Upload
omer-erduran
View
229
Download
4
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Leylâ, medya dünyasının ünlü simalarından biridir. Ve günün birinde yaşadığı peri masalı yıkılıverir. Çok kısa süren bir evlilik, tepetaklak olan bir iş hayatı, boşlukta geçen aylar, umutsuzluk… Ve Leylâ bütün bunları aşması için verilen ipuçlarının peşine düşer. Bu ipuçlarının izinde özbenliğine dokunabilecek midir? Kalbe doğru yolculuk mümkün müdür? Varoluştan öte bir mutluluk var mıdır? Gerçek anlamda özgürlük nedir?
Citation preview
_ _2A
2ARZU ZENGİN 1973 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lise si’ni bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne devam etti. Gazetecilik mesleğiyle henüz üniversite öğrencisiyken tanıştı…
Kanal 6, ATV ve NTV Haber merkezlerinde muhabir, editör ve sunucu olarak çalıştı. Çok sayıda haber yayınında ve haber programında görev aldı.
Hayata Uyanış romanı yazarın ilk kitabıdır.Arzu Zengin evli, Ayşegül ve Leyla’nın anneleridir.
HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A
4
HAYATA UYANIŞ / Arzu Zengin
Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibininyazılı izni alınmadan kullanılamaz.
Editör: Ayşe BaşcıKapak: Ömer Erduran
ısbn 978-975-14-1495-3
birinci basım: Mart 2012
Kitabın basımı 2000 adet olarak yapılmıştır.
Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E314, 34337 EtilerİstanbulTel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090www.remzi.com.tr [email protected]
Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılarİstanbul
7
Birkaç senedir düşüncelerimin bendenbaşka bir amacı yok; yalnız kendimi
sorguya çekiyor ve inceliyorum.
MONTAIGNE
9Leylâ
Mavinin anavatanı Ege’de güneş bakıra boyadığı denizin derinliklerinde uykuya dalmaya hazırlanırken Leylâ tatlı tatlı gerinip kırmızı koltuğuna adamakıllı gömüldü. Kollarını bedenine doladı; kucaklayıp sıvazladı canının mâbedini.
Midesindeki kelebekler yanıt verdi bu şefkate; hep birden havalanıp karın boşluğunda dans etmeye başladılar. Bir sevinç dalgası yükselip göğsüne yürüdü sonra, kalbiyle buluştuğu anda tarifsiz bir keyifle iyimserliğe, güvene ve güce dönüştü.
Yüreği rahat yerini bulmuştu işte:Sırf karatavuklar cıvıldaştı diye, Sırf dağlardan çam kokusu taşıyan rüzgâr yüzünü okşadı di
ye, Sırf güneşin sahnelediği bu eşsiz ışık oyununu bugün de sey
redebildiği için,Sonsuz bir minnet duydu Leylâ.
Eskiden olsa… Yani Leylâ’nın halihazırdaki planlarını gerçekleştirmek üzere koşuşturup arta kalan zamanda da yenilerini planlamakla meşgul olduğu o sıkışık günlerinde olsa, şimdi iliklerine işleyen bu mucize, düşüncelerine hoş bir fon olabilirdi en fazla. Kariyeri çıkışta, işleri tıkırındaysa ve eğer iyi bir gün geçirmiş, iyi yemekler yemiş, nihayetinde yaklaşan geceden
HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A
10
de eminse, Leylâ da bu güzel manzaradan keyif alırdı kuşkusuz. Aksi takdirde farkına bile varmazdı.
O zamanlar çabalamak ve hayıflanmak öyle çok vaktini alıyordu ki başka hiçbir şeye vakit kalmıyordu. Duygusal iniş çıkışları hayatının her ânını esir almakla kalmamış, gözlerini de ele geçirmişti. Burnunun ucunda cennetin kapıları açılsa, ışığından yanmasın diye gözlerini yumabilirdi. Her kayboluşunda dönüş yolunu bulsun diye etrafına serpiştirilen işaret taşlarına da aklını çelerler endişesiyle yüz çevirirdi.
Ah Leylâ! Kör Leylâ! Nasıl oldu da bu derece unuttun, bu kadar kayboldun Leylâ?
İşte böyle geçip giden günleri için yüreği sızladı bir an. Kendi kendine eziyetini düşününce içi acıdı. Ama kayan bir yıldız gibi belirip kayboldu bu his. Çünkü onu tekrar evine getiren yolu, o günlerin sancılarını biriktirerek döşemişti. Yoldaki her bir taşın üzerinde gözyaşlarının izi duruyordu. Asıl direnmeyi bıraktığı zaman iyileşeceğini nereden bilecekti? Onu da yolda öğrenmişti.
Ezberini bozmaya cesaret edince şifa akmaya başlamıştı. Kontrol etmeyip hayatın öğrettiklerine razı olunca evine dönmüştü.
Leylâ artık biliyordu:Hiçbir şey bilmediğini. Bu sebeple akışa karışıp tamamlanmıştı.Tastamamdı şu an: Huzurlu dingin ve geniş.
Cennetin kapısını sadece yüreğiyle açabileceğini öğrenmişti. Yine kapının açık olduğu anlardan biriydi:
Aşkın olana karışabildiği, Ve içinde kendini görebildiği, İyi kötü ayırmadan, yaradılışın her zerresiyle birlikte döne
bildiğiVe müziği işitebildiği…
11
Ufukta, güneşin ışığı altında yanan denize baktı. Bunun enfes bir gün batımı olduğunu bilmeyen, rahatlıkla suyun kaynadığına hükmedebilirdi. Oysa alabildiğine dingin olan denizin tek yaptığı, ışığı yansıtmaktı.
Tıpkı Leylâ’nın aynasındaki yüzler gibi… Ne çok duygu yüklüydü her biri: Öfke, pişmanlık, acıma, hayıflanma, hayranlık, değersizlik, çaba, tükeniş, sabır, anlayış ve aşk. Hepsini onlar sayesinde tanımıştı, en çok da kendini. Duygularını ayırmadan kabul etti, yüzleri de.
Her birine minnettardı, çünkü onlardan öğrenmişti:Sevgi kabul etmekti,Affetmekse özgürlük.
3 yıl önce …Leylâ beyaz gelinliğiyle insanların arasına düşmüş bir periye
benziyordu. Düğün telaşının parçası olabilmek için yarışan kız arkadaşları, pamuk şekeri andıran kabarık eteğinin tülleri arasında dolanıyorlardı.
“Belin hemen altına mı hacim vermeli yoksa etek uçlarını mı kabartmalı?” sorusu etrafında, alt tarafı bir etek için hayli ağır bir tartışma sürmekteydi. Bir benzeri de gelinin ayakkabısının altına isimler yazılırken yaşandı. Kullanılacak kalemin cinsinden çıkan atışma, adı zor silinecek kör köşeye kalanların isyanıyla ufak çaplı bir gerginliğe bile yol açtı. İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle fikir ayrılığına düşen nedimeler arasında gece boyunca serin rüzgârlar esti. Konunun büyük ya da küçük olması önemli değildi, öfke için ayrı düşmek yeterliydi.
Leylâ gördüğü ilgiden memnun bir halde duvağını düzeltiyordu. Bu pozu sevmişti; beyaz uzun eldivenlerinin içinde elleri dans eden kuğuları andırıyordu. Siyah gür saçları romantik kıvrımlarla tepede toplanmış, her bir buklenin içine beyaz çiçekler
HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A
12
ve inci taneleri yerleştirilmişti. İnce beli, bedenini saran Fransız dantelini zarafetle taşıyordu.
Bütün gözlerin üzerinde olduğunu bildiği halde, farkında değilmiş gibi kayıtsızdı. Hele ki Ozan yanı başında hayran hayran kendisini seyrederken… Boğaz’ın maviliğini kendine fon yaparak bu fotoğrafı müstakbel eşinin zihnine kazımak için, hazırlığı uzattıkça uzatıyordu Leylâ.
Bu gece onun gecesiydi, sahnenin geline ait olduğuna dair sessiz anlaşmanın tarafı olan arkadaşları da konumlarına uygun giyinerek izleyici koltuklarındaki yerlerini almışlardı. Aynı karede kendini fark ettirme telaşına düşen tek istisna, son yarım saattir ışığı kaçırma endişesiyle kıvranan düğün fotoğrafçısıydı. Genç çifti germemek için ağzını açmıyordu ama hazır olduğunu hatırlatmak için karşılarında bir tek takla atmadığı kalmıştı. Yine de onun gösterisini fark eden yoktu, ta ki Mübeccel Alemdar zümrüt yeşili elbisesinin eteğini savurarak sürgülü cam kapıdan bahçeye adımını atana kadar. İlk gördüğü şey, fotoğrafçının telaşı oldu, zaten aradığı da tastamam böyle bir şeydi. Bir türlü içine sindiremediği gelinine çemkirmek için gece boyunca bundan daha iyi bir neden ve daha uygun bir fırsat bulamayabilirdi. Leylâ’nın sahnesine zıpladı. Tok ve otoriter sesiyle ilgiyi devraldı.
“Hadi ama artık, saat kaç oldu? Bir an önce bitirin şu fotoğraf işini. Gelin hanımın pozlarının bir kısmı da fotoğrafçıya kalsın. Hem salınmak için daha çok vaktin var, müsameren gece boyunca sürecek!”
Mübeccel’in zehirli dili Leylâ’yı belinden kavradığı gibi cehennemin derinliklerine fırlattı. Yanakları, avuçları alev alev yanıyordu, bir yumruk gelip boğazına, bir diğeri de midesine dayandı. Boğaziçi’ne hakim bu muhteşem dekorda sergilediği oyunu gerçekten gören tek kişi kayınvalidesiydi: Şeytan bakışlı, çıyan dilli kaynanası. Son bir hamleyle kontrolü ele almaya çabaladı ama bu halde çıkaracağı sese güvenemedi. Yüzü du
13
dakları ifadesizdi ancak gözbebeklerine oturan iki kor tanesini Mübeccel’den saklayabilmesi olanaksızdı. Mübeccel amacına ulaşmış olmanın hazzıyla arkasını dönüp sahneden çıkarken, Leylâ’nın gözlerinden doğrulan alevi sırtında hissetti.
Aylardır en ince ayrıntısına kadar planlayıp üzerine kafa yorduğu muhteşem düğününden Leylâ’nın payına düşen de bu kare olmuştu işte…
Aklın gerçek tarihi okunan kitap ciltlerinde değil, herkesin canlı zihin organizmasında saklıdır.
CARL GUSTAV JUNG
Acı bir feryatla yatağından sıçradı. Karanlık bir tünelin derinliklerine doğru baş aşağı düşerken yüreği ağzına gelmişti. Doğrulduğunda hâlâ midesi bulanıyordu. Her yer zifiri karanlıktı.
Ne kadar zamandır uyuyordu? Saat kaçtı? Çığlık atan da kimdi? Yanıtlarını beklemeden bir sorudan diğerine atlıyordu.
Bildiği tek şey kendi yatağında olmadığıydı. Oda yabancı kokuyordu: tahta, küf ve ter karışımı. Her kımıldadığında gıcırdayan zemini eliyle yoklayınca, yer döşeğinde yattığını anladı. Horultulara bakılırsa odada kendisinden başka en az üç dört kişi daha vardı. Aniden odanın diğer ucundan beliren cılız ışık, karanlığı delme çabasıyla kocaman açtığı gözlerini kamaştırdı. Işık yavaş yavaş büyüdükçe her şey netleşti. Sekiz dokuz yaşlarında bir kız çocuğunun elinde tuttuğu gaz lambası odayı aydınlattı… Rahatlıkla antika muamelesi görebilecek lambayı nasıl da ustalıkla taşıyordu.
HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A
14
“Bu kadar küçük bir çocuk nasıl olup da lambayı yakmayı becerdi acaba?”
Bunca tuhaflığın arasında ne acayip bir soruydu bu böyle? Leylâ’nın zihni oldum olası garip çalışırdı: Bütünü görmek yerine, olmayacak ayrıntılarda gezinirdi. Odanın düşündüğünden daha büyük olduğunu fark etti. Yere serilmiş döşeklerde bir kadın, bir erkek ve dört çocuk uyuyordu. Yorucu bir günün sonunda yataklarını zor bulmuş olmalıydılar. Her biri ölü gibi hareketsiz yatarken, horultuları evin tahtadan duvarlarını zorluyordu. Küçük kız Leylâ’yı fark etmemişti bile, sanki orada değilmiş gibi davranıyordu. Başına bir yemeni sardıktan sonra lambasını tekrar eline aldı ve kapıya doğru ilerledi. Leylâ da peşinden çıktı.
Kapının önünde boy boy kara lastikten ayakkabılar duruyordu, kız birini ayağına geçirip çamurlu yolda ilerlemeye başladı. Çığlıklar daha net duyuluyordu artık, yardım isteyen bir kadına aitti. Ne söylediğini tam olarak çıkaramamakla birlikte, Leylâ kadının bir hırsızdan korktuğunu anlamıştı. Küçük kız, çığlıkların geldiği eve birkaç metre kala durdu. Sesin sahibini tanıdığı belliydi. Onu sakinleştirmek için bir şeyler söyledi. Ardından yerden bir sopa alıp kapının önündeki tenekelere vurmaya başladı.
“Aklınca boyundan büyük yaygara koparıp hırsızı kaçıracak,” diye düşündü Leylâ.
Yine de kızın zekâsına ve cesaretine hayran kalmıştı. Ruhunu teslim etmiş halde uyuyan aile fertlerinden bir yardım gelmeyeceğini anlamış olmalıydı. Fakat sokakta başka evler de vardı. Kadının çığlıklarını bu küçük kızdan başka hiç kimsenin duymamış olması mümkün müydü?
Ansızın sıra sıra dizilmiş evlerde, sıra sıra yatan insanların kalp atışları geldi Leylâ’nın kulağına; korkunun sesiydi bu. Arkasını döndüğünde küçük kız eve girmiş, kapıyı örtüyordu. Telaşla koştuysa da yetişemedi, kapının önünde öylece kal
15
dı. Korkuyla atan kalplerin arasına şimdi onunki de eklenmişti. Kapıyı yumruklamaya başladı. Etrafı görmemek için gözlerini sımsıkı yumdu. Kalp atışlarını bastırmak için daha hızlı, daha da hızlı vurdu kapıya. Deliye dönmüştü, tahta kapının çapakları ellerine batıyordu ama o acıyı hissetmiyordu, kendini kaybetmiş bir halde bağırıyor ve kapıyı yumrukluyordu.
Göz kapaklarını isteksizce araladığında bütün sesler kesildi. Yumruk yaptığı ellerini yokladı telaşla. Ihlamur Hanım’ın yapraklarını görünce derin bir nefes aldı: Bu kez tanıdık bir yatakta, bildik bir görüntüyle uyanmıştı. Kimbilir kaç mevsim bu ıhlamur ağacının soyunup giyinmesine tanıklık etmişti Leylâ? Kışın bir deri bir kemik kalırdı; baharda süslenmeye başlar, yaz başında tarifsiz kokular sürünürdü. Yattığı yerden doğruldu, eski çalışma masası karşısında duruyordu.
Çocukluğu, genç kızlığı ve parlak öğrencilik yılları bu odada geçmişti… Çalışma masasının dayandığı pencereye dallarını uzatan bu ağaç da oda arkadaşı sayılırdı. Yıl sonu sınavlarına hazırlanırken, Ihlamur Hanım tatlı tatlı estirmeye başladığı kokusuyla yaklaşan tatili hatırlatırdı. Bileğine son bir gayret verirdi bu koku.
Ah hayaller! Tatil hayalleri! Tatilin kendisinden bile daha güzeldir tatil hayalleri!
“Eskiden de böyle miydi?” diye düşündü. Çocukken tatilin muhasebesini yapmazdı ki; zaten cebinde planları da olmazdı. Deli gibi koşup oynayacağını, eve yatmadan yatmaya gireceğini bilirdi ve bu kadarı yeterliydi. Hiç bitmezdi oyun, yemek yemeye bile vakit kalmazdı, kimbilir kaç kez ağzında lokmasıyla uyuyakalmıştı.
Oysa şimdi dünyanın en gözde tatil mekânlarından birinden dönüşünde, üstelik balayı sonrasında depresyondaydı. Odasına sızan nefis koku içinin karanlığını bir süreliğine dağıttı. Patlıcanlı börek kokusu. Leylâ’nın en sevdiklerinden. Saliha tey
HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A
16
ze bu sabah mutfağa uğramış olmalıydı, belki de hazırlayıp pişirilmek üzere göndermişti. Leylâ morali bozuk olduğu zaman buzdolabına düşenlerdendi. Ara vermeden, sırasız yerdi: Tatlı, tuzlu, sonra yine tatlı, ardından bir tabak yemek, sonra kuruyemiş, sonra çikolata… Tiksinene kadar yer ve sonunda mutsuzluğuna bir de çok yemenin pişmanlığını eklerdi. Börek kokusu çoktan gözünü döndürmüştü, soluğu mutfakta aldı. Patlıcanlı börek fırından yeni çıkmış, ocağın üzerinde soğumaya bırakılmıştı. Çay da demlenmişti ama Leylâ’nın bekleyecek hali yoktu. Bıçağı kaptığı gibi saldırdı tepsiye, bir oradan bir buradan darbeledi. Parmaklarına üfleye üfleye bir parça koparıp peçeteye sardı, tabağa koyacak kadar sabrı yoktu. Mutfağa giren Nigâr, yere dökülen börek parçalarıyla tepsinin ortasındaki şekilsiz deliği ilk bakışta gördü ama sesini çıkarmadı. Hiç sırası olmadığının farkındaydı.
“Demek uyandın, şimdi çayımız da demlenir, balkonda şöyle karşılıklı keyif yaparız seninle. Yediğin içtiğin senin olsun, neler gördün? Dinlemek için sabırsızlanıyorum,” diyerek tabaklara uzandı.
Balayından döndüğü gibi, elinde bavulu, beş karış suratla kapısını çalan kızı hiçbir şey anlatmadan odasına kapanıp saatlerce uyumuştu. Leylâ yorgundu, bitkindi… Üstelik dahası da vardı. Nigâr bunu biliyordu ve bu yüzden son üç dört saattir içi içini yiyordu.
Leylâ böreğini peşi sıra dökerek balkona yöneldi. Düşünmeden tıkıştırıyordu; ağzı bir an bile boş durmamalıydı, aksi halde annesinin sorularına cevap vermek zorunda kalacaktı. Karnından çıkan siyah dumanlar göğsüne, oradan da boğazına ilerliyordu. İçindeki kara bulut kabına sığmaz olmuştu artık; börekleri peş peşe yuvarlasa da bastıramadı, bir damla yaş olup göz pınarından dışarı sızıverdi. Kara, kapkara bir damla önce Leylâ’nın bacağına düştü, ardından Nigâr’ın yüreğine.
• • •
17
HU 2
Dipsiz kuyuya yuvarlanıyordu Leylâ, düşündükçe daha derine ve daha da karanlıklara… Kafasındaki sesler dinmek bilmiyordu. Keşkeler, acabalar, veryansınlar; hepsi birden koro halinde… Bir de o sözler! Ah, o sözler! Tutulasıca dili boşanıverince zindanlarından fırlayıp çift başlı ejderhalara dönüşen zehirli sözler!
Şimdi mümkün müydü o canavarları çıktıkları deliğe geri sokmak? Çatal çatal tıslayıp kollarından sokuyorlardı. Üstelik hem kendi sözleri hem de kocasınınkiler birlik olmuş bir tek Leylâ’yı sokuyorlardı. Kendi sözlerinin de en az Ozan’ınkiler kadar acıttığını fark etti. Belki daha da fazla.
“Ana kuzusu, şahsiyetsiz, korkak!” demişti üç günlük kocasına, hem de balayında. Üstelik bu sadece giriş bölümüydü, devamını hatırlamak bile istemiyordu. Tümünü baştan dinlemeyi kaldırabilecek durumda değildi.
Cennet bahçesine açılan balayı süitinde sevişmek yerine eski defterleri karıştırmışlardı. Mavi gökyüzü ile turkuvaz denizi elbirliğiyle karalara boyamışlardı.
Hem de balayında! Leylâ hatırladıkça delirecek gibi oluyordu. Yıllardır hayali
ni kurduğu düğünü ve balayı tatili en büyük kâbusu olmuştu. Uyanmayı denedi ama bu kez olmadı. Bu acıyla yaşamaya devam edebilir miydi? Şüphesiz edebilirdi. Ne acılar vardı hayatta! Her gün onlarcası önündeki ekrandan akıp geçerdi; 10 yılda neler neler görmüştü. Sorun şu ki Leylâ’nın kendisi acıya şerbetli değildi. Böyle trajediler gelmezdi onun başına. Doğal olarak, acıyla başa çıkmayı da bilmiyordu. Çırpındıkça daha derinlere batmıştı.
Kara balayından dönüşte kendi evine değil de annesininkine gelmesi bardağı taşıran son damlaydı. Ozan’ın arabadaki bakışlarını hatırlayınca titredi, kavgadan sonra ilk kez göz göze gelmişlerdi. Kocasının yüzündeki öfkeyi gördüğü an pişman olmuştu ama “Beni anneme bırakır mısın?” demişti bir kere.
HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A
18
Yeni gelin kaprisinin başına böyle büyük iş açacağını ne bilsin Leylâ? Bilse söyler miydi? Bilemedi işte…
Kapının zili imdadına yetişti, Nigâr bir türlü soramadığı sorularını da alıp kapıyı açmaya gitti. Bir süre sonra annesinin zoraki kahkahaları balkondan bile duyulur olmuştu. Türlü yalan uyduruyordu: Ozan’ın bir iş yemeğine katılması gerekiyormuş. Leylâ da fırsattan istifade annesine uğramış. Düğün, balayı derken konuşacakları birikmiş.
Canını yakan onca şeye bir de annesini düşürdüğü durum eklenmişti şimdi. Ne yazık ki boşuna çırpınıyordu Nigâr. Sabahtan akşama kadar tül perdenin gerisinden kapıyı gözetleyen ve bugüne kadar haber atladığı görülmemiş Baykuş Fitnat, balayından beş karış suratla dönen Leylâ’yı da yakalamıştı.
Bavulunu şoför çıkarmıştı, Ozan arabadan inmemişti bile. Leylâ, Baykuş Fitnat’ın camın önünde olmadığı nadir anlardan birine denk gelmeyi dilemişti. Olur ya, belki tuvalete gideceği tutardı. “Yemek de mi yemez bu kadın? Belki de mutfaktadır.” Leylâ’nın şanslı gününde olduğu söylenemezdi ama bir umuttu işte.
Tülün arkasından cama dayadığı suratı dışarıdan rahatlıkla seçilebiliyordu. İşinin ehliydi Fitnat: Kapıdan girenin beraberinde ne getirdiğini yüzünden, tavırlarından şıp diye okuyuverirdi. Yine burnunu cama yapıştırmış, yüksek konsantrasyonla Leylâ’nın balayı hikâyesini çözmeye uğraşıyordu işte! Leylâ paniğe kapılınca daha fena açık verdi. Önce bavulu şoförden almaya çalıştı, bavul ağır gelince de gözlerini perdeleyen kara gözlüklerini düşürdü. İşte o an, çırılçıplak kalmıştı. Ağlamaktan şişen gözlerini çaresizce Fitnat’ın camına çevirip, teslim bayrağını çekti.
Şimdi de Fitnat’ın haber uçurduğu Hafiyesi Dilâ görevi devralmış olmalıydı. Fitnat camın önünden ayrılmazdı, onun uzmanlık alanı haberi yakalamaktı. Hikâyeyi, kapı kapı gezen ortağı Hafiyesi Dilâ tamamlardı. Sonra iki ortak bir araya gelip dedikoduya son şeklini verirlerdi.
19
Leylâ iyice köşeye sıkışmıştı. Annesinin sorularından kaçarken Dilâ’nınkileri düşünmek bile istemiyordu. Cep telefonunu kaptığı gibi kendini tuvalete attı. Aklına tek bir isim geliyordu: Sevil. Çocukluk arkadaşının adını anmak bile yüreğine su serpti. Fitnat ve Dilâ gibiler bir tek Sevil’in yanına uğrayamazlardı. Sevil geldi mi dilleri ağızlarına geri kaçardı onların.
“Alo, Sevil, selam, Leylâ ben. Bak, uzun konuşamayacağım. Annemlerdeyim, eğer evdeysen hemen gel beni kurtar. Çok zor durumdayım, banyoya saklandım. Hafiyesi Dilâ kapıda, sana o kadar diyorum. Kapıya gelince çaldır.”