanıklık etmektedir.
GENCAY
26
TÜRK DÜNYASININ
ENTEGRASYONUNDA DİLİN ROLÜ Ahmet Bican ERCİLASUN
Özet:
Türk Dünyası 13. yüzyıla kadar bir, 13.
yüzyıldan 20. yüzyıl baslarına kadar iki
yazı dili (edebî dil) kullandı. Batı Türkleri
13. Yy’dan sonra Osmanlı-Azerbaycan
edebî dilini, Doğu ve Kuzey Türkleri
Çağatay edebî dilini kullandılar. Bu iki
edebî dilin sairleri, birbirlerinin eserlerini
okuyup anlıyorlar ve birbirlerine nazireler
yazıyorlardı.
İsmail Gaspıralı 19. yy. sonları ile 20. yy.
baslarında çıkardığı Tercüman gazetesi ve
kurdurduğu cedit mektepleriyle İstanbul
Türkçesini bütün Türk Dünyasına yayarak
entegrasyonu sağlamaya çalıştı. Sovyet
dönemi dil politikaları ise entegrasyona zıt
yönde gelişti. Bu sebeple her Türk
topluluğunun ayrı bir edebî dili vardır.
Türk dünyasında yeni bir dil entegrasyonu
isteyenler, bugünkü gerçekliği bilmek ve
oradan hareket etmek zorundadır. Dil
entegrasyonu için iki ana yol takip
edilebilir.
1) Türk topluluklarına başka Türklerin
edebî dillerini öğretmek. Türkiye’deki
Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümleri,
Kırgızistan’daki Manas Üniversitesi ve
Kazakistan’daki Ahmet Yesevî Üniversitesi
bunu yapıyor.
2) Bugünkü edebî dillerden birini bütün
Türk dünyasında öğretmek. Çalışmada bu
iki konuda neler yapılabileceği belirtilecek
ve dil entegrasyonunun yeni bir Türk
uygarlığı Rönesans’ındaki önemi
vurgulanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Türk Dünyası, Dil,
Entegrasyon
Giriş:
Türk dünyasında çeşitli kollar hâlinde
kullanılan ve bugün kullanıcıları
tarafından Türkçe, Tatarca, Özbekçe,
Uygurca, Kazakça, Kırgızca gibi çeşitli
adlarla adlandırılan dilin adı 19. yüzyıl
sonlarına kadar Türkçe idi. Türkçe yerine
bazen Arapçadaki –î ekiyle türetilmiş
Türkî kelimesi kullanılıyordu. Arabî,
Arapça; Farisî, Farsça demek olduğu gibi
Türkî de Türkçe demek idi. Bazen de +çe
eki yerine dil / til kelimesi kullanılıyordu:
Türk dili / Türk tili. Eski Uygur
eserlerinden başlayarak bu terimleri
görmekteyiz. Maytrısimit, Hüen-tsang
biyografisi gibi Uygur eserlerinin Tohar
veya Çin dilinden “Türk tili”ne çevrildiği
bu eserlerin kendilerinde kayıtlıdır
(Ercilasun 2007: 15-17). 1069’da Yusuf
Has Hâcib, Kutadgu Bilig’i hangi dilde
yazdığını su beyitlerle anlatıyor (Arat
1947):
“Elig sundum us men biligni tilep
Sözüg sözge tizdim sasurdum ura
Keyik tagı kördüm bu türkçe sözüg
GENCAY
27
Anı akru tuttum yakurdum ara El uzattım
iste, bilgi diledim
Sözü söze dizdim, ekledim
Geyik gibi gördüm Türkçe sözü
Onu yaklaştırıp yavaşça yakaladım”
Kaşgarlı Mahmud’un büyük sözlüğünün
adının da Dîvânü Lügati’t-Türk olduğunu
biliyoruz. 13-15. yüzyıllarda Mısır’ı idare
eden Kıpçaklar zamanında yazılmış
gramer ve sözlüklerin adlarında da hep
Türkî kelimesi vardır. Tercemân-ı Türkî ve
Arabî, Et-Tuhfetü’z-Zekiyye fi’l-Lügati’t-
Türkiyye... Sadece bir eserin adında Türk
kelimesi yanında Kıpçak kelimesi de geçer:
Kitâbü Bülgati’l-Müstak fî Lügati’t-Türk
ve’l-Kıfçak.
Ali Sir Nevayî de eserlerinde kendisinin ve
çağdaşlarının dili için hemen hemen daima
Türkçe, Türkî, Türk tili kelimelerini
kullanır. 17. yüzyılda Ebülgazi Bahadır
Han da, 19. yüzyılda Ömer Han da Türkî /
Türkî tili kelimelerini kullanmışlardır.
Osmanlı sahasında da bugüne kadar hep
Türkçe / Türkî / Türk dili kelimeleri
kullanılmıştır. Meselâ Nabî oğluna öğüt
verirken “Türkîde Nef’î ile Bâkî’ye bak”
diyerek hem 16. yüzyıldaki Bakî’nin, hem
17. yüzyıldaki Nef’î’nin, hem de kendi
oğlunun (18. yy) yazmasını düşündüğü
eserlerin dilinin adını Türkî olarak ifade
eder (Ercilasun 2007: 25).
Bu durumun az da olsa istisnaları vardır.
Bu istisnalara çoğunlukla Türk dili içindeki
farklı söyleyişleri anlatmak için
başvurulmuştur. Meselâ 10. yüzyılın
meşhur mütercimi Sıngku Seli Tutung’un
Hüen-tsang biyografisini Türk tiline
çevirdiği söylenirken aynı mütercimin
Altun Yaruk adlı eseri Türk Uygur tiline
çevirdiği belirtilmiştir. Kâsgarlı Mahmud,
devrinin edebî dili için lügati’t-Türk,
lisânü’t-Türk, yani Türk dili terimlerini
kullanırken kabilelerin konuşma dilleri
için “Oğuzların dili, Kıpçakların dili,
Arguların dili” gibi terimler kullanır.
İstisnaların çok tipik bir örneğine 15.
yüzyıl baslarında yazılmış olan El-
Kavânînü’l-Külliyye li-Zabti’l-Lügati’t-
Türkiyye (Türk Dilinin Umumî Kanunları)
adlı eserde rastlanmıştır. Bu eser, Kazak,
Kırgız, Tatar gibi Türk boylarının ataları
olan Kıpçakların idaresindeki Mısır’da
yazılmıştır. Eserin adında da görüldüğü
gibi Kıpçakların dili Türk dili olarak
adlandırılmıştır. Ancak eserin yazarı
Azerbaycan ve Anadolu’daki Türklerin
diline Türkmence diyor ve okuyucularını
söyle uyarıyor:
“Türkmence Türkçe değildir. Bundan
dolayı bazı yerlerde dikkatli olman,
sakınman ve konuşmaman için seni
uyarıyorum. Çünkü Türkmence, Türklerce
müstehcen ve onu konuşan ise hakir
sayılmaktadır.” (Toparlı vd. 1999: 7). Bu
kayda göre 15. yüzyılda Kıpçaklar kendi
dillerine Türkçe; Türkiye’dekilerin diline
ise Türkmence diyor ve Türkiye’dekilerin
dilini kaba ve aşağı buluyor. Kıpçakların
bugünkü torunları ise Türkiye’dekilerin
diline Türkçe; kendi dillerine Kazakça,
Kırgızca, Nogayca, Tatarca diyorlar.
Ali Sir Nevayî birkaç kere Çağatayca
kelimesini kullanmıştır. Ebülgazi Bahadır
Han ise Arapça ve Farsçanın çok karıştığı
ağır dil için “Çağatay Türkîsi” demiştir
(Eckmann 1996: 136). 19. yüzyılın ikinci
yarısındaki bazı aydınlar da Arapça ve
GENCAY
28
Farsça ile karışmış Türkçeye lisân-ı
Osmanî demişlerdir (Ercilasun 2007: 26-
30).
1910’larda Kazan Üniversitesinde
Katanov’un yardımcısı olarak çalışan,
1913-1914 yıllarında Türkistan’a yaptığı
ilmî seyahat sırasında Kutadgu Bilig’in
Fergana nüshası ile Petesburg’daki satır
altı Kur’an tercümesini bulan, 1917’de kısa
bir süre Başkurdistan cumhurbaşkanı olan
ve 1925 yılında Türkiye’ye gelen ünlü
tarihçi Zeki Velidi Togan 19. yüzyılda
Türkistan ve Idil-Ural’daki Türklerin dil
durumunu söyle anlatır: “On dokuzuncu
asrın ortalarına kadar Türkistan’ın her
tarafında, Batı ve Doğu Türkistan’da,
Kazak ve Kazan ülkelerinin hepsinde
umumî edebî Çağatay dili kullanılıyordu.
19. asırda Kasgar’da Khocaların ve Yakub
Begin tarihine ait yazılan eserlerle,
Khıyva’da Munis ve Âgehî gibi müelliflerin
ve Kazakistan’da Abılay ve Bükey
ordasında Cihangir Hanın yazılarında
kullanılan dil aynı dildir.” (Togan 1981:
486).
Aynı zamanda bir misyoner olan
oryantalist Ilminski, 19. yüzyılın ikinci
yarısında bir proje gelistirdi ve bu projeyi
hayata geçirdi. Ilminski’nin projesine göre
Kazan ve civarındaki Tatarlar, Kazakistan
dalalarındaki Kazaklar, Buhara ve
Semerkant medreselerinde öğrenilen
Çağataycayı anlamıyorlardı. Bu sebeple
kendi konustukları diyalekti bir edebî dil
hâline getirmeli idiler. Ilminski, özellikle
Kazan’da okuyan Tatar ve Kazak
aydınlarına bu fikirleriyle tesir etti.
Kayyum Nasirî gibi Tatar aydınları ile
Ibray Altınsarın gibi Kazak aydınları
Çağatay Türkçesi yerine kendi konusma
dillerinde eserler yazmaya başladılar. Bir
başka misyoner olan Mikola Ostroumov’un
yönetiminde Çarlık idaresi tarafından
1883-1918 yılları arasında çıkarılan
Türkistan Vilâyetinin Gazetesi’nde Sart dili
adıyla bugünkü Özbekçenin temeli atıldı.
1888-1902 yılları arasında yine Çarlık
idaresi tarafından Omsk’ta çıkarılan Dala
Vilayeti gazetesinde de bugünkü Kazak
yazı dilinin temeli atılmış oldu (Kocaoglu
1997: 16).
19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl baslarında
Ilminski’nin projesine zıt bir proje daha
vardı: İsmail Gaspıralı’nın projesi.
Gaspıralı “dilde, iste, fikirde birlik” siarını
ortaya atmıştı ve bütün Türklerin, İstanbul
ağzına dayanan ortak bir edebî dili
olmasını istiyordu. Bu ortak edebî dili
1884-1914 (1917) yılları arasında
Kırım’da çıkardığı Tercüman gazetesinde
kullanıyordu ve bu gazete, İstanbul’da da,
Kazan’da da, Kasgar’da da okunuyordu.
Rus çarlığında, 19. yüzyıl sonları ile
Mesrutiyet yıllarında Rusya Türkleri
arasında iki proje çok tartışıldı. Iliminski
ile Gaspıralı arasındaki rekabet
jurnalciliğe kadar varmış ve Ilminski, savcı
Pobedobçev’e yazdığı mektuplarda
Gaspıralı’yı, çıkardığı “yayın organlarıyla
Osmanlıcayı Türk soyundan gelen bütün
Müslümanların ortak dili yapmak”la suçlar
ve söyle devam eder: “Duyduğuma göre
Kazan’da Türkçe gazetelerin ve ayrıca ders
kitaplarının sayısı her geçen yıl
artmaktadır. Kitapların muhteviyatı
Avrupaî, dili Osmanlıcadır.” (Devlet 1988:
47). Rusya Müslümanları kongrelerinde,
ilk sınıflarda yerel lehçelerde, sonraki
sınıflarda İstanbul Türkçesinde öğretim
yapılması kararı alınmıştır. 1918’de
GENCAY
29
kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti de yazı
dili olarak İstanbul Türkçesini benimsemiş
ve ders kitaplarını İstanbul Türkçesiyle
bastırmıştır. Ancak 1925’ten sonra artık
tartışmalara ruhsat verilmemiş; Rusya
Türklerinin öz iradeleriyle karar vermeleri
engellenmiş ve edebî diller lengüistik
kurultaylarda alınan resmî kararlarla
belirlenmiştir. Örnek olarak Kırım
Tatarlarının edebî dili konusundaki
kararın ne zaman ve ne şekilde olduğunu
Garkavets’ten alıntı yaparak verelim:
“1929 senesi Avgustta Simferepol’de olgan
ekinci ilmiy lingvistik konferantsiyası...
Edebi tilning orta sive esasında kurulması
içün karar kabul etti.” (Garkavets, 1988:
6). Bir örnek de Türkmenistan dilcisi
Tecmıradov’tan verelim: “Türkmenistan
Birinci Lingvistik Gurultayının gararında
seyle diyilyer: Sözlemin mânı üçin gerek
bolan yerinde a bilen gutaryan sözlerin
yönelisi düsüm formasında ga gosulmasını
fakultativ ulanmaga yol bermeli.”
(Tecmıradov 1972: 33). Demek ki edebî
dil hangi diyalekte dayanacak, nerede
hangi ek kullanılacak... Bunlara dahi
lengüistik kurultaylarında karar
verilmiştir.
Buraya kadar kısaca tarihî farkı özetledim.
Bugünkü duruma nasıl gelindiğini Türk
dünyası aydınlarının çok iyi araştırması ve
bilmesi gerekir. Ancak tarihî olaylar ve
sebepler ne olursa olsun Türk dünyasının,
özellikle nüfusu bir milyonu geçen
boylarında çok zengin bir edebiyat
oluşmuştur. Azerbaycan, Türkmen, Özbek,
Kırgız, Kazak, Başkurt, Tatar ve Uygur
edebiyatları çok gelişmiş; kelime
hazineleri çok zenginleşmiştir. Bu
edebiyatlar ve onlarda kullanılan dil bütün
Türk dünyasının zenginliğidir. Sözsüz bu
baylığın devam etmesi gerek. Ancak Türk
dünyası arasındaki iletişim ve entegrasyon
nasıl sağlanacak? Önce bu konuda da bir
tespit yapalım.
1989 nüfus sayımına göre Sovyetler
Birliğinde Türk edebî dillerinden herhangi
birini kullananların sayısı söyle idi.
Ahıska Türkleri : 207 369
Gagavuzlar : 197 164
Azerbaycan Türkleri : 6 791 106
Türkmenler : 2 718 297
Özbekler : 16 686 240
Uygurlar : 262 199
Kazaklar : 8 137 878
Karakalpaklar : 423 436
Kırgızlar : 2 530 998
Tatarlar : 6 645 588
Baskurtlar : 1 449 462
Kırım Tatarları : 268 739
Nogaylar : 75 564
Karaçaylar : 156 140
Malkarlar : 88 771
Kumuklar : 282 178
Altaylılar : 71 317
Hakaslar : 81 428
Tuvalılar : 206 924
Çuvaslar : 1 839 228
Sahalar : 382 255
Toplam : 49 502 281
Bu rakamı yuvarlak hesapla 50 milyon
kabul edersek her yıl % 2, yani yılda bir
milyon artışla 1989’dan bugüne geçen 18
yılda 18 milyon artarak bu nüfusun 68
milyona ulaştığını söyleyebiliriz. Bunların
tamamının Rusça bildiğini düşünürsek
Türk dünyasında Rusça bilenlerin
sayısının 68 milyon olduğunu ve kendi
aralarında Rusça ile iletişim kurduklarını
söyleyebiliriz. Simdi bir de eski Sovyetler
Birliğinin dışında kalan, yani Rusça
GENCAY
30
bilmeyen Türklerin sayısına bakalım.
Aşağıdaki rakamları yaklaşık olarak ve
yuvarlak hesapla veriyorum:
Türkiye : 72 000 000
Irak : 2 500 000
Suriye : 200 000
KKTC : 200 000
Yunanistan : 150 000
Bulgaristan : 1 100 000
Makedonya : 80 000
Kosova : 25 000
Avrupa, ABD vd . : 4 500 000
Güney Azerbaycan : 25 000 000
Künbed ve Horasan (Iran) : 1 000 000
Afganistan : 2 500 000
Uygur (Çin) : 15 000 000
Kazak (Çin) : 1 000 000
Kırgız (Çin) : 150 000
Kırım Tatarı (Romanya) : 30 000
Romanya Türkleri : 40 000
Toplam : 125 475 000
Demek ki eski Sovyetler Birliği
topraklarının dışında kalan Türklerin
toplam sayısı yuvarlak olarak 125,5
milyondur ve bunlar Rusça bilmiyor. 125,5
milyona Rusça bilen 68 milyonu eklersek
Türk dünyasının bugünkü toplam nüfusu
yaklaşık olarak 193,5 milyon eder. Bu
nüfusun 125,5 milyonu, yani % 65’i Rusça
bilmiyor; 68 milyonu, yani % 35’i Rusça
biliyor. Demek ki aşağı yukarı Türk
dünyasının ancak üçte birinde Rusça ortak
iletişim dilidir. Acaba toplam nüfusun ne
kadarında Türkiye Türkçesi ortak iletişim
dili olarak kullanılabilir durumdadır?
Bunun için söyle bir hesap yapalım: Rusça
bilmeyen nüfus içinden Türkiye Türkçesini
anlayamayacak olan Çin’deki Uygurları,
Kazakları, Kırgızları; Afganistan’daki
Özbek ve Türkmenleri, İran’daki Türkmen
ve Horasanlıları; bir de Romanya’daki
Tatarları çıkaralım. 125,5 milyondan
çıkaracağımız bu nüfus yaklaşık olarak 20
milyondur. Geriye kalan 105,5 milyona 8
milyon Kuzey Azerbaycan Türk’ü ile
Ahıskalıları da eklersek 114 milyona yakın
bir sayı elde ederiz. Bu demektir ki 193,5
milyonluk toplam Türk dünyası
nüfusundan 114 milyonu, yani % 58’i için
Türkiye Türkçesi ortak iletişim dilidir.
Rusçayı ortak iletişim dili olarak
kullanabilenlerin % 35 olduğunu tekrar
hatırlayalım. Daha anlaşılır bir şekilde
ifade edersek su anda Türk dünyasının
ancak üçte biri için Rusça ortak iletişim
dilidir; Türkiye Türkçesi ise Türk
dünyasının yarıdan fazlası için ortak
iletişim dilidir. Rusçanın ortak iletişim dili
olması için geriye kalan % 65’e Rusça
öğretmek gerekiyor; hâlbuki Türkiye
Türkçesinin ortak iletişim dili olması için
%42’ye Türkiye Türkçesini öğretmek
gerekiyor. Nüfus bakımından bugünkü
durum budur. Bunun yanında bir de 15
yıldır devam eden bir proses var. Sovyetler
Birliğinden ayrılan Türk
cumhuriyetlerinde artık herkes Rusça
öğrenmiyor; yani Rusça bilenlerin oranı
günden güne azalıyor. Buna karşılık yavaş
bir şekilde yürüse de bu cumhuriyetlerde
Türkiye Türkçesi öğrenenlerin sayısı
artıyor. Türkiye-Kırgızistan Manas
Üniversitesinde, Türkiye-Kazakistan Hoca
Ahmet Yesevi Üniversitesinde, Türkiye
Milli Eğitim Bakanlığının ve bazı özel
kuruluşların Türk cumhuriyetlerinde
açtığı okullarda Türkiye Türkçesi
öğreniliyor. Türk cumhuriyetlerinden
Türkiye’ye giden öğrenciler de Türkiye
Türkçesi öğreniyorlar. Ekonomik ilişkiler
de Türkiye Türkçesine talebi artırıyor.
Siyasî ve ekonomik şartların yarın nasıl
GENCAY
31
gelişeceği bilinemez. Su andaki proses
bugünkü hızıyla devam ederse kısa
zamanda değil ama uzunca bir zaman
içinde Türkiye Türkçesini bilenlerin oranı
% 58’den % 80’lere, % 90’lara çıkabilir.
Esasen oran yükseldikçe Türkiye
Türkçesine ilginin artacağı ve oranın daha
hızlı bir şekilde yükseleceği tabiidir. Süreci
hızlandırmak için bazı tedbirler de
alınabilir. Okulların ve öğrencilerin
sayısını artırmak, Türkiye Türkçesini
öğreten kültür merkezleri açmak, Türk
dünyasına cazip gelecek televizyon
yayınları ile Türkiye Türkçesini öğretmek,
ekonomik, turistik, kültürel ve siyasî
alâkaları artırmak gibi.
Buraya kadar sayılanlar Türk
cumhuriyetlerine yönelik faaliyet ve
tedbirlerdir. Doğrudan doğruya Türkiye
kamuoyuna yönelik faaliyet ve tedbirlere
de ihtiyaç vardır. Meselâ Türkiye’deki
üniversitelerin bazılarında Çağdaş Türk
Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri
açılmıştır. Bu bölümlerde Türkmence,
Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Tatarca,
Uygurca vd. Türk lehçeleri öğretiliyor.
Ayrıca bu yazı dilleri üzerinde master ve
doktoralar yaptırtılıyor. Türkiye
kamuoyunda Türk dünyasına daha fazla
ilgi uyandırmak üzere, özellikle devlete
bağlı okul, radyo ve televizyonlarda
çalışma ve programlar yapılmalı ve
Türkiye’de yasayanların da diğer Türk
edebî dillerini öğrenmesi konusunda ilgi
uyandırmalıdır. Bu ilgiyi duyanların Türk
dünyasına yönelik faaliyetlerde bulunacağı
da muhakkaktır. Nitekim çeşitli kurslarda
Türk lehçelerinden birini öğrenenler bu
dünyaya ilgi duymakta ve oralarda is
yapmaya çalışmaktadırlar. Yapılacak bir
başka is, Türkiye Türkçesini en kolay ve
pratik şekilde öğretecek kitap ve
elektronik araçların hazırlanıp
üretilmesidir. Bu kitap ve öğretim
araçlarında lehçeler arasındaki
benzerliklere vurgu yapılarak psikolojik
bir yaklaştırma sağlandıktan sonra farklı
kelime ve gramer unsurlarına
yoğunlaşmalıdır.
Ortak bir iletişim dili, Türk dünyasının
entegrasyonunda hızlandırıcı bir itici güç
rolünü oynayacaktır. Dili öğrenenler
edebiyat ve kültür eserlerini de
okuyacaklardır. Hatta günlük gazeteleri ve
televizyonları da takip edeceklerdir.
Böylece ortak ilgi alanları gün geçtikçe
artacak ve Türk devletlerinin birçok
konuda ortak hareket etmesi arzuları
ortaya çıkacaktır. Ortak faydalar için ortak
hareket edebilen Türk devletleri dünyada
da itibar edilen küresel bir kuvvet
olabilecektir. Dilin ve edebiyatın bu
gücünü, bu potansiyelini Ali Sir Nevayî 530
yıl kadar önce fark etmiş ve bugünkü
torunlarına söyle seslenmiştir:
Türk nazmıda çü tartıp min alem
Eyledim ol memleketni yek-kalem
Türk siirinde bayrak kaldırınca ben
Eyledim o ülkeleri tek bir kalem.
KAYNAKLAR
ARAT, Resid Rahmeti (1947), Kutadgu Bilig I Metin,
İstanbul.
DEVLET, Nadir (1988), Ismail Bey Gaspıralı, Ankara.
ECKMANN, Janos (1996), Harezm, Kıpçak ve
Çağatay Türkçesi Üzerine Arastırmalar
(Haz.: Osman F. Sertkaya), Ankara.
ERCILASUN, Ahmet B. (2007), Makaleler -- Dil –
Destan – tarih – Edebiyat (Haz.:
Ekrem Arıkoglu), Ankara.
Not: Bu yazı, Gazi Üniversitesi Türkiyat Dergisi
2007 Bahar Dönemi sayısından iktibas edilmiştir.
GENCAY
32
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
millikanal.com