20

Hayata Uyanış

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Leylâ, medya dünyasının ünlü simalarından biridir. Ve günün birinde yaşadığı peri masalı yıkılıverir. Çok kısa süren bir evlilik, tepetaklak olan bir iş hayatı, boşlukta geçen aylar, umutsuzluk… Ve Leylâ bütün bunları aşması için verilen ipuçlarının peşine düşer. Bu ipuçlarının izinde özbenliğine dokunabilecek midir? Kalbe doğru yolculuk mümkün müdür? Varoluştan öte bir mutluluk var mıdır? Gerçek anlamda özgürlük nedir?

Citation preview

_ _2A

2ARZU ZENGİN 1973 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lise si’ni bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakül­tesi’ne devam etti. Gazetecilik mesleğiyle henüz üniversite öğ­rencisiyken tanıştı…

Kanal 6, ATV ve NTV Haber merkezlerinde muhabir, edi­tör ve sunucu olarak çalıştı. Çok sayıda haber yayınında ve haber programında görev aldı.

Hayata Uyanış romanı yazarın ilk kitabıdır.Arzu Zengin evli, Ayşegül ve Leyla’nın anneleridir.

3ARZU ZENGİN

HAYATA UYANIŞ

Remzi Kitabevi

HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A

4

HAYATA UYANIŞ / Arzu Zengin

Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibininyazılı izni alınmadan kullanılamaz.

Editör: Ayşe BaşcıKapak: Ömer Erduran

ısbn 978-975-14-1495-3

birinci basım: Mart 2012

Kitabın basımı 2000 adet olarak yapılmıştır.

Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3­14, 34337 Etiler­İstanbulTel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090www.remzi.com.tr [email protected]

Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar­İstanbul

5

Anneme,Babama,

ve Aslı’ya…

HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A

6

7

Birkaç senedir düşüncelerimin bendenbaşka bir amacı yok; yalnız kendimi

sorguya çekiyor ve inceliyorum.

MONTAIGNE

HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A

8

9Leylâ

Mavinin anavatanı Ege’de güneş bakıra boyadığı denizin de­rinliklerinde uykuya dalmaya hazırlanırken Leylâ tatlı tatlı geri­nip kırmızı koltuğuna adamakıllı gömüldü. Kollarını bedenine doladı; kucaklayıp sıvazladı canının mâbedini.

Midesindeki kelebekler yanıt verdi bu şefkate; hep birden havalanıp karın boşluğunda dans etmeye başladılar. Bir sevinç dalgası yükselip göğsüne yürüdü sonra, kalbiyle buluştuğu anda tarifsiz bir keyifle iyimserliğe, güvene ve güce dönüştü.

Yüreği rahat yerini bulmuştu işte:Sırf karatavuklar cıvıldaştı diye, Sırf dağlardan çam kokusu taşıyan rüzgâr yüzünü okşadı di­

ye, Sırf güneşin sahnelediği bu eşsiz ışık oyununu bugün de sey­

redebildiği için,Sonsuz bir minnet duydu Leylâ.

Eskiden olsa… Yani Leylâ’nın halihazırdaki planlarını ger­çekleştirmek üzere koşuşturup arta kalan zamanda da yenile­rini planlamakla meşgul olduğu o sıkışık günlerinde olsa, şim­di iliklerine işleyen bu mucize, düşüncelerine hoş bir fon olabi­lirdi en fazla. Kariyeri çıkışta, işleri tıkırındaysa ve eğer iyi bir gün geçirmiş, iyi yemekler yemiş, nihayetinde yaklaşan geceden

HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A

10

de eminse, Leylâ da bu güzel manzaradan keyif alırdı kuşkusuz. Aksi takdirde farkına bile varmazdı.

O zamanlar çabalamak ve hayıflanmak öyle çok vaktini alı­yordu ki başka hiçbir şeye vakit kalmıyordu. Duygusal iniş çı­kışları hayatının her ânını esir almakla kalmamış, gözlerini de ele geçirmişti. Burnunun ucunda cennetin kapıları açılsa, ışı­ğından yanmasın diye gözlerini yumabilirdi. Her kayboluşun­da dönüş yolunu bulsun diye etrafına serpiştirilen işaret taşları­na da aklını çelerler endişesiyle yüz çevirirdi.

Ah Leylâ! Kör Leylâ! Nasıl oldu da bu derece unuttun, bu ka­dar kayboldun Leylâ?

İşte böyle geçip giden günleri için yüreği sızladı bir an. Kendi kendine eziyetini düşününce içi acıdı. Ama kayan bir yıldız gibi belirip kayboldu bu his. Çünkü onu tekrar evine getiren yolu, o günlerin sancılarını biriktirerek döşemişti. Yoldaki her bir taşın üzerinde gözyaşlarının izi duruyordu. Asıl direnmeyi bıraktığı zaman iyileşeceğini nereden bilecekti? Onu da yolda öğrenmişti.

Ezberini bozmaya cesaret edince şifa akmaya başlamıştı. Kont­rol etmeyip hayatın öğrettiklerine razı olunca evine dönmüştü.

Leylâ artık biliyordu:Hiçbir şey bilmediğini. Bu sebeple akışa karışıp tamamlanmıştı.Tastamamdı şu an: Huzurlu dingin ve geniş.

Cennetin kapısını sadece yüreğiyle açabileceğini öğrenmişti. Yine kapının açık olduğu anlardan biriydi:

Aşkın olana karışabildiği, Ve içinde kendini görebildiği, İyi kötü ayırmadan, yaradılışın her zerresiyle birlikte döne­

bildiğiVe müziği işitebildiği…

11

Ufukta, güneşin ışığı altında yanan denize baktı. Bunun en­fes bir gün batımı olduğunu bilmeyen, rahatlıkla suyun kayna­dığına hükmedebilirdi. Oysa alabildiğine dingin olan denizin tek yaptığı, ışığı yansıtmaktı.

Tıpkı Leylâ’nın aynasındaki yüzler gibi… Ne çok duygu yük­lüydü her biri: Öfke, pişmanlık, acıma, hayıflanma, hayranlık, değersizlik, çaba, tükeniş, sabır, anlayış ve aşk. Hepsini onlar sa­yesinde tanımıştı, en çok da kendini. Duygularını ayırmadan kabul etti, yüzleri de.

Her birine minnettardı, çünkü onlardan öğrenmişti:Sevgi kabul etmekti,Affetmekse özgürlük.

3 yıl önce …Leylâ beyaz gelinliğiyle insanların arasına düşmüş bir periye

benziyordu. Düğün telaşının parçası olabilmek için yarışan kız arkadaşları, pamuk şekeri andıran kabarık eteğinin tülleri ara­sında dolanıyorlardı.

“Belin hemen altına mı hacim vermeli yoksa etek uçlarını mı kabartmalı?” sorusu etrafında, alt tarafı bir etek için hayli ağır bir tartışma sürmekteydi. Bir benzeri de gelinin ayakkabısının altına isimler yazılırken yaşandı. Kullanılacak kalemin cinsin­den çıkan atışma, adı zor silinecek kör köşeye kalanların isya­nıyla ufak çaplı bir gerginliğe bile yol açtı. İncir çekirdeğini dol­durmayacak sebeplerle fikir ayrılığına düşen nedimeler arasında gece boyunca serin rüzgârlar esti. Konunun büyük ya da küçük olması önemli değildi, öfke için ayrı düşmek yeterliydi.

Leylâ gördüğü ilgiden memnun bir halde duvağını düzelti­yordu. Bu pozu sevmişti; beyaz uzun eldivenlerinin içinde elleri dans eden kuğuları andırıyordu. Siyah gür saçları romantik kıv­rımlarla tepede toplanmış, her bir buklenin içine beyaz çiçekler

HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A

12

ve inci taneleri yerleştirilmişti. İnce beli, bedenini saran Fransız dantelini zarafetle taşıyordu.

Bütün gözlerin üzerinde olduğunu bildiği halde, farkında değilmiş gibi kayıtsızdı. Hele ki Ozan yanı başında hayran hay­ran kendisini seyrederken… Boğaz’ın maviliğini kendine fon yaparak bu fotoğrafı müstakbel eşinin zihnine kazımak için, ha­zırlığı uzattıkça uzatıyordu Leylâ.

Bu gece onun gecesiydi, sahnenin geline ait olduğuna dair sessiz anlaşmanın tarafı olan arkadaşları da konumlarına uygun giyinerek izleyici koltuklarındaki yerlerini almışlardı. Aynı ka­rede kendini fark ettirme telaşına düşen tek istisna, son yarım saattir ışığı kaçırma endişesiyle kıvranan düğün fotoğrafçısıy­dı. Genç çifti germemek için ağzını açmıyordu ama hazır oldu­ğunu hatırlatmak için karşılarında bir tek takla atmadığı kal­mıştı. Yine de onun gösterisini fark eden yoktu, ta ki Mübeccel Alemdar zümrüt yeşili elbisesinin eteğini savurarak sürgülü cam kapıdan bahçeye adımını atana kadar. İlk gördüğü şey, fotoğraf­çının telaşı oldu, zaten aradığı da tastamam böyle bir şeydi. Bir türlü içine sindiremediği gelinine çemkirmek için gece boyun­ca bundan daha iyi bir neden ve daha uygun bir fırsat bulama­yabilirdi. Leylâ’nın sahnesine zıpladı. Tok ve otoriter sesiyle il­giyi devraldı.

“Hadi ama artık, saat kaç oldu? Bir an önce bitirin şu fotoğ­raf işini. Gelin hanımın pozlarının bir kısmı da fotoğrafçıya kal­sın. Hem salınmak için daha çok vaktin var, müsameren gece boyunca sürecek!”

Mübeccel’in zehirli dili Leylâ’yı belinden kavradığı gibi ce­hennemin derinliklerine fırlattı. Yanakları, avuçları alev alev yanıyordu, bir yumruk gelip boğazına, bir diğeri de midesine dayandı. Boğaziçi’ne hakim bu muhteşem dekorda sergilediği oyunu gerçekten gören tek kişi kayınvalidesiydi: Şeytan bakış­lı, çıyan dilli kaynanası. Son bir hamleyle kontrolü ele almaya çabaladı ama bu halde çıkaracağı sese güvenemedi. Yüzü du­

13

dakları ifadesizdi ancak gözbebeklerine oturan iki kor tanesi­ni Mübeccel’den saklayabilmesi olanaksızdı. Mübeccel amacı­na ulaşmış olmanın hazzıyla arkasını dönüp sahneden çıkarken, Leylâ’nın gözlerinden doğrulan alevi sırtında hissetti.

Aylardır en ince ayrıntısına kadar planlayıp üzerine kafa yor­duğu muhteşem düğününden Leylâ’nın payına düşen de bu ka­re olmuştu işte…

Aklın gerçek tarihi okunan kitap ciltlerinde değil, herkesin canlı zihin organizmasında saklıdır.

CARL GUSTAV JUNG

Acı bir feryatla yatağından sıçradı. Karanlık bir tünelin de­rinliklerine doğru baş aşağı düşerken yüreği ağzına gelmişti. Doğrulduğunda hâlâ midesi bulanıyordu. Her yer zifiri karan­lıktı.

Ne kadar zamandır uyuyordu? Saat kaçtı? Çığlık atan da kimdi? Yanıtlarını beklemeden bir sorudan diğerine atlıyordu.

Bildiği tek şey kendi yatağında olmadığıydı. Oda yabancı ko­kuyordu: tahta, küf ve ter karışımı. Her kımıldadığında gıcır­dayan zemini eliyle yoklayınca, yer döşeğinde yattığını anladı. Horultulara bakılırsa odada kendisinden başka en az üç dört ki­şi daha vardı. Aniden odanın diğer ucundan beliren cılız ışık, karanlığı delme çabasıyla kocaman açtığı gözlerini kamaştırdı. Işık yavaş yavaş büyüdükçe her şey netleşti. Sekiz dokuz yaşla­rında bir kız çocuğunun elinde tuttuğu gaz lambası odayı aydın­lattı… Rahatlıkla antika muamelesi görebilecek lambayı nasıl da ustalıkla taşıyordu.

HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A

14

“Bu kadar küçük bir çocuk nasıl olup da lambayı yakmayı becerdi acaba?”

Bunca tuhaflığın arasında ne acayip bir soruydu bu böyle? Leylâ’nın zihni oldum olası garip çalışırdı: Bütünü görmek ye­rine, olmayacak ayrıntılarda gezinirdi. Odanın düşündüğünden daha büyük olduğunu fark etti. Yere serilmiş döşeklerde bir ka­dın, bir erkek ve dört çocuk uyuyordu. Yorucu bir günün so­nunda yataklarını zor bulmuş olmalıydılar. Her biri ölü gibi ha­reketsiz yatarken, horultuları evin tahtadan duvarlarını zorlu­yordu. Küçük kız Leylâ’yı fark etmemişti bile, sanki orada değil­miş gibi davranıyordu. Başına bir yemeni sardıktan sonra lam­basını tekrar eline aldı ve kapıya doğru ilerledi. Leylâ da peşin­den çıktı.

Kapının önünde boy boy kara lastikten ayakkabılar duruyor­du, kız birini ayağına geçirip çamurlu yolda ilerlemeye başladı. Çığlıklar daha net duyuluyordu artık, yardım isteyen bir kadı­na aitti. Ne söylediğini tam olarak çıkaramamakla birlikte, Leylâ kadının bir hırsızdan korktuğunu anlamıştı. Küçük kız, çığlık­ların geldiği eve birkaç metre kala durdu. Sesin sahibini tanıdı­ğı belliydi. Onu sakinleştirmek için bir şeyler söyledi. Ardından yerden bir sopa alıp kapının önündeki tenekelere vurmaya baş­ladı.

“Aklınca boyundan büyük yaygara koparıp hırsızı kaçıra­cak,” diye düşündü Leylâ.

Yine de kızın zekâsına ve cesaretine hayran kalmıştı. Ruhunu teslim etmiş halde uyuyan aile fertlerinden bir yardım gelme­yeceğini anlamış olmalıydı. Fakat sokakta başka evler de vardı. Kadının çığlıklarını bu küçük kızdan başka hiç kimsenin duy­mamış olması mümkün müydü?

Ansızın sıra sıra dizilmiş evlerde, sıra sıra yatan insanla­rın kalp atışları geldi Leylâ’nın kulağına; korkunun sesiydi bu. Arkasını döndüğünde küçük kız eve girmiş, kapıyı örtüyor­du. Telaşla koştuysa da yetişemedi, kapının önünde öylece kal­

15

dı. Korkuyla atan kalplerin arasına şimdi onunki de eklenmiş­ti. Kapıyı yumruklamaya başladı. Etrafı görmemek için gözleri­ni sımsıkı yumdu. Kalp atışlarını bastırmak için daha hızlı, daha da hızlı vurdu kapıya. Deliye dönmüştü, tahta kapının çapakla­rı ellerine batıyordu ama o acıyı hissetmiyordu, kendini kaybet­miş bir halde bağırıyor ve kapıyı yumrukluyordu.

Göz kapaklarını isteksizce araladığında bütün sesler kesildi. Yumruk yaptığı ellerini yokladı telaşla. Ihlamur Hanım’ın yap­raklarını görünce derin bir nefes aldı: Bu kez tanıdık bir yatakta, bildik bir görüntüyle uyanmıştı. Kimbilir kaç mevsim bu ıhla­mur ağacının soyunup giyinmesine tanıklık etmişti Leylâ? Kışın bir deri bir kemik kalırdı; baharda süslenmeye başlar, yaz başın­da tarifsiz kokular sürünürdü. Yattığı yerden doğruldu, eski ça­lışma masası karşısında duruyordu.

Çocukluğu, genç kızlığı ve parlak öğrencilik yılları bu oda­da geçmişti… Çalışma masasının dayandığı pencereye dalları­nı uzatan bu ağaç da oda arkadaşı sayılırdı. Yıl sonu sınavlarına hazırlanırken, Ihlamur Hanım tatlı tatlı estirmeye başladığı ko­kusuyla yaklaşan tatili hatırlatırdı. Bileğine son bir gayret verir­di bu koku.

Ah hayaller! Tatil hayalleri! Tatilin kendisinden bile daha gü­zeldir tatil hayalleri!

“Eskiden de böyle miydi?” diye düşündü. Çocukken tatilin muhasebesini yapmazdı ki; zaten cebinde planları da olmazdı. Deli gibi koşup oynayacağını, eve yatmadan yatmaya gireceğini bilirdi ve bu kadarı yeterliydi. Hiç bitmezdi oyun, yemek yeme­ye bile vakit kalmazdı, kimbilir kaç kez ağzında lokmasıyla uyu­yakalmıştı.

Oysa şimdi dünyanın en gözde tatil mekânlarından birin­den dönüşünde, üstelik balayı sonrasında depresyondaydı. Odasına sızan nefis koku içinin karanlığını bir süreliğine dağıttı. Patlıcanlı börek kokusu. Leylâ’nın en sevdiklerinden. Saliha tey­

HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A

16

ze bu sabah mutfağa uğramış olmalıydı, belki de hazırlayıp pi­şirilmek üzere göndermişti. Leylâ morali bozuk olduğu zaman buzdolabına düşenlerdendi. Ara vermeden, sırasız yerdi: Tatlı, tuzlu, sonra yine tatlı, ardından bir tabak yemek, sonra kuruye­miş, sonra çikolata… Tiksinene kadar yer ve sonunda mutsuz­luğuna bir de çok yemenin pişmanlığını eklerdi. Börek kokusu çoktan gözünü döndürmüştü, soluğu mutfakta aldı. Patlıcanlı börek fırından yeni çıkmış, ocağın üzerinde soğumaya bırakıl­mıştı. Çay da demlenmişti ama Leylâ’nın bekleyecek hali yok­tu. Bıçağı kaptığı gibi saldırdı tepsiye, bir oradan bir buradan darbeledi. Parmaklarına üfleye üfleye bir parça koparıp peçete­ye sardı, tabağa koyacak kadar sabrı yoktu. Mutfağa giren Nigâr, yere dökülen börek parçalarıyla tepsinin ortasındaki şekilsiz de­liği ilk bakışta gördü ama sesini çıkarmadı. Hiç sırası olmadığı­nın farkındaydı.

“Demek uyandın, şimdi çayımız da demlenir, balkonda şöy­le karşılıklı keyif yaparız seninle. Yediğin içtiğin senin olsun, ne­ler gördün? Dinlemek için sabırsızlanıyorum,” diyerek tabakla­ra uzandı.

Balayından döndüğü gibi, elinde bavulu, beş karış suratla ka­pısını çalan kızı hiçbir şey anlatmadan odasına kapanıp saatler­ce uyumuştu. Leylâ yorgundu, bitkindi… Üstelik dahası da var­dı. Nigâr bunu biliyordu ve bu yüzden son üç dört saattir içi içi­ni yiyordu.

Leylâ böreğini peşi sıra dökerek balkona yöneldi. Düşünme­den tıkıştırıyordu; ağzı bir an bile boş durmamalıydı, ak­si halde annesinin sorularına cevap vermek zorunda kalacak­tı. Karnından çıkan siyah dumanlar göğsüne, oradan da boğazı­na ilerliyordu. İçindeki kara bulut kabına sığmaz olmuştu artık; börekleri peş peşe yuvarlasa da bastıramadı, bir damla yaş olup göz pınarından dışarı sızıverdi. Kara, kapkara bir damla önce Leylâ’nın bacağına düştü, ardından Nigâr’ın yüreğine.

• • •

17

HU 2

Dipsiz kuyuya yuvarlanıyordu Leylâ, düşündükçe daha deri­ne ve daha da karanlıklara… Kafasındaki sesler dinmek bilmi­yordu. Keşkeler, acabalar, veryansınlar; hepsi birden koro halin­de… Bir de o sözler! Ah, o sözler! Tutulasıca dili boşanıverin­ce zindanlarından fırlayıp çift başlı ejderhalara dönüşen zehir­li sözler!

Şimdi mümkün müydü o canavarları çıktıkları deliğe geri sokmak? Çatal çatal tıslayıp kollarından sokuyorlardı. Üstelik hem kendi sözleri hem de kocasınınkiler birlik olmuş bir tek Leylâ’yı sokuyorlardı. Kendi sözlerinin de en az Ozan’ınkiler ka­dar acıttığını fark etti. Belki daha da fazla.

“Ana kuzusu, şahsiyetsiz, korkak!” demişti üç günlük koca­sına, hem de balayında. Üstelik bu sadece giriş bölümüydü, de­vamını hatırlamak bile istemiyordu. Tümünü baştan dinlemeyi kaldırabilecek durumda değildi.

Cennet bahçesine açılan balayı süitinde sevişmek yerine eski defterleri karıştırmışlardı. Mavi gökyüzü ile turkuvaz denizi el­birliğiyle karalara boyamışlardı.

Hem de balayında! Leylâ hatırladıkça delirecek gibi oluyordu. Yıllardır hayali­

ni kurduğu düğünü ve balayı tatili en büyük kâbusu olmuştu. Uyanmayı denedi ama bu kez olmadı. Bu acıyla yaşamaya de­vam edebilir miydi? Şüphesiz edebilirdi. Ne acılar vardı hayat­ta! Her gün onlarcası önündeki ekrandan akıp geçerdi; 10 yılda neler neler görmüştü. Sorun şu ki Leylâ’nın kendisi acıya şer­betli değildi. Böyle trajediler gelmezdi onun başına. Doğal ola­rak, acıyla başa çıkmayı da bilmiyordu. Çırpındıkça daha derin­lere batmıştı.

Kara balayından dönüşte kendi evine değil de annesininkine gelmesi bardağı taşıran son damlaydı. Ozan’ın arabadaki bakış­larını hatırlayınca titredi, kavgadan sonra ilk kez göz göze gel­mişlerdi. Kocasının yüzündeki öfkeyi gördüğü an pişman ol­muştu ama “Beni anneme bırakır mısın?” demişti bir kere.

HAYATA UYANIŞ_Arzu Zengin_2A

18

Yeni gelin kaprisinin başına böyle büyük iş açacağını ne bil­sin Leylâ? Bilse söyler miydi? Bilemedi işte…

Kapının zili imdadına yetişti, Nigâr bir türlü soramadığı so­rularını da alıp kapıyı açmaya gitti. Bir süre sonra annesinin zo­raki kahkahaları balkondan bile duyulur olmuştu. Türlü yalan uyduruyordu: Ozan’ın bir iş yemeğine katılması gerekiyormuş. Leylâ da fırsattan istifade annesine uğramış. Düğün, balayı der­ken konuşacakları birikmiş.

Canını yakan onca şeye bir de annesini düşürdüğü durum ek­lenmişti şimdi. Ne yazık ki boşuna çırpınıyordu Nigâr. Sabahtan akşama kadar tül perdenin gerisinden kapıyı gözetleyen ve bu­güne kadar haber atladığı görülmemiş Baykuş Fitnat, balayın­dan beş karış suratla dönen Leylâ’yı da yakalamıştı.

Bavulunu şoför çıkarmıştı, Ozan arabadan inmemişti bile. Leylâ, Baykuş Fitnat’ın camın önünde olmadığı nadir anlardan birine denk gelmeyi dilemişti. Olur ya, belki tuvalete gideceği tutardı. “Yemek de mi yemez bu kadın? Belki de mutfaktadır.” Leylâ’nın şanslı gününde olduğu söylenemezdi ama bir umut­tu işte.

Tülün arkasından cama dayadığı suratı dışarıdan rahatlık­la seçilebiliyordu. İşinin ehliydi Fitnat: Kapıdan girenin berabe­rinde ne getirdiğini yüzünden, tavırlarından şıp diye okuyuve­rirdi. Yine burnunu cama yapıştırmış, yüksek konsantrasyonla Leylâ’nın balayı hikâyesini çözmeye uğraşıyordu işte! Leylâ pani­ğe kapılınca daha fena açık verdi. Önce bavulu şoförden almaya çalıştı, bavul ağır gelince de gözlerini perdeleyen kara gözlükleri­ni düşürdü. İşte o an, çırılçıplak kalmıştı. Ağlamaktan şişen göz­lerini çaresizce Fitnat’ın camına çevirip, teslim bayrağını çekti.

Şimdi de Fitnat’ın haber uçurduğu Hafiyesi Dilâ görevi dev­ralmış olmalıydı. Fitnat camın önünden ayrılmazdı, onun uz­manlık alanı haberi yakalamaktı. Hikâyeyi, kapı kapı gezen or­tağı Hafiyesi Dilâ tamamlardı. Sonra iki ortak bir araya gelip de­dikoduya son şeklini verirlerdi.

19

Leylâ iyice köşeye sıkışmıştı. Annesinin sorularından kaçar­ken Dilâ’nınkileri düşünmek bile istemiyordu. Cep telefonunu kaptığı gibi kendini tuvalete attı. Aklına tek bir isim geliyordu: Sevil. Çocukluk arkadaşının adını anmak bile yüreğine su serp­ti. Fitnat ve Dilâ gibiler bir tek Sevil’in yanına uğrayamazlardı. Sevil geldi mi dilleri ağızlarına geri kaçardı onların.

“Alo, Sevil, selam, Leylâ ben. Bak, uzun konuşamayacağım. Annemlerdeyim, eğer evdeysen hemen gel beni kurtar. Çok zor durumdayım, banyoya saklandım. Hafiyesi Dilâ kapıda, sana o kadar diyorum. Kapıya gelince çaldır.”